Professional Documents
Culture Documents
1. ÜNİTE: ATOMUN
YAPISI REHBERİ
...... Birinci: Evet, Cenâb-ı Hak tarafından adem ve esîr ve semâ perdelerini açıp, Güneş gibi
dünyayı ışıklandıran pırlanta-misâl bir lâmbayı, hazîne-i rahmetinden çıkarıp dünyaya gösterdi.
Dünya kapandıktan sonra o pırlantayı perdelerine sarıp kaldıracak. ......
...... Evet, nasıl cismâniyâta cam ve su gibi şeyler ayna olur; öyle de, ruhâniyâta dahi hava ve esîr
ve âlem-i misâlin bâzı mevcûdâtı ayna hükmünde ve berk ve hayal süratinde bir vâsıta-i seyir ve
seyahat sûretine geçerler. Ve o ruhânîler, hayal süratiyle o merâyâ-i nazîfede, o menâzil-i latîfede
gezerler. Bir anda binler yerlere girerler.
...... Eğer beşerin tahte'l-bahirleri, âyât-ı Kur'âniyeden mevkî isteseler, o dairenin tahte'l-bahirleri,
yani, bahr-i muhît-i havaîde ve esîr denizinde yüzen zemin ve yıldızlar ona diyecekler:
"Yanımızda senin yerin görünmeyecek derecede azdır." ......
...... Coğrafyacı bir edibin o kelâmdan kısmeti: Küre-i zemin bahr-i muhît-i havaîde veya esîrîde
yüzen bir sefine ve dağları o sefinenin üstünde tespit ve muvâzene için çakılmış kazıklar ve
direkler şeklinde tefekkür eder. O koca küre-i zemini muntazam bir gemi gibi yapıp, bizleri içine
koyup aktâr-ı âlemde gezdiren Kadîr-i Zülkemâle karşı......
...... Mâdem kudret-i ezeliye bilmüşâhede en âdi maddelerden, en kesif unsurlardan hadsiz
zîhayat ve zîrûhu halk eder ve gayet ehemmiyetle madde-i kesîfeyi hayat vâsıtasıyla madde-i
latîfeye çevirir ve nur-u hayatı her şeyde kesretle serpiyor ve şuur ziyâsıyla ekser şeyleri
yaldızlıyor; elbette o Kadîr-i Hakîm, bu kusursuz kudretiyle, bu noksansız hikmetiyle, nur gibi,
esîr gibi ruha yakın ve münâsip olan sâir seyyâlât-ı latîfe maddeleri ihmâl edip hayatsız
bırakmaz, câmid bırakmaz, şuursuz bırakmaz. Belki, madde-i nurdan, hattâ zulmetten, hattâ esîr
maddesinden, hattâ mânâlardan, hattâ havadan, hattâ kelimelerden zîhayat, zîşuuru kesretle halk
eder ki, hayvanâtın pek çok muhtelif ecnâsları gibi pek çok muhtelif ruhânî mahlûkları, o
seyyâlât-ı latîfe maddelerinden halk eder. Onların bir kısmı melâike, bir kısmı da ruhânî ve cin
ecnâslarıdır. ......
...... İşte, şu temsil gibi, ecrâm-ı ulviye ve ecsâm-ı seyyâre içinde küre-i arzın hakâret ve
kesâfetiyle beraber bu kadar hadsiz zîruhların, zîşuurların vatanı olması ve en hasis ve en
müteaffin cüzleri dahi, birer menba-ı hayat kesilmesi, birer mahşer-i huveynât olması, bizzarûre
ve bilbedâhe ve bittarîkı'l-evlâ ve bilhadsi's-sâdık ve bilyakîni'l-katî delâlet eder, şehâdet eyler,
ilân eder ki; şu nihayetsiz fezâ-i âlem ve şu muhteşem semâvât, burçlarıyla, yıldızlarıyla, zîşuur,
zîhayat, zîruhlarla doludur. Nârdan, nurdan, ateşten, ışıktan, zulmetten, havadan, savttan,
râyihadan kelimâttan, esîrden ve hattâ elektrikten ve sâir seyyâlât-ı latîfeden halk olunan o
zîhayat ve o zîruhlara ve o zîşuurlara Şeriat-ı Garrâ-i Muhammediye Aleyhissalâtü Vesselâm,
Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyân, "melâike ve cân ve ruhâniyâttır" der, tesmiye eder. ......
...... Evet, senin gibi aklı gözüne inmiş ve gözüne perde çekilmiş adamlara söz anlatmak ve bir
şey göstermek elbette müşküldür. Fakat, hak o kadar parlaktır ki, körler de görebildiği için biz de
deriz ki: Fezâ-i ulvî, bilittifak esîr ile doludur. Ziyâ, elektrik, hararet gibi sâir seyyâlât-ı latîfe, o
fezâyı dolduran bir maddenin vücuduna delâlet eder. Meyveler, ağacını; çiçekler, çimenlerini;
sümbüller, tarlalarını; balıklar, denizini bilbedâhe gösterdiği gibi; şu yıldızlar dahi, bizzarûre,
menşe'lerini, tarlasını, denizini, çimengâhının vücudunu aklın gözüne sokuyorlar. ......
...... Birinci temsil: Şöyle ki: On Altıncı Sözde ispat edildiği gibi, birtek zât-ı müşahhas, muhtelif
aynalar vâsıtasıyla külliyet kesb eder; bir cüz'î-yi hakiki iken, şuûnât-ı kesireye mâlik bir küllî
hükmüne geçer. Evet, nasıl cismânî şeylere cam ve su gibi maddeler ayna olup, cismânî birtek
şey o aynalarda bir külliyet kesb eder; öyle de, nurânî şeylere ve ruhâniyâta dahi, hava ve esîr ve
âlem-i misâlin bâzı mevcudâtı aynalar hükmünde ve berk ve hayal süratinde birer vâsıta-i seyir
ve seyahat sûretine geçerler ki, o nurânîler ve o ruhânîler, hayal süratiyle o merâyâ-i nazîfede ve
o menâzil-i latîfede gezerler, bir anda binler yerlere girerler ve her aynada, nurânî oldukları ve
akisleri onların aynı ve onların hâsiyetine mâlik oldukları için, cismâniyetin aksine olarak, her
yerde bizzat bulunur gibi hükmederler. Kesif cismânîlerin akisleri ve misâlleri, o cismâniyetin
aynıları olmadığı gibi, hâsiyetine dahi mâlik değil, ölü sayılırlar. ......
Kudret-i Zülcelâlin pek çoktur mir'atları. Herbiri ötekinden daha eşeff ve eltaf pencereler açıyor
bir âlem-i misâle.
Sudan havaya kadar, havadan tâ esîre, esîrden tâ misâle, misâlden tâ ervâha, ervâhtan tâ zamana,
zamandan tâ hayale,
Hayalden tâ fikre kadar muhtelif aynalar, dâimâ temsil eder şuûnât-ı seyyâle.
Kulağınla nazar et âyine-i havaya: Kelime-i vâhide, olur milyon kelimât.
Acîb istinsah eder o kudretin kalemi; şu sırr-ı tenâsülât. ……
…… Ger kalem-i kudretle bir cüz-ü ferd üstüne esîrin cevâhir-i ferdiyle yazılsa bir Kur'ân ki,
sıgar-ı sahife nisbeti bir kibr-i san'at - meâl. ……
…… Nasıl ki bir cevher-i ferd üstünde, esir zerrâtıyla bir Kur'ân-ı hikmet yazılsa, semâvat
yüzündeki yıldızlarla yazılan bir kur'ân-ı azametten kıymetçe daha ehemmiyetli olabilir. Öyle de,
çok küçük cüz'iyatlar var, mu'cizât-ı san'atça külliyattan üstündür. ……
…… Birbirinden eşeff ve eltaf, kudretin çok aynaları vardır; sudan havaya, havadan esire,
esirden Âlem-i misale, Âlem-i misalden Âlem-i ervâha, hattâ zamana, fikre tenevvü ediyor. Hava
aynasında, bir kelime milyonlar kelimat olur; kalem-i kudret, şu sırr-ı tenasülü pek acip istinsah
ediyor. İn'ikâs, ya hüviyeti veya hüviyetle mahiyeti tutar. Kesifin timsalleri birer meyyit-i
müteharriktir. Bir ruh-u nuranînin kendi aynalarında olan timsalleri, birer hayy-ı murtabıttır; aynı
olmasa da, gayrı da değildir. ……
…… İşte bu hakikat-i Kur'âniyeyi yedi kaide ve yedi vecih mânâ ile gayet muhtasar bir surette
ispat edeceğiz.
Birinci kaide: Fennen ve hikmeten sabittir ki, bu haddi yok feza-yı âlem, nihayetsiz bir boşluk
değil, belki "esir" dedikleri madde ile doludur.
İkincisi: Fennen ve aklen, belki müşahedeten sabittir ki, ecrâm-ı ulviyenin câzibe ve dâfia gibi
kanunlarının rabıtası ve ziya ve hararet ve elektrik gibi maddelerdeki kuvvetlerin nâşiri ve nâkili,
o fezayı dolduran bir madde mevcuttur.
Üçüncüsü: Madde-i esiriye, esir kalmakla beraber, sair maddeler gibi muhtelif teşekkülâta ve
ayrı ayrı suretlerde bulunduğu tecrübeten sabittir. Evet, nasıl ki buhar, su, buz gibi havâî, mâyi,
câmid üç nevi eşya aynı maddeden oluyor. Öyle de, madde-i esiriyeden dahi yedi nevi tabakat
olmasına hiçbir mâni-i aklî olmadığı gibi, hiçbir itiraza medar olmaz. ……
……
Yedincisi: Yedi, yetmiş, yedi yüz gibi tabirat, üslûb-u Arabîde kesreti ifade ettiği için, o küllî
yedi tabaka çok kesretli tabakaları hâvi olabilir.
Elhasıl: Kadîr-i Zülcelâl, esir maddesinden yedi kat semâvâtı halk edip tesviye ederek, gayet
dakik ve acip bir nizamla tanzim etmiş ve yıldızları içinde zer' edip ekmiştir. Madem Kur'ân-ı
Mu'cizü'l-Beyan umum ins ve cinnin umum tabakalarına karşı konuşan bir hutbe-i ezeliyedir.
Elbette nev-i beşerin herbir tabakası, herbir âyât-ı Kur'âniyeden hissesini alacak ve âyât-ı
Kur'âniye, her tabakanın fehmini tatmin edecek surette, ayrı ayrı ve müteaddit mânâları zımnen
ve işareten bulunacaktır. ……
…… Daha diğer bir taife-i beşeriye, madde-i esiriyenin teşekkülâtı yedi tabakaya ayrılmasını
fehmeder. ……
…… Hem insanların bir kısmı, güya daha ileri görüyor gibi, daha ziyade cahilâne bir dalâletle,
Sâni-i Zülcelâlin gayet lâtif, nâzenin, mutî, musahhar bir sahife-i icraatı ve emirlerinin bir vasıta-i
nakliyâtı ve zayıf bir perde-i tasarrufâtı ve lâtif bir midâd-ı (mürekkep) kitabeti ve en nâzenin bir
hulle-i îcâdâtı ve bir mâye-i masnuatı ve bir mezraa-i hububatı olan esir maddesini, cilve-i
rububiyetine aynadarlık ettiği için, masdar ve fâil tevehhüm etmişler. Bu acip cehalet, hadsiz
muhalleri istilzam ediyor. Çünkü esir maddesi, maddiyyunları boğduran zerrat maddesinden daha
lâtif ve eski hükemanın saplandığı heyulâ fihristesinden daha kesif, ihtiyarsız, şuursuz, câmid bir
maddedir. Bu hadsiz bir surette tecezzî ve inkısam eden ve nâkillik ve infial hassasıyla ve
vazifesiyle teçhiz edilen bu maddeye, belki o maddenin zerreden çok derece daha küçük olan
zerrelerine, herşeyde her şeyi görecek, bilecek, idare edecek bir ihtiyar ve bir iktidar ile vücut
bulan fiilleri, eserleri isnad etmek, esirin zerreleri adedince yanlıştır.
Evet, mevcudatta görünen fiil-i icad öyle bir keyfiyettedir ki, herşeyde, hususan zîhayat olsa,
ekser eşyayı ve belki umum kâinatı görecek, bilecek ve kâinata karşı o zîhayatın münasebetini
tanıyacak, temin edecek bir iktidar ve ihtiyardan geldiğini gösteriyor ki, maddî ve ihatasız olan
esbabın hiçbir cihetle fiili olmaz.
Evet, sırr-ı kayyûmiyetle, en cüz'î bir fiil-i icadî, doğrudan doğruya bütün kâinat Hâlıkının fiili
olduğuna delâlet eden bir sırr-ı âzamı taşıyor. Evet, meselâ bir arının icadına teveccüh eden bir
fiil, iki cihetle Hâlık-ı Kâinata hususiyetini gösteriyor:
Birincisi: O arının bütün emsalinin, bütün zeminde, aynı zamanda, aynı fiile mazhariyetleri
gösteriyor ki, bu cüz'î ve hususî fiil ise, ihatalı, rû-yi zemini kaplamış bir fiilin bir ucudur.
Öyleyse, o büyük fiilin fâili ve o fiilin sahibi kim ise, o cüz'î fiil dahi onundur.
İkinci cihet: Bu hazır arının hilkatine teveccüh eden fiilin fâili olmak için, o arının şerâit-i
hayatiyesini ve cihazatını ve kâinatla münasebetini temin edecek ve bilecek kadar pek büyük bir
iktidar ve ihtiyar lâzım geldiğinden, o cüz'î fiili yapan zâtın, ekser kâinata hükmü geçmekle ancak
o fiili öyle mükemmel yapabilir.
Demek, en cüz'î fiil, iki cihetle Hâlık-ı Külli Şeye has olduğunu gösterir.
En ziyade câ-yı dikkat ve câ-yı hayret şudur ki: Vücudun en kuvvetli mertebesi olan vücubun; ve
vücudun en sebatlı derecesi olan maddeden tecerrüdün; ve vücudun zevalden en uzak tavrı olan
mekândan münezzehiyetin; ve vücudun en sağlam ve tagayyürden ve ademden en mukaddes
sıfatı olan vahdetin sahibi olan Zât-ı Vâcibü'l-Vücudun en has hassası ve lâzım-ı zâtîsi olan
ezeliyeti ve sermediyeti, vücudun en zayıf mertebesi ve en incecik derecesi ve en mütegayyir,
mütehavvil tavrı ve en ziyade mekâna yayılmış olan hadsiz, kesretli bir maddî madde olan esir ve
zerrat gibi şeylere vermek ve onlara ezeliyet isnad etmek ve onları ezelî tasavvur etmek ve
kısmen âsâr-ı İlâhiyenin onlardan neş'et ettiğini tevehhüm etmek ne kadar hilâf-ı hakikat ve vâkıa
muhalif ve akıldan uzak ve bâtıl bir fikir olduğu, Risale-i Nur'un müteaddit cüzlerinde katî
bürhanlarla gösterilmiştir.
…… Bu son basamağın uzun bir beyanla mealini söylemek isterdim. Fakat, maatteessüf keyfı
tahakküm ve tazyiklerden gelen şiddetli sıkıntılar ve tesemmümden gelen zaafıyet ve elim
hastalıklar mani olmasından, mealine yalnız pek kısa bir işaretle iktifaya mecbur oldum.
Yani, nasıl ki, faraza kabil-i inkısam olmayan ve ilm-i kelam ve felsefedede cevher-i ferd
namını alan bir zerrede, ondan daha küçücük olan madde-i esiriye zerreleriyle bir Kur'an-ı
Azimüşşan yazılsa ve semavat sahifelerinde dahi yıldızlar ve güneşlerle diğer bir Kur'an-ı
Kebir yazılsa, ikisi muvazene edilse, elbette cevher-i ferd zerresinden yazılan hurdebini
Kur'an, gökler yüzlerini yaldızlayan Kur'an-ı Azim ve Kebirden acaipçe ve sanatın icazında
geri değil, belki bir cihette ileri olduğu gibi; aynen öyle de, Halık-ı Kainatın kudretine
nisbeten masnuiyetindeki garabet ve cezalet noktasında zühre çiçeği, zühre yıldızından geri
değil ve karınca, filden aşağı olmaz ve mikrop, gergedandan hilkatçe daha acib ve arı sineği,
hurma ağacından fıtrat-ı acibesiyle daha ileridir. Demek bir arıyı yaratan, bütün hayvanları
yaratabilir. Bir nefsi dirilten, haşirde bütün insanları ihya edip haşir meydanına toplayabilir
ve toplayacak. Hiçbir şey ona ağır gelmez ki, gözümüz önünde gayet çabuk ve kolaylıkla her
baharda haşrin yüz bin numunelerini yaratıyor.
Son cümle-i Arabiyenin gayet kısacık meali şudur:
Yani, ehl-i dalalet, mezkur basamakların sarsılmaz hakikatlerini bilmediklerinden ve gayet
çabuk ve gayet kolaylıkla, birden, mahlukat vücuda geldiklerinden, teşkili ve bir Saniin
hadsiz kudretiyle icadı, teşekkül ve kendi kendilerine vücut bulmak tevehhüm edip hiçbir
zihin, hatta vehim dahi kabul etmediği ve her cihetle muhal ve imkansız hurafelerin kapısını
kendilerine açmışlar. Mesela, o halde zihayatın her bir zerresine hadsiz bir kudret, bir ilim,
her şeyi görecek bir göz ve her sanatı yapabilecek bir iktidar vermek lazım gelir. Birtek İlahı
kabul etmemekle, zerreler adedince ilaheleri mezheplerince kabul etmeye mecbur olarak
Cehennemin esfel-i safilinine girmeye müstehak düşerler. ……
…… Âlem-i ziya, âlem-i hararet, âlem-i hava, âlem-i kehrüba, âlem-i elektrik, âlem-i cezb, âlem-
i esir, âlem-i misal, âlem-i berzah gibi âlemler arasında müzahame ve yer darlığı yoktur. Bu
âlemler, hepsi de, ihtilâlsiz, müsademesiz, küçük bir yerde içtima ederler. ……
…… Ve o zerrat bütün esiriyle La ilahe illa Hü cevheresiyle ilan-ı tevhid eder. Çünkü, esirin
besateti, sükünu, intizamla emr-i Halıka sür'at-i imtisali böyle iktiza eder. ……
aralarına nüfuz etmiş bir maddedir. -5- âyeti, şu madde-i esîriyeye işarettir
ki, Cenab-ı Hakk'ın Arş'ı, su hükmünde olan şu esîr maddesi üzerinde imiş. Esîr maddesi
yaratıldıktan sonra, Sâni'in ilk icadlarının tecellisine merkez olmuştur. Yani Esîri halkettikten
sonra, cevâhir-i ferd'e kalbetmiştir. Sonra bir kısmını kesif kılmıştır ve bu kesif kısımdan, meskûn
olmak üzere yedi küre yaratmıştır. Arz, bunlardandır. ……
…… Birinci mukaddeme: Şu geniş boşluğun esir ile dolu olduğu, fennen ve hikmeten sabittir.
İkinci mukaddeme: Ecram-ı ulviyenin kanunlarını rapt eden ve ziya ve hararetin emsalini neşir ve
nakleden fezayı doldurmuş bir madde mevcuttur.
Üçüncü mukaddeme: Madde-i esiriyenin, yine esir olarak kalmak şartıyla, sair maddeler gibi
muhtelif teşekkülatı ve ayrı ayrı nevileri vardır. Buhar ile su ve buzun teşekkülatları gibi.
Dördüncü mukaddeme: Ecram-ı ulviyeye dikkat edilirse, tabakaları arasında muhalefet görünür.
Evet, yeni teşekküle ve in'ikada başlamış milyarlarca yıldızlardan ibaret Kehkeşan ile anılan
tabaka-i esiriye, sabit yıldızların tabakasına muhalifdir. Bu da manzume-i şemsiyenin tabakasına
ve hakeza; yedi tabakaya kadar birbirine muhalif tabakalar vardır.
Beşinci mukaddeme: Araştırmalar neticesinde sabit olmuştur ki, bir maddede teşkil, tanzim,
tesviyeler vaki olursa, biribirine muhalif tabakalar husule gelir. Bir madenden kül, kömür, elmas
meydana gelir; ateşten alev, duman husule gelir. Müvellidülma ile müvellidülhumuzanın
imtizacından su, buz, buhar tevellüd eder.
Altıncı mukaddeme: Pu müteaddit emarelerden anlaşıldı ki, semavat, müteaddittir. Şeriat Sahibi
de yedidir demiştir; öyle ise yedidir. Maahaza yedi, yetmiş, yedi yüz sayıları Arap üsluplarında
kesret için kullanılır.
Arkadaş! Pek geniş bulunan Kur'an-ı Kerimin hitaplarına, manalarına, işaretlerine dikkat
edilmekle, bir amiden tut, bir veliye kadar bütün tabakat-ı nasa ve umum efkar-ı ammeye olan
müraatları, okşamaları fevkalade hayrete, taaccübe muciptir.
……ziya harareti nakil ve kâinatı baştan başa istilâ eden madde-i esiriyeden başlayarak
semavâtın yedi tabakasının kabul edilmesine hiçbir mâni olaınayacağı, fennen, aklen ve
hikmeten muhtelif delâil ile isbat edilmesi ve sonunda semâvâtın yedi tabaka ve arzın yedi
kat olduğu hakkında……
Otuzuncu Söz
«Ene» ve «zerre»den ibaret bir «elif» bir «nokta»dır.
Şu Söz iki maksaddır. Birinci Maksad, «Ene»nin mahiyet ve
neticesinden; İkinci Maksad, «zerre»nin hareket ve vazifesinden bahseder.
......
İkinci Maksad
حيِم
ِ ن الّر
ِ حَم
ْ ل الّر
ِّ سِم ا
ْ ِب
ْعُة ُقل
َ ساّ ل َتْاِتيَنا ال
َ ن َكَفُروا َ ل اّلِذي
َ َوَقا
عاِلِم
َ َو َرّبى َلَتْاِتَيّنُكْم َبَلى
ْ صَغُر ِم
ن ْ ل َا َ ض َو
ِ لْر َ ل ِفى ْاَ ت َوِ سمَوا ّ ل َذّرٍة ِفى ال ُ عْنُه ِمْثَقا
َ ب
ُ ل َيْعُز
َ ب
ِ اْلَغْي
ٍ ب ُمِبي
ن ٍ ل ِفى ِكَتا ّ ل َاْكَبُر ِا
َ ك َو َ ذِل
[Şu âyetin pek büyük hazinesinden bir miskal zerre miktarında, yâni zerre
sandukçasında olan cevheri gösterir ve zerrenin hareket ve vazifesinden bir
nebze bahseder. Şu maksad, bir «Mukaddime» ile «Üç Nokta»dan ibarettir.]
Mukaddime
___________________________
(Hâşiye): İkinci Maksad'ın tahavvülât-ı zerratın târifine dair olan uzun
cümlenin haşiyesidir.
ّ لا
ل ّ ب ِا
َ ل َيْعَلُم اْلَغْي
َ
BİRİNCİ NOKTA: İki Mebhastır.
Evet nasılki bir acemi, ham, âmi, âdi, hem kör bir adam; Avrupa'ya
gitse; bütün fabrikalara, tezgâhlara girse, üstâdâne kemâl-i intizâm ile herbir
san'atta, herbir binada işler, öyle eserler yapar ki nihayet derecede hikmetli,
san'atlı, herkesi hayrette bırakıyor. Zerre miktar şuuru olan bilir ki: O adam,
kendi başı ile işlemiyor, belki bir üstad-ı küll; ona ders verir, işlettirir. Hem
nasılki bir kör, âciz, yerinden kalkamıyor, basit bir kulübeciğinde oturmuş bir
adam bulunuyor. Halbuki o kulübeciğe bir dirhem gibi küçük bir taş, kemik ve
pamuk gibi birer madde veriliyor. Halbuki o kulübecikten batmanlarla şeker,
toplarla çuha, binlerle mücevherat, gâyet san'atlı, murassaatlı libaslar,
lezzetli taamlar çıkıp gelse; zerre miktar aklı olan demeyecek mi ki: «O adam,
gâyet mu'cizekâr bir zâtın menşe-i mu'cizâtı olan fabrikasının bir mandalı
veyahut miskin bir kapıcısıdır.» Aynen öyle de: Havanın zerreleri, herbiri birer
Mektûbât-ı Samedâniyye, birer antika-i san'at-ı Rabbâniyye, birer mu'cize-i
kudret, birer hârika-i hikmet olan nebâtat ve eşcar, ezhar ve Esmârdaki
harekât ve hidematları; bir Sâni'-i Hakîm-i Zülcelâl'in, bir Fâtır-ı Kerîm-i
Zülcemâl'in emir ve iradesiyle hareket ettiğini ve toprağın zerreleri dahi
herbiri birer ayrı makine ve tezgâh, birer ayrı matbaa, birer ayrı hazine, birer
ayrı antika ve Sâni'-i Zülcelâl'in esmâsını ilân eden birer ayrı ilânname ve
Kemâlâtını söyleyen birer ayrı kaside hükmünde olan o tohumcuklarının, o
çekirdeklerinin sünbüllerine, ağaçlarına menşe' ve medâr olmaları; Emr-i Kün
Feyekûn'e mâlik, her şey emrine müsahhar bir Sâni'-i Zülcelâl'in emriyle,
izniyle, iradesiyle, kuvvetiyle olması; iki kerre iki dört eder gibi kat'îdir.
Âmenna.
Daha bu beş nümune gibi belki beşbin hikmetle tahrik olunan zerratın
tahavvülâtını, o akılsız feylesoflar hikmetsiz zannetmişler ve hakikatta biri
enfüsî, diğeri âfâkî iki hareket-i cezbekâranede zikir ve tesbih-i İlâhî ile
Mevlevî gibi zikreden ve deverana kalkan o zerreleri, kendi kendine, sersem
gibi dönüp oynuyorlar zu'metmişler.
İşte bundan anlaşılıyor ki; onların ilimleri ilim değil, cehildir. Hikmetleri,
hikmetsizliktir.
Hem her bir zerre, öyle bir nakş-ı san'atta işler ki; ya bütün zerratla
münasebettar, herbirisine ve umumuna hem hâkim ve hem herbirisine ve
umumuna mahkûm bir vaziyette bulunmakla, o hayretfezâ san'atlı nakşı ve
hikmetnümâ nakışlı san'atı bilir ve îcad eder. Bu ise, binler defa muhaldir.
Veya bir Sâni'-i Hakîm'in kanun-u kader ve kalem-i kudretinden çıkan,
harekete memur birer noktadır. Nasılki meselâ: Ayasofya kubbesindeki taşlar,
eğer mimarının emrine ve san'atına tâbi olmazlarsa; herbir taşı, Mimar Sinan
gibi dülgerlik san'atında bir mehareti ve sâir taşlara hem mahkûm, hem
hâkim olmak, yâni «Geliniz, düşmemek, sukut etmemek için başbaşa
vereceğiz» diye bir hüküm sahibi olması lâzımdır. Öyle de: Binler defa
Ayasofya kubbesinden daha san'atlı, daha hayretli ve hikmetli olan
masnuattaki zerreler, kâinat ustasının emrine tâbi olmazlarsa; herbirine Sâni'-
i Kâinat'ın evsâfı kadar evsâf-ı kemâl verilmesi lâzım gelir.
Elcevab:
Elhasıl: Mâdem Sâni'-i Hakîm her şey için o şeye münasib bir nokta-i
Kemal ve ona lâyık bir mertebe-i feyz-i vücud tâyin edip ve o şeye, o nokta-i
Kemâle sa'yedip gitmek için bir istidad vererek ona sevk ediyor ve bütün
nebatat ve hayvanatta şu kanun-u Rubûbiyyet câri olmakla beraber,
cemadatta dahi câridir ki; âdi toprağa, elmas derecesine ve cevâhir-i âliye
mertebesine bir terakkiyat veriyor ve şu hakikatta muazzam bir «Kanun-u
Rubûbiyyet»in ucu görünüyor.
Hem madem her şey'in hakikatı, Cenâb-ı Hakk'ın bir isminin tecellisine
bakar, ona bağlıdır; ona âyinedir. O şey, ne kadar güzel bir vaziyet alsa, o
ismin şerefinedir; o isim öyle ister. O şey bilse, bilmese; o güzel vaziyet,
hakikat nazarında matlubtur. Ve şu hakikattan gayet muazzam bir «Kanun-u
Tahsin ve Cemâl»in ucu görünüyor.
Hem mâdem Fâtır-ı Kerîm, düstur-u kerem iktizasıyla bir şey'e verdiği
makamı ve kemâli, o şey'in müddeti ve ömrü bitmesiyle, o kemâli geriye
almıyor. Belki, o zîkemalin meyvelerini, neticelerini, mânevî hüviyyetini ve
mânâsını, ruhlu ise ruhunu ibka ediyor. Meselâ: Dünyada insanı mazhar ettiği
kemalâtın mânalarını, meyvelerini ibka ediyor. Hattâ müteşekkir bir mü'minin
yediği zâil meyvelerin şükrünü, hamdini; mücessem bir meyve-i cennet
sûretinde tekrar ona veriyor. Ve şu hakikatta muazzam bir «Kanun-u
Rahmet»in ucu görünüyor.
Hem mâdem Hallâk-ı Bîmisal israf etmiyor, abes işleri yapmıyor. Hattâ güz
mevsiminde vazifesi bitmiş, vefat etmiş mahlûkların enkaz-ı maddiyyesini
bahar masnuatında istîmal ediyor; onların binalarında dercediyor. Elbette َيْوَم
ِ لْر
ض َ غْيَر ْا
َ ض
ُ لْر
َ ل ْا
ُ ُتَبّدsırrıyle, ن
ُ حَي مَوا
َ ى اْل
َ خَرَة َلِه م
ِ ن الّداَر ْال
ّ َوِاişaretiyle
şu dünyada câmid, şuursuz ve mühim vazifeler gören zerrat-ı arziyyenin:
elbette taşı, ağacı, herşey'i zîhayat ve zîşuur olan âhiretin bâzı binalarında
derc ve istimâli mukteza-yı hikmettir. Çünki: Harab olmuş dünyanın zerratını
dünyada bırakmak veya ademe atmak israftır. Ve şu hakikattan pek
muazzam bir «Kanun-u Hikmet»in ucu görünüyor.
Hem madem ruh cisme hâkim olduğu gibi; câmid maddelerde dahi
kaderin yazdığı evâmir-i tekviniyye, o maddelere hâkimdir. O maddeler,
kaderin mânevî yazısına göre mevki ve nizâm alabilirler. Meselâ:
Yumurtaların enva'ında ve nutfelerin aksamında ve çekirdeklerin esnafında
ve tohumların ecnasında kaderin ayrı ayrı yazdığı evâmir-i tekvîniyye
cihetiyle ayrı ayrı makam ve nur sahibi oluyorlar. Ve o madde îtibariyle
mahiyetleri (Haşiye) bir hükmünde olan o maddeler, hadsiz muhtelif
mevcûdâta menşe' oluyorlar. Ayrı ayrı makam ve nur sahibi oluyorlar. Elbette
hidemat-ı hayatiyye ve hayattaki tesbihat-ı Rabbâniyyede defaatla bir zerre
bulunmuş ise ve hizmet etmiş ise, o zerrenin mânevî alnında o mânaların
hikmetlerini, hiçbir şey'i kaybetmeyen kader kalemiyle kaydetmesi; mukteza-
yı ihâta-i ilmîdir. Ve şunda pek muazzam bir «Kanun-u İlm-i Muhit»in ucu
görünüyor.
____________________________
__________________________
(Haşiye-1) Şu cevap, yedi «Madem» kelimelerine bakar.
ِّ حْمُد
ل َ ن اْل
ِ عَويُهْم َا
ْ خُر َد
ِ لمٌ َو آ
َسَ حّيُتُهْم ِفيَها
ِ ك الّلهّم ََوت
َ حاَن
َ سْب
ُ عَويُهْم ِفيَها
ْ َد
َ ب اْلَعاَلِمي
ن ّ َر
حِكيُم
َ ت اْلَعِليُم اْل
َ ك َاْن
َ عّلْمَتَنا ِاّن
َ ل َما
ّ عْلَم َلَنا ِا
ِ ل
َ ك
َ حاَن
َ سْب
ُ
ت اْلَوّهاُبَالّلهّم
ك َاْن َحَمًة ِاّن َ
ك َر ْ ن َلدُْن َ
ب َلَنا ِم ْ
غ ُقُلوَبَنا َبْعَد ِاْذ َهَدْيَتَنا َوَه ْ
ل ُتِز ْ
َرّبَنا َ
عَلى آِلِه َو حّقِه َاَداًء َو َ ضاًء َو ِل َ ك ِر َ ن َل َلًة َتُكو ُ
صَ حّمٍد َ سّيِدَنا ُم َعَلى َ ل َصَ ّ
ب اْلَعاَلِمي َ
ن ن َيا َر ّ سّلْم ِديَنَنا آِمي َ
سّلْمَنا َو َ
سّلْم َو َخَواِنِه َو َ حِبِه َو ِا ْصْ َ
***