Professional Documents
Culture Documents
Hayriye Memoğlu-Süleymanoğlu
Ankara-2004
0
MUHACİRLER
KYBEDİLMİŞ
TOPRAKLARIMIZIN
CANLI
HATIRALARIDIR
M. K. Atatürk
1
Muhacir diye küçümsenenler, tarihin
yazdığı savaşlarda en geriye kalanlar,
yani düşmanla sonuna kadar
dövüşenler, çekilen ordunun ric’at
hatlarını sağlamak için kendilerini feda
edenler ve düşman karşısında kaçmak,
çekilmek nedir bilmeyenlerdir.
K. ATATÜRK
2
1989 yılı Bulgaristan göçmeni
annem RABİYE MEMOĞLU’NUN,
Babam MEHMET MEMOĞLU’NUN
ve göç yollarında acı çeken
tüm GÖÇMENLERİN aziz hatıralarına…
3
ÖN SÖZ
Balkan Türklerinin tarihî kaderi olan göç felâketini okurlarımıza sunmayı bir borç
bilerek bu kitabı hazırladım. Hazırlarken de 1989 Büyük Göçünde çektiğimiz çileleri, tekrar
tekar yaşadım.
4
GİRİŞ
İçe dönük ilk dönem göçleri, Osmanlı Devletinin Avrupa kanadını oluşturan
topraklarından çekilmeye başlamasıyla ilişkilidir. Viyana Seferinin başarısızlıkla sonuçlanması
(1683), Budapeşte'nin Avusturyalıların eline geçmesi (1686), Karlofça Antlaşmasının
imzalanması (1699) Osmanlı Devletinin aleyhine gelişen önemli tarihi olaylardır. Bu olumsuz
tarihi gelişmeler Balkan Türkleri arasında yankılar uyandırmış ve sözlü halk edebiyatında da
derin izler bırakmıştır. M. Fuat Köprülü 1914’te İkdam gazetesindeki Yeni Bir İlim: Halkıyat-
Folklore (24 Kânun-i Sâni) adlı yazısında folklor eserlerinin önemini vurgulayarak, şöyle
demişti: “Rumeli’nin son felâketinde düşman eline geçen yerler ahalisi tabiî yavaş yavaş yok
olacaktır ve bizler ileride onların eski Türk memleketi olduğunu ispat için halkıyatın en canlı
vesikalarına muhtaç olacağız. Eğer bugün o vesikaları zapt ve kaydedebilirsek hiç olmazsa
felâketimizin hatırasını saklayacağız”. Rumeli topraklarının kaybedilmeye başlaması, millî
felâketimizin de bir başlangıcı olmuştur. Yaşanan acıların M. Fuat Köprülü’nün de büyük
önem verdiği folklorumuzdaki yankılarını tarihî olayların kronolojisini takip ederek ele alalım.
Budin'in elden gitmesini halkımız şöyle ölümsüzleştirmiştir:
5
Ötme bülbül ötme, yaz bahar oldu
Bülbülün figanı bağrımı deldi
Gül alıp satmanın zamanı geldi
Aldı Nemçe bizim nazlı Budin'i
6
Altın kuşak kuşanırım belime
Şimdi düştüm bir kâfirin eline
....................................
7
Muhacir Destanı veya Gideriz Kırım’dan adlarıyla bilinen türküde de şöyle
denmektedir:
8
bu savaş büyük çapta bir Müslüman kıyımına, dehşet verici paniğe sebep olmuş, işgal altına
giren bölgelerin halkı da göç yollarına revan olmuştur. Ruslar, Kırım Savaşında uyguladıkları
en acımasız yöntemleri bu savaşta da uygulamışlardır. Katliamlarla birlikte Türkler evlerinden
barklarından koparılarak göçe zorlanmışlardır. Sivil halkın malının mülkünün talan edilmesini,
yakılıp yıkılmasını, savaş tekniğinin bir aracı olarak kullanmışlardır. Amaçları, Bulgaristan
Türklerinin geri dönmekle bulabilicekleri hiçbir şeylerinin kalmamasını sağlamak olmuştur.
Doksanüç Harbi Rumeli’yi yerinden oynatmış, Rumeli Türkünün de günümüze kadar devam
etmekte olan ürpertici faciasının başlangıcı olmuştur. Moskof Muharebesi Rumeli'yi bozguna
uğratmış ve Türk halkı bunu Büyük Bozgun olarak adlandırmıştır. Bu savaşta gelişen olaylar,
sözlü halk edebiyatına özel bir motif konusu olmuştur. Rusların Tuna'yı geçmesi, Plevne'nin
Osman Paşa tarafından savunması dillere destan olmuştur:
Karadeniz dalgalandı
Orta yeri halkalandı
Kör olası Damat Paşa
Moskof ile ne laflaştı
İgnácz Kúnos, 2001, 26-27.
Destanın bu varyantını İgnácz Kúnos kaleme almıştır. Zamanla daha birkaç varyantı
oluşmuştur:
İstanbul'un hanımları
Sedeftendir nalınları
Kör olası murtat paşa
9
Dul bıraktı kadınları
Hayriye Memoğlu-Süleymanoğlu'nun
arşivinden
10
Savaş, yenilgiyle sonuçlanır ve Osman Paşa esir düşer:
İsyanın elebaşılarından biri olan ve daha sonraları Bulgar Ulusal Meclisi Başkanı
görevine kadar yükselen Zahari Stoyanov (Zahari Stoyanov, 1983) Doksanüç Harbinden birkaç
yıl sonra yayımladığı "Bulgar İsyanları Üzerine Notlar" adlı eserinde isyan hakkında gerçekleri
açıklamış ve sadece Türk köylerini değil, Bulgar köylerini de kendileri yaktıklarını, birçok
masum Türkü kendileri nasıl vahşice öldürdüklerini itiraf etmiştir (Yenisoy H. Süleymanoğlu,
2003, 1-19).
1876 Bulgar İsyanında yaşanan acı olayların onulmaz yaralarına bir yıl sonra, 1877/78
Osmanlı-Rus Savaşının büyük felâketi de eklenince, neden Filibe ve Tatar Pazarcık
bölgesinden en çok göç edenler olduğu açıkça anlaşılmaktadır. Onlarca Türk köyü, yerleşim
11
yeri olarak ortadan kalkmış, onlarca Türk köyü sakinleri de göç yollarına dökülmüşlerdir.
Gurbet yollarına çıkarken de şöyle ayrılık türküleri söylemişlerdir:
Ocakları söndürülmüş, kazanları devrilmiş nice aileler, uzun göç yolculuğunda daha
nice çileler çekmişlerdir. Bunların birçoğu yollarda soğuktan, açlıktan ölmüşlerdir. Bir Alman
demiryolu memuru, Tatar Pazarcık'ın güneyindeki tepelerde soğuktan donan 400 kişilik
göçmen kafilesinin içinde hayatta kalabilmiş sadece küçük bir kız çocuğunu cesetler arasında
bulmuş ve kurtarmıştır (Bilâl Şimşir, I-III, 1968, 1970, 1989). İstanbul'dan emir üzere göç
yollarında bulunanların birçoğu geri döndürülmüşse de Ruslar ve Bulgarlar tarafından
köylerine ve kasabalarına yaklaştırılmayıp katliama uğratılınca çaresiz göçmenler yeniden
İstanbul yolunu tutmuşlar, turnalar gibi vatan deyip yine çekip gitmişlerdir:
12
Bu yavruya sorun aslı nereli
Turnalar gibi uçup giden göçmenlerden hayatta kalabilenler anavatanda yeniden yuva
kurmuşlar, mekân tutmuşlardır.
Daha sonraları gelişen yeni tarihi olaylar da Rumeli'den kitle halinde göçleri
hızlandırmıştır.
Öte yandan, Doksanüç Harbi ile 1912/13 Balkan Savaşları arasında farklar da vardı.
Doksanüç Harbi sadece Rusya'nın güdümünde yapılmıştı. Türkleri göç etemeye zorlayacak
etkili planı yürürlüğe koymuşlardı. Balkan Savaşlarında ise savaşan birkaç devlet vardı. Zafer
kazanan her biri de zaptettiği topraklarda Müslümanların varlığının son bulunmasını
istemekteydi. Ne var ki bu amaçlarına ulaşabilecek kadar iyi bir örgütleniş içinde
bulunmadıkları gibi, amaçları uğuruna birleşerek ortak davranış sergiliyorlar da değillerdi.
Savaşlara katılan her Balkan ülkesi Türkleri, Müslümanları kendisinin zaptettiği ülkeden
ötekinin ülkesine sürüyor, hatta oraya sürülenin oradan geriye sürüldüğü de oluyordu. Bunun
Müslümanlar üzerindeki etkisi nasıl nitelenirse nitelensin, şurası kesindir ki Doksanüç
13
Harbinden daha kötü oldu. İçlerinde kendini gösteren ölüm telefatı, 1878'de görüldüğünden
daha yüksekti.
Balkan Savaşında Selânik’te gelişen olaylar nice insanların yer değiştirmesine, nice
insanların ölümüne sebep olmuştur. Selânik göçmenlerinden dinlediğimiz bir türküde şöyle
deniyor:
Önceki tarihî devirlerde ortaya çıkan haydutluk, çetecilik ve daha sonraları komitacılık
harekâtları, yeni tarihî koşullarda da yeni adlar ve yeni biçimleriyle Türklere, Müslümanlara
yönelik ırza geçme, yol kesme, öldürme gibi eylemler devam etmiştir. Belirli dönemlerde ve
özellikle Balkan Savaşlarını izleyen yıllarda geniş boyutlara ulaşan böyle olaylar türlü
varyantlarıyla destan, efsane, menkıbe, ağıt gibi Türk folklor türlerinde ifadesini bulmuştur. Al
duvaklı gelinin başına gelenler şu dizelerde canlandırılmıştır:
14
...............................
............................
M. İsen, S. Engüllü,
Türkiye Dışındaki Türk
Edebiyatları Antolojisi, 7,
Makedonya ve Yugoslavya (Kosova)
Türk Edebiyatı, Ankara, 1997, 101.
Pazarcık (Tatar Pazarcık) yakınlarında kol gezen Bulgar komitacıları tarafından bir
Türk gencinin canına kıyılması olayı Türkleri derinden sarsmış ve bu ölüm Kriçim Türk
folklorunda şöyle ifadesini bulmuştur:
H. Süleymanoğlu Yenisoy,
15
Türkiye Dışındaki Türk Edebiyatları
Antolojisi, 8, Bulgaristan Türk
Edebiyatı, Ankara, 1997, 115.
Duayı okuyarak şu daracık yoldan gidin, doğru Kırçmalıların yanına çıkacaksınız, der
ve dede kayboluverir. Kadınlar da duayı okuyarak gider ve köylüleri bulurlar. Kaynak
kişilerden daha yaşlı olanlar bu menkıbenin Doksanüç Harbiyle ilişkili olduğunu söylüyor ve
bazı ayrıntılar anlatıyorlar.
Mustafa Memoğlu, Kriçim
Türkleri. Tarih ve Kültür.
(Baskıdadır).
16
gerçeklerin bir ifadesi olan bu büyük insanlık dramına mâniler, türkü ve destanlar, efsane ve
menkıbeler hasrederek Bulgaristan Türkü, gönlünü avutmuş, karanlık günlerinde kendine
teselli bulmuştur. Mânilerden örnekleri okuyalım:
Hayriye Memoğlu-Süleymanoğlu'nun
arşivinden.
Bulgaristan Türkü baba ocağına, konu komşusuna bağlı kalarak yaratmış olduğu
türkülerde göç olayına hıçkırıklarla karışık bir duygu katmıştır, gençlerin ayrılışı da ayrı bir
acıdır:
H. Süleymanoğlu Yenisoy
Türkiye Dışındaki Türk Edebiyatları
Antolojisi, 8, Bulgaristan Türk
Edebiyatı, Ankara, 1997, 116.
17
Geleceğin belirsizliğinden kaynaklanan bir çaresizlik de bazı türkülere bambaşka bir
eda verir. Başka bir duygu da göçmenliğin zorluklarından gıdalanarak bir nostalji ile örülü
olarak dile gelir. Şu ilâhide zorluklar ve göçmenliğin ölümden beter olduğu vurgulanır:
Edirne ovasında
Serpildim kaldım
Arçlıyım tükendi
Evlâdı sattım
O viran babamı
Yolda bıraktım
Edirne ovasında
Naneler biter
Nanenin kokusu
Cihana yeter
Ah, şu macırlık
ölümden beter
İlâhide 1938 yılı göçünden söz edilmekte. Son dörtlükte Atatürk'ün ölümüne ağlıyor
muhacirler:
Atımı bayledim
Bir delik taşa
Oniki bin ağlar
Kemal Paşa'ya
İstanbul'un üzümü
Çekemedim sözünü
Ben vatanımdan çıkarken
Yumdum iki gözümü
Binmem tirene binmem
18
Riza Mollov, Bulgaristan
Türklerinin Halk Şiiri, Sofya,
1958, 143-144.
1930'ların ikinci yarısında baskılar artar ve Türkler göçe zorlanır. Hattâ birçok Türk
ailesi pasapotrsuz Türkiye'ye gönderilir (Krıstö Mançev, 2003, 100-134). Bu durum aynı
destanda da şöyle dile getirilmektedir:
Güven-Doverie Gazetesi, 5
Ekim, 1994, Sofya.
Yukarıda da belirtildiği gibi, 1936’da Türkiye ile Romanya arasında bir göç anlaşması
imzalanmış ve Romanya sınırları içerisinde bulunan Kuzey ve Güney Dobruca’dan (1940’ta
Güney Dobruca Bulgaristan’a geçmiştir) çok sayıda Türk Türkiye’ye göç etmiştir (T.
Kowalski, 1938, 66-67). Bütün Dobruca’dan 130, 000 ile 150, 000 dolayında Türk "Ak
Topraklara" (Türkiye’ye) göçmüşlerdir (H. Eren, 1993, 296).
19
İki ülke arasında imzalanan anlaşma çerçevesinde 1937-1939 yıllarında yaşanan
göçler Dobruca bölgesinde Türklerin azınlık durumuna düşmelerine sebep olmuştur. Boşalan
köy ve kasabalarda Türklerin sayısı büyük ölçüde azalmış, bazı köylerin adları haritadan
silinmiştir (M. Ülküsal, 1966, 13). Söz konusu yıllarda gerçekleşen göçler sözlü halk
edebiyatında derin izler bırakmıştır. 1938’de Güney Dobruca Türklerinden göç edenlerle
kalanların ayrılışını halk ozanı şu Muhacır Destanı’nda bakın nasıl dile getirmektedir :
20
İkinci Dünya Savaşından sonra da Balkanlar'dan Türkiye'ye göçler devam etmiştir.
1989 yılında Bulgaristan'ın gerçekleştirdiği geniş kapsamlı zorunlu göç, BÜYÜK GÖÇ olarak
tarihe geçmiştir. Komünist yöneticiler, ülkedeki Türklere soykırım uygulamaya
kalkışmışlardır. Türklerin okulları kapatılmış; silâh zoruyla, asker gücüyle ve ölüm tehdidiyle
adları Bulgar adlarıyla değiştirilmiş, giyim-kuşamları yasaklanmış, camiler tahrip edilmiş,
mezar taşlarından kaldırımlar yapılmış, cenazeler Bulgar mezarlıklarına gömülmüştür. Türk
dilinde eğitim şöyle dursun, ailelerde dahi Türkçe konuşmak yasaklanmıştır. Tepki gösteren
Türkler, ölüm kamplarına ve hapisanelere gönderilmiştir. Tırmanışını giderek artıran baskılar
BÜYÜK GÖÇ ile son haddine ulaşmıştır. Tüm bu olaylar, sözlü edebiyatta da izler bırakmıştır.
Türkçe konuşmanın yasaklanmasına tepki gösterenler hapisanelerde çürümüş, birçokları da
kurşuna dizilmiştir:
İçinizden biridim
Karlar gibi eridim
Anadilimiz için
Hapislerde çürüdüm
--------------------------------
Kırcaali'nin Koşukavak
(Krumovgrat) bölgesinden şair
Süleyman Yusuf Adalı tarafından
derlenen türküler.
-------------------------
21
Örencik deresi dar geldi bana
Bu ecelsiz ölüm zor geldi bana
---------------------------------------
----------------------------------------
-----------------------------------------
Tuna nehrinin ortasında bulunan Belene Adasına halkımız Ölüm Adası adını vermiştir.
Çünkü buraya gönderilenlerden birçoğu bir daha geri dönmemişlerdir. Belene Adasına
hasredilen türkülerin, ağıtların da sayısı az değildir:
22
Türkiye Dışındaki Türk Edebiyatları
Antolojisi, 8, Bulgaristan Türk
Edebiyatı, Ankara, 1997, 122.
Belene dedikleri
Cehennemdir cehennem
Babam, ben görmeden gitti
Şimdi de ölmüş annem
Tüm bu olayları Büyük Göç izledi. Utanç trenleri, kilometrelerce uzayan araba ve
kamyon kervanları 1989'un yaz aylarında Bulgaristan Türkünü Türkiye'ye getirdi. Göç
yollarına düşenlerin de oralarda kalanların da üzüntüsü, o günlerde söylenen türkülerde de
ifadesini buluyordu. Ayrılığın acısını, kalpleri sızlatan türküleri de şair ve ses sanatçısı Osman
Aziz bakın nasıl kaleme almış:
Totaliter rejim tarafından gidenin de kalanın da başına gelenleri nasıl çektiklerine hâlâ
tanıklık etmiyor muyuz?
Kırcaalide yeni, güzel bir binanın yanından geçerken, uğurlama töreni olduğu,
söylenen şu türküden anlaşılıyordu:
23
Böylece sürüp gidiyordu bu eski türkü ve o zorunlu göçe ne de iyi uyuyordu. Yepyeni
binalar, evler bırakılmadı mı? Yok pahasına ellerinden alınmadı mı insanlaramızın?
Perperek sırtında yolda beklerken türkü söylüyordu iki genç. Biri saz çalıyordu, biri
kaval. Az mı bekleniyordu yollarda. Haftalar geçiyordu da sınır geçilmiyordu.
Evet, biri de kaval çalıyordu gençlerin. Hem de oldukça başarılı. Kaval da dertlidir
insanlar gibi. Ama onun vazifesi vardır : Ağır günlerde insan yüreğinin acısını dinlemek, inlese
de insan yarasına melhem vurmak, insanın dertlerini susturmak.
X X X
Evet, bu bir asker türküsüydü. Üstlerine şimdi de ateş düşmüştü. Hem de askere
giderkenkinden daha büyük bir ateş. Yalnız anadan babadan değil, vatandan, sıladan
ayrılmanın da ateşi.
Evet büyüktür ayrılığın derdi. Ne sevgililer ayrılıyordu birbirinden! Sevgilisiyle gitse,
ana baba kalıyordu. Ana babayla gitse, sevgili kalıyordu:
Evet, çok uzun sürecek, belki de hiç bitmeyecek bir ayrılıktır bu.
Onları seve seve, ama yüreğim yana yana dinlerken, yol boylarında haftalarca
beklemelerini içime sindirmeye, sığdırmaya çalışırken, benim de türküler geçiyordu içimden.
Çünkü benim de yaralıydı kalbim. Gidenin de kalanın da, herkesin yaralıydı kalbleri...
24
Derdi derde katma bülbül
Benim derdim bana yeter
Sen de bir dert katma bülbül!
Gücenikti insanlar:
Evet, bir kıran vardı gönüllerini, kalblerini insanların. Bütün bunların, bu insanlık dışı
hareketin bir suçlusu vardı. Bu kadar zaman geçti aradan. Suçlu hâlâ cezalandırılmadı.″
Osman Aziz,
Canlarım Türküler Bizim Türküler,
Sofya, 2002., 35-38 (Kısaltılmıştır).
Göç, Balkan Türklerinin tarihi bir kaderidir, diyoruz. Balkan Türkünün bu kaderi
gerçekten de kaçınılmaz bir alınyazısı mıdır?!...
25
YAZILI EDEBİYATIMIZDA BALKAN TÜRKLERİNİN GÖÇLERİ
Zağra Müftüsünün Hatıraları adlı eserde Rusların Tuna’yı geçerek ilk zaptettikleri
yerlerde Türklerin katliama uğratılması şöyle anlatılmaktadır:
“1294 hicri senesi Cümadelahiresi 1293 mali yılı. Haziranın onikinci günleri, mağrur
düşman Tuna’yı geçerek Ziştovi’yi zapt etti. Burayı koruyan askerlerden dörtyüz kadar
Müslümanı al kana boğdu. Ahali ağlayarak şaşkın ve perişan yollara düşüp dağıldı. Yatak
köyü halkını tamamını katliam ettiler. Servi ahalisi dahi Ziştovililerden beter bir hâlde ninni
ve türkülerle, şefkat kucaklarında beslemekte oldukları ömürlerinin meyvesi çocuklarını
yollara atarak Şıpka Balkanından aşıp Kızanlık’a döküldüler...
Eski Zağra’nın düşman eline geçmesiyle etraf Türk köylerinde yağmalama, yakıp
yıkma ve işkenceler geniş boyutlara ulaşıyor:
26
Refik Özdek’in Ocağımız Sönmesin adlı eserinde de Doksanüç Harbi faciası
canlandırılmaktadır. Hayatta kalabilmiş muhacir kafilelerinin Edirne’de oluşturduğu tablo çok
acıklıdır:
Camilerde yer yoktu. Başlarını duvarların ve daha yukarılara kaldırdıkları zaman o ulu
kubbeleri, o yüksek minareleri görüyor, umutlanıyor, ama yere, sokaklara bakınca, yürekleri
kaygılarla, kuşkularla doluyordu.
Hacı kendine geldiği zaman bir çadırın altındaydılar.Her tarafa koşan bir avuç sıhhiye
eri, onlara da el uzatacak zaman bulabilmişti. Kendilleri gibi bitkin insanların arasında
karavana yemeği yiyor ve konuşuyorlardı:
- Siz hangi köprüden geçtiniz? Dedi bir ihtiyar.
- Hangi köprüden mi? Birkaç tane köprü mü var? Biz, yıkılan, sonra da
onarılan köprüden geçtik, başkasını bilmiyoruz.
- Demek küçük köprüden geçtiniz, ötekiler sapasağlam taş köprülerdir.
- Doğru, bu kadar insan bir tek köprüden geçip gelmiş olamaz. Ne zamandan
beri buradasınız?
- Bir hafta oldu. İstanbul’a gitmek için trene binme sırası bekliyoruz. Edirne
kaldırmıyor bu kadar kalabalığı, ne yiyecek yetiyor, ne yakacak. Hem sonra
Urus topları erişirse bunca sivil yok yere ölür.
- Buraya da mı gelebilecek?
27
- Bilinmez, olabilir, diyorlar.
- Şimdi de çok ölü veriyoruz galiba, her tarafta...
- Günde ortalama iki yüz kişinin öldüğünü söylüyorlar açlıktan, soğuktan,
hastalıktan... Ne yapsın devlet, ne yapsın asker, hiç bir şey yetişmiyor ve
göçün arkası kesilmiyor.
- Buraya gelemezler! Diye bağırdı Rasim.
- Nasılsa ölüyoruz, vuruşarak ölürüz, dedi Musa Dayı.
İhtiyar içini çekti:
- Bak şu sefalete, yürüyecek güçleri yok zavallıların, bunlarla mı
vuruşacaksın, sinek gibi kırılıyoruz.
..............................................
Oniki kişilik kafile, artık kafile değil, bir aile idi. Yarısı hasta olan bir aile. Fakat
Edirne’de ağır hastalar o kadar çoktu ki bu aileden yalnız Hacı’yı aldılar hastaneye. Hacı artık
sakat ayağına hiç basamıyor, çok da acı çekiyordu. Besbelli çıkık oturmamış, bu sakat ayağı
üzerine birkaç defa düştüğü, kayıp yuvarlandığı sırada belki de kırılmıştı. Onu hastaneye
Rasim ve İsmail Aga taşıdı ve Rasim, hastanede karşılaştığı olaylardan sonra bir defa daha
isyan havasına girdi. O gün olağanüstü bir durum vardı hastanede. Meriç’in ötesinde, o küçük
tren istasyonunda karşılaştıkları «gazeteci» denilen adamlar, yine onlar gibi yabancı dil
konuşan, yabancı giyimli adamlar, Edirne valisi Cemil Paşa’nın çevresinde toplanmış, onun
yapacağı konuşmayı dinlemek için sabırsızlanıyordu. Gerçekte bu sabırsızlık Cemil Paşa’yı
dinlemek için değil, ecza kokusundan, yürek paralayan iniltilerden ve görüntülerden bir an
önce kurtulmak içindi.
«İngiliz sefir Layard», «Fransız sefiri Fournier» diye gösterilen ünlü kişilere ve Edirne
Valisi Cemil Paşa’ya bir şeyler anlatan, nutuk verir gibi konuşan, koğuşları, yaralılarla
dopdolu koridorları gösteren yabancı giyimli bir adam daha vardı ki, sanki vali paşa o idi.
Bilen, bildiren, emreden ve zamn zaman gazetecilere poz veren o idi. Memurlar da ara sıra
gelip ona bir şeyler soruyor, talimat alıyor ve «başüstüne» deyip gidiyorlardı.
Rasim bu memurlardan birine usulca sordu:
- Bu büyük adam nerenin paşası?
- O paşa değil, ama çok büyük.
- Nazır mı?
- Fasso Efendi’dir o, göçmen işlerine bakan teşkilâtın başı.
- Fasso mu? Ne yapar bu teşkilât?
- Göçmenlere yardım eder.
Hiç hoşuna gitmedi Rasim’in. «Bu işler pek karışık» diye düşündü. «Devleti yabancı
ülkelerde Karateodori’ler, Müsürüs’ler temsil ediyor, biz gariban maacirleri de burada Fasso
Efendi’ler... pek garip işler!»
Cemil Paşa, bir setin üzerine çıkarak, gazetecilere hitaben bir konuşma yaptı.
Tercümanlar bu konuşmayı cümle cümle yabancı dile çevirdiler. Rasim için ağır, anlaşılmaz,
dolambaçlı cümlelerdi bunlar. Yine de bir özet, bir hüküm çıkarması mümkündü: «Kılıçtan
kurtulup gelebilenler», diyordu paşa, «yüzlerce sandık dolduran tarla tapularından başka bir
şeylerini getiremediler... Edirne’de günde 200 kişi, İstanbul’da günde 1000 kişi ölüyor... Hiç
bir devlet, milyonlarcası birden göç eden, kaçıp başka vilâyetlere gelen vatandaşına, hele
savaş içinde ve kısa zamanda huzur veremez. Bunların mal varlıklarını, mülk varlıklarını
düşmana terkedip gelmelerini istemez. Bu gerçekleri görmezlikten gelen düşmanı durdurmak
için kılını kıpırdatmayan Avrupa devletleri, düşünsünler ki aynı âkıbete uğrayabilirler...»
28
Bundan sonrasını dinlemek bile istemedi, fakat öyle bir kalabalığın içinde kalmıştı ki,
geriye doğru adım atacak yer yoktu. Paşa’ya «yeter artık!» diyecek gücü de yoktu. Onu haklı
bulacak hoşgörüsü de, tevazu’u da yoktu artık. «Hayır!» diyordu, insan ya olur, ya ölür!»
Paşanın konuşmasından sonra, Fasso Efendi de bir şeyler söyledi. Ama o doğrudan
doğruya gazetecilerin diliyle konuştuğu için tercümanlara iş düşmedi. Yalnız, konuşmasının
sonunda eliyle yandaki bir salonu gösterdi ve gazeteciler o salona geçtiler. O yana itilen
kalabalığın içindeydi Rasim. İçeri girince gördüğü manzara karşısında donakaldı. Korkulu bir
düş görüyormuş gibi, karakoncolosların, hortlakların saldırısına uğrayacakmış gibi bir ürpeti
duydu: Karşıda, taburelerin üzerine oturmuş iki sıra insan vardı. Dudakları kesilmiş, dişleri
görünüyor; burunları kesilmiş, yüzleri çukur; başları kulaksız, elleri tırnaksız!
- Düşmanın elinden sağ olarak işte bu halde kurtuluyorlar! Dedi Fasso
Efendi.
Rasim faltaşı gibi açılan gözlerle baktı. Gözleri bulandı ve karşısındaki insanlar kimlik
değiştirir gibi geldi. Musa Dayı, Hacı Ömer, İsmail Aga gibi gördü onları. Mesude ve Selim
gibi...ve kendini tutamadı. Gerisinde duran ve yol vermek istemeyen adamlara yumruklar
savurarak bağırdı:
- Açılın! Savulun! Ne yüzle bakıyorsunuz onlara, maskaralık bu! Niçin!
Niçin!
Salon karıştı. Fasso Efendi durdu. Gazeteciler ve inzibatlar Rasim’e doğru yürüdüler.
İnzibatlar onu zaptedip oradan çıkarmaya, gazeteciler resmini çekmeye çalışıyorlardı.
Sonunda iki asker onu oradan uzaklaştırdı ve bir çadıra, yüzbaşının karşısına götürdüler.
Paşaların ve gazetecilerin huzurunda ne yaptığını, nasıl bağırdığını anlattılar.
Yüzbaşı askerlere:
- Bırakın ve gidin, dedi
Sonra, umurunda değilmiş gibi bir süre önündeki yazı ile oyalandı. Göz ucuyla
Rasim’e baktı. Onun kendisine bakmadığını, başını elleri arasına alıp sessiz gözyaşı
döktüğünü görünce usulca kalktı, yanına yaklaşıp elini omuzuna koydu:
- Ne oldu evlât sana, ne yaptın? Dedi.
- Ne yaptığımı anlattılar işte!
- Niçin yaptın?
Rasim hınçla doğruldu, kanlı gözleriyle yüzbaşıya baktı ve sonra hiç bir şey
söylemeden başını iki yana salladı.
Subay bir süre yine sessiz durdu. Sonra o da yere bakarak mırıldanır gibi konuştu:
- Gerçekte isyan etmek senin hakkın, hatta görevin, ama şu durumda elden
ne gelir?
Rasim yumruklarını sıkarak ve haykırarak cevap verdi:
- Beni askere almak da mı gelmez elinden?
Tahmin ve sezgisinin onu yanıltmadığını gören subay, sesinin tonunu değiştirmeden
devam etti konuşmaya:
- Evlât, bu isteğini yerine getirmeye çalışırım, ilgili makama gönderirim seni.
Yalnız mısın?
Bu soruya cevap vermekte epey güçlük çekti Rasim. Sonunda anlattı durumu.
Tulça’dan nasıl geldiklerini ve şimdi kaç kişiyle ne halde bulunduklarını özetledi. Sonra da
yüzbaşıya yalvardı:
- Beni askere al, ama onlar trene binip istanbul’a gidinceye kadar bunu
bilmesinler. Mesude hiç bilmesin. Giderken ben söylerim. Ama asker
olmayacaksam yine burada kalırım ve düşman gelirse kendi usulümce
vuruşurum. Buna kimse engel olamaz. Artık kaçmak bana haram, hepimize
haram!
.................................................
29
Rasim, Edirne’yi savunan talimsiz gencecik erler arasında bayrak gibi dalgalandı.
Yelesi al kanlara boyanmış bir arslan gibi dövüştü. Göğsünü bulan son bir kurşunla devrildiği
zaman, «Allahım, dokuzunu devirdim, sana çok şükür» dedi. Bu, son sözleriydi. Yanağını
vatan ananın yanağına yasladı, toprağı kucakladı ve gözlerini yumdu.
Mesude?
Kara trenden inince yolculuk bitmiş olmadı. Onları kayıklara bindirip Üsküdar’a
geçirdiler. Oradan arabalarla Anadolu içlerine gönderdiler. Mesude’nin gözlerinde yalnız
Rasim’in hayâli vardı. Belki de İstanbul’da İstanbul’u, denizde kayığı, karada arabayı bile
görememişti. Musa Dayı’nın işaretiyle onun peşinden gidiyor, onun yalvarmasıyla yemeğini
yiyor ve hiç konuşmuyordu. Hiç unutmadan, söyletmeden yaptığı tek şey, odları tutuşturmak,
kül kaplarını taşımaktı."
Dobruca’nın Tulça şehrinden yola çıkan 272 kişilik göç kafilesinden sadece onbir kişi
hayatta kalmıştır:
"Onbir kişi aynı köye yerleştiler. Musa Dayı iki kardeşin babası oldu. Üç kişilik bir
aile olarak yerleştikleri küçük evde Mesude, ilk iş olarak kül kabından çıkardığı közlerle
ateşini yaktı.
Bugün, İç Anadolou’nun büyükçe bir köyünde, kerpiç duvarlı bir evin bacasından,
Dobruca’dan getirilen o odların dumanı hâlâ tütüyor".
Ocağımız Sönmesin’den,
İstanbul, 1989, 287-300.
“Bilmem eski bir derebeyin torunu olduğum için mi, Bulgaristan’da gezerken hep
kendimi öz babamın çiftliğinde sanırım...” diye başlayan bu hikâyede yazar, banyolara gider.
Orada Kostanof adlı bir Bulgarla tanışır. Bu kişi, eski bir ihtilâlcidir, Bulgaristan müstakil
olunca mebus olmuş, adliye vekili olmuş, antika bir adam...Türkçeyi diplomasi dili sanıyor,
Bulgarlarla bile Türkçe konuşuyor...
30
-... Türklerde yalnız bir şey vardır, taassup.
“...Odama çekildim. Soyundum, yatağa uzandım. Fakat gözüme uyku girmedi. Ateşsiz
bir humma her tarafımı yakıyır, sovuk sovuk terliyordum. Yavaş yavaş aşağıdaki hora
gürültüleri, gayda sesleri kesildi. Etraftaki horozlar ötüyor, sabah oluyordu. Uyumak azmiyle
gözlerimi sıkı sıkı kapadım. Yüzükoyun döndüm. Pis, cılız bir domuz sürüsü önünden, cesur
ecdadımın, yiğit kan kardeşlerimin, sâf milletimin kavukları düşerek, atları arabaları
bataklıklara saplanarak, topları tüfekleri, kadınları kızları, çolukları çocukları yollara
dökülerek bir çılgın ordusu hâlinde kaçtıklarını görür gibi oluyorum. Ah, evet, o gece hiç
uyuyamadım”.
Ömer Seyfeddin, Yüksek Ökçeler
(O. Keskioğlu, 1985, 16-17)
31
Söğüt dallarında hasta serçeler,
Eski akın destanını heceler.
Tuna ağlıyormuş bazı geceler,
Göğüsünde kefensiz şehitler varmış.
..........................................................
Balkanlar’ın 1912’deki acıklı durumunu Rıza Tevfik Bölükbaşı da Acıklı Ana şiirinde
derin bir üzüntü ve hüzünle dile getiriyor:
32
Ufukta iz gördüm kızıl bayraktan,
Dumanlar ağlıyor nemli topraktan;
Tekbir sadâları gelir uzaktan
Hudud boylarında sanki mahşer var.
Rumeli’den çekilişin sanat eserleri acı doludur, gözyaşı doludur. Elden giden
topraklar, hayal olan şehirler! Yahya Kemal, Üsküp şehrine hasrettiği şiirlerinden birinde
şöyle diyor:
Çekilişlerin bir sonucu olan acıların, hicretlerin devam edeceğini söylüyor Yahya
Kemal:
33
Balkanlar’da Türk Kültürü, Sayı-11, 1994, 38.
......................................................................
......................................................................
Aynı eser, 38.
Balkanlar deyince...
Drama’nın Âlî köyünün papazlar tarafından camiye nasıl kapatıldığı, nasıl din
değiştirilmeye zorlandığı, “Muhammed’den ayrılın!” emirleri gelir gözümün önüne...
34
Balkanlar deyince...
Bu, zorla din değiştirme operasyonunda, papazların vaftiz suyunu, nasıl Âlî köylü
müslümanların üzerine serptikleri, nasıl isimlerin zorla değiştirildiği ve “artık hristiyan
oldunuz” sözleri gelir.
Balkanlar deyince...
Balkanlar deyince...
Balkanlar deyince...
Balkanlar deyince...
Rahmetli teyzemin Bulgar komitacıları tarafından nasıl dağa kaldırıldığı gelir, Yunan
komitacıları tarafından hayvanların nasıl gasp edildiği gelir.
...........................................................
Anadolu’da Kurtuluş Savaşı zaferle sona erer. Lozan Barış Konferansında mübadele
kararı alınır ve Yunanistan Türklerinin Anadolu’ya göçleri başlar. Bu olayları Akıle Vardar-
Sezgen’in Muhacırlar-Mübadiller adlı şiirinden okuyalım:
...............................................................
Yıl 1924 “Rumlar ve Türkler
Yer değiştirecek
Mübadele olacak” dedi Uluslar arası anlaşmalar
Mustafa’m, Mustafa Kemal’im
Nasıl koparırsın Balkanlar’dan...
“Balkan şehirlerinde
Geçerken çocukluğum
Rumca bildiğim için
35
Canımı kurtardım” derdi
Babam Ömeroğlu İzzet Sezgen.
.................................................................
....................................................................
“Ah mübadiller,
Ah muhacırlar
36
Yüreği büyük insanlar
Birbirinden kopmamak için
Tek pasaportla girdiler bir çatının altına
Misafirhaneden anasını götüremedi evine
Ömeroğlu İzzet,
Kucağında öldü anası 17’sinde
Kala kaldı oracıkta
Kucağında anası
Elinde 13 yaşında kızkardeşiyle,
Sil baştan yaptı...
Çiftliklerinde at koşturmayı
Yeniden yeşertti”
Lozan Barış Antlaşmasından sonra (1923), Batı Trakya’da yoğun Türk varlığı
kalmıştır. Yunan yönetiminin siyasî, ekonomik, dinî, sosyal ve kültürel alanlarda sistemli
baskıları sonucu Batı Trakya Türkleri her türlü çareye başvurarak Türkiye’ye göç etmeye
çalışmaktadırlar. Asım Haliloğlu, göç konusunu işleyen Batı Trakya sanatçılarından biridir.
Şair, “Göç” adlı şiirinde şöyle demektedir:
.................................................
37
Bağlanır dostların hep eli kolu
“Ötme bülbül içim dert dolu”
Kader böyleymiş elden ne gelir.
..................................................
Balkanlar’da Türk Kültürü, Sayı-25,
1997, 34.
...........................................................
Balkan şehirleri,
Tütün fenerlerinin isli ışığında
serin sabah rüzgârları eser
38
İskeçe, Koşukavak, Silistre sırtlarında
Balkan şehirleri,
Üsküp, Gümülcine, Deliorman,
Balkan Türklüğünün yontulmaz
üç kaya gibi sağlam
Bu ata yadigârı Osmanlı mimarisinin
sergilendiği kentler
Ezan seslerinin ulu çınarlarda
yankılandığı
Bitmeyen sönmeyen Osmanlı
sergüzeştinin
anlatıldığı mescit avluları
Coşkun Tuna, Osmanlının zafer günleri
Sırp diyarı, Bulgar ülkesi, Rumelleri
Gelmiş geçmiş nice nesiller
Diyegelmişler: göç var, göç
Yarım asırdır bitmeyen göç
Anadolu içlerine nicedir
sürüp giden göç...
Balkanlar’ın Sesi,
Sayı-12, 2001, 20.
39
Döşekler, yorganlar, halılar,
Dört sandalye, baba yadigârı masa,
Ve bir şeyler daha yüklendi arabaya
Apar topar.
........................................................................
40
Kosovalı şair Fikri Şişko da Bir Gün adını verdiği şiirinde çocukluk yıllarından şu
anılarını canlandırmaktadır:
bir gün
bir yıl
ben çocukken
gittiler...
...................................................
bugün cuma
aylardan mayıs ayı
aklıma geldiniz siz
komşularım, dostlarım
Mahmut bakal, Neki tekerlekçi
Süliman tatlıcı, Raif sinemacı
Amcam
...................................................
41
gelen yarınlarda
yeni gün, yeni nafaka gelecek
sanırken
sordunuz mu kuşlara gurbet
acısını?
........................................................
bir gün
bir yıl
ben çocukken
gittiniz gurbet yollarına
eski komşularımız
dostlarımız
amcam...
bugün cuma
aylardan mayıs ayı
hatırladım sizleri
sizler
ÖZGÜRSÜNÜZ!!
Derya dergisi, Mamuşa-Kosova, Sayı-9, 2004,
51.
"O gün uluslararası otobüs istasyonu, Papaz Çeşmesi mahallesi sakinlerinden bir grup
erkek, kadın ve çocukla doluydu. Şaka değil, Sadık Ağa otuz yıl sonra memleketine
gidiyordu. Doğup çocukluk ve gençlik günlerini geçirdiği Rumeli’ye. Önemli bir olaydı bu.
Papaz Çeşmesinde günlerce konu olan bir olay.
Hepsinin içini büyük bir heyecan kaplamıştı. Bu heyecan, kimilerinde komşuları sadık
Ağa’nın yıllardan beri kafasına taktığı bu isteğinin gerçekleşmesinden, yakınlarının da onun
acaba bu uzun yolculuğa dayanabilecek mi diye içlerinde olan korkudan ileri geliyordu.
Uğurlayanlar arasında, Sadık Ağa gibi bu yolculuğa çıkamadıklarına üzülenler de vardı.
Hemşerilerini yolcu etmeye çıkan Papaz Çeşmesi mahallesi sakinlerinden çoğunun Sadık
Ağa’dan istekleri vardı. Karapotur Ahmet:
"Sadık, köye varınca bizim eve de bir uğra. Bak, Koca Mitko’nun oğlu Slavço evimize
iyi bakıyor mu?" dedi.
"Bizim eve de uğra", diye bağırdı Karapotur’un arkasında duran Uzun Ali.
Hamdi Ağa, buralara göç etmezden bir yıl önce ark boyunca ektiği kavakları merak
ediyordu.
"Sadık be unutma, buralara gelirken ektiğim o kavaklara bir göz at. Ne durumda
olduklarını bir gör" demişti.
42
Uğurlamaya gelen öteki hemşerilerinin de benzer dilekleri vardı. Üstelik bunlar, Sadık
Ağa’ya ilk kez söylenmiyordu. Bu yolculuğa hazırlandığı günden beri mahalle kahvesinde
olsun, cami avlusunda olsun, hemşerileri Sadık Ağa’ya çeşitli isteklerde, daha doğrusu
ricalarda bulunuyordu...
Otobüsün hareket edeceği sırada Sadık Ağa’nın çocukluk arkadaşı Hamid Ağa yanına
sokuldu ve:
"Sadık, geçen gün de söyledim, şimdi de gider ayak tekrarlıyayım, köye vardığında
ilkin mezarlığa uğra ve ölülerimize bir Fatiha oku. Unutma", dedi.
"Unutur muyum hiç? Zaten köye girmeden önce mezarlığın yanından geçeceğim",
dedi Sadık Ağa.
Sadık Ağa, göçmenliğin ilk yıllarında bir müteahhite çalışmış, sonra da yirmi yıl
boyunca gece bekçiliği yapmıştır:
""Evet yirmi yıl gece bekçiliği yapmıştı Sadık Ağa. Geceleri bekçilik yapar,
gündüzleri uyuyordu. Aslında onun için gece gün, gün de gece olmuştu. Eh ne yapsın.
Kısmeti buymuş. Memlekette durumu çok daha iyiydi. Tarlaları, bahçeleri, bağı ve saray gibi
evi vardı. Ama kör olası göç söküntüsü başlamıştı bir kere. Köyleri bir yıl içinde tamamen
boşaldı. Kimileri mülk ve malını satabilmiş, kimileri de, satamadıklarını bırakıp göç etmişti.
Yeni vatanlarına göç ettikleri ilk yıllarda, hiç pahasına sattıkları veya hibe ettikleri mülk ve
mallarının acısını çekiyordu. Dedelerinden kalma o güzelim cennet misali topraklarını, bağ
bahçelerini bırakıp da gecelerin bir yarılarında göç ettikleri gerçekle zor uzlaşabiliyordu. İyi
ama zaman her şeyi üstelemişti. Her şeyin acısını unutturmuştu. Sadık Ağa her şeyi unutmuş,
her zorluğa katlanmış, birçok alışkanlıklarından vaz geçmişti. Günün birinde köyünü ziyaret
etmek niyetinden başka...
İşte şimdi, ilk fırsattan yararlanarak otuz küsur yıl önce terkettiği köyünü ziyaret
etmeğe gidiyordu. Bu yolculuğa çıkmasında çocuklarının da payı vardı. Onlar, babalarını
yıllardan beri çektiği özlemden kurtarmak istiyorlardı"...
Sadık Ağa, köyüne ulaşır, fakat yıllarca düşler kurduğu o sıcak evleri, çocukluğunda
koştuğu o sokakları, bağ bahçeleri bulamaz, göçten önce bir mübarek yer olarak bilinen köy
mezarlığını da bulmakta zorluk çeker. Otuz yıl boyunca hasretini çektiği, hayallerinde
yaşatmış olduğu, gönlünde yüceltmiş olduğu o cennet memleket, güzel bir rüyadan başka bir
şey değilmiş meğer. Zaman her şeyi üstelemişti:
"Şimdi Sadık Ağa’nın içinde bulunduğu otobüs uçup gidiyor... Sınır kapıları, köy ve
şehirler bir bir ardında kalıyordu...
Sabaha karşı köylerine en yakın şehire vardı. Otogarda otobüsten inince, etrafını taksi
şöförleri sardı. Bu, inanamıyacağı ilk şeydi. Otuz küsür yıl önce, göç ettiklerinde bu şehirde
üç beş resmi araba ile İkinci Dünya Savaşından kalma birkaç kamyondan başka motorlu taşıt
yoktu. Şimdi ise otogarda son model otobüsler, Türkiye’deki gibi bir sürü taksiler... Her
zamanki gibi köye kadar yayan gitmeye kararlı olduğundan taksicilerin saldırmalarından
zorlukla kurtulabildi. Otogardan çıktı...
43
Çok geçmeden uzaklarda köy göründü. Az sonra köye varabilmek için dereyi geçmeşi
gerekecekti......
44
Bu defa gidişin, yeniden buraya dönme umudu yoktu. Artık her şey düşlerden bile
silinmeye başladı... Bu, Sadık Ağa’nın köyünden tamamen kopmasıydı."
(Kısaltılmıştır)
Fahri kaya, İkindi Güneşi,
Birlik Yayınları, Üsküp,
1998, 77-86.
........................................................................................................
45
Rodoplar’ın dereleri cesetlerle doludur,
Köpeklerin ağzındaki insan koludur!
..........................................................................................................
Bulgar Canavarını Kahret Allahım adlı şiirinde de şair Allah’a yalvararak şöyle diyor:
...................
Mehmedi “Mitko” yapıyor Bulgar,
Marx ve Engels’e tapıyor Bulgar,
Camilerimi yıkıyor Bulgar,
Kahhâr isminle kahret Allahım...
Üsküplü sanatçı Yusuf Edip de Sofya’da Kasım adlı şiiriyle Bulgaristan Türkünün
üzüntüsünü paylaşıyor:
46
Değişmeden adı, dini hayatı.
Dileriz ki olsun zülmün sonu,
Teşhis edin teşhir kızıl suratı
Yıl 1984
Ay Aralık
Kanlı Aralık.
Kış, Kar, Buz
Tarihte yeni bir kara yaprak
Tarihe siyah bir anmalık
Yıl 1984 Ay Aralık.
Dünyam karanlık.
Bulgar kudurmuş
Bulgar kuduz.
Rumeli buz.
Kahpe Bulgar bırakmış işini gücünü
Dolaşıyor ev ev kapı kapı
Tuna’dan Rodoplar’a
Meydan okuyor Todor.
Yürekler ateş.
Yürekler kor
Bir uçtan bir uca memleket
Tank, Top, Tüfek
Siperde Dragan
Menzilde Hasan
Zalim Bulgar alıyormuş güya öcünü
Neden?
47
Tee orada. Dişlik dere yamaçlarında
Çalılıklar içinde yatıyor
Yatıyor mecalsizce
Yatıyor gizlice
İçinde bir ses:
“Sakın Bulgara söylemesin kimse...”
Türklüğümü vermem, diyor
İsmimi, imanımı
Benliğimi alamazsınız, diyor.
......................................................................................
Hayriye Süleymanoğlu Yenisoy,
Türk Dili, Türk Şiiri Özel Sayısı V
(Türkiye Dışı Çağdaş Türk Şiiri),
Sayı-531. Mart 1996, 532-536.
Türklüğünü, ismini, imanını düşmana asla vermek istemeyen Türk kadını, erkeğiyle
omuz omuza mücadele etti.Ölüm kampları da hapisaneler de bu mübarek anaları, nineleri,
bacıları yıldıramadı, korkutamadı. Nene Hatun misali nice Kara Fatmalar, nice Havva
Teyzeler Balkan Türklerinin azınlık tarihine altın sayfalar yazmışlardır.
48
Evet suçunuz affedilmez büyüktü
Türklüğün yasak olduğu o yerde
Türk’üz dediniz…
..................................................................................
Göçmen dergisi (Mersin),
Sayı-1, 2003, 5.
49
sıralanıverdi. Bunlardan şu olayların nasıl cereyan ettiğini kısaca anlatayım: Türkiye
Cumhuriyeti Kültür Bakanlığınca düzenlenen II. Milletlerarası Türk Folklor Kongresine
(Mayıs 1981-Bursa) Bölümün öğretim elemanlarından Hüseyin Mahmudov’a ve bana
(Hayriye Memova-Süleymanova) davetiye gelmişti. Kongreye katılmamız için Türkolojiden
karar çıkmış, gereken devlet kurumlarından da izin alınmış, Rektörlüğün Uluslararası İlişkiler
Şubesi de pasaportlarımızı, Türkiye’ye giriş vizelerimizi ve tren biletlerimizi almış, elimize
vermişti. Devlet Güvenlik Teşkilâtı görevlilerinden Türkoloji mezunları Yordan Yordanov ve
Georgi Çapkınov Dekanlık önünde beni durdurup, yola çıkacağımız gün, İstanbul’a gidecek
olan trenin kalkmasına birkaç saat kala, elimdeki pasaportu da, giriş vizesini de, tren biletini
de aldılar ve: "Türkiye’ye sadece Hüseyin Mahmudov gidecek, siz gitmiyeceksiniz", dediler.
H. Mahmudov Türkiye’den gecikmeli döndü. Bölüm toplantımızda niye gecikmeli döndüğü
sorulduğunda Mahmudov: "Bir devlet kurumumuza bitirecek işler vardı. Görevimi
tamamlamayınca dönmedim" biçiminde cevap vermişti. Böyle cevap vermesi türlü
yorumlanmıştı... Bundan bir ay geçer geçmez daha bir beklenmedik olayla karşı karşıya
kaldım: tarafıma bir görev olarak verilmiş Türkolojiden öğrencilerimize yardımcı olabilmek
için üzerlerinde yıllarca çalışmış olduğum ve yasalar gereğince tüm inceleme, onaylama
aşamalarından sonra Üniversite Matbaasına baskıya alınan Bulgarca-Türkçe Tematik Sözlük
ve Türkçe-Bulgarca Sözlük’lerimden birincisinin baskısı tamamlanmış, henüz Matbaadayken
yakılması için Rektörlükten yazılı bir emir çıkmış, ikinci sözlüğe de el konmuştur. Bu olayın
gizli tutulmasi için çok çaba harcanmışsa da korkunç bir haber olarak tüm fakültelere
yayılıverdi. Türkolojiden bazı çalışma arkadaşlarım da dahil, birçokları bu olaya hiç bir tepki
göstermezken, Fakültemizin eski dekanı, Klâsik Filolojiler Bölümünden Prof. Aleksandır
Niçev, Üniversite Sendika Komitesi Başkanı Fransız Dili ve Edebiyatı Bölümünden Prof.
Lüdmila Stefanova gibi öğretim üyeleri sessizce, birbirine güvenleri olanlar arasında bir
kamuoyu oluşturarak sözlüklerin yakılmasından vazgeçilmesi için teşebbüslerde bulundular.
Prof. Al. Niçev "Sözlük denen eserler yakılır mı...Cebimde taşıdığım bu kırmızı parti cüzdanı
bana utanç veriyor", demekten de çekinmiyordu. Son derece dikkatli, tedbirli davranıyorlardı
ve Üniversite Yayıevi Başkanı hukukçu Hristo Peyçev başta olmakla hepsi bana moral
veriyor, yasalara uyarak, nasıl hareket etmem gerektiğine dair bazı tavsiyelerde
bulunuyorlardı. Günlerce, haftalarca süren, bir türlü sonu gelmeyen sorgulamalarda söz
konusu sözlükleri Bulgaristan Türkleri için hazırlamış olduğum, bu sözlüklerle Türklerin ana
dilleri Türkçeyi ve kendi kültürlerini unutmamalarını amaçladığım, böylelikle de Devletin ve
Bulgar Komünist Partisinin "Tek Millet" politikasına karşı çıkmak istediğim iddiaları ortaya
atılarak "Pantürkist", "Kemalist" ilân edildim. Sonra da, çok geçmeden Sofya Elektrokar
Fabrikasında kendimi buluverdim ve bu durum birkaç yıl böyle sürdü gitti. Bu arada evimiz
basılarak aile kütüphanemiz devlet organlarınca müsadere edildi (1983’te) ve aileme yapılan
işkenceler yıllarca devam etti. Şunu da belirtmek istiyorum: Sofya Elektrokar Fabrikasında
sadece ben değil, daha niceleri çalıştırılıyordu. Devlet Güvenlik Teşkilâtı sisteminde yüksek
mevkilerde bulunmuş G. Tanev, Todor Jivkov’un emri üzere bu Fabrikaya Personel Dairesi
Başkanlığına getirilmişti. Bulgar Merkez Bankası Başkan Vekili ekonomi bilimleri doktoru
Trifon Aleksiev, Elektrokar Fabrikasında Ekonomiden Sorumlu Müdür Yardımcısı görevine
getirilmişti. Yüksek mühendisler, elektrokar sürücüsü olarak çalıştırılıyorlardı... Burada bir
hayli Türk işçisi de vardı. Ocak 1985’te Sofya’da oturan Türklerin adları Bulgar adlarıyla
değiştirilmesi kampanyasında bu işçilere yapılan işkenceler ve benim yaşadıklarım da ayrı bir
konudur... Bu korkunç dönemde bir yandan beni, ailemi ve kardeşlerimi maddi ve manevi
sıkıntılar içinde kıvrandırırken, kardeşim Türk dili ve edebiyatı öğretmeni Mehmet
Memov’un önce yazlığını, sonra da evini yakıp kül ederken ailesini ve annemi babamı evsiz
barksız bırakırken, küçük kardeşim Dr. Mustafa Memov’u Batı Avrupa’ya sınır dışı ederken,
politik baskılar sürdürülürken, öte yandan da her resmî bayram münasebetiyle, her türlü
vesileyle Devlet Konseyi Başkanı Todor Jivkov’dan, Bulgaristan Ulusal Meclisi Başkanı
50
Stanko Todorov’dan, Başbakan Georgi Atanasov’dan, Bulgaristan Kadınlar Hareketi Başkanı
Elena Lagadinova’dan vb. kutlama kartları, iyi dilek mesajları gönderilmesi ihmal
edilmiyordu...
Ancak Bulgaristan’ın uygulamakta olduğu ırkçılık politikası dünya kamuoyunca
kınanmaya başlayınca, Batı medyasında Bulgaristan’daki durum gündemde geniş bir yer
alınca Bulgar totaliter rejim yöneticileri her istediklerini gerçekleştirmenin kolay
olmayacağının farkına vararak göze çarpan bazı olaylara son vermek zorunda kaldılar. Benim
de maaşım çoktan durdurulmuş, ama resmî belgelerde Sofya Üniversitesinde işime devam
etmekte olduğum gösterilmekteyken, anormal durumuma son verip Eğitim Bakanı Aleksandır
Fol ve Bulgar Bilimler Akademisi Başkanı Angel Balevski’nin imzalarını taşıyan bir emirle
Sofya Üniversitesi Türkoloji Bölümünden Bulgar Bilimler Akademisi Balkanoloji Enstitüsü
Balkan Halklarının Etnik-Kültür ve Etnik-Legüistik Bölümüne atanmamı yaptılar. Yeni açılan
bu Bölümün Başkanığını da bilimsel çalışmalarda hasetlik gösteren bir iki çalışma arkadaşı
yüzünden yıllarca gözden düşmüş, acı çekmiş Prof. Maksim Mladenov getirildi...
1989’da Türkiye’ye sınır dışı edilmemiz gündeme geldiğinde de yine Sofya
Üniversitesi hocalarının tavsiyeleri üzere hareket ettik. Hukuk Fakültesinden uluslararası
hukuk uzmanları, Sofya ve Sofya dışından taşınmaz mallarımız konusunda aileme yol
göstermişlerdir. Devlet görevlileri,hemen göç yollarına çıkmamızı ısrar ediyor, dairemize
Devlet Güvenlik Teşkilâtından bir generalin ailesiyle dairemize taşınacağını söylüyorlardı.
Apartman yeni inşa edilmiş, İnşaat Kooperatif Şirketi tapuları bile henüz daire sahiplerine
vermiş değildi. Yeni evimize doyamadan, göç yollarına çıktık...
Bulgarlaştırma sürecinin beşinci yılında, 1989’un yaz aylarında yeni bir kıyamet
kopuverdi. Bulgaristan Türkleri kafileler hâlinde sınır dışı ediliyordu, güneye, Türkiye’ye
gönderiliyorlardı... Kapıkule sınır kapısı mahşer yerine dönüşüvermişti...Film Yöneticisi
yazar Yavuz Yalınkılıç’ın Es Bre Deli Rüzgâr Es adlı şiirinden bir parça okuyalım:
..........................................................................
Bir mahşeri andırıyor Edirne
Gözleri yaşlı insanlar sarılıyor bir birlerine şaşkın
Kopmuşlar yerlerinden, sökülmüşler zorla.
Buruk bakıyorlar etrafa
Es bre deli rüzgâr es
Esmiyorsun. Şimdi nerdesin
Dünyanın neresindesin?
Şimdi orda
Kasırgasın, borasın, fırtınasın...
Sen yoksun ya
Bulgaristan’da
Bir kasvet sardı
Deliorman’ı
Kuşlar ötmüyor
Yapraklar kıpırdamıyor artık
Çiçekler kopmuş dalından
İnsanların yüzleri gülmüyor
Es bre deli rüzgâr es...
Anlat bizi
51
Ezilmişliğimizi
Tüm dünyaya özgürce...
Bulgaristan Türklerinin Sesi,
Sayı-5, 1991, 19.
Yine bölünmüş aileler, yine parçalanmış yürekler, yine ayrılık gözyaşları... Ana baba
Türkiye’de, evlâtlar Bulgaristan’da. Gençler burada, kimsesiz kalmış yaşlılar orada,
Bulgaristan’da…Türklerin yoğun olduğu bölgelerde saksılarda artık çiçekler yoktur,
sohbetlerde kahkahalar yoktur. Doğu Rodoplarda hâlen öğretmenliğini sürdürmekte olan şair
ve yazar Ahmet Mehmet’in Karakış adlı şiirini okuyalım:
Sanatçı Şaban Kalkan’ın da Ağlayan Ev adlı şiirinde aynı duygular kalpleri sızlatıyor:
52
Deliorman’da küçük bir köy var
O küçük köyde bir ev ağlıyor
O evde çocuklar vardı cıvıl cıvıl
O evin bahçesinde gelin gibi asmalar vardı
İnsanları o evden kovulmadan önce.
Büyük göçte terk edilen köy manzarası şair Ömer Osman Erendoruk’un güçlü
kalemiyle yazılmış Boş adlı şiirinde şöyle betimlenmekte:
....................................................................
53
Olcakderesi özler olmuş bir damla suyu,
Elbasan çayı ıssız, derin kedere dalmış.
Piremler suya hasret titreşiyor günboyu,
Kavaklar etrafına silik gölgeler salmış.
Mehmet Türker’in Kalem Kılıçlaşınca
adlı kitabından, İstanbul, 2004, 220.
Anavatana göç edip huzura kavuşmuş olsalar da memleketleri, oralarda kalan anaları,
babaları, kardeşleri için sızlıyor yürekleri göçmenlerin. Halit Sezer’in Hasret adlı şiirini
okuyalım:
Sanatçı Zahit Güney ise Çözüm adlı şiirinde şöyle tavsiyelerde bulunuyor göçmenlere:
54
ne kanadın.
Göç denen bu insan felâketinin sonu gelmiyecek mi? Bu soruya Ümit Özdağ’ın bir
yazısında şu cevabı bulabiliyoruz:
“Balkanlar’da 1990’ların fırtınalı yıllarından sonra şimdi nispeten bir sükûnet vardır,
ancak Balkanlar aynı zamanda her zaman patlamaya hazır bir barut fıçısıdır. Belki de Balkan
halklarının hep güçlerinin yetmiyeceği hedeflerinin olması Balkanlar’ı tehlikeli bir alan hâline
getirmektedir. Bu, 20. yüzyılda olabildiğince hırpalanan Balkan Türklüğünün 21. yüzyılda da
aradığı ve arzu ettiği huzura eremeyeceğini göstermektedir.”
“…altını kalın bir şekilde çizmemiz gereken bir şey vardır ki o da Bulgar devletinin
1878 yılında yeniden kurulmasından bugüne kadar bütün Bulgar hükümetlerinin en büyük
Türk-Müslüman azınlığını, gelecekte Bulgar devleti için potansiyel bir tehlike olarak
görmektedir. Bu hipotetik tehlikeyi yok etmek için zaman zaman göç ve asimile etme
deneyleri uygulamışsa da beklenen neticeler alınamamıştır.Bu da Bulgaristan Türklerinin ve
diğer Müslümanların göçmenlik kaderlerinin devam edeceğini göstermektedir.”
55
kürsüden milletime tavsiye ediyorum. Hürriyet ve meşrutiyet meşalesi nurunun beşiği
olan Manastır, Selânik, Kosova’yı, İşkodra’yı, bütün güzel Rumeli’yi unutmamasını
tavsiye ederim. Muharrirlerimizden, şairlerimizden, muallimlerimizden, bütün fikir
adamlarımızdan hududun öteki tarafında kurtulacak kardeşler bulunduğunu bugünkü
ve yarınki nesiller önünde, dersleriyle yazılarıyla, şiirleriyle , bütün manevi
nüfuzlarıyla daima canlandırmalarını rica ederim.″ Ancak bu suretle felâketlerimizi,
yenilgilerimizi hazırlayan hataların tekrarından geleceğimizi koruyabiliriz diyorum.″
Fahri Kaya, ″Makedonya’daki Türk Varlığı″,
Balkanlar’daki Türk Kültürünün Dünü-Bugünü-
Yarını. Uluslararası Sempozyum (26-28 Ekim
2001) Bildiri Kitabı. Uludağ Üniversitesi
Rektörlüğü, Bursa, 2002, 181.
"Balkan halkları, son ikiyüz yıldır aralarında pek çok anlaşmazlıklar ve savaşlar
gördüler ve Avrupa’nın "barut fıçısı" ününü kazandılar. XX. Yüzyılın Yugoslav savaşları
Balkan yarımadası’nın bugün de hâlâ "barut fıçısı" üzerinde durduğunu açıkça
göstermektedir. Tarih, geçmişte olduğu gibi, günümüzde de durmadan politize edilmekte, bu
veya başka bir menfaat için suiistimal edilmekte, toplum ise hâlâ eski komplekslerden,
nefretlerden ve batıl itikatlardan kurtulamamaktadır. Siyasî parti ve liderlerin, hükümet ve
rejimlerin, bazen de tüm halkların son yüzyılda ve bundan çok daha önceleri herhangi bir
değeri, anlamı olmuş kavram ve kategorilere davranışlarını ispatladıklarına tanık olmaktayız.,
Balkanlar’ın tarihi (Avrupa ve dünya tarihi de) büyük devlet şovinizminin, ırkçılığın ve
hegemonizmin teori ve pratik olarak, genellikle birilerinin başkalarına uyguladıkları millî
egemenliğinin kaybedilmiş bir oyun olduğuna dair yeterince kesin deliller vermiştir. Etnik
bakımdan "ari", aynı böyle millî bakımdan homojen devletlerin varlığı mümkün değildir-içine
kapanmış ve birbirine karşı ürpermiş olanlar, tarihin "onayını" alamazlar ve başkalarına da bir
ideal, ülkü olamazlar. Doşayısıyla, her kişinin kendini nasıl hissederse, kendini nasıl belirlerse
o haklara sahip olması perspektifi kabul ettirilmeli, var olan gerçekler kabullenmeli, devlet
idaresi, siyaset ve propaganda, hümanist bilim, kültür, sanat ve toplumun öteki güçleri ise
geçmişten miras kalmış millî stereotipleri, mit ve batıl itikatları güçlendirmek değil, bunların
aşılması ve tamamen ortadan kaldırması için yeni bir hızla çalışmaya başlamalıdır. "Biz ve
onlar (ötekiler)" prensibine dayalı siyasetin hiç şansı yoktur, ölüme mahkûmdur. Tarih, sadece
"Biz veya onlar" prensibine göre yürütülen siyasete, yani çeşitli millî ve dinî toplulukların
aralarında her yönlü iç entegrasyon politikasına yeşil ışık vermektedir. Keşke Balkanlar’daki
yönetenler de yönetilenler de en nihayet bunu anlamış olsalar."
Krıstö Mançev, Turtsiya,
Balkanite, Evropa. İstoria i
Kultura, İzsledvaniya v çest na
Prof. Cengiz Hakov, Sofya, 2003,
113.
X X X
56
Günümüze kadar devam etmekte olan Balkan acıları, ardı arkası kesilmeyen göç
dalgaları, Türkiye ve Balkan Türkleri edebiyatlarında derin yankılar bulmuştur. Zorunlu
göçler oldukça, edebiyatımızda göç konulu eserler de, gözyaşı dolu şiirler, öyküler de
yazılacaktır. Ömer Lütfi Barkan’ın da Balkanlar’dan Türk göçlerine ilişkin söylediği şu
sözleri buraya aktaralım:
57
EDEBİYATIMIZDA BALKAN GÖÇMENLERİNİN TÜRKİYE KOŞULLARINA
UYUMU*
Savaşlar, baskı ve zulümler insanlarımızı göç etmek zorunda bırakmıştır. Yüz binlerce
Rumeli Türkü acımasızca öldürülmüş, hayatta kalanların da çoğu açlık, kötü hava koşulları,
hastalıklar yüzünden göç yollarında can vermişlerdir. Selâmete kavuşabilenler ise anavatanda
sıkıntılarla dolu uzun bir uyum süreci yaşamışlardır.
Sayıları yüz binlere varan göçmenlerin pek çoğunun ilk durak yeri İstanbul olmuştur.
Doksanüç Harbinde göçmenler İstanbul'a kara, deniz ve demiryoluyla akın akın gelmiş, asıl
göç akını ise demiryolu ile olmuştur. Gelen göçmenlerin çoğunluğunu kadın, çocuk ve
ihtiyarlar oluşturmuştur. Bu yersiz yurtsuz, aç ve çıplak insanların yiyecek giyecek ve yatacak
yer sorunlarının çözümü için çeşitli tedbirler alınmış ve geçici olarak başlıca cami ve
mescitlere, tekke ve zaviyelere, boş binalara, hanlara ve köşklere yerleştirilmişlerdir (Nedim
İpek, 1994, 43-44, 54-55). Yerleştirilemeyen binlerce göçmen ise arabaları, hayvanlarıyla
günlerce meydanlarda, sokaklarda kalmışlardır. Büyük ve müthiş „Rumeli Muhacereti“ ile
İstanbul’a gelen Eski Zağra Müftüsü Hüseyin Raci Efendi, İstanbul’daki göçmen manzarasını
şöyle gözler önüne sermiştir:
˝Rumeli’den boşanan yüz binlerce ahali, araba, hayvan, şimendüferle yahut yaya
olarak gece ve gündüz demeyip İstanbul’a döküldüler. Son nefesteki canlarını emin diyar ve
dertliler sığınağı olan Pâyitaht-ı Saltanata ve Dersaadet ahalisinin âğûş-u merhametlerine
attılar.
Şimendüfer katarları tasavvur olunmaz bir hâlde geliyordu. Vagonların içi ve üstü,
erkek kadın, kucak kucağa istif olmuş, yanları hatta ön ve arkadaki zincirlerin üstleri insan
kesilmiş idi. Soğuktan donarak düşenler istasyonlarda hasta kalanlar hesapsızdı. Bunların
büyük kısmı açlıktan ve soğuktan telef oldular.
Vagonlarda, öyle sıkışıklık ve ızdırap içinde loğusaların bulunması ise düşünceyi kan
ağlatır. Bakılamadığından nice anneler ve mâsum yavruları telef olup gittiler...Gazabından
Allah’a sığınırız! Müslümanlar üzerine belâ yağmakta felâket akmakta idi!...
*
Türkiye’nin Bir Yerlisi Gözüyle Balkan Göçmenleri adını verdiğim araştırma da tamamlanmak üzeredir.
58
İstanbul ahalisinin zengini fakiri Sirkeci istasyonuna indiler. Yardım, merhamet ve
şefkat göstererek âciz ve bîçâreleri evlerine aldılar; iltifat ve ikram eylediler. Çok zaman
misafirlerini beslediler, muazzez tuttular.
İngilizlerin, Şefkat-i Osmâni Cemiyeti ile Hilâl-i Ahmer heyeti tarafından muhacirler
giydirip doyuruldu.
Ellerine dolu mendil almayan kibarzâdeler, hiç kimseyi ayırt etmeden ihtiyarları ve
mâsumları, sırtlarıyla ve kucaklarıyla taşıdılar.
İşbu fedakârlıklar, İstanbul’un düşman atlarının altına düşmesine karşı, bir sedd-i
mânevî oldu.
Hülâsa, Rumeli kıta’sının hercümerci, dört asırdan beri emsâli görülmedik feci bir
vak’a ve müthiş bir inkılâptır.
İlhan Bardakçı'nın bir eserinde de şu satırlar var: "Binlerce, on binlerce kişilik muhacir
kâfileleri Sirkeci garından itibaren şehri tamamen doldurmuşlardı. Öküzlerin çektiği kağnı
arabaları köprüden yukarılara, tâ Beyoğlu'na kadar uzanıyorlardı... Rumeli'den ölülerini bile
getirenler vardı. Onlar gâvur toprağında kalmasınlar, burada yatsınlar diyorlardı..." (İhsan
Bardakçı, 1985, 406-407).
59
Yürekleri sızlatan göçmen manzaralarına daha savaş aylarında destan ve türküler
hasredilmiştir. Aka Gündüz'ün Halka Doğru dergide yayımladığı Muhacir Türküsü adlı eserde
Rumeli göçmenlerinin uğradığı mezalim ve çektikleri sıkıntılar dile getirilmektedir:
Darağacı kuruldu
Ne arandı soruldu
Anam, babam, kardaşım
Hep bir günde boğuldu.
Doğrusunu söylerim
Ne arz kaldı, ne yerim
Bir lokmayı acıma
Yüreğimi ben yerim.
Söz konusu türkü, halk arasında çok yaygın olmalıymış ki günümüzde de sadece
göçmenler arasında değil, Balkanlar'da kalan kimi yaşlılar tarafından da hâlâ bilinmektedir.
1989'un Büyük Göçünde Bulgaristan'dan gelerek Uzunköprü'ye yerleşmiş Kırcaali şehrinden
Güler Arda, kendisi daha küçük yaştayken bu türküyü gözyaşıyla ninesinin söylediğini
hatırlıyor ve: "Ninem bu türküyü kızlarına ve bize-torunlarına da öğretmişti" diyerek türküyü
söylüyor.
60
Cami ve mescitler, medrese ve mektepler Rumeli'den gelmekte olan göçmenlerle
tıklım tıklım dolunca, başka çareler de aranmaya başlıyor. Bu arada gazetelerde çıkan
yazılarla da türlü önerilerde bulunuluyor. Örneğin, Şeyh Ahmet imzalı "Bâb-ı Vâlâ-yı Fetvâ
ve Evkâv Nezâreti'nin Nazar-ı Dikkatine" başlığı altında yayımlanan bir yazıda yiyecekleri,
kömürleri, gazları, ekmekleri, çorbaları olan ve ekserîsinin boş olduğu bildirilen yerlerin, ya
hastahâneye çevrilmesini veya göçmen iskân edilmesini tavsiye ederek, örnek olması
bakımından kendi dergâhının bütün odalarını göçmenlere tahsis ettiği bildirilmiştir (Ahmet
Halaçoğlu, 1994, 72-73). İstanbul halkı tarafından göçmenlere birçok yardımlarda
bulunulduğu bilinmektedir.
Her iki savaşta yaşanan bu millî felâket daha sonraki yıllarda da ünlü sanatçılara konu
olmuş, Rumeli Türkünün feryatlarını ifade eden eserleriyle göç olgusunu edebiyat tarihimize
taşımışlardır. Reşat Nuri Güntekin Kirazlar adlı öyküsünde Rumeli'den yola çıkan göç
kervanlarıyla İstanbul'a gelen iki çaresiz yaşlının başından geçenleri, bu insanlık dramını
büyük bir sıcaklıkla canlandırmıştır. Öykünün üçüncü bölümünden şunları okuyalım:
Yedi sekiz yıl önce şu karşıki sokakta harap bir cami vardı. Karı koca onun bir
köşesine sığınmıştık. Bir bahar günü bu bahçenin önünden geçiyorduk. Kirazlar olmuştu.
Çocuk değil mi, yavrucak görünce kirazlara imrendi: "İlle isterim!" diye ağlamaya başladı.
Çocuk için birkaç kiraz istedim. Yüreksiz adam cevap bile vermedi, başını öte tarafa çevirdi.
Zehracıkla yerimize döndük. Çocuk ağlar, ben ağlarım. Birkaç gün sonra başka çocuklar
Zehracığı kandırmışlar, bahçeye kiraz hırsızlığına götürmüşler. Bahçıvan, çocukları görmüş,
ellerinde taşlarla, sopalarla kovalamaya başlamış. Zehracığım hırsızlığa alışık değil; bahçıvanı
görünce korkmuş; adam daha bir şey söylemeden, kendini ağaçtan atmış. Başçağızı taşa
çarpmış.
Onun bu hâlini gören iyi kalpli bir adam, Zehra'yı kucağına alıp eve getirdi. Yavrumun
sırma gibi saçları vardı; bu saçların bir parçası kana bulanıp alnına yapışmış... Üç beş gün
sonra Zehracık büyük bir ateşle hastalandı. Gözleri şaşılaştı, kolları büzüldü. Belediye
hekimini getirdik: "Çocuk ağaçtan düşünce başı zedelenmiş, beyin veremi olmuş. Ümit
kesilmez, ama ben iyi görmüyorum", dedi. Yavrucuğum birkaç gün sonra ölüp gitti. Biz iki
ihtiyar, kuru başımıza kaldık. Üç yıl sonra eski mallarımızdan bir kısmını bize geri verdiler.
Yeniden zengin olduk. Fakat biz artık parayı ne yapalım? İhtiyar insanlar parayı oğulları,
torunları için isterler, değil mi Doktor oğlum? Mülklerimizin kirasını getirdikleri vakit iki
ihtiyar ağlamaya başlarız. Bu paraları harcıyacak kimimiz var ki? Başka yerlerde oturamadık.
Sanırım ki Zehracık düştüğü şu kiraz ağacının altında gömülüdür. Kiraz mevsimi geldi mi,
belki bir kaza olur, başka anacıkların da yüreği yanar diye, karı koca bekçilik ederiz. Ağaçlara
kimseyi yanaştırmayız. Bu kirazlardan bir tanesini yemek istemeyiz. Zehracık onlardan bir
tanecik için ağlayıp ölmüştü. Kirazlar olduğu vakit arabalara doldurur, onun mezarının
bulunduğu yere götürürüz. Zehracığımın ruhu için, onları, para ile kiraz alamayan yoksul
çocuklara sepet sepet dağıtırız."
61
Hayriye Süleymanoğlu, Mehmet Süleymanoğlu,
Türkçe 7, İstanbul, 2000, 69-72.
Göç eden Rumeli Türkleri, ya eskiden var olan yerleşim yerlerinin dışında ayrı
mahalleler oluşturmuşlar veya yeni yeni köyler kurmuşlardır. Yeni kurulmuş köy ve
mahallelerin adlandırılmasında ya Padişah adına izafeten Mahmudiye, Hamidiye, Reşadiye,
Aziziye gibi adlar, ya da rahata kavuşmaları umuduyla Refahiye, Kemaliye gibi adlar
kullanmışlardır. Tüm bu adlarla onlar Osmanlı Devletine bağlılıklarını ve minnettarlıklarını
ifade etmek istemişlerdir (A. Halaçoğlu, 1994, 30).
"Memlekette, Selânik'in Kareferye köyünde, iki katlı evimiz vardı. Evimizin avlusu
çok genişti ve içinde türlü türlü çiçekler ve meyve ağaçları vardı. avlunun içinden, suyu
berrak bir ark geçiyordu. Geldi Rumlar, evimize yerleştiler. Biz uzun zaman hayvanlarımızın
ahırlarında barındık. Sonra Türkiye'ye geldik. İzmir'in İki Çeşmelik köyüne gönderildik.
Dedem ve babam buraya alışamadılar, ille de Ankara'ya gidelim, dediler. Çünkü bizden önce
gelen amcamı Ankara'ya göndermişler ve ona devlet işi vermişlerdi. Amcamla beraber olmak
istediler. Devletin sağlamış olduğu her türlü yardımdan vazgeçerek Ankara'ya amcamın
yanına geldik. Çok sıkıntılı yıllar geçirdik. Devlet, dedeme de babama da iş sağladı. zamanla
ev bark, mal mülk sahibi olduk. Memleketi de bir türlü unutamadık. Bu yaşa geldim geleli
memleketteki evimizi, bahçelerimizi, avlumuzdan geçen suların şırıltısını unutamıyorum. O
yerler hâlâ rüyama giriyor."
Anlatan: Zeynep Yoğuran.
Doğum tarihi: 1914.
Kayıt tarihi: 1993.
Kaleme alan: Nergis Sülymanoğlu-Aksoy
62
Sevkedildikleri yerlerde göçmenlerin ilk arayışları, bırakmış oldukları memleketlerinin
doğal güzellikleri ve iklimi ile ilgili olmuştur. Kırşehirli Zehra Balkanlı'nın Türkiye
koşullarına uyum sürecinde başlarından geçenleri okuyalım:
Yeni köylerin oluşturulmasında yerli halkla göçmenler arasında bazı bölgelerde ara
sıra anlaşmazlıklar, gergin durumlar da yaşanmıştır. Bursa'nın Şevketiye köyünden Mustafa
dede anılarını anlatırken şöyle diyor:
Devlet bizi Bursa tarafına göndermekle iyi etti. Buraları bizim memlekete benziyor.
Ama zamanında yerli köylüler bize birçok sorun çıkardılar. Çok mücadele ettik, bu köyü
kurduk. Etraftaki köylerin çoğu m a n a v köyleridir. Bizi kıskanıyor, hasetlik getiriyor, her
vesileyle de rahatsız ediyorlardı...Zamanla aramızda dostluk kurduk."
63
Anlatan: Mustafa Parmak, 98 yaşında.
Kayda alındığı tarih: 1990.
Şevketiye köyü, Bursa.
Kaleme alan: Erhan Süleymanoğlu.
A manavlar manavlar
Macırları kıskanırlar
Hareketi duyduyan
Hepsi de uslanırlar.
Hayriye Memoğlu-Süleymanoğlu'nun
arşivinden
Göçler, her zaman Balkan Türkleri için bir yıkım olmuştur. Ekonomik ve toplumsal
boyutta bir dizi yeni sorunlar gündeme gelmiş ve her türlü sıkıntıları sadece göç edenler değil,
göç edilen ortamın yerlileri de yaşamışlardır (Kemal Arı, 2003, 164; Yaşar Nabi Nayır, 1936,
235-236; Falih Rıfkı Atay, 1970, 85-86). Büyük göçmen dalgalarının kısa sürede Türkiye'ye
gelmeleri, yerli halk açısından da kaçınılmaz birtakım problemler doğurmuştur. Göç
konusunda tecrübesi olan Türk Devleti, yerli halkla göçmenler arasında ortaya çıkan bazı
anlaşmazlıkları her iki taraf için de uygun bir biçimde çözüme kavuşturmaya çalışmış, birçok
şeyleri yasalara bağlamıştır.
"Yıllar önce Rumeli’den gelen muhacirlerden kimi aileleri Devlet Sincan’a gönderir.
O zamanlar burası bir köymüş, adına da Sıçanköy derlermiş. Muhacirler, köyün dışında bir
mahalle kurarlar, köyün yerlileriyle de aralarında yakınlaşma, dostluk başlar. Muhacir
ailelerde bir cenaze olduğunda yerli ailelerden birçokları cenazesi olan muhacir ailesine bir
hafta boyunca yemek yapıp getiriyor, cenaze ile ilgili yapılması gereken işlerde de yardımda
bulunuyorlarmış: "Sizin kederiniz büyüktür, biz sevabımıza size yardımcı olmak istiyoruz. Bu
bizim insanlık, Müslümanlık borcumuzdur" diyorlarmış. Muhacirler de her neşeli, her acıklı
durumlarında hep yerlilerin yanında oluyorlar, onların sevincini, kederini paylaşıyorlarmış."
H. Memoğlu-Süleymanoğlu’nun
arşivinden
Kalıcı yerleşim bölgelerine sevkedilen göçmenler, tarihî süreç içinde yerli halkın
kültürel değerlerini benimseyerek Rumeli kültüründen getirmiş oldukları bazı unsurları
unutmuşlardır. Yerli halk arasına serpilmiş göçmen ailelerde, yerli halkla karışma, kaynaşma
süreci daha kısa bir sürede tamamlanmıştır. Ancak oluşturdukları yeni mahallelerde ve
64
köylerde göçmenler, Rumeli'den taşıdıkları toplumsal özellikleri, yaşayış tarzlarını uzun süre
devam ettirmişlerdir. Söz konusu yeni mahalle ve köylerde ev yapımından başlayarak tarım
âlet ve ürünlerine, beslenmeden giyim kuşama, gelenek ve göreneklere varınca her alanda
Rumeli'nin damgası bulunmuştur. Zamanla yerli halkın kültürü buralarda da ağır basarak,
göçmenlerin getirdikleri kültürel değerlerle zenginleşip, daha renkli ve bazı hususlarda daha
çağdaş bir kültür oluşumu ortaya çıkmıştır. Fakat tüm bunların gerçekleşmesi kolay
olmamıştır. Yerli halkla göçmenler arasında birbirini beğenmeme, aşağılama gibi durumlar
olmuştur. Yerliler, göçmenleri dışlamış, horlamış. Göçmenler de: "Biz suyun ötesindeniz"
diyerek kültür farklılıklarını ifade etmeye, belki de daha doğrusu, kaderin cilvesine boyun
eğerek böyle demekle kendilerine bir teselli bulmaya çalışmışlardır. Behice Boran'ın yaptığı
alan araştırmalarında ise göçmen gruplarla yerli halk arasında olduğu gibi, eski ve yeni
göçmenler arasında da birtakım gelenekler hususunda beğenmeme, alay etme olaylarına
rastlandığını görüyoruz (Behice Boran, 1945, 26; Kemal Arı, 2003, 169).
"Biz Filibe’nin Üstüna (Ustina) köyünden gelmiş eski muhaciriz. Geldiğimizde bizi
Denizli'nin köylerine gönderdiler. Burada evlerimizi memleketteki gibi yaptık, avlularımızda
da fırınlar yaptık. Buğday unundan mayalı ekmek yaparak bu fırınlarda pişirmeye başladık.
Ekmek somunları bir karış kabarıyordu. Yerli köylülerden kimileri: "Ekmek böyle yapılmaz,
ekmek böyle pişirilmez." diyerek tarlalarımızda ekinlerimizi yaktılar...Sonra bizden
öğrendiler, onlar da bizim yaptığımız gibi ekmek yapmaya başladılar. Zamanla aramızda
yakınlaşma oldu, dostluk kuruldu, türlü türlü yemekler yapmayı da birbirimizden öğrendik."
Anlatan: Ayşe Meriçli.
Kayda alındığı yer: Bursa.
Kaleme alan: Melek M. Yenisoy.
65
küpelerinizi, altın dizilerinizi takınıp süslenip de düğüne bayrama çıkacaksınız. Şimdi değil de
yıllar sonra takınırsanız yerli kadınlar demesinler: Muhacir geldiklerinde hiç bir şeyleri yoktu.
Türkiye'ye geldiler de mücevher nedir, altın nedir gördüler, süslenmeyi de bizden
öğrendiler...İnanın, bunu diyebilirler...Rumeli'de iken, suyun ötesindeyken hiç bir şeyimizin
eksik olmadığını, Rumeli Türklerinin de varlıklı olduklarını görmeleri için mücevherlerinizi
şimdi takınmalısınız" diye annemlere öğütte bulunuyormuş. Uzun yıllar annemler her
düğünde bayramda süslenirlerken hep teyzemi anıyor, onun öğütlerini bizlere anlatıyorlardı."
"Muhacirlerin gelmesi Anadolu için son derece yararlı bir gelişme. Bir yandan düşük
olan nüfus yoğunluğu, öte yandan çalışkan ve kültürel olarak kalkınmış katmanlar ülkenin
zenginleşmesini sağlıyor. Muhacirler geldikleri ülkelerden kendileriyle beraber
Anadolu'dakinden kesinlikle daha gelişmiş iş araçları ve kaliteli tohumluk getiriyorlar. Ülkeye
her gelen göçmen ailesine 25 dönüm ve her çocuk için 5 dönüm daha ilâve olunuyor. Bu,
ekilen arazinin fazlalaşmasına da imkân veriyor ve ülke zenginleşiyor" (Béla Horvath, 1997,
45).
Türk Devleti, yüz binlerle ifade edilen göç hareketlerini iyi değerlendirmiş, her büyük
göçte göçmenlere kolaylıklar sağlamış, yardımda bulunmuştur. Bu, Balkan göçlerine verilen
önemin bir göstergesi olarak nitelendirilmektedir. Anadolu'daki gayrimüslimlerin
Balkanlar'dan gelen göçmenlerin Anadolu'nun gayrimüslimlerle meskûn bölgelerine
yerleştirilmesine gösterdikleri tepkileri, yabancı temsilciliklere asılsız şikâyetleri Türk
Devletinin iskân politikasını etkilememiştir. Yaşar Nabi Nayır da göçün ülkeye taze bir kan
aşısı olduğunu, Balkan Türk köylülerinin medenî seviye bakımından Orta ve Doğu Anadolu
köylülerimizden farklı olduğunu belirtmiştir. Muhacirlerin Anadolu köylerine iskânı ülkeye
canlı bir hareket uyandıracağını ve genel köy seviyesinin kalkınmasına neden olacağını
yazmıştır.
Aynı yıllarda göç etmiş, İstanbul'da yayın evi sahibi Üsküplü dostumuz da şöyle
anlatıyordu:
66
işlerim yoluna girdi. Ama memleketi bir türlü unutamadım. Çocuklarım İstanbul'da doğdular,
memleket özlemi nedir, bilmezler."
67
azarlamak ister gibi bir tutumu vardı... Söylediklerini dinlerken bize ikram ettiği
lokum boğazımızda kalmıştı... Sorularına karşılık vermedik, çünkü ne diyeceğimizi
bilmiyorduk. Biz, bizler için o ağır günlerde, kendilerinden yardım, destek ve
cesaret beklerken onlar bizi korkutuyordu... İşte böyleydi o günler...“
……………………………………………………………….
Ama buraya gelmenizin büyük bir sorun, büyük bir dert, anlatılamayacak kadar
büyük bir acı olduğunu anladım da asıl güçlüklerinizin buraya vardıktan sonra neye
başladığını anlayamadım...“
„Evet asıl güçlükler bundan sonra başladı... Birçok şeyi olduğu gibi bunları da
düşünememiştik.. Ya da düşünmek istemedik...“
„Bu güçlükleriniz yeni ortama alışmak zorunluğundan mı kaynaklanıyordu?“
„Yok be kardeş. Biz buralara kaynaşmaya, ortama uymaya geldik... Bu bir sorun
değildi. Asıl sorun karınlarımızı doyurmak sorunu oldu...“
„Yani kazanç sağlıyacak bir iş bulmak, demek istiyorsun?“
„Kazanç değil, karın doyuracak bir iş bulmak, kardeş.“
„İş bulmak zor mu oldu?“
„Çok zor.. Bildiğin gibi buraya üç kardeş geldik... İçlerinden en küçüğü bendim...
Ağabeyim, memleketimizde hukukçu olarak çalışıyordu.. Ama onun okuduğu ve
bildiği burada beş para etmiyordu... Memleketimizin hukuku ile bu memleketin
hukuku arasında dağlar kadar fark vardı. Bu nedenle, ağabeyimin mesleğiyle
uğraşması için hiç şans yoktu...“
„Ya öteki kardeşin?.. Onun bildiği bir iş yok muydu?“
„O memleketimizde müzik okulunu bitirmişti? Memlekette iken buraya geldiğinde
öğrenimine konservatuarda devam etmek hayaliyle yaşıyordu... Türk asıllı göçmen
olarak devletten bir burs sağlayıp yüksek öğrenim sahibi olabileceğini
düşünüyordu... Çok geçmeden bunun büyük bir yanılgı olduğunu anladı... Gerçekte
bu da, buralardaki durumu iyi bilmediğimizi gösteren örneklerden biriydi...
Diyorum, kafamızda yalnızca buralara gelmek düşüncesi vardı... Burada ne
yapacağımızı, geçimimizi nasıl sağlayacağımızı hiç düşünmemiştik. Düşünemezdik
de... Düşünebilseydik belki her şey başka türlü olurdu...“
„Peki konservatuara yazılamadı da başka bir iş bulamadı mı?“
„Günlerce aradı. Her çeşit işi yapmya hazırdı. Ama bulamıyordu. O yıllarda iş
bulabilmek için birinin arkanızda olması gerekiyordu. Bizim, bizi tavsiye edecek
bir tanıdığımız, arkamızda duracak bir kişimiz, sizin anlayabileceğiniz dilde
torpilimiz yoktu....“
„Uzun zaman mı işsiz kaldı?..“
„Vallahi epey. Halkın demeyeyim, ama yerli esnafın o yıllarda bize karşı bir
güvensizliği vardı. Yeni gelmişsin, yabancısın... Kimiz neyiz diye bilmedikleri için
bizleri yanlarına pek yanaştırmıyorlardı. Halbuki biz gelenler çalışkan ve saf
insanlardık. Ayrıca yaşadığımız memleketteki rejimler bizleri kural ve kanunlara
karşı saygılı olmaya alıştırmış ve zorlamıştı. Üstelik biz Rumeliler karınca ezmez,
yufka yürekli insanlarız... Bunu halk türkülerimizden de anlamak zor değil...“
„Halk türkülerini bırak da geçiminizi nasıl sağlamaya başladığınızı anlat bakalım...
Merak ediyorum...“
„Anlatayım. Büyük ağabeyim her sabah erkenden evden çıkıp, Aksaray’ı, Fatih’i,
Beyazıt’ı, Sirkeci’yi, Eminönü’nü ve İstanbul’un daha birçok semtlerini dolaşıp
68
kendine bir iş arardı... Becerebileceği her işi kabul etmeye hazırdı. Başta, tezgahtar
olarak iş bulabilseydi, çok mutlu olacaktı. Fakat günlerce hep boşuna dolaşıyordu.
Akşamları, ayaklarına su inmiş, eli boş eve yorgun argın dönünce hepimiz
üzülürdük. Ama en çok üzülen yengemizdi. Evet yengemiz. Başında üç erkek
vardık. Üçü de işsiz... Eh gene yaramı deştin be!...“
„Beni bağışla.“
„O günleri anımsadığımda hep böyle olurum.“
„Peki o günlerde ne yapıyordunuz?“
„Nasıl ne yapıyorduk?! İş arıyorduk, diyorum sana...“
„Onu anladım. Yani ne yiyip içiyordunuz, demek istiyorum.“
„Memleketten getirdiklerimizi.. Göç ederken, memleketteki yetkililer bir teneke
tereyağı, bir teneke peynir, oner kilo fasulye ve pirinç gibi bazı şeyleri
beraberimizde götürmeye izin vermişlerdi. Hatta bir teneke bal bile getirebilirdik.
Bundan başka devlet göç eden her kişiye belli bir miktarda döviz para
çıkarabilmesine de izin veriyordu. Ama hazırdan yemenin ne demek olduğunu
herhalde bilirsin...“
„Evet, hazır para çabuk gider... Peki ağabeylerinden hangisi ilk olarak çalışmaya
başladı.“
„İlk olarak ben çalışmaya başladım..“
„Yapma... Bu nasıl oldu?“
„Anlaşılan şans meselesi... Büyük ağabeyim kendine iş ararken bir gün
Davutpaşa’da bir bakkala uğramış. Adam ağabeyimi kimsin, nesin, nerdensin diye
soruşturmaya başlamış... Ağabeyim daha iki kardeşiyle birlikte buralara yeni göç
ettiğimizi, işsiz olup her türlü iş görmeye hazır olduğumuzu söylemiş. Adam azacık
düşünmüş ve bir ara sonra en küçük kardeşin yarın sabahtan işbaşı yapmaya
gelmesini söylemiş. Ağabeyim benim çocuk denecek bir yaşta olduğumu söylemiş.
Adam kaç yaşında olduğumu sormuş. On üç on dört yaşında olduğumu öğrenince,
tamam demiş. Kendisinin de vaktiyle o yaşlarda çalışmaya başladığını söylemiş...“
„O da mı buralara göçmen olarak gelmiş?“
„Sonradan anladım, o da bizler gibi göçmenmiş?“
„Sizin memleketten mi?“
„Hayır. Rumeli’den değil. Malta’dan buraya göç etmişler. Ama çok eskiden.
Yanılmıyorsam Balkan Savaşları öncesinde. Ben kendisine çalışmaya başladığım
yıl altmış, altmış beş yaşında olduğuna göre o da buralara on, onbeş yaşlarında
gelmiş olmalıydı. Sarışın, yuvarlak yüzlü, saçına çoktan ak düşmüş, cılız bir
adamdı. Ömrünü bir mahalle bakkal dükkânında değil de devlet işinde memur
olarak geçirmiş bir kişiyi andırıyordu... Müşterilerini her zaman dudağında hafif bir
gülümsemeyle karşılar ve uğurlardı. Gerçekten efendi ve çok uysal bir adamdı...“
„Hemen işe başladın mı?“
„Hem de nasıl. Aslında ağabeyim o akşam eve döndüğünde benim için bir iş
bulduğunu söylediğinde yarı mutlu, yarı üzgündü. Hiç olmazsa birimize iş
bulunduğundan mutluydu. Diğer taraftan ailenin en küçüğü olarak benim çalışmak
zorunda olduğuma gönlü hiç razı değildi. Memleketimizden buralara göç ettiğimiz
yıl ortaokulun son sınıfındaydım. İsteğim burada, bu büyük şehirde, liseye
yazılmaktı. Bunu ağabeyim de çok iyi biliyordu. Ama neylesin evdeki hesap
çarşıya uymaz derler ya. Bıçak kemiğe dayanmıştı. Evde gerçekte yağ, peynir,
fasulye, pirinç, bizim oranın meşhur kırmızı biberi vardı ama ekmek parası
tükenmişti,. Son günlerde evde et, sebze meyve görülmez oldu. Ekmek parası,
ekmek... İşte böyle bir durumda çalışmayacaksın da ne yapacaksın?...
69
……………………………………………………………………..
„İşe gideceğim gün sabah erken kalktım. Her zaman bizden erken kalkan
yengemizin hazırladığı kahvaltıyı yaptıktan sonra ağabeyimle, bakkal dükkânına
varmak üzere evden çıktık. Yengem işim hayırlı olsun diye bir şeyler okudu,
ardımdan bir tas su döktü... Dükkâna bakkal sahibinden önce varmıştık. Ama çok
geçmeden patron da geldi. Beni tepeden tırnağa kadar süzdükten sonra saçlarımı
okşadı. Dükkâna önce o, ardından da ben girdim. Ağabeyim hergünkü gibi iş
aramaya gitti. Biraz sonra müşteriler gelip gitmeye başladı. Şuna şunu ver, ona
bunu ölç derken öğlen oldu. Gelen giden azaldı.
Öğlen namazı sıralarında dükkân sahibi evden getirdiği öğle yemeğini yemeğe
başlayınca bana baktı ve evden öğlen yemeği getirip getirmediğimi sordu.
Getirmediğimi söyledim. Önce önündeki yemeğe baktı. Sefer tasında bir kişilik
yemek vardı. Alnına dayadığı sol elinin baş ve orta parmağını kaşlarının üzerinde
gezdirirken sağ eliyle çekmeceyi çekti ve buradan bir elli kuruş çıkarıp bana verdi.
Biraz aşağıda bir aşçı dükkânı olduğunu oraya gidip bu parayla karnımı doyurmamı
söyledi... Ama yarın için yemek evden getirmemi tenbih etti... Teşekkür ettim ve
elli kuruşu var gücümle avucumda sıktım. Bu, göç ettiğimiz günden beri avucuma
geçen ilk Türk parasıydı.... Birdenbire kendimde bir güven hissettim. Bu parayı hak
etmediğimi biliyordum, çünkü elli kuruş o zaman çok paraydı, ama ne de olsa
bunun harcadığım, daha doğrusu harcayacağım emeğin bir karşılığı olduğunu
hissettiğim için çok, ama çok mutluydum...“
„Herhâlde o gün yediğin o öğle yemeği, yaşamının en tatlı yemeklerinden biri
oldu...“
„Evet gerçekten en tatlı, en lezzetli bir öğlen yemeği olabilirdi. Ama yemedim.
Parayı harcamadım...“
„Nasıl? Neden?...“
„Bakkal dükkânından çıktıktan sonra aşçıya doğru yürüdüm. Elli kuruşu hâlâ
avucumda sımsıkı saklıyordum. Aklıma ev, yengemiz, kardeşlerim geldi. Sabah
evden çıkarken yengemizin ağabeyime bugün için kuru fasulye kaynatabileceğini,
fakat ekmek almak için parasının kalmadığını söylediğini anımsadım. Aşçıya giden
yolda birdenbire daha yavaş yürümeye başladım. O yıllarda elli kuruşla üç ekmek
alınabilirdi. Birden bire içimi bir gam kapladı. Ben aşçıda öğle yemeği yiyeyim de,
onlar evde ekmek derdi mi çeksinler?! Hayır!
Aşçıya girmemeye karar verdim. Vitrine bakmadan yanından geçtim. Çevre yolla
gerisin geri, dükkâna döndüm. Dükkânın sahibi çabuk döndüğüme biraz şaşakalmış
olmalı ki (yedin mi diye sordu. Yediğimi söyledim....Gözlerime bakarak yanıtıma
inanmadığını anladığını hissettim. Yemek yediğime inanmamıştı. Belki elli kuruşu
tuttuğum sağ elimin hâlâ cebimde olduğundan...“
„Ama bunun üzerinde fazla durmadı herhâlde.“
„Yok yalnızca kiloyla sattığımız lokumlardan birkaç tane almamı söyledi. Birkaç
tane değil yalnızca bir lokum aldım, ardından da bir bardak su içtim... İşte o
günümü böyle geçirdim. Aç kaldım sanma o gün çalışabildiğim için ve eve elli
kuruş götürebileceğim mutluluğundan karnımın aç olduğunu hissetmedim bile.
Günüm de çok çabuk geçti. Gerçekte akşam üzeri işimiz biraz fazla oldu ama çok
yorulmadım...“
„Eve vardığında seninkiler elli kuruşa herhâlde çok sevindiler?“
„Sevinmez olurlar mı?! Bu elli kuruşun ayrı ve büyük bir değeri vardı. Eve
vardığımda ağabeyimlerimin ve yengemizin beni dört gözle beklediklerini gördüm.
70
Acaba bakkal beni beğendi mi, acaba işe dayanabilecek miyim, ne oldu, ne bitti
diye merak içindeydiler. Dükkândan eve kadar avucuma adeta yapışan elli kuruşu
yengeme vererek, her şeyi teker teker anlattım... Yengemin gözleri yaşardı.. Benden
başka konuşan yoktu... Ağabeyim, annemizin benim çok talihli bir çocuk olduğumu
söylediğini anımsadı. Doğduğum yıl babamızın işleri çok iyiye gidiyormuş... Yahu,
neye sen bugün durup dururken beni böyle konuşturuyorsun... Sen Malatyalısın, sen
bizim göçümüzü zor anlarsın...“
„Doğru.“
„Vaktiyle buralardan oraya şimdi de oradan buraya göç ettik. Ama bir daha
Rumeli’ye dönmek yok... Yok, anlıyor musun?.“
“Evet ama Rumeli hâlâ sende yaşıyor. Anılınca heyecana kapılıyorsun. Huzurun
bozuluyor. İçini bir özlem kaplıyor. Ah Rumeli, ah memleketim, diyorsun. Öyle
değil mi?...“
„Eh...“"
(Kısaltılmıştır)
Fahri Kaya, İkindi Güneşi,
Birlik Yayımları, Üsküp, 1998, 33-41.
Uyum sürecinde göçmenlerin işleri yavaş yavaş yoluna giriyor, rahat nefes almaya
başlıyorlar. Fakat sıla özlemi onları bir türlü bırakmıyor. Ahmet Kadir'in Mektup başlığını
verdiği şiirini okuyalım:
İşyerim-Gaziantep.
Kızlar okulda,
Büyük oğlum kâtip.
Kimlik aldık yakında.
Hepsi, hepsi yolunda.
Bir tek zorumuz var
Anamızı koşalayan.
Adı: "Ülkeye hasretlik!"
Kanserden beter.
Aretlik, bu kadar yeter.
H. Süleymanoğlu Yenisoy,
Türkiye Dışındaki Türk Edebiyatları
Antolojisi, 8. Bulgaristan Türk
Edebiyatı, Ankara, 1997, 434.
1989’un yaz aylarında Avrupa ülkelerine de gidenler oldu. Bunlardan birtakım aileler
İsveç’te bir otele yerleştirilirler. Bu köylülerin de aklı hep hayvanlarında, bahçelerindedir. Şu
ilginç olay anlatılmaktadır: Deliorman’dan gelmiş aleler, odalarındaki telefonlarla devamlı
Bulgaristan’ı arayıp yakınlarından, komşularından rica ettikleri sadece şudur: "Pililerimizi
71
(civcivlerimizi) sakın kedilere kaptırmayın", "Kuzularımızı aç tutmayın", "Çiçeklerimizi sık
sık sulayın" vb. Bir müddet sonra telefon faturası gelince otel sahibi şoke olur. Bundan böyle
Bulgaristanlı "konukların" telefonlarını kesmek zorunda kalır, sadece dışardan aranılmaları
için hatları açık bırakır.
Bazen biz de anama eşlik ederek hep bir ağızdan devam ediyorduk:
Şu dağlar olmasaydı
Yaprağı solmasaydı
Ölüm Allah'ın emri
Ayrılık olmasaydı
72
Beni dağlar ardına
Hiç kimsem yok yansın
Annem yansın derdime
Babam da "Gurbet, adı bet" sözünü sık sık tekrarlıyor ve bahçede iş yaparken sessizce
şu türküyü söylüyordu :
"Kızkardeşim 1946 yılında ailesiyle Türkeye'ye göç etti. Anam, ömrünün sonuna
kadar ayrılık türküleri söyledi:
Sonraki yıllarda ağabeyimin oğlu da düştü gurbet yollarına. Rabiye yengem de ayrılık
türkülerini, gurbet türkülerini hem söylerdi, hem ağlardı:
73
Daha sonraki yıllarda da göç dalgalarıyla gelenlerden Türkiye koşullarına uyum
sürecini en sancılı geçirenler, kuşkusuz yine yaşlılar olmuştur. Çocukluk yıllarını,
gençliklerini Balkan köylerinde geçirmişler, göç edince de İstanbul, Ankara, İzmir, Bursa gibi
şehirlere düşerek büyük psikolojik sarsıntılar yaşamışlardır. Apartman dairelerinde, dört duvar
arasına kapanmış bu kader kurbanları Mehmet amcaların, Ahmet dedelerin aklı
memleketlerindeki evlerinde, evlerinin önünde alın teriyle yetiştirdikleri asmalarda, kendi
elleriyle diktikleri meyve ağaçlarındadır. Aşye teyzeler, Fatma nineler de evleri önünde
yaptıkları ve rengârenk çiçeklerle doldurdukları cennet bahçelerini unutamıyorlar. Buralarda
hâlâ yalnız hissediyorlar kendilerini. Yalnızlık, geçmişe özlem anlamına gelmektedir, hiçbir
zaman tekrarlanmayacak çocukluk, gençlik yıllarına bir nostalji demektir yaşlı göçmenlerin
dilince. Bununla birlikte fakat yaşamış oldukları acı gerçekleri de dillerinden düşürmüyorlar.
Mehmet amcalar, Ahmet dedeler: "Türkiyemiz hudut kapılarını açmasaydı, bizleri bağrına
basmasaydı büyük felâket yaşanabilirdi. Çünkü Bulgaristan'ın dört bucağında dozerlerle toplu
mezarlar kazılmıştı, Kıbrıs Türküne işlenen barbarlığın Bulgaristan'da da yaşanmasına dünya
kamuoyu tanık olacaktı. Yüz binlerce Bulgaristan Türkünü bağrına basan Türk Devleti aynı
dönemde sayıları iki misli daha çok olan Iraklı Peşmergelere de hudut kapılarını açtı..."
diyerek içleri ferahlıyor, Türkiye'nin izlediği insanî politikadan gurur duyuyorlar.
74
Biraz daha çökmüş omuzları
Besbelli ki
Çoktan yitirmişti eski gücünü
Bükülmez bilekleri...
O taşın üstüne
Serivereceklerdi...
.......................................
Neylesin,
Yazanlar böyle yazmış
Yazgısını göçmenlerin.
Bedenleri başka yerdedir
Bir başka yerde çarpar
yürekleri...
Hele hele düşleri...
Yönünü ve yerini
Saptamaya çalışmayın.
Kimbilir hangi sularda
Çekiyorlardır
kürekleri...
75
Göçlerden küçük çocuklar da nasibini almışlardır. Doksanüç Harbinden bu yana sonu
gelmeyen göç dalgaları, çocukları da sıcak yuvalarından alarak göç yollarına atmıştır. Küçük
yaşta göçmenliğin acımasız darbesi, çocukların belleğinde silinmez izler bırakmıştır. Ahmet
Emin'in Çöçmen Çocuğu adlı şiirinden şu dörtlükleri okuyalım:
Gizlemeyin oyküsünü,
Mahşerleşen uykusunu,
Kaderinin suçlusunu
Sorarsa göçmen çocuğu.
..........................
76
Gücenik
Üzgün
Kırık
Boğazımı ardarda boğarken bir hıçkırık
Tanrım intihar da mı, derken, alınyazısı
Bir şey değdi yüzüme yumuşacık el gibi
Ayyıldızlı bayrağım olduğunu gördüm de
Bayrağım!
Sen parlayan ayınla yıldızınla
Benim Türk varlığımı simgeleyen nabzınla
Annemin beni seven eli kadar sıcaksın
Akıncı ecdatlarım gibi cesur ve paksın
Ölsem de mezarımın başucunda dört mevsim
Nazla
Derin bir hazla
Yüzümü sıcak bir el gibi okşayacaksın!
Hayriye Süleymanoğlu Yenisoy,
Türk Dili, Türk Şiiri Özel Sayısı V.
(Türkiye Dışı Çağdaş Türk Şiiri),
Sayı: 531, Mart 1996, 493-494.
77
Ölsem bile, sönmez közlerim.‡
‡
Lâtif Karagöz, Sönmez Sevgi Közlerim, Yaprak Dökümü, Çerkezköy-Tekirdağ 1999, 17.
78
Dilim varken dilsiz edildim
Barikat kondu yoluma
Elim varken elsiz edildim
Silleler indirildi koluma
"Öğrenimi, bilgisi veya görgüsü olan herkes, elinde meşale taşıyan kimseler değillerdi.
Türk kardeşleri aleyhine Bulgara muhbirlik yapanlarımız bulunuyordu. Bu gibilerden çok
çektik...Büyük Göçte kendilerine maşalık eden hainleri, Bulgar yine sınır dışı etti.
Türkiye'mizde hiç kimse bu çamur insanlardan hesap sormadı. Millî duygunun, utanmanın ne
olduğunu bilmeyen bu hain kişiler burada yaşantılarını cazaevlerinde yatanlardan defalarca
daha iyi bir çizgide sürdürmektedirler.
İnsanı soysuz, dilsiz, adsız, dinsiz, geleneksiz bırakmanın yarasını bıçağı kendine
saplayınca anlamak mümkün. Türk kültürünü kökten kazımanın adlarda Bulgar
vatandaşlarına da dokunan yanı vardı. Bugün Bulgaristan'da on binlerce Bulgarın soyadları
Türk kökenlidir: Abacı(yev), Çarıkçı(yev), Kara(slavov), Simitçi(yev), Koyunderili(yev) gibi.
Ama onlar bu Türk kökenli soyadlarını değiştirmek istemediler. Karşı koydular. Türklerden,
Türklükten nefret ettikleri hâlde nesilden nesile geçmiş, etle tırnak olmuş bu soyadlarından
vazgeçmediler. Bizi ağlatan, öldüren kanun onlara diş batırmadı. Soydan, kültürden geleni
koparıp atmak elbette kolay değil. Ama biz millî Türk azınlığına her şeyi reva gördüler.
Dediklerini yaptırmak için ordu çıkardılar. Kan döktüler. Toprağın yüzü kızardı, tarih utandı,
dinsiz Bulgarın yüzü kızarmadı. Bu mahşer günlerinde Türkiye'miz de bize sahip çıkmadı.
Neden? Çünkü Türkiye'nin bizleri korumak için bir devlet politikası yoktu. Osmanlılar bu
topraklardan çekileli unutulmuştuk. Bizim varlığımızı, hani derler ya, Allah bile unutmuştu.
Kasabın merhametine kalmış koyunlar gibiydik. Bulgarlar Amerika'ya, Kanada'ya 40-50
soydaşına bile sahip çıkmayı başarmışlardır. Bu gibi konularda önemli olan insanın, insan
olmanın değeridir kuşkusuz.
79
Yapmadılar. Bu azı millî davaya hizmet için yaptım. Gazilerimiz, mahkûmların bazıları bu
kitaba alınmalarını istemediler. Bu, işin üzülecek yanıdır. Kendilerine sahip çıkılmadığından
dolayı Türkiye Cumhuriyeti'ne gönülleri kırıktı. Ölüme mahkûm edilmiş, Bulgar
zindanlarında 15-20 yıl çürüyenler Türkiye'ye yaşlı, hasta geldiler, kendilerine Vatanî Hizmet
tertibinden birer sembolik emekli maaşı bile bağlanmadı. Savaşanlar siz miydiniz, deyip
hâlleri sorulmadı. Bazı bilinçsizler, biz göçmenlere "Bulgarlar" diye hitabettiler. Halbuki 4-5
yüzyıl öncesi bu topraklardan kalkıp gitmiştik Balkanlar'a. Artık geriye dönüş yapıyorduk.
Acaba bizler bu ülkede yabancı mıydık?
İki kez ölüme mahkûm edilen Şumnu'dan Mehmet Fuat bu kitaba alınmasını istemedi.
Burada gönlünün yaralı olduğunu söyledi. Köyümüzden (1985'lerde) 7 genç (Torlak
köyünden) mücadele etmk için bir grup oluşturmuşlardı. Yakalandılar, 15, 10, 8'er yıla
mahkûm edildiler. Kitaba alınmalarına izin vermediler. Kırgındılar."
Ahmet Şerif Şerefli,
Bulgaristan'daki Türkler, 2002, 28-30.
80
A. Jelâzkova’nın derlediği kitaptaki bu tür değerlendirmeler ne yazık ki hep acı gerçeklerdir.
Sosyalizm döneminde Bulgar yöneticiler Türk "yardımcılarından" çok yararlandılar, Türkü Türke
karşı kullandılar. Sofya Üniversitesi Türkoloji Bölümü öğretim elemanlarından Riza Mollov,
Hayriye Memova-Süleymanova (Yenisoy) ve İbrahim Tatarlı’nın 11.08.1983 tarihinde aynı
saatlerde Bulgar güvenlik organlarınca evleri basılarak kütüphaneleri boşaltıldı. Riza Mollov ve
Hayriye Memova-Süleymanova’nın ise kitaplarıyla birlikte yıllarca toplamış oldukları dil, folklor
vb. malzemeleri, yazmış ve yazmakta oldukları eserleri de alıp götürüldü. Sonra tüm alınanların
değerlendirilmesini yapmak, rapor hazırlamak aynı Bölümden Hüseyin Mahmudov (Hacıoğlu)’a
bir görev olarak verildi. Bu işi görecek Bulgar mı yoktu? Vardı tabiî, ama bir Türk tarafından
yapılması başka bir anlam taşıyordu. H. Mahmudov da öyle bir rapor hazırlamış olmalı ki bir daha
hiç bir şey iade edilmedi. Mahmudov: "Ben rapor hazırladım, ama o derece kötü şeyler yazmadım"
(?!) demiş yakın dostu Şevket Feyzullov’a. Türkolojide birçok huzursuzlukların yaşanmasında H.
Mahmudov (Hacıoğlu)’un katkısı vardır: Asistan R. Mollov ve M. Mollova’nın Bölümden
kovulmalarında belirli rol oynamıştır. Emekliye ayrılıncaya kadar Türkoloji Bölümünde Türklerden
sadece H. Mahmudov (Hacıoğlu)’un çalışmış olması bir rastlantı değildir.
Müsadere olayından bir yıl sonra Türklerin adlarının Bulgar adlarıyla zorla değiştirilmesi
süreci başladı. Belene Ölüm Kampı, tüm hapisaneler Türklerle dolup taştı. Bulgar adı almak
istemeyenler dağlara kaçarak derin karlar altında nice günler, nice geceler geçirdiler. Halkımız,
aydınlarımız bu karanlık günleri yaşarken birtakımları Bulgarların yaptığından daha da ileri gittiler.
Sofya’da ad değiştirmeler oldu, ama mezar taşlarındaki Türk adlarına henüz dokunulmamıştı.
Türklerden bazı kişiler kendi arzularıyla bunu da yaptılar. H. Mahmudov (Hacıoğlu), almış olduğu
Bulgar adını beğenmemiş, bir süre sonra gidip bir başka Bulgar adı aldığı söylentileri yayılırken,
Sofya mezarlığında yatan sosyalizm dönemi ilk Türk kadın milletvekili (1953-1957 yılları
döneminde milletvekilliği yapmıştır. Bundan önceki dönemlerde zaten Türk kadın milletvekilimiz
olmamıştır) olan merhum eşinin mezar taşındaki C A N A N adını kazıtıp yerine K O K İ Ç E
yazdırdığı da hem trajik hem de komik bir biçimde anlatılarak yakın dostları tarafından
eleştiriliyordu. Milletvekili olabilmenin de ardında aile bireylerince sosyalizm uğuruna yapılan
büyük "hizmetlerin" bulunduğu dillere destan olmuştu...Sofya dışında da Bulgar devlet organlarının
"yardımcıları" bulunuyordu. Bulgarlaştırma olaylarına karşı Türklerin örgütlenmesinde önemli rol
oynayan ve yıllarca Eski Zağra hapisanesinde kalan Cebel Lisesi öğretmenlerinden Avni Veliev
(Özgürer)’in öğrencisi Tahsin Yusufov Tasimov (Yusufoğlu)’un duruşmada: "Öğretmenimiz Avni
Veliev bize derslerinde Bulgarlara karşı nefret duyguları aşılıyordu..." biçiminde ifade vererek
öğretmeni aleyhine tanıklık ettiği Avni Veli Özgürer’in ailesi tarafından gözyaşıyla anlatılmaktadır.
Beş yıl süren Bulgarlaştırma sürecini 1989’un Büyük Göçü izledi. Yüz binlerce Bulgaristan
Türkü Türkiye’ye göç etti. Göçmenler arasında her türlüleri vardı...Antonina Jelâzkova’nın da
belirtiği gibi, Komünist Partisi bürolarında, Parti gençlik komitelerinde çalışmış olanların arasında
bulunan, Devlet Güvenlik Teşkilâtının "Georgi Dimitrov" Yüksek Okulunda ders okutan, imam
hatip okulu mezunu olup da İslâm dinine karşı ateistik propagandada (İ. Tatarlı, 1997, 25-28) ön
saflarda bulunan, Bulgar Telgraf Ajansında tek bir Türk olarak çalışan, Vatan Cephesi Teşkilâtının
başında bulunan Politbüro üyesi Türk düşmanı Penço Kubadinski’nin yardımcısı olarak vatan
Cephesi Millî Şurasında çalışan, devletten "Faşizme ve kapitalizme karşı mücahit" maaşı alan H.
Mahmudov (Hacıoğlu) ailesi, yakınları ve benzerleri Türkiye’ye göç ettiklerinde hayatî sorunlarını
kısa sürede kolaylıkla halletmeyi başarmışlardır. Hâlen Çorlu’da oturmakta olan H. Mahmudov
(Hacıoğlu)’un İstanbul Marmara Üniversitesinde Rusçadan ders okutması çarpıcı bir örnektir. "Sen
Rusçayı bilmiyorsun, Rusça derslerine girmeye nasıl cesaret ediyorsun?" sorusuna Mahmudov’un:
"Ben onlara Bulgarca konuşuyorum, onlar da benim Rusça konuştuğumu sanıyorlar" cevabını
vermiş olması işlerin ayrı bir boyutudur. Göçmenliğin ilk yıllarında Türkiye’nin âlicenaplığından
yararlanarak Rusçadan öğrenim görmüş olanlar da olmayanlar da bu dilden "uzman"
oluvermişlerdi. Bulgarlaştırma yıllarında kendisine verilen doçentlik diplomasının, doktorası
olmadığı hâlde, Türkiye yüksek öğretim yasalarına aykırı olarak YÖK’te denkliğini yaptırmış
olması da başka bir "başarısıdır" H. Mahmudov Hacıoğlu’nun. Böyleleri için Türkiye Cumhuriyeti
yasaları da geçersiz sayılmıştır... Avni Veli Özgürer aleyhine tanıklık eden öğrencisi Tahsin
Yusufoğlu’nun da Uludağ Üniversitesinde hâlen Doç Dr. olarak görev yapmakta olması başka bir
örnektir.
İkinci Dünya Savaşından sonraki ilk büyük göçün (1950-51) Bulgaristan Türkleri edebiyatına
yansıdığını görmek mümkündür. 1950’lerde Bulgar komünist yöneticilerin ideolojik politikasında
Türkiye hedef alınmıştı. Bu büyük hedefte Bulgaristan Türklerini Türkiye’den soğutmak,
81
uzaklaştırmak amacı da vardı. Y. V. Stalin’in emri üzere Türkiye’ye göçün durdurulması
kampanyası başlatılmıştı. "Gerici, tutucu" bir Türkiye ile Bulgaristan Türklerinin hiç bir ilişkisi
olmadığı konusu uzun süre Türkçe basın sayfalarında da eksik olmadı (Agitatorun Kılavuzu, Yeni
Işık gazetesinin ilâvesi. Ocak 1964, 10-26). Güdülen siyasete ayak uydurup 1950-51 göçünü
şiirleştirenler de bulundu. Hâlen İstanbul’da oturmakta olan Mehmet Çavuşef’in meşhur
eserlerinden biri olan Mektup adlı şiirinden şu dörtlükleri okuyalım:
------------------------------------------------
Gençlik hareketi seni de sardı
Brigadirler saflarına katıldın,
Ruhunu kemiren sanki ne vardı,
Düşman yalanına niçin kapıldın?
82
Ağlar mısın, güler misin bu işe
Yerinizde oturunuz, biz yandık,
Çaremiz yok, kattık tırnağı dişe!
Ailede Türkçe konuşma yasağı konulmazdan çok önceleri Sofya’daki Türk aileleri
arasından birtakımları evde Türkçe konuşmuyorlardı. Bu gibileri, Türkçe konuşmanın ailede
de yasaklanmasının öncüleri oldular. H. Mahmudov Hacıoğlu’nun çocukları ve torunu İmren
hiç Türkçe bilmiyorlardı. Kızı Emel 1989’da Türkiye’ye göç ettikten sonra Türkçeyi
öğrenmeye başladı. Yeni öğrenmeye çabaladığı Türkçesiyle de öğretmenlik yapmaktadır (!?)...
Ailelerinde çocuklarıyla Türkçe konuşmayan, Türk okullarının kapatılması politikasını
yazılarıyla destekleyen Hüseyin Mahmudov, Mehmet Çavuş /ef/ gibileri (B. Şimşir, 1986, 257-
258; E. Tryjarsski, 1962, 365; İ. Çavuşev, 1999, 72; aynı böyle bk.: Halk Gençliği gazetesi ve
Yeni Hayat dergisi sayfalarına ve il merkezlerinde çıkan Türkçe gazetelere ve Türkçe
sayfalara) Türkiye’ye göç ettiklerinde Bulgaristan’da iken Türkçenin ve Türk aydınlarının
"savunucularıymışlar" gibi kendileri hakkında bir imaj yaratmak için çok çabaladılar, ancak
böylelerine inanan olmadı...Daha niceleri vardır gelenler arasında... Osman Kılıç’ın Nereden
Nereye adını verdiği yazısından şu satırları aktaralım:
"Türk milleti âlicenap bir millettir. Utanmayın, size yine kucak açar. Yalan mı?
Analarımızın, bacılarımızın paçalarını kesen, ben Türk değilim, ben komünistim, Bulgarım,
diyenlerin hepsi bu memlekete gelmedi mi? İsim vermemi mi istersiniz? Yoo, o kadar da
değil... O gibilerin isimlerini söylemek şöyle dursun, varlıklarını bile hatırlamak istemem,
hayalimden bile geçirmem" (Göçmenlere Yardım Derneği Ankara Şubesi Bülteni, Sayı-10,
2003, 30-31).
Türkçeye saldırılarda da yine bazı Türk aydınlar kullanıldı, çoğu durumlarda Türk
"yoldaşların" katkısıyla Türkçemizin kaderi belirleniyordu. 1958’de Bulgar Komünist Partisi
Merkez Komitesinde Türkçenin söz varlığına Bulgarca kelimeler kazandırılması, Türkçenin
gramer yapısının değiştirilmesi kararlarını uygulamaya geçirecek bir komisyon kurulur (İ.
Yalımov, 2002, 336-337). Komisyon harekete geçer ve bu konuda toplantılar düzenlenir.
Merkez Komitesinde dar çerçevede bir toplantı yapıllır. Türklerden Selim Bilâlov, Sabri
Demirov, Osman Saliev, Salih Baklaciev, Hüseyin Mahmudov vb. yoldaşlar da bu toplantıda
hazır bulunurlar. Sofya Üniversitesinden Bulgar bilim adamı dilci Prof. Lübomir Andreyçin de
bu toplantıya davet edilir. Tartışılacak konu: "Bulgaristan Türklerinin Konuşmakta Oldukları
Türkçe Türkiye Türkçesinden Apayrı Bir Dildir". Toplantıda hazır bulunanlar, Bulgaristan
Türkçesiyle Türkiye Türkçesi arasında büyük farklılıklar vardır, dolayısıyla Türkiye’de ve
Bulgaristan’da konuşulan Türkçe tamamen ayrı birer dildir., diye uzun uzun konuşmalar
yapılır (Ayrıntılı bilgi için bakınız: D. Genov, 1961, 47-52). Prof. L. Andreyçin dayanamayıp
kalkar: "Hoşça kalın yoldaşlar, ben bir dilciyim. Dil meselerini sizler istediğiniz gibi
halledebilirsiniz" diyerek toplantıyı terk eder...
83
geçenler ve benzerleri olmuştur. Söz konusu dönemin sadece Yeni Hayat dergisi sayfalarına
bakmak yeterlidir. 1960’ların ortalarında Türkçe konusu biraz arka plana bırakılmış, birkaç yıl
sonra yeniden gündeme getirilmiş ve Türkçe konuşma yasağı da uygulanmaya başlamıştır...
Gün geldi, Bulgar yöneticiler, Türklerin ana dilinde konuşmalarını tamamen yasakladılar,
adlarını da Bulgar adlarıyla değiştirdiler. Tepki gösterenler kamplara, hapisanelere gönderildi,
bazıları da sınır dışı edildi. Gelişen olaylarda yine Türk "yardımcıları" kullanıldı: 1989 Nisan
ayının sonu. Gecenin geç saatlerinde, 23.30 suları, telefonumuz çaldı. Kardeşim Dr. Mustafa
Memov’un ertesi gün, bir Mayıs sabahı, saat 7.30’da Sofya merkez garının idarî bölümü
önünde olması, eşya olarak sadece bir el çantası alması, kendisine verilecek yurt dışı
pasaportunu ödemek için yanında para bulundurması bildirildi. Kardeşim sınır dışı ediliyordu.
Bunu hiç kimseyle paylaşmamıştık o gece. Çünkü bu haberden hemen sonra telefonumuzu
kesmişlerdi. Fakat sabahleyin gara vardığımızda kendisini dost bildiren ve kanlı olaylarla
gerçekleştirilen Bulgarlaştırma aylarında Bulgar ordusunda albaylığa yükseltilen Şevket
Feyzullov (Viktor Çinarov)’un bizi beklediğini gördük... Kardeşimi alıp Batı Avrupa’ya giden
trene bindirdiler. Albay Feyzullov bir an dahi bizden ayrılmadı. Görevli olarak gara geldiği
sonradan öğrenildi. Sofya Üniversitesinden sınıf arkadaşım olan albay Ş. Feyzullov’un evimize
gelip gitmeleri de yine bir görev icabıymış. Develet Güvenlik Teşkilâtının meşhur Altıncı
Şubesinde haftalarca süren usandırıcı sorgulamalarda bu gerçek, defalarca kanıtlanmıştı, ama
biz buna inanmak istemiyorduk... 1989’un Büyük Göçünde Türkiye’den Bulgaristan’a
dönenler oldu. Albay Şevket Feyzullov yine görevi başındaydı. Görevli olarak memleketine
gönderilmiş ve ilk dönen köydeşlerinden, yakın akrabalarından niye Türkiye’den döndüklerine
dair bilgi toplamaya çalışmış. Ancak kendi ifadesiyle: dönenlerin hiç birinden doyurucu cevap
alamadan Sofya’ya dönmüş. Albay Şevket Feyzullov (Viktor Çinarov) başka bölgelerden de
dönen bazı aileler hakkında Sofya dışındaki "yardımcılarından" günü gününe bilgi alıyordu.
Bulgar ordusunda inşaatlarda, baraj ve yol yapımında, en ağır işlerde çalıştırılan Türk erlerin
adlarının Bulgar adlarıyla değiştirilmesinde, orduda Türkçe konuşanların cezalandırılmasında
yaşananlar da başka bir acıdır.
Çocuklarının Türkçeyi unutmakta olduklarını, bunların Türkçe olarak artık adlarını dahi
yazamadıklarını, Bulgaristan’da Türkçeyi karanlık günler beklediğini gören birçok Türk ana
babalar, yine Türkiye’ye göç etmek için çareler aramaktadırlar.
Şunu da belirtmekte yarar vardır: Türk azınlığı ve Türklük aleyhine birtakım faaliyetlerde
bulunmuş olanları, yeni gelinlerin çeyiz sandıklarındaki şalvarları çıkartıp paçalarını kesenleri,
84
İslâm dini aleyhine yazdıkları "bilimsel" eserleriyle unvan almış olanları, her şeyi nefsine
yedirebilenleri, Felek yine Türkiye’nin eline düşürdü: Türkiye’ye göç etmiş olan bu kişiler
Türkiye’nin her türlü desteğiyle; Bulgaristan’da, özellikle Sofya’da kalan böyleleri de Türkiye
şirketlerinden aldıkları ücretlerle ömürlerinin yaşlılık dönemini yaşamaktadırlar... Buna feleğin
oyunu mu desek?!... Ne desek?!...
Dil özelliklerinden söz ederken şunu da vurgulayarak belirtmek gerekir: Bir etnik
mensubiyet ifade eden "Bulgar" kelimesinin Türkiye'de gelişigüzel kullanıldığı bir gerçektir.
Bulgaristan göçmenleri bir Türkiyeli için "Bulgar"dır. Göçmenler ise: "Biz Bulgar olsaydık,
baba ocağımızdan kovulup da göç yollarında perişan olmayacaktık. Türk olduğumuz için
Bulgaristan'da çileler çektik, neden Türkiye'de bize "Bulgar", "Bulgar Türkü" deniyor da B u l
g a r i s t a n T ü r k ü denmiyor?", diyerek üzüntülerini dile getiriyor, sert tepki gösteriyorlar.
Hatta "Bizim hâlimizden en iyi anlayan Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Rauf
Denktaş anlayabilir", diyenler de oluyor. Çünkü Mayıs 1994’te Bursa’da düzenlenen bir
panele katılan sayın Rauf Denktaş Balkan Türkleri Göçmen ve Mülteci Dernekleri
Federasyonu-Bursa-BALGÖÇ temsilcileriyle de görüşerek: "Bizim hâlimizden en iyi sizler
anlarsınız", demişti (Balkanlar’da Türk Kültürü, Sayı-11, 1994). Birtakım Türkiyeli aydınlar,
daha da ileri giderek "Bulgaristan Türklerinin ana dili Bulgarcadır" diye yazmaktan
çekinmiyorlar. Bu konu sanat eserlerinde de yankısını bulmuştur. R. Recep Ben Bulgar
Değilim" adlı şiirinde şöyle diyor:
Evet Bulgaristanlıyım:
Allahı tek bilir, severim ırkımı.
Tarihe destanlar yazmış bir soydan gelirim.
Ben anlatayım, siz yapın yargımı.
Şehidimiz var Yemen Harbinde.
85
Babamdı din Hocam.
Şair ve yazar Ömer Osman Erendoruk ise gazeteci Yalçın Pekşen’in yazısına karşılık
olarak araştırma niteliğinde Bir Başkadır Bizim Eller adlı bir eser yazdı (Ömer Osman
Erendoruk, 1994). Ocak 1944 tarihli Hürriyet gazetesinde Yalçın Pekşen’in köşe yazısında
"Acaba Soydaşların Ana Dili Türkçe mi Sayılmalı, Yoksa Bulgarca mı?" şeklinde yazısına bir
cevap olarak kaleme aldığı söz konusu eserinin ön sayfalarında şunları okuyoruz:
86
"Bulgaristan Türkleri bizler hakaret edilmeye, dövülmeye, sövülmeye, hatta
öldürülmeye alışığız. Bunu Bulgaristan’da iken dinimizi düşman din belleyen, milletimizi
düşman millet sayan Hristiyan Bulgarlar, sonra da dinsiz komünistler yapıyorlardı;
Türkiye’ye gelince Müslüman Türk kardeşlerimiz yapıyor. Fakat bize böylesine bir hakareti
reva görenleri cevapsız bırakmak âdetimiz değildir.
Kalbim sızlıyordu.
Bir Müslüman Türk zannettiğim kardeşten yediğim hakaret darbesiyle zonklayan başımı
avuçlarımın içine alarak uzaklara, üst üste yığılan yılların ötesine, Rodop Dağları’nın
Güneydoğu eteklerinde kalan çocukluğumu imdada çağırdım. Zaten ne zaman çağırsam hep
gelir. Bu kez de geldi.
Yalınayak, başı açıktı".
Çocukluğu, yazarı bu hâliyle elinden tutup, gerilere doğru uçuruyor. Doğup büyüdüğü
köyünde, bölgenin dağlarında, yollarında gezdiriyor. Türk ailelerine misafir oluyorlar,
düğünlere, cenazelere katılıyorlar. Bayramları kutluyorlar, mevlitlerde şerbet içiyorlar,
panayırlarda yağlı güreşleri seyrediyorlar. Yüze yakın başlık altında Bulgaristan’ın Doğu
Rodoplar’ında gelenek ve göreneklerin ne kadar sade Türkçe ve Müslümanca olduğunu
kanıtlayarak 268 sayfadan oluşan yazıyı gazeteci Y. Pekşen’e gönderiyor (Ayrıntılı bilgi için
bk.: Mehmet Türker, Kalem Kılıçlaşınca-Ömer Osman Erendoruk’un Edebiyat Kimliği, Ufuk
Ötesi Yayınları, İstanbul, 2004, 123-130).
87
Bir de "dış Türkler" ifadesi vardır. Bu, sadece Balkan Türklerinin değil, tüm Türk
Dünyasının dikkatini çekmektedir. Orta Asya Türkleri: "Biz "dış Türk" değiliz. Aslında
Türkiyeli kardeşlerimiz "dış Türktür". Çünkü tüm Türklerin ata yurdu Orta Asya'dır" diyorlar.
Balkanlar ile ilgili tarih ve edebiyat araştırmalarımızda, hatta bazı sanat eserlerimizde
"Balkanlar’dan Anadolu’ya dönüşümüz", "Balkanlar’dan çekilişin edebiyatı" gibi ifadelerin giderek
yaygınlık kazanmakta olduğu dikkati çekmektedir. Böyle ifadeler birtakım Bulgar tarihçilerce malzeme
olarak kullanılmakta ve : "Türkler hiçbir zaman Balkanlar’da ebediyen kalacaklarını düşünmemişler,
"Buralara geldik ve gideceğiz, geldik ve döneceğiz" demişler", diye yazmaktadırlar. Oysa yüzyıllar
önce Anadolu’dan buralara gelen Türkler, bu toprakları vatan bilmiş, emekleriyle, alın terleriyle buraları
şenlendirmişler, buralarda zengin bir kültür yaratmışlardır. Baba ocaklarından acımasızca kovulunca da
vatan deyip, memleket deyip Rumeli’nin hasretini çekmişlerdir. Balkan göçmenleri nesillerdir
memleketlerinin, o toprakların özlemini çekerek bu dünyaya gözlerini yummakta, ölüp gitmektedirler...
Her şeye rağmen, dağları, denizleri aşıp gelen göçmenlerde ortak özellik, paylaşılan
bir kültür vardır. Dil, din, gelenek ve görenekler gibi ortak kültürel kökenin, ortak kültür norm
ve değerlerinin var oluşu, Balkan göçmenlerinin yerli halkla başarılı bir biçimde
bütünleşmesini kolaylaştırmış ve Türk Devleti büyük sorunlar yaşamamıştır.
XXX
Göç olgusunu yaşamış başka ülkelerde anılar, anlatılar arşivlenmiş, bunların bir kısmı
da yayımlanmıştır. Tüm yaşananlar da roman, öykü, şiir, günlük gibi çeşitli edebî türler
altında yeniden yorumlanmıştır.
88
Son yıllarda Türkiye’de de bu uğurda görülen hayırlı atılımlara destek verecek ve
tarihimizdeki göç olgusunu ve uyum süreçlerinin her yönüyle araştırılmasını sağlayacak, bu
alanda yapılan çalışmaları koordine edecek güçlü bir bilim araştırma merkezine büyük ihtiyaç
vardır. Böyle bir merkezin öncelikli olarak çalışmalarından biri de hâlen hayatta olan
göçmenlerin anılarını, anlatılarını kaleme alıp arşivlenmesi olmalıdır.
Avrupa ülkelerinde son zamanda kimi çevrelerde bir göç anıtı dikilmesi ve nerede
dikilmesi konusu tartışılmaktadır. Bir göç anıtı dikilecekse, Türk göçlerini sembolize edecek
bir anıt olmalıdır, çünkü son yüzyılların büyük göçlerini Türkler yaşamıştır, diyenler vardır.
Rumeli'den dalga dalga gelen yüz binlerce göçmeni önce İskanbul karşılamış, bunları
barındırmış, bağrına basmıştır. Belki de gün gelir, doğa ile kültürün uyum içinde birleştiği bu
güzelim İstanbul'da Türkün tarihî kaderi olan göç olgusunu simgeliyecek büyük bir anıt
dikilir.
Gönül ister ki Balkan acıları dünyanın hiç bir yerinde tekrarlanmasın, felek bundan
böyle hiç kimseyi zorunlu göç yollarına düşürmesin, hiç kimseye göçmenliğin çilelerini
çektirmesin, hiç kimseye sıkıntılı uyum süreçleri yaşatmasın...
▬▬▬▬▬▬*▬▬▬▬▬▬
89
II. M E T İ N L E R
(Tarihimiz ve Göçler ; Anılar, Anlatılar, Röportajlar, Gezi Notları, Şiirler, Öyküler, ve
Romanlardan Sayfalar)
90
Türkler, Balkanlar, Göçler
91
NEVZAT KÖSOĞLU
(Erzurum,1941)
Türklerin tarih sahnesine çıktıkları yer, Aral Gölü ile Altay ve Tanrı Dağları
arasında kalan ve Balkaş Gölü’nü de içine alan büyük üçgen olarak kabul edilir. Türkler
hakkında, kazılara dayanan ilk bilgiler dört bin yıl öncesine kadar çıkmakla birlikte yazılı
bilgiler Sakalar hakkında M. Ö. 8. yüzyıla, Hunlar hakkında da M. Ö. 3. yüzyıla kadar gider.
92
ülküsü ve Kızılelma motifi ile birleşmiş ve yine, hem hareketliliği besleyen, hem dе ondan
beslenen bir ruhi gerilim kaynağı oluşmuştur.
***
Milattan sonra 4.ncü yüzyıldan itibaren, Hun İmparatorluğunun yıkılışı ile birlikte,
Batı’ya büyük göçler başlar. Bu tarihlerden itibaren Türk tarihinin yönünün kısmen Batı’ya
dönük olduğunu söylemek mümkündür. Avrupa Hunları, Avarlar, Kumanlar, Kıpcaklar,
Uzlar ve Peçenekler bir kaç yüzyıl boyunca sürekli olarak Orta Avrupa ve Balkanlar'a
akacaklardır. Karadeniz'in kuzeyi, Deşt-i Kıpçak bölgesi dışında kalan bütün bu bölgelerde,
zaman zaman güçlü devletler dе kurmalarına rağmen, Türk boyları kendi varlıklarını
koruyamamış, Orta Avrupa ve Balkanlar'daki halklara karışarak kaybolmuşlardır.
Onüçüncü yüzyılda Cengiz Han orduları Anadolu'ya kadar bütün Türkistan'ı işgal
ederler. Harzemşahlar ve Anadolu Selçukluları yıkılır. Anadolu'da çeşitli Türkmen Beğlikleri
kurulur. Aynı yüzyıl içinde Cengiz İmparatorluğunun parçalanması ile ortaya çıkan Çağatay,
İlhanlı ve Altınordu Devletleri süratle Müslümanlaşırlar. Esasen halkının ve ordularının çoğu
Türk boylarından olan ve Türkçe konuşup Türk geleneğine göre teşkilâtlanmış olan bu
devletler Türkleşirler dе.
***
Ondördüncü yüzyılın başından itibaren, Türk tarihinin bütün ağırlığını Anadolu' dа
kurulan Osmanlı İmparatorluğu taşımaya başlar. Onun dа yönü batıyadır. Türk tarihinde,
sürükleyici bir güç, yaklaştıkça uzaklaşan ve daha ötelere götüren bir ülkü olarak beliren
Kızılelma motifi, Osmanlının kuruluşundan itibaren İstanbul olarak algılanır. Kızılelma'nın
Ayasofya'nın kubbesinde olduğuna inanılır: İstanbul fethedildiği zaman, Kızılelma'nın
Viyana/Beç Sarayı'nda olduğu düşünülür. Osmanlı tarihçilerinin yazdıklarına göre, Beç
Kızılelması ele geçirildiğinde, Türk Kızılelması Rimpapa/Roma Kilisesine geçecektir.
93
Askerlerin eğitimlerini denetleyen padişahlar, “Allah a ısmarladık, Kızılelma'da
görüşürüz,” diye veda ederler. Görüldüğü gibi Kızılelma, Türk Milletinin tarih içindeki
hareket ve gücünü simgelemekte ve onu daima batıya yönelmektedir.
Şehzade Gazi Süleyman Paşa, 1347 yılında Osmanlı Askerleri i1e Çanakkale
Boğazı’nı geçip Rumeli'ne girdiğinde, Balkanlar'da yaşayan halkların durumu fevkalâde
karışık ve sıkıntılı idi, Gazi Süleyman Paşa önce Çimpe Hisarı'nı fetheder; oranın yerli
halkına zulmetmediği gibi, ihsanlarda bulunur. Osmanlı tarihçisi, "Kâfirlerini incitmediler.
Belki kâfirlerine dahi ihsan ettiler" diye yazar. Bizans’ın, mahalli beğlerin ve din
çekişmelerinin arasında bunalmış olan halk için, Osmanlı komutanlarının bu davranışı çok
büyük bir nimet o1ur. Osmanlı fetihleri, bundan böyle dе, girdiği her yere hoşgörü, anlayış
ve adalet götürecektir. Balkanlar'da Osmanlı ordusunun karşısında durabilecek askerî güç
bulunamaz ve Osmanlı yürüyüşü durdurulamaz. Ancak, asıl önemlisi ve Osmanlı fetihlerinin
kalıcılığını sağlayan unsur, Osmanlı adaleti o1ur. Osmanlı girdiği hiçbir kalenin halkını
zorlamaz. Onları zınnî statüsüne alır ve kendi dinleri ve örflerine göre teşkilâtlanmalarına ve.
Müslüman halk içinde, kendi inanç ve geleneklerine göre, özerk cemaatler olarak
yaşamalarına imkân tanır. Halk, Bizans'ın yahut Sırp Krallığının veya mahalli kontlukların
ağır vergilerinden, Osmanlıya sadece cizye vererek kurtulmuş olur. Kendi mahallelerini
kendileri yönetir. Kendi mahallelerinde, kendi kanunlarına göre yargılama yaparlar.
Askerlik yükümlülüğü olmayan bu insanlar, Osmanlı hukukunun mal ve саn güvenliği
altındadırlar.
Yıldırım Bayezıt Han döneminde Rumeli fetihleri devam eder; Romanya Türk
egemenliğine girer. Akıncılar Karlofça'ya girerler. Yıldırım Bayezıt İstanbul'u kuşatmışken
yeni bir Haçlı ordusunun Edirne üstüne gelmekte olduğunu haber alır. Kuşatmayı kaldırır;
yürür. 1396'dа Niğbolu'da Haçlı ordusunu perişan еdеr. Tuna'daki Haçlı donanması dа yok
edilir. Yıldırım Bayezıt Han yeniden İstanbul'u kuşatma hazırlıklarında iken, Doğu Türk
Hakanı Emir Timur'un Anadolu'ya girdiği haberi gelir.
94
yaşamaktadır; ancak, Emir Timurla girilen mücadelelerin sonunda Altın Ordu Devleti
yıkılacak ve çevredeki Rus prenslikleri üzerindeki baskı hafiflemiş olacaktır.
1402 yılında Osmanlı Hakanı'nın Emir Timur karşısında yenilgisi ile biten Ankara
Savaşı Anadolu’nun yeniden parçalanmasına yol açar. Timur İzmir’e kadar girer. İstanbul
Boğazı’na gelir ve Anadolu Beğleri'ne eski topraklarını yeniden verir. Osmanlı büyük bir
darbe yemiş, Anadolu parçalanmıştır. Ama, Rumeli dimdik ayaktadır ve güçlüdür. Yeniden
birliği kurmaya çalışan şehzadelerin mücadeleleri Rumeli Beğleri'ne dayanarak devam eder.
Mehmet Çelebi'nin kısa zamanda toparlaması ile Osmanlının Avrupa içlerine yürüyüşü yine
başlar. II. Murat Han Gazi, 1444'tе Varna’da ve 1448'dе II. nci Kosova Savaşında birleşik
Haçlı ordularını dağıtır. Bu zaferler bütün İslâm Dünyasında derin yankılar yapar.
Evranosoğlu, Gazi İshak Beğ, Timurtaş Paşa gibi Osmanlı Komutanları ve Akıncı Beğleri
bütün Balkanlar’ı ve Tuna’nın öbür yakasını denetim ve baskı altına alırlar.
1453 yılında İstanbul fethedilir ve Fatih Sultan Mehmet Han zamanında hemen
bütün Balkanlar egemenlik altına alınır. 1458'dе Atina, peşinden Mora, 1459'dа Sırbistan,
1462'dе Romanya, 1463’dе Bosna Osmanlı hâkimiyetine girerler. 1480 yılında Osmanlı
donanması İtalya üstüne yürür. Pulya’ya çıkarma yapılır. Roma telâşa düşer, Papalık
merkezini Fransa'ya taşıma hazırlıklarına girilir. Bir kesimi dе, Fatih'i karşılamak üzere onun
resmini altın sikkelere basarak beklerler. Bu arada Kırım Hanlığı Osmanlıya bağlanmıştır.
Cem Sultan gaileleri haricinde Beyazıt Han dönemi sakin geçer ve geniş imar
faaliyetleri yapılır. Sultan Selim Han ise Doğu'ya yönelir. Çaldıran(1514) ve
Mercidabık(1516) Savaşları ile bütün Orta Doğu ve Hicaz egemenlik altına alınır; Osmanlı
Hakanı aynı zamanda İslâm Halifesi olur. Sonra, Osmanlı yeniden Batı'ya yönelir. Kanuni
Sultan Süleyman 1521’dе Belgrad'ı alır. 1526'dа Mohaç'da birleşik Haçlı ordusunu dağıtır;
Budin alınır ve Beğlerbeyi Merkezi o1ur. Güney ve Orta Macaristan Türk hâkimiyetine
girerler. Osmanlı Avrupa'daki son hudutlarına kavuşur. Şimdi Türkler Beç/Viyana Kızıl
elması’ndadır. Ancak, Kanuni Süleyman Han'ın Viyana kuşatması başarılı olamaz. Sultan
Süleyman’dan elli dört yıl sonra Osmanlı Veziri Âzamı Merzifonlu Kara Mustafa Paşa, IV.
Mehmet Han zamanında Viyana'yı yeniden kuşatır ve Viyana yine alınamaz. Artık
Osmanlının geri dönüş yılları başlamıştır.
95
çevreleri kanunlara saygıyı kaybetmeye başladıkları, keyfi yönetim tutumları belirmeye
başladığı, yani zulüm başladığı zaman, artık Osmanlı hâkimiyetinin temelleri dе
sarsılmaya başlamış demektir.
Özellikle, sıcak denizlere inme arzusu içinde olan Rusya, Osmanlı ile sürekli
savaş hâlinde olur ve her seferinde Avrupalı devletlerden biri Rusya’nın yanında olur.
1718'е gelindiğinde, Macaristan-Budin Beylerbeyliği-Banat ve Erdel Osmanlı
hâkimiyetinden çıkar. Balkanlar’a inmek için Avusturya İmparatorluğu ve Rusya aynı
bölgede sürekli gayret içindedir. 18. yüzyılın sonlarına doğru Osmanlılar, Yukarı
Sırbistan, Eflak, Boğdan ve Besarabya bölgelerinden çekilirler. Yine bu asrın sonunda
Kırım ve Kuban çevresi Osmanlı egemenliğinden kopartılmış olur.
96
antlaşmalar yapar, kimi zaman Osmanlının toprak bütünlüğü diğerlerine karşı korumaya
yönelirler. Hepsi dе, Osmanlı İmparatorluğu içindeki Gayrimüslimleri çeşitli şekillerde
örgütlemeye ve kendi saflarına çekmeye, onları Osmanlı’ya karşı tahrik etmeye girişirler.
Yüzyıllarca Osmanlı mülkünde mutlu ve geleceklerinden güvenli yaşamış, Osmanlı kültürü
ve siyaseti içinde önemli hizmetler üstlenmiş Ermeniler, değişik kiliseler etrafında
örgütlenip ayaklandırılmaya çalışılır; Ruslarla birlikte, bütün batılıların bu kışkırtmalarda
parmağı vardır ve bu eylemlerini mezheplere-kiliselere dayanarak yürütürler.
Sultan II. Abdülhamit Han, bir yandan sivil ve askeri eğitim çalışmalarını
hızlandırarak, insan unsurunu geliştirmeye çalışırken, siyaset alanında dа büyük
devletlerarasındaki rekabetlere dayanarak toprak bütünlüğünü korumaya çalışır. 1878'de, 93
Harbi olarak bilinen Türk-Rus Savaşındaki yenilgimiz üzerine Balkanlar’daki parçalanma
hızlanır. Sırbistan ve Karadağ bağımsızlığını ilân eder; Bosna’yı Avusturya ilhak eder.
Bulgaristan'da prenslik kurulur.
Tarihi bir gelişme olarak, Türkistan yüzyılımıza kadar nüfus bakımından Anadolu’yu
besler; Anadolu dа Rumeli’yi fetihler boyunca beslemiştir. Ne yabancı, ne de yerli
kaynaklarda, Hıristiyanların toplu ihtidalarına ait bir kayda rastlanmamış, Osmanlı
yönetiminin din değiştirme hususunda baskı yaptığına dair bir iddia dа ileri sürülmemiştir.
97
Неr dinî topluluğun, kendi gelenek ve inançlarına göre ve toplu hâlde şehirlerde yaşadığı
bilinmektedir. Esasen, beş yüzyıllık bir egemenlikten sonra Balkan halkının bugünkü
durumları, hiçbir açıklamayı gerektirmeyecek ölçüde, Osmanlının anlayış ve müsamahasını
göstermektedir.
Osmanlı, tabiî olarak Balkan halklarını hayatın her alanında ve büyük ölçüde
etkilemiştir. Çin Seddi'nden Avrupa'ya kadar, yaşanmış bütün kültürlerde şu veya bu
ölçülerde beslenmiş olan Osmanlı medeniyeti, dünyanın en özgün ve görkemli hayat tarzını
yaşıyordu. Неm inançları, hayata hâkim kıldığı ilkelere, hem dе yaşama biçimi itibariyle
Avrupa'dan farklı idi ve Balkan topluluklarını etkilemesi tabiî idi. Mutfak kültüründen ev içi
düzenine, kılık kıyafetten dil ve musikiye kadar hayatın her alanını kapsayan bu etkiler, ne
yazık ki geniş ve ayrıntılı çalışmaların konusu henüz olamamıştır. Nasrettin Hoca’nın, bütün
Balkan ü1kelerinde hâlâ sevilen ve söylenen bir mizah ustası olması, bu tesirlerin derinliği
hakkında fikir verebilir. Bu olağan bir durumdur; her kültür, temas halinde olduğu
başkasından bir şeyler alır. Hele beş yüz yıl yan yana, iç içe yaşadığı hâkim milletin kültüründen
yararlanmak için tabi unsurun ölü olması gerekir. Hâlbuki Osmanlı onları öldürmemiş, korumuş
ve zenginleştirmiştir. Son yapılan bir çalışmada Sırpçada üç bin Türkçe kelimenin varlığı
açıklanmıştır. Tabiî Osmanlı da canlı, yaratıcı bir kültür olarak sadece vermemiş, siyasî
hâkimiyeti altında yaşattığı ve iç içe yaşadığı bu kültürlerden alması gereken her şeyi rahatça
almış ve kendi özgün üslûbu içindeki yerine koymuştur.
98
şirin bir kaza olan Eski Zağra'da 6 cami, 11 mescit, 5 hamam, 855 dükkân, 200 civarında
hamam ve birkaç katlı eşraf konakları vardı.
Тuna Belgrad’ı olarak anılan büyük şehirde Evliya Çelebi 217 cami ve mescid
saymıştır. Evliya, Yukarı Kale’deki Süleyman Han Camisi’nin minaresine dе çıkmış. Bu
minare, 105 ayakmış ve bütün şehir aşağılarda pek güzel görünüyormuş. О zamanlar
Belgrad’ta 160 saray vardır ve pencereleri Тuna ve Sava nehirlerine bakmaktadır. En
meşhurları Gazi Mehmet paşa ve Bayram Beğ Medreseleri olmak üzere 8 büyük medrese
ve 9 darülhadis (Hadis enstitüsü) vardır. 270 ilkokul bulunan şehirde, 17 tekke, 26 büyük
çeşme ve 600 umumi musluk vardır. Belgrad’ta altı tane kervansaray vardır ki, bunlardan
Sokollu Kervansarayı 1660 odalı muazzam bir binadır. "Aşağı kalede bulunan Sultan
Süleyman Han Kervansarayı kurşun örtülü, demir kapılı, çok büyük bir yapıdır. Gazi
Mehmet Paşa’nın imaret hanı büyük vakıftır, isteyen bir ау oturup, bir akçe masraf etmeden,
hayır sahibine dua edip gider. Ayrıca, 21 adet tüccar hanı vardır. Büyük çarsısı 3700
dükkânlıktır. Örnek kabilinden verdiğimiz bu şehirde sayısız Türk mezar ve türbesi vardır.
Bütün Balkan şehirleri, Türklerin yoğun oldukları yerlerde nispetleri daha çok olmak
üzere, bu tür mimari hayır eserleri ile donatılmıştır.
99
SAYİT YUSUF
(Trabzon,1965)
I- GİRİŞ
Türkiye, sahip olduğu konumu itibariyle uluslararası düzeyde göç veren ve göç
alan bir ülkedir. Ülkemiz, bir yandan yıllardır yurtdışına işgücü ve yetişmiş eleman göçü
vermekte, diğer yandan dа, Balkanlar, Kafkaslar, Orta Doğu ve Orta Asya ülkelerindeki
yerel siyasi ve ekonomik sorunlarında etkisi ile Türk soylu kişilerin yoğun biçimde göç
ettiği bir ülkedir. Bir başka göç olayı dа, komşu ülkelerde(Irak ve İran) meydana gelen
siyasi olaylar neticesi üçüncü ülkelere geçmek veya Türkiye’dе kalmak üzere çok sayıda
mülteci ya da sığınmacının Türkiye’de geçmesi şeklinde oluşmaktadır.
А. GÖÇÜN SEBEPLERİ
Soydaşlarımızın, yaşadıkları ülkelerdeki siyasi baskılar, savaş ve iç savaşlar
nedeniyle can güvenliğinin olmaması, daha iyi ekonomik yaşam standardına ulaşma
arzusu, gelecek endişesi, daha önce göç eden kişilerin geride bıraktıkları yakınlarının dа
Türkiye’ye göç etme arzusu, 1944 yılında SSCB yönetimince yurtlarından sürülen ve bu
gün BDT içerisinde yer alan ülkelerde yaşayan çeşitli Türk guruplarının anavatan
saydıkları Türkiye’ye dönme arzuları Türkiye’ye soydaş göçünün belli başlı sebepleridir.
100
b. Savaş ve iç savaşlar nedeniyle can güvenliği olmaması bir başka göç
nedenidir. Bilindiği üzere, Osmanlı Devletinden koparılan topraklarda, hâlâ tam bir siyasî
istikrar sağlanamamıştır. Bu bölgelerin istikrarsızlığı uluslararası arenada söz sahibi bazı
ülkelerin çıkarlarına uygun düştüğünü düşünmek yanlış olmasa gerek.
Tüm bu ülkeler idare ediliş biçimleri dolayısıyla Türkiye ile mukayese edilirse,
ekonomik bakımdan çok geri kalmışlar, kendi vatandaşları siyasi olarak fikir ve ifade
özgürlüğünden mahrum bırakılmışlar ve kültürel baskıya maruz kalmışlardır.
Tüm bu alanlarda о ülkelere göre yüksek standarda sahip olan Türkiye, göç için
cazibe merkezi olmuştur.
f. Daha önce göç eden kişilerin geride bıraktıkları yakınları dа Türkiye’ye göç
etme arzusundadırlar. Bunlar bölünmüş ailelerdir. Bu yolla dа ciddi göç hareketleri
olmaktadır.
101
Yukarıda özetlenen göç sebeplerini çoğaltmak mümkündür. Ancak, önemli
görülenler buraya alınmıştır. Her göç sebebinin diğerlerine etkisi vardır. Kısaca Türkiye,
Türk Dünyasının çekim merkezi ve tabiri caizse bir nevi kıblesi durumundadır. Bugünkü
ülkesel ve toplumsal şartları devam ettiği sürece Türkiye’ye Türk göçü gelecekte dе devam
edecektir.
B. GÖÇÜN SONUÇLARI
Göç veren ülke açısından, iş gücü kaybı, istihdam hacminin daralması, nitelikli,
yetişmiş nüfusun kaybedilmesi söz konusudur. Eğer göç, kamu yöneticilerinin tutumundan
kaynaklanıyorsa, ülkenin imza koyduğu uluslararası anlaşmalar açısından devlet,
uluslararası arenada zor durumda kaldığı gibi antlaşmalarla öngörülmüş birtakım
yaptırımlara dа muhatap olabilir. Gerçi, bugün uluslararası hukuka bağlanan yaptırımların
caydırıcılık gücü yeterli olmasa dа, dünyada insan hakları ihlalcisi olarak görülüp
dışlanmak, aşılması güç engeller çıkarabilir.
Zorla göç ettirilenler genelde azınlıklar olduğu için, göç edenlerin çoğunluğa
mensup olan ve iyi ilişkiler içinde oldukları komşuları, bazı ekonomik beklenti ve kaygılarla
insanlık dışı uygulamalara göz yumabilmektedirler. Çünkü zorla göç ettirilen insanlar,
mülkiyetle ilgili taşınır veya daha çok taşınmazlarıyla ilgili birçok hak kayıplarına
uğruyorlar ve bu kayıpların tamamı olmasa dа büyükçe bir kısmı göç edenlerin terk ettikleri
yerleşim biriminde oturanlara kazanç olarak dönüyor. Bu yüzden iyi komşu bile insanlık
onurunu zedeleyen uygulamalara ses çıkarmayabiliyor. Bunun önlemenin yolu, ülkelerarası
anlaşmalarla göçe katılan kitlelerin mal varlıklarının garanti altına alınması ve bunun etkin
yaptırımlara bağlanmasıdır.
Göçle birlikte toplumsal ilişkiler dе değişir. Göçmenler daha önce hiç bilmedikleri
bireylerle yeni ilişkilere girmek zorunda kalırlar ve süregelen eski ilişkilerinin önemi ve
içeriği dе değişime uğrar.
Göç alan ülke, toplumsal adaptasyonu kısa sürede sağlamak için göçmenlere
birtakım yardımlarda bulunabilir. Bunların pratiğe yansıyanlarından bazıları, göçmenler için
ev yapımı ve tarımsal toprak dağıtımıdır.
Öte yandan, göç ile terk edilen ülkenin ekonomisine bu göçün menfi tesirleri
olduğu gibi, geride bıraktıkları akrabalarının da göçe eğilimlerinin artmasına neden
olunmaktadır. Ayrıca, bahsi geçen kuşakta göçlerle birlikte soydaşlarımızın sayısı dа
102
azalırken, geride bırakılan kitlelerin sosyal ve ekonomik dayanma güçleri dе zaafa
uğramaktadır.
Kendisine yönelik güçlü bir göç potansiyeline sahip olan Türkiye’nin göç
organizasyonu konusundaki uygulamalarına bakmak gerekirse; 1860 yılında Kafkasya’dan
Anadolu’ya yönelen çok büyük boyuttaki kitlesel göç hareketleri bu konuda ilk
organizasyonu doğurmuştur. Trabzon Valisi Hafız Paşa yönetiminde “İdareyi Umumiyye-i
Muhacirun Komisyonu” göçle ilgili bütün konuları yönetmek üzere kurulmuştur.
103
- Diğer Balkan ülkelerinden gizli göç devam etmektedir ve gelecekte dе devam
edecektir.
Yukarıda bahsi geçen potansiyel göç bölgeleri, geçmişte dе Türkiye'ye yoğun göç
veren yerlerdir. Buralar dahi mevcut durumda bir düzeltme olmadığı sürece, göç süreci
devam edecektir.
А. CUMHURİYET ÖNCESİ:
104
Osmanlı Devletindeki bu gerileme süreci i1e, 1774 yılında imzalanan Küçük
Kaynarca Antlaşması ile Kırım’dan, çarlık yönetiminin baskısı sonucu Kafkaslar’daki
Müslüman halklardan, Çerkez ve Abazalardan, 1877–1878 Osmanlı-Rus savaşı sonrası
Rumeli ve Kuzey Doğudan(Kafkaslar), 1912–1913 Balkan Savaşları sonunda yitirilen
topraklardan ve Kurtuluş Savaşını takip eden mübadeleyle Türkiye'ye göç edenlerin sayısı
5.000.000 kişinin üzerindedir.
В. CUMHURİYET DÖNEMİ:
Gizli göçte en yaygın geliş biçimi, turist vizesi ile Türkiye'ye gelip vize süresi
bittiğinde geriye dönmemek şeklinde olmaktadır. Bir diğer yöntem de, sahte vize veya
sahte pasaport kullanma, ya dа pasaportsuz olarak illegal yollar1a Türkiye'ye gelip burada
kalma şeklindedir.
Bir başka gizli göç şekli de, Türkiye'ye eğitim ve çalışma vizesi ile geçici ikamet
alarak gelen kişilerin, daha sonra geri dönmemesi biçimindedir. Giz1i göçle ilgili rakamları
net olarak vermek çok zordur. İ11ega1 girişler dışında, vize alarak Türkiye'ye giriş yapıp
105
kalanların sayısını tespitte kullanılan yöntem, giriş-çıkış farkını tespit etmek suretiyle
varılan sonuçtur.
Bunun dışında kalanların ise Türkiye'de kalabilmeleri için hiçbir yasal dayanakları
yoktur. Bunun ülkemiz iç güvenliği için dе önem arz ettiği ve çözümlenmesinin zaruri
olduğu aşikârdır. Çeşitli T.C. hükümetleri bu sorunları geçici olarak çözmüştür ancak, nihaî
çözüm henüz mümkün olmamıştır.
4) Vatandaşlık Başvuruları:
106
V. GÖÇÜN TÜRKİYE LEHİNE KONTROLÜ VE PLANLANMASI
HAKKINDA ÖNERİLER
Yukarıda bir kısmı izah edilen tedbirler uzun vadelidir. Göç veren ülkelerin
bugünkü durumları sürdükçe, hangi zabıta tedbirini alırsanız alın göç yine dе devam
edecektir. Bu noktada şunu vurgulamakta fayda vardır. Bulgaristan' а uygulanan vize 1
Temmuz 2002 tarihi itibariyle kaldırılmış ve sonrasında beklenenin aksine bu ülkeden
Türkiye'ye göç azalmıştır.
Bir taraftan göçe neden olan sorunların çözülmesi için çaba sarf edilirken, diğer
taraftan dа Türkiye'ye gelen göçün düzenlenmesine ilişkin tedbirlerin dе alınması
gerekmektedir. Zira, bugüne kadar Türkiye'ye göç eden soydaşlar da devlet eliyle batı
bölgelerine (Bursa, İstanbul, Trakya vb.) yerleştirilmiş veya bu insanlar akrabalarının
bulunduğu, iş sahalarının geniş olduğu aynı yerlere kendiliğinden yerleşmişlerdir. Bu
bölgelerinin yoğun iç göç aldığını dа düşünürsek, diş göçlerle dе bu yoğunluk hat safhaya
ulaşmış, bu nedenle dе devletin buralara hizmet götürmesi zorlaşmıştır. Bu durum, hızlı bir
nüfus alan bu bölgelerde ekonomik, sosyal sorunların doğurmasına neden olmakta ve hatta
asayiş bakımından dа Türkiye’nin aleyhine bir hâl ortaya çıkmaktadır. İç göçlerle boşalan
Türkiye’nin doğu ve güneydoğu bölgelerine yerleşme özendirilmeli ve hatta mecbur
tutulmalıdır. Dış dünyadan Türkiye'ye göç eden soydaşlarımızın verimli olup, yeterince
107
işlenemeyen arazilere yerleştirmek suretiyle, hem ülke ekonomisine hem dе Türkiye’nin
demografik yapısına katkılarını sağlamak gerekmektedir.
Kurumun amacı, Türkiye'ye gelen göçmen ve mülteciler i1e nakil olunanların yurt
içinde yerleşmelerini düzenlemek, uyum sorunlarını çözmek, bunların üretici olmalarını
sağlayacak tedbirleri almak ve göçmen işleriyle görevli kamu kurum ve kuruluşları
arasında koordinasyon görevini yürütmek olacaktır. Başbakanlığa bağlı ve Gene1 Bütçe
içinde ayrı bütçeli olmasında fayda görülen söz konusu kurumun görevleri şunlar olmalıdır:
9. Çeşitli Kanunlar ve Bakanlar Kurulu Kararı i1e kendisine verilen diğer görevleri
yapmak.
108
gösteren Service of Immigration and Naturalization adlı kurum, kurulması önerilen birim
için iyi bir örnek olarak ele alınabilir.
109
MUSTAFA KAHRAMANYOL
(Eski Yugoslavya)
-Devletin ordusu, Dünya’nın en güçlü ordusudur. İnsan gücü, eğitim seviyesi, silâh
gücü, manevi gücü, disiplini ve yaşama şartları itibarı i1e Osmanlı Ordusu i1e boy ölçüşecek
başka bir ordu yoktur.
-Yönetim, adalet, din, eğitim ve her türlü üretim işlerinde yine Dünya’nın en
müstesna teşkilâtına sahiptir bu devlet.
-1596 yılında, merkezdeki hazinede nakit olarak 40,5 milyon duka altını
bulunmaktadır (16 milyar ABD doları kadar).
Osmanlı Cihan Devleti'ndeki düzen din esasına göre kurulmuş idi. Kökeni ne olursa
olsun, Müslümanlar imtiyaz sahibi olan ve devletin esas unsurunu teşkil eden bir "Mi11et"
110
idi. Diğerleri dе Yahudi, Rum, Katolik, Ermeni ve Süryani "Milleti" olarak tasnif edilirdi.
Şüphesizdir ki, Türkler devletin esas kurucusu ve sahibi olarak bakılmakla beraber,
ayırımcılıktan elden geldiğince kaçınılmıştır. Bu sebepten olsa gerektir ki, yurt yapılan yeni
mülke daha ziyade Türk halkı iskân ettirilmiştir. Yönetim, askerlik ve eğitim i1e ilgili işler
için i1k dönemlerde eski topraklardan uzman getirilmiş olması tabiidir. Daha sonraları yerli
insanların bu işleri ele aldığı görülmektedir. Belçika’nın Anvers şehrindeki bir sohbetimizde
müteveffa Profesör Jan Marka’nın (Jean Marquet) bu hususu hayranlıkla vurgulayan yorumu
hâlâ aklımdadır. Ayrıca, milleti ne olursa olsun, üretim veya ticaretle uğraşan tebaa arzu ettiği
her yere yerleşebilmiştir. Bundan ötürüdür ki, 13 Kasım 1595 tarihinde başlayan isyanda
Bükreş’te 4000 ve Yerköy'de (Georgiyu) katledilen 4000 kişinin içerisinde Müslümanların
yanı sıra Rumlar, Yahudiler ve Ermeniler dе bulunabilmiştir. Türkler, muhtemeldir ki Orta
Asya'dan getirdikleri hür ruhun bir eseri olarak, fetihlerle elde edilen Estergon, Eğri (Er1au,
Eger), Yanıkkale (Raab, Giyor), Uyvar (Neuhausel, Ersek-Uyvar) ve Kanije (Gross-Kanisa,
Nagi- Kanitsa) gibi çok uzak serhat boylarına büyük bir arzuyla ve azimle yerleşebilmişlerdir.
Hürriyeti ve bağımsızlığı ruhunda yaşatan bu milletin Dünya’nın diğer ülkelerine dе aynı
ruhun bir eseri olarak gitmekle mutlu olmuş olsalar gerektir. Malezya, Endonezya, Pakistan,
Hindistan, Sudan, Libya, Tunus, Cezayir ve Fas gibi ülkelerde "benim aslım Türk’tür" diyen
insanlara hâlâ kolaylıkla rastlanmasının sebebi bu olsa gerektir. Sudan’ın yönetiminde bu gibi
insanların çokluğu bir zamanlar beni çok şaşırtmıştır. Bir ziyaretimde, seceresini Özdemir
Paşa'ya kadar götüren üst yönetim mensuplarının beni nasıl bir sıcaklıkla ve içtenlikle
karşılamış olduklarını anlatmam zordur. Öte taraftan, mülkün diğer Müslüman unsuru dа
Türklerle beraber yurt yapılan yerlere yerleşmekte heyecanlı ve arzulu olmuştur. Bir örnek
vermek gerekirse; Bosna-Hersek Cumhuriyeti'nin eski Cumhurbaşkanı A1iya İzzetbegoviç'in
ailesinin Budin'1i akıncılar olduğunu, zaman içerisinde sırasıyla Şabas, Belgrad ve
Saraybosna şehirlerine çekilerek göç ettiklerini biliyoruz.
111
Tatarlara ve Çerkezlere Balkanlar'da rastlamak mümkündür. Ana tarafımın Tatar olan kısmı
muhtemelen 1864 yılındaki Kırım Savaşı sonunda Balkanlar'a yerleşmişti. Ancak, 1877–1878
Rus - Osmanlı Savaşı’ndan sonra Müslümanların perişan kitleler halinde Anadolu'ya ve
öze11ik1e İstanbul'a sığındıklarını görmekteyiz. 1912 yılındaki Balkan Savaşı’ndan sonra ise
perişan ve sefil hâlde olan yüz binler doğrudan İstanbul'a aktı. Bunların sadece beslenmesi
bile devlet için büyük dert oldu. Nerede kaldı barınma, giyinme, iş bulma, sağlık bakımı,
eğitim!... Bu noktada milletin kendisi yetişmiş ve dertli vatandaşları ile başta evi olmak üzere,
her şeyini paylaşmıştır. Esasen, Osmanlı’nın 1800'lerden itibaren başlattığı yenileşme ve
sanayileşme gayretleri, kendisine karşı acilen savaşların ve se1 gibi akan kaçkın kitlelerinin
yol açmış olduğu giderler yüzünden daima engellenmiştir. Bunları sahneye koyanların çok iyi
birer yapımcı olduklarını kabul etmek gerekir elhak!...
İstanbul'a akan büyük göçmen kitlesi zaman içerisinde Anadolu'nun çeşitli yerlerine
yerleştirilmiştir. İnsanoğlunun tabiatı icabı bu maceranın her anı mutlaka sancılı olmuştur.
Fakat muhacirlerin anavatandaki Türklük tarafından şefkatle karşılandığı bir gerçektir.
Devletin çoktandır ihmal etmek zaruretinde kaldığı Anadolu'ya bu göçmenler hatırı sayılır
bir canlanma getirmişlerdir. Ne dе olsa bunlar daha verimli ve İstanbul'a çok yakın
topraklardan geliyorlardı. Bunların yaşayış tarzında ve dillerinde İstanbul’un etkisi çok
büyüktü. Yüzlerce yıldan beri yapılamamış olan ve İstanbul hayatının yurdun en ücra
köşelerine taşınması diyebileceğimiz bir hadise bir felâketin sonucunda gerçekleşmiştir.
Büyük Mustafa Kemal, yâd ellerde kalacak olan soydaşlarının büyük acılar çekeceğini
biliyordu. Atatürk, hem bu acıların önüne geçmek hem dе yurdun her yanına ayni kültürü
götürebilmek amacıyla olsa gerektir ki mübadele diye bilinen büyük göçü başlattı ve çok
başarılı bir şekilde sonlandırdı.
"Estergon Kalesi subaşı durak", "A1dı Nemçe bizim nazlı Budin'i" gibi türküler bu
hicranlı hayatın canlı hatıralarıdır. Türk Milleti, bu hayatın ruhundaki akislerini şiir, türkü,
masal, hikâye ve sair edebî eserler hâlinde günümüze miras bırakmıştır.
(1) Öztuna, Yılmaz: Büyük Osmanlı Tarihi, 3. Ci1t, 1994. Ötüken Neşriyat, İstanbul.
ISBN–975–437–141–5.
(2) Mc Carthy, Justin : Death and Exi1e. The Ethnic Cleansing of Ottoman Muslims,
1881-1922. The Darwin Press Inc., Princenton, USA, 1995. ISBN 0-87850-094-4.
112
TÜRKER ACAROĞLU
(Razgrat,1915)
İyi bir derleme müdürü ve araştırmacı olarak kültür tarihimizde yer alan T.
Acaroğlu hizmetlerinden dolayı birçok kez ödüllendirilmiştir.
113
bunları hiç duymak istemiyorlar. Kendi bilim adamları bile bunları kullanmaktan
çekiniyorlar.
Sofya'ya yeni bir Baş müftü atamışlar: adını Nedü Gencev koymuşlar, eski Türk-
İslâm adı Nedim imiş. Bu adam ilkin polis okulunda, daha sonra hukuk fakültesinde
okumuş. Şumnu’ya emniyet görevlisi olarak atanmış. Sonra iki yıl da Kırçaali müftüsü
olmuş. İşte bu iki yıl içinde Müslümanlığı ‘öğrenmiş’, sonra da Suriye’ye “doktora”
yapmak üzere gönderilmiş. Belki de kendisine göstermelik bir “otorite doktorası” alınmış.
Demek oluyor ki, bundan böyle Bulgaristan’da – Suriye’den “icazetli” olarak-Hıristiyanlık-
Kızılbaşlık karışımı yepyeni bir Müslümanlık çıkacak ortaya. Nitekim şimdi baş müftülük
bir de küçük dergi çıkarmaya başlamış. Tabiî, bu da göstermelik; bunun da “asimilasyon ve
İslâmdan uzaklaştırma propagandası’ndan başka bir şey olacağını beklemek saflıktır.”Dinle
ilgili terimler, daha şimdiden Türkçeden uzaklaştırılıp yerli resmi dille(Bulgarca olarak)
öğrenilmeye başlamış bile...
Sofya Üniversitesine bağlı Türk Dili ve Edebiyatı Enstitüsü, bilimsel olmaktan çok
politik bir kuruluş olarak kullanılmaktadır. Başında bulunan Doç. Emil Boev, Gagauz’dan
dönme yeni bir Hıristiyan – Bulgar; asistanı Vera Semercieva ise İstanbullu bir Hıristiyan
Ermeni, eski yurttaşımız... İşte, "köküne dönüş" olayının başlıca “aydınlatıcıları” bunlar:
başlıca Politika, diplomasi, her türlü istihbarat 'işleriyle çok sıkı bir bağları var; hatta, çok
kişinin canını da yakmış kimseler... Mahut “kampanya”ya bilimsel açıdan (yani dil,
edebiyat, halkbilim, etnografya vb. açılardan) “ışık tutan” en büyük uzmanlar, bunlar!..
Şimdi, bunlara bir de tarihçi Petrov denilen bir adam katılmıştır. Son yıllara gelinceye dek
bizde yapılan birçok toplantı, sempozyum vе kongreye katılmış olan bu kimselerin, hiç
değilse bundan böyle, Türkiye'ye ayak basmalarına kesinlikle olanak verilmemelidir. Bu
yapılırsa, Bulgaristan'daki birçok Türk, moral bakımından; birazcık tatmin olunurlar.
İtiraf edelim ki, son beş yıl onların hesabına akıp gitti. Biz, hiçbir şey yapamadık.
Onlarsa, Bulgaristan'daki Müslüman Türk çocuklarını ve şuraya-buraya yükselmek
isteyenlerin beyinlerini yıkamayı sürdürüyorlar. Bu adamlara çok şeyler vaad ediliyor.
İlkokullardan başlayarak yüksek okullara varıncaya dek, Türk çocukları üzerinde çok yönlü
ve yoğun bir “Bulgarla benzeşme” propagandası yürütülüyor. Yöntemleri, hiç bir yasaya da
ilke tanımıyor. Amaca varabilmek için her yolu deniyor, her şeyi ‘mübah’ sayıyorlar.
114
Şimdi, Bulgaristan Türkleri arasında göçmenlik için söylenti1er duyuluyormuş:
Ancak birkaç yüz aileyi kapsamına alacak, çok sınırlı bir göçmenlik; ana-baba, karı – koca -
çocuk gibi bölünmüş aileler... Bu durum karşısında, Bulgaristan Türkleri umutsuzluğa
düşüyor, bize inançlarını dа yitiriyorlar. Belki bilimsel kurumlarımızın, kitle haberleşme
araçlarımızın partilerimizin, hükümetimizin bu sorunda dа faal ve yoğun girişimlerde
bulunmaları yerinde ve yararlı olur. Sorunun çözümü için “dilim dilim” yöntemiyle hiçbir
yere varılamayacağı bilinmelidir. Bunca yıllık deneyimlerden sonra Bulgarlara kesinlikle
inanmamak gerektiğini anlamalıyız. Son zamanlarda yalnızca bölünmüş ailelerden söz
edilmesi, Bulgaristan Türklerini hayli üzüyor. Siyasal partilerimizin bu sorunla ilgili hiçbir
şey söylememeleri, suskun kalmaları hüzün vе esef verici bir durumdur.
Bulgaristan Türklerine moral verici Türkiye, Ankara vе İstanbul kısa ve orta dalga
radyo yayınlarını, Bulgarlar, çok güçlü parazitlerle bozuyorlar. Bu alanda gereken önlemler
alınırsa, radyo yayınlarımız orada daha net biçimde dinlenebilir.
115
BEĞLÂN TOĞROL
Direniş
Charles Dickens, “İki Şehrin Öyküsü” adlı ve 1789 Fransız İhtilâli esnasında
kişisel dramları içeren romanına, "Zamanların en iyisi, zamanların en kötüsü ....", diye
başlamaktadır. Gerçekten yaşları yarım yüzyılı geçmiş kişilerin hayatında belki dе 1989
yılı tıpkı böyle unutulmayacak bir yıl olarak kalacaktır. Charles Dickens'in romanına
konu olarak aldığı 1789 Fransız İhtilâlinden tam 200 yıl sonra, 1989'un ortasından
itibaren çatırdayan politik dengeler Berlin duvarıyla birlikte yıkılırken, bu enkaz
ardından pek çok sosyal, psikolojik ve tabiî ekonomik sorunları içeren feryatlar
kulaklarımızı çınlattı durdu. Bu arada, Doğu Türkistan'dan Kafkasya’ya Kafkasya'dan
Тunа boylarına kadar dış Türklerin hüzünlü sesleri çeşitli lehçeler ve ağızlarla
kulağımıza ulaşmaya ve hatta Rumelili ağzıyla "bizi çığırmaya" başladı. Bunların
arasında bizim için en tiz'i tabiî ki hemen yanı başımızda Bulgaristan'daki
soydaşlarımızın sesleriydi. Bu sesi işitmememize imkân yoktu. Çünkü üç ау süresince
her gün çok sayıda Türk soydaş televizyondan Bulgaristan'da işlenen insanlık suçunu
bizlere seslendi durdu. Ancak, bu sese Anavatanlarındaki soydaşlarından başka kimseler
pek aldırmadılar. Medenî devletlerin bu ve benzeri olaylara, hiç bir ayırım, bir tefrik
yapmaksızın gereken önemi verdikleri ve tedbirlerini a1ıp, yok edilen hakların iadesine
çalıştıkları, insanlık suçu isleyenleri mükâfatlandırmak yerine milletlerarası arenada
cezalandırmaya başladıkları zaman, alet edevat medeniyetinden gerçek insanî
medeniyete erişeceklerine inanıyorum.
116
halkın, öncelikle 1984'ten beri, “adlarının gasp edilmesiyle” başlayan insanlık suçuna bir
takım tepkilerde bulunduğu muhakkaktır. Bu tepkilerin, 1989'un ikinci yarısında
Bulgaristan yöneticileri tarafından beklenmedik bir düzeye eriştiği, hele son zamanlarda
onları büsbütün şaşırtarak "zorunlu göç" gibi gerek memleketindeki Türklere ve gerekse
Türkiye'ye yönelik açık agresif tavırlar sergilemelerine ve milletlerarası toplantılarda
köşeye sıkışmalarına, bir yandan inkâr, bir yandan iftira ve diğer yandan dа tehditler
savurmalarına yol açan bir seviyede geliştiği anlaşılmaktadır.
21. yüzyıla çok yaklaşmışken, 20. yüzyılımızın artık tarih sayfalarına Atom Çağı,
Bilgisayar Çağı gibi bilim ve teknolojinin zaferini simgeleyen unvanlarla yerleşmeye
başladığını görüyoruz. Gerçekten, fizik bilimlerinin akıl almaz bir başarıyla geliştiği ve
bulguların teknolojiye uyarlanarak insanlığın hizmetine sunulduğu çağımızda, hele 1991'in
ilk günlerinde devam eden Körfez Savaşıyla; savaşın dahi hukuki ve ilmi bir presizyonla
(dakiklikle) nasıl yürütüldüğünü televizyon ve radyo gibi kitle iletişim araçlarımızdan anı
anına büyük bir hayretle izledik. Batıda son yirmi yılda genetik mühendisliği dalında
yapılan bilimsel araştırma ve çalışmalar, bilhassa Amerika'da, ortaya çıkaracakları ahlâkî ve
siyasî sorunlar nedeniyle, halk tarafından büyük ve şiddetli protestolarla karşılanmış;
resmen bu tür araştırmalara ket vurulmuş, en azından alenî ve yaygın bir şekilde yapılmaları
önlenmiştir. 20. yüzyılın ilk çeyreğinden günümüze değin yarım yüzyılı aşan bir zaman
sürecinde ise vüs’at ve şiddetine daha önceki devirlerde rastlanmamış olan ve insanlığı en
az bilimsel ve teknolojik gelişmeler ve genetik mühendisliği alanında olup bitenler kadar
ilgilendirmesi gereken, fakat nedense emplikasyonları kitlelere gerektiği şiddette
aksetmemiş bulunan bir olay daha vardır. Bu olay, Batı'nın 1936'lardaki Moskova
Mahkemelerinden itibaren gözleri önüne serilen ve insan zihnini zorla değiştirme*** üzere
bilhassa komünistler ve benzeri bir takım başka siyasî teşkilâtlar tarafından bazı gruplara
karşı uygulanan psikolojik tekniklerdir. Endoktrinasyon, beyin yıkama, düşünce reformu gibi
terimlerle ifade edilen bu yeni yöntemler, insanlığın insan olduğu binlerce yıldır en fazla
kıymet verdiği, “kendisi olma” haysiyeti ve hakkını vahşicesine elinden alıp yok eden ve
onu olduğundan başka bir insan yapan psikolojik silâhlardır. Bu silahların Naziler
zamanında kendi özelliklerine has bir şekilde gestapo temerküz kamplarında ve bir yerde
bazı ayarlamalarla tüm Almanya’da kullanılmış olduğu ve komünizmle birlikte Rusya'da,
demirperde ülkelerinde, Çin'de ve Kore'de gerek kendi halkları, gerek muhalifleri ve
bilhassa harp esirleri üzerinde denendikleri bir gerçektir.
***
İngilizcesi: to manipulate the minds of human beings.
117
adlarıyla değiştirilmesiyle" son safhasına ulaşmıştır. Böylece, komünist Bulgaristan
idarecileri, 20. yüzyılın son yıllarında, bütün dünyanın gözleri önünde, meselâ, nazi
Almanya’sında temerküz veya imha kamplarında olanlarla es mahiyette bir “insanlık
suçu” işlemiş oldular. Psikologlar insan yavrusunun kişilik gelişiminin doğumuyla
birlikte, hatta ana karnından itibaren başladığını, ve ilk altı yıllık devrede şekillenerek
bir “ben”e sahip birey olarak, değişmesi zor özelliklerine kavuştuğunu kabul
etmektedirler. “Ben” ve “benlik” duygusu insanın yakın ve uzak çevresiyle, kısaca
dünyasıyla ilişkilerinde sahip olduğu en temel mihenk taşı, referans birimi işlevini
görür. “Ben” olduğum sürece; “Sen”, “О” ve “çevrem” vardır. Bütün bunlar “ben”imle
anlam kazanır. “Ben” yoksam, hiçlik (а void) vardır. Bu sebeplerden ötürü bir insanın
kendisinin “ben”lik kavramı yaşamak hakkı kadar önemli, en temel hakkını ve
hürriyetini temsil eder. Onu kaybetmek, onurunu, haysiyetini, insanlığını kaybetmekle
eş değerlidir. Hele Türklerde, var oldukları günden beri, “ad”ın ne büyük bir önem
taşıdığı, bilhassa Dede Korkut Destanı ve benzeri belgelerden bilinmektedir.
Gerek nazi Almanya’sında, gerek komünist Rusya, Çin ve Kore gibi onların
peyklerinde olanlarla, Bulgaristan'daki Türklere karşı yapılanların hepsi aynı biçimde
totaliter, son derece kuvvetli sosyal organizasyonların, kendi himayelerindeki mazlum
insanlara karşı işledikleri organize zulümlerdir. Birinci Dünya Savaşı; ilerleme vе
tekamülle insanlığın problemlerini çözebileceğine, hayatına yeni anlamlar
kazandırabileceğine dair inançları yıkmıştır. İkinci Dünya Savaşı ise, teknolojiye bağlı
ilerlemelerin insanlığın saldırganlık insiyaklarını daha dakik, daha inanılmaz
seviyelerde korkunç şekillere dönüştürebileceğini ispatlamış oldu. Kuvvetli sosyal
organizasyonların gelişimine bağlı ilerlemeler neticesinde Buchenwald'1er,
Auschwitz'1er, Gulag Takım Adaları, Kore Esir Kampları veya Belene’ler ortaya
çıkmıştır.
1939'dan 1945'е kadar devam eden altı yıllık İkinci Dünya Savaşından sonra ve
ancak arkada milyonlarca ölü bırakılarak tüm dünyanın gayretiyle, Hitler'in kurduğu
dehşet makinesinin yıkımı gerçekleşebilmiştir. Hitler 1933'te başa geçtiğine göre, tam 12
sene bu dehşet kampları dünyanın gözleri önünde işleyip durmuştur. Temerküz
kamplarının hukukî gerekçesi, Alman anayasasının cumhurbaşkanına verdiği olağanüstü
yetkilerle, devlet düzeninin korunmasını öngören 48. maddesine dayanmaktaydı. İlk
defa Von Hindenburg zamanında, devleti korumak üzere, “koruyucu tutukluluk” adı
altında işletilmeye başlanan bu madde, çıkartılan ek kanunlarla tutukluların gizli polise
teslim edilmeleriyle birlikte, onların mahkemelere başvurmalarını dа önlemiştir. 1933'te
Hitler'in nazi partisi seçimleri kazanınca, olay tam manasıyla çığırından çıkarak önce
rejim, sonra parti düşmanları, filân derken, gelişmeler 1942'de mazlum insanların
Auschwitz'deki gaz odalarında imha edilmelerine kadar gelip dayanmıştır. Rusya'da olup
bitenler ise, komünist partinin 1917'de iktidarı ele geçirmesiyle başlamış, fakat 1924'te
118
Lenin'in ölümüne takiben, Stalin'in başa geçmesiyle onun ölüm tarihi olan 5 Mart 1953'е
kadar tam yirmi dokuz sene en karanlık devrini yaşamıştır. Ancak, Sakharov,
Solzhenitsin v.b. Rus aydınlarının cılız muhalefetiyle başlayan ve 1990 Barış ödülü
sahibi S.S.C.B. lideri Sayın Gorbacev'in ortaya koyduğu “glasnost” ve “perestroika”
politikasıyla birlikte, hemen hemen yetmiş yıl sonra yeni bir aşamaya ulaşan gelişmeler,
insanlık tarihinde geniş ufuklar açmıştır.
Kuzey Kore'de olanlara, 1950 ile 1953 yılları arasında Birleşmiş Milletler
Kuvvetlerinin savaşması ve bunun sonucunda Güney Kore'nin kurtarılmasıyla üç yıl sonra
“dur” denilebilmiştir. Kuzey Kore esir kamplarında yapılanlar hukukî dayanaktan yoksun,
Cenevre Anlaşmasına aykırı tasarruflardı. Hitler'in insanlığa karşı yürüttüğü organize
gaddarlık ile Kuzey Kore'de olanlara hür dünya milletleri savaşarak ve kanlarını akıtarak
müdahale etmişlerdir. Dünyanın ikinci süper güçü olan Rusya'da ise, aynı sistemin kendi
içinden çıkmış bir liderinin üstün beyin gücü ve yürekliliği sayesinde ve türlü zorluklara
rağmen, son verilmeye çalışılmaktadır. Bulgaristan Türklerinin çilesi, 1877-1878 Türk-Rus
Savaşıyla başlamış, 1878'de imzalanan Berlin Andlaşmasının onların haklarını koruyan tüm
maddelerine rağmen ve daha sonra imzalanmış bütün ikili ve uluslararası andlaşmalara karşın
bu güne kadar 114 yıldır hiç bitmeden devam etmiştir. Ve, 114 yıldır Bulgaristan Türkleri,
dünyanın umursamaz bakışları karşısında, “haklarına kavuşma mücadelelerini”, yalnız
başlarına vermektedirler.
119
vicdanlarını arama" olayının, bu yıkımın alt yapısını oluşturduğundan ben şahsen hiç şüphe
etmiyorum. Bu çalışmamı Bulgaristan halklarını kötülemek için ele almadım. Onların dа içinde
yaşamak zorunda kaldıkları yönetimlerin şartlarına tâbî olduklarını biliyorum. Buna rağmen,
Bulgaristan idaresinin Türklere karşı yaptıklarını tasvip etmeyen, hatta bunlardan eza duyan
sade Bulgar vatandaşlarının bulunduğunu dа biliyorum. Bunları bana daha 1989 yazında
“zorunlu göç”le Türkiye'ye sığınan soydaşlarımız geldiklerinde anlatmışlardı. Nitekim,
Bulgaristan Türkleriyle ilgili olarak о günlerde yapmış olduğum psikolojik araştırmada,
genelde Bulgar halkının ve kendi komşularının olaylara karşı tutumları (atitude) i1e ilgili
olarak sorduğum sorulara soydaşlarımızın verdikleri cevaplardan şu sonucu çıkarmıştım:
120
HASAN KÖNİ
(İstanbul, 1945)
Bundan bir yıl önce yeni yazacağı bir kitap için Avusturyalı Tarihçi Erich
Feigl ile konuşuyordum. Kendisinin bildiği gibi Ermenilerin Terör miti diye birçok
dillere çevrilmiş bir kitabı var. Bu kitabını yazarken kendisi Türk tarihinin önemli
bölümlerini incelemek zorunda kalmış. Bu nedenle tarihimizi iyi biliyor. Türklerin
yurtdışındaki zor durumlarını konuşurken benim üzüntüye ve karamsarlığa düşmem
karşısında bana herkese söylemeyeceğim bir Şeyi size söyleyeceğim dedi:
“Biz de tarihte Türkler gibi bir büyük devlet kurduk. Ancak, Avusturya-
Macaristan İmparatorluğu yıkılınca yenisini kurmak mümkün olmadı. Siz ise tarih
boyunca imparatorluklar kurup durmuşsunuz, kaybolduğunuz devirler olmuş, gene
kendi kendinize ortaya çıkmışsınız ve devlet kurmuşsunuz. Böyle bir soy
kaybolmaz ve kolay yıkılmaz bu nedenle kederlenmeyiniz.” Gerçekten de sonradan
düşündüğüm gibi kendi başına, kimsenin yardımı olmaksızın ortaya çıkabilen ender
bir yapıya sahip bir milletin bazı devirlerde sıkışması geniş bir tarihi perspektif
içinde bakıldığında çok korkutucu ge1miyor. Bulgaristan'daki sorunlu kılınan Türk
göçüne de bu gözle bakmak gerekiyor. Kimisi Batılı Devletlerin yardımıyla kurulan
ve onun içinde bulunan lobilerinin politikasıyla ayakta duran, kimi, pan-slavist
politikalar içinde Orta Asya'dan gelip kendini Slav sanan bir yapı üzerine Rus
Çarlığı tarafından bindirilen devlet yapıların sahip ülkelerin, destekli kuruluş
kompleksleri içinde kendi içlerinde bulunan azınlıklara daha insanî davranmaları
beklenemezdi. Karmaşık bir di1, din ve soy yapısına sahip bulunan Balkanlar’da
diğer ülkelerin birbirlerinin azın1ıklarına Türk azınlıklarına davrandıkları gibi,
davrandıkları düşünülürse yukarıdaki tezimizin doğruluğu anlaşılacaktır.
121
Bulgarların bir tutumları ise yeni değildir. 1950 yılında dа 250.000 kadar
Türkü üç ау içinde Türkiye'ye yollamayı planlamışlar ve ancak 180.000 kadarı
Türkiye'ye gelebilmiştir.
122
Bulgar Yazarlar Birliğine Türkiye Yazarlar Sendikasının Mektubu
Sofya’da hem telif hem çeviri Türkçe yayınlar yapan büyük bir yayınevi vardı.
Türkiye’de yayımlanmayan ve yasak da olmayan pek çok değerli kitapları bu
yayınevinden sağlıyorduk.Örneğin Nazım Hikmet’in sekiz ciltlik Türkçe bütün
yapıtlarını bu yayınevinden alabilmiştik. Doğal olarak Bulgarcayla birlikte, Bulgaristan
Türkleri için anadilleri olan Türkçe eğitim yapan okulları ve Türk öğretmen okulu vardı.
Türkçe haftalık gazete ve çocuk dergisi ve aylık magazin yayımlanıyordu. Bulgaristan
halkının ortalama onda biri Türk kökenli olduğundan, Bulgaristan Türkleri Bulgarlarla
eşit haklarla bütün örgüt, kurum ve kuruluşlarda yer alıyor, iş buluyor ve görev
yapıyorlardı. O zamanlardaki incelemelerimizde, Bulgaristan’daki Türklerden hiçbirinin
Türk ulusalcılığı gütmeyip kendilerini Türk kökenli Bulgaristan yurttaşı saymalarını
sosyalist eğitimin başarısı olarak görüyor ve bu güzel izlenimleri yazılarımızla,
kitaplarımızla Türk okurlarına iletiyorduk. Örneğin TYS Genel Başkanı Aziz Nesin
1965 yılında Bulgaristan’a yaptığı gezide Bulgaristan Devlet Başkanı (Bulgaristan
Komünist Partisi Genel Sekreteri) Todor Jivkov’la makamında konuşmuş ve T.
Jivkov’un özel demecini 15 Kasım 1965 tarihli Akşam Gazetesinde yayımlamış ve bu
yayın T. Jivkov’da memnunluk yaratmıştı. Aziz Nesin’in “Soruşturmada” adlı kitabında
yer alan o konuşmanın bir bölümünün özetini buraya aktarıyoruz:
Aziz Nesin – Bulgaristan’da Türk azınlığının, takriben nüfusun onda biri olduğu
biliniyor. Burada Türk azınlığının eşit şartlarda yaşadığını gördük. Bulgaristan Türklerinin
yetiştirilmesi ne yolda oluyor? Buradaki Türklerin, Bulgaristan halk idaresine ve
organizasyonlara katılma nispeti nedir?
123
Onlar, gerek siyasi hayata ve gerekse memleketin idaresine faal bir şekilde iştirak
etmektedirler. Meselâ Bulgaristan Millet Meclisinde 10 Türk milletvekili vardır. Halk
idaresinin yerel organlarında, yani, vilâyet, şehir belediye halk şuralarında 4000 den fazla
Türk aza çalışmaktadır. Bunların 900’ü kadındır. Vatan cephesi teşkilatlarında Türk kadın
ve erkek seçmenlerin yaklaşık olarak yüzde 90’ı azadır.(......) Mesela eski burjuvazi
Bulgaristan’da 356 ilkokulda sadece 35.000 Türk talebesi okutuyorken ve memleketimizin
sadece 167 Türk lisesi ve dini tahsil okulu varken, bugün 1556 ilk ve ortaokullarda,
liselerde ve teknik okullarda 158.000’den fazla Türk çocuk ve genç okumaktadır. Halk
idaremiz yıllarında 14.000 Türk erkek ve kadın lise ve yüksek tahsili bitirmişlerdir. Şimdi
her yıl liselerde yaklaşık olarak 12.000 Türk genci okumaktadır.(......) Yüksek ihtisas
sahibi olan bunlar, hekim, ziraat mühendisi, mühendis, gazeteci, yazar, rejisör ve
müzisyenler olarak çalışmaktadır.
Türk ahalisinin kalabalık olarak yaşadığı bölgelerde 600’den fazla okul inşa
edilmiştir. Bütün köylerde Türkçe ve gereken edebiyat kitapları olan halkevleri ve okuma
evleri açılmıştır. Şimdiye kadar 3,5 milyon tirajlı 700 Türkçe kitap çıkarılmıştır. Halk
idaremiz Türklere “Yeni Işık”, “Halk Gençliği” ve “Yeni Hayat” gibi gazete ve dergi
çıkarmaktadır. Bunların tirajı 90.000’dir.
Durum böyle sürerken, Başta Todor Jivkov olmak üzere Bulgaristan hükümetinin
ve bütün yönetmen ve yetkililerinin bu olumlu politikalarını yavaş yavaş değiştirerek, son
onbeş yıl içinde bu politika tam tersine çevrilmiş, Bulgaristan Türklerinin türlü baskı
yollarıyla asimile edilmesine çalışılmıştır. Önce Türk okulları, Türkçe kitap bulunan
okumaevleri kapatılmış, Türk öğretmenler işlerinden çıkarılmış, Sofya’daki Türkçe
Yayınevi kapatılmıştır. Türk çocuklarının sünnet edilmesinin Marksizme aykırılığı gibi
bilim dışı bir iddia ile sünnet yasaklanmaya çalışılmış (halkın direnci karşısında ilkin
bundan vazgeçilmiş), daha sonra okullarda Türkçe dersler yasaklanmış, Türkçe dergi ve
gazete yayınları durdurulmuştur.
Türkiye Yazarlar Sendikası Başkanı, konuyu açıkça konuşmak için sayın Todor
Jivkov’dan görüşme isteminde bulunduysa da,önceleri bu konuşmayı memnunlukla
karşılayan Todor Jivkovla, ne red ne kabul anlamına gelebilecek uzatmalarla, bu görüşme
yapılamadı.
124
Bulgaristan yönetiminin Bulgaristan Türklerine baskısı gittikçe artarak, sonunda
resmi Bulgaristan tarihi değiştirilerek, Bulgaristan Türklerinin bin küsur yıl önceleri Slav
kökenli oldukları, sonradan İslamlaşarak kendilerini Türk sandıkları gibi bir yeni siyasî
tarih tezi ortaya atıldı. Oysa daha önceki tarihe göre, Bulgarların kökeninin Balkar
Türkleri olup sonradan karışarak Slavlaştıkları söyleniyordu. Biz, tarih tezlerinin
doğruluğu yanlışlığı üzerinde durmuyoruz. Ancak kesin olarak doğruluğunu bildiğimiz ve
inandığımız şudur ki, insanların coğrafyaları ve kişilikleri, bin ikibin yıl öncelere dayanan
tarih tezleriyle değiştirilemez. İnsanlar, hangi halktan olduklarını kendi istençleriyle
belirlemekte, hatta seçmekte özgürdürler, özgür olmadırlar. Devlet baskısı ve zoruyla
halkların kimlik ve kişiliklerini değiştirmeye zorlanmaları başta sosyalizm olmakla üzere,
hümanizme, hatta insanlığa aykırıdır.
Bütün bu yapılanların, her nerde ve ne zaman olursa olsun, salt sosyalizme değil,
demokrasiye, insan haklarına ve çağdaşlığa aykırı olduğunu ilân eder ve bu bildirimizi
önce Bulgaristan yazarlarına duyurmak ve doğruluktan yana Bulgar meslektaşlarımızın da
bizi destekleyeceklerini ummak isteriz.
125
Bu mektubumuzu, yanıt almak umuduyla, iadeli taahhütlü postayla Bulgar
Yazarlar Birliğine, Bulgaristan Türkiye Büyük Elçiliğine ve İstanbul Başkonsolosluğuna
sunuyoruz
Tarihin öyle dönemleri ve koşulları olmuştur ki, bir tek doğru ve yürekli insan
bile, mensup olduğu halkın onurunu tek başına kurtarabilmiştir. Doğruyu ve doğruluğu
savunabilecek bir tek Bulgar yazarı bile, bütün Bulgaristan üzerine yaymaya çalışılan bu
baskının karanlığını aydınlatıp gerçeği gösterebilecek kıvılcımı çakabilir. Bulgar yazarı
meslektaşlarımızdan bu akılcılığı ve yürekliliği bekliyoruz.
Yazarlar olarak bizleri, hükümetler arası resmî ilişkiden daha çok halklar arası
ilişki ilgilendirmektedir. Bugünkü kötü koşulların sürmesi durumunda bile Türk ve Bulgar
hükümetleri, ülkelerin karşılıklı kimi çıkarları nedeniyle aralarında sözde iyi ilişki
kurabilirler. Ama biz Türk yazarları, bugün Bulgaristan’da yapılan insan haklarına aykırı
davranışlara ses çıkarmamanın ve göz yummanın, gelecekte halklarımız arasındaki ilişkiyi
de zedeleyeceğine inanıyoruz. Biz yazarlar, yarını kuracak olan insanlarsak, halklarımız
arasında gerçek, içten ve güçlü bir dostluğun ve sevginin kurulmasını istiyoruz.
Biz Türk Yazarları, Bulgar yazarlarıyla olan o bir zamanların çok güzel ve
unutulmaz dostluğunun yeniden kurulmasını ve yaşatılmasını diliyoruz.
Her zaman barış için ve her zaman içtenlikle gerçek dostlukla.
126
Türkiye ve Balkan Türkleri Edebiyatlarından Seçmeler
127
Türkiye
128
Yazılı Edebiyat
129
REŞAT NURİ GÜNTEKİN
(İstanbul, 1889-Londra, 1956)
Edebiyatta, Diken dergisinde çıkan Eski Ahbap (1917) adlı uzun hikâyesiyle giren
yazarın ilk hikâyeleri, tiyatro eleştirme yazıları Zaman gazetesinde, Nedim, Büyük Mecmua
ve İnci dergilerinde yayımlandı. Vakit gazetesinde tefrika edilen Çalıkuşu romanıyla ün
kazandı. Roman, hikâye, oyun, gezi, deneme türünde çevrilerle birlikte yüze yakın esere
imzasını atan Reşat Nuri Güntekin, Cumhuriyet döneminin en üretken ve tanınmış
edebiyatçılarından biri oldu.
KİRAZLAR
Karşımızda, beş altı dönümlük kocaman bir bahçenin içinde yarı kaybolmuş eski
bir ev vardı. Panjurları hemen her vakit kapalı duran bu evde ihtiyar bir karı koca oturur.
Arasıra öteberi almak için çarsıya giden gene ihtiyar bir hizmetçilerinden başka kimseleri
yoktur. Kimse i1e görüşmezler. Bununla beraber mahalle halkı kim olduklarını, nasıl
yaşadıklarını öğrenmiştir.
“Bazı, gecenin ayazından hasta düştükleri o1ur. Düşününüz; bir bahçe kirazları
olduğu hâlde ne kendileri, ne hizmetçileri bir tek kiraz yemezlermiş."
"En sonra kirazlar olgunlaşır. Onları sepetlere doldururlar, araba araba pazara
götürürler. Aldatılmaktan korktukları için kendileri dе bu arabaların arkası sıra giderler.
Неm de yayan olarak."
130
"Mülklerinin kirasını hemşerilerinden yaşlı bir avukat toplar, aydan aya getirip
kendilerine teslim eder. Avukatın kâtibi söylüyor:Parayı alırken ağlamaya başlarlarmış.
Anlayın para hırsının derecesini... Parayı herkes sever, ama bu kadar, fazla.."
Evet, para hırsının bu derecesi bana dа çok iğrenç görünmüştü. Fakat, sadece:
"Hastalık... Bu da bir çeşit hastalık" diye cevap verdim, fazla bir şey söylemedim.
***
Mayıs geldi, karşı bahçe, enikoni bir kiraz denizi hâlini aldı. Eski ev artık
büsbütün kaybolmuştu.
Komşunun hakkı varmış. İhtiyarlar gece gündüz bahçeyi bekliyorlardı. Bir düzine
köpek, kirazları onlardan daha iyi koruyamazdı. Meyvelerin toplanma zamanı geldi. İki
kanadı birden açılan demir kapının önüne yük arabaları yanaştı, pazara batmanlarla kiraz
gitti.
"Bizim bey selâm söylüyor, Doktor...Hanım biraz keyfini bozmuş. Siz hastaları iyi
edermişsiniz. Ücreti her kaç kuruşsa veririz, diyor." dedi.
"Hastalık hafif bir nezle idi. Fakat kadın, pek ihtiyar olduğu için çok sarsılmıştı.
Beni, şaşılacak kadar sevimli ve sokulgan bir çehre ile karşıladı. Zahmet edip
geldiğim için teşekkür ettikten sonra:
"Allah aşkına canımı sıkma... Kendi derdim kendime yeter, bir dе seninle mi
uğraşacağım." diye söylenmeye başladı.
131
Başımı kaldırmıştım, ihtiyarla göz göze geldik. Adamcağız bana anlatmaya lüzum
gördü:
İhtiyar kadın, bitkin, başını yastığa bırakmıştı. Ağlar gibi bir sesle huysuzluğuna
devam ediyordu:
"İstemem, ben ilâcı ne yapayım? Allah için beni kendi hâlime bırakın!"
"Şu çekmecenin içinde paralar var, oğlum. Ücretiniz neyse alın" dedi. İhtiyarın bu
sözüne dе şaştım. Bir cimrinin yarı açık bir çekmecede bu kadar para bırakması, sonra
evine giren bir yabancıya: "Elini sok dа istediğin kadarını аl"demesi tuhaf değil mi?
***
Dört gün sonra beni kirazlı eve bir kere daha çağırdılar. İhtiyar kadın epeyce
iyileşmişti. Bana kendi eliyle çay pişirmek için ısrar etti. Öteden beriden konuşmaya
başladık. Umduğumun tersine, bu ihtiyarların konuşmalarını çok tatlı buldum. Onlara başka
bir yerde rastlamış olsaydım: "Ne iyi, ne tatlı insanlar!" diyecektim. Fakat ne mal
olduklarını biliyordum.
"Keşke vermeseydi.... Fakat iki yıl önce yirmi gün ara ile ikisini dе aldı, yalnız
kaldık!”
Biri kemik hastalığından ölmüştü. Öteki beyin veremi denen bir hastalıktan.
Yavrumu bir kaza ile merdivenden düşürmüşler."
132
Kadın sakinleştikten sonra:
Yedi sekiz yıl önce şu karşıki sokakta harap bir cami vardı. Karı koca onun bir
köşesine sığınmıştık. Bir bahar günü bu bahçenin önünden geçiyorduk. Kirazlar olmuştu.
Çocuk değil mi, yavrucak kırmızı kırmızı görünce kirazlara imrendi: "İlle isterim" diye
ağlamaya başladı. Çocuk için birkaç kiraz istedim. Yüreksiz adam cevap bile vermedi,
başını öte tarafa çevirdi. Zehracıkla yerimize döndük. Çocuk ağlar, ben ağlarım. Birkaç gün
sonra başka çocuklar Zehracığı kandırmışlar, bahçeye kiraz hırsızlığına götürmüşler.
Bahçıvan, çocukları görmüş, ellerinde taşlarla, sopalarla kovalamaya başlamış. Zehracığım
hırsızlığa alışık değil; bahçıvanı görünce korkmuş; adam daha bir şey söylemeden, kendini
ağaçtan atmış. Başcağızı taşa çarpmış.
Onun bu hâlini gören iyi kalbli bir adam, Zehra’yı kucağına alıp eve getirdi.
Yavrumun sırma gibi saçları vardı; bu saçların bir parçası kana bulanıp alnına yapışmış...
Üç beş gün sonra Zehracık büyük bir ateşle hastalandı. Gözleri şaşılaştı, kolları büzüldü.
Belediye hekimini getirdik: "Çocuk ağaçtan düşünce başı zedelenmiş, beyin veremi olmuş.
"Ümit kesilmez, ama ben iyi görmüyorum." dedi. Yavrucuğum birkaç gün sonra ölüp gitti.
Biz iki ihtiyar, kuru başımıza kaldık. Üç yıl sonra eski mallarımızdan bir kısmını bize geri
verdiler. Yeniden zengin olduk. Fakat biz artık parayı ne yapalım? İhtiyar insanlar parayı
oğulları, torunları için isterler, değil mi Doktor oğlum? Mülklerimizin kirasını getirdikleri
vakit iki ihtiyar ağlamaya başlarız. Bu paraları harcayacak kimimiz var ki? Başka yerlerde
oturamadık. Sanırım ki Zehracık düştüğü şu kiraz ağacının altında gömülüdür. Kiraz
mevsimi geldi mi, belki bir kaza olur, başka anacıkların da yüreği yanar diye, karı koca
bekçilik ederiz. Ağaçlara kimseyi yanaştırmayız. Bu kirazlardan bir tanesini yemek
istemeyiz. Zehracık onlardan bir tanecik için ağlayıp ölmüştü. Kirazlar olduğu vakit
arabalara doldurur, onun mezarının bulunduğu yere götürürüz. Zehracığımın ruhu için,
onları, para ile kiraz alamayan yoksul çocuklara sepet sepet dağıtırız.”
133
M. FUAT KÖPRÜLÜ
(İstanbul, 1890 – İstanbul,1966)
***
AKINCI TÜRKÜLERİ
134
Göğsünde kefensiz şehitler varmış.
135
SÂMİHA AYVERDİ
(İstanbul, 1905 – İstanbul, 1993)
Eserleri:
Romanlarından birkaçı: Aşk Bu İmiş (1938), Mabette Bir Gece (1940), İnsan ve
Şeytan (1942), Yolcu Nereye Gidiyorsun (1944), Mesih Paşa İmamı(1948), Bağbozumu
(1987);
1984’te Türkiye Millî Kültür Vakfınca yazara Türk Millî Kültürüne Hizmet
Şeref Armağanı verildi. 1988 yılında Hey Gidi Günler Hey kitabıyla Türkiye Yazarlar
Birliğinin Dil ödülünü aldı.
1877 (93 Harbi) denen Türk-Rus Muharebesi'nde Sofya havalisinin Rus orduları
kumandanı Prens Dondukov Korzakov, Sofya civarında Bulgarlardan ziyade Türkler'le
karşılaşınca Bulgar Kocabaşlarını huzuruna çağırtmış ve: "Siz, bu havalide Bulgarlar'dan
başka bir millet olmadığını iddia ediyordunuz. Halbuki ben buralarda Türkler'den başka bir
topluluk görmüyorum. Bizi aldatmışsınız," demiştir. Bunun üzerine en vahşiyane bir katliama
başlayan prensin neler yapmış olduğunu bilâhare Bolşevik katliamından kaçan Rus Generali
Alexandr Alexandroviç, Sofya'da çıkan Mir gazetesinin 30 Nisan 1932 tarihli nüshasında
şöyle dile getirmektedir. "Prens Dondukov Korzakov, Sofya'da çok miktarda olan camilerin
buraya bir Türk manzarası verdiğinden, bu minareler ormanının yıkılması için açıkça emir
veremeyeceğini, zira Türkiye mümessilinin buna şiddetle itiraz ederek bir siyasî skandala
136
sebebiyet vermesinden çekindiğini söylemiş ve Bulgarlar'ın barbarca hareket ettiklerini ileri
süreceğinden bu işin daha ustalıkla yapılabileceğini bildirmiştir.
Bir taassup kamçısı altında, Türk'e zulüm ve vahşet konduran batılı tarihçilere
rağmen Türkler'e karşı hiç dе yakınlık duymayan bir Rus tarihçisi, gene dе neler
söylemektedir: "Müslümanlara atfedilen taassup, umumiyet itibarı ile îzam edilmiştir.
Sebebi dе, Müslümanların dinî ihtiraslarının tarafsız tetkik edilmemiş olmasından ileri
gelmektedir. Müslümanların dinî ihtiraslarının, Hıristiyanlarınkinden daha fazla hoş görülü
olduğunu tarih, sorup soruşturmadan gelişigüzel, umumî efkâra mal edecek bir ısrarla
işlemiştir.
Halbuki her iki din namına, muzaffer kumandanın ihtirası kadar, rahiplerin dе
teşviklerinin hissesi olan muharebeler kazanılmıştır. Yalnız savaş alanlarındaki ölümlerle
kalınmamış, zindanların soğuk duvarları arasında sivil halkın uğradıkları işkence ve zulümler
dе cinayetlere yol açmış, insanlar diri diri, odun yığınları üstünde yakılarak yok edilmişlerdir.
Aslına bakılacak olursa, Muhammed namına verilen kurbanların, İsa’ya verilen kurbanlardan
ne kadar az olduğunu görmek, çok kimseyi hayrete daldıracak ölçüdedir."
Yugoslavya'da zirai ıslahat yapıldığı zaman, Tuna i1e Sava vadilerine kadar uzayan
geniş topraklarda, her biri yüz binlerce hektarlık arazide Vindişgretz prensleri veya Turn-
Taksis asilzadelerinin yerleştikleri meydana çıkmıştır. Bosna-Hersek'te ise Avusturya-
Macaristan asilzadelerinin mâlikânelerine kıyasla küçük olmakla beraber beylik arazi adı
verilen bazı büyücek mâlikâneler dе vardır. Makedonya, Kosova ve Sancak mıntıkalarında
Osmanlı İmparatorluğu'nun aslî unsuru kabul edilen Türk-Müslüman halkın elindeki toprak
bundan pek farklı değildir.
Amma, biz Üsküp’ten şöyle azıcık uzaklaşarak Manastır’daki Nâci Eldeniz Paşa
ile akrabalarının da bu vilâyetteki Nova Sel Krivograj’da çiftlikleri bulunduğundan,
137
Reşit Akif Paşa varislerinin Üsküp ve Okçepol ovalarındaki çiftliklerinden söz edelim.
Büyük annemin babasının nazırı olduğu yirmi altı adet Hasip Paşa Çiftliği’nin
varislerini küçük yaşımda tanıdığımı dа söyleyebilirim. Sonra yengemin annesinin
Sofya'daki Çerkova ve Belova Çiftlikleri’nin sahipleri fazilet ve meziyetlerine hayran
olduğum akrabalarımız arasındadır.
(1) Bir hakkın, bir mülkün devredilmemek üzere, birisine güvenerek, onun
tasarrufuna bırakılması. Şahsın vefatından sonra mal, asıl varislere intikal eder.
138
S. Ayverdi. Ah Tuna, Vah Tuna, 1990.
139
BÜLENT ECEVİT
(İstanbul, 1925)
İstanbu’da doğdu. Amerikan Robert Kolejinden mezun oldu. Bir süre Ankara
Üniversitesi Dil ve Tarihi-Coğrafya Fakültesi İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümünde okudu. Basın
Yayın Genel Müdürlüğünde çevirmen, Londra’da Basın Ataşesi olarak çalıştı. Konuk yazar
olarak Amerika’da Winston Salem Journal’da çalıştı. Ankara’da Halkçı ve Yeni Ulus
gazetelerinde yazarlık, Rockfeller bursu ile ikinci kez gittiği Amerika’da Harvard Üniversitesinde
incelemeler yaptı.
1957 yılında Ankara’da milletvekili seçilerek fiilen politikaya atılmış oldu. CHP, DSP
Genel Başkanlığı, Başbakan görevlerinde bulundu.
Eserleri: Şiirler (1976), Işığı Taştan Oydum (1978), Politika konulu eserleri: Ortanın
Solu (1966), Bu Düzen Değişmelidir (1968), Atatürk ve Devrimcilik (1970), Kurultaylar ve
Sonrası (1972), Demokratik sol ve Hükümet Bunalımı (1974), Demokratik solda Temel
Kavramlar ve Sorunlar (1975), Dış Politika (1975). Toplum-Siyaset-Yönetim (1975), İşci Köylü
Elele (1976), Türkiye/1965-1975 (1976), Umut Yılı: 1977 (1977) vb.
GÖÇMEN
TUNA
Bir destanın yasları gibi yükselir
Tuna kıyılarında Türk kaleleri
140
Baykuş seslerinde bir ağıt duyarsın
Kale mazgallarının en yükseğinde.
141
ÇETİN ALTAN
(İstanbul, 1926)
Edebiyata şiirle başlayan Çetin Altan, sonraları roman ve oyun yazarlığına yöneldi.
Eserleri: Şiir: Üçüncü Mevki (1946). Roman: Büyük Gözaltı (1972), Bir Avuç Gökyüzü
(1974), Viski (1975), Küçük Bahçe (1978). Basılmış ve oynanmış oyunları: Çemberler (1964),
Mor Defter (1965) vb. Fıkra ve Deneme: Taş (1964), Sömürücüler Savaşı (1965), Atatürk’ün
Sosyal Görüşleri (1965), Hükümet Kapitalist Bir Hükümettir (1966), Suçlanan Yazılar (1970),
Şeytan Aynaları (1982), Kral Öldü Yaşasın Kral (1999), vb. İnceleme: Öldürülmüş Şehzadeler ve
Devrilmiş Padişahlar (1991), Kullar ve Sultanlar (2000) vb. Gezi Notları: Bir Uçtan Bir Uca
(İsrail, İsveç, İran, Afganistan ve Romanya Notları: 1965, Al İşte İstanbul eklenerek 2. bas.1970).
Çocuk Kitabı: Alfabe (1977).
Kuşaklar boyu yaşadığın, kök saldığın, alıştığın bir ortamı bir anda kesin olarak bırakıp
başka yerlere gitmek.
Çin’inden İsveç’ine, İrlanda’ sından İtalya’ sına kadar yeryüzünün dört bir yanından
milyonlarca insan göç etti Amerika’ ya…
Göç edenlerinin tümü de, Yeni Dünya’ ya ayağını basar basmaz düşlerindeki “ yağ-bal
cenneti” ne mi kavuştu?
142
Sıkıntılar, hastalıklar, kıtlıklar…
Beş yaşında ölen halam. Otuz beşinde ölen dedem… Yirmisine varmadan ölen iki
amcam…
Paketlerin iplerini kesmeye elim varmaz. Düğümlerini uğraş savaş çözmeye çalışır,
sonra da hepsini düzenlice sarıp ortalarından ilmekleyerek bir tarafa kaldırırım.
Babam ucu kopuk tığları, boş konserve kutularını, eski terlikleri, çatlak sürahileri de “Bir
gün belki lâzım olur” diye biriktirir dururdu.
O eski göçün yarattığı sıkıntılarla “Sıkıntı çekme korkusu” nun aşırı hesabiliği,
çocukluğumla gençliğimin anlamsız bir cendere içinde mutsuzca güvelenip gitmesine neden oldu.
Yaşamı değerlendirmek yerine, yaşama tanjant geçmeyi bir üslup olarak benimsemiş bir
aileden gelmenin faturasını ödemek de bize düştü…
Göçler, öylesi bir depremden, kimlere, hangi sarsıntıların düşeceğini kimse öngöremez.
O garip işbirliğinden kaynaklanan bir yığın efsane doldurdu oradaki Balkan Türklerinin
kulaklarını…
Bizim ikinci Viyana’ dan sonra Balkanlar’da, izlediğimiz politikalar git gide kör hatların
üstüne doğru yönlendi.
Üçüncü Dünya Savaşı’ nın ille de Türkiye’de başlayacağı varsayımına dayalı, bir “soğuk
savaş” edebiyatının kırk yıl boyunca sürüp gitmesi, sanıldığı kadar lehimizde olmadı.
143
Dünyada olup bitenlere bir tek gözlük arkasından bakmanın donmuşluğuna uğradık.
Ayrıca yurtseverlik adına üç beş sloganın arkasına sığınanlar, her türlü denetiminin
dışında kaldılar. Ve ekonomiyi alabildiğine yozlaştırdılar.
İçerde ve dışarda olmadık komplikasyonlara yol açıldı. Batı, vize engelleri getirdi Kıbrıs
sorununun dikenleri arttı. Bulgaristan’dan göç başladı.
Göç sorunu, soğuk savaş ortamlarına yeniden kaymadan, karşılıklı olarak akıllıca
çözümlenemez mi?
Biz ise zaten öteden beri “içerde ve dışarda barıştan yana olduğumuzu” söylüyoruz.
144
EMİNE IŞINSU
(Kars, 1938)
Ankara İnönü İlkokulu, Cebeci Ortaokulu ve TED Ankara Kolejini bitirdi. Bir süre
Ankara Üniversitesi DTCF İngiliz Edebiyatı ve Felsefe bölümlerine, ODTÜ İdari Bölümler
Fakültesine devam etti. Şiir ve öykülerini, çıkardığı Töre, Hisar, Türk Edebiyatı Dergisinde
yayımladı. Özellikle Türkiye dışında (Batı Trakya, Bulgaristan ve Kerkük’ te) yaşayan Türklerin
sorunlarını, 1970’lerdeki kanlı öğrenci olaylarını ele alan eserleriyle tanındı. Romanlarının yanı
sıra oyunlarıyla da dikkat çekti. Öykülerinde ise daha çok toplum içinde kadının değerini ince bir
duyarlıkla ele aldı.
Yazar, Küçük Dünya adlı romanıyla Turizm ve Tanıtma Bakanlığı Sanat Armağanını,
Bir Yürek Satıldı oyunuyla TRT Radyo Oyunları Yarışması dram dalı birinciliğini, Canbaz adlı
kitabıyla da Türkiye Yazarlar Birliği Roman Ödülünü kazandı. Bir Yürek Satıldı, ayrıca
televizyonda gösterildi.
ÇİÇEKLER BÜYÜR
(Eserde Bulgaristan Türklerinin sorunları ele alınmıştır)
(Romandan iki parça)
-Bir levam var… dedi dedem... eti kolluyorum 250 gram dа kıyma alırız.
Ağzım sulandı, bir zaman var ki dedem şuna buna yardıma gidiyor, demek para
biriktirmek içinmiş. Bulgarlar aynı işte, aynı süre zarfında bizimle beraber çalışsalar dа,
bizden fazla para aldıkları için, bazı özel işlerine yardımcı tutarlar. Ev onarmak, kümes
yaptırmak gibi. Dedem inşaatlarda çalışmış bir zamanlar, iyi bir duvarcı ustasıymış:
«Pek hoştur be uşaam duvar örmek; emeğe sabrı katık etmektir.. Bir bir tuğlaları,
kerpiçle tuttura tuttura.. İşin başında iğneyle kuyu kazacaksın sanırsın, olmayacak,
bitmeyecek sanırsın. Ama tek tek İlay ve dahi dikkatli ilerledin mi, bir gün, bi bakarsın ki
koca duvar çıkmış karşına, sapa sağlam. Sen yapmışsındır onu, hevesin gelir. Şöy1e ellerini
beline koyup geçersin karşısına.. ohh, sabrın sonu selâmet, amma çalışırken sabır, oturup
beklerken değil. ha! »
-Bırakın dolmayı, eti, levayı, bilmem neyi.. dedi babam.. Öğretmeni gördüm, senin
kız pek akıllı dedi, iyi nutuk atıyormuş, komsomolluk toplantısında ben ne dediğini hiç
anlamamıştım ya, karı anlamış güya, güzel şeyler söylemiş, partiye bağlılığını anlatmış!
Doktor olmağa gönül koyuyor ama, sen onu öğretmenliğe razı et dedi. Baş üstüne, dedim
karıya. İçimden dedim ki, eğer ben kızı tanıyorsam ve о dа komünistliğe, partiye bilmem bu
145
kadar bulaşıyorsa, vardır içinde bir b...luk! Yüzüne güle güle , boğar insanı bu kız, bilirim.
Bu yüzden seni uyardım baba, çünkü daha geçenlerde Razgrat'ın köylüğünden elli adam
yakalamışlar.
-Ne, ne olmuş?
Artık üç çift göz dikkatle onu izlemekte, ağzından çıkacak kelimeyi beklemekte.
Kemal Efendi şişiniyor, ehemmiyet vermez görünüp, ağır ağır anlatıyor:
-Ne bileyim а canım, gizli teşkilât kurmuşlar. Güya Bulgarın bize ettiğini, Birleşmiş
Millet1er varmış Amerika'da, ona şikâyet edeceklermiş. Неm gizli gizli, kâğıtlar yazıp, basıp
köylere dağıtıyorlarmış.... Türk konsolosluğuna dа gidip gelmeleri olmuş. Karışık işler
döndürmüşler anlayacağınız. Neyse yakalanmışlar, bir ikisi dayaktan daha karakolda ölmüş,
dayanıksız adamsın ne kalkarsın bu işlere değil mi, neyse , geri kalanını dа kırık çıkık
hapishanelere göndermişler. Mahkeme kurulacakmış tabii, asarlar tümünü. Senin kızan dа
işte..
Lokma boğazıma takılı kalmıştı, kafamda işitilmedik gürültü, sanki arılar, çekirgeler,
hamam böcekleri birbirine karışmış, hepsi birden vızırdamakta.
“Rıza ağabey de yakalandı mı yoksa?” İşimiz yarım kalacak, bu belli. “Bari Rıza
ağabey..” “Hani lider?..”
“İş ertelenmedi, bitti, tüh!”
Dedemin yumuşak sesini uzak uzak duydum, cevap verecek takatım yoktu, ne
türlü baktım yüzüne ki babam patladı yine:
-Görüyor musun bakışını, söyledim vardır bu kızda bir b…luk dedim. Nutku
tutuldu bak, ağzını açıp konuşabilmez. Öğretmeni de doktorluk zordur, ne kadar iyi
komsomol olursa olsun, diyordu… Yüzüme karşı gülüyordu karı… İyi komsomol, ha?
Kızın gittiğine yanmam, dirisinden ne hayır gördük ki , ölüsüne ağlayacağım. Yalnız
babası falan diye…
-Ciğerinin köşesinden gelip, ince bir kan gibi sızdı ağzından bu sözler, gözleri
buğulanmıştı.
-Köpek!
146
-Köpektir möpektir, yakalıyor adamları tutuyor isyancıların tümünü.
-Yaşayacağım oğul, daha çok yaşayacağım. Daha çok köpeğin ölüsünü, daha çok
isyancının yaşadığını görecek bu iki gözüm; merak etme.
-İlay.. dedi dedem. Kolektife gitmeyecek misin, geç kalma, kulaklarını aç,sesini
kes.
Yolda, arkadaşlara bir şey söylememeye karar verdim. Fakat eğer öğrenmişlerse
ve korkmuşlarsa.. neler diyeceğimi kararlaştırdım. Sanki tümünün sorumluluğu
üzerimdeydi, onları yüreklendirmek benim görevimdi. “İcap ederse hepsiyle tek tek
konuşup...” böyle düşünüyordum; Stefan’la karşılaştık aklı başka yerlerde olmalıydı,
konuşmadı benimle, beraber yürüyüp girdik içeri. Bizi gören küçük gruplar çözüldü,
gözlerini Stefan’a dikip, beklemeye koyuldular. Huzursuz havayı hissettim, arkadaşları
aradı gözlerim. Yüzleri kararmıştı ama sıkıntı ve korku seçmedim mânâlarında. İçim
ferahladı rahatladım. Sonra artık Stefan’ın konuşmasına pek kulak vermedim. Çünkü o,
bildiğinden fazlasını anlatmıyordu. Burjuva Türkiye’sine bağlı bir hıyanet ocağının
meydana çıkışı ve hainlerin hak ettikleri cezayı bulacakları ve Rusya’nın önderliğinde ve
Marksizm’in hizmetinde Bulgaristan’ın... ve biz Bulgarlar’ın...
Bugün Stefan, bir hayli asık suratla, üzerinde «çok gizli» yazan bir kâğıt uzattı:
Kâğıda baktım, ilk madde kırmızı i1e yazılmış: «Türk dilinin gereksizliği,» sonra
öbürleri «Eğer din seçmek gerekiyorsa, Bulgar - Ortodoks dini seçilmeli.» Türklerin cenazesi
Bulgar papazlar nezaretinde gömülmeli. » «Türk ve Müslüman isimleri gericiliğin ifadesidir.
Bu yüzden bu isimleri taşıyanlar, idarelere hiçbir zorluk çıkarmadan, birer Bulgar ismi
seçmelidirler.», «Hayvanlar arasında fark yoktur, bu yüzden domuz eti mutlaka yenmeli, yakın
zamanda, Türk köylerine yalnız domuz eti sevkedilecektir.», «Evlerinde tavuk, koyun
besleyenler bunları, yakın zamanda domuzla değiştireceklerdir.»
-Bu mesele Rodoplar'da başladı, orada bitecek sanıyordum, onca.. onca katliamdan
sonra.
147
-1980'e kadar tek Bulgar Devleti kalacak dendi, kalın kafanıza girmedi bu.
Tekrar maddelere göz atıyorum, yine tarihle, yine dinle ilgili bir sürü emir.
***
- Öyle ama, zorlamıyorduk halkı, çocukları gizlice sünnet ettirirlerse, göz yumup
geçiyorduk meselâ, oysa şimdi sıkı takip emri var, hele bu isim değiştirme ve domuz
meselesi, biliyorum çok tedirgin edecek halkı.
- Onun bilmediği bir şey olur mu, kaç kere helâya gidip s...tığımı bilmekte herif.
Yeni tayin edilen Parti Sekreteri Ange1 Nastasof, muhakkak DS nin espiyonaj
seksiyonu i1e ilgiliydi, birkaç yı1 önce, rejime isyan eden Gorunski i1e Anef’in bazı
adamlarının, bizim köyde yakalandıklarını, hep aklında tuttuğu belli, yalnız Türkler’e değil,
Bulgarlara dа pek ters yüzlü. Ayrıca, olaylar sırasında Stefan'ın dа burada görevli olduğunu
148
unutmuyor, gözleri onun üzerinde. Dikkatli.. Stefan parti sekreter yardımcısı olma umudunu
yitirdi gibi. İnadıma:
- Şu anda ne biliyor musun, canım seni dövmek istiyor, hem dе bir ağaca bağlayıp,
kırbaçlamak.
Güldü, gözlüklerini taktı.. Şu son sene, yüzüne birkaç çizgi düştü dе, çocuksu
ifadesi kaybolur gibi oldu, saçlarını dа artık pek kısa kestiriyor.
- Evet, kafaları kırmayı değil, beyinleri avucunun içine alıp, okşamayı istersin! Peki
şimdi ne yapacağız yoldaş Karov? '
- Ne yapabiliriz ki, uygulamaya çalışacağız. Şimdi maddeleri birkaç gruba ayır, her
biri için diyalektiğe uygun, şatafatlı bir başlık seç, kolektiften dе birkaç genci görevlendir,
şu ayaklarının dibinde dolaşan Mehmet'i gözüm tutuyor, neyse karışmam, sen seç.. Önce
konferanslarla işe başlayacağız.Biz eğitimciyiz, anlatalım bakalım.”
149
S. SELVİ
Balkanlar Deyince
Balkanlar deyince, aklıma rahmetli anacığımın gözyaşları gelir hep... Babamın çatık
kaşları... Teyzemin nasıl dağa kaldırıldığı gelir... Kızarım, köpürürüm kendi kendime...
Dolarım, dolarım da boşalamam...
Balkanlar deyince!..
Drama’nın Âlî köyünün papazlar tarafından camiye nasıl kapatıldığı, nasıl din
değiştirilmeye zorlandığı, “Muhammed' den ayrılın!?” emirleri gelir gözümün önüne...
Bu, zorla din değiştirme operasyonunda, papazların vaftiz suyunu, nasıl Âlî köylü
Müslümanlarının üzerine serptikleri, nasıl isimlerin zorla değiştirildiği ve "artık Hıristiyan
oldunuz" sözleri gelir.
Balkanlar deyince!..
Balkanlar deyince!..
Rahmetli teyzemin Bulgar komitacıları tarafından nasıl dağa kaldırıldığı gelir, Yunan
komitacıları tarafından hayvanların nasıl gasp edildiği gelir.
Benim aklıma, gözümün önüne hep bunlar gelir.. Kızarım, köpürürüm kendi
kendime.. Dolarım, dolarım dа boşalamam.
150
YAHYA AKENGİN
(Bayburt,1946)
Eserleri:
Şiir: İstesen (1969), Akşamla Gelen (1975), Çağ Sürgünü (1977), Ötelerden(1986),
Aşkta Bereket Var (Makedoncaya çevrilerek yayımlandı,1998), Eylül Kuşatması (2000).
Roman: Özlem Yokuşları (1981), Dönüş Acıları (1983), Yaralı Dağlar (1987), Oğuz
Dede (1991) vb.
Radyo Oyunu: Ceylan Vurmak, Torosların Öbür Yüzü, Plevne Günleri, Nene Hatun,
Şirket Koltuğu. Ayrıca ders kitapları da yazmıştır.
SUSMUŞ KOÇAKLAMALAR
151
Sıla parası değil, sıla hasreti
Soldurmuş güllerini Kosova’da baharın...
152
MUSTAFA İSEN
(Adapazarı, 1953)
Türk Edebiyatı ve Balkanlar’da Türk Kültür varlığı ile ilgili eserleri yayınlamıştır.
Makaleleri Türkiye’de ve Türkiye dışında birçok dergide çıkmıştır.
Eserleri: Eski Türk Edebiyatı üzerine yaptığı çalışmaları 15 kitaptan ibarettir. Ayrıca
da Balkan Türkleri edebiyatına ilişkin şu kitaplarını gösterebiliriz: Yugoslavya Türk Çocuk
Şiirinden Seçmeler(R. İsen ile, 1980), Türkiye Dışındaki Türk Edebiyatları Antolojisi, C.7.
Makedonya ve Yugoslavya (Kosova) Türk Edebiyatı (S.Engüllü ile,1997), Ötelerden bir ses
(1997), Balkanlar’da Türk Çocuk Şiiri Antolojisi (R.İsen ve A.E.Kireççi ile, 2001),
Balkanlar’da Türk Çocuk Hikâyeleri Antolojisi (T. Işınsu İsen ile, 2002) vb.
Osmanlı devleti ile sona eren bu yapı, yerini bir süre suskunluğa terk etti.Balkan
bozgunlarından sonra geride kalan soydaşlarımızın yaşadıkları sosyal sıkıntılar edebiyata da
yansıdı. Özellikle Türk aydınlarının ana yurt Türkiye’ye göçleri, bölgedeki edebiyat açısından
bir kan kaybıydı. Kaldı ki yeni yönetimlerin bölgede kalan insanımıza hoş görüsüz
davranışları ve dillerini kullanmaya izin vermeyişleri başka bir sıkıntıydı. Bununla birlikte
Türkçe, Balkanlar’da yaşamaya devam etti. Zaman oldu konuşma dili olarak kullanımı bile
yasak edildi, zaman oldu imkân buldu yazı dili halinde ifade edildi, ama asırlardan aldığı gücü
sayesinde yine de dimdik ayakta kalmayı başardı. Bölgede şu anda mevcut ülkeler bazında
Türk Edebiyatına göz atacak olursak karşımıza şöyle bir tablo çıkacaktır:
Makedonya
Daha önce Yugoslavya’yı meydana getiren altı cumhuriyetten biri olan Makedonya,
1991 yılı içinde bu yapıdan ayrılarak bağımsızlığını ilân etti. Makedonya’nın iki milyonluk
153
nüfusunun yaklaşık yüzde onunu Türkler meydana getirmektedirler. Makedonya,
Yugoslavya’nın bir parçası olarak 1945 yılından sonra bu ülkede uygulanan azınlık haklarını
belli çerçeveler içinde Türklere de tatbik etti. Bu yüzden yörede Türkçe okulları (ilk, orta),
radyo, televizyon yayınları, tiyatro yanında Türk edebiyatı da gelişme gösterdi. Birlik
Gazetesi 1944’ten beri Üsküp’te çıkmaktadır. 1949 yılında Yeni Kadın çıkar. Bu yayını
PİONER Çocuk gazetesi izler (1950). Bu tarihte başlayan yayın faaliyetleri, buna ek olarak
daha sonra yayınlanmaya başlayan Sesler (1965) adlı bir kültür sanat dergisi ile yedi-on dört
yaş gurubuna seslenen Sevinç (1951) ve ana okulu çocuklarını hedefleyen Tomurcuk (1957)
adlı iki çocuk dergisi de yakalanan gelişimi hızlandırdı. Makedonya’da bu görüntü kısmen
bugün de devam etmektedir. Şimdilik Sesler dergisi yayınını planlanan periyodda
sürdürememekte, buna karşılık Vardar adlı bir siyasi gazete yayınlanmaktadır. Bunlara birden
fazla yayın yapan El-Hilal ile Zaman’ı eklemek gerekir….
Kosova (Yugoslavya)
154
civarında olduğu sanılıyor. Bölgenin başkenti Priştine’de Tan Gazetesi (1969), Çevren dergisi
(1973) ve Kuş (1979) çocuk dergisi yayımlanmaktaydı. Ayrıca Prizren’de Esin (1979), Çığ
(1990) dergileri çıkmaktaydı. Savaştan sonra bunların yayınına ara verildi. Buna karşılık
şimdi Prizren’de özel gayretlerle Bay (1994), Sofra ve Türkçem dergileri ile Yeni Dönem adlı
haftalık gazete çıkmaktadır. Son olarak bu bölgede Demokrasi Ufku adlı on beş günde bir
çıkan yeni bir siyasi gazete yayına başlamıştır.
Genelde Balkanlar’da olduğu gibi Kosova bölgesinde de edebiyat denince akla şiir
gelmektedir. Bu dal içinde asıl başarılı olunan alan ise çocuk şiiridir…
Bulgaristan
1877–1878 veya daha bilinen adıyla Doksan üç Harbinden sonra kurulan Bulgaristan
krallığı, bölgede uzun asırlardır devam eden Türk edebiyatı akışını da frenleyen bir hareketin
başlangıç tarihidir. Aslında 1918–1928 yılları arasında rüştiyelere öğretmen yetiştirmek üzere
açılan Darü’l-muallimin (öğretmen okulu) ile 1922 yılında din adamı ve öğretmen yetiştirmek
üzere faaliyete geçirilen Nüvvap, Türk halkına kadro yetiştirmede çok yararlı olmuş
okullardır. Fakat neredeyse Balkan kelimesi denince ilk akla gelen istikrarsızlık olgusu bu
kurumları sık sık açılan kapanan müesseslere dönüştürmüştür. Bulgar krallıkları devrinde,
bazen olumlu, bazen olumsuz manzaralar gösteren Türkçe okul, gazete ve kitap çalışmaları,
bütün engellere rağmen bölgede dilimiz varlığını gösteren tapu senetleridir. Krallık ve
prenslik dönemi olan 1877–1944 yılları arasında atalarımız bu topraklarda mücadeleyi elden
bırakmamış, okul ve yazılı basın ne pahasına olursa olsun var olmanın bir işareti olarak
devam ettirilmiştir. Az çok yeni duruma intibak edilip işler yoluna girince kuvvetli tırpanlar
yemişler, ama bu meseleyi de savuşturup tekrar ayağa kalkma mücadelesi vermişlerdir. Bu
engellemeleri tarih olarak söyleyecek olursak 1934, 1939,1956, 1964, 1984 ve 1988 rakamları
karşımıza çıkacaktır. Sosyalist dönemin başlangıcında karşılaşılan olumlu manzara, yerini
ileriki yıllarda dayanılması mümkün olmayan bir baskıya bırakmış, giderek Türkçe okuma ve
yazma, hatta daha sonraları Türkçe konuşma Bulgaristan’da yasak edilmiştir. Bununla birlikte
bu dönemi de farklı beklentiler yüzünden değişik dönemlere ayırtarak izah etmek
gerekecektir: Sosyalist yönetim ülkede dini konumdan dolayı Nüvvab’ı kapatıp (1948)yeni tip
Türkçe eğitim veren okullar açtı. Dostluk (1947), Işık (1945,1947’den sonra Yeni Işık), Yeni
Hayat(1955), Halk Gençliği (1948), Eylülcü Çocuk (1946–1960), Emek Davası, Piyoner
(1959–1980) gibi Türkçe yayın organlarını devreye soktu. Sofya’da Türkçe eser basan
yayınevleri açıldı. Radyoda Türkçe yayınlar başladı. Sofya, Razgat, Kırcali ve Eski Zağra’da
Pedagoji okulları (Öğretmen okulları) açıldı. Sofya Üniversitesi bünyesinde Türkoloji bölümü
155
kuruldu (1952–53). Böylece 1955-1970’li yılları arasında bu yatırımlar sonuç verdi ve Türk
edebiyatı ülkede adeta bir patlama gerçekleştirdi. Anadilinde eğitim görerek yetişmiş bir
aydın tabakası başka alanlarda olduğu gibi Türk edebiyatı üzerinde de etkisini göstermiş ve
ortaya ciddi bir kadro çıkmıştır. Bunun sonucunda o zamana kadar sadece gazete ve dergi
sayfalarında görünen ürünler önce müşterek derlemelere, ardından da müstakil kitaplara
dönüşmeye başladı. Burada her edebi gayretin arkasında aydınların rolü, onların yetişmesinde
de eğitim öğretimin olmazsa olmaz katkısı ortaya çıkmaktadır. Ama sosyalist rejim bir süre
sonra başka hesaplarla Türk halkının başta eğitim olmak üzere sahip olduğu hakları teker
teker elinden almaya başladı. 1958 yılından itibaren Türk dili ile eğitim yapan liseler
kapatıldı. Ardından ilk ve orta öğretim kurumları aynı muameleye tabi tutuldu. Sonra da
isimler değiştirilmeye kalkışıldı. Bu sıkıntılara karşın Türkçe ülkede yaşamaya devam etmiş,
özellikle halkımızın çok sevdiği bir ifade şekli olarak şiir başta olmak üzere çok sayıda
Türkçe ürün, bu bölgede yaşamını sürdürmüştür. Şiiri sayı bakımından hikâye izler. Roman
ve sahne eseri ise ancak birkaç örneğe sahiptir. Sosyalist dönemde basılan toplam Türkçe
kitap sayısı 198 olup bunların 112 tanesi yörenin yetiştirdiği sanatçılarca yazılan eser olup
geri kalanı ise hemen hemen tamamı sosyalist görüşlü ülkemiz yazarlarının eserleridir.
Kısacası 1961–1989 yılları arasında yirmiden fazla Bulgaristan doğumlu Türk yazarın eseri
yayın imkânı elde etti. Özellikle Sosyalist dönemde yazılan eserler, sistemin bakış açılarını
yansıtır niteliktedir. Bu eserlerin konusu genelde, vatanı kapitalist düşmanlardan savunma,
komünist partisine minnettarlık, sosyalist ülkelerin önderlerine sevgi, bu ülkelerin çocukları
arasında dostluk, kardeşlik, ateizm, fabrika ve tarım kooperatiflerinde emek kahramanları ve
faşizm aleyhtarlığı gibi bütün benzer yönetimlerin güdümlü edebiyatlarında işlenen
meselelerdir. 1990 yılından sonra demokratik bir yönetim şeklini benimseyen Bulgaristan’da
okullarda haftada dört saati geçmeyecek şekilde isteğe bağlı müfredat dışı olmak kaydıyla
Türk öğrencilere Türkçe dersleri verilmektedir. Düzensiz olmakla birlikte ülkede şu anda Hak
ve Özgürlük (1991) ve Güven (1993) gazeteleri ile Filiz çocuk gazetesi yayınlanmaktadır.
Bunlara Zaman gazetesi ve Ümit dergisini de eklemek gerekir.....
Yunanistan
Bu topluluklar içinde Türkçeyi edebî bir dil seviyesinde kullananlar Batı Trakya
Türkleridir. Osmanlı Devletinin bölgeden çekilmesinden sonra Batı Trakya’daki Türk
edebiyatını başlıca üç bölümde ele almak gerekir. Başlangıçtan 1960 yılına kadar olan devre
yöredeki Türk azınlığın en sıkıntılı dönemidir. Yunanistan iç savaşı ve İkinci Dünya Harbi
buradaki soydaşlarımızın hayatını da çok zorlaştırmıştır. Bir başka ifade ile soydaşlarımızın
geçirdikleri sosyal sıkıntılar edebiyata da yansımış ve bu dönem Türk edebiyatı, Yugoslavya
örneğinde olduğu gibi daha çok sözlü ürünlerle hayatiyetini devam ettirmiştir. Yazılı
156
edebiyatın bu dönemdeki başlıca temsilcileri Mehmet Hilmi (1902-1931) ile Mehmet Arif
(1906–1976) (Kemal Şevket Batıbey)’dir. 1960–1980 dönemini ise ülkedeki Türk
edebiyatının patlama devri olarak tanımlamak gerekir. Özellikle Türkiye’ye gelip öğrenim
imkânı bulan çok sayıda Batı Trakyalı soydaş, ülkeye dönünce bu birikimlerini çeşitli yayın
organlarına yansıtırlar ve böylece yeni ve sürekli bir edebi hareket başlamış olur. Birlik ve
Öğretmen dergileri de kültür sanata ait yayın organları olarak bu dönemde çıkar. Bu dönem
eserlerinin temel konusu Bulgar ve Yunanlılara karşı verilen yaşama savaşı ile folklor
ürünlerinin tespitine yöneliktir… 1980’den sonra ise Batı Trakya Türk edebiyatı, kendini
başta anayurt Türkiye olmak üzere dış ülkelerde de tanıtacak bir arayışın içine girmiş ve
bunda da belli ölçüler içinde başarılı olmuştur. Bu arada Türk dünyasında da ortaya çıkan yeni
gelişmeler de bu teşebbüslere ivme kazandırmıştır. Bunun sonucu olarak Şafak adlı bağımsız
bir sanat edebiyat dergisi yayınlanmaya başlamıştır.
Osmanlı Devletinin son döneminde başta Selânik olmak üzere bu bölge, Türk basın
hayatı bakımından çok zengin örneklere sahiptir. Genç Kalemler, Yeni Asır, Nefir, Trakya,
Yeni Ziya, Yeni Yol, İ’tilâ, Balkan, Yeni Adım, Şeytan, Ülkü, Cumhuriyet, Müdafa-yı İslam
ve Milliyet bunların başlıcalarıdır. Fakat bu ilgi özellikle sanat, edebiyat yayıncılığında
sürdürülememiştir.
Romanya
157
edebiyat dergisi ile yeniden umuda dönüşür. 1990’da ortaya çıkan siyasi değişiklikle
Renkler’in yanında Karadeniz ve Hakses gazeteleri yayına başlarsa da bunlara süreklilik
kazandırılamamıştır. Romanya’da öbür Balkan ülkelerinden farklı bir uygulama da burada
Türkçenin yazı dili olarak Türkiye Türkçesi ve Tatar Türkçesi olarak iki kolda yürütülmesidir.
Oysa tarihi dönemde sadece Türkiye Türkçesi yazı dili olarak kullanılmıştır. Renkler
ve Karadeniz Tatar Türkçesi, Hak Ses ise Türkiye Türkçesi ile yayın yapmaktadır…
Gagavuzlar
Genel anlamda Balkanlar tanımı içinde yer almamakla birlikte Batı Türklüğünün bir
parçası olan Gagavuzları ve Gagavuz Türk edebiyatını da bu çerçevede değerlendirmek yanlış
olmaz.
Gagavuzların Türkiye Türkçesine çok yakın olan dilleri, bölgedeki Slav dillerinin
etkisinde kalmıştır. Bu etkilerin en yoğun ve dilcilik açısından ilgi çekici olanı söz dizimi
alanındadır. Bu etki yüzündendir ki Gagavuzca, Türkçenin klasik söz dizimi özelliğini
yitirmiş ve Slav dillerinin cümle yapısına benzer bir konum elde etmiştir. Gagavuz aydınlar,
Balkanlar’ın tamamında olduğu gibi Türkiye Türkçesini esas almamakta yani kendi konuşma
dillerini yazı dillerine dönüştürme gayretleriyle Batı Türkçesinin uzun tarihi birikimini
görmezden gelmektedirler. Bu ülkede Mihail Çakır tarafından yayınlanan Din Yaprakları
(1906–1910)ilk Türkçe yayındır. Moldovya Socialista (1960) gazetesinde de Türkçe yazılara
rastlanır. Yeni dönemle birlikte Türkçe yayınlar da hızla çoğalır: Ana sözü (1988), Gagavuz
Sesi (1990), Kırlangıç, Sabah Yıldızı ve Güneşçik bunlar arasındadır…
Görüldüğü gibi Balkanlar'da Türk edebiyatı ülkeden ülkeye değişen bir takım
imkânlara ve imkânsızlıklara sahiptir. Nicelik ve nitelik açısından en iyi şartlara
Makedonya sahiptir. Bunu sırasıyla Kosova, Batı Trakya, Bulgaristan ve Romanya
izlemektedir. Ama üzerinde mutlaka durulması gereken asıl nokta, Osmanlının bölgeden
çekilişinden sonra Türkçe, her türlü baskıya direnerek Balkanlar’da yaşamaya, sadece
konuşma dili olarak değil, yazı dili olarak da yaşamaya, dahası edebi eserler vermeye
devam etmektedir. Edebiyat noktasından bölgenin en büyük sıkıntısı, başka meselelerde
dе karşımıza en büyük problem olarak çıkan göç hadisesidir. Zaten az sayıda ve çok zor
yetişen bize ait yazar ya dа şâir, bir süre sonra Anavatana göç edince her şey ortada
kalmaktadır. Son yıllarda başka Türk bölgelerinden olduğu gibi Balkanlar'dan da
ülkemize öğrenci getirilmesi, başka pek çok çözüm gibi, edebiyat alanında dа yeni
soluklanmalara sebep olacaktır kanaatindeyiz. Fakat bölgedeki Türkçe neşriyatın şu
aşamada, bir geçiş döneminin yaşandığı şu dönemde ülkemiz tarafından çok ciddi olarak
desteklenmesi gerekmektedir. Bu yapıldığı takdirde gelecekte dе Balkanlar’da Türk
edebiyatı daha sağlıklı biçimde yaşamaya devam edecektir.
(Kısaltılmıştır).
158
M. İsen, R. İsen, A. E. Kireççi, Balkanlar’da Türk Çocuk Şiiri Antolojisi,
Ankara, 2001, 28-44.
159
FEYYAZ SAĞLAM
(Konya, 1959)
Eserleri:
1. Batı Trakya / Yunanistan’da Çağdaş Türk Edebiyatı Antolojisi (1990),
Ankara.
2. Batı Trakya Türkleri Çocuk Edebiyatı (1990), İstanbul.
3. Yunanistan (Batı Trakya) Türkleri Edebiyatı Üzerine İncelemeler(I C.,
İstanbul; II. C. 1993, İzmir; III C. 1994, İzmir).
4. Yunanistan (Batı Trakya) Edebiyatında Atatürk (1992), İstanbul.
5. Yunanistan’da (Batı Trakya’da) Çağdaş Türk Şiiri Antolojisi (1995), İzmir.
Batı Trakya Türkleri’nin siyasi tarihlerinde “29 Ocak” günü iki ayrı önemli olayın
tarihidir. 29 Ocak 1988’de Batı Trakya Türkleri’nin yaklaşık 70 yıllık tarihlerinde ilk defa
toplu bir direnişte yer aldıklarını görüyoruz. Bu direnişe neden olan olay, Yunanistan
Yargıtayı’nın “Batı Trakya’da Türk yoktur” kararını resmen açıklaması olmuştur. Yönetimin
bu tavrı, diğer yandan kuzeyde Bulgaristan’da Jivkov dönemindeki zulmün sürmekte oluşu
Batı Trakya Türkü’nü yollara dökmüştür. 29 Ocak 1988’de “Azınlık Yüksek Kurulu”
Gümülcine’de Yunan makamlarının tavrı üzerine bir dizi eylem kararı alır. Bunlardan birisi
de Gümülcine’deki Eski Camii’ye doğru Batı Trakya’nın dört bir yandan “Türk varlığını ispat
etmek” amacıyla büyük bir yürüyüşün başlatılması kararıdır. Yunan yönetimi derhal
yürüyüşün iptal edildiğini açıklar ve bölgede “olağanüstü hâl” aln eder. Bütün askeri ve sivil
önlemlere rağmen barikatları kadınıyla, erkeğiyle, yaşlısıyla, genciyle Batı Trakya Türkleri
Gümülcine’ye ulaşırlar.Ve büyük bir kararlıkla yürüyüşlerini yaparlar. “Milli Direniş ve
Diriliş” günü olarak tarihe geçen bu olay, Batı Trakya’da daha sonra yaşanan olaylara da
başlangıç teşkil etmiştir (1).
Bu büyük olayı, Batı Trakya Türkleri bir yıl sonra 29 Ocak 1989 günü Gümülcine’de
Eski Cami de mevlit okutarak andılar ve uygar bir biçimde dağıldılar. 29 Ocak 1990 tarihinde
ise Batı Trakya bu olayın 2. yıldönümünde büyük bir vahşet yaşamıştır. Üç gün önce 26 Ocak
160
1990 tarihinde Batı Trakya Türkleri’nin siyasi lideri Dr. Sadık Ahmet ve dini liderlerinden
İbrahim Şerif mahkeme’de “Türküz” dedikleri için hapse mahküm edilmiş ve Selanik’te
cezaevine konmuştular. İki yıl önceki büyük direnişi yine Eski Cami’de Mevlit okutarak
anmak üzere Batı Trakya Türkleri camiyetoplanırken gözleri dönmüş yüzlerce Hıristiyan’ın
Türklerin üzerine ve işyerlerine saldırması sonucu Gümülcine’de Türklere ait zarar görmemiş
tek işyeri kalmamıştı. Yağmalanan ve talan edilen bu iş yerlerindeki büyük zarar Batı Trakya
Türkleri’ne yeni bir ekonomik darbe olmuştur. Güvenlik güçlerinin gözü önünde cereyan
eden bu olaylardan sonra Yunan hükümeti zararların tanzim edileceğini, açıklamış ancak
bugüne kadar bu konuda bir gelişme olmamıştır (2).
Batı Trakya Türkleri’nin yakın tarihinde önemli yer teşkil eden bu iki olaydan “29
Ocak 1988 Milli Direniş Günü” ile ilgili yazılmış destanlar üzerine bu araştırmamızda
durmaya gayret göstereceğiz...
Batı Trakya’da 29 Ocak 1988 Milli Direnişi ile ilgili olarak tespit edebildiğimiz 4
destandan 3’ü yayınlanmıştır. Bu tarihi olayla ilgili henüz günyüzüne çıkmamış başka
destanların da olması muhtemeldir. Yazılış ve yayınlanış tarihlerine göre bazı özellikleriyle
birlikte bu destanları şöyle sıralayabiliriz:
DESTANLARIN MUHTEVASI
161
29 Ocak 1988 Milli Direnişi ile ilgili Batı Trakya Türkleri’ince yazılan bu dört
destanın muhtevası iki açıdan ele alınabilir:
Bu destanlar öncelikle Batı Trakya Türklerinin tarihinde ilk kez yaşanan olağanüstü
bir şahlanışın belgesidirler. A. A. ‘nın destanındaki şu dörtlükler bu ortak duyguyu
dile getirmektedir:
Ancak herşeye rağmen, Batı Trakya’lı şairler bu büyük olayın coşkusunu, ruhunu
yayılışını anlatmakta yetersiz kalmışlardır. Bu gerçek, Salih HALİL’in destanında şöyle ifade
ediliyor:
....................
162
Batı Trakya’da bu tarihi yürüyüş esnasında, Yunan halkı ve güvenlik güçlerinden
kaynaklanan vahşet olayları da yaşanmıştır. Şairler destanlarında bu vahşeti şöyle dile
getiriyorlar:
19 Ocak 1988 Direnişi’ni konu alan dört destanda ana olayın anlatılması yanında bazı
yan olaylara ve yorumlara da değinilmiştir. Bu ayrıntıların da kısaca belirtilmesi,
değerlendirilmesi uygun olacaktır.
Batı Trakya Türkleri, Türk dünyasında çeşitli sıkıntıların yaşandığı bir dönemde böyle
bir şahlanışı dünya Türklüğünün yüzünü güldüren bir olay olarak görmüşlerdir.
“Selam sana!
Eeeyyy... Trakya Türk’ü
Hareketinle, yürekliliğinle
Cihan Türklüğünün yüzünü güldürdün!...”
(Salih HALİL)
Batı trakya Türkleri’nin ve bu Türk toplumunun ortak sesi olan şairlerinin Atatürk’e
ne kadar bağlı olduklarını daha önceki çalışmalarımızda dile getirmiştir (8). Elbetteki böylesi
163
tarihi bir olayda Batı Trakya Türkleri hemşehrileri olarak gördükleri Atatürk’ten büyük
manevi destek almışlardır. Destanlarda geçen
SONUÇ
Batı Trakya Türkleri’nin siyasi tarihlerine “Milli Direniş Günü” olarak geçen 29 Ocak
1988 olayları ile ilgili bu dört destan değişik açılardan büyük önem arzetmektedir. Batı
Trakya Türkleri’nin tarihi ve Türk-Yunanilişkileri açısından belge niteliğinde olan bu
destanların siyasi, tarihi açılardan da büyük bir dikkatle incelenmesi gerekmektedir. İkisi
gerçek, ikisi müstear imzalı bu destanlar... bu büyük olayın edebi açıdan elimizdeki somut
belgeleri konumundadır.Ayrıca, batı trakya Türk Edebiyatı’nda güçlü bir destan geleneğinin
bulunmayışı da dikkate alınırsa bu destanların önemi bir kat daha artmaktadır. Böylesi
olağanüstü, tarihi bir olayı destanlaştıran Batı Trakya Türk şairlerine, Türk Dünyası ve Türk
Kültürü açısından şükran borcumuz vardır...
Kaynakça:
1. Geniş bilgi için bkz.:
a) “29 Ocak: Çifte Ulusal Gün”, “Yuvamız”, Şubat 1992, S.66, sayfa 3-7,
Gümülcine, Yunanistan.
b) Batı Trakya’nın Sesi, Nisan 1988, Sayı 3, İstanbul.
2. Geniş bilgi için bkz.:
Batı Trakya’nın Sesi, Şubat 1990, S. 15, İstanbul.
3. Halil Salih, “Güller Derecek...”, İleri, 5 Şubat, 1988, S. 505, s. 1-2, Gümülcine,
Yunanistan.
4. A. A., “Yürüyüş”, “İleri”, 21 Mart 1988, S:510, s.1-2, Gümülcine.
5. Saraçoğlu Aliriza, “Tarihi Yürüyüşümüz”, Akın, 29 Ocak, 1989, S: 970, s. 2,
Gümülcine, Yunanistan.
6. Saraçoğlu Aliriza, “Ey Yağız Toprak”, 1989, Akın yayınları, s. 145-147,
Gümülcine, Yunanistan.
7. Aren Eren Emre, “29 Ocak Destanı” (Feyyaz Sağlam, Özel Arşivinde mevcut).
8. Sağlam Feyyaz, “Yunanistan (Batı Trakya) Türk Şiirinde Atatürk”, Türk Kültürü,
Kasım 1991, S: 343, s. 54-62, Ankara.
Balkanlar’da Türk Kültürü, 1992, 37-39.
164
OĞUZHAN BALKANLI
(Konya, 1965)
Manastır Vilâyeti’nde
İçinde bulunduğum otomobil hızla Üsküp’e doğru ilerliyordu. Aynı hızla tarih dе
gözümün önünden akıyordu.
Bir yaşlı ihtiyar iki büklüm olmuş, dağ yamacına bir şeyler ekiyordu. Yanı başına
sokuldum. Torunu vardı yanında.
-Bak evlât "bakarsan bağ, bakmazsan dağ olur" atasözümüzü unutma. Ekecek,
dikecek, tırmalayacaksın toprağı. Onu kendi hâline bırakmayacaksın. Ademoğlu gibidir.
Bıraktın mı yakasını hemen tembelliğe meyleder. Velhasıl senin olan yere seninle anılacak
mührünü kazıyacaksın. Şu "Hacıaşımların bağı"ne ekersen bire bin verir diyecekler.
Torun bir taraftan dedeyi dinlerken bir taraftan dа itirazlar etmeyi ihmal
etmiyordu.
-Peki, sen böyle diyorsun dede. Babam annem buralar bize göre değil. Gidelim
uzaklara ta ata yurda derler. Та Türkiye’ye... Bursa’ya... Неm bayrağımızın altına... Ау
yıldızımızın altına...
-Olmaz daha nereye kadar gideceğiz ben buraya Yeni Pazar Sancağı'ndan geldim.
Bir sert rüzgâr esse oranın kokusu ulaşır buraya. Oysa oralara Bursa’ya ulaşmaz. Olmaz...
Ben bayrak görmek istersem geceleri gökyüzüne bakarım. Taş basarım göğsüme, öksüz ve
yetim bakarım göklere. Gitmem lâkin ta ötelere. Неm bak bayrak göndermedi mi halanlar
Bursa’dan? Неm bir gün ama bir gün mutlaka....
***
-Bak efendi burası "Hacıaşımların Bağı "ydı Burada üzümlerin en iyisi yetişirdi.
Pekmezi pek güzeldi. Lâkin Hacıaşım Efendi rahmete kavuşunca oğlu buraları üç kuruşa
sattı. Çocuklarını aldı ve Türkiye'ye gitti. Bursa’ya. Buralarda kalmadı. Osmanlı kalmadı.
Üç beş hane... Koca tarlada üç beş tane.
О ana kadar sessiz duran delikanlının e1i yavaşça araç kasetçalarına gitti. Kapattı.
Adam ve delikanlının dudakları kıpırdamaya başladı. Belli ki Rumeli'nin fatihlerine fatiha
okuyorlardı.
165
Delikanlı bana fırsat vermeden söze başladı.
- Bak о yoldan Müslüman arabası gitmez. Gerçi yeni yetmelerden birkaç kendini
bilmez serseri var о yolu kullanan ama. On1ar dа devrin yalakaları işte...
***
- Burası dа Türk Mezarlığıydı. Şurada dа bir Türk köyü vardı. Tesadüf bu ya o köy
baraj yapmaya en müsait alanmış! Mezarlık dа üzüm bağı yapmaya! Dedi.
***
-Bağımsızlık, Bağımsızlık
Osmanlıyı parçalayan kelimeler bunlardı. Maalesef elden evvel biz dedik bunları.
***
Birer birer Osmanlı toprakları elden gitmişti. İşte Manastır Vilâyeti de 600 yıldan
önce Türk Yurdu olmuş ve beş yüz yı1 boyunca Türk idaresinde kalmış bir Türk
Yurdudur. Su1h selâmet içinde yaşayan Balkan Toplulukları birer ikişer bağımsızlıklarını
kazanmışlar! Kazandırılmışlardır. Bağımsızlıklarını kazandırdıkları milletlerin geleceğini
tayinine kalkışan Batılı ülkeler kendi aralarındaki pay kapma kavgasını bu kutsal
topraklara taşımışlar, beş yüzyıl sulh içinde yaşayan milletleri, birbirlerine sokmuşlardı.
166
***
Dostlar hiç beyniniz kar yağarken pişti mi? Benim beynim yandı. Manastır dа
yandı. Öylece Bursa’ya geldim. Rumeli Fatihlerinin mezarlarını bir bir gezdim. Kalkın
kalkın ve Bursa'ya bakın işte eteklerinize sığınanlar о koskoca ordunuzu oluşturanların
torunları. Omuzları çökmüş. Moralleri yıkılmış. Gözleri içine geçmiş.
***
Bir adam hamallık yapmakta. Yaparken kendi temellerini aramakta. Sığınmış bir
cami avlusuna yeri karıştırmakta. Hayallerinin karmaşıklığını, hayatın acımasızlığını
toprağa taşımakta.
Usulca yanaştım selâm verdim. İçine gömülen gözlerinde küllenmiş kor gördüm.
-Nerelisin, dedim.
-Onlar dа geldi.
Güneşin battığı yere baktı, elindeki çubuğu fırlattı. Kalktı, göğe baktı.
***
"Osmanlı kalmadı. Üç beş hane… Koca tarlada üş beş tane”. Adam yatağından
fırladı. Oğlan da, anne de, kız da… Döneceğiz dedi adam. Döneceğiz dedi oğul, anne kız…
Döneceğiz. O yaz geri dönenler çoğaldı. Yine Balkanlar’da Türkçe, Türkçe şarkılar
söylendi…
167
Bulgaristan
168
Sözlü Halk Edebiyatı
169
MÂNİLER
Pınarın kapakları
Gülümün yaprakları
Macır(muhacir) giden yârimin
Çınlasın kulakları
Şu dağların tepesi
Gurbet eldir ötesi
Milletimizi bitirdi
Türkiye meselesi
170
Türküler, Destanlar, Ağıtlar, İlâhiler
Örencik Deresi
MAPUSHANE TÜRKÜSÜ
Mahpustan geldiğimi
Gördün mü güldüğümü
Güzel dilimiz için
Bağışla öldüğümü
Aynı eser, 8.
171
TÜRKİYE’YE GİDECEĞİZ
BELENE DEDİKLERİ
Belene dedikleri
Cehennemdir cehennem
Babam, ben görmeden gitti
Şimdi dе ölmüş annem.
Rodoplar'dan Belene
Uzak mıdır yakın mı?
A11ah'ım ne bu gördüğüm
Cehenneme akın mı?
Aynı eser, 8.
Türkü
Tirene bindim
Mendilim uçtu
Yârim dumanlı dağların
172
Ardına düştü
Ben ona ağlarım
AH BU MACIRLIK
173
Gördüm Anavatanı
Ağlama anam
Ağlama sen bana
Ağlama anam
Ağlama sen bana
Ağlama anam
Ağlama sen bana
Ağlama anam
Ağlama sen bana
Ağlama anam
Ağlama sen bana
Ağlama anam
Ağlama sen bana
174
Köpürüp kan akar ırmaklarından
Tutuşup kül olan ocaklarından
Huduttan hududa yol bulup koşanlarından
Ağlama anam
Ağlama sen bana
Ağlama anam
Ağlama sen bana
Ağlama anam
Ağlama sen bana
Muhacir Türküsü
İstanbul’un üzümü
Çekemedim sözünü
Ben vatanımdan çıkarken
Yumdum iki gözümü
Binmem tirene binmem.
175
Dillerine varınca
Binmem tirene binmem.
Söylediler bu sözü
Yüreğime düştü sızı
Altı aylık nişanlım var
Ayıracaklar bizi
Bu tirene bineceğim
Gurbet ele gideceğim
Gurbet elde yoktur kimsem
176
Kime anne diyeceğim
Gülizar Türküsü
Muhacir Destanı
177
Ver Allah’ım sen selâmet cümlemize.
Bir cumartesi bizi Edirne’ye indirdiler
Pasaportu olan çekip de gider
Pasaportsuz olanlar Ankara’dan imdat bekler
Ver Allah’ım sen selâmet cümlemize.
Edirne hudutları taşlık
Kalmadı cebimizde on para harçlık
Ver Allah’ım gönlümüze hoşluk
Yok mudur Edirne hudutlarında bize bir boşluk
Ver Allah’ım sen selâmet cümlemize.
Edirne hudutları bağ ile bostan
Selâm gelir Bulgaristan’dan eşten dostan
Bu destanı söyleyen Razgratlı kalaycı Osman.
178
Kimseye bir şey diyemem
179
MUHACİR İLÂHİSİ
Edirne ovasında
Serpildim kaldım
Arçlıyım tükendi
Evlâdı sattım
О viran bubamı
Yolda bıraktım
Edirne ovasında
Naneler biter
Nanenin kokusu
Cihana yeter
Şu macırlık
Ölümden beter
Atımı bayledim
Bir delik taşa
On iki bin ağlar
Ah, Kemal paşa
Yazgımızı anlatalım
Her uçan kuşa
180
Diri diri runa
Gider macırlar
181
Yazılı Edebiyat
182
HÜSEYİN RACİ EFENDİ
(Eski Zağra, 1833-İstanbul,1906 )
Doğduğu yer ve yıl hakkında kesin bir bilgi yoktur. Kimi araştırmacılar Hüseyin
Raci Efendi’nin Eski Zağra’da (Stara Zagora’da) doğduğunu, kimileri de onun Burgaz ili
Karınabat (Karnobat) ilçesinin Molla Şeyh köyünde dünyaya gelmiş olduğunu tahmin
etmektedirler. Ailesi Eski Zağra’ya yerleşir, o da şehrin rüştiye okulunda öğretmenlik yapar,
sonraları da burada müftülük görevinde bulunur.
Hüseyin Raci Efendi’nin zamanı için iyi bir hazırlık gördüğü bırakmış olduğu
eserlerinden anlaşılmaktadırlar. Tarihçe-i Vaka-i Zağra eserini dostlarının ısrarı üzerine
yazmıştır. Bazı sanatçılarımız, bu eserin Türklerin vatan edebiyatında en değerli bir şah eser
olduğunu yazmaktadırlar. Savaş aylarında Eski Zağra’da Türklerin Ruslar tarafından vahşice
katledildiği, İstanbul’a doğru yollara dökülenlerin acıklı durumu anlatılmaktadır.
Hüseyin Raci Efendi’nin eseri kitap halinde basılmazdan önce Ethem Ruhi Balkan
tarafından Filibe’de (Plovdiv’de)çıkarılan Balkan gazetesinde tefrika edilmiştir. Bu eser
Ertuğrul Düzdağ tarafından yeni Türk harflerine aktarılarak Zağra Müftüsünün Hatıraları
başlığı altında Tercüman gazetesinin 1001 Temel Eser yayınları arasında yayımlanmıştır.
Zağra'ya iki buçuk saatlik mesafedeki Аdа Tepesi köyünü güya Kazakların
yaktıkları öğrenildi. Сumа günü ise Sungurlar köyünden dokuz Müslümanın kolları
bağlanarak Ilıca deresinde kurşun ve süngü ile vurulup öldürüldükleri duyuldu. Bu haberleri
içlerinden kaçan bir Müslüman getirmişti.
İşi tahkik etmek için hemen birkaç Bulgar ileri geleni ile on kadar süvari zaptiye
gönderildi.
183
Arkasından dа Yarıklar köyü ahalisini tehdit eden çapulcu Kazak ve Bulgarların
malları yağma ettikleri haberleri geldi, kаn başımıza sıçradı.
Sungurlar köyünde şehit edilen Müslümanların içinde zahid ve abit Hacı Osman
namında bir ihtiyar dа vardı. Bu zat köyün büyüğü ve her milletin emniyet ve itimat ettiği bir
pir idi. Her akşam odasında birkaç misafiri bulunur, Davut orucuna devam eder, perhizkâr bir
zatın, böyle i1k vak'ada günahsız yere katl olunmasına riya değilse Bulgarlar bile ağladı.
Allah hepsine rahmet eylesin.
Kızanlıklı bir şaki Bulgar arkasına aldığı bir ko1 yağmacı ve intikamcılarla, ileri
gelen zevatın konaklarını ve zenginlerin evlerini yağma etmekte idiler. Hacı Ve1i Ağa’nın
ve damadı Rüştiye mua11im-i sanisi mühendis Şerif Efendi'nin konaklarını iğneden ipliğe
dek soydular. Hacı Tayyar Ağa’nın ve Hacı Haşim Bey'in ve sonra Emin Paşa’nın konak
kapılarını kırıp içeri girerlerken, Muvakkat Hükümet’ten bin rica i1e alınan asker ve birkaç
Bulgar ileri geleninin yetişmesi i1e güç ha1 def edildiler.
Kendilerine:
“-Ne yapalım, elimizde ne var? İş bizde değil, fenaların önü alınmıyor. Неm
bunların kanununda bir kasaba alınınca, yirmi dört saat yağma etmek varmış. Biz
bilmiyorduk. Yine çalışıyoruz, korkmayın, artık birşey olmaz!”
dediler.
Bazıları dа ağladılar!...
184
Bu çorbacılar doksan iki yılı komite ayaklanmasında devlete sadakat göstermişler
ve rütbelerle taltif olunmuşlardı. Bu vakada dahi mümkün mertebe insaniyette bulunarak
uzak görüşlü davranmışlardır.
Kasaba bu hâlde iken, kazada Müslüman köyleri ve çiftlikleri ateşe verilip cayır
cayır yanmakta idi. Ortalığı bir siyah duman kapladı. Bütün kaza matemhaneye döndü.
Gönüller kan ağlamakta idi.
İstilânın üçüncü Salı günü General Gurko, be1denin eşrâfını topladı. Yeni Zağra'da
isyan ettikleri için asker tarafından vurulan Bulgar eşkiyasının katillerini istedi.
cevabı verildi…
Çerkeslerle, Bulgar köylerini vurdukları rivayet edilen Tevfik, Sadık, Akif, Tahsin
Beylerle Hacı Tayyar ve Dayı Ahmed Ağaların haremleri hükümet konağı yanında bir
hanede tevkif olundular. Osmanlı askeri gelinceye kadar karakol a1tında tutuldular.
Birkaç gün sonra ellerine bir kâğıt (idam ilâmı!) ve yanlarına bir zabıta neferi
(cellât!) verilerek:
Evlere girmek, adam öldürmek, о derece arttı ki, sokaklara çıkılmaz ve yalnız
evlerde durulamaz oldu.
İslâm mahalleleri, dilsizler ülkesine döndü. Hiçbir evde ateş ve mum yakılamaz ve
bir ocaktan duman çıkmaz, dehşetli bir hâlde idi.
Yalınayak Titreyerek...
185
Birkaç mahalle halkı bir araya toplanıp, gece gündüz, uykusuz bekleşirlerdi. Kapı
kırılmaya veya duvardan aşılmaya başlanınca kuzulardan ayrılan koyun sürüleri gibi hep bir
ağızdan feryad-ü figana başlar, gayet acı acı bağrışırlardı. İşittikçe yüreklerimiz pâre pâre
olurdu.
Gündüzleri ise bundan beter bir hâldeydi. Biçare İslâm muhaddereleri kucaklarında
masumcuklarıyla mezardan çıkmış gibi yalınayak, titreyerek hükümet kapısına gelirler,
titrek sesleri ile:
“-Gitti evlâtlarım!”
Diğer taraftan üç beş erkek, yanlarında bir Bulgar zaptiyesi ile gelip:
“-Aman komşular, yazıktır -bizi kırıyorlar. Yalvarırız, merhamet ediniz, gelip bizi
kurtarınız!” sözleriyle yalvardılar.
İnsafsız mel'unlar ise söverek ve iterek sopalarla kovarlar, nadiren yanlarına zaptiye
namında bir iki hain katarak evlerine geri gönderirlerdi. Bu çapulcular ise gidip, birkaç
kuruş ayak teri alır ve:
186
ALİ KEMAL BALKANLI
(İstanbul, 1900-Ankara, 1992)
Bu yıllarda Ali Kemal, birçok ilk ve ortaokul ders kitabı yazdı. En önemli eseri,
1932'de Filibe'de yayımladığı Yeni Türk Lügati oldu. Bu değerli eser yıllar boyu Bulgaristan
Türk aydınlarının temel kılavuzu oldu. Başka eserleriyle de Bulgaristan Türk ve
Müslümanlarının kültürüne büyük hizmetlerde bulundu.
Türkiye'de İslâm dergisini çıkardı ve değerli eserler yazdı. 1986'da Şarkî Rumeli ve
Buradaki Türkler adlı eserini yayımladı.
187
Bunlar ne olmuştur?
İslâm halkı dağılıp cemaati kalmayan ve zamanla tamirsizlikten harap olan din ve
hayır müessese veya tesislerinin yıkımından Bulgarları sorumlu tutmayı uygun bulmuyorum.
Bugün, devlet merkezimiz olan Ankara'da bile birçok camiler, türbeler yıkılmış, yatırların
kabirleri toprak yığınlarıyla belirsizleşmiş bulunuyor. Şu halde, Bulgarlar şöyle yaptı, böyle
yaptı diye onları ve başkalarını suçlamamız doğru değildir.
Ancak bir şeyin yıkılmaya maruz bulunması dolayısıyla yani “maili inhidam” olması
sebebiyle yıkılması başkadır, düşmancasına yıkılması yine başka!
Hayır... Çünkü Bulgar köylüsü ekmek bulmuş, asayiş sağlanmış, halk şikâyet
etmeyerek ve “İnsaflık'a u Turçina” (İnsaf Türklerdedir) sözünü atasözü hâline getirerek
yaşayış hâlinden şikâyet etmemiştir.
Şu halde, yeni nesillerin bir intikam ateşiyle Türk'e düşman olmaları nedendir?
“Beş yüzyıllık esaret” dedikleri devre zarfında Bulgar halkı hiç haksızlığa
uğramamış mıdır?
Şehrin merkezî yeri olan “Сuma Önü Meydanı”ndaki Muradiyye Camii teravih
namazlarında hınca hınç doluyordu.
188
Filibe'nin kalabalık Türk'ün yaşadığı civar köyleri olan “Kuklen” ki Türkler
“Kuklene” derler Vodene, Yeniköy'de dе aynı durum yaşanırdı.
Eski mahallemizde bulunan ve halk arasında Alaca Camii denilen İne Носа camii dе
tek kurşun kubbeli ve minareliydi.
Bulgar itfaiye erleri, camiin bulunduğu caddeye bir fotoğrafçı çağırmışlar, bir
taraftan sırıtarak kendilerini hüzünle süzen bana bakarken bir taraftan dа alaylı alaylı gülerek
kazmalarını savuruyorlardı.
İstanbul'un fethinden önce, yani Fatih devrine kadar Osmanlı saltanatı devrinde
camiler 9 kubbeli olarak inşa edilmekteydi. Bunun sebebi bu yapıların İslamlarca 9 olarak
belirlenen gök kubbelerinin timsali olmasıdır.
189
“Musalla mekteb-i ibtidaisi”nde başlamış, Taşköprü Camiinin tetümmesinde devam ederek
ilkokulu bu cami içinde tamamlamıştım.
Meriç başına yakın bir mevkide inşa edilmiş bulunan Taşköprü Camii kurşun örtülü
tek kubbeli oldukça geniş ve ferah bir camiydi. Filibe'ye tekrar gelişimde ardiye olarak
kullanılmaktaydı.
Kuzey Trakya dа denilen Şarkî Rumeli”ovası ve civarındaki arazi hep Türk köy ve
çiftlikleriyle doluydu. 17. ve 18. asırlarda bu ovadan geçerek İstanbul’a gelen ve oradan
dönen yabancı seyyah ve diplomatlar, Filibe'de 50 hane kadar Hıristiyan bulunduğunu
yazarlar.
Pirinci Mısır’dan getirip Rumeli'de yetiştiren ve geniş bir çeltik arazisine adını veren
Sipahi “Karareis”, Hasköy- Zaimin adası, Çavuş'un değirmeni, Malkoç kırı, Kaz ovası...
Bunlar bu topraklarda Türk'ün varlığını kanıtlamıyorlar mı?
Bunlar bizim yeni kuşaklarımız ki, bu kuşaklardan bazılarının uçkuru çözülüp belden
aşağı düşmüştür, okumalılar dа hâlâ oralardan gelenlere “Bulgar Türkü” demekten
utanmalılar!...
OSMAN KESKİOĞLU
(Osman Sungur)
(Karınabat, 1908- Ankara,1989)
190
Burgaz ili Karınabat (Karnobat) kasabasında doğdu. İlköğreniminden sonra
Şumnu’da (Şumen’de) ortaokul derecesindeki Medrese-i Aliyye’yi bitirmiş, daha sonra aynı
şehirdeki Nüvvab okulunun lise ve yüksek bölümünden mezun olmuştur. 1936-1940
yıllarında Mısır’da Cami’ül Ezher’in Şeriat Fakültesinde okudu. Bulgaristan’a dönünce
Şumnu’da Nüvvabın lise ve yüksek bölümlerinde 10 yıl öğretmenlik yaptı.
Eserlerinden Bazıları:
Kurda, kuşa, dağa, taşa hükmü geçen bir hükümdar vardır: Hz. Süleyman. О,
Sebe kraliçesi Belkıs’a bir haber salarak teslim olmasını, yoksa yurdunu, о güzelim
İrem Bağları diyarını asker kuvvetiyle alacağını söyler. Belkıs, bu dişi hükümdar,
çağlar boyunca uluslara hükmeden erkeklerden daha akıllıdır, daha diplomattır. Devlet
erkânını toplar; onlar, savaş isterler, о ise işi barış yoluyla halledelim, tatlıya
bağlayalım, der. Gerekçesini Kur'andan dinleyelim:
“Hükümdarlar, orduyla bir ülkeye girdiler mi, orasını fesada verip bozarlar,
altüst ederler, şerefli ahalisini zelil ve perişan kılarlar, evet, böyle yaparlar.” (Neml:
ayet 34)
191
1878'de Ayastefanos Anlaşması imzalandı, 13 Temmuz 1878'de dе Berlin
Anlaşması yapıldı. Kuzey Bulgaristan Prensliği kuruldu, Kocabalkan'ın güneyinde,
merkezi Filibe olmak üzere Rumeli-i Şarki Eyaleti muhtar bir eyalet oldu. Türkler sakin
sakin yaşadılar, hiç bir isyan çıkarmadılar. Zulme uğrayan, canı sıkılan, evini yurdunu
bırakıp göç etmekten başka bir şey düşünmedi!
Savaş sırasında halk gerçekten ürkmüş, yollara dökülmüştü. Can, tatlıdır, canın
yongası olan malını bırakıp kaçıyordu. Sebepler çoktu. Zulümler yetmiyormuş gibi hile
yolları dа vardı. Papalar, hoca kıyafetine girmiş, cami kürsüsünde va'ız verip: “Evveli
Şam, âhiri Şam” efsanesini halka telkin ediyordu. Bu böyle Kafkaslarda dа aynen
yapılmış. Âhir zaman gelmiş, Hıristiyanların peygamberi olan Hz. İsa Şam'a inecekmiş.
Yazıcıoğlu Mehmed, Muhammediye’sinde Vaktiyle şöyle demişti: “Dimışk'ta ak
minareye-Giru nüzûl еdе İsâ.”
Halk göçüyordu, çünkü yapılan zulümler dayanılır şey değildi. Sırp, Karadağ,
Bulgar ve Rus kazaklarının yaptıkları akıllara durgunluk verir. Edirne Mebusu Mehmed
Şeref’in: Bulgarlar ve Bulgar Devleti kitabında yazdığı gibi: Nigbolulu Tahsin, Zağralı
Şevket, Lofçalı Hüseyin, Kızanlıklı Ali, Rusçuklu Hakkı, Şumnulu Arif, Çırpanlı Носа
Şükrü ve Sait, Eskizağralı Kâmil, Kırcaalili Murad, Eskizağralı Hacı Efendi, Zağralı
Hâzım, Razgratlı Hakkı, Vidinli Nuri, Dobrucalı Aliman Pehlivan, Deliormanalı Aliş
Pehlivan, Edirneli Ömer Seyri, Sancakdar Yüzbaşı Ömer, Sivaslı Mehmed, Filibeli Rıza,
Sofyalı Ömer, Tatarpazarcıklı Emire Hanım, Pestireli Hacı Mustafa, Hasköylü Aziz,
Yüzbaşı Himmet, Binbaşı Nuri, Zağralı Osman Beyler ve Efendilerin gözleriyle görerek,
kulaklarıyla işiterek yazdıkları ve anlattıkları işler, ne kötü ve yüz kızartıcıdır. İnanmak
istemediğimiz en çirkin bir vahşeti, yüzümüz kızararak, kitaptan nakledelim: “Niğbolu
yakınındaki Türk köylerinden topladıkları genç kız ve gelinlerin şalvarları içine kedi
koymuşlar, kedilere kamçıyla vurdukça, canı yanan hayvanlar, kadınların baldırlarını,
bacaklarını tırmalayarak çıkacak yer arıyor kadınların feryadı etrafı sarsıyor, bunu yapanlar
ise gaydalarını şişirerek hora tepiyorlar”◊. Filme alınacak bir vahşet.
◊
Mehmed Şeref, Bulgarlar ve Bulgar Devleti, s. 28, Ankara, 1934, Yazarın 29. sayfada yazdıkları ise daha yüz
kızartıcı, daha utanç verici.. Raci Efendi, Tarihçe-i Vak'a-i Zağra, eserinde 93 Harbinin acıklı olaylarını di1e,
getirmiştir. Rusların, Bulgarların neler yaptıkları ibretle okunmalı. Eser yeniden basılmıştır.
192
gördürmüşler. Bulgarlardan Zankof Dragan, Bulgarları kesmeye başladılar, diye Bükreş'te
10 bin nüsha bir broşür bastırmış, İngilizler'i aleyhimize kandırmak için Gladiston'a haber
göndermiş. (Ahmed Midhat, Zübdetü'l-Hakayık, S. 143) Hâlbuki İstanbul’dan Serdâr-ı
Ekreme yazılan emirlerde; Müslüman-Hıristiyan ahalinin korunması, asla ayırım,
yapılmaması isteniyordu. Müslüman- Hıristiyan arasına nifakı düşman soktu. Müslümanlar
dа kütle hâlinde göçe başladı. Bu savaştaki yenilginin sebebi anlaşılmadı. Londra sefareti
İstanbul’a gönderdiği telgrafında şöyle diyor: Düşmanın Tuna’yı kolayca geçmesi hayreti
mucip oldu. Balkan geçitlerini muhafazaya, köprüleri yıkarak düşmanı nehre dökmeye
muktedir oldukları hâlde bir şey yapmamaları sebebi anlaşılamıyor. “(adı geçen eser, s.
340)
Ha1k ölümden kaçıyordu. “Hiç kusurları olmadığı hâlde, kadın ve çoluk çocuğa
bakılmayarak Kazak ve Bulgarlar'ın Eskizağra'da ve civarında vahşice öldürdükleri
Müslümanların sayısı dа ceman 3.300 den fazladır.”
(General Halil Sedef, Osmanlı, Rus ve Romen Savaşı, C.V.S. 101)
Ruslar Tuna’yı geçip dе İstanbul önlerine vardıkları güne kadar 600.000 Türk, yerini
yurdunu bırakarak göç etmek zorunda kalmıştı. Bu göçmenlerden 100.000 kadarı Anadolu'ya
geçmişti, 150.000 kişinin İstanbul’a ve 150.000 göçmenin dе Rodop dağlarına sığındıkları
anlaşılıyor. Kalanı dа Rumeli'nin her tarafına dağılmıştı. Anadolu'ya geçirilen göçmenler,
Orta ve Batı Anadolu vilâyetlerine yerleştirilmişlerdi. (Tevfik Bıyıklıoğlu, Trakya’da Milli
Mücadele, C.L,S. 28, Ankara, 1955) Selânik, Kosova vilâyetlerine sığınan 300.000
göçmenle, Şumnu çevresinde toplanan 200.000 kişi bunlara katılırsa, bir milyon insanın
yerinden oynadığını görürüz ki, halk buna Коса Bozgun demiştir.
OSMAN KILIÇ
(Razgrat, 1920)
193
Razgrat’ın Kılıç köyünde doğdu. İlkokulu köyünde, rüştiyeyi Kemaller’da
(İşperih’te)başladı, Razgrat’ta bitirdi. Şumnu’da (Şumen’de) Nüvvab okulunun lise
bölümünde okuduktan sonra yüksek bölümünden mezun oldu. Bir süre öğretmenlik yaptı.
Türk azınlığının temsilcisi olarak o zamanki Bulgaristan’ın kültür hayatın katıldı. Türk
azınlığın, Türk kültürünün savunucusu oldu. Haksız yere idama mahkûm olundu. Nisan
1948’den Temmuz 1962 tarihine kadar Bulgar zindanlarında kaldı. 1965 yılında Türkiye’ye
ve ailesine kavuşabildi.
Osman Kılıç, Türkiye’ye geldikten sonra Dışişleri Bakanlığında görev aldı. Aynı
görevinden emekliye ayrıldıktan sonra Kader Kurbanı adlı eserini yazdı (Ankara,1989). Bu
kitapta anlatılanlar her ne kadar Osman Kılıç’ın hatıraları ise de onlar aslında belli bir
dönemde Bulgaristan’da yaşayan Türk halkının müşterek dramı, müşterek tarihidir. Kader
Kurbanı, Bulgaristan’daki Türk varlığının belli bir dönemine ışık tutan değerli bir
çalışmadır.
GÖÇMEN DUASI
Ama birgün geldi, zalim düşman bana o dünyayı haram kıldı. Evvela adımı, sonra
malımı ve imanımı aldı. En sonra da canımı almak istedi. MEĞER İNASANIN VATANI,
DOĞDUĞU VE DOYDUĞU YER DEĞİLMİŞ!
Ne mutlu bize ki Ulu Önder ATATÜRK bize, bu cennet vatanı kurtarıp emanet
etmiş.
Tanrım bizi ebediyen bu cennet vatandan ayırma, Yurduma düşman ayağı bastırma!
GÖÇMEN RÜYASI
194
Mevki, BELENE, karşımda, gördüğü bir rüyadan dolayı hüküm giymiş bir Türk
genci. Adı – Halil-İbrahim. Şumnu köylerinden. Bıyıkları henüz terlemiş bir Türk çocuğu.
Askerlik namı altında, mecburi emek taburlarında ırgat olarak çalışırken, bir sabah,
ranzasında, tatlı uykusundan uyanır ve arkadaşına der ki:
Vay sen misin bu rüyayı gören? Demek Türkiye'ye kaçmak planları kuruyorsun. Seni
gidi HALK DÜŞMANI! Yaka-paça mahkemeye çıkarılır, al sana 12 yıl ağır hapis cezası...
Belene'de aynı kovuştayız. Bir gece ansızın, yine bizim Türk çocuklarından birisi,
beni uyandırdı:
- Nesi var?
Doktor:
-Bu çocuk ölecek, dedi. Hiç geciktirmeden ameliyat edilmesi gerekiyor. Apandisti
patlamış.
Derhal zavallıyı kaldırdık, Jelezkov revirde ne bulduysa - makas, bıçak. Çok ilkel bir
ortamda, Halilibrahim'i ameliyat etti ve kurtardı. Şimdi bilmiyorum arka toprağı nerededir,
fakat benim tek söyliyecek bir sözüm var:
195
NURİ TURGUT ADALI
(Kırcaali, 1922 – Kırcaali, 2004)
196
Kırcaali’nin Çorbacılar nahiyesi Adaköy’ünde doğdu. İlkokulu kaşıkçılar köyünde, rüştiyeyi
Çakırlı nahiyesinde okudu. Şumnu’da (Şumen’de) Nüvvab okulunun lise bölümünden mezun
olduktan sonra bir süre de yüksek bölümünde öğrenimi sürdürdü. Öğretmenlik yaptı.
Nuri Turgut Adalı kısa özgeçmişinde şunları yazıyor: “Kısaca şöyle bir toparlamak
istiyorum: Üç defa olmak beş yıl temerküz kampında kaldım. 1961’de 15 yıla, 1982 yılında da üç yıla
mahküm edilerek cezaevlerinde kaldım. Türklerin adlarını değiştirme kampanyasında cezaevindeyim.
1985’te cezaevinden çıkar çıkmaz yine Belene ölüm Kampına gönderildim. Bir süre sonra Belene’den
beni Vidin’e bir köye gönderdiler. Benden iki gün önce aynı köye gönderilmiş Allahın bir nimeti ve
lütfu olarak gördüğüm mücahit kardeşim ve oğlum Yusuf Türkoğlu ile orada tekrar buluştuk. Oradan
serbest bırakılınca köyüme döndüm. Karakola günde iki defa imza vermek suretiyle yeni hayata
başladım. Aniden verilen bir pasaportla 10.06.1989’da anavatana birkaç bavulla geldim.”
Nuri Turgut tüm zorluklara göğüs gerdi, dayanılmaz koşullarda şiirler de yazdı, anılarını
yazıya döktü. 2004 yılında Kırcaali’nin yakınında bulunan Mestanlı’da öldü.
Taburcu edileceğim gün yaklaşmıştı. Zayıf aklımca kara günlerin sonu güya
geliyordu. Sabırsızlıkla, sevinçle o mutlu günü bekliyordum: bir gün müdür bey beni
çağırdı. Buyur, otur! dedi. Hal-hatır ettikten sonra söze başladı:
Turgudov, artık çıkıyorsunuz. İyi kötü hasbelkader uzun yıllar farklı şartlara tabi
bu çatı altında kaldık. Sen, parmaklıkların içinde, bense dışında. Bu demek değil ki çekmiş
olduğunuz dert ve ıztırapların yabancısıyım. Asla öyle değil. Çok iyi biliyorsunuz ki
ağabeyim bu cezaevinin hastane bölümünde faşistler tarafından asılmıştı. 0 darağacının
dikildiği yere gider gözyaşı dökerim..Bilhassa yıldönümlerinde matemim tam bir hafta
sürer. Yakında kavuşacağınız özgürlüğünüzü daha şimdiden kutlar ve geçmiş olsun, derim.
Ve bundan sonraki yaşamınızda mutluluklar dilerim!
-Söylediğim gibi artık sayılı günleriniz kaldı. Dışarıda hayat çok değişti. Eskiden о
kendilerine güvendiğin, kendilerini sevdiğin arkadaşlarını bulamayacaksın. O devir öldü.
Türk milleti, bilhassa aydın tabaka bizimle intibak etti. Sosyalizme uyum sağladı...
Ve daha bir sürü laf etti. Söyledikleri bir kulağımdan giriyor diğerinden çıkıyordu.
Söylediklerine asla inanmıyordum. Bu tavrım hareketimden dе belli oluyordu. Tamamiyle
gaflet içinde olduğum için kendisine cahilce şu sözleri söyledim:
-Bugüne kadar kendileri için şu kadar yıl yattığım milletimi sizden öğrenmem ayıp
olur.
-Çıkınca göreceksiniz...
197
Daha birkaç söz ettikten sonra vedalaştık.
Meğer adam tamamıyla haklı imiş. Her geçen günle bu gerçekleri üzüle üzüle
tesbit ettim durdum. Hele о aydın geçinen, görevde olan Türk kardeşlerimizin büyük bir
kısmı cezaevinden taburcu olan biz zavallıları görmek bile istemezlerdi. Neden zavallı
diyorsun, diye soracak olursanız kısaca cevap vereyim.
“Derde uğrar kim sadakat etse elbet devlete ikamet mahrı cimettir bu mülk ve
millete”
Mestanlı kasabasında saygı duyduğum ve sevgi beslediğim bir aile vardı. Benimle
ilgili birkaç gün tutuklanmışlardı. Sonra berat etmişlerdi. Onlara bir suç bulaştırmadım.
Kendilerine karşı kırgınlığım, küskünlüğüm yoktu. Taburcu edildikten sonra kasabanın ana
caddesine oldukça hızlı adımlarla girdim. Onlar buralarda bir yerde oturuyorlardı. Yıllarca
sonra saygı duyduğum insanların evlerine gidiyordum. Elli altmış metre kadar
yaklaşmıştım. Dostum dediğim adam otuz metre kadar bir mesafeden bana doğru geliyordu.
Şüphesiz о beni görmüştü. Görmemezlikten gelerek aniden yolu değiştirdi. Tabiî ben dе
bir toy gibi oraya doğru yürürken bu manzara karşıma çıkınca yine fikrimden caymadım.
Doğru о eve gittim. Hanımı evdeymiş. Dış kapıyı çaldım. Kapı açıldı. Selâm verdim,
içeriye girdim. İç kapıya varıncaya kadar hal-hatır ettik. Eşinden çok daha şuurlu ve
duygulu olan kadın içeriye buyur etti. Girmedim. Kadın bu hareketim karşısında şaşırdı.
Olayı kendisine arz edince “Yaşar о eşektir” dedi. Eşikte daha buna benzer laflar ettikten
sonra saygı duyduğum bu haneden bir daha görüşmemek üzere ayrıldım. Kendilerini
bugüne dek görmedim.
Buna benzer pek çok hadiseler olmuştur. Bir diğerini dе arz etmeden
geçemeyeceğim. Kırcali'deyim. Bay Bay adında maruf Ahmet Hüseyinoğlu ile Sancak
Parti Komitesi önlerinden çarşıya doğru yürürken caddenin öte tarafından bana doğru
gelen, okul arkadaşım (hatta beş yıl sınıf arkadaşım) S.B.O zamanlar Sofya'da sorumlu bir
iş başındaydı. Kırcali'nin sorumlu makamlarda görev alan Türklerden iki kişinin
arasındaydı. Kültürevine gidiyorlardı. Sonradan öğrendim bir konferans varmış.
Yanımdaki Ahmet'e dedim ki “Bak öte tarafa kimler var, sınıf arkadaşımdır. Gidip bir
görüşeyim”. Selâm vererek karşılarına dikildim. Şaşkın şaşkın bana ve birbirlerine
baktılar. Ortadakine “Siz Selim Bilâl değil misiniz?” deyince “Evet!” dedi. “Beni
tanımadınız mı? Ben sınıf arkadaşın Nuri” dedim. Kıpkırmızı oldu. “Hayır, böyle bir
kimseyi tanımıyorum” diye kestirip attı. “Olabilir” dedim. Özür dileyerek yanlarından
ayrıldım. Bu 1974 yılının hadisesidir.
198
olmadığından) onüç yıl önce Kırcali'de benimle yüzyüze geldiği gün, yanındaki adamların
tehlikeli oldukları için tanışıklık vermediğinden dolayı özür diliyordu. Daha başka
(hatırımdan çıkan) şeylere dе değiniyordu. Karşılık yazarsam memnun kalacağını
kaydetmişti. Bana mektubu getirenden kendisine yazdığım mektubu verdim. Ne yazdığımı
hatırlayamadım. Yalnız İmamı Gazali'ye ait Носаm Ahmet Davudoğlu tarafından yazılan bir
kitapta şöyle bir dörtlük vardı.
Aynı yıl içinde bana mektup getiren aynı gençten haber aldım. S. В. apartmanın
dördüncü katından atlayarak intihar etmiş. Yukarıda yazdığım dörtlükten dolayı pişmanlık
duydum. Çok üzüldüm. Aklıma geldikçe üzülüyorum dа. Allahtan sınıf arkadaşım Selim
Bilâl'a rahmet dilerim.
ZORUMUZ
Şairler vardır
Ancak ömürleri boyunca yaşarlar.
Yaşadıkları müddetçe de hâkimdirler
ve caka satarlar.
Övülmeye lâyık olmayanı överler
Sevilmesi lâzım gelene söverler.
Hasılı karayı ak-akı kara
göstermektir hünerleri
ömürleri kadar ya yaşar ya yaşamaz eserleri.
Zalim değillerse bile zulme alettirler...
Açık söylemek lâzım gelirse
Türk varlığı bünyesinde
birer kara lekedirler...
Bu "yüce belki dе cüce" şairler yüzünden
Bulgar şimardı durdu,
Türklüğe sahip çıkanları zindanlara doldurdu.
199
Gaflet içinde olsalar bile
Hak'kı ve özgürlüğü
anmak, haykırmaktır gayeleri...
YUSUF KERİMOV
(Yusuf Kerim)
200
(Varna, 1922)
Varna’ya bağlı Mihaliç köyünde doğdu. İlkokulu köyünde bitirdikten sonra Şumnu’daki
Nüvvab okulunda okudu. 1945 yılında Varna Üniversitesinin İktisat Fakültesinde öğrenimini
sürdürerek 1949’da buradan mezun oldu. Muhasebecilik, bankacılık gibi işlerde bulundu.
Öğretmenlik yıllarında büyük bir zevkle Türk çocuklarına Türk dilinin özellik ve inceliklerini öğretti.
Uzun yıllar Yeni Işık gazetesi ve Yeni Hayat dergisinde çalıştı. Bir süre Şumnu Türk Tiyatrosunda da
çalıştı. Sofya’da Balkanlar Vakfı kurucuları arasında bulunan Yusuf Kerim, Ümit dergisinin yazı işleri
müdürlüğünü yaptı. 1990 yılında kurulan Sofya İslâm Enstitüsüne müdür yardımcısı oldu ve
Osmanlıca derslerine de girdi. Sofya Başmüftülüğünün çıkardığı Müslüman gazetesinin yazarlar
kurulu üyesi olarak çalıştı. Hâlen Osmanlı döneminden kalma belgelerin çevirisini yapmakta olan
Yusuf Kerim, ulusal, uluslar arası kongre ve sempozyumlara da bildirileriyle katılmıştır.
Gazetecilik yaptığı yıllarda birçok gazete yazıları, röportajlar, mizahi yazılar yazdı. Öyküye
daha sonraları yöneldi. Sahne eserleriyle Bulgaristan Türkleri edebiyatında önemli bir yere sahip oldu.
İşlediği konular gerçekçi bir gözle ele alınarak dile getirilmektedir. Mizah yazılarında hayatın bazı
olumsuz yönlerini eleştirmektedir.
ANILAR…
ANILAR...
Anılar defterinin hangi yaprağını açsam, mutlaka üstü kabuklanmış bir yara
kanamaya başlar.
Nasreddin Hoca’nın yolu bir köy mezarlığına uğrar. Mezar taşlarındaki yazılar
dikkatini çeker. Eğilir, bir tanesini okur: “Üç gün yaşadı, öldü” diye yazılmıştır. Hayret
içinde kalır. Yandaki mezar taşına da bakar.. “Beş gün yaşadı, öldü” Daha daha okur. “Bir
ау yaşadı, öldü”, “On gün yaşadı, öldü”... Bir türlü akıl erdiremez. Yolunu köye sapıtır.
Bu yazıların sırrını öğrenmek ister.
- Köy halkımız çile ve üzüntüyle geçen günlerini gün saymaz, Hocam, derler.
Mezar taşına ancak mesut geçen günler yazılır.
Носа bir nebze düşünür. Sonra birden başını kaldırır ve köy cemaatine:
-Ey cemaat-i müslimin, der. Yolum uzak. Gezecek yerlerim çok. Ama yorgunum..
Bu akşam burada, kalmak zorundayım. Şayet emri Hak vaki olursa, mezar taşıma “Hiç
yaşamadan öldü” diye, yazınız, der.
Anlayana sivrisinek sazdır, ama ben anlatamadım. Konuyu biraz daha açmak
gerekecek.
201
Köyde ilkokulu başarıyla bitirdikten sonra Şumen’de rüştiye okuluna yazıldım. O
dönemde cemaat-i İslâmiyeler çalışkan çocuklara arka dayak oluyordu. Okul yanındaki
“Dündar” camiine beni müezzin tain ettiler.
Mali sıkıntılarım yetmezmiş gibi, bir dе İkinci Dünya Savaşı gelip çattı.
“Nüvvab”ın beş yıllık tali kısmını savaş yıllarının sıkıntısı içinde 1944'te ikmal ettim.
Okul bitti, savaş dа bitti. Fakat bendeki okuma hevesi hâlâ bitmiyordu. Yüksek tahsil
almak istiyordum. Ne yazık ki, “Nüvvab” okulunu bitirenleri üniversiteye almıyorlardı.
9 Eylül 1944 geldi, “Hürriyet” geldi, dediler. Bana dünyalar verildi. “Hürriyet”
benim için her şeydi. Nazilerin “Brannik” örgütü bizi canımızdan bezdirmişti. 15 Eylül
1944'te Varna Üniversitesi rektörü Prof. Boyçev’e “Şimdiye kadar ayrılık gayrılık vardı,
bizi Üniversite’ye almazlardı. “Hürriyet” geldi, dedim. Bize dе hak verildi...” Adamcağız
о korkulu günlerde ne yapsın. Dilekçemi imzaladı.
Ama nasıl? Anam babam kardeşlerim bin bir güçlüklere katlanıyor el kapılarında
çalışarak bana para yolluyorlardı. Varna Cemaat-ı İslâmiyesine başvurdum. “Naci” Türk
ilkokuluna öğretmen tayin olundum. Hem okuyor, hem okutuyordum. Üstelik Varna Türk
gençleriyle de çalışmalarım vardı. Eğlence akşamları, müsamereler düzenliyorduk. İlk
piyesimi burada yazdım ve Üniversiteli arkadaşların yardımıyla sahneye koyduk.
- Biz dе gelelim seninle, dediler. Defterleri hep beraber götürürsek daha inandırıcı
oluruz.
1 Haziran 1945. “Naci” ilkokulu üçüncü sınıfta Türkçe saatindeyim. Kapı vuruldu.
Açtım. İri yarı bir adam Emniyetten olduğunu, karakola kadar gitmemiz gerektiğini
söyledi.
Karakol okula yakın bir yerde, yaya yürüyor “Hürriyet” konuşuyoruz. İkinci katta
polis şefine teslim edildim.
202
- Seni Sofya'ya istiyorlar. Akşam treniyle kapalı olarak yolculuk yapacaksın.
İki sivil polis yanımda, Sofya'ya erdik. “Moskovska” sokağında bir binanın
önünde durduk. Baktım, Divan-ı Harp... Zemin katta daracık bir hücreye kapadılar. Bütün
gün orada yalnız başıma kaldım. Sabahsı kapı açıldı. Bir asker beni tuvaletlerin olduğu
yere götürdü. Sonra çeşmeleri gösterdi. Yan yana dizili çeşmelerden birinde ellerimi
yıkıyorum. Bir dе ne göreyim. Hacı Ahmet (Davudoğlu) hocam abdest alıyor. Beni
görünce tanıdı. Gözlerimizle bir şeyler konuştuk. Suların şırıltısına karışan bir sesle
hafifçe:
Bu kötü yerde, ne tatlı bir tesadüftü bu. Allahım’a şükrettim. Yeni idare “Nüvvab”
okulunu bir irtica yuvası olarak görüyordu. Hocalarımızdan Hacı Muharrem, Hacı Ahmet,
Ahmet Kemal Efendilerin tutuklu olduğunu biliyordum. Ama burada görüşeceğimizi ve bu
görüşmenin benim için bir kurtuluş anahtarı olacağını nerden bilebilirdim. Aramızda
herhangi bir bağlantı yoktu. Bu adamların boş atıp dolu vurmak istediğini, suçlamaların
asılsız olduğunu daha oracıkta anladım. Bir Hızır misali çıkmıştı hocam karşıma. Nur
içinde yatsın!
- Biz her şeyi biliyoruz. Saklamanda bir anlam yok. Son bir fırsat daha veriyoruz...
Karşıma birini getirdiler. Sınık benizli, zayıf yapılı bir genç.
- Bizim gizli bir teşkilâtımız var. Türkiye lehine çalışır. Ben Aytos bölgesine
sorumluydum. Yusuf Varna'dan bize talimat veriyor. Gereken parayı sağlıyor. Çok defa
Varna'ya gittim. Onun oturduğu evde kaldım...
- Buna bir diyeceğim kaldı mı, diye sert sert çıkıştı Albay Georgiev.
- Nasıl yapabildin bana bu iftirayı, sende hiç insaf ve merhamet yok muydu?
Dedim. Halil hiç ses çıkarmadı, Sadece iki elini bana doğru uzattı. Zavallının tırnaklarını
sökmüşler... Daha о anda affettim Halil’i. Ona karşı günlerce beslediğim kin ve nefret,
aniden eriyiverdi…
203
......Ama... Salih... Baklacı’yı... asla affedemiyorum. Onun tırnaklarını sökmediler.
Sadece başredaktör yaptılar. Parti toplantısında kalktı bir sürü insan önünde: “Kerimov
Türkiye casusudur... Parti liderimiz İsmail Sarhoca’yı zehirleyerek öldürme teşebbüsünde
bulundu... Türkler arasında göç propağandası yaptı... Varna'da askeri üslere resim
çekerken yakalandı... Hapse atıldı...” dedi.
Toplantıya bomba düşmüştü sanki. Herkes korktu. Kaba Bakir ayağa kalktı.
Paçaları titriyordu korkudan. Parti vekilimdi. “Ben vekâletimi geri alıyorum...” diye
bağırdı.
Bu acı ve asılsız iftiralardan sonra, Sofya'da kalmamak kaydıyla “Yeni lşık” tan
azledildim. Kanayan bir yürekle tiyatroculuğa başladım. Gülüyor, güldürüyordum.
Gülmek, güldürü yazmak, beni sesle hüngür hüngür ağlamaktan kurtarıyordu. Kolay
olmuyordu fakat. Bir Azerbaycan şairinin dediği gibi, “Sevinçle gülmeye ne var, kalbin
kan ağlarken gülmek marifet”!
204
RASİM BİLÂZEROĞLU
(Kırcaali,1922)
Bilâzeroğlu’nun şiirleri Işık, Yeni Işık, Halk Gençliği, Yeni Hayat, Rodop
Mücadelesi gibi gazete ve dergilerde çıkmıştır. 1990 yılından bu yana da Hak ve
Özgürlük, Bizim Anayurt gazetelerinde şiirlerini okumaktayız. Barış, insan sevgisi, doğa,
çocuklar, Türkçemiz vb. sanatçının işlediği konulardır.
DEDİM
ANADİLİM
205
Öz Türkçe konuşarak annem doğurdu beni;
Öz mayama bal katıp, sütle yoğurdu beni!
Anadilim, tüm güzel diller gibi güzelsin;
Ау yüzlü güneş gözlü dilber gibi güzelsin!
206
MUSTAFA KAHVECİEV
(Mustafa Kahveci)
(Hasköy, 1922-Sofya, 1998)
ARAMIZDAKİ ŞEYTAN
Ocak ayının son günleriydi. Soğuk, ortalığı buz gibi dondurmuştu. Tümünün üstü
başı kir, pas içindeydi. Çamaşır yıkamak şöyle dursun, içme suyu bile nöbetle veriliyordu.
Sıhhati yıprak olan Karamantsi köyünden öğretmen Halilibrahim çıra gibi kalmıştı. Payımıza
düşen soğanları kırarak, beton döşeli hücrenin içine bağdaş kurup bir sofra yapmıştık. Vakit
akşamdı. Polis bir kişi daha getirmişti hücreye. Gelen otuz beş yaşlarındaydı. Üstü başı yırtık
pırtıktı. Hâl hatır ettik. Bulgar asıllı olduğunu öğrenince herkes buz gibi kesilmişti. Öyle ya,
Belene kampı sadece zorla isim değiştirme sürecine karşı gelen Türk aydınları için açılmıştı.
Bundan dolayı dört yüzden fazla kişinin arasına Bulgar asıllı bir “suçlunun” getirilmesi elbette
şüphe vericiydi. İsmi Ventsi idi. Öyle takdim etmiş ki kendini. Sofyalı olduğunu,
Yugoslavya'nın Zagreb şehri üniversitesinde ekonomi okuduğunu ve Yunanistan’a firar etme
teşebbüsünde bulunduğunda yakalandığını, uzun zaman sorguda kaldığını, çok işkence
gördüğünü yana yakıla anlatıyor ve komünist yöneticilere ana avrat düz çekiyordu.
Yorgun argın bir köşeye oturdu. “Siz hepiniz Türk galiba!” diyerek battaniyesiyle
ayaklarını sardı ve başını duvara dayayarak hayallere daldı.
Kimse yanıt vermedi. Omuz kısarak bilmiyoruz demek istiyorlardı. Yeni gelen
konuşmasına devam etti:
207
Daha ilk gece Ventsi hepimizle uzun uzun ilgilenmişti. Aklı başında adamlarsınız,
dedi, neden tepki gösterdiniz isim değiştirme sürecine? Keşke göstermeseydiniz. Bak şimdi
hepiniz kış-kıyamet günde nasıl koşullara düştünüz.
Öğretmen Zahit:
- İnsan kendi şerefi için her türlü koşullara katlanır, dedi. Hatta ölebilir. Ayıp değil. Bu
bir şeref sayılır.
Herkesin içine bir şey damlamıştı. Göz işareti ile anlaşmıştık. Ventsi, Bulgar milli
istihbaratının ajanıydı. Tutumu, konuşması, ilgilenmesi bunu kesinlikle ispat ediyordu. Aramıza
sokulan bu şeytan karşısında dilimizi yutmamız lâzımdı. Bu dа ayrı bir rahatsızlıktı tabiî Belene
gibi yerde, bu koşullarda.
Günler birbirini kovalardı. Ventsi'yi haftada bir, bizi her gün sorguya alıyorlardı.
Yedi kişi olduğumuzu ve bir haftadan beri yeni bir tutuklu daha getirildiğini, isminin
Ventsi olduğunu söyledim.
Bu şekil konuşması ile beni teskin etmeye çalıştı. “Aldırış etmeyin, о sizden çok daha
suçlu”, diyerek sorunu örtbas etti.
Ama bizim kulağımız buruktu artık. Ventsi'ye herkes kendine göre bir değer biçmiş ve
tutumunu ayarlamıştı.
208
KEMAL BUNARCİEV
(Kemal Pınarcı)
(Silistre, 1923-Silistre, 2000)
Silistre’ye bağlı Emirler (Boil) köyünde doğdu. İlköğrenimini doğduğu köyde, orta
öğrenimini de Romanya’nın Mecidiye kasabasındaki Türk seminerinde gördü. Şumnu’da
(Şumen’de) Nüvvap okulundan mezun olunca Sofya Üniversitesinin Pedagoji Bölümünde
okudu. 1952’de Türk gençlerine açılan Türk Tarihi Bölümünde asistanlık görevinde bulundu.
Kemal Pınarcı uzun yıllar gazetecilik yaptı. Türkçe kitapların hazırlanmasına katıldı.
Hayli yıl memur olarak çalıştı.
Halkımızın Yolunca
Şerif dedе sabah namazını kıldıktan sonra belini yine Kocameşe'ye dayayarak,
tespihini çekmeye, ufukta merdiven merdiven yükselen güneşi seyre daldı. Düşünceleri şimdi
yetmişini aşan ömrünün biriktirdiği acı tatlı hatıraların yumağına örülüyor, yılların ardında
kaybolup gidiyordu.
Şimdi altında tespihini çektiği Kocameşe'nin dalında ‘Şerifler’ ailesinden kaç kuşak
büyüyüp yetişmiş, bir о kadar dа şu fani dünyadan göçüp gitmişlerdi. Ama Kocameşe hep
öylesine muhteşem, öylesine ana toprağa kök salmıştı ki, onu oradan ne traktör, ne dе başka bir
güç atabilmişti.
Şerif dеdе dе Şerife nineyle birlikte dеdе yadigârı şu mukaddes topraklarda yıllar yılı
elele çalışmışlar, bir dal misali gelişip serpilen aile ocaklarına Kocameşe'nin dalında,
yapraklarının ninnisinde uyuyan yavrularına alın teriyle yetiştirdikleri buğday, mısır, arpa
köklerini koparırcasına kabaran karpuzlara, mis kokan kavunlara, hulasa toprağın bahşettiği
tüm nimetlerine sevinmişler, son ışınlar yeryüzünü terk edinceye kadar dа gençlik ateşiyle
çalışarak yarınlarına umutla bakmışlardı.
Hayatlarının bu minval üzere akıp gittiği bir anda dа onların küçürek köylerinde dе
‘yeni nizam’ (sosyalizm nizamı) vaveyla koparılarak ellerinden tarlaları, hayvanları, çiftçilik
araç ve gereçleri alınarak onları dа zorla TKZS denen ahıra bağlayıvermişlerdi. О zamanda
oğlu Kader, baba ocağında elde avuçta bir şey kalmadığını görünce baba evini terk etmiş, yıllar
yılı demiryollarında, maden ocaklarında çalışmış nihayet silikoz hastalığına tutularak biricik
oğlu Şerif' i öksüz bırakıp bu dünyadan göçüp gitmişti. Ne var ki, о zamanlar daha gençti,
güçlüydü. Şerife nineyle toprağa daha büyük bir sabırla sarılmışlar, torunlarını büyütüp insan
arasına katmışlardı.
209
Ama, feleğin silleleri acı ve kederleri bir değildi ki... Gün geldi daha büyük belâ geldi,
çattı başlarına. Bu defa köylerini tanklarla, otomatik silâhlarla, kurt köpekleriyle sardılar, kuş
uçurtmadılar evlerden. Onları dа ailece silâh önünde götürdüler belediyeye. Adlarını, şanlarını
bir bir değiştirdiler. Torunları bu rezalete karşı geldiğinden ötürü bir gece evinden alınarak
bilinmeyen bir yere götürüldü ve bundan sonra ne namı, ne dе şanı duyuldu.
Şerif dedenin artık tutunacak bir dalı, bir budağı kalmamıştı. Belki bundan ötürü dе
çok defalar sabah namazını Kocameşe'nin altında kılıyor, acı ve kederlerini sanki onunla, henüz
bıyıkları terlemiş biricik torunu Şahin'le paylaşıyordu. Nedense bu sabah, geri kalan takatı,
Kocameşe'nin kabukları arasından köklerine sızıp gitmiş tespihini çekerken öylesine
kendinden geçerek bir rüya denizine dalmıştı.
Şimdi Şerife nine ile geçirdikleri acı tatlı günler hayalinde canlanıyordu.
Şerife nine kar beyaz gelinlik ile güneşin aynasında yükseliyor, allı pullu yelekleri,
mavili yeşilli bindallılarıyla etrafını saran akranları gelin ve kızların meydana getirdikleri
çiçek bahçesinde bembeyaz çiçeklerden örülmüş bir çelengi andırıyordu. Çelenk, zaman
zaman yanıp tutuşuyor, boylu boyunca sarkan saman sarısı saçlarından geçerek taze, başak
salmış buğday tarlasını alevler sarıyor. Şerife nine dе bir elinde oğlu Şerif’le yalınlar içinden
güneşe doğru koşuyordu. Torunu Şahin dе arkalarından olanca gücüyle koşuyor, arkada
kalmış birini ararmışçasına dа ara sıra arkasına dönüp bakıyordu. Bir ara alevler öylesine
yükseldi ki, neredeyse buğday tarlası tümüyle tutuşmuş yanıyordu. Şerif dеdе şimdi yalınlar
içinde yalnız Şahin' in koştuğunu görünce dе ‘Şahin’, ‘Şahin’ diye haykırarak uyandı.
Uyanır uyanmaz dа yerinden doğrularak Şahin'in geleceği yolu gözlemeye koyuldu. Şahin
gelirlerde yoktu. Ama biraz aşağıdan geçen yoldan bir insan selinin komşu köye doğru akıp
gittiği bir anda dа kendisine yaklaşan bir genç:
-Hey dеdе, ne gününe durursun! Baksana millet ‘Adı’, ‘Şanı’ uğuruna yollara
dökülmüş, diye seslenerek gözden kaybolup gitti.
Şerif dеdе şimdi, kendine gelmiş, dolayında olup bitenleri anlamaya çalışıyordu.
Şahin’in yolunu bir kez daha gözledikten sonra, gelmediğini görünce dе, biraz ötede dünya
‘Düz mü?’ ‘Yuvarlak mı?’ diye düşünen eşeğine:
Bak dostum iyi dine: Şahin gelirse, hiç durmasın izimden gelsin. Susarsan gökte
bulut, iç doya doya. Acıkırsan eğer, önünde yonca, ye doyunca. Ben gidiyorum halkımın
yolunca, diye seslenerek biraz önce kendine seslenen gencin arkasından koşarcasına yürüdü.
Şimdi evvelki takatsizliğinden eser kalmamıştı. Sanki Kocameşe’nin köküne sızıp giden
gücü yeniden damarlarına doluyor, rüyasında, ufukta gördüğü Şerife nineye, oğlu ve
torunlarına erişmek için koşuyordu. Birçoklarını geride bırakıp ön saflara eriştiği bir sırada
dа köyün giriş köprüsünde insan selinin dağlar misali kabararak durakladığını gördü. Biraz
soluk alıp öne geçince dе, bakışları yerde alnından vurulmuş yatan bir gence ilindi. Yerde
alkanlar içinde yatanın torunu Şahin olduğunu görünce dе askerlerin ‘Dur’, ‘Geri’ uyarılarına
aldırış etmeden ateşe hazır namlulara göğsünü siper ederek ‘Şahinim’ ‘Şehit yavrum’ diye
haykırarak kanadından vurulmuş bir kartal misali, gencin üzerine eğilerek kucakladı ve bağrına
210
bastı. Öylece de köprü üzerinden köy meydanına doğru ilerledi. Şimdi hem yürüyor hem de için
için ağladığından gözyaşları Şahin'in alnındaki alkanlara karışarak arkalarında izler kalıyordu.
Şerif dedenin ardından dа, insan seli dalgalar halinde coşarak köy meydanını doldurup taşırdı.
İhtiyarın bu cesareti ve halkın böyle dalgalar halinde coşması karşısında askerler, makineli
tüfekleri, kurt köpekleri, zırhlı araba ve tanklarıyla öylece yerlerinde donup kalmışlardı. Şimdi
ortalıkta yalnız ‘adımızı’, ‘şanımızı’, ‘haklarımızı isteriz’ sedaları duyuluyor, ara sıra karışan
silâh sesleriyle birlikte köy meydanını, evleri, yolları dolduruyor, ovadan dа dalgalar hâlinde
bütün dünyaya yayılıyordu.
Şerif dеdе, bağrına bastığı şehit Şahiniyle şimdi insan yığını ortasında taştan bir anıtı
andırıyordu.
211
AHMET MERDİVENCİ
(Tırnova, 1924)
Tırnova (Tırnovo) ilinin Selvi kasabasına bağlı Söğündal (Suhindol)köyünde doğdu. İlk
öğrenimini Söğündal özel Türk okulunda tamamladıktan sonra rüştiyeye devam etti. Ancak Bulgar
ortaokuluna sınavla girdi ve buradan mezun oldu. Sonra da Bulgar lisesini bitirdi. Yüksek öğrenimini
Sofya Üniversitesinin Veterinerlik Fakültesinde gördü. 1951 yılında fakülteden mezun olunca
Türkiye’ye göç etti. İstanbul’a yerleşti.
Türkiye’de profesörlüğe kadar yükselen Ahmet Merdivenci, Türkiye Tıp Akademisine asil
üye oldu.
A. Merdivenci, çalıştığı bilim dalında 32 yılda 25 adet bilimsel ve tıbbî ders kitabı yazdı ve
yayımladı. Bilim dergilerinde 300’ü aşkın makalesi yayımlandı. Emekliye ayrıldıktan sonra
Bulgaristan Türklerinin hayatını konu edinen (manzume biçiminde) kitaplar yazdı.
Eserleri:
BELENE
212
Dipçik süngü, kurşun baskısıyla
Türkün ad değişimi uygulamasında
Amansız direnç gösteren Türkler
Sürülerek yargılandı Belene adasında
28 Ekim 1986
213
Zor kullanarak baskıyla değiştirdi.
Bu Türkler yarın ölünce
Hepsinin gömüt taşlarına
Ayrı ayrı böyle yazılmalı,
Dünya durdukça unutulmasınlar diye
5 Aralık 1987
214
SABRİ TATOV
(Sabri Tata)
(Razgrat, 1925)
Razgrat’ın Torlak (Hlebarovo, yeni adı Tsar Kaloyan) köyünde doğdu. İlkokulu köyünde
rüştiyeyi Razgrat’ta bitirdi. Bir süre köyde kır işlerinde çalıştı. Sonraları Sofya’da Partizdat Parti
Yayınevinin Türkçe Kitaplar bölümünde çalıştı. Aynı zamanda lise öğrenimini dışardan bitirdi. Sofya
Üniversitesine uzaktan öğrenimi kaydını yaptırdı ve kültürel faaliyete başladı. Yeni Işık gazetesinin
Kültür ve Yaşam Şubesinde uzun yıllar çalıştı. Narodna Prosveta (Halk Eğitimi) Yayınevinin Türk
Okul ve Kültür Kitapları bölümünde de bir hayli zaman çalıştı. 1989 Büyük Göçünde Türkiye’ye
gelip İstanbul’a yerleşti.
Sabri Tata, 1960’lı ve 1970’li yıllarda kendini tanıtmıştır. Gün Doğarken, Köyün Haymanası
ve İki Arada eserleriyle İkinci Dünya Savaşı dönemi Bulgaristan Türk edebiyatının ilk romancısı
olmuştur.
Türkiye’de de yaratıcılığını sürdürmektir. Burada Türk komünistlerinin Bulgaristan
Maceraları adı altında ilk belgesel eserini 1992’de İstanbul’da yayımladı. Daha Bulgaristan’da iken
yazmaya başladığı Pehlivanoğulları trilojisini tamamlayıp yayımladı. Göçmen dergilerinde daha
birçok yazıları çıktı. Bunlarda işlediği konuların başında totaliter rejim yıllarında Bulgaristan
Türklerinin yaşadığı facialar bulunmaktadır.
Sabri Tata, Türk diline hâkim, sade ve sürükleyici bir ifade üslubuna sahip bir sanatçıdır.
Böyleleri de Vardı
1989 zorunlu göç hengâmesinde Sofya'da kulaktan kulağa bir fısıltı gezdi Türk
hanelerini. Çoğunun bavullarını hazırlayıp göçe hazırlandığı bir sırada... “Filâncayı dа
milis dairesine çağırıp, haydi sen dе git” diye uyarmışlar. Adam partinin tapılı kadrosu,
adını açık açık zikretmek bile kolay değil. Buna rağmen fısıltıyla, mışmışla konuşulan
meseleyi öğrenmeyen kimse dе kalmadı galiba.
215
Öyle ya, nereden geliyordu bu güvensizlik! Gazete ve radyoya Türkiye için yazılar
yazmıştı, ama hep о bildiği üslûpla. Yani parti nasıl istediyse, öyle... Orayı mümkün mertebe
karalamak, olumlu diye bir şey yazmamak... Şimdi eline bir pasport tutuşturup, defetmek
istiyorlar başkaları gibi onu da... Başkaları gibi... О başkaları gibi miydi!... Bürosu başında
yıllar yılı titredi durdu о “başkaları” ondan...
Adamlık elbiselerini giyip çıktı. Acele ediyordu, çünkü ona uyarıya gelen bu
adamların şaka etmediklerini, ikinciye gelirlerse, hiç gözünün yaşına bakmadan eline
pasportu tutuşturup sınır dışı edeceklerini biliyordu. Sonra bir milis adamları güya
partinin sağ kolu ya, neden onun dа partinin sağ kolu olduğunu bilmiyorlar, eğer bilirlerse,
neden bunu göz önünde bulundurmuyorlar!
Parti, Türklerin adlarını işte bu sağ kolunun yardımıyla değiştirmiş, karşı koyacak
olanları dа onunla yatıştırmıştı.
Bu düşüncelerle tramvaya bindi, ona bir gün kadar uzun gelen yarım saatlik
yolculuğunu yaptı ve dost bildiği “yoldaş”ın kapısına dayandı. Burada, şimşek gibi bir fikir,
kafasında her şeyi alt-üst etti. Milisi, Partinin sağ kolu diye düşünmüştü pekiyi, Partinin
haberi olmadan mı gelmiştir onlar onun kapısına! Elbette bu “yoldaşlar”ın izni olarak gelip
çalmışlardır onun kapısını. Eğer öyleyse, bu ne gösteriyor! Demek parti ona güvenini askıya
almış ve onu istenmeyen bir adam kılığına sokmuş Demek başka Türkler gibi şimdi
Sofya’da kendisi dе istenmeyen Türklerden! Nerede hata etmişti dе böyle bir hakarete
müstehak olmuştu! Elbette hakaret! Neden о dа, о öbür Türkçü Türklerle bir tahtaya konsun!
Şimdiye kadar daima onlara liderlik etmiş, onları suçlamış ve şeytan duymasın, kendisine
itiraz edenleri işten atıp lekelemişti dе... Bunları hep parti için yapmıştı. Ve şimdi “Haydi git
sen de Türkiye'ne!” Nasıl gider о Türkiye'ye. Nasıl! О “öbürleri” var ya, daha gittiği gün
düşecekler peşine ve “Sen miydin bize parti tüzüğünü öğreten adam!” Kim bilir neler
gelecek başına! Olmaz! О başkaları gibi değil! Ve olmadığını şimdi dе göstermeliydi. Bu
yetkili yoldaş onu anlayacaktı. Her zaman anladığı gibi...
Kapıyı çaldı ve açılınca koca odanın biricik memurunun, daha doğrusu partinin
onunla sık sık görüşen bir yetkilisinin huzuruna dikildi. Yetkili yoldaş hem bu sırada bir
Türkün kendisini aramasına sevindi ve onu iltifatla karşılayarak:
216
- Haşa, dedi, senin bir kusurunu görmedik şimdiye kadar, inşallah şimdiden sonra
da görmeyiz. Zaten emeklisin, senden kim bilir neler istenmiyor artık. Аl emekli maaşını,
bak keyfine...
- Yok, be dostum! Olsaydı seni gazetelerimizin başına getirir miydik? Bunlar hep
senin hizmetinin bir mükâfatıdır yoldaşım.
Adam bu sözleri işitince cesaretlendi.
- Bir yanlışlık olmuş, galiba, dostum, diyerek misafirini yatıştırmaya çalıştı. Bize
sormadılar. Ama ben daha şimdi sesleneceğim sizin mahalledeki milis dairesine. Неm dе
şimdi senin yanında. Nasıl olur öyle şey! Senin gibilerini nasıl kovabilirler!?
Ziyaretçi içi rahatlayarak çıktı odadan. Telâşlı gelmiş, huzura kavuşmuştu. Sokağa
çıktıktan sonra “Bahriyeli” türküsünün melodisi dudakları arasında, tramvaya doğru
yürüdü. Durakta birden irkildi. Bu sevdiği şarkı, Türkiye şarkısıydı, ya bir kimse işitip dе
gereken yere müzevirlerse!...
Senelerce herkesi kendisi gibi bilmiş ve her adımının, her sözünün izlendiğini
düşünmüş ve kalbinde yaşayan Türkiye sevgisini hep öldürmeye çalışmıştı. Ve şimdi yüz
binlerce Türkün zorunlu zorunsuz pasport alıp, bir an önce Türkiye'ye göç etmeğe, Türk
adıyla yaşamaya uğraştığı bir sırada о yine tüm ömrünü heba ettiği partisinin çelik kıskacı
altında ezilip kalmıştı. Polisin hışmından kurtarılmasının doğurduğu sevinç, yavaş yavaş
hüzne dönüştü. Çünkü hısım akrabalarının çoğu gidiyordu bugünler... Galiba tek başına
kalacaktı burada... О dа, Bulgar adıyla...
BİNLERDEN BİRİ
217
çalışıyordu. Dışarıdan gelen “Svilengrad!..” sesine ikisi de sevindi. Demek sınıra
yetişmişlerdi artık. Bulgaristan'da her Türkün bir an önce ulaşıp geçmek istediği yerdi
burası. Gümrük muamelesi falan yapıldı mı, soluğu Kapıkule'de alacaklardı. Zaten ne kadar
eşyaları vardı ki… Торu topuna beş bavul ve üç paket... Yerli makamlar ne kadar müsaade
ettilerse...
Burada onların akıllarının uçundan bile geçmeyen bir şey oldu. Gümrükçüler eşyayı
yoklarken kadının hamileliğinin ilerlediğini de gördüler ve fısıldaştılar. Zaten saklayacak
gibi bir şey değildi ki hamileliğin bu durumu...
Genç koca tirenin buraya kadar olduğunu biliyordu ve yolun ötesini el arabası gibi
bir şeylerle geçtiklerini duymuştu. Soru soran gözlerle bakan karısına:
-Anladın ya, sınırdayız artık, karıcığım, dedi, buradan öte belki yaya devam
edeceğizi Biraz daha sık dişini...
Sonra yardım ederek genç karısını vagondan indirildi. Ardından dа eşyasını bir yana
yığdı. Başkaları gibi onlar dа, boşalan bir el arabasının kendilerine verilmesini beklemeğe
başladılar. Derken yanlarına beyaz önlüklü bir kadın geldi. Ve hamileye şöyle bir baktı dа,
Bulgarca:
-Sen dokuzuncu ayını doldurdun, değil mi, dedi. Hamile kadın başıyla tasdikleri.
- Bilmem…
Genç koca arabayı muayenehane önüne bıraktı ve çocuğunu elinden tutup kendisi
de oraya gitti.
-Sen her an doğuracaksın, kızım, dedi. Eğer başlamadıysa, her dakika doğum
sancıları başlayabilir. Burada doğumevinde kal. En iyi koşullarda doğur, sonra yolculuğuna
devam edersin.
Hatta sınırı geçinceye kadar dayansan bile, orada bir doğum için dünya kadar para
vermeniz gerek. Nereden alacaksınız о kadar parayı! Orada öyle kızım, her şey ateş
pahası… Şeker suya batmadı ya, bir iki gün gecikirsin, ama doğum yapıp gidersin…
218
Sınırda böyle bir öneri beklemeyen kadın, adeta şaşaladı. Dili tutulur gibi oldu.
Bugünlerde kocasıyla kaç gece ikinci evlâtlarının bari doğduktan sonra Türk adı
alacağını hayal etmişler ve her masrafa katlanarak bir an önce yola çıkmaya
çalışmışlardı. Şimdi!... Ne söyleyeceğini bilmediği için:
- Be kızım, kocaya her şey sorulur mu? Ama hamileliği son haddine varan bir
kadın, doğurayım mı, doğurmayayım mı diye kocasına soramaz ki…
Karısı birincisini, üç yıl önce bir doğumevinde doğurmuştu dа daha orada eline
bir isim cedveli/Bulgar adı cedveli/tutuşturup yavruya Bulgar adı koymuşlardı. Burada
dа mutlaka böyle yapacaklar. Madem ki sınıra kadar gayret etti, biraz daha gayret eder
karısı... Ve içeri girdiği zaman karısına bir göz kırparak:
-Ben ne diyebilirim, karıcığım, dedi, sen işini bilirsin. Henüz ağrın bir şeyin
yok ya...
Genç kadın hayır diye başını salladı. Fakat doğum sancıları başlamıştı,
duyulmasın diye bunu kocasından dа gizledi.
- Gördün mü, dedi doktor, kocan akıllı adammış, meseleyi sana bıraktı. Sen ne
dersen...
- Ben burada doğurmayacağım. Zaten henüz ağrılarım dа yok. Bakarsın bir iki
gün gelmez ve bekle de bekle... Hayır, duramam. Kısmet neyse, о olur... Mademki
ağrısız buralara kadar yetişmişiz.
Sınırı geçinceye kadar dişini sıkan kadın Kapıkule’den girdikten az sonra nur
topu gibi bir oğlan doğurdu. Ne о, ne de kocası adının ne olacağına pek önem
vermiyorlardı. Çünkü ne olursa olsun, bu аd ille de Türk adı olacaktı...
219
AHMET TIMIŞEV
(Ahmet Tımış)
(Razgrat, 1926)
Razgrat’ta doğdu. İlkokulu ve rüştiyeyi Razgrat’ta bitirdi. Birçok zanata atıldı. Yıllar sonra
gazeteciliğe başladı. Akşam lisesinde okudu ve Yüksek Ekonomi Enstitüsünden mezun oldu.
Halk gençliği, Yeni Işık gazetelerinde ve Piyoner çocuk dergisinde çalıştı. Sofya
Radyosunda spikerlik ve editörlük yaptı. Bu yıllarda gazete ve dergilerde hikâye, mizah, fıkra,
minyatür türünden yazılar yazdı. Bunlardan bir bölümünü Aydınlık, İğneli Şakalar adlı kitaplarında
topladı. 1990’dan bu yana yazdığı yazıları da Hak ve Özgürlük, Filiz gazetelerinde ve Kaynak
dergisinde basıldı. Sanatçının yazıları Makedonya, Kosova, Batı Trakya’da (Yunanistan’da) Türkçe
çıkan gazete ve dergilerde de basılmaktadır. Son yıllarda gelişen olaylar, yazarın yaratıcılığının esas
konularını oluşturmaktadır. Lirik minyatürlerini Ve Öttü Bülbüller (2001), yeni hikâyelerini de Acı
Gerçek (2001) adlı kitaplarında topladı.
Ahmet Tımış, Bulgaristan Türkünün hayatını yakından tanıyanlardan biridir. Hayatın çeşitli
dallarında çalışmak, yazara gerçekleri yakından görme olanağı sağlamıştır. Bu gerçekler sanatçının
eserlerinde güzel dille anlatılmaktadır.
DÜĞÜNÜMÜZ VAR
Bilâl dedenin yatağı sokak penceresinin dibindeydi. Uyur uyanır orda tüneklerdi.
Yaşlanmıştı artık. Viranlanmıştı. Oysa sağlıklıydı düne kadar. Üç-beş ihtiyar toplaşıp,
kentin bahçesine çıkarlar, bir peykeye otururlardı. Bir daha her şeye bir kulp takarlardı.
Aralarında bir Mavili Mustafa vardı. Bilâl dеdе ile ikisi kafadardı. En çok ikisi
buluşur, birbirine çene tutarlardı. Mavili, bazen ihtiyarın ince teline de dokunurdu. Durup
dururken ansızın soruverirdi:
-Haydiyin, derdi, kırıp saralım bu oğlanı. Gözlerim açıkken olsun bu iş hem, hem de
mürüvvetini göreyim.
***
220
Gözlerini açıp etrafına bakındı. Sonra yatağından doğruldu. Elini siper yaparak
pencereden baktı. Güneşli bir gündü: Mayıs ayının güneşli günlerinden biri... Sokak oldukça
kalabalıktı. İnsanların çoğu dа Bey Camii'ne doğru gidiyorlardı.
Bütün bunları kafası kavrayınca kendinde olduğunu anladı. Sonra sokağın neden bunca
kalaba olduğunu düşündü. Сuma mı, yoksa pazartesi miydi bugün? Çünkü aynı günlerde kentte
pazar açılırdı ve bundan kalabalık olurdu.
Aradan ne kadar zaman geçti, kimse bilmiyor. Gençler çalışmakta. Bilal dеdе
koskocaman evlerde yapayalnız...
Uyudu uyandı ve yine pencereden dışarı baktı. Arabalar, otobüsler, kamyonlar geçiyor
bu defa sokaktan. Renkli basmalar geriliydi hem önlerinde. Düğün mü vardı acaba?
***
Mavili Mustafa geldi yine dostunu dolaşmaya. “Heeeyt, burada mısın Bilal? deye ses
vererek girdi içeriye. Dede, ana rahminde bulunan bir bebek gibi büzülmüş uyuyordu.
Battaniyeyi de ayaklarına dolamış yarı beline kadar açılmıştı. Çekip örttü. Elini alnına değdi,
sıcaktı...
İşte о zaman sanki kıyamet koptu! Öyle bir gümbürdeme gümbürdedi ki, pencereler
zangırdadı, yer yerinden oynadı. Gökler çatladı...
Binlerce insan bir ağızdan, bir kişiymiş, çok büyük bir ejdermiş gibi var sesiyle bağırdı
herkes hem Türkçe, hem dе Bulgarca: “Türküz biz! adımızı isteriz! Haklarımızı isteriz!
Özgürlük isteriz! Geçmişimize sürgü çekemeyiz!” deye haykırıyordu.
***
Her taraftan gelen insan seli cami önünde toplandı. Gelen geçen Bulgarlar bakıyor
ama bir şey çakamıyorlardı. “Türklerin düğünü var galiba” deyip geçiyorlardı. Bazılarıysa:
“Şaşılacak şey, Türkler düğünlerini camide yapmıyorlardı. Adlarını değiştirip onları dа
Bulgar yaptığımız için bizden ibret dersi mi alırlar ne yaparlar. Kim bilir, kim bilir...” gibi
söylenip kuşkulu yürekle yan yana bakarak geçip gidiyorlardı.
Oysa şimdi hiç dе düğün sırası değildi. İnsanlarda böyle bir hava yoktu. Herkesin içi
kan ağlıyordu. Dişler sıkılı, gıcır gıcır. Yüreklerse hınç doluydu. Kaşlar çatık, suratlar asıktı.
Sinirli sinirli sigara içiliyordu. Herkes küme küme olmuş, adeta fısıltıyla konuşuyordu. Ama
kimse durduğu yerde duramıyordu. Deniz gibi dalgalanıp çalkalanıyordu kalabalık.
Vakit geldi!
Kim hadi dedi, anlaşılamadı. Herkes caddeye çıktı. Sıra olur gibi dizildiler.
Serbesttiler, karmakarışıktılar ama yine dе bir nizam intizam vardı ortalıkta.
221
Ön safta olanlar, nerdense uzun bir Amerikan bezi çıkardılar ve gerdiler. Bu bir
pankarttı. Haykırdıkları şiarlar, yıllardan beri yüreklerinde besleyip büyüttükleri emellerini,
isteklerini anlatan sözler yazılıydı onda.
Ve işte о zaman bir ağızdan var gücüyle bağırıp çağıran о korkunç yürüyüş başladı!
Kimse durduramadı bir daha insan selini. Çünkü arkasındaki köprüleri yıkıp atmıştı
gayrı.
Türklüğü ile uyanmışların, gönlü kırılıp boynu bükülmüşlerin, onuru ezilmişlerin gür
seli, kentin küflü beyinli komünist yönetmenlerinin aklı başına gelinceye kadar, “Kızlı Çeşme”
meydanına vardı.
***
Sonra polis insan selinin arkasına takıldı. Ne alırsam kârımdır der gibi tuttuğunu
sıradan çıkarmaya başladı. Önüne gelene vurdu, düşeni çiğneyip geçti. Sıradan çıkarılanlar, yeni
bir hırsla koşuyor ve yine sıraya girip kalabalığa karışıyordu. Kalabalığa karışamayanlarıysa
otobüslere tıkılıyorlardı.
Dinçer ile Minnet kalabalık içinde kaçım kaçımdı. Onlar: “Korkmayın! Sürüden
ayrılmayın!” diye bağırıyor, insanları teşvik ediyorlardı. Hele de “Beraber oldukça bize kimse
bir şey yapamaz” diye haykıran Dinçer'in sesi, sanki tüm seslerin üstünde yükseliyor ve
yürekleri dolaşıyordu.
Cesaret verici başka sesler dе çoktu ama ileri çağırıyordu bu sesler. Zafere çağırıyordu.
Zafer yürüyenlerin olmalıydı. Mutlaka! Korkacak bir şey varsa, yürüyenlerin yürüyüşüne neden
olanlar, yürüyüşü ne pahasına olursa olsun durdurmaya çaba harcayanlar korkmalıydı. Неm de
çok korkmalıydı!
Dinçer de açtı.
Ötekiler de.
222
Direndiler. Bağırdılar.
“Eceliniz geldi…”
Yeni bir hamleyle saldırdı polis. Copla vurdu, silâh çıkarıp kurşun sıktı.
***
Mavili Mustafa soluk soluğa geldi Bilâl dedelere. Bilâl dеdе, hep oracıkta yerindeydi.
Mavili'yi gördü ama şimdi gelmiş olduğunu anlamadı. Sözüne devam edercesine konuştu:
-…Ta deyeceğim sana Mustafa... Bugün düğün mü var ne, hep kalaba kalaba insanlar
geçti sokaktan...
Mavili Mustafa'nın soluğu henüz uslanmamıştı. İçi içine sığmıyordu daha. Bilal
dedeye baktı baktı dа:
Bilmem işitti, bilmem işitmedi bu sözleri Bilal dеdе. Çünkü düşündü kaldı ve sonra:
-Düğünümüz var desene Mustafa, dedi...
223
DEDE YADİGÂRI
Ateş düştü, bacayı sardı. Tutuştuk, yanıyoruz. İnsanlarımız gece ve gündüz milis,
polis kapılarında pasaport bekliyorlar. İtip kakıyorlar onları. Dövüp sövüyorlar. Geceleri dе
gelip coptan geçiriyorlar:..
Çoğu tası tarağı toplamış tren bekliyorlar. Utanç trenini bekliyorlar. Bu tren onları
yerinden yurdundan mahrum bırakacak Çadır kentlere atıp, atıp, Allaha emanet edecek.
Komünistlerin ilkesi şu: “İnsan var, sorun var, insan yok, sorun dа yok.” Söylemesi ne kolay
ama icrası çok güç. Sen gel dе insanlarımıza sor. Çeken bilir bu işin ne olduğunu. Неm dе en
iyisini bilir.
Bu kaçıntıda kendimize yer bulamıyoruz. Hepimiz âdeta haber açı. Radyolar Türkçe
söylemiyorlar. Türkçe radyoların sesi tıkalı. Çünkü Türkçe yasak. Bunun için kimse sesini
çıkarıp yaraya parmak basamıyor. Sadece “Doyçe Velle” radyosu yasak tanımıyor. Sesine
parazit yapsalar da efirde delik bulup çıkabiliyor. Şimdilik sadece onu dinleyebiliyoruz. О dа
saklı kapaklı, gizlice. Sadece о, dobra dobra konuşarak anlatıyor olayları.
Bizde pilli bir еl radyosu var. Almanya’nın Sesi Radyosunu zar zor tutabiliyor.
İyi ama Bulgarca da biliyor Alman, Türkçe dе. Bilmese dе bileni var. Burası
Bulgaristan olduğundan Bulgarca söyletiyor radyosunu. Biz dе biliyoruz Bulgarcayı ve
dinliyoruz.
Hava ağır. Hava kurşun gibi ağır dedi ozan. Hava gerçekten dе ağır. Hiç şakası yok.
Canımız çıkacak açılış bitip radyo konuşmaya başlayıncaya kadar. Haber verinceye kadar.
Ya sabır ya selâmet!
İyiydi şu düzen ama geldi bir bozan. Şimdi işlerin gidişatı sıkıyor insanı. Büzüp
eziyor bizi. Artık kimde can kaldı ki. Delirmek işten değil. Zaten çoğumuz keçileri kaçırdı.
Var dа topla gayri. Söylentilere göre canına kıyanlar dа varmış...
224
“Burası “Doyçe Velle” Almanya’nın Sesi Radyosu... Önce haberler. Bulgaristan'dan
Türkiye'ye zorla göç ettirilenlerin sayısı yüz bini aştı.”
Bu işe ağlar mısın, güler misin? Öyle ya, demek işini bitirmiş bitirmemiş hadi sittir
ol! Evine gider misin? Ananın körüne giderim: Sana ne. Yoksa korkuyor musun benden.
Korkuyorsun, korkuyorsun.”
“Yok yoook. Nasrettin Hocanın keman çalmasına benzedi ve benziyor bu iş: Ama
hayırlısı olsun, yarın sabah çıkar sesi inşallah. Başlarında patlar çömlek...” diyor başka
birimiz dişlerini gıcırdatarak:
Döküldü zavallı milletim yollara; bir öte gider, bir beri gelir garip garip. Evinden
yurdundan, işinden gücünden, malından mülkünden oluyor insanlarımız. Evini, eşyasını,
malını mülkünü, kabını kacağını öylece Allaha emanet edip bırakıyor ve dökülüyor yollara.
Can ciğerden ayrılıyor. Karı kocadan, ana babadan, kardeş kardeşten ayrılıyor.
225
Nereye gidiyorsun ey garip milletim! Danıştın mı aklına, sordun mu kafana.
Kime bırakıyorsun burada her şeyini perişan olarak yollarda. Gözünü açıp beyaz
dünyayı ilkin görmüşsün burada. Dedelerinin, hısım akrabalarının mezarları burada. Ömrün,
kalbin, anıların burada. Bu topraklar sana dedelerinden yadigâr. Bu vatan, bu yurt için sen dе
kan döktün. Bunca can verdin. Onun dört ucunu mamur etmek için ter döktün. Kan döktün...
Bulur inşallah.
İnşallah!
1989
BURASI DA VATAN
Bizim memleket Deliorman'dan bir hemşeri geldi konuk. Hoşbeşten sonra ne var ne
yok diye sorucu oldum. Hemen söze başladı. Sanki taşkınmış, bir deşili verdi, sonu yok...
-Adamın biri, laf bu da, eniştesini gelmiş görünce, coşkuyla lafını ters söylemiş,
demiş ki: “Hoş geldin mısır unu, eniştemin okkası kaç para?”
- Ben lafımı ters söylemeyeceğim. Doğru söyle dе doğru çıksın canın demişler.
Biliyorsun ya, geçen yıl göçe zorladılar hepimizi. Tüm Türkleri. Kimimize aşikâre
söylediler bunu. Kimimize dolambaç yollarla fısıldayıp kışkırdılar. Kimimizi, yaka paça
tutup elinde sadece bir valizle kovdular. Gidiyorum diye kimimiz sevindi, kimimiz ağladı...
Oysa aradan çok geçmedi, gidenlerin çoğu gerisingeri dönüp geldiler. Ama ne
orada, ne dе burada umduğunu bulamadılar. Gidenler bir, gelenler bin pişman oldular.
Gelenlerin çoğu saklı kapaklı yeniden dönüp gittiler.
Burada dönüp kalanlar ne ettiler.... Perişan oldular. İki elleri böğründe kaldı.
Evlerini gerisin geri verip çevirmediler. “Siz onları sattınız dа gittiniz” dediler. Evlerinden
başka varı yoku ellerinden çıkmıştı.
Olur olmaz iş vermediler. Fabrikalara, memuriyetlere kimseyi sokmadılar.
Öğretmenlere öz geri dediler. İş isteyenleri tarıma, sokak süpürmeye yolladılar.
226
Hastanelere dе almıyorlar. “Ekonomik kriz var, ilâç yok” diyorlar.
Şimdi ben sorarım gelenlere: Neye geldiniz koşa koşa! Orada milletiniz mi yoktu,
hısım akrabanız mı yoktu, işiniz gücünüz mü yoktu. Eviniz mi yoktu, paranız mı yoktu.
Giyeceğiniz mi, yiyeceğiniz mi yoktu...
1990
227
HÜSEYİN OĞUZ
(Osmanpazarı, 1926)
GÖRÜYORUM
(Varna'da hücrede)
228
AHMET ŞERİFOV
(Ahmet Şerif Şerefli)
(Razgrat, 1926-Bursa, 2000)
Razgrat şehrine bağlı Torlak (yeni adı Tsar Kaloyan) köyünde doğdu. İlköğrenimini
köyünde, rüştiyeyi Razgrat’ta okudu. Sanat okulunu da Razgrat’ta bitirdi. Sonra Şumnu
(Şumen) Nüvvap okulunda okudu.
Ahmet Şerif 1953’te Eylülcü çocuk gazetesine kadroya alındı. Gazete kapandıktan
sonrada Halk Gençliği, Yeni Işık gazetelerinde ve Yeni Hayat dergisinde yıllarca çalıştı.
Edebiyat alanında ilk adımları 1953 yılında attı. 1960 ta Müjde adlı ilk şiir kitabı
Sofya’da Narodna Prosveta Yayınevince yayımlandı. Bunu Azın Çoğu (1963) şiir derlemesi
izledi.. Küçük çocuklara da ayrıca bir şiir kitabı yazdı (1965). Üçüncü Adım adlı eseri de
1969 da basıldı.
1970’ten 1989 un zorunlu göçüne kadar geçen yıllar, sanatçı ve Bulgaristan Türkleri
için büyük facia yılları oldu. İşsizlik, göz hapsi yılları, cezaevi faciaları, yarı sürgün ve sürgün
yılları…
1975’te Ahmet Şerif cezaevine düştü ve çileli yılları 1989 yıllına kadar sürdü.
1989’da Büyük Göç kafileleriyle Türkiye’ye geldi. Burada Şerefli soyadını aldı. Kısa
zamanda kaleme aldığı belgesel nitelikte olan Türk Doğduk, Türk Öldük adlı eseri 1990’da
T.C. Kültür Bakanlığınca yayımladı. 2002 yılında da eserin ikinci baskısı yapıldı. 1994’te Yer
Yeşil, Gök Mavi Kalsın deneme yapıtı Bursa’da yayımlandı. Bunu Çoğun Azı (1997) adlı
kitabı izledi. 2000 yılında Sen İstanbul’a Gelme adlı romanı, 2001’de Vakit Çok Geç adlı şiir
kitabı çıktı. 2002’de de Bulgaristan’daki Türkler kitabı yayımlandı. Bursa’da çıkan
Balkanlar’da Türk Kültürü dergisinin başında bulundu. 2000 yılında Bursa’da öldü.
229
Yitirilmiş Balkanlar'ın 'kılıç artıklarındanım,
Başı kırağılanmış deneyimli bir ‘genç’
Millî onur yaraları almış yüreğimi
ve soy kırımı şehitlerimizin mezarlarından
kanayan bir karanfil getirdim!
230
Yangın küllerinden bir doğuş az mıdır?!...
Devrimleriyle milletler büyüktür, özgürlükleri
ve söküp attıkları kelepçeleriyle...
Bu topraklardan nice uygarlıklar geçmiş,
silinmiş milletler, kervanları geçmiş...
Bu topraklar dünyada ilk yazının dа vatanı...
Bu illerde yitmiş milletler
ilk kez buldukları tekerleğe atı,
yelkenlere rüzgârları koşmuş…
Bu eski uygarlıklar dünyasında yüzyıllar süresi
Değişik ırklarla kaynaşıp millileştik,
kelimeler aldık, kızlar alıp verdik...
Atamızı dünyaya doğuran tabiî ki bir anneydi,
bir deha olarak tarihe doğuransa
ayakta çürüyen geçmişi şanlı bir İmparatorluk!
231
'Yaramazlar!' diyerek tersiyle elinin
usulca gözünün yaşını sil...
“İşin korkunç yanı burada. Önceleri adlarından Türk olduklarını fark ediyordun.
Şimdi? Yarın öbür gün büyüyüp tahsil görecekler. Ordunun zirvelerine kadar yükselecekler!
Auuu! Satacaklar Bulgaristan'ı Türkiye'ye. Ne yapıyoruz, haberiniz var mı?”
Öğretmen kadın:
Başımı kaldırdım, öğretmen kadının gözlerinin dolduğunu fark ettim. Örgü ören
kadın sordu:
“ Ne olacak! Yüreğim garipsedi. Öğretmen kaldığım köyde tek bir Bulgar yok!”
232
Öğretmen: “Ne mi, dedi? Bizim okula atom bombası düşsün hepimizi öldürsün!”
Öğretmen: “Neden Stefanka? dedim. Benim adım Stefanka değil, dedi bana, benim
adım Sevdiş! Mademki artık Sevdiş değilim, atom bombası atsınlar dа ölelim! dedi ve
ağladı...”
“Biz tarihî bir yanılgı içerisine girdik ama içinden nasıl çıkacağız bilmem! Türkler
bizleri affedecekler mi sanıyorsunuz? Fırsat kollayacaklar. . .”
“Başınızı dik tutun! Arkamızda Sovyetler! Üçüncü defa kurtaracaklar bizleri yine!”
Hangi kafadan çıktığını fark edemediğim bir ses: Hıristiyan alemi Türkiye’yi
destekleyemez!..”
Öğretmen kadın:” “Bir karış boyumuzla dünyayı aldatmaya kalkıştık. İnandılar mı? Bu
küçükler büyüyecek! Unutacaklar mı sanıyorsun?”
İşte böylece Sofya'ya geldik. Öğretmen kadın Poduyene istasyonunda indi. Bense, merkez
istasyonda...
233
NİYAZİ HÜSEYİNOV
(Niyazi Hüseyin Bahtiyar)
(Eskicuma, 1927)
Daha Nüvvap okulunda öğrenciyken şiir yazmaya başladı. İlk şiir kitabı 1964
yılında yayımlandı.
PLEVNE MEKTUBU
Plevne ovasında
Gazi Osman Paşa
Çekmiş kılıcını düşmana karşı
sürmüş boz atını
bir yel gibi
bir sel gibi
tarihlere doğru koşar da koşar.
Ey Babamoğlu, babamoğlu,
İstanbul’a git
orda Fatih camiinin avlusunda
Gazinin türbesi başına var
234
bir demet çiçek koy
Öp mübarek toprağını
Öp bizim yerimize
Ve dе ki:
Zaman tüm isimleri süpürmüş almış
Plevnede kahramanlık sembolü
bir tek onun adı kalmış...
Hayret
Hayret ondaki cesarete gize
Hıncını yollasın
Kılıcını yollasın bize....
SOYKIRIM ŞEHİTLERİ
7 Mayıs 2001
Avcılar-İSTANBUL
235
IN MEMORİAM
Mestanlı şehitlerine
236
Bizim Anayurt, Sayı-20, 1998.
GÜNEŞ BACI
Bahçemize diktiler
Bir sabah onu:
Güneşe baktı
Yeşile baktı
İnsanı gördü
Işıklandı bahçemiz…
Afacanlara
Kucak kucak
Çiçekler derdi.
Çekemediler gülüşünü
Ana şefkatını
Sevgisini…
Önce bakışını yasakladılar
Sonra ilişkisini
Bir gecede çalındı gitti
Duymadık sesini
Ne zaman o bahçeden
Geçse çocuklar
Güneş Bacı’yı hatırlar.
Bir hasret yuvarlanır
Dal uçlarında
Unutulmaz
Ölümsüz hatıralar.
237
Balkan Türkler’nin Sesi, Sayı:12-13, 1993, 13.
238
SABAHATTİN BAYRAMOV
(Sabahattin Bayram Öz)
(Hacıoğlupazarcık, 1931)
Genç yaşta sanat yolunu tuttu, orijinal eserleriyle Bulgaristan Türkleri edebiyatının
ünlü temsilcilerinden biri oldu. Şiirleri, hayal zenginliği, sıcaklık ve içtenlikle dolu. Güzel
Türkçesi, imajlı üslubu da yaratıcılığının ayrı bir zenginliğini oluşturmaktadır.
Şiirlerinin bir bölümü Adresim Şudur (1962) ve Sokaklarım Çağrışımlar İçinde (1966)
şiir kitaplarında topludur. Sanatçının bir de Ahmet (1964) destanı vardır.
GÖZLERİMİ YİTİRDİM
Renkler kana boyandı ışık karışığında,
doruklar düzlüğe dönüştü.
Sesim sokaklarda tutsak,
onurum kamburum oldu
gözlerimi yitirdiğim gün.
GİZLERİMİ YİTİRDİM.
Issız yörüngesinde dondu yürek,
sevgilerim donakaldı karanlık pusularda.
Silinince geçmişle geleceğin anlamı,
hangi dilde ağlayıp
hangi dilde güleceğimi,
anılarda dostlarımı nasıl bulacağımı
bilemedim
gizlerimi yitirdiğim gün.
İZLERİMİ YİTİRDİM.
Gizemli bir boşluğa gömüldü zaman,
Özsaygımın burcundan yıldızlar kaydı
Türklüğüm pırangalı,
Mezarında babam bile yabancı oldu bana
İzlerimi yitirdiğim gün.
Gözlerimi yitirdim,
Gizlerimi yitirdim,
239
İzlerimi yitirdim
Adımı elimden aldıkları gün.
1985, Bulgaristan.
Ahenk bozulmuştu bikez; herkes kendi soluğunu üflemeye başlamıştı. Güven, yerini
güvensizliğe bıraktı, sevginin tahtına gelip kuşku oturdu. Yüreklerde yosun tutan soluklar
değişikliğe uğradı, fesata dönüştü. Dostluklar arası kin üretilmeye başladı. Biri ötekini
küçültmekle kendisini büyüteceğini sandı, bir başkası bir ötekinin temizliğine sığınarak gönül
kirliliğinden kurtulacağına inandı…
240
Bulgaristan'da yazanların Türklük onurlarından ödün vermediklerine de çok az
fireyle yüzde yüz inanıyorum. Yazar ya da şairin -gerçek yazar ya da şairse- (Türklerin
adlarının değiştirilmesi kampanyasının bayrağına dönüşen Fahri İlyazov gibi değil(!)
Oğullarına koydukları bu güzel аd için anne-babasının ellerinden öpüp özür dilerim ama,
Fahri İlyazov olarak değil, onu Yasen Ustremski adıyla anmak zorundayım) Türkçenin
ululuğunu, hazzını damarlarında taşıyorsa, ödün vermesi olası değildi. Çünkü о ülkede, bu
yazıya aktarmak istediğim olguda dа görüleceği gibi, onu Türkler kadar hiç kimse mutlu
edemezdi.
Eski Cuma'nın uzak bir köyüne şiir okumağa gittik. Taşıt sağlanamadığı için, bizi
oradan gelip aldılar, köye varıncaya dek saat gece yarısı onikiyi bulmuştu. О güzelim
köylüleri bizi hâlâ bekliyor bulduk ve saat üçlere, dörtlere değin şiirler sunduk kendilerine.
“Çok geç oldu, yarın işe gideceksiniz” dediysek dе, okuyun, okuyun, biz bu salondan kalkıp
dа tarlaya, işimizin başına gidebiliriz” dediler, salon dolusu, yürekler dolusu, Türk'e özgün bir
ulu yüreklilikle. Şiirden ne denli anlıyorlar, şiiri ne kadar seviyorlardı, bilmiyorum ama,
onları sabahlara dek orada tutan Türkçeydi, duygularını kendilerine Türkçeyle açan
konuklardı...
Bundan başka hiçbir şey yapamayacak denli zavallılar mıyız yoksa? Her şeyimizi
yitirmiş mi bulunuyoruz yoksa, insanca bir merhaba, şairce bir sevgi sunmak yeteneğinden
yoksun muyuz?... Biz değil dе enkazımız mı geldi buraya ki, “öldü, öldürüldü”
241
tartışmasıyla Recep Küpçü'nün şiirlerini, insanca temiz yüreklilik ve şairce Türk
severliğini gölgede bırakmaya çalışıyoruz?...
Bağışla bizi Türkiye, Anavatan!.. Buyuz, varımız, yoğumuz buydu, bundan başka
hiçbir şey veremeyeceğiz galiba, sana layık insanlar (şairliği bırak) olamıyoruz,
olamayacağız.
242
HALİT ALİOSMANOV
(Halit Aliosman Dağlı)
(Kırcaali, 1932)
DAĞLAR BOŞALIYOR
Dağları baştanbaşa urganlarla bağlamış gibi eğrili büğrülü yollarla ören, giden gelen,
doğduğu yuvayı boşlamayan sizler, gidiyorsunuz, öyle mi? Bin güçlüklere göğüs gererek
savunduğunuz, yavrularınıza ninniler söylediğiniz yuvaları bırakıyorsunuz, öyle mi?
Çocuklarınızın arı kovanı gibi gezip tozduğu şen sesleriyle çınlattığı yamaçlara yüz çevirip
uzaklaşıyorsunuz, öyle mi?
Biliyorum, elele vererek, insanın başına gelenleri Allah dağa taşa verse taş çatlar,
ama insan dayanır, insan yenilmez diyerek gönül rahatlığıyla dimdik durdunuz dağlarda
bugüne dek. Açtınız, susuzdunuz, gözyaşı döktünüz durdunuz ama, yenilmediniz.
Karanlıklar, boralar söküp götüremedi sizleri baba ocağından. Direnmekten yoruldunuz mu?
Ufuklar, hiçbir zaman kararmamak üzere aydınlanıyor, farkında değil misiniz yoksa?
Unutmayın, vatan sevgisini vatanını kaybedenler bilir. Siz dе anlayacaksınız bunu, bilin!
Dört yanınız deniz kesildiği, çaresiz, umutsuz kaldığınız günlerde bile bacaları tütmeyen
yuvalarımıza sığındık, dayandık. Ve ağır günler geri dönmeyecek gayri. Dünyada yalnız
değiliz. Huzurumuzu, mutluluğumuzu, dede-baba yadigârı bu topraklarda bulacağız!
Gönül inciten, günümüzü gece eden acı günler geride kaldı. Bundan öte söz bir Allah
bir. Herkesçe bilinmeli ki hak ve özgürlük yolundan dönülmeyecek. Dünlere gelene dek,
bizleri istedikleri gibi yoğuranların tepkilerini, keçe sivrilttiklerini külâh yapanların, her şeyi
işlerine geldiği gibi gösterenlerin, yorumlayanların gözleri toprağa bakıyor artık. Böylelerine
hayat yok...
243
günlerimize kavuştuğumuz için kimilerinin gözüne diken gibi batıyoruz. Ve böyleleri hileler
uydurarak bizleri doğduğumuz yuvalardan uzaklaştırmaya çalışıyorlar.
Şeytana uyacak mıyız yoksa? Biliyoruz, dünyada bir Türkiye var. Niye saklayalım,
Türkiye bizim dilimizde, hayallerimizde, rüyalarımızda. Türkiye'de kardeşlerimiz, analarımız,
babalarımız var. Kimileri güle güle, kimileri gözyaşları dökerek gittiler, ama aşılan sınırlar
gönülleri ayırmadı. Bizim gibi onlar dа bizimle yaşıyor, bizi, doğdukları yerleri düşünüyor,
rüyalarında bu doğduğu topraklarda geziyor, dolaşıyorlar. Anıları, sevgileri burada kalmış,
burada yaşıyor çünkü. Türkiye bizim kapı komşumuz, varalım gelelim, onlar gelsinler
gitsinler, bayramlarımızda bir sofrada toplanalım, eğlenelim. Dünya komünizm vebasından
arınıyor giderek. Yaralar sarılıyor, dünya bir kardeşlik yuvasına dönüşüyor. Ama dünya
yuvası, kardeş yuvası, kendi yuvamızdan daha evvel, kendi yuvamızdan daha sıcak ve daha
kutsal olmayacak hiçbir zaman.
“Bakarım, bakarım sılam görünmez, ara yerde yok olan dağlar var” demiş
Karacaoğlan. Yuvalarınızı bırakıp dağlar ardına aşmayın. Taş yerinde ağırdır, demişler.
Doğru mudur düşünün!
Korkmayın, hiç korkmayın! Bunu size yürek vermek için söylemiyorum. Aslında size
bunu söylemeye hiç gerek yok. Siz yürekli olduğunuz için Dağlı'sınız. Dağlı olduğunuz için
korkmazsınız, yılmazsınız. Diz çökerek sıcak dudaklarınızla yudumladığınız kaynak sularında
çehrenizi izlediğiniz zamanlarda bile kaynaklarla, kaynakların çekildiği yamaçlarla, dağ
sivrileriyle baş başa olmanın sevincini sizler yaşayabilirsiniz ancak. Oysa niye sizde bu telâş, niye
bu tedirginlik! Öyle değil dе bana mı öyle görünüyor yoksa? Geçim derdi, diyorsunuz, işsizlik
diyorsunuz, dertleniyorsunuz. Doğru. Yaşam kavgası kimleri düşündürmez ki? Bu ülke
insanlarının şu anda belini büken dе bu değil mi yoksa? Neresi var ki başı sıkılan, işlerini kırıp
saracağı yerde, öz yuvasını bırakıp gitmeli mi? Böyle vasiyet bırakan dedelerimiz, babalarımız mı
vardı yoksa? Hayır hiç dе öyle değil. Üzerlerini kalın çimen tabakaları bağlamış dağ yamaçlarında
yatan merhumlar kimler? Onlar dа başları sıkılınca evlerini, yurtlarını bırakıp gidenlerden mi
yoksa? Bizler değil babalarımız Rodoplar'dan kalkarak İskeçe’de, Gümülcine'de, Drama'da tütün
işlemiş, yaya yapıldak dağlar aşarak günlerce yol yürümüş, bizleri büyütmüş, bu yurdu insan
etmişler. Uzağa gitmeye gerek yok, sanırım. Rodoplu kişi dünlere gelene kadar sırtında mısır,
dağarcığıyla ta Trakya ovasından ekin, un taşıyor, ailesine nafaka sağlıyordu. Ama gene dе filân
yerin somunu büyükmüş, diyerek evini yurdunu bırakarak küçük somundan ayrılmıyor, başını alıp
yad ellere gitmiyordu. Ve sizleri yanıltan, sizleri köşe başından izleyen, kolayca tuzağına
düşürdüğü için keyifli keyifli sakalını sıvazlayan yalancı, dolandırıcı “turist” firması sahibinin,
rüşvetçi gümrükçünün oyunlarına asla gelmiyor, Dağlı onurunu yitirmiyordu. Bu izlenimleri
yersiz bulacaksınız belki dе. Şimdiki zaman о zaman değil, diyeceksiniz. Değil, elbet değil. Bizler
dе babalarımıza, dedelerimize benzemiyoruz. Bambaşkayız. Başkalığımız dа gözlerimizin
244
dünyaya geniş geniş açılmış olmasında. Evlerimizi gaz lambası değil, elektrik aydınlatıyor. Radyo
bir yana, televizyonun düğmesine basınca dünyaları gözümüz önüne getiriyoruz. Yaya değil,
eşekle; katırla değil, otobüsle, arabalarla kara yollarda değil, asfaltlarda uçuyoruz. Evet, bizler bir
başkayız şimdi. En önemlisi dе elifi görünce mertek sanan о garip, ama onurlu, yiğit
dedelerimizden babalarımızdan başkayız. Ancak sırasında dünyaları dolaşarak altı ау gidip altı ау
gelen, yine dе kemiklerini yurdunda, yuvasında bırakanların yaşam öykülerinden hiç mi hiç
esinlenmiyoruz.
Geceleri dağ yamaçlarına çıkınca giderek seyrelen ışıkların, yeniden gökteki yıldızlar
misali çoğalacağına inanıyorum. İnanın, demiyorum, ama sizlerin dе inanacağınıza inanıyorum.
Çünkü geçince kavgası Dağlı'yı hiç bir zaman yenememiştir, aslında о nafakasını kartallar örneği
yamaçları aşarak sağlamıştır oldum olalı. Ve hür, kendine güvenerek ömür sürmüştür.
245
YUSUF AHMEDOV
(Yusuf Ahmet Taşkın)
(Razgrat, 1933)
Önce şiirler yazdı, sonraları öyküde daha başarılı oldu. Bulgaristan Türklerinin
yaşayış tarzını, âdet ve geleneklerini, aile ilişkilerini, bu azınlığa uygulanan soykırımı
öykülerine konu seçti.
TESBİH
Önce rakısını yudumlar, etrafın havasını av köpeği gibi koklar, sinsi bir göz
gezdirirdi. Gözleri, о fersiz, biraz dа yumurta akını andıran yılışıklığıyla о çelimsiz, çopur
yüzünü bir kat daha çirkinleştirirdi. Ama Kara Marin, eline her fırsat geçtikçe, anlatmakla
bitiremiyor, dua eder gibi aynı sözleri tekrarlıyordu:
- Bu tesbih... Tam yirmi genç kızdan, yirmi beş gelinden... Çatalca yakınlarında bir
Türk köyünü bastık... Köyde düğün varmış. Kısmete bak? Bir düğün dе biz yaptık. Asıl
düğün bana kısmetmiş... Analarını ağlattık... Babaları kurşuna dizdik. Genç kızları, gelinleri
dişiye susamış aslanlara teslim ettik. Asker iki gece doyasıya eğlendi... Ben binbaşıydım.
Kendime gelini seçtim. Gelini. Bir görsenizdi. Gelin değilmiş, о bir pantermiş... Hakkından
zor gelebildim... Ama...
- Sonra, sonra hepsinin memelerinin uçlarını diri diri kestirdim... İşte bu tesbih,
sırma saçlı gelin zülüflerine dizilen о taptaze memelerin mercimek uçları... Yaaa? Ah, ne
güzel günler yaşadık, ne günler! Siz, böylesini rüyanızda bile göremezsiniz.
Göremezsiniz. Şimdikiler korkaksınız...
“Erkek adam, yaptığıyla övünmez” deyip onu susturmak isteyen dе tek tük
çıkardı. О, kimselere kulak asmaz, bildiğini okurdu... Yerin kulağı vardı. Etrafta Türk
köyleri vardı...
Kara Marin, felç oldu. Yataklara düştü. Dünyası tam karardı. Aylardır bir deri bir
kemik. Boz aba poturları, Arnavut külahı, duvarda çivilerde asılıydı. Onları giyinip
246
kahveye veya meyhaneye çıkmayı çok özlemişti. Boz bulanık bakışları sık sık onları
arıyordu. Yanına uğrayanlar giderek seyrekleştikçe, bu özlemi daha dа artıyordu. Bazı
sıralar bunalım geçiriyor, kâh bas bas bağırıyor, ne söylediği anlaşılmıyordu. Bu hali
ziyaretçileri tiksindirmişti... О yine Balkan Harbi hatıralarına sürükleniyordu: О günlerde
о genç kız ve gelinlerle geçirdiği, ona göre tatlı, anılarını bir başka görmeye başlamıştı.
Genç kızlar ve gelinler, ellerinde kanlı kılıçlarla, kendisine vira saldırıyorlardı. О ise,
tunnuk tunnuk saklanacak delik arıyordu. İmdadına kimseciklerin koşmadığını görüyor,
avaz avaz bağırıyordu:
-Beni... Beni paramparça ettiler... Beni Balkan Harbi kahramanını soğan doğrar
gibi doğruyor o Türk kızları, gelinleri... Kurtarın beniii, kurtarın! Bitirdiler beniiii.
Bitirdileeeer. Yetişiiiin! Kurtarıııın!...
Kendi sesine uyandı. Tir tir titriyordu. Yüzü gözü ter içindeydi. Gözleri
ağrıyordu. Başı ağrıyordu. Boyunları ağrıyordu. En çok dа kalbi ağrıyordu. Acılar
çekilmezdi... Tesbihi aradı. Çok şükür boynundaydı. Dişlerini о kırıklı, çürüklü kirli
dişlerini rüyasındakilere gıcırdattı: “Elime bir daha geçerseniz, sizi diri diri yaktıracağım.
Görürsünüz gününüzü siz! Sonra yüreği gene geçti. Bu kere rüyasında “Kısmetim” dediği
gelini soymaya uğraşıyor, üstünü başını parçalıyordu... Hele boynundaki iki sıralı altın
dizisini kimselere kaptırmak istemiyor, habire çekiyor, çıkaramayınca dа kopsun diye
buruyordu. Gelinin о çiçek mavili gözleri, kana büründü. Dehşetle yerlerinden fırladı. Bu
gözler onu korkuttu. Yine dе hırsını alabilmek için gelinin göğüslerini ısırıyor, pampak
boyunlarını dişliyordu...
Kara Marin’i yakınları, gözleri kan içinde dışarı uğramış, dilini kuduz köpek dili
gibi dışarı sarkmış, köpük içinde buldular. Yüzü mosmordu. Boğazındaki tesbih, düğüm
düğümdü...
Неm de ibretle...
247
ÖMER OSMANOV
(Ömer Osman Esendoruk)
(Kırcaali, 1934)
Sanata şiirle başladı. Daha sonraları öykü yazmaya başladı. Bunların bir bölümü
1965 yılında Yaralı Güvercin adlı kitabında yayımlandı. 1967 yılında dа Bırak Kocamı uzun
öyküsü basıldı.
Türkiye'ye geldikten sonra dа 1989'da S.O.S veya Üçüncü Mezar, Ölmek Ölmek
(Şiirler 1991) ve Sabır Duası (Sürgünlük Surları) adlı şiir kitaplarını yayımladı. Bunlarda her
dize sessiz bir haykırıştır, çağrıdır. Sözler birer birer yara gibi kanar. Sanatçının, Üçüncü
Mezar’ında karamsar, gözyaşlı bir hava esmektedir. Bunlar acının, kelepçeli elin yazdığı
şiirlerdir. Bulgaristan Türklerinin dramı yazarın Uçurum ve Buruk Acı adlı romanlarına da
konu olmuştur. Sanatçı, yeni yayımlanmış kitaplarında Istıraphaneden Mektuplar ve Taşlaşan
Çocuk adlarını vermiştir.
AĞLAYAN EVİM
248
Üzerinde her zaman tütün kıydığı tahta
Babama еl ediyor gel gel ediyor sandım
Sarıkaya'ya bakan pencereye abandım
Ilgıt ılgıt ıstırap vardı çektiğim ahta
SİTEM
249
Direniş kalemsiz-kâğıtsız, şiirini.
250
MUSTAFA MUTKOV
(Mustafa Mutlu)
(Lofça, 1935-Sofya, 1997)
Lofça’ya bağlı Gorsko Slivovo (Dağ Slivovo) köyünde doğdu. İlkokulu köyünde,
rüştiyeyi de Emirköy’de bitirdi. Sofya Türk Öğretmen Okuluna (Türk Pedagoji Mektebine)
başladı, burası kapanınca öğrenimini Razgrat Türk Öğretmen Okulunda tamamladı.
Öğretmenlik yaptı. Daha sonra Sofya Üniversitesi Türkoloji Bölümünde okudu. Halk
Gençliği ve Yeni Işık gazetelerinde çalıştı. Madencilik, Şoförlük, Vatmanlık (tramvay
sürücülüğü) yaptı. Birkaç yıl eski Sovyetler Birliği’nde inşaat işçisi olarak çalıştı. Bulgaristan
Türklerinin adları iade edilince Mutlu soyadını aldı. Hak ve Özgürlük gazetesinde çalıştı. 26
Eylül 1997 yılında Sofya’da öldü. Şiirlerini Sabah Yolcusu (Sofya, 1965) adıyla kitaplaştırdı.
Şiirlerinde bir içtenlik, bir sıcaklık vardır. Birkaç düz yazı eseri de aslında birer
şiirdir.
İNSANOĞLU
Geldi cellât,
Konuştuğu dilini aldı insanoğlunun,
“Cız” dedi yüreği, kan ağladı,
Bütün varlığını dağıttı kül gibi,
Gelecek günlere bel bağladı.
Geldi cellât,
Arkadan adını da aldı insanoğlunun,
Gözyaşlarında eridi tüm umutlar,
Kanında hareket var, kavga var…
Ana yüreği. Dayanamadı. Yola çıktı gene. Düşünceleri yolda... Uyanık, rahatsız,
durmadan kabaran düşünceler...
251
Tren tekerlekleri aralıksız sekiyordu rayların eklerinde. Gene Belene’ye götürüyordu
anayı tren. Kompartımanda bir köşeye büzülmüş susuyordu. Dalgındı. Daha doğrusu yorgundu.
Biraz sonra kirpikleri ağırlaştı ve yavaşça kapandılar.
***
Karanlık bir gece. Yağmur yağıyordu şıpır şıpır. Dökülen damlalar ılık mı ılık. Peri
kızları dans ederek yıkanıyordu ılık sularda. Ansızın şimşek çaktı, arkadan şiddetli bir gök
gürültüsü... Yer, gök parçalandı sanki. Peri kızları birdenbire kayboldu. Ana hangi tarafa
gideceğini şaşırdı. Biraz durakladı. Bakışları karanlığı yararak, körler gibi ellerle yoklayarak
oğlunun bulunduğu yöne doğru yürüdü. Yüzünü görür gibi oldu karanlıkta. Sapsarı. Tıraşsız.
Bakışları mert... Bu anda tekrar şimşek çaktı ve öylece gökte asılı kaldı. Ortalık apaydınlık
oldu. Oğlunu tamamen gördü ana. Bilekleri kelepçeli, ayaklarında ağır zincirler var. Gittikçe
büyüdü oğlu. Dağ gibi oldu. Arkasında iki silâhlı bekçi. Ufacık, ufacıktı ikisi de. Oğluna
doğru koşmaya başladı ana. Birdenbire deprem. Yer ikiye ayrıldı. Derin bir uçurum meydana
geldi ikisinin arasında. Bir çağlayan gürültülerle akmaya başladı. Uzaklarda bir ev yanıyor ve
onun etrafında hangi yöne koşacağını, ne yapacağını bilmeyen insanlar vardı. Uçurum gittikçe
derinleşerek genişledi. Anayla oğul arasındaki mesafe büyüdükçe büyüdü. Uçurumu atlayarak
oğlunun boynuna sarılmak istedi ana. Ama hiçbir türlü yapamadı bunu. Daha bir yelteniş,
sonra tekrar sıçramaya çalıştı ana. Çaresiz... Ayakları toprağa yapışmış, yerden alamıyordu
onları. Bütün çabalarına rağmen kımıldatamıyordu ayaklarını. Ellerini uzattı sonra. İnce, cılız
elleriyle oğlunun yüzüne değmek istedi. Ama bir türlü dokunamadı oğluna. Ufacık bekçiler onu
geri geri çekerek daha da uzaklaştırdılar anadan. Rüzgârla karışık, yumak hâlinde bir kör
duman geçti üstlerinden. Ananın kolları havada asılı kaldı. Uzadılar, uzadılar... Susmasına
rağmen, ananın kulaklarında oğlunun güçlü sesi iki dağ arasında yankılanarak yükseliyordu.
Şiddetle gene gök gürledi. Ufacık bekçiler, kayboldu bu anda. Uçurum düzlendi, çağlayan
sustu. Ana oğlunun yanına gitti. Kucaklayarak öptü... Oğlu susuyordu hep. Ana:
“…………………..”
Şimdi ise ana sustu. Konuşmak için dudaklarını oynatıyor, ama sesi çıkmıyordu bir
türlü. Sonra koynundan bir elma çıkardı ve:
“Аl oğlum, baksana dudakların kapçık kapçık. Bizim köyün elması. Dudaklarını
ıslatsın.”
252
Oğul başını sallayarak “istemem” işareti yaptı. İçinde yeni bir dünyanın sabahı,
yaşanacak günlerin sevinci kabarıyordu durmadan. Ağaçlar meyve yüklü, çocuklar oynuyor
onların etrafında. Birbirlerine Ahmet!.. Mehmet!.. Ali!.. diye haykırıyorlar.
“Bunları bari аl oğlum!.. Bir şeyler at ağzına. Bizim köyden getiriyorum onları dа. Аl
oğlum, аl!... Alsana!..”
“Oğlum, о ufacık bekçiler nerede kaldı? Onlar yokken bu zincirleri bana tak! Senin
yerine ben duracağım burada. Beni darağacına çeksinler isterlerse. Ben günlerimi yaşadım
artık. Senin daha bunca yapacak işlerin var. Haydi, ver dе!.. Baksana bileklerini nasıl sıkmış
kelepçeler! Benim bileklerim daha ince. Sıkmaz.
“Olmaz ana!.. Anasız evlâtlar beş para etmez. Değil mi onlar yürür evlâtlarının
ardından.Değil mi onlar ışık tutuyorlar evlâtlarının yollarına… Belki de ondan benim yollarım
o kadar ışıklı,o kadar aydınlık!...”
“Нег gecenin gündüzü vardır ana. Benim dе gecelerimin gündüzü vardır ana.” Benim
de gecelerimin gündüzü olur.”
Ana oğlunu tekrar kucakladı. Cılız, ince kollarıyla sıktı, sıktı ve hıçkırıklar içinde:
“Hayır, vermem oğlumu!.. Oğlumu cellâtların eline vermem bir daha!.. Onun yerine
ben gireceğim buraya... Vermem, vermem... Bir daha salmam oğlumu buralara!..”
Bekçiler üstün geldi. İniltili zincir sesleri içinde ortalıktan kayboldular oğluyla
birlikte. Bir kör duman içine gömüldüler.
“Aliiii!”... diye haykırdı arkalarından. Sesi dalga dalga yayıldı etrafa. Тuna nehri:
“Aliii!..” diye tekrarladı ananın sesini.
***
253
- Ne oldu anne, rüya gördünüz galiba?
- Ooohhh, dedi ana, gözlerimi yumar yummaz hep O geliyor karşıma. Oğlum.
- Nerede oğlunuz?
- Evet, benim oğlum adını vermek istemedi. Hemen yakaladılar onu. Bir Bulgar adı
alsaydı ne olurdu?!.. Belki dе buralara düşmezdi. Kim nasıl аd koyarsa koysun, ama ben gene
Ali diyecektim ona. Hiçbir türlü kandıramadım onu. Bana Fani adı verdiler. Ben Fani
miyim?!.. Benim adım Fatma. Anamla babam vermiş bu adı bana. Başkası olamam. İçim dе
Fatma, dışım dа...
Ana oğlunu görecekti birkaç saat sonra. Tren ise öyle yavaş gidiyordu ki... Anaya
öyle geliyordu. Oysa tekerlekler aralıksız sekiyordu rayların eklerinde.
254
FAİK İSMAİLOV
(Faik Arda)
(Kırcaali, 1935-Kırcaali, 1995)
Lise yıllarında şiir yazmaya başlayan Arda, bunları Ağarınca Tan (1965) adıyla
kitaplaştırdı. Birçok şiiri de Eylülcü Çocuk, Halk Gençliği gazetelerinde ve Yeni Hayat
dergisi sayfalarında bulunmaktadır.
KİM ALDI?
255
Doğan güneşe karşı
Onları tarar tarar
Bir yana bırakırdım.
Saçlarım nerede kaldı?
Verin bana saçlarımı!
Saçlarımı kim aldı?!..
ÖLÜ KÖY
Bu köyün sakinleri
Yüzyıllar boyunca
Teker teker doğdular
Ve 89’un yaz ortalarında
Ay karanlık bir gece yarısı
Cümbür cemaat kovuldular...
Neredeyse iki yıl oluyor ki,
Kara seller gibi akıyor geceler
Bu ölü köyün üstüne
256
LÂTİF ALİEV
(Latif Ali Yıldırım)
(Silistre, 1935-İstanbul, 1999)
Şiir yazmaya öğretmenlik yıllarında başladı. Bir Bahçeden Bir Bahçeye adlı şiir kitabı
1961 yılında yayımlandı. Burada toplamış olduğu şiirlerinden bir bölümünde komünist rejime
ayak uydurduğu görülmektedir. Daha sonraki yıllarda yazmış olduğu şiirlerini de Bir Yeşil
Seviyorum adlı kitabında topladı. Son yıllarda basılsan kitabı da Sonbahar Çağrışımları adını
taşımaktadır.
YAŞLI GÖÇMENLER
257
Cami avlusunda Musalla taşı sanki…
Uzansalar
Erivereceklerdi.
Ve avuçlarının içinde
Sımsıkı tuttukları
Yalnızlıklarını
O taşın üstüne
Serivereceklerdi…
Kim bilir
Belki onlar da
Bunun farkındaydı.
Yine dе farkında değilmiş gibi
Bir rehavetin yumuşak
sularına bırakarak
Yorgun bedenlerini
Seyre dalmışlardı Avcılar Parkı'nda
Cil’ve cümbüş
oynaşan kuşları...
Neylersin,
Yazanlar böyle yazmış
Yazgısını göçmenlerin.
Bedenleri başka yerdedir
Bir başka yerde çarpar
yürekleri...
Hele hele düşleri...
Yönünü ve yerini
Saptamaya çalışmayın.
Kim bilir hangi sularda
Çekiyorlardır
kürekleri...
258
ALİ BAYRAMOV
(Ali Bayram)
(Silistre, 1935)
Erken yaşta şiir yazmaya başladı ve bazılarını Türkçe çıkan gazetelerde yayımladı. Son
yıllarda da yazmış olduğu yeni şiirleriyle birlikte bunları Konca Gülüm (1995) adıyla
kitaplaştırdı. Şiirlerinin büyük bir bölümünde Bulgaristan Türklerinin dramı dile
getirilmektedir.
259
Her millet dilini okumak diler
Çevremize ibret için bakalım!
Yetim
Dulovo
Dostsuz Yaşam
260
Üzgün geçer dostsuz günler
Anı oldu mutlu dünler,
Ne bayramlar, ne düğünler
Zevk vermiyor dostsuz yaşam!
261
SÜLEYMAN YUSUFOV
(Süleyman Yusuf Adalı)
(Kırcaali, 1936)
Kırcaali’de öğrenciyken şiir yazmaya başladı ve başarılı oldu. 1965 yılında Bir Uçtan
Bir Uca Memleket adlı şiir kitabı yayımlandı.
MESTANLI MEYDANI
Namusluluğunun, çalışkanlığının
ve sabır oluşunun
cezasını çeken insanlarımız
Terkedip gecelediği dağ başlarını
İçlerine akıtarak gözyaşlarını
gömdü soğuktan donup ölen bebelerini,
çevirdi nihayet düşmana gözlerini
yürüdü.
Yürüdü önünde mertçe durmaya,
Yürüdü çilesinin hesabını sormaya.
262
Terasından seyrediyor balkan Kasabı
Kurnazdır, bilir işini
Sırıtarak seyrediyor bak
Tankların çocuk arabalarını ezişini...
KANLI DÜĞÜN
263
Kırcaali 1985
Balkanlar’dan Esinti, Sayı-3, 1999, 29.
RUMELİ TÜRKÜSÜ
264
Ben parçalanan beyaz mermerde
dörtlük
265
Başladığım tüm işler yarıda kalır.
GÖÇMENLERİN EVLERİ
1993
Kaynak, Sayı.o, 2000, 11.
266
MUSTAFA ÇETEV
(Mustafa Çete)
(Razgrat, 1936)
İlk şiir kitabı 1995’te basıldı ve Deliorman Melodileri adını taşımaktadır. Çocuklar
için de yazdığı şiirlerini 2001 yılında Mavi Çiçekler adıyla kitaplaştırdı.
Hatice
267
Veli Çavuşev diyor ki:
Bize karşı insanlığa yakışmayan davranışta bulundular
- Bunun nedenleri acıydı, kederli.. Yalnız benim değil, memleket sınırları dışında bile
çok kişinin kederi, acısıydı bu. 0 kahrolası Bulgarlaştırma süreci çok ağır gelmişti bana.
Babamın mezar taşında bile adını değiştirmişlerdi. Mehmet'ten Asen yapmışlardı. Annemle dе
aynı şekilde hareket etmişlerdi. 0 totaliter rejim yıllarını anımsamak istemiyorum tek sözle. Bu,
bir ulusu özümsemekten başka bir şey değildi. Tiyatrodan meslektaşlarım, kesinlikle karşı
çıkmışlardı bu haksızlığa. Afişlere adımı Veli Çavuşev olarak yazıyorlardı daima. Parti kent
komitesi, “e”nin “i” ile değiştirilmesini emrediyordu her defasında. Fakat meslektaşlarım “Vili”
değil, “Veli” diye çağırıyorlardı adımı. Onların bu insanlık duygusuna teşekkürü kendime borç
biliyorum.
- Gördüğünüz gibi... Büyük bir içtenlik, büyük bir sevgi, büyük bir saygıyla... Sürekli
alkışlarla... Seyirciler, ruhlarını, iç dünyalarını neşelendirmeye muhtaç ve susuz. Biz dе bu
susuzluğu gidermeye davet edilmiş kişiler gibi, elden geleni esirgememeye, insanlara sevinç ve
neşe bahşetmeye çalışıyoruz!..
268
İZZET NAİMOV
(İzzet Naimoğlu)
(Kırcaali, 1936)
Lise yıllarında şiir yazmaya başladı. Rodop insanının küçük sevinçlerini, kaderini,
göçlerin getirdiği büyük acıları şiirlerine konu yapmaktadır.
AZINLIĞIN KADERİ
UNUTMA
269
Şöyle, şimdi perişanlık neyine?
İnsanı sev, dağları sev boyuna,
Kurşun değil, korkma yağan evine.
Geç te olsa, eden bulur, kardeşim,
Hadi belki şansın yürür, gam tutma!
Benim yoksul, küskün giden kardeşim
Bu toprak dа dedemizin, unutma!...
YAZGI
BİZİM
Gidenler bizim,
Dönenler bizim,
Yol boyunca
Ölenler bizim
Buna dа kader mi diyelim
İki gözüm...
270
NAZMİ NURİEV
(Nazmi Nuri Adalı)
(Kırcaali,1937)
Kırcaali’nin (Ada) (Potoçnitsa) köyünde doğdu. İlk ve ortaokulu köyünde bitirdi. Bir
süre Kırcaali Türk öğretmen okulunda okudu. Hasköy Tarım Meslek Lisesinden mezun
olduktan sonra köyündeki tarım kooperatifinde memurluk yaptı. Doğdu yörenin birçok
köyünde öğretmenlik yaptı. 1968 Göç Antlaşmasından yararlanarak Türkiye’ye göç etti.
Hâlen Gebze’de oturmaktadır. Burada Nazmi Nuri Adalı soyadıyla bilinmektedir.
Nazmi Nuri, daha öğrencilik yıllarında şiir yazmaya başladı. Birçok şiirleri dergi ve
gazetelerde basıldı. İşlediği temel konu, Rodop Türklerinin hayatıdır.
Yıl 1984
Ау Aralık
Kanlı Aralık.
Kış, Kar, Buz
Tarihte yeni bir kara yaprak
Tarihe siyah bir anmalık
Yıl 1984 Ау Aralık.
Dünyam karanlık.
Bulgar kudurmuş
Bulgar kuduz.
Rumeli buz.
Kahpe Bulgar bırakmış işini gücünü
Dolaşıyor ev ev kapı kapı
Tunadan Rodoplara
Meydan okuyor Todor.
Yürekler ateş.
yürekler kor
Bir uçtan bir uca memleket
Tank, Тор, Tüfek
Siperde Dragan
Menzilde Hasan
Zalim Bulgar alıyormuş güya öcünü
Neden?
Тор sesleriyle gümbürdüyor dağlar
Silâh sesleriyle uyanıyor sabahlar
Ne düğün var ne bayram var
Geceler korkunç ıssız
Geceler uykusuz
Tüfek dipçikleriyle uyanıyor
mazlum analar, babalar
271
masum yavrular
ürkek, titrek...
Anam barut kokuyor ortalık
Ölüm kokuyor her gelen günler geceler
Feryatlar içinde Ayşeler Mehmetler
Kıpkızıl akıyor
Meriç, Tunca, Söğütlü, Burgaz, Arda.
Mekân kuruyor dağlarda
Kadın erkek
Çoluk-çocuk
Ölüm fısıldıyor dışarda fırtınalar
Sarı solgun meşe yaprakları mahzun
Günler ne uzun, geceler ne uzun
Benizler uçuk...
70'lik Havva Teyze de kırda bayırda
Tee orada. Dişlik dere yamaçlarında
Çalılıklar içinde yatıyor
yatıyor mecalsizce
yatıyor gizlice
İçinde bir ses:
"Sakın Bulgara söylemesin kimse"...
Türklüğümü vermem, diyor
İsmimi, imanımı
Benliğimi alamazsınız, diyor
Ada köylü Osman ve eşi Mümüne
Direniyor müşriklerin önünde
Posunlulu Mustafa
Son nefese kadar direniyor
Böylece yüzlerce Türk
Gidiyor karanlık hücrelere
gidiyorlar ölüme
Ve böylece
Geçiyor günler, geçiyor geceler
Feryatlar yayılıyor dünyaya
Dünya inanmıyor
Dünya tereddütte
Dünya uyanmıyor
Tarih utanıyor
Tarih sabırsız, dayanamıyor
Tarih soruyor:
Nasıl olur dа kıyılır insanlar?
Nasıl yok edilir bir anda 2 milyon Türk
Nasıl silinir kutsal İslâm Listesinden
Yusuf Hocalar, Ali Mollalar
Tüh...
Nasıl eritilir Fatihler, Fatmalar kendi sesinden?
Yüzyıllardır beslediğimiz Baykuşlar
Şimdi gözümüze saldırıyor
Bir Sofrada tıkırdıyan Kaşıklar
Şimdi içi zehir dolu
272
Gursağımıza akıtılıyor .
Yer-yemez misin...
Şimdi sen kimsin
Anasız babasız
kimsesiz
Yurtsuz yuvasız bir milletiz Anam.
Geçiyor günler, aylar
Artıyor soğuklar
Azgınca uğulduyor Ormanlar
Kar parçaları ekmeğimiz, suyumuz
Kırlar, dağlar, mağaralar dostumuz
Bastı bağrına bizi
"Karaguz"
Şşşt...
Sessiz sedasız
Duymasın soysuz...
Dövüyor harmanı
Sap saman olana kadar,
Kucak açmış bekliyor
Temerküz Kampı
Tuna ortasında "Belene"
Orası "Hayır" diyenlerin mekânı,
Ne ararsın Gâvurda merhamet, imanı
Anam
Yok mu bunun çaresi - imkânı?
Söylesene Anam
Hadi söylesene?
Taa ezeli kan ağlıyor Tuna
Tuna ağır başlı Тunа sabırlı
Ama
Sabır bardağı taştı taşacak Ana.
Ben Şumnu
Ben Eski Сuma
Ben Filibe
Ben Yediyüz senelik Türk Kitabesiyim
Çeşme, Köprü alınlarında,
Ben Tanrımın sesiyim Camilerde
Minare doruklarında
Ve şimdi Orak-Çekiç altında
Hüsrana uğrayan.
Ben sancılarla ağıran
Tan
Bekleyişler içinde zorla söken Şafak
Şen şimdi
Ecderhalar yuvası
Kırcali Mastanlı
Koşukkavak.
Başım çatlıyor Anam
Ciğerlerim dökülüyor
Parça parça bak.
273
Kızılcık yemedim inan
Kustuklarım kan Anam kan
Yakalanıp giden yaka paça
Böyle gelir gittiği yerden
gelirse eğer
Yaşamak haram oldu bize
bu yerde Anam yaşamak yalan...
Ne namus kaldı ne ırz
öfke hırs... kin
Kükreyen deniz gibiyiz ama çaresiz...
Gelin. Kız.
Çıplak göğüslerinde dayalı... Namlu... cız cız...
Dışarda sokak orasında
Çoluk-çocuk arasında
Analar babalar çırıl çıplak.
Teslim оl... Ver... Söyle...
Ve sonra coplar.
Şırak Şırak...
Biri kalkıyor
Biri yatıyor
Biri geliyor
Biri gidiyor...
Sonra
Sonrasını dilim söyleyemiyor
Kalemim utanıyor
Böylesi ölümden dе beter Anam, ölümden dе beter
Yeter Anam bu sabır yeter
Geçerse böyle daha nice Aralıklar
arama beni arasan dа bulamazsın
ne kıymeti var.
Nerdesin
Yetiş ey Hûr dünyam bu son sesleniş.
Hayriye Süleymanoğlu Yenisoy, Türk Dili, Türk Şiiri Özel Sayısı (Türkiye Dışı Çağdaş
Türk Şiiri), Sayı: 531, Mart 1996, 532-536.
Memleketime vardım
274
Çıktım Menekenin zirvesine seyreyledim
Başı sisli Rodopları ah neyledim…
Buraları benim öz be öz Memleketim
Sarmaş dolaş olduk hasretle ağlaştık
275
Yeller esmiş Muratlının, Kestenenin yerinde
Beş on hane kalmış yarım yamalak Gerende
Kurtlar, çakallar uluyor tüm köylerde,
Yazık olmuş bizlere, yazık memleketime
276
Sabri İbrahimov
(Sabri İbrahim Alagöz)
(Kırcaali,1937)
Sanatçının şiirlerinin bir bölümü Gözlerim Dumun Dumun (Sofya, 1997) adlı şiir
kitabında topludur. Daha sonraki yıllarda birkaç kitabı yayımlandı. 2000 yılında Kaynak dergisini
çıkarmaya başladı.
EVİME GİDEMEM
Doğduğum Hisar köyündeki baba ocağına
Hisar-Koşukavak
Anam, babam
Türkçe atmışlar toprağa tohumumu,
Beni dünyaya getirmek
277
Niyetine girdikleri an.
Türkçe sevinmişler,
Emelleri gerçekleşince,
Türkçe koşmuşlar hayallerin sonsuzluğuna.
Doğum ağrılarıyla kıvranırken anam
‘Oğlandır gelen-demiş babama, peşince’.
Koyulmuşum büyük yolculuğuma
Yıllar yaslanmış üst üste
Düşmem, kalkmam olsa dа
Avuntu aramamışım
Yaşama küste.
Hor bakmamışım
Benimle yolculuk edenlere
Çiçek takdim etmişim
Deste deste!..
Tac etmişim başıma
Dilimi, dinimi
Bana hakaret eden olsa dа
Hırçın bir atı gemlercesine
Gemlemişim nefretimi, kinimi
Dilime dil uzatanları
Dahi etmemişim inkâr
Tanrım şahidim olsun,
Nefes aldıkça şu dünyada
İzin veremem,
Bir yabancı, olamaz
Dilime, dinime hünkâr...
Kimse kimsenin kimliğini
Edemez inkâr.
Karalara büründürmek istiyor
Bugün beni yasalar.
Çullanın çullanabildiğiniz kadar üzerime
Yine de yok edemezsiniz beni, tasalar!..
Mujdem var hepinize,
Mujdem var TÜRK DİLİMİZE,
Mujdem var İslâm dinimize,
Gün olur, eden bulur
Demiş ya atalarımız
Yasaları yaratanlar
Ancak bir çukuru bile dolduramaz
Unutulur unutulur, unutulur!..
Haktan, adaletten yana olan
Ölümsüzlüğün tüm heybetiyle
Tarihin bağrında dimdik,
Metanetle durur!..
278
İKİ MEZAR ARASINDA
Yüce Tanrı'nın rahmetine kavuşan Anne ve Babama
Güneş üç boy üzerime inmiş
Cayır cayır yakıyor beni.
Alınyazım alnımdan silinmiş,
Ölümün zehirli oku vuruyor
"Milletim", "Dinim', "Dilim" diyeni.
Gariplik dünyasında
Ne garip bir insanım.
İmansız deseler, imansız değilim
Allah’ıma, Peygamber'ime hamdolsun!
İmanım, itikadım yerinde
Ama nedense
Arş – Ala’ya ateş püskürüyor insanım!
Ben insansız yaşamak
İstemeyen bir insanım!
Tüm karanlıkları bastım bağrıma
Ne önümü, ne ardımı göremiyorum.
İndim yerin derinliklerine
Cehennem kuyusu bir mağaradayım.
Doğduğum köyde babamın mezarı,
Yeşil Bursa’da, Uludağ eteklerinde
"Gel biraz da burada kal!" diyen anamın.
Ben garibin oğlu garip
İki aradayım!
Zaman benim onmaz yaram.
Kimileri raksetsin,
Kimileri gülüp oynasın.
Bense S.O.S. diye
Avaz avaz bağıram.
İki mezar...
Babam: Kal diyor,
Anam:Gel diyor.
Kalsam anam gücenir,
Gitsem Babam gücenir.
Tarihin, Talihin silleleri arasındayım.
Yaşama küsmek istemiyordum.
Tundan tuna atsa dа
Anayı, babayı, kardeşi, bacıyı,
Çektirse de bana acılardan acıyı.
Ama Yaşam’ın hem yarasındayım,
Неm yasındayım.
Ben sonsuz bir mağradayım...
Önümde anamın mezarı,
Ardımda babamın mezarı.
Dedim ya,
İKİ ARADAYIM!..
Sofya – Kırcali 1995
279
OSMAN AZİZOV
(Osman Aziz)
(Kırcaali,1937)
Sanatçının ilk şiir kitabı Büyük Ateş 1960’lı yıllarda yayımlandı. Güllerin Korkusu
sanatçının ikinci şiir kitabıdır. (Sofya, 2000)
Osman Aziz, okuduğu Rumeli türküleriyle büyük bir ses sanatkârı olarak da
bilinmektedir. Bu konuda ilginç araştırmaları da vardır. Yayımlanmış en yeni kitabı Canlarım
Türküler, Bizim Türküler (Sofya, 2002) adını taşır.
ON U R YA R A SI
I
Ben ter k edilmiş bir köy
Bin dokuz yüz sek sen beşlerd e
Evlerim insansız kaldı, koğuld u insanlarım
Köy değilim gayrı.
İn san yaşamayan yer e köy mü d eni r? !
II.
Ben bir k ö yü m i n san sız .
Hayır k ö y değili m
Anlatamıyorum d er di m i
İnsan dil lerim yok
insansız yaşamak zor şey
Çok zor, çok!..
280
B en bu r ayı bırak ı p dа gid emem !
III.
Ben bir yıkıntıyım gayrı insansız
Ne yapabilirim yalnızlığımı unutabilmek için
İnsanlarımı anımsamaktan başka.
Biri vardı
Elvan’dı adı
İvan oldu.
Elvandan İvan
Yağlıdan yavan olur mu dedi beylere bir gün
Dedi dе bir sabah erken erken
Koğuldu benden!
Ama Elvan
(İçinde sonsuz olsa dа derdi)
Benden ayrılırken dе gülümserdi.
Şimdi bana gelmese dе mevsimlerden bahar
Elvana ve bende doğan bütün çocuklara
Yeşil yeşil sevgilerim
yeşil yeşil selâmlarım var!
IV.
Ah ben yine köy olabilsem
Bende yine insanlar yaşasa
Ağlayanlar olsa yine, gülenler olsa
Az veriyor tütünü, bereketsiz diye
Toprağıma yine sövenler olsa.
Ama yine dе
Dikenimi bile sevenler olsa,
Yaşansa yine о gizli köylü aşkları
Hiç kimseye sezdirmeden
Yoksul dağlarım ot verse yine hayvanlara
Hayvanlar süt verse çobanını bezdirmeden
Gitmeden uzaklara
Komşu köy dağlarını gezdirmeden.
Harman mevsiminde yine esse
Dağlarımdan o serinlik
Çocuklar yine ihtiyarların
Türkçe masallarında uyusa
Ve Kadriye ablanın şarkılarında avunsa gençlik!
Allahın o talihsiz kulları
Bir tek çalışmayı bilen
Benim o fakir insanlarım
Yine benimle öğünseler.
Dal gibi delikanlılar, çiçek gibi kızlar
Elele verip geriliği, karanlığı yenseler
Yellerin, sellerin, ellerin değil
Korkuların çökerttiği evleri
Yine doğrulabilseler
Ve bu evlerde insanlar
281
Benim sevgile yeniden yoğrula bilseler!
V.
Ben bir köydüm Seksenbeşe kadar
Şimdi ne Birinci'ye, ne de İkinciye
Bir tek sana düşmanım Seksenbeş!
İnsanlarımdan ettin beni
О sefil, о yoksul insanlarımdan
Ama gene dе sevmeyi bilen insanlarımdan!..
İnsanlarımın kimi can verdi
işkencenin kollarında kimi öldü dayanamadı
Türkiye’ye giden о kurtuluş yollarında!
SENDE SENSİZ
282
Güllerin Korkusu’ndan, Sofya, 2000, 58.
UNUTUYORUZ TÜRKÇEYİ
Unutuyoruz Türkçeyi
Aşkın dilini
Dilini şiirin.
Kıza bakıyorum şaşkın şaşkın:
Neydi Türkçe adı
Güzelliğin?
283
en ağır yargısı
En derin aşk yarasının
Türkçedir en güzel sargısı.
Türkçede gelir sevgiler
Türkçede kalır.
Unutuyoruz Türkçeyi
Aşkın dilini
Şiirin dilini.
284
KADİR OSMANOV
(Kadir Osman)
(Kırcaali, 1937)
Sanatçı Kırcaali Türk Yazarlar Birliği üyesidir. Kendine Özgü akıcı bir dille öyküler
yazan yazarımız Bulgaristan Türklerinin direnişini eserlerine konu edinmiştir.
Yavaş adam
NİSAN 1990'da, kasabaya pek uzak olmayan köyde yaşlı adamlar mahalle odasında
yatsı ve terafi namazı vaktini bekliyorlardı. Dışarda yağan yağmurun şıpırtısı duyuluyordu. Alçak
tavanlı odayı bir elektrik lambası iyice aydınlatıyor, yere serili kilimlerin çarpıcı renkleri insana
rahatlık ve huzur veriyordu. Bütün gün oruçlu olan tiryakilerin sigara dumanı ortada mavi bir
tabaka oluşturmuş, hafifçe kıvrılıyordu.
Bir iki soru-cevaptan sonra konuşmalar yine kesilmişti. Zaten ramazan başladı başlıyalı
her akşam böyle oluyordu. Yok... 89'da Türklerin sınır dışı edilmesinden, belki dе çok daha
önceleri aralarında konuşmayı kesmişler, olaylar yorumlanmaz, soru sorulmaz, cevap alınmaz
olmuştu. Derdi olan dermanını kendi arıyor, kendine soruyor, kendi yanıtlıyordu.
İmam oturduğu yerde bir yana eğilip сер saatini çıkardı, uzun uzun baktı:
Sonra birbirlerine... Bakışlar ürkek, sorucuydu. Kimse dе ağzını açıp “Gir!” demedi.
Burası cami sayılırdı. İsteyen kimseden izin almadan içeri girer, namazını kılardı.
Pek genç olmayan, fakat içerdekilere hiç dе benzemeyen yabancı biri girdi:
Sessiz sorular:
“Bu kim?”
285
“Parti sekreteri mi, gizli polis mi?”
“Hani demokrasi?..”
-Selâmünaleyküm! dedi.
Yabancı biraz bekledikten sonra kapıya yakın boş yere diz üstü oturdu.
Ses yok.
- Vakit gelmiş... Ben ezanı okuyayım, dedi duyulur duyulmaz ve dışarı çıktı.
Dışardan konuşmalar duyuldu. Ardından kısa süren sessizliği ezan sesi izledi. Biraz
rahatlaşır gibi oldular.
- Telâş etmeyin, canım, dedi. Ben tanır gibi olmuştum ya... Bir zamanlar kasabada
öğretmendi.
Bir genç, bu çarçabuk düzenlenen toplantı için yaşlılar ve arkadaşlarından özür diledi.
Sonra yanına oturan yabancıyı tanıttı. О, söze başlamazdan önce azıcık düşündü, sonra şimdiye
kadar konuşulanlardan farklı, temiz, tatlı bir Türkçe ile:
286
Uzun konuşmadı. Anladılar. Неm dе öyle anladılar ki!.. Özgürlük verilmiyor, alınıyor.
Ve savaş, direniş zamanı gelmişti.
Odada sessizlik...
- Haklısın... haklısın dа... Bizim elimizde şimdi daha etkili araç var. Yasal yolla
Açlık Grevi yapacağız. Kasaba meydanında, о kemik kıranların karşısında grev
düzenliyoruz. Bunu anlatmaya geldim. On sekiz yaşından yukarı, sıhhati yerinde, kendine
saygılı, çocuklarına, diline, dinine sevgisi olanları oraya gönüllü davet ediyorum.
Düşünüyorlar: “Bu ne demek Allahım! İnsanın dilini, dinini namusunu hiçe sayan
gözü kanlı kemikkıranları böyle mi dize getireceğiz? Yine dayaklar, sürgünler... hapisler...
yağlı kurşunlar... Sonu yok mu?.. Nasıl iş olur böyle...” diye düşünüyorlardı. Cesaretliler,
bilirkişiler sınır dışı edilmişlerdi.
Misafir, bir yaşlılara, bir gençlere baktı. Konuşmak, sessizliği yırtmak için nefes
aldı. Söz bulamadı. Dudaklarını sıktı. Sustu.
Bu anda iki söz, tartışma götürmeyen, sakin, ama çok kararlı söylenen iki söz odayı
doldurdu:
- Yaz beni!
Bu köye beş altı yıl önce damat gelmişti. Rakı, sigara içmez, kimsenin girdisine
çıktısına karışmazdı. Geldiği yıllarda kendisine damat yerine “Dikme” demişlerdi. Aldırış
etmemişti.
Sonra kimileri “Kuzucuk” demeye, başlamıştı. Yine dargınlık yok.
Zaman geçti. Adı unutuldu gitti. “Yavaş Adam”dan yalnızca “Yavaş” kaldı.
Kavgada, tartışmadan her zaman uzak duran Yavaş, şimdi direnişin ortasına
atıyordu kendini.
287
Soruyu anlamamıştı sanki. Kısa bir süreden sonra:
Bir genç, alt dudağını ısırdı, başını eğdi. Kısa bir zaman sonra doğruldu. Başını
kaldırdı.
Kısa zamanda kararsızlık buharlaştı. Belki dе hiç yokmuş dа, insanlara öyle
görünmüştü. Yazılmayan bir genç kalmadı.
Osman Çavuş damadı Mehmet’le yan yana yürüyordu. Yaşlı adam genci kollarıyla
sarmak istiyordu, bunu yapamıyordu.
- Oğul, Mehmet, dedi. Yarın sabah kavi giysi аl yanına. Üşütmeyesin kendini. Ben
Fatma’ya söylerim.
288
ALİŞ SAİDOV
(Aliş Sait)
(Kırcaali, 1938)
Kara Gün
Kırdılar Mestanlı’yı
Kırıp geçirdiler. Binlerce delikanlıyı
Belene’ye uçurdular.
289
Kervan kervan Güney Sınırı’na aktınız!
***
Kırcaaali-30.06.1995 - Bulgaristan
290
MEHMET SANSAROV
(Mehmet Sansar)
(Razgrat, 1939)
Son yıllarda yazdığı şiirleri, düz yazıları Hak ve Özgürlük, Bizim Anayurt gibi
gazetelerde yayımlanmıştır. Bunların bir bölümü Bir Akşam Vakti (1999) adlı şiir kitabında
topludur.
ÖLÜM CEZASI
- Birazdan dönerim, dedi evden çıkarken. İnsan vurmadım ya. Çıkış о çıkış...
Belene eziyet kampında olduğunu haber alan eşi Cemile, henüz Belekte olan Ali
ile onu görmeye gitti. Dazlak kafalı, ilgisiz bir görevli, bir süre tutukluların listesini
karıştırdıktan sonra, böyle bir tutuklunun kampta bulunmadığını söyledi. О günden
sonra nereye gittiyse, her seferinde çaresiz, boğazındaki boğuk iniltilerle döndü evine.
Bir daha izi bulunamayan babayı zaman aldı, yuttu.
Yıllar bir birini kovaladı. Kocası vatan haini ilân edilen Cemile, kooperatife, kır
işlerine gidiyordu. Acısından, çaresizlikten eridi, ufaldı, saçlarında aklar oluştu, yüzü
kurudu, kırıştı, sörpüştü.
***
291
- Olan şeyler kelepir değil Носam dedi Ali. Adlarımızı alacaklarmış, Türkleri
eriteceklermiş...
- Sen, bu insanlardan uzaklaş Alim, dedi Zühtü Носа yumuşacık sesiyle, sanki
kendine konuşurmuş gibi. Ailenizin ocağını söndürdü onlar. Babanı yok ettiler.
-?!?!?!...
Ali, çizgi hâline gelmiş gözbebekleriyle hocasını hayretle süzdü, süzdü, süzdü...
- Okullardan ana dilimizi kaldırırken, babandan bir imza istediler. Baban vermedi.
Bütün suçu bu. Bu yüzden anan hastalandı, yataklara düştü; ruhunu yitirdi. Sus payı alanlar,
yıllardır susuyor. Satılmış kişiler kimsenin göz yaşına bakmaz. Bunlar vicdanlarını
satmışlardır oğlum.
***
Üç saat kadar acı bir bekleyiş süreci. Duruşmadan sonra yargıçların kesin kararı:
Ölüm cezası!.. Mahkeme böyle diyor. İki kişi öldürülmüş!..
Ali 22 yaşında. Yaşamanın yolu tükenmiş. Üstelik bir dе para tazminatı var. Bu
üç saatte, babasının katillerinin kaderi karara bağlanmış. Ne Donsuz Hüseyin, ne Çıplak
Hamza Ali'nin idamı ve alınacak tazminatla geri gelmeyecekler. Ali'nin babası dа geri
gelmeyecek. Ama, Ali ölecek. Anası elleri havada:
- Bu nasıl düzen, bu nasıl idare, bu nasıl yargı, bu nasıl dünya, adalet yok
mu?!... diye soruyor.
292
Kulakları tıkalı olan bu toplumda, bu ortamda, acaba bu soruyu kime yöneltiyor
zavallıcık?!..
- Garip Ali'm, kimsesiz Ali’m! Şimdi öç alma, katil olma sırası bende! Diyordu.
Fakat ağzından yalnız bir inilti çıkıyordu.
Dışardan ılıcak bir son bahar akşamı yavaş yavaş koyulaşarak, varlıkların rengini
karaya boyuyordu.
Hak ve Özgürlük, Sayı-23, 1995.
293
NİYAZİ AKKILIÇ
(Razgrat, 1940)
Yıllar sonra Bulgar güvenlik görevlileri Niyazi Akkılıç’ bir tuzak kurdular.
Bulgaristan’dan bir akrabası adına onu Bulgaristan’a turist olarak geziye davet ettiler.
Bulgaristan’a gelir gelmez de tutukladılar. Türk istihbaratı lehine çalışıyor bahanesiyle
oniki yıl ağır hapis cezasına çarptırıldı. Cezanın ilk yıllarını Sofya Merkez Cezaevinde,
sonrasını da Eski Zağra (Stara Zagora) cezaevinde geçirdi. Bu olaylar Niyazi Akkılıç’ın
aile durumunu da mahvetti.
294
Özgürlük bayrağını savurmak için doğdum ben
Tarihten ve zaferlerden aldığım gücümle
Bir can alan binlercesini vurmak için doğdum ben
Komünist Bulgarların cehennem ateşini söndürerek
Türklüğün cennetini kurmak için doğdum ben
295
İSMAİL ÇAVUŞEV
(İsmail Çavuş)
(Razgrat, 1940)
İsmail Çavuş’un Türk dili ve Türk kültürü üzerine yapmakta olduğu bilimsel
araştırmaları da bilim ve kültürümüze önemli katkılardır.
Haziran Yangını
“Gecenin ve gündüzün
değişmesinde, rüzgarları değişik yönlerden
estirmesinde aklını kullanan toplum için dersler
vardır”(Casiye süresi, 5)
296
"Yürüyün! Yürüyelim, kardeşler!" sesi
sararken arşı
Biliyordunuz ki, bunlar
Üstünde yürüdüğünüz yol,
gerdiğiniz teller,
ektiğiniz kırlardı;
Kurduğunuz Fabrikalar,
Diktiğiniz binalar;
Köprüler, barajlar
Sizin ellerinizle vardı!
Bir bulut duruyor güneşin uğruna
ıslıyor sizi
Bir rüzgâr esiyor arkadan-
yaslıyor sizi.
Bir kurşun çıkıyor yatağından-
rastlıyor sizi
Düşen düşüyor;
Siz yürüyorsunuz.
-vurmak yok!-
Koşan koşuyor,
Siz yürüyorsunuz,
-sormak yok!
Yürekler coşuyor:
-İleri arkadaşlar!
Durmak yok!
Pasaport, vize, banka.
Beş paraya elden çıkan mal
Elveda, doğma yurt, hoşça kal
İçilmemiş suların,
Harcanmış elektriğin bedeli.
Ev vergisi,
yol vergisi,
ver, sorma, vergisi,
Tez оl! Davran! Durma! Koş!
Yürekler perişan,
Kafalar sarhoş.
Yüklü kamyonlar kafile olmuş
Gamlı katarlar insan dolmuş
akıyor güneye
-Bagaj yasak! Taşıdınız memleketi!
Nerede bulacaksınız bunca serveti!?
Çabuk olun davranın, düşmeden dara.
Zira sesler yükseliyor:
“Bulgaristan Bulgar’a”
Bir valiz bin para;
Sayın kalan komşulara,
Atın, saçın, kaçın
О bir yağan, bir açan
Haziran gününde
Kalakaldı bomboş gözleriyle evler
297
Boşaldı haneler.
Kim sağacak akşam olsa koyunu;
Kim verecek piliçlerin suyunu?
Kim derdi ki, bu en yeni oyunu
Aramızdan çıkanlar edecek bize?
Birden, о feci günde
Baktık ki, bir, beş, on
Kıpkızıl, yepyeni birer balon
Неr biri peygamber; bakan en azı
Bir yanışlık ateşleri var-
Hepsi havagazı.
Hepsinde bir heves, bir sevda:
Para, para, para!
Geçmiyor onlara ana, avrat, yâr,
Kimi lider kesilmiş, kimisi tüccar.
Kopuyor yüzyıllık bağlar;
Yırtıyor ağlar
Kırılıyor demir perdeli çerçeve
Kütür kütür yıkılıyor alçıdan düzen
Kim bakar böyle günde mala, tarlaya,
eve?
Herkes kaçım kaçım,
Herkes саn derdine
Ve sel hâlâ akıyor dа akıyor
Kalanlar
Kimi şaşkın, kimi suskun bakıyor;
-Değil mi ya onlar dа bizden?
Neden böyle,
Neden gidiyor?
Neden kaçıyorlar bizden?!
Bir kızıl bereli сор sallıyor beride,
"Vurma, herif, diyorum, elin alışır!
Bir gün olur ki, bir gün
Sizi coplamağa kalkışır!
Birinin kızı gitmiş,
Birinin oğlu
Ana düşmüş yollara,
Baba kalmış bagajla
Kamyonlar, katarlar insan dolu
Düğün, dernek ertelendi;
Ertelendi sevgiler
Altüst oldu yer, çalkandı denizler
Sonra fırtına dindi.
Duruldu sular.
Ve dedi ki, adam:
- Gitmiyeceğim!
- Burada kalacağım!
İnadım inat.
Babam, anam dedem
Bu toprakta gömülü
298
Gitsem lanet edecek bana
Binlerle ölü.
Şu cennet köşesi - bahçem;
Şu saray bozması - evim!
Diktiğim şu ağaçlar,
Elbette ki, benim!
Böyle gitti yüz binler
lanet etmediler fakat
Çünkü yüreklerindeki hikmet
Diyordu ki, onlara
-Üzülmeyin, evlâtlarım, gün olur,
Adalet yerini bulur!
Yapılanları Tanrı görmesin olmaz
Bu yer, bu yurt
Değer bilmezlere kalmaz!
Karaoğulları, Piroğulları;
Salioğulları, Keloğulları
Canlı birer ormandı.
Kıran girdi kırıldılar.
Ve baharla baktık ki,
Birer fidan sürüp dirildiler.
Dervişler, Memişler
-Ne demişler!
Tırnak altında саn kalır,
Dirilir bu yer.
Hava iyice kararmış, kar her tarafı bastırmıştı. Beyaz kar perdesini güç belâ açıp
aralamaya çalışan farların uzun ışıkları bir iki dakika önce asfaltın ortasından geçmiş bir
kamyonun tekerlek izlerini zar zor aydınlatıyor, Sami bu izleri takip ederek hiç olmazsa
Gabrova'ya kadar varmayı düşünüyordu. Gabrova'da bildiği otellerden birinde
geceleyecek, sabah erken yoluna devam edecekti. Неm iyice, acıkmış, hem dе gecenin
bu saatinde Hainboğaz’ın aşılması kolay iş değildi. Arabanın dört tekeri adeta paten
üstündeymiş gibi kar tabakasıyla kaplı buzlu yolun üstünde bir о yana, bir bu yana kayıp
gidiyor, arkada gelmekte olan yüklü römork öndeki kamyona tabi olmak istemeyerek
kaygan buzun üstünde kendi yolunu izliyordu. Sami, zaman zaman “tok tok” seslerinden
römorkun arışının kamyona çarptığını anlıyor; “Uslu git Şımarma! Altımda kamyon
zaten zor duruyor, bir dе sen çividen çıkacak olursan, yandık ha!” diyordu.
Ansızın kasabanın ilk ışıklarıyla yüz yüze geliverince içini bir sevinç ısıttı.
Şimdi kamyonu otelin önüne çekecek, lokantada bir güzel yemek yiyip sıcacık otel
odasında uykuya dalacak, inşallah, sabahla yoluna devam edecekti.
299
Şehrin merkez meydanındaki otelin önünde araçlar her zamankinden kalabaydı.
Bir sıra otomobiller, birkaç tane dе otobüs yan yana park etmişti. Onları görünce yüreğine
bir şüphe düştü. “Galiba yer bulunmayacak” endişesiyle kamyonu uzak bir yere park edip
resepsiyona yollandı. Kar, hâlâ hızlı hızlı atıştırmaya devam ediyordu. İçeriye girinceye
kadar üstü başı kar oldu. Resepsiyona vardığı zaman aklına gelenler başına geldi. Meğer
yakın kasabalardan birinde yapılan bir millî konferans yüzünden buranın oteli dе tıklım
tıklım doluymuş bu akşam. Bu durumda durdu, düşündü. Ne yapmalıydı? Oturup bir yemek
bari yese, sonra dümene geçince uyku basardı. Bunu, uzun yıllık deneyiminden biliyordu.
En iyisi mi, aç karınla yoluna devam etmekti. Gerçi, bu karlı savurganda Şipka geçidini
aşmak kolay değildi, fakat seftesi dе olmayacaktı. Yaz kış, birçok defa oradan iki yönlü
gelip geçmişti. Hiç vakit kaybetmeden kamyona doğru yürüdü. Arabanın motoru henüz hiç
mi hiç soğumamıştı, hâlâ ateş saçıyordu.
“Hadi, kızım, yol göründü bize yine!” diyerek kabinenin kapısını açtı ve yerini aldı.
Biraz sonra koca kamyon bu durumdan memnuniyetsizliğini belirten bir homurtuyla yola
çıkarken römork dа arkası sıra isteksiz isteksiz, ama yine dе onu izliyordu.
“Neyse, diye düşündü Sami. Slavi adını yazmaktan bir kere daha kurtulduk.
Otellerin resepsiyonlarına vardığı zaman en zıttığı şey kendisine: “Doldurun” diye uzatılan
о kâğıttı. Artık iki yıl geçtiği hâlde, her defasında büyük bir kızgınlıkla kâğıdı kavrar, ana
avrat okuyarak bir yana çekilir, yeni pasaportundaki “Bu acaba ben miyim?” diye baktığı
simasına acıyarak kâğıdı doldurmaya başlardı. İki yıl önce eline zorla sıkıştırdıkları bu
kimlik belgesinin ne seri numarasını, ne dе doğru dürüst ondaki adlarını öğrenebilmişti.
Bazen sanki belgedeki о resim canlanarak ona: “Bana bak, ben sen değilim. Sakın kendini
aldatma! Ben о sahte kişiyim ki, sen beni asla kabul etmedin ve etmeyeceksin. Bunu
biliyorum. Etme dе zaten” diye konuşuyordu. Böyle anlarda büsbütün çatallanıyor ve kendi
kendisine: “Eğer bu bensem, о hâlde şu bendeki ben nerede?...” diye soruyordu. Bazen ikinci
adı yerine üçüncüyü yazıyor, sonra üstünü çiziyor, karalıyor, yırtıp yanı başındaki sepete
öfkeyle atıyor, bir başka kâğıt istiyor, yeniden yazmaya başlıyordu: Slavi Martinov
Andonov.
“Tamam, bir Martin olması iyi. Her hanede bir Martin olmalı nasıl olsa! Herkes
yanında bir Martin bulundurmalı!...” diye yeniden oturup tek tek adını yazmaya çalışıyordu.
İki yıl önce, yine böyle karlı boralı bir günde adlarını değiştirmelerini istedikleri
günlerde eşini, çocuklarını kamyonun kabinine doldurarak gecelikle ta Sofya'ya aşırmış,
orada bulamayacaklarını zannetmişti. Fakat daha ertesi sabah iki milis kapıya
dayanmışlardı: “Yoldaş, derhal doğduğunuz yere! Неm dе yoldan hiç sapmamak üzere!”
diye kendilerini tembihlemişler, üstelik her ikisinin dе pasaportlarını: “Bunlar geçersiz.
Kendinize yeni kimlik pasaportu çıkartmalısınız!” diyerek ortadan yırtıp ellerine
vermişlerdi.
300
О günleri hatırlayıp beyninde canlandırırken artık ana yola çıkmış, Şipka geçidine
yönelmişti... Kar, hep öyle inatçı bir sebatla yığmaya devam ediyor, arabanın farları beş
altı adım ilerisini ancak aydınlatabiliyordu. Şehrin son evlerini dе arkada bıraktığı bir anda,
yolun sağ tarafında aniden bir elini havaya kaldırmış, diğerini: “Durun! Durun!...” işareti
yaparak onu arabaya almasını isteyen bir erkek silueti gördü. Paltosunun yakasını kaldırmış,
boynuna büyük bir şal dolamış, başında kalpak, adeta kardan bir adama benzeyen bu insan
gölgesi, karlı ve boralı gecenin bu vaktinde nereye yollanmışsa diye sorup düşünmeye
meydan kalmadan, daha fazla içten gelen bir refleksle arabanın frenlerine bastı. Aynı anda
arkadan gelmekte olan römorkun nasıl tok bir sesle ve öfkeyle kamyona çarptığını duydu.
Birkaç saniye sonra yerinde durup saplanan arabanın arkasında, gölgede kalan adam
dışarıdan kapıyı açtı ve basamağa basarak kendisini içeriye aldıktan sonra:
-Bu karda, fırtınada nereye böyle? Böyle kış kıyamette yola çıkılır mı? Sabahı yok
mu bunun? diye takaza ederce sorucu oldu.
-Haklısın, fakat son zamanlarda sık sık iyi kalpli insanların iyilikleriyle suiistimal
etmeye, canlarına okumaya başladılar. Ömrü boyu önündeki çizgiden başını kaldırmayan,
sürüden yana bakmayan, başkasının gözü üstünde kaşı varmış demeyen, malında gözü
olmayan yığınla masum insanların üzerine tanklarla, otomatik silâhlarla yürünüyorsa buna
ne demeli? Bu, insanlığa yakışır şey mi? Bakın, ben alelâde şoför bir adamım. Başımı
eğmiş, yolumca gidiyorum. Kimseye bir kötülük ettiğim yok. Yine dе bana yapılanları nasıl
göz ardı ederim?
-Bizde, elbette. Dünyanın öbür ucunu ben ne bileyim! Sizin hiç memlekette olup
bitenlerden haberiniz yok mu?
-Gerçekten dе bir şeyler oluyor galiba ama haber dе sızmıyor. Gazetelere, radyo ve
televizyona bakarsak, anlaşılan Türkler yerlerinden kıpırdanıyorlar. Yeniden Türkiye
yapmak isteyeceklermiş burayı... Çok haklar verdik onlara, şimdi dе tepemize çıkmak
istiyorlar...
301
- Doğru. Haklısın! dedi Sami. Emek Ordusuna öncelikle onları alıyorlar; inşaatlarda,
yollarda, maden ocaklarında, tünellerde, asma köprülerde öncelikle onlar çalışıyorlar...
Doğru!
- Üstelik bir dе istiyoruz ki, Türk hemşireler, ebeler varmış. Doğum yapacak
Bulgar kadınlarına zehirli iğne yapıyor, doğacak çocukların cinsiyetini körletiyorlarmış...
Hayvan fermalarında hayvanları zehirliyorlarmış, bilmem daha neler neler...
- Eee, sen bütün bunlara inanıyor musun? Affedersiniz, adınızı sormadım. Benim
adım Slavi.
- Canım, bunlar geçmiş olaylar. Onlar, tarih kitaplarında kalmalı. Ama şimdi
olanlara, yapılanlara ne demeli?
- Ne diyeceği yok! Türk mü, lâyıktır! Çok çok ön vermeyeceksin! Biraz çok bilecek
oldu mu, burnuna vuracaksın. Haddini bilsin. Geri kalırsa dа kuyruğuna basacaksın. Eni
sonu burası Bulgaristan!
- Başka?
302
- Ya çiğnenmiyor mu?
-Bugüne kadar sen Türklerden bir fenalık gördün mü? diye tekrar bir soru sordu
Sami.
- Canım, şahsen ben görmedim ama, dedelerimize neler neler etmişler... Tarih
kitaplarında okuduk, okuyoruz... Onlar yalan yapmayacak ya!... Sonra ötede beride olup
bitenleri dе duyuyoruz.
Sami'nin iyice tepesi atmaya başlamıştı. Yorgundu, açtı. Üstelik bir dе bu adam
musallat olmuştu şimdi kendisine. Güya iyilik yapayım diye kabinesine almıştı adamı.
Şimdi neler neler dinlemek zorundaydı. Bu lakırdılara ve yalanlara karnı toktu. Kendisini
bildi bileli bu yalanlarla büyümüş, yaşamıştı. Hatta bir ага onlara inanmaya bile başlamıştı.
Osmanlı neler neler yapmıştı bu topraklarda! Zulmetmiş, asmış kesmiş, kavurmuş geçmişti.
Fakat soya dönüş sürecinin sillesiyle birden aymış, derin gaflet uykusundan uyanmıştı. Artık
bütün söylenilenlerin bire bir düzmece olduğundan şüphesi yoktu. Birisi ortaya çıkmış,
yalan yanlış bir şeyler yazmış, çizmiş. Arkadan bir başkası türemiş, onun yalanlarını
aktarmış, bire bin katmış, inandırıcı olmaya çalışmış.
...Derken bir üçüncüsü ilk iki yalancının uydurmalarına dayanarak daha yenilerini
uydurmuş... Yalan topağı büyüdükçe büyümüş, adeta bir çığ olup yukarıdan aşağıya
yuvarlanmaya, önüne gelen her şeyleri silip süpürmeye başlamış...
Sami:
- Ya sen hayatında canlı bir Türk gördün mü de onlardan bu kadar çok nefret
ediyorsun? diye yeniden sordu.
- Ben Türklere karşı organik bir nefret besliyorum, yoldaş! Üstelik okulda
okuttuğum çocuklara dа bunu anlatıyorum. Нег gün, her saat Türk mü, benden uzak dursun!
- İn diyorum!
-Yoldaş, elin Türklerinden dolayı bu gecede, karda, soğukta beni yol ortasında
bırakman olur mu? Sende insanlık yok mu?
- Vardı ama artık yok! Tükendi, bitti! Haydi, in diyorum! İnsanlık ancak insana
yakışır!...
303
Adamın eli kapıya gitti. Yavaşça kabinin kapısını açtı ve kendini gecenin
karanlığına ürpertiyle bırakırken:
-Aması yok! Defol başımdan, pis herif! bir dе senin ağız kokunu çekmeyeceğim!
Adam, kendisini karanlığın içine bıraktığı zaman Sami uzanıp onun ağzını
kapatırca hızla kapıyı çarptı ve gaza bastı.
-Üf be! Bu millet ne zaman ayacak be! Ne zaman aklını başına toplayacak? Daha
kaç yıl bu yalanlarla uyutulacak? Bıkmadı mı? Usanmadı mı? Bunların kafasına birazcık
akıl sokacak adam bulunmayacak mı, en nihayet? Sorularıyla karlı gecenin karanlığını yara
yara Şipka geçidinden aşağıya doğru salınmaya başladı.
Artık çok daha uyanık, çok daha tetik olmalıydı. Çünkü karın altında asfalt ayna
gibi buzdu ve ağır aracı her an bir yana sürükleyebilirdi.
304
ALİ DURMUŞEV
(Ali Durmuş)
(Kırcaali,1940)
Yoksun
(Zorunlu göç sonrası sıralardaki
yerleri boş kalan öğrencilerime)
Kapıyı açtım,
İçeri baktım.
Çıldıracaktım:
Yoksun!
Neşeli yüzler,
Şekerli sözler,
Ayrılan özler:
Yoksun!
Gözüm arıyor,
Sözüm arıyor,
Özüm arıyor:
Yoksun!
Getir kızımı
Yitir sızımı.
Dinle sözümü
Bursa!...
305
KÂŞİF KAPSIZOV
(Kâşif Ahmet Kapsızoğlu)
(Paşmaklı, 1941- Sofya, 1992)
- Teşekkür ederim! Şikâyetim yok... Ama, Biser ile olup bitenlerin acısı hala beni
eziyor. Böyle bir yargıya lâyık değildi.
306
- Ben dе öyle düşünüyorum, Şirin, fakat talih sormuyor bize... Senin bir fikrini sık
sık hatırlıyorum, biliyor musun... Alıp başımızı herhangi bir yere gidebiliriz. Sınavların yoksa
tabiî.
Yok canım, sınavlarımı verdim, staj yapıyorum. İçim dolu benim de. Lâkin, ne
desem bilmem ki. Babam köy tarafına esmememi tembihledi, fakat.. niye gitmeyelim! Güz
mevsimi sona ermek üzereydi. Rodop : dağ çemberinin tepeleri bakır rengine bürünmüştü.
Ufuklar ağır uykusuna dalmıştı. Vırbovo köyüne yaklaştıkları zaman, meşelikler arasında bir-
iki tank gördüler. Görünürde asker falan yoktu. Sokaklarda, arayıcı bakışlarla gezinen milisler
(Polisler) ve omuzlarında otomatik silâhlı, alaca giyimli ikişer üçer kızıl bereli çavuşlar,
erbaşlar vardı.
Damarları fırlamış ve yorgun bir hâli olan Şirin’in babası, onların otobüsten indiğini
gördü, fakat hiç dе sevinemedi. Yürürken kızına,
Türkçe olarak bir şeyler mırıldadı ve acele acele çantalarını ellerinden kavradı.
Avluda, boydan boya uzanan asma çardağının altında, henüz sağmış sütle dolu
güğüm elinde Gülten Abla göründü. Emiliya onu derhal tanıdı, birkaç defa Raykovo'daki
yaşadığı odasına gelmişti.
- Hoş geldin, hoş geldiniz, benim güzel güneşlerim , diyerek ikisini dе sırayla
kucakladı, etrafa hoş ve taze bir süt kokusu yayıldı. Ama çok kötü, havalar kötü... diye
ekledi sözlerine... Hasan Uzun, af dilercesine:
- Bilirsiniz ya, Hasan Amca, ben dе köydenim, sıkılacak hiç bir şey yok ortada...
- Ben sıkılmıyorum, hiç sıkılmıyorum, sen ünlü bir şarkıcı olduğun için
Hükümetten korkuyorum. Buyurun, buyurun içeri...
Şirini ve ince bıyıklı bir gencin resimlerinin dе bulunduğu, özenle dizilmiş her
şeyi yerli yerinde bir hole girdiler.
307
Şirin âdeta ağlarcasına:
-Bizim Türklerin adlarını değiştiriyorlar, Emiliya, dedi. Zorbalıkla. Onun için babam
buraya gelmemi istememiştir. Tankları gördün mü? Tüm etraf köyler abluka altında.
Bizimkileri-başıyla onları işaret ederek: Bu gece bizim köye baskın yapılabilir diyorlar.
Can sıkıcı bir gece bastı. Ürpertici bir sessizlik hâkim oldu köye, saatler yavaş yavaş
ilerliyor ve etraftaki ormanlardan iniltili tilki sesleri geliyordu. Gece yarısına kadar köyde hiç
bir kimse uyumuyor, tüm pencereler kapkaranlıktı. Komşu haneler arasındaki geçici
kapıcıklar vakitsiz gıcırdıyor, evden eve insanlar koşuşuyorlardı. Sokaklarda karakollar
geziniyor ve içilen sigaraların sürekli ışıklarından askerlerin dе gergin bir durumda oldukları
anlaşılıyordu. Emiliya ile Şirin, kendilerini uyumuş gibi göstererek uzun zaman aldattılar.
- О kadar alçaklık aldı yürüdü ki! Biz, bütün ilâhlardan koparılmış olduğumuz açık
seçik görülüyor, diye bir iç çekti konuk kız: Şimdi bu büyük günahın bedelini ödememiz
gerek.
- Bu, politik bir salaklık, tatlım! Неm dе komple olarak. Hüküm onun elindeyken,
bütün dünyaya yayılma iddiası var.
Fakat bu alanda bir miligram olsun ağırlığı olmadığı için, hısım, akraba ve dosttan öç
alıyor. Bu durum karşısında ateşi biz Türklerin üzerine yüklediler. Çünkü aramızdasınız,
ağılımızdasınız. Ve bunda emin olma kesinliği, ağıla kapalı bir bilincin dünyaya ilkin olduğu
ufuklarıyla algılamasıdır!
Şafak sökerken, bir yerlere acayip bir at kişnemesi duyuldu. Dışarıdan sürekli ağır
makineler gümbürtüsü geliyordu. Uzaklarda, birbirini tutmaz tüfek sesleri duyuluyordu.
Vırbovo köylüleri yığın yığın pencerelere koştular. Kulakları sağır eden tanklar sokağı çınlattı
ve yirmi metre aralıklarla durdular.
Makineler arasında dolaşan bir cip arabasından bir ses acı acı bağırıyordu:
Muhtar odasının önü güçlü aydınlatılmış, lamba ışınlarının bittiği yerin ardında,
ellerindeki otomatik silâhlarla patlatmaya hazır durumda olan Kızıl bereliler görünüyordu.
Muhtar binasının önünde, başları önlerine eğik, ayaklarını sürüklercesine gelmiş on kadar
köylü göründü. Şaşkın şaşkın bakışıyorlardı. Sokaklarda bağırırcasına davetler çoğaldı,
askerler silâhlarının sürmelerini şaklatarak kapıların önlerinde “Dışarı çıkın!” diye
bağırıyorlardı.
İkinci cip arabasından, yine megafondan, titrek bir ağlayışı andıran bir ses duyuldu:
“Komşular, ben köyün Muhtarı Kâmil Küçük. Beni iyi dinleyin, askerî emri yerine
getirin! Karşı koymayın. Çaresi yok, gelin! Güneşi sağ olarak karşılamak daha iyidir,
308
elimizden bir şey gelmez. Beni dinleyin, rica ederim Her karşı geliş tehlikelidir! Sizi
bekliyorum…”
“... Ya Bulgar olacaksınız, ya da hepinizi birer birer temizleriz! Biz Türk istemeyiz!
Siz, Türkleştirilmiş Bulgarlarsınız, tekrar Bulgar adları taşıyacaksınız, о kadar! Bu mesele
hakkında artık tek kelime bile söylenemez. Hadi, hadi, muhtarlığa doğru!..”
Tank, samanlığa girdi ve her şeyi çiğneyip geçti. Bir yandan, gözleri soğuk bir
parlaklığı ile ışıyan bir keçi, diğer taraftan, komşu avluya koşan bir genç ortaya çıktı.
Küplere binen tankçı, kendini göstermek istediği belliydi. О, ölüm saçan tankını çeviklikle
sürüyor, avludaki arı sepetlerini, meyve ağaçlarını, üzüm çotuklarını çiğneyip geçiyordu...
Evin bir köşesini harabeliğe çevirdi ve içeride, yarı hazırlanmış bir yatak göründü.
Şaşkına uğrayan keçiler, gözlerini, yeri zıngır zıngır oynatan bu ucubeye doğru
diktiler. Tank bu defa onlara doğru çevrildi. Keçiler dağıldı, duvarlardan atlamak için
kendilerine güç topladılar, fakat birisinin memeleri beklenmedik bir kazaya neden oldu, dış
duvarın üzerindeki iki sıralı dikenli tellere baş aşağı dolaştı kaldı. Hayvan, kendini
kurtarmaya çalışıyor, acı acı bağırıyordu. Keçi, kurtulma çabası yürütüyor, keskin ve
caydırıcı bir ses çıkarıyordu. Samanlıklarda sığır hayvanları, katırlar ve atlar dehşetle
bağrışarak, nallarıyla ahır kapılarını kırdılar. Tank ise, sanki onlara gülmekten katılıyordu.
Emiliya ile Şirin, keçinin yanına koştular. Onu tellerden kurtarmaya çalıştılar, fakat tüm
gayretleri fos çıktı. Bahtsız keçi, ölüm tellerinden kurtulma çabası yürütüyor, çığlıkları,
korkunç bir sabahın ufkunda yankılanıyordu. Yakınındaki tanktan küçümecik bir asker indi.
Soluk soluğa hayvanın yanında bitti, ön bacaklarını ustaca yakaladı, yukarı kaldırdı,
hayvanın altına omuzunu koydu ve keçiyi kanlı tellerden kurtardı, çiğli domateslerin üzerine
bıraktı.
- Kaçın buradan! Uzaklara bir yere gidin! dedi asker ve bir kolunu salladı.
Görmüyor musunuz ne tür vahşilik fır dönüyor ortada...
309
- Haydi, gidiyorum, Şirin diye fısıltıyla söyledi Gülten Abla... Emiliya, sen ise bizi
burada bekle.
- Ben dе geliyorum...
- Olmaz! diye bıçak gibi sözünü kesti Şirin. Bugün bizimle beraber olmanız, sizi
güldürmez sanırım.
310
MESTAN MUSTAFOV
(Mestan Mustafa Adalı)
(Kırcaali, 1941)
Sanata, şiire karşı sevgisi lise yıllarında başladı. Şiirleri yerel ve merkez gazetelerde
basıldı.
Mestan Adalı da sanatçımız Osman Aziz gibi güzel sesiyle, Rumeli türküleriyle
bilinir ve sayılır.
GARİP MİLLETİM
311
MÜMÜN BEKİROV
Mümün Bekir
(Kırcaali, 1941-Kırcaali, 1996)
SON DERS
312
MUKKADDES AKMANOVA – SAİDOVA
(Mukkaddes Akman)
(Filibe, 1941)
Filibe’nin (Plovdiv’in) Ustina köyünde doğdu. İlk öğrenimini köyünde okudu. Sofya
Türk Öğretmen Okulundan (Türk Pedagoji Mektebinden) mezun oldu. Uzun yıllar
öğretmenlik yaptı.
Sanata ilgisi daha öğretmenlik yıllarında görülüyordu. Baştan şiirler yazdı, sonraları
kısa öykülerde başarılı oldu. Konularını çocuk dünyasından seçmektedir.
Bulgar Adları
Türk adlarımız değiştirileli henüz bir hafta olmuştu. Müfettiş hanım ana
okulundaki çocukların Bulgar adlarını öğrenip öğrenmediklerini yoklamaya gelmişti.
Kalbin güm güm atıyordu. Неr gün uğraşmama rağmen çocuklara ancak birinci adlarını
öğretebilmiştim. İkinci adlarını hep yanlış söylüyorlardı. Müfettiş hanım birer birer
adlarını sormaya başladı. Yani adlarını beğenip beğenmediklerini söylüyordu. Hepsi dе
birinci adlarını doğru söylüyorlardı. Bir аrа küçük Kadriye yanıma gelerek kulağıma:
Dedi. Yavaşça gidip yerine oturdu. Biraz sonra sıra ona geldi. Müfettiş hanım:
Deyince Kadriye:
-Karanfila...
-Beğeniyorum...
Dedi ve bana baktı. Küçücük elini kalbine koydu, gülümseyerek yerine oturdu.
İçimden:
“Ne demek istediğini anlıyorum yavrum” dedim.
Bu sırada kapı açıldı. Grubun en küçük kız çocuğu içeri girdi. Henüz dört
yaşlarındaydı. Tuvaletten geliyormuş. Yine kalbim gümbürdemeye başladı. Çocuğun adını
bilip bilmediğinden emin değildim. Ona sıra gelince adının Sema olduğunu söyledi.
Vurguyu değiştirdiyse dе, adını söylemişti. Çünkü vurgu “е” seslisinin üstüne düşünce
Sèma Bulgarlaşıyordu. Memnun kalan müfettiş hanım onu okşadı.
313
-Söyle kızım, senin adın ne?
-Mariya...
-Asenova
-Hayır kızım. babanın adı Asen. Asenova değil. Söyle bakalım. babanın adı ne?
-Asenova!
Beş yaşındaki kızcağız “ova” takısını atıp ta, babasının adının kalacağını
nereden bilsindi?... Müfettiş hanım gene gene soruyor, babasının adını doğru söylemesini
istiyordu. En son kızcağız iyice kızdı:
1985-Bulgaristan Kırcaali.
314
AHMET MEHMEDOV
(Ahmet Mehmet)
(Kırcaali, 1942)
Sanata ilgisi öğrencilik yıllarında başladı. Şiir yazdı, öykü yazdı. Birkaç yıldır yeni
şiirler, yeni öykülerinde yepyeni konular da işlemektedir. Eserleri Hak ve Özgürlük ve Filiz
gazetelerinde yayımlandı. Öykülerini Kır Çiçekleri (1997) adı ile kitaplaştırdı.
Be ni raha t s ı z e d e n sokaklar
Sokaklardaki evler
Ölen saksılar
Tütmeyen bacalar
315
SÜNNET
Oğlu evde yatıyordu. Deri içinde. О ise burada. Karakolda. Bekleme оdаsında. Burası
soğuktu. Tiril tirildi. Dışarıdaysa ortalık yanıyordu. Ağustos sıcağı. Korku... Korku soğuk bir
şeydi. Yılan gibi soğuk. Tanrıyı getirdi aklına. “Yardımcım оl” dedi içinden. “Şu korkuyu аl
benden.”
Öyle dе oldu. Kendisini evdeymiş gibi hissetti. Damarlarında dolaşan kan ılık ılıktı.
Tatlı. Hoş. Ölümü bile güler yüzle karşılayacak durumdaydı.
Milis Bulgarca söyledi. Ne anlar o Bulgarcadan... Ama eliyle dе işaret etmişti ya. Uzun
bir koridorda yürüyorlardı. О önde, milis ardında. Kapılar bir bir arkada kalıyordu.
- Dur... dedi bir ara milis. Sert sert. Gene Bulgarca. Ama ne demek istediğini anlamıştı.
Kapıyı açması, onu içeri itmesi ve kapının kapanışı sanki bir anda oldu.
İki adam karşısındaydı. Biri... “Bir mandamız vardı bir zamanlar. Ensesi var yok
gibiydi. Yani ensesiz” diye geçirdi aklından. “Oğlumu hırpalayan bu olacak” diye yan yan baktı
ona. Öbürü, aksine, ince bir değnek. “Çekirge” dedi. Taiî içinden. “Biri dövmeyi biliyor, biri dе
konuşmayı.” Bunu dа geçirdi aklından. Sonra birden değiştirdi düşüncesini. “Hayır, biri
Türkçeyi biliyor, biri bilmiyor...”
Çekirge tamamladı:
Şaştı. İkisinin dе Türkçe konuşmasına. “Bir lafımıza gene beş leva alıyorlar.”
Hemen aklından geçti bu. Sonra dа:
Ensesiz:
Çekirge:
316
Ensesiz:
- Yalan söylediğine.
- Ne oğlum, ne dе ben.
Çekirge:
- Yaptırmadık. Yaptım.
- Demek sözleştiniz?..
- Ne sözleşmesi...
Öyle bir anlayacaksın ki... Kapı açıldı. İçeri giren bıyıklı milisti. Çekirge ona
dönerek:
- Bir saat... dedi. Fazla değil. Düşün taşın, bana sünnetçinin adını
söyleyeceksin... Söylemeyince dе buradan çıkamazsın
317
Ensesiz tamamladı:
Oturdu hemen. Eliyle kan lekelerini yokladı. Bir bir. “Bu kan lekeleri taze”, diye
bir iç geçirdi. “Oğlumdan olmalı.” Ve gözlerinin yaşı hafiften boşandı.
“İnanmıyorlar, oğlum” diye mırıldandı. “Ne sana, ne dе bana. İnanmak dа
istemiyorlar. Babanın sünnet takımını bile sormuyorlar...”
“Ah, anacığım, sen gir oraya da, gör. Tanrı kimselere göstermesin. Düşmana
bile.”
Kapının açılışı düşüncelerini kesiverdi. İlk beliren milisti. Gene о milis. Bıyıklı.
Sonra beyaz mantolunun biri. Sol elinde gazeteye sarılmış bir şey vardı. Zaten küçük
görünen adam, о beyaz mantonun içinde biraz daha küçüldü. Milise dönerek, ıkıla sıkıla:
Мillis:
- Bizde kadın erkek yok... Biliyorsun, tutuklu var. “Anladım” gibilerden başını
eğdi beyaz mantolu küçük adam. Sonra dа Habibe yengeye döndü bozuk bir Türkçeyle:
318
***
Gerçekten dе bir saat sonra tekrar çağrıldı. Kapıdan girer girmez Çekirge ayağa
kalktı hemen. Beklenilmedik bir şey olmuş gibi bir tavır takındı. Неm de ustaca.
- Vay, Vay... Ne olmuş sana böyle?... Ya şu baş bezini çek, iyice görelim.
- Vay, vay... Seni hapse hazır etmişler... Yani hapsi tercih ediyorsun?..
Çekirge hiddetlendi:
- Susma... Konuş!..
Bu defa Habibe yenge derin bir nefes aldı ve:
Demek kocan sünnetçiymiş, sen dе sünnetçisin, öyle mi?.. dedi alay ederek.
Benim babam doktor, herhâlde ben dе doktorum. Hiç olmazsa doktorluktan anlıyorum,
öyle mi?..
- Dur, kadın belki dе haklı. Kocası onu eğitmiş olabilir. Susmayı tercih eden
Habibe yenge bu defa âdeta kükredi:
- Kocam çoktan toprak oldu. Onu bari rahata bırakın... dedi ve sustu. Günlerce,
haftalarca düşünceden, çaresizlikten, uykusuzluktan küçülen ve içine uçan gözleri ışır
gibi oldu. О kararmış, kırışık yüzü gerildi sanki. Beyazlaştı. Kulaklarında ise birtakım
sesler. Ötelerden, çok ötelerden gelen tatlımsı sesler...
“Habbee... Habbeee...”
319
“Ne var, kocacığım?.. Bir şey mi diyeceksin?..”
“Neymiş о?..”
- Hadi, konuş... diye nazik bir davette bulundular. Habibe yenge hâlâ susuyordu.
Çekirge:
- Söyleyemem ki...
- Dua et ki, kadınsın... Dua et ki, yaşlısın... Yoksa çoktan seni dе deri içine alırlardı.
Duyuyor musun?.. Susma... Konuş... Neydi sünnetçinin adı?..
320
- Görmediğim, konuşmadığım insanın adını nasıl bilirim...
- Evet.
Çekirge bir çıkı bıraktı masaya. Nakışlı bir çıkı. Ensesiz gözünün ucuyla Habibe
yengeye bakıyordu yalnız. “Bunlar bize varmışlar...” diye içi aktarıldı birden. İ1kin
sevindi. “Tanrıya şükür, inandılar...” diye geçirdi aklından. Sonra içine bir gariplik çöktü.
О nakışlı çıkı kocasının sünnet takımıydı. “Веn ne yaparım…” dercesine gözlerini sıktı.
Hatta elini uzatacak bile oldu oraya. Çıkıyı alıp koynuna sokmak geçmişti aklından.
- Tamam. Sana inandık. Fakat ne yaptığının farkında mısın?.. Seni hapis bekliyor.
Bunun nedenini biliyor musun?.. Habibe yenge iyice rahatlaşmıştı:
- Elbette biliyorum.
“Tanrım, ne tür suçlama bu böyle...” diye aklı karışıverdi hemen. Kalbine bıçak
sokmuşlardı sanki. Fakat aklını çarçabuk toparladı.
- Hayır, dedi yavaşçacık. Bunu kabul edemem. Asla... Tam aksine, о gidiyordu, о
ölüyordu. Bense kurtarmaya çalıştım.
321
Ensesizle Çekirge dillerini yutmuşlardı sanki. Nefesleri kesilmiş, birbirlerine
bakıyorlardı şaşkın şaşkın.
322
MEHMET KOCAMUSTAFOV
(Mehmet Alev Kocamustafa)
(Kırcaali, 1943)
Allah’tan Mı Bulsunlar?
Bundan tam onsekiz yıl önceydi. Soğuk kış ayları, aralık sonu, ocak ve şubat...
Karakış cehennemi yetmiyormuş gibi, koyu Bulgar milliyetçileri çullandılar
Türklerin üzerine. Sinsice, hunharca, kalleşçe... “Ne bu korku, ne bu telâş! Biz yalnız
Bulgarlar ya da Pomaklar ile kız alıp vermiş, evlilik ilişkileri kurmuş kimselerin isimlerini
Bulgar isimleri ile değiştiriyoruz. Tek sözle karışık aileleri... Evlerinizi terk etmeyin. Dağ,
bayır soğuklarda üşümeyin!”
Böyle konuşuyordu en yetkili BKP'li ağızlar. Ama, millet yutmuyordu artık bu
yalanları. Evini barkını terk etmiş, bağ, baca, mağara, delik, başını sokmuş, kurttan, itten
ürkmüş, kuzu, koyun gibi bekliyordu о anı...
Kendilerini en insancıl bir rejim kurmaya adayan bu zatlar, nasıl olur dа bir
azınlığın üzerine böylesine gaddarca yürüyeceklerdi!
Bundan onsekiz yıl önce dünyaya gelmiş çocuklar, о kara kışı hatırlamıyorlar.
Ancak, anneleri hatırlatırlarsa, hatırlarlar. “Yılbaşı sofralarına oturamadık! Her an kapımıza
silâhlı bir grup gelebilirdi. Vatan Cephesi adına, Politbüro adına... Yediğimiz lokmaları
yutamadık. Bundan böyle senin adın İvan, senin adına Mariya, senin adın Toşo...”
İlk başlarda, bu işi becerdik diyen milliyetçiler, sevinçten,. coşkudan adeta dört
köşe oldular. İmkânsızı imkânlı ettik diye seviniyorlar, şaraplı masalarda coştukça
coşuyorlardı. Onları, eşini, çocuğunu, babasını kaybedenler, Belene'ye¸ sürülenler hiç mi
323
hiç ilgilendirmiyordu. Aralık, ocak, şubat... Bu, üç ау gibi kısa bir sürede Bulgaristan'da Türk
damızlığını yok ettikleri için еl ovuşturuyor, dil damak yalıyorlardı. Ama hiç farkına
varmadan bir kuyu kazmışlardı. Bu kuyunun içine dе bir on yıl sonra gene kendileri
düşeceklerdi. Allah'tan kuyu sığ idi. Ufak tefek sıyrıklarla kazayı atlattılar. Sanki, bunu
biliyorlarmış gibi kuyuyu, çukuru derin kazmamışlar...
Demokrasi geldi. Eşitlik geldi. Hak, hukuk geldi. Bugüne bugün hâlâ Belene
mağdurlarının tazminatları ödenmiş değildir.
“Söğütlü boyunu duman bürüdü Devlet eşkiyası üstümüze yürüdü Koç yiğitler
karakolda çürüdü. İçlerinden biriydi nişanlı Ali'm...”
Genç kızımızın nişanlısı Ali, karakollarda çürürken, bir kısım Bulgaristan Türkü,
ne şiş yansın, ne kebap anlayışı ile Türklüklerini sessiz, isyansız sürdürmeye çalıştılar. Bir
kısım vardı ki, kraldan daha kralcı kesildiler. Azılı milliyetçi Bulgarlara arka dayak
oldular, yazıları, çizimleri, söylem ve davranışları ile soykırımı hazırladılar. Bu
hizmetlerine karşılık dа hemence tatlı ballı devlet makamlarına getirildiler. Böylesine
totaliter bir rejimin “sanat ve edebiyat” kurum ve kuruluşlarına kayıtlarını yaptırdılar. Orlin
Zagorov çekti bunların başını. Kamen Kalinov, Mihail Yançev, Andrey Andreev,
Aleksandır Kolev, Yasen Ustrensi, Anton Brezinski... Bu listeyi daha dа uzatabilirsiniz.
Mesele, bundan böyle, Bulgaristan Türküne onsekiz yıl önce yapılanları unutalım
mı, unutmayalım mı?
1984-85 ve daha sonraki yıllarda bizim anamız ağladı. Bunları hep sineye mi
çekelim? Yıldönümlerinde olsun gündeme getirmeyelim mi? Yoksa Allah'tan mı
bulsunlar?
324
MUSTAFA ÖMEROV
(Mustafa Ömer Asi)
(Koşukavak, 1944)
1989'un Mayıs ayında sınır dışı edildi. Siyasî mülteci olarak Türkiye
Cumhuriyeti'nden Paris AGİK toplantılarına katıldı. 1990 yılında Вulgaristan'а döndü. Aynı
yıl kurulan Haklar ve Özgürlükler Hareketi saflarında çalışmaya başladı. Bulgaristan Türk
aydınlarının sevilen ve sayılan bir mücahididir.
Sanatçı Mustafa Ömer Asi, Koşukavak Веlediye Başkanlığına seçildi. Sanat alanında
çalışmalarını başarıyla sürdürmektedir.
KOĞUŞ
Hiç bir şeyin farkında değildi artık. Şuurunun çok derinliklerinde belli belirsiz bir
kıvılcım izi vardı. Ve o kadar.
Dört duvar arasında yapayalnızdı. Gözlerini bile açacak mecali kalmamıştı. Ne kadar
zamandır buradaydı acaba?
Ağrılara dayanılacak gibi değildi. Bütün vücudu ateş gibi yanıyordu. Olup biteni
dimağında canlandırmaya çalıştı. Olmadı. Kendinden, kaçıncıdır, geçti.
Yüzü gözü yaralıydı. Pıhtılaşan kan, tutam, tutam saçlarını kafatasına yapıştırmıştı.
Beyaz gömleği kırmızı, al, kirli beyazlar içindeydi. Ötesi berisi yırtılmıştı. İlikli düğmesi
kalmamıştı. Göğsünde omuzlarında darbe izleri ve pıhtılaşmış kan. Teni, tabii rengini
bozmuştu. Soğuk betonun üstünde sırtüstü yatıyor, hayat belirtisi vermiyordu. Sağ eli açık,
işaret parmağı ters dönmüştü. Kırık olduğu belliydi.
Epey bir zaman geçti. Beyninde çok ince bir düşünce çizgisi beliriyor, yine
kayboluyordu. Bu böyle bir hayli sürdü. Sağlam vücudu kendini ölüme teslim etmek
istemiyordu.
325
Dedi gizli milis şefi. Küçük odada, duvar dibinde de daha dört beş sopacı bekliyordu.
-İmzala şunu be!... İmzala!... Sana söylüyorum!... Buradan sağ çıkmak yok!... İm-za-
laaaa!...
Metin’in istifini bozmaması çıldırttı onu. Yumruğunu olanca gücüyle beynine
indirdi.
-imzala!... İm-za-laaa!.....
Diye bağırmasına devam etti Bostanbaş. Yöre halkı onu böyle bilirdi. Katillerin
azılı elebaşısıydı. Zavallının keçileri kaçırdığı hareketlerinden belliydi.
Ötekiler bön bön bakıyor, emir bekliyorlardı. Onlar deliredursun, Metin kendi
acılarına daldı...
İki yavrusu geldi gözlerinin önüne. Büyüğü oğlandı. Orhan, sekiz yaşında. Küçüğü,
Semra. Beş yaşında. Nerdeler acaba?.. Sonra eşi. Öğretmenlikten bir iki ау evvelsi
uzaklaştırmışlardı onu. Bir daha görebilecek miydi onları?.. Bir daha kucağına alabilecek
miydi?... Güzel eşi onlara nasıl bakacaktı onsuz?.. Gerektiği gibi yetiştirebilecek miydi?..
İçi yumuşar gibi oldu. Göğnüdü. Yavruları gözünden bir türlü gitmiyordu. Tatlı mı,
tatlıydılar.
326
Ailesiyle tekrar yeşil alanlarda, çay boylarında doya doya doğanın tadını
çıkaracaklar mıydı?
Bir imza!...
"Ne hakla istiyorlar bunu benden?.. Anam babamlar mı?.. Kime karıştıracaklar
beni?.."
"Olamaz!... Asla olamaz!..." dedi içinden. Ve devam etti: "Meşe kovuğundan çıkma
değilim ki..."
Saatlerden sonra biraz kendine gelir gibi olsa dа, olup bitene değer verecek
durumda değildi. Binbir yerinden iğneler batıyordu vücuduna. Ardı arkası kesilmeyen
sancılar ruhunu da etkiliyordu. Vücudunu değil, herhangi bir uzvunu bile oynatmak onu
dayanılmaz acılar deryasına sokuyordu. Kulaklarında ise büyük bir uğultu vardı. Yan
koğuşlardan gelen acı sesler onu hepten bitiriyordu. Kadın ve erkek feryatları iç dünyasını
altüst edip çökertiyordu.
Bir neden sonra kırılmış, yok olmuş dünyasını toparlamaya çalıştı. Devlet
Konseyine dilekçe vermeye gitmişlerdi. Amaçları doğup koptuğu toprakları terk etmekti. Bu
pek kolay olmayacaktı. Ama kurtuluş umudu işte. Dört tarafı tel ağlarıyla sarılı bu diyarda
başka çıkar yolları yoktu. Yaşadığı yöre Yunan sınırı boyundaydı. İşte oradan başlamıştı o
büyük ve çok çirkin oyun. Bulgarlaştırma. Gün ve gecelerce güvendiği dostlarıyla durumu
tetkik etmişlerdi. Sofya’dan başlıyordu. Konsey binası, emniyet görevlileriyle kuşatılmıştı.
İçeride ve dolayında ele geçirilenler otobüslere tıkılıp yaşadığı kente geri getirildiler.
Aylardan Kasım 1984.
Ufak taşra kasabasının zaten uykusu çoktan kaçmıştı. Aylardır tüm sakinlerinin
huzuru gitmiş, korku içinde civarda olayları izliyordu. Dört tarafında, sopalar oynuyordu.
Millet çil yavrusu gibi dereye tepeye dağılmış, aylardır evine barkına toplanamıyordu.
327
Getirilenleri, belediye! binasına doldurdular. İşkence orada başladı. Metin
kararlıydı. En kötüsünü bile göze aldı. Önüne hazır doldurulmuş formu imza için
sunduklarında. о hiç tereddüt etmeden:
Millet:
***
Sabahın erken saatleri iki evlâdını ellerinden tutmuş Meltem milis binasına doğru
adımlıyordu. Onu sezen polisler ürperti geçirir gibi oldular ve birbirlerine bakıştılar. Çaresiz
bakışlarında, durumlarında bir telâş okunuyordu. Yanlarına damlayan Bostanbaş sert bir
bakışla ahvale hâkim oldu.
Ezik adımlarla, göz çukurları dolu, üçü dе binanın önüne gelince karşılarına milis
dikildi:
-Durun!.. Nereye?...
328
Bostanbaş pencereden:
Bostanbaş:
-Biz onu daha akşam saldık. Ona karşı ufak-tefek suçlamalar vardı. Her şey
açıklandı. O suçsuz. Fazla tutamazdık. Kimbilir nerelerde keyfine bakıyordur. Hadi
toplanın!... Gelir о.
İki saat sonra bu küçük kasabaya "Metin kendini asmış" haberi yayıldı. Herkes
hayret, şaşkınlık içindeydi.
Koşukavak -1993
En Güzel Ders
Görüyorsunuz; işler dе bir türlü onların istedikleri gibi gitmiyordu. Sanki tersine
gidiyordu.
Bulgarca öğretmeni, orta birinci sınıfın sınıf öğretmenine, bir öğrencinin verilen
şiiri bir türlü ezberlemediğinden, hatta doğru dürüst okuyamadığından yakınıyor ve
kendisine bu konuda yardımcı olmasını rica ediyordu.
329
Sınıfa girince çocukları biraz tedirgin buldu.
Ali’nin başı öndeydi. Belliydi ki çok heyecanlıydı. Носа üsteleyince Ali başladı
hıçkıra hıçkıra ağlamaya. Dershanedeki çocukların yüzlerinden korku, üzüntü ve heyecan
belli oluyordu. Sınıfta çıt çıkmıyor, sadece Ali'nin hıçkırıkları duyuluyordu. Öğretmen
ağlayan çocuğa doğru yürüdü. Kızsa mıydı? Bağırsa mıydı? Yumuşak bir sesle:
-Söyle Ali! Nen var? Niçin ağlıyorsun? Öğretmeninin vermiş olduğu şiiri niçin
ezberlemedin?
Ali:
-Ama öğretmenim! Ben nasıl о şiiri ezberler ve yüksek sesle söylerim. Baksana
şiirin başlığı: “Ben Bulgarım!'' diye başlıyor. Ben Bulgar değil. Türk’üm О yüzden
okumak ve ezberlemek istemedim.
О buluğ çağının sıcaklığıyla Ali, Bu son sözleri о kadar samimi, о kadar içten
söylemişti ki, öğretmen bu saf ve temiz Türklük duygusu karşısında titremiş ve içten
sevinç duymuştu. Bir süre elini Ali'nin omuzları üstüne koydu ve bir eliyle dе onun
gözlerindeki yaşları kuruladı. Öteki öğrenciler. öğretmenlerinin Ali'ye ne yapacağını
sessizce ve biraz dа korkarak izliyorlardı. Çünkü buralarda her şey sevgi üzerine değil
korku üzerine yürüyordu. Korkarak, korkutarak, baskı kurarak bir yere varılamayacağını
birileri nedense bilmek, anlamak istemiyorlardı:Bilmiyorlardı ki ırmaklar geriye doğru
akmazdı.
Öğretmen, Ali'nin:
330
bağda. bahçede ve her yerde Türkçe konuşmak yasaktı. Halbuki bu çocuklar aralarında
gizli gizli Türkçe konuşurlardı. Ama sınıfta Türkçe konuşulduğu görülmemiş
duyulmamıştı. Bugün sınıfta Türkçe sözler söylenmiş, öğretmen ve öğrenciler ne güzel
kaynaşmıştı. Sınıfta ne güzel bir hava oluşmuştu.
331
ZAHİT İSMAİLOV
(Zahit Güney)
Dobriç, 1946
Sanatçının Türk dilinin arındırılması konulu yazıları ve bazı şiirleri Türk Dili
dergisinde yayınlanmaktadır. Birkaç yıl önce eserlerinin bir bölümünü İnsan Olmak adlı
kitapta topladı. Sanatçının zengin bir dili vardır.
SENTEZ
YÜRÜYÜŞ
332
Dört yüz yıllık
Yazılı tarihinde
İlk kez
Altın harflerle
Altın sayfalara yazıldı
Köyümün adı;
Kalktı, yürüdü
Ve ölümsüzleştirdi
Türklüğünü
Kilikadı.
Ama nafile. Doğdum doğalı dil sancılarından göz açamıyorum. Yapıştılar yakama,
bırakmıyorlar bir türlü. Kenelerin asalaklığı, benim dil sancılarımın asalaklığı yanında, inan
olsun, devede kulaktır. Arınamıyorum, kurtulamıyorum, silkilenemiyorum onlardan.
Vücudumun en duyarlı yerini seçmişler konuşmak için. Nasıl? Ne zaman? Bilsem dе
söylesem. Benim bildiğim, şuracıkta, göğüs kafesimin içinde, sol mememin altında onlar;
bir değil, beş değil, karınca yığını gibi vigir vigir. Onların en küçük bir devinimi, didinişi
korkunç sancılara neden oluyor zavallı kalbimde. Gündüz demiyor, gece demiyor ölüp ölüp
diriliyorum bir daha.
Niçin mi? Dil, insanın aynası olduğu için. Söylemesi kolay, betimi zor bu aynanın.
Bu ayna yalnız ayna değil, bizim özümüz. Kişiliğimiz. Karakterimiz. Dünümüz denli
333
bugünümüz, bugünümüz denli yarınımız yansır onda görebilene; yankılanır işitebilene.
Dahası var; günlük yaşamamızda beğenmediğimiz, tiksindiğimiz her giysiyi istediğimiz anda
değiştirebildiğimiz gibi. Oysa bu aynadan soyutlanmak olanaksız.
"Yabancı dil konuşmak yasaktır" tümcesi her adımda zehirli bir yılan gibi dil
uzatıyor bana. Daraldıkça daralıyor çevrem. Yitiyor, tükeniyorum. Yirmi birinci yüzyılın
eşiğinde, Avrupa'nın göbeği sayılmasa dа, uygar sayılan bir Avrupa ülkesinde. Ve yine bu
Avrupa ülkesinde beni ben yapan ana dilimin adını Türkçemi- ağızlarına almak istemiyorlar!
Oysa, yadsınamayacak bir gerçek var: Benim canım, ciğerim о. Varlığımı ona borçluyum
çünkü.
334
mavi deniz sularına damla damla akıttıklarının tek görgü tanığı salt ben miyim? Vicdanı
olan elini kalbinin üzerine koyup konuşabilir. Denizdeki dalgalara sorun, martılara sorun,
kumsaldaki kumlara sorun. О unutulmaz anılarım senin büyüklüğünün en doyurucu kanıtı
olarak başım tahtaya değinciye dek kalbimin en büyük derinliklerinde canlı kalacaktır hep.
İşte, bunu yapmaya çabaladım yıllarca. Ne denli başarılı oldum bilemem. Birileri
çok gördü benim bu doğal hakkımı. "Dur", dedi, "ana dilini konuşmak yasak". Önce
afalladım, şaşakaldım, sonra köksüz bir ağaç gibi devriliverdim bir anda.
Dilim yitince ulusal bilincim dе yitecekti doğal olarak. Ve ben devrilmiş bir ağaç
değil, devrilmiş bir ağaçtan kopup rüzgârlarda savrulan bir yaprak bile olmayacaktım.
Tarihte örnekleri çoktu bunun. Oysa ben, özür dilerim, dört dörtlük Türktüm. Onlar dа
biliyordu bunu. Plevne Savaşında şehit düşmüş amcamla kıvanç duyuyor, düne kadar
herkesin önünde övünüyordum. Zaten birey ve azınlık ekseninde tümümüzün köken uçları
Anadolu topraklarının derinliklerinde yattığını okumamış mıydım kitaplarda? Kalıtsal
olmaması olanaksız, sevgi fışkırıyordu kalbimden. Hele insana olan sevgim, hangi dinden,
hangi ırktan olursa olsun Balkan ülkelerinin sınırlarını aşıp tüm dünyayı kucaklayabilecek
denli büyük ve güzeldi. Açıkçası, insan sevgisinden daha kutsal bir sevgi olabileceğini
düşünmek bile istememişimdir hiçbir zaman. Dil sevgisi yeryüzündeki varlıklar dа salt
insana özgü olduğundan belki dе. Belki dе annelerimizin bağrından kopup geldiği içindir.
Hiç unutmam, ilk Türkçe derslerimi annem vermişti bana. Uzun kış gecelerinde ondan ilk
kez dinlediğim о doyumsuz masalların, söylencelerin, halk öykülerinin, destanların tadına bir
daha hiçbir yapıtta rastlamadım. Ayrıca, ocak başında dinlediğim о güzelim ninniler
kulaklarımdadır hâlâ.
Şimdi soy kırımının kazanında kahroluyordum. Bir gün, durup dururken, nerede ve
ne zaman okuduğumu pek anımsayamadığım bir özdeyiş geldi aklıma: "Her gün binlerce kez
ölmektense, bir gün bir kez ölmek daha iyidir", diye. Yoksa damarlarımdaki kan mı
konuşuyordu, bilemiyorum.
Ve yürüdüm. Yürüdük.
Türkçenin Türk ulusunun dili olduğunu çok iyi biliyordum. Biliyorduk. Bayrak
onun sözcüklerini dalgalandırdık sokaklarda, meydanlarda. Dilimizi, dinimizi, adlarımızı
335
istedik. Kurşun gücünün onun gücü yanında solda sıfır olduğunu kendi gözlerimizle
gördük, yaşadık. Sonunda misilleme olarak makinelerin giremediği yerde makine gibi
çalışıp ter döken insanlar, Bulgar ulusunun değil, bir avuç totaliter rejim yanlısının
buyruğu uyarınca yerlerinden, yurtlarından edildi. Kovulduk. O günlerin acıları yüreğimde
hâlâ taze, taptaze. Şaşmıyorum hiç. Balkanlar'ın acısını hep Müslümanlar çekmişti öteden
beri. Ve çekiyor. Bunu yazgı ile özdeşleştirmek avuntudan başka bir işe yararlı olmayacağı
düşüncesinde olmakla yanılıyor muyum, bilemiyorum. Keşke daha çok kültür
götürseymişiz о topraklara. Birinin adı beşik, diğerini mezar olan parantezler içerisinde
tüm sorunlara onlar dа en az bizim kadar duyarlı, en az bizim kadar insancıl yaklaşsalardı
böylece. Bu bağlamda, Bursa'ya gelen Bulgaristan Cumhurbaşkanı Petır Stoyanov
soydaşlarımızdan özür diledi. Sağduyulu, kişilikli, soylu olduğu belli. Özür dilemenin çok
büyük bir erdem olduğunu bilmeyen yoktur kuşkusuz. Ama bence, keşke bir dе teşekkür
etseydi onlara. Niçin mi?
Hiç kimsenin dünyada doğduğu yer ile ana dilini seçme olanağı olmadığını,
bunların tamamen bir rastlantı olduğunu, ölümü göze alarak, Bulgar liderlere ilk kez
söyleyenler dе onlardı.
О günler, adı hâlâ konmamış bir romanın Türkçe sevgisiyle yanıp tutuşan gerçek
anlamda başkişileriydi onlar.
2 Haziran 1989. Dereköy. Türk toprağına ayak basar basmaz "Ya Rabbi, şükür, dil
sancılarına son artık" diyorum kendi kendime. Karşımda oturan memur gülümseyerek:
Ve ortalıkta о zehirli yılan yok. Bunun ne denli büyük bir nimet olduğunu anlayanlar
anlar. Ciğerlerimin en uç hücrelerini bol bol kandıracak bir biçimde derin bir "ohh"
çekiyorum. Dünyalar benim oluyor.
336
Ne yazık ki, ah ne yazık ki, bu sevincim çok sürmüyor. Yeni ortamda, yeni
çevremde gerçi Türkçe konuşma yasağı yok; buna karşın konuşulan Türkçe dil sancılarımın
nüksetmesine yetip dе artıyor bile. Daha Edirne'de, ilk tokadı yemiş oluyorum, sokaklarda
yalnız başıma ürkek ürkek dolaşırken birçok iş yerinin, otelin, sokağın, mağazanın, çay
bahçesi adının yabancı kökenli sözcükler olduğuna tanık oluyorum. İnce ince "cız" ediyor
içim. Öz Türkçe veya artık bizden saydığımız kimi аd tamlamalarında iyelik ekinin
kullanılmaması, belirten ile belirtilenin yer değiştirmesi sizi çileden çıkarmıyor mu?
Örnekleyeyim isterseniz: Mektep Sokak, Oruç Reis Sokak, Otel Yat, Villa Onur...
Ama sizin dе bildiğiniz bir atasözümüz var: "Yağmurdan kaçan, doluya yakalanır"
diye. Onun doğruluğuna en çok inanan kişilerden biri benim. Bu olaylardan duyduğum
tedirginlik etkisini yitirmeden günler den bir gün düşlerimin kenti İstanbul'la tanıştım. Sen
misin İstanbul'la tanışan! Dil açısından imgelerimdeki о güzel İstanbul ile görünen ve
yaşayan İstanbul arasında en büyük sıradağları bir yudumda yutabilecek denli büyük ve
acımasız uçurumlar vardı. Ürperdim.
Ünlü Lâleli’de baştan başa, hele ara sokaklarda, binaların yeryüzü katlarından son
katlarına dek, pencere önleri dışında, âdeta yamalı birer bohça görünümü veren Türkçe
harflerle yazılmış yabancı sözcükleri okudukça adamakıllı bozuldum; ilk kez Türkiye'de
olduğumdan dа kuşkulandım. Dil sancılarım birdenbire azdı, kükredi, şahlandı. Can havliyle
en yakın lokantaya daldım. Eşikten içeriye girer girmez karşımda özenle süslenmiş bir
elektronik pano gördüm. En az yüz çeşit yiyecek içecek adı sayılıyordu burada. Ve ne yazık
ki, salt yedisinin adı öz Türkçe idi. Korktum.
Geçenlerde bir ayakkabı fabrikasının tanıtıcı kitapçığı geçti elime. Dışı kalay, içi
malay!¶ Yüz çeşit çocuk, kadın ve erkek ayakkabısı türünden bir tanesinin bari adı öz
dilimizde olmuş olsaydı, canımı feda etmeye hazırdım. Üstüne üstlük bu sözcüklerin hemen
hemen yarısında aslına uygun olsun diye (kim bilir!) abecemizde kullanılmayan Q,W,X
¶
Malay: Bölge dilde mısır ekmeğinin adı.
337
harfleri serpiştirilmiş. Sizi bilmem, ancak benim gözümün dikenidir böyle sözcükler.
Kitapçığı oracıkta bıraktım. Daha doğrusu düşüverdi elimden.
Su ile yağ aynı kapta birleşmedikleri gibi özgürlük ile yasak dа birbirlerini içlerine
sindiremiyormuş meğer. Bunu yakında anladım. Bu yazıda paylaşmak istediğim
düşüncelerime dayanak olur gerekçesiyle büyük bir günlük gazetemizin Pazar ekindeki bir
sayfasında yer alan tüm sözcükleri fişledim. Adını bile bile vermiyorum о gazetenin, üç aşağı
beş yukarı ötekilerindeki durum da aynı çünkü. İlgi duyan deneyebilir. Bir sayfada 1387
sözcük vardı; yazıların uzmanlık alanında olmamalarına karşın, sözcüklerden 196'sı
söylenişe göre değil, geldikleri dillerdeki yazılışlarına göre sürülüyordu okuyucuların önüne.
Gazeteyi ele vermemek için örnekleri benzer başka sözcüklerden göstermeyi yeğliyorum:
show, molfix, flash, mitsubishi vb. Püsküllü belâ buna denir işte.
Okul deyince aklıma geldi. Ses yazımına mı, köken yazımına mı, yoksa geleneksel
yazım kurallarına mı uymalıyız? Anlamış değilim. Özellikle yabancı özel adların yazılışının
tam bir keşmekeş sergilediğini düşünüyorum. Voltair, Shakespaire, Montesquie, Oscar
Wilde gibi adların söylenişi hemen hemen her dilde örtüşmesine karşın, yazılışları ayrımlıdır.
Bunların birçok yabancı kent, dağ, akarsu adlarında yaptığımız dilimizde Volter, Şekspir,
Montesku, Oskar Vayld olarak söylenişiyle uyumlu veya uyumlu şekline en yakın biçimde
yazsak dünyanın sonu mu gelir? Yanlış olan Mikhail Gorbaçov değil, Raisa Gorbaçova
yerine Raisa Gorbaçov diye yazmaktır. Öğrencilerimiz, öğretmenlerimiz dolayısıyla tüm
ulusumuz daha bilgili, daha çağdaş, daha uygar olma uğraşlarında daha verimli olamazlar mı
böylece? Kamuoyu aklıma geliyor, kurum ve kuruluşlar aklıma geliyor, okullar aklıma
geliyor, okul deyince Milli Eğitim Bakanlığımız aklıma geliyor, Milli Eğitim Bakanlığımız
deyince Milli Eğitim Bakanımız aklıma geliyor. Ağrı Dağı'nın düzüne en kısa zamanda
çıkmak için doğru yolu mu seçerdiniz, yoksa dönemeçli yolu mu? Ya sular nasıl akar?
338
NEVZAT YAKUBOV
(Nevzat Yakup Deniz)
(Silistre, 1946-Silistre, 2003)
İNTİHAR
(Meh met K AR A H Ü S E Y İN O Ğ LU ’ n a a d a n m ı ş t ı r )
GÖÇMEN
339
Cömert kapılar…
Merhaba özgürlük!
ANA DİLİM
340
AHMET KADİROV
(Ahmet Kadir)
(Hasköy, 1948)
İHTİYAR ADAM
Yalnız kaldı,
Çoluk-çocuk, darma-duman.
İhtiyarın hâli yaman.
Kimi Batıda kısmetini arar
Kimi, kimbilir İstanbul'da,
hangi sokakta,
bir yosmanın önünde
saçını tarar.
Şimdi, en yakın dostu
Yalnızlığını dayaklayan bastonu.
Kışı nasıl çıkaracak
Farkına varamıyor.
Kızların dönüşünü bekliyor,
köy meydanında-hâlsiz,
gölgesi iki kat.
Bir gün döndürecek
acı haber "zenginleri".
Olgun gözyaşları akacak pınarlardan.
Evlâtlar, sizedir şu anda sözüm,
iyi dinleyin hepiniz:
Unutmayın ki
bu dünyada misafiriz.
341
NASUF MUTLU
(İslimye, 1947)
BENDEKİ UYANIŞ
Şumnu'daki yarı yüksek Türk okulunda sadece Türk öğrencileri okuyordu. Buradaki
olumsuzluklar, oyunlar, kısıtlamalar bizleri daha çok Türk yaptı. Hepimiz kendi içimizde
isyan ederek büyüyorduk. Askerliğimi işçi asker (trudavak) olarak yaptım. Buradaki
askerlerin %97’si Türktü. Bizler asker değil, sanki Ortaçağ köleleriydik. Öyle günler oluyor,
ağır ve ezici şartlar altında günde bir yirmi dört saat çalışıyorduk. Bulgaristan'ı baştanbaşa
mamur ediyor:Yollar açıyor, kanallar kazıyor, maden ocaklarında çalışıyor, inşaatlarda
eziliyor, ikinci, üçüncü dereceli insan muamelesi görüyorduk. Daha doğrusu bizler insan adı
taşıyan birer yük hayvanıydık. Bulgar her şeyi: Eğitimi, öğretimi, kendine dönük yapıyordu.
Türklüğün her hakkını çiğniyordu. Ve gerçekleri tahrif ediyor ve istediğin renge boyuyordu.
Uygulananlar gölge oyunundan başka bir şey değildi. Türk işçisi, Türk köylüsü, hele
aydınlar kahpece aldatıldıklarını anlıyor, sessizce bilinçleniyorlardı dа. Bulgar öğrenim
veriyor, fakat yükseltmiyordu.
342
Çevremiz dikenli tellerle sarılıydı ve beşer metre arayla silâhlı, köpekli askerler nöbet
tutuyorlardı. Belene İşkence Adasına getirildiğimizi fark ettik. Kelepçeleri ellerimizden
söktüler. Üstümüz iyice arandıktan sonra hücrelere kapatıldık. İçeride ne hava ne ışık!
Kafalarımızda dolaşan sorular şunlardı:Neden buraya getirildik! Burada bizlerden başka
Türk var mıdır acaba? Sorularımızın cevabını aldık:Türklüğümüzü her şeyin üstünde
tutmuş olmamız nedendi. Ve bizlerden başka binlerce Türk işkence görüyordu bu Kampta.
Öldürülen ve ölen insanların cesetlerini domuzlara yedirilen bir Bulgar vahşetini sergileyen
bir adaydı burası. Bütün bunları yeniden anımsamak bile bana acı çektiriyor. Burada
çoğunlukta Türklerdi. Bizler kader dostlarıydık. Ve sıkı bir dayanışma anlayışı içindeydik.
Birimizin burnu kanıyorsa, hepimizin kanıyor demekti. Bir olayı aktarmak geliyor
içimden:
343
MEHMET HALİLOV
(Mehmet Türker)
(Kırcaali 1950)
1950 yılında Kırcaali ilinin Sindelli (Sindeltsi) köyünde doğdu. Bir tütüncü ailesinin
çocuğudur. Sofya Üniversitesinin Batı Dilleri Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünde
okudu.
1989 yılı Mayıs ayında birkaç bavul iki çocuğu ve eşiyle birlikte Viyana’ya
gönderildi. 31 Mayısta Anavatana geldi ve İstanbul’a yerleşti.
Mehmet Türker, tam 10 yıl Türkiye gazetesinde çalıştı. Sonra bunu Ekovitrin
dergisinde Kanal 7 Tv’de Ekovizyon programı yapımında çalışmaları izledi.
Bir hafta on gün içinde birkaç kişiden Kiril Petrov'un adını duymuştum. Kendisini
dе görmeyi çok istiyordum. Bu adam neden benimle görüşmüyordu? Artık kader arkadaşı
olduğumuzu о dа biliyordu.
Bir gün inşaat yerine yakın arabacının yanında mola vermiş oturuyorduk.
Yanımızda başkaları dа vardı. Artık arabacı Bay Georgi ve demirci ustası Boyan’la
tanışmıştık. О gün burada arı kovanlarının durumundan söz açan, esprili konuşmasıyla
dikkat çeken birisi vardı. Sözleri anlam dolu ve yerlilerin lehçesiyle konuşuyordu.
Duruşu sakin ve gözlükleriyle entel birine benziyordu. Ben de arada bir söze karışıyor,
değişik konularda yorum yapıp fikrimi söylemekten çekinmiyordum. Bizi dinleyenlerden
biri, beni işaret ederek:
"İşte temiz bir Bulgar. Konuşmasına bir bakın. Неr kelimesi edebiyat kokuyor"
deyince Bay Kolyo.” Bu arkadaş Kırcali Türklerden ve bir hafta önce bizim köye sürgün
edilen bir vatandaş " diye konuya açıklık getirdi. Bay Goşe:
"Yahu, şu birkaç yıldır burada tütün işinde olanlar dа Kircali Türklerinden değil
miydi? Onlar Bulgarca adını çor söylüyor. Buna bir bakın nasıl olur?" diye şaşkınlığını
344
üzerinden atamamıştı. Bizim konuşmalarımızı dinleyen beyaz saçlı entel görünümlü olan
da benim kalkıp о gruptan birkaç adım uzaklaşmamı bekliyormuş. Yanıma yaklaştı.
Hafiften yüzünden bir tebessümle:
"Bu inşaatın ustası siz misiniz?" diye sordu. Ben dе "Zoraki usta " deyince
gülümsedi ve kim olduğumu anladığını söyledikten sonra yakından tanıdığı bazı Türkleri
sordu:
"Bay Nuri benim eski Zağra Cezaevinden koğuş arkadaşımdır. Sıhhati yerinde
mi?" diye ilgilenen bu Bulgarın Kiril Petrof'tan başkası olmadığını anladım. Kendimi
takdim ettim: Adım Petrov. Ben de vaktin birinde Razgrat köylerinde sürgündüm. Zaman
gelir geçer, her şeyin başı sağlıktır. Moralini kaybetmemeye çalış" dedikten sonra:
Bay Kiro yıllar önce Sofya Üniversitesinde Felsefe Hocalığı yapmış bir arkadaşı
tarafından jurnallenmiş ve cezaevine gönderilmiş. Razgrat köylerinde sürgündeyken
Türklerin çok değerli ve merhametli insanlar olduğunu anlamış. Bay Kiro о günleri
anlatırken hayli dе duygulanıyordu. " 7 yıl için sürgün ettikleri Razgrat köylerinde
yemek yapmayı beceremediğim için öğle yemeğini köyün anaokulundan alıyordum.
Orada çalışan kadınlar dа benim yemek yapamadığımı bildikleri için akşamları da yesin
diye iki porsiyon koyuyorlardı" Diye о geçmiş günlerini anlatıyordu.
Bay Kiro ile bizim sokağın başına kadar geldik. Burada ayrılırken Bay Kiro şu
sözleri söylemişti:
" Bir zamanlar ben senin durumundayken Türklerden çok fayda gördüm. Şimdi
sen benim о zamanki durumumdasın. Seninle diyaloğumuz devam etmeli.
Görüşmelerimizde ölçülü olalım” diye dostça tembihlemişti.
Bay Kiro gibi bir insanla tanışmamızdan memnun olmuştum. Biz size saygılı olan
Bulgarlara çok saygılıydık. Sevgi duyanlara dа kat kat sevgimiz vardı. Bulgaristan’da
binlerce köyde kasabada Bulgar ve Türk halkı iyi komşuluk içinde yaşıyorduk.
…………………………………………………………………………………….
Bay Kiro bu köyde benim destek bulacağım bir kişiydi. Daha sonraki günlerde
evine gittik, eşi ziraat mühendisi Ginka ile Bay Kiro kooperatif arılarının bakımını
üstlenmişlerdi. Zaman zaman kovanların değişmesi için beni yevmiyeci olarak işe
aldıklarında yüklü sayılacak ücret yazdıkları olmuştu. 16 ау kaldığımız bu köyde Bay
Kiro ve eşi Ginka bizim iyi günlerimizde dе kötü günlerimizde dе yanımızda oldular.
Kendim veya çocuklarım hastalandığı zaman arabasıyla bizi şehre doktora götürdüğünde
para dа almıyordu. Katarakttan gözleri görmez olan babamı dа yine şehre Сuma namazına
götürmüştü. Peteklerin üzerinden aldığı balı kavanozlara koyup bizim çocuklara getirdiği
dе oluyordu. Daha sonra bazı kitaplarda Bay Kiro'nun Faşizme karşı aktif savaşçı
olduğunu bizzat okudum ve bir gün kendisine:
345
"Bay Kiro senin silâh arkadaşların bugün Komünist Partisinin Politburosunda sen
ise benimle birlikte amelelik yapıyorsun? Bu olay nedir, bana da bir anlatsana?" demiştim.
Boş ver, onlar komünizm idelerinden sapanlar. Yakın yıllarda bu sistemi
çökertecekler" diye kısaca cevaplandırmıştı. Ayrıca Bay Kiro bir dönem Millî Eğitim
Bakanlığı Genel Sekreterliği yaptığı yıllarda okullarda Türkçe derslerini haftada 4 saat
mecburi programa aldırdığını dа söylemişti. Sovyetler Birliği’nde doktora yapmış değerli
bir bilim adamı olan Petrov mükemmel Rusça konuşuyor ve dünya basını günü gününe
takip ediyordu. Bu köyde kaldığım süre içerisinde onun engin, değerli bilgi ve
tecrübesinden yararlanmıştım.
346
DURHAN ALİEV
(Durhan Ali)
(Kırcaali, 1952)
Sanata şiirle başladı, daha sonraları düz yazıda da kalemini denedi. 1990’dan sonra
Hak ve Özgürlük, Filiz gazetelerinin Kırcaali il muhabirliğini yaptı. 1996 yılında Gebe
Bulutlar adlı şiir kitabı çıktı. Sanatçının eserlerinde Rodoplar ve Rodoplular var, memleket
sevgisi var. Sonra da Büyük Göçün dağ köylerine getirdiği sessizlik, ıssızlık var.
GURBET YOLLARINDA
Yirmibirinci asırda
Benim Rodoplu kardeşim
Yine gurbet yollarında
Yarım kuru ekmek,
İki baş soğan
Omzundaki torbasında.
Alın teriyle suladığı tütün
Dedesinden miras kalma tabakasında.
Yolda.
İçine çökünce bir garipseme
Ayaküstü sarıp sarmalıyor sigarasını.
Çekiyor içine sıla hasretliğini
Bulut bulut dumanla paylaşıyor.
Yollarda bıraktığı gençliğini
347
SAFFET EREN
(Kırcaali, 1951)
Sanatçı, şimdiye kadar okurlarına iki şiir kitabı sunmuştur. Korkunç geçmişin
hatıraları, insan sevgisi gibi konular şairin eserlerinde büyük bir sıcaklıkla işlenmiştir.
***
bu bizim dağlarda
taşını toprağını, iniş – çıkış yolunu
gülünü dikenini seven
sevdiğim insanlar vardı
***
348
güzelim, masal dünyam,
selâm yolladım selâmımım aldın mı?
diri misin peri misin haber ver
neredesin?
gel gül - dağlarım güneşlensin
gel gül – yalnızlığım yalnızlığını unutsun
gel gül - kalplerimizde ateşler alevlensin
gel kal - duvalı pilâv pişirelim
gel kal - kenetlenelim ayrılmayalım
***
Kasım-Aralık '91
Ardino
349
İBRAHİM KAMBEROĞLU
(Eskicuma, 1952)
SİTEM
DİNMEYEN SANCI
350
Ben cefa çekmedim, çekenlerden dinledim
Uykular kabus. gülüşler hıçkırıkmış
Ve dağ-taş inlemiş mazlumların yasından
Allah inandırsın mertçe içmişler
Ölüm şerbetini
Ecel tasından...
Göçmen Dergisi(Mersin)
Sayı-1, 2003, 5.
351
HİLMİ HAŞAL
(Kırcaali, 1954)
Hayriye Süleymanoğlu Yenisoy, Türk Dili, Türk Şiiri Özel Sayısı, (Türkiye
Dışı Çağdaş Türk Şiiri), Sayı-531, Mart 1996, 560-561.
352
YALÇIN PEKŞEN’E AÇIK MEKTUP
Devlet hizmeti sırasında yabancı dil sınavını kazanarak hakkıyla dil tazminatı alan
Bulgaristan göçmeni görevliler ülkeye, anadilleri, kişilikleri ve onurları için gelmiş
insanlardır. Zamanla, anayurt Türkiye'de doğup büyüyen herkes gibi dilini
kullanabilmektedirler. (Genel anlamıyla yurdumuzda dil yozlaşmasının ne boyutlara ulaştığı
apayrı bir konu.)
Cumhuriyet Türkiye'si sınırları dışında kalmış, tarihsel nedenlerle bir tür sürgün
koşullarında varlığını koruma savaşı vermiş milyonları aşan 'soydaş' için "Anadili Türkçe
sayılmalı mı?" diyorsunuz. Dünya kamuoyu önünde, silâhsız, şiddetsiz, terörsüz bir direniş
örneği vermiş ve Türk kimliğini korumuş 'azınlık ulus', Bulgaristan'daki ezme-eritme
politikalarından sonra Türkiye'mizde dе sizin gibi hor gören aydın ya da bilinçsiz (cahil)
insanların karşısında Türklüğünü kanıtlama sınavı veriyorlar. Ama bu sınav sizin gibi
düşünenlere karşın başarıyla aşılmıştır. Kültürleri, eğitimleri, insancıl (hümanist) dünya
görüşleri ve çalışkanlıkları gözler önündedir. Türkiye'ye sağladıkları yarar, yıllar geçtikçe
örnek bir ekonomik, kültürel olay sayılacaktır.
Çok geç kalmadan soydaşlardan özür dileyin sayın Pekşen. Bunca yıllık köşe
yazarlığınız, gazeteciliğiniz koca bir bilgisizlik ayıbıyla lekelenmiş durumda.
353
iki satır Türkçe yazı okuyabilmek için. Bir dergi, kitap ya da müzik bant'ı uğruna hapse
tıkılmayı, dövülmeyi sürülmeyi göze almıştır о insanlar. Baskıya, sindirme ve yok etme
eylemlerine karşı tek savunma aracı yürekleri ve akılları; onurlarıydı. Dünün acı ve gözyaşı
dolu direniş belgeleri arşivlerdedir. Milyonlarca canlı tanığı dа var üstelik. Çevrenizde hiç
görmemiş olamazsınız. İstanbul'un dörtte biri göçmen değil mi?
Aydın kişi, hele gazeteci-yazar unvanı dа taşıyorsa, çok geniş dünya görüşüyle
kaleminin sorumluluğunu bağdaştırıp öyle çıkar toplumun huzuruna. Ulusallığı ve uygarlığı
savunmadan evrensel ve çağcıl (modern) değerlerinin yanına bile sokulamaz. Hele hele,
ülkeyi bölge ve ırklarına göre ayrıma kalkıştı mı? O aydının bağışlanması iyice
zorlaşacaktır... Vicdanı öylesine derin bir yara almış olur ki, yaşadıkça bırakmaz benliğini.
Bekliyoruz.
10 Şubat 1994
354
Bulgaristan Gerçeklerini Dile Getiren Diğer Yazarlar
355
OZAN ARİF
İBRET DESTANI
356
Fakat olsun gardaşım, Allah’ımız var bizim.
13-4-1985, Köln
357
AHMET MAHİR PEKŞEN
MAHKÛM
(Belene Sürgünü)
358
Yiyip bitiriyor ince düşünce,
Gencecik bedenler hep delik deşik.
Topraklar ağlıyor yere düşünce,
359
SABRİ YILMAZ
Ben Gidiyorum
Orhangazi-BURSA
360
YAVUZ YALINKLLIÇ
Film Yönetmeni-Yazar
361
Anlat bizi
Ezilmişliğimizi
Tüm dünyaya özgürce...
362
MEHMET YÜKSEL
GÖÇMENİN ÖYKÜSÜ
Uzaklardan
Çok seneler hayalini ettiğimiz ülkeden
Sizlere hasret dolu selâmlar, kardeşlerim.
Hani zaman zaman buluşur halleşirdik
Halleşip dertleşirdik.
O fırsatlar şimdi mektuplara kaldı.
363
KÂZIM TÜRK
BULGARDAN KAÇMIŞA
BULGAR DENEMEZ
1989, Kayseri
364
MEHMET DAVUT
Göçmen Evleri
365
GÜLTEKİN KARAMAN
BELENE GERÇEĞİ
Bir taraftan işe çıkarılanların sayısı arttırılırken, diğer taraftan gruplar hâlinde
Belene’ye geliş sürüyordu. Gelenlerin sayısı çoğalınca Priemna dediğimiz kabul binası
doldu, taştı. Bundan sonra orada bulunanların tamamı Nisan sonunda meşhur ikinci obekt
dediğimiz kampa aktarıldılar. İki binadan oluşan bu kampta, о güne kadar tavuk bakıcılığı
yapıldığı her hâlinden belliydi. Odalar tavuk kokuyordu. Burada kalan tutuklular 5 gruba
bölünerek çeşitli yerlerde çalıştırılıyorlardı. Bunlardan 4 tanesi adanın dışında, Belene
şehrinin içinde çalıştırılıyorlardı tabiî ki silâh altında. Diğer grup ise adada tarımda
çalıştırılıyordu. Bu grup en büyük gruptu. Yaklaşık 110 kişiden oluşuyordu. Sabahları
05.30’da kaldırılıyorduk. Herkes yatağının başına dizilerek gardiyanlar tarafından yoklama
yapılıyordu. İhtiyaçlarımızı giderdikten sonra 06.00- 06.30 arasında kahvaltıya gidiliyordu.
Yediğimiz her sabah aynıydı. Malûm tatsız çay ve kibrit kutusu kadar kokmuş
peynir. 06.30'da yeni bir yoklamadan sonra işe gidiliyordu. Yemeklerimiz 1. Obekte, adi
suçluların yemekhanesinde hazırlanıyordu. Öğle ve akşam yemekleri tıpa tıp aynıydı. Ekşi
domuz yahnisi, domuzun derisi kılları dahi bu yemeğin içinde mevcuttu. Fakat bu
yemekleri arkadaşlarımız kesinlikle yemiyorlardı. Bizim yemediğimiz yemekleri
hapishanenin domuzlarına değil dе özel kuyulara gömüyorlardı. Belliydi ki bu yemeklerde
sağlığa zararlı katkı maddeleri vardı. Bazen bu yemekleri farelerin yemesi için dışarıya
bırakıyorduk. Fareler yemekleri yedikten sonra ölüyorlardı.
366
mahkûmlarıyla aynıydı. Belene’ye gelenlerden hiç kimse mahkemelerden geçmemişti.
Çünkü Bulgar yasalarına aykırı bir suç islememişlerdi. Belene mağdurları Bulgar
Emniyet Yasasının 39. maddesine göre tutuklandılar. Bu maddenin anlamı: Olağanüstü
durumlarda devletin daha önceden belirlediği kişilerin tedbir amacıyla toplanmaları
anlamına geliyordu. Belene’ye gelenler şu veya bu şekilde dönemin gizli servisinin
dikkatini çekmiş kişilerdi.
367
HAYRİYE MEMOĞLU-SÜLEYMANOĞLU
(Yenisoy)
Ben Bulgaristan'da son yıllarda çok değişik adlarla anılan topluluğa mensup
olanlardan biriyim. Bilginler, yarı bilginler, politikacılar, ve en fazla dа kimi tarihçiler,
çağdaş Bulgar dilinin sözcük hazinesini zenginleştirmek amacıyla değil, bambaşka
niyetlerle yeni terimler yaratma yarışına giriştiler. İşe bu yarışma sonucunda bizlere
"Türk Ahalisi", "Türk azınlığı", "Bulgar Türkleri", "Türkleşmiş Bulgarlar", "Kendini
Türk bilen Bulgarlar", "Türkçe konuşan Bulgarlar", "Bulgar Müslümanları",
"Müslüman Bulgarlar", "Türk kökenli Bulgar yurttaşları", "Özümsenmiş Bulgarlar",
"İslâmlaştırılmış Bulgarların torunları", "Türkleştirilmiş Bulgarların torunları",
Geleneksel Bulgar adı taşımayan Bulgarlar”, "Türk etnik özbilincine sahip Bulgar
yurttaşları", Türk özbilincine sahip Bulgarlar", Türk dillerini konuşan Bulgarlar",
"Türkçe konuşan Bulgarlar", "Türkçe konuşan Bulgarlar topluluğu", "Bulgarca
konuşmayan topluluk", "Türkçe konuşan Türk kökenli Bulgarlar", "Türkçe konuşan
Bulgar kökenli yurttaşlar", "Bulgaristan'da Türkçe konuşan Türk kökenli Bulgar
yurttaşları", “Değişik adlar taşıyan menşei belirsiz belirli bir grup insan”, "Bulgar
olmayan topluluk" vb. adlar takıldı.
Onomastik bilim dalında, parmakla sayılacak kadar az yılda, kısa bir tarihsel
dönemde bu kadar çok değişik adlarla belirtilen bir başka topululuk veya etnik grup zor
bulunur. Ne var ki, bu adların "yaratıcıları" onomastik dalında çok önemli olan bir
hususu, özbilinç sorununu ya da daha açık bir anlatımla bizim kendimize ne dediğimiz
gerçeğini bir yana bırakıyor veya küçümsüyorlardı.
Bilimsel olmayan bu adlarla bir tek ucuz politik sonuç elde edilmesi
amaçlanıyordu.
368
TÜRK DİLİ VE TÜRK OKULLARI
Öğretmen olarak çalışmaya başladıktan yalnız bir buçuk yıl sonra, ilk sürpriz dе
geldi: Türk dili ve edebiyatı dışında bütün dersler Bulgarca okutulacaktı.
369
Sofya Üniversitesinde Tarih, Matematik ve Fizik Bölümlerinde öğretim çoktan
kaldırılmıştı. Ama Türk Filolojisi henüz mevcuttu. Bu bölümün adı o dönemde
izlenen politikaya göre kâh Türk Filolojisi, kâh Türkoloji, kâh Şarkiyat olarak
değiştiriliyordu. Bu Bölümde özgün, gıyabî (uzaktan) ve olağanüstü eğitim çalışmaları
yürütüldüğü yıllar vardı. Ama burada da çember giderek öylesine daraldı ki burada
yalnız Türk üniversite öğrencileri için değil, onların Türk dili ve Türk edebiyatı hocaları
için de yer bırakılmadı.
BUGÜNKÜ DURUM
Bundan yalnız bir yıl öncesine kadar bizler, kendi adımızı söyleyemiyor,
anadilimizi konuşamıyorduk. Bir yıl içinde çok büyük değişiklikler oldu.
Demokratikleşme yolunda geçilen mesafe henüz kısa. Ve bu gerçekten nazik
demokratikleşme süreci, bu yılın daha ilk aylarından bize bir şeyler vaat etmeye
başladı. Alınmış olan haklarımızdan bazılarının iade edileceği umudundan esinlenen
bizler, hemen kolları sıvayıp işe sarıldık. Artık aylardan beri okullarda Türk dilinin
haftada dört saatlik ders olarak okutulması gündemde bulunuyor. Hak ve Özgürlükler
Hareketinin Merkez Konseyinin kusursuz organizasyonu ve bütün üyelerinin etkin
faaliyeti, aynı zamanda yazarlar ekibinin geceli gündüzlü çalışmaları sonucunda
Türkçe ders kitapları dа hazırlandı. Bütün bu çalışmalar teknik, bilimsel ve yönetimsel
nitelikte çok büyük güçlükler içinde başarıldı.
370
Evet, çok büyük güçlükler pahasına biz Bulgar Temel Eğitim Okulu
çerçevesinde ana okul ve ilkokul sınıflarından XI. sınıfa kadar okul kitaplarını
hazırlamayı başardık. Bu kitaplar kuşkusuz aile dili temelinde değil, Türkçe olarak
yazıldı. Bu kitapların dili Kurtuluştan (1878) bu yana Bulgaristan’da Türk okulları
için yayınlanmış kitapların dilidir.
371
10 Ekim 1952 tarihinde Sofya Üniversitesinin AULA adıyla bilinen Tören Salonunda
Türk gençlerine ait sözü geçen üç bölümün açılış töreninde Eğitim Bakanı Demir Yanev bir
konuşma yaparak Türk halkı arasından yetiştirilecek üniversite mezunu aydınlar, bu halkın
eğitim ve kültürel gelişmesinde birer ışık olacaklarını vurgulamıştır.
Bu coşkulu törenden sonra Türk üniversite öğrencilerine de 1952/53 öğretim yılı
başlamış oldu. Bulgarca okutulacak dersler için herhangi bir sorun yoktu. Bunları ünlü Bulgar
öğretim üyeleri okutacaklardı. Ancak Türkçe okutulması öngörülen dersleri kim okutacaktı?
Bulgaristan Türkleri arasında deneyimli öğretim elemanları var mıydı? Durum
değerlendirelek Türklerden-Türk Filolojisine: Riza Mollov, Türk Tarih Bölümüne: Kemal
Pınarcı, Fizik-Matematik Bölümüne de matematikten: Hüseyin Gaziev, fizikten de Mehmet
Milaşev asistan atanmışlardır. İlk ders yılı bu muhterem asistanlarımız için yoğun bir çalışma
yılı olmuştur. Gereken bilimsel düzeyde Türk dilinde, Türkçe bilim terminolojisini kullanarak
derslerini hazırlayabilmişler ve başarılı olmuşlardır.
Öğretim elemanları, Türkçe bölümlerin ilk sınıflarını tecrübe bahçesine
benzetiyorlardı. Merhum hocamız Riza Mollov sık sık: "Kolegalar, sizin sınıfınızı bir tecrübe
bahçesine benzetiyorum. Yüksek öğretimde deneyimimiz yoktur. Bu uğurda geleneklerimizin
temelini atmalıyız ve bu gelenekleri hep birlikte geliştirmeliyiz, zorluklar bizleri
yılmamalıdır" diyordu.
Sofya Üniversitisinde Türkçe bölümlerin açılması, Türkiye ile Bulgaristan arasındaki
ilişkilerin en kötü durumda olduğu bir döneme rastlamıştı. Türkiye'den öğretim üyeleri davet
etmek şöyle dursun, öğretim ihtiyaçları için esas ders kitaplarının, literatürün sağlanması dahi
olanaksızdı.
Ertesi yıl, 1953/54 öğretim yılı başında Azerbaycan'dan bir öğretim üyeleri ekibi
Bulgaristan'a gelerek Sofya Üniversitesinde Türklere ait yeni açılmış bölümlerde ders
okutmaya başlamışlardır. Türk Filolojisinde Prof. M. Şiraliev ve Doç. M. Mirzazade ders
okutmuş, Bulgaristan'da Türkolojinin gelişmesine büyük katkıda bulunmuşlardır. M. Şiraliev
Türk diyalektolojisinden ders okutmaktan başka, Bulgaristan Türk ağızları üzerinde de
araştırmalar yapmıştır. Doç. M. Mirzazade de çağdaş Türk dili dersleri okutmuştur. Türk
Tarihi Bölümünde Doç. Gafarlı, Fizik-Matematik bölümünde fizikçi Doç. Y. Mamedov ve
matemetikçi Doç. H. Agaev ders okutmuşlardır. Dersler Türk dilinde verilmiş, bilim dalları
ile ilgili terimler öğrencilere Türkçe olarak öğretilmeye özen gösterilmiştir.
Azeri üniversite hocaları Sofya Üniversitesinde kaldıkları kısa sürece her türlü
zorlukları aşarak Türk öğrencilerin hazırlıklı birer uzman olarak yetiştirilmesi için canla başla
çalıştıkları, okudukları derslerle, yönettikleri derneklerle sevindirici başarılar elde edildiği,
Sofya Üniversitesi Rektörü Akademi Üyesi Vladimir Georgiev ve Fakülte Dekanları
tarafından kendilerine verilen şükran Belgelerinde de belirtilmiştir (7).
Bulgaristan'ın en eski eğitim ve bilim ocağı olan Sofya Üniversitesinde Türk Dilinin
(Osmanlıca-Türkçenin) okutulmasına oldukça erken başlanmıştır. Üniversitenin o zamanki
Tarih-Filoloji Fakültesinde serbest seçmeli bir ders olarak başlayan Türk dili dersleri,
Türkçeyi çok iyi bilen Bulgar araştırmacılar tarafından okutulmuştur. İlk okutman Stoyan
Tilkov olmuştur. Yukarıda da belirtildiği üzere, St. Tilkov, Bulgarlara ait Türkçe kitap, bir de
sözlük yazmıştır. Ondan sonra 26 yıl sürece Dimitır Gacanov bu dersleri okutmuştur. D.
Gacanov, Bulgaristan'ın Deliorman Türk ağızları üzerine ilk araştırmalar yapan bir Bulgar
372
bilginidir. Önemli Osmanlı kaynaklarını da Bulgarcaya çevirmiştir. Evliya Çelebi'nin
"Seyahatname"sinden Balkanlar ile ilgili bölümlerinin de Bulgarcaya çevirisini yapmıştır.
Daha sonraları D. Gacanov'un yerine Gılıb Gılıbov geçmiş ve 1965'te Türk Filolojisinden
emekliye ayrılıncaya kadar burada Türkçe ve Osmanlıca dersleri okutmuştur. Edirne doğumlu
G. Gılıbov ilk kez Bulgarca olarak Türkçenin gramerini yazmıştır. Bulgar Bilimler Akademisi
tarafından yayımlanmış "Türkçe-Bulgarca Sözlük"ü hazırlayanlardan biridir. Ayrıca da
Osmanlıca ile İslam Hukuku ve Osmanlı kaynaklarına ilişkin araştırmaları vardır. G. Gılıbov,
Sofya Üniversitesi Türk Filolojisi öğrencilerinin ihtiyaçları için "Osmanlı Tekstolojisi"
başlıklı bir de ders kitabı hazırlamıştır.
Türkçe derslere Bulgarlar devam etmişlerdir. Bunlar: üniversite hocaları ve özellikle
filologlar, tarihçiler ve hukukçular; başka bilim adamları, sanatçılar ve Türkçeyi öğrenmek
isteyen hevesliler olmuştur. Baştan eski yazı kullanılmış, Türkiye Cumhuriyeti'nde yeni
yazıya geçilince Üniversitede de hemen yeni yazıya geçilmiştir.
10 Ekim 1952 tarihinde Sofya Üniversitesinin Filoloji Fakültesinde Türk Filolojisinin
bir bölüm olarak açılmasıyla Türk dili ve edebiyatı öğretimi bilimsel raylara oturtulmuştur.
Öğretim süresi baştan 4 yıl olarak belirlenmiş ve Türk Filolojisinin temelini oluşturan
uygulamalı (pratik) Türk dili, çağdaş Türk dili, Türk diyalektolojisi, dilbilime giriş, edebiyat
teorisi, Türk edebiyatı, Türk folkloru, Osmanlı tekstolojisi vb. derslere öğretim planının
başında yer verilmiştir.§
Türk Filolojisinden mezun olanlar, lise ve lise düzeyli okullarda Türk dili ve edebiyatı
öğretmenliği yapmaya hak kazanıyorlardı.
Daha sonraki yıllarda Üniversitede öğretim süresi 5 yıla çıkarılır ve yeni öğretim
planları hazırlanır. Türk Filolojisi Bölümünün de öğretim planı oldukça değiştirilir ve
genişletilir. Örneğin, Türk dili ses bilgisi ve leksikoloji ayrı bir teorik ders olur, Türk lehçeleri
mukayeseli grameri, Türk dilinin tarihi grameri, Osmanlı diplomasisi ve paleografisi gibi
derslerin okutulmasına başlanır. Eski (klasik) Türk, yeni Türk edebiyatı olarak Türk edebiyatı
tarihi daha ayrıntılı okutulmaya başlar vb.
Türk Filolojisi, açılışından 1956 yılına kadar Filoloji Fakültesinin Genel Dilbilim
Bölümüne bağlıydı ve Bölüm Başkanı ünlü Bulgar dilbilimci Akademi Üyesi Prof. Dr.
Vladimir Georgiev idi. Uzun yıllar Sofya Üniversitesi Rektörü görevinde bulunmuş, Bulgar
Bilimler Akademisinin Başkan Yardımcılığı ve Bulgar Dili Enstitüsünün Başkanlığını yapmış
Prof. Dr. Vladimir Geogiev, Türk öğrencilere dilbilime giriş dersleri okutmuş ve bir Rektör
olarak öğrencilerin her türlü sorunlarına en uygun bir biçimde çözüm bulmuştur. Ünlü Bulgar
bilim adamı Prof. Miroslav Yanakiev, öğrencilere Bulgar dili dersleri okutmuş ve uzun zaman
Türk Fililojisi sınıflarının danışmanlığını yapmıştır. Daha sonraları bazı öğrencileri bilimsel
araştırma yapmaya sevketmiş ve bu alanda yardımını esirgememiştir. Dilbilimcilerden İvan
Duridanov, Mosko Moskov, Bulgar edebiyatı tarihi profesörü Jelü Avciev, Rus ve Sovyet
edebiyatı doçenti Vasil Tsonev; tarihçilerden Prof. Aleksandır Burmov ve başkaları, Türk
öğrencilere ders okutmuşlardır.
1956 yılından itibaren Türk Filolojisi, başlı başına bir kürsü durumuna getirilmiştir.
Bölümün temelini oluşturan bazı dersleri Kürsüde kadrolu olarak çalışan şu Bulgar öğretim
elemanları okutmuşlardır.
• Gılıb Gılıbov: Uygulamalı Türk dili, Osmanlıca.
• Boris Nedkov: Osmanlı diplomasisi ve paleografisi, çağdaş Türk dilinden:
§
Bu dersler arasında Türk tarihi dersi de bulunuyordu. Ancak hazırlıklı eleman bulunmadığı bahanesiyle Türk
gençlerine Türkiye tarihi okutulmamıştır.
373
morfoloji ve sentaks bölümleri.
• Emil Boev: Türk diyalektolojisi, Türk lehçeleri mukayeseli grameri.
• Svoboda Petrova-Germanova : Türk dili.
• Kremena Haciolova : Türkçenin tarihî grameri.
• Vera Samarcieva: Uygulamalı Türk dili.
• Yuliya Kirilova: Morfoloji ve sentaks.
Belirli yıllarda birçok Bulgar da dış lektör olarak dışarıdan ders okutmuşlardır.
Bulgaristan Türklerinden Bölümde kadrolu olarak şu öğretim elemanları çalışmıştır:
Riza Mollov, Mefküre Mollova, Hüseyin Mahmudov, İbrahim Tatarlı ve Hayriye Memova-
Süleymanova (Yenisoy). Okuttukları dersler de şunlardır:
• Riza Mollov: Türk edebiyat teorisi, Türk folkloru, Türk edebiyat tarihi.
• Mefküre Mollova: çağdaş Türk dili, Türk diyalektolojisi.
• Hüseyin Mahmudov: dil ve edebiyat yöntem bilgisi (metodik), Osmanlıca.
• İbrahim Tatarlı: eski (klasik) Türk edebiyatı, yeni Türk edebiyatı.
• Hayriye Memova-Süleymanova: çağdaş Türk dili, Türk dili ses bilgisi, leksikoloji.
• Dışarıdan ders okutan Türkler de olmuştur.
374
ayında Bulgar Komünist Partisi Merkez Komitesinin Geniş Oturumunda (Plenumunda) bir
dizi kararlar alınmıştı. Alınan bu kararların ülkenin sosyal-politik, kültürel hayatında bir
dönüm noktası oluşturacağı bildiriliyordu. Ancak bu kararların içeriği gizli kaldı. Çok
geçmeden, bu "dönüm noktası" Bulgaristan Türklerine izlenen politikada belirmeye başladı.
Komünist Partisi Plenumunun çizdiği yeni yön, önce Türklerin eğitimine damgasını vurdu.
Sofya Üniversitesinin üç Türk Bölümünden ilk mezunlarβ, Türk okullarında henüz bir öğretim
yılı geçirmişlerdi ve ders yılının sonunda Sofya'dan kötü haberler gelmeye başladı: 1957/58
öğretim yılından itibaren Türk lise ve öğretmen okullarında sadece Türk dili ve edebiyatı
Türkçe okutulacak, kalan tüm dersler Bulgar dilinde gerçekleştirilecekti. Türk Tarihi ve Fizik-
Matematik Bölümleri Bulgarlara ait sınıflarla birleştirilerek asistanlardan Kemal Bunarciev
(K. Pınarcı) ve Hüseyin Gaziev’in Üniversitede çalışmalarına son verildi. 1958'de Türk
liseleri Bulgar liseleriyle "birleştirildi", yani kapatıldı. Bu "reformların "şoku henüz
geçmemişken 1959'da bir şok daha geldi - Türk ilk ve ortaokulları da kapatılıyor, Türk dilinde
eğitime son veriliyordu. Türk öğrenciler bundan böyle Bulgar okullarında okuyacaklardı,
Türkçe ise sadece ayrı bir ders olarak kalacaktı.
Altmışlı yıllara Türk halkı böyle şoklarla girdi. Türkçe öğretim konusunda tepkiler,
Türkiye'ye göç etmek için yüzbinlerce (360 000 üzerinde) Türkün T.C. Büyükelçiliğine ve
Başkonsolosluklarına yazılı başvuruda bulunmaları, bazı dış ülkelerde de Türk okullarının
kapatılmasının yankıları ve bazı başka olaylar, Komünist yöneticilerin biraz yumuşama
politikası izlemelerine neden olmuştur. 1960'ların ortalarında Türk Filolojisi (adı artık
Oryantalistik olmuştu) Bölümünde uzaktan (gıyabi) öğretim sınıfları açıldı ve sadece
ilköğretim sınıflarında haftada dört saat okutulacak Türkçe için öğretmen hazırlanacaktı. Buna
paralel olarak da Sofya Üniversitesinin bir kolu olan Şumnu Yüksek Pedagoji Enstitüsünde
Türkçe ve Coğrafya Şubesi açıldı. Buradan mezun olanlar ortaokul sınıflarında Türkçe ve
coğrafyadan öğretmenlik yapma hakkına sahip olacaklardı. İsteyenler Sofya Üniversitesi Türk
Filolojisi ve Coğrafya Bölümlerinin uzaktan öğretim sınıflarında öğrenimlerini
sürdürebileceklerdi.
Ancak örgün öğretim sınıflarında Türk öğrencilerin yerini giderek Bulgar öğrenciler
almaya başlamıştı.
Türkçe öğretimine gereken önemin verildiği imajını yaratmak için komünist
yöneticiler Haziran 1967 yılında Silistre’de I. Millî Türk Dili Müsaveresi düzenlediler. İlk ve
son olan bu toplantıya Bulgaristan’ın dört bucağından gelen Türkçe öğretmenlerinin
çalışmalarına yön verilirken ağırlık ideolojiye kaydırılarak Türkiye’de sosyalist devrimi
konusu gündeme getirilir. Türk öğretmenlerin, Türk aydınlarının Türkiye’de sosyalizmi
kurmak için hazırlıklı olmaları isteniyor. Sofya Üniversitesi öğretim görevlisi Hüseyin
Mahmudov (Türkiye’de H. Hacıoğlu) kürsüye çıkarak: “Komünizmi Türkiye’ye
götürebilmek, Türk halkına öğretebilmek için çok iyi öğrenmemiz, Partimizin de takdir
edeceği bir görüştür. Konuşmalarda bu sorunlara ağırlık verilmesini istirham eder, hepinize
saygılar sunarım...” sözleriyle konuşmasını bitirir (Tuna dergisi, Sayı 73-74, İstanbul, 2003,
94).
1970'te Komünist Partisinin aldığı yeni kararlarla Türklere izlenen yumuşama
politikasına son verilmiştir. 1970'lerin ortalarında Sofya Üniversitesinde Türk Filolojisine de
öğrenci alınmasına son verilmiştir. Yedi yıllık bir süreden sonra 1982'de Türk Filolojisine
Türkoloji adı verilmiş, yeniden öğrenci alınmaya başlanmış, ancak bunlar arasında tek bir
Türk genci bulunmamıştır. O günden bu yana Türkolojiye Türk öğrenci alınmamaktadır.
İzlenen politika Türk Filoloji Bölümü Türk öğrencileriyle birlikte hocalarını da
sarsmıştı. 1950'lerin ikinci yarısında Türk folkloru, Türk edebiyat teorisi dersleri, Bölümün
β
Türk Filolojisinden ilk mezun olan Türklerin listesi için bkz.: Hayriye Memoğlu Süleymanoğlu, Türk filolojisi
(Oryantalistik) bölümünden ilk yıllarda (1956-1960) mezun olan Türkler, Balkanlılar dergisi, Yıl: 1, Sayı-3,
Haziran 2003, 13-17.
375
öğretim planından çıkarılmıştı. Bu dersleri okutan asistan Mollov'a saldırılar başlamıştı.
Bölümde giderek artan gerginlik sonucu asistan Riza Mollov ve eşi asistan Mefküre Mollova
1959/60 öğretim yılında Üniversite dışında bırakılırlar. Dışarıdan ders okutan Türklerden
Yakup İsmailov, Fuat Saliev, İsmail Çavuşev, Etem Hamzov, Salahiddin Osmanov ve daha
birkaç Türkün ders okutmasına son verilir.
Türklere karşı güdülen ırkçılık politikası 1981'de Bulgar Devletinin 1300. kuruluş
yıldönümünde en yüksek zirvesine ulaşmış ve bu ırkçılık, Üniversitenin Türk Filoloji
Bölümünde en güzel ifadesini bulmuştur. Tarihçiler başta olmakla beraber, şoven gruplar
Üniversite idaresini ele geçirmiş, Türk Filolojisi Bölümünü de Türklerden arındırmayı hedef
almışlardır. Dönemin Rektörü tarihçi Prof. İlço Dimitrov, Üniversitede ırkçı politikayı
uygulayalanların başında bulunmuştur. Aynı yıl Temmuz ayında Hayriye Memova-
Süleymanova'nın (Yenisoy) henüz Üniversite Matbaasında bulunan yeni çıkmış iki ciltlik
"Bulgarca-Türkçe Tematik Sözlük"ünün yakılması için Rektörlükten bir emir çıkmış,
Matbaada bulunan ikinci sözlüğüne de ("Türkçe-Bulgarca Sözlük"’üne de) el konmuştur.
Kütüphanelerde bulunan eskiden yayımlanmış Osmanlıca, Türkçe, Türkçe-Bulgarca,
Bulgarca-Türkçe sözlükler de dahi yasak kitaplar listesine alınarak okurların bunlardan
yararlanması yasaklanmıştır. Bir zaman sonra da Rıza ve Mefküre Mollov ailesinin kaderi
Hayriye Memova-Süleymanova'yı da, İbrahim Tatarlı'yı da bulmuştu.
İşlerin buraya varacağı çoktan belliydi. Riza Mollov hocayla Bulgar Bilimler
Akademisi Merkez Kütüphanesinde ara sıra görüştüğümüzde "Sen hala Bölümde misin? Seni
de daha kovmadılar mı? Ama üzülme, senin de günlerin sayılıdır" diye şakalaşıyordu.
Üniversiteden kovulması R. Mollov'u çok sarsmıştı, devamlı dert yanıyordu: "Bize kötülük
yapanlardan bazılarını belki de gün gelir affedebilirim" diyordu. "Ancak Hüseyin
Mahmudov'u asla affetmem. Sovyet yanlısı Rektör yardımcısı Prof. Dr. Simeon Rusakiev
gibileriyle birlik olarak Sofya Üniversitesinden Mollovlar ailesinin kovulması için
hazırlanmış tutanakları H. Mahmudov da imzalamıştır. Kürsüde yaşanan gergin durumlarda
Mahmudov'un bizi savunmasını beklemiyorduk, ama hiç olmazsa tarafsız kalabilirdi...", diye
anlatarak derdini döküyordu.
1980'lerde gerginlik giderek artmış, tırmanışını giderek sürdürmüştür. Riza Mollov,
Hayriye Memova-Süleymanova, takibe alınmışlar, aileleri devamlı rahatsız ediliyordu.
İ.İbrahim Tatarlı da gözden uzak tutulmuyordu. Bu rahatsızlık 11 Ağustos 1983'te üç ailenin
de aynı saatlerde devlet güvenlik organları tarafından evleri basılarak ev kitaplıklarının
boşaltılıp müsadere edilmesiyle ifadesini bulmuştur. Rejimin gerçekleştirdiği bu olay,
Bulgaristan Türklerine daha da karanlık günlerin yaklaştığının bir işaretiydi. Çok geçmedi,
1984'te "Soya dönüş süreci" - Türklerin adlarını Bulgar adlarıyla zorla değiştirilmesi olayları
başladı. "Soya dönüş süreci" yıllarında "Doğu Dilleri ve Kültürleri" bünyesinde bulunan
Türkoloji (Türk Filolojisi) birimi özel organların bir yuvası durumuna getirilmiştir. Valeri
Stoyanov. Bundan birkaç yıl önce yayımladığı kitabında (8) "Soya dönüş süreci" yıllarında
Emil Boev, Esen Haciev (Hüseyin Mahmudov), Vera Samarcieva ve Yuliya Kirilova'larla
birlikte Türk Filolojisi biriminde yeni yeni kişilerin de bulunduğu ve: V. Popov - "Türkiye
Tarihi", Paunka Goçeva - "Türkiye'nin Devlet ve Siyasi Yapısı", Boris Avramov - "Soya
Dönüş" vb. dersleri okuttuklarını bildiriyor (8). Bu kişilerin kimlikleri hakkında her
Bulgaristan Türk aydınının yeterince bilgisi vardır. Bunlar arasında dışarıdan ders okutan
Türklerden sadece Mihail Yançev'in (Muhiddin Mehmedov'un) de bulunması çok
düşündürücüdür. Görüldüğü gibi, okutulan dersler de artık başka bir mahiyettedir. "Türk
diyalektolojisi" derslerine son verilmiş, "Bulgaristan Türk Ağızları Atlası"'nın hazırlanması
projesi de çoktan unutulmuştu.
1950’lerin sonlarında ve 1960’ların ilk yarısında geniş boyutlara varmış olan Türkçeye
saldırılar "soya dönüş" döneminde yeniden başladı. Bulgaristan Türklerinin ana dili Türkiye
376
Türkçesinden farklı bir Türkçe olduğuna dair Türkolojiden öğretim elemanları yazılar
yazdılar, Emil Boev bunu "bilimsel" olarak "kanıtladı". 10. Osmanlı belgeleri de gerçeklerden
uzak, konjöktüre uygun bir biçimde yorumlandı.
Burada bir parantez açarak şu konuya açıklık getirmek istiyorum : Bulgar
araştırmacılardan birtakımları Bulgarca ve İngilizce yazmış oldukları yazılarında, uluslararası
forumlarda okudukları bilirilerinde Sofya Üniversitesi Türkoloji Bölümünün totaliter rejim
yöneticilerince kapatıldığından söz etmektedirler. Oysa öğretim elemnları kadrolu olarak
işlerine devam etmişlerdir. Bölüm hiç bir zaman kapatılmamıştır. 6-7 yıl öğrenci alınmamış
olsa da, öğretim süresi 5 yıl olan Bölümde alttan gelen sınıflarvardı, alttan ders alanlar vardı,
sömestr sınavlarını vermemiş, bütünlemeye kalmış, devlet (bitirme) sınavlarına henüz
girmemiş öğrenciler vardı. Kendilerine tez danışmanlığı yaptığımız öğrencilerimizle
çalışmalarımızı sürdürüyorduk. Bölümün önerisi ve Fakülte Konseyinin onayıyla bir Türkçe
kursu açılmış, Sofya Üniversitesinden, öteki üniversitelerden öğrenciler, araştırmacılar,
çevirmenler, gazeteciler vb. Bu kursa katılıyorlardı. Ancak Bulgaristan Türklerine ve Türk
diline, Türk kültürüne karşı güdülen devlet politikasını giderek ırkçı bir mahiyet almaya
başlamasıyla durum bambaşka bir yön aldı. Türk kökenli birçok öğrencimiz Üniversite
dışında bırakıldı. Mezun olanlardan da Lütfi Yusufov Cinalievler, Seyfi Ramadanov
Haciyskiler, Zahit İsmailov Halilovlar, daha nice Azizler, Ahmetler, Mehmetler (öteki
fakültelerden de Bedri ve arkadaşları) hapisanelere, Belene ölüm kampına gönderildiler...
Bunların hocası başasistan Hayriye Memova-Süleymanova’ya da "Pantürkist" , "Kemalist"
damgası vurulunca, o da kendisni Sofya Elektrokar Fabrikasında buluverdi ve bu durum
birkaç yıl sürüp gitti. Meselenin ilginç yanı da şudur ki Hayriye Memova’nın Üniversiteden
maaşı kesilmiş, ancak resmî olarak Sofya Üniversitesinde, Türkolojide çalışmakta, kadroda
olduğu gözüküyordu, ta Üniversiteden Bulgar Bilimler Akademisi Balkanoloji Enstitüsüne
atanması yapılıncaya kadar... Kanunsuzluk almış yürümüştü, bazı Bulgar bilim adamlarının
belirttiğine göre o yıllarda Bulgaristan Anayasası dahi hiçe sayılmıştır11.
Pedagoji mezunu Hüseyin Mahmudov, eşi Bulgar Meclisinde 1953’te milletvekili
olunca aynı yıl diplomasını alabilmiş, 1955-1956 öğretim yılında ailece Razgrat’tan Sofya’ya
taşınarak Türkoloji Bölümünde 1960’ların ikinci yarısına kadar Türk dili ve edbiyatı yöntem
bilgisi (metodik) dersleri okutmuştur. 1950’lerin sonunda Türk okulları kapatılınca,
1960’ların ikinci yarısında da Türkçenin ayrı bir ders olarak da (göstermelik sadece birkaç
okul hariç) okutulmasına son verilince Türkolojide bundan böyle Türk dili ve edebiyatı
uzmanları yetiştirilmemiş, H. Mahmudov’un metodikten dersleri de öğretim planından
çıkarılmıştır. Buna rağmen, Türkolojiyi Türklerden arındırma politikası H. Mahmudov’u
etkilememiş, emekliye ayrılıncaya kadar burada kalmış ve aynı zamanda Fakülte Parti
Bürosundaki üyeliği de yıllarca sürmüştür.Öğretim görevlisi H. Mahmudov, doktorası, doçent
veya profesörlük unvanı olmadığı hâlde Fakülte Konseyinin de üyesiydi, kalan tüm üyeler ise
doçent ve profesördü... Fakülteye ilişkin her türlü karar önce Parti Bürosunda görüşülüp
karara bağlanıyor,, Fakülte Konseyinde ise bunlar sadece resmîleştiriliyordu. Öteki öğretim
elemanlarından kadrolu olarak çalışan ve dışarıdan ders veren Türkolog Türklerin Bölümdeki
işlerine son verilmiştir. Bulgar Komünist Partisi Politbüro üyesi Penço Kubadinski,
Türkolojideki Türk öğretim elemanlarını Türk milliyetçileri olarak nitelendirmiştir12. Birtakım
yöneticilerce Türkoloji Bölümü :"Türk Kürsüsü", "Türklerin Kürsüsü"..., yani Türklüğün,
Türk milliyetçiliğinin bir yuvası olarak adlandırılmaya başlamıştı. Devlet Konseyi Başkanı
Todor Jivkov’un bile : aynı sözleri kullanmış olması çok şeyler ifade etmekteydi.
Bölüme 1982’de yeniden öğrenci alınmaya başlandıysa da, Hüseyin Mahmudov
dışında, herhangi başka bir Türk, kadroya alınmadı, o günden bu yana Türk kökenli gençlere
de Türkoloji Bölümünün kapıları kapalı kaldı.
Evet, Türk Filolojisi Bölümünden Türkler de geçmişti. Kadrolu olarak veya dışarıdan
377
ders okutmakla burada kalmışlar, güçleri yettiği kadar katkıda bulunmaya çalışmışlar, süreleri
dolmadan da kürsüden ayrılmak zorunda bırakılmışlardır. Emekliye ayrılıncaya kadar Türk
Filolojisinde çalışmak ve buradan emekliye ayrılmak mutluluğunu yaşamak sadece Hüseyin
Mahmudov'a nasip olmuştur.
Yıllar sonra "Ümit" dergisi sayfalarında Prof. Dr. İbrahim Tatarlı şunları yazacaktır:
"Ne yazık ki Türkoloji Bölümünden bazı okutmanlar politik amaçlara alet olmuş ve totaliter
rejimin etnik, etnokültür, etnolengüistik ve din jenositine aktif olarak katılmışlardır" (9).
Bu yazımı hazırlarken Sofya Üniversitesinin 100. yıldönümü (1888-1988)
münasebetiyle yazılmış "Kliment Ohridski" Sofya Üniversitesi Tarihi, başlıklı kitaptan da
yararlandım. Türk Filolojisi Bölümü hakkında da bir şeyler bulabilirim umuduyla kitabın
sayfalarını tekrar tekrar okudum. Ne yazık ki hiç bir şey bulamadım, hatta "Türk", "Türkçe"
gibi kelimelere dahi rastlamadım. Sadece sayfa 286'da: "(1952/53'te...) Yeni Oryantalistik
Bölümü de çalışmalarına başlar" cümlesini bulabildim. Oysa açıldığı yıllarda Bölümün adı
Türk Filolojisiydi. Kitapta Bölümün gerçek adını kullanmayıp da Oryantalistik diyen
müelliflere anlayış göstermek gerekir. Çünkü bu eserin yazıldığı yıllarda ürpertici olaylarla
dolu - "Soya dönüş süreci" döneminde Türk Filolojisi Türk dili, Türkler gibi kavramlar tabu
idi. Kitapta, 1959-1971 yılları arası döneminde fakültelerde yapılan çalışmalar ele alınıyor.
Türk Filolojisi Bölümünden bahsederken Türk öğretim elemanlarının adları dahi geçmiyor.
Her şeye rağmen, Türk Filolojisi Bölümünün açılması, Sofya Üniversitesi tarihinde ve
Bulgaristan'ın bilim ve kültür tarihinde önemli bir olay olarak kalacaktır.
Umarım, Sofya Üniversitesinin 150. kuruluş yıldönümü münasebetiyle hazırlanacak
olan Tarih kitabında Türk Filoloji için de gereken yer verilir. Çünkü bu Tarihi, Üniversitenin
yeni nesil temsilcileri hazırlayacaktır ve yeni bir dünya düzeni insanları olarak geçmişi
değerlendirecekler ve Türk Filolojisi Bölümünde tüm olup bitenlere neden olanları belki de
lanetleyeceklerdir.
Yazarlarımızdan biri: "Ben elbette bu dünyaya sadece kötü şeylerden bahsetmek için
gelmedim. İçim neşeli... güzel şeyler yazmak için yanıyor", demişti bir hikayesinde. Ben de
kötü şeyler yazmak istemiyorum. Ömrümün büyük bir bölümünü geçirdiğim Sofya
Üniversitesi hakkında da kötü şeyler yazmak düşüncesinden uzağım ve geçmişin bilançosunu
da yapmak istemiyorum. Üniversitede kaldığım yıllarda, hayatımın sonuna kadar bir daha
tekrarlanmayan çok güzel şeyler de olmuştur. Eğitim ve bilim alanında da eğer birazcık da
olsun, başarılı olabilmişsem, bunu Sofya Üniversitesine borçluyum; Türk Filolojisi
Bölümünden muhterem hocalarıma borçluyum; İkinci fakülte öğrenimime devam ettiğim
Bulgar Filolojisi Bölümünden değerli hocalarıma borçluyum.
Sofya Üniversitesinden sadece ben değil, yüzlerce Türk genci, bizim çocuklarımız da
geçmiş, böyle bir ünlü öğretim ve bilim ocağında öğrenci olmanın mutluluğunu yaşamışlardır.
Bulgaristan'a yararlı birer vatandaş olarak yetişmişler ve ülkenin kültürel kalkınması için
çalışmışlardır.
1. 1830'ların ortalarında ilk laik Bulgar okulları açılmaya başlar. Kırım Savaşından
sonra, İslahat döneminde bunların sayısı hızlı artar: temel eğitim Bulgar okulları 1876'da-
1500'e, k l a s n i u ç i l i ş t a denilen yarı lise düzeyli okulların sayısı - 50'ye, kız okulları -
378
20'ye ulaşır. Gabrovo ve benzeri şehirlerde liseler açılır. Osmanlı devletinde gerçekleştirilen
reformlar, Türk halkının da hoşgörüsü, Bulgarların eğitim ve kültürel kalkınmasında önemli
rol oynar. Bulgar aydınları bir Bulgar yüksek okulunun da açılması girişiminde bulunurlar,
hatta böyle bir öğretim kurumunun İstanbul'da açılmasını önerenler olur. Ancak İstanbul P a t
r i k h a n e s i böyle bir okulun açılmasına karşı çıkar.
6. Y e n i s o y, Hayriye Süleymanoğlu. B u l g a r F o l k l o r u n d a T ü r k
F o l k l o r E t k i l e r i. V. Milletlerarası Türk Halk Kültürü Kongresi, Genel Konular.
Seksiyon Bildirileri. Kültür Bakanlığı, 1997, sf. 235-247.
7. Y e n i s o y, Hayriye Süleymanoğlu. B u l g a r i s t a n T ü r k l e r i n i n
Eğitim ve Kültürel Kalkınmasında Hizmetleri Geçen
A z e r b a y c a n A y d ı n l a r ı. Bilig, 3, 1996, sf. 13-19.
9. T a t a r l ı, İbrahim. Ö n e m l i B i l i m s e l Ö ğ r e t i m v e A r a ş t ı r m a
M e r k e z i. Ümit, 15, 1997, sf. 25-28.
379
MUSTAFA İSMAİL
Yazdan kalma açık bir gün. Haskovo'nun "Hisar" mahallesindeki evlerin yerle bir
edilmesinin acısı, güneşe inat, insanların içini kasıp kavuruyor. Yıkılan evlerin açtığı yara, hâlâ
açık, kanıyor. Mahallede sadece ceviz ağaçları "kanat açmış", kadere teslim olurcasına ayakta
kalmışlar: Dalları, gidenlerin ardından baş eğmiş, evleri harap olmaktan koruyamamanın
ıstırabını çekiyor. Karşıda kapanmayan mahzenler ve garajların merdivenli kuyuları, tıpkı birer
kanlı göz. Ürperiyor insan, bakamıyor.
Adamlar geldi, "Ev içindeki varını yokunu iki saate kadar çıkaracaksın emrini
verdiler.İki saat içinde ne alacaksın? Aldığını nereye götüreceksin? Bir akraba bulayım,
diye yalvarıp yakardım. Dönünce vah, vah ne göreyim? Evimi yel üfürmüş, sel götürmüş!
Ama kime ne diyebilirdim?
Deri yanacak, gözümün yaşını görecek adam mı vardı?" diye anlatıyor Ramadan
Mehmet.
380
"Evimizi 50 levaya satmışlar, diye anlatmaya başladı bir kadın. Dayalı döşeli
evimiz kazan, onlar kepçe olup herşeyi karıştırmış, yağmalayıp talan etmişler. Şimdi
kirada oturuyoruz. İşe gene baştan başladık. Kısmet! Ömrümüz varsa ve başka bir illet
çıkmazsa biriktirip ev yapacağız. Elimizin gücü alnımızın teriyle yaşamak istiyoruz.
Hakka, adalete olan güvenimizi yitirmedik. Umutluyuz."
Neymiş yani? Yasal yolla inşa edilen evlerden değillermiş, orasını anladık. Yasal
değiller de.niçin 20-30 yıldan beri ev sahiplerinden vergi alındı? Belediye ne bekledi dе,
yurt tapuları ellerinde olanlara ev yapma izni vermedi? Böylelerinin sayısı НÖН Sancak
Yönetiminin verilerine göre 208. Evet. 208 aile, şimdi ev yıkımının azabını sinesinde
taşıyor. Hukuk uzmanı değil miydiniz? Неr işi yasalar gereğince resmi belgelere
dayanarak yapmayacak mıydınız? Yaptınız mı? Nerede kaldı "Hisar" insanlarının tespit
belgeleri? Yoksa isimler değiştirilirken onları dа mı ateşe verdiniz?
Zaman, her şeyden üstün. Acıları, sızıları dindirecek. Keşke bu sırada adalet
terazisini paslanmaktan dа korusa... Kalpleri yaralı olanlar gerçeklerin su yüzüne
çıkmasını, adaletin yerini bulmasını sabırla bekliyor, bekleyecekler. Çünkü sabrın hikmet
doğurduğunu biliyorlar
381
GALİP SERTEL
Slistre tren garına Haziran güneşi sıcak sıcak oturmuş dа dargın dargın bakıyor coplu,
köpekli, kalaşnikovlu "halk" milislerine, isli sobalara, kırık-dökük mobilyalara, giyim, eşya kap
kacak doldurulmuş bavullara, çuvallara ve binlerce Türkün gözünde sonsuzluğa dek uzayıp
giden bıçak yarası gibi raylara… Göç buradan başlıyor...
Tarihin ne garip cilvesi...Yüz yıl önceleri "Vatan veya Silistre" diye haykırmış koca
üstat. Yüz yıl sonra yine Silistre'den başlıyor bu akla hayale sığmaz zoraki göç...
Göç deyince rahmetli Ayrantok’un hüzün verici bir şiirinin birkaç mısrası, kuduz
dalga gibi yıkıp geçiyor musun duvarlarını:
Anlatıyorlar:
"О göç başkaydı, bu başka. О zaman yıl 1950 şimdi ise 1989. Kırk yıl geçti üstünden,
Kırk yıl hiçbir şey mi değişmedi? Değişmesin olur mu!... Hükümetler, siyasetler, siyasetçiler,
"glasnost", "perestroyka"... Değişmeyen tek bir şey var: Türk düşmanlığı… Şurada yüz yıldır,
bin bir ayrıntılarıyla Bulgaristan Türkleri üzerinde uygulanan "geceleri ürküt gündüzleri malını
zaptet”' haydut anlayışı, bugün devlet siyasetine dönüşmüş... Failleri ise, yirminci yüzyılın "en
insancıl", "en çağdaş", en-en-enlerle süslü "Marksizm ideolojisi otoriteleri"...
Bir üst düzey komünist parti yetkilisi televizyonun mavi görüntüsünde sırıtıyor:
"Bu göç değil, bir turizm hizmeti. Biz Viyana Antlaşması doğrultusunda Halk
Meclisimizin bir insancıl kararını uyguluyoruz. Günde bir iki tren değil, dört, altı , sekiz tren
yollamaya imkânlarımızı seferber ettik."
Otuz beşlik bir kadın, iri, tombul yanaklı, kırmızı benizli... Toprak ter kokusu üstü-
başı. Dobraca köylerinden...Kocasını bir gece gelmişler, almışlar, götürmüşler. О gün, bu gün,
ne ses, ne selâm ... Suçu? Türk doğduğu, Türk olduğu...
Kadına:
Ve şimdi dе ayrılık öncesi, trenin kalkmasına çok az kala, torunlar dedelerinin elini
öpüyor, sonra kadın, babasının boynuna sarılıyor, Gözyaşları içinde:
382
Yetmişlik dedenin kırışık yüzü taş kesilmiş. Bakışı donuk donuk, torunlarını
okşamaya çalışıyor.
"Sabırlı ol kızım, diyor, Allah sabır versin... Çocukların var, kızım... Onları kurtarın..."
"Gideceğin devlet?!"
"Türkiye"
Türkçü damgası almış, sorgudaki bir Türk öğretmenin yüzüne, emniyet yetkilisi
anırırcasına bağırıyor:
"Milleti siz baştan çıkarıyorsunuz. İnsanlar kuzu, kuzu...TKZS dedik, razı değildiler,
ikna ettik, şimdi memnunlar...Okullarda Türkçenin okunması yararınıza değil dedik, razı
gelmediler, sonra ikna ettik. Artık yirmi yıldır okumuyorsunuz. Yararlı değil mi?! . Şimdi dе
Bulgar adı taşıyacaksınız dedik. Beş yıldır çaba harcıyoruz.... Direniş gösteriyorsunuz... Zamana
İhtiyacınız var... Oysa sizi, sizin gibileri bu direnişi yönlendiriyor. Tarihin akışını önlemek
istiyorsunuz. Halbuki sizi okuttuk, yetiştirdik, yüce davamıza katkıda bulunacaksınız, köprü
olasınız diye... Siz ise milliyetçiğe soyundunuz... Toplumumuzda sizin gibilere yer yok. Sizi
yıldıracağız, bezdireceğiz, arkanıza bakamadan kaçacaksınız... Kalacak olanlar ise, çamaşır
makinesinden çıkmış gibi olmalı. Temiz, lekesiz, sadık... Ne demek istediğimi anlıyor musun!?
Çamaşır makinesinin ne olduğunu biliyor musun?...
Ve Silistre garından trenle sınır dışı ediliyorlar. Seksen kişilik vagonlara üç yüz-dört
yüz kişi üst üste bindiriliyor, sonra kapıları kilitli, pencereleri kapalı vagonlar haydi Kapıkule'ye
383
doğru mecburi yolculuğu... Bu mecburi yolculuk esnasında çeşitli garlarda öğle üzeri otuz-otuz
beş derece yaz sıcaklarında saatlerce bekletilecekler... Sıcaktan, havasızlıktan, susuzluktan
bunalıp bayılan bebekler, çocuklar, ihtiyarlar...
"Mayıs ayındaki yürüyüşlerden sonra yapacak bir şeyimiz kalmadı... О kadar enayi
miyiz ki, Türkleri kurşuna dizelim dе dünya kamuoyunun hışmına uğrayalım!.. İstekleri olduğu
çok iyi biliyoruz. Lakin Bulgaristan'ın dа jeopolitik durumu Varşova paktında sorumluluğu,
ulusal çıkarları var... Biz, Eylül ayına kadar sınır ötesine 400 bin kişi aşıracağız... Ardından yeni
yıla daha 400 bin... Sorunun çözümü bu...
Bir taraftan emniyete götürülüp, çeşit işkencelerden sonra eline pasport verilip, yirmi
dört saat içinde Bulgaristan'ı terk etmesi isteniyor, öte yandan tren garında bilet için kuyruklar
oluşturuluyor... Bu arada simsarlar dа giriyor devreye. Rüşvet, yalancılık, çapulculuk... Bedava el
değiştiren mal-mülk... Hükümet kararname yayınlamış, "Turist'lerin malları-mülkleri
belediyelerce güven altına alınsınmış diye… El oğuşturuyor yörenin parti ve devlet yöneticileri.
İşleyecekleri her eylemi kanunlaştırıyorlar ve aç gözlü kurtlar gibi sahip çıkıyorlar Türklerin
evlerine, bağlarına, yazlıklarına... Bazıları hepten dе tepegöz. Türklerin dairelerini sahte
belgelerle doğmamış torunlarına bedava alıyorlar.
İktidar küpünün balından payını alamayanlar ise, köyden köye dolaşarak, sahipsiz
kalan hayvanları, kapıları açık evlerde ne bulurlarsa kamyonlara yüklüyorlar... Tüm Türkler
âdeta şok içinde... Kimsenin komşusunun malı mülküyle ilgilenmeğe vakti yok. Неr Türk kendi
işlerini çözümlemeğe çalışıyor.
"İşten eve dönünce ne göreyim! Avlu içinde buzağılı bir inek, inek, bir at, bir araba...
Bunlar ne dedim karıya. Bırak, sorma, dedi ağlayarak. Mehmet dayımın Mustafa’ya pasportunu
vermişler, yirmi dört saat içinde çık git demişler. Gecikirsen, Bulgaristan'ın başka bir tarafına
sürgün edileceksin demişler.. Evde açlıktan öleceklerine, bizim avlu içine getirmiş hayvanları."
Helalleşip gitmiş Mustafa...Tepem attı. Bir anda Mustafalarda buldum kendimi. Kapıları açık
saçık...Camlar kırılmış... Lâmbalar yanıyor...Kurban kesmiş evin önünde, erik dalına asmış...
Eriğin altında birkaç köpek hırlayıp duruyor içeri girdim. Неr şey alt-üst olmuş. Demek
hırsızlar her şeyi taraşlamışlar. Bu hırsızlar duvara "miskin Türkler Bulgaristan'dan dışarı" diye
yazdıkları bir yazıyla kimliklerini belirlemişler. İçimi baştan bir korku, sonra derin bir nefret
kapladı. Bu yazgımız ne Yarabbi ! Bu , göç değil, bu bir vahşet; bir barbarlık.."
Ve göç diye zorla uğratıyorlar. Ana baba kalıyor, oğul gidiyor. Evlât kalıyor, baba
gidiyor. Kardeş gidiyor, kardeş kalıyor…
384
Orada Silistre garında, Haziran güneşinin öğle sıcağında, gerili sicimlerin boyunda,
oğlunu uğurlayan bir anne , kalaşnikoflu polislerin karşısına çökmüş deful deful söyleniyor
kendi kendine:
"Evlât acısı başka... Siz nereden bileceksiniz? Evlât acısı başka... Doğarken belden
kopuyor, giderken yürekten...Evlât acısı başka…"
Oğlu, gerilmiş iplerin öte yanında. Biraz evvel çağrılmış. Ağlayarak еl sallıyor
harabeye dönüşmüş anneye...
Megafonla birer birer çağırılıyor cetvelden adları yazılı olanlar. Kulakları sağırlaşmış
bir dede, annesine çıkışıyor:
"Aldırma, binbaşı, diyor,on saat sonra Kapı Kule’de bu adlara gerek kalmayacak”
Ve işte özverilere dayanan bu zorunlu göç de Türkün adına ne kadar önem verdiğinin
şüphe götürmez bir kanıtıdır.
385
AHMET HOCA
Anıların İzinden
- Nasıl kederli olmayayım evladım, diye konuştu. İçim sırla dolu, başımdan
geçenleri kimseye anlatmadan bu dünyadan alıp başımı gideceğim.
- Peki bana anlatıver dе belki biraz hafiflersin, dedim. Dedem şöyle bir hikâye
anlattı:
386
İsmail'in arabası kırıldı. Dokuz ceset birden derenin buzlu sularına düştü.
Zehirlenenlerden biri, Kоса Ahmet adında güçlü bir adamdı. Soğuk suya düşünce
ağzından köpük akmaya başladı. Henüz ölmemişti. Hemen çıkardık, sırtını kuruladık,
süt içirerek onu meşe dallarının arasına gizledik. О gün çok ağır bir gündü.
387
SALİM ÖZGÜR
Dergimizin 10. sayısında Hilmi HAŞAL'ın "Yalçın Pekşen'e Açık Mektup"u beni
çok etkiledi. Kısaca söylemek gerekirse bu yazı biz Bulgaristan'dan gelenler için son derece
onur kırıcı, aşağılayıcıdır.
Sn, Yalçın Bey, böylesine anlamsız, böylesine onur kırıcı bir yazıyı kaleme alırken
hiç mi düşünmediniz? Hiç mi utanmadınız! Balkanlar'daki Türkler yaklaşık 120 yıldır çok
zor koşullar altında savaşmakta, Türklüklerini yaşatmak çabasındadırlar. Balkanlar’daki
Türkler asırlar önce oralara Anadolu’dan gelenlerin torunlarıdır. Onlar ora topraklarını yurt
edinmişler, vatan bilmişler. Toprağı sürüp ekmişler, medeniyet kurmuşlar, bu topraklar
uğruna ölmüşler, şehit veya gazi olmuşlar." Muhacirler, kaybedilmiş topraklarımızın millî
hatıralarıdır" sözlerini hiç mi duymadınız. Ölümsüz atamız Mustafa Kemal bunları boşuna
söylememiş.
Sayın Yalçın Pekşen, bir dilin bir başka dile bakarak daha iyi veya daha kötü
konuşulduğu için dе "Anadili tespiti" yapılmaz. Daha düşük bir düzeyde konuşulsa bile
anadili ad üstünde Anadilidir. Türkçemiz bize mirastır. Anne, baba, dedelerimiz veya
ninelerimizin bizlere ninnilerden başlayarak konuştukları, öğrettikleri dildir. Ecdadımız
Türktür. Anadilimiz dе Türkçedir. Durum böyle olunca biz göçmenler Türk oğlu Türkleriz!
388
kişiler, yabancı dil sınavını zorlanmadan kazanıp 600.000 liralık tazminatı kolayca elde
ettiklerini belirtiyorsunuz.
Sayın Yalçın Pekşen, sıradan bir vatandaş olsaydınız "Boş verin, adamın aklı öyle
buyurmuş, öyle konuşmuş, derdim. Ama onurlu bir gazetenin köşe yazarısınız. Sizi kolay
kolay bağışlayamam doğrusu. Neden mi? İki nedeni var. Bir: Eğer bizler Bulgarcayı çok iyi
biliyorsak, bizler için yabancı olan bu "çok iyi" düzeyine kaç yılda ve nice zorluklar çekerek
ulaşabildiğimizi gelin bir dе bize sorun. Buna paralel olarak Bulgar totaliter yöneticiler,
güzel Türkçemizi bize unutturmak, evlâtlarımıza anadilini öğretmemek için nice ağır
baskılara karşı koyabildiğimiz gelin yine bizlere sorun, İki: Ne yazık, bir gazeteci olmanıza
rağmen, sıradan anlayışsız kişiler gibi yabancı dil tazminatı almamız sizin dе gözünüze
batmış, Bu kıskançlıktır. Size bunu hiç yakıştıramadım. Ayrıca biz göçmenlerden hiç mi, hiç
hoşlanmadığınız ayrı bir konu...
389
EŞREF RODOPLU
(Bu yazı, döneminin en sadık ve aktif, on altı yıl içişleri bakanlığı yapmış tarihçi
Dimitır Stoyanov'un "Tehdit" (Zaplahata) , başlığı altında yazdığı kitapta(Bizimkiler) diyе
adlandırılan Türklerin аd değiştirme bürolarına (akın) ettikleri ve ekiplerimiz mesai kalmakla
günde 13-14 saat çalışmağa, mecbur kalmışlardır" yazısına cevaben yazılmıştır.)
Trakya Ovası'nın güney batısı ve Rodoplar'ı içeren büyük coğrafya toprakları tütün
verimliliği bakımından dünyanın önde gelen bölgesidir.
- Buyur diye parti sekreteri eliyle koltuğu gösterdi ve sözüne devam etti. Nefiye adını
söylemeden; bizim çok çalışkan ve bir Bulgar kadar güzel kızımız örnek bir kişilik
sergilemektedir. Partimizin onun gibi insanlara ihtiyacı var ve en yakın zamanda büyük bir
göreve getirmek için planlarımız ona bir sürprizimiz olacaktır.
390
Fabrika müdürü sekreterin sözünü kesti:
Bir başkası
- Ben ne Arap, ne dе Bulgar kızıyım, onlara da kendi adım ve kimliğim kadar saygım
var. Onlar gibi ben de Türklüğümle gurur duyuyorum. Bırakın şu insanlık dışı anlayışları.
Bunlar yarın Bulgar halkının yüz karası olacaktır, sözleri içeride bulunanların başlarını
kaynatmıştı.
- Sen bize dеrs verecek kadar büyük konuşmaya nasıl cesaret ediyorsun! Bugün
BKP’nin dediği olacaktır., dedi içlerinden biri. Sana ekmeği aşı ve şu işi veren, O’dur.
Nefiye karşısındakilerin birer BKP robotundan fazla bir şey olmadıklarını biliyordu.
Hızla kabineti terk etti. Yakasını bırakmayacaklarını bildiği için en kısa yoldan dışarı çıkıp
oradan uzaklaşmak istiyordu, Kimsesiz koridorda açık bir pencereden yere atladı. Bu
başarısızlık içeride bulunanların işlerine neden olma tehlikesi her birini panik etmişti. Nefiye
bir yerde bulunamıyordu.
Nefiye ikinci kattan yere düştüğü gibi karlar üzerinde serili bir durumda bulundu ve
аd değiştirme komisyonu önüne getirildi. Her ağızdan küfür ve aşağılayıcı sözler yağıyordu.
Yarım saat önce kültürlü ve mütevazı sözler döken ağızlar bir anda sokak edebiyatına daha
yatkın oldukları Nefiye'yi şaşırtmıyordu.
391
-Türk inadı, ağzını artık kerpetenle açamazsınız, diye bağırıyordu içlerinden biri. Bu
anda bir doktor içeriye girdi, Nefiye'nin muayenesi yapıldı ve yere düşme esnasında başını
çarptırma sonucu konuşamaz duruma geldiğini söyledi. Sinirleri kükremiş, kabuğuna
sığamayan ekip Nefiye'nin tedavisi için hastane kapılarının kapalı olduğunu ve işten atıldığını,
onu almağa gelen yakınlarına bildirmeleriyle sakinleştirmeğe çalıştılar.,
392
BALKANLAR’DAN ESİNTİ DERGİSİ YAZI KURULU
AHLÂKSIZLIĞIN BOYUTLARI
Saygılı Cemile Hanım’ın, "Recep öldü demek istesem de, içten gelen bir sesin
Recep ölmedi, öldürüldü" dediğini duyuyorum. Kime de söylemiş olsam "Biliyorun
biz öldü mü, öldürüldü mü" şeklindeki yürek acısını dile getirilişi doğaldır. Eşini
yitiren, 15 yıldır koca desteğinden yoksun kalıp iki çocuk büyütmek, bir oğlunun
hapishane mektuplarını beklemek, düşmanca bir ortamda psikolojik baskı ve
izlenmelere katlanmak zorunda kalan bir kadının, uydurulup üretilen, yaygınlaştırılan
amaçlı söylentilere inanmak isteyişi doğaldır elbette. Acıyan bir yüreğin duygusallığı,
yitirilen eşin anısını dileği insanca, soylu biriçgüdüdür. Ne varki, bu söylentilerin
pazara sürülüşü ve desteklenişi bu Özel sayıda da görülüyor, hem de en patavatsız
biçimde. Örnek mi geerek? İşte:
Bedri Nizamoğlu’nun "tek satırı bile benim değil" dediği "anılarında" Varna
hastanesinde bir Türk hemşire Hanım’ın söylediği sözler olarak, Recep Küpçü'nün
gözyaşlarıyla "beni zehirlediler, beni kurtarın" sözleri aktarılıyor. Recep Küpçü
393
hastalanınca götürüldüğü hastanedeki hemşire "İsmailova", şimdi İstanbul’dadır, adı
Afet Eyüboğludur; kendileriyle buluşup konuştuğumuzda Esinti Dergisi’ne Recep'in o
akşam "yakalarımı açın, boğuluyorum" dediğini söyledi. Ve Recep Küpçü'nün
bazel (küçük beyin) kanamasından öldüğünü, zehirleme olasılığının kesinlikle
bulunmadığını, zehirleme durumlarında kılcal damarlarda belirtiler görüleceğini,
yüzünde görülen kızıl şişliğin de beyin kanaması sonucu olduğunu anlattı, içtenlikle,
uzun uzun konuşuldu kendileriyle. Karşımız açıkan soru şu: Bedri Nizamoğlu’nun
anıları şeklinde bu uydurmaya neden başvuruyor Mehmet Çavuş? Niçin böyle bir
gereksinim duyuyor? Kaldı ki, Provadı kasabasında sorgu yargıçlığı yapan Ali
Lâtifov’un sözleri diye aktarılan, "Bu işte polisin eli var. Gerçeği öğrenmek mümkün
değil" sözleri de doğru değil, yine uydurma. Recep Küpçü'nün Mehmet Çavuş
hakkındaki "Mehmet Çavuş’a güveniyorum. Büyüklüğünü tekrar gösterdi...Mehmet
Çavuş’a yakışır bir jesttir bu" dediği de uydurma. Bedri Nizamoğlu böyle bir şey
kesinlikle bilmiyor, kendisi adından "anılar" yazan Mehmet Çavuş’a ait sözler
olduğunu belirtilken "ben böyle bir şey demedim, hepsini Çavuş yapıp
yakıştırmış" diyor.
Büyük şair, büyük Türk, büyük eş ve baba, büyük insan Recep Küpçü, keşki
küçük duygulara alet edilmeseydi, keşki mezarında bari onu rahatsız etmeseydik?...
Balkanlar’dan Esinti, Sayı-11, 1991, 3-4.
394
SABAH AYDIN
Bilinir ya; Türk milleti tarih ötelerinden günümüze değin ağır günlerinde
gülmeceyi avuntu kaynağı olarak kullanmasını bilmiş, ölümsüzlük ve yenilmezlik
felsefesini işlemiştir gülmeceye. Bir Nasrettin Носа, bir Bektaşi'yi örnek göstermek
yeterlidir kanısındayım...
Yakın bir dağ köyceğizinden Kırcali kentine inen ve biriktirdiği parasını çekmek
için Devlet Biriktirme Sandığına giden 82 yaşındaki Mümin dede, gişedeki genç bayana:
- İyi ama neden? Düğün ya da bayram parası için mi gerekli beşer levalıklar?
- Hayır, kızım hayır... Benim dilim о kadar tatlı ki, her kelimesi 5 leva ceza ile
ödenir...
***
Yaşı 40 dolaylarındaki şoför Mehmet, hafif bir trafik kazası sonucu Sofya'daki
Birinci Belediye Hastanesi'nin acil servis bölümündedir; kaydını yapan hemşire adını
sorar.
- Bir an, bayan der Mehmet ve cebinden nüfus cüzdanını çıkararak okur ve adını
söyler. Hemşire şaşmıştır.
- Sen adını bilmez misin ki? diye soracak olur. (Adı bundan altı ay önce
değiştirilmiş-H. M. S.) Mehmet hemen yapıştırır:
***
-Saşo!
395
Seslenen, ayağa kalkan yoktur. Öğretmen Saşo! diye ünlemesini bir-kaç kez
yineledikten sonra.
- Evde annen baban sana ne diyor peki, nazlıca, sevecenlikle nasıl diyorlar
adına?..
***
Varna İli'nin Türklerin çoğunlukta olduğu bir köyünde Kara Gâvur, ya da Kara
Georgi adında bir emekli polis albayı vardır; Türklere Bulgar adlarını sormaktan zevk alır,
alay edercesine sorar her karşı geldiğine adını. Kara Yarbay'ın yaşıtı Veysel Dede, görgülü,
olur olmaz şeye pabuç bırakacaklardan değil. Bir gün ekmek fırını önünde kuyruk
olmuşlar, beklerlerken Kara Gâvur'a sorar:
396
- Hah, ben dе sana işte bunu söyletmek istedim, Kara... Senin adını papaz
koyduysa benimkini Komünist partiyası koydu... Adlarımızla alay ettiğini görürsem, senin
ananı bellerim, bunu sakın unutma?...
***
Kırcali Kenti'nde, her cuma günü pazar yapılan meydanla otogar arası, yaklaşık 1
kilometrelik bir mesafedir… 70’lik Adem Dede, üç yaşlarındaki torunu ile pazardan
otogara gidene kadar 65 leva ceza öder. Otogara yüz metre kalmıştır, Adem Dede,
kuşağından yağlığını çıkararak çocuğun ağzını bağlar. Oradan rastgele geçen il Emniyet
Müdürü, çocuğun ağzını neden bağladığını sorar Adem Dede'ye: О dа durumu içtenlikle
dile getirir:
- Ne yapayım Ağam... Çocuk bu, sözden emirden anlar mı? Ardımsıra koştukça
"Dede; Dede" diye haykırdı:durdu, onun her "Dede" deyişi beni 5 levadan etti. 70 levam
vardı. Sadece 5 leva kaldı da, otobüs paramı dа almasınlar, köye yaya gitmeyelim, diye
çocuğun ağzını bağladım.
Örneğin, Siyasi Büro üyesi Penço Kubadinski'nin çok sevdiği, seve seve anlattığı
şu fıkrayı da buraya aktarmadan edemeyeceğim:
1985'te İstanbul’daki büyük mitingten sonra bir grup genç restoranda ateşli ateşli
konuşuyorlarmış. İddiaları büyükmüş gençlerin. "12 saatte, 24 saatte Sofya'da soluğu alır,
ardından dа Tuna’da atlarımızı” şeklinde iddialar..
397
Balkanlar’dan Esinti
Sayı-5, 1990, 44-45.
398
Yunanistan
399
Girit
400
Yazılı Edebiyat
401
TAHMİZCİ-ZÂDE MEHMET EFENDİ
GİRİT HATIRALARI
(Eserden bir parça)
Bugün Girit'te, o şirin, o zümrüt gibi adada Türk hayat ve varlığından eser
kalmamıştır. Artık o diyarın minarelerinde semaya yükselen bir ilahi ses işitilmiyor; artık
bayramlarda yeni elbiseleriyle bezenmiş Türk yavrucuklarının sokakları çınlatan sevinç ve
neşe dolu çığlıkları bugün duyulamıyor; netice olarak, o diyarın burçlarında artık bugün Türk
sancağı dalgalanmıyor… Evet, bütün bunlar, şüphesiz, tarihî bir gerçektir. Fakat hiç şüphe
yoktur ki, “İda” dağı tepelerinde vatanlarını savunmak, Türklüğün şan ve şerefini yüceltmek
için aslanlar gibi çarpışarak canlarını feda eden şehitlerin kemikleri, cesur Türk Milletinin
edebi bir kahramanlık abidesi olarak ibret nazarları önünde. Bugün hâlâ varlığını muhafaza
ediyor. Bir zamanlar edebiyat ve şiirdeki kudretiyle temayüz etmiş bir hocamız, Girit’i şu
parlak mısralarla ne güzel tasvir etmiş!
402
kadar Türkün kahramanlık hatırası karşısında hürmetle sallanıyor. Türkler, Kadano köyünde,
toplarla teçhiz edilmiş, Yunan askerlerinin dе dahil olduğu üstün düşman kuvvetlerine karşı
canlarını feda edercesine bir mukavemet göstermekle, Plevne’nin küçük örneğini, yeniden
dünyanın gözleri önüne sermişlerdi.
Cihan harbinde, 2.000 Müslüman’dan ibaret bir askeri kuvvet, Yunan askeri olarak
Girit'ten Selanik'e sevk edilir, Bir gün, bu Müslüman askerler, bir Yunan topçu bataryası
tarafından kuşatılarak Alman ve Bulgar siperlerine hücuma zorlanmak istenir; itaat
etmedikleri takdirde hepsinin kurşuna dizilecekleri kendilerine bildirilir. О zaman bunlar, hep
birden, Türklüğe yakışır bir cesaretle: "Biz, kanunların hakkımızda vereceği cezaya razıyız,
fakat hiç bir zaman Türk kardeşlerimizin müttefikleri aleyhine yürümeyeceğimizi beyan
ederiz" diye cevap verirler. Eminiz ki, bu, iftiharla dolu Türk Târihinin en şanlı sayfalarını
ebedi olarak işgal edecektir.
Bu suretle, bu bedbaht Girit adası, Türklüğün, Akdeniz ortasında şanlı bir namus ve
iffet heykeli olarak dünya harp tarihinde edebi bir ibret ve kıvanç sayfası işgal edecektir.
Sözün kısası, Girit adası ne Melik Molla Ebu Abdullah es-Safir'in Padol tepesinde ağlayarak
Kral Ferdinand'a teslim ettiği Gırnata gibi ve ne dе Arnavud Hasan Tahsin Paşa'nın emri
altındaki 40.000 askere bir silâh bile patlatmadan Balkan ordularına teslim ettiği Selânik gibi,
savunmasız olarak düşman tarafından zapt edilen bir Müslüman memleketi değildi, Girit
adası, ancak, İngiltere, Fransa, Rusya ve İtalya'nın askerî müdahalesi üzerine Türk
Askerlerinin adadan uzaklaşmak zorunda kalmasından yerli halkın savunma silahları
.ellerinden alındıktan sonra Yunanistan'a peşkeş çekilebildi..
403
Tercüman , 1001 Temel Eser
Tahmizci-Zâde Mehmet Mâcid
Girit Hatıraları, Yayına hazırlayanlar:
İsmet Miroğlu-İlhan Şahin, İstanbul, 1977, 34-37.
404
Batı Trakya
405
Sözlü Halk Edebiyatı
406
MÂNİLER
О yasaktır bu yasak
Aldırsak aldırmasak
Dedi bir gün yüzbaşı
Türkçe konuşmak yasak
Konuşurum sana ne
İtme beni isyana
Uyulmaz bu emrine
Türkçe konuşmak yasak
407
Yazılı Edebiyat
408
ASIM HALİLOĞLU
(İskeçe, 1923-İskeçe,1980)
Asım Haliloğlu 1957’de Hasan Hatiboğlu ile Akın gazetesini çıkarmaya başlamış ve
ömrünün sonuna kadar bu gazetenin başyazarlığını yapmıştır. Araştırmacı- yazar Feyyaz
Sağlam Asım Haliloğlu hakkında şunları yazıyor: ”Batı Trakya gerçeğini ve dramını her
yönüyle şiire aktaran şair O’dur. Şiirleri dışında; folklor derlemeleri, hikâyeleri, dilbilim
çalışmaları bulunmaktadır. Çocuklara yönelik çok sayıda manzum masal ve hikâyesi bulunan
şair aynı zamanda, Batı Trakya Türkleri Çocuk Edebiyatı’nın da kurucusudur”.
GÖÇ
409
Gönlüme eş olur daha nicesi
Kader böyleymiş elden ne gelir?
410
Hangisine yas tutarsın?
Sivritepe'm düşüncede
Türk azalmış İskeçe'de
Tad kalmamış gün gecede
Hangisine yas tutarsın?
411
Artık bura yerim değil
Hangisine yas tutarsın?
İskeçe
F. Sağlam, H. Fedai, Türkiye Dışındaki Türk Edebiyatları Antolojisi, 9., Batı Trakya ve
Kıbrıs Türk Edebiyatı, Ankara, 1997, 145-146.♣
♣
1.Yaka boyu Türk köyleri, 2. Ova boyu Türk köyleri 3. Ova köyleri ile dağ dibi köyleri arası. 4. Batı Trakya'da
ormanların genel adı. 5. Batı Trakya'da bir nehir adı.
412
SALAHADDİN GALİP
GÖÇ MÜ?
Çevre köylerde oturan bir akrabam, bundan birkaç hafta önce gazeteye ziyaretime
geldi. Hoş - beşten sonra, âdeta bir sır verecekmiş gibi iyice yanıma yaklaşarak bana şunları
söyledi:
"-Köydeki bizim eski evi bilirsin. Bir iki yıl önce onu yıktırıp yerine daha genişce
ve kullanışlı bir ev yaptırmağa karar verdimdi. Çünkü, ailenin nüfusu çoğaldı, çocuklar
büyüdü ve babadan kalan eski evimiz ihtiyacımızı karşılamaz oldu. Bu maksatla da biraz
para biriktirdim. Niyetim, şu ilkbaharda işe başlayıp yaz aylarında evin inşaatını bitirmekti.
Fakat... "
“- Son günlerde köy kahvehanesinde bir dedikodu, aldı başını sürüp gidiyor. Sözde,
artık malımızı mülkümüzü satıp göç etmemiz lâzım gelirmiş, gibilerden... Eğer böyle bir
şey varsa, alem malını mülkünü satarak göç etmeye hazırlanırken, ben ne diye temelden
yeni ev inşa ettireyim, değil mi ama? Şimdi, sen bu işleri bizden daha iyi bilirsin, nasıl
davranmam lâzım geldiğini bana bir yol söyler misin?"
Hemen aklıma, bundan on beş yirmi yıl önce bu gibi ayaklandırıcı dedikoduları
toplumumuz içinde yayarak azınlığımızı göçe kışkırtan sahtekârlar geldi. Daha sonra, bu
göç kışkırtmalarına kapılarak hasat zamanı gelmiş ceviz içi gibi tarlalarının dönümünü
içindeki ekiniyle birlikte bir tek Osmanlı lirasına satarak göç etmiş soydaşlarımı anımsadım.
О göç salgınından hemen sonra aynı tarlaların dönümünün on beş - yirmi Osmanlı altınına,
bugün de on beş yirmi bin drahmiye yükseldiğini derin derin düşündüm.
413
Gözümün önüne, koca koca avlularıyla 20 - 30 altın lira karşılığında bağışlanan
hanaylar geldi. Hatta, aman bu göçten mahrum kalmayayım diye evini barkını yüzüstü terk
edip göç kervanına yetişebilme telâşı içindeki Batı Trakyalı kardeşlerim bir bir hayalimde
canlandı ..
Kaldı ki, bu tür olumsuz davranışlar, her iki devletin ortak politikasına dа aykırı
düşmektedir.
" Dedikodulara kulaklarını tıka; evini hemen yaptır, işine bağlan ve eğer paran
artarsa biraz dа tarla satın аl! "
14 Haziran 1968
414
ALİRIZA SARAÇOĞLU
(Gümülcine, 1938-Gümülcine, 1994)
Baskılar
Ayrımlar
Haksızlıklar
Devam
Ettikçe
Elim kalem tuttukça
Dilim konuştukça
Eğer yazmazsam
Ben bir namerdim
Baskılar
Ayrımlar
Haksızlıklar
Devam
Ettikçe
415
Mertçe yazacağıma
Her yerde konuşacağıma
Meşru haklarımı arayacağıma
Namusum
Şerefim
Üzerine
Söz veririm
Ant içerim...
416
Tüm hakları alınıyor yavaş yavaş
Mehmetlerin gözlerinde yaş
Hepsi üzgün
Hepsi kadere küskün
Hepsi üzüntülü yaşar
Çok mu çok, sorunları var
İşte bunlar arkadaş
İkinci sınıf vatandaş...
HAKLARIMIZI İSTERİZ
417
Mehmetlerin içi yanardağlar gibi yanarken
Şovenliğiyle meşhur bir gazete de
Ya Ahmed’e kara çaldı ya Mehmet’e
Ne aklına geldi ise yazdı ......... yazdı
Daima azınlığın kuyusunu kazdı
Belki dе kalplerinde hiç merhamet yoktu
Belki de bizi taşlamaktan efendiler zevk duydu
Gönüllere senelerce aşıladılar kin
Kutsallığını anlayamadılar sevginin
Bakın; azınlık insanı için için kan ağlıyor
Kendi-kendine; yarın hâlim n'olacak diyor
Kendini yetim bir yavru gibi hissetmek ne kadar zor
Ne kadar zor olduğunu azınlık insanına bir sor
İkinci sınıf vatandaş muamelesi görmüşüz
Medenice “yaşam mücadelesi” vermişiz
Haksızlıkları ortaya koymuşuz
Mağdur oldukça nice acı duymuşuz
Yönetime zorluk çıkarmamış, yasaya uymuşuz
Bu uysallığımız herkesçe takdir edilmeli
Lozan'da tanınmış olan haklarımız verilmeli
О meşrû haklarımızı ısrarla istiyoruz
İkinci sınıf vatandaş muamelesi kalksın diyoruz
Anavatanın, vatana emanetiyiz biz
Bu masum emaneti ne olur incitmeyiniz...
418
Türktür! Müslümandır Dağlı;
Dinine, ırkına bağlı...
Yıldıramaz hiç bir baskı!
Hazin dağlar; mahzûn dağlar...
419
HÜSEYİN MAHMUTOĞLU
(Gümülcine, 1939)
Sarı
Sapsarı bir yüz
Eskimişliğinde sabahının
Gitti der
Oldum olası bu Trakyalı
Örgüsü
Anasının elinden çıkmış
Geçmişliğine gömülü
Çabası
Oldum olası bu Trakyalı
Geçen ne ki eline
Ekşimiş katran
Ağız dolusu toz
Bir avuç umut
İnanır durur buna
Oldum olası bu Trakyalı
Yemeden yatar
Uyumadan kalkar
420
Bacasının altında
Üç beşine dört beş katası
Oldum olası bu Trakyalı
Boynu ipincedir
Ele güne eğilince
Kapılmışçasına böyle bir inanca
Eli boştur
Oldum olası bu Trakyalı
Kavak dalından
Rodoplar önünde
Bir gölgedir ki
Ege yelinin uçuşturduğu bu
Göç yaprakları
Anadolu’ya uzatmıştır elini
Oldum olası bu Trakyalı
421
RAHMİ ALİ
(Gümülcine, 1941)
Sanatçı hikâye, şiir günlük, roman, eleştiri, makale gibi türlerde eserler
yazmaktadır. Çocuklara yönelik Ay ve Güneş adlı hikâye kitabı 1982 yılında Türkiye’de
yayımlanmıştır. 1980’de Muhacir Osman adlı hikâyesiyle, Töre dergisinin Hikâye
yarışmasında birincilik ödülüne lâyık görülmüştür.
AZINLIK
Azınlık
Hudutta bir yolcu
Asmalıkta istimlâk edilen bir tarla
Yeni Cami’ye giren bir cemaattir…
Azınlık
Yasak dağ bölgesinde
Yürekleri salt coşkuyla dolu
Keder dolu gözlerdir…
Azınlık
Yarısı kopmuş bir minare
Almanya’da bir işçi
İzmir’den Ege’ye bakan bir gelin
Ve Rumeli türküleri dinleyen ninemdir…
Azınlık
Her şeyden habersiz gülümseyen Neslihan
Ve geleceğine ağlayan Emine’dir…
Azınlık
Rodoplar’a başını dayamış bir sevgili
Şehirden kopup gelen sımsıcak bir Türkçedir
Azınlık
Tütün tarlalarında yıpranan
Anlamsız bir toplum değil çocuğum
Kendisiyle büyüyen bir düşüncedir
422
SALİH HALİL
(Rodop, 1941)
Salih Halil’in Batı Almanya’da Batı Trakyalılar adlı bir kitabı 1986 yılında
Gümülcine’de yayımlanmıştır. Sanatçının bazı yazıları Türkiye’de de yayımlanmıştır.
KUPA BEYİ
Pazar olmadığı hâlde içerisi tıklım tıklım dolu. Altmışaltı oynayanlar, tavla
oynayanlar ve de kumkan oynayanlar...
Kimin ne dediği, kime ne söylediği hiç belli değil. Arada sadece kahvecinin:
Mevsim sonbahar olduğu için, kır işleri dediğimiz rençberlik işleri bitmişti.
Erkeklerin, bundan böyle, ta ilkbahara kadar, kahvelerde almışaltı oynayıp birbirlerini
kapamaktan başka yapacak her hangi bir işleri yoktu. Pastal nasıl olsa bitecek. Kış uzundu
çünkü.
Kahvenin ana yola bakan penceresi önündeki masada dört-beş kişi oturuyor.
Konuşuyorlar, yalnız içlerinden biri, iskambil kâğıtlarıyla oynuyor, sıraya diziyor, tek-tek
çekiyor, karıştırıyor ve arada sırada sohbete dе katılıyor; katılıyor amma, onun aklı fikri hep
kupa beyinde. Bir türlü bulamıyor onu.
Cevap verdi:
- Кuра beyi.
Bir diğeri:
- Boş verin, üstelemeyin, dedi. Dedi amma ,arkadaşları da bir türlü bırakmıyorlar
peşini.
423
- İşimiz, dedi саn sıkısı. Bu mesele niyete- fala gelir mi, bilmem amma, tuttum bir
kerre kupa beyini. Fakat çıkmadı, ne yapayım?
- Bu azınlık, dedi yani Batı Trakya Türk azınlığı, bu gidişle daha burada elli sene
yaşar mı? diye kağıt çektim. Bu kâğıt dа kupa beyiydi. Fakat çıkmadı...
***
Soğuk ve çelimsiz bir hava yayıldı ortalığa. Göz göze bakıştılar. Söz yerine aksırdılar,
öksürdüler. Veli bir sigara yaktı. Hasan, kendisine uzatılan sigarayı hırsla kaptı. Ağzına
götürdü, mengene ile sıkarmışçasına sigarayı dişleriyle ezdi. Yaktı, dumanları boşluğa
savururken dе bir küfür patlattı. Eşref:
- Benim Kavak tarlaya, dedi, bir milyon drahmi veriyorlar. Bilmem ki ne etsem?
- Arayanlar ve dе alıcılar, daha çok bu son günlerde, toptan, yani malına mülküne,
taşına toprağına pazarlık yapmak istiyorlar, dedi Veli. Çünkü banka bu türlü alış işlemlerine,
parayı daha çabuk veriyormuş...
***
Bir traktör geçti pencerenin önünden. Kahvenin içi gibi, onun da üstü dopdolu, yumur-
yumur. Hepsi dе bezlerinin, feracelerinin içinde büzülmüş kadınlar...
- Saydım, dedi Ahmet; evvelki sabah mahallede traktöre binerlerken bir saydım...
- Ne kadardı?
- Kırk iki...
424
- Bu gidiş, dedi Ahmet, hayra alâmet değil amma, ne yapsın? Duymuşsunuzdur,
Köseler dе çarşıdaki dükkânları satmışlar...
- Satan Türk, alan Elen. Kavala'ya kadar gittim, bir hasta götürdüm. Doktor bir
yandan muayene ediyor, bir yandan dа: - Sizin oralarda, Türklere alt tarlalardan bana bir iki
yüz elli dönüm bulabilir misin? dedi... Ve dе ilâve etti.
Eşref Ağa, duydum ki falanca yerdeki yer ile dükkânı satıyormuşsun. Eğer doğruysa
ben alıcıyım...
Sözün sahibi Apostol'du. Bir amme kuruluşunda çalışmaktadır. О dediği yer ile
dükkân iki buçuk milyon kıymetindedir. İki bin sene yaşasa, bu parayı toplayamazdı. Ama
gelgelelim banka...
***
Eşrefin içine henüz satış mikrobu düşmemişti, kimseye dе böyle bir şey söylememişti.
Fakat Apostol neden bu lafı atmıştı kendisine?
Dünya-âleme ilk defa açılan bir taşralının, gördüğü tüm kadınları "şey" sanması gibi,
burada dа artık, şu düşünce yerleşmiştir ki, Batı Trakya'da her Türk, muhakkak bir şeyler
satmaktadır... Binaenaleyh, korkmadan sıkılmadan sorabilirsin-isteyebilirsin...
F. Sağlam, H. Fedai, Türkiye Dışı Türk Edebiyatları Antolojisi, 9., Batı Trakya ve
Kıbrıs Türk Edebiyatı, Ankara, 1997, 105.
425
MUSTAFA TAHSİN
(İskeçe, 1942)
HAKSIZLIĞA YÜRÜYÜŞ
(DOSTLUĞA ÖZLEM)
426
Amcam tanıyamadı dul karısını.
Larisalı bir arkadaşı,
"İçerisi kalabalık, neyiniz var?" dedi.
Durumu anlattı gazi olan Dayım,
Оdа, ev yapmak için izin çıkmıyor diyerek...
Bunu duyunca kükrediler,
Larisalı sarışın genç
-şimdi ancak daha elli beşinde olurdu-
Utancından kızardı, önüne eğdi başını.
Gözümden kaçmadı gizlice silişi göz yaşını.
Gücenik döndüler gittiler;
Havada yuh der gibi herkesin bir eli,
Amcam hıçkırıklar içinde bağırdı:
Bu mu olacaktı kanlarımızın bedeli?!
Yine hepsinin ağzında aynı türkü,
Ama bir başka, bir buruk, yürüdüler şehirlere
Yürüdüler betonarme evlere...
Onlar dost, onlar gerçek.
Onlar tanımışlar dostluğu cehennemde,
Kanları karışmış birbirine yeşil çimende.
Baktım gidişlerine kıvançla ve dе kıskanç.
1981
VİZE
Ayşe:
-Çağırdım anne. Kapıya vurdum. Mustafa Dayı, Mustafa Dayı! diye seslendim.
Ses seda yok!
Kadının içine bir kurt düştü. Saat yedi buçuk. Bu adam çoktan kalkmış olmalı!
427
Kadın tası kaptığı gibi evden fırladı. Kızı dа ardından. Dayandılar Mustafa
Dayı’nın kapısına. Bağırdılar, çağırdılar. Ses yok!...
-Kapıyı açalım, bakalım. Zaten olanı biteni ardında bir dayanak var. Kapıyı azıcık
itirir, bir çocuk dа kolunu sokar, dayanağı düşürtür.
Öyle dе yaptılar. Kapı açılınca, herkes içeri hücum etti. Sanki bir şeyi tutacaklar,
yakalayacaklar gibi. О hızla bahçenin ortasına kadar gelindi. Önde giden Fatma Teyze
birden duraksadı, ardından gelenler dе şaşkın durdular. Heyecanla, merakla ona baktılar.
Hepsi bir ara, bir anlık, kapı açma telâşı içinde nereye, niçin girdiklerini unutmuşlardı.
İşte Fatma Teyze’nin irkilip durması ile ayılmışlardı. Şimdi ne yapacağız, der gibi herkes
birbirine baktı. Aslında ne yapılacağı belliydi. İçeri girip Mustafa Dayı’ya bakacaklardı.
Onları irkiltip durduran, onu ne durumda bulacakları düşüncesiydi.
Mustafa Dayı, yetmiş beş-seksen yaşlarında bir ihtiyardı. Üç kız ve birçok torun
sahibiydi. Kızlarını Türkiye'de evlendirmiş, kendisi karısı ile burada, doğup büyüdüğü
köyünde kalmıştı. Üç beş dönüm tarlaları vardı. İşte onlara ektikleri tütünle, ekinle geçinip
gidiyorlardı. Artık bu yaştan sonra onların masrafı ne olacaktı... Tütün kırımlarından
sonra bazı seneler, çocuklarını, torunlarını görmeğe dе gidiyorlardı. Kendileri için hiçbir
masraf yapmadan. Çocuklarına, torunlarına birkaç şey hediye, aldıkları dövizden ardan
para olursa, dönüşte onu da çocuklarına bırakıyorlardı. Onlara bundan böyle, para pul ne
gerekti...
Karı-koca gelirler buz gibi, sessiz olan evlerine girerlerdi. Koskoca evler... Bir
zamanlar her köşesinden ses gelen bu evin, şimdi tütmeyen оdа bacalarına baykuşlar yuva
yapmış. Bütün gece uğursuz uğursuz ötüşürler, çatıda insanın içine ürperti veren sesler,
gürültüler çıkarırlardı. İki ihtiyar, bu seslerin ürpertisi içinde yatağa girerler, geleceğin tüm
acı ağırları içlerinde, birbirlerine hiç bulamayacaklarını bildikleri buz gibi birer "iyi geceler"
veya "Allah rahatlık versin" derler, sonra dа her ikisinin dе ağızlarından çok derinlerden
gelen "ahh!" veya "ohhh!..."lar dökülürdü.
428
Bahçenin ortasında birden duraklaması, çekingenlenmesi oradakilere şaşkınlıkla karışık bir
korku yarattı. Ama onun güvenli ve kararlı bakışlarını görenler yanıldıklarını anladılar. О,
egemen bir sesle oradakilere:
Mustafa Dayıların evi iki katlı bir evdi. Evin ön doğu kısmında tek katlı çıkıntıda
mutfak ve bir оdа vardı. Mustafa Dayılar yıllarca bu iki odada yaşamışlardı. Asıl ev terk
edilmiş gibiydi. Bu iki оdа onlara yetip artıyordu. İşte Mustafa Dayı dа, karısı öleli beri bu
iki odaya neredeyse kapanmıştı. Mutfaktan odaya, odadan mutfağa. Bu iki odayı bir kadın
titizliğinde -о yaşına rağmen- siler, süpürür, temiz tutardı. Asıl evi unutmuş gibiydi;
neredeyse oraya hiç girmezdi. Orada sanki anılar yokmuş gibi. Fakat bu оdа, bu mutfak,
birçok anıyı, "rahmetli" ile geçirdiği ve hiç unutmak istemediği, о yalnız geçirdikleri
yılların anılarını saklıyordu. О anılarla dolu idi. koskoca dünyada başbaşa, evlâttan,
torundan uzak, sessizce birbirlerine destek oldukları yılların anılarını. Geceler boyu о dа
(rahmetli dе) bu odayı doldururdu. Saat on bir mi, kalkar ona hapını uzatır, su getirir, "аl
bakalım iç şu hapını" derdi. Gözüne uykunun girmediği gecelerde, saati ona sorar, о dа
yanındaki çakmağı el yardamı ile bulup çakar, yanındaki saate bakar, söylerdi. bilirdi ki, о
dа uyanıktır. Kendisi gibi uyuyamamıştır. Kesin о dа çocukları, torunları düşünüyordu. Üç
çocuk sahibi оl, sonunda böyle yapayalnız kal. Nerede о torunlar? Burada olsalar ya...
Sabahları onlara taze yumurta, süt pişirip kahvaltı hazırlasınlar. Hep beraber oturup gülüş,
cümbüş kahvaltı yapsınlar. Çocuk sesleri çınlatsın evi, bahçeyi. Gerekince dе kızları
yanlarında olsun. İnsanın türlü hâli olur. Nasıl ki üç yıl önce bir gece...
429
ecelle mecelleşiyordu. Her zaman olduğu gibi yine sakin, yine sabırlı. Kendini kaderine
terk etmiş gibi, hiç acelesiz. Oysa kendi sabahı iple çekiyordu.
İple çektiği sabah gelmiş, eve komşular doluşmuş, doktor gelmiş, hastaneye bile
kaldırmaya gerek duymamış, kızlarına telefon edilmiş, acele vize alsınlar dа gelsinler;
analarını son bir defa görsünler... Hayır, hayır! Yalnız о değil, kendinin dе onlara о kadar
ihtiyacı var ki!
Karısı öleli beri geceleri yatarken ışık yakardı. Küçük bir gece lambası. Gözleri
ona kaydı. Üstü tozlanmıştı. Silmeyi nasıl dа unutmuş. Та tavanda oluşundan olacak.
Kısmetse sabah olunca silerdi. İlk elektriği harpten önce koymuşlardı. Evlendikleri aylarda.
Karısı о kadar çok sevinmişti ki, tarifsiz. Ama yeni elektrik koymuş olmalarından biraz
utanıyordu dа. Kaynanası bile, "gelin, bu elektrik senin için kondu" demişti. Коnu komşu
dа aynı yorum içinde...
Gözü tekrar gece lambasına gitti. Yarın bilerdi. Acayip, içinde boş veren bir hava
vardı. Şaştı kendi kendine. Silmesem dе olur, dedi. Kim gelip görecek ki? Gelse gelse,
amcamın Fatma gelir. Bereket ona. Gerçi tüm komşular görüp gözetirdi, fakat о bir başka...
Gece lambasında bir kırpışma. Tekrar ona baktı. Sonra saate. Gecenin üçü. О hâlâ
uyanıktı. Ama о kadar rahat. Huzur içinde. Sanki şu dünyada bir о vardı. Başka hiç kimse.
Çocuklarını bile bir anlık düşündü. Düşünse ne olacaktı. Artık о gidemezdi. Yolculuğu
göze alamıyordu. Onlar gelemezdi, vize verilmezdi. Нег şeyi kısa kısa üzerinde durmadan.
Oysa dedi, bu düşüncelerle boğulur kalırdık. Şimdi tüm ömrü hareketsiz bir filmin tek tek
görüntüleri gibi gözünün önünden geçiyordu. Neler yoktu ki bu görüntülerde. İyi günler,
mutlu günler. Sonraları yalnızlık acı katran, tütün katranı gibi acı yalnızlık. Bu yalnızlık
insanı bambaşka yapıyor. Acınma, zaman zaman kendi kendine yeterli görünme, herkesin
kendi hayatını yaşama hakkına saygı, bu hakka çocukların dа sahip olması doğal haklarıdır
düşüncesine sığınma ve artık dünya böyle, savına sarılma, azınlık insanının güvenceden
yoksun geleceğe karanlık bakmasından doğan şaşkınlık, bu şaşkınlığın yarattığı ikilemler...
Gece lambasında yine bir kırpışma. İçinden, gece lambası ömrünü dolduruyor,
düşüncesini geçirdi. İyi olurdu. Silmek istemez, değiştirirdi. Saat dört buçuk olmuştu.
Sabah oluyordu. Gözünde ne uyku, ne dе vücudunda yorgunluk vardı.
Gece lambası tekrar yandı söndü sanki. Gözlerini ona dikti. Lamba sallanıyor
gibisine geldi. Ama bu imkânsızdı. Duy tavana çakılı idi. О ara tavan dа dönüyor gibisine
geldi. Kendi kendine yoklandı. Dönme kendi kafasının içinden geliyordu. Uykusuzluktan
olacak, dedi. Yorganı toparlayıp üzerine çekmek için davrandı. Kolu yerinden zor
kıpırdadı, ama bir türlü kaldırıp yorganı çekemedi. Tutulmuş, dedi, üzerine yatmaktan.
Kolunun üzerine yatmadığını fark etti. Başı bir başka dönmeğe başladı, hem dе ağırlaştı
gibisine geldi. Davranıp kalkmak istedi, başaramadı. En iyisinin kıpırdamadan yatmak
olacağını düşündü.
430
Gözünü tekrar gece lambasına dikti. İçindeki huzur kaçar gibi oldu. Başına bir hâl
gelirse çocuklar yine gelemezlerdi. Vize vermezlerdi, Yunanistan doğumlu oldukları için.
Onlar gelemezlerse ne olursa olsun ben giderim, düşüncesiyle sevindi.
Başı yine bir acayip döndü. Sanki bütün oda alt-üst oldu. İçi karışıktı. Kusacak
gibi oldu. Zorla bu duyguyu bastırmağa çalıştı. Ağzına bir şeyler geldi. Kusuyor muydu?
Gözleri karardı. Lambaya baktı, kırpışıyordu. Söndü sönecek. İşte söndü? Sönen lamba
mıydı. Yoksa kendine mi bir şeyler oluyordu? En kötü olacağa bile hazır olduğunu
düşündü. Bu hazır oluş onu rahatlandırdı. Zaten bunun böyle olacağı belliydi dedi.
Sonunun temiz olmasını ve çabuk gelmesini arzuladı. Коnu komşuya angarya olmasındı.
Gözleri tekrar karardı, içi bulandı. Kararma gözlerinin önünden kalkmadı. Belki uyuyorum
ya da lamba sönmüştür dedi. İkisi dе olanaksızdı. Zira gözlerinin açık olduğunu ve belli
belirsiz nokta gibi bir ışığın tavanda varlığını hissediyordu. Gözleri tavanda, sabahı
beklemekten... diye içinden geçirirken tavandaki ışık dа söndü.
Fatma Teyze yürüdü, Mustafa Dayı'nın kapısını yavaşça açtı. Yatak, odanın tam
ortasında yerdeydi. Odanın iki yanında minderler vardı. Mustafa Dayı yatakta sırtüstü
yatıyordu. Kolları yorgandan dışarı, iki yanında. Gözlerini dikmiş, tavandaki gece
lambasına bakıyor. Öylece, gözleri dimdik lambada.
Fatma Teyze bir süre ona baktı kaldı. Uyanık mıydı? Yoksa bir hâl mı olmuştu?
Ama ne olursa olsun normal değildi. Arkadan gelen bir iki kişi dе kapı aralığından durumu
görmüşlerdi. Fatma Teyze’ye:
Sonra yavaşça gitti, Mustafa Dayı'nın yanına diz çöktü. Omuzundan tutarak:
-Mustafa Ağa! Mustafa Ağa! diye sarstı. Ondan hiçbir ses alamayınca elini
göğsüne bastırdı. Biraz dinler dinlemez:
Mustafa Dayı yaşıyordu. Gözleri açık, tavanda. Vücut kaskatı. Yalnız bir nefes. О
kadar.
Mahalleli koştu. Kimi doktora, kimi İstanbul'a telefona. Kızlara haber verildi. Ne
olursa olsun vize alıp gelsinlerdi. Durum analarının ki gibi değildi. Analarının başında
babaları vardı. Fakat bu garibin şimdi başında kendinden başka kimseler yoktu.
Komşularının telefonu günler boyu işledi durdu. Kızlar vize için başvurmuşlar, konsolosluk
yetkilileri durumu buraya soracaklarını söylemişler. Cevap gelince hemen, hiç gecikmeden
vize vereceklermiş. Kendilerine çok iyi davranmışlar. Babalarına acil şifalar dilemişler.
İsterlerse ora doğumlu olan çocuklarına hemen birkaç gün içinde vize verebilirlermiş.
Kızlar, çocuklar daha küçük, oraya gidip dе ne yapacaklar, demişler. Olursa hep beraber
gideriz, demişler.
431
hastanın bakıldığını, başından hiç ayrılmadığını söylüyordu. Sağ olsun komşular, gerekeni
yapıyorlardı...
Mustafa Dayı tam onbeş gün tavana baktı. Onbeşinci gün öğle üzeri kıpırdadı gibi
oldu. Fatma Teyze hemen üzerine eğildi. Birşey söyleyecek, kendine gelecek sandı.
Mustafa Dayı’nın sanki birşey söyleme isteğiyle birlikte göğsünden bir hırıltı yükseldi.
Göğsü bir şişti, yarı açık ağzından bir nefes ruh oldu çıktı. Hemen ardından vücut sanki
rahatladı, göğüs indi. Ama gözleri açık, tavanda. Yalnız bakmaktan vaz geçmiş,
donuklaşmıştı.
Aradan on-on beş gün geçtikten sonra mahalleye bir polis gelir. Mustafa Dayı’yı
arar. Çeşmeye çıkmış Fatma Teyze’yi gösterirler. Polis Fatma Teyze’ye yaklaşır, bir gencin
tercümanlığı aracılığı ile kendisine Mustafa Dayı’yı sorar. Der ki, kızları onu görmek için
buraya gelmek istiyorlarmış. Kendilerine vize vermek için gerekli soruşturmayı
yapıyormuş. Mustafa Dayı'yı görecekmiş, bakalım hakikaten hasta imiş mi?
-Söyle ona, dedi, Mustafa Dayı'yı görmek isterse mezarlığa gitsin! Anladın mı?
Vizesi dе onun olsun, izni dе...
F. Sağlam, H. Fedai, Türkiye Dışı Türk Edebiyatları Antolojisi, 9., Batı Trakya
ve Kıbrıs Türk Edebiyatı, Ankara, 1997, 107-109.
432
NAİM KÂZIM
(Gümülcine, 1945)
Şiir, deneme, eleştiri gibi türlerde ürünler veren Naim Kâzım'ın şiirleri, Batı
Trakya, Türkiye, KKTC, Almanya ve eski Yugoslavya'da yayınlandı. Sanatçı Batı
Trakya’da modern şiirin temsilcilerinden biridir.
Sizin şiirleriniz
yıkık yüreklerimiz üstünde yazılmış
hava gibi soluklanması kolay
belirlenmiş kalıplar içinde
su gibi ak ak
sahte sevgiler söylencesidir.
Bizim şiirlerimiz,
sevileri tutkuları çalınmış
yürek sızılarında yapayalnız .
suskunlukla acıları sırtlanmış
yaşanmışlığını dillendirir insanımın
Biz yıllardır Batı Trakya'da
aydınlık özlemler içinde
diken gibi batan
-ısırgan- gibi dağlayan
Tutsaklığımızın acı şiirini söyleriz.
F. Sağlam, H. Fedai, Türkiye Dışı Türk Edebiyatları Antolojisi, 9., Batı Trakya
ve Kıbrıs Türk Edebiyatı, Ankara, 1997, 123.
433
HÜSEYİN MAZLUM
(Gümülcine- 1947)
İç aleminde kendi kendisiyle baş başa kalmaktan hoşnut olan Hüseyin Mazlum,
şiirlerinin konumu ve geleceği açısından çevresiyle bugüne kadar yeterince diyaloga
girmeyi gerekli görmemiştir. Bu tutumunun hem kendisi hem dе Batı Trakya Türk şiiri
açısında önemli kayıplara yol açtığı rahatlıkla söylenebilir.-Zira, Hüseyin Mazlum yirmi
dört saat şiirle yaşayan velûd bir şair olarak kendisini daha dа yenileyebilecek, daha dа
aşabilecek ve Batı Trakya Türk şiirine yeni ufukları açabilecek bir yeteneğe sahiptir...
Her şeye rağmen, Batı Trakya Türk şiirine şahsi gayretleriyle kazandırdığı şu 6 şiir
kitabı unutulmaz bir kültür hizmetidir:
434
Gitme Mehmet, Mehmet gitme!
435
REŞİT SALİM
(Gümülcine, 1952)
Gümülcine’de Yenice Mahalle’de doğdu. Celâl Bayar Lisesinden mezun olduktan sonra
Türkiye’ye geldi. Bir süre İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesinde okudu. Daha sonra aynı
üniversitesinin Edebiyat Fakültesinde kaydını yaptırarak buradan mezun oldu. Hâlen Batı Trakya’da
edebi-kültürel çalışmalarını sürdürmekte ve Türk kuruluşlarında görev almaktadır.
Sanatçı, Batı Trakya Türk folkloru üzerine çalışmaktadır. Öğretmen Osman Arda ile
hazırladıkları Öyküsüyle-Notasıyla Batı Trakya Türküleri adlı eser 1994 yılında Gümülcine’de
yayımlanmıştır. Şiirleri de Türkiye’de, eski Yugoslavya’da ve Bulgaristan’da yayımlanmıştır.
GÖÇ
Balkan şehirleri,
Tütün fenerlerinin isli ışığında
serin sabah rüzgârları eser
İskeçe, Koşukavak, Silistre sırtlarında
Balkan şehirleri,
Üsküp, Gümülcine, Deliorman
Balkan Türklüğünün yontulmaz
üç kaya gibi sağlam
Bu ata yadigârı Osmanlı mimarisinin
sergilendiği kentler
Ezan seslerinin ulu çınarlarda
yankılandığı
Bitmeyen sönmeyen Osmanlı
sergüzeştinin
anlatıldığı mescit avluları
Coşkun Тuna, Osmanlının zafer günleri
Sırp diyarı, Bulgar ülkesi, Rumelleri
436
SÜKÛT KENTLERİ
♥
Belamore=Akdeniz
437
AYIŞIĞINDA HASRET
Bosna-Hersek konuşulur
Yaka'da, Eşekçili sırtlarında
Dostlar arasında...
Gece, ayışığı yok denecek kadar az
Yüreklerde yangın
Keskin bir bıçak ağzında soluklanırcasına.
Türk Dilbilgisi'nde bir ilköğretim görevlisi için isim tamlamaları, belgesiz sıfatar,
iyelik zamirler, zarflar ve fiil kipleri gibi konulara vakıf olmayan bu öğretmenlerin pek
çoğundan Türk dilinin hangi dil ailesine mensup olduğunu,lehçeleri, ağızları ve Rumeli
ağzını hiç olmazsa kabataslak bilmeleri de beklenemez. Onlar, Türk Edebiyatından,
Şinasi'yi, Ziya Paşa'yı, Namık Kemal, Abdülhak Hamit'i ve daha nicelerini bilirler mi?
Fuzuli'den, Baki'den, Nedim'den haberdar mıdırlar? Adlarını duymuşlar mıdır?
438
Türkçülüğün esaslarını koyan sosyolog şair Ziya Gökalp’i, sadece Türkçenin
savunucusu hikâye yazarı Ömer Seyfettin'i, "Dilden yabancı terkipleri çıkaralım" diyen
Ali Canip Yöntem'i tanırlar mı?
F. Sağlam, H. Fedai, Türkiye Dışı Türk Edebiyatları Antolojisi, 9., Batı Trakya
ve Kıbrıs Türk Edebiyatı, Ankara, 1997, 136.
439
A. A.
YÜRÜYÜŞ
F. Sağlam, H. Fedai, Türkiye Dışı Türk Edebiyatları Antolojisi, 9., Batı Trakya
ve Kıbrıs Türk Edebiyatı, Ankara, 1997, 147.
440
ABDURRAHİM SUBAŞILAR
(Batı Trakya)
FARKINDA MISIN?
Farkında mısın
Nasıl da şahlandığının
sindirmek istedikçe
Nasıl dimdik durduğunun
ezdirtilmek istendikçe
Farkında mısın
Yurduna kök saldığının
söküp at şunu dendikçe
Ne kadar yüceldiğinin
hep küçük düşürüldükçe
Farkında mısın
Nasıl filizlendiğinin
tırpanla hep biçildikçe
Nasıl bilinçlendiğinin
köreltilmen istendikçe
Farkında mısın
Nasıl kenetlendiğinin
dağıtılmak istendikçe
Senden çekinildiğinin
sen böyle olabildikçe
441
İMAM KASIM
ϒ
Batı Trakyada dağ köylerinde yaşayan Türklerin Bölgesi
442
RASİM HASAN HİNT
İSKEÇEM
F. Sağlam, H. Fedai, Türkiye Dışı Türk Edebiyatları Antolojisi, 9., Batı Trakya
ve Kıbrıs Türk Edebiyatı, Ankara, 1997, 151-152.
443
MEHMET HATİPOGLU
TRAKYAM
F. Sağlam, H. Fedai, Türkiye Dışı Türk Edebiyatları Antolojisi, 9., Batı Trakya
ve Kıbrıs Türk Edebiyatı, Ankara, 1997, 152.
444
İSMAİL BIÇAKÇIOĞLU
DEDEAĞAÇ KATLİAMI
BALKAN SAVAŞI FACİALARINDAN
Yıl 1912. Balkan Savaşı bütün hızıyla devam etmekte… Dedeağaç'ta bozulan
Türk Ordusunun kalıntıları yorgun argın yollarda. Kimileri sivil elbise giyerek çevreye
dağılmışlardı...
Kasabanın Türk halkı evlerine kapanmış korku ve dehşet içinde: Acaba ne olacak?
Ne olacağız" endişesiyle sessizce beklemekteydiler. Bulgar askerleri sokaklarda kol
geziyordu. Çevre köylerden gelen korkunç katliam haberleri zaman zaman halkı daha
endişelendiriyordu. Bulgar istilasına uğrayan diğer bölgeler gibi, burası dа Bulgar
komitacılarının terör ve korku saçan idaresine bırakılmıştı. Ethem Ruhi Bey’in o tarihlerde
Filibe'de yayınladığı "Balkan" gazetesinde yazdığı ateşli yazıları, feryatları duyan yoktu.
Büyük soygunlar, yağmacılık olayları, adam öldürmeler, ırza geçmeler sorumsuzluğu sürüp
gidiyordu.
Birgün Radko acele meclisini topladı. Belediye tellalını sokaklara çıkarttı. Tellal
yüksek sesle halka şu duyuruyu yaptı:
"Pazartesi günü, kadın ve erkek herkes Merkez Camii'ne toplanacak, nüfus kaydı
yapılacak. Duyduk duymadık demeyin!"
Bunu duyan Dedeağaç halkı bir hayli endişe ve tereddüt içinde kaldı. Cami'e
gitmek veya gitmemek konusu düşünüldü. Kasabanın ileri gelenleri gizlice bir toplantı
yaptılar.Toplantıya eski milletvekilleri Hacı Saffet Bey'le Hakkı Bey öncülük etmişlerdi.
Sonradan Pomak Ahmet dе katıldı. İki nokta üzerinde anlaştılar:
445
1912 yılının Aralık ayında havası soğuk ve sisli bir günde halk saat 12'de camide
toplandı. Gelenler sayıca 800 civarındaydı. Kadınlar mahfilde, erkekler dе aşağıdaydılar.
Topluca öğle namazını dа kılarız diye , düşünmüşlerdi.
Komitacı Radko iki manga askerle camii her taraftan kuşatmıştı. Kendisi atlı
olarak gelmişti. Kapıdaydı: Bir çavuşla bir neferi içeriye gönderdi. Hanife Hanım’ı
getirmelerini emretti. Hanife Hanım Fere'li Binbaşı Rauf Bey’in eşiydi. Aynı zamanda
Musa Çelebi İlkokulunda öğretmendi: Güzelliği pek ilgi çekiciydi. Kocası Rauf Bey
bozulan Türk ordusuyla kimbilir Anadolu'nun nerelerindeydi. Hanife Hanım Fere'de yalnız
kalınca Dedeağaç'a gelmiş, kızkardeşi İclal Hanım'ın yanında geçici olarak kalıyordu.
Radko bunu önceden haber almıştı. Ve onu elde edecek sanmıştı.
"Yaklaşma kâfir!"
Kapıda bekleyen Radko içeri girmek istediyse de linç edildi. Dışarı çıktı ve
askerlerine süngü kuşanmalarını ve gazlı çuval parçaları getirmelerini emretmişti. Yakılan
gazlı çuvallar kapıdan içeriye halkın üzerine fırlatıldı. Карı sıkıca kapatıldı. Pencerelerden
çıkmak isteyenler süngülendi. Dıştan caminin ahşap kısmı askerler tarafından ateşe verildi.
İçeriden gelen feryatları kimse duymadı. 800 kişi bağıra bağıra yanarak kül olmuşlardı.
446
Eski Yugoslavya
447
Makedonya
448
Sözlü Halk Edebiyatı
449
TÜRKÜ
HAVVA MOLLA
450
Kayin yungasi ninem
Kayin yungasi
Taragın oldi.
451
Yazılı Edebiyat
452
YAHYA KEMAL BEYATLI
(Üsküp, 1881-İstanbul, 1958)
Üsküp’te doğdu. Asıl adı Ahmet Agâh’tır. Beş yaşındayken baştan Yeni Mektep’te,
sonra da Mekteb-i Edep’te okudu ve daha o yıllarda üstün zekâsını kanıtladı. 1895’te Üsküp
idadiyesine girdi. Ancak Türk-Yunan (Tesalya) Savaşı nedeniyle ailesi Selânik’e taşınınca,
Yahya Kemal de öğrenimini Selânik idadiyesinde sürdürdü. Bir süre sonra İstanbul’a geldi.
1903 yılında Parie’e gitti. Bir yıl Meaux Kolejine devam etti ve Fransızcasını geliştirdi. 1904’te
Paris Siyasal Bilgiler Okulu Öğrencisi oldu. Bir yandan öğrenimini sürdürmüş, öte yandan da
ünlü sanat adamlarıyla dostluk kurmuştur.
Yahya Kemal 1912 yılında Paris’ten İstanbul’a döndü. Daha ertesi yıl Darüşşafaka’ya
edebiyat ve tarih öğretmenliğine atandı. 1915’te İstanbul Üniversitesi Uygarlık tarihi dersleri
okuttu. Daha sonraları da sırasıyla Batı edebiyatı ve Türk edebiyatı derslerini de okuttu. Bu süre
içerisinde gazete ve dergilerde yazılar yazdı. Dergâh dergisini yönetti. Eserlerinden bazıları
Süleyman Sadi imzasını taşır.
Kurtuluş Savaşı yıllarında İstanbul’da gazete ve dergilere ateşli yazılar yazdı. Savaştan
sonra Lozan Barış Konferansında danışmanlık yaptı. Birkaç kez T. C. Büyük Millet Meclisinde
milletvekili seçildi. 1926-1948 yılları döneminde aralıklı olarak Varşova, Madrid, Lizbon ve
Karaşi’de Türkiye Büyük Elçiliklerinde görev yaptı. 1958’de İstanbul’da öldü.
Yahya Kemal, yaratıcılığı süresince Divan şiirinin etkisinde kaldı. Şiirlerini büyük bir
titizlikle yazıyor, çok az şiir yayımlıyordu.
Sanatçı, şiirlerini ve düz yazılarını hayatta iken kitap halinde bastıramamış, ölümünden
sonra şu eserleri yayımlanmıştır:
AÇIK DENİZ
453
Неr yaz, şimale doğru asırlarca bir koşu,
Bağrımda bir akis gibi kalmış uğultu...
Mağlupken ordu, yaslı dururken bütün vatan,
Rü'yama girdi her gece bir fâtihâne zan.
Hicretlerin bakıyyesi hicranlı duygular,
Mahzun hudutların ötesinden akan sular,
Gönlümde hep о zanla beraber çağıldadı,
Bildim nedir ufuktaki sonsuzluğun tadı!
Bir gün dedim ki istemem artık ne yer ne yâr!
Çıktım sürekli gurbete, gezdim diyar diyar;
Gittim о son diyâra ki serhaddidir yerin.
Hâlâ dilimdedir tuzu engin denizlerin!
454
Parladı yaşlı gözlere bayram sabahları.
455
FAHRİ KAYA
(Kumanova, 1930)
Hamdi Ağa, İkinci Meşrutiyet’i ve hatta V. Mehmet Reşat’ın Manastır’a gelişini iyi
anımsayan Osmanlı ordusunda yedi yıl askerlik yapmış babacan bir adamdı.
Başından çok şey geçmiş, çok şey görmüş, bir „evladı fatihandı“. Osmanlı
egemenliğinin Makedonya’dan çekilmesinden sonra, köyün gözde ve saygın bir
kişisiydi. Pek zengin sayılmazdı ama ailesini iyi geçindirebilecek kadar mal ve
mülk sahibiydi. Zengin hayat görgüsü sayesinde, köylülerinden birçoğunun derdine
derman olmaya çalışırdı. Zaman zaman okula uğrardı Hamdi Ağa. Öğretmenle
dereden tepeden konuşurdu, bu defaki gelişi ve sohbeti bambaşkaydı. İçini döktü
Hamdi Ağa öğretmene:
„Neler görmedik biz bu topraklarda. Osmanlı devletinin bozguna uğramasından
sonra, buralarda kurulan her yeni yönetim bize saldırdı. Sırplar geldi, beşyüz kusur
yıllık Osmanlı egemenliğinin hesabını ödetmek isteyerek elinden geleni yaptı.
Bulgar geldi, soyumuza, sopumuza sövüp saydı. Ardından tekrar Sırp geldi...
Dövdüler, vurdular, canımızı yaktılar. İkinci Dünya Savaşı yıllarında, Nazi
Almanların yardımıyla gene Türk düşmanı Bulgar hükümeti geldi. Bu kez de ilk
olarak bize saldırdılar... Halk dayanamadı. Yeni istilacıya karşı savaşan partizanları
destekledi. Dağlara çıktı. Bulgarlardan kurtulmak için dört yıl savaştı. Bu savaşta
yüzlerce Türk genci öldü, sakat kaldı. Ama gün geldi özgürlük ve birlik - kardeşlik
adına savaşıp beraberce kurduğumuz yeni devlette de rahat olmadık. Bizi zorla
kooperatife soktular. Toprağımızı, hayvanlarımızı elimizden aldılar. Tarlada
çalışmamış olan Hoca’mızın hanımı tütün kırmak, pirinç ekmek, çapa çapalamak,
456
biçilen buğday demetlerini bağlamak zorunda kaldı. Biz buna dayanamayız. Bunun
için tası tarağı toplamaya karar verdim,“ dedi.
„Ama yapma Hamdi Ağa. İşlere bu kadar kara bakma. Bugünkü durumumuz,
Osmanlılardan sonra gelip geçen rejimlerden çok farklı. Bak şimdi sen köyün Türk
okulunda bulunuyorsun. Burada, köyün çocuklarına abeceyi öğreten bir Türk
öğretmeniyle konuşuyorsun,“ dedi öğretmen.
„Doğru bugünkü durumumuz geçmiştekine göre az çok farklı. Çok şükür
çocuklarımız Türkçe okuyor... Ama okuyup da ne olacak. Bak belediyede
bizimkilerden kim var?“
„ Şehirde Topal İsa’nın oğlu yüksek memur.“
„Bırak Allahını seversen. Onu anma. Ondan bize ne hayır olabilir? Beceriksiz.
Üstelik de satığın biri.“
„Ama ne de olsa bizden biri.“
„Böyleleri keşke bizden olmasaydı, öğretmenim.“
„Neden?“
„Nasıl neden?“ dedi ve ağzını kilitledi.
„Neden birdenbire sustun Hamdi ağa?“ diye sordu öğretmen?
„Topal İsa’nın oğlu hiç de bizden değil... O, onlara hizmet ediyor. O da babası gibi
işpiyonun biri. Bırak o dalkavuğu. Şaklabanın biridir o...“
„Ne yapıyor?“
„Ağzımı açtırma öğretmen. Ben bugün sana Topal İsa’nın oğlundan söz etmeye
gelmedim... Biliyorsun, üç gün sonra gidiyoruz. yarın eşyalarımızı vagona
yükleyeceğiz... Vaktim kalmaz diye bugün seninle vedalaşmaya geldim.“
„Aslında ben eve gelip sana iyi yolculuklar dilemeyi düşünüyordum. Bir de
helalini almak istiyordum Hamdi Ağa... Ben bu köye öğretmen olarak geldiğim ilk
günden beri şefkatın üzerimden eksilmedi. Ailenizin sıcaklığını paylaşmama fırsat
verdiniz, beni çok kez sofranıza oturttunuz. Bunun için size çok minnettarım. Helal
edin...“
Öğretmenin bu sözlerinden Hamdi Ağa’nın gözleri yaşardı. Birşeyler söylemek
istedi ama boğazı düğümlendi. Hamdi Ağayı bir kere bile böyle görmeyen
öğretmen de üzgündü. Bu gözüpek adamı böyle yufka yürekli bir durumda hiç
görmemişti. Köyün görgülüsü sayılan ve sıcak yaz aylarında ulu bir çınar ağacının
altında serinlik arayanlar gibi sevgi ve şefkatine sığınılan bu mürüvvetli adamı,
günün birinde böyle bir durumda göreceğini aklın ucuna bile getirmemişti
öğretmen.
Hamdi Ağa bir an düştüğü durumdan silkindi ve öğretmene:
„Ben helallaşmaktan çok bir Allaha ısmarladık demeye geldim“ dedi. „Çünkü
benim sana helal edeceğim bir şey yok. Özel olarak sana ne yaptım sanki. Hiç...
Köyümüzde daha yaşlı her kişi olarak sana yakınlık göstermeye, gurbetlik acını
azaltmağa çalıştım. Sen buna layıksın, çünkü çocuklarımızı, torunlarımızı okuttun,
onları eğittin, hayata hazırladın...“
„Tekdirinize çok teşekkür ederim. Ama...“
„Amayı bırak da eline bir kalem ve kâğıt al. Sana giderayak bir olayı anlatmaya da
geldim. Bu, on küsür yıl içimi yakan bir olaydır. On yıl içimde gizledim. Bunu
senin de bilmeni istiyorum. Bakıyorum sen bazı şeyler yazıyorsun. Bunu da yaz
unutulmasın. Başımızdan nelerin geçtiğini bizden sonrakiler de bilsin... Hazır
mısın?...
„Anlat Hamdi Ağa.“
457
„Söyleyeceklerime dikkat et. Sakın bir şey kaçırma ha... Anlatacağım olay bizler
için önemli. Bunu Anadolu’ya götürmek istemiyorum. Burada kalanlar bilsin diye
sana anlatıyorum. Yani unutulmasın.“
„Anlat Hamdi Ağa. Söyleceklerini bir bir yazmaya çalışacağım...“
„İkinci Dünya Savaşı yıllarında, Doğu Makedonya’yı İstilâ eden Nazi Almanların
yamakları Bulgarlar, kökümüzü kurutmak istediler. Ama Makedonlarla birlikte
karşı koyduk, savaştık. Bu amaçla dağlık Türk köylerinde gençlerimizden taburlar,
çeteler kuruldu. Bu birlikler kurulurken köy hocaları dua ettiler. Kuran okudular. -
Şu karşıda gördüğün dağlarda çok gencimiz can verdi...“
„Bunları öğrencilerimize anlatıyorum Hamdi Ağa. Zaten ders kitaplarında bu
topraklarda Türklerin de özgürlük için savaştığı yazılıyor.“
„Ya savaş yıllarında, komşu köyde teravi namazını kılarken cemaatin cami içinde
diri diri yakıldığını anlatıyor musun?“
„O olayı biliyorum ama çocuklara anlatmıyorum...“
„Anlat, Koçana ovasındaki kurbanlarımızı da anlat... Simitliye sürgün edilen
binlerce gencimizin başından geçen acıklı olayları da anlat... Buradaki Türklerin
başından geçenleri bilsinler. - Babalarının, ağabeylerinin nasıl ağır acıklı günler
yaşadıklarını bilsinler... - Bunları anlat ama, bu an sana söyleyeceklerim şimdilik
sende kalsın... Gün gelir onu da anlatırsın, ama şimdilik yalnızca kaydet...“
„Anlat, Hamdi Ağa...“
„Bu bölgede, İkinci Dünya Savaşı bitmişti. Şehirlerimiz, köylerimiz Nazi
esaretinden tamamen kurtulmuştu. Yeni idare kuruluyordu. Yeni yönetim kuranlar
da hep birlikten, kardeşlikten söz ediyordu.. Bir coşku vardı. Rahatlayacağımıza
dair bir umut vardı...“
„O günlerin büyük bir coşku içinde geçtiğini söylüyorlar...“
„Evet, öyle ama, tam o günlerde büyük bir facia, çok acıklı bir olayla karşılaştık...
Biz savaş bitti, çocuklarımız, kardeşlerimiz nerdeyse savaştan eve dönecek derken,
büyük bir seferberlik ilân edildi. Onsekiz yaşından kırk beş yaşına kadar bütün
erkekler askere alındı. Köyümüzde genç kalmadı... Askere gidenler, beraberinde
yedek ayakkabı, iki çift iç çamaşırı ve dört beş günlük yemek almak zorundaydı.
Yeni seferber edilen gençler arasında çok Türk genci vardı. Şehirde, hayvanları
taşımak için kullanılan vagonlara yükleyip Üsküp’e doğru götürdüler... Burada
birkaç gün kalmışlar. Oradan da ha babam Sırbiya’ya doğru yol almışlar.
Gittiklerinden bir ay sonra köye mektup geldi. Zemun yakınlığında bir yerde,
memleketin kuzeyinde bulunan Nazi Almanlara karşı, Srem cephesinde
savaşabilmeleri için talim yapıyorlarmış... Bunu duyunca içimize ateş düştü.
Köylüler, çocuklarımızı boşu boşuna harcayacaklar diye kuşkulanmaya başladı.
Ama yapabileceğimiz bir şey yoktu. Elimizden gitmişlerdi. Onları geri almak
olanaksızdı. Hayatları için Tanrıya dua etmeye başladık...“
„Savaşa katıldılar mı?“
„Yeni haberlerini beklerken askere zoraki alınan gençlerden on yedisi, bir gece
köye döndü... O gece yağmurlu bir geceydi. Gelen sulardan köyün ortasından geçen
dere taşmış, tarlalar ve bahçeler su altında kalmıştı. Hatta köyün daha aşağı
kısmındaki evlerin bazılarını da su bamıştı. Bütün gece gök gürlüyor, köpekler acı
acı ürüyordu... Neyse sabaha karşı durum sakinleşti. Yağmur durdu. Taşan suların
tehlikesi de azalmıştı..
Sabah namazına çıktım. Baktım, Küçük Hasan ile Karapotur Alişin yüzleri
somurtkan.. Selâm verdim, yüzüme bakmayarak selâmıma soğuk bir karşılık
verdiler.Yüzlerinden, içlerine bir tedirginliğin, bir korkunun çöktüğünü sezmek,
anlamak zor değildi. Gece testiden boşalır gibi yağan yağmurdan mallarına bir zarar
458
oldu da ondan yüzleri asık diye düşündüm. Elinde tespih ile namaz saatini bekliyen
Topal Hoca’ya yanaştım. Usulcacık, bu suskunluğun, bu sessizliğin nedenini
sordum... Askere alınan gençlerden on yedisinin o gece köye döndüklerini söyledi...
Demek ordudan kaçmışlar. Asker kaçakları. Bunun sonu iyi olmaz diye düşündüm.
Durumu daha iyi anlamak için Küçük Hasan’ın yanına oturdum... Onun da oğlu
firar etmiş.... Dilini bağlamış, ağzını kilitlemişti. ..
Namazdan sonra, Vasfi Ağa durumu daha iyi anlattı. Onun oğlu Ramazanda köye
dönmüş... Delikanlılar, Zemun yakınında bir köyde iki ay talim yapmış, öğretim
görmüş... Öğretimin sonunda çocuklar, memleketin kuzeyinde, Nazilere karşı
yürütülen savaşa götürüleceklerini anlamışlar... O günlerde ise cepheden gelen
haberler çok kötüydü. Almanlar çekiliyordu, ama çekilirken de büyük zulüm
yapıyordu. Cephede de savaş için yeterince hazırlıklı olmayan yüzlerce, binlerce
genç kurban gidiyordu. Yaralıların da sayısı az değildi... Bu durumdan gençler çok
korkmuş, moralleri bozulmuş. Cepheye gitmek için son hazırlıkların yapıldığı gün,
delikanlılar birliklerinden gizlice firar etmişler. Belgrad’tan, yük taşıyan vagonlar
içinde gizlenerek, dört beş gün içinde Üsküp’e kadar gelmişler. Buradan da köye üç
günde ulaşmışlar. Hep yan yollardan gelmişler. Gündüzleri gizleniyor, geceleri yol
alıyorlarmış.. Köye bitkin ve perişan bir hâlde varmışlar...“
„Bundan, şehirdeki makamların haberi yok muydu?“
„Olmaz olur mu? Devletin, daha kurulmaya başladığı ilk günlerde gözü kulağı
vardı... O gün ikindiye doğru köye iki milis geldi. Kaçan askerlerin köye gelip
gelmediklerini öğrenmek için Yerel Birliği başkanı olan Topal Bekir Ağa ile
görüştü. Bekir Ağa bundan haberi olmadığını, evini basan sular yüzünden başının
dertte olduğunu söylemiş. O, aslında milislere gerçeği söylememiş, çünkü
delikanlıların köye geldiklerini biliyormuş. Bu yüzden asıl derdi, taşan yağmur
sularından değil, kaçıp köye dönen askerlerdendi. Bu olayın, çok sakıncalı ve
tehlikeli bir durum olduğunu iyi biliyordu. Ne yapabileceğine dair aklı pek
ermiyordu. Ama gelen milislere gerçeği söyleyememişti.
Milisler köyde bir iki saat kaldılar. Bu arada birkaç köylüyü daha sorup
soruşturdular. Ama kimse gerçeği söylemedi. Ortalığı karanlık kaplamadan önce
milisler şehre dönünce Topal Bekir Ağa köyün birkaç yaşlısını evine davet etti.
Köylüler, ki bunların arasında çocukları firar edenler de vardı, başlarına gelen
durumun acı sonuçlar vermemesi için uzun uzun konuştular. Kimi, delikanlıların
yaptığını eleştiriyor, kimi de gençlerin aslında ölümden kaçtıklarını vurgulayarak
onları özürlemeye çalışıyordu...
„Yahu, buradan yüzlerce kilometre uzakta, adını bile bilmediğimiz ve
işitmediğimiz köy ve şehirlerin kurtulması için neye gençlerimiz boşu boşuna
hayatlarını kaybetsin,“ diyordu delikanlıların firarını doğru bulanlar... „Ama orası
da vatanımız sayılır, orası da bu memleketin bir parçası,“ diyordu ötekiler.
Kardeşleri İkinci Dünya Savaşı arifesinde Anadolu’ya göç eden Sağır Mustafa: „Ne
vatanı be?. Vatanımız bilinir... Burası yalnızca yaşadığımız bir ülke. Buraları için
az mı kan döktük?... Nazilere ve onların yamaklarına karşı yürttüğümüz dört yıllık
savaşta az mı can verdik?... Bu yetmiyormuş gibi şimdi de görmediğimiz,
bilmediğimiz yerler için mi ölsün çocuklarımız? Hayır! Fazla kan dökmeye
değmez„, dedi.
O akşam köy yaşlılarının aldıkları karara göre, köye gelen yollar kollanacaktı.
Milislerin ya da uniformalı başka her hangi birinin köye doğru geldiği görülürse,
çocukları firar etmiş aileler haberdar edilecek, delikanlılar da, iz bırakmayarak
köyün üstündeki ormana kaçacaktı...
459
Ertesi gün, öğlene doğru bir bölük askerin köye doğru yaklaştığı haberini aldık.
Haber hemen gereken ailelere bildirildi ve delikanlılar köyün üstündeki ormana
doğru yöneldiler... Gelen askerler yanında, bir gün önce köye gelen milisler de
vardı. Gene Topal Bekir Ağa’yı aradılar. Topal Bekir onlara gene hiçbir bilgi
vermedi. Askerler evleri birer birer araştırmaya başladı. Delikanlıları
yakalayamadılar ama evlerden birinde bir asker ceketi buldular. Ceketin kime ait
olduğunu öğrenmek için aileyi çok sıkıştırırlar. Fakat aile üyelerinden hiçbir şey
öğrenemediler... Ama ceket asker kaçaklarının köye vardıklarına dair yeterli bir
kanıttı.
Aradıkları delikanlıları köyde bulamayınca askerler köyün üzerindeki ormanı
arştırmaya başladılar. ortalığa karanlık basınca da köye döndüler ve geceyi burada
geçirdiler. Ertesi sabah yeniden ormana girdiler. Aradılar, taradılar. Çocukları
bulamadılar ama izlerini bulmuşlardı...
İki üç gün sonra bir askerî birlik daha geldi. Aramalar birkaç gün sürdü. Aslında,
delikanlıların nerde olduğunu biz de bilmiyorduk. Dağda ne yeyip ne içtiklerini
merak ediyor, sağ ve salim olmaları için dua ediyorduk. Yapabileceğimiz bir şey
yoktu. Hepimiz bir tedirginlik içindeydik, içimizi, kafamızı kara kara düşünceler
kaplamıştı.
Birkaç gün sonra, firar eden on yedi delikanlıdan onbeşinin askerler tarafından
öldürüldüğüne dair acı haber köye geldi. Aslında bunu Topal Bekir Ağa’ya
çocukların peşine düşen tabur komutanı söylemişti...“
„Eyvah!.. Nerde öldürülmüşler Hamdi Ağa?...“
„ Şu gördüğün karşıki dağın arkasında. Orada küçücük bir Türk köyü var.
Karınlarına birşey atabilmek için delikanlılar bir gece bu köye inmek istemişler.
Ama köye girmeden önce askerlerin kurdukları pusuya düşmüşler... Askerler,
delikanlılardan teslim olmalarını istemişler.
Delikanlılar teslim olmamış ve dağın tepelerine doğru tırmanmaya başlamışlar.
Askerler peşlerine düşmüş. Az sonra çembere almışlar. Gene teslim olmalarını
istemişler. Aralarından, Kör Veli’nin oğlu Şükrü ile Küçük Abdullah’ın çocuğu
Mustafa teslim olmuş. Ötekilerin teslim olmadıklarını gören asker ateş açıp onbeş
delikanlıyı öldürmüş....“
„Pekâlâ delikanlılar askerlere karşılık vermemişler mi?“
„Neyle versinler? Askerden kaçarken silâhlarını almamışlar. Elleri boş kaçmışlar...“
„Elinde silâh olmayanlara nasıl ateş açılır Hamdi Ağa?“
„Bunun nasılı masılı yok öğretmen! O günlerde memleket hâlâ baruta kokuyordu...
Üstelik insanın değeri de pek yoktu... Balkanlar’da insanın sanki ne zaman değeri
olmuş ki?“
„Ama yakalayabilir... Mahkemeye verebilirlerdi...“
„Doğru, teslim olan Şükrü ile Mustafa’yı yaptıkları gibi mahkemeye
çıkarabilirlerdi...“
„Teslim olanlar kaç yıl yattı?“
„Tam kaç yıl yattıklarını bilmiyorum. Ama hapishaneden akıllarını oynatmış olarak
döndüler. Döndüğünde Mustafa’nın böbrekleri çalışmıyordu. Dayaktan
diyorlardı...“
„Büyük felâket, çok acı olay Hamdi Ağa. Dört yıl köyünüzde öğretmen olarak
çalışıyorum, ama bunu hiç duymadım...“
„İşidemezdin de. Bunu sana kimse söyleyemezdi.“
„Neden?“
„Olaydan sonra, yani onbeş delikanlıyı gizlice toprağa verdikten sonra, bir gün
Devlet İstihbaratından iki kişi köye geldi. Daha yaşlı olanları cami avlusunda
460
topladılar ve olayın kaçınılmaz bir durum olduğunu, askerden kaçanların, ordu
mensuplarının çağrılarına karşın teslim olmadıklarından dolayı da, suçlu olduklarını
açıklamaya çalıştılar. Sonunda bu olay hakkında konuşulmamasını, olayın etraf
köylerde duyulmamasını, daha doğrusu haberin yayılmamasını tenbih ettiler...“
„Olayı örtbas etmek istediler. Öyle mi?“
„Evet. Asker kaçaklarını gizledi, yataklık yaptı diye suçlanmamak için, köylüler
istihbaratçıların bu isteğini, bu uyarısını kabul etmek zorunda kaldı.. Başlarına daha
büyük bir felâket gelmesin diye susmak, bu yürekler acısı olaydan söz etmemek
için ağızlarına kilit vurdular. Konuşmuyor ama çocuklarına gizlice dua ediyor,
cennetlik olmaları için Tanrıya yalvarıyorlardı... Hatta Bayram namazlarında Koca
Hoca da hutbesinde ölen şehitleri, evet gençleri demez, şehitler derdi, anar onlar
için dua ederdi.“
„Zavallı ana-babalar. Kimbilir ne kadar acı çektiler?..“
„Anne babalardan bazıları uzun zaman çocuklarını kaybettiklerine inanmıyordu.
Küçük İbrahim, oğlu gelir diye günlerce şehirden köye gelen yolun kenarında
oturup duruyordu.. Sonunda zavallı aklını oynattı... Öldürülen gençlerden Osman’ın
anası illetli oldu. Yusuf’un babası derdine dayanamayıp öldü... Yılmaz’ın ailesi de
ilk fırsattan yararlanarak buradan göç etti. Ötekiler de gidiyor öğretmen!..“
Öğretmen Hamdi Ağa’nın anlattıklarını dikkatla yazıyordu. Yazıyor ama
duyduklarına inanamıyordu.
„Evet bay öğretmen, söyleyeceklerim bu kadar. İçimi boşalttım. Bunu sana
söyleyebildiğim için azacık olsun içim rahat oldu... Gider ayakta, hem sana bir
allahısmarladık demeye ve hem de bu olayı anlatmaya geldim. Kafanı galiba biraz
yordum. Anlattıklarımdan üzüldün her halde... Ama neylersin bu da alınyazımızın
bir parçası. Evet, başımızdan geçenlerin ve acılarımızın sadece bir parçası.
Ömürlerinin ilkbaharlarını yaşarken boşu boşuna kurban olan bu gençlerin
unutulmaması dileği ile bunu sana anlatmaya geldim. Göçlerle, olayın
unutulacağından korktuğum için bunları sana anlatmak istedim. Yaz da
unutulmasın. Kalanlar bilsin. Bundan bir ders alsın.“
Öğretmen taş kesilmişti. Hamdi Ağa’ya ne söyliyeceğini bilmiyordu... Sessizliği
gene Hamdi Ağa bozdu:
„Günün birinde, kendinde cesaret bulup da karşıki dağın arkasına gidebilirsen
orada, kuytu orman içinde, Çoban Çeşmesi denen yere uğra. Orada, aradan yıllar
geçmesine rağmen öldürülen delikanlıların kan izlerine rastlayabilirsin... Evet, eğer
kendinde cesaret bulabilirsen git. Orada toprağı sıksan, topraktan gençlerin kanı
akar.“
Öğretmenin gözleri dolmuştu:
„Çok acı! Çok feci! Büyük felâket“ diye mırıldandı.
Hamdi Ağa susuyordu. Biraz sonra kalktı. Öğretmene yanaştı.
„Hadi gel öğretmenim. Gel de hellalaşalım. Yarın yolcuyuz... Uzaklara gidiyoruz.
Bilmem bu dünyada bir kere daha görüşebilecek miyiz? Ben artık yaşlandım. Hadi
sağlıcakla kal. Günün birinde köyde okutacağın öğrenci kalmazsa sen de tas
tarağını topla da arkamızdan gel. Hadi helâl et...“
Öğretmenin boğazı düğümlenmişti.
Hamdi Ağa’ya sıkıca sarıldı. Kenetleştiler. Bu aslında, harp zarp görmüş yaşlı bir
babayiğit ile köy çocuklarına dört yıl abeceyi öğreten, bilgi veren bir genç
öğretmen arasında acı bir vedalaşmaydı.
O yıllarda Doğu Rumeli Türklerinin birbirleriyle sık sık vedalaşmalarından farklı
bir vedalaşmaydı bu.
461
F. Kaya, İkindi Güneşi, Üsküp, 1998, 11-21.
Çiftlik köyü, Osmanlı döneminde birçok çiftliklerin sahibi olan Zülfikâr Beyin
hayvan yetiştirdiği bir dağ çiftliğiydi. Savaşlar, eski rejimlerin toprak kanunlarıyla
toprak ve çiftliklerin millileştirilmesi sonucu Zülfikar Beyin çiftliğine, çiftlik
köylüleri sahip olmuştu. Toprak ve eve sahip olan köylüler iyi yaşıyorlardı.
Camileri vardı, çocukları Türkçe okuyordu. Köyün etrafında güzel yaylalar, zengin
otlaklar vardı. Orman, kestane ağaçlarıyla boldu. Böyle bir durum büyük ve
küçükbaş hayvanın bakımı için çok elverişliydi. Bundan başka köyde birkaç aile
kireç de yapardı. Yıllar boyunca köylüler yaşam yerlerini yeni evlerle
güzelleştirmiş, gün geçtikçe yaşam şartları da iyileşmişti. Ah yalnızca körolası göç
olmasaydı!
Göç başladığı günden sonra Çiftlik köyü sahipsiz kalmaya başladı. Her şey altüst
oldu. Yıllarca kurulan hayaller, umutlar, her şey günden güne yok oldu. Okul
kapandı. Öğretmen memleketine döndü. Caminin cemaatı, tek safa düştü. Köyün
sokakları, başıboş bırakılmış, bakımsız köpeklerle doldu. Göç çorap söküğü gibi
giderken köyde ancak birkaç aile daha kaldı.
Gelen de olmuyordu. Bir dağ köyü olduğu için kimse burada mal mülk sahibi
olmak istemiyordu. Aslında yabancılar için bu köyde yaşam zordu. Hele hele,
ormanlara zararları dokunuyor behanesiyle keçilerin kanunla yok edilmesinden
sonra köye gelen olmayınca göç edenler, gül gibi evlerini satamadan bırakıp
gidiyordu. Yapabilecekleri başka bir şey de yoktu. Mallarını üç beş kuruşa
satsalardı bile aldıkları parayı Anadolu’ya götüremiyorlardı. Yaşadıkları ülke
kanunları, göç ederken sadece ev eşyalarını götürmeye ve gidecekleri yerde birkaç
gün geçinebilecek kadar çok az bir para çıkarmalarına izin veriyordu.
Evet, göç almış yürümüştü. Bunu durduracak güç yoktu. Durdurulması da
istenmiyordu. Hatta daha hızlı gelişmesine sevinenler de vardı...
Yarın, şafak sökerken, Haşim Ağa da doğup büyüdüğü köyü terkedip yola çıkacak,
öteki köylülerinin gittiği, Orhangazi’ye gidecekti. Sonrası Allah kerim. Hasan
Hoca, Nalbant Ali ve Çoban Süleyman, Haşim Ağa ile vedalaşıp hellalaşmaya
gelmişti. İçlerini, konuşulacak artık bir konu yokmuş ve sözler tükenmiş gibi acayıp
bir duygu kaplamıştı. Odadaki sessizliği, zaman zaman, evin üst katında,
dedelerinin evlerinde son gecesini geçirmek üzere yatmaya hazırlanan Haşim
Ağa’nın torunları bozuyordu.
İlkin Hasan Hoca vedalaşıp gitti. Ardından Nalbant Ali de kalktı. Haşim Ağa ile
vedalaşırken gözleri yaşardı. Çoban Süleyman biraz daha kaldı. O, Haşim Ağa’nın
dip komşusuydu. Gün ağarmadan komşusunu şehirdeki tren istasyonuna kadar
arabasıyle o götürecekti. Ama çok geçmeden Haşim Ağa’nın pineklediğini görünce:
„Gideyim komşu. Sen de biraz yat, uyu,“ diyerek kalktı.
„Ne uykusu be Süleyman?! Böyle bir anda insanın gözüne uyku girer mi hiç?.. Ben
günlerdir adamakıllı uyuyamıyorum. Kendimi değil, oğlumu ve onun iki minik
yavrusunu düşünüyorum. Bizim ömrümüz nasılsa tükendi. İyi kötü yaşadık. Hem
de dedemizin, babamızın evinde büyüdük yaşadık. Konukomşumuz baba dostuydu,
toprağımızla bile kaynaşmıştık. Buranın kurdu da kuşu da bizi tanır.
462
Gideceğimiz yer gurbet, bize yabancı. Ama neylersin, Süleymancığım alınyazımız
bu. Bugünlerde sık sık dedemi anımsıyorum. Buradan çekilen son Osmanlı
askerleriyle birlikte başını alıp da niye gitmemiş? Bu dertli günleri niye bize
bıraktı?!“
„Haydi şimdi bunları bırak da biraz uzan. Ben sağlık sabah erken kalkar, atları
arabaya koşar ve yol için hazır olurum. Ben de biraz kestirmeye çalışırım. Hadi
şimdilik eyvallah,“ dedi Süleyman.
Haşim Ağa, ocak başına geçti ve kendisiyle son vedalaşmaya gelen bu üç dostu, üç
arkadaşı hakkında düşünmeye başladı.
Çoban Süleyman yalnız komşusu değil, çocukluktan beri arkadaşı, can yoldaşı, dert
ortağıydı. Aslında o da yolcu sayılabilirdi. Vesikasını çoktan almış ve
vatandaşlıktan çıkmak, daha doğrusu göç edebilmek için evraklarını hazırlamaya
başlamıştı. Göç etme kararını birlikte vermişlerdi. Ama köyün sürüsü Çoban
Süleyman’ın başında büyük bir dertti. Babadan kalma büyük bir koyun sürüsüne
sahipti. Ailesi, yaşadığı yörede iyi koçlar yetiştirmekle ün almış bir aileydi. Kurban
bayramları öncesinde uzak yerlerden bile ondan koç almaya gelen olurdu. Göçler
sonunda koyunları, hele hele koçları, satın alacak insan kalmadı. Makedonlar pek
koyun meraklısı değil. Kurban kesenler de göç yüzünden gün geçtikçe azalıyordu.
Sözün kısası koyun satmak isteyen çok, alan ise yoktu. Olsa dahi bunlar koyunları
hiç pahasına istiyordu. Çoban Süleyman da ömrünü tükettiği koyun sürüsünü hiçe
yok etmek istemiyordu. Öteki köylüler gibi evini bırakmaya razı olmuştu ama
koyun sürüsünü bırakmaya kıyamıyordu. Boşa koysan dolmaz, doluya koysan
almaz. Ne yapacağını bilmiyordu...
Haşim Ağa’nın dostlarından hâlâ köyde kalanlar arasında bir de Nalbant Ali vardı.
Nalbant derlerdi, ama Ali’nin nalbantlıkla hiç mi hiç ilgisi yoktu. Bu lâkap
kendisine dedesinden kalmıştı. Dedesi, Osmanlı ordusunda yedi yıl nalbant olarak
askerlik yapmış. Onun anlattığına göre, dedesinin dedesi de nalbantmış. Viyana’ya
giden Türk atlarını dedesinin dedesi nallarmış.
Dedesi nallarmış, ama Nalbant Ali yaşamını çoğunlukla arı yetiştirmekle
geçirmişti. Yüzden çok kovanı vardı. Baldan başka balmumundan da iyi para alırdı.
Balmumunu, şehirdeki kilisenin yanındaki olan mumcu Petko’ya satardı. Şaka
olsun diye mumcuya sık sık: „Ben olmasam kilisede mum yakamayacaksınız,“
derdi.
Gerçekte Nalbant Ali’nin göç etmek için pek niyeti yoktu. Gidecek de orada ne
yapacaktı. Çoluk çocuğu yoktu. Mürüvvet görmüş bir kişi değildi. Bir o, bir de kırk
küsur yıl aynı yastığı paylaştığı hanımı vardı. İhtiyarlıkta yurt değiştirmeyi
düşünmüyordu. Baba evinde kalmayı, dedelerinin gömüldüğü mezarlıkta yatmayı
istiyordu. Ama köy ayağa kalkmıştı. Herkez gidiyordu. Yalnız kalamazdı...
Köyün hocası, Hasan Hoca da hâlâ köydeydi. Hasan Hoca, cemaatinden önce göç
eden, etraf köylerin hocalarından farklı bir din görevlisiydi. Bilgi sahibi ve görgülü
bir kişiydi. Kırallık döneminde, bir askerî garnizonda imamlık yapmıştı. Çalışmaya
başladığı ilk yıllarda garnizon papazı, Hasan Hoca’ya hep yukardan bakardı. Zaman
zaman inciten kimi davranışları da vardı. Ama bu durum uzun sürmemişti. Hasan
Hoca, boş bir kişi olmadığını kısa bir süre içinde kanıtlamıştı. Aslında o çok
okuyan bir insandı. Görevini daha başarılı yapabilmek için din bilgisini gün
geçtikçe artırmış, hatta Hıristiyanlık üzerine de birçok kitap okumuştu. Daha ilk
yıllarda papaza, kendisiyle boy ölçebilecek durumda olduğunu göstermişti. Bu
nedenle, bulunduğu garnizonda askerlik görevini yapan Müslüman çocuklar
hocalarıyla iftihar ederlerdi. Hasan Hoca’nın, özel olarak cuma namazlarından
sonraki vaizları çok sevilir ve saygı görürdü. Askerlik görevleri bittikten sonra
463
memleketlerine dönünce askerler sık sık Hoca’dan söz eder kendisini misafirliğe
davet ederlerdi.
İkinci Dünya Savaşı yüzünden Hasan Hoca felâkete uğradı. Kıral ordusu dağıldı.
Bulgar ordusuna, Müslümanlar asker alınmadığından Hoca efendi işsiz kaldı. Çoluk
çocuğuna şöyle böyle bir geçim sağlayabilmek için memleketinden çok uzak olan
Çiftlik köyünde imamlık yapmaya geldi. Kısa zamanda köye alışmış, köylüler de
kendisini çok sevmişti. Hasan Hoca, Çiftlik köylüleri için sadece bir imam değil,
onlara çeşitli dünyaevi konularında da yardım edebilen akıllı, becerikli, hoşgörülü
ve son derece mütevazi bir insandı.
Göçten hiç söz etmiyordu Hasan Hoca. Ama onun da gideceği kesindi. Yalnız
başına köyde kalamazdı. Sadece, batan gemiyi son olarak terkeden cesur bir kaptan
gibi, köyü en son terkedeceğini söylüyordu.
Haşim Ağa, köyün imamı Hasan Hoca’yı çok sayardı. Oğlu Veli, ilk din derslerini
ondan almıştı. Oğlunun sünnetinde, nikâhında ve düğününde bulunmuş, ailesinin
huzur ve mutluluk içinde yaşaması için her zaman duacı olmuştu. Giderayakta
Hasan Hoca’yı düşünürken aralarında geçen bir olayı anımsadı. Göçün başladığı ilk
günlerde olagelen bir olayı...
Köylülerin ayaklanıp mal ve mülkünü satabilecek kişiler aradığı günlerde Haşim
Ağa, köyün aşağı mahallesinde, şehre inen yol kenarında bir çeşme yapmaya
başlamıştı. Bunu gören Hasan Hoca:
„Haşim Ağa sen de o bizim eski paşalar ve valiler gibisin. Buradaki toprağın
ayakları altından kaydığını ve nerde ise buradaki köy ve şehirleri terketmek
zorunda olduklarını bildikleri hâlde, ha bire Rumeli’nin çeşitli yerlerinde okullar,
hastaneler, postaneler ve belediye binaları yapıyor, çekilmek niyetinde
olmadıklarını göstermeye çalışıyorlardı... Sen de şimdi buradan gideceğini, buralara
elveda diyeceğini bildiğin hâlde, kalkıp köye çeşme yapıyorsun. Bu ne iş ha, Haşim
Ağa?“ diye sormuştu.
Haşim ağa da:
„Gelenlere Hoca efendi. Gelenlere. Eğer köyümüze gelen olursa su sıkıntısı
çekmesinler“ demişti.
„Ya Haşim, ne konuşuyorsun. Köylülerinden evini kim satabildi? Buralara kim
gelir? Kimsenin gelmek istemediğini hâlâ mı anlamadın?“
„Gelirler Hocam, gelirler. Biz köyü tamamen boşaltınca malımıza, evlerimize
konarlar. Burası pekâlâ yaşanılacak bir yer. Nasılsa gideceğimizi bildikleri için
şimdi gelip evlerimizi satın almak, paralarını harcamak istemiyorlar. Ama yarın,
öbür gün gelirler. Geldiklerinde camiyi yıkarlar... Yıkmasalar bile cami bakımsız
kalınca kendiliğinden yıkılır. Ama çeşmeye dokunmazlar. Çeşme işlerine yarar.
Kim bilir belki de buna Haşim Ağa’nın çeşmesi derler. Bunun için Hoca efendi
çeşme, köye yeni gelenlere bir selâm olsun... Biz öyleyizdir. Bu dedelerimizden
kalma bir âdet. Ardımızda hep bir şey bırakmayı isteriz. Hayırsever bir halkız
biz...“
Hasan Hoca yalnız:
„Sen bilirsin“ demişti.
Haşim Ağa’nın, ocak başında, kendisiyle vedalaşmaya gelen üç dostu üzerine uzun
uzun düşünmesine eşi Hanımşah ara verdi. Usulca yanına gelerek:
„Adam, gelin beşiği alabilir mi, diye soruyor,“ dedi.
Haşim Ağa bakışlarını karısına dikti. Dili bağlanmış gibi bir hâli vardı. Ne evet, ne
de hayır diyordu. Öyle kendinden geçmiş gibi karısına beyaz beyaz bakıyordu.
Hanımı ise, yanıt beklediğini belirtmek için karşısında el pençe divan duruyordu. O
da bakışlarını eşinin üzerine dikmişti. Bir ara böyle birbirini seyrettiler.
464
Başta hanımının sorusuna, biraz da aklına, şaşakalmıştı. Ev kalıyordu. Evde bir
sürü eşya... Eşeği bırakıyoruz da yuları mı alalım diye düşündü. Bunu hanımına
söyleyeceği sırada, kendisinin ve çocuklarının o beşikte büyüdüğünü, şimdi de
ceviz ağacından yapılmış dedesinden kalma bu beşikte en küçük torunun da
sallanıp uyuduğunu hatırladı. Bunun için:
„Alsın...Buradan, bizlere çocukluğumuzu anımsatacak bir şey götürmüş oluruz,“
dedi.
Hanımşah Hanım bunu gelinine söylemek üzere yeniden üst kata çıktı. Haşim Ağa
gene derin düşüncelere daldı. Düşünceleri ise karadan daha karaydı. Göç içini
yiyordu, onun için bu büyük bir gönül yarasıydı. Buradan gitmeyi, göç etmeyi hiç
bir türlü aklına yatıramıyordu. Yıllarca Zülfikâr beyin Çiftliğinde baş kâhya Adem
Ağa’nın torunu Haşim, atalarının yurdunu terkedip de gitsin, işte bunu onuruna
yediremiyordu. Kendisini son derece suçlu hissediyordu. Gitmekle, dedelerine
ihanet edeceğini düşünüyordu. Bunun için köyden son giden olmak istedi. Hatta bir
ara Hasan Hoca’ya „Hadi be Hoca efendi, sen de git de köyden son ayrılan ben
olayım“, demek istiyordu...
Kara kara düşünürken ocak başında uyuyakalmıştı, Haşim Ağa...
Tanyeri ağarırken, omuzunda hanımının elini hissetti:
Hadi Kalk. Süleyman arabayı evin önüne getirdi,“ dedi, karısı.
Haşim Ağa, sönmekte olan ocağın yanında yattığından mı, dertten mi her nedense
ter içindeydi.
Sağ yeniyle anlındaki iri ter tanelerini silerken:
„İyi ki uyandırdın be karı. Çok sıkıntılı ve korkulu bir rüya içindeydim. Beni
karabasandan kurtardın. Çok küçük yaşta kaybettiğimiz oğlanı gördüm. Ellerini
bana doğru uzatmış, baba beni buralarda yalnız bırakma... Beni de al götür diye
yalvarıyordu,“ dedi.
„Hayırdır, inşallah. Korkulu rüya hayıra çıkar derler. Hadi terini sil de denkleri
arabaya yükleyin, ben çocukları uyandırmaya gidiyorum,“ dedi Hanımşah hanım...
Gözleri nemliydi.
Çocuklar uyandı. Denkler arabaya yüklendi. Haşim Ağa arabada, önce torunlarına
yer yaptı. Küçüğünü beşiğe yerleştirdi. Daha büyüğü arabanın bir köşesinde mışıl
mışıl uyuyordu... Sakin görünmiye çalışıyordu. Ama oğlu Mustafa ve gelini
Cevriye’nin çok telâşlı ve hatta bir panik içinde olduklarını görmek zor değildi.
Oğlu, eve girip çıkıyor, evden bir şeyler daha almak istiyor, alıyor ama arabada yer
olmadığını görünce geri götürüyordu. Gelin de ne yapacağını bilmiyor, başımıza
neler geldi, neler, demek ister gibi parmaklarını kırıyordu.
Komşularının huzursuz, sıkıntı ve heyecan içinde olduklarını gören Süleyman:
„Telâşa gerek yok. Trene daha çok vakit var. Zamanında varırız. Hava da güzel,“
diyordu.
Hanımşah Hanım eşiyle birlikte evden son çıktı. Çıkarken de lambayı söndürmek
istedi. Haşim ağa:
„Söndürme, bırak yansın. Gazı bitince kendiliğinden söner,“ dedi.
Hanım önde, Haşim Ağa da ardından evden çıktılar. Sokak kapılarının halkalarına
kilidi taktılar ama kapamadılar. Anahtar kilidin üzerinde kaldı... Gelen eve
girebilirdi. İsterse burada yaşayabilirdi...
O güne kadar köyden göç edenlerin evleri gibi, onun da evi boş ve ıssız kalacaktı.
Birkaç gün sonra öteki bakımsız evlerde olduğu gibi, Haşim Ağa’nın evinde de
kuşlar yuva yapacak, fareler cirit atacaktı. Bunu çok iyi biliyordu, ama yapılacak
bir şey kalmamıştı. Balkan Savaşlarıyla başlayan göç, sonunda Haşim Ağa’nın
kapısına da çalmıştı. Beşyüz küsur yıl süren bir tarihin faturasından kendine düşen
465
payı ödeme zamanı geldiğinin bilincindeydi Haşim Ağa. Bu konuda Hasan
Hoca’yla çok sohbet etmişti..
Süleyman’ın yanına oturdu. Hepsi arabada yerleşmiş mi diye bakmak isterken
bakışları evinin üzerinde kaldı. Evin önündeki iki kavak oldukça boy vermişti. Bu
kavakları çocukları dünyaya geldiğinde dikmişti. Kızını kocaya verdiğinde
kavakları satıp aldığı paradan yavrusuna çeyiz yapacaktı. Ama kızı evlendiğinde
toprak çok verimli olduğundan, kavakları kesmeye ihtiyaç kalmadı. Bu son resim
beynine öyle oyulmuştu ki iki gözü çeşme olmuştu.
Ev halkının, kendisini böyle perişan bir halde görmesini istemiyerek başını
çocukluk dostu, can yoldaşı Süleyman’a çevirdi ve:
„Hadi Süleyman, çek arabayı,“ dedi. Sesi kısık içi yanıktı.
Köyde ilk horozlar ötmeye başladı.
Yola koyuldular.. Birkaç ay önce yukarıki mahalleden Küçük Yusuf’u, istasyona
kadar Haşim Ağa uğurlamıştı. O zaman Küçük Yusuf:
„Eh Haşim Ağa bu gidişin dönüşü yok“ demişti.
Çok haklıydı. Haşim Ağa, Küçük Yusuf’un bu sözlerini anımsadı. Yüzlerce,
binlerce kez bu yoldan şehire gitmişti. Ama her keresinde yeniden evine döner,
şehirden aldığı şeker ve çikolatayla çocuklarını, torunlarını sevindirirdi. Şimdi bu
gidişin dönüşü yoktu. Gidiş var dönüş yok...
Küçük Yusuf’un, giderken kendisinden çok çok daha mert, daha dayanıklı
olduğunu da anımsadı. Gözlerinde nem yoktu, dudaklarında bir türkü:
„Dağlar dağlar viran dağlar
yüzüm güler, kalbim ağlar.
Gidin sorun niçin ağlar...
Haşim Ağa’nın gözleri hâlâ ıslak, çenesi kenetliydi.
Konuşan yoktu. Bira ara, arabanın sarsıntısından rahatsız olan küçük torunu
ağlamaya başladı. Ama çabuk sustu...
Hasan Hoca’nın evinde lamba yandı. Hoca efendi sabah namazı için hazırlanıyordu.
O gün Haşim Ağa namazda olmayacaktı. Cami cemaatinden bir kişi daha azalmıştı.
Saf küçülecekti. Hoca efendi bunu biliyordu. Ama köyden göç eden öteki köylüler
için olduğu gibi Haşim Ağa için de dua edecek, yolunun açık, gittiği yerlerde
sağlıklı, huzurlu ve mutlu olmasını dileyecekti.
Köyde horozlar biribiriyle yarışıyormuş gibi ötmeye devam ediyordu.
Doğuda şafak söküyordu.
466
CAVİT SARAÇOĞLU
(Üsküp; 1935)
Üsküp’te doğdu. İlk ve orta öğrenimini Üsküp’te tamamladıktan sonra bir süre
babasının saraç dükkânında çalıştı. Sonra sanat okulundan mezun oldu.
Sanatçı genç yaşlarında şiir yazmaya başladı. Şiirlerinde geleneksel Türk
şiirine sadık kaldı.
Cavit Saraçoğlu, 1988’de Türkiye’ye göç etti ve İstanbul’a yerleşti.
AĞLAYAN VARDAR
467
İlk giren askere yanık sesinle
Hoş geldin diyerek kol açan Vardar.
468
Buna kanmazsan sor yaslı güneşe
Her akşam magribi kana boyatır.
469
NUSRET DİŞO ÜLKÜ
(Prizren, 1938)
Prizren şehrinde doğdu. Burada öğrenim gördü. Liseden mezun olduktan sonra
öğretmenlik yaptı. Birlik gazetesi ve Sevinç, Tomurcuk dergilerinde çalıştı. Hâlen
Üsküp’te oturmaktadır.
Kara gecede
Kara Fatma
Kara dumanda kara yıldız
Kara gecede
Kara Fatma
Kara ormanda bulundu
Kara gecede
Kara Fatma
Kara toprağa gömüldü
Prizren, 1961
KÜTÜK
470
Bu ter benim terim.
O KENT
О kentte doğdum.
Her ana gibi beni dе bir ana doğurdu.
О kentte anamı ana bildim, dilimi dil.
Ana dilim Türkçe,
Analar Fatma, analar Hatçe.
О kentte doğdum,
471
О kent benim kentim, ozanların kentidir.
О kentin kendi Türkçesi, ana Hatçesi var.
О Hatçe benim anam,
О Türkçe benim Türkçem.
472
YUSUF EDİP
(Üsküp, 1949)
Lisede öğrenciyken şiir yazmaya başladı. Bunlar Birlik gazetesi ve Sesler dergisinde
yayımlandı. Sanatçının şiirlerine Bulgaristan’da Türk çocukları için hazırlanmış Türkçe ders
kitaplarında da yer verilmiştir.
SOFYA’DA KASIM
Kasım 1985
473
SUAT ENGÜLLÜ
(Üsküp, 1950)
Üsküp’te doğdu. İlk ve ortaokuldan sonra Nikola Karev Pedagoji Lisesinden mezun
oldu. Üsküp Radyosu Türkçe Yayınlar Servisinde çalıştı. Birlik gazetesinde ve Sesler
dergisinde çalışmalarını sürdürdü. Daha sonraki yıllarda Türkiye’ye göç eden sanatçı
İstanbul’a yerleşti. Hâlen İstanbul Üniversitesinde memur olarak çalışmaktadır.
Suat Engüllü, şiirde olduğu gibi hikâyede de başarılı bir sanatçıdır. Türk köylüsünün
sorunlarını ele alan ilginç röportajları da vardır.
ARMUT AĞACINDA
ÖTEN KUMRUNUN
ANIMSATTIKLARI
Apar topar.
474
Evde kimin yüzüne takıldıysa gözüm,
Hepsi üzgün, ağızlarına kilit vurulmuş dersin.
Kucaklaşıldı; helallaşıldı sonra,
Sonra deh dedi sürdü arabayı arabacı.
Ardından yürüdüler ağır ağır, ezginlikle,
Ninem, babam, annem, halam ve oğlu...
Gelmediler...
475
M. İsen, Beyhan İsen, Ayşe Esra Kireççi, Balkanlar’da Türk Çocuk Şiiri
Antolojisi, Ankara, 2001 123-125.
476
Kosova
477
Yazılı Edebiyat
478
NAİM ŞABAN
(Priştine, 1935-Üsküp, 1961)
Şairin şiirlerinin bir bölümü Düşler adı altında 1966 yılında kitap haline getirildi.
Gurbet Yerinde
479
İSKENDER MUZBEG
(PRIZREN, 1947)
BU BALKAN
Bu Balkan
Аl gülüm ver gülüm yerine
Аl kan, ver kan
Ve işte ölüm-hayat
Al alabildiğin kadar
Boz bozabildiğince
Yık yuvaları
Heyhat!
Bu Balkan
Sevgi yerine kin
Ve kan...
Belgrad'ta bir cami mezarlığında yatan
Atalarıma seslenmek geliyor içimden,
Vardar Ovası’nda,
Kumanova'da cirit oynamış
Kosova Ovası'nda yatıp kalkan atalarıma
Ve henüz doğmamış evlâtlara
Hitabet gerek
Geçmişten geleceğe bir sevgi haritası çizerek.
Gün boyunca
Haykırmak istiyorum yakınlarıma ve herkese
Mevlanaca: Gel, gene gel...
480
Abuk sabuk düşlerden sonra
Uyanıyorum uykudan
Yorgunluklarla, dalgınlıklarla
Kemiklerimde kol geziyor silâh simgeleri
Тор, tüfek, kılıç, kalkan...
Kılıç kalkan mı?
Uyanıyorum,
Hem yanıyorum, hem sönüyorum
Atıyorum içimden yorgunlukları
Darılıyorum dalgınlıklarla
Uyanıyorum,
Sevgiye özlem çiçeklerimi sunuyorum
Silmek istiyorum tozunu kinin
Ama içim boş
İçler taş
Etraf loş
İçim sanki bir volkan.
481
FİKRİ ŞİŞKO
Resim alanında da başarılı olan Fikri Şişko’nun eserleri birçok sergide yer
almıştır.
BİR GÜN
bir gün
bir yıl
ben çocukken
gittiler…
yirmi otuz senelik
komşularımız
iyiliği, kötülüğü
neşeyi, acıyı
beraber yaşadığımız,
paylaştığımız
çok defalar bir sofrada ekmek
yediğimiz
ramazan gecelerine beraber
sevindiğimiz,
bayram baklavasını beraber
yediğimiz
uzun kış gecelerinde derin
saatlere dek
sıcak odada tağar yanında
merhaba oturmuş sohbet ettiğimiz
komşularımız, dostlarımız
bir gün
bir yıl
ben çocukken
gittiler…
…
onlar
bir daha Topoklu çeşmesinden
destilerle aldığımız
o soğuk berrak suyu içmeyecekler
Dal Tulumun yeşilliklerinde
Kırk Pınarda
Bülbül deresinde
Maraş boyunda gezmeyecekler
482
Bistriça deresinin şarkısını
unutur
Karabaş günlerine sevinmiyeceker
…
bu gün cuma
aylardan mayıs ayı
aklıma geldiniz siz
komşularım, dostlarım
Mahmut bakal, Neki tekerlekçi
Süliman tatlıcı, Raif sinemacı
amcam
anlatırken soranlara
anlıyorum sizleri ki
fermanlar okundukça
kuşlar göklere uçamaz olurken
kimsiniz…
soranlar oldu mu?
o yollar
o yollar
konuşmasa
biz konuşacağız, anlatacağız
soranlara
varsınız
…
bu toprak halıları
başak başak sarı
rüzgâr eser yeşile
483
yollandı bakışlarınız uzağa
hatırlarken belki
dal Tulumu, Kırk Pınarı,
Bülbül-deresini
Maraş’taki kocaman ağacı
Topoklu çeşmesinin soğuk sularını
Bistriça deresini, Taş köprüsünü
ve
bir çift söz değiştirmek niyetiyle
durdurup sorarsınız gelenlere
gözbebeklerinizde çizilirken mavi,
hasret kalacaksınız doğum
yerine
bir gün belki
zaman zincirlerini paslı görürken
en derin yalnızlık içinde
eski çarşıyı, şadırvan çeşmesini
yalınayak koştuğunuz kaldırım
sokakları kalenin
bayramlarda patlıyan topunu
eski komşuları, dostlar
ezbere anlatacaksınız
çocuklarınıza, torunlarınıza
yeni komşularınıza
…
bir gün
bir yıl
ben çocukken
gittiniz gurbet yollarına
eski komşularımız
dostlarımız
amcam…
bu gün cuma
aylardan mayıs ayı
hatırladım sizleri
sizler
ÖZGÜRSÜNÜZ!!
484
ZEYNEL BEKSAÇ
(Prizren, 1952)
Prizren’de doğdu. Doğduğu şehirde lise öğrenimini tamamladıktan sonra bir süre
hukuk okudu. Gazeteciliğe başladı. Priştine Radyosu Türkçe Yayınlarında, Priştine
Televizyonu Türkçe Yayınlarında, gazete ve dergilerde çalıştı. Kosova’da Türk kültürünün
gelişmesine önemli katkılarda bulunmaktadır.
Lise öğrencisiyken şiir yazmaya başladı. Yayımlanan ilk şiiriyle dikkati çekti.
Bundan sonra yazdığı şiirleri Kosova, Makedonya, Türkiye’de yayımlandı.
RUMELİ'DE BAĞBOZUMU
-Suat Engüllü'ye-
Düştük yollara
Asfalt yerine yüreğimizi döşeyerek
Göç bizim hasret bizim
Bir söğüt dalı gibi soyulan
Ömür bizimdi
Dert dinledik
Dost lokması yedik
Yörük köylerinde
Bahara duramayan istemler
Kalemin sivri ucunda yas tuttu
Yokuşlara vurduk
Düze çıktık
Aşımız direnç
Gurbet yazgımız
Dilimiz namusumuzda
Prizren, 1990
485
M. İsen, S. Engüllü, Türkiye Dışı Türk Edebiyatları Antolojisi, 7., Makedonya
Türk Edebiyatı, ve Yugoslavya (Kosova) Türk Edebiyatı, Ankara, 1997, 136.
486
ETHEM BAYMAK
(Prizren, 1952)
Prizren’de doğdu. İlk ve ortaokulu, liseyi de burada okudu. Prizren Yüksek Pedagoji
Okulundan mezun oldu. Priştine Radyosu Türkçe Yayınlar Servisinde işe başlayan E. Baymak
hâlen burada çalışmaktadır.
Bizim oralarda
bir yer var
487
hacı ömer lütfü’m
bir âlem…
bizim oralarda bir yer var
kanayan yara örneği
rumelim...
boşalan köylerim
ezilen toprağım
susturulan halkım
bir âlem...
bizim oralarda bir yer var
kurutulan çınarım inadına yeşil
rumelim...
suyun pak
soyum saydam
türkçem arı
bir âlem...
bizim oralarda bir yer var
rumelim...
488
Yelken açtık karada
Yazgı dedi yaratan
Ok yaydan çıktı
Gitmek var / dönmek yok...
Yol kıvrak / yol uzak
Yol yokuş / yol iniş
Yoldaş / bu ne telâş / deme.
Soy aynı / boy aynı...
Rumeli'den yola düştük
Çin’e vardık
Göçebe...
Deve bozladı /
köpek havladı
Atlar nallandı
Destur ha / destur... / dedi Yörükbaba.
Baba önden / az ardından
Ne az gittik / ne uz gittik
Dere tepe düz gitmedik
Kuş uçmaz / kervan geçmez,
Sert kayalıklar / susuz çöllükler geçtik…
Adım izler / Yalınayak...
Yol dedik / yollar yedik
Gökkuşağı dağ ardında.
Yol kıvrak / yol uzak
Yol yokuş / yol iniş
Yoldaş / biz bu telâşla bağdaştık
Yol aynı / amaç aynı
Soy aynı / boy aynı...
Göç atlası / ebemkuşağı
İpek yolu / kandil kandil
Adak yaktı bree Hamdi...
Yörükgelin gebe kalmış
Yol boyunca doğurmuş.
Bizim soyda oğlan doğar
Bizim boyda / at şahlanır
Uğur dersen / nal gelir
Kısır dersen / sil denir
Tar çalınır ağır aksak
Ölen / ağıt istemez...
Rumeli'den yola çıktık
Çin'e vardık
Göçebe...
Dilim dildir / anadili
Öz be öz / Türkçedir
Yatır kalkar...
Koynumuzda о büyür.
489
ESİN MUZBEG
BİZİM MAHALLE
490
Romanya
491
Sözlü Halk Edebiyatı
492
Türküler-Destanlar
493
TÜRKÜLER
MUHACİR ŞARKISI
Yalvarıyoruz konsolosa
Yardım et bize
Kurban olsun canımız
Devletimize.
Ау anneler anneler
Vay babalar
Oğlum muhacir gitti diye
Çok ağlarlar.
MUHACİR TÜRKÜSÜ
494
Kimisi candan ayrılmış, kimisi maldan.
Olan bütün malını mülkünü satıp savmışlar,
"Vapur gelince gideriz" diye, limana yağmışlar.
ŞU VAPURUN DUMANI
(Muhacir türküsü)
495
BİZ GİDERİZ KIRIM’DAN
496
KIRIM DEDİKLERİ
497
Yazılı Edebiyat
498
YAĞMUR, TİPİ DEMEDİK
Karantinaya uğradık
Aylarca yattık,
Döşek, yastık bırakmadan
Her şeyi sattık.
499
İSMAİL H. A. ZİYAEDDİN
(Köstence, 1912 - Köstence 1966)
ANA DİLİM
500
Kullanıyorlar sıkılmadan, "аl sana Tatarca" diye
Nasıl şey bu sizinki? dersen var cevapları;
Ne yaptığını bilmiyorlar yeni dil erbapları
"Dili zenginleştirmek gerek" diyorlar. Ne iyi!
Amaçları bu o1sa, diliyorum onlara güç!
Lâkin şu Tatar dili öyle yapıp zenginleşir mi?
Aşılarsan sen kiraza sarımsak yakışır mı?
Zenginleştirmek değil, hayır, bu yaptıkları
Та uzaktan görünüyor düz yoldan saptıkları
Bir modadır oldu bu: "Yeni bir dil yapalım!"
Halk alalmay (alamıyor) derse dе ala almay yazalım.
501
REFİK ÖZDEK
(Köstence, 1928-İstanbul, 1995)
Galatasaray Lisesinden mezun oldu. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesinde bir süre
okudu. Çapa Eğitim Enstitüsünü bitirdi. Galatasaray Lisesinde Fransızca öğretmenliği
yaptı. Mütercim olarak Yeni İstanbul gazetesinde başlığı gazeteciliğini Büyük Doğu,
Bugün, Babıalide Sabah, Tercüman, Yeni Haber, Türkiye gazetelerinde sürdürdü.
Tercüman Çocuk dergisinin genel yayın müdürlüğünü yaptı. Araştırma dalında Türk
Kültür Vakfı’nın ödülünü kazandı. Cengiz Aytmatov çevirileriyle tanındı.
Eserleri: Roman: Hücre/K-Biz Şehir Eşkiyası İdik (1976), Çanlar ve Zindanlar (1985),
Kezban’a Mektup (1986), Ocağımız Sönmesin (1989), Yazı Yazmaktan Karnı Nasırlaşan
Adam (1994), Afşaroğlu (1994), Gece Yarısı Güneşi (1994). Hikâye: Yüreğim Yanardağ
(1986), Kiziroğlu Mustafa (1995). Diğer Eserleri: Hedef TRT, Siyasî Vasiyetnameler,
Uzay Ansiklopedisi.
Ocağımız Sönmesin
Paşa, önce, gitmekten söz ettiğine pişman olmuştu. Sonra «Neyi kimden saklıyorum»
diye düşündü. Atın üzerinde eğilip Şevki Usta’nın başına elini koydu:
502
kalanlar yola devam etmeli, taa Edirne’ye, taa İstanbul’a kadar... Bir daha göçe
kalkmayacakları yere kadar... Sülbümün sonuncusu ulaşsa razıyım. O sonuncu ocağın od’unu
orada közlendirsin.. ve hiç sönmesin ocağımız.. ama kimbilir, bu göç olmaz belki..
*
* *
Atlılar konağa varıncaya kadar hiç konuşmadılar. Said Paşa Hükûmet konağında
erkânı topladı. Düşündüklerini, şehirdeki geziden edindiği izlenimleri anlattı. Yalnız erkek
nüfusu 70 bini bulan Tulça sancağı halkını toptan göç ettirmeningüçlüğü ve sakıncaları ortada
idi. Bunca kalabalık çekildiği yerlerde de panik yaratacak, göç edenler çığ gibi büyücek, taa
Edirne’ye kadar akınların ardı arkası kesilmeyecekti. Açlık, sefillik, Balkanların ötesine kadar
yayılan bir bozguna yol açacaktı. Bu, Silistre, Varna ve Şumnu’da bulunan askerin de
mâneviyatını bozmaz mıydı? Müslüman halk, göç acısının dayanılır şey olmadığını, yapılacak
şey de olmadığını söylese bile, emre uyardı. Ama hıristiyan halkın yerinden kımıldamaya
niyeti yoktu. Atlarını, arabalarını saklamaya başlamışlar, Türk göçünün bir an önce
başlamasını, Ruslar’ın gelmesini bekler duruma geçmişlerdi. Belliydi ki Türkler gidince
yağma olacak, belki mahsulü toplamak için kalan ihtiyarlar bile kılıçtan geçirilecekti.. »
............................................................................................................................
Türkler için, göç etseler de kalsalar da düşman iki idi: Kendi aralarındaki Bulgarlar ve
Tuna’nınötesinde bulunan Urus ordusu. Silâhla karşı koymak için Paşa’dan izin ve yardım
istemeye karar verdiler. Heyetler seçip gönderdiler.
Son giden heyette Şevki Usta da vardı ve heyetin sözcüsü idi. Heyetler birbirleriyle
haberli olmadıkları halde aynı şeyleri söylediler: «Biz gidende evlerimiz yıkılır, yakılır,
tarlalarımız yanardağın külleri altında kalmışçasına kurur, gidip gelmemek kalıp savaşmaktan
daha iyi değildir.. Yollarda perişan olacağımıza, hayın tuzaklarda tükeneceğimize, çarpışarak
ölelim...»
............................................................................................................................
«Ayrılanı ayı,
bölüneni börü yer...»
503
............................................................................................................................
..............................................................................................................................
504
Hacı Ömer, Şıpka Geçidi’ni aşar aşmaz, dağları yankılandıran top sesleri arasında işte
bu gerçeği görüp anlamıştı.
Şıpka Geçidi’nden sonra kendilerini Kızanlık kasabası önlerinde bulmuşlardı. Ve öyle
bir manzara vardı ki karşılarında, insanlar ırmak olmuş, nehir olmuş, kol kol, alay alay,
gündoğuya akıyorlardı. Çoluk çocuk, yayan yapıldak yollara düşmüştü. Üzerlerinde bir toz
bulutu, arkalarında duman ve alev.. Bazan göç alaylarından birinin üzerine bir gülle düşüyor,
arabalar devriliyor, insanlar savruluyor; sonra, önlerine çıkan setlerle kollara ayrılan suların
ilerideki vadide tekrar toplanmaları gibi, bir araya geliyorlardı. Güllenin düştüğü ve geride
bıraktıkları yerde, dağınık cesetler, devrik arabalar, sürünen tenteler bırakarak...
Hacı Ömer’in kafilesi Kızanlık’tan çıkan bir göç kolu ile karşılaşmış ve onlardan
birine sormuştu:
-Biliyorum, Kızanlık’ta Urus var, bizden kalan var mı? Kalanların hali nicedir?
Adam, Hacı Ömer’e, kafilesine, atlı arabalara baktı:
-Nicedir mi diyorsun, cehenneme düşenlerin hali nice olur?
Sonra, «tövbe! tövbe!» diye mırıldandı. Kanlı gözlerini Hacı Ömere’in gözlerine çevirdi:
-Kızanlık’ta bir Pazar Meydanı var, Pazar Meydanı’nda sıra sıra iskemleler var,
iskemlelerin üzerinde elleri bağlı dimdik duran insanlar var.. Boyunlarında ilmikler!
Sandalyeleri devirmeye başladıkları zaman ayrıldım oradan. Daha söyleyim mi? Meydanın
bitişiğinde bir de cami var, caminin avlusunda uzun salıncak demirleri var, dörder ayaklı ve
yüksek demirler.. İşte bu demirlere asılı yirmi çan saydım. Kocaman, çocuk boyunda, bazıları
büyük adam boyunda çanlar... Moskof bunları camilere asmak için Rusya’dan getirmiş.
Caminin içi de dünden beri cemaatla dolu, hiç dışarı çıkmadılar. Çünkü vücutları süngü ile
delik deşik olmuş.. avlunun taşları kırmızı...
-Yeter artık anlatma! Yeter! Diye bağırdı Hacı.
Hıçkırarak karşısındakinin boynuna sarıldı. Bir süre öylece kaldı ve sarsıla sarsıla
ağladı. Sonra, yüz metre geride kendi kafilesinin beklediğini, onlara ne yana gideceklerini
haber vermesi gerektiğini düşünerek, kucakladığı adamın göğüsünden usulca ayrıldı.
Gözyaşlarını silip kendisini toparlamaya çalıştı.
Kafilenin yanına geldiği zaman hiç bir şey söylemedi, söyleyemedi. Yalnız eliyle bir
yön gösterdi ve onun gösterdiği tarafa ilerlediler.
Herkesim gittiği yöndü bu. En yakın göç alayının peşine takıldılar. Sonra onların
arkalarından başkaları geldi. Onlar önden gidenlere, arkadan gelenler onlara yetişti ve göç
kolu büyüdü. Upuzun bir alay oldular. Yalnız onların arabaları atlıydı ve atlar öküzlerden
daha hızlı ilerliyordu. Zaten alayın büyük çoğunluğu yaya idi. Halsizler, çocuklar yavaş yavaş
arabalara dolmuşlardı. Şimdi her arabada en az on kişi vardı. Hiç kimse kimseye bir şey
sormuyor, hiç kimse bir ötekinden şikâyet etmiyor, kaderlerinin çağırdığı yere, düşe kalka,
top sesleri altında, dur-durak bilmeden, akıp gidiyorlardı.
O müthiş patlama olduğu zaman neredeydiler, kaç saat geçmişti... Hacı’nın kafilesinde
bunu bilen yoktu. Herkes, çevresini, o korkunç manzarayı, görmek istemiyor gibi, önüne
bakıyordu. İşte böyle bir sırada, alayın ortasına, atlı arabaların gerisi ile onların hemen
ardındaki öküz arabalarının arasına bir top mermisi düştü. Atlar, öküzler yıkıldı. Arabalar
devrildi ve insanlar, merminin düştüğü yerde, kızıl dumanlar arasında kaldılar. Şarapnel
dağılmış, yayalar ve arabalarda olanlar savrulmuştu. Çığlıklar, inlemeler duyuldu mermi
sesinden sonra. Öndeki öküz arabaları yürümeye devam etti. Atlı arabalar ve onların
gerisindeki öküz arabaları, alayın yarısı, durmuştu. Çocuk cesetlerini kucaklayan analar,
eşlerinin cesetlerine, yaralıların üzerine abanmış eşler, kardeşler, boyunduruktan sıyrılmaya
çalışan yaralı öküzler, çırpınan atlar...
Uzun göç yolunda tecrübe kazanan Hacı’nın kafilesi, çabuk harekete geçmiş, bir
yandan devrik arabaları yana çekerek yolu açarken, öte yandan da yaralıları toplamış ve
yürüyebilecek durumda olanları indirerek yaralıları bindirmişlerdi arabalara.
505
Dördü Hacı’nın kafilesinden olmak üzere onbir ölü vardı. Pek çok da yaralı.
«Kalabalığın ortasına düşen ve sonra dolu gibi, çivi gibi öldürücü demirler saçan
uğursuz bomba! Varını yoğunu bırakıp göç yoluna düşen sivillerin üzerine bomba salan
şerefsiz topçu! Suçu ne idi bu insanların! Oyununa, oyuncağına doyamayan bu yavruların!..»
Bunları ağıt gibi söyleyen Elif Ana idi. Önlerde bulunan arabada olmasına rağmen, ta
oraya kadar sıçrayan bir misket, ya da demir parçası, onu da yaralamıştı omuzundan.
Bir araba ve dört nüfus daha eksilmişti Hacı’nın kafilesinden. Hasta ve yaralıların
sayısı da dokuza çıkmıştı. Sağlam olarak yirmi kişi kalmışlardı. Bunların onüçü çocuk ve
kadındı. Onbeş kadar da öbür kafileden aldıkları yaralılar ve hastalar vardı arabalarda.
Hacı düşündü: Sık sıra halinde gitmek, ikinci bir top atışına maruz kaldıkları zaman
isabet ihtimalini arttıracak, daha fazla zarar görmelerine sebep olacaktı. Atlar, çok güçsüz
durumda olsalar bile öküz arabaları yolu tıkamadığı zaman daha hızlı gidebilirlerdi. Onun için
yolu değiştirip öküz arabalarından ayrılmak, zaten ikiye bölünen büyük kafileden arasında
daha geniş bir boşluk bırakmak istedi. Bu düşüncesini arabadaki yaralılara söylediği zaman.
Öbür kafileden katılan yaralı ve hastaların onikisi yakınları ile bir arada kalmak istediler ve
arabalardan indiler. Biri kadın olan üç yaralı da onlarla kalmayı tercih etti.
Hacı Ömer’in kafilesi iki kilometre kadar ilerledi ki, bir sapakta sola saptı ve öteki
kafileden ayrılmış oldu.
*
* *
Uzunca bir yürüyüşten sonra eski Zağra yakınlarına gelmişlerdi. Ara sıra duruyor, bir
tepeye çıkıp etrafa bakıyor ve hep aynı manzarayı görüyorlardı: Göç! Göç! Hep göç! Her
yönden Edirne yönüne giden göç kolları. Böyle bir gözetleme sırasında, Rasim, yamacın öte
yanında dumanlar tüten bir köy göründüğünü söyledi. Zaten tuttukları yol da o köyden
geçecekti. Bunun için mi, yoksa Dobruca’dan Deliorman’a geçtikleri zaman, hoca ve
papazdan başka canlısı olmayan o kanlı çukurlu köyü hatırladığı için mi, bilinmez, Hacı
Ömer, oraya doğru kafileyi hızlandırdı.
Vardıkları köyde ne hoca çıktı karşılarına, ne papaz. Ne havlayan bir köpek, ne de
başka bir canlı. Yanmış evlerin arasından ve yıkık minarelerin yanından bir ölü sessizliği
içinde geçtiler. Yakılıp yıkılmadan önce yetmiş-seksen haneli bir köy olmalıydı. Çıkrıklarında
kovalar sarkık duran iki üç kuyu, kuyulardan birinin başında uzun bir oluk ve küçücük bir göl
gördüler. Yağmur yağdığı zaman hayvanları bu gölcükten, kurak olduğu zaman oluktan
suladıkları anlaşılıyordu. Kafile de susuzdu. Hayvanların dinlenmeye, sulanmaya ihtiyacı
vardı. Ama yine de duramadılar. Durmak arzusunu gösteren olmadı. Sessiz bir güç onları
itiyor, görmedikleri insanların sesleri «Durmayın! Durmayın!» diyordu kulaklarına.
Durmadan, ama ağır ağır köyü geçtiler, harman yerine geldiler ve işte o zaman Hacı
Ömer, «duur!» diye bağırdı. Sürücülerin dizginleri çekmesine gerek kalmadı. Atlar onun
emriyle yürümeye, onun emriyle durmaya alışmışlardı.
Harman yerinde, serpilmiş gibi, atılmış gibi, on-oniki ceset görmüştü Hacı Ömer.
İsmail’i, Rsim’i ve Şamil’i yanına katıp cesetlerin olduğu yere yürüdü. Artık yalnız Hacı
Ömer’in atı vardı. Yardımcıları atlarını, yürüyemez duruma gelen atların yerine arabalara
koşmuşlardı. Fakat, belki öteki kafilelerin hiç birinde olmayan destekleri vardı: Tüfekleri...
Dört kişi cesetlerin yanına gittiler ve... gördüler. Hacı, üzengisinin üzerinde
doğrularak, başka hiç kimsenin gelmemesini emretti kafileye. Bu dayanılmaz manzarayı
kendilerinin görmeleri yeterdi: Oniki ceset! Hepsi kadın ya da genç kız. Yarı çıplak
506
durumdalar. Çamaşırları yırtılmış. Baldırları kan içinde. Kanlar kurumuş. Bazılarının
göğüsleri kesilmiş, karınları deşilmiş, gözleri oyulmuş..
Kafilenin yanına dönüp, donmuş gibi, dilleri tutulmuş gibi durdular. Kimsenin yüzüne
bakmıyor, soru soran bakışları görmüyorlardı.
Neden sonra Hacı’nın sesi duyuldu:
-İlerle! Hızlan!
Fakat, her zamanki sesi değildi bu. Çığlık gibi, imdat çağrısı gibi bir ses. Atlar bile
anlayamadılar da, sürücülerin uyarması gerekti.
507
YAŞAR MEMEDEMİN
(Köstence, 1936)
Yaşar Memedemin, küçük yaşta şiir yazmaya başladı. Şiirlerinde sevgi, doğa,
millî kimlik konuları ağır basmaktadır. Karadeniz gazetesinin baş redaktörlüğünü de
yapan sanatçı, Romanya Türk-Tatar azınlığın kültür tarihi ile ilgili yazılarını bu
gazetede yayımlamaktadır.
KIRIM’A
508
Denen cümleler kafatasımda durmadan dolanıyor...
“Vatanım! Sana ulaşmak için, seni görmek için çok
bekledim,”
Bunu ifade etmek için söz bulamıyorum,
Gözlerim taşıyor, yaşlarım akıyor.
“Sizlerde memleket yok, sizlerde bayrak yok” diyen
şikâyetler
Beni ömrümce rahatsız etti...
“İşte memleket, işte bayrak...” diye söyleyeceğim
günler yaklaşıyor...
İnanamıyorum,
Birkaç yıl evvel seni diye düşünemiyordum...
Allah’ın yardımıyla şükür gerçekleşti,
İmreniyorum... Gururlanıyorum...
Aklıma anne babalar, nineler, dedeler geliyor.
“Kırım, Kırım denilen bir Yeşil Ada, doğduğumuz,
büyüdüğümüz yerler,
Atalar orada”
diye söyledikleri sözler kulaklarıma çalınıyor...
Tuhaf bir yaşayışın içindeyim,
Sizlere de beyan oluyor mu acaba?
Diz çöküp toprağını öpüyorum...
Sana kavuştuğum için,
Gövdelenen yarının ışığı için öpüyorum...
Selâm sana, Yeşil Adal...
509
Nereden geliyor Kırım’ın sıcak buharı...
510
FATMA SADIK
(Köstence, 1950)
Sanatçı, Şiir yazmaya genç yaşta başladı. Şiirlerini Türkçe ve Rumence yazdı.
Rumence yazdığı şiirlerini Şükran adlı kitapta topladı (Köstence, 1998) Türkçe
şiirlerini Papatyanın Tebessümü İçin Şiir adlı kitabında topladı. Hâlen Köstence’de
yaşayan Fatma Sadık’ın yeni şiirleri Hakses, Türkçe, Karadeniz, Tatarca gazetelerinde
basılmaktadır.
Güzelmiş Türkçe
Şiir Yazmak
İzmir-1999
511
RESİMLERLE BALKANLAR’DAN GÖÇLER
512
Balkanlar’dan zorunlu göçler (Res.: Embiya Çavuş).
1877/78 Savaşında Kuzey Bulgaristan’dan göç eden Türkler (The Illustrated London News,
1 Eylül, 1877, 212).
513
1877/78 Savaşında trenlerle İstanbul’a kaçmaya çalışan muhacirler (Elveda Doğduğum
Toprak, Fotoğraflarla Anadolu’nun 150 Yıllık Göç Tarihi, Tarih Vakfı Yayınları).
514
Balkan Savaşında göç yollarına düşen Türk kafileleri (L’illustration, N. 3637, 9 Kasım 1912).
515
Anadolu’ya Balkan göçmenlerinin getirdiği seri hareket kabiliyetine sahip dört tekerlekli
muhacir arabaları (H. Yıldırım Ağanoğlu, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Balkanlar’ın Makûs
Talihi Göç, İstanbul, 2001, 305).
516
İstanbul Sirkeci iskelesinde karşıya geçmek için bekleyen mübadiller (Elveda Doğduğum
Toprak, Fotoğraflarla Anadolu’nun 150 Yıllık Göç Tarihi, Tarih Vakfı Yayınları).
İstanbul limanında Anadolu yakasına gitmek için hareket zamanını bekleyen Trakya’dan
gelen muhacirler (L’illustration, N. 3639, 23 Kasım 1912, 413).
517
Bab-ı Âli caddesinde, Asya’ya gitmek üzere arabalarıyla İstanbul’a gelen Trakya köylülerinin
araba korteji (L’illustration, N. 3638, 16 Kasım 1912, 372).
518
Yugoslavya göçmenleri Sirkeci Arabalı Vapur İskelesinde. 07.04.1955 (Rumeli Türkleri
Kültür ve Dayanışma Derneği Arşivi).
Tuna’da Belene Ölüm Kampı (Res.: E. Çavuş, 1985, Balkanlar’dan Esinti, Sayı-5, 1990, 18).
519
Mestanlı Direnişleri (Res.: E. Çavuş, Balkanlar’ın Sesi, Sayı-3, 1989).
520
Totaliter rejim yıllarında Bulgaristan’da Müslümanların cenazeleri zorunlu olarak Htistiyan
geleneklerine göre toprağa veriliyordu. Resimde bir Türkün cenazesi (Balkanlar’ın Sesi,
Sayı-3, 1989).
1990’larda Bulgaristan Türklerinin haklarının iadesi için yaptıkları yürüyüşlerden biri (Hak
ve Özgürlük, Sayı-1, 1996).
521
1990’lı yıllarda Bulgaristan Türklerinin hak arayışları (Hak ve Özgürlük, Sayı-48, 1993).
522
Zorunlu 1989 göçünde Türkiye’ye girmeye çalışan Bulgaristan Türkleri (Hak ve Özgürlük,
Sayı-19, 1995).
523
1989 göçünden Kapıkule gümrüğünden görüntüler (B. Toğrol, 112 Yıllık Göç (1878-1989),
101).
524
1989’da zorunlu göçe tabi tutulan Bulgaristanlı bir kadın.
525
1989’da zorunlu göçe tabi tutulan bir Bulgaristan Türkü.
526
Göç yorgunları... Büyük 1989 göçü (R. Ercüment Konukman, Tarihi Belgeler Işığında Büyük
Göç ve Anavatan (Nedenleri, Boyutları, Sonuçları), Ankara, 1990, 66).
Göç yorgunu... Zorunlu 1989 göçü (R. Ercüment Konukman, Tarihi Belgeler Işığında Büyük
Göç ve Anavatan (Nedenleri, Boyutları, Sonuçları), Ankara, 1990, 68).
527
Kapıkule’de geçici iskân yeri Çadırkent... (R. Ercüment Konukman, Tarihi Belgeler Işığında
Büyük Göç ve Anavatan (Nedenleri, Boyutları, Sonuçları), Ankara, 1990, 70).
528
Rodop Türklerinin İhtişam Abidesi – Türkân Çeşmesi (Hak ve Özgürlük, Sayı-6, 1997).
Totaliter rejim sürecinde öldürülen Mestanlı şehitlerin anısına yaptırılan bir anıt (Bizim
Anayurt, Sayı-20, 1998).
529
Büyük 1989 göçünde Ankara’ya yerleşen Bulgaristan Göçmenleri için inşa edilen konutlar.
530
Bulgaristan’da Doğu Rodoplar’da terk edilmiş bir göçmen evi. (Fotoğraf: Aylin Mehmet).
Bulgaristan’da Doğu Rodoplar’da tüm öğrencileri göç etmiş ıssız bir okul. (Fotoğraf: Aylin
Mehmet).
531
Bulgaristan’da Doğu Rodoplar’da 1989 göçünde terk edilmiş Türk evleri. (Fotoğraf: Aylin
Mehmet).
Köprülü (Makedonya)- Terk edilmiş Türk evleri (M. Kahramanyol, Makedonya’daki Türk ve
Müslüman Toplumlarının Vatanından ve Hayatından Manzaralar, Ankara, 2003).
532
İştip (Makedonya)-Terkedilmiş Türk evi (M. Kahramanyol, Makedonya’daki Türk ve
Müslüman Toplumlarının Vatanından ve Hayatından Manzaralar, Ankara, 2003).
533
SUMMARY
Emigration is an important issue in lives of Balkan Turks. This is a sad story about the
people forced to leave their homeland.
Starting with the lose of territories comprizing the European lands of The Ottoman
Empire, the emigration continues until now. As a result of wars, pressure and oppression
hundreds of thousands of Rumelian Turks and Muslims have been killed, and the majority of
those who succeeded to survive these events have died, due to hunger, bad weather conditions
and diseases throughout their emigration routes. Settlements, who have managed to reach the
desired destinations in Tukey have experienced a long adaptation period, full with troubles.
The encountered tragedies during these events have found their expressions in literature and
folklore achievements reflecting the disaster of excile. Starting from 1877/78 Ottoman-
Russian War and still continuing sufferings of Balkan Turks, have found expressions in
poems, stories and novels.
Exiles have always been a disaster for Rumelian Turks and Muslims.A new problems
with economical and social impact have arisen and these difficulties have imposed troubles
not only to emigrants but also to local people. Having been experinced in these issues, the
Turkish State have managed to solve these problems in acceptable way for both sides and has
created numerous laws regulating the relationships among them.
Those of the Balkan refugees who succeeded to survive have encountered certain
difficulties during their adaptation period in the new surrounding. Having experienced severe
physical and moral losses throughout their route to Turkey, it was not easy for the them to
recover. Their nostalgies for the native lands have remained as a long-lasting effect
throughout the years. This situation is especially well seen in older refugees.
The culture of the local people has influenced the refugees, but they also have
benefited from the newly brought culture from the Balkans. The existance of common
language, religion, and traditions, as well as common cultural norms and values, have helped
them to integrate with the local people and the Turkish State have not experienced any
troubles in this respect.
534
KAYNAKÇA
Arı Kemal, Büyük Mübadele. Türkiye'ye Zorunlu Göç (1923-1925), 3. Baskı, İstanbul, 2003.
Aziz, Osman, ″Canlarım Türküler Bizim Türküler″, LakovPRES, Sofya, 2002, 35-38.
Boran, Behice, Toplumsal Yapı Araştırmaları (İki Köy Çeşidinin Mukayeseli Tekkiki),
Ankara, 1945.
Çavuşev, İsmail, Zoraki Ödev, Hak ve Özgürlük gazetesi, Sofya, Sayı-3, 1998.
535
Erendoruk, Ömer Osman, Bir Başkadır Bizim Eller... (Hatıralar, Gözlemler), Turan Yayıncılık,
1994.
Gökaçtı, Mehmet Ali, Nüfus Mübadelesi. Kayıp Bir Kuşağın Hikâyesi, 1. baskı, İstanbul,
2002.
Halaçoğlu, Ahmet, Balkan Harbi Sırasında Rumeli'den Türk Göçleri (1912-1913), Türk Tarih
Kurumu Yayını, Ankara, 1994.
Halka Doğru "Millî Türküler", Sayı: 4, 2 Mayıs 1329/15 Mayıs, 1913, 25.
Horata, Osman, Mehmet Ali Ekrem, Hilmiye Ekrem, Arzu Sema Baydar, Nevzat Özkan,
Mariya Durbaylo Angelova, Türkiye Dışındaki Türk Edebiyatları Antolojisi, 12. Romanya ve
Gagavuz Türk Edebiyatı, T. C. Kültür Bakanlığı Yayını, Ankara, 2001.
Horvath, Béla, Anadolu, 1913, 2. Baskı, Tarih Vakfı Yurt Yayını, İstanbul, 1997.
Hösch, Edgar, Geschichte der Balkanländer: von der Frühzeit bis zur Gegenwart - 4.
aktualisierte und erw. Aufl.; Verlag C. H. Beck, München, 2002.
İpek, Nedim, Rumeli'den Anadolu'ya Türk Göçleri (1877-1890), Türk Tarih Kurumu Yayını,
Ankara, 1994.
İsen, Mustafa, Suat Engüllü, Türkiye Dışındaki Türk Edebiyatları Antolojisi, 7. Makedonya,
Yugoslavya (Kosova) Türk Edebiyatı, T. C. Kültür Bakanlığı Yayını, Ankara, 1997.
Kaya, Fahri, Makedonya’daki Türk Varlığı yazısından. Balkanlar’daki Türk Kültürünün Dünü-
Bugünü-Yarını: Uluslararası Sempozyum (26-28 Ekim 2001) Bildiri Kitabı. Uludağ
Üniversitesi Rektörlüğü, Bursa-2002, 181.
536
Kılıç, Osman, Nereden Nereye:, Göçmenlere Yardım Derneği Ankara Şubesi Bülteni, Sayı-10,
2003.
Kúnos, İgnács, Türk Halk Edebiyatı. Yayına hazırlayan: T. Gülensoy, Akçağ Yayını, Ankara,
2001.
Lauzanne, Stephane, Balkan Acıları: Hastanın Başucunda Kırk Gün, (Osmanlıca Baskısından
Günümüz Türkçesine Çeviren: Murat Çulcu), İstanbul, 1990.
McCarthy, Justin, Ölüm ve Sürgün. İnkılâp Yayınevi, 3. Baskı, İstanbul, 1998, 14-15, 149.
Memoğlu, Mustafa, Kriçim Türkleri. Tarih ve Kültür. (Baskıdadır).
Mollov, Riza, Bulgaristan Türklerinin Halk Şiiri, Narodna Prosveta Yayınevi, Sofya, 1958,
143-144.
Özcan, Gencer, "Türk Dış Politikasında Süreklilik ve Değişim: Balkanlar Örneği", "Yeni
Balkanlar, Eski Sorunlar", Yay. Haz. Kemali Saybaşılı, Gencer Özcan, İstanbul, 207-227.
Raci Efendi, Hüseyin, Zağra Müftüsünün Hatıraları (Tarihçe-i Vak’a-i Zağra), 1001 Temel
Eser, Tercüman, Yayımlandığı yıl belirtilmemiş.
537
Sofuoğlu, Adnan, Osmanlı Devletinde Ortaya Çıkan Göç Problemleri ve Türk Göçlerinin Bir
Safhası. Türk Kültürü, 383, 1995, 168.
Süleymanoğlu, Hayriye, Mehmet Süleymanoğlu, Türkçe-7, 1ci baskı: Sofya, 1990, 2ci
genişletilmiş baskı: İstanbul, 2000.
Süleymanoğlu, Hayriye, Mehmet Süleymanoğlu, Türkçe-8, 1ci baskı: Sofya, 1990, 2ci
genişletilmiş baskı: İstanbul, 2000.
Şerefli, Ahmet Şerif, Sen İstanbul'a Gelme. (Basın yeri belirtilmemiştir), 2003.
Şimşir, Bilâl, Rumeli'den Türk Göçleri. I-III, Ankara, 1968, 1970, 1989, 90.
Tahmizci-zâde Mehmed Mâcid, Girit Hatıraları, Yayına Hazırlayanlar: İsmet Miroğlu – İlhan
Şahin, Tercüman 1001 Temel Eser, İstanbul, 1977.
Todorova, Mariya, Balkanlar'ı Tahayyül Etmek. Çeviren: Dilek Şendil, İstanbul, 2003.
Tryjarski, Eduard, Prasa Turków Bugarskich i jej jezik: Przeglad orientalistyczny, Warszawa,
1962, Nr. 4 (44).
Tufan, Muzaffer, Göç Hareketleri ve Yugoslavya Türkleri, Erdem, Eylül, 1989, Cilt: 5, 15.,
Ayrıbasım, Ankara, Mart, 1992.
Türker, Mehmet, Kalem Kılıçlaşınca - Ömer Osman Erendoruk’un Edebiyat Kimliği, Ufuk
Ötesi Yayınları, İstanbul, 2004.
538
Yenisoy, Hayriye Süleymanoğlu, Bulgaristan Türk Çocuk Edebiyatından Örnekler. T. C.
Kültür Bakanlığı Yayını, Ankara, 2002.
Yenisoy, Hayriye Süleymanoğlu, Bulgaristan Türkleri Şiiri, Türk Dili Özel Sayısı, V, (Türkiye
Dışı Çağdaş Türk Şiiri, Sayı: 531, Mart, Ankara, TDK, 1996), 449-578.
Yenisoy, Hayriye Süleymanoğlu, Halk Edebiyatında Balkan Türklerinin Göç Kaderi, Türk
Kültürü, Sayı: 485-486, 2003, 1-19.
Yücelden, Şerafeddin, "Yugoslavya'dan Sessiz Türk Göçü", Türk Dünyası dergisi, Sayı-11,
İstanbul, 1968, 12-16.
Zaim, Sabahattin, Türk Dünyasında Balkanlar'dan Hâtıralar, Yeni Türkiye, Türk Dünyası
Özel Sayısı 16, C. II, 1758-1765.
539
Hayriye Memoğlu-Süleymanoğlu
10 Mart 1934’te Bulgaristan’ın Filibe şehri (Plovdiv) yakınında bulunan Kriçim kasabasında doğdu. Özel Türk Rüştiyesini bitirdikten
sonra Bulgar Kız Lisesinde okudu. Sofya Üniversitesi Filoloji Fakültesi Türkoloji Bölümünün ilk mezunlarından biri oldu. Sonra da Üniversitenin
Slav Filolojileri Fakültesi Bulgar Dili ve Edebiyatı Bölümünden mezun oldu. Mecburî hizmetini Kırcaali Türk Öğretmen Okulunda tamamladıktan
sonra Eski Zağra’da (Stara Zagora) yeni açılan Öğretmen Uzmanlaşma Enstitüsünde "Türk Okulları" Bölüm Başkanlığına atandı. Sınav kazanarak
Sofya Üniversitesi Türkoloji Bölümünde öğretim görevlisi, başasistan olarak 22 yıl çalıştı. Üniversitede kaldığı dönemin son beş yılı Hayriye
Süleymanoğlu ve ailesinin yaşamında büyük işkence yılları oldu. Türk azınlığa başlatılan saldırılarda bu aile de nasibini aldı. Bundan sonra Sofya
Üniversitesinden Bulgar Bilimler Akademisine atanarak Balkan Araştırmaları Enstitüsü BALKAN HALKLARININ ETNİK-LENGÜİSTİK ve
ETNİK-KÜLTÜREL SORUNLARI Bölümünde beş yıl çalıştı. Uzmanlığını Azerbaycan Devlet Üniversitesinde (Bakü) yaptı, Azerbaycan Bilimler
Akademisi Dilcilik Enstitüsünde de doktorasını savundu. Balkan Araştırmaları Enstitüsünde doçent unvanını aldı. 1989’un Büyük Göçünde ailece
Türkiye’ye geldi ve burada Yenisoy soyadını aldı. 1991’de Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesinde kadroya alınarak Bulgar Dili ve
Edebiyatı Anabilim Dalının kurucusu oldu. Türkiye döneminde profesör oldu. Bir dönem Muğla Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve
Edebiyatı, Türk Lehçeleri Bölümlerinde Rumeli Türk Ağızları ve Balkan Türklerinin Edebiyatı dersleri okuttu. Davetli olarak bulunduğu Oslo
Üniversitesi, Bakü Devlet Üniversitesi ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Gazi Magusa Üniversitesinde konferanslar verdi; Sofya Yüksek İslâm
Enstitüsünde, Avusturya Türk Federasyonunun Viyana’da, Hollanda Türk Federasyonunun da Amsterdam’da düzenledikleri yaz okullarında ders
okuttu. Bir süre T. C. Devlet Bakanlığında ve Kültür Bakanlığında geçici olarak danışmanlık görevinde bulundu.
Bilimsel Çalışmalar
Prof. Dr. Hayriye S. Yenisoy’un bilimsel çalışmaları Türkoloji, Balkanoloji ve Slavistik alanındadır. Dil, edebiyat ve kültüre dair
yazdığı uluslararası dergilerde ve yabancı üniversitelerin yıllıklarında makale ve monografilerinden başka, öğretimin her basamağı için de
ders kitapları hazırlamıştır. Türkçe, Bulgarca, Rusça, İngilizce ve Slovak dilinde basılmış 200’e yakın eseri vardır.
Türk Dili Ses Bilgisi (Sofya Üniversitesi Yayını, Sofya 1976), Bulgarca-Türkçe Tematik Sözlük (Sofya Üniversitesi Yayını, Sofya 1981),
Bulgar dilinde hazırlanmış: Çağdaş Bulgarcada Türkçe Kökenli Deyimlerin Durumu (Ankara 1992),
Çağdaş Bulgar Dili(Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Yayını, Ankara 1997),
Türkiye Dışındaki Türk Edebiyatları Antolojisi, 8, Bulgaristan Türk Edebiyatı (T. C. Kültür Bakanlığı Yayını, Ankara 1997),
Tarih Boyunca Slav-Türk Dil İlişkileri (Türk Dil Kurumu Yayını, Ankara 1998),
A Dictionary of Turkisms in Bulgarian (A. Grannes, K. R. Hauge, H. Süleymanoğlu, Novus Forlag, The Institute for Comparative Research
in Human Culture, Oslo 2002),
Bulgaristan Türk Çocuk Edebiyatından Örnekler (T. C. Kültür Bakanlığı Yayını, Ankara 2002),
Baskıda olanlar
Türkçe-Bulgarca Sözlük ,
Uluslararası bazı bilim derneklerinin üyesi olan Hayriye Süleymanoğlu Yenisoy, birçok ulusal, uluslararası kongre, sempozyum ve
panellere bildirileriyle katılmıştır.
1994’te Süvari Dergisinin, 2004 yılında da Türk Dünyası Yazarlar ve Sanatçılar Vakfı’nın (TÜRKSAV) TÜRK DÜNYASINA
HİZMET ÖDÜLLERİNE lâyık görülmüştür. Başka kurum ve kuruluşlarca da ödüllendirilmiştir.
540