You are on page 1of 9

Katılımcı Ekonomi: Kapitalizmden Sonra Yaşam* - Michael Albert

Boğaziçi Üniversitesi Büyük Toplantı Salonu


11 Eylül 2004

Ekonomik vizyon hakkında konuşmak için burada bulunuyorum; ne var ki bugün 11 Eylül ve ben
ABD’den henüz geldim. Her ne kadar tartışma ekonomik vizyon üzerine olacaksa da, tartışma
kısmında, ABD, seçimler ya da ABD dış politikası hakkında, gerçekten benim yardımcı olabileceğimi
düşündüğünüz, ilgilendiğiniz herhangi bir şey hakkında soru sormak isterseniz lütfen çekinmeyin.
Kapitalizmin ciddi sorunları olduğunu ortak olarak düşündüğümüzü varsayacağız, geriye ne kadar
özgürlük bıraktığı gibi. Bence kapitalizm sadece bir çeşit hırsızlık değil. Kapitalizmin insan onurunun,
insanların kendi hayatları üzerinde söz sahibi olma hakkının inkârı; büyük servet eşitsizliklerini, savaşı
ve şiddeti üreten bir egemenlik biçimi olduğunu düşünüyorum. Bu durumda benim için geriye iki
seçenek kalıyor: Kendi hayatımı ve başka insanların hayatlarını kapitalizmin akışına sonsuza dek
teslim edebilirim ya da kapitalizme alternatif, farklı bir biçimde işleyen farklı bir ekonomiyi düşünmeye
çalışabilirim ve bu alternatif ekonomiyi gerçekleştirmek için çabalayabilirim. Bence ikincisini
yaparsanız bu bir anlam ifade edecektir. Yani sizlerle ekonomi, ekonomik vizyon ve sonra da strateji
üzerine konuşacağız.
Ekonomiler insanlar arasındaki ilişkileri, birbirimizle etkileşme biçimimizi etkiler. Eğer alternatif bir
ekonomik model önereceksek, değerler atfedeceğimiz bir takım şeyler ve bu değerleri karşılayacak
birtakım kurumlar önererek ortaya çıkmalıyız. Ekonominin insanlar arasındaki ilişkileri etkilemesinin
ötesinde pazar rekabetiyle özdeşleştirilen, kıyasıya bir mücadelenin sürdürüldüğü rekabetçi
dinamikleri reddediyoruz. Bize, başkalarının gerilemesi pahasına ilerlemeyi öneren bir ekonomi
istemiyoruz. Çok daha tercih edilebilir olanı ekonomimizin, bizim diğer insanlarla daha çok empati
kurmamızı, onları daha çok dikkate almamızı, onları daha çok önemsememizi gerçekten
hedeflemesidir. Bu daha mı iyi yoksa daha mı kötü? Bu anlamda sahip olduğumuz değer,
dayanışmadır. Biz sadece mal üreten bir ekonomi istemiyoruz, vatandaşların aşırı derecede
bireyci ve açgözlü olmasına sebebiyet vermek yerine vatandaşların arasında dayanışmaya sebebiyet
veren bir ekonomi istiyoruz. İşte bu bir değerdir. Ve bu o kadar da tartışmalı bir mesele değildir. Şunu
söyleyebilirim ki burada hiç kimse, bir ekonomi insanları anti-sosyal (*1) yapıyorsa “Bu iyi bir
ekonomidir.” demeyecektir. Şu açık ki insanları müşfik, birbirine bağlı insanlar haline getiren bir
ekonomi daha iyidir. Yani bu tartışmalı bir mesele değildir.
Ekonominin etki ettiği ikinci mesele ise -ki bu da görece tartışma götürmez bir konudur- sahip
olduğumuz seçenekler yelpazesidir. Yaptığımız işleri yapmanın kaç farklı yolu vardır? Önümüzde
duran seçeneklerin kapsamı nedir? Metalaştırmanın ve ticari değerlerin bizlere dayattıkları biçimiyle
seçeneklerin ve tercihlerin aynılaşmasını ve daraltılmasını istemeyiz. Bunun yerine çeşitliliğe değer
veririz. Çeşitlilik de dayanışma gibi öyle özel olarak tartışmalı bir mesele değildir. Yani iki değerimizden
bahsettik: dayanışma ve çeşitlilik. Alışılageldiği gibi istediğimiz araçları üreten bir ekonominin yanı sıra
bu değerleri de geliştiren bir ekonomi arzu ederiz.
Ekonominin etki ettiği üçüncü şey, bu sistemden ne kadar elde ettiğimizdir. Her bir kişinin toplumsal
üretimden aldığı pay ne kadardır? Ekonomistlerin ifadesiyle ödüllendirmenin, normu nedir? Ne kadar
elde edeceğimizi belirleyen ilkeler nelerdir?
Hepimizin bildiği gibi bir kapitalist sistemde bazı insanlar çok büyük miktarlarda servet elde ederler;
çünkü onların ceplerinde bir kağıt parçası vardır. Gerçekten de bir mülk tapumuz var. Bu mülk tapusu
onlara kârları üzerinde bir talep hakkı verir. Ve böylece Bill Gates, tek başına, kabaca Norveç
nüfusunun tümünün sahip olduğundan daha fazla servete sahiptir. Bunun sebebi Bill Gates’in cebinde
ona mülkiyet tapusu veren bir parça kağıt olmasıdır. Ben bunu, ödüllendirmenin bir normu olarak
reddetmek istiyorum. İnsanlar, bir tapu senedi sayesinde daha varlıklı olmamalılar, hadi bunu geçtim
en azından tarihteki herhangi bir kraldan daha varlıklı olmamalılar.
Kapitalizmin karakteristik bir özelliği olan ikinci norm -ki eğer Cengiz Han hayatta olsaydı muhtemelen
o bu normu önerirdi- Al Capone, mafya elemanları ve Harvard Üniversitesi İşletme Fakültesi
Dekanı’nın önerecekleri bir normdur. Bu norma hepsi sahiptir. Norm, elde etmemiz gereken şeyin elde

1
edebileceğimiz şey olduğudur. Gelirimizin, ne kadar güce sahip olduğumuza ve ne kadarını talep
edebileceğimize bağlı olması gerektiği fikridir. Eğer bizim herhangi bir araçtan dolayı -bu mensubu
olunan bir cemiyetten dolayı olabilir, birtakım becerilerden dolayı olabilir, ceplerimizdeki şu tapu
senetlerinden dolayı olabilir- daha fazla gücümüz varsa daha fazlasının alırız. Eğer daha az gücümüz
varsa, daha azını alırız. Bir tür zalimlik ekonomisi. Böyle bir ekonomiyi arzu etmiyorum ve bunu
reddetmek istiyorum.
Sıradaki norm, ilk ikisinden farklı olarak gerçekten tartışmalı olan ilk normdur. Çünkü çoğu solcunun bu
norm üzerinde hemfikir olduğunu biliyorum. Bu norm, bir ekonomiye ne veriyorsak onu almamız
gerektiğidir. Yani kendi emeğimle ne kadar üretirsem, o kadar geri almam gerektiğidir. Makul
gözüküyor gibi! Bütün bunlardan sonra eğer ürettiğimden az alıyorsam, neden daha az almalıyım ki?
Eğer ürettiğimden daha fazlasını alıyorsam, neden daha fazla almalıyım ki? Yani ne üretiyorsam onu
almalıyım. Dolayısıyla herkesin aynı norma tabi olması uygun olan şeydir. Ama bu normla ilgili bazı
sorunlar var.
Varsayalım ki, iki kişi tarlaya çalışmaya gidiyorlar. Biri fiziksel olarak diğerinden daha kuvvetli. İkisi de
aynı süre boyunca, aynı sıcak güneşin altında, aynı yoğunlukta çalışıyorlar. Ama kuvvetli olan, kuvvetli
olduğu için daha fazla üretebiliyor, daha fazla portakal topluyor ya da daha fazla şeker kamışı
kesebiliyor. Sadece fiziksel olarak daha kuvvetli olduğu için bu kişi daha mı fazla ödüllendirilmelidir?
Varsayalım ki birisinin daha üstün bir tarım aleti var, bu kişi sadece daha üstün bir alete sahip olduğu
için daha fazla mı gelir elde etmelidir?
Michael Jordan’u biliyor musunuz? Michael Jordan, her sene şampiyonluğu kazanan Chicago Bulls’da
oynayan dünyaca ünlü bir basketbolcudur. Bir anlığına farz edelim ki Michael Jordan bir saatte 15
milyon dolar kazanıyor. Bu benim biraz önce öğle yemeğimde ödediğim 15 milyon TL değil bu cidden
15 milyon dolar. Şimdi soruyorum, aranızdan kaçınız Michael Jordan’a basketbol oynaması için çok
fazla para ödendiğini düşünüyor? Bence eğer Michael Jordan’a ürün için ödeme yapmamız gerektiğini
düşünürsek, bir dakika içinde herkese bu oldukça mantıklı gelecektir. Eğer buna inanırsak, Michael
Jordan’a şu anda aldığından daha fazlasını ödememiz gerekir.
Bunun üzerine düşünürseniz belki de Michael Jordan’ın ürününü sevmiyorsunuzdur; ama Michael
Jordan’ın ürünü, basketbol sahasında bir yukarı bir aşağı gitmesi, ABD vatandaşları ve dünyanın dört
bir yanındaki insanlar için çok şeye bedel. Biz Michael Jordan’ı izlemekten zevk alıyoruz. Ürün ve
değer... Eğer biz onu bütün bu insanlara verdiği zevk için ödüllendirmek durumundaysak, ona
gerçekten aldığı miktardan daha fazla para ödenmeli. Gerçekte ise Michael Jordan’ın aldığı miktar,
onun ne kadar müzakere gücüne (*2) sahip olduğuna bağlıdır.
Başka bir alana geçecek olursak; Mozart ve Salieri. Her ikisi de “kıymetli” besteler yapmışlardır. Salieri
bir haftasını harcar, sıkı çalışır, alın teri döker, emek harcar. Salieri’nin bestesi de Mozart’ın bestesi
gibi insanlar tarafından sevilir. Mozart dokuz saniye harcar, beste yapar ve o beste yıllar boyu yaşar ve
insanlar ona bayılırlar. Mozart’a, onu Salieri’e göre daha üretken kılan doğuştan gelen böyle bir
yeteneği olduğu için daha fazla mı ödemeliyiz? Şimdi, farklı insanlar bu meseleyi farklı görürler. Bence
cevap, hayırdır. Ben, genetik piyangodaki (*3) şansa bağlı servete öncelik vermemiz gerektiğini
düşünmüyorum.
Milton Friedman; aramızda Friedman’ı duymuş olan var mı? Kendisi, ABD Chicago Üniversitesi’nden
Nobel ödülü sahibi bir ekonomisttir. Kendisi için kullanabileceğimiz bir terim, hangi terim
kullanılıyordu... Tuhaf (*4). Milton Friedman sağ kanattan bir insan; siyasette böyle bir görüşü
benimsemiş olmasına rağmen kendisi zeki birisidir. Bir keresinde bir solcuyla tartışmıştı ve ona şöyle
dedi: “Senin nereden geldiğini anlıyorum.” -şimdiki örneğim beyzboldan ama burada insanlar beyzbol
hakkında ne kadar biliyorlar bilmiyorum, örneği futbola uyarlamaya çalışacağım eğer karıştırırsam
lütfen gülmeyin. Futbol sahasına inen bir kişiyi düşünün, ortada savunma oyucuları yok, kale
gerçekten geniş ve şut atmak için büyük ve güzel bir topu var. Bu kişi kolayca gol atabilir. Ama yirmi
savunma oyuncusunun, dar bir kalenin ve iki tane de kalecinin olduğu bir sahada futbol oynayan
birisiyle karşılaştırıldığında, bu durum adil değildir. Diğer bir ifadeyle, düşünün ki hayatta zaten başarılı
olmuş kapitalist bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen biri sadece aile piyangosundaki (*5) şansı
sayesinde, bütün o servete sahip olacaktır ve başka birisi de işçi bir ailenin çocuğu olarak dünyaya
gelecektir. Bu adil değildir. Bu Milton Friedman’ın dediği şey, o buna aile piyangosu diyor. Dediğine
göre istediğin gibi bir aile kazanamazsın, sadece herhangi bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelirsin;

2
yani bu bir piyangoya benziyor, benim zengin bir ailem varsa senin de fakir bir ailen olur. Ama Milton
Friedman, bunun adil olduğunu düşünmediğini, ailenin sahip olduğu şey sayesinde senin de bu
muazzam derecede farklı koşullara sahip olmanın, olması gereken şey olmadığını söyledi. Milton
Friedman sonra “Eğer genetik piyangoda şanslıysanız, sizi güçlü yapan genleri alırsınız, bu size tercih
edilir bir basiret kazandırır. Michael Jordan gibi hızlı bir ele sahip olursunuz, Mozart gibi besteler
yaparsınız. Neden bunun normal olduğunu düşündüğünüzü anlamıyorum. Hiçbir şey yapmamanıza
rağmen; sadece genetik piyangoda şanslısınızdır; ödüllendirilmeyi hakedersiniz” dedi.
Milton Friedman’ın tartıştığı solcu, tartışmanın sonunda gerçekten darmadağın olmuştu. Benim bu
önermeye cevabım, “Haklısınız.” olacaktır. Ben de insanların kullandıkları alet ya da genetik
miraslarından dolayı ödüllendirilmeleri gerektiğini düşünmüyorum. Bence biz gayret ve fedakarlık
denen şey için ödüllendirmeliyiz; ki bu da üçüncü değerdir. Ne kadar süre, ne kadar yoğun
çalışacağımız; yapılacak işin ne kadar külfetli, yorucu olduğu, sağlığa ne derece zarar verdiği göz
önünde bulundurularak ödüllendirmeliyiz. Bu şu anda bildiğimiz şeyden çok farklıdır. Şu anda
bildiğimiz şey ise şudur: eğer bir işyerine gidersek orada berbat koşullar altında çalıştıklarını
gördüğümüz insanların en düşük ücretleri aldığını tahmin edebiliriz. Eğer, rahat koşullarda çalışan
birisini görürsek, onun yüksek bir ücret aldığını tahmin edebiliriz. Ve tahminlerimiz her zaman
doğrudur. Ama katılımcı bir ekonomide, durumun böyle olmadığını göreceğiz. İnsanlar müthiş
derecede farklı koşullarda çalışıyorlarsa, iyi koşullar içinde olanlar değil, kötü koşullar içinde olanlar
daha fazla kazanacaklardır. Dolayısıyla, bu bizim üçüncü değerimizdir: Hakkaniyet. Bu da gayret ve
fedakarlık için ödüllendirmek anlamına gelir.
Ekonomi, kararlar üzerindeki söz hakkımıza da de etki ya da nüfuz eder. Bir ekonomi içinde talep
ettiğiniz şeyin başkaları üzerinde belli bir etkisi vardır. Reddettiğimiz şey, görece az sayıda insanın
ötekileri etkileyecek kararlar vermesi ve diğerlerinin söz hakkının bulunmaması gerektiği düşüncesidir.
Reddettiğimiz şey budur, reddettiğimiz şey özet olarak bir çeşit diktatörlüktür: Bir kişinin ya da küçük
bir grubun bütün kararları vermesi ve herkesin emirlere uymak zorunda olmasıdır. Biz böyle bir şeyi
arzu etmiyoruz ama o zaman elimizde ne var?
Farz edelim ki siz iki arkadaş –sıranın sonundakiler, evet!- bir işyerinde çalışıyorsunuz. Siz masanızın
üstüne anne ve babanızın ya da erkek kardeşinizin ya da kız kardeşinizin ya da beraber yaşadığınız
birisinin resmini koymayı arzu ediyorsunuz. Bu kararı kim vermeli?
Dinleyici: Kendim.
Michael Albert: Siz mi karar vermelisiniz? Diğerlerinin bir söz hakkı olmalı mı?
Dinleyici: Hayır.
Michael Albert: Hayır!. Siz bu kararı sadece kendiniz vermelisiniz, doğru. Otoritarizm (*6), Stalin gibi.
Cevap evettir, evet siz vermelisiniz. Tamam, ama şimdi siz masanızın üstüne çok ses çıkaran bir
radyo koymak ve heavy metal dinlemek istiyorsunuz. Şimdi kararı kim verir?
Dinleyici: Ben kendi kendime karar veremem.
Michael Albert: Siz kendi kendinize karar veremezsiniz, peki o zaman kim karar verecek?
Dinleyici: Biz, beraberce karar verebiliriz.
Michael Albert: Beraberce. Peki şu arkada oturan kişiyi görüyor musunuz; ben göremiyorum bile
çünkü gözlerim yeterince iyi değil. Onlar müziğe karşı çıkmayacaktır, onlar binanın farklı bir yerinde
çalışıyor. Onlar kararın içinde olmalı mı?
Dinleyici: Sanmıyorum.
Michael Albert: Sanmıyorsunuz; ama bu kişi burada, müziği duyabilir; kararın içinde olacak mı?
Dinleyici: Evet.
Michael Albert: Tamam, bitirdik. Bir filozofa danışmadan ve önümüzdeki yirmi yılı karar alma için iyi
bir değer bulmaya çalışmakla geçirmek yerine, ben halihazırda varmış olduğumuz noktadan
memnunum. Fikir; insanların kararlar üzerinde, o kararlardan etkilendikleri oranda söz hakkına sahip
olmalarıdır. Eğer karar bizi etkileyecekse, söz hakkımız olur. Sahip olduğunuz söz hakkı, diğer
insanlarla karşılaştırıldığında kararın üzerinizdeki görece etkisine orantılı bir söz hakkıdır. Dolayısıyla

3
eşit oranda etkilenen insanların eşit söz hakkı olacaktır, ama diğerlerinin olmayacaktır. Ben daha fazla
etkileniyorsam, benim daha fazla söz hakkım olur. Buna öz-yönetim denir. Bu tabii ki dördüncü
değerdir: dayanışma, çeşitlilik, hakkaniyet ve öz-yönetim.
Arzu edilen bir toplumsallığı tasavvur etmeye çalışırken yapılacak iş, ekonomik işlevleri yerine
getirecek ve bu değerlerle tutarlı, bu değerleri ortadan kaldırmaktansa onları geliştirecek kurumları
tasavvur etmektir.
İki tane daha muhtemel alan ve değeri ifade edebiliriz. Bunlardan biri ekonominin bizi farklı koşullara
sahip gruplara nasıl böldüğüyle ilgilidir: sınıflarla ilgilidir. Bizim istemediğimiz değer, bazı grupların
geriye kalanları yönetmesi gerektiği fikridir: sınıf-hakimiyeti (*7), yönetici sınıf... Farklı sınıftan olmaları
sebebiyle önlerinde birbirinden kesinlikle farklı seçenekler bulunan iki topluluk düşünün. Arzuladığımız
değer ise sınıfsız olma fikridir.
Son alan; ekonominin, çevreyle kuracağımız ilişkilere olan etkisidir. Reddettiğimiz şey sonsuz
büyüme, sürekli büyüme, tüketim için tüketim fikridir. Ya da tam olarak biz, ekonominin çevreyle
ilişkilerin önemini göz ardı etmesi gerektiği önermesini reddedebiliriz. Değerimiz, sürdürülebilirliktir.
Yani ekonomi çevreye uyumlu olmalıdır; böylece biz de öz-sürdürülebilir olabiliriz. Bunun da ötesinde
bizim asıl değerimiz, ekonominin, ekolojik ve çevresel etkilerini hesaba katması gerektiğidir.
Bunlar değerlerdir. İstediğimiz ekonominin var olması için en basit yanıt varolan ekonomilere bakmak
ve arzu edilir olup olmadıklarını bulmaktır. Eğer bunlar benim değerlerimse, varolan muhtemel bir
ekonomiye bakabilirim ve “Tamam, bu ekonomi tüm değerleri karşılıyor.” derim ve sonra o ekonomi
beni mutlu eder.
Dolayısıyla yapmam gereken ilk şey kapitalizme bakmaktır. Bunun için uzun zaman harcayabilirim.
Kapitalizmin tanımlayıcı kurumları vardır:
Özel mülkiyet. Özel mülkiyet sınıf bölünmesini yaratır: En azından mülk sahipleri ve mülk sahibi
olmayanlar biçiminde. Özel mülkiyet büyük servet eşitsizlikleri yaratır, gayret ve fedakarlığı
değil mülkiyeti ödüllendirir. Özel mülkiyet diğer normları da ihlal eder çünkü mülk sahiplerinin
gücünü muhafaza eder ve böylece değerlerimizi ihlal eder. Mal ve zenginlik üreten servetin, üretim
araçlarının özel mülkiyete tabi olması; değerlerimizi ihlal eder. Bununla ilgili kendimizi disipline
etmeliyiz. Değerlerimize inansak bile, bunu ihlal edecek kurumlara yine sahip olabiliriz.
Özel şirketlere dayalı kurumlar. Pazar işletmelerinin karakteristiği olan işyeri yapılanması türüdür.
Öncelikle bunun ne olduğunu ortaya koymalıyız. İşyerlerinde aşina olduğumuz bu işbölümü nedir?
İşbölümünü nasıl tarif ederiz, nasıl anlayabiliriz? Yine burasının bir işyeri olduğunu düşünelim ve
burada biz, herhangi bir şeyi: keman, araba, vs. üretiyoruz. Buranın kapitalist bir işyeri olduğudunu
varsayalım. Biz burada işimizle, mesleğimizle, üretimimizle ilişkilenmiş bütün görevlere bakacağız.
Görevlerin -mesleklerin değil; meslek, tüm görevlerin toplamı gibi bir şeydir- uzun listesine
baktığımızda içlerinden bazılarının güçlendirici, onları yaptığın takdirde sana işyeriyle ilgili bilgi ve
anlayış veren görevler olduğunu görürüz. Bu görevler, işyerinde işlerin nasıl gideceği üzerine günlük
kararları içerir ve size güven verir. Bu görevlerin mutluluk verici ve mükemmel olduğunu
söylemiyorum; ama bunlar güçlendirici görevlerdir.
Diğer görevler ise, basitçe belirli bir iş sırasına sahip ve sıkıcı olmalarıyla tanımlanırlar. Bu görevleri
yaptığınız takdirde tek sonuç, tabi fiziksel bir hasar almadığınızı varsayıyoruz, bitap düşmektir. Fazla
şey bilmezsiniz, çalışma biçimi hakkında bir şey öğrenmezsiniz, sosyal becerileri kullanmak, görüşme
yapmak, müzakere etmek vb. zorunda değilsinizdir. Kendinize güvenmezsiniz. Bu görevler tarafından
sınırlandırılırsınız, onlar tarafından tüketilirsiniz.
Şimdi kapitalist bir işyerinde yaptığımız şey, birinci grup güçlendirici görevleri ele almak, onlardan
çeşitli meslekler oluşturmaktır: meslek bir, meslek iki, meslek üç, meslek dört, birçok meslek. Bu
mesleklerden her bir, en güçlendirici iş ile birleştirir. Böylece meslekler güçlendirici meslekler haline
gelir. Yöneticilik mesleği, mühendislik mesleği, finans uzmanlığı mesleği ve bunlara benzer meslekler.
Bu mesleklerde çalışanlar işgücünün yüzde yirmisini oluşturur. Diğer gruptaki meslekler ise yorucu,
belli bir iş sırasını takip eden sıkıcı mesleklerdir. Yorucu, belli bir iş sırasını takip eden, sıkıcı, zevksiz
görevlerden yorucu, belli bir iş sırasını takip eden, sıkıcı, zevksiz meslekler oluştururuz. İş gücünün
yaklaşık yüzde sekseni bu tür mesleklere sahiptir.

4
Bu, özel işletmelere dayalı işbölümüdür. Bu küçük bir sapma gösterir. Elimizde olan şey; bir
güçlendirme hiyerarşisi, işyerinin etkileridir. Gayet doğal ve tahmin edilebilir olarak ortaya çıkacak şey;
güçlendirici, karar almaya yönelik olarak enformasyon, bilgi ve beceri kazandıran işleri yapanların
bütün kararları almasıdır. Bunların yanı sıra bu kişiler müzakere gücüne de sahip olacaklardır. Yani
kararları onlar verirler ve daha fazla gelir elde etmelerini garanti eden mekanizmalara sahiptirler. Ben
onlara koordinatör sınıf demek istiyorum. Belli bir iş sırasını takip eden, yorucu, sıkıcı, işleri yapan
geriye kalan yüzde seksene ise işçi sınıfı demek istiyorum. O zaman elimizde olan şey, kapitalizmin üç
sınıfa sahip olduğudur: mülk sahipleri, koordinatör sınıf ve işçi sınıfı.
Özel işletmelere dayalı işbölümü, işyerinde özel mülkiyet olmasa dahi, yine de koordinatör sınıfa ve
işçi sınıfına sahiptir. Sovyetler Birliği’nde elimizde koordinatör sınıf ve işçi sınıfı var ama mülk sahibi
sınıf, kapitalistler yoktur. Aynı durum Yugoslavya’da da var; hala sınıfa bağlı toplumumuz ya da
ekonomimiz vardır, hala bir yönetici sınıfımız vardır. Onlar buna sosyalizm diyorlar, ama ben buna
yönetici sınıfı kastetmek için koordinatörizm demek istiyorum. Ben bunu reddediyorum. Yani eğer biz
değerlerimizi dikkate alıyorsak, özel işletmelere dayalı işbölümünü, iş örgütlenmesini reddetmek
zorundayız. Neden? Çünkü bu sınıfsızlığı ihlal ediyor, güce göre ödüllendirmek yerine gayret ve
fedakarlık temelindeki ödüllendirmeyi ihlal ediyor, öz-yönetimi ihlal ediyor: bu yüzde yirminin yüzde
sekseni yönetmesidir, bu bizim değerlerimizi ihlal ediyor; o yüzden bunu reddediyoruz.
Kapitalizmin üçüncü temel kurumu otoriter karar almadır. Nasıl otoriter? Evet, eğer burası bir işyeri
olsaydı, ben mülk sahibi siz de işçiler olsaydınız; tuvalete giderken benden izin almanız gerektiğine
karar verebilirdim. Birçok işyerinde durum budur. Siz gerçekten tuvalete gitmek için izin almak
zorundasınız. Stalin’in kendisi hiçbir zaman, en saldırgan ve otoriter zamanında bile halkın tamamına
kendisinden tuvalete gitmek için izin alması gerektiğini söylememiştir. Stalin özgürlük üzerindeki bu
çeşit yoğun kontrolü hayal bile etmemiştir; bu kontrol tipik olarak kapitalist örgütlerde, kapitalist
ekonomide mevcuttur. Ben bunu reddediyorum. Biz otoriter karar almayı reddetmek zorundayız.
Kapitalizmin diğer bir özelliği olan mülk ve gücün ödüllendirilmesini zaten reddetmiştik, böylelikle şimdi
pazarlara geldik. Tahminimce biz buna pazarın lağvedilmesine taraftar olmak(*8) diyebiliriz. Bazı
insanlar pazarların iyi olduğunu, pazarların katlanılabilir olduğunu söylüyorlar. Ben pazarların kesinlikle
ve tamamen vahşi oldukların söylüyorum ve pazarların kaldırılmasını savunuyorum. Pazarlar sahip
olduğumuz tüm bu değerleri ihlal ediyor. Böylece eğer özel işletmelere dayalı örgütlenmeyi, otoriter
karar almayı, mal ve güç için ödüllendirmeyi ve pazarları reddedersek, kapitalizmi reddederiz.
Peki ya sosyalizm? Pazar sosyalizmi özel mülkiyeti kamu ya da devlet mülkiyetiyle değiştirir ama
bunun dışında her şeyi korur. Merkezi planlamaya dayalı sosyalizm özel mülkiyeti kamu ya da devlet
mülkiyetiyle, pazarları da merkezi planlamayla değiştirir ama bunun dışında her şeyi korur. Bu suretle
sosyalizm olarak adlandırılan şey değerlerimizi ihlal eden yapıları korur. Sınıf-hakimiyetini korur,
dolayısıyla ben adına sosyalizm denen şeyi reddetmek istiyorum.
Peki, kararlaştırdığımız değerleri hayata geçirecek olan hangi yeni kurumları önerebiliriz? İlki işçi ve
tüketici konseyleridir. Bu özel olarak tartışmalı bir mesele değildir. Tarih boyunca isyan eden çok
sayıda insan cesur direnişlerde bulunmuş ve kendiliğinden bu kurumları kurmuşlardır. Son olarak
Arjantin’de, oradaki mücadele içinde bu kurumları kurmuşlardır. İfade ettiğimiz şey neye ihtiyaç
duyduğumuzdur. Biz, işçilerin ve tüketicilerin yönetmesini, kendi tercihlerini geliştirebilmelerini, bu
tercihleri ifade edebilmelerini ve kararlara etki etmelerini arzu ediyoruz. Bu, otoriter karar almanın
yerine geçmek zorundadır; eğer bunu yapacaksak, eğer burası bizim işyerimiz ise ve hepimiz işçi isek,
hepimizin isteklerini ifade edebilmesine ve kararlara etki edebilmesine ihtiyacımız vardır. Biz bunlara
işçi konseyleri diyoruz. Bütün bir işçi konseyine sahip değilsek, bir kişinin bazı kararları bireysel olarak
verebileceği konumda olması gibi bazı kararlar da takımlar ya da çalışma grupları ya da çalışma birimi
tarafından alınacaktır. Elimizdeki şey, işçi konseyleri aracılığıyla karar alma sürecine katılacak olan bir
nevi katmanlar ya da gruplar ve tüm endüstri seviyesine bu konseylerin oluşturacağı katmanların
yayılmasıdır. Tüketici kanadında ise bireysel tüketicilerimiz, yaşama gruplarımız, mahalle gruplarımız
ve tüketici konseylerimiz vardır. Buraya kadar çok da tartışmalı bir mesele yok.
Sıradaki şey ise öz-yönetimi teşvik edici tartışma, bilginin yayılması ve tercihlerde bulunma
yöntemleridir. Bu tam olarak ne bir kişi bir oy ve yüzde elli kuralı ne de konsensüstür. Bu diktatörler
gibi tek bir insanın kararları vermesi de değildir. Belli bir bağlam içinde bunlardan herhangi birisi bir
anlam ifade edebilir, ama başka bir bağlamda biraz daha farklı bir anlama gelecektir. Evrensel olan,

5
insanların etkilendikleri oranda o kararda söz hakkına sahip olmaları gerektiği değeridir. Böylece farklı
kararlar için farklı yöntemler seçeriz.
Tamam, diyelim ki böyle bir şeye geçiyoruz: Bir işçi konseyimiz var, öz-yönetimi karar almada
kullanıyoruz ve şimdi iş süresine, iş yoğunluğuna ve işin zahmetine göre ödüllendirmeye karar verdik.
Diyelim ki böyle bir şeye geçtik ve bunu yaptık. Yani bu şekilde işleyeceğiz ve biz eski, özel işletmelere
dayalı işbölümünü kullanıyoruz; ilk iki sıra güçlendirici görevlere sahip, geriye kalanlar da belli bir iş
sırasını takip eden sıkıcı görevlere sahip.
İşçi konseyimizde öz-yönetime içtenlikle niyet etsek de; hayatlarımızı nasıl örgütleyeceğimize dair bu
kurumsal tercih isteklerimizi alt üst edecektir, arzularımızın hakkından gelecektir. İlk iki sıradaki
insanlar, toplantılara devamlı kendilerinden emin, uyanık, bilgili geleceklerdir, gündemi onlar
belirleyecek ve tartışmayı kontrolleri altına alacaklardır, defalarca, her toplantıda toplantıyı onlar
yöneteceklerdir; zamanla diğerleri toplantılardan sıkılmaya başlayacaklardır. Her şeyin ötesinde onlar
zaten yoğun çalışmaktan yorgun düşmüş olacaklar. Siz toplantılarda uyuklamaya başlayacaksınız ve
ilk iki sıradaki insanlar sizin hangi kahrolası nedenle orada bulunduğunuzu merak edecekler. Neden
onlar çıkıp gidemesinler ve kendi kendilerine kararlar alamasınlar da sizinle konuşmak zorunda
olsunlar? Ve yavaş yavaş, ama muhakkak ki, ortaya çıkmaya başlayacak şey diğer tarafın maaşlarını
sizin maaşlarınızın üstünde meblağlara yükseltmeleri olacaktır.
Bunu kısmen yapacaklardır; çünkü bunu erdem ve zekalarından dolayı hak ettiklerini düşünürler.
Gerçekten pozisyonlarının işlevi hak ettikleri şey değil ama onlar yine de bunu yaparlar; çünkü bu
kazançtan sizin yararlanacağından daha iyi yararlanacaklarına kanaat getirirler; onlar yetişmişlerdir,
kültürlüdürler ve parayla ne yapacaklarını bilirler. Siz sadece parayı sayıklarsınız, ona ihtiyacınız
yoktur. Gerçekte onlar sizin kazancınız üstünden bir lütufta bulunuyorlardır. Bu zihniyet size karşı daha
paternalist (*9) bir hale gelir, herkesi kanatları altına alacaklardır. Bu bir sınıf bölünmesidir. Ben
hiçbirisini istemiyorum, buna benzer herhangi bir şeyi arzu etmiyorum. Dolayısıyla ne yapmamız
gerektiğini ortaya koymalıyız ve bu o kadar da karmaşık değildir.
İlk iki sıradaki insanların işyerimize hakim olmalarını nasıl engellerim? Aralarından işyerinin
mülkiyetine sahip olan beşini engellemek yeterli olmayacaktır. İşyerindeki hakimiyetlerinden ve bu
gücün dayanağından, kurtulmak zorundaydık, özel mülkiyetten kurtulmak zorundaydık ve bunu
yapmakta karar kıldık. Dolayısıyla bu durumda, ilk iki sıradaki insanların gücünün dayanağından
kurtulmak zorundayız. Güçlerinin temeli, güçlendirici işleri tekellerine almalarıydı. Biz bu duruma son
vermek zorundayız. O zaman ne yaparız? Dengeli iş bileşenleri oluştururuz, ki bu katılımcı ekonominin
bir diğer kurumsal yapısıdır. İşbölümünü yeniden tanımlarız, her kişiye görev ve sorumlulukların
birleşiminden oluşan bir meslek veririz, dolayısıyla mesleğin güçlendirici etkileri açısından her kişinin
mesleği başka birininkiyle tümüyle olmasa bile kabaca karşılaştırılabilirdir; aynı değil ama kabaca
karşılaştırılabilirdir. Böylece işyerimizdeki durum; bir kişinin toplantıya canlı, bilgili ve kendinden emin
gelmesi; arkadan gelen kişinin kurallar gereği kendi mesleği yüzünden yorgun düşmüş ve hırpalanmış
bir halde gelmesi değildir. Daha çok, bütün gelenlerin zor ve zahmetli bir işi tecrübe etmiş olmaları,
ama işlerinin diğer bölümü sayesinde, kendilerini emin ve yeterli hissetmeleri durumudur. Ve yapmış
olduğumuz şey koordinatör sınıf - işçi sınıfı ayrımını tasfiye etmektir.
Bunu yaptığımızı farz edin, buna geçiyoruz, hepimiz buna inanıyoruz. Gayret ve fedakarlığa göre
ödüllendirmeye inanıyoruz, konseylerimize inanıyoruz, dengeli iş bileşenlerimize inanıyoruz. Ancak
işyerimizi alır ve onu, tahsisat için pazarı kullanan bir topluma uyarlarsak, o zaman pazar rekabeti ve
pazar tahsisatı tarafından kurulan çevre ve koşullarda iş görmek zorunda kalırız? Peki ne olur?
Ayakta kalabilmek için yapmamız gereken ilk şey nedir? Rekabet etmek, pazar payı için rekabet etmek
zorundayız. Eğer bizim ürettiğimizi üreten şirketler tarafından rekabet dışı bırakılırsak iş hayatından
çekiliriz. Dolayısıyla hepimiz burada oturabilir ve işçi konseylerimizden, ahlaki ödüllendirmelerimizden,
öz-yönetimlerimizden ve dengeli iş bileşenlerimizden gurur duyup onların özlemini çekebiliriz, çünkü
işimizi kaybetmişizdir. Yani bu bir alternatif değildir bunu yapamayız. Bütün bunların ne kadar farkında
olduğumuz önemli değildir, rekabet etmek zorundayız. Rekabet etmek ne anlama geliyor? Rekabet
etmek, şirketlerin giderlerini azaltma yöntemlerini kullanarak, giderlerimizi azaltmak anlamına geliyor.
Eğer üzerine düşüneceğimiz bir pazara sahip olmasaydık refahımız ve ürettiklerimizden faydalanan
insanların refahı üzerine düşünecektik, işyerimizde görece rahat ve tatmin edici bir ortam yaratmaya

6
çalışacaktık. Bir sağlık güvencesine, daha iyi çevre ve koşullara, kreşe, belki insanların kendilerini
ilerletmeleri ve geliştirmeleri amacıyla eğitim almaları için zamana vb. şeylere sahip olacaktık. Ancak
pazar koşullarında, biz giderleri kesmek, klimaları kapatmak, hızımızı arttırmak ve esasında kendimizi
kısıtlamak zorundayız. Şimdi aranızdan kaç kişi pazar dışında hiçbir şeyi dikkate almadan kendinizi
kısıtlamak için özgürce karar almanın iyi olacağını düşünüyor?
Bu işin iyi bir biçimde kotarılmasının hiç de kolay olmadığını fark edeceğinizi sanıyorum; çoğumuz
kendisini hırpalatmak istemez. Bu mantıktan anlaşıldığı üzere rekabet etmeye mecburuz. O zaman ne
yaparız, ki bu adına pazar sosyalizmi dedikleri ama gerçekte pazar koordinatörizmini uygulayan
Yugoslavya’dakilerin de yapmış olduğu şeydir, gidip bu işi bilen birilerini ücret karşılığında tutmak
zorunda olduğumuzun farkına varırız. Çok çalışan insanlar bulmaya ihtiyacımız var, diğerleriyle
uzlaşmaktan tamamiyle memnuniyet duyan insanlar bulmaya ihtiyacımız var. Onları uygulamalarını
istediğimiz kararlardan korumak zorundayız. Yani gidip bu insanları, ilk iki sırayı, dünyanın dört bir
yanındaki yüksek işletme okullarından ücret karşılığında tutarız, onları iş yerlerimize getirir ve onlara
“Siz bu klimalı ofislerde, bu güzel mobilyalarla, uzun hoş öğle yemeği arasıyla, gerilimsiz ve rahat bir
şekilde çalışacaksınız, şimdi bizi sıkıştırın, şimdi bize yüklenin, bizim koşullarımızı kısıtlayacak kararlar
alın ki biz diğer şirketlerle rekabet edebilelim” deriz.
Özel mülkiyetin yokluğunda dahi pazarlar, sınıf bölünmesini yeniden dayatırlar. Ortada mülkiyet
sahipleri yoktur. Bu insanlar şirketlere sahip değildir ama pazarlar koordinatör sınıfın egemenliğini
yeniden dayatırlar. Bu, kurumun ne istediğimize saygı göstermeyen uygulamaları olduğu, arzularımıza
önem vermediği anlamına gelir. Dolayısıyla eğer sınıfsızlığa dayanan bir tür ekonomiye sahip
olacaksak, pazarların da yerine başka bir şey koymak zorundayız.
Pazarların yerine başka bir şey koymak için yeni tahsisat yollarına sahip olmak mecburiyetindeyiz,
tartışma için zaman bırakmak istiyorum o nedenle bunu ayrıntılı tarif etmeyeceğim. Ancak buna
katılımcı planlama deniyor; her çeşit işyerinin ve tüketimin girdi ve çıktılarının ne olacağını birbirleriyle
işbirliği içinde müzakere eden işçi ve tüketici konseylerini kapsıyor. Bu kurumlar için benim iddiam, ki
bir bireyin inanması için ortada kesinlikle bir neden yoktur, bu kurumların sadece iş yapmayacaklarıdır,
onlar sadece gerçekte kapitalizmde olduğundan daha üretici bir biçimde insanların arzu ettiği mal ve
hizmetler üretmezler. Sadece bunu yapmazlar, ancak onlar aynı zamanda aramızda olumlu değerler
üretecekler: dayanışma, çeşitli çözümler, gayret ve fedakarlığa bağlı adil, hakkaniyetli gelir dağılımı ve
her birimize tüm kararlar -kaç tane bisiklet üretmek için ne kadar uzmanlık, ne kadar yatırım
gerektiğine dair kararlar dahil olmak üzere- üzerinde kararın bizi ne kadar etkilediğine orantılı bir etkiye
sahip olma hakkı. Fabrikadaki işçilerin daha fazla etkileri olacaktır çünkü onlar daha fazla
etkileniyorlar; ancak bisikletleri tüketen insanların da bir etkileri olacaktır ve hatta bisiklet yapımında
kullanılan çelik ile yapılan bir şeyi tüketen insanların da bisiklet üretimiyle ilgili bir kararları olacaktır.
Bununla ilgili söyleyecek daha çok şey var ama katılımcı planlama ile ilgili savımı genel hatlarıyla
özetlemiş durumdayım.
Eğer bunun arzu edilebilir olduğunu düşünüyorsanız, sınıfsız bir ekonomi gerçekleştirilebilirse, bu tür
değerlere sahip olan bir ekonomi mümkünse ve bu sizde hayranlık uyandırıyorsa, Türkçe’ye çevrilmiş
olan bu kitaba gidip bir göz atın. Sonra kendinizi ikna etmeye, insanları gözeterek kendiniz için karar
vermeye, kendi kararınızı vermeye ve bu kararı berraklaştırmaya mecbursunuz. Ancak tartışmak
maksadıyla hepimizin bunu yapmış olduğunu ve ortada bir sürü katılımcı ekonomi taraftarı
varolduğunu söyleyelim.
Peki, bu ne fark yaratacak? Neden bu insanların artık daha iyi bir ekonomi için vizyon sahibi oldukları
anlamına gelsin? Yüksek maaşları arzu ettiğimizi, orduya daha az, eğitime ve sağlık-hizmeti için daha
çok harcanmasını istediğimizi bilmek neden yeterli değil? Neden kısa vadeli hedefler aramak yetersiz?
Bu neden yeterli değil? Neden şimdi uzun vadeli bir vizyona ihtiyacımız var?
Bunun pek çok nedeni var, şimdi ABD’den bahsedeceğim çünkü Türkiye’yi yeterince iyi bilmiyorum,
Aralık’ta ne olacağını tahmin edecek kadar iyi bilmiyorum. ABD’de solcular halka, “Gelin, bana katılın;
gelin, ulus ötesi şirketlerin hakimiyetindeki küreselleşmeye karşı olan hareketime katılın; gelin
yoksulluğa karşı olan hareketime katılın; gelin, savaşa karşı olan hareketime katılın.” diye
sesleniyorlar; halk da örgütleyiciye “Şaka yapıyor olmalısın, şaka yapıyorsun.” diye karşılık veriyorr;
insanlar “Büyü!”, “Hayat bu!”, “Gerçeklikle yüzleş!” diyorlar.

7
Yani insanların kastettiği şey nedir; sol bunu pek fazla düşünmez, biz sinirlenmeye başlarız,
örgütlemeye çalışılan insanlara karşı lanet okumaya başlarız, onların dedikleri hakkında düşünmeyiz.
Farz edin ki ben gelecek saatte de konuşuyorum ve siz de oturmaya devam ediyorsunuz ve yorgun
düşüyorsunuz; farz edin ki gelecek saat içinde ben şu ana kadar duyduğunuz en hareketli, herkesin
kabul edeceği ve kesinlikle itiraz kabul etmez konuşmayı yapıyorum, sistematik bir biçimde
hayatlarımızın yönüyle ilgili seçeneklerimizi kısaltan, olanaklarımızı kısıtlayan ve sonunda bizi öldüren
bir çeşit baskıyı tarif ediyorum ve siz gözyaşlarınıza hakim olamıyorsunuz. Konuşmanın sonunda
gelin, yaşlanmaya karşı olan hareketime katılın diyorum. Bunun hakkında düşünün, fark edeceksiniz ki
bu doğrudur; bu bizi kısıtlıyor; bu bizim yaşamımızı kısaltıyor; yavaşça ama muhakkak ki
seçeneklerimizi olumsuz yönde etkiliyor ve bizi öldürüyor. Bizi kederlendiren şey hakkında söylediğim
her şey doğru olacaktır. Ancak ben size gelin ve buna karşı bana katılın dersem, siz bana kaçıkmışım
gibi gülersiniz. Bu gelin ve yerçekimine karşı bir harekete, rüzgara karşı bir harekete, güneşe karşı bir
harekete katılın demeye benziyor. Bu hiçbir anlam ifade etmez.
Amerikalı insanların gözünde yoksulluk, savaş, cinsiyetçilik, eşitsizlik, boyun eğme, bu tip şeyler
yerçekimine benziyor; onlar, başka türlüsü mümkün olamayacağı için böyle olduğunu düşünüyorlar.
Dolayısıyla Amerikalı aktivistlere diyorlar ki: “Bunlara karşı mücadele etmek aptalcadır, bu
budalalıktır”. Bu, bütün bunların ahlakî olduğu düşündükleri anlamına gelmiyor; yoksulluğun iyi
olduğunu düşünmüyorlar, savaşın mutluluk verici olduğunu düşünmüyorlar, sadece bunun öyle
olduğunu düşünüyorlar ve harekete katılmıyorlar. Peki biz neyi destekleriz? Biz “Savaş korkunçtur,
yoksulluk korkunçtur.” deriz; onlara zaten bildikleri şeyi anlatırız, tekrar tekrar, milyon tane değişik
biçimde anlatırız. Sonra onlara sistemin ne kadar güçlü olduğunu anlatırız, bize katılmamalarının ve
sisteme eklemlenmelerinin sebebi de tam olarak budur. Biz onları asla dinlemeyiz ve onların ne
dediklerini duymayız: “Ne istiyorsunuz? Amaç nedir? Neden canımı sıkayım? Yaptığım işlerden geriye
kalan kısacık zamanımı, sahip olduğum azıcık enerjiyi, hayatımı, ailemin hayatını iyileştirmeye
çabalalamak yerine harekete vermeliyim? Bunu yapmak akıllıca mı?
Bana göre duyurabileceğimiz, herkesin kabul edeceği ve ikna edici bir biçimde tarif edebileceğimiz bir
ekonomik vizyon olmadan yüz binlerce kişiye, bir ya da iki milyon kişiye ya da beş milyon kişiye
ulaşamayacağız. Ancak, dünyayı değiştirmek için, her bir ülkeyi değiştirmek için on milyonlarca kişiye
ulaşmak zorundayız. Ancak bence işin iyi tarafı; bir kez bu soruya cevap verdiğimizde, bir kez herkesin
kabul edeceği bir biçimde daha iyi bir geleceği tarif edebildiğimizde, bir kez insanlara kapitalizmin
verdiği ve yine kapitalizm tarafından geri alınan şeyleri kazanmak yerine -ki bu sürekli olarak böyle
işler- bu geleceği yaratmaya katkıda bulunacak olan harekette gün be gün neler yapabileceklerine dair
bir anlayış verebildiğimizde, bunu yapabildiğimiz anda hareket inanılmaz bir biçimde büyüyecektir ve
belki de hareketlerin yeni bir toplum yaratma yeteneği bizleri hayrete düşürecektir. Bütün bunları
yapmamın sebebi de budur.
Son olarak, bence bizim katılımcı ekonomiyle ilgili meseleleri kavrayışımız kuracağımız yapıları nasıl
örgütleyeceğimize etki edebilir. Eğer örgütlerimiz, koordinatör sınıfın temsilcileri yani koordinatör
sınıfta olmak isteyen insanlar tarafından yönetiliyorsa, iki ihtimal var: Çok sayıda insanın katılımını
sağlayamayacakları için kaybedecekler veya kazanacaklar. Eğer onlar kazanırsa koordinatörlüğün
egemen olduğu bir toplum, avukatlar, doktorlar, mühendisler vb. tarafından yönetilen bir toplum
kazanacaklar. Diğer taraftan eğer hareketlerimiz dengeli iş bileşenlerine sahip olursa, ki böylece
örgütlerimizde öz-yönetim olacak ve örgütlerimiz işçileri ciddiye alacak, onlara saygı gösterecektir;
sonra belki onlar, kazanmak ve arzu edilir şeye doğru, katılımcı ekonomiye doğru kılavuzluk etmek için
hem yeterli desteği kendilerine çekecek hem de yeterli enerjiyi bir araya toplayacaklardır. Dolayısıyla
ben anti-Leninistim; çünkü ben Leninizmin, Marksist-Leninizm’in sonuçta işçi sınıfının değil de
koordinatör sınıfının ideolojisi olduğunu düşünüyorum. Bu, pratikte her zaman onların egemenliği
demektir, Marksist-Leninist modeller onların egemenliği tahsis eden sistemlerdir. Bu nedenle bu
düşünce biçimini, kalkınma meraklısı bu yaklaşımı terk etmeliyiz.
Konuşmama burada son veriyorum, umuyorum ki bir tartışma bölümü olur. Anlattıklarımla ilgili soruları
ve ABD ile ilgili herhangi bir şeyi yanıtlamaktan, tartışmaktan mutluluk duyacağımı bir kez daha
belirtmek isterim **
--------------

8
*Bu metin, Michael Albert’in B.Ü.’de verdiği konferansın kaydının deşifrasyonunun Türkçe çevirisidir.
Michael Albert, deşifrasyonun İngilizcesinde bazı değişiklikler yaparak “Parecon in Turkey” adıyla
Znet web sitesine koydu.

*1 Anti-sosyal terimi metinde bencil, bireyci, toplumun çıkarlarını gözetmeyen, katılımcı süreçlerden
uzak duran anlamında kullanılıyor. (ç.n)
*2 bargaining power
*3 genetic lottery
*4 grotesque
*5 parent lottery
*6 authoritarianism
*7 class-rule
*8 market abolutionism
*9 Kadife eldivenli demirden el yönetimi. İnsanları koruyan, ihtiyaçlarını karşılayan ama onlara hiçbir
özgürlük tanımayan hükmedici yönetim biçimi. (ç.n)
**Konuşmada buradan sonra soru-cevap bölümüne geçildi...
Türkçesi: Veysel Fırat Bozçalı
Güven Demirel

You might also like