Professional Documents
Culture Documents
Başlarken...
19 Aralık 2000... Bu tarih neyi hatırlatıyor size? Peki 'Hayata Dönüş' desek.... Çok düşünmeye
gerek yok.
"6 kadını diri diri yaktılar" diyen kadını... Peki ya yanmış bedenleri hangimiz unutabildik.
Unuttuk mu?
Tam 6 yıl oldu. Tutuklular F tipinde tek kişilik hücrede kalıyor. Ölüm oruçları devam ediyor.
Ölüm orucunda ölenlerin sayısı bugün itibariyle 122. Tecrit ve beyaz işkence 7. yılına
girerken halen 3 kişi ölüm orucunda, üstelik bunlardan biri bir hukuk adamı. 'Hayata Dönüş'
operasyonunun öncesini sonrasını ve yaşanılanları yazarken, hem kendimizi hem toplumu
hem de tecridin ne demek olduğunu sorgulamaya çalıştık. Dönemin Adalet Bakanı Hikmet
Sami Türk, ısrarla "tecrit yoktur, sonuna kadar projenin arkasındayım" derken, Kandıra F Tipi
Hapishanesi'nde kaldığı tek kişilik hücrede kendini asan Volkan Ağırman'ın babası Niyazi
Ağırman ise; "Tecridi en iyi ifade eden oğlumdu, çünkü canıyla ödedi" diyor. Bir yanda
Dönemin Adalet Bakanı diğer yanda oğlunu tecritte kaybetmiş bir baba... Bu sistemi
1800'lerden beri uygulayan Avrupa'da onları tecrübe etmiş insanlarsa tanıklarıydı bu lüks
dairelerin. "Beyaz işkence" diye anlatıyordu oralardan sağ ya da az da olsa sağlıklı
çıkabilenler: "Sessizce yok ediliyorsunuz, ama üzerinizde işkenceye dair bir iz bırakmadan
yapıyorlar bunu..." 6 yıl biterken bile dışarıdan kavraması güç geliyor, yanıbaşımızda "Tecrite
hayır" bildirileri dağıtan insanları ya es geçiyor ya da "tecrit de ne demek ya" diye birbirimize
soruyoruz.
F tiplerini, tecriti ve ölüm oruçlarını bire bir tanıkları, aydınlar ve dönemin Adalet Bakanı ile
konuştuk. Belki yardımcı olur sorularımıza...
F TİPLERİ
Devlet 1992 yılında 17 cezaevi için 60 milyon dolarlık bir yatırım planladı ve 2000 yılında
açılması planlanan 11 adet F-tipi cezaevinin yapımına başlandı. Koğuş sistemini ortadan
kaldırarak hücre sistemini getiren F-tipi cezaevleri, bir ve üç kişilik hücrelerden oluşuyordu.
Bu yeni cezaevlerine öncelikle siyasi mahkûmlar taşınacaktı. Hücre sistemi, devlet tarafından
terörle mücadelede yeni bir adım olarak değerlendiriliyordu. Tam bir denetim sağlamak üzere
tutuklu ve hükümlüler arasındaki her türlü ilişkiyi istenildiği anda kesmeye olanak sağlayan
hücre sistemi ve yüksek güvenlikli F tipi cezaevlerinin, şimdiye dek yaşanan her türlü
bozukluğu ortadan kaldıracağı düşünülüyordu.
Ancak, başta mahkûmlar olmak üzere onların aileleri, sivil toplum örgütleri ve insan hakları
savunucuları, F tipi cezaevlerine karşı çıktılar. Yeni sistemin küçük grup veya tecrit
izolasyonuna yol açacağına dair endişelerin bugün ne kadar yerinde olduğu ortada. Çünkü
dokuz yıl boyunca kamuoyuna hiçbir bilgi verilmeden yürütülen F tipi cezaevleri projesinin
hukuksal temelleri, 1991 yılında yürürlüğe konan 3713 sayılı Terörle Mücadele Yasası'nın
(TMY) 16. maddesine dayanıyordu.
Madde 16: "Bu Kanun kapsamına giren suçlardan mahkûm olanların cezalan, tek kişilik veya
üç kişilik oda sistemine göre inşa edilen özel infaz kurumlarında infaz edilir.
Bu kurumlarda cezasının en az üçte birini iyi halle geçiren hükümlüler diğer kapalı infaz
kurumlarına nakledilebilirler.
Bu Kanun kapsamına giren suçlardan tutuklananlar da birinci fıkrada gösterilen şekilde inşa
edilmiş tutukevlerinde muhafaza edilirler. İkinci fıkra hükümleri tutuklular hakkında da
uygulanır."
Sivil toplum örgütleri ve insan hakları savunucularının da çabaları sonucu, geçici kabulü
yapılan üç cezaevinden biri olan Sincan F-tipi Cezaevi, Adalet Bakanlığı'nın izni ile 28
Temmuz 2000 tarihinde İnsan Hakları Derneği, Türkiye İnsan Hakları Vakfı ve Mazlum Der
temsilcileri tarafından incelendi. İncelemenin ardından yapılan açıklamalarda "Hücre
kapılarının dışında birer sürgü olduğu ve havalandırmaya çıkışın tümüyle cezaevi yönetiminin
kontrolünde olduğu, tek kişilik odaların tecrit odası niteliğinde olduğu ve mahkûmların nasıl
yönetileceği, hangi haklara sahip bulunduğunu düzenleyen hukuksal bir metnin olmadığı"
belirtildi.
Türk Tabipleri Birliği ve Türkiye Barolar Birliği başta olmak üzere birçok kitle ve meslek
örgütü hazırladıkları raporlarda "yüksek güvenlikli cezaevi" olarak tasarlanan F-tipi
cezaevlerinin sosyal izolasyon ve duyusal yalıtım koşullarına sahip olduğunu ve bu nedenle
iddia edilenlerin aksine insan onuruyla bağdaşmayan çağdışı bir nitelik taşıdığını belirttiler.
AÇLIK GREVLERİ
20 Ekim 2000 tarihinde Türkiye'deki 18 cezaevinde Devrimci Halk Kurtuluş Partisi/Cephesi
(DHKP/C) ve Türkiye Komünist Partisi/Marksist Leninist (TKP/ML) örgütleri davalarından
yargılanan 865 tutuklu ve hükümlü, F-tipi cezaevlerini protesto amacıyla açlık grevine
başladılar. Mahkûmların bir kısmının açlık grevini 20 Kasım'da ölüm orucuna çevirmeleri ile
artan baskılar sonucunda, Adalet Bakanlığı 3 Aralık'ta Türk Tabipleri Birliği'ni görüşmeye
davet etti. Bu aşamadan sonra insan hakları savunucuları, sivil toplum örgütleri ile Adalet
Bakanlığı ve mahkûmlar arasında görüşmeler başladı. Mahkûmların talepleri arasında
öncelikli olan, F-tipi cezaevlerinin kaldırılmasıydı. 9 Aralık tarihinde Adalet Bakanı Hikmet
Sami Türk, F tipi cezaevi uygulamasının ertelendiğini; F tiplerinin mimarisi dahil her yönden
inceleneceğini ve bu incelemenin Türk Tabipleri Birliği, Türkiye Barolar Birliği, Türk
Mühendis ve Mimar Odaları Birliği'nin katılımıyla gerçekleştirileceğini açıkladı. Türk,
cezaevi koşullarını ağırlaştıran ve tecrit öngören yasanın 16. maddesinin değiştirileceğini,
infaz hâkimliği ve izleme kurulları kanun tasarılarının da yasalaştırılacağını belirtti. Ancak
tutuklu ve hükümlüler Adalet Bakanlığı'nın açıklamalarını güven verici bulmadıkları için
ölüm orucuna devam edeceklerini bildirdiler.
F TİPİ SANSÜRÜ
13 Aralık 2000'de TBMM İnsan Hakları Komisyonu üyesi Mehmet Bekaroğlu, TMMOB
Başkanı ve TTB İkinci Başkanı, Bayrampaşa Cezaevi'nde ölüm orucunda olan tutuklu ve
hükümlülerle görüştüler. Bekaroğlu, Adalet Bakanı Türk'ün F tipi cezaevlerinde yapılacak
düzenlemeler üzerine söz konusu sivil toplum kuruluşlarının bir taslak hazırlamalarını ve
onlarla mutabakata varılmadan nakillerin yapılmayacağını söylediğini bildirdi. Bu yaklaşımı
güvence altına alacak formülü henüz geliştiremeden Adalet Bakanı'nın verdiği süre dolduğu
için görüşmeler 14 Aralık 2000 tarihinde gece yarısı sona erdirildi. Bu tarihten sonra
mahkûmların, sivil toplum örgütlerinin ve görüşmeci heyetin tüm ısrarlı taleplerine olumsuz
yanıt verildi ve görüşmeler bir daha başlayamadı.
Görüşmelerin kesilmesinden bir gün önce Radyo Televizyon Üst Kurulu (RTÜK), F-tipi
cezaevlerini protesto eylemleri ve açlık grevlerine ilişkin haberlere "gereğinden fazla" yer
verilmemesi konusunda yayın kuruluşlarını uyardı. RTÜK'ün bu uyarısının ardından, İstanbul
Devlet Güvenlik Mahkemesi, ölüm oruçları ve F-tipi cezaevleriyle ilgili "yasadışı örgüderin
açıklama ve propagandası" niteliğindeki haber ve görüntülere yayın yasağı koydu.
* (Kaynak: İzmir Barosu Bülteni, sayı 114-115) Operasyondan sonra açıklama yapan Adalet
Bakanı Türk, 3 Ocak 2001 günü itibariyle 41 cezaevinden 1118 tutuklu ve hükümlünün
süresiz açlık grevi, 395 kişinin de ölüm orucu eylemini sürdürdüğünü bildirdi. Çok sayıda
cezaevinde de destek açlık grevlerinin devam ettiği ifade edildi.
Halen 3 kişi ölüm orucunda. Uşak Cezaevi'nde Sevgi Saymaz, Adana'da Gülcan Görüroğlu ve
İstanbul'da Behiç Aşçı.
Açlık grevleri ise Türkiye'nin birçok yerinde dönüşümlü olarak devam ediyor.
» 'Hayata Dönüş Operasyonu'nun üzerinden 7 yıl geçti. 'Hayata Dönüş' adını verdiğiniz
operasyonun yapılması gerekli miydi?
H. Sami Türk: Yapılması gereken şeydi yapıldı. Cezaevlerinde terör örgütlerinin baskısı ile
insanlar açlık grevlerine ve ölüm orucuna zorlanmışlardı. Bu eylemin 60. gününde bu
müdahale yapıldı. Türk Tabipleri Birliği o zaman 60. günde ölümlerin başlayacağını
söylemişti, bu açlık grevlerine ve ölüm orucuna zorlanan gençleri kurtarmak için yapılmış bir
müdahaledir. Ama direnişle karşılaşıldı, maalesef ağır can kayıpları oldu. Hem içerde olan
tutuklular arasında hem de jandarmalarda. Ateşle karşılık verilmeyen yerlerde böyle bir olay
olmadı. Bu bir genel arama şeklindeydi. 20 cezaevine aynı anda yapılmıştı. Bazı ce-zevlerinde
iki ve üç gün kadar sürdü. Maalesef oralarda terörün talebiyle kendilerini yakanlarda oldu. Bu
eylemlerde hayatını kaybeden gençlerimizin sayısı arttı. O müdahale yapılması gereken
zorunlu bir müdahaleydi. Onun sonucunda da cezaevlerinde devlet egemenliği sağlandı bir
yandan da cezaevlerinde insanca, insan onuruyla yaşama sağlandı.
İnfaz hakimliği kanunu çıkartıldı, her türlü işlem hakkında tutuklu ve hükümlülerin bu
hakimliklere başvurma olanağı var. Sivil toplum denetimi olarak da ceza infaz kurumları,
denetleme kurumları oluşturuldu. Türkiye'nin her tarafında o kurumlarda avukat, doktor,
eğitimci, toplumun çeşitli kesimlerinden insanlar arasından adalet komisyonlarınca seçiliyor.
Ondan sonra hükümlü ve tutukluların çalışabilmesi sportif yeteneklerini, sanatçı yeteneklerini
geliştirmelerini için her türlü olanak sağlandı. İş yurtları açıldı. Burada müdahalenin
sonucunda cezaevlerinde o sıralarda şartlı salıverme kanunu çıktı. Cezaevlerinde fiziki
anlamda yeniden yapılandırıldı. 50-100 kişinin bir arada yaşamak zorunda olduğu geniş
koğuşlar yerine oda sistemine geçildi.
» Oda diye sözünü ettiğiniz yerlere karşı şuanda bir hukuk adamı ölüm orucunda, siz
de bir hukuk adamı olarak bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Üzüntüyle karşılıyorum. Zaten bu açlık grevleri, ölüm oruçları, F tipi hapishanelerin
açılmasını önlemek için yapılmıştı. O da benim üzüntüyle karşıladığım olaydır. Kaybettiğimiz
her genç, her insan bizim için büyük bir üzüntü konusudur. Bu çeşit eylemlerle protesto
yapılmamalı. Protesto için başka yollar var. insan hayatı üzerinden kumar oynanmaz.
Cezavelerinde devlet egemenliğinin sağlanması, insan haklarına, onuruna uygun yaşam
koşularının sağlanması devlet politikasıdır.
F tipi cezaevleri terör suçlarından dolayı mahkûm olanlar için. Bir de mafya tipi suçlar için
inşaa edilmiş. Benden önce başlamış olan benim zamanımda da uygulamaya geçilmiş olan bir
proje.
» Bu proje ilk olarak size sunulsaydı yine altına imzanızı atar mıydınız?
Tabii ki. Doğru bir projedir. BM'nin ceazevi minimum kurallarına ve Avrupa Konseyi
cezaevlerine uygun bir projedir. Sizin hücre dediğiniz her oda da duş var, tuvalet var, öbür
koğuşlarda 50 kişi tek tuvaletlerdeydi... F tipleri insan onuruna uygun bir projedir. Her odanın
önünde bir havalandırma var. Bir gidin gezin görün.
Benim oğlum 19 Aralık operasyonuyla Kandıra'ya götürüldü. Orada hücrede tek kalıyordu.
Görüştüğümüzde diyordu ki "bir insan sesine bile hasretim."
Tecrit isterse altın kaplama olsun, orada bir yalnızlık var. Tecrit yalnızlık demek, insansızlık
demek. İnsan toplumsal bir varlık olduğu için bir şeyler paylaşmak ister, sevincini hüznünü,
kederini her şeyini. Orada bunların hiçbiri yok. Tecrit oğlum Volkan'ın canını alan bir azrail.
Oğlum 15 Temmuz 2002'de ölü bulundu. 'Hücresinde kendini asmış' ya da bilinmiyor kimin
astığı. Oğlum üç kişilik hücrede tek başına kalıyordu. Hiç insan yüzü görmüyordu. Gerçekten
bunaldı kendini mi astı yoksa başka şeyler mi var işin içinde bilmiyorum. Tecrit olmasaydı,
arkadaşlarıyla birlikte yaşıyor olsaydı, şimdi oğlum yaşıyor olacaktı. Ben de evlat acısı
çekmemiş olacaktım.
Ölmeden 25 gün evvel görmüştüm Volkan'ı. Annem ve kız kardeşim de bir hafta evvel. Gayet
iyiydi. Bizi gördüğü için iyiydi, insan gördüğü için iyiydi. Yalnızlık öldürdü onu, tecrit
öldürdü. Hikmet Sami Türk bir odaya girsin tek başına alsın günlerce. Bakalım nasıl oluyor.
Başka yere de gitmesine gerek yok kendi evinin içinde bir oda da günlerce insansız yaşasın.
Sonrada tecrit var mı yok mu anlatsın.
Tecriti en iyi ifade eden Volkan'dı. En iyi anlatan... Çünkü canıyla ödedi.
Şimdi Kardeşim Tekirdağ f tipinde yatıyor. Cemal Ağırman. Biz İstanbul'dayız. Onca yol,
onca arama sonrasında da 1 saat görüşme. Camın arkasında telefonla konuşabiliyorsun.
Kardeşim Hiper-tansiyon hastası. Onu hiçbir yere götürmemişler. Bunu ilettim... Bazen
ilaçlarını vermiyorlar. Kardeşimin durumu iyi değil. Ben iki tane çocuğumu kaybettim bir de
kardeşimi kaybetmek istemiyorum. Tecrit kalksa böyle bir sorun kalmayacak. Öncelikle
Cemil Çiçek kardeşimin durumuna baksın bakalım tecrit var mı yok mu. Cemal Ağırman ile
konuşsun.
Sivil toplum kuruluşlarından kişiler geliyor ama sadece adli tutukluları görebiliyor. Siyasilerle
görüştürmüyorlar. Bunun için insanlar 7 yıldır direniyorlar. 122 kişi can verdi. 600'den fazla
kişi sakat kaldı. Avukat Behiç Aşçı ölüm sınırında.
Tecrit diyor ki ıslah. Kimi neyi ıslah ediyorsun. Orada ki insanların ıslaha ihtiyacı mı var.
Hepsi okumuş kültürlü insanlar... Islaha ihtiyacı olan varsa Hikmet Sami Türk ve Cemil
Çiçek.
Mehmet Bekaroğlu demişti ki "devlet bizi kullandı". Çok doğruydu. Çünkü oyalama politikası
vardı. O dönem bir girişim oldu. Ama şimdi aydınlar geri çekildi çünkü devletin zulmü onları
da korkuttu.
NEZAHAT ALKAN
Ftipi cezaevleri ve tecriti protesto etmek için siyasi tutukluların cezaevlerinde başlattıkları
ölüm oruçlarına son vermek için 19 Aralık 2000 tarihinde Türkiye'deki 20 ayrı cezaevinde
başlatılan ve adına "Hayata Dönüş Operasyonu" denen 32 kişinin yaşamını yitirdiği olayların
dava ve soruşturmaları aradan geçen 6 yıla rağmen sonuçlandırılmadı.
30'u tutuklu ve hükümlü, 2'si asker olmak üzere toplam 32 kişi hayatını kaybettiği
operasyonlarda toplam 12 ayrı jandarma taburu ve 42 ayrı bölük, 10 bin civarında askeri
personel görevlendirildi. Ancak, operasyonda ölen tutuklu ve hükümlü ailelerinin şikayeti
üzerine açılan soruşturmalarda, savcılar halen operasyonda görevli jandarma komutanlarına
ulaşamadı.
Ümraniye Cezaevi operasyonu ile ilgili olarak da süren iki dava var. Üsküdar 1. Ağır Ceza
Mahkemesi'nde olay sırasında cezaevinde tutuklu bulunan 399 sanık isyan, devlet malına
zarar vermek, faili belli olmayacak şekilde öldürmekle suçlanırken 267 jandarma da Üsküdar
2. Ağır Ceza Mahkemesi'nde emrin icrası sırasında zaruret sınırı aşılarak Uzman Çavuş
Nurettin Kurt ve tutukluların ölüm ve yaralanmalara neden olmak, işkence suçlarından
yargılanıyor. 7 hükümlü ve tutuklu ile bir jandarma erinin öldüğü operasyonla ilgili
soruşturmayı, İstanbul İdare Mahkemesi'nin kararıyla başlatmayı başaran Üsküdar
Cumhuriyet Savcılığı, operasyonda görev alan bin 142 jandarma personelinden 267'si için,
"operasyon esnasında ölen Jandarma Uzman Çavuş Nurettin Kurt'un ölümüne neden
oldukları, faili belli olmayacak şekilde adam (tutuklu ve hükümlü) öldürdükleri ve
yaraladıkları" iddiasıyla dava açmıştı. Şimdi de, davayı yürüten Üsküdar 2 Ağır Ceza
Mahkemesi, soruşturmayı yürüten savcılığın üç yıl boyunca uğraş vererek ulaştığı jandarma
personelinin adreslerini tespit etmeye çalışıyor. Mahkemenin ulaştığı jandarma erlerinin her
biri ifadelerinde, dış kapıda görevli olduklarını, cezaevi içindeki operasyonu görmediklerine
dair ifade veriyorlar.
Eyüp 3. Asliye Ceza Mahkemesi'nde tutukluların sanık olduğu dava, isyan çıkarmak ve devlet
malına zarar vermekten açıldı. Diğer dava da aynı mahkemede olay günü cezaevinde bulunan
gardiyanlara yasak maddeleri içeri soktukları gerekçesiyle ve bir kısım jandarmaya da
operasyon sonrası F tiplerine sevk sırasında tutuklulara kötü muamelede bulundukları
iddiasıyla açıldı. Gardiyan ve jandarmaların yargılandığı dava da devam ediyor.
Yaşadığımız acılar hiç dinmedi elbette. Canan ve Zehra'dan sonra yaşamını yitiren
evlatlarımız içinde her geçen gün öldük. Onların ailesinin acılarına ortak olmaya çalıştık.
Hayatını kaybeden 120 insan da Canan ve Zehra kadar değerli ve kıymetlidir benim için.
Tabii ki ben politik bir insanım ama babayım. Kızlarımı gerçekten çok seviyorum.
Düşüncelerini, yüzlerini, her şeyini. Benim ki çok rastlanılan bir durum olmadığı için insanlar
şaşırıyor. Ben yanı başların-daydım, ölüm orucunda her bir günü beraber geçirdik. Siz onun
acısını nasıl unutabilirsiniz ki... Onlar hep benimle, sonsuza kadar da anlatsam asla doymam
onlara. O yüzden başka bir şey bu. Onları çok özlüyorum.
Yaşamını bu uğurda feda etmiş insanların ailesi açısından da çok zorlu bir dönem geçirdik.
Tabii ki insanlarımızın bilinç düzeyleriyle bağlantılı olarak; kabul edelim ki çocuğunun
boşuna öldüğünü, gereksiz yaşamını yitirdiğini diyen ailelerimiz var. Bu halkımızın gerçek
yüzü. Kabul ediyoruz. Yaşadığı acının ötesinde bir öfke duyma-sıyla birlikte çocuğunu ve
çocuğunun mücadelesini anlamakta zorlanıyorlar. Bu bir gerçek. Bunlarda ailelerin
yaşamlarını biraz daha zorlaştırıyor, ister istemez. Eğer çocuğunuzu onun düşünceleriyle
birlikte sevdiğinizde durum biraz daha katlanılabilir oluyor. Ya da durumu çekilebilir kılıyor.
Benim açımdan biraz böyle yaşandı. Ben çocuklarımı düşünceleriyle, mücadeleleriyle
sevdim. Yoksa nasıl katlanabilirsiniz ki...
Onların taleplerinin kabul edilmesi ile ilgili biz kenarından tutmaya çalıştık. Canan ve
Zehra'nın dileği bu yönlüydü. Bizde bu tecrit ve izolasyona karşı yapılan mücadelenin,
yanında, ortasında, kenarında olduk.
Çok mu şey yaptık hayır. Ödenen bedellerin karşılığı daha yoğun faaliyet olsaydı
"Kimse bizi anlamıyor" dediğimizde olayın bir tarafını anlatmış oluyoruz. Ya da bizimle
olması gereken insanlar bu soruna yeterince duyarlı değiller.
Bu işin bu kadar uzaması Türkiye'deki mevcut realite. Ölüm orucunda, saldırılarda ortak bir
tepki olsaydı, sadece f tipileri de değil, sendikalar haklarda, grevlerde... vs. durum farklı
olurdu diye düşünüyorum. Son aylarda Behiç Aşçı'la ilgili haberlerde sansürün birazda olsa
kalktığını görüyoruz. Harekete geçirmek önemli olan. Ama tabii ki bunun bir gün de
değişmeyeceğini, Behiç Aşçı yaşamını yitirme sınırına geldiğinde toplumsal doku bir anda
örgütlenecek. Ama ağır işleyen bir süreç, çünkü tahribat çok ağır. Örgütlülük o kadar gerilere
itilmiş ki bu ülkede.
Evet 7 yıldır bir ısrar var. İnsanlar inatlaşma dese de bunun adı ısrar. Çünkü hakları var. Farklı
anlaşılıyor, inatlaşma olarak algılanıyor. Bu bir insan hakkıdır. Bu zamana kadar 122 kişi
yaşamını yitirdi.
Tecrit, ölüm orucuyla anlatılmamak ama diğer yandan ölüm orucu yapmak zorunda bırakacak
kadar da sessiz kalınmamalı. Biz, ölüm orucu yapanlara diyoruz ki; "aman ölüm orucu
yapmayın biz bu meseleyi kitleselleştire-ceğiz." Ama o konuda da yeterince girişim ve örgütlü
bir tepki olduğunu düşünmüyorum. Ama ölüm orucu başladıktan sonra bu mesele tek bir
örgütün meselesi gibiymiş gibi algılandı ve herkeste buna, bu duruma sessiz kaldı. Hem ölüm
orucu konusunda hem de tecrit konusunda yeterince tepki verilmedi. Oysa hangi taraftaysanız
o tarafta durmaya devam etmelisiniz. Hem tutarlılık hemde ahlak adına.
Sivil toplum örgütleri ve bu konuda duyarlı olan insanların sürekli bu konudan söz etmesi
gerekiyor. Türkiye'de fikri takip etmek, fikri sabitmiş gibi algılanrken, tutarlılık bir süre sonra
takıntılıhk olarak algılanıyor. Bu yargılardan korkmadan sürekli bu konularda konuşmak
gerekiyor.
Behiç Aşçı çok kritik günlerine girdi, Adalet Bakanı'nın bir randevu vermesi için biz
elimizden geleni yapmalıyız.
Tek tek insanların çabalarıyla da olabilir ama insanların örgütlü olarak eğilmesi gerekiyor bu
meseleye. Bu meselenin hepimizin meselesi olduğunu anlatmamız gerekiyor. Birkaç siyasi
mahkûmun meselesi değil bu. Özgürlük meselesi, ahlak meselesi...
İnsanları ikinci bir hapishaneye tıkıyorsunuz içinde başka bir hapishane oluşturuyorsunuz,
ikinci hapishaneyle de yetinmeyip iletişimlerini engelliyorsunuz. Bu 12 Eylül döneminde bile
olmayan bir şey. Bu durumun ciddiyetini insanlar derhal anlamalı.
olduğunu söylüyor ya; biz de sonuna kadar önündeyiz. Nasıl bir zihniyettir bu! Ondan öne
geçmiş durumdayız, çünkü dünyadaki insanlık açısında da geri kalmışlıktır F tipleri. AB
yapıyor diye çok şahane bir şey olarak algılamanın bir alemi yok, bu büyük cahillik olur. Tüm
bu olanlar, yaşanılanlar normalmiş gibi davranıhyor. 12 Eylül'den daha kötü olmasının nedeni
bu zaten. O dönemler darbe anormal olarak algılanıyordu, şimdi burada daha kötü bir şey var,
normalmiş gibi algılanıyor. Dolayısıyla hepimiz darbeci gibi davranıyoruz. O kadar da kötü
değilmiş gibi geliyor bütün bunlar bize. Buda tecrit tutumunu hayatımızın en ücra köşesine
kadar taşımamıza, kendimizin de dışarıdayken tecritte olmamıza yol açıyor.
Ben ölüm üzerinden siyaset yapılmasını doğru bulmuyorum. Bu durumu desteklemediğimi ilk
günden bu yana söylüyorum. Ama öte yandan devletin cezaevlerinde uyguladığı insan gibi
yaşamı engelleyen, onları tecrit eden, onları izole eden uygulamalarını, orada yürütülen
sindirme politikalarını hiçbir zaman doğru bulmadım. Bunun iyileşmesi içinde sonuna kadar
çaba sarf ettim. Bu yüzden süre giden ölüm oruçlarını da onaylamıyorum. Bunu kendilerine
defalarca söyledim. Orada ölüm oruçlarını yıllardır yürüten anlayışın zararlı bir anlayış
olduğunu düşünüyorum. Sonuçta insanlar öldüler, sakat kaldılar ve kamuoyu yaratılamadı.
Defalarca konuştuk, hükümeti ikna etmeye çalışırken onları da ikna etmeye çalıştık. Zaman
zaman da çözüm imkânı da doğdu ama çözüm, uzlaşma imkânını içerdekilerin de yeterince
kullanamadığını düşünüyorum. Bugün artık o şartlar kalmadı.
Direniş giderek marijinalleşiyor. Direkt bir ölüm üzerinden direniş yapmaya başlarsanız,
insanlar o zaman bu şiddetli eylem biçiminden korkmaya ve hepsi yavaş yavaş terk etmeye
başlıyor. Halbuki daha makul, daha kabul edilebilir bir zeminde, daha geniş kitleyi içine
katacak bir direnişte çeşitli mücadele yöntemleri geliştirilirse belki daha fazla kesim bu işe
duyarlı bir biçimde katılabilir.
NİYE YOKLAR?
"Biz ölürüz gerekirse yakarız kendimizi" türünden feda eylemleri toplumun geniş kesimini
korkutuyor. O yüzden ondan uzak duruyor. Bu çizgiyi korudukları sürece toplumun geniş
kesimi de bundan çekineceke-tir. Onun için görmezlikten gelmeyi tercih edecektir.
Aydınlar kim? Şu anda ölüm orucu sürdüren insanları itekleyen arka çıkan insanlar var. onlar
fikirlerini söylüyorlar. Ama geniş bir kesim artık bu işin içinde yok. Neden yoklar sorusunu
bizlerden çok eylemleri yürütenlerin bu soruyu kendilerine sorması gerekiyor. Niye yoklar?
Neden yaptıkları eylem bugün daha geniş çevreler tarafından desteklenmiyor? Bence
kendileri düşünmeli.
Şenay Hanoğlu, Kandıra F Tipi Cezaevi'ndeki eşi Yücel Hanoğlu için açlık grevine başlamış,
sonra eylemini ölüm orucuna dönüştürmüştü. Hanoğlu 2001 yılında K.Armutlu'daki evinde
başladığı ölüm orucunun 160. gününde yaşamını yitirdi. 30 yaşında ve iki çocuk annesiydi.
kaldırılmazsa kendimi öldüreceğim" diyor. Ne yapabiliriz bu durumda.7 yıl geçmiş. Tabii ki
çok acı, yüzlerce insan sakat kaldı, yüzlerce insan öldü. Aileler perişan oldu, tüm bunlara
rağmen cezaevlerinde ciddi bir düzleme olmadı. Acıklı olan bu.
F tiplerinde ilginç durum var ki bunu başından beri dile getirdim, tutukluyor bir genci ve bir
hükümlü muamelesine tabi tutuyor. Tutuklanmadığı sürece masumdur. Buna rağmen mahkûm
muamelesi yaparak tecrite atıyor. Halbuki yargılanırken daha elverişli koşullarda tutulması
gerekiyor sanıkların. Bunu da başından bu yana söyledik ama ne yazık ki dikkate almadı
hükümet. Cezaevlerinde hâlâ çok ciddi sorunlar var aileler sıkıntılar çekiyorlar. Bu tek kişilik
hücrelerde psikolojik bunalımlar geçiriyorlar. Bu bunalımdan dolayı kendini yakanlar oluyor,
bunları zaman zaman köşeme taşıyorum. Bu konuda mutlaka bir çözüm bulunması gerekiyor.
F TİPİ hapishanede 4 yıl kaldım, ilk 8 ay tek kişilik hücrede sonra iki kişiyle kaldım. Ben 56
saaüik bir 19 Aralık operasyonundan sonra Çanakkale Cezaevi'nden Edirne f tipi
hapishanesine getirildim. Girişte 10 saaüik bir işenceye maruz kaldık. Zorla saç, sakal, bıyık
kesiminden, ahlakdışı arama ki bize bunu yapanlar böyle tanımlıyorlardı bunu, yani dalga
geçer gibi şöyle diyorlardı: "Ahlakdışı aramayı kabul ediyor musunuz, yoksa etmiyor
musunuz?". Tabii ki kabul edilemez bir şey bu bir insan açısından ama bu aramaların hepsine
maruz kaldık. Video ve fotoğraf çekimi yapıldı. Sistematik bir işkence vardı, maskeli kişilerce
üzerimize saldırıldı ve üzerimizde bir şey kalmamacasına soyularak arandık. Copla tecavüzler
olduğunu duydum arkadaşlarımdan. Sonra yine yüzü maskeli iki kişi tarafından işkenceli yani
dayaklı sorgulardan sonra tek kişilik hücreye kapatıldım.
Edirne F tipinde 61 tek kişilik hücre, 103 tane de üç kişilik hücre var ama o dönemde üç
kişilik hücrelerde de tek kişi kalıyordu. Tek kişil hücrelerin yapısı şöyle: Üç tane tek kişilik
hücre bir havalandırmaya açılıyor, bazı tek kişlik hücreler de tek kişilik havalandırmaya
açılıyor ki, bunlar kibrit kutusu kadar sadece 5 adım aüp duvara çarptığınız havalardırmalar.
Ben sabaha karşı hücreye kondum, kış koşullarıydı ve üzerimizdeki her şeyi almışlardı,
sadece adet ve pantolonum vardı, ısıtma sistemi çalışmıyordu. İlk üç gün boyunca kapalı
kaldım, kimseyi görmedim sadece yan taraflarımdaki hücrelerdeki kişilerin sesini
duyabiliyordum biraz. Zaten ilk gün 24 saat bize çok yüksek bir sesle Süper fm radyosunu
dinlettirdiler, merkezi yayın sistemiyle. Bu çıldırtmaya yönelik, işkence amaçlı bir şey, çünkü
ses çok yüksek ve bir dakikalığına bile kesilmedi. Ben 72 saat sonra havalandırmaya
çıkarıldım ve diğer iki tek kişilik hücrede bulunan arkadaşları gördüm, konuşabildim. 8 ay
boyunca sadece bu iki arkadaşı havalandırma saatlerinde görebildim. Bu havalandırma
saatleri ya da durumu da çok keyfi bi şeydi, çünkü gardiyanlar bazen hiç havalandırmaya
çıkartmıyorlardı ki her gün buna hakkınız var aslında, bazen de istedikleri anda kesiyorlardı
bunu.
Daha önce daha kalabalık koğuşlarda zaten kollektif yaşama inanan insanlar olarak birlikte
kalırken sonradan tek kişilik bir hücreye konmak, onların hepsinden bir anda mahrum kalmak
bir insana yapılabilecek en büyük işkence. Bu sadece bizim gibi insanlara değil normal bir
insana yapılabilecek de en büyük işkence. Çünkü sevincinizi, kederinizi, acınızı paylaşacak,
sadece konuşacak ya da sesini duyacak kimse yok. Hücrenin beyaz duvarları üstünüze
üstünüze geliyor. Bir şeylere inancınız yoksa oralar insanları çıldırtmak için tasarlanmış
yapılar. Biz bir şeylere inancı olan insanlardık ama ona rağmen bir çok arkadaşımız çok
büyük psikolojik rahatsızlıklar yaşadı ki, adli tutuklular için bunun boyutlarını artık düşünün.
Hücrede bir süre sonra kulak çınlaması yaşıyorsunuz, halüsinasyonlar görmeye başlıyorsunuz,
konuşma yetinizde zayıflamalar oluyor, sürekli bir korku halindesiniz ki, mesela bir
arkadaşımın F tipinden çıktıktan sonra bana yazdığı şey şu: "İlk gün dışarıya çıktığımda geç
olduğu için Edirne'de bir otel odası kiraladım. Sonra dışarıyı görmek istedim, sokağa adımımı
attığımda çok korktum ve hemen otele dönüp kendimi odama kapattım."
Arkadaşımın başına gelenlerin aynısı bana da oldu, çok büyük bir korku yaşadım dışarı
çıtağımda ve hâlâ da devam ediyor bu, öyle kolay kolay üstünüzden atabileceğiniz bi şey
değil bu. Biz iş atölyeleri, diğer oratak kullanım alanları denilen yerlere gitmedik, çünkü
oraları re-habilite etme aracı olarak kullanıyorlardı, insanları kişiliklerinden soyudamak,
onların deyimiyle 'iyileştirmek' için kullandıkları yerlerdi ve dolayısıyla oralara gitmeyi
reddediyorduk.
8 ay sonunda beni ölüm orucunun 100. günlerine yaklaşmış ve tek kişilik hücrede kalan bir
arkadaşımızın yanına koydular, çünkü bakıma ihtiyacı vardı. Uzunca bir süre beraber kaldık
daha sonra onun durumu kötüle-şince zorla müdahale ettiler ve onu hastaneye kaldırdılar. Şu
an kendisi dışarıda ama hafıza kaybı, denge bozukluğu gibi sorunlarla yaşamaya çalışıyor.
Dışarıya çıkan arkadaşlarımızdan mesela bir çoğu kendine ba-kamıycak durumdalar.
Artık hiç yokmuş gibi unutmak istediğimiz, nerede konusu açılsa kulaklarımızı kapatıp sertçe
başımızı çevirdiğimiz F tipi hücreler. İçinde usulca ölüme kayanların o korkunç tabutluklarda
nasıl yaşandığını merak eden insan kalmadı mı? İçerdekilerle birlikte dışarıdakilerin de
ustaca tecrit edilmiş olduğunu gösteriyor olabilir mi bu ölümüne kayıtsızlık?
Gülşen İşeri - Özgüç Çeçi
YILDIRIM TÜRKER
Hayatımızın ortasına kurulmuş vahşet yatağı. Devlet zulmünün son mimari zaferi. Artık hiç
yokmuş gibi unutmak istediğimiz, nerede konusu açılsa kulaklarımızı kapatıp sertçe başımızı
çevirdiğimiz F tipi hücreler. İçinde usulca ölüme kayanların o korkunç tabutluklarda nasıl
yaşandığını merak eden insan kalmadı mı? içerdekilerle birlikte dışarıdakilerin de ustaca tecrit
edilmiş olduğunu gösteriyor olabilir mi bu ölümüne kayıtsızlık?
Cumhuriyet tarihinin görmüş olduğu en zarif ve en acımasız Adalet Bakanı'nın hırstan gözü
dönmüş bir tur operatörü gibi F tipi cezaevlerine toplu geziler düzenlediğini unutmadık.
Henüz kan bulaşmamış temiz hücrelerin kapılarını, orasına burasına çiçekler yerleştirip
sevgili basın mensuplarına açtığı günler geride kaldı. O furyada yayınlanmış fotoğraflar, uzak,
adetleri farklı bir dünyadan görüntüler olarak unutuluşa postalandılar. Oysa o hücreler artık
dolu. Gözden ırak, insanlık ülküsünden arındırılmış hayatlar, büyük planın bir parçası olarak
yaşatılıyor oralarda. Sessizliğimiz, onayımız oldu. Zaten sayın Bakanın konuyu tartışırken
kullandığı soğukkanlı dili ve genel nezaketi, kararını çoktan vermiş bir muktedirin kan
dondurucu inadını yansıtıyordu. Uzlaşmaya asla gönlü yoktu. Edepsiz bir bilgenin
aforizmasını hatırlatıyordu: "Nezaket, iletişimsizliğin sanat için sanatıdır."
Tarihin belki en kıyıcı alayıyla "Hayata Dönüş Operasyonu" adı verilen kanlı müdahalenin
içyüzü her ne kadar aydınlatılsa da hak edenler cezalandırılmayacak. Resmi tarih, devletin bu
karanlık girişimini de sineye çekecek. Franca Rame-Dario Fo çiftinin tek kişilik oyunu, "Ben,
Ulrike, Bağırıyorum" da hücreye kapatılan Ulrike şöyle bağırır: "Bir akvaryumda yelpaze
yüzgeçlerini kaybetmiş, sessizlikte batmamaya çalışan bir Japon balığı gibi çekingenim.
Sürekli olarak kusma duygusu içindeyim. Beynim, odaya süzülen ışığın boşluğunda
kafatasımdan kopuyor...Beni delirtmeyi başaramayacaksınız!..Düşünmeliyim! Düşünmek!
İşte düşünüyorum!..Sizi düşünüyorum. Bana bu işkenceyi yapan sizleri düşünüyorum: Sizi,
bu akvaryumun kristal camına burnunuzu ezerek dayamış ve beni hapsetmiş olmanın
ilginçliğini izlerken görüyorum. Gösteriye bayılıyorsunuz...Direnç göstermemden
korkuyorsunuz."
BEN, BURADAYIM
" 'Kahvaltı, reçel, çay' bağırtılarıyla uyanıyorum. Daha sabahın 7'si bile olmamış. Hava
oldukça soğuk. Kalkılacak gibi değil. Gerçi kalkmamı gerektirecek bir şey de yok. Ölüm
orucundayım ve orucun 150. günü.
Uykum düzenli olmadığı için gece geç yatabiliyorum. Sabahlarıysa uykumu alamamış
kalkıyorum. Kaloriferler iyi yanmadığı için içerisi buz gibi. Saat, 7.30. Yüzümü yıkamaya
çalışıyorum. Su buz gibi. Tekirdağ'da yaz boyu günde üç kez 15'er dakika su veriliyor, bütün
ihtiyaç bu kadar suyla karşılansın isteniyordu. Sıcak suysa 10 dakika. Vaktin yarısı ısınmasını
bekle, sonra üç kişi yıkan. Koridorun sonun-dakilerse tamamıyla susuz yaşıyordu.
Saat 8'de infaz memurları avaz avaz 'sayım, sayım' diye bağırıyor. Sayıma en az 7-8 kişi
geliyor. Bir kısmı kapının ağzında bekliyor. Boş bir plastik su şişesini alıyorlar. "Neden?" diye
soruyorum. Cevap, değişmiyor: "Emir böyle." Oysa soğuktan korunmanın bir yolu kantinden
satın aldığımız ısıtıcıyla su ısıtıp şişelere doldurup yatağımıza almak. Sabah sayımları,
işkence. Üçümüzü de aşağı katta, musluğun önüne diziyorlar. İki gardiyan üst kata çıkıyor,
dolapları didik didik edip her şeyi darmadağın bırakıyorlar. Aşağıda defterler açılıyor,
fotoğrafların yanındaki isimler okunuyor, 'buradayım' diye bağıracaksın. Direnen ağır dayak
yiyor.
Gazeteler için yazılıp parasını önceden vermek gerek. Gelecekleri saat hiç belli olmaz.
Okuma komisyonu tarafından tek tek sansür edilmeden bize ulaşmaları imkansız.
Okuduğumuzu diğer hücrelerin avlusuna fırlatıyoruz. Değiş tokuş için. Çatıda kalmazsa.
Vakti iyi değerlendirebilmek için. Ziyaretlerin anısı uzun süre seninle birlikte kalır.
Mahkemen varsa, ringde gidiş gelişler sırasında dar zamanda kucaklaşmalar, sözü birbirinin
ağzından kaparcasına, tek saniyeyi boşa harcamama kaygısıyla konuşmalar...ve tabii itiş
kakış, dayak hakaret. Yine de bunlar birbirini görmenin, kucaklaşıp sarılmanın mutluluğunu
gölgeleyemez. Ziyarete ya da revire gittiğinde de arada bir arkadaşınla karşılaşırsın.
'Müdahale timi' ona bakmanı dahi engeller. Ama bazen ellerinden kurtulup arkadaşınla
kucaklaşıverirsin. Her şeyi göze alarak.
Sabah sayımından sonra mahkeme, hastane, ziyaret yoksa hücre kapısı artık açılmaz. Akşam
sayımına kadar.
Saat g'da merkezi müzik yayını başlar. Radyonun istasyon ayarı onların elindedir. Diyelim
memleket türküleri başlamış, sen de özlemle eşlik ediyorsun, fark ettikleri anda değiştirirler.
Rahatsız ettiklerini hissederlerse gümbür gümbür arabesk şarkılar çalıp kendi sabırları
tükenene kadar dinletirler.
Yandaki arkadaşımızın kazak, hırka gibi giysilere ihtiyacı var. İdareye dilekçe yazıp istiyoruz.
'Yasak' diyorlar.
Saat 14'de bir arama daha. Ortalığı dağıtıyorlar yine. Dolaplara yapıştırmış olduğumuz, ölüm
orucunda kaybettiğimiz arkadaşlarımızın resimlerini yırtıp alıyorlar. Gazetelerden kesmiştik.
Onlar çıkınca eşyaları toplayıp hücreye bir çeki düzen veriyoruz.
Dünya üstümüze kapanıyor. Gece sayımını yapıyorlar. Hava soğuk. Yataklardan çıkamıyoruz.
Hücre yaşamını ben biraz Anadolu'da yolu, ulaşımı olmayan, kar altında kalıp şehirle bağları
kopan, aylarca kendi içine kapanan köylere benzetirim. Aynı blokta, hemen çaprazımıza düşen
tek kişilik hücrede kalan 22 yıllık arkadaşımın yüzünü görmeyeli bir buçuk yıl oldu.
Havalandırmaya çıktığımda bazen onun da duvarın öte yanında olduğunu düşünürüm.
Payımıza düşen on metrekarelik gökyüzü. Hücren güneye bakıyorsa arada bir güneşi görmen
mümkün. Kuzeye bakanlar hiç görmez. Anlatılacak daha çok şey var, ama hepsinden önemlisi
şu. Hücre insanlık dışıdır. İnsan hücreye sığamaz. İnsan kalabilmektir bütün direnişin,
mücadelenin özü."
Kimileyin çırılçıplak soyularak aşağılanan, sıkça dayak yiyerek, nefretle hırpalanıp yalnızlıkla
terbiye edilmeye çalışılan insanlar, uygar bakanımızın temsil ettiği uygar hukuk sisteminin
tutukluları. Yan hücredeki arkadaşına sesini duyurmak için bağırırken gardiyanlar borulara
vurarak, radyonun sesini açarak engel oluyor. O tutuklular için yaratılmış, seslerini kimselere
duyuramaya-cakları bu mezarlık projesini dışarıdakilere uygarlık diye yutturanları insanlık
adına uyarmak, tutumlarını ve yarattıkları zulüm inşaatını değiştirmeye ikna etmek mümkün
değil. Pekiyi dışarıdakiler. Hücredekileri unuttunuz mu? Ulrike'nin son haykırışları şöyleydi:
"Uyuyun, uyuyun Almanya'mın ve Avrupa'nın şaşkın ve semiz halkı. Öngörülü halk, sakince
uyuyun, ölüler gibi. Çığlığım sizi uyandırmayacak...Mezarlıkta yatanlar da uyanmayacaklar."
Tecrit sadece cezaevine değil, aynı zamanda topluma yönelik bir uygulama. Böyle giderse
cezaevlerinde neler yaşandığını, nelerin yaşanmakta olduğunu bilme hakkımızın kırıntısı bile
kalmayacak. Şu anda tecritteki insanların ne halde olduklarına dair bir şey biliyor muyuz? Bu
sistemi uygulayanlar ne olduğunu biliyorlar. Uygulamaya maruz kalanlar da farkında. Ama
her zaman maruz kalma olasılığı ve tehditi altında olan bizler, yani dışarıdakiler, yani "özgür
insanlar" neler olup bittiğinin hiç farkında değiliz. Sadece bazılarımız bir şeyleri yitirmek
üzere olduğumuzun bilincinde, ama onlar bile neyi yitirdiklerini bilmiyorlar... tecrit, kişinin
bir anlamda geçmişini yok etmeyi hedefliyor. Toplumun ödeyeceği bedel de aynı olacak:
belleğimizi yitirmek. Bir çok kişi, "Hangi bellek? Onu ne zamandır yitirmiş değil miyiz?"
diyebilir. Evet, yitirmeye başlamıştık; bu ise son aşama- şimdilik! " » Türkiye'de hükümet
hücre tipi cezaevlerine geçilmesini Avrupa standartlarına geçiş olarak izah ediyor. Siz
Avrupa standartlarını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Irmgard Möller: (Kızıl Ordu Fraksiyonu tutuklusu 22.5 yıl) Hücreler temiz olabilir, hiç iz
kalmayabilir, kırılmış kemikler olmaz, kanlı yaralar olmaz, ama aslında hücrenin saldırısı
bunlardan çok daha derin yerlere gidiyor. İşte Avrupa standartları bunlar.
Günter Sonnenberg (16 yıl) İnsan uzun bir süre kapalı bir odada kaldığında, hiç bir ses
duymadığı ve hiç bir insan görmediği, pencereden bakamadığı, yani ses, görme gibi uyarıcılar
olmadığı zaman hastalanıyor. Çünkü insanın uyarıcılara ve karşı tepkilere ihtiyacı var. Bunlar
olmadığı zaman insan tecrit edilmiş oluyor... Bu bir işkence. Hiç delil bırakmayan bir işkence.
Yani vücutta herhangi bir yara yok işkenceye dair ama insan bilincini kaybediyor. Hafıza
kaybediliyor. Gerçekle hayal arasındaki çizgi kalkıyor ve mesela konuşmayı bile
unutuyorsunuz.
Andreas Vogel (10 yıl) Türkiye'ye gittim. Eski tutuklular, İHD'dekilerle ve insan hakları
alanında aktif çalışan başka insanlarla konuştum. Orada, tecridin ne demek olduğunu
algılamanın çok zor olduğunu anladım. Bunun Türk toplumu açısından ayırt edici bir özelliği
var. Türkiye'de insanlar nadiren yalnız yaşıyor, hep aileleriyle birlikteler. O yüzden tecridi
anlayamıyorlar. Tecrit şöyle bir şey: Bir hücrede yalnız basmasın. Bir gün veya bir hafta için
değil, yıllar boyunca. Çünkü tecridin hedefi kısa vadeli değil, seni hemen yarın itirafçı
yapmaya çalışmıyor. İnsanın düşüncelerini değiştirmeye, tahrip etmeye çalışıyorlar tecrit
aracılığıyla. Bu yıllar alan bir süreç.
Ama burada her zaman birliktesin. Bu yüzden bir noktadan sonra , küçük gruplarla tecridin de
tecrit sisteminin bir parçası bir yöntemi olduğunu düşündük.
Çalınan yılları geri gelmiyor GÜLİZAR ÖZPOLAT (12.5 YIL) 1996 yılında 69. gün
boyunca ölüm orucundaydım. 1996'dan sonra bir süre Çapa'da kaldım. Orada tedavi gördüm.
Benimki kısmi, yani yıl kaybı yok, günlük unutmalar. Hatırlayamamak. Ölüm orucundaki
zorla müdahale yapılanlar çok ciddi yaşadı wernikekorsakofu. Ben biraz daha şanslıydım
çünkü hastaneye götürüldüğümde doğru bir tedavi uygulandı. Bir de hafızasının belirli
dönemlerini yitirmiş insanları hastaneden çıkarıp hücreye koyuyorlar. O yanındaki
arkadaşlarını bile tanımıyor. Daha çok yalnız. Zaten iyileşmesi de imkânsız.
Öyle arkadaşlarımız var ki; o ağır tahribatlı günü, akıllardan silinemeyecek kadar acılı günü
bile hatırlamıyor, yani 19 Aralık katliamını hiç bilmiyor. Kimisi dışarıda olduğu halde tutuklu
sanıyor kendini. Günlük yada anlık unutkanlılar bile insanı zorluyor. Düşünsenize
yaşamınızın belli bir yılı hiç yok.Ne acı ki günlük kayıt bile yapmıyor hafıza. Yaşadığı anı bir
saat sonra hatırlamıyor. Yeni bir güne başlarısınız ya onlar için günün her saati başlangıç saati
oluyor. Alışabilecek, kabullenecek bir şey değil. Yaşıyorsun ama yaşadığını bilmiyorsun.
Kaybettiği, hatırlamadığı ve çalınan yılları geri gelen arkadaşımız hiç olmadı. Silinen yıllarını
bir daha hatırlamadılar. Size hatırlatacak insan sayısı da az. Hücrede daha zor. Hapishanelerde
daha kötü olan arkadaşlarımız oldu. Bir arkadaşımız F tipinde kalp krizi geçirdi. Bu da aslında
F tiplerinin insana nasıl değer verdiğini gösteriyor! Her şeyden yoksun bırakıyor. Giysi
kısıtlamaları var. Her renk içeri girmiyor. Sen kapıda bekleyen gardiyanın yada idarenin
insafına kalmış oluyorsun. Kullanacağın eşyayı nasıl sınırlıyorsa göreceğin kişiyi de
sınırlıyor. Bayrampaşa Hapishanesi'nde tanığım arkadaşlarım vardı, F tipine götürüldükten
sonra kriz geçirdiklerini öğrendim. Arkadaşlarımın öncesini ve sonrasını düşündüğüm de
tecridin insanı ne hale getirdiğini daha iyi anladım. Düşüncesini bile söyleyemeyecek duruma
getiriyor.
YARIN: SON SÜREÇ
SÖZÜN BİTTİĞİ YER... BEHİÇ AŞÇI: 'Tecridin zemini kalkarsa ölüm orucunu
bitireceğim' (5)
122 kişinin hayatını kaybettiği ölüm oruçlarında üç kişi daha ölüm orucunda, ama ölümü
değil çözümü bekliyorlar. Uşak Hapishanesi'nde Sevgi Saymaz, Adana'daki evinde Gülcan
Görüroğlu ve İstanbul'da Avukat Behiç Aşçı. "Benim amacım kendimi öldürmek değil" diyor
Behiç Aşçı, "bir adım atılırsa ben de bırakırım ölüm orucunu..."
» Son sürece gelirsek Türk Tabipleri Birliği Başkanı Gençay Gürsoy Adalet Bakanı'yla
cezaevlerindeki durumu düzeltmek için yeni bir çalışma yapacaklarını açıkladı. Bundan
sizin de haberiniz varmış. Ne diyorsunuz?
Anladığım kadarıyla bakanlık spor salonları ve kütüphane üzerinden bir araya geliş olarak
düşünüyor. Yani üç kapı üç kilit dediğimiz ya da benzeri çözüm tarzlarını düşünmüyor gibi.
Ya da mevcut F tiplerinin tamamen kullanılmasını sağlamaya çalışıyor.
Daha uzun sürede daha fazla insanı bir araya getirme gibi bir düşünceleri var ama F tipinin
gerçekliği de var. Bizim yaptığımız hesaplara göre bu şekilde bir insanın hafta da en fazla bir
saat daha fazla bir araya getirebiliyorlar. Bir saatten fazla bir araya getiremiyorlar. Zaten
haftada bir saat şu an var olan bir şey. Bu yeni bir şey değil. Biz bunu bir saatten daha fazla
uzatacağız diyorlar. Günlük 3- 5 saat. Çıkaracaklar ama nasıl yapacaklar anlamadım. Çünkü
spor salonlarının kapasiteleri belli. F tiplerinin kapasiteleri belli. İnsanlar oraya gruplar
halinde getirilip götürülecekler, dolayısıyla da bizim yaptığımız hesaplara göre bu olamaz.
Bakanlık yapacağız diyor, biz de merak ediyoruz.
» "Tecride karşı" ölüm orucunun 260. gününde biri olarak nasıl tanımlıyorsunuz
"tecridi"?
Tecrit bir ceza değil işkence yöntemi. Zaten bir insanı hapishaneye atmak ceza, tecrit ise
ikinci bir ceza. Evet, insanlar hapishaneye kapatılır ama insanlar hapishaneye haklarıyla
birlikte kapatılır. Haklarından, insanlıklarından soyundurularak hapishaneye kapatılmaz.
Dolayısıyla tecrit insanın, insan olarak varlığına aykırı bir işkence.
» Dönemin Adalet Bakanı Hikmet Sami Türk hâlâ F tiplerinde tecridin olmadığını
savunuyor...
Tecrit vardır. Tecridin olduğunu o hapishaneleri gezip görmüş Tabip Odası söylüyor, Barolar
söylüyor, TMMOB söylüyor. Bilim 'F tipi hapishanelerde tecrit vardır' diyor. O zaman biz
karar vereceğiz, ya bilimi dinleyeceğiz ya da Hikmet Sami Türk'ü dinleyeceğiz.
» Hikmet Sami Türk şu an bir üniversitede hukuk dersleri veriyor, siz de bir hukuk
adamısınız...
Şansızlık. Şöyle şansızlık, tecrit gibi son derece insanlık dışı bir şeyi hayata geçiren birinin
hukuk adına bir şey söylemeye hakkı yoktur diye düşünüyorum. Kime ne anlatacak?
Ftiplerindeki koşulları görmemiz için bir heyet oluşturacağız. Cezaevi Teftik Genel
Müdürlüğü aradı. Ortak mekânların kullanılması ile ilgili bilgiler verdi. 'O koşulları, o
mekânları, doğrudan doğruya kendi gözlerinizle görmeniz için bir heyet oluşturup gönderin'
dediler.
Önümüzdeki hafta böyle bir organizasyon yapıp belki Mimarlar Odası'ndan da, F tiplerindeki
tecrit koşulları nedir, bu konuda bilgi sahibi bir takım kurumlardan da temsilci alarak
girişimde bulunacağız.
Behiç Aşçı, tecrit kalkmadan bırakmayacağını söyledi ama tecrit konusunda da bir adım
atılması yeter diye düşünmüştüm. Bunun sağlandığını düşündük. Yaşar Kemal de birilikte
geçtiğimiz çarşamba günü Behiç Aşçı'ya gittik.
Behiç Aşçı iyileşme olursa eyleme son vereceğini söylemişti buna inanmıştık ama iyileşmeye
doğru bir adım atıldı... Sonuç yok. Böyle işlerde aracı olmak çok zor.
Sonuç ne olur bilemiyorum. Çünkü her iki taraftan da zaman zaman net olmayan açıklamalar
var. Somutlaşamıyor. Üç kapı üç kilit meselesinde bakanlık böyle bir uygulamanın mümkün
olmayacağını söylüyor. Ama biz elimizden geleni yapacağız. Heyetimizi oluşturup haftaya
gideceğiz.