You are on page 1of 4

PAÇAVRALAR İÇİNDEKİ ASİ

Patrona Halil Ayaklanması


28 Eylül 1730, İstanbul

18. Yüzyılın başlarında III. Ahmed'in saltanatı dönemindeki 'Lale


Devri' Osmanlı
tarihi içinde genellikle küçümsenerek ve İstanbul'daki yönetici
elitin kendini
kaptırdığı zevk ve eğlenceler öne çıkarılarak değerlendirilir.

Saray ve çevresinin sefahate dalması bir gerçekse de bu durum ilk


kez böyle
olmuyordu. Saray her dönemde benzer bir yaşam sürüyor ancak
bunu duvarların
arkasında yapıyordu, ahalinin gözü önünde değil. Tabii böylesi bir
yaşam
tarzının sarayın ve hanedanın dışına doğru genişleyen bir çevreye
yayılması
kolay değildi.

'Lale Devri' diye adlandırılan dönemde sefahat konusunda biraz


daha ipin
ucunun kaçtığı, biraz daha halkın gözü önünde cereyan ettiği ve
nihayet biraz
daha saray ve hanedanın dışına doğru yayıldığından söz edilebilir.
Bir Batılı,
dönemin İstanbul'daki Fransız elçisi, Sadrazam Nevşehirli İbrahim
Paşa'nın
konağında verilen bir gece davetini şöyle anlatır:

"Laleler açtığı ve sadrazam onları padişaha göstermek istediği


zaman, lalelerin
açmadığı boşluklar başka bahçelerden alınan ve şişeler içine
konan lalelerle
doldurulurdu. Her dört çiçekte bir, çiçekle aynı seviyede bir mum
yanar ve bahçe
yollarına her türlü kuşla dolu kafesler asılırdı. Kameriyeler
muazzam miktarda
ve şişelere konmuş her türden çiçekle süslenir ve sonsuz sayıda
çeşitli renkli cam
lambalarla aydınlatılırdı. Bu lambalar aynı zamanda davet için özel
olarak
ağaçlıklardan getirilen ve kameriyelerin arkasına yerleştirilen
çalılıkların yeşil
dallarına asılırdı. Bütün bu çeşitli renklerin ve sayısız ayna ile
yansıtılan
ışıkların etkisi şahanedir. Işıklandırma ve Türk müziğinin gürültülü
konseri tüm
bunlara eşlik eder ve laleler açtığı sürece her gece bu eğlenceler
devam eder. Bu
süre zarfında Sultan ve maiyeti sadrazam tarafından yedirilir ve
yatırılır."
Evet, yönetici elitin yaşamına ilişkin tablo budur ve hiç kuşkusuz
bu kadarının
ahalinin isyan duygularını kışkırtması anlaşılır bir şeydir.

Ama bu dönem sadece yönetici elitin zevk ve sefasıyla anılacak bir


dönem
değildir. Aynı zamanda İstanbul'da önemli mimari düzenlemeler
yapılmış, eski
yangın mahalleleri yeniden imara açılmış ve İstanbul'da dönemine
göre bir kent
yaşamı ortaya çıkmıştır. İtfaiye bu dönemde kurulmuş ve en
önemlisi de ilk
matbaa 1729'da faaliyete geçmiştir.

1670'de Macar asıllı bir Hıristiyan olarak doğan İbrahim


Müteferrika 1693'de
Müslümanlığı kabul ederek Osmanlı'nın hizmetine girdikten sonra
Osmanlı
devletinde Müslümanlar adına ilk matbaayı kuran kişi olmuştur.
Daha
öncesinde Ermenilere verilen bir matbaa izni vardır ama
Müslümanlar adına ilk
izni alan da yine eski bir Hıristiyan olacaktır.

Başta Haliç civarı olmak üzere İstanbul'un park ve bahçelerinin


lalelerle
bezendiği bu yıllarda devletin maliyesinde ve ordusunda da bazı
düzenlemeler
yapılmıştır ama genellikle olduğu gibi bunların yoksul halka pek
bir yararı
olmayacaktır. Geniş toplulukların gözü önünde yaşanan sefahat ve
gelişmekte
olan kent yaşamının nimetlerinden yararlanılamaması öfke
birikimine yol
açacaktır. Ve bir an gelip bu öfkenin isyana dönüşmesi için bir
kıvılcım yeterli
olacaktır. Bu arada gayrimüslimlere tanınan yeni bazı ayrıcalıklar
ise İslam
adına ahaliyi kışkırtmak için çok uygun bir malzeme
oluşturacaktır.
İran'la süren savaşta uğranılan başarısızlıklar üzerine padişah III.
Ahmed'in
ordunun başına geçerek sefere çıkması talebi öylesine yoğunlaşır
ki sarayın buna
daha fazla direnmesi olanaksız hale gelir. Bunun üzerine
Üsküdar'da ordugah
kurulur ve askerler İran üzerine sefere çıkmak için hazırlıklara
başlarlar.
Padişah ve vezirler de Üsküdar'a geçerek orduyla birlikte yola
çıkmaya
hazırlanırlar. Ancak aslında padişah III. Ahmed'in İstanbul'daki
tatlı yaşamı
bırakarak savaşa gitmeye hiç niyeti yoktur. Ordu bir türlü yola
çıkmamaktadır.
Sonuçta İran'ın temsilcileri Üsküdar'a gelirler ve onlarla yapılan
görüşmelerde
savaşı devreden çıkaran kötü bir anlaşma yapılarak padişah ve
çevresi Boğazın
Anadolu yakasından Avrupa yakasına dönerler. Ama bu da
beklenen kıvılcım
olacak ve bu devire son verecek ayaklanma patlayacaktır.

Eskicilikle uğraşan bir yeniçeri olan Patrona Halil ve Muslu Beşe


önderliğinde
patlayan isyan 28 Eylül 1730'da başladı ve dört gün boyunca
İstanbul
sokaklarını ele geçiren topluluklar 2 Ekim'e kadar evlerine
girmediler. Bir bölüm
ulemanın da desteğini alan asiler ilk gün kentte duruma egemen
olarak Topkapı
Sarayı'nı kuşattılar ve padişahla pazarlığa başladılar. Ertesi gün
aralarında
Sadrazam Nevşehirli Damat İbrahim Paşa ile yakınlarının da
bulunduğu 37
kişinin kellesini istediler. III. Ahmed çok sevdiği sadrazamına
hemen kıyamadı
ama direndiğinde kendi kellesinin de gidebileceğini görünce
üçüncü gün İbrahim
Paşa ve damatları boğdurularak cesetleri asilere teslim edildi.

Ancak isyanın bununla yatışması mümkün değildi, elebaşılar


padişahın da
tahttan çekilmesini istediler ve istediklerini de yaptırdılar. III.
Ahmed l Ekim'de
yeğeni Mahmud lehine tahttan feragat ettiğini ilan etti. Ertesi gün
I. Mahmud
tahta geçecekti.

I. Mahmud padişah oldu ama saray "ayak takımı"nın


denetimindeydi. Eskici
Patrona Halil Rumeli Beylerbeyi olmuş, Muslu Beşe de Kul
Kethüdası olarak
sarayın yönetimini ele almıştı. Rivayete göre Patrona Halil eski
püskü
paçavralar içinde dolaşıyordu ve hiç kuşkusuz bu durum eski
şatafata öfke dolu
ahalinin sempatisini canlı tutmak için etkili bir yoldu. İsyan,
meşruiyetini
sefahate son vermekten aldığı için isyanın önderi de giyimiyle
bunu temsil ediyor
ve ahalinin desteğinin sürmesini sağlamaya çalışıyordu. Bu arada
Lale Devri
sırasında İstanbul'da yapılan zarif mimarı yapılar yıkılıyor, halkın
öfkesini
tatmin eden kitlesel ayinler gibi yıkım ve yağmalar
düzenleniyordu.

'Ayak takımı' iki ay boyunca Topkapı Sarayı'na egemen olup


devleti yönetirken
isyanın silahlı gücü Yeniçerileri tabii ki ihmal etmediler. Devlet
yeniçerilerden
ebediyen kurtulmanın yollarını ararken isyandan önce 40 bin olan
yeniçeri sayısı
iki ay içinde 70 bine çıkmıştı. Ayrıca devletin çeşitli yüksek
görevlerine de 'ayak
takımı' arasından atamalar yapılıyor, örneğin bir kasap Eflak
voyvodalığına
atanıyordu.

Yaklaşık iki ay bu duruma tahammül eden yeni padişah ve çevresi


kendilerini
rezil ettiklerine inandıkları bu paçavralar içindeki asilerin
hakkından gelmek
için fırsat kolluyorlardı. Nihayet gereken örgütlenmeyi
tamamladılar ve asileri
ortadan kaldırmak için uygun ortamı hazırladılar. İran'a savaş
açılması
konusunu görüşmek üzere divan toplantısına çağrılan Patrona
Halil ve 14
elebaşı 25 Kasım 1730'da sarayda pusu kuran askerlerce
öldürüldü. Bunları
destekleyen ulema da sürgüne gönderilirken, geri kalan asilerin
28 Ocak 1731'de
ikinci bir kez ayaklanma girişimleri bastırılarak yakalananlar idam
edildi.
Daha önce başına hiç böyle bir şey gelmemiş olan dehşet içindeki
Topkapı
Sarayı'nda iki ay süren kabus böylece bitti. Ayak takımından ve
paçavralar
içinde dolaşan beylerbeyinden kurtulan saray eski asaletine ve
zarafetine tekrar
kavuştu!
Yerini şaşırıp "baş" olmaya kalkışan "ayaklar" da yine yerlerine
döndüler ve yeni
bir deneme için uygun koşulların gelmesini sabırla beklemeye
devam ettiler...

You might also like