You are on page 1of 16

2 KALEM SURESİ

KALEM SURESİ’NE GİRİŞ

Kalem suresi iniş sırasına göre Kur’an’ın ikinci suresidir. Adını birinci ayetteki
“kalem” sözcüğünden almıştır. Ayetlerin geniş bir zaman aralığında indiği iddia edilse de,
Muhammed İzzet Derveze (1884-1984) Et-Tefsirü’l-Hadis adlı eserinde ayetlerin üslûp ve
içeriğinden yola çıkarak surenin tamamının farklı aralıklarla Mekke'de inmiş olabileceğini
ifade etmektedir. Biz de aynı kanaatteyiz.
Sureyi anlayabilmek için din adına, Kur'an adına ne biliniyorsa bir kenara bırakılmalı,
tıpkı peygamberimiz gibi tüm dikkat Alak suresine verilmelidir. Çünkü sure ancak Alak
suresinden yola çıkılarak anlaşılabilir. Unutulmamalıdır ki, Kalem suresinin ayetleri indiğinde
peygamberimizin elinde Alak suresinden başka bir vahiy yoktu.
Kalem suresi vahiyce Alak suresinin bir devamıdır. Alak suresinde yapılan kısa ve öz
değiniler bu surede detaylandırılmıştır. Alak suresi öğrenilmeden bu sureyi anlamak mümkün
değildir.
Vahiyle peygamberimize verilen eğitim bu surede de devam etmektedir. Bir
antrenörün sporcusunu müsabakaya hazırladığı gibi, Rabbimiz de peygamberini Ebu
Cehillerle, Velid b. Muğîrelerle mücadeleye hazırlamakta, ona talimatlar ve taktikler
vermektedir.
Surede Abdullah oğlu Muhammed'e peygamberlik verildiği, bu görevin niye bir
başkasına değil de kendisine yüklendiği, bundan sonra nasıl davranması lâzım geldiği gibi
konular anlatılmaktadır. Ayrıca karşıtlarının akıbeti ile Allah'a saygılı davranan muttaki
kulları bekleyen nimetlere de değinilmektedir.

1
2/ KALEM SURESİ

Rahman ve Rahîm Allah adına.

Ayetlerin Meâli :

1- Nun (50). Kalem'e ve onların satır satır yazıp söylediklerine/efsaneleştirdiklerine


kasem olsun ki; [Onların satır satır yazıp söylediklerini/efsaneleştirdiklerini kanıt olarak
gösteririm ki):
2- Sen Rabbinin nimeti sayesinde, mecnun/cinlenmiş/deli değilsin.
3- Ve muhakkak senin için minnete bulaşmamış çok mal var.
4- Ve kesinlikle sen, çok büyük bir ahlâk üzerindesin; [üstün bir karaktere sahipsin.]
5- Yakında göreceksin, onlar da görecekler,
6- fitneye uğramış/delirmiş hanginizmiş.
7- Şüphesiz Rabbindir, yolundan sapanı en iyi bilen... Yine O'dur doğru yola ermiş
olanları en iyi bilen...
8- O halde o yalanlayıcılara itaat etme!
9- Arzu ettiler ki, sen onlara yağ çeksen/yaltaklanıversen onlar da sana yağ
çekeceklerdi/ yaltaklanacaklardı.
10- İtaat etme şunların hiç birine; çok yemin eden, aşağılık,
11- alaycı, gammaz, koğuculuk için gezip duran,
12- hayrı engelleyen, saldırgan, günaha batmış,
13- kaba/obur, sonra da kötülükle damgalı, asalak,
14- mal ve oğulları var diye...
15- Ayetlerimiz ona okunduğu zaman "Daha öncekilerin masalları" dedi.
16- Yakında Biz onun hortumunun üzerine damga basacağız.
17- Haberiniz olsun ki, Biz onlara belâ vermişizdir/kesinlikle belâ vereceğiz, [tıpkı] o
çiftlik sahiplerine belâ verdiğimiz gibi. Hani onlar, sabah olunca mutlaka onu devşireceklerine
yemin etmişlerdi.
18- Bir istisna da yapmıyorlardı.
19- Ama onlar uyurken Rabbin tarafından bir dolaşan (afet) onun üzerinden
dolaşıverdi.
20- Sabaha, o bağ biçilmiş/ devşirilmiş gibi oluverdi.
21- Sabahladıkları vakit birbirlerine seslendiler.
22- "Haydi, devşirecekseniz [çiftliğinize] sabahleyin erkence gidin!" dediler.
23- Hemen yola koyuldular, aralarında fısıldaşıyorlardı:
24- "Sakın bugün aranıza bir yoksul sokulmasın!"
25- Sadece engelleme gücüne sahip/şiddete güçleri yeten [bir tavırla] erkenden gittiler.
26- Ama çiftliği gördüklerinde: "Biz mutlaka sapıklarız/biz şaşırmışız/ yanlış yere
gelmişiz,
27- yok yok, biz mahrum edilmişiz!" dediler.
28- En hayırlı olanları: "Ben size ‘Tesbih etmiyor musunuz!’ dememiş miydim?" dedi.
29- Onlar: "Rabbimiz Seni tenzih ederiz, doğrusu bizler zalimlermişiz!” dediler.
30- Sonra döndüler, birbirlerini [şöyle] kınıyorlardı:
31- "Yazıklar olsun bizlere! Bizler gerçekten azgınlarmışız, [kendini firavun gibi
gören küstahlarmışız.]

2
32- Umarız ki, Rabbimiz bize onun yerine daha hayırlısını verir; gerçekten biz bütün
ümidimizi Rabbimize çeviriyoruz."
33- İşte böyledir azap. Elbette ahiret azabı daha büyüktür, keşke bilenlerden olsalardı!
34- Şüphesiz ki, takva sahipleri için Rabbleri indinde/yanında nimetleri bol cennetler
vardır.
35- Ya artık, Müslümanları günahkârlar gibi yapar mıyız?
36- Neyiniz var, nasıl hükmediyorsunuz?
37- Yoksa içinde ders aldığınız şeyler olan size ait bir kitap mı var:
38- "Siz bu âlemde neyi seçerseniz/beğenirseniz o mutlaka sizin olacak."
39- Yoksa size karşı kıyamet gününe kadar sürecek üzerimizde yeminler/taahhütler mi
var: "Siz her ne hüküm verirseniz mutlaka öyle olacak" diye.
40- Sor bakalım onlara, içlerinden böyle bir şeye hangisi kefildir/ bunu kim garanti
etmektedir?
41- Yoksa onların ortakları mı var? O halde ortaklarını getirsinler, eğer doğrulardan
iseler.
42- Baldırın çıplak kalacağı [gerçeğin bütün çıplaklığıyla ortaya konulup işin
büyümeye başladığı/işin ciddîleştiği] ve secdeye davet edildikleri gün artık güçleri yetmez.
43- Gözleri yere eğilmiş, kendilerini bir zillet/hor görülme/alçalma sarmış bulunur.
Oysa onlar, sağ salim iken de secdeye davet ediliyorlardı.
44- O halde bu sözü yalanlayanları Bana bırak! Biz onları bilmedikleri yerden
yakalayacağız.
45- Ve Ben, onların iplerini uzatırım, [süre tanır, mühlet veririm], çünkü benim
plânım/tuzağım zordur/sağlamdır.
46- Yoksa sen onlardan bir ücret istiyorsun da bu yüzden onlar ağır borç altında mı
eziliyorlar?
47- Yoksa gayb yanlarında da onu onlar mı yazıyorlar?
48- Öyleyse Rabbinin kararına karşı sabret; balık/bunalım arkadaşı gibi olma. Hani o
bir kez aşırı bunaldığında Rabbine seslenmişti.
49- Eğer Rabbinden ona bir iyilik ulaşmasaydı, kınanmış bir durumda, boş bir yere
atılacaktı.
50- Ancak, Rabbi onu seçti, sonra da iyilerden kıldı.
51- O küfredenler o zikri/Kur'an'ı işittikleri zaman az daha seni gözleriyle gerçekten
kaydıracaklardı/devireceklerdi ve "O şüphesiz bir delidir" diyorlardı.
52- Halbuki o [Kur'an] bütün âlemler için bir öğütten başka bir şey değildir.

Ayetlerin Tahlili

1. Ayet:

Nun (50).

“‫ ن‬Nun” harfi, “Huruf-u Mukattaa” denilen harflerden biridir ve iniş sırasına göre
Kur'an'ın ilk mukatta harfidir. Çeşitli kimselerce bu harfin de diğerleri gibi müteşabih
kapsamı içerisinde olduğu, bir şifre olduğu, bir sözcüğün kısaltılmış şekli olduğu, bazı
sözcüklerin ilk harfi veya son harfi olduğu, divit olduğu, hokka olduğu, büyük balık olduğu,
dünyayı boynuzunda taşıyan öküzün ayaklarını üzerine bastığı balık olduğu gibi görüşler ileri
sürülmüştür.

3
Bize göre “Nun” harfi de “ ‫أل‬Elâ!” sözcüğü gibi bir uyarı işaretidir ve telefon
konuşmalarındaki “Alo!” ünlemi gibi dikkati okunacak ayetlere çekmektedir. Ayrıca Kur'an'ın
matematiksel yapısındaki olmazsa olmaz unsurlardan birisidir. Bu özelliği Müddessir
suresinin 26-30. ayetlerinde incelenecektir.
“Nun” harfinin “50” sayısını ifade ettiğini söylemek de mümkündür. Çünkü Kur’an
indiği dönemde “50” sayısı bu harfle ifade edilmekteydi.
Yeri gelmişken “Ebced Hesabı” hakkında kısaca bilgi vermek yararlı olur. Asıl
gelişmesini Hindistan'da tamamladığı anlaşılan Hint-Arap rakamları, İslâm âlemine bilim
adamı ve ünlü matematikçi Harizmi (M. 780-850) tarafından tanıtılmıştır. Dolayısıyla
Kur'an'ın indiği dönemde Araplar sayıları rakamlarla değil, harflerle ifade etmekteydiler "‫ابجد‬
Ebced Hesabı (E B C D)" denilen bu uygulamaya göre Arap alfabesindeki harflerin temsil
ettiği sayılar aşağıdaki gibiydi:

Elif (‫ ا‬1 :( ye (‫ ى‬10 :( kaf (‫ ق‬100 :(


be (‫ ب‬2 :( kef (‫ ك‬20 :( rı (‫ ر‬200 :(
cim 3 :( (‫ج‬ lam 30: ((‫ل‬ şın (‫ ش‬300 :(
dal (‫ د‬4 :( mim 40 :( (‫م‬ te (‫ ت‬400 :(
he (‫ ه‬5 :( nun 50 : ( (‫ن‬ se (‫ ث‬500 :(
vav (‫ و‬6 :( sin (‫ س‬60 :( hı (‫ خ‬600 :(
ze (‫ ز‬7 :( ayn (‫ ع‬70 :( zel (‫ ذ‬700 :(
ha (‫ ح‬8 :( fe (‫ ف‬80 :( dad 800 :((‫ض‬
tı (‫ ط‬9 :( sad (90 :(‫ص‬ zı (‫ ظ‬900 :(
ğayn 1000 :((‫غ‬

Bu konuda henüz doyurucu bir çalışma yapılmamış olup mevcut eserlerde de eskilerin
aktarımlarından başka bir bilgi bulunmamaktadır. Bu meselenin tam aydınlığa kavuşması da,
diğer bir çok mesele gibi yine dürüst, samimî ve gönüllü Kur'an erlerini beklemektedir.

“Kalem'e”

Ayette kendisine kasem edilen yani Muhammed (as)’in peygamber seçilişine kanıt
gösterilen kalem, rivayetlerde tutarsız olarak yer alan “Arş’taki kalem, Levh-i Mahfuz’daki
kalem veya kudret kalemi” değil, Alak suresinde geçen “‫ عّلم بالقلم‬Alleme bi’l-kalem [kalemle
öğreten]” ifadesindeki kalemdir. Kasem edilen/dikkat çekilen/kanıt gösterilen nesne veya
olay, muhatap tarafından iyi bilinen bir nesne veya olay olmalıdır. Meçhul bir nesne veya
olaya dikkat çekilmez. Burada “kalem” ile dikkat çekilen Alak suresidir. Mecaz-ı mürsel
[parçası söylenip bütünü kastedilerek yapılan edebi sanat] ile Alak suresine ve ilk vahiylere
dikkat çekilmektedir. Bir bakıma, peygamberlik eğitimine kalındığı yerden devam edilmekte,
“İlk derste sana vahyettiklerimizi bir hatırla, düşün!” anlamına gelecek bir mesaj
verilmektedir.

“...ve onların satır satır yazıp söylediklerine/efsaneleştirdiklerine kasem olsun ki;


[onların satır satır yazıp söylediklerini/efsaneleştirdiklerini kanıt olarak gösteririm ki;]

Bir çok alim ayeti rivayet dumanı altında anlamaya çalışarak “Ve ma yesturûn”
bölümünü meal ve tefsirlerinde “kalemin yazdıklarına”, “kalemle yazılanlara”, “kalem ehlinin
yazdıklarına”, “Levh-i Mahfuzdaki kalemin yazdıklarına” şeklinde anlamlandırmış ve izah
etmişlerdir. Oysa bu anlam isabetli değildir.

4
Ayetteki “‫ سسسطر‬satr” sözcüğü “yazılı satırlar” anlamına geldiği gibi, “şiir satırları,
söylenenler, oluşmuş kanaatler ve efsaneler” anlamlarına da gelmektedir. Nitekim aynı fiilin
türevlerinden biri olan “esatîr” sözcüğü Kur'an'da onlarca kez yer almaktadır.
Ayetlerin konu akışı dikkate alınırsa, kasem edilen hususların takip eden üç ayete
kanıt teşkil ettiği görülür. Bu durum göz önüne alınarak ayete “onların efsaneleştirdiklerini
kanıt gösteririm ki” şeklinde anlam verilmesi uygun olur.
Alak suresinde, peygamberimizin zihninde oluşan bazı soruların “‫ل‬ ّ ‫ ك‬Hayır, Hayır!”
şeklindeki kesin ifadeyle reddedildiğini görmüştük. Bu soruların bir tanesi de “Neden ben
peygamber seçildim?” sorusuydu. Bu sorunun neden reddedildiğinin açıklaması Kalem
suresindeki bu ayetlerde yapılmaktadır: “Sen, henüz hayatta olmana rağmen onlar
[Mekkeliler] tarafından efsaneleştirilecek kadar üstün olan özelliklerin sebebiyle peygamber
seçildin.”

2. Ayet

“Sen Rabbinin nimeti sayesinde, mecnun/cinlenmiş/deli değilsin.”

Ayette sözü edilen nimet, Rabbimizin Abdullah oğlu Muhammed’e peygamber


olmadan önce verdiği akıl, zekâ, cesaret, güzel ahlâk gibi özellikler ile onu hanif ve müşrik
olmayan İbrahim'in dinine tâbi kılışıdır. Daha önce Enbiya suresinin 51. ayetini bu konuda
delil olarak göstermiştik.
Bu nimetlerden anlıyoruz ki, tıpkı Musa peygamber gibi Abdullah oğlu Muhammed de
peygamberlik için hazırlanmıştır. Kur’an bize Musa'nın doğumundan itibaren yaşadığı
olayları ve geçirdiği eğitim sürecini ayrıntılarıyla anlatmaktadır. Ama peygamberimiz
hakkında onun kadar detaylı bilgiye sahip değiliz.
51. ayette de göreceğimiz gibi, peygamberimizin bazı müşriklerce “‫ مجنون‬mecnun”
[delirmiş], “‫ مفتسسون‬meftun” [fitneye uğramış] gibi densizce yakıştırmalarla itham edilmesi
ancak peygamberliğini ilân etmesinden sonra olmuştur.

3. Ayet:

“Ve muhakkak senin için minnete bulaşmamış çok mal var.”

Bu ayet, surenin doğru anlaşılması bakımından kilit bir ayettir. Bu nedenle ayetin
doğru anlaşılması öncelikle gereklidir.
Ayetin orijinal metninde geçen “‫ اجسسرا‬ecran” sözcüğü Türkçe'de de kullandığımız
“ücret” sözcüğünün anlamdaşıdır. “‫ اجر‬ecr” ile “ ‫ اجرة‬ücret” sözcüklerinin anlam bakımından
birbirlerinden farkı olmayıp ikisi de hizmet karşılığı verilen para ve mal anlamına
gelmektedir. Terimler üzerinde büyük bir otorite olan Ragıb el-İsfehanî'ye göre bu bedel
maddî olabileceği gibi, manevî de olabilir. “‫ اجرا‬Ecran” sözcüğünün ayette nekre/belirsiz
nesne olarak yer almasından mal varlığının çokluğu da anlaşılabilir.
Yine ayetin orijinalinde geçen “‫ ممنون‬memnun” sözcüğü, “kesilmiş” anlamına geldiği
gibi, “minnete bulanmış, minnet borcu altına girmiş” anlamlarına da gelir. Aynı kelime “‫غير‬
Gayr” edatıyla kullanıldığında “kesilmemiş, kesintiye uğramamış” veya “minnete
bulanmamış, minnet borcu bulunmayan” anlamlarını ifade eder.
Bazı meal ve tefsir yazarları bu ayette kastedileni “peygamberimize ahirette verilecek
sınırsız, kesintisiz ücret” olarak anlamışlar ve kitaplarına da bu şekilde yansıtmışlardır.
Ancak bu isabetsiz bir anlayıştır. Öncelikle bu ayetin “kasem ederim/ dikkatini
çekerim/ kanıt gösteririm” sözleriyle biten önceki ayetin bir devamı olduğu unutulmamalıdır.
Bir önceki ayette Allah peygamberimize “dikkatini çekerim” dedikten sonra sözlerine devam

5
etmekte, bu ve bunu takip eden iki ayette de dikkat çektiği hususları açıklamaktadır. Bu akış
içinde, dikkat çekilen hususun ahiretteki sınırsız, kesintisiz ücret olduğunu düşünmek,
Allah'ın o an için var olmayan bir şeye dikkat çektiğini kabul etmek olur ki, bu da anlamlı
olmaz. Çünkü ancak mevcut olan bir şeye dikkat çekilebilir. Bu durumda ayeti şu şekilde
anlamak daha isabetlisi olacaktır: “Ve muhakkak ki, senin için minnete bulaşmamış [başına
kakılmayacak] çok mal var.”
Büyük alimlerden Mücahid, Mukatil ve Kelbî de bu anlamları tercih etmişlerdir.
Bu ayetten şunu anlıyoruz ki, peygamberimiz sahip olduğu mal, mülk, para, pul
nedeniyle kimseye minnet borçlusu değildir. Elindekilere kimseden yardım, lütuf alarak sahip
olmamış, her şeyi kendi elinin emeği, alnının teriyle kazanmıştır. Kısaca kimseye minnet
borçlu değildir. Bundan dolayı yüzünün aklığıyla, alnının açıklığıyla herkesin karşısına
çıkabilir, tebliğde bulunabilir. İşte, Abdullah oğlu Muhammed'in peygamber seçilişinin
nedenlerinden biri de bu özelliğidir.
Rasulullah, peygamberliği boyunca bu konuya çok önem vermiştir. Minnet borcu
olanların alacaklıları karşısında boynu bükük olacağından, kendisi ile beraber soyundan da hiç
kimsenin sadaka ve zekât almaması konusunda duyarlılık göstermiştir.
Peygamberimizin zenginliği ve servetinin temizliği Kur'an’ın ve tarihin tanıklığıyla
sabit olmasına rağmen fakir olduğu, fakirliği övdüğü ve fakirliğiyle övündüğü yolunda birçok
söylenti çıkarılmıştır. Hatta borçlu yaşadığı ve borçlu öldüğü bile ileri sürülmüştür.
Alacaklısının bir Yahudi olarak gösterilmesi bu söylentilerin düzülüş amacının ne olduğu
yolunda bize ipucu vermektedir. Bunlardan kayda değer olanlarını ibret maksadıyla
naklediyoruz:
1-Aişe anlattı: “Peygamber, Ebu Şahn adında bir Yahudiden veresiye yiyecek satın
aldı ve demirden zırhını ona rehin verdi” (Buhari, İstikraz,1; Büyu,14)
2- Katade, Enes'ten rivayet etti: “Rasülüllah Medine'de bir Yahudinin yanına zırhını
rehin bıraktı ve ondan aile fertleri için arpa satın aldı.” (el Cessas, Ahkamü’l-Kur'an, 11. 258)
3- Esma bint Yezid anlatıyor: “Rasülüllah, zırhı bir Yahudi’de bir miktar zahire
karşılığı rehine bırakılmış olarak vefat etti.”
4- Sabit b. Yezid anlatıyor: Rasülüllah vefat ettiği zaman, zırhı otuz sa' arpa mukabili
bir Yahudi’ye rehin bırakılmıştı.”(Kütübü Sitte, İbrahim Canan tercümesi cilt 17, sayfa 303)
Üç ve dördüncü rivayetler aslında birbirinin aynı olup biri Yezid’in oğlu diğeri de kızı
tarafından piyasaya sürülmüştür. Bu rivayetler hadis şârihleri/açıklayıcıları tarafından
eleştirilmiştir.

Muhtelif rivayet kitaplarında ise peygamberimizin Veda Haccında hedy olarak yüz
deve kurban edecek kadar zengin olduğu anlatılmaktadır. Ayrıca siyer ve tarih kitapları da
Fedek'te bir hayli arazisinin olduğunu ve bu arazinin Peygamberimizin vefatından sonra
problem haline getirildiğini kaydetmektedir.
Bütün bunlar göz önünde tutulduğunda, peygamberimizin rehin karşılığında bir
Yahudi’den borç alması da, o parayla evine arpa satın alacak kadar fakir olması da doğru bir
haber olarak görünmemektedir.

4. Ayet:

“Ve kesinlikle sen, çok büyük bir ahlâk üzerindesin/üstün bir karaktere sahipsin.”

Yani; “Evet, sen, işte bu yüzden Bizim katımızda peygamberliğe lâyık birisin. Sen,
onların nazarında da akıllı, zekî, üstün ahlâklı, efsaneleşmiş bir kimsesin. Bugüne kadarki
hayatında gösterdiğin üstün yaşam tarzın ve sahip olduğun üstün özellikler nedeniyle bu işe

6
en uygun kişisin. Rabbinin lütfettiği nimetlere kavuşturuldun ve seçilerek peygamber
yapıldın.”
Bu ayetler, işaret yoluyla peygamberimizin de Musa peygamber gibi özel nimetlere
mazhar olduğunu, hanif olarak yaşadığını, zihnen gayet sağlıklı bulunduğunu, üstün ahlâkıyla
toplumda saygı kazanmış biri olarak peygamberliğe hazırlandığını anlatmaktadır.

2, 3 ve 4. ayetler kasemin cevabı olan cümlelerdir. 2. ayet isim cümlesi olup


olumsuzluk eki almıştır. 3 ve 4. ayetler ise olumlu isim cümlesidir. Genel kural gereği “‫ن‬
ّ‫ا‬
inne” ve “ ‫ ل‬lam” ile birlikteliği sağlanmıştır.
Meal ve tahlil yapılırken bu teknik durum kesinlikle göz önünde bulundurulmalı ve
ayetlerin orijinal cümle yapısına sadık kalınarak anlam çıkarılmalıdır. 2. ve 4. ayetleri
birbirinden bağımsız cümleler kabul ederek anlamlandırmak hem ayetlerin hem de pasajın
yanlış anlaşılmasına neden olur.
İlkini burada gördüğümüz kasem cümlesi, bundan sonra sık sık karşımıza çıkacaktır.
Geleneksel tefsir ve meallerde kasem cümlesinin işlevi ihmal edilmiş görüldüğünden, aşağıda
kasem cümlesine ait genel bir açıklama sunulmuştur. Bundan sonraki kasem ayetlerinde bu
açıklamaya atıfta bulunulacaktır.

Kasem/Yemin Cümlesi

"‫ القسم‬Kasem/Yemin" sözcüğünün esas anlamı "güç, kuvvet" demektir. Terim olarak
"iddia edilen tezi somut kanıtlar ile güçlendirmek" anlamına gelmektedir. "Kasem cümlesi"
ise ileri sürülen tezlerin kanıtlarla ve güçlü bir şekilde ortaya konulması için kurulan
cümledir.
Kasem cümlesi iki bölümden oluşur: Birincisi, yemin edilen [kanıt, tanık gösterilen]
"kasem bölümü"; ikincisi ise söylenmek istenen asıl tezin ileri sürüldüğü "kaseme cevap
bölümü" dür. Yemin bölümünde ikinci bölümde ileri sürülecek tezi desteklemek üzere,
kişiler, olaylar veya nesneler kanıt gösterilir. Kaseme cevap bölümünde ise asıl söylenmek
istenen yargı belirtilir.

Muhataplar tarafından anlaşılabilmesi ve kabul edilebilmesi için, kasem edilen şeyin


mutlaka somut ve akıl sahibi herkes tarafından ulaşılabilir özellikte olması gerekir. "Yemin
ederim" veya buna benzer sözcükler yemin sayılmadığı gibi, bu ifadeleri taşıyan cümleler de
yemin cümlesi sayılmazlar. Yemin somut kanıtlardan, yemin cümlesi de Rabbimizin
Kur'an'da ifade ettiği şekilde somut kanıtlarla güçlendirilmiş yargılardan oluşmalıdır.

Kasem Cümlesinin Yapısı ve Belirgin Özellikleri:

Kasem cümlesinin birinci bölümü olan "kasem bölümü", kasem edatları olan [vav, be,
te] harflerinden birinin ilk sözcüğün başına getirilmesi ile oluşturulur. Cümlenin ikinci
bölümü olan "kaseme cevap bölümü" ise mutlaka bağımsız bir cümle hâlindedir ve istenildiği
gibi değil, bazı kurallara tâbi olunarak kurulur:
Kaseme cevap olan cümle;
İsim cümlesi ve aynı zamanda olumlu ise, başına mutlaka "‫ ل‬lam" veya "‫ن‬ ّ ‫ ا‬inne"
tekit edatlarından birisi veya her ikisi birden getirilir.
Yok, eğer fiil cümlesi ise, aşağıdaki kurallar uygulanır:
Fiil cümlesi olumlu ise; a - Fiil geçmiş zaman kalıbında olduğu takdirde fiilin başına "
‫ قسسسد‬kad" ve "‫ ل‬lam" edatları birlikte getirilir. İstisna olarak bazı durumlarda "lam"
hazfedilebilir/gösterilmeyebilir. Fiil geniş zaman kalıbında ise fiilin başına "lam" sonuna da

7
"tekit nunu" getirilir. b- Cümle olumsuz ise, fiilin başına “ma” veya “la” nefy edatlarından
birisi getirilir.
Kur'an'da kasem edilen şeylerin tümü, ileri sürülen tezlerin kanıtları olarak işlev
görmektedir. Rabbimiz bir çok olaya, sisteme veya "şey"e kasem etmekte ve bunları belirttiği
yargıya kanıt göstermektedir. Mevcut meal ve tefsirlerde bu önemli kural ihmal edilmekte,
kasemler cevapsız kalmakta, dolayısıyla Rabbimizin mesajları kullarına doğru olarak
ulaşamamaktadır.

5. Ayet:

“Yakında göreceksin, onlar da görecekler...”

Alak suresinde peygamberimize karşı olanlar, “insan”, “namazı engelleyen kişi”, “o


bilmedi mi?” “eğer o son vermeyecek olursa”, “and olsun, onu yalancı, günahkâr
perçeminden tutup sürükleyeceğiz!”, “o zaman o meclisini çağırsın!”, “ona boyun eğme!” gibi
tekil ifadelerle anılmışlardı. Bu surede ve bu ayette gördüğümüz ve bundan sonra da
göreceğimiz gibi, bu kimseler artık çoğul olarak ifade edilmeye başlandılar. Artık kâfirler,
müşrikler tüm meclisleriyle, yandaşlarıyla, çevreleriyle birlikte ilahi hitabın muhatabıdırlar.

6. Ayet:

“... fitneye uğramış/delirmiş hanginizmiş!”

İlk vahiy sırasında peygamberimizde oluşan endişelerden birisi de, herkesin kendisini
deli zannedeceği endişesi idi. Alak suresinde “Kellâ” [Hayır, hayır!] sözleriyle toptan
reddedilen endişeler, bu surenin ikinci ayetinden itibaren detaylandırılmaya başlanmıştır. O
ayette peygamberimize inen vahiyler nedeniyle delirdiğini düşünmemesi gerektiği
bildirilmekte, bu ayette ise başkalarının aynı yöndeki düşüncelerinden endişe duymaması
gerektiği vurgulanmaktadır.

7. Ayet:

“Şüphesiz Rabbindir, yolundan sapanı en iyi bilen, yine O'dur doğru


yola erenleri en iyi bilen.”

Ne enteresandır ki, Mekkeli kodamanlar kendilerinin doğru yolda olduklarını


zannediyorlar, peygamberimizin ise sapkın biri olduğunu ileri sürüyorlardı.

8 ve 9. Ayetler:

“O halde o yalanlayıcılara itaat etme!


Arzu ettiler ki, sen onlara yağ çeksen/yaltaklanıversen onlar da sana
yağ çekeceklerdi/yaltaklanacaklardı.”

Ayetlerdeki ifadeden, uzlaşma için bile olsa, yağ çekmenin/yaltaklanmanın Rabbimiz


tarafından tavsiye edilmeyen bir davranış olduğu anlaşılmaktadır.

10 - 14. Ayetler:

8
“Ve çok yemin eden, aşağılık,

alaycı, gammaz, koğuculuk için gezip duran,

hayrı engelleyen, saldırgan, günaha batmış,

kaba/ obur, sonra da kötülükle damgalı, asalak olanların hiçbirisine

mal ve oğulları var diye, itaat etme!”

“‫ ذا مال وبنين‬Zâ mâlin ve benîn” ifadesi “mal ve oğul sahibi” demektir. Bu, çok sayıda
taraftarı olmak, geniş çevreli olmak anlamında bir Arap deyimidir.
Alak suresinde “İnsan kendini yeterli gördüğünde [zengin olduğuna inandığında]
kesinlikle azar” şeklinde ifade edilen özdeyişin ayrıntıları burada açıklanmaktadır.
Bu ayetlerde dine karşı savaşanların nitelikleri sayılmıştır:
‫لف‬ ّ ‫ ح‬Hallaf: Olur olmaz her şeye yemin eden.
‫ مهين‬Mehin: Aşağılık.
‫ هّماز‬Hemmaz: Alaycı, başkalarını küçük gören.
‫ نميم‬Nemim: İnsanlar arasında lâf getirip götüren.
‫ مّناع‬Mennain lilhayr: Hayırlara engel olan.
‫ معتد‬Mu'ted: Haddi aşan, azgın.
‫ اثيم‬Esim: Alabildiğine günahkâr.
ّ ‫ عت‬Utull: Kaba, obur, ahlâksız
‫ل‬
‫ زنيم‬Zenim: Asalak

Bu nitelemelerle, Mekke'nin Halk Meclisi üyeleri olan Velid b. Muğîre, Ahnes b.


Şerik, Esved b. Yeğus ve Ebu Cehil’in kötü kişilikleri anlatılmaktadır. Gerçekten de
biyografileri incelendiğinde bu tâğutlar çetesinin yukarıdaki ayetlerde belirtilen nitelikleri
taşıdıkları görülmektedir.

Bazı yorumcular “‫ زنيسسم‬zenim” sözcüğüyle Velid b. Muğîre'nin soysuzluğu, piçliği


yüzüne vuruluyor gibi açıklamalar yapmışlardır. Bizce bu görüş isabetsizdir. Çünkü bir
kimsenin zina çocuğu olması o kimsenin suçu değildir. Böyle bir durumdan onun ana-babası
sorumludur. Başkalarının suçundan dolayı bir kimsenin itham edilmesi İslamî anlayışa göre
doğru değildir.

15 ve 16. Ayetler:

“Ayetlerimiz ona okunduğu zaman ‘Daha öncekilerin masalları...’ dedi.

Yakında Biz onun hortumunun üzerine damga basacağız.”

Alak suresinin 15 ve 16. ayetlerinde: “Hayır, hayır! Eğer o son vermeyecek olursa,
andolsun, perçemden; yalancı, günahkâr perçemden tutup sürükleyeceğiz!” denilmişti.
“Hortum üzerine damga basmak” da “günahkâr perçemden tutup sürüklemek” gibi, bir
kimseyi toplum önünde rencide etmek, başını belâdan belâya taşımak, burnunu sürtmek
anlamlarına gelmektedir.

17. Ayet:

9
“Haberiniz olsun ki, Biz onlara belâ vermişizdir/kesinlikle belâ
vereceğiz, [tıpkı] o çiftlik sahiplerine belâ verdiğimiz gibi. Hani onlar, sabah olunca
mutlaka onu devşireceklerine yemin etmişlerdi.”

Surenin bu ayetinde âdeta bir parantez açılıp şımarıkların ve sapkınların nasıl


cezalandırılacağı ile ilgili örnekler verilmekte, bu örneklerle peygamberimizin karşıtları
şiddetle ikaz edilmektedir. Ana konuya 48. ayet ile devam edilecektir.

Ayette geçen “belâ” kelimesinin sözlük anlamı “yıpratmak, bitkin düşürmek”


demektir. Sınanmak veya denenmek insanı yıpratan bir süreç olduğu için bu sözcük de
zamanla “belâ” sözcüğü yerine kullanılır olmuştur.
Yüce Allah kişileri ve toplumları bazen sıkıntı içinde bırakabilir, zorluklara ve
darlıklara düşürebilir. Bunlar bir bakıma insana verilen belâ hükmündedir. Bu
sınamanın/denemenin nedeni, insanların akıllarını başlarına almalarını, yanlış yolda olanların
istikametlerini düzeltmelerini, isyan içerisinde olanların Allah'a itaate dönmelerini sağlamak
içindir. Dinin emir ve yasakları da bir anlamda belâdır. Çünkü bazı emirler insan bedenine
zorluk verir, bazı yasaklar ise nefisleri disiplin altına alır. Böyle durumlarda insanların iyileri
ve kötüleri açığa çıkar, şükredenlerle nankörler belli olur. Belâ sözcüğü ile ilgili olarak
aşağıdaki ayetler incelenebilir:
Bakara 49, 155-156, 249; Saffat 106; Duhan 33; Maide 48, 94; En'âm 165; Âl-i Imran
152, 154, 186; A'râf 141, 163, 168; Enfal 17; Yunus 30; Hud 7; Mülk 2; Muhammed 4, 31;
Enbiya 35; Kehf 7; Neml 40; Fecr 15, 16; Nahl 92; İnsan 2; Ahzab 11; İbrahim 6.
Surenin 8-14. ayetlerinde belirtilen özellikleri taşıyanlara da tıpkı “çiftlik sahipleri”ne
verilenler gibi belâların verileceği belirtilmektedir. “Çiftlik sahipleri” ile kastedilenler ise
inançsız, izansız, Allah'ın verdiği fazlalıklarla şımarmış, kendilerinin ve ellerindekilerin asıl
sahibinin Allah olduğunu unutarak azmış zenginlerdir. Bu profili taşıyan kimselerin bugün de
hâlâ değişik sıfat ve isimlerle varlıklarını sürdürdükleri bilinen bir gerçektir.

18. Ayet:

“Bir istisna da yapmıyorlardı.”

Bu ayetle ne kastedildiği hakkında kimileri “Yapacakları iş için inşallah demediler”


şeklinde, kimileri de “Kazançlarından yoksullara pay ayırmadılar, ayırmayı düşünmediler”
şeklinde açıklama yapmışlardır. 28. ve 29. ayetlerle beraber Kalem suresinin bütünü dikkate
alındığında, ayetin “Hiçbir terslikle karşılaşmayacaklarına inanarak, yapacaklarını kesin ve
garantili görerek, herhangi bir sürprize hazır olmadan, Allah'tan bir mani olacağını
düşünmeden” anlamlarına geldiğini söylemek mümkün olur. Yaratıcının
desteğini yok sayıp zamana, mekâna, paraya, piyasaya hâkim olduğunu düşünerek bir gün
sonraki kazançları için korkusuzca ve emin olarak plân yapanlar, her an acı bir hayal
kırıklığıyla, hayatlarını alt üst edecek bir kırılma anı ile karşılaşabilirler.

19. Ayet:

“Ama onlar uyurken Rabbin tarafından bir dolaşan [afet] onun


üzerinden dolaşıverdi.”

10
Ayette geçen “ ‫ طسسائف‬tâif” sözcüğünün kökü “‫ طسسوف‬tavf”dır. Anlamı “bir şeyin
çevresinde yürümek” demektir. Bir şeyin etrafında dolanmak da aynı sözcükle ifade edilir. Bu
anlamından dolayı Kâbe'nin etrafında dolanmaya “‫ طواف‬tavaf” denir.
Tayf, taife, tayfa, tayfun, tufan sözcükleri de bu kökten türemedir.
Ayetteki “‫ طائف‬Tâif/dolaşan” ifadesi rüzgâr gibi hareketli bir şeyi çağrıştırmaktadır.
Bahçenin başına gelen durumun lökal/kısmî oluşu, “dolaşan” şeyin “hortum” denen bir rüzgâr
olduğu izlenimini vermektedir. Tayfun ve kasırga tipi bir rüzgar olsaydı, sadece sözü edilen
kimselerin bahçelerine değil tüm çevreye zarar vermiş olurdu.
Bahçe sahiplerinin elde ettikleri şeyler, doğanın, insan toplumlarının ve ellerinin
ürettiği şeyler değil midir? Peki, doğayı yaratan, insanları yaratan ve düzenleri yaratan yok
mudur? Yaratmak kadar yok edivermek de O'nun için bir göz kırpması kadar kolay değil
midir? Allah'ı unutanlara Allah kendini mutlaka hatırlatır. Bu hatırlatma genellikle O’nu
unutturan şeylerin insanların ellerinden alınmasıyla olmaktadır. Bahçeyse bir dolu yağar,
gemiyse gün gelir batar, evlâtsa ellerinden alınır.
Dünyadaki hiçbir varlığın Allah'ı bize unutturmaması gerektiği asla hatırdan
çıkarılmamalıdır. İşte bu pasajda, sahip oldukları çiftlik nedeniyle kendilerini çok güçlü
gören, kendilerini Allah'a ihtiyaçları olmayacak kadar zengin zanneden, kendilerinden başka
hiç kimseyi düşünmeyecek kadar bencil insanların nasıl bir anda kolayca kendilerine
getiriliverdiği anlatılmaktadır.

20. Ayet:

“Sabaha, o bağ, biçilmiş/devşirilmiş gibi oluverdi.”

“‫صريم‬
ّ ‫ ال‬es Sarim” kelimesinin kök anlamı “ekin biçmek” demektir. Genel bir tarım
terimi olarak ürün toplamak anlamında kullanılır. “Sarîm” sözcüğü edilgin olarak kullanılır ve
“ürünü toplanmış, hiç ürünü kalmamış” anlamını taşır. Sözcüğün başka anlamları da olmakla
birlikte 22. ayette özellikle “ekin biçmek, ürün toplamak” anlamı daha uygun düşmektedir.
Anlaşılıyor ki, hortum dediğimiz rüzgâr bağda, bahçede, tarlada ne varsa kökünden sökmüş,
götürmüş, tarla bir kum yığınına dönüşmüştür.

21-24. Ayetler:

Sabahladıkları vakit birbirlerine seslendiler.

"Haydi, biçecekseniz/ devşirecekseniz (çiftliğinize) sabahleyin


erkence gidin!" dediler.

Hemen yola koyuldular, aralarında fısıldaşıyorlardı:

"Sakın bugün aranıza bir miskin sokulmasın!"

Kur'an'ın daha ilk günden üzerinde durduğu ana ilkelerden biri de miskine/yoksula iş,
güç ve yiyecek temin edilmesidir. Bu ilkenin kalplere yerleştirilmesi bağlamında bahçe
sahiplerinin tutumu ele alınmakta, bu simge kişilerin sosyal adalet açısından kötü bir zihniyete
sahip oldukları ve büyük bir suç işledikleri beyan edilmektedir.
Zenginliğin en büyük tehlikelerinden birisi de malını kıskanmaktır. Yoksulların
zenginler için bir kurtuluş vesilesi olduğunun unutulması, yoksulların ellerindekinden kolayca
vazgeçebilmelerine karşılık zenginlerin mallarına sıkı sıkıya sarılmaları bir çok anlatının
konusu olmuştur. Anlatılar bir kenara, Kur’an’ın bu konudaki duyarlılığını iyi değerlendirmek

11
gerekmektedir. Zekat ibadeti, Allah'ın bizim için öngördüğü yaşam biçiminin en önemli
eylemlerinden biridir. Sosyal hayatın herkesçe bilinen bir gerçeğidir ki, toplumun kimi üyeleri
diğerlerine göre maddeten daha üstün bir durumda bulunurlar. Ekonomik bakımdan güçlü
olanlar, ellerindekileri Rablerinin verdiği nimetler olarak görüp bu nimetlerde yoksulların da
payı olduğunu hatırlamalı, ellerindeki imkanlardan yoksulları da yararlandırmayı asla ihmal
etmemelidirler. Yüce Allah, malca üstün kıldığı kullarına ellerindeki varlıklardan yoksullar
için de pay ayırmalarına hükmetmiştir. Konuyla ilgili daha detaylı bilgi Fecr, Duha ve Mâûn
surelerinde verilecektir.

25 - 29. Ayetler:

Sadece engelleme gücüne sahip/şiddete güçleri yeten [bir tavırla]


erkenden gittiler.

Ama çiftliği gördüklerinde: "Biz mutlaka sapıklarız [şaşırmışız,


yanlış yere gelmişiz],

yok yok, biz mahrum edilmişiz" dediler.

En hayırlı olanları: "Ben size ‘Tesbih etmiyor musunuz!’


dememiş miydim?” dedi.

Onlar: "Rabbimiz Seni tenzih ederiz, doğrusu bizler zalimlermişiz!"


dediler.

Bu pasaj, Allah'ı unutma hatasına düşüp üstüne bir de cimrilik ekleyenlerin başına
neler geldiğini anlatmaktadır.
“‫ تسبيح‬Tesbih” kavramı, “‫ سبح‬Sebh” kökünden türemiş bir kelimedir. “Sebh”in sözlük
anlamı “havada ve suda hızlı hareket etmek, geçip gitmek, yüzerek uzaklara gitmek”
demektir.
Tesbih ise “Allah'ı O'na yakışmayan şeylerden tenzih etmek/uzak tutmak, yani Allah'ı
yüceltmek, O'nun her türlü kemal sıfatlarla donanmış olduğunu iyi kavramak ve bunu her
vesile ile yüksek sesle söylemek” demektir. Bunun detayı inşaallah A’la ve Kaf surelerinde
verilecektir.
Aynı kökten gelen “‫ سبحان‬Sübhan” Allah'ın bir ismi olup “çok tenzih edilen, her türlü
kusurdan uzak olan” demektir.
Kur'an'da birçok ayette, yerde ve gökte olan her şeyin Allah'ı tespih ettiği bildirilir.
Bunun anlamı, en küçüğünden en büyük olanına kadar evrendeki tüm varlıkların Allah'ın her
türlü kusurdan uzak olduğunun delili olması demektir. Yoksa var olan her şey, elde tespih,
“Sübhanellah! Sübhanellah! Sübhanellah!” der demek değildir. Tesbihin otuz üçlük ya da
doksan dokuzluk imameli tesbihlerle namazlardan sonra otuz üç kere “Sübhanellah” demeyle
bir ilgisi yoktur. Tesbih, Yaratan'ı tüm nitelikleriyle tanımak ve tanıtmaktır.
Tesbih kelimesiyle aynı kökten gelip Allah'ı tesbih etmeyi ve O’nu yüceltmeyi ifade
eden kelimeler, Kur'an'da yüze yakın yerde geçmektedir.

30 - 32. Ayetler:

“Sonra döndüler, kendilerini kınıyorlardı:

12
‘Yazıklar olsun bizlere; bizler gerçekten azgınlarmışız , [kendimizi
firavun gibi gören küstahlarmışız.]

Umarız ki, Rabbimiz bize onun yerine daha hayırlısını verir; gerçekten biz bütün
ümidimizi Rabbimize çeviriyoruz’ diye.”

Musîbetlerden ibret almak, verilen öğütlerden ders çıkarmak ve yapılan uyarılarla


doğruya yönelmek büyük bir erdemdir. Yapılan bir hatadan sonra “Ben zaten cehennemliğim,
artık yapacak bir şey yok” şeklinde düşünmek, Allah'a teslim olmaya dayalı bir yaşam
biçiminde asla söz konusu olamaz. Tövbe, yapılan hataların tekrarlanmayacağına dair Allah'a
söz vermek, her şeye yeniden başlamak için O’ndan yeni bir fırsat dilemektir. Zaten Allah da
şirk hariç bütün günahları affedendir, bağışlayandır, Rahîm'dir. (Zümer; 53) İlerideki
surelerde bu hususla ilgili detaylar örnekleriyle yer almaktadır.

33. Ayet:

“İşte böyledir azap... Elbette ahiret azabı daha büyüktür, keşke


bilenlerden olsalardı!”

Rabbimiz, şımarık insanları Rabblerini hatırlamaları ve yola gelmeleri için yukarıda


açıkladığımız gibi çeşitli belâlarla sınar. Bu sınama Kur’an’ın çeşitli yerlerinde pek çok kez
vurgulanır. Buna paralel olarak yaygın bir özdeyişle de insan için bir musibetin bin nasihatten
daha etkin olduğu dile getirilir.

Rum 41: “İnsanların elleriyle kazandıkları yüzünden, yaptıklarının bir kısmını


onlara tattırmak için karada ve denizde fesat/kargaşa çıktı. Belki
dönerler.”

Secde 20-21: “Ve fasıklara/yoldan çıkanlara gelince, onların varacağı yer ateş
olacaktır. Her çıkmak istediklerinde oraya yeniden çevrilecekler ve
onlara, ‘yalanlayıp durduğunuz Ateş'in azabını tadın!’ denilecektir. Hiç
kuşkusuz, onlara büyük cezanın astından en yakın cezadan tattıracağız;
belki dönerler?”

Bu ayetin mucizeliği ilk kez Mekke müşriklerinin Bedir'e gitmesi esnasında ortaya
çıkmıştır. Mekkeli müşrikler Bedir'e peygamberimizi ve arkadaşlarını öldürmeye yemin
ederek gitmişlerdi. Kendilerine çok güveniyorlar, herhangi bir tersliğin olabileceğini asla
hesaba katmıyorlardı. Yola çıkmadan önce Kâbe'yi tavaf etmişler, içkiler içip kazanacakları
zaferi önceden kutlamışlardı. Fakat Yüce Allah tüm ümitlerini tersine çeviriverdi, hayalleri
yıkıldı, perişan oldular. Bir kısmı da ibret alıp Müslüman oldu. Dünya tarihi buna benzer
örneklerle doludur.

34 - 35. Ayetler:

“Şüphesiz ki, takva sahipleri için Rabbleri indinde nimetleri bol cennetler vardır.

Ya artık, Müslümanları günahkârlar gibi yapar mıyız?”

Otuz beşinci ayetten sonraki (35-41) ayetlere özellikle dikkat edilmelidir. Zira bu
ayetler büyük mucizeler içermekte ve akıllı insanlara yol göstermektedir.

13
36. Ayet:

“Neyiniz var, nasıl hükmediyorsunuz?”

Ahireti yalanlayanlara sesleniliyor: “Ne oluyor size? Bu inanca, bu karara nasıl


varıyorsunuz? Ahirette hesap vermeyeceğinize nasıl inanıyorsunuz?”

37 ve 38. Ayetler:

“Yoksa içinde ders olarak gördüğünüz ‘Siz bu âlemde neyi seçerseniz/ beğenirseniz o
mutlaka sizin olacak’ diye yazan size ait bir kitap mı var?”

39. Ayet:

“Yoksa size karşı kıyamet gününe kadar sürecek üzerimizde yeminler/taahhütler mi


var, ‘Siz her ne hüküm verirseniz mutlaka öyle olacak’ diye?”

40. Ayet:

“Sor bakalım onlara, içlerinden böyle bir şeye hangisi kefildir/ bunu kim garanti
eder?”

41 - 43. Ayetler:

“Yoksa onların ortakları mı var? O halde ortaklarını getirsinler eğer doğrulardan


iseler, baldırın açıldığı gün [gerçeğin bütün çıplaklığıyla ortaya konulup iş
büyümeye başladığı, işin ciddileştiği gün] gözleri yere eğilmiş, kendilerini bir zillet
sarmış bulunduğundan, secdeye davet edildikleri gün artık güç yetiremezler. Oysa
onlar sağ salim iken de secdeye davet ediliyorlardı.”

Öğeleri itibariyle bu üç ayet yukarıdaki şekilde birleştirilebilir.


Bu ayetlerde inkârcıların inanç ve kanaatlerinin hiçbir aslının olmadığı, bu inanç ve
kanaatlerin hiçbir kitapta yer almadığı, Allah tarafından verilmiş bir yemine ve taahhüde
dayanmadığı, böyle bir inanca kimsenin garantör olmadığı ve kendilerine destek verecek
ortaklarının da bulunmadığı, kısaca ahireti yalanlamalarının hiçbir kanıta dayanmadığı,
kuruntudan öteye geçmediği belirtilmektedir.
Bu pasaj, günümüzde kendilerine göre bir din algısı geliştiren Müslümanların ibretle
düşünüp anlaması gereken mesajlar taşımaktadır. Bugünün Müslümanlarının da kendilerine
özgü yüzlerce dini içerikli kitabı vardır. Onları okurlar, onlardan ders alırlar; iman ve
amellerini onlara göre belirleyip onlara göre yaşarlar. Kur'an'da Allah yüzlerce kez şefaati
kendi iznine bağlamışken o kitaplardaki peygamber ahirette onlara kefil olmuştur. Hem de
“Benim şefaatim ümmetimden büyük günah işleyenleredir” demek suretiyle onların her türlü
yanlış işini âdeta teşvik etmiştir. Bu da yetmemiş, Berat gecesi diye uydurdukları gecede,
ümmetten Benî Kelb kabilesinin koyunlarının yünleri sayısınca günahkârın affedileceği
garantisini vermiştir. Kısacası o kitaplarda canları ne istiyorsa hepsi vardır. Var olan o şeyler
arasında, sadece müritlerine himmet edecek, son nefeslerinde imanlarını kurtaracak ortakları,
şeyhleri, üstatları vardır.

14
44 ve 45. Ayetler:

“O halde Bana bırak bu sözü [ilâhî mesajı] yalanlayanları! Biz onları bilmedikleri
yerden yakalayacağız.

Ve Ben, onların iplerini uzatırım [süre tanır, mühlet veririm], çünkü


benim fendim/tuzağım zordur/sağlamdır.”

Bu ayetler ileride yalanlayıcıların başına neler gelebileceğine işaret etmektedir. Bu,


bizzat kendilerine verilecek belâ/ceza olabileceği gibi, soylarından müminlerin gelmesi de
olabilir. Velid b. Muğîre ile Halid b. Velid örneğinde olduğu gibi. Buna benzer daha onlarca
örnek verilebilir.

46, 47. Ayetler:

“Yoksa sen onlardan bir ücret istiyorsun da bu yüzden onlar ağır borç altında mı
eziliyorlar?

Yoksa gayb yanlarında da onlar mı yazıyorlar?”

48. Ayet:

“Öyleyse Rabbinin kararına karşı sabret; balık/bunalım arkadaşı gibi olma! Hani o bir
kez aşırı bunaldığında Rabbine seslenmişti.”

Bu ayetlerle ana konuya dönülerek eğitime devam edilmektedir. Bu ve bundan sonraki


ayetleri 16. ayetin devamı olarak değerlendirebiliriz.

49, 50. Ayetler:

“Eğer Rabbinden ona yeniden bir iyilik ulaşmasaydı, kınanmış bir durumda,
boş bir yere [çorak araziye] atılacaktı.

Sonra, Rabbi onu seçti ve iyilerden kıldı.”

Yüce Rabbimiz burada peygamberimizi uyararak işinin ciddî, çetin ve zor olduğunu,
Yunus’un yaptığı hatayı yapmaması gerektiğini ihtar etmektedir.
Yunus peygamberin verilen vazifeyi ağır görüp görev alanından uzaklaşmasıyla
başlayan serüveni Araplarca biliniyor olmalı ki, peygamberimize bu hatırlatma yapılıyor.
Yunus peygamber ile ilgili olarak Saffat suresinin 139-148. ayetleri ile Enbiya suresinin 87-
88. ayetleri incelenebilir.

51. Ayet:

“Ve gerçekten o küfredenler o zikri [Kur'an'ı] işittikleri zaman az daha seni gözleriyle
kaydıracaklardı/ devireceklerdi. ‘O şüphesiz bir deli’ diyorlardı.”

İnkarcılar peygamberimize o kadar kin duyuyorlardı ki, Kur'an'ı işittikleri zaman ona
yiyecekmiş gibi bakıyorlardı. Ayetin halk kültüründeki “nazar” denilen inanışla herhangi bir

15
ilgisi yoktur. Bu nedenle ayetin nazar duası diye okunması temelsiz ve yanlış bir davranıştır.
Çünkü dua, Allah'tan bir şey istemektir. Bu ayette ise Allah'tan istenen herhangi bir şey
yoktur. Allah’ın peygamberimize yaptığı bir açıklamayı içermektedir.

52. Ayet:

“Halbuki o [zikir/Kur'an] bütün âlemler için bir öğütten başka bir şey değildir.”

Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır

Kalem Suresinin Bu Güne Mesajı

Bu sure de aynen Alak suresi gibi ibare manasıyla kişiye özeldir. Ama işaret, delâlet
ve iktiza anlamlarıyla bizi de ilgilendirmektedir. Bu bakış açısı ile sureden aşağıdaki mesajları
alabiliriz.

Peygambere vâris olup Allah'ın dinini tebliğ etmek isteyen Kur'an davetçileri;

- Yaş itibariyle ve fikrî açıdan olgunluğa ermiş;


- Zihinsel açıdan sağlıklı;
- Malî açıdan minnet borçlusu olmadıkları bir kazanç sahibi;
- Hayat tarzı açısından üstün ahlâklı, sağlam karakterli, saygın ve onurlu;
- Toplumsal yaşamda dirayetli, cesaretli, metanetli, azimkâr, kendine
güvenli, sabırlı olmalıdırlar.
- Kâfirler ve müşriklerden korkmamalı, onlara boyun eğmemeli ve
onlara kesinlikle taviz vermemelidirler.
- Allah'ın belâlar vermek suretiyle zorbaların akıllarını başlarına
getireceğini bilmeli ve ummalıdırlar.
- Sapıkların Allah'ın kitabının dışında kendilerine kitaplar edinip keyiflerine göre iman
ve amel geliştireceklerini bilmeli ve mücadele stratejilerini buna göre belirlemelidirler.
- İnançlarını maddî ve manevî çıkarlara kesinlikle alet etmemelidirler.

16

You might also like