You are on page 1of 137

21. YÜZYILA SOSYALİZMİ YAZACAĞIZ!..

Bir çağ bitiyor. Kapitalist-emperyalist uygarlığın geldiği son durak, ekonomik, sosyal ve kültürel pek
çok gelişime karşın, barbarlığın kapısıdır. 20. yüzyılın ikinci yarısında tarihin sosyalizme karşı ironisi
bu gerçeği değiştirmiyor.

Kapitalist emperyalizm bugün gelişmesinin doruklarına ulaşmıştır; ama, onun gelişmesinin bu son
durağı, bağrında taşıdığı çelişkileri daha keskin çizgilerle ortaya çıkarıp ancak şiddetli bir altüst
oluşla çözülebileceğini gösteriyor. Bilimdeki, ekonomideki, siyaset ve felsefedeki, kültür ve sanat
alanındaki her gelişme beraberinde bir çözümsüzlüğü de getiriyor.

Emperyalist kapitalizm gelişkin ve uygar görünümleriyle dahi artık dikişleri tutmayan bir sistemdir.
Bilim ve teknolojideki bütün gelişmeler, bu gelişmelerin sunduğu olanaklar, sınıflı toplum yapısını
demodeleştirerek, sosyalizmin ve komünizan toplumsal ilişkiler kurulmasının güçlü bir altyapısını
hazırlayıp ortaya çıkarıyor. Mevcut toplumsal koşul ve ilişkiler üretici güçlerin gelişimine bütünüyle
ters yönde bir gelişim göstermekte, sömürü, toplumsal kölelik ve yabancılaşma daha geniş ölçekte
yaygınlaşıp derinleşmektedir.

Her alandaki gelişme, bize kapitalizmin ömrünü dolduran bir sistem olduğunu, proletaryanın,
emekçilerin ve insanlığın genel kurtuluşunun sağlanması ve özgür gelişme yolunun açılmasının
emperyalist kapitalizme nihai olarak son vermekten geçtiğini göstermektedir.

Burjuva egemenlikler henüz daha yeni kurulurken, kapitalizmin ilk sarsıntılarında, burjuvazi prole-
taryanın soluğunu ensesinde hissetti. 20. yüzyılı beş geçe, dünya, Aurora'nın toplarıyla uyandı. Kızıl
Ekim bir daha geriye dönülemeyecek bir çağı açtı. Nasıl ki Paris Komünü'nün yenilgisi Ekim Devri-
mi'ni engelleyemediyse, tersine Ekim Devrimi onun açtığı yoldan ilerlediyse, Ekim Devrimi ve onu
izleyen sosyalizmler de 21. yüzyıla yürüyüşümüze büyük bir miras sunmaktadır. Bu köprüden yü-
rüyüp, 21. yüzyıla sosyalizmi yazacağız.

Proletarya devrimleri çağı; çağı karakterize edecek olgu budur. Kuşkusuz bu, emperyalizm çağının
içerisinden, ondan kesin ve nihai kopuşlarla ve alternatif sosyalist sistemin kapitalizme karşı onu
kuşatıp yok oluşa götürecek üstünlüğüyle gerçekleşecektir.

Bu sözler, salt devrimci coşku ve niyetlerimizin ifadesi olarak görülemez. Eğer öyleyse bile, bu,
ideallerimizin, ütopyamızın gerçekleşebilirliğinin daha yakın, daha somut ve daha önlenemez olu-
şundandır. Bir programın üzerinde uygulanacağı gelişkin bir sosyalizm ve komünizm için güçlü bir
maddi/toplumsal temel ortaya çıkmıştır; bizzat kapitalizmin, üretici güçlerinin gelişmesi ve mevcut
toplumsal ilişkileriyle bir zorunluluk haline gelmektedir.

Çağdaki gelişmeler, komünizme, teorik, siyasal, örgütsel ve pratik yeni atılımlar için gelişkin bir
zemin sunuyor.

Teoride devrimci bir atılım ve gelişkin bir teori için, hemen her alanda sağlanan gelişmelerin ve
deneyimlerin sunduğu bir malzeme birikimi ortaya çıkmıştır. Hızlı ve büyük gelişmelerin olduğu
bilim ve teknolojideki ilerlemelerden ekonomik ve toplumsal gelişmelere, siyasetten, felsefeye,
kültür ve sanata uzanan, zengin sınıf mücadelesi deneyimleriyle dolu gelişmelerin tek bir alanına
ilgisiz kalmadan ve her alanda kuruculuk unsurunu hakim kılarak ML teoriyi geliştireceğiz. ML teo-
rinin bu gelişimi ve devrimci atılım, özellikle son 20-30 yıl içerisinde türetilmiş, sözde marksizmi bir
referans kaynağı ya da kaynaklarından biri olarak kullanan, genellikle teori üzerinde sulandırıcı ve
bozucu bir rol oynayan" çeşitlenmiş oportünizm türleriyle çelişik ve bir savaş halinde olacaktır.

Bunlar çok ve çeşitlidirler. Son 10-20 yıldır komünistlerce pek girilmemiş ve yanıtları verilmemiş
soruların olduğu alanlarda at oynatmaktadırlar. Bu açıdan bakıldığında, komünist ve devrimci ör-
gütler dar bir alana sıkışıp kalmışlardır ve üstelik pek çoğu bu darlığı bir erdem haline getirmiş ya
da bu sorun ve gelişmelerin farkında bile değildir, işte aynı zamanda bu nedenle, devrimci hareke-
tin saflarında yaşanan her kırılma sonrasında, yenilgi ve durgunluk dönemlerinde günümüz kapita-
lizminin oluşturduğu geniş zeminde, devrimci güçler içerisinden çıkan sağlıksız arayışların bu kul-
vara doğru geçişi olabilmekte, oportünist liberal ve reformist güçlerin yeni çekim alanını oluştur-
maktadır. Kaymaların hiç de tekil olmadığını ve '89 sonrası gerici bir dalga halini aldığını da
gözönünde tuttuğumuzda etkili bir aşının bulunmayışı görülür. Bundan dolayı, ML devrimci atılımı
ve teorinin geliştirilmesi, oportünizmin yeni türlerine karşı geniş bir savaş cephesinin açılmasıyla
birlikte yürütülecektir.

Emperyalizm ve proletarya devrimleri çağının özellikleri; sosyalizm için maddi önkoşulların olgun-
luğu ve sistemin iç çelişkilerini derinleştirici yapısı, bir yandan devrim ve sosyalizm mücadelemize
hareket yeteneği kazandıracak teorik koşulları hazırlarken, aynı nedenle ve birbirini güçlendirecek
şekilde siyasal ve sosyal devrimi pratikte örgütleme görevini koymaktadır. Bu ayırdedicidir. Em-
peryalist kapitalist sistem, önümüzdeki süreçte daha büyük tıkanmalar yaşamaya, bağrındaki çeliş-
kiler şiddetlenmeye adaydır. Teorik eylemimiz, siyasal ve örgütsel mücadelemize ön açıcı olup
geniş bir temel sağlarken, en uç ve uzak konularıyla dahi siyasal ve pratik eylemimizle içice ve
onun geliştirici bir parçası olacaktır.

Ömrünü doldurmuş olanı gitmesi gereken yere gönderecek tarihsel-siyasal rolün oynanmasıdır
önümüzdeki görev. Antiemperyalist demokratik görevleri sosyalist amaçlarımız doğrultusunda
çözerek, kapitalizme karşı sosyalizm için; devrimci darlık ve sınırlılıkla, süreç devrimciliğiyle yolla-
rımızı ayırmış, oportünizmin her türüyle keskin bir hat çizmiş, tarih bilinci, sınıf bilinci ve gelecek
perspektifiyle donanmış, sosyalizmi yaşam pratiği haline getirmiş olarak, kolektif gücümüz ve ira-
demizle yürüyoruz. Çağı sarsmak, sosyalizmi kurmak için! Çünkü BİZDE O GÜÇ VAR!..
TİKB 3. Genel Konferansı

Sonuç Bildirgesi

III. Konferansımız ile birlikte Partiye ve Devrime doğru yürüyüşümüzde zor ve sancılı bir
dönemi geride bıraktık, Şimdi önümüzde iddialı hedefler ve kapsamlı görevlerin bizi bek-
lediği daha zorlu bir süreç uzanıyor Nereden geldiğimizi hangi noktada bulunduğumuzu ve
nereye varmak istediğimizi bugün daha iyi görüyoruz. Bu yolu netleştirdik ve derinleştir-
dik.

 
Örgütümüzün 3. Genel Konferansı, olağan olmayan bir sürecin sonunda, olağan olmayan bir 
biçimde gerçekleşti. 
Bu olağanüstülük asıl olarak, birbiriyle yakından ilişkili iki etkenden kaynaklanmıştır: Bun‐
lardan birincisi, asıl ve temel olanı, ʹ89 Atılımı ve 2. Konferans sonrası süreçte kaydettiğimiz 
gelişmedir. Geçen bu yıllar zarfında örgütümüz gelişmiş, büyümüş, sınıf mücadelesinin bazı 
cephelerinde ve sınırlı bazı alanlarda faaliyet yürüten dar bir örgüt kabuğunu kırarak müca‐
delenin  belli  başlı  bütün  cephelerinde  varlığını  hissettiren,  geleneksel  çalışma  alanlarının 
dışında yeni bölge ve alanlara da açılan ve artık PARTİLEŞMENİN eşiğine gelip dayanan ge‐
niş bir örgüt yapısına ulaşmıştır. Militan komünist bir hareketin gelişmesi için nesnel bakım‐
dan  fazla  elverişli  olmayan  bir  tarihsel  kesitte,  üstelik  yetersiz  güçlerle  gerçekleştirilen  bu 
gelişme  elbette  ki  istenen  hız  ve  ölçüde  olmadığı  gibi  hatasız  ve  sancısız  da  olmadı.  Teori, 
taktikler, örgütlenme ve sürece pratik müdahale alanlarında değişik ölçülerde ileri bir düzey 
yakalanmış,  öncü  politikalar  ve  tutumlar  geliştirilmiş,  örgütümüzün  tarihinde  birçok  ʹilkʹ 
gerçekleştirilmiş olmakla birlikte; bu alanların her birinde bazıları ciddi nitelikte hata ve ye‐
tersizliklerimiz de olmuştur. Fakat 2. Konferans sonrası örgütsel sürecimiz bir bütün olarak 
değerlendirildiği taktirde, ağır basan yön gelişme ve büyümedir. Ayrıca örgütümüz, bazıla‐
rı kendi yetersizliklerimizden kaynaklanan ama önemli bir kısmı büyüyen bir örgütün kar‐
maşıklaşan süreçlere daha ileri bir düzeyden müdahale çabaları sırasında ister istemez karşı‐
laşacağı bu sorunların üstesinden gelebilecek güce, birikim ve potansiyellere sahiptir. 3. Kon‐
feransımıza öngelen ve belli başlı bütün çalışma alanlarımızı temsilen temel kadrolarımızın 
büyük bir  bölümünün  katıldığı iç tartışma sürecimiz (TP) sırasında  bunun teorik,  taktik ve 
örgütsel unsurları çok daha fazlasıyla birikmiş, güçlenmiş ve açığa çıkmıştır. 
2.  Konferansımızın  önümüze  koyduğu  hedeflere  doğru  ilerleyişimizin  istenen  hız  ve  ölçü‐
lerde olmayışı, bu arada çeşitli konularda ortaya çıkan hata ve yetersizliklerimiz, küçük bur‐
juvaziye  özgü  kararlılık  yoksunu,  sallantılı  ve  istikrarsız  bir  ruh  halinin  bizim  saflarımızda 
da boy göstermesini kolaylaştıran bir etken olmuştur. Temelde, olağan herhangi bir dönem‐
den  çok  daha  sıkı  bir  ML  ideolojik  sağlamlık,  çok  daha  berrak  bir  teorik‐siyasal  perspektif 
açıklığı,  çok  daha  güçlü  bir  komünist  irade  ve  çaba  gerektiren  dönemin  temel  taleplerine 
yanıt vermekte yetersiz kalmaktan kaynaklanan bu ruh hali, TP öncesi süreçte daha çok bi‐
reysel  planda  düşünsel  bir  darlaşma,  pratikteki  sıkışmanın  daha  fazla  yaşandığı  alan  veya 
kesitlerde geliştirici olmayan bir sorgulayıcılık, devrimci iç dinamiklerde bir zayıflama, yan 
duruş  eğilimleri  ve  nihayet  bazılarında  mücadeleden  kaçış  biçimlerinde  kendini  gösterdi. 
Ama  TP  sürecine  gelindiğinde,  işçi  sınıfı  ve  emekçi  kitle  hareketinde  süreklilik  kazanmış 
güçlü bir devrimci patlamanın gerçekleşmeyişi, bu arada yenilen darbeler nedeniyle örgütsel 
yapımızda ortaya çıkan boşlukların yarattığı karamsarlıkla da birleşerek, giderek hizipçiliğe 
evrilen yıkıcı ve dağıtıcı bir sapma özelliğini kazanmış olarak karşımıza çıktı. 3. Konferan‐
sımızın gelişme sürecini olağanüstü kılan ikinci etken budur. 
Önceleri  bir  Tartışma  Platformu  (TP)  olarak  başlayan  bu  süreç,  giderek  kongre  içeriğine 
sahip bir Konferans niteliğini kazandı. Onun örgütlenmemizin aksak ve gelişmeyen yönleri‐
nin değerlendirildiği ilk aşaması, Türkiye Devrimci Hareketi (TDH)ʹnin geri, sorunları kişi‐
selleştiren dar polemikçi tarzının, daha da kötüsü kimi örgüt politikalarına karşı sağlıksız ve 
yanlış bir eleştirelliğin darlık ve sancılarını yaşadı. Bu arada en temel örgütsel değerlerimiz 
dahi  kötü  bir  biçimde  kirletildi.  Fakat  örgüt  tarzı  ve  yöntemlerinin  hakim  kılınmasıyla,  ör‐
gütsel gelişme ve sorunlarımızın ML bir yaklaşım temelinde açıklanmasıyla, sürecin sadece 
açıklanmasıyla  da  yetinilmeyip  gelişkin  perspektifler  ve  güçlü  alternatiflerin  ortaya  konul‐
masıyla TP, parti düzlemine sıçramanın önkoşullarının güçlendirilip derinleştirildiği bir ze‐
mine dönüştü. Örgütsel gelişme sürecimiz, TP boyunca, tüm yönleriyle ve her bir aşamasıyla 
değerlendirildi.  Örgütün  dönemdeki  konumlanışı,  politik  ve  örgütsel  görevler,  süreçle  tak‐
tiksel ilişki kuruş, çalışma tarz  ve yöntemleri, örgütün iç  yaşamı, kadrosal yapımızın güçlü 
ve zayıf yönleri, örgütsel kurumsallaşma, işçi sınıfı hareketinin durumu ve sınıf içindeki ça‐
lışmalarımız,  Kürt  ulusal  hareketinin  gelişimi,  silahlı  mücadele,  cephe  ve  eylem  birlikleri 
sorununa  yaklaşım ve daha pek çok konu ve sorun değişik yönlerden ele alındı. Komünist 
ve devrimci hareketin tarihsel süreçleri, emperyalist kapitalizmin bugünkü gelişme düzeyi, 
Kürt ulusal sorunu devrimin koşul ve olanakları perspektifiyle irdelendi. Bunlardan bazıları 
olgunlaşmış  net  görüşler  olarak  ortaya  konuldu,  bazıları  ise  sistematize  edilmeyi  bekleyen 
ön açılımlar olarak birikim hazinemizi güçlendirdi. 
TP  ve  Konferansın  üzerinde  yükseldiği  tarihsel  zemin;  uluslararası  komünist  ve  devrimci 
hareketin  içinde  bulunduğu  durum,  dönemin  koşul  ve  ihtiyaçları,  bu  arada  örgütsel  gelişi‐
mimizin ortaya çıkardığı sorun ve görevlerin büyüklüğü yaşadığımız süreci karmaşıklaştırıp 
ağırlaştıran,  onun  özünün  kavramlısını  güçleştiren  bir  etken  rolünü  oynadığı  gibi;  bu  iç 
içelikteki sorunların bütününe yanıt verme perspektifi, ufkumuzu genişletmiş ve daha geniş 
bir  açılım  yakalamamızı  sağlamıştır.  Bu  özelliği  3.  Konferansımıza,  her  türlü  dönemsel‐
kesitsel bakışın üzerinde bir anlam ve ayırdedicilik kazandırır. 
Türkiye  devrimci  hareketinde  bir  dönem  artık  kapanmakta  ve  önümüzdeki  on  yılların 
gelişim seyrini belirleyecek yeni bir dönem açılmaktadır. Kapanan dönem, tarihsel bakım‐
dan,  12  Eylül  yenilgisi  ve  tasfiyeciliğinin  arkasından  gelen  yeniden  toparlanma  dönemidir, 
içeriksel  bakımdan  ise,  belirli  biçimlerin  içine  sıkışmış  antifaşist  direnişçilikle  karakterize 
olan bir devrimcilik anlayışının sınırlarına dayanılmıştır. 
Devrimci  radikal  güçler,  12  Eylül  sonrası  toparlanmalarını  elverişsiz  tarihsel  koşullar  içeri‐
sinde  gerçekleştirmeye  çalıştılar.  12  Eylül  döneminin  ezilen  yığınların  saflarında  yarattığı 
yılgınlık, korku ve devrimcilere güvensizlik eğilimlerinin güçlülüğü, sosyalizmin dünya ça‐
pında  uğradığı  prestij  kaybının  derinleştirdiği  ütopya  yoksullaşması,  burjuvazinin  radikal 
güçleri fiziki olarak da imhayı hedefleyen saldırıları ile birleşen tasfiyecilik ve liberal opor‐
tünizmin  saldırılarındaki  yoğunlaşma  bu  olumsuz  etkenlerin  başlıcalarını  oluşturur.  Uzun 
süren  yenilgi  yıllarının  devrimci  saflarda  yarattığı  değer  erozyonu,  bu  arada  kitlelerle  olan 
bağların hemen hemen sıfırlanmış olması alt edilmesi gereken bir başka olumsuzluk etkeni 
olmuştur. Sınıf ve kitle hareketinin sık sık durgunluğa dönüşen sancılı ve tutuk gelişimiyle 
de birleşen bu olumsuz koşullar ortamında geçmişin devrimci değerlerinin savunulmasında, 
militan  tutum  ve  politikalarda  ısrar  bile  tarihsel‐siyasal  bakımdan  başlı  başına  büyük  bir 
önem  ve  değer  taşımaktaydı.  Fakat  süreç  ilerledikçe,  tek  başına  bunun  yetmediği  ve  yet‐
meyeceği görülmüştür. 
Günümüzde  komünist  ve  devrimci  güçlerin  önlerindeki  görevler,  dünya  çapında  olduğu 
gibi  tek  tek  ülkeler  düzleminde  de  tarihin  başka  herhangi  bir  döneminde  olduğundan  çok 
daha kapsamlı, karmaşık ve zorludur. Bunun en başta gelen nedeni, burjuvazinin sömürü ve 
egemenlik  yöntemlerinde  meydana  gelen  değişikliklerdir.  Burjuvazi,  teknolojideki  gelişme‐
lerden  de  yararlanarak  sömürü  ve  egemenlik  yöntemlerini  sürekli  yenilemekte  ve  tahkim 
etmektedir.  Bu  sayede  geliştirdiği  yeni  üretim  teknikleri  ve  üretimin  örgütlenmesinin  yeni 
modelleri  ona,  işçi  sınıfı,  emekçi  kitleler  ve  ezilen  halklar  üzerindeki  kapitalist‐emperyalist 
sömürüyü  derinleştirme  olanağının  yanı  sıra  oldukça  geniş  bir  hareket  yeteneği  kazandır‐
mıştır.  Emperyalist  burjuvazi  ve  işbirlikçileri,  1980  sonrası  yıllarda  geliştirdikleri  neoliberal 
saldırılar  sonucu,  ekonomik  planda  olduğu  kadar  siyasal,  toplumsal,  ideolojik  ve  kültürel 
alanlarda  da  ileri  mevziler  kazandılar.  Devrim  ve  ulusal  kurtuluş  mücadeleleri  dalgasının 
dünya çapında dibe vurmasının yanı sıra revizyonist sistemdeki çözülme ve çöküşle de bir‐
leşen bu süreçte proletarya ve halklar, yalnızca büyük ekonomik hak kayıplarına uğramakla 
kalmadılar, siyasal ve moral bakımlardan da ciddi kayıplara uğradılar. Devrimin öznel et‐
kenlerindeki  zayıflama,  bu  kayıplar  içerisinde  en  ciddi  ve  belirleyici  nitelikte  olanıdır. 
Burjuvazi  bugün  asıl  bundan  yararlanarak  ekonomik,  siyasal,  toplumsal  ve  ideo‐kültürel 
bakımlardan sürüklendiği en düşkün durumların bile içinden çıkmanın bir yolunu bulabil‐
mekte,  hatta  bunları  ʺsistemin  dayanıklılığı  ve  kendini  yenileme  gücünün  bir  göstergesiʺ 
olarak gösterip hegemonyasını güçlendirmenin fırsatları haline dönüştürebilmektedir. Onun 
karşısına  proletarya  ve  emekçi  halkların  süreklilik  kazanmış,  tutarlı,  militan,  çok  yönlü  ve 
yığınsal  devrimci  eylem  ve  direnişleri  ile  çıkılamadığı  sürece  bu  çemberi  kırabilmenin  ola‐
nağı yoktur. Öznel etkenlerdeki zayıflık ve yetersizliklerin giderilmesi bu noktada çok daha 
yaşamsal bir önem kazanmıştır. 
ʺGloballeşmeʺ  ve  ʺYeni  Dünya  Düzeniʺ  olarak  adlandırılan  kapitalist  emperyalist  sistemin 
güncel biçimlenişi, dünya ölçeğinde olduğu gibi tek tek ülkeler düzleminde de proletarya ve 
ezilen halklar ile onların komünist ve devrimci öncülerinin önüne yeni sorunlar ve tehlikeler 
kadar  yeni  fırsatlar  ve  olanaklar  da getirmektedir.  Ancak  bu  fırsat  ve  olanakların  devrimin 
ilerletilmesi yönünde değerlendirilebilmesi için, komünist ve devrimci güçler, teoriden tak‐
tiklere,  örgütlenmeden  süreçlere  pratik  müdahale  tarzına  kadar  her  alanda  devrimci  bir 
atılımı  gerçekleştirmek  zorundadırlar.  Geçmişte  devrimci  bir  anlam  ve  değer  taşıyan  ama 
bugünün  yeni  olgu  ve  gelişmelerine  yanıt  vermekte  eksik  ve  yetersiz  kalan  dar  bir  politik 
çerçeve  ve  belirli  biçimlerin  içine  sıkışıp  kalmış  bir  devrimcilik  anlayışı  ile  günün  gö‐
revlerinin  üstesinden  gelebilmek  zor  olmanın  da  ötesinde  artık  olanaksızdır.  Bugün  hâlâ 
ʺdünʺde ısrar, onun aynen korunmaya çalışılması devrimciliğin doğasına da aykırı bir tutu‐
culuğun  ve  donmanın  ifadesidir.  Kuşkusuz  bu  yenilenme,  günümüzde  en  büyük  tehlikeyi 
oluşturan  sağ  tasfiyeciliğin,  liberal  oportünizmin,  yasalcı  küçük  burjuva  sosyalizm  an‐
layışlarının  savundukları  türden  bir  ʺyenilenmeʺ  değildir.  Bunun  tam  tersine,  ister  yavaş 
yavaş evrim yoluyla olsun isterse tarihsel koşullardaki değişime ve günün gerçeklerine göz‐
lerini ısrarla kapatan bir devrimciliğin sürecin bir noktasında kaçınılmaz bir biçimde uğraya‐
cağı  kırılmanın  sonucunda  zıddına  (sosyal  reformizme)  dönüşmesi  biçiminde  olsun  ʺYDD 
solculuğuʺnun zeminlerine kayılmak istenmiyorsa, geçmişin komünist veya devrimci militan 
özü ve ruhu bugün her zamankinden çok daha büyük bir özenle korunmalıdır. Bu anlamda, 
Türkiye  komünist  ve  devrimci  hareketinin  ihtiyacı  olan  yenilenme,  geçmişten  geleceğe 
uzanan süreklilik içinde bir kopuştur. Günün yeni olgu ve gelişmelerinin, emperyalizm ve 
proleter  devrimleri  çağının  Leninist  tahlilinin  özsel  belirlemelerine  uygun  olarak  devrimci 
olanakların  büyütülmesi  yönünde  değerlendirilmesidir.  Türkiye  devrimci  hareketi  bugün 
her şeyden önce düşünsel darlıklarını yenmek zorundadır. Bütün dikkatini ve enerjisini sa‐
dece burjuvazinin siyasal iktidarının devrimle yıkılması sürecinin sorunları üzerinde topla‐
yan ama bunu tutarlı, somut ve kapsamlı bir alternatif toplumsal düzen projesi ile birleşti‐
remeyen bir devrimcilik anlayışı artık terkedilmeli, her alanda ölçü ve alışkanlıklar da buna 
uygun bir düzleme sıçratılmalıdır.  Bu tarz bir  devrimciliğin ufku, küçük burjuva halkçı bir 
demokratizm  veya  ulusal  kurtuluşçulukla  sınırlıdır.  Düşünsel‐programatik  düzeydeki  bu 
darlık, pratiğe doğru inildikçe haliyle yeni kırılmalara uğramakta; verili politik koşullardaki 
dalgalanmalardan  fazlaca  etkilenen,  bu  arada  belirli  mücadele  ve  örgütlenme  biçimlerinin 
içine  sıkışıp  kalan  dar  bir  siyasal  devrimciliğin  sınırlarını  pek  fazla  aşamamaktadır.  Kendi‐
sini daha çok antifaşist veya ulusalcı karakterde bir direnişçilikle ifade eden bu tarz bir dev‐
rimcilik, ne kadar güçlü ve gelişmiş devrimci özelliklere sahip olursa olsun, sürecin bir nok‐
tasında  kaçınılmaz bir  biçimde gelişiminin sınırlarına çarpmaktadır. Nihai olarak kapitaliz‐
min  çerçevesini  aşmayan  programatik  görüşlerinden  kaynaklanan  bu  soluksuzluğuyla  kü‐
çük  burjuva  devrimciliği,  kapitalizm  karşısında  güçlü  bir  alternatif  olma  özellik  ve  yetene‐
ğinden  yoksundur.  Siyasal  savaşıma  ne  kadar  kararlı  başlarsa  başlasın,  bu  savaşımı  isterse 
en  radikal  biçimlere  bürünsün,  güçlü  bir  devrimci  proletarya  hareketinin  ve  sosyalizmin 
çekim ve desteğinden yoksun olduğu bugünkü tarihsel koşullarda, emperyalist kapitalizmin 
ağlarına  takılmaktan,  onun  siyasal,  ekonomik  ve  sosyal  tuzaklarına  düşmekten  kurtulama‐
maktadır. Bu süreç kendisini genellikle önceleri taktik planda başlayan deformasyonun, dö‐
nemsel etkenlerden kaynaklanan güçlüklerin yoğunlaşması, bu arada devrimin uzamasının 
yarattığı  yorgunluklardan  da  beslenerek  stratejik  yaklaşımları  ve  sahip  olunan  devrimci 
özellikleri kemirmeye başlaması biçiminde seyretmektedir. Bu bakımdan TDH bugün yeni 
bir sağ tasfiyeci dalganın tehdidi altındadır. 
Günümüzün ekonomik koşulları gibi siyasal‐sosyal koşulları da kapitalizm karşısında tutarlı 
bir sosyalist alternatifin geliştirilmesini, siyasal savaşımın gücünü bundan alarak yürütülme‐
sini  gerekli  kılmaktadır.  Bu  temel  perspektif,  derin  ekonomik  ve  toplumsal  dönüşümlerin 
önünü açacak bir siyasal devrim anlayışının olduğu kadar, aynı zamanda güncel siyasal sa‐
vaşımın  gücünün  ve  etkisinin  büyütülebilmesinin  de  zorunlu  bir  koşulu  haline  gelmiştir. 
Üretimin  toplumsallaşması  ve  toplumsal  işbölümündeki  artış,  bunun  uluslararası  ölçekte 
gelişimiyle proletarya enternasyonalizminin maddi temellerini de güçlendirecek şeklide ev‐
rensel  boyutlar  kazanması,  buna  karşın  sömürüdeki  yoğunlaşma,  proletarya,  emekçiler  ve 
ezilen halkların çektikleri yoksulluk ve sefaletin derinleşmesi, zenginlik ve yoksulluğun ku‐
tuplardaki birikimi, burjuvazinin siyasal şiddetindeki yoğunlaşma, sistemdeki tıkanıklık  ve 
yozlaşma,  gericiliğin  tüm  tarihsel  birikimini  bünyesinde  toplayan  emperyalist  kapitalizmin 
yaşamın  her  alanında  neden  olduğu  çürüme,  kültürel  ve  ahlâki  çöküntü,  insanal  yabancı‐
laşma, doğanın ve evrenin geleceğinin bile büyük bir tehditle karşı karşıya kalışı,... güçlü bir 
programın ve bundan çıkış alan güncel propagandanın çekim unsurlarıdır. 
Emperyalist kapitalizmin neden olduğu ekonomik, sosyal, ahlaki ve kültürel yıkımın kazan‐
dığı boyutlar gözönüne getirilecek olursa, insanlığın bugün sosyalizme olan ihtiyacı artmış‐
tır. Bu ihtiyacı yakıcı hale getiren genel ve evrensel nedenler de bir yana, Türkiyeʹde bugün 
devrimci hareketin yığınsallaşabilmesi, istikrarlı bir gelişim gösteren güçlü ve militan bir işçi 
sınıfı  ve  emekçi  kitle  hareketinin  örgütlenebilmesi  gibi  güncel  pratik  bir  neden  bile  bu  zo‐
runluluğun  önemini  görmek  için  yeterlidir.  Bugün  burjuvazinin  her  geçen  gün  biraz  daha 
vahşileşen  ekonomik  ve  siyasi  terörünün  baskısı  ve  yıldırıcı  sonuçları  altında  bunalan,  öte 
yandan sistemdeki çürüme ve yozlaşmaya karşı büyük bir tiksinti ve öfke birikimi içinde bir 
çıkış yolu arayan kitlelerin önüne somut, canlı ve çekici bir alternatif toplumsal düzen projesi 
konulmak zorundadır. Aksi takdirde onlar İslami gericiliğin veya şoven milliyetçiliğin ya da 
burjuva  liberalizmin  en  demagojik  söylem  ve  manevralarının  peşine  takılmaktan  kurta‐
rılamazlar.  Uğrunda  ölünmeye  değecek  kadar  cazip  ve  inandırıcı  buldukları  bir  ütopyanın 
sahibi kılınmadıkları sürece, burjuvazinin icazet ve tahammül sınırlarını çiğneyen en küçük 
bir muhalefet eyleminin üzerine bile acımasız bir terörle giden faşist rejimin baskı ve saldırı‐
ları karşısında  yılmamak şurada dursun,  işten atılmayı dahi göze alamayan bir tutukluğun 
çürütücü  sinikliğini  parçalayamazlar.  Öte  yandan  bugün  koşullar,  kapitalizmin  yegane  al‐
ternatifi olarak tutarlı ve militan bir sosyalizm idealinin başta proletarya olmak üzere geniş 
emekçi yığınlara benimsetilebilmesi açısından 1989ʹu izleyen yıllara oranla çok daha elveriş‐
lidir.  O  zamanlar  büyük  gürültülerle  reklam  edilen  ʺYDDʺnin  de  foyası  dökülmüştür.  ʺDe‐
mokrasi, insan hakları, refah artışıʺ beklentileri, dünyanın her yerinde yaşanan gerçeklikler 
karşısında tuzla buz olmuştur. Ancak bu durum, burjuvazi ve yardakçılarının ellerini kaldı‐
rarak teslim bayrağını çektikleri anlamına gelmemektedir. Onlar sistemi tehdit edici devrim‐
ci patlama potansiyelleri taşıyan toplumsal muhalefet dinamiklerini soğutmak için bir taraf‐
tan yıldırıcı bir baskı ve terörü elden bırakmazlarken, öte taraftan onu kendi kendini tükete‐
ceği  kanallara  yönlendirme  çabası  içindedirler.  Bu  konuda  burjuvazinin  en  büyük  yardım‐
cısı,  sosyal  reformist  veya  sendikalist  yönleri  ağır  basan  biçimleriyle  liberal  oportünizmdir. 
Burjuvazinin  çoğu  kez  bunlar  aracılığıyla  dillendirdiği  toplumsal  muhalefeti  soğutma  yö‐
nündeki demagojik çabaları bazen keskin görünümlü bir sistem eleştirisi ve buna dayalı si‐
yasal reform programları biçimini alabilmektedir. Kimi zaman burjuvazinin bizzat kendisin‐
den  de  gelebilen  bu  tür  girişim  ve  önerilerin  özüne  inildiği  takdirde,  bunların  aslında  em‐
peryalizmin  ve  burjuvazinin  egemenliğini  en  zayıfladığı  noktalarda  güçlendirme  amacını 
taşıyan yönelimler olduğunu görmek zor değildir. Fakat bunun görülebilmesi yine tutarlı bir 
toplumsal devrimci stratejiye ve bütünlüklü bir dönem kavrayışına sahip olmakla mümkün‐
dür. 
Yalnız,  sosyalizmi  hedefleyen  tutarlı  bir  toplumsal  devrimcilik,  mekanik  ve  slogancı  bir 
ʺsosyalist devrimcilikʺ ile karıştırılmamalıdır. Küçük burjuva aydın bir sosyalizm anlayışının 
tezahürü olarak ortaya çıkan bu eğilim, devrimin bu kez anti‐emperyalist demokratik görev‐
lerine  uzak  ve  kayıtsızdır.  Genel  bir  sosyalizm  propagandası  ve  temel  sloganların  yinelen‐
mesi ile yetinen bir faaliyet anlayışına sahip olduğu için ne gelişkin bir siyasal taktik önder‐
lik yeteneği sergileyebilir ne de bizzat işçi sınıfı içinde bile geniş kitleleri örgütleyebilir. Tak‐
tik planda çoğu kez başkalarının kuyruğuna takılır, sık sık keskin zikzaklar çizmekten kurtu‐
lamaz. Devrimci militan yönünün zayıflığı onun bir diğer temel zafiyetidir. 
Sosyalist  bir  toplumsal  model  geliştirip  bunun  gerçekleştirilmesine  öncülük  edebilecek  tek 
sınıf,  kapitalist  sömürünün  en  özsel  biçimiyle  karşı  karşıya  bulunan  ve  kendi  kurtuluşuyla 
diğer  sınıfların  kurtuluşuna  da  önderlik  edebilecek  yegane  sınıf  olan  proletaryadır.  Onun 
için  örgütümüz,  genel  bir  ʺhalkçılıkʺ  veya  ʺtoplumculukʺta  ifadesini  bulan  şekilsiz  küçük 
burjuva  formülasyonlara  karşı  proletaryanın  hegemonyasını  ve  proletarya  diktatörlüğünü, 
devrimin  kesintisiz  gelişimi  ve  sosyalizme  ulaşmanın  yegane  biçimi  ve  güvencesi  olarak 
görmektedir. Bu yüzden, her türlü güncel veya dönemsel bakışın üzerindeki bu temel yakla‐
şımı ve ayırdedici özelliğinin doğal bir gereği olmanın ötesinde emekçi kitle hareketinin tu‐
tarlı ve istikrarlı bir devrimci çizgide gelişimini sağlayabilmenin zorunlu bir gereği olarak da 
önümüzdeki  süreçte  işçi  sınıfı  içindeki  çalışmalarını  yoğunlaştırmayı,  bunu  daha  ileri  ve 
kompleks bir düzleme sıçratmayı özel bir hedef olarak önüne koymuştur. 
Geçmişin  belirli  biçimler  ve  alışkanlıklarla  sınırlı  dar  bir  devrimcilik  anlayışından  devrime 
öncülük ve önderlik misyonunun tarihsel ve güncel gereklerine yanıt verebilen bir düzleme 
çıkılabilmesi, program ve parti anlayışından taktik önderliğe, örgütlenme ve çalışma tarzın‐
dan kadro ölçütlerine kadar sınıf mücadelesinin ve örgütsel yaşamın bütün alanlarında farklı 
bir politika ve mücadele tarzı geliştirmeyi zorunlu kılan çok yönlü bir sıçrama sorunu olarak 
kavranmak  zorundadır.  Yaşamın  dayatmaları  sonucu  parçayla  sınırlı,  çoğu  kez  sezgisel  bu 
anlamda  da  kendiliğinden  ve  evrimci  bir  ilerleme  bu  ihtiyaca  yanıt  veremez.  Bu  yol  aynı 
zamanda giderek yozlaşma tehlikesini içinde taşıyan melez bir yapılanma ortaya çıkarır sa‐
dece. Bundan ötürü, devrimci bir muhalefet örgütü olmaktan devrimi örgütleme yeteneği‐
ne sahip bir sosyal devrim örgütü düzlemine sıçrama, pratikte de yansımasını bulan dev‐
rimsel bir atılımı gerektirmektedir. Bunu gerçekleştiremeyen örgütler ve devrimci bireyler, 
girilen süreçte öncü bir rol oynamak şurada dursun, kendi dışlarındaki etkenlerin belirlediği 
gelişmelerin peşinden sürüklenen süreç devrimciliğinin kısır çemberinden kurtulamayacak‐
lardır.  Bu  gerçeği,  artık  kapanmakta  olan  bir  dönemin  yaşandığı  Türkiyeʹdeki  devrimci  si‐
yasal mücadelenin son 8‐10 yıllık süreçteki gelişim seyrinden de görmek mümkündür. 
Süreç devrimciliği, belirli biçim ve ölçülerin içerisine sıkışıp kalmış direnişçi bir kimlik taşı‐
dığı  durumlarda  bile  dönemin  koşulları  ve  kitle  hareketinin  ritmindeki  iniş  çıkışlara  göre 
dalgalanma  göstermesiyle  karakterize  olur.  Türkiyeʹdeki  sınıf  ve  kitle  hareketinin  12  Eylül 
sonrası süreçteki gelişim seyrine baktığımız zaman ise bunun keskin iniş çıkışlar sergilediği‐
ni görürüz. Gelişmenin seyri genel anlamda devrimci bir yükseliş yönündedir. Fakat bu yük‐
seliş, hareketi geriye çekici tarihsel ve güncel zaaflarından büyük ölçüde kurtulmuş güçlü ve 
tempolu bir yükseliş özelliğini de kazanabilmiş değildir. Daha çok kendiliğinden bir karak‐
tere  sahiptir.  Bundan  ötürü;  ağırlıklı  olarak  sendikal‐ekonomik  talepler  üzerinde  yükselen 
sınırlı bir demokratik mücadelenin çerçevesini aşamamakta, yasalcı bir meşruiyet anlayışının 
bağlarından  kurtulamamakta,  yığın  hareketinin  eşitsiz  ve  dengesiz  gelişiminin  sorunlarını 
daha  derinden  yaşamakta,  daha  keskin  iniş  çıkışlar  sergilemekte, ara durgunluk  dönemleri 
daha  sık  ve  daha  uzun  süreli  olmaktadır.  Toplumsal  muhalefet  hareketinin  son  8‐10  yıllık 
gelişim sürecine kuşbakışı bir göz attığımız taktirde; ʹ89‐ʹ91 yılları arasında işçi hareketinin, 
ʹ92‐ʹ94 arasında  emekçi memur hareketinin, ʹ95 Gazi Direnişi sonrası daha çok büyük kent‐
lerde Alevi emekçilerin yoğun olduğu bazı semtlerde antifaşist dinamiğin ve semt yoksulla‐
rının,  değişik  dönemlerde  öğrenci  gençlik  eylemlerinin  öne  çıktığını  görürüz.  Özellikle  ʹ91‐
ʹ92 serhıldanlarıyla doruğuna çıkan Kürt ulusal direnişinin kitlesel kabarmaları da dahil dev‐
rimimizin bütün bu dinamiklerinin hareketi, bazıları çarpıcı atılımlar biçiminde gerçekleşen 
yükseliş evrelerinden sonra birleşik bir hareket özelliğini kazanamayarak belli bir kırılmaya 
uğramış,  bunların  ardından  arada  en  fazla  kısmi  bazı  eylemliliklerin  yaşandığı  durgunluk 
dönemleri içine girilmiştir. Değişik zamanlarda, değişik düzeylerde yükseliş ve hareketlilik 
gösteren devrimimizin öne çıkan toplumsal dinamiklerinin hareketinin gelişim seyri ve bun‐
ların  bugünkü  durumları,  hareketin  temposundaki  yavaşlık,  politik  gelişimindeki  sınırlılık 
ve zaaflar, iç içe geçmiş  tarihsel ve dönemsel zaafların da etkisiyle hareketin kendiliğinden 
seyrinin  aşılamayışı  –bütün  bunlar  öznel  alandaki  yetersizliği  göstermekte,  mücadelenin 
düzey ve derinliğinde artık bir farklılaşmayı gerçekleştirebilecek daha yetkin bir önderliğin 
ortaya  konulmasını  gerektirmektedir.  Bunun  bir  tek  anlamı  vardır:  Devrimimizin  Leninist 
tipte önder ve yönetici bir partiye olan ihtiyacı büyümüştür. Bu parti, programından örgüt‐
lenmesine, çalışma tarzından kadro yapılanmasına kadar her konuda egemen sınıflara karşı 
savaşımı  siyasal,  ekonomik,  ideolojik‐kültürel  ve  sosyal  yaşamın  her  alanında  birbirini  bü‐
tünleyecek  çok  yönlü  bir  tarzda  yürütebilme  yeteneğine  ulaşmış,  siyasal  savaşımı  sınıfsal 
politik  bir  eksenden  derinleştirebilecek,  askeri  biçimlerden  yasal  olanaklara  kadar  bütün 
mücadele ve örgütlenme biçimlerini kullanmakta ustalaşmış, burjuva kapitalist egemenliğe 
alternatif  çekirdeksel  bir  yapı  olmak  zorundadır.  Devrimimizin  içerisinde  bulunulan  aşa‐
masının  baskın  karakterine  göre  biçimlenmiş,  sadece  belli  yönleri  gelişkin,  ölçüleri  ve  ufku 
dar  küçük  burjuva  devrimciliği  bu  ihtiyacı  karşılayamaz.  TDH  işte  bu  darlığı  kıramadığı 
sürece, emperyalist kapitalizmin genel ve yoğunlaşan baskısına, faşizmin artan saldırılarına 
rağmen  kendisini  sürekli  büyütebilen  anlamlı  bir  siyasal‐toplumsal  güç  düzeyine  çıkamaz. 
İşçi  sınıfı  ve  emekçi  yığınların  geniş  kitleleriyle  büyük  ölçekte,  kalıcı,  hepsinden  önemlisi 
derin devrimci dönüşümler temelinde örgütlü bağlar kurmayı başaramaz. Siyasal ve örgüt‐
sel bakımlardan elde edebileceği en ileri başarılar bile göreli ve dönemsel olmaktan kurtula‐
maz. 
Bu dönem bitmiştir. Bu görülmelidir.  
TİKB  3.  Konferansıʹnın  hazırlık  ve  olgunlaşma  evresini  oluşturan  TP  sürecinin  anlamı  ve 
tarihsel önemi, bugün geleceğini belirleyecek bir yol ayrımında bulunan TDHʹnin önündeki 
bu  zorunluluk  çerçevesinde  ele  alındığı  takdirde  anlaşılabilir.  Başlangıcı  ve  gelişim  seyri 
sırasında  yaşanan  bütün  olumsuzluklara,  üzerine  düşürülen  lekelere,  bu  arada  eksik  kalan 
yönler  taşımasına  rağmen  TP  sürecimiz  ve  onu  taçlandıran  3.  Konferansımız,  militan  ko‐
münist, fakat dar bir muhalefet örgütü olarak şekillendiğimiz geçmişimiz ile devrime ve 
sosyalizmin inşasına önderlik iddiası ve potansiyelleri güçlenmiş partili geleceğimiz ara‐
sında bir köprü kurmuştur. 
Bu  süreç  en  başta  kendi  eksiklik,  yetersizlik  ve  zaaflarımıza  karşı  açtığımız  devrimci  bir  iç 
savaş biçiminde gelişti. Hiçbir devrimci gelecek perspektifine sahip olmayan, ʹdünʹde kalmış 
ve bu yüzden ʹdünʹü sömürü konusu haline getiren yorgun devrimciliğin temsilcileri bu sa‐
vaşı  her  ne  kadar  yozlaştırmaya  kalkıştılarsa  da  başarılı  olamadılar.  TPʹnu  oluşturan  örgü‐
tümüzün temel kadrolarının ezici çoğunluğu, onların geriye çekici demagojik iddia ve eleşti‐
rilerini reddederek, özsel değerlerimizi tarihsel süreklilik içinde günün ve geleceğin ihtiyaç‐
larına yanıt verecek bir düzleme sıçratan MKʹnın ortaya koyduğu temel eksen etrafında bir‐
leştiler. TP sırasında örgütümüzün tarihsel gelişme süreci, özellikle ʹ89 sonrası kesit, birçok 
yönden  ele  alındı.  Eksiklerimiz  ve  zayıflıklarımız  kadar  güçlü  ve  gelişkin  yönlerimizin  de 
altı çizildi. Bunlar yalnızca tespit edilmekle kalınmadı, bizi hedeflediğimiz Leninist tipte bir 
parti  düzlemine  sıçratacak  tarzda  çözümlerinin  politika  ve  araçları  ortaya  konuldu.  Bunlar 
arasında, Leninist parti öğretisini günün ve geleceğin ihtiyaçlarına yanıt verecek tarzda bu‐
güne taşıyan ve ʺbizim nasıl partileşebileceğimizʺ somut sorusunun somut yanıtını da içeren 
parti  anlayışımızın  daha  sistematik  ve  kapsamlı  bir  tarzda  ortaya  konuluşu  ile  gelişkin  bir 
tüzüğün kabulü özellikle önemlidir. 
Örgütümüz, proletaryanın öncü komünist partisine dönüşmeyi, daha kuruluşundan itibaren 
stratejik bir hedef ve görev olarak önüne koydu ve bütün bu yıllar zarfında gerçek anlamda 
Leninist bir parti haline gelebilmeyi hem niteliksel hem de niceliksel açıdan ML karakterde 
çok yönlü, tutarlı ve birbirini bütünleyen diyalektik bir gelişme sorunu olarak ele aldı. Parti‐
nin inşasının teori, politika, örgütlenme ve pratik alanlarında birbirini bütünleyen niteliksel 
ve niceliksel bir gelişme sorunu olarak ele alınışı, Menşevik ʺaşamalı inşaʺ anlayışlarıyla ol‐
duğu kadar partileşmeyi sadece şu veya bu yönde sağlanan basit bir gelişme sonucu ʺtabela 
değişikliğineʺ indirgeyen ve böylelikle parti fikrini ayağa düşüren oportünist anlayışlarla da 
aramızdaki temel ayrım noktalarından birini oluşturdu. Bu konudaki bir diğer ayrım nokta‐
mız,  parti  öncesi  çekirdek  örgütlenme  ile  hedeflenen  partinin  özsel  nitelikleri  arasında  tam 
bir  uyumun  olması  zorunluluğun  savunulmasıydı.  Parti  önceki  örgütlenme  ile  hedeflenen 
ihtilalci komünist parti arasında özsel bir devamlılık ilişkisinin kuruluşu, bizi sadece partile‐
şebilmeyi nicel bir büyüme sorununa indirgeyen, kitleselleşebilmek için ise kitleleşmeye yö‐
nelen küçük burjuva devrimcilik ve kuyrukçu ekonomist yaklaşımlardan ayırmakla kalmadı; 
örgütsel gelişim sürecimizde sorunların ve görevlerin ele alınışı sırasında kendimizi sürekli 
ileri hedeflerle donatarak parti ölçütlerini yakalamamızın zeminini oluşturdu. 
Sadece  bu  saydıklarımız  ve  bunlardan  çıkan  sonuçlarla  sınırlı  olmayan  ayrım  noktalarımız 
içerisinde en özsel ve en temel olanı, Leninist partinin kendisi gibi parti öncesi örgütlenmeyi 
de her şeyden önce bir sosyal devrim örgütü olarak ele alışımızdı. TİKB, kökleri daha gerile‐
re giden bu stratejik anlayış üzerine inşa edildiği içindir ki zaten teoriden taktiklere, örgütsel 
yapılanması ve ölçütlerinden pratikteki tutumlarına kadar sınıf mücadelesinin her cephesin‐
de tutarlı ve gözüpek bir proleter militanlığın temsilcisi olarak tanınmıştır. 2. Konferans son‐
rası  sürecimizde  bu  anlayışımızı,  ʺpartiyi  ve  devrimi  birlikte  örgütlemekʺ  temel  sloganı  ile 
formüle ettik. Sosyal devrimci karakteri zayıf küçük burjuva aydın çevreler tarafından anla‐
mı kavranamayan bu slogan, parti anlayışımızın ayırdedici temel özelliği ve ruhunun krista‐
lize  olmuş  bir  ifadesiydi.  Öncü  parti  ile  devrim  ve  iktidar  ilişkisinin  kuruluşunda  olduğu 
kadar Leninist partinin diğer genel özelliklerini hatta partinin kendisini kendi içinde amaç‐
laştırarak anlamsızlaştıran her türlü ʺsolʺ lafazanlıkla da aramızdaki ayrım çizgilerini kalın‐
laştırdı.  Devrimi  başarma  ve  sosyalizmi  inşanın  temel  aracı  olarak  partinin  kendisini 
ulaşmak istediği hedefle birlikte tanımlayan bu düşünce, aynı zamanda, günün devrimci 
görevlerinin parti ve iktidar odağından ele alınarak süreçlere daha gelişkin ve iddialı bir 
perspektifle  müdahale  çabalarının  zeminini  oluşturdu.  Bunun  hakkını  her  konuda  tam 
olarak veremedik belki ama belirgin bir öncü niteliğine sahip dönemsel ve güncel politika ve 
taktiklerin  formüle  edilebilmesinden  değişik  tipteki  mücadele  ve  örgütlenme  biçimlerinin 
komünist  militan  bir  ruhla  ele  alınıp  uygulanmasına  kadar  birçok  konuda  gerçekleştirilen 
yeni açılım ve atılımların sırrı en başta burada aranmalıdır. 
TP sürecimiz, parti anlayışımızı her bakımdan daha ileri taşıdı, onu yeni ve daha üst bir sen‐
teze ulaştırdı. Bu sentez somut ifadesini en başta Leninist parti öğretisinin esaslarının ve ör‐
gütümüzün parti anlayışının günün sorunlarına yanıt verecek tarzda bütünlüklü olarak ele 
alındığı kapsamlı bir parti teorisinin ortaya konulmasında buldu. Leninist parti öğretisinin, 
burjuvazi ve oportünizmin her çeşidi tarafından sadece açıkça saldırıya uğramakla kalmayıp 
çeşitli yönlerden bozulduğu ve sıradanlaştırıldığı bir tarihsel kesitte, onun tutarlı ve bütün‐
lüklü  bir  savunusu  dahi  başlı  başına  ideolojik  bir  değer  taşır.  Fakat  parti  anlayışımızı  ta‐
şıdığımız  düzlem,  burjuvazi  ve  oportünizmin  ʺYDDʺ  ideolojisinin  mevzilerinden  yönelttiği 
bütün saldırılara yanıt verici özelliği ile olduğu kadar somut olarak bizim nasıl partileşebile‐
ceğimiz sorusunun yanıtını içeren özelliği ile, Leninist parti öğretisinin genel bir özet niteli‐
ğindeki  pasif  savunusundan  öte  bir  anlam  ve  işleve  sahiptir,  içerik  ve  kapsamı,  dünyanın 
birçok yöresinde çoğu boz bulanık görüşlere sahip yeni ML çevre ve yapılanmaların ortaya 
çıktığı bir tarihsel kesitte ona aynı zamanda evrensel bir önem kazandırır. 
Proletaryanın sosyal devrim örgütü olarak öncü parti düşüncesinin, yaşamın her alanında 
burjuvazinin  iktidarına  ve  kapitalizme  alternatif  olma  iddiasını  taşıyan  bir  örgüt  olarak 
örgütlenmesi  düşüncesine  taşınması,  parti  anlayışımızın  sıçratıldığı  yeni  düzlemin 
ayırdedici özelliğini oluşturur. Proletarya ve emekçi yığınların yaşamlarının her alanını ku‐
caklayıcı bir öncü faaliyetin örgütlenmesi zorunluluğunu beraberinde getiren alternatif parti 
düşüncesi, devrim ve iktidar bilincini çok daha güçlü kılar. Her türlü ilkellik ve amatörlük, 
ölçü ve ufuk darlığı, sınırlı gelişmelerle yetinen dar çevre alışkanlıkları ile tam ve kesin bir 
kopuşu şart koşar. Komünist öncü faaliyetin örgütlenmesi ve yürütülmesi sırasında her ko‐
nuda yetkin bir devrimci profesyonellik düzeyini ve kurumsallaşmayı gerektirir. Bu kavra‐
yış, örgütün iç yaşamından süreçlere müdahale tarzına kadar her alanda zincirsel sonuçların 
önünü  açan  yeni  bir  düşünce  devrimine  temel  teşkil  eder.  Düşüncede  ve  davranışta  parti 
tarzının yakalanmasını kolaylaştırır. 
Bu kavrayış düzlemine çıkılamadığı dolayısıyla bu tarz yakalanamadığı sürece, işçi sınıfı ve 
emekçi yığınların geniş kitleleriyle devrimci sosyalist bir içeriğe sahip kalıcı ve örgütlü bağ‐
lar kurulamaz. Bu durumda ne kadar devrimci özelliklere sahip olunursa olunsun, sınıf mü‐
cadelesinin ülke çapında gelişim seyri üzerindeki etkisi sınırlı, dar bir sosyal muhalefet örgü‐
tü  olmaktan  kurtulup,  burjuvazinin  iktidarını  yıkma  yeteneği  sürekli  güçlenen  tehdit  edici 
maddi‐siyasal  bir  güç  konumuna  gelmek  olanaksızdır.  Halbuki  proletaryanın  öncü  partisi, 
burjuvazinin  iktidarını  yıkmaya  ve  kapitalizmi  ortadan  kaldırmaya  yetenekli  yegane  sınıf 
olarak  proletaryanın  bağımsızlığını  koruyabilmek  için  her  şeyden  önce  ideolojik  bir  güç 
olmak zorundadır. Gücü ve etkisi sınırlı yerel ve dar bir muhalefet örgütünden farklı olarak 
ülke çapında politik bir etki ve ağırlığa sahip siyasal bir güç olmak zorundadır. Ama o aynı 
zamanda, devrimi ve sosyalizmi bir düş olmaktan çıkarıp gerçeğe dönüştürebilmek için sını‐
fı ve emekçi kitleleri peşinden sürükleyebilen maddi bir güç olmak zorundadır. Bu üç temel 
özelliği bünyesinde toplayamayan bir örgütün, partinin nitelikleri veya devrim ve sosyalizm 
hakkında  söylediği  her  şey  son  tahlilde  anlamsızlaşır.  Çünkü  dünyayı  değiştirme  eylemi, 
maddi  sınıf  güçleri  arasında  cereyan  eden  bir  mücadelenin  sonucuna  göre  şekillenir.  Bu 
yüzden, kendisini ʹpartiʹ olarak tanımlayacak bir örgüt, yaşamın her alanında alternatif poli‐
tika ve taktiğin uygulanması için gerekli olan maddi siyasal gücü oluşturmayı başarmalıdır. 
Genel  bir  teorik  mücadeleyle,  genel  bir  programın  savunulmasıyla  veya  sadece  temel  dev‐
rimci sloganlarla öncü bir parti çalışması yürütülemez. 
Ekonomik, siyasal, toplumsal, ideolojik ve kültürel alanlarda daha gelişkin ve kompleks bir 
hal alan burjuvazinin egemenliğine ve kapitalizme karşı çekirdeksel alternatif bir güç olarak 
öncü  parti  düşüncesi,  örgütlenmeyi  boyutlandırmanın  yanı  sıra  partileşmenin  kadrosal  öl‐
çütlerini de büyütmektedir. Gelişkin bir parti düşüncesi, bizzat onun yaratıcısı olacak kadro‐
ların da amaçlanan partiye uygun bir düzey, biçimleniş ve normlara sahip olmalarını zorun‐
lu kılmaktadır. Bu, Lenin tarafından çizilen profesyonel devrimci kadro tipinin, TİKB kadro‐
larında ifadesini bulan düzenden kopma, her koşul altında mücadele, güçlü direnişçilik, ör‐
güte bağlılık gibi özsel değerlerin üzerinde yükselen, kitlesel hareketin genişleme dönemin‐
de kimi yeni özellikler kazanmış kadro şekillenişinin devamı olan, fakat proleter sınıf sava‐
şımının ihtiyaçlarına ileri düzeyden yanıt veren bir kadrosal düzey olmalıdır. Dar örgüt ça‐
lışma tarzı ve alışkanlıklarının, koşullardan gelme her türlü sınırlılığın üstüne çıkabilen, 
proletaryanın geniş yığınsal eylemini ve diğer emekçi sınıfların hareketini örgütleme ye‐
teneğinde olan, güçlü bir tarih bilinci, dönem kavrayışı ve gelecek perspektifi ile donan‐
mış,  profesyonel  bir  yetkinleşme  düzeyine  ulaşmış,  taktik  önderlik  yeteneği  gelişkin, 
sonuç  alıcı  üretken  bir  çalışma  geliştirebilen  bir  kadro  yapısını  şart  koşar.  Bu  kadrosal 
düzey, kapitalizmin geliştirdiği profesyonel kadro tipinin karşıtı olarak tarihsel ve dönemsel 
koşullar ile partileşmenin ihtiyaçlarından doğmaktadır. Ancak bu nitelikteki komünist kişilik 
özellikleriyle, yüksek bir bilinç, yüksek bir disiplin anlayışı ve proleter saflık düzeyine ulaş‐
mış moral‐etik değerlerle donanmış bir kadro yapısı sistemin karşısına dikilebilir. 
Bugün burjuvazinin dünya çapında proletarya, emekçi yığınlar ve ezilen halkların tepki biri‐
kimleri  ve  muhalefet  eylemlerini  denetim  altında  tutabilmek  için  geliştirdiği  politikalarla 
birlikte  düşünülecek  olursa,  geniş  yığınlarla  devrimci  bir  temelde  kalıcı  ve  örgütlü  bağlar 
kurabilmenin, basit bir niceliksel büyüme sorununun çok ötesinde, devrimci radikal güç ve 
örgütlerin geleceğini belirleyici bir önem kazandığı gerçeği daha iyi görülür. Burjuvazi, ʺdev‐
leti yeniden yapılandırmaʺ adını verdiği stratejik bir yönelim çerçevesinde, bir taraftan mer‐
kezi  devlet  iktidarını  güçlendirir,  sınıf  egemenliğinin  aracı  olarak  burjuva  devletin  baskıcı 
terörist  özünü  çok  daha  dolayımsız  biçimlerde  ortaya  koyduğu  yöntemlere  giderek  daha 
fazla başvururken diğer taraftan ezilen yığınların tepki birikimini kendi kontrolü altındaki li‐
beral  reformist  kanallara  yöneltmeyi  teşvik  etmektedir.  Siyasal  planda  sınırlı  bazı  reform 
adımları  ile  birleşik  bir  tarzda  orta  sınıflar  için  yerel  ölçeklerde  kırıntı  niteliğinde  kimi  sö‐
mürü  ve  yağma  olanakları  yaratarak  rejimin  kitle  temelinin  genişletilmeye  çalışılması,  bu 
yönelimin tamamlayıcı halkası durumundadır. Böylelikle komünist ve devrimci radikal güç‐
ler, beslenme kanalları tıkanarak iyice marjinal bir konuma sürüklenmeye, imha tehdidi ya 
da  rejim  için  fazla  tehlike  teşkil  etmeyen  sınırlı  bir  muhalefet  konumunun  içine  hapsolma 
ikilemi içine sıkıştırılmaya çalışılmaktadır. İşçi sınıfı ve emekçi kitleleri yaşamın her alanın‐
dan  kucaklayıcı  alternatif  bir  parti  düşüncesi,  işte  bu  çemberin  yarılabilmesi  açısından  da 
geleceği belirleyici yaşamsal bir öneme sahiptir. 
TP sürecimiz, parti anlayışımızı daha ileri bir teorik‐siyasal düzleme taşımakla kalmadı; onu 
çeşitli  konularda  somutlayarak  zenginleştirdi  ve  ayrıntılandırdı.  Bu  adımlar  içerisinde  yeni 
bir  tüzüğün  kabulü,  çeşitli  konulardaki  taktiklerimizin  yeni  açılımlarla  tamamlanıp  gelişti‐
rilmesi ve sürecin kadrolarımızda yarattığı dönüşüm, onlara kazandırdığı ufuk genişliği ve 
atılımcı ruh hali özellikle önemlidir. 
TP sürecinde parti tarz ve yöntemlerinin hakim kılınması, tüzüksel düşüncenin gelişmesi ve 
yeni bir tüzüğün ortaya konulmasıyla dar örgüt yapısı ve onun içerisine yerleşmiş çevresel 
ilişki biçimlerinin aşılması için güçlü bir temel yaratıldı. Bizim gibi sıkı örgütsel normlara sa‐
hip bir örgütün iç yaşamı ve gelişiminde  büyük öneme sahip kongre ve konferanslar başta 
olmak üzere örgüt yaşamının temel alanlarının ihmale yer vermeyecek şekilde tüzüğe göre 
düzenlenmesi,  tüzüğe  göre  düşünme  ve  yaşam  sürdürme  başlı  başına  bir  öneme  sahiptir. 
Tüzük, örgütümüzün geldiği gelişme düzeyi itibarıyla da özgül bir önem taşımaktadır. Ör‐
güt  faaliyetinin  sınırlarının  genişlemesiyle  birlikte  farklı  alanlar,  değişik  sınıf  ve  tabakalar 
içerisinde yürütülen çalışmaların sonucu çevresel ilişki ağımızın genişlediği koşullarda örgü‐
tün sınırlarının net olarak çizilmesinin, örgütün organik birliğinin en üst düzeyde politik ve 
örgütsel bir irade birliği temelinde sağlanıp korunmasının güvencesidir tüzük. Yeni bir tüzü‐
ğün kabulü bu nedenle, ciddi bir eksikliğimizin giderilmesinin ötesinde bir anlama sahiptir. 
Yeni tüzüğümüz, örgütümüzün kaydettiği gelişme düzeyine ve önümüzdeki parti hedefine 
uygun  bir  kapsam  ve  içerikte  hazırlanmıştır.  Bu  özelliği  nedeniyle,  dar  bir  örgüt  yapısına 
sahip olduğumuz eski tüzüğümüzden farklı olarak bir dizi yeni kurum ve mekanizmayı ge‐
tirmektedir. Ancak özü itibarıyla Leninist parti anlayışı temelinde aynı ilkesel tutum ve yak‐
laşımlara sahiptir. Bu anlamda eski tüzüğümüzle özsel bir devamlılık ilişkisi içindedir. Aynı 
örgüt çatısı altında irade ve eylem birliğimizin hangi esaslar üzerine kurulup sürülebileceği‐
nin iki stratejik belgesinden biri olan (diğeri programdır) yeni tüzüğümüzün ruhunu ve ek‐
senini,  sıkı  bir  merkeziyetçiliği  esas  alan  Leninist  demokratik  merkeziyetçilik  ilkesi  oluş‐
turmaktadır.  Bu  en  başta,  sosyal  bir  devrim  örgütü  olarak  gördüğümüz  Leninist  parti  ve 
devrim anlayışımızın doğal ve mantıki bir sonucudur ve bu özelliği ile de ayırdedici ideolo‐
jik bir tutum sorunudur. Yeni tüzüğümüz, 12 Eylül sonrası birinci tasfiyeci sağ dalganın ör‐
güt  anlayışı  konusundaki  iki  temel  sloganından  biri  olan  (diğeri  gizliliğin  reddidir)  Kuru‐
çeşmeci ʺdaha fazla demokrasiʺ talebinin içimizdeki tezahür biçimi ile kesin ve net bir sınır 
çizmiştir. Leninist demokratik merkeziyetçilik ilkesinin iki ana yönü arasında basit bir vurgu 
farkı olmanın ötesinde nasıl bir parti, nasıl bir devrim, nasıl bir devrimcilik anlayışına sahip 
olunduğunun göstergesi niteliğindeki bu ideolojik tutum sorununda sıkı bir merkeziyetçiliği 
esas almakla, Leninizmin özüne ve ruhuna uygun bir tutum benimsenmiştir. 
Sıkı  bir  merkeziyetçilik  temelinde  örgütlenme  gereği,  Leninist  partinin  sosyal  devrimci  ka‐
rakterinin  emrettiği  zorunluluklardan  biridir.  Devrim  gibi  zorlu  bir  savaşa  öncülük  ve  ön‐
derlik etme iddiasında samimi olan bir örgüt, her şeyden ve herkesten önce kendisi savaşın 
yasa ve kurallarına göre örgütlenmek zorundadır. Saflarında birlik ve disiplin olmayan, cep‐
henin farklı noktalarındaki birlikleri tek bir plana göre (merkezi politika, taktik ve kararlar) 
uyumlu  hareket  etmeyen,  herkesin  ancak  ʺdoğru  bulduğunuʺ  ya  da  kavradığını  kavradığı 
kadarıyla uyguladığı, fiilen eyleme ancak uzun tartışmalardan ya da iç uzlaşmalardan sonra 
geçebilen gevşek, disiplinsiz, başıbozuk bir yapılanma ile öncü bir rol oynanamaz. 
Bugün içinde bulunulan dönemin özellikleri, komünist öncülük iddiasını taşıyan bir örgütün 
yerine  getirmesi  gereken  görevler  kadar  onu  bekleyen  tehlikelerin  de  büyüklüğü,  devrimci 
hareketin  bugünkü  kadro  yapısının  taşıdığı  genel  zaaflar  gibi  etkenler  sıkı  bir  disiplin  ve 
merkeziyetçiliği  çok  daha  zorunlu  ve  yaşamsal  kılmaktadır.  İçinde  bulunulan  dönem,  dev‐
rimci militan bir çizgide gelişmenin olanak ve potansiyellerini içermekle birlikte bunları her 
zaman çok elverişli fırsatlar olarak sunmamaktadır. Komünist ve devrimci radikal güçler, bir 
taraftan sınıf ve kitle hareketinin henüz alt edilememiş zaafları ile diğer taraftan rejimin gü‐
nümüzde artık asıl olarak takibe ve ajan sızdırmaya dayalı çökertme stratejisi ve fiziki imha 
saldırıları ile boğuşarak yollarını açmak zorundadırlar. Bu koşullarda komünist faaliyet, ör‐
güt çizgisi ve politikaları temelinde hem çok sabırlı ve inatçı bir kararlılıkla hem de karşısına 
çıkan en küçük bir fırsatı bile olabilecek en etkin tarzda değerlendirmesini bilen bir serilik ve 
inisiyatifle yürütülmek durumundadır. Aksi takdirde ne eldeki güçlerin tam olarak seferber 
edilebildiği süreklilik kazanmış merkezi bir örgütsel faaliyetten söz edilebilir ne de politika 
ve taktiklerin zamanında yaşama geçmesi sağlanabilir. Sıkı bir disiplin ve merkeziyetçiliğin 
rolü ve önemi bu noktada ortaya çıkar. Pratikte adım atmanın ve hızlı hareket etmenin ge‐
rektiği durumlarda bile örgüt, politika ve taktiklerin tartışılmasıyla zaman yitiremez. Onla‐
rın  özünü,  amacını  ve  öncü  karakterini  kavramamakta  adeta  inat  eden  kadrolarının  ʺönce 
ikna olmalarınıʺ bekleyemez. Bu noktada disiplin ve zorlama öne geçer. Küçük burjuva ente‐
lektüel bir tartışma kulübü veya Menşevik bir yapılanmadan farklı olarak Leninist tipte sa‐
vaşçı bir devrim örgütü olabilmenin zorunlu bir gereğidir bu. 
Aynı zorunluluk, taktik önderlik konusunda olduğu gibi bugün çok daha kompleks önlem‐
lerin uygulanmasını gerektiren örgütsel güvenliğin sağlanabilmesi konusunda da çıkar kar‐
şımıza.  Faşist  bir  diktatörlük  rejimi  altında  burjuvazinin  iktidarını  yıkmayı  hedefleyen  bir 
sosyal  devrim  örgütü,  faaliyetlerinin  sürekliliğini  sağlayabilmek  için  gizlilik  temelinde  ör‐
gütlenmek  ve  yasadışı  çalışmayı  esas  almak  zorundadır.  Fakat  bunu  yaparken  öte  taraftan 
da kendi başına bir amaç olmayan gizliliğin bu kez kendisini boğan, sınıfın, emekçilerin ge‐
niş  kitleleriyle  buluşmasını  sınırlandıran  bir  kozaya  dönüşmesine  de  meydan  vermemek 
durumundadır.  İşçi  sınıfı  ve  emekçilerin  geniş  yığınlarıyla  buluşabilmenin  zorunlu  kıldığı 
hareket genişliği ile ancak çok sıkı kurallar temelinde sağlanabilecek olan gizliliğin gerekleri 
arasındaki  çelişkinin  devrimci  bir  tarzda  doğru  bir  biçimde  çözümlenebilmesi  ilkeli  bir  es‐
nekliği şart koşar. Bu denge, her somut tarihsel evrede, devrimle karşı devrim arasındaki güç 
dengelerinin somut biçimlenişine, proletarya ve devrimci kitle hareketinin gelişme düzeyine 
ve gelişmenin yönüne, bu arada burjuvazinin hiçbir zaman sabit kalmayan devrimci güçlere 
karşı izlediği taktik ve yöntemlerdeki değişmelere bağlı olarak dinamik bir tarzda kurulmak 
zorundadır. Bu bakımdan örgütsel güvenliğin sağlanabilmesi, bunun temel koşullarından en 
başta gelenini oluşturan gizlilik temelinde örgütlenme ve yasa dışı çalışma, değişmeyen be‐
lirli bazı biçimlerin uygulanmasına indirgenemez. Her somut tarihsel evrede bunların doğru 
belirlenip örgüt çapında uygulanabilmesinin temel gereklerinden biri de sıkı bir disiplin ve 
merkeziyetçiliktir.  Merkeziyetçilik  ve  disiplinin  olmadığı  veya  zayıf  olduğu  bir  örgütte,  ör‐
gütün sınıf mücadelesinin koşullarındaki değişmelere her bakımdan hızla uyum sağlamasını 
beklemek bir hayal olur. 
Bizim özgülümüzde bugün sıkı bir merkeziyetçilik ve disiplini çok daha önemli kılan etken‐
lerden  biri  de  parti  hedefimiz  ile  güçlerimiz  ve  olanaklarımız  arasındaki  açı  farkıdır.  Önü‐
müzdeki  dönemde  bütün  çaba  ve  faaliyetlerimizin  odak  noktasını,  partileşme  sürecimizin 
hızlanması  ve  bu  rüyamızın  gerçekleştirilmesi  oluşturacaktır.    Ancak  bu  stratejik  görevin 
zorunlu  kıldığı  her  biri  birbirinden  zorlu  ve  kapsamlı  görevleri,  sadece  nicel  açıdan  değil, 
nitel yönlerden de zayıf ve yetersiz güçlerle başarmak durumundayız. Hedef ile eldeki güç‐
ler arasındaki bu açı farkının kapatılabilmesi, bir yerde iç bünyemizde yapacağımız devrimci 
atılımın  hızına,  kapsamına  ve  derinliğine  bağlıdır.  Partiye  doğru  yürüyüşümüzün  istenen 
tempoda ve sonuç alıcı bir tarzda yürütülebilmesi için örgüt kendisini geride kalana, ayağını 
sürüyerek hareket edene, sıradan bir gelişme gösterene uydurmayacak; onlardan kendilerini 
öncü  ve  ileri  olana  uydurmalarını  isteyecektir.  Sıkı  bir  disiplin  ve  merkeziyetçilik  olmadan 
bu başarılamaz. Geride kalanın ileriye doğru çekilmesi, örgütün bütün güçlerinin ileri olana 
göre konumlandırılmaları mümkün olmaz. 
Sıkı bir merkeziyetçiliği esas alması, yeni tüzüğümüzün, örgüt içi demokrasiyi tümüyle dış‐
ladığı  ya  da  önemsiz  gördüğü  anlamına  gelmemektedir.  Merkeziyetçiliği  boğucu  bir 
bürokratizm  ile  karıştıran  çarpık  anlayışlardan  tümüyle  farklı  olarak  örgütümüz,  Leninist 
demokratik  merkeziyetçilik  ilkesinin  her  iki  yönünün  kopmaz  bir  bütünlük  oluşturduğu 
görüşündedir. Sıkı bir merkeziyetçiliğin amaca uygun bir biçimde uygulanabilmesi, içerisin‐
de  bulunulan  koşullarla  çelişmeyecek  gelişkin  bir  demokrasiyle  birlikte  mümkündür.  Mer‐
keziyetçiliğin olmadığı yerde nasıl ki demokrasinin partinin savaş yeteneğini zayıflatıp orta‐
dan kaldıran liberal anarşist bir başıbozukluk olarak yozlaşması tehlikesi varsa, olabilecek en 
geniş demokrasinin olmadığı yerde de merkeziyetçiliğin partinin iç yaşamını boğucu bürok‐
ratik bir cendereye dönüşmesi tehlikesi vardır. Leninist demokratik merkeziyetçilik ilkesinin 
bu diyalektik yorumu, yeni tüzüğümüzün de temelini oluşturur. Bu düşünce, MK dışındaki 
organ ve görevlere seçimle değil, atama yoluyla gelinmesi dışında, burjuvazinin iktidarı al‐
tında  onu  yıkmak  için  savaşan  Leninist  bir  örgütte  olabilecek  en  geniş  iç  demokrasinin  he‐
men hemen tüm kurum ve mekanizmalarına yeni tüzüğümüzde yer verilmesiyle somutlan‐
mıştır. Yeni tüzüğümüz, demokrasiyi, kolektif inşanın, politik ve örgütsel irade birliğinin üst 
düzeyden  sağlanması  ve  örgütün  iç  yaşamının  çok  yönlü  gelişiminin  aracı  kılarken,  iç  de‐
mokrasinin  gelişiminin  kadroların  ideolojik‐politik  düzeyinin  yükseltilmesinden  geçtiğini 
göstermektedir.  Bu  özelliği  ile  o,  her  türlü  şekilsel  demokrasi  anlayışının  ötesine  geç‐
mektedir. Keza daha gelişkin bir tüzüksel düşüncenin ortaya çıkması ve bunun maddelerde‐
ki  somutlanmasıyla,  geçmiş  dönemde  kendini  gösteren,  kongre  ve  konferansların  örgütü 
geliştirici  öneminin  kavranılışındaki  eksiklik  ve  ihmalleri,  kurumsal  işlerlik  zayıflıklarını 
giderici  önlemler  alınmış;  fakat  bunların  istismarından  doğan  ʺdemokratizmʺ  eğilimleri  ile 
de kesin bir sınır çekilmiştir. Yeni tüzüğümüzün bu konuda getirdiği yeni kurallar ve meka‐
nizmaların dışında ayrıca MKʹne, örgütün burjuvazinin iktidarı altında, faşist bir diktatörlük 
rejimine karşı savaşan bir örgüt olduğu gerçeğini unutmaksızın sınıf mücadelesinin gelişim 
seyrine, işçi sınıfı ve devrimci kitle hareketinin açtığı fiili özgürlük alanlarının genişlemesine 
bağlı olarak örgüt içi demokrasinin sınırlarını genişletme sorumluluğunu vermesi, onun ör‐
güt içi demokrasiye verdiği önemin bir başka temel göstergesidir. 
2.  Konferansımızdan  bugüne  kadar  geçen  süreçte  örgütümüzün  çok  belirgin  bir  gelişme 
kaydettiği alanların başında taktik önderlik alanı gelir. Bu süreç zarfında her biri kendi için‐
de örgütümüzün önüne yeni gelişme perspektifleri açmakla kalmayan, sürece devrimci mü‐
dahale  açısından  öncü  karakteri  sonraki  gelişmelerle  de  doğrulanan  bir  dizi  dönemsel  ve 
güncel  taktik  politika  ortaya  konulmuştur.  ʺKurultayʺ,  AFMK,  GGGD,  SAG  Taktiği,  dev‐
rimci  1  Mayıs  taktikleri...  bazıları  stratejik  nitelikteki  bu  dönemsel  politika  ve  taktiklerin 
başlıcalarıdır. Taktik önderlik alanındaki bu gelişme ve yetkinleşme kuşkusuz bir tesadüfün 
ürünü değildir. O en başta proletaryanın sosyal devrim örgütü olarak öncü parti düşüncesi‐
nin  doğal  ve  mantıki  bir  sonucudur.  Gündemdeki  sorunlara  zamanında  ve  doğru  yanıtlar 
üretemeyen, süreçlere ʹtaktikʹ olarak adlandırılmaya layık bütünlüklü bir plan dahilinde mü‐
dahale çabası içinde olmayan bir örgüt, bırakalım öncü bir rol oynamayı, çoğu zaman kuy‐
ruk  olmayı  bile  başaramaz.  Sınıf  savaşımında  kendi  çizgisi  ve  hedefleri  doğrultusunda  ba‐
ğımsız  bir  inisiyatif  ve  etkinlik  sergileyemez.  Sınıf  mücadelesini  mevcut  koşullar  dahilinde 
proletaryanın devrim ve sosyalizm hedefi doğrultusunda ilerletmeyi amaçlayan öncü politi‐
ka  ve  taktikler,  sınıf  savaşımını  devrimci  bir  yönde  geliştirmenin  araçları  oldukları  kadar, 
örgütün  sınıf  ve  kitlelerle  devrimci  bir  zeminde  buluşmasını  sağlayacak  halkalar  işlevine 
sahiptir.  Bu  özelliği  nedeniyle  taktikler  ve  taktik  önderlik  alanında  yetkinleşme,  büyüme, 
kitleselleşme ve sınıf mücadelesi arenasında ciddiye alınır bir güç haline gelebilmenin zorun‐
lu ve temel bir gereğidir. Bu bakımdan taktik önderlik alanında sağladığımız gelişme, parti‐
leşme  sürecimizde  atılması  gereken  stratejik  adımlardan  biri  olarak  önümüze  ʺbüyüme  ve 
kitleselleşmeʺ  hedefini  koymuş  olan  2.  Konferansımızın  çizdiği  hatta  bir  ilerleme  anlamına 
gelir. 
Fakat yine bu süreç, taktik önderlik ve süreçlere taktik müdahale alanındaki zayıflıklarımızı 
da  açığa  çıkarmıştır,  içerik  olarak  isabetli  ve  uzak  görüşlü  devrimci  öncü  taktikler  ortaya 
koymuş olmamıza rağmen pratikte onların yaşama geçirilmesinde sergilediğimiz zayıflık, bu 
zaaflarımızın  en  başta  gelenini  oluşturur.  Bu  yönüyle  örgütümüzün  teorisi  ile  pratiği  ara‐
sında tehlikeli bir açıklık doğmuştur. Bunun, politika ve taktiklerimizin özünün kavranışı 
ve kavratılışındaki yetersizlikler, teorik‐siyasal gelişmede istenen temponun yakalanamamış 
olması,  çalışma  tarzımızdaki  hantallık  ve  refleks  zayıflıkları,  durgunluk  dönemlerine  özgü 
alışkanlıklardan  bütünüyle  kurtulamamış  olmak,  çoğunluğu  genç  kadrolarımızın  deneyim 
ve  birikim  yetersizliği  vb.  gibi  kendimizden  kaynaklanan  nedenleri  vardır.  Fakat  sınıf  ve 
kitle  hareketinin  sancılı  ve  tutuk  bir  gelişme  seyri  göstermesinin  sınırlandırıcı  etkilerinin 
payı  da  büyük  olmuştur.  Uzun  yıllar  dar  kadro  güçleriyle  mücadele  etmiş  olan  örgütümü‐
zün, devrimci politikanın kitlelere dayanılarak yapılması ve  kitlelerle farklı dönemler içeri‐
sinde  dahi  çok  yönlü  ilişkiler  kurmadaki  zayıflığı  ile  bunun  araçları  olan  geniş  bir çevresel 
örgütler ağı geliştirerek politik maddi güç yaratmakta yaşadığı zorlanmalar, politikalarımı‐
zın  pratiğe  etkin  bir  şekilde  taşınmasını  güçleştiren  bir  diğer  önemli  etkendir.  Örgütümüz, 
deneyimlerinden çıkardığı bu sonuçlar üzerinden ilerleyerek önümüzdeki süreçte, dönemsel 
politika ve taktikler ortaya koyma alanında sağladığı yetkinleşmeyi arada açı farkı bırakma‐
yacak şekilde pratiğine taşıyacaktır. 
Taktiklerimizin  yaşama  geçirilmesinde  ve  onlarla  hedeflenen  sonuçların  alınmasında  yaşa‐
nan zorlanma ve tıkanıklıklar, bir dizi sorun ve tehlikeyi de beraberinde getirdi. Öncü politi‐
ka ve taktiğin ʺkafalarda eskimesiʺ, giderek onun doğruluğundan kuşku duymaya başlama 
bu olumsuz sonuçlardan en başta geleni ve en yıkıcı sonuçlar doğuranı oldu. Temelinde po‐
litika  ve  taktiklerin  özünün  kavranamayışının,  onların  uygulanmasında  yaşanan  zorlanma 
ve  tıkanıklıkların  dönemle  ilişkisi  içinde  bütünlüklü  olarak  ele  alınmayışının  yarattığı  bu 
olumsuz  sorgulayıcılık,  ideolojik  sağlamlık  eksikliği  ve  devrimci  iç  dinamiklerde  zayıflama 
ile de birleşince, günün devrimci görevlerinden kaçışı perdelemeye çalışan bir dizi mazeret 
teorilerine kaynaklık etti. Bu ruh hali, TP sürecinde, belli başlı bütün taktiklerimizin yer yer 
keskin lafazan bir söylem altında özünde sağdan gözden geçirilmesi talebi biçimini aldı. An‐
cak TP çoğunluğu, örgütün devrimci öncü politika ve taktiklerinin özünü ve ruhunu zerrece 
kavramadığını sergileyen bu girişim ve çabaları kesin ve kararlı bir tutumla reddetti. 
Ancak ideolojik‐örgütsel bakımdan bu kararlı ve sağlam duruş, TPʹnin, taktiklerimizi ve sü‐
reçlere taktik müdahale yeteneğimizi devrimci eleştirel bir tutumla ele alıp irdelemediği an‐
lamına gelmez. Tam tersine bu konuda kendisini sadece politika ve taktiklerimizin devrimci 
özünün savunulması ile sınırlamayan geliştirici bir tartışma yaşandı. Taktik önderlik alanın‐
da  sağladığımız  gelişmeler  kadar  zayıf  ve  yetersiz  kaldığımız  yönler  üzerinde  de  duruldu. 
Mevcut politika ve taktiklerimizi geliştirip zenginleştirici yeni açılımlar ortaya konuldu. On‐
ların özünün kavranışında bir derinleşme sağlandı. Bu arada taktiklerimizin uygulanmasın‐
da olsun, örgütsel faaliyetin bütününde olsun gelişme ve ilerlemenin belirleyici etkeni olarak 
kadrolar sorunu üzerinde duruldu. Küçük burjuva zaaflara hitap eden bir kadro popülizmi 
yaparak  güç  toplamaya  kalkışan  oportünist  yaklaşımlardan  farklı  olarak  kadro  yapımız, 
kadrolarımız ve kadro adaylarımızın özellikleri çeşitli yönleriyle irdelendi. Komünist örgüt 
adamı  kişiliğinin  gelişimini  ivmelendirme  amacına  uygun  olarak  bu  çözümlemeler,  bu  kez 
kadrolarda devrimci bir atılım isteği ve mecali bırakmayacak ezici bir eleştirelliğe de düşme‐
den, onların güçlü ve zayıf yanlarının, zaafları ve komünist gelişme potansiyellerinin süreçle 
ve  geldikleri  alanlarla  bağı  içerisinde  ortaya  konulduğu  devrimci  diyalektik  materyalist  bir 
yaklaşımla yapıldı. Dönemin nesnel koşullarındaki bütün elverişsizliğe rağmen bunun eğiti‐
ci ve dönüştürücü sonuçları daha süreç içinde kendini göstermeye başladı. 
Zaten  TP  sürecimizin  örgütümüze  kazandırdıkları  içinde  belki  de  en  önemlisi,  kadrola‐
rımıza  kazandırdığı  ufuk  genişliği  ve  sağladığı  düşünsel  sıçramadır.  Örgütü  sahiplenme 
bilinci ve parti perspektifinin güçlenmesi bu kazanımların en başında gelir. Her ne kadar bir 
taraftan en temel örgütsel değerlerimizi dahi tahrip edici tutum ve yaklaşımlarla da karşıla‐
şılmış  olmasına  rağmen  sonuçta  ağır  basan  yön  bu  olmuştur.  Parti  rüyamızın  gerçek‐
leştirilmesi  başta  olmak  üzere  ulaşmak  zorunda  olduğumuz  hedefler, bu  süreçte,  sınırlı  sa‐
yıdaki yoldaşın bilincinde şekillenmiş ütopya ve yönelimler olmaktan çıkarak kadrolarımız 
arasında  kitleselleşti.  Önümüzdeki  görevler  ve  sorunların  büyüklüğü  kadar  gelişme  dina‐
mikleri ve potansiyellerimizin parçalarla sınırlı yüzeysel bir algılanışının yerini daha derin‐
likli  ve bütünsel bir kavranışı aldı. Pratikteki somut yansımalarını önümüzdeki süreçte çok 
daha belirgin olarak göreceğimize inandığımız bu değişim, bizi bekleyen zorlu ve kapsamlı 
görevlerin  üstesinden  geleceğimize  dair  inancımız  ve  güvenimizin  en  büyük  dayanakların‐
dan biridir. Bu süreç bize, örgütümüzün güçlü ve gelişmekte olan yanları kadar geride kalan 
ve  aşılması  gereken  zayıf  yanlarını  da  gösterdi.  Bunu  da  en  büyük  kazanımlarımızdan  biri 
olarak görüyoruz. Çünkü bu sayede kadrolarımızın örgütü kavrayışları daha somut ve ger‐
çekçi  bir  temele  oturmakla  kalmadı;  örgütle  ve  devrimle  daha  ilerden  bir  bütünleşmenin, 
örgütümüzün  ihtiyaçları  ve  önümüzdeki  görevlerle  daha  sorumlu  bir  ilişki  kuruş  tarzının 
zeminini güçlendirdi. Ne kadar devrimci bir niyet ve karakter taşırsa taşısın eskinin dar ör‐
güt ölçüleri ve alışkanlıkları ile geleceğe yürünemeyeceği, büyük ve iddialı gelişmelerin sağ‐
lanamayacağı,  sonuçta  komünist  öncü  misyonunun  hakkının  verilemeyeceği  gerçeği  bi‐
linçlere  daha  derinlemesine  kazındı.  Komünist  gelişme  ve  mükemmelleşmenin  sürekli  ve 
çok yönlü bir iradi çaba gerektirdiği, aksi takdirde proletaryanın devrim ve komünizm kav‐
gasının tarihsel gelişim sürecinin şu veya bu evresinde, şu veya bu biçimde politik ölümün 
kaçınılmazlığı, teoriden ve tarihsel deneyimlerden ʹbilinenʹ bir ders almanın ötesine geçerek 
bizzat kendi içimizde yaşanan pratik örnekler temelinde alınan bir ders oldu. Bunlar örgütün 
geleceği açısından siyasal önemi büyük kazanımlardır. 
Örgüt olarak hatasız ve sorunsuz olmayan tarihsel gelişim sürecimizin irdelenmesine dayalı 
yeni bir dönüşüm sürecinin kendisinin de sorunsuz ve sancısız gerçekleşmesi beklenemezdi. 
Çünkü  bu  basit  bir  reformasyon  hareketi  ya  da  sıradan  bir  düzeltme  kampanyası  değildi. 
Sadece örgütün geldiği gelişme düzeyinin değil tarihsel sürecin de zorunlu kıldığı devrimci 
bir sıçramanın gerçekleştirilmesi gereken bir momentti. Dolayısıyla dünde kalmış olanla ge‐
lecek perspektifine sahip olanın, dar örgüt döneminin düşünce tarzı ve alışkanlıklarıyla dev‐
rimi  örgütleme  iddiasının  gerektirdiği  parti  tarzının,  durağanlık  ve  gerileme  eğilimleri  ile 
gelişme ve ileri atılma yöneliminin çatışması kaçınılmazdı. 
Özü ve doğası gereği bu çatışma bazı tahrip edici sonuçlar da doğurdu. Örgütümüzün tari‐
hinde  örneği  görülmedik  tutum  ve  gelişmelerle  karşılaştık.  Örneğin  kuruluşumuzdan  bu 
yana ilk kez bir hizip çıktı saflarımızda. Temel örgütsel değerlerimiz akıl almaz bir biçimde 
kirletildi.  Önceleri  devrimci  olmayan  sağlıksız  bir  muhalefet  eğilimi  biçiminde  başlayıp  TP 
ile birlikte yıkıcı bir birikim patlamasına dönüşen bu eğilimin temsilcileri, TP süreci ilerleyip 
savundukları  görüşlerin,  ileri  sürdükleri  iddia  ve  eleştirilerin  örgüt  çoğunluğu  tarafından 
kabul  görmeyeceği  açığa  çıkmaya  başlayınca  hizipçi  bir  faaliyete  yöneldiler.  Görüşleri  ve 
yönelimleri,  ideolojik‐siyasi  özü  ve  kapsamı  itibarıyla  küçük  burjuva  bir  sapma  özelliğine 
sahipti. Örgütün gelişme düzeyini ve gelişmenin yönünü doğru belirlemekten uzak, başlan‐
gıçta  istismar  konusu  yaptığı  kimi  eksiklikleri  dile  getirmenin  dışında  geleceğe  dair  hiçbir 
devrimci perspektife sahip olmayan, sadece hatalar ve eksiklikler temelinde örgütün bugü‐
nüyle dününü karşı karşıya getirerek kendisine alan açmaya çalışan bu sapma, bir yönüyle 
de  mücadelenin  ve  örgütün  ihtiyaçlarına  yanıt  veremeyen,  kendisini  daha  ilerden  konum‐
landıramayan, dünkü biçimlerin arkasına gizlenmeye çalışan yorgun devrimciliğin başkaldı‐
rısıydı. 
Bu  yorgun  devrimcilik,  başlangıçta  keskin  bir  devrimci  lafazanlıkla  ortaya  çıktı.  Örgütün 
ve kadroların sürecin karmaşıklığı ve görevlerin büyüklüğü karşısında zorlanma yaşadıkları 
bir  dönemde  bu  yolla  yanılsama  yaratmaya  çalıştı.  Kendisini  örgütün  partiye  doğru  yü‐
rüyüşüne uyduramadığı için örgütü kendisinin alışkın olduğu bir önceki dönemin anlayışla‐
rı, mücadele ve örgüt biçimlerinin geri düzlemine çekmeyi denedi. Bu onu en başta sorunla‐
rın ele alınışı sırasında, bunların örgütün gelişimi, geldiği düzey, içinde hareket ettiği koşul‐
lardan kopartarak ele alan bir inkarcılığa sürükledi. Bu inkarcılık, yasadışı örgütlenme, yasal 
alan  ilişkisinin  ele  alınışı  ve  bu  konudaki  örgütsel  pratiğin  değerlendirilmesi  konusunda 
otzovizm biçimine büründü. Ama daha sonra ʺkurultayʺ ve AFMK politikaları ve pratiğine 
yaklaşım başta olmak üzere örgütün dönemsel ve güncel politika ve taktiklerinin ele alınışı 
sırasında, bu arada yenilen darbeler sonrası örgütsel güvenliğin korunmasına yaklaşım gibi 
konularda  asıl  özünü  ele  verdi,  keskin  lafazanlık  ve  otzovizm  yerini  bariz  ve  dolaysız  bir 
biçimde  sağ  tasfiyeci  yaklaşımlara  bıraktı.  En  fazla  spekülasyon  konusu  yaptıkları,  ʺbütün 
sorunlarımızın  adeta  tek  nedeni  ve  çözüm  yoluʺ  olarak  gösterdikleri  tüzük  sorununda  sa‐
vundukları  görüşler (ʺdemokratizminʺ bayraktarlığını yapmışlardır)  ve sergiledikleri pratik 
(süreç  boyunca  en  çevreci  yöntemleri  kullanmışlardır),  bu  sapmanın  içyüzü  ve  yönelimi 
hakkında ayrıca yeterince fikir vericidir. 
Esasında  örgütün  devrimci  baskısı  karşısında  yalpalayan,  kendisini  tam  olarak  sistematize 
edememiş  silik  oportünist  görüşlerdir  bunlar.  Bu  görüşlerin  savunucuları,  içerisinden  geçi‐
len dönemin karmaşık yapısının bütünsel ve derinlikli bir devrimci çözümlemesinden, örgü‐
tün süreçteki konumlanışını geliştirerek sorunların partileşme düzlemine yöneliş ve sıçrayış‐
la  çözüleceği  perspektifi  ve  kavrayışından,  buna  uygun  bir  yönelim  ve  dönüşüm  içerisine 
girerek,  kendilerini  bu  doğrultuda  ileriye  doğru  konumlandırmaktan  uzaktırlar.  TP  süreci‐
nin  başlangıçtaki  örgütsüz  ve  kaotik  gelişiminden  de  yararlanarak  belli  bir  kafa  karışıklığı 
yaratmayı başarabilmişlerdir. Fakat süreç ilerleyip tartışılan konulardaki görüş ayrılıklarının 
özü  açığa  çıktıkça,  örgütün  geleceğini  belirleyecek  temel  eksenler  netleştikçe  TP  üyelerinin 
ezici bir çoğunluğu bu görüşleri mahkum etti. Bu arada, 2. Konferans sonrası süreçte örgütü‐
müzün ʺalttan alta çöktüğünüʺ ve ʺLeninist bir örgüt olmaktan çıktığınıʺ ileri sürerek ʺbir iç 
devrim başlatmakʺ iddiasıyla ortaya çıkanlar, ne bu süreç boyunca çoğu dedikodu ve iftira 
niteliğindeki eleştiri ve görüşlerinin altını doldurabildiler ne de kendilerine karşı gösterilen 
sabrı ve esnekliği doğru yönde yorumlayıp değerlendirdiler. Ortaya çıkan görüş ayrılıklarını 
ideolojik,  siyasi  zeminde  ve  örgüt  kuralları  içinde  kalarak  tartışacakları  yerde,  eleştirinin 
bayağılaştırması ve hizipçilik dahil  her türlü  parti dışı yönteme başvurdular. Buna rağmen 
kayda değer bir azınlık bile oluşturamadılar. 
MK  bütün  bu  süreç  boyunca,  örgütün  birliğini  koruma  sorumluluğunun  yanı  sıra  örgüt 
içinde ortaya çıkan görüş ayrılıklarının ele alınıp çözümlenmesi sırasında Türkiye devrimci 
hareketinde yaygın olan kestirmeci tutum ve yaklaşımlardan farklı bir tarz ve kültürün ör‐
neğini  yaratma  perspektifiyle  hareket  etti.  Devrimci  bir  geçmişe  ve  gelişkin  kimi  devrimci 
özelliklere sahip olmalarına karşın dünkü biçim ve alışkanlıklara saplanıp kalan, tutuculuk 
sergileyen, komünist mükemmelleşme yönündeki gelişimleri durmuş veya zayıflamış güçle‐
rinin silkinip kendilerine gelerek  süreci kavramalarını, örgütün hedefleriyle buluşup dönü‐
şebilmelerini  sağlamayı  esas  aldı.  Bu  arada  büyüyen,  genişleyen,  içinde  bulunulan  tarihsel 
dönemin  özelliklerine  de  bağlı  olarak  farklı  düzeylerde  devrimci  niteliklere  sahip  olmakla 
birlikte devrimci komünist militan kişiliği henüz tam olarak oturup olgunlaşmamış güçlerin 
de saflarına katıldığı bir örgütte, burjuvazinin fiziki olduğu kadar ideolojik baskı ve saldırı‐
ları ile de birleşen dönemdeki sıkışma ve benzeri konjonktürel etkenlere bağlı olarak her za‐
man ortaya çıkabilecek devrimci proletaryaya ve örgüte yabancı tutum ve sapmalarla müca‐
dele  ve  bunlarla  Leninist  parti  tarzı  çözümü  konusunda  örgütümüzde  yeni  bir  gelenek  ya‐
ratmayı amaçladı. Bu tarzın özüne uygun olarak ideolojik‐siyasi bakımdan çok net ve uzlaş‐
maz bir duruş sergilerken, pratik tutum bakımından idari‐örgütsel önlemlere başvurmadan 
önce  sorunu  siyaseten  çözmeyi  esas  alan  sabırlı  ve  kazanıcı  bir  yaklaşımı  benimsedi.  Fakat 
saplandıkları  düşünsel  ve  ruhsal  yabancılaşmadan  kurtulamayanlar,  çevreci  ve  hizipçi  tu‐
tum ve faaliyetlerinden buna rağmen vazgeçmediler. Örgütün çoktan açığa çıkmış  olan ço‐
ğunluk iradesini dikkate alarak devrimci özeleştirel bir tutuma yönelecekleri yerde bildikleri 
gibi hareket etmeyi sürdürdüler. Yaptıkları bütün her şeye rağmen örgütümüz şimdi onlara 
son bir devrimci şans daha tanımaktadır: Örgütün büyük bir çoğunluk iradesiyle ortaya çı‐
kan doğrultusu temelinde dürüst ve içten bir siyasal özeleştiri yapmalıdırlar, hizipçi faali‐
yetlerini  açık  yüreklilikle  ortaya  koymalı  ve  kurdukları  her  türlü  çevreci,  grupçu,  hizipçi 
ilişkilere derhal son vermelidirler. Aksi takdirde Konferansımız onları örgüt dışına düşmüş 
kabul edecektir. 
3. Konferansımız ile birlikte PARTİYE ve DEVRİME doğru yürüyüşümüzde zor ve sancılı bir 
dönemi geride bıraktık. Şimdi önümüzde iddialı hedefler ve kapsamlı görevlerin bizi bekle‐
diği daha zorlu bir süreç uzanıyor. Bunun bilincindeyiz. Önümüzdeki görevlerin ve zorluk‐
ların  büyüklüğü  gözümüzü  korkutmuyor.  Geleceğe  dair  içimizde  hiçbir  kuşku,  kaygı  ve 
güvensizlik yok! Tam tersine, ayakları yere basan komünist bir iyimserlik, umut ve özgüven‐
le doluyuz. Nereden geldiğimizi, hangi noktada bulunduğumuzu ve nereye varmak istedi‐
ğimizi  bugün  daha  iyi  görüyoruz  çünkü.  Bu  yolu  netleştirdik  ve  derinleştirdik.  Bizi  parti 
hedefimize ulaştırmakla kalmayıp bugün asıl olarak düşünsel bir darlaşma, sıkışma yaşayan 
TDH içinde ve giderek enternasyonal harekette SİYASAL ÖNCÜ bir konuma sıçratacak kap‐
samlı  bir  gelecek  perspektifi  ortaya  koyduk.  Bunun  içerdiği  iddialı  hedefleri  önümüzdeki 
süreçte maddi birer gerçekliğe dönüştüreceğiz. Örgüt olarak bu konuda en başta kendimize, 
sahip  olduğumuz  komünist  devrimci  niteliklerimize,  birikim  ve  potansiyellerimize  güveni‐
yoruz.  Tarihin  tanıdığı  en  devrimci  sınıfın  öncüleri  olarak  ML  ideolojimizin  şekillendirdiği 
irade  gücümüzü  ve  devrimci  dinamiklerimizi  en  üst  düzeyden  konuşturmakta  kararlıyız. 
Nicel  güçlüklerimizin  zayıflığı  bizi  ürkütmüyor.  Çünkü  tarihsel  bakımdan  devrimci  öncü 
yönelim ve politikaların kendi güçlerini büyütüp çoğaltarak yolunu açacağını biliyoruz. Ör‐
gütümüzün  tarihsel  hedef  ve  iddialarıyla  daha  ileri  bir  düzeyden  bütünleşme  yönelimine 
şimdiden girmiş olan yoldaşlarımızın sayısının her şeye rağmen hiç de az olmayışı, bu umut 
ve  güvenimizi  pekiştiriyor.  Zayıflıklarımızın  nerelerde  yattığını  ve  bunları  nasıl  giderebile‐
ceğimizi de biliyoruz. Bütün kazandırdıklarına rağmen sınıf mücadelesi pratiğine var gücü‐
müzle yüklenmemizi engelleyen bir sürecin geriye çekici etkileri ve dağınıklığından da kur‐
tulmuş  olarak  şimdi  bunların  üzerine  gideceğiz.  Sıradan  hiçbir  gelişme  tatmin  etmeyecek 
bizi. Çünkü parti hedefimiz ve tarih, TİKB ve onun kadroları olarak bizden sıradan bir dev‐
rimciliğin üzerine çıkmamızı istiyor. Tarihin bu beklentisini boşa çıkartmayacağız! 
PARTİYE ve DEVRİME BİR ADIM DAHA! 
YASASIN 3. KONFERANSIMIZ! 
YASASIN MARKSİZM‐LENİNİZM! 
YAŞASIN TİKB! 
 
 

 
PARTİ PARTİ PARTİ

ÖNSÖZ
Parti sorununu, teorik bir açılımla birlikte ele alıyoruz. Komünist partisinin dayanacağı ideolojik-
teorik ve geniş anlamıyla siyasal zemin üzerinden örgütsel teori yükselmektedir. Örgütsel ilke ve
kurallar, parti perspektifinin görevlerin sadece bunlardan çıkış alarak belirlenmesi, güne yanıt ver-
mekten bir hayli uzak olacaktı. Önderlik fonksiyonlarının bugünkü tanımlanması, kapsamlı bir yak-
laşımı zorunlu kılmaktadır.

Kendiliğindenlikle-bilinç ilişkisinin kuruluşu, aynı zamanda nasıl bir parti sorusunun yanıtının da çı-
kış noktasıdır. Dolayısıyla, bu noktadaki ayrım, partinin, önder ve yönetici bir nitelik taşıyıp taşıma-
dığının, günümüze uygun bir görev ve hedef belirlemesinin, işlevselliğin içerisinde olup olmadığı-
nın da ayrım noktasıdır. Önder ve yönetici bir parti mi, kaydedicilik, genel bir yönlendiricilik, rolü
kitlelere yardım etmekle sınırlı bir parti mi?

Kendiliğindenlikle-bilinç ilişkisi, nasıl bir örgüt sorusuna da yol gösterecek şekilde, siyasal ajitasyo-
nun kapsam ve içeriğinin ne olacağının belirlenmesini gerektirir öncelikle. İşçi sınıfına dışardan
götürülecek bilinç, siyasal ajitasyonun kapsam ve içeriğine ilişkin olarak daha geniş bir zeminde
belirlemeler yapılırken, sınıf hareketinin gelişimi içerisinde kaba burjuva ideolojik bilinç ve etkinin
yanı sıra daha etkili ve tehlikeli durumda olan sosyal demokrat, revizyonist, sendikalist, oportünist
akımların oynadıkları rol, ortaya konulmaktadır. Birincisinde, burjuva ideolojik etki ve bilincin siya-
sal olarak çeşitlenmiş, ideolojik-kültürel alanda çok daha geniş ve güçlendirilmiş bir hakimiyet kur-
muş ve toplumsal ör-günlük yaratmış olarak karşımıza çıkmasına yanıt oluşturacak kapsamlılıkta bir
siyasal ajitasyon ve eylemlilik istenilmektedir. Ki Lenin'in Ne Yapmalı'da "ekonomizm" karşısında
kuvvetli bir çubuk bükmeyle ifade ettiği proletarya ve burjuva ideolojisi arasındaki ayrım ve dev-
rimci siyasal bilinç oluşumu için siyasal ajitasyonun kapsamının ne olması gerektiğine ilişkin, gü-
nümüz için güçlü bir öngörü niteliğindeki sözleri bir temel oluşturmaktadır, ikinci noktada, sosyal
demokrasi, revizyonizm, sendikacılık, oportünizm kategorik olarak kendiliğinden hareketin ge-
lişiminde sınırlandırıcı bir etkide bulunurken, sosyalist siyasal bilincin kitlelere iletilmesinde, eylem
süreçlerinde rezonansın sağlanmasında engelleyici olmaktadırlar. Ki bu komünist partinin önüne
onlara karşı genel bir ideolojik siyasal mücadele yürütme göreviyle yetinmeyip, çok daha fazla ha-
reketin gelişme düzey ve biçimine uygun taktik, araç ve yöntemler geliştirerek bu engelleri yenme
görevini koymaktadır.

Her iki konuda, tartışma, tarihsel boyut ve köklerinden alınarak oportünizmin bugünkü biçimlerinin
eleştirisine doğru getirilmektedir. Keza, gerek propagandaya derinlik, ajitasyona güç ve zenginlik
kazandırmak, gerekse oportünist çarpıtmaların bolca yapıldığı bir alan olmasından dolayı alt yapı-
üst yapı ilişkileri konusuna teorik ve yöntemsel bir yaklaşım getirilmektedir. Burjuvazinin üstyapı
alanındaki etkinliğini artırması, bunun ekonomik temel üzerindeki karşı etkileri, üstyapı alanının
kendi içerisindeki etkileşimi konuları marksist çözümleme açısından önem kazanan ve geliştirilmesi
gereken konulardır. Teoriye hakimiyet zayıflığından olduğu gibi revizyonist bir perspektiften, idea-
list yöntemlere (dogmatik, deneyci, olgucu) kayılarak yapılan sınıfsal ve siyasal çözümlemeler orta-
lıkta cirit atmaktadır. Bu nedenle temel ilişkinin nasıl kurulması gerektiğini, ortaya koymak, başaşağı
edilmek istenileni düzeltmek gerekiyordu.

Üzerinde durulan önemli konulardan birisi kendiliğindenciliğin teorik dayanakları; bunalım dönem-
leri ve devrimci durumlar, objektif ve sübjektif koşullar arasındaki ilişkilerin kuruluşundaki ortaya
çıkış biçimleri, devrimci hareketin, oportünizmin bu alandaki tahrifatlarından kurtarılması yönünde
yapılan değerlendirmelerdir. Oportünizm, devrimci program ve stratejilerle taktik arasındaki bağı
kopartmakla karakterize olmaktadır. Dolayısıyla, bunalım dönemleri ve devrimci durumlarda, genel
olarak objektif koşullar üzerine devrimci taktiklerle dönüştürücü bir müdahaleden uzak bir tutum
içerisindedir. Güç ve olanaklar sorunu olmanın ötesinde bu konudaki teorik perspektif kayması,
komünist ve devrimci partilerin böylesi dönemler içerisinde etkili bir gelişme gösterememelerine,
başarısız olmalarına yol açmaktadır.

Emperyalizm çağı, aynı zamanda proletarya devrimleri çağıdır. Çağa niteliğini veren çelişkiler; sıç-
ramalı gelişmelere, alt-üst oluşlara, dönüşümlere açık olan çağın özellikleri, stratejik başarıyı koşul-
layacak bir taktiksel müdahalenin önemini büyütmektedir. Bu nokta üzerinde vurguyla durulmakta-
dır. Mücadelenin yeni koşullarına müdahalenin biçimleri, taktiksel etkinliğin büyütülmesi gerektiği
konusu, bir sosyal devrim partisi ile oportünist partiler arasında önemli bir ayrım konusu olarak
ortaya çıkmıştır. Komünist devrimci partilerle 2. Enternasyonal'in oportünist partileri arasındaki
ayrım ve kopuşun başlangıç halkasını da bu oluşturmaktadır. Gerçek bir devrimci parti için ölçüt,
program ve stratejisinin taktiğindeki yansıyış biçimi ve taktiğin stratejik başarıyı koşullayacak şe-
kilde yürütülmesidir.

Belirtilenler, partiye yapısal sağlamlıkla, mücadelenin değişen koşullarına uyum gösterebilecek ör-
gütsel esnekliği, farklı mücadele yöntem ve biçimleri uygulayabilme yeteneğinin kazandırılmasını,
ilkelere uygun politika yürütmekle, en yakın güçlerden başlayarak kitlelerin en geniş kesimlerine
ulaşıp onları harekete geçirebilecek politik açılımlar yaparak onları birleştirmeyi, öncü rolünü, an-
cak, bu nitelikleri kazanan bir partinin oynayabileceğini göstermektedir. Parti konusundaki görüşle-
rimiz, komünist partilerin kuruluş ve sonraki gelişme süreçlerinin eleştirel devrimci bir özümlenme-
si üzerinde yükselmektedir. Rusya, İtalya, Almanya, Bulgaristan, Arnavutluk vd. komünist partileri-
nin gelişmelerinin en üst ve olgunlaşmış hallerinin, güçlü ve gelişkin yönleriyle zayıf, eksik ve zaaflı
yönlerinin, sınıf mücadelesinin gelişmesi ve tarihsel koşulları içerisinde incelenmesine ve bunlar-
dan çıkarılan sonuçlara dayanmaktadır. Onbinlerce üyeye sahip, geniş işçi ve emekçi kitleri örgüt-
leyip seferber etme, bazıları proletarya ve halk devrimlerine önderlik etme gücüne ulaşmış, dö-
nemlerinde burjuvazi ve gericiliğin karşısına etkin ve büyük bir siyasal ordu olarak dikilmeyi ba-
şarmış bu partilerin tüm gelişkin yön ve niteliklerinden öğrenmek, bunları özümsemek şarttır. Bu-
nun yanı sıra devrimci bir eleştirellikle gelişmemiş hatta zaaflı yönlerinden de gerekli devrimci so-
nuçları çıkartabilmeyi de bilmek gerekiyor. Ki bu noktada, eksik ve yanlışların en kolay görünür
biçimlerinin değil, partilerin çoğu kere en gelişkin yönlerinden doğan, sapmalar düzeyine varabilen
hatalarının kavranılabilmesi de önemlidir. Tüm çetrefil sorunlarıyla birlikte komünist partilerin tarih-
sel tecrübesi büyük bir değere sahiptir. Sözcüğün gerçek anlamıyla ML'e ve proletaryaya bir hazine
sunmaktadırlar.

Günümüzde parti sorununun çözümü, sadece bu tarihsel tecrübelerin üzerinde yükseltilemezdi.


Birkaç on yıldır, azımsanamayacak bir tarihsel dönem boyunca komünist parti ve örgütlerin sınıf
mücadeleleri içerisinde yeterince etkili olamadıkları olgusuyla karşı karşıyayız. Bu sadece genel bir
parti düşüncesiyle ve tarihsel tecrübeden yararlanılmasıyla yetinilemeyeceğini gösterir. Komünist
partilerin bu süreçteki rolünün zayıflamasına, etkili olamayışlarına yol açan etmenler nelerdir? Eko-
nomik, toplumsal, siyasal gelişmelerden, sınıf mücadelesinin nesnel tarihsel sürecinden kopuk bir
değerlendirme kuşkusuz yanıltıcı olur; fakat bunun, özgün konuda yoğunlaşarak yapılması ve bir
numaralı öznel faktör olan partinin süreçteki rolünün zayıflamasını bu nesnel sürecin gelişiminin
ortaya çıkardığı sorunlara yanıt verme-verememekle birlikte değerlendirilmesi doğru olacaktır.

Partiyle devrim arasındaki stratejik bağları canlı tutan yaklaşımımız, sorunun temellerine, teorik
çözümüne götürmektedir bizi. Parti sorununun çözümü, burjuva kapitalist egemenliğin bugün ulaş-
tığı düzeye yanıt verecek, onu yıkıp devirme gücüne sahip çekirdeksel gücün yaratılması sorunu
olarak önümüze konulmaktadır. Parti konusu dahil, görevlerin bugünkü kapsamına uygun bir teorik
düşünce geliştiremeyen bir örgütün devrim sorununa yanıt vermesi olanaklı değildir.

Parti inşasında belirleyici olan komünist bir örgütün özsel yapısı ve nasıl bir gelişme gösterdiğidir.
Teorik-programatik, politik taktiksel ve örgütsel gelişimin bütününde ve her birinde sağlanacak
olan gelişme, ne kadar ileriye götürülmüşse nitelikli bir parti yapısına geçişin temelleri daha güçlü
bir şekilde atılmış olacaktır. Buna karşın, parti konusunda sadece kendi örgütsel gelişiminden çıkış
alan hiçbir düşünce, görece gelişkin bir ön temel yaratmış olsa dahi bugüne yanıt verecek bir parti
görüş ve pratiğine ulaşamaz. Öncü komünist partinin bugün çözmekle karşı karşıya olduğu görev
ve hedeflerle birlikte tanımlanması, bunun temelini oluşturan ideolojik-teorik, siyasal zeminin orta-
ya konulması zorunludur. Bu yaklaşım bizi, bir örgütün gelişmiş ya da gelişmemiş yönlerinin, örgüt
olarak geldiği düzlemin geleneksel partileşme görevleri açısından sınırlı bir irdelenmesi içerisine
sıkışıp kalmaktan kurtarmaktadır. Leninist örgüt anlayışına, temel düşünceye ve ilkelere bağlı kalı-
narak, örgütsel teorinin belli başlı alanlarında ve bütününde, bugüne yanıt verecek bir teorik içerik
kazandırılmaktadır. Burjuva egemenliğin ekonomik, toplumsal, siyasal, kültürel düzeylerde göster-
diği gelişme, aldığı biçimler, emekçi kitleler üzerindeki etkileri, geniş bir düzlemde parti teorisi açı-
sından incelenmektedir. Öncesinde, oportünizmin parti sorununda yaptığı aşındırmanın tarihsel
köklerine inilirken, güncel gelişme ve sorunlar karşısındaki yaklaşımları ve aldığı biçimler üzerinde
durulmaktadır. Amaç, nasıl bir zeminde mücadele ettiğimizin ve karşı karşıya olunan görevlerin
açıkça tanımlanmasını, bir tabloyu ortaya çıkartmaktır. Partinin örgensel yapısının, düşünce tarzı-
nın, eylem tarzının, kadrosal yapısının ne olması gerektiği de bu görevlerden doğmaktadır. Ki en
başta, örgüt ve kadrolarda güçlü bir ideolojik bilinç, sadece proletarya ideolojisinin temellerine
bağlı kalınarak değil peşisıra, teorik ve politik perspektiflerin güne yanıt verecek düzeyde geliştiril-
mesiyle sağlanabilir. Dolayısıyla komünist harekete işlevsellik kazandırmanın yanında onun çekir-
deksel gücü olan kadroların, bugün her şeyden fazla ihtiyaç durumunda olan, ideolojik bilinç dona-
nımıyla, örgütsel hedeflere yönelmenin manivelası ortaya konuluyor. Bu olmadan karşı karşıya
olduğumuz, büyük bir inanç, kararlılık, özveri, yaratıcılık ve inatla yürümemiz gereken görevlerden
bir teki bile başarılamaz.

Sosyalist düşünceye canlılık kazandırmak, kapitalizme güçlü bir alternatif olarak sunulabilmesi,
programatik düşüncenin yenilenmesini gerektirmektedir. Uluslararası ve ulusal ölçekte gelişmiş bir
kapitalizm, sosyalizm için maddi temellerin, ön koşulların daha fazla olgunlaşmasının da ifadesidir.
Devrimin aşamaları konularındaki stratejik belirlemelerde karışıklığa yol açmadan programatik dü-
şüncenin sosyalist propagandaya güç kazandıracak, onu ete kemiğe büründürecek bir içerik ve
canlılıkta sunulması, programın da buna temel hazırlayacak bir şekilde içeriklendirilmesi gerekmek-
tedir.1

Siyasal program düzeyinde kapitalizme güçlü bir alternatif oluşturacak canlı, dinamize edilmiş,
bunlara bağlı olarak güçlü bir çekim oluşturacak bir programatik düşünceye ulaşılmaktadır.

Komünist partisi ile proletarya arasındaki ilişki sorununa, proletaryanın kapitalizm içerisindeki konu-
mundan girilmektedir. Proletaryanın öncü konumunun iktisadi koşullarına girilmekte, kapitalist sö-
mürünün en öz biçimiyle karşı karşıya olan proletaryanın kurtuluşunun, bütün emekçi sınıfların ve
insanlığın genel kurtuluşuna götüreceği, buradan çıkış alınarak açıklanmaktadır. Keza artık-değer
sömürüsüyle kapitalizm arasındaki dolaysız bağa işaret edilerek, işçi sınıfının geleceğinin olmadığı
yönündeki spekülasyonlara, teknolojik gelişmelere bağlı olarak yürütülen ideolojik bombardımana
yanıt verilmektedir. Öte yandan, teknolojik gelişmelere bağlı olarak geliştirilen üretimin parçalara
ayrılmasının, iş örgütlenmesinin yeni biçimlerinin vd. sonucu ortaya çıkan, sınıfın kategorik olarak
bölünmesi ve üretim yerlerinin de daha parçalı ve dağınık bir yapı kazanmasıyla birleşik bir sınıf
tavrının geliştirilmesini güçleştiren etmenlere karşı kolektif işçi bilincinin geliştirilmesi görüşü ileri
sürülmektedir. Bu bölünmeye karşın, üretimin ve emeğin toplumsallaşmasının yeni biçimleri ve
düzeyi, sadece ulusal değil uluslararası düzeyde de kolektif işçi bilincinin geliştirilmesinin zeminini
sunmakta, aynı zamanda nesnel olarak, proletaryanın her türlü yerel düşünceden ve ulusal dar
görüşlülükten kurtuluşuna zemin hazırlamakta, enternasyonalist sınıf bilinci konumuna yaklaştır-
maktadır. (Kuşkusuz bu konuda pek çok engel vardır.)

Program sorunundaki yaklaşım, proletaryanın kapitalizm içerisindeki konumu ve öncü rolünün ele
alınışı, her iki konuda ileri sürülen görüşler, perspektif olarak yenidir. Teorik bir açılımı ifade etmek-
tedirler. (Ayrıca başlı başına el alacağımız konulardır.)

Partinin yapısal bileşimi, organsal ve kadrosal yapısı ele alınırken olsun, partinin alanlara dönük ör-
gütsel açılımları ve yayın faaliyetinin nitelik ve özellikleri ele alınırken olsun, ML'in ideolojik temelle-
rine dayanılmakta, hemen her konuda bu bağ kendi özgüllüğü içerisinde yeniden kurulmaktadır.
İdeolojik ilişkilendirme, üyelik, işbölümü ve uzmanlaşma, yeraltı ve yerüstü çalışması ve örgütsel

1
Devrimin içerisinde bulunduğu stratejik aşama konusunu sadece iktisadi gelişme düzeyine göre değil, toplumsal ve politik
gelişme düzeyine ve devrimin olası gelişme biçimlerine göre daha sonra ele alacağız.
çalışmanın sürekliliği, devrimci zorun kullanımı, siyasal görevlerle stratejik ilişkinin kuruluşu..., ko-
nularının ele alınışı için de geçerlidir.

Partinin örgütsel yapısı, değişik alanlarda yürüttüğü çalışmalar, kullandığı temel yöntem ve araçlar
arasındaki ilişki, organik bir bütünsellik oluşturmakladır. Örgütsel yapı ve çalışmanın tüm kolları
arasında kullanılan yöntem ve araçlarda organik bir bütünlük ve en yüksek bileşimin sağlanması,
çalışmaların senkronize edilmesi ve bunu süreklileştirmek, parti niteliğinin ifadesidirler. Bu onun,
özsel özelliklerini barındırmakla birlikte henüz bu düzey ve niteliğe çıkamamış parti öncesi örgütle
ayrımının ifadesi olduğu gibi, belli örgütsel biçimlere, belli araç ve yöntemlere dayanıp tek yönlü
bir gelişme sağlayan (şu veya bu yönde), konjonktürel dalgalanmalar içerisinde stratejik he-
deflerden kopan, oportünist parti ve örgütlerden yöntemsel ve niteliksel bir ayrımı da oluşturur.

Parti üzerine görüşlerimiz -yazı-, iki ana bölümden oluşmaktadır. Örgüt teorisi için ideolojik-teorik,
genel bir siyasal zeminin konulduğu birinci bölüm; Örgütlenme teorisi, partinin yapısı, bileşimi,
araç ve yöntemler... Birinci bölüm, örgütlenme teorisine kapsam ve derinlik kazandırmakta, gelişti-
rilmesine temel oluşturmaktadır. Örgüt perspektifi, örgütsel görevlerin kapsamı, örgütün yapısı,
profesyonel devrimci kadro yapısının özelliklerinin nasıl olması gerektiği buradan çıkış almaktadır.
Bunların her birisi, görevlerin kapsamına uygun olarak ve Leninist örgüt ilkelerine bağlı kalınarak,
yeniden ve genişletilerek tanımlanmaktadır. Örneğin, çok daha gelişkin ve yetkin bir parti düzeyine
ulaşmak için onun çekirdeksel gücü, profesyonel devrimci kadro yapısının özellikleri yeniden ta-
nımlanmaktadır.

İkinci bölümde, örgütsel gelişme sürecimize, parti inşa görevlerine gelişkin bir parti yapısının ölçüt-
lerinin içerisinden bakılmaktadır. Bu belli bir gelişme gösteren, örgütsel yapısı ve çalışması eskisine
göre biraz farklılaşan bir örgütün kendisini parti olarak ilan etmesi gibi, geleneksel düşünceden
ayrılmaktadır. Görevlerin kapsamı itibariyle, ideolojik-teorik, siyasal ve örgütsel yönlerden (teorik-
programatik gelişme, Leninist örgütsel-kadrosal biçimlenme, politik pratik etkinlik, işçi sınıfıyla te-
mel bağların kurulması..) bütününde ulaşılan belli bir gelişme düzeyi, partiye geçişin koşullarını
oluşturur. Bunların bazıları görece daha gelişkin, bazıları görece daha zayıf da olabilir. İçerisinde
bulunulan dönemin özellikleriyle birlikte bütününde sağlanan gelişme nedir; ona bakılmalıdır. Bu
anlamda genel yöntemsel yaklaşımda bir farklılık değildir söz konusu olan. Farklılık, bunların her
birisine ve bütününe ilişkin olarak görevlerin kapsam ve içeriğinin ne olacağının, devrim ve sos-
yalizmin stratejik görevlerinin yerine getirilmesi, sisteme alternatif bir çekirdeksel gücün yaratılması
için görevlerin yeniden tanımlanmasıdır.

Bu bir bütün olarak ölçütleri farklılaştırmakta, büyütmektedir. Genel olarak faaliyetin bir yönünde
etkin, örgütsel yapılarını buna göre oluşturmuş, politikada ilkesizliğe kolaylıkla kayabilen çeşitli kü-
çük burjuva partilerden farklı olarak proletaryanın devrimci partisi, nihai amacıyla bağlarını hiçbir
koşulda kopartmayan bir ilkelilik içerisinde olmak, çok yönlü ve gelişkin bir mücadele yürütürken
bunları organik bir yapıda bütünleştirebilme özelliğini de kazanmakla yükümlüdür. Bu başlı başına
ayırdedici bir ölçüt niteliğindedir.

Bizim açımızdan ise, Örgütümüz, partileşme açısından önemli bir birikim sağlamıştır. Örgütsel-
kadrosal yapı gelişmiştir. Çeşitli bölge ve alanlarda, değişik sınıf ve kesimler içerisinde faaliyet yü-
rütülmektedir. Örgütsel çalışma çeşitlilik kazanmıştır. Teorik ve programatik gelişmede bugüne
yanıt verecek ana halka yakalanmıştır. Dönemsel politika ve taktik geliştirmekte ileri bir gelişme
sağlanmıştır, istenilen genişlikte değilse de belli başlı temel bölgelerde örgüt çalışması yerleşmek-
tedir. Öte yandan yenilen darbelerin de önemli etkisinin olduğu örgütsel pratik etkinliğin istenilen
düzeyde olmaması, işçi sınıfının devrimci partisi olma, gücünü sınıftan alan, sınıf temeline dayanan
bir parti olma yönünde atılan adımların zayıflığı gibi çözüm bekleyen temel sorunlar bulunmaktadır.
Son dönemde örgütün dönemsel politika ve taktik geliştirmekteki gelişkinliği ile bunları uygulama
noktasındaki örgütsel yetersizliği geniş bir açı oluşturmaktadır. Gerek bu sorunu devrimci bir geri-
limle ileriye doğru çözmek, gerekse bir bütün olarak altyapı yetersizliği olarak tanımlayacağımız,
teorik-programatik, politik taktiksel, örgütsel-kadrosal gelişmenin sorunlarını partileşmenin bugün-
kü ölçütlerine göre çözmek için sıçramalı bir gelişme çizgisi ve tempolu bir çalışma içerisine gire-
ceğiz. İşte bunu bir niyet olmaktan çıkarmak için, diyalektiğin devrimci yasası kendi gelişimimize
uygulanmaktadır. Örgütsel gelişme sürecimiz değerlendirilmekte, özsel ve devrimci olanın ilerle-
tilmesi ve sıçramalı gelişim, öte yandan geri, eksik ve bugüne yanıt vermeyen yönlerimizin devrim-
ci bir eleştirellikle aşılması yolu izlenmektedir.

Örgütsel açıdan büyük bir güç kaybına uğranıldığı bir dönemde parti sorununu kapsamlı ve yakın-
laşan bir görev olarak önümüze koyuyoruz. Örgüt çalışmasının eskisine göre bile birçok yönden
gerilediği bir dönemde bunun ortaya konulması, güçlüklerimizi daha çarpıcı bir şekilde açığa çıkar-
tacaktır. Konulan görevlerin kapsamlılığı, politikaların pratiğe taşınmasındaki örgütsel yetersizlik ve
açı genişliği, bunların yarattığı düşünsel ve ruhsal sıkışmalar, yeni kadroların birikim yetersizliği ve
yetiştirilme sorunu, eski ve temel kadrolardaki süreci, görevleri kavramadaki zayıflık ve bunlara
yanıt verecek bir dinamizm içerisinde olmayışları (çoğu bu durumdadır), uğranılacak yeni kayıpların
yaratacağı sorunlar, bugün ve önümüzdeki süreçte ciddi handikap ve sonuçlar yaratabilme özelli-
ğindedir. Öte yandan bu süreci, parti hedefleri doğrultusunda çok ilerden yarmanın teorik ve ör-
gütsel perspektifine, devrimci özsel yapısına sahibizdir. Zor olacaktır; örgütün güçlerinin şu anki
durumu, kısa dönemde hızlı ve sıçramalı bir gelişme olanağını vermemektedir. Ama bu süreçte
belirli bir perspektif gelişimi ve buna uygun bir güç birikimi doğmaya başlanmıştır. Ve şu anda,
hiçbir örgüt, sorunu, bizim aldığımız kapsamda ve derinlikte almamaktadır. Ve şu anda hiçbir örgüt,
güncel-dönemsel bazı sorunlara yanıt arama dışında bitmekte olan bir dönemden yeni bir döneme
geçişin sorunlarına, birikegelmiş ve daha temelden yanıtlanması gereken sorunlara çözüm arama
ve bulma çabası içerisinde değildir. Gerek özsel yapımız, gerek soruna yaklaşım ve yönelimlerimiz,
gerekse ortaya çıkmakta olan teorik-politik-örgütsel perspektifler ayırdedici bir çizgide, önümüzdeki
dönemi kucaklayacak bir çizgide gelişme olanağını bize vermektedir. Bu bir bütün olarak örgütün
kendisini daha ileri ve üst bir düzlemden örgütleme sorunudur. Buna gelişkin bir parti yapısı ve
onun ölçütlerinin içerisinden bakarak yönelmek, onlara yaklaşıldığı ve ulaşıldığı ölçüde gelişkin bir
önderlik düzeyine çıkma güç ve olanağını verecektir.

Belirtilenler, kadrolar açısından yüksek bir bilinci, teorik ve örgütsel perspektiflerin güçlü bir kavra-
nışına dayalı bir bilinci gerektirir. Tarih bilinci, örgüt bilinci, sınıf bilinci, gelecek perspektifi ile do-
nanmış, her türlü konjonktürel düşünce ve baskıdan kendisini kurtarmış, görevleri kavramış ve
süreçle güçlü bir ilişki kuran, bu temelde kendisini dönüştürebilen ve sıçramalı bir gelişme göste-
ren bir kadro yapısı ve bilincini gerektirir. Parti düşüncesi heyecan vericidir, bir komünisti yerinden
sıçratabilir. Fakat bize öncelikle ajitasyonel olmayan köklü bir parti kavrayışı ve parti bilinci gerek-
mektedir. Yüksek bir disiplin, yüksek bir bilinçten doğar. Kolektif ruhu biçimlendirecek olan ideolo-
jik-teorik, politik ve örgütsel görevlerin derin kavranışıdır. Ve bu derin kavrayış güçlü bir atılım duy-
gusu yaratır. Tüm yaşam, bu temellerde biçimlendirilmedir.

Olağan bir gelişim ve sorunların olağan bir çözümünün olamayacağı bir dönemdeyiz. Ne tarihsel
süreç, ne dönemsel özellikler, ne de örgütsel durumumuz sorunların bu kapsam içerisinde ele alı-
nıp çözümüne olanak tanımaktadır. Kesişen faktörler ve bunların yarattığı yapısal ağırlık (içerisin-
den geçilen dönemin özel güçlüklerini de buna ekleyelim), ancak, devrimci sıçramalı gelişmelere
çözücülük şansı tanımaktadır. Görevlerin kapsamlılığı, negatif faktörlerin yoğunluğu ile amaç ve
ideallerimizin büyüklüğü, görevlerin bilince çıkartılması ile onları başarma irademiz çarpışacaktır bu
süreçte. Yaşadığımız iç zorluklar da dahil, hiçbir engel tanımadan örgüt bu rotaya girecektir. Hangi
güçlükte olursa olsunlar, sosyalist amaç ve ideallerine sıkıca sarılmasını bilenler, an an onları doku-
yup tüm yaşamlarını bu uğurda hiçe sayanlar, devrimci gelişim ve yenilenmeye doyumsuz olanlar,
onlara ulaşmakta, gerçekleştirmekte kararlıdırlar.

7 Temmuz '97
PARTİ 2

"Büyük bir enerji, büyük bir amaç için doğar."


Stalin

Leninist parti, sosyal devrimin partisidir. Emperyalizm çağının özellikleri; çağa niteliğini veren çelişkiler ve
bunlardan doğan görevler yeni tipte bir partiyi gerektiriyordu. Koşullar sert sınıf çatışmalarının başladığını,
proletaryanın geniş çaplı mücadelelere hazırlanması gerektiğini gösteriyordu. Leninist parti bu tarihsel ze-
minde sosyal devrim örgütü olarak doğdu. Bir önceki dönemin, 2. Enternasyonalin, güçlü ve gelişmiş partile-
ri, koşullardaki bu değişime ayak uydurmaktan, kendilerini mücadelenin yeni koşullarına uyarlamaktan
uzaktılar. Kapitalizmin az-çok istikrarlı bir gelişme gösterdiği bir dönemde, objektif koşulların üzerinde şe-
killenmiş; bir dizi olumsuzluğu (legalist örgütlenme, parlamenter mücadele ve diğer barışçıl mücadele yön-
temlerinin başlıca biçimler olarak benimsenmesi, iktidar perspektifi içerisinde hareket etmemek gibi) barın-
dırıyorlardı. Örgütlenme biçimleri, mücadele tarz ve yöntemleri, gelenek ve alışkanlıklarıyla, mücadelenin
sertleşen, alt-üst oluşların olduğu yeni koşullarında, farklı türden bir örgütlenme ihtiyacı doğduğunda, ona
yanıt veremediler. Bu onların sonu oldu.

Leninist parti teorisine evrensellik kazandıran bu tarihsel koşullardır. O, proletarya devriminden doğdu. Pro-
letaryanın devrimci sınıf savaşımı içerisinde ve aynı zamanda 2. Enternasyonal oportünizmine karşı yürütü-
len mücadelede gelişti. Bu mücadele verilmeden, onlarla kesin bir kopuş sağlanmadan sosyal devrim başarı-
lamazdı.

KOMÜNİST PARTİLER, TARİHSEL DENEYİMLER…


ML partiler, pek çok devrimin başarısının ön koşulu oldu. Sovyet devrimi, Leninist partinin güçlü bir sınan-
masıydı. İzleyen dönemde, birçok ülkede, ML bir programa sahip olan partiler, gelişkin bir strateji ve taktik-
ler uygulayarak devrimlere önderlik ettiler. Devrimci dönemlere güçlü bir örgütsel yapı ve hazırlıkla girmeyi
başaran, her koşul altında mücadele etme yeteneği kazanmış Leninist partilerin varlığı, kazanılan zaferlerde
başta gelen etken olduğu gibi, yoklukları ya da tayin edici çatışmalar, kesin karar anları gelip çattığında ye-
terli önderlik düzeyine çıkamayışları da yenilgilerin önde gelen nedenidir. Bu bakış açısıyla, mücadelenin
belirli evrelerinde gelişme göstermiş, burjuvazinin karşısına etkin bir siyasal güç olarak dikilmeyi, bazıları
süreçleri devrimle taçlandırmayı başarmış olan komünist partilerin deneyimlerine örgütsel yapıları, stratejik
ve taktiksel sorunlara yaklaşımları, mücadele yöntemleri ile, ana hatlarıyla değerlendirelim.

İtalyan Komünist Partisi, 1919-20'deki işçi ayaklanmalarının ve 2. Emperyalist Paylaşım Savaşı döneminin
öncü partisi olan partinin deneyimleri... Gelmiş geçmiş proletarya partilerinin toplumsal bileşim yönünden en
safı, işçi bileşimi en yüksek olan (40 bin kadar üyeden 700-800'ü aydın) İKP, her iki dönemde de gelişkin ve
örgün egemen sınıflar ittifakını ve iktidarını parçalayıp yıkacak bir proleter eylem ve ittifak çizgisi geliştire-
memiştir, ittifak politikaları açısından devrimci bir esin kaynağı olacak Leninizm kabul görmüş ve doğru
biçimde yorumlanmış değildi. İtalya'nın tarihsel, toplumsal, siyasal koşullarının özgünlüğü içerisinde doğru
ittifak politikalarının geliştirilememesi, bir gölge gibi varolan ve daha sonraları revizyonistlerin "tarihsel
uzlaşma" teorisi olarak formüle ettikleri politikalar, devrimci sınıflarla ittifak ve iktidar için savaşım politika-
larının net bir şekilde geliştirilemeyişini ve yenilgiyi getirdi. İlk dönem, faşizm işçi hareketinin yenilgisi
üzerinden atağa geçti. Burjuvazinin proletarya devrimleri tehdidi karşısında ortaya çıkarttığı faşizm saldırısı-
na, örgütlenmesinin bu yeni biçimine karşı savaşımda yetersiz kalındı, İtalyan komünistleri ve Komünist
Enternasyonal, gerek faşizmin teorik olarak çözümlenmesi, gerekse ona karşı savaşımın siyasal ve askeri
olarak örgütlenmesinde bir arayış ve geçiş durumundaydılar. Tarihsel tecrübe eksikliği vardı; bundan dolayı

2
TİKB 3. Genel Konferans Belgelerinden
faşizmin gerici sınıflar ittifakının desteğini almış olarak hızlı ilerleyişi karşısında gereken hızda siyasal ve
pratik inisiyatif gösterilemedi.

2. Emperyalist Paylaşım Savaşımının bitimine doğru İtalyan Komünist Partisi (Fransız Komünist Partisi de)
halk kitleleri üzerinde geniş bir etkinlik kazanmış, iktidara yakın partiler durumuna gelmişlerdi. Fakat bunun
gerektirdiği iktidar organlarını, ortaya çıkmış olan antifaşist konseyleri bu yönde oluşturup iktidarı alma
inisiyatifini, özgüven ve cesaretini gösteremediler. Geleneksel uzlaşmacı politik perspektif, cephe politikala-
rına sağdan yaklaşım, emperyalist ve burjuva gerici baskının yoğunlaşması ve burjuvazinin iktidarı elde tut-
ma yönünde gösterdiği atak, onları bundan uzaklaştırdı.

Keza, İtalyan Komünist Partisi'nde marksist çizgi ve pratik yeni koşullara yanıt verecek düzeyde gelişti-
rilememişti. Ve parti içerisinde blokların varlığı içte teorik ve siyasal kargaşayı daha da büyüttü.

Almanya Komünist Partisi, tarihsel devamlılık ilişkisi içerisinde öncesi itibariyle ele alacak olursak, 2.
Enternasyonalin en güçlü, en yığınsal, en gelişkin partisiydi. Bebel'i, Liebknecht'i, Kautsky'i, Bernstein'ı,
Rosa Luxemburg'u içinde taşıyan bu parti, barikat savaşlarının yenilgiye uğradığı, kapitalizmin istikrarlı bir
gelişme içerisine girdiği 1870'ler sonrasında açık kitle çalışmasıyla, mücadelenin buna uygun biçim ve yön-
temlerini geliştirerek hızlı bir gelişme gösterdi. Sosyalizmi kitlelere taşıdı. Partinin yasal alanda örgütlenme-
si, parlamentoya dayalı biçimlerin ön plana çıkması, sendika ve kitle örgütlerinde gelişme... Kurumsal yapısı,
güçlü örgütsel mekanizmaları ve oturmuş gelenekleri olmasına karşın bir önceki dönemin koşullarına göre
örgütlenmiş ve onun oportünist sınırlılıklarını taşıyan bu parti, karşıdevrimin de saldırıya geçtiği bir devrimci
durumun koşullarına kendisini uyarlayamadı. Büyük bir güce dayanmasına karşın daha 1910'lara gelinirken
gelişmekte olan kitle hareketine önderlik edemedi; mücadelenin sokağa dayalı yöntemlerine geçiş yapmadı.
Bu parti sürekli kanatlı bir yapıdaydı. Emperyalist Paylaşım Savaşı döneminde daha açık bir şekilde ortaya
çıkan, hantallaşmış gövde, onun siyasal oportünizmini koşullayan etmenlerden birisi oldu. Sosyal şovenizme
saptı. Lenin'in 2. Enternasyonal Partileri için söylediği şu sözlerin en çok geçerlilik taşıdığı partilerden birisi
SPD'dir.

"19. yüzyılın sonundaki nesnel koşullar oportünizmi olağanüstü güçlendirdi, legal burjuva olanak ve fırsat-
ların kullanılmasını legalizme tapma durumuna getirdi; işçi sınıfının içinde ince bir bürokrat katman yarattı,
sosyal-demokrat partilerin saflarına birçok küçük burjuva 'yoldaş'ı çekti." (Sosyalizm ve Savaş)

Rosa Luxemburg ve arkadaşları, sosyal şovenizme karşı enternasyonalist tutum aldılar. 1916'da Spartakist
Birliği kurdular. KPD (Almanya Komünist Partisi) ise devrim başladığında (1918-19) kuruldu. Devrime
yanıt verecek tek parti KPD idi. Fakat gereken hazırlıkları yapamamıştı ve gereken birikimlere sahip değildi.
1. Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrasında Almanya'da devrim yenilgiye uğradı. Devrimin yenilgisinde köy-
lülüğün ve küçük burjuva kitlelerin devrime çekilememesi, işçi-asker konseylerinin dağınık yapısı, burjuva-
zinin katliam kılıcını bizzat sosyal demokrasinin sallaması gibi etmenler belirtilebilir. Komünist parti önder-
liğinin rolü ve düzeyi açısından değerlendirecek olursak, Rosa Luxemburg'un önder ve yönetici parti anlayı-
şına uzak kendiliğindenci parti düşüncesi, devrimin eşiğine kadar, bu nitelikte bir fonksiyonel parti yapısına
geçilmesinde frenleyici ve engelleyici bir rol oynamıştır. Bu görüş, mücadele ettiği oportünist unsurlarla
örgütsel bir ayrışmaya uzun bir süre geçmemek, önderlik sorununu geriye çekerek kitlelerin inisiyatifi rolü-
nün abartılması, devrimi önceleyen koşullara ve devrim anına hazır girilememesine yol açtı. Spartakist Birli-
ğin gecikmiş örgütlenmesi ve AKP'nin son andaki kuruluşu nedeniyle, Partinin çeşitli deneyimlerden geçe-
rek tecrübe kazanması ve olgunlaşması, parti önderliğinin parti güçleri, partinin sınıf ve kitleler üzerinde
otorite kurması sağlanamadı. Dolayısıyla, bu, ortaya çıkan işçi ve asker konseylerinde partinin siyasal inisi-
yatif ve etkinlik düzeyinin devrim anının ihtiyaçlarına yanıt verecek düzeye çıkamamasına yol açtı.3

KPD antifaşist savaşımda da örgütsel yapısı, mücadele yöntemleri açısından tarihsel-geleneksel bir takım
sınırlılıklarla karşı karşıyaydı. Parti legaldi ve örgütsel açıdan yeraltına geçmekte zorlanıyordu. En alt yöne-
tici komiteleri dahi biliniyordu. Yeraltında asgari bir temel olmadığı, bu yönde alışkanlık ve gelenekler
oluşmadığı için partinin yönetici güçlerinin yeraltına çekilmesinde dahi büyük bir güçlük yaşandı. Legal
mücadele biçimleri ön planda olduğundan faşizmin saldırılarına militan mücadele biçimleriyle karşılık ve-
rilmesi istenilen düzeyde, hız ve yoğunlukta gerçekleşmiyordu. Mücadelenin bu biçimlerine uygun gelenek-
ler, yaşanılan devrim deneyimlerine karşın zayıftı. Dolayısıyla milis ve askeri yöntemler geliştirilmesinde iyi
örnekler de yaratılmasına karşın, faşizmin yükselişine denk hız ve tempo, örgütsel düzey yaratılamadı. Zo-
runlu bir esnekliği gerektiren sosyal demokrat parti ve sendikalara üye işçi kitlelerini çekme politikası da bu
konuda yavaşlatıcı bir rol oynadı. Sosyal demokrat parti ve sendika yöneticilerinin komünistleri saldırganlık
ve terör yaratmakla suçlaması karşısında, öncesinde militan mücadele gelenekleri oluşmadığından, söz konu-
su kitleleri kazanabilmek için daha esnek ve dikkatli bir politika ile yaklaşılıyordu. Sosyal demokrat taban-
dan belli bir kopuş sağlanmasına ve komünist partisinin de güç kazanmasına, kitle desteklerini büyütmesine
karşın bu, faşizmin yükseliş temposunun gerisinde kaldı. Almanya'da tarihsel gericilik birikiminin yoğun-
luğu, faşizmin hızlı yükselişi ve devlete egemen oluşunu kolaylaştıran başlıca etmenlerden birisiydi. Sosyal
demokrasinin ihaneti ise faşizmin zaferinde belirleyici rol oynadı. KPD'nin hataları bunlar gözardı edilerek
değerlendirilemez. Kaldı ki, E. Thaelmann'ın, partinin deneyimlerinin ışığında, daha sonra Komintern'in
faşizme karşı mücadele politikalarını geliştirmesine katkı sağlayan, politikaları geliştirici yoğun çabası oldu.4

Mücadele tarihi ve gelişimi itibariyle bizim için en öğretici partilerden birisi, Bulgaristan Komünist Par-
tisi'dir. "Dar sosyalistlik" döneminde kimi örgütsel özellikleriyle Leninizme yakın olmakla birlikte politik bir
sektarizm içerisindeydiler. Henüz Leninizmin köylülükle ittifak politikalarını kavramaktan uzaktılar ve 1923
Haziranı'nda kanlı faşist darbe karşısında yansızlık politikası uyguladılar. Eylül'de de örgütlemeye çalıştıkları
karşı ayaklanma yenilgiye uğradı. Onlar da Rus komünistleri gibi, kapitalizmin ilk gelişme döneminden iti-
baren işçi sınıfı içerisinde çalışmaya başlamışlardı, işçi sınıfı ilk eylemleriyle birlikte komünistlerle de ta-
nışıyordu. Dolayısıyla bu partiye hep sınıf temelinde politik mücadele yürütme özelliğini kazandırdı.

Bulgaristan Komünist Partisi'nin bizim için öğreticiliği bunlarla sınırlı değildir. Aslolarak Ekim Devrimi'nin
sonrasında Leninist bir nitelik kazanmasıyla ve olgunlaştıkça ileri bir deneyimin örneklerini yaratmıştır. Fa-
şizme karşı savaşımda siyasal, örgütsel ve askeri yönlerden en gelişmiş ve yetkin örnekleri ortaya koymuş,
değişik sınıf ve tabakalar içerisinde örgütlenmeyi, cephe politikasıyla çok daha geniş güçlere önderlik etmeyi
başarmış bir partidir. Onun bu pratiği, Dimitrov'un şahsında Komintern'in faşizme karşı mücadele politikala-
rının geliştirilmesine teorik düzeyde bir katkı sağlamıştır. Legal ve illegal çalışmanın birleştirilmesinde, de-
ğişik alan çalışmaları içerisinde gelişkin örnekler yaratılırken süreçlere uyum göstermekte yaşanılan iç zor-
lanmalar, alanlarda ortaya çıkan politik kayma ve sapmalarla mücadele ve onların aşılmasıyla da paha biçil-
mez dersler sunmaktadır. Bulgaristan Komünist Partisi, işçi sınıfı ve devrimci sendikal çalışma, gençlik,
kadın çalışması, askeri alan, parlamento ve belediyeler..., çok değişik alanlarda oldukça gelişkin bir çalışma
ortaya koyarken bunların hemen her birisinde ortaya çıkan taktiksel hatalara ve sapmalara karşı mücadele
etmek zorunda da kaldı.

Arnavutluk Komünist Partisi, Komintern'in de yardımlarıyla devrimin arifesinde kuruldu ve varolan dev-
3
Lenin'in parti görüşüne "ikamecilik" eleştirisi yükleyerek Rosa Luxemburg'un kendiliğindenci ve menşevizme yaklaşan parti görü-
şünü "aşağıdan inisiyatif", "bürokratizme olanak tanımama" gibi yaklaşımlarına dayanak oluşturduğu düşüncesiyle sahiplenenler, bu
iki ayrı parti görüşünün iki ayrı devrim pratiği içerisindeki sınanmalarını karşılaştırıp sonuç çıkartmaktan uzak dururlar.
4
Bugün EMEP, KDP'nin kötü bir taklitçisi olmaya çalışıyor. Tarihsel bir tecrübeden eleştirel devrimci bir şekilde öğrenmek yerine
KPD pratiğine 2. Enternasyonal gözlüğünden bakıyor. Faşizm tehlikesiyle karşı karşıya kalındığında, Thaelmann'ın partiyi yeraltı
temelinde örgütlemek ve politik savaşımın militan biçimlerine geçme yönünde gösterdiği çabayı doğru şekilde yorumlamıyor, yok
sayıyor.
rimci duruma politik inisiyatifle müdahale etti. Parti olmanın zorunlu koşulu haline gelen grup ve çev-
reciliğin yenilmesi, ML'e sadakat ve Leninist örgüt ilke ve kurallarını uygulamaktaki ısrarlılık, özgücüne gü-
ven ve oportünizme karşı uzlaşmaz tavır bu partinin örnek devrimci özellikleridir. Modern revizyonizme ve
üç dünyacı oportünizme karşı mücadelenin başını çekmesiyle de uluslararası komünist harekette öncü bir rol
oynamıştır. Başında Enver Hoca'nın bulunduğu AEP'nin, ML mevzileri korumakta gösterdiği güçlü direniş,
bugünkü atılımımız için bir köprü işlevi görmekte, güçlü bir dayanak oluşturmaktadır.

Leninist teorinin pratiği üzerinde yükseldiği Bolşevik Partisi'nin deneyimleri ve öğreticiliği başta gelir. Bol-
şevik Partisi, gerçek bir sosyal devrim partisi niteliği kazanarak gelişimi içerisinde proletarya devrimine
önderlik etme yeteneğini göstermiştir. Iskra, Marksist bir partinin ideolojik ve örgütsel ilkelerinin konuldu-
ğu Ne Yapmalı ve Bir Adım İleri İki Adım Geri, Partinin örgütsel inşasının ilk ve temel düşüncelerini
içeren yapıtlardır. Başlangıçta oldukça zayıf bir temelde kurulan parti, çeşitli aşamalardan geçerek proletarya
devriminin muzaffer partisi haline gelmiştir. Parti 1905 Devrimi'ne oldukça dağınık bir yapıda girdi. Lenin'in
"Yeni Görevler, Yeni Güçler", "Partinin Reorganizasyonu Üzerine" makaleleri, örgütsel ve kadrosal
yönden Partinin 1905 devrim koşullarına geçiş yapabilmesini sağlamak, parti kadrolarında varolan dar ve
yeraltıyla sınırlı, kitlelerin değişik kesimleriyle ve çok geniş ölçeklerde ilişki kurmaya alışık olmayan tarzın
kırılması içindi. 1905 Devrimi, kitlelere olduğu gibi en başta partiye gelecekteki devrimi yönetmek için bü-
yük bir tecrübe sağladı. 1905-1907 Devriminin yenilgisinden sonra parti büyük güç kaybına uğradı. Çok
sayıda parti üyesi akın akın partiyi terkettiler. Onbinleri bulan üye sayısı yüzlere düştü. Parti örgütleri dağıl-
dı. Parti yaşama savaşı veriyor, yenilgi döneminin dersleriyle kendisini eğitiyor, geri çekilmeyi ve o koşul-
larda mücadeleyi sürdürmeyi öğreniyordu. Bu dönemde yeraltı örgütünün tasfiyesine çalışan sağ tasfiyecili-
ğe ve legal fırsat ve olanakların değerlendirilmesini yadsıyan sol tasfiyeciliğe karşı mücadele edildi. Bu mü-
cadele taktiksel ve örgütsel olduğu gibi felsefi-teorik boyutlarda da derinleştirildi.

1912, Bolşeviklerin bütünüyle ayrı bir parti temelinde örgütlenmelerinin tarihidir ve bir devrimin ve bir ye-
nilginin dersleriyle kendisini eğitmiş ve sağlam teorik-programatik, örgütsel ilkeler üzerinde yükselen Parti,
yeni bir yükselişin koşullarına kendisini hazırlamaktadır. Ve bu açılım, devrimin eğittiği işçi kitleleriyle bu-
luşabilmek ve devrimin yeni yükselişini kitlesel düzeyde kucaklayabilmek için legalde çıkartılan Pravda
gazetesi ile gerçekleştirilir. 1917, Bolşevik Partisinin devrimin içerisinde taktiksel sorunları çözerek kitlelere
önderlik ettiği bir süreçtir. Leninizmin taktiksel başarısı, devrimin iç gelişme evrelerinin ortaya çıkardığı
sorunları çözümlemekte olduğu gibi, bu gerek menşevizm ve benzerlerine, gerekse parti içerisindeki sapma-
lara karşı mücadele ile gerçekleşti. Lenin'in Enternasyonal düzlemine de taşıdığı, çeşitli komünist partilerin
yanılgılarına karşı mücadeleyi de içeren Sol Komünizm "Bir Çocukluk Hastalığı" yapıtında toplanmış
makaleler, partinin strateji ve taktiklerinin geliştirilmesinin önemli derslerini içermektedir.

Bolşevik Partisi, savaş yıllarında tam bir çözülme ve çürüme sürecine giren, marksizme ihanet edip, sosyal
şovenizme kayan 2. Enternasyonal partilerine karşı savaşım bayrağını yükseltti ve bunu Ekim Devrimi'nden
sonra Komünist Enternasyonal'in kuruluşuna önderlik ederek taçlandırdı.

Leninist partinin temel örgütsel ilkelerinin ortaya çıkışı ve belli bir bütünlük kazanması (partinin irade ve
eylem birliğinin en üst düzeyde ifadesi olarak "hiziplerin varlığıyla bağdaşmazlık" ve "partinin oportünist
unsurlardan saflarını arındırarak güçleneceği" gibi ilkeler) 10. Kongre'ye kadar uzanır. Tüm bu süreç, aynı
zamanda parti inşasının sürekliliğini gösterir. Narodnizmin yenilgiye uğratılmasından itibaren işçi sınıfı ze-
minine dayanılarak gerçekleştirilen parti inşası, teorik-programatik, örgütsel ilk kuruluş döneminden sonra
bir büyük devrim deneyimi ve onu izleyen süreçte yaşanılan yenilgi ve alt-üst oluşlardan sonra yeni devrim
sürecine bütünüyle ayrı örgütlenmiş olarak oldukça hazırlıklı ve güçlerini büyütmüş olarak girdi. Devrim
sürecinde her türlü olanağı kullanarak ve kitlelerin taleplerini, hareketin gelişme biçimlerini doğru değer-
lendirerek usta taktiklerle geliştirmeyi bildi. Ve sonrası, ele geçirilmiş iktidarın ve proletarya diktatörlüğü
altında sosyalist kuruluşun önder ve yönetici partisi olarak yaşanılan, zengin deneyimlerle doludur.

Çeşitli partilerin deneyimlerinin ele alınışında, genel bir kural olarak devrimini yapmış partileri, süreçlerdeki
eksiklerini, yanlışlarını yenmeyi başarmış, zorlanmalarını aşabilmiş ya da bunları devrim yapmalarına engel
olmayacak düzeylere indirebilmiş, ML çizgiyi başarıyla uygulamış partiler olarak görmek gerekir. Almanya,
İtalya, Yunanistan gibi devrim yapmanın eşiğine gelmiş güçlü komünist partilerin durumlarını değerlendir-
diğimizde ise, devrimci durumların varlığını ve genel koşulların birçok yönden elverişliliğini gözönünde
tuttuğumuzda, sübjektif hataların oldukça belirleyici olduğu sonucunu çıkartabiliriz. Ki bu partiler birçok
yönden oldukça gelişkin, işçi sınıfı ve halk kitlelerinin desteğini önemli ölçüde arkalarına almış, askeri güç-
lere sahip olan partilerdir. Devrimci durumların tek tek ülkeler düzeyindeki derinliği, karşıdevrimin ulusal ve
uluslararası çaptaki örgütlenme ve o ülkeye yöneliş düzeyi, işçi sınıfının ve müttefiklerinin durumlarının ne
olduğu vb. parti dışındaki nesnel ve öznel etmenlerin durumlarının, dolayısıyla koşulların elverişlilik-
elverişsizlik derecesinin ayrıca bir değerlendirilmesi yapılabilir. Ki bu devrimin gerçekleştiği ülkeler, özel-
likle 2. Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrası halk devrimlerinin gerçekleştiği ülkeler için daha da fazla gere-
kebilir. Bu açıdan genel değerlendirmelerin bazı tarihsel haksızlıklara yol açma tehlikesi de vardır. Fakat bu
niteliksel bakışa ilişkin söz konusu olamayacağı gibi, burada amaç, komünist parti deneyimlerinin eleştirel
devrimci özümlenmesi ve bugünkü örgütlenme düzeyimizi yükseltecek teorik perspektiflerin ortaya çıkar-
tılmasıdır.

Değişik dönemler içerisinde ve farklı koşullarda mücadele etmiş komünist partilerin deneyimleri, bizim için
son derece zengin ve güçlü bir tarihsel miras oluşturmaktadır.

PARTİ TEORİSİNİN, PARTİNİN ÖNDER VE YÖNETİCİ ROLÜNÜN


GELİŞTİRİLMESİ İHTİYACI NEREDEN DOĞUYOR?
Pratikteki gerileme! Son birkaç on yıla baktığımızda komünist partilerin önderlik rolünü yerine getirmekte,
günün ihtiyaçlarına yanıt vermekte yetersiz kaldıkları görülür. Ki bu aynı zamanda parti konusunun teorik bir
erozyonu ile içice gelişmektedir.

Geçen sürede, ML teorinin birçok konusunda, proletarya devriminin temel sorunlarında olduğu gibi, parti
teorisi de erozyona uğratıldı. ML parti teorisine saldırıp onu etkisiz hale getirmeye çalışan başlıca akımlar
sosyal demokrasi ve modern revizyonizmdir. Partinin önder ve yönetici niteliğini zayıflatmaktan yadsımaya
varan, tümüyle karşısına geçen bu akımların payı ve rolü azımsanamaz. Günümüzde yeni oportünizm sarı
bayrağı onlardan devralmıştır. Leninist parti teorisi üzerine yapılan tahribatın bilinen ve açığa çıkarılması
daha kolay olan türlerinin dışında, hâlâ onu sahipleniyormuş gibi görünen, temel özelliklerini deformasyona
uğratmış oportünistler de vardır. Leninist parti teorisinin tüm bu ince tahribatlarına karşı onu yeniden dev-
rimci temeller üzerinde yükseltmek gerekmektedir.

Günümüzde parti sorununu teorik düzlemde ele almamızı gerektiren tek neden bu değildir. 2. Emperyalist
Paylaşım Savaşımı'nın bitiminden bu yana komünist partilerin öncülüğünde bir proletarya ve halk devrimi
gerçekleşmedi. Savaş sonunda Doğu Avrupa'daki birçok ülkede gerçekleşen devrimlerde ise, savaşın, Sov-
yetler Birliği önderliğinde Büyük Antifaşist Savaşa çevrilmesinin ve onun enternasyonalist katkısının payı
büyüktü. Arnavutluk, Bulgaristan gibi ülkelerde komünist parti örgütlenmeleri ve iç dinamikler daha güç-
lü, diğerlerinde görece zayıftı. Bu ülkelerin tümünde savaşıma komünist partiler öncülük ettiler; dünya ko-
şullarında doğan elverişli koşulların yardımıyla zayıflamış burjuva iktidarlar devrilerek, halk iktidarları ger-
çekleştirildi. Bu özgünlük de düşünülerek, biraz daha geriye giden bir tarihsel perspektifle, antifaşist savaşı-
mın parti sorunuyla ilişkili kimi yönleriyle birlikte ele alınması, parti konusuna daha derinlemesine bir bakış
sağlayacaktır.
50-60 yıllık bir tarihsel dönem söz konusu olunca, objektif ve sübjektif etmenlerin birlikte değerlendirilmesi
gerekir. Biz burada, konuyu belli bir yönden, parti sorunuyla ilgili bazı sonuçlar çıkarmak için ele alacağı-
mızdan, objektif süreçle ilgili olarak bazı belirlemeler yapmakla sınırlı kalacağız. 2. Emperyalist Paylaşım
Savaşı sonrasında Doğu Avrupa'daki devrimleri izleyen dönemde derin devrimci durumlar ortaya çıkmadı.
Emperyalist-kapitalist sistemin krizinin derinleştiği kimi evreleri, burjuvazi ve gericilik, sosyal demokrasinin
ve ikinci büyük ihanet dalgası olarak gelişen modern revizyonizmin desteğiyle, onların işçi ve emekçi kitle-
ler üzerinde kurduğu hakimiyetten yararlanarak savuşturmasını bildi. Bu dönemde ideolojik-teorik yönelimi
ML olan pek çok parti kuruldu. Bu partiler kendilerini politik güç olarak ifade etmekte, proletarya ve halkın
yığınsal devrimci savaşımını örgütlemekte başarılı olamadılar. Ekonomik, toplumsal kriz koşullarında politik
müdahaleyle sınıf mücadelesi şiddetlendirilerek burjuvazinin ve gericiliğin çıkmazının derinleştirilmesi yo-
luna girilemedi.

Bir bütün olarak bu dönemde, devrimlerin objektif koşullarının dünya genelinde daha fazla olgunlaşmasına
karşın devrimci durumların sınırlı kaldığı, yığınları adeta devrime doğru sürükleyen özgüllükte, derin dev-
rimci durumların oluşmadığını görmekteyiz. Kimi yarısömürge ülkelerde, yer yer bölgesel düzeylerde, eko-
nomik krizle birlikte tarihsel-toplumsal, siyasal çelişkilerin keskinleşmesiyle görece ileri devrimci durumlar
ortaya çıktı. Nikaragua gibi, antiemperyalist demokratik bir devrimle sonuçlanan, bu düzeye varmasa da
silahlı-silahsız yığınsal bir gelişme gösteren devrimci hareketler de oldu. Gelişen hareketlerin sınıfsal özel-
liklerinden dolayı, küçük burjuva radikalizminin hareketin bu şekline daha ilgili olduğu ve bu süreçte daha
öne çıktıkları söylenebilir. Bu söylenirken şunun da görülmesi gerekir: Kendilerini sosyalist formlarla ifade
elden küçük burjuva devrimci hareketleri, parti sorunu, proletaryanın öncülük ve hegemonya sorunları başta
olmak üzere, Leninist strateji ve taktiğin derin solukluluğuna, sonal hedefe yürüme düşüncesine uzak olduk-
ları için, gelişme gösterseler de bir noktadan itibaren kırılmaya uğradılar ve sistem tarafından emildiler. Ni-
karagua Devriminin ve bu dönemde gelişen halkçı devrimci radikal küçük burjuva hareketlerin yenilgi-
lerinde, taşıdıkları bu kaçınılmaz zayıflıklar belirleyici oldu.

ML, parti ve öncülük yönünden bu dönemle ilgili olarak üzerinde durulması gereken, sadece, bu hareketlerin
sınıfsal özelliklerinin ve devrimlerin karakterinin –halkçılığı besleyen objektif koşullar– bu tür küçük burju-
va radikal devrimci örgütlerin gelişmesini kolaylaştırması değildir... Bu değerlendirme kolaylıkla yapılabilir.
Bizim açımızdan asıl önem taşıyan, proletaryanın niceliksel gelişiminin kiminde daha az, kiminde daha ge-
lişkin olduğu bu yenisömürge ülkelerde komünist parti ve devrimci proletarya hareketinin, demokratik anti-
emperyalist hareketi, halk devrimlerini kendi bayrağı altında geliştirememiş olmasıdır. ML yönelimli örgüt
ve partilerden bir-ikisi kısmen başarı kazandıysa da, ciddi bir gelişme gösteremediler. Komünist partiler,
sosyal demokrasi, modern revizyonizm ve sendikacılık tarafından kuşatılmış işçi sınıfını örgütleyip, blokajı
kıran bir çıkış sağlayamadılar. '70'li yıllarda ülkemizde ve Latin Amerika ülkelerinde ortaya çıkan devrimci
durumlarda, halkçılığı besleyen nesnel koşullara boyun eğilmesi ve örgütlerin bu zeminin dışına çıkamayış-
ları, sosyal demokrasi, modern revizyonizm ve sendikalizmin tüm blokajına rağmen işçi sınıfının bu dönem-
deki nispi devrimci hareketlenmesi içerisinde mevzilenememe ve güçlerin büyütülememesini getirdi. Bu en
başta komünist bir örgütün kendi sınıfsal zemininde gelişmemesi gibi sağlıksız bir sonuca yol açtı. Ayrıca, o
günün koşulları, güçlü bir şekilde sürecin proletarya devrimi yönünde evriImesine bütünüyle yol açmasa
dahi, gerçekleştirilecek mevzilenme işçi sınıfının gücünü tanıması ve öncü bilincini geliştirmesi yönünden
ileri bir adım olurdu. '80 sonrasında bütün bu ülkelerde işçi sınıfına karşı artan saldırıların, sınıf tarafından
politik eylemlerle göğüslenmesi için bir temel yaratılabilirdi. Tek tek her bir ülkedeki partiler açısından teo-
rik-programatik, stratejik-taktik gelişme zayıflıklarından, örgütsel müdahaledeki yetersizliklerden söz edile-
bilir. Her birisinin başarısızlıkta etki ve rolleri olmakla birlikte bunlarla açıklamak, tek tek nedenlere bağla-
mak yeterli olmayacaktır. Öncelikle üzerinde durulması gereken parti örgütlenmesinin bütünüdür. Komünist
parti ve örgütler, bu tarihsel süreçte, parti ve diğer örgütleriyle, mücadele biçim ve yöntemleriyle, burjuvazi
ve gericiliğin, faşizm, sosyal demokrasi, modern revizyonizm, sendikalizm ve egemenliğini pekiştirici diğer
yol ve yöntemlerini altedecek, etkin bir karşı güç yaratacak örgütlenme ve mücadele düzeyine çıkamamışlar-
dır.

Komünist partiler, devrimci durumların öncü partileri, sosyal devrimin partileridirler. Ölçüt olarak bunu al-
dığımızda varolan parti ve örgütlerin, örgütlenme ve mücadele düzeylerinin tarihsel rollerini oynamaya ye-
terli olmadığı görülür. Bu ise, bir bütün olarak sistemin karşıdevrimci örgütlenmesine en başta parti düzeyin-
den yanıt verecek bir örgütlenmenin yaratılması sorununun çözümü görevini önümüze koymaktadır.

Günümüzde parti sorununa, yaşanılan tarihsel gelişme ve deneyimlerin ışığında bakmalıyız. Bu dönemlerde
ortaya çıkan partilerin, kapitalizmin bunalım dönemlerinde ve devrimci durumlarda kitlelere önderlik etmek-
te ve devrimi geliştirmekteki yeteneksizliklerinden dolayı parti fikri zayıflamış, erozyona uğramıştır. Bizim
açımızdan ise bu ters yönde bir savruluşa yol açmıştır. Parolan partilerin durumu, hareketi geliştirmekteki
zayıflıkları, parti olmalarıyla olmamaları arasında gözle görünür, çarpıcı bir farkın bulunmayışı, bizde, parti
düşüncesini "mükemmeliyetçilik" biçimiyle geriye itmektedir. Bir tepkinin ifadesi olan mükemmeliyetçilik,
dar örgüt düşüncesiyle içice geçmiş, parti konusunda stratejik kavrayışı zayıflatmış, bütünüyle değilse de
kendiliğindenliğe terk etmeye götürmüştür bizi. Leninist bir örgütün çekirdeksel yapısına ve politikalarına
sahip olmak bu tespiti ortadan kaldırmıyor. Parti sorununu, güncel hedeflerin içerisinde stratejik bir görev
olarak kavrama ve çalışmanın sürekli olarak bu perspektifle yürütülmesi düzeyine çıkılamamıştır. Bu ise, bir
örgütsel çalışmanın aydınlatıcı ışığından, en önemli ışık kaynaklarından birisinden yoksun kalmaktır.

a) Komünist Partinin Daha İleri Düzeyden Örgütlenmesi ve Öznel Etmenin Di-


namik Rolü
Süreçlere dinamik müdahalede bulunacak ve kendisini daha ileri düzeyden örgütleyecek bir öncü parti fikri,
parti inşa düşüncesinin en temeline yerleştirilmelidir.

1) Emperyalizm çağında, mali sermayenin demokrasiden siyasi gericiliğe doğru eğilimi, faşizmle doruğuna
çıktı. Büyük Ekim Devrimi ve proletarya devrimleri tehdidinin büyümesi karşısında, burjuvazi, ona, daha
güçlü bir gericilik silahını kuşanarak, faşizmle karşılık verdi. Proletarya ve halkların devrimci mücadelesi
geliştiğinde, devrim tehdidiyle karşı karşıya kaldıklarında siyasal gericilik yoğunlaşıp faşizm biçimine bürü-
nerek, devrimin güçlerinin karşısına dikildi. Mali sermaye egemenliğinin aldığı bu son biçim, onun siyasal
çürümesinin doruğu, siyasal şiddet ve gericiliğin en yoğunlaşmış biçimiydi.

Faşizm silahı, yarısömürge ülkelerde sık ve yoğun olarak kullanıldı. Komünist, devrimci parti ve örgütlerin
gelişmelerinin engellenmesinde, büyüme kanallarının tıkanmasında, emekçi sınıfların, ezilen halkların hare-
ketinin tehdit altında tutulması ve bastırılmasında yoğunlaşmış siyasal şiddet ve gericiliğin, faşizmin rolü
büyük oldu.

Sınıfsal, ulusal antiemperyalist ve emperyalistlerin kendi aralarındaki çelişkiler, çelişkilerin keskinleşme


özelliği, burjuvazinin siyasal gericiliğe ve bunun en yoğunlaşmış kurumsallaşmış aracı olan faşist dik-
tatörlüğe başvurmasının temel nedenidir. En yoğunlaşmış haliyle emperyalizm çağına özgü bu çelişkilerin
varlığı, egemen burjuvazinin siyasal gericilik ve faşizm eğilimini besleyen etmenlerdir.

2) Egemen sınıfların komünist ve devrimci partilere, kitlelerin devrimci eylemine ve devrime karşı, onları
bastırmakta ve etkisizleştirmekte başvurduğu tek silah, siyasal gericilik ve faşizm değildir. Egemen burjuva-
zi, yine, bunalım dönemlerinde, devrimci sınıf mücadeleleri ve ezilen halkların kurtuluş eylemlerinin geliş-
mesi karşısında en etkili silah olarak şiddete başvurmaktan geri durmamaktadır. Hatta bugün bunun örgüt-
lenme biçimlerini, değişik türden açık ve örtük araçlarını, yöntemlerini daha fazla geliştirmişlerdir. Ve temel
bir gerçeklik olarak unutulmaması gereken faşizm, emperyalizm ve proletarya devrimleri çağının olgusudur.
Öte yandan, mali sermaye ve egemen burjuvalar, sadece şiddet yoluna başvurarak emekçi kitleleri sadece
onun biçim, yöntem ve araçlarıyla bastırıp etkisiz hale getirmemektedirler. En gelişmiş burjuva demokrasile-
rinde bile, o sürekli elde tutulmakla birlikte, burjuvazi bugün, oldukça gelişkin ince yöntem ve araçları da
kullanmaktadır. Emperyalist mali sermaye ve egemen tekelci burjuvaların ekonomik hakimiyetinin bugünkü
biçimleri, ezilen sınıfları ve halkları etkisiz hale getirmek için daha dolayımlı, aldatıcı yöntemler ge-
liştirmeye olanak vermektedir. İkincisi, siyasal alanda, sözümona parlamenter demokratik yöntemler, burju-
va partilerin alternatif çeşitliliği (bunların içerisinde özellikle sosyal demokrasinin ve revizyonizmin, sendi-
kalizmin sermayeye büyük destek sunan rolleri) kitlelerin tepki ve bilincini sistem içerisinde tutmakta kulla-
nılmaktadır. Üçüncüsü, emperyalizm ve egemen burjuvalar, sakınmaksızın bütün çağdışı ideolojilerin de
desteğini alarak, kendi kültürleriyle emekçi sınıfların toplumsal yaşam alanına derinlemesine ve yaygın bir
şekilde girerek, onlar tarafından bunun en kaba haliyle benimsenmelerinin yanı sıra daha çok onların konum-
larına uygun üretimiyle, üzerlerinde ideo-kültgrel bir hakimiyet kurmaktadırlar

Çok dolaylı yöntemler kullanarak, uluslararası kuruluşlarla ve ulusal düzeyde geliştirdiği araç ve ilişkilerle
de siyasetten ekonomiye müdahaleyi daha kolaylaştıran tekelci devlet kapitalizmi silahıyla, politikada en sert
ve esnek ya da içice geçmiş yöntemleri uygulama olanak ve yeteneğine kavuşmuş olmasıyla ve ideo-kültürel
manipülasyonla emekçi kitlelerin toplumsal ve bireysel yaşam alanına derinlemesine etki yapabilmesiyle
burjuvazi, ekonomik, sınıfsal ve politik egemenliğini eskisine göre çok daha güçlü bir zemine dayan-
dırmaktadır. Fakat bütün bunlar, sarmalında –en aldatıcı ve etkili yöntemler bile kullanılsa– daha yoğun sö-
mürü, artan yoksullaşma, yaşam koşullarının kötüleşmesinin sonucu olarak sınıfsal ve ulusal çelişkilerin
daha da keskinleşmesine yol açmakta, işçi sınıfını, emekçi kitleleri çürüme ve yokoluşla, özgürlük, ulusal
kurtuluş, devrim ve sosyalizm alternatiflerinden birini tercih etmeye doğru itmektedir.

3) Üzerinde durmamız gereken bir başka temel nokta, son birkaç on yıldır, derin devrimci durumların ortaya
çıkmamış olmasıdır. Birbirini besleyen çeşitli etmenlerin biraraya gelmesiyle doğan, güçlü yığın eylemleri
ve çeşitli toplumsal dinamiklerin içice geçmesiyle, birbirini izlemeleri ve güçlendirmeleriyle karakterize olan
dönemlerden farklı, görece geri koşulları göz önünde tutan bir öncülük sergilemek durumundadır komünist
partiler. Gelişimin önünü tıkayan engellere karşı daha güçlü, objektif koşullar üzerinde daha etkili ve daha
bilinçli, gelişimi tarihsel akış yönünde hızlandıracak bir sübjektif müdahalenin gerekliliği ortaya çıkmakta-
dır. Öncü komünist partinin fonksiyonlarının buna uygun olması gerekir.

Süreci, bugünkü tarihsel koşulları ve özellikleriyle bilince çıkartmış ve gelişme yönünden kavramış, kendi-
sini sistem karşısında onu dönüştürecek bir biçim ve düzeyde örgütlemiş bir partinin yaratılması, öncü ko-
münist parti inşasının ana perspektifi olmalıdır. Burjuva hakimiyetin günümüzdeki tüm biçim, araç ve yön-
temlerine karşı savaşım yürütecek, savaşımın tüm yönlerine kumanda edebildiği gibi, onları organik bir bü-
tünde birleştirmeyi başarabilen, bunun güçlerine, yapısına, yetenek ve özelliklerine sahip olan bir parti olma-
lıyız. Bu olmadan kazanamayız.

b) Kendiliğindenciliğin Teorik Dayanakları


Rusya'da Kuyrukçuluk-Ekonomizm, 2. Enternasyonal partilerinde "üretici güçler teorisi" temelinde ortaya
çıkan revizyonistler, kendiliğinden bilinç oluşumunu ve üretici güçlerin gelişip olgunlaşmasıyla kendiliğin-
den sosyalizme geçileceğini ileri sürmekteydiler. Bu görüşler; sosyalist bilinç ve öncünün rolünü yadsımakta
ya da zayıflatmakta, devrimin yerine evrimci bir sosyalizm düşüncesini geçirmekte, sosyalizmi ekonomik
koşulların gelişip olgunlaşmasına, kendiliğinden sınıf mücadelesine bırakmaktadırlar. Tarihsel toplumsal
gelişmenin yönünün sosyalizme doğru olmasından yola çıkarak bu görüşleri ileri sürmek, tarihsel ma-
teryalizmin yerine ekonomik materyalizmi geçirmektir. Felsefi, aynı zamanda siyasal yönden kadercidir, bu
görüş.

Günümüzde "üretici güçler teorisi"nden yola çıkan oportünist görüşlerin hortlatılması için zemin (maddi
koşullar) fazlasıyla elverişlidir. Kapitalist emperyalizmde üretici güçlerin genel olarak ekonominin gelişip
olgunlaşmasıyla ekonomik determinist görüşler, üretim teknolojilerinde sağlanan hızlı gelişmelerin –
bunların toplum yaşamına yansımalarıyla birlikte– sonucu olarak da teknolojik determinist görüşler ortaya
çıkıp yaygınlaşmaktadır.5 Bunların içerisinde robotu işçinin yerine geçirip özne rolü verenler, bilgi-işlem
teknolojilerindeki gelişme ve yaygınlaşmanın bireysel özgürlük ve eşitliği sağlamakta olduğu gibi ultra-
modernist neo-liberal görüşlerin savunucuları, keza aynı türden siyasal hakimiyet yerine, iletişim teknolojile-
rinin-medyanın etki ve rolüne ağırlık tanıyan ve egemenlik ilişkilerini buna göre açıklayan görüşler..., bu-
lunmaktadır. Bu konuda neoliberalizmin yeni peygamberlerinin görüşleriyle oportünist liberallerin görüşleri,
oldukça yakın ve iç içedir. Yeni oportünizm, emperyalizmin günümüzde had düzeye ulaşan tekelci gelişme-
sinin, üretimin toplumsallaşması ve toplumsal işbölümündeki ilerlemenin ortaya çıkarttığı; sosyalizmin, ka-
pitalizm içerisindeki maddi öncüllerinin çoğalmasını, oportünist görüşler için dayanak yapmaktadır.
Bernstein revizyonizminin üretici güçler teorisinin bu yeni versiyonları, ekonomik koşullardaki olgunlaşma-
dan yararlanarak, henüz kapitalizm içerisindeyken ekonomik-toplumsal bir dönüşüm için altyapı oluşturacak,
onu hızlandıracak araç ve kurumlar yaratmak görüşüyle ortaya çıkıyorlar. Kimileri "ekonomik" ("kooperatif
işçi fabrikaları", "hisse sermayeli ortaklıklar"), kimileri toplumsal (devletin dışındaki "sivil toplum" alanının
örgütlenmesi ve "hemen şimdi sosyalizm"i kurmaya yönelecek toplumsal modeller) "proje"ler geliştiriyorlar.
Bazıları siyasal sınıf savaşımını iyice geriye iten daha çok da onu reformize edip devrimci sınıf savaşımı
yerine evrimci sosyalist düşünceyi geçiren, ortaya şekilsiz bir toplumsal muhalefet çıkaran güçlerdir bunlar.
Neoliberalizmden beslenen, en somut ifadesini ÖDP'de bulan bu yeni oportünizm, eşyanın tabiatına uygun
olarak, çeşitli toplumsal muhalefet odaklarının kendiliğinden hareketine –yerel, sivil inisiyatifler, siyasal
kümelenmelere dayalı– evrimci dönüşümü sağlayacak menşevik, barışçıl, legalist bir parti görüşüne sahiptir.

Kaba materyalist teorilerden yola çıkan oportünistler, Stalin'den sonra Lenin'i de yadsıyıp sözde Marks'a
"dönmekte"dirler. (Bu dönmenin başta gelen nedeni Leninist parti ve devrim, proletarya diktatörlüğü teorile-
rinin yadsınmasıdır) Onlar marksizmi vulgarize etmişlerdir... Oportünist çarpıtıcılara göre, Marks ve Engels
ekonomik determinist, Lenin ise, volantaristtir. Bu görüş iki yönden, hem Marks ve Engels, hem de Lenin
cephesinden bir çarpıtmayı içermektedir. Teorik bir sistem oluştururken Marks ve Engels, o güne kadar
başaşağı edilmiş olanı tersine çevirmek, ekonominin belirleyiciliğini, sınıflar mücadelesinin gelişimini te-
melleriyle ortaya koymakla yükümlüydüler. Kapitalizmin iktisadi bir çözümlemesi, altyapı-üstyapı ilişkileri-
nin bu temelde açıklanması ve toplumların gelişimine maddeci diyalektiğin ışığının düşürülmesi neredeyse
tüm çalışmalarını oluşturdu. Yaşamlarının, zamanlarının çok büyük bir kısmında bununla uğraşmak zorunda
kaldılar. Fakat ne Marks ne de Engels, üstyapının dinamik rolünü, siyasetin ekonomi üzerindeki etkisini hiç-
bir zaman yadsımadılar. Belirli bir dönemi, bir olguyu ele aldıklarında, altyapıyla üstyapının karşılıklı etkile-
şimini içerecek şekilde daha bütünsel değerlendirmelere giriştiler. Çözümlemelerini hiçbir zaman politika
ekonomiyi izler, gibi düz indirgemeci bir yaklaşıma dayandırmadılar. Marksizmin bu şekilde vulgarize edil-
mesine karşı Engels'in J. Bloch'a 1890'da yazdığı mektup bu konuda açıklayıcıdır ve bir yanıt da oluştur-
maktadır.

"Genç yazarların kimi zaman (işin -çev.) iktisadi yanına gereğinden fazla ağırlık vermesinden Marks ve ben
kısmen sorumlu tutulabiliriz. Ama bunu yadsıyan hasımlarımızın karşısında bu ana ilke üzerinde durmak
zorundaydık ve üstelik karşılıklı etkileşim içinde bulunan öteki öğelerin hakları olan yeri almalarına ayıra-
cak zamanımız, yerimiz ya da fırsatımız her zaman olmuyordu. Ama bir tarih diliminin sunuluşu, yani pratik
bir uygulama söz konusu olduğunda, durum değişikti ve orada hiçbir yanılgı olamazdı. Ancak yine yazık ki,
5
Kendiliğindenciliğin günümüzdeki en kaba savunularından birisi, geriye dönüşlerden sonra ısıtılıp piyasaya sürülen Marks'ın "içere-
bildiği bütün üretici güçler gelişmeden önce, bir toplumsal oluşum asla yok olmaz" sözlerinden üstelik eksik aktarımla dayanak bul-
ma çabasıdır. Bu görüş "üretici güçler teorisi"ne geri dönmekte, emperyalizm çağının özelliklerini ve tek ülkede sosyalizm teorisini
yadsımakta, Sovyet devrimi öncesi Rusya'nın ekonomik geriliği nedeniyle iktidarın alınmasına karşı çıkanlarla birleşmekte, gelişkin
sosyalist kuruluş deneyimlerini içeren tüm bir tarihsel tecrübeyi yok saymaktadır. Yenik, çökmüş bir ruh halini yansıtan, beklemeci,
kaderci, kaba ekonomik materyalizme dayanan bu görüşler, kapitalizm içerisinde olgunlaşma ve dönüşümü sağlayacak, ekonomik,
toplumsal araç ve mekanizmalar keşfetmek için çaba harcamaktadırlar.
insanlar çoğu zaman bir kuramın ana ilkelerini, o da her zaman doğru olmayan bir biçimde öğrenir öğren-
mez onu tümüyle anladıklarını ve kolayca uygulayabileceklerini sanıyorlar. Yeni "Marksistler"in birçoğunu
da bu suçlamaların dışında bırakmayacağım, çünkü bu çevreden de en harika saçmalıklar çıkmıştır." Engels
bunları söyledikten sonra değerlendirmelerimiz için yol gösterici olacak, altyapı ve üstyapının karşılıklı etki-
leşimini ve nasıl ilişkilendirilmeleri gerektiğini de şu şekilde açıklar:

"Materyalist tarih anlayışına göre, talihteki belirleyici öğe en sonunda gerçek hayattaki üretim ve yeniden
üretimdir. Hiçbir zaman ne Marks ne de ben bunun ötesinde bir şey söyledik. Bu yüzden biri tutup da bunu,
iktisadi öğe tek belirleyici öğedir yargısı biçiminde ters anlayacak olursa, anlamsız, soyut ve saçma bir deyiş
haline getirmiş olur. İktisadi durum temeldir, ama üst yapının çeşitli öğeleri –sınıf mücadelesinin siyasal
biçimleri ve sonuçları– başarılı bir savaştan sonra zafere ulaşmış sınıfın kurduğu kurumlar, vb. -hukuk bi-
çimleri- ve hatta bütün bu gerçek mücadelelerin savaşçılarının beyinlerindeki yansımaları olan siyasal, hu-
kuki, felsefi kuramlar, dinsel düşünceler ve bunların giderek dogma sistemlerine dönüşmesi de, tarihsel mü-
cadelelerin gelişimini etkiler ve birçok durumda onların biçimlerinin belirlenmesinde ağır basar. Bütün bir
sonu olmayan rastlantılar (yani, iç bağlantısı çok az ve tanıtlanması olanaksız olduğu için yok saydığımız ya
da ihmal edebildiğimiz şeyler ve olaylar) kalabalığının ortasında iktisadi hareketin eninde sonunda kendini
zorunlu olarak gösterdiği bütün bu öğelerin karşılıklı bir etkileşimi söz konusudur. Böyle olmasaydı, kura-
mın seçilecek herhangi bir tarih dönemine uygulanması, birinci dereceden basit bir denklemin çözümünden
daha kolay olurdu." (Felsefe Yazıları, sf. 228)

Engels'in sözleri, altyapı-üstyapı, objektif-sübjektif koşullar arasındaki ilişkilerin nasıl ele alınması gerektiği
üzerine yöntemsel bir bakış sunmaktadır. Oportünizm, Marks'ın, başaşağı edilmiş olanı tersine çevirirken
bazı vurgularına ve naif ifadelendirmelerine sarılıp Engels'in bu açıklamasını örtbas etmektedir. Üstelik ta-
rihsel koşullar arasındaki farklar da gözardı edilip Marks ve Engels'le Lenin arasına kama sokulmaktadır.
Leninist örgüt ve devrim teorilerinin emperyalizm ve proletarya devrimleri çağının özellikleri temeli üzerin-
de geliştirilmesinin özgüllüğü de yadsınarak bir karşıtlık yaratılmak istenmektedir.6

Aslında oportünistlerin marksizmi vulgarize edip kaba materyalizmlerine dayanak bulmak için Marks ve
Engels'e kadar gitmelerine gerek yoktur. Ararlarsa bu konuyla ilgili Lenin'den de birkaç alıntı bulabilirler.
Bunun için onlara Lenin'in Halkın Dostları Kimlerdir, isimli yapıtını salık verebiliriz. Bu kitaptan bü-
tünlüğünden kopartılmış bazı alıntılar yapmak işlerine yarayabilir. Nitekim TDKP, parti konusundaki görüş-
lerini iyice sağa doğru çekerken bu kaynağı oportünistçe tahrif ederek kullanmıştır.7 Lenin bu yapıtında,
Narodnizmin öznel toplumbilimciliğine karşı, işçi sınıfının içerisinde bulunduğu ekonomik koşulların prole-
ter sınıf mücadelesini nasıl kaçınılmaz kıldığını ve bunu neyin sonucu olarak bir başka sınıfa karşı savaşım
halini aldığının tarihsel materyalist bir yorumunu yapar. Proletaryanın öncü rolünü bu temelde açıklar. İşte
Özgürlük Dünyası buna sarılıp burada durur. Oysa Lenin daha bu ilk yapıtında ekonomik materyalizmle sınır
çeker, "işçileri bir siyasal güç halinde sıkıca birleştirmek" için propaganda ve örgütlenmenin öneminden söz
eder, kendiliğindenci kaba materyalist görüşlerle ayrımını ortaya koyar:

"Filozoflarımız tarihsel olguları sahte bir ışık altında sunmalarına ve sosyalistlerin işçi sınıfı hareketine
bilinç ve örgütlenme getirmek için yaptıkları büyük çalışmaları unutmalarına ek olarak, Marks'a en anlamsız
yazgıcı görüşleri yakıştırıyorlar Marks'ın görüşüne göre işçilerin örgütlenmesi ve toplumsallaşması kendili-
ğinden olur ve dolayısıyla eğer kapitalizmi görüyor da, bir işçi sınıfı hareketi görmüyorsak, bunun nedeni,
işçiler arasında örgütlenme ve propagandada hâlâ pek az şey yapıyor olmamız değil de, kapitalizmin, göre-

6
Oportünistler, Marks'ın Almanya'da Komünistler Birliği'ncle ve 1. Enternasyonal'de özerklikçi anarşistlere karşı sıkı ve merkeziyetçi
örgüt fikrini savunduğunu da gizlemektedirler. Polemiğin karşıt tarafı olup Marks'ı karşılarına almış olduklarından, anarşistler bunu
açıkça söylemekte bir sakınca görmezler.
7
Özgürlük Dünyası, sayı 62 (Aralık '43) 'Proletarya ve Önderlik Sorunu'.
vini yerine getirmemesidir diye bize güvence veriyorlar. İstisnacı filozoflarımızın bu korkakça küçük burjuva
hilesini çürütmeye bile değmez." (H.D.K. sf. 198)

Günümüz oportünizminin bazı türleri, süreçleri dönüştürmek değil açıklamakla, kitlelerin kendiliğinden ha-
reketini izlemekle yetinen, revizyonist "üretici güçler teorisinin parti modeline bütünüyle bağlı görünmezler.
Onun açık bir şekilde savunulması benimsenmesi yoktur. Fakat onlar, "Devrim kitlelerin eseri olacaktır",
"işçi sınıfının kurtuluşu, kendi eseri olacaktır" (bu sözün ütopik sosyalizme, blankizme karşı işçi sınıfının ve
kitlelerin gücüne yapılmış bir vurgu olarak materyalist bir anlayışla söylenmiş olduğunu gözardı ederek) gibi
sözleri, kendiliğindenci yazgıcılığa yaslanmanın teorik altyapısı haline getirmişlerdir. Bu tür sloganların
arkasına saklanan inceltilmiş oportünizm türlerinde, devrim ve onu önceleyen süreçlerde partinin rolünü
propagandif etkinliğe doğru sınırlandırarak kitlelerin kendiliğinden eylemi ve rolünün abartılması vardır.
TDKP, Ekim gibi örgütler partinin program ve temel sloganları ile sınırlı, (hoş, bugün TDKP temel slogan-
ları da bir kenara bıraktı) genel bir politik önderlik düzlemi ile yetinilmesini öngören, öte yandan kendiliğin-
den hareketin gelişimine yaslanan, onun sloganları, mücadele ve örgüt biçimleriyle yetinen bir örgüt ve ça-
lışma tarzı modeline sahiptirler. Devrimci taktiği bütünüyle yadsır görünmemekle birlikte, onu budamakta,
Leninizmin "plan olarak taktik" düşüncesinden, uzaklaşıp kuyrukçuluğun "süreç olarak taktik" düşüncesine
yaklaşırlar.8 Özellikle EMEP, her yeni gün bir önceki günden daha fazla ekonomizmin seçkin örneklerini
vermeye başlamıştır.

Altyapı-üstyapı ilişkilerini salt ekonomiye dayalı olarak açıklayan oportünizm, bu kaynaktan beslenen görüş-
lerini kriz, devrimci durum ve devrim konularına doğru genişletir. Emperyalizm çağında kapitalizmin krizle-
ri sıklaşmıştır. Kendiliğindenci oportünizm tarafından yapılan abartılı kriz değerlendirmeleriyle bir kriz ede-
biyatı oluşturulmuş ve bu kaderci bir devrim anlayışının temeli haline getirilmiştir. Kriz ortamına yaslanma
ve ondan doğacak sonuçlara bel bağlama ve açık-örtük bir beklemeci eğilim egemen olmaktadır. Süreklileş-
tirilmiş ve abartılı kriz değerlendirmeleri, kitlelerin kendiliğinden hareketine aşırı vurgu ve uyum göstermek-
le birleştirilmekte ve bunun sonucu olarak, sistemin olgunlaşıp çürümüş bir meyve gibi kendiliğinden dalın-
dan düşmesi beklenmektedir.

Kriz dönemlerinde kitlelerin kendiliğinden hareketi gelişir fakat bu, sadece krize bağlı değildir. İşçi ve
emekçi kitleler üzerinde pek çok dağıtıcı, çözücü etki de yapar krizler. Böylesi dönemleri işçi hareketinin
durumu ve genel siyasal koşullarla birlikte değerlendirmek gerekir. Bütün krizler aynı sarsıcılıkta olmadığı
gibi, hepsi devrimci durumlara da yol açmazlar. Sadece ekonomik duruma bağlı olarak ele alınan, toplumsal
politik koşullardan bağımsızlaştırılarak yapılan kriz çözümlemeleri ve krizlerle devrimci durumlar arasında
otomatik bir ilişki kuruvermek yanıltıcı olacaktır. (Bu noktada, krizlerin iç unsurlarına tam hakim olunmadan
kriz çözümlemeleri ve devrimci durumla kapitalizmin krizlerini neredeyse eşdeğer görmek gibi yanlışlar
bolca yapılmaktadır.) Emperyalizm çağında kapitalizmin sıklaşan krizleri sınıfsal kutuplaşmayı derinleştir-
mekte, çelişkileri daha keskinleştirmektedir. Fakat krizler, kendiliğinden bir devrime yol açmayacakları gibi,
bir devrim tehdidi dahi oluşturmazlar. Tekelci kapitalistler, krizleri zamana yayarak, emekçi kitlelerin örgüt-
süz ve dağınık oluşlarından yararlanarak ya da bunu geliştirerek, onlara fatura etme yoluyla, ellerindeki dev-
leti gerek siyasal baskı gerekse ekonomik müdahaleler için kullanarak, emperyalist ekonomik kuruluşların
(IMF, Dünya Bankası) çözüm ve müdahalelerine yaslanarak bir şekilde atlatmanın yolunu bulmaktadır. Ge-
nel bir kural olarak krizler, güçlü bir öncülük ve inisiyatifle devrim yoluyla çözüme götürülmediğinde, bur-
juvazi er ya da geç ondan kurtulmanın bir yolunu bulacaktır. Kriz dönemlerinde artan sınıf çelişkilerini etki-
sizleştirmekte, büyüyen bir devrim tehdidi olduğunda ona karşı pek çok yoldan savaşmakta ustalaşmıştır. Bu
yönden burjuvazinin bir hayli deneyim kazandığını, böylesi dönemlerde birine ya da ötekine veya hepsine
birden daha fazla ihtiyaç duyduğu faşist, sosyal demokrat ve revizyonist partilerin –RP gibi dinsel politik

8
Sosyalist devrimci bir strateji ileri sürmesi Ekim'i kendiliğindenci bir taktik izlemekten alıkoyamıyor; tersine, devrimin siyasal gö-
revlerine olan uzaklığı –son dönemde bu konuda daha eklektik- kendiliğindenciliği besliyor.
güçlerin– oynadıkları özel rolü görürüz.

Tekelci devlet kapitalizmi politikaları (iç ve dış borçlanma gibi kriz yayıcı politikalar; ekonomik uygu-
lamalarla politik manevraları tek bir merkezden yürütme olanağı) kriz döneminin saldırı politikalarını uygu-
layan bir partinin yerine program ve yöntemsel bazı farklılıklar taşıyan bir başka partisini geçirebilmesi;
"sivil toplum" kuruluşlarını9 ikinci bir güvenlik supabı olarak ayrıca kullanıyor olması, ideo-kül-türel mani-
pülasyona daha geniş ölçekte başvurması, krizin çökeltici etkisini zamana yayma vb. politikalar, krizlerin
etki ve sonuçları yönünden hız kesici olmaktadır. Böylesi dönemlerde sıkça beliren, hükümet krizleriyle sı-
nırlı olmayan yönetememe krizlerine karşın, bununla içice doğan kitlelerin eskisi gibi yönetilmeme yönünde
gelişmeye başlayan istekleri, burjuva seçeneklerin (diğer burjuva partiler etkisizleştiklerinde oportünist libe-
ral partiler de olabilmektedir) içerisinde eritilmekte, kendiliğinden yığın eylemlerindeki artış, sendikalar,
reformist partiler aracılığıyla yatay düzlemde tutulmaktadır. Bunlar bütün olarak krizlerden devrimci durum-
lara geçişleri ve devrimci durumların derinleşmesini yavaşlatıcı bir etkide bulunmaktadır.

Kapitalizmin krizleri nesnel karakterlidir; dolayısıyla, önlenemezler. Burjuvazi onu ancak sözünü ettiğimiz
türden tedbirlerle yavaşlatabilir, yayabilir. Fakat ortadan kaldıramaz. Çapı ve derinliği büyük kriz dalgaları,
bunların kısa aralıklarla birbirini izlemesi, burjuvazinin bu tür politika ve tedbirlerini zorlar, zayıflatır, etkili
olmaktan çıkartır. Hatta bu politikaların süreklileşmesi, bir dönem sonra sorunu sistem sorunu olarak daha
belirgin bir şekilde ortaya çıkartır. Ayrıca krizler, temelini ve belirleyici unsurunu oluşturmakla birlikte sade-
ce ekonomik nitelikte değildirler; tarihsel, toplumsal, siyasal, kültürel etmenlerin hareketleri böylesi sü-
reçlerde birbirini etkileyecek şekilde hız kazanır.

Burjuvazinin nesnel koşullara sübjektif müdahalesi diyebileceğimiz politika ve tedbirlerini, devrimci prole-
tarya cephesinden daha güçlü bir sübjektif müdahale ile, etkili ve gelişkin bir parti önderliğinde emekçi sınıf-
ların yığınsal örgütlü eylemiyle karşılamak ve yenilgiye uğratmak gerekmektedir.

Komünist öncü, bunalım dönemlerinin olanaklarını, kendiliğinden yığın hareketlerindeki artışı, devrimci
doğrultuda geliştirerek kapitalizmin çıkmazını derinleştirecek güç ve yeteneği göstermelidir. O kitlelerin
hoşnutsuzluğunun ve tepkilerinin, doğabilecek bir devrim olanağının bastırılmasına izin vermemelidir. Böy-
lesi dönemlerde tüm silahlarını keskinleştiren, değişik güçleri devreye sokabilen, bir yöntemden diğerine
geçen egemen sınıfın tüm taktiklerini boşa çıkartacak, silahlarını etkisizleştirecek bir güce ve yetkinliğe
ulaşmalıdır. Öncü komünist partisi, kendisini mücadelenin "olağan" dönemleriyle sınırlamamalı, dikkatini
özellikle bu noktada toplamalı, hazırlıklarını buna göre yapmalıdır. Böylesi koşullarda önderlik yapacak
yapısal sağlamlık, çok yönlü gelişme, taktik ustalık, kadrosal ve kitlesel güç ve ilişki ağına sahip olmalıdır.

Şimdi bir de objektif koşullar, devrimci durumlara yaklaşım konularında oportünizmin tutumunu görelim.
Devrimci durumlar, bir anda ortaya çıkmazlar. Ortaya çıkışları ise, sadece ekonomik etkenlere bağlı değildir.
Aynı zamanda tarihsel, toplumsal, politik koşullara, sınıflar mücadelesinin seyrine bağlıdır. Devrimci durum
konusundaki ML öğreti, oportünistlerce çarpıtılmıştır. Onlar, devrimci durumu en üst ve olgunlaşmış haliyle
tanımlar ve beklerler. Devrimci durumun başlangıç ve gelişim süreçlerini, gelişimine yol açan etmenleri ve
bunların yönünü, onları hızlandırmayı düşünmezler. Devrimci durum konusundaki ince tahrifat, net bir tab-
lonun bütünüyle ortaya çıkıp çıkmaması ve bu süreçte sübjektif etmenin oynaması gereken rolün iyice sınır-
landırılması üzerine yapılır. Gelişkin ve yetkin bir komünist öncünün, bu süreçlerde oynayabileceği rolü;
devrimci taktiğin önemini, sınıftaki hazırlık derecesini vb.lerini gözardı eder ve darbelemeye çalışırlar.

9
Gramsci'nin ilerde değerlendireceğimiz önermeleri bir yana gelişmiş kapitalist ülkelerle ilgili şu belirlemeleri dikkate değerdir:
"Rusya'da devlet her şey, sivil toplum ise henüz filiz halinde ve iskeletsizdi. Batı'da devlet ile sivil toplum arasında kendine özgü bir
ilişki vardır ve devlet ne zaman sarsılsa sivil toplumun sağlam yapısı derhal açığa çıkardı".
"En ileri devletler örneğinde... 'sivil toplum' çok karmaşık ve doğrudan ekonomik unsurun felakete yol açan 'akımlar'ına (krizler, dep-
resyonlar vb.) direnen bir yapı haline gelmiştir." (Hapishane Defterleri, Aktaran J. Molyneux, Marksizm ve Parti, sf. 199)
Örneğin İşçi Partisi gibi ultra kendiliğindenci oportünistler, devrimi objektif koşullara bağlayabilmek için
Lenin'in "Marksizm ve Ayaklanma" makalesinden bir bölüm aktarıp oportünistçe yorumlamaktan kaçın-
mazlar. Lenin'in Ekim Devrimi öngününde yazdığı bu makaleden aktarma yaptıkları bölüm; "Yalnızca tek tek
grupların ve partilerin değil, aynı zamanda tek tek sınıfların bile iradelerinden bağımsız olan bu objektif
değişmeler olmadan, devrimin gerçekleşmesi, genel bir kural olarak olanaksızdır" sözleridir. Lenin bir dev-
rim dönemi içerisinde olguları somut olarak değerlendirilmesinin önemine, kuvvet ilişkilerindeki denge ve
değişmelerin sürekli hesap edilmesinin gerekliliğine işaret ediyor, henüz fiili güçlerine sahip olunmadan ye-
nilgiyle sonuçlanacak erken bir ayaklanmanın –Bolşevik Partinin Petrograd Komitesinin bazı üyeleri Nisan
sonunda böyle bir sol maceracı tutuma girdiler– önüne geçmeye çalışıyor, kesin darbe anının doğru belir-
lenmesinin yaşamsal önemine dikkat çekiyordu. Bu süreçte Parti kendisini koşullara ve kitlelerin kendiliğin-
den hareketine tabi kılan kendiliğindenci bir politik hat değil son derece gelişkin ve dinamik, gelişmelere
göre şu ya da bu yönde sürekli değiştirilen bir taktik çizgi izliyordu.

Sağ oportünizm, öncü komünist partinin, devrimci taktiklerle objektif koşullar üzerine dinamik müdahalede
bulunarak gelişimi hızlandırabileceğini yadsımasına karşılık, sol oportünizm, objektif koşulların gelişme
düzeyini; kriz, devrimci durum ve kitlelerin durumunu abartır, birbirine karıştırır. Emperyalizm çağında, tek
bir dünya kapitalist ekonomisinin ortaya çıkmış olmasıyla objektif önkoşulların dünya genelindeki varlığını,
tek tek ülkelerde devrimci durumların varlığı yokluğunu gözönünde tutmadan genelleştirir. Devrimci duru-
mun unsurlarını bir bütün olarak değerlendirmez. Ekonomik bunalımlarla devrimci durumları eşdeğer olarak
görmek, kitle hareketinin gelişme düzeyini abartmak, hükümet ve parlamento krizlerini sistemin krizi ile
aynı görmek, keza bir "yönetim krizi"nin varlığını kitlelerin sistem dışı bir alternatif arayışına girdikleri yö-
nünde abartılı değerlendirmelerle birleştirmek de sol oportünistlerde sık görülen durumlardır.10 Bunların
sonucu olarak, salt iradeci bir örgüt tutumu ve silahlı mücadelenin her dönemde temel olduğu sonucunu çıka-
rırlar. Öznelci iradeci düşüncelerin sonucu olan iradeci taktik ve yöntemler, kitle eyleminin gelişme düzeyin-
den ve devrimci durumların gelişiminden kopuk bir şekilde silahlı mücadeleyi temel alışları, hazırlıksızlığa,
erken çatışmalara ve yenilgilere neden olur.

Komünistler, küçük burjuva maceracılığının devrimi halkçılık çizgisine çekme çabasına karşı olduğu gibi,
onların öznel iradeci görüşlerine, sınıf mücadelesinin gelişme koşullarını gözönünde tutmayan her durumda
silahlı mücadeleyi temel alan, mücadeleyi belli biçimlerin içerisine hapseden ve bir uçtan öbür uca savrulan
(DHKP/C'de olduğu gibi, en sol taktiklerden ÖDP türü reformist politikalara birbirini izleyen dönemlerde
geçebilen) görüşlerine karşı sürekli bir mücadele içerisinde olmalıdırlar. Krizle birlikte toplumsal altüst oluş
ve yıkımların yaşandığı bir ülkede küçük burjuvazideki hareketlilik ve ara katmanların yoğunluğu, her za-
man sol maceracılığın taban bulmasına ve onu genişletebilmesine olanak sağlayacaktır. Devrimci bir yığınsal
işçi sınıfı hareketinin olmadığı koşullarda bu yöndeki eğilim ve tehlike daha büyüktür ve azımsanamaz. Sos-
yalizme doğru kesintisizlik içermeyen sınırlı küçük burjuva devrimci programların mücadelenin ortaya çı-
kardığı zorluklarla birlikte daha da geri biçimlere bürünmesi, uzlaşma ve teslimiyet içeren geri adımlara dö-
nüşmesi olasılığı –yaşanılan örnekler ve bugünkü dünya konjonktürü– nedeniyle bu mücadelenin eksiksiz
yürütülmesinin gerekliliği daha iyi görülür.

Küçük burjuva sol devrimciliğe karşı bizim bu tutumumuz, ML'i kaba materyalist bir kendiliğindencilik te-
orisi ile yozlaştıran, devrimin gelişmesini frenIemekten karşısına geçmeye kadar uzanan, emekçi sınıfları
düzeniçiliğe hapsetme çabası içerisinde olan sağ oportünizme karşı kesintisiz ve etkili bir mücadele yürütme-
mizi engellemeyecektir. ML komünist hareketin başlıca düşmanları bunlar olmuşlardır ve bugün de öyledir.
Lenin, Demokratik Devrimde Sosyal Demokrasinin İki Taktiği adlı eserinde oportünistlerin kendiliğin-
dene, kuyrukçu çizgileriyle ilgili olarak şunları söylüyordu: "Aynı şekilde Yeni Iskra Grubu da, gözlerinin

10
Örneğin, Partizan Sesi dergisinin 40. sayısının başyazısının başlığı şöyle: Sistem kriz üretiyor, kriz de kaçınılmaz olarak devrime
yol açacak. (16 Haziran '96)
önünde süren mücadele sürecinin akla uygun bir tanımını ve açıklamasını yapabilir; fakat, bu mücadelenin
doğru sloganını saptayamaz. Bunlar, iyi izleyiciler fakat kötü önderler olarak maddeci tarih anlayışını de-
ğersizleştirmekte ve devrimin maddi ön koşullarını görerek kendilerini ilerici sınıfların önüne koyan partile-
rin tarihte oynamaları gereken, aktif, öncü ve yol gösterici rolü hafife almaktadırlar." (Bütün Eserler; C. 9,
sf. 43 44) Menşevizmin tutumuna ilişkin olarak bunları söyleyen Lenin, objektif ve sübjektif etmenler ara-
sındaki bağı kurarken de, mücadelenin ancak, "Evlimin objektif akışı ve objektif durum üzerine tam bir ciddi-
yetle yapılan analiz ile devrimci enerjinin, devrimci yaratıcı dehanın ve kitlelerin devrimci inisiyatifinin –ve
de hiç kuşkusuz aynı zamanda– şu ya da bu sınıfı keşfederek, onunla ilişki kurmayı başarabilecek kişilerin,
grupların, örgütlerin ve partilerin devrimci inisiyatiflerinin" birleştirilmesiyle geliştirilerek devrimin başarı
kazanacağını belirtiyordu.

Sübjektif faktörün objektif koşullar üzerindeki etkisini ve dinamik bir rol oynayabileceğini küçültüp yadsı-
yan, dolayısıyla partinin önderlik rolünü sınırlandıran her düşünce devrimin gelişmesini baltalamakta, ola-
naksız hale getirmektedir. Oportünist partiler, parti-devrim ilişkisini objektif koşulların evrimleşip olgunlaş-
masına bağlamakta, tümüyle yüz çevirmemiş olanlar devrimci eylemleri ve devrimci şiddeti sadece bu özel
"an"la –devrimci durumla– sınırlandırmaktadırlar. Onlara göre, bu döneme kadar sürdürülecek çalışma, pro-
paganda-ajitasyon ve genel olarak kitlelerin yasalcı bir temelde örgütlenmesidir. Koşullardaki her değişimi,
her yeni durumu, devrimi hazırlama, yasal ve yasadışı devrimci kitle eylemleri geliştirme, kitlelerin devrimci
eğitimi ve örgütlenmesinin aracı kılma düşüncesinden uzaktırlar. Genel bir bilinçlendirme ve yön verme
çalışmasıyla, yasalcı bir temelde gerçekleştirdikleri örgütlenmelerle onlar, sözde bu özel "an"ın gelmesini
beklemektedirler. Kuşkusuz böyle bir "an" geldiğinde de, ona ve savaşımın devrimci biçimlerine en uzak
duracak olan, yine onlar olacaklardır.

Sağ oportünizm, devrimci durumlar ve ona giden koşullar arasına bir uçurum sokmuş ve bir "beklemecilik"
teorisi oluşturmuştur. Sözünü ettiğimiz sadece kaba modern revizyonist teoriler ve süreci parlementarist ve
barışçıl mücadeleden ibaret gören anlayışları değildir. Bu aynı zamanda, kitlesel harekete devrimci gelişme-
ye elverişli durumları değerlendirerek uygun mücadele ve örgütlenme biçimleriyle yönelmeyen, genel bir
propaganda ajitasyon düzeyinde kalan, barışçıl biçimlere fazlasıyla eğilim gösteren, önderlik görevlerini
sınırlandıran oportünizm türü için de geçerlidir. Lenin, "Devrimler, hiçbir zaman ısmarlama olarak meydana
gelmezler, Jüpiter'in kafasından fırlayıp çıkmazlar; ya da birdenbire tutuşmazlar Devrimler; daima hu-
zursuzluklar, bunalımlar, hareketler, ayaklanmalar ve devrim başlangıçları ile dolu bir süreci izlerler ve so-
nunda da, her zaman için (örneğin devrimci sınıf yeterince güçlü değilse) nihai başarıya ulaşmayabilirler"
(Bütün Eserler C. 21, sf. 451) demektedir. Lenin'in burada belirttiği, "... birdenbire tutuşmazlar. Devrimler;
daima huzursuzluklar, bunalımlar, hareketler, ayaklanmalar ve devrim başlangıçları ile dolu bir süreci izler-
ler" sözlerinde ifadesini bulan durumlarda bir komünist partinin rolü, işlevi ne olmalıdır? Eğer böylesi du-
rumlarda, sürece gelişkin bir müdahalede bulunabilecek bir parti varsa, kendini buna göre örgütlemişse, veri-
li objektif koşullarda bu hareketleri ulaşabileceği son noktaya kadar ilerletebilecektir. Eğer yoksa, bu hare-
ketler, başlangıç durumunda, kendiliğinden gelişmenin sınırlan içerisinde, sübjektif müdahalenin yetersizli-
ğiyle cılız ve sınırlı kalacaklardır. İşte bunun bir kader olmaktan çıkartılması gerekmektedir.

Son birkaç onyıldır, ortaya çıkan, az çok süreklilik kazanmış bir yükseliş gösteren yığın eylemleri, direnişler,
kitlesel patlamalar; ekonomik bunalımlar ve bunalımların toplumsal politik koşullan etkilediği, bu noktada
oluşmuş tarihsel birikmelerle kesiştiği durumlar, çok derin devrimci durumlar olmasa dahi, devrim yönünde
değerlendirilememiştir.11 Gelişen devrimci durumlarda, kitlelerin böylesi dönemlerde daha çok devrimci

11
Ülkemizde '60'lı yılların sonlarından itibaren, ekonomik ve siyasal savaşımın içice geliştirilebileceği ve sınıfın öncülerinin sosyaliz-
me kazanılmasına uygun bir zemin sunan işçi hareketi, '70'li yılların antifaşist devrimci halk hareketi sübjektif yönün zayıflığıyla ileri
götürülememiştir. Gazi ve onu izleyen süreç açısından da bunu -sınırlı bir durumla ilgili olarak-, hem kendimiz hem de diğer dev-
rimci örgütler için söyleyebiliriz. Olaylar içerisinde ortaya koyulan tüm çabaya karşın, örgütlerin hazırlık düzeyleri ve genel durumla-
rındaki zayıflıklar, bu hareketin daha ileri düzeye taşınmasını, sonuçlarından daha fazla yararlanılabilmesini önlemiştir.
eyleme yönelmelerine karşın, devrimin gerçekleşmediği tarihsel durumlar az değildir. Bu koşullarda dahi on-
lara önderlik edecek ve yönetecek bir parti yoksa, çok yönlü yetkinlik ve deneyime, emekçi sınıflara kabul
ettirilmiş bir önderlik gücüne sahip değilse devrim gerçekleşemez. Özellikle derin devrimci durumlarda kit-
lelerin eylemi ve bilinci devrim yönünde akar; bu olanaklıdır, fakat bundan devrimin kendiliğinden gerçekle-
şebileceği sonucunu çıkarmak, bir dizi taktik değişikliğin ve önderlik yoğunlaşmasının gerektiği o özel
evrede proletaryayı öncüsüz, öndersiz bırakmaktır. Lenin tam da böylesi koşullarda partinin gerekliliğini,
vazgeçilmezliğini şu şekilde belirtmektedir: "Sosyal ve ekonomik gelişim koşulları nedeniyle bir devrimin
olgunlaştığı her durumda devrimci sınıfların devrimi başaracak kadar güçlü olduğunu sanmak yanlıştır.
Hayır, insan toplumu, ilerici unsurlar için bu denli rasyonel ve bu denli 'elverişli' bir yapıya sahip değildir
Bir devrim olgunlaşmış olabilir; ama buna rağmen devrimi yapacak güçler, onu gerçekleştirmekte yetersiz
kalabilirler." (Bütün Eserler, C. 9, sf. 368)

Lenin'in tanımladığı böylesi durumlar, parti sorununun önemini büyütür. Sübjektif müdahale ne kadar güçlü
ve yetkin olursa, önderlik görevleri süreci devrimle taçlandırabilecek düzeyde gerçekleştirilebilir. Pek çok
ülkede işçi sınıfı ve devrimci halk hareketlerinin geliştiği, devrimci durumların ortaya çıktığı '70'li yıllarda,
modern revizyonizmin başlıca saldırısı sübjektif faktörün zayıflatılması noktasında toplandı. Enver Hoca bu
tavrın nedenini, koşullarla bağını kurarak şu şekilde açıklıyor: "Emperyalistler, diğer kapitalistler ve reviz-
yonistler, devrimin, bunalım dönemlerinde ve devrimci durumlarda kendiliğinden patlamadığını iyi bili-
yorlar. Bu nedenle dikkatlerini ve esas darbelerini öznel etkene yöneltiyorlar." (Emperyalizm ve Devrim, sf.
121)

Kapitalizmin bunalımlarının derinleştiği koşullar ve devrimci durumlarda, emekçi kitlelerin başına geçmek
ve devrimin siyasal ordusunun yaratılması bütünüyle öznel etkene, partiye bağlıdır. İşte bunun için revizyo-
nist-oportünist partiler, kendiliğindenlik teorisiyle leninist partiye saldırıyor, partinin önder ve yönetici rolü-
nü zayıflatmaya, hareketi ileriye, devrime doğru götürecek taktiklerini darbelemeye çalışıyorlar. Komünist
partisi böylesi dönemlerde sadece burjuvaziye ve onun açık karşıdevrimci partilerine karşı savaşmakla kal-
mamalı,''devrim itfaiyecileri" revizyonist ve oportünist güçlere karşı da ayrımını net çizgilerle ortaya koyan,
onların kendisini engellemesine olanak tanımayan bir mücadele çizgisi geliştirmelidir.

Tarihsel gelişmelerin gösterdiği gibi, sadece olgunlaşmış koşullara müdahale edecek, ondan güç alıp onu
devrimle taçlandıracak bir parti değil, koşullardaki olgunlaşma yönündeki belirtileri, gelişmeleri güçlü bir
önderlikle alıp ileriye, verili koşullarda ulaşabileceği son noktaya kadar götürme yeteneğine sahip bir parti-
nin yaratılması ve sürece onunla müdahale gereklidir. Bunun için, öncü komünist partisi, kendisini tek bir an-
la, tek bir durumla sınırlandırmamalıdır. Mücadeleyi her durumda geliştirme yeteneğine sahip olmalıdır.
Ulaştığı gelişkinlik düzeyiyle, bunalım dönemleri ve devrimci durumlarda kat kat artan karşıdevrimci saldırı-
ları etkisiz hale getirmeyi başarmalı, gelişen kitle hareketlerinin yenilgisine ve devrim olanağının bastırılma-
sına izin vermemelidir. Komplike bir yapıya sahip, sürecin tüm karmaşasına hakim olabilecek, taktik yönden
gelişmiş, böylesi dönemlerde politik bakımdan hata yapmayacak –çok az hata yapacak– kadar yetkinleşmiş,
örgütsel bakımdan büyümüş ve sağlam güçlere dayalı, kitlelerle çok sayıda ve çeşitli örgütsel araç ve yön-
temle bağ kurabilen, mücadeleyi birçok cepheden örgütleme gücüne ve yeteneğine sahip olan bir sosyal dev-
rim örgütü, bunu başarabilir. Leninist partiler, sosyal devrimin partileridir. Belirtilen özelliklere sahip, bu
tipte bir partinin yaratılması önümüzde başlıca görev olarak durmaktadır.

Kendiliğindenlik-siyasal bilinç; partinin rolü


Nasıl bir parti sorusuna verilecek yanıtın çıkış noktasını kendiliğindenlik ile siyasal bilinç arasındaki ilişki-
nin nasıl kurulacağı oluşturur. Partinin nasıl bir çizgide örgütleneceğinin, örgütlenme biçiminin, partiyle sınıf
ilişkisinin ve işlevlerinin ne olacağının yanıtları özsel olarak gelir bu konuda toplanır. Kendiliğindenlik-
siyasal bilinç ilişkisinin kuruluşundaki yaklaşım farkı, politika ve taktiklerde, öncülük ve kuyrukçuluk ara-
sındaki ayrım olarak; partinin temel işlevinin ne olacağı konusunda ise, "önder ve yönetici bir parti" mi, ro-
lünü işçi hareketine "genel bir yönlendirme ve yardım ile sınırlandıran bir parti mi, biçiminde iki ayrı yanıt
olarak ortaya çıkar.12

Bilincin kendiliğinden hareketin içerisinden doğup onunla birlikte gelişeceği biçimindeki oportünist görüşle,
sosyalist bilincin işçi sınıfına dışardan götürülmesi gerektiği yönündeki ML görüş, bu konulardaki tartışma-
ların başlangıç noktasıdır. Belirttiğimiz gibi, parti sorununa doğru genişleyen ve bu açıdan daha da büyük
önem kazanan tarihsel-teorik bir tartışmanın konusu da olmuştur. Tüm unsurlarıyla da (mücadele anlayışı,
örgütlenme, taktikler...) partinin rolü konusundaki bugünkü tartışmaları aydınlatıcıdır ve bu açıdan güncel bir
öneme sahiptir.

Burjuvazi ile proletaryanın sınıfsal durumundaki karşıtlık, proletaryanın bilincine aynen yansımaz. Genel bir
kural olarak, maddi üretim araçlarını elinde tutan sınıf, entelektüel üretim araçlarını da elinde tutar ve kendi
düşüncesini, egemen ideoloji ve bilinç olarak, sanki onların da düşünceleriymiş gibi, tüm topluma kabul
ettirir. İşçi sınıfında da ekonomik, toplumsal durumuna denk bir bilinçsel karşıtlık kendiliğinden oluşmaz.
Egemen sınıfın ideolojisi, proletaryayı da egemenliği altına alır. İşçi sınıfında salt üretim içerisindeki konu-
munun ve kapitalizmin genel iktisadi koşullarının yansıması olarak sosyalist siyasal bilinç oluşumu gerçek-
leşmeyeceği gibi, kapitalistlere karşı ekonomik istemler doğrultusunda birlikte hareket etmekle başlayan
kendiliğinden mücadelesiyle de ona ulaşamaz. İşçi sınıfının bu yolla elde edeceği bilinç, kendiliğinden hare-
ketin ön gelişimiyle sınırlıdır; ileriye doğru gelişimi burjuva ideolojisinin, sadece dışsal olmayan günümüzde
çok daha derinleşmiş olarak onun toplumsal ve bireysel yaşam alanına giren, kapsamlı bir engellemesi ve
baskısı ile sınırlandırılmıştır. Toplumda küçük bir azınlık durumunda olan bir sınıfın, egemenliğini nasıl ko-
ruyabildiğini açıklarken Lenin şunları söylemektedir: "Eğer, bir yandan kitleleri sersemletip, bitkinlik, korku,
dağınıklık (kırlar!), bilgisizlik içinde bırakan ve diğer yandan burjuvazinin eline işçileri ve köylüleri toptan
aldatan ve aptallaştıran dev bir yalan dolan aygıtı vermeseydi, kapitalizm, kapitalizm olmazdı".

Gerektiğinde, iktidarını tehlikede gördüğünde en yoğun biçime bürünebilen baskı ama sadece bununla sınırlı
olmayan, işçi sınıfı ve emekçi kitlelerde adeta içselleştirmeye varan bir yanılsamaya yol açan, politik, kültü-
rel çok yönlü ve kapsamlı bir manipülasyonun varlığı söz konusudur. Bundan dolayı işçi sınıfının içerisinde
bulunduğu durum; sömürü, baskı ve sefaletin egemen olduğu çalışma ve yaşam koşullarından dolayı "kendi-
liğinden sosyalizme doğru çekildiği'' yönündeki görüşlere Lenin, daha o zaman şu yanıtı verir: "Çoğu kez
buna garanti gözüyle bakılır. Ama Raboçeye Dyelo'nun unuttuğu ve çarpıttığı da işte budur. İşçi sınıfı
kendiliğinden sosyalizme doğru çekilir; ne var ki, en yaygın (ve sürekli olarak ve çeşitli biçimler altında can-
landırılan) burjuva ideolojisi, kendisini işçi sınıfı üzerinde kendiliğinden daha da büyük ölçüde kabul ettirir"
(Ne Yapmalı, sf. 50)

İşçi sınıfının 200 yılı aşkın tüm bir mücadele tarihine baktığımızda kendiliğinden hareketin, sınıfı ken-
diliğinden sosyalizme götürecek nitelikte bir bilinçsel değişiklik yapmadığı ve yapamayacağı görülür. Olay-
ların akışının ve buna bağlı olarak emekçi sınıfların bilinçsel gelişiminin de hız kazandığı hatta sıçramalara
yol açtığı kimi devrimci dönemler olmuştur. O kesitlerde devrimci etkiyle birleşen olayların eğiticiliğinin
ötesinde tüm bir tarihsel sürece yayılmış toplumsal, siyasal birikimler bu gelişmeyi ortaya çıkartmaktadır.
Kitlelerin bilincinin ve eyleminin sosyalizm yönünde itilmesi, o tarihsel koşullarda ayrıca özel bir önem de
kazanmaktadır. Bu deneyimlerin ışığında da bakıldığında, özellikle bugün üzerinde daha çok durmamız ge-
reken, burjuva ideolojisinin "sürekli olarak ve çeşitli biçimler altında canlandırılması"dır. Genellikle burjuva
ideolojisinin en kaba ve açık haliyle yetinilseydi, işçi ve diğer emekçi sınıfların hareketi belli bir gelişme
gösterdikten sonra bu fazla bir sorun yaratmaz, kitlelerin bilinci ve eylemi onu, kolay denilebilecek şekilde

12
Ne Yapmalı'nın özgül önemi bu konuya (kendiliğindenlik-siyasal bilinç ilişkisinin kuruluşuna) açıklık kazandırarak buradan çıkış alıp
bir örgüt planına ulaşmasından gelmektedir. Bu yapıt Leninist partinin ideolojik temellerini ortaya koymuştur.
altetmeyi başarırdı. Fakat, bunun bu kadar kolay olmadığını biliyoruz. Egemen sınıf iktidarda olmanın tüm
gücünü bu alanda da kullanmaktadır. Burjuva ideolojisi sürekli ve daha inceltilmiş biçimlerle, çeşitlenmiş ve
sınıfın durumuna ve mücadelenin gelişme düzeyine göre kendisini uydurabilen –ve bu şekilde kitlelerin üze-
rinde etkisini sürdürebilen– bir düzey ve süreklilik göstermektedir. Burjuva ideolojisinin dolaysız baskı ve
etkisinin yanı sıra çevreleyen sınıf ve tabakalardan gelen bir baskı olarak da ortaya çıkmakta, aynı zamanda
sınıfın içerisinden başta işçi aristokrasisi olmak üzere, üretilmektedir.

Tarihsel bir perspektifle bakıldığında, zamanla, sosyalizm ile işçi sınıfı hareketinin etkileşim alanına burjuva
ideolojisinin çeşitli biçimleri olarak sosyal demokrasi, revizyonizm, sendikacılık yaygın, yerleşik ve güçlü
bir etki sağlayacak düzeyde girmişlerdir. Bu akımlar, işçi sınıfının alanından ve kendiliğinden eyleminden
tümüyle kopuk değillerdir. Alanın içerisinde yer aldıkları gibi, işçi hareketine de belli düzeyde "uyum" göste-
rirler. Tümüyle karşıt bir konumdan gelmemektedirler. Dolayısıyla bu onlara daha geniş bir hareket imkanı
sağlamakta, burjuva ideolojisinin bilinen en genel ve kaba biçimlerine göre, işçi sınıfı üzerinde düşünce ve
duygu olarak daha fazla etkili olabilmektedirler. Sosyal demokrasi, revizyonizm, sendikacılık ve gü-
nümüzün liberal oportünistleri, işçi sınıfının ekonomik eylemiyle devrimci politik eylemi arasına, bi-
linçsel gelişme alanına girmekte, hareketin devrimci politizasyonunun ve sosyalist siyasal bilincin ile-
tilmesinin önüne set oluşturmaktadırlar. Onlar, işçi sınıfının eylemlerinin kendiliğindenlik düzeyinde
kalması ve bu sınırları aşmaması için yoğun çaba gösterirler. İşçi hareketindeki yerellik, mesleksel darlıklar,
sektörel ve bölgesel farklılıkları büyüterek ve körükleyerek işçi sınıfının birleşik eyleminin gelişmesini za-
yıflatıcı bir tutum takınır, işçi sınıfının eylemlerinin "sınıfa karşı sınıf konumuna çıkmasına karşı da bunları
kullanırlar. Hareket genelleşme özelliği kazandığında ise, siyasal mücadelenin kapsamını daraltmaya, refor-
mist bir içerikle doldurup yozlaştırmaya çalışırlar.

Sosyal demokrat, revizyonist, oportünist parti ve örgütler, işçi sınıfının kendiliğinden eylemleri içerisinde yer
alır ve istemlerini, hareketin o anki gelişme düzeyinin gerisinde ve düzen içine hapsedecek şekilde formüle
ederler. İşçi ve emekçi kitlelerin bilinç geriliği, onları, istemlerinin ancak bu çerçevede gerçekleşebileceği
düşüncesine iter ya da, burjuvazinin baskı ve zorunun da devreye girmesiyle bunlara rıza göstermek duru-
munda kalır. Burjuvazinin kimi yerde artan baskısı, kimi zaman taviz ve esnemeleri her iki durumda
reformizme yeni manevra imkanları sağlar. Burjuvazinin gerici baskısı, faşist saldırılar arttığında çok fazla
bir şey istememe ve daha azla yetinilmesini propaganda eder, kitlelerin hareketi atılım gösterdiğinde önüne
geçip en uygun anda onu kırılmaya uğratmak için fırsat kollarlar. İşçi sınıfı ve emekçi kitlelerin, eylemlerde
ortaya çıkan iç zaaflarından bu amaçla yararlanırlar. Burjuvazinin ideolojik hakimiyeti ve emekçi sınıfların
bilincinin burjuva bilinci düzeyini aşamamış oluşu, reformculuğun, revizyonizmin, her türden oportünizmin
işini kolaylaştırmaktadır. Zaten burjuva ideolojisinin etki alanındaki emekçi sınıflar, kademeli olarak, onun
bir türü olan sosyal demokrasi, revizyonizm ve oportünizmin etki alanına girmeye, bir kopuşu ve alternatif
bir düşünceyi oluşturan sosyalizme göre "kendiliğinden" daha yakındırlar ve onların etkisi altına daha kolay
girmektedirler. Sistem, reformist oportünist güçler aracılığıyla, başta işçi sınıfı olmak üzere kendisini tehdit
etme güç ve potansiyeline sahip olan sınıfları çeşitli yöntemler geliştirerek içerden fethetme ve esneyerek
özümseme olanağına kavuşmuştur.

Emperyalizm çağında işçi aristokrasisi ve çöküş halindeki küçük burjuva sınıf ve tabakalardan daha geniş bir
sosyal taban bulabilen reformist, oportünist parti ve güçler, işçi sınıfı içerisinde burjuva ideolojisinin taşıyıcı-
sı ve yayıcısıdırlar. Bunların içerisinde bulunulan dönemde daha büyük bir tehlike oluşturmaları, sadece işçi
aristokrasisi ve sendikal bürokrasinin bir tabaka yaratmış olmaları değil, reformist, revizyonist ve oportünist
partileriyle ve ele geçirdikleri ve denetimleri altında tuttukları sendikalar aracılığıyla kurumsal etki ve güç
oluşturmalarından gelmektedir. Onları daha yerleşik ve etkili kılan bu kurumsal yapılar aracılığıyla, en başta
sendikalar olmak üzere işçi kitlelerinin büyük bir kısmını denetimleri altında tutabilmektedirler.
Oportünist reformist güçler, sadece işçi sınıfının kendiliğinden hareketi alanında, ekonomik ve sendikal mü-
cadeleler içerisinde boy gösterip etkili olmamaktadırlar; siyasal-toplumsal görüş ve modelleriyle de sosya-
lizmin işçi sınıfına götürülmesinde tıkayıcı, sınıfın siyasal bilinç gelişiminin önünde engelleyicidirler. İşçi
sınıfının ve emekçi kitlelerin kimi istemlerine sahip çıkmakta, yaşam koşullarını iyileştirici bazı siyasal re-
formları önermektedirler. Asla sömürüyü ortadan kaldırmayı, düzeni temellerinden yıkmayı hedeflemeyen bu
düzeltici formüller, emekçi kitlelerde yanılsama yaratmaktadır. Kapitalist sömürünün ve sistemin temellerine
hiçbir zaman ulaşmayacak olan işçilerin kendiliğinden bilinci, sözde "haksızlık" ve "adaletsizlik"lerin gide-
rilmesine, "sosyal reform" programlarına ilgi gösterir. Daha fazla ücret, daha iyi yaşam koşulları isteyen işçi
ve emekçiler, sosyal demokrasi ve revizyonizmin "daha adil bölüşüm", "pay sahipliği", "halk kapitalizmi"
balonlarıyla aldatılır.

Burjuvazi, sosyal demokrat, revizyonist, oportünist güçler aracılığıyla ideolojik, politik çeşitlenme yaratarak
etkileme gücünü yaymış ve büyütmüş, kademeli bir güvenlik kalkanı oluşturmuştur. Bu güçler, burjuvazinin
kategorik bir hakimiyet kurmasına hizmet etmektedirler.

Bu güçlerin oynadıkları tarihsel ve güncel rol nedir? Sosyal demokrasi, modern revizyonizm ve liberal opor-
tünistler aracılığıyla sağlanan politik ve kurumsal etki ve izlenen yöntemlerle, sosyalizmin işçi kitleleriyle
geniş ölçekte bağ kurup etkili olabilmesinin koşulu ve olanakları daraltılmıştır. Bu güçler, burjuvazi cephe-
sinden, sistemin korunmasına hizmet edecek bir tampon oluşturmaktadırlar. Burjuvazinin beyaz terörünü,
komünist ve devrimci örgütleri yok etmek ve isçi sınıfı hareketinin devrimci gelişimini bastırmak için giriş-
tiği saldırıları, reformculuk ve revizyonizm diğer yönden, "içerden" tamamlamaktadır.

Sosyal demokrat, revizyonist, sendikalist, oportünist güçlere karşı ideolojik, teorik, siyasal ve örgütsel etkili
bir mücadele yürütülmeli, işçi hareketinin gelişimini frenleyici, engelleyici politikalarının karşısına, hareket-
te kırılma yaratılmasına izin vermeyecek bir taktik savaşım gücüyle, onu güçlü ve etkili kılarak
dikilinmelidir. Komünistler politika ve taktiklerinde tüm bu unsurları gözeten birçok cephede ve eskisine
göre çok daha yoğun ve etkili bir mücadele yürütmekle yükümlüdürler. Onlara karşı etkili bir mücadele yü-
rütülmeden, işçi kitleleri onların politik fiili etkisinden kurtarılmadan mücadelenin geliştirilmesi ve devrim
yolunda ilerletilmesi olanaksızdır.

Ne yapmalı? Kendiliğindenlik-bilinç ilişkisi ve profesyonel devrimciler örgütü üzerine spe-


külasyonlar
1905 Rus Devrim döneminde kitlelerin eylemi hız kazandı; kitleler olayların akışı içerisinde eğitildiler ve
bilinçsel sıçrama gösterdiler, devrimci partiler ise bu süreçte fazla etkili olamadılar. Bundan dolayı, siyasal
bilincin ekonomik hareketin içerisinden doğacağı biçimindeki oportünist görüşlerin doğrulandığı, gelişmele-
rin bunun kanıtı olduğu yönünde görüşler ileri sürüldü. Keza "profesyonel devrimciler örgütü" fikri "abartılı"
bulunuyor ve oportünist okların hedefi oluyordu. Hatta daha sonraları da Lenin'in 1905 Devrimi içerisinde
yazdığı "işçi sınıfının elemanter olarak sosyalist olduğu" sözleri, devrim döneminde kitlesel hareketin geliş-
me biçimleri üzerinde söyledikleri Ne Yapmalı'daki temel argümanların karşısına çıkartıldı.

Devrimci dönemlerin ayırdedici özelliği, objektif değişikliklerin kitlelerin bilincinde daha hızlı yansımasıdır.
Çelişkiler, devrimin tüm karmaşası içerisinde en keskin ve açık haliyle ortaya çıkar ve olayların hızlı akışı,
kitlelerin bilincinde de sıçramalı gelişmelere yol açar, Yıllar aylara, hatta günlere doğru kısalır. Olağan dö-
nemlerde uzun çalışmalarla çok daha azı elde edilen, devrimci kitle eylemlerinin geliştirilmesi ve siyasal
bilinç gelişimi, bu kesitlerde an denilebilecek zaman dilimleri içerisinde dahi gerçekleşir. 1905 Rus Devri-
mi'nde de, ekonomik yığın eylemleri politik kitle eylemleri için geniş bir temel oluşturmuş, ikisi içice geç-
miş, karşılıklı olarak birbirlerini besleyip geliştirmişlerdir. Kitlelerin devrimci bir atılganlıkla giriştikleri
eylemler, partilerin önüne geçer bu dönemde.
Lenin daha devrimin başlangıcında bu gelişmeyi görür ve örgütlenme, çalışma tarzında yeni koşullara uyum
sağlayacak değişikliklerin hızla yapılması için partiyi zorlar! "Yeni Görevler Yeni Güçler", "Partinin Re-
organizasyonu Üzerine" gibi, Partinin yeni döneme geçişini sağlayacak, eski örgütlenme ve çalışma biçim-
lerinin hızla aşılması gerektiğini vurgulayan makalelerini bu dönemde yayınlar. "İşçi sınıfının elemanter
olarak sosyalist" olduğu sözleri, yığınlardaki devrimci atılımın ve bilinçsel gelişimin bir tanımlanmasıydı.
Oportünistler, Lenin'in bu sözlerinde Ne Yapmalı'da yazdıklarıyla özsel bir çelişki olduğunu ileri sürdüler.
Lenin, Ne Yapmalı'da da kitlelerin kendiliğinden eylemiyle siyasal bilinç arasındaki ilişkiyi tümden yadsıyan
bir yaklaşım içerisinde değildir. Fakat bu bilincin sınırlılığı, ondan ne anlamak gerektiği, kendiliğinden geli-
şen kitle hareketinin komünistlerin önüne hangi görevleri koyduğuyla birlikte yaklaşır bu konuya. "İktisadi
savaşım çoğu kez kendiliğinden siyasal bir niteliğe bürünür, yani; devrimci basilin-aydın katmanın müdaha-
lesi olmadan, sınıf bilinçli sosyal demokratların müdahalesi olmadan. Örneğin İngiliz işçilerinin iktisadi
savaşımı da, sosyalistlerin herhangi bir müdahalesi olmadan siyasal niteliğe büründü. Ama sosyal demokrat-
ların görevi, iktisadi bir temel üzerindeki siyasal ajitasyonla sona ermiş olmaz; onların görevi, trade-
unioncu politikayı sosyal demokrat siyasal savaşıma çevirmektir; iktisadi savaşımın işçilerin kafalarına
yerleştirdiği siyasal bilinç kıvılcımlarından yararlanarak işçileri sosyal demokrat siyasal bilinç düzeyine
yükseltmektedir. Oysa Martinovlar, işçilerin kendiliğinden uyanan siyasal bilincini ilerleteceklerine, kendi-
liğindenliğe ve iktisadi savaşımın işçileri siyasal haklardan yoksun bulundukları bilincine varmaya yöneltti-
ğini, bıkkınlık verecek kadar yinelemektedir. Kendiliğinden uyanan trade-unioncu siyasal bilincin, sizi, sos-
yalist görevlerinizi anlamaya yöneltmemesi üzücüdür baylar." (Ne Yapmalı?, sf. 83)

Rusya'ya özgü bir akım olan "ekonomizm" siyasal çalışmanın daha geniş bir temelde yürütülmesi yerine,
onun kapsamını sınırlandıran, ekonomik mücadeleye doğru daraltan bir görüştü. Ne Yapmalı'da "ekonomik
savaşımın kendisine siyasal bir nitelik kazandırma", "siyasal ajitasyonun ekonomik mücadeleyi izlemesi
gerektiği", "ekonomik mücadelenin siyasal mücadele için en geniş uygulanabilirliğe sahip araç olduğu" gibi
ekonomist formülasyonlar eleştirildi. Dolayısıyla Ne Yapmalı, bir uca kaymış olan oportünizmi eleştirirken,
bir polemiğin gerektirdiği vurguları, karşı taraftan kovuşları da içeriyordu. Lenin bu konuya şu şekilde açık-
lık kazandırır: "Ayrıca, İkinci Kongre'de, benim, Ne Yapmalı'da ortaya koymuş olduğum kendi
formülasyonlarımı özel ilkeler koyan 'programatik' düzeye yükseltmek gibi bir niyetim de yoktu. Tersine –o
günden bu yana sık sık aktarıldığı gibi– kullandığımız ifade, ekonomistlerin bir uca (extreme) gittikleri idi.
Ne Yapmalı'nın Ekonomistlerin bozduğu şeyi doğrulttuğunu söylemiştim. (1903 İkinci RSDÎP Kongresi tuta-
nakları, Cenevre, 1904 île karşılaştırınız) Yerinden oynatılan, bozulan her şeyi şiddetle düzelttiğimiz için en
doğrusunun, her zaman, bizim eylem çizgimiz olacağını vurgulamıştım."

"Bu sözlerin anlamı oldukça açıktır. Ne Yapmalı?, Ekonomist çarpıtmanın iddialı bir düzeltmesidir ve broşü-
re başka bir gözle bakmak yanlış olacaktır." (Ekonomizm Taraftarlarıyla bir Konuşma -Oniki Yıl Derle-
mesine Önsöz, sf. 97)

Lenin, burada bir çubuk bükmenin –çoğu kez yaptığı gibi– varlığına işaret eder, yanı sıra da, Ne Yapmalı'nın
genel içeriğine ve bütününe bakılması gerektiğini, gelişmelerin onu doğruladığını belirtir. Tarihsel süreç bize,
kendiliğindenlik-bilinç ilişkisinde sosyalist siyasal bilincin dışarıdan iletilmesi gerektiği konusunda olsun,
"profesyonel devrimciler örgütü" konusunda olsun Ne Yapmalı'nın temel argümanlarının doğruluğunu, hatta
bugün onların daha fazla önem kazandığını göstermektedir. Sosyalist hareketle işçi sınıfı hareketi, her ikisi-
nin de kökleri modern ekonomik ilişkilerde, kapitalist sömürü, baskı, yoksulluk ve sefalette olmakla birlikte,
ayrı ayrı doğarlar. Derin bilimsel bilgi (tarih, felsefe, ekonomi) üzerinden doğan sosyalist teori ve bilince, iş-
çilerin kendiliğinden eylemi içerisinde ulaşması olanaklı değildir. Bunun için bilinç sosyalist aydınlarca dışa-
rıdan götürülmelidir. Dışarıdan götürülecek siyasal bilincin kapsamı ekonomik alandan doğacak olana göre
çok daha geniştir; "Bütün sınıf ve katmanların devletle ve hükümetle ilişki alanı, bütün sınıflar arasındaki
karşılıklı ilişkiler alanıdır". Siyasal mücadele geniş bir temelde ve iktidar savaşımı olarak yürütülmelidir.
Ne Yapmalı'dan özetlediğimiz bu görüşler, burjuvazinin günümüzde, çok daha geniş bir temelde ve çeşitlen-
dirilmiş biçimlerle yürütülüyor olmasıyla bir bütün olarak üstyapısal alanı ekonomik-sınıfsaI hakimiyeti için
çok daha etkili, emekçi kitlelerin toplumsal ve bireysel yaşam alanlarına girecek güçlülükte kullanmasıyla
daha da fazla değer kazanmaktadır. Burjuva hakimiyetin bugünkü biçimlerinin, bunlardan doğan karmaşık
ilişkilerin açığa çıkartılması, işçi ve emekçi bilincinde bir dönüşüm yaratılması ancak, kapsamlı ve çokyönlü
(üstyapısal alanın bütününü kapsayan, üstyapı ve altyapı ilişkilerini kendi giriftliği içerisinde açıklayan) bir
siyasal ajitasyon ve geniş bir temelde siyasal mücadelenin örgütlendirilmesini gerektirmektedir. Bu kendili-
ğinden eylemin içerisinde edinilen bilincin sınırlılığıyla olanaklı olmayacağı gibi, belirttiğimiz kapsamda ne
kadar geniş, ne kadar etkili ve sonuç alıcı bir şekilde yürütülürse, özellikle, kendiliğinden eylemlerin hız
kazandığı dönemlerde kitlelerin bilinçsel sıçraması için, devrimci politizasyonunun daha çabuk gerçekleşme-
si için hazır ve geniş bir temel yaratılmış olacaktır.

"Siz profesyonel devrimciler örgütü düşüncesini abarttınız" biçimindeki oportünist eleştirilere, Lenin, önce-
likle şu yanıtı verir: "Bugün Iskra'nın (1901 ve 1902'de!) profesyonel devrimciler örgütü fikrini abarttığını
ileri sürmedi; Rus-Japon Savaşı ertesinde, Japonların, Rus kuvvetlerinin gücünü ve bunlara karşı savaşa-
bilmek için hazırlığa olan ihtiyacı abarttıklarını ileri sürmeye benzer. Zafere ulaşmak için, Japonlar bütün
kuvvetlerini Rusların muhtemel en yüksek gücüne göre ayarlamak zorundaydılar. Ne yazık ki, bugün Partimi-
zi yargılamaya kalkanların çoğu, konu hakkında bilgisi olmayan ve bugün, profesyonel devrimciler örgütü
düşüncesinin çoktan tam bir zafer kazandığını görmeyen dışsal unsurlardır. Eğer bu düşünce ön plana çıka-
rılmasa ve eğer onun, gerçekleşmesini önlemeye çalışanlara kabul ettirebilmek için 'abartmasaydık'- zafer
bir hayal olurdu." (Ekonomizm Taraftarlarıyla Bir Konuşma –Oniki Yıl derlemesine Önsöz, sf. 92) Bun-
ları söyledikten sonra da, kimlere karşı hangi mücadelelerin içerisinden geçerek "profesyonel devrimciler
örgütü" düşüncesinin zafer kazandığını, çekirdeksel yapının oluşturulduğunu tarihsel koşulları içerisinde
açıklar.

(Sürecek)
Kürt Kapanı

I-
İşbirlikçi Türk tekelci burjuvazisi, Kürt sorununu stabilize etmek amacıyla yeni bir politik inisiyatif geliştirme
yönelimi ve çabası içerisinde. Bugüne kadarki temel yaklaşımını ve terör politikalarını terketmeksizin, ekono-
mik, sosyal ve kültürel alanlarda sınırlı bazı tavizler içeren bir "Kürt reformu"na hazırlanıyor. Bu yöndeki belir-
tilerin, özellikle Susurluk sonrası süreçte giderek arttığını görüyoruz. Bunlar bazen bu konuda bugüne kadar
en katı şoven tutum ve görüşlerin sahibi ordunun bu işin sözcülüğünü yapması gibi "şaşırtıcı'' görünümler
kazanıyor; bazen ise Kürdistan'da yatırım seferberliği, bu amaçla yeni teşvik tedbirleri ve projeler hazır-
lanması gibi çok duyduğumuz ama çoğu yaşama geçmediği için kanıksanan adımlar biçiminde karşımıza çı-
kabiliyor. Fakat bu sonuncular dahi bugün artık farklı bir bütünlüğün parçalarını oluşturuyorlar ve bir 'politika
değişikliğinin' habercisi özelliğine sahipler.

Asıl önemli olan, bu değişikliğin anlamının ve amacının doğru kavranması. Çünkü Kürt ulusal kurtuluş müca-
delesinin bundan sonraki gelişim seyri açısından etkileri -sadece onunla sınırlı kalmayacak- 'kritik' sonuçlar
doğurmaya gebe bir süreç bu. Devrimin tutarlı bir çizgide ilerleyip derinleşmesi bakımından bazı yeni imkan-
lar içerdiği kadar, belki ondan daha fazla ciddi tehlikeler içeriyor bu süreç. Bu tehlikelerin başında, liberal
reformist ruh halinin, sağ tasfiyeci düşünce ve eğilimlerin hem Kürt ulusal hareketinin saflarında hem de Tür-
kiye devrimci hareketinin saflarında daha da derinleşerek bugüne kadar devrimci bir tutum içinde olan güçleri
dahi içine çekmesi tehlikesi geliyor. Yurtsever saflarda savaş yorgunluğundan da beslenen liberal reformist
"barış ve siyasi çözüm" beklentilerinin güçlülüğü ile Türkiye çapında devrimci sınıf ve kitle hareketinde bir yılı
aşkın bir süredir yaşanmakta olan durgunluğun derinleştirdiği bezginlik ve karamsarlık eğilimlerinin yaygınlı-
ğı gözönüne getirilecek olursa, bu tehlikenin büyüklüğü ve ciddiyeti daha iyi görülebilir. Onun için kimse
bunun "teorik bir varsayım" ya da "gereksiz ve abartılı bir tedirginlik" olduğunu vb. düşünmesin. İçine girilen
sürecin içerdiği tehlikeyi küçümseyen böylesi tutum ve yaklaşımlar, ideolojik-siyasi bakımdan saygı duyulacak
devrimci bir özgüven ve sağlam duruşun ifadesi olmaktan çok, süreçteki farklılaşmanın farkında dahi oluna-
madığını gösteren bir düşüncesizlik ve dargörüşlülüğün yansımaları olarak kabul edilmelidir. Kuşkusuz bu
süreç, tamamen burjuvazinin denetiminde, onun istek ve planları doğrultusunda ve düz bir çizgi halinde ge-
lişmeyeceği gibi, sadece aleyhte etkenler ve tehlikelerden de ibaret değildir. Bizi bekleyen tehlikeler kadar,
Kürt ulusal mücadelesinin şahsında örülmek istenen gerici çemberi devrimci bir tarzda yarıp geçebilmenin
imkan ve dinamikleri de önümüzde uzanmaktadır. Bu yüzden, tek yanlı bir korku ve paniğe kapılmamak ge-
rekir! Ama ahmakça bir iyimserlik ve rehavetle hareket ederek tehlikelere de gözümüzü kapatamayız.

Burjuvazi neyin peşinde? Yetersiz ve titrek bir biçimde de olsa bugüne kadar izleyegeldiği geleneksel politi-
kadan farklı 'yem' bir yaklaşım mı geliştirmeye çalışıyor yoksa aynen sürdüremeyecek hale geldiği eski temel
yaklaşımını koruyarak bunu bazı kısmi değişikliklerle sürdürmenin yollarını mı arıyor? Bu sorunun yanıtı belir-
leyicidir. Sürecin anlamının nasıl ve ne ölçüde kavrandığını göstermekle kalmaz, buna karşı izlenecek politika
ve taktiklerin de çıkış noktasını oluşturur çünkü. Ulusal hareketin sözcüleri ile onunla ilişkili konularda 'kral-
dan fazla kralcı' kesilmeyi devrimci proletaryanın enternasyonalist tutumu ile karıştıranların yaklaşımları bi-
rinci yöndedir. Bunlara göre, burjuvazinin hem de onun adına ordunun, Kürt sorununun "çözümüne" yönelik
yeni arayışlara girmesi, sınırlı da olsa ekonomik, sosyal ve kültürel bazı hakların tanınması zorunluluğunu
kabul edecek bir noktaya gelmiş olması, ulusal hareket hesabına "siyasal bir başarı", hatta "zafer"dir. Bu yönlü
tespitler, siyasal açıdan, tam da burjuvazinin körüklemeyi hedeflediği liberal reformist düşünce tarzının teza-
hürüdür. Daha açık konuşmak gerekirse bu, burjuvazinin hazırladığı zokanın yutulmasıdır. Çünkü burjuvazi,
"eskisinden köklü bir biçimde farklı, ılımlı ve reformist bir yönelime girdiği" yanılsamasını yaratarak Kürt ulu-
sal mücadelesini, burjuva liberal bir "siyasal çözüm" batağının derinliklerine çekme amacındadır. Bunu başa-
rabildiği ölçüde, kendi önünü açmakla kalmayacak, ulusal hareketin devrimci dinamizmi ve potansiyellerini
öğütüp tüketebileceği bir sürecin önünü açmış olacaktır. Bu anlamda, burjuvazinin hazırlandığı "Kürt refor-
mu", ulusal hareketin devrimci karakterinin tasfiyesini amaçlayan bir "Kürt kapanı"dır.
II- BURJUVAZİNİN DÜŞÜNDÜĞÜ "ÇÖZÜM"ÜN SINIR TAŞLARI
Bu gerçeğin görülebilmesi o kadar zor da değil aslında. Devletin ve ulusal hareketin askeri ve siyasal koşullar
bakımından karşılıklı pozisyonlarının ve bunun daha önceki yıllara kıyasla hangi yönlerden nasıl bir değişim
geçirdiğinin irdelenmesi, burjuvaziyi bugün Kürt politikasında değişiklik yapmaya zorlayan etkenlerin bütün-
lüklü bir değerlendirmesi ve buna bağlı olarak böyle bir değişikliğin neden daha önceki yıllarda değil de bu-
gün gündeme geldiği somları gibi kapsamlı bir ele alışı gerektiren konuları şimdilik bir yana bırakalım -yazı
dizimizin ilerleyen bölümlerinde bunlara gireceğiz; sadece burjuvazinin hangi sınırlar içinde, nasıl bir değişik-
lik düşündüğü sorusunun sorulması bile bu gerçeğin görülebilmesi için yeterlidir.

Her şey bir yana, bir "Milli Güvenlik Siyaset Belgesi" vardır ortada. Bir süre önce MGK'nın asker kanadı yani
ordu tarafından basına sızdırıldı bu belge. Sızdırma sırasında da özellikle vurgulandığı gibi, Türkiye'nin "gizli
Anayasası" özelliğine sahip stratejik bir belgedir bu. İzlenecek bütün devlet politikalarının temel pa-
rametrelerini ortaya koymaktadır. Hiçbir kanun, karar, yönetmelik, uluslararası antlaşma ve ilişki, bu belgede
çizilen sınırların dışına çıkamaz. Devletin Kürt sorununda hangi sınırlar içinde nasıl bir değişiklik düşündüğü
çok açık bir dille konulmuştur bu belgede: "Kamusal alana kaymamak koşuluyla mahalli ve kültürel özellikle-
rin geliştirilmesine yönelik düzenlemeler yapılmalıdır." Eskiye göre biraz daha farklı bir yaklaşımın unsurlarım
içermekle birlikte özü itibariyle bu yaklaşımın neresi "yeni"dir? Sorunun tanımlanmasında dahi eskisinden
farklı bir yaklaşım yoktur. Sorun hâlâ ulusal karakterli bir "Kürt sorunu" olarak değil, "yerel nitelikte kültürel
bir özellik sorunu" olarak görülmeye devam edilmektedir. Burada özellikle vurgulanan "kamusal alana kay-
mamak" koşulu, gidilebilecek en son sınırı gösterir. Bu ne anlama gelir? Öyle "federasyon" ve benzeri biçimler
altında Kürtleri merkezi iktidara ortak etmek şurada dursun, "özerklik" ve benzeri biçiminde yerel sınırlar
içinde dahi onlara yönetsel bir hak ve yetki tanınmamasında ısrarlı olunacağı anlamına gelir. Bu sınırı çiğne-
memek kaydıyla, eskisinden farklı olarak bazı haklar tanınabilir. Bunların başında; dil yasağının kaldırılması,
Kürtçe eğitim, basın, yayın, TV hakkı vs. içeren kültürel haklar düşünülmektedir. MGK bildirilerinde, Genel-
kurmay tarafından hazırlanan "çözüm senaryoları"nda, generallerin ve politikacıların demeçlerinde çok duy-
duğumuz "ekonomik-sosyal önlemler"in ise, Kürt halkının yaşam koşullarını iyileştirme amacını taşıyan ön-
lemler olacağı zannedilmemelidir. Bunlarla asıl olarak Türk burjuvazisinin Kürt emekçilerinin emeği ile Kür-
distan'ın zenginliklerini daha derinlemesine sömürebilmeleri için elverişli bir altyapının kurulmasına yönelik
yol, su, elektrik vb. yatırımlar kastedilmektedir. Ki, yeni bir asimilasyon atağı olarak değerlendirilmesi gereken
'eğitim seferberliği' de düşünülen bu önlemler arasındadır.

Dikkat edilirse, burjuvazinin düşündüğü "reform" programı, burjuva reform programı olarak bile alabildiğine
sınırlıdır. Ulusal sorunun köklü, kalıcı ve güven veren bir tarzda çözümü, somut ifadesini ezilen ulusun is-
tediği takdirde ayrılıp kendi bağımsız devletini kurabilme hakkını içermekte bulan bir özgürleşmeden geçer.
Bunun dışında kalan her çözüm, öz olarak burjuva reformist bir çözümdür. Ama reformist çözümün bile deği-
şik dereceleri vardır. Ezen ulusun egemen sınıflarının iktidarını yıkmaksızın (Ki bunlar aynı zamanda ulusal
baskı ve zulüm, sömürü ve soygun politikalarının sahibi ve temsilcisidirler) onlarla aynı devlet sınırları içinde
merkezi iktidar yetkilerinin paylaşıldığı bir çözüm, burjuva reformist siyasi çözümler içinde en ilerisidir. Ulusal
sorunun ve eşitsizliklerin köklü bir biçimde ortadan kalkması anlamına gelmeyen bu çözüm, genellikle bir
'federasyon' biçiminde gerçekleşir. Bunun bir alt derecesi, burjuva reformist çözümün bundan daha sınırlı
olan ikinci bir türü, merkezi iktidar düzeyinde bir yetki paylaşımı dahi sağlamayan, en fazla yerel sınırlar için-
de kalan bir 'otonomi', değişik ölçülerde 'özerklik'tir. Bunu, ortalama bir reformist çözüm olarak da adlandıra-
biliriz. Reformist çözümün, bunların dışında bir de en alt basamağı, kırıntı niteliğinde bazı hakların tanındığı
en sınırlı biçimleri vardır. Öz olarak ezilen ulusa, siyasi iradesini belirli sınırlar içinde bile ifade olanağının
tanınmadığı, en fazla ulusal nitelikte kültürel ve sosyal bazı hakların tanındığı bir "çözüm"dür bu. Bunun sınır-
ları bile kendi içerisinde farklılıklar gösterir. Yalnız genel bir kategori olarak, reformist çözümün dahi, en
sınırlı halini, en alt basamağını oluşturur bu "çözüm". Burjuvazinin hazırlandığı "Kürt reformu", işte bu türden
bir "reform"dur ve bu bize "siyasal bir başarı hatta zafer" olarak gösterilmeye çalışılmaktadır.
Burjuvazinin düşündüğü "çözüm"ün ikinci bir sınır taşı daha var. Geçmişteki benzer girişim ve nabız yoklama-
larından farklı olarak bugün PKK'nin süreçten kesinkes dışlandığı "PKK'siz bir çözüm" noktasında daha ısrarlı
bir tutum sergileniyor. Bunun mümkün olup olamayacağı ayrı bir tartışma konusu. Fakat bu noktada katı bir
tutum içinde olacakları anlaşılıyor. Eğer burjuvazinin bugünkü yaklaşımlarında bir "yeni"lik aranacaksa, onu
asıl bu nokta oluşturuyor. Bilindiği üzere, ulusal hareketle diyalog kapısını aralama girişimleri, ilk olarak '90'lı
yılların başlarında, Özal döneminde başladı13. Bunlar "devlet adına" bağlayıcı ve resmi bir nitelik taşımayan,
daha çok bazı gazetecilerin aracı olarak kullanıldıkları gizli birer nabız yoklama, el ense çekme girişimleri
biçiminde oldu. Daha sonra bunların üzerinde çok spekülasyon yapıldı. İşin bu ve diğer yönleri şimdilik bir
yana, ancak gerek Özal döneminde gerekse onu izleyen yıllarda, görüşme ve diyalog yöntemlerinin kullanıl-
masına kesinlikle karşı olan kesimler içinde bile bir nokta çok açıktı: Kürt sorununa eğer görüşmeler yoluyla
bir çözüm aranacaksa. PKK'yi doğrudan olmasa dahi dolaylı biçimlerde muhatap almadan böyle bir süreç işle-
yemezdi. Yani bu yol kullanılacaksa eğer "PKK'siz bir çözüm" mümkün değildi ve hemen herkes bu konuda
hemfikirdi. Zaten terörü gevşetmeksizin 'diyalog' yöntemlerinin de denenmesine karşı çıkan 'şahinler', koz
olarak, 'Terör örgütü ile masaya mı oturulur?' demagojisine sarılıyorlardı. Bu gerçeği o zaman onlara bile bir
zorunluluk olarak kabul ettiren etken, PKK'nin Kürt halkı ve az çok samimi bütün yurtsever güçler üzerindeki
siyasi, manevi ve örgütsel otoritesinin tartışılmazlığı, rakipsizliği ve güçlülüğü idi. O yıllarda PKK'yi dışlayarak
Kürt halkına herhangi bir "çözümü" veya politikayı kabul ettirebilmenin olanağı yoktu. Gerçi bunun dışında
yollar arandı aranmasına; ne mal oldukları malum Kemal Burkaylar, Şerafettin Elçiler, PKK'den kaçmış bazı
dönekler ve benzerlerini palazlandırarak PKK'ye karşı bir alternatif yaratma denemelerinde bulunuldu. Ama
bunların hiçbiri tutmadı.

Fakat bugün durumda bir değişiklik var. Özellikle ordu, PKK'nin devre dışı bırakılmasını, "siyasi çözüm" yo-
lunun açılabilmesinin kesin ve mutlak bir önkoşulu olarak dayatıyor. Bu değişikliğe basit bir 'taktik kapris',
'kendini ağırdan satma çabası', 'katı ve uzlaşmaz görünerek pazarlığın kapısını en alt düzeyden açmaya yöne-
lik burjuva diplomatik bir numara' vb. gözüyle bakılamaz. Ordunun bu cesareti nereden aldığının nesnel bir
yaklaşımla irdelenmesi gerekiyor. Burjuvazinin bu "reform programını" neden bugün gündeme getirdiğinin
yanıtını ararken bunun üzerinde de duracağız. Yalnız ön bir hatırlatma olarak bazı gelişmelere dikkat çekmek
gerekiyor. Dikkat edilirse, sadece "PKK'nin hiçbir biçimde muhatap alınmayacağı" belirtilmekle kalınmıyor.
Bunun bir devamı olarak, "PKK ye karşı bir alternatif yaratma" girişimlerinde de bir yoğunlaşma var. HADEP
içinde yaşanan gelişmeleri hatırlamak bile yeterli bu konuda. Fakat yine eskisinden farklı olarak bugün bu
çabalar çok daha kapsamlı ve belli bir yol alındığı da görülüyor. PKK önderliğinin bizzat kendisi de vurguluyor
bunu zaten. PKK'ye karşı bir 'Kürt UNİTA'sı'nın örgütlenmeye çalışıldığına" işaret ediliyor sık sık. "Her türlü uz-
laşma ve teslimiyete açık orta sınıf tasfiyeciliğinin ve buna hizmet eden eğilimlerin öncünün saflarında bile
başını kaldırır hale geldiğinden" söz ediliyor. Bir yönüyle bunlara fazla şaşırmamak gerekiyor elbette. Yığın-
sallaşmış ulusal karakterli bir hareketin saflarında bunun çok daha güçlü bir sınıfsal temeli vardır çünkü en
başta. Uzayan savaşın yarattığı yorgunluk, konjonktürel koşulların elverişsizliği, bu arada bazı taktik başarı-
sızlık ve darbelerle karşılaşılması vb. gibi etkenler de işin içine girince, bu tür eğilimlerin azması bir yerde
kaçınılmaz ve doğaldır. Ancak sorun sadece bu bir anlamda nesnel etkenlerle açıklanamaz. Daha da önemlisi,
sadece bunların görülmesi ile yetinilemez. Öncünün siyasi-manevi otoritesinin zayıflaması ve hareketin başı-
na yeni belaların açılması gibi işin bir de diğer yönleri vardır. Bunlar aynı zamanda bir tehlikenin işaretidirler.
Burjuvazi ve emperyalistlerin, ulusal hareketin devrimci karakterinin tasfiyesi yönündeki planları ve girişimle-
rinin yoğunlaşması ile birlikte düşünülecek olursa -ki bu planın önemli ayaklarından biri de bu yöndeki eğilim
ve adımların teşvik edilmesidir- tehlikenin ciddiyeti ve büyüklüğü daha iyi anlaşılır. Fakat sürecin anlamının ve
içerdiği tehlikelerin kavranışındaki genel zafiyetinin bir parçası olarak PKK bu konuda da işin ciddiyetinin
yeterince farkında olunmadığını gösteren bir yaklaşım sergilemektedir. Koşullardaki farklılaşma görülemediği

13
PKK, bugün ordu aracılığıyla dile getirilen yönelim gibi, bunun Özal zamanındaki ilk denemeleri konusunda da yanlış değerlen-
dirmelere sahiptir. Özal'ın o zamanki girişimlerini, amacı ve altında yatan hesaplardan kopararak, sanki ''Kürt sorununun demokratik
yollardan çözümünü isteyen samimi ve cesur bir çaba" olarak anmaktadır her fırsatta. Onu bugünkü politikacı ve askerlere de örnek
olarak göstermekte ve bunları "Özal tarzını denemeye" çağırmaktadır. Halbuki amacı ve içeriği itibarıyla bugün denenmeye çalışılan
da Özal tarzı'dır aslında ve bu tarz 'Amerikan tarzı’dır. PKK, bu tarzın amacını ve anlamını o zaman da kavrayamadığı için, askeri ve
siyasi bakımlardan bugünkünden çok -daha elverişli pozisyonda olduğu halde, Özal'ın el altından gönderdiği sinyallerin de etkisi
altında kalarak yanlış beklentilere kapılmış, yanlış politikalara yönelmiştir. PKK'nin bütün bu süreç boyunca ve bugünkü yanılgıları
üzerinde, yazı dizimizin gelecek sayıdaki bölümünde duracağız.
için "Kürt UNİTA'sı" oluşturma yönündeki bugünkü girişimlerin, kolaylıkla defedilebilen öncekilerden farkı
görülememektedir. Bu yüzden tehlike hafife alınmakta, devletin aldatıcı "siyasi çözüm" planlarına muhatap
alınma amacıyla kendisini biçimlendirmeye ve örgütlemeye yönelim teslimiyetçi sağ reformist yönelimlerle
sınırlar yeterince net bir biçimde çizilmemektedir. Bu sadece aşırı bir sübjektivizmden kaynaklanan zararlı bir
kendine güven ve karşısındakini küçümseme sorunu değildir. Bundan daha vahimi, PKK'nin bizzat kendisi,
"siyasi çözüm" konusuna yaklaşımında bu eğilimin temsilcileri ile köklü bir farklılık içinde değildir.14 Onun,
ulusal taleplerin karşılanması sınırları içinde bile alabildiğine dar olmakla kalmayıp, bizzat kendisinin tas-
fiyesini amaçlayan bir plana dahi "siyasi başarı hatta zafer" gözüyle bakmasının temelinde de bu ideolojik
kayma vardır zaten.

III- "DÜŞÜK YOĞUNLUKLU SAVAŞ" STRATEJİSİNDE "SİYASİ


ÇÖZÜM'ÜN YERİ VE ANLAMI
Burjuvazi ve sözcülerinin, "köklü bir politika değişikliği" olarak yutturmaya çalıştıkları reform aldatmacasının,
içerik bakımından geleneksel politikadan ciddi ve büyük farklılıklar içermediği, burjuva anlamda dahi nasıl
sınırlı bir nitelik taşıdığının üzerinde durduk.15 İçeriğinin sınırlılığına karşın "yeni" olduğu iddia edilen bu yö-
nelim hiç olmazsa kirli savaş uygulamalarının ortadan kalkması, terörün dozunun azalması, yani yöntemsel
bakımdan Kürt halkına bir "nefes alma" olanağı kazandıracak mıdır? Onu hiç olmazsa bu yönüyle ulusal hare-
kete yıpranmış ve yorulmuş olan güçlerini toplama olanağı kazandıracak bir soluklanma fırsatı olarak değer-
lendirebilir miyiz? "Taktik başarı" tespitinde bulunanların asıl dayanak noktaları bu beklenti ve umuttur. Fakat
onlar bu noktada da büyük bir yanılgı içindedirler. Çünkü burjuvazi ve generaller, "geçmişten farklı olarak
daha ılımlı, insan haklarına saygılı, sosyal ve kültürel bazı hakların tanınabileceği yeni bir yaklaşımla hareket
edecekleri" demagojisini yaparken bile bir noktanın altını çok net çizmektedirler: "Yalnız bu, terörle mücade-
leyi gevşeteceğimiz anlamına gelmemektedir." Yine en iyimser liberal yorumcular dahi, "Silahlar bugün susa-
cak olsa dahi ordu daha en az 10 yıl bölgeden geri çekilmeyecektir" tahmininde bulunmaktadırlar. Aklı başın-
da her devrimci için bunların anlamı açıktır. Bir an için PKK'nin bu oyuna geldiğini ve burjuvazinin "siyasi çö-

14
Bunun çarpıcı bir örneği olarak, M. Can Yüce'nin Özgür Halk dergisinin Ekim sayısında yayınlanan. Reformist ve Tasfiyeci Eğilim-
lere ve Bunların Temellerine Karşı Mücadele Üzerine başlıklı yazısını anabiliriz. M. Can Yüce bu yazısında, burjuvazinin 'siyasi
çözüm' adı altında UKM'yi tasfiye girişimlerinin üzerine balıklama atlamaya hazır reformist tasfiyeci eğilimleri eleştiriyor. Birçok
yönüyle isabetli ve devrimci eleştiriler bunlar. Ama aynı yazının bir yerinde, bugün daha çok HADEP içinde ve ulusal hareketin
çevre güçleri arasında açıkça tasfiyeci girişimler boyutunu kazanmış olan bu reformist eğilimin güç ve cesaret aldığı bir yaklaşımı
hâlâ savunmaktan da kurtulamıyor:
"PKK niye siyasal çözüm veya barış diyor? PKK'nin buradaki amacı sudur: Düşmanın bir çıkmazı var. Basit bir reform adımını bile
kendisi için bir çözülme gerekçesi sayıyor. Bu anlamda siyasal çözüme, barışa gelemez (geliyor işte! Hem de çok basit ve ucuz bir
reform önerisi ile geliyor -nba). Gelirse zaten kaybeder (bu getirdiği ile ne kaybetmiş oluyor? Kendisi çok az kaybediyor, ama şimdi
seni senin 'kozunla' vuracak bir duruma geldiği için, ayrıca bu manevra ile önümüzdeki süreçte kim bilir hangi bir bulanıklık ve dal-
galanmaları yaratabileceği için demek ki bu o bundan daha kazançlı çıkabiliyor -nba). Gelmediği zaman ne olur? Sıkışır, siyasette bir
şey üretemez, teşhir ve tecrit olur. Kendi içindeki ve kendi müttefikleriyle olan çelişkileri derinleşir. Dikkat edilirse çok reformcu
görünen bir adım: aslında devrimci bir taktiktir, devrimci bir ataktır. Bu taktikle, düşmanını daraltıyorsun, sıkıştırıyorsun (sonunda
basit bir bel çalımı ile o bu 'daralma' ve 'sıkışma'dan kurtularak topu senin sahana geçiriyor, pozisyonlar değişiyor bu kez -nba),
çelişkilerini derinleştiriyorsun ve devrimci düşünceyi, çalışmaları, mücadeleyi güçlendiriyorsun (bunun olabilmesi için, en azından
başka devrimci araç ve yöntemleri de devreye sokman, varolanları daha da etkili bir tarzda kullanman gerekliliğini de şimdilik bir
tarafa bırakalım; bu yöntem kendi başına ve kendiliğinden bir sonuç olarak 'devrimci olanı güçlendiriyorsa' eğer, bu yazıyı yazma
gereği neden duyuluyor? Sadece bu yazıyla da kalmayıp, son aylarda neden hep 'reformist-tasfiyeci eğilimlerin güçlenmesi' üzerine
yazılar yazma, konuşma, eleştiri ve uyarılarda bulunma gereği ve zorunluluğu duyuluyor? -nba)..." (Özgür Halk, sayı:81, sf.27)
İşte burjuvazi yaptı şimdi kendi "siyasi çözüm" açılışını! İçerdiği koşullar ve sınırlılığı nedeniyle her devrimci yurtseverin bunu redde-
deceği, daha doğrusu anında reddetmesi gerektiği açık. Ama bu reddediş ne kadar radikal ve tutarlı bir reddediş olacak? Bütün
sorun burada! 'Siz bize ve halkımıza küfür mü ediyorsunuz?' diyerek kararlı bir tutumla baştan elinin tersiyle mi itecek, yoksa, 'doğru
yönde atılmış bir adım ama yetersiz. Üzerinde biraz daha konuşup pazarlık edelim' mi denecek? Biricik devrimci tutum birincisidir.
Hangi bahaneyle ve hangi biçim altında olursa olsun ikinciye kapıyı aralamak dahi reformizm ve tasfiyeciliğe giden yolun önünü
açmak demektir. Hele bunu "siyasal bir başarı", hatta "zafer" olarak görmek, bu ikincisine düşünsel ve ruhsal bir zemin hazırlamak
anlamına gelir. Burjuvazinin sahte çözüm yolu tutulmayacak olsa bile, tutulmasının önüne geçmek o zaman işte biraz daha zor olur.
15
'Süreç olarak' algılanması gereken bu yönelimin henüz başlarında bulunduğumuz bugünkü aşamasında burjuvazi, kesinleşmiş bir
'reform programı'ndan daha çok, bunun kendi cephesinden genel çerçevesini ortaya koymaktadır. Bu çerçevenin sınırları, önümüz-
deki süreçte yaşanacak gelişmelere, en başta soruna taraf olan güçlerin tutumlarına, sonuca etki edecek diğer bir dizi etkene bağlı
olarak değişebilir. Biraz daha genişleyebileceği gibi daha da daralabilir. Bu arada süreç hızlı seyredebileceği gibi farklı nedenlerle
kesintiye de uğrayabilir. Bu anlamda çeşitli olasılıklar hiçbir zaman gözardı edilmemelidir.
züm" aldatmacasına kendini kaptırdığını düşünelim. Bu durumda bile genel bir ateşkes sağlanabilir belki an-
cak bu ne silahların tamamen susması anlamına gelir ne de şiddet ve terör uygulamalarının bıçak gibi kesil-
mesini beraberinde getirir. Bir kere ulusal sorunun doğası buna izin vermez. Kürt sorunu köklü ve kalıcı bir
biçimde çözülmediği sürece -ki bu ancak devrimle mümkündür- burjuvazi şiddet ve terörü elden bırakmaz,
bırakamaz. Ezilen bir ulusu ancak bu yolla boyunduruğu altında tutabilir çünkü. İkinci olarak, burjuvazinin
bugünkü yönelimi, ulusal sorunun sistem sınırları içinde olsun "çözümü" doğrultusunda atılmak istenen iyi
niyetli bir adım özelliğine sahip değildir. Onun asıl amacı, ulusal hareketin devrimci karakterinin tasfiyesidir.
Bağımsızlık talebinin artık sözünün dahi edilmeyişi yönüyle bu konuda küçümsenmeyecek bir mesafe almıştır.
Şimdi sıra bu tasfiyenin ikinci temel ayağını oluşturan silahlı gerilla mücadelesinin tasfiyesine gelmiştir. Bu-
günkü yönelimin yoğunlaştığı nokta da burasıdır. Gerillayı tasfiyeyi, bunu bütünüyle başaramayacağını bildiği
için en azından "marjinalleştirmeyi" hedefleyen bir yönelim, silaha ve teröre başvurmayı bir kenara bırakmak
şurada dursun, bunu ciddi ölçülerde hafifletmeyi dahi düşünemez ve zaten düşünmemektedir. Bir de gerilla-
nın varlığını ve mücadelesini sürdürmeye devam ettiği koşullarda, bu mücadele isterse en alt düzeylere indir-
genmiş bir biçimde sürsün, devletin kirli savaş uygulamalarının da devam edeceği çok açıktır. Gelişmelere
bağlı olarak bunun en fazla yoğunluk derecesi ve biçimleri değişkenlik gösterebilir. Ama bu hiçbir zaman
gerillaya ve halka nefes alma olanağı kazandıracak bir düzeye inmez. Askeri bir yenilgiye uğramadığı sürece
burjuvazinin ezilen ulusa ve onun silahlı öncülerine karşı şiddet ve terör uygulamalarından kendi rızası ile
vazgeçeceğini, tümüyle vazgeçmeyecek olsa dahi bunu hafifletebileceğini ummak için çok 'saf' olmak gerekir.

Bunlar çok basit ama temel gerçeklerdir. Kaldı ki bu saydıklarımız, tümüyle ulusal sınırlar içinde geçerli ne-
denlerdir. Bu konuda bir de ulusal mücadelenin dışındaki etkenler göz önüne getirilmelidir. ABD ve Türk te-
kelci burjuvazisi, Kürt sorununda bugün "farklı" bir "çözüm" arayışına girmişlerse eğer, bunun belirleyici ne-
denlerinden biri de, Ortadoğu ve Kafkaslara yönelik plan ve hesaplarıdır. Bu plan ve hesaplar, Türk ordusunun
buralarda vurucu bir güç olarak kullanılması üzerine kuruludur. Kürt sorununun stabilizasyonunu da, Türk
ordusunun elinin rahatlaması ve cephe gerisinin sağlama alınması amacıyla istemektedirler. Kült sorunu bu
şekilde stabilize edilse dahi, Kürdistan'ın coğrafi konumundan ötürü bu, Türk ordusunun Kürdistan'dan çe-
kilmesini -dolayısıyla Kürt halkı üzerindeki baskı ve terörünün hafiflemesini- değil, bunun tam tersine böl-
geye daha köklü ve kurumsal bir biçimde konuşlanmasını getirecektir. Ki bu da ordunun bir gözünün ve elinin
"güvenilmez" Kürtlerin üzerinde olmasını beraberinde getirecektir.

Bu kadar basit gerçeklerin bu kadar kolay gözardı edilerek, "nefes alma olanağının kazanılacağı'' beklen-
tilerine kapılınmasını mantıken dahi anlamak mümkün değildir. Fakat sorun bir ideoloji ve çizgi sorunu oldu-
ğu için, ideolojisi ve çizgisi itibarıyla da ulusal hareketin nasıl korkunç bir ulusal dar görüşlülükle hareket
ettiği bugüne kadar bilinmeyen bir durum olmadığı için bunlar şaşırtıcı gelmemektedir. Yalnız bu noktada,
istisnasız hemen her konuda kendini gösteren genel bir durum olarak ulusal dargörüşlülüğün daha özel ve
somut ifadesi olarak çarpık "siyasi çözüm" anlayışı belirleyici bir etken olmaktadır. Devrimci bir ideoloji açı-
sından yanlış, siyasal bakımdan ise liberalleşmeye açık reformist bir yönelimin ifadesi olan "siyasi çözüm"
kavramı, "askeri çözüm" olarak nitelendirilen silahlı mücadele yöntemlerinin karşıtı, sanki şiddeti ve terörü
içermeyen bir politik strateji olarak kullanılmaktadır. Onun liberal reformist karakteri de bu ayrımda ve karşı
karşıya koyduğu "askeri" ve "siyası" çözüm kavramlarına yüklediği misyonda yatar zaten. Devrim gibi siyasi
çözümlerin en hası ve köklü olanı basta olmak üzere şiddeti ve silahlı mücadele yöntemlerini içeren her türlü
stratejiye "askeri çözüm" adı altında ayrımsız olumsuz bir misyon ve özellik yüklemektedir. Buna mukabil
"daha çağdaş" ve "tercih edilir" bulduğu "siyasi çözüm" anlayışını ise, içeriğinden dahi bağımsız olarak olum-
lamakla kalmaz, bunun sanki şiddeti tümüyle dışladığı şeklinde bir yanılsamaya sahiptir. PKK'nin dışlanmasını
temel koşullardan biri olarak getiren, Kürt halkının ulusal talep ve beklentilerinin karşılanması bakımında da
sınırlının sınırlısı kırıntılardan fazla bir şey vaat etmeyen bir "reform" yönelimini bile, "siyasal bir başarı hatta
zafer" olarak görülmesi işte bu çarpık "siyasi çözüm" anlayışının sonucudur. Çünkü bu mantık, içeriğinden,
amacından, koşullarından, içerdiği tehlikelerden vb. bağımsız olarak her türlü reform yöneliminin kendisini
"ileriye doğru atılmış siyasal bir gelişme" olarak görmektedir. Yaklaşım bu olunca, bu yönelimin aynı zamanda
bir "nefes alma olanağı" kazandıracağı beklentisine kapılması kaçınılmaz bir sonuç olmaktadır. Halbuki, bıra-
kalım başka şeyleri, kapsamının sınırlılığından dolayı bu kadar ucuz ve aldatıcı bir plan ancak yoğun bir şiddet
ve zorbalık eşliğinde uygulanıp hayat bulabilir. Onu Kürt halkına başka türlü yutturabilmenin olanağı yoktur
çünkü.

Uygulanan terörünün dozunda bir azalma beklemenin yanlışlığının görülememesinin bir diğer nedeni, uygu-
lanan stratejinin özelliklerinin kavranışındaki yetersizlik ve yüzeyselliktir. Burjuvazinin bugün hazırlandığı yö-
nelim, içeriğinin yanı sıra yöntemleri bakımında da köklü bir strateji değişikliği anlamına gelmeyip, aynı genel
stratejinin farklı bir aşamasına geçiştir.

Dünyanın her yerinde, gerilla mücadelesi biçimini almış ulusal ve sosyal kurtuluş mücadelelerine karşı ABD ve
işbirlikçileri tarafından izlenen genel bir strateji var. "Düşük yoğunluklu savaş stratejisi" olarak adlandırılan bu
strateji, asıl olarak dizginsiz ve kuralsız bir karşıdevrimci şiddet ve terör uygulamasına dayalıdır. Gerillanın
kitle desteğini, lojistik imkanlarını, hareket kabiliyetini olabildiğince sınırlandırmak amacıyla kitle katliamları,
zorla köy boşaltma, köyleri ve ormanları yakma, denetimi kolay "stratejik köyler" oluşturma, işkence, yağma,
kadınlara ve kızlara tecavüz, "faili meçhul" cinayetler yoluyla kitle önderlerini ortadan kaldırma, yığınlarda
korku ve yılgınlık yaratacak provokasyonlar düzenleme ve çoğu kez bunları gerillanın üzerine atarak onun
manevi ve siyasi otoritesini sarsma, gerillayla savaş amacıyla yetiştirilmiş özel birliklerin ve resmi düzen güç-
lerinin yanı sıra paramiliter çeteler örgütleme vb. vb. kirli savaş yöntemleri, bu stratejinin temel yöntemleridir.
Asıl olarak kuralsız bir teröre dayanmakla birlikte, bu strateji, "yeri ve zamanı", geldiğinde "havuç" politikala-
rına başvurmayı da içerir. Bu anlamda "Düşük yoğunluklu savaş stratejisi", genel olarak sanıldığı gibi sadece
askeri bir strateji değil asıl olarak siyasi bir stratejidir. "Toplumsal uzlaşma", "barış görüşmeleri", "siyasi çö-
züm" ve benzeri adlar altında gündeme getirilen havuç politikaları, onun tamamlayıcı bir unsuru, kirli savaş
uygulamaları ile "hasmın yumuşatıldığı" birinci aşamanın devamı niteliğindeki ikinci aşamada devreye sokulan
yöntemlerdir. Bu aşamaya geçişin zamanının gelip gelmediğini, emperyalizm ve uşakları açısından belirli ko-
şulların olgunlaşmış olup olmadığı belirler. Yenilgi durumları hariç ancak bu koşullar varsa, kendileri açısın-
dan yeterince olgunlaşmışsa bu açılım gündeme getirilir. Bu koşulların başlıcaları şunlardır:

1) Ulusal veya sosyal kurtuluş için mücadeleye atılan kitlelerin ve bu mücadeleye önderlik eden güçlerin safla-
rında bir "barış talebi" yaratılmış olmalıdır. Zaten birinci aşamayı karakterize eden dizginsiz terör uygulama-
larının amaç ve hedeflerinden biri de budur. Diğeri ve öncelikli olanı ise, tabii ki mümkünse bu güçlerin imha-
sıdır.

2) "Siyasi çözüm", "barış", "diyalog" yöntemleri, birinciye bağlı olarak askeri ve siyasi bakımlardan inisiyatifin
ele geçirildiği düşünülen durumlarda gündeme getirilir. Karşılarındaki devrimci güçlere ve kitlelere, kendi
koşullarını dayatabilmek ve verilebilecek olanın en azını vererek onları nötralize edebilme imkanına sahip
olmak amacıyla bu üstünlüğü ele geçirmiş olmayı özellikle gözetirler.

3) Hem birincinin ama özellikle de ikincinin bir gereği olarak hasımlarını savaş alanında askeri bakımdan ciddi
ölçülerde yıpratıp gerilettiklerine inandıkları bir noktada gündeme getirirler. Rakiplerini askeri bakımdan ciddi
kayıplara uğratamadıkları, beslenme kanallarını tamamen kesememiş olsalar bile büyük ölçüde tıkayamadık-
ları, gerillanın savaşı sürdürme ve hareket kabiliyetini büyük ölçüde sınırlandırmayı başaramadıkları takdirde
siyasi bakımdan da istedikleri noktaya çekip teslim alamayacaklarını bildikleri için askeri bakımdan avantajlı
bir konuma gelmiş olmayı adeta bir önkoşul olarak görürler.

"Düşük yoğunluklu savaş" stratejisinin bütününde "sopa" ile "havuç", yani "terör"le "reform" arasındaki ilişki,
oportünist "siyasi çözüm" anlayışına sahip olanların zannettikleri gibi, birbirini reddeden iki zıt eğilimi temsil
etmezler. Bunun tam tersine, bir parantezin iki ayağı gibi birbirini tamamlayan bir ilişki vardır bu ikisi arasın-
da. Stratejinin genelinde, yoğun ve dizginsiz bir terör kullanımı ile karakterize olan 'birinci aşama', alabildiği-
ne sınırlı ve güvenilmez "reform" (veya "barış" veya "diyalog" vb.) vaatlerinin istenen sonucu doğurması, yani
baştan çıkarıcı bir rol oynayabilmesi için "yumuşatıcı" olarak kullanılır. Bunun devrimci güçleri ve onu destek-
leyen kitleleri istenen kıvama getirdiğinin düşünüldüğü noktada, "barış", "diyalog", "reform" vb. yöntemleri
devreye girer. Fakat bunlar, o güne kadar sürdürülen mücadelenin talep ve beklentileri yanında alabildiğine
sınırlı ve güdük bir karakter taşıdığı için, kitlelere ve " muhalif güçlere" kabul ettirilebilmesi terörün elden
bırakılmaması ile mümkün olabilir. Zaten stratejinin genel amacı, ortadaki sorunu çözmek değil, başkaldıran
devrimci güçleri ve onun beslenme kaynağını oluşturan kitleleri 'yıpratıcı ve yıldırıcı' bir terör ile 'baştan
çıkarıcı' reform vaatlerinin parantezi içine alarak başkaldırı hareketinin devrimci dinamiklerini tüketmek, onu
bu yolla "ılımlılaştırmak", "ehlileştirmek'', rejim ve sistem açısından tehdit edici bir tehlike etkeni olmaktan
çıkarmaktır. Bu yüzden terör uygulamaları bu stratejide her zaman ağırlıklı bir yere ve belirleyici bir işleve
sahiptir. Hiçbir zaman "nefes aldıracak" ölçülerde hafiflemez, ortadan kalkmaz. Gelişmelere ve koşullara bağlı
olarak uygulanma biçimleri ve nispeten de yoğunluğunda değişmeler olabilir, o kadar.

Bu arada bu stratejinin genel uygulanışı sırasında, reform vaadi ve bu yönde sınırlı bazı açılımlarla karakterize
olan ikinci aşamanın bir özelliğini daha anmak gerekir. Bu aşamanın koşullarının hazırlanmasında olduğu gibi
bu aşamaya geçildikten sonra da "reform" etkeni, çoğu kez zamana yayılmış bir "refom vaadi" biçiminde kul-
lanılır. Başka bir ifadeyle, bu aşama bir 'süreç' olarak kavranmalıdır. Öyle bugünden yarına veya aylarla sayılı
bir süre zarfında "hemen barış", "hemen çözüm" sağlanacakmış gibi bir hayale ve yanılsamaya
kapılınmamalıdır. Devrimci dinamik ve özelliklerin aşındırılarak tüketilmesini amaçlayan stratejinin mantığına
ve doğasına aykırı bir tutumdur bu en başta. Burjuvazi artık verebileceğini dahi azar azar karşısındakini keli-
menin tam anlamıyla süründüre süründüre verir ki, asıl amacına ulaşabilsin. "Barış görüşmeleri yoluyla çözüm
arama" süreçlerinin yaşandığı Filistin ve İrlanda ya da Latin Amerika'dan özellikle El Salvador ve Guatemala
gibi örnekler, bu konuda yeterince açık ve eğiticidir. Üstelik buralardan farklı olarak bugün Türkiye'de "Kürt
sorununda artık 'siyasi bir çözüme' yönelme" konusunda karşıdevrim kampı içerisinde güçlü bir irade birliği
henüz oluşmuş değildir. Susurluk sonrası süreçte kızışan iktidar savaşımının unsurlarından biri de bu konu-
daki görüş ve taktik farklılıklarıdır. Bu anlamda hâlâ bir geçiş döneminin sancıları yaşanmaktadır.

"Kürt reformu" sürecinin süreç olarak kavranması, süreç uzadıkça kırılmaya uğrayarak "ne olacaksa bir an
önce olsun" şeklinde bir bezginlik ve teslimiyet eğilimine dönüşme riski yüksek olan "hemen barış" beklenti-
leri ile mücadele açısından olduğu kadar: süreçteki dalgalanmalara, bu arada karşıdevrim kampı içindeki ça-
tışmalara bağlı olarak gündeme gelebilecek özü aynı ama bazı tali unsurlar bakımından farklılıklar gösteren
burjuva liberal reform projelerinden ehven-i şer görünenlerin kuyruğuna takılma eğilimleri ile mücadele açı-
sından da önemlidir. Bu her iki tehlike de sürecin içerdiği tehlikelerin bileşenlerini oluşturur. Her ikisi de bu
tür süreçlerde hafife alınmaması gereken ciddi tehlikelerdir. 13 yıldır süren amansız bir savaşın yarattığı bez-
ginlik ve bunun bir an önce bitmesini her şeyin önüne geçiren liberal "barış" beklentilerinin güçlülüğü, bunla-
rın her ikisini de besleyen ana etken durumundadır.

Bu arada bu süreç, "sürpriz" gelişmelere olduğu gibi zaman zaman fırtınalı bir görünüm alabilecek dalgalan-
malara da sahne olabilecek inişli çıkışlı bir süreç şeklinde seyredecektir. Bu nedenle gerek devletin atacağı
adımlar (bu arada karşıdevrim cephesinde yaşanacak gelişmeler) gerekse ulusal hareketin sergileyeceği tu-
tumlar açısından hiçbir şeye bugünden kesin olarak şekillenmiş, olmuş-bitmiş, tamamlanmış gözüyle bakıl-
mamalıdır. Bir örnek vermek gerekirse eğer, gerek çizgisinin dar ulusalcı karakterinden ötürü, gerekse özel-
likle '93'ten bu yana izleyegeldiği ulusal reformist "barış ve siyasi çözüm" politikalarının yarattığı tahribattan
ötürü PKK, içeriği ile olduğu kadar açıkça ifade edilen amaçları ile de bizzat kendisine karşı kurulmuş bir tu-
zak niteliği çok açık ve ortada olan bu manevraya karşı kesin ve net bir karşı duruş sergilememiştir. Tersine,
bunu "siyasal taktik bir başarı" olarak görmekte, bu haliyle olmasa bile çözüme doğru evrilebilecek bir sürecin
başlangıcı olarak gördüğünü gösteren yaklaşımlar ortaya koymaktadır. Bu çok vahim bir yanılgıdır. Sağ tasfi-
yeci uzlaşma ve teslimiyet eğilimlerini körükleyerek derinleştirmeyi amaçlayan sürecin içerdiği tehlikeleri bü-
yüten, hatta bunlar içinde en büyük tehlike etkeni özelliğini kazanan bir zaaftır ulusal hareketin öncüsünün
böyle titrek bir duruş içinde olması. Fakat onun hem bugünkü duruşunun zayıflığına hem de bunun çizgisel
ve tarihsel köklere sahip oluşuna bakarak PKK'nin bu tuzağa düşebileceği şeklindeki aceleci ve erken yargılara
da varmamak gerekir. PKK '93 ateşkes politikaları ile başlayan süreç sonrası izlediği politika ve taktikler sonu-
cu ulusal reformizm yönünde ciddi bir kayma göstermiş olmakla birlikte, devrimci özellikleri, gelenek ve
perspektiflerini hâlâ yitirmemiştir. Sürecin bugün kapıldığı hayalleri ve beklentileri boşa çıkaracak şekilde
seyri, onun kendine gelişini ve devrimci özüne dönüşünü de hızlandırıcı bir rol oynayabilecektir. Hâlâ bir ola-
sılık olan tersi yönde bir gelişme bile o kadar kolay, sorunsuz ve sancısız olmayacaktır. Erken ve aceleci yargı-
lardan bu yüzden uzak durmak gerekir. Aynı şey, eli kulağında bir "çözüm'', "barış" ve "yumuşama" hayallerine
kapılanlar açısından da söylenebilir. Savaş yorgunluğundan beslenen bu hayaller özellikle yurtsever kitleler
içinde bugün biraz daha geniş bir taraftar bulabilir. Fakat sürecin beklendiği gibi bir yumuşama ve beklendiği
kadar erken bir sonuç getirmeyeceğinin görülmesi, bu ruh halinin bezginlik ve karamsarlığa dönüşerek "ne
olursa olsun uzlaşma" şeklinde bir teslimiyetçiliğe dönüşmesi olasılığını içerdiği kadar, akılların başa gelerek
bu tür boş hayal ve beklentilerin geriye çekici etkilerinden kurtulma olasılığını da bağrında taşır. Onun için,
süreçte ortaya çıkan gelişmeler ele alınırken aceleci ve erken yargılardan olduğu kadar tek yanlı yaklaşımlar-
dan da uzak durmak gerekir.

IV- "KÜRT REFORMU" HAZIRLIKLARI, "DEVLETİ YENİDEN


YAPILANDIRMA" YÖNELİMİNİN VE ORTADOĞU GENEL
SORUNUNUN BİR PARÇASIDIR
İçine girilen sürecin anlamının ve içerdiği tehlikelerin ciddiyetinin kavranışındaki zayıflık ve yüzeyselliklerin
nedeni olarak bir dizi neden sayılabilir. Fakat bunlar içinde en önemlilerinden biri, hatta başta geleninin, so-
runu, salt "kendi içinde bir sorun" olarak ele almanın olduğunu söyleyebiliriz. Bu sadece yurtsever güçlere
özgü bir tutum olmayıp sadece bugün bu konuda ortaya çıkan bir dargörüşlülük de değildir. Ulusal hareketin
temsilcileri olsun, diğerleri olsun Kürt sorununu, ulusal mücadeleyi ve onunla ilgili gelişmeleri ele alırlarken
bunu hep kendisini çevreleyen başka süreç ve etkenlerden kopartarak ele almakla kalmamışlar -arada bir
bağlantı kurdukları durumlarda bile bunu hep ulusal sorun ve hareket odağından kurmuşlardır-; asıl Kürt
sorununun kendisini adeta dünyadan yalıtılmış bir Türkiye'nin 'iç sorunu' şeklinde ele alma darlığına düşmüş-
lerdir. Emperyalist sistem ve özel olarak Ortadoğu genel sorunu ile ilişkisinin anıldığı durumlarda bile bu ilişki
daha çok ajitatif bir teğelleme ilişkisi biçiminde iğreti kalmıştır. Bu mekanik ve dar bakış açısının, aşırı bir
sübjektivizm ve tek yanlılığa da neden olarak ulusalcı savruluşlara yol açması kaçınılmaz bir sonuçtur. Bu
savruluş ve sübjektivizmin, ulusal hareket ve onun güçleri arasında, her şeyi kendisiyle açıklayan bir 'benmer-
kezcilik' halini almasını ise yadırgamamak gerekir. Bu onun ideolojik-politik karakterinin ve çizgisinin doğal
bir sonucudur.

Daha işin başında bir perspektif çarpıklığına neden olan aynı hata, burjuvazinin 'köklü bir politika değişikliği'
olarak yutturmaya çalıştığı "Kürt reformu" hazırlıklarının nedenleri ve olası sonuçlarının ele alınışı sırasında da
kendini gösteriyor. Bu durumda çıkarılan sonuçlar elbette çok farklı ve yanlış oluyor. Bu gelişmenin, ulusal
hareket adına "siyasal taktik bir zafer", buna karşılık burjuvazi ve rejim adına ise "başka hiçbir çaresinin kal-
madığı bir çözülme, çürüme, dağılma, tıkanıklık ve yenilginin kanıtı" olarak yorumlanması, bu tek yanlı ve
tehlikeli abartının örneklerinden biridir. Bunun kendisi aşırı bir sübjektivizm örneği olmakla kalmıyor, "erken
sonuç, erken zafer" beklentilerinin azması başta olmak üzere daha bir dizi tehlikeli yanılsama ve savruluşlara
zemin oluşturuyor.

Burjuvazi (ve arkasındaki emperyalist güçler) Kürt sorununa ilişkin geleneksel politikada bugün kısmi de olsa
bir değişikliğe gitme ihtiyacını duyuyorlarsa eğer, bu elbette, aynı zamanda bu konuda yaşadıkları bir tıkanık-
lığın sonucudur. Bugüne kadar izledikleri politikalarını eski biçimiyle aynen sürdüremeyecek hale geldikleri
içindir ki, bu zorunluluğu duyuyorlar. Bunun belirleyici nedeni ise, Kürt halkının PKK öncülüğünde gelişen
ulusal uyanışını ve mücadelesini, ellerinden geleni yaptıkları halde terörle ezememiş olmalarıdır. Bu gerçeği
kimse reddedemez ve reddetmiyor zaten. Burada tartıştığımız sorun bu değil. Tartışma, bu tıkanıklığın bo-
yutları ve derinlik düzeyi ile buna bağlı olarak şimdi denenmeye çalışılan politika değişikliğinin ne anlama
geldiği üzerinedir. Devletin, geleneksel politikalarını artık aynen sürdüremez hale gelmesi, ulusal mücadele-
nin onu mecbur bıraktığı bir sonuç olması yönüyle bir kazanımdır. Cin şişeden çıkmıştır bir kez ve kimse onu
eski durumuna döndüremez artık. Fakat ulusalcı bakış açısı bunu öyle bir tarzda yorumlamaktadır ki devletin,
teröre dayalı politikaları istese de sürdürebilecek gücü ve mecali kalmamıştır!!! Rejim adeta 'üflesen
yıkılıverecek' ölçüde bitmiştir, tükenmiştir, yenilgiye uğramıştır!!! Ulusal hareket bundan ötürü gelinen noktayı
"siyasal bir zafer" olarak görüyor ve PKK buna da dayanarak '98 yılım final yılı' ilan ediyor. İşte ilk ayrılık, has-
mının durumunu olduğundan daha zayıf kendi durumunu ise olduğundan daha güçlü görmeye yol açan bura-
daki aşırı sübjektivizmden kaynaklanıyor. İkinci temel ayrılık ise, bu tıkanıklığı doğuran nedenlerin ve buna
bağlı olarak geliştirilmeye çalışılan "çözümün" anlamı ve amaçlarının kavranışında kendisini gösteriyor. Ulu-
salcı bakış açısı bu konuda da her şeyi getirip kendisine bağlıyor, kendisi ile açıklıyor. Öyle bir tablo çiziliyor
ki, Türk tekelci burjuvazisinin ve onun egemenlik sisteminin, sadece Kürt sorununda yaşadığı tıkanıklıkla
sınırlı olmayan, ekonomik, siyasal ve toplumsal yaşamın her alanında yaşadığı kriz, sadece veya en belirleyici
etken olarak getirilip Kült ulusal kurtuluş mücadelesinin varlığına bağlanıyor. Yaşanan her gelişme, atılan her
adını da Kürt ulusal mücadelesinin bir başarısı ya da ona karşı geliştirilmeye çalışılan yararsız bir çaba olarak
açıklanıyor!!! Entelektüel bir tartışma sırasında bu 'benmerkezciliği' fazla önemsemez, durumun bütünlüklü ve
gerçekçi bir değerlendirmesinin yerine parçayla sınırlı bu dargörüşlülüğü hem yöntem açısından hem de eko-
nomi politik açısından eleştirir geçersiniz. Fakat burada bir tartışma kulübünde değil sınıf mücadelesi zemi-
nindesiniz. Durumun bütünsel ve gerçekçi bir değerlendirmesinden uzak bu tür tek yanlı ve sübjektivist de-
ğerlendirmeler, somut taktik politikalara temel oluşturmakta, mücadelenin gelişim seyri ve kaderi üzerinde
etkili olabilecek hata ve savruluşlara dönüşmektedir. Tek yanlı abartıya dayalı bu tür subjektivist yaklaşımlar,
genellikle "maceracı taktiklerin izlenmesine neden olur fakat Kürt ulusal hareketi somutunda, daha çok tes-
pitler ve konulan hedefler düzeyinde "sol" bir görüntü içermekle birlikte asıl olarak sağ politika ve taktikler
olarak karşımıza çıkmaktadır.

PKK'nin önderliğinde gelişen Kürt ulusal mücadelesi, 13 yıldır Türkiye'nin siyasal-toplumsal gündeminin mer-
kezi sorunlarından biri, hatta başta geleni olmakla kalmadı, bunun da ötesinde burjuvazinin egemenlik siste-
minde ciddi sarsıntılar yarattı. Bunu da sadece iç ve dış politikada, askeri, toplumsal, ekonomik ve siyasal
alanlarda yarattığı konjonktürel sorun ve sarsıntılardan ibaret görmemeliyiz. Kuşkusuz bunlar da önemlidir.
Gerek bunların her birinin kendi içinde gerekse birbirlerini besleyip iğnelendiren birleşik sonuçları bakımın-
dan Kürt ulusal mücadelesinin yol açtığı sorun ve sarsıntılar. Kürt sorununu, son 13 yıldır burjuvazinin başını
en fazla ağrıtan sorun haline getirdi. Fakat onun burjuvazinin egemenlik sisteminde yarattığı sarsıntı, bunların
ötesindedir. Kürt ulusal uyanışı ve mücadelesi, burjuvazinin egemenlik sisteminin tarihsel temelleri ve yapı-
sında da ciddi bir sarsıntı yarattı. Cumhuriyet rejiminin temel taşlarını yerlerinden oynattı, ondaki çürümeyi
açığa çıkardı, onu çözücü diğer dinamiklerin hareketini de ivmelendirdi. Ki kendisi zaten bu dinamiklerin
başında gelenlerden biridir. (Rejimin toplumsal temellerindeki zayıflamayı derinleştiren bu dinamiklerin belli
başlıları olarak: bugün kendisini güçlü eylemlerle ortaya koyamıyor olsa da işçi sınıfı hareketini, kriz koşulla-
rında patlama potansiyelleri artmış olan genel emekçi kitle muhalefetini, İslami hareketi ve Alevi dinamiğini
sayabiliriz.) Bundan ötürü Kürt ulusal mücadelesi, burjuvazi açısından, başlı başına yeterince büyük ve ağır
olan yarattığı dönemsel sorun ve sıkıntılardan daha fazlasını yaratan "büyük bir baş belası" özelliğine sahiptir.
Ne yapıp edip onu bir biçimde soğutmak, stabilize etmek, bu yüzden burjuvazi için başlı başına büyük bir
önem taşımaktadır.

Fakat burjuvazinin Kürt sorununa ilişkin olarak geliştirmeye yöneldiği son inisiyatifin amacı, sadece Kürt so-
rununun stabilizasyonu hedefi ile sınırlı değildir. Kendi içinde özel bir önem ve anlam taşımakla birlikte bu,
daha genel ve daha bütünsel bir amaç doğrultusunda atılan bir adım özelliğine sahiptir aynı zamanda. Bu
daha genel ye daha bütünsel amaç, devleti ve ekonomiyi yeniden yapılandırmaktır. Kürt sorununun reformize
edilmesi, ulusal hareketin devrimci karakterinin tasfiyesi, gerilla mücadelesinin bütünüyle tasfiye edilemese
bile "marjinal" hale getirilmesi, vd. İşte bu genel ve stratejik yönelimin aynı zamanda zorunlu kıldığı bir adım-
dır. Ordunun bile bugün "reformcu, siyasal çözümcü" kesilmesinin arka planında bu "yeniden yapılandırma"
ihtiyacının artan yakıcılığı vardır. 13 yıldır başedilemeyen mücadele karşısında yaşanan tıkanma, savaş uza-
dıkça bunun rejim açısından yarattığı tehlikelerin ve kanamaların büyümesi vb. etkenler, kendi başlarına da
bir önem taşımakla birlikte belirleyici değil bu yönde adım atma zorunluluğunu ivmelendirici etkenler olarak
görülmelidir. Hangi etkenin bu sonuç üzerinde hangi ölçüde etkili olduğunu tartışmanın da ötesinde, başlı
başına taşıdığı önemi gözardı etmemek koşuluyla, burjuvazinin Kürt sorunundaki son yönelimleri ve politika
değişikliği hazırlıklarının kendisini, devleti ve ekonomiyi yeniden yapılandırma genel amacı ve stratejik yöne-
liminden bağımsız ve kopuk olarak ele almamalıyız.16

16
Popülerleşen bir yönelim ve kavram olarak "devleti yeniden yapılandırma", Türkiye devrimci hareketinin literatürüne de girmiştir.
Fakat çok kullanılır hale geldiği halde, anlamının, boyutlarının ve stratejik karakterinin yeterince kavranıldığı söylenemez. Genellikle
gündelik kimi yansıma ve sonuçlarından hareketle daha çok parçalarla sınırlı bir kavrayış sergilenirken; MLKP II. Kongresi bunu,
"aşağı yukarı seçimlere kadar sürecek" basit bir siyasal reformasyon süreci olarak görme sığlığı içindedir.
"Devleti yeniden yapılandırma" yönelimi, günümüz koşullarında burjuvazinin egemenlik sisteminde yaşanan ve artık dönemsel bir
'yönetememe krizi'nin ötesine geçen yapısal tıkanmaya, burjuvazinin tabii ki kendi tarzında stratejik bir çözüm arayışlarına verilen
Burjuvazinin ve siyasetteki tıkanmanın bir sonucu olarak onun ihtiyaç duyduğu temel stratejik ve taktik poli-
tikaları dillendirmekte bir süreden beri "Merkezi devlet partisi" olarak kullandığı ordunun Kürt sorununda ge-
leneksel politikalardan farklı, reformcu bir "çözüme" yönelmesinin 'kendi başına bağımsız bir amaç' olmayıp
'devleti ve ekonomiyi yeniden yapılandırma' genel yönelimi ve stratejik amacının bir parçası olarak kavranması
çok önemli ve ayırt edici bir noktadır. Bu neden bu kadar önemlidir?

1) Gündeme getirilen sözde çözümün hem amacının hem de içerdiği tehlikelerin doğru ve bütünlüklü bir
tarzda kavranabilmesi açısından önemlidir. Ulusal talepler çerçevesi içinde bile bu "çözüm"ün, sadece ulusal
devrimci hareketi tasfiye amacı ile değil Kürt halkının ulusal talep ve beklentilerinin yanında sınırlılığının yanı
sıra doğuracağı toplumsal sonuçlar itibarıyla da yeni felaketler getirecek nasıl tehlikeli bir tuzak olduğunun
kavranması ve kavratılabilmesi açısından önemlidir. "İyi niyetli bir yönelim", "ciddi ve köklü bir politika deği-
şikliği" vb. olarak yutturulmaya çalışılan bu yönelim. Kürt halkına özellikle ekonomik ve sosyal bakımlardan
kendisine yeni imkanlar kazandıracak bir 'reform paketi' şeklinde pazarlanıyor. Birazdan değineceğimiz gibi
bu yönelimin gerçekten de ekonomik bir ayağı var. Fakat bu, yoğun bir işsizlik ve onun sonuçlarının pençe-
sinde de kıvranan Kürt emekçilerinin hiç olmazsa ekonomik yönden çektikleri acıların bir nebze olsun hafif-
lemesine değil, başlangıçta bu yanılsamayı yaratacak olsa dahi gerçekte onların hem ulusal hem de sınıfsal
bakımlardan bugünkünden çok daha beter ve sinsi bir sömürü ve soygun boyunduruğunun altına alınmalarına
yol açacaktır. Kürt emekçilerinin çektiği acılar, bu yönüyle de hafiflemeyecektir. Onların, burjuvazinin dema-
gojik manevralarına aklanarak bu tuzağa düşmelerinin önüne geçebilmek için, geliştirilen sözde reform planı-
nın, sadece ulusal talepler bakımından değil, sınıfsal talep ve beklentiler bakımından da nasıl sınırlı ve aldatıcı
olduğunun onlara gösterilmesi gerekir. Fakat bunu yapabilmek için sorunun bu boyutu önce öncüler tarafın-
dan görülmelidir.

2) Burjuvazinin yönelimi ve amacının, sadece "Kürt sorununu çözmekle" sınırlı olmadığının kavranılması, ister
doğrudan bu konuda isterse bununla çok ilgisiz gibi görünen bir başka konuda gündeme gelebilecek olan
'eskisinden farklı bir görüntü'ye sahip, sözde 'yeni' veya aynı öze sahip liberal birtakım politika ve açılımların
gerçek iç yüzünün zamanında görülebilmesi açısından önemlidir. Eski duruma kıyasla bir şeylerin değiştiği
geçiş süreçlerinin bulanıklık ortamı ve kesitlerinde sakınılması gereken en büyük tehlikelerden biri de, sınıfsal
ve ideolojik bakımlardan yabancı ve hasım güçlerin, onlara ait politika ve taktiklerin kuyruğuna takılma tehli-
kesidir. Bunun bilinçli değil farkında olunmadan düşülen bir hata olması sonucu değiştirmez. Nedenleri ayrı
bir tartışma konusu olmakla birlikte Türkiye devrimci hareketinin geleneksel zaaflarından biri olarak, 'göreli'
düşünme alışkanlığının yaygınlığını da göz önüne getirecek olursak, 'devleti ve ekonomiyi yeniden
yapılandırma' sürecinin geneli bakımından bu ciddi bir tehlikedir. Çünkü bu süreç doğası gereği, çeşitli konu-
larda eski duruma, eski sisteme, eski politikalara göre bazı yeni adımlar veya bu yanılsamayı yaratacak açılım-
ları içerecektir. Türk tekelci burjuvazisinin egemenlik sistemindeki yapısal kireçlenmenin kalınlığı da dikkate
alınacak olursa, devletin idari yapısında, temel politikalarında veya toplumsal yaşamın düzenlenmesinde bu
yönde atılacak adımlardan bazılarının eskiye oranla çok radikal bir özellik taşıması veya böyle bir görüntü
yaratması mümkündür. İşte 'görelilik' mantığı, içeriğini ve amacını bir kenara bırakarak, bunların üzerine ko-
laylıkla atlar. Örneğin TÜSİAD "devleti yeniden yapılandırma" amacı doğrultusunda bir "Anayasa reformu" öne-
risi ortaya atar, herkesten daha radikal geçinen devrimci örgütler bile anayasacılık oynamaya başlar. Sözde
kendi gündemine sahiptir ve alternatif bir öneri getirerek burjuvaziyi kendi çektiği silahla vurduğunu zanne-
der!!! Ama gerçekte, hasmının stratejik yönelimini ve asıl amacını gözden kaçırdığı için, politik inisiyatifi baş-
tan kaybetmiş ve onun gündeminin kuyruğuna takılmıştır. Farkında değildir. Bugün aynı tehlike Kürt sorununa

genel bir addır. Burjuva devleti klasik yapılanması ve işleyişinden farklı, bu özelliği ile "yeni" bir devlet modeli ortaya çıkarmaktadır.
Bu arayış, sadece Türkiye'ye özgü bir durum olmayıp evrenseldir. Bu anlamda, taktik değil stratejik bir yönelimdir. Öz olarak her
türlü toplumsal muhalefet dinamiğini sistem sınırları içinde denetim altına alarak burjuvazinin kitle dayanakları zayıflayan siyasi,
ideolojik ve kültürel hegemonyasını pekiştirme amacını taşıyan bu yönelim, birbirini bütünleyen başlıca üç ayağa sahiptir:
1) Klasik burjuva "kuvvetler ayrılığı" ilkesinden belirgin bir biçimde koparak yürütmenin yetkilerinin genişletildiği bir "iktidar merke-
zileşmesi" sağlamak,
2) Burjuva siyasetin merkezileştirilmesi, bu anlamda ''siyasette tekelleşme",
3) Burjuvazinin tarihsel düşü olan sınıf işbirliği ruhu ve anlayışının daha kurumsal bir yapıya kavuşturularak yeni bir düzleme taşın-
ması, bu çerçevede sosyal demokrasi ve liberal oportünizmin önünün kontrollü bir biçimde açılması.
'Marksist devlet teorisi ışığında devleti yeniden yapılandırma' konusunu DP'nin önümüzdeki sayısında ele alacağız.
ilişkin olarak var. Burjuvazinin bu konuda, üstelik tarihsel temellere sahip geleneksel politikasından farklı bir
yaklaşım geliştirme yönelimine girdiğini söylüyoruz. Hem de bunu bu konuda en tutucu görüş ve tutumların
sahibi ordu aracılığıyla yapıyor. Bunların her ikisi de başlı başına etkili olabilecek birer yanılsama etkenidir.
Ayrıca ideolojik konumları ve misyonları gereği genellikle devletin resmi yaklaşım ve politikalarından her za-
man biraz daha "radikalini" savunan liberaller boylu boyunca girmediler henüz devreye. Bir de eski politikala-
rın aynen devamından yana olan "şahinler" işin içine girince -bugün için onlar bir 'savunma' konumuna itilmiş
durumdalar- bu toz duman içinde görece en radikal ve demokrat görünümlü olanın kuyruğuna takılma tehli-
kesi büyüyecektir. Eğer sorunu -bu Kürt sorununun dışında başka bir konu da olabilir- sadece 'kendinde
sorun' olarak ele alma darlığına düşülür, karşılaşılabilecek bütün öneri ve politikalar kendi içinde taşıdığı özel
anlam ve amaçların yanı sıra devleti ve ekonomiyi yeniden yapılandırma stratejik yönelimi ile olan bağlantısı
içinde ele alınıp değerlendirilmezse bu sonuç kaçınılmazdır. İstendiği kadar "Marksist-Leninist olunduğu''
iddia edilsin, isterse mevcutlar içinde devrimci çizgiler de taşıyan en radikal öneri ve politikalarla ortaya çıkıl-
sın, bu sonuç değişmez.

Kürt sorunu da dahil bu süreçte atılacak adımların, burjuvazinin 'devleti ve ekonomiyi yeniden yapılandırma
ihtiyacı ve stratejik yönelimi ile ilişkisi içinde ele alınması, sadece o konuda değil onunla ilgisiz gibi görünen
konularda da yaşanacak gelişmelerin birbirleriyle olan ilişkisinin kuruluşunu sağlayacaktır. Bu sadece bir ko-
nuda devrimci bir tutum sergilenirken hemen onun bitişiğinde veya sürecin ilerleyen aşamalarında oportü-
nizme düşülmesini engelleyici olacağı gibi, süreçlerin ve gelişmelerin bazı ön belirtilerinin zamanında yakala-
nılarak öncü politika ve taktikler geliştirebilmesi açısından da önemlidir. Dikkat edilirse her iki halde de, rüz-
gara göre yelken açan oportünist kuyrukçuluğa, bunu doğurup besleyen en önemli etkenlerden biri olarak
politikasızlığa ve öngörüsüzlüğe karşı bir panzehir vardır. 'Devleti yeniden yapılandırma' stratejik amacı doğ-
rultusunda "eski duruma'', "geleneksel yaklaşım ve politikalara", devletin klasik işleyiş mekanizması ve kural-
larına vb, vb. göre "ileri ve demokratik bir açılım" görünümünü taşıyan adımlar, burada karşımıza bir "Kürt
reformu" hazırlıkları biçiminde çıkabilir, şurada bununla çok ilgisiz gibi görünen bir "Adalet reformu" veya
İnfaz Yasası değişikliği biçimini alabilir. Kimi zaman birbirleriyle taban tabana zıt görünen "başkanlık sistemi"
tartışmaları ile "yerel yönetimlere özerklik" projeleri biçimine bürünebilir. Eğer biz bunların arasındaki iç bağ-
lantıyı oluşturan temel ekseni yakalamış, nedenleri ve amaçları ile birlikte derinlemesine kavramışsak, o za-
man ne bunlar arasındaki ne de örneğin TÜSİAD'ın "Anayasa reformu" önerisi ile merkez sağ ve merkez solda-
ki burjuva düzen partilerini birleşmeye zorlama girişimleri. CHP'nin yıldızının parlatılması yönündeki çabalarla
ANASOL-D Hükümetinin "ekonomide yapısal reform" olarak adlandırılan sömürü ve soygun önlemleri almaya
zorlanması. Türk-İsrail stratejik işbirliği ile Bakü-Ceyhan Boru Hattı projeleri vb. vb. arasındaki ilişkileri kur-
mak zor olmaz. O zaman, burjuvazinin Kürt ulusal mücadelesini reformizm zeminine çekme girişimleri karşı-
sında devrimci ama diyelim ki TÜSİAD'ın anayasa reformu önerisi karşısında reformcu bir yaklaşım sergilemek
gibi tutarsızlıklara ya da burjuvaziyi Kürt sorununda politika değişikliğine zorlayan etkenlerin ele alınışı sıra-
sında tek yanlı dar görüşlülüklere sürüklenmeyiz.

Öte yandan, "Kürt reformu" da içinde olmak üzere, burjuvazinin 'devleti ve ekonomiyi yeniden yapılandırma'
stratejik amacına bağlı olarak attığı adımların karşısına çıkarken, sadece düşünsel planda bir uyanıklık ve
sınırların net çekilmesi ile yetinilemez. Genel sağ dalganın basıncıyla devrimci güçleri dahi içine çekme teh-
likesinin büyüdüğü bu koşullarda, devrimci tutum ve politikalarda ısrar bile özel bir öneme sahiptir gerçi ama
salt bunların savunulması ile sınırlı bir propaganda ve teşhir faaliyeti yürüterek etkili bir öncü rol oynanamaz.
Bunu şöyle de ifade edebiliriz: 'Devleti ve ekonomiyi yeniden yapılandırma' yönelimi doğrultusunda geçmişe
oranla daha liberal, daha demokratik, insan haklarına daha saygılı, kitlelere birazcık nefes alma olanağı sunu-
yormuş vb. gibi görünen tuzaklarla daha sık ve çok yönlü olarak karşılaşacağımız önümüzdeki süreçte, dev-
rimci hareketin gelişme seyri ve devrimimizin geleceği açısından 'olağan' dönemlerden daha fazla belirleyici
önem kazanacak olan tutarlı devrimci öncü bir duruş sergileyebilmek, sadece bu tuzaklara düşmemekten
ibaret savunmacı bir tutumla sınırlı bir sorumluluk olarak anlaşılmamalıdır. Sadece eski pozisyonunu koruma-
ya çalışmakla yetinen, bunu korumayı da başaramayacaktır. Çünkü taşıdığı özelliklerden ötürü bu süreç, ken-
di devrimci konumumuzu ve mevzilerimizi etkin bir tarzda koruyabilmemiz için bile toplumun, sınıfın ve
emekçi kitlelerin bu zokaları yutmalarının önüne geçebilmek sorumluluğunu ve zorunluluğunu getiriyor önü-
müze. Bunu başarabilmek için ise, sınıfın ve ezilen emekçi yığınların karşısına alternatif bir toplumsal proje
ile, daha somut bir ifade ile, proleter sosyalizm ütopyamızı zenginleştirmiş ve somutlaştırmış bir biçimde
çıkmak zorundayız. Burjuvazi veya liberaller tarafından geliştirilecek sistem içi reformist açılımlara karşı çıkı-
şımız eğer sadece onları teşhirle yetinir, sadece içerdikleri tehlikelere işaret etmekle kalır, bunların karşısına
kaynağını bütünlüklü bir toplum projesinden alan somut alternatif devrimci çözümlerle çıkamazsak, kitleler o
zaman bize şunu diyeceklerdir: "Buna karşı çıkıyorsun, 'bu bir tuzaktır diyorsun, 'bu oyuna gelmeyelim diye
uyarıda bulunuyorsun, iyi ama karşılığında sen ne getiriyorsun? Eleştiri ve çözümsüzlüğün dışında ne öneri-
yorsun? Eski durum daha mı iyi? Yoksa sen onun devamından mı yanasın?" diye soracaklardır. Alternatifi ol-
mayan ve bunu üretemeyenlerin bu tür sorulara verebileceği ikna edici bir yanıt olamaz. O zaman, örneğin
özelleştirmeye karşı çıkan ama ortaya somut ve tutarlı devrimci bir alternatif koyamadığı için nesnel olarak
veya açıkça mevcut KİT düzenini "hiç olmazsa kamu mülkiyeti" olarak savunan oportünist bir konuma düşeriz.
Burjuvazinin 'yerel yönetimlere özerklik' görünümü altında burjuva devletin işleyişine esneklik ve serilik ka-
zandırmanın yanı sıra orta sınıflara yerel düzeyde hem ekonomik hem de siyasi bakımlardan yeni soygun ve
nüfuz imkanları kazandırarak rejimin zayıflamış olan kitle temelini güçlendirme girişiminin anlamını ve ama-
cını sergileyelim derken, sanki mevcut bürokratik ve despot faşist devlet düzeninin aynen kalmasından ya-
naymışız gibi tutucu bir görüntünün doğmasını engelleyemeyiz. Böyle bir görünüm vermemeye özen göstere-
rek hareket edecek olsak bile, hasımlarımız tarafından hakkımızda böyle bir imaj yaratılmasının önüne fazla
geçemeyiz. Aynı şey, bugün üzerinde durduğumuz "Kürt reformu" konusunda da geçerlidir. Kürtlere, "Bu oyu-
na gelmeyin" dediğimiz zaman, "İyi de ne yapalım? Yıllardan beri anamız ağladı, çekmediğimiz zulüm kalma-
dı. Üstelik bunu yalnız başımıza omuzlamak zorunda kaldık. Hiç olmazsa biraz soluk alalım, güç toplama
fırsatını bulalım" gibi bir yaklaşımla karşılaştığımız takdirde, bu ruh halini kolay kolay kıramayız. Onun için,
burjuvazinin hazırladığı tuzaklara karşı çıkışımız, sadece bir sınır çekme ile sınırlı kalamaz. Bu noktada karşı-
mıza, bizim, 'hayatın her alanını kucaklayan tutarlı ve bütünlüklü alternatif politikalara sahip bir sosyal devrim
örgütü olarak parti düzlemine sıçrama' diye tanımladığımız ve proleter sosyalizmini hedefleyen toplumsal
devrim misyonumuzun doğru ve derinlemesine kavranışı temelinde onu somut projeler ve taktik politikalar
haline getirme yükümlülüğümüz çıkar. Girilen süreçte, mücadelenin her alanında bu bilinç ve kavrayışla hare-
ket etmenin tarihsel önemi ve zorunluluğunu burada da görebiliriz.

Konunun önemini, hem de doğrudan bugünün pratiği açısından önemini, olumsuz örneklerden de çıkarabi-
liriz. Örneğin Kürt ulusal hareketinin güçleri arasında bir 'savaş yorgunluğu' olgusundan söz ediyoruz. Sadece
yurtsever kitlelerle sınırlı kalmayan, öte taraftan ulusal devrimci hareketin en büyük ve en kararlı kitle deste-
ğini oluşturan Kürt yoksul köylülüğü ve diğer emekçi kesimler içinde de ciddi boyutlar kazanmış olan bu
'yorgunluk' eğiliminin bu denli yaygınlık kazanmış olmasını sadece devletin uyguladığı terör ve vahşetin yo-
ğunluğuna bağlayamayız. Bu yorgunluk kuşkusuz sırf savaş uzadığı için değil yıllardan beri uygulanan terörün
yoğunluğu sonucu ortaya çıkmıştır. Fakat yurtsever hareketin en kararlı destekçisi ve kitle temelini oluşturan
kesimler içinde bile bugün gözle görülür boyutlar kazanmışsa eğer, buna karşı direnme katsayısının bu denli
düşmesinin temelinde yatan nedeni de görmek gerekir. Çok kısa ve öz bir ifadeyle, derinlerde yatan bu temel
etken, PKK'nin dar ulusalcı bakış açısından dolayı yoksul köylülüğün toprak talebi başta olmak üzere Kürt
emekçi sınıflarının sınıfsal talep ve beklentilerine gereken önemi vermeyen, bu konularda bugüne kadar hiçbir
özel politika ve taktik ortaya koymayan, onları salt ulusal talepler temelinde bilinçlendirip örgütlemekle yeti-
nen tutum ve yaklaşımlarıdır. Bunun sonuçlarını bugün özellikle zorla göç ettirilmiş ve metropollere savrul-
muş yurtsever emekçilerin ulusal mücadele ile pratik ilişkilerindeki zayıflamada görebiliriz. PKK sözcülerinin
de çeşitli vesilelerle kabul ettikleri gibi, metropollere göçertilmiş bu kitlenin ulusal bilinci ve harekete olan
bağlılıkları körelmemiş, kaybolmamıştır. Ama metropollerdeki kitle eylemlerine katılım düzeylerinde bile bir
zayıflama vardır. Ve buna gerekçe olarak, karşı karşıya bulundukları işsizlik, yoksulluk, sefalet, açlık, evsizlik
vb. sorunların bunaltıcı baskısını göstermektedirler. Ve onların önüne bu konularda hâlâ somut devrimci tak-
tik ve politikalar konulmamaktadır. Yalnızca ulusal duygu ve bilinçlerine hitap eden bir propaganda ve ajitas-
yon ise, onları istenilen düzeyde harekete geçirmeye artık yetmemektedir.

Yine doğrudan veya dolaylı olarak bugünün pratiği, politika ve taktikleri üzerinde etkili olan veya olabilecek
bir örneği de ideolojik alandan verebiliriz. Gerek Kürt sorununda olsun gerekse başka konularda olsun, 'dev-
leti ve ekonomiyi yeniden yapılandırma' doğrultusunda atılan adımlar, burjuvazi tarafından olduğu kadar "sis-
tem muhalifi" geçinen liberaller tarafından da bir "modernleşme hareketi" olarak yutturulmak isteniyor ve
istenecektir. Kürdistan'a düzenlenen son "basın seferi" sırasında bölgeye götürülen ve "sivil toplumcu" görüş-
leri ile tanınan Ali Bayramoğlu, Gülay Göktürk, Mehmet Altan gibileri, ordudan yedikleri propagandanın da et-
kisiyle şimdiden bu yönde görüşler dile getirmeye başladılar zaten. Özünde aynı kapıya çıkan benzer görüşle-
ri farklı bir dille Abdullah Öcalan da dile getiriyor. Hatta Öcalan, bu noktada "sivil toplumculuk"dan bile bir
adım daha geriye giderek, "ordunun, Türkiye'nin önünü açtığını'' iddia edebiliyor. Biçimi ve arkasındaki niyet
ne olursa olsun, sonuç olarak, "ordunun, korkak ve beceriksiz siyasetçilerin yapamadıklarını yaparak bugün
Türkiye'nin önünü açtığını" iddia eden, bunun nesnel olarak "ilerici bir modernleşme hareketi" olduğunu ileri
süren her türlü görüş, Türkiye'de cuntacılığın ideolojik gerekçe (12 Mart muhtıracıları, "tutum ve davranışları
ile Türkiye'nin önünü kapayan ve gerekli sosyal reformları yapmayan bir iktidara karşı çıktıklarını" iddia et-
mişlerdi) ve dayanaklarından biri olan (rahmetli Hikmet Kıvılcımlı'nın, Doğan Avcıoğlu ve Yöncülerin, Mihri
Belli gibi MDD'cilerin tez ve görüşleri hatırlansın) çürümüş bir tarih tezini yeniden hortlatmaya çalışmak anla-
mına gelir. Bunun bugünkü pratik siyasal anlamı ise, siyasal ve toplumsal yaşama giderek daha pervasız ve
daha dolaysız biçimlerde müdahale eden ordunun, bu 'süreklileşti-rilmiş darbe' pratiğini meşru görmek ve
buna katkıda bulunmaktır. Burjuvazi adına "merkez devlet partisi" olaraşk hareket eden, ancak darbe dö-
nemlerinde rastlanabilecek bir rahatlık ve pervasızlıkla iç politikadan dış politikaya, ekonomik ve sosyal ya-
şamdan siyasal yaşama kadar her şeye burnunu sokan, kendi başına inisiyatif koyan, MGK yetmezmiş gibi
''Kriz Yönetim Merkezi", "Bilmem ne çalışma grubu" vb. adı altında bunu bir de yasal ve kurumsal yapıya ka-
vuşturan ordu da bunu istiyor zaten.

"Devletin ve ekonominin yeniden yapılandınlması, bunun temel unsurlarından biri olarak Kürt sorununda sı-
nırlı nitelikte de olsa reform sayılabilecek bazı yeni açılımlar yapılması, en azından eski dununa kıyasla bir
'ilerleme' ve 'modernleşme' hareketi sayılamaz mı? Bu haliyle bir 'modernleşme' ve 'demokratikleşme' olarak
kabul edileni ese bile en azından bunun önünü açacak bir yönelim olarak değerlendirilemez mi?" gibi bir soru
akla gelebilir. Soruna daha önce değindiğimiz "görelilik" ölçütüyle bakılacak olursa, bu sorulara olumlu bir
yanıt verilir tabii. Fakat soruna "düne göre" ölçütüyle değil de, bu yeniden yapılandırmanın amacı ve bugün
hangi etkenlerin zorlaması sonucu gündeme geldiğini de gözününde bulunduran tarihsel bir perspektifle ba-
kacak olursak eğer, o zaman bunun bir modernleşme hareketi değil, çağdaş ve incelmiş bir gericilik olduğu
gerçeğini görmemiz zor olmaz. Tarihsel bakımdan ömrünü tamamlamış, insanlığa artık felaketlerden başka
bir şey vermeyen ve veremeyecek olan bir sınıfın (burjuvazi) siyasal ve ekonomik egemenliğini, her bakımdan
çürümüş ve tıkanmış sistemini bazı yönlerden restore ederek güçlendirmeyi amaçlayan bir yönelimin neresi
modernleşmedir? Türkiye'yi emperyalist Yeni Dünya Düzeni ile çok daha ileri düzeyde bütünleştirmeyi hedef-
leyen bir yönelim, nasıl ve nesinden dolayı bir modernleşme hareketi olarak kabul edilebilinir? 'Devleti ve eko-
nomiyi yeniden yapılandırma' yönelimi, bütünüyle olduğu gibi bu amaçla olan bağlantısından dolayı tek tek
parçalarda da tarihsel bakımdan ileriye doğru bir adım anlamına gelmediği gibi, en azından bunun önünü
açacak bir başlangıç olarak da yorumlanamaz. Bunun tam tersine o. genel olarak insanlığın kurtuluşu, özel
olarak Türkiye'de gerçek anlamda bir ulusal ve sosyal kurtulaşa ulaşılması sürecini geciktirecek, onun önün-
deki tuzakları çoğaltan, buna önderlik edecek devrimci güçlerin ve devrimci yönelimlerin tasfiyesini amaçla-
yan bir gericileşme hareketi ve sürecidir.

Bu sürecin karşısına işte biz eğer dar bir siyasal devrimcilik anlayışıyla değil, kendi toplumsal devrimci mis-
yonumuzun ve bunun hedefini oluşturan tutarlı bir sosyalizm ve sınıfsız komünist toplum idealimizin derin-
lemesine bir kavrayışı ve bilinciyle çıkmayı başaramazsak, o zaman en kabasını yutmasak bile bunlara göre
daha ince liberal zokaları yutmaktan kurtulamayız. Devletin geleneksel tutum ve politikalarına bir parça kar-
şıtlık gösteren ama öte yandan bayağı bir burjuva liberal öze sahip olan görüşler ve açılımlar, gözümüze "eh-
veni şer" hatta "sevimli" ve "yakın" görünür. Dilimizin ucuyla bunları belki yine eleştirir gibi görünürüz ama
gönlümüz bunlara yakın durur. Ve bu ideolojik-siyasi deformasyon, durgunluk döneminin yarattığı sıkışma ve
geriye çekici başka etkenlerle de birleşerek derinleşir, sağ tasfiyeci yönde bir gidiş halini alır. Sorunun önemi
ve tehlikesi buradadır.

"Kürt sorununa kendinde bir sorun olarak çözüm aranmıyor. Burjuvazinin bu konudaki son yönelimleri, sade-
ce Kürt sorununu stabilize etme amacını taşımıyor" dedik. Aynı şey, bu planın, bu yönelimin arkasındaki asıl
patron olan ABD için de geçerlidir. Kürt ulusal hareketi, geliştirdiği mücadele ile "yerel bir güç" olmaktan çıkıp
Ortadoğu genelinde devrimci bir odak olarak sivrilmesinin verdiği bir özgüvenle, aşırı bir böbürlenme hastalı-
ğına kapıldı, bölge genelindeki her gelişmeyi dahi kendisine bağlı, kendisi merkezli açıklama gibi bir alışkan-
lık edindi. Aynı şeyi Türkiye için de yapıyor. Bu sadece ulusal harekete özgü bir tutum değil. Örneğin, "prole-
taryanın ML öncüsü" olduğunu iddia eden bir çizginin savunucusu Atılım'a bakıyorsun, kendisini komik du-
rumlara düşürecek şekilde Türkiye'deki her gelişmeyi, "merkezinde Kürt sorununun olduğu, ve ulusal hareke-
tin mücadelesinin sonucu olarak" açıklama(!) şeklinde bir tarz tutturduğunu görüyorsun. Türkiye'de Kürt so-
runundan başka sorun, ulusal hareketten başka toplumsal dinamik, burjuvazinin başka bir meselesi yok san-
ki!!! ML yaklaşım açısından bunun ne denli tutarlı bir mantık olduğunu bir tarafa bırakalım, bağımsız bir poli-
tik kişilik ve bir misyonun sahibi olma iddiası bakımından bile bununla sergilenen zavallılık açık değil mi?
Madem her şeyin merkezinde Kürt sorunu var ve zaten her şey de ulusal mücadelenin sonucu olarak ortaya
çıkıyor, o zaman sen hangi iddia ve misyonun sahibisin? Ayrı bir yapı olarak varoluş gerekçen ne veya niye
bunu hâlâ sürdürüyorsun? Ayrıca diyelim ki bu doğru, senin ne payın var Kürt ulusal mücadelesinin kaydettiği
bu gelişmede? Sen bu dünyaya, kendi dışındaki gelişmelere ve güçlere alkış tutmak için mi geldin? Oynaman
gereken ve oynayabileceğin başka bir rol yok mu senin? Konumuz şu anda Atılım'ın düşünsel sefaleti ve ba-
ğımsız politik bir kişilik sahibi olamama konusundaki yapısal zaafiyetinin eleştirisi değil. Türkiye ve Ortado-
ğu'daki her gelişmeyi, Kürt ulusal sorunu ve mücadelesi merkezli açıklamaya kalkışmanın sakatlığı, yanlışlığı
ve içerdiği tehlikeler. Bunun, burjuvazinin geliştirmeye çalıştığı yeni açılımlarla birlikte önümüzdeki süreçte
daha sık karşılaşacağımız doğurabileceği tehlikelere bundan sonra da işaret edeceğiz. Aynı tehlike, ABD'nin
bu konuda izlediği ve izleyebileceği politika ve taktiklerin hareket noktaları ve amacının kavranamaması du-
rumunda da geçerlidir.

ABD açısından baktığımızda da, Kürt sorununun stabilize edilmesi, kendi başına bir amaç değil genel Or-
tadoğu politikalarının bir parçasıdır. PKK, o benmerkezci bakış açısından dolayı, ama bundan da önce ve bunu
da besleyecek şekilde emperyalizm sorununa yaklaşımında temel bir çarpıklık doğuran dar ulusalcı çizgisin-
den dolayı yakın bir süre öncesine kadar "çözümü" ABD'den bekleyen, ABD ile ilişkilerde arayan bir yaklaşımla
hareket etti. Kürt sorununun ABD tarafından da Ortadoğu'nun sanki en önemli sorunu olarak görüldüğü yo-
rumu, onun politika ve taktiklerinde de savruluşları derinleştiren bir rol oynadı. Halbuki ABD'nin gözünde Kürt
sorunu, Ortadoğu'ya ilişkin genel siyaseti içinde parça bir yere ve öneme sahiptir. Ayrıca bu yer ve önem, öyle
abartıldığı kadar da büyük değildir. ABD için Kürt sorunu, bölgedeki gelişmeleri etkileyebilecek bir dinamik ve
etken olarak taşıdığı kendi bağımsız özgül ağırlığından daha çok, Türkiye ve Arap devletleri ile olan ilişkisi
açısından önemlidir. Bunu da kapsayan daha bütünsel bir amacın, diğer emperyalist rakipleri karşısında böl-
gedeki hegemonyasını koruma ve sağlamlaştırma stratejisinin içinde bir unsur olarak önemlidir. Bu konuda
son yıllarda giderek yeni bir bağıntılılık halkası daha ortaya çıkmıştır. Ortadoğu politikasının kendisi artık ABD
için Kafkaslarla bağlantılı, bu anlamda daha da genişlemiş ve büyümüş bir sorunun iki temel ayağından biri
özelliğini kazanmaya başlamıştır.

V- BURJUVAZİ ve ABD, "KÜRT SORUNU"NUN BİRAN ÖNCE


STABİLİZE EDİLMESİNİ NEDEN İSTİYORLAR?
Burjuvazinin düşündüğü "Kürt reformu"nun anlamına, amacına ve sınırlılığına işaret ettikten sonra, hem bun-
ların kavranışını kolaylaştıracak hem de bu sürecin gelişim seyrini ve temposunu belirleyici nitelikteki bir baş-
ka önemli sorunun yanıtını aramaya geçebiliriz. Türkiye'nin Kürt sorununa ilişkin devlet politikasında değişik-
lik yapma ihtiyacı neden duyuluyor? Burjuvaziyi ve onun hizmetinde olmakla birlikte bu konuda her zaman en
katı tutum ve politikaların sahibi olan orduyu, bugün biraz daha esnek bir politika izlemeye yönelten, bunu
adeta bir zorunluluk haline getiren etkenler nelerdir? Bu sorunun yanıtının doğru ve bütünsel kavranışı,
sürecin kendisini ve gelişimi sırasında karşılaşabileceğimiz durumları kavramamızı kolaylaştıracaktır.

Bu planın asıl sahibi olan ABD emperyalizmini, onun baskı ve zorlamalarının da etkisiyle Türk tekelci burjuva-
zisini ve orduyu bu konuda bir politika değişikliğine zorlayan nedenler, bilinmeyen nedenler değil aslında.
Onun için burjuvazi, ABD emperyalizmi ve ordu açısından bunların belli başlılarına, kısa özetler halinde deği-
nip geçmek yeterli olacaktır. Yalnız bunlara geçmeden önce, bu konuda altı çizilmesi gereken bir nokta var:
Bu nedenlerin hiçbiri birbirinden kopuk değildir. Bundan ötürü, bunlar birbirlerinden bağımsız bir biçimde ve
tek yanlı olarak ele alınmamalıdırlar. Bu tek yanlı yaklaşımlar oldukça yaygındır çünkü. Örneğin, burjuvaziyi
buna zorlayan etken olarak yalnızca ekonomik etkenler öne çıkarılmaktadır. Her şeyi getirip kirli savaşın mali
faturasına, salt teröre dayalı ve savaşın bu haliyle sürmesinden yana bir yaklaşımın burjuvazi açısından do-
ğurduğu ekonomik sonuç ve zorlanmalara bağlayan yaklaşımlarla az karşılaşmıyoruz. İşin ekonomik-mali
yönü, burjuvaziyi politika değişikliğine de zorlayan en önemli etkenlerden biri, bir bakıma hatta başta geleni-
dir. Ama 13 yıldır inatçı bir biçimde süren Kürt ulusal kurtuluş mücadelesinin doğurduğu toplumsal ve siyasal
sonuçlar bundan daha mı az önemlidir? Bunun zaten hepsinin temeli olduğu ve baştan bu ön kabulle hareket
edildiği söylenebilir. Ama o zaman da ortaya şu soru çıkar: El Salvador, Guatemala, Filipinler veya Kolombiya
burjuvazileri ve orduları, Türk burjuvazi ve ordusundan ekonomik bakımdan daha güçlü, kirli bir savaşı sür-
dürme yetenekleri bakımından daha dayanıklı ve daha kararlı bir irade sahibi oldukları için mi oralardaki ge-
rilla mücadeleleri karşısındaki politikalarını esnetmeye uzun yıllar yanaşmamışlar ve buralarda "siyasi çözüm"
aşamasına 15 yıldan, 20 yıldan, 30 yıldan önce gelinmemiştir? İşte bu noktada bölgesel etkenlerin farklılığı,
özellikle ABD emperyalizminin Ortadoğu'ya ilişkin bölgesel plan ve politikalarının gerekleri gibi özel bir etke-
nin rolü çıkar karşımıza.

Emperyalizmi ve burjuvaziyi politika değişikliğine zorlayan etkenlerin ele alınışındaki tek yanlılık ve bunun
doğurduğu darlık, kendi içinde yeni darlıklar doğurmaktadır. Bunu da yine, her şeyi getirip işin mali faturasına
bağlayan yaklaşım üzerinden örnekleyebiliriz. Adeta her şey haline getirilen ekonomik etken ve bunun sonuç-
ları, kirli savaşı sürdürmenin burjuvazinin şiddetle ihtiyaç duyduğu kaynakların önemli bir bölümünü emme-
sinden, enflasyonu azdırmasından işçi ve memur ücretleri ile tarımda taban fiyatlarının düşük tutulmasından,
sürekli zamlara ve vergi soygununun ağırlaşmasına neden olmaktan vb. ibaretmiş gibi görülmektedir. Burada
iki büyük yanlış iç içedir. Birincisi, Kürt sorununu stabilize etmeyi, ekonomik bakımdan, kaynak ihtiyacında bir
rahatlama yaratmak için de istemektedir burjuvazi istemesine ama, o bunun yanı sıra, Kürdistan'ın ucuz işgü-
cünü ve doğal kaynaklarını daha geniş çaplı ve daha rahatça sömürmeye olan ihtiyacı arttığı için istemektedir
asıl olarak bunu. Buradaki ikinci büyük yanlış ise, sorunun bu tarzda konuluşunun, eğer Kürdistan'daki savaş
bitecek olursa buradan tasarruf edilecek kaynakların hiç olmazsa bir kısmının işçi ücretlerini, memur maaş-
larını, taban fiyatlarını artırmakta vb. kullanılabileceği şeklinde bir yanılsama yaratmasıdır. Bu, kapitalizmin
mantığını, bugünkü krizi ve tekelci burjuvazinin bundan nasıl bir çıkış aradığını hiç anlayamamış veya 'unut-
muş' olmak anlamına gelir.

Burjuvaziyi Kürt politikasında değişiklik yapmaya zorlayan etkenlerin ele alınışı sırasında en fazla karşılaşılan
tek yanlılık örneklerinden bir diğeri, bunu, ulusal hareketin bir başarısı hatta zaferi olarak değerlendiren yak-
laşımlardır. Bilindiği üzere bunu en başta ve en çok ulusal hareketin sözcüleri yapmaktadır. Fakat 'kraldan
fazla kralcılar', bu konuda da bazen insanın gerçekten midesini bulandıracak şekilde kulağı geçmektedirler.
Kürt halkının PKK öncülüğünde gelişen ulusal uyanışı ve mücadelesi, elbette ki bu sürecin temelinde yatan
etkendir. Eğer PKK'nin '84'teki devrimci çıkışı ve atılımı olmasaydı, bunun harekete geçirdiği yığınsal bir ulusal
uyanış ve mücadele yaşanmasaydı, karşılaştığı terörün bütün vahşiliğine ve Türkiye'den de güçlü bir cephenin
açılamayışı başta olmak üzere bir dizi olumsuz etkene rağmen bu mücadele 13 yıldır yiğit ve inatçı bir biçim-
de sürmemiş olsaydı, elbetteki burjuvazi ne "Ben bunu nasıl boğabilirim'' şeklinde bir arayışa girerdi ne de bu
kadar kısmi bir değişikliği bile düşünürdü. Bu gerçeği reddetmek, kaba bir inkarcılığın da ötesinde, çağımızın
en gerici sınıfı olan burjuvaziye, özel olarak da ulusal sorun konusunda gözü dönmüş bir şovenizmin tem-
silcisi olan Türk tekelci burjuvazisine, "ulusların haklarına birden bire saygı duymaya başlayan hümanist bir
sınıf" payesini vermek anlamına gelir. Fakat bizim tartıştığımız konu bu değil. Biz, burjuvaziyi bugün böyle bir
politika değişikliği yapmaya iten etkenlerin neler olduğunu tartışıyoruz. Bunu ulusal hareket hesabına önemli
bir siyasal kazanım hatta zafer olarak gören yaklaşımların yanlışlığını ve tehlikelerini anlatmaya çalışıyoruz.
Atılması düşünülen adımların sınırlılığı ve içerdiği koşullar bile "Bunun neresi başarı? Neresi zafer?" diye durup
düşünmek için yeterlidir. Bu kadar yüzeysel, bu kadar sınırlı, mücadeleyi tasfiye amacı bu kadar açık bir tuza-
ğı, "başarı" hatta "zafer" olarak niteleyecek olursanız eğer, bu tuzağa düşülmesinin önüne siz nasıl geçebi-
lirsiniz? Bu tuzağın kuruluş gerekçeleri ve amaçları arasında bulunan teslimiyetçi uzlaşma eğilimlerinin büyü-
yüp derinleşmesinin önüne nasıl geçebilirsiniz? Sorun bundan dolayı önemli, bu tür tek yanlı ve abartılı yakla-
şımların tehlikesi burada zaten.
Ama tabii siz ne pahasına ve nasıl olursa olsun "siyasi çözüm" sürecine girilmesinin kendisini bile adeta her
şey haline getiren bir ruh hali ve yönelim içine girmişseniz, o zaman bu sizin gözünüze bir "başarı" hatta "za-
fer" olarak görünür. Yalnız ondan sonra kalkıp, sizi dostça, "Arkadaş, yanlış ve tehlikeli bir gidiş içindesiniz.
Tuttuğunuz bu yol, bu kadar bedel ödediğiniz mücadelenin başına yeni belalar açmaktan; yurtsever kitleler,
çevre güçleriniz hatta bizzat kadrolarınız içinde bile teslimiyetçiliğe kadar evrilebilecek sağ tasfiyeci düşünce
ve eğilimlerin büyüyüp derinleşmesinden başka sonuçlar doğurmayacak çıkmaz bir yoldur" diye uyarmaya
çalışanların eleştirileri karşısında alınganlık göstermeyin. Lafa geldiği zaman "ML"liği, "devrimci öngörü ve tu-
tarlılığı" kimselere bırakmayan, ulusal sorunun devrimci sınıfsal bir perspektifle ele alınması üzerine arada bir
sade suya tirit vaazlar vermekten öte somut ve tutarlı bağımsız bir politika ve taktik geliştiremeyen, dar milli-
yetçi reformist tutum ve politikaları sözde eleştiren ama sonra da kalkıp ulusal reformizm eğilimlerinin en
baskın hale geldiği tarihsel bir kesitte ulusal harekette yağcılık yarışına çıkanlar için ise söylenecek ilk şey
şudur: Sen önce bağımsız bir kişilik sahibi olmayı öğren! Bunun için öncelikle tutarlı ol! Tutarlı olabilmek için
ise ilke sahibi olmaya çalış, olguları ve süreçleri ve onlardaki değişmeleri başkalarına bakarak değil bu ilkelere
göre çözümlemeyi bir dene! Yani önce bağımsız bir çizgin, politikan ve taktiklerin olsun, ötesini gel ondan
sonra tartışalım!

Türk tekelci burjuvazisini Kürt politikasında artık bir değişiklik yapmaya zorlayan etkenleri; temelde yatan
ulusal mücadele etkenini unutmamak koşuluyla, ekonomik, siyasal ve sosyal-toplumsal etkenler olarak üç
ana kategoride toplayabiliriz. Bunların her biri kendi içinde çeşitli alt başlıklar içerir. Biz bugün bunların belli
başlılarını anacak olursak eğer.

Ekonomik nedenler kategorisinde;

1) Burjuvazinin kaynak ihtiyacının büyümesi. Kriz koşullarında Türkiye kapitalizminin yaşadığı sorunlar içinde
Türk tekelci burjuvazisini en fazla zorlayan sorun, ihtiyaç duyduğu büyüklükte sermaye bulmakta yaşadığı
zorlanma ve tıkanıklıklardır. Tekelci burjuvazi, gerek krizin ivmelendirdiği kâr oranlarındaki düşmenin önüne
geçebilmek için gerekse yine krizin etkisiyle keskinleşen uluslararası rekabet koşullarında kendi iç pazarı
üzerindeki sömürüden aldığı payın azalmasının önüne geçebilmek için bir taraftan mevcut yatırımlarını geliş-
tirmek ve teknolojisini yenilemek zorunluluğunun baskısı altındadır, diğer taraftan ise Kafkaslar ve Balkanlar
başta olmak üzere bölgesel pazarlara açılımını derinleştirmek, buraların sömürülmesinden aldığı kırıntıları
büyütmek ihtiyacı içindedir. Bütün bunlar gelip paraya dayanmakta, yeni ve daha büyük kaynaklar bulmayı
gerektirmektedir. Emperyalizmin boyunduruğu altındaki yarısömürge bir ülkenin işbirlikçi burjuvazisi olarak
Türk tekelci burjuvazisi, sermaye yapısı, özkaynaklarının güçlülüğü ve sermayesini geniş ölçekli olarak yeni-
den üretebilme imkanları bakımından zaten yapısal birtakım zayıflıklar ve zaaflar taşımaktadır. Kapitalist re-
kabetin dünya ölçeğinde çok şiddetlendiği ve buna bağlı olarak uluslararası tekellerin ve genel olarak emper-
yalist sermayenin Türkiye gibi yarısömürgeler üzerindeki vantuzlarım daha derine daldırdıkları günümüz kriz
koşullarında bu zaaflar ve handikaplar daha da büyümüştür. Buna mukabil burjuvazi, büyüyen kaynak ihtiya-
cını karşılayabilmek için kullanabileceği birtakım yolların sınırlarına dayanmıştır. Örneğin, iç ve dış borçlanma
korkunç boyutlara ulaşmış, bu bakımdan deniz tamamen bitmemiş olsa bile yeni kredi ve borç bulabilme
olanakları çok daralmıştır. Mevcut borçların faiz yükü dahi başlıbaşına bir dert halini almıştır. Onun için tekel-
ci burjuvazi, bir taraftan işçi sınıfı ve emekçi halkı daha fazla sömürmenin yeni yol ve yöntemlerini arar, bu
amaçla çalışma koşullarını ağırlaştırır, ücretleri ve sosyal hakları bastırır ve gaspeder, işsizliği kamçılar, yeni
zam ve vergi politikalarına yönelir, tarımda yoksul hatta orta köylülüğü bile çökertecek politikalar geliştirir,
özelleştirme mezatına hız verir, yeni "şok programları" hazırlarken; diğer taraftan da 'nereden, neyi, ne kadar
arttırarak kendime sermaye yapabilirim' arayışı içindedir. İşte bu noktada, kirli savaşın ekonomik yönden de
büyük ve ağır olan faturası çıkmaktadır karşısına. "Bu faturayı biraz olsun nasıl düşürebilirim?" diye düşün-
mektedir. Büyük burjuvazi içinde, ulusal sorunu çözmek için değil, mücadelenin ateşini düşürerek sorunu
stabilize etmek amacıyla politika değişikliğine gitme düşüncesini doğuran, ''siyasi çözüm" eğilimlerinin güç-
lenmesine zemin hazırlayan, öbür taraftan eğer bu başarılacak ve bir miktar tasarruf yapılması sağlanacak
olursa bu paranın halkın değil tekelci sermayenin cebine gideceğini gösteren birinci etken budur.

Yalnız bu konuya ilişkin olarak bir uyarıda daha bulunmak gerekiyor. Kirli savaşa akıtılan paralardan tasarruf
edilmesi, bugün enflasyonu azdıran etkenlerin başında gelen askeri harcamaların kısılması, bunun en azından
1984 öncesinin "olağan" diyebileceğimiz sınırlarına çekilmesi anlamına gelmeyecektir. Süreç istenen sonuçları
verse bile silahlar bütünüyle susmayacağı, ordu, özel tim ve korucu çeteleri Kürdistan'dan çekilmeyeceği için
ne kirli savaş harcamaları minimuma inecektir ne de sadece kirli savaş harcamalarından ibaret olmayan askeri
harcamalarda olağanüstü bir düşme sağlanacaktır, Bu nedenle, kirli savaş harcamaları inebileceği en alt sınıra
inse bile enflasyon oranında büyük bir düşme beklememelidir kimse. Bu neden böyle olacaktır? Çünkü Türk
ordusuna Ortadoğu ve Kafkaslar'da oynatılmak istenen bir rol var ABD emperyalizmi tarafından. Bölgesel bir
askeri güç olarak bildiğimiz fedailik rolü oynatılacak yine. Fakat bunun klasik biçimlenişinden farklı olarak,
savaşta cepheye ilk sürülecek ve NATO kuvvetlerine ihtiyaç duydukları toparlanma süresini kazandıracak ucuz
asker deposu olarak bakmıyorlar artık yalnızca Türk ordusuna. Onu, modern silahlarla donatılmış, vurucu
kabiliyeti yüksek operasyonel bir güç olarak kullanmayı hesaplıyorlar. Bunun için de Türk ordusunun moder-
nize edilmesini, ileri teknoloji ürünü silah ve malzemelerle donatılmasını -tabii bu arada buna uygun bir ör-
gütlenme ve komuta yapısına kavuşturulmasını- istiyor ve bunu dayatıyorlar. Askeri harcamaların emdiği
kaynaklar asıl olarak buna, yani ordunun modernizasyonu için hazırlanan projelere gidiyor. Kirli savaş, bu
trendi ivmelendiren ek bir masraf kapısı sadece. Ayrıca bu silahlanma harcamaları, Koç, Enka, Nurol başta
olmak üzere bazı büyük tekellerin emperyalist silah tekelleri ile ortaklık biçiminde de olsa sebeplendikleri bir
yağma kapısı durumunda. Yani kaynak transferi ve garantili yüksek kârlar elde etmenin biçimlerinden biri. Bu
yüzden, kirli savaş hafiflese dahi askeri harcamalarda, dolayısıyla enflasyonda büyük bir azalma olacağı şek-
lindeki yanılsamalara ne kendimiz kapılmalıyız ne de yığınlarda böyle yanıltıcı beklentiler oluşmasına meydan
vermeliyiz.

2) Ucuz hammadde ve işgücü ihtiyacının büyümesi. Kapitalist rekabetin kıran kırana bir hal aldığı bugünün
dünya koşullarında Türk tekelci burjuvazisinin, hem kendi iç pazarı üzerindeki hakimiyetini ve kâr marjlarını
koruyabilmek için hem de '80 sonrasında kazandığı yeni ivme ile Türkiye'deki kapitalist gelişmenin bugün
geldiği düzeyin dayattığı bir zorunluluk olarak yeni bir sıçrama gerçekleştirmeye ihtiyacı var. Büyük sermaye
grupları da içinde olmak üzere duruma tek tek tekeller açısından baktığımız zaman, Türk tekelci burjuvazisi
öyle bir tarihsel momenti yaşıyor ki, ya yeni bir atılım yapacak, büyüyecek ve bu sayede daha da palazlanacak
ya da bunu yapamadığı takdirde tepeüstü çakılacak -tek tek tekeller açısından konuştuğumuzu tekrar hatırla-
talım-, tümüyle silinmese bile küçülecek, bir zamanlar değneksiz köyde dolaşan köpek rahatlığıyla cirit attığı
kendi iç pazarında dahi uluslararası dev tekellerin basit bir eklentisi veya taşeronu konumuna düşecek. Bu
kadar yaşamsal bir ikilemle karşı karşıya Türk tekelci burjuvaları. Tabii bunu görenler, 'büyümeyi' nasıl ger-
çekleştirebileceklerinin yol ve yöntemleri üzerinde yoğunlaştırıyorlar bütün çaba ve dikkatlerini. Kimi gidiyor
kendilerinden daha büyük ve daha güçlü uluslararası tekellerle yeni ortaklıklar kuruyor (Örneğin Sabancı,
biraz da girdiği sektörlerin özelliği nedeniyle bu yolu daha önceden tuttu. Koç grubu gibi bu konuda daha
muhafazakar bir yaklaşıma sahip olanlar dahi tehlikeyi sezdikleri için yavaş yavaş terkediyorlar o eski tutucu-
luklarını. Koç ailesi, daha önceleri büyük hisse sahibi konumunda oldukları Tofaş'ta Fiat'ta, Otosan'da ise Ford
tekeli ile yüzde 50-yüzde 50 ortaklık dayatmasını kabul etmek zorunda kaldı uzun bir süre direndikten son-
ra); kimi küçülme ve uzmanlaştığı alanlarda yoğunlaşma yolunu seçerken (ENKA gibi) kimileri ise tersine sek-
tör çeşitlemesine gidiyor-, Boyner ailesi gibi bazıları perakendeciliğe ağırlık veren bir yönelime girerlerken
kimileri Türkiye ölçeğine göre büyük ama uluslararası pazarlar açısından küçük üretim kapasitelerini uluslara-
rası tekeller için fiilen fason üretim yapan bir çizgiye oturtuyorlar, vb, vb. Bunların irdelenmesi ayrı bir konu.
Şu an üzerinde durduğumuz Kürt sorunu ile olan bağlantısı açısından bakacak olursak, yok olmamak için
büyüme zorunluluğu, sadece yeni kaynaklar bulmayı gerektirmiyor. Bunun yanı sıra uluslararası pazarlarda
keskinleşen rekabette boy ölçüştüğü "Asya kaplanları'' ya da eski revizyonist blok ülkelerinden örneğin Po-
lonya gibi kendi sıkletindeki rakipleri karşısında kendisine avantaj sağlayabilecek yeni yöntem ve olanaklar
bulmayı da gerektiriyor. Bunların başında ise, özellikle onlarla çekiştiği sektörlerde ve alanlarda hammadde ve
işgücünü daha ucuza maledebilme ihtiyacı geliyor. Bu, yakıcı bir ihtiyaç ve sorun olarak çıkıyor Türk tekelci
burjuvazisinin karşısına. Bunu karşılayabilmek için, bir yandan Türkiye genelinde izlediği bildiğimiz ekonomik
terör politikalarıyla işçi ücretlerini aşağıya doğru bastırır, çalışma koşullarını ağırlaştırır, kitleleri yoğun bir
sefalete sürüklerken, bir taraftan da bunları tamamlayacak yeni yol ve yöntemler arayışı içindedir. Bu arayış
çerçevesinde Kürdistan'a dikmiştir gözlerini, daha doğrusu bugün ona daha farklı bir gözle bakmaya başla-
mıştır. Kürdistan, özellikle büyük sanayi tekelleri için bir pazar alanı olarak eskisi kadar büyük önem taşıma-
maktadır bugün belki ama sahip olduğu zengin yeraltı ve yerüstü kaynakları ile ucuz hammadde ve işgücü
deposu olarak, bir de burjuvazinin daha fazla açılmak istediği bölgesel pazarlara yakın coğrafi konumundan
ötürü bugün daha fazla iştah kabartıcı bir görünüm kazanmıştır. Sürmekte olan savaş, burjuvazinin Kürdis-
tan'ı bugün bu yönleriyle istediği ölçüde sömürebilmesinin önünde bir engel oluşturmaktadır. Tekelci burju-
vazi içinde, Kürt sorununa "artık 'siyasi bir çözüm' bulunması zamanının geldiği" düşüncesini besleyip güç-
lendiren ikinci ekonomik etken budur.

Kürdistan'ın ucuz hammadde ve işgücünün yerinde sömürülmesi ihtiyacı genel bir ihtiyaçtır ama bu bazı sek-
törler açısından daha büyük ve daha yakıcıdır. Bu sektörlerin başında da, Türkiye ekonomisinin bugün loko-
motif sektörünü oluşturan tekstil ve konfeksiyon geliyor. Türk tekstil ve konfeksiyon sektörü, bir süredir yeni
bir kriz içinde. Çok güçlü olduğu düşünülen bazı firmalar bile iflas bayrağını çekiyorlar. Sektörün genelinde
de ciddi bir tıkanıklık var. Bu krizi doğuran etkenlerden bir tanesi, Avrupa pazarlarında beklenen satış patla-
masını yapamamak. Gümrük Birliği'nin bu konuda büyük avantajlar sağlayacağı umuduyla çok büyük ve he-
sapsız yatırımlar yapıldı ama sonuç beklendiği gibi olmadı. Bunun da bir dizi nedeni var. Fakat en önemli
nedenlerden biri, Türk tekstil ve konfeksiyoncularının dünya pazarlarında daha önceden de en büyük rakipleri
durumunda olan Güneydoğu Asya ülkelerinin yanına son yıllarda bir de Polonyalılar başta olmak üzere eski
revizyonist ülkelerden bazı yeni rakiplerin eklenmesi. Bu rakipleri karşısında en büyük handikaplarından birini
ise, hammadde ve işgücü maliyetlerinin yüksekliği oluşturuyor. Tekstildeki sömürünün bütün vahşiliğine
rağmen bu ülkeler hem işgücünü hem de hammaddeyi Türkiye'dekilerden daha ucuza getirebiliyorlar. Türk
burjuvazisi ise tekstildeki ücretleri başarabileceği kadar bastırmış zaten. Ücretlerin düşüklüğü, buna karşılık
çalışma koşularının ağırlığı ortada. Bu bakımdan işçinin dayanma gücü neredeyse fiziki sınırlarına dayanmış.
Ötesi yok fazla. O zaman ne yapacak? Genel olarak üretim, özel olarak işgücü maliyetini düşürebileceği yeni
yollar ve kaynaklar arayacak. Bu yollardan biri teknolojisini yenilemek. Kaynakları elverdiği ölçüde bunu yap-
maya çalışıyor. Diğer bir yol ise, daha ucuza kapatabileceği işgücü kaynakları bulmak. Gözünü bunun için
Kürdistan'a dikiyor. İstanbul Ticaret Odası Başkanının yaptığı bir açıklamaya göre, konfeksiyon sektöründe bir
işçinin İstanbul'da, Bursa'da, İzmir'de sermayeye aylık maliyeti 100 milyon lira iken, Kürdistan'da bu rakam
15-20 milyona iniyormuş. Bu rakamlar ne kadar doğrudur bilinmez ama arada nasıl büyük bir fark olduğu
hakkında bir fikir vermeye yeterlidir. İşçi maliyetini bir anda 6'da birine düşürebileceği o işgücünü yerinde
sömürme imkanı hangi patronun ağzını sulandırmaz? Burjuvazi için de "Kürdistan'a yatıran seferberliği" aşkı-
nın neden böyle birdenbire alevlendiğini, bu işte neden tekstilcilerin ve konfeksiyoncuların başı çektiğini,
bunların neden "siyasi çözümcü" kesildiklerini tek başına şu veri bile anlatmaya yeter esasında.

Aynı şey hammadde konusunda da geçerlidir. Konuyu fazla yaymamak için yine tekstil sektöründen bir örnek
verebiliriz. Türk tekstil ve konfeksiyon sektörü, hammadde konusunda bugün en fazla Pakistan ve Hindistan
pamuğu ve pamuk ipliği karşısında zorlanıyor. Pakistan ve Hindistan, tekstil ve konfeksiyonun ana hammad-
desi olan pamuk ipliğini, Türkiye'den 5 sent daha ucuza maledebiliyorlar. Türk tekstil sektörünün yılda 1 mil-
yon 300 bin ton pamuk tükettiği göz önüne getirilecek olursa, kiloda küçük görünen bu farkın, toplam tutar
olarak nasıl büyük bir meblağ oluşturduğu daha iyi canlanır. Ayrıca temel hammadde maliyetindeki bu fark,
Türk tekstil patronları için sadece ham iplik pazarında değil, konfeksiyon sektöründe de ipliği bu ülkelerden
daha ucuza alan Güneydoğu Asyalı diğer rakipleri karşısında ciddi bir handikap oluşturuyor. Maliyetin yük-
sekliği yetmezmiş gibi, Türkiye'nin geleneksel pamuk yetiştirme alanlarında bir daralma ve verim düşmesi var.
Çukurova ve Ege'de pamuk üretimine elverişli topraklar bir taraftan fabrika veya toplu konut alanlarına dö-
nüştüğü için daralırken öte taraftan gübreleme, sulama, ilaçlama yetersizliği ve toprak yorgunluğu nedeniyle
verim düşüklüğü yaşanıyor. Bu durumda siz tekstil veya konfeksiyon patronu olsanız, Harran başta olmak
üzere GAP projesine bağlı olarak pamuk yetiştirilebilir hale gelen Kürdistan topraklarında ucuza maledilip
ucuza kapatılabilecek olan pamuk ve pamuk ipliği imkanı iştahınızı kabartmaz mı? Zaten kabartıyor. Dikkat
ederseniz tekstil sektöründe son yıllarda Kürdistan'a doğru bir kayma var. Özellikle pamuk işleme, pamuk
ipliği ve pamuklu dokuma alanlarında önce Antep'te başlayan yoğunlaşma, şimdi giderek Kürdistan'ın içlerine
doğru kaymaya başladı. Antep'in arkasından Diyarbakır, Maraş, Urfa, Adıyaman'ın da tekstil ağırlıklı birer
sanayi kenti olma yolunda ilerlediklerini görüyoruz bugün.

Ucuz hammadde ve ucuz işgücü deposu olarak Kürdistan'ın zengin kaynaklarını ve potansiyellerini yerinde ve
eskisinden çok daha geniş çaplı olarak sömürme ihtiyacı, tekrar belirtelim, sadece tekstil-konfeksiyon ya da
bunun yanı sıra gıda ve benzeri birkaç sektörle sınırlı bir ihtiyaç olarak düşünülmemelidir. Bu tekstil gibi bazı
sektörler için belki biraz daha yakıcı, diğer bazıları için belki onlar kadar önemli olmayabilir ama Türk ekono-
misi açısından genel bir ihtiyaç durumundadır. Bunun kafalarda biraz daha iyi canlanabilmesi için küçük bir
örnek daha verebiliriz. Türkiye bugün yeni bir elektrik enerjisi krizi ile karşı karşıya kalmak durumunda. Bazı-
larına bakılırsa kriz kapıya gelip dayandı bile. Kürdistan ise bilindiği üzere elektriğin en ucuza elde edilebildi-
ği su kaynakları bakımından zengin bir ülke. Zaten bugün Türkiye'de kullanılan elektriğin çok büyük bir bö-
lümü Atatürk ve Keban barajları başta olmak üzere Kürdistan'da kurulmuş olan hidrolik santrallerden elde
ediliyor. Burjuvazi bunlara yenilerini ekleme hesapları içerisinde ama savaş bunu sınırlandırıyor. Benzer bir
sınırlılık, Kürdistan'daki petrolün yağmalanmasında da kendisini gösteriyor, bakır yatakları ve diğer madenle-
rin yağmalanmasında da. Bu engelin kaldırılması, işte bütün bu zengin hammadde kaynaklarının geniş çaplı
yağmalanabilmesinin önünün tekrar açılması anlamına geliyor ve "siyasi çözüm" eğilimi güçlendiren ekonomik
bir etken çıkıyor bu noktada karşımıza.

3) Kürdistan'ın Kafkaslar ve Ortadoğu-Afrika bölgesel pazarlarına yakın coğrafi konumundan yararlanma ihti-
yacının büyümesi. Hem doğrudan yatırımlar yoluyla hem de büyük emperyalist tekellerin taşeronu veya onlar-
la belirli düzeylerde ortaklık kurarak Türkiye'nin çevresindeki bölgesel pazarlara girmenin, Türk tekelci kapi-
talizminin geldiği gelişme düzeyinin dayattığı bir zorunluluk halini aldığına daha önce işaret etmiştik. Bugün
Türk tekelci burjuvazisinin iştahını en fazla kabartan ve dişine de en uygun bölgesel pazarların başında. Kaf-
kaslar ve ötesindeki Türki Cumhuriyetler pazarı ile Balkan pazarı geliyor. Bölgede belli bir stabilizasyon sağ-
landığı taktirde Ortadoğu ve onun üzerinden Kuzey Afrika pazarı, Türk tekelci burjuvazisinin gözüne kestirdi-
ği bölgesel pazarlardan bir diğeri. Buralar sadece Türk tekelci burjuvazisinin iştahını kabartmıyor. Dediğimiz
gibi asıl büyük emperyalist tekeller, buralara -özellikle de eski Sovyet cumhuriyetlerinin oluşturduğu geniş
pazara- bir an önce güçlü bir dalış yapma ve önceden avantajlı bir konum elde edebilme yarışı içindeler. Ve
Türkiye, hem coğrafi konum hem bu ülkelerin birçoğu ile tarihsel, kültürel, etnik, dinsel vb. yakınlık unsurla-
rına sahip oluşu ama hepsinden önemlisi ucuz ve kalifiye bir işgücü kaynaklarına sahip olduğundan dolayı
büyük emperyalist tekeller tarafından elverişli bir sıçrama tahtası ve uygun bir partner olarak görülüyor. Yal-
nız bu amaçla Türkiye'de yatırım yapmak, bu arada Türk tekelci burjuvazisi ile ortaklıklar kurabilmek için,
önce kendilerine az çok güven verecek bir siyasal ve toplumsal istikrar arıyor emperyalist sermaye. Burjuvazi
de onların bu istek ve beklentilerinin farkında. Kürt savaşı sürdüğü sürece de emperyalist sermayenin bu çe-
kingenliğini yenemeyeceğini biliyor. Bu savaş, burjuvazinin sözkonusu bölgesel pazarlardan kendi olanakla-
rıyla alabileceği kırıntıları büyütebilmesinin önünde de bir engel bu yüzden.

Ekonomik etkenler kapsamında işin kaynak boyutuna değindik, ucuz işgücü ve hammadde boyutuna da de-
ğindik. Ama işin bir boyutu daha var. Türk tekelci burjuvazisi -ki "Anadolu Kaplanları" olarak adlandırılan orta
boy işletme sahiplerini de, bu konuda açgözlülükte tekelci burjuvaziden ayrı tutmamak lazım- kendi nam ve
hesabına da bu bölgesel pazarlarda daha çok tekstil, konfeksiyon, gıda başta olmak üzere tarıma dayalı sek-
törler, beyaz eşya, inşaat malzemesi, otomotiv ve otomotiv yedek parçaları vb. sektörlerde ekmek yiyebilece-
ğini biliyor. Daha çok bu sektörlerde yoğunlaşan bazı doğrudan yatırımları şimdiden gerçekleştirmiş olmakla
birlikte, bu pazarlara giriş stratejisi olarak burjuvazi, Türkiye içinde ürettiği ürünlerini buralarda pazarlama
yolunu tercih ediyor. Bu tercih, özellikle büyüme hırsı ile yanıp tutuşan "Anadolu kaplanları"nın tercihi. Bu
onlar için bir yerde de bir zorunluluk. Hem Türkiye'de hem de buralarda doğaldan yatırım yapabilecek kadar
palazlanmış değiller çünkü henüz. Bu noktada Kürdistan, hem bunlar hem de GAP bölgesinde bugünden tarı-
ma dayalı sanayiye büyük yatırımlar yapan tekeller açısından özel bir önem kazanıyor. Kafkaslar-Orta Asya
pazarı ile Ortadoğu-Kuzey Afrika pazarına olan coğrafi yakınlığı, Kürdistan'ın bu açıdan önemini arttıran ek
bir etken oluyor.

4) Petrol boru hatlarının güvenliğinin sağlanması sorununun artan stratejik önemi. Burjuvazi içinde Kürt so-
rununa artık "siyasi bir çözüm" aranması eğilimini güçlendiren en önemli etkenlerden birisi de budur. Bu ko-
nu, ekonomik olduğu kadar siyasi boyutları da olan bir konu. Dahası, sadece Türk tekelci burjuvazisi için
stratejik bir önem taşımıyor. Bütün belli başlı emperyalist güçler ve dünyanın dev petrol tekelleri açısından
hayati bir öneme sahip. Bu yüzden de bugün bu güçler arasında giderek şiddetlenen bir rekabet savaşı yaşa-
nıyor bu konuda. Hedef ise, halen dünyanın petrol ihtiyacının büyük kısmının karşılandığı Ortadoğu petrolleri
ile şimdi ona eklemlenen ve ondan daha zengin rezervlere sahip olduğu keşfedilen Hazar petrolleri ve doğal-
gaz kaynakları üzerinde kimin egemen olacağı, denetimi kimin eline geçireceği. Denetim konusu, sadece kay-
nakların değil, bunların dünya pazarlarına naklinin denetimini de içeriyor. Bu konuda üstünlüğü ele geçiren,
2000'li yılları da kapsayacak şekilde, emperyalist rakiplerinin soluğunu tıkama olanağını kazanacak. Rekabet
bu yüzden keskin ve giderek şiddetleniyor zaten. Muazzam rüşvetlerin dönmesinin yanı sıra darbeler,
suikastler, askeri işgaller, Azerbaycan-Ermenistan savaşı, Rus-Çeçen savaşı, Gürcistan'da bugün yatışmış gibi
görünen iç savaş gibi yöntemlerle örülüp giden bir süreç bu. Türkiye. Amerikan emperyalizmi ve Amerikan
orijinli uluslararası dev petrol tekellerinin, ayak işlerini gördürecekleri bir taşeron olarak kullanmayı düşün-
dükleri bir figüran bu savaşta. Coğrafi konumu elverişli, bölge ülkeleri ile ilişkileri olan. gerektiğinde fedai
olarak askeri gücünden de yararlanmayı düşündükleri bir koz. Ama bu kozun istenilen etkinlikte kullanılabil-
mesi için, önce onun cephe gerisinin sağlamlaştırılması gerekiyor. Kürt sorununun ne yapıp edilip bir an önce
bir "çözüme" bağlanması, bu istikrarı sağlayabilmenin ana unsur ve gereklerinden biri emperyalist burjuvazi
için de. Bu yüzden. "Bitirin de nasıl bitirirseniz bitirin şu işi. Askeri yöntemlerle sonuca gidemiyorsanız, bazı
tavizler vererek 'siyasi çözüm' yöntemini deneyin" diye bastıyorlar. Yoksa "Kültlere olan saygı ve sempatilerin-
den", "insan baklan konusundaki duyarlılıklarından" veya "demokrasi aşklarından" falan değil. Hazar petrolle-
rini ve Türkmenistan doğa! gazını taşıyacak boru hatlarının Türkiye'den geçmesi, Türk burjuvazisi açısından
da hem ekonomik hem de siyasi bakımlardan büyük önem taşıyor. Sırf taşımaya aracılık yapmaktan alacağı
pay bile, Türkiye ekonomisi açısından yabana atılmayacak düzenli bir gelir kaynağı demek. Bunun sağlayacağı
kredi ve borç imkanları, bu ülkelerle petrol ve doğalgaz karşılığı ticaret olanaklarının genişlemesi, bu arada
nispeten daha elverişli koşullarla enerji sağlama imkanının doğması ekonomik bakımdan; bölge ülkeleri ile
ilişkilerinin yeni boyutlar kazanması, bu arada emperyalist ağababalarına zaman zaman kapris yapabileceği
bir koza kavuşmak vb. ise siyasi bakımdan ilk ağızda sayılabilecek kazanımlar olacaktır. Ne var ki, petrol boru
hatlarının nereden geçeceği sorunu henüz bir çözüme bağlanmamıştır. Rekabetin kızıştığı nokta da burasıdır.
Türkiye'den geçecek olan Bakü-Ceyhan hattına en başta Rusya ısrarla karşı çıkmakta ve bunu engellemeye
çalışmaktadır.

Eskiden tamamen kendi denetimi altında olan bu zengin ve stratejik öneme sahip kaynaklar üzerindeki yağ-
mayı emperyalist rakipleriyle paylaşmak zorunda kalması yetmezmiş gibi bir de bunların denetimi dışındaki
bir hattan nakledilecek olması. Rusya'nın, stratejik çıkarları açısından kabul etmeyeceği bir durumdur. Bu re-
kabet bugün gelip Türkiye'nin umut bağladığı Bakü-Ceyhan hattının mı yoksa Rusya'nın istediği Novrossisk
hattının mı tercih edileceği noktasında düğümleniyor. Rusya ve bu konuda onu destekleyen ülkeler, Bakü-
Ceyhan hattının isabetsiz bir seçim olacağını kanıtlamak için her kozu kullanıyorlar. Kullanılan bu kozlardan
birisi de. Türkiye'deki siyasi-toplumsal istikrarsızlık ve Kürdistan'da bir savasın yaşanıyor oluşu. "Türkiye 'nin,
bu battın güı'enliğini sağlayamayacağı" iddia ediliyor. Türk burjuvazisi ise, çok istediği bu hattı kapabilmek
için rakiplerinin kullandıkları bütün kozları onların elinden alma çabası içinde. Bu bağlamda, Kürt ulusal mü-
cadelesini bir an önce nötralize etmenin yollarını arıyor. İşte bu anlayış burada da karşımıza "siyasi çözüm"
eğilimlerini çıkarıyor.

Buraya kadar ele aldıklarımız, burjuvaziyi "siyasi çözüm" arayışlarına yönelten etkenlerden ekonomik nitelikte
olanların başlıcaları. İkinci ana kategoriyi ise sosyal-toplumsal nedenler oluşturuyor.

Bu kategorideki nedenler, bugün belki ekonomik ve siyasal kategorideki nedenler kadar bile güçlü bir baskı
oluşturmuyor burjuvazi üzerinde. Ama bağrında taşıdığı beklenmedik patlamalara dönüşme potansiyeli nede-
niyle sürekli tedirgin ediyor, ürkütüyor onu. Bu nedenlerin neler olduğu bilinmeyen şeyler değil. Onun için çok
kısa olarak anıp geçmek yeterlidir. Kürdistan'daki savaş. Türkiye'nin toplumsal yaşamında da büyük bir kana-
ma ve ciddi bir gerilim yaratmaktadır. Savaş uzadıkça, onun ekonomik olduğu kadar sosyal faturaları da ağır-
laştıkça, Kürt emekçi kitleleri gibi Türk toplumu da bu savaştan yorulmuştur. Onda da artık bir bezginlik ve
tepki birikimi kendisini göstermektedir. Bu kimi zaman işçi ve memur eylemlerinde yoksulluk ve sefaletin
derinleşmesi ile kirli savaş arasındaki ilişkinin sorgulanması biçiminde kendini dışa vurmakta; kimi zaman ise
en beklenmeyecek noktalardan patlamaktadır. Son zamanlardaki asker cenazelerinde ölen askerlerin aileleri
ve yakınlarının, törene katılan subaylara ve siyasetçilere karşı gösterdikleri tepkilerin artışı buna örnek olarak
verilebilir. Bazı aileler resmi tören falan yapılmasını istemiyorlar artık. Zenginlerin veya siyasetçilerin çocukla-
rının neden hiç ölmedikleri daha geniş çaplı olarak sorgulanıyor kitleler tarafından. Savaşın uzamasının top-
lumda yarattığı gerilim ve tepkilerin giderek nasıl büyüdüğünün daha bir dizi göstergesi sayılabilir. Burjuvazi
de bunların farkında ve bunun kontrolden çıkma potansiyelleri artan bir tehlike kaynağı haline geldiğini görü-
yor. Bu da onun, sorunu bir an önce stabilize etme ihtiyacını büyütüyor.

Toplumsal-sosyal etkenler kategorisi içerisinde özel olarak anılması gereken bir etken daha var: Türkiye'nin
belli başlı bütün kentlerindeki Kürt nüfusun sayısının çok fazla artmış olması. İzlenen kirli savaş stratejisinin
sonucu olarak Kürdistan'dan zorla göçertilmiş olan bu emekçiler birer saatli bomba özelliğini taşıyorlar. Yer-
lerinden yurtlarından zorla göçedilmeleri yetmezmiş gibi, bir de gittikleri yerlerde karşılaştıkları sorunların
ağırlığı; evsizlik, işsizlik, açlık, şoven baskılar, aşağılanma onları bir taraftan belli bir sinikliğe sürüklerken öte
taraftan içten içe katmerlenmiş bir tepki ve öfke birikimi yaratıyor. Ayrıca bu Kürt emekçilerinin gitmek zo-
runda kaldıkları her yerde, küçük kasaba ve ilçelerde bile gündelik küçük bir sorunun dahi yerel çıkar çatış-
malarının işin içine girmesiyle kolayca büyük çatışmalara dönüşebildiği bir Kürt-Türk gerilimi' yaşanıyor. Bu
durum sonuç olarak her iki yönüyle de burjuvazi açısından, sağlamayı hedeflediği iç istikrarı sürekli tehdit
eden bir patlama dinamiği oluşturuyor ve bunun soğutulması gerekiyor.17

Kirli savaşın uzamasının siyasal sonuç ve yansımalarını ise üçüncü kategoride toplayabiliriz.

Bunlardan Türkiye'nin iç siyasal yaşamına ilişkin olanlar üzerinde durmayacağız. Çünkü bunlar bugüne kadar
hem çok işlendi hem de bazılarına şu ana kadar değişik vesilelerle değindik zaten. Yalnız bu konuda da soru-
nun ele almış tarzına ilişkin bir uyarıda bulunmak gerekiyor. "Kürt savaşının uzamasının Türkiye'nin iç siyasal
yaşamındaki etki ve sonuçları" denildiği zaman, bundan genellikle burjuva karşıdevrim kampı içindeki gelişme
ve sonuçlar anlaşılıyor. Örneğin burjuva düzen partilerinin kitlelerin gözündeki itibar kaybı, hükümetlerin
dayanıksızlığı ya da burjuva devletin çeşitli güçleri ve kurumları arasındaki çelişki ve sürtüşmeler vb. geliyor
çoğu kez akıllara ve ayrıca bunlar getirilip sadece Kürt sorununun çözülemeyişine bağlanıyor. Bunu en fazla
PKK'nin yaptığını biliyoruz. Türkiye'deki her siyasi gelişmenin Kürt sorunu merkezli açıklanmasının hem abar-
tılı hem de yanlış bir yaklaşım olduğuna daha önce de işaret etmiştik. Ulusalcı bir dar görüşlülüğün ifadesi
olan bu yaklaşım, burjuvazinin Kürt sorunu dışında sınıfsal başka hiçbir sorunu, sıkıntısı, korkusu yokmuş
gibi bir izlenim yarattığı için abartılı ve yanlıştır. Bu abartı, aynı zamanda yanlışın da bir parçasını oluşturuyor.
Fakat yanlış yalnızca bundan ibaret değil. "Kirli savaşın uzaması ve Kürt sorununun çözülemeyişinin yol açtığı
siyasal sonuç ve yansımalar" dediğimiz zaman, bizim aklımıza bunun burjuva karşıdevrim kampı içinde ya-
rattığı veya kızıştırdığı iç çelişkilerden de önce burjuvazi ile işçi sınıfı, burjuvazi ile emekçi kitleler, burjuvazi
ile Kürt halkı vb. arasında doğurduğu çelişkiler ve bunlar üzerindeki kızıştırıcı etkileri gelmeli. Soruna ve so-
nuçlarına her şeyden önce bu odaktan bakmalıyız. Bu bir 'teorik saplantı', veya önemsiz bir yöntem farkı vb.
olarak görülmemeli. İdeolojik anlamı ve siyasal sonuçları bakımından çok önemli farklılıkların kaynağını veya
çıkış noktasını oluşturan temel bir bakış açısı sorunu yatmaktadır burada. Eğer siz önceliği ve ağırlığı, soru-
nun karşıdevrim kampı içinde yarattığı sonuç ve yansımalara vererek bakacak olursanız, belirleyeceğiniz poli-
tika ve taktikler de bu sınırlar içinde veya bunların baskın etkisi altında şekillenecektir. Bu durumda onların şu
veya bu ölçüde, açıkça veya üstü örtük bir biçimde bu güçler arasında ehven-i şer görünenin kuyruğuna ta-
kılması tehlikesi büyüktür. Ve genellikle olan da budur. Bu hatırlatmayı yaptıktan sonra, sorunun uluslararası
ilişkiler planında yol açtığı sonuç ve yansımalara geçebiliriz.

Kürt sorununun bir biçimde çözülemeyişinin, bu arada işlenen insanlık suçlarının ayyuka çıktığı kirli savaşın
uzamasının, uluslararası ilişkiler alanında Türk burjuvazisi ve devletinin başını nasıl ağrıttığını biliyoruz. Her
platformda karşısına çıkarılan konulardan biri de bu oluyor. AB'nin kapısını çalıyorlar, ''İnsan hakları ve de-
mokrasi konusundaki sicilinizi düzeltme kapsamında özel Kürt sorununa da bir çözüm bulun öyle gelin" ce-
vabını alıyorlar. İslam Zirvesi'nden kovuluyorlar; gerici Arap rejimleri, Kürt ulusal mücadelesine duydukları
muhabbetten dolayı değil -bu konudaki sicilleri ve düşmanca yaklaşımlarının tarihsel-siyasal nedenleri bilin-
17
Türkiye'nin özellikle belli başlı bütün büyük kentlerinde yoğunlaşmış olan ve sayıları milyonları bulan bu Kürt nüfus, gerilla müca-
delesi kadar etkili bir siyasal vurucu güç olarak kullanılabilir. Ezici bir çoğunluğunu yoksul emekçi kesimlerin oluşturduğu bu kitle,
özel politika ve taktikler izlenerek tutarlı devrimci bir perspektif temelinde örgütlenip harekete geçirebildiği takdirde, bugün ulusal
hareketin tasfiyesi amacıyla kurulan tuzakların parçalanmasında belirleyici bir rol oynamakla kalmaz; ulusal mücadelenin daha
tutarlı sınıfsal temellerde örgütlenmesi imkanlarını genişleterek ona daha sağlam ve kararlı bir devrimci karakter kazandırır. Ne var
ki, çizgisel zaaflarının yanı sıra ulusal reformist nitelikteki dönemsel yönelimlerinden ötürü, bu stratejik güce öteden beri lojistik bir
destek güç gözüyle bakan PKK önderliği, bu dinamiği hiç olmazsa bugünkü durumdan çıkış için etkili bir tarzda değerlendirme
konusunda hâlâ zayıf ve bulanık bir yönelim içindedir. Sadece PKK'ye ait olmayan bu devrimci sorumluluğun nasıl yerine getirilebi-
leceği konusu üzerine de, önümüzdeki sayıda, "Bu çember, hangi dinamiklere dayanılarak yarılabilir ve bu konudaki görevlerimiz"
bölümünde duracağız.
mektedir çünkü- ABD ve İsrail'le olan çelişkilerinin son sıralardaki artışından ötürü Türkiye'nin Güney Kürdis-
tan'a son müdahalesini bir bahane olarak kullanıyorlar. Öte yandan ABD başka niyet ve hesaplarla sıkıştırıyor
bu konuda Türk burjuvazisini, Almanya ve Rusya başta olmak üzere diğer emperyalistler başka. Türkiye'nin
bütün komşularıyla ilişkilerinin bozulmasında veya bunun derinleşmesinde Kürt sorunu mutlaka belli bir yer
kaplıyor vb; vb. Yalnız sorunun Türkiye'nin uluslararası ilişkilerindeki rolünü ve ağırlığını değerlendirirken,
ulusal hareketin dar milliyetçi bakış açısının yanı sıra "benmerkezci" saplantılarından kaynaklanan yanlış ve
yanılgılarından uzak durmak gerekiyor. Ulusal hareket, bu sonuçları çoğu kez tutup ya emperyalist güçlerin,
"insan hakları, demokrasi ve ulusal haklar konusundaki duyarlılıklarına" bağlıyor ya da yürüttüğü diplomatik
faaliyetin başarısı ile açıklıyor. Hangisinden kaynaklanıyor olursa olsun burada asıl önemli olan, bunu, soru-
nun "çözümünü" onlardan beklemenin dayanağı haline getirmesi. Emperyalizmin niteliğini ve karakterini
"unutmanın" yanı sıra, farklı emperyalist güçlerin farklı taktik hesap ve manevralarının gerçek nedenlerini
görememekten veya yeterince dikkate almamaktan kaynaklanan çok zararlı ve tehlikeli bir yanlıştır bu. Hare-
ketin devrimci özelliklerini farkına bile varmadan yavaş yavaş aşındırır. Yağmurdan kaçarken doluya tutulması
tehlikesini içinde taşır. Bu özelliği nedeniyle sinsi bir tasfiye etkenidir. Örneğin Avrupa Topluluğu ülkelerinden
birçoğu, en başta da Almanya, farklı ekonomik ve siyasal nedenlerle Türkiye'yi AB'ne almak istemiyorlar. Al-
manya, ABD'nin karşısına güçlü bir emperyalist odak olarak çıkabilmek amacıyla güçlerini birleştirme yöneli-
minin birbirlerine yaklaştırdığı Avrupalı emperyalist ve gelişmiş kapitalist ülkelerin bu 'birliği' içinde hegemon
güç olmanın peşinde. Topluluk içinde en başta İngiltere gibi ABD'nin bazı truva atları varken, bunlara bir de
Türkiye gibi yenilerinin eklenmesini istemiyor artık bu yüzden. Öte yandan Türkiye'nin bugünkü hastalıklı
ekonomik yapısıyla AB'ne üye olmasının, getireceği ek sömürü imkanlarından daha fazla yük oluşturacağını
biliyor. Özellikle de topluluğa üye olmanın kazandıracağı serbest dolaşım hakkından yararlanarak Türkiye'deki
milyonlarca işsizin akınına uğramaktan korkuyor. Mideye indirdiği Doğu Almanya'yı sindirmekte zorlanıyor
zaten, bunun yarattığı ekonomik-sosyal sorunlara bir de Türkiye'nin AB'ne üye olmasının getireceği sorunla-
rın eklenmesini hiç istemiyor. Ortadoğu, Kafkaslar ve Balkanlar üzerinde emperyalist egemenlik çekişmesinde
ABD ile arasındaki çıkar farklılıkları da bunlarla birlikte düşünülecek olursa, Almanya'nın Türkiye ile ilişkilerine
yön veren temel parametreler çıkar ortaya. Kürt sorunu veya insan hakları konusu, Almanya'nın tutumlarında
belirleyici bir öğe olmayıp bunlara tabi, çoğu kez bunlara bağlı olarak kullandığı bir bahanedir sadece. Aynı
şey farklı çıkarlar temelinde diğer emperyalist güçlerin ve burjuva devletlerin, onların güdümü altında hareket
eden uluslararası kuruluş ve şahsiyetlerin tutum ve politikaları açısında da geçerlidir. Fakat sonuç olarak bir
gerçek var ortada: Kürt sorununun bu haliyle sürmesi, uluslararası ilişkilerde Türkiye'nin başını sürekli ağrıtı-
yor ve ağrıtacak. Birazdan değineceğimiz gibi, bu bugün yeni bir "Sevr korkusu" halini almış durumda. Bu
yüzden, soruna bir "çözüm" üreterek bunu devreden çıkarmaya ihtiyacı var burjuvazinin. Ordunun yaklaşımla-
rında da bunun önemli bir payının olduğunu görüyoruz. Genelkurmay Başkanlığı'nın "Kürt sorununun çözü-
müne yönelik" geliştirdiği 4 ayrı senaryonun her birinin gerekçe ve amaç bölümünde bu etken en başta anılı-
yor. Bunların içinde burjuvazinin ve ordunun ilk tercihini oluşturan senaryonun, uygulandığı takdirde neler
kazandıracağının özetlendiği bölümde, işin bu yanına ilişkin olarak şunlar söyleniyor:

"Demokratikleşme -planın adı bu- nedeniyle Türkiye uluslararası platformlarda eskisi kadar suçlanmayabilir
ve baskılarla karşılaşmayabilir." Bu arada, bu senaryodan beklenen diğer kazanımlar ve asıl bu senaryonun
nasıl uygulanacağına dair söylenenler de önemli, "işkence, baskı, ikinci sınıf vatandaşlık vb. iddialar büyük
ölçüde (bakın "tamamen" değil-nba) geçerliliğini kaybedeceği (için) bölge balkının devlete olan inancı ve gü-
veni artar, terör örgütüne olan desteği azalır". Ayrıca az da olsa besledikleri bir umut daha var: "Bölücü terör
örgütü (de) yapılan (bu) demokratikleşmeyi yeterli görerek teröre son verebilir. Bunun sonucunda bölgeye
huzur, güven ve istikrar geleceğinden barış içinde bir arada yaşama sürebilir." Beklentiler bunlar. Uygulama-
nın nasıl olacağına dair ise şunlar söyleniyor: "Biryandan terörle mücadele sürdürülürken (yani silahlar susma-
yacak, 'sopa' elden bırakılmayacak), diğer yandan da demokratikleşme gayretlerinin sürdürüldüğü (yani
'havuç' da hemen verilmeyecek) farz ve kabul edilmiştir". Gerçek niyet ve hesaplarının ne olduğunu bundan
daha açık olarak nasıl anlatabilir başka bu ordu?

ABD'nin ısrarı ve acelesi neden?


Çözümsüzlüğün uzamasının uluslararası ilişkiler alanında yol açtığı siyasal sonuç ve yansımalar ele alınırken,
ABD'nin tutumu ve bunun nedenleri üzerinde özel olarak durmak gerekiyor. Çünkü burjuvazinin de, ordunun
da bugün bu konuda bir politika değişikliğine yönelmesinin arkasında, ABD'nin bu konudaki zorlamalarının
özel bir rolü var. ABD de, Kürt sorununa tek basma çok özel bir önem verdiğinden, hele hele Kürtlerin ulusal
haklarına saygı duyduğundan dolayı zorlamıyor bu çözümü. Onun derdi başka. O asıl olarak Ortadoğu'da ve
şimdilerde ona eklemlenen Kafkaslar'daki emperyalist rekabette rakiplerinin sızabileceği bütün çatlakları ka-
patmak istediği, onlara kullanabilecekleri koz ve hareket imkanı tanımak istemediği için, bu bölgedeki ka-
nayan ve kaşınmaya müsait her sorun gibi Kürt sorununu da bir an önce stabilize etmek istiyor. ABD'nin son
süreçte Kıbrıs'ta da "arabulucu" olarak doğrudan devreye girmesini, bu arada Tük-Yunan anlaşmazlıklarının
"çözümü" yönündeki baskılarını artırmasını da bu çerçeve içinde değerlendirmek gerekir. Yine stratejik bir
yönelim olarak ABD, Rusya'nın burnunun dibine kadar genişletilen NATO'nun "merkez ülkesi" özelliğini kaza-
nan Türkiye'yi, İsrail'le stratejik işbirliği halinde, "gelecekte büyük çatışmaların yaşanabileceği dünyanın en
krizli bölgeleri" olarak tanımlanan Ortadoğu ile Kafkaslar ve ötesinde gerektiğinde vurucu güç olarak kullan-
manın planlarını yapıyor. Yalnız Türkiye'nin hem "yeni NATO" içinde hem de ABD'nin doğrudan piyonu olarak
bu rolü oynayabilmesi için, Türk ordusunun elinin artık biraz serbest kalması gerekiyor. ABD'nin Kürt planları
("planları" diyoruz, çünkü ABD görüş ve ilgi alanı içine giren hiçbir konuda hiçbir zaman tek bir ata oynamaz,
tek bir plana bağlı kalmaz. Onun cebinde her zaman, gelişmelere göre oynayabileceği birden fazla koz ve
plan vardır) ve taktik politikaları, öncelikle ve esas olarak bu iki stratejik yönelime göre şekillenmektedir bu-
gün. Birbirleriyle zaten çok yakından bağlantılı bu her iki yönelim açısından da Amerika'ya elini biraz çabuk
tutma ihtiyacını hissettiren bazı gelişmeler yaşanıyor yalnız son zamanlarda Ortadoğu'da. Kürt sorununda
yeni bazı gelişmeler de neden olabilecek olan ama sadece ondan ibaret olmayıp onu içeren daha genel bir
süreç bu. ABD'nin Körfez Savaşı'ndan da yararlanarak pekiştirdiği bölgedeki hegemonyasını ve yerleştirmeye
çalıştığı "istikrarı" tehdit edici boyutlar kazanabilecek daha genel ve bölgesel gelişmeler bunlar. Eğer bunlar
gerçekçi bir bakış açısıyla doğru ve bütünlüklü bir biçimde kavranamazsa, Kürt ulusal hareketi, önüne çıkabi-
lecek bazı devrimci gelişme olanaklarını değerlendirememekle kalmaz, ilerde başına çok iş açacak aldatıcı
bazı gelişmelerin peşinden sürüklenme tehlikesiyle karşı karşıya kalır.

ABD'nin Ortadoğu'da yerleştirmeye çalıştığı düzenin omurgasını oluşturan iki temel taktik politikası vardı.
Bunlardan biri İsrail-Filistin, İsrail-Arap Barışı'nın sağlanması, diğeri ise İran ve Irak'ı tecride yönelik "Çifte
Kuşatma" politikaları idi. Fakat bugün bunların her ikisinde de ciddi çatlaklar ortaya çıkmış, hatta bazı gedik-
ler açılmış durumda. Özellikle son 1 yılın gelişmelerine baktığımız zaman hem İsrail-Filistin ilişkilerinde ciddi
sorun ve tıkanıklıklar yaşandığını görüyoruz hem de bununla bağlantılı ve bundan bağımsız başka faktörlerin
etkisiyle Arap devletleri ile Amerika'nın ilişkilerinde bir soğuma yaşandığını görüyoruz. Irak ve İran'ı tecrit
politikalarını ise artık ne Rusya takıyor, ne Fransa takıyor, biraz daha örtük hareket etseler de ne Almanya ve
Çin hatta ne de Türkiye bile takıyor. İşler o kadar karmaşık bir hal almış durumda ki, Amerikan yönetimi, sal-
dırgan tutum ve politikaları ile "Ortadoğu Barış Süreci"nin sarpa sarmasına neden olan Netanyahu'ya bir göz-
dağı vermek amacıyla Dışişleri Bakanı Daniel Levy ve partisini koalisyondan çekilmeye kışkırtarak İsrail'i bir
hükümet krizinin eşiğine kadar getiriyor; İsrail'in buna yanıtı, Amerika'daki Yahudi lobisinin olanaklarını kul-
lanarak Clinton'ın seks skandallarının patlamasına katkıda bulunmak oluyor. Öte yandan Amerika ile gerici
Arap rejimleri arasındaki ilişkilerde de dönemsel ve nispi bir soğumadan söz ettik. Bunun görünen en büyük
nedeni, ABD'nin istediği, sonuçlara ulaşmada acelesinin bir sonucu olarak, çoğu kendisine hâlâ göbekten
bağlı bu uşaklarının beklenti ve kaprislerini eskisi kadar kaale almaması. ABD'nin işlerini yürütmek için Türk-
İsrail stratejik işbirliğini gerçekleştirmiş olması, bunların midesini iyice bulandırdı. Giderek bir kenara itilme
kuşkularını büyüttüğü gibi, ilerde başlarına yeni belalar açabileceği ürküntüsünü de yarattı. Ve burjuva diplo-
masisinin yöntemleri ile bunlar ABD'ye. "Bizleri hiçe sayıp atlayarak Ortadoğu'da istediğin sonuçları alamaz-
sın" mesajını vermeye çalışıyorlar son zamanlarda. Tabii ABD bunlara tatlı-sert yöntemlerle karşı mesajlar
veriyor. Son İKÖ Zirvesi'nde Türkiye'ye atılan tokatlar asıl olarak bu çerçevede değerlendirilmelidir. Uşağını
döverek efendisine mesaj verilmek istenmiştir. Zirvenin, ABD'nin tecride çalıştığı İran'ın başkentinde düzen-
lenmesi, bununla da yetinilmeyerek hemen hemen bütün Arap devletlerinin son yıllardaki hiçbir İKÖ Zirvesi'n-
de rastlanmadık şekilde en üst düzeyde temsilcilerini göndererek bu zirveye katılmaları yine bu tutumun bir
sonucudur.

Bu konuda dikkatlerden kaçmış olabilecek bir başka örnek daha verilebilir. Amerika'nın, "Ortadoğu Barış Süre-
ci"nin bir devamı olarak başlattığı, onu ekonomik temellere oturtarak sağlamlaştıracağını düşündüğü için belli
bir önem verdiği ve İsrail ile Arap devletleri arasındaki ekonomik ilişkileri geliştirerek kurumsallaştırmayı
amaçlayan bir girişimi var. "Ortadoğu ve Kuzey Afrika Ekonomik İşbirliği Örgütü'' kurmayı hedefleyen bu giri-
şimin üçüncü toplantısı, geçtiğimiz Kasım ayı içinde Katar'ın başkenti Doha'da yapıldı. Fakat ABD'nin Arap
dünyası içindeki baş truva atı Mısır başta olmak üzere en hararetli Amerikan uşağı Arap devletleri bile, Ameri-
ka'ya sözünü ettiğimiz mesajı vermek amacıyla bu toplantıya bu sefer katılmadılar. Amerika, bütün ısrarlı
çabalarına rağmen, 2-3 kıytırık şeyh dışında hiçbir Arap ülkesinin gelmesini sağlayamadı o toplantıya. Bunun
arkasından Mısır'da İslamcıların turistlere karşı giriştikleri bir eylem oldu. Mısırlı bazı devlet ve hükümet gö-
revlileri, tabii gayrı resmi biçimlerde, Mısır'ın Doha'daki toplantıyı protestosuna karşı bir ceza ve gözdağı ola-
rak bu eylemin arkasında esasında Amerika ve İsrail gizli servislerinin bulunduğuna dair kuşkularının hatta
kanaatlerinin olduğunu sızdırdılar dünyanın çeşitli yayın organlarına. Bunun aslı var mıdır yok mudur bilin-
mez. Burada konumuz açısından önemli olan, böyle bir kuşkunun dile getirilmiş olmasıdır. Bu, ABD ile gerici
Arap rejimleri arasındaki soğukluğun derecesi hakkında bir fikir verir bize.

Bundan çok daha açık ve somut olan bir başka belirti, Saddam'ın BM gözlemcilerini kovması üzerine patlak
veren Irak ile ABD arasındaki son kriz sırasında görüldü.18

Bunların önemi şurada: Önümüzdeki süreçte Ortadoğu'da hiç "beklenmedik'' gerilim ve çatışmalarla karşılaşa-
biliriz. Ummadığımız gelişmeler ortaya çıkabilir. Kürt sorununun çok ötesinde şeyler bunlar. Zaten bu yüzden
dünyaya sadece bu pencereden bakma darlığına düşülmemelidir. Kürt sorunu ve ulusal mücadelesi, kuşkusuz
bölgesel bir karaktere sahiptir, bölge çapında sonuçlar doğuran etkileri olmaktadır ve bundan sonra da olabi-
lir. Ama aynı zamanda bölgedeki başka gelişmeler ve onun dışındaki etkenler de onun gelişim seyri üzerinde
etkide bulunabilir. Önemli olan bunların bütünlüklü ve gerçekçi bir tarzda, ama daha da önemlisi tutarlı dev-
rimci bir perspektif ışığında değerlendirilmesidir. Aksi takdirde Ortadoğu'nun kaygan zemininde, tüketici ve
karanlık politika labirentlerinde eriyip kaybolma tehlikesi belirir.

Ortadoğu'daki her siyasal gelişmenin ele alınıp değerlendirilmesi sırasında, farklı emperyalist güçlerin o kesit-
teki pozisyonları ve taktik yönelimlerinin isabetli bir biçimde değerlendirilmesi yaşamsal bir öneme sahiptir.
Çünkü bu bölge, emperyalist çakalların her birinin stratejik önem verdiği bir bölgedir. Stratejik önem kazanan
bir diğer bölge olarak Kafkaslar ve Hazar petrolleri ile ilişkisinin artışı, bu önemi katlamıştır. Bu aynı zamanda
emperyalist haydutlar arasındaki rekabetin alttan alta ama giderek yüzeye de vuracak şekilde keskinleşmesini
beraberinde getirmiştir. Aradaki çıkar farklılığı ve çatışmanın keskinleşmesi, bunların birbirini kesen taktik
politikalar izlemesi biçiminde somutlanmaktadır. Birinin bir konuda veya bir tarafta yaptığı bir hamleyi, di-
ğer/diğerleri ya aynı zeminde ya da farklı bir noktadan yaptığı karşı hamlelerle yanıtlamaktadır. Bunların al-
tında yatan emperyalist amaç ve hesaplar görülemez ve doğru kavranamazsa eğer, bu çelişkiler aldatıcı olabi-
lir, tehlikeli yanılsamalar yaratabilir. Kürt sorunu özelinde bunu en iyi, ABD ile Almanya'nın tutumlarında gö-

18
Dergimiz baskıya hazırlanırken bu konuda yeni bir kriz daha patlak verdi. ABD bu kez askeri bir saldırıya niyetli görünüyor. Geçen
sefer olduğu gibi, güçlü bir uluslararası destek sağlayamamış durumda yine. Fakat bu kez, "tek başına dahi kalsa saldıracağını"
söylüyor. Bir yerde buna mecbur hissediyor kendini. Aksi takdirde Ortadoğu'daki otoritesi ağır bir yara daha alacak. Bunun da öte-
sinde ABD'nin "Ortadoğu'da hâlâ benim borum öter" mesajını vermeye ihtiyacı var. Vurursa asıl bunun için vuracak. Yine aynı ne-
denle, bugün vurmasa bile önümüzdeki süreçte fazla uzun olmayan bir süre içinde, bunu bir vesileyle mutlaka yapacak. ABD'yi
bugün bu konuda düşündüren tek bir etken var: Bunun, gözdağı vererek denetimi altına almayı amaçladığı kendisini rahatsız eden
gelişmeleri hızlandırıcı sonuçlar doğurması. Daha somut ifadeyle, Arap halkları arasında alevlenecek olan Amerikan aleyhtarlığının
da baskısıyla gerici Arap rejimleri ile arasındaki ilişkiler biraz daha bozulurken, Rusya ve Almanya başta olmak üzere diğer emperya-
list rakiplerinin bundan yararlanarak etkinliklerini biraz daha artırmaları. Öte yandan Amerika'nın, Irak'a karşı girişeceği bir askeri
harekatta güdeceği hedefler de dikkat çekici. Dışişleri Bakanlığı sözcüleri olsun, Savunma Bakanı Cohen olsun, yaptıkları açıklamalar
ve verdikleri demeçlerde, "Irak'ın toprak bütünlüğünü parçalamak ve Saddam rejimini devirmek gibi bir hedeflerinin olmadığını"
vurguluyorlar. Buna karşılık, gövde gösterisi amacına uygun olarak en son teknoloji ürünü yeni bazı silahların kullanılacağı açıklanan
saldırının askeri hedefleri arasında "Sadece Irak'ın sahip olduğu iddia edilen kimyasal ve biyolojik silah depolarının değil, bunlarla
birlikte Irak ordusunun asıl vurucu güçlerini oluşturan Cumhuriyet Muhafızları ile Irak zırhlı birliklerinin bulunduğu" belirtiliyor. Kısa-
cası ABD, Irak ordusunun belini tekrar kırmayı hedefliyor. (Kürt sorunu açısından bunun önümüzdeki süreçte, Güney Kürdistan'da
ABD denetiminde yeni bir kukla "Kürt devleti'' veya benzeri bir oluşuma zemin hazırlamak gibi bir amacı ve sonucu olabilir.) ABD,
Saddam'ın bu tutumunu bahane ederek bölgede bir gövde gösterisi yapmaya niyetlendi. Ama kaldırdığı taşı bu kez ayağına düşür-
dü. Suudi Arabistan ve Kuveyt bile. Irak'a karşı askeri bir operasyon düzenlemeye kalkışacak olursa, ABD'ye topraklarından yarar-
lanma izni vermeyeceklerini açıkladılar. BM Güvenlik Konseyi'nde aynı şekilde şapa oturdu ABD. Rusya, Fransa ve Çin, ABD'nin
müdahale niyeti ve hazırlıklarına açıkça karşı çıktılar. Saddam da zaten bu çatlakları sezdiği için girişti son meydan okuma manev-
rasına. Sonuçta yine tükürdüğünü yalamış konumuna düştü belki ama gerçekte bu raunttan Saddam ve asıl olarak Rusya ile Fransa
kazançlı çıktılar Özelikle Rusya, bölgedeki siyasi ve diplomatik ağırlığını arttırdı. ABD de gerçi bu arada bölgedeki askeri güçlerini
takviye etti etmesine ancak, aldığı siyasi darbelerin yanında bu onun açısından daha çok züğürt tesellisi niteliğinde bir kazanıradır.
rebiliriz. Bu iki emperyalist gücün bu konudaki taktik politikaları, çoğu kez bir tahterevallinin iki ucu gibidir.
Biri 'inerken', diğeri 'çıkmaktadır'. O kesitteki bölgesel çıkarları gereği ABD Kürt sorunu ve ulusal mücadelesi-
ne karşı daha "ılımlı" bir profil çizerken, Almanya'yı Türk, Arap ve Fars şovenizmine şirin görünecek "şahin"
tutumlar içinde görürüz. Bir başka kesitte roller değişmiştir, bu kez tersi bir görüntü çıkar karşımıza. Bu tak-
tik değişiklikler karşısında boş ve tehlikeli yanılsamalara kapılmamak için, bunların tutum ve politikaları, dar,
kesitsel bir bakış açısıyla değil stratejik ve tarihsel bir perspektifle ele alınıp değerlendirilmelidir. Yoksa politi-
ka ve taktiklerimiz akıl almaz yalpalamalar çizmekten kurtulamaz. Öte taraftan Rusya, Ortadoğu'nun geneline
yönelik olarak hırslı ataklarıyla dikkati çekmektedir. Rusya'nın böyle bir tutum izlemesinin iki temel nedeni
vardır. Bunlardan birincisi, Sovyetler Birliği'nin yıkılışı sırasında yitirdiği bu stratejik bölgedeki eski mevzilerini
tekrar ele geçirme çabasıdır. Bununla bağlantılı olarak diğeri ise, özünde bir savunma refleksidir. Emperyalist
rakiplerinin, Hazar petrolleri ve Kafkaslar gibi "kendisine ait" gördüğü bir hegemonya alanına kendisini dahi
dışlayacak şekilde el atmalarına, o da Ortadoğu'da yaptığı karşı ataklarla yanıt vermektedir. Rusya bu bağlam-
da Kürt sorununu, özellikle Türkiye'nin ABD'nin taşeronu olarak kendisine karşı giriştiği ve girişebileceği her
komploya yanıt olarak oynayacağı bir "Kürt kartı" olarak gördüğünü her fırsatta çok açık bir dille söylemekte-
dir. Bu arada İtalya son zamanlarda bu konuda bir atağa kalkmıştır. Öyle ki, Kürt ulusal mücadelesinin sesini
yansıtma iddiasındaki günlük basın, İtalya Dışişleri Bakanı Lamberto Dini için, "Daha önce Başbakanlık da yap-
mış olan Lamberto Dini, bundan sonra sadece İtalya'nın değil Kürtlerin de Dışişleri Bakanı gibi davranmayı
planlıyor" diyebilecek kadar kendinden geçmiştir. "Kürtlerin Dışişleri Bakanı" olmak hem bu kadar ucuz olma-
malı hem de şu veya bu kokuşmuş emperyalist burjuva politikacıya bırakılmamalı. Ama tabii bizzat PKK'nin
kendisi, 1990'ların başından beri, "Yeni dünya düzeni koşullarında Avrupa'nın ve Amerika'nın ulusların hakla-
rına daha saygılı ve duyarlı davranacakları" beklentisi içinde olursa, bu akıl almaz beklentiden de hareketle
Kürt sorununun "çözümünü" NATO'dan, BM'den, Avrupa Topluluğu'ndan, ABD Başkanından, Almanya Şansöl-
yesinden, Fransa Cumhurbaşkanından bekler hale gelir ve bugüne kadar bu yönde çeşitli girişimlerde bulu-
nursa, en son örnek olarak ERNK adına AB'ne ve BM Güvenlik Konseyi'ne "Yugoslavya modeli, bir çözüm" öne-
rilirse, "Kürt sorununa ilişkin olarak AB'nin uluslararası bir toplantı düzenlemesi" yönünde girişimler başlatan
İtalya'nın Dışişleri Bakanına, "Kürtlerin de Dışişleri Bakanı" payesinin verilmesine şaşırmamak gerekir. Bu arada
Ortadoğu (ve Avrupa)'daki taktik dengelerde son oynamalara bağlı olarak özellikle Avrupalı emperyalistlerin
sorunu resmi düzeylerde de "uluslararasılaştırma" yönündeki girişimleri, Türk burjuvazisi ve devletini ürküt-
müş, "Sevr anlaşması hortlatılmak isteniyor korkularını azdırmıştır. Bu korku, rejimin Kürt sorununu bir an
önce stabilize etme yönündeki girişimlerini hızlandırıcı bir etkide bulunabileceği gibi; eski politika aynen sür-
dürülemeyecek olsa bile daha ihtiyatlı ve yavaş hareket edilmesi eğilimlerini güçlendirerek süreci biraz daha
uzatıcı bir etkide de bulunabilir. Yalnız bunu tek başına Avrupalı emperyalistlerin bu yöndeki girişimlerinin
gelişim seyri değil; asıl olarak Türkiye'deki iç dengeler, özellikle de karşıdevrim kampı içinde "Kürt reformu"
yanlısı olan kesimler ile buna karşı çıkanlar arasındaki iktidar savaşımının gelişim seyri belirleyecektir.

Ordunun bu işe yatmasının özel nedenleri


Ne kadar sınırlı ve aldatıcı bir tuzak olursa olsun yine de farklı unsurlar içeren bir "'Kürt reformu' yapılmasının
artık zamanının geldiğini" ordunun dile getirmesi, bazıları için "şaşırtıcı" oldu. Çünkü şoven politika ve tutum-
ların en katı savunucusu ve uygulayıcısı bir güç bu ordu. Ancak ordunun kendi başına bağımsız bir güç olma-
yıp burjuva devletin bir kurumu ve sınıf olarak burjuvazinin çıkarlarının bekçisi olduğunu, özel olarak Ameri-
ka'nın güdümü altında bulunduğunu bilenler için bunda yadırganacak bir taraf yoktur. Kaldı ki rejimin yaşadı-
ğı tıkanıklık ve burjuvazinin "yönetememe krizi"nin bir sonucu olarak iç ve dış politikaya ilişkin bütün temel
konularda "devlet partisi" olarak hareket eden ordu, bu konuda bir politika değişikliğine hazırlanıldığının işa-
retlerini bir süreden beri veriyordu. Burada asıl soru şu: Her ne kadar son tahlilde burjuvazi ve emperyalizmin
emrinde ve hizmetinde olan bir güç ise de, daha düne kadar bu konuda "yumuşak" bulduğu kendi kuvvet
komutanlarını, generallerini, albaylarını, JİTEM'cilerini kendi elleriyle temizleyen bu ordu, neden ve nasıl oldu
da bugün "siyasi çözüm"ün sözcüsü ve temsilcisi rolüne soyundu? Bunun asıl ve belirleyici nedeninin, burju-
vazi ve emperyalizmin çıkarları açısından yukarıda özetlemeye çalıştığımız nedenler olduğunu bir kez daha
vurgulayalım. Fakat bunlara ek olarak orduyu da bu eğilime sürükleyen bazı özel etkenlerin varlığını gözden
kaçırmamalıyız.

Bunların neler olduğuna göz atmaya geçmeden önce, yanıtlanması gereken bir soru daha var. Ordu bu işe ne
kadar gönüllü, daha doğrusu bu konuda saflarında ne ölçüde bir mutabakat var? Estirilmeye çalışılan havaya
bakacak olursanız, tam bir mutabakat söz konusu. Kürdistan'a düzenlenen son "basın seferi"ne katılan gaze-
tecilerin hepsi, "En küçük rütbeli etinden en yüksek rütbeli komutanına kadar kiminle konuştuysak hepsi bunu
içtenlikle istiyorlar" diye garanti(!) veriyorlar bize. Tabii öyle olacak. Sizin götürülüş nedeniniz ve götürüldü-
ğünüz yerler gibi, karşınıza çıkarılan subaylar da verilmek istenen mesaja uygun olarak seçilmiş adamlar.
Gözü dönmüş bir şovenizme şartlanmış olmanın yanı sıra aldığı avuç dolusu savaş tazminatlarını, uyuşturucu
ticareti, silah kaçakçılığı, adam kaçırarak fidye ve haraç toplama vb. imkanlarını yitirmemek için savaşın sür-
mesinden yana olanlarla konuşmanızı sağlamayacaklardı elbette. Ama unutulmasın ki, Cezayir savaşının biti-
rilmesini engellemek için Fransa'da askeri darbe yapmaya kalkıştı bu tür savaş manyakları. Amerika, Viet-
nam'la yapılan barış görüşmelerini sabote etmek için böylelerinin düzenlediği provokasyonlarla az karşılaşıl-
madı. Kürt savaşının hafiflemesinin dahi önüne geçmek için düzenlenen kim bilir nelerle karşılaşacağız bizler
de önümüzdeki yıllarda. Kaldı ki bu tür konularda Türk ordusunun komuta kademesinin dahi tam bir mutaba-
kat halinde hareket edeceğini beklemek ham bir hayaldir. Her zaman dışa karşı "blok" bir görüntü vermeye
çalışır ama içi her zaman tam bir yengeç sepeti gibidir bu ordunun. Farklı emperyalist güç ve sermaye ke-
simlerine yakın olmaktan kişisel kariyer hesaplarına kadar bir dizi etkene bağlı olarak gruplaşmış klikler cirit
atar içinde. Bunlar dışa karşı en "birlik halinde" göründükleri dönemler ve konularda bile, alttan alta birbirle-
riyle sürekli bir didişme ve sürtüşme halindedirler. Bunların kokusu genellikle yıllar sonra çıkar ortaya. Bıraka-
lım başka örnekleri, Eşref Bitlis ve Bahtiyar Aydın olaylarında böyle olmadı mı? Onun için, biz, ordunun bu
konuda "tam bir görüş birliği içinde olduğu" palavralarına kulak asmamalıyız. Bu, hem bu yolla verilmek iste-
nen güçlülük ve sağlamlık görüntüsünü dağıtabilmemiz açısından önemlidir hem de önümüzdeki süreçte
karşılaşabileceğimiz birtakım gelişmeler karşısında şaşkınlığa sürüklenmemek açısından önemlidir. Yalnız
bugün itibarıyla görünen o ki, ordu da bir politika değişikliğinin zamanının geldiğini düşünen eğilim daha ağır
basıyor gibi. Bu eğilime güç kazandıracak bazı özel nedenler var çünkü.

Bunlardan birincisi, ordu da bu işte yoruldu ve tıkandı. Başka bir anlatımla, o da savaş yorgunu aslında. Yal-
nız, genel bir kural olarak düzenli orduların, saflarında ortaya çıkan savaş yorgunluğu konusunda karşıların-
daki gerilla kuvvetleri ve onları destekleyen kitlelerin saflarında ortaya çıkabilecek yorgunluğa oranla şöyle bir
avantajları vardır: Onların, uğradıkları güç kayıplarını kapatma konusunda olduğu gibi kadrolarında ortaya
çıkan bezginlik ve karamsarlık eğilimlerini yeni takviyelerle giderebilme olanakları her zaman daha fazladır.
En kötü durumda, oradaki subay kadrosunu ve uzun süredir savaşan birlikleri dinlendirmek amacıyla geriye
çekip yerlerine yenilerini sürebilir. Fakat bu tabii savaş yorgunluğunun içyapısında yarattığı bozulma ve send-
romları bütünüyle ortadan kaldırmaz. Ve bu büyüyüp derinleştiği ölçüde de daha büyük ve daha ciddi sorun-
lar doğurabileceği için komuta kademesinde tedirginlik yaratır. Ne kadar hissettirmemeye çalışırsa çalışsın
Türk ordusu bugün Kürdistan'da içten içe bu yorgunluk ve tedirginliği yaşıyor.

Türk ordusu bugün Kürdistan'da aynı zamanda bir tıkanmayı yaşıyor. Kendileri de zaman zaman ağızlarından
kaçırıyorlar bu gerçeği. Genelkurmay Başkanlığı tarafından hazırlanan senaryo planlarının hepsinde, gelişme-
ler hangi yönde olursa olsun halka, "Terörün hemen biteceği açıklamaları yerine insanları umutsuzluğa dü-
şürmeden, yılgınlık yaratmadan, mücadelenin uzun yıllar süreceğinin ve sorunun paniğe kapılmadan... çözü-
leceğinin" anlatılması isteniyor. Ordunun artık tıkandığına dair benzer bir itirafı, böbürlenmek amacıyla sık sık
vurguladıkları bir palavradan da çıkarabiriz. "Terörle mücadelede askeri açıdan gelinebilecek en son nokta
burasıdır" diyorlar, "Kimse bundan öte bir başarı ve çözüm beklemesin bizden" diye ekliyorlar. Burada bir güç
gösterisi yapılırken aynı zamanda bir aczin ve sınırlılığın itirafı söz konusudur. Zaten yine genel bir kural ola-
rak, silah, malzeme, teknolojik imkanlar, insan gücü, ekonomik olanaklar vb, vb. bakımlardan ne kadar üstün
bir durumda olursa olsun haksız bir savaş yürüten düzenli bir ordunun, ayağa kalkan bir halka ve onun gerilla
güçlerine karşı elde edebileceği başarıların sınırları bellidir. O halk ve o gerilla, direnmeye ve savaşmaya de-
vam ettiği sürece bunlar asla kesin ve kalıcı başarılar, nihai bir çözüm olamaz. Türk ordusu da kendi koşulları
ve yetenekleri içinde belli bir sınıra gelip dayandı, bu anlamda bir tıkanma yaşıyor. Yalnız bu tıkanma, biraz
önce savaş yorgunluğu konusunda söylediğimiz gibi, bütün olanakların tükenmesi, hamlelerini sürdürebilme
yeteneğinin büyük ölçüde ortadan kalkması, ordunun artık savaşamaz hale gelmesi vb. anlamına gelmiyor. Bu
anlamda. PKK'nin propagandalarında göstermeye çalıştığı gibi, "Ordu çaresizlikten teslim bayrağını çekti"
şeklindeki yorumlar abartılı ve yanlış yorumlardır.
Orduyu belli bir politika değişikliğinin gereğini benimsemeye iten özel etmenlerin ikincisi, kamuoyunun gö-
zünde uğradığı prestij kaybıdır. Bir zamanlar yere göğe sığdırılamayan, halka, "karşı durulmaz bir güce sa-
hipmiş" gibi gösterilmeye çalışılan Türk ordusu, "bir avuç eşkıya" olarak nitelediği ulusal hareketle 13 yıldır
başedemiyor. Hemen her yıl, "Bu sefer işleri tamam", "Bu baharda bitireceğiz", "Bir daha bellerini doğrultama-
yacakları bir darbe indirdik" ve benzeri palavraları dinlemekten gına geldi Türk toplumuna. Varsa bazı ahmak-
ların dışında kimseye inandırıcı gelmiyor bunlar artık. Bu, orduya ve onun şahsında devletin gücüne duyulan
güveni ve ondan duyulan korkuyu aşındıran siyasal bir tehlikeyi besliyor.

Ordu açısından üçüncü bir özel etken, gelecek için siper kazma, aşırı abartarak yansıttıkları bugünkü geçici
başarılarının arkasına saklanarak sığınabilecekleri bir mazereti şimdiden hazırlamaktır. Generaller, "Biz üzeri-
mize düşeni yaptık ve terörü marjinalleştirdik" diye desteksiz atıyorlar atmasına ama bunun hem doğru olma-
dığını hem de sağladıkları kısmi başarıların dahi her an tersine dönme riskini taşıdığını yine en iyi kendileri
biliyorlar. Ulusal hareket silkinir de devrimci silahlı mücadele çizgisinde yeni bir atılım gerçekleştirecek olursa
eğer, bunun sorumluluğunu kendi üzerlerinden atıp siyasetçilerin sırtına yıkabilmek için şimdiden mevzi ka-
zıyorlar. Generaller tarafından bile görülen bu olasılığı, biz de hiçbir zaman gözden kaçırmamalıyız.
Emperyalist Hegemonya Mücadelesi Işığında

GÜNEY BATI ASYA STRATEJİK BAĞINTILARI

Lenin, emperyalizm tahlilini yapalı seksen yılı aşkın bir süre geçti. Proleter devrim stratejisine temel oluşturan
tahlilde, emperyalizmin iktisadi temelleri açıklanıyor, 'proleter devrimleri çağı' ve 'sosyalizmin öngünü' değer-
lendirilmesi yapılıyordu. Emperyalizm ve proleter devrimler çağında 'kapitalist gruplar arasında, dünyanın
ekonomik yönden paylaşılması esasına dayanan bazı ilişkiler doğmakta' olduğu ve 'buna koşut ve bağlı olarak
da, siyasal gruplar, devletlerarasında, dünyanın toprak bakımından paylaşılması, sömürge savaşı, 'ekonomik'
önem taşıyan topraklar için savaşım esasına dayanan birtakım ilişkiler kurulduğu', hammadde ve enerji kay-
nakları üzerinde emperyalist tekel kurma mücadelesinin sertleştiği belirtiliyordu.

Kapitalist üretim ilişkilerinin, emperyalizm çağında, üretici güçler ile ilişkisi ve emperyalist grupların hege-
monya mücadelesinin temellerinin parlak biçimde açıklandığı emperyalizm tahlili, kapitalist üretimin gelişimi-
nin derinlemesine bir analizi sonucu yapılıyor, 1. Dünya Savaşı'na giden sürecin tahlili sonucu, emperyalist
hegemonya mücadelesinin, kaçınılmaz olarak paylaşım savaşlarına yol açacağı gösteriliyordu. Dünyanın her-
hangi bir bölgesinde gerçekleşen iktisadi ve siyasi gelişmenin, diğer bölgelerdeki gelişmeleri ivmelendirdiği
ve emperyalist tekel ve hegemonya mücadelesinin bir unsuru durumuna getirdiği belirtiliyordu.

80 yıllık tarihin, her kesitinde tekrar tekrar doğruladığı bu tespitler, bugünkü genel ve bölgesel siyasal süreç-
lerin de açıklamasını içeriyor. Sermayenin yoğunlaşmasının ve mali sermaye egemenliğinin ulaştığı düzey,
emperyalist hegemonya mücadelesinin keskinleşmesi, kapsamının gelişmesi ve aldığı biçimlerin zenginleş-
mesi, sömürge savaşları, kapitalist sistemin çok yönlü krizi ve emperyalist çok yönlü reorganizasyon adımla-
rının kapsamlı bir analizi, bugünün siyasal süreçlerinin anlaşılması, proleter sınıf mücadelesi ve antiemperya-
list halk hareketinin görevlerinin belirlenmesi açısından yaşamsaldır. Bu yazıda asıl olarak, –emperyalist he-
gemonya mücadelesinin genel bağıntısı içinde bunun bir alt unsuru olarak Güneybatı Asya bağıntısı ve bu ba-
ğıntıların Türkiye'nin siyasal yaşamına kimi etkilerini değerlendireceğiz.

Ancak, temel yönlerin açıklanmasına girmeden, bir yöntem sorunu gibi görünen ama bunun ötesinde bir an-
lamı olan bir konuya değinelim. Emperyalist stratejistler ve 'Kuzey-Güney çelişkisi' gibi sınıf işbirlikçi karak-
terli teoriler, siyasal süreçlerin tahlilinde işçi sınıfı ve ezilen ulusları ihmal ederler. Oysa burada, işçi sınıfı ve
ezilen uluslar, matematik probleminde ihmal edilebilecek küsurat değildir. Tersine, sürecin asli öğesidirler.

Emperyalist bloklar ve reorganizasyon adımları, işçi sınıfı ve ezilen halklar gözardı edilerek incelenemez. Bu,
iki yönden böyledir. Birincisi, bu süreçler ancak sınıf dengeleri gözönünde bulundurularak değerlendirilebilir.
İkincisi, tersine bir tarz, bu adımların sınıf dengelerinde ve devrim-karşıdevrim süreçlerinde oluşturduğu yeni
öğe ve durumları açıklayamaz.

Bir yöntem olarak, sınıfsal ve ulusal hareketin durumu ve hareketi sabit tutularak, emperyalist bağıntının ha-
reketi incelenebilir (Burada yapılan da asıl olarak budur). Ama burada, hem bağıntı, sınıf dengeleri temelinde
incelenir, hem de gerekli görüldüğünde sınıf dengeleriyle ilişkisi öne çıkarılır.

Bölge entegrasyon süreçleri


Uluslararası sermayenin kendini yeniden üretmekte giderek daha çok zorlanması, kapitalist ülkeler arasındaki
eşitsiz gelişmenin, geri kalışın ve ileri sıçrayışın derinleşmesi, siyasal dengelerde yaşanan kaymalar ve ham-
madde-enerji kaynaklarına bağımlılığın yarattığı gerginliğin düzeyi, emperyalist devletlerarasındaki hege-
monya mücadelesini sertleştiriyor. Dünya çapında tek bir emperyalist bağıntı olarak, bloklaşmalar ve emper-
yalist eksenler, kimi bölgelerde kendini daha kristalize biçimde gösteriyor.
Burjuva-kapitalist devletler ve güçler arasındaki 'olağan' ilişkilerden farklı olarak bir emperyalist eksen, dünya
ya da bir bölge düzeyinde gerçekleşen ileri, yoğun ve çok yönlü bir ilişki düzeyidir. Bunlar arasında bir enteg-
rasyonu hedefler ve entegrasyona karşıt öğelerin tasfiyesi için çalışır. İleri düzeyde bir kaynaşmanın ifadesi
olan eksen, emperyalist hegemonya mücadelesinde belirli bir doğrultu yönünde mevzilenmeyi içerir. Mevzi-
lenme, emperyalist devlet ya da bloklar ile bağımlı ülkeler arasında, bir hedefler bütünlüğü –çoğu kez yeniden
yapılanma, bölgenin bir bütün olarak yönlendirilmesi, karşıt bloğa karşı güç birliği vb.– çerçevesinde gerçek-
leşen istikrarlı bir ilişkidir, güçlerin uyumlu bir iç organizasyonudur. Doğrultu ise, eksenin, karşıt eksenlere
olan hareketini de kapsayan gelişme yönüdür.

Entegrasyon süreçleri bugün, alışılmışın ötesinde bir anlam kazanarak, iktisadi, siyasi, askeri ve kültürel çok
yönlü, çok amaçlı karmaşık bir nitelik kazanmıştır. Emperyalist merkezle bağımlı ülkeler arasındaki ilişkinin
düzeyi olsun, bağımlı ülkelerin kendi aralarındaki ilişkinin zemini olsun, geçmişle karşılaştırıldığında ayrı bir
konsept oluşturacak bir düzeye ulaşmış, gelişkin bir işbölümü çerçevesinde, esnek bir karaktere bürünmüş-
tür.

Entegrasyon süreçlerinde zorunluluk ilişkisi


Bir eksenin oluşması kendini bir zorunluluk olarak dayattığı koşullarda mümkündür. Aslında, tüm doğal ve
toplumsal süreçlerin temelinde bir zorunluluk ilişkisi vardır. Rastlantıları veya insan iradesini dıştalamayan,
bunları kapsayan, nesnel ve derin bir bağıntıdır bu. Yalnız burada, emperyalist bir bağıntının oluşmasındaki
zorunluluğu incelerken, süreci, önceden belirlenmiş, farklı yönlerdeki olasılıkları dıştalayan, insan iradesinin
oldurmasına bağlanmayan bir içerikte göremeyiz. Buradaki ilişkiyi, şu ya da bu yöne gelişigüzel bir hareket
olarak görmek ne kadar yanlışsa, farklı yönlere hareketleri, kasılıp gevşemeleri, yoğunlaşmaları ve çözülmeleri
gözardı etmek de o denli yanlış olur.

Dünya genelinde ya da bölge ölçekli bir emperyalist eksen, bir stratejistin stratejisindeki kesinliğe sahip ol-
mayacaktır. Çünkü, aynı temelde, aynı bölgeye birçok emperyalist müdahale etmekte, bölgenin iç dinamikle-
rinin hareketi çok kapsamlı olmakta, önceden düşünülemeyen birçok yön açığa çıkabilmektedir. Bir emperya-
list bağıntının gelişimini incelerken, farklı yönlere olan hareketler görülebilmeli, rastlantıları göz önünde bu-
lundurmalı, fakat hareketin temel doğrultusunu belirleyebilmeliyiz.

Emperyalist devlet ya da blokların, bağımlı ülkelerle gelişkin bir organizasyonu olarak bir emperyalist eksenin
oluşmasındaki zorunluluk ilişkisi ileri ölçüde çıkar ortaklığına dayalı bir 'seçeneksizlik' hali olarak yorumlana-
bilir. Fakat buradaki 'zorunluluk', sürekli ve genel bir durum olmayıp konjonktüreldir; her ne kadar günübirlik
bir değişkenlik göstermese de sabit değil, değişkendir. Bu uzun fazlı değişkenlik, en başta emperyalist ittifak
ilişkilerinin doğasından kaynaklanır. Emperyalist ittifak ilişkileri, aşırı bencil bir çıkar ilişkisi/ortaklığı zemi-
ninde yükseldiği için, en zorunlu ve istikrarlı olduğu durumlarda bile bir kaypaklık ve dağılma öğelerini içerir,
'müttefiklerin' birbirlerine rahatlıkla kazık atmaları olasılığını bağrında taşır. Eksen ne kadar oturmamış, he-
nüz şekillenme aşamasında ise bu öğeler ve olasılık o kadar güçlüdür. Öte yandan artık az çok şekillenmiş ve
oturmuş bir eksen ilişkisinde dahi bağımlı bir ülkenin farklı bloklar arasında gidip gelmesi, emperyalist devle-
tin yönelim zayıflığı, kimi ülkelerin eksene edilgen bir konumda durması, o ülkede ya da bölgede zorunluluk
ilişkisinin kendini henüz güçlü biçimde koymaması vb. ile açıklanabilir. Fakat bu durumdaki oynamalar, yo-
ğunluk, istikrar, kasılma ve gevşemeler bir zorunluluğun kendini ilerleyen ya da çözülen bir ilişki olarak gös-
termesi şeklinde değerlendirilmelidir.

Bağımlı ülkeler kimi zaman, karşıt emperyalistlerin çelişkilerinden yararlanarak merkeze kafa tutabilmekte,
karşıt bir eksene göz kırpabilmekte, 'ikili' oynayabilmektedir. Ama, dünya ve bölgedeki toplam siyasal süreç-
lerin bir noktada dayatmasıyla, herhangi bir olay ya da olaylar dizisi üzerinden, çoğu kez zincirleme tepki
biçiminde bir eksene eklemlenmektedir. Bu süreçler geriye döndürülemez değildir, kimi noktalarda kırılmaya
uğrayabilir. Ama, kapitalist sistemin krizinin ve emperyalist hegemonya mücadelesinin derinleşmesiyle geli-
şen asıl eğilim, bir emperyalist bloka katılma biçimindedir. Bunu belirleyen kapitalizmin dünya çapındaki kri-
zinin derinliğine bağlı olarak emperyalist ülkelerin yoğunlaşma alanları ve eğilimleri ile daha zayıf konumdaki
bölge ülkelerinin çatışan yönelimleridir.
Zorunluluk ilişkisinin, farklı coğrafyalarda farklı düzeylerde açığa çıkması ise eşitsiz gelişmenin bir sonucu-
dur. Dünya hegemonya mücadelesinde kritik bir önem taşıyan, emperyalist devletlerin asıl yoğunlaşma alan-
larını oluşturan bölgeler, bağıntının kendisini daha kristalize biçimde koyduğu bölgelerdir.

Dünya ölçüsünde oluşan emperyalist bağıntılar


Lenin'in ifade ettiği, herhangi bir bölge ya da ülkedeki iktisadi ve siyasal hareketin, diğer bölgelerdeki süreç-
leri ivmelendirdiği ve genel hareketin birleşik unsurları durumuna getirdiği gerçeği, uluslararası iktisadi ve
siyasi süreçlerin daha da içice geçtiği bugün, bu içiçelik oranında bir derinlik kazanmıştır. Tüm dünyada ge-
çerli olan, birkaç emperyalist bağıntının oluşmasının temel unsurlarından birisidir. Emperyalist devletler,
egemenlik mücadelesi içinde birbirlerine karşıt eksenler oluşturmaktadır. Bu eksenler, hem genişlemesine
hem de derinlemesine gelişmektedir ve birinde gerçekleşen gelişme karşıtında da bir gelişmeye neden ol-
maktadır. Yerel süreçler bu genel bağıntının bir alt unsuru olarak şekillenmekte ve anlam kazanmaktadır.
Bölgesel siyasal süreçler kendilerine özgü dinamikler taşıyıp, bir iç bütünlükleri olsa da; onları kavrayabilmek
asıl olarak genel bağıntının içindeki konumlarını çözümleyerek olabilmektedir.

Dünya genel bağıntısının kritik bir alt unsuru olarak Güneybatı Asya
bağıntısı ve karşıt eksenler
Sözü edilen genel bağıntı, eşitsiz hareketi içinde, farklı bölgelerde farklı gelişmişliğe sahiptir. Emperyalist
devletlerin temel yoğunlaşma alanlarından olmayan ve siyasal dengelerin tam oturmadığı bölgeler, bağıntının
zayıf olarak var olduğu, gelişme yönünün tam anlaşılamadığı bölgelerdir. Kritik konumları olan, temel yoğun-
laşma alanlarında ise bağıntının daha net görülebildiğini söylemiştik.

Dünya hegemonya mücadelesinde stratejik bir konumu bulunan Güneybatı Asya, bağıntının görece kristalize
olduğu bölgelerin başta gelenlerinden biridir. Farklı emperyalistlerin farklı stratejiler çerçevesinde güçlü yö-
nelimleri ve çok yönlü entegrasyon çabaları vardır.

Bölgede en ileri mevzilenmeye sahip emperyalist, ABD'dir. Tüm bölgeyi çekip çevirecek ve genel hegemonya
mücadelesinde önemli bir manivela oluşturacak bir yapılanma gerçekleştirmeye çalışmaktadır. Tüm bölgeyi
denetlemek, bölgenin tüm hücrelerine nüfuz etmek ve mümkün oldukça karşıt bir bloğa izin vermemek iste-
mektedir. Görece güçlü bir altyapıya sahip, ileri bir işbölümü ve organizasyon bütünlüğü olan birkaç ülke ve
bunlara çok yakın hareket eden ülkeleri temel almaktadır. Ama bunu yaparken, en az tepkiyi oluşturacak,
dikkatli, ince bir taktik hat izlemektedir. Karşıt bir blok oluşturmama, daha doğru bir tanımlamayla, geliş-
mekte olanı güçlendirmemeye çalışmaktadır. 'Burnunun dikine giden' ve entegrasyona kesin engel oluşturan
ülkeleri tecrit etmeyi de ihmal etmemektedir. ABD, Güneybatı Asya'yı, kendi içinde taşıdığı ekonomik-askeri
stratejik öneminin yanı sıra 2000'li yıllarda temel yoğunlaşma alanı olarak gördüğü Asya-Pasifik bölgesine
yüklenmede bir kaldıraç olarak düşünmekte ve bu derinlikte bir yapılanmaya gitmektedir.

ABD'nin bölgedeki temel dayanağı siyonist İsrail'dir. İsrail-Türkiye stratejik işbirliğinin geliştirilmesiyle bu
dayanak güçlendirilmiştir. ABD'nin hesabına göre bu iki devlet, birbirini, askeri, siyasi, ekonomik, mali yönler-
den destekleyecek ve tamamlayacaktır. Böylesi bir işbirliğine, bölgesel tehdit unsurlarının varlığının yanı sıra
yeniden biçimlendirilen geleceğe ilişkin işbirliği gereksinimi ve hedef birliği neden olmuştur. Mısır, Ürdün ve
Azerbaycan bu işbirliğine kısa erimde eklemlenebilecek ve eklemlenmesi istenilen ülkelerdir. Fakat bunların
kimi çekinceleri vardır. Öncelikle kendi halklarından duydukları çekince onları korkutmaktadır. Özellikle Arap
halklarında siyonist İsrail'e karşı derin bir nefret vardır ve Arap egemen sınıfları İsrail ile işbirliğine giderken
bin kere düşünmek zorundadırlar. Yine bu ülkeler, farklı emperyalist ülkelerle de değişik düzeylerde ilişkiler
geliştirmişlerdir. Ayrıca, ABD denetimindeki Türkiye-İsrail stratejik işbirliğine katılmayı, inisiyatiflerinin sınır-
landığı, bir çeşit 'ikinci güç' konumuna itildikleri bir durum olarak görmektedirler. Bölgenin temel sorunlarına
ilişkin olarak her birinin farklı niyet ve çözümleri vardır. Bu durum yönelimlerini zayıflatmakta, onları Türk-
İsrail işbirliğine katılmakta ağırdan hareket etmeye itmektedir.

ABD, Yunanistan'a da geliştirdiği stratejik bağlantılarda önemli bir yer vermektedir. Onu hem Avrupa'ya açılan
bir kapı, bir bağlantı halkası olarak görmekte, hem de Kıbrıs ve Ege sorunlarını çözerek diğer emperyalistlerin
bölgeye sızma olanaklarını yok etmek istemektedir. ABD'nin, Kıbrıs sorununu "çözme" çabalarını yoğunlaştır-
ması, Yunanistan'ın Türkiye'nin AB üyeliği için açık kapı bırakması ve Türkiye'nin Avrupa'nın ayrılmaz bir par-
çası olduğunu ileri sürmesi, Türk subay ve işadamlarının Yunanistan'a giderek işbirliği arayışlarına girmeleri
ve benzeri adımlar ve jestlerin son aylardaki artışı bu yönelimin bir sonucudur. Ama ne Yunanistan'ın AB ülke-
leri ve Rusya ile geliştirdiği ilişkiler unutulabilir ne de Türkiye ve Yunanistan arasındaki sorunlar ve önyargıla-
rın kemikleşmiş olduğu gerçeği hafife alınabilir. Nitekim bir ara yaşanan balayı kısa sürede yerini, yeni bir
gerginliğe bırakmıştır. Yunanistan-Ermenistan ortak askeri tatbikatı planı ortaya çıkmış, Yunanistan'ın PKK'ye
destek verdiği yeniden keşfedilmiştir. Birkaç hafta öncesine kadar Yunanistan'a övgüler düzen Türk Genel-
kurmayı, Güney Kürdistan'daki kuyruk acısının etkisiyle, Yunanistan'ın "teröre destek veren ülkeler" statüsüne
konulmasını ister olmuştur.

Karşıt blokta Suriye ve İran'ın yeri oturmuştur. Irak da buraya yakındır. Bu ülkeler daha çok ABD eksenine
tepkinin bir noktasında karşıt eksene itilmekte, birbirleriyle ve karşıt emperyalistlerle ilişki geliştirmektedirler.
Bölgede etkin olan diğer emperyalistler, Rusya, Almanya, Fransa ve Çin'dir. Sözü edilen ülkeler ABD eksenine
tepkiyle bu ülkelerle ilişki geliştirmeye zorlanmaktadırlar. Fakat bu blok, ABD eksenli blok kadar oturmuş
değildir. Bunların kurdukları ilişkiler stratejik bağımlılık bakımından henüz zayıftır. Bölge ülkelerinin iç ilişki-
leri zayıf ve sorunludur. Öyle ki, bu ülkelerin arasında kısa bir süre öncesine kadar boğazlaşmaya varan bir
mücadele vardı. 1991 Körfez Savaşı sırasında ABD öncülüğündeki emperyalist cephe Irak'ı imhaya yöneldi-
ğinde, İran ve Suriye sessiz kalarak onaylar bir profil çizmişlerdi. İran ve Irak sekiz yıl süren yıkıcı bir savaş,
Suriye ve Irak onbeş yıl süren ve ilişkilerin neredeyse tamamen dondurulduğu bir gerginlik yaşadılar, iki ülke
arasında kapalı kalan gümrük kapısı 15 yıl sonra açılabilmiştir, İran ve Irak arasındaki mesafe ise hâlâ olduğu
gibi durmaktadır. Fakat, İsrail-Türkiye stratejik yakınlaşmasının bu ülkeler üzerindeki etkisi o denli güçlü
olmuştur ki, bütün bu sorunlar ve önyargılara karşın önemli adımlar atılmaktadır.

Bu bloğun zayıflığının bir yönü de, ortak gelecek perspektifinin zayıflığıdır. Sağlam bir reorganizasyon konu-
sunda aralarında uyumsuzluk vardır. Bu durum, stratejik işbirliğindeki zayıflığa ilişkindir. ABD'nin stratejik
işbirliği yönelimlerinin yanında bunlar çok zayıf, hedefsiz bir noktadadırlar. Daha çok tepkisel bir temelde
yakınlaşmaları, onları sınırlamaktadır. Ancak karşıt stratejik işbirliğinin gelişkinliği, tehdit unsurunun ete ke-
miğe bürünmesiyle, çok yönlü, istikrarlı bir işbirliğine gitmeleri olasılığı yüksektir. Ve bunun belirtileri art-
maktadır.

Bu bloğun zayıflığının bir yönü de, dünya genel bağlantısında tuttuğu yere ilişkindir. Dünya genel bağ-
lantısındaki yeri olgunlaşmamıştır. Bu, emperyalist güçler dengesinin mevcut durumuna ilişkindir. Çin, Japon-
ya, Rusya, Almanya, Fransa'nın ne kendi aralarında ne de ABD ile ilişkilerinde ne 2. Dünya Savaşı arifesinde ne
de daha sonra "soğuk savaş" yıllarında olduğu gibi bir 'istikrar' yoktur. Bu emperyalistlerin bölgeye yönelim-
lerine baktığımız zaman da Almanya ve Rusya daha atak bir görünüm çizmektedirler. Ama aralarındaki sorun-
ları çözebilmiş değillerdir. Bu, kendini daha çok ABD karşıtlığında gösteren eksende bir önderlik sorunu ya-
ratmaktadır. Bu durum onları, kendi güçlerine güvenmekten çok rakiplerinin zayıflıklarına oynamaya itmekte-
dir. Kaypak bir ittifak çizgisi izlemekte, bir bölgede ittifak kurduğu bir gücün, başka bir bölgede altını oymaya
kalkışabilmektedirler.

Türkiye-İsrail stratejik işbirliğinin, bölgede yarattığı yeni bir gelişme de Körfez İşbirliği Konseyi (KİK) üyesi altı
ülkenin, Mısır ve Suriye'yle gerçekleştirdikleri işbirliği anlaşmalarıdır. Ekonomik temelde olduğunu söyleseler
de, giderek askeri ve siyasi bir yakınlaşmanın gelişmeyeceğinin garantisi yoktur. Bu gelişme, bölgedeki genel
siyasal gelişmeler açısından çok önemlidir ve ABD'nin dikkate almadan edemeyeceği niteliktedir. Adımlarını
daha da dikkatli atabilecek, kimi taktik manevralar yapabilecektir.

Bölgedeki irili-ufaklı kimi örgütlerin de siyasal tabloda dikkate alınması gereken yerleri vardır. PKK'nin yeri
daha özgündür ve ayrıca incelenmelidir. KDP, YNK, Hamas, Hizbullah vb. örgütler, daha çok bir emperyalist
ülkenin ya da bölge ülkesinin denetimine girmiştir ya da girmeye açıktır. Bunlardan KDP'nin en son geldiği
nokta, ABD, İsrail-Türkiye stratejik bağıntısına yamanma olmuştur.
Emperyalist devletler ve bağımlı ülkeler arasındaki ilişkinin ince bir
yönü üzerine
Burada, bir emperyalist devletle, yarısömürge ve bağımlı ülkeler arasındaki ilişkinin temellerini açıklamaya
gitmeyip, yalnızca konunun anlaşılmasını kolaylaştıracak bir yönüne değineceğiz.

Bağımlı ülkeler ile emperyalist devletlerarasında hem zorunlu hem de gönüllü bir ilişki vardır. Bağımlı ülke
işbirlikçi burjuvazisi ve emperyalist burjuvazi arasında, son tahlilde uyumlu bir ilişki vardır. Bağımlı ülkenin
kendi iç dinamikleri olsa da bağımlı bir ülke olarak kaldığı sürece, onun siyasal tercihleri son tahlilde bağımlı
olduğu emperyalist ilişkiler tarafından belirlenecektir. Tersine düşünmek emperyalizm çağını anlamamak olur.
Emperyalist devlet ve bağımlı ülkeler arasında emperyalist ülkenin 'yaptırımları' ya da bağımlı ülkenin 'kafa
tutmaları' şeklinde zaman zaman yaşanabilen uyumsuzluklar bir biçimlendirme çabasının ifadesi ya da farklı
bir emperyalistle geliştirilen ilişkilere güvenilerek gerçekleştirilen karşıt manevralardır, ilişkiyi mutlak bir
uyum olarak değerlendiremezsek de, adı üstünde, bağımlılık ilişkisidir. Bağımlı ülkelerde gerçekleşen siyasal
gelişmeleri, emperyalist bağıntılardan tümüyle kopuk olarak değerlendirirsek anlayamaz ve çoğu kez yanılgı-
ya düşeriz. Her gelişen emperyalist bağıntı, bağımlı ülkenin siyasal süreçleri üzerinde de bazen belirleyici
olabilen bir etkide bulunur. Ve işçi sınıfı devrimcilerinin önündeki antiemperyalist görevlerin kapsamını geniş-
letir.

'Uyum' sorununa dönerek, bunun Güneybatı Asya'daki bazı örneklerine bakalım. ABD'nin planlarını, asıl olarak
Türkiye-İsrail stratejik işbirliği çerçevesinde kurduğunu belirtmiştik. Fakat bu, ABD'nin bu ülkeler üzerinde
bile tam bir hakimiyeti anlamına gelmemektedir. (Bu arada, İsrail ve Türkiye'nin ABD'ye bağımlılık düzeyinin
çok farklı olduğunu altını çizerek belirtelim.) Bu hem, ABD'nin istediği her şeyi, bir anda bu ülkelere yaptı-
ramaması yönüyle hem de bu ülkelerin kimi politikalarını olumlamaması yönüyle böyledir. Bir Kürt sorununda,
Kıbrıs sorununda, su sorununda, Filistinlilerle "barış" koşullarına uyma, Doğu Kudüs ve yerleşim bölgeleri
sorununda vb, temel aldığı ülkeleri sınırlamaktan geri kalmıyor. Bunu asıl olarak bağımlı ülkenin bağımlılık
düzeyine göre yapıyor; ama bunu yaparken onu karşıt bir emperyalistin kucağına itmekten de özenle kaçını-
yor. Bu yüzden bambaşka dengeleri de göz önüne alarak hareket ediyor. ABD, Körfez İşbirliği Konseyi ülke-
lerine başka bir emperyalistin kucağına, özellikle Almanya'nın, Rusya'nın veya bir Fransa'nın kucağına atmak
istemiyor. ABD örneğin su sorununda BM'de Türkiye'nin aleyhine bir karar alınmasına göz yumunca ya da
Yahudi yerleşimciler konusunda İsrail'i 'kınayan' bir demeç verince, bu hemen genel politikalardan bir "sapma"
gibi görünmektedir. Bu atakların çoğu kez demagojik karakterli olması bir yana, bunlar bir sapma değil, farklı
dengeleri de gözetme ve bağımlı ülkenin sivriliklerini törpüleme ve istenilen yere getirme çabalarının bir ifa-
desidir. ABD'nin Kıbrıs işgali sonrası uyguladığı silah ambargosu veya Kürt sorununun çözümüne ilişkin Tür-
kiye'ye karşı geliştirdiği kimi politikalar bu açıdan tipiktir. Öte yandan bağımlı ülkenin kimi politikaları, daha
çok emperyalist güçler arasındaki çelişkilere güvenerek gerçekleştirdiği diklenmeler, vb. hegemonya em-
peryalist ülkenin o kesitteki planlarının tekerine çomak sokabilmekte, yönelimlerini sınırlayabilmektedir. Bun-
lar dayanılmaz bir noktaya geldiği zaman, yaptırımlar da sertleşmektedir.

Emperyalist reorganizasyonun kapsamı


Emperyalist kapitalist sistemin yaşadığı çok yönlü kriz ve emperyalist hegemonya mücadelesinin düzeyi, stra-
tejik işbirlikleri temelli çok yönlü reorganizasyon çabalarını dayatmaktadır. Bu hem karşıt emperyalistlerin
birbirine üstünlük sağlaması yönüyle, hem de bir bütün olarak kapitalist sistemin azami kârı gerçekleştirmede
zorlanması yönüyle böyledir. Krizin ve hegemonya mücadelesinin derinliği, yapılanmada da bu derinliğe denk
bir içeriği, daha gelişkin ve çok yönlü bir temeli dayatmaktadır. Burada reorganizasyonu, kapitalist sistemin
ve emperyalist devletlerin kimi aksayan yönlerini düzenlemesi biçiminde düşünmemek gerekir. Sözkonusu
olan, sistemin, uzun bir gelecek için, üzerinde hareket edeceği temeli örgütlemesidir. Bunun için, öncelikle
ekonomik planda bir yenilenme gerçekleştirilmekte, üretim ve dolaşım sürecinde bir esneme –akışkanlık–
sağlanmaktadır. (Konunun bu yönü kapsamlıdır ve yazının konusu dışındadır.) Yanı sıra, emperyalist ülkeyle
bağımlı ülkeler arasında ve bağımlı ülkelerin kendi içlerinde gelişkin bir işbölümü, hatta uzmanlaşma ilişkisi
geliştirilmektedir. Ekonomik, mali, siyasi, askeri, kültürel bir payda yakalanmakta ve bu alanlardaki çok yönlü
adımlar birbirlerini tamamlamaktadır.

Entegrasyon süreçleri ve devrim-karşı devrim dengeleri


Entegrasyon süreçlerinin, entegrasyona karşıt öğelerin tasfiyesiyle olanaklı olduğunu belirtmiştik. Bu, emper-
yalist devletlerin, entegrasyona karşıt öğeler ve eğilimlere karşı çok yönlü bir mücadele geliştirmesini açıkla-
yıcıdır. Emperyalist reorganizasyon süreçleri, devrim-karşıdevrim dengesini karşıdevrim lehine işletir. Çünkü
entegrasyon ancak, devrimci güçlerin tasfiyesi ve kapitalist-emperyalist sistemin tahkim edilmesiyle müm-
kündür. Entegrasyonun en üst düzeyi olarak stratejik bağıntıların karşıdevrimci niteliği buradan anlaşılır.

Entegrasyona karşıt faktörler farklı karakterdedir. Proleter devrimci strateji açısından baktığımızda, bunlardan
bazıları stratejimizin dolaylı, bazılarıysa dolaysız yedeğidir. Bazılarının temel dayanağı ise, stratejimizin temel
güçleridir.

Entegrasyona karşıt faktörler yelerdir?


Proletarya, emekçi yığınlar ve ezilen halkların mücadelesinin genel bir zayıflık taşıdığı bugünkü dünya koşul-
larında, rakip emperyalist güçler arasındaki çelişkiler, bunların birbirlerinin entegrasyon yönündeki çabalarını
sabote etme yönündeki girişimleri bu etkenlerin başında gelir. Bu faktör eşitsiz gelişme yasasından kay-
naklanır ve devrimin dolaylı bir yedeğidir. Yani emperyalistler arası çelişkiler, strateji belirlemeleri sırasında
asla göz ardı edilmemesi gereken önemli bir etkendir. Ancak bu hesaba katma, taraflardan birinin kuyruğuna
takılma, onun hakkında hayaller besleme biçiminde bir oportünizme yol açmamalıdır. Öte yandan her emper-
yalist, rakiplerinin planlarını sabote çabalarına olanak yaratan kriz bölgelerini 'soğutma' yönelimindedir. Gü-
neybatı Asya cephesinde Kürt sorunu, Kıbrıs sorunu, Filistin sorunu, su sorunu, Karabağ sorunu, vb. emper-
yalistlerin çok yönlü soğutma çabalarına konu olmaktadır.

Bölge ülkeleri kimi zaman entegrasyonu engelleyici bir noktada durabilmektedir. Bu, bölge ülkelerinin kendi
içlerinde ve emperyalist devletlerle olan uyumsuzluğuyla ilgilidir. Bölge ülkelerinin kendi aralarındaki uyum-
suzluğu da, emperyalist devletlerle uyumsuzluğun bir parçası olarak değerlendirebiliriz

Bölge ülkeleri nasıl oluyor da entegrasyona karşıt bir noktada durabiliyorlar? Bu, farklı emperyalistlerle geliş-
tirdikleri ilişkinin bir sonucu olabildiği gibi, kendi iç dinamikleriyle de ilgili olabilmekte, bu bazen tarihsel bir
geçmişe dayanmaktadır. Körfez krizine neden olan süreçte Irak'taki Baas rejimi, daha çok farklı emperyalist-
lerle geliştirdiği ilişkilere güvenerek, emperyalistler arası çelişkileri hesaba katarak, kendini siyasal ve ekono-
mik yönden bir üst düzeye çıkaracak bir adım atmış ve Kuveyt'i işgal etmişti. Bu, ABD'nin bölgede sağlamaya
çalıştığı entegrasyon sürecine ciddi bir darbe anlamına geliyordu. Aslında, ABD dışındaki emperyalistler açı-
sından da desteklenebilir bir adım değildi. ABD'ye kafa tutma niyetinde olmamaları bir yana, işgal kendi inisi-
yatiflerinde yapılmamıştı, asıl önemlisi, kendilerinin ABD'den çok daha fazla bağımlı oldukları Ortadoğu pet-
rolleri üzerinde Saddam rejiminin denetiminin bu denli genişlemesi, ne getireceği belirsiz bir gelişme idi.
ABD'nin Saddam rejimine duyduğu kinin ardında da, onun bu konuda kötü bir örnek oluşturmadan ezilmesi
isteği vardır zaten. Irak, ABD'nin inisiyatifinden çıkıp kendi inisiyatiflerine girmiyordu. Irak'ın bu durumuyla,
hiçbirinin stratejisinde hiçbir yere oturması olası değildi. Bu yüzden rakip emperyalist ülkeler bile ABD'nin
arkasında saf tuttular.

ABD'nin, Libya, Suriye, İran gibi ülkeleri 'terörist' ülkeler statüsünde görmesi ve tecrit etmesi, üzerlerinde bir
tehdit unsuru bulundurmasının gerisinde de bu ülkelerin her birinin ABD entegrasyon sürecine değişik düzey-
lerde engel oluşturmaları gerçeği yatar. Suriye'nin görece yumuşak tarzını da unutmayarak –bu ABD'nin Suri-
ye'yle ilişkilerini geliştirebilmesiyle ilgiliydi ve bir noktada kırılmaya uğradı– bu ülkelerin her birinin, ABD ile
işbirliğini reddettiğini görmekteyiz. Bunun için her birinin farklı nedenleri vardır. Kimisi farklı emperyalist
ülkelerle gelişkin ilişkilere sahiptir. Kimisi ise kendi doğrultusunda diretmeye çalışmaktadır. Ancak bunların
her biri farklı ekonomik gelişmişlik düzeyine sahip olmakla birlikte emperyalist kapitalist sisteme bağımlı bir
durumda oldukları için yalnızlık koşullarında, derinleşen siyasal ve ekonomik krizlerin baskısıyla sırtlarını bir
emperyalist eksene dayamaları kaçınılmazdır.
Bölge düzeyinde, işçi sınıfı temelli gelişen güçlü bir sınıf mücadelesinden söz edilemez. Sınıf mücadelesinin
görece en gelişkin olduğu ülke Türkiye'dir ve onun da önünde sancılı bir yol uzanmaktadır. Emperyalist ve
işbirlikçi burjuvaların manevra alanını genişleten, onları güçlü kılan da asıl olarak budur. Zaten stratejik bağ-
laşıklar ve reorganizasyon, emperyalistlerin ve yerli egemen sınıfların, tüm emekçiler ve ezilen halklara karşı
geliştirdikleri bağıntılardır. En başta daha gelişkin bir sömürü temeli anlamına gelmektedir. Sınıfsal ve ulusal
sorunlar ağırlaşacaktır, yıkıcı sonuçlar doğuracaktır. Halkların düşmanlaşması ve boğazlaşmasının zemini ve
koşulları daha güçlenecektir.

Bugün için bölgede emperyalist reorganizasyona asıl engel ulusal karakterli hareketlerdir. Bunların
antiempeyalist özellik ve tutarlılık dereceleri farklıdır. Antiemperyalist yönelim kiminde daha güçlü, kiminde
daha zayıftır. Kiminde İslami bir kimlik vardır, kimini asıl karakterize eden küçük burjuva milliyetçiliğidir, bu
arada bazılarında küçük burjuva sosyalist etkinin çizgileri görülebilmektedir. Ama emperyalizmin piyonu hali-
ne gelmiş olanlar dışında, hemen hepsi emperyalist reorganizasyona şu veya bu ölçüde engel oluşturmakta,
emperyalist burjuvazinin çok yönlü 'çözüm' çabalarına konu olmaktadırlar. Kürdistan, Filistin, Lübnan, Kıbrıs,
Çeçenya, Karabağ vb. ulusal sorunlar bir emperyalist çözüme kavuşmadan, bölgede bir istikrar, çok yönlü ve
kalıcı bir yapılanma olası değildir. Farklı emperyalistlerin çomak sokmasına zemin olmanın ötesinde bu so-
runlar, değişik düzeylerde antiemperyalist hareketlere yol açmakta ve çoğu zaman İslami bir kimliğe bürüne-
rek emperyalizme direnmektedir.

Bölgedeki entegrasyon süreçlerinin ışığında Kürt sorunu


Bölgedeki emperyalist entegrasyon süreçlerinin önündeki en önemli bir engel de Kürt ulusal sorununun varlı-
ğıdır. Bu, özellikle PKK önderliğinde gelişen Kuzey'deki Kürt ulusal hareketinin devrimci karakterinden de
önce, Kürdistan'ın bölgedeki jeostratejik önemi ve yeniden yapılmada kilit bir konumda olmasıyla ilgilidir.
Kürt sorununun çözülemediği koşullarda, geniş kapsamlı bir işbirliğine dayalı, uyumlu ve istikrarlı bir or-
ganizasyona gidilmeyecektir. Emperyalist devletlerin, soruna yoğunlaşma düzeyi bile tek başına bunu açıkla-
yıcıdır.

Kürt ulusal hareketinin devrimci gelişiminin bölgedeki her türlü emperyalist entegrasyonu sınırlayıcı potansi-
yeli, başta ABD emperyalizmi olmak üzere, tüm emperyalistleri acil bir 'çözüm' arayışına itmektedir. Mümkün
oldukça PKK'siz ya da emperyalist politikalara uyum göstermiş bir PKK ile, entegrasyonun önündeki önemli bir
engel aşılmak istenmektedir.

Kürdistan'ın jeostratejik konumundan ötürü, emperyalist devletler, sorunu, hem karşıt emperyalistlerin enteg-
rasyon planlarını bozmanın hem de kendi entegrasyon süreçlerini sıçratmanın bir aracı olarak görmektedirler.

Emperyalist devletlerin Kürt sorunundaki farklı yönelimleri bir yana, devrimci ilerleyişin tasfiyesi hepsi açısın-
dan ortak bir hedeftir. Kürt ulusal sorununun devrimci temelde çözümü ise, bölge düzeyinde emperyalist
entegrasyon süreçlerine büyük darbe vuracak, dünya hegemonya mücadelesi açısından bu çok kritik bölge bir
ateş çemberine dönebilecektir.

Öte yandan siyasal İslam da son birkaç yıldır emperyalist entegrasyon süreçlerinin önünde önemli bir engel
olarak belirmektedir. İslam'a dönük tavır çok yönlüdür ve bölge ve dünya düzeyinde dinamikler taşımaktadır.
Emperyalist kapitalizmin en önemli yoğunlaşma alanı olan Asya-Pasifik bölgesi; Pakistan'dan Afganistan'a,
Kazakistan'dan Filipinler, Malezya ve Endonezya'ya, Çin Sincan'dan Hindistan'ın kuzeyine kadar Müslüman
ülkelerle çevrilidir ve devrimci bir önderliğin boşluğunda, İslami hareket buralarda antiemperyalist bir niteliğe
bürünebilmekte, emperyalist entegrasyona tehdit oluşturmaktadır.

Emperyalist sistem mevcut kriz ve yeniden yapılanma koşullarında, kendini az ya da çok sınırlayan tüm fak-
törleri bütün gücüyle ezmeye yönelmektedir. İslam, bu yüzden ve bu yönüyle emperyalizmin hedef tahtasına
giderek daha fazla çakılmaktadır. Öyle ki, kimi emperyalist stratejistler, –örneğin Huttington– son birkaç yıldır
çıkarlarının önündeki baş tehdit olarak İslam'ı ele almaktadır. Devrimci hareketin zayıflığı koşullarında, em-
peryalizme ve bölge işbirliklerine karşıtlığın İslami radikal hareketlerde ifadesini bulabilmesi ve son yirmi
yıldır giderek daha fazla bulması, İslam'ın hedef durumuna gelmesini daha iyi açıklar.

Ortadoğu ülkelerinin istisnasız hepsi Müslüman ülkelerdir. Emperyalizmin yoğun yüklenişi ve ekonomik çö-
küntü koşullarında, İslami radikalizm bu bölgede emperyalist entegrasyonun önünde engel oluşturmaktadır.
Yalnız İslam'ın burada oynadığı rol mutlaklaştırılamaz. Çünkü bu rol, devrimci önderlik boşluğunda oynan-
maktadır. Bunun da ötesinde İslam, kapitalist sistemden bir kopuşu ifade etmez, onunla er-geç uzlaşma,
bütünleşme eğilimindedir, işlevi asıl olarak konjonktüredir. Fakat bugünkü konjonktür gelecek uzunca bir
süreci belirleyeceğinden, dünya kapitalist sisteminin yeniden yapılandırılması ve emperyalist dengelerin yeni-
den oluşturulmasında kritik bir momentte olunduğundan, bu durum emperyalist güçlerin İslam'a ve radikal
İslamcı hareketlere yaklaşımına dönemsel, sıradan bir olgu olmanın ötesinde bir anlam ve özellik kazandır-
mıştır.

Emperyalizmin ve işbirlikçi devletlerin uzun yıllar boyu İslam'ı ele alış biçimi, koşullardaki değişmeyle kendi-
lerini vuran bir silaha dönüşmektedir. Bu nedenle, İslam'a karşı daha farklı bir yönelime girmeleri kaçınılmaz-
dı. Gelişimini sınırlayıcı, radikal yönlerini tırpanlayıcı, ılımlı bir çizgiye çeken bir strateji geliştirilmektedir.
Uzun yıllar devrimci hareketlere karşı kullanılan mücadele yöntemleri, bu kez buna gelmeyen İslami örgütlere
karşı da kullanılmaya başlanmıştır.

Bölgenin ekonomik stratejik önemi


Güneybatı Asya'nın emperyalist bağıntılarda tuttuğu yerin önemi, yalnızca jeo-politik ve jeo-stratejik öne-
minden kaynaklanmaz. Bu bölge, muazzam bir eko-stratejik öneme de sahiptir. Dünya sanayi üretimi, hâlâ
önemli ölçüde petrol kaynaklarına bağımlıdır. Emperyalist reorganizasyon sürecinde bu durum daha da yakın-
laşmıştır. Güneybatı Asya bölgesi ise petrolün yanı sıra zengin doğalgaz yatakları ile enerji kaynakları bakı-
mından dünyanın en zengin bölgesidir. Ayrıca bu bölgedeki petrol yataklarının yüzeye yakın olması maliyeti
önemli ölçüde düşürmektedir. Bu durum başta Japonya ve Almanya olmak üzere petrol fakiri emperyalist dev-
letlerin petrol açısından bölgeye bağımlılığını açıklamaktadır.

Ayrıca bölgenin emperyalist burjuvazi ve tekeller açısından eko-stratejik önemi, salt zengin enerji kay-
naklarına sahip olması ile sınırlı değildir. Kafkaslar'ı da içerecek şekilde bu bölge, petrol ve doğalgazın yanı
sıra altın ve uranyum başta olmak üzere daha başka yeraltı zenginliklerine sahiptir. Geniş ve bakir bir pazar
alanı olması, kriz koşullarında bölgenin eko-stratejik önemini arttıran bir diğer önemli etkendir. Sosyalizm
döneminin mirası olarak iyi eğitilmiş üstelik çok ucuz bir işgücü deposu olması, emperyalist burjuvazi ve
tekellerin iştahını kabartan bir başka eko-stratejik etken olarak anılmalıdır. Emperyalist stratejilerde bölgenin
aynı zamanda Asya-Pasifik için bir kaldıraç olarak değerlendirildiğini belirtmiştik.

Sonuç yerine
Emperyalist reorganizasyonun sınıfsal ve ulusal temelde gerçekleştirdiği yeni koşulları tespit ettiğimizde, bu
koşulların devrimci hareketin önüne koyduğu yeni görevlerin kapsamını da görebiliriz.

Bugünkü entegrasyon döneminin diğer bazı tipik özellikleri de şunlardır: Devrimci harekete çok yönlü bir
saldırı ve imha yönelimi vardır. Ancak, ülkelerin koşullarına göre değişik doz ve biçimler altında reformist
kanal açık tutulabilmektedir. Emperyalist burjuvazi, emekçi sınıfları ve ezilen ulusları, süreçte tarafsızlaştır-
manın ötesinde, sürecin etkin bir öğesi durumuna getirmeye çalışmaktadır. Bu, halkların özgür iradesinin
açığa çıkarılması yönünde değildir elbette. Tam tersi yöndedir. Bir bakıma, işçinin kalite çemberlerindeki du-
rumuna benzemektedir. Sürece görünüşte etkin biçimde ama burjuvazinin inisiyatifi ve denetiminde katıl-
maktadır. Süreç, emperyalist kapışmaların daha yoğunlaşacağı bir süreçtir. Örneğin Ortadoğu'da, kutuplaş-
manın çatışmalara dönüşme olasılığı bugün her zamankinden daha çoktur.

Tüm bu yeni süreçlerin derinlikli bir tespiti; emperyalist reorganizasyon derecesinde yapılanma, emperyalist
bağıntının hareketi düzeyinde bir dinamizm, karşıdevrimci sürecin devrimci bir temelde yarılmasını olası kıla-
bilir.
Kritik tarihsel momentlerde devrimci ve komünist hareketin görevlerini tespit ederek buna uygun ko-
numlanması, onun devrimci karakterini geliştirebilmesinden de önce tutarlı, devrimci militan kimliğini koru-
yabilmesinin de koşuludur. Aslında bu durum, çağımızda her dönem böyledir. Ama geçiş dönemlerinde özel
bir önem kazanır.

2. Dünya Savaşı sonrasındaki komünist partilerin olsun, 2. Enternasyonal partilerinin olsun, oportünist batağa
saplanmalarında bir yönüyle de bu vardır. Bugün Türkiye devrimci hareketinde esen sağ dalga da bir bakıma
bununla ilgilidir.
EMEP DİYE BİR SENDİKA
ya da

YASALCI REFORMİZMİN PATLAK FRENLERİ

ʺAltüst oluş dönemlerinde tüm sınıf ve partilerin davranışları en ileri sınıfın, yani işçi sınıfının davranış ve 
tutumuna  bağlıdır.ʺ  Rosa  Lusemburg,  bu  sözleri  Şubat  ve  Ekim  devrimlerinin  ortalarına  doğru, 
1917 Nisanıʹnda söylüyordu. Biz, 1998ʹlerin komünistleri ise bu vurguyu çok daha kesin bir tarzda, 
ama  asıl  olarak  genelleyerek  yapmak  için  yalnız  teorik  değil  aynı  zamanda  fazlasıyla  (çok  daha 
fazla) pratik olgusal nedene sahibiz. Genelleyerek; çünkü işçi sınıfının tarihsel rolünü oynayıp oy‐
namaması, –Rosa Luxemburgʹun sözünü ettiği gibi– sadece güçlü devrimci durumlar, hatta dev‐
rimin  kendisi  gibi  süreçlerin  değil,  bu  devrimsel  sıçramaları  hazırlayan  bütün  bir  siyasal‐
toplumsal akışın belirleyicisi konumundadır. Proleter sosyalist akımın tedricen gitgide zayıflayıp 
dünya çapında pratik bir çöküş yaşadığı, öte yandan ise küçük burjuva ulusalcı ve halkçı güçlerin 
bu zayıflamanın da etkisiyle çok daha fazla öne çıktığı son 40‐50 yıllık süreç; küçük burjuva dev‐
rimci demokrasinin programatik ve politik zayıflıklarının içinden geçtiğimiz kesitte daha da çıplak 
hale gelen sonuçlan; buna karşın devrimci proletaryanın süreci farklılaştıracak bir etkinlik sergile‐
yememiş oluşu bizi bir kez daha doğrulamaktadır. 

Soruna onun yaklaşımı (ve pratiği) ile birebir çakışmasa da Rosa Luxemburgʹun yukardaki sözle‐
rinin  biz  komünistler  açısından  doğal  bir  devamı  şöyle  getirilebilir:  Geniş  anlamıyla  ve  tarihsel 
olarak işçi sınıfının davranışı ise en ileri partinin, yani öncü komünist partisinin davranış ve tutu‐
muna bağlıdır. Proletarya‐öncü ilişkisi ne kadar yaygın, derin ve en önemlisi devrimci tarzda ku‐
ruludur? Proleter sosyalizminin ışığı; işçi hareketinin üzerine, onun derinliklerine, en geri kesimle‐
rine dek sızacak güçte düşürülüyor mu? Proletarya, adımlarını öncünün ustalıklı devrimci politika 
ve taktikleri ile uyumlu, nihai hedef bilincini geliştirerek mi atıyor? işte sorun budur, Leninʹin de‐
diği gibi: 

ʺSosyal  demokrasi,  işçi  sınıfı  hareketiyle  sosyalizmin  bir  bileşenidir.  Görevi,...  bir  bütün  olarak  hareketin 
çıkarlarını  göstermek  ve  onun  siyasi  ve  ideolojik  bağımsızlığını  korumaktır.  İşçi  sınıfı  hareketi,  Sosyal  De‐
mokrasiʹden  tecrit  edildiği  takdirde  küçülecek  ve  kaçınılmaz  bir  şekilde  burjuvalaşacaktır.ʺ  (Kitle  içinde 
Parti Çalışması, sf. 12) 

Sorunun bu temelden çıkışını almayan her kavranışı, kaçınılmaz olarak en kabasından bir işçi kuy‐
rukçuluğu ile proletaryanın sınırsız devrimci potansiyellerine umutsuzluk arasında salınıp durma‐
lara yol açar ki; içinden geçtiğimiz süreç her ikisinin de arsızca boy atmasına sahne oluyor. Bun‐
lardan birincisi zaten yazımızın konusunu oluşturuyor. Aynı ölçüde vahim ve hesaplaşılması ge‐
reken ikincisi ise dünyada ve özel olarak ülkemizde proletaryanın siyasal‐toplumsal mücadeledeki 
geri konumundan hareketle çıkarılan, olgucu, kaba indirgemeci, yer yer de açıkça sınıf düşmanlı‐
ğına varan sonuçlardır. Marksizm‐Leninizmʹin özünü oluşturan proletaryanın tarihsel rolüne iliş‐
kin evrensel tezleri inkar yolu pervasızca çiğneniyor. Bunların ve somut duruma ilişkin nesnel çö‐
zümlemelerin (ki bunların asli bir unsuru, kendisine ʺÖncüyümʺ diyenlerin işçi sınıfına pratik ön‐
derlik yeteneğidir) yerini ahlaki değerlendirmeler ve sızlanmalar alıyor, ezilen ulus hatta mezhep‐
lere, proletarya dışındaki emekçi sınıf ve tabakalara işçi sınıfınınkinin üzerinde devrimci rol, mis‐
yon  ve  olanaklar  biçilip  bunlar  teorize  ediliyor.  ʺElveda  proletaryaʺ  bayrağı,  liberallerden  küçük 
burjuva halkçı, ulusalcı vb. hareketlerin eline geçmiş; hevesle sallanıp duruluyor. 

Komünistler  bu  çukura  düşmezler.  ʺProletaryanın  farklı  ve  bağımsız  partisi  olarak  kesinlikle  ay‐
rılığımızın  amacı,  büyük  ölçüde  her  zaman  ve  sapmadan,  tüm  işçi  sınıfını  mümkün  olduğu  kadar  Sosyal 
Demokrat bilinç seviyesine çıkarma Marksist çalışmasını, bizi bu acil görevden uzaklaştıracak politik fırtına‐
lara, hele ortamda politik değişmelere izin vermeksizin yürütmemiz gerçeğindedir. 

Bu çalışma olmaksızın, politik çalışma, kaçınılmaz bir şekilde, bir oyun halinde dejenere olurdu. Çünkü bu 
faaliyet  ancak  belirli  bir  sınıf  kitlesini  ayaklandırdığı,  onun  ilgisini  kazandığı  ve  onu  olaylarda  aktif  ve  en 
önde yer almak üzere harekete geçirdiği zaman ve bunu yaptığı ölçüde proletarya için gerçek bir önem kaza‐
nır. Söylediğimiz gibi, bu çalışma her zaman gereklidir. Ne zaman bir terslikle karşılaşsak yine bunu hatır‐
lamalıyız ve buna ağırlık vermeliyiz. Çünkü bu çalışmada zayıflık, daima proletaryanın yenilgisinin neden‐
lerinden biridir. Aynı şekilde buna, her zaferimizden sonra da dikkat çekmeli ve önemini ısrarla belirtmeliyiz. 
Aksi takdirde kazanılan zafer aldatıcı bir zafer olacak ve meyveleri garantili olmayacak ve onun nihai hede‐
fimiz için büyük mücadeledeki anlamı önemsiz ve hatta olumsuz olacaktır.ʺ (age, sf. 34‐35)19 diyen Lenin‐
ʹin  perspektifini  izleyeceğiz.  Proletaryanın  öncü  komünist  partisinin  varlık  ve  etkinlik  düzeyinin 
aynası,  görüngüsü  (ölçüsü)  olarak  proletarya  hareketinin  içerik  ve  düzeyini,  ona  ne  ölçüde  dev‐
rimci bir itilim kazandırabildiğimizi esas alacağız. 

Buradan  esas  konumuza  sıçrayalım.  İşçi  sınıfını  politik  zaaflardan,  burjuva  etkiden  arınmış  gö‐
ren/gösteren  iflah  olmaz  ekonomistlerden  ya  da  platonik  proletarya  devrimcilerinden  değilsek 
eğer, bu çalışmanın özel güçlüklerinden de bihaber değiliz demektir. Proletaryanın geri bilinç ve 
örgütlülük düzeyi, mücadelenin başlıca biçiminin ekonomik‐sendikal olması, bunun dahi zayıflığı, 
sendika  ağalarının  hâlâ  varolan  otoritesi,  burjuvazinin  ekonomik  ve  siyasal  terörünün  yılgınlığı 
beslemesi  vb.  bir  dizi  etmen,  güçlerimiz  üzerinde  doğrudan  işçilerden  gelen  sendikalist  baskının 
nesnel temelini oluşturur. İşçi sınıfı içerisinde faaliyet gösteren komünist militan, günlük çalışma‐
sında bu bilince adımbaşı rast gelecek ve onun tarafından kuşatılacaktır. Bu baskıya teslim olup 
Leninʹin deyimiyle bir ʺsendika sekreteriʺne dönüşmemesi, bir genel doğru olarak bildiği sendika‐
lizm,  reformizm  musibetinin  teorik  kökleri  ve  güncel  biçimlenişine  hakim  olmasına  ve  onunla 
kendi çalışmasında sürekli sınır çekebilmesine bağlıdır. Bu güce sahip olduğu ve onu canlı pratiğe 
sokmayı başardığı ölçüde, içeriği sendikalizmle sakatlanmış bir çalışmanın ʺkomünistʺ yürütücüsü 
durumuna düşme tehlikesinin önü alınmış olacaktır. 

Bu yazının amacı da işte buna, teorik kökleri ile birlikte sendikalizm ve reformist işçi siyasetinin 
güncel biçimlenişi ile sınır çekmektir. İşimizi kolaylaştırmak için kendimize pratik ve ʹtemsil yete‐
neğineʺ sahip örnek olarak EMEPʹi alıyoruz. Bunun elle tutulur üç sağlam nedeni vardır. En başta 
EMEP,  tasfiye  edilmiş  önceli  ile  birlikte20  Türkiyeʹde  birinci  tasfiyecilik  dalgasının  yasalcı 
reformizm  ve  sendikalizm  biçimini  alarak  olgunlaşmış  bir  unsurudur.  Öte  yandan  o,  tam  da  ele 
aldığımız alanda, işçi sınıfı içerisinde çok geniş  olmasa da belirli güç  ve mevzilerin sahibi olarak 
hareket ediyor. Hatta bu nedenle kendisini geleneksel olarak yaptığı abartıya da başvurarak oldu‐
19
Lenin'in bu sözleri nasıl "okunmalı"? Elbette ki en devrimci sınıf olan proletarya içerisindeki parti çalışmasına verdiği önem yönüy-
le. Ama ekonomist ve sendikalistler gibi "bu çalışma üzerindeki ısrarı özel bir slogan haline getirme"ye, "demagoji düzeyine düşür-
me"ye, "ileri ve gerçekten devrimci sınıfın amaçlarını alçaltma"yı, keza diğer emekçi sınıfların devrimci potansiyellerinin, işçi sınıfı
ideolojisi doğrultusunda değerlendirilmesi görevinin üstünden atlanmasına karşı uyanık olarak, kendimizi proletaryanın geri kesim-
lerinin dadısı, mesleki dar görüşlülüğün ve işçiler üzerindeki her türden burjuva etkinin yeniden üreticisi, teorize edicisi, sevdalısı
olma konumuna karşı güvenceleyerek...
20
Sözde varlığını sürdüren "illegal" partinin konferans belgeleri, şakacı bir ihtiyarın kendisi öldükten sonra arada bir postalanmak
üzere önceden hazırladığı mektuplara ne kadar benziyor!
ğundan güçlü gösterip ʺişçi sınıfının temsil gücüne sahip politik partisiʺ olarak pazarlamaya girişiyor. 
Üçüncü  olarak  ise  yine  EMEP,  son  7‐8  aydır  bir  ʺpolitizasyonʺ  sürecine  girmiş  bulunuyor.  Daha 
açık  bir  ifadeyle,  ekonomizmini  daha  renkli  bir  ʺpolitikaʺ  sosu  ile  süslüyor.  Bunun  somutlaşmış 
ifadesini ise ʺDemokratik Türkiyeʺ kampanyası oluşturuyor. 

EMEPʹin  1.  Olağan  Genel  Kongresiʹnde  alınan  kararlar  da  bu  içeriktedir.  Türkiyeʹdeki  siyasal‐
toplumsal süreç ve bunun bizzat işçi kitleleri üzerindeki etkisinin görülmesine –ve elbette ki libe‐
ral ve yasalcı reformist akımlara rejim tarafından bilinçli bir tarzda alan açılmasına– dayanan söz 
konusu değişim, aynı zamanda gelişmekte olan yeni sağ tasfiyeci dalga ile de buluşma özelliği ile 
de özel bir önem taşıyor. Elbette ki EMEPʹin politik tutumunda frenleri iyice patlayarak daha da 
sağa kayma dışında bir değişim olmadığından, bu buluşma küçük burjuva ulusalcı ve halkçı hare‐
ketlerin siyasal‐taktiksel ve programatik evrimi dolayımından gerçekleşiyor. 

EMEPʹin politika ve taktiklerindeki biçimsel değişim, bir  başka yönden de ölçü oluşturuyor. Saf‐
kan ekonomist‐menşevik akım, işçi hareketinin haldeki durumuna, mevcut bilinç ve eylem düze‐
yine olan sevdası ile bize aynı zamanda işçilerin tüm kesimlerindeki değişimin, kendiliğinden bi‐
lincin somut biçimlenişinin (çizgilerinin) de güncel bir profilini veriyor. Elbette ki onu, oportünist 
prizmasından geçirip kırılmış bir halde yansıtarak; ileriye doğru sivrilen, sivrilme potansiyeli taşı‐
yan yönlerini, sözünü etmeyi pek sevdiği ʺgünlük çalışmaʺ içerisinde özenle törpüleyerek; devrimci 
katılaşma olanaklarım sistemli bir biçimde sulandırmaya çalışarak... 

EMEP İYİ BİR SENDİKA MI?


Bilinci ve kavrayışı işçi sınıfı devrimciliği adına sendikalizm ve kaba işçicilikle sakatlanmamış bir 
devrimci, EMEPʹin faaliyetinin bir politik partiden çok bir sendikal mücadele aygıtınınkine denk 
düştüğü  çıkarımına  varmakta  zorlanmayacaktır.  Bu,  isabetsiz  de  olmayacaktır.  Zaten  Özgürlük 
Dünyası da bu gerçeği olabilecek en açık biçimlerde ve sık sık ifade ediyor. Nasıl? 

Maocu ʺkitlelerden Kitlelereʺ anlayışını21 açıkça teori düzleminde kullanarak: 
(Görevi işçi sınıfının mücadelesine yardım olan parti ‐DP), ʺkitle hareketinin pratiğinden öğrendiğini, 
kliklere bilinçli uygulanmak üzere geri verir.ʺ (ÖD, sayı 78) Kitle hareketi ağırlıklı olarak (özel olarak 
işçi hareketi neredeyse de saf bir tarzda) ekonomik‐sendikal mücadele temelinde geliştiğine göre, 
kitlelere verilmesi gereken bilinç de bunun ʺyüksek siyasetʺ düzeyinde ifade edilmiş hali olmalıdır. 
ʺPratik görevʺ tanımı yaparak: 
ʺPartimizin sendikal politikasının temeli, işçilerin sermayeye ve saldırılarına karşı mücadelesine, bu müca‐
delede  sendikalara,  işçilerin  sendikalarda  örgütlenmeleri  ve  egemen  olmalarına  yardım  politikası‐
dır.ʺ (ÖD, sayı 83, abç) 
Politik bir rezaletle övünerek: 

ʺÖrgütümüzün rol ve görevlerinin, sendikal çalışma ve sendikalardaki ittifaklar sorununu nispeten aşan 
rol ve görevler olmasına bakılmaksızın...ʺ (agd, abç) 

Gazete okuyabilen ilkokul çocuklarını bile güldürerek: 

Patronlar, sendikalı/sendikalaşmak isteyen işçiyi ʺgizli örgüt üyesinden bile tehlikeliʺ görüyorlar! (18 
Mayıs 1996, Emek) 

21
Mao Zedung şöyle diyor: "Kitlelere, onlardan bulanık şekilde aldıklarımızı açıkça öğretmeliyiz."
Ya da ifrazatın kendisine değil rengine sözde ʺeleştiriʺ getirerek: 
ʺEmeğin  devrimci  partisinin  pratik  çalışması  irdelendiğinde,  politik  çalışmanın  kimi  durumlarda  sendikal 
çalışma düzeyine çekildiği, sendikal siyasetle sosyalist siyasetin birbirine karıştırıldığı... ve ekonomizm kay‐
naklı tezlerin bu tutum üzerinde etkili olduğu görülmektedir.ʺ (13 Şubat 1997, Emek)22
O halde neden daha ʺadilʺ davranıp EMEPʹin faaliyetini sendikal mücadele ve sendikal faaliyetin 
ölçülerine  vurmuyoruz?  EMEPʹin  sendikal  alana  dönük  etkinliğini,  politika  ve  taktiklerini, 
EMEPʹli unsurların işbaşında oldukları sendikaları ve çeşitli işçi örgütlerinin pratiğini ele almıyo‐
ruz? 
Fakat çıkan sonuç çıtanın aşağı çekildiği koşullarda dahi EMEP açısından rahatlatıcı olmayacaktır. 
EMEP politik olarak neredeyse, sendikal açıdan da aynı noktadadır çünkü: Sosyal reform politika‐
cısı! Zaten aksi mümkün de olmayan bu durumu, muhatabımızın düşünce sistematiğinin de içeri‐
sine girerek göstereceğiz. 
İşçi  hareketinin  gelişmişlik  düzeyi,  onun  burjuvaziye  karşı  mücadelesinin  üç  ana  yönündeki  bü‐
tünlük ve toplam pratiği ile ölçülür: Teorik, siyasal ve ekonomik mücadele. Engels, Alman işçile‐
rinin  Avrupa  proletaryasının  diğer  müfrezelerine  olan  üstünlüklerini  açıklarken,  onların  İngiliz 
sendikal  hareketi  ile  Fransız  proletaryasının  siyasal  savaşım  deneylerini  özümlediğini  ve  bu  can 
bedeli derslerin kazanımlarını değerlendirerek çok yönlü bir yükseliş içine girdiğini belirtiyordu: 

ʺAlman  işçilerinin,  durumlarının  üstünlüklerinden,  az  görülür  bir  kavrayışla  yararlanmasını  bildiklerini 
kabul etmek gerek. Bir işçi hareketi varolalı beri, savaşım, ilk kez olarak, teorik, siyasal ve pratik‐iktisadi (ka‐
pitalistlere  karşı  direnç)  üçyönü  içinde,  uyum,  bağlantı  ve  sistematik  bir  biçimde  yürütülmüştür.  Alman 
(işçi ‐ç.) hareketinin yenilmez gücü, işte, deyim yerindeyse, bu tek merkezli saldırıdadır.ʺ (Engelsʹten akta‐
ran Lenin, Ne Yapmalı, s.34) 
EMEP,  Marksizmin  bu  temel  ve  evrensel  ilkesini  unutmuştur!  Ama  onun  şanssızlığı,  kendisinin 
bunu  unutması  değil,  devrim  pratiğinde  pusula  edinen  gerçek  proletarya  devrimcilerinin  bulun‐
masıdır.  O,  bugünkü  işçi  hareketini  değerlendirirken,  Engelsʹin  koyduğu  ölçütlerden  uzaklığını 
ortaya koymaktan başka bir şey yapmıyor. Leninʹin ʺBunların ideolojik iflaslarının özü, işçi hareketi‐
nin ve sosyalizmin büyüme biçimlerinden yalnız bir tanesinin etkisi altında kalmış olmaları ve bu biçimin 
sınırlı niteliğini unutmuş olmalarıdırʺ dediği Kautsky, Plehanov ve işçi hareketinin sosyalist gele‐
ceğini  emperyalist  kapitalizme  altın  bir  tepside  sunan  en  büyük  sosyal  hainlerin  yolunu  izliyor. 
Bunu  sadece  teorik  koyuşlarında  yapmıyor,  her  somut  durum  çözümlemesi  ve  görev  tespitinde 
daha da bayağı bir tarzda yeniden üretiyor: 
ʺKitle  hareketi  sendikal  hareket  olarak  gelişmektedir.  Sendikalar  ve  sendikal  hareket  birleşmediği  ve  politik 
harekete doğru genişlemediği koşullarda Türkiyeʹde elde edilebilir hiçbir şey yoktur. Türkiyeʹde elde edilmiş 
kayda değer her şey, esas olarak son yedi sekiz yıldaki işçi sendika hareketi ile elde edilmiştir.ʺ (ÖD, sayı 83) 

ʺ... geleceği tayin edecek mücadelenin, büyük oranda sendikalardaki egemenlik mücadelesi olduğu...ʺ (agd)23
Okuyucu, birinci alıntı için EMEPʹçilerin berbat siyasetçiler olmakla kalmayıp aynı zamanda ber‐
bat  gazeteciler  olduklarını  düşünmekte  haklıdır!  EMEP  açıkça  işçilerin  ve  emekçilerin  belleğini 
silmeye  çalışıyor! Söyleyin: Rantiyeliğini yapmayı pek sevdiğiniz ʹ68ʹler nerede? ʹ70ʹli yılların, fa‐

22
Alıntının tarihine dikkat! Susurluk'un "sermaye gündemi" olduğu ajitasyonu tutmayan EMEP, "siyasi" ajitasyonun faydalarını hatır-
lıyor ve "politik" bir kampanya açıyor. Son yıllarda çıplak bir liraya kuruş ekleme siyaseti ve bunun pratiğine alıştırılmış kadroları ise
bunun kendi faaliyetlerine bir miktar politika sosu dökülmesinden ibaret olduğunu kavrayamıyorlar. Öncü işçilere reformizmi EMEP
tarzı şırınga etmenin yolunun artık buradan geçtiğini göremiyorlar. Bu yüzden tepeden biraz yükleme yapmak gerekiyor. Ama fazla
değil! Çünkü EMEP tabanının, ilişkide olduğu emekçilerin gerçek devrimci ajitasyon ve taktiklerin etkisine kapılma tehlikesi hâlâ var.
Ve terazinin dolu kefesinde her zaman için komünist ve radikal devrimci güçlere, devrimci politika ve taktiklere, silahlı eyleme vb.
açık saldırı malzemesi olmak zorunda.
23
EMEP, parti faaliyetinin yüzde 75'inin sendikalar içerisinde olması gerektiğini söyleyen Alman proletaryasının komünist önderi
Ernst Thaelmann ve partisi KPD'yi (Almanya Komünist Partisi) sözde örnek aldığı savındadır. Ancak bu aldatıcı olmamalıdır. EMEP,
KPD deneyimini, yozlaşmasını gizlemek ve "sınıf dışı devrimcilik" diye karaladığı devrimci örgütlenme, strateji ve taktiklere karşı
sürekli aşılamanın altyapısını yaratmak için kelimenin kötü anlamında kullanıyor.
şist rejimi devrim korkusuna düşüren antifaşist halk hareketinin kazanım ve izlerini belleklerden 
silme  cesaretini  nereden  alıyorsunuz?  Kürt  ulusal  hareketinin  –bugün  politik  olarak  nereye 
evrilmekte olursa olsun– faşist terörün en koyusu ile boğuşa boğuşa, karanlığı zorla yararak estir‐
diği demokratik rüzgar, bunun emekçi sınıflar –hatta korkak liberal aydınlar– üzerindeki etkileri 
başta olmak üzere, siyasal‐toplumsal sürecin akışını ileriye doğru değiştiren, komünist ve radikal 
devrimci  güçlerin  (ama  yasalcı  reformizmin  asla  değil!)  oluşumuna  değişik  yön  ve  düzeylerde 
katkıda  bulundukları  ya  da  bizzat  yaratıcısı  oldukları  bir  dizi  gelişme  ve  hareketlilik  (kitlelerin 
kahramanlaştığı  Gazi  Antifaşist  Halk  Direnişi,  emekçi  memur  hareketi,  demokratik  öğrenci  ha‐
reketi, faşist terörün aldığı azgın biçimlere karşı devrimci duruşu esinleyen devrimci direniş gele‐
neği)  hatta  Susurluk  gibi  politik  rezaletlerin  emekçi  kitlelerin  en  geri  kesimlerini  bile  uyandırıcı 
etkisi... Bunların birbirleri üzerindeki, kitlelerin bilincindeki yansımaları, etkimeleri, karmaşık içice 
geçişler; bütün bunlar EMEP tarafından bir çırpıda silinip çöp sepetine atılıyor çünkü! Bir ekono‐
mistin  klasik  yaklaşımı  ile,  ʺelde  edilenʺ  liraya  kuruş  ekleme  biçimindeki  bir  ʺsomutlukʺ  ölçütüne 
vuruyor ve –gerçekte kendisi de sonuçlar itibariyle oldukça zayıf bir tarzda olmakla birlikte bütün 
bu gelişmelerin etkisi altında bulunan– işçi sendika hareketini son yedi sekiz yılın şampiyonu ilan 
ediyor, işçi sınıfının bilinç ve eylemi üzerindeki komünist ve devrimci demokratik her etkiye düş‐
manlığı kendi tabanına ve proletarya hareketine aşılamaya çalışan EMEP, bunu ancak açık bir ta‐
rih  çarpıtıcılığı  ile  yapabiliyor.  O,  kitle  hareketinin  henüz  kendi  sosyal  reformcu  rolünün  açığa 
çıkmasına kolayca elvermeyen mevcut düzeyinden pek memnun ve sendikal hareketin reformcu 
politizasyonu  ile  mücadelenin  ilerletilebileceğine  işçileri  inandırma  peşinde...  Bundan  ötürü  de, 
siyasal‐toplumsal  süreci  kimi  ilerici  demokrat  sendika  yöneticilerinin  söyleminin  dahi  gerisinde 
tahlil ediyor ve dünyaya kuyudaki kurbağanın gözüyle bakıyor. Asıl soru ise şu olmalıdır: ʺGele‐
ceği tayin edecek mücadelenin büyük oranda sendikalardaki egemenlik mücadelesi olduğuʺ da nereden çı‐
kıyor? İşçi sınıfı ve emekçi kitlelerin geleceğini tayin edecek olan, sosyalist bir proleter kitle hare‐
ketinin  yükseltilip  yükseltilemeyeceğidir.  Diğer  emekçi  sınıfların,  Kürt  halkının  devrimci  enerji‐
sinin  proletaryanın  hegemonyasında  değerlendirilip  değerlendirilemeyeceğidir.  Ücretli  köleliğe, 
faşist diktatörlüğe karşı militan bir işçi‐emekçi hareketinin yaratılıp yaratılamayacağıdır... Bunları 
yeni bir devrimci bile bilir. Bu temel gerçekler bir yana, proletaryanın ezici çoğunluğunun örgüt‐
süz bulunduğu, sendikalı işçi sayısının 1 milyonun altına düşürüldüğü koşullarda sendikalardaki 
egemenlik mücadelesine –bunu sendikal muhalefet hareketinin gücü diye de ifade edebiliriz– nasıl 
oluyor da devrimimizin ya da daha küçültülmüş ölçekte bugünkü sınıf mücadelesinin geleceği ile 
özdeş anlamlar biçilebiliyor? 
İşçi  sınıfı  içerisindeki  komünist  faaliyetin  zayıflığı,  onun  politik  olarak  olduğu  gibi,  sendikal  açı‐
dan  da  yol  gösterici  bir  kurmaydan  yoksun  yürüyüşünün,  hain  sendika  ağalarının  otoritesinin 
kırılamamasının nedenidir kuşkusuz. Türkiyeʹde en gerici sendikalarda dahi çalışmanın, bununla 
elde edilecek sınıf içi mevzilerin işçi hareketini ileriye taşımak, sosyalist hareketle işçi hareketinin 
kaynaşmasını sağlamak açısından öneminin kavranmadığını söylemek, abartılı olmayacaktır. İşçi 
sınıfının biricik kitlesel örgütlülüğünün sendikalar olduğu, bunların eritilmesi ile işçi sınıfının yiti‐
receği olanakların moral bakımından dahi taşıdığı anlam, bizzat bir özelleştirmeye karşı mücade‐
lede  sendikaların  yüklenmesi  gereken  işlev,  sendika  ağalarının  kurumsallaştırılan  ihanetine  rağ‐
men sendikaların öncü işçiler de dahil olmak üzere hâlâ geniş işçi kitleri üzerinde en geniş meşru‐
iyete  sahip  mücadele  araçları  olarak  görülmeleri,  sendikalı  olmak,  sendikal  haklarını  savunmak 
için işçilerin göze aldıkları (işsizlik, açlık gibi) bedeller, sendika ağalarına karşı tabandan örgütle‐
nen devrimci bir sendikal muhalefet hareketinin mücadeleyi sıçratıcı ve sistemin toplumsal temel‐
lerinden birini işlevsizleştirici etkisini gözeten bir perspektif, pratiğe hükmedemiyor. 

Ancak muhatabımız EMEPʹtir ve o elbette ki bu zayıflıkların giderilmesi gibi başlı başına devrimci 
amaçların peşinde değildir. EMEPʹin sendikalizmi bile devrimci değil reformcu bir örgüye sahip‐
tir. Gerçek hesabı ise, Türk‐İş içerisinde hedeflediği genel merkez yönetim (ve tabii konfederasyon) 
mevzilerini  ele  geçirmek,  sendika  bürokrasisi  içinde  daha  fazla  yer  tutmak  ve  tabii  bu  yöndeki 
çabasını  (ve  elde  edebileceği  sonuçları)  devrimci  bir  başarı  ölçütü,  sınıfın  bileğiyle  kazandığı  bir 
mevzi olarak gösterip işçi hareketini baştan çıkarmaktan başka bir şey değildir. Bunu nasıl yaptı‐
ğına ilerde geleceğiz. 

Rus  ekonomistleri  ne  diyordu?  ʺEtki  alanımızı  sınırlandırmakla  bu  etkiyi  derinleştiriyoruzʺ  (Aktaran 
Lenin,  Ne  Yapmalı,  s.96)  Bolşevikleri  işçi  sınıfının  ekonomik  mücadelesine  kayıtsızlıkla  suçlayıp 
kendilerinin  düşünsel  ve  pratik  olarak  ekonomik  mücadele  alanına  gömülmüşlüklerini  haklı  çı‐
karmaya çalışıyorlardı. Ekonomizmin bu geleneksel malzemesini EMEP açısından da irdeleyelim. 
Sınıf  mücadelesini  tek  bir  biçime,  ekonomik‐sendikal  mücadeleye  indirgeyen  EMEPʹin  etkisi  bu 
alanda ne kadar ʺderinʺ? EMEPʹin iyi oyuncunun sahneye geç çıkmasından yararlanıp rolünü ça‐
lan çapsız bir aktör olduğu, iddia ettiği gibi ʺküçük burjuva sol tasfiyeci gruplarınʺ bir savı mı; yoksa 
bizzat  işçiler  tarafından  da  elle  tutulur,  gözle  görülür  somutlukta  sergilenebilecek  bir  olgu  mu? 
EMEP,  söylediğini  yapıyor;  işçilerin  sendikalarda  örgütlenmesine  yardım  ediyor!  Kendisini  bu 
alanda  yoğun  bir  pratik  içerisinde  ve  her  işçi  eyleminin  aranan  yardımcısı  gibi  gösteriyor.  Hatta 
inanan çıkacak olursa, kendi ifadesine göre ʹ80ʹlerin sonlarından beri yürütülen işçi mücadeleleri‐
nin  gelişimini  sağlayan  da,  buralarda  yaratılan  öncü  işçi  birikiminin  toplandığı  yer  de  yalnızca 
EMEP! Bu propaganda, son 1 yıldır çoğalmış bulunuyor. 
Öncelikle  belirtmek  gerekir  ki,  işçi  sınıfındaki  hareketliliğin,  kıpırdanmaların  kaynağı  EMEP  de‐
ğildir. Politik zorbalığın, gericiliğin yoğunlaşması nasıl emekçi kitlelerde yalnız korku yaratmakla 
kalmayıp aynı zamanda demokratik özlemleri de uyandırıyorsa, ekonomik terör, vahşi sömürü ve 
yaşam  koşulları  da  işçilerde  ekonomik‐sendikal  mücadele  yoluyla  durumlarını  bir  nebze  olsun 
iyileştirme  isteğini  içten  içe  kaynatıyor.  Bu  istek  ve  özlem,  yalnızca  yaygın  değil,  aynı  zamanda 
usta  bir  devrimci  önderlikle  ciddi  patlamalara  yol  açabilecek  yoğunluktadır.  Bugün  yaşanan  ise, 
bunun kendisini henüz gerçek potansiyellerine göre çok küçük ve yerel ölçeklerde ifade etmesinin, 
barışçıl  biçimlerle  sınırlanmasının  ötesine  geçemiyor,  işte  EMEPʹin  kendi  varlığını  ve  ʺbaşarısınıʺ 
dayandırdığı  zemin  budur.  Yaptığı  ise,  mevcut  sendikal  yapılarınkinden  farkı  olmayan,  ʺolağanʺ 
bir  sendikal  faaliyetten  başka  bir  şey  değildir.  Kimi  durumlarda  bir  sendikanın  kabul  ettirilme‐
sinde, irili ufaklı çatışmaların ardından ʺprotokolerʺ bir rol de oynuyor, vb. Dolayısıyla Ünaldı gibi 
işçi hareketi açısından ileri çıkışların altına atılan EMEP imzası, mevcut potansiyelin sürekli olarak 
geriye çekilip eritilme çabasından başka bir anlam taşımıyor. 

EMEPʹin  elinde  tuttuğu  belli  başlı  önemli  sendikal  mevzilerdeki  pratiği,  bu  açıdan  daha  da  fikir 
verici  bir  ölçüdür.  Bilindiği  gibi  EMEP,  işçi  sınıfının  ileri  bölüklerinden  ambar  işçileri,  İstanbul 
Telekom işçileri ya da bir bütün olarak pratiğini onayladığı (gerçekte kendi politikaları ile paralel 
giden)  İSŞP  üzerinde  belirli  bir  güç  sahibidir.24  TÜMTİS,  İstanbul  Haber‐İş  gibi  Türk‐İş  Genel 
Merkez  muhalifi  bazı  sendika  genel  merkez  ve  şubelerini  elinde  tutuyor.  Gebze  Retrans,  İzmir 
Nak  Kargo,  İstanbul  Ambarlar  direnişleri  gibi  işçi  eylemlerinin  EMEPʹin  ʺyardımıʺ  ile  yaşama 
geçtiği de biliniyor. Ancak EMEP, bu mevziler ve olanakları, Leninʹin Menşeviklere atfen söylediği 
gibi kullanıyor: ʺAyak uydur, ileriye geçme!ʺ 
Gerçekte  her  iki  işkolu  da  (haberleşme  ve  taşımacılık),  kapitalizmin  bugünkü  örgütlenişi,  buna 
bağlı  olarak  işçi  sınıfının  bileşimi,  ama  daha  önemlisi  devrimci  gelişimi  vb.  gibi  bir  dizi  açıdan 
önem  taşıyor.  Haberleşme  işkolunun  üretimden  gelen  gücünü  yerel  ölçekte  dahi  kullandığında 
kapitalist  mekanizma  üzerindeki  yaptırımcı  etkisi  açık  bir  gerçektir.  Taşımacılık  işkolundaki  ör‐
gütlenme ise gerek Türkiyeʹdeki taşımacılığın ağırlıklı olarak karayollarına dayanması, zamanında 
teslimatın  önemi,  kapitalist  ağ  içerisindeki  akışı  hızlandıran  (ve  dev  bir  kâr  olanağının  yattığı) 
kurye  sistemlerinin  gelişmesi  vb.  yönlerden  etkili  bir  alana  sınıfın  mücadele  bayrağını  çekmek 

24
İSŞP'nin gelişimi ve ÖD'nin baştan beri ona karşı geliştirdiği tutuma ilişkin olarak bkz. DP sayı 36, Öncülük ve Kuyrukçuluk.
(kısa bir süre önce gerçekleşen UPS grevi anımsansın) açısından önemlidir. Karşı karşıya bulunu‐
lan kapitalist saldırı yöntemleri de eğer devrimci bir anlayışla yanıtlanırsa işçi hareketini sıçratıcı 
mücadele  ve  örgütlenme  biçimleri  geliştirme  olanağını  vermektedir.  Haberleşme  işkolu  özelleş‐
tirme ve taşeronlaştırma (dolayısıyla sendikasızlaştırma), taşımacılık ise aynı zamanda kirli savaş, 
MHP vb. ile de bağlantılı mafyoz ilişkiler ve bunların sendikaları boğma saldırıları ile yüzyüzedir. 
Bu alandaki tüm sendikalaşma, sendikayı koruma çabaları (Retrans, Nak Kargo, vb.), kontrgerilla 
şeflerinin, polisin, JİTEM ve sivil faşistlerin süreklileştirilmiş saldırılarına sahne olmuştur. 
Bu saldırılar karşısında, bunların çapı, sürekliliği, şiddeti, yürüten güçlerin özelliklerini kavrayıp 
buna göre hazırlanan bir mücadelenin örgütlenmesi, işçi sınıfının bu alandaki öncü, soluklu çıkış‐
larının  kırılmasına  izin  verilmemesi  gerekiyordu.  Bu  yapılabildiği  takdirde  yakın  gelecek  açısın‐
dan çok daha ilham verici, işçi sınıfının sendikal eylemini olduğu gibi devrimci politik gelişimini 
de ivmelendirici bir seyir söz konusu olabilirdi. Proleter şiddeti bizzat işçilerin gözünde meşru ve 
olanaklı bir hale getirerek işçi savunma komiteleri biçiminde bir örgütlülükle işçi hareketinde bir 
sıçramanın unsurları yaratılabilirdi, işçilerin ardı ardına maruz kaldıkları saldırılar ve açlığa yenik 
düşmeleri,  yılgınlık  ve  mücadelede  tekdüzeleşme,  tükenmenin  ortaya  çıkması  engellenebilirdi. 
Ama  bunların  bir  tekini  bile  yapmak  için  devrimci  bir  bakış  açımızın  olması  gerekir  ki,  EMEPʹte 
olmayan  buydu.  EMEPʹliler  şimdiye  dek  saydığımız  ne  varsa  hepsinin  tersini  yaptılar!  İşçilerin 
bilinç geriliğine, sağlam ve tutarlı bir önderlikle (ama yalnızca bununla) giderilebilecek olan kor‐
kularına  yaslandılar.  Pasif  savunma  konumunda  durarak  işçinin  eylem  gücünün  tükenmesine 
ʺyardım  ettilerʺ.  Bu  direnişlerde  ileri  çıkışlar  olduysa  da,  bunlarda  inisiyatif  EMEPʹlilerden  değil 
bizzat  işçilerden  geldi  ya  da  karşıdevrim  güçlerinin  saldırıları  kesitsel  de  olsa  işçilerde  direnme 
eğilimini biledi. Sonuçta sürece yayılan ve gelişimi ile işçi hareketini sıçratıcı olabilecek bu direniş‐
ler, yasalcı reformizm tarafından –onların pek sevdikleri deyimi kullanalım– tasfiye edildi! Sorun, 
burada bir işçi eyleminin, bir grev ya da direnişin kendi özgül hedefleri açısından başarıya ulaşıp 
ulaşmaması değildir.   Sermayenin kriz içinde yeniden yapılandığı ve en küçük bir işçi eyleminin 
bile  işletmenin  ekonomide  tuttuğu  yer,  işçilerin  mevcut  eylem  düzeyi  vb.  ile  karşılaştırıldığında 
katmerli  bir  karşı  saldırı  ile  sökülüp  atılmaya  çalışıldığı  bugünkü  gibi  koşullarda  bu  önemlidir; 
ancak tek başına devrimci gelişimin ölçüsü olarak görülemez. Asıl önemlisi, eylemin işçi hareketi‐
nin  bütününü  ileriye  taşımaya  hizmet  edecek  tarzda  yürütülüp  yürütülmediğidir.  Bir  yenilginin 
alındığı koşullarda dahi bunun  işçi  sınıfı açısından ilham verici devrimci derslerle  yüklü olması‐
dır. Elbette ki her direniş eylemdeki en geri işçilere dahi sınıf düşmanının yüzünü açıkça gösterir, 
onları sınıf çıkarları, sınıf dayanışması gibi konularda kendiliğinden eğitir. Bu, eylemin kendisinde 
saklı bir özelliktir. EMEPʹin arkasına saklanmayı pek sevdiği işçilerin geri bilinci, işsizlik korkusu‐
nun yıldırıcılığı, devlet zoru ile karşılaşmamış olmak, dinci gerici, hatta faşist eğilimli işçilerin var‐
lığı,  eylem  deneyiminin  bazı  yerlerde  hemen  hiç  olmayışı  vb.  etmenlerin  süreci  ağırlaştırıcı  bir 
etkide bulunduğu da birer olgudur. Peki ama bu durumda ne yapılıyor? Kendiliğinden kazanılana 
ne katılıyor, nasıl dönüştürülüyor? Barışçıl mücadele ruhu mu; yoksa işçilerin devrimci sınıf bilin‐
ci yönünde eylem içerisinde kendi siyasal eğitimlerinin gerçekleştirilmesi, eylemin bunun bir aracı 
olarak değerlendirilmesi mi? EMEPʹin yaptığı birincisidir. O, örneğin bir Gebze bölgesinde Tuzla 
deri işçileri gibi öncü bir bölükle birlikte hareket etme, eylemleri bölgesel bir işçi‐emekçi hareketi‐
ne evriltme olanaklarını mızmız pratiği ile engelleyici oldu. Dahası, işçi hareketindeki en geri ey‐
lemlerin  bile  onları  ileriye  çekecek  eleştirel  bir  değerlendirmeye  girmeksizin  propagandasını  ya‐
pan  EMEP,  zülf‐i  yare  dokunduğundan  Tuzla  işçisine  bir  türlü  ısınamadı.  Hatta  SAG‐ÖO  süre‐
cinde örtülü bir tarzda onları da neredeyse ʺsınıf dışıʺ ilan etti!25
Söylemeye bile gerek yok: EMEPʹin bir sendika olarak pratiği, demokratik bir bileşime sahip Tuzla 

25
Sahi, EMEP, öğrencilerle omuz omuza ve molotof gibi aynı araçlarla polisle çatışan Güney Koreli işçiler için bir "kategori" düşünü-
yor mu? Onlar da ekonomik (ekonomik!) talepleri için daha da ileri gidip elde silah ayaklanan Arnavutluk emekçileri gibi salt bir ga-
zetecilik ve içe dönük bir ajitasyon –Bakın, biz de devrimciyiz!– malzemesi değil mi?
Deri‐İş  sendikasının  gerisindedir.  Tuzlaʹda  bir  dizi  demokratik  sorunda  olduğu  gibi  1996  SAG‐
ÖO Direnişi sürecinde devrimci tutsaklara destek amaçlı (işçi sınıfının ʺdışındaʺ bir gündeme iliş‐
kin!)  iş  bırakıldı.  14  Temmuz  1996ʹdaki  SSK  Kurultayında  SAG‐ÖO  Direnişine  destek  çağrısı 
yapanlar  arasında  Tuzla  işçileri  de  vardı.  Ama  EMEPʹli  ʺpolitikacılarʺ,  bu  çağrıları  işçi  sınıfının 
gerçek talepleri ile ilişkisiz, bu talepleri önemsemeyen, dolayısıyla mücadeleyi tasfiye edici olmak‐
ta suçladılar. Tıpkı  İSŞP bürokratları gibi onlar  da yozlaşma düzeylerini açıkça ortaya koydular. 
Benzer  bir  tutum,  1997  1  Mayısıʹnda  gündeme  geldi.  EMEP,  ʺmajestelerinin  muhalefetiʺ  rolünde 
alanda çalıp söylerken, Tuzla deri işçileri, alana sokulmayan Devrimci Güç Birliği  ile buluşmak 
için  ilk  öne  fırlayanlar  ve  sendika  ağaları  ile  oportünizm  tezgahını  protesto  edenler  arasındaydı. 
Yine  Tuzla  işçilerinin  bölgedeki  diğer  emekçilerle  birlikte  gerçekleştirdikleri  eylemler,  yerel 
GGGDʹlerin müjdecilerindendi. 
Şimdi de EMEPʹin muhalif olduğunu söylediği (bunu sendikalarda bir egemenlik mücadelesinden 
söz etmesinden çıkarıyoruz!) hain sendika ağalarına karşı nasıl bir tutum içerisinde bulunduğuna 
bakalım: 
EMEP,  işçi  hareketinin  önündeki  en  büyük  engellerden  birinin  sendika  ağalığı  olduğunu  işçiler‐
den  gizlemeye  çalışıyor.26  Özgürlük  Dünyasıʹnın  sayfaları  ʺsendika  bürokrasisine  karşı  mücadeleʺ 
edebiyatına yer veriyor vermesine; ama bu hasımlarının da görebildiği gibi içi boş bir söylem ol‐
maktan başka bir işe yaramıyor. Asıl olarak ise, her pratik sorunda izlediği pis bir uzlaşma ve yal‐
taklanma taktiğinin örtüsü olarak kullanılıyor. Bu taktikleri dayandırdığı temel ise birkaç ayaktan 
oluşuyor:  En  başta,  EMEP,  ʺSendikaları  terketmemek  gerekirʺ  tezine  sarılıyor.  Bu  devrimci  tezi  de‐
magojik  oportünist  bir  yoruma  tabi  tutuyor  ve  sendika  ağalarını  hedefleyen,  onları  aşan  slogan, 
örgütlenme ve eylem biçimlerinin burjuvazinin işçileri sendikalardan koparma politikasına dolay‐
sızca hizmet ettiği, bu nedenle de ʺsınıf dışıʺ olduğu propagandasını yapıyor. 
Kapitalizm  koşullarında,  ekonominin  nisbi  canlanma  dönemlerinde  dahi  işçi  sınıfının  çoğunluğu 
sendikalarda örgütlenemez. Öte yandan, sendika ağalarına duyulan haklı tepki ve güvensizliğin, 
kapitalizmin yeni örgütlenme modellerinin ʺsıfır sendikaʺyı gerektirmesinin, sendikal örgütlenme‐
ye yapılan saldırıların, işsizlik korkusu vb.nin işçilerde sendikaları terketme eğilimine yol verdiği, 
dünya çapında bir olgudur. Sendikalaşma oranı dünya çapında yarı yarıya düşmüş, düşürülmüş‐
tür.  Komünistler,  vahşi  bir  sömürü  anlamına  gelen  bu  durumun  aynı  zamanda  işçi  hareketinin 
devrimci gelişimi açısından oluşturduğu tehlikenin bilinciyle ona karşı mücadele etmeyi güncel ve 
özel bir görev olarak benimsemeli ve ister sendika ağalarına duyulan tepki, ister işsizlik korkusu 
vb. hangi nedenle olursa olsun sendikalardan uzaklaşmaya karşı işçilere önderlik etmelidirler. Bu, 
sınıfın  en  geri  düzeyde  de  olsa  örgütlülüğünü  savunmanın,  işçi  hareketini  diri  tutmanın  başlıca 
araçlarından  biri  olarak  sürekli  devrede  olmalı  ve  ajitasyon/propagandada  sendikaların  sahiple‐
nilmesi vurgusu canlı bir tarzda yapılmalıdır. 
Fakat  EMEPʹin  ʺSendikaları  terketmemeliyizʺ  tezini  kullanması,  bu  devrimci  yaklaşımdan  çıkış  al‐
maz.  Tamamen  demagojiktir  ve  sendika  ağalarına  olan  tepkinin  devrimci  bir  sendikal  muhalefet 
hareketi olarak şekillenmesini önlemeye yöneliktir. O, bunun için kendisini sendika ağalarına siper 
ediyor ve ʺKahrolsun Sendika Ağalarıʺ sloganı ve buna denk bir tutumun bugün sınıfın temel bir 
slogan ve pratiği olarak kazandırılma çabasını ʺsınıf dışıʺ bir tutum olarak karalamaya çalışıyor. 
Eğer  işçilerin  sendikalara  sahip  çıkmasını  sağlayacaksak, bunu  sendikaları  işlevsizleştiren,  sendi‐
kalardaki erozyona hız kazandıran işbirlikçi hainleri saflardan defederek yapacağız; Truva atlarını 
bağrımıza  basarak  değil!  İşçilere  kazandırılması  gereken  budur.  EMEP  ise,  sendika  ağalarının 
açıkça  birer  korporasyon  unsuru  olarak  hareket  etmesini  zorunlu  kılarak  bunların  yüzünü  açığa 
çıkaran kriz dönemlerinin, aynı zamanda ustalıklı devrimci politikalarla işçilerin bu bürokratlarla 

26
"Sendika ağaları" kavramı, "Kahrolsun Sendika Ağaları" sloganı ESK oluşumu ile birlikte EMEP'in literatüründe zorlama da olsa cüzi
bir yer kazandı. Gerçekte bir EMEP'li, öfke uyandırıcı "sendika ağaları" yerine "sendika genel merkez yönetimleri", "sendika bürokra-
sisi" gibi "ağırbaşlı" terimler kullanmalı; eğer birtakım hesaplarla özel olarak bir yerlerde kullanılmak üzere belirlenmemişse, bu tür
sloganları atmamalı, dahası engelleyici olmalıdır!
tüm  bağlarını  kesmeleri  olanağını  yarattığının  bilincindedir  elbette.  Ve  doğal  olarak  o,  bunu  en 
başta kendisi açısından bir tehlike olarak yorumluyor: 
ʺ...  sınıfın  ileri  güçleri  ve  sendikal  hareket,  provokasyonlara  karşı  ileri  bir  deneyim  ve  uyanıklık  kazanmış 
değildir;  buna  karşılık,  sermaye  ve  sendika  bürokrasisi,  anarşizan  ve  terörist  ʹsosyalizmʹ  akımlarının  polis 
provokasyonuna çanak tutan çizgilerinden yararlanma politikası izlemektedir. Sermayenin saldırısı ilerledik‐
çe, ʹsolʹ sendika bürokrasisinin manevra alanının daralacağı, buna karşılık provokatif girişimlerin ise artaca‐
ğı son derece açıktır ʺ (ÖD, sayı 83) 
EMEP, sistemli bir tarzda bu kirli propaganda yöntemine başvurarak işçileri komünist ve radikal 
devrimci  güçlere  düşman  etme  politikası  izliyor.  Devrimcileri  sermayenin  kuklası  olarak  göster‐
mek, buna karşı sendika ağalarını aklayıp durmak işin bir yönünü oluşturuyor. Ama onu bu yön‐
teme  sıkıca  sarılmaya  iten  içgüdü,  asıl  önemli  olandır.  Bir  reformist  ancak  böyle  düşünülebilir: 
Sermayenin sertleşen, yoğunlaşan saldırısı, ʹsolʹ sendika bürokrasisinin (kastettiği kendisidir!) ma‐
nevra alanını daraltacak27, işçi kitlelerine radikalleşme zemini yaratacak, bu ise komünist ve radi‐
kal  devrimci  güçlere  olağan  dönemlere  göre  daha  geniş  bir  alan  açacak  ve  işçilerin  bizzat 
reformizme kapıyı gösterme tehlikesi başgöstercek! Ne yapmalı; bu potansiyeli nasıl eritmeli?! 
EMEP sendika ağaları ile radikal devrimci güçleri faaliyetlerinin içeriği itibariyle işçilerin gözünde 
eşitleme peşinde, demiştik. Ancak öncü işçiler dahi biraz daha derine gittiklerinde onun bu sözde 
ʺeşitlemeninʺ  hangi  tarafında  saf  tutuğunu,  kimin  ağzından  konuştuğunu  açıkça  göreceklerdir. 
EMEP, her pratik sorunda sendika ağalarına yönelik sistematik ajitasyon/propaganda, taktik, slo‐
gan, örgütlenme ve eylemin karşısına dikilir. Sendika ağalarının teşhirini, ʺsınıfın gündeminin saptı‐
rılmasıʺ olarak değerlendirir. Tabii ki sendika ağaları ESK gibi korporatif oluşumlarda yer alarak 
kendilerini zorla EMEPʹin gündemine sokana ve mecburen ve lafzen bir tavır açıklamaya, işçilerin 
hoşnutsuzluğundan  bir  parça  parsa  toplayabilir  miyim  hesabıyla  bu  konuda  özel  bir  ajitasyonu 
gerekli kılana kadar.. Ama bu bile sendika ağaları için ancak hoş ve geçici bir esintiden ibarettir. 
Bilirler ki hava az sonra dönecektir!28
EMEPʹin  sarı  muhalefetinin  en  canlı  örneklerinden  birini  işçi  sınıfının  en  kitlesel  grevi  olan 
1995ʹdeki  300  bin  işçinin  katıldığı  kamu  grevinden  vereceğiz:  ʺSıradan  bir  işçinin29  günlük  yaşantı‐
sında görerek bilince çıkarttığı ve eylemlerde ʹHükümeti yıktık sıra IMFʹdeʹ sloganıyla dile getirdiği antiem‐
peryalist  tutum,  küçük  burjuva  sol  akımlarca  yeterince  kavranamıyor.  Onlar  her  zaman  olduğu  gibi  okun 
sivri  ucunu  sendika  bürokrasisine  yöneltmeye  devam  ediyorlar.  Hem  de  Bayram  Meralʹin    ʹBu  savaş  işçi 
sınıfımızla IMF arasındadırʹ dediği ve işçi hareketinde bir başka otoritenin henüz ağırlığını gerçekten ortaya 
koy (almadığı bir zamanda.ʺ (ÖD, sayı 80) 

27
Özelleştirme politikası, sendika aktivist ve yöneticilerine karşı yarı sömürge ülkelerde yoğunlaştırılmış bir terörle birlikte yürütülü-
yor. Türkiye'de kuşkusuz kendi siyasal-toplumsal dengeleri ile de ilgili bir durum olarak salt sendikal faaliyetleri nedeniyle kaybe-
dilen, katledilen sendika yöneticisi sayısı oldukça azdır. Bu, onların rejim üzerinde ne kadar "tehdit edici" olduklarının tersten bir
örneğini oluşturur.
28
"Yeni bir sendikal hareket yaratma" gibi apartılmış kavramların kullanımı, devrimci bir sendikal hareketin gelişim olanaklarına da
kapıyı açan, ESK oluşumu karşısında göstermelik ve zayıf hareketlenme çabaları bundan kaynaklanıyor. Ancak, en iyi muhatabı olan
sendika ağalarının bilebileceği gibi, bunların içi boş ya da en iyi olasılıkla kurtlanmıştır. Devrimci bir sendikal hareket yaratma po-
tansiyeli yalnızca sosyalizm ve sınıfsız toplum perspektifine sahip kızıl sendikacılık çizgisinde yüklüdür ve buna da yalnızca komünist
bir sınıf örgütü sahiptir. Dünü ve bugünü mızmız muhalefet ve uzlaşma geleneği ile örülü reformist işçi siyasetçileri, bunun lafını
dahi zor edebilirler.
Daha düne kadar DİSK ağalarını "sınıf içi güç" olarak görüp bunlara cephe politikaları içinde yer veren bir Kurtuluş'un bugünkü "MGK
sendikacılığı" söylemi de içi doldurulmayan bir "devrimci muhalefet" olmanın ötesine geçemiyor.
29
Bir dil sürçmesi olmalı! 25 Şubat 1997 tarihli Emek gazetesinde yer alan bir yazıda, devrimcilerin '70'li yıllardan beri "kapalı devre"
yaşam sürmelerinden ötürü işçi sınıfı ve kitlelere yabancılaştıkları belirtilerek, "sıradan işçi" terimi eleştiriye tabi tutuluyor:
"Mensup olduğu sınıf ve tabakanın günlük yaşantısından kopuş, zihinsel bir körelmeye ve pratik faaliyette de açık bir yavanlaşma ve
darlaşmaya zemin oluşturdu. 'Sıradan insan' vb. kavramlar işte bu yabancılaşmanın bir göstergesidir." Burada gerek '70'li yıllardaki
Türkiye devrimci hareketinin, 90'lı yıllarda Kürt ulusal hareketinin sahip olduğu yaygın kitle bağları ve mücadelenin bir halk hareketi
olarak gelişmesi ile ilgili olarak yine açık bir tarih çarpıtıcılığı yapıldığı açıktır. Asıl görülmesi gereken ise, aralarında uçurumlar düze-
yinde olmasa bile belirli bilinç farklılıkları bulunan işçi sınıfı içerisindeki tabakaları en geri işçinin bilinç düzeyinde eşitleme çabasıdır.
Zihinsel sefalette eşitliktir bu! Ama EMEP'i "anlamak" gerekir! Bu mantalite olmasa, "her grevci", "her mahalle sakini", "her muhalif
aydın" nasıl "işçi sınıfının devrimci partisi"nin üyesi olabilir ki? Amaçlarla araçlar arasında pis ama mutlak bir uyum vardır!
300 bin işçinin grevi sürerken ve her an bir satış  ya da faşist hükümetin erteleme kararı ile karşı 
karşıya kalacakken, işçilere Bayram Meralʹin şapkasından çıkardığı tavşanla oyalanması öğütleni‐
yor.   Devrimciler ise bunu yapmadıkları, işçileri ihanete karşı uyardıkları için ayıplanıyorlar. Ne‐
den?  Açıklamaya  bakın!  EMEPʹe  göre,  eğer  Türk‐İş  devre  dışı  kalırsa  grevi  sürükleyecek  başka 
otorite yok. O halde grev, hain bir ʺönderliğinʺ komutasında kendi sonuna doğru yürümelidir. Her 
derde deva sözde ʺişçi sınıfı devrimcileriʺ tam da bu tür sıfatların sınandığı anlarda gözyaşları için‐
de asıl satışa basıyorlar imzayı. Gerekçe hazırdır, yabancı da değildir: ʺişçi hareketinde günün gerçeği 
budur ve ne yapılacaksa bu gerçeklikler içinde yapılacaktır.ʺ (agd) Grev sürerken bürokrasinin manevra‐
larına karşı uyarıcılık görevinin ne zaman gündeme geleceği sorusunun gelebileceğini de hesapla‐
yan ÖD yazarı, bunun grev yasakları geldiğinde bunlar üzerinden yükseltilecek siyasal özgürlük 
talepleri ile ilişkili bir tarzda yapılabileceğini söylüyor. Ve o sırada henüz resmen kurulmamış olan 
yasal partinin propagandasına –tahmin edilebileceği gibi– yağ gibi geçiveriyor. Bu durumda işçile‐
re düşen de bu yasal partinin bir an önce kurulmasını ve işçi hareketini zaferden zafere taşımasını 
beklemekten başka bir şey olmuyor elbette!30 Öte yandan ÖD yazarı, sendika ağalarına karşı anla‐
yışlı  tutumunu  grev  içinde  de  sürdürüyor;  ʺeleştirileriniʺ  son  derece  ʺölçülüʺ  bir  tarzda  yapıyor. 
Bayram Meral haininin DYP hariç her gün bir düzen partisini ziyaret etmesini hoşgörüyle karşılı‐
yor: 
ʺHer ne kadar Türk‐İş yönetiminin zor bir dönemde burjuva cephede gedikler açmayı amaçladığı ve bu yüz‐
den böyle hareket ettiği öne sürülse de; ilk bakışta belli oranda haklılık payı verilebilecek bu düşünceye işçi 
sınıfının verili bilinç ve örgütlülük koşulları dikkate alındığında katılmak mümkün değildir.ʺ (agd) 
Ne tatlı muhalefet! 

Peki EMEP, işçilerin sendika ağalarına karşı duydukları öfke ve nefreti, muhalefet birikimini nasıl 
ortaya koymaları gerektiği düşüncesinde? Bu barikatı aşmak için ne yapmaları gerekiyor ona gö‐
re? Örneğin, tek başına yeterli olmamakla birlikte belirli bir net duruşu ifade eden ʺDevrimci İşçi‐
ler  Sendika  Yönetimineʺ  sloganı  karşısındaki  tutumu  ne?  Okuyucunun  bunu  tahmin  etmesi  hiç 
de  zor  olmamakla  birlikte,  biz  yine  de  gerçek  kaynağa,  EMEPʹin  kendisine  başvuralım:  EMEPʹe 
göre, ʺDevrimci İşçiler Sendika Yönetimineʺ, ʺDevrimci Sendikal Birlikʺ gibi, ʺsadece ileri işçilerin 
taleplerini  savunan  girişimler,  devrimci  de  görünse  bölücüdür.ʺ  Çünkü  bunlar  ʺsadece  belirli  çevrelerin 
aczinin  ve  sınıftan  tecrit  olmıışluklarının  tescili  ötesinde,  sınıfın  sendikal  hareketi  açısından  hiçbir 
anlama sahip olamazlar, olamıyorlar da... Sendika hareketi bir yığın hareketidir ve bizim yeni örgüt biçimleri 
icat etmemiz gerekmez.ʺ 08 Mayıs 1997, Emek)31

ʺProletarya, proleterden yarı proletere..., yarı proleterden küçük köylüye..., küçük köylüden orta köylüye vb. 
geçişi  yansıtan  son  derece  çeşitli  toplumsal  tiplerle  çevrili  olmasaydı;  proletaryanın      kendisi  de  mesleksel 
gruplar gibi, bazen dinsel vb. gruplar gibi kategorilere bölünmeseydi, kapitalizm, kapitalizm olmazdı.ʺ (Sol 
Komünizm, s.70) Kuşkusuz EMEPʹin ʺMarksologlarıʺ bunu bilmiyor değillerdir. Ancak kurtlanmış 
ekonomistler, işçi kuyrukçuları olduklarından, bırakalım ʺsınıf dışıʺ olarak niteledikleri komünist 
ve  devrimcilerinkini,  işçi  sınıfının  öncü  kesimlerinin  işçi  hareketinin  mevcut  seyrine  müdahale 
çabaları dahi onlar için rahatsız edicidir. İşçi sınıfının geniş yığınları için sıçratıcı, moral ve özgü‐
ven  kaynağı  olabilecek  ʺDevrimci  İşçiler  Sendika  Yönetimineʺ  sloganının  yerel  ölçeklerde  dahi 
yaşama geçirilmesi olasılığı karşısında tedirgindir. Korkusu, en geri kesimleri bile ileriye çekerek 
sınıfın birliğini pekiştirecek bu tür gelişmelerin yaşanmasıyla kendi varlık ve hareket zeminin ala‐
bora olmasından başka bir şey değildir. EMEP, işçilere doğal olarak devrimci bir sendikal önderlik 
etrafında birleşmeyi ve sendika ağalarını saflardan kovmayı değil, politik bir sıfat bulamadığı ʺna‐

30
EMEP, bir zamanlar DİSK'teki aktivistlerinin ve DİSK üyesi işçilerin eline her gösteride "İşçi sınıfı partisine özgürlük" dövizini tutuş-
turan modern revizyonizmin ajanı TKP'nin başarısız bir taklidini uygulamaya çalışıyor.
31
ÖD'nın "Devrimci İşçiler Sendika Yönetimine"sloganına bakış açısının daha geniş bir ele alınışı için bkz. DP sayı 3, "Kitle Örgütleri
Devrim Kaldıraçlarıdır."
muslu,  dürüst, sınıftan yana sendikacılarʺın dizinin dibinden ayrılmamayı, onların genel merkez ve 
devlet  korkularının  elverdiği  kadar  hareketlenmeyi  öğütlüyor.  Ve  o  bayat  hikaye  usanmaksızın 
tekrarlanıyor: ʺYeni örgüt biçimleri icat etmemekʺ! Bu berbat demagojiyi bir kez daha çürütmek zo‐
rundayız: En başta, sözünü ettiği türden örgüt biçimleri, sendikaları tasfiye etme anlayışı ile for‐
müle  edilmemiştir.  Aksine  sınıfın  sendikal  örgütlülüğünün  birer  komünizm  okulu,  sermayeye 
karşı devrimci sınıf mücadelesi işlevini kazanmasının, sınıfın sendikal birliğini sağlamanın biricik 
güvencesidirler.  İkincisi  ise,  örgüt  biçimleri,  soyut  olarak  değil  bizzat  mücadelenin  ihtiyaçlarının 
içersinden  icat  edilirler  ve  evet,  devrimci  bir  anlayışa  sahipseniz  eğer,  sistematik  bir  tarzda  sınıf 
hareketine  dayatılırlar  ve  en  başta  öncü  işçilerce  sahiplenilirler.  Bunlar  öncü  komünist  partinin 
volan kayışları olarak yaratılabileceği gibi (ÖD yazarları, 3. Enternasyonal döneminde Kızıl Sen‐
dikalar Enternasyonali tarafından oluşturulan ve çalışmaları titizlikle izlenen kızıl sendika fraksi‐
yonlarını,  bunları  en  gerici  sendikalarda  dahi  oluşturulması  kararlarını  bilmiyorlar  mı  sanki?!), 
işyeri  komiteleri,  fabrika  konseyleri,  Sovyetler  gibi  bazıları  devrim  ya  da  devrimci  yükseliş  sü‐
reçlerinde kendiliğinden de ortaya çıkan biçimlerde de olabilirler. Dolayısıyla, bugün en geniş işçi 
kitlelerinin  sendika  ağalarından  hoşnutsuzluğuna  devrimci  bir  biçim  ve  yönelim  kazandırma  ça‐
balarına karşı bu düşmanca söylemler, ancak sendika bürokrasisine bilinçli bir muhafızlık çabası‐
nın, muhalefet gösterilerinin de bürokraside yer kapma hevesine denk düştüğünün ifadesi olabilir. 
Dikkat edin: Bütün bu sözleri sarfeden, ʺBizim davamız ekmek davasıʺ diyen, hatta mücadelesinin 
zorla politize edilmek istendiği kuşkusuyla devrimcilere düşmanca duygular da besleyen geri bi‐
linçli bir işçi değildir. Bu kesimi ustalıkla devrimci politikalarla dönüştürmenin olanakları vardır 
ve biz komünistler en başta öncü işçileri ileriye çekerek, yeni bir sosyalist öncü işçi kuşağı yarat‐
mak  yoluyla  bu  olanağı  sonuna  dek  değerlendireceğiz.32  İşçi  sınıfının  çoğunluğunu  kazanacağız. 
Ancak, teorisi pratiği ve ruh haliyle işçi sınıfının en geri tabakasına yaltaklanan, ʺdevrimʺ, ʺdevrim‐
ciʺ   gibi sözcüklerden dahi ödü kopan bu yozlaşmış siyaset (ve sendika!) erbabı için yapılabilecek 
tek şey, alınlarına hakettikleri damgayı herkesin kolayca görebileceği büyüklükte basıp sınıfın saf‐
larından uzaklaştırmaktan başka bir şey olmayacaktır. 
                                            

32
O zaman Kürtçe türkü söyledikleri ve zafer işareti yaptıkları için kendi işçi ilişkilerini DGM savcıları gibi suçlayan EMEP'e taşıdığı
"emek" adının reformist işçi siyasetini gizlemekten başka bir anlamı olmadığını bugün bizzat arkasına saklandığı geri bilinçli işçiler,
anladığı dilden haykıracaklardır.
Birikim ve PKK Aynı Kulvarda

BİLİMSEL SOSYALİZM KARŞITLIĞI

Gelişkin bir sosyalizm düşüncesinin, bizzat günümüz maddi/toplumsal koşul ve ilişkilerinin incelenmesi temeli üzerin-
de ele alınıp ortaya konulması, "Emperyalizm ve İşçi Sınıfı" yazılarının tamamlanmasından sonra aynı zamanda
programatik düşüncemizin gereği olarak gerçekleştirilecekti. Bu konulara ilişkin birbiri ardına üretilen oportünist teori-
lerin eleştirisini de içerecek olan sosyalizm konusundaki görüşlerimizin konulması yaşadığımız iç sürecin azımsanama-
yacak geciktiriciliğine uğradı. Sorunun devrimci bir çözüme kavuşturularak aşılmasından sonra yeniden bu konulara
doğru döndüğümüzde, kaklığımız yerden devam etmek, belirlenen planı izlemek düşüncesindeydik.

Bu yazıyı yazmaya iten ise, Birikim'in Kasım, Yeniden'in Aralık sayılarında yayınlanan, aşağıda belirttiğimiz yazılar oldu.
Oldukça hızlı bir taramayla bu tür yayınları incelediğimizde, ML'e, bilimsel sosyalizme karşı yürütülen saldırıların derin-
leştiğini ve hız kazandığını gördük. Birikim ve PKK gibi, aralarında hiçbir ilişki kurulamayacağı düşünülen iki ayrı akımın
bilimsel sosyalizme saldırıda ve benzer bir sosyalizm anlayışında buluşmaları da bu oportünist görüşlerin yaygınlaşma-
sını gösterir. Bu nedenle bu konudaki savaşı önceye almakta bir mahzur yoktur! Devrimci okur, bu yazımızı, konuyla
ilgili görüşlerimizin biraz da ona bir temel oluşturacak ön bir açılımı, adımı olarak görmelidir.

Bu oportünist görüşlerin yeni bazı unsurlar taşıması, okuru yanıltmamalıdır. Onlar eski revizyonist teorilerin, günümüze
ait yeni unsurların eklenmesiyle sunulan versiyonlarıdır. Gerek içerik, gerek yöntemsel açıdan ise, belirli bir sınıf tutu-
munun ve belirli bir sosyalizm anlayışının, ML tarafından değişik kereler mahkum edilmiş olan görüşlerin ifadesidirler.
Evet, bugün ML teorinin geliştirilmesi ihtiyacı vardır ve pratikteki devrimci atılınım önünün açılması da büyük ölçüde
buna bağlıdır. Fakat bu, oportünist-revizyonist teorilerin cilalanıp bir kez, bir kez daha karşımıza çıkarılmasıyla olma-
yacaktır. ML, kendi zemininden, tarihsel teorik birikiminden çıkış alarak, ekonomik, toplumsal, siyasal, kültürel koşul ve
süreçlerdeki gelişme ve değişmeleri inceleyip çözümleyecektir. ML teorinin en temel ilkelerinin, diyalektik ve tarihsel
materyalizme varıncaya dek yadsınması biçimiyle ise bu hiç olamaz. Biz böyle "eleştirici" ve "teori geliştiricileri" karşı-
sında ML teorinin "dogmatikleri" ve kararlı savunucuları olarak dikilmeye devam edeceğiz. Ve göreceğiz: El mi yaman,
bey mi yaman!

Birikim dergisinin Kasım '97 tarihli 103. sayısında Ömer Laçiner imzalı "ÖDP: Eskinin Zırhı, Yeni-
nin Işıltısı" başlıklı bir yazı yayınlandı. Yazıda ÖDP içerisindeki çeşitli eğilimlere değinildikten
sonra bunlardan birisi olarak "yeni baştan tanımlanmış bir sosyalizmin düşünüş ve davranış
dünyasının" oluşturulması önerisi-görüşü ileri sürülmektedir. Yeni bir mücadele ve sosyalizm
inşa perspektifiyle ortaya çıkan bu yazı, sosyalizmin tarihsel uygulamalarından yola çıkıp sosya-
list politik ekonomiyi yadsıyarak bilimsel sosyalizme karşıtlık zemininde gelişiyor. Yazıda nirengi
noktasını oluşturan görüşler şu şekilde ifade ediliyor:

"Bunun kaynağı; sosyalizmin yeniden tanımlanması gereğini ne denli kabul etmiş olursa olsun,
sosyalistlerin büyük çoğunluğunun, o tanınım sosyalizmi öncelikle ve asıl olarak iktisadi düzen
olarak belirlemesi gerektiğine dair bir önkabulün egemenliğinde olmalarıdır."

"Bu öylesine kökleşmiş bir önkabuldür ki; insanı ve toplumu öncelikle iktisat alanında tanımla-
manın, hemen tüm konu ve sorunların kaynağını iktisatta aramanın, eğer doğrudan bir ilişki
kurulamıyorsa 'tali' saymanın; kapitalizmle birlikte doğan ve gelişen bir zihniyet olduğunu, eko-
nomi politiğin, yani ekonomizmin düzenlediği bu ideolojinin kapitalizme has, onu ve yalnızca
onu meşrulaştıran bir 'din' olduğunu unutturabiliyor."
"Soy kapitalizmin bu dini -'görünmez el'li- piyasayı tanrılaştırarak kâr-çıkar güdüsünü de biz
onun kullarındaki yansıması sayarak biçimlendirmiştir. Bu biçimlendirmeye karşı çıkarak, piyasa
tanrısının yerine -diyelim- 'merkezi planlama'yı, kâr-çıkar yerine toplum çıkarı veya emek gibi
kategorileri koyarak, onun simetriğinde başka bir amentü yazmak ve buna inanmak, ekonomi-
politik dininin bir başka mezhebini oluşturmaktan başka bir şey değildir."

"Kapitalizme karşı olmak değil de, kapitalizmi aşmak söz konusu ise, ekonomizmin kapitalist
mezhebine değil, ekonomi politik dinine karşı bir alternatif oluşturmaktır sorun."

"Sosyalizmin yeniden, yeni baştan tanımlanması derken kastettiğimiz budur." (Sayı 103)

Ömer Laçiner'in bu yazısına yanıt, yine ÖDP içerisinde bir başka fraksiyonun temsilcisi Yeniden
dergisinin Aralık sayısında geldi. D. Can Saner imzalı "Marks'ı Tersyüz Etmek" başlıklı yazı, Ö.
Laçiner'in ekonomi politiğe karşı açtığı savaşı "şirazeyi kaçırmak" olarak değerlendirip eleştir-
mekle birlikte, sosyalizme ilişkin eleştirilerinin dayandığı zeminin aynılığı –"sosyalizmin bir tür
kalkınma ideolojisi" haline getirildiği– bu eleştiriyi sadece aşırılığa yöneltilmiş olarak sı-
nırlandırmakta ve o da Laçiner'le aynı zeminde durmaktadır. Üstelik tüm Birikim tarihi bu tür
yazılarla doluyken onlardan hiç haberi yokmuş gibi de davranmaktadır Yeniden yazarı.

Birikim'in ilk sayılarından itibaren bu türden görüşler aralarında nüanslar olan yazarlarca ifade
edilmektedir. Birikim dergisi, yeniden yayınlanmaya başladığı '89 yılından itibaren tarihsel mis-
yonunu Stalin ve Lenin karşıtlığından Marks ve Marksizm karşıtlığına doğru ilerletip derinleştiri-
yor. Onun için, Birikim'in yıllar önce girmiş olduğu ve mesafe katettiği bu kulvardaki yürüyüşü-
nü yeni farketmiş görünen Yeniden yazarına "Günaydın" demek gerekiyor. Ve bir de öğüt! Biri-
kim dergisi. 1980 yılında bugün kendisinin durduğu zeminde duruyordu. Birikim, Stalin dönemi
sosyalizmini eleştirmekle işe başlamış, yürüyüp, sıçrayıp Marks'ı ve Marksizmi yadsıma aşa-
masına gelmiştir. Taner Akçam'ın bir yazısında ters yönden bir keşifle söylediği gibi Stalin'le
Marks'ın görüşleri arasında bir devamlılık ve bütünlük bulunmaktadır. Bu nedenle Yeniden yaza-
rı da ya girdiği kulvarda bir on yıllık gecikme yaşamadan oportünizmin olgunlaşıp sosyal de-
mokratlaştığı aşamayla buluşmalı ya da düşünce sistematiğini bir bütün olarak gözden geçirme-
lidir. Halihazırdaki görüşleri bir geçiş dönemi eklektisizmini yansıtmaktan öteye bir anlam ifade
etmemektedir.

Şimdi bu görüşlerin Birikim'de birbirini besleyecek biçimde nasıl sistematize edildiğini görelim.
Marksist ekonomi politik düşmanlığı ve ondan kurtulma çabası liberal Yeni Yüzyıl'ın yazarların-
dan Ahmet İnsel'de daha sistemleşmiştir.

"Toplumsal Tasarım Olarak iktisat ve İktisadın Aşılması" başlıklı yazısında Ahmet İnsel, sosyolo-
jide idealizme destek vererek işe başlıyor:

"18. yüzyıl sonunda, siyasal iktisat, kendini daha toplumbilim olarak ifade etmeyen bu yeni söy-
lemin bütününü oluşturuyordu. 19. yüzyılda ise, sosyoloji, Aguste Comte'dan beri artık kendini
toplumbilim olarak tanımlayan alan içinde, iktisadın düşman kardeşi ve rakibi olarak ortaya çıktı
Sosyoloji, siyasal iktisadın, toplumun temelini pazar kurumu, iktisadi süreç içinde oluşmuş de-
ğer, vs. gibi... iktisada mündemiç kavramlara dayamasına bir tepkiydi. Toplumu, bireyler kolek-
siyonu olarak düşünmenin olanaksızlığını ısrarla vurgulayan sosyoloji, toplum adlı özgül kate-
gorinin varlığının iktisadi kategorilere indirgenemeyeceğini iddia ediyordu. Durkheim'da en ol-
gun ifadesini bulacağımız sosyolojiye göre, toplumu bir bireyler koleksiyonu ve salt iktisadi dür-
tülerle hareket eden bir mekanizma olarak düşünmek, hiçbir denge garantisi olmayan, düzensiz,
anarşik bir yapıyı düşünmek demekti..."33 (Sayı 6, Ekim '89)

Ahmet İnsel, "Marksın geldiği Hegelci düşün geleneğinin lisanında, bir düşünün eleştirisinin
bitmesi, o düşünün varlığının sonuna gelinmesi demektir" göndermesinden sonra, ''tarihin cil-
vesi" olarak başlangıçta siyasal iktisadın sosyolojiden eleştirisine girişen Marks'ın sonraki düşün
sisteminin "Marksist pozitif iktisad"ın oluşumuna yol açtığını ileri sürüyor.

"Bugünkü Marksist pozitif iktisadın oluşumunda Marks'ın kendisinin kurduğu düşün sisteminin
rolü yadsınamaz. Siyasal iktisadın eleştirisine başlayan Marks, ilk önce adı konmamış bir sosyo-
lojiye ve fetişizm' gibi felsefi kategorilere ağırlık verirken, daha sonra bunu ikinci plana bırakıp,
kendini bilim olarak tanımlayana karşı, onun gibi 'bilimsel' olma dürtüsüyle hareket ederek, si-
yasal iktisadın 'bilimsel', daha doğru tabiriyle siyasal iktisadın içerden eleştirisine yönelecektir…"
(agd. s. 15)

Sonuç olarak Ahmet İnsel, eleştirel biçimiyle de olsa iktisat alanı içerisinde kalındığından kapita-
lizmin iktisadiyatçı anlayışıyla bir devamlılık ilişkisinin olduğunu ileri sürüp "toplumu iktisadi
olarak düşünmenin eleştirisi"nin yapılmayışını eleştiriyor. Ona göre, "Modern toplumun dönüş-
mesini düşünmenin yolu bu değildir" Ve yazısının sonunda son sözünü söyler: "İktisat söylemi,
modern toplumun kurucu söylemi olarak işlevini görmüştür. Modern toplumun aşılması, top-
lumun kendisini iktisat söylemi içinde tahayyül etmesinin ötesine geçmekle mümkündür. Ancak
toplumsal tahayyülün bu devrimci dönüşümüyle çağımızın 'aşılamaz ufku' olan iktisat ve onun
eleştirisi aşılabilir"

Yazar Ahmet İnsel, bu düşünce sistematiğinin sonucu olarak Marks'ı Marks'la geliştirmekten de
geri kalmıyor.

"Marks, Alman İdeolojisi'nde Feurbach"ı eleştirirken şöyle der: 'Komünizm, kendinden önceki
tüm hareketlerden, daha önceki tüm üretim ve değişim ilişkilerinin temelini altüst ederek ve ilk
kez bilinçli olarak daha önceki tüm doğal önkoşulları, bizden önce yaşamış insanların ürünü ola-
rak ele alıp, bunları doğal vasıflarından sıyırıp, birleşmiş bireylerin gücüne tabi kılarak, ayrılır.'
Ama bunu der demez, Marks hemen komünizmin temel örgütlenmesinin iktisadi olduğunu id-
dia eder: 'Bu nedenle, komünizmin örgütlenmesi, esas olarak iktisadidir. Bu birliğin koşullarının
maddi olarak yaratılmasıdır. Bu örgütlenme, varolan koşulları birliğin koşulları haline
dönüştürür'" (agd, s. 65)

Bu görüşlerin savunucularından eski Kurtuluş çevresinden İrfan Yavru, bu bakış açısıyla Marks'ı
ikiye ayırmayı başarmıştır! Şöyle demektedir:

"19. yüzyılın sonlarında, Marksizmin teorik hakimiyetindeki işçi partileri ve aynı zamanda bu par-
tilerle bağları olan güçlü işçi sendikaları kurulur.

İşçi hareketi içinde Marksizmin ekonomist yorumunun temel taşlarını oluşturan, iki önemli kav-
rayıştan biri, bu sendikal hareketten gelir. Ancak teorileştirilmesi, işçi hareketinin diğer gelenek-
33
Ahmet İnsel'in olumladığı biçimiyle sosyolojinin ekonomiden bu şekilde bağımsızlaştırılması, onun öznel bir sosyoloji olmasına
yol açmıştır. Sosyolojiye bilimsel bir temel ve içerik kazandıran tarihsel materyalizmdir. "Toplum adlı özgül kategorinin varlığının
iktisadi kategorilere indirgenemeyeceği" görüşü, sınıf olgusunu kapatan burjuva sosyolojisinin görüşüdür.
sel kurumu olan işçi partilerinin aydın önderlerince yapılır. Bu dar işçici bakış açısıyla boyanmış,
modernizm, üretimcilik (productivism) ve çalışmanın kutsanmasıyla bütünleşen sınıfın ekono-
mik bir değişken olarak algılanması. Esasen bu teorik yaklaşımın işçi sınıfının yapısında maddi
bir zemini vardır. Bu işçi sınıfının çifte karakterinden kaynaklanır. Çünkü, işçi sınıfı, hem serma-
yenin evrimini sağlayan bir faktördür, hem de onun inkarıdır. Yani hem ekonomik bir değişken,
hem de anti-ekonomik bir güçtür. Bu nedenle, denilebilir ki, Marks'ın düşüncelerine de bu ikili
karakter yansımıştır. Bir yanda emeğin, kapitalist yabancılaşmanın, çalışmanın kritiğini yapan
liberter bir Marks; öte yandan, teknolojinin gelişimini, sermayenin iktidarının yaygınlaşmasını,
onaylayan bir bakışla gözleyen bir Marks... Ekonomist yorum bu ikincinin üzerinde yükselir"
(Birikim, Kasım '89, savı 7, s. 17)

İrfan Yavru, "Marksizmin ekonomist yorumu"nun doğuşunu 19. yüzyıl pozitivizmine, vulger ma-
teryalizme bağlar. "Pozitivist bir felsefenin ağırlıkta olduğu sosyalizm tahayyülü"nden kurtulma-
yı, "19. yüzyıl pozitivist iyimserliğinin, Batı merkezli vulger materyalist ideolojilerin marksizm
içindeki etkilerini yeniden sorgulamayı" önerir. Ki bu tür görüşler, derece derece yaygındır.

Sorunun getirilip nereye bağlanacağını bildiğiniz bir düşünce sistematiğiyle ekonomizm yoru-
munun Stalin'den başlayarak geriye doğru sarılıp Marks'a dayandırıldığını görüyoruz. Aslında
bu yazar hâlâ bir eklektisizm zeminindedir çünkü bu düşünce Marksizmi de pozitivizm zeminine
oturtarak Marks'ı aşmıştır! Ama bu aşma, burjuva pozitivizminin dahi gerisine düşerek (çünkü
bu burjuva felsefesinin bilimsel gelişmenin ve endüstri kapitalizminin üzerinde yükselen bir dü-
şünsel akımıydı), daha geri bir tinselci idealizme doğru olmuştur. Marksizmin pozitivizmin üze-
rinde, zemininde geliştiğini (üretimcilik) ileri sürerlerken, kendileri pozitivizmin dahi gerisine
düşmektedirler.

PKK aynı kulvarda


Bu türden görüşler sadece Birikim vb. çevrelerde savunulmuyor. Revizyonist diktatörlüklerin
yıkılışından sonra o güne dek bu ülkelerde sosyalizmin egemen olduğunu söyleyen çeşitli örgüt
ve kişilerce de küçük farklılıklarla hızla benimsenip savunulmaya başlandı. Bunlardan birisi de
PKK'dir. PKK'nin bu konudaki yaklaşımlarının Birikim'le "şaşılacak" benzerliği, dayanılan ideolo-
jik-teorik temelin ortaklığı konusunda yanıltıcı olmayan bir sonuç çıkarmamızı sağlamaktadır.

PKK'nin "olgunluk dönemi sosyalizmi" olarak geliştirdiğini iddia ettiği, insancıl bir sosyalizm gö-
rüşüdür. Sosyalizme, ezilenler ve sömürülenler söylemi üzerinden bir tarihsellik kazandırmakta,
diğerleri gibi o da sınıfsallıktan, proletaryanın tarihsel rolünden ve bilimsel sosyalizmden uzak-
laştırılmış bir sosyalizm düşüncesine varmaktadır. Bunu yaparken de diğerlerinin "inceliği"nden
uzak kaba bir oportünizm sergilemektedir. PKK'nin sosyalizme ilişkin görüşlerini temel bir belge
olan 5. Kongre Raporu'nda (1995) görelim.

"Sosyalizm, kökleri insanlık tarihindeki tüm ezilen ve sömürülenlerin, pleblerin, serflerin müca-
delesine kadar dayandırılabilecek bir ideolojidir. Her çağın kendine göre bir sosyal mücadelesi,
yani sosyalizmi vardır. Hemen her dinin kendine göre bir sosyalize olmuş biçimleri bulunur.
Kapitalizm çağındaki bilimsel gelişmeye bağlı olarak sosyalizmde de en bilimsel düzeye ulaşıl-
ması sözkonusudur."34

34
Bu ele alış biçimi sadece ifadelerin özensizliğine bağlanıp değerlendirilemez. Bütün ezilen ve sömürülen hareketlerle proletarya
ve sosyalizm arasında tarihsel bir devamlılık bağı vardır. Proletarya tarihte ilerici bir rol oynamış tüm ezilen sınıfların mücadeleleriy-
"Merkezinde Sovyetler Birliğinin bulunduğu dönem, sosyalizmin ilkel ve vahşi dönemi olarak
ifade edilebilir. Sovyet Devrimi, ideolojik planda dogmatizme, kaba materyalizme ve büyük Rus
şovenizmine kaymasıyla; politik alanda çok aşırı merkezileşmeyi yaratması, demokratik sınıf
mücadelesini dondurması ve devlet çıkarlarını her şeye egemen kılmasıyla, sosyal planda top-
lumun ve bireyin özgür demokratik yaşamını kısıtlamasıyla, ekonomik planda devletçiliği ege-
men kılıp dışa bakan tüketim toplumunu aşamamasıyla; askeri planda ordu ve silah gücünü her
şeye kadir görmesiyle sosyalizmde bir tür sapmayı oluşturur."

Sovyet revizyonizminin sosyal emperyalist politikalarının açık bir saldırganlık ve hegemonya


mücadelesine büründüğü Brejnev döneminin "sosyalizmi"nin kararlı savunucularından olan
PKK, revizyonist bürokratik diktatörlüklerin yıkılmasından sonra görüş değiştirdi. Ve geriye doğ-
ru da giderek tüm bir sosyalizm tarihini, Lenin ve Stalin dönemlerini de kapsayacak şekilde aynı
çizgide değerlendirmeye başladı. PKK'nin sosyalizme dönük eleştirileri Birikim yazarlarından
farklı değildir. Sosyalizmin kapitalizmin "ekonomiciliği", "kalkınmacılığı", "tüketimciliği" ile yarıştı-
ğı ve bu temelde bir gelişme gösterdiğini, diğer bir deyişle aynı kulvarda yürüdüğünü, onu yı-
kanın da bu olduğunu ileri sürmektedir. Kendi "Olgunluk dönemi sosyalizmi" olarak propaganda
ettiği, ulusal hareketin sınıfsal olandan kaçışına denk düşen kaba bir insancıl sosyalizm anlayışı
olan görüşlerinin de ifade ettiği değerlendirmelerini izlemeye devam edelim.

"Sosyalist Gelişme Ölçüsü Kapitalizm Değildir/ İşte şimdi temel sorunlar bunlardır ve bunun
sosyalizmle nasıl aşılacağı gündeme geliyor. Reel sosyalizmdeki gibi aşılamayacağı açıktır. Ka-
pitalizm gibi karnını doyurmayı esas alırsa, insanları kapitalizmin yarattığı insanın daha da geri-
sinde bir insana dönüştürürsün. Bu gerçek reel sosyalizmde ortaya çıkmıştır. Morali kırarsan,
demokrasiyi geliştirmezsen, kapitalizmden daha geri koşullar ortaya çıkar ve seni geride bırakır.
Bunun en temel nedeni, reel sosyalizmin demokrasi ve morali geliştirememesi, kapitalist tüke-
tim kalıplarını aşamamasıdır. Dolayısıyla ideolojiye ters düşmektedir. Sosyalist ideoloji kesinlik-
le kapitalizmin normlarını insanlık için esas görmez. 'Kapitalizm bu kadar veriyor, ben de bu ka-
dar vereceğim' diyemez. Sen bazılarını hiç vermeyeceksin, olmayan bazı şeyleri de vereceksin.
Bunu araştırıp bulmak gerekir."

"Sosyalizm İnsanı Sosyalleştirme Sorunudur/... Sosyalizm nicelikler sorunu değildir ve dünya-


nın üçte biri, altıda biri sosyalist oldu diye kendimizi kandıramayacağımız açıktır. Gerçekte sos-
yalizm bir nitelik, bir insanın kendisini sosyalleştirme sorunudur. On tane insan kendisini mü-
kemmel sosyalist yapsın, belki de dünyanın altıda birinde daha iyi bir sosyalist dünya ortaya
çıkabilir. Bu nedenle sosyalizm coğrafik bir kavrama indirgenemez. Hatta 'Bu kadar insan sosya-
lizmin etkisindedir' demek de sosyalizmin bağımsızlığını göstermez. Sosyalizmin başarısı ger-
çekleştirilen insanla gösterilebilir. Bu da niceliksel değil, niteliksel bir sorundur. Sosyalizmin çok
güçlü temsilini yapan on kişilik bir merkez; on milyon aptallaşmış sosyalistten veya kapitalizmin
etkisi altındaki insandan daha güçlüdür."35

le kendi savaşımı arasında hem bir bağ kurar hem de onları kendi mirası olarak görür. Ama onları tarihsel koşullarından farklı sosyo-
ekonomik formasyon ve süreçlerdeki çelişkilerin ortaya çıkış koşullarından kopartmaz ve aynılaştırmaz. Sosyalizmin bu genelleştiril-
me biçimi, bilimsel sosyalizmle önceki sosyalizm türleri arasındaki ayrımı sildiği gibi, proletarya sosyalizmini de (proletaryanın kur-
tuluşu ile insanlığın kurtuluşu arasındaki ilişkiyi) ortadan kaldırmaktadır. Dinle sosyalizm arasında kurulan "masum bağ" ile materya-
lizmi katlettiği gibi, PKK tarafından nasıl bir siyasal oportünizm aracı haline getirildiğini de biliyoruz. Devam edelim.
35
PKK lideri, sosyalizmde insan unsurunun önemini vurguluyor gibi ama, sosyalist inşanın çeşitli aşamalarında "10 tane mükemmel
sosyalist" bulunabileceğine göre, sorunun bu tür iyice basitleştirilmiş iradeci çözümlerden geçmeyeceği anlaşılabilir.
Abdullah Öcalan, öncü gerilla savaşımı düşüncesini sosyalizmin inşası sorunlarının çözümüne idealist bir mantıkla taşıyor. Kendi bi-
reysel durumunun da doğru bir tahliline dayanmayan, tarihin yapıcıları olarak önder bireyleri gören idealist tarih anlayışının iradeci
Bilimsel sosyalizm karşıtlığı
Bilimsel sosyalist öğreti; diyalektik ve tarihsel materyalizm ne pozitivizmle ne de kaba materya-
lizm türleriyle (ekonomik materyalizm, determinizm, mekanik materyalizm, metafizik materya-
lizm...) ilişkilendirilebilir. Vulgarize edilmiş materyalizm türleri, olguculukla (pozitivizm) içice
geçmektedirler. Fakat, Marksist diyalektik ve tarihsel materyalizm bunlarla temelden farklıdır ve
bunlarla bir ilişki kurmaya çalışmanın bilimsel bir dayanağı olamaz. Bilimsel sosyalizm salt eko-
nomik bir öğreti değildir. Her türlü kaba materyalist, kendiliğindenci ekonomik determinist teo-
riyi reddetmektedir.

Bir öğreti olarak bilimsel sosyalizme İngiliz ekonomi politiği, Fransız sosyalizmi, Alman felsefesi
kaynaklık etmişlerdir. Bunlar bilimsel sosyalizmin bileşenlerini oluşturmaktadırlar ve Marksist
teori, bilimin her bir alandaki bu en ileri düzeylerinin eleştirel bir ele alınışı ve daha üst bir dü-
zeyde bütünsel bir kuruluşudur. Felsefi yönden de diyalektik ve tarihsel materyalizm Hegel'in
idealizmini olduğu gibi Feurbach'ın kaba mateyalizmini de eleştirerek gelişimini sağlamıştır.
Diyalektik materyalizm bütünsel bir felsefe olarak Hegelci idealizmden de (ve her türlü idealizm-
den), Feurbachçı materyalizmden de (ve her türlü kaba materyalizm türünden) ayrılır.

Diyalektik materyalizm, madde ve bilinç, sosyal varlık/sosyal bilinç, objektif ve sübjektif koşullar
ilişkisinde her zaman birincilerin ilk olduğunu söylerken hiçbir zaman bu ilişkiyi tek yanlı kurma-
yarak, öznel faktörün dinamik rolünü, belirtti.36 Bu nedenle, varlıkla bilinci özdeş gören kaba
materyalizmle, diyalektik materyalizm arasında bir ilişki kurulamaz.

Tarihsel materyalizmin kaba materyalist yorumu, daha ilk örnekleriyle ortaya çıkmaya başladı-
ğında Marks bu tür "marksistlere" karşı tepkisini, "Bütün bildiğim, Marksist olmadığımdır" sözle-
riyle dile getirmişti. Engels materyalist tarih anlayışının bu tür yanlış ve çarpıtılmış yorumlarına
karşı şu ünlü açıklamayı yapmak gereğini duyar: "... Materyalist tarih anlayışına göre, tarihte
ensonu belirleyici öğe, gerçek hayatın üretimi ve yeniden üretimidir. Ne Marks ne de ben bun-
dan fazlasını hiçbir zaman öne sürmedik. Böyle olunca, eğer birisi, ekonomik etmenin biricik
belirleyici öğe olduğunu söyleyerek sorunu çarpıtırsa, bu önermeyi, anlamsız, soyut ve budala-
ca bir ifadeye dönüştürmüş olur. Ekonomik durum temeldir ama, üstyapının çeşitli öğeleri –
sınıf savaşımının politik biçimleri ile bunun sonuçları, yani başarılı bir çarpışmadan sonra, zaferi
kazanan sınıfın oluşturduğu anayasalar vb. hukuksal biçimler ve hatta ve bu gerçek savaşımla-
rın bunlara katılanların beyinlerinde uyandırdığı yansımalar, politik, hukuksal, felsefi teoriler,
dinsel görüşler ve bunların bir dogmalar sistemi halinde gelişmeleri de tarihsel savaşımların
gidişi üzerinde etkilerini gösterirler ve birçok hallerde bunların biçimlerinin belirlenmesinde
baskın bir rol oynarlar. Bütün bu öğeler arasında karşılıklı bir etkileşim vardır; bütün sonsuz
ilinekler çokluğu (yani, iç bağıntısı o kadar uzak ve olanaksız göründüğü için, yok ya da ihmal
edilebilir sayabileceğimiz şeyler ve durumlar) ortasında ekonomik devinim ensonu kendisini

bir yüceltilmesidir bu görüş. Materyalist tarih anlayışıyla uzaktan yakından bir ilişkisi yoktur ama bir benzeri aranacaksa "tarihe yön
veren Önder kişilerdir" diyen Sol Hegelcilerin tarihsel düşünce tarzında bulunabilir. Tarihi yapan, gerçek kahramanlar, kitlelerdir.
Tarihsel-toplumsal dönüşüm için gerekli koşullar ortaya çıkmışsa önderler bunun üzerinde etkin, bilinçli rol oynayabilirler.
PKK liderinin tarihte bireyin rolü konusundaki öznelci düşünceleri, derinleşen bir benmerkezciliğe varmaktadır. Öncü bireylerin rolü
konusunda ise; sürecin başlangıcında Kürt ulusal direniş hareketinin öncülerini (kadrolarını) ve halkı ayağa kaldırmada etkili olan
iradeci vurgular, hareketin bugün yaşadığı sorun ve tıkanmalar karşısında aynı biçim ve yöntemlerin kullanılmaya devam edilmesiy-
le devrimci etki ve sonuçlar yaratmaktan uzaktır. Devrimci bir politik açılımla birleşmediği için etkisiz kalmaya hatta tersyüz olmaya
mahkumdur.
36
Bu konu Parti teorisinde, bir numaralı sübjektif faktör olarak partinin günümüz koşullarındaki rolünün ve görevlerinin bütünsel bir
kavranışı amacıyla genişçe işlendi. Bu aynı zamanda Marksizmi kaba materyalizmle ilişkilendirmeye yönelerek, idealizm zemininde
teoride ve politikada bir dizi çarpıtmaya girişen oportünizme karşı bir yanıt oluşturmaktadır.
zorunlu olarak belli eder. Böyle olmasaydı, teorinin, tarihin herhangi bir dönemine uygulanma-
sı, bir bilinmeyenli basit bir denklemin çözümlenmesinden daha kolay olurdu."

"Tarihimizi kendimiz yaparız ama, her şeyden önce çok belirli ön olaylar ve koşullar altında.
Bunlar arasında, ensonu belirleyici olan ekonomik olanlardır. Ancak politik olanlar vb. ve hatta
insanların uslarına yerleşip kalan gelenekler bile, belirleyici olmasalar da bir rol oynarlar."
(Engels'ten J. Bloch'a; Seçme Mektuplar /Marks-Engels, Evrensel Y. sf.101)

Marksın Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı'nın Önsözünde özlü bir tanımını verdiği materyalist
tarih anlayışını bütünleyen bu yanıtı, materyalist tarih anlayışının kaba materyalizmle ayrımını
net olarak çizdiği gibi, öznelci idealizmin onu kaba materyalizmle aynılaştırarak öznelciliği derin-
leştirmesine ve bu türden günümüz Yeni Kantçılarına da bir yanıttır.

Pozitivizm, öznel idealist bir felsefedir. Nesneleri dış yüzeysel, şekilsel olarak kabul eder ama
onları açıklamaktan uzak durur, bilimin görevinin bu olmadığını ileri sürer, idealizm ve materya-
lizm arasındaki çatışmanın üzerine çıkan bir üçüncü felsefe geliştirme ve bilimsellik iddiasında-
dır ama nesnel bilgiyi sınırlandırmaya başladığı yerden idealizme döner; bilinemezcidir. Doğa
bilimlerindeki gelişmelerin idealizmi zorladığı bir evrede, bu gelişmeler kapitalist üretimin ge-
lişmesine hizmet edip burjuvazi kendi çıkarına bunlardan yararlanırken, bilinebilir olanın olgular
olduğu savıyla bilgiyi sınırlandırmıştır. Bunun ötesinde bilimsel teorinin kapitalizmin ebediliğini
çürütmesi vardır ve kapıyı ona kapar. Bu aslında burjuvazinin gelecek korkusunun felsefi ifade-
sidir.

Felsefi açıdan pozitivizm ile Marksist diyalektik ve tarihsel materyalizm arasında bağlantı kurmak
olanaksızdır. Böyle bir bağlantı gerek kaba materyalizmle, gerekse pozitivizmle kuruluyorsa bu,
kuranlar açısından nesnel gerçeklik ve toplumsal gelişme süreçlerine yaklaşım konularında ters
yönden, idealizm cephesinden kurulan bir ilişkilendirmedir. Marksist diyalektik ve tarihsel ma-
teryalizmle kaba materyalizm, determinizm, pozitivizm arasında bu zoraki ilişki kurmanın bir tek
nedeni bulunmaktadır: Toplumsal gelişmenin yasalarının yadsınması. Bu bağlantının kuruluş
yönü ve bu nedenine baktığımızda çıkarılacak sonuç budur. Zaten bu bağlantı, felsefe alanına
doğrudan bir giriş yapmadan ekonomik alandan kurulmaktadır. Sınai kapitalizmin felsefesi ola-
rak pozitivizm, Marksizm ve sosyalizmle "ekonomik kalkınmacılık" çizgisinde paydalaştırılmakta-
dır.

Sosyalizmle kapitalizm, siyasal, ekonomik, sosyal her alanda ve her açıdan birbirine bütünüyle
karşıt iki sistemdir. Bu karşıtlığı silerek sosyalizmi "kapitalizmin üretimci ve ekonomiye öncelik
veren anlayışının devamı" olarak görmek, bu görüşlerin sahiplerini "Stalinci sosyalizmin eko-
nomizmi"nin eleştirisinden başlayıp Marksist ekonomi politiğin sorumlu ilan edilmesine götür-
müştür. Geldikleri son nokta itibariyle Ömer Laçiner'in veciz sözleriyle "sosyalizmin yeni baştan
tanımlanması", sadece "ekonomizmin kapitalizm mezhebine değil, ekonomi politik dinine karşı
bir alternatif oluşturmak"la olacaktır. Bu revizyonist görüşler, görüşlerine daha sağlam ve inan-
dırıcı bir temel hazırlayabilmek için de tarihsel koşullar itibariyle burjuva pozitivizmi ile
Marksizmi ilişkilendirmekte, yine kaba materyalizmle diyalektik materyalizm arasındaki ayrımları
silmektedir.

Bu tür görüşlerin savunucuları sadece Birikim yazarları da değildir. Rudolf Bahro gibi yeşilci ide-
ologlar, ayrıca Andre Gorz, E. Laclau vb. özellikle '80'li yılların içerisinden başlayarak "sosyalizm-
le kapitalizmin aynı 'iktisadiyatçı temel üzerinde durdukları" yönünde saldırılarda bulunmaktadır-
lar ve onlar "yeni" bir sosyalizmin arayışına girmişlerdir. Birikim yazarlarına olsun, "olgunlaşmış
bir sosyalizm" düşüncesini ortaya koyduklarını ileri süren PKK önderliğine olsun yön veren dü-
şünceler, saydıklarımız vb.lerinin görüşleridir.

Marksist ekonomi politiğin, tarihsel materyalizmin yadsınması


Marksist ekonomi politiğin reddi –ya da yazarın deyişiyle "ekonomi politik dinine karşı bir alter-
natif oluşturmak"– bu görüşü savunan, savunmaya başladığı andan itibaren tarihsel materya-
lizmi de yadsıyor demektir ve bilimsel sosyalizmle uzaktan yakından bir ilgisi kalmamıştır. Ayrı-
ca o, diyalektiği de materyalizmden ayırmaktadır; dolayısıyla idealizm kampına geçmiştir. Ma-
tematiksel bir doğrunun kesinliği neyse, bu tür görüşler ileri sürüldüğünde çıkarılacak ilk sonuç
da budur.

"Ekonomik politik dini" ne işe yarıyor? Ondan vazgeçmenin anlamı nedir? Sosyo-
ekonomik/tarihsel süreçlerden kopartılmış, çekilip alınmış bu "vazgeçme" teorileri, neleri yadsı-
maktadır? Saldırı konusu yapılan Marksist ve materyalist tarih anlayışı, ekonomi politik ol-
duğuna göre, bu perspektifin içerisinden yanıt verelim. Konuyu "Nasıl bir sosyalizm?" anlayışına
doğru götürdüğümüzde ise, birey, özgürlük, eşitlik, sosyalizm vb. konularda bu "eleştirici"lerin
düşüncelerinin idealist safsatalar olmaktan öteye geçmediğini, eski revizyonist teorilerin, burju-
va, küçük burjuva sosyalizm anlayışlarının cilalanıp yeniden piyasaya sürüldüklerini göreceğiz.

Materyalist tarih anlayışının özlü bir anlatımı olan Marks'ın "Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı"
kitabına37 yazmış olduğu "önsöz" den bir bölüm aktaralım.

"Varlıklarının toplumsal üretiminde, insanlar, aralarında zorunlu, kendi iradelerine bağlı olmayan
belirli ilişkiler kurarlar; bu üretim ilişkileri onların maddi üretici güçlerinin belirli bir gelişme de-
recesine tekabül eder. Bu üretim ilişkilerinin tümü, toplumun iktisadi yapısını, belirli toplumsal
bilinç şekillerine tekabül eden bir hukuki ve siyasal üstyapının üzerinde yükseldiği somut temeli
oluşturur. Maddi hayatın üretim tarzı, genel olarak toplumsal, siyasal ve entelektüel hayat süre-
cini koşullandırır. İnsanların varlığını belirleyen şey, bilinçleri değildir; tam tersine, onların bilin-
cini belirleyen, toplumsal varlıklarıdır. Gelişmelerinin belli bir aşamasında toplumun maddi üre-
tici güçleri, o zamana kadar içinde hareket ettikleri mevcut üretim ilişkilerine ve de bunların hu-
kuki ifadesinden başka bir şey olmayan, mülkiyet ilişkilerine ters düşerler Üretici güçlerin ge-
lişmesinin biçimleri olan bu ilişkiler, onların engelleri haline gelirler. O zaman bir toplumsal dev-
rim çağı başlar. İktisadi temeldeki gelişme, kocaman üstyapıyı, büyük ya da az bir hızla altüst
eder. Bu gibi altüst oluşların incelenmesinde, daima, iktisadi üretim koşullarının maddi altüst
oluşu ile –ki, bu, bilimsel bakımdan kesin olarak saptanabilir–, hukuki, siyasi, dini, artistik ya da
felsefi biçimleri, kısaca insanların bu çatışmanın bilincine vardıkları ve onu sonuna kadar götür-
dükleri ideolojik şekilleri ayırdetmek gerekir Nasıl ki, bir kimse hakkında kendisi için taşıdığı fikre
dayanılarak bir hüküm verilmezse, böyle bir altüst oluş dönemi hakkında, bu dönemin kendi
kendine değerlendirmesi göz önünde tutularak bir hükme varılmaz; tam tersine, bu değerlendir-
meleri maddi hayatın çelişkileriyle toplumsal üretici güçler ile üretim ilişkileri arasındaki çatış-

37
Eleştirdiğimiz revizyonist görüşlerin savunucuları genel bir yaklaşım olarak Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, Alman İdeolojisi
gibi yapıtlara örtük bir karşı çıkış içerisindedirler. Keza Kapitali, Marks'ı, Marksizmi ikiye bölerler. Onların hit başucu kitabı Marks'ın
Hegelci felsefeden kopuşunun küçük doğum izlerini taşıyan 1844 El Yazmaları yapıtıdır. Aslında orada bir işine geleni alma, keyfe
göre yorumlama vardır. Bu oportünist tutumu sergilemek "yabancılaşma" konusunu ele alacağımız başka bir yazının konusu olacak-
tır.
mayla açıklamak gerekir." (sf. 26)

Materyalist tarih anlayışının temelini bu düşünceler oluşturur. Altyapı ile üstyapı arasındaki bu
temel ilişkinin koparılması, sosyoekonomik tarihsel süreçlerden kopartılmış, ayrılmış bir üstyapı
analizi, ideolojik, siyasal, felsefe, sanat, bilim vb. temelinden bağımsızlaşan her düşünce, diya-
lektik ve tarihsel materyalizmi yadsımaktadır.

Politik ekonomi (bilimi), toplumun ekonomik ilişkilerini inceler, insanların üretim içerisindeki
toplumsal ilişkileriyle, üretimin toplumsal yapısıyla uğraşır. Çeşitli gelişme aşamalarıyla her üre-
tim tarzının özel ve bir bütün olarak üretim ve değişimin genel yasalarını ortaya koyar, bunların
bilgisiyle hareket eder. Devrimci ideolojinin, siyasetin bilinçli faaliyetin dinamik ve dönüştürücü
hareket olanağı buradan, "zorunluluğun" bilinmesinden doğar. "Ekonomi politik din"nden vaz-
geçmenin somut anlamı, toplumun ekonomik ilişkilerinin, maddi varlıkların üretim ve da-
ğılımının tabi olduğu yasaların incelenmesinden vazgeçmek, bunların mantıksal ve kaçınılmaz
sonuçlarından uzak durmak, kaçmak demektir. Kapitalist meta üretimi, değer yasası, artıdeğer
yasası kapitalist birikimin genel yasası.... bunlar var mıdır, gerçeklik taşımakta mıdır? "Ebedi"
midirler, ortadan kalkışları nasıl olacaktır? Bütün ekonomik formasyonlar için geçerli olan top-
lumun ekonomik gelişme yasası, üretim ilişkilerinin üretici güçlerin karakteri ile zorunlu uyum
yasası gerçeklik taşımakta mıdır, bu çelişki antagonizma (uzlaşmaz karşıtlık) kazandığında eko-
nomik ve toplumsal yapının devrim yoluyla dönüşümü dışında bir yol var mıdır?

Kapitalizmle sosyalizmin, ekonominin sorunlarının ele alınışında, birisi kaynağını kapitalist özel
mülkiyetten alan, öteki, toplumsal mülkiyetten alan iki karşıt yaklaşım söz konusudur. Endüstri-
yel kapitalizmin pozitivizmiyle, Marksizm ve sosyalist ekonomi arasında kurulan bu saçma ilişki-
yi çürütmek için tek, fakat temel bir tek karşılaştırma yeterlidir. Kapitalist üretimin amacı
artıdeğerin, kârın elde edilmesidir. Kapitalizmin nesnel ekonomik yasası, artıdeğer yasası tekelci
kapitalizm aşamasında ise azami kârın güvence altına alınma yasasıdır. Sosyalizmin temel eko-
nomik yasası ise, toplumun maddi ve kültürel gereksinimlerinin azami ölçüde karşılanması,
sosyalist üretim ve tekniğin bu amaca hizmet edecek şekilde geliştirilmesidir. Bu fark, hiçbir
çarpıtmaya olanak tanımayacak bir karşıtlık oluşturur.38

"Sosyalizmin ıktisadiyatçılıktan kurtarılması", "ekonomi politik dininden vazgeçilmesi" türünden


görüşler, sosyalizmin ekonomik altyapısı ile üstyapısı arasındaki ilişkilerin kuruluşunda; hem
genel kuruluşunda hem de somut biçimler içerisinde çarpıtılmış görüşler olarak ortaya çıkmak-
tadır. Sosyalizmin temel ekonomik yasası nedir? Değer yasası sosyalizmde nasıl bir biçim ala-
cak ve ortadan kaldırılacaktır? Emek üretkenliğinin artışı ile "boş zaman" ve toplumun maddi ve
kültürel refahının yükseltilmesi arasındaki ilişki nasıl kurulmaktadır? Bunların somut ve ekono-
mik sorunların çözümüne ilişkin yanıtlarını vermeden "sosyalizmin iktisadi yatçılıktan kurtarılma-
sı", "insanı ve toplumu ekonomik alanın dışından tanımlama" boş gevezeliktir.

Ekonomi politiğin yadsınması, maddeci tarih anlayışının, diyalektik materyalist yöntemin yad-
sınma-sıdır. Toplumun ekonomik gelişmesinin yasalarının ve devrimci sınıf mücadelesinin yad-
sınmasına varan üstyapısal alandan sosyalizm adına geliştirilecek her türlü düşünce, hangi süs-
lü sözlere ve derin tahlillere dayanırsa dayansın boş sözler olmaktan ileri gitmez. En parlak söz-
lerle Dile süslense kapitalizmin içerisinde bir sosyalizm inşa etme düşüncesinin ötesine geçe-
38
Yazımızın ikinci bölümünde sosyalist ekonomi ve sosyalist inşanın çeşitli yönleri (siyasal, ekonomik, sosyal, kültürel) arasındaki
ilişkinin kuruluşunu irdeleyerek bu konuya genişçe gireceğiz.
mez. Nitekim öyle olmaktadır. Proletaryanın sınıf mücadelesi, proletaryanın tarihsel rolü ve pro-
letarya diktatörlüğü konusundaki öğretiyi de yadsıyan bu görüşler, vara vara Bernstein revizyo-
nizminin ahlaki sosyalizm görüşlerine, liberal/anarşist kırması bir özgürlükçülük ve ekonomik,
toplumsal yapı görüşüne varmışlardır. Eskimiş tezleri, cilalayıp satmaktadırlar.

FELSEFİ REVİZYONİZM
Revizyonistler, Marksist politik ekonominin eleştirisinden yola çıkarak dolayımlı bir şekilde felse-
fi alana geçiş yapmaktadırlar; bu ise, bize onların eleştirilerinin felsefi temellerini görebilme,
diyalektik ve tarihsel materyalizmi yadsıyıp idealizm kampına geçiş yaptıklarını görme olanağını
vermektedir. Dolayısıyla bu, oportünizmin, Marksist ekonomi politik ve sosyalizmin teori ve
pratiğine açtıkları savaşımın hangi cepheden yürütüldüğünün temelleriyle görülmesini kolaylaş-
tıracaktır.

Ülkemizde siyaset, örgütlenme ve teorinin çeşitli konularında tasfiyeci I ik ve revizyondan ge-


çirmeler eksik olmamasına karşın, 12 Eylül gibi yoğun bir gericilik dönemi dahil, tekil durumlar
dışında diyalektik materyalist felsefeye karşı tasfiyeci bir saldırı gerçekleştirilmiş değildi. Kuşku-
suz bunda, Almanlar gibi "Felsefeci" bir ulus olmayışımızın, bilim ve felsefeye devrimci hareke-
timizin uzaklığının payı büyüktür. Bugün atılan adımla felsefi revizyonizmin kapısı açılıp içeri gi-
rilmektedir.

Oportünist liberal görüşlerin felsefeye ilişkin düşünceleri, Marksist politik ekonominin eleştiri-
sinden felsefeye, diyalektik ve tarihsel materyalizmin örtülü eleştirisine geçiş biçiminde olmak-
tadır. Diyalektik materyalizmi doğrudan cepheye alan bir saldırıya henüz geçmiş değillerdir.
Siyasal planda liberal demokrasiye eğilim göstermekte birey/toplum ilişkisinde yarı liberal yarı
anarşist özgürlükçülüğüyle bunların felsefi izdüşümlerinin kulvarlarında gezinmektedirler. Ama
henüz daha başlıbaşına diyalektik ve tarihsel materyalizmi sorgulayan (geliştiren mi diyelim!) bir
seyrüsefere girişmemişlerdir. Fakat, ekonomik, toplumsal, siyasal konulardaki yaklaşımlarında
artık hiç de az olmayan bir şekilde onların felsefeye ilişkin düşüncelerini bulabilmek mümkün-
dür. Diğer bir deyişle, çeşitli konulardaki görüşlerindeki olgunlaşma, onları felsefi alanda da
adım atmaya, tarihsel materyalizmden başlayarak, diyalektik materyalizmi yadsımaya, reviz-
yondan geçirmeye zorlamaktadır. Üstelik bu görüşleriyle-gidişleriyle materyalizm kampı dışına
doğru çıkmaktadırlar. Ara biçimler, geçiş durumlarıyla birlikte çeşitli aşamalardan geçerek bir
değil birkaç adım geriye gitmeye adaydırlar. Önce PKK genel başkanı Abdullah Öcalan'ın görüş-
lerinden başlayalım. PKK Genel Başkanı 5. Kongre'de ifade ettiği görüşlere felsefi bir temel de
yaratıyor. Onun sosyalizm eleştirisi ve yeni sosyalizm anlayışı felsefede "ruh"un öneminin keş-
fedilmesine doğru bir dönüşle başlıyor.

"Bilimselliği böyle tek başına ele aldığımızda, en az dini dogmalar kadar tehlike arzcdiyor. De-
terminizm, veya kaba materyalizm de denen katı bir bilimsellik insanın yaratılışına pek uygun
düşmüyor"

"Şimdi biz burada elbette ki felsefeye bir giriş yapmak istemiyoruz. Yani ruh mu önce gelir, yok-
sa madde mi; bilinç mi maddeyi belirler, madde mi bilinci belirler gibi felsefik sorunlun-burada
irdelemiyorum. Bilim ne kadar gelişmişse de bunlara henüz tam çözüm bulamamıştır. Fiziğin,
biyolojinin, hatta psikolojinin kaydettiği en son gelişmeler bu sorunların hiç de basit olmadığım
göstermektedir. Madde zerreciklerinin duygulu varlıklar olup olmadığı bile tartışılıyor. Hatta bir
noktadan sonra madde-enerji dönüşümü, yine ruh-madde karışımı adeta siliniyor, hangisi han-
gisinden önce gelir, daha da derinleştirirsek, aslında fiziğin ötesi son derece insan hafızasının
alamayacağı durumlardır. Yani insanda bir izafiyet, aslında oldukça da sınırlılık var. Her ne kadar
kendisini tanrı yerine kovuyorsa da insanın öyle olamayacağı, olsa bile yine kendisini diyalekti-
ğin yasalarına uydurmaktan kurtulamayacağı söylenebilir. Düşünsel gelişimin maddi etkileşimi
önemlidir ve bu yaşamı belirler. Ancak çok maddeci olmak kadar, çok fazla ruhsal kesilmek de
içinden çıkılmaz durumlar yaratıyor."

"Bugün çağımızda en temel sorun halen budur..."

PKK önderinin görüşleri kendisini açıktan ifade ediş tarzıyla daha kolay anlaşılır ve açığa verir
niteliktedir. O tek sözcükle materyalizm kampından idealizm kampına geçiş yönünde koca bir
adım atmıştır.

Abdullah Öcalan felsefe gibi ayrımların nüanslara inmiş olduğu, her sözün bin kez tartılması
gereken, küçük bir kaymanın bir kamptan öbürüne geçişe yol açabileceği bir alanda, bilimsel bir
titizlik içerisinde olmak bir yana son derece özensiz bir üslupla işe başlıyor ve her şeyi birbiri
ardına altüst ediyor. A. Öcalan, madde ve varlığın birincil, düşünce ve ruhun ikincil olduğu ma-
teryalizmle, idealizm arasındaki temel ayrım konusunda suyu bulandırıyor, aradaki bir tutumla
ve soruyu tersten sorarak idealizm kampına geçiyor.

Bilimdeki bazı gelişmeleri yarım yamalak ifade ve değerlendirmelerle idealizm yönünden yo-
rumluyor. Abdullah Öcalan'ın görüşleri daha ilk andan itibaren kaba materyalizmin bir eleştirisi
olmaktan çıkıyor. Maddenin mi, düşüncenin mi birincil olduğu –felsefenin temel sorununda
bilinemezci (agnostik) ara bir tutum sergiliyor, ardından neyin ne kadar bilinebileceği üzerine
Kantçı bir görüş ileri sürüyor, din skolastiği ile buluşuyor, sonra ara duruşunu güçlendirip kendi
kafasında olanı, "halen" çağımızın en temel sorunu olarak ilan ediyor. Kantçı felsefenin nesnel
dünyayı "kendinde şeyler" olarak tanımlaması39 buna karşın madde bilinç ilişkisinde bilinemezci
bir tutum sergilemesi bugünle karşılaştırıldığında bilimsel bilginin göreli sınırlılığı içerisinde
kısmen anlaşılabilir. –Ki o dönem için bile bunun pek bir geçerliliği kalmamıştı.– Fakat madde-
nin gerçekliğinin atomaltı parçacıklarının hareketi ve dönüşümüyle fiziksel bilginin alanına girdi-
ği günümüzde bu görüşlerin ileriye sürülebilmesi idealizme/metafiziğe doğru geriye dönmektir.
"... fiziğin ötesi son derece insan hafızasının alamayacağı durumlardır" görüşüyle Kant'a dön-
mektedir. Mikrobiyoloji ve genetik alanındaki bir dizi bilimsel buluş ve gelişmeyi de yok say-
maktadır A. Öcalan. Dış yüzeysel olanın, görüngüsel olanın bilinebileceğini, şeylerin özünün ise
bilinemeyeceğini ileri sürmektedir bu yaklaşımıyla. O Bernstein revizyonizminin "Kant'a dönüş"
sloganına sarılmaktadır. Bu felsefede olduğu gibi sosyalizm anlayışına damgasını vurmaktadır.
A. Öcalan'ın "olgunlaşmış sosyalizm" görüşleri, Bernstein revizyonistlerinin ahlaksal sosyalizm
anlayışının bir adım ötesinde değildir. Bunu da daha sonra ayrıca ele alacağız. Şimdi PKK ile
sosyalizm anlayışları şaşılacak(!) kadar birbirine benzer, felsefede de aynı kulvarlarda at koştu-
ran Birikim çevrelerinin Marksist felsefeye karşı saldırılarına geçelim.

Marksist politik ekonomiyi, proletaryanın tarihsel rolünü, hatta sınıflar mücadelesini yadsıyan
bu "geliştirmeci" görüşlerin, felsefede de öznelci idealizm kampına geçip onu derinleştirmeye
çalışmaları şaşırtıcı değildir. Biraz dolayımlı, farklı alanlardan geçiş yaparak bu yönde azımsa-

39
Bu görüşler Kant'ı "utangaç materyalizm" sınırları içerisinde tutar, fakat, o idealizm kampındadır Burjuvazinin bu büyük felsefecisi
yaşamının son yıllarında "İnanca alan açmak İçin bilimi sınırlandırdığını" itiraf eder. Bilimdeki yeni buluş ve gelişmeler, idealist felse-
feleri maddeci bir içerikte doldurmakta, zorlamaktadır.
namaz adımlar atmışlardır.

Örneğin, bilgi teorisi; madde/bilinç; özgürlük/zorunluluk ilişkileri açısından diyalektik materya-


lizme aykırı şu görüşler ileri sürülmektedir:

"... 13. yüzyıldan beri yeşermekte olan kaderine egemen olan insan fikrine Marksizm, yaşamın
üretilmesinin maddi koşullarının anlaşılmasıyla tercüman olmaya çalışır. Toplumsal olan her
şeyin insanların tasarımlarından ürediği, dolayısıyla tarihsel toplumsal tahayyülün ürünü olduk-
larını Marksizm görür ama bunu bu şekilde ifade etmeye cesaret edemez." (A. İnsel, Topluma
Karşı İktisadi İnsan, Birikim, sayı 10)

Marksist bilgi teorisini altüst eden ve Leninist parti teorisine gelip vuran, onu çoğulculuk anlayı-
şıyla yadsıyan bir diğer oportünist düşünce de şöyle ifade edilmektedir: "Marksist bilgi teorisi-
nin kalkış noktası gerçeğin sonsuz yönleri olduğu saptamasıdır. Bu yüzden bilgi sürecinin ürünü
olarak 'doğru' rölatiftir. Bu çoğulculuğun felsefi imkanıdır. Ekonomist Marksizmin Stalinist var-
yantı (niye Leninist değil -nba) bilgi objesinin çok boyutluluğunun ortadan kaldırıldığı felsefi bir
vulgarizmdir. Bu yaklaşımın politika teorisi olarak 'doğrunun tekelini elinde tutan bir öncü parti-
nin, ne içinde ne dışında başka partilerin varlığına tahammül edememesidir" (Birikim, sayı: 7,
Devrimcilik/Reformculuk Ayrımı ve Devrimci Marksizm, İ. Yavru)

İlkinden başlayalım. A. İnsel, "tasarım" ve "tahayyül"lerin ortaya çıkışını nesne ve nesnel süreçle
ilişkisini keserek kuruyor. Tasarımlar, imgelem yoluyla oluşturulurlar, bu anlamda algıdan ayrı-
lırlar. Fakat bu, tasarımların nesnel gerçeklikle bağının olmaması, kopuk olması demek değildir.
Diğer bir deyişle tasarımlar "hayaller alemi"nden gelmemektedir. "Hayaller" de gerçeklikle örtüş-
tükleri zaman bir değer kazanırlar.

Ahmet İnsel ince bir oportünizm sergileyerek, idealizme örtü olarak "toplumsal tasarım ve ta-
hayyülleri" seçiyor. Tasarımların nesnel gerçeklikle bağı dolayımlıdır. Söz konusu olan "toplum-
sal tasarımlar" olunca bu daha karmaşık-laşır. Çünkü, toplumsal bilinç ve tasarımlar, tek bir in-
sanın ürünü olmadığı gibi, bir anda da ortaya çıkmazlar. Toplumsal bir karaktere sahiptirler, şu
ya da bu kesitte ortaya çıksalar da tarihsel/toplumsal sürecin birikiminin ürünüdürler. İşte top-
lumsal tasarımların nesneyle olan ilişkisinin dolayımlılığı ve tarihsel/toplumsal bir sürecin içeri-
sinden ortaya çıkıyor oluşuyla konunun karmaşa yaratmaya uygunluğu, Ahmet İnsel'in onların
ayaklarını yerden kesip baş aşağı etmesine yol açıyor.

"Fikirlerin, tasarımların ve bilincin üretimi, ilkin doğrudan ve dolayımlı bir biçimde insanların
maddi faaliyetine ve maddi ilişkisine bağlıdır ve gerçek yaşamın dilidir İnsanların tasarımları,
düşüncesi ve zihinsel ilişkisi, burada onların maddi davranışının dolaysız anlatışı olarak kendini
gösterir. Bütün bir halkın siyasal dilinde, yasalarının, ahlâkının, dininin, metafiziğinin vb. dilinde
ifade edildiği gibi, aynı şey zihinsel üretim için de geçerlidir. Kendi tasarımlarının, kendi fikirle-
rinin vb. üreticileri insanlardır, ama gerçek, faal, kendi üretici güçlerinin ve bunlara tekabül eden
ilişkilerin, alabilecekleri en geniş biçimleri de dahil olmak üzere, belirli bir gelişmesiyle koşul-
landırılan insanlardır. Bilinç hiçbir zaman bilinçli varlıktan başka bir şey olamaz ve insanların
varlığı, onların gerçek yaşam süreçleridir. Ve her ideolojide insanlar ve onların ilişkileri bize,
camera obscura (karanlık oda)daymış gibi baş aşağı görünüyorsa, bu görüngü de, tıpkı, nesne-
lerin, gözün ağ tabakası üzerinde ters durmasının doğrudan fiziksel yaşam sürecinden ileri gel-
mesi gibi, onların tarihsel yaşam süreçlerinden ileri gelir." (Alman İdeolojisi, sf. 44) Du-
yumlarımız, algılarımız, tasarımlarımız, teoriler nesnel gerçekliğe uygun oldukları zaman gerçek-
tirler. Tasarımlarımız, teoriler, nesnel gerçeğe uygunlarsa geçerlilik kazanırlar, gerçekleşebilirler.
Öznel tasarımların ise bir geçerliliği olamaz. Dolayısıyla, toplumsal tasarımlar, "maddi koşulların
anlaşılması"ndan bağımsız olarak üretilemezler, tersine onların anlaşılması tasarım ve teorilerin
nesnel gerçeğe uygun üretilmesini ve onların pratikte geçerlilik kazanmasını sağlayacaktır. Bun-
dan dolayı her toplumsal tasarımın-teorilerin doğruluk ölçütü toplumsal pratiktir.

Öznel idealist toplumsal tasarım ve kuramların yanlışlığı da yine pratikle anlaşılır. Bu açıdan,
Marksist bilgi teorisi, her türlü safsatayla, gizemcilikle arasındaki ayrımı net olarak ortaya çıkar-
mak için pratiğe büyük önem verir.40

Ekonomi politiğe düşmanlık ve toplumsal gelişme yasalarının yadsınması ile baş aşağı edilmiş
"toplumsal olan her şeyin insan tasarımlarından ürediği" görüşü birbiriyle örtüşmektedir. Sosyo-
ekonomik süreçler ve bunların gelişme yasaları ile, bunların "zorunluluğun" bilgisiyle örtüşme-
yen, buna göre hareket etmeyen "toplumsal tasarımlar"ın gerçeklik kazanması da söz konusu
olamaz. Toplumsal tasarımların nesnel gerçeklikle ilişkisi kesildiğinde geriye salt zihne dayalı
tasarımlar kalır. Kantçı "törebilimsel sosyalizm" düşüncesinin de çıkış noktası burasıdır. Toplu-
mun düzenlenmesi "kesin buyruk"a göre belirlenmiş ahlaksal ülkülere göre olacaktır.

Bu açıdan Ahmet İnsel vb.lerinin yaptığına bir icat denilemez; olsa olsa bir keşif denilebilir, o da
keşfedilmiş olanın keşfedilmesi! Çünkü, Marksizmi Kantçılıkla "tamamlama" ya çalışan ilk onlar
değildir.

İ. Yavru, "'doğru rölatiftir" dedikten sonra, "Bu çoğulculuğun felsefi imkanıdır" sonucunu çıkarı-
yor. Bilgi teorisinin bu şekilde tek yöne doğru çarpıtılması oportünist siyasal çoğulculuğa zemin
yaratma amacından doğmaktadır. Onun bu amaçla "görelilik"ten söz edip "mutlak"lıktan söz et-
memesi, ikisi arasındaki iç bağıntıyı kurmaması, nesnel gerçeklik konusunda bilinemezciliğe
geçmektedir. Lenin, Rus Amprio-Kritiklerini tam da bu noktadan şöyle eleştiriyordu:

"Bu uslamlama, bütün inakçıların üzerinde durdukları bilgilerimizin göreliliği ilkesi bakımından,
görelilik (relativisme) bakımından son derece önemlidir. Herkes, ısrarla kendisinin göreci oldu-
ğunu açıklar; ama Almanların sözcüklerini yineleyen Rus inakçıları, görelilik ile diyalektik arasın-
daki ilişkiler sorununu açık ve dolaysız terimlerle koymaktan korkarlar ya da koymayı bilmezler
Bogdanov'a göre (ye bütün inakçılara göre) bilgilerimizin göreliliğinin tanınması, mutlak gerçe-
ğin her türlü kabulüne kapıları kapatır. Engelse göre mutlak gerçek göreli gerçeklerin bütün-
leşmesinin sonucudur. Bogdanov görecıdir. Engels ise diyalektikçi." (Materyalizm ve Amprio-
Kritisizm, sf. 141, Sol Y.)

İ. Yavru da sınırsız oportünizme zemin hazırlamak için görecidir. Bu görüşe göre mutlak, kesin,
doğru bilgiye ulaşılamaz, yaklaşılır. O hep ulaşılmayan (hatta ulaşılamayacak olan) "en son-
da"dır. Oysa mutlak bilgi, göreli ve yaklaşık bilginin sonunda değil, bizzat onun içindedir ve
onun gelişimiyle o da (mutlak bilgi de) ilerlemektedir. Diğer bir deyişle, "Mutlakla göreli arasın-
daki fark da görelidir." Göreli ve mutlak bilgi, diyalektik çelişkili bir birlik oluştururlar.

40
Ayrıca A. İnsel'in söylediği gibi, Marksizm işlevini sadece "açıklayıcılık ve tercümanlık"Ia sınırlandırmamıştır. Diyalektik materya-
lizm ve bilimsel sosyalist öğreti, 11. Tez'de de ifade edildiği gibi, bütün önceki felsefi akım ve teorilerden farklı olarak, sadece dün-
yayı açıklamakla yetinmeyip onu dönüştürmek iradesini; sübjektif faktörün dinamik rolünü (bilinçli faaliyet, parti) ortaya çıkarmakta-
dır.
Bilgiyi sadece göreli bilgi olarak sınırlandırmak, onun içerisindeki mutlak bilginin varlığını
gözardı etmek, mutlak bilgiyi hep en sonda olarak görmek, nesnel gerçekliğin bilgisine ulaşıla-
mayacağı yönünde bilinemezci bir düşüncenin savunulması anlamına gelir. Diyalektik materya-
lizm, göreliliği nesnel gerçekliği bilinemezciliğe götürmek ve onu yadsımak için değil, bilginin,
her tarihsel aşamasının, üretim güçlerinin, toplumsal gelişimin ve bilimin belirli bir gelişme dü-
zeyi tarafından belirlendiği anlamında tanımlayıp, kabul eder.

Parti teorisi açısından ise bu görüş (ÖDP'de vücut bulmuştur), sınırsız oportünizme kapıyı açar,
Maoculuğun "yüz çiçek" teorisiyle aynıdır, devrimci bir partiyi bir tartışma kulübüne indirger,
partinin irade ve eylem birliğini zayıflatıp yok eder.

Felsefi idealizme kaymış olan bu görüşler, Marksist "yabancılaşma" kuramını da bütünüyle felse-
fi olarak kategorilendirmektedirler. Bu nedenle Marks'ın 1844 El Yazmalarında kullandığı o dö-
nemin felsefi kavramlarına yaslanılır; özel mülkiyet, değer, meta fetişizmi, kapitalizm gibi kav-
ram ve kategorilerden bütünüyle uzaklaştırılarak, bütünüyle silinerek yabancılaşma sorunu ele
alınır. Üzerinde en çok söz söyledikleri bu sorunun çözümü de, proletaryanın sınıf mücade-
lesine, ekonomik sosyal koşulların devrim yoluyla dönüşümüne bağlı olarak değil genel bir
insanal /toplumsal, ahlaki soruna indirgenir.

Yeni revizyonist görüşlerin Marksizmi, kaba materyalizmle pozitivizmle, determinizmle ilişkilen-


dirmelerinin temel nedeni, toplumsal gelişmenin yasalarının yadsınmasıdır. Onlar Kant'ı sağdan
eleştiren Yeni-Kantçıların çizgisine, idealizme doğru geriye gitmektedirler. Yeni-Kantçılar, maddi
dünyanın nesnel varlığını yadsıyarak, bilginin konusunun doğanın ve toplumun yasaları değil,
salt bilincin görüngüleri olarak değerlendirmektedirler. Dolayısıyla onlar, toplumsal gelişimi,
kültürel gelişime doğru indirgeyerek, Marksizmin karşısına ulaşılması için çaba gösterilecek ah-
laksal bir sosyalizm görüşünü çıkardılar. 2. Enternasyonal revizyonistleri de bu teoriye sarıldılar.

Tarihsel materyalizmi yadsıyarak "Kant'a dönüş" akımını başlatan 2. Enternasyonal revizyonistle-


ri, sosyalizmi ahlaki ve etik sorununa indirgemişlerdi. Onların görüşlerini eleştiren Marksistler-
den biri olan Clara Zetkin şunları söylemektedir: "Bernstein bilimin yerine ütopyayı geçiriyor,
ekonomik bir gereklilik olarak sosyalizmin gerçekleşmesi için nedenleri bir yana bırakıyor ve
proletaryayı, sosyalizmin ahlaki, kültürel bir gereklilik olduğu yobaz inancıyla avutmaya uğ-
raşıyor." (Aktaran N. Krupskaya, İşte Lenin, sf. 392)

Bilindiği gibi, devrimin yenilgisinden sonra da 1908'lerde Rus Amprio-Kritikçileri ortaya çıktı.
Lenin, Materyalizm ve Amprio-Kritisizm'de, Yeni-Kantçı, yeni olgucu görüşler savunan, biline-
mezcilik zincirinde Kant'ın gerisine, Hume ve daha ötesi Berkeley'e doğru giden, diyalektik ma-
teryalizmi cepheden reddetmeyip "düzelten" revizyonistlerle savaştı ve mahkum etti. Toplam bir
yanıt oluşturması açısından diyalektik materyalizmin kavramlısını da içeren bu yapıtından bir
bölüm aktaralım:

"Marks ve Engels, Feurbach'tan yola çıkarak ve acemi çıraklarla mücadele içinde olgunlaşarak,
dikkatlerini materyalist bilgi teorisi üzerine değil de, doğal olarak materyalist felsefenin yukarıya
doğru tamamlanması, yani materyalist tarih anlayışı üzerine topladılar. İşte bu yüzdendir ki,
Marks ve Engels yapıtlarında diyalektik materyalizmden çok diyalektik materyalizme ağırlık ver-
diler ve tarihsel materyalizmden çok tarihsel materyalizm üzerinde durdular. Bizim Marksist
geçinen Mahçılarımız, Marksizme, tamamıyla farklı bir tarihi dönemde, burjuva felsefesinin özel-
likle bilgi teorisinde uzmanlaştığı ve diyalektiği oluşturan parçaların bazılarını (örneğin
relativizmi) tek yanlı ve tahrif edilmiş biçimler içinde özümleyerek dikkatini esas olarak yukarıda
idealizmin değil de aşağıda idealizmin savunulmasına ya da yeniden kurulmasına yönelttiği bir
dönemde yaklaşmışlardır Genelde pozitivizm, özelde de Machizm, materyalistlik taslayarak,
idealistliklerini sahte materyalist bir terminoloji ile gizleyerek en çok bilgi teorisini ince bir usta-
lıkla bozmakla uğraşmışlar ve tarih felsefesine daha az dikkat göstermişlerdir. Bizim
Mahçılarımız, Marksizme ters bir yönden yaklaştıkları için, onu anlamamışlardır. Onlar, Marksın
ekonomik ve tarihsel teorisini, Marksın temellerini, yani felsefi materyalizmi açık seçik kavra-
maksızın benimsemişlerdir –hatta o bile değil, çoğu zaman ezbere öğrenmişlerdir demek daha
doğru olur. Onun için Bogdanov ve ortaklarına, tersyüz edilmiş Rus Büchnerleri ve Dühringleri
denmelidir.

Bunlar yukarıda materyalist olmak istiyorlar, ama kendilerini aşağıda karmakarışık bir idealizm-
den kurtaramıyorlar." (İnter Y., 2. Cilt, sf. 185)

Bizde felsefi revizyonizmin günümüzde ortaya çıkmakta oluşu anlaşılmaz değildir. Ekonomi poli-
tik ve sınıf mücadelesi, proletaryanın tarihsel rolü vb.lerini yadsıma temelinde eleştirdiğimiz
çizgiler içerisindeki toplumsal teoriler, uluslararası platformlarda '80'li yıllarda yoğunlaşarak ileri
sürülmeye başlandı. Bizde ise '80'lerin ortasından itibaren, '89 sonrası revizyonist sistemin (on-
lara göre sosyalizmin) çökmesinden sonra ivme kazanarak gelişti. Felsefi revizyonizm de bunla-
rın devamı olarak ortaya çıkmaktadır. Kuşkusuz onlar da, Berkeley'in kapısına varmışken hâlâ
marksist ve materyalistliklerini iddia eden Rus öncüleri gibi, bizim eleştirilerimizin "aşırılığı"ndan
hatta, "saçmalığı"ndan dem vurabilirler. Ama bize düşen, Ömer Laçiner'in görüşlerini eleştiren
Yeniden yazarı gibi dil ucuyla söylemek değil, oportünist düşüncenin temelleriyle ortaya ko-
nulması ve köklerine vurmaktır.

Sonuç olarak, bugün sosyalizme yeni bir temel yaratma iddiasıyla ortaya çıkarak "ekonomi poli-
tik dini"nden vazgeçmeyi önerenler, tarihsel materyalizmi yadsımakla, insanal/toplumsal ahlaki
bir sosyalizm düşüncesine varmışlardır. Bu Bernstein revizyonizminin sosyalizm anlayışından
bir adım ötesi değildir. Onlar, ne söylerlerse söylesinler, düzeltilmiş bir kapitalizm ötesinde bir
seçenek sunmamaktadırlar. Teorileri bütünüyle kandırmacadır.
KÜLTÜREL SALDIRI ve

Partili Kültür Sanat

"Onun içindir ki insanlık kendi önüne, ancak çözüme bağlayabileceği sorunları koyar, çünkü
yakından bakıldığında her zaman görülecektir ki, sorunun kendisi, ancak onu çözüme bağla-
yacak olan maddi koşulların mevcut olduğu ya da gelişmekte bulunduğu yerde ortaya çıkar...
Burjuva üretim ilişkileri, toplumsal üretim sürecinin en son uzlaşmaz karşıtlıktaki biçimidir-
bireysel bir karşıtlık, anlamında değil, Bireylerin toplumsal varlık koşullarından doğan Bir kar-
şıtlık anlamında; Bununla Birlikte Burjuva toplumun bağrında gelişen üretici güçler, aynı za-
manda Bu karşıtlığı çözüme Bağlayıcı olan maddi koşulları yaratırlar. Demek ki, bu toplumsal
oluşum ile bu toplumsal oluşum de, insan toplumunun tarih öncesi sona ermiş olur."

(Karl Marks, 'Ekonomi Politiğin Eleştirisine katkı')

Burjuva egemenliğinin tek aracı zorbalık olsaydı, sökülüp atılması kolay olurdu. Ne var ki burjuva 
düzeni  yalnızca  şiddet  tekeli  yoluyla  emekçi  kitlelerin  üzerinde  değil,  aynı  zamanda  ideoloji‐
kültür tekeli yoluyla emekçi kitlelerin içindedir. Sömürücü sınıfların egemenliği, sindirmeci baskı 
mekanizmaları  ile  benimsetici  ideo‐kültürel  mekanizmaların  bir  bileşimine  ve  iç  bütünlüğüne 
dayanır.

 ʺEgemen sınıfların düşünceleri, bütün çağlarda, egemen düşüncelerdir de, başka bir deyişle, toplumun ege‐
men maddi gücü olan sınıf, egemen manevi güçtür de. Maddi üretim araçlarını elinde bulunduran sınıf, 
aynı zamanda, zihinsel üretimin araçlarını da emrinde bulundurur, bunlar o kadar birbirinin içine girmiş 
durumdadırlar ki, kendilerine zihinsel üretim araçları verilmeyenlerin düşünceleri de aynı zamanda bu ege‐
men sınıfa bağımlıdır. Egemen düşünceler, egemen maddi ilişkilerin fikirsel ifadesinden başka bir şey değil‐
dirler, egemen düşünceler, fikirler biçiminde kavranan, maddi egemen ilişkilerdir, şu halde bir sınıfı egemen 
sınıf  yapan  ilişkilerin  ifadesidirler;  başka  bir  deyişle,  bu  düşünceler,  onun  egemenliğinin  fikirleridirler.ʺ  
(Marx/Engels, Alman İdeolojisi, sf. 79)

Toplumsal egemenlik ilişkileri, son tahlilde belirleyici olan ekonomik ilişkilerle birlikte siyasi, ide‐
olojik, psikolojik, kültürel... tüm toplumsal uzantılarıyla bir bütün oluştururlar. Altyapı ile üstyapı 
arasında,  üstyapı  öğelerinin  kendi  içinde  karmaşık  etkileşimler,  içiçelik  ve  birbirini  bütünleme 
ilişkisi vardır. Egemen kültür de, ekonomik egemenliğin basit bir yansıması olmakla kalmaz. Top‐
lumsal ilişkilerin, emekçilerin yaşantısının sömürücü sınıfın isterlerine göre düzenlenmesinde baş‐
lı başına güçlü bir etkendir. Bu yüzden, kültürel sınıf savaşımı, toplumsal egemenliği elde tutma 
ya da ele geçirme savaşımının ihmale gelmez bir parçasıdır.

Kitlelerce içselleştirilmiş haliyle egemen kültür, emekçi kitlelerin kendi sınıf konumlarına tümüyle 
yabancı davranış, duygu, düşünce, değer yargısı kalıplarına sıkışması; bu tür gelenek ve alışkan‐
lıklar benimsemesi ve kendiliğinden uymasıdır. En geniş kitlelerin farkında bile olmadan benim‐
sediği ve adı konulmamış yasalarmışçasına sadakatle uyduğu pek çok kültürel norm, sınıf ve kitle 
hareketinin siyasi baskı kadar somut bir engeli, dahası bir iç engeli olarak çıkar karşımıza.

Günümüz Türkiyeʹsinde feodal, dinci, mezhepçi, lümpen, arabesk, pop, futbol fanatikçisi,  Kema‐
list, liberal vb. kültürel şekillenmelerin sınıf savaşımının serbestçe gelişmesinde nasıl bağlayıcı bir 
etkide bulunduğu konusunda uzun boylu açıklamalara gerek yoktur. Ancak burada önemli olan, 
burjuva‐gerici  kültürün  emekçileri  yalnız  oyalayıcı  ve  politika  dışı  tutucu  değil;  kişilik,  bireysel 
yaşam ve iç dünyalarına kadar şekillendirici olması, düzenle çok güçlü bir gönüllü tabiiyet bağı 
oluşturmasıdır.

Ekonomi, politika ve kültür üzerine bazı kenar notları


Ekonomik ve siyasi baskı, emekçilerin kültürel şekillenmesinde de belirleyici rol oynar. Fakat ister 
üretim  ilişkilerinde  kendini  tekrarlamalar  ve  açlık  disipliniyle,  ister  baskı  ister  manipülasyonla 
(çoğu kez bunların karmaşık bir bileşimiyle) sömürücü sınıflara özgü kültürel motifler bir kez kit‐
lelere mal olup yaygın biçimde kendiliğinden yeniden üretilmeye başlandığında, emekçilerin sınıf 
savaşımlarını da ʹkendiliğindenʹ gemleyen maddi ve gerici bir güce dönüşür.

Kapitalizm  öncesi  toplumlarında  sosyo‐ekonomik  temeldeki  darlık,  ihtiyaç  ve  özlemlerin  sınırla‐
nıp katı kurallara bağlanmasını dayatıyordu. Geri üretim koşullarında töre, gelenek gibi bağlayıcı 
kültürel kalıplar mevcut düzenin toplumsal istikrarında kesin bir rol oynar. Feodal üretim ilişkile‐
ri, dar ve kapalı bir temelde kuşaklar boyunca sürekli kendini yinelemeyle, egemenlerin işine ge‐
len  duygu,  düşünce  ve  davranış  kalıplarının  emekçi  yığınlar  tarafından  benimsenmesine  ve  ke‐
mikleşmesine yol açıyordu. Toplumsal ilişkiler böylece ʹayar ve düzenʹ kazanır kazanmaz, açık bir 
devlet yasasıyla kutsanıyordu. (Bkz. Marks, Kapital Cilt 3, bölüm 47, kısım 2)

Maddi ihtiyaçların sürekli bastırılması, bunları gidermeye yönelik her girişimin cezalandırılması, 
emekçilerin  yaşamını  kendiliğinden  bu  sınırlamalara  uyarlamasına,  gelenek,  alışkanlık,  inançlar, 
vb. biçiminde bilinçdışı oto‐kontrol mekanizmalarına dönüştürmesine yol açar. Örneğin din, çağ‐
lar boyunca emekçilere maddi ihtiyaç ve doyumlardan uzak durmalarını, yoksulluğun, acı çekme‐
nin, karşılıksız fedakârlığın erdem olduğunu vaaz etti, onları cehennemle korkutup cennetle avut‐
tu.  Cennet‐cehennem,  günah‐sevap,  vb.  gibi  sayısız  ilke,  kural,  normun  emekçiler  tarafından  be‐
nimsenmesinde,  engizisyon  türü  baskılar  kesin  bir  rol  oynamıştır.  Emekçilerin,  çıkarlarını  gayrı 
iradi  biçimde  egemenlerin  çıkarlarına  göre  düzenleyen  bu  tür  normları  benimsemesi,  devleti  ya‐
şamına içselleştirmesi anlamına gelir. Birikimli bir etki sonucunda, somut dış dayatmalar olmadan 
da  düzen  kültürel  gelenek,  alışkanlık,  önyargılar  vb.  biçiminde  kendini  emekçilerin  yaşamında 
sürdürme yeteneği kazanır. Kaldı ki, ilk bakışta bir zorlamaya dayanmıyormuş gibi görünen kül‐
türel şartlanmalarda da, sömürücü sınıfların yoğun manipülasyonları vardır. Çünkü, kültürel üs‐
tünlük sağlayan boş zaman, eğitim, bilgi, özgüven öğelerinin yanı sıra, bunu emekçilere çok daha 
örgütlü ve sistemli biçimde şırınga eden, uzmanlaşmış sayısız profesyonel kadro ve özel kurumla‐
ra sahiptirler.

Egemen  kültürün  en  bağlayıcı  yanı,  duygular  ve  düşler  dünyasına  ilişkin  olan  manevi  değerler 
sistemidir.  İhtiyaçların  bastırılması,  bunların  hayali  düzeyde  yaşandığı  bir  yüceltilmiş  semboller 
dünyasını ortaya çıkartır. Maddi güçlük ve acılardan hayali bir özgürleşme; büyünün, efsanelerin, 
dinin, ahlakın ve sanatın çıkışında bu vardır. Sınıflı toplumların ortaya çıkışıyla birlikte bu hayali 
özgürleşme ve doyumlar alanı, kutsallaştırılarak maddi yaşamdan kopartılan bir avuntu kaynağı 
olarak,  sömürü  düzenlerinin  temel  bir  dayanağı  haline  geldi.  İnsanın  fizik  güçsüzlüğüyle  başa 
çıkmasının ve topluluklar biçiminde örgütlenmesinin bir aracı olarak ortaya çıkan manevi değerler 
alanı, sömürücü sınıfların elinde ezilenlere ezilmeyi onaylatmanın, benimsetmenin aracı oldu. 

Emekçilerin  bir  türlü  anlamlandıramadıkları  dehşet,  acı  ve  yoksunluklar  karşısında  duydukları 
endişe ve güçsüzlük duygusu, onları manevi avuntular dünyasına sıkı sıkıya sarılmaya iter. Sömü-
rücü  sınıflar  ise,  bir  yandan  sınıfsal  tepki  ve  huzursuzluğu  emecek  yeni  avutma  mekanizmaları 
geliştirmekte son derece tecrübelidirler. Daha ilk çağda, Roma imparatorluğuʹnun egemenlik for‐
mülü ʹekmek ve sirktiʹ. Diğer yandan emekçilerin iç dünyasının kaçınılmaz olarak taşıdığı eşitlikçi, 
özgürlükçü  özlemleri  baskı  ve  istismarla,  içini  boşaltarak  düzene  emdirmeye  çalışırlar.  Böylece 
emekçilerin manevi dünyası da sürekli baskı, telkin ve avuntuyla, sıkı kurallara bağlanarak düze‐
nin yeniden üretilmesinin bir aracı haline gelir.

Kapitalist  büyük  sanayinin  ortaya  çıkması,  üretimin  daha  geniş  ölçeklerde  yapılabilmesi,  ekono‐
mik sınırlılığı ortadan kaldırdı. Ancak emekçi kitlelerin bundan yararlanabilme olanaklarının kapi‐
talist sistemce sınırlandırılmış oluşu, daha keskin bir çelişkiyi ortaya çıkardı. Kağıt üzerinde efen‐
dilerle eşit ve özgür bireyler haline gelen emekçilerin sömürülmelerinde, ezilmelerinde, maddi ve 
manevi  yoksunluklarında  –günümüzde  biraz  da,  kışkırtılan  ʺ(borçla  kırıntı)  tüketim  çılgınlığıʺ  ve 
sınıf atlama hayalleriyle perdelenen– derinleşmeden başka bir değişiklik olmadı.

Yıpratıcı  çalışma  koşulları,  ekonomik  sıkıntılar,  siyasi  sınırlamalar  işçi  sınıfı  ve  emekçileri,  yine 
burjuvazinin onlara sunduğu manipülatif ʹhisseli harikalar kumpanyasıʹ ile telafi etmeye çalıştıkla‐
rı, alabildiğine darlaşmış ve tekdüze bir yaşam biçimine mahkum eder. Maddi sıkıntı ve eziyetten 
kaçış olarak sarılınan burjuva hayaller kumpanyası ise, kapitalist üretim ilişkilerinin baskı ve yine‐
lemeyle  edinilen  ilke,  kural  ve  normlarını  bu  kez  emekçinin  iç  dünyasında  yeniden  üretmekten 
başka bir iş görmez. 

Çeşitli  sosyo‐kültürel  araştırmalar,  sosyo‐ekonomik  koşulların  kitlelerin  kültürel  şekil‐


lenmesindeki etkisini ortaya koymaktadır: ʺOrta sınıf aileleri çocuk yetiştirmede gelecekte bireysel karar 
verebilme gibi orta sınıfın mesleki gereklerine uygun olan özerkliği vurgularken, işçi sınıfındaki ana‐babalar, 
kendi iş ortamlarında geçerli olan dışsal kısıtlamalara itaat ve uyma davranışlarını önemsemektedirler.ʺ 
(Çiğdem Kağıtçıbaşı, İnsan Aile Kültür, Remzi Kitabevi, s. 81, 1990) Söz konusu araştırmaların 
ʹrefah toplumuʹ demagojilerinin alıp yürüdüğü yıllarda ABD ve Avrupa ülkelerinde yapılmış ol‐
ması,  üretim  ilişkileri  ile  kültürel  şekillenme  arasındaki  bağıntı  açısından  varılan  sonuçları  daha 
önemli  kılmaktadır.  Örneğin  üretim  sürecinde  sürekli  tekrarlanan  ilişki  biçimleri  olarak  baskı  ve 
horlanma, açlık disipliniyle fabrika hiyerarşisine itaat, yönetilme alışkanlığı, makinelerin eklentisi 
gibi kalmaktan kaynaklanan güçsüzlük duygusu vb. gibi, edinilen alışkanlıklar, aynı zamanda işçi 
sınıfının iş dışı yaşamını, duygu ve davranış kültürünü şekillendirmektedir.

Fakat konumuz açısından asıl önemlisi, egemen üretim ilişkilerinin kültürel egemenliği son tahlil‐
de  nasıl  koşulladığından  çok,  egemen  kültürün  egemen  üretim  ilişkilerini  nasıl  benimsettiğidir. 
Egemen  kültür,  her  türlü  eşitsizlik,  sömürü,  acı,  bastırılmış  özlem  ve  yeteneklerin  kaynağı  olan 
özel  mülkiyet  düzenini  çeşitli  biçim  ve  gerekçeler  altında  doğallaştırır,  sömürü  ve  eşitsizlikleri 
mutlaklaştırıp, ortaçağda ve günümüzde dinsel ideolojide olduğu gibi kutsallaştırır, burjuvazinin 
servetini ve asalaklığını emekçilerin kafasında olduğu kadar, duygu ve davranış biçimlerinde, de‐
ğer yargılarında meşrulaştırır.

Sorunun  böyle  konuşu,  bize  kapitalist  üretim  ilişkileri  ortadan  kaldırılmadan  emekçi  kitlelerin 
içinde  bulunduğu  kültürel  boğuntunun  ortadan  kaldırılamayacağını,  ancak  devrimci,  komünist 
bir  kültür  savaşımı  verilmeden  de  kapitalist  üretim  ilişkilerini  yıkma  savaşımının  eksik  ve  zayıf 
kalacağını gösterir. 

Toplumsal devrim örgütünde cisimleşecek sınıf savaşımı bütünlüğü açısından şuna özellikle dik‐
kat etmek gerekir: Sosyo‐ekonomik temel ile kültür‐sanat arasıdaki etkileşim düz ve mekanik bir 
ilişkiye  indirgenemez.  Kültürün  ekonomi  ile  ilişkisi,  daha  çok  dolayımlı  biçimlerde  ve  en  başta 
politika  üzerinden  kurulmaktadır.  Politika  ve  kültür  arasındaki  daha  dolaysız  etkileşim,  sınıflar 
arasındaki güç dengelerindeki değişimlerin kültür alanına çok daha dolaysız ve hızlı biçimde yan‐
sıyor olmasından, herkes için açık olmalıdır.41

Burjuvazinin politikası ile kültürü arasında, emperyalizm çağında, özellikle de medya gücünün ve 
psikolojik  savaş  tekniklerinin  gelişmesiyle  daha  sıkı  bir  bağlantı,  içiçelik  ve  bütünleyicilik  ilişkisi 
kurulmuştur. Bu ilişki burjuvazinin taktik ve stratejik programlarının temelini oluşturan dönemsel 
ʹkonseptleriʹ  üzerinden  kurulmaktadır.  Burjuvazinin  dönemlere  göre  değişen  ekonomik‐politik 
hedefleri  ekseninde,  entelektüel,  kültürel,  sanatsal  motiflerde  de  ʹgerekli  değişikliklerʹ  ve  yönlen‐
dirmeler yapılmaktadır. 

Örneğin bir dönem dinci gericilik körüklenecekse, eğitim sisteminden devlet eliyle beslenen tari‐
katlara  kadar  buna  uygun  düzenlemeler  yapılır.  Başka  bir  dönem  dinci‐gericilik  zaptedilecekse, 
RP kapatılır, 8 yıllık eğitim, ʹİslami reformʹ vb. tüm topluma tartıştırılır, eğitim sisteminden nama‐
za kadar topluma buna uygun ʹyeniʹ alışkanlıklar ve motifler benimsetilmeye çalışılır. Ya da Kür‐
distanʹda ʹsiyasi çözümʹ gündemdeyse, Levent Kırcaʹnın skeçlerinden, en tanınmış arabeskçilerin 
şarkılarına  kadar  buna uygun  ʹyeniʹ  normlar  işlenmeye  başlanır.  (ʹIşıklar  Sönmesinʹ  filmi  Orhan 
Gencebay  ve  Mahsun  Kırmızıgülʹün  ʹçok  tartışılanʹ  pasifist  şarkıları  anımsansın!)  Veya  resmi‐
geleneksel kültüre en aykırı gibi görünen serbest cinselliğin (ʹ80 sonrası Sezen Aksu ve onun oku‐
lundan  yetişen  şarkıcılar  bu  işin  bayraktarlığını  yapmaktadır)  önünün  açılması,  kadının  eşinden 
ayrı yaşamasını özendiren diziler, vb. neo‐liberal ekonomi politikaları çerçevesinde gündeme ge‐
lebilir. Diğer taraftan çözülen‐çürüyen aile kurumunu restore etmeye yönelik pembe diziler çevri‐
lir. Irkçı, şovenist temelde futbol fanatizmi körüklenir, vb. Uyuşturucu, fuhuş, porno, kumar (6ʹlı 
ganyandan borsaya kadar), asalaklık‐köşe dönücülük vb. hem ekonomik hem de idari, politik te‐
melde  çok  çeşitli  araçlarla  aynı  zamanda  bunlara  yönelik  kültürel‐ahlaki  direnci  zayıflatacak  şe‐
kilde ve ʺyeni kültürel normlar‐değerlerʺ adı altında yaygınlaştırılır. Örneğin borsanın, orta sınıflar‐
dan işçi ve emekçilere kadar, her türlü özendirici araçla birkaç yıl içinde nasıl bir egemen kültür 
öğesi haline getirildiği; özelleştirme ve sendikasızlaştırmanın, esnek çalışmanın vb. fiili uygulama‐
lardan önce bir ideo‐kültürel saldırı olarak başlatıldığı iyi görülmelidir.

Pek çok başka örnek verilebilir. Kuşkusuz, politika ile kültür arasındaki bağ günümüzde çok daha 
dolaysız ve ʹiradiʹ biçimler kazansa da, burjuvazinin canının istediği gibi at oynatabildiği bir alan 
değildir. Burjuva kültür‐sanat alanındaki her gelişmenin arkasında CIA, MGK, MİT vb. parmağı 
aramak,  burjuvazinin  kültür  alanında  her  istediği  normu  askeri‐teknik  bir  kesinlikle  kitlelere  be‐
nimsettiğini düşünmek, idealist bir yaklaşım olurdu. Burada en etkili silah olarak medya kullanıl‐
makta,  burjuvazinin  dönemsel  hedeflerine  göre  neyin  sansür  edilip  neyin  özendirileceğine  karar 
verilmekte, birtakım ʺöncüʺ örnek ve modeller canlı olarak sahnelenip (kadınların bayram nama‐
zına  katılması,  vb.  gibi)  tüm  topluma  tartıştırılarak,  yönlendirme  ve  alıştırma  yapılmaktadır.  Bu 
yönüyle  egemen  kültür  ʺplanlamasıʺ,  başlı  başına  bir  psikolojik  savaş  öğesi  olarak,  burjuvazinin 
politik taktik ve stratejilerinin ʺcephe gerisiʺ değil, çoğu zaman öncü kolu, uzantısı ve bütünleyicisi 

41
Toplumsal ve ulusal kurtuluş devrimleri dalgasının yükseliş veya düşüş dönemlerine, güçlü veya zayıf oldukları dönemlere bağlı
olarak, sosyalist ve ilerici/demokrat hatta devrimci bir nitelik kazanan yerel, ulusal, otantik halk kültürü öğeleri, dünya kültür iklimin-
de kendilerine geniş veya dar bir yer açabilmişler, başka halklar ve ezilenleri etkileyebilmişler, hatta geniş kitleler tarafından benim-
senmeleri nedeniyle sırf ticari kaygılardan bile olsa bizzat emperyalist kültür tekelleri tarafından 'pazarlanıp, tüketilir' olmuşlardır.
Örneğin büyük Ekim Devrimi'nin bir çocuğu olarak Eisenstein sineması, içerik ve biçimdeki sarsılmaz gücüyle, 60-70 yıl sonra bile,
süper teknolojik efektleri, cilası ve temposuyla tüm dünyayı kuşatan Amerikan sinemasının bayağılığıyla hâlâ alay eder gibidir. Diğer
her şey bir yana bırakılacak olsaydı bile, tek başına sosyalizmin ölmediğinin, insanlığın biricik kurtuluş umudu olduğunun bir kanıtı-
dır.
Ya da bir Latin Amerika halklarının 70'li yıllardaki devrimci-demokrat, antifaşist müzik, edebiyat, resim ürünlerinin dünya emekçi
halklarının savaşım kültüründe bıraktığı iz ve halen süren etkisi...
Bunlar, politika-kültür ilişkisine olduğu kadar, "dünyayı yerinden oynatma" iddiasıyla ortaya çıkan bir toplumsal devrim örgütünün
kültür-sanat organlarının sahip olması gereken ufuk genişliğini gösteren örnekler olarak incelenmelidir.
olmakta, temel eğilimler açısından politik yönelimlerine göre şekillenmektedir.

Tüm  bunlardan  çıkartılması  gereken  sonuç  açıktır.  ʺSanatçının  yaratıcılık  özgürlüğüʺ  tabelası  altın‐
daki liberal‐anarşist lafazanlıklar, kültür ve sanatı yalnızca (Leninʹin ʺParti Örgütü ve Parti Edebi‐
yatıʺ yazısında vurguladığı gibi) piyasa ve ideoloji dolayımıyla burjuvaziye tabi kılmakla kalma‐
makta,  daha  dolaysız  biçimde  burjuva  politikaların,  kitle  kültürünü  de  içeren  ʹtopyekun  savaşınʹ 
bir aleti haline getirmeye hizmet etmektedir. Politika ve kültürün iç içe geçmesiyle, ʺsanatsal bağım‐
sızlıkʺ, ʺkültürel özerklikʺ türünden eğilimler, her zamankinden fazla burjuvazinin politik egemenli‐
ğini  güçlendirmektedir.  Gerçekten  özgür  bir  kültür‐sanat  etkinliğinin  günümüzdeki  biricik  yolu, 
dolaylı  ve  dolaysız  biçimde  ekonomik,  politik,  ideolojik  olarak  burjuvaziyle  birleşmiş  kültür‐
sanatın karşısına devrimci proletarya ile yalnızca programatik, ideolojik, örgütsel ve stratejik açı‐
dan değil, taktik olarak da bütünleşmiş, komünist kültür sanat organlarıdır. Partili kültür‐sanattır!

ʺO  halde işbaşına  yoldaşlar! Önümüzde yeni ve güç, ama büyük ve onurlu bir görev duruyor –geniş kap‐
samlı,  çok  yönlü,  çok  çeşidi  olan  yazınsal  (kültürel‐estetik  –bn)  yaratıcılığın  sıkı  ve  çözülmez    bağlarla 
sosyal‐demokrat işçi hareketi ile birlikte örgütlenmesi.ʺ (Lenin, ʺParti Örgütü ve Parti Edebiyatıʺ)

Kültürel egemenlik
Kapitalizmin ideoloji ve kültürünün öncekilerden temel farkı ve üstünlüğü, emekçi kitlelerde ya‐
rattığı eşitlik ve özgürlük yanılsamasıdır. Herkes görünüşte kendi yaşamını dilediği gibi sürdüre‐
bilir,  istediği  mesleği  seçer,  istemediği  işte  çalışmaz,  toplumun  yönetiminde  oy  hakkına  sahiptir, 
sonsuz bir ideolojik ve kültürel seçenek bolluğu vardır, tanrıya ister inanır ister inanmaz, vb. Bir 
köle veya serfin egemen kültür tarafından şartlandırılması, egemen sınıfların üstünlüğünü, ayrıca‐
lığını, kendisini sömürme ve ezme hakkını kayıtsız koşulsuz benimsemesine dayanır. Tarih sahne‐
sine  ʹeşitlik,  özgürlük,  kardeşlikʹ  bayrağıyla  çıkan  burjuvazinin  ideolojisi  ve  kültürü  ise,  baskı  ve 
sömürünün olmadığı, kitlelerin iradesinin tanındığı, hiç kimseye zorla bir şeyin dayatılmadığı bir 
düzen vazeder; baskı ve sömürüyü hayali eşitlik‐özgürlük mekanizmalarıyla örter ve benimsetir.

Kapitalist  üretim  ilişkileri,  emekçi  kitlelerin  kendi  sınıfsal  konumlarına  yabancı  alışkanlık  ve 
inançları benimsemesine daha güçlü bir temel oluşturur. Kendisinden önceki egemen sınıflardan 
çok daha fazla burjuvazi, kendi sınıf çıkarlarını toplumun genel ve ortak çıkarları gibi göstermeyi 
başarmıştır. Serfin toprağa ve beye bağımlılıktan kurtulması, herkesin özel mülkiyet edinme ve oy 
kullanma hakkına sahip olması vb. özgürlük ve eşitlik üzerine bir yanılsamanın yaratılmasını ko‐
laylaştırır. Kapitalist ekonominin bir sonucu olarak ortaya çıkan meta fetişizmi, toplumsal ilişkile‐
rin metalar arası ilişkiler gibi görünmesine yol açar. Böylece sınıfsal eşitsizlik ve çelişkiler, ilk ba‐
kışta ve gündelik bilinçle görülemez hale gelir.

İşçi ile burjuva arasındaki ilişki, sözleşmeye dayanan, birinin işgücünü sattığı, diğerinin de karşı‐
lığını ücret olarak ödediği eşitler arası bir ticari alışveriş gibi göründüğünden, kapitalizmin esasını 
oluşturan  artı‐emek  sömürüsünü  gözlerden  gizler.  Aynı  şekilde,  temsili  demokrasi,  görünüşte 
burjuvalar  ile  işçilere  devlet  yönetiminde  eşit hak  (genel oy  hakkı,  parlamento)  tanıyarak,  sömü‐
rülenler üzerindeki baskı aygıtı olan devletin işçi ve emekçilerle burjuvalar arasında bir toplumsal 
mutabakat aracı (hakem) kılığına bürünmesine yol açar. Diğer taraftan sözde genel ve eşit eğitim 
hakkı,  gazete,  kitap,  radyo,  TV,  kaset,  bilgisayar  gibi  kitle  iletişim  araçlarının  görünüşte  bilgi  ve 
kültürü herkes için ulaşılabilir kılması; eğitim, bilgi ve kültürün eşit paylaşımı ve herkes için eşit 
yükselme olanağı gibi yanılsamalara yol açar. 

Sınıfsal  çelişkileri  gizemlileştiren  bu  eşitlik  sisi  altında  işleyen  ise  yabancılaşma  dinamikleridir: 
İşçinin  kendi  emeğine  ve  kendi  emeğinin  yararlı  sonuçlarına  yabancılaşması,  tek  bir  işin  tek  bir 
noktasında ve tek bir harekette uzmanlaşarak başta düşünme olmak üzere diğer tüm insani yete‐
nek ve becerilere yabancılaşması, ekonomik ve toplumsal krizin yozlaşana etkileri zemininde işçi‐
ler  arasında  her  fırsatta  kışkırtılan  rekabet  ve  sınıfına  yabancılaşma,  düzen  partileri,  sendika  bü‐
rokrasisi  vb.  yoluyla  sınıfsal  iradesine  yabancılaşma,  ortalama  ücret  özellikle  kriz  dönemlerinde 
ancak  yarı  hayvani  bir  yaşantıya  yettiğinden  insani‐toplumsal  olan  her  şeye  yabancılaşma...  Bu 
liste sonsuza dek uzatılabilir. Konumuz açısından önemli olan ise şudur: Kültürel yabancılaşma, 
ekonomik  ve  siyasal  yabancılaşma  üzerinde  zemin  bulur.  Daha  güçlü  bir  deyişle,  kültürel  ya‐
bancılaşma,  ekonomik  ve  siyasal  yabancılaşmanın  kitleler  tarafından  içselleştirilmiş,  bireysel  ya‐
şamlarına uyarlanmış biçimidir.

İşte, kapitalizmin kültürünün önemli bir özelliği de her türlü toplumsal sınırı parçalaması, emekçi‐
lerin bireysel yaşantılarına, duygu ve hayal alanlarına da yoğunluklu biçimde el atması ve denet‐
lemesidir. Kapitalizm herkese vicdan özgürlüğünü tanımakta ama her vicdanı da kendi kendinin 
polisi  kılmaktadır.  Feodal  toplumda  daha  çok  şiddete  dayalı  dinsel  kurumların  ve  ataerkil  aile 
kurumunun  gördüğü  ihtiyaç,  güdü,  hayallerin  denetlenmesi  ve  bastırılması  görevini,  kapitalizm 
tek tek bireylerin içine doğru derinleştirmektedir, insan doğar doğmaz başlayan ödül‐ceza yönte‐
miyle sağlanan ideo‐kültürel ve psiko‐kültürel şartlandırmayla, her bireyin düzenin ilke, kural ve 
normlarını içselleştirmesi ve kendini gayrı iradi biçimde bunlara göre denetleyip gemlemesi sağ‐
lanmaktadır. 

Kapitalist üretim ilişkileri ne kadar gelişirse, gelişen meta ilişkileri, işbölümü, baskı ve manipülas‐
yon  ile  birlikte  kültürel  yabancılaşma  da  o  kadar  derinleşmektedir.  Bilim  ve  teknolojinin  üstyapı 
alanında, eğitim, kitle iletişim ve psikolojisi, kültür, sanat vb.ye uygulanması ise sistemin toplum‐
sal ilişkiler ve bireysel yaşam üzerinde daha güçlü bir blokaj kurmasını sağlamaktadır.

Tekelci Kapitalizm: Her Alanda Gericilik


Tekelleşme  ve  proletaryanın  artan  baskısıyla  birlikte,  burjuvazinin  kültür‐sanat  alanında  attığı 
kimi ilerici adımlar da yerini şiddetli gericilik rüzgarlarına bırakmıştır. Burjuva devrimlerin sarstı‐
ğı katı, skolastik, gizemci kültür kalıpları yeniden imdada çağrılmış ve burjuvazinin fetişist biçimci 
kültürüyle kaynaşmıştır. Kitle iletişim araçları ve kültür‐sanat ürünlerinin seri üretim tekniklerinin 
gelişmesi,  burjuvazinin  kültürel  egemenliğini  alabildiğine  güçlendirmiştir.  Dolayısıyla,  emekçi 
kitlelerin  gerici,  gözboyayıcı  kültür  ile  pasifize  edilmesi  ve  burjuva  normlarına  şartlandırılması, 
asıl  olarak  emperyalizm  çağının  bir  ürünüdür  ve  bugünkü  olgunlaşmış  biçimine  de  nazizmin 
elinden geçerek ulaşmıştır. 

Doğudaki  despotik  rejimlere  karşın,  Avrupaʹda  daha  hızlı  olgunlaşan ve  tekelleşen  kapitalizmin, 
ekonomik  yükselişi  arkasına  alarak,  krizlerde  ise,  refah  özlemi  ve  kitlelerin  önyargıları  üzerine 
demagojik propagandanın ön plana çıkartılmasıyla kitlelerde yarattığı gönüllü tabiyet ilişkisi, da‐
ha  1920ʹli  yıllarda  Gramsci,  Lukacs,  Bloch,  Reich,  Benjamin  gibi  birçok  kuramcının  dikkatini 
çekmişti. Gramsci, 1920ʹde, ʺProletarya politik ve ekonomik iktidarı almak sorunuyla birlikte entelektüel‐
kültürel iktidarı kazanmak sorununu önüne koymalıdırʺ diyerek bir ʹtopyekûn devrimʹ tanımı yapıyor‐
du. Lukacs, 1922ʹde, ʺİşçi sınıfı entelektüel ve duygusal açıdan var olan sistemden  kurtulmalıdır. Bu kur‐
tuluş ekonomik gelişmelere mekanik biçimde paralel ve bunlara eş zamanlı gelişmez; daha ziyade hem bunları 
hazırlar, hem de bunlar tarafından hazırlanırʺ diyordu.

Bu düşünce özünde doğru olmakla birlikte, politik savaşımın tayin edici niteliğini yeterince vurgu‐
lamadığından reformizme açık kapı bırakmaktadır. Gramsciʹnin düşüncesi tüm devrimci niteliği‐
ne  karşın,  baskı  ile  ʺrızaʺ  ilişkisini  kuruş  yönüyle  2.  Enternasyonal  reformizminin  kimi  lekelerini 
taşımaktadır. 2. Enternasyonal reformizmi, kapitalizmin geliştiği ülkelerde burjuva iktidarlarında 
siyasal baskının önemsizleşerek yerini ideolojik, kültürel hegemonyanın aldığını ileri sürerek, şid‐
dete dayalı devrim yerine işçi sınıfının ideolojik, kültürel dönüşümü yoluyla barışçıl geçiş safsata‐
sını benimsiyordu. Gramsciʹnin düşüncesi, reformist, anarşist akımlar tarafından tam da bu bula‐
nık yanından istismar edilerek, Leninizmʹin ve Ekim Devrimiʹnin evrensel niteliğinin inkarının ve 
politik savaşımın belirleyiciliği ilkesinden uzak durmanın kılıfı haline getirilmiştir.

Aynı  yıllarda,  gerçeküstücülük,  Frankfurt  Okulu,  Wilhelm  Reich  gibi  akım  ve  kişiler  de,  bur‐
juvazinin öne çıkan kültürel baskısına karşı Freudʹun psikanaliz teorisi ile marksizmi birleştirmeye 
çalışan, ʺtinsel devrim, cinsel devrim, kültür devrimi, yaratıcı düşgücünün kurtarılmasıʺ gibi teoriler ge‐
liştirdiler. Ancak hepsinin ortak yanı, kültürel saldırı ne kadar ağırlık kazanırsa kazansın, burjuva 
iktidarının temel ve belirleyici öğesi olmayı sürdüren siyasi zor öğesini gözardı etmeleriydi. Örne‐
ğin Reich, nazizmi bile açıklarken, ʺNazizm Alman halkına yukarıdan dayatılmadı, onlar nazizmi istedi‐
ler!ʺ diyebiliyordu. 2. Enternasyonalʹin ve Reichʹin hatası, tekelci kapitalizmde özel bir ağırlık ka‐
zanan  ʺideo‐psiko‐kültürel  hegemonyaʺnın,  yani  kitlelerin  ʺgönüllü  boyun  eğme‐rıza  süreçleriʺnin  öne‐
mine işaret etmeleri ve kültür alanında yeni bir savaşım cephesi açmaya çalışmaları değildi. Onla‐
rın hatası, burjuvazinin egemenlik biçimlerinden birini, ekonomik ve siyasi egemenlik biçimlerini 
yok sayarak ve onlardan kopartarak öne çıkmaları ve mutlaklaştırmalarıydı.

Oysa en ileri burjuva demokrasilerinde dahi önde görünen barışçıl ideo‐kültürel benimsetme me‐
kanizmalarıyla  birlikte,  çoğunlukla  örtük  ama  her  vesileyle  kendini  hissettiren  çok  daha  gelişkin 
bir baskı ve zorbalık öğesi her zaman vardır, işçi sınıfı ve emekçiler azıcık başını kaldırsa, tetikteki 
zorbalık  öğesi  devreye  girer.  Kaldı  ki,  barışçıl  ideo‐kültürel  hegemonyanın  etkinliği  ancak  siyasi 
baskı öğesinin varlığıyla sağlanır. Nitekim ideo‐kültürel hegemonyanın temel bir görevi, kitlelerin 
en sakin olduğu dönemlerde bile tetikteki baskı ve zorbalık öğesinin varlığını onlara hatırlatmak, 
burjuvazinin  koyduğu  kuralları  ihlal  edenlerin  başına  neler  gelebileceğini  göstermek  ve  böylece 
baskı  ve  zorbalık  öğesini  içselleştirmelerini  sağlamaktır.  Örneğin  TVʹde  gösterilen  her  10  Ameri‐
kan dizisi ve filminden dokuzu, hep kötü ve karanlık tipler olarak çizilen ʹdüzen bozucularınʹ iyi 
ve kahraman düzen güçlerince yok edilmesiyle sonuçlanır... 

Diğer taraftan en katı faşist dehşet rejimlerinde dahi, emekçilerin onayını almaya yönelik, onların 
özlemlerini istismar eden yoğun demagoji ve yoz kültürel şartlandırma süreçleri, zorbalıkla atbaşı 
ve  içice  gider.  Proletarya,  taktik  ve  stratejisini  kurarken,  zor  ve  benimsetme  mekanizmalarından 
hangisinin  öne  çıktığı  kadar,  aralarında  özsel  bir  karşıtlık  olmayan  bu  iki  egemenlik  yönteminin 
içiçeliğini, birbirini bütünleme ve koşullama ilişkisini mutlaka göz önüne almalıdır.

Nazizmin Kültürel Mirası


Almanyaʹda nazizmin yükseliş ve iktidar sürecinde sosyal demokrasinin ihaneti ve komünist par‐
tinin taktik hatalarının yanı sıra genellikle ihmal edilen çok önemli bir faktör ideo‐kültürel alanın 
kullanımıdır.  Komünist  partinin  ajitasyon‐propagandası  daha  çok  ekonomik‐siyasi  taleplere  ve 
düşünceye hitap ederken, naziler kapitalizmin iktisadi yükselişi ve yayılmacı politikalarla kriz ve 
işsizlik sorununun çözümünü vb. ilişkilendirmenin yanı sıra kitlelerin iç dünyalarına kişisel yaşam 
ve  duygu  alanına,  psikolojilerine  sızmışlar,  bu  temelde  burjuvaziye  yeni  bir  ʹkültürel  misyonʹ 
sunmuşlardı. Faşizmin ayırdedici yanı hiç kuşkusuz vahşi terörcü tahakkümdür. Ancak nazizmin 
propaganda  bakanı  Goebbelsʹin  neredeyse  bir  bilim  düzeyine  yükselttiği  kitle  propagandası, 
psiko‐kültürel şartlandırma, politikanın estetize edilmesi, bir bütün olarak üstyapı öğelerinin kul‐
lanımı her türlü tahminin ötesindedir. Dolayısıyla faşizmi, asıl karakterini veren bu olmakla birlik‐
te  salt  sınırsız  zorbalıkla  tanımlamak  eksik  olur.  O,  zorbalıkla  ideo‐kültürel  manipülasyonun  uç 
noktalara taşındığı ve en üst düzeyde kaynaştığı bir rejimdir. 

Faşist  kasapların,  kasaplıkla  yetinmediği,  tarihteki  tüm  sömürücü  sınıfların  ideo‐kültürel  alanı 
kullanma  tekniklerini  bir  üst  düzeyde  sistemleştirerek  bununla  birleştirdikleri,  şu  sözlerden  de 
rahatlıkla çıkarsanabilir: ʺPropaganda usa değil, ama kesin biçimde içgüdüsel duygulara hitap etmelidirʺ 
(Hitler) ʺPropaganda durmadan yinelenen az sayıda basmakalıp formülden ibaret olmalıdırʺ (Hitler) ʺPro‐
tokol, ayin ve  törenler, bir yığınsal büyü histerisi içinde insanın özgür iradesinin yumuşatılmasına dayan‐
malıdır.ʺ (Hitler) ʺTörenlerin içeriği  değil kareografik ve pitoresk yanı önemlidir. Katılanlarda hem coşku 
hem korku yaratmalıdır.ʺ (Mussolini)

Faşizmin ideolojisi ve kültürü, ayrıca ele alınması gereken bir konudur. Biz burada, nazizmin en 
üst düzeyde geliştirdiği ideo‐kültürel şartlandırma mekanizmalarının kimi noktalarına, günümü‐
zün tekelci ideo‐kültürel saldırının da temel işleyiş ilkelerini vermesi açısından değineceğiz. 

ˉ Bilinci devre dışı bırakan, yığınsal telkin. Nazizm, basın, sinema ve radyoyu kitlelerin ideo‐
lojik ve siyasi şartlandırılmasında olağanüstü bir güç ve etkinlikte kullandı. Sürekli aynı basmaka‐
lıp demagojilerin her gün her saniye her türlü kitle iletişim aracıyla evrilip çevrilip yinelenip dur‐
ması,  kitleleri  farkında  bile  olmadan  bu  demagojilerin  papağanı  kılmaya  yönelikti.  Günümüzde 
tekelci  medya,  hemen  hemen  tümüyle  nazizmin  yığınsal  telkin  ilkesi  üzerinde  yükselmektedir. 
Medya nesnel gerçekliği paramparça etmekle kalmaz, yüzde 99ʹunu yok sayar, geriye kalan yüzde 
1ʹi de çarpıtılmış, yönlendirilmiş ve daha vahimi, tekelci burjuvazinin ahlak, değer yargısı ve düs‐
turlarıyla kaynaştırarak bağnaz inançlar, önyargılar, dogmalar biçiminde şırınga eder. Körfez sa‐
vaşma yönelik emperyalist propaganda ya da özelleştirme propagandası düşünüldüğünde naziz‐
min  ʺdurmadan  yinelenen  az  sayıda  basmakalıp  fikre  dayalı  propagandaʺ  ilkesinin  günümüzde  eriştiği 
manipülatif güç daha iyi anlaşılabilir. Yalnız medyayı, tek başına bir ideolojik çarpıtma, yalan ara‐
cı  olarak  görmek,  onu  fazlasıyla  basite  almak  olur.  Medyanın  asıl  gücü,  eleştirel  ve  çözümleyici 
düşünceyi yok etmesi, her türlü alternatif düşünceye karşı doğal bir barikat oluşturan önyargıları 
şekillendirmesidir. En basit bir haberin dahi, çoğunlukla içgüdü  ve duyguların kışkırtılarak kod‐
lanması  ise,  kitlelerin  düşünsel  olduğu  kadar  psikolojik‐kültürel  olarak  programlanmasına  yöne‐
liktir.

ˉ ʺKesin biçimdeʺ içgüdüsel duygulara hitap eden nazizmin ideolojisi ve kültürü, korku, endişe, 
hüzün, haz ve neşe, cinsellik gibi kışkırtılmış güdüler üzerinden kitleleri yarı hayvani bir sürü psi‐
kolojisine iter. Böylece kitleler sürekli bir içgüdüsel gerilim içinde tutulmakla kalmaz, hangi konu‐
da ne düşüneceğinin ötesinde nerede ne hissedeceğine kadar bir şartlanma içine sokulur. Böylece 
dünyayı bilinçsel kavrayış yeteneği zayıflatılır ve insani duygu ve duyarlılıklara da yabancılaşma 
derinleşir. Kişinin komut yerine geçen duygusal şoklar dışında, iradi davranma yeteneği zayıflatı‐
lır.

ˉ İçi  boş,  ama  son  derece görkemli  ve  estetik  açıdan  kusursuza  yakın  teknolojik  şovlarla  kitle‐
lerde hem hayranlık uyandırmak hem de düzen makinesi karşısında kendini güçsüz hissetmesini 
sağlamak. Böylece benlikleri ezmek. 

ˉ Kitle iletişim araçlarının da etkin desteğiyle temel düzen ilke ve değerlerinin yüklendiği sem‐
bol, imaj ve mitlerin yaygınlaştırılmasıyla, bunlar çevresinde toplumsal alışkanlıkların, davranışla‐
rın şekillendirilmesi. 

ˉ Sanatın  sınai  olarak  seri  yeniden  üretimi  sayesinde,  kitlelerin  duygu  ve  özlemlerinin  yoğun 
istismarı ve tekelci burjuvazinin çıkarlarına uyarlanması. Nazizm, burjuva sanatın egemen ideolo‐
jinin inceltilmiş ve etkin yeniden üretimi rolünü, ʺaşağı sınıflar içinʺ iyice yavanlaştırılmış popüler 
sanatın yaygın üretimiyle bir üst düzeye yükseltmiştir. Nazizmin sanat anlayışını kopya ettiği bü‐
yük sanat hamisi pozlarındaki imparator 2. Wilhelm 1901ʹde şöyle diyordu: ʺSanat, halkın eğitimini 
etkileyebilmek,  aşağı  sınıflara,  yorucu  işlerinden  sonra  ideallerine  doğru  (tekelci  sermayenin  ideallerine 
doğru‐ bn) yükselebilme olanağı vermelidir.ʺ Nazizm döneminde sanat yoğun bir faşist politizasyona 
uğratılmakla birlikte, sanıldığının aksine bu dolaysız ırkçı‐faşist yükleme olmayıp daha çok duygu 
sömürüsü ve eğlence ile bütünleştirilmiş, bir yaşam tarzını şekillendiren bir kültürel saldırıydı. En 
büyük  3  sinema  şirketinin  birleşmesinden  oluşan  nazi  sinema  tekeli  Ufaʹnın  programlarında  do‐
laysız politikaya ayrılan sürenin yüzde 15ʹi geçmediği, geriye kalan zamanın moda, spor ve eğlen‐
ceye  ayrıldığı  saptanmıştır.  Ufa  yetkilileri  açıkça,  halk  kitleleri  üzerinde  bir  çekim  gücü  sağlaya‐
bilmek için, milliyetçi sloganların eğlence dünyasıyla bütünleştirilmesi gerektiğini, duygusal şok‐
lara ve eğlenceye yedirilmiş  propagandanın çok daha etkili  olduğunu belirtiyordu.  Gerçekten de 
örtük  ve  gündelik  yaşama  yedirilmiş,  giderek  onu  belirlemeye  yönelen  propagandanın  kitleler 
tarafından daha kolay alınıp içselleştirildiği; birden yükleme yerine hafif ama sürekli tekrarlanan 
dozlarla kitlelerin düzene uyum sağlamaya ve farkında bile olmadan gösterilen duygu, düşünce, 
davranış  biçimlerini  tekrarlamaya  itildiği  sayısız  araştırmayla  kanıtlanmıştır.  Goebbels,  1941ʹde 
ʺEn iyi propaganda, yaşamı gizli bir şekilde etkileyen propagandadırʺ diyerek estetik –yani güzel duygu‐
su– ile eğlencenin kitlelerin gözünün boyanmasında, düzenin değer ve normlarıyla aşılanmasında 
ve  ʹkendiliğindenʹ  düzene  uymasında  en  güçlü  silahlardan  biri  olduğu  söylüyordu.  Naziler,  yal‐
nızca sinema ve edebiyatı değil, fotoğraf, kartpostal, ucuz biblo ve heykelcikler, fotoroman, tiyatro, 
mimari, kitleler içinde oynanan oyunlar, spor, moda, kitlesel geziler, her türlü kültür‐sanat etkinli‐
ğini kitlelerin düzene ʹiçsel uyumunuʹ sağlamak için kullandılar. Goebbels, ʺTamamladığımız devrim 
tam bir devrimdir. Toplumsal yaşamın tüm alanlarını tepeden tırnağa sarmış ve değiştirmiştir İnsanların 
kendi aralarındaki ilişkilerini,  insanların devlet ile ilişkilerini ve varoluş sorunları ile ilgili ilişkilerini  
tümüyle değiştirmiş veya yeniden biçimlendirmiştirʺ derken, tekelci kapitalizmin yalnızca ekonomik ve 
siyasi değil, zihinsel, ruhsal, kültürel‐estetik her alandaki bütünsel egemenlik eğiliminin nazizmde 
vücut bulduğunu ilan ediyordu. Nazizm yıkılmış ama emperyalist burjuvazi ve tekelci kapitaliz‐
min, toplumsal yaşamın bir milim dahi boşluk bırakmadan her alan ve düzeyine hep daha derin‐
lemesine ve yoğunlaşmasına nüfuz etme, belirleme ve koşullama yönelimi, güçlenerek sürmekte‐
dir.

ˉ Nazizm,  diğer  taraftan  özellikle  yükseliş  döneminde,  ama  iktidarını  sağlama  aldıktan  sonra 
da kimi yönleriyle komünist hareketin ve işçi hareketinin gelenek, simge, slogan, talep, değerlerini 
–tabii içini boşaltarak– taklit etmiştir. O dönem, sosyalist propaganda ve ajitasyonun da en güçlü 
olduğu,  yetkin  araç  ve  yöntemlerle  yürütüldüğü  bir  dönemdir.  Nazizm  bunları  tersyüz  ederek, 
içini boşaltıp kullanmaktadır. Aynı zamanda kitlelerin en hassas olduğu geleneksel ahlaki değerle‐
ri  (fedakarlık,  bağlılık,  namus,  kahramanlık,  kardeşlik,  dayanışma  vb.)  yoğun  biçimde  istismar 
etmiş,  alabildiğine  eklektik,  ama  kitleleri  en  zayıf  ve  duyarlı  oldukları  noktalardan  etkilemiştir. 
Dolayısıyla, kültür ve ideoloji, emekçi kitlelere ve tek tek emekçilere, yalnızca kaba bir yalan‐dolan 
mekanizmasıyla değil, sınıfsal çelişki, özlem ve beklentileri de kimi yönleriyle göz önünde bulun‐
duran biçimleriyle benimsemelerini sağlayacak ve başta manevi değerler alanı olmak üzere alabil‐
diğine çeşitli araçlarla her yönden kuşatan biçimde taşınmıştır. Günümüzün tekelci kültürel saldı‐
rısında da, bir yandan çözücü ve hiçleştirici, buna yönelik tepkiyi geleneksel değerlere yaslanarak 
emici,  diğer  yandan  da,  emekçilerin  özlem  ve  ihtiyaçlarını  istismar  edici  öğelerin  çok  daha  etkin 
biçimde  kullanıldığı  açıktır.  Bir  arabesk  kültürün  kabaca  her  üç  öğenin  yetkin  bir  örneği  olduğu 
söylenebilir. 

ˉ Nazi kültürünün en temel öğelerinden biri de korporatizmdir. Korporatizm, açlık disipliniyle 
sağlanan katlanma ve siyasi baskıyla sağlanan sinme ile birleşik bir tarzda, işçinin çalıştığı şirket 
ve  burjuvazi  ile  ruhsal‐kültürel  olarak  bütünleştirilmesinin  adıdır.  Bugün  tüm  dünyada  yaygın‐
laştırılan Japonyaʹdaki çalışma kültürünün özünde, feodal kültürel geleneklerin tekelci kapitaliz‐
me uyarlanması ve dolaysız biçimde nazizmden esinlenen korporatizm vardır. Japonyaʹda büyük 
sanayinin çekirdek işçileri, çalıştığı şirkete son derece bağlı ve bütünleşmiş, yalnızca kas ve sinirle‐
rini  değil  aklını  ve  ruhunu  da  şirkete  adayan,  çalışma  yaşamı  dışında  özel  bir  yaşamı  olmayan, 
işine ailesinden bile daha çok önem veren, iş dışı zamanlarını dahi arkadaşlarıyla toplanıp ʹÜret‐
kenliği nasıl artırırızʹa kafa yormaya harcayan, ölecek hale gelmedikçe rahatsızlansa dahi çalışma‐
yı sürdüren ve çoğunlukla aşırı çalışma nedeniyle işbaşında ölüp kalan, yasal izin ve tatil haklarını 
dahi kullanmayan, .... ve tüm bunları gönüllülükle yapan bir görünüm çizerler. Japon işçisini gö‐
rünüşte  buna  zorlayan  somut  bir  siyasi  baskı  ya  da  dayatma  yoktur  ama  Japon  emek  pazarının 
parçalanmış  yapısından  kaynaklanan  yoğun  bir  ekonomik  baskı  (büyük  sanayide  işini  kaybeden 
işçi,  ücretlerin  yarı  yarıya  düşük  çalışma  koşullarının  2  kat  ağır  olduğu  fason  işletmelerde  çalış‐
maya  mahkum  olur)  vardır.  Kaldı  ki  Japon  işçi  sınıfının  böyle  bir  kültürel  şekillenmeye  so‐
kulmasının  gerisinde,  komünist  ve  devrimci  sendikaların,  hatta  ücret  sendikacılığının  bile  fizik 
olarak yok edildiği, işçi sınıfının birbiriyle ölümüne rekabet eden işletmelere, işletme içinde ekiple‐
re,  ekipler  içinde  bireylere  kadar  parçalandığı  onlarca  yıllık  bir  katı  baskı  dönemi  vardır.  Ayrıca 
daha  çocukluktan  başlayan  ve  askeri  disiplin  kurallarının  işletildiği  eğitim  sistemiyle  süren  bir 
benlikleri ezme ve kayıtsız‐koşulsuz itaat ilkesi hüküm sürmektedir. Japon öğrenci, büyük sanayi‐
nin sözde ayrıcalıklı (çalıştığı şirketi bir unvan gibi taşıyan ve herkesin saygı gösterdiği) çekirdek 
işgücüne katılabilmek için, ses tonundan parmak kaldırma açısına, evine hangi güzergahtan gide‐
ceğinden akşam evinde hangi TV programlarını izleyeceğine kadar karışan, belirleyen, her öğren‐
cinin  günde  ortalama  bir  kez  dayak  yediği  ya  da  çeşitli  cezalara  çarptırıldığı  eğitim  sisteminden 
ʺbaşarıylaʺ  geçmek  ve  mezunları  sicil  ve  başarılarına  göre  gruplandırarak  şirketler  hiyerarşisine 
göre paylaştıran sınav cehenneminde arkadaşlarını geride bırakmak zorundadır. ʺSeçilmişlerʺ, bü‐
yük  şirketlere  girebilmek  için  kışın  buz  tutmuş  nehre  atlamak,  24  saat  aralıksız  yürümek,  tu‐
valetleri elleriyle temizlemek gibi deneylerden geçip şirkete bağlılıklarını kanıtlamak zorundadır‐
lar.  Birçok  büyük  şirket,  işe  yeni  alacakları  işçi  ve  memurların  dayanıklılığını  ve  itaatini  ölçmek 
için Zen mabetleriyle ve askeri kışlalarla anlaşmalar yaparak ʺeğitimeʺ gönderir. Deneme sürecin‐
de, yeni çalışanlara ayak işleri ve angarya yaptırılır, toplu jimnastik, şirket ʺilkeleri ve kültürününʺ 
öğretilmesi, toplu ʺgünah çıkarmaʺ törenleri uygulanır. Bir amir işçiden bir şey isterse, o bunu koşa‐
rak  yapar.  Çünkü  yürürse  hiyerarşiye  yeterince  bağlı  olmadığını  ima  etmiş  olur.  Deneme  süre‐
cindeki  işçi,  koridorda  rastladığı  arkadaşına  15  derece,  amirlerine  30  derece  eğilerek  selam  ver‐
mek,  herhangi  bir  şeyi  hatalı  yapmışsa  45  derece  eğilerek  özür  dilemek  durumundadır.  Bunları 
yapmazsa kendini fason sanayide bulacağını ya da yükselme şansını yitireceğini bilir. Tüm bunlar 
genç işçinin benliğini ezmek, bireysel direncini kırmak ve kişiliğini sermaye içinde eritmek içindir. 
Yeni işçi, şirketi yalnızca ekmeğini kazandığı bir yer olarak görmemeli, tüm maddi‐manevi varlı‐
ğıyla  şirketle  bütünleşmeli,  şirket  dışında  bir  hiç  olduğuna  inanmalıdır.  Ortak  dualar,  günah  çı‐
karma  ayinleri,  törenler,  üretkenlik  toplantıları,  şirket  marşları,  toplu  jimnastik,  şirket  sembolleri 
ve üniformaları, şirket gazeteleri, her yere asılmış verimlilik sloganları, büyü gibi tekrarlanan şir‐
ket  sloganları,  işçilerin  eleştiri  yetilerini  ve  duygusal  enerjilerini  köreltmeye  hizmet  eder.  Şirket 
marşları,  nazizmin  ʺNeşe  bize  güç  verirʺ  marşlarının  birer  kopyasıdır:  ʺBirleşmiş    beyinler  ve  sürekli 
çaba  ile  yarın  büyümeye  devam  edeceğimiz,  Bizim,  Bizim,  Bizim  Toyotaʹmız!ʺ  ʺVictorʹumuz,  Ülkenin 
refahı, Ailenin uyumu, Her ikisine de sahibiz, Misyonumuzu yerine getirmekten zevk duyarız!ʺ Her büyük 
şirketin,  kendi  mabedi,  üniforması,  mezarlığı,  marşı,  bayrağı,  anayasası,  gazetesi  ve  kültürü  var‐
dır.  Tabloyu  patron  ve  sözde  işçi  temsilcileriyle  devletin  atadığı  müfettişleri  kapsayan  sembolik 
şirket meclisleri tamamlar. Böylece sermayeye yalnız ekonomik‐siyasi değil, tam bir ideo‐kültürel 
ve ruhsal teslimiyete koşullanan işçi, giderek yasal dinlenme hakkını dahi sözde ʺher şeyini borçlu 
olduğuʺ  (!)  şirkete  ve  ülkesine  ihanet,  sorumluluktan  kaçma  ve  kendi  işini  başkalarının  omzuna 
yıkma  olarak  görür  ve  sermayeden  önce  çalışma  arkadaşları  tarafından  ayıplanır  ve  tecrit  edilir. 
Zaten kültürü kültür yapan da budur. Ekonomik, siyasi, ideolojik baskının içselleştirilerek, bilinç‐
dışı uyum mekanizmalarına dönüşmesi, kitlelerin içerisinde yaygın biçimde ʹkendiliğindenʹ yeni‐
den  üretilmesi,  doğallaşmasıdır.  Bugün  tüm  burjuvaların  hayran  olduğu  ve  dünya  çapında  yay‐
gınlaştırmaya  çalıştığı  Japon  çalışma  kültürünün  arka  planı  işte  böyledir.  Japon  çalışma  kültürü, 
ekonomik,  siyasi  egemenlik  ile  kültürel  egemenlik  arasındaki  etkileşim  ve  iç  bütünlük  ilişkisine, 
yanı sıra egemen kültür mekanizmalarının sınıf savaşımını bağlayıcı etkisine güçlü bir örnektir.

ˉ Nazi  kültürünün  bir  diğer  ilkesi  de,  işçi  ve  emekçilere  boş  zaman  bırakmamak,  çalışma  dışı 
zamanlarını da güdümlü kültürel etkinlikler, eğlence, spor ve medya ile doldurmaktır. Nazi Kül‐
tür Odası ve ʹNeşe Yoluyla Güçʹ örgütünün tüm işlevi müzelere toplu geziler, gezici resim‐heykel 
sergileri,  tiyatro  ve  sinema,  ünlü  nazi  sanatçılarla  söyleşi  toplantıları,  çeşitli  eğlence  etkinlikleri, 
her keseye uygun sanat yapıtları, ʹsosyal faaliyetʹ dernekleri, spor ve moda gösterileri vb. ile hem 
kitlelerin ʹboş zamanlarınıʹ planlamak hem de düzenle ruhsal bütünleşmelerini sağlamaktır. Günü‐
müzde  ise,  sistemin  boş  zaman  planlaması,  rating  tanrıları  tarafından  yapılmakta,  TVʹde  hangi 
programın  mutlaka  izleneceğinden,  hangi  kitabın  ʹbest  sellerʹ,  hangi  şarkının  ʹtop  tenʹ  olacağına 
bunlar karar vermektedir. 

Nazi kültürünün otorite ilkesi gibi, toplumsal ilişkileri rütbe, unvan ve mülke göre hiyerarşik dü‐
zenleme ilkesi gibi, günümüzde çok daha ince ama yetkin biçimde işletilen daha pek çok öğesin‐
den bahsedilebilir. Ancak burada sorunumuzun, nazizm ile günümüz dünyası arasında kaba para‐
lellikler kurmak olmadığını bir kez daha belirtelim. Nazizmin kültür mekanizmaları, tekelci kapi‐
talizmin bütünsel ve mutlak egemenlik düsturunun (ki hiçbir zaman tam anlamıyla gerçekleştire‐
meyeceği, ama hep yeni araç ve yöntemlerle geliştirdiği bir düstur) olgunlaşmış bir örneği olarak, 
günümüz  emperyalist  kültürünün  temel  mekanizmalarını  kavramak  açısından  aydınlatıcı  bir  ör‐
nek olarak incelenmelidir. 

YDD'nin İdeo-Kültürel Saldırısı


Kapitalist‐emperyalist kültür, ideolojik propaganda aygıtlarının artışıyla (radyodan sonra TV, mü‐
zik  endüstrisi…)  çok  daha  genişlemiş,  sadece  emperyalist  burjuvazinin  kendi  ülkelerinde  değil 
dünya ölçeğinde hakimiyetini geliştirmenin etkili bir aracı haline gelmiştir. 2. Emperyalist Payla‐
şım  Savaşımıʹnın  bitiminden  sonra,  başını  ABDʹnin  çektiği  kapitalizmin  tahrip  edilen  ekono‐
milerin yeniden kurulması ile başlayan ekonomik yükselişiyle birlikte geliştirilen ʺpopüler kültürʺ, 
emekçi  kitleleri  içten  fethetmenin  ve  yaygın  bir  hakimiyet  kurmanın  silahıdır.  Bu  aynı  zamanda 
emperyalist devletlerce ulusal‐yerel kültürleri çözmenin ve ortadan kaldırmanın geniş  ölçekli ör‐
gütlenişidir.

Yeni Dünya Düzeni, kapitalist ekonomi ve politikayla birlikte ideoloji ve kültürü de mali sermaye‐
nin işçi sınıfı ve emekçi halklar üzerindeki bütünsel tahakkümünü güçlendirecek biçimde yeniden 
yapılandırmaktadır. Kültür ve sanat zaten çoktan beridir başlıbaşına bir sanayi ve azami kâr sektö‐
rü haline gelmişti. Bugün ise kapitalizmin altyapısı ve üstyapısı, dev emperyalist tekellerin bünye‐
sinde içice girmekte, bütünleşmektedir.42

42
Emperyalist kültürün günümüzde bir egemenlik öğesi olarak ulaştığı güç ve etkinlik konusunda en iyi fikri, bu alandaki uluslararası
tekelleşmenin boyutları verir. Çünkü sermaye yoğunlaşması ve merkezileşmesi, yani tekelleşme, toplumsal yaşamın her alanında
azami güdüm ve tahakkümü dayatır. Üstyapı alanındaki uluslararası merkezileşme ve yoğunlaşma da, doğal olarak aynı sonuca yol
açmaktadır. Örneğin, dünya müzik pazarını yalnızca 6 emperyalist tekel (Warner, Sony, Bertelsmann, EMI, Philips, Matsuhita) elinde
tutmaktadır. Yarısömürge müzik pazarlarının da, tanınmış yerel şarkıcılar da dahil olmak üzere, hemen hemen yüzde 50'sini bu
tekeller yönetmektedir. Aynı tekeller, uluslararası çok satan kitap ve sinema pazarının da hakimidir. Dünyanın başlıca kültür tekelle-
rinden Alman Bertelsmann, 50 ülkeye yayılmış dev kağıt ve matbaa fabrikaları, yayınevleri, kitap kulüpleri, kitapçı zincirleri, film,
video, müzik şirketleri, 10 dilde 550 milyon adet basan dergiler ve 1 milyar basan gazeteler, 100 milyonların izlediği TV, radyo istas-
yonları, reklam şirketleri ile çarpıcı bir örnektir. Bertelsmann'ın 400'ü aşkın (yarısömürgelerdeki ortaklıklarıyla 1000'e yakın) şirketten
Sistem genelde üstyapı alanını, özelde ideoloji ve kültürü de çok daha etkin ve güçlü biçimde, kit‐
lelere  nüfuz  etmek,  emekçilerin  sınıf  güdülerini  bloke  etmek,  duygu  ve  duyarlılıklarını  sakatla‐
mak, toplumsal yabancılaşma ve çürümeyi derinleştirmek için kullanmaktadır. 

Popülistlerin emperyalizmin kültüründen anladıkları çoğunlukla ʹbencillik ve bireycilikʹten ibaret 
kalmaktadır.  İdeo‐kültürel  saldırı  kapsamının  buna  indirgenmesi,  geleneksel  kültür  öğelerinin 
sanki alternatifmiş gibi algılanmasına yol açmaktadır. Oysa ʹbencillik ve bireycilikʹ YDD ile en üst 
ve dağıtıcı biçimlerine çıkmış olmasına karşın, kapitalizmin kültürünün genel karakteristik özelli‐
ğidir. Emperyalizmin kültürü ve onun günümüzde alabildiğine koyulaşmış biçimi ise, bencillik ve 
bireyciliği  körüklemenin  çok  ötesine  geçer.  Amaçsızlaştırmaya,  umutsuzluğa,  hiçleşmeye  iter. 
Emekçinin yaşam koşullarını onaylamasa bile içine salınan korku, bezginlik ve güvensizlik duygu‐
su  nedeniyle  karşı  koyma  gücünü  bir  türlü  kendinde  bulamadığı,  bunun  kendine  olan  saygısını 
büsbütün yok ettiği, sinik ve silik bir yaşamı, anlamsız bir sürüklenişi, boşvermişliği, çok daha ağır 
bir teslimiyeti dayatır.

Tekelci  kapitalizmin  kültürü,  medyası,  müziği,  sineması,  sporu,  modası,  tüketim  manyaklığı, 
uyuşturucu ve fuhşu, reklamları vb. ile emekçi kitlelere karşı kesintisiz olarak ve yoğunlaştırılarak 
sürdürülen ʹgörünmezʹ savaşın adıdır. Bu savaşın en büyük gücü, somut bir cepheye sahip olma‐
ması, ama kaçacak en ufak delik bırakmadan her yerde, her zaman olması, yaşamın bütününe ya‐
yılmasıdır. O, bir emekçinin Marlboro kovboyu edasıyla sigarasını yakışında, emekçi kadının evde 
çocuklarına süt alamazken misafirlerine ikram ettiği nescafeʹde, çocuk konfeksiyon işçilerinin öğle 
paydosunu  ʹbreak  danceʹ  yaparak  geçirmesinde,  futbol,  altılı  ganyan,  burçlar,  yalan  rüzgarı,  vb. 
tutkusunda;  filanca  yıldıza  duyulan  hayranlıkta,  çocukların  ʺGüüüç  bendeʺ  oyunlarında,  hiç  dur‐
madan ıvır zıvır yeme alışkanlığında, herkesin arkasından birbirini  çekiştirdiği dedikoduda, mo‐
dern mabedler haline gelen hipermarketlerde, 12 yaşına kadar TVʹde 8 bin cinayet, 100 bin şiddet 
olayı  seyretmiş  olan  çocuğun  şiddetten  korkması  ve  şiddete  karşı  duyarsızlaştırmasında,  kadın 
erkek  ilişkilerindeki  laçkalaşmada,  falanca  şarkının  ısrarlı  ritminde,  yükselen  ve  alçalan  ve  ikide 
bir  takla  atan  değer(sizlik)lerde,  ev‐iş  rutinleşmesinde,  yönetilme  alışkanlığında,  kendinden  hoş‐
nutlukta,  kendine  güvensizlikte,  bir  toplumsal  depresyon  olarak  yaşanan  umutsuzluk  ve  suni 
umutlarda,  belleksizleşmede,  konuşulan  dilde,  biçimde  baş  döndürücü  hızdaki  değişmeler  ve 
ʹseçme özgürlüğüʹ ile içerikte yavanlık ve klişelerde, sonsuz sembol ve imajlarda, bilinç bulanıklı‐
ğında,  koşullu  reflekslerde,  sokakta,  işyerinde,  evin  içinde,  sinir  sisteminde,  bilinçaltındadır.  Bu 
örtük savaşın en büyük gücü, emekçi kitlelerin ve tek tek emekçilerin içine sızması, ʹiçerdenʹ teslim 
almaya çalışmasıdır. Bu örtük savaşın en büyük gücü, karşı koyma düşüncesi, isteği ve güdüsünü 
hiç durmadan aşındırması, emekçiler daha direnişe geçmeden yenilgi ve teslimiyeti kendiliğinden 
kabul etmeyi dayatmasıdır. Bu örtük savaşın en büyük gücü, emekçilerde klasik burjuva kültürün 
yarattığı  sınıf  atlama  hayallerini  de  geride  bırakarak,  emekçilerin  toplum  üzerinde  herhangi  bir 
etki yaratabilecekleri, kendi kaderlerini değiştirebilecekleri umut ve inancına saldırmasıdır.

Daha 1960ʹlı yıllarda bir grup Amerikalı bilim adamı, tekelci manipülasyon ve şartlandırma yön‐
temleri konusunda yaptıkları araştırmalarda şu sonuca varmışlardı: ʺBüyük bir ihtimalle, insanların 
düşüncelerini ve davranış biçimlerim yönlendirme konusunda belirleyici bir gelişmeyi hesaba katmak zorun‐

oluşan güdümlü kültür ağında, toplam 50 binin üzerinde işçi ile birlikte 10 bine yakın yazar, pop şarkıcısı, film yıldızı, ressam, fotoğ-
rafçı, müzisyen, sporcu, vb. ordusu çalıştırmaktadır. Bir diğer çarpıcı örnek: ABD'nin en büyük ihracat sektörü, sanıldığının aksine
silah değil, sinema, TV programları, müzik, spor, moda ve bunların yan ürünlerinden oluşan kültür sanayidir. Emperyalist kültür
artık büyük ölçüde Amerikan tekelinden çıkmıştır. (ABD'nin Hollywood ve müzik endüstrisi dahi Japon ve Avrupalı emperyalistlerin
denetimine geçmiştir.) Ama hepsinin sattığı "American way of life", yani Amerikan yaşam tarzı, Amerikan rüyasıdır. Çünkü Amerikan
kültürü, işçi sınıfı ve emekçi halkları, alabildiğine sıkıştırılmışlıkları içinde dahi kendinden hoşnut olma psikolojisini yaratmada, uyuş-
turmada, feodal çağda bile görülmemiş ölçüde cahilleştirmede, tüketimi körüklemede, bilincini bulandırıp kaypak ve boş vermiş bir
ruh haline sürüklemede, düzen kurallarını parıltılı, tempolu ve uyarıcı tekniklerle içlerine işlemede, insanı korku ve haz güdülerine
indirgemede başarısını kanıtlamıştır.
da kalacağız Bu ilerleme; olağanüstü etkili yetiştirme teknikleri, uyuşturucular ve duyum eşiğinin altındaki 
uyarmalarla, motiflerin ya da bugün henüz bilemediğimiz başka ortamların yönlendirmesiyle gerçekleşecek‐
tir:ʺ

Sistem  aradan  geçen  süre  içerisinde,  bu  alanda  baş  döndürücü  gelişmeler  kaydetmiş  olsa  da,  bu 
hiçbir zaman tam olarak gerçekleştiremeyeceği ama vazgeçmeyeceği bir hedeftir. Özellikle reviz‐
yonist  sistemin  çöküşüyle,  ideo‐kültürel  saldırganlığın,  hız,  yoğunluk  ve  şiddeti  alabildiğine  bü‐
yümüştür. Mali sermaye, zincirlerinden boşanmış azami kâr iştahı ve krizin zorlayıcılığıyla, tıpkı 
ücret sendikacılığını bile yok etmeye giriştiği gibi eskiden sübap olarak kitleleri yanıltmakta kul‐
landığı ve yedeklediği en basit insani ve toplumsal değerlere dahi savaş açmıştır. Azami kâr dışın‐
da hiçbir ahlak, ilke, inanç tanımamaktadır. Hiçbir kalıcı değer tanımamaktadır. Kültür emperya‐
lizmi  eskiden  göstermelik  bir  saygı  gösterdiği  yarısömürge  ülkelerin  yerel  kültür  ve  değerlerini 
hızla  süpürmekte  ya  da  kendisine  eklemlenmek  zorunda  bırakmakta,  paraya  tahvil  etmektedir. 
Ama  emperyalizmin  kültürü,  büyüyen  hegemonik  gücüne  karşın,  ekonomik  ve  siyasi  krizi  gi‐
derme işleviyle birlikle kendisi başlı başına bir kriz öğesi olmaktadır. Emperyalizmin gelişen kül‐
türel tahakkümü, aynı zamanda ayyuka çıkmış bir lağım ve çürüme kültürü olarak bir zayıf karın 
oluşturmaktadır. 

Rönesans ve Postmodernizm
 ʺİlerici, demokratʺ, hatta ʺsosyalistʺ geçinme iddiasındaki bazı akımlar ve çevreler, bugünkü çürü‐
müş  burjuva  kültür‐sanatına  öykünmelerini,  piyasa  sanatçılığı  yapmalarını  kamufle  etmek  veya 
gerekçelendirmek için, sıkıştıkları zaman, ʺNe yani, burjuva sanattan alınacak hiç mi bir şey yok?ʺ de‐
magojisiyle ʺAydınlanma Çağı/Rönesansʺ döneminden ya da tekil bazı sanatçılardan (genellikle ʹ60ʹlı 
yıllar ve öncesinin burjuva sanatçılarından) örnekler arkasına sığınma çabası göstermektedirler.

Veya buna tam karşıt yönde ama aynı düz genellemecilikle hem de ʺsosyalist tutarlılıkʺ adına, bu 
kez burjuva sanatın ve onun gerçekten de ilerici bir rol oynadığı, tarihsel ilerlemeci bir içeriğe sa‐
hip olduğu dönemlerin ürünlerini dahi toptan reddeden ʹkültürel nihilizmʹ örneklerine de az rast‐
lamıyoruz. İki karşıt kutup, politikadaki sağ ve sol tasfiyecilik gibi aynı antidiyalektik genellemeci‐
likte birleşmektedir.

Oysa  biz,  burjuva  kültür‐sanat  akım  ve  ürünlerine  burjuvazinin  sınıf  olarak  tarihsel‐siyasal  ba‐
kımdan ilerici bir rol oynadığı dönemlerle,  onun çürüme ve kokuşma dönemi olan emperyalizm 
çağını birbirinden ayırarak ele almalıyız. 

Kaldı ki, aynı zamanda ʺproleter devrimler ve halkların kurtuluş mücadeleleri çağıʺ olan 20. yüzyılda, 
bir ʹ30ʹlu yıllar veya daha yakın dönemden ʹ60ʹlı‐70ʹli yıllar ile ʹYDD yıllarıʹ olarak tanımlanabile‐
cek ʹ80ʹli ve ʹ90ʹlı yıllar, kültürel‐sanatsal açıdan bu yönüyle de kendi içinde göreli farklılıklar ta‐
şır.  Sosyalist,  devrimci,  demokrat  kültür  hareketlerinin  burjuva  kültür  akım,  eğilim  ve  ürünleri 
üzerindeki etki derecelerini de içerecek tarzda, biz asıl dünyanın kültür iklimi üzerindeki etkileri 
bakımından bu farklılıkları düzleyemeyiz.

Burjuva Aydınlanma (ve Rönesans) hareketinden, bu dönemdeki sorgulayıcılık, yaratıcılık, kültü‐
rel üretkenlik ve hayal gücünden proletaryanın halen alabileceği şeyler vardır. Aydınlanma hare‐
keti tüm burjuva bulanıklığı ve sınırlılığına karşın, toplumsal değişim süreci içindeki bireyin kendi 
gücüne,  dünyayı  kavrama  ve  değiştirme  yeteneğine  güven  aşılamış,  tarihsel  ilerlemeye  inanç  ve 
geleceğe umutlu bir bakış geliştirmiştir. 

Burjuvazi bu sayede, ideolojik‐kültürel ve sanatsal açıdan da aristokrasiyi baskılayıcı bir yükselişle 
iktidara  hazırlandı.  Topluma  kendi  sınıfsal‐kültürel  ilke  ve  değerlerini  benimsetti.  Siyasi  iktidarı 
almadan ideo‐kültürel iktidarı ele geçirdi.

Kuşkusuz proletaryanın, kapitalizm koşullarında önce ideo‐kültürel iktidarı ele geçirme şansı yok‐
tur.  Tersine,  böyle  bir  sav,  reformizme  götürür.  Ancak  bu,  burjuvazinin  günümüzde  sınırsız  bir 
gericilik, çürüme ve bayağılık dışında geleceğe dönük hiçbir dinamizm taşımayan kültür ve sana‐
tıyla hesaplaşmanın devrim sonrasına erteleneceği, devrimci kültür‐sanat etkinliğinin de eli yüzü 
düzgün bir muhalefetle yetineceği anlamına gelmez. Tam tersine, sadece dar anlamda siyasal de‐
ğil, toplumsal bir devrim hareketi için, toplumsal yaşamın her alanını kucaklayarak siyasal iktidar 
savaşımını  da  güçlendirecek  bir  sosyalist  aydınlanma  ve  kültür‐sanat  saldırısının  örgütlenmesi 
anlamına gelir.

Bırakalım komünist veya devrimci olmayı, ilerici, çağdaş bir niteliğe sahip olma iddiasını taşıyan 
bir kültür‐sanat etkinliğinin dahi –belirttiğimiz göreli farklılık dönemlerine dikkat etmek koşuluy‐
la– emperyalizm çağı ve özellikle de YDD dönemi burjuva kültür‐sanatından alabileceği, ona öy‐
künebileceği hiçbir şey yoktur ve olamaz. Özellikle içeriksel açıdan ama pek çok durumda biçim 
açısından da bu, devrimci kültür‐ sanatın temel bir ilkesi olarak konulmalıdır. Günümüz burjuva 
kültür‐sanatı  burjuvazinin  çürümesini  çok  daha  dolaysız  biçimde  yansıtmaktadır.  Thomas 
Mooreʹun Ütopyaʹsıyla, günümüzün ütopya adına sadece bugünün egemenlik ve sömürü ilişkile‐
rini pazarlayan ʺbilim‐kurguʺları karşılaştırıldığında bu durum daha iyi anlaşılır.

Burjuva  kültür‐sanatındaki  çürümüşlüğün  en  somut  göstergesi  ve  şimdilik  vardığı  en  son  durak 
post‐modernizmdir. Tarihsizleşmiş ve toplumsuzlaşmış, daha vahimi insansızlaşmış bir ʺfelsefeʺ ve 
ʺsanatʺtır.  Hiçbir  toplumsal‐insani‐manevi  değer  üretmemekte,  zaten  böyle  bir  kaygı  da  taşıma‐
maktadır.  Tam  tersine,  her  türlü  toplumsal‐insani  değeri  aşağılamakta;  aşağılanmaktan  zevk  al‐
mayı vazetmektedir. Biricik ilke olarak ilkesizliği yüceltmekte, hiçbir soru sormamakta, hiçbir so‐
ruya da yanıt aramamaktadır. Temel özelliği fantastik şovlarla gerçeklikten kaçıştır. Acayiplikleri 
örneğin bir dadaizmde olduğu gibi kurulu düzen mantığına biçimsel bir tepki anlamını bile taşı‐
maz. Çünkü o salt haz güdüsüne hitap eder. Yalnız bu da, ʹince ruhaniʹ zevkler bile değil, rezalet‐
lerden duyulan hazdır. Yaratıcı değil sonsuz tüketicidir. Sanatın, duyguların, metalaşmasına artık 
göstermelik  olarak  bile  direnmez,  tersine  bununla  böbürlenir.  Tekelci  kapitalizm  ve  YDD  kıska‐
cında  insan  bireyinin  içine  sürüldüğü  anlamsızlık,  umutsuzluk,  amaçsızlık  ve  hiçleşmeyi  yansıt‐
makta  ve  ʹestetizeʹ  etmektedir.  Kelimenin  tam  anlamıyla  bir  insani  çözülme  ve  erozyon,  yalama 
olmuşluk  ʺsanatı  ve  felsefesiʺ  dir.  Bu  yanıyla  çürümüş  aristokrasinin  dekadans  (çöküş)  estetiğini 
anımsatır.

Türkiyeʹdeki en ʹolgunlaşmışʹ örneği  Bedri Baykamʹdır. Sergisinin açılışında çırılçıplak kadınlara 
çamur  güreşi  yaptırır  ve  bunu  ʹen  iyi  tablosuʹ  olarak  sunar.  Laiklik  şarlatanlığı  yapar,  laiklikten 
anladığı ise fuhuş özgürlüğüdür. Sanatçının hiçbir şeye manevi borç ve bağlılık duymaması gerek‐
liğini, sanatın cinsel yaşamın bir yansıması olduğunu, vb. söyler. Ya da İstanbul Bienaliʹnden bir 
örnek: Ta Fransaʹlardan kalkıp gelen ʺçok ünlü bir uluslararası kadın sanatçıʺnın ʺsanatıʺ neydi dersi‐
niz? Kendi üzerinde yaptırdığı cerrahi müdahaleleri ayrıntı çekimleriyle filme aldırmak!

 ʺMarx, kapitalizm ile sanat arasındaki ters orantılı bağı tespit etmişti. Bir toplumda kapitalist üretim ilişkileri


yayılıp derinleştikçe sanatın da gerilemesi kaçınılmazdır. Leninizmin partili sanat yaklaşımı bu tespitin mantı-
ki sonucudur. Madem ki kapitalist üretim ilişkileri sanatı boğuyor ve giderek yok ediyor, öyleyse sanat ancak
kapitalizmin mezar kazıcılarının ortak davasına bağlanarak kalkınabilir." (Partili Sanat ve Oportünizm, Dev-
rimci Proletarya, sayı 16, s.21)
Bazı sonuçlar
Bu noktada kısa ama kesin sonuçlar çıkarabiliriz. Günümüzde sermayenin ideo‐kültürel saldırısı‐
nın  boyutlarını  ve  etkisini,  küçümsemek  de  abartmak  da  ağır  siyasi‐ideolojik  savrulmalara  yol 
açmaktadır. Burjuva iktidarının ideo‐kültürel hegemonya öğesini, basit bir yalan‐demagoji meka‐
nizması olarak hafife alma, sınıf savaşımını salt siyasi –o da en dar ve düz biçimiyle– alana indir‐
gemeye yol açmaktadır. Kolay başarı hayalleri, kitlelerin içselleştirdiği burjuva ideolojisi ve kültü‐
rü duvarına çarpınca, bu kez kitle çalışması adına burjuva ideolojisi ve kültürüne uyarlanma eği‐
limleri  gelişmektedir.  Yeni  sağ  tasfiyeci  dalganın,  birçok  etkenin  yanı  sıra,  sistemin  ideo‐kültürel 
saldırısının bir üst düzeye taşındığı bir dönemde baş göstermesi rastlantı değildir. Nitekim, Avru‐
paʹda 2. Dünya Savaşı sırasında çoğu komünist hareketin ideolojik‐siyasi tasfiyesinde de sistemin 
ideo‐kültürel saldırısının güçlenmesi önemli bir rol oynamıştı.

Diğer taraftan, medya gücünün, ideo‐kültürel egemenlik öğesinin ekonomik‐siyasi alanlardan ko‐
partılarak mutlaklaştırılması, sınıf savaşımında politikanın belirleyiciliği ilkesinden uzaklaşmaya, 
siyasi iktidar sorununu es geçmeye ve dosdoğru reformizm veya sivil toplumculuğa götürmekte‐
dir. 

Sermaye ve faşizmin ideo‐kültürel gücünün küçümsenmemesi şu anlama gelir: Kaba ve kalıplaş-
ma,  genel  bir  ajitasyon  propaganda  faaliyeti,  sınıf  ve  kitle  çalışmasında  başarısız  kalmaya  mah‐
kumdur.  Kitlelere  sadece  ekonomik  ve  politik  taleplerle  seslenmek,  sadece  akıl  ve  mantıklarına 
hitap  etmek,  düzenle  güçlü  kültürel,  psikolojik,  duygusal  bağlantılarını  ihmal  etmek  eksikliktir. 
Emekçi kitleleri sadece bir iki noktadan değil, yaşamlarının her alanından sarıp sarmalamak, psi‐
kolojik, kültürel‐sanatsal açıdan da sarsmak, etkilemek şarttır.

Sermayenin  ideo‐kültürel  gücünün  abartılmaması  şu  anlama  gelir:  Manevi  kölelik  zincirleri  ne 
kadar kalınlaştırılırsa kalınlaştırılsın, itilimini derinleşen sınıf çelişkilerinden alan sınıf güdülerini 
ve sezgisini ortadan kaldıramaz. Kültürel saldırı, güç ve etkinliği ölçüsünde bir çürüme kültürü ve 
kültürel  çürüme  olarak  tepki  ve  tiksinti  de  toplamaktadır.  Pek  çok  emekçinin  aptal  yerine  ko‐
nulduğunu  bildiği  ya  da  en  azından  sezdiği  halde,  burjuva  avuntu  ve  konserve  düşler  sanayine 
sıkı sıkıya sarılmasının nedeni sonsuz dehşet kapanından kendi başına güven ve  umut verici  bir 
toplumsal çıkış yolu bulamamasıdır. Çünkü tekelci kültür sanayi, emekçilere sadece gerçeklerden 
değil,  onları  içlerinden  sürekli  dürtüp  duran  direnme  isteğinin  verdiği  ʺrahatsızlıktanʺ  kaçma  im‐
kanı sunmaktadır.

Sorun burjuva iktidarını, sadece şu ya da bu öğesiyle değil, hem dönemsel, hem de uzun vadede 
bütünselliği içinde kavramak ve ona tam karşıt ML ideolojik cepheden, bütünsel bir alternatif top‐
lumsal  yaşam  isteğini,  bilinci  ve  yönelimini  –emekçilerin  gündelik  yaşamlarına,  iç  dünyalarına, 
duygu ve özlemlerine, değer yargılarına varana dek– her alanda var etmektir, işçi sınıfı ve emekçi‐
leri, egemen kültürün kendi kendilerine bastırmaya koşulladığı o ʺiç rahatsızlıklarındanʺ yakalamak, 
kendilerine olan saygılarını kazandırmak ve manevi enerjilerini de düzene karşı harekete geçirmek 
gerekir.  Savaşım  içinde  yaratılan  devrimci  proleter  değerlerimizin,  yine  savaşım  içinde  ve  daha 
ileri savaşımlar için başta işçi sınıfı olmak üzere kitleler tarafından sahiplenilmesini, özümsenme‐
sini, silahlaştırılmasını, alışkanlık, refleks ve ihtiyaç haline getirilmesini sağlamak gerekir.

Alternatif  kültür  öğeleri  laboratuarda  üretilemez.  Hele  ki  ʺkültürel  cepheʺ,  ʺalternatif  bilinç/kültürʺ 
söylemleri  arkasında  siyasi  iktidar  savaşımından  kaçan  liberal‐reformist  oluşumlar  ve  medyatik 
imajlarla hiç üretilemez. Sisteme kültür‐sanat alanında da yıkıcı bir saldırının örgütlenmesi ve tam 
karşıt bir ideolojik‐siyasi temelden kültürel sanatsal çekim merkezi olunması gerekir.
Daha Gelişkin Bir Kültür-Sanat Çalışmasına Doğru
Devrimci  kültür‐sanat  ortamında  bir  reformist  ʹgeleneğeʹ  değinmek  gerekir.  Geniş  kitlelere  ulaş‐
mak, benimsenmek kaygısıyla, kültür‐sanat etkinliklerinin içerik ve biçimi alabildiğine yavanlaştı‐
rılmakta,  kitlelerin  en  alışık  olduğu,  en  beylik  biçim  ve  mesajların  dışına  çıkılmaya  korkul‐
makladır. Bunun, popülizmin Kemalizmʹden devraldığı (Köy Enstitüleri, ʺhalkı eğitip aydınlatmakʺ 
vb) bir gelenek olduğu söylenebilir. Biçim ve içeriği yavanlaştırma, kalıplaştırma, haplaştırma ne 
kadar iyi niyet ve devrimci kaygılarla yapılırsa yapılsın, sonuçta emekçilerin verili ideoloji ve kül‐
tür  kalıpları  yani  egemen  kültür  içerisinde  kalmalarını  getirdiğinden,  kültürel  reformizm‐
ekonomizmdir.

Sistemin, işçi sınıfı ve emekçilerin algılama, kavrama, düşünme, merak, hayal, yeni şeylere açıklık, 
yaratıcılık yetilerini çok yönlü (ekonomik, siyasi, ideo‐kültürel) saldırılarla körelttiği, iç dünyaları‐
nı alabildiğine sığlaştırdığı doğrudur. 

Kriz koşullarında işçi ve emekçiler, çok daha yoğun ve uzun çalışmaya zorlanmaktadır, iş dışı sa‐
atlerinde  son  derece  yorgun,  bıkkın  ve  gergin  olan  emekçiyi  ʺyumuşatıp,  sağaltmakʺ,  ertesi  günkü 
sömürüye hazırlamak için ʹkültür sanayiʹ iş başındadır! ʺBurjuva toplumda emekçi insan, egemen sınıf 
için  uygun  olan  düşünce,  duygu  ve  alışkanlıkların  etkisi  altında  bulunmaktadırʺ  diyen  Kalinin,  50  yıl 
öncesinden burjuva kültür sanayi için şu önemli tespiti yapıyordu: ʺPek çok çağdaş film, içeriğinden 
ötürü, sadece yumuşak koltuklara oturup kaşıkla beslenmeyi isteyecek şekilde yorgun olan insanlara özgü bir 
tür uyuşturucu araca benzer şeylerdir.ʺ

Bugün ise, burjuva kültür sanayinin kitleleri deşarj edici ve uyuşturucu standartlaşmış seri ürünle‐
rinin basitliği ve bayağılığı had safhadadır. Arabesk ve pop müzik, pembe diziler, Amerikan film‐
leri ve dizileri... Kişi, herhangi bir Amerikan filminin ilk beş dakikasını seyredince sonunda neler 
olacağını anlayabilir. Kafasını çalıştırmaya hiç ihtiyaç duymadan, vurdu‐kırdı, kaçma kovalamaca 
ile  biraz  gerilir,  ve  ʹiyi  kahramanımızınʹ  zaferiyle  boşalırken,  düzen  bir  kez  daha  kutsanmış  olur 
vb. 

Ancak kesintisiz ideolojik şırıngalamanın bir yanı da, bu yavanlığın tüketicide kendini zorlamak‐
sızın bir rahatlık ve tatmin yarattığından arzu edilir olmasıdır. Uyuşturucu yanı asıl buradadır ve 
tüketicide  hep  aynı  konformizm  alışkanlığı  (müzikte  en  basit  ritim  ve  bildik  aşk‐meşk  gevele‐
meleri,  TVʹde  fotoroman  tekniği,  hep  aynı  polisiye,  mafya,  iyi  adam‐kötü  adam  senaryoları,  vb) 
doğurur. Öyle ki, bugün birazcık daha ince duyarlıklı Fransız filmleri, az buçuk kafa çalıştırmayı 
gerektiren ʹColomboʹ türü polisiyeler bile piyasadan silinmiştir. Birazcık duyarlılık, düşünce iste‐
yen, biraz karmaşık ve daha derin kültür‐sanat ürünleri ile karşılaştığında tüketici olarak emekçi, 
alıştığı  konformizminin  bozulmasından  rahatsız  olmakta,  hemen  Amerikan  filmlerine,  futbola, 
arabesk ve popa zaplamaktadır.

Hemen  herkes,  aptal  yerine  konduğunu  pekala  bildiği  ya  da  en  azından  sezdiği  halde,  söylene 
söylene,  sanki  mecburi  bir  görev  ifa  edermiş  gibi  TVʹnin  başına  geçip  pembe  dizileri,  Amerikan 
dizilerini vb. seyreden birçok emekçiye tanık olmuştur.43

43
"Ortalama bir Amerikan evinde TV haftada 50.1 saat açık kalmaktadır. (Siyahların evlerinde bu süre 77.3 saate çıkmaktadır)... On
yaşındaki çocuklar günde 2-3 saat TV'ye yapışıp kalmakta ya da saatlerini CD'lerin yardımıyla düşlere dalıp geçirmekte; ne kafa
çalıştırmakta ne estetik duygularını geliştirmekte ne de gerçeklerle yüzleşmektedirler. Paket düşler, insanca ilişkileri koparıp yerleri-
ne basmakalıp davranışları yerleştirmekte, rol modelleri sunma yoluyla gencin kişiliğinin oluşturulmasında etkili olmaktadır..." (R.
Banet - J. Cavanagh, Küresel Düşler ve İmparator Şirketler, sf. 118) Türkiye'de ise ortalama bir ailenin haftalık TV seyretme süresi
25 saate yükselmiştir ve istikrarlı bicimde artmakladır. Bu, bir işçi veya memurun iş ve uyku dışı zamanının yarısından fazla bir
süreyi kapsamakladır.
Egemen kültürün bu uyuşturucu ve alıklaştırıcı etkisi, doğası gereği daha derin düşünce ve duyar‐
lılığa çağıran toplumsal nitelikli kültür‐sanata karşı, daha baştan, en geniş işçi ve emekçilerin bi‐
linçsizce bir tecrit uygulamasına yol açar.

Tüm  bunlar  gerçektir.  Ama  oportünist  gerçekçilik  vardır,  devrimci  gerçekçilik  vardır.  Bu  tecridi 
kırma adına, kültür sanat etkinliğini yavanlaştırmak, haplaştırmak; tıpkı emperyalist kültüre karşı 
geleneksel kültüre yaslanmak gibi, kültürel reformizmdir. Tabii ʹderinlikʹ adına, sanatı anlaşılmaz‐
lıkla özdeşleştiren zibidilikle de kalın bir sınır çizgisi çizilmelidir. 

Partili kültür‐sanat, kitlelerin kültürel şekilleniş ve eğilimlerini, estetik beğeni, algılama ve kavra‐
ma  düzeyini  vb.,  nesnel  bir  durum  olarak  mutlaka  dikkate  alır,  fakat  ona  tabi  olmak  için  değil, 
dönüştürmek, devrimci dönüşüme uğratmak için.

Bunu nasıl yapar? Bu kuşkusuz, bir iki hamlede yapılacak, sonuç verecek bir iş değildir. Sınıf ve 
kitleler içinde yaygın, yoğun, enerjik, kesintisiz, sistemli bir kültür‐sanat etkinliği temeldir. 

Evet, egemen ideoloji ve kültürü içselleştiren kitleler kültür sanayine gönüllü bir kulluk gösterir‐
ler. Ama bu gönüllülük, bütünüyle sorunsuz, sürtünmesiz, sıkıntısız bir gönüllülük değildir.

Birincisi  sistem  ne  kadar  yoğun  ve  şiddetli  bir  ideo‐kültürel  şırıngalama  yaparsa  yapsın,  işçi  ve 
emekçilerin nesnel sınıfsal konumlarından kaynaklanan güdü ve huzursuzluklarını ortadan kaldı‐
ramaz. Zaten egemen ideo‐kültürel ortamın, toplumsal çelişkileri de kimi yönleriyle dikkate alan 
bir  biçimde  üretilmesi,  kitlelerden  gelen  bu  basıncı  ifade  eder,  ama  onu  torpillemeyi  ve  düzene 
emdirmeyi hedefler.

İkincisi, kültürel alanda da, kendiliğindenlikle sınırlı kaldıkça emekçilerin hep yenilgiye uğradık‐
ları bir sınıf mücadelesinin yaşandığını iyi görmek gerekir. Evet, emekçiler, burjuva kültür sanayi‐
nin  gönüllü  müptelalarıdır,  kendi  başlarına  onun  çekim  gücüne  karşı  koyamazlar,  ama  onun 
asosyalleştirici, yabancılaşana, alıklaştırıcı, otlaştırıcı etkisini de  az çok sezinlerler. Bu rahatsızlık, 
ekonomik  açıdan  seçenek  yokluğu,  iş  ve  aile  dışında  sosyal  etkinlik  ve  ilişkilerden  yoksunlaşma 
oranında daha da güçlenir. Emekçilerin dinci, milliyetçi, geleneksel, futbol fanatikçisi vb. kültürle‐
re sarılmasının bir nedeni de, bu ʹkültürelʹ huzursuzluktur. (Popülizm, bu açıdan da kitle kuyruk‐
çusudur!) Ama kapitalizm görünüşte birbiriyle çatışan bir kültürel alternatif bolluğu yaratmasaydı 
ve her bir alt kültürü  çeşitli sınıf, katman, kesim vb.ye  uyarlanacak tarzda kategorize etmeseydi, 
kapitalizm olmazdı.

Örneğin, RTÜKʹün özel TV kanallarına, günde 2 saat ʹnitelikliʹ kül‐tür‐sanat programları ve belge‐
sel yayınlama zorunluluğu getirmesi, hiç kuşkusuz devletin halkın kültür düzeyini yükseltme me‐
rakından  filan  değildir.  Sermayenin  gündelik  çıkarlarına  uzun  vadeli  çıkarlarını  göz  önünde  bu‐
lundurarak  müdahale  etmesidir.  Çünkü  kitleler  bu  kültürel  yavanlığa  ne  kadar  ihtiyaç  duyuyor 
olsalar da, aptal yerine kondukları sezgisi ve huzursuzluğu da büyümekte, alternatif arayışları da 
artmaktadır 

Öyleyse Partili Kültür Sanat hem ürünlerinde, hem kitlesel etkinliklerinde;

1- Egemen  kültürün  bir  biçimine  karşı  başka  bir  biçimini  değil,  dolaysızca  sınıf  çelişkilerini, 
toplumsal sorunları temel alır; emekçilerin sınıfsal konum ve sezgilerine hitap eder. 

2- Yalınlığı ve anlaşılma kaygısını elden bırakmadan, onları daha derin sınıfsal düşünce ve du‐
yarlıklara doğru çeker. 
Burada  önemli  olan,  emekçinin  devrimci  kültür‐sanatla  yaşamsal  bir  bağ  kurması  için  ilk  adımı 
atmasını sağlamaktır. TV filmleri, pop müzik vb.den daha nitelikli ve karmaşık, kafa yormayı ge‐
rektiren  sanat  ürünleriyle,  ya  da  kendileri  için  yeni  olan  sanat  dallarıyla  (tiyatro,  resim..)  kar‐
şılaştıklarında ilk tepkileri genellikle, ʺBiz sanattan anlamayızʺ, ʺBu tür şeyler bize göre değilʺ biçimde 
bir kaçınmadır. Kendine güvensizlik, basit şeylere olan alışkanlığı kadar, tiyatro, resim, bale, sen‐
fonik müzik, edebiyat vb. gibi dallar, ona bir takım kelli felli, asık suratlı ve resmi insanların uğraş‐
tığı,  şık  giysili  hanım  ve  beylerin  izlediği,  soyut  ve  kendisine  bir  şey  ifade  etmeyen  yabancı  bir 
dünya olarak görünür. Türkiyeʹde Kemalizmin kültür politikalarının etkisiyle, güzel sanatların illa 
ağır  başlı,  mağrur  ve  kravatlı  olması,  halka  zorla  dayatılmış  olması,  okullarda  öğretiliş  biçimi 
emekçilerin güzel sanatları devletle özdeşleştirmelerine yol açan fazladan bir dezavantajdır. Kuş‐
kusuz,  emekçilerin  burnuna  hemen  Beethoven,  Tolstoy  veya  Kuğu  Gölüʹnü  dayatmak  ne kadar 
yanlışsa,  ʺEmekçiler  bunlardan  anlamazʺ  deyip  insanlık  tarihinin  tüm  bir  estetik  birikimini  reddet‐
mek de o kadar yanlıştır.

Doğru olan, tüm bir estetik birikimini devrimci bir eleştirellikle özümlemek, çok daha gelişkin bir 
devrimci proleter içeriğe uygun düşecek ve daha güçlü işleyecek tarzda değerlendirmektir. Tecridi 
kırmanın  yolu,  emekçinin,  bu  ürün  ve  etkinliklerde  ʺkendini  bulmasıʺ,  ʺkendini  ifade  ettiğiniʺ 
görmesi; yaşamı, sınıfsal konumu, toplumsal sorun ve ihtiyaçlarıyla bağını kurmasıdır. 

Partili sanat, bizzat kitlelerden gelen kültürel tecritʹi yavanlaşarak, egemen kültürün basmakalıp 
duygu ve davranış biçimlerine uyum sağlayarak değil;

Birincisi, ürünlerinde ve etkinliklerinde emekçilerle canlı, sıcak ve enerjik bir ilişki kurarak,

İkincisi, emekçileri sanatın yalnızca nesnesi (eğitilecek olanlar!) olarak değil, aynı zamanda özne‐
si  olarak  (sanat  yapıtı  üzerine  kafa  yoracak,  yeniden  üretecek  olanlar;  eğiticilerin  de  eğitilmesi!) 
görerek.

Üçüncüsü, emekçileri sınıf damarlarından yakalayarak kırar.

Ve bunlar Partili Sanatʹın kendisi değil, sadece ona doğru atılan ilk adımdır. Yöntemsel zeminidir.

 ʺEkonomistlerʺ  der  Lenin,  ʺkendi  geriliklerinin  suçunu  işçilere    atmaya  ve    kendi  enerji  yoksunluklarını 
işçilerin güçsüz oldukları şovlarıyla haklı çıkarmayaʺ çalışırlar. Kültürel ekonomistler de kendi kültü‐
rel‐estetik geriliklerinin suçunu işçi ve emekçilere yıkarlar. Kültür‐sanatta kendi devrimci çaba ve 
enerji  yoksunluklarını,  ʺişçilerin  sanattan  estetikten  anlamadıklarıʺ  savlarıyla  haklı  çıkarmaya  ça‐
lışırlar.

Mülk sahibi sınıf elbette estetiği de temellük eder. Emekçi kitlelere de,ʺ Size gerekli olan sadece kasla‐
rınızı çalıştırmaya ve yaşamınızı sürdürmeye yetecek kadar bilgi ve beğenidirʺ diye cahilliği, yavanlığı ve 
bayağılığı dayatır. Ve şimdi siz kültürel‐sanatsal geriliği, savaşılması gereken bir şey olarak değil 
de, ʺhalkımızın erdemiʺ sayarsanız, kuyrukçuluğunuzu burada da kanıtlamış olmakla kalmaz, top‐
lumsal devrim savaşımının önemli bir cephesini burjuvaziye kendi ellerinizle teslim etmiş olursu‐
nuz.

Ve ilginçtir, halkın cahilliğini, geriliğini vb. en çok bahane edenler, her zaman bunu değiştirmenin 
önünde başlıca engel olan ekonomistler, reformistlerdir! 

Burjuvazi, ʺHalk politika, yönetim, kültür‐sanat, estetik gibi özel uzmanlık gerektiren yüksek iş ve  incelik‐
lerden  anlamaz!ʺ der. Ekonomistlerin tek farkı şudur ki, onlar aynı anlayışı ʺhalkımız böyle istiyor!ʺ 
kılıfı altında savunurlar, işçiler, ʺBizimkisi sadece ekmek mücadelesiʺ diyor. Aman ha, politikleştirme‐
ye, militanlaştırmaya çalışırsanız, provokasyon olur! Halk Kemal Sunalʹı, Fevzi Kurtuluşʹu Ahmet 
Kayaʹyı, Selda Bağcanʹı Levent Kırcaʹyı vb. ʺkendiʺ sanatçıları sanıyor. Aman ha, emekçi kitlelerin 
beğenisini de devrimcileştirmeye kalkarsanız, yadırganırsınız, dışlanırsınız!

Emekçilerin  sınıfsal  duyarlılık  ve  düşünce  dünyalarını,  ufuklarını,  kültürel‐sanatsal  taleplerini 


geliştirmeyeceksek;  devrimci‐demokrat  basının  yaptığı  gibi,  kültür  sanatta  da  hep  aynı  konuları 
aynı dar kalıplarla işleyeceksek, öyleyse kültür sanattaki devrimciliğin anlamı nedir?

Sorun popülizmin, iddia ettiğinin tersine, halkın sanatını yapacağı yerde halk için bir sanat yapı‐
yor olmasıdır. Emekçi kitleler kafasız ve ruhsuz, kendilerine ne sunulursa onu belleyen, tabağına 
konulan makarnayı silip süpürdükten sonra boş tabağını bir daha bir daha diye uzatan bir lapacı‐
lar yığını olarak ele alınmaktadır. Burjuvazinin kitleler için popüler kültür‐sanat politikasıyla po‐
pülizminki  özünde  birdir.  Her  ikisi  de  kitleleri  pasif  alıcı,  tüketici  konumunda  tutmakta,  daha 
iyisini, daha güzelini istemesinin önünde duvar oluşturmaktadır.

Örneğin  kültür‐sanat  kurumlarının  ünlü  hafta  sonu  etkinlik  programlarındaki  film,  dia,  dinleti, 
tiyatro panel ve seminerler... Her biri aynı zamanda yoğun ve titiz bir politik ön hazırlık gerekti‐
ren  araçlar  olduğu  halde,  etkin  ve  dönüştürücü  tarzda  değerlendirilmemektedir.  Katılımcılarla, 
yönlendirici‐ortak  tartışma  ve  değerlendirmelerin  yapıldığı  nadirdir.  Panel  ve  seminerlerde  dahi 
bu  yönelim  zayıftır.  Anlatılıp  bitirilmektedir.  Devrimci  kültür‐sanat  ortamına  gelenlerin  azlığın‐
dan şikayet edilmekte, ama bununla kültür‐sanatın konformist‐tüketici kullanımı arasında bir iliş‐
ki kurulmamaktadır. Katılımcılarda bilimsel‐sanatsal açıdan yeni bir ilgi, merak, düşünce ve ihti‐
yaçlar uyandırmak konusunda özel bir dikkat ve çaba harcanmamaktadır.

 ʺEmekçiler  en  iyi  şeylere  layıktır" diyorsak, emekçilerin önlerine konan makarnayla yetinmemesini, besin
değeri yüksek gıdalar da istemesini, özgürlük ve sosyalizm istemesini arzuluyorsak, o zaman kültürel-
sanatsal lapacılıkla da yetinmemesini, daha gelişkin bir devrimci sanat istemesini de arzulamalıyız. Bunun
tek yolu ise, verili olanın alternatifini sadece ürünlerimizin içerik ve estetiğinde değil bir bütün olarak kültür-
sanat sorununa yaklaşımımızda, alandaki çalışma tarzımızda somutlayarak ortaya koymaktır. Kitlelerin
kültürel alışkanlık ve darlıklarını, alandaki çalışma tarzımızı ve ürünlerimizi niteliksel olarak dönüştürmeden,
dönüştüremeyiz.

Kuşkusuz  her  yeni,  ʺalışkanlıkların  gücü  adınaʺ  kitlelerde  ilk  bakışta  bir  yadırgama,  uzak  durma 
refleksi yaratır. Fakat siz bunu göğüsleyemeyecekseniz, alışkanlıkların gücüne daha gelişkin ola‐
nın  gücüyle  ısrar  ve  inatla  saldırmayacaksanız,  o  zaman  Nazımsız,  Brechtsiz,  Mayakovskiʹsiz, 
Eisensteinʹsız, Picassoʹsuz bir devrimci sanatın nasıl bir ʺdevrimciʺ sanat olacağını oturup düşün‐
melisiniz! Tüm bu sanatçılar, kitlelere bir iki devrimci mesaj verdikleri için değil, asıl olarak kitle‐
lerdeki egemen kültür kalıp ve alışkanlıklarını temelinden sarstıkları için büyük devrimci sanatçı‐
lar  olarak  anılmayı  hak  etmişlerdir.  Kitlelere  hazır  kalıplar  içinde  en  anlamlı  vaazları  çektikleri 
halde  sayısız  devrimci  sanatçı  silinip  giderken,  burjuvazinin  büyük  ustaların  yapıtlarını  şiddetle 
de şefkatle de boğamaması bundandır.

Devrimci sanat, sadece içerdiği ideolojik‐politik söylemle değil, bu söylemi estetize ettiği oranda 
kitleler içerisinde devrimci bir sarsıcılık, etkinlik, kalıcılık kazanır.

Partili  sanatçı,  kitleleri  kültür‐sanat  açısından  ve  kültür‐sanatla  politik  açıdan  etkinleştirmek  için 
olduğu kadar kendi kültür‐sanatını da kitleler açısından etkinleştirmek için kitlelerin içinde olma‐
lıdır,  işçi sınıfını, bir‐iki  konser ve  direniş  ziyaretlerinin ötesinde, çalışma ve gündelik yaşamının 
içerisinden tanımalıdır. İşçi sınıfını uzaktan seyrederek, bir‐iki direniş ziyareti ile belki işçiler için 
bir sanat yapılabilir ama proletarya sanatı yapılamaz. Bu yetmez. Teorik, siyasi kavrayışı güçlen‐
dirmek,  estetik  araştırma  ve  incelemeler  yapmak  gerekir.  Bu  da  yetmez.  Sistemli  stüdyo,  sahne, 
atelye, masabaşı vb. çalışmasıyla yapıtlarını işlemeli, estetik ustalığını geliştirmelidir. Ancak partili 
sanat organlarının gerçekleştirebileceği böyle çok yönlü bir çalışma içerisindedir ki, yavanlaşma‐
dan yalınlığı, uçuklaşmadan estetik yetkinliği yakalayabilir; yalınlıkla estetik güçlülüğü birleştire‐
bilir. Ancak böyle bir çalışmayla, burjuva bilinç ve kültürünün işçi üzerindeki etkinliğini kırar, onu  
sınıf damarından yakalayarak kendi güç ve yeteneklerine inanç aşılar, kafasında ve ruhunda fırtı‐
nalar estirir!

Sanat yapıtında, işçi ve emekçilerin kendi yaşamlarıyla bağını kurmalarını sağlamak ve kendi dü‐
şünsel‐duygusal  yeteneklerine  güven  aşılamak!  Devrimci  sanatta  bu  iki  halka  bir  kez  yakalandı‐
ğında, işçi ve emekçilerin kendi dar‐küçük dünyalarından sıyrılıp çıkmak için ona nasıl bir enerjiy‐
le sarıldıklarını, en zorlu sanat yapıtlarını nasıl sahiplendiklerini ve bir  silah haline getirdiklerini 
görürüz. Bu sadece teorik bir doğru değil, tecrübeyle de sabittir! Nazıma, Brechtʹe kadar gitmeye 
gerek yok. ʺAnalar ve Çocuklarıʺ resim sergisine götürülen işçilerin hemen tümünün ilk davranış‐
ları tipik olmuştur. Tablolara şöyle bir göz atıp neredeyse korkuyla, ʺBiz sanatlım anlamayızʺ diye‐
rek bir köşeye çekilmişlerdir. Ellerinden tutulup, ʺŞu tabloya dikkatli bak ve sana en tanıdık gelen şeyi 
söyleʺ denilmiş ve ona tablodaki birkaç başka imgenin sınıfsal‐toplumsal açıdan bağlantısı açıklan‐
dıktan  sonra,  tabloya  bu  mantıkla  bakmaları  söylenmiştir.  Yöntemi  kavrayan  işçiler,  büyük  bir 
heyecanla sadece o tabloya değil, her bir tabloya, birçok aydından bile daha derin ve güçlü sınıf‐
sal‐toplumsal  yorum  ve  açılımlar  getirmişler,  yeni  duygu  ve  düşünceler  geliştirmişler,  sonraki 
günlerde başka arkadaşlarını da getirerek, ilk kez gerçek bir sanat yapıtını sınıfsal konumları açı‐
sından  anlamlandırma,  bunun  yarattığı  kendine  güven  ve  duygusal‐düşünsel  zenginleşmeyi  on‐
larla paylaşmışlardır...

Aşılanan bu güven duygusu ve kışkırtılan toplumsal, sınıfsal, insani ihtiyaç, işçinin iş dışı zaman‐
lardaki  fiziksel  yorgunluğunun  da  panzehiri  olacak,  anlamadığında  umutsuzluğa  düşmesini  en‐
gelleyip, çabasını daha da yoğunlaştırmasını sağlayacaktır. 

Kültür-Sanat Özgül Bir Politik Kitle Çalışması Alanıdır


Kültür sanat organları, Parti ve Devrim savaşımının sadece lojistiği değil, yapısal bileşenidir.

Bu demektir ki; 

1- Kültür sanat organları Parti inşasının sadece ʹkuyruğuʹ değil, kaldıraçlarından biri olmalıdır. 

2- Kültür  sanat  sadece  politik  kitle  çalışmasının  bir  lojistiği  değil  kendisi  de  özgül  bir  politik 
kitle çalışması alanıdır.

Politika ile sanat ilişkisi, baskın halka politika olmakla birlikte, tek yönlü bir ilişki değildir. Evet, 
politikalar kültür‐sanat etkinliğini yönetir; yönünü ve içeriğini belirler. Ama kültür‐sanat etkinli‐
ği de, gelişkinliği oranında, politikalara zenginlik ve açılım kazandırır. Bugün komünist hareke‐
tin  güven  ve  prestiji,  emekçilerin  kültür‐sanat  kurumlarına  gelmesine  yol  açmaktadır.  Komünist 
militanlık ve politikalardan etkilenen yeni unsurlar ya da yeraltına mesafeli durmak isteyenler kül‐
tür‐sanat  kurumlarına  yönelmektedir.  Ancak  politika‐sanat  ilişkisinin  diğer  yönü,  kültür  sanat 
organları  açısından  asıl  olması  gereken  yönü  zayıf  kalmaktadır.  Bu,  kültür  sanat  alanının  özgü‐
lünden  kitleler  üzerinde  çok  daha  büyük  bir  çekim  gücü  oluşturarak  onları  siyasete  yaklaştır‐
maktır. O, kitleler içerisinde kendi özgün araç ve yöntemleriyle en geniş manyetik etkiyi yaratabi‐
lecek bir  alandır. Öte yandan kültür‐sanat etkinliğinin güdük kalması, politik etkinliği geriye  çe‐
ker, yavaşlatır. Diğer tüm alanların (işçi, memur, semt, kadın, gençlik vb.) kitle çalışmasında ihti‐
yaç  duyduğu  ve  önünü  açacak  kültür‐sanat  araçlarıyla  beslenmesini  de  zayıflatacağından,  parti 
inşasını da bir bütün olarak geriye çeker, yavaşlatır.

Şimdi bir an için yüzlerce ve yüzlerce müzik, tiyatro, şiir, folklor‐dans, spor grubumuz, ressamı‐
mız, karikatüristimiz, edebiyatçımız, fotoğrafçımız, kısa ve uzun metrajlı propaganda video filmle‐
ri çeken sinema birimlerimiz, pozitif bilimler‐teknolojideki gelişmeleri inceleyen çalışma grupları‐
mız,  her  konuda  yetkin  panel,  seminer,  konferans  vb.  verebilecek  propagandacılarımız  vb.  ol‐
duğunu  ve  bunların  kültür‐sanat  kurumlarına  çakılıp  kalmadan,  hem  canlı  etkinlikleri  hem  de 
ürünleriyle  sınıf  ve  kitle  çalışması  seferberliği  içinde  olduklarını  hayal  edelim.  Bunun  kitle  çalış‐
masına  ne  büyük  yeni  olanaklar  açılımlar  ve  zenginlik  kazandıracağı  ortadadır.  (Kuşkusuz  bu, 
herkesin  işi  gücü  bırakıp  kültür  sanatla  uğraşacağı  anlamına  gelmez;  kültür  sanat  organlarının 
daha etkin ve geniş ufuklu bir çalışmayla alan içi kadroları ve örgütlülüğü geliştirmesi anlamına 
gelir.) 

Politik kitle çalışmasının hem bir lojistiği hem de bir kaldıracı olarak, Partili kültür‐sanat çalışması 
şu önemli olanakları sunar:

Birincisi, nicel ve nitel gelişkinliği oranında, ajitasyon‐propaganda gücünü bir bütün olarak artı‐
rır,  ideolojik‐siyasi  etki  sahasını  genişletir,  kitlelerde  klasik  ajit‐prop  yöntemlerine  oranla  daha 
sarsıcı ve daha kalıcı izler bırakır.

İkincisi,  kültür‐sanat  çalışmaları  ve  ürünlerinin  özgül  bir  yanı,  genel  toplumsal  meşrulukları  ve 
saygınlıklarıdır.  Siyasi  kimliğimiz  veya  diğer  organlarımızla  giremediğimiz  birçok  alana,  (sendi‐
kalar,  kitle  örgütleri,  kitlelerin  yaşam  ve  çalışma  alanları)  sanat  organları  ile  daha  hızlı  ve  rahat 
biçimde girebiliriz.

Üçüncüsü,  günümüzde  sermayenin  toplum  üzerindeki  tahakkümü  çok  daha  karmaşık  ve  etkin 
biçimler  kazanmıştır.  Ekonomik  bağlayıcılık  ve  siyasi  baskıyla  birleşik  olarak  yoğunlaştırılmış 
ideo‐kültürel şiddetle toplumsal yaşam ve emekçilerin, bilincine içerden nüfuz etmekte, yabancı‐
laştırıcı  ve  çözücü  etkisini  derinleştirmektedir.  Buna  karşı  parti  de  savaşım  yöntem  ve  araçlarını 
alabildiğine  çeşitlendirmek  ve  zenginleştirmek  zorundadır.  Emekçi  kitleleri  sadece  birkaç  nokta‐
dan etkilemekle kalmamalı, çok yönlü biçimde ve derinlemesine yaşamlarına, bilinçlerine, ruhsal 
dünyalarına  nüfuz  etmelidir.  İşte  bu  nedenle,  gelişkin  kültür‐sanat  çalışması,  siyasi  devrimciliği 
temel almakla birlikte sadece bununla yetinmeyen toplumsal devrim örgütü inşasının olmazsa ol‐
maz bileşenidir.

Dördüncüsü,  çünkü  düzenden  siyasi  kopuş,  tek  başına  alındığında  kapitalizmin  üst  yapısından 
güçlü bir kopuşu beraberinde otomatik olarak getirmez. Eski alışkanlıkların gücü daha uzun süre 
kişinin  gündelik  yaşam  tarzını  belirlemeyi  sürdürür;  özellikle  yenilgi  veya  durgunluk  dö‐
nemlerinde ise sağ tasfiyeciliği güçlendirici ve hızlandırıcı bir etkide bulunur. Emekçi kitleler bir 
yana devrimci çevrelerde dahi bu ideo‐kültürel bulanıklığı fazlasıyla görmek mümkündür. En net 
politik  savaşımcılık  niteliğine  sahip  olan  çoğu  devrimci  dahi,  gündelik  yaşamında  ve  toplumsal 
ilişkilerinde düzen bulaşığı ideo‐kültürel öğeler taşımayı sürdürebilmektedir.

Yaşam  tarzındaki  gerilik,  hayal  fukaralığı,  gevşeklik,  rutinlik,  tutarsızlık,  tek  kelimeyle  düzeni  –
siyasi  kopuşa  karşın–  ideo‐kültürel  olarak  sürdürme,  kimi  zaman  arabesk,  pop  kültür  öğelerinin 
birazcık  ʹnitelikliʹ  öğelerine  sempati  duyma,  sahiplenme;  kimi  zaman  Levent  Kırca  ya  da 
ʹMükremin  Abiʹnin  demokratik  görünümlü  bir‐iki  esprisine  tav  olmada  kendini  gösterir.  Tabii, 
popülist devrimci hareketlere doğru gidildikçe bu durum tam bir felaket halini alır. Çünkü kapita‐
list  üretim  ilişkileri,  burjuvazinin  ideo‐kültürel  egemenliğini  durmaksızın  ve  sadece  kaba  haliyle 
yeniden üretmekle kalamaz, ideo‐kültürel düzeyde de daha incelmiş, toplumsal çelişki, beklenti ve 
ihtiyaçları bir yönüyle gözönünde  bulunduran ve tabii bunları düzene emdirmeyi amaçlayan bir 
biçimde yeniden üretir. ʺTÜSİAD  demokrasisiʺ ve daha nitelikli ve demokratik görünümlü ürünler 
(Gazete Pazar, Siyaset Meydanı, 32. Gün vb.) ne kadar boşuna değilse, sosyal içerikli arabesk ve 
pop kültür öğeleri de o kadar boşuna değildir. Öyleyse gelişkin ve üretken kültür‐sanat organları, 
sadece  emekçi  kitleleri  çok  yönlü  kucaklamak  için  değil,  devrimci  kadro  ve  taraftarların  yaşam 
tarzı ve iç dünyalarındaki düzen tortularını, düzenin sızdığı boşlukları ortadan kaldırmak ve ko‐
münist  kişilik  gelişimine  daha  güçlü  bir  temel,  süreklilik  ve  derinlik  kazandırmak  için  de  ge‐
reklidir. Kültür‐sanat çalışması, bu yönüyle de Parti inşasının bir bileşeni olarak kavranmalıdır.

Üçüncü  ve  dördüncü  maddelerle  bağlantılı  olarak  Partili  Kültür  Sanat  çalışmasının  ayırdedici, 
özel  bir  işlevi  de  gerek  kitle  hareketini  gerekse  devrimci  hareketi  bir  bütün  olarak  geriye  çeken 
hayal  fukaralığının  bir  panzehiri  olmasıdır.  Devrimci  sezgi  ve  düşgücünü  geliştirmesidir.  Dev‐
rimcilerde  gündelik  pratiğin,  kitle  hareketindeki  ekonomik  yoksullaşmanın  darlaştırıcı  etkisine 
karşı  yeni  ufuklar  açması,  bugünle  gelecek  bağlantısını  canlı  biçimde  geliştirmesi,  yeni  özlemini, 
çok yönlülük ve yaratıcılık isteğini güçlendirmesidir.

Altıncısı, kültür sanat çalışmasında sınıfa yönelimin güçlendirilmesidir. Sınıf ekseni, sadece ideo‐
lojik düzlemde, etkinlik ve ürünlerin, devrimci proletaryanın bağımsız ideolojisi temelinde üretil‐
mesiyle sınırlı kalmamalıdır. Kültür sanat organları, sınıf ve kitle çalışması yürüten alanların ihti‐
yaç ve çağrılarını en yetkin biçimde karşılamak, çağrılmadan da onların önünü açacak yeni yön‐
tem  ve  araçlar  geliştirmekle  kalmamalı,  kendileri  de  dolaysız  sınıf  çalışmasının  bir  parçası,  bir 
bileşeni olmalıdır.

İşçi ve emekçilerin devrimci ve hatta demokrat kültür sanat merkezleri önünde kuyruğa girmedik‐
leri doğrudur. Sınıf ve kitleler bir yana, devrimci hareketin bugün dayandığı yeni güçlerin –teorik, 
siyasi düzeyin yanı sıra– genel kültür düzeyinin de son derece düşük olduğu bir gerçektir. Birkaç 
tanınmış müzik grubu, birkaç klasikleşmiş şair ve roman dışında devrimci kültür sanata özel bir 
ilgi  ve  talep  gösterilmemektedir.  Genç  unsurlar  daha  çok  devrimcileşme  aşamasında,  devrimci 
kültür ve sanat unsurlarına yoğun bir ilgi ve açlık duymakta (bu, kültür sanat organlarının özel bir 
dikkat göstermesi ve özel politikalar üretmesi gereken bir noktadır), fakat aktif mücadelenin içine 
girildikçe bu ilgi ve açlık artacağı yerde azalmaktadır. 

Kitlelerden  ve  devrimci  demokrat  çevrelerden  kültür  sanat  alanını  zorlayıcı,  dinamize  edici  aktif 
bir  talebin  olmaması,  ya  da  zayıf  olması,  alanda  da  genel  bir  rehavet  ve  tekdüzeliğe,  kendi  içine 
kapanmaya  yol  açmaktadır.  Ya  da  devrimci  demokratizmin  yaptığı  gibi  kitlelerin  ve  devrimci‐
demokrat çevrelerin en yaygın ve dolayısıyla en geri alışkanlık, değer yargısı ve içgüdülerine hitap 
eden popülist, medyatik biçimlere yönelinmektedir.

Kuşkusuz  sınıf  ve  kitle  hareketi  geliştikçe,  devrimcileştikçe  devrimci  kültür  sanat  etkinliğine  du‐
yulan talep de yaygınlaşacak, aktifleşecek, yakınlaşacaktır. Nitekim, devrimci kültür sanat ortamı‐
nın en büyük sıçramaları kaydettiği, canlılık ve zenginlik kazandığı dönemlerin devrimci yükseliş 
dönemleri  olması  raslantı  değildir.  Ancak  daha  gelişkin  bir  devrimci  kültür  sanat  etkinliği  için 
daha gelişkin ve devrimci kitle hareketi beklemek, partili sanat anlayışının ruhuna aykırı olan ve 
alan özelinde kendini gösteren bir tür kendiliğindenciliktir. Devrimci kültür sanat etkinliğini sıç‐
ratmak için, devrimci hareket ve kitle hareketinin gelişmesini bekleyecek olsaydık, Partili Sanatʹa 
zaten  gerek  kalmazdı.  Partili  kültür  sanat  etkinliği,  devrimci  çalışmanın  ve  kitle  hareketinin  pe‐
şinden gitmek için değil; önünü açmak, geliştirmek için vardır. Partili kültür sanattaki ʹPartiʹ vur‐
gusu, örgütlü, sistemli, programlı ve hedefli bir çalışmayla alana ve alan üzerinden kitlelere iradi 
müdahaleyi esas alır. Bu yüzden Partili Sanat devrimci kültür sanata talep beklemez, sınıf ve kitle‐
ler içerisinde çalışmasıyla bu talebi kendisi yaratır.

Kaldı  ki,  devrimci  kültür  sanata  aktif  talebin  zayıf  olması,  ihtiyacın  olmadığı  anlamına  gelmez. 
Tam tersine, burjuvazinin yoğun ideo‐kültürel bombardımanı ve güdümlemesi içindeki kitlelerin 
çoğu  kez  farkında  bile  olmadıkları  yaygın  bir  ʹgizli  açlıkʹ  söz  konusudur.  Farkında  değillerdir, 
çünkü emperyalizmin ideo‐kültürel saldırısının kaba biçimleriyle olduğu kadar onun ulusal yerel 
özelliklere uyarlanmış biçimleri ve daha inceltilmiş, toplumsal çelişkileri gözeten liberal, reformist, 
popülist  vb.  türevleriyle  de  cepheden  karşıtlık  temelinde  güçlü  bir  sanat  seçeneği  ortaya  kona‐
mamıştır.

Devrimci kültür sanat çalışmaları; gece, konser, şenlik, bir‐iki eylem‐direniş ʹziyaretiʹ ötesinde, işçi 
sınıfı ve emekçilerin çalışma ve yaşam alanlarına taşınmalıdır. Devrimci sanat, kuşkusuz kitle ha‐
reketliliğinin  ve  eylemin  olduğu  her  yerde  olmalıdır.  (Direnişlerin  otuzuncu  gününde  değil,  ilk 
günlerinden  itibaren,  ziya‐retçilikle  yetinmeden  doğal  bir  parçası  olmalıdır).  Ancak  daha  da 
önemlisi, eylemsiz yerlerde, özellikle potansiyel hareket noktalarında –parti politikaları doğrultu‐
sunda– bir çekim gücü oluşturmak, etkilemek, dönüştürmektir. Kültür sanat organları, diğer alan‐
ların  çalışmalarına  lojistik  destek  sağlamanın  ötesinde,  alan  özgülünden  kitlelerin  içine  dalmak, 
kendi  yaygın  ve  istikrarlı  ilişkiler  ağını  örgütlemelidir.  Özellikle  sınıf  hareketini,  yalnızca  diğer 
alanlar üzerinden değil, kendi kanallarından da izlemeyi ve sadece izlemeyi değil, içinde olmayı, 
doğal ve aranan bir parçası olmayı hedeflemelidir. Müzik, şiir dinletileri, tiyatro, folklor, dans gös‐
terileri, skeçler, sinevizyon, video, dia gösterimleri, resim, fotoğraf, karikatür, afiş, elişi vb. sergile‐
ri, ürünler; fabrikalara, sanayi bölgelerine, işyerlerine, servislere, işçi lokal ve kahvelerine, işçi top‐
lantılarına,  sendikalara,  kitle  örgütlerine;  ekmek,  iş,  kayıt  vb.  kuyruklarına;  düğünlere,  semtlere, 
okullara... taşınmalı, yer etmelidir.

Kültür sanat organları, politik sınıf çalışmasında devrimci kültür sanatın yeri, önemi ve kullanımı 
noktasında  özel  bir  çalışma  yürütmelidir.  Tarihsel  deneyimler  incelenmeli,  işçi  sınıfını  konu  edi‐
nen  ve  işçilere  yönelik  devrimci  kültür  sanatın  her  dalında  geniş  ve  zengin  arşivler  oluşturul‐
malıdır. Bu nokta son derece önemlidir, çünkü işçi sınıfı konusunda artık ezberlenmiş birkaç ro‐
man,  film  dışında  kültür  sanatta  tam  bir  kısırlık  hüküm  sürmektedir.  Sınıfa  yönelim  zayıflığının 
bir  göstergesidir.  SİP,  Kızıl  Bayrak  gibi  en  ʹişçiciʹ  siyasetler  bile,  yayın  ve  afişlerinde  ʺ80  öncesi 
TKP‐DİSKʺin işçi figürlerini kullanmaktan öteye geçememektedir.

Bu konuda Bahar Eylemleri ve Büyük Madenci Greviʹnin etkisiyle parlayıp sönen kısa bir dönem 
ve  kısmen  tiyatro  ve  fotoğraf  dışında  tam  da  bir  kısırlık,  daha  kötüsü  girişimsizlik  hüküm  sür‐
mektedir. Kürt halk hareketini, büyük Cezaevi Direnişini, kayıp ve tutsak analarının mücadelesini, 
Susurluk sürecini anlatan iyisi ve kötüsüyle belli kültür‐sanat ürünleri ortaya konmuştur, konmak‐
tadır.  Bunların  toplum  üzerindeki  etkisi  düşünüldüğünde,  devrimci  kültür  sanat  açısından  öne 
çıkmalarının doğal, hatta yetersiz olduğu da söylenmelidir. Fakat işçi sınıfı devrimcileri ve sanatçı‐
ları açısından, işçi sınıfının bugünü ve geleceğini konu edinen ürünlerin hem nicel hem nitel zayıf‐
lığı, sınıf hareketinin bugünkü geriliği ile elbette mazur gösterilecek cinsten değildir.44

İşçi sınıfının durgunluğu, eğer partili sanattan anlaşılan sadece büyük çaplı direnişleri yansıtmak 
değilse, işçi sınıfı sanatçılarının işçi sınıfına boş vermelerini değil, tam tersine işçi sınıfı üzerine her 
zamankinden  yüz kat, bin kat daha fazla yoğunlaşmasını gerektirir.  Çünkü bir kez daha vurgu‐
lamak  gerekirse,  partili  sanattaki  ʹpartiʹ  vurgusu,  kültür  sanattaki  kendiliğindenciliğe  karşı  top‐

44
Birçok konuda oldukça yeni ve nitelikli ürünler ortaya koyan bir devrimci müzik sanatçısıyla sohbetimizde, neden işçi sınıfına
yönelik ürünler yapmadığını sorduk. Aldığımız yanıt ilginç olduğu kadar siyasi perspektif zayıflığının da bir göstergesiydi: "İşçi hare-
keti çok durgun. Pek direnişler falan da yok şu sıra!" Kaldı ki, o sıra sadece İstanbul'da aylardır süren 4 önemli işçi direnişi vardı ve
hükümet işçi sınıfına yeni saldırı paketini çoktan açıklamıştı!
lumsal‐kültürel süreçlere iradi müdahaleyi temsil eder aynı zamanda. İradi müdahaleyi ve önder‐
liği!  Sınıf  hareketinin  durgunluğu,  sınıfın,  partili  sanatçıların  ona  taşıyacağı  motivasyon,  moral 
canlılık, kendi gücüne güven, öfke, direnç ve atılım duygusuna her zamankinden çok ihtiyaç duy‐
duğunu gösterir olsa olsa.

Sadece sınıfın mı? Durgunluk dönemlerinde zaafları derinleşen, belli bir moral erozyon süreci ya‐
şayan devrimci hareketin de. 

İşçi sınıfı sanatını (bundan, eksikliğini özellikle vurgulama ve ön sıraya koymakla birlikte, sadece 
işçileri  konu  edinen  sanatı  anlamıyoruz  kuşkusuz)  sadece  komünist  sanat  organları  yapabilir. 
Çünkü işçi sınıfı hareketinin bugünkü iç ve dış engelleri, zayıflıkları vb. ne olursa olsun, onun ge‐
leceğe dönük dinamiklerini, komünist önderlik gereğini ve politikalarını teorik ve pratik olarak en 
iyi ve sadece komünist sanat organları kavrayabilir, hissedebilir ve kültür sanatta uygulayabilir.

Bugünün  işçi  sınıfını,  ne  Orhan  Taylanʹın  20  yıl  önceki  işçi  figürleri,  ne  Nazımʹın  40  yıl  önceki 
dizeleri  anlatabilir.  Bunlardan  ve  nicesinden  elbette  esinleneceğiz,  yeri  geldiğinde  kullanacağız... 
Fakat bugünün işçi sınıfı, kapitalizmle birlikte çok daha serpilip gelişmiştir, çok daha karmaşık bir 
yapıya ve çetrefilli sorunlara sahiptir. Nicel ve nitel olarak, nesnel açıdan çok daha güçlüdür. Fakat 
önderlik  boşluğu  içerisinde  ve  çok  yönlü  içsel  ve  dışsal  bir  baskılanma  altında,  atomizasyona, 
umutsuzluğa,  amaçsızlığa,  hiçleşmeye,  daha  derin  bir  yabancılaşma  ve  çürümeye  itilmek  isten‐
mektedir. Bu durum, diğer tüm toplumsal dinamikleri de, devrimci hareketi de geriye çekici ve za‐
yıflatıcı etkide bulunmaktadır.

Öyleyse,  bugünün  işçi  sınıfı  sanatı,  çok  daha  gelişkin,  etkin,  enerjik,  güçlü,  yaygın  ve  yoğun  bir 
performans ortaya koymak zorundadır. 

Kültür‐sanat organları, kurumları, komünist ve devrimci sanatçılar, ne kadar güçlü bir performans 
sergilerlerse, devrimci kültür sanat da dönemi yarmanın o kadar güçlü bir bileşeni haline gelecek‐
tir.  Komünistler  açısından  resim  ve  müzikte  nitel  bir  açılımın  ipuçları  yakalanmıştır.  Sinema‐
belgesel ve şiir de belli bir filizlenme kendini hissettirmektedir. Ama bunların tek tek örnekler, kişi 
ve ekiplerle sınırlı kalmaması, kültür sanatın tüm dallarını kapsayan sistemli ve bütünsel bir alan 
açılımına dönüştürülmesi gerekir.

Kaldı  ki,  devrimci  kültür  sanat,  bugüne  müdahalenin  ötesinde  ve  onunla  birleşen  bir  tarzda,  bir 
gelecek iddiasıdır!

 Kültür  sanat  çalışmasının  etkinliği,  bu  iddianın  özsel  dinamiklerini  bir  yönüyle  bugünden 
somutlamakla kalmayacak, devrimci sanatın büyük gücünü ve esinleyiciliğini, tüm alanlara, yayın 
organlarından pankartların yapılışındaki özene, bir bildirinin kaleme alınışında kalıplardan sıyrı‐
lan bir kıvraklığa, kitle çalışmasındaki çok yönlülüğe kadar yansıtacaktır.

Kültür Sanatta Sağ Tasfiyecilik


Liberal‐anarşist aydınlar, her türlü egemenlik ilişkisinden, politika ve sınıflardan bağımsız kültür‐
sanat  akımları,  adacıkları  oluşturmayı  vazederler.  Varsa  yoksa  ʺsanatsal  yaratı  özgürlüğüʺ  ve  –son 
dönemlerde  postmodernizmin  de  güçlü  etkileriyle–  ʺsanatın  içsel,  bağımsız  dinamikleriʺ.  Böyle  bir 
kültür‐sanat pratiğinin burjuva ideolojisini güçlendirmekten başka bir şeye yaramayacağını herkes 
anlar.

Modernistler, burjuva tekelci ʺkültür sanayiʺnin (Adorno, Horkheimer, Marcuse, vb.) kitleler üze‐
rinde kurduğu bilinç ve kültür ablukasının, burjuva egemenliğin siyasi aygıtlarını da önemsizleşti‐
ren  temel  biçimi  haline  geldiğini  ileri  sürüyorlardı.  Bu  abartılı  tezler,  bugün  ʺmedya  çağıʺ,  ʺbilgi‐
bilişim  toplumuʺ  türünden  neo‐liberal  safsatalarla  iç  içe  geçmiş  biçimde  sivil  toplumcular,  liberal 
anarşistler ve her türlü ʺpost‐marksistʺ(!) arasında yeniden revaçtadır. Mantıki sonucu da –kitlelerin 
ʺkültür sanayiʺ tarafından tamamen esir alındığını varsaydığından toplumsal savaşımların devrim‐
ci ve militan olmayan, bundan özellikle uzak duran demokratik, bilimsel, kültürel, estetik, psikolo‐
jik  ʺsavaşımaʺ  indirgenmesidir.  Eh,  bunu  gerçekleştirecek  olan  da  tüm  bu  alanların  özel  bilgisine 
sahip olan aydınlardır! Onların bilimsel, kültürel, sanatsal, entelektüel pratikleriyle, kitlelerde ʹyeni 
bir bilinç ve kültürʹ yaratılacaktır. Bunun da işçi sınıfını politika dışı tutmanın ʹteorisiʹ olduğu he‐
men anlaşılır.

Türkiyeʹde  de,  burjuvazinin  son  dönemlerde  medya  gücü  ve  kültür‐sanat  alanında  da  hızlı  bir 
tekelleşmeyle, üstyapı alanındaki etkinlik ve blokajının hissedilir biçimde artması, benzer teori ve 
akımların  ortaya  çıkmasına  yol  açmaktadır.  Birikim  dergisi  çevresi,  Yalçın  Küçük  çevresi,  birta‐
kım devrimci eskisi aydın ve şairlerin kurduğu (ve başta DP olmak üzere devrimci eleştiriler karşı‐
sında tutunamayıp dağılan) Bir Sanat Hareketi Düşüncesi (SHD), sivil toplumculuğun ve ütopik‐
reformizmin Türkiye acenteliğini yapan Ayrıntı, İmge gibi yayınevi çevreleri, Ütopya dergisi çev‐
resi ilk akla gelenler. ʺBenzer nedenler, benzer koşullarda benzer sonuçlara yol açar!ʺ Bu tür liberal anar‐
şist, ütopik‐reformist akım ve çevrelerin önümüzdeki süreçte daha da yaygınlaşacağını öngörmek 
kehanet olmayacaktır.

Liberal reformistler de kitleler içinde yeni bir ʺdemokrasi kültürüʺ yaratmakla meşguldürler! Ne var 
ki Evrensel Kültür, ÖDP, DY vbʹnin ʺkitlelere taşıdığıʺ bu kültürde militan materyalizmin, antifa‐
şist, antikapitalist savaşımın izi bile yoktur. ʺKitlelerde yeni bir bilinç/kültür yaratmakʺ, kitlelerin ken‐
diliğinden burjuva bilincine/kültürüne yamanmanın kılıfı olmaktadır. İPʹnin ön açıcılığıyla Evren‐
sel Kültür ile birlikte Kurtuluş çevresi de, ʺemperyalist kültüre karşı ulusal kültür, halk kültürü, Ana‐
dolu kültürüʺ bayraktarlığıyla kültür‐sanat alanından sağ tasfiyeciliği derinleştirmeye yönelmekte‐
dir.

Kapitalizm  ve  faşizm  koşullarında  oluşturulan  ʺalternatif  modellerʺle  (muhalefet  meclisleri,  gölge 
parlamentolar, festivale çevrilen eylemler, ÖDPʹnin ʹdemokratik kongreʹ şovları, vb.) yaratıldığı ve 
yaygınlaştırılacağı  söylenen  ʹyeni  bilinçʹ  ve  ʹdemokrasi  kültürüʹ,  kitlelerin  zaten  fazlasıyla  sahip 
olduğu  parlamentarist  bilinçtir  ve  onu  güçlendirmeye  yarar.  Daha  ileri  hedefler  için  dövüşmeye 
sevketmekte  zorlandığı  kitlelerin  mevcut  bilinç  durumunu  ve  kültürel  şekillenişini  ʺkitleler  karar 
alıp uyguluyor, kendi kendilerini yönetmeyi öğreniyorʺ, ʺulusal kültürʺ gibi imajlarla kutsamaktadırlar: 
ʺOlan olması gerekendir!ʺ

BEKSAV çevresi ise, kültür sanatta Evrensel Kültürʹün liberal oportünist ʹörgütlenmeʹ ve çalışma 
tarzını,  daha  doğrusu  şekilsizliğini  eleştirmektedir.  Gerçektende  Evrensel  Kültür,  Leninʹin  bir 
sözü  biraz  değiştirerek  söylersek;  ʺAydınlara  yağ  çekerek,  ʹkültürel  cepheʹ,  ʹinisiyatifʹ,  ʹdemokrasiʹ, 
ʹözerklikʹ, ʹnitelikʹ vb. vb. gibi sloganlarla çevresinde ne idüğü belirsiz bir kalabalık topluyorʺ ve daha kötü‐
sü bu ideolojik bulamacı, ʹsınıf eksenli  ideolojiʹ, ʹproleter‐sosyalist kültürün geliştirilmesiʹ palavralarıy‐
la pazarlıyor.

Ne  var  ki  BEKSAV  da,  özünde  Evrensel  Kültürʹden  pek  farklı  bir  şey  yapmamaktadır.  Kültür‐
sanat etkinlikleri, daha çok ʹyol arkadaşıʹ konumundaki aydınlar üzerinden yürütülmekte, bunla‐
rın  ideolojik‐siyasi  bulanıklıklarıyla  hemen  hiçbir  sınır  çizgisi  çekilmemekte,  hatta  birçok  yerde 
kurumların  yönetim  ve  organizasyonu  bunlara  bırakılmaktadır.  Kurumlar  içerisinde  bağlantılı 
veya bağlantısız çalışma yürüten aydın, sanatçı ve sanatçı gruplarına en geniş bir liberal serbestlik 
ortamı  tanınmaktadır.  Kurumlar,  işçi‐emekçi  ağırlıklı  bölgelerde  değil,  küçük  burjuva  aydın,  öğ‐
renci  çevrelerin  uğrak  yeri  olan  merkezlerde  açılmaktadır.  Kitle  yayın  organında  ʹyol  arkadaşıʹ 
aydınlara  sabit  ve  serbest  kültür‐sanat  köşeleri  açılmakta,  bu  da  okurlara  ʹpartili  sanatʹ  diye  su‐
nulmaktadır. Kurumların genel yapılanış, örgütlenme ve çalışma tarzında, hatta birçok etkinliğin‐
de ne devrimci ne de proleter bir ruh kendini hissettirebilmektedir. Tam tersine devrimci söylem 
ve politikalara karşı genellikle ʹmesafeliʹ bir duruş vardır.

Evet, ʹağlar geniş atılmalıʹdır, en geniş kitlelere hitap edilmeli, toplumsal çekim merkezi olunmalı‐
dır.  Mutlaka  ve  kesinkes  olunmalıdır,  ama  böyle  değil!  Kitleleri,  bir  özgül  alandaki  ilgi,  merak, 
ihtiyaç  ve  beklentilerinden  alıp  ideolojik‐politik  olarak  dönüştürmeye  çalışmak  yerine,  kendini  o 
alanda  kitlelerin  mevcut  geriliğine,  gevşeklik  ve  dağınıklığına,  politika  dışında  kalma  tutumuna 
uyarlayarak  değil.  Birincisi,  örgütsel  esneklik  ile  gevşeklik,  şekilsizlik  tastamam  farklı  şeylerdir. 
Tıpkı, kitleselleşmek ile kitleleşmek, öncülük ile kuyrukçuluk gibi! İkincisi, strateji ve politikaların 
devrimci özünden taviz vermeden özgül bir alana uyarlanması ile budanması, içinin boşaltılması, 
bulandırılması tastamam farklı şeylerdir. 

Leninʹin Partili Sanat ilkesini formüle ettiği Parti Örgütü ve Parti Edebiyatı yazısının da içlerinde 
yer  aldığı  tüm  1905  dönemi  yazılarının  Leninist  Örgüt  Teorisiʹnde  ayrı  bir  yeri  ve  önemi  vardır. 
Lenin bir yandan, var gücüyle dar, kitleler içinde gücü ve etkinliği oldukça sınırlı örgüt yapısını, 
açık ve yarı açık alandan en geniş kitleleri kucaklama, etkileme ve yönlendirme gücüne sahip bir 
toplumsal devrim örgütüne dönüştürmeye asılmaktadır. Ancak, öte taraftan tabii ki bu, partinin 
kitleler  içerisinde  eriyip  dağılması,  ideolojik  bağımsızlığını  ve  politik  öncü  konumunu  yitirmesi 
pahasına olmayacaktır.

Peki, parti çok daha geniş kitleleri kucaklamak için çaba harcadığı ve kucakladığı ölçüde, kitleler‐
den gelen politika ve sloganlarını geriye çekici, ideolojik saflık ve örgütsel ilkelerini şekilsizleştirici 
basıncın üstesinden nasıl gelecektir? 

Birincisi,  ʺgizli  aygıtın  yanı  sıra,  birçok  yeni  legal  ve    yarı‐legal  Parti  örgütlerinin  (ve  Partiye  yaslanan 
örgütler) yaratılmasıʺyla. Parti çekirdeğini çevreleyen örgütler ağı, çeşitli sınıf, tabaka ve kesimlerin, 
özgül  sorunları  ve  beklentileri  temelinde,  partiye  bağlı  azami  örgütlülüklerinin  sağlanmasıdır, 
(işçi, memur, gençlik, kadın, tutsak ve kayıp yakınları, kültür‐sanat, spor vb eksenli alan organla‐
rı).

İkincisi,  çevre/alan  örgütlerinde  ortaya  çıkabilecek  desantrilizasyon  (merkezkaç)  eğilimlere  karşı, 


merkeziyetçiliği güçlendirmektir. Alandaki hızlı yatay genişleme, yukarıdan aşağıya olabildiğince 
sıkı bir dikey örgütlülükle bütünleştirilmezse, parti çekirdeğinin bırakalım o alanda azami yöne‐
tim  ve  denetiminin  sağlanmasını,  politikalarını  bile  uygulatamaz  hale  gelir.  Parti,  alan  organları 
aracılığıyla alanı kendi politikaları ekseninde örgütleyeceği, alanın bütününde siyasi etki ve yön‐
lendiriciliğini artıracağı yerde, örneğin askeri, yarı‐askeri organlarda sol sekterlik, işçi organların‐
da  reformist‐sendikalist  eğilimler,  kültür‐sanat  organlarında  partisiz  devrimcilik  ve  politikadan 
uzak durma tutumları vb. partiyi belirlemeye, kendine uydurmaya başlar.

İşte Leninʹin de, bireysel yeteneklerin önemi, özerkçilik eğilimi, pratik mücadeleye uzaklık gibi ne‐
denlerle en güçlü merkezkaç eğilimlerden birine sahip olan Parti Edebiyatı alanına müdahalesi bu 
çerçevede ortaya çıkar. Edebiyat, sanat, kültür alanındaki unsurlarda baş gösteren, ʺParti üyelerinin 
Parti    tarafından  kabul  edilmiş  örgütlerden  birine  mensup  olmalarını  (ve  çalışmalarını)  gerektiren 
ʹbiçimcilikʹe olan düşmanlık,  ʹörgütsel ilişkileriʹ yalnızca ʹplatonik olarak kabul etmeyeʹ hazır olan burjuva 
anlayışına ağırlık verme, oportünist derinlik ve anarşist laflara olan sevgi, merkeziyetçiliğe karşı özerkçiliğe 
yönelmeʺ gibi eğilimlere karşı Partili Sanat ilkesini ortaya koydu.
Kültür‐sanat  alanının,  parti  ve  devrimle  ilişkisini  platonik  düzeyde  tutan  küçük  burjuva  aydın 
unsurlar  üzerinde  özel  bir  çekiciliği  vardır.  Doğrusu,  kültür‐sanat  organlarının  da,  eğer  sadece 
bağlama  ve  folklorla  yetinmeyecekse,  bu  unsurların  sahip  olduğu  özel  uzmanlık  bilgisini  ve  bi‐
reysel yetenekleri değerlendirmesi gerekir. Ancak bu tür çoğu aydın, belirli bir disiplini gerektiren 
kolektivizm  ve  politikadan  uzak  durma  ve  kişisel  bilgi,  yetenek  ve  ürünlerini  öne  çıkarma  eğili‐
mindedir:  ʺBireyselliği  için  en  büyük  hareket  özgürlüğü,  aydına  başarılı  etkinlik  için  birincil  koşul  gibi 
görünür. Bir bütüne bağlı parça olmaya güçlükle razı olur ve o zaman da bunu hevesinden değil, yalnızca 
zorunluluktan yapar Disiplin gereğini yalnızca kitleler için kabul eder, seçkin kafalar için değil.ʺ

Eğer parti, sadece ML politik‐ideolojik açıdan değil, alanın özel bilgi ve birikimine  de sahip olan 
çekirdek güçlerle, alanın özgüllüğünü gözeten çok yönlü ve derinlikli politikalarla, yukarıdan aşa‐
ğıya  sağlam  organlaşmalarla  alanın  bütününde  güçlü  hakimiyet  kuramaz,  alanın  ʹayrıntılarınaʹ 
kadar  nüfuz  edemezse,  bu  unsurlar  hızla  belirleyici  hale  gelir.  Aydın  unsurlar  bir  yana,  alanda 
güçlü ve derinlemesine  bir parti  hakimiyeti kurulamazsa, kültür‐sanat faaliyetinin doğası gereği, 
işçi‐emekçi  unsurlarda,  hatta  bizzat  çekirdek  güçlerde  bir  süre  sonra  olumsuz  anlamda  aydınca 
eğilimler baş gösterebilir. Örneğin alanda faaliyet gösteren unsurlar arasında, ʺBen sanatçıyım, sa‐
natımı icra edebilmem için parti bana her türlü olanağı (maddi yardım, sanat gösterilerinin organizas‐
yonu,  vb)  sağlamalıʺ  türünden  parti‐sanat  ilişkisini  başaşağı  çeviren  yaklaşımlar,  ʺSiz  kendi  işinizi 
(politika,.örgütçülük, vb) yapın, biz de kendi işimize (sanat) bakalımʺ türünden partisiz devrimcilik, ʺsa‐
natsal yaratı özgürlüğüʺ tutumlarına, hiç de az raslanmamaktadır.

Parti ve partili kültür sanat organları, aydın unsurların durgunluk dönemlerinde daha da güçlene‐
cek yalpalamalarına, özerklik tutumlarına, alanda nesnel olarak varolan aydınca eğilimlere kendi‐
ni uyarlayamaz. Bu olsa olsa Maocu ʹiki çizgili partiʹ teorisi türünden bir oportünist gerçekçiliktir! 
Madem ki bu alanda aydınlara muhtacız(!), onlar da sıkı disipline  gelemiyor, alan özgülünde  de 
partisiz devrimcilik ve politikadan uzak durma tutumları nesnel bir eğilim, eh öyleyse alanda çalı‐
şan unsurlara ve hatta alana azami özerkliği tanıyalım, hatta kilit noktalara, örgütsel, siyasi, ideo‐
lojik  yönelimlerini  değil,  bireysel  bilgi  ve  becerilerim  gözeterek  yol  arkadaşı  aydınları  getirelim, 
sanatçılarımızın çalışmalarına onları ürkütüp kaçırmamak için müdahalemizi asgari düzeyde tuta‐
lım!!! Böyle bir yaklaşımla, evet, belki alana yayılırsınız ama hakim olamazsınız. Özerkçi, platonik, 
sıkıya  gelemeyen  küçük  burjuva  kesimlere  ʹsempatikʹ  görünür,  çevrenizde  ne  idüğü  belirsiz  bir 
kalabalık toplar, ama onların doğrudan veya dolaylı yöneticisi değil kuyrukçusu olursunuz, işçi ve 
emekçi kesimlere de gevşetici bir ruh hali taşırsınız. Parti politikalarının toplumsal uygulama ala‐
nını çevre örgütleri aracılığıyla genişletme yerine daraltmış olursunuz. 

Kitlelerin  özgül  sorun  ve  talepleri  temelinde  çekim  odağı  olma,  çevre  örgütlerinin  sadece  çıkış 
noktasıdır.  Önemli  olan  bu  çevre  örgütler  ağı  aracılığıyla,  parti  ve  devrim  ekseninde  toplumsal 
dönüşüm  iradesine  ne kadar  yaygınlık  ve  sadece  yaygınlık  da  değil,  derinlik,  örgütlülük  ve  et‐
kinlik kazandırıldığıdır.

Proleter  devrimci  kültür‐sanat  organlarının  örgütlenme  ve  etkinliğinde  temel  hedef  kitle,  küçük 
burjuvazi  ve  aydın  çevreler  değil,  başta  işçi  sınıfı  olmak  üzere  emekçilerdir,  işçi  sınıfı  içerisinde 
sadece direniş ve eylemlere sanat grupları götürmekle sınırlı kalmayan, yaygın, hedefli ve sistemli 
ajit‐prop, kültür‐sanat gösteri ve etkinliklerinin yanı sıra, işçi koroları, işçi tiyatroları, işçi sergileri, 
işçi  sanat  kolektiflerinin  oluşturulması,  Partili  kültür‐sanat  organlarının  temel  ayırdedici  yöne‐
limlerinden biri olmalıdır.

Ancak  sınıf  ekseni  ve  alanda  aydınca  eğilimlerin  nesnelliği,  aydınların  partili  kültür‐sanat  yapa‐
mayacağı ya da kültür‐sanat organlarında önemli görev ve sorumluluklar üstlenemeyecekleri an‐
lamına gelmez. Bu kez ʺSağlamcılıkʺ adına bu tür sekter bir yaklaşım, parti taraftarı olan veya ol‐
mayan aydınların katılım ve katkısı ile alanda sağlanabilecek çok yönlü derinleşme ve açılım ola‐
naklarını  daha  baştan  daraltır.  Benzer  şekilde,  devrimci  kültür‐sanat  çalışmalarına  ilgi  duyan, 
alanda atacak taşı olan herkese, kadro kıstasları ve politikaların dayatılması, (ki bizde görülen da‐
ha çok budur), tersinden bir kendiliğindenciliktir. Kültür‐sanat organlarının örgütsel ve siyasi etki 
alanını alabildiğine daraltır, kendi içine kapanmasına yol açar.

Toplumsal mücadeleyle ilişkisi platonik, kültür‐sanat alanında bağımsız çalışmalar yürüten ya da 
yürütmek  isteyen  çok  sayıda  kişi  ve  grup  vardır.  Yalnızca  aydınlar  ve  öğrenciler  arasında  değil, 
işçi ve emekçiler arasında daha çok sayıda vardır. Belli bir devrimci‐demokrat yönelim ya da po‐
tansiyel  taşıyanlar  başta  olmak  üzere,  bu  unsurlarla  alan  politikaları  temelinde  daha  sıkı  bağlar 
kurulmalıdır. Bunlardan bir kısmı, devrimci hareketi bilmeyenler ya da yanlış tanıyanlar (ʺDevrim‐
ciler sanattan anlamaz, anladıkları da slogancılık, klişeciliktirʺ vb), bir kısmı çizgimize belli bir duygusal 
yakınlık  duyan  ama  sıcak  mücadele  ve  yeraltına  uzak  durmak  isteyenler,  bir  kısmı  kültür‐sanat 
kurumlarına gelip gidenler, vb. olacaktır, ilgi (ve varsa sanatsal etkinlik) alanlarından yola çıkan, 
sekter ve dayatıcı olmayan bir siyasi‐ideolojik dönüştürücülük, yakınlaştırma hedeflenmelidir. Bu 
tür unsurlara en çok itici gelen şeylerden biri, onların bakışı ve diliyle söyleyecek olursak, kültür‐
sanat kurumlarında bile bilim, kültür, sanat yerine politika konuşulması, kültür‐sanatın ise onları 
seyirci  konumunda  tutan  hafta  sonu  etkinlikleriyle  sınırlanmasıdır.  Elbette,  ʺitici  olmamak  içinʺ 
devrimci  ruh  ve  politik  sorunlardan  uzak  bir  bilim‐kültür‐sanat  atmosferi,  Evrensel  Kültür  ve 
BEKSAVʹın yaptığı türden bir ʺestetik tasfiyeciliktenʺ farklı bir şey olmaz. Ama, çeşitli kesimlerin 
alan  özgülündeki  gizli‐açık  talep,  beklenti,  ilgi  ve  sorunlarını  dikkate  almayan,  baştan  savan  bir 
alan  örgütlenmesi/örgütçülüğü  de  olmaz!  Yapılması  gereken,  çekim  merkezi  olmak  adına  dev‐
rimci ve komünist karakterimizi kültür‐sanat alanında gizlemek değil, bunu alanda ve kurumlarda 
tam da bu eksende zengin, çok yönlü, nitelikli bir bilim‐kültür‐sanat donanımı ve ortamıyla bütün‐
leştirmektir. Aslında bu unsurlarda (liberallerin de demagoji konusu yaptıkları) ʺpolitika, sanat kar‐
şıtlığı,  birbirini  dıştalama,  politikanın  sanatı  bastırmasıʺ  vb.  hissini  veren,  partili  kültür‐sanatın  geliş‐
memişliği  kadar,  belki  de  ondan  önce  parti  politikalarının  kavranışındaki  zayıflıktır.  Politikadan 
anlaşılanın,  MLʹnin  genel  doğrularını  yineleyip  durmak  olduğu  ve  devrimci‐demokrat  basındaki 
gibi  hep aynı konuların aynı kalıp formülasyonlarla ele alındığı yerde, sanat gibi ʹince duyarlılık 
ve  teknik  yetkinlikʹ  gerektiren  bir  işin  ʺkaba‐saba,  dogmatik,  sekter  vb.ʺ  politika  tarafından 
dıştalandığı,  bastırıldığı  izleniminin  uyanmasını  biraz  da  doğal  karşılamak  gerekir.  Oysaki  dev‐
rimci kültür‐sanatın gelişmemişliğini, politikanın sanatı ezmesinde, dıştalamasında değil, devrimci 
politikanın yeterince gelişmemiş ya da kavranmamış olmasında aramak gerekir.

Örneğin, Edip Canseverʹi, Ataol Behramoğluʹnu, Oğuz Atayʹı, ya da diyelim Camusʹyu okuyan ve 
seven  bir  unsura,  ʺBırak  şu  burjuva,  küçük  burjuva  edebiyatçıyı,  Nazım  oku,  Ostrovski  oku...ʺ 
derseniz, evet politik bir tavır göstermiş olursunuz, ama yalnızca kaba ve itici bir politik tavır! Bu 
sanatçı  veya  sanat  akımlarının,  hangi  tarihsel‐toplumsal  koşullarda  ortaya  çıkmış,  hangi  dünya 
görüşünden beslenmiş ve hangi sınıfın dünya görüşünü nasıl yansıtmış olduğunu; o unsurun ne‐
den bunları sevdiğini, yani kendi yaşamıyla bunlar arasında nasıl bir bağlantı kurduğunu; bizim 
bu  sanatçılardan  neleri  alabileceğimizi  ve  neleri  reddetmemiz  gerektiğini  vb.  hiç  olmazsa  temel 
halkalarıyla  koymadan  onun  ʺkafasını  açmaʺ,  devrimci  yönde  sarsma,  bir  iç  hesaplaşmaya  yön‐
lendirme olanağı yoktur. Bu da tastamam politik bir tavırdır, ama ilkiyle kıyaslanmayacak kadar 
kavrayıcı, kavratıcı ve dönüştürücü bir politik tavırdır.

Ataol Behramoğlu, ʹ80 öncesi şiirlerinde, sevgilisini öpüp eyleme katılan, sonra da kumsalda tek 
başına  kumlara  uzanıp  göğü  seyrederek  hüzünlenen  bir  tipoloji  çizer.  Şimdi  bu,  devrimcileşme 
sürecinde olan hangi küçük burjuva gencin romantizmine denk düşmez, onu cezbetmez ki? Sorun, 
öğrenci hareketinin devrimciliği kendi yaşam tarzına uyarlayan romantik devrimciliğinden, ken‐
di yaşamını uyarlayacağı devrimciliğe, devrimci romantizme nasıl geçileceğidir. Herkesin, özellik‐
le de gençlerin, beğendikleri, hayranlık duydukları şairler, romancılar, müzikçiler, sinemacılar, vb. 
onların  bir  kendini  ifade  ediş,  anlamlandırış  biçimidir;  o  kesitte  kişiliklerinin  bir  parçasıdır.  Bu 
yüzden kestirmeci tutumlar, doğrudan kişiliklerine yönelik bir saldırı olarak algılanır. Politikayla 
estetik beğeninin bağdaşmadığı yanılsamasını yaratır.

Leninʹin  Tolstoyʹun  yapıtını  değerlendirme  tarzı,  yöntemsel  açıdan  tekrar  tekrar  incelenmelidir. 
Evet, bu değerlendirmede estetik ve sanatsal yöne ilişkin hemen hiçbir şey yoktur. Ama Leninʹin 
Tolstoyʹun yapıtını ele alışı, tüm toplumsal, siyasi‐ideolojik bağıntıları, neden ve sonuçlan ile öyle‐
sine güçlü, derin ve zengindir ki, insanın önünde yeni bir dünya açar. Kişinin sanat yapıtıyla gir‐
diği gizemli‐büyüsel ilişkiyi bir tül perde gibi kaldırmak, kimin hangi sanatçı ya da sanat yapıtın‐
dan neden ve nasıl etkilendiğini, sınıfsal ve ideolojik kökenleriyle ortaya koymak açısından böyle 
bir yaklaşım gereklidir. Kültür‐sanat alanında çekim merkezi olabilmek için politikayı bir yana bı‐
rakmak değil, ML teori ve politikaları kültür‐sanata uygulamaktır bu.

Alandaki çekirdek güçler, ML teori ve politikanın sadece lafzına değil, yöntemine asgari düzeyde 
hakim olmalıdır. Ama bu da yetmez. Alanın özgül bilgi ve deneyim birikimine de sahip olmalı‐
dırlar. Alanın özgül birikiminden ne anlamalıyız? Birincisi, sınıf ve kesimlerin (işçi, emekçi, anti‐
faşist, Kürt, öğrenci, kadın, aydın, vb) kültür‐sanat alanından beklentileri, ihtiyaçları, ilgileri, onları 
en çok nelerin etkilediği, tipik kültürel şekilleniş, tipik beğeni, duygu, düşünce, davranış özellikle‐
rinin vb. genel bilgisidir. Bunu yalnızca, işin dar anlamda örgütçülük yanı olarak görmemek gere‐
kir.  Alandan,  somut,  geniş  ufuklu  kültür‐sanat  politikaları  üretebilmenin  de  olmazsa  olmaz  bir 
koşuludur.

İkincisi, kültürel‐sanatsal donanımımızın derinleştirilmesidir. Hiç kimse, 5‐10 devrimci sanatçı adı 
bilmekle,  devrimcileşme  aşamasında  okuduğu,  dinlediği  yapıtların  rantıyla,  kültür‐sanat  alanını 
örgütleyemez. Güncelliğini az çok koruyan belli başlı kültür‐sanat akımlarını temel halkaları itiba‐
rıyla bilmek gerekir. Burjuvazi ve küçük  burjuvazinin alandaki etkinlik ve yönelimlerini izlemek 
gerekir.  Hepsinden  önemlisi,  tüm  bir  dünya  sınıf  mücadeleleri  tarihinin,  kültür‐sanat  alanında 
biriktirdiği  cephaneyi  sistemli  bir  çalışmayla  özümsemek  gerekir.  Sovyet  Devrimi  sonrasında 
alanda yapılan bilimsel çalışmalar, sosyalist gerçekçilik, ajit‐prop işçi tiyatrosu, kahramanın kitle‐
ler olduğu İtalyan yeni gerçekçiliği, ʹcanlıʹ gazete, Latin Amerikalı illegal duvar ressamları hareke‐
ti,  ʹ68ʹin  geliştirdiği  yeni  biçimler,  ʹ80  öncesi  TKP,  DY,  DİSK  vb.nin  kullandığı  (içeriği  bir  yana) 
kimi yöntemler, bazı sendika ve kitle örgütlerinin uzmanlarıyla kurulacak bağlantılar, sergi, göste‐
ri, kurs, panel vb.nin örgütlenme biçimleri... Bu birikimin özümsenmemesi, her şeyi el yordamıyla 
götürmek ve gelişmeyi raslantılara, kişisel yeteneklere bırakmak anlamına gelir.

Sabırsız  olanlar,  ütopik  bulacaklardır.  Alandaki  güç  azlığından,  onların  da  ellerindeki  işlere  bile 
yetişemediklerinden  bahsedilecektir.  Alandaki  kadro  azlığı  ve  çevre  ilişkileri  darlığının  temel bir 
nedeninin  de,  niteliksel  donanım  zayıflığından  kaynaklandığı  hiç  düşünülmemektedir.  Her  gün‐
delik işi kadroların yapması gerektiği düşüncesi ve alışkanlığı ise, böyle bir donanımı daha baştan 
imkansız kılmaktadır. 

Sadece aydın unsurların elitist derinlik ve özgünlük merakıyla, onların yaratıcılıklarını köreltme‐
den başa çıkmak, doğru bir çizgiye çekmek için değil, asıl olarak alanı bir bütün olarak sınıf ekse‐
ninde örgütlemek için böyle bir donanım gereklidir. Aydın unsurlara sınıf ekseninde yaklaşımın 
bir  yolu  da,  onların  bilim‐kültür‐sanat  konusundaki  özel  birikim  ve  becerilerini  ikirciksiz  olarak 
sınıfın  hizmetine  sunmalarını  sağlarken,  aynı  zamanda  sınıf  ve  kitle  çalışması  içerisinde  siyasi‐
ideolojik  olarak  eğitilmelerini  sağlamaktır.  Böyle  bir  çalışma,  kültür‐sanatı  daha  çok  bir  haz  ve 
esriklik aracı olarak gören orta sınıfların toplumsal‐siyasal sorunlara ilgisizliğinde emeğinin karşı‐
lığını bulamayan samimi aydın unsurlar için çekici olacaktır. İşçi ve emekçilerin, bilgiye, toplum‐
sal‐kültürel  etkinliklere  olan  açlığı,  gösterdikleri  canlı  ilgi  ve  coşku  onların  gerçek  ödülü  olacak; 
aynı  zamanda  olumsuz  anlamda  ʹsoyutlukʹ,  ʹözgünlükʹ,  ʹderinlikʹ  meraklarını  da  hızla  törpüleye‐
cektir.

Taraftar veya değil, aydın veya değil, kültür‐sanat kurumlarında veya dışında yapılan çalışmalar‐
da, sanatsal faaliyetlerin gerektirdiği ʺyaratıcılıkʺ özelliğini ve yetenekleri köreltmemeye özen gös‐
termekle  birlikte  ʺsınırsız  bir  özgürlükʺ  tanınması  kuşkusuz  söz  konusu  olmayacaktır.  ʺİnsanların 
ilgilerini  çekecek,  hoşuna  gidecek  bir  şeyler  yapsınlar  da,  içeriği,  siyasi‐ideolojik  eksen  çok  önemli  değilʺ 
denmeyecektir.  Sözünü  ettiğimiz  çok  yönlü  donanımda  (ML  teoriye,  politikalara  hakimiyet;  alan 
özgülünde  birikim  ve  deneyim)  hızlı  adımlar  atılmadan,  alan  örgütçülüğünde  özerkçilik  ile  da‐
yatmacılık arasında yalpalamalar kaçınılmazdır. Taraftar veya değil, yeni unsurlara, ilişkilere yak‐
laşımda önemli olan, bilim‐kültür‐sanata ilgi ve meraklarını, yaratıcılık ve inisiyatiflerini köreltme‐
den, ama başıboş da bırakmadan, ideolojik çizgide ilkesel (bu dayatmacılık demek değildir!), kille 
örgütlenmesinde  esnek  (bu  gevşeklik  ve  şekilsizlik  demek  değildir!)  bir  çalışma  tarzıyla,  bizim 
politikalarımızı  hayata  geçirmelerini  sağlamaktır.  Zaten  parti  politikaları  alana  uyarlanabildiği, 
alanda  somutlandığı  ölçüde  alanın  manyetik  etkisi  artacak,  daha  geniş  güçler  alan  özgülündeki 
politikaları benimsediği için bizimle çalışacak, alan içi fonksiyonerleri oluşturacak, çizgiyi bu poli‐
tikaların uygulaması içerisinden kavrayacaktır.

You might also like