You are on page 1of 5

ORTAÖĞRETİM

9. SINIF KİMYA
1. ÜNİTE: KİMYANIN
GELİŞİMİ REHBERİ
Ü ç ü n c ü S u a l: Eskiden düşman, şimdi dost olan mühtedî diyor ki:
Şu zamanda çok ileri giden feylesoflar diyorlar ki: "Hiçten hiçbir şey îcad edilmiyor ve
hiçbir şey idam edilmiyor; yalnız bir terkib, bir tahlildir ki, kâinat fabrikasını işlettiriyor."
E l c e v a p: Nur-u Kur'an ile mevcudata bakmayan feylesofların en ileri gidenleri
bakmışlar ki; tabiat ve esbab vasıtasiyle bu mevcudatın teşekkülât ve vücudlarını -sâbıkan isbat
ettiğimiz tarzda-imtina' derecesinde müşkilâtlı gördüklerinden, iki kısma ayrıldılar.
Bir kısmı, Sofestâi olup, insanın hassası olan akıldan istifa ederek, ahmak hayvanlardan
daha aşağı düşerek, kâinatın vücudunu inkâr etmeyi, hattâ kendilerinin vücudlarını dahi inkâr
etmesini, -dalâlet mesleğinde- esbab ve tabiatın îcad sahibi olmalarından daha ziyade kolay
gördüklerinden, hem kendilerini, hem kâinatı inkâr edip, cehl-i mutlaka düşmüşler.
İkinci güruh bakmışlar ki: Dalâlette, esbab ve tabiat mûcid olmak naktasında, bir sinek ve
bir çekirdeğin îcadı, hadsiz müşkilâtı var ve tavr-ı aklın haricinde bir iktidar iktiza ediyor. Onun
için bilmecburiye îcadı inkâr ediyorlar, "yoktan var olmaz" diyorlar; ve îdamı da muhal
görüyorlar, "var yok olmaz" hükmediyorlar. Yalnız, harekât-ı zerrat ile tesadüf rüzgârlariyle, bir
terkib ve tahlil ve dağılmak ve toplanmak suretinde bir "vaziyet-i îtibariye" tahayyül ediyorlar...
İşte sen gel, ahmaklığın ve cehaletin en aşağısı derecesinde, en yüksek akıllı kendini
zanneden adamları gör; ve dalâlet, insanı ne kadar maskara ve süflî ve echel yaptığını bil; ibret al!
Acaba her senede, dörtyüzbin envâı birden zemin yüzünde îcad eden ve semâvat ve arzı
altı günde halkeden ve altı haftada, her baharda, kâinattan daha san'atlı, hikmetli zîhayat bir
kâinatı inşa eden bir Kudret-i Ezeliyye, bir İlm-i Ezelînin dairesinde plânları ve mikdarları
taayyün eden mevcudat-ı ilmiyeyi, göze göstermiyen bir ecza ile yazılan ve görünmeyen bir
yazıyı göstermek için sürülen bir ecza misillû, gayet kolay O mâdumat-ı hâriciye olan mevcudat-ı
ilmiyeye vücud-u hârici vermeği o Kudret-i Ezeliyyeden uzak görmek ve îcadı inkâr etmek;
evvelki güruh olan Sofestâilerden daha ziyade ahmakane ve cahilânedir. Bu bedbahtlar, âciz-i
mutlak ve yalnız bir cüz'-ü ihtiyariden başka ellerinde olmıyan Firavunlaşmış kendi nefisleri,
hiçbir şey'i îdam ve yok edemediklerinden ve hiçbir zerreyi, bir maddeyi hiçten, yoktan îcad
edemediklerinden ve güvendikleri esbab ve tabiatın ellerinden hiçten îcad gelmediği cihetle,
ahmaklıklarından diyorlar: "Yoktan var olmaz, var da yok olmaz" deyip, bu bâtıl ve hatâ düsturu,
Kadîr-i Mutlak'a teşmil etmek istiyorlar.
Evet, Kadîr-i Zülcelâl'in iki tarzda îcadı var:
Biri: İhtira ve ibda' iledir. Yâni: Hiçten, yoktan vücud veriyor; ve ona lâzım her şey'i de
hiçten îcad edip eline veriyor.
Diğeri : İnşâ ile, san'at iledir. Yâni; kemâl-i hikmetini ve çok esmâsının cilvelerini
göstermek gibi çok dakik hikmetler için, kâinatın anâsırından bir kısım mevcudatı inşa ediyor.
Her emrine tâbi olan zerratları ve maddeleri, Rezzâkıyyet kanuniyle onlara gönderir ve onlarda
çalıştırır.
Evet Kadîr-i Mutlak'ın, iki tarzda hem ibda', hem inşa suretinde îcadı var. Varı yok etmek
ve yoğu var etmek; en kolay, en suhûletli, belki daimî, umumî bir kanunudur. Bir baharda,
üçyüzbin envâ-i zîhayat mahlûkatın şekillerini, sıfatlarını, belki zerratlarından başka bütün
keyfiyât ve ahvallerini hiçten var eden bir kudrete karşı "yoğu var edemez!" diyen adam, yok
olmalı!...
Tabiatı bırakan ve hakikata geçen zât diyor ki: Cenâb-ı Hakka zerrat adedince şükür ve
hamd ve senâ ediyorum ki, kemâl-i îmanı kazandım, evham ve dalâletlerden kurtuldum; ve hiçbir
şüphem de kalmadı. "Elhamdülillâhi alâ dîni'l-İslâm ve kemâli'l-îman." ......

...... Kastamonu'da lise talebelerinden bir kısmı yanıma geldiler. "Bize Hâlikımızı tanıttır,
muallimlerimiz Allah'tan bahsetmiyorlar" dediler. Ben dedim: Sizin okuduğunuz fenlerden her
fen, kendi lisan-ı mahsusiyle mütemadiyen Allah'tan bahsedip Hâlikı tanıttırıyorlar. Muallimleri
değil, onları dinleyiniz.
Meselâ: Nasıl ki mükemmel bir eczahane ki, her kavanozunda hârika ve hassas mizanlarla
alınmış hayattar macunlar ve tiryaklar var; şüphesiz gayet maharetli ve kimyager ve hakîm bir
eczacıyı gösterir. Öyle de, Küre-i Arz eczahanesinde bulunan dörtyüzbin çeşit nebatat ve
hayvanat kavanozlarındaki ziyahat macunlar ve tiryaklar cihetiyle, bu çarşıdaki eczahaneden ne
derece ziyade mükemmel ve büyük olması nisbetinde- okuduğunuz fenn-i tıp mikyasiyle- Küre-i
Arz eczahane-i kübrasının eczacısı olan Hakîm-i Zülcelâl-i hattâ kör gözlere de gösterir, tanıttırır.
......

İşte bu fenlere kıyasen, yüzer fünundan herbir fen, geniş mikyasiyle ve hususî aynasiyle
ve dûrbinli gözüyle ve ibretli nazariyle bu kâinatın Hâlik-i Zülcelâlini esmasiyle bildirir. Sıfâtını,
kemâlâtını tanıttırır. ......
...... Her bir fen, külliyet-i kaide hasebiyle kendi
nev'indeki nazm ve intizamı gösteriyor. Zira, her
bir fen kavaid-i külliye desatirinden ibarettir.
Demek şahsın nazarı, nizamı ihata etmezse,
cevasis-i fünun vasıtasıyla görür ki, insan-ı
ekber insan-ı asgar gibi muntazamdır. Her bir
şey, hikmet üzere vaz' edilmiştir. Faidesiz abes
yoktur. ......

......
Ve şuur-u insanî vasıtasiyle keşfolunun yüzer fenlerden herbir fen, Hakem isminin, bir
nevi'de bir cilvesini târif ediyor.
Meselâ, Tıb Fenninden sual olsa: "Bu kâinat nedir?" Elbette diyecek ki: "Gayet muntazam
ve mükemmel bir eczahâne-i kübradır. İçinde her ilâç güzelce ihzar ve istif edilmiştir."
Fenn-i Kimya'dan sorulsa: "Bu Küre-i Arz nedir?" Diyecek:
"Gayet muntazam ve mükemmel bir kimyahanedir."
......
Bunlara kıyasen yüzer fennin herbirisinin kat'i şehadetiyle, noksansız bir intizam-ı ekmel içinde
hadsiz hikmetler, maslahatlarla bu kâinat tezyin edilmiştir. Ve o hârika ve ihâtalı hikmetle,
mecmû-u kâinata verdiği intizam ve hikmetleri, en küçük bir zîhayat ve bir çekirdekte küçük bir
mikyasta dercetmiştir.
Ve mâlum ve bedihîdir ki; intizam ile gayeleri ve hikmetleri ve faideleri takib etmek;
ihtiyar ile, irade ile, kasd ile, meşîet ile olabilir; başka olamaz. İhtiyarsız, iradesiz, kasıdsız,
şuursuz esbab ve tabiatın işi olmadığı gibi, müdahaleleri dahi olamaz. Demek bu kâinatın bütün
mevcudatındaki hadsiz intizamat ve hikmetleriyle iktiza ettikleri ve gösterdikleri bir Fâil-i
Muhtarı, bir Sâni-i Hakîmi bilmemek veya inkâr etmek, ne kadar acîb bir cehalet ve dîvanelik
olduğu tarif edilmez. Evet, dünyada en ziyade hayret edilecek bir şey varsa, o da bu inkârdır.
Çünki: Kâinatın mevcudatındaki hadsiz intizamat ve hikmetleriyle, vücud ve vahdetine şahidler
bulunduğu halde, O'nu görmemek, bilmemek, ne derece körlük ve cehalet olduğunu en kör cahil
de anlar. Hattâ diyebilirim ki: Ehl-i küfrün içinde, kâinatın vücudunu inkâr ettiklerinden ahmak
zannedilen Sofestâiler, en akıllılarıdır. Çünki: Kâinatın vücudunu kabul etmekle Allah'a ve
Hâlik'ına inanmamak, kabil ve mümkün olmadığından, kâinatı inkâra başladılar; kendilerini de
inkâr ettiler. "Hiçbir şey yok" diyerek akıldan istifa ederek, akıl perdesi altında sair münkirlerin
hadsiz akılsızlıklarından kurtulup, bir derece akla yanaştılar.
......

..... Hüsn-ü niyet öyle bir kimyadır ki, şişeleri


elmasa çevirir, toprağı altın yapar. ......

Otuzikinci Söz
......
Birinci Mevkıf
......
(Haşiye):
......

Sâni'-i Hakîm, havada iki unsur halketmiştir. Biri azot, biri müvellid-ül
humuza. Müvellid-ül humuza ise nefes içinde kana temas ettiği vakit, kanı
telvis eden karbon unsur-u kesifini kehribar gibi kendine çeker. İkisi imtizac
eder. Buharî hâmız-ı karbon denilen (semli havaî) bir maddeye inkılab ettirir.
Hem hararet-i gariziyeyi temin eder, hem kanı tasfiye eder. Çünki Sâni'-i
Hakîm, fenn-i Kimya'da aşk-ı kimyevî tâbir edilen bir münasebet-i şedideyi
müvellid-ül humuza ile karbona vermiş ki; o iki unsur birbirine yakın olduğu
vakit, o kanun-u İlahî ile o iki unsur imtizac ederler. Fennen sabittir ki;
imtizacdan hararet hasıl olur. Çünki imtizac, bir nevi ihtiraktır. Şu sırrın
hikmeti şudur ki: O iki unsurun herbirisinin zerrelerinin ayrı ayrı hareketleri
var. İmtizac vaktinde her iki zerre, yâni onun zerresi bunun zerresiyle imtizac
eder, birtek hareketle hareket eder. Bir hareket muallak kalır. Çünki
imtizacdan evvel iki hareket idi; şimdi iki zerre bir oldu, her iki zerre bir zerre
hükmünde bir hareket aldı. Diğer hareket, Sâni'-i Hakîm'in bir kanunu ile
hararete inkılab eder. Zâten "hareket, harareti tevlid eder" bir kanun-u
mukarreredir. İşte bu sırra binaen beden-i insanîdeki hararet-i gariziye, bu
imtizac-ı kimyeviye ile temin edildiği gibi, kandaki karbon alındığı için kan
dahi safi olur. İşte nefes dâhile girdiği vakit, vücudun hem âb-ı hayatını
temizliyor, hem nâr-ı hayatı iş'al ediyor. Çıktığı vakit ağızda mu'cizât-ı kudret-
i İlahiye olan kelime meyvelerini veriyor. ......

Yirmialtıncı Pencere (Haşiye)

Şu kâinatın mevcudatı yüzünde tazelenen ve gelip geçen cemaller ve hüsünler; bir Cemal-i
Sermedî cilvelerinin bir nevi gölgeleri olduğunu gösterir. Evet, ırmağın yüzündeki kabarcıkların
parlayıp gitmesinden sonra arkadan gelenlerin gidenler gibi parlamaları, daimî bir şemsin
şualarının âyineleri olduklarını gösterdikleri gibi; seyyal zaman ırmağında, seyyar mevcudatın
üstünde parlayan lemaat-ı cemaliye dahi, bir cemal-i sermedîye işaret ederler ve onun bir nevi
emareleridirler. Hem kâinat kalbindeki ciddî aşk, bir Maşuk-u Lâyezalî’yi gösterir. Evet, ağacın
mahiyetinde olmayan bir şey, esaslı bir surette meyvesinde bulunmadığı delaletiyle; şecere-i
kâinatın hassas meyvesi olan nev’-i insandaki ciddî aşk-ı lahutî gösterir ki; bütün kâinatta -fakat
başka şekillerde- hakikî aşk ve muhabbet bulunuyor. Öyle ise kalb-i kâinattaki şu hakikî
muhabbet ve aşk, bir Mahbub-u Ezelî’yi gösterir. Hem kâinatın sinesinde çok suretlerde tezahür
eden incizablar, cezbeler, cazibeler; ezelî bir hakikat-ı cazibedarın cezbiyle olduğunu hüşyar
kalblere gösterir. Hem mahlukatın en hassas ve nuranî taifesi olan ehl-i keşf ve velayetin
ittifakıyla, zevk ve şuhuda istinad ederek, bir Cemil-i Zülcelal’in cilvesine, tecellisine mazhar
olduklarını ve o Celil-i Zülcemal’in (kendini) tanıttırılmasına ve sevdirilmesine zevk ile muttali
olduklarını, müttefikan haber vermeleri, yine bir Zât-ı Vâcib-ül Vücud’un, bir Cemil-i Zülcelal’in
vücuduna ve insanlara kendini tanıttırmasına kat’iyyen şehadet eder. Hem kâinat yüzünde ve
mevcudat üstünde işleyen kalem-i tahsin ve tezyin; o kalem sahibi zâtın esmasının güzelliğini
vâzıhan gösteriyor.

İşte kâinat yüzündeki cemal ve kalbindeki aşk ve sinesindeki incizab ve gözlerindeki keşf ve
şuhud ve hey’atındaki hüsün ve tezyinat; pek latif, nurani bir pencere açar. Onun ile, bütün
esması cemile bir Cemil-i Zülcelal’i ve bir Mahbub-u Lâyezalî’yi ve bir Mabud-u Lemyezel’i,
hüşyar olan akıl ve kalblere gösterir. İşte ey maddiyat karanlığında, evham zulümatında, boğucu
şübehat içinde çırpınan gafil! Kendine gel. İnsaniyete lâyık bir surette yüksel. Şu dört delik ile
bak; cemal-i vahdeti gör, kemal-i imanı kazan, hakikî insan ol!..

(Haşiye): Şu pencere umumî değil. Ehl-i kalb ve ehl-i muhabbete hususiyeti var. ......

You might also like