Professional Documents
Culture Documents
1
10. Ve sizden birinize ölüm gelip de, “Rabbim! Beni yakın bir süreye
[ecele] kadar geciktirsen, ben de böylece sadaka versem ve sâlihlerden olsam”
demezden önce, size rızık olarak verdiklerimizden infak edin.
11. Allah, kendi eceli gelmiş bulunan hiç bir kimseyi asla ertelemez de. Ve
Allah, yaptıklarınıza haberdardır.
TAHLİL:
1. Münâfıklar sana geldikleri zaman, “Biz gerçekten şehâdet ederiz ki,
şüphesiz sen Allah'ın Elçisi'sin” dediler. Allah da bilir ki şüphesiz sen O'nun
Elçisi'sin. Ve Allah şâhitlik eder ki, şüphesiz münâfıklar kesinlikle yalancılardır.
2. Onlar, yeminlerini bir kalkan edinip Allah'ın yolundan alıkoydular.
Şüphesiz onlar, yaptıkları şeyler kötü olanlardır.
3. Bu, onların iman etmeleri, sonra inkâr etmeleri sebebiyledir. Böylece
kalplerinin üzerine damga vurulmuştur, artık onlar iyice kavrayamazlar.
4. Onları gördüğün zaman da cüsseli yapıları –sanki onlar,
dayandırılmış/yarı giydirilmiş ahşap kütükler gibidirler– beğenini kazanmaktadır.
Söyledikleri zaman da kulak verirsin. Her feryadı kendileri aleyhinde sanırlar.
Onlar düşmandırlar, bu yüzden onlardan kaçınıp sakının. –Allah onları kahretti–;
nasıl da çevriliyorlar!
5-6. Ve onlara, “Gelin Allah'ın Rasûlü sizin için mağfiret [bağışlanma]
dilesin” denildiği zaman, başlarını yana çevirdiler. Sen, onların büyüklük
taslayanlar olarak yüz çevirmekte olduklarını da görürsün. Senin onlar için
mağfiret dilemen ile mağfiret dilememen onlar için birdir. Allah, onlara kesin
olarak mağfiret etmeyecektir. Şüphesiz Allah, fâsık bir kavme hidâyet etmez.
7. Onlar, “Allah'ın Rasûlü yanında bulunanlara hiç bir infakta
bulunmayın, sonunda dağılıp gitsinler” derler. Oysa göklerin ve yeryüzünün
hazineleri Allah'ındır. Ancak münâfıklar iyice kavramıyorlar.
8. Diyorlar ki: “Andolsun, Medîne'ye bir dönecek olursak, gücü ve
onuru çok olan, düşkün ve zayıf olanı elbette oradan sürüp çıkaracaktır.” Oysa
izzet [güç, onur ve üstünlük] Allah'ın, O'nun Elçisi'nin ve mü’minlerindir. Ancak
münâfıklar bilmiyorlar.
Münâfıkların karakterlerinin ve İslâm aleyhine faaliyetlerinin konu edildiği bu
âyetlerde şunlar beyân burulmuştur:
• Münâfıklar Rasûlullah'a geldikleri zaman, “Biz gerçekten şehâdet ederiz ki,
şüphesiz sen Allah'ın Elçisi'sin” diyorlar. Ama bunda, samimi değiller.
• Onlar, yeminlerini bir kalkan edinip kötü şeyler yapmakta ve Allah'ın
yolundan alıkoymaktadırlar.
• Onlar bu hareketleri, önce iman etmeleri, sonra inkâr etmeleri sebebiyle
yapmaktadırlar.
• Böylece kalplerinin üzerine damga vurulmuştur, artık onlar kavrayamazlar.
2
• Onlara, “Gelin Allah'ın Rasûlü sizin için mağfiret [bağışlanma] dilesin”
denildiği zaman, onlar başlarını yana çevirirler. Onların büyüklük taslayarak yüz
çevirdikleri görülür.
• Onlar için mağfiret dilenilmesi ile mağfiret dilenilmemesi onlarca birdir.
Allah, onlara asla mağfiret etmeyecektir. Zira Allah, fâsık bir kavme hidâyet etmez.
• Onlar, “Allah'ın Rasûlü yanında bulunanlara hiç bir infakta bulunmayın da
dağılıp gitsinler” derler. Oysa göklerin ve yeryüzünün hazineleri Allah'ındır. Ne var
ki münâfıklar kavramıyorlar.
• Onlar, “Andolsun, Medîne'ye bir dönecek olursak, gücü ve onuru çok olan,
düşkün ve zayıf olanı elbette oradan sürüp çıkaracaktır” dediler. Oysa izzet [güç,
onur ve üstünlük] Allah'ın, O'nun Elçisi'nin ve mü’minlerindir. Ancak münâfıklar
bilmiyorlar.
Bu âyet grubunun iniş sebebi şudur: Rasûlullah ve Müslümanlar,
Mustalıkoğulları'nın Müslümanlarla savaşmak için toplandıklarını öğrenmiş ve onlarla
savaşmak için yola çıkmışlardı. Müslümanlar arasında ganimet peşinde olan
münâfıklar da yer alıyordu. İki ordu Mureysi adındaki su başında karşılaştı. Düşman
bozguna uğradı ve birçok ganimet elde edildi.
Zeyd dedi ki: Bu sırada ben amcamın terkisinde idim. Abdullah b. Ubey'in
sözlerini işittim, amcama söyledim. O da gidip Rasûlullah'a (s.a) haber verdi.
Rasûlullah (s.a) Ubey'e haber gönderdi, o da yemin ederek bunu inkâr etti.
Rasûlullah (s.a) bunun üzerine onu tasdik etti, beni de yalanladı. Amcam bana
gelerek şöyle dedi:
— Sen ne yapmak istedin? İşte sonunda Rasûlullah (s.a) da, münâfıklar
(Tirmizî'de; Müslümanlar) da sana öfkelendi ve seni yalanladı.
(Zeyd b. Erkam) dedi ki: O bakımdan daha önce hiçbir kimseye karşı
göstermedikleri kadar bana karşı cüretkârlık gösterdiler. (Tirmizî'de, “Hiçbir
3
kimsenin kederlenmediği kadar kederlendim” şeklindedir) Nihâyet Rasûlullah (s.a)
ile birlikte bir seferde yol alıyorken ve kederden başımı öne eğmişken Rasûlullah
(s.a) yanıma gelerek kulağımı büktü ve yüzüme güldü. Onun bu hâlini dünyada
ebediyyen yaşamaya değiştirmem. Sonra Ebû Bekr bana yetişerek sordu:
— Rasûlullah (s.a) sana ne dedi?
Ben de şöyle karşılık verdim:
— Bir şey demedi, sadece kulağımı büktü ve bana güldü.
Ebû Bekr şöyle dedi:
— Müjde sana!
Sonra Ömer bana yetişti, ona da Ebû Bekr'e söylediğimin benzerini
söyledim. Sabah olunca Rasûlullah (s.a), el-Münâfıkûn sûresi'ni okudu.1
Müfessirler şöyle demişlerdir: Hz. Ömer'in (r.a) ücretlisi, savaşların birinde
Abdullah b. Ubey'in ücretlisi [adamı] ile dövüştü. Hz. Ömer'in (r.a) adamı,
Abdullah b. Ubey için, hoşlanmayacağı sözler sarf etti, onun hakkında sert sözler
kullandı. Abdullah b. Ubey de, yanında birtakım kimseler varken öfkelenip,
“Allah'a yemin ederim ki, eğer Medîne'ye dönersek, daha şerefli ve güçlü olanlar,
hakir ve zayıf olanları mutlaka oradan sürüp çıkaracaktır” dedi. “Daha şerefli ve
güçlü” ifadesiyle kendisini, “hakir ve zayıf” ifadesiyle, (hâşâ) Rasûlullah'ı kastetti.
Kavmine dönüp, Muhâcirleri kastederek, “Şu heriflere yardımda bulunmazsanız,
şüphesiz onlar memleketinizden çekip giderler. Öyleyse onlara infakta bulunmayın
ki, onlar Muhammed'in etrafından dağılıp gitsinler” dedi. İşte bunun üzerine bu
âyet nâzil oldu.2
Paragrafın âyetleri açık olmakla birlikte biz birkaç hususa değinmek istiyoruz.
Önce münâfık tanımı üzerinde duralım. Kur’ân'da ilk olarak yer aldığı Ankebût
sûresi'nde şu izahı yapmıştık:
[ منننافقmünâfıq] sözcüğü, “yer altındaki ev, barınak, in” anlamına gelen نفننق
[nefeqa] sözcüğünden gelir. Kertenkele ve yaban faresinin yer altındaki yuvalarına
[ نفقةnüfeqa] ve [نافقةnâfiqa] denir.
Yaban faresinin yer altında birden çok yuvası olur. Başını birinden çıkarır,
kaçtığı zaman yer altındaki yuvalardan hangisine gittiği bilinmez. O nedenle de
yakalanmaz.
Münâfığa bu ismin verilmesinin sebebi, birden çok inancının olmasıdır. O, bir
bakarsın İslâm dinine girmiş, bir bakarsın ondan çıkmış bir başka inanca girmiştir.3
Dinî bir terim olarak nifaq, “inanmadığı hâlde çeşitli sebeplerden dolayı ve
menfaati icabı kendini Müslüman göstermek; Allah'a, Rasûlü'ne ve mü’minlere
düşmanlığını gizlemek” demektir. Bunu yapan kişiye de “münâfık” denir.
Âyetten anlaşıldığına göre, münâfığın burada ön plâna çıkan özelliği,
yükümlülüklerden kolayca sıyrılıp çıkmaya teşebbüs etmesidir. Toplum içinde
fesatçı olmaları, akılları sıra Allah'a oyun etmeye kalkmaları, gösterişçi olmaları,
salât görevine gönülsüz, üşene üşene katılmaları, bu önemli görevden kaçmaları,
döneklikleri, maddî kazanç sağlamak için ahlâk dışı davranışlara başvurmaları, kötü
sözlerin Müslümanlar arasında yayılmasını istemeleri, kötülük yapınca sevinmeleri,
övünmekten hoşlanmaları gibi başka özellikleri de vardır. Bu özelliklerinden
inşallah Bakara, Âl-i İmrân, Nisâ ve Mâide sûrelerinin tahlillerinde bahsedilecektir.
1
Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.
2
Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb.
3
Lisânu'l-Arab; c. 8, s. 656-657, “Nfq” mad.
4
Bu özellikleri nedeniyle münâfık tipler tüm toplumların her zaman en büyük
problemi olmuştur.4
4
Tebyînu'l-Kur’ân; c. 8, s. 328-329.
5
Lisân, “Snd” mad.
6
Tebyînu'l-Kur’ân; c. 1, s. 560-574.
5
A) Onlar, sürekli Allah'a yemin ederek, Müslüman görünüp hâinlik ediyorlar,
yeminin arkasına saklanarak küfürlerini gizliyorlardı.
B) Buradaki yemin'in “sözleşme” anlamında olmasıdır. Buna göre yeminleri,
“Rasûlullah ile yapılan Medîne sözleşmesi”dir. Bu sözleşmeyle kendilerini
güvenceye almışlardı. İşte bu münâfıklar bu sözleşmeleri su-i istimal ederek hâince
plânlar yapıyorlardı.
Onlar, söylemediklerine, Allah'a yemin ederler. Hâlbuki onlar, o küfür
kelimesini kesinlikle söylediler. İslâmlaşmalarından sonra da kâfir oldular. Ve nail
olamadıkları şeyleri çok istediler. Onlar, sadece, Allah'ın ve Elçisi'nin onları
[mü’minleri] O'nun [Allah'ın] lütfundan zenginleştirmiş olmasından kinlendiler.
Artık, eğer tevbe ederlerse kendileri için hayırlı olur. Eğer geri dururlarsa da Allah
onları dünyada ve âhirette çok acıklı bir azap ile azaplandıracaktır. Yeryüzünde
onlar için bir velî ve iyi bir yardımcı da yoktur. (Tevbe/74)
Yeminlerini kalkan edindiler de Allah'ın yolundan çevirdiler. Artık onlar için
küçük düşürücü bir azap vardır. (Mücâdele/16)
Onlar, şeytânın işini yapıyorlardı:
O [İblis,] “Öyleyse, beni azgınlığa itmene karşılık, andolsun ki, ben onlar için
Senin dosdoğru yoluna oturacağım, sonra yine andolsun ki onların önlerinden,
arkalarından, sağlarından, sollarından onlara sokulacağım ve Sen, çoklarını
şükredenler bulmayacaksın” dedi. (A‘râf/16-17)
5-6. âyetlerde, münâfıklarla olan bir ilişkiye; onların hakk yola gelmesi ve
affıyla ilgili Allah'a yakarılması hususuna dikkat çekilmiştir: Ve onlara, “Gelin
Allah'ın Rasûlü sizin için mağfiret [bağışlanma] dilesin” denildiği zaman, başlarını
yana çevirdiler. Sen, onların büyüklük taslayanlar olarak yüz çevirmekte
olduklarını da görürsün. Senin onlar için mağfiret dilemen ile mağfiret dilememen
onlar için birdir. Allah, onlara kesin olarak mağfiret etmeyecektir. Şüphesiz Allah,
fâsık bir kavme hidâyet etmez.
Bu âyetin iniş sebebini dair şu olay nakledilir:
İbn Abbâs (r.a) şöyle demiştir: “Abdullah b. Ubey, pek çok adamıyla,
Uhud'dan savaşmadan geri dönüp, Müslümanlardan ayrılınca, Müslümanlar ona
buğzetmeye başladılar, onu sert bir dille eleştirdiler ve kulağı duya duya
hoşlanmayacağı sözler söylediler. Bunun üzerine kardeşleri Ubey'e, “Keşke
Rasûlullah'a gitsen de, o da senin için istiğfar etse ve senden hoşnut olsa” dediler.
O da, “Ben o'na gitmem, benim için istiğfar etmesini istemem” dedi ve yüzünü
dönüp gitti. İşte o zaman bu âyet nâzil oldu.7
Münâfıklar için istiğfar hakkındaki diğer âyetler:
Onlar için ister mağfiret dile, ister mağfiret dileme. Onlar için yetmiş kere
mağfiret dilesen de yine Allah onları bağışlamayacaktır. Bu, onların Allah'ı ve
Rasûlü'nü inkâr etmeleri nedeniyledir. Allah, fâsıklar kavmine kılavuzluk etmez.
(Tevbe/80)
Kendilerine, cehennem ashâbı oldukları iyice belli olduktan sonra Peygamber'e
ve iman etmiş kişilere, akraba bile olsalar, müşrikler için istiğfar etmek yoktur.
İbrâhîm'in babası için istiğfar etmesi de yalnızca ona vermiş olduğu bir sözden
dolayı idi. Sonra onun Allah için bir düşman olduğu kendisine açıkça belli olunca
ondan uzaklaştı. Şüphesiz İbrâhîm, çok içli, çok halîm birisi idi. (Tevbe/113-114)
8. âyette, bu güdük akıllı münâfıkların, Andolsun, Medîne'ye bir dönecek
olursak, gücü ve onuru çok olan, düşkün ve zayıf olanı elbette oradan sürüp
çıkaracaktır dedikleri nakledilmiştir. Anlaşıldığına göre bu zavallılar kendilerini
7
Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb.
6
izzet [güç, şan, şeref] sahibi sanıyorlar ve bu yüzden de Allah ile boy ölçüşmeye
kalkışıyorlardı:
O, dönüp gitti mi/yetkilendi mi de yeryüzünde bozgunculuk çıkarmak, ekini ve
nesli helâk etmek için çalışır. Allah ise bozgunculuğu sevmez. Ona, “Allah'a takvâlı
davran!” dendiği zaman da kendisini izzet [büyüklük, güç], günah işlemeye sürükler.
İşte öylesine cehennem yeter. O, ne kötü bir döşektir! (Bakara/205-206)
Sâd/90. Zikir [öğüt/şeref] sahibi Kur’ân'a kasem olsun ki, fakat o inkâr edenler
bir gurur ve bölünme [muhalefet, ayrılıkçılık] içindedirler. Onlardan önce nice
kuşakları helâk ettik Biz. Onlar da çağırıştılar. Ama artık kurtuluş vakti değildi.
(Sâd/1-3)
Hâlbuki izzetin Rabbi Allah'tır:
İzzetin [güç, kuvvet, yenilmezlik, şan ve şerefin] Rabbi olan senin Rabbin,
onların nitelediği şeylerden münezzehtir. (Saffat/180)
Mü’minlerin astlarından küfre sapanları velî edinen şu münâfıklara, şüphesiz,
çok acıklı bir azabın kendileri için olduğunu müjdele! Onların yanında izzet [onur ve
yücelik] mi arıyorlar? Oysa izzetin [onur ve yüceliğin] tümü Allah'ındır. (Nisâ/138-
139)
Her kim izzet istiyorsa, bilsin ki izzet tamamıyla yalnızca Allah'ındır. Hoş
kelimeler yalnızca O'na yükselir. Ve düzgün iş onu yükseltir. Şu, kötülüklerin
plânlarını yapan kişiler; onlar şiddetli azap kendileri için olanlardır. Onların plânları
ise; o, darmadağın olur. (Fâtır/10)
9. Ey iman etmiş kimseler! Mallarınız ve çocuklarınız sizi Allah'ı
anmaktan alıkoymasın. Böyle bir şeyi kim yaparsa, artık işte onlar, hüsrana
uğramışların ta kendileridir.
10. Ve sizden birinize ölüm gelip de, “Rabbim! Beni yakın bir süreye
[ecele] kadar geciktirsen, ben de böylece sadaka versem ve sâlihlerden olsam”
demezden önce, size rızık olarak verdiklerimizden infak edin.
11. Allah, kendi eceli gelmiş bulunan hiç bir kimseyi asla ertelemez de.
Ve Allah, yaptıklarınıza haberdardır.
Münâfıklarla ilgili açıklamalardan sonra mü’minlere kurtuluş yolu
gösterilmektedir. Âyetlerin ifadeleri gâyet açık ve nettir:
• Malları ve çocukları mü’minleri Allah'ı anmaktan alıkoymamalıdır. (“Mal ve
çocuklar”ın özellikle zikredilmesi, insanların genellikle mal ve çocuklarını korumak,
onlara şatafatlı bir hayat yaşatmak ve onlara istikbal hazırlamak meşgalesinin
insanları Allah'ı zikretmek ve salâtı ikâme etmek gibi imanın gereklerini yerine
getirmekten alıkoyduğu içindir.)
• Mü’minler, kendilerine ölüm gelip de, “Rabbim! Beni yakın bir süreye
[ecele] kadar geciktirsen ben de böylece sadaka versem ve sâlihlerden olsam”
demezden önce, kendilerine rızık olarak verilenlerden infak etmelidirler. Buna göre
mü’minler, infak etmelidirler. İnfak etmeyenler âhirette, infak etmedikleri için çok
pişman olacaklar; “Rabbim! Beni yakın bir süreye [ecele] kadar geciktirsen, ben de
böylece sadaka versem ve sâlihlerden olsam” diyecekler, ama dönüş mümkün
değildir.
Bu uyarı birçok âyette yer almıştı:
De ki: “Eğer ki babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, aşiretiniz
[akrabalarınız, kabileniz], elde ettiğiniz mallar, kesata uğramasından ürperdiğiniz
ticaret, hoşlandığınız meskenler size Allah'tan, O'nun Elçisi'nden ve O'nun yolunda
cihaddan daha sevimli ise, artık Allah emrini getirinceye kadar bekleyiniz. Ve Allah
fâsıklar kavmine hidâyet etmez.” (Tevbe/24)
7
Kadınlara, oğullara, kantar kantar yığılmış altın ve gümüşe, salma güzel atlara,
en‘âma [etinden ve sütünden yararlanılan hayvanlara] ve ekinlere duyulan tutkulu
şehvet, insanlara süslü-çekici kılındı. Bunlar basit hayatın kazanımıdır. Ve Allah,
varılacak güzel yer Kendi katında olandır. (Âl-i İmrân/14)
Ey iman etmiş kimseler! Allah'a ve Elçi'ye ihânet etmeyin. Bile bile kendi
emanetlerinize de ihânet etmeyin. Şüphesiz mallarınızın ve evlatlarınızın, kesinlikle
fitne olduğunu ve kesinlikle de Allah katında çok büyük ecir olduğunu bilin.
(Enfâl/27-28)
Ve sizi huzurumuza yaklaştıracak olan, mallarınız ve evlâtlarınız değildir.
Ancak kim iman eder ve sâlihâtı işlerse, işte onlar; kendileri için yaptıklarına karşı
kat kat karşılık olanlardır. Ve onlar yüksek köşklerinde güven içindedirler. (Sebe/37)
Onları doğru yola getirmek senin boynuna borç değildir, ancak Allah dilediği
kimseyi doğru yola getirir. Ve hayırdan infak ettiğiniz şeyler sırf kendiniz içindir. Ve
siz yalnızca Allah rızasını gözetmenin dışında infak etmezsiniz. Ve hayırdan ne infak
ederseniz o size tastamam ödenecektir. Ve siz, zulmedilmeyeceksiniz. (Bakara/272)
Nihâyet onlardan birine ölüm geldiğinde, “Rabbim! Terk ettiğim şeylerde
sâlihi işlemem için beni geri döndür” dedi. Hayır, hayır! Bu, şüphesiz onun söylediği
bir sözdür. Onların tekrar diriltilecekleri güne kadar onların arkalarında bir engel
vardır. (Mü’minûn/99-100)
11. âyette de, Allah, kendi eceli gelmiş bulunan hiç bir kimseyi asla
ertelemez de. Ve Allah, yaptıklarınıza haberdardır buyurularak, âhiretten dönüşün
olmadığı bildirildiği gibi, ölümün de ertelenmeyeceği uyarısı yapılmıştır. Ecel
konusuyla ilgili A‘râf sûresi'nin sonuna bakılabilir.8
Allah doğrusunu en iyi bilendir.
8
Tebyînu'l-Kur’ân; c. 3, s. 168-183.