You are on page 1of 755

İNGİLİZCE TÜRKÇE

a s. (ünsüzlerden önce) 1. bir, herhangi bir: We went on a sunny


a bad egg day.
argoGüneşli bir para
ciğeri beş günde gittik.adam.
etmez They´ve bought a house. Ev
aldılar. In this establishment everyone works an eight-hour day.
a bad lot k. dili sağlam ayakkabı değil, sütü bozuk; it kopuk.
Bu kuruluşta herkes günde sekiz saat çalışır. 2. (sayı olarak) bir:
a bad mark akırık not, kötü
hundred not. yüz öğrenci. 3. Belirli bir tür veya nitelikte
students
a bad sailor biri/bir şey için
deniz tutan kimse. kullanılır: It´s a fruit. O bir meyvedir. A rolling
a bad turn stone gathers
kötülük. no moss. Yuvarlanan taş yosun tutmaz. A Mr. Taş
telephoned. Bay Taş diye biri telefon etti. This is a camellia that
a bare chance zayıf
´s bir ihtimal.
resistant to cold. Soğuğa dayanıklı bir kamelyadır bu. 4.
a bit biraz. belirtir: twice a year yılda iki kez. five dollars a kilo kilosu
Miktar
a bitter pill beş dolar.
acı bir 5. her; çoğu:
reçete/ilaç, A spiderzorluklar
beraberinde has eightgetiren
legs. Örümceklerin
bir çözüm yolu.
sekiz bacağı vardır. A horse won´t do it, but a mule will. At
a black eye morarmış göz.
yapmaz, ama katır yapar.
a bottle of milk bir şişe süt.
a broken reed k. dili güvenilmez kimse/şey.
a can of worms k. dili içinden çıkılması zor bir durum; çözümlenmesi güç bir
a cappella problem.
z. herhangi bir çalgının eşliği olmadan, çalgısız, enstrümansız
a cappella (şarkı söylemek).
s. 1. çalgı eşliği olmadan şarkı söyleyen (koro). 2. çalgısız,
a card up one´s sleeve enstrümansız (müzik).
k. dili kurtarıcı.
a case in point söz konusu edilen şeyin bir örneği.
a chip off the old block k. dili hık demiş babasının burnundan düşmüş.
a citizen of Turkey Türk vatandaşı.
a contradiction in terms sözlerde çelişme.
a couple of 1. iki. 2. birkaç.
a couple of minutes birkaç dakika.
a crack shot keskin nişancı.
a cursory glance göz gezdirme.
a cut above k. dili -den bir gömlek üstün.
a dab of azıcık: Put a dab of the ointment on the wound. Yaraya
a dark day merhemden
1. karanlık gün.biraz2.sür.
kötü gün.
a dead loss bir işe yaramayan nesne/kimse.
a demanding boss çok iş bekleyen patron.
a demanding job çok emek isteyen iş, zahmetli iş.
a desperate situation vahim bir durum.
a drain on the resources bütçeye yük olan şey.
a drink of water bir bardak su.
a drive for funds para toplamak için açılan kampanya.
a drop in a bucket k. dili devede kulak.
a dry speech yavan söz, tatsız konuşma. have s.t. dry-cleaned bir şeyi kuru
a fainting fit temizleyiciye
baygınlık nöbeti.vermek, bir şeyi
2. (güçlü temizletmek.
bir duygunun patlak verdiği) an: He
a fat chance threw it away in a fit
argo çok zayıf bir ihtimal.of anger. Bir hiddet anında onu çöpe attı.
a feast for the gods şahane bir ziyafet.
a feather in one´s cap k. dili koltukları kabartan başarı.
a feather in one´s cap övünülecek başarı.
a feeling of insecurity güvensizlik duygusu.
a few birkaç.
a fifth A.B.D. (içki ölçüsü) galonun beşte biri, 84 santilitre.
a figment of the imagination hayal ürünü, hayal mahsulü.
a fine distinction ince fark.
a fit of nerves sinir krizi.
a flight of stairs bir kat merdiven.
a fool´s errand saçma bir iş.
a friend of mine bir dostum.
a friend of ours dostlarımızdan biri, bir dostumuz.
a fright k. dili korkunç derecede çirkin, tuhaf veya insanı şoke eden
a full week kimse:
1. tam She looked2.aolaylarla
bir hafta. fright in dolu
that wig. O perukla görünümü
bir hafta.
korkunçtu.
a gleam of hope bir ümit ışığı.
a glimmer of hope bir ümit ışığı.
a good 1. epey, epeyi, bir hayli; birçok: He was there a good while.
a good command of Orada epey kaldı.
(a language) A good
(bir dili) rahatmany of the camellias were in bloom.
konuşabilme.
Birçok kamelya çiçek açmıştı. 2. en az: They waited a good ten
a good deal 1. çok: That cost him a good deal. Ona pahalıya mal oldu. Its
minutes. En az on dakika beklediler.
a good deal/a great deal climate
birçok, isbirahayli.
good deal like Cairo´s. Havası Kahire´ninkine çok
benziyor. 2. k. dili kelepir. 3. k. dili iyi bir şey.
a good distance off epey uzakta.
a good loser oyunu kaybedince kızmayan kimse.
a good many birçok, hayli.
a good provider ailesine iyi bakan kimse.
a good turn bir iyilik: He did me a good turn. Bana bir iyilik etti.
a good turn iyilik.
a good way k. dili 1. hayli mesafe. 2. iyi bir çare/yol.
a great many pek çok.
a hard act to follow aşılması/ulaşılması zor bir başarı.
a hard nut to crack k. dili 1. başarılması zor iş. 2. çetin ceviz.
a hard/tough nut to crack k. dili çetin ceviz.
a heavy sea dalgalı deniz.
a hell of a lot argo çok fazla.
a horse of another color tamamıyla farklı bir konu.
a host of bir sürü.
a howling success büyük bir başarı.
a kilo of bananas bir kilo muz.
a kind of millionaire milyoner gibi bir şey.
a knockout k. dili çok güzel/fevkalade biri/bir şey.
à la carte alakart.
a labor of love hatır/zevk için yapılan iş, gönüllü yapılan iş.
a labor of love k. dili hatır için yapılan iş.
a large proportion of the
kârın büyük bir bölümü.
profits
a lasting impression derin bir iz; büyük bir etki.
a leading question verilecek cevabı belirleyen soru.
a length of piping (belirli uzunlukta) bir boru parçası.
a little biraz: Give me a little time. Bana biraz zaman verin.
a little bit azıcık, bir parça.
a little terror k. dili çok yaramaz/haşarı çocuk, canavar.
a live issue günün önemli sorunu.
a long face ekşi yüz.
a long haul 1. uzun taşıma mesafesi. 2. uzun süren zor bir iş.
a long shot ufak bir ihtimal.
a long shot başarı ihtimali az olup gerçekleşince kazancı çok olan bir iş.
a long way off çok uzakta.
a lot çok: They like her a lot. Ondan çok hoşlanıyorlar. She´s a lot
a lot of better.
çok/pek O çok
çok (şey):
daha iyi.
She bought a lot of books. Çok kitap aldı.
a man in my position benim durumumda olan bir adam.
a man of few words az konuşan adam.
a marked difference belirgin bir fark.
a marked man mimli adam, mimlenmiş adam.
a matter of indifference ilgilenmeye değmeyen sorun.
a matter of life and death ölüm kalım meselesi.
a matter of life and death ölüm kalım meselesi.
a matter of two dollars iki dolar meselesi.
a mess of bir yemeklik (yeşillik).
a minus quantity sıfırdan aşağı miktar.
a modicum of 1. zerre kadar, bir nebze: There´s not a modicum of truth in it.
a month hence Onda
bundan zerre
bir kadar hakikat yok. 2. az bir miktar; pek az: He drank
ay sonra.
only a modicum of wine. Pek az şarap içti.
a month of Sundays çok uzun bir zaman.
a new lease on life (hastalıktan/üzüntüden sonra) yeniden hayata başlama.
a number of birtakım, birkaç.
a pack of cards iskambil destesi.
a pack of lies bir sürü yalan.
a pair of denims kot pantolon, cin; blucin.
a pair of dungarees blucin, kot.
a pair of scales terazi.
a pair of scissors makas.
A penny for your thoughts. k. dili Ne düşünüyorsunuz?
a piece of cake k. dili çok kolay bir iş.
a pillar of society topluma dayanak olan kimse, nüfuzlu kimse; bir yerin
a play on words eşrafından
kelime oyunu.olan biri.
a plum job/post çok iyi bir iş, herkesin istediği bir iş.
a poor shot nişancı olmayan kimse, hedefi iyi vuramayan kimse.
a pretty penny k. dili epeyce para, külliyetli miktarda para.
a priori s. önsel, apriori.
a private person kendinden bahsetmekten kaçınan kimse.
a proud day for us bizim için övünç dolu bir gün.
a quick one k. dili çabuk içilen/içilmiş bir içki.
a raft of bir yığın, bir sürü, pek çok.
a ray of hope umut ışığı.
a ready pen iyi yazı yazma yeteneği.
a remote chance/possibility uzak bir ihtimal, ufak bir olasılık.
a request for help yardım dileme.
a ripple of conversation dalga gibi yükselip alçalan konuşma sesi.
A rolling stone gathers no
Yuvarlanan taş yosun tutmaz./İşleyen demir pas tutmaz.
moss.
a round peg in a square hole bulunduğu yere hiç uygun olmayan kimse. clothes-peg i., İng.
a run of luck çamaşır mandalı.
şans zinciri.
a running battle uzun süren bir ihtilaf.
a safe bet elde bir.
a scrap of evidence çok ufak bir delil.
a sea of faces insan kalabalığı.
a sense of responsibility sorumluluk duygusu.
a shade biraz, azıcık: Lower your voice a shade. Sesini biraz alçalt.
a shot in the arm birine birdenbire moral veren bir şey.
a shot in the dark körü körüne bir deneme.
a sight k. dili çok daha: It´s a sight dirtier than I thought it´d be.
a spate of Tahmin
pek çok,ettiğimden
bir sürü. çok daha kirli.
a square deal k. dili adil bir anlaşma.
a stomach upset mide bozukluğu.
a stormy passage fırtınalı deniz yolculuğu.
a tissue of lies bir sürü yalan.
a trifle biraz, azıcık.
a twist of the wrist hüner, ustalık.
a vintage year 1. kaliteli şarabın elde edildiği yıl. 2. başarılı bir yıl.
a wad of gum pabuç kadar çiklet.
a wee bit k. dili 1. azıcık, birazcık. 2. oldukça.
a week off 1. bir haftalık izin. 2. bir hafta sonra.
a whale of a k. dili 1. çok büyük: a whale of a difference çok büyük bir fark.
a white lie 2. müthiş,yalan.
zararsız dehşet, çok güzel: a whale of a novel müthiş bir
roman.
a whole lot of k. dili pek çok: A whole lot of people don´t approve of this. Pek
a wodge of çok
1. birkişi bunu
yığın, birhoş görmüyor.
sürü: He laid a wodge of papers on the table.
a world power Masaya
pol. dünya çapında bir koydu.
bir sürü evrak güç. 2. koca/iri bir parça: a wodge of
chocolate koca bir parça çikolata.
A, a i. 1. A, İngiliz alfabesinin birinci harfi. 2. müz. la notası. 3. en
A1 yüksek
s., k. dilinot veyasınıf,
birinci en iyi kaliteyi
klas; simgeleyen harf.
çok kaliteli.
AA kıs. Alcoholics Anonymous. i. Adsız Alkolikler (alkolizmle
AB savaşan
kıs. Artium birBaccalaureus.
grubun adı). i. lisans.
aback z.
abacus i. sayıboncuğu, abaküs, çörkü.
abaft z., den. kıçta, kıç tarafında.
abaft edat, den. gerisinde, arkasında: abaft the beam kemerenin
abalone gerisinde.
i., zool. abalon (bir deniz kabuklusu), Haliotis.
abandon f. 1. terketmek, bırakmak: Don´t abandon me here! Beni burada
abandon bırakma!
i. 1. kendini He(bir
abandoned shamanism
şeye) kaptırma, and became
kapılma, a Muslim.2.
kendini bırakma.
Şamanizmi
coşku. bırakıp Müslüman oldu. 2. vazgeçmek: He
abandon hope ümidi kesmek.
abandoned the idea. O düşünceden vazgeçti. They abandoned
abandon o.s. to kendini
the (birAramaktan
search. şeye) kaptırmak/vermek:
vazgeçtiler. She abandoned herself to
abandon ship the music. Kendini
gemiyi terketmek. müziğe kaptırdı. You´ve abandoned yourself
to drink. Kendini içkiye verdin. Don´t abandon yourself to
abandoned s. 1. terkedilmiş, bırakılmış, metruk. 2. coşkulu, coşkun. 3.
despair! Ümitsizliğe kapılma!
abandonment ahlaksız;
i. 1. terk, utanmaz.
bırakma. 2. bak. abandon 2.
abase f. -in kibrini kırmak; alçaltmak.
abase o.s. kendini alçaltmak.
abasement i. (-in) kibrini kırma; alçaltma.
abash f. utandırmak, -in gururunu incitmek.
abashed s. utandırılmış, gururu incitilmiş.
abashedly z. utanarak, gururu incitilmiş bir halde.
abate f. 1. azalmak; hafiflemek: The wind had abated. Rüzgâr
abatement hafiflemişti.
i. 1. azalma; 2. azaltmak;
indirilme; hafifletmek:
hafifleme. This willindirme;
2. azaltma; abate the fever.
Bu ateşi
hafifletme. düşürür.
abattoir i., İng. mezbaha, kesimevi.
abbess i. (kadınlar manastırında) baş rahibe.
abbey i. manastır.
abbot i. (erkekler manastırında) başkan, başkeşiş.
abbr kıs. 1. abbreviation kıs. (kısaltma). 2. abbreviated kıs.
abbreviate (kısaltılmış).
f. kısaltmak.
abbreviation i. 1. kısaltma, bir sözcüğün veya söz grubunun kısaltılmış şekli.
ABC´s 2. kısaltma,
i., çoğ., kısaltma
k. dili 1. abece,işi.alfabe. 2. abece, alfabe, bir işin en
ABCs önemli
i., çoğ., bilgileri: He still
k. dili, bak. ABC´s.hasn´t learned the ABC´s of the job. İşin
abecesini hâlâ sökemedi.
abdicate f. 1. (kral/kraliçe) tahttan çekilmek, tacını ve tahtını terketmek;
abdication yüksek
i. bir mevkiden
1. tahttan çekilmek.
çekilme, tacını 2. (kral/kraliçe)
ve tahtını terketme;(tahttan)
yüksek bir
çekilmek,
mevkiden (tacını
çekilme. ve2.
tahtını) terketmek;
(tahttan) çekilme; (yüksek
(yüksek bir
birmevkiden)
mevkiden)
abdomen i., anat. 1. karın. 2. (böcek gövdesinde) karın.
çekilmek. 3. (sorumluluktan) kaçınmak. 4. (bir
çekilme. 3. (sorumluluktan) kaçınma. 4. (bir haktan) feragat haktan) feragat
abdominal s., anat.vazgeçmek.
etmek, 1. karna ait. 2. (böcek gövdesindeki) karna ait.
etme, vazgeçme.
abdominal cavity karın boşluğu.
abdominal region karın bölgesi.
abduct f. (birini) kaçırmak.
abduction i. (birini) kaçırma.
abed z., eski yatakta.
abelia i., bot. abelya, Abelia.
aberrant s. 1. anormal. 2. istisnai.
aberration i. 1. (doğru/doğal/normal olandan) sapma. 2. ruhb., gökb.
abet sapınç,
f. (--ted,aberasyon. 3. tıb. sapkı.
--ting) 1. yardakçılık etmek; kışkırtmak, tahrik etmek.
abetment 2.1.
i. yardımda
yardakçılıkbulunmak.
etme; kışkırtma, tahrik etme. 2. yardımda
abetter bulunma.
i., bak. abettor.
abettor i. 1. yardakçı; kışkırtıcı. 2. yardımda bulunan biri.
abeyance i., huk. 1. uygulanmama: That rule has since fallen into
abhor abeyance. Sonra
f. (--red, --ring) o kuralın iğrenip
iğrenmek; uygulanmasından vazgeçildi. 2.
uzak durmak.
sahipsiz kalma/olma, sahipsizlik: That peerage remained in
abhorrence i. iğrenme; iğrenip uzak durma.
abeyance for a hundred and twenty-six years. O asalet unvanı
abhorrent s. iğrenç.
yüz yirmi altı yıl boyunca sahipsiz kaldı. 3. askıda/muallakta
abide olma:
f. 1. byEverything´s
-e göre hareket in abeyance at the moment.
etmek/davranmak; Şu an her sadık
(vaade/karara) şey
abiding askıda.
kalmak.
s. kalıcı, 2. by -ebaki.
daimi; uymak, -e riayet etmek. 3. çekmek, tahammül
etmek; -e katlanmak/dayanmak. 4. (a.bode) kalmak, devam
ability i. yetenek, kabiliyet; dirayet.
etmek; baki kalmak. 5. (a.bode) oturmak, ikamet etmek. 6.
abject s. 1. rezil,beklemek.
(a.bode) berbat (bir durum); son derece kötü: She had never
abjure seen such
f. yemin ederekabjectvazgeçmek/reddetmek/inkâr
poverty. Hiç öyle bir sefalet etmek.
görmemişti. He
was an abject liar. Son derece yalancı biriydi. 2. küçük
Abkhas i. (çoğ. Ab.khas) bak. Abkhaz 1.
düşürücü, alçaltıcı; kendini küçük düşüren/alçaltan; gururdan
Abkhas s., bak. Abkhaz 2.
yoksun.
Abkhasia i., bak. Abkhazia.
Abkhasian i., bak. Abkhazian 1.
Abkhasian s., bak. Abkhazian 2.
Abkhaz i. 1. (çoğ. Abkhaz) Abhaz. 2. Abhazca.
Abkhaz s. 1. Abhaz. 2. Abhazca.
Abkhazia i. Abhazya.
Abkhazian i. 1. Abhaz. 2. Abhazca.
Abkhazian s. 1. Abhaz. 2. Abhazca.
abl kıs. ablative.
ablative s., dilb. -den haline ait; -den halindeki.
ablative i., dilb. -den halindeki sözcük/sözcük grubu.
ablaze s. 1. yanmakta olan, alevler içinde; tutuşmuş. 2. ışıl ışıl
able ışıldayan;
s. yetenekli, pırıl pırıl parlayan.
kabiliyetli.
able-bodied s. sağlıklı, sıhhatli.
ablute f., şaka y. 1. yıkanmak. 2. yıkamak.
ablution i. aptes, gusül, yıkanma.
ably z. ustaca, ustalıkla.
ABM kıs. antiballistic missile.
abnegate f. 1. feragat etmek; vazgeçmek; feda etmek; (sorumluluktan)
abnegation kaçmak.
i. 1. feragat2. inkâr
etme;etmek, reddetmek.
vazgeçme; feda etme; (sorumluluktan)
abnormal kaçma.
s. anormal.2. inkâr etme, reddetme.
abnormality i. anormallik.
abnormally z. anormal bir şekilde.
abnormity i., bak. abnormality.
abo i., aşağ. yerli, ataları çok eski çağlardan bu yana Avustralya´da
aboard yaşamış olaniçinde,
z. (taşıt için) biri. -de; (taşıt için) içine, -e: All aboard! Haydi
aboard binin!
edat (taşıt için) içinde, -de: He was aboard the train. Trendeydi.
abode i. 1. ikametgâh, ev. 2. (bir yerde) ikamet etme, oturma.
abode f., bak. abide (4), (5), (6).
abolish f. kaldırmak, lağvetmek, ilga etmek; feshetmek.
abolition i. kaldırma, lağıv, ilga; fesih.
A-bomb i. atom bombası.
abominable s. 1. iğrenç, menfur. 2. çok kötü, berbat, pis.
abominate f. 1. iğrenmek, nefret etmek. 2. hiç sevmemek, nefret etmek.
abomination i. 1. iğrenç/menfur bir şey. 2. iğrenme, nefret etme.
aboriginal i. asıl yerli, ataları çok eski çağlardan bu yana belirli bir yerde
aboriginal yaşamış
s. 1. çok olan biri.
eski çağlarda var olan; çok eski çağlardan kalan. 2.
aborigine ataları çok eski
i., bak. aboriginal 1. çağlardan bu yana belirli bir yerde yaşamış olan.
aborigines i., çoğ. asıl yerliler, ataları çok eski çağlardan bu yana belirli bir
abort yerde yaşamış
f. 1. (dölütü) olanlar.
düşürtmek/almak; -in dölütünü düşürtmek; (dölütü)
abortion düşürmek.
i. 2. (henüz başlanmışken)
1. dölüt düşürtme/alma, kürtaj. 2. (dölütü)-e son vermek.düşürtme/alma. 3. düşük 3.
yapmak. 4. (bir
başarısızlık. 4. iş) (henüz
ask., bilg. başlanmışken)
(uçuşu/işlemi) başarısız
yarıda kesme. bir şekilde
5. ask.,
abortionist i. kürtajcı.
sona ermek. 5. ask.,
bilg. (uçuş/işlem) yarıda bilg.kesilme.
(uçuşu/işlemi) yarıda kesmek. 6. ask.,
abortive s. başarısız.
bilg. (uçuş/işlem) yarıda kesilmek.
aboulia i., İng., ruhb., bak. abulia.
abound f. (in/with) (bir yerde) bol/çok olmak.
about edat 1. hakkında, ile ilgili, üzerine, üstüne: I know nothing at all
about about
z. 1. aşağı you. yukarı,
Senin hakkında
yaklaşık, hiçbir az çok; şey bilmiyorum.
hemen hemen,I neredeyse:
have doubts
about
at them. Onlar hakkında şüphelerim var. I shall say nothing
about s. about six o´clock saat altı sularında. Come about midnight.
about
Gece saat on iki sularında gel. It weighed about a kilo.most
this. Bundan kimseye bahsetmem. What´s the Ağırlığı
About face! ask. Geriye dön! about it? En ilginç tarafı ne? It´s a poem about
interesting
yaklaşık birthing kiloydu. It´s about time we took off. Artık gitmeyi
About ship! love.
den. O, aşk tiramola!
Alesta
düşünmeliyiz. üzerine
about bir fiftyşiirdir.
people What´s
elli kadar that kişi.
bookShe about?
was O a child
about-face kitabın
of about konusu
ten yearsne? She´s
old. still
Yaklaşık mad
i. 1. ask. geriye dönüş. 2. eskiden savunduğunun tersini on at him
yaşında about
bir what
çocuktu. heinsaid.
about
Onun
every
savunmaya dedikleri
one of yüzünden
these
başlama. villages hâlâbu ona
köylerin kızgın.hemenAre you
hemen sure about
her
about-face f.,
this?ask. geriye
Bundan dönmek.
emin misin? What village
are youI know. quarreling about?
birinde. It´s about the prettiest Tanıdığım
about-ship f. (--ped,
Neden --ping) den. tiramola etmek.
köylerin en güzeli galiba. You´ve about got the hang of There
kavga ediyorsunuz? 2. -in özünde/karakterinde: it. Bunu is
about-turn something
i., İng., bak.
hemen hemen about it
about-face I don´t
öğrenmişsin. like. Onda beğenmediğim
1. We´ve just about finished this job. bir şey var.
There
Bu was an indescribable something about her. Onda tarif
about-turn f., İng., bak. about-face 2.Are you about ready to go? Birazdan
işi neredeyse bitirdik.
edilemeyecek
gidebilir misin? 2. İng. orada3.
bir şey vardı. İng. -inoraya
burada; orasında buraya; burasında;
oradan-in
above edat
orasına 1. üstünde;
burasına; üstüne:
her She was
tarafında; her then living Groups
tarafına: in a room above
ofabout.
potted
oraya; her tarafta; her tarafa: The city was fortified all
above the
palms
z. 1. store.
were
yukarıda; O zamanlar
standing
yukarıdaki: dükkânın
about the
She üstündeki
room.
lives Odanın
above. bir odada
içinde
Yukarıda saksılara
oturuyor.
Şehrin her tarafı müstahkemdi. Look about! Etrafına bak! Books
oturuyordu.That
dikili palmiyeler was
onküme above and
kümeMasanın beyond
duruyordu. the
She calldaldaofwandering
duty.
above He
i. 1.was
were lying
the sitting
(birabout
sayfada) the table.
the branch
yukarıda above.
yazılanlar;üzerinde (birwas
Yukarıdaki yer
yazıda) yer kitaplar
eserin
Tamamıyla
about
oturuyordu. the vazife
garden. ötesi
Bahçede
2. yukarıya: bir şeydi o.
geziniyordu.
A narrow Hang
pathasled that
They lamp
were
us above. above
running
Dar the
above vardı.
bundan
s. 1. theThe wind
öncesinde
yukarıki, had scattered
yazılanlar:
yukarıdaki, the
As leaves
soon
(sayfanın) about.
you´ve
yukarısında Rüzgâr
read the bir
bulunan;
table.
about O
the lambayı
room. masanın üstüne as. We´re rising above the
patika
yaprakları
above,
daha
bizi
give
önceki
yukarıya
oraya
me aOdanın
buraya
call. içinde
götürdü.
Yukarıda
(bölüm/paragraf/satır/sayfa):
Look
dağıtmıştı. koşuşuyorlardı.
up above!
Just
yazılanları look at
okur
The
He
Yukarıya
them planted
okumaz
above
bak!
running a3.
bana
picture
above all clouds.
her
hedge şeyden
gökteki: Bulutların
about
She´sönce,
the üstüne
her
garden.
trying şeyden
to çıkıyoruz.
çok.
Bahçenin
count the 2. yukarı
etrafına
stars above. taraflarında:
çalı dikerek
Gökteki çitCross
yıldızları
about! Koşuşmalarına
telefon
depicts et. 2. thein(bir bak
sayfada) hele! 3. İng.
yukarıda ortalıkta,
adışehrin etrafta,
geçen1782´dekikişi/kişiler;
above all the
yaptı.
saymayariver
bilhassa,
civarda:
(bir A the
yazıda)
above
garlandcity
dahaof
çalışıyor.
özellikle.
There´s
the1782.
no
önce
island!
flowers
4.
Yukarıdaki
yukarıda
one
Adanın
hung
about.
adı geçen about
(Nehir
resim
yukarı
Ortalıkta her
veya
kişi/kişiler:
taraflarında
neck.
kimsedağla
I shall Boynuna
ilgili
yok.
bir
bir yerde
Everybody
interview the
halini
nehri
çiçeklerdengöstermektedir.
geç! We
bir used
kolye to 2.
liveilahi,
asılıydı.ten Allaha
kilometers
Look ait
about olan:
above
you! Thinkthe on things
mouth of
above average uzaklığı
was
above just
ortalamanın
above. onbelirtir.):
standing
İlahiFriday.
üstünde.
şeyleri
She
about
Yukarıda lives
düşün. doingabout
adı ten
nothing.
geçenlerle CumaEtrafına
kilometers
Herkes above.
işsiz
günü bak!
güçsüz 4.
Yaklaşık
the river.
İng.kilometre
-de; Nehrin
etrafında: ağzından on kilometre yukarıda bir yerde
on
dikilip
görüşeceğim.
vasatın duruyordu.
üstünde.
yukarıda 4.She´s
3. yukarı, ters somewhere
oturuyor.
yöne:
daha üst Turn about
5.makamdaki
(bir
the sayfada) the
car about! house.GeriEvde
yukarıda;
biri/birileri: dön!(birbir
The
above average otururduk.
yerde
yazıda) o. 3.
Towards
dahafrom kuzeyinde:
önce: nightfall
As It´s
they
I stated above began
above, the toEquator.
hang Ekvatorun
about theIt´s
door.
Put the
order cameship about! Gemiyi
above. Emirtiramola
yukarıdan et!I shall
5. İng.
geldi. not 4.be attending
(Döndürmek
Allah: veya
a
above par kuzeyindedir.
tic. yazılı
Günbatımına değerin 4. -eüstünde.
hâkim olan, -ebeklemeye
bakan: Forbu many years she
tonight´s
çevirmek
gift from above. gibidoğru
meeting.
fiilleri kapı
Yukarıda
Allahın önünde
pekiştirir.):
bir söylediğim
He kept gibi
ihsanıdır. turning başladılar.
it about.You
geceki Onu can
lived
find it
toplantıyaonin athehill above theabout
mountains
katılmayacağım. Bosphorus.
6. Bilecik.
daha Yıllarca
Bilecik Boğaz´a
yukarıki/yukarı, çevresindeki hâkim
daha bir
üst:
above sea level deniz seviyesi
devamlı üstünde.
döndürüyordu.
tepede
dağlarda
This won´toturdu.
onuaffect 5. the
(sesler/gürültü)
bulabilirsiniz.
children Hein hadtheiçinden:
his menI could
grades above.hear
about him.
Daha his voice
Etrafında
yukarı
aboveboard s. 1. dürüst:
above thevardı. BeGürültünün
din. aboveboardiçinden with me! Benimle
sesini açık konuş! 2.
adamları
sınıflarda bulunan 5. İng. (birinin)
çocukları bu.duyabildim.
üstünde/vücudunda:
etkilemez 7. (sıcaklıkDo 6. you
-den
yasal,
çok,
z. dürüst kanuna
-den fazla: aykırı
He olmayan:
prized it aboveIt´s completely
all the others. aboveboard.
Onun gözünde
aboveboard have any bir
derecesiyle şekilde.
money
ilgili) about
sıfırın you?üstünde:Üstünde Outside hiç it´s
parasix vardegrees
mı? above.
Tamamen
diğerlerinin yasal
hepsindenbir şey.daha kıymetliydi. All who are above
aboveground Dışarıda
s. yerüstü, havazeminsıcaklığı
üstündeki.sıfırın üstünde altı. 8. (sayılarla beraber)
eighteen
-den are-denrequired toWeregister. On sekiz yaşından büyük of
above-mentioned s. theyukarı,
herkesin yukarıda
kayıt sözfazla:
edilen/adı
yaptırması
only
geçen;
gerekiyor.
accept daha
7.
orders
-den önce
üstün:
forsöz quantities
A edilen/adı
fieldiçin
twenty-five
geçen: and above.
Itiscontains an Yalnız yirmi
illustration of thebeşabove-mentioned
adet ve yukarısı
abovementioned i. the
marshal
sipariş yukarıda
kabul above söz a
ediyoruz. edilen/adı
brigadier.
9.söz
Allah geçen
Feldmareşal
katında; şey/kişi;
Allah yukarıda
rütbece adı gone
picture.
geçenler;
tuğgeneralden İçinde,
daha yukarıda
önce
üstündür. söz The edilen
edilen/adı
moral resmin
geçen
law is birkatına:
şey/kişi;
above the
He´s
illüstrasyonu
dahacivilönce var.
law.
abovestairs z., s., i., İng., bak.
to his rest above. Hakka kavuştu. upstairs.
adı
Ahlak geçenler.
kuralları medeni kanundan üstündür. 8. dışında: It´s
abrade f. aşındırmak.
above human comprehension. İnsanoğlunun kavrayışının
abrasion i. 1. sıyrık.
dışında. 9. 2.-e aşındırma;
tenezzül etmeyen: aşınma; He´s abrasyon. above doing such things.
abrasive s. öyle
O 1. sinirlendirici,
şeylere tenezzül rahatsız edici.They´re
etmez. 2. aşındırıcı,
not above abrasif. taking bribes.
abrasive Rüşvet
i. aşındırıcı,almaktanabrasif. geri kalmayabilirler.
abreast z. yan yana, aynı hizada; başabaş.
abridge f. 1. (yazılı bir eseri) kısaltmak. 2. azaltmak.
abridgement i., İng., bak. abridgment.
abridgment i. 1. yazılı bir eserin kısaltılmış şekli: I don´t read abridgments of
abroad novels.
z. Romanların
1. yurtdışında, kısaltılmış
dışarıda; şeklini okumam.
yurtdışına: Have you 2. (yazılı
ever beenbir
eseri)
abroad? kısaltma.
Hiç 3. azaltma.
yurtdışına çıktın mı? 2. ev dışında; ortada: That
abroad i. yurtdışındaki yerler, yurtdışı: Is there any news from abroad?
animal ventures haber
Yurtdışından abroad only
mı?at night. O hayvan ancak geceleri
abrogate f. iptal etmek,bir feshetmek; var kaldırmak.
ortalığa çıkar. 3. her tarafa; her tarafta: She scattered the seeds
abrogation i. iptal, fesih;
abroad. kaldırma.
Tohumları her tarafa serpti. Don´t preach this abroad!
abrupt Bunu
s. etrafa
1. ani, yayma! oluveren, apansız, ansız: They made an
birdenbire
abruptly abrupt departure.
z. 1. aniden, Gitmeleri
birdenbire, ani oldu.
birden. 2. kısa2.vekısa
tersvebir
ters: He gave
şekilde. 3.
me an
dik/sarp abrupt
bir reply.
şekilde. Bana kısa ve ters bir cevap verdi. 3. dik,
abruptness i. 1. anilik. 2. kısa ve ters oluş. 3. diklik, sarplık.
sarp. 4. birden bir konudan başka konuya geçen (konuşma
abscess i. apse.
tarzı/üslup); kesikli.
abscess f. apse olmak.
abscessed s. apseli, apse olmuş.
abscissa çoğ. --s (äbsîs´ız)/--e (äbsîs´i) i., mat. apsis.
abscond f. (bir suçtan dolayı) kaçmak, sıvışmak.
absence i. 1. yokluk, bulunmama: We felt her absence. Yokluğunu
absence of mind hissettik.
dalgınlık. He returned after an absence of six months. Altı aylık
bir aradan sonra döndü. What have you been doing in my
absence without leave ask. (tekrar dönmek üzere görev yerinden) izinsiz olarak
absence? Ben yokken siz nelerle meşgul oldunuz? We noted a
ayrılma.
s. 1. (bir yerde bulunması gerekirken
absent complete absence of self-respect. En orada)
ufak birbulunmayan
onur belirtisi(kişi);
absent (orada
görmedik.
f. artık) bulunmayan (kişi): How many
2. yokluk, (bir yerde bulunması gerekirken people areorada)
absent
today?
bulunmama:Bugün kaç kişi
Your absences yok? Were you
have myself. absent
becomeÇıkacağım.from work
too many. Yoklukların
absent o.s. 1. çıkmak, gitmek: I shall absent He
yesterday?
artık fazla Dün iş yerinde değil miydin? Do you ever think of
oldu.
absented
ask. himself for a few days. Birkaç gün yoktu. 2. from -den
absent without leave your (tekrar
absent dönmek
friends? üzere
Yanında görev yerinden)arkadaşlarını
bulunmayan izinsiz olarak hiç
uzak durmak,
ayrılmış olan. -e katılmamak, -e karışmamak: For years he has
absentee düşünür
i. müsün?
(bir yerde 2. bulunmayan,
bulunması gerekirkenyok olanbulunmayan
orada) (şey): The kişi/şey,
absented himself from all society. Yıllarca insanlardan uzak
absentee enthusiasm
hazır
s. yerde of
(birolmayan his youthgerekirken
kişi.
bulunması was now completely absent. (kişi).
orada) bulunmayan
durdu.
Gençliğinde var olan o coşku şimdi tamamıyla yok oldu. 3.
absentee ballot posta
dalgın.yoluyla verilen oy.
absentee landlord kiraya verdiği gayrimenkulden uzakta yaşayıp onunla pek
absentee voter ilgilenmeyen
posta yoluyla mülk oy verensahibi.
seçmen.
absenteeism i. 1. (işe, okula v.b.´ne) devamsızlık. 2. kiraya verdiği
absently gayrimenkulden
z. dalgın dalgın. uzakta yaşayıp onunla pek ilgilenmeme.
absentminded s. dalgın.
absinth i., İng., bak. absinthe.
absinthe i. apsent.
absolute s. 1. tam, eksiksiz: His trust in them was absolute. Onlara olan
absolute majority güveni tamdı. 2. pol. mutlak, saltık, sınırsız: absolute monarchy
salt çoğunluk.
mutlak monarşi. absolute power sınırsız güç. 3. fels. saltık,
absolute majority salt çoğunluk.
mutlak, göreli olmayan, koşulsuz. 4. kesin: The proof is
absolutely z. 1. (äb´sılutli)
absolute. Kanıtlar(nitelediği
kesin. 5.sözcükten önce mat.,
fiz., jeol., kim., gelince) çok,
ruhb. bayağı:
salt,
absolution You´re
mutlak: absolutely
absolute right!
age saltÇok
yaş.haklısın!
absolute We´re
alcoholabsolutely
i. 1. Hrist. (günah) Allah tarafından affedilme; (günah için) af. 2.salt alkol.
famished!
absolute
aklama, Çok acıktık!
humidity
beraat 2.3.(äb´sılutli)
salt nem.
ettirme. absolute
from (nitelediği
thresholdsözcükten
salt eşik. önce
(bir sorumluluğu/yükümlülüğü)
absolutism i., pol. saltçılık, mutlakıyet.
gelince)
absolute
yerine kesinlikle:
value salt It´s
getirmekten absolutely
değer.
muaf absolutenecessary.
tutulma. Kesinlikle gerekli.
zero salt sıfır.
absolutist s., pol. saltçı. (nitelediği sözcükten sonra gelince) tamamıyla: I
3. (äbsılut´li)
absolutist believe in him absolutely. Ona tamamıyla inanıyorum. 4.
i., pol. saltçı.
absolve (äbsılut´li) (cevap
f. 1. Hrist. Allah olarak)
adına Tamamıyla!/Kesinlikle!/Mutlaka!:
(günahı) affetmek. 2. affetmek. 3. “Do
you trust
aklamak, me?” “Absolutely!”
beraat ettirmek.soğurmak, “Bana güveniyor
4. from (birini) musun?”
absorb f. 1. (sıvıyı/gazı/ışığı/sesi)
“Tamamıyla!” içine (bir
çekmek, emmek,
sorumluluğu/yükümlülüğü)
absorbe etmek. 2. öğrenmek. yerine
3. getirmekten muaf tutmak: I
(dikkati/enerjiyi/zamanı/parayı)
absorbable s. soğurulabilecek, emilebilecek; soğurulabilen, emilebilen.
absolve you from your oath. İçtiğiniz
almak; (enerjiyi) emmek: It absorbed all of his time.o andı yerine getirmekten
Tüm vaktini
absorbed s. tümtutuyorum
muaf dikkatini bir şeye vermiş.
sizi.
aldı. 4. içine almak, kendine katmak: That corporation has
absorbency i. soğurganlık,
absorbed mostemicilik.
of its rivals. O şirket rakiplerinin çoğunu kendi
absorbent bünyesine
s. soğurgan, kattı.
emici,5. (sarsıntıyı/salınımı)
absorban: absorbent sönümlemek,
cotton hidrofil pamuk.
absorbent (sarsıntının/salınımın)
i. soğurgan, emici, absorban. etkisini azaltmak. 6. (iş/sorun) (birinin)
tüm dikkatini almak, kafasını tamamıyla meşgul etmek. 7.
absorber i. soğurucu,
(masrafı) emici, absorplayıcı.
karşılamak. 8. (piyasadaki) alıcılar (bir malın) çoğunu
absorbing s. insanın tüm
satın almak: The dikkatini
markettoplayan;
won´t absorb sürükleyici.
this right now. Şu an
absorption piyasadaki
i. 1. soğurma; alıcılar bunun absorpsiyon.
soğrulma; çoğunu satın 2. almaz.
öğrenme.9. 3.
(bağırsaklardaki besini) emmek.alma; (enerjiyi) emme. 4. içine
(dikkati/enerjiyi/zamanı/parayı)
absorptive s. soğurucu, emici.
alma, kendine katma. 5. (sarsıntıyı/salınımı) sönümleme. 6.
tamamıyla (bir şeyle) meşgul olma. 7. (masrafı) karşılama. 8.
(besin bağırsaklarda) emilme, emilim.
abstain f. 1. from (bir şeyi) yapmamak: He´s decided to abstain from
abstainer alcohol. İçki içmemeye
i. 1. içki içmeyen biri. 2.karar verdi. 2. oy
oy vermeyen biri,vermemek, çekimser
çekimser kalan biri.
kalmak. 3. içki içmemek.
abstemious s. (özellikle yeme içme konusunda) kendini tutan; aşırıya
abstemiously kaçmayan;
z. (özellikle aşırılıklar
yeme içme bulunmayan.
konusunda) kendini tutarak; aşırıya
abstemiousness kaçmadan.
i. (özellikle yeme içme konusunda) kendini tutma; aşırıya
abstention kaçmama,
i. 1. çekimser riyazet.
oy; oy vermeme, çekimser kalma. 2. from (bir
abstinence şeyi) kasten
i. 1. (from) (biryapmama.
şeyi) yapmama, riyazet; (yeme içme konusunda)
abstinent kendini tutma. 2. içki içmeme. 3. cinsel riyazet.
s. nefsini kıran, riyazetçi.
abstract s. soyut, abstre.
abstract i. 1. özet. 2. soyut sanat eseri.
abstract f. 1. (äb´sträkt) özetlemek, özet haline getirmek. 2. (äbsträkt´)
abstract art kafasını meşgul etmek. 3. (äbsträkt´) çalmak, aşırmak. 4.
soyut sanat.
(äbsträkt´) soyutlamak. 5. (äbsträkt´) ayırmak; çıkarmak;
abstract expressionism soyut ekspresyonizm.
almak.
abstract number mat. soyut sayı.
abstracted s. dalgın.
abstraction i. 1. soyut kavram, soyutlama. 2. soyutlama, soyutlama eylemi.
abstruse 3. dalgınlık, düşünceye
s. kavranması dalmış güç.
zor, anlaşılması olma. 4. güz. san. soyutluk. 5.
soyut sanat eseri. 6. çalma, aşırma. 7. ayırma; ayrılma; çıkarma;
absurd s. saçma, abes, absürd.
çıkarılma; alma; alınma.
absurd i.
absurdity i. 1. saçma olma, saçmalık, abeslik. 2. saçmalık, saçma
absurdly söz/davranış.
z. 1. saçma bir şekilde. 2. k. dili çok, feci derecede: She´s
Abu Dhabi absurdly
Abu Dabi.rich. Feci derecede zengin.
abulia i., ruhb. abuli.
abundance i. 1. bolluk, çok olma. 2. bereket, bolluk. 3. refah, varlık ve
abundant rahatlık.
s. 1. bol, çok. 2. bereketli; feyizli.
abundantly z. bol/çok miktarda: The fruit trees were now bearing
abuse abundantly. Meyvekötüye
i. 1. yetkiyi/görevi ağaçları artık çoksuiistimal;
kullanma, verimli olmuştu.
doğru olmayan
abuse bir
f. 1. (yetkiyi/görevi) kötüye kullanmak, suiistimal etmek;2.doğru
şekilde kullanma; gereği gibi kullanmama; istismar.
kötüleme.
olmayan bir3.şekilde
kötü davranma;
kullanmak; acıgereği
çektirme; dövme. 4. cinsel
gibi kullanmamak;
abuse o.s. mastürbasyon yapmak.
taciz.
istismar etmek. 2. kötülemek. 3. kötü davranmak; acı
abusive s. 1. kötüleyici; kötü sözlerle dolu; kötü sözler söyleyen. 2. kötü
çektirmek; dövmek. 4. cinsel tacizde bulunmak.
abut (davranış).
f. (--ted, --ting) 1. (on/upon) (-e) bitişmek, bitişik olmak. 2.
abutment against -e dayanmak.
i. 1. (köprünün kıyıya dayandığı yerdeki) ayak. 2. bitişme yeri. 3.
abysmal bitişme.
s., k. dili 4.
çokdayanma.
kötü, feci.
abyss i. dipsiz gibi görünen yer; uçurum.
AC kıs. alternating current. i. dalgalı akım.
acacia i., bot. 1. mimoza, akasya, Acacia. 2. akasya, yalancı akasya,
academic Robinia pseudoacacia.
s. 1. akademik. 2. teorik, kuramsal. 3. pratik değeri/önemi
academic olmayan.
i. üniversite öğretimkitabi.
4. resmi, görevlisi.
academician i. 1. üniversite öğretim görevlisi. 2. akademi üyesi,
academy akademisyen.
i. akademi; yüksekokul.
acanthus i., bot. ayı pençesi, akantus, akant, Acanthus.
accede f. to 1. -e razı olmak. 2. (hükümdar) (tahta) çıkmak.
accede to the throne tahta çıkmak.
accelerate f. hızlandırmak; hızlanmak, ivmek.
acceleration i. hızlandırma; hızlanma, ivme.
accelerator i. gaz pedalı.
accent i. 1. dilb. vurgu, aksan. 2. dilb. vurgu işareti. 3. şive.
accent f. vurgulamak.
accentuate f. vurgulamak.
accept f. 1. kabul etmek; razı olmak; kabullenmek. 2. (bir şeyi) teslim
almak.
accept/assume responsibility
-in sorumluluğunu üzerine almak.
for
acceptable s. kabul edilir, makbul.
acceptance i. 1. kabul. 2. (bir şeyi) teslim alma.
access i. 1. giriş, geçit. 2. to (biriyle) görüşme imkânı; (bir şeyden)
accessibility faydalanma hakkı/imkânı:
i. 1. ulaşılabilirlik. 2. kolaylıkla He has access to
ulaşılabilir him.3.İstediğinde
olma. görüşülebilir
onunla
olma. 4.görüşebilir.
kolaylıkla 3. bilg. erişme,
görüşülebilir olma.erişim.
5. to -den etkilenebilir
accessible s. 1. ulaşılabilir. 2. kolaylıkla ulaşılabilen. 3. görüşülebilen. 4.
olma.
kolaylıkla görüşülebilen. 5. to -den etkilenebilir.
accessible to the public halka açık.
accession i. 1. (tahta) çıkma. 2. (bir müze veya kütüphanenin
accessory koleksiyonuna)
i. 1. aksesuar, eklenti: yeni alınan These eşya,
are kitap v.b. for the new
accessories
accessory after the fact machine. Bunlar yenisonra
huk. suç işlendikten makinenin aksesuarları.
suç ortağı olan kimse. 2. (kadın giysisini
bütünleyen) aksesuar. 3. huk. suç ortağı.
accident i. 1. kaza (kötü olay). 2. rastlantı. 3. fels. ilinek, araz.
accident victims kazaya uğrayanlar.
accidental s. 1. kaza eseri olan, yanlışlıkla olan. 2. tesadüfen meydana
accidentally gelen. 3. fels.yanlışlıkla.
z. 1. kazara, ilineksel. 2. tesadüfen.
accident-prone s. hep kazaya uğrayan; sakar.
acclaim f. 1. bağırarak/alkışlayarak/tezahüratla (birini) (bir şey) ilan
acclaim etmek:
i. 1. övme, They acclaimed
alkış. him emperor. Büyük bir tezahüratla onu
2. tezahürat.
imparator ilan ettiler. 2. övmek, alkışlamak.
acclamation i. 1. bağırarak/alkışlayarak/tezahüratla ilan etme. 2. tezahürat.
acclimate 3.
f. 1.övme, alkış. intibak ettirmek: I´m acclimating myself to the
alıştırmak,
acclimation customs here. intibak
i. 1. alıştırma, Kendimi buradaki
ettirme. âdetlereintibak
2. alışma, alıştırıyorum.
etme. 2. (to) (-
e) alışmak, intibak etmek.
acclimatise f., İng., bak. acclimatize.
acclimatization i. 1. alıştırma, intibak ettirme. 2. alışma, intibak etme.
acclimatize f. 1. alıştırmak, intibak ettirmek. 2. alışmak, intibak etmek.
accolade i. 1. ödül. 2. övgü: It received accolades from all the
accommodate newspapers.
f. Tüm gazetelerden
1. almak, barındırmak: The cellövgüler
had lastly aldı.accommodated a
accommodate o.s. to drunkard. Hücre en son
-e ayak uydurmak, -e uyum sağlamak. bir ayyaşı barındırmıştı. This room can
accommodate one´s accommodate four people. Bu dört kişilik bir oda. Can this
birine ayak uydurmak.
pace/step
accommodateto their wardrobe accommodate all of your clothes? Bu gardrop tüm
aralarındakialır
giysilerinizi anlaşmazlıkları
mı? 2. -e yardım uzlaşmaetmek, yoluyla
-e birgidermek.
iyilik yapmak: I´m
differences
accommodating always
s. uysal,ready yumuşak to accommodate
başlı. a friend. Bir arkadaşa yardım
accommodation etmeye
i. 1. kalacak her zaman
yer: In hazırım.
that region Canaccommodation
you accommodate himtraveler
for the with a
loan?
is hard Ona borç
to find. para verebilir misiniz? 3.
O bölgede konaklama yeri zor bulunur. 2. to ... ile ... arasında
accommodation ladder den.
uyum borda iskelesi.
sağlamak, -i ... ile bağdaştırmak: Can you accommodate
uzlaşma: Have you reached an accommodation? Uzlaştınız mı?
accompaniment i. 1. müz.
these eşlik.to2.your
findings to -etheories?
eşlik eden Bu şey: It´s a teorilerinizle
bulguları nice
3. kolaylık: It´s an accommodation for our visitors.
accompaniment
bağdaştırabilir
i., müz. eşlik eden to the roast.
misiniz? Can you Rostoyla beraber your
accommodate güzel.morality to
accompanist Ziyaretçilerimiz içinkişi,
bir eşlikçi.
kolaylıktır. 4. alma, barındırma. 5.
his?
yardım Prensiplerini
etme, onunkilere
bir iyilik yapma. göre değiştirebilir
6. beraberinde misin?
to ... ile ... arasında 4. (with)
accompany f. 1. eşlik etmek, refakat etmek, gitmek. uyum2. müz.
ile uzlaşmak:
sağlama, We
-i ...refakat cannot accommodate with the prime minister.
ile bağdaştırma.
accomplice eşlik
i. suçetmek,
ortağı. etmek. 3. ile beraber (bir şey) yapmak: He
Başbakanla uzlaşamıyoruz.
accompanied the curse with a box on his ear. Küfürle beraber
accomplish f. başarmak, becermek, üstesinden gelmek.
kulağına bir tokat attı. Didn´t you accompany your lecture with
accomplished s. 1. işini
slides? iyi bilen, usta.
Konferansını 2. sosyetenin
verirken görgü kurallarını
dialar göstermedin mi? 4. ustalıkla
accomplishment uygulayabilen.
beraberinde
i. 1. başarma,-i becerme,
getirmek: üstesinden
Forgetfulness gelme.can accompany this
2. başarı, başarılan
accord disease.
i. 1. (iki devlet arasında olan) anlaşma. 2. uyum, ahenk. 5.
iş. 3. Bu
marifet. hastalık beraberinde unutkanlığı getirebilir. 3. ile
beraber
uyuşma, içilmek/yenilmek:
mutabakat. White wine accompanied the fish.
accord f. 1. with
Balıkla -e uymak,
beraber beyaz ileşarap
bağdaşmak,
içildi. 6.-eileuygun
beraber olmak/gelmek.
olmak: What2.
accordance with
i.
sort -e
verme: yakışmak, will-eaccompany
The accordance
of pictures uygunofgelmek/düşmek.
these text? Bu 3.
thisprivileges to vermek:
them beraber
metinle wereHe ne
accorded
delayed
tür them
for five that
years. Bu imtiyazların onlara verilmesi beş o
right ten years ago. On yıl önce onlara
accordant s. resimler olacak?
hakkı tanıdı.
senelik bir gecikmeye The king accorded
uğradı. him the title of duke. Kral ona
according as bağ.unvanını
dük -e göre. z. 1. İki seçeneği olan bir durumu belirtir: You can
verdi.
according to stay or
edat 1. go, according
-e göre, -e uygun as you like.Arrange
olarak: Kalabilirsin veya gidebilirsin,
yourselves according
nasıl
to youristersen.
height! ItBoy
cansırasına
be bad or good,
girin! 2. according
-e göre, as it´s
(birinin)
according to all accounts tüm anlattıklarına göre: He was drunk, according to all
understood.
dediğine/gösterdiğineKötü olabilir, göre,iyi -e
olabilir, değerlendirilmesine
bakılırsa: According to her bağlı. the
according to Hoyle accounts.
usulüne göre, Tümusulen.
anlattıklarına göre sarhoştu.
According
concert´s been postponed. Ona göre konserI´ll
as they make me a decent offer, be able to give
ertelendi.
according to one´s own you a inançlarına
firm to answer. Sanayou kesin birout
cevap vermem bana iyi bir
kendi
According göre.
his report were of the country in May.
lights teklif yapmalarına bağlı. 2. -dikçe, -diği oranda/nispette: The
according to plan Onun raporuna
planlandığı gibi,göre siz Mayısta
planlanana uygun yurtdışındaydınız.
bir şekilde.
colors intensify according as the light wanes. Işık azaldıkça
accordingly z. 1. onakoyulaşıyor.
renkler göre, öyle, You öylece: He told
receive me to shoot
according as youhim, give.and
NeI
accordion acted accordingly.
i. akordeon.
kadar Kendisini vurmamı istedi; ben
verirsen o oranda alırsın. 3. (tıpkı) -diği gibi: I arranged it de öyle
yaptım.
according 2. as
buyou yüzden,desired.bundanOnu dolayı:
istediğinizAsım accordingly
gibi düzenledim. found
himself without a job. Bundan dolayı Asım işsiz kaldı.
accordion s. akordeon gibi açılıp katlanan, akordeon: accordion door
accost akordeon kapı.
f. 1. yaklaşıp/gidip (birine) bir şey söylemek. 2. para karşılığında
account seks
i. teklif etmek.
1. hesap. 2. röportaj; (birinin) anlattığı. f. for -i anlatmak, -i
account book açıklamak,
hesap defteri.-i izah etmek.
accountable s. sorumlu.
accountant i. muhasebeci.
accounting i. muhasebe.
accounts payable tic. alacaklılar hesabı.
accounts receivable tic. borçlular hesabı.
accrue f. 1. birikmek. 2. to -e gelmek: What advantages will accrue to
accumulate us from this?biriktirmek;
f. toplamak, Bunun bizetoplanmak,
ne gibi faydaları olacak?
birikmek, yığılmak.
accumulation i. 1. birikim, birikme. 2. birikinti.
accuracy i. 1. doğruluk. 2. yanlış yapmamaya özen gösterme.
accurate s. 1. doğru, tam. 2. yanlış yapmamaya özen gösteren.
accusation i. suçlama.
accusative s., dilb. -i haline ait; -i halindeki.
accusative i., dilb. -i halindeki sözcük/sözcük grubu.
accuse f. suçlamak, itham etmek.
accused s. sanık.
accustom f. alıştırmak.
ace i. 1. isk. as, birli. 2. k. dili uzman, eksper. s., k. dili işinin ehli, as.
ace an exam f.
k. dili sınavda (dokuz ila on arasında) yüksek bir not almak.
acetone i. aseton.
acetylene i. asetilen.
ache i. ağrı, sızı, acı. f. ağrımak, sızlamak, acımak.
achieve f. başarmak, yapmak; elde etmek, kazanmak.
achievement i. 1. başarı. 2. elde etme, kazanma.
acid i. asit. s. 1. asit. 2. iğneleyici: an acid remark iğneleyici bir söz.
acknowledge f. 1. (bir gerçeği) kabul etmek. 2. (bir şeyin
acknowledgment alındığını/farkedildiğini)
i. 1. (bir gerçeği) kabul etme.bildirmek.
2. (bir şeyin
acne alındığını/farkedildiğini)
i. akne, ergenlik. bildirme. 3. tic. alındı.
acorn i. meşe palamudu.
acoustics i. akustik.
acquaint f. 1. bilgi vermek, haberdar etmek. 2. tanıtmak: This book is
acquaint o.s. with designed to acquaint
hakkında bilgi edinmek.its readers with new developments in the
field of genetic engineering. Bu kitabın amacı okuyucularına
acquaintance i. tanıdık, tanış.
genetik mühendisliği alanındaki yeni gelişmeleri tanıtmaktır.
acquiesce f. boyun eğmek, katlanmak, kabullenmek.
acquire f. 1. elde etmek, edinmek, almak. 2. kazanmak: acquire a bad
acquisition reputation kötü edinme,
i. 1. elde etme, bir şöhret kazanmak.
alma. 2. kazanma. 3. elde edilen şey,
acquisitive edinti.
s. bir şeyler elde etmeye çok hevesli, mal canlısı, açgözlü.
acquit f. (--ted, --ting) aklamak, temize çıkarmak, beraat ettirmek.
acquit o.s. well yüzünün akıyla çıkmak.
acquittal i. aklanma, beraat.
acre i. 0,404 hektarlık arazi ölçü birimi.
acrid s. acı, ekşi, keskin.
acrobat i. akrobat, cambaz.
acrobatic s. akrobatik.
acrobatics i. akrobatlık, cambazlık.
acronym i. birkaç kelimenin baş harflerinin veya ilk hecelerinin
across birleşmesiyle meydana
edat 1. bir tarafından gelen
öbür kelime:
tarafına: HeNATO, UNESCO.
stretched a rope across
the river. Nehrin bir tarafından öbür tarafına bir ip gerdi. 2.
karşısında: Serra lives across the street from us. Serra
karşımızda oturuyor. z. karşıdan karşıya: Walking across this
street is a problem. Bu caddede karşıdan karşıya geçmek bir
across the board herkesi aynı derecede etkileyen (ücret/vergi).
across the way yolun öte tarafında, karşı tarafta.
act i. 1. hareket, eylem. 2. kanun, yasa. 3. tiy. bölüm, perde. 4. rol
act as yapma,
başkasının oyun. f. 1. rol yapmak.
vazifesini yapmak, oynamak. 2. harekete geçmek.
3. davranmak, davranışta bulunmak. 4. on/upon kim. -e
act in unison birlikte hareket etmek.
etkimek. 5. k. dili numara yapmak, yalandan yapmak: He isn´t
act on a suggestion yapılan
really ill;teklife göre
he´s just davranmak.
acting. Gerçekten hasta değil; numara
act on s.o.´s advice yapıyor.
birinin sözüne uymak, birinin sözüne göre hareket
act up etmek/davranmak.
yaramazlık etmek, gösteriş yapmak.
acting i. oyunculuk. s. vekâlet eden, vekil: acting president başkan
action vekili.
i. 1. hareket, eylem. 2. etki.
activate f. 1. harekete geçirmek, hareketlendirmek. 2. harekete geçmek,
activation hareketlenmek.
i. 1. harekete geçirme, hareketlendirme. 2. harekete geçme,
active hareketlenme.
s. 1. faal, hareketli, aktif. 2. dilb. etken.
active service askerlik hizmeti.
active verb dilb. etken fiil.
activism i. eylemcilik.
activist i. eylemci.
activity i. faaliyet, etkinlik.
actor i. aktör, oyuncu.
actress i. aktris, kadın oyuncu.
actual s. gerçek, doğru.
actuality i. gerçek, hakikat.
actually z. aslında; gerçekten.
acumen i. çabuk kavrama yeteneği, keskin zek­â.
acupuncture i. akupunktur.
acute s. 1. keskin. 2. tıb. akut, hâd. 3. tiz.
acute angle geom. dar açı.
acute angle geom. dar açı.
AD kıs. Anno Domini M.S. (milattan sonra), İ.S. (İsa´dan sonra).
ad i. ilan, reklam.
adage i. atasözü.
Adam i. Âdem Baba, Âdem. Adam´s apple anat. âdemelması.
adamant s. son derece kararlı, katı.
adamantly z. inatla, katı bir şekilde.
adapt f. 1. uyarlamak, adapte etmek. 2. alışmak, intibak etmek.
adapt o.s. to -e kendini alıştırmak.
adaptable s. yeni koşullara adapte olabilen/uyarlanabilen.
adaptation i. 1. uyarlama, adaptasyon. 2. alışma, intibak.
adapter i. 1. elek., mak. adaptör. 2. uyarlayıcı, adapte eden.
adaptor i., bak. adapter.
add f. 1. eklemek, ilave etmek; katmak. 2. toplamak.
add fuel to the flames k. dili yangına körükle gitmek.
add spice to k. dili -i canlandırmak, -i ilginçleştirmek.
add up 1. toplamak. 2. k. dili makul olmak, akla yakın olmak.
add up to 1. -e varmak, (bir yekûn) tutmak. 2. k. dili ... anlamına gelmek:
addendum What it adds up(ıden´dı)
çoğ. ad.den.da to is thati.you´re notilave
ilave, ek; coming. Gelmeyeceksin
edilecek şey/söz.
anlamına geliyor.
addict i. bağımlı, müptela; tiryaki: drug addict uyuşturucu bağımlısı.
addict cigarette
f. alıştırmak.addict sigara tiryakisi.
adding machine hesap makinesi.
addition i. 1. ekleme, ilave. 2. ek, ilave. 3. mat. toplama.
additional s. biraz daha, ilave edilen, eklenilen.
additive i. 1. katkı. 2. katılan kimyasal madde, katkı maddesi. s.
addled toplamsal,
s. 1. sersem, ilave olunacak.
şaşkaloz. 2. cılk (yumurta).
address i. 1. (veya ä´dres) adres. 2. söylev, nutuk. f. 1. hitap etmek. 2.
address a remark to adres
(birine)yazmak.
bir söz yöneltmek.
addressee i. alıcı, kendisine mektup/paket gönderilen kimse.
adduce f. (kanıt) ileri sürmek.
adept s. (at/in) usta, çok becerikli; mahir. i. (ä´dept) usta, işinin ehli.
adequacy i. yeterlilik, kifayet.
adequate s. yeterli, kâfi.
adhere f. to 1. -e yapışmak. 2. -e sadık kalmak, -e bağlı kalmak.
adherence i. 1. yapışma. 2. bağlılık.
adherent i. taraftar, yandaş.
adhesion i. 1. yapışma. 2. to -e bağlı kalma, -e sadık kalma, -e uyma.
adhesive s., i. yapışkan, yapıştırıcı.
adhesive tape (yapıştırıcı) bant.
adj. kıs. adjacent, adjective, adjustment.
adjacent s. (to) (-e) bitişik, bitişikteki; komşu.
adjective i., dilb. sıfat.
adjoin f. bitişik olmak.
adjoining s. bitişik, bitişikteki, yan, yandaki.
adjourn f. 1. oturuma son vermek. 2. (toplantı/oturum) sona ermek,
adjust bitmek. 3. (bir ayarlamak.
f. ayar etmek, başka yere) geçmek.
adjust o.s. to kendini -e alıştırmak.
adjustment i. 1. ayarlama. 2. kendini alıştırma. 3. tic. tazminat miktarının
administer sigortalı ve sigortacı
f. yönetmek, arasında kararlaştırılması.
idare etmek.
administer an oath yemin ettirmek, ant içirmek.
administration i. yönetim, idare.
administrative s. idari, yönetimle ilgili, yönetimsel.
administrator i. yönetici, idareci.
admirable s. takdire değer, beğenilecek, çok güzel.
admiral i. amiral.
admiration i. takdir, beğenme.
admire f. takdir etmek, beğenmek; hayran olmak, hayran kalmak.
admirer i. takdir eden, beğenen; hayran.
admiring s. takdir ettiğini belirten; hayran, hayranlık gösteren.
admissible s. kabul edilebilir.
admission i. 1. içeri alma; kabul; giriş. 2. giriş ücreti, giriş. 3. itiraf.
Admission free. Giriş serbest.
admit f. (--ted, --ting) 1. içeri almak, almak; kabul etmek: They won´t
admit of admit
imkânyou. Seni içeri sokmazlar. 2. itiraf etmek.
vermek.
admittance i. kabul; giriş.
admonish f. tembih etmek; kulağını çekmek.
admonition i. tembih; kulağını çekme.
admonitory s. uyarı niteliğinde.
ado i. insanı yoran hazırlıklar; koşuşmalar.
adolescence i. ergenlik, ergenlik çağı.
adolescent s., i. ergen, ergenlik çağında olan (genç).
adopt f. 1. evlat edinmek. 2. edinmek, benimsemek.
adopted child evlatlık, manevi evlat.
adopted child evlat edinilmiş çocuk, evlatlık.
adoption i. 1. evlat edinme. 2. edinme, benimseme.
adorable s. tapınılacak, çok güzel ve sevimli.
adoration i. tapınma, çılgınca sevme.
adore f. 1. tapınmak, tapmak, çılgınca sevmek. 2. (Allaha) tapınmak,
adorn tapmak.
f. süslemek, donatmak, donamak.
adornment i. 1. süsleme. 2. süs.
adrift s.
adroit s. usta, çok becerikli.
adsorb f., kim. adsorbe etmek.
adsorbent i., s. adsorban.
adsorption i., kim. adsorpsiyon.
adult s., i. yetişkin; huk. ergin, reşit.
adulterate f. içine yabancı madde katmak.
adulterer i. zina yapan erkek.
adulteress i. zina yapan kadın.
adultery i. zina.
adv. kıs. adverb.
advance i. 1. ilerleme, ileri gitme. 2. yaklaşım; teklif. 3. tic. avans. f. 1.
advanced ilerletmek;
s. ilerlemiş,ilerlemek.
ileri. 2. artmak; artırmak. 3. avans vermek. 4.
ileriye almak. 5. yardım etmek. 6. terfi ettirmek; terfi etmek. s.
advanced in years yaşlı. a child who´s advanced for his age yaşına göre çok bilgili
ileri, ileride bulunan.
advanced in years bir çocuk.
yaşlı.
advancement i. ilerleme.
advantage i. 1. avantaj, üstünlük sağlayan şey. 2. yarar, fayda.
advantageous s. avantajlı, yararlı, faydalı.
advent i. geliş, varış.
adventure i. macera, serüven.
adventurer i. 1. serüvenci, maceracı. 2. dolandırıcı, dalavereci.
adventuresome s., bak. adventurous.
adventurous s. 1. maceracı, maceraperest. 2. maceralı.
adverb i., dilb. zarf, belirteç.
adversary i. 1. spor, isk. rakip. 2. düşman.
adverse s. 1. kötü, elverişsiz. 2. menfaatine aykırı, aleyhte.
adversity i. 1. zorluk, güçlük, sıkıntı. 2. sıkıntılı bir durum/zaman.
advertise f. 1. reklamını yapmak. 2. ilan etmek.
advertise for s.o. ilan aracılığıyla eleman aramak.
advertisement i. ilan, reklam.
advertising i. reklamcılık.
advertising agency reklam ajansı.
advertize f., bak. advertise.
advertizement i., bak. advertisement.
advertizing i., bak. advertising.
advice i. nasihat, öğüt, tavsiye.
advisable s. akıllıca, makul, doğru.
advise f. 1. tavsiye etmek, öğütlemek. 2. tic. bildirmek. ill-advised s.
adviser akılsız, tedbirsiz.
i. danışman, müşavir; akıl hocası; rehber, kılavuz.
advisor i., bak. adviser.
advisory s.
advisory committee danışma kurulu.
advocate f. desteklemek, savunmak.
advocate i. 1. savunucu. 2. huk. avukat.
adz i. keser.
adze i., bak. adz.
Aegean s. Ege.
aerial i. 1. anten. 2. havai.
aerial view havadan görünüş.
aerobics i., s. aerobik.
aerodrome i., İng. havaalanı, havalimanı.
aerogramme i. hava mektubu.
aeroplane i., İng., bak. airplane.
aerosol i. sprey tüpü, aerosol.
aesthete i. estet.
aesthetic s., i. estetik.
aesthetics i. estetik.
aestival s. yaza özgü.
afar z.
afar off çok uzakta.
affable s. rahat, dostça ve sokulgan.
affair i. 1. sorun, mesele, iş. 2. k. dili şey (makine/eşya). 3. k. dili olay,
affect skandal.
f. 1. etkilemek, tesir etmek; dokunmak. 2. (hastalık) zarar
affect ignorance vermek: My arm isbilmezlikten
cahillik taslamak, affected. Hastalık
gelmek.koluma yayıldı. 3. gibi
görünmek, yalancıktan (bir şey) yapmak.
affectation i. sahte tavır, yapmacık.
affected s. 1. (hastalıktan) zarar görmüş. 2. sahte, yapmacık, yapmacıklı.
affection i. muhabbet, şefkat, sevgi.
affectionate s. sevgisini gösteren; şefkatli, sevecen, sevgi dolu.
affidavit i., huk. yeminli ve yazılı ifade.
affiliate f. bağlamak.
affiliate i. (başka bir şirkete) bağlı olan şirket.
affiliate o.s. with ile bağ/ilişki kurmak.
affiliated s. bağlı.
affiliation i. bağlantı, ilişki.
affinity i. 1. benzerlik, benzer taraf. 2. sempati; sevgi.
affirm f. doğrulamak, tasdik etmek.
affirmation i. doğrulama, tasdik.
affirmative s. olumlu. i. olumlu cevap.
affix f. 1. takmak; yapıştırmak. 2. (imza) atmak; (mühür) basmak.
affix i., dilb. önek veya sonek.
afflict f. 1. acı vermek, ıstırap vermek. 2. başına bela olmak.
afflicted s. (zihinsel/bedensel bakımdan) özürlü.
affliction i. dert; hastalık.
affluence i. zenginlik, refah.
affluent s. zengin, gönençli.
afford f. 1. mali gücü yetmek, (bir şey için) parası olmak. 2. (bir şeyi)
affront zarar
i. görmeden
hakaret, küçükyapabilmek: You can´t
düşüren davranış. afford etmek,
f. hakaret to makeküçük
him
angry. Onu kızdırabilecek durumda değilsin sen.
düşürmek.
Afghan i. Afganlı, Afgan. s. 1. Afgan. 2. Afganlı.
Afghanistan i. Afganistan.
afield z. kıra, kırda, evden uzak.
afire s. tutuşmuş; alevler içinde.
afloat z.
afraid s.
afresh z. yeniden.
Africa i. Afrika.
African i. Afrikalı. s. 1. Afrika, Afrika´ya özgü. 2. Afrikalı.
after edat 1. -den sonra. 2. için, yüzünden; -den dolayı. 3. ardından:
after a fashion After
şöylethem
böyle. came the giraffes. Onların ardından zürafalar geldi.
s. sonraki. z. sonra. a painting after Reubens Rubens´in
after all bununla birlikte, yine de, buna rağmen.
üslubunda bir resim. a person after my own heart kalbimi
after all nihayet. bir kimse. at a quarter after four dördü çeyrek geçe.
fetheden
after the dust has settled six months
1. toz after altı
dağıldıktan ay sonra.
sonra. 2. ortalık sakinleşip herkes kendine
after the fashion of geldikten sonra, ortalık
... gibi, ... tarzında. yatıştıktan sonra.
afterlife i. ahret, öbür dünya.
aftermath i. (kötü) sonuç.
afternoon i. öğleden sonra.
aftershave i. tıraş losyonu.
aftertaste i. ağızda kalan tat.
afterthought i. sonradan akla gelen düşünce.
afterward z., bak. afterwards.
afterwards z. sonra, sonradan.
again z. tekrar, yine, bir daha.
against edat 1. karşı: against the current akıntıya karşı. a vaccine
against nature against
doğayathe flu gribe karşı bir aşı. 2. aleyhinde, karşı: a vote
aykırı.
against the president başkanın aleyhinde bir oy. I´m against it.
against s.o.´s will birinin isteğine karşı.
Ona karşıyım.
agave i., bot. agave, agav, Agave.
age i. 1. yaş. 2. çağ, devir.
age limit yaş haddi.
age limit yaş haddi.
aged s. 1. (eycd) yaşında: a girl aged four dört yaşında bir kız. 2. (ey
ageless ´cîd) yaşlı, ihtiyar. 3.
s. 1. yaşlanmayan, (ey´cîd) yıllanmış;
ihtiyarlamayan. eski.
2. eskimeyen.
agency i. 1. acente; ajans: travel agency seyahat acentesi. news
agenda agency
i. gündem. haber ajansı. 2. devlet dairesi.
agent i. 1. acente, temsilci. 2. ajan.
agent provocateur çoğ. a.gents pro.vo.ca.teurs (^jan´ prôvôk^tör´) provokatör,
agglomerate kışkırtıcı ajan.
i. aglomera.
agglomeration i. aglomerasyon.
aggrandise f., İng., bak. aggrandize.
aggrandisement i., İng., bak. aggrandizement.
aggrandize f. büyütmek.
aggrandizement i. büyütme.
aggravate f. 1. kötüleştirmek, zorlaştırmak, ağırlaştırmak, şiddetlendirmek:
aggregate Don´t scratch
i. 1. toplam. 2.that sore; you´ll aggravate it. O yarayı kaşıma,
agrega.
azdırırsın. aggravate a problem bir sorunu ağırlaştırmak.
aggression i. saldırganlık.
aggravate the pain acıyı şiddetlendirmek. 2. k. dili kızdırmak.
aggressive s. saldırgan.
aggressor i. saldırgan, saldıran.
aggrieved s. incitilmiş; mağdur.
aghast s. dehşet içinde, donakalmış.
agile s. çevik.
agility i. çeviklik.
agility of mind zekâ kıvraklığı.
agitate f. 1. çalkalamak, çalkamak; karıştırmak. 2. heyecanlandırmak.
agitated 3. ruhb.
s. 1. ajite etmek.
heyecanlı. 4. sallamak.
2. ruhb. ajite.
agitation i. 1. çalkalama, çalkama; ajitasyon. 2. heyecan. 3. ruhb.
ajitasyon. 4. sallama.
agitator i. 1. kışkırtıcı, tahrikçi, provokatör; eylemci, kampanyacı. 2.
aglow ajitatör,
s. parlak.çalkalayıcı, karıştırıcı: washing machine agitator
çamaşır makinesi pervanesi/pülsatörü.
ago z. önce, evvel: a long time ago çok zaman önce.
agonise f., İng., bak. agonize.
agonize f. ıstırap çekmek.
agony i. ıstırap.
agree f. 1. razı olmak, rıza göstermek; mutabık olmak. 2. hemfikir
agreeable olmak.
s. 1. hoş, 3. iyi.
anlaşmak,
2. razı. iyi geçinmek. 4. (bir şey) (başka bir şeye)
uymak, (bir şey) (başka bir şeyi) tutmak. 5. uygun olmak, -e
agreement i. anlaşma, sözleşme.
göre olmak.
agricultural s. tarımsal, zirai.
agricultural credit tic. tarım kredisi.
agriculture i. tarım, ziraat.
agriculturist i. çiftçi.
aground z.
AH kıs. Anno Hegirae hicri.
ah ünlem 1. Ah! (Özlem/beğenme/pişmanlık/öfke/sevgi belirtir.). 2.
ahead Ah!/Of! (Acı belirtir.). 3. Vay! (Şaşkınlık belirtir.).
z. ileri, ileride.
ahead of time erken.
AIDS i., tıb. AIDS.
aid i. 1. yardım. 2. yardımcı. f. yardım etmek.
Aids i., tıb., bak. AIDS.
ail f. hasta olmak, rahatsız olmak.
ailing s. hasta, rahatsız.
ailment i. hastalık, rahatsızlık.
aim i. amaç, gaye, maksat. f. nişan almak.
aim at 1. (silahı) (birine/bir yere) doğrultmak. 2. (bir şeyi) (bir yere)
aim to fırlatmak.
... niyetinde olmak.
aimless s. amaçsız.
air i. 1. hava. 2. nağme. 3. tavır. f. 1. havalandırmak. 2. herkese
air base söylemek.
hava üssü.
air brake hava freni, havalı fren.
air compressor hava kompresörü.
air filter hava filtresi.
air force hava kuvvetleri.
air force hava kuvvetleri.
air pollution hava kirliliği.
air pressure hava basıncı.
air raid hava saldırısı.
air shaft hava boşluğu, aydınlık.
airborne s. 1. havadan gelen (mikrop, toz v.b.). 2. havadan nakledilen. 3.
air-conditioned uçmakta
s. klimalı.olan.
air-conditioner i. klima.
aircraft i. uçak; uçaklar.
aircraft carrier uçak gemisi.
airfield i. havaalanı.
airlift i. hava köprüsü. f. hava yoluyla taşımak/götürmek.
airline i. havayolu.
airliner i. yolcu uçağı.
airmail i. uçak postası.
airmail letter uçak mektubu.
airplane i. uçak.
airplane crash uçak kazası.
airport i. havalimanı, havaalanı.
airstrip i. uçuş pisti.
airtight s. hava geçirmez.
airways i. havayolları.
airy s. 1. havai. 2. havadar. 3. hava gibi hafif. 4. hayali. 5. çalım
airy-fairy satan,
s., İng.,kendine birpratik
k. dili hiç hava olmayan,
veren. 6. çevik, canlı, şen.fantezi.
hayal mahsulü,
aisle i. sıralar arası yol, geçenek.
ajar z. aralık, az açık (kapı).
akin s. benzer, yakın: Her speech is akin to poetry. Söyledikleri şiire
alabaster benziyor.
i. albatr, kaymaktaşı.
alacrity i. neşe ve çeviklik, şevk.
alarm i. 1. korku; dehşet. 2. alarm, tehlike işareti: fire alarm yangın
alarm clock zili,
çalaryangın
saat. alarmı. f. 1. tehlikeden haberdar etmek. 2.
korkutmak; dehşete düşürmek.
alarm clock çalar saat.
alas ünlem Eyvah!/Yazık!
Albania i. Arnavutluk.
Albanian s., i. 1. Arnavut. 2. Arnavutça.
albeit bağ. ... de olsa: He is, in short, a boor, albeit an educated one.
albino Kısacası, tahsillialbinos,
i. akşın, albino, de olsa,çapar.
hödüğün biri. She´s learning French,
albeit painfully. Zorlukla da olsa Fransızcayı öğreniyor. It was a
album i. albüm.
beautiful, albeit a worthless, coin. Değersiz de olsa güzel bir
alcohol i. 1. alkol. 2. alkol, alkollü içki.
paraydı.
alcoholic s. alkollü. i. alkolik.
alcoholism i. alkolizm.
alcove i. (duvarda bulunan) niş, oyuk; hücre gibi ve kapısız ufak oda.
ale i. bir çeşit bira.
alembic i. imbik.
alert s. uyanık, tetikte olan.
alfresco s. açık havada yapılan, açık hava. z. açık havada.
alga çoğ. al.gae (äl´ci) i. alg.
algebra i., mat. cebir.
Algeria i. Cezayir.
Algerian s. 1. Cezayir, Cezayir´e özgü. 2. Cezayirli. i. Cezayirli.
alias i. takma isim; başka ad. z. namı diğer: Cavit alias the Bear Cavit
alibi namı diğer
i. 1. huk. Ayı. suçun işlendiği sırada başka yerde bulunduğu
sanığın,
alien şeklindeki
i. yabancı, ecnebi. 2. k. dili bahane, mazeret.
iddiası.
alienate f. soğutmak, uzaklaştırmak.
alight f. konmak, inmek.
align f. 1. aynı hizaya getirmek. 2. sıraya koymak.
align o.s. with birinin saffına geçmek.
alignment i. 1. aynı hizaya getirme. 2. sıraya koyma.
alike s. birbirine benzer: We´re alike in many ways. Birçok bakımdan
alimentary birbirimize
s. beslenmeye benziyoruz. z. 1. eşit bir şekilde: Treat them alike.
ait; besleyici.
Onlara eşit bir şekilde davran. 2. hem ..., hem ...: rich and poor
alimentary canal anat. sindirim aygıtı.
alike hem zenginler, hem fakirler.
alimony i. nafaka.
alive s. sağ, canlı, hayatta, diri.
alkali i., kim. alkali.
all s. bütün, tüm; hepsi: All roses have thorns. Bütün güller
all along dikenlidir.
öteden beri;He hep
worked all her
böyle, day.zaman.
Bütün gün çalıştı. i. hepsi: All of us
went. Hepimiz gittik. Pour it all out. Hepsini dök. z. tamamıyla:
He was all alone. Yapayalnızdı. dressed all in red tepeden
tırnağa kırmızılar içinde.The score was six all, with two minutes
remaining. Maçın bitimine iki dakika kala 6-6 berabereydiler.
all along 1. boyunca. 2. k. dili baştan, başından beri.
all along the line sıra boyunca.
all at once hep birden.
all at once birden, birdenbire.
all but az daha; -den başka.
all but 1. -den gayri hepsi, ... dışında hepsi: We have interviewed all
all day but twogün.
bütün of the candidates. Adayların ikisi dışında hepsiyle
görüştük. 2. az kalsın, neredeyse: She was so angry that she all
all in a tumble altüst, karmakarışık.
but slapped me. O kadar kızdı ki beni neredeyse tokatlayacaktı.
all in one hem ... hem de ...: He´s the Minister of Defense and the
all manner of Minister
her çeşit.of Education all in one. Hem Savunma Bakanı, hem de
Eğitim Bakanıdır.
all night long bütün gece, sabaha kadar.
all of a sudden birdenbire, birden, ani olarak, aniden, ansızın.
all of a sudden birdenbire, aniden, ansızın.
all over tamamen; bitmiş; tekrar, baştan.
All right! k. dili Aferin!/Yaşa be!/Çok iyi!/Harika!
All right. k. dili Peki./Tamam.: All right, I´ll come. Peki, gelirim.
all round bütünüyle, her şey göz önünde tutulursa.
All that glitters is not gold. Parlayan her şey altın değildir./Görünüşe aldanmamalı.
All the best! 1.(mektubun sonunda) En iyi dileklerimle! 2. Yolun açık olsun!
all the better daha iyi.
all the ins and outs of 1. (bir konunun/işin) tüm ayrıntıları, (bir şeyin) girdisi çıktısı. 2.
all the livelong night (bir
hiç yerin) her tarafı/yeri.
bitmeyecekmiş gibi gelen bir gece boyunca.
all the rest kalanların hepsi.
all the same hepsi bir.
all the same bununla birlikte.
all the time her zaman, daima, hep.
all the way 1. başından sonuna kadar. 2. tamamen.
all the while belirli bir müddetin başından sonuna kadar: She wasn´t
all the year round surprised because she´d known it all the while. Baştan bildiği
tüm yıl boyunca.
için şaşırmamıştı.
all there k. dili aklı başında.
all things considered her şey göz önüne alınırsa.
all told yekûn olarak.
all too soon pek erken, zamansız.
All´s fair in love and war. Aşkta ve savaşta her şey mubahtır.
Allah i. Allah.
all-around s. her alanda başarılı; pek çok yeteneği olan: an all-around
allay student dört dörtlük
f. yatıştırmak, bir öğrenci.
hafifletmek: allay s.o.´s fears birinin endişelerini
allegation yatıştırmak.
i. iddia.
allege f. iddia etmek.
allegiance i. sadakat, bağlılık.
allegorical s. alegorik.
allegory i. alegori.
all-embracing s. her şeyi saran.
allergic s. alerjik.
allergy i. alerji.
alleviate f. azaltmak; hafifletmek; kısmen gidermek.
alley i. dar sokak, ara yol.
alliance i. 1. pol. ittifak, anlaşma. 2. birleşme, müttefiklik.
allied s. 1. müttefik, birleşik. 2. benzer. 3. with/to -e bağlı. 4. with/to
alligator ile beraber.timsahı.
i. amerika
all-inclusive s. her şeyi kapsayan.
all-night s. 1. bütün gece süren (bir olay). 2. bütün gece açık olan
all-nighter (lokanta, dükkân
i., k. dili bütün gecev.b.).
süren bir olay.
allocate f. ayırmak, tahsis etmek.
allocation i. tahsisat.
allot f. (--ted, --ting) ayırmak, tahsis etmek; (süre) vermek/tanımak.
allotment i. 1. ayırma, tahsis. 2. ayrılmış/tahsis edilmiş şey, pay.
allow f. izin vermek, müsaade etmek.
allow for -i hesaba katmak.
allowable s. yapılması uygun görülen, yapılmasında sakınca olmayan,
allowance mubah.
i. harçlık.
alloy i. alaşım.
all-purpose s. pek çok işe yarayan; çok kullanışlı.
all-right s., k. dili iyi, kafadar, kafa dengi.
all-round s., İng., bak. all-around.
all-rounder i., İng. her alanda başarılı kimse.
allspice i. yenibahar.
allude f. to üstü kapalı bir şekilde -den bahsetmek, kastetmek; ima
allure etmek,
i. cazibe, anıştırmak.
çekicilik, albeni.
alluring s. cazibeli, çekici, alımlı.
allusion i. anıştırma.
ally i., pol. müttefik.
ally o.s. with/to ile birleşmek.
alma mater bir kimsenin mezun olduğu okul, lise veya üniversite.
almanac i. almanak.
almighty s. her şeye gücü yeten.
almond i. badem.
almost z. 1. hemen hemen: This picture´s almost done. Bu resim
alms hemen
i. sadaka. hemen bitti. 2. az kaldı, az kalsın, az daha, neredeyse:
He almost died. Az kaldı ölecekti.
alone s. yalnız; kimsesiz. z. yalnız, yalnız başına, tek başına.
along edat boyunca: along the river ırmak boyunca. z. with ile
alongside beraber: He came
edat 1. yanına; along with
yanında. us.bordasına;
2. den. Bizimle beraber geldi.
bordasında.
aloof s. soğuk, uzak duran. z. uzak, uzakta.
aloud z. yüksek sesle.
alphabet i. alfabe, abece.
alphabetic s., bak. alphabetical.
alphabetical s. alfabetik, alfabe sırasına göre dizilmiş: The words are in
alpine alphabetical order. Kelimeler
s. 1. yüksek dağlara alfabe
özgü. 2. ağaç sırasınaüstündeki
sınırının göre dizilmiş.
bölgeye
already özgü.
z. 1. şimdiden, halen (Türkçede genellikle çevirisiz kalır.): You
alright ´re too
s., k. late;
dili, bak.he´s already
All right., Allgone. Geç
right!, kaldın;be
all-right, gitti. 2.
all right.
Beklenenden daha erkeni göstermek için kullanılır: Has he
also z. bir de: You´ll need pliers. You´ll also need tape. Sana
finished already? Bu kadar erken mi bitirdi? 3. daha önce: As I
kerpeten
bilg.already lazım. Bir
ek karakter de bant. It was cold and it was also wet.
Alt key ´ve seentuşu.
it, there´s no need for me to come. Daha önce
Hava soğuktu ve bir de yağmurluydu.
altar gördüğüme
i. sunak. göre gelmeme gerek yok.
alter f. değiştirmek; değişmek.
alterable s. değiştirilebilir.
alteration i. 1. değiştirme; değişme. 2. değişiklik.
alternate s. 1. birbirini sırayla izleyen (şeyler). 2. bot. almaşık, alternatif.
alternate 3. 1.
f. alternatif, başka. i. başkasının
-i nöbetleşe/sırayla yapmak. yerine geçebilen
2. -in birbirini kimse,
sırayla yedek.
izlemesini
alternately sağlamak; (with)
z. nöbetleşe; sıra ile.birbirini sırayla izlemek/takip etmek: In her
speech she alternates the stilted with the vulgar. Konuşmasında
alternating current elek. almaşık akım.
kitabi ve adi sözler birbirini izler. 3. between (iki durum)
arasında gidip gelmek: He alternates between dissipation and
mortification. Ya sefahat, ya riyazet içinde yaşıyor o. alternating
current elek. dalgalı akım, alternatif akım.
alternation i. 1. nöbetleşe/sırayla yapma. 2. birbirini sırayla izlemesini
alternative sağlama;
i. seçenek,birbirini sırayla
alternatif, şık: izleme.
We had no alternative. Başka çaremiz
alternator kalmamıştı./Yapacak
i., elek. alternatör. başka bir şey yoktu. s. diğer, başka.
although bağ. -diği halde, ise de, olmakla beraber: Although he´s old he
altimeter ´s a good dancer.
i. altimetre, Yaşlı olduğu halde iyi dans eder. Although I
yükseklikölçer.
tried hard it didn´t do much good. Çok gayret ettimse de pek
altitude i. yükseklik; irtifa; yükselti, rakım.
işe yaramadı. Although the teacher was strict, the students
altogether z.
weretamamıyla,
happy. Hocabütünüyle.
sert olmakla beraber öğrenciler mutluydu.
alum i. şap.
aluminium i., İng., bak. aluminum.
aluminum i. alüminyum.
alumna çoğ. a.lum.nae (ıl^m´ni) i. bir okul, lise veya üniversite mezunu
alumnus kız.
çoğ. a.lum.ni (ıl^m´nay) i. bir okul, lise veya üniversite mezunu
always erkek.
z. daima, her zaman.
always excepting her zaman olduğu gibi ... hariç: Everybody came on time
am always
f., bak. excepting
be. Levent. Her zaman olduğu gibi Levent hariç
herkes vaktinde geldi.
AM kıs. Artium Magister (hümaniter bilimlerde master derecesinin
AM, am kısaltması).
kıs. ante meridiem öğleden evvel (24.00-12.00 arasındaki
amalgam saatler için kullanılır.):
i., kim. malgama, 2:30 A.M. saat 2.30. 12 A.M. saat 24.00.
amalgam.
amalgamate f. birleştirmek; with ile birleşmek.
amass f. biriktirmek.
amateur i. amatör.
amaze f. hayrette bırakmak, hayrete düşürmek, şaşkına çevirmek.
amazement i. hayret.
amazing s. insanı şaşırtan, insanı hayrete düşüren, şaşırtıcı.
ambassador i. büyükelçi.
ambassadress i. 1. sefire, (kadın) elçi. 2. sefire, elçi karısı.
amber i. kehribar.
ambidextrous s. iki elini aynı şekilde kullanabilen.
ambience i. atmosfer, hava, ambiyans.
ambiguity i. birden fazla anlama gelme; belirsizlik.
ambiguous s. birden fazla anlama gelebilen; ne olduğu belirsiz.
ambition i. 1. bir şeyi başarma/elde etme tutkusu. 2. (uzun zamandır
ambitious güdülen)
s. büyük
1. bir şeyi amaç.
başarma/elde etme tutkusuyla yanıp tutuşan veya
ambivalent dolu.
s. birbirine zıt hisleri olan, karışıkolan,
2. büyük bir amacın ürünü büyük.
hisleri olan; değişken.
amble f. rahat rahat yürümek.
ambulance i. cankurtaran, ambülans.
ambush i. pusuya düşürme. f. pusuya düşürmek.
ameba i., zool., bak. amoeba.
ameliorate f. iyileştirmek.
amelioration i. iyileştirme.
amen ünlem âmin.
amenable s. uysal, yumuşak başlı; ikna edilebilen.
amend f. 1. düzeltmek. 2. (kuralı/tasarıyı) değiştirmek.
amendment i. 1. düzeltme, ıslah. 2. (kuralı/tasarıyı) değiştirme.
amends i.
amenity i. hayatı kolaylaştıran şey, rahatlık: This hotel has all sorts of
America amenities.
i. Amerika. Bu otelde her tür konfor var. the amenities görgü
kuralları.
American i. Amerikalı. s. Amerikan; Amerika, Amerika´ya özgü.
American leopard jaguar.
amiable s. cana yakın, sevimli.
amicable s. arkadaşça, dostça.
amid edat ortasına, ortasında, arasına, arasında.
amidst edat, bak. amid.
amiss z.
amity i. arkadaşlık, dostluk.
ammeter i. ampermetre, amperölçer.
ammonia i. amonyak, nışadırruhu.
ammunition i. cephane, mühimmat.
ammunition dump ask. cephede geçici cephanelik.
amnesia i. bellek yitimi, amnezi.
amnesty i. genel af.
amoeba i., zool. amip.
amoebic s. 1. amipli, amipten ileri gelen. 2. amibe benzeyen; amibe ait.
amok i.
among edat arasına, arasında, içinde.
amongst edat, bak. among.
amoral s. ahlakdışı.
amorous s. şehvetli; şehvet dolu.
amorphous s. 1. şekilsiz, biçimsiz; sınırları belli olmayan. 2. kim., biyol.
amortisation amorf.
i., İng., bak. amortization.
amortise f., İng., bak. amortize.
amortization i. amortisman.
amortize f. amorti etmek.
amount i. miktar. f. to 1. ile eşanlamlı olmak: It amounts to the same
ampere thing.
i., elek.Aynı kapıya çıkar. 2. toplamı (belirli bir miktar) olmak: It
amper.
amounts to fifty dollars. Toplam elli dolar ediyor.
amperemeter i., bak. ammeter.
amphetamine i. amfetamin.
amphibian i., zool. iki yaşayışlı hayvan.
amphibious s. 1. zool. iki yaşayışlı, amfibi. 2. amfibi, yüzergezer.
amphitheater i. amfiteatr.
amphitheatre i., İng., bak. amphitheater.
ample s. 1. bol, bol bol yetecek kadar. 2. geniş.
amplification i. 1. daha uzun/ayrıntılı bir şekilde söyleme. 2. amplifikasyon,
amplifier yükseltme.
i. amplifikatör, yükselteç.
amplify f. 1. daha uzun/ayrıntılı bir şekilde söylemek. 2. (sesini)
amplitude kuvvetlendirmek.
i. 1. bolluk. 2. genişlik.
amply z. bol bol yetecek kadar.
amputate f., tıb. (bir uzvu) kesmek.
amputation i., tıb. ampütasyon.
amputee i., tıb. bir uzvu kesilmiş kimse.
amuck i., bak. amok.
amulet i. muska, nazarlık, tılsım.
amuse f. eğlendirmek; oyalamak, güldürmek.
amusement i. eğlence.
amusing s. eğlendirici; oyalayıcı; güldürücü.
an s. (ünlülerden önce) bir.
an accomplished fact olmuş bitmiş bir şey.
an odd fish k. dili tuhaf bir adam.
an off street sapa bir sokak.
an open question çözülmemiş sorun.
an open question çözümlenmemiş sorun.
an open secret herkesçe bilinen bir sır.
anachronism i. anakronizm.
anaemia i., İng., tıb., bak. anemia.
anaesthesia i., İng., bak. anesthesia.
anaesthesiologist i., İng., bak. anesthesiologist.
anaesthetic i., s., İng., bak. anesthetic.
anaesthetist i., İng., bak. anesthetist.
anaesthetize f., İng., bak. anesthetize.
anal s. anal.
analgesia i. acı yitimi, analjezi.
analgesic s., i. ağrı kesici, analjezik.
analogous s. benzer, paralel; benzeşen.
analogue i. benzer şey, benzeş.
analogue computer örneksel bilgisayar.
analogy i. benzerlik, paralellik; benzeşim.
analyse f., İng., bak. analyze.
analysis i. tahlil, çözümleme, analiz.
analytic s. tahlili, çözümsel, çözümlemeli, analitik.
analytical s., bak. analytic.
analyze f. tahlil etmek, çözümlemek, analiz etmek.
anarchic s. anarşik.
anarchism i. anarşizm.
anarchist i. anarşist.
anarchy i. anarşi.
anathema i. 1. aforoz, lanetleme. 2. aforoz edilmiş kimse.
Anatolia i. Anadolu.
Anatolian i. Anadolulu. s. 1. Anadolu, Anadolu´ya özgü. 2. Anadolulu.
anatomical s. anatomik, anatomiyle ilgili.
anatomy i. anatomi; gövde yapısı; gövdebilim.
anc kıs. ancient.
ancestor i. ata, cet.
ancestral s. atalara ait, soysal.
ancestry i. soy.
anchor i. demir, çapa, lenger.
anchor man TV (erkek) sunucu.
anchor person TV sunucu.
anchor woman TV (kadın) sunucu.
anchorage i. demirleme yeri.
anchovy i. ançüez.
ancient s. 1. antik. 2. çok eski, çok eski bir zamandan kalma. 3. k. dili
ancient Greek yaşlı, ihtiyar.
1. Grekçe, Grek dili, eski Yunanca. 2. Grek, eski Yunanlı: the
ancillary ancient
s. yardımcı.Greeks Grekler. 3. Grek, eski Yunan, Greklere özgü. 4.
Grekçe, eski Yunanca (yazı/söz).
and bağ. ve; ile: mice and men fareler ve insanlar. knife and fork
And how! bıçakla
Hem deçatal.nasıl!He looked and ran away. Baktı ve kaçtı.
and rightly so ... ve haklıydı da, ... ve iyi de etti: He scolded him for his
and so forth negligence,
falan, filan, and rightly
vesaire, ve so. İhmalkârlığından dolayı onu azarladı
benzerleri.
ve haklıydı da.
and so forth vesaire, ve başkaları.
and so on filan, v.s., v.b.
and so on/forth vesaire, ve benzerleri.
and such ve benzerleri: Orange trees, palms, and such should be kept
and suchlike under glass
k. dili ve in winter. Kışın portakal ağaçları, palmiyeler ve
benzerleri.
benzeri ağaçlar serada tutulmalı.
and vice versa ve tersine, ve aksine: The bigger the fish, the blander its taste,
and what have you/and what and vice versa. Balık büyüdükçe tadı yavanlaşır ve tersine.
k. dili vesaire.
not
and what´s more bir de, hem de, üstelik, ayrıca: She was wearing a pink cape
anecdotal and, what´s
s. fıkra more, she was carrying a pink poodle. Pembe bir
tarzında.
pelerin giymişti ve kucağında da pembe bir kaniş taşıyordu.
anecdote i. fıkra, hikâye, anekdot.
anemia i., tıb. kansızlık, anemi.
anesthesia i. duyum yitimi, anestezi.
anesthesiologist i. anestezi uzmanı.
anesthetic i., s. anestezik.
anesthetist i. narkozitör.
anesthetize f. narkoz vermek, uyuşturmak.
anew z. 1. yeniden fakat değişik bir şekilde. 2. tekrar, bir daha, gene,
angel yine, yeniden.
i. melek.
angelic s. melek gibi.
anger i. öfke, hiddet. f. kızdırmak, öfkelendirmek.
angina i., tıb. bir çeşit kalp hastalığı.
angle i. 1. geom. açı. 2. (bir cisme ait) köşe. 3. k. dili bakış açısı, görüş
angle açısı.
f. 1. oltayla balık avlamak. 2. for (bir şeyi) kurnazlıkla elde
angle iron etmeye
köşebent çalışmak.
demiri.
angler i. oltayla balık tutan kimse.
angleworm i., zool. solucan.
Anglican s., i. Anglikan.
angling i. oltayla balık avlama.
Anglo-Saxon s., i. Anglosakson.
Angola i. Angola.
Angolan s. 1. Angola, Angola´ya özgü. 2. Angolalı. i. Angolalı.
angora i. 1. angora, angora yün; tiftik. 2. ankarakedisi. 3. ankarakeçisi.
angry 4. ankaratavşanı.
s. öfkeli, hiddetli, kızgın; gücenik, dargın.
anguish i. ıstırap, acı, keder.
anguished s. acı dolu, kederli.
angular s. 1. köşeli. 2. mat., fiz. açısal. 3. kemikli, kemikleri belirgin.
animal i. hayvan. s. hayvani; hayvansal; hayvanca.
animal breeding hayvan besleme.
animal heat vücut sıcaklığı.
animal husbandry hayvancılık.
animal kingdom hayvanlar âlemi.
animal lover hayvansever.
animal magnetism çekicilik.
animal spirits canlılık, coşku.
animate f. hayat vermek, canlandırmak.
animated s. canlı; neşeli.
animated cartoon çizgi film.
animation i. 1. canlılık. 2. canlandırma.
animism i. canlıcılık, animizm.
animistic s. canlıcılıkla ilgili, canlıcı, animist.
animosity i. düşmanlık, husumet, kin.
anise i., bot. anason.
aniseed i. anason, anason tohumu.
ankle i. ayak bileği.
anklet i. 1. halhal. 2. kısa çorap, şoset.
annals i. 1. tarihi olaylar. 2. kronik, vakayiname.
annex i. ek bina, müştemilat.
annex f. ilhak etmek, katmak, eklemek.
annexation i. ilhak, katma.
annihilate f. yok etmek, imha etmek.
annihilation i. yok etme, imha.
anniversary i. yıldönümü.
annotate f. (bir metne) notlar eklemek.
announce f. bildirmek, ilan etmek.
announcement i. bildiri, ilan.
announcer i. spiker.
annoy f. taciz etmek, sıkıntı vermek; kızdırmak, sinirine dokunmak,
annoyance sinirlendirmek.
i. 1. kızgınlık. 2. baş belası, bela, sıkıntı veren şey/kimse.
annoying s. sıkıntı veren; sinir bozucu, sinir.
annual i. 1. yıllık, yılın olaylarını anlatan kitap. 2. bot. bir yıllık ömrü
annually olan
z. herbitki. s. 1. bir.
yıl; yılda yıllık, bir yıl için. 2. yılda bir yapılan; her yıl
yapılan; yıllık.
annuity i. belirli bir süre için her yıl ödenen ve emek karşılığı olmayan
annul maaş.
f. (--led, --ling) (yasa, yargı, sözleşme v.b.´ni) bozmak,
annulment feshetmek.
i. (yasa, yargı, sözleşme v.b.´ni) bozma, feshetme, fesih.
anode i. anot, artı uç.
anodyne i., s. ağrı kesici; yatıştırıcı.
anoint f. (kutsamak için) (başına) yağ sürmek, meshetmek.
anomalous s. 1. alışılmışın dışında, beklenene ters düşen, tuhaf, uygunsuz;
anomaly çelişkili.
i. anomali. 2. kuraldışı.
anonymity i. gerçek ismini saklama: The writer used a pen name to
anonymous preserve
s. isimsiz,his anonymity.
anonim, Yazar gerçek ismini saklamak için
imzasız.
takma ad kullandı.
anorak i., İng. anorak.
another s. 1. bir (şey) daha: another match bir kibrit daha. 2. başka,
answer başka
i. cevap,bir:yanıt;
another time f.
karşılık. başka sefer.
1. cevap 3. bir, ikinci
vermek, bir: This is
cevaplamak,
going to
yanıtlamak; be another
karşılık vermek. 2. to -e uymak: This manolacak.
Chernobyl. Bu ikinci bir Çernobil does not
answer back küstahça cevap vermek.
zam. 1. bir tane daha:
answer to the description Take of another! Bir tane
the suspect. daha sanığın
Bu adam al! 2. bir
answer for 1. hakkında teminat
başkası, vermek; sorumluluğunu üstlenmek: I´ll
eşkâline başkası:
uymuyor.You can´t sign for another. Başkasının yerine
answer in the affirmative answer
imza
olumlu for
cevap vermek.Güvenliğini üstüme alıyorum. 2. hesabını
his
atamazsın. safety.
vermek: You´ll have to answer for this. Bunun hesabını
answer the door kapıya bakmak: Who´ll answer the door? Kapıya kim bakacak?
vereceksin.
answer the telephone telefona bakmak: The telephone´s ringing; will you answer it?
answering machine Telefon çalıyor, bakar mısın?
telesekreter.
ant i. karınca.
antagonise f., İng., bak. antagonize.
antagonism i. husumet, kin, düşmanlık.
antagonist i. hasım, muhalif.
antagonize f. 1. kızdırmak. 2. düşman etmek.
Antarctic s. Antarktik.
Antarctica i. Antarktika.
antecedent s. (to) -den önce olan, -den önceki.
antecedents i., çoğ. atalar.
antelope i., zool. antilop.
antenna i. 1. anten. 2. çoğ.
antennae (änten´i) duyarga, anten.
anterior s. ön, öndeki; önceki.
anteroom i. bekleme odası.
anthem i. ilahi.
anthology i. antoloji, seçki.
anthropological s. antropolojik, insanbilimsel.
anthropologist i. antropolog, insanbilimci.
anthropology i. antropoloji, insanbilim.
anti edat, k. dili -e karşı, -in aleyhinde.
anti- önek karşı, anti-.
antiaircraft s. uçaksavar.
antiballistic s.
antiballistic missile füzesavar.
antibiotic i., s. antibiyotik.
anticipate f. 1. önceden tahmin edip ona göre davranmak; -den önce
anticipation davranmak.
i. 1. önceden2.tahmink. dili beklemek, gerçekleşeceğini
edip ona göre davranma; -den tahmin
önce
etmek/kestirmek.
davranma. 2. (bir şeyin olabileceğini) önceden tahmin etme. 3.
anticlockwise s., z., İng., bak. counterclockwise.
k. dili dört gözle bekleme.
anticorrosive i., s. antikorosif.
antics i. maskaralıklar; tuhaf davranışlar.
antidepressant i., s. antidepresan.
antidote i., tıb. antidot, panzehir; çare.
antifreeze i. antifriz.
antihistamine i. antihistamin.
antiknock s. detonasyon kesici (madde).
antimissile s., i. roketsavar.
antipathy i. antipati.
antiperspirant s., i. ter kesici.
Antipodes i.
antiquated s. çağdışı, köhne.
antique s. 1. antik, ilk çağlardan kalma. 2. antika. i. antika.
antique dealer antikacı.
antique shop antika dükkânı, antikacı.
antiquity i. 1. antikite, antik çağlar, ilk çağlar. 2. antikite, antik çağlardan
antiseptic kalma bir şey.
s., i. antiseptik.
antisocial s. 1. ruhb. antisosyal. 2. insanlardan kaçan.
antithesis çoğ. an.tith.e.ses (äntîth´ısiz) i. 1. antitez, karşı tez. 2. bir şeyin
antithetical tam karşıtı.
s. karşıt olan.
antithetically z. karşıt olarak.
antlers i. geyiğin çatallı boynuzları.
antonym i. karşıt anlamlı sözcük.
anus i. anüs, makat.
anvil i. örs.
anxiety i. endişe, kaygı, tasa.
anxious s. endişeli, kaygılı, tasalı.
any s. 1. hiç: Do you have any candles? Sende hiç mum var mı? No,
any longer Idaha
don´tfazla,
havedaha:
any. Hayır,
I can´tbende hiç yok.
stay any He Daha
longer. did it fazla
without any
kalamam.
help. Hiç yardım olmadan yaptı. 2. herhangi bir: Ask any
any more 1. artık: Belma doesn´t live here any more. Artık Belma burada
pedestrian. Herhangi bir yayaya sor.
any old thing oturmuyor.
ne olursa olsun,2. daha fazla: Don´t
herhangi bir şey.give me any more! Bana daha
fazla verme!
anybody i., zam. 1. kimse: Is anybody at home? Kimse var mı? I couldn´t
anyhow find
z. 1. anybody.
her neyse, Hiç kimseyi
neyse. bulamadım.
2. ona rağmen, 2. herhangi
gene de, yinebirde:
kimse.
I did it
anyone anyhow. Ona rağmen
i., zam., bak. anybody. yaptım.
anyplace z., bak. anywhere.
anything zam., i. 1. bir şey: Do you want anything? Bir şey istiyor musun?
anyway Iz.don´t want2.anything.
1. zaten. her neyse,Hiçbir şey istemem. 2. herhangi bir şey:
neyse.
Anything´ll do. Herhangi bir şey olur.
anywhere z. 1. bir yer: He never goes anywhere. Hiçbir yere gitmez. Do
AP you need anywhere
kıs. Associated Press.to stay? Kalacak bir yere ihtiyacın var mı? I
couldn´t find it anywhere. Bir yerde bulamadım. 2. herhangi bir
Ap kıs. April, Apostle.
yer: Sit anywhere. Nerede istersen otur.
apace z. çabuk, hızla, süratle: The project is proceeding apace. Proje
apart çabuk ilerliyor.
z. 1. ayrı, bir tarafa, bir yana, bir tarafta: He stood apart (from
apart from the others).
1. sayılmazsa, Diğerlerinden ayrı duruyordu.
sarfınazar edilirse, bir yana:2.He´s
birbirinden
a good ayrı:
man,
The
apart two
fromhouses
his are three
drinking. miles
İçki apart.
içmesini İki ev
saymazsakbirbirinden
iyi bir üç mil2.
adam.
apartment i. apartman dairesi.
uzakta.
-den başka, -den gayrı: I know nothing apart from that. Ondan
apartment house apartman.
başka bir şey bilmem.
apathetic s. ilgisiz, kayıtsız, lakayt.
apathy i. ilgisizlik, kayıtsızlık, lakaytlık.
ape i. maymun. f. taklit etmek, öykünmek.
aperture i. delik, aralık, açıklık.
apex çoğ. --es (ey´peksız)/a.pi.ces (ey´pısiz) i. doruk, zirve.
aphrodisiac i., s. afrodizyak.
apiece z. parça başına, her biri, her birine: The books are ten dollars
aplomb apiece.
i. kendine Kitaplar onar özgüven,
güvenme, dolara satılıyor./Kitapların
soğukkanlılık. her biri on dolar.
apocryphal s. 1. doğruluğu kabul edilmeyen. 2. sahte, uydurma, sonradan
apogee uydurulmuş.
i. 1. doruk, zirve. 2. gökb. yeröte.
apologetic s. özür dileyen.
apologetically z. özür dileyerek.
apologise f., İng., bak. apologize.
apologize f. özür dilemek: I apologized to him for being late. Geciktiğim
apology için ondan
i. özür özür diledim.
dileme.
apoplexy i., tıb. apopleksi.
apostasy i. (dininden/prensiplerinden/inançlarından) dönme.
apostate i. (dininden/prensiplerinden/inançlarından) dönen kimse.
apostatise f., İng., bak. apostatize.
apostatize f. (dininden/prensiplerinden/inançlarından) dönmek.
apostle i. 1. Hz. İsa´nın on iki havarisinden biri. 2. bir hareketin lideri,
apostrophe önder.
i. kesme işareti.
apothecaries´/troy pound (12 ounces) 373 gram.
appal f., İng., bak. appall.
appall f. dehşete düşürmek, şoke etmek.
appalling s. 1. korkunç, dehşet verici. 2. k. dili çok kötü, berbat.
apparatus i. 1. aygıt, cihaz. 2. (belli bir amaç için kullanılan)
apparel aygıtlar/makineler.
i. giysiler, elbiseler.
apparent s. 1. açık, belli, aşikâr. 2. görünürdeki, göze çarpan.
apparently z. görünüşe göre, görünüşe bakılırsa.
apparition i. hayalet.
appeal i. 1. çağrı. 2. çekicilik, cazibe. 3. huk. temyiz: the right of appeal
appealing temyiz hakkı.
s. 1. çekici, 4. başvurma,
cazip, albenili. 2.müracaatta bulunma.
sevimli, sempatik. 3.f.yalvaran
1. to -e
çekici
(bakış). gelmek; (bir duyguya/eğilime) hitap etmek. 2. huk.
appear f. 1. gözükmek, görünmek. 2. belirmek, meydana çıkmak. 3.
(kararı) temyiz etmek, daha yüksek bir mahkemeye götürmek.
appear in concert (gazete,
konser dergi v.b.´nde) çıkmak. 4. in (oyunda/filmde) oynamak;
vermek.
3. to -e çağrıda bulunmak. 4. to -e başvurmak.
on (televizyon/radyo programına) çıkmak. 5. hazır bulunmak.
appear out of thin air k. dili birdenbire ortaya çıkmak, birdenbire peyda olmak,
appearance peydahlanıvermek,
i. 1. görünme, gözükme. peydahlayıvermek.
2. görünüş, görünüm, dış görünüş. 3.
appease meydana
f. çıkma. 2. (açlığı) bastırmak. 3. pol. taviz vermek, ödün
1. yatıştırmak.
appeasement vermek.
i. 1. yatıştırma. 2. (açlığı) bastırma. 3. pol. taviz verme, ödün
append verme.
f. ilave etmek, eklemek; iliştirmek.
appendage i. eklenti; uzantı.
appendectomy i., tıb. apandis çıkarımı.
appendicitis i. apandisit.
appendix i. 1. ilave, ek. 2. anat. apandis.
appertain f. ait olmak, bağlı olmak.
appetite i. 1. iştah. 2. istek, arzu, şehvet.
appetizer i. meze; çerez.
appetizing s. iştah açıcı; lezzetli.
applaud f. alkışlamak.
applause i. alkış.
apple i. elma.
apple polisher k. dili dalkavuk. be in apple-pie order k. dili (bir yer) çok düzenli
applesauce olmak,
i. elma (her şey) yerli yerinde olmak.
püresi.
appliance i. aygıt, cihaz.
applicability i. (to) (-e) uygulanabilme.
applicable s. (to) (-e) uygulanabilir.
applicant i. başvuran kimse, aday.
application i. 1. müracaat, başvurma, başvuru. 2. müracaat formu. 3.
application form uygulama.
müracaat formu.
applied s. uygulamalı, tatbiki.
applied linguistics uygulamalı dilbilim.
applied sciences uygulamalı bilimler.
apply f. 1. to/for -e başvurmak, -e müracaat etmek: Apply to the head
apply a match to physician´s office. Baştabipliğe başvurun. 2. uygulamak, tatbik
-i kibritle tutuşturmak.
etmek: You can´t apply that rule in this situation. Bu durumda o
apply an embargo ambargo koymak.
kuralı uygulayamazsın. 3. to -i içermek, -i kapsamak, -i
apply o.s. to kendini (bir işe)
ilgilendirmek: vermek;
This bütün
doesn´t dikkatini
apply to you. (bir işe) çevirmek.
Bu seni içermiyor. 4.
apply sanctions (merhem v.b.´ni) sürmek;
pol. yaptırımlarda bulunmak.(boya v.b.´ni) vurmak. 5. (bazı
appoint aletleri/aygıtları) kullanmak:
f. 1. (to) (-e) atamak, Apply 2.
tayin etmek. the(tarih,
brakesgüngently. Frene
v.b.´ni)
yavaşça bas.
kararlaştırmak,
appointee i. atanan kimse.tayin etmek, saptamak, tespit etmek.
appointment i. 1. atama, tayin. 2. atanılan görev/makam. 3. randevu.
apportion f. bölüştürmek, paylaştırmak.
apportionment i. 1. bölüp dağıtma, bölüştürme. 2. pay.
appraisal i. değer biçme, kıymet takdir etme.
appraise f. değer biçmek, kıymet takdir etmek.
appraiser i. değer biçen kimse.
appreciable s. farkedilebilecek derecede; oldukça çok.
appreciate f. 1. takdir etmek, beğenmek. 2. takdir etmek, (bir şeyin
appreciation değerini/önemini/gerekliliğini) anlamak.
i. 1. takdir, değerbilirlik, kadirşinaslık; 3. (bir2.
şükran. şeyin değeri)
(bir şeyin
artmak.
değerini/önemini/gerekliliğini) anlama. 3. (bir şeyin değeri)
appreciative s. değerbilir, kadirşinas, takdirkâr; minnettar.
artma.
appreciatory s. takdir eden.
apprehend f. 1. yakalamak; tutuklamak. 2. anlamak, kavramak.
apprehension i. 1. korku, endişe; kuruntu, evham. 2. yakalama; tutuklama. 3.
apprehensive anlayış, kavrayış.
s. endişeli, evhamlı.
apprentice i. çırak; stajyer.
apprenticeship i. çıraklık; staj.
apprise f. haberdar etmek.
approach f. yaklaşmak, yanaşmak. i. 1. yaklaşma, yanaşma. 2. yaklaşım
approbation tarzı: We need
i. beğenme, to change
uygun bulma,our approach to this problem. Bu
tasvip.
soruna yaklaşım tarzımızı değiştirmemiz gerek. 3. yol, giriş.
appropriate f. 1. ayırmak, tahsis etmek. 2. kendine mal etmek.
appropriate s. uygun, yerinde.
appropriately z. uygun bir şekilde.
appropriation i. 1. ödenek, tahsisat. 2. ayırma, tahsis etme. 3. kendine mal
approval etme.
i. onaylama, tasvip.
approve f. uygun bulmak, onaylamak, tasvip etmek.
approximate s. yaklaşık, takribi.
approximate f. 1. tahmin etmek, yaklaşık olarak değerlendirmek. 2. -e yakın
approximately olmak:
z. aşağıThe actual
yukarı, measurements
yaklaşık olarak. of this room closely
approximate (to) my estimates. Bu odanın gerçek ölçüleri
approximation i. 1. tahmin. 2. -e yakın olma. 3. -e yakın bir şey.
tahminlerime çok yakın.
apricot i. kayısı.
April i. nisan.
April fool nisanbalığı, bir nisan şakası.
apron i. önlük (giysi).
apropos s. uygun, yerinde. edat ile ilgili, -e ait, hakkında.
apt s. 1. Muhtemel bir durumu belirtmek için kullanılır: He´s apt to
aptitude be late. Sıkkabiliyet.
i. yetenek, sık geç kalır. That pile of books is apt to fall. O kitap
yığını devrilir. 2. akıllı ve çabuk kavrayan, zeki: an apt student
aptitude test istidat testi.
akıllı ve çabuk kavrayan bir öğrenci.
aptness i. 1. uygunluk. 2. to -e eğilimli olma.
aquamarine i. mavimsi yeşil.
aquarium i. akvaryum.
Aquarius i., astrol. Kova burcu.
aquatic s. suda yaşar, sucul: aquatic plants sucul bitkiler.
aquatic sports su sporları.
aqueduct i. sukemeri.
aquiline s. 1. kartal gibi. 2. kartal gagası gibi kıvrık.
aquiline nose gaga burun.
Arab i. 1. Arap. 2. Arap atı.
Arabia i. Arabistan.
Arabian i. 1. Arap. 2. Arap atı. s. Arap.
Arabic i. Arapça. s. 1. Arap. 2. Arapça.
Arabic numerals Arap rakamları.
arable s. sürülüp ekilebilir, işlenebilir (toprak).
arbiter i. hakem, arabulucu.
arbitrary s. keyfi, kanun yerine birinin kararına bağlı olan.
arbitrate f. 1. (iki taraf arasında) hakemlik yapmak, arabuluculuk
arbitration yapmak.
i. arabulucu2. (bir meseleyi)
kararıyla tarafsız birinin kararına bağlayarak
halletme.
halletmek.
arbitrator i. hakem, arabulucu.
arbor i. çardak.
arboretum i. arboretum.
arbour i., İng., bak. arbor.
arc i. 1. kavis, yay. 2. elek. ark. 3. mat. yay, ark. f. kavis çizmek,
arc lamp yay çizmek.
ark lambası.
arcade i. 1. arkat, sırakemerler. 2. atari salonu.
arch kıs. archaic, archaism, architect, architecture.
arch i. 1. kemer, tak. 2. ayak kemeri. f. 1. over/above üzerinde
arch kemer oluşturmak; üzerinde kemer gibi uzanmak. 2. (havada)
s. şeytanca.
kavis çizmek, yay çizmek; kavis çizdirmek, yay çizdirmek. 3.
arch one´s eyebrows kaşlarını kaldırmak.
(hayvan) (sırtını) kabartmak.
archaeological s. arkeolojik.
archaeologist i. arkeolog.
archaeology i. arkeoloji.
archaic s. arkaik.
archaism i. arkaizm.
archangel i., Hrist. başmelek.
archbishop i. başpiskopos.
archbishopric i. başpiskoposun makamı/idaresi altındaki bölge.
archdeacon i. başdiyakoz.
archdeaconry i. başdiyakozun makamı/idaresi altındaki bölge.
archduchess i. arşidüşes.
archduke i. arşidük.
archenemy i. 1. baş düşman. 2. şeytan.
archeological s., bak. archaeological.
archeologist i., bak. archaeologist.
archeology i., bak. archaeology.
archer i. okçu.
archery i. okçuluk.
archetype i. ilk örnek, arketip.
archfiend i. şeytan.
archipelago i. 1. takımada. 2. içinde çok ada olan deniz.
architect i. mimar.
architectural s. mimari, mimarlığa ait.
architecture i. mimarlık, mimari.
archives i. arşiv.
archivist i. arşivci.
archway i. 1. kemerli giriş/kapı. 2. kemerli geçit.
Arctic s. Arktik. i.
arctic s. çok soğuk, buz gibi.
ardent s. gayretli, şevkli, ateşli.
ardor i. gayret, şevk, ateş.
ardour i., İng., bak. ardor.
arduous s. güç, çetin.
are f., bak. be.
Are you serious? Ciddi misin?
area i. 1. alan, saha; bölge, mıntıka; civar, yöre: We will use that
aren`t meadow as a parking area. O çayırı park alanı olarak
kıs. are not.
kullanacağız. There are a number of mountainous areas in
arena i. arena.
Turkey. Türkiye´de birkaç dağlık bölge var. The area around
Argentina i. Arjantin.
İzmir is full of ancient ruins. İzmir´in civarı eski harabelerle dolu.
Argentine 2. yüzölçümü, alan.
i. Arjantinli. s. 1. Arjantin, Arjantin´e özgü. 2. Arjantinli.
Argentinean i. Arjantinli. s. 1. Arjantin, Arjantin´e özgü. 2. Arjantinli.
Argentinian i., s., bak. Argentinean.
argue f. 1. tartışmak, münakaşa etmek. 2. kavga etmek; çekişmek;
argue against atışmak.
aleyhinde 3.konuşmak;
that -i savunmak, -i iddia
aleyhinde etmek. 4. -e belirti olmak,
olmak.
-e alamet olmak.
argue for lehinde konuşmak; lehinde olmak.
argue s.o. into s.t. tartışarak birini bir şey yapmaya ikna etmek.
argue s.o. out of s.t. tartışarak birini bir şeyden vazgeçirmek.
argument i. 1. tartışma, münakaşa. 2. kavga, çekişme, atışma, ağız dalaşı.
aria 3. sav, iddia.
i., müz. arya.
arid s. 1. kuru (iklim/hava). 2. kurak (toprak).
aridity i. 1. (iklim/hava için) kuruluk. 2. (toprakta) kuraklık.
Aries i., astrol. Koç burcu.
arise f. (a.rose, --n) (from) (-den) meydana gelmek, çıkmak.
arisen f., bak. arise.
aristocracy i. aristokrasi.
aristocrat i. aristokrat, asilzade.
aristocratic s. aristokratik.
arithmetic i. aritmetik.
ark i. sandık, kutu.
arm i. 1. kol. 2. kol, dal, bölüm, kısım. f. silahlandırmak; silahlanmak.
arm in arm kol kola.
arm of the law güvenlik kuvvetleri.
arm of the sea körfez.
arm´s length kol boyu.
arm´s reach elin yetişeceği mesafe.
armada i. donanma.
armament i. 1. silahlar. 2. silahlanma; silahlandırma. 3. (bir ülkede toplam)
armature askeri
i., elek.güç.
armatür; endüvi; rotor, döneç.
armchair i. koltuk (mobilya).
armed s. silahlı.
armed forces silahlı kuvvetler.
armed forces silahlı kuvvetler.
Armenia i. Ermenistan.
Armenian i., s. 1. Ermeni. 2. Ermenice.
armful s. kucak dolusu: an armful of oranges kucak dolusu portakal.
armhole i., terz. kolevi.
armistice i. ateşkes.
armor i. zırh.
armored s. zırhlı.
armpit i. koltuk altı.
arms i. silahlar.
arms control silahlanma kontrolü.
arms race silahlanma yarışı.
army i. kara ordusu, ordu.
army of occupation işgal ordusu.
aroma i. (kuvvetli ve hoş) koku; aroma.
aromatic s. 1. kuvvetli ve hoş (koku); kuvvetli ve hoş kokusu olan;
arose aromalı. 2. kim. aromatik. i., kim. aromatik bileşik.
f., bak. arise.
around z. 1. etrafına: He looked around. Etrafına baktı. 2. aşağı yukarı,
around yaklaşık; sularında:
edat 1. etrafında: around
around 6 o´clock
the saat altı
table masanın sularında.
etrafında. 2.
arouse civarında,
f. uyandırmak.etrafında: somewhere around Naples Napoli civarında
bir yerde. 3. orada burada: I roamed around the city. Şehri
arr kıs. arranged, arrival, arrived.
dolaştım.
arraign f. 1. huk. (sanığı) mahkemeye çağırmak. 2. suçlamak.
arraignment i. 1. huk. (sanığı) mahkemeye çağırma. 2. suçlama.
arrange f. 1. (eşyayı) (belirli bir şekilde) yerleştirmek: Elif´s going to
arrange flowers arrange the furniture
çiçek aranjmanı yapmak.in this room. Bu odanın mobilyalarını Elif
yerleştirecek. 2. (toplantı) düzenlemek, tertiplemek, tertip
arrange for ayarlamak: I´ll arrange for a taxi. Bir taksi ayarlarım.
etmek: Who arranged this farewell dinner? Bu veda yemeğini
arrangement i.
kim1. tertipledi?
düzenleme. 3.2. yerleştirme.
(bir 3. düzen,
müzik parçasının) tertip. 4. anlaşma.
aranjmanını yapmak.5.
array müz. aranjman. 6. (çiçek için) aranjman.
i. 1. sıralanış, düzen. 2. giyiniş. f. 1. (askeri birlikleri) sıralamak.
arrears 2. giymek;
i., çoğ. giydirmek.
vaktinde ödenmemiş borçlar.
arrest i. tutuklama, tevkif. f. 1. tutuklamak, tevkif etmek. 2.
arrest s.o.´s attention durdurmak.
birinin dikkatini çekmek.
arrival i. varış; geliş. new arrival yeni gelen.
arrive f. varmak; gelmek: When will we arrive? Ne zaman varacağız?
Has the mail arrived? Posta geldi mi?
arrive at a decision karara varmak.
arrogance i. küstahça bir kibir.
arrogant s. küstah ve kibirli.
arrogate f. (haksız yere) benimsemek.
arrow i. ok.
arrowhead i. ok başı, temren.
arse i., kaba 1. kıç, makat. 2. büzük, anüs.
arsenal i. arsenal; cephanelik, mühimmat deposu; silahhane.
arsenic i. arsenik.
arson i. kundakçılık.
arsonist i. kundakçı.
art i. sanat.
arterial s., anat. atardamara ait.
arteriosclerosis i., tıb. arteriyoskleroz, damar sertliği.
artery i. 1. anat. atardamar, arter. 2. arter, anayol.
artesian well artezyen kuyusu.
artful s. kurnaz.
arthritis i., tıb. artrit, mafsal iltihabı.
artichoke i. enginar.
article i. 1. makale, yazı. 2. huk. (bir anlaşmada bulunan) madde. 3.
articulate eşya: various articles
s. 1. düşüncelerini ofbir
açık clothing
şekildeçeşitli
ifadegiyim eşyası.
edebilen. 4. dilb.
2. açık (ifade);
tanımlık
net (a, an,3.the).
(telaffuz). anat. eklemli; boğumlu, oynaklı.
articulate f. açık bir şekilde ifade/telaffuz etmek.
articulated lorry İng. TIR kamyonu, TIR.
articulation i. 1. açık bir şekilde dile getirme. 2. net telaffuz. 3. dilb.
artifact boğumlanma.
i. 4. anat.şey,
insan eliyle yapılan eklem; boğum,
özellikle oynak.
ilk insanların meydana
artifice getirdiği sanat eseri.
i. 1. hile, oyun. 2. beceri, hüner, ustalık.
artificial s. yapay, yapma, suni, sahte.
artificial fertilizer suni/yapay gübre.
artificial flower yapma çiçek.
artificial insemination suni/yapay dölleme.
artificial kidney suni/yapay böbrek.
artificial light yapay ışık.
artificial lighting yapay aydınlatma.
artificial person huk. tüzel kişi.
artificial respiration suni solunum/teneffüs, yapay solunum.
artificial sweetener yapay tatlandırıcı.
artillery i. 1. toplar, (top gibi) ağır silahlar. 2. topçu sınıfı.
artilleryman çoğ. ar.til.ler.y.men (artîl´ırimîn) i. topçu.
artisan i. zanaatçı.
artist i. sanatçı, sanatkâr.
artistic s. 1. sanatkârane, sanatlı. 2. sanatçı ruhuna sahip, sanatsal
artistry yönü olan: She is also artistic. Onun sanat yönü de var.
i. sanatçılık.
artless s. 1. hilesiz, saf, açıksözlü. 2. sanatsız, kaba; beceriksizce
artlessly yapılmış.
z. hilesiz bir şekilde, saflıkla.
artlessness i. hilesizlik, saflık.
arty s. sanatkârane.
as bağ. 1. -irken; -dikçe: I nabbed him as he was going out the
as ... as all get-out door.
k. dili Kapıdan
son derece, çıkarken yakaladım.
çok: He was drivingHe´s astaking
fast aslife
all more
get-out.
seriously
Arabayı as hızla
son he gets older. Yaşlandıkça
sürüyordu. She is as hayatıas
smart daha
all bir ciddiye
get-out. Zehir
as ... as ever her zamanki gibi: as fast as ever her zamanki gibi hızlı.
alıyor. 2. -diği
gibi bir zekâsı var. için; -diğine göre: As he didn´t bring the money,
as ... so ... 1. didn´t
he -dikçe ...:
getAsthethe timeParayı
book. grew getirmediği
shorter so his excitement
için kitabı alamadı.
mounted.
As he didn´t Zaman
evenazaldıkça heyecanı
reply to your arttı.he´s
invitation 2. neprobably
kadar ...noto
kadar
going to ...:come.
As sheDavetine
loves cats,
bir so he loves
cevap birds. O ne kadar
bile yollamadığına görekedi
severse
herhaldeogelmeyecek.
da aynı şekilde kuş sever. As she is
3. Karşılaştırmalarda beautiful
kullanılır: so also
He´s not
is
asshe intelligent.
smart Güzelkadar
as she. Onun olduğu kadar
akıllı akıllıdır
değil. I want da. 3. nasıl
a box ... as
as big
as a general rule genellikle.
as a matter of course gayet tabii olarak.
as a matter of course doğal olarak.
as a matter of fact aslında.
as affairs stand şimdiki halde.
as black as pitch simsiyah, zift gibi.
as bold as brass k. dili büyük bir küstahlıkla.
as easy as pie çok kolay.
as far as kadarıyla, -e göre: as far as I can see gördüğüm kadarıyla. as
as far as he is concerned far
onaas I´m concerned
kalırsa, bana göre.
ona sorarsan.
As far as I can see .... Bana kalırsa ....
as far as in me lies elimden geldiği kadar, tüm gücümle. take s.t. lying down bir
as far as it goes şeyi alttan
aslında, almak;
esasen: bir şeyin
What altında kalmak.
you propose is good, as far as it goes; but
as far as s.o. is concerned it-eoverlooks
göre: It´ssome important
fine as details.
far as I´m ÖnerinBana
concerned. aslında iyi,
göre ama bazı
iyi.
önemli ayrıntıları içermiyor.
as far as that goes k. dili 1. o zaman; o durumda, o halde. 2. ayrıca. 3. zaten,
as fit as a fiddle aslında.
turp gibi, sağlığı yerinde.
as for ise: As for me, I´m not going. Bense gitmiyorum.
as for me bana gelince.
as for the rest geri kalanına gelince.
as from -den itibaren, -den başlayarak: as from that date o tarihten
as good as itibaren. as from
gibi (olmak): nowas
We´ve bundan
good asböyle.
finished. Bitirmiş gibiyiz. It´s as
as good as gold good as new. Yeni gibi oldu.
1. çok sağlam, çok güvenilir. 2. çok terbiyeli.
as if -miş gibi, -cesine, -e (benzemek): He looks as if he´s asleep.
as if Sanki
güya,uyuyormuş
sözde, sanki, gibi duruyor. He was smiling as if he´d
gibi.
received some good news. İyi bir haber almışçasına
as is tic. şimdiki haliyle, olduğu gibi.
gülümsüyordu. He looks as if he´s working hard. Çok çalışıyora
as it were sanki,
benziyor. güya, âdeta.
as like as two peas tıpkı birbirine benzer, bir elmanın iki yarısı.
as long as 1. -diği sürece: You won´t get so much as a penny from me as
as luck would have it long as I live. Yaşadığım sürece benden bir kuruş bile
şansıma.
alamayacaksın. 2. şartıyla: You can have it as long as you return
as meek as a lamb kuzu gibi, uysal.
it by this evening. Bu akşama kadar iade etmek şartıyla onu
as much again bir misli daha.
alabilirsin.
as much as one can elinden geldiği kadar, gücü yettiği kadar, yapabildiği kadar: I´ll
as nearly as I can tell help as much
yaklaşık as bildiğim
olarak, I can. Elimden geldiği kadar yardım edeceğim.
kadarıyla.
as one man hep birlikte.
as plain as the nose on your
besbelli, apaçık.
face
as quick as a wink k. dili bir lahzada, göz açıp kapayıncaya kadar; bir çırpıda.
as regards ile ilgili olarak, konusunda, hakkında, -e gelince.
as regards/to -e gelince: as to him ona gelince.
as safe as houses İng., k. dili çok emniyetli.
as soon as -er -mez: I´ll call you as soon as I reach Istanbul. İstanbul´a
as soon as possible varır varmaz
en kısa sana telefon
zamanda; edeceğim.
bir an önce.
as such 1. öyle/şöyle/böyle: He´s a teacher and is known as such. O
as the crow flies öğretmendir
k. dili dosdoğruve herkes
gidecekonu öyle tanıyor. 2. aslında: It´s not a
olursak.
medicine as such. Aslında ilaç değil.
as though sanki, ... gibi, -cesine: We behaved as though we´d known each
as usual other for years.
her zamanki Yıllardır tanışırmış gibi davrandık. It was as
gibi.
though he´d never seen me before. Sanki daha önce beni hiç
as well 1. de, da, dahi: I´m going as well. Ben de gidiyorum. 2. ayrıca.
görmemişti. It´s as though we´re in a jungle. Sanki cengeldeyiz.
as well as 1. ... kadar iyi: He writes well, but not as well as Eşref. İyi
as yet yazıyor,
şimdiye ama Eşref
kadar, kadar iyi değil. 2. hem ... hem de ...: He gave
henüz.
me money as well as advice. Bana hem para verdi, hem de
as yet daha, henüz.
öğüt.
as you please nasıl isterseniz.
as/so long as 1. sürece, -dikçe. 2. -mek şartıyla, -mek koşuluyla.
asbestos i. 1. asbest. 2. amyant.
ascend f. 1. çıkmak, yukarı çıkmak. 2. (hükümdar) (tahta) çıkmak.
ascendancy i. hüküm, nüfuz, itibar, üstünlük.
ascendant s. 1. yükselen. 2. üstün, hâkim. 3. ufukta görünmeye başlayan.
ascendent i.
s., i., bak. ascendant.
ascension i. yükselme.
ascent i. 1. çıkış; tırmanış. 2. yükseliş. 3. yokuş, bayır.
ascertain f. (araştırma yoluyla) tespit etmek, belirlemek, saptamak.
ascetic i. nefsinin isteklerini kırarak çok sade bir hayat yaşayan kimse;
asceticism çileci.
i. nefsinin isteklerini kırarak çok sade bir hayat yaşama; riyazet;
ASCII çilecilik.
kıs. American Standard Code for Information Interchange bilg.
ascorbic ASCII
s. (Bilgi Alışverişi için Standart Amerikan Kodu).
ascorbic acid askorbik asit.
ascribe f. to -e atfetmek.
aseptic s. aseptik.
ash i. 1. bot. dişbudak ağacı, dişbudak. 2. dişbudak kerestesi,
ash dişbudak.
i. kül.
ash can kül tenekesi; çöp tenekesi.
Ash Wednesday Paskalya´dan önce gelen büyük perhiz süresinin ilk çarşambası.
ashamed s.
ashen s. 1. külrengi. 2. çok soluk, çok solgun.
ashore z. kıyıya, kıyıda; karaya, karada.
ashtray i. kül tablası, küllük.
Asia i. Asya.
Asia Minor Anadolu.
Asian i. Asyalı. s. 1. Asyalı. 2. Asya, Asya´ya özgü.
Asiatic s., i., bak. Asian.
aside z. 1. bir yana, bir kenara. 2. bir yana: Joking aside, just who are
aside from you?
-den Şaka
başka, birbir
yana, kimsin
yana: No one,sen? i., tiy.
aside oyuncunun
from Esat, canalçak sesle
do this. Esat
söylediği
bir yana, söz,
kimse apar.
bunu yapamaz.
ask f. 1. sormak. 2. istemek: He asked to be excused from the table.
ask a favor of Sofradan
-e ricada ayrılmak
bulunmak. için izin istedi. She´s asking a lot for this
poodle. Bu kaniş için çok para istiyor. 3. davet etmek: I asked
ask for it k. dili kaşınmak, kötü bir karşılık gerektiren bir davranışta
her for dinner. Onu akşam yemeğine davet ettim.
ask for trouble bulunmak.
k. dili bela aramak, belayı satın almak.
ask/say the blessing yemek duası yapmak.
askance z.
askew z. eğri, çarpık.
asleep s. 1. uykuda: The guards were asleep. Bekçiler uykudaydı. 2.
asparagus uyuşmuş.
i., bot. kuşkonmaz, Asparagus officinalis.
asparagus spear kuşkonmaz filizi.
aspect i. 1. açı, yön, bakım: Let´s consider this aspect of the problem.
asphalt Meselenin bu yönünü düşünelim. 2. görünüş.
i. asfalt. f. asfaltlamak.
asphyxiate f. boğmak, oksijensiz bırakmak.
aspirant i., s. istekli.
aspiration i. (uzun zamandır güdülen) büyük amaç: It was his aspiration to
aspire become
f. to/afterfamous. Amacı ünlü
-i amaçlamak, olmaktı.
-i amaç edinmek; -e sahip olmak
aspirin istemek,
i. aspirin. -i arzu etmek.
ass i. 1. eşek, merkep. 2. dangalak. 3. kaba kıç, makat. 4. kaba
assail büzük, anüs. hücum etmek. 2. with ... yağmuruna tutmak:
f. 1. saldırmak,
assailant She assailedsaldıran
i. saldırgan, him withkimse.
questions. Onu soru yağmuruna tuttu.
assassin i. suikastçı.
assassinate f. suikast yapmak.
assassination i. suikast.
assault i. saldırı. f. saldırmak.
assault and battery huk. müessir fiil.
assay i. 1. analiz edilecek bir örnek. 2. analiz, çözümleme, tahlil.
assay f. 1. analiz etmek, çözümlemek, tahlil etmek. 2. denemek.
assemblage i. 1. toplantı, meclis. 2. topluluk, kalabalık. 3. montaj. 4. bir
assemble araya toplama;toplanmak.
f. 1. toplamak; bir araya toplanma.
2. monte etmek.
assembly i. 1. toplantı; meclis; kongre. 2. montaj.
assembly line montaj hattı.
assembly room toplantı salonu.
assent i. rıza; onaylama. f. to -e razı olmak; -i onaylamak.
assert f. (emin bir şekilde) ileri sürmek, öne sürmek.
assert o.s. 1. kendini göstermek. 2. otoritesini kabul ettirmek.
assertion i. 1. iddia. 2. (bir iddiayı) öne sürme.
assertive s. kendini hissettiren.
assess f. 1. değer biçmek, kıymet takdir etmek: He assessed their
assessment house at eighty
i. 1. değer biçme. thousand
2. (paradollars. Evlerine
miktarını) seksen3.bin dolar
tayin etme.
değer biçti.
değerlendirme; 2. (para miktarını)
düşünce, fikir: tayin etmek,
What´smemuru. hesaplamak:ofHave
your assessment the
assessor i. değer biçen: tax assessor tahakkuk
you assessed the amount of the
situation? Durum hakkındaki fikriniz nedir?damage? Zararın ne kadar
asset i. 1. mal, kıymetli
olduğunu şey. mi?
tayin ettiniz 2. değerli bir nitelik/erdem/beceri.
3. (belirli bir miktar para) talep
assets etmek: The president
i., tic. emval, assessed aktif,
servet, mevduat, each varlık.
member fifty dollars.
asshole Başkan
i., kaba 1. büzük, anüs. 2. aşağılık herif,4.it değerlendirmek,
her üyeden elli dolar talep etti. herif, puşt. bir
şeyin niteliğini tayin etmek.
assiduous s. bezmeyerek çalışan, dikkatli ve devamlı çalışan; dikkatli ve
assign devamlı
f. (bir çalışma).
1. atamak, tayin etmek. 2. ayırmak, tahsis etmek. 3. tayin
assignation etmek, kararlaştırmak.
i. randevu. 4. (birine) (belirli bir) görev vermek: I
assigned you to do the laundry. Sana çamaşır yıkama görevini
assignment i. 1. atama. 2. ayırma. 3. tayin, kararlaştırma. 4. görev; ödev.
verdim. 5. huk. devretmek.
assimilate f. asimile etmek.
assimilation i. asimilasyon.
assist f. yardım etmek.
assistance i. yardım.
assistant i. yardımcı, muavin.
assistant professor asistan.
associate f. with 1. ile görüşmek, ile ilişkide bulunmak. 2. -i hatırlatmak, -i
associate akla getirmek:işI ortağı.
i. iş arkadaşı; associate that smell with the back streets of
Warsaw. O koku bana Varşova´nın arka sokaklarını hatırlatıyor.
associate professor doçent.
association i. 1. dernek; birlik; kurum. 2. ilişki. 3. çağrışım.
assort f. sınıflandırmak.
assorted s. çeşitli, muhtelif.
assortment i. türlü çeşitleri içeren bir bütün.
assuage f. azaltmak, hafifletmek, yatıştırmak; dindirmek.
assume f. 1. farzetmek, varsaymak: You´re assuming too much where
assumed Eralp´s concerned.
s. 1. farzolunan; Eralp´in
hayali. öyle yapacağını
2. takma (ad). farzetmekle pekâlâ
yanılmış olabilirsin. What do we do, assuming it doesn´t burn?
assumption i. 1. varsayım, faraziye. 2. sanı, zan.
Yanmayacağını farzedersek ne yaparız? 2. sanmak, zannetmek.
assurance i.
3.1. rahatlatıcı/ikna
(resmi bir görevi) edici söz. 2. kendine güven(me). 3. İng.
üstlenmek.
assure sigorta: life assurance hayat sigortası.
f. 1. (rahatlatıcı/ikna edici sözlerle) temin etmek. 2. sağlama
assured bağlamak.
s. 1. kendine güvenen. 2. sağlama bağlanmış.
assuredly z. mutlaka.
assuringly z. rahatlatıcı bir şekilde.
asterisk i. yıldız işareti (*).
astern z., den. geriye, gerisinde, arkaya, geminin kıçına.
asteroid i., gökb. asteroit, küçük gezegen.
asthma i. astım.
asthmatic s. astımla ilgili; astımlı.
astigmatic s. astigmatik.
astigmatism i. astigmatizm.
astir s. 1. hareket halinde. 2. heyecan içinde, ayakta.
astonish f. şaşkına çevirmek, hayrette bırakmak.
astonishing s. hayrette bırakan.
astonishment i. hayret, şaşkınlık.
astound f. şoke etmek.
astounding s. şoke eden.
astray z.
astride z. (ata binmiş gibi) bacakları birbirinden ayrı olarak.
astringent s. sıkıştırıcı, büzücü. i. lokal olarak doku ve damarları büzen ilaç.
astrologer i. yıldız falcısı, astrolog, müneccim.
astrological s. astrolojik, astrolojiye ait.
astrologically z. astrolojik olarak.
astrology i. yıldız falcılığı, astroloji, müneccimlik.
astronaut i. astronot.
astronomer i. astronom, gökbilimci.
astronomic s., bak. astronomical.
astronomical s. 1. astronomik, gökbilimle ilgili. 2. çok büyük, astronomik
astronomy (rakam/büyüklük):
i. astronomi, gökbilim. astronomical prices astronomik fiyatlar.
astute s. akıllı, kurnaz, cin fikirli, cin.
asunder z. 1. parça parça. 2. birbirinden uzak/ayrı.
asylum i. 1. sığınma yeri, sığınak, melce. 2. tımarhane, akıl hastanesi.
asymmetric s. asimetrik, bakışımsız.
asymmetry i. asimetri, bakışımsızlık.
at edat 1. Bir yeri belirtmek için kullanılır: at my office benim
at a bound büroda. at the station istasyonda. 2. Bir zamanı belirtmek için
bir hamlede.
kullanılır: at five o´clock saat beşte. He works at night. Geceleri
at a clip hızla.
çalışır. 3. Bir hareketin hedefini gösterir: Look at her. Ona bak.
at a distance uzakta,
He uzak
laughed atbir yerde.
them. Onlara güldü. 4. Bir iş veya hareketten
at a glance bahsederken
bir bakışta. kullanılır: He´s good at English. İngilizcede iyidir.
at a stroke 5.
birBir miktarı göstermek için kullanılır: Oranges are selling at a
hamlede.
dollar a kilo. Portakalın kilosu bir dolar.
at a stroke bir anda.
at all hiç.
at all costs/at any cost ne pahasına olursa olsun.
at anchor demirli, demir atmış.
at any price her ne pahasına olursa olsun.
at any rate her ne ise, her neyse, neyse, her ne hal ise: At any rate, we
at any time enjoyed yourcould
her an: She partycome
immensely.
at any Her neyse,
time. Her ansizin parti çok
gelebilir.
hoşumuza gitti. Most of the food we ordered hasn´t come. At
at best nihayet, olsa olsa.
any rate, we´ve got the fish. Ismarladığımız yemeklerin çoğu
at best olsa olsa,Her
gelmedi. taşneyse,
çatlasa.balıklarımız geldi. At any rate, the
at bottom important thing is that she´s succeeded. Her neyse, önemli olan
aslında, esasında.
at close quarters onun bunu başarmış
çok yakından, göğüsolması.
göğüse.
at close quarters çok yakından.
at close range yakından, yakın mesafeden.
at cross-purposes farkında olmadan apayrı amaçlar peşinde (olmak/çalışmak).
at dark akşam olunca, hava kararırken.
at death´s door ölümün eşiğinde, bir ayağı çukurda.
at death´s door ölmek üzere, bir ayağı çukurda.
At ease! ask. Rahat!
at every turn her keresinde, her defasında.
at first önce, evvela.
at first sight ilk bakışta.
at four o´clock sharp saat tam dörtte.
at full blast tam gazla; tam kapasiteyle.
at full gallop dörtnala.
at full length 1. ayrıntılarıyla. 2. boylu boyunca.
at full speed son süratle, son sürat.
at full tilt son süratle.
at great length ayrıntılarıyla, detaylarıyla.
at heart aslında, hakikatte.
at home evde, kendi evinde.
at home in 1. (bir konuda) bilgili: He´s at home in the business world. İş
at home with dünyasını
-e aşina, -iyakından
iyi bilen:tanır.
He´s 2.
at (bir
homeyerde)
with kendini
machinesrahat hisseden.
of all kinds.
at intervals Her tür makineden
aralıklı, aralarla. anlar.
at issue üzerinde konuşulan, söz konusu olan.
at its zenith doruğunda, zirvesinde.
at large serbest.
at large 1. serbest, ortada dolaşan. 2. genellikle. 3. bütün ayrıntılarıyla.
at last nihayet.
at last sonunda.
at least en az, en aşağı; hiç olmazsa, en azından.
at least 1. hiç olmazsa, bari. 2. en azından.
at leisure 1. boş zamanı olan. 2. boş zamanlarda.
at length 1. uzun uzadıya. 2. en sonunda.
at liberty özgür.
at long last en sonunda.
at long last en sonunda.
at most en çok.
at most olsa olsa, en fazla.
at no time hiçbir zaman.
at odd moments zaman buldukça.
at once derhal, hemen.
at once 1. hemen, derhal. 2. aynı anda.
at one blow bir vuruşta.
at one scoop bir vuruşta, bir darbede.
at one whack İng., k. dili bir defada, bir kalemde, birden.
at one´s command emrinde.
at one´s leisure boş zamanlarında.
at one´s peril başına gelebileceklerden kendisi sorumlu olarak.
at one´s pleasure 1. istediği zaman. 2. isteğine göre.
at par tic. başabaş.
at peace 1. barış halinde. 2. huzur içinde.
at present 1. şu an. 2. şu ara, halihazırda.
at random rasgele, tesadüfen.
at that onun üzerine: Once again she refused, and at that he left. Bir
at that point daha reddetti;
1. o sırada: At othat
da onun
point üzerine
I left. O çıktı.
sırada çıktım. 2. o noktaya
gelince, o aşamaya gelince: At that point add the eggs. O
aşamaya gelince yumurtaları ilave edin.
at the drop of a hat k. dili hemen, derhal.
at the eleventh hour k. dili son anda, son dakikada.
at the end of the day İng., k. dili eninde sonunda.
at the expense of ... pahasına.
at the instance of (birinin) isteği üzerine.
at the latest en geç.
at the moment şu an, şimdilik.
at the outside k. dili en fazla, olsa olsa, azami.
at the rate of hızla: at the rate of one hundred meters per second saniyede
at the risk of yüz metre hızla.
... pahasına.
at the same time aynı zamanda.
at the sight of -i görünce, -i görür görmez.
at the top of his lungs avazı çıktığı kadar.
at the top of one´s
k. dili avazı çıktığı kadar.
lungs/voice
at the utmost en çok, olsa olsa.
at the very least en aşağı, en az.
at this juncture bu noktada.
at times bazen, arasıra.
at value piyasa fiyatına göre değerlendirilmiş.
at will 1. istediği gibi; istenilen şekilde: The aerial can be rotated at
at worst will. Anten
en kötü istenilen yöne çevrilebilir. 2. istediğinde; istenilen
ihtimalde.
zamanda.
at worst en kötü ihtimal: At worst, all he´ll get is a year in jail. En kötü
at your convenience ihtimal, bir yıl
size uygun birhapis yer. mümkün olduğu kadar yakın bir
zamanda,
at your risk zamanda.
ziyan olduğu takdirde sizin hesabınıza, tehlike sorumluluğu size
at/in one fell swoop ait
birolmak üzere.
çırpıda.
ate f., bak. eat.
atheism i. ateizm, Tanrıtanımazlık, zındıklık.
atheist i. ateist, Tanrıtanımaz, zındık.
atheistic s. ateistik, ateist, Tanrıtanımaz; zındık (kimse).
athlete i. sporcu.
athlete´s foot madura ayağı.
athletic s. 1. spora özgü, sportif, spor. 2. atletik, sporcu.
athletics i. atletizm.
Atlantic s. Atlantik.
atlas i. atlas (harita kitabı).
atmosphere i. atmosfer.
atmospheric s. atmosferik.
atom i. 1. atom. 2. zerre.
atom bomb atom bombası.
atomic s. atomik.
atomic age atom çağı.
atomic bomb atom bombası.
atomic energy nükleer enerji, atom enerjisi.
atomic nucleus atom çekirdeği.
atomic number atom sayısı.
atomic pile nükleer reaktör, atom reaktörü.
atomic power atomik güç, nükleer enerji.
atomic waste nükleer atıklar.
atomic weight atom ağırlığı, atomik ağırlık.
atomise f., İng., bak. atomize.
atomize f. 1. atomlara ayırmak. 2. (sıvıyı) püskürtmek.
atomizer i. atomizör; püskürteç.
atone f. (bir suç, kabahat v.b.´ni) affettirecek harekette bulunmak,
atonement telafi etmek; kefaret etmek.
i. kefaret.
atrocious s. 1. iğrenç, menfur; canavarca. 2. çok kötü, berbat.
atrocity i. 1. iğrençlik, canavarlık. 2. berbatlık.
atrophy i. dumur, körelme. f. dumura uğramak, körelmek; dumura
attaboy uğratmak, köreltmek.
ünlem, k. dili Aferin sana!
attach f. 1. takmak, iliştirmek, bağlamak. 2. huk. el koymak,
attaché haczetmek.
i. ataşe.
attaché case Bond çanta.
attached s. 1. bağlı, ilgili. 2. ilişik, ilişikteki. 3. sevgiyle bağlı.
attachment i. 1. aksesuar, bir şeye takılabilen parça. 2. sevgi bağı. 3. huk. el
attachment for/to koyma, haciz
-e bağlılık, koyma.
-e sevgi.
attack f. hücum etmek, saldırmak; vurmak, tecavüz etmek. i. 1. saldırı,
attain hücum.
f. 1. elde2.etmek,
nöbet, kazanmak.
kriz. 2. varmak; ermek, erişmek.
attainment i. 1. elde etme, kazanma. 2. başarı. 3. marifet.
attempt f. denemek, girişimde bulunmak, teşebbüs etmek; çalışmak;
attend kalkışmak: He attempted
f. 1. hazır bulunmak. to climbtedavi
2. bakmak; that mountain. O dağa
etmek; hizmet etmek.
tırmanmayı denedi. You should attempt to finish that project by
attend to -e dikkat etmek, -e bakmak.
Friday. O işi Cuma gününe kadar bitirmeye çalışmalısın. You
attendance i. 1. hazır
should notbulunma.
attempt to 2. lift
hazır bulunanlar.
things which are too heavy for you.
attendant Gücünün
i. yetmediği
(bir hizmette kadar
bulunan) ağır şeyleri
görevli: shop kaldırmaya
attendant tezgâhtar.
attention kalkışmamalısın.
theater attendant i. deneme,
biletleri girişim,
kontrol teşebbüs.
eden
i. 1. dikkat. 2. ilgi, bakım. 3. iltifat. 4. ask. veya yer
esas gösteren
duruş/vaziyet.
görevli. flight attendant uçuş görevlisi. ground attendant yer
attention span dikkat genişliği.
görevlisi.
attentive s. 1. dikkatle izleyen: an attentive audience dikkatle izleyen
attenuate seyirciler. 2. dikkat
f. 1. inceltmek; eden, dikkatli:
hafifletmek, an attentive
azaltmak; worker
zayıflatmak. dikkatli
2. değerini
bir işçi.
düşürmek.
attest f. 1. doğrulamak, tasdik etmek. 2. (bir belgeyi imzalayarak bir
attic şeyin doğruluğuna/gerçekliğine) şahadet etmek. 3. to -i
i. tavanarası.
göstermek, -e delalet etmek.
attire i. elbise, giysi, kılık. f. giydirmek.
attitude i. tutum, davranış, tavır.
attorney i. avukat.
attorney general başsavcı.
attract f. çekmek; cezbetmek.
attraction i. 1. cazibe, alımlılık. 2. fiz. çekim.
attractive s. cazibeli, çekici, alımlı.
attractiveness i. çekicilik, alımlılık.
attribute f. to 1. (bir nedene) bağlamak; -e yormak. 2. -e mal etmek, -e
attribute atfetmek.
i. sıfat, nitelik, vasıf.
attribution i. 1. bağlama; yorma. 2. atıf.
attrition i. 1. yıpranma, aşınma; yıpratma, aşındırma. 2. zayiat.
attune f. 1. akort etmek. 2. to -e uydurmak, -e alıştırmak.
aubergine i., İng. patlıcan.
auburn s. kumral.
auction i. açık artırma, mezat, müzayede. f. (off) açık artırma ile
auctioneer satmak.
i. mezatçı.
audacious s. 1. cüretli. 2. küstah.
audacity i. 1. cüret. 2. küstahlık.
audible s. işitilebilir, duyulabilir.
audibly z. işitilebilecek şekilde.
audience i. dinleyiciler; seyirciler, izleyiciler.
audiocassette i. teyp kaseti.
audiovisual s. görsel-işitsel, odyovizüel.
audit i. (hesapları) denetleme. f. (hesapları) denetlemek.
auditor i. denetçi, kontrolör.
auditorium i. toplantı salonu; konser salonu.
auditory s. işitme ile ilgili, işitsel.
auditory canal anat. işitme kanalı.
Aug kıs. August.
auger i. burgu, matkap, delgi.
aught i.
aught i. sıfır.
augment f. artırmak.
augmentation i. artırma.
augur f. (iyi/kötü) bir işaret olmak: This augurs well for us. Bu bize iyi
August bir işaret.
i. ağustos.
august s. yüce ve çok saygın.
aunt i. 1. teyze: She is my maternal aunt. O benim teyzem. 2. hala:
auspices She is my paternal aunt. O benim halam. 3. yenge: Aunt Aliye is
i., çoğ.
my uncle´s wife. Aliye yenge amcamın/dayımın eşi.
auspicious s. uğurlu, hayırlı.
austere s. 1. sert. 2. sade ve süssüz; konforsuz.
austerity i. 1. sertlik, haşinlik. 2. sade, konforsuz ve dünyevi zevklerden
Australia yoksun bir yaşam.
i. Avustralya.
Australian i. Avustralyalı. s. 1. Avustralya, Avustralya´ya özgü. 2.
Austria Avustralyalı.
i. Avusturya.
Austrian i. Avusturyalı. s. 1. Avusturya, Avusturya´ya özgü. 2.
authentic Avusturyalı.
s. 1. hakiki, gerçek, otantik. 2. güvenilir: How authentic is this
authenticate news? Ne derece
f. doğrulamak, güvenilir
tasdik etmek;birgerçeklemek.
haber bu?
authenticity i. 1. gerçeklik, otantiklik. 2. güvenirlik.
author i. yazar, müellif.
authorisation i., İng., bak. authorization.
authorise f., İng., bak. authorize.
authoritarian s. otoriter.
authoritative s. 1. çok güvenilir (şey). 2. amirane. 3. saygı uyandıran; itaat
authority etmeye
i. 1. yetki.yönelten.
2. yetke,4.otorite.
otoriter.the authorities yetkili kişiler.
authorization i. izin.
authorize f. 1. izin vermek. 2. yetkilendirmek.
autistic s. otistik.
auto i., k. dili oto, otomobil.
autobiographer i. otobiyografi yazarı.
autobiographic s., bak. autobiographical.
autobiographical s. otobiyografik.
autobiography i. otobiyografi, özyaşamöyküsü.
autocracy i. otokrasi.
autocrat i. otokrat.
autocratic s. otokratik.
autograph i. imza; bir kimsenin el yazısı.
automat i. 1. otomatlardan yemek alınan kafeterya. 2. otomat, parayla
automate çalışan yiyecek içecek dağıtma makinesi. 3. otomat, bir canlının
f. otomatikleştirmek.
yapabileceği bazı işleri yapan aygıt.
automatic s. otomatik. i. otomatik tabanca/tüfek, otomatik.
automatic pilot hav. otomatik pilot.
automatic transmission otomatik vites, otomatik transmisyon.
automatically z. otomatik olarak, otomatikman.
automation i. otomasyon.
automobile i. otomobil.
automotive s. otomotiv.
automotive industry otomotiv sanayii.
autonomous s. özerk, otonom.
autonomy i. özerklik, otonomi.
autopsy i. otopsi.
autumn i. sonbahar, güz.
autumnal s. sonbahara ait.
autumnal equinox sonbahar noktası, güz ılımı (21 Eylül´e rastlayan ekinoks).
auxiliary s., i. yedek; yardımcı.
auxiliary verb dilb. yardımcı fiil.
auxiliary verb yardımcı fiil.
avail i. yarar, fayda. f. yaramak.
avail o.s. of -den yararlanmak, -den faydalanmak.
availability i. var olma, elde edilebilme.
available s. var, elde edilebilir.
avalanche i. 1. çığ. 2. heyelan.
avarice i. para hırsı.
avaricious s. para canlısı.
avenge f. öcünü almak, öcünü çıkarmak.
avenue i. cadde.
aver f. (--red, --ring) (emin bir şekilde) ileri sürmek, öne sürmek.
average i., mat. ortalama, vasati. s. 1. mat. ortalama, vasati: average
averse annual
s. rainfall yıllık ortalama yağış. 2. olağan, vasat, orta. f. 1.
mat. -in ortalamasını almak. 2. ortalama (belirli bir miktar)
aversion i. hiç hoşlanmama.
tüketmek, yapmak v.b.: He averages a pack of cigarettes a day.
avert f. 1. başka
Günde tarafabir
ortalama çevirmek, yön değiştirmek.
paket sigara içiyor. 3. out2.
atönlemek.
-in ortalaması
aviary (belirli bir miktar) olmak.
i. kuşhane.
aviate f. uçak kullanmak.
aviation i. havacılık.
aviator i. pilot, havacı.
avid s. coşkun; hevesli.
avocado i., bot. avokado, amerikaarmudu.
avocation i. birinin asıl işi dışında yaptığı bir iş, hobi.
avoid f. 1. -den kurtulmak; -i önlemek. 2. -den kaçınmak; -den
avoidable çekinmek. 3. -den
s. 1. önlenebilir. 2.sakınmak.
kaçınılabilir.
avoidance i. of 1. -den kurtulma; -i önleme. 2. -den kaçınma; -den
avoirdupois çekinme.
i. İngiliz ve3.Amerikan
-den sakınma.
ağırlık ölçü sistemi.
avoirdupois pound (16 ounces) 453 gram.
avow f. açıkça söylemek, itiraf etmek.
avowal i. açıkça söyleme; itiraf.
avowed s. -i açıkça ilan edilmiş olan (biri): He´s an avowed monarchist.
await Monarşist
f. beklemek, olduğunu her hazır
gözlemek, zaman söyler.
olmak.
await s.o./s.t. with
birini/bir şeyi dört gözle beklemek.
anticipation
awake s. uyanık, uyanmış.
awake f. (a.woke, --d/a.wok.en) 1. uyanmak; uyandırmak. 2. to -in
awaken farkına varmak.uyandırmak. 2. to -in farkına varmak.
f. 1. uyanmak;
award i. ödül, mükâfat. f. 1. ödüllendirmek. 2. (resmi bir kararla)
vermek.
aware s. farkında; haberdar.
awareness i. farkında olma.
awash s.
away z. 1. buradan, şuradan, oradan: Go away! Git buradan! 2. bir
away game yere, bir tarafa,
deplasman, bir yana:
deplasman Put that away! Onu bir yere kaldır! 3.
maçı.
Pekiştirmek için kullanılır: They´re working away! Harıl harıl
awe i. 1. korkuyla karışık saygı, huşu. 2. korkuyla karışık şaşkınlık,
çalışıyorlar. 4. hemen, şimdi: Fire away! Ateş! s. 1. yok, başka
dehşet.
s. f. 1.huşu
1. insanı -i huşu içinde
içinde bırakmak.
bırakan. 2. -i dehşete düşürmek.
awe-inspiring yerde: They´re away right now. 2. dehşet
Onlar şimdi verici.
yok. He´s away for
awesome the1.weekend.
s. insanı huşu Hafta sonu
içinde için bir2.
bırakan. yere gitti.verici.
dehşet 2. yola3.çıkmış:
k. dili We
awestricken ´re away
müthiş, at last!
dehşet.
s., bak. awestruck. Nihayet yola çıktık. 3. (belirli bir) uzaklıkta:
That´s twenty kilometers away. Orası yirmi kilometre uzakta.
awestruck s. 1. huşu içinde. 2. dehşet içinde.
awful s. 1. korkunç, müthiş; berbat. 2. k. dili çok fazla, pek çok: That´ll
awfully take
z. çok.an awful lot of work. O çok iş ister.
awhile z. bir süre, bir müddet: You´ll have to wait awhile. Bir süre
awkward beklemen
s. lazım.hantal; sakar. 2. kullanılması zor. 3. zor;
1. beceriksiz;
awkwardly uygunsuz, münasebetsiz.
z. beceriksizce; hantal bir şekilde.
awkwardness i. beceriksizlik; hantallık; sakarlık.
awl i. biz, kunduracı bizi, tığ.
awning i. tente.
awry s., z. eğri, yamuk; çarpık.
ax i. balta.
axe i., bak. ax.
axiom i. aksiyom, belit.
axiomatic s. aksiyomatik, belitsel.
axis çoğ. ax.es (äk´siz) i. eksen, mihver.
axle i. dingil, mil, aks.
ay z., bak. aye.
aye z. evet, muhakkak, hay hay.
azalea i., bot. açalya, açelya, azelya, Rhododendron.
Azerbaijan i. Azerbaycan.
Azerbaijani i., s. 1. Azeri. 2. Azerice.
azure i., s. gökmavisi.
B, b i. B, İngiliz alfabesinin ikinci harfi.
BA kıs. Bachelor of Arts.
baa i. meleme. f. melemek.
babble f. 1. anlaşılmaz sözler söylemek. 2. gevezelik etmek,
babbler saçmalamak;
i. geveze, boşboğaz.boşboğazlık etmek. 3. (su) çağlamak.
babe i. 1. bebek. 2. k. dili kız, piliç.
baboon i., zool. habeşmaymunu.
baby i. 1. bebek, çocuk. 2. k. dili sevgili. s. yavru. f. (birine) aşırı bir
baby blue özenle bakmak, her ihtiyacını karşılamak.
süt mavisi.
baby bottle biberon, emzik.
baby carriage/buggy çocuk arabası.
baby farm çocuk ve bebekler için ücretli bakımevi, kreş.
baby grand kısa kuyruklu piyano.
baby sitter çocuk bakıcısı.
baby tooth sütdişi.
babyhood i. bebeklik devresi.
babyish s. bebek gibi.
baby-sit f. (ba.by-sat, --ting) ana babaları evde olmadığı zaman çocuğa
baby-sitter bakmak.
i. çocuk bakıcısı.
baccara i., isk., bak. baccarat.
baccarat i., isk. bakara.
bachelor i. bekâr erkek, bekâr.
Bachelor of Arts degree kıs. B.A. edebiyat fakültesi diploması.
Bachelor of Science degree kıs. B.S. fen fakültesi diploması.
bacillus çoğ. ba.cil.li (bısîl´ay) i. basil.
back i. 1. arka taraf, arka. 2. anat. sırt, belkemiği. 3. futbol bek. f. 1.
back and forth -iileri
desteklemek,
geri. -e arka olmak, -e yardım etmek: Akif´s company
is backing this project with five million dollars. Akif´in şirketi bu
back and forth ileri geri.
projeyi beş milyon dolarla destekliyor. 2. geri yürütmek, geri
back country taşra. geri geri gitmek: I always back my car into the garage.
sürmek,
back down Arabamı
bir iddiadan garaja hep geri geri sürerim. He backed out of the
vazgeçmek.
back number room. Geri geri çekilerek odadan çıktı. s. 1. arka, arkadaki,
(dergi/gazete için) eski sayı/nüsha.
arkasındaki; arkaya doğru olan: back door arka kapı. 2. evvelki;
back number bir derginin
eski. eski
z. 1. geri, sayılarından
geriye: He gavebiri.the money back. Parayı geri
back out caymak, sözünden dönmek.
verdi. He went back to the office. Büroya geri döndü. It takes
back pay four
ücretdays veyatomaaşın
go to Van and back.
ödenmesi Van´akısmı.
gecikmiş gidip dönmek dört gün
ister. 2. yine, tekrar: He climbed back up the ladder. Tekrar
back scratcher kaşağı.
merdivene tırmandı. When are you going back to see your
back seat 1. arka Tekrar
doctor? yer, arka koltuk. 2.görüşmeye
doktorunla ikinci mevki/rol.
ne zaman gideceksin?
back street arka sokak.
back talk küstahça karşılık verme.
back to back arka arkaya, sırt sırta.
back up 1. geri sürmek, geri gitmek. 2. (kanıtla) desteklemek. 3. arka
backache çıkmak, desteklemek.
i. sırt ağrısı; 4. bilg. lumbago.
bel romatizması, yedeklemek.
backbit f., bak. backbite.
backbite f. (back.bit, back.bit.ten) arkasından çekiştirmek/kötülemek.
backbitten f., bak. backbite.
backbone i. 1. anat. omurga, belkemiği. 2. belkemiği, en önemli destek,
backbreaking temel. 3. karakter
s. çok yorucu, kuvveti, yürek gücü, maneviyat.
yıpratıcı.
backcomb f. (saçları) tersine taramak.
backdoor s., k. dili yasadışı.
backer i. destekçi, taraftar.
backfire f. 1. (motorun ateşi) geri tepmek. 2. geri tepmek, istenilenin
backgammon aksi olmak.
i. tavla.
background i. 1. arka plan, zemin; fon. 2. bir kimsenin geçmişteki görgü,
backhand çevre ve tahsili.
i. elin tersi öne gelecek şekilde yapılan vuruş. s. elin tersi öne
backhanded compliment gelecek
kompliman gibi yapılan
şekilde gözüken (vuruş v.b.).
eleştiri; z. elinin tersiyle.
kompliman olup olmadığı belli
backing olmayan söz.
i. arka, destek.
backlash i. 1. (siyasal/toplumsal bir gelişmeye karşı) güçlü tepki. 2. geri
backlog tepme.
i. birikmiş iş, yığılmış iş: You should work on that backlog of
backpack unanswered
i. sırt çantası.letters. O birikmiş
f. omzunda mektupları
sırt çantasıyla cevaplamaya
gezmek.
bakmalısın.
backpacker i. omzunda sırt çantasıyla gezen kimse.
backpedal f. 1. pedalı geri çevirmek. 2. k. dili caymak, tornistan etmek.
backrest i. arkalık.
backside i. 1. arka taraf. 2. k. dili kıç, makat.
backslid f., bak. backslide.
backslidden f., bak. backslide.
backslide f. (back.slid, back.slid/back.slid.den) (iyi yoldayken) kötü yola
backspace sapmak.
f. (daktiloda/bilgisayarda) geri gitmek.
backstage i. kulis, perde arkası.
backstitch i. iğneardı dikiş. f. iğneardı dikiş yapmak.
backstroke i. sırtüstü yüzme.
backtrack f. geldiği yoldan geri dönmek.
backup i. yedek. s. 1. yedek. 2. müz. eşlik eden.
backup copy bilg. yedek kopya.
backward s. 1. geriye doğru yapılan. 2. geç kavrayan. 3. geri kalmış.
backward z. geriye doğru, tersine, geri geri.
backwardness i. 1. geç kavrama, gerilik. 2. geri kalmışlık.
backwards z., bak. backward 2.
backwards and forwards ileri geri.
backwards and forwards ileri geri.
backyard i. arka bahçe, evin arkasındaki bahçe.
bacon i. beykın, tuzlanmış/tütsülenmiş domuz böğrü/sırtı.
bacterial s. bakteriye ait.
bactericide i. bakterisit.
bacteriological s. bakteriyolojik.
bacteriological warfare bakteriyolojik savaş.
bacteriologist i. bakteriyolog.
bacteriology i. bakteriyoloji.
bacterium çoğ. bac.te.ri.a (bäktîr´iyı) i. bakteri. s. bakteriye ait.
bad s. (worse, worst) 1. kötü, ahlaksız. 2. kötü, hoş olmayan. 3.
bad blood ciddi,
There vahim.
is bad4. kötü,between
blood niteliksiz; hatalı.
them. 5. bozuk,
Onlar bozulmuş
birbirine düşman.
(yiyecek). 6. hasta/sakat (organ/uzuv). 7. argo çok iyi, harika.
bad debt alınamayan alacak.
bad debt şüpheli alacak.
bad luck şanssızlık.
bade f., bak. bid.
badge i. rozet; nişan.
badger i., zool. porsuk. f. hiç rahat bırakmamak, başının etini yemek.
badly z. 1. fena halde, fena bir şekilde: The team was badly beaten.
bad-mouth Takım fena
f., k. dili halde yenildi. 2. çok: That child badly needs a new
kötülemek.
pair of shoes. O çocuğun yeni bir çift ayakkabıya çok ihtiyacı
bad-tempered s. aksi, huysuz, ters.
var. She wants to see that movie badly. O filmi seyretmeye can
baffle f. 1. şaşırtmak. 2. engel olmak.
atıyor.
baffling s. şaşırtıcı, aldatıcı.­
bag i. torba; çanta; heybe; çuval; kese; kesekâğıdı. f. (--ged, --ging)
bag and baggage 1. torbalamak,
bütün çuvala koymak. 2. (avı) yakalamak.
eşyasıyla.
bag lady tüm eşyasını bir torbada taşıyıp sokaklarda yaşayan kadın.
bag of tricks 1. bir sürü yalan dolan. 2. eldeki imkânlar.
baggage i. bagaj, yolcu eşyası.
baggage car furgon, yük vagonu.
baggage room emanet.
baggy s. torba gibi sarkan, şapşal duran (pantolon).
bagpipe i., müz. tulum, gayda.
bah ünlem Tu!
Bahama s. Bahama, Bahama Adaları´na özgü.
Bahamas i.
Bahamian i. Bahamalı. s. 1. Bahama, Bahama Adaları´na özgü. 2.
Bahrain Bahamalı.
i. Bahreyn.
Bahraini i. Bahreynli. s. 1. Bahreyn, Bahreyn´e özgü. 2. Bahreynli.
bail i., huk. 1. (sanığın tahliye edilmesi için verilmesi gereken)
bail teminat
i. (tekneye akçesi,
girenkefalet. 2. kefaletle
suyu boşaltmak içintahliye edilme.
kullanılan) f. maşrapa
kova,
bail s.o. out v.b. f. 1. tekneye giren suyu kova, maşrapa
birine kefalet ederek tahliyesini sağlamak. v.b. ile boşaltmak.
2. out (tekneye) giren suyu kova, maşrapa v.b. ile boşaltmak;
bail s.o./s.t. out k. dili birini/bir şeyi (zor bir durumdan) kurtarmak.
tekneye giren (suyu) kova, maşrapa v.b. ile boşaltmak. 3. out
(uçaktan) paraşütle atlamak. 4. out k. dili (zor bir durumdan)
sıyrılmak/kaçmak.
bailiff i. 1. icra memuru. 2. kâhya.
bailiwick i. uzmanlık alanı; yetki alanı.
bait i. olta yemi; kapan yemi. f. 1. yemlemek. 2. sözlerle eziyet
bake etmek.
f. fırında pişirmek.
bake sale evde yapılmış kek, kurabiye, pasta gibi şeylerin satışı.
baked beans fırında pişirilmiş kuru fasulye.
baked potato fırında patates; kumpir.
baker i. fırıncı, ekmekçi.
baker´s dozen on üç.
bakery i. 1. ekmek fırını, fırın. 2. pastane.
baking i. 1. fırında pişirme. 2. (bir) pişim.
baking powder kabartma tozu.
baking soda karbonat, sodyum bikarbonat.
baking soda kabartma tozu, sodyum bikarbonat.
baksheesh i. bahşiş.
balance i. 1. terazi. 2. denge. 3. denklem. 4. bilanço. 5. bakiye. f. 1.
balance a tire dengelemek.
lastiğin balans2.ayarını
dengeli olmak.
yapmak.
balance of a debt borç bakiyesi.
balance of payments ödemeler dengesi.
balance of power (uluslararası ilişkilerde) kuvvetler dengesi.
balance of trade ticaret dengesi, ithalat ve ihracat arasındaki değer farkı.
balance sheet bilanço.
balanced s. dengeli.
balcony i. balkon.
bald s. 1. dazlak. 2. kılsız; tüysüz. 3. yalın, sade.
bald-faced s., bak. barefaced.
baldness i. dazlaklık.
bale i. balya. f. balyalamak.
bale i., İng., bak. bail 2.
baleful s. uğursuz, meşum.
balk f. bir engel karşısında duraklamak; yürümemekte direnmek.
balky s. yürümemekte direnen, inat eden (hayvan).
ball i. 1. top; küre. 2. yumak: a ball of yarn bir yumak iplik. 3. topak:
ball a ball of dough bir topak hamur. f. up k. dili (bir şeyin) içine
i. balo.
etmek.
ball and chain pranga.
ball bearing mak. bilye.
ball cock şamandıra ile işleyen kapama valfı.
ball of the foot ayak parmaklarının kökü.
ballad i. balad; türkü.
ballast i. 1. den. safra. 2. d.y. balast.
ballerina i. balerin.
ballet i. 1. bale. 2. bale trupu.
ballet dancer 1. balerin. 2. dansör.
ballistic s. balistik.
ballistic curve balistik eğrisi.
ballistic missile ask. roket.
ballistics i. balistik, atış bilimi.
balloon i. balon. f. balon gibi şişmek.
balloon tire balon lastik.
ballot i. oy pusulası.
ballot box oy sandığı.
ballpark i., k. dili
ball-point i. tükenmez, tükenmez kalem.
ball-point pen tükenmez kalem.
ballroom i. dans salonu, balo salonu.
balls i., argo 1. taşaklar, husyeler. 2. cesaret, taşak, göt. 3. İng.
ballsy saçma,
s., argo zırva,
bayağıfasa fiso.She´s one ballsy female! Amma taşaklı
cesur:
ballyhoo karı
i., k. yahu!
dili 1. heyecanlı ve şamatalı propaganda/reklam. 2.
balm gürültü, patırtı, kullanılan
i. 1. ilaç olarak şamata, velvele.
birkaç çeşit yağ. 2. pelesenk. 3. bot.
balmy melisa, oğulotu.
s. 1. yumuşak ve4.ılık
güzel koku,
(hava). 2. rayiha. 5. kokulu
k. dili kaçık, merhem;
bir tahtası ağrı
eksik.
veya sızıyı dindiren merhem.
baloney i. 1. bir cins salam. 2. k. dili saçma, zırva, fasa fiso.
balsam i. pelesenk.
Baltic s. Baltık.
balustrade i. korkuluk, tırabzan.
bamboo i. bambu.
bamboozle f., k. dili 1. aldatmak, dolandırmak. 2. şaşırtmak.
ban f. (--ned, --ning) yasaklamak, menetmek. i. yasak.
banal s. banal, sıradan, bayağı.
banality i. 1. banallik, sıradanlık. 2. banal söz; banal şey.
banana i. muz.
banana pepper çarliston, çarliston biber.
banana republic muz cumhuriyeti.
band i. 1. takım, zümre. 2. bando.
band i. 1. şerit, bant, kurdele; kolan; sargı. 2. kemer; kayış. 3. uzun
band saw çizgi. f. çemberlemek.
şerit testere.
band together birleşmek, bir araya toplanmak; birleştirmek, bir araya
bandage toplamak.
i. sargı. f. (yarayı) sarmak, bağlamak.
Band-aid i. yara bandı, plaster, bant.
band-aid i., bak. Band-aid. s., k. dili geçici: a band-aid solution geçici bir
bandit çözüm.
i. haydut, eşkıya.
banditry i. haydutluk.
bandmaster i., müz. bando şefi.
bandstand i. açık havada çalan müzik topluluklarına özgü ve çoğu zaman
bandwagon üstü
i. kapalı platform.
bandy f.
bandy about 1. (bir sözü) çok iyi biliyormuş gibi kullanmak. 2. (bir fikri)
bandy words with ortaya atmak.
ile atışmak, ile3.ağız
(birkavgası
haberi) yapmak.
yaymak. be bandied about ağızdan
bandy-legged ağıza
s. çarpıkdolaşmak,
bacaklı.söylenmek.
bane i.
baneful s. zararlı, kötü.
bang i. 1. Çat!/Bom! 2. gürültü, patırtı; patlama. 3. heyecan, sevinç.
bang up 4. sansasyon, canına
mahvetmek, olay. f.okumak:
1. şiddetle
Youçarpmak/kapanmak.
can use my car, but2.don´t
gürültülü
you dare bir şekilde vurmak. 3. gürültü yapmak.
amaz., k. dili tam:
banger i., İng., k. bang it up! Arabamı kullanabilirsin,
dili sosis. canına
bang in the
okuyayım deme! middle of the war savaşın tam ortasında. bang on
Bangladesh i. Bangladeş.
time tam zamanında.
Bangladeshi i. Bangladeşli. s. 1. Bangladeş, Bangladeş´e özgü. 2.
bangs Bangladeşli.
i. perçem, kâkül, kırkma.
banish f. 1. sürgüne göndermek, sürmek. 2. kovmak, uzaklaştırmak.
banishment i. sürgün.
banister i. tırabzan; tırabzan küpeştesi.
bank i. 1. (nehir, göl, v.b.´ne ait) kıyı, kenar. 2. (set gibi duran, yanları
hafif meyilli/dik) toprak kümesi. 3. (bulut) kümesi. f. yığmak;
yığılmak.
bank i. banka. f. bankaya (para) yatırmak.
bank account banka hesabı.
bank bill banknot; bir banka tarafından diğer bir banka üzerine çekilen
bank discount poliçe.
banka ıskontosu, bir senedin banka tarafından kırılması.
bank holiday İng. cumartesi ve pazar günleri dışındaki resmi tatil.
bank note banknot, kâğıt para.
bank on -e bel bağlamak, -e güvenmek: We are banking on their
bank rate support. Desteklerine
banka ıskonto bel bağladık.
haddi, faiz oranı.
bank vault banka kasası.
bankable s., k. dili kâr getiren, para getiren.
bankbook i. banka cüzdanı, hesap cüzdanı.
bankcard i. (bankanın çıkardığı) kredi kartı.
banker i. bankacı.
banking i. bankacılık.
bankrupt s., i. iflas etmiş, batkın, müflis. f. iflas ettirmek, batırmak.
bankruptcy i. iflas, batkı.
banner i. 1. bayrak, sancak, alem. 2. gazet. manşet.
banns i. (gelecek bir tarihe ait) evlenme ilanı.
banquet i. ziyafet, resmi ziyafet.
banter i. şakalaşma, takılma. f. şakalaşmak, takılmak.
baptise f., İng., bak. baptize.
baptism i. vaftiz.
baptize f. vaftiz etmek.
bar i. 1. çubuk, sırık. 2. engel. 3. bar (içki içilen yer). 4. huk. baro. 5.
bar none su içindeki ayrıksız.
istisnasız, kum seti. 6. müz. ölçü çizgisi. f. (--red, --ring) 1.
sürgülemek. 2. engel olmak. 3. sokmamak, almamak. edat -den
bar of soap sabun kalıbı.
başka, hariç.
barb i. 1. çengel; kanca. 2. iğneleyici söz.
Barbadian i. Barbadoslu. s. 1. Barbados, Barbados´a özgü. 2. Barbadoslu.
Barbados i. Barbados.
barbarian i., s. vahşi, barbar.
barbaric s. medeniyetsiz, barbar; vahşi.
barbarism i. barbarlık.
barbarity i. vahşet.
barbarous s. barbarca, vahşi.
barbecue i. 1. (et kızartmak için dışarda kullanılan) ızgara; barbekü. 2.
barbed üstüne baharatlı
s. 1. dikenli, bir sos
kancalı. dökülerek
2. iğneli (söz).ızgarada kızartılan et. 3. etin
bu şekilde kızartıldığı açıkhava toplantısı. f. üstüne baharatlı bir
barbed wire dikenli tel.
sos dökerek (eti) ızgarada kızartmak.
barbell i. halter.
barber i. berber. f. tıraş etmek.
barbershop i. berber dükkânı, berber.
bard i. saz şairi, ozan.
bare s. 1. çıplak. 2. ancak yetecek kadar. f. soymak, açmak.
bare f., eski, bak. bear 2.
bare its teeth (hayvan) dişlerini göstermek.
bare living kıt kanaat geçinme.
bareback z.
barefaced s. apaçık, düpedüz: That´s a barefaced lie. Düpedüz yalan bu.
barefoot s., z. yalınayak.
barefooted s., z., bak. barefoot.
barehanded z. 1. silahsız. 2. eldivensiz. 3. aletsiz.
bareheaded s. başı açık.
barelegged s. çorapsız, çıplak bacaklı.
barely z. ancak, güçbela.
barf f., argo kusmak. i. kusmuk.
bargain i. 1. iş anlaşması. 2. kelepir. f. 1. pazarlık etmek. 2. for/on -i
barge ummak,
i. mavna.-i beklemek: I hadn´t bargained on that. Öyle bir şey
beklememiştim.
barge in burnunu sokmak, işe karışmak.
bark i. havlama. f. havlamak.
bark i. kabuk; ağaç kabuğu.
bark up the wrong tree k. dili yanlış kapı çalmak.
barkeep i., bak. barkeeper.
barkeeper i. barmen.
barley i. arpa.
barmaid i. barın tezgâhında çalışan kadın, barmeyd.
barman çoğ. bar.men (bar´mîn) i. barmen.
barmy s., İng. kafadan kontak, kafası bir hoş, çatlak.
barn i. ahır, çiftlik ambarı.
barnstorm f., k. dili taşrada temsil vermek.
barnyard i. çiftlik ambarı yanındaki avlu.
barnyard fowl kümes hayvanı.
barometer i. barometre.
baron i. 1. baron. 2. çok zengin işadamı, kral: an oil baron petrol kralı.
baroness i. barones.
baroque s. 1. barok. 2. şatafatlı, çok süslü.
barracks i. kışla.
barrage i., ask. yoğun yaylım ateşi, baraj ateşi.
barred s. 1. parmaklıkla kapalı. 2. yasaklanmış.
barrel i. fıçı.
barrel organ laterna.
barrel vault mim. beşiktonoz.
barren s. kısır; meyvesiz; kıraç, verimsiz.
barrette i. saç tokası.
barricade i. barikat. f. barikat yapmak: They barricaded the street.
barrier Sokakta barikat
i. (çit, duvar, yaptılar.
korkuluk gibi) engel; bariyer.
barrister i., İng. en yüksek mahkemelerde dava görebilen avukat.
barroom i. bar.
barrow i., İng. 1. işportacı arabası. 2. el arabası.
bartender i. barmen.
barter f. değiş tokuş etmek, takas yapmak, trampa etmek. i. değiş
base tokuş, takas,
i. 1. temel, trampa.
esas. 2. ask. üs. 3. kim. baz.
base s. alçak, adi, rezil.
base of operations harekât üssü.
base s.t. on bir şeyi -e dayandırmak.
baseball i. beysbol.
baseboard i. süpürgelik.
baseless s. asılsız, temelsiz.
basement i. bodrum katı, bodrum.
baseness i. alçaklık; alçakça bir davranış.
bash f. kuvvetle vurmak, hızla vurmak. i. 1. hızlı vuruş; kuvvetli
bashful darbe. 2. k. sıkılgan,
s. utangaç, dili şatafatlı parti.
çekingen.
BASIC kıs. Beginner´s All-purpose Symbolic Instruction Code bilg.
basic BASIC (bir temel.
s. 1. esas, programlama
2. kim. dili).
bazal.
basically z. aslında, esasında.
basil i., bot. fesleğen.
basin i. 1. leğen. 2. havuz. 3. havza.
basis çoğ. ba.ses (bey´siz) i. 1. temel. 2. kaynak. 3. ana ilke.
bask f. güneşlenmek, tatlı bir sıcaklığın karşısında uzanmak.
basket i. 1. sepet; küfe; zembil. 2. spor sayı, basket.
basketball i. 1. basketbol, sepettopu. 2. basketbol topu.
bass i., zool. levrek, hani.
bass i., mus. basso, bas.
bass clef fa anahtarı.
basswood i. ıhlamur ağacı.
bastard i. 1. piç, gayrimeşru çocuk. 2. alçak herif, it.
bastardise f., İng., bak. bastardize.
bastardize f. alçaltmak; değerini düşürmek.
baste f. 1. teyellemek. 2. (kurumaması için) (pişen etin üstüne) sıvı
bastion dökmek/sürmek.
i. kale burcu; tabya.
bat i., spor (beysbol, kriket v.b.´nde) sopa. f. (--ted, --ting) 1. spor
bat sopayla
i. yarasa.topa vurmak. 2. (göz) kırpmak.
batch i. 1. bir pişimde pişirilenler. 2. takım; grup; parti: a batch of
bated books
s. bir parti kitap.
bath i. 1. banyo. 2. hamam; kaplıca. 3. film banyosu. f., İng. yıkamak;
bath chair yıkanmak.
İng. (üstü bazen kapalı) tekerlekli sandalye.
bath towel banyo havlusu.
bathe f. 1. yıkamak, banyo etmek; yıkanmak, banyo yapmak. 2.
bathhouse ıslatmak;
i. 1. (plaj, suya batırmak.
göl v.b. kenarında) kabinli bina. 2. (halka açık)
bathing banyo/hamam.
i. 1. banyo yapma, yıkanma. 2. deniz banyosu, yüzme.
bathing suit mayo.
bathrobe i. bornoz.
bathroom i. 1. banyo. 2. tuvalet.
bathroom fixtures banyoya ait sabit eşya.
bathtub i. banyo küveti.
baton i. değnek.
battalion i., ask. tabur.
batten i. ince tahta parçası, tiriz.
batter f. sert darbelerle vurmak; hırpalamak; dövmek.
batter i. sulu hamur.
batter i., spor sopayla vuran oyuncu.
batter s.t. down (yerle bir etmek için) bir şeye vurmak.
batter s.t. in (delmek/çökertmek için) bir şeye vurmak; bir şeye vurup
battered delmek; bir şeye
s. 1. hurdası vurup
çıkmış, çökertmek.
ezilmiş. 2. dövülmüş (kimse).
battery i. 1. elek. pil; akümülatör, akü. 2. ask. batarya. 3. huk. dövme,
battery-operated dayak.
s. pilli. 4. dizi, seri, takım.
batting i. tabaka halinde pamuk.
battle i. 1. muharebe; meydan savaşı. 2. mücadele, büyük uğraş. f. 1.
battle cry savaşmak, dövüşmek.
1. savaş narası. 2. mücadele
2. herhangi etmek, çok
bir kampanyada uğraşmak.
kullanılan slogan.
battle fatigue savaş görmüş kimselerde görülen ruhsal çöküntü.
battle royal 1. (birkaç kişi arasındaki) büyük dövüş. 2. büyük kavga, büyük
battle-ax münakaşa.
i. 1. cenk baltası, teber. 2. argo huysuz kocakarı.
battlefield i. savaş alanı.
battleground i., bak. battlefield.
battleship i. savaş gemisi, zırhlı.
batty s., argo çatlak, kaçık.
bauble i. gösterişli süs, gösterişli fakat kullanışsız şey.
baulk f., bak. balk.
bauxite i. boksit.
bawdily z. açık saçık bir şekilde.
bawdiness i. açık saçık oluş.
bawdy s. açık saçık, müstehcen.
bawl f. 1. bağırmak. 2. yüksek sesle ağlamak.
bawl out argo azarlamak, haşlamak, paylamak.
bay i. koy, küçük körfez.
bay i. uluma. f. ulumak.
bay i., bot. defne, defne ağacı.
bay leaf defne yaprağı.
bay tree bot. defne ağacı.
bay window 1. cumba. 2. k. dili göbek, yağ bağlamış karın.
bayberry i., bot. mumağacı.
bayonet i. süngü.
bayou i. bir nehir veya gölün bataklıklı kolu veya çıkış noktası.
bazaar i. pazar, çarşı; kermes.
BB i. hava tüfeğinin saçması.
BB gun hava tüfeği.
BBC kıs. British Broadcasting Corporation BBC, B.B.C. (İngiliz Radyo-
BC Televizyon Kurumu).
kıs. before Christ M.Ö. (milattan önce), İ.Ö. (İsa´dan önce).
be f. (--en, --ing) (kuraldışı çekimleri: şimdiki zaman I am; he/she/it
BE is;
kıs.we/you/they are; eski thou art. geçmiş zaman I/he/she/it was;
bill of exchange.
eski thou wast; we/you/they were; eski thou wert. miş´li geçmiş
be vexed with s.o. birine kızmak.
be (caught) between a rock zaman I have been) olmak, vaki olmak; varlığını göstermek,
k. dili ikiolmak.
mevcut ateş arasında
yardımcıkalmak; iki aradafiilkalmak;
f. -dır. edilgen yapmayaiki yarayan
cami
and a hard place.
be ... shy arasında
yardımcı kalmış beynamaza
fiil: be bir
(birinin) (belirli seen görünmek.
miktarda) dönmek; iki arada bir derede
eksiği olmak: We´re only twenty
kalmak.
dollars shy of a million. Bir milyona varabilmek için yalnızca
be a bad judge of -den anlamamak.
yirmi dolar eksiğimiz var.
be a basket case k. dili 1. berbat bir halde olmak. 2. ambale olmak, doğru dürüst
be a big deal düşünemez
k. dili çok önemlihaldeolmak.
olmak.
be a byword for mec. ile eşanlamlı olmak.
be a disgrace to -in yüzkarası olmak.
be a good judge of -den anlamak, -in ne olduğunu bilmek.
be a hard worker çok çalışkan olmak.
be a match for (birinin) dengi olmak.
be a nervous wreck k. dili sinirleri bozulmuş olmak.
be a nuisance to -in başının belası olmak.
be a part and parcel of (bir şeyin) önemli bir öğesi olmak: These words are now part
be a past master at and parcel ofçok
(bir konuda) theusta
language.
olmak.Bu sözcükler artık dilin önemli bir
parçası oldu.
be a physical wreck sağlığı bozulmuş olmak.
be a picture of health turp gibi olmak.
be a poor loser yenilince kızıp küsmek.
be a shadow of one´s former
1. (biri) epeyce çökmüş olmak. 2. (biri) epeyce çaptan düşmüş
self
be a stranger to olmak. 3. eskiolmak.
-in yabancısı halinden çok düşmüş olmak.
be a subject of/for ... konusu olmak: She was a subject of gossip throughout the
be a thing of the past village. Köydeki
(bir şey) herkesin
artık geçmişe aitdedikodu konusu idi.
bir şey olmak.
be a whiz at k. dili (bir konuda) çok becerikli olmak, (bir işin) ustası olmak.
be abhorrent to 1. -e iğrenç gelmek. 2. -e son derece ters/aykırı gelmek.
be about 1. (kötü bir şey) kol gezmek: Smallpox was about in the town.
be about Şehirde çiçek kol
üzere olmak; geziyordu.
meşgul olmak.2. ayakta olmak: That morning she
was about at the crack of dawn. O sabah şafak söktüğünde
be about s.t. bir şey yapmak, bir şeyle meşgul olmak: What are you about?
ayaktaydı.
be about to Sen
-mek neüzere
yapıyorsun?
olmak: IYou´ve beentolong
was about enough
go out aboutKapıdan
the door. it! Amma
uzun sürdü!
çıkmak He knows
üzereydim. I what
knew he´s
by about.
heart the Ne yaptığını
poems about biliyor.
to be read.
be above reproach eleştirilemez olmak.
O sırada okunacak olan şiirleri ezbere biliyordum.
be above suspicion -den şüphe edilemez olmak: He´s above suspicion; he couldn´t
be above suspicion have beenşüpheden
her türlü there when it happened.
uzak olmak. Ondan şüphe edilemez;
olay sırasında orada olamazdı.
be abroad 1. yurtdışında olmak. 2. artık sır olmaktan çıkmış olmak: How´d
be absorbed in ittüm
getdikkatini
abroad that(bir Işeye)
was here?
vermişBurada
olmak.bulunduğum nasıl
keşfedildi? 3. ev dışına çıkmış olmak, dışarıda olmak: Why are
be abundant in -de bol/çok olmak: The forest was abundant in game. Ormanda
you abroad so early in the morning? Sabahleyin böyle erkenden
av-e hayvanı
uygun çoktu.
be accordant with niye dışarıolmak;
çıktın? ile uyumlu olmak.
be accustomed to -e alışkın olmak.
be acquainted with 1. ile tanışmak, -i tanımak. 2. -i bilmek, -e aşina olmak.
be acquitted (of) (-den) beraat etmek, temize çıkmak.
be addicted to (bir şeyin) bağımlısı/tiryakisi olmak.
be adrift akıntıyla sürüklenmek. z.
be advisable Tavsiyeleri pekiştirmek için kullanılır: Great caution is advisable.
be affiliated with Son derece
-e bağlı dikkat edilmeli.
olmak.
be afflicted with -den mustarip olmak.
be afloat 1. su üstünde yüzmek. 2. (mali açıdan) ayakta kalmak, zarar
be afraid etmemek: The firm is afloat. Şirket masrafını çıkarıyor. 3.
(of) (-den) korkmak.
be afraid of one´s own (söylenti) dolaşmak: Rumors are afloat. Ortalıkta şayialar
kendi gölgesinden korkmak.
shadow dolaşıyor.
be after peşinde olmak.
be alien to (birine) yabancı gelmek.
be alive to -in farkında olmak.
be alive with kaynamak, çok miktarda bulunmak.
be all broken up over -den dolayı çok üzgün olmak.
be all ears kulak kesilmek, dikkatle dinlemek.
be all eyes gözünü dört açmak.
be all for -i candan desteklemek, -e taraftar olmak.
be all in k. dili pestili çıkmak; çok yorgun olmak.
be all keyed up çok heyecanlı olmak; endişe içinde olmak.
be all right 1. iyi olmak, zarara uğramamış olmak: Are you all right? İyi
be all thumbs misin? 2. elleriyle
k. dili 1. iyi olmak, iş fena
yapmayaolmamak: Hisbeceriksiz
gelince grades are all right.
olmak. 2. at
Notları bir
(belirli fena değil. 3.
konuda) uygun olmak,
beceriksiz olmak.olmak: Is it all right if she
be all wet k. dili çok yanılmak.
comes too? O da gelse olur mu?
be all wet k. dili 1. tamamen yanlış olmak. 2. yanılmak, yanılgıya düşmek.
be along gelmek.
be along for the ride k. dili (iş için değil) eğlenmek/vakit geçirmek için (hazır)
be amiss bulunmak.
gerektiği gibi olmamak.
be an old hand at (bir konuda) bayağı tecrübeli olmak.
be anathema to ... tarafından nefret edilen biri olmak: She was anathema to the
be angry about left-wingers.
-e sinir olmak. Solcular ondan nefret ettiler.
be angry at -e kızgın olmak, -e kızmak.
be angry with s.o. birine gücenmiş olmak.
be annoyed with (birine) kızgın olmak.
be answerable for s.t. bir şeyden sorumlu olmak.
be answerable to s.o. birine karşı sorumlu olmak.
be anxious about -i merak etmek.
be anxious for s.o. to (birinin bir şeyi yapmasını) çok istemek.
be anxious to k. dili -i çok istemek.
be as good as one´s bond son derece güvenilir olmak.
be as good as one´s word sözünü tutmak, sözünü yerine getirmek.
be as good as one´s
sözünü tutmak, sözünde durmak, sözünü yerine getirmek.
word/promise
be as thick as thieves k. dili sıkı fıkı olmak, canciğer kuzu sarması olmak.
be ashamed utanmak.
be asleep uyumak.
be assailed with doubts kuşkular içinde olmak.
be assassinated suikasta uğramak, suikasta kurban gitmek.
be associated with ile ilişkisi olmak; ile ilgisi olmak.
be astonished at -e hayret etmek.
be at -de bulunmak, -de olmak.
be at a disadvantage dezavantajlı olmak.
be at a loss for words ne diyeceğini şaşırmak/bilememek.
be at a loss for words ne diyeceğini şaşırmak, söyleyecek söz bulamamak.
be at a low ebb 1. (birinin) morali bozuk olmak. 2. çok azalmış olmak.
be at a standstill durmak, durmuş vaziyette olmak; kesilmek, kesilmiş vaziyette
be at bay olmak.
çok zor bir durumda olmak.
be at cross purposes -in amaçları birbirine ters düşmek/birbiriyle çelişmek.
be at daggers drawn kanlı bıçaklı olmak.
be at fault kabahatli olmak.
be at hand el altında olmak; yakında olmak.
be at loggerheads (with) (ile) ihtilafa düşmüş olmak.
be at loose ends k. dili 1. meşgul olmamak, boş olmak. 2. boşta gezmek.
be at loose ends serbest olmak, (birinin) bir işi olmamak.
be at odds 1. (birilerinin) araları açık olmak. 2. with -e aykırı olmak.
be at one´s back bir kimseye arka çıkmak.
be at one´s best en iyi durumda olmak, formunda olmak.
be at one´s elbow yanı başında olmak, yanında olmak.
be at one´s wit´s end ne yapacağını bilmemek, şaşırmak.
be at one´s wits´/wit´s end k. dili ne yapacağını şaşırmak.
be at rest hareketsiz olmak, hareket etmemek.
be at risk tehlikede olmak.
be at s.o.´s beck and call her an birinin emrinde olmak.
be at s.o.´s disposal birinin emrinde olmak: While I´m away my house is at your
be at s.o.´s disposition disposal. Ben yokken
birinin emrine amadeevim emrinizde.
olmak.
be at s.o.´s service birinin hizmetinde olmak.
be at sea 1. denizde olmak; (açık denizde seyreden) gemide olmak. 2. k.
be at the end of one´s rope dili şaşkına
çaresiz dönmüş olmak.
kalmak.
be at the end of one´s tether son kozunu oynamış olmak.
be at the end of one´s tether k. dili çok zor bir durumda olmak, ne yapacağını şaşırmış
be at the mercy of olmak.
-in insafına kalmış olmak.
be at the point of death ölmek üzere olmak.
be at variance with 1. ile uyuşmamak, ile araları bozuk olmak. 2. -e ters düşmek,
be at war ile çelişmek.
savaş halinde olmak.
be at work işte olmak, iş başında olmak.
be averse to 1. -den hoşlanmamak: He is averse to hard work. Çok
be avid for çalışmaktan
(bir şeyi eldehoşlanmıyor. 2. -ehırslı/arzulu
etmek için) çok karşı olmak: They were averse
olmak.
to our plan. Planımıza karşıydılar.
be awake to -in farkında olmak.
be aware of -in farkında olmak; -den haberdar olmak.
be awash 1. suyla kaplı olmak, sular altında olmak. 2. (bir şey) su içinde
be bad for yüzmek.
-e zararlı3.olmak.
with ile dolu olmak; bol miktarda bulunmak.
be bad news k. dili hiç iyi biri/bir şey olmamak.
be badly off k. dili fakir/yoksul olmak.
be baffled şaşırmak.
be bang on İng., k. dili tam isabet etmek, taşı gediğine koymak.
be based on -e dayanmak.
be behind the eight ball argo zor/müşkül bir durumda olmak.
be behind the times çağın gerisinde kalmak.
be beneath s.o. birine yakışmamak, birinin tenezzül etmeyeceği bir şey olmak:
be bent on/upon That´s beneath you.
-i kafasına/aklına O sana
koymuş yakışmaz.
olmak.
be bent out of shape k. dili küplere binmek, çıldırmak.
be beset by/with 1. -in (olumsuz yönleri) çok olmak: This project´s beset with
be beside the point problems. Bu proje
konuyla ilgisi problemlerle
olmayan dolu. 2. -i kaplamak, -i istila
bir şey olmak.
etmek: I was suddenly beset by doubts. Birdenbire içimi
be beside the point/question -in (konuşulan şeyle) hiç ilgisi olmamak: That´s beside the
kuşkular kapladı.
be besotted with point.
İng. -eOnun alakası
kapılmak, ... yok.
sevdasına kapılmak, kendini -e kaptırmak.
be better off daha iyi durumda olmak.
be beyond belief inanılması mümkün olmamak, inanılmaz olmak.
be beyond dispute tartışma götürmemek.
be beyond one´s ken (birinin) hiç bilmediği bir şey olmak.
be beyond s.o.´s grasp 1. birinin kavrayışının dışında olmak. 2. birinin elinden
be beyond the pale kurtulmuş olmak: They´re beyondbir
hiç kabul olunacak/onaylanacak his grasp
şey now. O artık onlara
olmamak.
be beyond/without a shadow dokunamaz. 3. birinin elde edemeyeceği bir şey olmak.
zerre kadar şüphe kalmamak.
of a doubt
be booked up 1. -in programı dolu olmak. 2. -in tüm yerleri dolu/rezerve
be bored stiff olmak.
k. dili sıkıntıdan patlamak/çatlamak.
be born with a silver spoon
k. dili zengin bir ailenin çocuğu olmak.
in one´s mouth
be bound to -mesi kesin gibi/kesin olmak: He´s bound to win. Kazanması
be broken to smithereens kesin gibi.
paramparça olmak.
be burned/burnt out yangın yüzünden sokakta kalmak.
be cast adrift akıntıya bırakılmak.
be caught short 1. parası çıkışmamak. 2. of yanında yeterli miktarda (bir şey)
be centrally located olmamak.
merkezi bir 3. yerde
İng. sıkışmak, aptesimerkezinde
olmak, şehrin gelmek. bulunmak.
be chary of (bir konuda) son derece ihtiyatlı davranmak/dikkatli olmak: Be
be close to chary of investing
1. (belirli bir zamanyour money
veya yerde)in-e
that company.
yakın Paranızı
olmak. 2. o
-in yakını
şirkete
olmak. yatırmadan önce iyice düşünün.
be closeted with görüşme amacıyla (birisi) ile odaya kapanmak.
be cognizant of -den haberdar olmak, -in farkında olmak, -i bilmek.
be comparable 1. to -e benzemek. 2. with ile karşılaştırılabilir olmak.
be composed of -den oluşmak, -den ibaret olmak.
be concerned about -den kaygılanmak, -den endişe duymak, -i merak etmek.
be conditioned by (bir şey) (başka bir şeye) bağlı olmak: Your spending capacity
be conducive to isinsanı
conditioned
-e davetbyetmek/sevketmek,
the size of your income.
-e müsaitHarcamaların
olmak: Thisgelir
is a
miktarına
place bağlı.
that´s conducive to reflection. Burada insan derin
be congenial 1. to -e hoş gelmek. 2. with -e uygun olmak.
düşüncelere dalabilir.
be conscious of -in farkında olmak, -i bilmek.
be consoled avunmak.
be contrary to -e zıt olmak, -e ters düşmek.
be convulsed with laughter gülmekten katılmak.
be crazy about -e bayılmak.
be cross with -e dargın olmak.
be cursed lanetli olmak.
be damaged in shipment (mal) yoldayken hasar görmek.
be delayed gecikmek, geç kalmak.
be delighted with -e çok sevinmek.
be desirous of -i arzu etmek, -e can atmak.
be destined for/to talih tarafından bir şeye yöneltilmek: He was destined for
be destined for greatness. Kaderyol
(bir yere doğru) onualmak/gitmek;
büyük bir adam (birolmaya yöneltti.
yere doğru) He was
gidecek
destined
olmak: to ship
The becomewas president.
destined Talih
for onu Gemi
China. cumhurbaşkanlığına
Çin´e doğru yol
be disdainful of s.t. bir şeyi hor görmek.
yöneltti.
alıyordu.
be disenchanted with gözünden düşmek: I´m disenchanted with him. O, gözümden
be disgusted with düştü.
-den bıkmak.
be disposed to ... eğiliminde olmak.
be done for k. dili 1. mahvolmak; belaya çatmak. 2. pestili çıkmak, canı
be doomed to çıkmak.
(kötü bir şeye) mahkûm olmak.
be down in the dumps çok neşesiz olmak, canı sıkkın olmak.
be down on -e karşı olmak.
be down to the wire k. dili (bir şeyi yapmak için tanınan mühlet) bitmek üzere
be dressed in tatters olmak;
(birinin)(bir işin)
üstü sonuna
başı yırtık yaklaşmış
pırtık olmak,olmak:
yırtıkWe´re
pırtık down toiçinde
giysiler the
wire.
olmak. Bu işin sonuna yaklaştık.
be dressed up fit to kill iki dirhem bir çekirdek olmak, çok süslenmiş olmak.
be due 1. to -den kaynaklanmak/ileri gelmek, -e borçlu olmak. 2. -in
be enamored of verilmesi/ödenmesi
-e âşık olmak. gerekmek/lazım olmak: When is this note
due? Bu senedin vadesi ne zaman doluyor? 3. (belirli bir
be encased in ile kaplı olmak; ile örtülü olmak.
zamanda/belirli bir programa göre) (bir olayın meydana
be enchanted by/with -e bayılmak,
gelmesi) -i çok sevmek:
gerekmek/lazım She is enchantedThe
olmak/beklenmek: withbus
herisnew
due at
be encrusted with house.
nine. Yeni bir
Otobüsün
1. (kalınca evine bayılıyor.
dokuzda
tabaka) ilegelmesi lazım.2.4.(mücevherler)
kaplı olmak. (bebeğin doğumu) ile süslü
be encumbered with beklenmek:
olmak. When´s her baby due? Ne
1. ile yüklü olmak. 2. ile doldurulmuş olmak. zaman doğum yapacak?
be endowed with Allah (birine) (bir şeyi) vermek: He´s endowed with a good
be engrossed in memory. Allah ona iyi bir hafıza vermiş.
-e dalıp gitmek.
be enmeshed in (olumsuz bir duruma) düşmek: He was enmeshed in his own
be enshrined in intrigues.
(bir şeyin)Kendi
içindeentrikaları
çok saygınayağına
bir yeridolanmıştı.
olmak: It´s an expression
be entitled to that´s enshrined in French usage. O
1. -e hakkı olmak. 2. -i yapmaya yetkisi deyimin Fransız dilinde çok
olmak.
saygın bir yeri var.
be equal to (bir işin) üstesinden gelmek.
be equivalent to -e eşit olmak. i. 1. karşılık, eşit. 2. dilb. eşanlamlı sözcük,
be exempt eşanlamlı.
(from) -den muaf olmak. f. muaf tutmak.
be expecting k. dili hamile olmak, gebe olmak.
be fagged out çok yorgun olmak, turşu gibi olmak. i., argo 1. sigara. 2.
be familiar to homoseksüel
-e aşina olmak. erkek, ibne, tekerlek.
be familiar with -i iyi bilmek.
be famished çok acıkmış olmak.
be fascinated by/with -e kendini kaptırmak.
be fast (saat) ileri gitmek/olmak.
be few and far between nadir rastlanmak; çok seyrek olmak.
be fluent in (bir dili) akıcı bir şekilde konuşmak.
be flushed with (bir şeyin) verdiği heyecanla dolu olmak.
be fond of -i sevmek.
be for the benefit of -in yararına olmak: This concert´s for the benefit of
be found wanting Darüşşafaka. Bu konser Darüşşafaka´nın yararına.
kusurlu bulunmak.
be free of 1. (birinden) kurtulmuş olmak. 2. (bir yerden) çıkmış olmak.
be free to -ebilmek: She´s now free to marry. Artık evlenebilir. You´re
be free with one´s advice free to go. Gidebilirsiniz.
sorulmadan öğüt vermek.
be free with one´s money parasını cömertçe harcamak.
be from -den gelmek, -li olmak.
be frozen hard donup kaskatı olmak.
be fucked up 1. kafayı yemek, kafayı yemiş olmak; kafayı üşütmüş olmak. 2.
be full of beans (iş/işler)
k. dili çokberbat
canlı olmak,
ve heveslimahvolmak,
olmak. rezil olmak.
be given to (bir şey yapmak) itiyadında olmak.
be going strong enerjik bir şekilde çalışmak.
be going to 1. Niyet gösterir: She´s going to register for that course. O ders
be good at için kaydını
(belirli yaptıracak.
bir şeyi) 2. Zorunluluk
iyi yapmak: He´s good gösterir: You are
at repairing going to
radios.
get that
Radyo job, period.
tamirini iyi O işe gireceksin, o kadar. 3. -mek üzere
yapar.
be good enough to bir iyilik edip de (bir yardımda bulunmak): Will you be good
olmak: Doğan´s going to throw up. Doğan kusmak üzere. 4.
be good for enough tobir
1. (belirli help me?
süre Birdayanmak:
için) iyilik edip de bana
That yardım
rug´s goodeder
for misiniz?
another
Gelecek zaman için kullanılır: It´s going to be sunny today.
be good/bad at figures twenty
Bugün years.
hesabıhava Oolmak.
halı olacak.
güneşli
iyi/kötü bir yirmi yıl daha dayanır. 2. (belirli bir işe)
yaramak: It´s good for a laugh. Bizi güldürmeye yarar.
be greedy for gözünü (bir şey) hırsı bürümek.
be green with envy 1. çok kıskanmak, kıskançlıktan çatlamak. 2. gıpta etmek.
be guilty of -in suçlusu olmak, -den suçlu olmak.
be halfway through -in yarısını bitirmiş olmak.
be halfway to -e giden yolun yarısında olmak: We were halfway to Alanya.
be hand in/and glove with Alanya´ya giden
ile yakın ilişki yolun
içinde yarısındaydık.
olmak.
be happy with -den memnun olmak.
be hard at hand kapıda olmak, kapıya dayanmış olmak.
be hard at it k. dili çok çalışmak.
be hard by -in çok yakınında olmak; -e çok yakın olmak.
be hard hit by -in çok zararını görmek: We were hard hit by the cold weather in
be hard of hearing December. Aralık´taki soğuk bize çok zarar verdi.
ağır işitmek/duymak.
be hard on k. dili 1. (bir şeyi) hor kullanmak. 2. (bir şeyi) çabuk
be hard on the heels of eskitmek/mahvetmek.
-in hemen ardından gelmek. 3. (birine) sert davranmak.
be hard put to (bir şeyi) zorla/çok zor yapmak: They were hard put to finish it
be hard put to on time.
(bir şeyi)Onu vaktinde bitirmeleri
zorlukla/güçlükle (yapmak):çok Izor
wasoldu.
hard put to give her
be hard up an answer. Ona zor cevap verdim.
k. dili (birinin) pek parası olmamak, (biri) züğürt olmak.
be hard up for money para sıkıntısı çekmek.
be hell on -i hor kullanmak, -i hoyratça kullanmak.
be here to stay kalıcı olmak, vazgeçilmez olmak: Computers are here to stay.
be honeycombed with Bilgisayar
ile dopdoluartık
olmak.hayatımızın vazgeçilmez bir parçası oldu.
be hooked on k. dili 1. -in tiryakisi/bağımlısı olmak. 2. -e vurgun/âşık olmak.
be hungry 1. aç olmak, karnı aç olmak. 2. for -i çok özlemek; -i çok arzu
be ignorant of etmek, -e susamak.
-den haberi olmamak; ... hakkında bilgisi olmamak.
be imbued with ile dolu olmak: He was imbued with a strong sense of duty.
be implicit in Görev aşkıyla
-de saklı olmak,doluydu.
-in içinde olmak: That´s implicit in what I said.
be in O, dediklerimde saklı.
1. evde/ofiste bulunmak. 2. moda olmak. 3. (mevsimi geldiği
be in the ascendant için) (sebze/meyve)doğu
1. (yıldız/gezegen) çıkmak.ufkunda görünmek. 2. (birinin) yıldızı
be in a (tight) spot parlamak; egemen olmak.
k. dili zor bir durumda olmak.
be in a bad humor -in sinirleri/huyu/heyheyleri üstünde olmak.
be in a bad mood sinirleri tepesinde/üstünde olmak.
be in a bad way 1. ağır hasta olmak. 2. çok zor bir durumda olmak.
be in a brown study k. dili dalıp gitmek.
be in a fix zor bir duruma düşmek.
be in a flap k. dili telaş içinde olmak.
be in a good humor -in keyfi yerinde olmak.
be in a good mood keyfi yerinde olmak.
be in a hurry 1. -in acelesi olmak, acele etmek: I´m in a hurry. Acelem var.
be in a pickle Don´t be in
k. dili zor birtoo big a hurry.
durumda olmak. Fazla acele etme. 2. to (bir şeyi)
çabuk/bir an evvel (yapmak) istemek.
be in a pinch k. dili zor bir durumda olmak.
be in a place on sufferance (aslında istenilmeyen/orada bulunması yasak olan biri)
(başkasının) müsamahası/görmezlikten gelmesi sayesinde bir
yerde bulunmak: You ought to know that you´re here only on
sufferance. Burada kalışını müsamahakârlığıma borçlu olduğunu
bilmelisin.
be in a position to do s.t.
(bir konuda) bir şeyler yapabilecek durumda olmak.
(about)
be in a quandary ne yapacağını bilememek.
be in a state of flux değişmek, değişim içinde olmak.
be in a stew k. dili telaş/endişe içinde olmak.
be in a sulk/be in the
k. dili somurtup durmak.
sulks/have a fit of the sulks
be in a sweat k. dili endişe içinde olmak.
be in a swelter k. dili telaş içinde olmak.
be in a swivet k. dili telaş içinde olmak.
be in a temper k. dili öfkesi burnunda olmak.
be in a twist İng., k. dili endişe/telaş içinde olmak.
be in accord 1. (with) (ile) anlaşmak. 2. with -e uymak; ile uyumlu olmak.
be in agreement hemfikir olmak; mutabık olmak.
be in alignment aynı hizada olmak.
be in arrears (birinin) vaktinde ödenmemiş borçları olmak.
be in bad odor with -in gözünden düşmek.
be in character (bir davranış) (birinin) karakterine uymak.
be in charge (of) -in sorumlusu olmak, -e bakmak: Who´s in charge here?
be in conformity with Buraya
-e uygun kim bakıyor?
olmak, -e uymak.
be in dire straits çok güç durumda olmak.
be in dire/desperate straits çok zor bir durumda olmak.
be in disfavor gözden düşmüş olmak.
be in disgrace gözden düşmüş olmak.
be in evidence görünmek; görünürde olmak.
be in for (kötü bir şeyi) geçirmek üzere olmak.
be in force yürürlükte olmak.
be in full swing k. dili (bir şey) en hareketli zamanında olmak, hızını almak;
be in good taste yoluna
(bir şey)girmek.
uygun düşmek, yakışık almak, yerinde olmak: That
be in good with remark was notgözüne
k. dili (birinin) in goodgirmiş
taste.olmak.
O laf yakışıksızdı.
be in good working order iyi işler durumda olmak.
be in high spirits keyifli olmak, keyfi yerinde olmak.
be in hopes of -i ummak.
be in hot water k. dili başı dertte olmak, güç durumda olmak.
be in hysterics 1. k. dili gülmekten katılmak, gülme krizi geçirmek. 2. isteri krizi
be in juxtaposition geçirmek.
birbirine yakın bulunmak; yanyana bulunmak.
be in keeping with -e uygun olmak.
be in labor doğurmakta olmak.
be in league with -in müttefiki olmak.
be in limbo iki cami arasında kalmış beynamaza dönmek.
be in line with 1. -e uymak. 2. ile bir hizada olmak.
be in low spirits keyifsiz olmak.
be in need yoksul/fakir olmak.
be in need of -e ihtiyacı olmak; istemek..
be in neutral (motor) boşta çalışmak, rölantide durmak/çalışmak.
be in no hurry to (bir şey yapmaya) can atmamak.
be in on 1. -e dahil olmak/katılmak, -de payı olmak. 2. -i bilmek, -den
be in on the secret haberi olmak.
sırra ortak olmak.
be in one´s element k. dili kendini rahat hissettiği bir ortamda bulunmak.
be in one´s glory kendinden çok hoşnut olmak.
be in one´s right mind aklı başında olmak.
be in order 1. düzenlenmiş/sıralanmış durumda olmak. 2. (işler) yolunda
olmak.
be in poor health -in sağlığı iyi olmamak.
be in possession of -e sahip olmak, -si olmak.
be in possession of o.s. kendine hâkim olmak, kendine sahip olmak.
be in power (parti) iktidarda olmak.
be in practice formda olmak.
be in print (kitap) yayımcısında mevcut olmak, kitapçılarda bulunmak.
be in progress devam etmek, sürmek, yapılmak: The battle was still in
be in quotes progress. Muharebe hâlâ devam
tırnak işaretleri/tırnaklar ediyordu. The hearing is now in
içinde olmak.
progress. Duruşma şimdi yapılıyor.
be in rags (birinin) giysileri yırtık pırtık olmak.
be in ruins 1. harap/yıkık dökük bir halde olmak. 2. mahvedilmiş olmak.
be in rut (hayvan) kızışmak, kösnümek.
be in s.o.´s debt bir kimseye borçlu olmak.
be in s.o.´s grasp birinin pençesine düşmüş olmak.
be in s.o.´s power birinin elinde olmak.
be in s.o.´s shoes k. dili birinin bulunduğu durumda olmak, birinin yerinde olmak.
be in s.t. up to one´s eyes (yasadışı) bir işin içinde olmak, bir işe fena halde bulaşmış
be in session olmak.
(mahkeme/toplantı/kongre/parlamento) toplantı halinde olmak;
be in shape (okul/üniversite)
(for) (-e) hazır olmak;öğretim yılınaolmak,
formda girmişkondisyonu
olmak: Court´s in session
iyi olmak: The
right
players now.
are Şuin anda
shape.mahkeme
Oyuncular var.formda.
be in short supply az olmak; az bulunmak.
be in short supply az miktarda bulunmak.
be in sight 1. yakın olmak, ufukta olmak: Victory is in sight. Ufukta zafer
be in step görünüyor. 2. görülmek,
1. (with) (başkalarına) gözle
adım seçilmek.2. with -e ayak
uydurmak.
be in stitches uydurmak: We´re kasıkları
k. dili gülmekten in step with the times. Biz çağa ayak
çatlamak.
uydurduk.
be in store for (bir şey) (birini) beklemek: A surprise is in store for you. Seni
be in straitened bir sürpriz içinde
bekliyor.
yoksulluk yaşamak, darlık içinde olmak.
circumstances
be in substantial agreement temelde anlaşmak, temel noktalarda hemfikir olmak.
be in sympathy with (görüşü/fikri) anlayıp paylaşmak/desteklemek.
be in sync senkronik olmak, senkronize edilmiş olmak.
be in tatters 1. lime lime olmak, yırtık pırtık olmak. 2. (ad, şöhret v.b.)
be in tears mahvolmak.
ağlamak.
be in the black borcu kalmamak, borçlu olmamak.
be in the clear şüphe altında olmamak; masumluğu ispatlanmış olmak. f. 1.
be in the doldrums (birden.
1. şeyi) (bir yerden)
rüzgârın kaldırmak/uzaklaştırmak/yok
esmediği bir bölgede bulunmak. 2. etmek: (birinin Clear
the table!
işleri) kesat Sofrayı
olmak. kaldır!
3. can We need to
sıkıntısı clear the
çekmek; area.
efkârlı Çevreden
olmak.
be in the employ of (birisi için) çalışmak.
herkesi uzaklaştırmamız lazım. He´s clearing the steps of snow.
be in the know (bir konuda) çoğu
Merdivenlerdeki kimsenin
karları bilmediği
temizliyor. They şeyleri
clearedbilmek.
a space in the
be in the lead middle of the
önde/başta gitmek. room. Odanın ortasında bir yer açtılar. Clear the
be in the limelight way! Yol ver!
ilgi odağı olmak. It really clears your nostrils. Burnunun deliklerini
bayağı açar. 2. (birinin) masumiyetini göstermek; of (birinin) (bir
be in the making hazırlanmakta
suçun) olmak; göstermek.
faili olmadığını oluşmakta olmak: There´s awith
3. izin vermek; new age in
be in the market for the making.
-i satın alma
(birinden) Yeni bir
(birniyetinde devir oluşmakta.
olmak.
şey için) izin almak: Have you cleared this with
be in the mood to/for him? Bunun için ondan
canı (bir şeyi) yapmak istemek: izin aldın I´m
mı? not
4. (bir şeyin)
in the mood üstünden
to go
geçmek:
there. The horse
Canım oraya cleared
gitmek the wall inI´m
istemiyor. a bound.
not in At
theduvarın
mood for
be in the pink 1. sapasağlam olmak, turp gibi olmak. 2. en güzel halinde
üzerinden Kimseyle
company. bir atlayışta geçti. 5.istemiyorum.
görüşmek (gökyüzü/hava) I´maçılmak;
in no mood (sis)for
be in the pipeline olmak.
k. dili hazırlanmakta olmak.
gitmek,
that açılmak;
right now. Şu(bulutları/sisi)
an ona tahammülüm gidermek. 6. (borcu) kapatmak.
yok.
be in the process of 7. (banka çekini)
sürecinde olmak, takas
-mekte etmek.
olmak. 8. k. dili (belirli bir miktar para)
be in the red kazanmak,
borçlu olmak. elde etmek.
be in the right haklı/doğru olmak.
be in the running adaylardan biri olmak.
be in the same ballpark -e yakın olmak. s. kabataslak, yaklaşık: Give me a ballpark
be in the soup figure. Banadertte
k. dili başı kabataslak
olmak.bir rakam söyle.
be in the swim (of things) k. dili faal bir hayat sürmek; faal bir sosyal hayatı
be in the throes of death olmak.
can çekişmek.
be in the way engel olmak, ayak altında olmak.
be in the wind k. dili (bir şeyin) (gerçekleştirilmeden önce) sözü edilmek: It´s
be in the wrong been in the windolmak:
suçlu/kabahatli for some
Youtime
werenow. Epey
in the zamandır
wrong. sözü
Kabahat
ediliyordu.
sendeydi.
be in town şehirde olmak.
be in transit (insanlar/mallar) yolda olmak; (insanlar) bir yerden başka bir
be in trouble yere
başı geçmekte
belada olmak. olmak; (mallar) bir yerden başka bir yere
taşınmakta olmak.
be in vogue 1. moda olmak. 2. rağbette olmak.
be in with 1. ile arkadaş olmak, ile arası iyi olmak. 2. (birinin) gözüne
be in with girmiş olmak. çok iyi geçinmek; (birinin) gözüne girmiş olmak.
k. dili (biriyle)
be in work k. dili çalışmak, işi olmak, iş sahibi olmak: He´s been in work
be in/under one´s charge since May. Mayıstan
sorumluluğu altında beri çalışıyor.
olmak.
be incapable of -i yapamamak, ... yeteneğinin dışında olmak.
be inclined to -e meyli olmak.
be included (in) -e dahil olmak/edilmek.
be inconsistent with ile çelişmek.
be incumbent on -in sorumluluğu -e ait olmak, -e düşmek: It is incumbent on you
be indicative of to educate your
-i göstermek, -echildren. Çocuklarının eğitiminden sen
işaret etmek.
sorumlusun. i. makamı işgal eden kimse.
be indifferent to -e karşı ilgisiz olmak, -e ilgi göstermemek: He´s indifferent to
be ineligible for her. Ona uymadığı
(şartlara karşı ilgisiz. için) -e alınamamak/katılamamak.
be infatuated with -e deli gibi âşık olmak.
be infested with -in içinde/üzerinde çok olmak, ile dolu olmak: The area´s
be informed about infested with bandits.
-den haberdar olmak. Bölge haydut dolu.
be inherent in s.t. bir şeyin aslında var olmak.
be insensible 1. to -i hissedememek. 2. to -e karşı ilgisiz olmak; -e
be insensitive to aldırmamak.
1.-e 3. of
karşı ilgisiz (tehlikeden)
olmak; habersiz2.
-e aldırmamak. olmak; -i
-e duyarlı/hassas
farkedememek.
olmamak.
be intended for için amaçlanmak, için olmak: This book is intended for children.
be intent on Bu kitap
1. -e çocuklar
kararlı olmak: içinHeyazılmış.
is intent on solving the problem. Sorunu
be interested in çözmeye kararlı. 2. -e dalmış
-e ilgi duymak, -e meraklı olmak: olmak:SheHe is was so intent
interested on his
in literature.
work
Edebiyatathat he lost all track of time. İşine öyle dalmıştı ki zamanı
be intimate with ile samimiilgi duyuyor. My uncle is interested in reptiles.
olmak.
tamamen unuttu.
Amcam sürüngenlere meraklı.
be into k. dili (bir işle) uğraşmak; merakı (bir şey) olmak. Dividing two
be intrinsic to into
-e özgütwelve
olmak.gives six. On iki bölü iki eşittir altı.
be involved in 1. -e karışmak: She was once involved in a scandal. Bir
be involved with zamanlar bir skandala
k. dili ile aşk karışmıştı. 2. ile meşgul olmak, ile
ilişkisi olmak.
uğraşmak: He´s involved in a new project. Yeni bir projeyle
be itching to -e can atmak.
meşgul.
be jealous of -i kıskanmak.
be keen on İng., k. dili -e çok hevesli olmak, -e meraklı olmak, -e düşkün
be lacking olmak: be keen ...
1. ... olmamak; oneksik
acting aktörlüğe
olmak: hevesli olmak.
Something´s lacking here.
be laid up Burada bir eksiklik var. 2. in -de ... olmamak:
1. biriktirilmek, ilerisi için saklanmak. 2. (with) He´s lacking
(hastalık in
v.b.
intelligence.
nedeniyle) Onda
yatakta/evdeakıl yok.
be late (for) (-e) geç kalmak, (-e)kalmakgecikmek. zorunda olmak, yatağa
mahkûm olmak.
be leery of -den çekinmek.
be left holding the bag k. dili 1. kabak başına patlamak. 2. avucunu yalamak.
be left holding the sack k. dili 1. kabak başına patlamak. 2. avucunu yalamak.
be left stranded bak. be stranded.
be liable 1. for -den sorumlu olmak. 2. to (biri) ... eğiliminde olmak. 3.
be littered with to ... ihtimali
gelişigüzel olmak:
atılmış He´s liable
(şeyler) to get caught.
ile darmadağınık Onun yakalanma
olmak.
ihtimali yüksek.
be loath to do s.t. 1. bir şeyi yapmayı hiç istememek. 2. bir şeyi yapmaktan
be located in çekinmek.
-de bulunmak/olmak.
be long on -in fazlası olmak.
be lost on -i etkilememek.
be lousy with k. dili 1. ile dolu olmak, ile kaynamak. 2. (birinde) bir şey çok
olmak: He´s lousy with money. Onun parası çok.
be low in -in ... miktarı az olmak: It´s low in cholesterol. Onun kolesterolü
be low on az.
k. dili (bir şeyin stoku) az olmak: We´re low on wood. Az
be low on one´s list odunumuz
k. kaldı. saydığı işlerden olmamak: That´s low on my list
dili -in önemli
be mad about right now. O şimdi
k. dili 1. -i deli gibibenim
sevmek,için-eön plandaâşık
çılgınca değil.
olmak. 2. -e
be mad on bayılmak.
İng., k. dili, bak. be mad about.
be marooned (on) (-de) mahsur kalmak.
be master of -in ustası olmak.
be mindful of 1. -i hatırında tutmak. 2. -e dikkat etmek.
be misguided 1. (insan) yanılmak. 2. yanlış olmak.
be mistaken yanılmak.
be mixed up zihni karışmak.
be mixed up in -e karışmak, -e bulaşmak.
be mixed up with ile ilişkisi olmak.
be mounted on (binek hayvanına) binmiş olmak.
be much sought after çok aranılan/istenilen bir şey/biri olmak, çok rağbette olmak,
be mysterious about çok rağbet
k. dili -in negörmek.
olduğunu açıklamaktan kaçınmak; ... hakkında
be nauseated konuşmaktan
midesi bulanmak. kaçınmak; ... konusunda doğru dürüst cevap
vermemek.
be necessary gerekmek, lazım olmak/gelmek, icap etmek.
be no great shakes k. dili üstün biri olmamak.
be no slouch at/as a k. dili (belirli bir konuda) hiç fena olmamak, bayağı iyi olmak: He
be noncommittal ´s no slouch
belirli as an
bir cevap artist. Ressam
vermemek; renginiolarak bayağı iyi.
belli etmemek.
be none the worse for (bir şeyden) (birine) hiç zarar/halel gelmemek: They were none
be nonplussed the worse
şaşkına for it. Onlara
dönmüş olmak. hiç zararı olmadı.
be notable for ile tanınmak, ile meşhur olmak; ... için önemli sayılmak.
be noted for ile tanınmak, ile meşhur olmak; ... için önemli sayılmak.
be nothing but skin and
k. dili bir deri bir kemik kalmak.
bones
be noth-ing to write home
k. dili tamah edilecek bir matah/mal olmamak.
about
be nuts aklını oynatmış olmak, kafadan kontak olmak.
be nuts about 1. -in delisi olmak. 2. -in hayranı olmak, -e deli olmak.
be o.s. kendisi gibi davranmak, normal bir şekilde hareket etmek.
be obliged memnun olmak: I´d be obliged if you´d come early. Erken
be obliged to do s.t. gelirsen memnun olurum.
bir şeyi yapmaya mecbur olmak.
be oblivious of/to (etrafında olup bitenlerin) farkında olmamak.
be obsessed by/with -i aklına takmak, aklı -e takılmak.
be of capital importance çok önemli olmak, çok önem taşımak.
be of one mind hemfikir olmak, aynı fikirde/düşüncede olmak.
be of prime importance çok önemli olmak.
be of service to -e yardımı dokunmak, -e yardım etmek.
be of the same mind hemfikir olmak, aynı fikirde/düşüncede olmak.
be of use yardım etmek.
be of use for s.t. bir şeye yaramak.
be of value değerli olmak.
be of/in two minds about -in hakkında kesin bir karara varamamak.
be off 1. gitmek; yola çıkmak. 2. (elektrik/su/gaz) kesik/kesilmiş
be off guard olmak;
tetikte (elektrik/ışık)
olmamak. söndürülmüş/kapalı olmak; (makine/aygıt)
kapalı olmak: The electricity is off. Elektrik kesildi. 3. (saat)
be off in one´s calculations hesabında yanılmış olmak.
doğru olmamak, geri/ileri olmak. 4. İng. (yiyecek/içecek)
be off one´s nut k. dili aklını
bozulmuş kaçırmış
olmak: The olmak, aklını
milk´s a oynatmış
bit off. olmak.
Süt biraz bozulmuş. 5. İng.
be off one´s rocker (davranış) yakışıksız
k. dili çıldırmış olmak. 6. (tatilde olduğu için) çalışmamak,
olmak.
be off one´s trolley işe gitmemek.
k. dili kafadan 7. olmamak,
kontak olmak.gerçekleşmemek, vuku bulmamak.
be off sick hastalık nedeniyle işe gelmemiş olmak.
be off the air (radyodan/televizyondan) yayımlanmamak; yayımda olmamak.
be off the beaten track k. dili her yerden uzak bir yerde olmak, dağ başında olmak.
be offended gücenmiş/alınmış olmak.
be OK, OK iyi olmak.
be on 1. (elektrik/su/gaz) açık olmak; (elektrik/ışık) açık olmak. 2.
be on a better footing than (makine/aygıt) çalışmak, açık
araları her zamankinden dahaolmak.
iyi olmak.
ever
be on a diet perhiz yapmak, rejim yapmak.
be on a par with ile aynı/eşit derecede/değerde olmak.
be on an even keel 1. başta ve kıçta çektiği su aynı olmak, (gemi) dengede olmak.
be on display 2. k. dili her şey yolunda olmak.
sergilenmek.
be on edge sinirleri gergin olmak.
be on familiar ground 1. bildiği bir yerde/yörede bulunmak. 2. bildiği bir konuyla
be on fire ilgilenmek.
yanmak.
be on good terms (with) (biriyle) arası iyi olmak: Ece´s on good terms with Ayşen.
be on guard Ece´nin
1. nöbetAyşen´le
tutmak. arası iyi. olmak.
2. tetikte
be on its way out -in devri kapanmak üzere olmak.
be on one´s hands (yük sayılan bir şey/biri) -in başında olmak, -in sorumluluğunda
be on one´s last legs olmak.
ömrü/miadı dolmak üzere olmak.
be on one´s mettle elinden geleni yapmaya hazır olmak.
be on one´s own 1. başkasından yardım görmeden geçinmek/rızkını kazanmak,
be on one´s own kendi kendini geçindirmek, başınınolmak.
çaresine bakmak. 2. yalnız
(yaptığı şeyden) kendisi sorumlu
responsibility başına kalmak.
be on one´s toes k. dili uyanık/dikkatli olmak.
be on one´s way out çıkmak: We were just on our way out. Biz şimdi çıkıyorduk.
be on overtime fazla mesai yapmak, mesaiye kalmak.
be on pins and needles k. dili diken üstünde olmak, endişe içinde olmak.
be on probation şartlı tahliyeden sonra gözetim altında olmak.
be on s.o.´s side 1. birinden yana olmak, birinin tarafını tutmak. 2. birinin
be on s.o.´s trail lehinde olmak,
birinin izini birine
takip yararlı
etmek; olmak:
birini Youth is on your side. Genç
aramak.
olman lehinedir.
be on s.t.´s trail 1. (av köpeği) avın izini takip etmek: The dogs´re on the trail.
be on show Köpekler
sergilenmekte iz sürüyor.
olmak.2. bir şeyi takip etmek; bir şeyi aramak.
be on skid row k. dili serseri ve sefil bir hale düşmüş olmak.
be on speaking terms (with) (biriyle) selamlaşıp konuşmak.
be on strike grev yapmak.
be on tap 1. k. dili hazır bulunmak. 2. (bira) fıçıdan alınıp satılmak.
be on target 1. (bir tahmin) doğru çıkmak. 2. (bir iş) belirlenen süreye uygun
be on television olarak ilerlemek.
televizyonda olmak; televizyona çıkmak.
be on tenterhooks endişe içinde olmak.
be on the air (radyodan/televizyondan) yayımlanmak; yayımda olmak.
be on the alert tetikte olmak.
be on the ball argo akıllı ve dikkatli olmak.
be on the decline (kuvvetli/yüksek bir durumdan) düşmekte olmak: The birthrate
be on the defensive is on the decline.
savunma durumundaDoğum oranı düşmekte. The Roman Empire
olmak.
was on the decline. Roma İmparatorluğu artık gerilemekteydi.
be on the go birtakım işlerle meşgul olmak.
be on the high (low) side oldukça pahalı (ucuz) olmak.
be on the house ... işyerinin ikramı olmak, ... şirketten olmak: Your meal tonight
be on the level isk.ondilithe house.söylemek.
doğruyu Bu geceki yemeğiniz lokantamızın ikramı.
be on the make k. dili 1. köşeyi dönmeye çalışmak; statüsünü yükseltmeye
be on the mend çalışmak. 2. cinsel ilişki için eş aramak.
(hasta) iyileşmek.
be on the point of -mek üzere olmak: He was on the point of going. Gitmek
be on the right road üzereydi.
doğru yolda olmak.
be on the road 1. yolda olmak, seyahat etmek. 2. yola çıkmış olmak. 3. to -e
be on the safe side doğru
ihtiyatlıilerlemek.
davranmak.
be on the shelf 1. kızağa çekilmiş olmak; emekliye ayrılmış olmak. 2. (kadın)
be on the skids evde
k. dilikalmış
kötü bir olmak.
durumda olmak, kötüye gitmek.
be on the spot olayın geçtiği yerde bulunmak.
be on the table 1. teklif edilmiş olmak. 2. (tasarının/meselenin)
be on the telephone görüşülmesi/tartışılması
k. dili telefonda olmak/konuşmak. ileri bir tarihe bırakılmış olmak.
be on the tip of one´s tongue k. dili dilinin ucunda olmak: It was on the tip of my tongue.
be on the tip of one´s tongue Dilimin ucundaydı.
k. dili dilinin ucunda olmak.
be on the up-and-up k. dili yalansız konuşmak; dürüst bir şekilde davranmak: I think
be on the wane he´s on the up-and-up.
azalmakta/batmakta/sönmekte/sonunaBence numara yapmıyor.
yaklaşmakta olmak.
be on the watch 1. tetikte olmak, kulak kesilmek. 2. nöbette olmak.
be on the wing uçmakta olmak, uçmak.
be on to k. dili (birinin) ne halt/haltlar yediğini/karıştırdığını bilmek.
be on top of k. dili (duruma) hâkim olmak.
be on top of the world k. dili çok mutlu olmak, sevinçten uçmak.
be on top of the world k. dili sevinçten uçmak, ayakları yere değmemek, bastığı yeri
be on top of things/the news bilmemek.
k. dili olup bitenlerden haberdar olmak.
be on trial 1. yargılanmak. 2. denenmek.
be on vacation tatilde olmak, tatil olmak: Schools are on vacation. Okullar tatil.
be one jump ahead k. dili 1. (of) (-den) önce davranarak avantajlı durumda olmak.
be one with 2.
ile of -den
aynı iki adım
fikirde ileride olmak.
olmak.
be one´s own man başına buyruk olmak.
be one´s own man yerini korumak.
be one´s own master başına buyruk olmak.
be onto a good thing k. dili yağlı bir iş bulmuş olmak.
be open to dispute (bir şey) tartışılabilmek, tartışmaya açık olmak.
be operated on ameliyat olmak.
be opposed to s.t. bir şeye karşı olmak, bir şeyin aleyhinde olmak.
be oriented towards -e yönelmiş olmak.
be out 1. dışarıda olmak: He´s out at the moment. Şu an burada değil.
be out and about 2. (belirli bir miktar
(nekahetten sonra) para) gitmek; (para)
dışarı/sokağa açığı olmak: I had to
çıkıp gezmek.
buy them lunch, and now I´m out ten million liras. Onlara öğle
be out for s.o.´s blood k. dili birinin hakkından gelmek istemek.
yemeği ısmarlamak zorunda kaldım; on milyon liram gitti. Your
be out in force k. diliisortalıkta
total çok olmak.
fifty thousand liras out. Senin toplamda elli bin liralık bir
be out in left field eksik
argo var. 3. (kitap)olmak.
çok yanılmış kütüphaneden alınmış olmak: That book´s
be out in one´s reckoning out. O kitapyanılmak.
hesabında alınmış. 4. (kitap/gazete/resmi ilan) çıkmak,
yayımlanmak. 5. (ay/güneş) çıkmak. 6. (çiçek/yaprak) açmak;
be out of 1. (bir şey) tükenmiş
(ağaç/bitki) yapraklanmak,olmak,yeşillenmek,
kalmamak: We´re out of
yeşermek. 7. gas.
(ateş)
be out of a job Benzinimiz
işsiz olmak.
sönmüş olmak. 8. (hafta/ay) bitmiş olmak, sona ermek.hill
bitti. By the time he reached the top of the 9. he
was
nakavt out of breath.
olmak. (birinin)Yokuşun
10. sızmış başına vardığında
olmak; bayılmış nefesi kesilmişti.
olmak. 11. demode
be out of character (bir davranış) karakterine uymamak.
olmak. 12. düşünülmemek, uygun sayılmamak, söz konusu
be out of character (bir davranış) birinin her zamanki davranışlarına uymamak.
be out of olmamak: That´s definitely out. O kesinlikle düşünülmüyor. 13.
k. dili bozulmuş
(makine) bozulmuş olmak.
olmak. 14. (deniz) alçalmış olmak. 15. spor
commission/kilter/whack
be out of control (top)
1. aut olmak,
kontrolden autaolmak,
çıkmış çıkmak. 16. (çocuk oyunlarında)
frenlenemez olmak. 2. (biri)yanmak:
be out of earshot You´re out!
dizginlenemez Yandın!
olmak.
(uzakta olduğu için) işitememek, duyamamak.
be out of favor (with) (birinin) gözünden düşmüş olmak.
be out of it argo başka bir dünyada yaşamak, hayal dünyası içinde olmak.
be out of line 1. yersiz/uygunsuz/yakışıksız olmak, yakışık almamak. 2.
be out of luck sıradan çıkmış olmak.
şansı olmamak, şansı yaver gitmemek.
be out of one´s mind 1. aklı yerinde olmamak, aklını kaçırmış olmak. 2. çok öfkeli
be out of one´s mind olmak.
k. dili aklını kaçırmış olmak, delirmiş olmak, keçileri kaçırmış
be out of order olmak.
1. (makine/aygıt) bozulmuş/bozuk olmak, çalışmamak. 2.
düzensiz olmak. 3. usule aykırı olmak. 4. uygunsuz olmak.
be out of place 1. (her zamanki) yerinde olmamak. 2. yersiz/uygunsuz/yakışıksız
be out of place olmak, yakışık
1. (fiilen) yerindealmamak.
olmamak. 2. uygun düşmemek.
be out of plumb şakulünde olmamak, şakulden kaçmak.
be out of practice (uzun zamandan beri bir şeyi yapmadığı için) (onu) iyi
be out of practice yapamamak.
formda olmamak; formdan düşmüş olmak.
be out of print (kitabın) baskısı tükenmiş olmak.
be out of print (kitap) yayımcısında mevcut olmamak, kitapçılarda
be out of reach bulunmamak, (kitabın) 2.
1. el altında olmamak. baskısı tükenmiş
erişilemez olmak. olmak.
be out of season -in mevsimi bitmiş olmak.
be out of shape formunda olmamak.
be out of shape 1. formda olmamak, formdan düşmüş olmak. 2. şeklini
be out of sorts kaybetmiş olmak,
k. dili sinirleri ayaktakalıpsız
olmak. olmak.
be out of sorts k. dili canı sıkkın olmak, keyfi kaçmak/bozulmak.
be out of step 1. (with) (başkalarına) adım uydurmamak. 2. with -e ayak
be out of stock uydurmamak.
stokta bulunmamak.
be out of sync senkronik olmamak, senkronize edilmemiş olmak.
be out of the hole k. dili borçtan kurtulmuş olmak.
be out of the picture k. dili (biri) sahneden çekilmiş olmak, işin içinde olmamak.
be out of the question k. dili söz konusu olmamak, düşünülmemek, uygun sayılmamak.
be out of the running (yarışmadan) elenmiş olmak.
be out of the running adaylıktan elenmiş olmak.
be out of the woods (hasta) hayati tehlikeyi atlatmış olmak.
be out of the woods k. dili tehlikeyi atlatmış olmak.
be out of this world argo çok güzel/harika/süper olmak.
be out of this world k. dili süper/fevkalade güzel/fevkalade/harika/harikulade olmak.
be out of touch 1. (with) (biriyle) iletişim içinde olmamak. 2. dünyada olup
be out of touch with bitenlerden
1. ile temasta haberi olmamak. 2.
bulunmamak. 3. -den
with habersiz
(bir konuya) ait yeni
olmak.
gelişmeler hakkında bilgisi olmamak.
be out of work işsiz olmak.
be out of work işsiz olmak.
be out on maneuvers ask. manevra yapmak.
be out on strike grevde olmak.
be out on the end of a limb desteksiz kalmak.
be out on the town şehirde yiyip içip eğlenmek.
be out on the town k. dili şehirde zevk peşinde koşmak.
be out to (bir amaç) peşinde olmak; (bir şey) için fırsat kollamak: He´s out
be out to lunch to
1. get
öğlehim. Onunyemeye
yemeği hakkından gelmek
çıkmış olmak. için2.fırsat
argo kolluyor. They´re
kafası izinli
out to win
olmak. 3. the championship.
argo kafası pek Onlar şampiyonluğa oynuyorlar.
çalışmamak.
be over bitmiş olmak, bitmek, sona ermek: The concert´s over. Konser
be over and done with bitti.
k. diliIt´s over between
tamamıyla bitmiş us. Aramızda her şey bitti.
olmak.
be over one´s head 1. (su) boyunu geçmek/aşmak. 2. (birinin) bilgisi/yeteneği
be over s.o. dışında olmak.
birinin amiri olmak; birinden daha yüksek bir
be over the hump görev/makam/rütbe sahibi olmak.
işin en zor tarafını atlatmış olmak, düze/düzlüğe çıkmak.
be overcome by/with -den (kötü bir şekilde) etkilenmek: She was overcome by the
be overdrawn smoke.
1. borç Dumandan dolayı kendinden
bakiyesi göstermek. geçti. He
2. hesabından was
fazla overcome
para çekmiş
with
olmak; emotion. Öyle duygulandı ki dili tutuldu.
be overgrown with (yabani(hesaptan) fazla
bitkiler v.b.) ile para çekilmiş
kaplı/örtülü olmak.
olmak.
be overjoyed çok sevinmek.
be overwhelmed by/with 1. (duygulara) yenik düşmek, yenilmek. 2. (sorumluluk, ağır bir
be overwhelmed with iş-ev.b.) altında -e
boğulmak, ezilmek.
garkolmak.
be par for the course k. dili normal sayılmak.
be parallel with/to 1. -e paralel olmak. 2. -e benzemek.
be peeved at -e sinirlenmek, -e sinir olmak.
be peopled by/with (bir yerin) halkı/personeli -den oluşmak/ibaret olmak.
be perishing 1. çok üşümek. 2. (hava) çok soğuk olmak.
be pertinent to ile ilgisi olmak, ile ilgili olmak.
be pissed 1. off kızmış/sinirlenmiş olmak. 2. İng. fitil/çok sarhoş olmak.
be pleased to do s.t. (bir şeyi) memnuniyetle yapmak: I´d be pleased to do it.
be pleased with Memnuniyetle
-den memnun yaparım.
olmak.
be pleased with o.s. kendinden memnun olmak.
be plugged into k. dili (bir sisteme) bağlı olmak.
be plumb şakulünde olmak. z., k. dili gerçekten, düpedüz. f. 1. iskandil
be pocked with etmek.
(çukurlar)2. şakullemek. 3. şakulüne getirmek.
ile dolu olmak.
be poised for -e hazır olmak.
be poised for battle ask. savaşa hazır bir şekilde beklemek.
be poised in the sky (kuş) havada hareketsizmiş gibi durmak.
be poles apart birbirine zıt olmak.
be polluted kirli olmak.
be positive (of/about) (-den) emin olmak.
be possessed of -e sahip olmak.
be possessed with ... tutkusuyla yanıp tutuşmak: He was possessed with a desire
be predicated on to
-esee Africa. Afrika´yı
dayanmak, -e dayalıgörme
olmak,tutkusuyla
-in üzerineyanıp tutuşuyordu.
kurulmuş olmak.
be predisposed to -e meyilli/eğilimli/yatkın olmak.
be prejudicial to -e zararlı olmak.
be prepared 1. hazır/hazırlıklı olmak. 2. to -e razı olmak.
be prepossessed by 1. -den olumlu bir şekilde etkilenmek. 2. -e kendini kaptırmak.
be pressed sıkışık bir durumda olmak, sıkışık olmak.
be pressed for time zamanı dar olmak.
be pretty well suited to -e iyi uymak.
be priced at fiyatı ... olmak, -e satılmak: They´re priced at a million liras
be privy to s.o.´s secrets each.
birininOnlar birer
sırdaşı milyona satılıyor.
olmak.
be profuse in (bir eylemi) defalarca yapmak: She was profuse in her praise of
be prone to him. Onu çok
-e eğilimi övdü.
olmak, -e meyilli olmak.
be proof against -e karşı dayanıklı/dirençli olmak.
be proper to -e uygun/özgü/ait olmak.
be proud of -den gurur/kıvanç/övünç duymak, ile iftihar etmek, ile
be provoked at övünmek.
-e kızmış/sinirlenmiş olmak.
be pushed for money k. dili para sıkıntısı çekmek.
be pushed for time k. dili -in az vakti olmak, -in vakti çok daralmış olmak.
be puzzled şaşırmak, afallamak.
Be quick about it! Çabuk ol/olun!
be quite something 1. herkese nasip olmamak; çok iyi bir şey olmak. 2. olağanüstü
be quits bir şeyhesaplaşmış
k. dili olmak: It is quite
olmak. something to be made a countess
these days. Günümüzde kontes olmak olağanüstü bir şey.
be related 1. (to) (ile) akrabalık bağı olmak: He´s not related to them.
be reputed to be ... Onlarla
... olduğuakrabalık bağı
sanılmak; ...yok. 2. (to)
olduğu (ile) ilgili He
söylenmek: olmak, (ile) ilgisi
is reputed to be
olmak.
an 3.
honest to -e anlatılmak.
person. Onun dürüst bir insan olduğu söyleniyor.
be resigned to bak. resign o.s. to.
be responsive 1. to -e duyarlı/hassas olmak. 2. to tıb. (tedaviye) cevap
be retired vermek. 3. cevap
emekli/tekaüt vermeye istekli olmak.
olmak.
be revolted by -den tiksinmek.
be rid of -den kurtulmuş olmak, -den kurtulmak: We´re rid of them now!
be ridden with Onlardan
ile kurtulduk
dolu olmak: This artık!
building is ridden with rats. Bu binada
be rife fareler kaynıyor.
çok yaygın olmak.
be round the bend İng., k. dili keçileri kaçırmış olmak, delirmiş olmak.
be rumored söylenilmek, ağızdan ağıza dolaşmak.
be s.o.´s due birinin hakkı olmak.
be s.o.´s shadow birinin gölgesi olmak, birinin yanından ayrılmamak.
be s.t. in disguise bir şey kılığına girmiş olmak: That´s a blessing in disguise. O
be scared aslında
(of) (-den) Tanrının
korkmak:bir lütfudur.
I´m scared He´sof actually
spiders. aÖrümceklerden
conservative in
disguise.
korkuyorum. O gizli bir tutucudur.
be scheduled programa göre (belirli bir zamanda) olmak; tarifeye göre (belirli
Be seated. bir zamanda) olmak: His flight is scheduled to arrive at three o
Oturunuz.
´clock in the morning. Tarifeye göre uçağı sabah saat üçte
be separated huk. ayrı yaşamak, ayrılmak.
varacak.
be set 1. bulunmak: The village was set deep in the mountains. Köy
be set in one´s ways dağların ortasında
kendi kurduğu bulunuyordu.
düzenden 2. on -i aklına
pek şaşmayan koymak: He´s set
biri olmak.
on going. Gitmeyi aklına koydu. 3. hazır olmak, hazırlanmış
be shackled by -in tutsağı olmak: She was shackled by her prejudices. Kendi
olmak: Are you all set? Hazır mısın?
be short önyargılarının
(s.t.) (birinde) tutsağıydı.
(bir şey) (belirli bir miktarda) eksik olmak; (belirli
be short for bir miktarı) çıkıştıramamak:
(belirli bir şeyin) kısaltması/kısası I´m short five books. Bende beş
olmak.
kitap eksik. He´s one man short. Bir adamı eksik. He´s two
be short of 1. (varolan şeyler/birileri) kâfi gelmemek, yetmemek, eksik
million liras short. İki milyon lirayı çıkıştıramıyor.
be short on olmak: We´re(birine)
1. (bir giysi) short ofkısa
cups. Fincanlarımız
gelmek. 2. (belirlikâfi
bir değil. 2. (bir
konuda) birinin
yerden)
eksikliği (belirli
olmak: bir uzaklıkta)
He´s short on bulunmak:
smarts. We
Onda were
pek twenty
kafa yok.
be shorthanded -de personel eksikliği olmak.
kilometers short of the coast. Sahilden yirmi kilometre
be shot of İng. -den kurtulmak.
uzaktaydık.
be shot through with (bir şeyde) (bir öğe) yer yer bulunmak: Her poetry is shot
be shy about through with humor. Şiirlerinde yer yer mizah var.
-den çekinmek.
be shy of -den bahsetmekten çekinmek.
be sick 1. hasta olmak. 2. İng. kusmak.
be sick and tired of k. dili -den illallah demek: I´m sick and tired of this! Bundan
be sick at one´s stomach illallah!
midesi bulanmak.
be sick for -i çok özlemek.
be sick of -den bıkmış olmak.
be silent on ... hakkında hiçbir şey dememek/söylememek/yazmamak: The
be sitting pretty law is silent
k. dili on this olmak.
iyi durumda point. Bu konuda kanunda yazılı bir şey yok.
be sitting pretty k. dili (birinin) her şeyi tıkırında olmak.
be situated (bir yerde) bulunmak: The town´s situated on a river. Şehir bir
be skilled in nehrin
(bir şeyi)kenarında
iyi yapmak;bulunuyor.
(bir işin) ustası olmak.
be slanted towards -den yana olmak, -in tarafını tutmak.
be slated 1. programda olmak, planda olmak: Construction is slated to
be slumped to one side start
bir on Monday.
yana Plana göre inşaat
kaykılmış/yaslanmış olmak:pazartesi günü başlayacak.
He was sitting slumped to
2.
one büyük
side. bir
Bir ihtimalle
yana (bir şey)
kaykılmış olmak/meydana gelmek: He´s
oturuyordu.
be snookered İng., k. dili çok zor bir durumda kalmak/bulunmak, köşeye
slated for success in life. Her şey onun hayatta başarılı
sıkışmak.
kardan mahsur
be snowed in olacağına işaret kalmak.
ediyor.
be snowed under k. dili işten başını kaldıramamak, başını kaşıyacak vakti
be soaked in olmamak.
ile dolu olmak.
be soaked to the skin k. dili iliklerine kadar ıslanmak.
be soft on k. dili -e fazla yumuşak davranmak.
be solicitous 1. about -e ilgi göstermek, -i merak etmek. 2. to (bir şey)
be solidly for yapmak
Görüşlerin istemek.
tamamen birleştiğini belirtir: Alibeyköy is solidly for
be something of a ... our man. Alibeyköy´de
... gibi bir şey olmak; (biri) herkes
kendibizim adamı
çapında birtutuyor.
... olmak: She´s
be somewhat of a ... something
... gibi bir şey olmak; (biri) kendi çapında bir ...o.
of a philosopher. Filozof gibi bir şey olmak: He´s
be sore about somewhat of a poet. Şairolmak.
k. dili -e kızgın/gücenik gibi bir şey o.
be sorry 1. üzülmek, üzgün olmak: “Yusuf died.” “I´m sorry.” “Yusuf
be soused öldü.”
k. dili “Üzüldüm.”
sarhoş olmak. I was sorry to see her go. Gittiğine üzüldüm. I
´m sorry I´ve broken your heart. Kalbini kırdığıma üzgünüm. I´m
be sparing in/with (bir şeyi) çok az yapmak/kullanmak, esirgemek: Don´t be
sorry to say that it didn´t work out. Maalesef olmadı. 2. pişman
sparing with the butter!
k. dili kaşınmak: Tereyağını
for aesirgeme! He´s sparing in
be spoiling for olmak: I´m sorry IHe is spoiling
asked. Sorduğuma fight. Dövüşmek
pişmanım. I wasiçin
sorry I
his praise. Çok az över.
kaşınıyor.
be spread-eagled hadn´t read it. Okumadığıma
kol ve bacakları pişman olmuştum.
yana açılmış durumda yatmak. 3. özür
be square dilemek: Say you´re sorry! Özür dile! Okay,
1. with k. dili (biriyle) açık konuşmak; (birine) I´m sorry. Peki, özür
dürüstçe
dilerim.
davranmak. 2. k. dili (bir hesap) görülmüş olmak; (iki kişi) fit
olmak; (iki kişi) hesaplaşmış olmak, kozlarını paylaşmış olmak.
3. spor (iki rakip) (puan açısından) eşitlenmiş olmak.
be starved for (bir şeyin) eksikliğini/yokluğunu çok duymak: He´s starved for
be sticky affection.
1. (yüzey)Sevgiden yoksun
yapış yapış kalmış.
olmak, yapışkan olmak. 2. (hava) yapış
be stir crazy yapış
k. diliolmak, nemli
bir yerde olmak.
uzun 3. about
süre kapalı k. dili (bir
kaldıktan konuda)
sonra zorluk
bunalmış
çıkarmak.
olmak.
be stone broke k. dili meteliksiz olmak, beş parasız olmak.
be stone cold k. dili tamamıyla soğumuş olmak, buz gibi olmak.
be stone deaf k. dili tamamen sağır olmak, duvar gibi olmak.
be straight with (biriyle) doğru/yalansız konuşmak; (birine) doğru söylemek.
be stranded 1. mahsur kalmak: We were stranded at the airport for fifteen
be strange bedfellows hours. Onzıt
birbirine beş saat boyunca
oldukları havaalanında
halde belirli bir amaçmahsur kaldık. 2.
için birlikte
(gemi)
çalışmak. karaya oturmuş olmak.
be strange to 1. (bir yer) (birine) yabancı olmak. 2. (bir şeyin) yabancısı
be strong for olmak.
-i çok desteklemek.
be strong in (belirli bir konuda) iyi/yetenekli olmak.
be strong on k. dili -i çok sevmek, -i çok beğenmek.
be studded with 1. (bir şey) çok bulunmak. 2. yer yer bulunmak.
be subject to 1. -e tabi/bağlı olmak: This income is subject to taxation. Bu
be subordinate to gelir vergiye tabidir.
(bir şeyden) This is -den
aşağı kalmak, subject to confirmation
sonra gelmek, -den bydaha
the az
assembly.
önemli Bu meclisin onayına bağlı. 2. Arasıra tekrarlanan bir
be subsequent to (belirli olmak; (başkasının)
bir olayı) takip etmek, emrinde
(belirliolmak.
bir olaydan) sonra
durumu belirtmek için kullanılır: He´s subject to gout. Arasıra
olmak/vuku
-in hizmetinde bulmak. Should faith be subservient to reason?
be subservient to gut oluyor. Thisolmak:
river is subject to floods. Bu nehir arasıra taşar.
be sufficient İnanç
That
yeterliaklın
side hizmetinde
of theyetmek.
olmak, mi olmalı?
hill is subject to high winds. Tepenin o tarafı
be suffused with şiddetli rüzgârlara maruz kalıyor.
(belirli bir renge) boyanmak; ile kaplanmak; ile dolu olmak: Her
be suggestive of eyes were
1. (bir şey)suffused
(başka birwith tears.
şeyi) Gözleri
akla yaşla2.doluydu.
getirmek. (belirli bir) izlenim
be suicidal bırakmak, ... hissini
intihar etmeyi düşünmek.vermek.
be suitable for -e uygun olmak.
be supportive destek vermek.
be supposed to 1. beklenmek: You´re supposed to stand up when he walks in.
be surcharged with Oilegirdiğinde ayağa kalkmanız bekleniyor. 2. gerekmek, lazım
dopdolu olmak.
olmak: You´re not supposed to be here. Burada bulunmaman
be sure of o.s. kendinden emin olmak.
gerek. 3. zannedilmek, farzedilmek: We´re supposed to be rich.
be surrounded by/with etrafı
Bizi (bir şey/birileri)
zengin ile çevrili olmak.
zannediyorlar./Güya zenginmişiz. 4. -e yaramak:
be susceptible to What´s this machine
1. (bir hastalığa) supposed
karşı to do? Bu 2.
direnci olmamak. makine
(bir şeyneye
için)yarar?
kolay 5.
be suspicious of izin
bir verilmek:
hedef You´re
olmak: This not
place supposed
is
-den kuşku duymak, -den şüphe etmek. to leave
susceptible to the campus
naval this
attacks.
weekend.
Burası Bu hafta
denizden sonu kampustan
gelebilecek ayrılmana
saldırılara izinkapılabilmek:
açık. 3. -e yok. I
be swamped with aşırı miktarda olmak; ... içinde boğulmak: He´s swamped with
think he´ll be susceptible to her charm. Bence onun cazibesine
be sweet on work.
k. dili Çok fazlaâşık
(birine) işi var.
olmak.They´re swamped with guests. Onların
kapılabilir.
evi misafirlerle dolup taşıyor.
be sympathetic to/towards (görüşü/fikri) anlayıp paylaşmak/desteklemek.
be tailor-made for 1. (biri/bir şey) için özel olarak yapılmış olmak. 2. (biri) için
be taken aback biçilmiş kaftan
(at/by) (-e) olmak.
şaşakalmak, çok şaşırmak.
be taken ill hastalanmak.
be taken up with ile meşgul olmak.
be taken with -den hoşlanmak, -den etkilenmek.
be talked out söyleyecek sözü kalmamak.
be tangent to -e teğet geçmek.
be tantamount to ile aynı olmak, ile eşanlamlı olmak.
be the death of -in ölümüne neden olmak.
be the spitting image of/be
k. dili hık demiş (birinin) burnundan düşmüş olmak.
the spit and image of
be the victim of -in kurbanı olmak.
be there var olmak: Two hours later the pain was still there. İki saat
be thick with sonra hâlâ ağrı
1. ile kaplı vardı.
olmak: She´s
This always
table´s thickthere
with when youmasa
dust. Bu needtozher.
Ne zaman
içinde. ihtiyacın
TheI´m
courtyard olsa yardıma hazırdır.
be thirsty susamak: thirsty.was thick with smoke. Avlu duman
Susadım.
içindeydi. 2. çok miktarda bulunmak, kaynamak: The house was
be thirsty for -i çok istemek, -e susamak.
thick with fleas. Ev pire kaynıyordu. 3. k. dili ile sıkı fıkı/çok
be thoughtless of/for -i hiç düşünmemek:
samimi olmak. Don´t be thoughtless of the future!
be through Geleceği düşün!/Geleceği
1. (with) (-i) bitirmiş olmak: düşünmezlik etme! Bitirdin mi? 2.
Are you through?
(biri) işe yaramaz olmak. 3. (with) k. dili iki kişi arasındaki ilişki
bitmiş olmak: Sevda and Ferda are through. Sevda´yla Ferda
´nın ilişkisi bitti.
be thrown back on one´s
yalnızca kendi yetenekleriyle idare etmek zorunda kalmak.
own resources
be thunderstruck şaşırıp kalmak; donakalmak; hayretler içinde kalmak.
be ticketed for 1. (bir şeyin) (belirli bir şeye/yere) verilmesi planlanmak. 2.
be tickled (birinin)
k. dili 1.(belirli bir yere)
son derece aday gösterilmesi
memnun planlanmak;
olmak: I´m tickled to hear(birinin)
they´re
(belirli
coming. bir yere) uygun
Geleceklerini bir aday
duymak olduğu
beni son söylenmek.
derece memnun etti.
be tied to -e bağlı olmak, -e tabi olmak: The value of the mark is tied to2.
be tied to a woman´s apron çok
the eğlenmek,
value çok gülmek.
of the pound. Markın değeri sterlininkine bağlı.
k. dili bir kadının tahakkümü altında olmak.
strings
be tied up k. dili 1. meşgul olmak. 2. in (para) (belli bir şeye) yatırılmış
be tired of olmak. 3. (para)
-den bıkmak, (hukuki
-den yönden) ancak belirli birkaç amaç için
usanmak.
kullanılabilmek; (mülk) (hukuki yönden) satılamamak/intikal
be to blame for suçlusu olmak.
edememek.
be to s.o.´s disadvantage birinin zararına olmak, birinin aleyhine olmak.
be to s.o.´s discredit birinin şerefini lekelemek.
be tolerant 1. (of) (-e karşı) hoşgörülü olmak. 2. of (organizma v.b.) -e
be too much for tahammül
için çok zoretmek,
olmak,-e -indayanmak.
gücünü aşmak: These stairs are too much
be true to for an oldkalmak.
-e sadık man. Yaşlı bir adamın bu merdivenleri çıkması çok
zor.
be true to one´s word sözünü tutmak, sözünü yerine getirmek.
be tuckered out k. dili pestili çıkmak, turşuya dönmek, çok yorulmuş olmak.
be unable to -ememek, -amamak, -den âciz olmak: She was unable to come.
be unable to bear/stand the Gelemedi. I am unable to make the decision by myself. Kararı
-i hiç çekememek, -e hiç tahammül edememek.
sight of
be unable to get a word in yalnız başıma vermekten âcizim.
karşısındakinin fazla konuşmasından dolayı ağzını açamamak.
edgewise
be unaccustomed to -e alışık olmamak: He is unaccustomed to getting up early in
be ­unashamed the
(of) morning. Sabah erken kalkmaya
(-den) utanmamak/utanç alışık değil.
duymamak.
be unaware of -in farkında olmamak, -den haberi olmamak, -den habersiz
be uncomfortable with olmak: He is unaware
-den rahatsızlık duymak. of his surroundings. Çevresindekilerin
farkında değil. They are unaware of our change in plans.
be undaunted by 1. -den yılmamak. 2. -den dolayı cesareti kırılmamak: She was
Planlarda yaptığımız değişiklikten haberleri yok.
be under a ban undaunted
yasaklanmak. by the difficulty of the task. İşin zorluğu karşısında
cesareti kırılmamıştı.
be under a cloud (of suspicion) şüphe altında olmak.
be under arrest tutuklu olmak.
be under attack saldırılara maruz kalmak; topa tutulmak.
be under consideration üzerinde düşünülmek.
be under construction inşaat halinde olmak.
be under custody tutuklu olmak.
be under discussion görüşülmekte olmak.
be under guard koruma altında olmak.
be under house arrest göz hapsi altında olmak.
be under oath yeminli olmak.
be under pressure (manevi) baskı altında olmak.
be under repair tamir edilmek, tamirde olmak.
be under s.o.´s thumb k. dili birinin kontrolü altında olmak.
be under stress 1. stres içinde olmak. 2. (yapı) fazla yük altında bulunmak.
be under suspicion zan altında bulunmak.
be under the assumption
k. dili 1. farzetmek, varsaymak. 2. sanmak, zannetmek.
that
be under the influence k. dili içkili olmak, alkollü olmak.
be under the sway of 1. -in nüfuzu altında olmak. 2. -in egemenliği altında olmak.
be under the weather k. dili hasta/rahatsız olmak.
be under way hareket halinde/ilerlemekte/devam etmekte olmak.
be underage (belirli bir şey yapabilmek için) yaşı tutmamak.
be uneasy about -den endişe duymak.
be unequal to a task bir işi becerememek.
be unfamiliar with -i bilmemek.
be uninterested in -e ilgi duymamak, -i merak etmemek.
be unlucky şansı olmamak.
be unmindful of -e aldırmamak, -i göz önüne almamak.
be unqualified for a job bir işe uygun niteliklere sahip olmamak.
be unqualified to do s.t. bir şeyi yapmak için gereken niteliklere sahip olmamak.
be unsettled about/as to ... hakkında kararsız olmak, ... hakkında tereddüt içinde olmak.
be unskilled in/at -de iyi/usta olmamak.
be untroubled by 1. -den şikâyetçi olmamak. 2. -i dert etmemek.
be unused to -e alışık/alışkın olmamak.
be unwilling (to) (-e) razı olmamak; (-i) istememek: He was unwilling to go.
be up Gitmeye
1. yataktan razıkalkmış
değildi. olmak;
He´s unwilling
(uykuya)toyatmamış
learn howolmak:to dance.
He´s Dans
etmeyiup
never öğrenmek
before istemiyor.
seven. Saat yediden önce hiç yataktan
be up a creek k. dili zor durumda kalmak/olmak.
kalkmaz. She´s never up after ten at night. Gece saat ondan
be up a gum tree İng. zor bir durumda olmak.
önce yatar hep. 2. (güneş/ay) doğmuş olmak. 3. ayakta olmak.
be up a gum tree İng.,
4. k. dili zor durumda
(seviyesi/derecesi) olmak, ne
yükselmiş yapacağını
olmak: His fever şaşırmak.
is up. Ateşi
be up against yükseldi.
k. dili ile 5. kaldırılmış/kapalı
karşı olmak: The
karşıya olmak/kalmak, car´s windows were
-e çatmak.
be up against the wall up. Otomobilin
k. dili camları kapalıydı.
1. iflasın eşiğinde 6. artmış
olmak, iflasla karşı olmak:
karşıyaOurolmak. 2.
enrollment
köşeye is
sıkışmak,up this
çok year.
sıkışıkBubirsene bize
durumda kayıt
olmak.yaptıranların
be up all night sabahlamak.
sayısı arttı. 7. bitmiş olmak, sona ermiş olmak: Time´s up. Vakit
be up and about/around k. dili hastalıktan kurtulmuş olmak, ayağa kalkmış olmak.
doldu.
be up for k. dili 1. (bir şey yapmayı) istemek: Who´s up for a movie?
be up for grabs Sinemaya
k. dili (boşgitmek isteyen
bir kadro, var v.b.)
kontrat mı? 2. -e adayaçık
adaylara olmak: He isThis
olmak: up for
mayor.
contract´s Belediye
up for2.başkanlığına
grabs. aday.
Bu ihaleateş 3.
kapanın -den yargılanmak:
elinde kalır. He is
be up in arms 1. ayaklanmak. öfkelenmek, püskürmek.
up for murder. Cinayet suçundan yargılanıyor.
be up in arms k. dili ayaklanmış olmak, isyan halinde olmak.
be up on k. dili 1. -i iyi bilmek. 2. -den haberi olmak.
be up s.o.´s alley k. dili biri için biçilmiş kaftan olmak, (tam) birine göre olmak:
be up to This
1. -i job is right up-in
yapabilmek, your alley. Bugelebilmek:
üstesinden iş tam sanaAre göre.
you up to this?
be up to date Bunu
1. yapabilir
en son misin? I´m not up to haberdar
olaylardan/gelişmelerden talking to olmak.
him today.
2. enBugün
son
onunla görüşecek
teknolojiye sahip gücümson
olmak; yok.modaya
He´s still not up3.toen
uymak. seeing
son people.
be up to one´s eyes in ile çok meşgul olmak.
Hâlâ insanlarla
değişiklikleri görüşebilecek durumda değil. I don´t think he´s
kapsamak.
be up to par 1. to
up tic.doing
saymaca a jobdeğerini
like that. bulmak.
Bence öyle2. her birzamanki seviyede
işin üstesinden
be up to scratch olmak.
gelemez o. Is he up to playing that rôle? O
k. dili istenilen seviyeye varmak, öngörülen standarda uymak.rolü becerebilir mi?
be up to snuff/the mark 2. k. dili (bir halt) karıştırmak/etmek:
k. dili istenilen düzeyde/nitelikte olmak. Just what are you up to?
Ne halt karıştırıyorsun? 3. k. dili (bir şeyi) yapmak: What are you
be up to the mark istenilen
up to these derecede olmak.
days? Bugünlerde ne yapıyorsun? 4. (karar) (birine)
be upset 1. altüst
kalmış olmak. 2. (favori
olmak/düşmek; rakip)seçimine
(birinin) yenilmek. 3. (mide)
kalmak, bozuk
(birine) bağlı
be used up olmak.
olmak; 4. üzgün
(birinin) olmak; sinirli
sorumluluğunda olmak.
olmak: 5. alabora
It´s
1. tükenmek, harcanmak. 2. bitkin düşmek, bitmek, tükenmek. up olmak.
to you to finish
it. Onu bitirme işi sana kaldı.
be vested in (yetki, hak v.b.) -e verilmiş olmak.
be vexed at s.t. bir şeye canı sıkılmak.
be victorious galip gelmek.
be vulnerable to (kötü bir şeye) açık/maruz olmak.
be wanted by the police polis tarafından aranmak.
be wanting 1. eksik olmak, noksan olmak: A few pages of this book are
be wary of wanting. Bu kitabın2.
1. -den sakınmak. birkaç sayfası
-e dikkat eksik. 2. in -den yoksun
etmek.
olmak: That man is wanting in common sense. O adam
be washed up k. dili mahvolmuş olmak, işi bitmiş olmak.
sağduyudan yoksun.
be way out in left field fena halde yanılmak, ıskalamak.
be weary of -den bıkmış/usanmış olmak.
be weighed down 1. with/by (dert/keder) yüklü olmak: He was weighed down by
be wide of the mark his sorrow.uzak
hedeften Yüreği acı doluydu. 2. with/by (bir görev, sorumluluk
olmak.
v.b.) belini bükmek: The people were weighed down by this
be wild about k. dili -e hayran olmak, -e bayılmak.
oppressive taxation. Bu insafsız vergiler halkın belini bükmüştü.
be willing to -ewith
3. razı (belirli
olmak. bir şeyle) çok yüklü olmak: She was weighed
be winded down with
nefes nefese packages. Eli kolunefesi
kalmış olmak, paket kesilmiş
doluydu.olmak.The branches of
be wiped off the face of the the trees were weighed down with ice. Ağaçların dalları buzların
yeryüzünden silinmek.
earth ağırlığıyla yere doğru eğilmişti.
be wiped off the map haritadan silinmek.
be wise to k. dili (birinin) ne yaptığının farkında olmak; (durumun) ne
olduğunun farkında olmak.
be with it k. dili çağın hiç gerisinde kalmamak; çağı yakalamak.
be with s.o. k. dili birinin ne demek istediğini anlamak.
be within arm´s reach elinin altında olmak.
be within earshot (yakın olduğu için) işitebilmek, duyabilmek.
be within reason akıl kârı olmak.
be within s.o.´s grasp 1. birinin kavrayışı içinde olmak. 2. birinin elde edebileceği bir
be wont to şey gibi olmak.
genellikle (belirli bir şekilde davranmak/hareket etmek): He is
be worked up wont to come
1. heyecanlı olmak.early. O 2. genellikle erken
kızgın/öfkeli gelir.
olmak.
be worried sick çok endişeli olmak.
be worried sick k. dili çok endişeli olmak.
be worth 1. -in kıymeti/değeri (belirli bir miktar) olmak; (belirli bir miktar)
be worth one´s keep değerinde
k. dili aldığıolmak:
maaşın This candlestick´s
karşılığını vermek.worth approximately thirty
million liras. Bu şamdanın değeri aşağı yukarı otuz milyon lira.
be worth one´s salt k. dili aldığı maaşın karşılığını vermek; işinin ehli olmak.
This house is worth sixty billion liras. Bu evin değeri altmış
be worth one´s while k. dili birinin
milyar lira. 2. harcadığı
(birinin) mal zamana
varlığıdeğmek.
(belirli bir miktar) olmak: He´s
be worth one´s/its weight in worth
k. dili around fifty olmak,
çok değerli billion liras. Onun mal
ağırlığınca altınvarlığı elli milyar çok
değmek/etmek; kadar.
gold 3. -e değmek: Is it worth this much trouble? Bu kadar zahmete
be worth s.o.´s while işe yaramak.
birinin vaktini ayırmasına değmek: It´s worth your while to
değer
learn mi? Yes, İspanyolca
Spanish. it´s worth the effort. Evet,
öğrenmeye zahmete değer. It´s
değer.
be worthy of -e değmek,
worth seeing. -e Görülmeye
layık olmak.değer.
be wracked by/with (ağrılar, hastalık v.b.) yüzünden çok çekmek: His body had
be wrapped up in been
k. diliwracked
1. kendiniby(bir
malaria. Vücudu sıtmadan
işe) kaptırmış olmak. 2.çok çekmişti.
(düşüncelere)
be written all over dalmış olmak.
k. dili ... 3. (birine)
yüzünden akmak: sırılsıklam âşık olmak.
His innocence was written all over
be/feel disinclined his face. Suçsuzluğu
canı istememek. yüzünden akıyordu.
be/feel nauseous midesi bulanmak.
be/feel sorry for -e acımak: I feel sorry for those who work there. Orada
be/feel under the weather çalışanlara acıyorum.
k. dili (kendini) bir hoş/tuhaf hissetmek.
be/get chummy with ile ahbap olmak.
be/get tangled k. dili 1. up (karmaşık bir durumun) içinden çıkamamak: He´s
be/live in a world of one´s all tangled up in those intrigues of his own devising. Kendi
kendi dünyasında yaşamak.
own entrikalarının içinden çıkamaz oldu. 2. with (iyi olmayan bir
be/live on the razor´s edge ölümle kalım arasında olmak; iki ateş arasında kalmak.
işe/kimseye) bulaşmak.
be/make friends (with) (ile) arkadaş olmak.
be/play truant 1. dersi asmak; okulu kırmak. 2. vazifeden kaçmak.
be/skate on thin ice k. dili tehlikeli/çok rizikolu bir durumda bulunmak.
be/stand firm kararından hiç vazgeçmemek.
be/stand head and shoulders
-den çok üstün olmak.
above
beach i. kumsal, plaj; kıyı, sahil.
beach buggy plaj arabası.
beachcomber i. 1. hayatını kıyılardan topladığı enkaz ile kazanan kimse. 2.
beachhead okyanustan
i., ask. düşman kıyıya vuran
kıyıları büyük dalga.
üzerinde ele geçirilen çıkarma yeri.
beacon i. işaret ışığı; fener; çakar.
bead i. 1. boncuk. 2. (silahta) arpacık.
beads i. 1. ipe dizilmiş boncuk. 2. boncuklar.
beady s. boncuk gibi: beady eyes boncuk gibi gözler.
beak i. gaga.
beaker i. geniş ağızlı büyük bardak.
beam i. 1. kiriş, hatıl, putrel. 2. direk, mertek. 3. araba/saban oku. 4.
beam ışın. 5. den. kemere.
f. 1. yaymak, saçmak (ışık). 2. (yüzü sevinçle) parlamak.
beaming s. parlak, sevinçle parlayan (yüz).
bean i. 1. fasulye. 2. tane, tohum.
beanpole i. 1. fasulye sırığı. 2. sırık gibi kimse.
bear i. ayı.
bear f. (bore/eski bare, borne) 1. taşımak; kaldırmak: It won´t bear
your weight. Senin ağırlığını kaldırmaz. They have the right to
bear arms. Silah taşıma hakkı var onların. 2. taşımak, üzerinde
bulunmak: It bears Okan´s signature. Okan´ın imzasını taşıyor.
He still bears the scars of that fight. O dövüşün yaralarını hâlâ
bear a loss zarara katlanmak.
bear down gayret etmek.
bear down on 1. -e doğru gelmek/ilerlemek. 2. -i çok etkilemek: This tax
bear in mind bears down on the
-i unutmamak, poor.tutmak:
-i akılda Bu vergiYou
fakirleri
shouldbayağı etkiliyor.
also bear 3.
this in
fazla
mind. bastırmak:
Bunu Don´t bear
da unutmamalısın. down so hard on your pencil.
bear no relation to ile ilgisi olmamak.
Kurşunkalemini o kadar bastırma. 4. (azarlayarak/ısrarla)
bear no resemblance to -e hiç benzememek.
sıkıştırmak.
bear no responsibility for -in sorumlusu olmamak.
bear on/upon ile ilgisi olmak.
bear s.o./s.t. out birini/bir şeyi doğrulamak/gerçeklemek.
bear the blame for -in suçunu üzerine almak; -in töhmeti altında kalmak.
bear the brunt of (saldırı, azarlama, baskı v.b.´nin) en ağır/şiddetli kısmını
bear the brunt of çekmek: She bore baskı
(saldırı, azarlama, the brunt of Tarık´s
v.b.´nin) wrath. Tarık´ın
en ağır/şiddetli gazabını
kısmını
en çok
çekmek. o çekti.
bear up (under) (zor bir duruma) dayanmak: She´s bearing up well. İyi
bear watching dayanıyor.
-in izlenmesi gerekmek.
bear with -e sabır göstermek.
bear witness tanıklık/şahitlik etmek.
bear witness to (bir şeyin) kanıtı/delili olmak, (bir şeye) delalet etmek.
bear/keep in mind 1. aklında tutmak, unutmamak. 2. dikkate almak, hesaba
bearable katmak.
s. tahammül edilebilir, çekilebilir.
beard i. sakal.
bearded s. sakallı.
beardless s. sakalsız.
bearer i. üzerinde taşıyan kimse, elinde bulunduran kimse.
bearing i. 1. hal, tavır, davranış. 2. yatak, mil yatağı. 3. den. kerteriz.
bearskin rug (yaygı olarak kullanılan) ayı postu.
beast i. hayvan.
beastly s. hayvanca.
beat f. (beat, --en) 1. dövmek, vurmak, çarpmak. 2. çalmak (davul).
beat 3.
s., (yumurta) çırpmak.pestili
k. dili çok yorgun, 4. yenmek,
çıkmış.galip gelmek. 5. (kalp) atmak.
beat i. 1. vuruş, darbe. 2. darbe sesi. 3. müz. tempo. 4. polis
beat a retreat memurunun devriyesi.
1. geri çekilmek. 2. vazgeçmek.
beat a retreat geri çekilmek, kaçmak.
beat about/around the bush k. dili bin dereden su getirmek.
beat down the price k. dili pazarlıkla fiyat indirtmek.
Beat it! argo Defol!
beat off k. dili kovmak, defetmek.
beat off the attack saldırıyı tamamen püskürtmek.
beat s.o. all hollow k. dili 1. birini büyük bir yenilgiye uğratmak, birini ezmek, birini
beat s.o. black and blue pes
biriniettirmek. 2. birinden
dövüp çürükler çokbırakmak.
içinde daha üstün olmak, birini cebinden
çıkarmak.
beat s.o. down k. dili birine fiyat indirtmek.
beat s.o. to a pulp k. dili birini öldüresiye dövmek, birinin posasını/leşini çıkarmak,
beat s.o. up birinin pöstekisini
k. dili birini sermek.
fena halde dövmek, birini tekme tokat dövüp iyice
beat s.t. all hollow hırpalamak.
k. dili bir şeyden çok daha üstün olmak.
beat the air k. dili boşuna uğraşmak; havanda su dövmek.
beat the bushes k. dili her yerde aramak.
beat the rap argo 1. cezadan kurtulmak. 2. temize çıkmak, aklanmak.
beat time tempo tutmak.
beat to windward den. orsasına seyretmek.
beat/bang/hit one´s head
k. dili boşuna uğraşmak, haybeye kürek çekmek.
against a stone wall
beat/break the record rekoru kırmak.
beaten f., bak. beat. s. 1. dövülmüş, dövme (metal). 2. çırpılmış
beau (yumurta
çoğ. --s/--xv.b.).
(boz)3.i.çiğnenmiş, üzerinden
(kadına) âşık geçilmiş
erkek, âşık, (patika, yol
sevgili.
v.b.).
beautician i. 1. kadın berberi, kuaför. 2. güzellik uzmanı.
beautiful s. (çok) güzel.
beautifully z. güzelce.
beautify f. güzelleştirmek.
beauty i. 1. güzellik. 2. güzel kadın. 3. güzel şey.
beauty contest güzellik yarışması.
beauty parlor bak. beauty shop.
beauty queen güzellik kraliçesi.
beauty salon bak. beauty shop.
beauty shop güzellik salonu/enstitüsü; (kadınlar için) kuaför salonu.
beauty sleep güzellik uykusu.
beaver i. 1. zool. kunduz. 2. kastor, kunduz kürkü.
became f., bak. become.
because bağ. -diği için, nedeniyle; çünkü.
because of -den dolayı, için.
beck i.
beckon f. el/baş işaretiyle çağırmak.
become f. (be.came, be.come) 1. olmak. 2. yakışmak, yaraşmak: That
become paralyzed tie becomes
1. felç olmak;you. O kravat
kötürüm sana2.yakışıyor.
olmak. felce uğramak.
become polarized kutuplaşmak.
become/get anxious endişelenmek, merak etmek, meraklanmak.
become/get hysterical (over) (bir şey) (karşısında) çılgına dönmek, sinirleri boşanmak.
become/get suspicious kuşkulanmak, şüphelenmek.
becoming s. 1. to -e yakışan. 2. uygun, münasip.
bed i. 1. yatak; karyola. 2. (bahçedeki) tarh. 3. nehir yatağı. f. 1.
bed and board (down) -e yatacak bir yer vermek, -i yatırmak. 2. down yatıp
tam pansiyon.
uyumak.
bed and breakfast yatak ve kahvaltı.
bedbug i. tahtakurusu.
bedclothes i., çoğ. yatak takımı.
bedding i. yatak takımı.
bedfellow i.
bedlam i. tımarhane gibi bir yer, çok gürültülü ve kargaşalı bir yer.
Bedlam broke loose. Kıyamet koptu.
bedpan i. (yatakta kullanılan) sürgü.
bedridden s. yatalak.
bedroll i. dürülü yatak.
bedroom i. yatak odası.
bedside i. yatağın başucu.
bed-sit i., İng., bak. bed-sitter.
bed-sitter i., İng. banyosuz, tek odalı apartman dairesi.
bedsore i., tıb. yatak yarası.
bedspread i. yatak örtüsü.
bedstead i. karyola.
bedtime i. yatma zamanı.
bee i. arı, balarısı.
beech i., bot. kayın, kayın ağacı.
beef i. 1. sığır eti. 2. (çoğ. beeves) sığır. 3. (çoğ. --s) argo şikâyet. f.,
beef up argo
k. dilişikâyet etmek, sızlanıp durmak.
kuvvetlendirmek.
beefsteak i. biftek.
beehive i. arı kovanı.
beekeeper i. arı yetiştiricisi, arıcı.
beeline i. 1. kestirme yol. 2. düz çizgi, düz hat.
been f., bak. be.
beer i. bira.
beer on draft fıçı birası.
beeswax i. balmumu.
beet i. pancar.
beet sugar pancar şekeri, sakaroz.
beetle i., zool. kınkanatlı böcek.
beetroot i. (çoğ. beet.root) İng. pancar.
befall f. (be.fell, --en) başına gelmek.
befit f. (--ted, --ting) yakışmak, uygun olmak.
befitting s. yakışan.
before z. 1. önce, evvel. 2. önünde, cephesinde. edat 1. tercihen,
before Christ yerine. 2. huzurunda.
(B.C.) milattan bağ. -den
önce (M.Ö.), önce.
İsa´dan önce (İ.Ö.).
before long yakında, çabuk.
before the wind rüzgâr yönünde.
beforehand z. önce, önceden.
befriend f. dostça davranmak, yardım etmek.
beg f. (--ged, --ging) 1. dilenmek. 2. of -den dilemek, -den rica
began etmek. 3. yalvarmak.
f., bak. begin.
beget f. (be.got, be.got.ten/be.got, --ting) 1. babası olmak. 2. yol
beggar açmak, sebep
i. 1. dilenci. 2. olmak.
çapkın. f. sefalete düşürmek, mahvetmek.
beggar description tarifi imkânsız olmak, anlatmaya sözcükler yetmemek.
begin f. (be.gan, be.gun, --ning) 1. başlamak; başlatmak, ön ayak
beginner olmak. 2. meydana
i. işe yeni gelmek, vücut bulmak.
başlayan kimse.
beginning i. 1. başlangıç. 2. kaynak, baş, esas.
begonia i., bot. begonya.
begot f., bak. beget.
begotten f., bak. beget.
begrudge f. 1. (bir şeyi) (birine) fazla görmek: You don´t begrudge me this
beguile vacation,
f. 1. aklınıdo you? Bu
çelmek, tatili bana
ayartmak; fazla görmüyorsun,
saptırmak. değil mi? 2.
2. cezbetmek.
(bir şeyi) istemeyerek vermek/yapmak: To tell you the truth, I
begun f., bak. begin.
begrudge giving those loafers a day off. O haylazlara bir gün
behalf i.
tatil vermek zoruma gidiyor doğrusu. She begrudges every
behave minute she hashareket
f. davranmak, to spend away from Ufuk. Ufuk´tan ayrılmak, bir
etmek.
behave o.s. dakika da olsa, ona
terbiyeli davranmak. zor geliyor.
Behave yourself! Terbiyeni takın!
behavior i. davranış tarzı; davranış.
behaviorism i. davranışçılık.
behaviour i., İng., bak. behavior.
behaviourism i., İng., bak. behaviorism.
behead f. boynunu vurmak, kellesini uçurmak.
beheld f., bak. behold.
behest i. 1. emir, buyruk. 2. ısrarlı istek, ısrar: She would sometimes
behind sing
z. 1. at the behest
(somut of friends.
anlamda) Arkadaşlarının
peşinden; geride: Theısrarlı istekleri
children were
üzerine
running bazen şarkı söylerdi.
behind.içeride,
Çocuklar peşinden koşuyordu.
behind bars k. dili hapiste, parmaklıklar arkasında. We left them far
behind. Onları çok geride bıraktık. 2. (zaman açısından) geride;
behind bars k. dili hapiste, içeride, parmaklıklar arkasında.
geri: We´re behind in our work. İşimizde geri kaldık. edat 1.
behind one´s back -in arkasından,
arkasında; -in gıyabında.
arkasına: He went behind the curtain. Perdenin
arkasına gitti. That clock is behind. O saat geri. Behind that wall
there is a garden. O duvarın arkasında bir bahçe var. 2. (soyut
anlamda) ardında: What´s behind that remark of his? O sözünün
ardında ne var? 3. (bir sınıflandırmada) geride: They´re one
behind the scenes perde arkasında.
behind the scenes 1. perde arkasında. 2. gizlice.
behind the times çağın gerisinde, demode.
behold f. (be.held) 1. bakmak, gözlemlemek. 2. görmek.
beholden s. borçlu, minnettar.
beholder i. seyirci.
behoove f. 1. yakışık almak, yakışmak. 2. -meli, gerekmek.
behove f., İng., bak. behoove.
beige s., i. bej.
being i. 1. oluş, varoluş. 2. varlık. 3. yaratık. 4. insan.
belabor f. üzerinde fazla durmak: Don´t belabor the point. O nokta
belabour üzerinde fazla
f., İng., bak. durma.
belabor.
Belarus i. Beyaz Rusya.
Belarussian i., s. 1. Beyaz Rus. 2. Beyaz Rusça.
belated s. gecikmiş, geç kalmış.
belatedly z. gecikerek, vaktinden sonra.
belch f. 1. geğirmek. 2. püskürtmek, fırlatmak. i. geğirme.
beleaguer f. kuşatmak, etrafını sarmak, etrafını çevirmek, muhasara
belfry etmek.
i. çan kulesi.
Belgian i. Belçikalı. s. 1. Belçika, Belçika´ya özgü. 2. Belçikalı.
Belgium i. Belçika.
belie f. (--d, be.ly.ing) 1. (sahte bir şey) (gerçek bir şeyi) örtmek. 2.
belief yanlış/sahte
i. inanç. olduğunu göstermek.
believable s. inanılır.
believe f. 1. inanmak. 2. iman etmek, güçlü bir inanç duymak. 3.
believe in sanmak.
1. -e inanmak. 2. -e güvenmek.
believe in s.o. birine güvenmek.
Believe me! Sözüme inan!
believer i. inanan, mümin.
belittle f. küçültmek, alçaltmak; küçümsemek.
Belize i. Beliz.
Belizean i. Belizli. s. 1. Beliz, Beliz´e özgü. 2. Belizli.
bell i. çan, kampana; zil, çıngırak.
bell pepper dolmalık biber.
belladonna i., bot. güzelavratotu, belladonna.
bellboy i. otellerde oda hizmetçisi çocuk.
belle i. güzel kadın, dilber.
bellflower i., bot. çançiçeği.
bellhop i., bak. bellboy.
bellicose s. kavgacı, dövüşken.
belligerence i. 1. kavgacılık, dövüşkenlik. 2. savaşçılık.
belligerent s., i. 1. kavgacı, dövüşken. 2. savaşçı.
bellow f. 1. böğürmek. 2. bağırmak.
bellows i., tek., çoğ. körük.
belly i. karın.
belly dancer Oryantal dansöz, dansöz.
belly dancer 1. oryantal dansöz. 2. rakkase.
belly dancing göbek atma, Oryantal dans.
bellyache i. karın ağrısı. f., k. dili şikâyet etmek, sızlanmak.
bellybutton i., k. dili göbek, göbek çukuru.
belly-up z.
belong f. 1. to (bir şey) (birinin) malı olmak, (birine) ait olmak: That
belongings table
i., çoğ.belongs
(kişisel)toeşya.
me. O masa benim. 2. to -in üyesi olmak: Bahri
belongs to the Moda Yacht Club. Bahri, Moda Yat Kulübüne üye.
Belorussia i., bak. Belarus.
3. -in yeri (belirli bir yerde) olmak: You put that back where it
Belorussian i., s., bak.
belongs Belarussian.
right now! Onu hemen yerine geri koy! You don´t
beloved belong
s. sevgili, aziz.Senin
there. yerin orası değil.
i. sevgili.
below z. aşağıdan; aşağıda; aşağıya: from below aşağıdan. the river
below average flowing
vasatınbelow
altında.aşağıda akan nehir. two floors below iki kat
aşağıda. those below aşağıdakiler. edat -den aşağı, aşağısında,
below par tic. saymaca değerinin altında.
altında; ötesinde: just below the mouth of the spring pınar
belt i. kuşak,hemen
başının kemer,aşağısında.
kayış; kolan. f. 1. degrees
seven k. dili yumruk
below indirmek;
zero sıfırın
belt buckle şiddetle
altında
kemer yedivurmak.
derece. below the salt tuzluğun ötesinde.çevirmek.
tokası. 2. kemerle bağlamak. 3. kuşatmak, s. aşağıda
Belt up! yazılan, aşağıda verilen,
İng., k. dili Sus!/Çeneni kapa! aşağıdaki: See the list below. Aşağıdaki
listeye bakın.
bemoan f. (bir şeyden) ağlayıp sızlayarak şikâyet etmek, inleyerek
bemused yakınmak;
s. 1. şaşkın.üzüntüsünü
2. dalgın. belirtmek.
bench i. sıra, bank.
bench mark 1. röper, röper noktası, seviye işareti. 2. denektaşı, ölçüt, kıstas.
bend f. (bent/eski --ed) 1. eğmek, bükmek, kıvırmak; eğilmek,
bend to/towards bükülmek, kıvrılmak.
(bir şeye) aklı 2. den. bağlamak. i. 1. kıvrım. 2. dirsek. 3.
yatmak.
dönemeç, viraj. 4. den. bağ, düğüm.
bendable s. eğilir, eğrilir, bükülür.
bends i.
beneath z. aşağıdan; aşağıda; aşağıya: The sea beneath was blue.
beneath contempt Aşağıdaki deniz maviydi. From beneath there came a voice.
aşağılık, rezil.
Aşağıdan bir ses geldi. edat altında: beneath the tree ağacın
benediction i. kutsama, takdis.
altında.
benefaction i. 1. hayır işine para bağışlama. 2. hayır işine bağışlanan para,
benefactor bağış.
i. hayır işine para bağışlayan, bağışçı.
beneficence i. 1. yardımseverlik; cömertlik. 2. hayır işine bağışlanan para,
beneficent bağış.
s. 1. yardımsever, cömert. 2. iyi, hayırlı.
beneficial s. hayırlı; yararlı, faydalı.
beneficially z. yararlı bir şekilde.
beneficiary i. 1. yararlanan kimse. 2. mirasçı, vâris.
benefit i. yarar, fayda. f. -in yararına olmak, -e yararlı olmak, -e yararı
benefit concert dokunmak;
yardım amacıylafrom -den yararlanmak,
düzenlenen -den faydalanmak, -den
konser.
istifade etmek: This change will benefit you. Bu değişiklik sana
benevolence i. 1. yardımseverlik; cömertlik. 2. bağış.
iyi gelecek. This would benefit by the addition of some salt.
benevolent s.
Buna1. yardımsever; cömert.
biraz tuz eklenirse iyi2. kârWe
olur. gayesi
havegütmeyen (kurum v.b.).
greatly benefited
benign 3.
from
s. iyi, hayırlı.
your advice.
1. yumuşak Nasihatinizden
huylu. çok istifade
2. yumuşak (hava). ettik. (toprak). 4.
3. bereketli
Benin iyi huylu,
i. Benin. iyicil, selim (tümör).
Beninese i. (çoğ. Be.nin.ese) Beninli. s. 1. Benin, Benin´e özgü. 2. Beninli.
bent s. 1. eğri, kıvrık, bükülmüş. 2. İng., k. dili hilekâr, düzenbaz,
bent üçkâğıtçı;
f., bak. bend.hiç güvenilmez; rüşvetçi; hırsız. 3. k. dili deli, çatlak.
4. k. dili o biçim, eşcinsel. i. (belirli bir) yetenek: She has a bent
benzene i., kim. benzen.
for music. Onda müzik yeteneği var.
benzine i. benzin.
bequeath f. vasiyet etmek, miras olarak bırakmak.
bequest i. vasiyet.
berate f. azarlamak, haşlamak.
bereaved s. matemli, yaslı; matemliler, yaslılar.
bereavement i. (ölüm nedeniyle) kayıp, kaybetme, yitirme; matem, yas.
bereft s.
bereft of -den yoksun kalmış: bereft of strength kuvvetten düşmüş.
beret i. bere.
berry i. etli ve zarlı kabuksuz meyve.
berserk s. çılgınca hareket eden.
berth i. 1. (taşıtlarda) yatak, ranza. 2. den. manevra alanı. 3. den.
beseech rıhtımda palamar yeri.
f. (be.sought/--ed) 4. gemici
yalvarmak, ranzası.
istirham 5. iş, görev. f., den.
etmek.
(gemiyi) rıhtıma yanaştırmak; (gemi) rıhtıma yanaşmak.
beseechingly z. yalvararak.
beset f. (be.set, --ting) 1. -e sıkıntı vermek. 2. -i kuşatmak, -in etrafını
besetting sarmak/çevirmek.
s. yakayı bırakmayan.
beside edat 1. yanına; yanında. 2. -in yanında, -e nazaran.
beside o.s. kendinden geçmiş, çılgın.
beside the mark konu dışı.
beside the question konu dışı.
besides edat 1. -den başka, -in dışında. 2. yanı sıra. z. ayrıca, üstelik.
besiege f. 1. -i kuşatma altında tutmak. 2. etrafını almak, başına
besmear üşüşmek.
f. bulaştırmak, kirletmek.
besotted s. 1. sarhoş. 2. aptal, sersem.
besought f., bak. beseech.
bespoke s., İng. 1. ısmarlama, ısmarlama yapılmış. 2. ısmarlama iş
best yapan.
f. hakkından gelmek, yenmek; baskın çıkmak, geçmek.
best s. (good ve well´in enüstünlük derecesi) en iyi, en hoş, en
best bet uygun. i. en iyisi.I´ll bet .../I´m willing to bet .../My bet is ....
en iyi yol/çare.
best man Bahse
sağdıç.girerim ki ....
best seller çoksatar.
bestial s. hayvan gibi, hayvana ait; vahşi; kaba.
bestially z. hayvanca, hayvana yakışır şekilde; vahşice, kabaca.
bestir f. (--red, --ring) harekete geçirmek, yerinden oynatmak.
bestow f. (on/upon) (-e) vermek, ihsan etmek.
bestow favors on -e ayrıcalık tanımak, -e iltifat etmek.
bestride f. (be.strode, be.strid.den/be.strid) 1. bacaklarını ayırarak
bet binmek. 2. her
f. (bet/--ted, iki tarafında/yakasında
--ting) 1. bahse girmek, bahis bulunmak/uzanmak:
tutuşmak. 2.
Istanbul
kuvvetle bestrides
sanmak: two continents. İstanbul iki kıta üzerinde
Bet your boots. k. dili Emin olun. I bet he´s there. Bence orada olması kesin. i.
kurulmuştur.
bahis; iddia.
betide f. 1. (birinin) başına gelmek: Woe betide them! Başlarına taş
betray yağsın! 2. -eetmek;
f. 1. ihanet alametele olmak:
vermek.It betides good. O 3.
2. göstermek. hayra alamet.
aldatmak.
betrayal i. hıyanet; ele verme.
betrayer i. hain, ihanet eden.
better s. (good ve well´in üstünlük derecesi) 1. daha iyi, daha güzel. 2.
better and better daha çok.daha
gittikçe z. daha
iyi. iyi bir şekilde. i. 1. daha iyisi. 2. üstünlük.
better half k. dili eş.
better half k. dili eş (kadın/erkek): Where´s your better half? Eşin nerede?
Better late than never. Hiç olmamaktansa varsın geç olsun.
between edat 1. arasında: between Kadıköy and Üsküdar Kadıköy ile
between you and me Üsküdar arasında. between the two of them ikisi arasında. 2.
laf/söz aramızda.
between you and me and the arasında, ilâ: between ten and twenty tons on ilâ yirmi ton.
söz aramızda.
gatepost
between you and me and the
k. dili söz aramızda.
lamppost
bevel i. pah, pahlanmış kenar. f. (--ed/--led, --ing/--ling) pahlamak.
beveled s. pahlanmış, şev.
beverage i. içecek, meşrubat.
bevy i. kalabalık bir grup: That bevy of beauties made the house ring
bewail with laughter.
f. 1. -e O güzeller
hayıflanmak. evi
2. (bir kahkahalarıyla
şeye) ağlamak. çınlattı.
beware f. sakınmak, çok dikkat etmek, gözünü açmak.
bewilder f. şaşırtmak, sersemletmek.
bewilderment i. şaşkınlık.
bewitch f. 1. büyü yapmak. 2. büyülemek, cezbetmek.
bewitching s. büyüleyici.
beyond z. ötede; öteye. edat 1. ötesinde; ötesi, -den öte; -den sonra:
beyond doubt Beyond
kuşkusuz,there there´s nothing but mountains. Oradan öte
şüphesiz.
dağdan başka şey yok. beyond six o´clock saat altıdan sonra. 2.
beyond measure son derece.
dışında: It´s beyond his capability. Onun kabiliyetinin dışında. 3.
beyond number sayısız,
-den sayılamaz.
başka: I can do nothing beyond that. Ondan başka bir şey
beyond price yapamam. i. ötesi; ötesindeki; ötesindekiler.
paha biçilmez.
beyond question 1. şüphe götürmez. 2. kuşkusuz, şüphesiz, tartışmasız.
beyond the veil öbür dünyada.
beyond/out of reach erişilmez, yetişilmez.
beyond/past redemption kurtarılamaz.
Bhutan i. Butan.
Bhutanese i. (çoğ. Bhu.tan.ese) Butanlı. s. 1. Butan, Butan´a özgü. 2.
bias Butanlı.
i. 1. verev. 2. eğilim. 3. önyargı. f. 1. (birini) (belirli bir şekilde)
biased etkilemek:
s. önyargılı.They tried to bias me against him. Beni onun
aleyhine çevirmeye çalıştılar. 2. (birinin) fikrini
bib i. mama önlüğü.
yönlendirmek/etkilemek: Don´t bias the witness! Sanığı
Bible i. Kitabı Mukaddes, Kutsal Kitap, Eski ve Yeni Ahit.
etkileme!
Biblical s. Kitabı Mukaddes´e ait.
biblical s., bak. Biblical.
Biblically z. Kitabı Mukaddes´le ilgili olarak.
biblically z., bak. Biblically.
bibliography i. bibliyografya, kaynakça.
bicarbonate i. bikarbonat.
bicarbonate of soda karbonat.
bicentenary i., s., bak. bicentennial.
bicentennial i. iki yüzüncü yıldönümü. s. iki yüzüncü yıldönümüne ait.
biceps i. (çoğ. bi.ceps) anat. pazı.
bicker f. atışmak, çekişmek, münakaşa etmek.
bicycle i. bisiklet. f. bisikletle gitmek, bisiklet kullanarak gitmek.
bicycle shed (kapalı) bisiklet park yeri.
bid f. (bid, --ding) 1. açık artırmada fiyat artırmak. 2. briç
bid deklarasyon yapmak. 3.--ding)
f. (bade/bid, --den/bid, önermek. i. 1. öneri. kumanda
1. emretmek, 2. girişim,etmek. 2.
teşebbüs.
demek, söylemek.
bid farewell veda etmek.
bid s.o. farewell birine veda etmek.
bide f. (--d/bode; --d) 1. dayanmak, yıkılmamak. 2. oturmak,
bide one´s time beklemek.
uygun zamanı beklemek.
bide one´s time bir şeyin zamanını beklemek; sabretmek.
biennial s. iki yılda bir olan.
bier i. ayaklı tabut altlığı; tabut taşımak için kullanılan tekerlekli
bifocal sedye.
s. bifokal, çift odaklı.
bifocals i., çoğ. bifokal gözlük.
big s. 1. büyük, iri, kocaman. 2. önemli, etkili.
big business dev şirketler.
big gun k. dili kodaman.
big shot k. dili kodaman.
big shot/wheel k. dili kodaman.
big wheel argo kodaman.
bigamist i., huk. resmen evliyken başka biriyle yasadışı olarak evlenen
bigamy kimse.
i., huk. resmen evliyken başka biriyle yasadışı olarak evlenme.
bighearted s. eli açık, cömert.
bigness i. büyüklük.
bigot i. bağnaz, mutaassıp; dar görüşlü kimse.
bigoted s. bağnaz, mutaassıp.
bigotry i. bağnazlık, taassup.
bigwig i., k. dili kodaman.
bike i., k. dili bisiklet.
bikini i. bikini.
bilateral s. iki taraflı, iki kenarlı.
bile i. 1. öd, safra. 2. huysuzluk, terslik, aksilik. 3. garaz, kin.
bilge i. 1. den. sintine, karina. 2. saçmalık.
Bilge can´t help but win. k. dili Bilge´nin kazanması kesin.
bilingual s. iki dilli.
bilious s. 1. safraya ait, öde ait. 2. aksi, ters, huysuz.
bilk f. dolandırmak, aldatmak, kandırmak.
bill i. 1. fatura, hesap. 2. kâğıt para. 3. kanun tasarısı. f. fatura
bill çıkarmak.
i. gaga.
bill of exchange poliçe; kambiyo senedi.
bill of exchange poliçe; kambiyo senedi.
bill of fare yemek listesi, menü.
bill of fare yemek listesi.
bill of health sağlık belgesi.
bill of lading konşimento; manifesto.
bill of lading konşimento.
bill of rights insan hakları beyannamesi.
bill of sale fatura.
billboard i. ilan tahtası.
billfold i. cüzdan.
billiard i. –– ball bilardo topu. –– hall bilardo salonu.
billiards i. bilardo.
billion i. 1. A.B.D. milyar, bilyon. 2. İng. trilyon.
billow i. (büyük) dalga. f. 1. dalgalanmak; dalgalandırmak. 2. (yelken)
billowy şişmek;
s. dalgalı. (yelkeni) şişirmek. 3. (duman) buram buram çıkmak;
çok (duman) çıkarmak.
billy i. 1. k. dili cop. 2. teke, erkek keçi.
billy goat teke, erkek keçi.
bimonthly s. 1. iki ayda bir olan. 2. ayda iki kez olan.
bin i. (kömür, tahıl v.b.´ni saklamak için) kap; sandık; yer: coal bin
binary kömürlük.
s. ikili, çift.wood bin odunluk.
bind f. (bound) 1. bağlamak; sarmak. 2 kenarını tutturmak. 3.
binder ciltlemek. 4. biçerbağlar.
i. 1. ciltçi. 2. (dar bir giysi)3.rahatsız
tutkal. etmek, fazla sıkmak.
bindery i. ciltevi.
binding s. 1. bağlayıcı. 2. zorlayıcı. i. 1. ciltleme; cilt. 2. kenar şeridi.
Bing cherry Napolyon kirazı, Napolyon.
binge i. 1. çok fazla içki içilen süre: He goes on a weekend binge
binoculars every now and
i. (iki gözle then. Arasıra
bakılabilen) dürbün.hafta sonu boyunca içki içmekten
başka bir şey yapmaz. 2. (bir şeyin) aşırı derecede yapıldığı
biochemistry i. biyokimya.
süre: Yesterday she went on a shopping binge. Dün kendini fena
biodegradable s. çevreye
halde zarar kaptırdı.
alışverişe vermeden toprakta çözünebilen.
biographer i. biyografi yazarı.
biographical sketch hayat hikâyesinin özeti.
biography i. yaşamöyküsü, biyografi.
biological s. biyolojik, yaşambilimsel, dirimbilimsel.
biological clock biyolojik saat.
biological warfare biyolojik savaş.
biologically z. biyolojik olarak, biyolojik açıdan.
biologist i. biyolog, yaşambilimci, dirimbilimci.
biology i. biyoloji, yaşambilim, dirimbilim.
biped i. iki ayaklı hayvan.
bipedal s. iki ayaklı.
birch i., bot. huş, Betula.
bird i. kuş.
bird cage kuş kafesi.
bird in the hand k. dili elde olan yararlı şey, elde olan fırsat.
bird of passage 1. göçmen kuş. 2. k. dili bir yerde ancak geçici bir süre için
bird of passage kalan kimse.kuş. 2. göçebe kimse.
1. göçmen
bird of prey yırtıcı kuş.
bird of prey yırtıcı kuş.
bird sanctuary kuş cenneti, kuşların avlanması yasak olan yer.
bird watcher kuş gözlemcisi.
birdcall i. kuş ötüşü.
birdhouse i. kuş evi.
birds of a feather k. dili huyları birbirine benzeyen kimseler.
birds of a feather kafadarlar.
bird's-eye s.
bird's-eye view kuşbakışı.
biro i., İng. tükenmez kalem, tükenmez.
birth i. 1. doğum, doğma, doğuş. 2. soy. 3. başlangıç, kaynak.
birth certificate nüfus kâğıdı.
birth control doğum kontrolü.
birth defect doğuştan olan özür.
birthday i. doğum günü, yaş günü.
birthmark i. doğum lekesi.
birthplace i. doğum yeri.
birthrate i. (nüfusa göre) doğum oranı.
biscuit i. 1. çörek. 2. İng. bisküvi.
bisexual s. 1. biseksüel, çift cinsiyetli, ikicinslikli, ikieşeyli. 2. biseksüel,
bishop her
i. 1. iki cinse karşı
piskopos. erotik istek
2. satranç fil. duyan.
bison i. (çoğ. bi.son) zool. bizon.
bit i. 1. delgi, matkap. 2. gem.
bit i. 1. parça, lokma, kırıntı. 2. bilg. bit.
bit f., bak. bite.
bit by bit azar azar, yavaş yavaş.
bitch i. 1. dişi köpek, kancık. 2. k. dili cadaloz kadın, şirret. f., k. dili
bite şikâyet etmek,1.
f. (bit, bit.ten) sızlanıp durmak,
ısırmak. dırdır
2. (balık) etmek.
oltaya vurmak. 3. (soğuk)
bite off more than one can yakmak. i. 1. ısırık, parça, lokma. 2. (içkide) sertlik. 3. (soğuk
k. dili başından büyük işlere/işe girişmek/kalkışmak.
chew veya rüzgâra özgü) sertlik. 4. (biberde) acılık.
bite one´s lip (öfkesini/üzüntüsünü belli etmemek için) dudağını ısırmak.
bite s.o.´s nose off birine ters cevap vermek.
bite the bullet k. dili (zor bir) karar almak.
biting s. 1. acı, keskin; ısırıcı (rüzgâr). 2. acı (söz).
bitten f., bak. bite.
bitter s. 1. acı, keskin; sert, şiddetli. 2. şekersiz, acı, bitter (çikolata).
bittersweet s. 1. hem acı hem tatlı. 2. iyi ve kötü.
bitumen i. bitüm; zift, katran.
bituminous s. bitümlü; ziftli, zift gibi.
bituminous coal madenkömürü.
bizarre s. garip, tuhaf, acayip, biçimsiz.
blab f. (--bed, --bing) gevezelik etmek; boşboğazlık etmek. i. geveze;
Black boşboğaz.
s., i. zenci.
black s. 1. siyah, kara. 2. zenci. 3. karanlık, kasvetli. 4. kirli. i. 1.
black and white siyah,
1. yazı.kara. 2. zenci.
2. siyah beyaz resim.
black belt judo siyah kuşak.
black book kara listedekilerin kayıtlı olduğu defter.
black box hav. kara kutu.
black coffee sütsüz kahve.
black cumin çöreotu.
black eye 1. siyah göz. 2. morarmış göz. 3. kara leke.
black horehound bot. karaısırgan, köpekotu.
black leopard siyah pars.
black list kara liste.
black magic (kötü bir amaç için yapılan) büyü.
black market karaborsa.
black mulberry karadut.
black out 1. karartmak. 2. gözü kararmak; kısa bir süre için şuurunu
black pepper kaybetmek.
karabiber.
black pepper karabiber.
black plague kara veba.
black sheep ailenin yüzkarası.
black tie 1. siyah papyon kravat. 2. smokin.
black-and-blue s. çürük, morarmış.
black-and-white s. siyah beyaz: black-and-white television siyah beyaz
blackball televizyon.
f. karşı oy kullanmak.
blackberry i. böğürtlen.
blackbird i. karatavuk.
blackboard i. kara tahta.
blacken f. 1. karartmak, karalamak. 2. lekelemek, iftira etmek.
black-eyed pea, cowpea i. börülce.
blackguard i. alçak kimse. s. alçak, edepsiz, rezil. f. sövüp saymak,
blackhead küfretmek.
i. başı siyah olan sivilce.
blackjack i. cop.
blackleg i., İng., k. dili grev kırıcı.
blacklist i. kara liste. f. -i kara listeye almak.
blackmail i. şantaj. f. şantaj yapmak.
blackmailer i. şantajcı.
blackness i. siyahlık, karalık.
blackout i. 1. karartma. 2. göz kararması; kısa süren şuur kaybı.
blacksmith i. 1. demirci. 2. nalbant.
blacktop i. asfalt. f. (--ped, --ping) asfaltlamak.
bladder i., anat. sidik torbası, mesane.
blade i. 1. (bıçak) ağzı. 2. kılıç. 3. ince uzun yaprak. 4. (kürekte) pala.
blah i., k. dili saçma. s. can sıkıcı, bezdirici.
blame i. bir suç veya başarısızlığın sorumluluğu, suç, kabahat, töhmet.
blameless f.
s. suçu (birinin)
suçsuz, masum.üstüne atmak.
blameworthy s. 1. ayıplanacak. 2. kabahatli.
blanch f. 1. benzi atmak. 2. (kabuğunu soymak için) (bademi) biraz
blancmange haşlamak.
i. paluze, sütlü pelte.
bland s. 1. tadı bebek maması gibi ve hazmı kolay olan (yemek). 2.
blandishment kimsenin
i. kandırmak dikine
içingitmeyen.
söylenen veya edilen iltifat.
blank s. 1. boş, yazısız, açık, beyaz. 2. anlamsız. i. 1. yazısız kâğıt. 2.
blank cartridge piyangoda boş numara. 3. kurusıkı fişek.
kurusıkı fişek.
blank check açık çek.
blank endorsement açık ciro.
blank verse kafiyesiz on heceli nazım şekli.
blankbook i. not defteri.
blanket i. battaniye. f. sarıp sarmalamak.
blankly z. boş boş, boş gözlerle: look blankly at -e anlamamış gibi
blare bakmak,
i. 1. boru -e boş2.boş
sesi. bakmak. benzer ses; yüksek ses. f. 1. boru
borununkine
blasé gibi
s. usanmış, bezgin. herkese ilan etmek, söylemek.
ses çıkarmak. 2.
blaspheme f. Allah hakkında kötü konuşmak, küfretmek.
blasphemy i. Allah hakkında kötü konuşma, küfür.
blast i. 1. patlama, infilak. 2. k. dili çok eğlendirici bir şey. f. 1. tahrip
blast furnace etmek,
maden yıkmak, yakmak. 2. (soğuk/sıcak) (bitkiyi) kavurmak.
eritme ocağı.
blast off (roket) uzaya fırlatılmak.
Blast! ünlem, İng. Allah kahretsin!
blasted s. 1. harap. 2. k. dili Allahın belası, kör olası.
blasting cap dinamit tapası.
blatant s. 1. apaçık, yüzünden akan. 2. gürültü yapan.
blaze i. 1. alevler: the blaze of the fire yangının alevleri. 2. yangın;
blaze a trail yanan
1. (yolşey. 3. parlaklık.
olmayan 4. öfkeli
bir yerde) parlama.
yol yapmak. 2.5. atınaçmak.
çığır alnındaki beyaz
leke. f. 1. alev alev yanmak. 2. parlamak. 3. öfkeyle parlamak.
blaze a trail 1. çığır açmak. 2. ağaçların gövdelerinde çentikler açarak yeni
blaze away at bir yolun
1. -i ateşegeçiş yerini
tutmak, -eişaretlemek.
ateş etmek. 2. -i hararetle yapmak.
blaze up birden parlamak.
blazer i. spor ceket, blazer.
blazon f. 1. (göze çarpan bir şekilde) ilan etmek. 2. sergilemek, teşhir
bleach etmek. 3. (göze ağartmak.
f. beyazlatmak, çarpan bir i.şeyle)
çamaşırdonatmak/kaplamak.
suyu. i. arma,
ongun.
bleachers i. bir tür açık tribün.
bleak s. 1. soğuk ve kasvetli (hava). 2. rüzgârdan korunmasız, rüzgâra
blear açık. 3. bleary.
s., bak. kötü, iç açıcı olmayan.
bleary s. sulanmış/çok çapaklanmış/kızarmış (göz).
bleary-eyed s. gözleri sulanmış/çok çapaklanmış/kızarmış.
bleat f. 1. melemek. 2. mızırdanmak, sızlanmak. i. 1. meleme. 2.
bled mızırdanma,
f., bak. bleed.sızlanma.
bleed f. (bled) 1. kanamak. 2. k. dili acımak, kan ağlamak: My heart
bleeding bleeds for the victims
s. 1. kanayan. of dili
2. İng., k. the kör
drought.
olası. Kıtlık kurbanları için içim
kan ağlıyor. 3. k. dili kanını emmek, insafsızca sömürmek, iliğini
bleep i. çok tiz ve anlık elektronik ses, bip. f. bip sesi çıkarmak.
kemirmek: The bank´s high interest rates are bleeding the
blemish i. leke, kusur,
farmers in thishata.
area. Bankanın yüksek faiz oranları bu yöredeki
blend çiftçilerin iliğiniharmanlamak.
f. karıştırmak, kemiriyor. 4. hacamat
i. harman, etmek/yapmak.
karışım.
blend in 1. ile uyumlu olmak, uymak. 2. yavaşça katmak.
blender i. blender, karıştırıcı.
bless f. (--ed/blest) kutsamak, takdis etmek.
bless s.o. out k. dili birini haşlamak/azarlamak.
Bless you! Çok yaşa! be blessed with (Allah) (birine) belirli bir nimeti
blessed bağışlamak:
s. 1. kutsanmış. You´re blessed
2. kutsal. 3. with these
Allahın children.
...: every Allah day
blessed sanaher
bu
çocukları
Allahın günü.ihsan etmiş.
blessing i. 1. kutsama, takdis. 2. hayırdua. 3. nimet.
blessing out k. dili haşlama, azarlama.
blest f., bak. bless.
blether f., İng. saçmalamak. i. saçma.
blew f., bak. blow.
blight i. 1. küf, mantar. 2. afet. f. soldurmak, kavurmak, mahvetmek;
blind kurutmak.
s. 1. kör, âmâ. 2. çıkmaz (sokak). f. 1. kör etmek. 2. gözünü
blind alley almak,
1. çıkmazkamaştırmak. i. 1. çoğ.
sokak. 2. çıkmaz, jaluzi. 2. İng. stor. 3. avcıların
açmaz.
avlarından gizlendiği yer.
blind as a bat k. dili kör gibi.
blind date önceden tanışılmayan biriyle eğlence yeri, lokanta v.b.´ne
blind in one eye gitme.
bir gözü kör.
blind spot 1. anat. (retinada) kör nokta. 2. kendi önyargısının insanı
blinder anlamaktan
i. at gözlüğü.engellediği konu.
blindfold f. gözlerini bağlamak. i. gözbağı.
blindfolded s. gözü bağlı.
blindly z. kör gibi.
blindness i. körlük.
blink f. göz kırpmak. i. göz kırpma.
blinker i. 1. oto. sinyal lambası. 2. den. çakar. 3. (devamlı) yanıp sönen
bliss sinyal lambası.
i. eksiksiz 4. İng. atbüyük
bir mutluluk, gözlüğü.
mutluluk.
blissful s. çok mutlu.
blister i. kabarcık, fiske. f. kabarmak, su toplamak; kabartmak.
blithe s. neşeli, şen; gamsız, tasasız.
blithely z. neşeli/şen/tasasız bir şekilde, pürneşe.
blitz i. yıldırım saldırı.
blitzkrieg i., bak. blitz.
blizzard i. tipi.
bloat f. şişirmek, kabartmak.
bloated s. şişmiş, şiş (karın,leş).
blob i. 1. kıvamı koyu iri bir damla: a blob of paint bir boya damlası.
bloc two blobs
i., pol. of mustard iki sıkım hardal. 2. k. dili yağ tulumu,
blok.
şişko.
block i. 1. blok, büyük parça. 2. blok, parsel. 3. İng. büyük bina: block
block and tackle of flats apartman. office block (büroların bulunduğu) iş hanı. f.
palanga.
tıkamak, kesmek, kapamak; bloke etmek.
block letter kitap yazısıyla yazılan büyük harf.
block print (kumaşı/kitabı) kalıpla basmak.
block up 1. tıkamak. 2. (deliği/boşluğu) doldurarak kapamak.
blockade i. abluka. f. abluka etmek, ablukaya almak.
blockage i. tıkama; tıkanma; blokaj.
blockhead i., k. dili mankafa, dangalak.
bloke i., İng., k. dili adam, arkadaş.
blond s. 1. sarışın (erkek). 2. sarı (saç).
blonde s., i. sarışın (kadın).
blood i. 1. kan. 2. soy.
blood bank kan bankası.
blood bank kan bankası.
blood bath katliam.
blood count kan sayımı.
blood feud kan davası.
blood feud kan davası.
blood group kan grubu.
blood money 1. kiralık katillere verilen para. 2. diyet.
blood poisoning kan zehirlenmesi.
blood pressure tansiyon.
blood pressure tansiyon, kan basıncı.
blood sugar kan şekeri.
blood test kan tahlili.
blood transfusion kan nakli.
blood transfusion kan nakli.
blood type kan grubu.
blood vessel anat. kan damarı.
bloodcurdling s. tüyler ürpertici.
bloodshed i. kan dökme.
bloodshot s. kan çanağına dönmüş (göz).
bloodthirsty s. kana susamış, canavar ruhlu, hunhar.
bloody s. 1. kanlı; kan gibi. 2. kana susamış, gaddar, zalim. 3. İng., k.
bloody-minded dili kör olası.
s., İng., k. dili4. İng., aksi.
inatçı, k. dili bayağı, adamakıllı.
bloom i. 1. tazelik, gençlik. 2. meyve üzerindeki buğu. 3. (açılmış)
blooming çiçek.
s. f. çiçek
1. çiçek açmak.
açmış. 2. argo kör olası: That blooming telephone! O
blossom kör olası telefon!
i. çiçek; bahar. f. 1. çiçek vermek; bahar açmak. 2. gelişmek;
blot canlanmak.
i. 1. leke; mürekkep lekesi. 2. ayıp, kusur. f. (--ted, --ting) 1.
blot out lekelemek.
1. bozmak.2. 2.kurutma
ortadan kâğıdı
silmek,ile kurutmak.
yok etmek.
blotch i. 1. leke. 2. kabartı, fiske. f. lekelemek; lekelenmek.
blotter i., bak. blotting paper.
blotting paper kurutma kâğıdı, papyebuvar.
blotting paper kurutma kâğıdı.
blouse i. bluz, gömlek.
blow i. darbe, vuruş.
blow f. (blew, --n) 1. esmek. 2. üflemek. 3. uçurmak; uçmak: The
blow a fuse wind has blown
1. sigortayı off the2.chimney
attırmak. cowl.atmak,
k. dili tepesi Rüzgâröfkelenmek.
bacanın külahını
uçurdu. 4. solumak. 5. k. dili (parayı) savurmak; (paranın
blow great guns k. dili (rüzgâr) çok sert esmek.
hepsini) harcamak. 6. k. dili (fırsatı) kaçırmak.
blow hot and cold k. dili kararsız olmak, duraksamak.
blow in k. dili ansızın gelmek, düşmek.
blow one´s brains out k. dili 1. başına kurşun sıkmak. 2. başına kurşun sıkarak intihar
blow one´s cool etmek.
k. dili tepesi atmak, kızmak.
blow one´s nose sümkürmek.
blow one´s own horn k. dili kendi reklamını yapmak.
blow one´s own horn böbürlenmek.
blow one´s own trumpet k. dili kendi borusunu çalmak, kendi reklamını yapmak,
blow one´s top övünmek.
k. dili tepesi atmak, çok kızmak.
blow one´s top/stack k. dili tepesi atmak, parlamak.
blow out 1. üfleyip söndürmek. 2. (lastik) patlamak.
blow over 1. (fırtına) dinmek. 2. unutulmak, geçmek.
blow s.o. away k. dili 1. birini çok şaşırtmak. 2. ateş ederek birini öldürmek,
blow s.o.´s cover birini
k. dili vurmak.
birinin gerçekte kim olduğunu göstermek.
blow s.o.´s mind k. dili 1. birini çok heyecanlandırmak. 2. birini çok şaşırtmak. 3.
blow s.o.´s mind birine
k. dili çok
birinikeyif vermek.
hayrete düşürmek/şaşkına çevirmek, birinin aklını
blow s.t./s.o. to smithereens başından almak.
bir şeyi/birini paramparça etmek.
blow the lid off k. dili açığa vurmak.
blow up 1. şişirmek. 2. havaya uçurmak. 3. patlatmak; patlamak. 4.
blow-by-blow büyütmek,
s. ayrıntılı. agrandisman yapmak. 5. k. dili patlamak, tepesi
atmak, küplere binmek.
blow-dry f. (blow-dried) kurutma makinesiyle kurutmak.
blowjob i., kaba penisi ağızla uyarma, supet, süpet.
blowout i. 1. lastik patlaması. 2. k. dili büyük parti; şatafatlı davet.
blowtorch i. pürmüz lambası, pürmüz.
blowup i. 1. patlama. 2. kavga.
blubber i. 1. balina yağı. 2. k. dili (insan vücudundaki) yağlar.
blubber f. hüngür hüngür ağlamak, hüngürdemek.
bludgeon i. kısa ve kalın sopa; cop. f. ağır bir cisimle vurmak.
bludgeon s.o. into doing s.t. birini bir şey yapmaya zorlamak.
blue s. 1. mavi, mavi renkli. 2. k. dili efkârlı. i. mavi, mavi renk. f.
blue blood çivitlemek.
aristokrat, soylu kimse.
blue blood aristokrat, asilzade.
blue cheese bir çeşit küflü peynir.
blue jeans blucin.
blue ribbon herhangi bir alanda en büyük ödül.
blue vitriol göztaşı.
bluebell i., bot. çançiçeği, Campanula.
blueberry i. çayüzümü.
bluecollar s. işçi sınıfına ait.
blueprint i. 1. mavi kopya. 2. proje, plan. f. 1. mavi kopya çıkarmak. 2.
bluff tasarlamak.
s. tok sözlü. i. sarp ve yüksek kıyı/kaya.
bluff f. blöf yapmak, kurusıkı atmak. i. blöf, kurusıkı.
bluing i. çivit.
bluish s. mavimsi, mavimtırak.
blunder i. gaf, pot. f. gaf yapmak, pot kırmak.
blunt f. 1. körletmek. 2. azaltmak.
blunt s. 1. kör, keskin olmayan. 2. sözünü sakınmayan.
blur f. (--red, --ring) bulanıklaştırmak; bulanıklaşmak. i. belirsiz bir
blurry şekil.
s. bulanık.
blurt f. out ağzından kaçırmak.
blush f. yüzü kızarmak. i. kızartı, kızarıklık.
bluster f. 1. fart furt etmek. 2. (rüzgâr) şiddetle esmek. i. 1. fart furt,
boar böbürlenme. 2. (şiddetli rüzgârın çıkardığı) uğultu.
i., zool. yabandomuzu.
board i. 1. kereste, tahta. 2. satranç v.b. oyun tahtası. 3. yönetim
board of directors kurulu.
yönetim 4.kurulu.
den. borda. f. 1. (vapura/trene/otobüse/uçağa)
binmek. 2. pansiyoner olmak. 3. den. borda etmek.
board of managers yönetim kurulu.
board up üstüne tahta çakarak kapamak.
boarder i. 1. pansiyoner. 2. yatılı öğrenci.
boarding house pansiyon.
boarding school yatılı okul.
boarding school yatılı okul.
boardwalk i. (kum, bataklık v.b. üzerindeki) tahta yaya kaldırımı.
boast f. 1. övünmek. 2. -e sahip olmaktan gurur duymak: This hotel
boastful boasts two swimming pools and a sauna. Bu otel iki yüzme
s. övüngen.
havuzu ve bir saunasıyla iftihar ediyor. i. övünme, kurumlanma.
boat i. (gemi, vapur, sandal, yat gibi) tekne: What time does the boat
boathouse leave? Vapur kaçta kalkıyor? I´ve got a new boat. Yeni bir
i. kayıkhane.
sandalım var. How many masts did that boat have? O teknenin
bob i. 1. çekülün ucundaki ağırlık. 2. olta mantarı. 3. çabuk eğip
kaç direği vardı?
bob kaldırma
f. veya eğilip
(--bed, --bing) kalkma
1. çabuk hareketi.
eğip 4. alagarson
kaldırmak; saç.kalkmak.
çabuk eğilip
bob 2. sık sık sallanmak; sık sık
i. (çoğ. bob) İng., k. dili şilin.alçalıp yükselmek. 3. (saçı)
alagarson kestirmek/kesmek.
bobbin i. 1. makara, bobin. 2. ufak iğ.
bobby i., İng., k. dili polis.
bobby pin madeni saç tokası.
bobsled i. 1. yarışta kullanılan kızak. 2. arka arkaya bağlı çifte kızak.
bode f. -e işaret etmek, -e delalet etmek.
bode f., bak. bide.
bode ill kötüye işaret/delalet etmek.
bode well iyiye işaret/delalet etmek.
bodice i. korsaj, kadın yeleği.
bodily s. bedensel. z. bütünüyle, tümüyle, tamamen.
body i. 1. beden, vücut, gövde. 2. ceset. 3. karoser. 4. miktar: a body
body bag of information
ceset taşımayabir özgümiktar bilgi. 5.
fermuarlı kütle,
torba, kitle:torbası.
ceset A lake is a body of
water. Göl bir su kütlesidir. 6. topluluk, grup.
body building vücut geliştirme.
body count ask. ölü sayısı.
bodyguard i. koruma görevlisi, koruma.
bog i. 1. bataklık. 2. İng., kaba kenef, hela, tuvalet, yüznumara. f. (--
boggle ged, --ging)
f. at/over -e takılıp tereddüde düşmek.
boggle the mind insanı hayrete düşürmek.
bogus s. sahte, düzme, yapma.
boil f. kaynamak; haşlanmak; kaynatmak; haşlamak.
boil i. çıban.
boil away kaynayarak buharlaşıp yok olmak.
boil down 1. kaynayarak suyunu çekmek, özü kalana kadar kaynamak. 2.
boil over kısaltmak, kısmak.
1. (kaynarken) taşmak. 2. k. dili tepesi atmak, köpürmek.
boiler i. kazan, buhar kazanı.
boiler suit İng. tulum (giysi).
boiling point kaynama noktası.
boisterous s. 1. gürültülü. 2. şiddetli; fırtınalı.
bold s. 1. cesur, gözüpek; atılgan, cüretli. 2. matb., bilg. siyah (harf).
boldface i., matb., bilg. siyah harfler.
boldfaced s., matb., bilg. siyah (harf).
boldly z. cesaretle.
boldness i. cesaret, yüreklilik.
Bolivia i. Bolivya.
Bolivian i. Bolivyalı. s. 1. Bolivya, Bolivya´ya özgü. 2. Bolivyalı.
boloney i., bak. baloney.
bolshy s., İng., k. dili asi, serkeş; kurallara karşı gelen.
bolster i. uzun yastık; yastık, minder. f. (up) 1. yastıkla beslemek. 2.
bolt desteklemek,
i. 1. sürgü, kolgüçlendirmek.
demiri. 2. kilit dili. 3. cıvata. 4. fırlama, kaçış. f. 1.
bolt of lightning sürgülemek.
yıldırım. 2. fırlamak; fırlayıp kaçmak: When the pickpocket
saw the policeman he bolted into the crowd. Yankesici polisi
bolt upright dimdik.
görünce yıldırım gibi fırlayıp kalabalığa karıştı. 3. çiğnemeden
bomb i. bomba. f. bombalamak.
yutmak.
bombard f. 1. topa tutmak, bombardıman etmek; bombalamak. 2. üzerine
bombardier varmak, sıkıştırmak. uçağında görevli) bombacı.
i., ask. (bombardıman
bombardment i. bombardıman, topa tutma.
bombastic s. tumturaklı.
bomber i. 1. bombardıman uçağı. 2. (bir yere) bomba atan/yerleştiren
bombshell kimse,
i., k. dilibombacı.
bomba etkisi yapan, bomba: blonde bombshell sarışın
bon voyage bomba.
iyi yolculuklar, yolunuz açık olsun.
bona fide gerçek, hakiki.
bonanza i. beklenmedik kazanç.
bond i. 1. bağ. 2. ilişki. 3. bono, senet, tahvil. 4. kefalet. f. kefil olmak.
bond paper iyi cins yazı kâğıdı.
bondage i. kölelik.
bonded warehouse gümrük antreposu.
bondholder i. tahvil sahibi.
bondsman çoğ. bonds.men (bandz´mîn) i. 1. kefil. 2. köle.
bone i. 1. kemik. 2. kılçık. 3. balina (çubuk).
bone f. 1. kemiklerini/kılçıklarını ayıklamak. 2. k. dili çok çalışmak,
bone china hafızlamak,
içine kemik kuşlamak.
külü katılarak yapılan porselen tabak.
bone for an exam sınava hazırlanmak.
bone meal kemik tozu.
bone of contention anlaşmazlık sebebi.
bone up on a subject kısa zamanda bir konuyu çalışıp öğrenmek.
bone-dry s. kupkuru.
bonehead i., argo aptal, mankafa.
boneless s. 1. kemiksiz. 2. kılçıksız.
boner i., argo büyük gaf/pot.
bonesetter i. çıkıkçı, kırıkçı.
bonfire i. şenlik ateşi, açık havada yakılan ateş.
bonito i., zool. palamut.
bonk f. 1. k. dili vurmak. 2. İng., argo -i sikmek; sevişmek, aşk
bonkers yapmak.
s., İng., k.i.dili
1. k. dili vuruş,
kafadan darbe.
kontak, 2. İng., argo sikme; sevişme.
çatlak.
bonnet i. 1. bağcıklı bone. 2. İng., oto. kaput, kaporta.
bonny s., İng. leh. 1. göze hoş görünen, güzel, zarif, hoş. 2. sıhhatli,
bonus gürbüz.
i. ikramiye, prim.
bony s. 1. sıska; bir deri bir kemik. 2. kemikli. 3. kılçıklı. 4. kemiksi.
boo f. yuhalamak.
boob i., argo 1. aptal, budala, salak. 2. İng. aptalca hata; falso. f.,
boob tube İng.,
argoargo aptalca hata yapmak; falso yapmak.
televizyon.
boo-boo i., k. dili aptalca hata; falso. f., k. dili aptalca hata yapmak; falso
boobs yapmak.
i., çoğ., argo ayvalar, farlar, ikizler, ampuller, memeler.
booby i. ahmak.
booby prize en kötü oyuncuya verilen ödül.
booby trap bubi tuzağı.
book i. kitap; cilt. f. 1. (polis) (sanığı/cezaya çarptırılan birini) kayda
book club geçirmek.
kitap kulübü.2. İng. (yer) ayırtmak; rezervasyon yaptırmak.
book in İng., bak. check in.
book of matches kibrit paketi.
book of music nota kitabı.
book review kitap eleştirisi.
book s.o. into a hotel biri için otelde rezervasyon yapmak.
book s.t. to s.o.´s account İng. bir şeyi birinin hesabına yazmak.
book value defter değeri, maliyet.
bookbinder i. ciltçi.
bookcase i. kitaplık, kitap konulan raflı mobilya.
booked s. 1. rezerve edilmiş, ayrılmış. 2. defterde kayıtlı.
bookie i., k. dili ganyan bayii; bahisleri kabul eden bayi.
booking i., İng. 1. rezervasyon yapma. 2. rezervasyon. 3. (birinin
booking clerk hesabına)
İng. biletçi.yazma.
booking office İng. bilet gişesi.
bookkeeper i., muh. defter tutan kimse.
bookkeeping i., muh. defter tutma.
booklet i. broşür, kitapçık.
bookmaker i. ganyan bayii; bahisleri kabul eden bayi.
bookmark i. sayfa işareti; kitapta son okunan sayfayı bulmak için araya
bookseller konulan
i. kitapçı.karton, kurdele v.b.
bookshelf i. kitap rafı.
bookshop i., İng. kitabevi.
bookstall i., İng. gazete kulübesi.
bookstore i. kitabevi.
boom f. 1. gümbürdemek, gürlemek. 2. (bir yerin ticaret, nüfus v.b.)
boon hızla yükselmek,
i. nimet, patlamak (olumlu bir şekilde); (ticaret) hızla
lütuf, iyilik.
artmak, patlama içinde olmak. i. 1. gümbürtü. 2. Bom!
boon companion yakın arkadaş.
(gümbürtü sesi). 3. (bir yerin ticaret, nüfus v.b.´nde) (olumlu
boondock i.
bir) patlama, hızlı artış.
boonies i.
boor i. 1. kaba ve görgüsüz kimse. 2. köylü.
boorish s. kaba.
boorishly z. kaba bir şekilde.
boorishness i. kabalık.
boost f. 1. itelemek. 2. lehinde konuşarak yardımcı olmak. 3. (fiyat)
booster artırmak. i. 1. destek,
i. 1. propagandacı. yardım. 2.
2. (rokette) ekartma,
motor.artış.
boot i. çizme; bot.
boot f. 1. çizme giydirmek. 2. çizme şeklindeki aletle işkence
boot yapmak.
f. 3. argo tekmelemek. 4. bilgisayarın belleğine komutlar
okutarak sistemi çalıştırmak. 5. futbol tekme atmak. 6. argo -i
booth i. 1. (fuarda/sergide) stand. 2. çardak.
işten çıkarmak, -i sepetlemek, -in kıçına tekmeyi atmak, -i
bootlegger i. içki kaçakçısı.
kovmak.
bootlick f. dalkavukluk etmek, çanak yalamak, yaltaklanmak.
bootlicker i. dalkavuk, çanak yalayıcı, yaltak, yaltakçı.
booty i. ganimet, yağma, çapul.
booze i., k. dili içki, alkollü içecek. f., k. dili kafa/kafayı çekmek.
bop f. (--ped, --ping) vurmak. i. vuruş, darbe.
borax i., kim. boraks.
border i. 1. kenar; sınır, hudut. 2. kenar süsü. f. sınırlamak.
border on 1. sınır komşusu olmak. 2. eğiliminde olmak.
borderline i. sınır, hudut. s.
borderline case her iki kategoriye de girebilecek bir durum: Hasan´s a
bore borderline case; we
f. delmek, oymak. i. could asçap.
kalibre, easily fail him as we could pass
him. Hasan tam sınırda; sınıfta da bırakabiliriz, geçirebiliriz de.
bore f. canını sıkmak, başını ağrıtmak. i. can sıkıcı kimse.
bore f., bak. bear 2.
bore a hole in 1. -de delik açmak. 2. (bir fikri) azıcık çürütmek.
bore s.o. to death/tears birinin canını çok sıkmak.
boredom i. can sıkıntısı.
boring s. can sıkıcı.
born s. 1. doğmuş. 2. doğuştan: a born preacher doğuştan vaiz.
born to the purple asil bir aileden gelen.
borne ,f., bak. bear 2.
boron i., kim. bor.
borough i. kasaba, kaza, ilçe.
borrow f. 1. ödünç almak, borç almak. 2. mat. (çıkarma işleminde)
borrow trouble ödünç almak. tasasını çekmek.
k. dili önceden
borrower i. ödünç alan.
borrowing i. yabancı bir dilden alınan sözcük/kelime, yabancı
borstal sözcük/kelime.
i., İng. ıslahevi, ıslahhane.
Bosnia i. Bosna.
Bosnia and Herzegovina bak. Bosnia-Herzegovina.
Bosnia-Herzegovina i. Bosna-Hersek.
Bosnian i. 1. Boşnak; Bosnalı. 2. Boşnakça. s. 1. Boşnak; Bosna, Bosna
bosom ´ya özgü.sine,
i. göğüs, 2. Boşnak; Bosnalı.s.3.
bağır, koyun. Boşnakça.
samimi.
bosom friend samimi dost, can yoldaşı.
Bosphorus i., bak. Bosporus.
Bosporus i. Boğaziçi, Boğaz.
boss i. patron; şef. f. yönetmek.
boss s.o. around birine karşı amirane davranmak, birine emir yağdırmak.
bossy s. 1. başkalarına hükmetmeyi seven. 2. amirane, patronvari.
botanical s. botanik, bitkibilimsel; bitkisel.
botanical garden botanik bahçesi.
botanist i. botanist, bitkibilimci, botanikçi.
botany i. botanik, bitkibilim.
botch f. (bir işi) berbat/rezil etmek. i.
both zam. her ikisi; ikisi de: both of them her ikisi. both of us her
both as ... and as ... ikimiz.
hem ...´´Did
hem the packages
... olarak: come?´´
I respect her ´´Yes,
both as both came.´´
a teacher and as a
Both your lives are in the ´´Paketler
person. Hemgeldi mi?´´
hoca, hem´´insan
Evet, olarak
her ikisi
onadesaygı
geldi.´´ Ayşe is both
duyuyorum.
Her ikinizin de hayatı tartışılıyor.
scales. beautiful and intelligent. Ayşe hem güzel, hem de zeki. both he
bother i.
andsıkıntı,
I hemzahmet.
o, hem f.ben.
canını sıkmak, rahatsız etmek.
bothersome s. sıkıcı, rahatsız edici.
Botswana i. Botsvana.
Botswanan i. Botsvanalı. s. 1. Botsvana, Botsvana´ya özgü. 2. Botsvanalı.
bottle i. 1. şişe. 2. biberon. f. şişelemek.
bottle opener şişe açacağı.
bottleneck i. 1. dar geçit, dar boğaz. 2. engel.
bottom i. 1. dip, alt. 2. esas, kaynak, temel. 3. vadi. 4. karina, tekne.
bottom dollar son kuruş.
bottom land ovalık arazi.
bottomless s. 1. dipsiz; çok derin. 2. sonsuz, sınırsız.
Bottoms up! k. dili Fondip!
bough i. (ağaçta) büyük dal.
bought f., bak. buy.
boulder i. iri kaya parçası.
boulevard i. bulvar, cadde.
bounce f. 1. sıçramak, sekmek; zıplatmak, sektirmek. 2. k. dili (çek)
bound karşılıksız
i. sıçrayış, çıkmak.
zıplama;i.geri
1. sıçrayış,
tepme. zıplayış.
f. sekmek,2. sıçramak,
canlılık. zıplamak,
bound fırlamak.
f. 1. sınırlamak. 2. kuşatmak.
bound s. 1. bağlı, kayıtlı. 2. ciltli, ciltlenmiş. 3. for -e giden.
bound f., bak. bind.
boundary i. sınır, hudut.
boundless s. sınırsız, sonsuz.
bounds i. sınır, sınırlar.
bounteous s. 1. eli açık, cömert. 2. bol, çok.
bounteously z. cömertçe.
bounteousness i. 1. cömertlik. 2. bolluk.
bountiful s. 1. cömert, eli açık. 2. bol, çok.
bounty i. 1. cömertlik, eli açıklık. 2. prim. 3. (zararlı bir hayvanın yok
bouquet edilmesi
i. 1. buket, veya bir suçlunun
demet. yakalanması
2. bir şaraba özgü koku.için devletçe verilen)
para.
bourgeois i., s. burjuva, kentsoylu.
bout i. 1. nöbet; hastalık: He´s just recovered from a bout of
boutique pneumonia.
i. butik. Zatürreeden yeni kalktı. 2. kısa süren hummalı
faaliyet. 3. boks, güreş, eskrim maç.
bovine s. sığır cinsinden.
bow i., den. baş, pruva.
bow i. baş eğerek selamlama, reverans yapma. f. baş eğerek
bow selamlamak,
i. 1. (ok atmak reverans yapmak.
için) yay. 2. (yaylı çalgı için) yay. 3. fiyonk.
bow and scrape aşırı saygı gösterisinde bulunmak, el pençe divan durmak.
bow out 1. of -den çekilmek. 2. emekliye ayrılmak.
bow tie papyon, papyon kravat.
bowel i., anat. bağırsak.
bowels i. 1. anat. bağırsaklar. 2. iç kısımlar; derinlikler: the bowels of
bower the earth yeryüzünün
i. kameriye, çardak. derinlikleri.
bowl i. kâse, tas.
bowl f. 1. bowling oynamak. 2. kriket top atmak.
bowl along süratle gitmek.
bowl s.o. over 1. birini şaşırtmak, birini şaşkına çevirmek. 2. birini yere
bowlegged yıkmak,
s. çarpık birini yere devirmek.
bacaklı.
bowline i. 1. barço bağı. 2. den. borina.
bowling i. bowling, ağır bir topla oynanan bir oyun.
bowshot i. ok menzili.
bowstring i. kiriş. f. iple boğmak.
box i. 1. kutu, sandık. 2. loca. f. kutulamak, kutuya koymak.
box f. boks yapmak. box s.o. on the ear birinin kulağına tokat
box number atmak.
posta kutusu numarası.
box office (tiyatroda/sinemada/stadyumda) bilet gişesi.
boxcar i., d.y. kapalı yük vagonu.
boxer i. boksör, yumrukoyuncusu.
boxing i. boks, yumrukoyunu.
Boxing Day İng. yirmi altı Aralık.
boxing glove boks eldiveni.
boxing match boks maçı.
boxwood i. şimşir.
boy i. 1. erkek çocuk, oğlan; delikanlı. 2. genç uşak.
boy friend erkek arkadaş.
boy scout erkek izci.
boy scout erkek izci.
boycott f. boykot yapmak; boykot etmek. i. boykot.
boyhood i. (erkek için) çocukluk, çocukluk dönemi.
boyish s. oğlan gibi.
bra i. sütyen.
brace i. 1. bağ, kuşak. 2. matkap kolu. 3. dişçi. tel. f. 1.
bracelet sağlamlaştırmak,
i. bilezik. desteklemek. 2. birbirine tutturmak,
raptetmek.
braces i., çoğ., İng. pantolon askısı.
bracing i. destek, dayanak. s. zinde yapan: bracing mountain air insanı
bracket zindeleştiren
i. dağ havası.
1. dirsek, destek, kenet. 2. köşeli parantez, köşeli ayraç. 3.
brackish İng. parantez, ayraç.
s. hafif tuzlu, acı (su).
brag f. (--ged, --ging) övünmek.
brag about/of -den övünerek bahsetmek.
braggart i. övüngen kimse, yüksekten atan kimse.
braid f. örmek. i. 1. saç örgüsü. 2. ask. (üniformaya takılan) kordon. 3.
braided örülmüş
s. örülmüş, şey, örgü.
örgülü.
brain i. beyin. f. kafasına ağır bir darbe indirmek.
brain trust bir grup danışman.
brain wave k. dili aniden gelen parlak fikir.
brainchild i., k. dili birinin kafasından çıkan düşünce.
brainless s. beyinsiz, kuş beyinli, kafasız, akılsız.
brains i. akıl, zekâ.
brainstorm i., k. dili aniden gelen parlak fikir.
brainwash f. beynini yıkamak.
brainy s. kafalı, akıllı.
brake i. fren. f. fren yapmak.
brake drum fren kampanası/tamburu.
brake fluid fren yağı.
brake lining fren balatası.
brake pedal fren pedalı.
brake shoe fren pabucu.
bramble i. 1. (böğürtlen gibi) dikenli bitki. 2. İng. böğürtlen
bran (yemişi/çalısı).
i. kepek, buğday kepeği.
branch i. 1. (ağaca ait) dal. 2. (nehre ait) kol. 3. şube; bölüm, kısım; dal,
branch off kol,
(kolbranş.
olarak)f. ayrılmak.
1. dal budak salmak. 2. kollara ayrılmak.
branch out into (asıl faaliyetine devam ederken) (yeni bir faaliyete) girmek.
brand i. 1. (bir ürüne ait) özel ad, marka. 2. (kızgın demirle yapılan)
brand name dağ. f. 1. dağlamak.
(bir ürüne 2. lekelemek,
ait) özel ad, marka. damgalamak.
brand spanking new k. dili gıcır gıcır, yepyeni.
brandied s. konyakla konserve edilmiş (meyve).
brandish f. sallamak, savurmak. i. sallama, savurma.
brand-new s. yepyeni, gıcır gıcır.
brandy i. konyak.
brash s. 1. yüzsüz, küstah. 2. fazla atılgan.
brass i., s. pirinç, sarı.
brass band bando, mızıka.
brass knuckles pirinç muşta.
brassed off İng., k. dili biraz kızgın, biraz sinirlenmiş.
brassiere i. sütyen.
brassy s. yüzsüz, gürültücü ve kaba (kadın).
brat i. velet; şımarık çocuk; arsız çocuk; piç kurusu.
bravado i. kabadayılık, kurusıkı atma.
brave s. cesur, cesaretli. f. göğüs germek.
brave the elements kötü havada dışarıda bulunmak.
bravely z. cesaretle.
bravery i. cesaret.
bravo ünlem Aferin!/Bravo!
brawl i. arbede.
brawny s. kasları gelişmiş, adaleli.
bray i. anırtı, anırma. f. anırmak.
brazen s. 1. pirinç, sarı; pirinç gibi. 2. utanmaz, yüzsüz.
brazier i. mangal.
Brazil i. Brezilya.
Brazil nut Brezilya kestanesi.
Brazilian i. Brezilyalı. s. 1. Brezilya, Brezilya´ya özgü. 2. Brezilyalı.
breach i. 1. kırık, yarık, gedik. 2. huk. ihlal.
bread i. ekmek.
bread and butter k. dili ekmek kapısı; insanı geçindiren iş/para.
bread bin İng., bak. bread box.
bread box ekmek kutusu.
bread crumb ekmek kırıntısı.
breadbasket i. 1. ekmek sepeti. 2. mec. tahıl ambarı. 3. argo mide.
breadboard i. 1. ekmek tahtası. 2. hamur tahtası.
breadth i. genişlik, en.
breadwinner i. bir aileyi geçindiren kimse.
break i. 1. kırık, çatlak. 2. aralık, açıklık; ara, fasıla. 3. iş molası: They
break a habit took
kötüaalışkanlıktan
break. Mola kurtulmak.
verdiler. 4. fırsat, şans. f. (broke, bro.ken) 1.
kırmak, parçalamak; kırılmak. 2. (fırtına) kopmak.
break a promise sözünde durmamak, sözünden dönmek.
break a record rekor kırmak.
break cover gizlendiği yerden çıkmak.
break down 1. bozulmak. 2. ruhen yıkılmak.
break even kâr ve zararı eşit olmak, ancak masrafını karşılamak.
break ground 1. törenle temel atmak. 2. çığır açmak.
break in 1. zorla girmek. 2. lafa karışmak; araya girmek. 3. alıştırmak.
break into 1. -e zorla girmek. 2. birden -e başlamak: The horse broke into
break loose a1.run. At birden
kendini koşmaya
kurtarmak; başladı.
kendini kurtarıp kaçmak. 2. from -den
break off kopmak;
1. kırılıp -den kopup
ayrılmak. 2.sarkmak/sallanmak.
birdenbire durmak. 3. 3. ilişiğini
(kıyamet) kopmak.
kesmek.
break one´s faith sözünde durmamak.
break one´s fast orucunu açmak/bozmak.
break one´s neck 1. boynu kırılmak. 2. kendini paralamak, paralanmak, dişini
break one´s word tırnağına takmak.
sözünü tutmamak.
break open kırmak, zorla açmak.
break out 1. patlak vermek, patlamak, kopmak: War has broken out in
break the ice Asia. Asya´dagidermek,
1. resmiyeti savaş patladı. 2. yumuşatmak.
havayı in ile kaplanmak, ...defa
2. ilk dökmek:
bir işe
She´s
girişmek.broken out in a rash. Her tarafı isilik oldu.
break the law suç işlemek, kanuna karşı gelmek.
break the news to (birine) (kötü) haber vermek.
break to pieces 1. parça parça etmek. 2. parçalanmak.
break up 1. dağılmak; dağıtmak. 2. bozuşmak. 3. (aralarında sevgi bağı
break wind olan iki kişi) ayrılmak.
gaz çıkarmak, osurmak.
break wind gaz çıkarmak, yellenmek.
break with ilgisini kesmek, -den ayrılmak.
breakable s. kırılır.
breakage i. 1. kırma, kırılma. 2. kırılan şeylerin tutarı.
breakdown i. 1. bozulma, durma. 2. sinir bozukluğu, çökme. 3. ayrıntılı
breaker hesap.
i. kıyıya vuran büyük dalga.
breakfast i. sabah kahvaltısı, kahvaltı.
breaking i. kırılma.
breakneck s. çok hızlı; büyük (bir hız): a breakneck pace çok hızlı bir
breakthrough tempo.
i. 1. ask. cepheyi yarıp geçme. 2. (bilimde) büyük buluş.
breakup i. 1. bozulma, sona erme. 2. parçalanma.
breakwater i. dalgakıran, mendirek.
breast i. 1. göğüs, meme. 2. sine, kalp, gönül.
breast stroke kurbağalama (yüzme tekniği).
breastbone i., anat. göğüs kemiği.
breast-feed f. (breast.fed) (bebeği) emzirerek beslemek.
breath i. nefes, soluk.
breathe f. soluk almak, teneffüs etmek. Don´t breathe a word of this to
breathe down one´s neck anyone.
k. dili 1. Bunu sakın
başında kimseye
dikilip söyleme.
durmak, başında beklemek. 2. rahat
breathe hard bırakmamak. 3. yakından takip
solumak, sık ve kesik soluklar alıp etmek.
vermek.
breathe in nefes almak.
breathe one´s last son nefesini vermek, ölmek.
breathe out nefes vermek.
breathless s. nefes nefese, soluğu kesilmiş.
breathtaking s. nefes kesici, çok heyecan verici.
bred f., bak. breed.
breeches i., çoğ. pantolon.
breed f. (bred) 1. üremek. 2. yetiştirmek. 3. yol açmak, sebep olmak. i.
breeding cins, tür.
i. 1. terbiye. 2. yetiştirme.
breeze i. hafif rüzgâr, esinti, meltem; imbat.
breezy s. 1. rüzgârlı. 2. teklifsiz. 3. lakayt, umursamaz. 4. canlı,
brethren hareketli.
i., çoğ. kardeşler.
brevity i. kısalık.
brew f. 1. (bira/kahve) yapmak; (çay) demlemek. 2. (çay/kahve)
brewer içmeye hazır olmak, olmak. 3. (kötü bir şey) hazırlamak,
i. bira yapımcısı.
tertiplemek; hazırlanmak, tertiplenmek. i., k. dili bira: Want a
brewery i. bira fabrikası.
brew? Bir bardak bira ister misin?
brewski i., k. dili bira: He bought me two brewskies. Bana iki bira
briar ısmarladı.
i., bot., bak. brier.
bribe i. rüşvet. f. rüşvet vermek, para yedirmek.
bribery i. rüşvetçilik.
brick i. (gen. deliksiz/boşluksuz) tuğla.
brick red kiremit rengi.
brick up tuğla örerek kapatmak.
bricklayer i. duvarcı, tuğla örücü.
brickyard i. tuğla harmanı.
bridal s. 1. geline ait. 2. nikâha ait.
bridal veil duvak.
bride i. gelin.
bridegroom i. güvey.
bridesmaid i. gelinin nedimesi, nedime.
bridge i. köprü. f. köprü yapmak, köprü kurmak.
bridge i. briç.
bridgehead i., ask. köprübaşı.
bridle i. (gem ve dizginlerin takıldığı) at başlığı. f. 1. (ata) başlık
brief takmak.
s. kısa. i.,2.huk.
frenlemek,
davanıngemlemek, gemyapmak.
özeti. f. brifing vurmak. 3. başını hafifçe
kaldırarak öfkesini veya beğenmediğini belli etmek.
briefcase i. evrak çantası.
briefing i. brifing.
briefly z. kısaca.
briefs i., çoğ. slip (erkek külotu).
brier i., bot. (herhangi bir) dikenli yabani çalı.
brig i., den. 1. brik. 2. gemi hapishanesi.
brigade i., ask. tugay.
brigadier i., ask. tuğgeneral.
brigadier general tuğgeneral.
brigand i. haydut, eşkıya.
bright s. 1. parlak, parlayan. 2. akıllı, zeki. bright-eyed and bushy-
bright color tailed
parlakk.renk.
dili tam formunda.
bright lights (otomobil farlarına ait) uzunlar.
brighten f. 1. parlatmak. 2. aydınlanmak, aydınlık olmak. 3.
brights neşelendirmek; neşe katmak.
i., çoğ., k. dili (otomobil farlarına4. (bir
ait) yere) canlılık vermek, daha
uzunlar.
hoş ve sevimli bir hava vermek. 5. yüzünde mutlu bir ifade
brilliance i. 1. parlaklık, göz alıcılık. 2. deha. 3. harikuladelik,
belirmek; mutlu olmak.
brilliant mükemmellik.
s. 1. parlak, göz alıcı. 2. dâhice, parlak. 3. harikulade, harika,
brilliantly mükemmel. i. pırlanta.
z. parlak bir şekilde, pırıl pırıl.
brim i. 1. bardak ağzı. 2. şapka kenarı.
brimful s. ağzına kadar dolu, silme.
brimstone i. kükürt.
brine i. 1. salamura, tuzlu su. 2. deniz suyu.
bring f. (brought) getirmek.
bring (a child) into the world (anne) (çocuğu) dünyaya getirmek, doğurmak; (doktor/ebe)
bring a lump to s.o.´s throat (çocuğu) doğurtmak.
k. dili 1. birini çok duygulandırmak. 2. birinin yüreğini burkmak.
bring a unit up to strength bir grubun mevcudunu tamamlamak.
bring about meydana getirmek, sebep olmak.
bring along yanında getirmek.
bring an action/suit against -i dava etmek.
bring around/round 1. ikna etmek. 2. ayıltmak.
bring down the house k. dili bir alkış tufanı kopartmak.
bring down the house 1. çok alkışlanmak, çok alkış toplamak. 2. seyircileri kırıp
bring forth geçirmek/çok
meydana getirmek, güldürmek.
sebep olmak.
bring forth 1. doğurmak. 2. meydana getirmek.
bring forward 1. ileri sürmek, arzetmek. 2. hesap toplamını nakletmek. 3. ileri
bring home the bacon bir tarihe
k. dili almak.geçimini sağlamak, ailesini geçindirmek.
ailesinin
bring in 1. getirmek. 2. (para) kazandırmak; kazanmak. 3. huk. (jüri)
bring into disrepute karara
-e gölge varmak.
düşürmek.
bring into line sıraya sokmak.
bring into relief açığa çıkarmak.
bring off k. dili başarmak, başarıyla yapmak.
bring on 1. sebep olmak. 2. geliştirmek.
bring out 1. (yeni bir şeyi) yapmak/yayımlamak. 2. belli etmek, meydana
bring pressure to bear on çıkarmak. 3. (çekingen
-i sıkıştırmak, birinin) konuşup rahat davranmasına
-i zorlamak.
sebep olmak, -i açmak.
bring s.o. down k. dili birinin keyfini bozmak.
bring s.o. in on birinin (bir işe) katılmasını sağlamak, birini (bir işe) katmak.
bring s.o. to birini ayıltmak.
bring s.o. to his/her knees birini yola getirmek, birine boyun eğdirmek, birine diz
bring s.o. to justice çöktürmek.
(yargılanmak üzere) birini mahkemenin önüne çıkartmak.
bring s.o. to reason birinin aklını başına getirmek.
bring s.o. up to date birini en son olaylardan/gelişmelerden haberdar etmek.
bring s.o. word of ... hakkında birine haber getirmek.
bring s.t. home to s.o. k. dili bir şeyi birinin kafasına dank ettirmek.
bring s.t. to bear on -e bir şeyi uygulatmak: He brought some pressure to bear on
bring s.t. to pass the
bir general. Generale biraz baskı yaptırdı.
şeyi sonuçlandırmak.
bring shame on -i rezil etmek.
bring through birinin (bir hastalığı/zor bir durumu) atlatmasını sağlamak.
bring to a head karar noktasına getirmek.
bring to light meydana çıkarmak, aydınlatmak, gün ışığına çıkarmak.
bring to mind hatırlatmak, akla getirmek; hatırlamak.
bring up 1. yetiştirmek, büyütmek. 2. bahsetmek.
bring up one´s big guns en önemli dayanakları/kanıtları ileri sürmek; en önemli
bring/file suit against destekçileri
-i dava etmek. getirmek.
brink i. 1. (uçurum için) kenar; (felaket için) eşik. 2. kıyı.
brisk s. 1. canlı; hareketli; istenilen hızda hareket eden. 2. sertçe
briskly esen (rüzgâr).
z. canlı/hareketli bir şekilde; istenilen hızda.
bristle i. sert kıl, domuz kılı. f. 1. tüylerini kabartmak. 2. dikleşmek,
bristle with kızmak.
(hoş olmayan bir şeyle) dolu olmak.
bristly s. kıllı.
Britain i. Britanya.
britches i., çoğ., k. dili pantolon.
British s. Britanya´ya ait, İngiliz.
Briton i. Britanyalı.
brittle s. kırılgan; gevrek.
broach f. (bir konuyu) açmak.
broad s. 1. geniş; engin. 2. genel, ayrıntılara girmeyen. i., argo eksik
broad bean etek,
bakla.kadın.
broad jump spor uzun atlama.
broad jump uzun atlama.
broadcast f. (broad.cast) 1. (radyo/televizyon aracılığıyla) yayımlamak. 2.
broaden (tohum) saçmak.
f. genişletmek; 3. yaymak, herkese söylemek. i.
genişlemek.
radyo/televizyon yayını.
broadly speaking kabaca, yaklaşık.
broad-minded s. açık fikirli, hoşgörülü.
brocade i. brokar.
brochure i. broşür; kitapçık.
brogue i. 1. şive. 2. bir çeşit erkek ayakkabısı.
broil f. 1. ızgara yapmak, ızgarada kızartmak. 2. k. dili (hava) çok
broiler sıcak olmak.
i. 1. fırında et kızartmaya özgü ızgaralı kap. 2. ızgaralık piliç.
broiling hot k. dili çok sıcak (hava).
broke s., k. dili parasız, meteliksiz.
broke f., bak. break.
broken s. 1. kırık, kırılmış. 2. bozuk, bozulmuş. 3. (kötü bir olaydan
broken-down sonra) umudunu
s. işi bitmiş, bitik;yitirmiş.
harap. 4. dilbilgisi kurallarına uymayan (bir
yabancının konuşması): That Frenchman speaks broken English.
broken-hearted s. kalbi kırık.
O Fransız, İngilizceyi iyi konuşamıyor.
broker i. komisyoncu; banker.
bronchial tubes anat. bronşlar.
bronchitis i., tıb. bronşit.
bronco i. yabani at; ehlileştirilmemiş at.
bronze i. bronz, tunç.
brooch i. broş.
brood f. 1. kuluçkaya yatmak. 2. derin derin düşünmek, düşünceye
brooder dalmak.
i. kuluçkai. makinesi.
kuluçka.
broody s. 1. kuluçkaya yatmak isteyen. 2. düşünceye dalan.
brook i. çay, ırmak.
brook f. dayanmak, tahammül etmek, çekmek, katlanmak.
broom i. 1. saplı süpürge. 2. bot. katırtırnağı.
broomstick i. süpürge sopası.
broth i. et/balık suyu.
brothel i. genelev.
brother i. erkek kardeş, birader.
brotherhood i. 1. kardeşlik, birlik, beraberlik. 2. bir kuruluşun üyeleri.
brother-in-law i. enişte; kayınbirader; bacanak.
brotherly z. erkek kardeşe özgü, ağabeyce.
brought f., bak. bring.
brow i. 1. alın. 2. kaş. 3. çehre, yüz. 4. yamaç.
browbeat f. (brow.beat, --en) gözünü korkutmak, yıldırmak.
brown s. kahverengi. f. karartmak; kararmak.
brown sugar esmerşeker.
brown sugar esmerşeker.
brownish s. kahverengimsi.
browse f. 1. through -i şöyle bir okumak/karıştırmak, -e göz gezdirmek.
bruise 2. otlamak. berelemek, ezmek. i. çürük, bere, ezik.
f. çürütmek,
brunch i., k. dili öğleye doğru yenen ve kahvaltı ile öğle yemeği yerine
Brunei geçen yemek; kuşluk yemeği.
i. Brunei.
Bruneian i. Bruneili. s. 1. Brunei, Brunei´ye özgü. 2. Bruneili.
brunette i. esmer kadın.
brunt i. (saldırı, azarlama, baskı v.b.´nin) en ağır/şiddetli kısmı.
brush i. fırça. f. 1. fırçalamak. 2. hafifçe dokunmak, değinmek.
brush i. çalılık, fundalık.
brush against -e sürtünmek.
brush aside önemsememek, aldırmamak.
brush off 1. başından atmak, savmak. 2. tozunu almak.
brush up İng. (bilgiyi) tazelemek.
brush up on (bilgiyi) tazelemek.
brushoff i. geri çevirme, ret.
brushwood i. 1. çalı çırpı. 2. sık çalılık, fundalık.
brusk s., bak. brusque.
brusque s. sert, ters, kaba.
Brussels i. Brüksel.
Brussels sprouts brüksellahanası, frenklahanası.
brutal s. 1. vahşi, yabani. 2. merhametsiz.
brutality i. vahşilik.
brutally z. vahşice.
brute i. 1. hayvan. 2. vahşi adam.
brute force kaba kuvvet.
bubble i. kabarcık. f. kaynamak, fokurdamak.
buccaneer i. korsan.
buck f. 1. (at) sıçramak. 2. karşı gelmek.
buck i. 1. erkek geyik. 2. erkek hayvan. 3. k. dili dolar.
buck z.
buck for (terfi, zam v.b.´ni) elde etmeye çalışmak.
buck naked k. dili çırılçıplak.
buck up k. dili neşelenmek.
bucket i. kova.
buckle i. toka. f. 1. (tokalı bir şeyi) bağlamak. 2. yer yer
buckle down kabarmak/kamburlaşmak.
ciddiyetle/gayretle çalışmak. 3. çökmeye başlamak.
buckle on (tokalı bir kayışla) (bir şeyi) takmak/giymek.
buckling i., mek. flambaj; burkulma; buruşma.
buckshot i. (tüfek için) saçma.
buckwheat i., bot. karabuğday.
bud i. tomurcuk; gonca. f. (--ded, --ding) tomurcuklanmak; gonca
Buddhism vermek.
i. Budizm.
Buddhist i., s. Budist.
budding s. yetişmekte olan: a budding physicist yetişmekte olan bir
buddy fizikçi.
i. arkadaş, ahbap.
budge f. kımıldamak, hareket etmek; kımıldatmak.
budgerigar i., İng., zool. muhabbetkuşu.
budget i. bütçe.
budgie i., İng., k. dili muhabbetkuşu.
buff f. (bir şeyi) yumuşak bir şeyle parlatmak.
buff i. (araba, radyo v.b.) meraklısı, kurdu.
buffalo i., zool. bizon.
buffer i. tampon.
buffer state tampon devlet.
buffer zone tampon bölge.
buffet i. büfe.
buffet f. (about) hırpalamak; örselemek.
bug i. 1. böcek. 2. mikrop, virüs. 3. k. dili gizli dinleme aygıtı. 4. k.
bug off dili (makinede)
k. dili toz olmak,bozukluk.
gitmek. 5. bilg. hata, arıza. f. (--ged, --ging) k.
dili 1. (bir yere) gizli dinleme aygıtı yerleştirmek. 2. rahatsız
bug-eyed s., k. dili patlak gözlü.
etmek; -in canını sıkmak.
bugger f., İng., kaba arkadan sikmek. i., İng., argo 1. herif. 2. çok zor bir
bugger about şey.
İng., argo oyalanarak vakit geçirmek.
bugger all İng., argo hiçbir şey.
bugger off İng., argo sıvışmak, toz olmak.
bugger s.o. about İng., argo birine zorluk çıkarmak.
bugger s.t. up İng., argo bir şeyin içine etmek.
Bugger you! İng., argo Siktir!
buggy s. böcek dolu, böcekli.
buggy i. fayton; brıçka.
bughouse i., argo tımarhane.
bugle i., müz. büğlü, boru (askerlere işaret vermek için kullanılan
bugle call çalgı).
boru işareti.
bugler i. borazan, borazancı.
build f. (built) 1. yapmak, kurmak, yaratmak. 2. yapı yapmak, inşa
builder etmek. i. (insan
i. müteahhit, için) yapı, bünye, fizik.
inşaatçı.
building i. 1. bina, yapı. 2. yapım, inşa, inşaat.
building complex site.
building permit inşaat ruhsatı.
built f., bak. build.
bulb i. 1. çiçek soğanı. 2. elektrik ampulü.
Bulgaria i. Bulgaristan.
Bulgarian i., s. 1. Bulgar. 2. Bulgarca.
bulge f. bel vermek.
bulk i. 1. hacim, oylum. 2. çoğunluk.
bulky s. iri, cüsseli, hacimli, hantal.
bull i. 1. boğa. 2. argo saçma, zırva.
bull session yarenlik, söyleşi.
bulldog i. buldok.
bulldoze f. 1. üstünden buldozer geçirmek. 2. argo zor kullanarak bir şeyi
bulldozer yapmaya
i. buldozer, mecbur
dozer, etmek.
yoldüzer.
bullet i. kurşun, mermi.
bulletin i. bildiri, belleten, bülten.
bulletin board ilan tahtası.
bulletproof s. kurşun geçirmez.
bullfight i. boğa güreşi.
bullhorn i., k. dili megafon.
bullion i. külçe altın/gümüş; altın/gümüş çubuk.
bully i. kabadayı, zorba. f. zorbalık etmek, kabadayılık etmek.
bulwark i. siper, istihkâm. f. siper ile korumak, muhafaza altına almak.
bulwarks i., den. küpeşte.
bum i., argo 1. serseri, başıboş adam. 2. otlakçı, anaforcu,
bumblebee başkalarının
i., zool. toprak sırtından geçinen kimse. 3. İng. kıç, makat. f. (--
yabanarısı.
med, --ming) 1. serseri bir hayat sürmek. 2. otlamak, otlakçılıkla
bumf i., İng., k. dili 1. hiçbir işe yaramayan kâğıtlar. 2. saçma laflar,
geçinmek; başkalarının sırtından geçinmek. 3. ödünç alıp geri
bump saçma.
i. 1. vuruş, çarpma. 2. şiş, yumru, tümsek. f. vurmak, toslamak,
vermemek.
bumper çarpmak, bindirmek.
i. 1. oto. tampon. 2. ağzına kadar dolu kadeh/bardak. s. mebzul,
bumper crop alışılandan çok daha bol.
bereketli mahsul.
bumph i., İng., k. dili, bak. bumf.
bumpy s. 1. tümsekli, engebeli. 2. inişli çıkışlı.
bun i. 1. çörek. 2. topuz: She wears her hair in a bun. Saçını hep
bunch topuz yapıyor.
i. 1. salkım, demet, hevenk, deste. 2. grup, takım.
bundle i. 1. bohça. 2. yığın. f. toplamak, bohçalamak.
bundle s.o. off birini apar topar göndermek: As soon as his wife was certified
bundle up insane,
sıkı Berkant
giyinmek, bundled
sarınıp her off to anIt´s
sarmalanmak: asylum. Karısının
cold out; you´ddeliliği
better
resmenup.
bundle tasdik edilirsoğuk;
Dışarısı edilmez Berkant
sıkı giyinsenonuiyi apar
olur. topar
bung i. 1. tapa, tıpa. 2. fıçı deliği. f. 1. tapalamak, tıpalamak, ağzını
tımarhaneye kapattı.
bung up tapa/tıpa
k. dili 1. -iileyara
kapamak. 2. dövmek,
bere içinde hırpalamak.
bırakmak. 2. -e epey hasar vermek.
bungalow i. bungalov.
bungle f. aptalca hatalar yaparak (bir şeyi) becerememek.
bunion i. (ayak parmağında oluşan) şiş.
bunk i. saçma, zırva.
bunk i. ranza.
bunny i. tavşan, tavşancık.
buoy i. şamandıra. f.
buoy s.o. up birini neşelendirmek.
buoyant s. 1. yüzen, batmaz. 2. neşeli.
burden i. yük, ağırlık. f. 1. yüklemek. 2. yüklenmek, sıkıntı vermek.
burden of proof huk. kanıtlama zorunluğu.
burdensome s. külfetli, sıkıcı.
bureau çoğ. --s/--x (byûr´oz) i. 1. büro, yazıhane, daire. 2. (aynalı ve
bureaucracy alçak) şifoniyer.kırtasiyecilik. 2. devlet memurları.
i. 1. bürokrasi,
bureaucrat i. bürokrat, kırtasiyeci.
bureaucratic s. bürokratik.
burette i., kim. büret.
burger i., k. dili hamburger.
burglar i. ev/bina hırsızı.
burglarise f., İng., k. dili, bak. burglarize.
burglarize f., k. dili (evi/binayı) soymak.
burglary i. ev/bina soyma, hırsızlık.
burgle f., k. dili (evi/binayı) soymak.
burial i. gömme, defin.
Burkina Faso Burkina Faso.
Burkinese i. (çoğ. Bur.ki.nese) Burkina Fasolu. s. 1. Burkina Faso, Burkina
Burkinian Faso´ya
i. Burkinaözgü. 2. Burkina
Fasolu. Fasolu.
s. 1. Burkina Faso, Burkina Faso´ya özgü. 2.
burlap Burkina Fasolu.
i. çuval bezi.
burly s. iriyarı, cüsseli.
Burma i., tar., bak. Myanmar.
Burmese i. (çoğ. Bur.mese) 1. Birman; Birmanyalı. 2. Birmanca. s. 1.
burn Birmanya,
f. (--ed/--t) Birmanya´ya
yanmak; yakmak.özgü;i.Birman. 2. Birmanyalı.
yanık, yanık yeri. 3.
Birmanca.
burn down yanıp kül olmak; yakıp kül etmek.
burn o.s. out kendini tüketmek.
burn out 1. yakıp yok etmek. 2. içini yakmak. 3. tamamen yanıp (kendi
burn s.o. up kendine) sönmek.
k. dili birini 4. mahvolmak. 5. yanmak, bozulmak.
çok kızdırmak/sinirlendirmek.
burn the candle at both ends fazla çalışmak. hold a –– He doesn´t hold a candle to her.
burn the midnight oil Onun
gece eline su dökemez.
yarısına kadar çalışmak.
burn up 1. tamamen yanmak. 2. yakmak, yakıp yok etmek.
burn/hang s.o. in effigy protesto olarak sevilmeyen birinin kuklasını yakmak/asmak.
burned down The house burned down. Ev yanıp kül oldu.
burned to a crisp yanıp kül olmuş.
burner i. brülör.
burning s. 1. yanan, yanıcı. 2. şiddetli, hararetli, büyük: She has a
burnish burning desire
f. cilalamak; to become
parlatmak. rich and
i. cila, famous. Zengin ve ünlü
parlaklık.
olmak için yanıp tutuşuyor.
burnisher i. 1. cilacı, perdahçı. 2. mühre, perdah kalemi.
burnt f., bak. burn. s. yanık, yanmış.
burp i. geğirme. f. geğirmek; geğirtmek.
burrow i. oyuk, in, yuva. f. 1. tünel kazmak, yuva yapmak, oyuk açmak.
bursar 2. bir oyukta/yuvada
i. muhasebeci, gizlenmek.
okul veznedarı.
burst f. (burst) patlamak, yarılmak. i. 1. patlama, çatlama. 2. ileri
burst in on/upon atılma.
pat diyes.girmek:
patlamış, patlak.
What do you mean bursting in on us like this?
burst into flames Ne
tutuşmak, alev almak. pat diye giriyorsun?
diye odamıza böyle
burst into laughter kahkahayı koyuvermek.
burst into tears birden ağlamaya başlamak.
burst out crying birden ağlamaya başlamak.
Burundi i. Burundi.
Burundian i. Burundili. s. 1. Burundi, Burundi´ye özgü. 2. Burundili.
bury f. 1. gömmek, defnetmek. 2. gizlemek, saklamak, örtmek.
bury the hatchet barışmak.
bus i. otobüs.
bus station otobüs terminali.
bus stop otobüs durağı.
bush i. çalı, çalılık.
bushel i. kile; İng. 4/5 kile.
bushiness i. çalı gibi olma.
bushy s. 1. çalıyla kaplı. 2. çalı gibi, gür (saç, kaş, kuyruk v.b.).
business i. 1. iş, meslek, görev. 2. ticaret. 3. mesele, problem.
business hours iş saatleri.
business transaction (ticari) iş.
business trip iş seyahati.
businesslike s. ciddi, sistemli.
businessman çoğ. busi.ness.men (bîz´nîsmen) i. işadamı.
businesswoman çoğ. busi.ness.wom.en (bîz´nîswîmîn) i. iş kadını.
bust i. 1. göğüs. 2. büst.
bust f. (--ed/bust) k. dili 1. kırmak; bozmak; patlatmak. 2.
bust a gut tutuklamak. 3. girip
k. dili eşek gibi aramak. 4. (askerin rütbesini) indirmek. 5.
çalışmak.
up (bir çift) boşanmak/birbirinden ayrılmak. i., argo 1.
bust one´s ass kaba kıçını yırtmak, eşek gibi çalışmak.
tutuklama. 2. arama. s., k. dili 1. kırık, kırılmış; bozuk,
bust out of k. dili (bir yerden)
bozulmuş; sıvışıp kaçmak.
patlak, patlamış. 2. iflas etmiş, sıfırı tüketmiş, topu
busted atmış.
s., k. dili 1. kırık, kırılmış; bozuk, bozulmuş; patlak, patlamış. 2.
bustle iflas etmiş, sıfırıaceleyle
i. koşuşturma, tüketmiş, topu atmış.
hareket etme. f. koşuşturmak, aceleyle
bust-up hareket etmek.
i., k. dili boşanma; birbirinden ayrılma.
busy s. 1. meşgul: I´ve had a busy day. Bugün çok meşguldüm. 2.
busy as a bee işlek, hareketli.
çok meşgul.
busy signal meşgul işareti.
busy signal telefon meşgul sesi.
but edat -den gayri, -den başka: The new maid will do almost
but for anything but wash
... sayesinde, windows. But
... olmasaydı: Yeniforhizmetçi, pencere with
her relationship silmek
the
hariç,
boss hemen
she wouldhemen
have her
been işi yapar.
fired bağ.
long fakat,
ago. Şefle ama, lakin,
ilişkisi
but what ... ki, gene de, rağmen.
ancak,
olmasaydı halbuki,
çoktan ki:işten
I´ll doçıkarılmıştı.
almost anything for you, but I won´t do
butane i. bütan.
that. Sizin için hemen hemen her şeyi yaparım, ama onu
butcher yapmam.
i. kasap. f.z.1.ama, sadece,
kasaplık yalnızca:
hayvan kesmek. He´s
2.but a child. Ama
katletmek. o bir
3. berbat
butchery çocuk.
etmek, rezil etmek.
i. 1. mezbaha, salhane. 2. katliam, kırım.
butler i. bir evin baş hizmetkârı; kâhya, baş uşak.
butt i. 1. uç, sap. 2. dipçik. 3. izmarit. 4. argo popo, kıç.
butt i. alay konusu kimse.
butt f. 1. tos vurmak, süsmek, boynuzlamak. 2. kafa atmak.
butt in araya girmek, karışmak, burnunu sokmak.
butt in on -e karışmak, -e burnunu sokmak.
butter i. tereyağı. f. tereyağı sürmek.
butter up k. dili -e yağ çekmek, -i yağlamak, -e dalkavukluk etmek.
buttercup i., bot. düğünçiçeği.
butterfat i. süt kaymağı.
butterfingers i., k. dili sakar kimse.
butterfly i. kelebek.
buttermilk i. yayık ayranı.
buttocks i. but, kalça, kıç, popo, kaba et.
button i. 1. düğme. 2. elektrik düğmesi, düğme, buton. f. (up)
button one´s lip iliklemek, düğmelemek;
k. dili 1. susmak, iliklenmek,
çenesini kapamak.düğmelenmek:
2. konuşmamak, Button
sır your
shirt!
vermemek.Gömleğini ilikle!
button up k. dili, bak. button one´s lip.
buttonhole i. ilik, düğme iliği. f. yakasına yapışmak.
buttress i. 1. payanda, ayak. 2. destek. f. desteklemek.
buxom s. 1. iri göğüslü (kadın). 2. sıhhatli, canlı; etli butlu. 3. çekici,
buy neşeli.
f. (bought) satın almak, almak. i. 1. alış, alma. 2. kelepir.
buy a pig in a poke k. dili malı görmeden satın almak; körü körüne alışveriş etmek.
buy a pig in a poke bir şeyi görmeden satın almak.
buy in ortak olmak; hisse almak.
buy off rüşvetle elde etmek, rüşvetle defetmek, savuşturmak; satın
buy on impulse almak.
düşünmeden satın almak.
buy on installment taksitle satın almak.
buy on margin yalnız ihtiyat akçesi yatırarak satın almak.
buy out bütün hisselerini almak.
buy over (birini) rüşvetle satın almak.
buy s.t. between themselves bir şeyi ortaklaşa satın almak: They bought the house between
them. Evi ortaklaşa satın aldılar.
buy s.t. on credit bir şeyi veresiye almak.
buy s.t. sight unseen bir şeyi hiç görmeden satın almak.
buy up tümünü satın almak, kapatmak.
buyer i. alıcı, müşteri.
buyer´s market alıcı piyasası.
buzz i. vızıltı. f. vızıldamak.
buzz off İng., k. dili toz olmak, sıvışmak.
buzzard i., zool. bir tür akbaba.
buzzer i. vızıltılı elektrik zili, vibratör.
By golly! Vallahi!
by (main) force zorla.
by edat 1. yanında, yakınında, nezdinde. 2. yakınından, yanından.
by 3. ile,yakın,
z. 1. vasıtasıyla.
yakında.4. -den,
2. bir tarafından.
kenara, bir 5. -e kadar. 6. -e göre. 7.
yana.
hakkında, hakkı için.
by a hair´s breadth kıl payı, az kaldı.
by a narrow majority az bir çoğunlukla.
by a vote of thirteen to
on ikiye karşı on üç oyla.
twelve
by accident 1. kazara, yanlışlıkla. 2. rastlantı sonucu, tesadüfen.
by acclamation bağırarak, alkışlayarak, tezahüratla: They elected her president
by air by acclamation. Onu tezahüratla başkan seçtiler.
uçakla.
by all accounts herkesin dediğine göre.
by all means elbette.
by and by çok geçmeden.
by and large genellikle.
by any means 1. ne şekilde olursa olsun, ne pahasına olursa olsun. 2. hiç.
by chance tesadüfen, kazara.
by common consent oybirliğiyle.
by courtesy of izniyle, sayesinde.
by day gündüzün.
by degrees derece derece, tedricen.
by dint of -in sayesinde.
by ear müz. notasız, kulaktan.
by fair means or foul her ne pahasına olursa olsun.
by far (öbürlerinden) kat kat daha ...: They´re by far the best. Onlar
by fits and starts kat kat daha
düzensiz bir iyi.
tempo ile, rasgele çalışarak.
by fits and starts gayet düzensiz bir şekilde: I´ve worked on this by fits and
By gosh! starts
Vallahi!for twenty years. Bunun üzerinde gayet düzensiz bir
şekilde yirmi yıl çalıştım.
by half çok fazla.
by hand elle.
by heart ezbere.
by herself kendi başına, kendi kendine.
by hook or by crook k. dili bir yolunu bulup, ne yapıp yapıp.
by hook or by crook ne yapıp edip.
by inches ağır ağır, yavaş yavaş.
by itself 1. (yardım görmeden) kendi başına: That cat can open the
by leaps and bounds window
büyük bir byhızla.
itself. O kedi pencereyi kendi başına açabilir. 2.
kendiliğinden: The window opened by itself. Pencere
by main force var gücüyle.
kendiliğinden açıldı.
by means of aracılığıyla, vasıtasıyla.
by name 1. adıyla, ismiyle: He called me by name. Bana ismimle hitap
by nature etti. 2. ismen:doğuştan.
yaradılıştan, I know him by name only. Onu ancak ismen
tanıyorum.
by night geceleyin.
by no means asla, katiyen.
by o.s. yalnız, kendi kendine.
by order of -in emrine göre, -in emri gereğince.
by popular demand genel istek üzerine.
by reason of nedeniyle, sebebiyle.
by request rica/istek üzerine.
by return mail , İng.
by return of post ilk posta ile (cevap).
by return post ilk posta ile, acele.
by rights aslında, doğrusu.
by rota nöbetleşe, nöbetle.
by rote mekanik olarak, düşünmeden, ezberden.
by stealth hırsızlama; gizlice; dikkati çekmeden.
by the gross tic. toptan.
by the job götürü.
by the piece parça başına.
by the same token aynı şekilde, aynen: He hasn´t been friendly to us, but by the
by the skin of one´s teeth same
k. dili token we haven´t been very friendly to him. O bize sıcak
kıl payı.
davranmadı, fakat biz de ona pek sıcak davranmadık.
by the sweat of one´s brow k. dili alnının teriyle. It´s no sweat!/No sweat! k. dili 1. Hiç
by the way problem
ha aklıma değil!/Çok
gelmişkenkolay!
.... 2. Hiç de zahmet değil!
by the way sırası gelmişken, aklıma gelmişken.
by the week haftalığına, hafta hesabına göre.
by turns nöbetleşe, nöbetle, sıra ile.
by twos ikişer ikişer.
by virtue of -den dolayı, ... nedeniyle, ... yüzünden.
by way of yolu ile, -den.
by weight tartı ile.
by your leave izninizle.
by yourself kendi kendine; kendi kendinize.
bye ünlem, bak. bye-bye.
bye-bye ünlem 1. Allahaısmarladık./Hoşça kal. 2. güle güle.
by-election i., İng. ara seçim.
Byelorussia i., bak. Belarus.
Byelorussian i., s., bak. Belarussian.
bygone s. geçmiş, eski. i., çoğ. geçmiş şey.
bylaw i. (tüzükte) ek madde.
by-line i. yazar adının verildiği satır.
bypass i. 1. baypas, baypas yol, çevre yolu. 2. elek. baypas. 3. tıb.
by-product baypas ameliyatı,
i. yan ürün, baypas: heart bypass kalp baypası. f. baypas
türev ürün.
yoluyla -den geçmek.
bystander i. seyirci kalan.
byte i., bilg. bayt.
by-way i. gizli/özel/karanlık yol, dolaşık yol; yan yol.
byword i. atasözü; çok kullanılan bir deyim.
Byzantine i. Bizanslı. s. 1. Bizans, Bizans´a özgü. 2. Bizanslı.
Byzantium i. Bizans.
C Romen rakamları dizisinde 100 sayısı, C.
C kıs. Celsius.
C of C kıs. Chamber of Commerce.
C, c i. C, İngiliz alfabesinin üçüncü harfi.
c, C kıs. circa, cent, centigrade, century, city, copy, copyright.
c/f kıs. carried forward.
ca kıs. circa.
cab i. 1. taksi. 2. tek atlı binek arabası. 3. lokomotif veya kamyon
cabbage sürücüsünün
i. lahana. oturduğu kapalı bölüm.
cabin i. 1. kulübe. 2. kamara, kabin. f. 1. kabin veya kamarada
cabin boy yaşamak.
kamarot. 2. küçük bir yere kapamak, tahdit etmek.
cabin class ikinci sınıf.
cabinet i. 1. (camlı ve raflı) dolap. 2. kabine, bakanlar kurulu. 3. küçük
cabinetmaker özel
i. inceoda.
iş yapan marangoz.
cabinetmaker´s glue tutkal.
cabinetwork i. ince marangozluk.
cable i. 1. kablo. 2. den. gomene, palamar. 3. telgraf.
cable car 1. teleferik. 2. kablo ile çekilen araba.
cable television kablolu televizyon.
cablegram i. sualtı kablosu ile çekilen telgraf.
caboose i. marşandizin arkasına takılan ve demiryolu görevlilerini taşıyan
cabstand cumbalı vagon.
i. taksi durağı (taksilerin bekleme yeri).
cacao i. 1. bot. kakao ağacı, hintbademi. 2. kakao çekirdeği.
cacao bean kakao çekirdeği.
cacao butter kakao yağı.
cackle f. 1. gıdaklamak. 2. kesik kesik gülmek. 3. gürültülü bir şekilde
cactus konuşmak, gevezelik etmek. i. 1. gıdaklama. 2. gevezelik.
i., bot. kaktüs.
cad i. aşağılık herif.
cadaver i. ceset, kadavra.
caddie i., golf oyuncunun sopalarını taşıyan kimse. f., golf oyuncunun
cadence sopalarını taşımak.
i. 1. ritim, ahenk. 2. sesin yavaşlaması. 3. müz. perdenin derece
cadet derece inmesi, nağmenin sonu,
i. 1. askeri lise/okul öğrencisi. 2.kadans.
küçük erkek kardeş veya oğul.
caesarean 3. en küçük erkek
i., s., bak. cesarean. çocuk.
café i. küçük lokanta.
cafeteria i. kafeterya.
caffeine i. kafein.
caftan i. kaftan.
cage i. 1. kafes. 2. hapishane. 3. asansör. 4. (inşaatlarda) iskele. f.
cagey kafese
s. 1. çok kapamak, hapsetmek.
dikkatli. 2. kurnaz, uyanık.
cajole f. tatlı sözlerle kandırmak.
cajolement i. tatlı sözlerle kandırma.
cajolery i., bak. cajolement.
cake i. 1. pasta, kek, çörek. 2. kalıp. 3. küspe.
cake rack üstüne sıcak kek konulan çubuklu altlık.
calamitous s. felaketli, felaket getiren, vahim, belalı; felaket, çok kötü.
calamity i. felaket, afet, bela.
calcification i. 1. tıb. kireçlenme. 2. jeol. kalkerleşme, kireçleşme. 3. kim.
calcify kalsifikasyon.
f. 1. tıb. kireçlenmek; kireçlendirmek. 2. jeol. kalkerleşmek,
calcium kireçleşmek;
i. kalsiyum. kalkerleştirmek, kireçleştirmek.
calculate f. 1. hesap etmek, hesaplamak. 2. saymak. 3. ayarlamak.
calculation i. 1. hesaplama, hesap. 2. tahmin.
calculator i. 1. hesap makinesi. 2. hesap eden kimse. 3. hesap cetveli.
calendar i. takvim.
calendar year takvim yılı.
calendar year takvim yılı.
calf çoğ. calves (kävz) i. dana, buzağı.
calf çoğ. calves (kävz) i., anat. baldır.
calf love k. dili çocukluk aşkı.
calfskin i. vidala, vaketa.
caliber i. 1. çap, kalibre. 2. yetenek, kabiliyet, kapasite.
calibre i., İng., bak. caliber.
calico i. (çoğ. --es/--s) 1. pamuklu bez, basma. 2. İng. patiska. s. 1.
calico cat basmadan
beyaz, siyah yapılmış,
ve turuncubasma. 2. İng.
renkli patiskadan yapılmış, patiska.
dişi kedi.
3. benekli.
calif i., bak. caliph.
caliph i. halife.
caliphate i. halifelik, hilafet.
call i. 1. bağırma, çağırma, bağırış, haykırma: I heard a call for help.
call Birinin ´´İmdat!´´
f. 1. (out) seslenmek, diyeçağırmak;
bağırdığını duydum. Did
bağırmak: 2. telefon
you just call me?
konuşması,
Bana konuşma.
demin seslendin 3. ötüş,
mi?-eHe ötme
called (kuş). 4. (av hayvanlarını
out for help. ´´İmdat!´´
call a halt to -i durdurmak, -i kesmek, son vermek.
çağırmak
diye bağırdı. için2.kullanılan)
uğramak;düdük veya başka
(on) (birine) bir alet.
uğramak; (at) 5. kısa
(bir yere)
call a spade a spade k. dili doğruya
ziyaret: They doğru,
paid me aeğriye
call. eğri demek,
Beni ziyaret gerçekleri
ettiler. 6. ask. çağrı.
uğramak: He calls once a day. Günde bir defa uğrar. Let´s call7.
sakınmadan
lüzum, ihtiyaç:söylemek, dobra
Thereuğrayalım.
was dobra
no call for konuşmak.
you
call box İng.Demet.
on telefon kulübesi.
Demet´e Does thisto do that.
boat call atOnu
call for yapmanın
Gökçeada?
1. -i istemek.hiç
Bugereği
gemi
2. yoktu. 8. istem,
Gökçeada´ya
-i gerektirmek, talep:
uğrar
-i icap mı?We don´t get
3. telefon
ettirmek. any
etmek:
calls
When for that
did you anymore. Artık
call çıkarmak. kimse onu talep
me? Bana ne zaman telefon ettiniz? 4.etmiyor.
call forth çıkarmak, ortaya
(out/off) söylemek, yüksek sesle okumak: He called out the
call girl telekız.of the winners. Kazananların isimlerini yüksek sesle
names
call in 1. (yardımcı/danışman
okudu. 5. çağırmak, davet olarak)
etmek:(birini)
We´llçağırmak.
call him as2. (bir şeyin)
a witness.
call in question iade
1. -in doğruluğundan şüphe etmek. 2. -e gölge düşürmek.4.
Onu edilmesini
tanık olarak istemek.
çağıracağız.3. (borcun)
Call theödenmesini
witness to istemek.
the stand.
(parayı) tedavülden
Tanığı kürsüye çağırın.kaldırmak.
6. (toplantı, seçim, grev v.b.´nin
call into being yaratmak, halketmek.
yapılacağını) ilan etmek. 7. uyandırmak. 8. isim koymak; diye
call it a day paydos
hitap etmek.
etmek: What shall we call him? Ona hangi ismi koyalım?
Call it what you want. Her real name´s
Ne derseniz deyin.Fatma but they call her Fatoş. Gerçek adı
call number Fatma, fakat kendisine
kütüphanelerde kitaplarıFatoş diyorlar. 9.
sınıflandıran demek, düşünmek,
numara.
saymak; iddia etmek: Do you call this dump beautiful? Bu
call off -i iptal etmek.
çöplüğe güzel mi diyorsun? He called her a dumbbell. Ona kaz
call on the carpet k. dilidedi.
kafalı azarlamak.
How can you call yourself a friend of mine? Benim
call out dostum olduğunu
(askerleri, grevcileri nasıl iddia edebilirsin?
v.b.´ni) devreye sokmak.10. (bir miktarı)
yuvarlak bir sayıya çevirmek: Your bill´s
birine kısaca ... demek: They call him “Memo” for short. 5,150,000 TL; let´s
Onacall
call s.o. (a name) for short
it 5,000,000
kısaca Memo TL. Hesabınız 5,150,000 TL tutuyor; buna
diyorlar. 2. birine tekrar telefon etmek; kendisini yuvarlak
call s.o. back 1. birini
hesap geri çağırmak.
5,000,000 TL diyelim.
call s.o. down telefonla arayıp
k. dili birini bulamayan birine telefon etmek.
azarlamak.
call s.o. long-distance şehirlerarası/uluslararası telefonla birini aramak.
call s.o. names birine/biri için (yalancı, korkak, köpek gibi) kötü sözler
call s.o. to account söylemek:
birinden hesapHe´s sormak.
calling her names. Ona kötü şeyler söylüyor.
call s.o. up 1. birine telefon etmek. 2. birini askere çağırmak.
call s.o.´s attention to birinin dikkatini (bir şeye) çekmek.
call s.t. into question bir şeyden şüphe duymak.
call s.t. to mind (birine) bir şeyi hatırlatmak.
call the game off oyunu iptal etmek.
call the shots k. dili borusu ötmek, sözü geçmek, (bir yerin) amiri olmak: He
call to mind calls the shots
hatırlamak; around here.
hatırlatmak, akla Buranın
getirmek.şefi o.
call to order (toplantıyı) açmak.
calligrapher i. kaligraf; hattat.
calligraphy i. kaligrafi; hat sanatı, hat, hüsnühat.
calling card kartvizit.
callous s. 1. katı, duyarsız, hissiz. 2. nasırlı, nasır tutmuş. f.
callously nasırlanmak.
z. umursamayarak, aldırış etmeden, duyarsızca.
callousness i. duyarsızlık, aldırışsızlık.
callow s. 1. toy, tecrübesiz. 2. tüyleri bitmemiş (kuş). 3. basık. i. basık
callowness arazi.
i. toyluk, tecrübesizlik.
calm s. sakin, durgun, dingin. i. sükûnet, durgunluk, dinginlik. f. 1.
calm down yatıştırmak, sakinleştirmek; yatışmak, sakinleşmek. 2. (fırtına)
yatışmak; yatıştırmak.
dinmek; (deniz) sakinleşmek.
calmative s., i. yatıştırıcı (ilaç).
calmly z. sakince, heyecan göstermeden.
calorie i. kalori.
calory i., bak. calorie.
calumniate f. iftira etmek, çamur atmak, kara çalmak.
calumny i. iftira, kara çalma.
calve f. buzağı doğurmak, buzağılamak.
calves i., çoğ., bak. calf 1, calf 2.
cam i., mak. kam.
Cambodia i., bak. Kampuchea.
Cambodian i., s., bak. Kampuchean.
cambric i. 1. ince beyaz pamuklu/keten kumaş. 2. patiska.
cambric tea sıcak su ile süt ve şeker karışımı bir içecek (bazen çay da
came katılır).
f., bak. come.
camel i. deve.
camel hair deve tüyü.
cameleer i. deveci.
cameleon i., zool., bak. chameleon.
camellia i., bot. kamelya.
camera i. fotoğraf makinesi, kamera.
cameraman çoğ. cam.er.a.men (käm´ırımen) i. kameraman.
Cameroon i. Kamerun.
Cameroonian i. Kamerunlu. s. 1. Kamerun, Kamerun´a özgü. 2. Kamerunlu.
camomile i., bot., bak. chamomile.
camouflage i., ask. kamuflaj, saklama, gizleme. f., ask. kamufle etmek,
camp gizlemek.
i. 1. kamp. 2. ordugâh.
camp f. kamp yapmak.
camp chair portatif sandalye.
campaign i. 1. sefer, seferberlik. 2. kampanya. f. 1. kampanya yapmak. 2.
campaigner kampanyaya
i. kampanyacı, katılmak. 3. forkatılan
kampanyaya ... için mücadele
kimse. etmek.
camper i. 1. kampçı. 2. ufak kamp karavanı; karavan gibi kullanılan
campfire minibüs/kamyonet.
i. kamp ateşi.
campground i. kamp sahası.
camphor i. kâfur, kâfuru.
camping i. kamp yapma; kampçılık.
campsite i. kamp yeri.
campus i. kampus. f. okulda kalma cezası vermek.
camshaft i., mak. eksantrik mili, kam mili.
can yardımcı f. (could) 1. -ebil-, yapmak imkânı olmak: Can you do
can this
i. 1. work? Bu işi
konserve yapabilir
kutusu, misin?
teneke kutu.I couldn´t find myhela
2. argo klozet; hat.taşı. 3.
Şapkamı
argo bulamadım.
tuvalet, biliyor (Can
memişhane, fiilinin gelecek zamanı yoktur, yerine
Can he sit a horse? Ata binmeyi mu? yüznumara. 4. argo hapishane,
will be able to kullanılır.). 2. k. dili izinli olmak:
kodes. f. (--ned, --ning) 1. konserve yapmak. 2. argo işten Can I go?
Can it! argo Kesmiyim?
Gidebilir artık!
atmak, sepetlemek.
can opener konserve açacağı.
Can you drop by tonight? Bu gece bize uğrar mısın?
can`t kıs. cannot.
can´t help She can´t help shouting at people; it´s just the way she is.
Canada Onun insanlara bağırması elinde değil, huyu öyle.
i. Kanada.
Canadian i. Kanadalı. s. 1. Kanada, Kanada´ya özgü. 2. Kanadalı.
canal i. kanal.
canapé i., ahçı. kanepe.
canary i., zool. kanarya.
cancel f. (--ed/--led, --ing/--ling) 1. iptal etmek. 2. üstüne çizgi çekmek,
cancelation silmek. 3. mat. kısaltmak.
i., bak. cancellation.
cancellation i. 1. iptal etme, iptal. 2. iptal olunan şey.
Cancer i., astrol. Yengeç burcu.
cancer i. kanser.
cancerous s. 1. kanserli. 2. kanser gibi.
candid s. 1. açık, asıl fikrini gizlemeyen; açık yürekli, samimi, içten. 2.
candidacy gerçek, asıl (fikir). 3. dürüst. 4. tarafsız.
i. adaylık.
candidate i. aday, namzet.
candidateship i. adaylık, namzetlik.
candidly z. açık yürekle, samimiyetle, içtenlikle.
candidness i. açıklık, asıl fikrini söyleme; açık yüreklilik, samimiyet, içtenlik.
candied s. 1. şekerle kaplı, şekerli: candied orange peel portakal kabuğu
candle şekerlemesi.
i. mum. 2. tatlı dilli.
candlelight i. mum ışığı.
candlestick i. şamdan.
candor i. 1. açıklık, asıl fikrini söyleme; açık yüreklilik, samimiyet,
candour içtenlik. 2. dürüstlük.
i., İng., bak. candor. 3. tarafsızlık.
candy i. şeker, şekerleme; bonbon; çikolata. f. 1. şekerleme yapmak.
candy store 2. şerbet
şekerci içinde kaynatmak.
dükkânı, şekerci. 3. şekerleme haline getirmek.
cane i. 1. baston, değnek. 2. kamış, bambu; şekerkamışı. f. 1. baston
cane sugar ile dövmek. 2. kamışla
şekerkamışından elde kaplamak, hasırlamak.
edilen şeker.
canine s. 1. köpekgillere özgü. 2. anat. köpekdişine ait. i., zool.
canine tooth köpekgillerden
köpekdişi. bir hayvan.
canister i. (çay, kahve v.b. konulan) teneke kutu.
canker i. pamukçuk, aft.
canned s. konserve: canned chickpeas konserve nohut.
cannery i. konserve fabrikası, konserve yapılan yer.
cannibal i. yamyam.
cannibalism i. yamyamlık.
canning i. konserve yapma.
cannon i., ask. top.
cannonball i. top güllesi.
cannot yardımcı f. -amam, -amazsın(ız), -amaz, -amayız, -amazlar
canny (Anlamı vurgulamak
s. 1. dikkatli, uyanık. gerektiğinde
2. tedbirli. 3.can not olarak ayrılır;
açıkgöz.
konuşma dilinde çoğu zaman can´t şeklinde kullanılır.).
canoe i. kano.
canon i. 1. kilise yetkililerinin çıkardığı bir kanun. 2. kural. 3. bir
canon law katedrale bağlı olan papaz.
kilise hukuku.
canonical s. 1. kilise hukukuna ait. 2. kurallara uygun; geleneklere uygun.
canonisation i., İng., Hrist., bak. canonization.
canonise f., İng., Hrist., bak. canonize.
canonization i., Hrist. azizlik mertebesine yükseltme.
canonize f., Hrist. azizlik mertebesine yükseltmek.
canopy i. 1. sayvan; karyola sayvanı; baldaken; markiz. 2. gök kubbe.
cant i. boş laf, laf.
cantankerous s. aksi, geçimsiz, huysuz.
cantankerously z. huysuzluk yaparak.
cantankerousness i. aksilik, huysuzluk.
canteen i. 1. matara. 2. kantin, büfe.
canter i. eşkin gidiş. f. 1. eşkin gitmek. 2. eşkin sürmek.
canvas i. 1. branda bezi, branda. 2. tuval.
canvass f. (anket yapmak/oy toplamak amacıyla) (birçok kimseye) gidip
canyon konuşmak.
i. kanyon, derin vadi.
cap i. 1. kep, takke, kasket, başlık. 2. zirve, doruk, tepe. 3. kapak,
capability kapsül, tapa. 4.
i. 1. yetenek, büyük harf,
kabiliyet, majüskül.
istidat. 5. tabanca
2. iktidar, mantarı. 4.
güç. 3. kapasite. f. (--
ped, --ping)
ehliyet. 1. başlık geçirmek. 2. kaplamak, örtmek. 3. k. dili
capable s. yetenekli, kabiliyetli, ehliyetli.
-den fazlasını/iyisini yapmak.
capacious s. geniş, büyük, içi çok şey alan.
capacity i. 1. hacim, oylum. 2. istiap haddi. 3. yetenek. 4. güç, iktidar. 5.
cape görev; mevki,
i. pelerin, kap. sıfat: He did this in his capacity as president.
Bunu başkan sıfatıyla yaptı.
cape i., coğr. burun.
caper f. hoplayıp zıplamak. i. 1. k. dili yaramazlık. 2. argo iş, hırsızlık;
caper suç.
i. 1. bot. gebreotu, kebere, kapari. 2. gebre, kapari,
capillary gebreotunun yemişi.
i. 1. anat. kılcal damar. 2. ince boru.
capital i. 1. başkent, başşehir. 2. büyük harf, majüskül. 3. sermaye,
capital account anamal,
sermayekapital.
hesabı.4. sütun başı. s. 1. büyük (harf). 2. sermayeye
ait. 3. k. dili mükemmel, fevkalade, çok iyi.
capital assets sabit aktifler, sabit varlıklar.
capital crime failini ölüm cezasına çarptırabilen suç.
capital dividend sermaye kârı.
capital expenditure sermaye masrafı.
capital letter büyük harf, majüskül.
capital letter büyük harf, majüskül.
capital levy sermaye vergisi.
capital punishment ölüm cezası.
capital stock esas sermaye hisse senedi.
capitalise f., İng., bak. capitalize.
capitalism i. kapitalizm, anamalcılık.
capitalist i. kapitalist, anamalcı.
capitalize f. 1. -i büyük harfle yazmak. 2. -e sermaye sağlamak. 3. -i
capitalize on sermayeye çevirmek.çevirmek, -den faydalanmak.
-i kendi menfaatine
capitulate f. 1. teslim olmak. 2. silahları bırakmak.
capitulation i. şartlı teslim.
capitulations i., çoğ. kapitülasyonlar.
caprice i. kapris.
capricious s. kaprisli.
Capricorn i., astrol. Oğlak burcu.
caps i., çoğ., k. dili büyük harfler.
caps kıs. capital letters.
capsize f. 1. alabora olmak, devrilmek. 2. alabora etmek, devirmek.
capstan i. ırgat, bocurgat.
capsule i. kapsül.
captain i. 1. kaptan, reis. 2. deniz albayı, yüzbaşı. f. kaptanlık etmek,
caption kumanda
i. manşet,etmek.
başlık.
captivate f. büyülemek, cezbetmek.
captive i. esir, tutsak. s. esir düşmüş.
captive audience zoraki dinleyiciler.
captivity i. tutsaklık.
captor i. tutsak eden kimse, ele geçiren kimse.
capture f. 1. zaptetmek, ele geçirmek. 2. tutsak etmek. i. zaptetme, ele
car geçirme.
i. 1. otomobil, araba. 2. vagon.
car park İng. otopark.
car wash oto yıkama yeri.
caramel i. 1. yanmış şeker. 2. karamela.
carat i. kırat, ayar (1 kırat = 200 mg.).
caravan i. 1. kervan. 2. üstü kapalı yolcu veya yük arabası. 3. İng.
caravansary karavan.
i. kervansaray.
caraway i. Karaman kimyonu, frenkkimyonu.
carbide i., kim. karpit.
carbine i. karabina, kısa tüfek.
carbohydrate i. karbonhidrat.
carbon i. 1. karbon. 2. karbon kâğıdı, kopya kâğıdı. 3. kopya.
carbon black is, lamba isi.
carbon copy karbon kopyası.
carbon dioxide karbondioksit.
carbon monoxide karbonmonoksit.
carbon paper karbon kâğıdı, kopya kâğıdı.
carbonate i. karbonat. f. karbonatlaştırmak.
carbonated drink gazlı içecek.
carbonated water soda, maden sodası.
carbuncle i. çıban, şirpençe.
carburetor i. karbüratör.
carburettor i., İng., bak. carburetor.
carcass i. 1. leş, ceset. 2. enkaz (gemi v.b.). 3. bina iskeleti.
card i. 1. kart. 2. iskambil kâğıdı.
card catalog kart kataloğu.
card index kart fihristi.
card index kartotek.
card table kumar masası.
cardamom i. kakule.
cardboard i. mukavva, karton.
cardiac s. 1. kalbe ait, kalple ilgili, kardiyak. 2. kalbi uyaran. 3. mide
cardiac arrest ağzına ait. i. 1. kalp hastası. 2. kalp ilacı.
kalp krizi.
cardiac disease kalp hastalığı.
cardiac failure kalp krizi.
cardiac muscle anat. kalp kası.
cardigan i. hırka, ceket.
cardinal s. 1. belli başlı, ana, önemli. 2. parlak kırmızı. i. kardinal.
cardinal numbers asal sayılar.
cardiogram i. kardiyogram.
cardiologist i. kardiyolog.
cardiology i. kardiyoloji.
cardsharp i., isk. hileci, üçkâğıtçı.
care i. 1. dert, kaygı, tasa. 2. bakım: He´s in intensive care. O yoğun
care for bakımda. He left
1. -e bakmak: himwill
Who in his
caresister´s
for us incare.
our Onu kız kardeşine
old age? Yaşlılığımızda
emanet
bize kim etti. 3.
bakacak? dikkat;
2. özen,
istemek: itina. f.
Would 1.
youumurunda
care for olmak,
some tea?
care of eliyle: Write me care of Cengiz Göksel. Bana mektup
umursamak:
Çay içmek I don´t
ister care3.
misiniz? whether
-i sevmek,she -den
comes or not. Onun
hoşlanmak: I gelip
don´t
careen postaladığında
f. 1. (motorlu zarftaki
araç) ismiminbir
bir yandan altına
yanaCengiz Göksel
hafifçe eliyle
sallanarak diye
gelmemesi umurumda değil. I could care less!
care for that sort of music. O tür müzikten hoşlanmam. (in) Bana ne! 2.
yaz.
gitmek/ilerlemek. 2.yatarak
(hızlatogiderken) bir yana yatmak. 3. den.
careen around the corner istemek: Wouldyan
(motorlu araç) you care take a dönmek.
köşeyi stroll? Yürüyüşe çıkmak ister
karina
misiniz? etmek, karinaya basmak. 4. den. kalafat etmek,
careen down the road (motorlu araç) bir yandan bir yana hafifçe sallanarak ilerlemek.
kalafatlamak. 5. (gemi) yan yatmak.
career i. kariyer.
carefree s. tasasız, kaygısız, dertsiz.
careful s. 1. dikkatli. 2. özenli, itinalı. 3. tedbirli. 4. ölçülü.
carefully z. 1. dikkatle. 2. özenle, itinayla.
carefulness i. 1. dikkat, dikkatli olma. 2. özen, itina.
careless s. 1. dikkatsiz. 2. bilgisiz, kayıtsız.
carelessly z. dikkatsizce.
carelessness i. dikkatsizlik, ihmal.
caress i. okşama, kucaklama. f. okşamak, sevmek, kucaklamak.
caretaker i. 1. (sahibi yokken malikâne, ev v.b.´ne bakan) bekçi. 2. İng.
caretaker government kapıcı.
geçici hükümet.
careworn s. endişeden bitkin.
carfare i. (otobüste) bilet parası.
cargo i. kargo, yük.
Caribbean s. Karayip.
caricature i. karikatür. f. karikatürünü çizmek.
caricaturist i. karikatürcü, karikatürist.
caries i. (dişte/kemikte) çürüme, yenirce.
carload i. 1. araba dolusu. 2. vagon dolusu.
carmine s., i. lal, kızıl.
carnage i. katliam, kırım, kan dökme.
carnal s. 1. şehevi. 2. cinsel. 3. bedensel.
carnation i., bot. karanfil çiçeği, karanfil.
carnival i. karnaval.
carnivore i. etobur.
carnivorous s. etobur, etçil.
carob i., bot. keçiboynuzu, harnup.
carol i. Noel ilahisi. f. Noel ilahisi söylemek.
carouse f. içki âlemi yapmak, içki içip şamata yapmak.
carp i., zool. sazan.
carpenter i. marangoz; dülger; doğramacı.
carpentry i. marangozluk.
carpet i. halı.
carpet sweeper gırgır (süpürge).
carport i. yanları açık garaj.
carriage i. 1. at arabası. 2. İng. yolcu vagonu. 3. İng. nakliye ücreti. 4.
carriageway nakliye,
i., İng. 1.taşıma. 5. duruş,
(karayolunda) duruş
şerit, biçimi.
taşıt şeridi. 2. yol.
carrier i. 1. taşıyan, taşıyıcı. 2. nakliye şirketi, nakliyeci.
carrier bag İng. büyük torba/poşet.
carrier pigeon posta güvercini.
carrion i. leş, çürümüş et.
carrot i. havuç.
carry f. 1. taşımak: Carry her on your back! Onu sırtında taşı! This
carry an amount forward truckhesaptaki
(to) can carrybir a load of twenty
miktarı (başka tons. Bu kamyon yirmi tonluk
sütuna/sayfaya/deftere)
bir yük taşıyabilir. 2. götürmek: Will you carry me to the
nakletmek.
carry away alıp götürmek, sürüklemek.
station? Beni gara götürür müsün? He screamed and shouted as
carry coals to Newcastle k. dilicarried
they tereciye himtere
outsatmak.
of the courtroom. Onu mahkemeden
carry on çıkarırlarken
1. (işi) sürdürmek; işi sürdürmek,The
bağırıp çağırıyordu. windetmek.
devam can carry these
2. sızlanıp
carry one through seeds
durmak; for miles.
(bir şey)(kızgınlıktan)Rüzgâr bu
birini başarılı bağırıptohumları
çağırmak.
bir sonuca kilometrelerce
3. aşırı
ulaştırmak; öteye
birşey)
(bir şekilde
birini
götürebilir.
davranmak.
ayakta 3.4.üzerinde
tutmak: şamata
Her (bir şey)
etmek.
patience 5.taşımak:
will He´s
with (biriyle)
carry her started
gayrimeşru
through. to carry
Sabrı bir a
carry one´s point amacına
gun. Silah ulaşmak,
taşımaya istediğini
başladı. elde
4. etmek.(bir şeyi) bulundurmak:
stokunda
ilişki içinde olmak,
sayesinde bu işi başarır. aşna fişne olmak.
carry out 1. yerine
We getirmek,
don´t carry gerçekten
pineapples. yapmak;
Bizde ananasuygulamak,
bulunmaz. tatbik
5. mat.
etmek.
(toplama 2. ve
(birini/bir
çarpmaşeyi) dışarıya taşımak.
işlemlerinde) (sayıyı) (sonraki basamağa)
geçirmek: Carry one. Elde var bir. 6. gazet., TV, radyo (bir olayı)
yayımlamak. 7. (ses) uzaklardan duyulabilmek.
carry out/take reprisals misilleme yapmak.
carry s.t. through bir şeyi yerine getirmek, gerçekten yapmak.
carry s.t. too far k. dili bir şeyin dozunu kaçırmak, aşırı gitmek.
carry the day k. dili kazanmak, galip gelmek. get carried away kendini
carry the day kaptırmak,
üstün gelmek, kapılıp gitmek; heyecanlanıp aşırıya kaçmak.
kazanmak.
carry through k. dili 1. (on) -i yerine getirmek; -i bitirmek: She carried through
carry weight on her promise.
etkili/önemli Sözünü
olmak: It´llyerine getirdi.
carry no weight 2. with
(bir şeyin)
them. sayesinde
Onları
carry/bear/have a grudge (bir işi)
etkilemez yapmak/başarmak:
o. Their optimism will carry them
birine karşı kin beslemek.
against through. İyimserlikleri sayesinde bu zor dönemi atlatacaklar.
carrycot i., İng.
Two (saplı)
tons portbebe.
of wood are enough to carry us through the winter.
carsickness Kışı geçirmek
i. (kara için
taşıtının iki ton odun yeter
sallanmasından ileri bize.
gelen) mide bulantısı.
cart i. 1. atlı yük arabası. 2. el arabası. f. 1. at arabası ile taşımak. 2.
cartilage taşımak; götürmek.
i., zool. kıkırdak.
cartographer i. haritacı, kartograf.
cartography i. haritacılık, kartografi.
carton i. karton kutu, mukavva kutu.
cartoon i. 1. çizgi film. 2. karikatür. 3. büyük resim taslağı.
cartoonist i. 1. karikatürist, karikatürcü. 2. çizgi film çizen sanatçı.
cartridge i. 1. fişek. 2. foto. film kutusu, kaset. 3. kartuş.
cartridge belt fişeklik; palaska.
cartridge case (mermi için) kovan.
cartridge pen kartuşlu dolmakalem.
cartwheel i. el yardımı ile yanlamasına atılan takla, yana dayanmalı aşma,
carve çemberleme.
f. 1. (ağaç, taş v.b.´ni) oymak. 2. (kızarmış eti) dilim dilim
carver kesmek,
i. oymacı.dilimlemek.
carving i. 1. oyma, oyularak yapılmış eser. 2. oymacılık. 3. oyma.
carving knife (sofrada kullanılan) et bıçağı.
casaba i. kavun.
casaba melon kavun.
cascade i. şelale, çağlayan.
case i. 1. durum, vaziyet, hal. 2. hasta: I had five cases of syphilis
case this
i. 1. morning. Bu sabah
kutu, sandık. 2. kutu,beş frengili hastaya
mahfaza: baktım.
violin case keman3. kutusu.
vaka: a
murder
camera case cinayet vakası. 4. huk. dava. 5. dilb. ad
case fotoğraf makinesi mahfazası. 3. kın. 4. kasa. 5. durumu,
case ending dilb. takı.
isim hali. 6. matb. kasa. f. kutu/mahfaza içine koymak, sokmak.
çerçeve.
casement i. 1. kanatlı pencere. 2. pencere kanadı.
cash i. 1. nakit para, peşin para. 2. para.
cash f. 1. (çek) bozdurmak. 2. paraya çevirmek. 3. tahsil etmek.
cash dispenser bankamatik.
cash in on k. dili -den yararlanmak/faydalanmak; -den kazanç sağlamak.
cash on delivery tesliminde ödenecek, ödemeli; kıs. C.O.D.
cash on the barrelhead k. dili nakit para.
cash point İng. (büyük bir satış yerinde) kasa yeri, kasa.
cash register yazarkasa, kasa.
cashew i. 1. bot. amerikaelması, biladerağacı. 2. mahuncevizi.
cashier i. 1. kasiyer, kasadar. 2. İng. (bankada) vezneci, veznedar.
cashmere i. 1. kaşmir, kaşmir yün. 2. kaşmir kumaş. s. kaşmir: cashmere
casing sweater
i. kaplama, kaşmir kazak.
çerçeve.
casino i. kumarhane.
cask i. 1. fıçı; varil. 2. bir fıçı dolusu; bir varil dolusu.
casket i. 1. tabut. 2. küçük kutu, mücevher kutusu. f. kutuya koymak.
Caspian s.
cassava i. 1. bot. manyok. 2. tapyoka, manyok kökünden çıkarılan
nişasta.
casserole i. 1. fırında kullanılan toprak/cam kap; güveç. 2. toprak/cam
cassette kapta
i. kaset.pişirilen yemek.
cassette player/deck kasetçalar.
cassock i. papaz cüppesi.
cast i. 1. atma. 2. (kırık kemiğe) alçı. 3. (bir tiyatro oyununda/filmde)
cast rol alan kimseler,
f. (cast) 1. atmak, oynayanlar. 4. kalıp, maket.
fırlatmak, savurmak. 5. v.b.´ni)
2. (bakış dış görünüş.
cast a horoscope çevirmek, yöneltmek,
zayiçesine bakmak. atfetmek. 3. (oy) vermek. 4. rol taksimi
yapmak.
cast a shadow gölge yapmak.
cast a slur on -e leke sürmek, -i lekelemek.
cast a spell on -i büyülemek, -e büyü yapmak.
cast a spell upon büyü yapmak.
cast a vote oy vermek.
cast about -i düşünmek, -i tasarlamak.
cast anchor demir atmak.
cast away 1. çöpe atmak. 2. ıssız adada bırakmak.
cast down 1. devirmek. 2. canını sıkmak.
cast in one´s lot with k. dili -in kaderine bağlanmak.
cast iron dökme demir, pik, font.
cast iron pik.
cast loose çözmek, ayırmak.
cast lots kura çekmek.
cast of mind düşünüş şekli.
cast off 1. reddetmek. 2. den. alarga etmek.
cast one´s bread upon the
cast one´s lot in with k. dili karşılığını beklemeden iyilik etmek.
waters
s.o./cast in one´s lot with biriyle işbirliği yapmak/bir olmak.
s.o./cast one´s lot with s.o.
cast s.t. adrift bir şeyi akıntıya bırakmak.
cast/drop anchor demir atmak, demirlemek.
castanet i. kastanyet, İspanyol çalparası.
castaway i. deniz kazasına uğrayıp ıssız bir kıyıda mahsur kalan kimse.
caste i. kast.
caster i. 1. dökümcü. 2. (mobilyaya takılan) küçük tekerlek.
caster sugar İng. ince tozşeker.
caster/castor sugar İng. pudraşeker, pudraşekeri.
castigate f. 1. paylamak, azarlamak. 2. kınamak.
castigation i. paylama, azarlama.
cast-iron s. 1. pikten yapılmış. 2. çok sağlam, çok dayanıklı.
castle i. 1. kale, şato. 2. satranç kale.
castle in the air/castle in
hulya, hayal.
Spain
castor i., bak. caster.
castor i.
castor oil hintyağı.
castrate f. hadım etmek; iğdiş etmek.
castration i. hadım etme; iğdiş etme.
casual s. 1. tesadüfen olan. 2. kasıtlı olmayan, rasgele. 3. ilgisiz,
casual clothes kayıtsız, lakayt. 4. pek dikkatli olmayan: He gave it a casual
günlük elbiseler.
glance. Ona şöyle bir göz attı. 5. resmi olmayan, rahat (giysi). 6.
casualness i. ilgisizlik, kayıtsızlık.
gündelikçi, gündelikle çalışan.
casualty i. 1. (kazada/savaşta) ölen, ölü; yaralanan, yaralı. 2. İng. acil
casualty ward/department servis.
İng. acil3.servis.
kaza. He was a casualty of the spending cutback.
Tasarrufun ucu ona dokundu.
cat i. kedi. cat-and-dog fight kedi köpek kavgası.
cat kıs. catalog/catalogue, catechism.
cat nap şekerleme.
catafalque i. katafalk.
Catalan i., s. 1. Katalan. 2. Katalanca.
catalog i. katalog. f. katalog yapmak, kataloğunu hazırlamak.
catalogue i., f., İng., bak. catalog.
Catalonia i. Katalonya.
catapult i. 1. İng. sapan. 2. mancınık, katapult.
cataract i. 1. şelale, büyük çağlayan, çavlan. 2. tıb. katarakt, perde,
catarrh aksu,
i. boğaz akbasma.
veya burunda balgam/sümük toplanma.
catastrophe i. afet, felaket.
catastrophic s. feci, felaket; felaketli.
catch f. (caught) 1. yakalamak; tutmak. 2. (trene/vapura/uçağa)
catch yetişmek.
i. 1. yakalama,3. takılmak; sıkışmak:
tutma. 2. kilit dili.I 3.
caught
av, birmy sleeveyakalanan
partide on the door
handle.
av/balık. Gömleğimin kolu kapının
4. k. dili müstakbel koluna takıldı.
eş olarak düşünülen uygun She caught
kişi.her
5.
catch at -i yakalamaya/tutmaya çalışmak.
finger in the door. Parmağı
parça, bölüm. 6. k. dili bityeniği.kapıya sıkıştı. 4. duymak; anlamak;
catch cold nezle olmak.
farketmek: I didn´t catch that. Onu duymadım. 5. (bir hastalığa)
catch fire yakalanmak:
tutuşmak, ateş You´ve caught a cold. Nezle olmuşsun.
almak.
catch fire tutuşmak.
catch forty winks k. dili kestirmek, kısa bir süre uyumak.
catch it k. dili papara/zılgıt yemek.
catch on k. dili 1. anlamak, çakmak. 2. moda olmak, tutmak.
catch one´s breath soluk almak, dinlenmek.
catch one´s breath nefes almak, soluk almak, soluklanmak, dinlenmek.
catch one´s eye dikkatini çekmek, gözüne çarpmak.
catch s.o. in the act birini suçüstü yakalamak.
catch s.o. napping birini gafil avlamak, birini hazırlıksız yakalamak.
catch s.o. off guard birini gafil avlamak.
catch s.o. off guard birini gafil avlamak.
catch s.o. red-handed birini suçüstü yakalamak.
catch s.o.´s attention/eye birinin dikkatini çekmek.
catch sight of -in gözüne ilişmek, birdenbire farketmek: I caught sight of
catch sight of Seda.
gözüne Seda gözüme
ilişmek: ilişti.moment I caught sight of her. O anda
At that
catch the fancy of gözüme
-in hoşuna ilişti.
gitmek.
catch up 1. with -e yetişmek: He´s so far ahead of me I can´t possibly
catch/get hell catch
k. dili up with
fena him.haşlanmak,
halde Benden o kadar ileridebir
adamakıllı kizılgıt
ona yetişmemin
yemek.
imkânı yok. 2. on (arada olup biteni) öğrenmek. 3. on (biriken
catch/take s.o. unawares birini gafil avlamak.
işleri, ertelenmiş/ihmal edilmiş bir işi) yapmak.
catcher i. 1. yakalayan şey/kimse. 2. beysbol vurucunun arkasında
catching durup
s. sâri,topu tutan oyuncu.
bulaşıcı.
catchy s. hoş ve kolaylıkla akılda kalan.
catechise f., İng., Hrist., bak. catechize.
catechism i., Hrist. ilmihal.
catechize f., Hrist. ilmihale dayanarak din dersi vermek.
categorical s. kategorik, kesin, kati.
categorically z. kategorik olarak.
categorise f., İng., bak. categorize.
categorize f. 1. sınıflandırmak. 2. vasıflandırmak.
category i. kategori, bölüm, sınıf, tabaka, zümre.
cater f. yiyecek tedarik etmek, yemeklerin hazırlanmasını ve servisini
caterpillar üstüne almak.
i. tırtıl, kurt.
caterpillar tread tırtıllı palet, tırtıl.
catfish i., zool. yayınbalığı.
catgut i., müz. kiriş.
catharsis i. katarsis, rahatsız edici duyguları dışa vurarak onlardan
cathartic kurtulma.
s. 1. katarsisle ilgili; katarsise yol açan. 2. müshil. i. müshil.
cathedral i. katedral.
Catholic i., s. Katolik.
catholic s. 1. liberal, açık fikirli. 2. evrensel, genel, umumi.
Catholicism i. Katoliklik, Katolik kilisesi.
catsup i., bak. ketchup.
cattle i., çoğ. sığırlar.
catty s. 1. kedi gibi. 2. k. dili iğneli (söz). 3. k. dili iğneli söz söyleyen.
Caucasia i. Kafkasya.
Caucasian s. Kafkas. i. Kafkasyalı.
Caucasus i.
caught f., bak. catch.
caught in the act suçüstü yakalanmış, cürmü meşhut halinde yakalanmış.
cauldron i., İng. kazan.
cauliflower i. karnabahar.
causal s. neden oluşturan, nedeni olan, nedensel.
causality i. nedensellik.
cause i. 1. neden, sebep, illet. 2. amaç, gaye, hedef. 3. dava, ülkü:
cause That´s
f. neden a olmak,
cause worthy of one´s
sebep olmak, devotion.
yol Kendini caused
açmak: What´s adamayathis?
değeryol
Buna bir açan
dava.ne?4. huk.
Will dava
it konusu.
really cause my camellias to bloom
cause s.o. to sin birini günaha sokmak.
earlier? Gerçekten kamelyalarıma daha erken çiçek açtırır mı?
cause/create a stir 1. heyecan yaratmak; sansasyon yaratmak. 2. herkesin ilgisini
What causes you to act like that? Niye böyle davranıyorsun? It
causeway çekmek.
i. 1. (göl/bataklık üzerinden geçen) uzun köprü/kazıklı yol. 2. iki
caused them to shout. Onların bağırmasına neden oldu.
caustic kara parçasını
i. kostik madde. birbirine bağlayan
s. 1. kostik, ve2.
yakıcı. deniz kabardığında suyla
acı (söz).
kaplanan taş/beton yol.
cauterise f., İng., tıb., bak. cauterize.
cauterize f., tıb. yakmak, dağlamak.
caution i. 1. tedbir, ihtiyat. 2. uyarma, ikaz. f. uyarmak, ikaz etmek.
cautionary s. uyarıcı.
cautious s. ihtiyatlı, tedbirli, sakıngan, dikkatli.
cautiously z. ihtiyatla.
cautiousness i. ihtiyatlılık.
cavalier i. atlı şövalye. s. 1. kendini beğenmiş, kibirli. 2. serbest, laubali.
cavalry i. 1. süvari sınıfı. 2. süvariler.
cavalryman çoğ. cav.al.ry.men (käv´ılrimîn) i. süvari.
cave i. mağara. f.
cave in çökmek.
caveat i. ihtar, uyarı, ikaz.
caveman çoğ. cave.men (keyv´men) i. mağara adamı.
cavern i. büyük mağara.
cavernous s. kocaman, ambar gibi (yer).
caviar i. havyar.
caviare i., bak. caviar.
cavil f. (önemsiz şeyler üzerinde) tartışmak; at -e itiraz etmek: I won
cavity ´t cavil
i. 1. about
oyuk. it with
2. anat. you. Seninle
kavite, boşluk. onu tartışmam.
3. dişçi. çürük, oyuk.
cavort f. sıçramak, oynamak.
caw i. karga sesi, gak. f. karga gibi ötmek, gaklamak.
cayenne i. arnavutbiberi.
cayenne pepper arnavutbiberi.
cc kıs. cubic centimeters, carbon copy.
CD kıs. compact disk.
CD player kompakt disk çalar.
CE kıs. Chemical Engineer, Church of England, Civil Engineer, Corps
cease of Engineers.
f. 1. durmak, kesilmek. 2. bitmek, sona ermek. 3. bırakmak,
cease fire devam etmemek, son vermek.
ateş kesmek.
cease-fire i., ask. ateşkes.
ceaseless s. aralıksız, sürekli.
ceaselessly z. durmadan, ara vermeden.
cedar i., bot. sedir, dağservisi.
cede f. 1. bırakmak. 2. terketmek. 3. devretmek, göçermek.
ceiling i. tavan.
ceiling price tavan fiyatı, azami fiyat.
celebrate f. 1. kutlamak. 2. bayram yapmak.
celebrated s. ünlü, meşhur, şöhretli.
celebration i. kutlama.
celebrity i. 1. ünlü, meşhur. 2. ün, şöhret.
celerity i. hız, sürat.
celery i. sapkerevizi.
celery root kereviz, kökkerevizi.
celestial s. 1. göğe ait, göksel, semavi. 2. kutsal, ilahi.
celestial pole gökkutbu.
celibacy i. (gen. dini nedenlerden dolayı) evlenmeme ve cinsel ilişkide
celibate bulunmama.
s., i. (gen. dini nedenlerden dolayı) evlenmeyen ve cinsel
cell ilişkide bulunmayan
i. 1. hücre, (kimse).
göze. 2. küçük oda. 3. ünite. 4. elek. pil.
cellar i. 1. bodrum, bodrum kat. 2. mahzen. 3. kiler. 4. şarap mahzeni.
cellist 5. şarap stoku.
i. viyolonselist.
cello i. viyolonsel.
cellophane i. selofan.
cellular s. 1. hücresel, gözesel. 2. hücreli, gözeli. i., k. dili cep telefonu.
cellular phone/telephone cep telefonu.
celluloid i. selüloit.
cellulose i. selüloz.
Celsius thermometer santigrat termometresi.
Celt i. Kelt.
Celtic i. Keltçe. s. 1. Kelt, Keltlere özgü. 2. Keltçe.
cement i. çimento. f. 1. çimentolamak, çimento ile sıvamak. 2. beton ile
cement good relations with kaplamak.
ile dostluk 3. yapıştırmak. 4. sağlamlaştırmak.
kurmak.
cement mixer betonyer, betonkarar, beton karıştırıcı.
cemetery i. mezarlık, kabristan.
censor i. sansürcü, sansür memuru. f. sansürlemek, sansürden
censorship geçirmek.
i. sansür, sansür işleri.
censure f. kınamak, eleştirmek. i. kınama, eleştirme.
census i. sayım, nüfus sayımı.
cent i. sent (Amerikan dolarının yüzde biri).
cent kıs. centigrade, central, century.
centenary s., i., bak. centennial.
centennial s. 1. yüz yıllık. 2. yüz yılda bir olan. i. 1. yüzüncü yıldönümü. 2.
center yüzyıl,
i. asır. orta. 2. spor santr. f. 1. ortaya almak, bir merkezde
1. merkez,
center of attraction toplamak. 2. ortasını
1. çekim merkezi. 2. almak, ortalamak. 3. ortada olmak, ortaya
dikkat merkezi.
gelmek.
center of gravity ağırlık merkezi.
center of gravity ağırlık merkezi.
centigrade s., i. santigrat.
centigrade thermometer santigrat termometresi.
centigram i. santigram.
centigramme i., İng., bak. centigram.
centiliter i. santilitre.
centilitre i., İng., bak. centiliter.
centimeter i. santimetre.
centimetre i., İng., bak. centimeter.
centipede i., zool. kırkayak, çıyan.
Central s.
central s. 1. merkezi, orta. 2. ana, belli başlı. i. 1. telefon santralı. 2.
Central America santral memuru.
Orta Amerika.
central bank merkez bankası.
central heating kalorifer, merkezi ısıtma.
centralisation i., İng., bak. centralization.
centralise f., İng., bak. centralize.
centralization i. merkezileştirme; merkezileştirilme.
centralize f. merkezileştirmek, merkezde toplamak; merkezileştirilmek.
centrally z.
centre i., f., İng., bak. center.
centrifugal s. merkezkaç, santrifüj.
centrifugal force merkezkaç kuvveti.
centripetal s. merkezcil, merkeze doğru yaklaşan.
century i. yüzyıl, asır.
ceramic s. seramik.
ceramic tile fayans, karo fayans.
ceramics i. 1. tek. seramik sanatı ve tekniği. 2. çini, çini işleri. 3. çinicilik.
ceramist 4. çoğ. seramik
i. çinici, eşya, çini, çanak çömlek.
seramikçi.
cereal i. (mısır gevreği gibi) tahıldan yapılmış kahvaltılık yiyecek. 2.
cerebellum tahıl bitkisi.
i., anat. 3. tahıl, hububat, zahire. s. tahıla ait; tahıl türünden.
beyincik.
cerebral s. 1. anat. beyinsel. 2. ussal. 3. k. dili entelektüel, entel.
cerebrum i., anat. beyin.
ceremonial s. törensel, merasimle ilgili, resmi. i. 1. tören, merasim. 2. ayin.
ceremonially z. törensel olarak.
ceremonious s. 1. resmi, teklifli. 2. törensel.
ceremoniously z. çok resmi bir şekilde.
ceremony i. 1. tören, merasim. 2. ayin. 3. resmiyet, protokol.
cert kıs. certificate, certified, certify.
certain s. 1. kesin, kati. 2. emin. 3. kaçınılmaz. 4. muhakkak, şüphesiz.
certainly 5. belirli, muayyen.
z. elbette, tabii, baş 6. bazı.
üstüne.
certainty i. kesinlik, katiyet.
certificate i. 1. belge, vesika. 2. sertifika, tasdikname, şahadetname. 3.
certify ruhsat.
f. 4. diploma.
1. tasdik etmek, doğrulamak, teyit etmek; (-in
certitude doğruluğunu/gerekliliğini)
i. kesinlik, katiyet. belgelemek. 2. k. dili -in akıl hastası
olduğunu resmen tasdik etmek. certified public accountant
cervix i., anat. 1. boyun. 2. rahim boynu.
diplomalı/yeminli hesap uzmanı.
cesarean i., s. sezaryen.
cesarean section sezaryen.
cesium i., kim. sezyum.
cessation i. durma, kesilme, inkıta.
cesspool i. lağım çukuru.
Ceylon i., bak. Sri Lanka.
Ceylonese i., s., bak. Sri Lankan.
cf kıs. compare.
CF kıs. cost and freight.
CFI kıs. cost, freight, and insurance.
cg, cgm kıs. centigram(s).
ch kıs. chain, chancery, chapter, chief, child, church.
Chad i. Çad, Çat.
Chadian i. Çadlı. s. 1. Çad, Çad´a özgü. 2. Çadlı.
chafe f. 1. ovarak ısıtmak. 2. ovarak aşındırmak. 3. (ayakkabı)
chafe at the bit vurmak. 4. sinirlendirmek.
k. dili işlerin gecikmesinden dolayı huzursuz olmak. chafing
chaff dish (sofrada
i. tahıl kabuğu; kullanılan) yemek ısıtıcısı.
saman, çöp.
chagrin i. utanç; hayal kırıklığı; iç sıkıntısı. f. utandırmak, rezil etmek;
chain hayal kırıklığına
i. 1. zincir. uğratmak.
2. silsile (dağ). f. zincirlemek, zincirle bağlamak.
chain letter zincirleme mektup.
chain of command komuta zinciri.
chain reaction zincirleme reaksiyon.
chain smoker sigara tiryakisi.
chain store aynı mağazalar zincirine bağlı mağaza.
chain-smoke f. peş peşe sigara içmek; peş peşe (sigara) içmek.
chair i. 1. iskemle, sandalye. 2. kurul başkanı, başkan. 3. makam. 4.
chair lift kürsü.
telesiyej.
chairman çoğ. chair.men (çer´mîn) i. (erkek) kurul başkanı, başkan.
chairmanship i. başkanlık.
chairperson i. kurul başkanı, başkan.
chairwoman çoğ. chair.wom.en (çer´wîmîn) i. (kadın) kurul başkanı, başkan.
chaise longue şezlong.
chalcedony i. kalseduan, kadıköytaşı.
chalice i., Hrist. (ayinde kullanılan) kadeh.
chalk i. tebeşir. f. up (sayı/puan) kazanmak/kaydetmek.
challenge i. meydan okuma. f. meydan okumak.
challenge match spor çelenç.
challenger i. meydan okuyan kimse.
chamber i. 1. oda, yatak odası, özel oda. 2. daire. 3. mahkeme,
chamber music komisyon.
oda müziği. 4. kamara, İngiliz yasama meclisi. 5. fişek yatağı.
chamber music oda müziği.
chamber of commerce ticaret odası.
chamber of commerce ticaret odası.
chamber orchestra oda orkestrası.
chamber pot lazımlık.
chambermaid i. oda hizmetçisi.
chambers i., çoğ. hâkimin oturum dışı konularda çalıştığı yer.
chameleon i., zool. bukalemun.
chamois i. 1. zool. dağkeçisi. 2. (madeni yüzeyleri parlatmak için
chamomile kullanılan) güderi parçası.
i., bot. papatya.
champ f. katır kutur/kıtır kıtır/hart hurt/çıtır çıtır yemek.
champ at the bit çok sabırsızlanmak.
champagne i. 1. şampanya. 2. şampanya rengi. s. şampanya rengi.
champion i. 1. şampiyon. 2. savunucu, müdafi. s. şampiyon. f. 1.
savunmak, müdafaa etmek. 2. tarafını tutmak, destek olmak.
championship i. şampiyona; şampiyonluk.
chance i. 1. talih, şans. 2. kader. 3. ihtimal. 4. fırsat. 5. risk, riziko. s.
chance şans
f. eseri
1. k. olan.
dili (bir riski) göze almak. 2. tesadüfen olmak: She
chance on/upon chanced
-e rastlamak, -ethere.
to be tesadüfTesadüf
etmek. eseri oradaydı.
chancellor i. 1. rektör. 2. (Almanya´da) şansölye, başbakan.
chancy s., k. dili kesin olmayan, rizikolu.
chandelier i. avize.
change i. 1. değişim, değişme, değişiklik. 2. dönüşüm, dönüşme,
change tahavvül. 3. yenilik.
f. 1. değiştirmek, 4. bozuk
tahvil etmek; para, bozuk, bozukluk,
değişmek, değişikliğeufaklık.
uğramak.5.
paranın
2. üstü.
(taşıtta) 6. aktarma,
aktarma yapmak: (taşıt) değiştirme.
You´lldeğiştirmek.
have to change trains in
change clothes üstünü değiştirmek, üstünü başını
Ankara. Ankara´da aktarma yapmanız lazım. 3. (para)
change color 1. yüzü kızarmak. 2. yüzü solmak.
bozdurmak. 4. (döviz/altın) bozdurmak. 5. (çamaşır)
change color yüzü kızarmak.
değiştirmek, (üstünü) değişmek. 6. (yatak takımlarını)
change hands değiştirmek.
sahip değiştirmek, el değiştirmek.
change hands el değiştirmek, başkasının eline geçmek.
change of address adres değişikliği.
change of air hava değişimi.
change one´s mind caymak, fikrini/kararını değiştirmek.
change one´s tune k. dili ağız değiştirmek.
change over (from/to) (bir uygulamadan başka bir uygulamaya) geçmek.
change purse bozuk para çantası.
change the guard ask. nöbet değiştirmek.
changeability i. değişkenlik.
changeable s. 1. değişken, kararsız, istikrarsız. 2. şanjanlı, yanardöner.
changeableness i., bak. changeability.
changeless s. hiç değişmeyen.
changeover i. (bir uygulamadan başka bir uygulamaya) geçiş.
channel i. 1. radyo, TV kanal. 2. yol; su yolu; boğaz. 3. nehir yatağı,
channel s.t. into akak,
bir şeyimecra. f. kanal
(bir yere) açmak, oymak.
vermek/dökmek/akıtmak/kanalize etmek.
chant f. 1. monoton bir melodiyle söylemek. 2. şarkı söylemek. 3.
chant şarkı söyleyerek
i. 1. monoton bir kutlamak.
melodi. 2. monoton bir melodi eşliğinde
chaos söylenen sözler. 3.
i. 1. kaos. 2. karışıklık, tilavet. 4. monoton ses tonu.
kargaşa.
chaotic s. karmakarışık, düzensiz.
chap i. (ciltte) çatlak, yarık. f. (--ped, --ping) 1. (soğuk) (cildi)
chap çatlatmak, kızartmak,
i., İng., k. dili adam, çocuk,sertleştirmek.
delikanlı. 2. (toprak, tahta v.b.´ni)
yarmak, çatlatmak. 3. çatlamak, yarılmak, kızarmak.
chapel i. şapel, küçük kilise.
chaperon i. şaperon.
chaplain i. (okul, ordu veya hastanede) papaz.
chapter i. (kitapta) bölüm, kısım.
char f. (--red, --ring) 1. yakarak kömürleştirmek; -in dışını yakarak
char kömürleştirmek;
i., İng. hizmetçi kadın,yanarak kömürleşmek.
hizmetçi; 2. kavurmak;
(kadın) hademe.
kavrulmak. 3. ateşe tutmak.
character i. 1. karakter, özyapı. 2. (roman, hikâye, oyun v.b.´nde) kişi,
characterisation şahıs,
i., İng.,karakter. 3. karakter, harf. 4. tip bir kimse, nevi şahsına
bak. characterization.
münhasır bir kimse; eksantrik/komik kimse.
characterise f., İng., bak. characterize.
characteristic s. karakteristik, tipik. i. özellik, hususiyet, vasıf.
characterization i. karakterize etme, nitelendirme.
characterize f. karakterize etmek, nitelemek, nitelendirmek.
characterless s. karaktersiz.
charcoal i. 1. mangal kömürü. 2. karakalem.
chard i., bot. pazı.
charge i. 1. (hizmet karşılığında ödenen) ücret. 2. barut hakkı. 3.
suçlama, itham. 4. hücum, hamle. 5. elek. şarj.
charge f. 1. (bir masrafı birinin hesabına) geçirmek. 2. görevlendirmek.
charge account 3. suçlamak,
tic. açık hesap. itham etmek. 4. hücum etmek. 5. elek. şarj etmek.
chargé d`affaires çoğ. char.gés d´af.faires (şarjeyz dıfer´) maslahatgüzar,
chariot işgüder,
i., tar. ikişarjedafer.
tekerlekli savaş/yarış arabası.
charisma i. karizma.
charitable s. hayırsever, yardımsever.
charity i. 1. hayırseverlik, yardımseverlik. 2. merhamet. 3. sadaka. 4.
charlady hayır
i., İng.işi. 5. hayırkadın,
hizmetçi cemiyeti, yardım
hizmetçi; derneği.
(kadın) hademe.
charlatan i. şarlatan.
charm i. 1. cazibe, çekicilik. 2. tılsım, muska. 3. büyü. f. büyülemek,
charming cezbetmek.
s. çekici, hoş, sevimli, cana yakın.
chart i. 1. portolon, deniz haritası. 2. grafik, çizge. 3. çizelge; tablo. f.
charter 1. göstermek,
i. 1. kaydetmek.
patent, imtiyaz, berat. 2.2. -in haritasını
gemi yapmak.
kira kontratı. f. 1.3.(uçak,
plan
yapmak,
gemi plan çıkarmak.
charter flight çarterv.b.´ni)
seferi. kiralamak, tutmak. 2. berat/imtiyaz/patent
vermek.
charter member kurucu üye.
charter plane kiralanmış ucuz tarifeli uçak.
charwoman çoğ. char.wom.en (çar´wîmîn) i., İng. hizmetçi kadın, hizmetçi;
chary (kadın) hademe.
s. 1. dikkatli, tedbirli, ihtiyatlı. 2. of -i esirgeyen.
chase f. kovalamak, peşine düşmek, izlemek, takip etmek. i.
chasm kovalama,
i. 1. kanyon, peşine düşme,
dar boğaz. 2. izleme, takip.
derin yarık.
chassis çoğ. chas.sis (şäs´iz) i. 1. oto. şasi. 2. top kızağı.
chaste s. 1. iffetli, namuslu, sili; yasaklanmış cinsel ilişkilerde
chasten bulunmayan.
f. ıslah etmek 2. içinsaf, bozulmamış. 3.
cezalandırmak, lekesiz. 4. basit,
uslandırmak, sade.
yola getirmek.
chastise f. cezalandırmak; döverek cezalandırmak.
chastity i. iffet, saflık, temizlik; yasaklanmış cinsel ilişkilerde
chat bulunmama.
f. (--ted, --ting) sohbet etmek, hoşbeş etmek, çene çalmak. i.
château sohbet,
i. şato. hoşbeş.
chattel i. taşınır mal, menkul.
chatter f. gevezelik etmek, çene çalmak. i. gevezelik.
chatterbox i. geveze, çenebaz, dillidüdük.
chattiness i. konuşkanlık.
chatty s. konuşkan.
chauffeur i. özel şoför.
chauvinism i. şovenizm.
chauvinist i. şoven.
chauvinistic s. şovence.
cheap s. 1. ucuz. 2. bayağı, adi.
cheapen f. ucuzlatmak; ucuzlamak.
cheapskate i., argo pinti, cimri.
cheat f. 1. dolandırmak, aldatmak. 2. kopya çekmek. i. dolandırıcı,
cheater hilekâr,
i. kopyacı, üçkâğıtçı.
kopya çeken.
check i. 1. kontrol, gözden geçirme, muayene. 2. durdurma;
check engelleme;
f. 1. durdurmak;yavaşlatma; gem vurma;
engellemek; yavaşlatmak; ket vurma. 3. engel, ket
gem vurmak; ket,
fren
vurmak:görevi yapan
That defeat kimse/şey.
checked 4. çek: bank
their kontrol
advance. check banka
O yenilgi çeki.
check for (belirli bir şeyi) arayarak (bir şeyi) etmek: I´m checking
traveler´s
ilerlemelerini check seyahatThis
durdurdu. çeki. 5. check
will fiş; numaralı
the spread kâğıt,of numara:
the
check in for leaks in the
1. (otel v.b.´ne roof. Damın
girince) akıp
kaydını akmadığını
yaptırmak: kontrol
First youediyorum.
have to
baggage
disease. check bagaj
Hastalığın fişi; emanetçinin
yayılmasını yavaşlatacak verdiği fiş/numaralı
bu. 2. kontrol
check
kâğıt. in at check
(otel, coat the hotel´s
pansiyon reception
vestiyercinin desk.
verdiği İlk bir
önce
fiş/numara. otelin
6. (lokanta,
check into etmek; (birini/birv.b.´nde)
şeyi) kaydını
kontrolden yaptırıp
geçirmek; oda
muayenetutmak.etmek;
resepsiyonunda
bar veya gece kaydını
kulübünde yaptırman
yenilip lazım.
içilen 2.
şeyler (havaalanındaki
için) hesap: Will
check on gözden geçirmek. 3. (bavulu) bagaja/emanete
1. (kontrol etmek amacıyla) bakmak, göz atmak. 2. (bir şeyin) vermek;
uçak
you bürosunda)
bring the checkbiletini kontrol
please? ettirmek/kontrol
Lütfen hesabı getirir etmek.
misiniz? 7.5.
check out (paltoyu/şapkayı)
doğru olup olmadığını
1. hesabını ödeyip vestiyere vermek.
öğrenmeye
(otel, pansiyon 4. satranç
çalışmak.
v.b.´nden) şah demek.
ayrılmak. 2. (bir
(listedeki
(bir şeyin) bir maddenin
doğru olup yanına
olmadığını konulan) işaret.
kontrol etmek. 8. (damalı
6. (off)
check up on şeyin) doğru
1. (kontrol
kumaştaki) olupveya
etmek
kare olmadığını
amacıyla)
kareli öğrenmeye
-e bakmak,
desen. çalışmak.
-e göz atmak. 3. with (bir
2. (bir
(listedeki
şey) (başka bir maddenin)
bir şeye) yanına
uymak, ikiişaret
şey koymak.
birbirini tutmak: Does Reha
check valve şeyin) doğru olup olmadığını öğrenmeye çalışmak.
çek valfı.
´s story check out with hers? Reha´nın anlattığı onunkini
tutuyor mu? 4. (of/from) (kütüphaneden) almak için (kitabın)
çıkış kaydını yaptırmak; kitabın çıkış kaydını yapmak. 5.
(süpermarketteki gibi) (kasiyer) (alınan malların) hesabını yapıp
parasını almak. 6. k. dili -e iyice bakmak; -e alıcı gözüyle
check with 1. (birine) danışmak. 2. (birinden) izin almak.
checkbook i. çek defteri.
checkered s. 1. kareli, ekose. 2. değişik olaylarla dolu.
checkers i. dama oyunu.
check-in i.
check-in counter/desk hava terminalinde bilet ve bagajın kontrol edildiği tezgâh.
checking account çek hesabı.
checklist i. kontrol listesi.
checkmate i. 1. satranç mat. 2. tam yenilgi. f. 1. satranç mat etmek. 2.
check-out yenmek.
i.
check-out counter (süpermarketteki gibi) alınan malların hesabının yapılıp
checkpoint ödendiği
i. kontrol tezgâh,
noktası.çıkış tezgâhı.
checkroom i. vestiyer; emanet.
checkup i. çekap, genel sağlık kontrolü.
cheddar i. çedar (bir çeşit peynir).
cheek i. 1. yanak, avurt. 2. İng., k. dili cüret, yüzsüzlük, arsızlık.
cheek by jowl yan yana.
cheek by jowl sıkı fıkı; yan yana.
cheekbone i., anat. elmacıkkemiği.
cheekily z., İng., k. dili yüzsüzce, küstahlıkla.
cheekiness i., İng., k. dili yüzsüzlük, küstahlık.
cheeky s., İng., k. dili yüzsüz, arsız, küstah.
cheep f. cıvıldamak, cik cik ötmek. i. cıvıltı.
cheer i. 1. (sözle yapılan) tezahürat. 2. neşe, keyif. f. 1. (sözle)
cheer s.o. up tezahürat yapmak. 2. neşelendirmek.
birini neşelendirmek.
cheer s.o./an animal on birini/bir hayvanı (sözlü) tezahüratla teşvik etmek.
cheer up neşelenmek.
Cheer up! Keyfine bak!/Geçmiş olsun!
cheerful s. şen, neşeli, keyifli.
cheerfully z. neşeyle.
cheerfulness i. neşelilik.
cheerio ünlem, İng. Hoşça kal!
cheerleader i. amigo.
cheerless s. neşesiz, keyifsiz.
Cheers! ünlem, İng. 1. Şerefe! 2. Hoşça kal! 3. (teşekkür olarak) Sağ ol!
cheery s. şen, neşeli, keyifli.
cheese i. peynir.
cheeseburger i. çizburger, peynirli hamburger.
cheesecake i. peynirli kek.
cheesecloth i. tülbent.
cheesy s. peynire benzeyen; peynir kıvamında.
cheetah i., zool. çita, Acinonyx jubatus.
chef i. şef, ahçıbaşı, ahçı.
chem kıs. chemical, chemist, chemistry.
chemical s. kimyasal, kimyevi. i. kimyasal madde.
chemical compound kimyasal bileşim.
chemical compound kimyasal bileşim.
chemical engineer kimya mühendisi.
chemical engineering kimya mühendisliği.
chemical reaction kimyasal reaksiyon.
chemical warfare kimyasal savaş.
chemise i. kombinezon, kadın iç gömleği.
chemist i. 1. kimyager. 2. İng. eczacı.
chemistry i. kimya.
chemistry major asıl branşı kimya olan öğrenci.
chemotherapy i., tıb. kemoterapi.
cheque i., İng. çek.
chequered s., İng., bak. checkered.
cherish f. 1. aziz tutmak. 2. üzerine titremek, bağrına basmak. 3.
cherry beslemek, gütmek.
i. kiraz; vişne.
chess i. satranç.
chessboard i. satranç tahtası.
chessman çoğ. chess.men (çes´mîn) i. satranç taşı.
chest i. 1. göğüs. 2. sandık. 3. kutu.
chest of drawers şifoniyer.
chestnut i. 1. kestane. 2. kestane rengi. s. kestane rengi, kestane.
chew f. çiğnemek.
chew s.o. out k. dili birini azarlamak.
chew the cud 1. geviş getirmek. 2. k. dili derin derin düşünmek.
chew the fat argo çene çalmak.
chewing gum çiklet.
chic s. şık, modaya uygun. i. şıklık.
chicanery i. hile, şike.
chick i. 1. civciv. 2. argo genç kız, piliç.
chicken i. piliç, tavuk eti. f. out argo korkudan çekinmek.
chicken feed argo bozuk para, az para.
chicken pox suçiçeği.
chicken-hearted s. korkak, ödlek.
chickpea i. nohut.
chicory i., bot. hindiba, güneğik.
chide f. (chid/--d, chid.den/--d) azarlamak, kusur bulmak.
chief i. şef, amir, reis, baş. s. 1. en yüksek rütbede olan, baş. 2. belli
chief justice başlı, ana.
huk. danıştay başkanı.
chief rabbi hahambaşı.
chiefly z. başlıca, en çok.
chieftain i. 1. kabile reisi. 2. başkan, şef.
chilblain i. (soğuktan dolayı) el/ayak parmağındaki şişkinlik.
child çoğ. chil.dren (çîl´drın) i. 1. çocuk; bebek. 2. çocuksu kimse. 3.
child´s play çocuk,
kolay iş, evlat.
çocuk oyuncağı.
child´s play çocuk oyuncağı, çok kolay iş.
childbirth i. doğum.
childhood i. çocukluk dönemi, çocukluk.
childish s. 1. çocuksu, çocuğumsu. 2. çocukça.
childishly z. çocukça.
childless s. çocuksuz, çocuğu olmayan.
childlike s. çocuk gibi, çocuk ruhlu, çocuksu.
childminder i., İng. çocuk bakıcısı.
children i., çoğ., bak. child.
Chile i. Şili.
Chilean i. Şilili. s. 1. Şili, Şili´ye özgü. 2. Şilili.
chili i.
chili pepper kırmızıbiber.
chill i. 1. soğuk. 2. titreme, üşüme, ürperme. s. 1. üşütücü. 2. soğuk.
chilled to the marrow f.soğuk
1. üşümek,
iliğine ürpermek; üşütmek.
geçmiş, iliğine kadar 2. (yiyecek/içecek) soğutmak.
üşümüş.
chilli i., İng., bak. chili.
chilliness i. 1. soğuk. 2. soğuk davranış.
chilly s. serin, soğuk, üşütücü. z. soğuk bir şekilde.
chime i. 1. madeni çubuklardan oluşan zil. 2. çan sesi; zil sesi. 3.
chime in melodi.
k. dili lafa4. karışmak.
ahenk, uyum. f. (saat/zil/çan) ahenkli bir sesle
çalmak.
chimerical s. hayali, gerçek olmayan.
chimney i. 1. baca. 2. lamba şişesi. 3. krater, yanardağ ağzı.
chimney sweep baca temizleyicisi.
chimpanzee i., zool. şempanze, Anthropopithecus troglodytes.
chin i., anat. çene.
China i. Çin.
china i. porselen, seramik, çini.
china closet tabak dolabı.
Chinese i. 1. (çoğ. Chi.nese) Çinli. 2. Çince. s. 1. Çin, Çin´e özgü. 2.
chink Çince. 3. Çinli.
i. ufak açıklık/yarık, çatlak.
chip i. 1. yonga, çentik. 2. çoğ., İng. kızarmış patates, patates
chip in kızartması,
1. para vermek, cips. bağışta
3. bilg. çip, yonga. 2.
bulunmak. f. (--ped, --ping)
İng. lafa 1. yontmak,
karışmak.
çentmek, budamak, şekil vermek. 2. kenarını/bir yerini kırmak;
chipmunk i., zool. amerikasincabı, Tamias.
kenarından/bir yerinden parça koparmak.
chirp f. 1. cıvıldamak. 2. cırıldamak, cırlamak. i. 1. cıvıltı. 2. cırıltı.
chisel i. keski, kalem. f. kalemle oymak.
chitchat i., k. dili (sohbette geçen) sözler; yarenlik, muhabbet, çene
chivalric çalma:
s., bak. Enough of this chitchat; we´d better get to work. Bu
chivalrous.
kadar muhabbet yeter. Artık çalışsak iyi olur. f. (--ted, --ting)
chivalrous s. 1. şövalye gibi. 2. yürekli, cesur; cömert. 3. centilmen, nazik.
yarenlik etmek, muhabbet etmek, çene çalmak.
chivalry i. 1. şövalyelik. 2. yüreklilik, cesaret; cömertlik. 3. centilmenlik,
chive nezaket.
i. frenksoğanı.
chlorinate f. klorlamak.
chlorine i., kim. klor.
chloroform i., kim. kloroform. f. kloroformla uyutmak.
chock i. takoz.
chock full ağzına kadar dolu.
chockablock s., İng. dopdolu.
chockfull s. dopdolu.
chocolate i. çikolata: a piece of chocolate candy bir çikolata. s. çikolatalı.
chocolate cake çikolatalı kek.
choice i. 1. seçme, seçiş. 2. seçilen kimse/şey: He was our choice.
choir Bizim
i. kiliseseçtiğimiz oydu. 3. seçenek, şık, alternatif; çare: You´ve
korosu, koro.
no other choice. Başka çaren yok. Won´t you give me another
choke f. boğmak, nefesini kesmek; tıkamak, boğulmak; tıkanmak. i. 1.
choice? Bana başka bir alternatif tanımaz mısınız? s. 1. çok
choke back one´s tears boğulma;
gözyaşlarını tıkanma.
tutmak.2. oto. jikle.
kaliteli, ekstra, lüks (sebze, meyve, et v.b.). 2. iyi seçilmiş. 3.
choke down one´s rage iğneli,
öfkesini kırıcı (söz).
bastırmak.
choke up 1. tıkanmak. 2. heyecandan konuşamamak, nutku tutulmak.
cholera i. kolera.
cholesterol i. kolesterol.
chomp f., bak. champ.
choose f. (chose, cho.sen) 1. seçmek. 2. tercih etmek. 3. istemek.
choosey s., k. dili, bak. choosy.
choosy s., k. dili titiz, zor beğenen, müşkülpesent.
chop f. (--ped, --ping) 1. (balta ile) kırmak. 2. (up) ince ince
chop down kıymak/doğramak.
(ağacı) kesmek. i. pirzola: lamb chop kuzu pirzolası.
chopper i. 1. kısa saplı balta, satır. 2. argo helikopter.
choppy s. 1. değişken, yön değiştiren (rüzgâr). 2. çırpıntılı (deniz/göl).
chopstick i. (Uzakdoğuda kullanılan) yemek çubuğu.
choral s. 1. koro ile ilgili. 2. koro tarafından söylenen. 3. koro için
chorale yazılmış.
i., müz. koral.
chord i. 1. çalgı teli, kiriş. 2. müz. akort.
chore i. 1. küçük bir iş. 2. çoğ. bir evin/çiftliğin günlük işleri. 3. güç ve
choreographer tatsız iş.
i. koreograf, koregraf.
choreography i. koreografi, koregrafi.
chorus i. 1. koro, koro topluluğu. 2. (müzik eseri) koro. 3. koro, şarkının
chose koro bölümü.
f., bak. choose.
chosen f., bak. choose. s. seçilmiş.
chow i., k. dili yemek.
Christ i. Mesih, İsa.
christen f. vaftiz etmek.
Christendom i. Hristiyanlık, Hristiyan âlemi.
christening i. vaftiz etme; vaftiz töreni.
Christian s., i. Hristiyan.
Christian name İng. ilk ad.
Christian name ad, isim: Her Christian name is Fanny, and her family name is
Christianity Burney. Adı Fanny, soyadı Burney.
i. Hristiyanlık.
Christmas i. Noel.
Christmas Day Noel günü.
Christmas Eve Noel arifesi.
Christmas tree Noel ağacı.
chromatic s. 1. renklerle ilgili, kromatik. 2. müz. kromatik.
chrome i. krom.
chromium i., kim. krom.
chromosome i. kromozom.
chronic s. kronik, müzmin, süreğen.
chronicle i. kronik, tarih.
chronological s. kronolojik.
chronologically z. tarih sırasına göre.
chronology i. kronoloji.
chronometer i. kronometre, süreölçer.
chrysanthemum i., bot. kasımpatı, krizantem.
chubby s. tombul.
chuck f., k. dili 1. atmak, fırlatmak. 2. (out) çöpe atmak.
chuck it up k. dili bir işi bırakmak, bir işten ayrılmak/vazgeçmek.
Chuck it! k. dili 1. Onu çöpe at!/At onu!/At gitsin! 2. Onu bırak!/Ondan
chuck s.o. out vazgeç!
k. dili 1. birini dışarı atmak/kapı dışarı etmek/sepetlemek. 2.
chuckhole birini işten
i. (yolda atmak.
oluşan) çukur.
chuckle f. kıkır kıkır gülmek, kıkırdamak. i. kıkır kıkır gülme, kıkırdama.
chuffed s., İng., k. dili mutlu; çok memnun.
chum i. yakın arkadaş, ahbap, dost. f. (--med, --ming) 1. dost olmak. 2.
chummy aynı
s. odayı paylaşmak.
chump i. 1. kütük. 2. k. dili aptal, budala.
chump f. çiğnemek.
chunk i. 1. kalın bir parça. 2. külçe, yığın, topak. 3. k. dili büyük bir
church miktar. 4. k.
i. 1. kilise. 2.dili tıknaz
kilise adam.
ayini. 3. Hrist. mezhep. 4. cemaat.
church service ayin; ibadet.
churchwarden i. kilise idame amiri.
churchyard i. kilise avlusu/bahçesi.
churl i. 1. kaba adam. 2. köylü.
churlish s. kaba, terbiyesiz.
churn i. 1. yayık. 2. süt kabı. f. (sütü) yayıkta çalkalamak.
chute i. (üst kattan alt kata inen, çamaşır/çöp atılan) baca.
CIA kıs. Central Intelligence Agency.
CIF kıs. cost, insurance, and freight sif.
cicada i., zool. ağustosböceği.
cider i. elma suyu; elma şarabı.
cigar i. puro.
cigarette i. sigara.
cigarette lighter çakmak.
cinch i. 1. at kolanı. 2. k. dili sıkıca tutma, kavrama. 3. k. dili elde bir;
cinder çantada
i. 1. cüruf,keklik.
yanmış kömür artığı. 2. çoğ. kül.
cinder block cüruf briketi.
Cinderella i. 1. Külkedisi. 2. güzelliği ve değeri anlaşılmamış kız.
cinecamera i., İng. kamera.
cinema i., İng. sinema, sinema salonu.
cinnamon i. tarçın.
cipher i. 1. sıfır. 2. solda sıfır, hiç. 3. (nüfuz açısından) önemsiz biri. 4.
circa şifre.
edat dolaylarında, takriben, aşağı yukarı: It was built circa 1650.
Circassian 1650
i., s. 1.dolaylarında yapılmış.
Çerkez. 2. Çerkezce.
circle i. 1. daire, çember, halka. 2. çevre, muhit, grup. f. 1. -in etrafına
circuit daire çizmek,
i. 1. daire. -in etrafını
2. tur; çizmek.
ring seferi; 2. 3.
devir. -inelek.
etrafını dönmek. 3. (bir
devre.
yerin üstünde daire/daireler çizerek) dönmek/dönüp durmak. 4.
circuit breaker devre kesici anahtar.
etrafını çevirmek, kuşatmak. 5. halka olmak. 6. devretmek,
circuitous s. dolaylı, dolambaçlı.
dönmek.
circuitously z. dolaylı olarak.
circuitousness i. dolaylılık.
circular s. 1. dairesel, yuvarlak. 2. dolaylı, dolambaçlı. i. genelge,
circular note tamim; sirküler.
1. genelge, sirküler. 2. bir tür kredi mektubu.
circular saw yuvarlak testere.
circulate f. 1. (havanın/sıvının) akımı/dolaşımı olmak; (kan/hava)
circulation dolaşmak; (motordaki
i. 1. (hava/sıvı sıvı)(kan/hava
için) akım; devridaimiçin)
yapmak; (havanın/sıvının)
dolaşım; (motordaki
akımını/dolaşımını
sıvı için) devridaim. sağlamak;
2. (para (kanı/havayı)
için) tedavül, dolaştırmak:
sürüm. 3. tiraj.The air
circumcise f. sünnet etmek.
in this room doesn´t circulate very well. Bu odadaki hava akımı
circumcision i. sünnet.
pek iyi değil. 2. (haber) yayılmak; (haberi) yaymak. 3. (para)
circumference tedavülde/sürümde
i. daire çevresi; çember. olmak; (parayı) tedavüle çıkarmak.
circumflex circulating
i. inceltme işareti; uzatma ödünç
library dışarıya işareti.kitap veren kütüphane.
circumnavigate f. denizden etrafını dolaşmak.
circumscribe f. 1. kısıtlamak. 2. -in etrafına daire çizmek.
circumspect s. dikkatli, sakıngan, ihtiyatlı, tedbirli.
circumspection i. dikkat, ihtiyat.
circumstance i. 1. durum, hal, keyfiyet, koşul, şart, vaziyet. 2. olay, vaka. 3.
circumstantial kader.
s. 1. durumla ilgili. 2. ikinci derecede önemi olan. 3. ayrıntılı.
circumstantial evidence huk. ikinci derecede kanıt.
circumvent f. 1. atlatmak, kaçınmak. 2. tekerine çomak sokmak,
circus kösteklemek.
i. 1. sirk. 2. İng. daire çizen yol; meydan. 3. gösteri, numara.
cistern i. sarnıç, mahzen, su deposu.
cit kıs. citation, cited, citizen.
citadel i. hisar, kale.
citation i. 1. huk. celp, çağrı. 2. huk. celp kâğıdı. 3. takdirname. 4. -i
citizen kaynak/örnek
i. 1. vatandaş,olarak gösterme.
yurttaş. 2. uyruk, tebaa. 3. hemşeri.
citizenship i. 1. vatandaşlık, yurttaşlık. 2. uyrukluk, tabiiyet.
citric acid sitrik asit.
citron i. ağaçkavunu.
citrus s. turunçgillere ait. i. (çoğ. cit.rus) turunçgillere ait ağaç/meyve.
citrus fruit turunçgillerden bir meyve.
city i. şehir, kent.
city block kesişen sokaklarla ayrılan blok.
city centre İng. kent merkezi.
city council belediye meclisi.
city councilor/father belediye meclisi üyesi.
city hall 1. belediye. 2. belediye binası/konağı.
city manager belediye başkanı.
city planner şehir mimarı.
city-state i. şehir devleti, site.
civic s. 1. şehre ait, belediye ile ilgili. 2. yurttaşlık ile ilgili.
civic center hükümet binaları, mahkeme, kütüphane v.b.´nin bulunduğu
civics şehir merkezi.
i. yurttaşlık bilgisi, yurt bilgisi.
civil s. 1. vatandaşlarla ilgili. 2. hükümete ait, milli. 3. sivil. 4.
civil defense bireysel, ferdi. 5. uygar, medeni. 6. terbiyeli, edepli, nazik,
sivil savunma.
kibar.
civil engineer inşaat mühendisi.
civil engineering inşaat mühendisliği.
civil law 1. medeni hukuk. 2. Roma hukuku.
civil law medeni hukuk.
civil liberty insan hakları.
civil marriage medeni nikâh.
civil marriage medeni nikâh.
civil rights vatandaşlık hakları.
civil servant İng. devlet memuru.
civil service sivil devlet memurları.
civil service devlet memurluğu.
civil war iç savaş.
civilian i. sivil.
civilisation i., İng., bak. civilization.
civilise f., İng., bak. civilize.
civilised s., İng., bak. civilized.
civility i. terbiye, edep; nezaket, kibarlık.
civilization i. uygarlık, medeniyet.
civilize f. 1. uygarlaştırmak, medenileştirmek. 2. aydınlatmak.
civilized s. 1. uygar, medeni. 2. terbiyeli; nazik, kibar; hoş.
clad f., bak. clothe.
claim i. 1. talep, iddia. 2. hak. 3. sigorta poliçesi üstünden ödenecek
claim for damages para. f. 1. hak
1. tazminat talep etmek,
davası. istemek.
2. tazminat 2. iddia etmek. 3. sahip
talebi.
çıkmak.
claimant i. davacı; hak iddia eden; talep sahibi.
clairvoyance i. 1. kehanet. 2. gaipten haber verme.
clairvoyant i. kâhin.
clam i., zool. tarak, deniz tarağı.
clamber f. tırmanmak, güçlükle tırmanmak.
clammy s. 1. yapış yapış. 2. soğuk ve nemli.
clamor i. 1. haykırma, feryat, yaygara. 2. gürültü. f. haykırmak, feryat
clamorous etmek, yaygara koparmak.
s. gürültülü.
clamour i., f., İng., bak. clamor.
clamp i. mengene, kenet, sıkıştırıcı, kıskaç. f. mengene ile sıkıştırmak.
clan i. klan, boy, kabile.
clandestine s. gizli, el altından yapılan.
clandestinely z. gizlice, el altından.
clang i. madeni ses; çınlama. f. 1. madeni ses çıkarmak; çınlamak. 2.
clank çınlatmak.
i. şıngırtı; tangırtı. f. şıngırdamak; tangırdamak.
clap i. 1. el çırpma. 2. elle vuruş, şaplak. f. (--ped, --ping) 1. el
clap çırpmak,
i. alkışlamak. 2. elle vurmak, şaplak indirmek.
clap eyes on İng., k. dili -i görmek.
clap of thunder gök gürlemesi/gürültüsü.
clapped-out s., İng., k. dili 1. çok yorgun, bitkin, pestili çıkmış. 2. külüstür,
claret hurdası
i. kırmızıçıkmış.
Bordo şarabı.
clarification i. 1. açıklama; açıklık getirme, açıklığa kavuşturma, aydınlatma.
clarify 2. açıklanma;
f. 1. açıklıkanlatmak,
açık bir şekilde kazanma, açıklamak;
açıklığa kavuşma, aydınlanma.
açıklık getirmek,
clarinet açıklığa kavuşturmak, aydınlatmak. 2. açıklanmak; açıklık
i., müz. klarnet.
kazanmak, açıklığa kavuşmak, aydınlanmak.
clarinetist i. klarnetçi.
clarity i. açıklık, berraklık, vuzuh.
clash f. 1. (madeni şeyler) birbirine çarpmak; (madeni şeyleri)
clasp birbirine
i. 1. toka,çarpmak.
kopça. 2.2. çarpışmak,sarılma.
kucaklama, çatışmak, çarpışıp
f. 1. toka ilesavaşmak;
tutturmak,
dövüşmek. 3.2.
kopçalamak. mücadeleye
kucaklamak, girişmek;
sarılmak. birbiriyle mücadele etmek.
clasp knife büyük çakı, sustalı bıçak.
4. birbiriyle iyi gitmemek, yakışmamak; with ile iyi gitmemek, -e
class i. 1. sınıf, tabaka,
yakışmamak. zümre.
5. aynı zamana2. kast. 3. çeşit,çatışmak;
rastlamak; tür. 4. takım,
withgrup.
ile 5.
class sınıf; ders.
çatışmak. f.
i. 1.
1. -i (belirli
çarpışma, bir grubun
çatışma.
kıs. classic, classification, classify. içinde)
2. saymak.
birbirine çarpan 2. -i
madeni
sınıflamak,
şeylerin -i (kategorilere) ayırmak.
classic s. klasik.çıkardığı ses. klasik.
i. klasik eser,
classical s. klasik.
classification i. 1. sınıflama, sınıflandırma, tasnif, bölümleme. 2. kategori,
classified sınıf.
s. 1. kategorilere ayrılmış, sınıflanmış, sınıflandırılmış, tasnif
classified ads edilmiş, bölümlenmiş.
k. dili, bak. 2. gizli (bilgi).
classified advertisements.
classified advertisements (gazetede) küçük ilanlar.
classifieds i., k. dili (gazetede) küçük ilanlar.
classify f. -i (kategorilere) ayırmak, -i sınıflamak, -i sınıflandırmak, -i
classmate tasnif
i. sınıf etmek, -i bölümlemek.
arkadaşı.
classroom i. sınıf, dershane, derslik.
clatter f. takırdatmak, çatırdatmak; takırdamak. i. patırtı, takırtı,
clause gürültü.
i. 1. madde, bent, hüküm, fıkra, şart. 2. dilb. cümle veya
clavicle yancümle ya da bazı geçmiş
i., anat. köprücükkemiği, zaman sıfat-fiilleri gibi bir özne ve
köprücük.
ona ait bir fiilden oluşan kelime grubu.
claw i. pençe, tırnak. f. yırtmak, tırmalamak, pençe atmak.
claw hammer domuz tırnağı çekiç.
clay i. kil, balçık.
clean s. 1. temiz, pak. 2. halis, saf, arı. 3. kusursuz. 4. engelsiz, açık.
clean out 5. masum, temiz ahlaklı. 6. yenebilir (av eti v.b.). 7. düzgün,
temizlemek.
biçimli. f. temizlemek, paklamak, arıtmak; temizlenmek,
clean up temizlemek.
paklanmak, arınmak. z. tamamen, bütünüyle.
cleaner i. 1. temizlikçi. 2. temizleyici madde. 3. kuru temizleyici.
cleaning i. 1. temizleme, temizlik. 2. kuru temizleyiciye gönderilen giysi
cleaning fluid v.b.
leke giderici (sıvı) ilaç.
cleaning woman temizlikçi kadın.
cleanliness i. temizlik.
cleanly z. temiz bir şekilde, temizce.
cleanse f. temizlemek.
cleanser i. 1. temizleyici madde. 2. sabun.
clear s. 1. şeffaf, saydam; duru. 2. bulutsuz, açık (gök). 3. pürüzsüz
clear conscience (cilt).
vicdan 4. rahatlığı.
kolaylıkla anlaşılan/duyulan, net, açık: His instructions
were quite clear. Verdiği talimat çok açıktı. She´s got a clear
clear off k. dili sıvışmak, tüymek.
voice. Net bir sesi var. 5. belli, aşikâr, açık, belirgin, bariz: That
clear out 1. ak.clear
´s dili sıvışmak,
instance tüymek.
of what I 2.wastoplayıp
talkingatmak.
about. Bahsettiğim
clear the air konunun
şüpheleriaçık bir örneğidir o. It´s clear you´ve made a mistake.
gidermek.
clear the table Hata
sofrayıyaptığın
kaldırmak.belli. 6. açık, boş: The top of his desk is never
clear. Yazı masasının üstü hiç boş kalmıyor. 7. açık, engelsiz:
clear thinker mantıklı
With düşünen
all this snow thekimse.
roads won´t be clear for days. Kar bu
clear up 1. çözmek,
kadar çok olduğuhalletmek, açıklığa
için yollar kavuşturmak;
günlerce açılmaz. çözülmek.
8. (zaman 2.
clearance temizlemek.
açısından)
i. 1. temizleme. 3. (hastalığı)
boş, dolu
2. açıklık gidermek;
olmayan:
yer. This
3. (hastalık)
Tuesday´s
gümrük ageçmek.
muayene clear day for
belgesi. 4.
me. Bu salı
geminin limanıbenim için boş.
terketme z. to ta -e kadar: He could see clear
izni.
clear-cut s. 1. açık, net. 2. kesin. f. (ağaçlık bir alandaki) tüm ağaç ve
to Vaniköy. Ta Vaniköy´e kadar görebiliyordu. i.
clearing çalıları kesmek,işi.
i. 1. temizleme (ağaçlık bir çıkarma.
2. açığa alanı) tıraşlama kesmek.4. açıklık,
3. aydınlatma.
cleat meydan.
i. 1. den. 5. takas, kliring.
koçboynuzu. 2. kıskı, kama, takoz.
cleavage i. 1. yarık. 2. yarılma, çatlama. 3. (kadının) göğüs arası.
cleave f. (--d/clove/cleft, --d/clo.ven/cleft) yarmak, bölmek; yarılmak,
cleave bölünmek.
f. (--d/clove/clave) to 1. -e yapışmak. 2. -e sadık kalmak; -den
cleaver ayrılmamak/çıkmamak.
i. satır, balta.
clef i., müz. anahtar.
cleft f., bak. cleave. i., s. çatlak, yarık, ayrık.
clemency i. 1. merhamet, şefkat. 2. havanın güneşli ve ılık olması.
clement s. 1. merhametli, şefkatli. 2. güneşli ve ılık (hava).
clench f. 1. (yumruğunu/dişlerini) sıkmak. 2. sıkıca yakalamak,
clergy kavramak.
i. papazlar.
clergyman çoğ. cler.gy.men (klır´cimîn) i. papaz.
cleric i. papaz.
clerical s. 1. sekretere ait, sekreterlik. 2. papaza ait.
clerk i. 1. tezgâhtar. 2. sekreter.
clever s. 1. akıllı. 2. zeki. 3. becerikli.
cleverly z. akıllıca, zekice.
cleverness i. 1. akıllılık. 2. beceriklilik.
clew i., bak. clue.
cliché i. 1. klişe, basmakalıp söz. 2. matb. klişe.
click i. 1. tık sesi, tık; tıkırtı. 2. çıt sesi, çıt; çıtırtı. f. 1. tık sesi
client çıkarmak;
i. 1. müvekkil. tıklatmak; tıkırdatmak; tıklamak; tıkırdamak. 2. çıt
2. müşteri.
sesi çıkarmak; çıtlatmak; çıtırdatmak; çıtlamak; çıtırdamak.
clientele i. 1. müvekkiller. 2. müşteriler.
cliff i. uçurum, sarp kayalık.
climate i. iklim, hava.
climax i. 1. doruk, zirve. 2. doruk noktası. 3. orgazm. f. doruğa
climb ulaşmak; doruğa2.
f. 1. tırmanmak. ulaştırmak.
çıkmak. i. 1. tırmanacak yer. 2. tırmanış,
climb down tırmanma.
inmek.
climber i. 1. bot. tırmanıcı sarmaşık. 2. k. dili toplumda yükselmek
clinch isteyen kimse.
f. 1. perçinlemek. 2. sağlama bağlamak. 3. güreş, boks birbirine
cling sarılmak. i. 1. perçinleme.
f. (clung) 1. yapışmak, sıkıca 2. güreş, boks
sarılmak, birbirine 2.
tutunmak. sarılma. 3.
yakınında
perçinlenmiş
olmak. 3. (hatıraçivi.
cling film İng. streç film. v.b.´ne) bağlı olmak.
clinic i. klinik.
clinical s. klinikle ilgili, klinik.
clink f. 1. şıngırdamak; şıngırdatmak. 2. (bardak/kadeh) tokuşturmak.
clink i.
i. 1. şıngırtı. 2. tokuşturma.
clinker i. cüruf parçası.
clip f. (--ped, --ping) 1. kırkmak. 2. kırpmak. 3. uçlarını kesmek. 4. k.
clip dili
i. 1.hızla
ataş;gitmek. 5. (gazete,
klips; mandal, maşa.dergi v.b.´nden)
2. (tüfekte) kupürf. kesmek. 6.
şarjör.
vurmak; çarpmak. i. 1. kırkma. 2. kırpma. 3. kesme. 4. k. dili
clip s.o.´s wings (ceza olarak) birinin hareket alanını sınırlamak.
hız, sürat. 5. sin., TV klip. 6. vuruş; çarpma. 7. defa, kere.
clip s.t. onto bir şeyi -e ataşla/klipsle tutturmak.
clipboard i. klipsli kâğıt altlığı.
clipper i. 1. çoğ. (saç/tırnak/çim kesmek için) makas. 2. tek. hızlı bir
clipping yelkenli gemi.
i. 1. kırkma. 2. kırpma. 3. kesme. 4. kupür, kesik.
clique i. klik, hizip.
clitoris i., anat. klitoris, bızır.
cloak i. pelerin. f.
cloak s.t. in a guise of bir şeyi (başka bir şeyin) kisvesine büründürmek.
cloakroom i. 1. vestiyer. 2. İng. tuvalet, lavabo.
clock i. saat. f. saat tutmak.
clock in puantöre kaydettirerek işbaşı yapmak.
clock out puantöre kaydettirerek paydos etmek.
clockmaker i. saatçi.
clockwise s., z. saat yelkovanı yönünde.
clockwork i. saatin makinesi.
clod i. 1. toprak/çamur parçası, kesek. 2. k. dili budala, sersem.
clog i. 1. takunya, nalın; tahta ayakkabı; sabo. 2. engel, köstek.
clog f. (--ged, --ging) 1. tıkamak; tıkanmak. 2. engel olmak, köstek
cloister vurmak;
i. engellemek.
1. revaklı avlu. 2. revak, kemeraltı. 3. manastır. f. 1.
close manastıra kapatmak. 2. tecrit
s. 1. yakın, birbirine yakın. etmek, ayırmak.
2. samimi, yakın (arkadaş). 3. sıkı. 4.
close kapalı,
i. kapatılmış. 5. dar. 6. havasız. 7. sıkı ağızlı.
close by yakında.
close call dar kurtulma.
close call k. dili paçayı zor kurtarma.
close combat göğüs göğüse çarpışma.
close contest/game beraberliğe yakın oyun/yarış.
close down 1. kapamak, kapatmak; kapanmak. 2. (işyerini)
close haircut kapamak/kapatmak;
kısa saç tıraşı. (işyeri) kapanmak.
close in on -in etrafını çevirmek.
close on hemen hemen.
close out hepsini satmak, indirimli satmak.
close resemblance yakın benzerlik.
close shave 1. sinekkaydı tıraş. 2. k. dili paçayı zor kurtarma.
close shave sinekkaydı tıraş.
close the deal anlaşmaya varmak.
close to 1. hemen hemen. 2. yakından.
close up 1. kapamak, kapatmak; kapanmak. 2. (işyerini)
close up shop kapamak/kapatmak;
1. (iş gününün bitiminde) (işyeri) kapanmak.
işyerini 3. birbirine
kapatmak. yaklaşmak.
2. k. dili paydos
closed etmek.
s. kapalı.
closed circuit kapalı devre.
closed circuit kapalı devre.
closed season avlanmanın yasak olduğu mevsim.
closed shop yalnız sendika üyelerini çalıştıran fabrika.
close-fisted s. cimri, eli sıkı.
close-fitting s. dar, üste oturan (giysi).
close-mouthed s. sıkı ağızlı, ağzı sıkı.
closet i. 1. (gardırop işlevi gören sandık odası gibi) gömme dolap,
closet communist yüklük. 2. İng. klozet, helataşı. s., k. dili gizli, gizli tutulan; aleni
gizli komünist.
olmayan. f.
closet homosexual gizli homoseksüel.
close-up i. yakından çekilen fotoğraf.
clot i. pıhtı. f. (--ted, --ting) 1. pıhtılaşmak; top top olmak; (süt)
cloth kesilmek.
i. kumaş, bez, 2. pıhtılaştırmak.
örtü.
clothbound s. bez ciltli.
clothe f. (--d/clad) 1. giydirmek. 2. üstünü örtmek, kaplamak.
clothes i., çoğ. giysiler, elbiseler.
clothes basket çamaşır sepeti.
clothes moth güve.
clothes moth güve.
clotheshorse i. çamaşır askısı.
clothesline i. çamaşır ipi.
clothes-peg i., İng. mandal.
clothespin i. mandal.
clothing i. giyim eşyası, giysiler, elbiseler.
cloud i. 1. bulut. 2. duman veya toz bulutu. 3. leke. f. 1. bulutlanmak,
cloudburst kararmak;
i. sağanak.bulutla kaplamak, karartmak, örtmek. 2.
bulandırmak; bulanmak. 3. gölge düşürmek, bozmak. 4.
cloud-capped s. bulutlu, bulutlarla kaplı (dağ tepesi).
lekelemek. 5. şüphe altında bırakmak.
cloudless s. bulutsuz.
cloudy s. 1. bulutlu. 2. dalgalı (mermer). 3. dumanlı. 4. bulanık. 5.
clout karanlık,
i., açık
k. dili 1. olmayan.
yumruk, 6. şüphe
tokat. altında;
2. nüfuz. f. 1. k.töhmet altında.
dili yumruk indirmek,
clove tokat atmak. 2.
i. (sarımsakta) diş. beysbol (topa) hızla vurmak.
clove i. karanfil (baharat).
clove f., bak. cleave.
clover i. yonca.
clown i. palyaço, soytarı. f. soytarılık etmek.
clownish s. soytarı gibi.
clownishness i. soytarılık.
club i. 1. sopa, çomak; cop. 2. kulüp, dernek. 3. isk. sinek, ispati. f.
clubfoot (--bed,
i. yumru --bing)
ayak. coplamak; sopalamak.
clubfooted s. yumru ayaklı.
cluck f. gıdaklamak. i. gıdaklama.
clue i. ipucu, iz, anahtar.
clump i. 1. yığın, küme. 2. ağır ağır atılan adımların sesi. f. 1. yığmak,
clumsily kümelemek. 2. ağır adımlarla
z. hantalca, beceriksizce, yürümek.
sakarca.
clumsiness i. hantallık, beceriksizlik, sakarlık.
clumsy s. hantal, beceriksiz, sakar.
clung f., bak. cling.
cluster i. 1. salkım; hevenk. 2. tutam, demet. 3. küme, grup. f. 1. salkım
clutch haline
i. getirmek.
1. sıkıca tutma,2.kavrama.
demet yapmak.
2. mak. 3. kümelenmek,
kenet, ambreyaj.bir 3. araya
oto.
toplanmak.
debriyaj, kavrama; debriyaj pedalı. f. 1. sıkıca tutmak,
clutch at straws k. dili olmayacak duaya âmin demek.
kavramak. 2. at -i yakalamaya çalışmak.
clutch at straws k. dili ümitsizlik içinde her çareye başvurmak.
clutch pedal oto. debriyaj pedalı.
clutter i. 1. düzensizce yayılmış eşya. 2. dağınıklık, karışıklık. f. 1.
cm düzensiz bir şekilde doldurmak; yığmak, düzensizce atmak. 2.
kıs. centimeter(s).
darmadağınık etmek.
CO kıs. Commanding Officer.
Co kıs. company, county.
co, c/o kıs. 1. care of eliyle, vasıtasıyla. 2. carried over muh. sonraki
coach sayfaya/sütuna
i. 1. spor antrenör,nakledilen (toplam).
çalıştırıcı. 2. özel öğretmen. 3. İng. otobüs,
coagulate yolcu otobüsü. 4. İng., d.y.
f. pıhtılaşmak; pıhtılaştırmak. yolcu vagonu. f. 1. -i yetiştirmek; -i
çalıştırmak. 2. antrenörlük yapmak. 3. -e özel ders vermek.
coal i. 1. kömür. 2. kor.
coal mine kömür ocağı.
coalesce f. birleşmek, bir olmak, yekvücut olmak.
coalescence i. birleşme, birleşim.
coalescent s. birleşmek üzere olan.
coalition i. koalisyon, birleşme.
coarse s. 1. kaba, iri taneli. 2. kaba (dokunmuş kumaş). 3. kaba saba,
coarsely görgüsüz.
z. kabaca. 4. kaba, ince olmayan; adi, bayağı.
coarsen f. kabalaşmak; kabalaştırmak.
coarseness i. 1. kabalık. 2. terbiyesizlik.
coast i. sahil, deniz kıyısı. f. 1. (kayakla/bisikletle) yokuş aşağı
coast guard kaymak/inmek.
sahil koruma. 2. pedal çevirmeden bisiklet sürmek. 3. den.
kıyı boyunca gitmek.
coastal s. kıyı, sahil, kıyısal.
coaster i. 1. den. koster. 2. bardak altlığı, altlık.
coastline i. kıyı boyu.
coat i. 1. palto, ceket. 2. kat, tabaka. 3. (hayvanın derisindeki) tüyler.
coat hanger f.elbise
kaplamak;
askısı,bir tabaka (boya v.b.) sürmek.
askı.
coat of paint bir kat boya.
coat rack portmanto, askılık.
coating i. 1. tabaka, kat. 2. paltoluk kumaş.
coax f. 1. tatlı sözlerle kandırmak, gönlünü yapmak. 2. dil dökmek.
coax s.t. out of s.o. birini tatlı sözlerle kandırarak bir şey elde etmek.
cob i. mısır koçanı.
cobalt i. kobalt.
cobble i. kaldırım taşı. f. 1. kaldırım taşı döşemek. 2. ayakkabı tamir
cobbler etmek.
i. ayakkabı tamircisi.
cobblestone i. parke taşı, kaldırım taşı.
cobra i., zool. kobra yılanı.
cobweb i. örümcek ağı.
cocaine i. kokain.
cock i. 1. horoz. 2. erkek kuş. 3. vana; valf; musluk. 4. tüfek horozu,
cock one´s hat tabanca
şapkayı horozu. 5. argo penis, kamış. f. tüfek horozunu çekmek.
yana yatırmak.
s. erkek (kuş). cock-and-bull story palavra, martaval.
cock-a-doodle-doo i. horoz ötüşü, kukuriku.
cockchafer i. mayısböceği.
cockerel i. yavru horoz.
cockeyed i. 1. şaşı gözlü. 2. çarpık, eğri. 3. argo saçma. 4. argo küfelik.
cockfight i. horoz dövüşü.
cockpit i. 1. pilot kabini, kokpit. 2. den. alçak güverte, kokpit. 3. horoz
cockroach dövüşlerinin
i. hamamböceği. yapıldığı yer.
cockscomb i. 1. horoz ibiği. 2. bot. horozibiği. 3. züppe.
cocksure s. kendinden fazla emin, kendine fazla güvenen.
cocktail i. kokteyl.
cocky s., k. dili kendini beğenmiş.
coco i. hindistancevizi.
cocoa i. 1. kakao. 2. kakao rengi. 3. sütlü kakao.
cocoa bean kakao tohumu.
cocoa butter kakao yağı.
coconut i. büyük hindistancevizi, hindistancevizi.
coconut palm hindistancevizi ağacı.
cocoon i. koza.
cod i. morina. cod-liver oil balıkyağı.
COD, cod kıs. cash on delivery; collect on delivery.
coddle f. 1. üstüne titremek, ihtimam göstermek. 2. hafif ateşte
code kaynatmak.
i. 1. kanun, kanunname. 2. şifre; kod. f. 1. kanun haline
code of honor getirmek. 2. şifre ile yazmak; kodlamak.
ahlak kuralları.
codeine i. kodein.
codger i., k. dili moruk, pinpon adam.
codification i. kanun halinde toplama.
codify f. 1. kanun halinde toplamak. 2. bir sisteme bağlamak.
coed i., k. dili karma bir üniversitede okuyan kız öğrenci. s., k. dili,
coeducation bak. coeducational.
i. karma eğitim.
coeducational s. karma eğitime ait; karma eğitimin uygulandığı bir okulda
coefficient okuyan;
i. katsayı. karma eğitim uygulayan.
coequal i. eş. s. 1. eşit, müsavi. 2. akran, denk.
coerce f. zorlamak, mecbur etmek.
coercion i. zorlama, baskı.
coercive s. zorlayıcı.
coexist f. bir arada var olmak.
coexistence i. bir arada var oluş.
coffee i. kahve.
coffee bean kahve çekirdeği.
coffee cup (alafranga) kahve fincanı.
coffee grounds kahve telvesi.
coffee mill kahve değirmeni.
coffee of a kind kahveye benzer bir şey.
coffee shop kahve, çay, tatlı, sandviç ve hafif yemekler sunan lokanta.
coffee spoon tatlı kaşığı.
coffee store kurukahveci dükkânı, kurukahveci.
coffee table sehpa.
coffeepot i. kahve demliği.
coffer i. sandık, kasa, kutu.
coffin i. tabut.
cog i. çark dişi, diş.
cogency i. inandırıcılık, ikna kuvveti.
cogent s. inandırıcı, ikna edici.
cogitate f. düşünmek, düşünüp taşınmak, tasarlamak.
cognac i. kanyak, konyak.
cognisance i., İng., bak. cognizance.
cognisant s., İng., bak. cognizant.
cognition i., ruhb. biliş.
cognizance i. 1. farkına varma. 2. kavrama.
cognizant s.
cogwheel i. dişli çark.
cohere f. 1. yapışmak, kaynaşmak. 2. uyum içinde olmak, uyuşmak. 3.
coherence birbirini tutmak,
i. tutarlılık, tutarlı
tutarlık, olmak.
mantıklılık.
coherent s. 1. yapışkan. 2. tutarlı, mantıklı. 3. kolay anlaşılır. 4. fiz.
koherent, eşevreli.
coherently z. tutarlı olarak.
cohesion i. 1. yapışıklık, yapışma. 2. uyum içinde olma, uyuşma. 3. fiz.
cohesive kohezyon.
s. 1. yapışmış; birleşmiş. 2. uyum sağlayan. 3. fiz. kohezif.
cohort i. 1. hempa, suç ortağı. 2. yandaş, taraftar, destekçi. 3.
coiffeur (insanlardan
i. kuaför, kadınoluşan) grup.
berberi olan erkek.
coiffure i. saç biçimi, saç tuvaleti.
coil i. 1. kangal. 2. den. roda. 3. halka, kangal şeklinde boru. 4.
coin halka şeklinde
i. madeni para.kıvrılmış saç. para
f. 1. madeni 5. elek. bobin.2.
basmak. f. (sözcük/söz)
1. sarmak,
kangallamak;
türetmek. sarılmak, kangallanmak. 2. den. roda etmek.
coincide f. 1. with ile rastlaşmak, aynı zamana rastlamak, çatışmak. 2.
coincidence uymak, bir olmak.
i. rastlantı, tesadüf.3. mat. çakışmak.
coincidental s. rastlantı eseri olan, tesadüfi.
coincidentally z. tesadüfen, şans eseri.
coition i., bak. coitus.
coitus i. cinsel ilişki.
coke i. kok kömürü, kok.
coke i. 1. k. dili kolalı içecek. 2. argo kokain.
colander i. kevgir, süzgeç.
cold s. soğuk. i. 1. soğuk, soğukluk. 2. nezle.
cold cream yüz kremi, cilt kremi.
cold cream yağlı krem.
cold cuts söğüş et.
cold fish soğuk kimse, frigo.
cold snap havanın aniden soğuması, ani soğuk.
cold snap aniden gelen soğuk hava.
cold sore uçuk.
cold war soğuk savaş.
cold wave soğuk dalgası.
cold-blooded s. 1. duygusuz, acımasız, merhametsiz. 2. biyol. soğukkanlı.
coldhearted s. katı yürekli, merhametsiz.
coleslaw i. lahana salatası.
colic i., tıb. kolik, kalınbağırsakta ve karın boşluğunda duyulan sancı.
colitis i., tıb. kolit, kalınbağırsak iltihabı.
collaborate f. birlikte çalışmak, işbirliği yapmak.
collaboration i. birlikte çalışma, işbirliği.
collaborationist i. işbirlikçi, kolaboratör.
collaborator i. 1. birlikte çalışan kimse, işbirliği yapan kimse, kolaboratör. 2.
collage işbirlikçi,
i. kolaj. kolaboratör.
collapse f. 1. çökmek, yıkılmak; çökertmek, yıkmak. 2. (iskemle/masa)
collapsible açılır kapanır
s. açılır olmak.
kapanır, 3. (proje/plan) suya düşmek; bir sonuca
katlanabilir.
bağlanmadan dağılmak. 4. cesaretini kaybetmek. 5. (balon)
collar i. 1. yaka. 2. gerdanlık. 3. tasma. f. 1. yaka takmak, tasma
sönmek. 6. tıb. çökmek. i. göçme, çökme, yıkılma.
collar stud takmak. 2. yakalamak, yakasına yapışmak.
yakalık düğmesi.
collarbone i., anat. köprücükkemiği, köprücük.
collate f. 1. (sayfaları) sıraya koymak; (formaları) harman etmek,
collateral harmanlamak.
s. 2. karşılaştırarak
1. yan yana olan. okumak.
2. ikincil, tali, yardımcı, tamamlayıcı. 3. aynı
collateral security soydan
(borca karşı gösterilen ve bir mülk, tahvil,ve
gelen. i. 1. (borca karşı gösterilen bir mülk,
senet tahvil,
v.b.´ne dayalı)
senet
teminat, v.b.´ne
karşı dayalı)
teminat.teminat, karşı teminat. 2. soydaş.
colleague i. meslektaş, iş arkadaşı.
collect f. 1. toplamak; biriktirmek; derlemek; toparlamak; devşirmek;
collect call toplanmak;
ödemeli telefonbirikmek: He collects stamps. Pul biriktiriyor. They
konuşması.
don´t collect trash on Saturdays. Cumartesi günleri çöp
collect call ödemeli telefon konuşması.
toplamıyorlar. Let me collect my papers. Kâğıtlarımı
collect o.s. kendini toparlamak.
toparlayayım. They went out to the orchard and collected some
pears. Bahçeye çıkıp armut devşirdiler. We´re collecting
proverbs. Atasözü derliyoruz. A lot of dust has collected on this
couch. Bu kanepenin üstünde epey toz birikti. 2. (gidip/gelip)
almak: He has to collect his salary. Gidip maaşını alması lazım.
collect one´s thoughts kafasını toplamak.
collected s. 1. toplu, hep bir arada, toplanmış: the collected works of
collection Shakespeare
i. 1. toplama. Shakespeare´in
2. koleksiyon. 3.toplu eserleri.
(kilisede 2. aklıpara,
toplanan) başında.
iane.
collective s. kolektif; ortaklaşa; ortak.
collective agreement toplu sözleşme.
collective bargaining (işverenle işçi temsilcileri arasında) toplu görüşme.
collective farm kolektif çiftlik.
collective memory ruhb. ortak bellek.
collective noun dilb. topluluk adı.
collective noun topluluk ismi.
collective ownership ortaklaşa iyelik, ortak mülkiyet.
collector i. 1. koleksiyoncu. 2. alımcı, tahsildar. 3. kolektör, toplaç.
college i. 1. üniversite. 2. yüksekokul. 3. fakülte.
collide f. çarpışmak; with -e çarpmak.
collie i. İskoç çoban köpeği.
collier i., İng. 1. kömür gemisi. 2. kömür madeni işçisi.
collision i. çarpışma.
colloq kıs. colloquial, colloquialism.
colloquial s. konuşma diline özgü.
colloquialism i. konuşma dilinde kullanılan sözcük/söz.
colloquially z. konuşma diliyle.
colloquy i. karşılıklı konuşma, mükâleme.
Colombia i. Kolombiya.
Colombian i. Kolombiyalı. s. 1. Kolombiya, Kolombiya´ya özgü. 2.
colon Kolombiyalı.
i., anat. kolon.
colon i. iki nokta üst üste (:).
colonel i. albay.
colonial s. 1. kolonyal (sanat, mimari v.b.). 2. sömürgeci. 3.
colonialism (anayurdundan
i. sömürgecilik. ayrı) bir kolonide yaşayana özgü.
colonialist s. sömürgeci. i. sömürgecilik yanlısı.
colonise f., İng., bak. colonize.
colonist i. koloni kuran; kolonide yaşayan.
colonization i. 1. -de koloni/koloniler kurma. 2. koloni haline getirme; koloni
colonize haline
f. 1. -degelme. 3. sömürgeleştirme;
koloni/koloniler kurmak. 2.sömürgeleşme.
koloni haline getirmek. 3.
colony sömürgeleştirmek.
i. 1. koloni. 2. sömürge, koloni.
color i. 1. renk; boya. 2. renk, canlılık. 3. çoğ. bayrak, sancak. f. 1.
color filter boyamak. 2. renklendirmek; renklenmek. 3. renk değiştirmek.
renk filtresi.
4. yüzü kızarmak.
color photograph renkli fotoğraf.
color photograph renkli fotoğraf.
color photography renkli fotoğraf çekme.
color printing foto., matb. renkli baskı.
color television/TV renkli televizyon.
color-blind s. renkkörü.
color-blindness i. renkkörlüğü, akromatopsi, daltonizm.
colored s. 1. renkli. 2. kaba zenci, siyah.
colorfast s. solmaz.
colorful s. 1. renkli. 2. renkli, canlı.
coloring i. renk, boya.
coloring book boyama kitabı.
colorless s. 1. renksiz. 2. soluk, solgun, renksiz. 3. sıkıcı, monoton,
tekdüze. 4. silik, donuk; anlamsız. 5. tarafsız, yansız, renksiz.
colossal s. muazzam, kocaman, çok büyük, devasa.
colour i., f., İng., bak. color.
colt i. tay; sıpa.
column i. 1. mim. sütun; kolon. 2. direk. 3. gazet. köşe yazısı, fıkra. 4.
columnist ask. kol. köşe yazarı, fıkra yazarı.
i., gazet.
coma i. koma.
comatose s. 1. komada. 2. yarı baygın.
comb i. 1. tarak. 2. (horoz v.b.´nde) ibik. 3. petek, bal peteği. f.
comb out taramak.
taramak, ayırmak.
combat i. 1. muharebe, savaşma, savaş, çarpışma. 2. vuruşma,
combat dövüşme. 3. ateşli
f. (--ted, --ting) bir tartışma.
1. savaşmak. 2. dövüşmek. 3. mücadele etmek.
combat troops muharip birlikler.
combat zone ask. muharebe alanı.
combat zone savaş alanı.
combatant i. 1. savaşçı, muharip. 2. dövüşçü. 3. ateşli bir tartışmaya
combative katılan
s. kavgacı,kimse.
dövüşken.
combination i. 1. birleşme, birleşim; birleştirme. 2. birlik. 3. (kilitte) şifre. 4.
combination lock kim.
şifrelibileşim.
kilit. 5. kombinezon.
combine i. 1. tic. kartel. 2. biçerdöver.
combine f. birleşmek; birleştirmek.
combustible s. kolay tutuşan, yanıcı. i. kolay tutuşan madde.
combustion i. yanma, tutuşma.
come f. (came, come) 1. gelmek. Come July and we´ll be swimming.
come about Temmuz geldiğinde
olmak, meydana denize girmiş olacağız. 2. k. dili beli
gelmek.
gelmek, boşalmak; orgazm olmak.
come across -e rastlamak, -e rast gelmek, ile karşılaşmak.
come along 1. ilerlemek. 2. iyileşmek, sağlığı gittikçe düzelmek. 3. (fırsat)
Come along. çıkmak. 4. beraber gelmek.
Hadi canım.
come around 1. kendine gelmek. 2. uğramak. 3. dediğine gelmek.
come at 1. -e erişmek, -e ulaşmak. 2. -e varmak, -i keşfetmek. 3. üstüne
come back yürümek, saldırmak.
1. geri dönmek, geri gelmek. 2. akla gelmek.
come between aralarına girmek.
come by 1. elde etmek. 2. uğramak.
come close to He came close to losing his temper. Az kaldı tepesi atacaktı.
come down 1. to (bir kişiden/bir zamandan) (başka birine/başka bir
come down in one´s opinion zamana) kalmak.
(birini) eskisi kadar2. (fiyat) düşmek. 3. çökmek, yıkılmak;
saymamak.
düşmek.
come down in one´s price (kendi malının) fiyatını düşürmek.
come down in price (bir şeyin) fiyatı düşmek.
come down in the world (biri) (eskiden sahip olduğu) para ve prestijini kaybetmek.
come down to earth hayal kurmaktan vazgeçmek, gerçekçi olmak.
come down with a cold nezle olmak.
come forward (belirli bir amaçla) ortaya çıkmak: Nobody came forward to
come from afar claim that cat. Kimse
çok uzaklardan gelmek.çıkıp da o kedi benim demedi.
come hell or high water ne olursa olsun, bütün zorluklara rağmen.
come home to kafasına dank etmek.
come in 1. girmek: Come in! İçeri gir!/Buyrun! 2. (yarışma sonunda)
come in handy (belirli bir sırada) olmak: He came in first. Birinci oldu. 3.
işe yaramak.
varmak, gelmek: Has the plane come in yet? Uçak geldi mi? 4.
come into 1. (mirasa) konmak. 2. girmek, katılmak.
(met halindeki deniz) kabarmak, yükselmek. 5. moda olmak.
come into collision with ile çarpışmak.
come into force yürürlüğe girmek.
come into play meydana çıkmak, kullanılmaya başlamak, etkili olmak.
come into possession of -in sahibi olmak.
come into power 1. iş başına geçmek. 2. iktidara geçmek.
come into prominence herkesin dikkatini çekmeye başlamak; ön plana çıkmak.
come into sight görünmeye başlamak.
come into the picture ortaya çıkmak.
come into the world dünyaya gelmek, doğmak.
come into use kullanılmaya başlamak.
come into view ortaya çıkmak, görünmek.
come of -den çıkmak.
come off 1. kopmak, çıkmak, düşmek. 2. olmak, meydana gelmek.
Come off it! k. dili Yalanı bırak!/Bırak!
come off worst/get the worst
k. dili 1. yenilmek, altta kalmak. 2. en çok zarara uğramak.
of it
come on sahneye çıkmak.
Come on! 1. Haydi! 2. Yok canım!
come one´s way k. dili (fırsat) eline geçmek.
come out 1. çıkmak, görünmek, gözükmek. 2. (haber) yayılmak; (yayın)
come out of one´s shell yayımlanmak. 3. (leke)
açılmak, suskunluğu çıkmak.
bırakmak.
come out on top k. dili 1. muzaffer çıkmak. 2. birinci olmak. 3. başarılı bir sonuç
come through almak; başarılı olmak;yapmak/becermek.
gerekeni/beklenileni dört ayak üstüne düşmek.
come through k. dili 1. kendini göstermek, belli olmak. 2. kendinden
come through with bekleneni yapmak, başkalarını
k. dili (beklenileni) yapmak. hayal kırıklığına uğratmamak. 3.
(zor bir durumdan) sağ olarak çıkmak. 4. (bir haber) gelmek.
come to ayılmak, kendine gelmek.
come to a dead stop tamamen durmak.
come to a decision karara varmak.
come to a head dönüm noktasına varmak.
come to a head son noktaya varmak.
come to a point (av köpeği) ferma yapmak, fermaya oturmak.
come to a point/ make a
1. (bir şeyi) bilhassa yapmak. 2. -e özen göstermek, -e
point of
come to a stop özenmek.
durmak; stop/istop etmek.
come to an agreement bir karara varmak, uyuşmak.
come to blows yumruk yumruğa gelmek.
come to blows yumruk yumruğa gelmek.
come to close quarters göğüs göğüse dövüşmek, cenkleşmek.
come to fruition gerçekleşmek.
come to grief 1. başı darda olmak. 2. başarısızlığa uğramak.
come to grief felakete uğramak, belasını bulmak.
come to grips (with) (ile) kapışmak, dövüşmeye başlamak.
come to grips with -in esaslarını ele almak.
come to grips with ile ciddi bir şekilde ilgilenmek.
come to hand 1. çıkmak, bulunmak. 2. gelmek, varmak.
come to life canlanmak.
come to life ayılmak.
come to light keşfedilmek.
come to mind aklına gelmek, hatırlamak.
come to naught boşa çıkmak.
come to nothing suya düşmek.
come to nothing/naught başarısız kalmak.
come to one´s senses aklı başına gelmek, aklını başına toplamak.
come to pass olmak, meydana gelmek.
come to rest durmak.
come to s.o.´s rescue birinin imdadına yetişmek.
come to stay (bir yere) devamlı yaşamak amacıyla gelmek: He´s come to
come to terms stay. Artıkanlaşmaya
1. (with) burada kalacak.
varmak, mutabık kalmak. 2. with
come to terms (sevmediği
mutabık kalmak, anlaşmak. kabul etmek.
bir şeyi) güçlükle
come to terms with (kabul edilmesi zor olan bir şeyi) kabul etmek/kabullenmek.
come to the fore öne geçmek, sivrilmek.
come to the point sadede gelmek.
come true gerçekleşmek.
come true doğru çıkmak, gerçekleşmek.
come under (-in yetki alanına) girmek.
come undone açılmak, çözülmek.
come unglued k. dili telaşa kapılmak, etekleri tutuşmak, itidalini kaybetmek.
come untied çözülmek, açılmak.
come up against -e çatmak, ile karşılaşmak.
come up in the world (birinin) para ve prestiji artmak.
come up to 1. (belirli bir hizaya) kadar gelmek. 2. (belirli bir seviyeyi)
come up with tutturmak.
k. dili (bir plan, çare, cevap v.b.´ni) bulmak.
come upon -e rastlamak.
come what may ne olursa olsun.
come what may ne olursa olsun.
come/draw to a close sona ermek, bitmek.
come/run across -e rastlamak, -e tesadüf etmek.
come/run up against a blank
k. dili çıkmaza girmek, açmaza düşmek.
wall
comeback i. 1. eski formunu bulma. 2. argo zekice ve yerinde cevap.
comedian i. 1. komedyen. 2. komedi yazarı.
comedienne i. kadın komedyen.
comedown i. 1. düşüş. 2. hayal kırıklığı.
comedy i. komedi.
comely s. alımlı.
come-on i.
comet i. kuyrukluyıldız.
comfort i. 1. rahatlık, ferahlık, konfor. 2. teselli. f. 1. rahat ettirmek. 2.
comfort station teselli
umumietmek.
hela.
comfortable s. rahat, konforlu.
comfortably z. rahatça.
comforter i. 1. rahatlatıcı şey. 2. teselli edici kimse/şey. 3. yorgan. 4. İng.
comic emzik, kauçuk meme.
s. 1. güldürücü, gülünç,5.komik.
İng. kaşkol, atkı. ile ilgili. i. komedi
2. komedi
comic book oyuncusu.
çizgi roman.
comic opera operakomik.
comic strip bant-karikatür.
comical s. komik.
comics i. bant-karikatür.
coming i. geliş, yaklaşma. s. gelen, önümüzdeki, gelecek, yaklaşan.
comma i. virgül.
command i. 1. emir, komut. 2. egemenlik, buyruk, hükümranlık. 3. bilg.
commandeer komut: search
f. 1. (askeri command
hizmette arama üzere)
kullanmak komutu. el 4. komutanlık,
koymak. 2. askeri bir
kumandanlık:
hizmete mecbur Air Defense
etmek. Command Hava Savunma
commander i. 1. kumandan, komutan. 2. deniz binbaşısı.
Komutanlığı. f. 1. emretmek; komuta etmek. 2. (bir yer) -e
commander in chief başkomutan.
hâkim olmak, -e bakmak.
commanding s. 1. emreden. 2. etkili. 3. hâkim.
commandment i. emir.
commando i. 1. komando birliği. 2. komando.
commemorate f. anmak.
commemoration i. 1. anma, hatırasını yad etme. 2. anma töreni.
commemorative s. (birinin/bir şeyin) anısına yapılan.
commemorative stamp hatıra pulu.
commence f. başlamak.
commencement i. 1. başlama, başlangıç. 2. diploma töreni.
commend f. 1. tavsiye etmek, salık vermek. 2. övmek. 3. emanet etmek.
commendable s. övgüye değer.
commensurate s. orantılı, eşit.
comment i. 1. yorum, tefsir. 2. açımlama. 3. eleştiri, tenkit. f. söz
commentary söylemek; on hakkında fikrini söylemek, hakkında yorumda
i. yorum, tefsir.
bulunmak.
commentator i. 1. yorumcu. 2. eleştirmen.
commerce i. ticaret, alım satım.
commercial s. ticari. i., radyo, TV reklam.
commercial law ticaret hukuku.
commercial law ticaret hukuku.
commercial traveller İng. (gezici) satış temsilcisi.
commercialise f., İng., bak. commercialize.
commercialize f. -i ticaret aracı yaparak bayağılaştırmak.
commingle f. karışmak; katmak, karıştırmak.
commiserate f. -in derdini paylaşmak.
commiseration i. teselli, acıma.
commission i. 1. görev, vazife, iş. 2. işleme. 3. eylem. 4. komisyon ücreti,
commissioned yüzdelik.
s. 5. kurul, komisyon. 6. yetki. f. 1. atamak, tayin etmek.
2. görevlendirmek. 3. den. donanmaya katmak.
commissioned officer subay.
commissioner i. 1. komisyon üyesi. 2. şube müdürü.
commit f. (--ted, --ting) 1. işlemek, yapmak. 2. emanet etmek, teslim
commit an impiety etmek. 3. sözsaygısızlık
Allaha karşı vererek bağlamak.
etmek.
commit an offense suç işlemek.
commit o.s. 1. (bir konuda) ne düşündüğünü söylemek, fikrini söylemek. 2.
commit suicide to söz vermek:
intihar etmek. You´ve committed yourself to doing this. Bunu
yapmaya söz verdin.
commit to memory ezberlemek.
commit to prison hapsetmek.
commit to writing yazmak.
commitment i. 1. söz, vaat; taahhüt, üstenme. 2. kesin karar. 3. teslim etme;
committee teslim
i. kurul,olma. 4. bağlılık,
komite, sadakat. encümen.
heyet, komisyon,
commode i. 1. lazımlık iskemlesi. 2. klozet.
commodious s. ferah, geniş.
commodity i. mal, eşya. staple commodities başlıca satış ürünleri.
common s. 1. müşterek, ortak; beraber yapılan: common defense ortak
common fraction savunma. common
mat. adi kesir, enemy
bayağı ortak düşman. common grave ortak
kesir.
bir mezar. common prayer herkesin beraber okuduğu dua. 2.
common ground ortak bir zevk, görüş, tutku v.b.: There´s no common ground
yaygın, sıkça rastlanan: a common sentiment yaygın bir his. 3.
common knowledge between
bilinen them. Onların hiçbir ortak yanı yok.
gerçek.
adi, bayağı, basit: There was something common about her.
common law Onda
örf vebir adilik
âdete vardı. hukuk. common-law marriage resmi
dayanan
common law nikâhsız beraber
örf ve âdet hukuku. yaşama.
common man sıradan insan, sokaktaki adam.
Common Market Ortak Pazar.
common noun dilb. cins adı, cins ismi.
common noun cins isim.
common property ortak mal.
common sense sağduyu.
common sense sağduyu, aklıselim.
common stock adi hisse senetleri.
common touch sempatiklik.
commonly z. çoğunlukla; genellikle.
commonplace s. 1. sıradan, bayağı. 2. olağan. i. 1. beylik laf, klişe, basmakalıp
commonwealth söz. 2. sıradan
i. 1. ulus. bir şey. 3. eyalet.
2. cumhuriyet.
commotion i. 1. şamata, gürültü patırtı. 2. karışıklık.
communal s. 1. toplumla ilgili, toplumsal, halka ait. 2. umumun malı olan.
commune i. komün.
commune f. sohbet etmek, söyleşmek.
communicable s. bulaşıcı.
communicate f. 1. iletmek, nakletmek, bildirmek. 2. (hastalığı) bulaştırmak,
communication sirayet ettirmek.
i. 1. iletme, iletim;3.iletilme,
(with) (ile) haberleşmek,
iletiliş. iletişmek;
2. (mektup, (ile)gibi
not, telgraf
iletişim
iletilen) kurmak. 4. (odalar) birbirine açılmak; with (bir
haber. 3. iletişim, haberleşme, komünikasyon. 4. çoğ. oda)
communicative s. konuşkan.
(başka bir odaya)
haberleşme; açılmak. 5. Hrist. komünyon almak; (birine)
ulaşım.
communion i. 1. paylaşma.
komünyon 2. katılma. 3. Hrist. komünyon. 4. Hrist. mezhep.
vermek.
communiqué i. (kısa ve resmi) bildiri.
communism i. komünizm.
communist i., s. komünist.
community i. 1. toplum, cemiyet. 2. topluluk. 3. halk, kamu, amme. 4.
commute müşterek
f. 1. (cezayı)tasarruf, ortak mal
hafifletmek, sahipliği.
çevirmek. 2. banliyödeki ev ile
commuter şehirdeki işyeri arasında her gün gidip
i. banliyödeki evi ile şehirdeki işyeri arasında gelmek.her gün gidip
comp gelen kimse.
kıs. companion, compare, compiled, complete.
compact s. 1. yoğun, kesif, sıkı, sık. 2. kısa, özlü.
compact i. 1. pudriyer, pudralık. 2. oto. küçük araba.
compact i. sözleşme, sözlü anlaşma. f. sözleşmek.
compact disk kompakt disk.
compact disk player kompakt disk çalar.
companion i. 1. arkadaş, yoldaş. 2. eş. 3. refakatçi. 4. elkitabı, rehber.
companionable s. sokulgan, cana yakın, yalpak.
companionship i. arkadaşlık, eşlik.
company i. 1. şirket, kumpanya, ortaklık. 2. topluluk, kumpanya. 3. eşlik,
comparable refakat, arkadaşlık. benzer.
s. karşılaştırılabilir; 4. misafirler; misafir. 5. beraberindekiler,
arkadaşlar. 6. ask. bölük.
comparative s. 1. karşılaştırmalı, mukayeseli. 2. orantılı, nispi. 3. dilb. (sıfat
comparative anatomy veya zarfların) üstünlük
karşılaştırmalı anatomi. derecesini gösteren. i.
comparative degree dilb. üstünlük derecesi.
comparative linguistics karşılaştırmalı dilbilim.
comparative linguistics karşılaştırmalı dilbilim.
compare f. 1. (with) (ile) karşılaştırmak. 2. to -e benzetmek; -e
compare notes benzemek.
görüş alışverişinde bulunmak.
compare notes fikir alışverişinde bulunmak, görüş alışverişinde bulunmak.
comparison i. karşılaştırma, mukayese.
compartment i. 1. bölme, bölüm. 2. d.y. kompartıman.
compartmentalize f. bölmelere ayırmak.
compass i. 1. pusula. 2. pergel. 3. çevre. 4. sınır. 5. alan, saha.
compass needle pusula ibresi, pusula iğnesi.
compassion i. şefkat, merhamet, acıma, sevecenlik.
compassionate s. şefkatli, merhametli, başkalarına acıyan, sevecen.
compatibility i. uyumluluk, uyum, uyma, bağdaşma.
compatible s. 1. (with) (ile) uyumlu, (ile) bağdaşan. 2. geçimli.
compatriot i. vatandaş, yurttaş.
compel f. (--led, --ling) zorlamak, mecbur etmek.
compensate f. 1. tazmin etmek, bedelini ödemek. 2. telafi etmek.
compensate for one thing
bir şeyi başka bir şeyle telafi etmek: She compensates for her
by/with another
compensate s.o. for occasional
-in bedelinirudenesses by frequently making us laugh. Bizi sık
birine ödemek.
sık güldürerek arasıra yaptığı kabalıkları telafi ediyor.
compensation i. 1. tazminat parası, tazminat. 2. telafi. 3. fayda, faydalı taraf,
compere olumlu
i. sunucu, taraf.
takdimci.
compete f. 1. with ile yarışmak. 2. for için yarışmak. 3. with tic. ile
competence rekabet etmek.
i. 1. yeterlik, kifayet. 2. yetenek, kabiliyet. 3. ehliyet, yetki.
competent s. 1. yeterli, ehil; yetenekli; işin üstesinden gelebilen. 2. yetkili.
competition i. 1. yarışma. 2. tic. rekabet.
competitive s. 1. rekabete dayanan. 2. başkalarıyla rekabet edebilir.
competitor i. 1. tic. rakip. 2. yarışmacı.
compile f. derlemek.
complacency i. kendinden hoşnut olma.
complacent s. kendinden hoşnut.
complain f. şikâyet etmek, yakınmak.
complainant i. şikâyetçi, davacı.
complaint i. 1. şikâyet, yakınma. 2. hastalık.
complaisance i. yumuşaklık, yumuşak başlılık.
complaisant s. yumuşak, yumuşak başlı.
complement i.1. tamamlayıcı. 2. dilb. tümleç.
complement f. tamamlamak.
complementary s. tamamlayan, tamamlayıcı, tümleyici.
complete s. 1. tam, katıksız: I´m in complete sympathy with what you´re
complete with saying. SeninYou
ile beraber: dediklerine tamamıyla
can buy the katılıyorum.
books complete withItacame
bookas a
case
complete
for surprise.
fiveeserler:
billion liras. Tam bir sürprizdi.
Kitapları, works He´s
bir kitaplıkla a complete
beraber idiot!
beşHüseyin
milyar
complete works bütün the complete of Hüseyin Rahmi
Tam
liraya bir dangalak! 2. tamam, tamamlanmış. 3. tamam, eksiksiz:
alabilirsiniz.
completely Rahmi´nin
z. tamamen, bütün eserleri.
bütünüyle.
This book´s not complete. Bu kitap tamam değil. Dinner wouldn
completion ´t1.
i. bebitirme,
complete without soup.
tamamlama; Çorba
bitme, olmadan akşam
tamamlanma, sona yemeği
erme. 2.
complex eksik
yerine olurdu.
getirme.f. tamamlamak.
i. 1. bileşik/karışık şey. 2. karmaşa. 3. ruhb. kompleks, karmaşa.
complex 4. ekon.
s. 1. kompleks.
karmaşık, kompleks. 2. mat. kompleks, karmaşık.
complex sentence dilb. girişik cümle.
complexion i. 1. cilt, ten, tenin rengi. 2. görünüş, görünüm.
complexity i. karmaşıklık.
compliance i. 1. uyma, riayet. 2. uyma, boyun eğme, itaat. 3. uysallık.
compliant s. uysal, yumuşak başlı, itaatkâr.
complicate f. karmaştırmak; çetrefilleştirmek, zorlaştırmak, güçleştirmek.
complicate s. karmaşık; çetrefil.
complicated s. karmaşık; çetrefil, çapraşık, anlaşılması güç, çözülmesi güç.
complication i. 1. karmaşık hale getirme. 2. (bir işe giriştikten sonra ortaya
complicity çıkan)
i. 1. suç engel, pürüz,
ortaklığı. güçlük, zorluk. 3. karmaşıklık, karışıklık. 4.
2. karmaşa.
tıb. komplikasyon, ihtilat.
compliment f. (on) tebrik etmek, kutlamak; iltifat etmek, kompliman
compliment yapmak.
i. iltifat, kompliman.
complimentary s. 1. hediye olarak verilen, ücretsiz, parasız. 2. iltifat eden; övgü
compliments dolu, övücü. 2. saygılar. 3. tebrikler.
i. 1. selamlar.
compliments of the season İng. tebrikler.
comply f. with -e uymak, -e riayet etmek.
component i. öğe, unsur, parça, eleman, cüz. s. bileşimde bulunan.
comport f. with -e uymak, -e uygun olmak: The results comport with our
expectations. Sonuçlar beklediğimiz gibi oldu.
comport o.s. davranmak, hareket etmek: She always comports herself with
compose dignity. O her zaman
f. 1. (müzik/şiir) yazmak;ağırbaşlı
bestebir şekildeşiir
yapmak; davranır.
yazmak. 2.
compose o.s. (aralarındaki
kendine hâkim anlaşmazlıkları)
olmak, kendine gidermek.
gelmek.
composer i. besteci, bestekâr, kompozitör.
composite s. 1. bileşik. 2. karma, karışık.
composition i. 1. (yazılı ödev olarak) kompozisyon. 2. beste. 3. güz. san.
compositor kompozisyon. 4. kim. bileşim. 5. beste yapma; şiir yazma. 6.
i. dizgici, mürettip.
oluşum.
compost i. çürümüş yaprakla karışık gübre, komposto.
composure i. itidal, ılımlılık; sakinlik, soğukkanlılık.
compote i. komposto, hoşaf.
compound i. içinde binalar bulunan etrafı duvarla çevrili yer.
compound s. bileşik. i. bileşim, terkip.
compound interest bileşik faiz.
compound sentence dilb. birleşik cümle.
compound word dilb. birleşik sözcük.
comprehend f. 1. kavramak, anlamak. 2. kapsamak, içine almak.
comprehensible s. kavranabilir, anlaşılabilir.
comprehension i. 1. kavrayış, anlayış. 2. kapsam.
comprehensive s. kapsamlı, etraflı, geniş.
compress f. sıkıştırmak.
compress i. kompres.
compressed air sıkıştırılmış hava.
compression i. sıkıştırma, basınç, tazyik, kompresyon.
compressor i. kompresör.
comprise f. kapsamak, içermek, -den oluşmak; oluşturmak.
compromise i. (tarafların karşılıklı ödün vererek yaptığı) anlaşma, uzlaşma,
compromise on uyuşma.
(bir konuda) f. 1.uzlaşmak.
karşılıklı ödün vererek anlaşmaya varmak,
uzlaşmak. 2. uzlaştırmak. 3. şerefini tehlikeye atmak. 4.
compromise with ile uzlaşmak, ile uyuşmak.
tehlikeye atmak.
compulsion i. 1. zorlama. 2. ruhb. dayanılmaz bir istek, içtepi, zorgu.
compulsive s. 1. zorlayıcı. 2. ruhb. zorgulu.
compulsory s. zorunlu, mecburi.
compunction i. vicdan rahatsızlığı/azabı.
compute f. hesap etmek, hesaplamak.
computer i. bilgisayar, kompüter.
computer chip bilgisayar çipi.
computer engineer bilgisayar mühendisi.
computer engineering bilgisayar mühendisliği.
computer hardware bilgisayar donanımı.
computer operator bilgisayar operatörü, sistem operatörü.
computer program bilgisayar programı.
computer programmer bilgisayar programcısı.
computer programming bilgisayar programlaması.
computer software bilgisayar yazılımı.
computerise f., İng., bak. computerize.
computerize f. 1. bilgisayara geçirmek. 2. bilgisayarla donatmak.
comrade i. yoldaş, arkadaş.
con z. karşı, aleyhte.
con f. (--ned, --ning) aldatmak, kandırmak.
concave s. içbükey, obruk, konkav.
concave i. içbükey yüzey.
conceal f. gizlemek, gizli tutmak, saklamak, örtmek.
concede f. 1. kabul etmek, itiraf etmek, teslim etmek. 2. vermek,
conceit bırakmak.
i. kendini beğenme, kibir, gurur.
conceited s. kendini beğenmiş, kibirli.
conceivable s. akla gelebilir; düşünülebilir; hayal edilebilir.
conceive f. 1. gebe kalmak. 2. anlamak, kavramak, idrak etmek. 3.
conceive of düşünmek,
düşünmek.––d tasavvur etmek.
a dislike 4. tasarlamak,
I have conceived aaklınadislikegelmek.
for him. Ona
concentrate karşı içimde bir nefret uyandı.
f. 1. toplamak, bir araya getirmek, yığmak; toplanmak. 2.
concentrated yoğunlaştırmak; yoğunlaşmak.
s. 1. konsantre, derişik. 2. yoğun.3. deriştirmek, koyulaştırmak. 4.
düşünceyi/dikkati/gücü bir noktada toplamak, konsantre olmak.
concentration i. 1. dikkati bir noktada toplama, konsantrasyon. 2. toplama, bir
i. konsantre, derişik madde.
concentration camp araya
toplama getirme,
kampı.yığma; toplanma, toplaşım. 3. konsantrasyon,
derişim.
concentric s. merkezleri bir, ortak merkezli.
concept i. 1. kavram, mefhum. 2. görüş, fikir.
conception i. 1. gebe kalma. 2. başlangıç. 3. kavram. 4. düşünce, fikir,
concern görüş.
i. 1. (birini) ilgilendiren şey: It´s one of our major concerns. Bizi
concern o.s. with en
ile çok ilgilendiren
meşgul olmak, ileşeylerden
ilgilenmek.biri. 2. ilgi: I understand the
reason for your concern. Duyduğunuz ilginin sebebini
concerned s. 1. ilgili, alakalı. 2. endişeli, düşünceli.
anlıyorum. 3. endişe, kaygı: That is not a cause for concern.
concerning edat ile ilgili olarak,
Kaygılanılması -e dair,
gereken hakkında.
bir şey değil o. 4. firma. f. 1. ilgili olmak;
concert ilgilendirmek; etkilemek:
i. 1. konser, dinleti. 2. uyum, The ahenk,
article concerns
birlik. the future.
concerted Makale gelecekle ilgili. This doesn´t
s. 1. birlikte yapılmış. 2. birlikte planlanmış. concern you. Bu seni
ilgilendirmez. 2. kaygılandırmak.
concerto i. konçerto.
concession i. 1. kabul, itiraf, teslim. 2. taviz, ödün. 3. imtiyaz, izin.
conch i. büyük deniz kabuğu.
conciliate f. 1. gönlünü almak, yatıştırmak. 2. uzlaştırmak.
conciliation i. 1. gönlünü alma, yatıştırma. 2. uzlaştırma.
conciliatory s. gönül alıcı, yatıştırıcı.
concise s. kısa, veciz; özlü, az ve öz.
concisely z. kısaca, az ve öz.
conclude f. 1. bitirmek, sona erdirmek; bitmek, sona ermek. 2. sonuca
concluding varmak, sonuç çıkarmak. 3. (bir işin) sonunu getirmek. 4. bir
s. son, bitiş.
karara varmak, karar vermek.
conclusion i. 1. son, nihayet. 2. sonuç, netice. 3. karar.
conclusive s. 1. kesin, kati. 2. son, nihai.
concoct f. 1. birbirine karıştırarak hazırlamak, tertip etmek, yapmak. 2.
concoction (hikâye/yalan)
i. 1. karışım. 2.uydurmak,
karıştırma.düzmek.
concord i. 1. uyum, ahenk; barış. 2. anlaşma, antlaşma.
concourse i. 1. toplanma, bir araya gelme. 2. kalabalık, izdiham. 3.
concrete (havaalanında/garda)
s. 1. somut. 2. beton. i. büyük
beton. yolcu salonu; meydan.
concrete mixer betonyer, betonkarar, beton karıştırıcı, malaksör.
concur f. (--red, --ring) 1. aynı fikirde olmak, uyuşmak. 2. aynı zamana
concurrence rastlamak, çatışmak.
i. 1. (fikir) aynı olma, birlik, uyuşma. 2. aynı zamana rastlama.
concurrent s. 1. aynı zamana rastlayan. 2. aynı olan, uyuşan.
concurrently z. aynı zamanda.
concussion i. 1. beyin sarsıntısı. 2. şiddetli sarsıntı.
condemn f. 1. kınamak, ayıplamak. 2. suçlu çıkarmak. 3. mahkûm etmek.
condemn to death 4. huk. mahkûm
idama -in kullanılmasını
etmek. resmen yasaklamak. 5. huk.
kamulaştırmak, istimlak etmek. 6. suçluluğunu açığa vurmak.
condemnation i. 1. kınama, ayıplama. 2. kabahatli bulma. 3. suçlu çıkarma. 4.
condensation mahkûm
i. 1. buğu.etme; mahkûmiyet.
2. buğulaşma. 5. kamulaştırma,
3. kim., istimlak.
fiz. yoğunlaştırma;
condense yoğunlaşma,
f. 1. kim., fiz. kondansasyon.
yoğunlaştırmak,4.koyulaştırmak;
sıvılaştırma; sıvılaşma. 5.
yoğunlaşmak,
kısaltma,
koyulaşmak. özet.
2. (buharı/gazı) sıvılaştırmak; (buhar/gaz)
condensed milk şekerli konsantre süt.
sıvılaşmak. 3. (yazıyı/sözü) kısaltmak, özetlemek.
condenser i. 1. fiz. kondansatör, yoğunlaç. 2. kim. yoğuşturucu.
condescend f. tenezzül etmek, sözde alçakgönüllülük göstermek, lütfetmek.
condescending s. tenezzül eden.
condescension i. tenezzül.
condiment i. yemeğe çeşni veren şey.
condition i. 1. şart, koşul: It´s one of the conditions of the agreement.
conditional Anlaşmanın şartlarından
s. koşullu, şartlı, biri.kayıtlı.
şarta bağlı, What are living
i., dilb. conditions
şart kipi. like
there? Oradaki hayat şartları nasıl? 2. hal, durum: This house is
conditional mood dilb. şart kipi.
not in very good condition. Bu evin hali pek iyi değil. 3. sağlık
conditional sale şarta bağlı
durumu: He´ssatış.
in good condition. Sağlığı yerinde. This player´s in
conditionally great
z. şartlı olarak. Bu oyuncunun kondisyonu çok iyi. Does she
condition.
condole have
f. witha başsağlığı
heart condition?
dilemek, Kalbinden
taziyedemi rahatsız?/Kalbi mi var?
bulunmak.
What do you think of his mental condition? Onun akli durumu
condolence i. başsağlığı,
hakkında taziye.
ne düşünüyorsun? f. 1. şartlandırmak, koşullandırmak.
condom i. prezervatif,
2. etkilemek: Suchkaput. teachings will condition his attitude to life. O
condone gibi
f. göz öğretiler
yummak, onun hayata bakışını
görmezlikten etkileyecek. 3. (oyuncuyu) iyi
gelmek.
bir kondisyona getirmek. 4. (birini) (belirli bir duruma) getirmek:
conduce f. to/toward -e neden olmak, -e vesile olmak.
You can´t condition him to accept that. Kendisini onu kabul
conducive s.
edecek duruma getiremezsiniz.
conduct i. 1. davranış, tavır, hareket. 2. yönetim, idare.
conduct f. 1. yürütmek; yönetmek, idare etmek: You´ve conducted this
conduct o.s. siege
(belirliwell. Bu kuşatmayı
bir şekilde) çok iyiHe
davranmak: yürüttünüz.
conducted You can´twell
himself conduct
at
such
the experiments
party. Partide here.
iyi Burada böyle denemeler yapamazsınız.
davrandı.
conduction i., fiz. iletme, geçirme, nakletme.
They conduct a college. Bir koleji yönetiyorlar. Who´s going to
conductive s., fiz. iletici,
conduct geçirici, iletken,
the orchestra? geçirgen.
Orkestrayı kim yönetecek? 2. rehberlik
conductivity etmek. 3. (sesi/elektriği)
i., fiz. iletkenlik, geçirgenlik. iletmek.
conductor i. 1. kılavuz, önder, lider, şef. 2. d.y. biletçi, kondüktör. 3.
cone (orkestra/koro
i. 1. geom. koni. için) şef. 4.koni
2. mak. iletken madde,
biçiminde iletken.3. bot. kozalak,
makara.
confection kozak. 4. (dondurma
i. şekerleme, şeker. için) külah.
confectionary i., bak. confectionery.
confectioner i. şekerci.
confectioner´s sugar pudra şekeri.
confectioners´ sugar pudraşeker, pudraşekeri.
confectionery i. 1. şekerleme imalathanesi. 2. şekerleme.
confederacy i. konfederasyon, ittifak, birlik.
confederate s. birleşik, bağlaşık, konfedere. i. suç ortağı.
confederate f. birleşmek, bağlaşmak; birleştirmek.
confederated s. birleşik, bağlaşık, konfedere.
confederation i. konfederasyon, birleşik devletler.
confer f. (--red, --ring) 1. (with) (ile) görüşmek, müzakere etmek;
conference müzakere
i. 1. görüşme. yapmak: I conferred
2. toplantı; with him
konferans, on the matter. Meseleyi
kongre.
onunla görüştüm. 2. (on/upon) (-e) (unvan, akademik derece)
confess f. 1. itiraf etmek. 2. günah çıkartmak.
vermek.
confession i. 1. itiraf. 2. günah çıkartma.
confessional i. günah çıkartma hücresi.
confessor i. günah çıkartan papaz.
confidant i. sırdaş, dert ortağı.
confide f. to (sırrını) -e söylemek.
confide in s.o. birine sırrını söylemek.
confidence i. güven, itimat.
confidence game dolandırıcılık, üçkâğıtçılık.
confidence in I have confidence in him. Ona güvenirim./Ona itimadım var.
confidence man dolandırıcı, üçkâğıtçı.
confident s. emin, inanan.
confidential s. gizli kalması gereken, gizli: This is confidential. Bu aramızda
confidentially kalsın.
z. sır olarak.
confidently z. güvenle.
configuration i. 1. düzenleniş, düzen. 2. görünüm, biçim. 3. geom., bilg.
confine konfigürasyon.
f. 1. to -e hapsetmek, -e kapatmak. 2. to (bir hastalık) (birini
confinement eve/yatağa) bağlamak. 3.
i. 1. hapis, hapsedilme. 2. sınırlamak,
(eve/yatağa) sınırlandırmak.
bağlı kalma. 3.4. to -e
hasretmek.
sınırlama, sınırlandırma. 4. doğum sonrası yatakta kalma süresi.
confirm f. 1. doğrulamak, tasdik etmek, teyit etmek. 2. (rezervasyonu)
confirmation konfirme etmek;tasdik,
i. 1. doğrulama, kesinleştirmek; sağlama bağlamak.
teyit. 2. konfirmasyon; 3. (birini)
kesinleştirme;
kutsayarak
sağlama kiliseye3.
bağlama. üye olarakverdiği
papazın kabul etmek.
ilmihal 4. onaylamak,
derslerine devam
confirmed bachelor müzmin bekâr.
tasdikve
etme etmek.
kiliseye üye olarak kabul edilme; kiliseye üye olarak
confiscate f. 1. (mala) el koymak, -i müsadere etmek; (yasaklanmış şeyi)
kabul töreni.
confiscation toplamak.
i. 1. mala el2.koyma,
-e hacizmüsadere;
koymak, -i(yasaklanmış
haczetmek. 3. kamulaştırmak,
şeyi) toplama. 2.
istimlak
haciz. etmek.
3. yangın.
kamulaştırma, istimlak.
conflagration i. büyük
conflict i. 1. uyuşmazlık, anlaşmazlık, ihtilaf. 2. savaş, harp; (silahlı)
conflict çatışma.
f. with ile3. ruhb. çatışma.
uyuşmamak, ile çatışmak, ile çelişmek.
conflict of interest çıkar çatışması.
conflict of laws kanuni ihtilaf.
conflicting s. çelişkili.
conform f. (to) (-e) uymak, (-e) riayet etmek.
conformism i. konformizm, uymacılık.
conformist i. konformist, uymacı.
conformity i. uygunluk, uyma.
confound f. şaşırtmak, şaşkına çevirmek.
Confound it! Allah kahretsin!
confounded s., k. dili kör olası, kahrolası.
confront f. 1. with -e gidip söylemek/anlatmak: He confronted me with
confrontation the
i. 1. problem. Bana gelip
meydan okuma; meseleyi
karşılıklı anlattı.
meydan 2. karşısına
okuma. 2. huk. çıkmak;
(sanığı,
önünü
kendisinikesmek. 3. -in
suçlayanla) üstüne gitmek;
yüzleştirme. ile uğraşmak: Are you
confuse f. 1. kafasını karıştırmak, şaşırtmak. 2. with (bir şeyi/birini)
ready to confront this problem? Bu sorunla uğraşmaya hazır
confused (başka
s. şeyle/biriyle)
1. kafası karışmış, karıştırmak.
şaşkına dönmüş. 2. karışık, düzensiz;
mısın?
confusion karman çorman. 3. ayırt edilemez,
i. 1. kafa karışıklığı, şaşkınlık. seçilemez.
2. karışıklık, düzensizlik. 3. bir
congeal şeyi/birini başka şey/biri sanma.
f. 1. dondurmak; donmak. 2. pıhtılaştırmak; pıhtılaşmak.
congenial s. sempatik, sevimli; hoş.
congeniality i. 1. sempatiklik, sevimlilik. 2. uygunluk.
congenital s. doğuştan, yaradılıştan.
congested s. 1. tıkanık. 2. kalabalık, tıklım tıklım. 3. tıb. kan toplamış.
congestion i. 1. tıkanıklık. 2. kalabalık, izdiham. 3. tıb. kan toplanması, kan
conglomerate hücumu.
i. 1. küme. 2. tic. şirketler grubu. 3. jeol. yığışım, konglomera.
conglomeration i. birikinti, yığın, küme.
Congo i.
Congolese i. (çoğ. Con.go.lese) Kongolu. s. 1. Kongo, Kongo´ya özgü. 2.
congratulate Kongolu.
f. tebrik etmek, kutlamak.
congratulation i. tebrik, kutlama.
Congratulations! Tebrikler!/Tebrik ederim.
congregate f. 1. toplamak, bir araya getirmek. 2. toplanmak, bir araya
congregation gelmek, birikmek.
i. 1. toplama, toplantı. 2. cemaat.
congress i. kongre.
congressional s. kongreye ait.
congressman , çoğ. con.gress.men (kang´grısmîn) i., pol., A.B.D. Temsilciler
congresswoman Meclisi üyesi (erkek). (kang´grıswîmîn) i., pol., A.B.D.
çoğ. con.gress.wom.en
congruent Temsilciler
s. 1. uygun,Meclisi üyesi
münasip, (kadın).
yerinde. 2. mat. benzer.
congruous s., bak. congruent.
conic s., mat. konik.
conifer i., bot. kozalaklı ağaç.
conjectural s. tahmini, varsayımsal, farazi.
conjecture i. zan, sanı; tahmin, varsayım, farz. f. zannetmek, sanmak;
conjugal tahmin
s. evliliketmek, farzetmek.
ile ilgili, karıkocalığa ait.
conjugate f., dilb. çekmek.
conjugation i., dilb. fiil çekimi.
conjunction i. 1. dilb. bağlaç. 2. birlik; birleşme. 3. gökb. kavuşum.
conjunctive s., dilb. bağlayıcı.
conjunctivitis i., tıb. konjonktivit, konjonktiv iltihabı.
conjure f. 1. hokkabazlık yaparak -i yapmak: She conjured a dove out of
conjure up the box. Hokkabazlık
1. hayal yaparak2.kutudan
etmek; icat etmek. güvercin-i çıkardı.
-i anımsatmak, 2. büyü
akla getirmek,
yoluyla
-i (ruh) çağırmak.
uyandırmak. 3. hokkabaz gibi -i yapıvermek.
conjurer i. 1. hokkabaz, sihirbaz. 2. büyücü.
connect f. 1. bağlamak, birleştirmek; bağlanmak, birleşmek, bağlı olmak.
connected 2. (with)
s. 1. (iki
bağlı, şey arasında)
birleştirilmiş. 2. bağ
withkurmak.
-e bağlı,3.
ile(with)
ilgili, (belirli
-e ait. bir
seferle) bağlantılı olmak.
connecting link 1. halka. 2. (iki şey arasındaki) bağlantı, ilgi.
connecting rod oto. biyel, biyel/piston kolu.
connection i. 1. bağlantı, bağ, ilişki. 2. bağlama, birleştirme. 3. tanıdık,
connexion arkadaş. 4. akraba,
i., İng., bak. hısım. 5. bağlantılı sefer.
connection.
connivance i. 1. göz yumma. 2. suç ortaklığı.
connive f. 1. at -i görmezlikten gelmek, -e göz yummak. 2. with ile
connoisseur dolap/entrika
i. eksper, erbap, çevirmek.
uzman. We connived together in the plot.
Komployu birlikte hazırladık.
connotation i. yananlam, bir sözcüğün çağrıştırdığı şey.
connote f. akla getirmek, anlamına gelmek, demeye gelmek, göstermek,
conquer ifade etmek.
f. 1. fethetmek, zaptetmek. 2. yenmek.
conqueror i. fatih.
conquest i. 1. fetih, zapt. 2. zafer.
conscience i. 1. vicdan. 2. vicdanlılık.
conscientious s. 1. vicdanlı. 2. özenli, itinalı. 3. işine bağlı, vazifeşinas.
conscientious objector savaşa karşı olduğu için askerlik yapmayı reddeden kimse.
conscientiously z. 1. vicdanına dayanarak; vicdanen. 2. özenle, itina ile.
conscious s. 1. bilinci yerinde, şuuru yerinde. 2. farkında olan. 3. bilinçli.
consciously z. bile bile, bilinçli olarak.
consciousness i. 1. of -in farkında olma, -i bilme. 2. bilinç, şuur.
conscript s., i. askere alınmış (kimse).
conscript f. askere almak.
conscription i. 1. askere alma. 2. mecburi askerlik.
consecrate f. 1. kutsamak, takdis etmek. 2. (birine) dini bir törenle (belirli
consecration bir
i. 1.unvan)
kutsama. vermek. 3. to -etöreni.
2. kutsama adamak.
consecutive s. 1. arka arkaya gelen, ardıl. 2. mat. ardışık.
consecutively z. arka arkaya, art arda, ardışık olarak.
consensus i. fikir birliği, oybirliği.
consent i. rıza: They´ve finally given their consent. Nihayet rıza
consequence gösterdiler. How can
i. 1. sonuç, netice. 2. we gain her
semere. consent? Onun rızasını nasıl
3. önem.
alabiliriz? She can´t do it without my consent. Rızam olmadan
consequently z. bu/o yüzden, bu/o nedenle, dolayısıyla, binaenaleyh.
onu yapamaz. f. (to) (-e) razı olmak, (-e) rıza göstermek.
conservation i. 1. koruma, himaye. 2. doğal kaynakları koruma.
conservationist i. doğal kaynakları koruma yanlısı.
conservatism i. tutuculuk, muhafazakârlık.
conservative s. 1. tutucu, muhafazakâr. 2. hiç aşırıya kaçmayan, ılımlı. i.
conservatory tutucu kimse. sera. 2. konservatuvar.
i. 1. limonluk,
conserve f. korumak, muhafaza etmek.
conserve i. reçel.
consider f. 1. üzerinde düşünmek; düşünmek. 2. göz önünde tutmak,
considerable dikkate almak,
s. 1. önemli, hesaba
hatırı katmak.
sayılır. 3. saymak,
2. büyük, addetmek.
hayli, fazla, oldukça çok.
considerably z. epeyce, oldukça.
considerate s. 1. düşünceli, saygılı, hürmetkâr. 2. nazik.
consideration i. 1. nezaket, saygı, düşünce. 2. üzerinde düşünme. 3. karşılık,
considering bedel;
edat, bağ.ücret.
göz4.önünde
önem. 5. itibar, saygınlık.
tutulursa. z., k. dili 6.
heretken, faktör.
şey göz önünde
consign tutulursa.
f. 1. göndermek; vermek. 2. teslim etmek, emanet etmek.
consignee i. malın gönderildiği kimse.
consigner i., bak. consignor.
consignment i. 1. mal gönderme, sevkıyat. 2. gönderilen mal.
consignor i. mal gönderen kimse.
consist f. 1. of -den meydana gelmek, -den oluşmak, -den ibaret olmak.
consistency 2. intutarlık,
i. 1. -e dayanmak, -e bağlı
tutarlılık, olmak.
insicam. 2. kıvam; koyuluk; yoğunluk.
consistent s. tutarlı.
consistently z. 1. tutarlı bir şekilde. 2. sürekli olarak, devamlı olarak,
consolation mütemadiyen.
i. teselli, avunç.
consolation prize teselli mükâfatı.
console f. avutmak, avundurmak, teselli etmek.
consolidate f. 1. pekiştirmek, takviye etmek, sağlamlaştırmak; pekişmek,
consonant sağlamlaşmak.
i. ünsüz, sessiz, 2. birleştirmek;
konson, birleşmek.
konsonant. 3. tic. -e
s. 1. to/with konsolide
uygun, ile
etmek.
uyumlu. 2. ahenkli, uyumlu.
consort f. with ile arkadaşlık etmek.
consortium i. konsorsiyum.
conspicuous s. göze çarpan, dikkati çeken.
conspiracy i. komplo.
conspirator i. komplocu.
conspire f. komplo kurmak.
constable i., İng. polis, polis memuru.
constabulary i., İng. polis teşkilatı.
constancy i. 1. vefa. 2. sebat. 3. değişmezlik.
constant s. 1. değişmez, sabit. 2. sürekli, devamlı. 3. sadık. i. 1. sabit şey.
constantly 2. mat. değişmez
z. sürekli, daima. nicelik, sabit sayı, sabite.
constellation i., gõkb. takımyıldız.
consternation i. şaşkınlık, hayret, korku, dehşet.
constipation i. kabızlık, peklik.
constituency i. 1. bir seçim bölgesindeki seçmenler. 2. seçim bölgesi.
constituent s. bütünü oluşturan. i. 1. seçmen. 2. öğe, unsur.
constitute f. 1. oluşturmak, teşkil etmek. 2. meydana getirmek, kurmak,
constitution tesis etmek. 3.2.atamak,
i. 1. anayasa. tayin etmek.3. yapı, bünye. 4. bileşim,
tüzük, nizamname.
constitutional terkip.
s. 1. anayasal. 2. bünyesel, yapısal. i. sağlık için yapılan
constrain yürüyüş.
f. 1. zorlamak, mecbur etmek. 2. engellemek, menetmek.
constrained s. zoraki.
constraint i. 1. sınırlama, tahdit. 2. kendini tutma.
constrict f. sıkmak, sıkıştırmak, büzmek, daraltmak.
constriction i. 1. sıkma, büzme. 2. boğaz, dar geçit.
construct f. 1. yapmak, inşa etmek, bina etmek, kurmak, tertip etmek. 2.
construction geom. çizmek.
i. 1. yapım, inşa, inşaat. 2. yapı, inşaat. 3. yorum, tefsir. 4. dilb.
construction site yapı, inşa, tertip.
inşaat alanı/sahası. 5. geom. çizim.
constructive s. 1. yapıcı, olumlu, müspet. 2. yapısal.
construe f. 1. yorumlamak, tefsir etmek, mana vermek, anlamak. 2.
consul (cümleyi) tahlil2.etmek.
i. 1. konsolos. (eski Roma´da) konsül.
consul general başkonsolos.
consular s. 1. konsolosa ait. 2. konsüle ait.
consular agent fahri konsolos.
consulate i. konsolosluk, konsoloshane.
consult f. 1. danışmak, başvurmak, müracaat etmek, sormak. 2. göz
consultant önünde
i. danışman,tutmak, hesaba katmak. 3. with ile görüşmek.
müşavir.
consultation i. 1. danışma, müzakere, istişare. 2. tıb. konsültasyon.
consultative s. danışmanlıkla ilgili, istişari.
consultative committee danışma kurulu.
consume f. 1. tüketmek, yoğaltmak, istihlak etmek. 2. yakıp yok etmek.
consumed with jealousy kıskançlıktan deliye dönmüş.
consumer i. tüketici, yoğaltıcı.
consumer durables dayanıklı tüketim malları.
consumer goods tüketim maddeleri.
consumer nondurables dayanıksız tüketim malları.
consummate s. tam, mükemmel, dört dörtlük.
consummate s. tam, mükemmel, dört dörtlük.
consummate f. tamamlamak, ikmal etmek.
consumption i. tüketim, yoğaltma, istihlak.
cont kıs. contents, continent, continue.
contact i. 1. temas, değme, dokunma: It mustn´t have any contact with
contact lens the air. Havayla
kontakt lens, lens.hiç teması olmamalı. 2. temas, ilişki; irtibat,
bağlantı: Have you ever had any sort of contact with them?
contact lens kontakt lens, lens.
Onlarla herhangi bir temasınız oldu mu? We´ve been in contact
contagious s. 1.some
for tıb. bulaşıcı,
time. Epey bulaşkan,
zamandan sâri.beri
2. çabuk yayılan.
temastayız. We´ve finally
contain established
f. 1. kapsamak, radio contact içine
içermek, with almak.
them. Onlarla nihayet
2. kontrol altınaradyoyla
almak,
contain/have overtones irtibat
tutmak. kurduk. 3. (faydalı olabilecek) tanıdık; kaynak,
... izleri taşımak, -de ... izleri/havası olmak: This story has haber
veren
politicalkimse; aracı, Bu
overtones. aracılık yapan
hikâyede kimse.
siyasi bir4. k. dili
hava var.kontakt lens,
container i. 1. (kutu,
lens. şişe
f. 1. ile v.b.) kap.
temasa 2. konteyner.
geçmek, ile temas etmek. 2. temas etmek,
contaminate f. (mikrop,dokunmak.
değmek, zehir v.b. ile) kirletmek; bulaştırmak.
contamination i. (mikrop, zehir v.b. ile) kirletme/kirletilme/kirlenme;
contemplate bulaştırma.
f. 1. düşünmek; düşünüp taşınmak. 2. niyetinde olmak,
contemplation tasarlamak.
i. 1. düşünme, 3. tefekkür;
dikkatle seyretmek/izlemek.
düşünüp taşınma. 2. tasarlama. 3.
contemplative dikkatle seyretme/izleme.
s. 1. uzun uzun düşünmeyi seven. 2. dalgın, düşünceye dalmış.
contemporaneous s. çağdaş, aynı zamanda olan.
contemporary s. çağdaş, muasır. i. 1. yaşıt, akran. 2. çağdaş.
contemporary with ile çağdaş.
contempt i. küçük görme, hor görme.
contempt of court huk. mahkemeye itaatsizlik.
contemptible s. aşağılık, alçak, rezil.
contemptuous s. hakir gören, hor gören.
contend f. 1. for için yarışmak, çekişmek. 2. with ile uğraşmak, mücadele
content etmek. 3. iddia
i. 1. içerik. etmek,
2. miktar: ilericoal
This sürmek.
has a high sulfur content. Bu
content kömürün kükürt miktarı yüksek.
s. hoşnut, memnun. i. hoşnutluk, memnuniyet. f. hoşnut etmek,
contented memnun
s. hoşnut,etmek,
memnun; tatmin etmek.
rahat, mutlu.
contention i. 1. sav, iddia, tez. 2. yarışma, müsabaka. 3. kavga, münakaşa.
contentment i. memnuniyet; rahatlık.
contents i., çoğ. içindekiler, içerik, muhteviyat.
contest f. 1. (bir şeye) itiraz edip yanlış olduğunu ispatlamaya çalışmak.
contest 2. yarışmak.
i. 1. yarışma. 2. mücadele, çekişme.
contestant i. yarışmacı.
context i. bağlam, kontekst.
Continent i.
continent i. kıta, anakara.
continent s. idrarını tutabilen; bağırsaklarına hâkim olabilen.
Continental s. Avrupa kıtasındaki ülkelere özgü.
continental s. kıtasal.
contingency i. 1. olasılık, ihtimal. 2. beklenmedik olay.
contingency fund ihtiyat fonu.
contingent s. on/upon -e bağlı.
continual s. sürekli, devamlı.
continually z. sürekli, devamlı, sık sık, boyuna, habire.
continuation i. devam, devam etme, sürme.
continue f. devam etmek, sürmek.
continuity i. süreklilik, devamlılık.
continuous s. sürekli, devamlı, aralıksız.
continuously z. sürekli, devamlı, durmadan, aralıksız.
contort f. burmak, bükmek, eğmek, çarpıtmak; -i çarpıtarak
contorted tuhaf/anormal
s. buruşuk, bükük. bir şekle sokmak.
contortion i. burulma, bükülme, eğilme; -i çarpıtarak tuhaf/anormal bir
contour şekle sokma.çevre, şekil.
i. dış hatlar,
contra- önek karşı, zıt, aksi.
contraband s. kaçak, ithal veya ihracı yasaklanmış. i. 1. kaçak mal. 2.
contraception kaçakçılık.
i. gebelikten korunma.
contraceptive s., i. gebeliği önleyici (hap/alet).
contract i. 1. sözleşme, mukavele, kontrat, akit. 2. sözleşme metni,
contract mukavelename.
f. 1. kasmak, daraltmak, kısaltmak, büzmek; kasılmak,
contraction daralmak,
i. 1. kasılma, kısalmak,
daralma, çekmek,
kısalma, büzülmek.
çekilme, 2. (hastalık)
büzülme. kapmak. 3.
2. doğum
sözleşme
sırasında yapmak.
rahim kaslarının kasılması. 3. dilb. (bir veya birkaç harf
contractor i. müteahhit, üstenci, üstlenici, yüklenici.
atılarak yapılan) kısaltma.
contradict f. 1. yalanlamak, tekzip etmek, aksini iddia etmek. 2. ters
contradiction düşmek, çelişmek.
i. 1. aykırılık, çelişki, çelişme, tutarsızlık. 2. yalanlama.
contradictory s. çelişkili, çelişik, tutarsız.
contrary s. 1. kıntrer´i) aksi (kimse). 2. (kan´treri) karşıt, aksi, zıt, aykırı.
contrary to 3.
-in(kan´treri) ters yönden esen (rüzgâr). i. (kan´treri) zıt, karşıt,
tersine/aksine.
aksi, ters. z. (kan´treri) aksine, tersine.
contrast i. 1. karşıtlık, zıtlık. 2. foto. kontrast.
contrast f. 1. (aradaki farkı göstermek üzere) karşılaştırmak, mukayese
contribute etmek,
f. (to) 1.kıyas
(bağışetmek. 2. vermek,
olarak) (with) (ile) çelişmek, 2.
bağışlamak. (-e) ters düşmek.
katkıda
contribution bulunmak,
i. 1. bağış. 2.-inyardım,
payı olmak.
katkı,3.pay.
(gazete, dergi v.b.´ne)
3. makale, yazı. yazı
vermek.
contributor i. 1. bağışçı. 2. (gazete, dergi v.b.´ne) yazı yazan kimse. 3.
contrite katkıda
s. pişman, bulunan
nadim, kimse.
tövbekâr.
contrive f. 1. (a way of/a means of) -in yolunu bulmak, için bir yol
contrived bulmak:
s. uydurma, She uyduruk.
contrived a way to get herself invited to the party.
Kendisini partiye davet ettirmenin yolunu buldu. 2. from (bir
control i. 1. kontrol, denetim. 2. yönetim, idare, egemenlik, hâkimiyet.
şeyi) (başka bir şeyden) uydurup yapmak.
control f. (--led, --ling) 1. kontrol etmek, denetlemek. 2. idare etmek,
control tower hâkim
kontrololmak.
kulesi.
controversial s. tartışmalı, çekişmeli.
controversy i. tartışma, çekişme, anlaşmazlık.
convalesce f. nekahet döneminde olmak, iyileşmek.
convalescence i. nekahet.
convalescent s. nekahet döneminde olan. i. nekahet dönemindeki hasta.
convection i., fiz., kim. konveksiyon, ısı yayımı, iletim.
convene f. 1. (toplantı) yapılmak; toplanmak. 2. (toplantıya çağırarak)
toplamak.
convenience i. 1. uygunluk, rahatlık, kolaylık, elverişlilik. 2. çoğ. konfor. 3.
convenient İng. tuvalet,
s. uygun, WC, lavabo.
elverişli, müsait; rahat; kullanışlı.
convent i. kadınlar manastırı.
convention i. 1. kongre; konvansiyon. 2. anlaşma, konvansiyon. 3. gelenek,
conventional âdet.
s. 1. geleneksel. 2. beylik, basmakalıp, sıradan.
conventional weapons konvansiyonel silahlar.
converge f. 1. bir noktaya yönelmek. 2. geom. yakınsamak.
conversant s. with -e aşina, -i iyi bilen.
conversation i. konuşma, sohbet.
conversational s. 1. konuşmaya özgü. 2. konuşma dilinde. 3. konuşmaya hazır,
conversationalist konuşkan.
i. hoşsohbet biri.
converse f. (with) (ile) konuşmak, sohbet etmek.
converse s. karşıt, zıt, aksi, ters. i. karşıt anlamlı söz/sözcük.
conversion i. 1. çevirme, bir durumdan başka duruma getirme; değiştirme,
convert dönüştürme; çevrilme;
i. 1. din değiştiren kimse.değişme, dönüşme.
2. dönme, 2. din değiştirme. 3.
mühtedi.
ihtida.
convert f. (from) (to/into) (-den) (-e) çevirmek, (bir durumdan) (başka
converter duruma) getirmek; (-e) değiştirmek, (-e) dönüştürmek.
i., elek. çevirgeç.
convertible s. 1. çevrilebilir, başka duruma getirilebilir; değiştirilebilir. 2.
convex konvertibl
s. dışbükey, (para). i. 1. üstü açılabilen araba. 2. çekyat.
konveks.
convey f. 1. taşımak, götürmek, iletmek, nakletmek. 2. iletmek,
conveyance bildirmek.
i. 1. taşıma, 3.nakil,
huk. devretmek.
nakletme. 2. taşıt. 3. devretme, devir. 4. huk.
conveyer temlikname; feragatname.
i., bak. conveyor.
conveyor i. 1. taşıyıcı. 2. konveyör.
conveyor belt taşıyıcı kayış/bant, taşıma kayışı; bantlı konveyör.
convict i. mahkûm, hükümlü.
convict f. 1. mahkûm etmek, hüküm giydirmek. 2. suçlu bulmak.
conviction i. 1. mahkûm etme, hüküm giydirme. 2. mahkûmiyet. 3. inanç;
convince kanaat.
f. ikna etmek, inandırmak.
convincing s. inandırıcı.
convivial s. neşeli, şen, keyifli.
conviviality i. şenlik ve ziyafet, eğlenti, eğlence.
convoke f. toplantıya davet etmek.
convolution i. kıvrım.
convoy i. konvoy.
convulse f. şiddetle sarsmak.
convulsion i. çırpınma, ihtilaç, ıspazmoz.
convulsive s. çırpınmalı.
coo f. (kumru/güvercin) ötmek, kuğurmak, üveymek. i. kumru ötüşü.
cook i. aşçı, ahçı.
cook f. 1. pişirmek; pişmek. 2. k. dili (hesaplar) üzerinde oynamak.
cook one´s goose k. dili işini bozmak.
cook s.o.´s goose k. dili -i mahvetmek, -in canına okumak.
cook up k. dili uydurmak.
cookbook i. yemek kitabı.
cooked rice pilav.
cooker i., İng. fırın (üstü ocak, altı fırın olan mutfak aleti).
cookery i. yemek pişirme sanatı; aşçılık.
cookie i. kurabiye, (tatlı) çörek, (tatlı) kuru pasta; (tatlı) bisküvi.
cooking i. 1. yemek pişirme/pişme. 2. yemek pişirme sanatı. s. yemeklik,
cookstove yemek pişirmede
i. fırın (üstü ocak, kullanılan.
altı fırın olan mutfak aleti).
cooky i., bak. cookie.
cool s. 1. serin: a cool wind serin bir rüzgâr. cool water serin su. 2.
cool as a cucumber insanı
k. dili serin tutan soğukkanlı.
serinkanlı, (giysi). 3. serinkanlı, soğukkanlı, sakin. 4.
soğuk, ilgisiz: He gave me a cool reception. Beni soğuk
Cool it! k. dili Sakin ol!/Ağır ol!
karşıladı. 5. k. dili harika, çok güzel, çok iyi. i. serinlik: the cool
cool one´s heels k. the
of dili evening
beklemek: He made
akşam me cool
serinliği. my heels for at
f. 1. serinletmek; least forty-
soğutmak;
coop five minutes.
serinlemek, Beni en
serinleşmek;
i. kümes. f. kümese sokmak. az kırk beş
soğumak: dakika
Cool bekletti.
the liquid in the
co-op refrigerator. Sıvıyı
i., k. dili kooperatif. buzdolabında soğut. It´s cooled off. Hava
serinledi. 2. (öfke, arzu v.b.´ni) söndürmek; (birini)
coop up in k. dili -e kapatmak,
sakinleştirmek, -e hapsetmek,
yatıştırmak; -e tıkmak.
(öfke, arzu v.b.) sönmek; (biri)
cooperate f. birlikte çalışmak,
sakinleşmek: işbirliği
That will cool yapmak.
her growing desire. Onun büyüyen
cooperation arzusunu o söndürür.
i. birlikte çalışma, You need to cool off. Sakinleşmen lazım.
işbirliği.
cooperative s. 1. işbirliği yapan. 2. ortak, müşterek. i. kooperatif.
coordinate s. aynı derecede, eşit. i., mat., den., gökb., kim. koordinat.
coordinate f. koordine etmek, eşgüdümlemek, birbirine göre ayarlamak.
coordination i. koordinasyon, eşgüdüm, birbirine göre ayarlama.
cop i., k. dili polis, aynasız.
cope f. (with) (ile) baş etmek, (ile) başa çıkmak, (-in) üstesinden
copier gelmek.
i. fotokopi makinesi.
copious s. bol, çok, bereketli.
copiously z. bolca, bol miktarda.
copper i. 1. bakır. 2. ufak para. s. 1. bakır. 2. bakır renginde.
coppersmith i. bakırcı.
coppice i., bak. copse.
copse i. koru, ağaçlık, baltalık.
copter i., k. dili helikopter.
copulate f. çiftleşmek.
copy i. 1. kopya. 2. adet, tane; (yazılı eserler için) nüsha.
copy f. 1. kopya etmek. 2. taklit etmek. 3. (sınavda) kopya çekmek.
copyright 4. bilg.hakkı.
i. telif kopyalamak.
f. telif hakkı almak.
coquette i. fettan kadın.
coquettish s. fettan, cilveli.
cor kıs. corner, coroner, corpus, correct, correspondence.
coral i., s. mercan.
coral reef mercan kayalığı.
cord i. 1. ip, sicim, kaytan; kordon. 2. (çalgı için) tel. f. iple bağlamak.
cordial s. samimi, içten, yürekten, candan. i. likör.
cordiality i. samimiyet, içtenlik.
cordially z. candan, samimiyetle.
cordon i. kordon (görevli veya araçlardan oluşan dizi).
cordon off kordon altına almak.
corduroy i. (fitilli) kadife. s. fitilli kadifeden yapılmış.
corduroys i., çoğ. kadife pantolon.
core i. 1. (etli meyvelerde) göbek, iç. 2. nüve, öz, esas; merkez.
coriander i. kişniş.
cork i. 1. (mantarmeşesinin kabuğu olan) mantar. 2. mantar tapa,
corkscrew mantar.
i. tirbuşon, f. mantarla tapalamak.
tapa burgusu.
cormorant i., zool. karabatak, Phalacrocorax.
corn i. 1. mısır. 2. İng. buğday; hububat, tahıl.
corn i. nasır.
corn bread mısır ekmeği.
corn muffin mısır unundan yapılan ufak, yuvarlak ve tuzlu bir ekmek türü.
corn silk mısır püskülü.
corn syrup mısır pekmezi.
corncob i. mısır koçanı.
cornea i., anat. saydam tabaka, kornea.
cornelian cherry kızılcık.
corner i. 1. köşe, köşe başı. 2. futbol korner, korner vuruşu, köşe atışı.
corner kick 3. futbol
futbol korner,
korner oyun köşe
vuruşu, alanının dört köşesinden biri. f. 1. köşeye
atışı.
sıkıştırmak, kıstırmak. 2. (konuşmak/konuşturmak için)
cornet i. 1. müz. kornet. 2. İng. (dondurma için) külah.
yakalamak. 3. ... piyasasını ele geçirmek. 4. viraj almak.
cornetist i. kornetçi.
cornflakes i. mısır gevreği.
cornflour i., İng. mısır nişastası.
cornhusk i. mısır kabuğu.
cornice i. 1. korniş. 2. mim. saçak silmesi, korniş.
cornmeal i. iri taneli mısır unu.
cornstarch i. mısır nişastası.
corny s. aptal.
coronary s., tıb. 1. kalple ilgili. 2. koroner. i. 1. koroner damar, taçdamar.
coronation 2. koroner
i. taç giymetromboz;
töreni. koroner oklüzyon.
coroner i. şüpheli ölüm olaylarını araştıran memur.
coronet i. küçük taç.
corporal i., ask. onbaşı.
corporal s. bedensel, bedeni, cismani.
corporal punishment bedensel ceza, dayak.
corporate s. 1. ortak, kolektif. 2. anonim şirkete ait. 3. şirketleştirilmiş. 4.
corporation birleşik, birleşmiş.
i. 1. anonim şirket. 2. tüzelkişi. 3. İng. belediye.
corps i., ask. 1. kolordu. 2. sınıf, teşkilat.
Corps of Engineers İstihkâm Sınıfı.
corpse i. ceset, ölü.
corpuscle i., anat. yuvar.
correct f. düzeltmek, doğrultmak, tashih etmek, ıslah etmek.
correct s. 1. doğru, yanlışsız. 2. doğru, yerinde.
correct usage doğru kullanış, yerinde kullanma.
correction i. düzeltme, tashih, ıslah.
corrective s. düzeltici, ıslah edici.
correctly z. doğru olarak.
correctness i. doğruluk.
correlate f. 1. karşılıklı ilişkisi olmak. 2. aralarında uygunluk sağlamak, (iki
correlation şey/sonuç/rakam)
i. 1. karşılıklı ilişki. arasında ilişki kurmak.
2. mat. bağlılaşım, i. birbiriyle ilgisi olan
korelasyon.
şeylerin her biri.
correspond f. 1. (to/with) (-e) uymak, tekabül etmek: It corresponds with
correspondence what she said. benzer
i. 1. benzerlik; Onun dediklerine uyuyor. 2. to 3.
taraf. 2. mektuplaşma. (biri/bir şey)
mektuplar.
(başka birinin/başka bir şeyin) benzeri olmak: The Turkish il
correspondent i. muhabir: Does your paper have a correspondent in Paris?
corresponds to the English county. Türkiye´deki ilin İngiltere
corresponding Gazetenizin
s. 1. (bir şeye)Paris´te
karşılıkmuhabiri
olan: varcentury
That mı? s. with
saw-e uygun: It was
a lessening of
´deki benzeri kontluktur. 3. (with) (ile) mektuplaşmak.
correspondent
Spain´s influencewithandhera wishes. İsteklerine
corresponding rise uygundu.
in that of Holland. O
corridor i. koridor, geçit, dehliz.
yüzyılda İspanya´nın etkisinin azalıp buna karşılık Hollanda´nın
corroborate f. (bir düşünce, ifade v.b.´ni) pekiştirmek, güçlendirmek,
etkisinin arttığına tanık olundu. 2. aynı: Our sales in the first
desteklemek,
f. (pas, kimyasal doğrulamak,
madde) teyit etmek.
corrode quarter of this year were çürütmek,
better thanyemek,they were korozyona
in the
corrosion uğratmak;
corresponding
i. çürümek,
1. (pas veya kimyasal korozyona
period of maddeden uğramak.
last year. Bu yılın
ileri ilk üççürüme,
gelen) ayına ait
corrosive satışlarımız,
korozyon. 2. geçen
jeol. yılın aynı dönemindeki
aşınma/aşındırma,
s., i. çürütücü, korozif. satışlardan
korozyon. iyiydi. 3.
mektuplaşmadan sorumlu olan. 4. toplantılara gelmeyip mektup
corrugate f. kırıştırmak,
yoluyla cemiyetinburuşturmak;
faaliyetlerineburuşmak.
katılan (üye).
corrugated s. oluklu (saç, karton v.b.).
corrugated iron oluklu saç.
corrupt s. 1. ahlaksız, ahlak kurallarına uymayan, soysuz. 2. rüşvet
corruptible yiyen, rüşvetçi. 3.2.bozuk,
s. 1. ayartılabilir. rüşvetyozlaşmış (dil). 4. yanlış dolu (metin).
almaya hazır.
f. 1. (birini) doğru yoldan saptırmak, ayartmak. 2. -e rüşvet
corruption i. 1. (birini) doğru yoldan saptırma, ayartma. 2. rüşvetçilik. 3.
yedirmek. 3. (dili) bozmak, yozlaştırmak.
corsage ahlaksızlık,
i. 1. korsaj. ahlaksız olma.süs
2. (kadınların 4. (dili)
olarakyozlaştırma.
göğüs veya bele taktığı)
corset çiçek/çiçek
i. korse. demeti.
cortege i. kortej, cenaze alayı.
cortex i., anat. beyinzarı, korteks.
cortisone i. kortizon.
cos i.
cos lettuce marul.
cos/romaine lettuce marul.
cosine i., mat. kosinüs.
cosmetic i., s. kozmetik.
cosmic s. evrensel, kozmik.
cosmonaut i. kozmonot.
cosmopolitan s., i. kozmopolit.
cosmos i. evren, kâinat, kozmos.
cost i. 1. masraf, harcanan para; fiyat. 2. maliyet.
cost f. (cost) 1. -e mal olmak; (bir şeyin) fiyatı (belirli bir miktar)
cost a bomb olmak:
İng., k. How much does
dili pahalıya this cost? Bunun fiyatı ne? It costs ten
patlamak.
million liras. Fiyatı on milyon lira. It´ll cost you a lot. Sana
cost a pretty penny epey pahalıya mal olmak.
pahalıya mal olacak. It cost them their lives. Hayatlarına mal
cost an arm and a leg k. dili2.çok
oldu. (birpahalı
şeyin)olmak.
(kaça) mal olacağını hesap etmek: Have you
cost of living costed it? Onun kaça mal olacağını hesap ettiniz mi?
hayat pahalılığı.
cost of living yaşam maliyeti.
cost price maliyet fiyatı.
cost price maliyet fiyatı.
cost sheet maliyet cetveli.
cost, insurance and freight tic. sif, bir malın bedeli, sigortası ve navlunu ile birlikte
Costa Rica maliyeti.
i. Kosta Rika.
Costa Rican i. Kosta Rikalı. s. 1. Kosta Rika, Kosta Rika´ya özgü. 2. Kosta
costly Rikalı.
s. çok pahalı; masraflı.
cost-of-living index geçim indeksi.
costume i. 1. kıyafet, elbise. 2. kostüm.
costume ball kıyafet balosu.
cosy s., i., İng., bak. cozy.
cot i. 1. (üzerine bez gerili) portatif karyola. 2. İng. bebek karyolası.
coterie i. zümre, grup.
cottage i. 1. küçük ev, kulübe. 2. yazlık ev, sayfiye evi.
cotton i. 1. pamuk; (hidrofil) pamuk. 2. İng. pamuk ipliği. 3. pamuklu
cotton candy kumaş, pamuklu.
ketenhelva, s. pamuklu. f. 1. (on) (to) -i
ketenhelvası.
kavramak/anlamak, -in farkına varmak. 2. to -i sevmek, -den
cotton gin çırçır.
hoşlanmak.
cotton wool İng. (hidrofil) pamuk.
cottonseed i. çiğit.
couch i. kanepe, sedir, divan.
couch f. ifade etmek, beyan etmek.
cougar i., zool. puma, Felis concolor.
cough i. öksürük. f. öksürmek.
cough drop öksürük pastili.
cough up argo vermek, sökülmek, uçlanmak.
could yardımcı f., bak. can.
could do with ... ise iyi olur, ... ise fena olmaz: He could do with a bath.
couldn`t Banyo
kıs. couldyapsa
not.iyi olur.
council i. 1. kurul, komisyon; konsey, danışma kurulu. 2. İng. belediye
Council of Ministers meclisi;
Bakanlar ihtiyar
Kurulu,heyeti.
Kabine.
Council of State Danıştay, Devlet Şûrası.
councillor i., İng., bak. councilor.
councilman çoğ. coun.cil.men (kaun´sılmîn) i. belediye meclisi üyesi (erkek).
councilor i. 1. kurul üyesi, komisyon üyesi; konsey üyesi. 2. İng. belediye
councilwoman meclisi üyesi; ihtiyar heyeti
çoğ. coun.cil.wom.en üyesi.
(kaun´sılwîmîn) i. belediye meclisi üyesi
counsel (kadın).
i. 1. tavsiye, fikir, görüş; nasihat, öğüt. 2. avukat. f. nasihat
counselor vermek,
i. 1. rehber,öğüt vermek. 2. avukat. 3. k. dili kurul üyesi, komisyon
danışman.
counselor-at-law üyesi; konsey üyesi.
çoğ. coun.sel.ors-at-law (kaun´sılırz.ätlô´) i. avukat.
count i. kont.
count f. 1. sayı saymak: Do you know how to count? Saymayı biliyor
count musun?
i. 1. sayma,She sayım.
can only 2. count from dilekçesi
huk. (dava one to ten. Ancak
veya birden ona
iddianamede
kadar
sayılan) sayabiliyor.
suçlama. 2. saymak, sayısını bulmak: I counted twenty
count down geriye doğru saymak.
people. Yirmi kişiyi saydım. Count the money now! Parayı şimdi
count noses k. dili
say! 3.bir yerde hazır
saymak, bulunanları
addetmek: saymak.
They count themselves lucky.
count on Kendilerini
1. -e güvenmek.şanslı sayıyorlar.
2. -i beklemek, I count her among
-i hesaba katmak.the greatest.
count one´s chickens before Onu en büyüklerden biri sayıyorum. 4. önemli olmak: My
k. dili ayıyı vurmadan postunu satmak.
they´re hatched opinion doesn´t count for much around here. Sözüm burada pek
count out money paraları
kale birer birer
alınmıyor. That´ssaymak.
what really counts! Esas önemli olan o!
count s.o. in k. dili birini (bir işe) katmak: If that´s what you´re up to, don´t
count s.o. out count mebirini
1. k. dili in! Yapmayı
(bir işe)planladığınız
katmamak: You oysacanbeni o işeme
count katmayın!
out of
countdown that! Beni o işe katma!
i. geriye doğru sayma. 2. on saniye içinde birden ona kadar
sayarak boksörün nakavt olduğunu ilan etmek.
countenance i. 1. çehre, yüz, sima, görünüş; yüz ifadesi. 2. destek, onama,
counter tasvip. f. uygun
i. 1. tezgâh. bulmak,
2. fiş, marka.desteklemek,
3. sayaç, sayıcı. onamak, tasvip etmek;
müsamaha etmek; göz yummak.
counter i. 1. karşıt şey. 2. karşılık. s. 1. ters, zıt, aksi. 2. karşı, mukabil.
counteract z. 1. (to)
f. karşı -e karşı,önlemek,
koymak, -in tersine. 2. aksi
etkisiz haleyönde. 3. tersine, aksine. f.
getirmek.
1. karşı koymak. 2. karşılık vermek, karşılıkta bulunmak.
counterattack i. karşı saldırı.
counterbalance f. (kauntırbäl´ıns) 1. (karşılıklı olarak) dengelemek,
countercharge denkleştirmek.
i. karşı suçlama.2. -e denk olmak. i. (kaun´tırbälıns) eş ağırlık,
denk.
counterclockwise s. saat yelkovanının ters yönünde. z. sola (dönmek).
countercurrent i. ters akıntı.
counterdemonstration i. karşı gösteri.
counterespionage i. karşı casusluk.
counterfeit s. sahte, kalp. i. taklit. f. 1. kalp para basmak. 2. taklit etmek,
counterfeiter sahtesini
i. kalpazan. yapmak.
countermand f. (kauntırmänd´) (yeni bir emir ile) (önceki emri) iptal etmek. i.
countermeasure (kaun´tırmänd)
i. karşı tedbir. iptal emri.
counteroffensive i., ask. karşı saldırı.
counterpane i. yatak örtüsü.
counterpart i. 1. taydaş. 2. karşılık, mukabil. 3. kopya, ikinci nüsha, suret.
counterpoint i., müz. kontrpuan.
counterproposal i. karşı öneri.
countersign f. (tasdik için) (bir belgeye) imza atmak.
counterspy i. karşı casus.
countess i. kontes.
counting ... ... dahil: That makes ten, counting me. Ben dahil on kişi eder.
countless That´s sixteen
s. sayısız, people,
hesapsız, peknot counting the children. Çocuklar hariç,
çok.
on altı kişi oluyor.
country i. 1. ülke, memleket; yurt, vatan. 2. arazi. 3. huk. jüri, yargıcılar
countryman kurulu. s. taşraya özgü;
çoğ. coun.try.men kırsal; kırsal
(k^n´trimîn) bölgede2.bulunan.
i. 1. taşralı. vatandaş,
hemşeri.
countryside i. kırsal yerler/bölgeler.
county i. 1. A.B.D. ilçe. 2. İng. kontluk.
county seat ilçe merkezi.
county town İng. ilçe merkezi.
coup i. darbe; askeri darbe; hükümet darbesi.
coup d´état (ku deyta´) hükümet darbesi.
couple i. 1. çift. 2. çift, karı koca. f. 1. bağlamak, bitiştirmek,
coupling birleştirmek. 2. bağlantı kurmak. 3. çiftleştirmek.
i. bağlama, kavrama.
coupon i. kupon.
courage i. cesaret, yüreklilik, yürek, yiğitlik, mertlik.
courageous s. cesur, cesaretli, yürekli, yiğit, mert.
courageously z. cesaretle, mertçe.
courgette i., İng., bak. zucchini.
courier i. kurye, ulak.
course i. 1. izlenen yol; rota; seyir; gidiş; yön. 2. yol, plan. 3. kurs
court (dersler
i. 1. avlu,dizisi). 4. ahçı.
iç bahçe. yemek,
2. kort. kap, servis.
3. saray, hükümdarf. 1.ve
köpekle (av)
maiyeti. 4.
kovalamak.
huk. mahkeme. 2. hızla
f. 1.akmak.
kur yapmak, ile flört etmek. 2. (tehlike,
court fool saray soytarısı.
hastalık v.b.´ni) davet etmek.
court of appeals huk. istinaf mahkemesi.
court of common pleas huk. medeni hukuk mahkemesi.
court of first instance huk. asliye mahkemesi.
court of first instance huk. asliye mahkemesi.
courteous s. nazik, kibar, ince, saygılı.
courtesan i. zenginlerle düşüp kalkan fahişe.
courtesy i. nezaket, kibarlık, incelik.
courthouse i. 1. adliye sarayı, mahkeme binası. 2. ilçe hükümet binası.
courtier i. hükümdarın maiyetinde bulunan kimse.
courtly s. 1. sarayla ilgili. 2. zarif, nazik.
court-martial çoğ. courts-martial (kôrts´marşıl) i. askeri mahkeme. f. askeri
courtroom mahkemede yargılamak.
i. mahkeme salonu.
courtship i. kur yapma.
courtyard i. avlu, iç bahçe.
cousin i. dayı oğlu/kızı; teyze oğlu/kızı; amca oğlu/kızı; hala oğlu/kızı;
cove kuzen; kuzin.
i. dik yamaçlarla çevrili koy/körfez/vadi.
covenant i. akit, sözleşme, mukavele. f. 1. akdetmek. 2. sözleşmek.
cover f. 1. with ile örtmek; ile kapatmak/kapamak: Cover the bread
cover with a cloth.örtü.
i. 1. kapak; Ekmeği bir kapak.
2. cilt, bezle ört. Cover that
3. sığınak, pan with
barınak. a lid. O
4. maske,
tencereyi bir
paravana, kapakla
perde. 5. kapat.
tic. You should cover your mouth with
karşılık.
cover charge (lokantaya/gece kulübüne) giriş ücreti.
your hand when you cough. Öksürürken ağzını elinle örtmelisin.
cover girl kapak
2. kızı. bütünüyle kaplayacak bir şekilde sürmek: Trees
kaplamak;
cover ground covered the sides2.
1. yol katetmek. ofhızlı
the gitmek.
mountain. Dağın yamaçları
3. (belirli ağaçlarla
bir) konu hakkında
cover letter kaplıydı.
bilgi Cover
vermek.
açıklayıcı the
mektup. wound with salve. Yaraya merhem sür. 3.
kapsamak, kaplamak: The farm covers one hundred hectares.
cover one´s tracks k. dili yüz
Çiftlik 1. kendini elebir
hektarlık verebilecek şeyleri
alanı kaplıyor. Doesgizlemek. 2. ne
that book cover the
cover to cover yaptığını/ne
nineteenth yapacağını
He read thecentury?
book from gizlemek.
coveron
O kitap todokuzuncu
cover. Kitabı başından
yüzyılı sonuna
kapsıyor mu?
cover up kadar
4. okudu.
(belirli bir miktarı)
gizlemek; örtbas etmek. tamamlamak, bitirmek; (yolu) katetmek:
We´ve only covered a small part of the book. Kitabın ancak az
cover up for (birinin) hatasını/suçunu gizlemek. Don´t move; I´ve got you
bir kısmını bitirdik. How many kilometers do you want to cover
coverage covered!
i. 1. sigortaKıpırdama;
miktarı veelimdesin!
kapsamı. 2. gazet., TV bir konuya/olaya
today? Bugün kaç kilometre katetmek istiyorsun? 5. (bir olayı)
coveralls ayrılan
izleyerek yer ve zaman.
onun hakkında
i. (giysi olarak) tulum. bilgi vermek: Sırma´s covering the
covering election
i. örtü. for a news agency. Sırma bir haber ajansı için seçimi
izliyor. 6. (bir miktar) (bir masrafı) ödemeye yetmek: Will ten
covering letter İng.,
millionbak. cover
liras letter.
cover the cost of the tickets? On milyon lira biletler
coverlet i. yatak
için kâfi örtüsü, örtü. (bir şeye) karşı sigortalı olmak. 8. ateşli
mi? 7. against
covert bir silahla
s. gizli, birine nişan alarak (başka birini) korumak; başkasını
örtülü.
korumak için ateşli bir silahla (birine) nişan almak; başka birine
ateş ederek (birini) korumak, ateşle korumak. 9. (bir yeri)
gözetim altında tutmak. 10. for (geçici olarak) (başkasının) işine
bakmak: Can you cover for me while I´m out this afternoon? Bu
covertly z. gizlice.
covet f. imrenmek, gıpta etmek, göz dikmek.
covetous s. açgözlü, hırslı, haris.
covetousness i. açgözlülük.
cow i. inek.
cow f. yıldırmak, gözünü korkutmak, sindirmek.
coward i. korkak, ödlek.
cowardice i. korkaklık, ödleklik.
cowardliness i., bak. cowardice.
cowardly s. korkak, ödlek, yüreksiz.
cowboy i. kovboy, sığırtmaç.
cower f. sinmek, korkup çekilmek.
cowslip i., bot. çuhaçiçeği, Primula veris.
coxcomb i. züppe.
coxswain i., den. filika veya kik serdümeni, dümenci.
coy s. 1. cilveli, nazlı. 2. çekingen, utangaç, mahcup.
cozy s. rahat, sıcak, samimi, hoş. i. çaydanlık örtüsü.
cp kıs. compare.
CPA kıs. Certified Public Accountant.
Crab i. the astrol. Yengeç burcu.
crab i. yengeç, pavurya. f. (--bed, --bing) mızırdanmak,
crab louse homurdanmak,
kasıkbiti, kılbiti.sızlanmak, sızıldanmak.
crabby s. huysuz.
crack i. 1. çatlak, yarık. 2. çatırtı, şaklama. 3. hızlı darbe; çarpma. 4.
crack a joke bir
şakaçeşit eroin. f.
yapmak, 1. çatlamak, yarılmak, kırılmak; çatlatmak,
takılmak.
yarmak, kırmak. 2. (kasayı) açmak. 3. (şifreyi) çözmek. 4. (ses)
crack a joke şaka etmek, şaka yapmak.
çatallaşmak.
crack down (on) k. dili 1. (son vermek için) -in üstüne gitmek. 2. müsamaha
crack up etmekten vazgeçip oynatmak.
1. k. dili delirmek, sert davranmaya başlamak.
2. gülmekten katılmak. 3.
crackdown (arabayı) kazada
i., k. dili (son paramparça
vermek etmek. gitme.
için) -in üstüne 4. kaza geçirmek.
cracked s. 1. çatlak. 2. k. dili kaçık, çatlak, deli.
cracked wheat yarma buğday.
cracker i. kraker, bisküvi.
crackle f. çatırdamak. i. çatırtı, çıtırtı.
cradle i. beşik. f. beşiğe yatırmak.
craft i. 1. zanaat, el sanatı. 2. tekne, gemi; gemiler.
craftily z. şeytanca, kurnazca.
craftiness i. kurnazlık.
craftsman çoğ. crafts.men (kräfts´mîn) i. zanaatçı, zanaatkâr.
craftsmanship i. 1. zanaatçılık. 2. hüner.
crafty s. aldatmakta usta olan, kurnaz, hilekâr, şeytan.
crag i. sarp kayalık.
cram f. (--med, --ming) 1. tıkmak, tıkıştırmak, sıkıştırmak. 2. tıkınmak,
cramp tıka
i. 1. basa yemek.
kasınç, kramp.3.2.sınav öncesi
şiddetli ineklemek.
karın ağrısı. f. kasmak; kasılmak.
cramp i. kenet, mengene. f. (hareketi/gelişimi) kısıtlamak,
cranberry sınırlandırmak.
i. yabanmersini, keçiyemişi.
crane i. 1. turna. 2. vinç, maçuna. f. 1. vinçle kaldırmak. 2. (boynunu)
crank uzatmak.
i. 1. krank, kol, manivela. 2. k. dili garip fikirleri olan kimse. f.
crank up krankla hareket ettirmek. fayrap etmek, hareket ettirmek.
k. dili (motoru/makineyi)
crankshaft i., mak. krank mili.
cranky s. 1. garip, tuhaf, acayip, eksantrik. 2. huysuz, ters.
cranny i. yarık, çatlak.
crap i., argo bok. f. (--ped, --ping) argo sıçmak.
crape i. krepon.
craps i. çift zarla oynanan bir oyun.
crash i. 1. şangırtı; gürleme, büyük bir gürültü. 2. İng. araba kazası. 3.
crash hızla
i. havlu gelen büyükyapımında
ve perde iflas. 4. bilg. arıza. f. kaba
kullanılan 1. (kaza
bez.sonucu olarak)
çarpmak/düşmek: The plane crashed into the mountainside and
crash course yoğun kurs.
burst into flame. Uçak dağın yamacına çarpıp alev alarak yandı.
crash diet sıkı
2. rejim.
çarpa çarpa şiddetli ve gürültülü bir şekilde gitmek/koşmak: A
crash helmet bull
kask. crashing around in the china shop. Zücaciye
was
crash of thunder dükkânında
gök gürültüsü. bir boğa etrafı kıra döke koşuyordu. 3. büyük bir
gürültüyle çalmak/çarpmak/vurmak: She crashed the dishes
crash repairs İng.
downkaroser
on the tamiratı.
table. Tabakları büyük bir şangırtıyla masanın
crash the gate ücret vermeden
üstüne girmek;
çaldı. 4. atarak izinsiz/davetsiz
paramparça etmek: girmek/katılmak.
He crashed his glass
crash-land against the wall. Bardağını
f. (uçak) zorunlu iniş yapmak. duvara atarak paramparça etti. 5.
gürlemek, büyük bir gürültü yapmak: The thunder crashed. Gök
crass s. kaba, incelikten yoksun, görgüsüz.
gürledi. 6. (işyeri) hızla iflas etmek/top atmak. 7. k. dili (bir
crate i. sandık,
yere) kasa. f. sandıklamak,
davetsiz/izinsiz/biletsiz kasalamak.
girmek/dalıvermek/katılmak. 8. at
crater k. dilikrater.
i. 1. (bir yerde) gece kalmak:
2. bombanın Can I crash at your place
açtığı çukur.
crave tonight? Bu gece sende
f. 1. çok istemek, kalabilir-emiyim?
-e içi gitmek, 9. bilg.
can atmak. 2. arızalanmak.
rica etmek,
craving istirham
i. şiddetlietmek.
arzu, özlem.
crawfish i., zool., bak. crayfish.
crawl f. 1. sürünmek; emeklemek. 2. dalkavukluk etmek. i. sürünme;
crawl stroke emekleme.
kulaçlama yüzüş, kravl. ––ed with The rock crawled with
crayfish insects. Taşın üstünde
i., zool. kerevit, böcekler
kerevides, kaynıyordu.
karavide, tatlısuıstakozu, Astacus
crayon fluviatilis.
i. 1. mum boya, pastel. 2. mum boya ile yapılan resim, pastel. f.
craze mum boya ilei.resim
f. çıldırtmak. geçiciyapmak.
moda.
crazily z. çılgınca, delice.
craziness i. delilik, çılgınlık.
crazy s. deli, kaçık, çılgın.
creak i. gıcırtı. f. gıcırdamak.
cream i. 1. kaymak, krema. 2. kremalı tatlı. 3. (merhem olarak) krem.
cream cheese 4.
biröz,
türen iyisi. 5. krem
yumuşak beyazrengi, açık bej.
peynir.
cream of tartar krem tartar.
cream of tartar krem tartar, beyaz tartar.
cream of the crop bir şeyin en âlâsı.
cream of the crop en iyisi.
cream pitcher (ufak sürahi biçiminde) sütlük.
cream sauce beyaz sos.
creamer i. sütlük.
creamery i. süthane, sütçü dükkânı.
creamy s. 1. kaymaklı. 2. kaymak gibi, kaymak kıvamında olan.
crease i. 1. kırma, pli, pasta, kat. 2. çizgi, buruşuk. 3. ütü çizgisi, kat
create yeri. f. 1. kırma2.
f. 1. yaratmak. yapmak.
meydana2. buruşturmak. 3. katlanmak,
getirmek, oluşturmak. 3. yapmak.
buruşmak.
creation i. 1. yaratma; yaratılış. 2. yaratı, kreasyon. 3. evren, kâinat.
creative s. yaratıcı.
creatively z. yaratıcı bir şekilde.
creativity i. yaratıcılık.
Creator i. the Yaradan, Allah, Tanrı.
creator i. yaratıcı, yaratan, kreatör, mucit.
creature i. yaratık, mahluk.
crèche i. kreş, çocuk yuvası, yuva.
credence i. güven, itimat.
credentials i., çoğ. kimliği gösteren belgeler.
credibility i. güvenirlik, güvenilirlik.
credible s. inanılır, güvenilir.
credit i. 1. tic. kredi. 2. saygınlık, itibar. 3. güven, itimat, emniyet. 4.
credit (üniversitede
f. ders geçme sonucunda verilen) kredi, puan. 5.
credit an amount to s.o.´s çoğ., sin. jenerik, tanıtma yazısı.
bir miktar parayı birinin hesabına geçirmek.
account
credit and debit tic. alacak ve verecek.
credit balance tic. matlup bakiyesi.
credit card tic. kredi kartı.
credit line tic. kredi limiti.
credit rating tic. kredi değerlendirmesi.
credit s.o. with sevilmeyen birinde (olumlu bir niteliğin olduğunu) kabul etmek.
credit to You´re a credit to your parents. Annen baban seninle iftihar
creditor edebilir.
i. alacaklı; kredi açan kimse/kuruluş.
credulity i. saflık, her şeye inanma.
credulous s. saf, her şeye inanan.
creed i. 1. bir dinin temel ilkelerini içeren ifade, amentü. 2. birinin
creek veya bir grubun
i. 1. çay, dere. 2.felsefesini yansıtan
İng. koy, küçük ilkeler.
körfez.
creel i. balık sepeti.
creep f. (crept) 1. sürünmek, emeklemek. 2. sessizce gitmek/hareket
creep up on etmek. 3. ürpermek.
-e hissettirmeden i., argo kıl/gıcık/pis herif; uyuz karı.
yaklaşmak.
creeper i. sürüngen bitki.
cremate f. (ölüyü) yakmak.
cremation i. ölüyü yakma.
crematorium çoğ. cre.ma.to.ri.a (krimıtor´iyı)/--s (krimıtor´iyımz) i.
crepe krematoryum.
i. krep.
crepe paper krepon kâğıdı.
crept f., bak. creep.
Crescent i. the İslam âlemi.
crescent i. hilal, ayça. s. hilal şeklinde.
cress i., bot. tere, Crucifer.
crest i. 1. tepe, tepelik, hotoz, sorguç. 2. ibik. 3. (miğfere takılan)
crestfallen sorguç.
s. yılgın,4.süngüsü
(yokuş/dalga
düşük.için) tepe; (dağ için) sırt.
crevasse i. büyük yarık; buz yarığı.
crevice i. yarık, çatlak.
crew i. 1. tayfa, mürettebat. 2. ekip, takım.
crew f., İng., bak. crow.
crew cut alabros tıraş, asker tıraşı.
crib i. 1. (yanları yüksek) bebek karyolası. 2. yemlik. 3. tahıl ambarı.
crib 4. sınavda
f. (--bed, kopya1.çekmek
--bing) içinkopya
(sınavda) hazırlanan kopya
çekmek; kâğıdı.
kopya etmek. 2.
crib sheet çalmak, aşırmak.
sınavda kopya çekmek için hazırlanan kopya kâğıdı.
crick i. kasılma, tutulma.
cricket i., spor kriket.
cricket i., zool. cırcırböceği, Gryllus.
crime i. 1. suç, cürüm. 2. günah, acımaya yol açacak kötü davranış.
Crimea i.
Crimean s. Kırım, Kırım´a özgü.
criminal s. suça ait. i. suçlu.
criminal code ceza kanunu.
criminal court ağır ceza mahkemesi.
criminal law ceza hukuku.
criminologist i. kriminolog, suçbilimci.
criminology i. kriminoloji, suçbilim.
crimp i. kıvrım, dalga. f. 1. kıvırmak. 2. dalgalandırmak.
crimson s., i. koyu kırmızı, kızıl, fesrengi.
cringe f. 1. korkuyla çekilmek, sinmek. 2. yaltaklanmak.
crinkle f. buruşturmak, kırıştırmak; buruşmak, kırışmak. i. buruşukluk,
cripple kırışık,
i. topal;kırışıklık.
sakat. f. 1. sakat etmek, sakatlamak. 2. kösteklemek.
crippled s. topal, kötürüm; sakat, arızalı.
crisis çoğ. cri.ses (kray´siz) i. 1. kriz, bunalım, buhran. 2. tıb. kriz,
crisp nöbet.
s. 1. gevrek. 2. taptaze ve sulu (meyve/sebze). 3. kuru ve soğuk
crisper (hava). 4. çabuk ve
i. (buzdolabında) kendinden emin. i., İng. (bir parça) cips. f.
sebzelik.
gevrekleşmek, gevremek; gevretmek.
crispy s. 1. gevrek. 2. taptaze ve sulu (meyve/sebze).
crisscross s. çaprazlama kesişen. i. çaprazlama kesişen doğrular. f. 1.
criterion çaprazlama
çoğ. cri.te.ri.a kesişen doğrular
(kraytîr´iyı) çizmek.
i. ölçüt, 2. çaprazlama
kriter, kıstas. gidip
gelmek.
critic i. 1. tenkitçi, olumsuz noktalar üzerinde duran kimse. 2.
critical eleştirmen.
s. 1. tenkitçi; kusur bulmaya meyilli; kusur bulmak amacıyla
critical point söylenen/yapılan.
nazik nokta, kritik2. eleştirel, değerlendirme amacıyla yapılan.
nokta.
3. kritik, tehlikeli.
criticise f., İng., bak. criticize.
criticism i. 1. tenkit, kusur bulma. 2. eleştiri.
criticize f. 1. -i tenkit etmek, -de kusur bulmak, -in olumsuz noktaları
critique üzerinde
i. eleştiri,durmak. 2. eleştirmek, tenkit etmek, değerini
tenkit, kritik.
belirtmek için -i incelemek.
croak i. 1. kurbağa sesi, vırak. 2. gaklama sesi, gak. f. 1. vıraklamak.
Croat 2. gaklamak.
i., bak. Croatian.3. argo cartayı çekmek, cavlamak, ölmek.
Croatia i. Hırvatistan.
Croatian i., s. 1. Hırvat. 2. Hırvatça.
crochet i. kroşe, tığ işi; tığla işlenen dantel. f. kroşe yapmak, tığ ile
crochet hook işlemek.
tığ.
crochet needle tığ.
crockery i. çanak çömlek.
crocodile i. timsah.
crocodile tears sahte gözyaşları, timsah gözyaşları.
crocus i., bot. çiğdem, Crocus.
croissant i. ayçöreği.
crone i. kocakarı.
crony i. kafadar, yakın arkadaş.
crook i. 1. çoban değneği; asa, sapı kıvrık baston. 2. kıvrım. 3. k. dili
crooked dolandırıcı, üçkâğıtçı,
s. 1. eğri, çarpık. düzenbaz,
2. virajlı. madrabaz,
3. k. dili içinde birhilekâr,
dalaveredalavereci.
olan,
f. kıvırmak,
hileli (iş). 4. bükmek,
k. dili eğmek.
dolandırıcı, üçkâğıtçı, düzenbaz, hilekâr.
croon f. mırıldanmak, alçak sesle şarkı söylemek.
crop i. 1. ürün, mahsul, ekin, rekolte. 2. zool. kursak. 3. binici kırbacı.
crop f. (--ped, --ping) kırkmak, kırpmak, kesmek, kesip kısaltmak.
crop up birdenbire oluşmak/ortaya çıkmak.
Cross i. the 1. Hz. İsa´nın çarmıhta ölümü. 2. Haç (Hristiyanlığın
cross simgesi).
i. 1. çapraz işareti. 2. haç, put, çarmıh, ıstavroz. 3. çile, cefa. 4.
cross melez.
f. 1. çaprazlamak. 2. karşıdan karşıya geçmek; -i geçmek: Look
cross both ways before crossing
s. 1. huysuzlanmış; the street.
kızgın, öfkeli; aksi,Karşıdan karşıya
ters. 2. geminin/uçağın
geçmeden
rotasına önce iki yöne de bak. He crossed the bridge on a
cross my heart vallahi. aykırı esen (rüzgâr).
bicycle. Köprüyü bisikletle geçti. Georgians are crossing the
cross o.s. ıstavroz
border toçıkarmak, haç çıkarmak.
sell their goods in Turkey. Gürcüler mallarını Türkiye
cross one´s arms ´de satmak
kollarını için sınırı geçiyorlar. 3. into -e geçmek/girmek: We
kavuşturmak.
cross one´s fingers ´ve
şans just crossed into Russia. Şu anda Rusya´ya girmiş
dilemek.
bulunuyoruz. 4. over üstünden/üzerinden geçmek/geçirmek. 5.
under altından geçmek/geçirmek. 6. bot., zool. melezlemek,
çaprazlamak. 7. üstüne çizgi çizmek, -i çizmek. 8. -e karşı
gelmek.
cross one´s legs ayak ayak üstüne atmak, bacak bacak üstüne atmak.
cross one´s mind hatırına gelmek, aklından geçmek.
cross out karalamak, silmek, üstünü çizerek iptal etmek.
cross section kesit.
cross swords (with) (biriyle) atışmak, ağız kavgası etmek.
cross swords with ile çekişmek, ile kavga etmek.
cross the Rubicon dönülmeyecek bir karar vermek.
crossbar i. sürgü, kol demiri.
crossbred s. melez.
crossbreed f. (cross.bred) melezlemek, çaprazlamak. i. melez.
crosscheck f. 1. (kontrolden geçirilmiş bir şeyi) kontrol etmek. 2. mat.
cross-country sağlamasını
i. 1. kros, kıryapmak.
koşusu. 2. kros kayağı, kayak krosu. s. ülkeyi
cross-country skiing baştan başa kateden.
kros kayağı, kayak krosu. z. bir uçtan öbür uca.
cross-examine f. sorguya çekmek.
cross-eyed s. şaşı.
crossing i. 1. geçiş. 2. geçiş yeri, geçit. 3. yaya geçidi.
cross-legged z. bak. sit cross-legged.
cross-purpose i.bak. at cross-purpose.
cross-reference i. (kitapta) gönderme.
crossroad i. ara yol, yan yol.
crossroads i. 1. dörtyol; kavşak. 2. dönüm noktası.
crosswalk i. yaya geçidi.
crosswise s. çapraz. z. çaprazlama.
crossword puzzle bulmaca.
crossword puzzle bulmaca.
crotch i. 1. çatal, dal ile gövdenin birleştiği yer. 2. anat. kasık. 3. terz.
crotchet pantolon
i. 1. garipağı.
düşünce; tuhaflık. 2. İng. dörtlük, dörtlük nota.
crotchety s. 1. huysuz, dırdırcı. 2. tuhaf, acayip.
crouch f. çömelmek. i. çömelme.
croup i. krup hastalığı, boğak.
croupier i. krupiye.
crouton i. (çorbaya konulan) küp biçiminde doğranmış kızarmış ekmek.
crow i., zool. karga, Corvus.
crow f. (--ed/İng. crew) 1. (horoz) ötmek. 2. (over) (-den dolayı) çok
crowbar sevinmek.
i. levye, kaldıraç, manivela.
crowd i. kalabalık. f. 1. doluşmak, toplanmak, birikmek. 2. sıkıştırmak,
crowd into doldurmak.
-e doluşmak.
crowd out 1. sıkıştırarak çıkarmak, dışarıya itelemek. 2. (birine) yer
crowded bırakmamak.
s. kalabalık.
crown i. 1. taç. 2. hükümdarlık. 3. hükümdar. 4. tepe, baş. 5. kron
crucial (para
s. çok birimi).
önemli,6.candiştacı. 7. dişçi. kuron. f. 1. taç giydirmek. 2.
alıcı, kritik.
tamamlamak. 3. tepesini süslemek, taçlandırmak. 4. (dama
crucifix i. çarmıha gerilmiş İsa heykeli, krüsifi.
oyununda) dama yapmak. 5. (dişe) kuron takmak. 6. k. dili
crucifixion i. 1. çarmıha
kafasına germe. 2. Hz. İsa´nın çarmıhta ölümünü gösteren
vurmak.
crucify resim.
f. çarmıha germek.
crude s. 1. ham, arıtılmamış. 2. kaba. 3. derme çatma, üstünkörü
crude oil yapılmış.
ham petrol.i. ham petrol.
crudely z. kabaca.
crudeness i. kabalık.
cruel s. 1. zalim, acımasız. 2. dayanılmaz, acı.
cruelly z. zalimce, acımasızca, insafsızca.
cruelty i. zulüm, acımasızlık.
cruise f. 1. aynı hızla uzunca bir süre gitmek. 2. (gemiyle) dolaşmak. 3.
cruiser dolaşmak,
i. kruvazör.dolanmak, gezinmek. 4. (polis, polis arabası) (etrafı
kolaçan ederek) dolaşmak; (taksi şoförü, taksi) (müşteri
crumb i. 1. kırıntı, ekmek kırıntısı. 2. parça, zerre. 3. ekmek içi. f.
arayarak) dolaşmak: The squad car cruises the streets of the
ufalamak.
f. 1. ufalamak;all ufalanmak, unarabası
ufak olmak.
crumble neighborhood night. Polis gece 2. harap olmak,
boyunca mahalle
crumple çökmek.
sokaklarında 3. parçalanmak.
dolaşıyor. 5. (fahişe) sokaklarda dolaşarak
f. 1. buruşturmak, kırıştırmak; buruşmak, kırışmak. 2. çökmek. müşteri
crunch aramak. i. 1. (tatil amacıyla yapılan) deniz yolculuğu.
f. 1. çıtır çıtır yemek, kıtır kıtır yemek, katır kutur yemek, hart 2.
dolaşma,
hurt yemek. dolanma, gezinme.
2. çatırtı 3. (polis, polis arabası) (etrafı 2. k.
crusade i. 1. haçlı
kolaçan seferi.
ederek) 2. dinile
dolaşma;
ezmek.
uğruna 3. çatırdamak.
yapılan
(taksi şoförü,savaş,
taksi)
i. 1. 3.
cihat.
(müşteri
çatırtı.
dili güç durum.
kampanya, savaşım. f. against -e karşı savaşım vermek.
crusader i. 1. Haçlı.dolaşma.
arayarak) 2. bir davanın hararetli taraftarı.
crush f. ezmek.
crush i. 1. ezme. 2. kalabalık, izdiham.
crust i. 1. ekmek kabuğu. 2. kabuk. f. 1. kabuklanmak, kabuk
crust of the earth bağlamak.
yerkabuğu.2. kabukla kaplamak.
crustacean s., i. kabuklu (hayvan).
crusty s. 1. kabuklu. 2. aksi, huysuz.
crutch i. 1. destek. 2. koltuk değneği.
crux i. 1. dönüm noktası, kritik an. 2. çözülmesi zor sorun/durum. 3.
cry püf
f. 1.noktası.
ağlamak. 2. (hayvan) bağırmak. i. 1. haykırış, haykırı;
cry for feryat.
-i çok 2. (hayvana ait)
gerektirmek, ses.ihtiyacı olmak: This country is crying
-e çok
cry on s.o.´s shoulder for a leader.
birine Bu ülkenin bir lidere büyük bir ihtiyacı var.
dert yanmak.
cry one´s heart out hüngür hüngür ağlamak.
cry out bağırmak.
cry out against -e karşı yüksek sesle protestoda bulunmak.
cry out for bak. cry for.
cry quits yeter artık demek.
cry wolf yalandan imdat diye bağırmak, yalandan imdat istemek.
crypt i., mim. kriptos, kripta.
cryptic s. 1. örtülü, gizli, kapalı. 2. gizemli. 3. şifreli.
crystal i. 1. kristal, billur. 2. saat camı.
crystalline s. 1. billur gibi, berrak. 2. kristal, billurdan yapılmış.
crystallise f., İng., bak. crystallize.
crystallize f. billurlaştırmak; billurlaşmak.
cu kıs. cubic.
cub i. yavru (tilki/ayı/aslan). f. (--bed, --bing) yavrulamak.
cub scout yavrukurt.
Cuba i. Küba.
Cuban i. Kübalı. s. 1. Küba, Küba´ya özgü. 2. Kübalı.
cubbyhole i. 1. odacık; hücre. 2. (yazıhanede/dolapta) önü açık ufak göz.
cube i. 1. geom., mat. küp. 2. küp, küp biçiminde nesne. f. 1. küp
cube sugar biçiminde
kesmeşeker, kesmek. 2. mat. (bir sayının) kübünü almak.
küp şeker.
cube sugar küpşeker; kesmeşeker.
cubic s. kübik.
cubic centimeter santimetre küp.
cubic foot ayak küp (,028 m3).
cubic inch inç küp (16,4 cm3).
cubic meter metre küp.
cubical s. kübik, küp biçiminde.
cubicle i. kabin, kabine, odacık.
cuckold i. boynuzlanmış koca, boynuzlu koca. f. (kocasını) boynuzlamak.
cuckoo i., zool. guguk, gugukkuşu, Cuculus canorus. s., argo kaçık, deli.
cuckoo clock guguklu saat.
cucumber i. salatalık, hıyar.
cud i. geviş.
cuddle f. 1. kucağına alıp okşamak. 2. (birbirine) sokulmak.
cuddle up (birbirine/birine) sokulmak.
cuddle up to -e sokulup yaslanmak; -e sokulup sarılmak.
cudgel i. sopa, çomak. f. sopa atmak, sopa çekmek, sopalamak.
cue i. 1. bilardo isteka. 2. sıra, kuyruk.
cue i., tiy. 1. oyuncunun sözü arkadaşına bırakmadan önceki son söz
cue ball veya
bilardohareketi.
topu. 2. sufle. f. sufle etmek.
cuff i. 1. kol ağzı, kolluk, manşet. 2. sille, tokat. f. tokatlamak, tokat
cuff link atmak.
kol düğmesi.
cuisine i. yemek pişirme sanatı, mutfak.
cul-de-sac i., İng. çıkmaz sokak.
culinary s. yemek pişirme ile ilgili, mutfakla ilgili; yemekte/mutfakta
culminate kullanılan.
f. 1. in ile sonuçlanmak, ile sona ermek, ile son bulmak. 2. en
culmination yüksek noktaya
i. 1. sonuç, varmak,
son, bitiş. doruğuna
2. doruk, yükselmek.
zirve, en yüksek nokta.
culottes i. pantolon-etek.
culpability i. kusur, kabahat, suçluluk.
culpable s. kusurlu, kabahatli.
culprit i. suçlu, mücrim.
cult i. kült.
cultivable s. ekilebilir, yetiştirilebilir.
cultivatable s., bak. cultivable.
cultivate f. 1. (tarlayı) sürmek, (toprağı) işlemek. 2. yetiştirmek. 3.
cultivate a friendship geliştirmek.
dostluk kurmaya4. (biriyle) dostluk kurmaya çalışmak.
çalışmak.
cultivated s. 1. işlenmiş (toprak). 2. kültürlü, görgülü.
cultivation i. 1. (toprağı) işleme; tarım. 2. yetiştirme. 3. geliştirme. 4.
cultivator kültür,
i. ekici,görgü.
yetiştirici.
cultural s. kültürel.
culture i. 1. kültür. 2. yetiştirme. 3. geliştirme. 4. biyol. kültür. f. kültür
culture gap yapmak, laboratuvarda mikrop üretmek.
kültür farkı.
culture shock kültür şoku.
cultured s. kültürlü.
cultured pearl kültive inci.
cumbersome s. 1. havaleli, lenduha gibi. 2. hantal. 3. kullanışsız, elverişsiz. 4.
cumin ağır; sıkıcı.
i. kimyon.
cumulative s. birikerek artan, birikmiş, kümülatif.
cumulus i. kümebulut.
cuneiform i. çiviyazısı.
cunning s. 1. kurnaz, şeytan, hin. 2. şirin, sevimli. i. kurnazlık, şeytanlık.
cunt i., kaba 1. *am. 2. *sikişme.
cup i. 1. fincan, bardak, kupa, kadeh. 2. spor kupa. 3. litrenin dörtte
cup biri,
f. 236 cm3.
(--ped, --ping) şişe çekmek, hacamat yapmak, vantuz çekmek.
cup final kupa finali.
cup one´s hands avuçlarını bitiştirerek çanak gibi açmak.
cup winner kupa galibi.
cupboard i. dolap, yüklük.
cupidity i. hırs, tamah, açgözlülük.
cupola i. 1. ufak kubbe. 2. döküm ocağı.
cur i. 1. sokak köpeği, it. 2. it herif, it.
curable s. tedavi edilebilir, iyileşebilir.
curate i. stajyer papaz.
curator i. müze/kütüphane müdürü.
curb i. 1. kaldırımın kenar taşı. 2. engel, fren. 3. suluk, gem zinciri. f.
curd tutmak,
i. kesmik. zaptetmek, frenlemek, hâkim olmak, yenmek,
durdurmak.
curd cheese lor peyniri, lor.
curdle f. pıhtılaştırmak; pıhtılaşmak, kesilmek.
curdle one´s blood k. dili dehşete düşürmek, kanını dondurmak.
cure i. 1. tedavi, sağaltım. 2. çare, derman, ilaç. 3. şifa. 4. kür.
cure f. 1. iyileştirmek, tedavi etmek, sağaltmak, şifa vermek. 2. -e
curfew çözüm
i. sokağa getirmek, -e çare bulmak. 3. tütsülemek; tuzlamak;
çıkma yasağı.
kurutmak.
curiosity i. 1. merak. 2. nadir şey, tuhaf şey.
curiosity shop hediyelik eşya dükkânı.
curious s. 1. meraklı. 2. acayip, tuhaf, garip.
curl i. 1. kıvrım, büklüm. 2. bukle, lüle. f. kıvırmak, bukle yapmak,
curl one´s hair bükmek;
1. saçını kıvrılmak,
kıvırmak. 2. bükülmek.
k. dili yüreğini oynatmak, korkutmak.
curl up kıvrılmak.
curler i. bigudi.
curling iron saç maşası.
curly s. kıvırcık, kıvır kıvır.
currant i. 1. kuşüzümü. 2. frenküzümü.
currency i. 1. para, nakit, nakit para. 2. sürüm, geçerlik, tedavül, revaç.
current i. cereyan, akım, akıntı.
current s. 1. şimdiki, bugünkü, güncel, aktüel. 2. geçer, yürürlükte olan,
current account cari.
tic. cari hesap.
current account cari hesap.
current events güncel olaylar.
current expenses günlük masraflar, günlük giderler.
current market rate rayiç, sürüm değeri.
current price cari fiyat, piyasa fiyatı.
currently z. halen, şu anda, bugünlerde.
curriculum i. müfredat programı.
curriculum vitae özgeçmiş.
curry i.
curry f. kaşağılamak, tımar etmek.
curry favor with k. dili -e yaranmak, yaltaklanarak (birinin) gözüne girmeye
curry favor with çalışmak.
yaltaklanarak (birinin) gözüne girmeye çalışmak.
curry powder toz haline getirilmiş kimyon, kişniş, zerdeçal v.b. baharat
currycomb karışımı.
i. kaşağı.
curse f. 1. sövmek, sövüp saymak, küfretmek. 2. ilenmek, lanet
cursed etmek, beddua
s. 1. körolası, etmek.
melun. 2.i.lanetli,
1. ilenme, ilenç, lanet, beddua. 2.
lanetlenmiş.
sövgü, sövme, küfür. 3. bela.
cursed s.
cursor i., bilg. kürsör, ışıklı gösterge, imleç.
cursory s. gelişigüzel, üstünkörü.
curt s. ters ve kısa (söz).
curtail f. kesmek, kısaltmak, azaltmak.
curtain i. perde. f. perdelemek.
curtain ring perde halkası.
curtain rod perde rayı, korniş.
curtsy i. reverans. f. reverans yapmak.
curvature i. 1. eğrilik. 2. eğrilme.
curve i. 1. eğri, kavis, kıvrım. 2. viraj.
curve f. 1. eğmek, bükmek; eğilmek, bükülmek. 2. kıvırmak; kıvrılmak.
cushion i. 1. yastık, minder. 2. bir darbenin hızını kesen tampon. 3.
cuspid bilardo masasının lastikli iç kenarı. f. 1. hafifletmek, azaltmak. 2.
i. köpekdişi.
altına/arkasına yastık koymak; yastıkla beslemek. 3. yastıkla
cuss f., k. dili sövmek, küfretmek. i., k. dili 1. sövgü, küfür. 2. herif.
kaplamak.
custard i. 1. süt, şeker ve yumurta ile hazırlanan bir sos. 2. krem
custodian karamele benzeyen
i. 1. koruyucu, bir tatlı.
muhafız. 2. sorumlu kimse. 3. kapıcı.
custody i. 1. vesayet. 2. gözetim; koruma.
custom i. 1. gelenek, âdet. 2. alışkanlık, itiyat. 3. (bir müşterinin yaptığı)
customary alışveriş.
s. alışılmış, âdet olan, mutat.
customary usage âdet.
customer i. müşteri.
custom-made s. ısmarlama.
customs i. gümrük, gümrük resmi.
customshouse i. gümrük.
cut i. 1. kesme, kesim. 2. kesik. 3. kesim, fason, biçim. 4. dilim,
cut parça.
f. (cut, 5. k. dili1.hisse,
--ting) pay.2.6.biçmek.
kesmek. indirim.3.7.kesmek,
kesinti. 8. yarma, yol
azaltmak. 4.
geçirmek
kesilmek: için
This açılan
stone yar.
cuts 9. acı söz.
easily. Bu 10.
taş kırıcı davranış.
kolayca kesiliyor. 5.
cut s. kesilmiş, kesik.
(ders, konferans v.b.´ni) asmak, -e gitmemek. 6. (fiyatını)
cut a big/wide swath k. dili 1. çok nüfuzlu olmak. 2. çok dikkat çekmek.
indirmek. 7. k. dili (motoru) stop ettirmek, durdurmak. 8. (birini)
cut a tooth (çocuk) diş çıkarmak.
görmezlikten gelmek. 9. isk. kesmek.
cut a tooth diş çıkarmak. It set my teeth on edge. Dişlerimi kamaştırdı.
cut across kestirmeden gitmek.
cut across all boundaries sınır tanımamak.
cut an alcoholic drink with
içkiyi sulandırmak.
water
cut and run bırakıp kaçmak.
cut back 1. azaltmak. 2. kesip kısaltmak. 3. geri dönmek.
cut both ways hem lehine, hem aleyhine olmak.
cut corners (bir işte) kestirme yollara başvurmak.
cut corners k. dili en kolay ve en ucuz yollara başvurarak yapmak.
cut down a piece of clothing
eski bir giysiden (yeni bir şey) yapmak.
into
cut down a tree ağaç kesmek.
cut down on -i azaltmak.
cut glass kristal, kesme cam.
cut in (birinin) sözünü kesmek; araya girmek.
cut in half/cut into halves yarıya bölmek. do a thing by halves bir işi yarımyamalak
cut in on yapmak.
-i azaltmak.go halves yarı yarıya bölüşmek. go off half-cocked k.
dili yeterince düşünmeden hemen harekete geçmek.
cut into -i azaltmak.
Cut it out! k. dili Yapma!/Bırak!
cut loose 1. from (bir yerden/gruptan) ayrılmak; (denetim, baskı v.b.
cut loose ´nden)
ilişkiyi yakasını
kesmek. kurtarmak/sıyırmak. 2. k. dili gayrete gelmek,
aşka gelmek. 3. k. dili kurtlarını dökmek.
cut no ice k. dili önemli olmamak.
cut no ice k. dili önemi/etkisi olmamak.
cut of meat (kasaplık hayvanın gövdesinden belirli bir şekilde kesilen) et
cut off parçası.
-i kesmek.
cut off one´s nose to spite
k. dili gâvura kızıp oruç bozmak.
one´s
cut offface
one´s nose to spite
k. dili gâvura kızıp oruç bozmak.
one´s face
cut one´s nails to the quick tırnaklarını dibine kadar kesmek.
cut one´s own throat k. dili kendi kendine zarar vermek, bindiği dalı kesmek.
cut out 1. -i kesmek; -i kesip çıkarmak. 2. (giysi) biçmek. 3. k. dili -i
cut s.o. down kesmek, -i bırakmak.
birini öldürmek.
cut s.o. off 1. birine miras olarak on para/hiç para bırakmamak. 2. birinin
cut s.o. short yolunu
birinin kesmek.
lafını kesmek.
cut s.o. to the quick birini (acı sözlerle) derinden yaralamak.
cut s.t. into slices bir şeyi dilimlemek, bir şeyi dilim dilim kesmek.
cut short kısa kesmek.
cut the ground (out) from
(birinin) dayanak noktalarını çürütmek.
under
cut theone´s
groundfeet
from under
birinin savunduğu noktaları çürütmek.
s.o.´s feet
cut the melon argo kârı paylaşmak.
cut the wheels (of an automobile) sol yapmak; sağ yapmak.
cut to the quick k. dili içine işlemek, içini yakmak, acı vermek.
cut up 1. parça parça kesmek, doğramak. 2. k. dili şaklabanlık
cutback yapmak, komik
i. 1. kesinti, şeylereksiltme.
azaltma, yapmak. 2. sin. geriye dönüş.
cute s., k. dili şirin, sevimli.
cuticle i., anat. 1. tırnakların etrafını çevreleyen deri. 2. üstderi.
cutlery i. çatal bıçak takımı.
cutlet i., kasap. kotlet.
cutoff i. 1. kestirme yol. 2. sona erme tarihi.
cutoff point sona erme noktası.
cut-price s. 1. indirimli, tenzilatlı. 2. indirimli mal satan.
cut-rate s. 1. indirimli, tenzilatlı. 2. indirimli mal satan. 3. niteliksiz,
cutter kalitesiz.
i. 1. den. kotra. 2. (belirli bir şeyi) kesen kimse. 3. kesici alet,
cutthroat kesici: wire amansız.
s. kıyasıya, cutters teli. makası.
katil, cani.
cutting i. 1. kesme, kesiş. 2. sin. kesim. 3. bahç. aşı kalemi. s. 1. acı,
cuttlefish incitici,
i., zool. kırıcı (söz). 2. acı,Sepia.
mürekkepbalığı, keskin, sert (rüzgâr).
cutup i. şaklaban, şakacı.
cwt kıs. hundredweight 1. İng. 112 libre, yaklaşık 50 kg. 2. A.B.D.
-cy 100
isim libre, 45,5
belirten kg. fluency akıcılık.
sonek:
cyanide i. siyanür.
cybernetics i. sibernetik, kibernetik.
cyclamen i., bot. siklamen, tavşankulağı, buhurumeryem, Cyclamen.
cycle i. 1. elek. devre. 2. dönme, dönüş, devir. 3. bisiklet; motosiklet.
cyclist f. bisiklete binmek.
i. bisikletçi; motosikletçi.
cyclone i. siklon, kiklon.
cylinder i. silindir.
cylindrical s. silindirsel, silindirik.
cymbal i., müz. büyük zil.
cynic i. kinik, sinik.
cynical s. kinik, sinik.
cynicism i. kinizm, sinizm.
cypress i., bot. servi, selvi, Cupressus.
Cyprian i., s., bak. Cypriot.
Cypriot i. Kıbrıslı. s. 1. Kıbrıs, Kıbrıs´a özgü. 2. Kıbrıslı.
Cyprus i. Kıbrıs.
Cyrillic s.
Cyrillic alphabet Kiril alfabesi.
cyst i., tıb. kist.
cystitis i., tıb. sistit.
czar i. çar.
Czech i., s. 1. Çek. 2. Çekçe.
Czechoslovak i., s., tar., bak. Czechoslovakian.
Czechoslovakia i., tar. Çekoslovakya.
Czechoslovakian i., tar. Çekoslovakyalı, Çekoslovak. s., tar. 1. Çekoslovak. 2.
D Çekoslovakyalı.
kıs. December, Department, Doctor, Dutch.
d kıs. date, daughter, day, days, dead, diameter, died.
D, d i. D, İngiliz alfabesinin dördüncü harfi.
D, d i. 1. D, İngiliz alfabesinin dördüncü harfi. 2. müz. re notası.
DA kıs. District Attorney.
da kıs. daughter, day(s).
dab i. dokunma, hafif vuruş. f. (--bed, --bing) hafifçe vurmak,
dabble dokunmak.
f. 1. su serpmek, hafifçe ıslatmak. 2. in ile amatörce uğraşmak.
dabbler i. bir işe heves duyup girişme eğiliminde olan kimse, amatör,
dachshund hevesli.
i. mastı.
dad i., k. dili baba, babacığım.
daddy i., k. dili baba, babacığım.
daddy-longlegs i., zool. tipula sineği.
daffodil i. zerrin, fulya, nergis.
daft s. 1. kaçık, deli, kafadan kontak. 2. saçma.
dagger i. kama, hançer.
dahlia i., bot. yıldızçiçeği, Dahlia.
Dahoman i., s., bak. Beninese.
Dahomean i., s., bak. Beninese.
Dahomey i., bak. Benin.
Dahomeyan i., s., bak. Beninese.
daily s. gündelik, günlük. z. her gün. i. 1. gündelik gazete. 2. İng.
daintily gündelikçi
z. zarafetle.(hizmetçi).
daintiness i. 1. zarafet, nezaket. 2. titizlik.
dainty s. 1. narin, zarif, nazik. 2. titiz.
dairy i. 1. mandıra. 2. süthane, sütçü dükkânı.
dairy cattle sağmal inekler.
dairy farm mandıra.
dairy products süt ürünleri.
dairyman çoğ. dair.y.men (der´imîn) i. sütçü.
daisy i. papatya.
dale i. küçük vadi.
dally f. 1. vakit öldürmek, oyalanmak. 2. haylazlık etmek.
dally away vakit öldürmek.
dally with oynaşmak, cilveleşmek.
dam i. baraj, set, su bendi. f. (--med, --ming) -e set çekmek.
dam up -i frenlemek, -i bastırmak.
damage i. 1. zarar, ziyan, hasar. 2. k. dili masraf, fiyat. f. zarar vermek,
damages hasar
i., huk.yapmak,
tazminat.bozmak.
Damascus i. Şam.
damask i. damasko (kumaş).
dame i. 1. argo kadın. 2. kadınlara verilen şövalyelik ayarında bir
damn asalet unvanı. 3. 2.
f. 1. lanetlemek. eski hanım,
lanet hatun,
okumak, yaşlı kadın.
beddua etmek. i. lanet.
Damn!/Damn it!/Damn
Allah belasını versin!/Allah kahretsin!
him!/Damn her!
damnation i. 1. lanet. 2. bela. 3. cehennem cezası.
Damnation! Lanet olsun!
damned s. 1. lanetli, melun. 2. Allahın belası, kahrolası, kör olası, lanet.
Damned if I know. z. çok, pek. kahrolayım.
Biliyorsam
damnedest s. en acayip, en tuhaf. i. en iyisi.
damp s. nemli, rutubetli, yaş. i. 1. nem, rutubet. 2. grizu. f. 1. boğmak,
dampen söndürmek. 2. yavaşlatmak,
f. 1. nemlendirmek, ıslatmak;durdurmak.
nemlenmek, 3.ıslanmak.
nemlendirmek,
2.
ıslatmak.
(titreşimi) azaltmak. 3. kırmak, kaçırmak: dampen s.o.´s
dampness i. nem, rutubet.
enthusiasm k. dili birinin hevesini kırmak.
dance i. 1. dans, raks, oyun. 2. balo. f. dans etmek, oynamak; dans
dancer ettirmek, oynatmak.
i. dansçı, dansör, dansöz.
dancing i. dans etme, dans.
dandelion i., bot. karahindiba, Taraxacum officinale.
dandle f. hoplatmak, zıplatmak.
dandruff i. kepek, konak.
dandy s. 1. züppe. 2. harika, mükemmel, çok iyi.
Dane i. Danimarkalı.
danger i. tehlike.
dangerous s. tehlikeli.
dangerously z. tehlikeli bir şekilde.
dangle f. sarkmak, asılı durup sallanmak; sarkıtmak, asıp sallamak.
Danish i. Danca. s. 1. Danimarka, Danimarka´ya özgü. 2. Danimarkalı.
dank 3. Danca.
s. yaş, nemli, rutubetli, küf kokulu.
Danube i. Tuna nehri, Tuna.
daphne i. defne.
dapper s. şık, zarif.
dapple s. benekli. f. beneklemek. i. 1. benek. 2. benekli hayvan.
dapple-gray s. bakla kırı, alaca kır (at).
Dardanelles i.
dare f. cesaret etmek, cüret etmek, kalkışmak.
daredevil i. gözü pek.
daring i. cüret, cesaret, yiğitlik. s. cüretkâr, yiğit.
dark s. 1. karanlık. 2. koyu. 3. esmer. 4. muğlak, çapraşık. 5. cehalet
dark içinde. 6. gizli,2.esrarlı.
i. 1. karanlık. akşam. 3. koyu renk, gölge.
dark blue lacivert.
darken f. 1. karartmak; kararmak. 2. anlaşılması zor hale getirmek. 3.
darkness koyulaşmak,
i. karanlık. esmerleşmek.
darkroom i., foto. karanlık oda.
darling i. sevgili, sevgilim. s. 1. sevgili. 2. sevimli, cici, hoş.
darn f. iğneyle örerek onarmak. i. örülerek onarılmış delik.
darn f. lanet etmek.
Darn it! Lanet olsun!
dart i. 1. küçük ok. 2. ileri atılma, fırlama, hamle. 3. böceğin iğnesi.
dartboard 4. terz.
i. ok pens.
atma f. 1. ok kullanılan
oyununda gibi fırlamak, atılmak.
nişan tahtası.2. atmak, fırlatmak.
darts i. ok atma oyunu.
dash f. 1. hızla koşmak: She dashed to the child´s rescue. Çocuğun
dash off imdadına koştu.
acele gitmek, 2. hızla ilerlemek, atılmak, fırlamak: I dashed to
fırlamak.
the window but saw nothing. Pencereye fırladım ama hiçbir şey
dash off a letter bir mektup karalamak.
görmedim. 3. vurmak, çarpmak, kırmak, parçalamak: He
dash s.o.´s hopes bir kimsenin
dashed down ümitlerini
his brokenkırmak,
weapon. birini hayal
Kırık kırıklığına
silahını uğratmak.
yere vurdu. He
dash to pieces dashed the chair
çarpıp paramparça etmek.to pieces against the wall. Sandalyeyi duvara
dash water on one´s face vurup
yüzüne parçaladı.
su çarpmak. 4. atmak, fırlatmak. 5. sıçratmak. 6. (umudunu)
kırmak, suya düşürmek. 7. karıştırmak, katmak. i. 1. ileri atılma,
dashboard i., oto. kontrol
fırlama, hamle.paneli, pano.
2. az bir miktar, bir tutam. 3. kısa mesafe
dashing s. 1. atak,
koşusu. 4. atılgan,
canlılık, cesur.
enerji.2.
5.gösterişli,
tire, çizgi.şık.
data i. 1. çoğ. veya tek. bilgi. 2. veriler, data.
data bank bilg. veri bankası, bilgi bankası.
data base bilg. veri tabanı, bilgi tabanı.
data file bilg. veri dosyası.
data processing bilg. bilgiişlem.
date i. hurma, arabistanhurması.
date i. 1. tarih, zaman. 2. randevu. 3. flört, flört edilen kişi.
date f. 1. tarih koymak, tarih atmak. 2. tarihlendirmek. 3. ile çıkmak,
date line ile flörtgündeğişme
coğr. etmek. çizgisi.
date palm hurma ağacı.
dated s. 1. tarihli. 2. modası geçmiş, demode.
dative s., dilb. -e halindeki. i. -e halindeki sözcük.
datum çoğ. da.ta (dey´tı, dä´tı) i. veri.
daub f. 1. sürmek, sıvamak. 2. bulaştırmak. 3. lekelemek, kirletmek. i.
daughter 1. harç,
i. kız çamur.
evlat, kız. 2. leke.
daughter-in-law i. gelin.
daunt f. yıldırmak, gözünü korkutmak.
dauntless s. gözü pek, yılmaz, korkusuz.
davenport i. kanepe, sedir, divan; çekyat.
dawdle f. işini ağırdan alarak vakit kaybetmek, ağır davranmak,
dawn oyalanmak.
i. 1. seher, tan vakti. 2. şafak, tan. f. görünmeye başlamak,
dawn on aydınlanmak.
anlaşılmak, sezilmek.
day i. 1. gündüz: We´ve been working night and day on this project.
day after day Bu
herproje
gün,üzerinde
günlerce.gece gündüz çalışıyoruz. 2. gün: the second
day of the month ayın ikinci günü. 3. zaman, devir.
day by day günden güne.
day by day günbegün, günden güne.
day in day out her gün.
day laborer gündelikçi.
day of reckoning hesap günü, kıyamet günü.
day school gündüzlü okul.
daybreak i. seher, tan vakti.
daydream i. hayal. f. hayal kurmak, dalmak.
daylight i. gün ışığı.daylight-saving time yaz saati.
daytime i. gündüz.
daze f. sersemletmek, sersem etmek, serseme çevirmek. i. sersem
dazed bir hal, sersemlik.
s. sersemlemiş, serseme çevrilmiş.
dazzle f. göz kamaştırmak.
deacon i. diyakoz.
deaconess i. kilisenin hayır işleriyle görevlendirdiği kadın.
dead s. 1. ölmüş, ölü. 2. cansız, hareketsiz; sönük. 3. ölü (renk).
dead ahead dosdoğru.
dead beat çok yorgun, bitkin.
dead center tam merkez, tam orta.
dead end 1. çıkmaz sokak. 2. çıkmaz.
dead heat spor berabere biten yarış.
dead language ölü dil.
dead letter 1. geçersiz yasa. 2. sahibine ulaştırılamayan mektup.
dead loss bir işe yaramayan nesne/kimse.
dead set k. dili kararlı.
dead set against -e tamamen karşı, -e muhalif.
dead tired bitkin, yorgun.
deaden f. 1. hafifletmek, azaltmak, zayıflatmak; (ses, ağrı v.b.´ni)
deadline kesmek.
i. son teslim2. parlaklığını
tarihi. gidermek, donuklaştırmak.
deadlock i. çıkmaz. f. çıkmaza sokmak; çıkmaza girmek.
deadly s. 1. öldürücü; ölümcül. 2. ölü gibi.
deaf s. 1. sağır. 2. kulak asmayan.
deaf mute sağır ve dilsiz kimse.
deafen f. sağır etmek.
deaf-mute i. sağır ve dilsiz kimse.
deal i. 1. anlaşma, mukavele. 2. iş. 3. miktar. 4. iskambil kâğıtlarını
deal in dağıtma.
... ticaretif.yapmak.
(--t) (iskambil kâğıtlarını) dağıtmak.
deal with 1. ile ilgilenmek. 2. -i idare etmek. 3. -in üstesinden gelmek, -in
dealer hakkından
i. 1. (belirli gelmek.
bir şeyin) 4.ticaretini
-e değinmek,yapan-den bahsetmek.
kimse, 5. -in a
tüccar, satıcı:
müşterisi
dealer olmak, ile alışveriş etmek.
dealings i. 1. iş, in old stamps
alışveriş. 2. iş eski pul ilişki.
ilişkisi; satıcısı. 2. iskambil kâğıtlarını
dağıtan kimse.
dealt f., bak. deal.
dean i. 1. katedralin başrahibi. 2. dekan.
dear i. sevgili. s. 1. sevgili, aziz. 2. değerli, kıymetli. 3. pahalı.
Dear me! Olur şey değil!
dearly z.
dearly love to (bir şeyi) çok arzu etmek.
dearth i. yokluk, kıtlık.
death i. ölüm.
death rate ölüm oranı.
death sentence idam hükmü.
death squad ölüm mangası.
death toll ölü sayısı.
death warrant huk. idam hükmü.
deathbed i. ölüm döşeği.
deathless s. baki, ölümsüz.
deathlike s. ölüm gibi.
deathly s. ölümsü.
deathly cold çok soğuk: It´s deathly cold outside. Dışarısı çok soğuk.
deathly pale beti benzi atmış.
deathly silence ölümsü bir sessizlik.
debacle i. çöküş, yenilgi, yıkım.
debar f. (--red, --ring) (from) engellemek; menetmek.
debase f. 1. değerini düşürmek, ayarını bozmak. 2. alçaltmak, şerefini
debatable lekelemek. 3. yozlaştırmak.
s. tartışılabilir.
debate f. 1. tartışmak. 2. çok düşünmek, düşünüp taşınmak: He
debilitate debated
f. kuvvetten withdüşürmek,
himself before reachingtakatini
zayıflatmak, the decision.
kesmek. Kararını
vermeden önce çok düşündü. i. tartışma; münazara.
debility i. halsizlik, bitkinlik, güçsüzlük, zayıflık.
debit i. borç. f. 1. borç kaydetmek. 2. birinin borcuna kaydetmek.
debit an account bir hesabı borcuna kaydetmek.
debit and credit borç ve kredi.
debit balance borç bakiyesi.
debris i. yıkıntı, enkaz; döküntü.
debt i. borç.
debt of gratitude teşekkür borcu, gönül borcu.
debt of honor namus borcu.
debtor i. borçlu.
debug f. (--ged, --ging) 1. (bir yerden) gizli dinleme aygıtını sökmek. 2.
debunk (bir
f., k.aygıt veya
dili (bir sistemin)
şeyin) yanlışkusurlarını
taraflarını gidermek. 3. bilg.
açığa vurmak.
hatasızlaştırmak, ayıklamak.
debut i. 1. başlangıç. 2. (sahneye) ilk çıkış. 3. bir genç kızın sosyeteye
Dec ilk
kıs.defa takdimi.
December.
dec kıs. deceased, decrescendo.
decade i. on yıl.
decadence i. çökme, çöküş, yıkılış.
decadent s. çökmüş.
decaffeinate f. kafeinini çıkarmak.
decaffeinated coffee kafeinsiz kahve.
decal i. çıkartma.
decamp f. 1. kampı bozup ayrılmak. 2. k. dili sıvışmak, savuşmak,
decanter tüymek,
i. sürahi. kaçmak.
decapitate f. başını kesmek, boynunu vurmak.
decathlon i., spor dekatlon.
decay f. 1. çürümek, bozulmak; çürütmek. 2. azalmak. i. 1. çürüme,
decease bozulma. 2. azalma.
i. ölüm, ölme, vefat. f. ölmek.
deceit i. 1. aldatma; hile, yalan. 2. hilekârlık, düzenbazlık,
deceitful dolandırıcılık.
s. 1. hilekâr, hileci. 2. aldatıcı.
deceitfully s. hilekârlıkla, yalancılıkla.
deceitfulness i. hilekârlık, yalancılık.
deceive f. aldatmak.
deceiver i. aldatıcı, hilekâr.
December i. aralık.
decency i. 1. terbiye, edep, nezaket. 2. ılımlılık. 3. iffet, namus.
decent s. terbiyeli, nazik; temiz, iyi.
decently z. 1. terbiye ölçüsünde. 2. yeterince.
deception i. 1. aldatma; aldanma. 2. yalancılık. 3. hile, düzen, dolap.
deceptive s. aldatan, aldatıcı.
deceptively z. aldatarak, aldatıcı bir biçimde.
deceptiveness i. aldatıcılık, düzenbazlık, hilekârlık.
decide f. karar vermek, kararlaştırmak, hüküm vermek.
decide against s.t. bir şeyin aleyhinde karar vermek.
decide for s.t./decide in favor
bir şeyin lehinde karar vermek.
of s.t.
decide to take the plunge (bir şeyi) yapmaya karar vermek.
decided s. 1. kesin. 2. kararlı, azimli. 3. kararlı, ölçülü.
decidedly z. kesinlikle, katiyetle.
deciduous s. kışın yapraklarını döken (bitki).
decigram i. desigram.
decigramme i., İng., bak. decigram.
deciliter i. desilitre.
decilitre i., İng., bak. deciliter.
decimal s., mat. ondalık. i. 1. ondalık sayı. 2. ondalık kesir.
decimal fraction ondalık kesir.
decimal fraction mat. ondalık kesir.
decimal point ondalık virgülü: 1.07 (Türk sistemine göre 1,07).
decimal scale ondalık hesap cetveli.
decimal system ondalık sistem.
decimate f. büyük bir kısmını yok etmek.
decimation i. büyük bir kısmını yok etme; büyük bir kısmı yok olma.
decimeter i. desimetre.
decimetre i., İng., bak. decimeter.
decipher f. (şifreyi) çözmek.
decision i. karar; hüküm.
decisive s. 1. kesin, kati. 2. kesin sonuca ulaştıran: the decisive victory in
decisively that
z. 1. war
kesino olarak.
savaşı kesin sonuca
2. kararlı ulaştıran zafer. 3. kararlı.
bir biçimde.
decisiveness i. 1. kesinlik. 2. kararlılık.
deck i., den. güverte.
deck f. donatmak, süslemek.
deck chair şezlong.
deck of cards isk. deste.
deck out donatmak, süslemek.
declaim f. 1. hararetle söylemek/konuşmak. 2. (hitabet kurallarına göre)
declaration söylemek;
i. 1. ilan. 2.resmi
demeç.bir 3.
şekilde
bildiri,söylemek.
deklarasyon.
declaration of residence ikamet beyannamesi.
declare f. 1. ilan etmek. 2. bildirmek, deklare etmek.
declare bankruptcy iflas ilan etmek.
declare war on -e savaş açmak/ilan etmek.
declension i. 1. dilb. ad çekimi. 2. çöküş, çökme.
decline f. 1. aşağıya meyletmek. 2. azalmak, düşmek. 3. çökmek. 4.
declivity reddetmek,
i. iniş, meyil.geri çevirmek. 5. dilb. çekmek. i. 1. meyil, iniş. 2.
azalma, düşüş; gerileme, yozlaşma. 3. çökme, çöküş.
declutch f. debriyaj yapmak.
decode f. (şifreyi) çözmek.
decompose f. 1. ayrıştırmak. 2. çürütmek; çürümek.
decomposition i. 1. ayrışma. 2. bozulma.
decorate f. 1. süslemek, dekore etmek. 2. nişan vermek.
decoration i. 1. süsleme, dekorasyon. 2. süs. 3. nişan, madalya.
decorative s. süsleyici, süslü.
decorator i. dekoratör.
decorous s. görgü kurallarına uygun.
decorously z. görgü kurallarına uygun bir biçimde.
decorum i. adaba uygun olma, terbiyeli olma.
decoy i. tuzak yemi. f. 1. away from -den hile ile uzaklaştırmak; into -e
decrease hile ile çekmek.
f. azalmak, 2. tuzağa
düşmek, düşürmek.
küçülmek; azaltmak, düşürmek. i. azalma,
decree düşüş.
i. 1. resmi emir. 2. karar. 3. kararname. f. 1. emretmek,
decrepit buyurmak. 2. karar vermek.
s. eskimiş, yıpranmış.
dedicate f. 1. adamak, vakfetmek. 2. to -in adına sunmak, -e ithaf etmek.
dedicated s. 1. ithaf olunmuş. 2. adanmış. 3. kendini işine adamış.
dedication i. adama, ithaf.
deduce f. sonuç çıkarmak.
deduct f. çıkarmak, hesaptan düşmek.
deduction i. 1. sonuç çıkarma. 2. man. tümdengelim. 3. sonuç. 4. hesaptan
deductive reasoning düşme. 5. kesinti:
tümdengelimli usavurma.
deed i. 1. eylem, iş, fiil. 2. huk. senet, tapu senedi. f. to -e senetle
deem devretmek.
f. saymak, addetmek.
de-emphasise f., İng., bak. de-emphasize.
de-emphasize f. önemini azaltmak.
deep s. 1. derin. 2. anlaşılmaz. 3. şiddetli, ağır. 4. koyu (renk). 5.
deep in debt kalın,
borcaboğuk,
batmış.pes (ses). z. into 1. derinlerine kadar; derinliklerine
kadar: It sank deep into the water. Suyun dibine battı. 2.
deep in thought derin düşünceye dalmış.
(gecenin) büyük bir bölümünde: They talked deep into the
night. Gecenin büyük bir bölümünü konuşarak geçirdiler.
deep sea derin deniz.
deep trouble vahim bir durum.
deepen f. 1. derinleşmek; derinleştirmek. 2. artırmak. 3. (rengi)
deepfreeze koyulaştırmak.
i. 1. dipfriz. 2. dondurup saklama. f. (deep.froze, deep.fro.zen)
deep-fry dondurup
f. bol yağda saklamak.
kızartmak.
deep-rooted s. 1. kökleri derinlere inen (ağaç/çalı). 2. köklü, kökleşmiş
deep-seated (âdet/inanç).
s. 1. derin, derinden gelen; derinde olan. 2. köklü, kökleşmiş.
deer i. (çoğ. deer) geyik; karaca.
def kıs. defective, defendant, defense, deferred, defined, definite,
deface definition.
f. (bir şeyin yüzeyine) zarar vermek.
defamation i. karalama, kara çalma, lekeleme.
defame f. karalamak, kara çalmak, lekelemek.
default i. 1. (bir yükümlülüğü) yerine getirmeme. 2. bilg. varsayım. f.
defeat (bir yükümlülüğü)
f. yenmek, bozguna yerine getirmemek:
uğratmak. They
i. bozgun, defaulted on their
yenilgi.
loan. Borçlarını zamanında ödemediler.
defecate f. büyük aptesini yapmak, dışkılamak.
defect i. kusur, noksan, eksiklik.
defective s. 1. kusurlu, sakat, eksik, noksan. 2. dilb. bazı çekim şekilleri
defector olmayan.
i. karşı tarafa kaçan kimse.
defence i., İng., bak. defense.
defend f. 1. savunmak. 2. from -den korumak.
defendant i., huk. davalı.
defender i. savunucu, savunan; koruyucu.
defense i. 1. savunma, korunma. 2. spor savunma, defans.
defenseless s. savunmasız, korunmasız.
defensive s. 1. savunmayla ilgili. 2. (hedef alındığını zannederek)
defensive alliance savunmaya geçen. 3. koruyucu. 4. spor defansif.
savunma anlaşması.
defer f. (--red, --ring) 1. sonraya bırakmak, ertelemek. 2. to -e boyun
deference eğmek.
i. riayet, (saygıdan kaynaklanan) itaat.
deferential s. riayetkâr; saygı ve itaat gösteren.
deferment i. erteleme.
deferred s. ertelenmiş.
defiance i. 1. meydan okuma. 2. karşı koyma.
defiant s. 1. meydan okuyan. 2. karşı koyan.
deficiency i. eksiklik, noksanlık; yetersizlik.
deficient s. eksik, noksan; yetersiz.
deficit i. (bütçe, hesap v.b.´nde) açık; zarar.
defile f. kirletmek, pisletmek, lekelemek, bozmak.
define f. 1. tanımlamak, tarif etmek. 2. belirlemek, sınırlamak, tayin
definite etmek.
s. 1. kesin. 2. belirli, belli.
definite article dilb. belirli tanımlık: the.
definitely z. kesinlikle.
definition i. 1. tanım, tarif. 2. tanımlama.
definitive s. kesin, son, tam.
deflate f. 1. havasını/gazını boşaltmak, söndürmek; sönmek. 2.
deflation gururunu kırmak. 3.boşaltma,
i. 1. havasını/gazını ekon. parasöndürme;
arzını azaltmak.
sönme. 2. gururunu
deflect kırma. 3. ekon. deflasyon.
f. yönünü değiştirmek; başka yöne çevirmek; yönü değişmek.
deflect s.o. from his/her
birini amacından çevirmek.
purpose
deflect s.t. into yönünü değiştirip -e çevirmek.
deform f. biçimini bozmak, biçimsizleştirmek.
deformity i. 1. biçimsizlik. 2. tıb. biçim bozukluğu, bozunum.
defraud f. dolandırmak, elinden almak.
defray f. ödemek; (giderleri) karşılamak.
defrost f. buzlarını çözmek/eritmek; buzları çözülmek/erimek.
deft s. becerikli, usta, marifetli.
defunct s. 1. ölü. 2. feshedilmiş.
defy f. meydan okumak, karşı gelmek, karşı koymak.
degenerate s. yoz, yozlaşmış, soysuz, dejenere.
degenerate f. yozlaşmak, soysuzlaşmak, bozulmak, dejenere olmak.
degradation i. 1. aşağılık bir durum; itibarsızlık. 2. aşağılaşma. 3. rütbeyi
degrade indirme.
f. 1. alçak bir duruma düşürmek. 2. rütbesini indirmek.
degrading s. alçaltıcı, onur kırıcı.
degree i. 1. fiz., geom. derece. 2. derece, basamak, aşama, rütbe,
dehumidifier mertebe.
i. nem gideren3. diploma.
alet.
dehumidify f. nemini gidermek.
dehydrate f. 1. suyunu almak, kurutmak. 2. su kaybetmek.
dehydrated s. susuz, kurumuş.
deify f. tanrılaştırmak.
deign f. tenezzül etmek.
deity i. 1. tanrı, ilah. 2. tanrısal varlık.
dejected s. keyifsiz, morali bozuk; hüzünlü.
dejection i. keyifsizlik, moral bozukluğu; hüzün.
delay f. 1. ertelemek, sonraya bırakmak. 2. geciktirmek. 3.
delegate oyalanmak. i. gecikme,
i. (del´ıgît, del´ıgeyt) geç kalma.
delege, temsilci; elçi; vekil. f. (del´ıgeyt) 1.
delegation havale etmek, devretmek.
i. 1. delegasyon. 2. yetki verme. 2. görevlendirmek.
delete f. silmek, çıkarmak.
deletion i. 1. silme, çıkarma. 2. yazıdan çıkarılan parça.
deliberate s. 1. kasıtlı, maksatlı, önceden tasarlanmış. 2. temkinli, ölçülü,
deliberate dikkatli.
f. 1. düşünüp taşınmak, ölçünmek, tartmak. 2. görüşmek,
deliberately müzakere etmek. bile bile.
z. kasten, mahsus,
deliberation i. 1. üzerinde düşünme, düşünüp taşınma. 2. görüşme,
delicacy müzakere.
i. 1. incelik, kibarlık. 2. lezzetli şey.
delicate s. 1. kolaylıkla kırılabilen, kırılgan, nazik. 2. hassas (alet). 3.
delicately hassas (konu);2.
z. 1. incelikle. nazik (durum).
dikkatle, 4. ince
ihtiyatla, (yapı),
büyük birnarin.
özenle. 5. hafif
(koku/tat). 6. hafif, yumuşak (dokunuş). 7. hastalıklara pek
delicatessen i. şarküteri, mezeci.
dayanıklı olmayan.
delicious s. lezzetli, leziz, nefis.
delight f. 1. sevindirmek; sevinmek. 2. in -den zevk almak. i. 1. sevinç,
delightful zevk,
s. hoş,keyif,
güzel;haz. 2. sevinç veren şey.
zevkli.
delimit f. sınırlandırmak, tahdit etmek.
delineate f. 1. şeklini çizmek. 2. betimlemek.
delinquency i. 1. (çocuklarda) suç işleme. 2. borçların ödenmemesi.
delinquent s. 1. suçlu, suç işleyen (çocuk). 2. ödenmemiş (hesap, vergi,
delirious borç v.b.). 3. borçlarını
s. 1. sayıklayan. ödememiş.
2. çılgına dönmüş.i. çocuk suçlu.
delirium i. 1. sayıklama. 2. çılgınlık.
deliver f. 1. teslim etmek, bırakmak, vermek: They will deliver the
deliver the goods furniture tomorrow
k. dili istenilen şeyimorning.
yapmak. Mobilyayı yarın sabah teslim
edecekler. 2. (gazete, mektup v.b.´ni) dağıtmak. 3.
deliverance i. 1. kurtarma; kurtuluş. 2. hüküm.
(yumruk/darbe) indirmek. 4. (from) -den kurtarmak. 5. (çocuğu)
deliverer i. 1. kurtarıcı.
almak, doğurtmak.2. teslim eden kimse.
6. (söylev) 3. dağıtıcı.
vermek, (konuşma) yapmak. 7.
delivery (hüküm)
i. 1. teslim;vermek.
dağıtım. 2. doğurma; doğum. 3. konuşma tarzı. 4.
delivery note beysbol
tic. teslimtopa vuruş, servis.
beyanı.
delivery order tic. teslim emri.
delivery receipt tic. teslim makbuzu.
delivery time tic. siparişlerin teslim süresi.
deliveryman çoğ. de.liv.er.y.men (dîlîv´ırimen) i. satılan malı eve teslim eden
dell kimse.
i. küçük vadi, korulu vadi.
delta i. delta, çatalağız.
delude f. aldatmak, yanıltmak.
deluge i. 1. sel, tufan. 2. şiddetli yağmur.
delusion i. 1. aldanma, yanılma. 2. ruhb. sabuklama.
delusive s. aldatıcı, yanıltıcı.
deluxe s. lüks, ihtişamlı.
delve f. into -i araştırmak.
demagogue i. demagog, halkavcısı.
demagogy i. demagoji, halkavcılığı.
demand i. 1. istem, istek; talep. 2. tic., ekon. talep, rağbet. 3. huk. talep,
demand deposit hak iddiamevduat.
vadesiz etme. f. 1. talep etmek, istemek. 2. gerektirmek. 3.
huk. mahkemeye celbetmek.
demean f. alçaltmak, küçültmek.
demeanor i. davranış, tavır.
demeanour i., İng., bak. demeanor.
demented s. deli, kaçık, çılgın.
demerit i. (okulda) ihtar, tembih.
demi- önek yarım, yarı.
demijohn i. damacana.
demilitarise f., İng., bak. demilitarize.
demilitarize f. askerden arındırmak.
demilitarized zone askerden arındırılmış bölge.
demise i. ölüm, vefat.
demobilisation i., İng., bak. demobilization.
demobilise f., İng., bak. demobilize.
demobilization i. seferberliğin bitmesi; terhis.
demobilize f. terhis etmek.
democracy i. demokrasi, elerki.
democrat i. demokrat.
democratic s. demokratik, halkçı.
democratically z. demokratik olarak.
demolish f. yıkmak.
demolition i. yıkma; yıkılma.
demon i. 1. cin, kötü ruh, şeytan, iblis. 2. kötü kimse, iblis. 3. enerjik
demonstrate kimse.
f. 1. kanıtlamak, ispat etmek: He has demonstrated his loyalty
demonstration to the
i. 1. firm. Şirkete
kanıtlama, olan
ispat. bağlılığını
2. gösteri. 3. kanıtladı. 2. göstererek
tanıtım gösterisi.
tanıtmak: demonstrate a machine bir makineyi tanıtmak. 3.
demonstrative s. 1. kanıtlayan, gösteren. 2. duygularını açığa vuran.
gösteri yapmak.
demonstrative adjective dilb. işaret sıfatı.
demonstrative pronoun dilb. işaret zamiri.
demonstrative pronoun işaret zamiri.
demonstrator i. 1. göstererek tanıtan kimse. 2. uygulama öğretmeni. 3.
demoralise gösterici.
f., İng., bak. demoralize.
demoralize f. cesaretini kırmak, moralini bozmak, yıldırmak.
demote f. aşağı dereceye indirmek, rütbesini indirmek.
demotion i. indirme.
demur f. (--red, --ring) kabul etmemek, itiraz etmek. i.
demure s. 1. çekingen. 2. ağırbaşlı, ciddi.
den i. 1. in, mağara. 2. k. dili tekke, yatak. 3. k. dili dinlenme odası,
denatured alcohol sığınak.
mavi ispirto, karışık ispirto.
denial i. 1. inkâr, yadsıma. 2. yalanlama. 3. ret.
denigrate f. iftira etmek, leke sürmek, karalamak, kara çalmak, çamur
denim atmak.
i. kot (kumaş).
denims i., çoğ. kot pantolon, cin; blucin.
Denmark i. Danimarka.
denomination i. 1. ad, isim. 2. mezhep. 3. adlandırma. 4. değer/ölçü birimi.
denominator i. payda.
denote f. göstermek, belirtmek.
denounce f. 1. (insan, fikir, davranış v.b.´nin) kötü/zararlı taraflarını açığa
dense vurmak.
s. 1. yoğun,2. ihbar
kesif.etmek. 3. (anlaşmanın)
2. sık (orman, saç v.b.).kaldırılacağını
3. anlaşılması güç,
duyurmak.
ağır (yazı). 4. kalın kafalı, mankafa. 5. foto. koyusıklık.
(negatif).
density i. 1. yoğunluk, kesafet. 2. (orman, saç v.b. için) 3. (yazıda)
dent ağırlık. 4. foto.çentik,
i. ufak çukur; koyuluk.
çöküntü, girinti. f. çentmek; çökertmek.
dental s. 1. dişlerle ilgili. 2. dişçilikle ilgili. 3. dilb. dişsel. i. dişsel ünsüz.
dental floss diş ipliği.
dental surgery diş cerrahisi.
dentist i. diş hekimi, diş tabibi, dişçi.
dentistry i. diş hekimliği, dişçilik.
dentures i. takma diş.
denude f. soymak; çıplaklaştırmak, çıplak bırakmak.
denunciation i. 1. (insan, fikir, davranış v.b.´nin) kötü/zararlı taraflarını açığa
deny vurma.
f. 1. inkâr2. etmek,
ihbar. 3.yadsımak.
(anlaşmanın) kaldırılacağını
2. yalanlamak. duyurma. 4.
3. reddetmek.
deodorant -den yoksun bırakmak,
s., i. deodoran, esirgemek, vermemek.
koku giderici.
deodorise f., İng., bak. deodorize.
deodorize f. kokusunu gidermek.
depart f. 1. ayrılmak, gitmek. 2. hareket etmek, kalkmak: At what time
department does the bus depart?
i. 1. departman, bölüm,Otobüs
kısım,saat
şube,kaçta kalkıyor?
daire, 3. ölmek,
kol. 2. bakanlık,
vefat
vekâlet. etmek. 4. from -den sapmak, -den ayrılmak.
department store büyük mağaza, bonmarşe.
departure i. 1. gidiş, ayrılış, terk. 2. hareket etme, kalkış. 3. değişiklik,
departure gate yenilik. 4. sapma, ayrılma. 5. vazgeçme.
çıkış kapısı.
departure lounge çıkış salonu.
departure terminal çıkış terminali.
depend f. on/upon 1. -e güvenmek. 2. -e bağlı olmak: The number of
depend from people who will come depends on how many tickets we can sell.
-den sarkmak.
Geleceklerin sayısı satabileceğimiz biletlerin sayısına bağlı. 3. -e
Depend upon it. Emin olunuz.
bağımlı olmak: That child depends on her mother. O çocuk
dependable s. güvenilir.
annesine bağımlı.
dependence i. 1. güven, güvenme. 2. bağlılık. 3. bağımlılık.
dependency i. 1. bağımlılık. 2. sömürge. 3. ek bina.
depict f. 1. resmetmek, resmini çizmek. 2. betimlemek, anlatmak.
depilate f. tüyleri gidermek/dökmek.
depilation i. depilasyon, depilaj, tüyleri giderme/dökme; epilasyon.
depilatory i. depilatuar, depilatif, tüy dökücü krem. s. depilatif, tüy
deplete giderici/dökücü.
f. tüketmek, bitirmek.
deplorable s. acınacak durumda, içler acısı.
deplorably z. acınacak biçimde.
deplore f. 1. -e çok üzülmek, -den acı duymak. 2. -e yerinmek, -e
deploy yazıklanmak.
f. 1. plana göre yerleştirmek. 2. ask. yayılmak.
deployment i. 1. plana göre yerleştirme. 2. ask. yayılma
deport f. sınırdışı etmek.
deport o.s. davranmak, hareket etmek.
deportation i. sınırdışı etme.
deportment i. davranış, tavır.
depose f. 1. tahttan indirmek. 2. görevden almak, azletmek. 3. yeminli
deposit ifade vermek.2. depozit, depozito; kaparo, pey akçesi: The
i. 1. emanet.
deposit account salesman
mevduat asked
hesabı.for a thirty million lira deposit. Satıcı otuz
milyon lira depozit istedi. The landlord asked for a deposit as an
deposition i. 1. tahttan indirme. 2. görevden alma. 3. yeminle yazılı ifade.
indication of my good faith. Ev sahibi iyi niyetimin işareti olarak
depositor 4. depozit
i. mudi, olarak
para verme.
yatıran 5. (tortu) bırakma.
kimse.
kaparo istedi. 3. mevduat. 4. teminat akçesi. 5. çökelti, tortu. 6.
depository birikinti. 7. mad.
i. depo, ardiye. birikinti, maden yatağı. f. 1. koymak: You
depot should deposit your jewels in
i. 1. depo, ardiye. 2. istasyon; durak.the safe.
3.Mücevherlerini
ask. depo. kasaya
koymalısın. 2. emanet etmek: He deposited the keys to his
deprave f. baştan çıkarmak,
apartment with the ahlakını
doorkeeper.bozmak.
Dairesinin anahtarlarını
depraved s. ahlakı emanet
kapıcıya bozuk, baştan
etti. 3.çıkmış.
depozit olarak vermek: deposit money
depravity in a bank
i. 1. ahlakaccount
bozukluğu.banka hesabına
2. doğru para
yoldan yatırmak. 4. bankaya
ayrılma.
yatırmak. 5. çökeltmek, (tortu) bırakmak: This water is
deprecate f. onaylamamak, protesto etmek.
depositing a brown sediment at the bottom of my glass. Bu su,
depreciate f. 1. fiyatını kırmak,
bardağımın değerini düşürmek.
dibinde kahverengi bir tortu 2. ucuzlatmak; amortize
bırakıyor.
depreciation etmek.
i. 1. değerini düşürme; değeri düşme. 2. aşınma payı,
depress amortisman.
f. 1. -i bastırmak, -e basmak. 2. üzmek, canını sıkmak, moralini
depressed bozmak.
s. 3. kuvvetten
1. morali düşürmek,
bozuk, keyifsiz. zayıflatmak.
2. değeri düşürülmüş. 4. 3. durgun
değerini/miktarını
(piyasa/ekonomi). azaltmak.
depression i. 1. moral bozukluğu, keyifsizlik. 2. piyasada durgunluk,
deprive ekonomik kriz. 3. bırakmak,
f. of -den yoksun ruhb. depresyon, çöküntü.
-den mahrum 4. alçak
etmek, basınç
-den etmek:
alanı.
This work will deprive us of our health. Bu iş bizi sağlığımızdan
dept kıs. department.
edecek.
depth i. 1. derinlik. 2. derin yer.
depth of winter kış ortası, karakış.
deputation i. 1. temsilciler heyeti, delegasyon. 2. temsilci atama.
deputise f., İng., bak. deputize.
deputize f. 1. vekil olarak atamak. 2. for (bir kimsenin) yerini doldurmak.
deputy i. 1. vekil; yardımcı, muavin. 2. polis. 3. milletvekili.
derail f. (treni) raydan çıkarmak; (tren) raydan çıkmak.
derailment i. (treni) raydan çıkarma; (tren) raydan çıkma.
derange f. 1. düzenini bozmak, altüst etmek, karıştırmak. 2. delirtmek.
deranged s. deli.
derangement i. 1. düzensizlik, karışıklık. 2. delilik.
derelict s. 1. terkedilmiş, sahipsiz. 2. kayıtsız, ilgisiz, ihmalkâr.
deride f. alay etmek, alaya almak.
derision i. alay, istihza.
derisive s. alaylı, alaycı.
derisory s. 1. alaylı, alaycı. 2. gülünç, kepaze, devede kulak gibi.
derivation i. 1. türetme. 2. köken, kaynak.
derivative i. türev.
derive f. from 1. -den sağlamak, -den elde etmek, -den almak: He
dermatitis derives hisyangısı.
i., tıb. deri income from his investments. Gelirini
yatırımlarından sağlıyor. He derives pleasure from music.
dermatologist i. dermatolog, deri hastalıkları uzmanı, cildiyeci.
Müzikten zevk alıyor. 2. -den türemek; -den türetmek: Many
dermatology i. dermatoloji,
English cildiye.from Latin. Çoğu İngilizce sözcük
words derive
derogatory Latinceden
s. küçültücü, türemiştir. Gasolineaşağılayıcı.
küçük düşürücü, is derived from petroleum.
dervish Benzin
i. derviş.petrolden türetilir.
descend f. 1. inmek; (kuş, uçak v.b.) alçalmak; (karanlık, sis v.b.)
descendant çökmek.
i. torun; of2.(birinin)
from -insoyundan
soyundangelen
gelmek. 3. on/upon inip -e
kimse.
saldırmak; -e sökün etmek, bastırmak: Those relatives
descendent i., bak. descendant.
descended upon us again this Christmas. O akrabalar bu Noel
descent i.
´de1. yine
iniş; bastırdılar.
alçalma; çökme. 2. on/upon inip -e saldırma; -e sökün
describe etme; baskın.
f. 1. tanımlamak, 3. soy.
betimlemek, tarif etmek. 2. anlatmak.
description i. 1. tanımlama, betimleme, tarif. 2. cins, çeşit, tür. 3. eşkâl: The
descriptive police were unable
s. tanımlayıcı, to obtain a description of the thief. Polis
betimsel.
hırsızın eşkâlini saptayamamıştı.
desecrate f. (kutsal bir şeye) saygısızlık etmek.
desecration i. (kutsal bir şeye karşı) saygısızlık.
desegregate f. ırk ayrımını kaldırmak.
desegregation i. ırk ayrımının kaldırılması.
desensitise f., İng., bak. desensitize.
desensitize f. uyuşturmak.
desert i. hak edilen şey, layık olunan şey. He got his deserts. Hak
desert ettiğini buldu.
i. çöl, sahra. s. 1. çorak, çöllük. 2. boş, ıssız.
desert f. 1. terketmek, bırakmak. 2. ask. askerlikten kaçmak. 3.
deserter kaçmak, firar etmek.
i. asker kaçağı.
desertion i. 1. terketme, terk. 2. askerlikten kaçma, firar.
deserve f. hak etmek, layık olmak.
deservedly z. haklı olarak; hak ettiği gibi.
deserving s. of -i hak eden, -e layık.
deserving of praise övülmeye layık.
design i. 1. tasarım, dizayn, tasar çizim. 2. tasarlama. 3. plan, proje. 4.
designate desen. 5. amaç, işaret
f. 1. göstermek, maksat, hedef.
etmek, 6. entrika,
belirtmek. 2.komplo. f. 1.
adlandırmak,
tasarımını
isimlendirmek. yapmak: Selda
3. (to/for) designs
-etayin
atamak,all of her
-e tayin own clothes.
etmek. Selda,
4. for için
designation i. 1. atama, tayin; atanma, edilme. 2. ad, isim, unvan,
tüm giysilerinin
ayırmak, -e tasarımını
ayırmak, -e kendi
tahsis yapıyor.
etmek. 2. plan yapmak, proje
designer sıfat.
i. 1. tasarımcı. 2. desinatör. 3. modelist, stilist.
yapmak; planlamak, niyet etmek: The city is designing new
desirable parks
s. arzualong
edilen, theistek
shores of the Golden
uyandıran, çekici,Horn.
cazip.Belediye Haliç
desire kıyılarında yeni parklar
i. 1. arzu, istek. 2. rica, yapmayı planlıyor.
dilek. 3. şehvet. The
f. 1. arzuarchitect
etmek,
designed
arzulamak, this room
istemek. as2.a library,
rica etmek.but we use it as a bedroom.
desirous s. istekli,
Mimar bu arzu
odayı eden.
kütüphane olarak planladı ama biz onu yatak
desist f.
odası olarak kullanıyoruz.-i3.
from -den vazgeçmek, bırakmak.
düzenlemek, hazırlamak: We
desk designed
i. that book
1. yazı masası. for students.
2. sıra. 3. kürsü.O4.kitabı
daire,öğrenciler
şube, masa. içinFrom
hazırladık.
her desk the teacher could see the desks of all her students.
desktop i. masaüstü.
Öğretmen kürsüsünden tüm öğrencilerinin sıralarını
desktop computer masaüstü bilgisayar.
görebiliyordu.
desktop publishing masaüstü yayımcılık.
desolate s. 1. terkedilmiş, metruk; ıssız, tenha, boş. 2. harap, perişan. 3.
desolate kimsesiz, yalnız.perişan etmek.
f. harap etmek,
desolation i. 1. haraplık, perişanlık. 2. kimsesizlik, yalnızlık. 3. keder.
despair i. umutsuzluk, ümitsizlik. f. of -den umutsuz olmak, -den ümitsiz
despairingly olmak.
z. umutsuzca, ümitsizce.
desperate s. 1. umutsuz, ümitsiz. 2. her şeyi göze alabilen; gözü dönmüş.
desperately z. umutsuzca, ümitsizce.
desperation i. umutsuzluk, ümitsizlik.
despicable s. alçak, aşağılık, rezil.
despicably z. alçakça.
despise f. küçümsemek, hor görmek, adam yerine koymamak.
despite i. nefret, kin, garaz. edat -e karşın, -e rağmen: He was generous
despondent despite
s. umutsuz,his poverty.
ümitsiz, Yoksulluğuna
meyus. karşın eli açıktı.
despot i. despot, tiran.
despotic s. despotik, despotça.
despotical s., bak. despotic.
despotism i. despotluk, despotizm.
dessert i. (yemeğin sonunda yenen) tatlı, yemiş, soğukluk.
dessert spoon tatlı kaşığı.
destination i. 1. gidilecek yer. 2. varış yeri. 3. hedef.
destined s.
destiny i. talih, kısmet, kader, alınyazısı, yazgı.
destitute s. 1. yoksul, muhtaç, fakir. 2. of -den yoksun.
destitution i. yoksulluk, fakirlik.
destroy f. yıkmak, harap etmek, yok etmek, ortadan kaldırmak;
destroyer öldürmek.
i. 1. yok edici şey/kimse. 2. destroyer, muhrip.
destruction i. 1. yıkma, yok etme; yıkılma, yok olma. 2. yıkım.
destructive s. yıkıcı, zararlı.
desultory s. 1. gelişigüzel, rasgele. 2. rabıtasız, bağlantısız. 3. amaçsız,
detach gayesiz.
f. ayırmak, çıkarmak, sökmek.
detachable s. ayrılabilir, çıkarılabilir, yerinden sökülebilir.
detached s. 1. tarafsız, yansız, objektif. 2. müstakil (ev).
detachment i. 1. ayırma, çıkarma, sökme. 2. ask. müfreze, müfrez birlik. 3.
detail tarafsızlık,
i. 1. ayrıntı,yansızlık,
detay. 2.objektiflik.
ayrıntılar, detaylar, tafsilat, teferruat. 3.
detailed ask. özel birdetaylı.
s. ayrıntılı, iş için seçilmiş grup, müfreze.
detain f. 1. alıkoymak. 2. geciktirmek. 3. gözaltına almak.
detect f. 1. sezmek, farketmek. 2. bulmak, keşfetmek.
detection i. bulma, keşif.
detective i. dedektif, hafiye.
detective story polisiye roman.
detector i. dedektör, detektör, bulucu: mine detector mayın
detention dedektörü/detektörü.
i. 1. alıkoyma. 2. gecikme. 3. gözaltına alma.
deter f. (--red, --ring) from -den vazgeçirmek, -den caydırmak.
detergent i. deterjan.
deteriorate f. kötüleşmek, kötüye gitmek, fenalaşmak, bozulmak.
deterioration i. kötüleşme, kötüye gitme, fenalaşma, bozulma.
determinant s. belirleyici, tayin eden. i. belirleyici etken.
determination i. 1. azim, kararlılık. 2. belirleme, tayin; tespit, saptama.
determinative s. belirleyici, tayin eden. i. belirleyici şey.
determine f. 1. belirlemek, tayin etmek; tespit etmek, saptamak: We have
determined not yet determined
s. azimli, kararlı. the price of that book. O kitabın fiyatını
henüz saptamadık. The experts are trying to determine the
deterrence i. 1. caydırma. 2. caydırıcılık.
cause of the accident. Bilirkişiler kazanın nedenini saptamaya
deterrent s. caydırıcı.
çalışıyor. 2. i. caydırıcı şey.
azmetmek, karar vermek, amaçlamak: I have
detest determined
f. nefret etmek,to sell my house
iğrenmek, in Ankara and move to Kaş. Ankara
tiksinmek.
detestable ´daki evimi satıp Kaş´a taşınmaya karar verdim.
s. nefret uyandıran, iğrenç, tiksindirici.
dethrone f. tahttan indirmek.
detonate f. patlamak, infilak etmek; patlatmak, infilak ettirmek.
detour i. varyant (yol). f. varyanttan gitmek.
detract f. from -i azaltmak, -e gölge düşürmek.
detriment i. zarar, ziyan.
detrimental s. zarar veren, zararlı, muzır.
deuce i. 1. isk. ikili. 2. (zarda) dü. 3. tenis beraberlik, berabere kalma.
devaluation i., ekon. devalüasyon, değer düşürümü.
devalue f., ekon. devalüe etmek, değerini düşürmek.
devastate f. 1. harap etmek, mahvetmek, viraneye çevirmek. 2. perişan
devastation etmek.
i. 1. harap etme, mahvetme; harap olma, mahvolma. 2. perişan
develop olma. 3. yıkım, zarar.
f. 1. geliştirmek; gelişmek: He is working hard to develop his
developing Italian.
s. gelişmekte olan. geliştirmek için çok çalışıyor. develop an
İtalyancasını
idea bir fikri geliştirmek. 2. genişletmek; genişlemek: develop a
developing country gelişmekte olan ülke.
business bir firmayı genişletmek. 3. (âdet) edinmek. 4. (fırtına,
development i. 1. geliştirme;
basınç alanı v.b.) gelişme,
oluşmak.gelişim. 2. genişletme;
5. (ülke/bölge) genişleme.
kalkınmak, 3.
gelişmek.
developments (âdet)
6. edinme. 4. (fırtına, basınç
foto. develope etmek, banyo etmek.
i. olaylar. alanı v.b.) oluşma, oluşum. 5.
kalkınma, gelişme. 6. foto. banyo etme. 7. site.
deviate f. sapmak, ayrılmak.
deviation i. sapma, ayrılma.
device i. 1. alet; aygıt. 2. plan, yol, yöntem. 3. hile, oyun. 4. arma,
devil ongun.
i. şeytan, iblis.
devil´s advocate tartışma olsun diye zayıf tarafı savunan kimse.
devilish s. şeytanca, şeytan gibi.
devil-may-care s. kimseye aldırmayan, pervasız.
devilment i. muzırlık, yaramazlık.
devious s. 1. dolaşık, dolambaçlı. 2. sinsi, hilekâr. 3. hileli.
devise f. tasarlamak, planlamak, düzenlemek, tertiplemek.
devoid s. of -den yoksun, -den mahrum.
devolve f. on -e geçmek, -e kalmak, -e devrolmak.
devote f. to -e adamak, -e vakfetmek; -e ayırmak, -e hasretmek: He has
devoted devoted
s. (to) 1. himself
-e sadık,to-eserving the poor.
içten bağlı. 2. -e Kendini
düşkün;yoksulların
-i seven.
hizmetine adadı. He devotes an hour each day to walking in the
devotee i. 1. düşkün, meraklı, tutkun. 2. dinine çok bağlı olan kimse,
park. Her gün parkta yürümeye bir saat ayırıyor.
devotion zahit.
i. 1. sadakat, içten bağlılık. 2. adama, vakfetme; hasretme.
devotional s. ibadete özgü, ibadetle ilgili. i. kısa bir ibadet.
devotions i. ibadet.
devour f. 1. (yemeği) silip süpürmek, bir çırpıda yiyip bitirmek; (avı)
devout parçalayıp
s. 1. dindar,yutmak. 2. bir
dini bütün, solukta okumak.
mütedeyyin. 3. (biriçten,
2. samimi, duygu) (birini)
yürekten.
yiyip bitirmek. 4. mahvetmek, yok etmek.
dew i. çiy, şebnem.
dewdrop i. çiy damlası.
dewy s. üzerine çiy düşmüş, çiyle kaplı.
dexterity i. el çabukluğu, beceri, ustalık.
dexterous s. eli çabuk, eli uz, usta.
dextrous s., bak. dexterous.
diabetes i., tıb. şeker hastalığı, diyabet.
diabetic s., tıb. diyabetik. i., tıb. şeker hastası.
diabolic s. şeytani, şeytanca.
diabolical s., bak. diabolic.
diagnose f. teşhis etmek, tanılamak.
diagnosis i. teşhis, tanı.
diagonal s. köşegenel. i. köşegen, diyagonal.
diagram i. 1. diyagram, grafik. 2. plan, şema. f. diyagram ile göstermek;
dial diyagramını
i. 1. kadran. çizmek.
2. (saatte) mine, kadran. f. (--ed/--led, --ing/--ling)
dial direct to (telefon numarasını)
-i direkt aramak. çevirmek.
dial tone (telefonda) çevir sesi.
dialect i. diyalekt, lehçe, ağız.
dialectics i. eytişim, diyalektik.
dialing tone İng. (telefonda) çevir sesi.
dialog i. diyalog.
dialogue i., İng., bak. dialog.
dialysis çoğ. di.al.y.ses (dayäl´ısiz) i., tıb. diyaliz.
diameter i. çap, kutur.
diametrically z. 1. çap boyunca. 2. tamamen.
diametrically opposite taban tabana zıt.
diamond i. 1. elmas. 2. baklava biçimi. 3. isk. karo. 4. beysbol iç alan;
diamond cutter oyun alanı.
elmastıraş.
diamond jubilee altmışıncı veya yetmiş beşinci yıldönümü.
diaper i. çocuk bezi. f. çocuk bezini sarmak/değiştirmek.
diaphragm i. 1. anat. diyafram kası, diyafram. 2. zar, böleç. 3. diyafram.
diarrhea i. ishal, sürgün.
diary i. 1. günce, günlük. 2. hatıra defteri.
dice i., çoğ. oyun zarları. f. 1. küp şeklinde doğramak. 2. zar atmak.
dicebox i. zar atma kabı.
dicker f. (with) (ile) pazarlık etmek.
dictate f. 1. dikte etmek, yazdırmak. 2. emretmek. 3. zorla kabul
dictation ettirmek.
i. 1. dikte.4.2.gerektirmek.
emir. 5. belirlemek.
dictator i. diktatör.
dictatorial s. diktatörce, amirane.
dictatorship i. diktatörlük.
diction i. 1. diksiyon, söyleyim. 2. sözcük seçimi, sözcükleri kullanma
dictionary şekli.
i. sözlük, lügat.
dictum çoğ. dic.ta (dîk´tı)/--s (dîk´tımz) i. 1. otoriter hüküm/söz. 2.
did özdeyiş, atasözü. 3. huk. mütalaa.
f., bak. do.
Did she hurt herself? Bir yerini mi incitti?
Did you ever? k. dili Allah Allah!
Did your ears burn? Kulaklarınız çınladı mı?
didactic s. didaktik.
didn`t kıs. did not.
die f. (--d, dy.ing) 1. ölmek, vefat etmek. 2. (makine) birdenbire
die durmak,
i. 1. kalıp,stop etmek.
matris. 3. (ateş)
2. (çoğ. dice)sönmek. 4. can atmak, çok
oyun zarı.
istemek: Altan is dying to meet Şebnem. Altan, Şebnem´le
die away (gürültü) yavaş yavaş kesilmek, (ses) azalmak.
tanışmaya can atıyor. 5. yok olmak.
die down (rüzgâr/fırtına/yağmur) hafiflemek; (ateş/yangın) sönmeye yüz
die of boredom tutmak;
sıkıntıdan(alev) azalmak.
patlamak.
die off birer birer ölmek.
die out yok olmak, ortadan kalkmak.
diehard i. inatla tutuculuğunu sürdüren kimse.
diet i. 1. diyet, rejim, perhiz. 2. beslenme biçimi. 3. yiyecek. f. perhiz
dietician yapmak, rejim yapmak.
i., bak. dietitian.
dietitian i. diyet uzmanı, diyetisyen.
differ f. 1. from -den başka olmak, -e benzememek, -den farklı olmak,
difference -den ayrılmak.
i. 1. ayrılık, 2.2.
fark. with ile aynı fikirde olmamak.
anlaşmazlık.
difference of opinion fikir ayrılığı.
different s. 1. (from) farklı, başka, ayrı. 2. çeşitli, değişik.
differential i. diferansiyel.
differentiate f. 1. ayırmak, ayırt etmek. 2. farklılaşmak, farklı olmak.
differently z. başka şekilde, başka türlü.
difficult s. 1. güç, zor. 2. geçimsiz.
difficulty i. 1. güçlük, zorluk. 2. sıkıntı, problem. make difficulties zorluk
diffidence çıkarmak.
i. çekinme, utangaçlık, çekingenlik.
diffident s. çekingen, utangaç, sıkılgan.
diffraction i., fiz. kırınım, difraksiyon.
diffuse s. 1. fiz. dağınık, yayınık, difüzyona uğramış. 2. zaman zaman
diffuse konu dışınadağıtmak;
f. yaymak, çıkarak meseleyi
yayılmak, uzun uzadıya anlatan.
dağılmak.
diffusion i., fiz. yayınma, yayınım, difüzyon.
dig f. (dug, --ging) 1. kazmak, bellemek. 2. kazı yapmak. 3.
dig down dürtmek. 4.cebine
k. dili elini argo beğenmek, hoşlanmak.
atmak, sökülmek, 5.parasını
kendi argo -den anlamak.
ödemek.
i. 1. (arkeolojik) kazı. 2. iğneli söz, taş.
dig in 1. ask. siper kazmak, avcı çukuru kazmak. 2. (bir şeyi) kürekle
dig one´s heels in toprağa karıştırmak.
k. dili inat 3. k. dili yemek
edip hiç yapmamaya kararyemeye
vermek.başlamak,
yumulmak: Dig in! Haydi ye! 4. k. dili kararlı bir şekilde işe
koyulmak.
dig out 1. arayıp çıkarmak. 2. (gömülmüş birini/bir şeyi) kürekleyerek
dig up çıkarmak.
kazıp çıkarmak.
digest i. 1. özet. 2. derleme.
digest f. 1. sindirmek, hazmetmek; sindirilmek. 2. özümlemek,
digestion özümsemek: I´ve read the poem, but I haven´t yet digested it.
i. sindirim, hazım.
Şiiri okudum fakat henüz özümsemedim.
digestive s. 1. sindirime ait, sindirim. 2. sindirimi kolaylaştıran. i. sindirimi
digestive troubles kolaylaştıran ilaç.
sindirim bozukluğu, hazımsızlık.
digit i. 1. parmak. 2. sıfırdan dokuza kadar tamsayıların her biri,
digital rakam.
s. dijital, sayısal.
digital computer dijital bilgisayar.
digital computer dijital bilgisayar.
dignified s. ağırbaşlı.
dignify f. 1. onurlandırmak, şeref vermek. 2. büyütmek, yüceltmek.
dignitary i. rütbe/mevki sahibi, kodaman.
dignity i. 1. itibar, saygınlık. 2. vakar, asalet.
digress f. konu dışına çıkmak, konudan ayrılmak.
digression i. 1. konudan ayrılma. 2. konu dışı söz, arasöz.
dike i. 1. hendek, suyolu, ark, kanal. 2. set, bent. 3. argo lezbiyen,
dilapidate sevici.
f. harap etmek, tahrip etmek; harap olmak.
dilapidated s. harap, köhne, yıkık dökük, yıkkın, viran.
dilapidation i. harap olma.
dilate f. genişletmek, büyütmek; genişlemek, büyümek.
dilatory s. 1. işi ağırdan alan, geciktiren. 2. ağır, yavaş.
dilemma i. 1. man. ikilem, dilemma. 2. güç durum, çıkmaz, açmaz.
dilettante i. hevesli, heveskâr, amatör.
diligence i. özenle ve sebat ederek çalışma.
diligent s. özenle ve sebat ederek çalışan (kimse); özenle ve sebat
diligently edilerek
z. özenleyapılan
ve sebat(iş).
ederek.
dill i., bot. dereotu, yabantırak, Anethum graveolens.
dillydally f., k. dili oyalanmak; kararsızlık yüzünden vakit kaybetmek; ıvır
dilute zıvırla vakit kaybetmek.
f. sulandırmak, su katmak; hafifletmek.
diluted s. sulandırılmış, su katılmış.
dim s. (--mer, --mest) 1. loş, donuk, sönük. 2. belirsiz. 3. bulanık. f.
dime (--med,
i. on sent.--ming) 1. (ışığı) azaltmak; (ışık) azalmak. 2. söndürmek,
azaltmak; sönmek, azalmak.
dimension i. 1. boyut. 2. çoğ. ebat, boyutlar.
diminish f. azaltmak, eksiltmek, küçültmek; azalmak, eksilmek.
diminishing returns ekon. azalan verim.
diminutive s. küçücük, ufacık, minicik. i., dilb. 1. küçültme. 2. küçültme eki.
dimmer i., elek. dimmer, azaltıcı.
dimple i. gamze.
dimwit i., k. dili aptal, budala, alık.
din i. gürültü, patırtı.
dine f. 1. günün esas yemeğini yemek. 2. akşam yemeği yemek. 3.
dine out ziyafet
dışarıda vermek.
yemek 4. yemeğe
yemek. davet
dining caretmek,
vagon yemek vermek.
restoran. dining hall
diner yemek salonu. dining room yemek odası.
i. 1. yemek yiyen kimse. 2. vagon restoran. 3. vagon restorana
dingy benzer lokanta.
s. 1. rengi atmış, kirli. 2. karanlık, sönük.
dinner i. 1. günün esas yemeği. 2. akşam yemeği. 3. ziyafet.
dinner jacket smokin.
dinner party yemekli davet.
dinner service/set sofra takımı, yemek takımı.
dinner table sofra.
dinnertime i. yemek vakti.
dinnerware i. yemek takımı.
dinosaur i. dinozor.
dint i.
dip f. (--ped, --ping) 1. batırmak, daldırmak, banmak; batmak,
dip into a book dalmak.
bir kitabı2.gözden
aşağıyageçirmek.
doğru meyletmek. i. 1. dalma, batma. 2. ani
iniş, çukur.
diphtheria i., tıb. difteri, kuşpalazı.
diphthong i. ikili ünlü, diftong.
diploma i. diploma.
diplomacy i. 1. diplomasi. 2. başkalarıyla ilişkide ustalık.
diplomat i. 1. diplomat. 2. ilişkilerinde ustalık gösteren kimse, diplomat.
diplomatic s. 1. diplomatik. 2. başkalarıyla ilişkide usta.
diplomatic corps kordiplomatik.
diplomatic immunity diplomatik dokunulmazlık.
diplomatic relations diplomatik ilişkiler.
diplomatic service dışişleri memurluğu, hariciyecilik.
diplomatically z. diplomatça, diplomatik bir şekilde.
dipper i. kepçe.
dipstick i., oto. yağ çubuğu.
dire s. 1. korkunç, dehşetli, müthiş. 2. acil.
direct s. 1. direkt, doğrudan, dolaysız. 2. açık, kesin. 3. toksözlü. z.
direct doğrudan doğruya,
f. 1. yönetmek, doğruca,
idare etmek. direkt.
2. yöneltmek, çevirmek,
direct call doğrultmak:
otomatik/direkt konuşma. directed his telescope toward the
The astronomer
Milky Way. Astronom teleskopunu Samanyolu´na doğru çevirdi.
direct current elek. doğru akım.
3. -e yolu tarif etmek: Can you direct me to the post office?
direct current doğrupostanenin
Bana akım. yolunu tarif edebilir misin? 4. emretmek: She
direct dialing directed the maid to serve tea to her guests. Hizmetçiye,
direkt arama.
direct object misafirlerine çay ikram
dilb. nesne, dolaysız etmesini
tümleç, düzemretti.
tümleç.
direct object dilb. nesne.
direct tax dolaysız vergi.
direction i. 1. yön, istikamet, taraf. 2. yönetim, idare.
directions i. 1. talimat. 2. kullanma talimatı.
directive i. direktif, yönerge, talimat.
directly z. 1. doğrudan, doğrudan doğruya. 2. hemen.
director i. 1. yönetici, müdür, direktör. 2. yönetmen, rejisör.
directory i. 1. rehber. 2. bilg. rehber, dizin.
dirge i. ağıt, mersiye.
dirt i. kir, pislik; çamur; toz.
dirt cheap k. dili çok ucuz, sudan ucuz.
dirt cheap k. dili sudan ucuz, bedava.
dirt poor k. dili çok yoksul, çok fakir.
dirt road toprak yol.
dirty s. 1. kirli, pis. 2. iğrenç, çirkin. f. kirletmek, pisletmek.
dirty look k. dili kötü bir bakış: He gave her a dirty look. Ona kötü kötü
dirty work baktı.
k. dili 1. pis iş, insanı pisleten iş. 2. tatsız işler. 3. hile,
disability sahtekârlık.
i. 1. sakatlık, maluliyet. 2. yetersizlik.
disable f. sakatlamak.
disabled s. sakat.
disabuse f. (birini) (yanlış düşüncesinden) vazgeçirmek.
disadvantage i. sakınca, mahzur, dezavantaj, zarar.
disadvantageous s. sakıncalı, mahzurlu, dezavantajlı; elverişsiz.
disagree f. 1. uyuşmamak, uymamak, çelişmek: The reports disagree on
disagreeable the
s. 1.cause
nahoş, ofhoşa
the accident.
gitmeyen,Raporlar
tatsız. 2. kazanın
huysuz, nedeni konusunda
aksi, ters, sert.
çelişiyor. 2. with -e katılmamak, ile aynı görüşte olmamak: I
disagreement i. 1. anlaşmazlık, uyuşmazlık. 2. çekişme.
disagree with his thesis. Onun savına katılmıyorum. I disagree
disappear f. 1. gözden
with her about kaybolmak, kaybolmak.
that. O konuda onunla2.aynı yok görüşte
olmak: Too many3.
değilim.
disappearance forests have
anlaşamamak. disappeared.
4. bozuşmak, Pek çok orman
tartışmak,
i. 1. gözden kaybolma. 2. yok olma. 3. ortadan kaybolma. yok
atışmak.oldu.
5. 3. ortadan
with
kaybolmak:
(yiyecek, Myv.b.)
iklim pen has disappeared;
-e dokunmak, I can´t find it anywhere.
-e yaramamak.
disappoint f. hayal kırıklığına uğratmak.
Kalemim kayboldu; hiçbir yerde bulamıyorum.
disappointed s. hayal kırıklığına uğramış, ümidi kırılmış.
disappointment i. hayal kırıklığı.
disapproval i. doğru bulmama, onaylamama; kınama.
disapprove f. of -i doğru bulmamak, -i onaylamamak; -i kınamak.
disarm f. 1. silahsızlandırmak; silahsızlanmak. 2. zararsız duruma
disarmament getirmek. 3. güvenini kazanmak.
i. silahsızlanma.
disarrange f. karıştırmak, dağıtmak, düzenini bozmak.
disarray i. karışıklık, düzensizlik.
disaster i. felaket, afet, yıkım, bela.
disaster area afet bölgesi.
disastrous s. felaket getiren, feci.
disastrously z. feci halde.
disavow f. reddetmek, tanımamak.
disavowal i. ret.
disband f. dağıtmak; dağılmak.
disbar f. (--red, --ring) huk. barodan ihraç etmek.
disbelief i. inanmama, inanmayış.
disbelieve f. (in) -e inanmamak.
disburse f. (para) harcamak; (para) dağıtmak.
disbursement i. 1. ödeme. 2. ödenen para.
disc i. 1. (tarım makinelerinde) disk. 2. bak. disk.
disc harrow diskaro, diskli tırmık makinesi.
disc jockey diskcokey.
discard f. atmak, ıskartaya çıkarmak.
discern f. 1. ayırt etmek. 2. sezmek, görmek, anlamak, farkına varmak.
discernible s. farkedilebilir, görülebilir.
discerning s. anlayışlı; zeki.
discernment i. 1. ayırt etme. 2. anlayış, seziş.
discharge f. 1. boşaltmak, akıtmak; boşalmak, akmak, dökülmek:
discharge discharge
i. 1. boşaltma,cargo yükü boşaltmak.
akıtma; boşalma, akma, That pipe is discharging
dökülme. 2. çıkarma,
sewage
dışarı into
verme. the
3. river.
elek. O boru
deşarj ırmağa
olma, lağım
boşalma; suyu boşaltıyor.
elektrik akımını 2.
discharge/pay a debt borç ödemek, tediye etmek.
çıkarmak, dışarı vermek. 3. elek. deşarj olmak,
boşaltma. 4. ateş etme. 5. işten çıkarma. 6. (borç) ödeme. 7. boşalmak;
disciple i. 1. çömez,
elektrik mürit. 2. havari.4. (top, tüfek v.b.´yle) ateş etmek.
(görevi) akımını boşaltmak.
yerine getirme. 8. terhis. 9. tahliye etme, serbest
disciplinarian 5. işten
bırakma; çıkarmak.
i. sert amir, disiplin
taburcu 6. (borç)
10. ödemek.
yanlısı.
etme. 7. (görevi)
(yükü) boşaltma; yerine getirmek.
(yolcuları) indirme.
disciplinary 8.
11. terhis etmek:
tıb. akıntı.
s. disiplinle ilgili. The army will discharge those soldiers next
week. Ordu o askerleri gelecek hafta terhis edecek. 9.
discipline i. 1. disiplin,tahliye
(tutukluyu) düzence, sıkıdüzen:
etmek, serbest military
bırakmak; discipline askeri
(hastayı) taburcu
disclaim disiplin.
etmek. 2.
f. 1. yadsımak, talim.
10. (yükü) 3.
inkâr itaat, boyun eğme.
etmek. 2.(yolcuları)
boşaltmak; reddetmek, 4. cezalandırma.
kabul etmemek.
indirmek. 5. bilim
11. (upon) 3.
dalı, disiplin.
yalanlamak, f.
-den tekzip1. disiplin altına almak, terbiye etmek. 2.
disclaimer (öfkeyi)
i. yalanlama, tekzip.etmek.
çıkarmak.
disipline sokmak, yola getirmek. 3. cezalandırmak: The principal
disclose f.
was1. açığa
obliged vurmak, ifşa etmek:
to discipline disclosefor
two students a secret bir sırrı ifşa
their disobedience.
disclosure etmek.
Müdür 2. açığa
iki öğrenciyi
i. 1. açığa çıkarmak,
çıkarma, ifşa. ortaya
itaatsizlikleri çıkarmak:
2. ortayayüzünden Our investigations
cezalandırmak
çıkarılan şey.
have
zorunda disclosed
kaldı. the existence ofs.life
well-disciplined on Mars. Araştırmalarımız
disiplinli.
disco i., s., k. dili disko.
Merih´te yaşam olduğunu ortaya çıkardı.
disco music disko müziği.
discolor f. rengini bozmak, soldurmak, lekelemek.
discolour f., İng., bak. discolor.
discomfort i. rahatsızlık, sıkıntı, huzursuzluk. f. rahatsız etmek, sıkıntı
disconcert vermek.
f. 1. şaşırtmak. 2. düzenini bozmak, altüst etmek.
disconnect f. 1. from elek., mak. ile bağlantısını kesmek. 2. (telefon,
disconsolate cereyan, gaz v.b.´ni)
s. çok kederli, kesmek. 3. from -den ayırmak.
avutulamaz.
discontent i. hoşnutsuzluk.
discontented s. hoşnutsuz.
discontinue f. kesmek, durdurmak, devam etmemek, yarıda bırakmak,
discord vazgeçmek.
i. 1. uyuşmazlık, anlaşmazlık. 2. müz. akortsuzluk.
discordant s. 1. uyumsuz, ahenksiz. 2. müz. akortsuz.
discothèque i. diskotek.
discount i. indirim, ıskonto, tenzilat.
discount f. 1. indirim yapmak, ıskonto etmek, hesaptan düşmek. 2.
discourage (bono/senet)
f. 1. cesaretinikırmak.
kırmak, hevesini kırmak, gözünü korkutmak. 2.
discouragement (from) -den vazgeçirmek.
i. cesaretsizlik, hevesin kırılması.
discourse i. 1. ciddi ve ayrıntılı bir konuşma/yazı. 2. söylev, nutuk.
discourse f. ciddi ve ayrıntılı bir şekilde konuşmak/yazmak.
discourteous s. nezaketsiz, kaba, saygısız.
discourteously z. kabaca, saygısızca.
discourtesy i. nezaketsizlik, kabalık, saygısızlık.
discover f. keşfetmek, bulmak; ortaya çıkarmak, meydana çıkarmak.
discovery i. keşif, buluş, bulgu; meydana çıkarma.
discredit i. 1. itibarsızlık. 2. güvensizlik, itimatsızlık, şüphe. f. 1. itibardan
discreet düşürmek, gözden
s. denli, tedbirli; düşürmek.
ağzı 2. şüpheye
sıkı, ağzından çıkanadüşürmek,
dikkat eden.güvenini
sarsmak. 3. inanmamak.
discrepancy i. 1. farklılık, ayrılık; fark, ayrım. 2. çelişme, tutarsızlık. 3. muh.
discrete fark, uyuşmazlık.
s. ayrı, farklı.
discretion i. 1. sağduyu. 2. ağız sıkılığı. 3. takdir yetkisi.
discretionary s. isteğe bağlı, ihtiyari.
discriminate f. 1. ayırt etmek, ayırmak: He can´t discriminate good books
discriminate against from bad.
-e karşı İyi kitapları
ayırım yapmak. kötülerinden ayırt edemez. 2. fark
gözetmek, ayrı tutmak, ayırım yapmak: That company
discriminating s. 1. ayırt eden, ayıran. 2. zevk sahibi. 3. titiz, zor beğenen.
discriminates on the basis of sex. O şirket cinsiyet ayırımı
discrimination i. 1. ayırt etme, ayırım. 2. fark gözetme, ayırım yapma. 3. zevk,
yapıyor.
discus beğeni,
çoğ. --esgüzeli çirkinden ayırabilme
(dîs´kısız)/dis.ci (dîs´ay) i.,yetisi.
spor 1. disk. 2. disk atma.
discus thrower spor diskçi.
discuss f. 1. görüşmek, tartışmak. 2. -den söz etmek, -i ele almak.
discussion i. görüşme, tartışma.
disdain i. küçük görme, tepeden bakma, hor görme. f. küçük görmek,
disdain to do s.t. tepeden bakmak, tenezzül
bir şey yapmaya hor görmek.etmemek.
disdainful s.
disease i. hastalık, sayrılık, illet.
diseased s. hasta, sayrı; hastalıklı.
disembark f. karaya çıkarmak/çıkmak.
disenchant f. gözünü açmak.
disenchantment i. gözünü açma.
disengage f. 1. ilgisini kesmek, bağlantısını kesmek. 2. salıvermek, serbest
disengaged bırakmak.
s. serbest, 3. (askerleri) savaş alanından çekmek.
bağlantısız.
disentangle f. 1. çözmek, açmak; çözülmek, açılmak. 2. from -den
disfavor kurtarmak.
i. gözden düşme.
disfavour i., İng., bak. disfavor.
disfigure f. biçimini bozmak, biçimsizleştirmek, çirkinleştirmek.
disgrace i. 1. gözden düşme, itibardan düşme. 2. rezalet, yüzkarası. f. 1.
itibardan düşürmek, gözden düşürmek. 2. rezil etmek.
disgraceful s. utanç verici, yüz kızartıcı, rezil.
disgruntled s. hoşnutsuz, canı sıkkın.
disguise f. 1. as ... olarak kılık değiştirmek: The king disguised himself as
disgust a beggar.
i. 1. iğrenme,Kraltiksinti.
tanınmamak için dilenci
2. bezginlik, kılığına
bıkkınlık. girdi.
f. 1. 2.
iğrendirmek,
gizlemek,
tiksindirmek. saklamak: He is disguising his true intentions. Asıl
disgusting s. tiksindirici, 2. bezdirmek, bıktırmak.
iğrenç.
amaçlarını gizliyor. i. tanınmamak için giyilen kıyafet.
dish i. 1. tabak, çanak. 2. yemek. f. 1. out dağıtmak, vermek. 2. up
dish drainer/rack tabağa
(seyyar) koymak.
damlalık, bulaşık damlalığı.
dish rack bulaşıklık.
disharmony i. uyumsuzluk, ahenksizlik.
dishcloth i. bulaşık bezi.
dishearten f. 1. cesaretini kırmak, umudunu kırmak. 2. hevesini kırmak.
dishevel f. (--ed/--led, --ing/--ling) (saç, giyim v.b.´ni) darmadağınık
disheveled etmek, karmakarışık
s. darmadağınık, etmek.
karmakarışık.
dishful i. tabak dolusu.
dishonest s. dürüst olmayan, sahtekâr, yalancı.
dishonesty i. sahtekârlık, yalancılık.
dishonor i. 1. yüzkarası, utanç kaynağı. 2. alçaklık. f. şerefini lekelemek.
dishonorable s. dürüst olmayan, güvenilmez; alçak.
dishonour i., f., İng., bak. dishonor.
dishpan i. bulaşık tası.
dishwasher i. 1. bulaşıkçı. 2. bulaşık makinesi.
dishwater i. bulaşık suyu.
disillusion f. hayal kırıklığına uğratmak, gözünü açmak.
disillusionment i. hayal kırıklığı, gözü açılma.
disincline f. (bir şeyden/birinden) soğutmak, caydırmak.
disinfect f. dezenfekte etmek, mikroplardan arındırmak,
disinfectant mikropsuzlandırmak.
i., s. dezenfektan.
disinherit f. mirastan yoksun bırakmak.
disinheritance i. mirastan yoksunluk.
disintegrate f. 1. parçalamak, bölmek; parçalanmak, bölünmek. 2. fiz.
disintegration bozunmak.
i. 1. parçalama; parçalanma. 2. fiz. bozunum, bozunma.
disinterested s. bir konuyla hiçbir ilgisi olmayan, bir konuda hiçbir çıkarı
disk olmayan
i. 1. spor,(kimse); tarafsız,
anat., müz., bilg.yansız.
disk. 2. teker, kurs, ağırşak.
disk brake disk freni.
disk crash bilg. disk kazası.
disk drive bilg. disk sürücü.
disk jockey diskcokey.
diskette i., bilg. disket.
dislike f. -i sevmemek, -den hoşlanmamak. i. of/for -i sevmeme, -den
dislocate hoşlanmama.
f. 1. yerinden çıkarmak. 2. tıb. mafsaldan çıkarmak. 3. bozmak,
dislocation altüst
i., tıb. etmek.
çıkık.
dislodge f. yerinden çıkarmak; yerinden atmak.
disloyal s. 1. vefasız, sadakatsiz. 2. hain.
disloyalty i. 1. vefasızlık, sadakatsizlik. 2. ihanet, hıyanet.
dismal s. 1. kederli, neşesiz, kasvetli. 2. sönük.
dismantle f. 1. sökmek, parçalara ayırmak. 2. eşyasını boşaltmak.
dismay f. 1. dehşete düşürmek. 2. perişan etmek. i. dehşet.
dismember f. parçalamak, uzuvları bedenden ayırmak, uzuvlarını kesmek.
dismiss f. 1. işten çıkarmak, kovmak; görevden almak, görevden
dismiss from one´s mind uzaklaştırmak:
aklından çıkarmak, The Prime Minister has dismissed two members
düşünmemek.
of her cabinet. Başbakan kabine üyelerinden ikisini görevden
aldı. 2. gitmesine izin vermek: The teacher dismissed her
students. Öğretmen öğrencilerinin gitmesine izin verdi. 3. huk.
(davayı) reddetmek.
dismissal i. 1. işten çıkarma; işten çıkarılma. 2. gitmesine izin verme. 3.
dismount ciddiye almayıbisiklet
f. 1. (hayvan, reddetme. 4. aklından
v.b.´nden) çıkarma. 5. (davayı)
inmek/indirmek. 2. mak.
reddetme.
sökmek.
disobedience i. itaatsizlik, başkaldırma.
disobedient s. itaatsiz, asi.
disobediently z. itaatsizce.
disobey f. -e itaat etmemek, -i dinlememek, -e uymamak; itaatsizlik
disorder etmek.
i. 1. düzensizlik. 2. karışıklık, kargaşa. 3. hastalık, bozukluk.
disorderly s. 1. düzensiz, intizamsız. 2. (bağırıp çağırarak, kavga çıkararak)
disorderly conduct başkalarının huzurunu
huk. başkalarının kaçıran.
huzurunu kaçıran davranış.
disorderly house huk. genelev.
disorganisation i., İng., bak. disorganization.
disorganise f., İng., bak. disorganize.
disorganization i. düzensizlik, karışıklık.
disorganize f. düzenini bozmak, karmakarışık etmek, altüst etmek,
disorient karıştırmak.
f. 1. (birinin) yolunu şaşırtmak. 2. zihnini karıştırmak.
disown f. 1. tanımamak, yadsımak. 2. evlatlıktan reddetmek.
disparage f. kötülemek, küçük düşürmek.
disparagement i. kötüleme, küçük düşürme.
disparate s. farklı, apayrı.
disparity i. eşitsizlik, fark.
dispassionate s. 1. tarafsız, yansız. 2. soğukkanlı, serinkanlı, sakin.
dispassionately z. tarafsızlıkla.
dispatch i. 1. gönderme, sevketme. 2. (telgraf/faks) çekme. 3. mesaj;
dispel rapor: We
f. (--led, havedağıtmak,
--ling) received adefetmek,
dispatch from headquarters.
gidermek.
Karargâhtan bir mesaj aldık. 4. öldürme; idam etme. 5. acele,
dispensable s. zorunlu olmayan, vazgeçilebilir.
hız: He always acts with dispatch. Daima hızlı hareket eder. f. 1.
dispensary i. dispanser.
(kurye/mektup) göndermek. 2. (telgraf/faks) çekmek. 3.
dispensation sevketmek,
i. 1. dağıtma, göndermek: The government
verme. 2. (kuraldışı bir şeyinhas dispatched
yapılması için new
dispense troops
verilen) to the
özel front.
izin. 3. Hükümet
(bir dinin cepheye
etkili
f. 1. dağıtmak, vermek. 2. (ilaç) hazırlamak. yeni
olduğu) askerler
dönem. gönderdi. 4.
öldürmek, idam etmek. 5. hızla bitirmek.
dispense with -den vazgeçmek; -i ekarte etmek.
dispense with the need for -i gereksiz kılmak.
dispenser i. 1. dağıtan kimse, dağıtıcı. 2. dağıtma aracı/makinesi.
dispersal i. dağıtma; dağılma.
disperse f. 1. dağıtmak, yaymak; dağılmak. 2. fiz. (ışınları) ayırmak.
dispirited s. 1. morali bozuk. 2. cesareti kırık.
displace f. 1. yerinden çıkarmak, yerini değiştirmek. 2. yerini almak.
display i. 1. gösterme, sergileme. 2. gösteriş. 3. bilg. görüntüleme. f. 1.
displease göstermek, sergilemek.
f. canını sıkmak, 2. bilg. görüntülemek.
sinirlendirmek.
displeased s. hoşnutsuz.
displeasure i. hoşnutsuzluk, öfke.
disposable s. kullanıldıktan sonra atılabilen.
disposal i. 1. yok etme, imha etme. 2. yerleştirme, yerleştirme düzeni. 3.
disposal unit satma; elden çıkarma. 4. huk. tasarruf, kullanım.
çöp öğütücü.
dispose f. 1. yerleştirmek. 2. hazırlamak.
dispose of 1. (belirli bir düzene göre) yerleştirmek. 2. (zaman, para v.b.
disposition ´ni)
i. 1. (belirli bir mizaç,
yaradılış, biçimde) harcamak.
tabiat. 3. yok etmek,
2. yerleştirme. imha
3. satış; etmek. 4.
elden
satmak;
çıkarma; elden
verme; çıkarmak;
dağıtma. vermek; dağıtmak. 5. halletmek,
dispossess f. 1. mal ve mülküne el koymak; evinden çıkarmak, huk. tahliye
tamamlamak.
disproportionate etmek. 2. yoksun bırakmak.
s. oransız; to ile orantılı olmayan.
disprove f. aksini kanıtlamak, çürütmek.
dispute i. tartışma, münakaşa. f. 1. tartışmak, münakaşa etmek. 2.
disqualification doğruluğundan
i. 1. (ceza olarak) şüphe etmek.
yetkisini elinden alma. 2. spor diskalifiye
etme; diskalifiye olma.
disqualify f. 1. (ceza olarak) yetkisini elinden almak. 2. spor diskalifiye
disquiet etmek, yarışdışı
f. rahatsız etmek, bırakmak.
endişe vermek, huzurunu kaçırmak. i. endişe,
disregard huzursuzluk.
f. önemsememek, aldırmamak, hiçe saymak, boş vermek. i.
disrepair önemsememe,
i. bakımsızlık. aldırmazlık, hiçe sayma, boş verme.
disreputable s. adı kötüye çıkmış.
disrepute i.
disrespect i. saygısızlık, hürmetsizlik, kabalık.
disrespectful s. saygısız.
disrobe f. 1. (resmi giysisini) çıkarmak; resmi giysisini çıkarmak. 2.
disrupt soyunmak.
f. 1. bozulmasına yol açmak; altüst etmek; aksatmak. 2.
disruption (toplantının) kesilmesine yol açmak.
i. aksama; kesilme.
disruptive s. 1. işleri aksatan. 2. aksatan. 3. karışıklığa/kargaşaya yol açan.
dissatisfaction 4. birliği bozan, bölücü.
i. memnuniyetsizlik, hoşnutsuzluk, tatminsizlik.
dissatisfy f. memnun etmemek, hoşnut etmemek, tatmin edememek. be
dissect dissatisfied
f. 1. parçalara with s.t. bir şeyden
ayırmak. memnun
2. inceden inceyeolmamak.
incelemek.
dissemble f. gerçeği gizlemek; (gerçeği) gizlemek.
disseminate f. saçmak, yaymak, neşretmek.
dissension i. anlaşmazlık, ihtilaf.
dissent f. from 1. -i kabul etmemek. 2. -den ayrı görüşte olmak, -den
dissenter ayrılmak. i. 1. kabul
i. ayrı görüşte etmeyiş. 2. ayrılık.
olan kimse.
dissertation i. tez, travay.
disservice i. zarar, ziyan.
dissident s. ayrı görüşte olan, karşıt görüşlü, muhalif. i. ayrı görüşte olan
dissimilar kimse,
s. farklı,muhalif.
ayrımlı, değişik; to -den farklı.
dissimilarity i. farklılık.
dissimulate f. gerçeği gizlemek; (gerçeği) gizlemek.
dissimulation i. gerçeği gizleme.
dissipate f. 1. dağıtmak; dağılmak. 2. israf etmek.
dissipated s. 1. dağıtılmış. 2. israf edilmiş. 3. sefih.
dissipation i. 1. dağıtma; dağılma. 2. israf. 3. sefahat.
dissociate f. ayırmak.
dissociate o.s. from -den ayrılmak.
dissolute s. ahlaksız, çapkın, sefih.
dissolve f. 1. eritmek; erimek. 2. çözmek. 3. feshetmek, dağıtmak, son
dissonance vermek. 4. zamanla
i. ahenksizlik, kaybolmak, yok olmak.
uyumsuzluk.
dissonant s. ahenksiz, akortsuz, uyumsuz.
dissuade f. from -den caydırmak, -den vazgeçirmek.
distance i. 1. uzaklık, mesafe, ara. 2. uzak, uzak yer. 3. mesafe,
distant resmiyet.
s. 1. uzak,f.ırakgeride bırakmak.2. soğuk, mesafeli (kimse).
(yer/zaman).
distant relative uzak akraba.
distaste i. beğenmeme, hoşlanmama.
distasteful s. tatsız, nahoş, hoşa gitmeyen.
distemper i. bulaşıcı bir köpek hastalığı.
distemper i. kireç boya, badana. f. kireç boya sürmek, badanalamak.
distend f. şişirmek; şişmek.
distil f., İng., bak. distill.
distill f. damıtmak, imbikten çekmek; imbikten çekilmek.
distillation i. damıtma.
distilled s. damıtık, damıtılmış.
distillery i. damıtık içki fabrikası.
distinct s. 1. ayrı, farklı, başka. 2. açık, belli.
distinction i. 1. ayırt etme. 2. fark. 3. paye. 4. üstünlük.
distinctive s. kolaylıkla ayırt edilebilen, farklı; kendine özgü.
distinguish f. ayırt etmek, ayırmak.
distinguish o.s. sivrilmek.
distinguished s. 1. seçkin, güzide. 2. sivrilmiş.
distort f. 1. biçimini bozmak; (yüzünü) çarpıtmak. 2. çarpıtmak, gerçek
distortion anlamından
i. 1. biçimini saptırmak, başka anlam
bozma; (yüzünü) vermek.
çarpıtma. 2. çarpıtma, gerçek
distract anlamından saptırma.
f. dikkatini başka yöne çekmek, dikkatini dağıtmak: Don´t
distracted distract
s. 1. (by)me. Beni
(-den meşgul
dolayı) etme.
dikkati dağılmış. 2. şaşkına dönmüş. 3.
distraction çok endişeli. 4. with -den dolayı
i. 1. dikkati dağıtan şey; oyalayıcı deliye dönmüş. 2. dikkatini
şey; eğlence.
distraught başka yöne
s. (with) çekme,
(-den dolayı)dikkatini
çılgına dağıtma.
dönmüş; çok endişeli.
distress i. 1. üzüntü; acı; endişe. 2. tehlikeli bir durum, zor bir durum. f.
distressing 1. üzmek.acıklı.
s. üzücü, 2. endişelendirmek.
distribute f. dağıtmak; yaymak.
distribution i. 1. dağıtım. 2. dağılım.
distributor i. 1. dağıtıcı, bayi. 2. oto. distribütör.
district i. mıntıka, bölge, mahalle.
district attorney savcı.
distrust f. güvenmemek, itimat etmemek. i. güvensizlik, itimatsızlık.
distrustful s. başkalarına güvenmeyen, güvensiz, itimatsız.
disturb f. 1. rahatsız etmek; huzurunu kaçırmak; endişelendirmek. 2.
disturbance karıştırmak, altüst
i. 1. rahatsızlık, etmek.
huzursuzluk. 2. karışıklık, kargaşa.
disturbed s. (ruhen/aklen) dengesiz.
disunity i. ayrılık, kopukluk.
disuse i. kullanılmama, kullanılmazlık.
ditch i. 1. hendek. 2. ark, kanal.
ditto i. denden işareti, denden.
divan i. 1. sedir, divan. 2. divan, büyük meclis. 3. şiir divan.
dive (--d/dove, --d) f. 1. suya dalmak, dalmak. 2. hav. pike yapmak. i.
diver 1. dalış. 2. hav. pike. 3. k. dili batakhane. diving board atlama
i. dalgıç.
tahtası, tramplen. diving suit dalgıç elbisesi.
diverge f. ayrılmak, birbirinden uzaklaşmak.
divergence i. ayrılma, uzaklaşma.
divergency i., bak. divergence.
divergent s. ayrı, farklı.
diverse s. çeşit çeşit, çeşitli, farklı.
diversify f. çeşitlendirmek.
diversion i. 1. eğlence, oyalayıcı şey. 2. dikkati başka yöne çeken şey;
diversionary şaşırtmaca;
s. dikkati başkayanıltmaca. 3. İng. varyant (yol). 4. saptırma.
yöne çeken.
diversity i. çeşitlilik, farklılık.
divert f. 1. dikkatini başka yöne çekmek, dikkatini dağıtmak. 2.
divest çevirmek, saptırmak.
f. of -den yoksun 3. oyalamak, eğlendirmek.
bırakmak.
divide f. 1. bölmek, taksim etmek; bölünmek. 2. among -e dağıtmak.
divide down the middle ikiye bölmek.
divide into quarters dört kısma ayırmak, dörde bölmek.
divide up among -e dağıtmak.
divided s. bölünmüş.
dividend i. 1. mat. bölünen. 2. kâr payı.
dividers i. pergel.
divine s. tanrısal, ilahi. i. papaz. f. 1. sezmek, hissetmek. 2. kehanette
bulunmak.
divinity i. 1. tanrısallık, ilahilik. 2. tanrı, ilah; tanrıça, ilahe. 3. ilahiyat,
divinity school Tanrıbilim, teoloji.
Hrist. ilahiyat fakültesi.
divisible s. bölünebilir.
division i. 1. bölme, taksim; bölünme. 2. bölüm, kısım. 3. bölüm,
division of labor departman,
işbölümü. seksiyon. 4. mat. bölme.
division sign mat. bölme işareti.
divisive s. bölücü.
divisor i., mat. bölen.
divorce i. 1. boşama; boşanma. 2. ayrılma, ayrılık. f. 1. boşamak;
divorcé boşanmak.
i. boşanmış 2. ayırmak; ayrılmak.
erkek.
divorcée i. boşanmış kadın.
divulge f. açığa vurmak, ifşa etmek.
dizziness i. baş dönmesi, sersemlik.
dizzy s. 1. başı dönen, sersem, şaşkın, gözü kararmış. 2. baş
DNA döndürücü, sersemletici.acid DNA.
i., kıs. deoxyribonucleic
do f. (did, --ne) 1. yapmak. 2. etmek. 3. başa çıkmak, başarmak. 4.
do a food justice bitirmek,
bir yemeğin tamamlamak. 5. hazırlamak. 6. davranmak. 7.
hakkından gelmek.
yetmek. 8. becermek. 9. yetişmek. 10. düzenlemek. 11. (belirli
do an implant tıb. implantasyon yapmak.
bir mesafe) katetmek. 12. çözmek. 13. (bulaşık) yıkamak.
do away with 1. -i ortadan
yardımcı f. 1. kaldırmak, -i yok
Özellikle soru etmek.
cümlesi 2. -iolumsuz
veya öldürmek, -i ortadan
cümle
do badly kaldırmak.
kurmak
durumuiçin kötü birolmak.
başka fiille birlikte kullanılır: Where does she
do disservice to live? O nerede oturuyor?
(bir kimseye, ülkeye v.b.´ne) He didn´t
zarar go to school. Okula gitmedi.
vermek.
Did you like my new bicycle? Yeni bisikletimi beğendin mi? 2.
do honor to -i şereflendirmek,
Bir başka fiili vurgular -e şeref
veyakazandırmak.
anlamını pekiştirir: I really do like
do in argo öldürmek.
animals. Hayvanları gerçekten severim. Do come! N´olur gel! 3.
do justice Bir başka
1. adil bir fiil yerine
şekilde kullanılır: She
davranmak; speaks
adalet Spanish
dağıtmak. 2. better
to (bir than
şeyi)
her father
gerektiği does. İspanyolcayı
gibi performansı
yapmak: That babasından
painting doesn´tdaha iyi
do do konuşur.
justice “You
to the
do o.s. justice her zamanki göstermek: He didn´t himself
tripped me
valley´sinbeauty.up.” “No, I
O tablodidn´t.” “Bana çelme attın.” “Hayır,
do o.s. up justice the concert
k. dili süslenmek, lastvadinin
süslenip night. güzelliğini
Dün
püslenmek. gecekiyeterince
konserde her
atmadım.”
aksettirmiyor. “Lock the front door.” “I´ve already done it.” “Ön
zamanki performansını gösteremedi.
do one´s best kapıyı
elinden kilitle.”
geleni“Kilitledim
yapmak. bile.”
do one´s best elinden geleni yapmak.
do one´s damnedest elinden geleni yapmak.
do one´s duty görevini yerine getirmek.
do one´s hair saçlarını düzeltmek, saçını yapmak.
do one´s own thing k. dili başkalarına pek aldırış etmeden kendi seçtiği bir yolda
do one´s shopping gitmek.
alışverişini yapmak.
do one´s stuff k. dili marifetini göstermek.
do one´s utmost elinden geleni yapmak.
do over again yeni baştan yapmak.
do penance bir günahı bağışlatmak için papazın önerdiği kefareti yerine
do s.o. a dirt getirmek.
k. dili birine kahpelik etmek; birine kalleşlik etmek.
do s.o. a favor birine bir iyilik etmek/yapmak.
do s.o. an injustice birine haksızlık etmek.
do s.o. dirt k. dili birine kötülük etmek.
do s.o. good birine iyi gelmek.
do s.o. justice birinin hakkını vermek, birine hakça davranmak.
do s.o. proud k. dili 1. birini çok iyi ağırlamak. 2. birine gurur vermek.
do s.t. behind one´s back birinden gizli yapmak.
do s.t. in secret bir şeyi gizlice yapmak.
do s.t. the hard way (daha kolay bir çözüm varken) bir şeyi zor bir şekilde yapmak.
do s.t. unbeknown to s.o. birinin haberi olmadan bir şey yapmak.
do s.t. with feeling bir şeyi duyarak yapmak: He plays the piano with feeling.
do the cleaning Piyanoyu duyarak çalıyor.
temizlik yapmak.
do the washing-up İng. bulaşık/bulaşıkları yıkamak.
do violence to -i bozmak.
do well durumu iyi olmak.
do with 1. -i yapmak: What have you done with my book? Kitabımı ne
do without yaptın? 2. etmek.
-siz idare (biriyle) baş etmek: What are we going to do with
you? Seninle nasıl baş edeceğiz? I don´t know what we´re going
do wrong kötülük etmek/yapmak; suç/günah işlemek.
to do with that child! O çocuğu ne yapacağız, bilemiyorum. 3.
do yeoman service çok yardım
Arzu etmek,
edilen bir çok yardımı
şeyi belirtir: dokunmak.
I sure could do with a drink. Şimdi
Do you have any practical bir
Hiç içki çok makbule
tecrübeniz var mı?geçer.
experience?
do/go without onsuz yapabilmek.
do/go without s.o./s.t. biri/bir şey olmadan idare etmek/yapmak: Can you do without
do/work wonders for meat? Et yemeden
k. dili (birine) yapabilir çok
çok yaramak, misin? If you don´t have the money
iyi gelmek.
to buy a parrot, you´ll just have to do without. Papağan alacak
docile s. uysal, yumuşak başlı, halim selim.
kadar paran yoksa papağansız yapmak zorundasın.
dock f. 1. (kuyruğunu) kısaltmak, kesmek. 2. (ücretten) kesmek.
dock i. 1. iskele, rıhtım. 2. havuz, gemi havuzu, dok. 3. huk. sanık
dockyard yeri. f. 1. rıhtıma yanaşmak. 2. havuza çekmek; havuza girmek.
i. tersane.
doctor i. 1. doktor, hekim, tabip. 2. doktor, doktora sahibi. f. 1. tedavi
doctor up etmek. 2. onarmak,
(with) (yemeğe) (birtamir etmek. 3.
şey katarak) tat(kötü bir amaçla)
vermek.
değiştirmek.
doctor´s degree doktora.
doctorate i. doktora.
doctrine i. öğreti, doktrin.
document i. belge, doküman. f. belgelemek.
documental s. belgesel, dokümanter.
documentary s. belgesel, dokümanter. i. belgesel.
documentary film belgesel film, dokümanter film.
documentation i. belgeleme.
dodge f. 1. bir yana kaçmak; bir yana kaçıp -den kurtulmak. 2.
doe kurnazlıkla/hileyle
i. geyik, keçi, tavşan atlatmak. i. 1. bir yana
v.b. hayvanların kaçma. 2.
dişisi.
kurnazlıkla/hileyle atlatma. 3. kaçamak yol.
does f. do fiilinin geniş zamandaki üçüncü şahıs tekil şekli: He does
Does he dare do it? good
O işi work.
yapmaya İyi işcesareti
yapar. var mı?
doesn`t kıs. does not.
dog i. köpek, it.
dog f. (--ged, --ging) 1. (bir isteğin üstüne düşerek) (birini) rahat
dog collar bırakmamak.
köpek tasması. 2. (kötü bir şey) peşini bırakmamak.
dog-ear f. sayfa köşelerini kıvırmak/buruşturmak.
dog-eared s. sayfa köşeleri kıvrık/buruşuk.
dog-eat-dog i. kıran kırana rekabet. s. kıran kırana rekabet edilen.
dogged s. inatçı, dik kafalı, direngen.
doggie i., bak. doggy.
doggy i. 1. k. dili köpek. 2. k. dili yavru köpek. 3. ç. dili havhav.
dogma i. dogma, inak.
dogmatic s. dogmatik, inaksal.
dogmatism i. dogmatizm, inakçılık.
dog-tired s., k. dili çok yorgun, bitkin, hoşaf gibi.
doily i. dantel/işlemeli altlık.
doings i. işler.
do-it-yourself s. birinin kendi başına yapabileceği/monte edebileceği (şey).
do-it-yourself store tamir/yapı işlerini kendi başına yapmak isteyenlere göre
do-it-yourselfer malzeme
i. tamir/yapıve işlerini
alet satılan
kendidükkân.
yapan kimse.
doldrums i., çoğ. 1. den. okyanusların ekvator dolaylarındaki durgun veya
dole az rüzgârlı
i. işsizlik kısımları,
yardımı. eşleksel
f. out durgunluk alanı. 2. tic. durgunluk,
dağıtmak.
kesatlık. 3. can sıkıntısı; efkâr.
doleful s. kederli, acılı, hüzünlü.
doll i. oyuncak bebek. f.
doll o.s. up giyinip kuşanmak, süslenip püslenmek.
doll s.o. up birini süsleyip püslemek.
dollar i. dolar.
dolly i. 1. bebek, kukla. 2. tekerlekli kriko. 3. iki tekerlekli yük
dolphin taşıyıcısı.
i. yunusbalığı, yunus.
dolt i. mankafa, ahmak, budala.
domain i. 1. nüfuz alanı, nüfuz bölgesi. 2. bilgi alanı; ilgi alanı: It´s not in
dome my domain. O benim alanım dışında.
i. kubbe.
domed s. kubbeli.
domestic s. 1. ev ile ilgili; aile ile ilgili, aile içi. 2. evcimen. 3. evcil. 4.
domestic animal yurtiçi, iç. i. hizmetçi.
ehli hayvan, evcil hayvan.
domestic animal evcil hayvan.
domestic flight yurtiçi uçuş.
domestic flights iç hatlar.
domestic industries yerli sanayi.
domestic market iç pazar.
domestic politics iç politika.
domestic trade iç ticaret.
domesticate f. evcilleştirmek.
domicile i. ikametgâh, konut, mesken.
dominance i. 1. hâkimiyet, üstünlük. 2. biyol. başatlık.
dominant s. 1. hâkim, egemen. 2. biyol. dominant, başat.
dominate f. 1. hâkim olmak, egemen olmak, hükmetmek. 2. (bir yere)
domination hâkim olmak,egemenlik,
i. hâkimiyet, tepeden bakmak.
hükmetme.
domineer f. despotça hükmetmek, hâkim durumda olmak.
domineering s. otoriter, hükmeden.
Dominican s. 1. Dominik, Dominik Cumhuriyeti´ne özgü. 2. Dominikli. i.
dominion Dominikli, Dominik
i. 1. egemenlik, Cumhuriyeti
hâkimiyet. vatandaşı.
2. dominyon.
dominoes i. domino oyunu.
don`t kıs. do not.
Don´t bother! Zahmet etmeyin!
Don´t look a gift horse in the
Bahşiş atın dişine bakılmaz.
mouth.
Don´t mention it. Bir şey değil./Estağfurullah.
Don´t move a muscle! Kıpırdama!/Kımıldama!
Don´t overestimate his
Yeteneklerini abartma.
abilities.
Don´t push your luck. Şansına fazla güvenme./Şansını zorlama.
Don´t stand out there in the
Orada yağmurun altında durma!
wet!
Don´t trouble yourself. Zahmet etmeyin./Zahmete girmeyin.
Don´t you have any
Sende hiç terbiye yok mu?
manners?
donate f. bağışlamak, hibe etmek.
donation i. 1. bağışlama. 2. bağış, hibe.
done f., bak. do. s. 1. tamamlanmış, bitmiş. 2. iyi pişmiş.
done in k. dili çok yorgun, bitkin.
done through iyi pişmiş (et).
done to a turn kıvamında pişmiş.
done to a turn tam kararında pişmiş.
Done! Tamam!/Oldu!/Kabul!
donkey i. eşek.
donor i. 1. bağışçı. 2. tıb. verici.
doom i. (talihin belirlediği) kötü son, korkunç son. f.
doomsday i. kıyamet günü.
door i. kapı.
door salesman ev ev dolaşarak satış yapan satıcı.
door service kapıdan kapıya servis.
doorbell i. kapı zili.
doorkeeper i., bak. doorman.
doorknob i. kapı tokmağı.
doorman çoğ. door.men (dor´men, dor´mın) i. kapıcı.
doormat i. paspas.
doorstep i. eşik.
doorstop i. kapı tamponu.
door-to-door s. 1. ev ev dolaşarak yapılan. 2. kapıdan kapıya.
doorway i. giriş, kapı aralığı.
dope i. 1. makine yağı. 2. uyuşturucu madde, narkotik. 3. argo
dopey budala,
s., argo ahmak. 4. argoetkisinde.
1. uyuşturucu bilgi. 2. budala.
dorm i., k. dili yatakhane.
dormant s. uykuda, uyuşuk, cansız.
dormer i.
dormer window çatı penceresi.
dormitory i. 1. yatakhane, koğuş. 2. öğrenci yurdu.
dosage i. dozaj.
dose i. doz.
dossier i. evrak dosyası.
dot i. 1. nokta. 2. puan, benek, nokta. f. (--ted, --ting) noktalamak.
dot the i´s and cross the t´s k. dili en ufak ayrıntıların üzerinde titizlikle durmak.
dotage i. bunaklık.
dotard i. bunak.
dote f. 1. on/upon -in üstüne titremek, -e çok düşkün olmak. 2.
dotted line bunamak.
bir belgenin imza yeri.
double i. 1. iki kat, çift, iki misli. 2. eş, benzer, aynı; ikiz: Ayşe so
double resembles
f. 1. iki katına herçıkarmak,
mother thatiki she
mislicould be her
yapmak; iki double. Ayşe 2. iki
misli olmak.
annesine
ile çarpmak. o kadar
3. benziyor
ikiye ki onun ikizi olabilir. 3. kat. 4. hile,
katlamak.
double back aynı yoldan geri dönmek.
oyun. 5. tiy., sin. dublör. 6. briç kontr. s. 1. iki kat, iki kere, iki
double bed iki kişilik
misli: She karyola/yatak.
added double the amount of salt called for in the
double boiler recipe. Yemek
iki katlı tencere, tarifinde yazılanın iki katı tuz ilave etti. 2. çift. 3.
benmari.
double boiler çifte, ikili.
benmari. 4. bükülmüş, katlı. 5. iki kişilik. 6. duble; çift porsiyon.
7. iki yüzlü.
double chin (insanda) gerdan: She´s developing a double chin. Gerdanı
double density çıkmaya
bilg. çiftebaşladı.
yoğunluk. double entendre iki tarafa çekilebilecek
double entry söz,
muh. çift kayıtlastikli
ikircil söz, söz.
sistemi.
double feature iki film birden.
double for -in dublörlüğünü yapmak.
double header spor üst üste yapılan iki karşılaşma.
double jeopardy huk. aynı suç için ikinci defa yargılanma.
double pneumonia iki taraflı zatürree.
double room (otelde) çift yataklı oda.
double standard çifte standart.
double up 1. eğilmek; iki büklüm olmak; iki büklüm etmek. 2. with ile aynı
double-breasted odayı paylaşmak.
s. kruvaze (ceket).
double-check f. tekrar kontrol etmek; çifte kontrol yapmak.
double-click f., bilg. fare düğmesine iki kez basmak.
double-cross f., argo sözünden dönerek aldatmak, kazık atmak. i., argo kazık
double-dealer atma.
i. ikiyüzlü, dolandırıcı, sahtekâr.
double-decker i. 1. iki katlı otobüs. 2. ranza.
double-density s., bilg. çifte yoğunluklu.
double-edged s. 1. iki tarafı keskin. 2. hem lehte hem aleyhte olan.
double-edged compliment iğneli kompliman.
double-faced s. 1. iki yüzlü. 2. iki taraflı (kumaş).
double-glazed s. çift camlı.
double-glazed window çift camlı pencere.
double-quick s. çok çabuk, hızlı. i. hızlı yürüyüş. f. hızlı yürümek.
doubles i., tenis çiftler.
double-space f. (daktiloda/bilgisayarda) çift aralıkla yazmak.
doubt i. 1. kuşku, şüphe. 2. şüpheli durum. f. 1. kuşkulanmak, kuşku
doubt s.o.´s word duymak, şüphelenmek,
birinin dediklerinden şüphe
şüphe etmek: I doubt his integrity.
etmek.
Dürüstlüğünden kuşku duyuyorum. She doubts that Asaf will
doubtful s. 1. kuşkulu, şüpheli, kuşku duyan. 2. kuşkulu, kuşkulandıran,
arrive on time. Asaf´ın vaktinde geleceğinden şüphe ediyor. 2.
kuşku uyandıran.
z. 1. olmamak:
kuşkusuz, 3. belirsiz;
şüphesiz, karanlık.
kesinlikle,
doubtless ikna Despite his excellentmuhakkak. 2. herhalde.
qualifications l doubt that
douche he is the
i., tıb. right f.
şırınga. person
şırıngafor this job. Üstün niteliklerine karşın bu
etmek.
dough işe
i. 1.uygun
hamur. bir2.kimse olduğuna
argo para, hâlâ ikna olmadım.
mangır.
doughnut i. yağda kızarmış şekerli çörek.
doughy s. hamur gibi.
dour s. asık yüzlü, ters, haşin, aksi.
dove i. 1. kumru. 2. beyaz güvercin. 3. pol. savaş aleyhtarı, barışçı,
dove barış yanlısı.
f., bak. dive.
dowel i. geçme, ağaç çivi.
down i. ince kuş tüyü, yonda.
down z. 1. aşağı, aşağıya, aşağıda. 2. güneye doğru. edat -in
down and out aşağısında: down the
hayatta yenilgiye mountain
uğramış, dağın
bezgin, aşağısına doğru. f. 1.
bitkin.
aşağı indirmek, alaşağı etmek, yere yıkmak, devirmek,
down at the heel perişan kılıklı, hırpani, pejmürde.
düşürmek: The gunners have downed three enemy planes.
down at the heels perişan bir
Topçular üç durumda.
düşman uçağını düşürdü. 2. çabucak içmek,
down in the mouth yuvarlamak: He had
cesareti kırılmış, already downed three rakis before l
karamsar.
down in the mouth/dumps arrived. Ben gelmeden önce üç bardak
k. dili üzüntülü, hayal kırıklığına rakı yuvarlamıştı. 3.
uğramış.
yenmek: The champion downed his opponent in the third round.
down on his luck talihsiz. rakibini üçüncü rauntta yendi. s. 1. aşağıya yönelen.
Şampiyon,
down on one´s luck talihsiz,
2. bahtsız.keyifsiz, morali bozuk.
k. dili üzgün,
down payment kaparo, pey akçesi; ilk ödeme.
down to the wire k. dili son ana kadar: They worked right down to the wire. Son
Down with ...! ana kadar çalıştılar.
Kahrolsun ...!
downcast s. 1. aşağıya yönelmiş. 2. üzgün, morali bozuk.
downfall i. 1. düşüş, yıkılış, çöküş, çökme. 2. (yağmur) boşanma.
downgrade f. derecesini indirmek, alçaltmak.
downhearted s. üzgün, morali bozuk.
downhill z. yokuş aşağı, aşağıya. s. inişli, meyilli.
download f. (İnternet üzerinden bilgisayara program) yüklemek.
download f., bilg. indirmek.
downpour i. sağanak.
downright s. 1. tam, düpedüz: a downright insult düpedüz bir hakaret. 2.
downstairs açık, dürüst.
z. aşağı kata,3.altaçıksözlü, sözünü
kata, aşağıya; esirgemeyen.
aşağı z. 1. tamamen,
katta, alt katta, aşağıda. s.
büsbütün:
alt He´s
katta aşağı, downright
olan, aşağıdaki. wrong. Tamamen haksız o. 2. açıkça,
downstream z. akıntı akış aşağı.i. aşağı kat, alt kat.
dobra dobra.
down-to-earth s. 1. gerçekçi. 2. uygulanabilir, gerçekleştirilebilir.
downtown i. şehrin merkezi, çarşı. z. çarşı tarafında; çarşıya. s. şehrin
merkezinde olan.
downtrod s., bak. downtrodden.
downtrodden s. 1. ayaklar altında çiğnenmiş. 2. haksızlığa uğramış, ezilmiş.
downward z. aşağı doğru.
downwards z., bak. downward.
downwind z. rüzgâr yönüne; rüzgârla birlikte.
dowry i. 1. çeyiz. 2. drahoma.
doze i. hafif uyku, şekerleme, kestirme, uyuklama. f. şekerleme
doze off yapmak,
uyuklamak, kestirmek,
uykuya uyuklamak.
dalmak.
dozen i. düzine.
dozer i., k. dili dozer, buldozer.
Dr kıs. Doctor, Drive.
drab s. (--ber, --best) 1. kasvetli, sıkıcı. 2. ölü (renk).
draft f. askere almak. i. zorunlu askerlik.
draft f. çekmek. i. 1. çekme, çekim, yudum. 2. poliçe, çek. 3. ödeme
draft emri. 4. hava akımı,
f. tasarlamak; cereyan,
taslağını çizmek; soba borusunun hazırlamak.
müsveddesini çekmesi. s. i.
fıçıdan
taslak; çekilen (bira).
drafting i. çizim,tasarım; müsvedde.
teknik resim.
drafting board çizim tahtası.
draftsman çoğ. drafts.men (dräfts´mîn) i. teknik ressam.
drafty s. cereyanlı, soğuk hava akımı olan.
drag f. (--ged, --ging) 1. sürüklemek, sürümek, çekmek; sürüklenmek,
drag on sürünmek.
uzayıp gitmek, 2. (toprağı)
sürmek.taramak. 3. geride kalmak. i. 1.
sürükleme, çekme. 2. sürüklenen şey. 3. tırmık, tarak. 4. engel,
drag one´s feet k. dili işi ağırdan almak.
mâni. 5. k. dili sıkıcı kimse/şey.
drag one´s heels istemeyerek gitmek veya kabul etmek, ayakları geri geri
drag out gitmek.
uzatmak.
dragon i. ejderha, ejder.
dragonfly i. yusufçuk, büyük kızböceği.
drain f. 1. akıtmak, süzmek; akmak, süzülmek. 2. suyunu çekmek,
drainage kurutmak;
i. 1. akaçlama, akaçlamak,
drenaj. 2.drenaj yapmak.
akıtma, 3. bitirmek,
boşaltma. tüketmek. i.
3. kanalizasyon,
1. suyunu
lağım döşemi.çekme/akıtma. 2. lağım, kanalizasyon; kanal.
drainboard i. (sabit) damlalık, bulaşık damlalığı.
draining board İng. (sabit) damlalık, bulaşık damlalığı.
drainpipe i. 1. atık su borusu. 2. akaç, oluk.
drake i. erkek ördek, suna.
drama i. 1. dram, drama, oyun, piyes. 2. tiyatro edebiyatı, dram,
dramatic drama; tiyatro sanatı.
s. 1. dramatik, 3. dramatik
tiyatro ile durum, dram;
ilgili. 2. dramatik, coşkudramatik
veren,
olaylar
duyguları dizisi; dramatik
kamçılayan. özellik.
dramatically z. dramatik bir biçimde, çarpıcı biçimde.
dramatise f., İng., bak. dramatize.
dramatist i. oyun yazarı, piyes yazarı.
dramatize f. 1. oyunlaştırmak, dramatize etmek, dramlaştırmak. 2.
drank dramatik
f., bak. drink.hale sokmak, dramatize etmek.
drape f. kumaşla örtmek. i., gen. çoğ. kalın perde.
drapery i. 1. perde. 2. örtü. 3. güz. san. drape.
drastic s. sert, şiddetli, zorlayıcı.
draught f., i., s., İng., bak. draft 1, draft 2, draft 3.
draughtsman çoğ. draughts.men (dräfts´mîn) i., İng., bak. draftsman.
draw i. 1. çekme, çekiş. 2. (silah) çekme. 3. (piyangoda) çekiliş; kura.
draw 4. ilgi çeken
f. (drew, --n) şey/olay/kimse.
1. çekmek: He drew 5. çekicilik.
the tray6.ofberabere biten
food closer to oyun;
his
beraberlik,
plate. Yemek berabere
tepsisini kalma.
tabağına doğru çekti. 2. sürüklemek. 3.
draw a bead on -e nişan almak.
(su) çekmek. 4. (silah) çekmek. 5. (perdeyi) çekmek, kapamak.
draw a blank 1. (piyangoda) boş çıkmak. 2. k. dili sonuç alamamak; başarısız
6. (dikkat/ilgi) çekmek. 7. çizmek, resmetmek: draw a picture
draw a conclusion olmak, başarısızlığa uğramak; hava almak; eli boş dönmek. 3. k.
sonuççizmek.
çıkarmak.
resim draw a graph grafik çizmek. 8. (hava, sıvı v.b.´ni)
dili hiçbir cevap alamamak. 4. k. dili hatıra getirememek,
draw a parallel between içine çekmek, emmek.
-i benzetmek, 9. (faiz) getirmek. 10. (para) çekmek. 11.
-i karşılaştırmak.
hatırlayamamak.
(yay, ip v.b.´ni) germek. 12. (madeni) haddelemek. 13. (baca)
çekmek.
draw ahead yavaş yavaş öne geçmek.
draw away çekilmek, kendini çekmek.
draw back geri çekilmek; geri çekmek.
draw blood kan akıtmak.
draw close yaklaşmak.
draw interest faiz getirmek.
draw lots kura çekmek.
draw near yaklaşmak.
draw on (bir fon, hesap v.b.´nden) para çekmek.
draw out 1. uzatmak. 2. konuşturmak, söyletmek, açmak.
draw the line (at) bir sınır koymak.
draw the line at -i reddetmek, -i yapmamak.
draw up 1. (kontrat, senet v.b.´ni) hazırlamak, yazmak. 2. yaklaşıp
drawback durmak:
i. sakınca, A mahzur,
limousine drew up in front of the mansion. Köşkün
dezavantaj.
önüne bir limuzin yaklaşıp durdu.
drawbridge i. kaldırma köprü.
drawer i. çekmece, göz.
drawers i. don, külot.
drawing i. 1. çizim, eskiz. 2. resim, karakalem resim. 3. piyango, çekiliş.
drawing board çizim tahtası.
drawing compass resim pergeli.
drawing pin İng. raptiye.
drawn f., bak. draw.
drawstring i. uçkur.
dread f. çok korkmak, korku ve endişe duymak. i. büyük korku,
dreadful dehşet.
s. 1. korkunç, dehşetli. 2. k. dili berbat, çok kötü.
dream i. 1. düş, rüya. 2. hayal, hulya.
dream f. (--ed/--t) 1. rüya görmek. 2. hayal kurmak.
dream about s.o./s.t. birini/bir şeyi rüyasında görmek.
dream that -i rüyasında görmek.
dream up k. dili hayalinde yaratmak.
dreamer i. hayalperest, hayalci, düşçü.
dreamlike s. rüya gibi, hayal gibi.
dreamt f., bak. dream.
dreary s. kasvetli, sıkıcı.
dredge i., mak. tarak, tırmık, tarama aygıtı; tarak dubası. f. (deniz, göl,
dregs ırmak v.b.´nin)
i. 1. tortu, telve.dibini taramak;
2. çöp, (limanı) tarakla temizlemek.
süprüntü.
drench f. sırılsıklam etmek.
dress f. 1. giydirmek; giyinmek. 2. düzenlemek, süslemek. 3. ask. bir
dress down hizaya getirmek. 4.haşlamak.
k. dili azarlamak, (yaraya) pansuman yapmak. 5. (saça) şekil
vermek. 6. (deriyi) sepilemek, tabaklamak. 7. (tavuk, balık v.b.
dress rehearsal tiy. kostümlü prova.
´ni) temizlemek. i. 1. kadın elbisesi. 2. elbise, giysi. 3. giyim,
dress up giyinip
kılık süslenmek.
kıyafet, üst baş.
dressed up fit to kill k. dili iki dirhem bir çekirdek.
dresser i. şifoniyer.
dressing i. 1. (salata için) sos. 2. (kızarmış hindi ile yenilen) ekmek
dressing gown kırıntılarıyla
İng. sabahlık; yapılan baharatlı bir yemek. 3. pansuman.
robdöşambr.
dressing table tuvalet masası.
dressmaker i. kadın terzisi.
dressmaking i. terzilik.
drew f., bak. draw.
dribble f. 1. damla damla akıtmak, damlatmak. 2. spor dripling yapmak;
(topu) sürmek. 3. salyası akmak. i. ufak akıntı; sızıntı.
dribble down (damlalar) akmak, süzülmek; (su) sızmak.
driblet i. çok az miktar.
dried f., bak. dry. s. kurutulmuş, kuru.
drier i. 1. kurutucu, kurutucu madde. 2. bak. dryer.
drift i. 1. sürüklenme. 2. yönelim, yöneliş, kayma. 3. sürükleniş,
drift apart amaçsızca
sürüklenmek; sürüklenme.
uzaklaşmak; 4. (rüzgârın
tedricenyığdığı) kar birikintisi. 5.
ayrı düşmek.
anlam, demek istenilen şey. f. 1. (rüzgârın/akıntının etkisiyle)
driftwood i. suların sürüklediği ağaç dalları.
sürüklenmek. 2. hiçbir yerde/işte sürekli kalmadan yaşamak.
drill i. 1. matkap, delgi. 2. ask. talim. 3. alıştırma. f. 1. (matkapla)
drink delmek.
f. (drank,2.drunk)
ask. talim yaptırmak;
1. içmek. 2. içki talim
içmek. yapmak. 3. alıştırma
3. in büyük bir zevkle
yaptırmak; alıştırma
seyretmek/dinlemek. yapmak.
4. to -in şerefine içmek. i. 1. içecek. 2.
drink a toast to (birinin) sıhhatine/şerefine içmek.
içki. 3. bir içimlik miktar. 4. argo deniz.
drink like a fish fazla içki içmek.
drink s.o. under the table k. dili sarhoş olmadan içki içebilme konusunda birini gölgede
drink s.t. straight bırakmak.
(içkiyi) sek içmek.
drink to excess içkiyi fazla kaçırmak.
drinking i. içki içme.
drinking cup kadeh.
drinking straw kamış.
drinking water içme suyu.
drip f. (--ped/--t, --ping) damlatmak; damlamak. i. 1. damla. 2.
drip-dry damlama. 3. damlalık,
f. suyu sıkılmadan yağmur
kurumak. suyunu
s. ütü akıtan çıkıntı/yiv.
istemeyen (kumaş); ütü
dripping istemeyen kumaştan yapılmış
i. eriyerek akıp donmuş yağ damlası. (giysi).
dripping wet sırsıklam, sırılsıklam.
drive f. (drove, --n) 1. (araba) sürmek, kullanmak: He doesn´t know
drive a hard bargain how to drive
sıkı bir a car.
pazarlık Araba
sonucu kullanmasını
birçok şey eldebilmiyor.
etmek. 2. araba ile
gitmek: I drive to and from work every day. İşe her gün
drive a hard bargain sıkı bir pazarlık yaparak fiyatı çok indirmek.
arabayla gidip geliyorum. 3. araba ile götürmek: I´ll drive you
drive at ... demek
home afteristemek,
the party.-i kastetmek.
Partiden sonra seni arabayla evine
drive away/off götüreceğim. 4. (hayvanları)
1. kovmak, defetmek. sürmek.
2. arabayla 5. çalıştırmak: He drives
uzaklaşmak/ayrılmak.
drive back his employees much too hard. Personelini
1. arabayla geri dönmek. 2. püskürtmek, geri çok çalıştırıyor.
dönmek zorundai. 1.
araba
bırakmak.gezintisi. 2. cadde. 3. ask. büyük taarruz. 4. ruhb. dürtü.
drive by arabayla
5. beceri, geçmek;
inisiyatif. arabayla önünden
6. mak. işletme geçmek.
mekanizması. 7. bilg.
drive into a corner köşeye 8.
sürücü. sıkıştırmak, kıstırmak.
bak. driveway.
drive mad çıldırtmak.
drive out kovmak, defetmek.
drive s.o. ape k. dili birini delirtmek.
drive s.o. bananas k. dili birini çıldırtmak.
drive s.o. to distraction birini deli etmek, birini deliye çevirmek.
drive s.o. to the wall/drive
k. dili 1. birini iflas ettirmek; birini iflasa sürüklemek; birini
s.o. up against the wall
drive s.o. up the wall iflasın
k. dili eşiğine getirmek.
birini deliye 2. birinibirini
döndürmek, çok zor bir duruma
zıvanadan sokmak,
çıkarmak.
birini köşeye sıkıştırmak.
drive s.o. wild 1. birini çıldırtmak. 2. birini çılgına çevirmek, birini çok
drive-in kızdırmak.
i. 1. müşterilerine arabalarında servis yapan lokanta. 2.
drive-in window seyircilerin
müşterilerine arabaları içinde oturarak
arabalarında film seyrettikleri
hizmet veren banka gişesi.açık hava
sineması. s. 1. müşterilerine arabalarında servis yapan
drivel f. (--ed/--led, --ing/--ling) 1. salyası akmak. 2. saçmalamak. i.
(lokanta). 2. seyircilerin arabaları içinde oturarak film
driven saçma
f., bak. sapan söz.
drive.(açık
seyrettikleri hava sineması).
driver i. 1. sürücü, şoför. 2. bilg. uyumcu.
driver´s license ehliyet, sürücü belgesi.
driveway i. evin garajını sokağa bağlayan yol.
driving i. sürme, sürüş. s. 1. enerjik, canlı, dinamik. 2. şiddetli, sert.
driving rain şiddetli yağmur.
drizzle f. (yağmur) çiselemek, serpiştirmek. i. 1. çisenti. 2. çiseleme.
drone i. 1. erkek arı. 2. asalak, parazit, ekti. 3. monoton ses, vızıltı. f.
drool 1. vızıldamak.
f. ağzı sulanmak. 2. homurdanmak.
droop f. 1. sarkmak, bükülmek, eğilmek; sarkıtmak, eğmek. 2.
drop (bitki/çiçek)
i. 1. damla: aboynunu bükmek.
drop of water su damlası; bir damla su. Would you
drop a brick like a drop
k. dili of brandy?
pot kırmak, Bir konyak
gaf yapmak, çam ister misiniz? 2. düşüş, iniş: a
devirmek.
drop in prices fiyatlarda düşüş. 3. damla, pek az miktar; bir
drop a hint imada bulunmak, dokundurmak.
yudum. f. (--ped/--t, --ping) 1. damlatmak; damlamak. 2.
drop a line/note iki satır yazıvermek,
düşürmek; düşmek: You pusula göndermek.
dropped your pen. Kalemini düşürdün.
drop asleep The inflation
uyuyakalmak. rate has dropped to forty percent. Enflasyon oranı
drop behind yüzde kırka
geri kalmak. düştü. 3. serpmek. 4. (arabadan) indirmek: Where
shall I drop you? Seni nerede indireyim? 5. vazgeçmek,
drop down düşmek. A lack of money has forced us to drop that project.
bırakmak:
drop in at -e uğramak.
Parasızlık yüzünden o projeden vazgeçmek zorunda kaldık. 6.
drop in on kesmek,
-i ziyaretson vermek: Let´s drop this discussion. Bu tartışmaya
etmek.
son verelim. 7. (sesi) alçaltmak; (ses) alçalmak.
drop off 1. azalmak; düşmek. 2. inmek.
drop out 1. (üyelikten) ayrılmak, çıkmak. 2. okula devam etmemek.
drop-off i. 1. azalma, düşme. 2. dik iniş.
dropout i. okulu bırakan öğrenci.
dross i. 1. cüruf, maden posası, dışık. 2. süprüntü, artık, değersiz
drought şeyler.
i. kuraklık, susuzluk.
drove i. sürü.
drove f., bak. drive.
drown f. (suda) boğulmak; boğmak.
drown out (bir sesi) (daha yüksek bir sesle) bastırmak.
drowse f. uyuklamak, pineklemek.
drowsiness i. uykulu olma, uyuşukluk.
drowsy s. 1. uykulu. 2. uyku veren.
drudge i. ağır ve sıkıcı bir işte çalışan kimse. f. ağır ve sıkıcı bir iş
drudgery yapmak.
i. ağır ve sıkıcı iş, angarya.
drug i. 1. ilaç, ecza. 2. uyuşturucu madde; hap. f. (--ged, --ging) 1.
drug addict ilaçla uyuşturmak.
uyuşturucu 2. (yiyeceğe/içeceğe)
bağımlısı; hapçı. uyuşturucu ilaç
katmak.
drug habit uyuşturucu bağımlılığı.
druggist i. eczacı.
drugstore i. eczane.
drum i. 1. davul; trampet; dümbelek. 2. davul sesi. 3. anat. kulakzarı,
drumbeat kulakdavulu.
i. davul sesi. 4. varil. f. (--med, --ming) davul çalmak.
drummer i. davulcu; trampetçi.
drumstick i. 1. davul tokmağı; fışkın; trampet değneği, baget. 2. ahçı.
drunk (kümes hayvanında)
f., bak. drink. bacak.
s., i. sarhoş, içkili.
drunk with success başarı sevinciyle kendinden geçmiş.
drunkard i. ayyaş, içkici.
drunken s. sarhoş, içkili.
drunkenness i. sarhoşluk.
dry s. 1. kuru. 2. yağmursuz, kurak, susuz. 3. susamış. 4. kurumuş,
dry cell suyu
kuru çekilmiş.
pil. 5. süt vermeyen, sütü kesilmiş (inek). 6. kör
(kuyu). 7. sert, keskin. 8. yavan, tatsız (söz, konuşma v.b.). 9.
dry cell kuru pil.
sek (içki). 10. sıkıcı. f. (dried) kurutmak; kurumak.
dry cleaner kuru temizleyici.
dry cleaning kuru temizleme.
dry cough kuru öksürük.
dry dock den. kuru havuz.
dry goods manifatura, mensucat.
dry mustard toz hardal, hardal tozu.
dry quart A.B.D. 1,101 litre.
dry up kurumak, tükenmek; kurutmak, tüketmek.
dryer i. kurutucu; kurutma makinesi: hair dryer saç kurutucusu.
drying rack clothes
çamaşırdryeraskısı.çamaşır kurutma makinesi.
dual s. ikili, çifte, çift; çift yönlü.
dual-purpose s. çift amaçlı.
dub f. (--bed, --bing) dublaj yapmak, filmi çekimden sonra
dubious seslendirmek.
s. 1. kuşkulu, şüpheli. 2. belirsiz. 3. kararsız. 4. güvenilmez.
duchess i. düşes.
duck i. ördek; dişi ördek. f. 1. (başını/vücudunu) suya sokup
duckling çıkarmak, suya daldırmak;
i. ördek yavrusu, palaz. suya dalmak. 2. başını çabucak eğip
kaldırmak.
duct i. tüp, kanal.
dud i. 1. patlamayan mermi/bomba. 2. başarısız kimse; fiyasko.
duds i., çoğ., k. dili giysiler.
due s. 1. (akla/kanunlara/toplumca makbul sayılana) uygun olan. 2.
duel hak ettiği,f. gereken:
i. düello. This matter is at last being given due
düello etmek.
attention. Bu mesele nihayet hak ettiği ilgiyi görüyor. z. tam (bir
dues i., çoğ. ödenti, aidat.
yöne) doğru: It´s due east of here. Buranın tam doğusunda. i.
duet i., mus.
hak düet,
ettiği şey,düo.
hak.
dug f., bak. dig.
duke i. dük.
dull s. 1. kalın kafalı, anlayışsız, gabi. 2. kör, kesmez (bıçak, makas
duly v.b.). 3. donuk,
z. 1. uygun sönük
olarak, (renk). 4.
gereğince, duygusuz.
gerektiği 5.hakkıyla.
gibi, sıkıcı, kasvetli.
2. tamf.
1. sersemlemek;
zamanında. sersemletmek: dull s.o.´s mind birini
dumb s. 1. dilsiz. 2. dili tutulmuş, sessiz. 3. k. dili sersem, kafasız,
sersemletmek. 2. körletmek; körlenmek: dull a blade bıçağı
dumbfound budala.
f. hayretler 3. içinde bırakmak, şaşırtmak.
körletmek. donuklaştırmak; donuklaşmak. 4.
dumfound duygusuzlaşmak;
f., bak. dumbfound. duygusuzlaştırmak. 5. (ağrıyı) hafifletmek,
dummy azaltmak.
i. 1. enayi, aptal, budala, mankafa. 2. terz. manken. 3. taklit,
dump sahte
f. şey. 4. matb.
1. boşaltmak, maket.
atmak. 5. damping
2. tic. İng. emzik, meme.toptan
yapmak, s. taklit, sahte;
ucuza
yapay. i. çöp yığını, çöplük.
satmak.
dump truck damperli kamyon.
dumping i., tic. damping.
dumps i., çoğ.
dun f. (--ned, --ning) alacağını istemek, borçluyu sıkıştırmak.
dunce i. ahmak.
dune i. kumul.
dung i. 1. hayvan tersi. 2. gübre. f. gübrelemek.
dungarees i., çoğ. blucin pantolon, blucin, kot pantolon, kot; blucin tulum.
dungeon i. zindan.
dunk f. batırmak, banmak.
duo i. ikili, duo, düo.
duodenum i., anat. onikiparmak bağırsağı.
dupe i. safdil. f. aldatmak, dolandırmak.
duplex s. 1. çift. 2. dubleks.
duplicate s., i. (du´plıkît) 1. eş, çift. 2. kopya. f. (du´plıkeyt) 1. kopyasını
duplicity yapmak. 2. kopya
i. ikiyüzlülük, etmek, suretini
düzenbazlık, hile. çıkarmak.
durability i. 1. dayanıklılık. 2. süreklilik, devam.
durable s. 1. dayanıklı, sağlam, eskimez. 2. sürekli, devamlı.
duration i. 1. süreklilik, devam. 2. süre.
duress i. zorlama, baskı.
during edat boyunca, süresince, esnasında, zarfında, -de.
dusk i. alacakaranlık, akşam karanlığı.
dusky s. 1. oldukça karanlık. 2. koyu esmer.
dust i. 1. toz. 2. toprak. f. 1. toz serpmek: dust a cake with sugar
dust cover/jacket keke
şömiz, şeker serpmek. 2. tozunu almak; fırçalamak: She is
ceket.
dusting the furniture. Mobilyanın tozunu alıyor.
Dust has settled on
Her şey tozlandı.
everything.
dustcloth i. toz bezi.
dustheap i. toz/süprüntü yığını.
dustpan i. faraş.
dusty s. 1. tozlu. 2. toz gibi.
Dutch s. 1. Hollanda, Hollanda´ya özgü. 2. Hollandalı. 3. Hollandaca. i.
Dutch treat Hollandaca.
k. dili masrafın Alman usulü bölüşüldüğü eğlenti.
Dutchman çoğ. Dutch.men (d^ç´mîn) i. Hollandalı erkek, Hollandalı.
Dutchwoman çoğ. Dutch.wom.en (d^ç´wîmîn) i. Hollandalı kadın, Hollandalı.
dutiful s. 1. ödevcil. 2. saygılı.
duty i. 1. görev, ödev, vazife. 2. gümrük resmi, gümrük vergisi.
duty to/towards -e karşı sorumluluk.
duty-free s., z. gümrüksüz.
dwarf i. cüce. f. 1. cüceleştirmek. 2. küçük göstermek. s. cüce, bodur.
dwell f. (dwelt/--ed) 1. ikamet etmek, oturmak. 2. on (bir konu)
dwell in üzerinde
-de ikamet durmak.
etmek, -de oturmak.
dweller i. oturan, sakin.
dwelling i. konut, ev, ikametgâh, mesken.
dwindle f. 1. yavaş yavaş azalmak, gittikçe ufalmak, giderek küçülmek.
dye 2. önemini
i. boya, kaybetmek.
renk. f. boyamak; boyanmak.
dyestuff i. boya maddesi.
dying f., bak. die.
dyke i., bak. dike.
dynamic s. 1. dinamik, devimsel. 2. mekanik gücü olan. 3. dinamik, canlı,
dynamite hareketli.
i. dinamit. f. dinamitle havaya uçurmak, dinamitlemek.
dynamo i. dinamo.
dynasty i. hanedan.
dysentery i., tıb. dizanteri, kanlı basur.
dyspepsia i., tıb. hazımsızlık, dispepsi.
E kıs. East, Eastern, English.
E, e i. E, İngiliz alfabesinin beşinci harfi.
ea kıs. each.
each s. her, her bir. zam. her biri, tanesi. two million liras each tanesi
each one iki
her milyon
biri. lira.
each other birbirini.
eager s. istekli, hevesli, can atan.
eager beaver argo görevine fazlasıyla bağlı kimse.
eagerness i. şevk, istek, arzu, canlılık.
eagle i. kartal, karakuş.
eagle-eyed s. keskin gözlü.
ear i. 1. kulak. 2. işitme duyusu.
ear i. başak.
eardrum i., anat. kulakzarı, kulakdavulu.
earful i., k. dili 1. azar, papara, zılgıt. 2. bir sürü dedikodu. 3.
earl beklenmedik
i. kont. bir sürü laf.
earlobe i. kulakmemesi.
early s. erken; eski; ilk. z. zamansız, vakitsiz, vaktinden evvel.
early riser erken kalkan kimse.
early warning system erken uyarı sistemi.
earmark i. 1. hayvanların kulaklarına takılan marka. 2. (bir şeyin) esas
niteliği. f. belirli bir maksat için ayırmak, bir yana koymak.
earn f. kazanmak; kazandırmak.
earn one´s keep (biri/bir hayvan) yaptığı hizmetle kendi masrafını
earnest çıkarmak/karşılamak.
s. ciddi, ağırbaşlı.
earnest i.
earnest money teminat akçesi, pey akçesi.
earnings i. kazanç, kâr; maaş, gelir.
earphone i., bak. headphone.
earring i. küpe.
earshot i.
earsplitting s. sağır edici (ses).
earth i. 1. dünya. 2. toprak. 3. İng., elek. toprak.
earthen s. topraktan yapılmış, toprak.
earthenware i. çanak çömlek. s. topraktan yapılmış, toprak.
earthly s. dünyaya ait, dünyevi.
earthquake i. deprem, zelzele, yersarsıntısı.
earthshaking s. inançları kökünden sarsan, fikirleri altüst eden.
earthworm i. yer solucanı.
earthy s. 1. toprağa benzer, topraksı. 2. kaba, incelikten yoksun.
earwax i. kulak kiri.
ease i. 1. kolaylık. 2. rahat, sıkıntısızlık.
ease f. 1. rahat ettirmek, sıkıntıdan kurtarmak. 2. (ağrıyı) yatıştırmak.
ease off/up 3. kolaylaştırmak. 4. dikkatle yerleştirmek. 5. yavaş yavaş
gevşetmek.
hareket ettirmek.
easel i. ressam sehpası, şövale.
easily z. kolaylıkla, kolayca, rahat rahat.
easiness i. 1. kolaylık. 2. yumuşaklık, yumuşak davranış.
east i. doğu, şark. s. doğu. z. doğuya doğru, doğuya.
Easter i. Paskalya, Paskalya yortusu.
Easter egg Paskalya yumurtası.
easterly z. 1. doğudan. 2. doğuya doğru. s. 1. gündoğusuna bakan. 2.
eastern doğudan esen. doğuya ait.
s. doğu, doğusal,
eastward s. 1. doğuya yönelen. 2. doğuya bakan. z. doğuya doğru, doğu
eastwardly yönünde.
z. 1. doğuya doğru. 2. doğudan. s. 1. doğuya yönelen. 2.
eastwards doğudan
z. doğuyaesen (rüzgâr).
doğru, doğu yönünde.
easy s. kolay, rahat.
easy z., k. dili kolayca, rahatça.
easy chair rahat koltuk.
easy mark k. dili kolayca aldatılabilen kimse.
easy money kolay kazanılmış para.
easygoing s. uysal, yumuşak başlı.
eat f. (ate, --en) 1. yemek. 2. yemek yemek.
eat humble pie kibri kırılmak, burnu sürtülmek; kabahatini itiraf edip af
eat one´s fill dilemek, tükürdüğünü yalamak.
karnını doyurmak.
eat one´s heart out k. dili kendi kendini yemek, içi içini yemek, çok üzülmek.
eat one´s words k. dili sözünü geri almak.
eat s.o. out of house and
k. dili aşırı miktarda yiyerek birinin bütçesini altüst etmek.
home
eat up yiyip bitirmek.
eaves i. saçak.
eavesdrop f. (on) -e kulak misafiri olmak.
ebb i. deniz sularının çekilmesi. f. (deniz) çekilmek.
ebb tide cezir, inik deniz.
ebony i., s. abanoz.
ebullient s. 1. içi kaynayan, coşkun, şevkli. 2. kaynayan, taşan (sıvı).
EC kıs. the European Community.
eccentric s. 1. acayip, garip, tuhaf, eksantrik. 2. dışmerkezli, eksantrik. i.
eccentricity garip bir kişi, eksantriklik.
i. 1. tuhaflık, eksantrik. 2. dışmerkezlilik, eksantriklik.
ecclesiastic s. kiliseye veya kilise örgütüne ait, dini. i. papaz, rahip.
echelon i., ask. kademe.
echo i. (çoğ. --es) yankı. f. 1. yankılanmak, aksetmek. 2.
éclair tekrarlanmak;
i. ekler (bir çeşit tekrarlamak.
pasta).
eclectic s. 1. çeşitli sistem ve kaynaklardan derlenmiş. 2. fels. seçmeci,
eclecticism seçmeciliğe ait. i., fels. seçmeci.
i., fels. seçmecilik.
eclipse i., gökb. tutulma. f. 1. ışığını karartmak. 2. (birinden) üstün
ecological çıkmak,
s. ekolojik,(birini) gölgede bırakmak.
çevrebilimsel.
ecologist i. ekolojist, çevrebilimci.
ecology i. ekoloji, çevrebilim.
econ kıs. economic, economics, economy.
economic s. ekonomiyle ilgili, ekonomik, iktisadi.
economical s. tutumlu, hesaplı; ekonomik.
economics i. iktisat, ekonomi bilimi.
economise f., İng., bak. economize.
economist i. iktisatçı, ekonomist.
economize f. tasarruf etmek, ekonomi yapmak, iktisat yapmak.
economy i. 1. ekonomi, iktisat. 2. tasarruf, tutumluluk, ekonomi.
ecosystem i. ekosistem.
ecstasy i. esrime, coşu, kendinden geçme, vecit.
ecstatic s. 1. esrik, kendinden geçmiş. 2. çok mutlu, sevinç dolu.
Ecuador i. Ekvador.
Ecuadoran i., s., bak. Ecuadorian.
Ecuadorean i., s., bak. Ecuadorian.
Ecuadorian i. Ekvadorlu. s. 1. Ekvador, Ekvador´a özgü. 2. Ekvadorlu.
ecumenical s. 1. kiliselerin tümünü temsil eden; tüm kiliselerin kabul ettiği.
eczema 2. tümegzama,
i., tıb. kiliselerin birleşmesini amaçlayan.
mayasıl.
ed kıs. edited, edition, editor.
Edam i. Hollanda peyniri, edam.
Edam cheese bak. Edam.
eddy i. girdap, anafor, eğrim, çevri, burgaç. f. anaforlanmak,
edema burgaçlanmak.
i., tıb. ödem.
edge i. 1. kenar. 2. k. dili avantaj, üstünlük. f. 1. kenarına bordür
edgewise yapmak.
z. yan yan, 2. yanlamasına;
(bir tarafa doğru) yavaş yavaş gitmek.
yandan.
edginess i. sinirlilik.
edging i. kenar suyu, dantel, sutaşı.
edgy s. sinirli, sinirleri gergin.
edible s. yenebilir. i. yiyecek.
edict i. emir, ferman.
edifice i. büyük yapı.
edify f. ahlakça yükseltmek.
edifying s. ahlakça yükselten.
edit f. redaksiyon yapmak.
editing i. redaksiyon.
edition i. edisyon, basım.
editor i. 1. editör. 2. redaktör.
editorial i. başmakale.
editorship i. 1. editörlük. 2. redaktörlük.
educate f. eğitmek; okutmak.
educated s. eğitimli, tahsilli.
education i. eğitim.
educational s. eğitimsel, eğitsel; eğitici.
educator i. eğitimci, eğitmen.
EEC kıs. the European Economic Community.
eel i. (çoğ. --s/eel) yılanbalığı.
efface f. 1. silmek, bozmak. 2. yok etmek, gidermek.
efface o.s. dikkatleri üstüne çekmemeye çalışmak.
effect i. etki, sonuç. f. yerine getirmek, gerçekleştirmek, başarmak.
effective s. 1. yürürlükte. 2. etkili, tesirli. i., tic. efektif, nakit.
effects i., çoğ. eşya, mal.
effectual s. etkili, istenilen sonucu veren.
effeminate s. kadınsı, efemine.
effervesce f. köpürmek, kabarmak.
effervescent s. efervesan.
effete s. 1. bitkin, halsiz, güçsüz. 2. kısır, verimsiz. 3. efemine.
efficacious s. istenen sonucu veren, etkili, tesirli.
efficacy i. yarar, fayda, etki.
efficiency i. hızlı ve verimli çalışma.
efficient s. hızlı ve verimli çalışan, randımanlı.
effigy i.
effluence i. 1. dışarı akma, akıntı. 2. atık su; atık madde.
effluent i. atık su; atık madde.
effort i. gayret, çaba, efor.
effortless s. zahmetsiz, kolay.
effrontery i. küstahlık, yüzsüzlük.
effusive s. coşkun, taşkın.
eg kıs. exempli gratia (for example) mesela, örneğin.
egg i. yumurta.
egg f. on tahrik etmek, kışkırtmak.
egg white yumurta akı.
egg white yumurta akı.
eggbeater i. yumurta çırpacağı.
eggcup i. yumurtalık, yumurta kabı.
egghead i., argo entel, entelektüel.
eggplant i. patlıcan.
eggshell i. yumurta kabuğu.
ego i. benlik, ego, ben.
egocentric s. egosantrik, beniçinci.
egocentricity i. egosantrizm, beniçincilik.
egoism i. egoizm, bencillik.
egoist i. bencil, egoist.
egotism i. egotizm, benlikçilik.
egotist i. bencil.
egregious s. fevkalade kötü, korkunç: an egregious mistake korkunç bir
Egypt yanlış.
i. Mısır.
Egyptian i. Mısırlı. s. 1. Mısır, Mısır´a özgü. 2. Mısırlı.
eh ünlem, k. dili 1. ... değil mi?: He´s a lucky guy, eh? Şanslı bir
eiderdown herif, değilyorgan.
i. kuştüyü mi? 2. Ne?/Ha?: ´´Come here!´´ ´´Eh?´´ ´´I said
´Come here!´ ´´ ´´Buraya gel!´´ ´´Ne?´´ ´´ ´Buraya gel!´
eight s. sekiz. i. sekiz rakamı (8, VIII). eight-hour day günde sekiz saat
dedim.´´
eighteen çalışma
s. onsekiz.sistemi.
i. onsekiz rakamı (18, XVIII).
eighteenth s., i. 1. onsekizinci. 2. onsekizde bir.
eighth s. 1. sekizinci. 2. sekizde bir.
eighth note müz. sekizlik nota, sekizlik.
eightieth s., i. 1. sekseninci. 2. seksende bir.
eighty s. seksen. i. seksen rakamı (80, LXXX).
Eire i. İrlanda Cumhuriyeti.
either s. ikisi de; her iki: She doesn´t like either one. İkisini de
either this or that sevmiyor.
ya bu ya o. On either side of him sat a cat. Her iki tarafında bir
kedi oturuyordu. zam. her ikisi, ikisi de; ikisinden biri: You can
ejaculate f. 1. birdenbire yüksek bir sesle söylemek. 2. boşalmak, meni
have either. İkisinden birini alabilirsin. bağ. ya ... ya (da): Either
gelmek.
i. 1. do
ünlem. 2. you
boşalma,
ejaculation you this or clear meninin atılması.
out of here for good. Ya bunu yaparsın,
eject ya
f. 1.buradan temelliçıkarmak,
dışarı atmak, defolursun. z. de: “I don´t
fışkırtmak. know how
2. defetmek, to play
kovmak.
ejector bridge.” “I don´t either.”
i., mak. fışkırtıcı, ejektör. “Briç oynamayı bilmiyorum.” “Ben de.”
eke f.
eke out (bir şey yapmakla) (yetersiz bir şeyi) artırmak.
eke out a living kıt kanaat geçinmek.
El Salvador El Salvador.
elaborate s. 1. çok ayrıntılı ve çok iş isteyen. 2. karmaşık; girift, girişik.
elaborate f. (on) ayrıntılarına girmek.
élan i. şevk, canlılık.
elapse f. (zaman) geçmek, akmak.
elastic s. 1. esnek, elastik, elastiki. 2. lastikli. i. lastik, lastikli şerit.
elasticity i. esneklik, elastiklik, elastisite.
elate f. çok sevindirmek, çok neşelendirmek.
elated s. sevinçli, kıvançlı.
elation i. sevinç, kıvanç.
elbow i. dirsek. f. dirsekle itmek/vurmak, dirseklemek; ite kaka yol
elbow grease açmak.
k. dili alın teri, emek.
elbowroom i. rahatça hareket edilebilecek yer, geniş yer.
elder s. yaşça büyük, büyük. i. yaşlı/itibarlı kişi.
elder i. mürver ağacı, mürver.
elder brother ağabey.
elder sister abla.
elder sister abla.
elderly s. oldukça yaşlı.
elders i., çoğ. (yaşça) büyükler.
eldest s. (yaşça) en büyük.
elect f. seçmek.
election i. seçim.
electioneer f. seçim propagandası yapmak.
elective s. 1. isteğe bağlı. 2. seçimle elde edilen (bir makam). i. seçmeli
elector ders.
i. seçmen.
electorate i. seçmenler.
electric s. 1. elektrikle ilgili. 2. elektrikli.
electric arc elektrik arkı.
electric arc fiz. elektrik arkı, elektrik yayı.
electric chair elektrikli sandalye.
electric current elektrik akımı, elektrik cereyanı.
electric eye elektrikli göz.
electric fan vantilatör.
electric guitar elektrogitar.
electric light elektrik lambası.
electric meter elektrik saati.
electric motor elektrik motoru.
electric power elektrik kuvveti.
electric shaver elektrikli tıraş makinesi.
electrical s. 1. elektrikli. 2. elektrikle ilgili.
electrical appliance elektrikli alet; elektrikli aygıt.
electrical engineer elektrik mühendisi.
electrical engineering elektrik mühendisliği.
electrician i. elektrikçi, elektrik tesisatçısı.
electricity i. elektrik.
electrification i. elektriklendirme, elektrifikasyon.
electrify f. 1. elektriklendirmek. 2. elektriklemek. 3. heyecanlandırmak,
electrocardiogram heyecan vermek.
i., tıb. elektrokardiyogram.
electrocute f. 1. elektrikle öldürmek. 2. elektrikli sandalyede idam etmek.
electrode i. elektrot.
electrolysis i. elektroliz.
electrolyte i. elektrolit.
electromagnet i. elektromıknatıs.
electromagnetic s. elektromanyetik.
electron i. elektron.
electronic s. elektronik.
electronic music elektronik müzik.
electronic music elektronik müzik.
electronics i. elektronik.
electropositive s. elektropozitif.
electroshock i., tıb. elektroşok.
elegance i. zarafet.
elegant s. zarif.
elegy i. eleji, ağıt.
element i. 1. öğe, unsur, eleman, parça. 2. kim. element, öğe.
elemental s. 1. ilkel; dizginsiz, frenlenmemiş. 2. doğadaki güçlere özgü. 3.
elementary doğal.
s. 1. başlayanlar için: elementary French course yeni
elementary education başlayanlar
ilköğretim. için Fransızca kursu. 2. temel. 3. ilkel. 4. basit,
kolay.
elementary school ilköğretim okulu.
elements i., çoğ. 1. the doğa güçleri. 2. gruplar. 3. temel ilkeler.
elephant i. fil.
elevate f. 1. yükseltmek; kaldırmak. 2. terfi ettirmek.
elevation i. 1. yükseltme; kaldırma. 2. terfi. 3. coğr. yükselti.
elevator i. 1. asansör. 2. silo.
elevator shaft asansör boşluğu.
eleven s. on bir. i. on bir rakamı (11, XI).
eleventh s. 1. on birinci. 2. on birde bir.
eleventh hour son dakika.
elf çoğ. elves (elvz) i. cüce ve yaramaz cin.
elicit f. 1. (gerçeği) ortaya çıkarmak. 2. (bilgi) edinmek, sağlamak. 3.
eligibility -e yol açmak, -e neden olmak.
i. uygunluk.
eligible s. (for) -e uygun.
eliminate f. 1. gidermek; yok etmek. 2. (bir yarışçıyı) elemek. 3. k. dili
elimination öldürmek,
i. 1. giderme; temizlemek.
yok etme. 2. (yarışçıyı) eleme.
elite i. elit, seçkinler. s. elit, seçkin.
elixir i. iksir.
elk i., zool. kanadageyiği; avrupamusu.
ellipse i. elips.
ellipsis çoğ. el.lip.ses (îlîp´siz) i., dilb. eksilti, eksiltili anlatım.
elliptical s. eliptik.
elm i. karaağaç.
elocution i. 1. söz söyleme sanatı. 2. etkili ve güzel konuşma tarzı.
elongate f. uzatmak.
elongation i. uzatma.
elope f. evlenmek için evden kaçmak, âşığıyla kaçmak.
eloquence i. etkili ve güzel söz söyleme yeteneği.
eloquent s. 1. etkili ve güzel söz söyleyen. 2. etkili ve güzel (sözler,
else konuşma
z. başka: Whattarzı).else can he do? Başka ne yapabilir? Who else
elsewhere was there?
z. başka Orada
yere; başka
başka kim vardı? Where else can they be?
yerde.
Başka nerede olabilirler?
elucidate f. açıklamada bulunmak, izahat vermek; açıklamak.
elude f. 1. (izleyenleri, bir tehlikeyi) atlatmak. 2. hatırlayamamak,
elusive aklına gelmemek: zor.
s. 1. yakalanması The 2.
name
tarifiofzor;
theanlaşılması
town eludes me.
zor. 3. Şehrin
çabucakadı
aklıma
geçen. gelmiyor.
elves i., çoğ., bak. elf.
emaciated s. (açlıktan/hastalıktan) çok zayıflamış, sıskası çıkmış, bir deri
emanate bir kemik
f. from kalmış.
-den çıkmak; -den yayılmak; -den fışkırmak; -den akmak.
emancipate f. 1. azat etmek, serbest bırakmak, özgürlüğüne kavuşturmak.
emancipation 2. from
i. 1. azat-den
etme,kurtarmak.
serbest bırakma. 2. özgürlük, kurtuluş.
emasculate f. 1. hadım etmek, enemek, burmak. 2. kuvvetten düşürmek. 3.
embalm (bazı kısımları
f. tahnit etmek,çıkararak veya sansür ederek) (bir yazıyı) kuşa
mumyalamak.
çevirmek/benzetmek.
embankment i. toprak set.
embargo i. (çoğ. --es) ambargo.
embark f. gemiye binmek.
embark on/upon -e girişmek, -e başlamak.
embarkation i. gemiye binme.
embarrass f. utandırmak, mahcup etmek.
embarrassment i. utanma, utanç duyma, mahcup olma.
embassy i. elçilik, sefaret.
embattled s. güç durumda, sıkışmış.
embed f. (--ded, --ding) (in) (içine) iyice yerleştirmek, gömmek.
embellish f. süslemek.
embellishment i. 1. süsleme. 2. süs.
ember i. kor; köz.
embezzle f. (emanet para veya mülkü) zimmetine geçirmek.
embezzlement i. zimmete geçirme.
embezzler i. zimmetine para geçiren kimse.
embitter f. hayata küstürmek.
emblazon f. 1. süslemek, tezyin etmek. 2. armalarla donatmak. 3.
emblem kutlamak.
i. amblem, simge.
embodiment i. (bir şeyin) somut hali; kendisi: She is the embodiment of
elegance. Zarafetin ta kendisi.
embody f. 1. in (belirli/somut bir halde) dışa vurmak. 2. kapsamak.
embolden f. cesaret vermek, yüreklendirmek.
embolism i., tıb. amboli.
emboss f. 1. kabartma desenle süslemek. 2. kakmak, kabartmak.
embrace f. 1. (birine) sarılmak, (birini) kucaklamak; kucaklaşmak. 2.
embroider kapsamak.
f. 1. üzerine3.nakış
(bir dini) kabul
işlemek. 2.etmek, (birbir
(anlatılan dine) girmek.
öykü 4. (bir
veya olayı)
teklifi) kabulbir
hayalinden etmek.
şeyler i.katarak
kucak. süslemek.
embroidery i. nakış, işleme.
embroidery frame kasnak.
embroil f. (birini) (zor bir işe) sokmak, karıştırmak.
embryo i., biyol. embriyon, oğulcuk.
emcee i. sunucu. f. (bir programın) sunuculuğunu yapmak.
emend f. (bir metnin) yanlışlarını düzeltmek.
emendation i. (metne ait) düzeltme.
emerald i. 1. zümrüt. 2. zümrüt yeşili. s. zümrüt yeşili.
emerge f. çıkmak, meydana çıkmak.
emergency i. acil durum.
emergency door/exit acil çıkış kapısı.
emergency landing mecburi iniş.
emergency treatment acil tedavi.
emergency ward (hastanede) acil servis.
emergent s. çıkan, meydana çıkan.
emeritus s. emeritus (emekli bir üniversite öğretim görevlisine verilen
emery unvan).
i. zımpara.
emery board zımparalı tırnak törpüsü.
emetic s., i. kusturucu (ilaç).
emigrant i. göçmen.
emigrate f. göç etmek.
emigration i. göç.
émigré i. siyasi göçmen.
eminence i. 1. yüksek bir mevki. 2. yükseklik; yüksek yer, tepe.
eminent s. 1. yüksek (mevki). 2. tanınmış ve üstün, ünlü (kişi). 3. yüksek
emissary (yer).
i. özel bir görevle gönderilen kişi.
emission i. 1. çıkarma; yayma. 2. mal. emisyon.
emit f. (--ted, --ting) çıkarmak; fışkırtmak; yaymak.
emollient s. yumuşatıcı. i. yumuşatıcı ve acıyı dindiren merhem.
emolument i. ücret; maaş; kazanç.
emotion i. duygu, his; heyecan.
emotional s. duygusal, duygulu, heyecanlı.
empathy i., ruhb. bir başkasının duygularını anlayabilme, duygu sezgisi.
emperor i. imparator.
emphasis çoğ. em.pha.ses (em´fısiz) i. 1. vurgu, vurgulama. 2. önem.
emphasise f., İng., bak. emphasize.
emphasize f. vurgulamak.
emphatic s. 1. vurgulanarak söylenen. 2. ısrarlı. 3. göze çarpan, frapan.
emphatically z. 1. üzerinde durarak. 2. kesin olarak.
emphysema i., tıb. anfizem.
empire i. imparatorluk.
empirical s. deneysel, ampirik.
empiricism i. deneycilik, ampirizm.
empiricist i. deneyci, ampirist.
employ f. 1. kullanmak. 2. bir hizmet veya işte kullanmak, istihdam
employee etmek. i. görevli; işçi.
i. çalışan;
employer i. patron, işveren.
employment i. iş verme, istihdam.
employment agency iş bulma bürosu, iş ve işçi bulma kurumu.
empower f. yetki vermek.
empress i. imparatoriçe.
emptiness i. boşluk.
empty s. 1. boş. 2. of -den yoksun. 3. k. dili aç. i. boş şey, boş. f.
empty words boşaltmak;
boş laf. dökmek; boşalmak; dökülmek.
empty-handed s. eli boş.
emulate f. benzerini veya daha iyisini yapmaya çalışmak; taklit etmeye
emulsion çalışmak.
i. emülsiyon.
en route yolda, giderken.
en route (an rut´) yolda.
enable f. 1. imkân vermek, mümkün kılmak, sağlamak. 2. yetki vermek.
enact f. yasalaştırmak.
enamel i. 1. emay. 2. mine. 3. (dişlere ait) mine. s. emaye. f. (--ed/--led,
enameled --ing/--ling)
s. emaye. 1. emaylamak. 2. minelemek.
enamor f.
enamour f., İng., bak. enamor.
encase f.
enchant f. 1. büyülemek. 2. k. dili (birinin) çok hoşuna gitmek.
enchanting s. 1. büyüleyici. 2. k. dili harika, fevkalade, çok güzel.
enchilada i. Meksika mutfağına özgü böreğe benzeyen acılı bir yemek.
encircle f. etrafını çevirmek, kuşatmak.
encl kıs. enclosed, enclosure.
enclose f. 1. (bir şeyi) (bir mektupla aynı zarf içine) koymak: I´ve
enclosure enclosed
i. a photograph
1. (bir yeri) (duvar, çitwith
v.b. this letter. Bu2.
ile) çevirme. mektupla birlikte
(duvar, çit bir
v.b. ile)
fotoğraf
çevrili gönderiyorum.
olan yer. 2. (bir yeri) (duvar, çit v.b. ile) çevirmek:
enclosures i. (mektupla aynı zarf içinde) gönderilen şeyler, ilişiktekiler.
She enclosed her garden with a hedge. Bahçesini çitle çevirdi.
encompass f. 1. kapsamak. 2. kaplamak, örtmek. 3. kuşatmak.
encore ünlem Bravo! i. bis.
encounter f. 1. (bir tehlike veya zorlukla) karşı karşıya gelmek. 2.
encourage rastlamak.
f. 1. teşvik etmek, özendirmek. 2. cesaret vermek,
encouragement yüreklendirmek.
i. 1. teşvik etme, özendirme. 2. cesaret verme, yüreklendirme.
encouraging s. 1. ümitlendirici, umut verici. 2. teşvik edici, özendirici. 3.
encroach cesaret verici, yüreklendirici.
f. upon (başkasının hakkına) tecavüzde bulunmak.
encroachment i. (başkasının hakkına) tecavüzde bulunma.
encrust f.
encumber f.
encumbrance i. 1. yük. 2. çocuk. 3. huk. ipotek.
encyclopaedia i., İng., bak. encyclopedia.
encyclopedia i. ansiklopedi.
encyclopedic s. ansiklopedik.
end i. 1. uç. 2. son, nihayet. 3. akıbet. 4. gaye, amaç; niyet, maksat.
end table 5. mec.masa,
küçük ölüm, sehpa.
son. f. bitirmek, son vermek; bitmek, sona ermek.
endanger f. tehlikeye atmak.
endear f. sevdirmek.
endear o.s. to s.o. kendini birine sevdirmek.
endearing s. sevimli, tatlı.
endeavor f. yapmaya çalışmak; gayret etmek, çalışmak. i. çaba, gayret.
endemic s. in (bir yer veya halka) özgü: That disease is endemic in India.
ending O hastalık
i. 1. Hindistan´a
son, nihayet. özgü.
2. dilb. takı, sonek.
endive i. acımarul, yabanimarul, hindiba.
endless s. sonsuz.
endlessly z. durmadan, bitmek tükenmek bilmeksizin.
endlessness i. sonsuzluk.
endorse f. 1. ciro etmek. 2. onaylamak.
endorse a bill çeki ciro etmek.
endorsement i. 1. ciro. 2. onay.
endow f. with -e bağışta bulunmak.
endowment i. 1. Allah vergisi, doğuştan gelen özel yetenek. 2. bağışlardan
endurable oluşan toplu sermaye. 3. bağışta bulunma.
s. dayanılabilir.
endurance i. dayanma gücü, tahammül.
endure f. dayanmak, tahammül etmek, çekmek, kaldırmak.
enduring s. 1. dayanıklı. 2. devamlı, sürekli.
endways z. 1. dik, dikine. 2. ucu ileriye doğru; uzunluğuna. 3. uç uca.
endwise z., bak. endways.
enema i., tıb. lavman, tenkıye.
enemy i. düşman.
energetic s. enerjik, faal.
energise f., İng., bak. energize.
energize f. enerji vermek, güç vermek.
energy i. 1. enerji, erke. 2. enerji, güç, kuvvet.
energy crisis enerji krizi.
enervate f. zayıflatmak, kuvvetten düşürmek.
enfold f. 1. katlamak, sarmak. 2. kucaklamak, bağrına basmak.
enforce f. uygulamak, tatbik etmek, yerine getirmek.
enforceable s. uygulanabilir.
enforcement i. uygulama.
enfranchise f. oy hakkı vermek.
Eng kıs. England, English.
engage f. 1. işe almak, tutmak, angaje etmek. 2. birbirine girmek,
engage in çarpışmak. 3. söz vermek, taahhüt etmek. 4. mak. birbirine
ile meşgul olmak.
geçmek; birbirine geçirmek, birbirine tutturmak.
engage s.o.´s attention birinin kafasını meşgul etmek.
engaged s. 1. nişanlı. 2. meşgul (telefon).
engagement i. 1. nişanlanma. 2. randevu. 3. söz; vaat, taahhüt. 4. çarpışma,
engaging dövüşme. 5. belirli
s. hoş, sevimli, bir süre için ücretli iş.
çekici.
engender f. 1. meydana getirmek, oluşturmak. 2. doğurmak.
engine i. 1. motor. 2. lokomotif.
engine driver İng., d.y. makinist.
engineer i. 1. mühendis. 2. d.y. makinist. 3. den. çarkçı. f. planlayıp
engineering düzenlemek.
i. mühendislik.
England i. İngiltere.
English s. 1. İngiliz. 2. İngilizce. i. İngilizce.
Englishman çoğ. Eng.lish.men (îng´glîşmîn) i. İngiliz erkek, İngiliz.
Englishwoman çoğ. Eng.lish.wom.en (îng´glîşwîmîn) i. İngiliz kadın, İngiliz.
engrain f. in 1. (düşünce, alışkanlık v.b.´ni) -e aşılamak. 2. -in içine iyice
engrave çektirmek/geçirtmek.
f. hakketmek, kazımak.
engraver i. 1. hakkâk, oymacı. 2. gravürcü.
engraving i. 1. gravür. 2. hakkâklık, oymacılık. 3. hakkâk işi.
engross f.
engross one´s thoughts kafasını bütünüyle işgal etmek.
engrossing s. çok sürükleyici (roman, film v.b.).
engulf f. içine çekmek, yutmak.
enhance f. (değer, fiyat v.b.´ni) artırmak, yükseltmek.
enigma i. bilmece, muamma.
enjoin f. 1. tembih etmek; emretmek: I enjoined him to leave.
enjoy Gitmesini
f. zevk almak,tembih ettim. 2. yasaklamak.
hoşlanmak.
enjoy good health sağlığı yerinde olmak.
enjoy o.s. eğlenmek, hoşça vakit geçirmek.
enjoyable s. hoş, tatlı, zevkli, eğlenceli.
enjoyment i. zevk.
enlarge f. büyütmek; genişletmek; büyümek; genişlemek.
enlarge upon daha ayrıntılı bir şekilde anlatmak.
enlargement i. 1. büyütme; büyüme. 2. foto. agrandisman.
enlarger i., foto. agrandisör, büyülteç.
enlighten f. aydınlatmak, bilgilendirmek.
enlightened s. aydın (kimse).
enlightenment i. aydınlatma, bilgilendirme; aydınlanma, bilgilenme.
enlist f. 1. askere kaydolmak/yazılmak; askere kaydetmek/yazmak. 2.
enliven yardımını sağlamak.
f. canlandırmak.
enmesh f. in (birini) (olumsuz bir duruma) düşürmek.
enmity i. düşmanlık, husumet.
ennoble f. 1. soylular sınıfına almak, asalet unvanı vermek. 2.
enormity yüceltmek.
i. 1. şer, büyük kötülük. 2. muazzamlık, büyüklük.
enormous s. kocaman, muazzam.
enough i. yeterli miktar. s. yeterli, kâfi. z. kâfi derecede.
enough and to spare yeter de artar bile.
Enough! ünlem Yeter!
Enough´s enough. Yeter artık!
enquire f., bak. inquire.
enrage f. öfkelendirmek, hiddetlendirmek.
enrich f. 1. zenginleştirmek, zengin etmek. 2. zenginleştirmek, değerini
enroll artırmak.
f. kaydını yapmak, kaydetmek; kaydolmak, yazılmak.
enrollment i. kaydetme, kayıt.
ensconce f. yerleştirmek.
ensconce o.s. in -e yerleşmek.
ensemble i. 1. müz. topluluk. 2. tiy. trup. 3. bütün. 4. birkaç parçadan
enshrine oluşan kadın kostümü,
f. -i -in içinde saygın birtakım, döpiyes.
yere koymak.
ensign i. bayrak, sancak, bandıra.
ensign i., den. asteğmen.
enslave f. köle yapmak, esir etmek.
ensnare f. tuzağa düşürmek.
ensue f. çıkmak, meydana gelmek; ardından gelmek, izlemek.the
ensure ensuing year ertesi
f. 1. sağlamak, teminsene.
etmek. 2. garanti etmek.
entail f. gerektirmek.
entangle f. 1. dolaştırmak, karmakarışık etmek. 2. in (olumsuz bir şeye)
entanglement karıştırmak, bulaştırmak.
i. 1. karışıklık, dolaşıklık. 2. engel, mânia.
enter f. 1. girmek, içine girmek. 2. girişmek, başlamak. 3. deftere
yazmak, kaydetmek. 4. bilg. “Enter” tuşuna basarak (bir
komutu) gerçekleştirmek.
enter into -e başlamak, -e girişmek.
enter into an agreement anlaşmaya girmek.
enter on/upon -e başlamak, -e girişmek.
enter one´s head -in aklına gelmek.
enterprise i. girişim, teşebbüs.
enterprising s. uyanık, açıkgöz, girişken, müteşebbis.
entertain f. 1. eğlendirmek. 2. misafir etmek, ağırlamak, ikram etmek.
entertain a motion (başkan) bir teklifi kabul edip kurula sunmak.
entertaining s. eğlenceli, eğlendirici.
entertainment i. parti, davet; ziyafet; balo.
enthrall f. büyülemek.
enthrone f. tahta çıkarmak.
enthuse f. (about/over) göklere çıkarmak, çok övmek.
enthusiasm i. şevk, istek; heves.
enthusiastic s. şevkli, hararetli.
entice f. (birini) tatlılıkla (kötü bir şey yapmaya) ikna etmek.
enticement i. 1. baştan çıkarma. 2. çekici ancak tehlikeli şey. 3. çekicilik.
enticing s. çekici, cazip.
entire s. bütün, tamam, hepsi: the entire group grubun hepsi.
entirely z. büsbütün, tamamıyla, tamamen.
entirety i. tüm, bütün.
entitle f. 1. hak vermek. 2. yetki vermek.
entity i. varlık.
entomb f. mezara koymak, gömmek.
entomologist i. entomolojist, böcekbilimci.
entomology i. entomoloji, böcekbilim.
entourage i. beraberindekiler, maiyet.
entrails i. bağırsaklar.
entrance i. 1. giriş, girme. 2. giriş yeri, giriş kapısı, giriş. 3. giriş ücreti,
entrance giriş.
f. büyülemek.
entrance examination giriş sınavı.
entrance fee giriş ücreti.
entrap f. (--ped, --ping) tuzağa düşürmek, yakalamak.
entreat f. yalvarmak.
entreaty i. yalvarma, yalvarış, yakarış.
entrée i. 1. giriş, giriş izni, giriş hakkı. 2. baş yemek. 3. İng. balıkla baş
entrench yemek
f. sağlam arasında yenilen
bir şekilde yemek.
yerleştirmek.
entrenchment i., ask. siper.
entrepôt i. antrepo.
entrepreneur i. girişimci, müteşebbis.
entrust f. emanet etmek.
entry i. 1. giriş, girme. 2. giriş, giriş yeri, antre. 3. kayıt.
entryway i. giriş, giriş yeri.
entwine f.
entwine itself around (bitki, yılan v.b.) (bir şeyin) etrafına dolanmak.
entwine s.t. (around) bir şeyi (başka bir şeye) dolamak.
enumerate f. saymak, birer birer saymak/söylemek.
enunciate f. telaffuz etmek.
envelop f. sarmak; kuşatmak, örtmek.
envelope i. zarf, mektup zarfı.
enviable s. gıpta edilecek.
envious s. kıskanç.
environment i. çevre, muhit.
environmental s. çevresel.
environmentalism i. çevrecilik.
environmentalist i. çevreci.
environs i., çoğ. dolay, civar.
envisage f. kafasında canlandırmak, tasavvur etmek.
envision f. kafasında canlandırmak, tasavvur etmek.
envoy i. 1. delege, temsilci. 2. diplomat; elçi.
envy i. 1. kıskançlık, haset. 2. gıpta. f. 1. kıskanmak. 2. gıpta etmek.
enzyme i., biyokim. enzim.
epaulet i. apolet.
epaulette i., bak. epaulet.
ephemeral s. çok kısa süren; çok kısa ömürlü; gelip geçici.
epic s. epik, destansı. i. epik, destan.
epicenter i., jeol. depremin merkezi, deprem özeği.
epidemic s. salgın, salgınlaşmış. i. salgın: flu epidemic grip salgını.
epidermis i. epiderm.
epigram i. nükte, nükteli söz.
epilepsy i., tıb. sara.
epileptic i. saralı. s. 1. sara hastalığına özgü. 2. saralı.
epilog i. sonsöz, epilog.
epilogue i., İng., bak. epilog.
Epiphany i., Hrist. 6 Ocak´ta kutlanan bir yortu.
episcopal s. 1. piskoposlara ait. 2. piskoposlarca yönetilen.
episode i. 1. edeb. (olaylar zincirinde) olay, epizot. 2. radyo, TV (dizide)
episodic bölüm.
s., edeb. epizodik.
Epistle i., Hrist. (Yeni Ahit´te yer alan) mektup.
epistle i. mektup.
epitaph i. mezar kitabesi.
epithet i. (övücü veya hakaret edici) söz, laf.
epitome i.
epoch i. devir, çağ.
Epsom salts İngiliz tuzu.
equable s. 1. sakin, rahat, kolayca kızmayan. 2. ılıman (iklim).
equal s. 1. eşit. 2. aynı düzeyde. i. eşit.
equal f. 1. eşit olmak: Two plus two equals four. İki artı iki eşit dört. 2.
equal sign aynı
eşit düzeyde olmak, emsali olmak: No one equals her. Emsali
işareti (=).
yok.
equalise f., İng., bak. equalize.
equality i. eşitlik.
equalize f. eşitlemek.
equanimity i. itidal, ılım, temkin.
equate f. ile eşit saymak.
equation i. denklem.
equator i. ekvator.
Equatorial s.
equatorial s. ekvatoral.
Equatorial Guinea Ekvator Ginesi.
Equatorial Guinean i. Ekvator Gineli. s. 1. Ekvator Ginesi, Ekvator Ginesi´ne özgü.
2. Ekvator Gineli.
equestrian s. 1. biniciliğe ait. 2. atlı (heykel/portre): an equestrian statue of
equidistant Napoleon Napolyon´un
s. eşit uzaklıkta, atlı heykeli.
aynı mesafede olan.
equilateral s. eşkenar: equilateral triangle. eşkenar üçgen.
equilibrium i. denge, muvazene.
equinox i., gökb. ekinoks, ılım, gün tün eşitliği.
equip f. (--ped, --ping) donatmak.
equipment i. 1. donatım. 2. gereçler.
equitable s. adil, adaletli.
equity i. 1. adalet. 2. tic. özsermaye. 3. muh. net varlık.
equivalence i. eşitlik.
equivalent s.
equivocal s. kaçamaklı; iki anlama gelebilen.
equivocate f. kaçamaklı konuşmak; ne evet ne de hayır demek.
era i. devir, çağ.
eradicate f. 1. kökünden söküp atmak. 2. yok etmek.
erase f. 1. silmek. 2. gidermek, yok etmek.
eraser i. silgi.
erasure i. silinmiş yer; silinti.
ere edat, bağ., şiir evvel, önce.
ere long çok geçmeden.
ere now bundan önce.
erect s. 1. dimdik, ayakta duran, ayağa kalkmış. 2. dik, dikilmiş,
erection dikelmiş. f. 1.direk
i. 1. (heykel, (heykel, direk,
v.b.´ni) v.b.´ni)
dikme. dikmek.yapma;
2. kurma; 2. kurmak;
inşa etme.
yapmak;
3. penisin inşa etmek.
sertleşmesi.
Eritrea i. Eritrea, Eritre.
Eritrean i. Eritrealı. s. 1. Eritrea, Eritrea´ya özgü. 2. Eritrealı.
ermine i. (çoğ. --s/er.mine) ermin, as.
erode f., jeol. aşındırmak; aşınmak.
erosion i., jeol. erozyon, aşınma; aşındırma.
erosive s. aşındırıcı.
erotic s. erotik.
eroticism i. erotizm.
err f. hata etmek.
errand i. ayak işi.
errand boy ayak işlerine bakan kimse, ayakçı.
erratic s. istikrarsız, dengesiz, birden değişiveren.
erroneous s. yanlış, hatalı.
error i. hata, yanlış, yanlışlık.
erudite s. çok bilgili, bilgin, âlim.
erudition i. bilginlik, âlimlik.
erupt f. 1. (yanardağ) püskürmek. 2. patlak vermek.
eruption i. 1. (yanardağ) püskürme. 2. tıb. döküntü. 3. patlak verme.
escalate f. 1. (fiyat v.b.´ni) yükseltmek; yükselmek. 2. (savaş,
escalator anlaşmazlık v.b.´ni) kızıştırmak; kızışmak.
i. yürüyen merdiven.
escapade i. macera.
escape i. kaçış, kaçma, firar. f. 1. kaçmak, firar etmek. 2. kurtulmak,
escape from s.o.´s grasp paçayı
birinin kurtarmak;
pençesinden atlatmak.
kurtulmak.3. gözünden kaçmak; aklından
çıkmak.
escapist s. insana gündelik hayatı ve dertlerini unutturan çok sürükleyici
eschew (roman/film).
f. -den sakınmak, -den kaçınmak.
escort i. 1. kavalye. 2. (koruma/gözetim için) eşlik eden; eşlik edenler.
escort f. 1. kavalyelik etmek. 2. (korumak/gözetmek amacıyla) eşlik
etmek.
escort vessel refakat gemisi.
escutcheon i. armalı kalkan.
Eskimo i. 1. Eskimo. 2. Eskimoca, Eskimo dili. s. 1. Eskimo. 2. Eskimoca.
Eskimo dog Eskimo köpeği.
esophagus i., anat. yemek borusu.
esoteric s. 1. ancak ufak bir grupça bilinen; ufak bir gruba özgü; batıni,
especial içrek.
s. özel,2.hususi.
anlaşılması zor. 3. nadir; olağandışı. 4. gizli inançları
olan.
especially z. özellikle, bilhassa.
espionage i. casusluk.
esplanade i. gezi, gezinti yeri; kordon.
espousal i. destekleme.
espouse f. desteklemek.
espresso i. ekspreso kahve, ekspreso.
esprit i.
esprit de corps (bir grup içindeki) birlik ruhu.
Esq kıs. Esquire.
Esquire i., İng., mektup zarfı üzerine isim ve soyadından sonra
essay kısaltılarak
i. 1. deneme yazılan ve “bay”
(bir düzyazı anlamına
türü). gelenyapmaya
2. deneme, bir unvan:
kalkışma.
Marmaduke Wigglesworth, Esq.
essay f. denemek, yapmaya kalkışmak.
essence i. 1. öz, asıl. 2. esans, ıtır.
essence/spirit of peppermint naneruhu.
essential s. 1. asıl, esas, temel, ana. 2. gerekli, zaruri. i. esas, temel.
essentially z. aslında.
establish f. 1. kurmak. 2. saptamak, tespit etmek.
establishment i. 1. kurum, kuruluş, müessese. 2. kurma; kuruluş. 3. tespit
estate etme; tespit
i. 1. huk. edilme.
tereke, bırakıt. 2. malikâne.
estate agent İng. emlakçı.
estate car İng. steyşın.
esteem f. -e saygı duymak. i. saygı, itibar.
esthete i., bak. aesthete.
esthetic s., i., bak. aesthetic.
estimable s. saygıdeğer, itibarlı.
estimate f. (es´tımeyt) 1. tahmin etmek, kestirmek. 2. (kıymetini) takdir
estimation etmek,
i. (birisi değerlendirmek.
hakkındaki) fikir,i.düşünce:
(es´tımît)in1.
mytahmin, kestirme.
estimation benim2.
takdir,
gözümde, değerlendirme, değer
bana göre, bence. biçme. 3. tahmini hesap.
estival s., bak. aestival.
Estonia i. Estonya.
Estonian i. 1. Estonyalı. 2. Estçe. s. 1. Estonya, Estonya´ya özgü. 2.
estrange Estçe. 3. Estonyalı.
f. aralarını açmak, soğutmak.
estranged s. birbirinden ayrılmış, ayrı yaşayan.
estuary i., coğr. haliç.
et cetera v.s., vesaire, v.b., ve benzeri.
etc kıs. et cetera.
etch f. (desen hakketmek için) (madeni bir yüzeyi) asitle oymak.
etch a design on asitle oyarak (madeni bir yüzeye) desen hakketmek.
etching i. asitle oyulmuş resim.
eternal s. ebedi ve ezeli, başı ve sonu olmayan, ölümsüz.
eternally z. ebediyen, daima.
eternity i. ebediyet.
ether i., kim. eter, lokmanruhu.
ethereal s. göksel, semavi.
ethic i. ahlak sistemi.
ethical s. ahlaki, etik.
ethics i. törebilim, ahlak bilimi, etik.
Ethiopia i. Etyopya, Etiyopya, Habeşistan.
Ethiopian i. Etyopyalı, Etiyopyalı, Habeş. s. 1. Etyopya, Habeş, Etyopya´ya
ethnic özgü. 2. Etyopyalı.
s. etnik.
ethnography i. etnografya.
ethnology i. etnoloji.
ethos i. 1. ruh, değerler sistemi. 2. değer ve inançlar sistemi, dünya
etiquette görüşü.
i. görgü kuralları, adabımuaşeret.
etymological s. etimolojik, kökenbilimsel.
etymology i. etimoloji, kökenbilim.
EU kıs. the European Union.
eucalyptus i. okaliptüs.
Eucharist i.
eulogise f., İng., bak. eulogize.
eulogize f. övmek.
eulogy i. övgü; methiye.
eunuch i. hadım.
euphemism i. örtmece, edebi kelam.
euphony i. ses ahengi.
Euphrates i.
Eur kıs. Europe, European.
Eurasia i. Avrasya.
Europe i. Avrupa.
European i. Avrupalı. s. Avrupa, Avrupa´ya özgü; Avrupai.
Eustachian tube anat. östaki borusu.
evacuate f. 1. (insanları) (bir yerden) almak, götürmek; (bir yeri)
evacuation boşaltmak.
i. 2. (bağırsakları)
1. (insanları) boşaltmak.
(bir yerden) alma; (bir yeri) boşaltma, boşaltım.
evade 2. (bağırsakları) boşaltma, boşaltım.
f. 1. -den kurtulmak. 2. (bir bahaneyle) kendini (bir
evaluate yükümlülükten)
f. değerlendirmek. kurtarmak. 3. (birinin sorusuna, birine) cevap
evaluate s.o./s.t. on vermekten kaçmak; (bir işte) yan çizmek.
birini/bir şeyi kendi yeteneklerine/özelliklerine göre
his/her/its own merits
evaluation değerlendirmek.
i. değerlendirme.
evangelical s. 1. son derece Protestanca (bir öğreti, yaklaşım v.b.). 2. İncil
evangelise ´in mesajına
f., İng., uyan/sadık; İncil´de bulunan; İncil´e ait. 3.
bak. evangelize.
hararetli, ateşli. i. bazı Protestan ilkelerine çok önem veren/çok
evangelist i. 1. ateşli vaazlar veren gezici Protestan. 2. İncil´in mesajını
bağlı kimse.
evangelize yaymaya çalışan kimse.
f. İncil´in mesajını 3. belirli bir mesajı yaymaya çalışan
bildirmek/öğretmek/yaymak.
kimse.
evaporate f. buharlaştırmak; buharlaşmak.
evaporation i. buharlaşma; buharlaştırma.
evaporator i. evaporatör, buharlaştırıcı.
evasion i. 1. (bir bahaneyle) kendini bir yükümlülükten kurtarma. 2. -den
evasive kurtulma.
s. kaçamaklı; cevap vermekten kaçan; (bir işte) yan çizen.
eve i. 1. akşam. 2. arife gecesi. 3. arife.
even s. 1. düz, engebesiz. 2. bir düzeyde. 3. çift (sayı); tam (sayı). 4.
even temkinli. f. düzleştirmek; düzlemek, tesviye etmek.
z. hatta, bile.
even if olsa bile.
even so yine de, gene de.
even so yine de, gene de: “That book contains some mistakes.” “Even
even though so, it´s still worth
-e rağmen, buying.”
-diği halde: Even“Othough
kitaptahebazı yanlışlar
studied var.”
hard, he “Olsun,
couldn
yine
´t de
pass almaya
the exam.değer.”
Çok çalıştığı halde sınavı veremedi.
evenhanded s. tarafsız, yansız.
evening i. akşam.
evening dress 1. gece elbisesi, tuvalet. 2. smokin; frak.
evening paper akşam gazetesi.
event i. olay, vaka, hadise.
even-tempered s. itidalli, itidal sahibi.
eventful s. olaylı, hadiseli.
eventual s. er geç olan, en sonunda olan, nihai.
eventuality i. ihtimal.
eventually z. sonunda, nihayet; er geç.
eventuate f. 1. meydana gelmek, olmak. 2. in ile sonuçlanmak, ile son
ever bulmak.
z. hiç: Have you ever been to Eyüp? Hiç Eyüp´e gittin mi?
ever after ondan sonra, hep: They lived happily ever after. Ondan sonra
ever changing hep
daimamutlu yaşadılar.
değişen.
evergreen s., i. yaprağını dökmeyen, her dem taze (ağaç/çalı).
everlasting s. 1. sürekli, sonsuz. 2. çok dayanıklı. 3. kör olası: You and your
evermore everlasting typewriter!
z. daima, ebediyen, Sen ve senin kör olası daktilon!
ilelebet.
every s. her, her bir.
every few days birkaç günde bir.
every four days dört günde bir.
every inch tepeden tırnağa.
every jot and tittle en ufak her şey: She´s particular about every jot and tittle. En
every man jack ufak noktaya dikkat eder.
herkes.
every now and then/every
ara sıra, arada bir.
now and again
every once in a while arada bir.
every one her biri.
every other day gün aşırı, iki günde bir.
every other day iki günde bir, günaşırı.
every other day günaşırı.
every other person her iki kişiden biri.
every single her: She remembers every single mistake they made. Yaptıkları
every so often her
arahatayı hatırlıyor.
sıra, arada sırada.
every which way k. dili her yöne, her tarafa.
everybody zam. herkes.
everybody else başkaları, öbürleri.
everyday i. her gün. s. her günkü.
Everyman i. herhangi bir kimse, sokaktaki adam.
everyone zam. herkes.
everything zam. her şey.
everywhere z. her yer; her yerde; her yere.
evict f., huk. tahliye ettirmek.
eviction i., huk. tahliye ettirme.
evidence i. kanıt, delil. f. göstermek, açığa vurmak.
evident s. açık, belli.
evil i. şer, kötülük. s. çok kötü, şerir.
evil eye kem göz, nazar.
evildoer i. kötülük eden kimse, şerir.
evil-minded s. kötü niyetli.
evince f. göstermek.
evocative s. (of) (birtakım şeyleri) akla getiren; birtakım çağrışımlar
evoke yapan.
f. aklına getirmek, çağrıştırmak.
evolution i. evrim.
evolutionary s. evrimsel.
evolutionism i. evrimcilik.
evolutionist i. evrimci.
evolve f. yavaş yavaş geliştirmek; yavaş yavaş gelişmek.
ewe i. dişi koyun, marya.
ewer i. ibrik.
ex kıs. examination, example, except.
exacerbate f. daha kötü bir duruma sokmak, (kötü durumdaki bir şeyi)
exact artırmak.
s. 1. tam, kesin. 2. hatasız, doğru (bir şey).
exact f. zorla/tehditle almak; koparmak.
exacting s. titizlik isteyen (bir iş); işin titizlikle yapılmasını isteyen
exactitude (kimse).
i. eksiksizlik, kusursuzluk, kesinlik.
exactly z. tam, tamamen, aynen.
exactness i. eksiksizlik, kusursuzluk, kesinlik.
exaggerate f. abartmak, mübalağa etmek.
exaggerated s. abartılmış, abartılı, mübalağalı.
exaggeration i. abartma, abartı, mübalağa.
exalt f. yüceltmek.
exaltation i. 1. yüceltme. 2. coşkunluk; vecit.
exalted s. yüce, ulu.
exam i., k. dili sınav, imtihan.
examination i. 1. sınav, imtihan. 2. huk. sorgu.
examine f. 1. dikkatle gözden geçirmek. 2. incelemek, tetkik etmek. 3.
examiner muayene
i. 1. imtihan etmek.
eden4. huk. sorguya
kimse. çekmek.çeken kimse.
2. huk. sorguya
example i. örnek, misal.
exasperate f. çileden çıkarmak, çok kızdırmak.
exasperation i. kızgınlık.
excavate f. 1. kazı yapmak, hafriyat yapmak. 2. kazıyıp ortaya çıkarmak.
excavation i. 1. kazı. 2. kazı yeri.
excavator i. ekskavatör, kazı makinesi.
exceed f. geçmek, aşmak.
exceedingly z. fazlasıyla, çok, son derece.
excel f. (--led, --ling) -den üstün olmak.
Excellence i., bak. Excellency.
excellence i. üstünlük.
Excellency i. Ekselans: His Excellency Ekselansları. Your Excellency
excellent Ekselans.
s. üstün, mükemmel.
except f. -in dışında tutmak: He excepted Harun from this. Harun´u
except bunun
edat -den dışında
başka,tuttu.
hariç, dışında. bağ. 1. -den başka: He can do
except for everything except
1. olmasaydı: I´d be speak
there,Chinese.
exceptÇince konuşmaktan
for this. başka
Bu olmasaydı orada
her şeyi
olacaktım. yapabilir.
2. 2.
dışında, ancak:
-den He´d
başka: come, except
Everyone washe´s sick.
there except
excepting edat -den başka, hariç, dışında.
Gelirdi,
for him.ancak
Onun hasta.
dışında herkes hazırdı.
exception i. istisna.
exceptional s. 1. olağanüstü. 2. çok iyi.
excerpt i. (bir kitaptan/yazıdan) seçilmiş parça, pasaj.
excess i. aşırılık, ifrat, fazlalık. s. fazla, ziyade, artan.
excessive s. fazla, aşırı.
excessively z. aşırı olarak, ziyadesiyle.
exchange i. 1. değiş tokuş, trampa, değiştirme. 2. borsa; kambiyo. 3.
exchange telefon
f. değiş santralı.
tokuş etmek, trampa etmek, değiştirmek.
exchange blows yumruklaşmak.
exchange rate döviz kuru.
exchange shots karşılıklı olarak birer el silah atmak.
exchangeable s. değiştirilebilir.
exchequer i.
excise i., tic. tüketim vergisi.
excise f. kesmek, kesip çıkarmak.
excitable s. kolay heyecanlanan; kolay telaşa kapılır.
excite f. 1. heyecanlandırmak; telaşa vermek. 2. kışkırtmak, tahrik
excited etmek. 3. (bir duygu/tepki) uyandırmak.
s. heyecanlı.
excitedly z. heyecanla.
excitement i. heyecan.
exciting s. heyecan verici.
exclaim f. 1. çığlık atmak. 2. ... diye bağırmak.
exclamation i. ünlem.
exclamation point/mark ünlem işareti (!).
exclude f. (from) -in dışında bırakmak.
exclusion i. (from) (bir şeyin) dışında bırakılma; (bir şeyin) dışında
exclusive bırakma.
s. ancak özel seçilmiş bazı kişilere açık olan.
excommunicate f. kiliseden aforoz etmek.
excommunication i. aforoz.
excrement i. dışkı.
excrete f. (vücuttan) çıkarmak.
excretion i. 1. salgı, ifrazat. 2. salgılama.
excruciating s. dayanılmaz derecede acı veren.
excursion i. gezinti, kısa yolculuk.
excursion ticket indirimli gidiş dönüş bileti.
excusable s. affedilebilir.
excuse f. affetmek, mazur görmek.
excuse i. özür, mazeret.
excuse from (birini) (bir şeyi yapmaktan) muaf tutmak.
Excuse me. Özür dilerim./Affedersiniz./Beni bağışlayın.
excuse o.s. izin istemek.
execute f. 1. idam etmek. 2. uygulamak, yerine getirmek; (bir yargıyı)
execution infaz etmek.
i. 1. idam, 3. (manevra/hareket)
idamın yapmak.
infazı. 2. uygulama, yerine getirme; infaz. 3.
executioner (manevra/hareket)
i. cellat. yapma.
executive i. yönetici, idareci. s. 1. yöneticiye ait. 2. yönetimsel, idari.
executive committee yürütme kurulu.
executive power yürütme yetkisi.
executor i. icra eden.
executory s. icrai.
exemplar i. örnek.
exemplary s. örnek niteliğinde olan, örnek.
exemplify f. 1. -e örnek olmak. 2. -i örnekle göstermek.
exempt s.
exemption i. muafiyet, bağışıklık.
exercise i. 1. uygulama, yerine getirme, kullanma. 2. alıştırma. 3.
exert egzersiz. f. 1. uygulamak,
f. (güç) kullanmak, (gayret)yerine getirmek, kullanmak. 2.
sarfetmek.
hareket ettirmek, çalıştırmak. 3. egzersiz yapmak.
exert o.s. çabalamak, uğraşmak, gayret sarfetmek.
exertion i. gayret, çaba, emek.
exhale f. 1. nefes vermek. 2. (egzoz, duman v.b.´ni) çıkarmak.
exhaust i. egzoz, egzoz dumanı.
exhaust f. 1. tüketmek, bitirmek. 2. bütün kuvvetini tüketmek, çok
exhaust pipe yormak.
egzoz borusu.
exhausted s. 1. tükenmiş. 2. yorgun, bitkin.
exhaustion i. 1. yorgunluk, bitkinlik. 2. tüketme; tükenme.
exhaustive s. geniş kapsamlı ve ayrıntılı.
exhibit i. sergi. f. 1. sergilemek. 2. (bir duygu veya niteliği) göstermek.
exhibition 3. huk.
i. 1. (dava
sergi. sırasında
2. (bir duygubelge/kanıt) ibraz
veya niteliği) etmek.3. huk. (dava
gösterme.
exhilarate sırasında belge/kanıt)
f. çok neşelendirip ibraz etme. çok keyiflendirmek.
zindeleştirmek,
exhilaration i. neşe ve zindelik.
exhort f. teşvik etmek.
exhortation i. 1. teşvik etme. 2. teşvik edici söz.
exhume f. mezardan çıkarmak.
exile i. 1. sürgün. 2. sürgün edilen kimse. f. sürgüne göndermek.
exist f. var olmak, mevcut olmak.
existence i. 1. varlık, varoluş. 2. hayat, yaşam.
existential s., fels. varoluşsal.
existentialism i., fels. varoluşçuluk, egzistansiyalizm.
existentialist i., s., fels. varoluşçu, egzistansiyalist.
exit i. 1. çıkış. 2. çıkış kapısı, çıkış. f. çıkmak, gitmek.
exodus i. çıkış.
exonerate f. beraat ettirmek, aklamak, temize çıkarmak.
exorbitant s. aşırı yüksek, fahiş (fiyat).
exorcise f. (cin, kötü ruh v.b.´ni) dualarla defetmek.
exotic s. egzotik, yabancıl.
exp kıs. export, express.
expand f. 1. genişletmek; genişlemek; büyütmek; büyümek. 2. fiz.
expanse genleşmek;
i. 1. geniş alan.genleştirmek.
2. enginlik.
expansion i. 1. genişletme; genişleme; büyütme; büyüme. 2. fiz. genleşme;
expansive genleştirme.
s. 1. engin, geniş. 2. genişleyen, açılan. 3. samimi, içten.
expat i., İng., k. dili, bak. expatriate.
expatriate i. kendi vatanından başka bir ülkede yaşayan kimse.
expect f. 1. beklemek. 2. düşünmek; zannetmek, sanmak. 3. (birinden)
expect the worst (bir şeyinihtimalin
en kötü yapılmasını) beklemek: Heummak.
gerçekleşeceğini expects me to carry out
the garbage. Benden çöpleri dışarı çıkarmamı bekliyor.
expectancy i. 1. ümit, umut. 2. beklenti, beklenen şey.
expectant s. ümitle bekleyen.
expectant mother hamile kadın.
expectation i. beklenti.
expedience i. (belki doğru olmayan fakat) elverişli bir çareye başvurma.
expedient s. (belki doğru olmayan fakat) elverişli (bir çare). i. (belki doğru
expedite olmayan fakat) elverişli
f. hızlandırmak, bir çare.
kolaylaştırmak.
expedition i. (özel bir amaçla yapılan) uzun yolculuk.
expel f. (--led, --ling) 1. kovmak, çıkarmak, atmak. 2. sınırdışı etmek.
expend f. sarfetmek, harcamak.
expenditure i. masraf, harcama, gider.
expense i. masraf.
expense account gider hesabı; masraf hesabı.
expensive s. pahalı, masraflı.
experience i. deneyim, tecrübe. f. (bizzat) yaşamak, başından geçmek;
(sıkıntı, acı v.b.´ni) çekmek.
experienced s. deneyimli, tecrübeli.
experiment i. deney, tecrübe, deneme. f. deney yapmak.
experimental s. deneysel.
expert s. usta. i. uzman; eksper, bilirkişi.
expertise i. (belirli bir alandaki) bilgi, uzmanlık.
expiration i. sürenin dolması; sona erme, bitiş.
expire f. 1. (süre) dolmak; süresi dolmak; sona ermek. 2. ölmek, son
expiry nefesini
i. süreninvermek.
dolması; sona erme, bitiş.
explain f. anlatmak, açıklamak, izah etmek; açıklamada bulunmak,
explain away izahat
(bahane vermek.
öne sürerek bir şeyi) mazur/makul göstermek.
explain o.s. 1. kendisinin ne demek istediğini anlatmak. 2. kendisinin niye
explanation öyle davrandığını
i. açıklama, anlatmak.
izah; izahat.
explanatory s. açıklayıcı.
explicable s. açıklanabilir, anlatılabilir.
explicate f. (ayrıntılı bir şekilde) açıklamada bulunmak, izahat vermek.
explicit s. açık, sarih.
explicitly z. açıkça, açık bir şekilde.
explode f. 1. patlatmak; patlamak. 2. yanlış olduğunu göstermek,
exploit çürütmek.
i. kahramanlık, kahramanca davranış.
exploit f. sömürmek, istismar etmek, (kendi çıkarı için) kullanmak.
exploitation i. kendi çıkarına kullanma, sömürme, sömürü, istismar.
exploiter i. sömüren, sömürücü.
exploration i. 1. (keşifte bulunmak amacıyla) (bir bölgeyi) dolaşma. 2. (bir
explore konuyu) araştırma,
f. 1. (keşifte bulunmakinceleme.
amacıyla) (bir bölgeyi) dolaşmak. 2. (bir
explorer konuyu)
i. (keşiftearaştırmak, incelemek.(bir bölgeyi) dolaşan kimse.
bulunmak amacıyla)
explosion i. patlama, infilak.
explosion of laughter kahkaha tufanı.
explosive s. 1. patlayıcı. 2. hakkında şiddetli tartışmalar yapılan (konu),
exponent şiddetli tartışmalara
i. 1. savunucu, yol 2.
taraftar. açabilen (konu).
mat. üst, üs. i. patlayıcı madde,
patlayıcı.
exponential s., mat. üstel.
export f. ihraç etmek, (malı) yurtdışına satmak; dışarıya mal
export göndermek, ihracat
i. 1. ihracatçılık. yapmak.
2. ihraç malı.
export duty ihracat vergisi.
export license ihracat lisansı.
exportation i. ihraç etme, dışsatım, ihracat.
exporter i. ihracatçı.
expose f. 1. maruz bırakmak, etkisine açık bırakmak. 2. sergilemek,
exposé teşhir
i. gizli etmek, herkese
işleri açığa vuran duyurmak. 3. (satış için) sergilemek. 4.
makale/kitap.
foto. (filmi) ışıklamak, pozlandırmak.
exposition i. sergi, fuar.
exposure i. 1. maruz bırakma, etkisine açık bırakma; maruz kalma.The
exposure meter house has a southern exposure. Evin cephesi güneye bakıyor.
foto. pozometre.
2. sergileme, herkese duyurma. 3. foto. ışıklama, pozlandırma,
exposure time foto. ışıklama süresi, pozlandırma süresi, poz süresi.
ekspozisyon.
expound f. açıklamak, izah etmek, yorumlamak.
express s. 1. açık, belli. 2. özel. 3. tam, tıpkı. 4. ekspres (taşıt). 5. İng.
express ekspres, özel ulak,
f. ifade etmek, dışaacele.
vurmak,z. ekspresle.
anlatmak, i.beyan
1. ekspres
etmek.tren. 2. İng.
acele posta. f. (mektubu) ekspresle göndermek.
express delivery İng. acele posta.
express in other terms başka sözlerle anlatmak.
express o.s. maksadını anlatmak, meramını ifade etmek.
express one´s sympathy 1. for (görüşü/fikri) anlayıp paylaşmak. 2. to (birine) taziyede
express one´s thanks bulunmak;
(to) (birine)(birinin) acısını paylaştığını
minnettar/müteşekkir belirtmek.
olduğunu belirtmek,
şükranlarını ifade etmek.
expression i. 1. deyim, tabir. 2. (yüzdeki) ifade. 3. ifade, anlatım,
expressionless dışavurum. 4. mat., man.
s. ifadesiz, anlamsız, deyim, ifade.
manasız.
expressive s. anlamlı, manalı.
expressly z. 1. açıkça. 2. özellikle, bilhassa.
expressway i. otoyol, ekspres yol.
expropriate f. istimlak etmek, kamulaştırmak.
expropriation i. istimlak, kamulaştırma.
expulsion i. kovma, ihraç etme; kovulma, ihraç edilme.
expunge f. çıkarmak, silmek.
expurgate f. (bir kitap, oyun v.b.´nin) müstehcen/sakıncalı bölümlerini
exquisite çıkarmak.
s. 1. üstün, mükemmel, süper. 2. çok büyük (acı/mutluluk). 3.
extant ince bir güzelliğe sahip.
s. mevcut.
extemporaneous s. doğaçlamayla söylenen/yapılan.
extemporaneously z. doğaçlamayla, doğaçtan, irticalen.
extempore z. doğaçlamayla, doğaçtan, irticalen. s. doğaçlamayla
extend söylenen/yapılan.
f. 1. uzatmak. 2. uzamak, sürmek. 3. (yardım, kredi v.b.)
extended order vermek.
ask. dağınık düzen.
extension i. 1. uzatma. 2. uzama. 3. (yardım, kredi v.b.) verme. 4. paralel
extension cord telefon,
uzatma paralel.
kablosu, uzatma kordonu.
extensive s. geniş, büyük, kapsamlı.
extent i. boyut.
extenuate f. extenuating circumstances huk. hafifletici sebepler.
exterior s. dış, harici, zahiri. i. dış taraf, dış, hariç.
exterior angle dış açı.
exterminate f. yok etmek, imha etmek.
external s. 1. dış, harici. 2. yüzeysel.
external affairs dışişleri.
externals i., çoğ.
extinct s. nesli tükenmiş.
extinct volcano sönmüş yanardağ.
extinguish f. söndürmek.
extinguisher i. yangın söndürme aleti.
extirpate f. 1. söküp atmak, kökünü kazımak. 2. kökünden sökmek.
extol f. (--led, --ling) övmek.
extoll f., bak. extol.
extort f. (para) sızdırmak, (haraç) almak; zorla almak.
extortion i. para sızdırma, haraca kesme; zorla alma.
extortionate s. 1. çok fazla, fahiş (fiyat). 2. para sızdıran, insanı haraca
extortioner kesen.
i. haraççı; zorla alan kimse.
extortionist i., bak. extortioner.
extra s. 1. fazla: Do you have an extra pencil? Fazla kalemin var mı?
extra- 2.
önekçokdışında:
çok, fevkalade: Workevlilikdışı.
extramarital extra hard! Çok çok çalış! i. 1. ek
ücrete tabi şey. 2. figüran. 3. gazet. özel baskı.
extract i. 1. özet. 2. öz, ruh; esans.
extract f. 1. çıkarmak. 2. söyletmek, itiraf ettirmek. 3. (bilgi) almak;
extraction (para) koparmak.
i. 1. çıkarma. 4. (özünü/suyunu)
2. (diş) çekme. 3. öz. çıkarmak. 5. seçmek; (bir
kitap v.b.´nden bir parça) almak.
extracurricular s. ders programı dışında kalan.
extradite f. (to) (suçluyu) (suç işlediği ülkeye) iade etmek/ettirmek.
extradition i. suçluların iadesi.
extraneous s. 1. konu dışı. 2. yabancı (madde/cisim).
extraordinarily z. fevkalade, olağanüstü: extraordinarily beautiful fevkalade
güzel.
extraordinary s. olağanüstü, fevkalade.
extrapolation i., mat. dışdeğerbiçim, ekstrapolasyon.
extravagance i. 1. israf, savurganlık. 2. aşırılık, fazlalık; abartı.
extravagant s. 1. savurgan, müsrif. 2. aşırı, fazla; abartılı.
extravagantly z. 1. har vurup harman savurarak, müsrifçe. 2. aşırı.
extreme s. 1. uçta olan. 2. aşırı, çok. i. uç, sınır.
extreme case olağanüstü bir örnek.
extreme point mat. aşıt noktası, ekstrem nokta.
extremely z. aşırı derecede.
extremes i.1. aşırı uçlar; aşırı. 2. mat. dışlar.
extremist i. ifrata kaçan kimse.
extremity i. uç, sınır. the extremities eller ve ayaklar.
extricate f. kurtarmak, çıkarmak.
extroversion i., ruhb. dışadönüklük.
extrovert i., ruhb. dışadönük kimse. s. dışadönük.
extrude f. 1. uzatmak. 2. çıkarmak; çıkmak.
exuberance i. 1. canlılık ve neşelilik. 2. (bitkilerde) gürlük.
exuberant s. 1. çok canlı ve neşeli. 2. gür (bitkiler).
exudation i. dışarı sızan şey, sızıntı.
exude f. sızmak.
exult f. (bir zaferden sonra) çok sevinmek.
exultation i. sevinme.
eye i. göz.
eye f. bakmak, süzmek.
eye shadow far, göz farı.
eyeball i., anat. gözyuvarı, göz yuvarlağı, göz küresi.
eyebrow i. kaş.
eyebrow pencil kaş kalemi.
eye-catching s. gözalıcı, alımlı.
eyeful i., k. dili 1. göz alıcı şey. 2. güzel kız.
eyeglasses i. gözlük.
eyelash i. kirpik.
eyelid i. gözkapağı.
eyeliner i. göz kalemi.
eye-opener i. aydınlatıcı/şaşırtıcı olay/haber.
eyesight i. görme duyusu, görüş.
eyesocket i., anat. gözyuvası, gözevi, göz çukuru.
eyestrain i. göz yorgunluğu.
eyewash i. göz banyosu.
eyewitness i. görgü tanığı.
F kıs. Fahrenheit.
F kıs. February, Fellow, France, Friday.
f kıs. feminine, fine, fluid, folio, following, frequency.
F, f i. 1. F, İngiliz alfabesinin altıncı harfi. 2. müz. fa notası.
fable i. masal, fabl.
fabric i. 1. kumaş, bez, dokuma. 2. yapı, bünye, doku.
fabricate f. 1. uydurmak, yalan söylemek. 2. imal etmek, yapmak,
fabrication üretmek.
i. 1. uydurmasyon, yalan. 2. imal, yapım, üretim.
fabricator i. 1. imalatçı. 2. uydurmacı, yalancı.
fabulous s. 1. harika, süper, çok güzel, enfes. 2. inanılmaz, olağanüstü. 3.
efsanevi.
fabulously z., k. dili inanılmaz derecede, süper.
face i. 1. yüz, surat, çehre, sima. 2. ön yüz, cephe. 3. mad. alın,
face ayna.
f. 4. geom. yüz.
1. karşılamak. 5. (saatte)olmak/durmak.
2. karşısında mine, kadran. 3. (bir duruma)
face down dayanmak, tahammül
(karşısındakini) sindirmek.etmek. 4. kaplamak, astarlamak. 5.
(taşın) yüzünü yontup düzeltmek. 6. -e bakmak, -e dönmek.
face the issue bir durumu olduğu gibi kabul edip ona göre davranmak.
face the music argo kendisini eleştirecek/cezalandıracak insanların önüne
face to face çıkmak.
yüz yüze.
face up to -i cesaretle karşılamak.
face value tic. nominal değer, itibari değer.
facedown z. yüzüstü, yüzükoyun.
face-saving s. vaziyeti kurtaran.
facet i. faseta, façeta.
facetious s. şakacı.
facial s. yüze ait. i. yüz masajı.
facile s. kolay.
facilitate f. kolaylaştırmak.
facility i. 1. kolaylık. 2. yetenek. 3. (özel bir) hizmet, servis. 4. (özel bir
facsimile hizmet için yapılmış)
i. 1. tıpkıbasım, tesis,kopya.
faksimile, yer. 2. faks.
fact i. gerçek.
fact-finding s. kanıt toplayan.
faction i. hizip, grup.
factional s. 1. hizipçi. 2. hizipler arası.
factionalism i. hizipçilik.
factious s. kavgacı.
factitious s. sahte, uydurma.
factor i. 1. faktör, etken, etmen. 2. mat. çarpan; tambölen. f., mat.
factor cost çarpanlara ayırmak.
tic. faktör fiyatı.
factory i. fabrika.
factual s. gerçeklere dayanan.
faculty i. 1. yeti; duyu, duyum; yetenek, kabiliyet. 2. (bir öğretim
façade kurumundaki)
i. 1. (yapılarda)tüm öğretim
ön yüz, personeli;
ön cephe. (bir okulun)
2. (gerçeği öğretmen
maskeleyen bir)
kadrosu;
dış (bir
görünüş. üniversitenin) öğretim üyeleri. 3. fakülte: the
fad i. geçici bir moda/heves.
Faculty of Law Hukuk Fakültesi.
fade f. solmak, rengi atmak; soldurmak.
fade away yavaş yavaş yok olmak.
fade in sin., TV açılmak.
fade out sin., TV kararmak.
fade-in i., sin., TV açılma.
fade-out i., sin., TV kararma.
faecal s., İng., bak. fecal.
faeces i., İng., bak. feces.
fag f. (--ged, --ging)
fag s.o. out birini çok yormak, birinin turşusunu çıkarmak.
fagot i. çalı çırpı demeti.
Fahrenheit i., s. fahrenhayt.
faience i. fayans, çini.
fail f. 1. başaramamak; becerememek. He failed to come. Gelmedi.
failing 2. iflas etmek.
i. kusur, zaaf. 3. kuvveti kesilmek, güçten düşmek. 4. sınıfta
kalmak; sınıfta bırakmak. 5. sınavda kalmak; sınavda bırakmak.
failing edat olmadığı takdirde.
6. boşa çıkarmak, bırakmak, ümidini kırmak. 7. ihmal etmek,
failing that aksi takdirde.
yapmamak. 8. (ekinler) ürün vermemek.
failure i. 1. başarısızlık; beceremeyiş; fiyasko. 2. ihmal, yapmayış. 3.
iflas. 4. mesleğinde/iş hayatında hiç başarı gösteremeyen
kimse. 5. arıza: power failure elektrik arızası.
faint s. 1. donuk, belirsiz, zayıf. 2. baygın. i. baygınlık, bayılma. f.
fainthearted bayılmak.
s. yüreksiz; çekingen.
faintness i. baygınlık, bayılma.
fair i. fuar.
fair s. 1. adaletli, adil. 2. kurallara uygun. 3. fena olmayan, oldukça
fair and square iyi. 4. güzel,
dürüst açık vedürüstçe.
bir şekilde, güneşli (hava). 5. temiz (kopya). 6. sarışın;
açık tenli. 7. güzel, alımlı.
fair game kolaylıkla eleştirilebilecek veya alay konusu olabilecek
fair to middling kimse/durum.
k. dili fena olmayan. fair-weather friend iyi gün dostu.
fair wind uygun rüzgâr.
fairground i. (açıkta olan) fuar yeri, fuar alanı.
fairly z. 1. adaletli/adil bir şekilde. 2. oldukça: fairly big oldukça
fairness büyük. 3. âdeta:2.He
i. 1. adaletlilik. fairly flew
kurallara down the
uygunluk. stairs. Merdivenlerden
3. sarışınlık; açık tenlilik.
âdeta
4. uçarak
güzellik, indi.
alımlılık.
fairy i. 1. peri. 2. argo homoseksüel erkek, ibne. s. 1. peri gibi. 2.
fairy tale perilere ait.
peri masalı.
fait accompli i. oldubitti, olupbitti, emrivaki.
faith i. 1. inanç; itikat; iman. 2. din. 3. güven, itimat.
faithful s. sadık, vefakâr.
faithful to his word sözüne sadık.
faithfulness i. sadakat, vefakârlık.
faithless s. vefasız, sadık olmayan, sadakatsiz.
fake s. uydurma, sahte. f. uydurmak. i. 1. sahte bir şey. 2. üçkâğıtçı,
faker aldatıcı.
i. üçkâğıtçı, sahtekâr, dolandırıcı.
falcon i. şahin; doğan.
fall f. (fell, fall.en) 1. düşmek. 2. dökülmek. 3. yağmak. 4. çökmek.
fall 5.1.
i. kapanmak. 6. (kale)
düşüş, düşme. zaptolunmak,
2. çökme. düşmek.
3. yağış. 4. (fiyat, talep, ısı v.b.
fall asleep ´nde) düşüş.
uykuya dalmak. 5. sonbahar, güz. 6. güreş düşüş.
fall asleep uykuya dalmak.
fall away çekilmek, gerilemek.
fall back geri çekilmek.
fall back on (güvenilecek bir kimseye/yere) başvurmak.
fall back upon (çare olarak) -e başvurmak.
fall behind geri kalmak.
fall by the wayside k. dili işi bırakmak, işten vazgeçmek.
fall down düşmek.
fall down düşmek.
fall down in a fit fenalık geçirerek yere düşmek.
fall flat umulan rağbeti hiç görmemek.
fall for argo 1. aldatılmak. 2. çok beğenmek, bayılmak.
fall foul of ile çatışmak.
fall guy 1. başkasının cezasını çeken kimse. 2. dolandırılan kimse. 3.
fall ill keriz, enayi.
hastalanmak.
fall in dizilmek, sıraya girmek.
fall in battle ask. savaşırken ölmek.
fall in love âşık olmak.
fall into a trap tuzağa düşmek.
fall into disfavor gözden düşmek.
fall into disrepute adı kötüye çıkmak.
fall into disuse kullanılmaz olmak, bırakılmak, terkedilmek.
fall into error hataya düşmek.
fall into the clutches of k. dili -in pençesine düşmek.
fall of man/the Fall Hz. Âdem ve Havva´nın işlediği günah ve sonuçları.
fall off 1. azalmak, düşmek. 2. bozulmak.
fall on -e hücum etmek, -e saldırmak. This month the twentieth fell on
fall on one´s feet adört
Friday. Bu ayın
ayağının yirmisi
üstüne cumaya
düşmek, rastladı.sıyrılmak, başarmak.
atlatmak,
fall out 1. kavga etmek, bozuşmak. 2. ask. sıradan çıkmak.
fall over yıkılmak.
fall over o.s. kendini çok istekli göstermek.
fall overboard (gemiden) denize düşmek.
fall prey to -e kapılmak, -in tutsağı olmak.
fall prostrate yüzüstü düşmek, yüzükoyun kapaklanmak.
fall short (of) 1. eksik gelmek. 2. umduğu gibi çıkmamak.
fall short (of) yeterli olmamak, yetmemek.
fall sick hastalanmak.
fall through suya düşmek, gerçekleşmemek.
fall through k. dili suya düşmek, gerçekleşememek: The plan fell through.
fall to Plan suya düştü. başlamak; -e başlamak, -e koyulmak.
yemeğe/savaşa
fall upon -e saldırmak.
fall victim to -e kurban gitmek.
fall/be in love with -e âşık olmak.
fallacious s. yanlış fikirlere dayanan, çürük, temelsiz.
fallacy i. 1. yanlış düşünce/inanç. 2. man. yanıltmaca, safsata, mantık
fallen kurallarına
f., bak. fall. aykırı sav.
fallen woman düşmüş kadın, fahişe.
fallible s. yanılabilir, hataya düşebilir.
falling star akanyıldız. His eye fell upon me. Gözü bana ilişti. His face fell.
fallout Suratı asıldı. serpinti.
i. radyoaktif It fell to my lot. Benim payıma düştü.
fallow s. nadasa bırakılmış, ekilmemiş.
fallow s. devetüyü rengi, devetüyü.
fallow deer alageyik, sığın.
falls i. çağlayan, şelale.
false s. 1. sahte. 2. vefasız, güvenilmez.
false pride boş gurur.
false step falso, yanlış davranış.
false teeth takma dişler.
falsehood i. 1. yalan. 2. yalan söyleme.
falseness i. sahtelik.
falsify f. 1. (hesap, kayıt, belge v.b.´nde) tahrifat yapmak. 2.
falter (gerçekleri)
f. 1. tereddütçarpıtmak.
etmek. 2. azalmak, düşmek; gücünü/hızını
fame kaybetmek. 3.
i. ün, şöhret, nam. sendeleyerek yürümek, sendelemek. 4. (ses)
titremek; titrek bir sesle konuşmak.
famed s. ünlü, meşhur.
familial s. ailevi, aileye ait.
familiar s. 1. iyi bilinen, bildik; iyi tanınan, tanıdık; aşina. 2. samimi,
familiarise teklifsiz. i. iyifamiliarize.
f., İng., bak. arkadaş.
familiarity i. 1. aşinalık. 2. samimiyet, teklifsizlik. 3. laubalilik.
familiarize f. (bir şeyi) herkese tanıtmak.
familiarize o.s. with (bir şey) hakkında bilgi edinmek.
family i. 1. aile; akrabalar; çoluk çocuk. 2. bot., zool. familya.
family circle aile çevresi, aile muhiti.
family man ev bark sahibi, aile babası.
family name soyadı.
family name soyadı, aile adı.
family planning aile planlaması.
family tree şecere, soyağacı.
famine i. kıtlık, açlık.
famish f.
famous s. ünlü, meşhur, tanınmış.
famously z., k. dili çok iyi.
fan i. 1. yelpaze. 2. vantilatör. 3. yelpaze biçimindeki herhangi bir
fan şey.
f. (--ned, --ning) yelpazelemek.
fan i., k. dili hayran: She´s one of your fans. Hayranlarınızdandır.
fan belt baseball fan beysbol
mak. pervane kayışı.meraklısı.
fan blade mak. pervane kanadı.
fan the flames kışkırtmak, körüklemek.
fanatic s., i. fanatik, bağnaz, mutaassıp.
fanatical s. fanatik, bağnaz, mutaassıp.
fanciful s. 1. hayalperest. 2. hayali.
fancy i. 1. hayal gücü. 2. hayal, düşlem. s. 1. çok süslü; fantezi. 2.
fancy lüks.
f. 3. üstün
1. hayal kaliteli
etmek. (gıda maddeleri).
2. sanmak, zannetmek, düşünmek. 3. -den
fancy dress ball hoşlanmak.
kıyafet balosu.4. istemek.
fancy o.s. hayallerinde kendini (şöyle veya böyle) görmek.
fang i. 1. (yırtıcı hayvanlarda) köpekdişi. 2. yılanın zehirli dişi.
fanny i., k. dili kıç, popo.
fantastic s. 1. harika, süper, enfes. 2. inanılmayacak kadar büyük
fantasy (miktar). 3. akıl
i. 1. fantezi, almaz,
düşlem, akıldışı,
sınırsız gerçekdışı.
hayal 4. fantastik,
veya hayal hayali,
gücü. 2. müz.
düşlemsel.
fantezi.
far z. 1. -den uzak; uzağa; uzakta: He´s never journeyed far from
far afield Istanbul. İstanbul´dan uzağa hiç seyahat etmedi. They didn´t go
konu dışında.
far. Uzağa gitmediler. I saw her far in the distance. Ta uzakta
far and away (öbürlerinden) kat kat daha ...: He´s far and away the best.
onu gördüm. How far is it to Rİze from here? Rize buradan ne
Far from it. Öbürlerinden
k. dili uzak? kat kat daha iyi.
Ne münasebet./Bilakis./Tersine.
kadar 2. çok; fazla; çok fazla: The light´s far too dim. Işık
far off çok
çokfazla
uzak.loş. s. 1. uzak: a far country uzak bir ülke. 2. öte, öbür:
faraway at the far end
s. 1. uzak. of the(bakış).
2. dalgın garden bahçenin öte ucunda. 3. pol. (bir
kanadın) ucundaki, aşırı: He supports the far right. Aşırı sağı
farce i. 1. tiy. fars. 2. saçmalık, maskaralık.
destekliyor.
farcical s. gülünç.
fare i. 1. yol parası, bilet ücreti. 2. taksi müşterisi. 3. yiyecekler,
fare yemekler.
f.
fare badly (birisi) için kötü olmak: He fared badly. Onun için kötüydü.
fare well (birisi) için iyi gitmek.
farewell ünlem Elveda! i. veda.
farewell dinner veda yemeği.
far-famed s. çok meşhur.
farfetched s. gerçek payı çok az olan.
far-flung s. uzaklara yayılmış.
farina i. irmik.
farm i. çiftlik.
farm f. çiftçilik yapmak.
farmer i. çiftçi.
farmhand i. rençper, ırgat.
farmhouse i. çiftlik evi.
farming i. çiftçilik.
farmost s., bak. farthest.
farmstead i. çiftlik ve içindeki binalar.
farmyard i. çiftlik avlusu, çiftlik binaları arasındaki meydan.
far-reaching s. çok kişi veya şeyi etkileyen.
farsighted s. 1. ileri görüşlü, öngörülü. 2. tıb. hipermetrop.
fart i., kaba osuruk. f. osurmak.
farther s. 1. daha uzak. 2. öteki, ötedeki; daha uzaktaki; daha ötedeki;
farthermost daha
s. 1. enilerdeki.
uzak. 2. en ötedeki.
farthest s. en uzak. z. en uzakta; en ötede; en ilerde; en uzağa.
farthing i. çeyrek peni (eski bir İngiliz parası).
fascicle i. fasikül.
fascinate f. (birinin) ilgisini/merakını çok çekmek.
fascinating s. çok ilginç, çok enteresan.
fascination i. 1. büyük merak. 2. cazibe.
fascism i. faşizm.
fascist i., s. faşist.
fashion i. 1. moda. 2. biçim, şekil; tarz. f. yapmak, şekil vermek.
fashion designer modacı.
fashion model manken.
fashion show defile.
fashionable s. moda olan, şık, revaçta olan, rağbette olan.
fast f. oruç tutmak. i. oruç.
fast s. 1. hızlı, süratli; seri. 2. solmaz, sabit (renk). 3. hızlı yaşayan,
fast asleep uçarı.
derin 4. hafifmeşrep.
uykuya dalmış. z. çabuk, tez.
fast color solmaz renk.
fast food (hamburger, pizza gibi) hazır yiyecekler. fast-food restaurant
fast lane hazır yiyecek
(otoyolda) satan
sürat lokanta.
şeridi.
fastback i. arka kaportası yatık spor araba.
fasten f. 1. bağlamak; tutturmak; bağlanmak; tutturulmak. 2. çengelle
fasten on/upon bağlamak, çengellemek.
üstünde durmak; 3. on (gözü)
-e takılmak; (bir yere)
-e saplanmak; dikmek. takmak.
-i kafasına
fasten the blame on s.o. suçu birine yüklemek, suçu birinin üstüne atmak.
fastener i. 1. bağlayan şey, bağ. 2. kopça; çıtçıt.
fastidious s. titiz, zor beğenen.
fastness i. 1. (kumaş boyası için) sabitlik; sabitlik derecesi. 2. korunak;
fat mahfuz
s. (--ter,yer. 3. ücra
--test) yer. semiz, yağlı. 2. dolgun; kalın. i. yağ.
1. şişman;
fat cat argo zengin adam.
fatal s. 1. öldürücü; ölümcül. 2. vahim.
fatalism i. fatalizm, kadercilik, yazgıcılık.
fatalist i. fatalist, kaderci, yazgıcı.
fatalistic s. fatalist, kaderci, yazgıcı.
fatality i. 1. (kaza sonucu olan) ölüm. 2. öldürücülük; ölümcüllük. 3.
fate fatalite.
i. kader, yazgı, alınyazısı, mukadderat.
fated s. kaderde olan.
fateful s. vahim.
father i. baba, peder.
Father i. Peder (papazlara verilen unvan).
Father Christmas İng. Noel Baba.
father-in-law i. kayınpeder.
fatherland i. anavatan, anayurt.
fatherless s. babasız.
fathom i. kulaç (uzunluk ölçü birimi). f. 1. iskandil etmek. 2. anlamak,
fatigue kavramak.
i. yorgunluk, bitkinlik. f. yormak.
fatten f. semirtmek, şişmanlatmak; semirmek, şişmanlamak.
fatty s. yağlı. i., aşağ. şişko, dobiş.
fatty acid kim. yağ asidi.
fatuity i. hebennekalık, budalalık.
fatuous s. 1. hebenneka, kendini akıllı sanan budala. 2. budalaca.
faucet i. musluk.
fault i. 1. (birinin karakterinde) kusur, noksan. 2. yanlış, kabahat. 3.
faultless jeol.
s. 1. kırık, fay. 4.
kusursuz, tenis servis
noksansız. hatası. f. -de kusur bulmak.
2. yanlışsız.
faultlessness i. 1. noksansızlık. 2. yanlışsızlık.
faulty s. 1. kusurlu, defolu. 2. çürük, sağlam bir temele dayanmayan.
fauna çoğ. --s (fô´nız)/--e (fô´ni) i. fauna, direy.
faux pas falso, pot.
fava i., bak. broad bean.
fava bean bak. broad bean.
favor i. 1. beğenme, onay; sevgi, sempati. 2. iltimas, kayırma. 3.
favorable iyilik, lütuf. 4.
s. 1. uygun, (bir davete
müsait. katılanlara
2. hoşa verilen) ufak hediye. f. 1.
giden, iyi.
tarafını tutmak. 2. tercih etmek. 3. benzemek.
favorite i. 1. çok sevilen kimse/şey; sevgili, gözde. 2. favori,
favoritism kazanacağına
i. kayırıcılık. inanılan yarışçı. s. en çok sevilen, favori, gözde.
favour i., f., İng., bak. favor.
fawn i. alageyik yavrusu; geyik yavrusu. s. sarımsı kahverengi.
fawn f. yaltaklanmak, dalkavukluk etmek.
fax i. 1. faks makinesi, faks. 2. faksla gelen mesaj, faks. f.
faze fakslamak.
f., k. dili etkilemek: It didn´t faze him at all. Onu hiç etkilemedi.
FBI kıs. the Federal Bureau of Investigation.
fear i. korku.
fear f. korkmak.
fear the worst en kötü ihtimalin gerçekleşmesinden korkmak.
fearful s. 1. korku veren, korkunç. 2. korkak.
fearless s. korkusuz, gözü pek, yılmaz.
fearlessly z. korkusuzca, yılmadan.
fearlessness i. korkusuzluk.
fearsome s. dehşetli, korkunç.
feasibility i. fizibilite, yapılabilirlik.
feasibility study fizibilite raporu.
feasible s. 1. mümkün. 2. yapılabilir, uygulanabilir.
feast i. 1. ziyafet. 2. Hrist. yortu, bayram. f. 1. ziyafette yiyip içmek,
feat doyasıya
i. (cesaretyemek. 2. ziyafetgüç
veya bedensel vermek.
isteyen) başarı.
feather i. tüy.
feather f. tüy takmak, kuştüyü ile kaplamak.
feather bed kuştüyü yatak.
feather one´s nest k. dili küpünü doldurmak.
featherbrained s. kuş beyinli.
feathered s. tüylü.
featherweight i. tüysıklet.
feature i. 1. yüzdeki organlardan biri. 2. çoğ. yüz, sima, çehre; yüz
Feb hatları. 3. özellik. 4. asıl film. 5. uzun makale. f. 1. -de önemli bir
kıs. February.
rolü olmak: This film features Cahide Sonku. Bu filmde Cahide
February i. şubat.
Sonku´nun önemli bir rolü var. 2. -i ön plana çıkarmak, -e ağırlık
fecal s. dışkıyaAll
vermek: ait.
the fashion shows are featuring mink. Tüm
feces defilelerde
i. dışkı. vizona ağırlık veriliyor. This week our restaurant is
feckless featuring fried oysters.
s. 1. beceriksiz, elindenLokantamızın
iş gelmeyen. bu haftaki zayıf.
2. cansız, spesiyalitesi
istiridye tava. 3. (bir şeyin) önemli bir öğesi olmak: Acorns
feature heavily in the diet of squirrels. Sincapların
beslenmesinde meşe palamudu önemli bir yer tutar.
fed f., bak. feed.
federal s. federal.
federalise f., İng., bak. federalize.
federalism i., pol. federalizm.
federalist i., s. federalist.
federalize f. (devletleri) federasyon haline getirmek.
federate f. federasyon haline getirmek.
federation i. federasyon.
fedora i. fötr şapka, fötr.
fee i. ücret; giriş ücreti; doktor ücreti, vizite.
feeble s. zayıf, kuvvetsiz.
feeble-minded s. geri zekâlı.
feebleness i. zayıflık, kuvvetsizlik.
feebly z. zayıf bir şekilde, hafifçe, kuvvetsizce.
feed f. (fed) 1. yemek vermek. 2. beslemek. 3. yedirmek; on ile
feed beslemek.
i. yem, yemek;4. (hayvan)
yiyecek,beslenmek;
gıda. on yemek, ile beslenmek.
feedback i. 1. birinin bir şey hakkındaki düşündükleri/izlenimleri. 2. fiz.
feedbag fidbek, geribesleme, geribildirim.
i. yem torbası.
feeder i. yemlik, yem kabı.
feeding bottle biberon. be fed up with argo -den bıkmış olmak, illallah demek.
feel f. (felt) 1. dokunmak, el sürmek; elleri ile yoklamak. 2.
feel hissetmek, duymak:
i. 1. (bir şeyin I feel uyandırdığı)
dokununca good. Kendimihis.iyi
2.hissediyorum.
dokunma. 3.
anlamak. 4. ... gibi gelmek: I felt that the sea was endless.
feel an affinity for (birini) çok çekici bulmak.
Deniz sonsuz gibi geldi bana.
feel at ease içi rahat etmek.
feel at home kendini rahat hissetmek, yadırgamamak.
feel bad 1. kendini iyi hissetmemek. 2. k. dili üzülmek.
feel for -in çektiklerini anlamak.
feel giddy başı dönmek.
feel in one´s bones içine doğmak.
feel keenly kuvvetle hissetmek.
feel like a fish out of water sudan/denizden çıkmış balığa dönmek.
feel like doing canı yapmak istemek.
feel like o.s. kendini iyi hissetmek.
feel low morali bozuk olmak.
feel no pain k. dili bayağı sarhoş olmak, zilzurna sarhoş olmak.
feel no pain argo sarhoş olmak.
feel o.s. obliged to kendini (bir şeyi yapmaya) mecbur hissetmek.
feel one´s oats 1. coşmak. 2. amirane tavırlar içinde olmak.
feel one´s oats k. dili 1. kıpır kıpır olmak, yerinde duramamak. 2. kendini
feel one´s way beğenmek.
1. el yordamıyla ilerlemek. 2. çok ihtiyatlı davranmak.
feel pity for -e acımak.
feel queasy midesi bulanmak.
feel rotten 1. keyfi olmamak. 2. kendini turşu gibi hissetmek.
feel shame (for) -den utanç duymak.
feel sick at/about -e çok üzgün olmak.
feel small utanmak, mahcup olmak.
feel suicidal intihar etme arzusu duymak.
feel up to kendini (belirli bir şeyi) yapacak kadar güçlü hissetmek.
feel up to par k. dili kendini iyi hissetmek.
feel woozy 1. başı dönmek; sersemlemek. 2. midesi bulanmak.
feel/be troubled üzülmek, merak etmek.
feel/get/have an/the urge to (bir şey yapmayı) çok istemek: He suddenly got the urge to
feeler make
i., zool.money. Birdenbire içinde para kazanma tutkusu uyandı.
dokunaç.
feeling i. 1. his, duygu. 2. çoğ. his dünyası, iç âlemi.
feet i., çoğ., bak. foot.
feign f. (yapar) gibi görünmek, ... numarası yapmak.
feign madness deli numarası yapmak.
feint i., ask. yanıltma hareketi, yanıltma. f. yanıltma hareketi
feldspar yapmak.
i., min. feldispat.
felicitous s. 1. mutlu, mesut. 2. uygun, münasip, yerinde, isabetli.
felicity i. mutluluk, saadet.
fell f. 1. kesip devirmek. 2. yere sermek, düşürmek.
fell f., bak. fall.
fellow i. 1. adam, kişi; arkadaş. 2. (bir bilim kurumunda) üye.
fellow citizen/countryman vatandaş, yurttaş.
fellow sufferer dert ortağı.
fellow townsman hemşeri, hemşehri.
fellowship i. 1. arkadaşlık; kardeşlik. 2. grup, cemaat. 3. burs. 4. (bir bilim
felon kurumunda)
i., huk. suçlu.üyelik.
felony i., huk. ağır suç.
felt f., bak. feel.
felt i. keçe, fötr.
felt-tipped pen/felt pen keçeli kalem.
fem kıs. female, feminine.
female s., i. dişi.
feminine s. 1. kadına özgü; kadınsı. 2. dilb. dişil.
femininity i. kadınlık, dişilik.
feminism i. feminizm.
feminist i., s. feminist.
fen i. bataklık.
fence i. 1. parmaklık; tahta perde; çit. 2. çalıntı mal alıp satan kimse.
fence f. 1. (in) -i parmaklıkla/tahta perdeyle/çitle çevirmek. 2. eskrim
fence off yapmak.
-i parmaklıkla/tahta perdeyle/çitle ayırmak.
fencer i. eskrimci.
fencing i. 1. eskrim. 2. çit veya parmaklık malzemesi.
fend f.
fend for o.s. kendini geçindirmek, başının çaresine bakmak.
fend off -i kovmak, -i uzaklaştırmak.
fender i. 1. çamurluk. 2. şöminenin önüne konulan alçak parmaklık.
fennel i. rezene, raziyane.
fenugreek i., bot. çemen.
ferment i. 1. maya. 2. mayalanma, ekşime.
ferment f. mayalanmak, ekşimek.
ferment trouble among (birilerini) kışkırtmak.
fermentation i. mayalanma, fermantasyon.
fern i., bot. eğreltiotu, aşk merdiveni, füjer.
ferocious s. vahşi, yırtıcı.
ferocity i. vahşilik, vahşet.
ferret i., zool. dağgelinciği.
ferret f. arayıp taramak.
ferret out arayıp tarayıp bulmak.
Ferris wheel dönme dolap.
ferroconcrete i. betonarme.
ferry i. 1. iki kıyı arasında araba/insan taşıyan gemi, kayık, sal v.b.;
ferryboat araba vapuru,
i. iki kıyı feribot;
arasında vapur. 2.taşıyan
araba/insan böyle bir taşıtın işlediği yer. f.
tekne.
böyle bir taşıtla götürmek.
fertile s. verimli, bereketli.
fertilise f., İng., bak. fertilize.
fertility i. verimlilik.
fertilize f. 1. gübrelemek. 2. döllemek.
fertilizer i. gübre.
fervent s. hararetli, ateşli.
fervid s. hararetli, ateşli.
fervor i. hararetlilik, hararet, ateşlilik, ateş.
fester f. irinlenmek, iltihaplanmak, azmak.
festival i. 1. bayram; yortu. 2. festival, şenlik.
festive s. 1. şen, neşeli. 2. bayrama ait.
festivity i. kutlama: What kind of festivities will there be? Ne gibi
festoon kutlamalar
i. feston. olacak?
fetal s. cenine ait.
fetch f. 1. alıp getirmek, getirmek. 2. gelir sağlamak, hâsılat
fetching getirmek.
s., k. dili cazibeli, çekici, alımlı.
fetid s. pis kokan, kokuşmuş.
fetish i. fetiş.
fetishism i. fetişizm.
fetter i. 1. bukağı. 2. gen. çoğ. engel. f. 1. ayağına zincir vurmak; elini
fettle ayağını
i. bağlamak. 2. bağlamak, engellemek.
fetus i. cenin.
feud i. 1. uzun süren düşmanlık. 2. kan davası. f. ihtilaflı olmak,
feudal kavga etmek.
s. feodal.
feudalism i. feodalizm.
feudality i. feodalite.
fever i. 1. ateş, hararet. 2. humma. 3. Duygu yoğunluğu belirtir: He
fevered was shouting
s. ateşli, in a olan.
hararetli fever of excitement. Büyük bir heyecanla
bağırıyordu.
feverish s. 1. ateşli, ateşi çıkmış. 2. hararetli, ateşli. 3. heyecanlı, telaşlı.
few s. az. i. az miktar.
few and far between çok nadir.
fez i. (çoğ. --zes) fes.
fiancé i., eril nişanlı.
fiancée i., dişil nişanlı.
fiasco i. fiyasko.
fiat i. 1. emir. 2. karar.
fib f. (--bed, --bing) yalan söylemek, uydurmak, atmak. i. küçük
fiber yalan.
i. lif.
fiberglass i. cam elyafı.
fibre i., İng., bak. fiber.
fibrous s. lifli.
fickle s. 1. (aşkta) vefasız, hercai. 2. fırdöndü, hercai, değişken;
fiction kaypak,
i. 1. roman dönek.
ve hikâye edebiyatı. 2. huk. kolaylık olsun diye
fictionalise gerçek
f., İng., bak.farzolunan
gibi şey, mevhume.
fictionalize.
fictionalize f. hikâye/roman şekline sokmak.
fictitious s. uydurma, hayali.
fiddle i., k. dili keman. f., k. dili 1. keman çalmak. 2. vakit geçirmek,
fiddle around oyalanmak.
vakit geçirmek, oyalanmak.
fiddle away (zamanı) boş geçirmek.
Fiddle! ünlem Hay Allah!
fiddle-faddle i. saçma sapan sözler, zırva.
fidelity i. sadakat, vefa.
fidget f. rahat oturamamak, yerinde duramamak, durmadan
fidgety kımıldamak.
s. rahat durmayan, kıpır kıpır.
fief i. tımar, zeamet.
field i. 1. tarla. 2. çayır; otlak, mera. 3. alan, saha. f. (bir spor
field artillery takımını)
ask. sahra sahaya
topçu çıkarmak.
sınıfı.
field day spor bayramı.
field events alan yarışları.
field exercise ask. kıta tatbikatı.
field glasses (çifte) dürbün.
field hockey çim hokeyi.
field hospital sahra hastanesi.
field maneuver ask. kara manevrası.
field manual ask. sahra talimatnamesi.
field marshal feldmareşal.
field mouse tarla faresi.
field officer ask. üstsubay.
field officer üstsubay.
field trip (öğretimde) gezi.
fieldpiece i. sahra topu.
fieldwork i. (bilgi toplamak için yapılan) alan araştırması.
fiend i. 1. şeytan, ifrit, zebani. 2. k. dili düşkün, meraklı, hasta, deli,
fiendish tiryaki:
s. şeytani,a tennis fiend tenis hastası. an opium fiend afyonkeş.
şeytanca.
fierce s. 1. şiddetli. 2. sert, vahşi.
fiery s. 1. ateş gibi. 2. kızgın. 3. çabuk öfkelenen, barut gibi. 4. ateşli;
fiesta coşturucu; galeyana2.getiren.
i. 1. yortu; bayram. festival.5. ateşli, şehvet dolu.
fifteen s. on beş. i. on beş, on beş rakamı (15, XV).
fifteenth s., i. 1. on beşinci. 2. on beşte bir.
fifth s., i. 1. beşinci. 2. beşte bir.
fifth wheel gereksiz şey/kimse.
fiftieth s., i. 1. ellinci. 2. ellide bir.
fifty s. elli. i. elli, elli rakamı (50, L).
fifty-fifty s. yarı yarıya.
fig i. 1. incir ağacı. 2. incir.
fig kıs. figurative, figure.
fight i. 1. kavga, dövüş. 2. mücadele. f. (fought) 1. kavga etmek,
fighter dövüşmek.
i. 1. savaşçı.2.2.mücadele
boksör. 3.etmek, uğraşmak. 3. savaşmak.
avcı uçağı.
fighter plane avcı uçağı.
fighter-bomber i. avcı bombardıman uçağı.
fighting i. savaş.
fighting cock dövüş horozu.
figment i.
figurative s. mecazi.
figure i. 1. sayı, rakam, numara. 2. boy bos, endam. 3. figür.
figure f. 1. k. dili sanmak, zannetmek. 2. önemli bir rol oynamak.
figure of speech mecaz.
figure of speech mecaz.
figure on k. dili 1. -i hesaba katmak. 2. -e güvenmek. 3. -i planlamak.
figure out -i anlamak, -i çözmek.
figure skater artistik patinajcı.
figure skating artistik patinaj, figür pateni.
figure up (bir hesabı) toplamak.
figurehead i. gemi aslanı.
Fiji i. Fiji.
Fijian i. Fijili. s. 1. Fiji; Fiji´ye özgü; Fiji Adaları´na özgü. 2. Fijili.
filament i. 1. tel, iplik, lif. 2. bot. ercik sapı. 3. elek. filaman.
filbert i. fındık.
filch f. çalmak, aşırmak, yürütmek.
file i. eğe; törpü. f. eğelemek; törpülemek.
file i. 1. dosya; klasör. 2. bilg. dosya. 3. evrak/dosya dolabı. 4.
file a complaint dosya (bir şeyle/kişiyle
yazılı olarak ilgili belgeler). f. 1. dosyalamak, dosyaya
şikâyet etmek.
koymak. 2. huk. (dilekçe) vermek; (dava) açmak; (bir şeyi)
file clerk evrakları dosyalayan görevli. filing cabinet evrak/dosya dolabı.
kaydettirmek. 3. out tek sıra halinde çıkmak.
filet i. fileto.
filet mignon fileminyon.
filial s. evlada ait; evlada yakışır.
filings i., çoğ. eğe talaşı.
fill f. 1. doldurmak; dolmak. 2. doyurmak. i. 1. dolgu maddesi,
fill a prescription dolgu.
reçetedeki2. dolgu, dolguyla
ilaçları vermek.meydana getirilmiş yer.
fill a tooth dolgu yapmak.
fill dirt dolgu toprak.
Fill her up! oto. Depoyu doldur!
fill in 1. doldurmak. 2. geçici olarak bir işte çalışmak.
fill in for (birinin) yerine çalışmak.
Fill me in on the situation. Durumu bana açıkla.
fill out 1. (formu) doldurmak. 2. toplamak, kilo almak.
fill s.o.´s shoes k. dili birinin yerini doldurmak.
fill the bill ihtiyacını karşılamak, işini görmek: This´ll fill the bill. İşimizi
fill the bill görür
k. dilibu.
ihtiyacı karşılamak.
fill up doldurmak.
filler i. 1. dolgu, katkı maddesi. 2. boyacılık filler, dolgu macunu.
fillet i. 1. saç bandı. 2. kemiksiz et/balık, fileto.
filling i. 1. doldurma; dolma. 2. dişçi. dolgu.
filling station benzin istasyonu.
filly i. kısrak.
film i. 1. zar; ince örtü, ince tabaka. 2. foto., sin. film. f. 1. filme
film speed almak. 2. film çekmek.
film duyarlığı.
film star film yıldızı.
filter i. 1. filtre. 2. k. dili, çoğ. filtreli sigaralar. f. filtreden geçirmek.
filter paper filtre kâğıdı.
filter paper filtre kâğıdı.
filter tip 1. filtreli sigara. 2. sigara filtresi.
filter-tipped s. filtreli (sigara).
filth i. pislik.
filthy s. çok pis.
filtrate i. süzüntü, filtrat.
fin i. yüzgeç.
final s. 1. son, sonuncu; kesin. 2. spor final: final match final maçı. i.
final heat 1. yıl sonu,
spor sömestr sonu veya kurs sonu sınavı. 2. spor final,
final koşusu.
final karşılaşması. 3. gazet. son baskı.
finale i., müz. final.
finalise f., İng., bak. finalize.
finalist i. finalist.
finality i. kesinlik.
finalize f. bitirmek, son şeklini vermek.
finally z. nihayet, sonunda.
finance i. 1. maliye, finans: ministry of finance maliye bakanlığı. 2.
finances finansman.
i. 1. para: A f.lack
finanse etmek.was the problem. Problem
of finances
financial parasızlıktı.
s. mali. 2. mali durum: His finances are in good shape.
Onun mali durumu iyi.
financial pressure para sıkıntısı.
financial year bütçe yılı; mali yıl.
financier i. 1. finansçı. 2. yatırımcı.
financing i. finansman.
finch i., zool. ispinoz.
find f. (found) bulmak, keşfetmek.
find employment iş bulmak.
find fault (with) kusur bulmak.
find fault with -e kusur bulmak.
find guilty suçlu çıkarmak.
find o.s. tête-à-tête with kendini (biriyle) baş başa bulmak.
find out öğrenmek.
Find out if he came. Gelip gelmediğini öğren.
find s.o./s.t. strange biri/bir şey (birinin) tuhafına gitmek: I find him strange. O
find s.t. sympathetic benim
bir şeytuhafıma gidiyor.
birinin hoşuna gitmek: She didn´t find his ways
finding sympathetic. Onun davranışları
i. 1. bulunmuş/keşfedilmiş şey. 2.hoşuna gitmedi.
huk. (jürinin verdiği) karar.
fine s. 1. güzel, ince, zarif. 2. ince. 3. saf, katışıksız, halis. 4. hassas,
fine ince
i. pararuhlu, duygulu.
cezası. f. para5.cezasına
âlâ, mükemmel, üstün. 6. açık, güzel
çarptırmak.
(hava).
fine arts güzel sanatlar.
fine arts güzel sanatlar. fine-toothed comb ince dişli tarak. go over the
finery matter
i. süslü with
giyim. a fine-toothed comb ince eleyip sık dokumak.
finesse i. incelik, ustalık. f. ustalıkla durumu idare etmek.
finger i. parmak. f. parmakla dokunmak, el sürmek, ellemek.
fingernail i. tırnak, parmak tırnağı.
fingerprint i. parmak izi.
fingertip i. parmak ucu.
finicky s. titiz, kılı kırk yaran.
finish f. 1. bitirmek; sona erdirmek; tamamlamak; bitmek; sona
finish line ermek; tamamlanmak.
spor finiş, bitiş. 2. k. dili öldürmek, işini bitirmek. 3. k.
dili bitirmek, mahvetmek; bozmak; bitkin duruma getirmek. 4.
finish off/up bitirmek.
(bir müsabakada) ... gelmek: He finished first. Birinci geldi. i. 1.
finish with 1. ilenihayet.
son, işi bitmek: If you´ve
2. spor finished
finiş, bitiş. with that
3. (ağaç computer,
işlerinde) I´d like
cila, perdah:
finite to
Thisuse it.
s. 1. table O bilgisayarla
sınırlı,has a lovely
mahdut. işin bittiyse
2. finish. onu kullanmak
Bu masanın cilası güzel.
mat. sonlu. istiyorum. 2.
ile ilişkisini kesmek/bitirmek/sona erdirmek: Aylin´s finished
finite verb dilb. çekimli fiil.
with Serkan. Aylin, Serkan´la ilişkisini kesti.
fink i., argo 1. hain; ispiyoncu, ispiyon, gammaz, ihbarcı. 2. grev
Finland kırıcı.
i. Finlandiya.
Finlander i. Finlandiyalı.
Finn i. Finli. s. Fin.
Finnish i. Fince. s. 1. Fin. 2. Fince.
fiord i., bak. fjord.
fir i. köknar.
fire i. 1. ateş. 2. yangın.
fire f. 1. (tüfek, top, v.b.´ni) ateşlemek; (silah) ateş almak. 2.
fire a salute (kurşun, top,selamlamak.
top atışıyla belirli bir el silah) atmak. 3. (toprak eşyayı)
(fırında) pişirmek. 4. k. dili işten kovmak, sepetlemek.
fire a shot bir el silah atmak.
fire alarm yangın zili; yangın alarmı.
fire brigade İng. itfaiye.
fire department itfaiye teşkilatı.
fire engine itfaiye arabası.
fire escape yangın merdiveni.
fire escape yangın merdiveni.
fire extinguisher yangın söndürme aleti.
fire hose yangın hortumu.
fire hydrant yangın musluğu.
fire insurance yangın sigortası.
fire questions at (birini) soru yağmuruna tutmak.
fire s.o. up (birini) gayrete getirmek.
fire s.o. with enthusiasm for (bir iş için) (birini) şevke getirmek.
fire s.t. up 1. (soba, kalorifer v.b.´ni) fayrap etmek. 2. (motoru)
fire station çalıştırmak.
itfaiye, itfaiye binası.
fire the first shot ilk silah atan olmak.
fire tower yangın kulesi.
fire truck itfaiye arabası.
firearms i. ateşli silahlar.
fireboat i. yangın söndürme gemisi.
firebrand i. 1. yanan odun parçası. 2. ortalığı karıştıran delifişek.
firebrick i. yangın tuğlası.
firebug i. kundakçı.
firecracker i. kestanefişeği.
firefly i. ateşböceği.
fireman çoğ. fire.men (fay´ırmîn) i. itfaiyeci.
fireplace i. şömine, ocak.
fireplug i. yangın musluğu.
fireproof s. yanmaz.
fireside i. ocak başı.
firewood i. odun.
fireworks i. havai fişekler, kestanefişekleri, çatapatlar v.b.
firing i. 1. (tüfek, top v.b.´ni) ateşleme; ateşlenme, ateş alma. 2.
firing line (kurşun, top, belirli bir el silah) atma, atış. 3. (toprak eşyayı)
ateş hattı.
pişirme; pişim. 4. k. dili işten kovma, sepetleme.
firing mechanism ateşleme mekanizması, ateşleme tertibatı.
firing pin ateşleme iğnesi, ateşleme pimi.
firing range atış alanı, poligon.
firing squad idam mangası.
firing squad ask. atış mangası.
firm i. firma.
firm s. 1. donmuş (jöle, pelte, çikolata v.b.). 2. sağlam; sallanmayan;
firm offer kaymayan. 3. sıkı. 4. fiyatı değişiklik göstermeyen (hisse senedi,
tic. kesin teklif.
tahvil v.b.). f. 1. up -i sağlamlaştırmak, -i sağlama bağlamak. 2.
firmament i. gök kubbe.
(jöle, pelte, çikolata v.b.) donmak. 3. (fiyatlar) istikrara
kavuşmak.
firman i. ferman.
firmness i. 1. (jöle, pelte, çikolata v.b.´ne özgü) donmuşluk. 2. sağlamlık.
first 3. 1.
s. sıkılık. 4. (fiyatlarda)
ilk, birinci. 2. baş, en istikrar.
büyük. i. ilk, birinci. z. 1. ilkin, evvela,
first aid ilkönce,
ilk yardım.önce. 2. ilk: When we first came here it was a village.
İlk geldiğimiz zaman burası bir köydü.
first aid tıb. ilk yardım.
first and foremost en başta.
first class birinci sınıf; birinci mevki.
first class (taşıtta) birinci mevki.
first floor zemin kat; İng. birinci kat.
first floor 1. A.B.D. zemin kat. 2. İng. birinci kat.
first impression ilk izlenim.
first lady (A.B.D.´de) cumhurbaşkanının karısı.
first lieutenant ask. üsteğmen.
first lieutenant üsteğmen.
first name ilk ad.
first night gala, açılış gecesi.
first person dilb. birinci tekil veya çoğul şahıs.
first person dilb. birinci şahıs.
first watch gecenin ilk nöbeti.
firstborn i. ilk çocuk. s. ilk doğan.
first-class s. 1. birinci mevkie ait, birinci mevki. 2. üstün, mükemmel;
firstly birinci
z. ilkin,sınıf, ekstra.
evvela, z. birinci
ilkönce, önce.mevkide.
first-rate s. üstün, mükemmel; birinci sınıf, ekstra.
firth i. (İskoçya´da) haliç.
fiscal s. mali.
fiscal year mali yıl.
fiscal year mali yıl.
fish i. (çoğ. fish, değişik türler için fish.es) balık.
fish f. balık tutmak, balık avlamak.
fish for dolaylı bir şekilde istemek/aramak.
fish in troubled waters bulanık suda balık avlamak.
fish or cut bait k. dili bir şeyi yapmak ya da ondan tamamıyla vazgeçmek: You
fish story must either
palavra, fish or
masal, cut bait! Ya bu deveyi güdersin, ya da bu
hikâye.
diyardan gidersin!
fishbone i. kılçık, balık kılçığı.
fisherman çoğ. fish.er.men (fîş´ırmîn) i. balıkçı.
fishing line olta, olta ipi, misina.
fishing pole olta kamışı.
fishing rod olta çubuğu.
fishing tackle olta takımı.
fishnet i. balık ağı.
fishnet stocking file çorap.
fishy s. 1. balık kokan; içinde balık tadı olan. 2. balığı çok. 3. k. dili
fissile şüphe uyandıran:
s. bölünebilir, There´s something fishy about this. Bu işte
yarılabilir.
bir bityeniği var.
fission i., fiz. bölünüm, yarılım.
fissure i. ince çatlak.
fist i. yumruk.
fisticuffs i. yumruklaşma, dövüşme.
fit i. 1. nöbet, kriz: a fit of coughing öksürük nöbeti.
fit s. 1. uygun. 2. (bedenen) formda olan, spor yapmaya hazır.
fit f. (--ted, --ting) 1. -e göre olmak, -e yakışmak; -e uygun olmak; -i
uydurmak, -i ayarlamak, -in uymasını sağlamak: This job fits you
perfectly. Bu iş tam sana göre. The colors don´t fit. Renkler
birbirine uymuyor. You should fit your remarks to the
educational level of your listeners. Sözlerinizi dinleyicilerinizin
fit for nothing hiçbir işe yaramaz, beş para etmez.
fit like a glove tıpatıp uymak.
fit s.o. out for birine (bir şey için) gerekli şeyleri sağlamak/tedarik etmek.
fit to be tied k. dili çok öfkeli, babaları tutmuş, küplere binmiş, zıvanadan
fitful çıkmış.
s. kısa aralıklarla bölünen, kesintili, düzensiz.
fitness i. 1. uygunluk, uygun olma. 2. (bedenen) formda olma, spor
fitter yapmaya
i. borucu, hazır olma.
tesisatçı.
fitting i. 1. terz. prova. 2. (rakor, manşon gibi) tesisat işlerinde
five kullanılan
s. beş. i. 1.parça; çoğ.rakamı
beş, beş fitings.(5,
3.V).
(bir)
2. aksesuar.
isk. beşli. s. uygun.
five-and-ten-cent
fivefold store/ten-cent store/dime
s., z. beş kat, beş misli. store/five-and-ten ucuz eşya satılan
mağaza.
fix i.
fix f. 1. tamir etmek. 2. (sabitleştirecek bir şekilde) takmak,
fix a place up yerleştirmek.
bir yeri tamir 3. (tarih, miktar v.b.´ni) kararlaştırmak, tayin
etmek.
etmek. 4. (kahvaltı/öğle yemeği/akşam yemeği) hazırlamak. 5.
fix o.s. up süslenmek, kendini süslemek.
(saçını) yapmak. 6. (filmin) fiksajını yapmak. 7. k. dili şike
fix on -i seçmek,
yaparak -e karar
(maçın) vermek.tayin etmek; rüşvet yedirerek
sonucunu
fix one´s attention on (mahkemenin) sonucunu tayin etmek. 8. k. dili gününü
dikkatini -e çevirmek.
fix one´s eyes on göstermek, hakkından
gözünü -e dikmek. gelmek, çanına ot tıkamak.
fix s.o. up with k. dili birine (bir şey) ayarlamak/sağlamak.
fix s.o.´s wagon k. dili 1. birini mahvetmek. 2. birinin hakkından gelmek.
fixation i. aşırı bağlılık, aşırı düşkünlük.
fixed s. 1. sabit, değişmeyen. 2. k. dili şike/rüşvet yoluyla ayarlanmış.
fixed asset sabit değer.
fixed idea saplantı.
fixed price sabit fiyat.
fixings i., çoğ., k. dili (bir et yemeğini tamamlayan) diğer yemekler.
fixture i. 1. (bir yapıya/odaya ait) sabit eşya. 2. İng., spor müsabaka.
fizz f. (gazoz, soda, şampanya v.b.) fış fış/fışır fışır köpürdemek,
fizzle fışırdamak,
f. out k. dili fışıldamak.
iyi başlayıp i.sonradan
1. (köpürensuyagazoz,
düşmek. soda v.b.´nin
çıkardığı) fışırtılı ses, fışırtı, fışıltı. 2. canlılık.
fizzy s. karbonatlı (içecek).
fjord i. fiyort.
fl oz kıs. fluid ounce(s).
flabbergast f., k. dili çok şaşırtmak, küçük dilini yutturmak.
flabby s. 1. gevşemiş, gevşek (adale/doku). 2. cansız, güçsüz, ruhsuz,
flaccid sönük.
s., bak. flabby.
flag (down) a taxi taksi çevirmek.
flag i., bot. süsen, zambak.
flag i. büyük ve yassı kaldırım taşı. f. (--ged, --ging) bu taşlarla
flag döşemek.
i. bayrak; sancak; bandıra; flama. f. (--ged, --ging) (down)
flag bayrak/el sallayarak
f. (--ged, --ging) (birini, başlamak,
yorulmaya bir vasıtayı) durdurmak.
kuvveti kesilmek.
flagpole i. gönder, bayrak direği.
flagrant s. göze batan (kötülük/ahlaksızlık); pervasız (suç işleyen kimse).
flagrante delicto z., bak. in flagrante delicto.
flagship i. 1. amiral gemisi. 2. bir şirket grubundaki en önemli şirket: The
flagstaff Chicago
i. gönder,Hilton
bayrak is the flagship of the Hilton chain of hotels.
direği.
Şikago Hiltonu, Hilton otel zincirinin baş oteli.
flagstone i. büyük ve yassı kaldırım taşı.
flair i. 1. yetenek, kabiliyet. 2. içgüdü.
flake i. 1. ince bir tabaka halinde olan parça. 2. ince bir tabaka
flambeau halindeki
i. meşale.kar tanesi. f. (off/away) (boya tabakaları v.b.) kabarıp
dökülmek; tabaka halinde dökülmek.
flamboyant s. 1. frapan, göze çarpan (renk). 2. aşırı davranışlarından dolayı
flame göze çarpan
i. 1. alev, (kimse).
yalaz. 2. k. dili sevgili. f. alev alev yanmak.
flamethrower i. alev makinesi.
flamingo i. (çoğ. --s/--es) zool. flamingo.
flammable s. yanıcı.
Flanders i. Flandra.
flange i. flanş.
flank i. 1. böğür. 2. ask., den. yan. f., ask. 1. yandan kuşatmak. 2. yan
flank attack saldırısı
ask. yanyapmak,
saldırısı,yan
yantaarruzu yapmak.
taarruzu.
flanking action ask. yan hareketi.
flannel i. 1. flanel. 2. pazen. 3. İng. elbezi; sabun bezi, sabunluk. 4. İng.
flannelette saçma,
i. pazen.palavra.
flap i. 1. (kanat) çırpma, çırpıntı, çırpış. 2. (bayrak, yelken v.b.)
flare dalgalanma.
f. 1. parlamak, 3. alevlenmek.
(zarfa ait) kapak. 4. (kaskette)
2. parlamak, kulaklık.3.5.
ışık saçmak.
(çadıra
(etekler) ait) etek.
kabarmak. 6. (uçağın
4. 2. kanadındaki)
up(işaret
parlamak, kanatçık.
öfkelenmek. i. 7.
1. (masaya
ask.
flash f. 1. (şimşek) çakmak. vermek için) (ışıkları) yakıp
ait) kanat.
aydınlatma f. (--ped,
cephanesi. --ping)
2. 1.
den. (kuş)
işaret(kanatlarını)
fişeği. çırpmak. 2.
flash söndürmek.
i. 1. ani bir 3. büyük bir
parıldama. 2. hızla geçmek.
flaş, kısa fakat4. bir anbir
önemli içinhaber.
göstermek.
3.
(bayrak, yelken v.b.) (rüzgârda) dalgalanmak.
flash flood foto. flaş aygıtı,
aniden gelen sel. flaş. 4. cep feneri.
flash in the pan saman alevi gibi bir şey.
flash through one´s mind birden aklından geçmek.
flashback i. geriye dönüş.
flashbulb i., foto. flaş ampulü.
flashgun i., foto. flaş lambası, flaş.
flashing i. etek, yağmur sularına karşı konulan saç örtü.
flashlight i. el feneri.
flashy s. frapan, göze çarpan.
flask i. 1. cep şişesi; matara. 2. kim. balon (cam kap).
flat s. (--ter, --test) 1. düz; yassı. 2. yavan, tatsız. 3. müz. bemol. 4.
flat gazı gitmiş (meşrubat/bira/şampanya).
i. apartman dairesi, daire.
flat i. 1. düzlük, geniş düz yer. 2. müz. bemol.
flat broke k. dili meteliksiz, züğürt.
flat on one´s back yatalak.
flat rate tek fiyat.
flat tire patlak lastik.
flatcar i., d.y. açık yük vagonu.
flat-footed s. düztaban.
flatiron i. ütü.
flatten f. yassılaştırmak, yassıltmak, yassılatmak; ezmek.
flatter f. pohpohlamak, koltuklamak, samimi olmayan iltifatlarda
flatterer bulunmak.
i. pohpohçu.
flattery i. pohpohlama.
flattop i. alabros saç.
flaunt f. göz önüne sermek, sergilemek.
flautist i., müz. flütçü.
flavor i. 1. (duyum olarak) tat, lezzet. 2. lezzetli bir tat, çeşni. 3. çeşit:
flavorful Their ice cream comes in twenty flavors. Onların dondurmasının
s. lezzetli.
yirmi çeşidi var. 4. (belirli bir) nitelik. f. (bir yiyeceğe) tat
flavoring i. yemeğe tat veren şey, tatlandırıcı.
vermek için (bir şey) katmak: She flavored it with vanilla. Tat
flavour i., f., İng.,
vermek bak.
için onaflavor.
vanilya kattı.
flaw i. kusur; (kumaşta/giyside) defo.
flawed s. kusurlu; defolu.
flawless s. kusursuz; defosuz.
flax i., bot. keten.
flaxen s. sarı, lepiska.
flaxseed i. ketentohumu.
flay f. 1. (derisini) yüzmek. 2. fena halde azarlamak, haşlamak.
flea i. pire.
fleck i. 1. nokta, benek, leke. 2. çok ufak parça.
fled f., bak. flee.
fledgling i. 1. tüyleri henüz bitmiş yavru kuş. 2. k. dili acemi çaylak, bir
flee işe yeni kaçmak;
f. (fled) başlayanfirar
kimse.
etmek.
fleece i. 1. (bir koyunun üstünde biten) yünün tümü. 2. (bir koyundan
fleecy kırkılan)
s. 1. uzunyünün
tüylü tümü. f. 1. (koyunu)
yün kümelerine kırkmak.
benzeyen. 2. 2. k. dili
uzun (hile
tüylü ile)
yünle
soyup
kaplı. soğana çevirmek; kazıklamak.
fleet i. filo, donanma.
fleet s. hızlı.
fleeting s. çabuk geçen, uçup giden; geçici, fani.
Fleming i. Flaman.
Flemish i. Flamanca. s. 1. Flaman. 2. Flamanca.
flesh i. et.
flesh color ten rengi.
flew f., bak. fly.
flex f. (kası) bükmek.
flexibility i. esneklik, elastikiyet.
flexible s. esnek, elastiki.
flick i. 1. çabuk bir sallama hareketi: a flick of the fingers bir fiske. a
flick one´s fingers flick
fiskeofatmak.
the wrist çabuk ve kesik bir el sallama. 2. k. dili (sinema
salonunda gösterilen) film. f. çabuk bir sallama hareketinde
flick one´s wrist çabuk ve kesik bir şekilde elini sallamak.
bulunmak.
flicker i. 1. titreşim, titreme. 2. ufacık bir belirti: He suddenly felt a
flier flicker of hope.
i. 1. pilot. Birdenbire ufacık bir umut duydu. f. 1.
2. el ilanı.
(ışık/gölge) oynamak. 2. titreyen alevlerle/bir alevle yanmak.
flight i. 1. uçuş, uçma. 2. kaçış; firar.
flight of fancy hayal, hayal kurma.
flight of stairs 1. (bir kattan başka bir kata giden) merdiven. 2. (bir kattan
flighty merdiven sahanlığına
s. hercai; havai; kadar giden) merdiven bölümü.
kaprisli.
flimsy s. 1. dayanıksız; çürük; derme çatma. 2. uydurma olduğu belli,
flinch uyduruk, uydurmasyon.
f. (darbe yememek için) (vücudunu, vücudunun bir parçasını)
fling geri veya bir yana çekmek.
f. (flung) 1. fırlatmak, hızla atmak. 2. (kollarını) savurmak. i.
fling back open (pencereyi/kapıyı) hızla açmak.
fling o.s. into (bir işe) dört elle sarılmak, balıklama dalmak.
flint i. çakmaktaşı.
flip f. (--ped, --ping) 1. fiske atmak. 2. k. dili çıldırmak, keçileri
flip a coin kaçırmak. 3. over k. dili -e hayran olmak. s., k. dili saygısız,
yazı tura atmak.
küstah.
flip one´s lid k. dili 1. çok kızmak, tepesi atmak, küplere binmek. 2.
flip one´s lid çıldırmak, keçileri kaçırmak. 3. over -e hayran olmak.
argo çıldırmak.
flip-flop i. tokyo.
flippant s. saygısız, küstah.
flipper i. 1. (deniz kaplumbağalarında ve yüzen memelilerde) yüzgeç.
flirt 2. (yüzmek
f. (with) için kullanılan)
(erkek) (kadına) âşıkpalet.
gibi davranmak; (kadın) (erkeğe)
flit cilve yapmak.
f. (--ted, --ting)i.1.
kadınlara âşık rolü
oradan oraya yapmayı
uçmak. seven
2. -den erkek;
hızla geçmek.
erkeklere cilve yapmayı seven kadın.
float i. 1. olta mantarı. 2. şamandıra, flotör. 3. duba. f. 1. su
floating yüzünde/havada
s. su yüzünde/havada yüzmek/gitmek.
yüzen. 2. (gemiyi) yüzdürmek. 3. (bir
şeyin) su yüzünde yüzerek bir yere gitmesini sağlamak; su
floating assets tic. cari aktifler.
yüzünde götürmek; yüzdürmek. 4. hisseleri satarak (bir şirket)
floating capital tic. döner
kurmak. 5.sermaye.
(döviz kurunu) dalgalanmaya bırakmak. 6. boş verip
floating dock her
yüzerşeyi oluruna bırakmak.
havuz.
floating population gelip geçici nüfus.
flock i. sürü. f. sürü halinde toplanmak.
floe i. denizde yüzen üstü düz buz kütlesi.
flog f. (--ged, --ging) kırbaçlamak.
flood i. sel; su baskını, taşkın. f. 1. sel basmak; su basmak. 2. sel gibi
flood plain akmak. 3. oto.
coğr. taşkın (motoru) ambale etmek.
yatağı.
flood tide kabarma, met.
floodgate i. bent kapağı.
floodlight i. projektör.
floor i. 1. taş/tahta döşeme, yer, zemin. 2. (binadaki) kat. f. 1.
floor lamp taş/tahta döşemek.
ayaklı lamba, 2. vurup yere yıkmak. 3. k. dili şaşırtmak,
abajur.
küçük dilini yutturmak.
floor plan mim. kat planı.
floor show eğlence programı.
floorboard i. döşeme tahtası. f., k. dili (motorlu taşıtın) gaz pedalına sonuna
flooring kadar basmak, alabildiğine gazlamak.
i. döşemelik.
floorwalker i. büyük mağazalarda işi idare eden ve müşterilere yardımcı
floozy olmak üzere
i., k. dili dolaşan
hayat kadını,görevli.
fahişe.
flop f. (--ped, --ping) 1. çırpınmak. 2. k. dili başaramamak. 3. (bir
flophouse şeyi) birden sertçe
i. berduşların bırakıvermek.
kalabileceği i., k. dili başarısızlık,
yurt; berduşların kaldığı otel.fiyasko.
floppy s. yumuşak ve kenarları sarkık.
floppy disk bilg. disket, esnek disk.
flora çoğ. --s (flor´ız)/--e (flor´i) i. flora, bitey, bitki örtüsü.
floral s. çiçeklere ait.
florid s. 1. tumturaklı (yazı); fazla süslü. 2. kırmızı (yüz/yanak).
florist i. çiçekçi, kesme çiçek satılan dükkânı işleten kimse.
floss i. diş ipliği. f. (diş aralarını) iplikle temizlemek.
flossy s., k. dili şatafatlı.
flotation i. 1. yüzme; yüzdürme. 2. tic. (senetleri) ihraç etme.
flotsam i.
flotsam and jetsam denizde yüzen veya kıyıya vuran şeyler.
flounce f. 1. into -e bir hışımla girmek. 2. out bir hışımla çıkmak.
flounce i. fırfır, farbala.
flounder i. dilbalığı.
flounder f. 1. debelenmek, çırpınmak. 2. bata çıka ilerlemek. 3.
flour bocalamak.
i. un.
flourish f. 1. gelişmek, büyümek; ilerlemek. 2. sallamak. i. gösterişli bir
flout hareket.
f. hor görmek; reddetmek; itaat etmemek.
flow f. 1. akmak. 2. (saç) sarkmak. 3. (elbise/kumaş) (belirli bir
flower şekilde)
i. çiçek. f.dökülmek, düşmek,
çiçeklenmek, çiçekdurmak,
vermek,oturmak. i. akış.
çiçek açmak.
flower bed çiçek tarhı.
flower girl 1. çiçekçi kız. 2. nikâh töreninde çiçek taşıyan küçük kız.
flowerpot i. saksı.
flowers of sulfur kükürtçiçeği.
flower-seller i. (sokakta çiçek satan) çiçekçi.
flowery s. 1. çiçekli, çiçeği çok. 2. süslü (yazı/sözler/üslup).
flowing s. 1. akan. 2. akıcı.
flown f., bak. fly.
flu i. grip.
fluctuate f. 1. yükselip alçalmak; inip çıkmak. 2. değişmek. 3. tic.
fluctuation dalgalanmak.
i. 1. yükselip alçalma; inip çıkma. 2. değişme. 3. tic.
flue dalgalanma.
i. büyük bir baca içindeki birkaç ayrı duman yolunun her biri;
duman yolu.
fluency i. (dilde) akıcılık.
fluent s. akıcı (yazı/üslup); akıcı bir şekilde konuşan (biri).
fluently z. akıcı bir şekilde.
fluff i. (halıdan/kumaştan dökülmüş) hav. f. (tüylerini/saçını)
fluffy kabartmak.
s. tüyleri kabarık.
fluid s. akıcı; akışkan. i. sıvı; akışkan.
fluid ounce A.B.D. 29,57 cc.; İng. 28,41 cc.
fluke i. (bir) şans, şans eseri.
flung f., bak. fling.
flunk f., k. dili 1. (sınavda) çakmak; çaktırmak. 2. (sınıfta) kalmak;
flunk out (sınıfta) bırakmak.
başarısızlıktan dolayı okulu bırakmak zorunda kalmak.
flunky i. 1. birinin emirlerine koşan, uşak, piyon. 2. dalkavuk.
fluorescent s. floresan.
fluorescent light 1. floresan lamba, floresan. 2. floresan ışık.
fluoride i., kim. flüorür.
flurry i. 1. kısa süren hafif bir kar yağışı. 2. kısa süren bir
flush heyecan/telaş. 3. tic. borsada
s. 1. düz, aynı hizada olan. 2. k.kısa
dilisüren bir fiyat
üzerinde yükselişi/inişi.
bol para olan. f. 1.
flush s.o. out (av kuşunu)
birini ürkütüp
saklandığı yerdenuçurmak. 2. (yüzü) kızarmak; (yanaklarını)
çıkarmak.
kızartmak. i. (yüzde) kızartı.
flush s.t. down the toilet bir şeyi tuvalete atıp sifonu çekmek.
flush tank (tuvalete ait) rezervuar.
flush the toilet sifonu çekmek.
fluster f. (birini) heyecanlandırıp şaşırtmak. i. heyecanlı ve şaşkın bir
flute hal.
i. 1. müz. flüt, flavta. 2. mim. (sütundaki) yiv.
fluted column mim. yivli sütun.
fluting i., mim. (sütundaki) yiv/yivler.
flutter f. 1. (kanatlarını) çırpmak. 2. çırpınmak. 3. (rüzgârda) titremek
flux veya
i. akış.hafifçe dalgalanmak. 4. çabuk çabuk sallamak. 5. çırpınır
gibi düşmek. i. 1. çırpınma, çırpınış. 2. (rüzgârda) titreme veya
fly i. 1. sinek. 2. erkek pantolonunun önündeki fermuar veya
hafifçe dalgalanma.
fly düğmelerle
f. (flew, flown)açılıp kapananuçurmak.
1. uçmak; bölüm: Your fly´s open.
2. uçakla gitmek. 3. çok
Pantolonunun
çabuk gitmek. önü
4. açık. akıp gitmek. 5. (bayrak) dalgalanmak.
(zaman)
fly a kite uçurtma uçurmak.
fly at birdenbire üstüne saldırmak.
fly at s.o.´s throat birine birdenbire (sözlerle) saldırmak.
fly away uçup gitmek.
fly blind 1. kör uçmak. 2. (tecrübesizlik veya birtakım eksiklikler
fly by the seat of one´s yüzünden) sadece
(tecrübesizlik veyaiçgüdülerine dayanarak
birtakım eksiklikler idare etmek.
yüzünden) sadece
pants
fly in the face of içgüdülerine
-i hiçe saymak. dayanarak idare etmek.
fly into a rage küplere binmek, hiddetlenmek.
fly into a tantrum (hiddetten) bağırıp çağırıp tepinmeye başlamak.
fly into a temper k. dili hemen öfkelenmek.
fly low alçaktan uçmak.
fly off uçup gitmek.
fly off the handle küplere binmek, tepesi atmak, çok kızmak.
fly off the handle k. dili zıvanadan çıkmak, köpürmek, tepesi atmak.
fly swatter sineklik.
fly the coop k. dili kaçmak, sıvışmak, tüymek.
fly/go off on a tangent k. dili (önemsiz/ilgisiz bir şeye takılarak) asıl konudan
fly-by-night ayrılmak/uzaklaşmak,
s. güvenilmez. amaçtan sapmak.
flyer i., bak. flier.
flying i. 1. uçma, uçuş; uçurma. 2. havacılık; pilotaj; pilotluk. s. 1.
flying buttress uçan.
mim. 2. havacılıkla
dayanma ilgili.
kemeri.
flying saucer uçan daire.
flypaper i. sinek kâğıdı.
flyweight i., boks sinekağırlık, sineksıklet.
flywheel i. volan, düzenteker.
foal i. tay. f. tay doğurmak.
foam i. köpük. f. köpürmek.
foam at the mouth 1. ağzı köpürmek. 2. çok öfkeli olmak, köpürmek.
foam rubber sünger.
foamy s. köpüklü.
fob kıs. free on board tic. fob (gemide/trende teslim).
focal s., fiz. odaksal, mihraki.
focal point odak noktası.
focus çoğ. --es (fo´kısız)/fo.ci (fo´say) i. odak. f. (--ed/--sed, --ing/--
focus one´s attention on sing) odaklamak.
-e dikkatini çevirmek.
fodder i. (saman/ot gibi) hayvan yemi.
foe i. düşman, hasım.
foetal s., bak. fetal.
foetid s., bak. fetid.
foetus i., bak. fetus.
fog i. sis. f. (--ged, --ging) buğulanmak; buğulandırmak.
foggy s. sisli. I don´t have the foggiest idea. Hiç fikrim yok.
foghorn i. sis düdüğü.
fogy i. örümcek kafalı kimse.
foible i. zaaf, zayıf yön.
foil f. set çekmek, önlemek.
foil i. 1. alüminyum folyo, folyo. 2. (altın, kalay v.b. madenleri
foil döverek
i., eskrimoluşturulan)
flöre. varak, yaprak.
foist f. 1. on -e zorla kabul ettirmek, -in başına yıkmak: foist a job
-fold (off)
sonek onkat,
s.o.misil,
bir işikere:
birinin başınas.yıkmak.
fivefold 2. beş
beş misli, on -e kakalamak. 3.
kat.
in/into -e sokuşturmak, -e kurnazlıkla koymak.
fold f. 1. katlamak; katlanmak. 2. sarmak. 3. yavaş yavaş katmak. 4.
fold k. diliağıl.
i. 1. (işyeri) temelli
2. koyun kapanmak; iflas etmek, topu atmak. i. 1.
sürüsü.
kat, kıvrım. 2. jeol. kıvrım.
fold one´s arms kollarını kavuşturmak.
folder i. 1. dosya. 2. broşür.
folding chair katlanır iskemle.
folding door katlanır kapı; akordeon kapı, armonik kapı, körüklü kapı.
foliage i. bitki yaprakları; yeşillik.
foliage plant yapraklarının güzelliği için yetiştirilen süs bitkisi.
folk i. 1. halk. 2. çoğ. insanlar, kimseler. 3. çoğ., k. dili akrabalar,
folk dance aile,
halkana baba.
oyunu.
folk literature halk edebiyatı.
folk song halk şarkısı.
folklore i. folklor.
follow f. 1. takip etmek, izlemek. 2. anlamak, kavramak.
follow in s.o.´s footsteps bir kimsenin izinde olmak.
follow one´s nose 1. dosdoğru gitmek. 2. sezgileriyle/sezgilerine dayanarak
follow s.o.´s advice hareket etmek.dinlemek.
birinin sözünü
follow suit aynı şeyi yapmak: When Derya got herself a telephone, Hülya
follow the lead of s.o. followed suit. Derya
birinin ardından kendine telefon alınca Hülya da aynı şeyi
gitmek.
yaptı.
follow through 1. (bir işin) sonunu getirmek. 2. spor (belirli bir beden
follow through hareketini)
1. on (bir işin)sonuna
sonunukadar yapmak.2. ask. harekete geçerek
getirmek.
düşmanı sıkı bir şekilde takip etmek.
follow up (başka bir şey yaparak) (bir şeyi) tamamlamak.
follower i. taraftar, yandaş.
following i. taraftarlar, yandaşlar. s. aşağıdaki; -den sonraki. edat -den
folly sonra, -i müteakip.
i. delilik, budalalık.
foment f. 1. kışkırtmak. 2. teşvik etmek.
fomenter i. kışkırtıcı, tahrikçi.
fond s. 1. fazla müsamahakâr. 2. sevgi dolu.
fond memories güzel hatıralar.
fondle f. okşamak, sevmek.
fondly z. sevgiyle, şefkatle.
fondness i. 1. düşkünlük. 2. fazla müsamaha.
fondue i. fondü.
font i. vaftiz kurnası.
font i., matb., bilg. font.
food i. yemek, yiyecek; gıda, besin.
foodstuff i. yiyecek, gıda maddesi.
fool i. ahmak, budala, enayi, aptal.
fool f. 1. aldatmak. 2. şaka yapmak.
fool around k. dili 1. vaktini boşa geçirmek; vaktini çalışacağına eğlenmekle
fool´s gold geçirmek.
pirit. 2. with ile oynamak. 3. with bir hobi olarak (bir şey)
ile ilgilenmek.
fool´s paradise hayaller üzerine kurulmuş mutluluk.
foolhardy s. kendini/diğerlerini boş yere tehlikeye atan.
foolish s. ahmak, budala, aptal (kimse); ahmakça, budalaca, aptalca
foolishness (şey).
i. ahmaklık, budalalık, aptallık.
foolproof s. 1. sağlam ve kullanılması kolay. 2. çok sağlam, dört dörtlük,
foot mükemmel.
çoğ. feet (fit) i. 1. ayak. 2. (dağ/tepe için) dip. 3. (karyolanın)
foot ayakucu.
f. 4. fut (30,4 cm.). I wouldn´t touch that with a ten-foot
pole. Ona hiç yaklaşmam. keep one´s feet düşmemek.
foot it yaya gitmek.
foot the bill k. dili parasını vermek.
foot the bill hesabı ödemek.
football i. 1. Amerikan futbolu. 2. İng. futbol.
footboard i. (karyolanın) ayakucundaki tahta.
footbridge i. yaya köprüsü.
footed s. ayaklı: a four-footed animal dört ayaklı bir hayvan.
foothills i., çoğ. sıradağların veya bir dağın uzantısı olan tepeler.
foothold i. ayak basacak yer.
footing i. ayak basacak yer.
footlights i., tiy. ramp ışıkları.
footlocker i. küçük sandık.
footloose s. serbest, başıboş.
footnote i. dipnot. f. dipnot koymak.
footpath i. patika.
footprint i. ayak izi.
footsore s. yürümekten ayakları şişmiş/yaralanmış/ağrıyan.
footstep i. 1. adım. 2. ayak sesi. 3. ayak izi.
footway i., İng. yaya kaldırımı, kaldırım.
footwear i. ayakkabılar; ayağa giyilen şeyler.
fop i. züppe.
for edat 1. için, -e. 2. uğruna. 3. şerefine. 4. -den dolayı. 5. -e karşı.
for (all) the world bağ.
k. diliçünkü,
dünyayı zira.
verseler: She wouldn´t do that for the world.
Dünyayı verseler onu yapmaz.
for a change değişiklik olsun diye.
for a song çok ucuza, yok pahasına.
for a variety of reasons çeşitli nedenlerden dolayı.
for ages uzun bir zaman, senelerce, çoktan beri.
for all one is worth k. dili var kuvvetiyle/gücüyle: She was running for all she was
for all that worth.
her şeye Varrağmen.
kuvvetiyle koşuyordu.
for all the world like k. dili gerçekten/hakikaten ... gibi: He looks for all the world like
for appearances´ sake his grandfather.
görünüşü Tıpkı için.
kurtarmak büyükbabasına benziyor.
for aught I care ... bana ne, ... beni hiç ilgilendirmez: He can do it for aught I
for aught I know care!
benim Varsın yapsın,
bildiğime bana
göre, ne! kadarıyla: She´s still in Rome for
bildiğim
for better or for worse aught I know. Benim bildiğime göre hâlâkanca
iyi de olsa, kötü de olsa; anca beraber Roma´da.
beraber.
for certain muhakkak, kesinlikle.
for dear life k. dili vargücüyle.
for effect gösteriş için.
for ever sonsuza kadar, ebediyen.
for ever and a day k. dili ilelebet, daima.
for ever and ever ilelebet, ebediyen.
for example örneğin, mesela.
for fear of korkusundan, korkusuyla, -den korkarak.
for free k. dili bedava, parasız.
for fun 1. zevk için. 2. şakadan.
for good 1. kesinlikle, resmen. 2. sonsuza dek.
for good temelli olarak.
for good measure fazladan, ek olarak.
For goodness sake! Allah aşkına!
for heaven´s sake Allah aşkına.
For heaven´s sake! Allah aşkına!
for hire kiralık.
for instance örneğin, mesela.
for keeps her zaman için, temelli olarak, sonuna kadar.
for life ömür boyu.
for luck uğur getirsin diye.
For mercy´s sake! Aman!/Allah aşkına!
for months aylarca.
for my part kendi hesabıma, bana kalırsa.
for my part bana kalırsa, bence.
for my sake hatırım için.
for nothing 1. parasız, bedava. 2. boş yere, boşuna.
for once bir kere.
for once bir kerelik, bu sefer.
For one thing ..., and for
Sebepler sıralanırken kullanılır: I don´t want to go. For one
another ...:
for pity´s sake thing
Allah it´s too cold, and for another I´m tired. Gitmek
aşkına.
istemiyorum. Evvela dışarısı fazla soğuk, ayrıca yorgunum.
for s.o. to be impractical pratik davranmamak.
for sale satılık.
For shame! Ne ayıp!
for starters k. dili ilkin, evvela.
for sure kesin: That´s for sure! Orası kesin!
for that matter 1. ona gelince. 2. hatta.
for the asking istersen: It´s yours for the asking. Alabilirsin.: If you want to
for the birds use mysaçma.
k. dili boat on Mondays, it´s yours for the asking. Teknemi
pazartesileri kullanmak istersen alabilirsin.
for the life of me vallahi.
for the life of me hiç, ne yaptıysam.
for the love of ... ... aşkına, ... hatırı için.
for the most part genellikle.
for the most part çoğunlukla.
for the present şimdilik.
for the public weal 1. umumun refahı için. 2. kamu yararına.
for the purpose of -mek amacıyla.
for the sake of argument varsayalım ki, farz edelim ki.
for the sake of clarity anlaşılsın diye.
for the time being şimdilik.
for weeks haftalarca.
for what/whatever it´s worth k. dili işinize yarar mı, bilmiyorum: Here´s what I heard, for
for/on sale whatever
satılık. it´s worth. İşinize yarar mı, bilmiyorum, ama
duyduğum bu.
forage f. 1. karıştırarak aramak. 2. aramak; toplamak.
foray i. 1. akın, baskın. 2. dalma, girme.
forbade f., bak. forbid.
forbear f. (for.bore, for.borne) 1. (merhametten/şefkatten dolayı) (bir
forbid şeyi) yapmamak.
f. (for.bade, --den,2.--ding)
(from)yasaklamak,
kendini (bir yasak
şey yapmaktan)
etmek.
alıkoymak.
forbidden s. yasak, yasaklanmış.
forbidding s. 1. sert, haşin. 2. ürkütücü, korku veren.
forbore f., bak. forbear.
forborne f., bak. forbear.
force i. güç, kuvvet; zor.
force f. zorlamak; mecbur etmek.
force a smile zorla gülümsemek.
force majeure fors majör, zorlayıcı neden.
force s.o. at gunpoint tabancayla/tüfekle birini zorlamak.
force the door kapıyı zorlamak.
forced labor zorla çalıştırma, angarya.
forced labor angarya.
forced landing hav. mecburi iniş.
forced march ask. cebri yürüyüş.
forced sale mecburi satış.
forceful s. güçlü, kuvvetli.
forceps i., tıb. forseps.
forcible s. 1. zora dayanan. 2. güçlü, etkili.
forcibly z. zorla.
ford i. ırmakta yürüyerek geçilen sığ yer, geçit. f. sığ yerden
fore yürüyerek
s. öndeki. i.geçmek.
ön.
fore- önek ön; önceden; önceki.
forearm i., anat. önkol, kolun dirsekle bilek arasındaki bölümü.
forebear i. ata, cet.
forebode f. 1. önceden haber vermek. 2. (özellikle uğursuz bir şeyi)
foreboding önceden
i. kötü birhissetmek.
şeyin meydana geleceğini önceden hissetme, önsezi.
forecast f. (fore.cast/--ed) önceden tahmin etmek. i. tahmin.
forecastle i., den. baş kasarası.
foreclose f., huk. parayı ödemediği için ipotekli malı sahibinin elinden
forefather almak.
i. ata, cet.
forefinger i. işaret parmağı.
forefoot çoğ. fore.feet (for´fit) i. ön ayak.
forefront i. en öndeki yer; ön plan.
foregone s.
foregone conclusion önceden belli olan sonuç.
foreground i. ön plan.
forehand i., tenis sağ vuruş. s. sağ vuruşla yapılan.
forehead i. alın.
foreign s. yabancı, ecnebi; dış.
Foreign Affairs Dışişleri.
foreign affairs dışişleri.
foreign exchange döviz.
foreign exchange döviz.
foreign minister dışişleri bakanı.
foreign parts yabancı/dış ülkeler.
foreign trade dış ticaret.
foreigner i. yabancı, ecnebi.
foreknowledge i. önceden bilme.
forelady i. işçibaşı kadın.
foreleg i. (hayvanlarda) ön ayak.
foreman çoğ. fore.men (for´mîn) i. 1. işçibaşı; ustabaşı. 2. huk. jüri
foremost başkanı.
s. başta gelen, en öndeki. z. başta.
forename i. ilk isim; küçük isim.
forensic s. 1. mahkemeye ait. 2. münazaraya ait, hitabetle ilgili.
forensic medicine adli tıp.
forensics i. münazara sanatı.
foreplay i. cinsel ilişkiden önce oynaşma, peşrev, ön oyun.
forerunner i. 1. haberci; önden gelen. 2. selef, öncel.
foresee f. (fore.saw, --n) önceden görmek, önceden sezmek.
foreshadow f. (birinin/bir şeyin) habercisi olmak.
foresight i. öngörü, ileri görüş; basiret, sağgörü.
foreskin i., anat. sünnet derisi.
forest i. orman. f. ağaç dikip orman haline getirmek, ağaçlandırmak,
forest ranger ormanlaştırmak.
devlet ormanlarında görevli ormancı.
forestall f. erken davranıp önlemek.
forester i. orman mühendisi, ormancı.
forestry i. orman mühendisliği, ormancılık.
foretaste i. önceden alınan tat.
foretell f. (fore.told) önceden haber vermek; kehanette bulunmak.
forethought i. önceden düşünme.
forever z. 1. sonsuza kadar, ebediyen. 2. hep, durmadan.
forewarn f. önceden uyarmak/ikaz etmek.
forewoman çoğ. fore.wom.en (for´wîmîn) i. 1. işçibaşı kadın, işçibaşı. 2. huk.
foreword kadın
i. önsöz.jüri başkanı.
forfeit i. ceza, bedel. f. ceza olarak kaybetmek.
forgave f., bak. forgive.
forge i. demirci ocağı, demirhane. f. 1. demiri ocakta kızdırıp işlemek,
forge dövmek.
f. 2. oluşturmak, yapmak. 3. sahtesini yapmak.
forge ahead 1. hızla ilerlemek. 2. öne geçmek.
forger i. 1. bir şeyin sahtesini yapıp orijinal olduğunu ileri süren kimse.
forgery 2. sahtekâr;
i. 1. bir şeyinkalpazan.
sahtesini yapıp orijinal olduğunu ileri sürme. 2.
sahtekârlık; kalpazanlık. 3. sahte şey.
forget f. (for.got, for.got.ten, --ting) unutmak.
forgetful s. unutkan.
forgetfulness i. unutkanlık.
forget-me-not i., bot. unutmabeni.
forgive f. (for.gave, --n) affetmek, bağışlamak.
forgiven f., bak. forgive.
forgivingness i. bağışlama, af.
forgo f. (for.went, for.gone) vazgeçmek, bırakmak.
forgone f., bak. forgo.
forgot f., bak. forget.
forgotten f., bak. forget.
fork i. 1. çatal. 2. bahç. bel. 3. yolun/nehrin çatallaşan yer veya kolu,
forked çatal. f. 1. çatallaşmak. 2. bahç. bellemek.
s. çatallı.
forklift i. forklift.
forlorn s. 1. yalnız, ümitsiz ve üzgün. 2. terkedilmiş ve harap.
form i. 1. şekil, biçim. 2. spor form. 3. form, doldurulmak üzere
form a government hazırlanmış
hükümet kurmak.basılı belge. 4. İng. (okullarda) sınıf. f. 1. şekil
vermek, biçim vermek, biçimlendirmek. 2. oluşturmak, teşkil
form a habit alışkanlık edinmek, âdet edinmek.
etmek; oluşmak. 3. düzenlemek, tertip etmek, kurmak: That
form a line sıra
partyolmak, sıraya to
was unable girmek.
form a government. O parti hükümet
form a single file kuramadı. 4. yapmak:
tek sıra olmak, birbiri He formed
ardınca those boys into soldiers. O
sıralanmak.
form an opinion çocukları alıp
fikir edinmek. birer asker yaptı. Form the dough into little balls.
Bu hamurdan ufak topaklar yap. How do you form the plural of
formal s.
this1.noun?
resmi.Bu 2. ismin
biçimsel.
çoğulu nasıl yapılır?
formalise f., İng., bak. formalize.
formality i. 1. resmiyet. 2. formalite.
formalize f. 1. resmileştirmek, resmiyete dökmek. 2. biçimlendirmek,
format biçim/şekil vermek.
i., bilg. biçim, format. f. (--ed/--ted, --ing/--ting) bilg. biçimlemek,
formated diskette format
formatlı disket.formatlamak.
etmek,
formation i. 1. oluşma; oluşturma, teşkil. 2. şekil verme, biçim verme,
formative biçimlendirme.
s. şekil veren, biçim3. ask. düzen.
veren, biçimlendiren.
former s. 1. eski, önceki. 2. the birinci, ilk, ilk söylenen.
formerly z. eskiden.
formidable s. zor, güç, müşkül; aşılması zor.
Formosa i. Formoza.
Formosan i. Formozalı. s. 1. Formoza, Formoza´ya özgü. 2. Formozalı.
formula çoğ. --s (fôr´myılız)/--e (fôr´myıli) i. 1. reçete. 2. mat., kim.
formulate formül.
f. kesin ve açık olarak belirtmek.
fornicate f. evlilik dışı cinsel ilişkide bulunmak, zina etmek.
forsake f. (for.sook, for.sak.en) 1. vazgeçmek. 2. yüzüstü bırakmak,
forsaken terketmek.
f., bak. forsake.
forsook f., bak. forsake.
forswear f. (for.swore, for.sworn) bırakmak için yemin etmek, tövbe
forswore etmek.
f., bak. forswear.
forsworn f., bak. forswear.
fort i. kale, hisar.
forte i. birinin en iyi yaptığı iş; birinin asıl uzmanlık alanı.
forth z. ileri, dışarı, dışarıya doğru.
forthcoming s. gelecek, önümüzdeki.
forthright s. 1. açıksözlü. 2. içten, samimi. 3. doğrudan.
forthwith z. hemen, derhal.
fortieth s., i. 1. kırkıncı. 2. kırkta bir.
fortification i., ask. 1. tahkimat. 2. tahkimat yapma.
fortify f. 1. -de tahkimat yapmak. 2. -e moral vermek.
fortitude i. metanet.
fortnight i. iki hafta, on beş gün.
fortress i. büyük kale, büyük hisar.
fortuitous s. rastlantı sonucu olan, tesadüfi.
fortunate s. şanslı, talihli.
fortunately z. iyi ki, çok şükür, Allahtan, bereket versin.
fortune i. 1. kısmet, kader; şans, talih. 2. servet.
fortuneteller i. falcı.
forty s. kırk. i. kırk, kırk rakamı (40, XL).
forty winks kısa süren uyku, şekerleme.
forum çoğ. --s (for´ımz)/fo.ra (for´ı) i. forum.
forward f. 1. ilerletmek. 2. göndermek, sevketmek, yeni adrese
forward göndermek.
s. 1. ileride olan, öndeki, ön; ileri. 2. küstah, şımarık. i., futbol
forward forvet.
z. ileri doğru, ileri.
forwarding agent nakliye acentesi.
forwards z., bak. forward.
forwent f., bak. forgo.
fossil i. fosil, taşıl.
fossilise f., İng., bak. fossilize.
fossilize f. fosilleşmek, taşıllaşmak; fosilleştirmek, taşıllaştırmak.
foster f. beslemek, büyütmek, bakmak.
foster child evlatlık.
foster parents evlatlığa bakan ana baba.
fought f., bak. fight.
foul s. 1. kirli, pis. 2. iğrenç, tiksindirici. 3. kötü, fena. 4. birbirine
foul karışmış (ipler, pisletmek.
f. 1. kirletmek, zincirler v.b.). i., karışmak.
2. ile spor faul. 3. spor faul yapmak.
foul play cinayet, suikast.
foulmouthed s. ağzı bozuk, küfürbaz.
found f., bak. find.
found f. kurmak.
found f. kalıba dökmek.
foundation i. 1. kurma, tesis etme. 2. temel. 3. temel, esas. 4. kurum, vakıf.
founder 5. fondöten.
i. kurucu.
founder i. dökümcü, dökmeci.
foundling i. buluntu, terkedilip sokakta veya başka bir yerde bulunan
foundry bebek.
i. dökümhane.
fount i. pınar, kaynak, çeşme.
fountain i. 1. fıskıye. 2. çeşme.
fountain pen dolmakalem.
fountain pen dolmakalem, stilo.
fountainhead i. 1. pınar başı, kaynak, memba. 2. asıl kaynak.
four s. dört. i. dört, dört rakamı (4, IV).
four corners of the earth dünyanın dört bucağı.
foursquare s. cesur, güvenilir ve inançlı.
fourteen s. on dört. i. on dört, on dört rakamı (14, XIV).
fourth s., i. 1. dördüncü. 2. dörtte bir.
fowl i. (çoğ. fowl/--s) 1. kuş; kümes hayvanı. 2. tavuk/hindi/ördek eti.
fowling piece av tüfeği.
fox i. 1. tilki. 2. tilki kürkü. 3. kurnaz kimse, tilki. f. aldatmak.
foxglove i., bot. yüksükotu.
foxy s. tilki gibi, kurnaz.
foyer i. fuaye.
fracas i. arbede; gürültülü kavga; dalaş.
fraction i. 1. mat. kesir. 2. (bir şeyden) küçük bir parça.
fractious s. huysuz, aksi.
fracture i. 1. kırma; kırılma. 2. kırık, bir şeyin kırılan yeri.
fragile s. kolay kırılan, kırılgan.
fragility i. 1. kolay kırılma, kırılganlık. 2. naziklik.
fragment i. kırık parça, kırık.
fragrance i. güzel koku.
fragrant s. güzel kokulu, mis kokulu.
frail s. 1. ince ve zayıf nahif; ince ve güçsüz; hafif ve kırılgan. 2. zayıf
frailty (umut,
i. 1. inceşans v.b.).nahif olma; ince ve güçsüz olma; hafif ve
ve zayıf
frame kırılgan olma. 2. (umut,
f. 1. tasarlamak; şans v.b.´nde)
düzenlemek, zayıflık.
tertip etmek, 3. zaaf,
yapmak. 2. irade
zayıflığı.
çerçevelemek; çerçeveletmek. 3.ait) argo suçu (aslında suçsuz olan
frame i. 1. çerçeve; (pencereye/kapıya kasa; telaro. 2. (binaya ait)
birine)
iskelet, yıkmak.
karkas. 3. (vücuda
frame of mind (ruhi) hal, durum: I left himait)
in abünye, yapı.
cheerful 4. (otomobil,
frame of mind. Onu
kamyon
neşeli v.b.´nde) şasi. 5. sin. kare, resim.
frame-up i., argobir halde
suçu bıraktım.
(aslında suçsuz olan birine) yıkma, kumpas kurma,
framework kumpas, tuzak.
i. (binaya ait) iskelet, karkas.
framing i. (binaya ait) iskelet, karkas.
franc i. (Fransa, Belçika, İsviçre para birimi) frank.
France i. Fransa.
franchise i. 1. the oy hakkı. 2. (şirketin bayie tanıdığı) imtiyaz.
frank s. açıksözlü; açıkyürekli, açıkkalpli; düşüncelerini/duygularını
frank açıkça
f. (posta gösteren;
pulunu) içten, samimi. (zarfın üstüne) posta damgasını
damgalamak;
frank veya posta
i., k. dili, ücretinin
bak. ödenmiş olduğunu gösteren bir işareti
frankfurter.
basmak.
frankfurter i. bir çeşit sosis.
frankly z. açıkça.
frankness i. açıksözlülük.
frantic s. 1. çılgına dönmüş. 2. çok acele ve telaşlı; çılgın.
fraternal s. 1. kardeşçe. 2. kardeşlere özgü.
fraternise f., İng., bak. fraternize.
fraternity i. 1. kardeşlik. 2. erkek üniversite öğrencilerine ait birlik.
fraternize f. arkadaşlık etmek: Officers are forbidden to fraternize with
fraud enlisted men. Subayların
i. 1. dolandırıcılık, eratlahile,
sahtekârlık, arkadaşlık
aldatma,etmesi yasak.
desise. 2.
fraudulent dolandırıcı,
s. hileli. sahtekâr, hileci.
fraudulent bankruptcy hileli iflas.
fraudulent bankruptcy huk. hileli iflas.
fraudulent transaction huk. hileli muamele.
fraught s. (ile) dolu: a journey fraught with danger tehlike dolu bir
fray seyahat.
i. 1. arbede, boğuşma; dövüşme, savaşma. 2. münakaşa;
fray atışma.
f. (kumaşı/ipi) yıpratmak; yıpranmak; saçaklanmak.
frazzle i.
freak i. 1. hilkat garibesi. 2. garabet; garip bir olay. 3. argo hastası,
freckle delisi:
i. çil. a soccer freak futbol hastası. f. out argo 1. çılgına
döndürmek; çılgına dönmek. 2. küplere bindirmek; küplere
freckled s. çilli.
binmek.
free s. 1. özgür, hür; serbest. 2. bedava, parasız. 3. meşgul olmayan,
free boş. 4. laubali,
f. 1. serbest saygısız.azat
bırakmak, z. bedava,
etmek. parasız.
2. kurtarmak.
free and easy 1. rahat, sert olmayan; teklifsiz. 2. serbest, hafifmeşrep (kadın);
mezhebi geniş. 3. çok hoşgörülü, çok toleranslı.
free enterprise ekon. özel girişim, hür teşebbüs.
free from -siz: free from error hatasız. free from pain ağrısız.
free kick spor frikik, serbest vuruş.
free kick frikik, serbest vuruş.
free of -den muaf: free of tax vergiden muaf.
free of charge bedava.
free on board tic. nakliyecinin aracına ücretsiz teslim, fob.
free pass parasız giriş kartı.
free port serbest liman, açık liman.
free will fels. hür irade.
free will fels. hür irade.
free zone tic. serbest bölge.
freedman çoğ. freed.men (frid´men) i. kölelikten azat edilmiş kimse,
freedom azatlı.
i. özgürlük, hürriyet; serbestlik.
freedom of the press basın özgürlüğü.
freeholder i., İng. tapu sahibi, mülk sahibi.
free-lance s. serbest çalışan (gazeteci/yazar/fotoğrafçı). f.
freeload (gazeteci/yazar/fotoğrafçı)
f., k. dili otlamak, otlakçılık serbest
etmek. çalışmak.
freeloader i., k. dili bedavacı kimse, otlakçı kimse.
freely z. serbestçe.
freemason i. mason, farmason.
freesia i., bot. frezya.
freestyle s.
freestyle swimming serbest yüzme.
freestyle wrestling serbest güreş.
freeway i. otoyol, çevre yolu.
freewheel f. 1. arka tekerleği zincirden güç almadan serbest dönen
freeze bisikletle gitmek; 1.
f. (froze, fro.zen) pedal çevirmeden
donmak; gitmek.
buz tutmak, buz2.bağlamak;
etrafa
aldırmadan
dondurmak. hareket etmek;
2. çok üşümek, çok serbest veya teklifsiz
donmak: I´m freezing! Donuyorum!
freeze one´s blood kanını dondurmak, çok korkutmak.
davranmak.
i. donma. 3. sorumsuzca yaşamak.
freeze over üstü buz tutmak.
freeze-dry f. dondurarak kurutmak.
freezer i. dipfriz; (buzdolabının içindeki) buzluk.
freezing s. dondurucu; çok soğuk.
freezing compartment (buzdolabının içindeki) buzluk.
freezing point donma noktası.
freight i. 1. taşıma ücreti, nakliye; navlun. 2. ücretle taşınan mal;
freight car navlun.
yük vagonu.
freight train marşandiz, yük treni.
freighter i. şilep.
French i. Fransızca. s. 1. Fransız. 2. Fransızca.
French doors camlı ve çift kanatlı kapının kanatları.
French fried yağda kızartılmış.
French fries kızarmış patates, patates tava.
French Guiana Fransız Guyanası.
French horn müz. korno, Fransız kornosu.
French toast yumurtaya batırılıp tavada kızartılmış ekmek.
French windows (balkon, teras veya bahçeye açılan) camlı ve çift kanatlı kapının
Frenchman kanatları.
çoğ. French.men (frenç´mîn) i. Fransız erkek, Fransız.
Frenchwoman çoğ. French.wom.en (frenç´wîmîn) i. Fransız kadın, Fransız.
frenetic s. 1. telaşlı, çok heyecanlı. 2. çılgın (bir olay).
frenzied s. çılgın.
frenzy i. çılgın bir hal; çılgınlık.
frequency i. 1. sık sık tekrarlanma; sıklık. 2. fiz. frekans.
frequent s. sık sık tekrarlanan.
frequent f. (bir yere) sık sık gitmek.
frequently z. sık sık.
fresco i. fresk.
fresh s. 1. taze. 2. yeni; yeni yapılmış; yeniden yapılan. 3. zinde;
fresh air canlı. 4. taze (hava). 5. k. dili fazla samimi davranan, sulu, cıvık.
taze hava.
freshen f. (rüzgâr) kuvvetlenmek, artmak.
freshen up 1. yüzünü yıkayıp kendine bir çekidüzen vermek. 2. (bir yeri)
freshman daha güzel ve daha
çoğ. fresh.men çekici i.bir
(freş´mîn) hale sokmak.
(kolejde/üniversitede) birinci sınıf
freshwater öğrencisi.
s. tatlı suya ait, tatlı su.
fret i. 1. müz. (telli çalgıların sapı üzerindeki) perde. 2. mim. fret,
fret sapak.
f. (--ted,f. --ting)
(--ted, 1.
--ting)
(küçük mim. fretlemek.
şeyler için) endişe etmek;
fretful endişelendirmek, endişeye
s. sinirli, huysuz, aksi, ters. düşürmek. 2. (küçük şeyler
yüzünden) sinirlenmek, kızmak, sıkılmak; sinirlendirmek,
fretsaw i. kıl testere.
kızdırmak, sıkmak. 3. yıpratmak; aşındırmak; çürütmek. 4.
fretwork i., mim. fretler, sapaklar, fretleme işi, fretaj.
dalgalandırmak.
Fri kıs. Friday.
friar i., Hrist. (erkeklere özgü bazı dini tarikatlarda) frer, rahip.
friction i. 1. sürtünme; sürtünüm. 2. tıb. friksiyon, ovma, ovuşturma. 3.
friction tape anlaşmazlık,
elek. izole bant. uyuşmazlık, sürtüşme, ihtilaf.
Friday i. cuma.
fridge i., k. dili buzdolabı.
fried s. yağda pişirilmiş, kızartılmış.
fried egg sahanda yumurta.
friend i. arkadaş; ahbap; dost.
friendly s. 1. cana yakın, sıcakkanlı, kanı sıcak. 2. arkadaşça; dostça.
friendship i. arkadaşlık; ahbaplık; dostluk.
frier i., bak. fryer.
frieze i., mim. efriz, friz.
frigate i., den. firkateyn.
fright i. korku, dehşet.
frighten
frighten s.o. out of his/her f. korkutmak.
wits/frighten the wits out of birinin ödünü koparmak/patlatmak.
s.o.
frightening s. korkutucu.
frightful s. korkunç, müthiş.
frightfully z. 1. korkunç bir şekilde. 2. k. dili çok.
frigid s. 1. çok soğuk, buz gibi. 2. soğuk, cana yakın olmayan, içten
frigidaire olmayan.
i. buzdolabı, 3. tıb. frijit, soğuk.
frijider.
frill i. fırfır, farbala.
fringe i. 1. saçak, püsküllü saçak. 2. perçem, kâkül. 3. kenar. f. saçak
fringe benefit takmak.
(sosyal sigorta, emeklilik sigortası gibi) işçiye ücreti dışında
fringe benefits sağlanan
maaş dışında herhangi
verilen birhaklar.
şey.
frisk f. 1. (mutlu bir şekilde) sıçrayıp oynamak. 2. (birinin) üstünü
frisky aramak.
s. oynak, yerinde duramayan.
fritter i. gözlemeye benzer bir çeşit börek.
fritter f. away azar azar çarçur etmek, parça parça harcamak.
frivolity i. 1. havailik, delişmenlik. 2. ciddiyetten yoksun hareket/söz. 3.
frivolous eğlence.
s. 1. ciddi olmayan, önemsiz, boş, saçma. 2. havai (kimse);
hoppa (kadın).
frizzle f. 1. cızırdamak. 2. cızırdatarak kızartmak.
frizzly s., bak. frizzy.
frizzy s. kıvırcık, kıvır kıvır (saç).
fro z.
frock i. kadın elbisesi, rop.
frock coat redingot.
frog i. kurbağa.
frogman çoğ. frog.men (frag´men) i. kurbağa adam.
frolic i. eğlence. f. (--ked, --king) 1. gülüp geçmek. 2. sıçrayıp
frolicsome oynamak.
s. şen, neşeli.
from edat 1. (bir yer)den, (bir başlangıç noktasın)dan: He´s from
from a distance Manisa.
uzaktan.O Manisalı. He jumped from the branch. Daldan atladı.
Her ranking rose from twelfth to first. O, on ikinci sıradan birinci
from afar uzaktan.
sıraya yükseldi. 2. itibaren: from the first of January 1 Ocak´tan
from beginning to end baştan sona
itibaren. kadar. gösterir: It´s ten kilometers from here.
3. Uzaklığı
from day to day Buradan
günden güne.on kilometre uzak. 4. Bir şeyi yapan kişiyi veya bir
from end to end şeyin kaynağını
bir uçtan bir uca. gösterir: It´s from Nedret. Nedret´tendir. 5.
Ortalamada kullanılır: from twenty to twenty-five people yirmi,
from head to foot tepeden
yirmi beş tırnağa (kadar),
kişi arasında. 6. baştan
Ürününaşağı.
yapıldığı malzemeyi gösterir:
from mouth to mouth dilden dile, ağızdan ağıza.
This statue´s made from human teeth. Bu heykel insan
from pillar to post dişlerinden
1. bir güçlüktenyapılmış.
diğer7.birBirgüçlüğe.
şeyin sebebini
2. kapı gösterir: He died from
kapı (dolaşma).
its side effects. Yan etkileri yüzünden öldü. 8. Bir farkı gösterir:
from the first baştan itibaren.
From the sound of it things He can´t tell black from white. Akla karayı birbirinden ayıramaz.
k. dili Anladığım kadarıyla durum vahim.
are pretty bad.
from the word go k. dili ta başından beri.
from time to time zaman zaman, arada sırada.
from top to bottom baştan başa.
from top to toe tepeden tırnağa, baştan ayağa, baştan aşağı, bütünüyle.
from top to toe tepeden tırnağa.
from within içten; içinden; içeriden: We´ll take the city from within. Şehri
front içten fethedeceğiz.
i. 1. ön; ön cephe; ön edat 1. (belirli
taraf. bir zaman)
2. (savaşta) cephe. içinde: They´ll
3. (havaya be
ait)
here
cephe. within an
4. (göl, hour. Bir
denizhattı, saat
v.b.´ne içinde burada olacaklar. 2. (belirli
front line ask. cephe, cephe ileriait)
hat.kıyı, kenar. s. ön, öndeki. f. on
bir mesafe) yakınlıkta, içinde: We´re within a kilometer of the
-e bakmak.
front page gazet.Nehre
river. baş sayfa. front-wheel
bir kilometre drive oto.3.
yakınlıktayız. önden çekişli:
(belirli This car
sınırlar/belirli
front sight ´s
bir got front-wheel
bünye)arpacık.
(tüfekte) drive. Bu araba önden çekişli.
içinde: You have to work within these conditions. Bu
frontage şartlar içinde
i. binanın cephesi;çalışmaya
arsanın mecbursun. They don´t live within
sokağa/denize/göle/nehre bakantheir
income.
tarafı. Gelirleriyle orantılı bir şekilde yaşamıyorlar. It´s like an
frontal s. 1. ön,within
empire öne ait.an2. cepheye
empire. ait, cephe. içinde
İmparatorluk 3. direkt. 4. alna ait.
bir imparatorluğa
frontal attack cephe taarruzu.
benziyor.
frontier i. hudut, sınır; hudut bölgesi.
frontispiece i. kitabın başındaki resimli/süslü sayfa.
frost i. ayaz, don, kırağı. f. 1. kırağı düşmek. 2. (keki) şekerli bir
frost line karışımla
yeraltı don kaplamak.
seviyesi.
frostbite i. (bir uzuv) soğuktan yanma; soğuktan donma.
frostbitten s. soğuktan yanmış (uzuv); soğuktan donmuş.
frosted s. 1. kırağılı. 2. şekerli bir karışımla kaplı (kek).
frosted glass buzlucam.
frosting i. keklerin üzerine konulan şekerli karışım.
frosty s. 1. dona çekmiş (hava). 2. kırağılı. 3. soğuk (tavır, cevap v.b.).
froth i. köpükçük kümesi, köpükçükler. f. köpükçükler çıkmak/akmak.
frothy s. üstü köpükçüklerle kaplı.
froufrou i. 1. (eteklerin çıkardığı) hışırtılı ses, hışırtı. 2. (fırfır, tül veya
frown aksesuarlardan
f. kaşlarını çatmak. oluşan)
i. kaşaşırı süs. 3. (evin iç dekorasyonunda)
çatma.
ufak süslerin oluşturduğu aşırılık.
frown on -i uygun görmemek.
froze f., bak. freeze.
frozen f., bak. freeze. s. donmuş.
frozen food dondurulmuş yiyecek.
frozen prices dondurulmuş fiyatlar.
frugal s. 1. tutumlu. 2. küçük, sade ve ucuz.
frugality i. tutumluluk.
fruit i. 1. meyve. 2. sonuç, netice. f. meyve vermek.
fruiterer i., İng. manav.
fruitful s. verimli.
fruitfulness i. verimlilik.
fruition i. gerçekleşme.
fruitless s. faydasız, nafile.
fruity s. 1. meyvemsi. 2. fazla nağmeli (insan sesi).
frump i. kılıksız kadın, demode giyimli kadın.
frumpish s., bak. frumpy.
frumpy s. demode giyimli, gösterişsiz.
frustrate f. 1. engellemek; kösteklemek, ket vurmak; set çekmek. 2.
frustrated hüsrana uğratmak.kösteklenmiş, ket vurulmuş; set çekilmiş. 2.
s. 1. engellenmiş;
frustrating hüsran
s. dolu; ümitleri
sinir bozucu, moral suya düşmüş,
bozucu: istekleri
This work gerçekleşmemiş.
is very frustrating. Bu3.
hüsranı
çok siniryansıtan;
bir iş. hüsrandan ileri gelen.
frustration i. 1. engellenme; kösteklenme; set çekilme. 2. hüsran.
fry i.
fry f. tavada kızartmak/kızarmak.
fryer i. piliç.
frying pan tava.
ft kıs. foot, feet.
fuchsia i., bot. küpeçiçeği.
fuck f., kaba sikmek, düzmek.
fuck i., kaba sikişme, düzüşme.
fuck about/around 1. vakit geçirmek/öldürmek. 2. şakalaşmak.
fuck all İng. hiçbir şey.
Fuck off! Siktir git!
fuck s.o. over birini sikmek/düzmek, birine çok aşağılık bir şey/bir kahpelik/bir
fuck s.t. up puştluk
bir şeyin yapmak.
içine etmek, bir şeyin içine sıçmak, bir şeyi berbat
fuck up etmek.
işin içine etmek, işi berbat etmek.
Fuck you!/Get fucked! Siktir git!
Fuck! ünlem Allah kahretsin!
fucked-up s., kaba 1. kafayı yemiş; kafayı üşütmüş; bayağı
fucker problemli/kompleksli.
i., kaba herif. 2. berbat, rezil; kokuşmuş; yozlaşmış.
fucking s., kaba 1. Vurgulamak için kullanılır: You´re a fucking idiot!
Fucking hell! Tam
Allahbir dangalaksın! 2. kahrolası.
kahretsin!
fuckup i., kaba tam bir fiyasko.
fud i., k. dili aşırı titiz ve örümcek kafalı kimse.
fuddy-duddy i., k. dili aşırı titiz ve örümcek kafalı kimse. s. aşırı titiz ve
fudge örümcek
i. yumuşak kafalı.
ve çikolatalı şekerleme. f. 1. biraz uydurmak; ufak
fuel çapta
i. yakıt.birf. yalan söylemek;
(--ed/--led, ufak bir
--ing/--ling) 1.hile yapmak.
yakmak, 2. kesin bir tavır
yanmasını
almamak. 3.
sağlamak; -den kaçınmak.
çalıştırmak. 2. up 4. sözünü
yakıt tutmamak.
almak.
fuel gauge mak. akaryakıt göstergesi.
fuel oil fuel-oil, yağyakıt.
fuel pump yakıt pompası.
fuel tank yakıt deposu.
fugitive s. kaçak, kaçan, firari. i. firari, kaçak.
fugue i., müz. füg.
fulfil f., İng., bak. fulfill.
fulfill f. 1. yerine getirmek, yapmak: fulfill an obligation bir görevi
fulfilling yerine
s. getirmek.
tatmin 2. (insan)Do
edici, doyurucu: içindeki potansiyelini
you find kendini tatmin
your work fulfilling? İşin
edecek
seni bir şekilde
tatmin ediyor kullanmak.
mu?
fulfillment i. 1. yerine getirme, yapma. 2. içindeki potansiyelini iyi
fulfilment kullanmaktan doğan memnuniyet.
i., İng., bak. fulfillment.
fuliginous s. 1. isli; is dolu. 2. is renginde, is renkli.
full s. 1. (of) (ile) dolu: The glass was full. Bardak doluydu. The glass
full dress was
çok full of water.
resmi Bardakgiyilen
toplantılarda suyla doluydu.
elbise. 2. tam: full member
tam üye. a full hour tam bir saat. 3. doymuş, karnı tok. 4. bol
full fare tam bilet.
(giysi). 5. dolgun.
full general orgeneral.
full measure tam ölçü.
full membership tam üyelik.
full moon dolunay.
full speed tam sürat.
full stop İng. nokta.
full stop İng. nokta (noktalama işareti).
full to overflowing/full to the
ağzına kadar dolu, dopdolu.
brim
fullback i., futbol bek.
full-blooded s. 1. safkan. 2. tam bir, gerçek bir.
full-blown s. tamamen açmış; tam gelişmiş.
full-fledged s. tam, gerçek, ehliyetli.
full-grown s. tamamıyla büyümüş; yetişkin.
full-length s. tam boy (portre).
full-time s. fultaym, tamgün.
full-time job tamgün bir çalışma gerektiren iş.
fully z. tamamen, tamamıyla.
fulminate f. (against) (-e) ateş püskürmek.
fumble f. 1. el yordamıyla aramak, yoklamak. 2. (oyunda) topu
fume düşürmek. i. topu 2.
f. 1. öfkeli olmak. düşürme.
pis kokulu gazları yaymak.
fumes i., çoğ. pis kokulu gazlar.
fumigate f. buharla dezenfekte etmek.
fun i. eğlence, zevk. f. (--ned, --ning) k. dili şaka etmek.
fun fair İng. lunapark.
function i. 1. iş, görev, vazife, işlev, fonksiyon. 2. tören, merasim. 3. mat.
functional fonksiyon,
s. işlevsel, işlev. f. işlemek, çalışmak.
fonksiyonel.
functionary i. memur, görevli.
functioning s. faal, işler durumda.
fund i. 1. fon. 2. çoğ. para. 3. çoğ. fonlar. f. (bir iş/kimse için) para
fundamental sağlamak.
s. temel, esaslı, asıl. i. esas, temel.
fundamentally z. temelde, özünde.
funeral i. cenaze töreni.
funeral march cenaze marşı.
funereal s. kasvetli; cenaze törenine yakışan.
fungicide i. mantar öldürücü ilaç.
fungus çoğ. fun.gi (f^n´cay, f^ng´gay)/--es (f^ng´gısız) i., bot. mantar
funicular veya mantar türünden bitki.
i. füniküler.
funnel i. 1. huni. 2. (vapurda) baca.
funnies i., çoğ.
funny s. 1. komik, güldürücü, eğlendirici. 2. tuhaf, garip, acayip. 3.
funny bone şüpheli, şüphe bir
anat. dirsekte uyandıran.
şeye çarpınca kolun karıncalanmasına sebep
olan sinirin geçtiği yer.
funny business yalan dolan, hilecilik, düzenbazlık.
funny paper (gazetede) bant-karikatürlerin bulunduğu sayfa.
fur i. 1. kürk. 2. kürklü giysi, kürk. 3. (bazı yumuşak tüylü
furbish hayvanlara
f. 1. parlatmak.ait) tüyler: the cat´s fur kedinin tüyleri. 4.
2. yenileştirmek.
(çaydanlıkta/borularda oluşan) kireç.
furious s. 1. çok öfkeli, küplere binmiş, gözü dönmüş. 2. şiddetli, sert.
furl f. (yelken/bayrak) sarmak.
furlough i. izin, vazifeden izinle ayrılma.
furnace i. büyük ocak, kalorifer ocağı; (demirhanede) ocak.
furnish f. 1. döşemek; donatmak. 2. sağlamak.
furnished s. 1. möbleli, mobilyalı. 2. with ile döşeli.
furnishings i. mefruşat.
furniture i. mobilya, möble.
furrier i. kürkçü.
furrow i. 1. sabanın açtığı iz. 2. kırışık. f. 1. saban izi yapmak. 2.
furry kırıştırmak.
s. tüyleri kabarık, tüylü.
further s. 1. ötedeki, uzaktaki, daha uzak. 2. ilave olunan. (Further
furtherance çoğunlukla
i. ilerlemesini miktar ve derece, farther ise mesafe için kullanılır.)
sağlama.
z. 1. daha öteye; daha ötede. 2. bundan başka, ayrıca. f.
furthermore z. bundan başka, ayrıca.
ilerlemesini sağlamak.
furthermost s. en ötedeki.
furthest s. en çok, en uzak.
furtive s. gizli, sinsi.
fury i. 1. büyük öfke, gazap. 2. şiddet.
fuse f. eritmek; erimek; eriyip birbiriyle kaynaşmak.
fuse i. 1. elek. sigorta. 2. fitil.
fuselage i. uçak gövdesi.
fusion i. 1. eritme; erime; eriyip kaynaşma. 2. fiz. füzyon.
fuss i. 1. gereksiz telaş/heyecan/öfke. 2. yaygara. f. ufak meseleleri
fussy sorun yapmak;
s. kılı kırk yaran,ufak
çokşeyler
titiz. yüzünden telaşa düşmek.
fusty s. 1. küf kokan. 2. eski, demode, küflenmiş, küflü.
futile s. boş, nafile, abes.
futility i. boşuna olma, abes olma.
future s. gelecek, müstakbel. i. gelecek, istikbal.
fuze i. (top mermisine ait) tapa.
fuzz i. 1. hav. 2. ince tüyler, ayva tüyü. 3. kıvırcık saç. 4. argo polis.
fuzzy f.
s. havlanmak.
1. ince tüylerle kaplı. 2. çok tüylü (köpek v.b.). 3. hatları
G, g belirsiz, flu. 4.alfabesinin
i. 1. G, İngiliz çok havlı (kumaş). 5. kıvırcık
yedinci harfi. (saç).
2. müz. sol notası. 3.
gab argo bin dolar.
f. (--bed, --bing) k. dili çene çalmak. i. çene çalma.
gabardine i. gabardin.
gabble f. çabuk ve anlaşılamayacak bir şekilde konuşmak. i. çabuk ve
gaberdine anlaşılmaz
i. cüppe. konuşma.
gabfest i., k. dili çene çalma.
gable i. bina duvarının beşikçatı ile birleştiği yerdeki üçgen bölüm.
gable roof beşikçatı.
Gabon i. Gabon.
Gabonese i. (çoğ. Ga.bon.ese) Gabonlu. s. 1. Gabon, Gabon´a özgü. 2.
gad Gabonlu.
f. (--ded, --ding) about/around başıboş dolaşmak.
gadfly i. atsineği.
gadget i. alet, küçük aygıt.
Gaelic i., s. Gaelce; İrlandaca; İskoçça.
gaffe i. gaf.
gag i. susturmak için ağıza sokulan tıkaç. f. (--ged, --ging) 1. ağzını
gag tıkamak. 2. (haberin) yayılmasına engel olmak, susturmak.
i. şaka; gülüt.
gag on (bir şey) boğazını tıkamak.
gaga s., k. dili budala, deli.
gage i., f., bak. gauge.
gaiety i. neşelilik, şenlik, neşe.
gain i. 1. kazanç, kâr. 2. artma, artış. f. 1. -i elde etmek, -e sahip
gain an advantage over olmak. 2. on (takipdaha
(bir başkasından) edenkuvvetli
kişi/şey)olmak.
yaklaşmak, aradaki mesafeyi
kapatmak.
gain ground rağbet kazanmak.
gain ground 1. (askerler) ilerlemek. 2. (hastanın durumu) iyiye gitmek. 3.
gain momentum kazanç
1. büyümek.sağlamak.
2. hızı artmak.
gain the upper hand avantaj (birine) geçmek, avantaj (birinde) olmak.
gain time 1. vakit kazanmak. 2. (saat) ileri gitmek.
gain weight kilo almak.
gain weight/put on weight kilo almak, şişmanlamak.
gainsay f. (gain.said) inkâr etmek.
gait i. yürüyüş, gidiş.
gaiter i. tozluk, getr.
gal i., k. dili kadın.
gal kıs. gallon.
galaxy i., gökb. galaksi, gökada.
gale i. kuvvetli rüzgâr, bora, fırtına.
gall i. safra.
gall f. sinir etmek, sinirlendirmek.
gallant s. centilmen, efendi.
gallantry i. kahramanlık, yiğitlik.
gallbladder i., anat. safra kesesi.
galleon i. kalyon.
gallery i. 1. sanat galerisi. 2. balkon, galeri. 3. mad. galeri.
galley i. 1. kadırga. 2. gemi mutfağı.
galling s. sinir edici, sinirlendirici.
gallivant f. gezip tozmak.
gallon i. galon, A.B.D. 3,78 litre; İng. 4,55 litre.
gallop f. dörtnala gitmek. i. dörtnala gidiş.
gallows i. darağacı.
gallstone i. safra taşı.
galore s. çok miktarda, bol: You can find blackberries galore there.
galosh Orada
i. galoş, böğürtlenden
kaloş, lastik.geçilmiyor.
galvanise f., İng., bak. galvanize.
galvanize f. 1. galvanizlemek. 2. hemen harekete geçirmek.
Gambia i. Gambiya.
Gambian i. Gambiyalı. s. 1. Gambiya, Gambiya´ya özgü. 2. Gambiyalı.
gamble f. kumar oynamak. i., k. dili çok riskli iş, kumar.
gamble for high stakes büyük para için kumar oynamak.
gambler i. kumarbaz.
gambling i. kumar, kumar oynama.
gambling den kumarhane.
gambol f. (--ed/--led, --ing/--ling) sıçrayıp oynamak. i. sıçrayış, zıplama.
game i. 1. oyun, eğlence; spor. 2. oyun, karşılaşma; (bazı oyunlarda)
game parti. 3. avcesur.
s. 1. yiğit, hayvanı, av. 4. k.belirtir:
2. İsteklilik dili iş, faaliyet; meslek.
We´re going to play
football. Are you game? Biz futbol oynayacağız. Sen de var
mısın?
game s. sakat (bacak).
game preserve av hayvanları için ayrılmış yer.
gamekeeper i. avlak bekçisi.
gamma i.
gamma rays gamma ışınları.
gammon i., İng. (domuz budundan yapılmış) jambon.
gammy s., İng. sakat (bacak).
gamut i. (of) her çeşit, her tür.
gander i. 1. erkek kaz. 2. A.B.D., k. dili bakış.
gang i. 1. çete. 2. takım; güruh.
gang up on 1. (birine) karşı cephe oluşturmak. 2. (birkaç kişi) toplanıp
gangling (birine)
s. fasulye karşı saldırmaya
sırığı hazırlanmak.
gibi, leylek gibi.
gangplank i. iskele, iskele tahtası, sürme iskele.
gangrene i., tıb. kangren.
gangrenous s. kangrenli.
gangster i. gangster.
gangway i. ünlem Destur!/Yol ver!
gantlet i., bak. gauntlet.
gaol i., f., İng., bak. jail.
gaoler i., İng., bak. jailer.
gap i. 1. aralık; boşluk, gedik. 2. eksiklik.
gape f. 1. ağzı açık bir şekilde hayretle/şaşkınlıkla bakmak. 2.
garage açılmak.
i. garaj. f. garajda bırakmak.
garage sale evde istenilmeyen eşyayı satmak amacıyla garajda/bahçede
garb düzenlenen satış.
i. kılık, kıyafet, giysiler.
garbage i. 1. çöp; süprüntü. 2. pis ve değersiz şey.
garbage can çöp tenekesi.
garbage man çöpçü.
garbage truck çöp kamyonu, çöp arabası.
garbanzo i. nohut.
garble f. yanlış bir şekilde anlatmak/nakletmek.
garden i. bahçe; bostan. f. bahçede çalışmak, çiçeklerle uğraşmak.
garden party gardenparti.
gardener i. bahçıvan.
gardenia i., bot. gardenya.
gargantuan s. çok büyük, kocaman.
gargle f. gargara yapmak. i. gargara.
garish s. 1. çiğ, cart, cırlak, parlak (renk). 2. cafcaflı.
garland i. çelenk.
garlic i. sarımsak, sarmısak.
garment i. giysi, elbise.
garner f. toplamak.
garnet i. grena, lal taşı.
garnish f. garnitürle süslemek. i. garnitür.
garret i. tavanarası; tavanarasındaki oda.
garrison i., ask. garnizon.
garrulous s. geveze, lafazan, çenebaz.
garter i. jartiyer.
gas i. (çoğ. --es/--ses) 1. benzin. 2. gaz. 3. (midede) gaz. 4.
gas mask havagazı;
gaz maskesi. doğalgaz. f. (--sed, --sing) 1. gazla zehirlemek. 2. k.
dili çene çalmak.
gas meter gaz sayacı, gaz saati.
gas meter havagazı/doğalgaz sayacı.
gas station benzin istasyonu.
gas station benzin istasyonu.
gas up benzin deposunu doldurmak.
gaseous s. gaz gibi; gazlı.
gash i. derin yara. f. -de derin yara açmak; -i kesmek.
gasket i. conta.
gaslight i. gaz ışığı.
gasoline i. benzin.
gasp f. 1. soluk soluğa kalmak, nefesi daralmak, nefesi kesilmek. 2.
gastric solumak. 3. soluk
s., tıb. mideye ait,soluğa
midevi.söylemek. i. soluma, nefes.
gastritis i., tıb. gastrit.
gastronome i. gastronom.
gastronomic s. gastronomik.
gastronomy i. gastronomi, iyi yemek yeme ve yemekten anlama sanatı.
gasworks i. gazhane.
gate i. 1. kapı (kapı aralığını kapayan kanat). 2. kanal kapağı. 3.
gatecrasher (maç, konser,
i., k. dili sirk v.b.´nde bilet
parasız/davetiyesiz girensatışından
kimse. sağlanan) hâsılat;
gişe hâsılatı.
gatepost i. kapı dikmesi; kapı sövesi.
gateway i. 1. kapı aralığı, kapı. 2. giriş.
gather f. 1. toplamak, bir araya getirmek; toplanmak, bir araya gelmek.
gather speed 2.
hızdevşirmek,
kazanmak.toplamak. 3. anlamak, sonuç çıkarmak. 4.
büzmek. 5. (irin) toplanmak. i. büzgü.
gathering i. toplantı.
GATT kıs. General Agreement on Tariffs and Trade.
gauche s. 1. pot kıran, gaf yapan. 2. uygunsuz, münasebetsiz.
gaudy s. 1. çiğ (renk); çiğ renkli. 2. aşırı ve zevksiz bir şekilde süslü.
gauge i. 1. çap; ölçü; kalınlık. 2. d.y. ray açıklığı. 3. ölçme aleti. f. 1.
gaunt ölçmek.
s. sıska, 2. ölçümlemek.
çok zayıf ve kuru.
gauntlet i. iş eldiveni.
gauntlet i.
gauze i. gaz bezi, gazlı bez.
gave f., bak. give.
gavel i. (toplantıda oturumun açıldığını ilan etmek için başkanın
gawk masaya
f. aval avalvurduğu)
bakmak, tokmak.
bön bön bakmak.
gawky s. kolları, bacakları uzun, biçimsiz ve hantal.
gawp f. (at) ağzı açık bir şekilde seyretmek; aval aval bakmak, bön
gay bön
s. 1. bakmak.
neşeli, şen. 2. canlı, parlak ve güzel (renk); parlak ve güzel
gaze renkli. 3. eşcinsel,
f. (at) gözünü dikiphomoseksüel. i. eşcinsel,
bakmak, seyretmek. homoseksüel.
i. dik bakış.
gazebo i. belveder; güzel manzaralı kameriye, çardak, pavyon; bir
gazelle yapının
i. ceylan, üzerindeki
ahu, gazal.teras/pavyon.
gazette i. resmi gazete.
gazetteer i. 1. yer adları sözlüğü. 2. (atlasta) yer adları dizini.
GB kıs. Great Britain.
gear i. 1. (belirli bir iş için kullanılan) eşya/takım/giysi. 2. tertibat,
gear down düzen, aygıt. 3. dişli çark. 4. vites.
vitesi azaltmak.
gear up vitesi yükseltmek.
gear wheel dişli çark.
gearbox i. vites kutusu, şanjman, şanzıman.
gearshift i. vites.
gearshift lever vites kolu.
gee ünlem (At/öküz sürerken “Sağa git!” veya “İleri git!” anlamında
gee kullanılır.)
ünlem Deh!/Haydi!
1. Allah Allah! 2. Birinin veya bir şeyin beğenildiğini
geese gösterir:
i., çoğ., bak. goose. swell! Sen bir harikasın!
Gee you´re
Geiger i.
Geiger counter Gayger sayacı.
geisha i. geyşa.
gel i. jel, pelte.
gelatin i. jelatin.
gelatine i., bak. gelatin.
geld f. iğdiş etmek, enemek.
gelding i. iğdiş edilmiş at.
gem i. 1. değerli taş, mücevher. 2. değerli kişi, cevher; değerli
Gemini nesne.
i., astrol. İkizler burcu.
gemstone i. yontulmamış değerli taş.
gendarme i. jandarma.
gender i. 1. dilb. cins. 2. k. dili cinsiyet.
gene i., biyol. gen.
genealogy i. şecere, soyağacı.
general s. genel. i., ask. general.
General Agreement on
Gümrük Tarifeleri ve Ticaret Genel Anlaşması.
Tariffs and Trade
general election İng. genel seçim.
general of the army rütbesi orgeneralden yüksek bir general.
general practice tıb. pratisyen hekimlik.
general practitioner tıb. pratisyen hekim, pratisyen.
general practitioner pratisyen doktor, pratisyen.
general staff ask. kurmay sınıfı.
general strike genel grev.
generalisation i., İng., bak. generalization.
generalise f., İng., bak. generalize.
generality i. 1. genellik. 2. çoğunluk. 3. genelleme; genelleme içeren söz.
generalization i. 1. genelleştirme. 2. genelleme, genelleme içeren söz.
generalize f. genelleştirmek.
generally z. genellikle.
generate f. üretmek; meydana getirmek; -e yol açmak.
generation i. 1. kuşak, nesil. 2. üretim; meydana getirme.
generation gap kuşak farkı, kuşaklar arasındaki fark.
generator i. jeneratör, dinamo.
generic s., i. ambalajında üreticinin adı/markası bulunmayan (gıda
generosity maddesi).
i. cömertlik.
generous s. cömert, eli açık.
genesis çoğ. gen.e.ses (cen´ısiz) i. başlangıç.
genetic s., biyol. genetik.
genetics i., biyol. genetik.
genial s. 1. cana yakın, arkadaşça davranan, iyi huylu, güleryüzlü. 2.
genital yumuşak (iklim).
s., tıb. üreme organlarına ait.
genitals i., çoğ., tıb. üreme organları, cinsel organlar.
genitive s., dilb. -in halindeki. i. -in halindeki sözcük.
genius i. (çoğ. --es) 1. deha. 2. dâhi. 3. istidat, yetenek. 4. özellik.
genocide i. soykırım, jenosit.
genome i., biyol. genom.
genre i. tarz, tür, nevi.
gent i., k. dili erkek, adam.
genteel s. efendilik/kibarlık taslayan.
gentian i., bot. centiyana, centiyan, kantaron.
gentile i. Musevi olmayan kimse. s. Musevi olmayan.
gentle s. 1. yumuşak ve nazik. 2. hafif (rüzgâr/yağmur). 3. meyli çok az
gentleman (yokuş).
çoğ. gen.tle.men (cen´tılmîn) i. centilmen, efendi. gentleman
gentlemanly ´s/gentlemen´s agreement
s. centilmence, efendice, centilmenlik
centilmene anlaşması.
yakışan.
gentleness i. yumuşaklık, nezaket.
gently z. 1. yumuşak ve nazik bir şekilde. 2. hafifçe (esen). 3. yavaşça
gentry (yükselen yokuş).
i., çoğ. sosyal statüsü iyi olanlar.
genuflect f., Hrist. (ibadette) diz çökmek.
genuflection i. (özellikle ibadet ederken) diz çökme.
genuine s. 1. gerçek, hakiki. 2. içten gelen. 3. içten, samimi.
genus çoğ. gen.e.ra (cen´ırı) i., biyol. (birkaç türden meydana gelen)
geodesic cins.
s. geodezik, jeodezik, geodeziyle ilgili.
geodesic dome geodezik kubbe.
geodesy i. geodezi, jeodezi.
geographer i. coğrafya uzmanı, coğrafyacı.
geographic s., bak. geographical.
geographical s. coğrafi.
geography i. coğrafya.
geologic s., bak. geological.
geological s. jeolojik, yerbilimsel.
geologist i. jeolog.
geology i. jeoloji, yerbilim.
geometric s. 1. geometrik, uzambilgisel: geometric figure geometrik şekil.
geometry 2. geometrik,
i. geometri, eşçarpanlı: geometric series geometrik seri.
uzambilgisi.
geophysics i. jeofizik.
geopolitics i. jeopolitik.
georgette i. jorjet.
Georgia i. Gürcistan.
Georgian i., s. 1. Gürcü. 2. Gürcüce.
geranium i., bot. sardunya.
Gerber i.
Gerber daisy bot. gerbera.
geriatric s. geriatrik, jeriyatrik.
geriatrics i. geriatri, jeriyatri.
germ i. 1. mikrop. 2. tohumun özü. 3. başlangıç, tohum.
German s., i. 1. Alman. 2. Almanca.
German measles kızamıkçık.
germander i., bot. 1. dalakotu, yermeşesi, yerpalamudu. 2. kurtluca,
germane yerpalamudu, yermeşesi.
s. (to) (ile) ilgili.
Germany i. Almanya.
germicide i. mikrop öldürücü, antiseptik.
germinate f. (tohum) çimlenmek; (tohumu) çimlendirmek.
germination i. (tohum) çimlenme; (tohumu) çimlendirme.
gerrymander f. (seçim bölgesini) bir siyasi partinin çıkarlarına uygun düşecek
gerund şekilde ayarlamak.
i., dilb. fiilden türetilen isim.
gestalt i., ruhb. geştalt.
gestation i. 1. gebelik. 2. gebelik süresi.
gesticulate f. el/kol/baş hareketleri yapmak, jestler yapmak.
gesticulation i. 1. jestler yapma. 2. el/kol/baş hareketi, jest.
gesture i. 1. el/kol/baş hareketi, jest. 2. jest, güzel davranış. f. el/kol/baş
Gesundheit hareketi
ünlem Çok yapmak,
yaşayın! jest yapmak.bir kimseye söylenir.).
(Hapşıran
get f. (got, got.ten/got, --ting) 1. elde etmek; edinmek; kazanmak;
get (s.o.) into hot water almak;
(birinin) satın
başınıalmak;
belaya yakalamak;
sokmak. ele geçirmek: He got it with
difficulty. Zorla elde etti. I hear they´ve gotten a dog. Köpek
get a bang on (a part of one´s body) k. dili darbe yemek: She got a bang on
edinmişler. I didn´t get much for it. Ondan pek bir şey
her
k. head.
dili Başına bir
-e bayılmak, darbe yedi.
get a bang out of kazanmadım. When-ewill bitmek.
you get that book for me? Bana o kitabı
get a fright ne zaman alacaksın? I´ve got him by the tail. Kuyruğundan
korkmak.
get a good press yakaladım.
basında/medyada 2. almak; yemek:
iyi bir She
şekilde got a letter from Ferda. Ferda
yansıtılmak.
´dan mektup aldı. He got a blow on his jaw. Çenesine bir
get a grasp on o.s. kendineyedi.
yumruk hâkim 3. olmak, kendine gelmek.
bulup getirmek; getirmek; götürmek: Will you
get a hard-on -in kuşu kalkmak/uyanmak,
get me my walking stick? Bastonumu -in penisi getirir
beton misin?
olmak/dikelmek.
4.
get a hustle on (telefona/kapıya)
k. dili acele etmek, bakmak: Will you get the door? Kapıya bakar
çabuk olmak.
mısın? 5. Belirli bir duruma geçişi gösterir: Let´s get moving!
get a kick out of -den zevk almak.
Haydi gidelim! Get going! Haydi yürü! He´s getting older.
get a load of argo -e gözIt´s
Yaşlanıyor. atmak.
gotten hot. Sıcak oldu. Get her dressed! Onu
get a load of giydir!
k. dili 1. 6. (çok
Yardımcı fiil olarak başka
ilginç/güzel/tuhaf fiilleri
birine veyaettirgen yapar:
bir şeye) Get 2.
bakmak.
get a lump in one´s throat him
(çok to get it for
ilginç/güzel/tuhaf you. Ona
(üzüntüden) -in boğazı düğümlenmek. bir aldır.
şeyi) 7. (bir
dinlemek. yere) gitmek/varmak:
How will you get there? Oraya nasıl gideceksin? When did you
get a lump in one´s throat 1. k.
get dili çok
there? duygulanmak.
Oraya ne zaman vardın?2. boğazı 8.düğümlenmek.
Bir yere koyma, sokma
get a move on 1. başlamak.
veya bir yerden 2. çıkarmayı
acele etmek. gösterir: Get that animal out of here!
get a move on Ok.hayvanı
dili acele buradan
etmek.çıkar! 9. -ebilmek: He got to go on the trip.
Seyahate katılabildi.
k. dili birinin bamteline When will I get
dokunup to see
ağzını him? Onu ne zaman
açtırmak.
get a rise out of s.o.
görebilirim? At last he got to go too. Nihayet o da gidebildi. 10.
get a rise out of s.o. k. dili
(bir öğün dalga geçerek
yemek) birini kızdırmak.
hazırlamak: I´m getting breakfast. Kahvaltı
get a sniff of -den bir nefes çekmek.
hazırlıyorum. 11. (bir hastalığa) yakalanmak: He´s got a cold.
get a swelled head Nezle
k. dili oldu.
kendini 12.bir k. şey
dili anlamak,
zannetmek, çakmak: Don´t get
başı dönmek, me wrong!
şımarmak.
Beni yanlış anlama! Got it? Çaktın mı? 13. k. dili damarına
get a whipping dayak yemek.
basmak; sinirine dokunmak. 14. k. dili dokunmak, etkilemek.
get a woman into trouble k. dili
15. bir kadını hamile(belirli
(radyo/televizyon) bırakmak.
bir istasyonu/kanalı) almak: I can´t
get about get that station on my
1. (haber/söylenti) radio. Radyom
yayılmak. o istasyonu
2. (bir hastalıktan almıyor.
sonra 16.
yeniden)
get above o.s. mat
çıkıp etmek,
dolaşmak. çanına
kendini bir şey sanmak. 3. ot tıkamak.
seyahat etmek;17. k. dili
gezmek. (atılan bir şeyle)
(birini) öldürmek, vurmak: Get him right between the eyes!
get across anlatmak;
Alnının tamaçıklamak:
ortasından He couldn´t
vur! 18. (birget his pointişlemi
matematik across. Ne
get after demek istediğini
çıkışmak, paylamak.
sonucunda) anlatamadı. What he said
(belli bir sayıyı) bulmak, çıkarmak: What didobviously didn´t
youget
get
across
as to
an answer? them. Ne demek istediğini anlamadıkları belli.
get ahead (maddi açıdan)Sen daha kaçiyiçıkardın?
bir duruma girmek; iş hayatında
get ahead ilerlemek.
1. başarılı olmak. 2. tasarruf etmek, para biriktirmek. 3. of
(rakibi) geçmek.
get along in/on in/up in years k. dili yaşlanmak.
get along with ile geçinmek, ile anlaşmak.
get along/on 1. gitmek, ayrılıp gitmek. 2. (zaman/yaş) ilerlemek. 3.
get an erection geçinmek, idare etmek. 4. (belirli bir şekilde) olmak, gitmek: I
penisi sertleşmek.
´m getting along just fine. Her şey iyi gidiyor. 5. (birbiriyle)
get around 1. çok gezmek. 2. hareket etmek, yürümek. 3. (haber)
geçinmek.
get around to yayılmak.
vakit ayırıp 4. (bir
bir yol
şeyi)bulup -den kurtulmak;
yapmak: When will you bir get
yol bulup
around (birini)
to
atlatmak. my letter? Ne zaman vakit ayırıp mektubuma cevap
answering
get at 1. -e ulaşmak, -e erişmek. 2. zarar vermek, kötülük etmek. 3.
yazacaksın?
(bir şeyle) meşgul olmak. 4. kastetmek, demek istemek; ima
get away 1. kaçmak. 2. çıkmak.
etmek.
get away with (s.t.) k. dili (yapılan iş) yanına kâr kalmak: He´s gotten away
get away with murder with
k. diliit.bir
Yaptığı
kötülüğünyanına kâr kaldı.
cezasını I won´t let him get away with
çekmemek.
this. 1. Bunu yanına bırakmayacağım. 2. Bunu yapmasına izin
get back at s.o. for s.t. k. dili birine bir şeyi ödetmek, birinden bir şeyin öcünü almak.
vermeyeceğim.
get behind in 1. (bir işte) gecikmek; (bir işin) gerisinde kalmak: He´s gotten
get better behind
iyileşmek. in his payments. Ödemelerinde gecikti. They´ve gotten
behind in their work. Çalışma programının gerisinde kaldılar. 2.
get bogged down in (bir yerde) saplanıp kalmak.
k. dili arka çıkmak, desteklemek.
get by k. dili 1. geçmek. 2. ile atlatmak, ile geçirmek; ile idare etmek;
get cracking (bir şeyi)
k. dili durumubaşlamak.
(gayretle) kurtaracak kadar yapmak: I can get by this
year with these shoes. Bu ayakkabılarla bu seneyi atlatabilirim.
She only studies enough to get by. Ancak durumu kurtaracak
kadar ders çalışır. 3. vartayı atlatmak.
get dark akşam olmak, hava kararmak.
get down off one´s high
k. dili kibiri bırakmak, kibirli davranmaktan vazgeçmek.
horse
get down to k. dili (bir işe) bakmak/başlamak.
get down to brass tacks k. dili meselenin esaslarını ele almak; asıl meseleye gelmek.
get down to brass tacks k. dili asıl konuya geçmek.
get down to brass tacks/get
k. dili asıl işe gelmek/bakmak, asıl işi ele almak.
down to business
get down to work ciddi olarak işe koyulmak. –– with a fever He is down with a
get even with fever. Ateşten almak.
-den intikam yatağa düşmüş.
get even with k. dili -den öç almak.
get going k. dili 1. (gayretle) başlamak. 2. başlatmak, kızdırmak: Don´t
get hold of get
1. -ihim going!
eline Onu başlatma!
geçirmek. 2. (birini) bulmak.
get hot 1. ısınmak. 2. kızmak, öfkelenmek.
get in 1. (arabaya) binmek. 2. (bir yere) girmek/gelmek/gitmek. 3.
get in a state with
İng.,-in
k. arkadaşlığını kazanmak.
dili çok endişeli/heyecanlı/sinirli bir hale girmek.
get in a stew k. dili telaşa/endişeye düşmek.
get in a tizzy gereksiz yere telaşlanmak/heyecanlanmak, eli ayağı dolaşmak,
get in good with eteği
k. diliayağına
(birinin)dolaşmak.
gözüne girmek.
get in on the ground floor k. dili bir işe başlangıçta katılmak.
get in one´s hair k. dili -e musallat olmak, başından ayrılmayarak -i rahatsız
get in one´s two cents worth etmek.
k. dili, bak. put in one´s two cents worth.
get in one´s way k. dili -e engel olmak, -in işlerini aksatmak.
get in s.o.´s hair birini rahatsız etmek.
get in through/by the back
k. dili -e torpille girmek.
door
get in with k. dili (birinin) arkadaşlığını kazanmak; (birinin) gözüne girmek.
get into a predicament sıkıya gelmek.
get into a scrape zor duruma düşmek.
get into mischief yaramazlık etmek.
get into one´s stride/hit one
k. dili bir işin havasına girmek.
´s stride
get into the swing of things k. dili işlere alışmak.
get into trouble belaya çatmak, başı belaya girmek.
get it k. dili zılgıt yemek; gününü görmek: We´re going to get it now!
get it in the neck Şimdi
k. dili çattık
1. ağırbelaya!
bir darbe yemek. 2. alabandayı yemek, fırçayı
get it into one´s head that ... yemek.
-i kafasına koymak.
get it together k. dili 1. ne yapmak istediğine karar verip ona göre yaşamak. 2.
get loose hayatın ne olduğunu
1. gevşemek. kavramak.
2. kaçmak.
get lost yolunu kaybetmek.
get no credit for He got no credit for what he had done. Onun o işteki rolü hiç
get o.s. couthed up dikkate alınmadı.
k. dili süslenip püslenmek.
get o.s. in a fix kendini zor bir duruma sokmak.
get off 1. inmek. 2. from (işten) izin almak. 3. paçayı kurtarmak;
get off easy (birini) cezadan
k. dili hafif kurtarmak:
bir cezayla veyaHow can olarak
cezasız we getkurtulmak;
him off? Onu
ucuz
get off on the wrong foot cezadan
kurtulmak. nasıl kurtarabiliriz? 4. yollamak. 5. çıkarmak: Get that
k. dili başlangıçta birini kızdırmak.
with s.o. dirty shirt off this minute! O kirli gömleği hemen çıkar!
get off s.o.´s back k. dili birini rahat bırakmak, birini azarlamaktan/eleştirmekten
get off s.o.´s tail vazgeçmek.
k. dili birini rahat bırakmak.
get off the ground 1. (uçak) havalanmak. 2. (bir iş) başlamak.
get off the ground k. dili başarılı bir şekilde başlamak.
get on 1. (taşıta) binmek. 2. azarlamak. 3. geçinmek: They get on
get on one´s nerves well. Birbiriyle
birinin sinirineiyi geçiniyorlar.
dokunmak.
get on one´s nerves -i sinir etmek.
get on s.o.´s good side birinin gözüne girmek.
get on the ball k. dili dikkat etmek, dikkatli olmak, uyanık olmak.
get on the bandwagon k. dili birçok kişinin yaptığı bir şeye katılmak.
Get on the stick! k. dili 1. Dikkat et!/Aklını başına topla!/Kendine gel!/Uyan! 2.
get on the wrong side of s.o. Çabuk ol! kızdırmak.
k. dili birini
get one´s second wind 1. (koşucu v.b.) (ilk kez yorulup soluğu kesildikten sonra)
get one´s back up soluklanıp tekrar eski formunu kazanmak. 2. k. dili toparlanıp
k. dili öfkelenmek.
yeniden gayrete gelmek.
get one´s ducks in a row k. dili hazırlıklarını yapmak.
get one´s feet wet k. dili başlamak, denemek.
get one´s goat k. dili sinirlendirmek, kızdırmak.
get one´s hands on 1. -i yakalamak, -i eline geçirmek. 2. -e sahip olmak.
get one´s knickers in a twist İng., k. dili heyecanlanmak.
get one´s knickers in a twist İng., k. dili endişeye/telaşa kapılmak.
get one´s money´s worth k. dili ödenen paranın karşılığında iyi mal almak: You get your
get one´s number money´s worth
k. dili birinin neinmenem
that store. O dükkânda
biri olduğunu ödediğin paranın
anlamak.
karşılığında iyi mal alırsın.
get one´s way istediğini yaptırmak: She always gets her way. Hep onun
get one´s wind up istediği
k. dili 1.olur.
korkuya kapılmak, korkmak. 2. sinirlenmek.
get one´s wits about one aklını başına toplamak.
get onto k. dili 1. (bir işe) bakmak, (bir işi) ele almak, (bir işle) meşgul
get oriented olmak. 2. (bir konuya)
bir yere/çevreye girmek, (bir
alışmak/intibak konudan) bahsetmeye
etmek.
başlamak. 3. (biriyle) temasa geçmek. 4. (bir kurula) seçilmek,
get out 1. çıkmak. 2. çıkarmak, yayımlamak.
seçim yoluyla girmek. 5. (birinin) suç işlediğini keşfetmek.
get out of a scrape beladan kurtulmak, yakayı kurtarmak.
get out of debt borçtan kurtulmak.
get out of hand çığırından çıkmak, idare edilememek.
Get out! Defol!
get over 1. üstünden geçmek. 2. (bir hastalık) geçmek: Have you gotten
get ready for over your
için/-e cold? Nezlen geçti mi? 3. (bir üzüntüyü) unutmak. 4.
hazırlanmak.
(şaşırtıcı bir olaya) inanmak.
get rid of -den kurtulmak; -i başından savmak/atmak; -i
get rid of defetmek/kovmak:
-i yok etmek; -i ortadanHow did you get -irid
kaldırmak, of them?
bertaraf Onları nasıl
etmek.
başından savdın?
get s.o. couthed up k. dili birini süsleyip püslemek.
get s.o. down k. dili birinin moralini bozmak.
get s.o. into trouble birinin başını belaya sokmak.
get s.o. off the hook k. dili birini (zor bir durumdan) kurtarmak.
get s.o. out of the way 1. birini kenara çekmek. 2. birini devredışı etmek, etkisiz hale
get s.o. over a barrel getirmek.
k. dili birini köşeye sıkıştırmak.
get s.o. under one´s thumb k. dili birini istediği gibi idare etmek/kullanmak.
get s.o./s.t. in shape (for) birini/bir şeyi hazırlamak.
get s.o./s.t. wrong birini/bir şeyi yanlış anlamak.
get s.o.´s goat k. dili birini sinir etmek/kızdırmak.
get s.t. across to s.o. k. dili bir şeyi birine anlatabilmek.
get s.t. by heart bir şeyi ezberlemek.
get s.t. off one´s chest k. dili içini dökmek.
get s.t. off one´s chest k. dili derdini dökmek, içini dökmek/boşaltmak.
get s.t. out of one´s system 1. (birinin) vücudu bir şeyi atmak: You´ll get this poison out of
get s.t. out of the way your
1. birsystem in twenty-four
şeyi kenara çekmek. hours. Yirmi
2. bir şeyi dört saat içinde
bitirmek.
vücudun bu zehri atar. 2. (biri) çok arzuladığı bir şeyi arzulamaz
get s.t. over bir şeyi bitirmek.
olmak; bir şeyden hevesini almak.
get s.t. over with bir şeyi yapıp bitirmek; bir şeyi bitirmek.
get s.t. right bir şeyi tam istenilen şekilde yapmak: I can´t get this right.
get s.t. straight Bunu
1. birtam
şeyiistediğim gibi yapamıyorum.
doğru anlamak: Have you got You´ve got it right
this straight now?this
time!
Şimdi Bu
bunu kezdoğru
başardın!/Bu
anladın kez 2.
mı? doğru
(bir yaptın!
yeri) bir düzene/düzenli bir
get s.t. through one´s head bir şeyi anlamak/kafası almak: Why can´t you get this through
hale
your sokmak.
head? Kafan niçin bunu almıyor?
get s.t. through s.o.´s head bir şeyi birine anlatmak, bir şeyi birinin kafasına sokmak: He
can´t get this through her head. Bunu onun kafasına sokamıyor.
get set hazırlanmak.
get shot of k. dili -den kurtulmak.
get showered on k. dili yağmura yakalanmak.
get shut of k. dili -den kurtulmak.
get snakebit yılan sokmak.
get steamed up about k. dili (bir şeye) kızmak, sinirlenmek.
get the ax k. dili işten/okuldan atılmak, sepetlenmek.
get the ball rolling k. dili başlamak, işleri başlatmak.
get the best of -i alt etmek, -i yenmek.
get the better of galip gelmek, üstün olmak.
get the better of/get the best
1. -i yenmek, -in sırtını yere getirmek, -i alt etmek. 2. -den
of
get the blues kazançlı çıkmak.
k. dili efkârlanmak.
get the boot argo sepetlenmek, kapı dışarı edilmek, kıçına tekmeyi yemek,
get the brush off işten
k. diliçıkarılmak.
(from) soğuk bir davranışla/sözle kovulmak; soğuk bir
karşılık
get the cart before the horse k. dili bir görmek: I got the
işi tersinden brush off from her. Bana soğuk
yapmak.
davrandı.
get the cold shoulder k. dili soğuk bir davranışla karşılaşmak: I got the cold shoulder.
get the cold shoulder Bana
soğukkarşı soğuktu.
bir şekilde karşılanmak, soğuk bir karşılık almak.
get the feel of -e alışmak.
get the feel of -e alışmak.
get the goods on s.o. k. dili biri hakkında elinde kuvvetli deliller olmak: We´ve got
get the hang of the goods onöğrenmek,
-in usulünü him. Onun-in hakkında
esasını elimizde
kavramak. kuvvetli deliller var.
get the hang of -i anlamak, -i kavramak; -in havasına girmek.
get the jitters sinirli olmak, korku duymak.
get the jump on k. dili -den önce davranmak.
get the jump on s.o. k. dili birinden önce davranarak avantajlı duruma girmek.
get the message/get the
argo anlamak, çakmak.
picture
get the nod argo 1. izin almak. 2. seçilmek.
get the push k. dili sepetlenmek/işten atılmak.
get the red carpet treatment k. dili şatafatlı bir şekilde karşılanıp ağırlanmak.
get the runaround argo kaçamak cevap almak.
get the sack İng., k. dili işten kovulmak, sepetlenmek.
get the sack k. dili işten atılmak, sepetlenmek.
get the shaft argo (birinin) canı yanmak.
get the shakes k. dili titremeye başlamak, titreme nöbetine tutulmak.
get the short end of the stick k. dili payına pek az bir şey düşmek.
get the short end of the
k. dili en az beğenilen şey birine düşmek: I got the short end of
stick/of it
get the show on the road the stick.
k. dili En kötü işleri
başlamak; pay bana düştü.
başlatmak.
get the upper hand galip gelmek, üstün çıkmak.
get the upper hand dizginleri ele geçirmek; öne geçmek.
get the worst of 1. yenilmek, sırtı yere getirilmek, alt edilmek. 2. -den kazançlı
get through çıkmamak.
1. (to) -e varmak, -e ulaşmak: Owing to the snow no buses
get through to have
1. -e gotten
bir şey through
anlatmak: today. Bugün
I can´t kar yüzünden
get through to her.buraya
Ona birhiçbir
şey
otobüs
anlatamam.varamadı.
2. 2. (tasarı,
kafasına teklif
girmek: I v.b.)
think (meclisten)
it´s finally geçmek,
gotten
get to 1. -e varmak/gelmek. 2. k. dili başlamak (Mastarla birlikte
onaylanmak.
through to him.3. (sınav, sınıf, kurs v.b.´ni) geçmek; (okulu)
get to know kullanılır.):
-i tanımak. TheyNihayet anladı
got to talking. galiba.
Konuşmaya başladılar. 3. lazım
bitirmek. 4. to k. dili (birine) (bir şeyi) anlatmak, (bir şeyi)
olmak, gerekmek; şart olmak: I´ve got to go now! Şimdi gitmem
get to the bottom of (birinin)
(meselenin)kafasına
özünüsokmak.
öğrenmek:5. (to)
How(biriyle)
can wetelefon
get tobağlantısı
the bottom of
gerek! 4. k. dili (birini) sinir etmek.
get to the bottom of kurmak;
this? Bu (birinin
meselenin numarasını)
özünü telefonda
nasıl çıkarmak.
öğrenebiliriz?
(bir şeyin) asıl sebebini bulmak, (işin) kökenine inmek. 6. (with) -i
get to the finals/make it to bitirmek. 7. -i tüketmek. 8. (zor bir durumu) atlatmak; (zor bir
finale kalmak
zamanı) geçirmek.
the finals
get to the heart of -in özüne inmek, -in esas anlamını kavramak.
get to the point sadede gelmek.
get to work işe başlamak: Get to work! Haydi, iş başına!
get together 1. toplamak, biriktirmek. 2. bir araya gelmek, buluşmak. 3. (on)
get under one´s skin (üzerinde)
-i kızdırmak, anlaşmaya varmak, mutabık kalmak.
-i sinir etmek.
get under s.o.´s skin k. dili birinin sinirine dokunmak.
get up 1. yataktan kalkmak. 2. ayağa kalkmak. 3. hazırlamak,
get up on one´s soapbox düzenlemek. 4. (birini) başlamak.
k. dili nutuk çekmeye (belirli bir kıyafete) sokmak: She got
get up on the wrong side of herself up as a mouse. Kendini fare kılığına soktu. 5. -i çıkmak;
k. dili ters tarafından kalkmak.
the bed -i çıkarmak: Can you get up these stairs? Bu merdivenleri
get up the nerve to (bir şey misiniz?
çıkabilir yapmak Can için)you
cesaretini
get thetoplamak.
piano up the stairs? Piyanoyu
get what´s coming to one merdivenlerden
müstahakkını bulmak, çıkarabilir
hakmisin? 6. -i kaldırmak:
ettiği cezayı yemek. Can they get it
get what´s coming to one up
cezasını bulmak, layığını bulmak: She got mi?
with a winch? Onu vinçle kaldırabilirler what7.was
to -ecoming
varmak:
to
Which
her! chapter
Müstahaktır! have you gotten up to? Hangi bölüme vardın?
get wind of k. dili -den haber almak, -i duymak.
get wind of -i duymak, -i öğrenmek, -den haberdar olmak.
get wise (to) k. dili (-in) farkına varmak.
get wise to k. dili (birinin) ne yaptığının farkına varmak, (birinin) ne
get with it yaptığını çakmak;kendine
k. dili uyanmak, (bir durumun)
gelmekne olduğunun
(Mecazen farkına varmak,
söylenir.).
(bir durumun) ne olduğunu çakmak.
get worse daha kötü olmak.
get/catch a whiff of -in kokusunu duymak.
get/go to sleep uyumak.
get/have cold feet k. dili tereddüde düşmek, kararsızlığa kapılmak, şüpheler
get/have one´s way duymaya başlamak.
kendi istediğini yaptırmak.
get/have s.o.´s number birinin ne mal olduğunu öğrenmek/anlamak.
get/put s.o./s.t. out of one´s
birini/bir şeyi aklından çıkarmak/unutmak.
mind
get/win the nomination adaylık seçimlerini kazanmak.
getup i. kıyafet, kılık.
geyser i. 1. gayzer, kaynaç. 2. İng. (havagazıyla/doğalgazla çalışan)
Ghana şofben.
i. Gana.
Ghanaian i. Ganalı. s. 1. Gana, Gana´ya özgü. 2. Ganalı.
ghastly s. 1. beti benzi atmış. 2. korkunç. 3. k. dili berbat, çok kötü.
ghazi i. gazi.
gherkin i. kornişon.
ghetto i. (çoğ. --s/--es) getto.
ghost i. hayalet, hortlak.
ghost town ölü kent; terkedilmiş yerleşim yeri.
ghostwriter i. bir diğerinin hesabına ve onun ismi altında kitap yazan kimse.
ghoul i. gulyabani.
GHQ kıs. General Headquarters 1. ask. başkumandanlık karargâhı. 2.
GI merkez, idare merkezi.
i., k. dili Amerikan askeri/eri. s. Amerikan erlerine özgü.
giant i. dev. s. dev gibi, kocaman.
giaour i. gâvur.
gibber f. konuşmaya benzeyen anlamsız sesler çıkarmak.
gibberish i. konuşmaya benzeyen anlamsız sesler.
gibbet i. darağacı.
gibe f. dokunaklı/incitici söz söylemek, alay etmek. i.
giblets dokunaklı/incitici söz.
i., çoğ. (kümes hayvanlarından elde edilen) sakatat.
Gibraltar i. Cebelitarık.
Gibraltarian i. Cebelitarıklı. s. 1. Cebelitarık, Cebelitarık´a özgü. 2.
giddiness Cebelitarıklı.
i. 1. baş dönmesi. 2. hoppalık, havailik, terelellilik.
giddy s. 1. baş döndürücü (yükseklik veya dönme hareketi). 2. hoppa,
gift havai, terelelli.
i. 1. hediye, armağan. 2. yetenek, istidat, Allah vergisi.
gifted s. yetenekli, istidatlı.
gigantic s. dev gibi, kocaman.
giggle f. kıkırdamak, kıkır kıkır gülmek. i. kıkırdama.
gigolo i. jigolo.
gild f. (--ed/gilt) yaldızlamak.
gild i., bak. guild.
gilding i. yaldız.
gill i. solungaç.
gilt f., bak. gild. s. yaldızlı. i. yaldız.
gimmick i. 1. numara, trük. 2. alet.
gin i. cin (içki).
gin i. çırçır (makine). f. (--ned, --ning) (pamuğu) çırçırdan geçirmek.
ginger i. zencefil. s. kızıl (saç).
ginger ale zencefilli gazoz.
gingerbread i. 1. zencefilli, pekmezli kek. 2. zencefilli, pekmezli kurabiye.
gingerly z. büyük bir dikkatle.
gingham i. çizgili/damalı pamuklu kumaş.
ginkgo i. ginko, kızsaçı.
ginseng i. ginseng.
Gipsy i., bak. Gypsy.
gipsy i., bak. gypsy.
giraffe i. zürafa.
gird f. (--ed/girt) 1. çevrelemek, kuşatmak. 2. (on) (kılıç v.b.´ni)
gird o.s. for kuşanmak.
kendini -e iyice hazırlamak.
gird o.s. with -i takmak, -i takınmak, -i kuşanmak.
gird one´s loins (zor bir işe) hazırlanmak.
gird one´s loins paçaları sıvamak, kolları sıvamak.
gird s.o. with birine (bir şeyi) vermek/bahşetmek.
girder i. putrel, potrel.
girdle i. 1. korse. 2. kuşak, kemer.
girl i. 1. kız. 2. k. dili kız arkadaş.
girl friend kız arkadaş.
girl guide İng. kız izci.
girl scout kız izci.
girl scout kız izci.
girlhood i. kızlık çağı, kızlık.
girlish s. kız gibi; kızlara özgü.
girth i. 1. (semere ait) kolan. 2. çevre ölçüsü, çevre: The tree´s girth
gismo was ninety
i., bak. centimeters. Ağacın çevresi doksan santimetreydi.
gizmo.
3. bel ölçüsü, bel.
gist i. ana fikir, esas anlam; başlıca fikirler.
give f. (gave, giv.en) 1. vermek. 2. sebep olmak: Her presence gives
give him pleasure. Varlığı ona mutluluk veriyor. It gave him a shock.
i. esneklik.
Onu şoke etti. This noise is giving me a headache. Bu gürültü
give a good account of o.s. Kendine düşen işi iyi yapmak anlamına gelir: He gave a good
başımı ağrıtıyor. 3. göstermek: Can you give us some proof?
account
bir piyes of himself on the battlefield today. Bugün iyi savaştı.
give a play Bize kanıtoynamak.
gösterebilir misiniz? 4. esnemek, açılmak, eğilmek. 5.
give a roundup of the news esnek davranmak.
önemli haberleri özet 6. çökmek.
halinde vermek.
give a slip k. dili sıvışarak birinin elinden kurtulmak.
give a wide berth to -den kaçınmaya dikkat etmek.
give affront to -i kızdırmak, -i gücendirmek.
give an account of o.s. kendisi hakkında hesap vermek.
give an edge to 1. -i bilemek. 2. (iştahı) açmak; (keyif, öfke v.b.´ni) artırmak.
give away 1. hediye olarak vermek, hediye etmek: She gave her dog
give back away. Köpeğini
geri vermek, birine
iade hediye etti. 2. ele vermek.
etmek.
give back geri vermek.
give birth to 1. (çocuk/yavru) doğurmak. 2. doğurmak, meydana getirmek.
give birth to -i doğurmak.
give chase 1. (av köpeği) avın kokusunu alıp peşine düşmek. 2.
give credence to kovalamaya
-e inanmak. başlamak.
give ear to -e kulak vermek, -i dinlemek.
Give her my love! Ona sevgilerimi söyle!
Give her my regards. Ona benden selam söyle.
give in teslim olmak, razı olmak, kabul etmek.
give in to temptation/yield to
şeytana uymak.
temptation
give it one´s best shot elinden geleni yapmak.
give no leg to stand on tutunacak bir dal bırakmamak.
give notice bildirmek.
give o.s. airs çalım satmak.
give o.s. airs burnu havada olmak.
give off (koku, buhar v.b.´ni) yaymak, çıkarmak: Plants give off oxygen.
give offense Bitkiler havaya oksijen verir.
gücendirmek.
give offense 1. gücendirmek, darıltmak, incitmek. 2. sinirlendirmek.
give one a black eye bir gözünü patlatmak.
give one a tickle in one´s
-e gıcık vermek, -i gıcıklamak.
throat
give out çok yorulmak, bitmek.
give preference to -i tercih etmek.
give priority to -e öncelik tanımak. in order of priorities önem sırasına göre.
give rein to -in dizginini salıvermek, -i başıboş bırakmak.
give rise to -e yol açmak, -e sebebiyet vermek.
give rise to -e yol açmak, -e neden olmak, -i meydana getirmek.
give s.o. a bath birini yıkamak.
give s.o. a belt on k. dili birine yumruk indirmek.
give s.o. a blessing out k. dili birine sapartayı çekmek/vermek.
give s.o. a blowjob birinin penisini ağızla uyarmak, supet/süpet yapmak; saksofon
give s.o. a break çalmak.
birine bir fırsat vermek/bir şans tanımak.
give s.o. a cold welcome birini soğuk karşılamak.
give s.o. a fair shake birine adaletli/dürüst bir şekilde davranmak.
give s.o. a free hand birine geniş yetki vermek.
give s.o. a fright birini korkutmak.
give s.o. a hand 1. birine yardım etmek. 2. birini alkışlamak.
give s.o. a hard time k. dili 1. (alay/tenkit etmek için) biriyle uğraşmak, birine
give s.o. a lift çullanmak. 2. birini
birini arabasına çok uğraştırmak.
almak.
give s.o. a piece of one´s
birinin ağzının payını vermek, birine verip veriştirmek.
mind
give s.o. a piece of one´s
k. dili birine ağzına geleni söylemek, birine verip veriştirmek.
mind
give s.o. a raw deal birine haksızlık etmek.
give s.o. a ride birini (at/bisiklet/araba ile) götürmek: Will you give me a ride to
give s.o. a ring Bursa? Beni Bursa´ya
birine telefon etmek. kadar götürür müsünüz? He is riding high.
k. dili İşleri yolunda/tıkırında.
give s.o. a round of applause birini alkışlamak.
give s.o. a scare birini korkutmak.
give s.o. a shampoo birinin saçını şampuanla yıkamak.
give s.o. a spanking birinin kıçına şaplak atmak.
give s.o. a sporting chance k. dili birine kazanma imkânı tanımak.
give s.o. a start 1. birini irkiltmek. 2. (birinin) arabasının motorunu çalıştırmak.
give s.o. a start in life birinin hayata atılmasını sağlamak.
give s.o. a swelled head k. dili birinin başını döndürmek, birini şımartmak.
give s.o. a tickle birini gıdıklamak.
give s.o. a warm welcome 1. birini nezaket ve içtenlikle karşılamak. 2. birini pişman
give s.o. asylum ettirmek.
pol. birine sığınma hakkı tanımak.
give s.o. credit for -in hakkını vermek.
give s.o. credit for (bir şeyden dolayı) birini takdir etmek.
give s.o. custody of birine (birinin) vesayetini vermek.
give s.o. hell k. dili birini fena halde haşlamak, birine adamakıllı bir zılgıt
give s.o. his due vermek.
birine haksızlık etmemek.
give s.o. money under the
k. dili birine rüşvet vermek.
table
give s.o. no quarter birine aman vermemek.
give s.o. one´s illness birine hastalığını bulaştırmak/geçirmek: Don´t give me your
give s.o. one´s word cold!
birineNezleni bana bulaştırma!
söz vermek.
give s.o. pause birini düşündürmek, birinin düşünmesine yol açmak.
give s.o. pleasure birine zevk/haz/keyif vermek.
give s.o. rope birini serbest bırakmak, birini kendi haline bırakmak.
give s.o. shelter birini korumak.
give s.o. the benefit of the
k. dili birinin kötü/olumsuz bir şey yapmadığını farzetmek.
doubt
give s.o. the bird k. dili el işaretiyle birine ´´Siktir!´´ demek.
give s.o. the boot argo birini sepetlemek, birini kapı dışarı etmek, birinin kıçına
give s.o. the bum´s rush tekmeyi atmak,
İng., k. dili birini birini
yaka işten
paça çıkarmak.
çıkarmak; birini âdeta kapı dışarı
give s.o. the bum´s rush etmek.
k. dili birini yaka paça etmek/götürmek.
give s.o. the cold shoulder k. dili birine soğuk davranmak.
give s.o. the cold shoulder birine soğuk davranmak.
give s.o. the come-on -e pas vermek.
give s.o. the creeps birinin tüylerini ürpertmek.
give s.o. the glad eye birine pas vermek, birine davetkâr bir bakış yöneltmek.
give s.o. the glad hand sahte bir sıcaklıkla el sıkmak/selam vermek.
give s.o. the jumps argo birini çok sinirlendirmek, birinin tepesini attırmak.
give s.o. the once-over birini tepeden tırnağa süzmek.
give s.o. the pip İng. 1. birinin sinirine dokunmak. 2. birinin canını sıkmak.
give s.o. the push k. dili birini sepetlemek/işten atmak.
give s.o. the red carpet
k. dili birini şatafatlı bir şekilde karşılayıp ağırlamak.
treatment
give s.o. the sack İng., k. dili birini işten atmak, birini sepetlemek.
give s.o. the shaft argo birinin canını yakmak.
give s.o. the shirt off one´s
çok cömert olmak.
back
give s.o. the shivers birinin tüylerini ürpertmek/diken diken etmek.
give s.o. the slip k. dili sıvışarak birinden kaçmak/kurtulmak.
give s.o. the third degree 1. birini konuşturmak için işkence yapmak. 2. birini sıkı bir
give s.o. the willies sorguya çekmek.ürpertmek, birinin tüylerini diken diken etmek.
birinin tüylerini
give s.o. tit for tat k. dili birine misilleme yapmak, birine aynı biçimde karşılık
give s.o. to understand s.t. vermek.
birine bir şeyi ima etmek.
give s.o. what for k. dili 1. birini haşlamak, birine zılgıt vermek. 2. birine dayak
give s.o./s.t. a trial atmak.
birini/bir şeyi denemek.
give s.t. a lick and a promise bir şeyi yalapşap/yalap şalap yapmak.
give s.t. a press bir şeyi çabucak/şöyle bir ütülemek.
give s.t. a stir bir şeyi karıştırmak: Give that stew a stir! O güveci bir karıştır!
give s.t. a swirl bir şeyi çalkalayarak döndürmek.
give s.t. a whirl k. dili bir şeyi denemek: Give it a whirl! Onu bir dene!
give s.t. one´s consideration bir şey üzerinde düşünmek.
give s.t. prominence bir şeyi ön plana çıkarmak.
give s.t. some thought bir şeyi iyice düşünmek.
give s.t. the benefit of the
k. dili bir şeyin kötü/olumsuz bir sonuç vermediğini farzetmek.
doubt
give s.t. the once-over 1. bir şeyi gözden geçirmek. 2. etrafı şöyle bir düzeltmek.
give short notice (bir işin yapılması için) çok az zaman vermek.
give solace to -i teselli etmek, -e teselli vermek.
give thanks şükretmek.
give the alarm tehlike işareti vermek.
give the land a wide berth karadan çok uzakta bulunmak.
give the lie to -in yalan/yanlış olduğunu göstermek.
give the start signal spor start vermek.
give umbrage to -i gücendirmek.
give up 1. vazgeçmek. 2. pes etmek.
give up the ghost 1. ölmek, son nefesini vermek. 2. (makine/motor) bozulmak.
give up the ghost 1. ölmek, son nefesini vermek. 2. (makine/motor) bozulmak.
give up thought of -i aklından çıkarmak.
give vent to -i belli etmek, -i göstermek.
give voice to -i anlatmak, -i ifade etmek, -i dile getirmek.
give witness bak. bear witness.
give/lend s.o. a helping hand birine yardım elini uzatmak.
give/make a speech bir konuşma yapmak.
give-and-take i., k. dili karşılıklı özveri, karşılıklı fedakârlık.
given f., bak. give. s. belirli, muayyen. i. veri.
given name küçük isim.
gizmo i. aygıt; alet.
gizzard i. 1. biyol. taşlık, katı. 2. şaka mide.
glacial s. 1. buzullara ait: glacial lake buzul gölü. 2. buz gibi, çok soğuk.
glacier i. buzul.
glad i., k. dili, bak. gladiolus.
glad s. (--der, --dest) mutlu, memnun: He was glad to see us. Bizi
glad rags gördüğüne
bayramlıklar, sevindi.
en iyiI´ll be glad to do it. Onu memnuniyetle
giysiler.
yaparım.
glad rags k. dili süslü giysiler.
glad to meet you I´m glad to meet you. Tanıştığımıza memnun oldum.
gladden f. sevindirmek.
glade i. orman içindeki açık alan.
glad-hand f. sahte bir sıcaklıkla el sıkmak/selam vermek.
gladiator i. gladyatör.
gladiolus çoğ. glad.i.o.li (glädiyo´lay) i., bot. glayöl, kuzgunkılıcı.
gladly z. memnuniyetle.
gladness i. memnuniyet.
glamor i. romantik bir çekicilik.
glamorise f., İng., bak. glamorize.
glamorize f. 1. romantik ve çekici bir şekilde tarif etmek. 2. romantik ve
glamorous çekici bir hava
s. romantik bir vermek.
çekiciliği olan.
glamour i., İng., bak. glamor.
glamourise f., İng., bak. glamorize.
glamourize f., İng., bak. glamorize.
glamourous s., İng., bak. glamorous.
glance f. at -e göz atmak. i. bakış.
glance off -i sıyırıp geçmek.
gland i., anat. bez, beze, gudde.
glare f. 1. göz kamaştıracak bir şekilde parlamak. 2. at -e ters ters
glaring bakmak.
s. i. 1. göz kamaştırıcı
1. göz kamaştırıcı. parıltı.çiğ
2. çok parlak, 2. ters bakış.
(renk). 3. çok göze
glass çarpan. 4. ters ters bakan.
i. 1. cam. 2. bardak: a glass of water bir bardak su. a water
glass glass
f. camsu bardağı.
takmak, camlamak.
glass cutter elmastıraş, elmas.
glass in -i camla kapatmak.
glass wool cam yünü.
glassblower i. üfleyerek cam ve şişe yapan kimse.
glasses i., çoğ. gözlük.
glasses frames gözlük çerçevesi.
glassful i. bardak dolusu.
glasshouse i. 1. cam fabrikası. 2. İng. sera.
glassware i. zücaciye.
glassworks i. cam fabrikası.
glassy s. 1. cam gibi. 2. durgun ve parıldayan (deniz, göl v.b.). 3.
glaucoma donuk (bakış). karasu.
i., tıb. glokom,
glaze f. 1. (pencereye) cam takmak. 2. (seramik nesneleri) sırlamak.
glazier 3. (bakış) donuklaşmak. i. (seramikte) sır.
i. camcı.
gleam i. pırıltı. f. pırıldamak, parıldamak, parlamak.
glean f. 1. hasattan sonra ekin toplamak; hasattan sonra (tarladaki)
glee ekinleri
i. neşe. toplamak. 2. azar azar (bilgi) toplamak.
glee club koro.
gleeful s. neşeli, neşe dolu.
glen i. küçük vadi, dere.
glib s. (--ber, --best) 1. cerbezeli. 2. kolaya kaçan ve içtenliksiz
glide (cevap/söz).
f. süzülerek gitmek, süzülmek; sessizce ve kayıyormuş gibi
glider gitmek.
i. planör.
gliding i. 1. süzülerek gitme, süzülme. 2. planörcülük.
glimmer f. hafifçe pırıldamak. i. hafif pırıltı.
glimpse i. anlık bakış, kısa bakış. f. (birini/bir şeyi) bir an için görmek.
glint f. pırıldamak, parıldamak. i. pırıltı.
glisten f. pırıldamak, parıldamak. i. parıltı.
glitter f. pırıldamak, parıldamak. i. pırıltı.
gloat f. over -den şeytanca bir zevk duymak, (birinin başarısızlığını)
glob zevkle seyretmek;
i. 1. damla. 2. topak. “Oh olsun!” demek.
global s. 1. tüm dünyayı kapsayan/ilgilendiren. 2. global.
globe i. 1. küre, yuvarlak, yuvar. 2. yerküre, yeryuvarlağı, yeryuvarı.
globe-trotter 3. küre,
i. sık sık yerküreyi simgeleyen
dünyayı dolaşan kimse.model. 4. (lamba için) karpuz.
gloom i. 1. karanlık; loşluk. 2. kasvet, hüzün.
gloomy s. 1. karanlık; loş. 2. kasvetli, hüzünlü.
glorification i. 1. hamdederek (Allahı) yüceltme. 2. yüceltme.
glorify f. 1. hamdederek (Allahı) yüceltmek. 2. yüceltmek.
glorious s. 1. çok şerefli, yüceltilmeye değer. 2. fevkalade güzel,
glory harikulade, muhteşem.
i. 1. şan ve şeref. 2. ihtişam, görkem. 3. medarı iftihar. f. in 1. -e
gloss çok sevinmek. 2.
i. 1. parlaklık. 2. sahteile çokbirövünmek.
dış görünüm: Her politeness was
gloss merely a gloss. Onun nezaketi
i. 1. açıklama. 2. yorum. f. 1. açıklamak. sadece bir2.gösterişti.
açıklayıcıf.yazı
over (bir
yanlışı,
eklemek. doğru olmayan bir şeyi) doğru/makul göstermek.
glossary i. lügatçe, kitabın sonundaki sözlük bölümü.
glossy s. parlak.
glove i. eldiven.
glove compartment torpido gözü.
glow f. 1. (kor) parlamak; kor gibi parlamak: The cat´s eyes glowed in
glower the dark.
f. ters tersKedinin
bakmak. gözleri
i. terskaranlıkta
bakış. kor gibi parlıyordu. 2.
(yüzü/yanakları) kızarmak. i. 1. parıltı. 2. kızarıklık.
glowworm i. ateşböceği.
gloxinia i., bot. gloksinya.
glucose i. glikoz.
glue i. zamk. f. zamklamak.
glum s. (--mer, --mest) 1. asık suratlı, somurtuk. 2. kasvet veren.
glut i. aşırı miktar: There´s a glut of turnips on the market. Piyasa
glut o.s. with/on şalgama
-i tıka basa boğuldu.
yemek: f. They
(--ted,glutted
--ting) themselves on pears.
glut the market with Armutları tıka basa yediler.
piyasayı (aşırı miktarda mala) boğmak: He glutted the market
glutinous with bananas.
s. tutkala Piyasayı
benzer, yapış muza
yapış.boğdu.
glutton i. obur.
gluttonous s. obur.
gluttony i. oburluk.
glycerin i. gliserin.
glycerine i., bak. glycerin.
GMT kıs. Greenwich Mean Time.
gnarled s. boğum boğum.
gnash f. (diş) gıcırdatmak.
gnat i. 1. tatarcık. 2. titrersinek.
gnaw f. kemirmek.
gnome i. (peri masallarında) cüce.
GNP kıs. gross national product.
go (the) whole hog (bir işi) tamamıyla yapmak, hiçbir şeyi atlamadan yapmak,
go (the) whole hog esaslı birtam
(bir işi) şekilde yapmak.
yapmak.
go f. (went, gone) 1. gitmek. 2. -e çıkmak: She´s gone shopping.
go Alışverişe
i., İng. sıra:çıktı.
It´s They´ve
your go. gone for a walk. Onlar yürüyüşe çıktı. 3.
Sıra sende.
(bir şeyin) yeri (belirli bir) yer olmak: That book goes there. O
go a long way towards (bir şey) çok katkıda bulunmak, çok yararlı olmak: This´ll go a
kitabın yeri orası. 4. (makine) işlemek, çalışmak. 5. olmak: İrfan
go aboard long way towards making up for what you did. Bu, yaptığını
binmek.
´s gone crazy. İrfan delirdi. That bank´s gone private. O banka
affettirmeye bayağı yardımcı olur.
go about özel
den.sektöre
tiramola geçti.
etmek. 6. (belirli bir) durumda kalmak: Her screams
go about a task went
bir işi ele almak, bir işe duyulmadı.
unheard. Çığlıkları başlamak. He went hungry all day.
Gün boyunca aç kaldı. 7. gitmek, satılmak: The apartment went
go abroad yurtdışına
for a song. gitmek,
Daire çok dışarı
ucuza gitmek.
gitti. 8. (on) (para) gitmek,
go after (yakalamak/almak
harcanmak: One third için)of peşinden
his salarygitmek;
goes onkovalamak.
rent. Maaşının üçte
go against biri
1. -e karşı gelmek, -e karşı olmak. 2. -e aykırı(zaman/mevsim)
kiraya gidiyor. 9. yok olmak, kaybolmak; olmak. 3. (sonuç)
uçup
-in gitmek. olmak.
aleyhinde 10. ortadan kaldırılmak; işten çıkarılmak;
go against the grain (birinin) tabiatına aykırı olmak.
yürürlükten kaldırılmak: Nuri must go; that´s certain. Nuri
go aground karaya oturmak.
gitmeli; orası kesin. 11. gitmek, ölmek: I know they´ll sell this
go ahead farm
1. devamonceetmek.
I´m gone. 2. ofBen-dengittikten sonra bu çiftliği satacaklarını
önce gitmek.
go ahead biliyorum. 12. (zaman/toplantı)
1. (of) -den önce gitmek. 2. (with) -e devam geçmek; (hayat/işler)
etmek. (herhangi
bir durumda) olmak, gitmek: How´d the meeting go? Toplantı
Go ahead and smoke! Buyur,
nasıl sigaranı
geçti? How´s iç! it going? İşler nasıl gidiyor? 13. (şiir,
Go ahead! 1. Devam et! 2. Buyur!
tekerleme v.b.´nin sözleri, müziğin nağmesi) (belirli bir biçimde)
Go ahead! olmak:
DevamThe et! first line of the rhyme goes like this: “Little Miss
Muffet sat
k. dili elinden on a tuffet.”
geleni Tekerlemenin ilk satırı şöyle: “Minnacık
yapmak.
go all out
Matmazel Muffet bir ot kümesi üstünde oturuyordu.” 14. into
go all the way (with)
mat. (bir 1. tamamıyla
sayı) (başka hemfikir
bir sayıyı)olmak. 2. (birinin)
bölmek: tüm isteklerini
Five won´t go into four.
go all the way yerine
1. son
Beş dördügetirmek.
haddine 3. cinsel
varmak.
bölemez. ilişkide
2. her bir
15. (belirli bulunmak,
naneyi
ses)yemek. sevişmek:
çıkarmak: Her heart They´ve
gone
went all the way. Mercimeği fırına vermişler.
go along with 1. ilepit-a-pat. Yüreği güm
beraber gitmek. 2. -egüm attı. 16.-iin/into
razı olmak, -e sığmak: It
kabul etmek.
won´t go in the box. Kutuya sığmaz. 17. with -e uymak, -e
Go along! Haydi, git!
uygun olmak: That hat doesn´t go with that dress. O şapka o
Go along. Hadi git.uymuyor. 18. (saat) (belirli bir zamanı) göstermek: It´s
elbiseye
go ape over gone
k. dili four. Saat dört
-e bayılmak, ...oldu.
için deli olmak.
go around 1. herkese yetmek. 2. with ile arkadaş olmak, ile birlikte olmak.
3. (hastalık) çok kişiye bulaşmak.
go ashore karaya çıkmak.
go astray 1. (hayvan) sürüden çıkıp kendi başına gitmek, sürüden
go at ayrılmak.
-e saldırmak.2. (insan) kötü yola sapmak, doğru yoldan sapmak. 3.
yanlış yapmak, hata yapmak.
go away gitmek, ayrılmak.
go awry ters gitmek.
go back dönmek.
go back on one´s
sözünden dönmek.
promise/word
go back on one´s word sözünden dönmek.
go back on one´s word sözünden dönmek.
go back on s.o. birine ihanet etmek.
go bad (yiyecek) bozulmak.
go bad bozulmak.
go bail for -e kefil olmak.
go bananas k. dili çıldırmak.
go bankrupt iflas etmek, batmak.
go begging istenilmemek, rağbet görmemek.
go belly-up k. dili topu atmak, iflas etmek.
go berserk çıldırarak etrafı kırıp geçirmek.
go beyond -in ötesine geçmek.
go beyond reason makul sınırların dışına çıkmak.
go bust k. dili iflas etmek, sıfırı tüketmek, topu atmak.
go by geçip gitmek.
go by 1. geçmek: Several hours went by. Birkaç saat geçti. I´ve never
go by the board gone by your
1. (fırsat) house.
kaçmak. 2. Evinin önünden
vazgeçilmek, hiç geçmedim. Don´t let
bırakılmak.
that chance go by! O fırsatı kaçırma! 2. (bir şeyi) kılavuz
go by the board (iyi şeyler) yok olmak, gitmek; (fırsat) kaçırılmak; (iş, tasarı
saymak; (bir şeye) riayet etmek: Don´t go by what he says!
go down v.b.) suya düşmek.düşmek. 2. batmak. 3. (şiş/sular) inmek;
1. (seviye/kalite)
Onun dediklerine göre hareket etme! 3. -e bakarak hükme
go down in history (lastik)
varmak, sönmek. 4. karşılanmak:
-e bakmak:
tarihe geçmek. The
If you go only byproposal went down
appearances, you´dwell.
say
Teklif
he´s iyi
poor.karşılandı.
Sadece 5. to -e
görünüşüne uzanmak.
bakarsan fakir olduğunu
go down the drain boşa gitmek, ziyan olmak.
söylerdin.
go down the drain k. dili (para) boşuna harcanmak, boşa gitmek.
go downhill (başarı, sağlık v.b.) düşüş göstermek, bozulmak; baş aşağı
go Dutch gitmek.
k. dili (bir eğlentide) masrafı Alman usulü bölüşmek.
go far çok başarılı olmak.
go far çok başarılı olmak.
Go fly a kite! Çek arabanı!
go for 1. -e saldırmak, -in üstüne varmak. 2. -i elde etmeye çalışmak.
go for a song 3.
çok-i seçmek; -i tercih etmek. 4. -den hoşlanmak. 5. için geçerli
ucuza satılmak.
olmak: I´m fed up with all of you. And that goes for you too
go for a walk yürüyüşe çıkmak.
Kıymet. Hepinizden bıktım artık. Bu senin için de geçerli,
go for a walk/take a walk yürüyüşe çıkmak, gezmeye gitmek.
Kıymet.
Go for it! Yallah!
go for nothing boşa gitmek, heder olmak.
go from bad to worse kötüyken daha kötü olmak.
go from bad to worse gittikçe/giderek kötüleşmek, kötüye gitmek.
go gaga over (bir şey için) deli olmak.
go green around the gills k. dili benzi atmak.
go halves k. dili paylaşmak, üleşmek.
go haywire k. dili 1. sapıtmak, delirmek. 2. bozulmak.
go hog wild k. dili çılgınlaşmak, çılgınca davranmak, iyice azmak.
go in 1. girmek. 2. girmek, uymak. 3. (güneş/ay) bulutla örtülmek.
go in for (bir şeyin) meraklısı olmak, (bir şeyi) yapmaktan hoşlanmak.
go in with s.o. on (bir şeyde) biriyle ortak olmak.
go into 1. (bir mesleğe) girmek. 2. (bir iş) için (belirli bir süre)
go into a decline harcanmak:
kuvvetten düşmek. Five years of work have gone into the preparation
of this project. Bu projeyi hazırlamak için beş yıl çalıştık. 3. (bir
go into a skid (araba) kaymaya başlamak.
şeyi konuşmaya/tartışmaya/açıklamaya/araştırmaya) girmek.
go into action harekete geçmek.
go into detail ayrıntılara girmek.
go into details ayrıntılara girmek.
go into effect yürürlüğe girmek.
go into one´s shell kabuğuna çekilmek, susup insanlarla konuşmamak.
go into operation yürürlüğe girmek.
go it alone kendi başına hareket etmek/yaşamak.
Go it! 1. Koş! 2. Haydi gayret!
go native yerliler gibi davranmaya/düşünmeye/giymeye başlamak.
go off 1. patlamak. 2. çalmaya başlamak. 3. (ışıklar/kalorifer) sönmek;
go off at half cock (bir aygıt) durmak,
hazırlıksız iş görmek. işlemez olmak, çalışmamak. 4. (yemek)
bozulmak. 5. (bir olay) (belirli bir şekilde) geçmek. 6. İng., k. dili
go off one´s chump İng., k. dili aklını oynatmak, oynatmak, kafayı üşütmek.
-den hoşlanmamaya başlamak.
go off the air radyo, TV yayına son vermek.
go off the deep end k. dili kendini fazlasıyla kaptırmak.
go off the deep end k. dili 1. kendini bir işe fazlasıyla kaptırmak. 2. çok kızmak,
go off the rails kudurmak, köpürmek,
1. raydan çıkmak. 2. k.kendini kaybetmek.
dili aklını kaçırmak/oynatmak.
go on 1. olmak; devam etmek: What´s going on? Ne oluyor? The
go on a diet party
perhizewent on all night. Parti gece boyunca devam etti. 2.
başlamak.
(ışıklar/kalorifer) yanmaya başlamak; (aygıt) çalışmaya
go on strike grev yapmak.
başlamak. 3. (bir işi sürdürebilmek için) (bir söze/kanıta)
go on strike greve gitmek.
dayanmak: What are you going on? Neye dayanıyorsun? 4.
go on the rampage devam
(through) etmek, gitmek:
(-i) yakıp Go on;
yıkmak, (-i)I´ll waitkavurmak.
kasıp here for the others. Sen
go on the road devam et; ben öbürlerini
(tiyatro topluluğu) turneye çıkmak. bekleyeceğim burada. 5. (zaman)
geçmek. 6. (with) -e devam etmek. 7. (belirli bir şekilde)
go on the rocks k. dili 1. (evlilik)
davranmaya devam bozulmak.
etmek: 2. (işyeri)
If you go ontopu
likeatmak, iflas end
this you´ll etmek.
up
go on the stage tiyatro
in a loonyoyuncusu
bin. Böyle olmak.
devam edersen tımarhaneyi boylarsın. 8.
go on the stage konuşmaya
oyuncu olmak, devam etmek.
tiyatrocu 9. (about) (hakkında) fazlasıyla
olmak.
konuşmak, bıktıracak kadar konuşmak. 10. (at) -i azarlamak, -in
go on tour turneye çıkmak.
başının etini yemek.
Go on! Aman sen de!/Haydi canım sen de!
go one´s way kendi yoluna gitmek, bildiğini okumak.
go out 1. eğlenmek için dışarı çıkıp insanlarla buluşmak, çıkmak. 2.
go out of one´s way to do (with)
k. dili ile
özel flört
bir etmek, ile gezmek,
çaba sarfederek birile çıkmak:
şeyi yapmak. Tarık´s started to
s.t. go out with Derya. Tarık, Derya ile çıkmaya başladı. 3. (mektup,
go out of sight gözden kaybolmak.
koli, ilan v.b.) yollanmak, gönderilmek. 4. (ateş/ışık) sönmek. 5.
go over 1. -i incelemek,
(deniz) çekilmek:-iThe kontrol etmek.
tide´s going2.out.-i tekrar
Denizanlatmak,
çekiliyor. 6.-i tekrar
go over the top açıklamak.
demode 3.
olmak. -i tekrar gözden geçirmek.
k. dili amaçlanan sınırı aşmak: We went over the top by 4. (belirli bir şekilde)
karşılanmak:
seventy It went
liras. over well in the meeting. yetmişToplantıda
milyon liraiyi
go overboard for/about k. dili -emillion
fazla tutkun Amaçladığımızdan
olmak. fazla
karşılandı.
elde ettik. 5. (bir grubu bırakarak) (başka bir gruba) girmek: He
go places başarılı olmak;
abandoned mesleğinde
the Anglican ilerlemek.
church and went over to Rome.
go places Anglikan kilisesini
k. dili başarıya ulaşmak. bırakıp Katolik oldu.
go round bak. go around.
go s.o. one better birinin yaptığından daha iyisini yapmak, birini geçmek.
go shares paylaşmak: I´ll go shares with you in this. Bunu seninle
go shares with paylaşırım.
ile paylaşmak, ile üleşmek.
go shopping çarşıya çıkmak, alışverişe çıkmak.
go short (of) (birine) yeterli miktarda (bir şey) olmamak: They won´t go
go soft in the head short
k. diliof bread.
aklını Onlara yetecek
oynatmak, oynatmak. kadar ekmek var.
go sour 1. ekşimek. 2. bozulmak, kötüye gitmek.
go stag k. dili (bir erkek) (bir eğlenceye/partiye) damsız gitmek.
go steady devamlı olarak tek bir kişi ile flört etmek; with ancak (belirli
go steady biriyle) çıkmak/gezmek.
k. dili birbirinden başka kimseyle çıkmamak/flört etmemek.
go steady with k. dili sadece (belirli biriyle) çıkmak/flört etmek.
go straight 1. düz/doğru gitmek. 2. doğru yoldan ayrılmamak, ahlaklı bir
go sugary şekilde yaşamak.
(reçel, bal v.b.) şekerlenmek.
go swimmingly k. dili (işler) çok iyi/tıkırında gitmek.
go the round ağızdan ağıza dolaşmak.
go through 1. (hastalık, sıkıntı v.b.´ni) geçirmek. 2. (parayı) harcamak. 3.
go through (bir kanun tasarısı
1. (tasarı, v.b.)
teklif v.b.) onaylanmak.
(meclisten) 4. -i gözden
geçmek, geçirmek,
onaylanmak. -i
2. (bir
kontrol
taşıt) etmek;
(durulması (cepleri)
gereken yoklamak.
bir yerden) 5. (bir şeyi)
durmadan konuşmak:
geçmek. We
3. -i
go through the mill 1. büyük zorluklar atlatmak. 2. feleğin çemberinden geçmek.
´ve already-igone
incelemek, through-ithis
araştırmak, once.
arayıp Bunu zaten
taramak. birbir
4. (zor kezdurumu)
go through the roof k. dili çok kızmak, küplere binmek.
konuştuk.
atlatmak; (zor bir zamanı) geçirmek. 5. (sınav, sınıf, kurs v.b.´ni)
go through with (planlanmış
geçmek; bir şeyi)
(okulu) gerçekten
bitirmek. 6. withyapmak, gerçekleştirmek.
k. dili (bir şeyi) yapmak: Are
go to all lengths/go to any you
her really
çareyigoing to go through
kullanmak, withbaşvurmak.
her çareye this? Bunu gerçekten
length/go to great lengths yapacak
go to any extent her şeyemısın? 7. k. dili
başvurmak: olmak,
He´ll go togerçekleşmek.
any extent to get it. Onu elde
go to bed etmek
yatmak. için her şeye başvurur.
go to bed (gece uykusuna yatmak üzere) yatmak.
go to bed with ile cinsel ilişkide bulunmak, ile sevişmek.
Go to blazes! k. dili Cehennem ol!
go to extremes ifrata kaçmak.
go to great expense (bir şeyi yapmak için) çok masraf etmek, büyük masrafa girmek.
go to great expense çok masrafa girmek.
go to hell cehennemin dibine gitmek.
Go to hell! Cehennem ol!
go to one´s glory ölmek.
go to one´s head 1. kendini bir şey zannetmesine sebep olmak, başını
go to one´s head döndürmek. 2. (içki) başına vurmak.
başını döndürmek.
go to pieces (bir olay karşısında) kendini tutamayıp ağlamaya, fenalıklar
go to pieces geçirmeye veya o2.zamana
1. parçalanmak. kadar gizli
k. dili (kendini) tuttuğu her şeyi ifşa
dağıtmak.
etmeye başlamak.
go to pot berbat olmak.
go to pot k. dili bozulmak, mahvolmak.
go to press (gazete v.b.) baskıya girmek.
go to press baskıya girmek.
go to rack and ruin harabeye dönmek, harap olmak; mahvolmak.
go to school 1. okula gitmek. 2. okula/üniversiteye devam etmek;
go to sea tahsil/eğitim
denizci olmak. görmek.
go to sea 1. denizci olmak. 2. deniz yolculuğuna çıkmak.
go to see 1. (belirli bir amaç için) (bir yere) gitmek: I went to see what I
go to seed could
çaptan find there. Orada neler bulabilirim diye bir bakmaya
düşmek.
gittim. 2. -in ziyaretine gitmek; ile görüşmeye gitmek; -i
go to seed tohuma kaçmak.
görmeye gitmek: They´ve gone to see him. Onu görmeye
go to sugar (reçel, bal v.b.) şekerlenmek.
gittiler.
go to the dogs k. dili 1. ahlaken çökmek. 2. bozulmak.
go to the dogs rezil olmak.
go to the flicks k. dili (film seyretmek için) sinemaya gitmek.
go to the movies sinemaya gitmek.
go to the wall k. dili iflas etmek; iflasın eşiğinde olmak.
go to town 1. hızlı çalışmak; büyük bir gayretle çalışmak. 2. çok başarılı
go to town olmak.
1. şehre gitmek. 2. k. dili hız ve gayretle çalışmak. 3. k. dili çok
go to waste başarılı olmak.heder olmak, boşa gitmek.
ziyan olmak,
go to wrack and ruin bakımsızlıktan harabeye dönüşmek. f.
go together birbirine uymak.
go too far ileri gitmek, fazla olmak, çok olmak.
go under 1. batmak. 2. iflas etmek, batmak.
go under k. dili 1. batmak. 2. iflas etmek, batmak.
go under the name of adıyla tanınmak.
go underground faaliyetlerini gizli olarak sürdürmeye başlamak, yeraltına
go up kaymak.
1. çıkmak, yükselmek. 2. artmak. 3. tiy. (perde) kalkmak.
go up in flames/smoke tamamıyla yanmak.
go up in smoke 1. yanıp kül olmak. 2. yok olmak. No smoking. Sigara içilmez.
go white as a sheet k. dili sapsarı/bembeyaz kesilmek, benzi atmak/uçmak, beti
go wild benzi atmak.
çıldırmak.
go with 1. -e uygun olmak, -e uymak; -e yakışmak. 2. ile flört etmek.
go with the crowd grubun isteğine uymak.
go without 1. -den mahrum kalmak: He´s gone without food for three
go without saying days. Üç günlüzum
söylemeye yemekten mahrum
olmamak: kaldı.
It goes 2. -sizsaying
without yaşayabilmek,
that you -siz
yapabilmek:
must She
be punctual. knows how
Vaktinde to go without
gelmenizin electricity.
gereklibegan
olduğunuElektriksiz
go wrong 1. bozulmak; aksamak: After that everything to go
idare etmeyi
söylemeye biliyor.
lüzum yok.
go/be on the dole wrong.
işsizlik Ondan
yardımısonra her şey aksamaya başladı. What went
almak.
wrong? Aksayan neydi? 2. yanılmak, yanlış/hata yapmak: Where
go/get off scot-free k. dili (sanık) hiçbir ceza yemeden serbest bırakılmak.
´d we go wrong? Nerede yanlış yaptık?
go/run counter to 1. -e aykırı düşmek, -e uymamak. 2. -e zıt gitmek.
go/stand bail for 1. (sanığın) kefaletini yatırmak. 2. (sanığa) kefil olmak.
go/work on the assumption
(bir şeyin olacağını) zannederek harekete geçmek/harekete
that
goad geçmiş olmak.
i. üvendire. f. 1. üvendire ile dürtmek. 2. dürtmek; kışkırtmak;
go-ahead itmek.
i. 1. enerji ve girişim; enerji ve inisiyatif. 2. the izin, müsaade. s.
goal 1. enerjik
i. 1. amaç,ve girişken;
gaye, enerjik
hedef, erek, ve inisiyatifini
maksat. 2. sporkullanan.
kale. 3. 2. yeni
spor gol.
yöntem veya düşüncelere açık olan.
goal kick kale vuruşu, aut atışı.
goal line gol çizgisi.
goal posts spor kale direkleri.
goalie i., k. dili kaleci.
goalkeeper i. kaleci.
goat i. keçi; teke.
goatee i. keçisakalı.
gob i., k. dili 1. parça. 2. çoğ. büyük miktar, çok.
gobble f. acele yemek, atıştırmak.
gobble f. hindi gibi sesler çıkarmak. i. hindi sesi.
gobbler i. baba hindi.
go-between i. aracı, arabulucu.
goblet i. kadeh.
goblin i. cin (göze görünmeyen efsanevi yaratık).
god i. tanrı, ilah.
God bless you! Allah senden razı olsun!
God forbid! Allah korusun!
God help us! Allah yardımcımız olsun!
God only knows! Allah bilir!
God willing inşallah.
godchild i. vaftiz çocuğu.
goddamn ünlem Kahrolsun! s. kahrolası.
goddess i. tanrıça, ilahe.
godfather i. vaftiz babası.
God-fearing s. dindar, dini bütün, mütedeyyin.
godforsaken s. 1. çok tenha, cinlerin cirit oynadığı (yer). 2. sefil.
godhead i. tanrılık, uluhiyet.
godless s. Allahsız, Tanrısız.
godlike s. Tanrısal.
godly s. dindar.
godmother i. vaftiz anası.
godsend i. Hızır gibi yetişen devlet kuşu, beklenmedik nimet.
Godspeed ünlem 1. Allah yardımcın olsun! 2. İyi yolculuklar!
gofer i., argo (işyerinde) ayak işlerini yapan kimse, hizmetli, odacı.
go-getter i. gayretli ve tuttuğunu koparan kimse.
goggles i., çoğ. gözleri toz, su, kar veya rüzgârdan koruyan gözlük.
going i. 1. gidiş, ayrılış. 2. ilerleme hızı: That part of the road is hard
going concern going.
kâr edenYolun o bölümünden
ticari kuruluş. geçmek zor. This book´s heavy
going. Bu kitabı okumak zor. s.
going price şimdiki fiyat.
going to be What are you going to be when you grow up? Büyüyünce ne
goings-on olacaksın?
i., çoğ. olup bitenler.
goiter i., tıb. guatr.
goitre i., İng., tıb., bak. goiter.
gold i. altın. s. altın, altından yapılmış.
gold digger argo erkeklerden para sızdırmaya çalışan kadın.
goldbrick f. kaytarmak, işten kaçmak; işini üstünkörü yapmak; kendi işini
golden başkalarına bırakmak.
s. 1. altın, altından yapılmış. 2. altın renginde.
goldfinch i., zool. saka, sakakuşu.
goldfish i., zool. kırmızıbalık, havuzbalığı, Carassius auratus.
goldsmith i. altın kuyumcusu.
golf i. golf. f. golf oynamak.
golf club 1. golf sopası. 2. golf kulübü.
golf course/links golf alanı.
golfer i. golfçü, golf oyuncusu.
golly ünlem Hay Allah!
golosh i., bak. galosh.
gondola i. gondol.
gone f., bak. go.
gong i. gonk.
gonorrhea i., tıb. belsoğukluğu.
goo i. yapışkan madde.
goober i., k. dili yerfıstığı.
good s. (bet.ter, best) 1. iyi. 2. iyi, sağlam. 3. iyi, taze, çürümüş
good and olmayan. i. 1.
k. dili iyice, iyilik; hayır.
bayağı: She was2. iyilik,
good menfaat,
and mad.yarar.
Bayağı kızmıştı.
Good day! İyi günler!
Good evening! İyi akşamlar!
Good evening. İyi akşamlar.
good faith 1. (birine karşı beslenen) güven, itimat. 2. niyetin ciddiliği.
Good for you! Aferin!
Good Friday Hrist. Paskalya yortusundan önceki cuma.
Good God! Aman yarabbi!
Good gracious! Allah Allah!
Good grief! Allah Allah!
Good heavens! Aman yarabbi!
Good Heavens! Aman yarabbi!/Allah Allah!
good looks yakışıklılık; güzellik.
Good morning! Günaydın!
Good night! 1. İyi geceler! 2. Allah Allah!
good offices arabuluculuk.
Good riddance! İyi ki gitti!/İyi ki gittiler!
Good riddance! Hele şükür kurtulduk!/Oh olsun!
good sense akıllılık.
Good show! İng. Aferin!
good sport şaka kaldırabilen kimse.
good works hayır işleri.
good-by ünlem, bak. good -bye.
good-bye ünlem Allaha ısmarladık.
good-for-nothing s. hiçbir işe yaramayan/yaramaz.
good-looking s. yakışıklı, güzel.
goodly s. 1. epey büyük (bir miktar). 2. güzel, çok hoş.
good-natured s. iyi huylu.
goodness i. 1. iyilik. 2. faziletlilik, erdemlilik. 3. (bir yemekteki) besleyici
Goodness knows! değer veya lezzet.
Allah bilir!
goods i., çoğ. 1. menkuller, taşınırlar; menkuller ve gayrimenkuller. 2.
goods train mallar, eşya. 3. kumaş.
İng. marşandiz, 4. İng. yük, kargo.
yük katarı.
good-tempered s. iyi huylu, yumuşak başlı.
goodwill i. 1. iyi niyet. 2. (ticari) itibar.
goody i., k. dili 1. lezzetli (özellikle tatlı) bir yiyecek. 2. güzel şey,
gooey istenilen
s. yapışkan, bir şey.
vıcık vıcık, yapış yapış.
goof i., k. dili aptalca bir hata. f. (up) k. dili aptalca bir hata yapmak;
goof off aptalca bir hata etmek,
k. dili haylazlık yaparakaylaklık
her şeyi bozmak.
etmek.
goofy s., k. dili aptal, ahmak.
gook i., k. dili çamur gibi yapışkan bir karışım.
goon i., k. dili adam, fedai, goril.
goop i., k. dili yapışkan madde.
goose çoğ. geese (gis) i. kaz. f., k. dili poposuna parmak atmak.
gooseberry i. bektaşiüzümü.
gooseflesh i. tüyleri diken diken olmuş deri.
GOP kıs. the Grand Old Party (the Republican Party).
gopher i. 1. Amerikan yersincabı. 2. argo (işyerinde) ayak işlerini yapan
gore kimse,
i. kan. hizmetli, odacı.
gore f. boynuzla yaralamak.
gorge i. iki dağ arasındaki geçit/boğaz.
gorge f.
gorge o.s. on midesini (bir şey) ile tıka basa doldurmak.
gorgeous s. çok güzel, harika.
gorilla i. 1. zool. goril. 2. argo goril, koruyucu.
gory s. kanlı.
gosh ünlem Hay Allah!
gosling i. kaz palazı, kaz yavrusu.
go-slow i., İng. işi yavaşlatma grevi, işi yavaşlatma.
Gospel i., Hrist. dört İncil´den biri, İncil.
gospel i. 1. Hz. İsa´nın öğrettikleri, Hristiyanlığın esasları. 2. bir inanç
gospel music sisteminin temel ilkeleri.
siyah Amerikalılara özgü3. asıl
dini gerçek.
müzik türü.
gospel truth asıl gerçek.
gossamer i. 1. havada uçan ince örümcek ağı. 2. çok ince bir tür
gossip bürümcük.
i. 1. dedikodu. s. incecik, hafif. kimse. f. 1. dedikodu yapmak. 2.
2. dedikoducu
got about -in
f., bak. get.dedikodusunu yapmak.
Gothic s., mim. Gotik.
gotten f., bak. get. ill-gotten gains haksız kazanç.
gouge i. iskarpela, oyma kalemi. f. iskarpelayla oymak.
gourd i. 1. sukabağı. 2. (sukabağından yapılmış) su kabı.
gout i., tıb. gut, damla hastalığı.
govern f. 1. yönetmek, idare etmek. 2. iktidarda bulunmak.
governance i. yönetim, idare.
governess i. mürebbiye.
government i. 1. hükümet, devlet yönetimi. 2. idare, yönetme, yönetim.
governmental s. idari, hükümete ait.
governor i. 1. vali. 2. yönetici, idareci. 3. mak. regülatör.
governorship i. valilik.
gown i. 1. uzun etekli kadın elbisesi. 2. gecelik. 3. sabahlık (giysi). 4.
gr cüppe.
kıs. grade, grain(s), gram(s), grammar, gravity, great, gross,
gr wt group.
kıs. gross weight.
grab f. (--bed, --bing) 1. kapmak, çabucak ve zorla elinden almak. 2.
grace (elle) tutmak.letafet,
i. 1. zarafet, 3. at -iincelik.
(elle) tutmaya çalışmak.
2. (Allaha i.
özgü) inayet. 3. Hrist.
graceful (yemekten önce/sonra
s. zarif, latif. söylenen) şükran duası. 4. ertelenme
süresi: I´ll give you a week´s grace. Sana bir haftalık mühlet
graceless s. 1. kaba, görgüsüz. 2. çirkin. 3. zarafetten yoksun.
vereceğim. f. şereflendirmek, onurlandırmak.
gracious s. kibar, ince, hoş. ünlem Hay Allah!/Allah Allah!
grad i., k. dili mezun.
gradation i. 1. derece, aşama. 2. bir tondan diğer bir tona geçme; geçiş.
grade i. 1. derece; rütbe; cins; sınıf, kalite. 2. (ilköğretimde) sınıf: He´s
grade crossing six years oldgeçit.
hemzemin and in the first grade. Altı yaşında ve birinci sınıfta.
3. (öğretmenin öğrenciye verdiği) not. 4. eğim, meyil. f. 1.
grade school ilköğretim okulu.
(sınav kâğıdını veya ödevi okuyup) not vermek. 2. derecelere
grader i. greyder.tasnif etmek. 3. tesviye etmek, düzlemek.
ayırmak,
gradient i. eğim, meyil.
gradual s. derece derece olan, yavaş yavaş olan, yavaş.
gradually z. yavaş yavaş, derece derece, gittikçe, giderek.
graduate i. mezun kimse, mezun.
graduate f. from -den mezun olmak; -i mezun etmek.
graduate school (bir üniversiteye ait) lisansüstü eğitim birimi.
graduate school (bir üniversiteye ait) lisansüstü eğitim birimi.
graduate student lisansüstü öğrencisi.
graduation i. 1. mezun olma. 2. mezuniyet töreni.
graduation ceremony mezuniyet töreni.
graffiti i. duvardaki yazılar, grafiti, graffiti.
graft i. 1. bahç. aşı. 2. tıb. doku nakli; nakledilen doku. f. 1. bahç.
graft aşılamak; aşılanmak.
i. 1. para, makam 2. tıb.
v.b.´ni (doku) nakletmek;
yolsuzlukla elde etme.(doku)
2. yolsuzlukla
nakledilmek.
elde edilen para, makam v.b. 3. rüşvet.
grain i. 1. (arpa, buğday, mısır v.b.) tane: three grains of wheat üç
gram buğday
i. gram. tanesi. 2. tahıl, hububat. 3. zerre. 4. (bir ağaç parçasının
içindeki) damarların düzeni.
grammar i. 1. dilbilgisi, gramer. 2. gramer açısından ifade. 3. dilbilgisi
grammar school kitabı, gramerokulu.
1. ilköğretim kitabı.2. İng. (öğrencileri üniversiteye hazırlayan)
grammar school lise.
1. ilkokul. 2. İng. (öğrencileri üniversiteye hazırlayan) lise.
grammatical s. 1. gramere ait, dilbilgisel. 2. gramatikal, gramer kurallarına
gramme uygun.
i., İng., bak. gram.
gramme i., İng., bak. gram.
gramophone i., İng. pikap; gramofon, fonograf.
gramophone record plak.
gramps i., k. dili dede, büyükbaba.
gran i., k. dili nine, büyükanne.
granary i. tahıl ambarı.
grand s. 1. muhteşem, görkemli, ihtişamlı. 2. büyük, mühim. 3. k. dili
grand duchess çok güzel, harika. i. 1. k. dili kuyruklu piyano. 2. argo bin dolar.
grandüşes.
grand duke grandük.
grand jury huk. büyük jüri, soruşturma kurulu, tahkikat heyeti.
grand piano kuyruklu piyano.
grand total (genel) toplam.
grand vizier sadrazam.
Grand Vizier sadrazam.
grandad i., k. dili, bak. granddad.
grandaddy i., k. dili, bak. granddaddy.
grandbaby i., k. dili (bebek) torun.
grandchild çoğ. grand.chil.dren (gränd´çîldrın) i. torun.
granddad i., k. dili dede, büyükbaba.
granddaddy i., k. dili 1. dede, büyükbaba. 2. en eski; en büyük.
granddaughter i. kız torun.
grandeur i. 1. ihtişam, görkem, heybet. 2. büyüklük, azamet.
grandfather i. dede, büyükbaba.
grandfather clock dolaplı saat, sandıklı saat, ayaklı duvar saati.
grandiloquent s. tumturaklı.
grandiose s. fazlasıyla büyük ve görkemli, şatafatlı, cafcaflı.
grandma i., k. dili nine, büyükanne.
grandmother i. nine, büyükanne; anneanne; babaanne.
grandpa i., k. dili dede, büyükbaba.
grandparent i. büyükbaba; büyükanne.
grandson i. erkek torun.
grandstand i., spor kapalı tribün.
granite i. granit.
granny i., k. dili nine, büyükanne.
grant f. 1. kabul etmek; rıza göstermek; yerine getirmek: She granted
grant a request his
bir request. Ricasını
ricayı kabul yerine getirdi. Granting the truth of what
etmek.
you´re saying, I still don´t see that there´s anything we can do
grant s.o. bail birini kefaletle/kefaleten tahliye etmek.
about it. Dediklerinizin doğruluğunu kabul etsek bile, yine de bu
Granted. (cevaben)
işte Evet.
bizim yapabileceğimiz bir şey göremiyorum. 2. vermek,
granulated lütfetmek,
s. bahşetmek. i. 1. ödenek, tahsisat. 2. burs.
granulated sugar tozşeker.
granulated sugar tozşeker.
granule i. tanecik.
grape i. üzüm.
grapefruit i. greypfrut, greyfrut, greyfurt, altıntop, kızmemesi.
grapeshot i., ask. (bomba/şarapnel içindeki) misket.
grapevine i. asma.
graph i. grafik, çizge.
graph paper. kareli kâğıt.
graphic s. 1. grafikle ilgili. 2. canlı ve net; tüm ayrıntıları gösteren; canlı
graphic design. ve açıkdizayn.
grafik seçik bir şekilde yazan. 3. çarpıcı. 4.
yazılmış/çizilmiş/kazılmış. 5. grafik sanatlarla ilgili.
graphic designer. grafiker.
graphite i. grafit.
grapple f. with ile boğuşmak.
grasp f. 1. sıkı tutmak; kavramak; yakalamak. 2. at kapmaya
grasp at straws çalışmak.
k. dili uçan3. kuştan
kavramak, anlamak.
medet ummak. i. 1. kavrayış, anlayış. 2.
pençe.
grasp the nettle zor bir probleme çözüm yolu bulmak.
grasping s. açgözlü, haris, tamahkâr.
grass i. 1. çimen; çim, ot. 2. argo (sigara halinde içilen)
grass widow hintkenevirinin
1. boşanmış veya kurutulmuş
kocasındanyaprakları. f. 1. çimenle
ayrı yaşayan kadın. 2.kaplamak.
kocası
2. çimlemek.
geçici olarak bir yere gitmiş olan kadın.
grass widower 1. boşanmış veya karısından ayrı yaşayan adam. 2. karısı geçici
grasshopper olarak bir yere gitmiş olan adam.
i. çekirge.
grassroots i., k. dili sıradan insanlar, sokaktaki kişiler, ortadirek. s. 1.
grassy sıradan
s. çimenli,insanlara yönelik. 2. sıradan insanlardan kaynaklanan.
çimenlik.
grate i. 1. ızgara. 2. demir parmaklık.
grate f. rendelemek.
grate on -e sürtünerek/çarparak ses çıkarmak.
grate on one´s nerves sinirine dokunmak.
grate one´s teeth dişlerini gıcırdatmak.
grateful s. minnettar.
gratefully z. minnetle.
grater i. rende.
gratification i. 1. memnuniyet, zevk, haz. 2. zevk veren şey.
gratify f. memnun etmek, hoşnut etmek, tatmin etmek.
grating i. ızgara; demir parmaklık.
gratis z., s. bedava, parasız.
gratitude i. minnettarlık.
gratuitous s. 1. bedava, parasız. 2. gereksiz.
gratuity i. bahşiş.
grave i. mezar.
grave s. 1. ciddi, ağır, vahim. 2. ağırbaşlı.
gravedigger i. mezarcı.
gravel i. çakıl. f. (--ed/--led, --ing/--ling) çakıl döşemek.
gravestone i. mezar taşı.
graveyard i. mezarlık.
gravitate f. 1. (towards/to) -e yönelmek. 2. yerçekimiyle hareket etmek.
gravitation 3. çökelmek,
i. 1. yerçekimi. çökmek.
2. yerçekimiyle hareket etme. 3. yönelme. 4.
gravitational çökelme, çökme.
s. yerçekimiyle ilgili.
gravity i., fiz. 1. yerçekimi. 2. ciddiyet, vahamet. 3. ağırbaşlılık.
gravy i. sos; et suyu.
gray s., i. gri.
gray matter k. dili beyin, akıl.
graze f. otlamak; otlatmak.
graze f. sıyırıp geçmek, sıyırmak; sıyrılmak. i. sıyrık.
grease i. 1. yağ, içyağı, et yağı. 2. makineyağı, gres, gresyağı. f. yağ
grease s.o.´s palm sürmek, yağlamak.
k. dili birine rüşvet vermek.
grease s.o.´s palm birine rüşvet vermek.
greasy s. yağlı, yağlanmış.
great s. 1. büyük (derece/miktar), çok. 2. büyük, muazzam; önemli. 3.
Great Britain k. dili mükemmel,
Büyük Britanya. fevkalade, harika.
Great Dane Danua cinsi köpek.
great-grandchild çoğ. great-grand.chil.dren (greyt´gränd´çîldrın) i. torun çocuğu.
great-grandfather i. büyük dede.
great-grandmother i. büyük nine.
great-hearted s. 1. cesur, yiğit. 2. cömert.
greatly z. çok, pek çok; fazlasıyla.
greatness i. büyüklük.
Greece i. Yunanistan.
greed i. hırs, tamah, açgözlülük.
greedy s. tamahkâr, hırslı, açgözlü.
Greek i. 1. Yunanlı; Rum. 2. Yunanca; Rumca. s. 1. Yunan; Rum. 2.
green Yunanca;
s. 1. yeşil.Rumca.
2. henüz 3.olgunlaşmamış,
Yunanlı. ham (meyve). 3. k. dili
green bean acemi, toy. 4. Yeşiller
taze fasulye, yeşil fasulye. Partisine ait. i. 1. yeşil renk, yeşil. 2.
çimenlik. 3. Yeşiller Partisi üyesi/sempatizanı.
green light 1. (trafik lambasında) yeşil ışık. 2. k. dili müsaade, izin, yeşil
green onion ışık.
yeşil soğan.
green onion taze soğan.
green pea bezelye.
green pepper 1. dolmalık biber. 2. yeşil biber (olgunlaşmamış biber).
green pepper 1. dolmalık biber. 2. yeşil biber (olgunlaşmamış biber).
greenback i., k. dili papel, dolar, yeşil.
greenery i. yeşillik.
greengrocer i., İng. manav.
greenhorn i. acemi kimse, acemi çaylak.
greenhouse i. sera, ser, limonluk.
Greenland i. Grönland.
Greenlander i. Grönlandlı.
Greenlandic i. Grönlandca. s. 1. Grönland, Grönland´a özgü. 2. Grönlandca.
greens 3. Grönlandlı.
i., k. dili (yaprakları çiğ/haşlanmış olarak yenilen) yeşil yapraklı
Greenwich sebzeler.
i. Greenwich.
Greenwich Mean Time Greenwich ortalama zamanı.
Greenwich Mean Time Greenwich ortalama zamanı.
greet f. selamlamak, selam vermek; karşılamak; selamlaşmak.
greeting i. selam.
greeting card tebrik kartı.
gregarious s. 1. başkalarıyla beraber olmayı seven, girgin. 2. sürü halinde
gremlin yaşamayı
i. (makineleri seven; sürücül. inanılan) cin.
bozduğuna
grenade i. el bombası.
grew f., bak. grow.
grewsome s., bak. gruesome.
grey s., i., bak. gray.
greyhound i. tazı.
grid i. 1. ızgara. 2. grid.
griddle i. (alçak kenarlı, demir) tava.
gridiron i. 1. ızgara. 2. k. dili Amerikan futbol sahası.
grief i. büyük üzüntü, acı, keder.
grief-stricken s. büyük bir üzüntü içinde olan.
grievance i. 1. şikâyet, yakınma. 2. şikâyete yol açan durum.
grieve f. büyük bir üzüntü içinde olmak; -e büyük üzüntü vermek, -e acı
grievous vermek.
s. çok büyük (yanlış/zarar/kayıp/acı); ağır (masraf).
grill i. 1. ızgara (alet). 2. (alçak kenarlı, demir) tava. 3. ufak lokanta.
grim f.
s. 1. ızgarada
(--mer, pişirmek.
--mest) 2. k. dili
1. korkunç. sorguya
2. aman çekmek.
bilmez, katı, sert. 3.
grimace amansız (mücadele).
i. yüz buruşturma/çarpıtma. f. yüzünü buruşturmak/çarpıtmak.
grime i. kir, kirlilik.
grimy s. kirli.
grin f. (--ned, --ning) sırıtmak. i. sırıtma.
Grin and bear it! Gülümseyip sineye çek!
grind f. (ground) 1. (değirmen, havan, dibek v.b.´nde)
grind to a halt öğütmek/çekmek/dövmek.
gıcırdayarak yavaş yavaş stop 2. (kıyma
etmek; makinesinde)
stop etmek, (et) çekmek;
durmak.
(mutfak robotunda) (sebze v.b.´ni) çekmek. 3. (dişlerini/vitesi)
grinder i. 1. (aletle/makineyle bir şeyi) öğüten/çeken/döven kimse. 2.
gıcırdatmak. 4. (bıçak v.b.´ni) bilemek. 5. (at) k. dili (ders için)
öğütücü
i. (çark(alet/makine).
1. çalışmak,
ile döndürülen) 3. bileğitaşı,
öğütücü diş. 4. bileyici.2.
grindstone çok ineklemek. i. 1. zor vebileği
sıkıcı çarkı.
iş. 2. (kahvenin)
grip değirmentaşı.
çekiliş şekli;
f. (--ped, (unun)
--ping) öğütülüş
1. sıkı tutmak, şekli: What grind
kavramak. of coffee
2. (birinin) do you
dikkatini
grip s.o.´s imagination prefer?
çekmek. Kahvenizi nasıl çekelim? 3. k. dili çok çalışan
i. 1. tutma/kavrama şekli. 2. kontrol, idare: Get a grip
-i alıp götürmek. öğrenci,
inek.
on yourself! Kendine hâkim ol! Don´t let the firm get into their
gripe f. 1. (about/at) k. dili şikâyet etmek, yakınmak. 2. (mide)
grip. Firma onların kontrolüne geçmesin. 3. k. dili bavul.
grisly sancımak. i. 1. k. dili
s. tüyler ürpertici, şikâyet,
korkunç, yakınma.
dehşet 2. (midede) sancı.
verici.
grist i. öğütülecek/öğütülmüş tahıl.
gristle i. kıkırdak.
grit i. 1. kum tanesi; kum tanesi gibi taş parçacığı. 2. metanet. f. (--
grit one´s teeth ted, --ting)
k. dili metin olmak; dişini sıkmak.
grits i., çoğ. kabuksuz mısır tanelerini kaba bir şekilde öğüterek
gritty yapılan ezme.
s. 1. kumlu; kumlu gibi. 2. metin, dayanıklı.
grizzly i., zool., bak. grizzly bear. s. boz, gri, kurşuni.
grizzly bear zool. (Kuzey Amerika´ya özgü) korkunçayı, Ursus horribilis.
groan f. inlemek. i. inilti.
grocer i. bakkal.
groceries i., çoğ. bakkaldan alınan gıda maddeleri.
grocery i. bakkal dükkânı, bakkal, bakkaliye.
grocery store bakkal dükkânı, bakkal, bakkaliye.
groggy s. sersem, zihni karışık; mahmur; uyku sersemi; içki sersemi.
groin i., anat. kasık.
groom i. güvey. f. tımar etmek.
groove i. 1. yiv. 2. rutin. f. yiv açmak.
grope f. 1. el yordamıyla aramak/ilerlemek. 2. (elle) sarkıntılık etmek.
grope for words kelimeleri zor bulmak.
gross i. grosa, on iki düzine.
gross s. 1. brüt, gayri safi (miktar/ağırlık). 2. göze batan veya
gross income tahammül
brüt gelir. edilmez (kusur, hata v.b.). 3. kaba, görgüsüz. 4. çok
şişman. i. brüt para toplamı. f. brüt olarak (belirli bir miktar
gross national product ekon. gayrisafi milli hâsıla.
para) toplamak, kazanmak.
gross profit brüt kâr.
gross weight brüt ağırlık.
grotesque s. gülünç, güldürecek kadar acayip; çok garip.
grotty s., İng., k. dili 1. pis, kirli, pasaklı, kırtıpil. 2. kıtıpiyoz, kıtıpiyos,
grouch kırtıpil,
i., k. dilideğersiz.
her zaman şikâyetçi olan kimse, dırdırcı.
grouchy s., k. dili 1. şikâyetçi, dırdırcı. 2. sinirli.
ground i. 1. yer (yerin yüzü): He fell to the ground. Yere düştü. 2.
ground toprak. 3. zemin;
f. 1. karaya fon. karaya
oturmak; 4. elek.oturtmak.
toprak. 5.2.çoğ. (bir (hava
(uçak)
binaya/kuruluşa
koşullarından ait) arazi/bahçeler. 6. gerekçe,
dolayı) uçamamak; (uçağı) uçurtmamak. sebep, temel,
3. (birini)
ground f., bak. grind. s.
dayanak: On what grounds are you making
(ceza olarak) (ev, okul, v.b.´nden) dışarı çıkartmamak. this accusation?
4. (birBu
ground beef sığır kıyması.
suçlamayı neye dayanarak yapıyorsunuz?
sebebe) dayanmak/dayatmak. 5. elek. (bir7. çoğ. telve.
cihazı) topraklamak.
ground crew (havaalanında) yer mürettebatı.
ground floor zemin kat.
ground floor zemin katı.
ground forces kara kuvvetleri.
ground glass buzlucam.
ground meat kıyma.
ground rule temel kural.
ground s.o. in birine (bir konunun) temel ilkelerini öğretmek.
ground wire elek. toprak teli.
groundbreaking s. çığır açan (olay v.b.). i.
groundbreaking ceremony temel atma töreni.
groundhog i., zool. dağsıçanı.
groundless s. asılsız, temelsiz.
groundnut i., İng. yerfıstığı.
groundwork i. ön hazırlıklar.
group i. grup. f. gruplandırmak; gruplaşmak.
group insurance grup sigortası.
group therapy grup terapisi, küme sağaltımı.
groupie i. pop müzik topluluğu üyelerinin peşinde koşan kız.
grouse i., zool. ormantavuğu.
grouse f., k. dili şikâyet etmek.
grove i. 1. koru. 2. (meyve ağaçlarından oluşan) bahçe: orange grove
grovel portakal
f. bahçesi.
(--ed/--led, walnut 1.
--ing/--ling) grove cevizlik.
kendini alçaltmak, yaltaklanmak. 2.
grow yerde sürünmek.
f. (grew, --n) 1. büyümek; gelişmek; artmak. 2.
grow away from (bitki/sebze/meyve)
ile ilişkileri azalmak,yetiştirmek; yetişmek. 3. olmak: She´s
-den uzaklaşmak.
grown ugly. Çirkinleşti./Çirkin oldu. He´s grown old. Yaşlandı.
grow into 1. ... olmak. 2. zamanla büyüyüp (bir giysinin) ölçülerine
grow old uymak. 3. (bir işe)
1. yaşlanmak, alışmak. 2. eskimek.
ihtiyarlamak.
grow on s.o. zamanla birinin hoşuna gitmeye başlamak.
grow out of 1. büyüdüğü için (bir giysiyi) giyememek. 2.
grow too big for one´s boots büyüyüp/olgunlaşıp
k. dili yumurtadan çıkıp (kötükabuğunu
bir şeyden) vazgeçmek. 3. -den
beğenmemek.
kaynaklanmak.
grow up 1. büyümek. 2. meydana gelmek, vuku bulmak.
Grow up! Çocukluğu bırak!
grower i. yetiştirici, üretici.
growl f. hırlamak. i. hırlama.
grown f., bak. grow. s. yetişkin.
grown-up s., i. yetişkin.
growth i. 1. büyüme; gelişme; artma. 2. bir bitkiden süren
grub dallar/sürgünler/yapraklar.
i. 1. kurtçuk, larva. 2. k. dili3. ur, tümör.
yiyecek.
grub f. (--bed, --bing) 1. up kazarak/belleyerek -i çıkarmak/sökmek. 2.
grubby (bir yerdeki)
s. kirli, pis. kökleri kazarak sökmek. 3. kazmak, bellemek.
grudge f. (bir şeyi) (birine) çok görmek; kıskanmak: Do you grudge me
grudgingly this? Bunu bana çok mu görüyorsun? i. kin, garaz, hınç.
z. istemeyerek.
gruel i. sulu yulaf v.b. lapası.
grueling s. çok zor; zorlu.
gruelling s., İng., bak. grueling.
gruesome s. korkunç, dehşet verici.
gruff s. sert, katı, sevimsiz.
grumble f. şikâyet etmek. i. şikâyet.
grumpy s. aksiliği tutmuş, hırçınlığı üstünde.
grunt f. domuz gibi ses çıkarmak, homurdanmak. i. homurtu.
G-string i., k. dili (şovlarda dansçıların giydiği) minicik tanga.
guarantee i. garanti. f. garanti etmek.
guarantor i. kefil.
guaranty i., huk. garanti.
guard i. 1. koruma görevlisi, muhafız; nöbetçi. 2. muhafızlar. 3.
guard basketbol
f. 1. korumak.gard.2.4.(bir
boks gard, savunma
tutukluyu) gözetimduruşu.
altında 5. İng. (trende)
tutmak.
biletçi.
guard a secret sır tutmak.
guard against -e karşı önlem almak.
guard of honor ask. şeref kıtası.
guard one´s tongue ağzını sıkı tutmak, dilini tutmak.
guard´s van İng. marşandizin arkasına takılan ve demiryolu görevlilerini
guarded taşıyan cumbalı
s. ihtiyatlı vagon.rapor v.b.).
(söz, cevap,
guardian i. 1. huk. vasi. 2. koruyucu.
guardian angel koruyucu melek.
guardianship i. vesayet, vasilik.
guardrail i. (yol kenarındaki) bariyer, korkuluk.
guardsman çoğ. guards.men (gardz´mîn) i. muhafız.
Guatemala i. Guatemala.
Guatemalan i. Guatemalalı. s. 1. Guatemala, Guatemala´ya özgü. 2.
gubernatorial Guatemalalı.
s. valiye/valiliğe ait.
guerilla i., bak. guerrilla.
guerrilla i. gerilla, gerillacı, çeteci.
guerrilla warfare gerilla savaşı.
guess f. 1. tahmin etmek; tahminde bulunmak. 2. zannetmek, sanmak.
guesswork i.
i. tahmin.
1. tahmini iş. 2. tahmine dayanan sonuç/sonuçlar.
guest i. 1. misafir, konuk; davetli. 2. otel/pansiyon müşterisi.
guest artist konuk sanatçı.
guest of honor şeref konuğu/misafiri.
guest room misafir odası.
guesthouse i. pansiyon.
guff i., k. dili boş laf, palavra, martaval.
guffaw i. nahoş bir kahkaha. f. nahoş kahkaha atmak.
Guiana i. 1. Fransız Guyanası. 2. Guyana bölgesi, Guyana.
Guianan i. 1. Fransız Guyanalı. 2. Guyana bölgesi halkından biri,
Guianese Guyanalı. s. 1. Fransız
i. (çoğ. Gui.a.nese) Guyanası,
s., bak. Fransız Guyanası´na özgü. 2.
Guianan.
Guyana, Guyana bölgesi veya halkına özgü. 3. Fransız Guyanalı.
guidance i. 1. rehberlik, yol gösterme. 2. güdüm.
4. Guyanalı, Guyana bölgesi halkından olan.
guidance counselor rehber öğretmen.
guide f. 1. rehberlik etmek, yol göstermek. 2. yönetmek, idare etmek.
guide dog i. 1. rehber,
rehber köpek,kılavuz.
gözleri2.görmeyen
rehber kitabı, rehber.
birine rehberlik eden köpek.
guidebook i. rehber, rehber kitabı.
guided missile ask. güdümlü mermi.
guideline i. (bir projedeki) ana hatlar.
guild i. esnaf birliği, lonca.
guile i. kurnazlık, açıkgözlük.
guileful s. kurnaz, açıkgöz.
guileless s. saf, art niyetsiz.
guillotine i. giyotin. f. giyotin ile idam etmek.
guilt i. suçluluk.
guiltless s. suçsuz.
guilty s. suçlu.
guilty conscience vicdan azabı.
Guinea i. Gine.
guinea i. 1. yirmi bir şilin değerindeki eski İngiliz altını. 2. beçtavuğu.
guinea fowl beçtavuğu.
guinea fowl beçtavuğu.
guinea pig kobay.
Guinea-Bissau i. Gine-Bisav.
Guinea-Bissauan i. Gine-Bisavlı. s. 1. Gine-Bisav, Gine-Bisav´a özgü. 2. Gine-
Guinean Bisavlı.
i. Gineli. s. 1. Gine, Gine´ye özgü. 2. Gineli.
guise i. 1. kılık. 2. dış görünüş.
guitar i. gitar.
guitarist i. gitarist.
gulch i. küçük kanyon.
gulf i. 1. körfez. 2. çok derin kanyon.
gull i. martı.
gullet i. boğaz, gırtlak.
gullibility i. kolay aldatılma, saflık.
gullible s. kolay aldatılabilir.
gully i. sel yatağı.
gulp f. yutuvermek. i. yutuverme.
gulp s.t. down bir şeyi yutuvermek.
gum i., gen. çoğ. dişeti.
gum i. 1. (çam reçinesinden başka herhangi bir) reçine. 2. çiklet.
gum f. (--med, --ming) zamk sürmek; zamklamak.
gum mastic sakız.
gum tree 1. okaliptüs, sıtmaağacı. 2. (çamdan başka herhangi bir)
gumbo reçineli
i. bamyalı ağaç.
yahni.
gumboot i., İng. lastik çizme.
gumdrop i. jelatinli şekerleme.
gummed s. zamklı.
gumption i., k. dili inisiyatif ve cesaret.
gun i. ateşli silah; top; tüfek; tabanca. f. (--ned, --ning) (motoru)
gun for birdenbire
1. (birinin)tam gazla
çanına ot çalıştırmak;
tıkamak için(arabayı) birdenbire
fırsat kollamak. tam gaz
2. (belirli bir
sürmek.
yeri) elde etmek için bütün gayretiyle çalışmak.
gun rack tüfeklik.
gun s.o. down birini (ateşli silahla) vurmak.
gunboat i. gambot.
gunfight i. (iki kişi arasındaki) silahlı çatışma.
gunfire i. ateş etme, ateş.
gunge i., İng., bak. gunk.
gung-ho s., k. dili fazlasıyla istekli, dünden hazır.
gunk i., k. dili vıcık vıcık şey.
gunman çoğ. gun.men (g^n´mîn) i. silahlı kimse, ateşli silah taşıyan
gunner kimse.
i. topçu.
gunnery i. topçuluk; atış ilmi.
gunnysack i. çuval.
gunpoint i.
gunpowder i. barut.
gunrunner i. silah kaçakçısı.
gunrunning i. silah kaçakçılığı.
gunshot i. 1. silah atışı. 2. (ateşli silaha ait) menzil, erim, atım.
gunsmith i. tüfekçi, tüfek ve tabanca yapan veya tamir eden kimse.
gurgle f. 1. çağıldamak. 2. (bebek) agulamak. i. 1. çağıltı. 2. agu.
guru i. guru, mürşit, rehber.
gush f. 1. fışkırmak. 2. (about) hayranlığını abartılı bir şekilde
gusset anlatmak;
i. kuş, verev yağlayıp
takılan ballamak. i. fışkırma, fışkırış; fışkırtı.
kumaş parçası.
gussy f. up k. dili -i süslemek.
gussy o.s. up süslenip püslenmek.
gust i. rüzgârın ani ve sert esmesi.
gustatory s. tat alma duyusuyla ilgili.
gusto i. zevk.
gut i. bağırsak.
gutless s., k. dili yüreksiz.
guts i. 1. çoğ. bağırsaklar. 2. k. dili cesaret, yürek: He´s got guts.
gutsy Bayağı
s., k. dilicesur
cesur, o. yürekli.
gutter i. 1. (çatı/dam kenarındaki) oluk. 2. (kaldırım kenarındaki) oluk,
guttural kanivo.
s. gırtlaksı (ses).
guy i., k. dili adam.
Guyana i. 1. Guyana, eski İngiliz Guyanası. 2. Guyana, Guyana bölgesi.
Guyanese i. (çoğ. Guy.a.nese) 1. Guyanalı, eski İngiliz Guyanası halkından
guzzle biri. 2. Guyanalı,
f. (içki) çokça içmek. Guyana bölgesi halkından biri. s. 1. Guyana,
eski İngiliz Guyanası veya halkına özgü. 2. Guyana, Guyana
gym i. 1. spor salonu, jimnastik salonu. 2. (okullarda) beden eğitimi.
bölgesi veya halkına özgü. 3. Guyanalı, Guyana uyruklu. 4.
gymnasium i. spor salonu,
Guyanalı, Guyanajimnastik
bölgesisalonu.
halkından olan.
gymnast i. jimnastikçi.
gymnastic s. jimnastiğe ait.
gymnastics i., çoğ. jimnastik.
gynaecologist i., İng., bak. gynecologist.
gynaecology i., İng., bak. gynecology.
gynecologist i. jinekolog.
gynecology i. jinekoloji, nisaiye.
gyp i., k. dili üçkâğıtçı, hileci, sahtekâr; kazıkçı. f. (--ped, --ping)
gyp joint aldatmak;
kazık bir yer.kazık atmak.
gypsum i. alçıtaşı, jips.
Gypsy i. Roman, Çingene.
gypsy i. Roman gibi yaşayan kimse.
gyrate f. dönmek, dönerek sallanmak.
gyration i. dönme, dönerek sallanma.
gyropilot i., hav., bak. automatic pilot.
gyroscope i. cayroskop, jiroskop.
H, h i. H, İngiliz alfabesinin sekizinci harfi (Honor, hour, herb gibi bazı
haberdasher kelimelerin başında
i. 1. erkek giyimi ve herhangi
satan mağaza. 2. birİng.
kelime veya hecenin
tuhafiyeci.
sonunda telaffuz edilmez. Bazı ünsüzlerden sonra başka
haberdashery i. 1. şapka dükkânı. 2. İng. tuhafiye. 3. İng. tuhafiye dükkânı.
şekillerde telaffuz edilir.).
habit i. 1. alışkanlık, itiyat, âdet. 2. Hrist. din görevlilerine özgü
habitat kıyafet.
i. 1. habitat, hayvan veya bitkinin yetiştiği doğal ortam. 2. bir
habit-forming şeyin doğal yeri.
s. alışkanlık meydana getiren.
habitual s. 1. alışılmış, mutat. 2. daimi.
habitually z. alışıldığı şekilde, âdet üzere.
hack f. 1. çentmek, yarmak, yontmak, kıymak. 2. kuru kuru
hack öksürmek. 3. argo
i. 1. kiralık binek becermek.
atı; i. 1.
yaşlı at. 2. çentik.
kiralık atlı2. kuru 3.
araba. öksürük.
k. dili taksi.
hack i. 1. ısmarlama yazı yazan yazar. 2. niteliksiz yazar. s. vasat,
hack stand niteliksiz (iş).
taksi durağı.
hackberry i. çitlembik, melengiç.
hacker i. bilgisayar korsanı.
hackle i. --s çoğ. (hayvan dövüşmeye hazırlanınca dikleşen/kabaran)
hackneyed tüyler.
s. basmakalıp, klişe, bayat.
had f., bak. have.
had best do yapmalı, yapsa daha iyi olur.
haddock i. mezgit.
hadj i. hac.
hadji i. hacı.
hadn`t kıs. had not.
hag i. 1. yaşlı çirkin kadın, kocakarı. 2. büyücü kadın.
haggard s. yorgunluk ve açlıktan bitkin, bitkin, argın.
haggle f. sıkı pazarlık etmek, çekişe çekişe pazarlık etmek.
ha-ha ünlem kah-kah, kih-kih (gülme sesi).
hail i. dolu. f. dolu halinde yağmak.
hail f. selamlamak; çağırmak; seslenmek.
hail fellow well met 1. yakın arkadaş. 2. herkesle çabuk ahbap olan kimse.
hail from den. ... limanından kalkmak.
hailstone i. dolu tanesi.
hailstorm i. dolu fırtınası.
hair i. saç, kıl, tüy.
hair curler bigudi.
hair dryer saç kurutma makinesi, saç kurutucusu.
hair net saç filesi.
hair spray saç spreyi.
hairbrush i. saç fırçası.
haircut i. 1. saç tıraşı. 2. saçın kesilme biçimi.
hairdo i. (çoğ. --s) saç tuvaleti, saç şekli.
hairdresser i. 1. kadın kuaförü, kadın berberi. 2. İng. erkek berberi.
hairless s. 1. tüysüz; kılsız. 2. saçsız.
hairpin i. saç tokası, firkete. s. U şeklinde kıvrılan.
hairpin turn keskin viraj.
hair-raising s. tüyler ürpertici, korkunç.
hairsplitter i. kılı kırk yaran kimse.
hairsplitting i. kılı kırk yarma. s. kılı kırk yaran.
hairy s. 1. tüylü; kıllı. 2. argo tehlikeli. 3. argo çok zor.
Haiti i. Haiti.
Haitian i. Haitili. s. 1. Haiti, Haiti´ye özgü. 2. Haitili.
hale s.
hale and hearty turp gibi, sapasağlam.
half çoğ. halves (hävz) i. yarım, yarı: Two halves make a whole. İki
half a dozen yarım
yarımbir bütün eder. half an apple yarım elma. Half the
düzine.
students have come. Öğrencilerin yarısı geldi. s. buçuk; yarı,
half brother üvey erkek kardeş.
yarım: one and a half kilos bir buçuk kilo. a half page yarım
half fare yarım z.
sayfa. bilet.
yarı, yarı yarıya: He half filled my glass. Bardağımı yarı
half glasses yarıya doldurdu.
yarım gözlük.
half measures yeterli olmayan tedbirler.
half sister üvey kızkardeş.
half sister üvey kızkardeş.
half sole yarım pençe.
half the battle işin yarısı; işin çoğu, işin en zor tarafı.
half time 1. spor haftaym, ara. 2. yarım gün: She works there half time.
halfback Orada
i., sporyarım gün çalışıyor.
hafbek.
half-baked s. 1. yarı pişmiş. 2. iyi düşünülmemiş.
half-breed s., i. melez.
halfhearted s. isteksiz, gönülsüz.
halfheartedly z. istemeye istemeye, isteksizce, gönülsüzce; yarım ağız, yarım
half-length ağızla.
s. yarım boy. i. vücudun yukarı kısmını gösteren resim.
half-life i., fiz. yarılanma süresi.
half-mast i. bayrağın yarıya indirilmesi.
half-moon i. yarımay.
half-sole f. (ayakkabıya) yarım pençe vurmak.
half-time s. yarım günlük (iş/çalışma).
halfway z. 1. ortada, yarı yolda. 2. yetersiz olarak. s. 1. yarı yolda
half-witted bulunan
s. ahmak, (yer). 2. yetersiz.
budala.
Halicarnassus i. Bodrum, Halikarnas.
hall i. 1. koridor. 2. hol. 3. salon. 4. okul/üniversite binası. 5.
hallow malikâne, çiftlikteki
f. 1. kutsamak. köşk.
2. kutsallaştırmak.
Halloween i. (eski bir inanışa göre) cadıların, hayaletlerin, hortlakların
hallucinate ortalığa çıktığı gece (31 Ekim).
f. sanrılamak.
hallucination i., ruhb. sanrı.
hallway i. 1. koridor. 2. hol.
halo i. (çoğ. --s/--es) hale, ağıl, ayla.
halogen i. halojen.
halt i. 1. durma, duruş. 2. mola. f. durmak; durdurmak.
halter i. yular.
halve f. 1. yarıya bölmek. 2. yarıya indirmek.
halves i., çoğ., bak. half.
ham i. 1. jambon. 2. argo abartarak oynayan oyuncu. 3. k. dili amatör
hamburger radyo operatörü.
i. 1. sığır kıyması.f.2.(--med, --ming) argo abartarak oynamak.
hamburger.
hamlet i. mezra, ufak köy.
hammer i. çekiç; tokmak.
hammer f. 1. çekiçle çakmak; çekiçle vurmak; çekiçlemek, çekiçle
hammer an idea into s.o.´s dövmek. 2. çekiçle işlemek.
bir fikri birinin kafasına sokmak.
head
hammer away durmadan çalışmak.
hammer out -e şekil vermek.
hammer throw spor çekiç atma.
hammock i. hamak.
hamper i. kapaklı büyük sepet; çamaşır sepeti.
hamper f. engel olmak, güçleştirmek.
hamster i. hamster, cırlaksıçan.
hamstring i. dizardı kirişi. f. (ham.strung) 1. kösteklemek. 2. dizardı kirişini
hamstrung koparmak/kesmek.
f., bak. hamstring.
hand i. 1. el. 2. ırgat, rençper; işçi. 3. den. tayfadan biri, tayfa. 4. el
hand yazısı. 5. (saatte)
f. elle vermek, akrep/yelkovan.
uzatmak: 6. isk.
Please hand me el.
that book. O kitabı
hand down bana uzatır mısınız?
kuşaktan kuşağa devretmek.
hand grenade el bombası.
hand in vermek, teslim etmek.
hand in hand el ele.
hand labor el ile yapılan iş.
hand on 1. babadan oğula geçirmek. 2. başkasına vermek.
hand organ laterna.
hand out dağıtmak.
hand over vermek, devretmek, teslim etmek.
handbag i. el çantası.
handball i., spor hentbol, eltopu.
handbill i. el ilanı.
handbrake i. el freni.
handcuff i. kelepçe. f. kelepçe vurmak, kelepçelemek.
handful i. 1. avuç dolusu. 2. az miktar. 3. k. dili idare edilmesi zor biri;
ele avuca sığmaz çocuk.
handgun i. tabanca.
handicap i. 1. engel. 2. sakatlık, özür. 3. handikap. 4. spor handikap. f. (--
handicapped ped, --ping)
s. özürlü, engel olmak, engellemek.
sakat.
handicraft i. el sanatı.
handily z. kolayca, elverişli bir şekilde.
handiness i. beceriklilik.
handiwork i. iş, elişi.
handkerchief i. mendil.
handle f. 1. el sürmek, ellemek, dokunmak. 2. ele almak. 3. kullanmak.
handle s.o. with kid gloves 4. idare
(çok etmek. 5. satmak.
kırılgan/sinirli i. sap,
birine) son kulp,dikkatli
derece kabza, davranmak.
tutamaç.
handlebar i. (bisiklette/motosiklette) gidon.
handling i. 1. elle dokunma. 2. işleme tarzı.
handmade s. elişi, el yapımı.
hand-me-down s. kullanılmış, elden düşme. i. kullanılmış elbise/eşya.
handrail i. merdiven parmaklığı, tırabzan.
hands down 1. parmağını kıpırdatmadan, kolaylıkla. 2. şüphesiz, apaçık: He
Hands off! was hands downsürme!
Dokunma!/Elini the best. Onun en iyi olduğu apaçıktı.
Hands up! Eller yukarı!
handshake i. el sıkma.
handsome s. 1. yakışıklı. 2. çok, bol; büyük. 3. cömert.
handwork i. elişi.
handwriting i. el yazısı.
handy s. 1. hazır, yakın, el altında. 2. eli işe yatkın, becerikli, marifetli,
handyman usta. 3. elverişli, kullanışlı.
çoğ. hand.y.men (hän´dimen) i. elinden her iş gelen işçi.
hang f. (--ed) ipe çekmek, asmak, sallandırmak, idam etmek; asılmak,
hang idam edilmek.
f. (hung) 1. asmak; asılmak, asılı olmak, sallanmak, sarkmak. 2.
hang takmak.
i. 1. duruş, (başını)
3. döküm. eğmek.
2. anlam; 4. kullanılış
kaplamak, yapıştırmak.
tarzı. 3. sarkma, asılış.
hang around k. dili başıboş gezerek beklemek.
hang back tereddüt etmek, çekinmek.
hang fire geri kalmak.
hang in the balance muallakta olmak, nazik bir durumda olmak.
hang in the balance tehlikede olmak.
hang on 1. (to) (-e) sıkı tutunmak. 2. dayanmak, katlanmak.
hang on s.o.´s every word k. dili birinin her dediğini can kulağıyla dinlemek.
Hang on. Bekle./Bir dakika.
hang out/up one´s shingle k. dili (tıp doktoru) özel muayenehanesini açmak; (avukat)
hang up kendi
telefonuyazıhanesini
kapamak.açmak.
be hung up on 1. -e kafasını takmak. 2. -e
hangar tutulmak,
i. hangar. için yanıp tutuşmak. 3. -e bayılmak, -i çok beğenmek.
hangdog i. sinsi adam. s. 1. alçak, habis. 2. ürkek, korkak.
hanger i. 1. askı, askı kancası. 2. çengel.
hanger-on i. (çoğ. hang.ers-on) beleşçi kimse.
hanging i. 1. asma. 2. ipe çekme, asma, idam. s. asılı, sarkan.
hangman çoğ. hang.men (häng´mîn) i. cellat.
hangnail i. şeytantırnağı.
hangover i. içki sersemliği.
hangup i. 1. güçlük, engel. 2. takınak.
hank i. 1. çile, yün/ipek çilesi. 2. kangal.
hanker f. (after/for) arzulamak, özlemini çekmek.
haphazard s., z. rasgele, gelişigüzel. i. rastlantı, şans.
hapless s. şanssız, talihsiz, bahtsız.
happen f. olmak, meydana gelmek.
happen across/on/upon -e rastlamak, -e tesadüf etmek.
happen by geçmek; uğramak; gelmek.
happen in uğramak, girmek.
happen to olmak; başına gelmek.
happen to meet -e rastlamak, -e tesadüf etmek.
happening i. olay, vaka.
happily z. 1. mutlulukla, sevinçle. 2. çok şükür, Allahtan, bereket versin
happiness ki.
i. mutluluk.
happy s. 1. mutlu, mesut; şen, neşeli. 2. yerinde, iyi. 3. ... delisi: girl-
happy-go-lucky happy kız delisi.
s. kaygısız; bir şeye aldırmaz, neşeli.
harangue i. uzun ve tumturaklı konuşma, tirat. f. uzun ve tumturaklı bir
harass şekilde
f. 1. rahatkonuşmak,
vermemek, tiratrahatsız
söylemek.
etmek, taciz etmek; bizar etmek,
harbor tedirgin
i. 1. liman.etmek. 2. ask.sığınak.
2. barınak, aralıksızf.saldırılarla taciz etmek.
1. barındırmak. 2. misafir
harbour etmek. 3. beslemek.
i., f., İng., bak. harbor.
hard s. 1. katı, sert, pek. 2. güç, zor, çetin. 3. katı, acımasız, sert. 4.
hard acı,
z. 1.ağır,
çok, sert
büyük(söz). 5. şiddetli,
bir gayretle: kuvvetli.
They worked 6. şiddetli,
hard. Çok sert; çok
çalıştılar.
soğuk
Try (mevsim/hava).
hard! Çok gayret et! 2. şiddetle, kuvvetle: The wind´s 9.
7. sert, kireçli, acı (su). 8. sert (içki).
hard cash nakit para.
tehlikeli hard.
blowing ve bağımlılık yapan (madde).
Rüzgâr kuvvetle esiyor. 3. fena halde, aşırı
hard currency sağlam döviz/para.
ölçüde: He´s hitting the bottle hard these days. Bugünlerde
hard disk bilg. halde
fena sabit disk.
içiyor.
hard drink sert içki.
hard hat kask, miğfer.
hard labor huk. ağır iş cezası.
hard labor ağır iş cezası.
hard luck şanssızlık.
hard row to hoe zor iş.
hard-boiled s. 1. lop, katı (yumurta). 2. k. dili kül yutmaz, kurt.
hard-core s. 1. yolundan şaşmaz, boyun eğmez, kararlı. 2. cinsel organları
harden ve1.sevişme
f. hareketlerini
sertleştirmek, yakından
katılaştırmak; gösteren. 3.
sertleşmek, çetin ceviz.
katılaşmak. 2.
hardheaded pekiştirmek,
s. makul düşünen. kuvvetlendirmek; pekişmek, kuvvetlenmek. 3.
(çimento) donmak.
hardhearted s. katı yürekli, acımasız, kalpsiz.
hard-line s. katı, inatçı, uzlaşmaz.
hardly z. 1. zorla, güçlükle, güçbela. 2. hemen hemen: Hardly anything
hardly to have time to was left. Hemen hemen hiçbir şey kalmamıştı. I hardly knew
k. dili (birinin) nefes alacak zamanı bile olmamak, çok meşgul
breathe her. Tanışıklığımız çok yüzeyseldi. This is hardly the time for
hardness olmak.
i. 1. (fiziksel olarak) katılık, sertlik. 2. güçlük, zorluk. 3. katılık,
that! Şimdi hiç de onun zamanı değil!
hard-nosed sertlik,
s. kendiacımasızlık.
çıkarını düşünen, çıkarcı.
hard-on i.
hardship i. sıkıntı, darlık, güçlük.
hardware i. 1. madeni eşya, hırdavat. 2. silah. 3. bilg. donanım.
hardware store nalbur dükkânı.
hardwood i. 1. kerestesi sert ağaç. 2. sert kereste.
hardy s. dayanıklı, dirençli.
hare i. yabani tavşan.
harebrained s. kuş beyinli, kafasız.
harelip i. yarık dudak, tavşandudağı.
harem i. harem.
haricot i. kuru fasulye.
haricot bean bak. haricot.
hark f. dinlemek. ünlem Dinle!/Dur!/Sus!
hark back to (geçmişe, önceki konuya) dönmek; (geçmişten, eski
olaylardan) söz etmek.
harlot i. fahişe, orospu.
harm i. 1. zarar, hasar, ziyan. 2. kötülük. f. zarar vermek, kötülük
harmful etmek.
s. zararlı.
harmless s. zararsız.
harmonic s. 1. uyumlu, ahenkli. 2. müz. armonik, armoniye ait.
harmonica i. armonika, mızıka.
harmonious s. ahenkli, uyumlu.
harmonise f., İng., bak. harmonize.
harmonize f. 1. uyum sağlamak. 2. müz. armonize etmek. 3. uymak.
harmony i. 1. ahenk, uyum. 2. müz. armoni.
harness i. koşum takımı. f. 1. (ata) koşum takmak. 2. to (atı) (arabaya)
harp koşmak; (öküzleri)
i., müz. harp, arp. f.(sabana) koşmak. 3. (doğal bir gücü
harp çalmak.
dizginleyerek) yararlanmak, kullanmak.
harp on -in üzerinde çok durmak, (aynı şeyleri) tekrarlayıp durmak.
harpoon i. zıpkın. f. zıpkınlamak.
harpsichord i. klavsen.
harrow i. 1. kesek kırma makinesi. 2. tapan. f. 1. tırmık çekmek, kesek
harrowing kırmak.
s. üzücü,2.asaptapanlamak,
bozucu. tapan çekmek.
harsh s. 1. sert, acı. 2. kaba, haşin, ters, huysuz.
hart i. erkek geyik; kızıl geyiğin erkeği.
harvest i. 1. hasat. 2. hasat zamanı, hasat, orak mevsimi. 3. ürün,
has mahsul, rekolte. 4. sonuç, semere. f. hasat etmek, biçmek.
f., bak. have.
hash i. 1. kuşbaşı doğranarak yeniden pişirilen et yemeği. 2.
hash over karmakarışık şey. 3. bozulmuş şey. 4. argo haşiş. f. 1. kuşbaşı
k. dili tartışmak.
doğramak. 2. bozmak, altüst etmek.
hasheesh i., bak. hashish.
hashish i. haşiş, hintkenevirinden çıkarılan esrar.
hasn`t kıs. has not.
hasp i. asma kilit köprüsü.
hassle i. 1. tartışma. 2. zorluk, güçlük.
haste i. 1. acele. 2. ivedilik.
Haste makes waste. Acele işe şeytan karışır.
hasten f. acele ettirmek; acele etmek.
hastily z. aceleyle.
hasty s. 1. acele, tez, çabuk. 2. düşüncesiz. 3. aceleci, telaşçı.
hat i. şapka.
hat press şapka kalıbı.
hatch i., den. ambar ağzı; ambar kapağı.
hatch f. 1. civciv çıkarmak. 2. yumurtadan çıkmak. 3. (plan) yapmak,
hatchback (kumpas) kurmak.
i., oto. arkada kapısı olan küçük araba.
hatchet i. küçük balta.
hatchway i., den. ambar ağzı; lombar ağzı.
hate f. nefret etmek. i. nefret.
hateful s. 1. nefret edilen. 2. nefret dolu.
hatred i. kin, nefret, düşmanlık.
haughtiness i. kibirlilik, kendini beğenmişlik.
haughty s. kibirli, kendini beğenmiş, mağrur.
haul f. 1. çekmek. 2. taşımak. 3. den. vira etmek. 4. (rüzgâr/gemi)
haul s.o. over the coals yön değiştirmek,
k. dili dönmek. i. 1. çekme, çekiş. 2. bir ağda
birini haşlamak/azarlamak.
çıkarılan balıklar. 3. taşıma uzaklığı. 4. taşınılan şey.
haul s.o. over the coals birini azarlamak/haşlamak.
haunch i. 1. kalça. 2. çoğ. kıç, popo. 3. but; sağrı.
haunt f. 1. (hortlaklar/ruhlar) sık sık uğramak. 2. usandırmak. 3.
akıldan çıkmamak. 4. sık sık gitmek, dadanmak. 5. sürekli
yanında bulunmak. i. sık sık gidilen yer, uğrak, uğrak yeri.
haunted s. tekin olmayan, perili.
haunting s. zor unutulan, akıldan çıkmayan.
hauteur i. kibir, gurur.
have f. (had, hav.ing) kuraldışı çekimleri: şimdiki zaman I, you, we,
have a ball they
k. dilihave; he, she it has; geçmiş zaman had 1. sahip olmak; -si
çok eğlenmek.
olmak. 2. almak; elinde tutmak. 3. elde etmek, ele geçirmek. 4.
have a bearing on ile ilgisi olmak; -i etkilemek.
yapmak, etmek; yaptırmak, ettirmek. 5. k. dili aldatmak. 6. k.
have a bee in one´s bonnet k. dili
dili bir fikri
cinsel kafasına
ilişkide takmış
bulunmak. olmak. fiil olarak geçmiş zamanı
Yardımcı
have a big lead gösterir:
çok öndeI have
olmak.gone. Gittim.
have a blast k. dili çok eğlenmek.
have a bone to pick with k. dili ... ile paylaşılacak kozu olmak.
have a bone to pick with s.o. k. dili biriyle paylaşacak kozu olmak, halledilecek davası olmak.
have a bowel
büyük aptes bozmak.
movement/have a BM
have a change of heart fikir veya davranışlarını değiştirmek.
have a chip on one´s
k. dili her zaman kavgaya hazır olmak.
shoulder
have a chip on one´s
çok alıngan olmak.
shoulder
have a crush on s.o. k. dili birine fena halde tutulmak.
have a feeling for -in dilinden anlamak: She has a feeling for animals. Hayvanların
have a field day dilinden
1. bayram anlar.
etmek. 2. with -i makaraya almak, -i sarakaya
have a finger in the pie almak.
çorbada tuzu bulunmak.
have a fit 1. (öfkeden) deli olmak, babaları tutmak, küplere binmek,
have a fling zıvanadan çıkmak. 2. mest olmak, deli olmak, neredeyse zil
kurtlarını dökmek.
takıp oynamak, çok sevinmek. 3. fenalık geçirmek.
have a fling at (bir şey yapmayı) denemek.
have a gander at -e bakmak.
have a go (at) denemek: Have a go! Bir dene!
have a good grasp of -i iyi kavramak, -e iyice vâkıf olmak.
have a good head on one´s
aklı başında biri olmak.
shoulders
have a good head on one´s
sağduyu sahibi olmak.
shoulders
have a good mind to -eceği gelmek, -esi gelmek: I´ve a good mind to tell him off
have a good press right
bak. getnow. Hemen
a good gidip terbiyesini vereceğim geliyor.
press.
have a green thumb k. dili bitkileri iyi yetiştirebilen biri olmak, bitkilerden iyi anlayan
have a hand in biri
(birolmak.
işte) parmağı olmak.
have a heart insaflı davranmak.
Have a heart! İnsaf be!
have a kip İng., k. dili uyumak.
have a line on hakkında bilgi almak/bilgisi olmak.
have a losing streak k. dili (birinin) şansı rast gitmemek.
have a lot of brass argo çok yüzsüz olmak.
have a lucky/winning streak k. dili (birinin) şansı rast gitmek.
have a mind to -e niyeti olmak.
have a mind to -eceği gelmek, -esi gelmek: I have a mind to go there this
have a narrow escape instant. Oraya hemen gidesim geliyor.
ucuz kurtulmak.
have a one-track mind bir konuyu tutturmak: You´ve got a one-track mind. Aklın fikrin
have a penchant for hep onda.
-e eğilimi/meyli olmak: He has a penchant for fixing things.
have a puncture Eşyaları
We hadtamir etmeyeLastiğimiz
a puncture. meraklı. patladı.
have a rough time zor/sıkıntılı bir dönem geçirmek, zor/sıkıntılı bir dönemden
Have a round of drinks on geçmek; zor bir hayat geçirmek:
Herkese benden birer bardak içki.They´re having a rough time
me. right now. Şimdi zor bir dönem geçiriyorlar. He´s had a rough
have a run-in with s.o. biriyle atışmak.
time in life. Zor bir hayat geçirdi.
have a screw loose aklından zoru olmak.
have a screw loose k. dili bir tahtası eksik olmak, deli olmak.
have a share in -de payı olmak.
have a shit sıçmak.
have a short memory çabuk unutmak, hafızası zayıf olmak.
have a soft heart k. dili yumuşak kalpli olmak, müşfik olmak.
have a soft spot for k. dili (birine) zaafı olmak.
have a soft spot for k. dili (birine/bir şeye) (birinin) zaafı olmak.
have a sore throat boğazı ağrımak/yanmak, anjin olmak.
have a sore throat anjin olmak, boğazı yanmak.
have a stiff neck boynu tutulmak.
have a stomachache (birinin) midesi ağrımak.
have a strong stomach 1. (birinin) midesi kolaylıkla bulanmamak/bozulmamak, midesi
have a sweet tooth sağlam olmak.
k. dili tatlı 2. korkunç
sevmek, görüntülere
tatlı yiyecekleri karşı dayanıklı olmak.
sevmek.
have a temper k. dili çabuk öfkelenen biri olmak: He´s got a temper. Çabuk
have a thing about öfkelenir.
k. dili 1. -i hiç sevmemek, -den nefret etmek. 2. -i çok sevmek.
have a tickle in one´s throat (birinin) boğazı gıcıklanmak, gıcık duymak.
have a voice in -de sözü geçmek, -de söz sahibi olmak.
have a way with s.o. k. dili biriyle kolaylıkla arkadaş olabilmek/iletişim kurabilmek.
have a way with s.t. k. dili bir şeyden anlamak.
have a whale of a time k. dili çok eğlenmek.
have a whale of a time k. dili çok eğlenmek.
have a whip-round para toplamak.
have a word with s.o. biriyle konuşmak.
have a working knowledge of (bir şeyi) iyi kötü kullanabilecek kadar bilmek: They have a
have a wreck working knowledge
trafik kazası geçirmek.of Russian. Bir Rusla iyi kötü anlaşabilecek
kadar Rusça biliyorlar.
have a yearning to/for -i arzu etmek.
have a yen to k. dili (bir şey yapmayı) arzu etmek.
have an abortion çocuk aldırmak, kürtaj olmak.
have
have an
an accident
ace up one´s kaza geçirmek, kazaya uğramak.
sleeve/have an ace in the elinde kozu olmak.
hole
have an advantage over s.o. başkasına göre avantajlı bir durumda olmak.
have an affair with (kendisiyle evli olmayan biriyle) bir aşk ilişkisinde bulunmak.
have an aptitude for -e yeteneği olmak.
have an in (bir yerde) torpili olmak.
have an itching palm para hırsı olmak.
have an option on s.t. bir şeyi belirli bir süre içinde alma/reddetme hakkı olmak.
have bats in the belfry k. dili bir tahtası eksik olmak, kafadan kontak olmak.
have been around k. dili görmüş geçirmiş olmak.
have both one´s feet on the
aklı başında olmak, gerçekçi ve pratik bir şekilde düşünmek.
ground
have designs on -de gözü olmak.
have done with bitirmek, işi tamamlamak.
have green fingers İng., bak. have a green thumb.
have had it argo 1. bıkmak: I´ve had it; I am going to divorce my husband.
have half a mind to Artık
-eceğibıktım;
gelmek,kocamdan boşanacağım. 2. artık yetmek: He´s
-esi gelmek.
been cheating me for years, but now he´s had it. Senelerdir
have half a mind to bir taraftan -eceği/-esi gelmek: I´ve half a mind to shoot him.
beni aldatıyordu, ama artık yeter.
have hard feelings about Bir yandan
k. dili onu vuracağım
-e gücenmiş olmak. geliyor.
have in mind hatırında tutmak, aklında olmak.
have it coming -i hak etmek.
have it in for (birine) kin beslemek.
have it in for k. dili -e kin beslemek.
have it in one yeteneği olmak.
have it made 1. ısmarlamak. 2. argo işi iş olmak, işleri tıkırında olmak.
have it out bir davayı kavga ederek/tartışarak sonuçlandırmak.
Have it your own way. Siz bilirsiniz./Nasıl isterseniz öyle olsun.
Have it your way! Nasıl istersen öyle yap!
have kittens argo içini kurt kemirmek, dokuz doğurmak.
have many irons in the fire k. dili kırk tarakta bezi olmak.
have no business doing s.t. (birinin) bir şey yapmaya hakkı olmamak: You have no business
have no stomach for interfering in my
k. dili (belirli affairs.
bir şey için)Benim işlerime
(birinde) burnunu olmamak.
hiç istek/arzu sokmaya hiç
hakkın yok.
have no thought of ... hiç aklından geçmemek, -e hiç niyeti olmamak: He´d had no
have no time for thought
1. k. diliof becoming
-den a teacher. Öğretmen
hiç hoşlanmamak, olmak hiç
-i hiç sevmemek. 2. aklından
(birinin) -e
geçmemişti.
harcayacak
have no use for -den nefret vakti olmamak, (birinin) (biri/bir şey) için vakti
etmek/tiksinmek.
olmamak.
have no use for 1. -e ihtiyacı olmamak, -i gereksememek. 2. -den
have none of hoşlanmamak.
-e izin vermemek, -i kabul etmemek.
have nothing to do with ile hiçbir ilişkisi olmamak.
have nothing to do with ile hiçbir ilgisi olmamak: This has nothing to do with you. Bunun
have nothing to show for it seninle
elinde ne hiçbir ilgisi yok.
yaptığını gösterecek hiçbir şey olmamak.
have o.s. to thank for (bir şeyin) suçlusu olmak: If he didn´t succeed, he´s only got
have on himself to thank
1. giyinmek. for it!etmek.
2. şaka Başarılı olamadıysa suçlu olan sadece
kendisi!
have one foot in the grave bir ayağı çukurda olmak.
have one´s back to the wall k. dili çaresiz kalmak.
have one´s eyes on 1. gözü -in üzerinde olmak. 2. -e göz koymak.
have one´s fill of k. dili -den bıkmak, -den illallah demek.
have one´s guard down tetikte olmamak.
have one´s guard up tetikte olmak.
have one´s hands free 1. elleri boş olmak. 2. boş olmak, meşgul olmamak.
have one´s hands full fazla meşgul olmak, işi başından aşkın olmak.
have one´s hands full çok meşgul olmak.
have one´s head screwed on (right/the right way) aklı başında biri olmak.
have one´s wits about one bak.
have one´s wits about one kafası yerinde olmak, doğru dürüst düşünebilmek.
have one´s work cut out for
k. dili (birinin) önünde zor bir iş olmak.
one
have other fish to fry başka bir işi olmak.
have preference tercih hakkına sahip olmak.
have recourse to -e başvurmak.
have resort to -e başvurmak.
have rocks in one´s head k. dili kafadan kontak olmak.
have s.o. on a string k. dili birini parmağında oynatmak: Sevda has Kâzım on a
have s.o. to thank for string.
(bir şeySevda, Kâzım´ıborçlu
için) (birine) parmağında
olmak: oynatıyor.
We´ve her to thank for this.
have s.o. under one´s thumb Bunun için ona borçluyuz.
k. dili, bak. get s.o. under one´s thumb.
have s.o./s.t. in mind birini/bir şeyi düşünmek, biri/bir şey aklında olmak.
have s.o./s.t. on one´s mind biri/bir şey kafasını meşgul etmek, aklı birine/bir şeye takılmak.
have s.t. at one´s fingertips 1. bir şey elinin altında bulunmak. 2. bir şeyi çok iyi bilmek.
have s.t. in common with
biriyle bir şeyi paylaşmak: I have nothing in common with him.
s.o.
have s.t. on s.o. Onunla ortak hiçbir
elinde suçlayıcı delilşeyim yok.
bulunmak.
have s.t. on the brain k. dili bir şeyi kafasına takmak.
have scruples about doing
vicdani nedenle bir şeyi yapmaktan çekinmek.
s.t.
have second thoughts (about) (daha önce verilen bir karar hakkında) tereddüt etmeye
have sex başlamak.
seks yapmak, sevişmek.
have shadows around one´s
gözleri mor halkalarla çevrili olmak.
eyes
have some say in -de söz sahibi olmak.
have stars in one´s eyes k. dili ortalığı toz pembe görmek; çok sevinçli olmak.
have sympathy for 1. (görüşü/fikri) anlayıp paylaşmak/desteklemek. 2. (birinin)
have the best of it halini
galip anlamak.
gelmek, üstün olmak.
have the blues k. dili efkârlı olmak.
have the courage of one´s
inandığı şeyi yapma/söyleme cesaretini göstermek.
convictions
have the face to do s.t. bir şey yapmaya yüzü olmak/cüret etmek.
have the floor mecliste söz söyleme hakkı olmak.
have the gall to k. dili (belirli bir şeyi) yapacak kadar küstah olmak.
have the inside track 1. yarış alanının en iç kısmına yakın olmak. 2. daha elverişli
have the last laugh durumda
sonunda olmak.
başarmak.
have the last word 1. (bir tartışmanın/ağız kavgasının sonunda) son söz birinin
have the makings of olmak: He always
-de (belirli has the
bir şey olma) last word.olmak:
potansiyeli Son söz
He hep
hasonun. 2. in (bir
the makings
konuda)
of a good nihai karar/son söz birinin olmak.
have the run of (bir yere)lawyer.
rahatçaOnda girip iyi bir avukat(bir
çıkabilmek; olma potansiyeli
yeri) serbestçevar.
have the runs kullanabilmek.
k. dili ishal olmak, içi sürmek/gitmek: He´s got the runs. İshal
have the shits olmuş.
ishal olmak.
have the squirts k. dili içi sürmek, içi gitmek, ishal olmak.
have the time of one´s life eğlenceli vakit geçirmek.
have the time of one´s life k. dili çok eğlenmek, çok güzel bir vakit geçirmek.
have the trots k. dili ishal olmak, dibi tutmamak.
have title to 1. (bir mülkün) tapusunun sahibi olmak. 2. (bir yerde) (birinin)
have to mülkiyet hakkı
-meli, -malı: olmak.
I have to go. Gitmeliyim. had better -se iyi olur: I
have to do with had better go. Gitsem
ile ilgisi olmak. as Plato iyihas
olur.it Eflatun´un deyişiyle.
have what it takes k. dili gereken niteliklere sahip olmak: She´s got what it takes
have words to be number
kavga etmek,one in her class. Sınıfının birincisi olmak için
atışmak.
gerekli niteliklere sahip.
have/feel qualms about (bir şeyden) dolayı vicdanı rahatsız olmak/sızlamak.
have/hold/keep in reserve ihtiyat olarak saklamak.
have/put s.o. in hysterics 1. k. dili birini çok güldürmek, birini gülmekten öldürmek. 2.
have/suffer a miscarriage birine
(istemisteri krizi geçirtmek.
dışı) düşük yapmak, çocuk düşürmek.
have/take a bath banyo yapmak, yıkanmak.
have/take a crap argo sıçmak.
have/take a spill atın sırtından düşmek.
have/take a zizz k. dili şekerleme yapmak, kestirmek, kısa bir uyku çekmek.
haven i. 1. liman. 2. sığınak.
haven`t kıs. have not.
haves i., çoğ.
havoc i. hasar, tahribat, zarar ziyan.
haw i. alıç.
hawk i. 1. şahin; doğan. 2. atmaca. 3. çaylak.
hawk f. işportacılık yapmak.
hawker i. işportacı.
hawthorn i. alıç.
hay i. saman, kuru ot. f. 1. (kurutmak için) ot biçmek. 2. otu biçip
hay fever kurutmak.
saman nezlesi.
hay rack otluk, kuru ot konulan parmaklıklı raf/tekne.
hayloft i. otluk, samanlık.
hayrick i. kuru ot yığını, otluk; tınaz.
haystack i. kuru ot yığını, otluk; tınaz.
haywire s.
hazard i. şans, tehlike, riziko. f. 1. tehlikeye atmak, şansa bırakmak. 2.
hazard a guess -e cesaret
tahmin etmek.
etmek, kafadan atmak.
hazardous s. tehlikeli, rizikolu.
haze i. hafif sis, ince duman, pus.
hazel i. 1. fındık ağacı. 2. kestane rengi. s. ela (göz).
hazelnut i. fındık.
hazy s. 1. sisli, dumanlı, puslu. 2. anlaşılmaz, belirsiz, bulanık.
he zam., eril o. s. erkek: he-goat teke.
He can´t see the woods for
Ayrıntılara takılıp kaldığı için durumu bir bütün olarak
the trees.
He did what little he could. göremiyor.
Elinden geleni yaptı.
He didn´t let any grass grow
Hiç vakit kaybetmedi.
under his feet.
He doesn´t give a damn. Ona vız gelir./Umurunda değil./İplemez.
He gives you good value for
Ödediğin para karşılığında sana iyi mal verir.
your money.
He had better not. Yapmazsa daha iyi eder.
He had, say, a thousand
Diyelim ki bin doları vardı.
dollars.
He has a bad name. Adı kötüye çıkmış./Kötü şöhreti var.
He has a good head on his
Onun kafası çalışıyor./Aklı başında biri.
shoulders.
He has turned seventy. Yaşı yetmişi geçti./Yetmiş yaşına bastı.
He is not himself. Kendinde değil.
He is past hope. Ümitsiz durumda.
He is riding for a fall. Belasını arıyor.
He is welcome to come and
İstediği zaman gelip gidebilir.
go at
He hismissed
just pleasure.
being run
Ezilmekten zor kurtuldu.
over.
He little knows .... Bilmiyor ki ....
He looked me through and
Beni iyice inceledi./Beni süzdü.
through.
He no longer comes here. Artık buraya gelmiyor.
He numbers eighty years. Seksen yaşında.
He said it in an unguarded
Boş bulunup ağzından kaçırdı.
moment.
He should have known better
O işi yapmayacak kadar aklı olmalıydı.
than to do it.
He suffered a violent death. Ölümü korkunçtu.
He takes his whisky on the
k. dili Viskiyi buzlu içer.
rocks.
He tilted back in his chair. Kaykılarak sandalyesini arkaya doğru yatırdı.
He treated me to a beer. Bana bir bira ısmarladı.
He walks home to save
Yol parasından tasarruf etmek için eve yürüyerek gider.
carfare.
He was the life of the party. Toplantıyı canlandıran o idi.
He will amount to
Başarılı bir adam olacak.
something.
He will come to no good. Onun sonu iyi olmaz.
He will have it that .... -i iddia ediyor. I had him there. O noktada onu mat ettim. I had
He will not take nay. rather
“Yok” go. Gitmeyi
sözünden tercih ederdim.
anlamaz.
He/She can stew in his/her
k. dili Ne hali varsa görsün!
own juice!
he`d kıs. 1. he had. 2. he would.
he`ll kıs. he will.
he`s kıs. 1. he is. 2. he has.
He´s a good speller. Onun imlası iyi.
He´s a man of few words. Az konuşan biri o.
He´s a man of principle. Prensip sahibi bir adam.
He´s always thinking about
Aklı fikri sekste.
sex.
He´s an object of scorn. Herkes onu hor görüyor.
He´s puffed up with pride. Kibrinden geçilmiyor.
He´s/She´s not the only fish
Ondan başkası yok mu bu dünyada?
in the sea!
head i. 1. baş; kafa; kelle. 2. şef, baş, başkan: the head of the math
head department
s. baş, baştamatematik
olan; başa bölümü
ait. f. 1. başkanı. 3. başkanlığını
(bir şeyin) baş yer, baş taraf,
ön taraf, baş:
yapmak/başkanı Go to the head of the line. Sıranın başına geç. She
head honcho argo şef, başkan.olmak: Who heads this outfit? Buranın başkanı
was at the head of the stairs. Merdivenlerin başındaydı.
kim? 2. -in birincisi olmak: She headed her class. Sınıfının 4.
(sebzede) baş: She bought two heads of cabbage.
birincisiydi. 3. for -e gitmek; -in istikametini tutmak, -e doğruİki baş lahana
aldı.
gitmek: You´re heading for trouble. Bu gidişle başın belaya a
5. kaynak, memba, baş. 6. baş, üst kısım: the head of
nail çivinin
girecek. başı. 7. akıl,
4. towards kafa:yöneltmek:
-e doğru Use your head. HeadKafanı kullan. 8.
your horses
(çoğ. head) baş: fifty head of cattle
towards Kangal! Atlarınızı Kangal´a sürün! elli baş sığır. 9. (ses
head over heels tepetaklak perende atma.
head over heels bak. head.
head over heels in love sırılsıklam âşık.
head s.o. off 1. birinin yolunu kesmek, birinin ilerlemesini engellemek. 2.
head s.t. off birini
1. bir kösteklemek.
şeyin yolunu kesmek, bir şeyin ilerlemesini engellemek. 2.
head start bir şeyi engellemek.
spor avantaj.
head up k. dili başkanlık etmek.
head wind pruva rüzgârı.
headache i. 1. baş ağrısı. 2. dert, baş belası.
headband i. saç bandı, bant.
headboard i. karyolanın başucundaki tahta.
headdress i. başlık.
header i. sayfa başlığı.
headfirst z. başı önde, balıklama (dalma).
headgear i. başlık.
heading i. (yazıda) başlık.
headland i., coğr. burun.
headlight i., oto. far.
headline i. başlık, manşet.
headlong z. 1. pervasızca, sakınmadan; balıklama. 2. apar topar.
headmaster i. özel okul müdürü.
headmistress i. özel okul müdiresi.
head-on s., z. baştan (çarpma), kafa kafaya, burun buruna (çarpışma).
headphone i. telefon/radyo kulaklığı.
headquarters i. 1. karargâh. 2. kumanda merkezi. 3. merkez büro. 4.
headrest merkezde çalışanlar.
i. koltuk başlığı.
Heads or tails? Yazı mı, tura mı?
headstrong s. inatçı, dik başlı, bildiğini okuyan.
headwaiter i. şef garson.
headwaters i., çoğ. ırmağı besleyen kaynaklar.
headway i. ilerleme, yol alma.
heady s. 1. kuvvetli, sert, çarpıcı (esans/içki). 2. inatçı, kafa tutan.
heal f. iyileştirmek; iyileşmek.
healer i. insanları iyileştirdiğini öne süren kişi; üfürükçü.
health i. sağlık.
health certificate sağlık belgesi.
health food sağlığa yararlı, katkısız, doğal besin.
health insurance sağlık sigortası.
health insurance sağlık sigortası.
health officer sağlık memuru.
healthful s. 1. sağlığa yararlı. 2. sağlıklı.
healthy s. 1. sağlıklı, sağlam. 2. sağlığa yararlı.
heap i. 1. yığın, küme. 2. k. dili çok miktar. 3. k. dili kalabalık. f. 1.
hear yığmak,
f. (heard)kümelemek. 2. (hediye/hakaret)
1. işitmek, duymak. 2. dinlemek,yağdırmak.
kulak vermek. 3.
hear a shot haber almak, mektup
silah sesi işitmek. almak. 4. sorguya çekmek, ifadesini
almak. Hear! Hear! İng. Bravo!/Yaşa!
hear of/about -den haberi olmak, -i duymak.
hear out sonuna kadar dinlemek.
heard f., bak. hear.
hearing i. 1. işitme, işitim. 2. huk. celse, duruşma, oturum.
hearing aid kulaklık, işitme cihazı.
hearsay i. söylenti, dedikodu.
hearsay evidence huk. başkalarından işitilerek öne sürülen delil.
hearse i. cenaze arabası.
heart i. 1. yürek, kalp. 2. kasap. yürek. 3. gönül, can. 4. merkez, orta.
heart attack 5. (marul,
kalp krizi. enginar v.b.´nde) göbek. 6. öz, can damarı. 7. kuvvet,
enerji. 8. cesaret, şevk. 9. isk. kupa.
heart disease kalp hastalığı.
heart failure kalp yetmezliği.
heart transplant kalp nakli.
heartache i. kalp ağrısı, üzüntü, acı, keder.
heartbeat i. kalp atışı, yürek vuruşu.
heartbreak i. 1. büyük acı/keder. 2. büyük acı veren kimse/şey.
heartbreaking s. büyük acı veren.
heartburn i., tıb. mide ekşimesinden dolayı yemek borusunda veya midede
hearten duyulan yanma hissi.
f. yüreklendirmek, cesaretlendirmek.
heartfelt s. yürekten, candan, içten.
hearth i. 1. ocak, şömine. 2. yurt, aile ocağı.
heartless s. kalpsiz, acımasız, merhametsiz.
heart-rending s. yürek parçalayıcı, çok acıklı, yürekler acısı.
heartstrings i., çoğ.
heart-to-heart s. samimi, açık.
hearty s. 1. candan, yürekten, içten. 2. sağlam, kuvvetli, sağlıklı.
heat i. 1. sıcaklık, ısı. 2. hiddet, öfke. 3. tav. 4. kızışma, kösnü. 5.
heat spor eleme,
f. ısıtmak; eleme koşusu/yarışı.
ısınmak.
heat conduction ısı iletimi.
heat rash isilik.
heat rash isilik.
heat stroke sıcak çarpması.
heat wave sıcak dalgası.
heat wave sıcak dalgası.
heated s. 1. öfkeli. 2. kızışmış, kızışık, hararetli (tartışma).
heater i. ısıtıcı, soba, ocak, fırın.
heath i. 1. fundalık. 2. funda, süpürge çalısı, süpürgeotu.
heathen i. (çoğ. hea.then/--s) 1. kâfirler, kefere, küffar. 2. kâfir. s. kâfir,
heather kâfirlere özgü. benzer bir çalı.
i. süpürgeotuna
heating s. ısıtıcı. i. ısıtma.
heating coil elek. rezistans.
heave f. (--d/hove) 1. büyük bir güçle atmak/fırlatmak. 2. kaldırmak,
heave çekmek. 3. yukarı
i. 1. kaldırma. kaldırmak. 4. yükseltmek, kabartmak. 5.
2. fırlatma.
(deniz) kabarmak. 6. (göğüs) şişirmek; (göğüs) inip kalkmak. 7.
heave a sigh içini çekmek, ah çekmek.
(inilti) güçlükle çıkarmak. 8. kusmak. 9. den. ırgatı çevirmek,
Heave ho! den.etmek.
vira Yisa!/Vira salpa!
heave to 1. rüzgârı başa alıp gemiyi durdurmak. 2. faça edip durmak.
heaven i. cennet.
heavenly s. 1. cennet gibi, çok güzel. 2. göksel, gökle ilgili, göğe ilişkin. 3.
heavenly body ilahi, Tanrısal.
gökcismi.
heavily z. 1. ağır bir şekilde. 2. şiddetle.
heaviness i. 1. ağırlık. 2. şiddet, yeğinlik.
heavy s. 1. ağır. 2. şiddetli, kuvvetli (yağmur/rüzgâr/fırtına). 3. kalın
heavy guns (kar
ağır tabakası).
silahlar. 4. çok miktarda (oy kullanımı). 5. (borsada) çok
miktarda (alım satım). 6. kabarmış (deniz). 7. aşırı. 8. kalın
heavy industry ağır sanayi.
(elbise). 9. ciddi, önemli. 10. güç, zor (iş). 11. bulutlu, kapalı
heavy industry ağır sanayi.
(gök). 12. sıkıcı, ezici, usandırıcı. 13. sıkıntılı, üzücü. 14. kederli.
15. zarafetsiz, incelikten yoksun, kaba. 16. ağır, hazmı güç
(yemek). 17. ağır, boğucu (koku). 18. derin (sessizlik). 19. uyku
basmış, ağırlaşmış (göz). 20. fiz. ağır (izotop). 21. yoğun (trafik).
heavy metals ağır metaller.
heavy water kim. ağır su.
heavy-duty s. dayanıklı, ağır iş için elverişli.
heavy-handed s. eli ağır, beceriksiz, sakar.
heavy-hearted s. üzgün, kederli.
heavyweight i., s. ağırsıklet.
Hebrew i., s. 1. İbrani. 2. İbranice.
heck ünlem, argo Kahrolası.
heckle f. (konuşmacının) sözünü kesmek, soru yağmuruna tutmak,
hectare sıkıştırmak.
i. hektar.
hectic s. heyecanlı, telaşlı.
hedge i. sık ağaçlardan/çalılardan oluşan çit; çalı çit. f. 1. etrafına çalı
hedgehog dikmek,
i. kirpi. çalı ile çevirmek. 2. kuşatmak, sarmak, çevirmek. 3.
kaçamak cevap vermek.
hedgerow i. ekilmiş çalılardan/ağaçlardan oluşan çit.
heed f. dikkat etmek, dinlemek, önemsemek. i. dikkat, önemseme.
heedless s. 1. dikkatsiz. 2. pervasız.
heehaw i. eşek anırması, anırma.
heel i. 1. topuk, ökçe. 2. argo alçak herif.
heel f. ökçe takmak.
hefty s., k. dili 1. oldukça ağır. 2. kuvvetli. 3. iriyarı. 4. bol.
heifer i. düve, doğurmamış genç inek.
height i. 1. yükseklik. 2. boy. 3. yükselti. 4. doruk, en yüksek nokta.
heighten f. 1. yükseltmek; yükselmek. 2. artırmak; artmak. 3. çoğaltmak;
heinous çoğalmak.
s. tiksindirici, iğrenç, kötü, çirkin.
heir i. vâris, mirasçı, kalıtçı.
heiress i. kadın mirasçı.
heirloom i. kuşaktan kuşağa geçen değerli şey.
held f., bak. hold.
helicopter i. helikopter.
heliotrope i., bot. bambulotu.
helium i. helyum.
hell i. cehennem. ünlem Kahrolsun!
hellebore i., bot. çöpleme.
hellish s. kötü, berbat, korkunç.
hello ünlem 1. Merhaba. 2. Alo.
helm i., den. dümen yekesi; dümen.
helmet i. 1. miğfer, tolga. 2. kask.
helmsman çoğ. helms.men (helmz´mîn) i. dümenci.
help f. 1. yardım etmek; katkıda bulunmak: I don´t see how I can
help o.s. to help
(kendiyou. Sana nasıl
kendine servisyardım edeyim
yaparak) bilemiyorum.
(yiyeceklerden) 2. faydası
almak: He
olmak, fayda
helped himself etmek;
to a rahatlatmak;
piece of the (acıyı)
cake. dindirmek;
Kekten bir (gergin/zor
dilim aldı.
help out yardımda bulunmak.
bir durumu) yumuşatmak: I can lend you some money, if that´ll
help s.o. out birineFaydası
help. yardımolursa
etmek:sana
Canbiraz
you help
borç her out with Complaining
verebilirim. her French?
Help wanted. Fransızcasına
won´t help.
Eleman aranıyor. yardım
Şikâyet edebilir
etmek misin?
fayda etmez. A little lemon juice´ll
Help! help. Biraz
ünlem İmdat! limon sıksan iyi olur. i. 1. yardım; katkı. 2. (çoğ. help)
yardımcı; hizmetçi; hizmetkâr. 3. (çoğ. help) ırgat, rençper.
helper i. yardımcı; muavin; çırak.
helpful s. 1. faydalı, yararlı; kullanışlı. 2. yardımsever, yardımcı: You´re
helping not
i. 1. being
yardım helpful.
etme; Yardımcı olmuyorsun.
katkıda bulunma. 2. ahçı. porsiyon.
helpless s. âciz; savunmasız.
helplessness i. aciz, âcizlik; savunmasızlık.
helter-skelter z. alelacele, telaşla, apar topar. s. 1. karmakarışık. 2.
gelişigüzel.
hem i. elbise kenarı, baskı. f. (--med, --ming) kıvırıp kenarını
hem in/about bastırmak.
kuşatmak, içine almak, çevirmek.
hemisphere i. yarıküre.
hemline i., terz. elbise veya paltonun etek kenarı, etek boyu, etek.
hemlock i. baldıran, ağıotu.
hemoglobin i. hemoglobin.
hemophilia i., tıb. hemofili.
hemophiliac i., s. hemofil.
hemorrhage i., tıb. kanama.
hemorrhoid i., tıb. basur, emoroit.
hemp i. kenevir, kendir.
hemstitch i. ajur, antika, sıçandişi.
hen i. 1. tavuk. 2. dişi kuş.
hence z. 1. bu nedenle, bundan dolayı, dolayısıyla. 2. (belirli bir
henceforth zaman)
z. bundan sonra. 3. bundan
böyle, buradan. sonra.
henceforward z., bak. henceforth.
hencoop i. kümes.
henpeck f. başının etini yemek, vır vır etmek, dır dır etmek.
henpecked s. kılıbık.
hepatitis i., tıb. hepatit, karaciğer iltihabı.
her zam., dişil onu; ona; ondan; onun: He loves her. Onu seviyor. He
Her conscience pricked her. looked
Vicdanıatkendisini
her. Onarahatsız
baktı. They
etti. hated her. Ondan nefret ettiler. It
pleased her. Onun hoşuna gitti. s. onun; kendi: It´s her book.
herald i. 1. haberci, müjdeci. 2. protokol görevlisi, teşrifatçı. f. haber
Onun kitabı. She gazed at her portrait. Kendi portresini seyretti.
herb vermek,
i. 1. ot. 2.ilan etmek. tat vermek için kullanılan bitki. 3. şifalı
yemeklere
herbal bitki.
s. otlara ait; otlardan yapılan, bitkisel.
herbicide i. herbisit, yabancı ot öldürücü.
herbivore i. otçul hayvan.
herbivorous s. otçul.
Hercules i. Herkül.
Hercules´ allheal çavşırotu, çavşır.
herd i. 1. hayvan sürüsü, sürü. 2. avam, ayaktakımı. f. 1. gütmek. 2.
herd instinct sürü
sürühalinde
içgüdüsü.gitmek.
herdsman çoğ. herds.men (hırdz´mîn) i. çoban.
here z. burada; buraya; burası.
here and there orada burada, şurada burada.
Here goes! İşte başlıyorum.
Here goes! Başlıyoruz!/Haydi bakalım!
Here you are. 1. Buyur, al. 2. Ha, geldin mi? 3. İşte!
hereabouts z. buralarda.
hereafter z. ileride, bundan sonra.
hereby z. bu vesile ile.
hereditary s. 1. miras yoluyla geçen. 2. kalıtsal, kalıtımsal, irsi.
heredity i. kalıtım, soyaçekim, irsiyet.
herein z. bunda, bunun içinde.
heresy i. 1. dince kabul olunmuş inançlara aykırı düşünce, dalalet. 2.
heretic hâkim
i. kabulolan felsefi/siyasi
olunmuş doktrinlere
doktrinlere karşı
karşı olan gelen düşünce.
kimse.
heretical s. kabul olunmuş doktrinlere karşı olan.
heretofore z. şimdiye kadar, bundan önce.
hereupon z. bunun üzerine.
herewith z. 1. bununla. 2. ilişikte.
heritage i. miras, kalıt.
hermit i. münzevi, topluluktan kaçan, yalnız başına yaşayan kimse.
hernia i. fıtık, kavlıç.
hero i. (çoğ. --es) 1. kahraman, yiğit. 2. edeb. kahraman, baş
heroic karakter.
s. 1. kahraman, kahramanca, cesur. 2. güz. san. muazzam,
heroical gerçek
s., bak. boyutlarından
heroic. çok büyük (heykel/resim). 3. edeb.
kahramanlarla ilgili, destansı, epik.
heroin i. eroin.
heroine i. kadın kahraman.
heroism i. kahramanlık.
heron i. balıkçıl.
herring i., zool. ringa.
hers zam., dişil onunki; onun: Take hers. Onunkini al. That´s hers. O
herself onun. Thatkendisi,
zam., dişil damn goat of hers
kendi; is eating my roses. Onun o kör
bizzat.
olası keçisi güllerimi yiyor.
hertz i. (çoğ. hertz/--es) fiz. hertz.
hesitant s. tereddütlü, ikircikli, ikircimli, kararsız, duruksun.
hesitantly z. tereddütle, duraksayarak.
hesitate f. tereddüt etmek, duraksamak; çekinmek.
hesitation i. tereddüt, duraksama, ikircik, ikircim.
heterogeneous s. heterojen.
heterophyte i. tamasalak.
heterosexual s. karşı cinse ilgi duyan, heteroseksüel.
hew f. (--ed, hewn) 1. balta ile kesmek. 2. yontmak. 3. kesmek,
hew down yarmak.
(ağacı) kesip devirmek.
hew out 1. yontarak şekil vermek. 2. zahmetle meydana getirmek.
hewn f., bak. hew.
hexagon i., geom. altıgen.
hey ünlem 1. Hey!/Baksana! 2. Haydi! 3. A!
heyday i. altın çağ, en parlak dönem.
HH kıs. 1. His/Her Highness. 2. His Holiness.
hi ünlem 1. Merhaba! 2. İng. Hey!
hiatus i. (çoğ. --es/hi.a.tus) aralık, açıklık, ara, fasıla, boş yer.
hibernate f. kış uykusuna yatmak.
hibernation i. kış uykusu.
hibiscus i. çingülü.
hiccough i., f., bak. hiccup.
hiccup i. hıçkırık. f. hıçkırmak.
hick i., k. dili taşralı, hödük, hanzo, kıro.
hickory i., bot. karya.
hid f., bak. hide 2.
hidden f., bak. hide 2. s. gizli, kapalı.
hide i. hayvan derisi, deri; post.
hide f. (hid, hid.den) saklamak, gizlemek; saklanmak, gizlenmek.
hide away saklamak; saklanmak.
hide out (polisten) saklanmak. in hiding saklı.
hide-and-seek i. saklambaç.
hideaway i. (polisten) saklanacak yer, yatak.
hidebound s. dar görüşlü, eski kafalı.
hideous s. çok çirkin, iğrenç, korkunç.
hide-out i., bak. hideaway.
hiding-place i. 1. saklanacak yer, gizlenecek yer. 2. zula.
hierarchical s. hiyerarşik.
hierarchy i. hiyerarşi.
hieroglyph i. hiyeroglif.
hi-fi i., s., bak. high fidelity.
high s. 1. yüksek. 2. kibirli, kendini beğenmiş. 3. yüce. 4. müz. tiz,
high and low yüksek perdeden.
1. her yerde. 5. lüks
2. zengin (yaşantı).
fakir, 6. kokmuş (et). 7. coğr.
herkes.
kutuplara yakın. 8. coşkun, taşkın (neşe). 9. yüksek, fahiş
high density bilg. yüksek yoğunluk.
(fiyat). 10. şiddetli, sert (rüzgâr). 11. kabarık, azgın (deniz). 12.
high fidelity 1. sesi
argo çok doğaletkisi
uyuşturucu bir şekilde
altında.verme. 2. sesi çok doğal bir şekilde
high frequency veren (radyo/pikap/hoparlör).
yüksek frekans.
high gear oto. en hızlı vites.
high jinks şamata, cümbüş.
high jump yüksek atlama.
high jump yüksek atlama.
high latitudes kutuplara yakın yerler.
high living lüks hayat.
high octane gasoline yüksek oktanlı benzin.
high places yüksek mertebeler.
high point en önemli/heyecanlı nokta.
high price yüksek fiyat.
high relief güz. san. yüksek kabartma.
high school lise.
high school lise.
high seas enginler, açık deniz.
high tech k. dili ileri teknoloji.
high tide kabarma, met.
high tide 1. met zamanı. 2. met hareketi, denizin kabarması; met hali.
highbrow s., i. entelektüel.
highchair i. (yüksek) mama iskemlesi.
high-class s., k. dili kaliteli, birinci sınıf.
high-density s., bilg. yüksek yoğunluklu.
higher s. daha yüksek.
higher education yükseköğrenim.
high-grade s. kaliteli, üstün nitelikli, ekstra.
highlands i., çoğ. dağlık yer.
highlight i. 1. (resimde) ışıklı bölüm. 2. foto. parlak nokta. 3. ilgi çekici
highly olay; en önemli
z. 1. çok, pek çok,bölüm. f. 1. -i vurgulamak,
son derece. -inolumlu
2. çok iyi; çok altını çizmek, -e
bir şekilde.
dikkati çekmek. 2. bilg. aydınlatmak.
high-minded s. yüce gönüllü.
highness i. yücelik.
high-pitched s. çok tiz.
high-pressure i. yüksek basınç. s. 1. zorla yapılan (satış). 2. zorlayıcı.
high-rise s., i. yüksek (bina/apartman).
highroad i. anayol.
high-speed s. büyük hızla giden.
high-speed train hızlı tren.
high-strung s. sinirli, sinirleri gergin.
high-tech s., k. dili ileri teknolojinin ürünleriyle donatılmış/yapılmış.
high-water i. 1. azami kabarma. 2. taşkın.
high-water mark 1. suyun azami kabarma noktası. 2. doruk, en üstün başarı
highway düzeyi.
i. anayol.
highwayman çoğ. high.way.men (hay´weymîn) i. eşkıya, haydut.
hijack f. 1. (uçak/gemi) kaçırmak. 2. (kamyon, tren v.b.´ni) soymak.
hijacker i. 1. uçak korsanı. 2. (kamyon, tren v.b.´ni durdurarak soyan)
hike soyguncu.
f. 1. uzun yürüyüş yapmak. 2. (eteğini) toplamak. 3. (fiyatı)
hiker yükseltmek,
i. uzun yürüyüş artırmak.
yapan i. 1. uzun ve çetin yürüyüş. 2. yükselme,
kimse.
artış.
hilarious s. gürültülü ve neşeli.
hilarity i. neşe, kahkaha.
hill i. 1. tepe. 2. bayır, yokuş.
hillside i. yamaç.
hilltop i. doruk.
hilly s. tepelik.
hilt i. kabza, kılıç kabzası.
him zam., eril onu; ona.
himself zam., eril kendisi, kendi; bizzat.
hind i. dişi geyik.
hind s. (--er, --most/--er.most) arkadaki, geride olan, art.
hind legs arka ayaklar.
hind quarter but (et).
hinder f. engellemek.
hindermost s., bak. hindmost.
Hindi i., s. Hintçe.
hindmost s. en arkadaki, en gerideki, en sondaki.
hindrance i. 1. engelleme. 2. engel.
Hindu i. Hindu, dini Hinduizm olan kimse. s. Hindu; Hinduizme özgü;
hinge dini
i. 1. Hinduizm
menteşe, olan.
reze. 2. dayanak noktası. f. 1. menteşe takmak.
hint 2. on/upon
i. ima, üstü -e bağlısöz.
kapalı olmak, -e etmek,
f. ima dayanmak.çıtlatmak.
hint at -i hissettirmek, -i üstü kapalı söylemek, -i dokundurmak, -i ima
hinterland etmek.
i. hinterlant, iç bölge.
hip i. kalça.
hipbone i., anat. kalça kemiği.
hippie i. hippi.
hippo i., k. dili suaygırı.
hippopotamus çoğ. --es (hîpıpat´ımısız)/hip.po.pot.a.mi (hîpıpat´ımay) i.
hire suaygırı.
i. kira; ücret. f. 1. ücretle tutmak. 2. kira ile tutmak, kiralamak.
hire o.s. out ücretle çalışmak.
hire out -i kiraya vermek.
hirsute s. 1. kıllı, tüylü. 2. saçlı sakallı.
his zam., eril onunki; onun: I don´t want his. Onunkini istemiyorum.
His All Holiness That
Patrikdog´s his. O(Ekümenik
Cenapları köpek onun. Take
Patrik hiskullanılır.).
için outside. Onunkini
His bark is worse than his dışarıya çıkar. s. onun; kendi: It´s his car. Onun arabası. He likes
k. dili Ne varsa dilindedir.
bite. his handwriting. Kendi elyazısını beğeniyor.
His blood is up. k. dili Bayağı kızdı.
His eyes rested on it. Gözleri ona dikildi.
His face became purple. Öfkeden mosmor kesildi.
His face was wreathed in
Yüzünde büyük bir tebessüm vardı.
smiles.
His hair stood on end. Tüyleri ürperdi.
His head is spinning. Başı dönüyor.
His heart is in the right
İyi niyetlidir.
place.
His Holiness Papa Cenapları.
his opposite number karşı tarafta aynı yeri işgal eden kimse.
his strong point onun kuvvetli tarafı.
His/Your Highness Ekselansları.
hiss f. 1. tıslamak. 2. ıslıklamak, ıslık çalarak yuhalamak. i. 1.
hiss s.o. off the stage tıslama. 2. ıslık. sahneden kovmak.
birini ıslıklayarak
hist kıs. historian, historical, history.
histoid s. dokusal.
histology i. dokubilim, histoloji.
historian i. tarihçi.
historic s. 1. tarihsel, tarihi. 2. önemli.
historic moment dönüm noktası, tarihi an.
historical s. tarihsel, tarihi, tarihle ilgili.
historical novel tarihi roman.
historically z. tarihe göre.
history i. tarih.
hit f. (hit, --ting) 1. vurmak, çarpmak. 2. isabet ettirmek; isabet
hit below the belt etmek.
1. boksi.kemerden
1. vuruş, vurma, darbe. olarak
aşağı usulsüz 2. isabet. 3. başarı.
vurmak. 4. yerinde
2. mec. (birine)
söz.
kahpelik etmek.
hit below the belt haksızlık etmek, kalleşlik etmek.
hit it off anlaşmak, uyuşmak.
hit man k. dili kiralık katil.
hit one´s stride k. dili en yüksek hıza/dereceye ulaşmak.
hit pay dirt k. dili (bir şeyi arayan biri) aradığını bulmak/kendisini çok
hit the books umutlandıran
k. dili ineklemek.bir şey bulmak.
hit the bottle argo şişeyi devirmek.
hit the ceiling argo tepesi atmak.
hit the deck argo 1. yataktan kalkmak. 2. iki/bir seksen uzanmak.
hit the high spots k. dili 1. ancak en önemli noktalara değinmek. 2. ancak en
hit the jackpot önemli
umulmadık şeyleri
birgörmek.
anda başarı kazanmak, turnayı gözünden
hit the jackpot vurmak.
k. dili turnayı gözünden vurmak; büyük bir başarı kazanmak.
hit the mark 1. hedefi vurmak. 2. tahmini doğru olmak.
hit the nail on the head 1. taşı gediğine koymak. 2. tam bilmek. 3. tam isabet
hit the roof kaydetmek.
k. dili küplere binmek, tepesi atmak.
hit the sack argo yatmak.
hit the sack/sack out k. dili yatmak.
hit the spot k. dili (yiyecek/içecek) çok makbule geçmek.
hit the trail k. dili yola koyulmak.
hit upon rasgele bulmak.
hit-and-run s. çarpıp kaçan (şoför).
hitch f. 1. ip ile bağlamak; bağlamak, iliştirmek, takmak. 2.
hitch on to topallamak.
-e bağlamak. 3. çekelemek. i. 1. engel. 2. aksama. 3. bağlantı
parçası. 4. volta, bağ, adi düğüm.
hitch up 1. to (atı) -e koşmak. 2. yukarı çekmek.
hitchhike f. otostop yapmak.
hitchhiker i. otostopçu.
hither z. buraya. s. beriki, beri yandaki.
hither and thither/yon 1. oraya buraya, şuraya buraya. 2. bir ileri bir geri.
hitherto z. şimdiye kadar, şimdiye dek.
hive i. kovan; arı kovanı.
hives i., tıb. ürtiker, kurdeşen.
HMS kıs. His/Her Majesty´s Service, His/Her Majesty´s Ship.
hoard i. biriktirilmiş şey, istif. f. biriktirmek, stok etmek, istiflemek.
hoarder i. biriktirip saklayan kimse, istifçi.
hoarding i. istifçilik.
hoarfrost i. kırağı.
hoarhound i., bak. horehound.
hoarse s. 1. boğuk. 2. boğuk sesli.
hoarsely z. boğuk sesle.
hoarseness i. 1. boğukluk. 2. boğuk seslilik.
hoary s. kır; ak, ağarmış.
hoax i. 1. şaka, latife. 2. hile, oyun. f. aldatmak, oyun etmek,
hobble işletmek.
f. 1. topallamak, aksayarak yürümek. 2. bukağı vurmak,
hobby kösteklemek.
i. hobi, düşkü,3. topal
özel etmek. i. 1. topallama, aksama. 2. bukağı,
zevk.
köstek. 3. dert. 4. ayak bağı, engel.
hobgoblin i. 1. ifrit, gulyabani. 2. yersiz korku; saplantı.
hobo i. (çoğ. --es/--s) 1. gezici rençper. 2. serseri, aylak, boş gezenin
hock boş
i., k.kalfası.
dili rehin. f. rehine koymak.
hockey i. hokey.
hodgepodge i. 1. karmakarışık şey. 2. türlü yemeği.
hoe i. çapa. f. çapalamak.
hog i. büyük domuz.
hog wild argo çılgın.
hoist f. 1. yukarı kaldırmak; yukarı çekmek. 2. (bayrak) çekmek. i. yük
hold asansörü.
f. (held) 1. tutmak: Hold my hand. Elimi tut. 2. bırakmamak,
hold zaptetmek. 3. içine2.almak:
i. 1. gemi ambarı. gemininHow much water will this glass hold?
iç tarafı.
Bu bardak ne kadar su alır? 4. alıkoymak, salıvermemek,
hold a child back a year çocuğa (okulda) aynı sınıfı tekrarlatmak.
durdurmak. 5. sahip olmak, elinde tutmak. 6. (toplantı)
hold a crowd back kalabalığı zaptetmek.
düzenlemek. 7. (makam) işgal etmek. 8. (mevzi) savunmak,
hold a postmortem korumak.
(başarısız 9. bir(ağırlık)
durumu) taşımak,
ameliyatçekmek.
masasına10.yatırmak.
devam ettirmek. 11.
hold a thing over s.o. inanmak; kabul etmek; düşünmek,
birini bir şey ile durmadan tehdit etmek. saymak; karar vermek. 12.
devam etmek. 13. (zamk) yapışmak. 14. dayanmak, sabit
hold against 1. (suçu)
olmak. 15.-etoyüklemek. 2. yüzüne
-e sadık kalmak, -denvurmak.
caymamak, -den
hold aloof uzak durmak, yaklaşmamak,
vazgeçmemek: He held to his decision. ilişki kurmamak.
Kararından caymadı. 16.
hold at bay değişmemek.
arada mesafe17. devam etmek,
bırakmak, arkası kesilmemek, ilerlemek.
yaklaştırmamak.
18. durmak. i. 1. tutma, tutuş. 2. tutunacak yer. 3. tutamak. 4.
hold by k. dili tutmak, inanmak.
sığınacak yer, destek, dayanak noktası. 5. nüfuz, hüküm. 6.
hold down 1. k. uzatma
müz. dili (bir işi) yürütmek. 2. baskı altında tutmak.
işareti.
hold forth 1. önermek, öne sürmek. 2. nutuk söylemek, uzun uzadıya
hold good konuşmak.
geçerli olmak.
hold good geçerli olmak.
hold in tutmak, zaptetmek.
hold in contempt hakir görmek, hor görmek.
hold in esteem saymak, saygı göstermek.
hold in leash yularını elden bırakmamak.
hold in pledge rehin olarak tutmak.
hold incommunicado kimseyle görüştürmemek, başkalarıyla görüşmesine izin
hold no brief for vermemek.
-in savunucusu olmamak, -in taraftarı olmamak.
hold off 1. uzakta tutmak, yaklaştırmamak. 2. ertelemek.
hold on 1. devam etmek, süregelmek. 2. tutmak. 3. dayanmak,
hold on to direnmek.
-i tutmak, 4. -e (telefonda)
tutunmak. beklemek.
Hold on! k. dili Dur!/Bekle!
hold one´s ground durumunu korumak.
hold one´s own eski durumunu korumak.
hold one´s own yerini korumak.
hold one´s peace susmak, bir şey söylememek.
hold one´s peace/tongue dilini tutmak, konuşmamak.
hold one´s tongue k. dili dilini tutmak, konuşmamak.
hold out 1. dayanmak. 2. ileri sürmek. 3. yetmek. 4. ayak diremek.
hold out on one birinden gizlemek.
hold over ertelemek.
hold s.o. back birinin ilerlemesini durdurmak/engellemek.
hold s.o. in one´s arms birini kucağında tutmak.
hold s.o./s.t. in high regard birine/bir şeye saygı duymak.
hold still kıpırdamamak.
hold sway egemen olmak.
hold the field üstünlüğünü korumak.
hold the line 1. değişikliğe karşı olmak. 2. telefonu kapatmamak.
hold the pass geçidi tutmak.
hold the purse strings of kasanın anahtarı (birinde) olmak, para (birinin) elinde olmak.
hold together 1. bir arada tutmak. 2. ayrılmamak. 3. (ifade) tutarlı olmak.
hold up 1. kaldırmak. 2. tutmak, yardımda bulunmak, korumak. 3.
hold water geciktirmek;
k. dili geçerliengellemek.
olmak, makul 4. olmak.
arzetmek, göstermek. 5. yolunu
kesip soymak.
hold with ile aynı fikirde olmak.
Hold your horses! k. dili Dur!/Bekle!
holder i. 1. içine bir şey konulan nesne/kap, içinde bir şey saklanabilen
holding nesne/kap:
i. 1. tutma. 2. candle holderkuruluşun
(birinin/bir şamdan. cigarette holder sigara
sahip olduğu)
ağızlığı. 2. kulp, tutamak,
hisseler/emlak/mülk/mallar. tutamaç.
3. kira ile tutulmuş4.arazi.
3. tutacak. huk. hamil,
holding company holding.
sahip. 5. kiracı.
holdover i. from k. dili -den kalma bir şey/kimse.
holdup i. 1. gecikme. 2. soygun.
hole i. 1. delik. 2. boşluk. 3. çukur. 4. k. dili berbat yer. f. delik
hole up açmak,
saklanmak.delmek.
holiday i. 1. tatil günü; tatil. 2. bayram günü; yortu günü. 3. İng. tatil,
holidaymaker dinlenmek
i., İng. tatileiçin çalışmadan
çıkmış kimse. geçirilen süre.
holiness i. kutsallık, kutsiyet.
Holland i. Hollanda.
holler f., k. dili bağırmak, haykırmak. i. bağırış, haykırış.
hollow s. 1. içi boş, oyuk. 2. çukur, derin, çökük. 3. yankı yapan,
hollow victory boşluktan gelen (ses).zafer,
bir şeye yaramayan 4. yalan, sahte. i. oyuk, çukur. f. out
boş başarı.
oymak.
holly i., bot. çobanpüskülü.
hollyhock i., bot. gülhatmi.
holocaust i. 1. imha. 2. büyük yangın.
holster i. tabanca kılıfı.
holy s. kutsal, mukaddes.
Holy Scripture Kitabı Mukaddes.
Holy Week Paskalyadan önceki hafta.
homage i. (hükümdara v.b.´ne gösterilen) saygı, hürmet.
home i. 1. ev, aile ocağı, yuva. 2. vatan, yurt, memleket. s. 1. ev ile
home base ilgili,
merkez,eve üs.
özgü. 2. İng. içişlerine ait.
home economics ev ekonomisi.
Home Office İng. İçişleri Bakanlığı.
home office (şirketin) idare merkezi.
home port demirleme limanı.
Home Secretary İng. İçişleri Bakanı.
homebody i. evde oturmayı tercih eden kimse.
homeland i. anavatan, anayurt.
homeless s. evsiz, evsiz barksız.
homelike s. ev gibi, rahat.
homely s. 1. basit, sade. 2. çirkin. 3. İng. rahat; cana yakın; gösterişsiz.
homemade s. evde yapılmış.
homemaker i. ev kadını.
homeroom i. (okulda) esas dershane.
homesick s. gurbet çeken, vatan/ev hasreti çeken.
homesickness i. gurbet çekme, sıla hasreti.
homespun s. 1. evde dokunmuş. 2. basit, sade.
homestead i. 1. ev ve eklentileri. 2. çiftlik ve eklentileri.
homeward z. eve doğru.
homeward bound memleket yolunda.
homeward bound evine/vatanına dönmekte olan.
homework i. ev ödevi, ödev.
homicide i. adam öldürme, cinayet, katil.
homogeneity i. homojenlik, bağdaşıklık, türdeşlik.
homogeneous s. homojen, bağdaşık, türdeş.
homogenise f., İng., bak. homogenize.
homogenize f. 1. homojenleştirmek, bağdaşık hale getirmek. 2. dövüp
homogenized kıvamına getirmek.
s. homojenize: homogenized milk homojenize süt.
homogenizer i. homojenleştirici.
homologous s. homolog.
homonym i., dilb. eşadlı.
homosexual i., s. homoseksüel, eşcinsel.
Hon kıs. Honorable.
hon kıs. honorably, honorary.
Honduran i. Honduraslı. s. 1. Honduras, Honduras´a özgü. 2. Honduraslı.
Honduras i. Honduras.
hone f. bilemek.
honest s. 1. dürüst, namuslu. 2. hilesiz.
honestly z. 1. sahiden, gerçekten. 2. dürüstçe, hilesizce.
honesty i. dürüstlük, namus.
Honesty is the best policy. Dürüstlük en iyi yoldur.
Honesty, let alone honor,
Şeref şöyle dursun, onda dürüstlük namına bir şey yoktu.
was not in him.
honey i. 1. bal. 2. k. dili sevgilim; canım.
honey in the comb petek balı.
honeybee i. balarısı.
honeycomb i. (ballı/balsız) petek. f.
honeymoon i. balayı. f. balayına çıkmak.
honeysuckle i., bot. hanımeli.
honk i. 1. yabankazı sesi. 2. klakson sesi. f. 1. kaz sesi çıkarmak. 2.
honky-tonk klakson
i., k. dili çalmak.
pavyon; adi bar.
honor i. 1. onur, şeref. 2. şöhret, nam, ün. 3. namus, iffet. f. 1. -i
honor a debt şereflendirmek,
borcunu ödemek. -e şeref vermek. 2. (bono/çek) kabul edip
karşılığını ödemek.
honor roll iftihar listesi.
honorable s. şerefli.
honorable mention mansiyon.
honorable mention mansiyon.
honorarium çoğ. hon.o.rar.i.a (anırer´iyı)/--s (anırer´iyımz) i. ücret, serbest
honorary meslek sahibine
s. 1. fahri, hizmet
onursal. karşılığında
2. ücretsiz verilen para.
yapılan.
honour i., f., İng., bak. honor.
honourable s., İng., bak. honorable.
hood i. 1. kukuleta, başlık. 2. oto. motor kapağı, kaput. 3. kabadayı;
hoodlum yeraltı dünyasından
i. kabadayı; biri.
yeraltı dünyasından biri.
hoodwink f. aldatmak, göz boyamak.
hoof çoğ. --s (hûfs)/hooves (huvz) i. toynak. f.
hoof it k. dili 1. yaya gitmek, taban tepmek. 2. dans etmek.
hoo-ha i., İng., k. dili şamata, patırtı.
hook i. 1. kanca, çengel; kopça. 2. orak. f. 1. çengel ile yakalamak,
hook and eye tutmak,
erkek veçekmek, bağlamak. 2. olta ile (balık) tutmak. 3. çengel
dişi kopça.
şekline sokmak. 4. takılmak, asılmak.
hook up 1. kancayla bağlamak. 2. birleştirmek.
hook up with argo 1. ile ilişki kurmak. 2. ile evlenmek.
hook, line and sinker k. dili tamamen, olduğu gibi: He swallowed my story hook, line
hooka and sinker.
i., bak. Masalımı olduğu gibi yuttu.
hookah.
hookah i. nargile.
hooked s. 1. çengel şeklindeki; çengelsi. 2. çengelli.
hooked nose gaga burun.
hooker i., k. dili orospu, fahişe.
hooky i.
hooligan i., k. dili serseri, kabadayı.
hoop i. çember, kasnak. f. çemberlemek.
hoopoe i., zool. ibibik, hüthüt, çavuşkuşu, Upupa epops.
hoopoo i., zool., bak. hoopoe.
hooray ünlem, f., bak. hurrah.
hoot f. 1. (baykuş) ötmek. 2. (korna, vapur/tren/sis düdüğü) ötmek,
hoot of laughter çalmak.
kahkaha.3. kah kah gülmek. i. 1. (baykuş, korna, vapur/tren/sis
düdüğü için) ötüş. 2. yuhalama.
hoot s.o. down birini yuhalayarak susturmak.
hoover i., İng. elektrikli süpürge. f., İng. elektrikli süpürge ile
hooves temizlemek.
i., çoğ., bak. hoof.
hop f. (--ped, --ping) sekmek, sıçramak. i. 1. sekme, sıçrama. 2. k.
hop dili uçuş, uçak seferi.
i. şerbetçiotu.
hope i. ümit, umut. f. ümit etmek, ummak.
hope against hope her şeye rağmen ümitli olmak.
hope for the best hayırlısı demek.
hopeful s. ümitli, ümit verici.
hopefully z. 1. ümitle. 2. k. dili inşallah.
hopeless s. 1. ümitsiz, umutsuz. 2. ümit vermeyen.
hopper i. silo, sarpın.
hopping mad k. dili çok öfkeli.
hopping mad k. dili çok kızmış, köpürmüş.
hopscotch i. seksek oyunu.
horde i. 1. horda. 2. kalabalık.
horehound i., bot. 1. karaısırgan, köpekotu. 2. köpekayası.
horizon i. ufuk, çevren.
horizontal s. yatay. i. yatay düzlem/çizgi.
hormone i. hormon.
horn i. 1. boynuz. 2. müz. boru. 3. klakson, korna.
horn of plenty bereket boynuzu.
hornbeam i. gürgen.
hornet i. büyük eşekarısı.
horns of a dilemma birinin seçilmesi gereken iki güç seçenek.
horny s. 1. boynuzlu. 2. argo seks yapma arzusuyla yanıp tutuşan;
horoscope abaza, abazan.
i. 1. zayiçe. 3. nasırlı.
2. yıldız falı.
horrendous s., k. dili korkunç.
horrible s. 1. korkunç, dehşet verici, dehşete düşüren, dehşetli. 2. k. dili
horribly berbat,
z. 1. fena çok kötü,aşırı
halde, iğrenç. 3. k. dili 2.
bir şekilde. çokk. kötü, çok
dili çok fena,
kötü, çokkorkunç;
fena;
çok kaba
çokk.kaba ve kırıcı.
veçok
kırıcı 4. k. dili
bir şekilde.büyük, korkunç: He´s a horrible liar.
horrid s., dili 1. kötü, çok fena,3.korkunç;
korkunç/dehşetli
çok kababirve şekilde.
kırıcı. 2.
O büyük bir yalancı.
horridly berbat,
z., k. diliçok
çokkötü,
kötü,iğrenç.
çok fena; çok kaba ve kırıcı bir şekilde.
horrific s. korkunç.
horrify f. korkutmak.
horror i. dehşet, yılgı, korku.
hors d'oeuvre Fr. ordövr, çerez, meze.
horse i. 1. at, beygir. 2. spor atlama beygiri, beygir.
horse chestnut atkestanesi.
horse mackerel istavrit.
horseback i. at sırtı.
horsebean i. bakla.
horsehair i. 1. at kılı. 2. at kılından dokunmuş kumaş.
horseman çoğ. horse.men (hôrs´mîn) i. binici; süvari.
horsemanship i. binicilik.
horseplay i. eşek şakası; hoyratlık.
horsepower i., mak. beygirgücü.
horseradish i., bot. bayırturpu.
horseshoe i. 1. at nalı. 2. nal şeklinde şey. 3. çoğ. nal ile oynanılan oyun.
horsewhip i. kamçı, kırbaç. f. (--ped, --ping) kamçılamak.
hort kıs. horticulture.
hortative s. 1. öğüt veren, nasihat dolu. 2. teşvik edici, gayret verici,
hortatory yüreklendirici.
s., bak. hortative.
horticulture i. bahçıvanlık, bahçecilik, çiçekçilik.
hose i. (çoğ. hose) çorap.
hose i. (çoğ. --s) hortum.
hosier i., İng. çorapçı.
hosiery i. 1. çoraplar. 2. çorap fabrikası. 3. mensucat. 4. mensucat
hospice fabrikası.
i. 1. özellikle rahipler/rahibeler tarafından idare edilen
hospitable misafirhane/yurt. 2. ölümcül hastaların
s. konuksever, misafirperver; ikramcı. ölene kadar bakıldığı
bakımevi.
hospital i. hastane.
hospitalise f., İng., bak. hospitalize.
hospitality i. konukseverlik, misafirperverlik; ikramcılık.
hospitalize f. hastaneye yatırmak.
Host i., Hrist. (ekmek ve şarap ayinindeki) ekmek.
host i. 1. ev sahibi; davet veren kimse. 2. sunucu. f. 1. ev sahipliği
host yapmak,
i. kalabalık,ağırlamak,
çokluk. konuk etmek; davet vermek. 2. sunuculuk
yapmak.
hostage i. rehine, tutak.
hostel i. 1. genç turistler için ucuz otel. 2. İng. öğrenci yurdu.
hostess i. 1. ev sahibesi. 2. hostes. 3. garson kadın. 4. konsomatris.
hostile s. düşman, düşmanca, saldırgan.
hostility i. 1. düşmanlık. 2. çoğ. silahlı çatışmalar.
hot s. (--ter, --test) 1. sıcak, kızgın. 2. acı (biber v.b.). 3. şiddetli,
hot air sert.
argo4. yüksek
boş gerilimli atmasyon.
laf, martaval, akım taşıyan (tel). 5. yeni, taze (haber
v.b.). 6. radyoaktif. 7. kızışmış, şehvetli. 8. argo çalıntı/kaçak
hot chocolate sütlü kakao.
(mal).
hot dog 1. bir çeşit sosis. 2. bu sosisle yapılan sandviç, sosisli sandviç.
hot line 1. direkt telefon hattı (özellikle devlet başkanları arasında). 2.
hot pepper her zaman cevap veren imdat telefonu.
acı biber.
hot plate elektrikli ocak; elektrik ocağı.
hot spring kaplıca. hot-water bottle sıcak su torbası, buyot.
hotbed i. 1. camekânda bulunan gübreli toprak. 2.
hot-blooded (fesat/kötülük/huzursuzluk)
s. 1. çabuk parlayan (kimse). kaynağı/yuvası.
2. (cinsel açıdan) ateşli.
hotchpot i., bak. hodgepodge.
hotchpotch i., bak. hodgepodge.
hotel i. otel.
hothead i. öfkeli kimse, çabuk kızan kimse.
hothouse i. limonluk, sera, ser.
hound i. 1. tazı, av köpeği. 2. k. dili it, alçak herif. f. 1. tazı ile ava
hour gitmek. 2.2.
i. 1. saat. k.vakit,
dili peşini bırakmamak, izlemek.
zaman.
hour hand (saatte) akrep.
hourglass i. kum saati.
hourly z. saatte bir, saat başı.
house i. 1. ev. 2. ev halkı, aile. 3. tiyatro. 4. hükümet meclisi. 5. gen.
house b.h.
f. 1. hanedan.
barındırmak; 6. ticarethane.
yerleştirmek: The government housed the
house dog refugees
ev köpeği. in tents. Hükümet sığınmacıları çadırlara yerleştirdi. 2.
-de bulunmak: That room now houses our library. Şimdi o odada
house martin evkırlangıcı, pencerekırlangıcı.
kütüphanemiz bulunuyor.
house of cards dayanıksız iş; derme çatma şey.
housebound s. (hastalık v.b. nedeniyle) evde hapis olan.
housebreaker i. ev hırsızı.
housecoat i. sabahlık (giysi).
housedress i. ev kıyafeti.
houseguest i. gece yatısına gelen misafir.
household i. ev halkı, aile. s. ev, eve ait.
household word her gün kullanılan kelime.
householder i. aile reisi, ev sahibi.
housekeeper i. kâhya kadın.
housekeeping i. ev idaresi.
houseman çoğ. house.men (haus´mîn) i. 1. (evde temizlik v.b. işleri yapan
housetop erkek)
i. dam, hizmetkâr.
çatı. 2. İng. stajyer doktor.
housewarming i. yeni bir eve taşınmanın kutlanışı.
housewife i. 1. çoğ. house.wives (haus´wayvz) ev hanımı. 2. (h^z´îf), çoğ.
housework house.wives
i. ev işi. (h^z´îfs) İng. dikiş kutusu.
housing i. 1. barınacak yer. 2. konutlar. 3. barındırma, iskân. 4. mak.
housing estate kutu, karter:
İng. konut clutch
sitesi; housing
toplu debriyaj karteri.
konutlar.
housing project sosyal konutlar.
hove f., bak. heave.
hovel i. 1. derme çatma ev; (tahta) baraka. 2. açık ağıl.
hover f. 1. fazla hareket etmeden üzerinde ve etrafında uçmak. 2.
Hovercraft etrafında dolaşıp durmak. 3. tereddüt etmek.
i., bak. hovercraft.
hovercraft i. hoverkraft.
how z. 1. nasıl: How did it happen? Nasıl oldu? How will he do this?
How about it? Bunu nasıl yapacak? How does it work? Nasıl çalışıyor? 2. ne
Ne dersiniz?
kadar: How long must I wait? Ne kadar beklemem gerekiyor?
How about that? 1. Çok ilginç, değil mi? 2. Çok güzel, değil mi? 3. Çok şaşırtıcı,
How much did you pay for that? Ona ne kadar ödedin? 3. kaç:
How are you? değil mi? 4. Çok kötü, değil mi?
Nasılsınız?
How old is she? Kaç yaşında? How many kilos of meat did you
How come? buy?
k. diliKaç kilo et aldın?
Niye?/Nasıl olur? bağ. 1. nasıl: Tell me how to do it. Bana
How did he measure up? nasıl
Diğerlerine göre nasıldıHe
yapıldığını anlat. o?knows how old she is. Onun kaç
yaşında olduğunu biliyor. He told us how he used to make five
How do you do? Nasılsınız?
billion a month. Bize eskiden ayda nasıl beş milyar kazandığını
How do you do? Nasılsınız?
anlattı. 2. k. dili -diğini: He told us how he used to make five
How ever ...? billion
Nasıl ...?:month.
a How everBizedid
eskiden ayda
it come beş milyar
about? kazandığını
Nasıl oldu?
söyledi. i. yapma tarzı.
How goes it?/How is it going? Ne var ne yok?/Ne âlemdesiniz?/İşler nasıl?
How good of you! Çok naziksiniz.
how much 1. ne kadar: No matter how much I try, I just can´t do it. Ne
How so? kadar uğraşırsam
Niçin?/Nasıl uğraşayım, yine de yapamam. How much
olabilir?
money do you need? Ne kadar para lazım sana? 2. kaça, ne
How´s about ...? k. dili, bak. How about ...? (1).
kadar: How much is that computer? O bilgisayar kaça?
How´s it going? İşler nasıl gidiyor?
howdy ünlem, k. dili merhaba.
however z. 1. ama, bununla birlikte, ancak, yalnız. 2. nasıl. 3. ne kadar.
howl f. ulumak; inlemek. i. uluma, inleme.
howler i., k. dili gülünç hata, budalaca yanlışlık.
HP kıs. high pressure, horsepower.
HQ kıs. Headquarters.
hr kıs. hour.
hrs kıs. hours.
HS kıs. high school, Home Secretary.
ht kıs. heat, height.
hub i. 1. poyra, tekerlek göbeği. 2. (of) merkez.
hubble-bubble i. nargile.
hubbub i. şamata, curcuna, hayhuy.
hubby i., k. dili koca, eş.
hubcap i., oto. jant kapağı.
huckleberry i. kamburüzüm.
huckster i. 1. reklamcı (Küçümseme belirtir.). 2. başlıca amacı para
huddle kazanmak olan
f. 1. bir araya kimse, tüccar.
sıkışmak. 3. seyyar
2. birbirine satıcı.
sokulup sarılmak.
hue i. 1. renk. 2. (renk için) ton. 3. tür, çeşit.
hue i.
hue and cry bağrışma, bağrış çağrış.
huff i. kızgınlık, öfke: She left the room in a huff. Hışımla odayı
hug terketti.
f. (--ged, --ging) 1. kucaklamak, sarılmak. 2. bağrına basmak,
huge sımsıkı tutmak.
s. kocaman; dev3.gibi;
benimsemek.
muazzam. i. kucaklama, sarılma.
huh ünlem 1. Ne? 2. Ne olacak, ...! (Küçümseme belirtir.).
hulk i. 1. hurda gemi. 2. çok büyük ve kaba gemi. 3. iri ve hantal
hulking kimse/şey. f. up
s. 1. iriyarı ve hantal2.bir
hantal. şekildegibi.
lenduha doğrulmak.
hull i. 1. (ceviz, fıstık, bezelye v.b.´ne ait) kabuk. 2. den. tekne
hullabaloo (geminin
i. gürültü;temel
hayhuy;bölümü).
velvele;f. (içini çıkarmak için) (ceviz, fıstık,
patırtı.
bezelye v.b.´nin) kabuğunu ayıklamak.
hum ünlem Hım .../Hı ... (Düşündürücü bir durumla karşılaşınca
hum söylenir.).
f. (--med, --ming) 1. vızıldamak. 2. (şarkı) mırıldamak,
human mırıldanmak.
s. beşeri, insani: 3. k. dili faaliyette
human olmak:
nature insan The office
tabiatı. was
human psychology
humming.
insan Büroda
psikolojisi. herkes
human arı gibi
resources çalışıyordu.
insan kaynakları. human
human being insanoğlu, insan, beşer.
rights insan hakları. i. insanoğlu, insan, beşer.
human nature insan tabiatı.
human rights insan hakları.
humane s. insani, insanlığa yakışan.
humanely z. insanca, insana yakışan bir şekilde.
humanism i. hümanizm, insancılık.
humanist i., s. hümanist.
humanitarian s. insanlara yardım etmek isteyen; insani. i. insanlara yardım
humanity etmek isteyen
i. 1. insanlık, kimse.
insan sevgisi. 2. insanoğlu, insanlık. 3. insan
humankind kalabalığı.
i. insanoğlu, 4.insanlık.
insanlık, insaniyet, insanın doğasını oluşturan
niteliklerin hepsi. the humanities konusu insan olan ilimler,
humanly z. insanca, insan olarak.
hümaniter bilimler.
humble s. 1. alçakgönüllü, mütevazı. 2. hakir, âciz. f. kibrini kırmak,
burnunu kırmak.
humble apology alçakgönüllülükle özür dileme.
humble s.o.´s pride birinin kibrini kırmak.
humbleness i. alçakgönüllülük, tevazu.
humbly z. alçakgönüllülükle, tevazu ile.
humbug i. 1. yalan dolan; sahtekârlık; dolap, hile. 2. sahtekâr. 3. saçma,
humdinger zırva.
i. olağanüstü şey/kimse: That was one humdinger of a storm! O
humdrum ne fırtınaydı tekdüze,
s. monoton, öyle! yeknesak; sıradan, yavan.
humid s. yaş, rutubetli, nemli.
humidifier i. nemlendirici, rutubetlendirici.
humidify f. nemlendirmek.
humidity i. rutubet, nem.
humidness i., bak. humidity.
humiliate f. küçük düşürmek, rezil etmek, çok utandırmak.
humiliation i. küçük düşürme, rezil etme, utandırma.
humility i. alçakgönüllülük, tevazu.
hummingbird i. sinekkuşu.
humongous s., argo çok büyük, kocaman.
humor i. 1. mizah, güldürü. 2. gülünçlük, komiklik. 3. nüktedanlık. 4.
humorist keyif. 5. huy,
i. 1. şakacı, tabiat. 6.2.
nüktedan. kapris. f. suyuna
güldürü yazarı. gitmek, kaprisine boyun
eğmek, ayak uydurmak: You shouldn´t humor that spoiled brat.
humorous s. gülünç, komik; mizahi.
O şımarık veledin suyuna gitmemelisin.
humour i., f., İng., bak. humor.
hump i. 1. kambur. 2. hörgüç. 3. tümsek yer, tepe. f. 1. İng. taşımak.
humpback 2. argo
i. 1. sikişmek,
kambur vuruşmak;
sırt. 2. sikmek, binmek,
kambur kimse.
üstünden/üzerinden geçmek. 3. k. dili acele etmek. 4. k. dili
humpbacked s. kambur.
hızla/son sürat gitmek.
humph ünlem 1. Hıh! (Bir şeyin/birinin hiç beğenilmediğini belirtir.). 2.
humus Hım!
i., bahç.(Kuşku belirtir.).
humus.
hunch f.
hunch one´s shoulders/back kambur durmak; sırtını kamburlaştırmak.
hunch over -in üstüne abanmak. i., k. dili sezinleme, sezinleyiş, sezinme,
hunchback sezinti,
i. 1. kamburiçedoğma,
sırt. 2.içedoğuş.
kambur kimse.
hunchbacked s. kambur.
hundred s. yüz. i. yüz, yüz rakamı (100, C).
hundredfold s., z. yüz kat, yüz misli.
hundredth s. yüzüncü. i. yüzde bir.
hung f., bak. hang 2. s. asılmış, asılı.
hung jury kararında oybirliğine varamayan jüri.
Hungarian i., s. 1. Macar. 2. Macarca.
Hungary i. Macaristan.
hunger i. 1. açlık. 2. for -e duyulan büyük özlem/hasret. f. for -i çok
hunger strike özlemek;
açlık grevi. -i çok arzu etmek, -e susamak.
hungrily z. 1. açlıkla. 2. büyük bir arzuyla.
hungry s. aç, karnı aç, acıkmış.
hunk i., k. dili 1. iri parça. 2. boylu boslu, yakışıklı adam.
hunt f. 1. avlanmak; avlamak. 2. for -i aramak.
hunt down yakalayıncaya kadar peşini bırakmamak.
hunt out of season av mevsimi dışında avlanmak.
hunt up/out 1. bulmak. 2. aramak.
hunter i. 1. avcı. 2. arayıcı. 3. av atı/köpeği.
hunting i. avcılık. s. av: hunting dog av köpeği. hunting knife av bıçağı.
hunting season av mevsimi.
hurdle i. 1. (yarışlarda) engel, mania. 2. çoğ. engelli yarış: high hurdles
hurdle race 1. yüksek engel.
engelli/manialı 2. yüksek
koşu, engelli 110 metrelik koşu. low
engelli.
hurdles 1. alçak engel. 2. alçak engelli 200 metrelik koşu.
hurdler i. engelli koşuya katılan yarışmacı, engelci, maniacı.
hurdy-gurdy i. laterna.
hurl f. 1. fırlatmak, savurmak. 2. (tehdit, küfür v.b.´ni) savurmak,
hurrah yağdırmak.
ünlem Yaşa! f. “Yaşa!” diye bağırmak.
hurray ünlem, f., bak. hurrah.
hurricane i. urağan, kasırga.
hurricane lamp rüzgâr feneri, gemici feneri.
hurried s. 1. aceleyle yapılan. 2. acele içinde olan.
hurry f. 1. acele etmek; acele ettirmek. 2. aceleyle
Hurry up! götürmek/getirmek.
Acele et!/Çabuk ol!/Haydi!3. hızlandırmak, çabuklaştırmak. i. acele.
hurt f. (hurt) 1. (bir uzva) zarar vermek, (bir uzvu)
hurt one´s feelings yaralamak/incitmek/zedelemek:
gücendirmek, hatırını kırmak. Are you hurt? Sana bir şey oldu
mu? Is your leg hurt? Bacağına bir şey oldu mu? 2. acımak;
hurt s.o.´s feelings birini kırmak/yaralamak.
acıtmak. 3. zarar/ziyan vermek. 4. (ruhen) kırmak/yaralamak. i.
hurt s.o.´s pride birinin
1. onuruna/haysiyetine
(ruhsal) acı. 2. zarar, ziyan.dokunmak, birinin gururunu kırmak.
hurtful s. kırıcı, yaralayıcı, acı veren.
hurtle f. 1. son sürat gitmek, uçmak. 2. kuvvetle/hızla
husband fırlatmak/atmak/uçurmak.
i. koca. f. (gelecek zamana3. hızla düşmek/yuvarlanmak.
kalması için) kullanmamak, idareli
husbandry kullanmak.
i. 1. çiftçilik. 2. idarecilik. 3. idareli kullanma.
hush i. derin sessizlik. f. susmak; susturmak.
hush money susmalık, sus payı.
hush up örtbas etmek, kapatmak.
Hush! ünlem Susun!
hush-hush s., k. dili çok gizli. i. büyük gizlilik.
husk i. 1. mısır başağının dış yaprakları. 2. (bazı tohum ve
husky meyvelerde)
s. 1. kabuklu.(dış) kabuk,
2. boğuk, kapçık.
kısık 3.3.
(ses). birk.şeyin işe yaramayan
dili iriyarı, güçlü dış
kısmı.
kuvvetli.f. (mısır başağının) dış
i. güçlü kuvvetli kimse. yapraklarını soymak; (çeltiğin)
husky i. eskimoköpeği.
kabuğunu ayıklamak; (bazı tohum ve meyvelerin) kabuğunu
hussy i. 1. şırfıntı, ahlaksız kadın. 2. civelek kız, fındıkçı.
çıkarmak.
hustle i. hareketlilik, koşuşturma. f. 1. acele etmek, çabuk olmak; iki
hustle and bustle ayağını bir pabuca
hareketlilik, sokmak, acele ettirmek. 2. k. dili gözünü dört
koşuşturma.
açıp çok çalışmak. 3. argo fahişelik yapmak.
hustle s.o. into birini apar topar (bir yere) sokmak.
hustle s.o. off to birini apar topar (bir yere) götürmek.
hustle s.o. out of birini apar topar (bir yerden) çıkarmak.
hustler i. 1. argo üçkâğıtçı, numaracı, dümenci, hileci. 2. argo fahişe. 3.
hut k. dili gözünü
i. kulübe; dört açıp çok çalışan kimse.
baraka.
hutch i. tavşan kafesi.
hyacinth i. sümbül.
hyaena i., bak. hyena.
hybrid i. melez hayvan/bitki, hibrit. s. melez, hibrit.
hybridisation i., İng., bak. hybridization.
hybridise f., İng., bak. hybridize.
hybridization i. melezleşme, hibritleşme.
hybridize f. melezlemek; melezleşmek.
hydrangea i., bot. ortanca.
hydrant i. yangın musluğu.
hydrate i. hidrat. f. su ile karıştırarak bileşik meydana getirmek.
hydraulic s. hidrolik.
hydraulics i. hidrolik.
hydro- önek suya ait, hidro-.
hydrobiology i. hidrobiyoloji.
hydrocarbon i., kim. hidrokarbon.
hydrocephalic s., i., tıb. hidrosefal.
hydrocephalus i., tıb. hidrosefali.
hydrocephaly i., tıb., bak. hydrocephalus.
hydrochloric s. klorhidrik.
hydrochloric acid hidroklorik asit.
hydrodynamic s. hidrodinamik.
hydrodynamics i. hidrodinamik.
hydroelectric s. hidroelektrik.
hydrofoil i. deniz otobüsü.
hydrogen i. hidrojen.
hydrogen bomb hidrojen bombası.
hydrogen peroxide hidrojen peroksit; oksijenli su.
hydrologist i. hidrolog, subilimci.
hydrology i. hidroloji, subilim.
hydrolysis i. hidroliz.
hydromechanics i. hidromekanik.
hydrometer i. hidrometre, suölçer.
hydrophobia i. hidrofobi, su korkusu.
hydroplane i. deniz uçağı, suya inebilen uçak.
hydroponics i. su içinde bitki yetiştirme.
hydrosphere i. hidrosfer, suküre, suyuvarı.
hydrotherapy i. hidroterapi, su tedavisi.
hyena i. sırtlan.
hygiene i. hijyen, sağlık bilgisi.
hygienic s. hijyenik, sağlıksal.
hygrometer i. higrometre.
hygroscope i. higroskop.
hymen i., anat. kızlık zarı, himen.
hymn i. ilahi. f. ilahi okumak; ilahi okuyarak kutlamak veya ifade
hymnal etmek.
i. ilahi kitabı.
hyper- önek aşırı, yüksek, hiper-.
hyperbola çoğ. --e (haypır´bıli)/--s (haypır´bılız) i., geom. hiperbol.
hyperbole i. abartma, mübalağa.
hyperbolic s., geom. hiperbolik.
hyperbolic s. abartmalı.
hyperbolical s., geom., bak. hyperbolic 1.
hyperbolical s., bak. hyperbolic 2.
hyperboloid i., geom. hiperboloit.
hyperboloidal s., geom. 1. hiperboloidal. 2. hiperboloit.
hypercritical s. aşırı derecede eleştiren.
hypersensitive s. 1. aşırı duyarlı. 2. alerjik.
hypertension i., tıb. hipertansiyon, yüksek tansiyon.
hyperthermia i. hipertermi.
hypertrophy i., tıb. hipertrofi, irileşim, irileşme. f., tıb. irileşmek.
hyphen i. tire, kısa çizgi.
hyphenate f. tire ile birleştirmek/ayırmak.
hyphenated s. tireli.
hypnosis i. ipnoz, hipnoz.
hypnotic s. uyutucu. i. uyuşturucu.
hypnotise f., İng., bak. hypnotize.
hypnotism i. ipnotizma, hipnotizma.
hypnotist i. ipnotizmacı.
hypnotize f. ipnotize etmek.
hypochondria i., tıb. hastalık hastalığı.
hypochondriac i. hastalık hastası.
hypocrisy i. ikiyüzlülük.
hypocrite i. ikiyüzlü kimse.
hypocritical s. ikiyüzlü.
hypodermic s. hipodermik.
hypodermic needle enjeksiyon iğnesi, aşı iğnesi.
hypodermic needle 1. enjektör iğnesi. 2. enjektör, iğne.
hypodermic syringe 1. enjektör, iğne. 2. enjektör şırıngası.
hypoglycemia i., tıb. hipoglisemi.
hypotension i. hipotansiyon.
hypotenuse i., geom. hipotenüs.
hypothesis çoğ. hy.poth.e.ses (haypath´ısiz) i. varsayım, hipotez, faraziye.
hypothetical s. varsayımlı, varsayımsal, hipotetik, farazi.
hypothetically z. varsayımlı olarak.
hyssop i., bot. çördükotu, zufaotu.
hysteria i. isteri, histeri.
hysteric s., bak. hysterical.
hysterical s. 1. isterik, histerik. 2. k. dili çok komik: a hysterical joke çok
hysterically komik bir şaka.
z. 1. çılgınca, deli gibi. 2. isterik bir şekilde.
hysterically funny k. dili çok komik.
hysterics i., çoğ. isteri krizi, kriz.
I Romen rakamları dizisinde 1 sayısı.
I zam. ben.
I shouldn´t think so. Zannetmiyorum.
I am much obliged. Çok minnettarım.
I am proud to know him. Onu tanımakla iftihar ediyorum.
I beg your pardon. Affedersiniz.
I can´t make head or tail of
Hiçbir şey anlayamıyorum./İşin içinden çıkamıyorum.
it.
I can´t make heads or tails
Ondan hiçbir şey anlayamıyorum.
of it. seem to solve this
I can´t
Bu sorunu çözebileceğimi sanmıyorum.
problem.
I couldn´t help smiling. Kendimi gülümsemekten alamadım.
I dare say zannedersem, sanırım, bana kalırsa.
I dare say belki, diyebilirim ki.
I dare you. Haydi yap bakalım.
I don´t doubt that .... Hiç kuşkum yok ki ....
I don´t feel like myself. İyi değilim./Keyfim yok.
I don´t give a darn. Bana vız gelir.
I don´t give a toot! k. dili Bana ne!/Bana vız gelir!
I don´t like the sound of it. k. dili Bana iyi bir şey gibi gelmiyor.
I don´t mind. 1. İtirazım yok. 2. İng. Benim için farketmez.
I don´t think he´s all there. k. dili Bence bir tahtası eksik.
I doubt whether .... ... pek sanmam./... pek sanmıyorum.
I feel like resting. Canım dinlenmek istiyor.
I feel refreshed. Kendime geldim.
I for one I for one do not believe it. Kendi hesabıma ben inanmıyorum.
I had better go. Gitsem iyi olacak.
I have had enough of him. Burama kadar geldi.
I have no idea. Hiçbir fikrim yok.
I haven´t a penny to my
Hiç param yok.
name.
I haven´t seen hide or hair of
İzi tozu yok.
him.
I heard it on the grapevine. k. dili Kulağıma geldi.
I hope so. İnşallah./Umarım öyle olur.
I kind of expected it. Bunu biraz da bekliyordum.
I myself am doubtful. Ben bile kuşkulanıyorum.
I paid through the nose for it. Bana çok pahalıya mal oldu.
I promise you! 1. Yemin ederim!/Vallahi doğru! 2. Orası kesin! 3. ... benden
I say .... söylemesi/sana
İng., k. dili Dinlesöyleyeyim: This plan ...!
...!/Bak ...!/Baksana won´t work, I promise
you! Bu plan yürümez, benden söylemesi!
I say! İng., k. dili 1. Fevkalade!/Harika! 2. Hayret!
II seem
shouldtohave
hearliked
.... ...: I ... işitir gibi oluyorum.
should
I shouldhavehaveliked you ...:
thought to I Onu tanımış olmanızı isterdim.
have known her.
should have thought her to Daha yaşlı olduğunu zannederdim.
Ibeshould
older.like ...: I should like Senden özür dilemek istiyorum. I´d like to buy a novel. Roman
to tell you I´m sorry.
I should say so! almak
Hem de istiyorum.
nasıl!
I should say so. Öyle zannediyorum./Herhalde.
I should think so. Öyle zannediyorum./Herhalde.
I swear .... Bir sözü pekiştirmek için kullanılır: I swear I didn´t do it! Vallahi
I think so. yapmadım!
Öyle zannediyorum.
I thought as much. Zaten bunu bekliyordum./Hiç şaşırmadım.
I treated myself to a new
Paraya kıyıp kendime yeni bir elbise aldım.
dress.
I want a haircut. Saçımı kestirmek istiyorum.
I want no more of it. Bu kadarı yeter./Sözü uzatma.
I was on the verge of leaving
O geldiğinde ben gitmek üzereydim. She is on the verge of
when he arrived.
I was under the impression accepting our job offer. İş teklifimizi kabul etmek üzere.
Öyle zannediyordum ki ..../Bana öyle geliyordu ki ....
that ....
I will not labor the point. İşin ayrıntılarına girmeyeceğim.
I won´t hear of it. Kabul etmem.
I would like to take this
Bu vesileyle hepinize teşekkür etmek istiyorum.
occasion to thank you all.
I would not know! Ne bileyim ben!
I wouldn´t know. Hiçbir bilgim yok./Bilmiyorum.
I, i i. İ, İngiliz alfabesinin dokuzuncu harfi.
I`d kıs. 1. I had. 2. I would/should.
I`ll kıs. I will/shall.
I`m kıs. I am.
I`ve kıs. I have.
I´d just as soon stay here. Burada kalmayı tercih ederim.
I´d sooner die! Ölmeyi tercih ederim!
I´ll be buggered! İng., argo Hay Allah!
I´ll be damned! Olur şey değil!/Allah Allah!
I´ll be jiggered! k. dili Vay anasına!
I´ll come in a minute or two. Bir iki dakikaya kadar geleceğim.
I´ll do my level best. Elimden geleni yaparım.
I´ll go along now. Gidiyorum artık.
I´ll have his head/hide! k. dili Kellesini uçuracağım!/Derisini yüzeceğim! I´ve been had.
I´ll thank you to keep out of k. dili Üçkâğıda geldim.
k. dili Bu işe burnunu sokmazsan iyi olur!
this!
I´m buggered! İng., argo Pestilim çıktı!/Bittim!
I´m on the horns of a
Aşağı tükürsem sakalım, yukarı tükürsem bıyığım.
dilemma.
I´m pleased to meet you. Tanıştığımıza memnun oldum.
I´m surprised at you. 1. Yaptığına şaşırıyorum. 2. Aşkolsun!
I´ve a sinking feeling you´re
Korkarım haklısın.
right.
I´ve half a notion to give you
Sana dayak atasım geliyor!
a hiding!
I´ve never seen the like of
Benzerini hiç görmedim.
it./I never saw the likes of it.
Iceland i. İzlanda.
Icelander i. İzlandalı.
Icelandic i. İzlandaca. s. 1. İzlanda, İzlanda´ya özgü. 2. İzlandaca. 3.
ID card İzlandalı.
kimlik kartı, kimlik.
If he hasn´t done it again! Hay Allah, yine aynı şeyi yaptı.
If I only knew! Keşke bilseydim!
If it weren´t for you .... Siz olmasaydınız ....
If it´s just the same to you, I
Senin için farketmezse onlarla giderim.
´ll go with
If you don´t them.
like it you can
k. dili Beğensen de bir, beğenmesen de.
lump it.
If you don´t mind, .... Müsaade ederseniz .../İzin verirseniz .../İzninizle ....
ILO kıs. International Labor Organization (Uluslararası Çalışma
IMF Örgütü).
kıs. the International Monetary Fund (Uluslararası Para Fonu).
Indeed! Öyle mi?
Independence Day A.B.D. Bağımsızlık Günü (4 Temmuz).
India i. Hindistan.
India ink çini mürekkebi.
Indian i. 1. Hintli. 2. Kızılderili. s. 1. Hint; Hindistan; Hindistan´a özgü.
Indian corn 2. Hintli.
İng. 3. Kızılderili, Kızılderililere özgü. 4. Kızılderili.
mısır.
Indian file tek sıra (yürüyüş).
Indian hemp hintkeneviri.
Indian lotus hintfulü.
Indian meal İng. mıısır unu.
Indian rice hintpirinci.
Indian summer pastırma yazı.
Indian yellow hintsarısı.
Indochina i. Çinhindi.
Indochinese i. (çoğ. In.do.chi.nese) Çinhintli. s. 1. Çinhindi, Çinhindi´ne özgü.
Indo-European 2. Çinhintli.
s. Hint-Avrupa dil ailesine ait.
Indo-European languages Hint-Avrupa dilleri.
Indonesia i. Endonezya, İndonezya.
Indonesian i. Endonezyalı. s. 1. Endonezya, Endonezya´ya özgü. 2.
Inner Mongolia Endonezyalı.
İç Moğolistan.
International Standard Book
uluslararası standart kitap numarası.
Number
Internet i.
Interpol i. İnterpol.
IOU kıs. I owe you size olan borcum; borç senedi.
Iran i. İran.
Iranian i. İranlı. s. 1. İran, İran´a özgü. 2. İranlı.
Iraq i. Irak.
Iraqi i. Iraklı. s. 1. Irak, Irak´a özgü. 2. Iraklı.
Ireland i. İrlanda.
Irish i. İrlandaca. s. 1. İrlanda, İrlanda´ya özgü. 2. İrlandaca. 3.
Irish coffee İrlandalı.
üstüne kremşantiyi konulan viskili ve şekerli kahve, İrlanda
Irish Gaelic kahvesi.
İrlandaca.
Irishman çoğ. I.rish.men (ay´rîşmîn) i. İrlandalı erkek, İrlandalı.
Irishwoman çoğ. I.rish.wom.en (ay´rîşwîmîn) i. İrlandalı kadın, İrlandalı.
Iron Curtain tar. Demirperde.
Is he the man for the job? O bu işin adamı mı?
ISBN kıs. International Standard Book Number (Uluslararası Standart
Islam Kitap Numarası).
i. İslam, Müslümanlık, İslamiyet.
Islamic s. İslam, İslami, Müslüman.
Islamise f., İng., bak. İslamize.
Islamize f. İslamlaştırmak; İslamlaşmak.
Israel i. İsrail.
Israeli i. İsrailli. s. 1. İsrail, İsrail´e özgü. 2. İsrailli.
It appeals to the eye. Göze hoş geliyor./Göze güzel görünüyor.
It comes to the same thing. Aynı kapıya çıkar.
It dawned on me. Kafama dank etti.
It doesn´t matter. Önemi yok./Farketmez.
It gives me a kick. Bana zevk veriyor./Hoşuma gidiyor.
It has seen better days. Eskisi kadar işe yaramaz.
It has seen better days. Artık eskidi.
It is reported that .... -diği söyleniyor.
It is an ill wind that blows
Her işte bir hayır vardır.
nobody good.
It is beyond my power. Elimde değil.
It is half past one. Saat bir buçuk.
It is more than probable
Büyük bir olasılıkla ....
that ....
It is neither here nor there. Onun önemi yok./Mesele onda değil.
It is only a question of time. Sadece bir zaman meselesi.
It is rumored that ..../Rumor
Söylentiye göre ....
has it that ....
It is usual to do so. Böyle yapmak âdettir.
It isn´t done. Yakışık almaz./Hiç hoş bir şey değil.
It isn´t worth a farthing. Beş para etmez.
It leaves me cold. Beni etkilemiyor./Bana vız gelir.
It looks like rain. Yağmur yağacağa benziyor.
It makes my flesh creep. Tüylerimi ürpertiyor.
It makes no difference. Farketmez.
It never rains but it pours. 1. Aksilikler hep üst üste gelir. 2. Allah verince yağdırır.
It requires qualification. Kısmen doğru.
It rings a bell (with me). k. dili Tanıdık gibi geliyor./Bana bir şey hatırlatıyor.
It says here that .... Burada (gazete, kitap v.b.´nde) diyor ki ....
It seems as if/as though .... Sanki .../Galiba .../... imiş gibi.
It serves him right! Müstahaktır!/Oh olsun!
It serves him right! Müstahaktır!/Oh olsun!/Ettiğini buldu!
It stands to reason (that) .... Kuvvetle tahmin edilen bir şey için kullanılır: “Will she
It stands to reason that .... come?” “It stands
Mantık diyor ki ...,to
-ereason shekiwill.”
göre tabii “Gelecek
...: Unless youmi?”
pay “Tabii,
him a
neden
decent gelmesin?”
salary, it stands to reason he won´t work hard. Ona
It still hasn´t penetrated. k. dili Jeton hâlâ düşmedi.
It was just one of those makul bir maaş vermedikçe tabii ki gayretle çalışmaz.
Ne yapalım? Kısmet!
things.
It was like this. Böyleydi.
It was nothing of the kind! Hiç de öyle değildi!
It would seem that .... ... gibi görünüyor.
It´s a bit thick of you to ask
İng., k. dili Benden bunu istemen biraz fazla, değil mi?
me to do this, isn´t it?
It´s a change for the better. İyi ettiniz! (Cevaben söylenir.).
It´s a cinch! k. dili Çok kolay bir şey!/İşten bile değil!
It´s a crying shame! Yazıklar olsun!
It´s a deal! Anlaştık!
It´s a pleasure. Benim için bir zevktir.
It´s a real pity! Çok yazık!
It´s a sure thing! k. dili Yüzde yüz olacak bir şey!/Sağlam bir iş bu!
It´s a wonder she´s still
Onun hayatta kalması bir mucize.
alive.
It´s about time! Nihayet! (Sitem belirtir.).
It´s all very well but .... Hepsi iyi hoş ama .../Her şey iyi güzel de ....
It´s anybody´s guess. Kesin olarak kimse bilmiyor.
It´s become indispensable. Artık onsuz olmaz.
It´s Greek to me. Hiç anlayamıyorum.
It´s high time. Tam vakti./Zamanı geldi de geçti bile.
It´s just the thing! k. dili Tam aradığımız şey!
It´s my treat. Ben ısmarlıyorum.
It´s no go. Olmuyor.: It´s no go; he won´t change his mind. Olmuyor;
It´s no joke. kararından vazgeçmiyor.yok.
Şakaya gelmez./Şakası
It´s no joke. Kolay iş değil./Şakaya gelmez.
It´s no laughing matter. İşin şakası yok./Şakaya gelmez.
It´s no skin off my nose! k. dili Bana ne!
It´s no wonder he took to
Kendini içkiye vermesi şaşılacak bir şey değil.
drink.
It´s not humanly possible. k. dili İnsanoğlu bunu yapamaz.
It´s not my cup of tea. k. dili O bana göre değil.
It´s not within her capacity. Kapasitesi ona yetmez.
It´s not within reach. El altında değil.
It´s nothing special. Pek bir özelliği yok./Ahım şahım bir şey değil.
It´s one o'clock. Saat bir.
It´s outside the city proper. Aslında şehrin sınırları dışında.
It´s plain sailing from here
k. dili Bundan sonrası kolay.
on.
It´s prohibitively expensive. O kadar pahalı ki kimse alamaz./Yanına yaklaşılmaz.
It´s six of one and half a
k. dili Aralarında hiç fark yok aslında./İkisi aynı kapıya çıkar./Ha
dozen of the other.
It´s the rage these days! Ali Hoca,çok
O şimdi ha moda!
Hoca Ali.
It´s time for It´s time for school. Okul zamanı geldi.
It´s your turn. Sıra sende.
Italian i., s. 1. İtalyan. 2. İtalyanca.
Italy i. İtalya.
IUD kıs. intrauterine device.
Ivorian i. Fildişi Kıyılı. s. 1. Fildişi Kıyısı, Fildişi Kıyısı´na özgü. 2. Fildişi
Ivory Kıyılı.
i.
ice i. 1. buz. 2. buzlu şerbetten yapılan tatlı. f. 1. dondurmak;
ice cream donmak.
dondurma. 2. (over/up)
ice-creambuzlanmak. 3. buzdakülahı.
cone 1. dondurma soğutmak. 4. üzerine
2. dondurmayla
krema
dolu sürmek.
külah: She 5.
wasargo öldürmek.
eating an ice-cream cone. Külah içinde
ice cube küçük buz kalıbı.
dondurma yiyordu.
ice field isfilt.
ice hockey buz hokeyi.
ice hockey buz hokeyi.
ice pack buz torbası.
ice pick buz kıracağı.
ice rink buz pateni alanı.
iceberg i. aysberg, buzdağı.
icebound s. 1. etrafı buzlarla çevrili (gemi). 2. buzlarla kaplı, buz tutmuş
icebox (liman).
i., k. dili buzdolabı.
icebreaker i. buzkıran.
icecap i. buzul.
ice-cold s. buz gibi.
ice-cream soda üstüne soda dökülmüş dondurma.
iced s. 1. buzlu: iced tea buzlu çay. 2. üzerine krema sürülmüş
iced-tea (pasta/kek).
s.
iced-tea spoon uzun saplı tatlı kaşığı.
icicle i. buz, saçak buzu, buz saçağı, buz salkımı, kar dişi.
icing i. (pasta ve kek üzerine sürülen) krema v.b.
icon i. ikona, ikon.
iconoclasm i. 1. yerleşmiş inanç, gelenek veya kurumlara karşı
iconoclast çıkma/saldırma. 2. b.h.,
i. 1. yerleşmiş inanç, tar. ikonoklazm,
gelenek ikon kırıcılık.
veya kurumlara karşı
iconoclastic çıkan/saldıran kimse. 2. b.h., tar. ikonoklast,
s. 1. yerleşmiş inanç, gelenek veya kurumlara karşı ikon kırıcı.
icy çıkan/saldıran.
s. 1. buz gibi. 2.2.buzlu,
b.h., tar.
buz ikonoklast,
kaplı. ikon kırıcı.
idea i. fikir, düşünce.
ideal i. ideal, ülkü. s. 1. ideal, ülküsel. 2. ideal, mükemmel.
idealise f., İng., bak. idealize.
idealism i., fels. idealizm, ülkücülük.
idealist i. idealist, ülkücü.
idealistic s. idealist, ülkücü.
idealize f. idealleştirmek.
ideally z. ideal olarak.
idée fixe saplantı, sabit fikir, idefiks.
identical s. 1. (with/to) (ile) aynı. 2. mat., fels. özdeş.
identical twins özdeş ikizler.
identically z. aynen, aynı şekilde.
identification tag ask. (kolye zincirine takılı) künye.
identify f. 1. -in kim/ne/kimin olduğunu tespit
identify s.o./s.t. with etmek/saptamak/söylemek. 2. with kendini
birinin/bir şeyin ... ile ilgili olduğunu (biriyle)
düşünmek.
özdeşleştirmek, (biriyle) özdeşleşmek.
identity i. 1. kimlik, hüviyet. 2. mat., fels. özdeşlik.
identity card kimlik kartı, kimlik cüzdanı.
identity crisis ruhb. kimlik bunalımı.
identity disk ask. künye.
ideological s. ideolojik.
ideologist i. ideolog.
ideology i. ideoloji.
idiom i. 1. deyim, tabir. 2. (bir gruba özgü) dil, ağız.
idiomatic s. (bir dilin) ifade tarzına uygun.
idiomatically z. (bir dilin) ifade tarzına uygun olarak.
idiosyncracy i. tuhaf özellik, tuhaflık, eksantriklik, ayrıksılık.
idiot i. geri zekâlı; dangalak.
idiotic s. geri zekâlı; dangalak.
idle s. 1. işsiz, aylak. 2. tembel. 3. boş, asılsız (söz/vaat/tehdit). 4.
idle away time boşta,
zamanişlemeyen
öldürmek.(makine). 5. boş (vakit). f. (motor)
rölantide/avarada çalışmak.
idle hours boş vakit.
idler i. 1. boş gezen kimse. 2. mak. avara dişlisi. 3. mak. avara
idol kasnağı.
i. 1. put, sanem. 2. çok sevilen kimse/şey.
idolater i. putperest.
idolatry i. putperestlik.
idolise f., İng., bak. idolize.
idolize f. 1. tapınmak. 2. putlaştırmak.
idyl i., bak. idyll.
idyll i. idil.
idyllic s. idilik; sanki bir idilden alınmış; pastoral.
ie kıs. id est yani, demek ki.
if bağ. eğer, ise, şayet. i. şart.
if ever şayet.
if need be gerekirse.
if not aksi takdirde, değilse, olmazsa.
if only keşke: If only I had known. Keşke bilseydim.
if perchance eğer, şayet.
if push comes to shove/if it
k. dili çok gerekirse.
comes to the push
if worst comes to worst en kötü ihtimal gerçekleşecek olursa/gerçekleşirse: If worst
if you please comes to worst,
1. lütfen, we can2.always
rica ederim. live in the cave. En kötü ihtimal
isterseniz.
gerçekleşecek olursa mağarada yaşayabiliriz.
iffy s., k. dili şüpheli; belirsiz.
igneous s. püskürük (kütle).
ignite f. tutuşturmak, yakmak, ateşlemek; tutuşmak, yanmak, ateş
ignition almak.
i. 1. tutuşma; tutuşturma, ateşleme. 2. oto. ateşleme tertibatı.
ignition key oto. kontak anahtarı.
ignition switch oto. kontak, ateşleme düzeninin açılıp kapanmasını sağlayan
ignoble aygıt.
s. 1. alçak, aşağılık, bayağı. 2. soysuz, şerefsiz.
ignominious s. 1. alçakça, namussuzca. 2. yüz kızartıcı.
ignominy i. rezalet, alçaklık.
ignoramus i. cahil.
ignorance i. cehalet, cahillik, bilgisizlik.
ignorant s. 1. pek bilgisi olmayan, cahil, bilgisiz. 2. bilgisizlikten ileri
ignore gelen.
f. 1. aldırmamak, boş vermek. 2. bilmezlikten gelmek.
iguana i., zool. iguana, hintkertenkelesi, Iguana iguana.
ileum çoğ. il.e.a (îl´iyı) i., anat. kıvrımbağırsak.
ilex i., bot. 1. pırnal, pırnar, yeşilmeşe. 2. çobanpüskülü.
ill s. (worse, worst) 1. hasta, rahatsız. 2. kötü, fena. 3. ters,
ill at ease uğursuz.
huzursuz, i. içi
kötülük, fenalık, zarar.
rahat olmayan.
ill will kötü niyet.
ill will husumet.
ill-adapted s. uymayan, uygun olmayan.
ill-advised s. yanlış, sakıncalı.
ill-bred s. terbiye görmemiş.
ill-disposed s. 1. kötü huylu. 2. düzensiz.
illegal s. 1. yasadışı, illegal. 2. yolsuz.
illegibility i. okunaksızlık.
illegible s. okunaksız.
illegitimate s. 1. gayrimeşru, evlilikdışı. 2. yasadışı, yolsuz.
ill-fated s. bahtsız, talihsiz.
illiberal s. 1. cimri. 2. dar görüşlü. 3. kültürsüz, bilgisiz.
illicit s. 1. yasadışı. 2. haram; caiz olmayan.
illiterate s. okumamış, kara cahil, okuma yazma bilmeyen.
ill-judged s. yanlış; yanlış düşünülmüş/tasarlanmış.
ill-mannered s. terbiyesiz, kaba.
ill-natured s. huysuz, ters, serkeş.
illness i. hastalık, rahatsızlık.
illogical s. mantıksız, mantığa aykırı.
ill-omened s. uğursuz.
ill-starred s. bahtı kara, talihsiz.
ill-timed s. vakitsiz, zamansız, mevsimsiz.
ill-treat f. kötü davranmak.
illuminate f. 1. aydınlatmak, ışıklandırmak. 2. (kitabı/yazıyı) tezhip etmek.
illuminating 3. (birini/bir konuyu) aydınlatmak.
s. aydınlatıcı.
illumination i. 1. aydınlatma. 2. tezhip.
illusion i. 1. yanılsama, illüzyon. 2. hayal.
illusive s. aldatıcı, asılsız.
illusory s. aldatıcı, asılsız.
illustrate f. 1. örneklemek. 2. resimlemek.
illustration i. 1. örnek. 2. resim, illüstrasyon.
illustrative s. örnekleyen.
illustrator i. çizer, illüstratör.
illustrious s. 1. ünlü, meşhur. 2. şanlı, şerefli.
illuvium çoğ. il.lu.vi.a (îlu´viyı)/--s (îlu´viyımz) i., jeol. ilüvyon.
image i. 1. imaj. 2. görüntü. 3. hayal, imge. 4. put.
imagery i. betimleme.
imaginable s. hayal edilebilir, göz önüne getirilebilir.
imaginary s. imgesel, hayal ürünü, hayali.
imagination i. 1. hayal gücü. 2. imgelem. 3. hayal. 4. kuruntu.
imaginative s. 1. hayal gücü kuvvetli, yaratıcı. 2. iyi planlanmış.
imaginatively z. hayal gücüne dayanarak.
imagine f. 1. hayal etmek, imgelemek; tasarımlamak. 2. sanmak,
imagism zannetmek.
i. imgecilik.
imagist i., s. imgeci.
imbalance i. dengesizlik.
imbecile s., i. geri zekâlı, aptal.
imbecility i. geri zekâlılık, aptallık.
imbibe f. 1. içmek. 2. soğurmak, emmek. 3. öğrenmek, kapmak;
imbue özümsemek.
f. with (fikir) aşılamak.
imitate f. 1. taklit etmek, taklidini yapmak. 2. (birini) örnek almak.
imitation i. 1. taklit. 2. taklit etme.
immaculate s. 1. lekesiz, tertemiz. 2. kusursuz.
immaculately z. lekesiz olarak, tertemiz bir şekilde.
immanence i., fels. içkinlik.
immanent s., fels. içkin.
immaterial s. 1. önemsiz. 2. konu dışı. 3. maddi olmayan.
immature s. 1. olgunlaşmamış. 2. ham, olmamış. 3. toy, gelişmemiş.
immaturity i. 1. olgun olmama. 2. hamlık. 3. toyluk.
immeasurable s. ölçülemez; ölçülemeyecek kadar büyük/çok, tahmin
immediate edilemeyecek
s. 1. şimdiki. 2.boyutlarda; sonsuz.
acil. 3. yakın.
immediate cause (bir şeye) doğrudan yol açan neden.
immediately z. 1. hemen, derhal. 2. doğrudan doğruya.
immense s. çok büyük, kocaman; uçsuz bucaksız.
immensely z. gayet, pek çok.
immensity i. çok büyük olma; uçsuz bucaksız olma.
immerse f. daldırmak, suya batırmak.
immersed in thought dalgın, derin düşüncelere dalmış.
immersion i. 1. dalma, batma; daldırma, batırma. 2. İng., k. dili elektrikli su
immersion heater ısıtıcısı.
İng. elektrikli su ısıtıcısı.
immigrant i. göçmen, muhacir.
immigrate f. göç etmek.
immigration i. göç etme.
imminent s. yakında olmasından korkulan, yakın.
immobile s. 1. kımıldatılamaz. 2. hareketsiz.
immobilise f., İng., bak. immobilize.
immobility i. hareketsizlik.
immobilize f. kımıldayamaz duruma getirmek, tespit etmek.
immoderate s. aşırı, ölçüsüz.
immodest s. 1. utanmaz, arsız. 2. açık saçık. 3. haddini bilmez.
immoral s. 1. ahlaksız, edepsiz. 2. ahlaka aykırı.
immorality i. ahlaksızlık.
immortal s. ölümsüz, ebedi, sonsuz. i. ölümsüz varlık.
immortalise f., İng., bak. immortalize.
immortality i. ölümsüzlük.
immortalize f. ölümsüzleştirmek, ebedileştirmek.
immovable s. 1. kımıldamaz, yerinden oynamaz, sabit. 2. değişmez. 3.
immune kolay
s. to -eetkilenmez. 4. huk.
karşı bağışık; gayrimenkul,
from/to -den muaf.taşınmaz.
immunise f., İng., bak. immunize.
immunity i. 1. bağışıklık. 2. huk. dokunulmazlık.
immunize f. (against) (-e karşı) bağışık kılmak.
immutable s. değişmez, sabit.
imp i. 1. küçük şeytan. 2. afacan çocuk, şeytanın art ayağı.
impact f. sıkıştırmak, pekiştirmek.
impact i. 1. vuruş. 2. çarpışma. 3. etki.
impacted tooth dişçi. çene kemiğine kaynamış diş.
impair f. bozmak, zayıflatmak.
impale f. kazıklamak, kazığa oturtmak, kazığa vurmak.
impart f. 1. (to) (-e) bildirmek, söylemek. 2. to -e vermek.
impartial s. tarafsız, yansız.
impartiality i. tarafsızlık, yansızlık.
impassable s. geçilmez, aşılmaz, geçit vermez.
impasse i. çıkmaz, açmaz, kördüğüm.
impassion f. 1. hırslandırmak, kızdırmak, çileden çıkarmak. 2. coşturmak,
impassioned heyecanlandırmak.
s. ateşli, coşkulu, heyecanlı.
impassive s. duygularını açığa vurmayan.
impatience i. sabırsızlık.
impatient s. sabırsız, tez canlı.
impatiently z. sabırsızlıkla.
impeach f. (devlet memurunu) mahkeme önünde suçlandırmak;
impeccable suçlamak.
s. kusursuz.
impecunious s. parasız.
impede f. engellemek.
impediment i. 1. engel, mâni. 2. özür, engel.
impel f. (--led, --ling) sürmek, itmek, sevketmek.
impending s. olması yakın.
impenetrable s. 1. delinmez. 2. to (yağmur/hava) geçirmez. 3. içinden
impenitence geçilmez
i. pişman (orman).
olmama, 4. girilmesiduymama.
pişmanlık imkânsız (kale). 5. çözülemeyen
(sav, söz, sır v.b.). 6. koyu, zifiri (karanlık).
impenitent s. pişman olmayan, pişmanlık duymayan.
imperative s. 1. zorunlu, mecburi. 2. emreden. 3. dilb. emir belirten. i. 1.
imperceptible zorunlu şey. 2.
s. görülmez, zorunluk,
seçilmez, zorunluluk.hissedilmez;
farkedilmez, 3. emir. belli belirsiz.
imperfect s. 1. eksik, noksan, kusurlu. 2. defolu. 3. dilb. bitmemiş bir
imperfection eylemi
i. kusur,gösteren
eksiklik. (zaman/fiil). i.
imperial s. 1. imparatora özgü; imparatorluğa ait. 2. şahane. i. keçisakalı.
imperialism i. 1. imparatorluk sistemi. 2. emperyalizm, yayılımcılık.
imperialist i. emperyalist, yayılımcı.
imperialistic s. emperyalist, yayılımcı.
imperil f. (--ed/--led, --ing/--ling) tehlikeye atmak.
imperious s. emretmeyi seven, buyurgan; amirane.
imperishable s. bozulmaz, çürümez, yok olmaz.
impermanent s. geçici, kalıcı olmayan.
impermeable s. 1. sugeçirmez; hava geçirmez. 2. geçirimsiz (toprak).
impersonal s. kişisel olmayan, kişilikdışı.
impersonate f. 1. taklit etmek. 2. canlandırmak, temsil etmek.
impersonation i. 1. taklit etme. 2. canlandırma.
impertinence i. küstahlık; münasebetsizlik.
impertinency i., bak. impertinence.
impertinent s. terbiyesiz, küstah; münasebetsiz.
imperturbable s. ağırbaşlı, temkinli, istifini bozmayan, soğukkanlı.
impervious s. 1. to (su, hava v.b.´ni) geçirmez. 2. nüfuz edilemeyen. 3. to
impetuous (öğüt, eleştiri2.
s. 1. aceleci. v.b.´ne) kulak asmaz,
düşünmeden yapılan.(öğüt, eleştiri
3. sert, v.b.´ni)
şiddetli. 4. çabuk,
dinlemez.
hızlı. 4. to (korku, acı v.b.´nden) etkilenmez.
impetus i. 1. güç, zor, şiddet. 2. uyarı; dürtü; güdü.
impiety i. Allaha karşı saygısızlık.
impinge f. on/upon -i etkilemek.
impious s. Allaha karşı saygısız.
implacable s. 1. yatıştırılmaz (öfke, nefret v.b.). 2. amansız (düşman).
implant f. 1. dikmek. 2. aklına sokmak, aşılamak. 3. tıb. implantasyon
implant yoluyla aşılamak/dikmek.
i., tıb. implantasyon.
implantation i. 1. tıb. implantasyon. 2. mim. aplikasyon.
implement i. alet, araç.
implement f. 1. (taahhüt, plan v.b.´ni) yerine getirmek, uygulamak. 2.
implementation (yasa, karargetirme,
i. 1. yerine v.b.´ni) yürütme.
yürürlüğe2. koymak.
yürürlüğe koyma.
implicate f. (birini) (olumsuz bir şeye) karıştırmak.
implication i. 1. (bir şeyin içinde) saklı olan anlam. 2. (birini) (olumsuz bir
implicit şeye) karıştırma.
s. 1. ifade edilmeden anlaşılan, saklı. 2. ima edilen, dolaylı
implicitly olarak anlaşılan.
z. 1. dolaylı olarak. 3. 2.
tam, kesin: implicit trust tam güven.
tamamıyla.
implore f. yalvarmak.
imply f. 1. (dolaylı olarak) göstermek, ima etmek, -e işaret etmek. 2.
impolite içermek: Smoke
s. terbiyesiz, implies fire. Duman ateşi içerir. 3. beraberinde
kaba.
getirmek: Privileges imply duties. Ayrıcalıklar beraberinde
impolitely z. terbiyesizce, kaba bir şekilde.
görevleri getirir.
impoliteness i. terbiyesizlik, kabalık.
impolitic s. uygunsuz, isabetsiz.
imponderable s. tartıya gelmez, ağırlığı olmayan, ölçülemeyen. i. önceden
import kestirilemeyen
f. ithal etmek. etken.
import i. 1. ithal malı. 2. anlam. 3. önem.
import duty ithalat vergisi.
import license/permit ithal izni.
import permit permi, ithalat izni.
import quota ithalat kotası.
importance i. 1. önem. 2. etki, nüfuz, itibar.
important s. 1. önemli. 2. etkili, nüfuzlu, itibarlı.
importation i. ithalat, dışalım.
importer i. ithalatçı.
imports and exports ithalat ve ihracat.
importunate s. isteğinde çok ısrar eden; çok ısrarlı.
importune f. ısrarla istemek.
impose f. on/upon 1. -e (vergi) koymak. 2. zorla kabul ettirmek, empoze
imposing etmek. 3. rahatsız
s. heybetli, görkemli.etmek. 4. zahmet vermek. 5. (ceza) vermek.
6. (zorla) yüklemek. 7. hile ile kabul ettirmek. 8. etkilemek.
imposition i. 1. (vergi) koyma. 2. zorla kabul ettirme. 3. zahmet. 4. ceza. 5.
impossibility yük. 6. hile. 7. imkânsızlık.
i. olanaksızlık, haksız talep.
impossible s. olanaksız, imkânsız.
impossibly z. imkânsız bir şekilde.
impost i. vergi; resim, harç.
impost i., mim. üzengitaşı.
impostor i. sahtekâr, dolandırıcı.
impotence i. 1. güçsüzlük. 2. iktidarsızlık.
impotency i., bak. impotence.
impotent s. 1. güçsüz, âciz, zayıf. 2. iktidarsız (erkek).
impound f. 1. haczetmek, kanunen el koymak. 2. ağıla kapamak.
impoverish f. 1. yoksullaştırmak, fakirleştirmek. 2. kuvvetini kesmek.
impracticable s. 1. yapılamaz. 2. uygulanamaz. 3. kullanışsız, elverişsiz, pratik
impractical olmayan. 4. geçilmez,
s. 1. yapılamaz. çetin (yol). 3. elverişsiz, pratik olmayan,
2. uygulanamaz.
imprecise mantıksız. 4. beceriksiz.
s. 1. kesin olmayan. 2. dikkatsiz, titiz olmayan, özensiz.
impregnable s. 1. zaptedilemez. 2. kazanılamaz.
impregnate f. 1. gebe bırakmak, döllemek. 2. kim. emdirmek, emprenye
impress etmek. 3. with (fikir)
f. 1. etkilemek. aşılamak.
2. on/upon aklına sokmak. 3. (damga) basmak.
impression i. 1. etki. 2. izlenim. 3. damga. 4. baskı.
impressionable s. 1. aşırı duyarlı, hassas. 2. kolayca etkilenen.
impressionism i. izlenimcilik, empresyonizm.
impressionist i. izlenimci, empresyonist.
impressionistic s. izlenimci, empresyonist.
impressive s. duyguları etkileyen, etkileyici.
impressively z. etkileyici bir şekilde, şaşırtıcı derecede.
imprint i. 1. baskı. 2. damga. 3. iz. 4. etki. 5. izlenim. 6. (kitapta)
imprint yayınevinin adı.
f. (on) 1. (damga/mühür) basmak. 2. (zihnine) sokmak,
imprison nakşetmek.
f. hapsetmek.
imprisonment i. 1. hapsetme. 2. hapis.
improbable s. ihtimal dışı, olmayacak.
impromptu s. (hazırlık yapılmadan) o anda yapılan, hazırlıksız;
improper doğaçtan/irticalen yapılan. z. çirkin.
s. 1. uygunsuz. 2. yakışıksız, hazırlıksız olarak, hazırlıksız;
doğaçtan, irticalen.
impropriety i. uygunsuzluk.
improve f. 1. düzeltmek, yoluna koymak; düzelmek, yola girmek: Özhan
improvement ´s health
i. 1. is improving.
düzelme; düzeltme.Özhan´ın sağlığıgelişme.
2. geliştirme; düzeliyor. 2.
3. ilerleme.
geliştirmek, ilerletmek; gelişmek, ilerlemek: He is trying to
improvise f. 1. anında uydurmak, uydurup yapmak. 2. doğaçtan çalmak.
improve his Latin. Latincesini ilerletmeye çalışıyor. 3.
imprudence i. tedbirsizlik, ihtiyatsızlık.
değerlendirmek; değerlenmek.
imprudent s. tedbirsiz, ihtiyatsız.
imprudent s. tedbirsiz, ihtiyatsız.
impudence i. küstahlık, yüzsüzlük, arsızlık.
impudent s. küstah, yüzsüz, arsız.
impugn f. yalancı çıkarmak.
impulse i. 1. tepi, itki. 2. itici güç. 3. ani bir istek.
impulsive s. 1. düşüncesizce davranan. 2. ruhb. tepisel.
impulsively z. düşünmeden, birdenbire.
impunity i. cezadan muaf olma.
impure s. 1. kirli, pis, murdar. 2. karışık, katışık. 3. iffetsiz.
impurity i. 1. kirlilik, pislik, murdarlık. 2. katışıklık. 3. saflığı bozan şey,
impute yabancı madde,
f. 1. atfetmek. 2.katışkı.
üstüne yıkmak, yüklemek. 3. vermek.
in acknowledgment of -in karşılığı olarak: in acknowledgment of his years of service
in yıllarca verdiği -de,
edat 1. içinde, hizmetin karşılığı
-da: in the boxolarak.
kutuda. in the envelope zarfın
in içinde. 2. içine, -e, -a: Put it in
z. 1. içeride; içeriye; içine. 2. evde. 3.your pocket.
görevCebine
başında.koy.
4. 3.
içinde,
mevsimi -de, -da, durumunda, halinde: in poverty yoksulluk
in s. 1. iç. 2.gelmiş. 5. moda,
iktidardaki. gözde.4. içeri doğru yönelen. 5. çok
3. elinde.
içinde. in panic panik halinde. 4. iken, -ken: in writing the book
in moda
i. olan.kişi. 2. k. dili torpil, piston.
1. yetkili
kitabı yazarken. 5. ile: in anger öfkeyle. in haste aceleyle. 6.
in a bad way olarak:
k. dili 1.He wrote
kötü bir an article in
durumda. 2.response
tehlikede.to3.his
çokcritics.
hasta.Kendisini
in a big way eleştirenlere
k. dili büyük çapta.cevap olarak bir makale yazdı. 7. bakımından,
açısından, -ce, -ca: In quality, his writings surpass those of his
in a breeze kolaylıkla.
contemporaries. Onun yazıları nitelik açısından
in a coon´s age k. dili çoktandır, epeydir.
çağdaşlarınınkinden üstün. 8. -den yapılmış: The book was
in a daze bound
sersem insepelek.
leather. Kitabın cildi deriden yapılmış. 9. ile,
kullanarak: written in pencil kurşunkalemle yazılmış.
in a ferment k. dili kargaşalık içinde.
upholstered in blue mavi renkle döşenmiş. 10. -li, -lı: in a fur
in a flash yıldırım
coat kürkhızıyla.
mantolu. in uniform üniformalı.
in a good light (bir şeyi) iyimser olarak (görmek).
in a hurry aceleyle, çabuk çabuk.
in a jiffy hemen.
in a lather k. dili heyecanlı.
in a lump sum peşin ve taksitsiz olarak: I can pay for it in a lump sum.
in a manner of speaking Parasının
bir anlamda. hepsini peşinen ödeyebilirim.
in a monotone monoton bir şekilde, sesini alçaltıp yükseltmeden.
in a nutshell az ve öz olarak.
in a roundabout way 1. dolambaçlı yoldan. 2. dolaylı yoldan, dolaylı olarak.
in a sense bir anlamda, yani.
in a slapdash manner gelişigüzel, baştan savma.
in a small way karınca kararınca; azıcık.
in a small way k. dili küçük çapta.
in a state of undress çıplak.
in a trice k. dili bir anda, çabucak, bir çırpıda.
in a twitter/all in a twitter k. dili heyecan içinde.
in a way bir bakıma.
in a word sözün kısası.
in a/one body hep birlikte/beraber.
in absolute privacy tamamen aralarında kalmak üzere.
in abundance bol/çok miktarda: There were pears in abundance. Çok miktarda
in accord with armut
-e uyarak.vardı.
in accordance with -e göre, -e uygun olarak: Is this in accordance with your
in actuality wishes?
gerçekten, Bu isteklerinize
hakikaten. göre mi? I acted in accordance with
your instructions. Talimatınıza göre hareket ettim.
in addition to -e ilaveten, -e ek olarak, ayrıca, fazla olarak.
in advance 1. önde, ileride. 2. peşin olarak.
in aid of yararına, menfaatine, -e yardım için.
in all hepsi, tamamı.
in all toplam olarak, toplam.
in all probability büyük bir ihtimalle/olasılıkla.
in alphabetical order 1. alfabetik olarak dizilmiş. 2. alfabetik sıraya göre.
in an advisory capacity danışman olarak. i. uyarı niteliğinde bülten/duyuru.
in and out kâh içeride, kâh dışarıda.
in anticipation of (bir şeyin gerçekleşebileceği) düşüncesiyle.
in any case 1. ne olursa olsun, her halükârda, her halde: In any case you be
in any case there. Ne olursa
herhalde, olsun
ne olursa sen orada ol. 2. zaten: In any case you
olsun.
couldn´t have seen her. Zaten onu göremezdin.
in any event 1. ne olursa olsun, her halükârda, her halde: In any event I´ll
in any shape or form see youşekilde.
hiçbir at Billur´s dinner. Her halükârda Billur´un yemeğinde
görüşürüz. 2. zaten: In any event I wouldn´t have told you.
in apple-pie order çok düzenli bir şekilde.
Zaten sana söylemezdim.
in bad/ill repair kötü durumda.
in between aralarında: two houses with a yard in between aralarında bir
in black and white bahçe olan iki
k. dili yazılı ev.
olarak.
in bloom çiçek açmış, çiçekte.
in brief kısaca, özetle.
in broad daylight güpegündüz.
in broad daylight güpegündüz.
in bulk 1. açık, ambalajsız. 2. toptan.
in camera huk. gizli celsede.
in case takdirde: In case it´s necessary, I can work late. Gerektiği
in case of takdirde
halinde: geç vakte
In case of kadar çalışabilirim.
fire press this button. Yangın anında bu
in case of emergency düğmeye basın.
acil bir durumda. in case of emergency acil durumda.
in cipher şifreli.
in cold blood kılını kıpırdatmadan.
in cold blood soğukkanlılıkla.
in command amir, sözü geçen.
in commission 1. sefere hazır (gemi). 2. işe hazır.
in company with ile beraber, birlikte.
in comparison with -e nazaran, -e göre.
in compliance with -e uygun olarak, mucibince.
in concert uyum içinde, birlik içinde.
in conclusion son olarak.
in conference toplantıda, meşgul.
in conjunction with ile beraber, ile birlikte, ile bir arada.
in connection with ile ilgili olarak.
in consequence of sonucunda, nedeniyle.
in danger tehlikede.
in days of yore çok eskiden.
in deep water 1. başı dertte. 2. şaşkınlık içinde.
in deep water k. dili başı dertte, zor durumda.
in default of yokluğunda, yokluğundan dolayı.
in defiance of 1. -i hiçe sayarak, -e meydan okuyarak. 2. -e aykırı olarak.
in despite of -e karşın, -e rağmen.
in detail ayrıntılı olarak, ayrıntılarıyla.
in diameter çap olarak.
in disrepair tamire muhtaç, harap.
in doubt kuşkulu, şüpheli, henüz belli olmayan.
in due course zamanı gelince; zamanla.
in due course zamanı/vakti gelince.
in duplicate iki suret halinde.
in earnest 1. ciddi olarak, ciddi, gerçekten. 2. bayağı, çok.
in easy circumstances/on
hali vakti yerinde, varlıklı.
easy street
in effect 1. aslında. 2. yürürlükte.
in excess of -den fazla, -i geçen.
in fact aslında, doğrusu.
in fact gerçekte, aslında.
in favor of -in lehinde, -in lehine, -den yana, -in taraftarı.
in fine fettle keyfi yerinde.
in flagrante delicto z. suçüstü, cürmü meşhut halinde.
in flames alevler içinde.
in focus iyi odaklanmış.
in front önde.
in front of önünde: in front of the building binanın önünde.
in full retreat tam çekilme durumunda.
in full view tam göz önünde.
in fun şakadan.
in future bundan sonra, bundan böyle.
in general genellikle, genel olarak.
in good company iyi arkadaşlarla.
in good faith sadece birinin sözüne güvenerek.
in good repair iyi durumda.
in good season tam zamanında.
in good spirits keyfi yerinde.
in good time 1. biraz erken. 2. vaktinde, önceden belirlenen zamanda. 3.
in good trim süresi
k. dili gelince.
iyi durumda/vaziyette, formda.
in great demand çok revaçta, çok aranan, büyük rağbet gören, tutulan.
in great request çok aranan, çok rağbette.
in hand 1. elde. 2. hazırlanmakta. 3. kontrol altında.
in harness iş başında.
in haste aceleyle, telaşla.
in his/her own backyard kendi çevresinde.
in hock rehinde.
in honor of şerefine.
in imitation of -i taklit ederek.
in irons zincire vurulmuş; eli kelepçeli.
in itself/in and of itself özünde, kendisi, bizatihi: In itself it´s not a problem. Kendi
in jeopardy of his life başına
1. idambir problem
cezası değil. karşı karşıya. 2. hayatı tehlikede.
tehlikesiyle
in jest şaka olarak.
in leaf yapraklanmış.
in less than no time/in no
çok çabuk, çabucak, çabucacık.
time/in no time at all
in lieu of -in yerine, -e bedel olarak.
in line for -e aday, için sırada.
in luck talihli, şansı açık.
in memory of -in anısına, -in hatırasına.
in mesh birbirine girmiş.
in miniature ufak çapta, minyatür.
in motion hareket halinde.
in my book bana göre.
in my judgment fikrimce, bana kalırsa.
in my opinion kanımca, bana göre; bana kalırsa.
in my opinion bence, bana göre, kanımca.
in name sözde, ismen.
in no time hemen, derhal.
in no uncertain terms sert bir şekilde/açıkça (söylemek).
in no way hiç, kesinlikle: He was in no way responsible. O hiçbir şekilde
in no way. out of the way sorumlu
1. sapa, değildi.
yol üstü olmayan. 2. alışılmışın dışında.
in nothing flat k. dili çok çabuk.
in one go bir kerede, bir seferde: He drank all the beer in one go. Biranın
in one sense tümünü bir dikişte
bir anlamda, içti.
bir taraftan.
in one´s mind´s eye hayalinde, kafasında.
in one´s pocket nüfuzu altında, avucunun içinde.
in one´s spare time boş vaktinde: Do it in your spare time! Onu boş vaktinde yap!
in operation yürürlükte.
in order that diye, ta ki.
in order that -sin diye: in order that he may see görsün diye.
in order to için: in order to see görmek için.
in order to keep up
ele güne karşı rezil olmamak için.
appearances
in other words yani, demek.
in our midst aramızda.
in part kısmen.
in particular özellikle.
in parts parça parça, kısım kısım.
in passing 1. geçerken. 2. tesadüfen.
in patches kısmen, yer yer.
in pawn rehinde.
in perpetuity ebediyen, her zaman için, daima.
in person şahsen, bizzat.
in place yerinde.
in place of -in yerine.
in plain English açıkçası.
in plain English 1. açıkça. 2. açıkçası.
in play şaka olarak.
in point of bakımından.
in point of fact aslında, gerçekte.
in position tam yerinde.
in practice pratikte, uygulamada.
in press baskıda, basılmakta.
in private 1. gizlice, gizli olarak. 2. başkaları yokken, baş başa.
in process of construction inşa halinde, yapılmakta.
in proportion to -e oranla, -e göre.
in protest against -e protesto olarak.
in public alenen, açıkça, herkesin önünde.
in pursuance of yerine getirirken, peşinde koşarken, gerçekleştirmeye
in regard to çalışırken: He sacrificed
bak. with regard to. his wealth in pursuance of his ideals.
İdeallerinin peşinde koşarken servetini feda etti.
in relation to ... hakkında: She said nothing in relation to that matter. O
in reply to mesele
-e cevap hakkında
olarak. hiçbir şey söylemedi.
in respect of 1. -e gelince. 2. ile ilgili olarak.
in respect to 1. ile ilgili olarak. 2. ile ilgili.
in response to -e karşılık; -e karşılık olarak.
in retrospect geçmişe bakarak.
in return for -e karşılık olarak, -in karşılığında.
in revenge for -den öç almak için.
in s.o.´s stead birinin yerine, birinin namına: Çetin can go in his stead. Onun
in search of yerine
aramaya; Çetin gidebilir. peşinde.
aramakta,
in self-defense kendini korumak için.
in sequence 1. sırayla. 2. art arda.
in seventh heaven çok mutlu.
in shore kıyıya yakın.
in short kısaca, sözün kısası.
in short course kısaca.
in short order çabuk.
in short order çarçabuk.
in sight görünürde.
in single file tek sıra halinde.
in so far as -diği kadar/derecede.
in so many words açık seçik bir şekilde, açıkça.
in some ways bazı bakımlardan.
in some measure bir dereceye kadar, kısmen.
in spite of -e rağmen, -e karşın: He´s carrying on in spite of the difficulties.
in stock Zorluklara
tic. mevcut.rağmen devam ediyor.
in sum sözün kısası, kısaca.
in tandem 1. art arda dizilmiş bir şekilde. 2. koordinasyon içinde, birbirine
in ten seconds flat bağlı
tam on olarak; ortaklaşa, birlikte, beraber.
saniyede.
in terms of 1. ... açıdan: Don´t look at the situation in those terms! Duruma
in that o-diğinden,
açıdan bakma! 2. k.dolayı;
-diğinden dili -e gelince, -ce/-çe:
çünkü; -diğine In terms
göre, of money
mademki,
she´s well fixed. Paraca iyi durumda.
madem.
in that case o takdirde.
in the absence of -in yokluğunda: In the absence of any guidelines this is what we
in the abstract came
kavram upolarak:
with. Bize yol gösterecek
He approves of it inbir
theşeyler olmadığı
abstract, içininancak
but not
bunu yapabildik.
practice. Onu uygulamada değil, kavram olarak beğeniyor.
in the aggregate toplam olarak.
in the background ikinci planda.
in the bag k. dili emin, garantili; çantada keklik.
in the cards k. dili muhtemel, olası.
in the circumstances bak. under the circumstances. pomp and circumtance tantana,
in the clouds debdebe.
hayal âleminde, dalgın.
in the course of sırasında, esnasında.
in the course of sırasında, esnasında.
in the course of time zamanla.
in the crunch k. dili paçası sıkışınca.
in the dark 1. karanlıkta. 2. habersiz.
in the end sonunda, eninde sonunda.
in the event of takdirde, halinde.
in the extreme son derece.
in the eyes of -in gözünde.
in the face of karşısında.
in the family way k. dili gebe, hamile.
in the flesh bizzat.
in the hole k. dili borçlu; para kaybetmiş durumda.
in the interest of ... yararına, ... için.
in the interim aradaki zamanda.
in the land of the living sağ, hayatta.
in the large bütün kapsamı ile.
in the light of the facts olayların gelişmesine göre, olayların ışığı altında.
in the long run uzun vadede; eninde sonunda.
in the long run zamanla, eninde sonunda.
in the long term uzun vadede.
in the lump bütünüyle, bütün olarak.
in the main çoğunlukla, çoğu.
in the matter of ... konusunda.
in the meantime o/bu arada, o/bu süre içinde.
in the midst of -in ortasında, -in arasında.
in the morning sabahleyin.
in the name of 1. adına, namına, yerine. 2. başı için, hakkı için, aşkına.
in the nature of things doğal olarak, tabiatıyla.
in the neighborhood of yaklaşık olarak, civarında.
in the nick of time tam zamanında.
in the nick of time tam zamanında (Gecikmeye hiç yer olmayan durumlar için
in the nude kullanılır.):
çıplak olarak,Reinforcements
çıplak. arrived in the nick of time.
Takviyeler tam zamanında vardı.
in the offing yakında, pek uzak olmayan (olay).
in the open açık havada. f. 1. açmak; açılmak. 2. başlamak; başlatmak. 3.
in the presence of yaymak, sermek. 4. açığa vurmak. in the presence of a large
(birinin) önünde/yanında/huzurunda:
in the process of time company
zamanla, büyük
zamanbir topluluk önünde. Don´t say that in her
geçtikçe.
presence! Onun yanında söyleme! You are in the presence of
in the raw 1. doğal halde, işlenmemiş. 2. k. dili çıplak.
the emperor. İmparatorun huzurunda bulunuyorsunuz.
in the rough 1. kaba taslak durumda. 2. işlenmemiş durumda.
in the same breath bir solukta, aynı zamanda.
in the second place ikinci olarak, ondan sonra.
in the short haul/term kısa vadede.
in the short run kısa vadede.
in the short term kısa vadede.
in the thick of the battle muharebenin en şiddetli yerinde.
in the vicinity of 1. dolaylarında, civarında: She lives in the vicinity of Taksim.
in the wake of Taksim civarında
1. -in ardında, -inoturuyor.
peşinde. 2. 2. k.
-indili aşağı yukarı,
ardından, yaklaşık
-den sonra; ...
olarak:
sonucunda.His salary is in the vicinity of two billion a month. Ayda
in the world k. dili Allah aşkına, Allahı/Allahını seversen (Soru zamirleriyle
aşağı yukarı iki milyar maaş alıyor.
in this connection kullanılır.): What inbu
bu münasebetle, the world is that? O ne, Allahını seversen?
hususta.
How in the world did you do that? Onu nasıl yaptın Allah aşkına?
in three months üç aya kadar.
in time 1. vaktinde, zamanında (yetişmek/yetiştirmek): Can you finish
in total this in time?
1. toplam Bunu 2.
olarak. vaktinde yetiştirebilir
bütünüyle, tamamıyla.misiniz? We can´t get
there in time. Yetişemeyiz. 2. zamanla: In time you too will
in tow k. dili beraberinde: He had his girl friend in tow as well.
become a general. Zamanla sen de general olursun.
in triplicate Beraberinde
üç kopya olarak. kız arkadaşı da vardı.
in truth hakikaten, gerçekten.
in tune akortlu.
in turn 1. sıra ile; sırasıyla; nöbetleşe: Each charge was mowed down
in two in
ikiturn by their
kısma, ikiye deadly fire. Hücuma kalkan her grup onların
(kesmek/bölmek/ayırmak).
öldürücü ateşiyle helak oldu. 2. kâh ... kâh ...: She was cutting
in two shakes (of a lamb´s tail) k. dili hemen, bir çırpıda, bir lahzada.
and tender in turn. Kâh kırıcı, kâh şefkatliydi.
in unison 1. birlikte, beraber (yapmak). 2. hep bir ağızdan, hep beraber.
in vain boş yere, boşuna.
in view görünürde, ortada.
in view of -den dolayı, ... yüzünden, -i göz önünde tutarak.
in/at a pinch gerektiğinde, gereğinde; sıkışınca.
inability i. yetersizlik, ehliyetsizlik; yeteneksizlik; güçsüzlük;
inaccessible beceriksizlik.
s. yanına varılmaz, erişilmez.
inaccurate s. yanlış, kusurlu, hatalı.
inaction i. hareketsizlik.
inactive s. 1. hareketsiz. 2. kim. etkisiz. 3. tic. durgun.
inactivity i. 1. hareketsizlik. 2. kim. etkisizlik. 3. tic. durgunluk.
inadequate s. 1. yetersiz. 2. eksik, noksan.
inadmissible s. kabul olunmaz, uygun görülmez.
inadvertent s. kasıtsız, elde olmayan.
inalienable s. 1. (kişinin) elinden alınamayacak (hak). 2. satılamaz,
inane devrolunamaz.
s. 1. boş, anlamsız. 2. budala, aptal; budalaca, aptalca.
inanimate s. 1. cansız, ruhsuz, ölü. 2. donuk, sönük.
inappropriate s. uygunsuz, yersiz, münasebetsiz.
inapt s., bak. inept.
inarticulate s. 1. kendini iyi ifade edemeyen. 2. anlaşılmaz. 3. dilsiz. 4. iyi
inasmuch ifade
z. edilmemiş.
inasmuch as 1. -diğine göre, mademki. 2. -diği derecede/kadar.
inattention i. dikkatsizlik.
inattentive s. dikkatsiz.
inattentiveness i. dikkatsizlik.
inaugural s. açılış töreni ile ilgili.
inaugurate f. 1. resmen işe başlatmak, (birini) törenle bir göreve getirmek.
inauguration 2. törenle
i. 1. resmenaçmak, açılış töreniyle
işe başlama. başlatmak.
2. göreve 3. başlamak;
başlama töreni. 3. açılış
başlatmak,
töreni, -in başlangıcı olmak.
açılış.
inauspicious s. uğursuz, meşum.
inborn s. 1. (birinin) tabiatında olan, doğuştan gelen. 2. irsi, kalıtsal.
inbound s. 1. limana/havaalanına giren (gemi/uçak). 2. şehir merkezine
inbred doğru
s. uzungiden
zaman (tren, otobüs
boyunca v.b.).
edinilegelmiş.
incalculable s. hesap edilemez, hesaplanamayan; haddi hesabı olmayan.
incandescence i. akkorluk.
incandescent s. akkor.
incandescent lamp elektrik ampulü.
incandescent lamp ampul.
incapable s. yeteneksiz, kabiliyetsiz; âciz, güçsüz.
incapacitate f. güçsüz duruma getirmek; iş yapamaz duruma getirmek.
incapacity i. güçsüzlük, yeteneksizlik.
incapacity for (bir şeyi) yapamama.
incarcerate f. hapsetmek.
incarnate s. 1. cisimlenmiş. 2. insan şekline girmiş.
incase f., bak. encase.
incautious s. dikkatsiz, tedbirsiz, düşüncesiz.
incendiary s. 1. kasten yangın çıkaran. 2. kışkırtıcı, karışıklık çıkaran. i.
incendiary bomb kundakçı.
yangın bombası.
incense i. günlük, buhur, tütsü.
incense f. kızdırmak, öfkelendirmek.
incentive i. 1. isteklendiren ödül; özendirici şey. 2. dürtü, güdü.
incentive pay teşvik primi.
inception i. başlama, başlangıç.
incessant s. devamlı, sürekli, ardı arkası kesilmeyen.
incessantly z. sürekli olarak, ardı arkası kesilmeden.
incest i. ensest, yakın akraba ile cinsel ilişki kurma.
inch i. inç, parmak, 2,54 cm.
inch along 1. yavaş yavaş ilerlemek. 2. yavaş yavaş hareket ettirmek.
incidence i. of (bir şeyin) meydana gelmesi: The incidence of cholera has
incident been declining.
i. olay, Kolera
hadise, vaka. s. vakaları
to -e ait azalmakta.
olan, -e özgü; ile beraber gelen.
incidental s. 1. ikinci derecede olan/sayılan: incidental expenses yan
incidentally masraflar. 2. tesadüfen meydana gelen, tesadüfi. 3. to -e ait
z. aklıma gelmişken.
olan, -e özgü; ile beraber gelen: problems incidental to divorce
incinerate f. yakıp kül etmek.
boşanmanın yol açabileceği sorunlar.
incinerator i. çöp fırını; fırın.
incipient s. henüz başlamakta olan, yeni başlayan.
incise f. hakketmek, oymak, kazımak.
incision i. 1. yarma, deşme. 2. tıb. ensizyon.
incisive s. 1. keskin. 2. zeki.
incisor i. kesicidiş.
incite f. kışkırtmak, tahrik etmek; teşvik etmek.
incitement i. kışkırtma, tahrik; teşvik.
incivility i. 1. kabalık, nezaketsizlik. 2. kaba davranış.
inclement s. sert, fırtınalı (hava).
inclination i. 1. eğilim, meyil; istek, heves. 2. eğim, eğiklik.
incline f. 1. -e yöneltmek, -e sebep olmak: It inclined him to support us.
incline Onu bizi eğim.
i. meyil, desteklemeye yöneltti. 2. to eğiliminde olmak: His
thought inclines to the radical. Düşüncesinde radikalliğe bir
incline one´s ear kulak kabartmak.
eğilim var. 3. eğilmek, meyletmek. 4. to (renk) -e çalmak.
incline one´s head başını eğmek.
inclined plane eğri yüzey.
inclose f., bak. enclose.
inclosure i., bak. enclosure.
include f. 1. içine almak, içermek, kapsamak. 2. dahil etmek, katmak.
included s. dahil.
inclusion i. 1. dahil etme, katma; dahil olma, katılma. 2. içindeleme. 3.
inclusive katılan
s. 1. of şey.
-i kapsayan, dahil: The charge is thirty million liras
incognito inclusive of service.
z. takma adla; Hesap, servis dahil otuz milyon lira tuttu. 2.
kılık değiştirerek.
içlemci.
incoherence i. tutarsızlık.
incoherency i., bak. incoherence.
incoherent s. 1. anlaşılmayan, anlaşılmaz (sözler/sesler). 2. tutarsız,
income rabıtasız, bağlantısız (sözler/fikirler).
i. gelir, kazanç.
income tax gelir vergisi.
incoming s. 1. giren, ele geçen. 2. yeni (hükümet/yıl).
incommensurate s. 1. oransız. 2. yetersiz.
incommunicado z.
incommunicative s. bildiğini başkalarına söylemeyen, ketum.
incomparable s. 1. eşsiz, emsalsiz. 2. with/to ile karşılaştırılamaz, ile
incompatibility kıyaslanamaz.
i. uyuşmazlık, bağdaşmazlık.
incompatible s. 1. birbirine uymayan, birbirine zıt. 2. uyuşmaz, bağdaşmaz.
incompetence i. beceriksizlik, yetersizlik.
incompetency i., bak. incompetence.
incompetent s. 1. beceriksiz, yetersiz, gereken yetenekte olmayan. 2. huk.
incomplete ehliyetsiz.
s. eksik, noksan, bitmemiş; kusurlu.
incomprehensible s. anlaşılmaz, akıl almaz.
incomprehension i. anlayışsızlık, kavrayamama.
inconceivable s. kavranılmaz, anlaşılmaz.
inconclusive s. 1. bir sonuca varmayan, sonuçsuz. 2. inandırıcı olmayan. 3.
incongruity etkisiz.
i. 1. uyuşmazlık, bağdaşmazlık. 2. uygunsuzluk, yersizlik. 3.
incongruous uyuşmayan
s. 1. uyuşmaz, kısım/şey.
bağdaşmaz. 2. uygunsuz, yersiz.
inconsequent s. 1. tutarsız. 2. mantıksız. 3. konu dışı.
inconsequential s. 1. yersiz. 2. önemsiz.
inconsiderate s. düşüncesiz, saygısız.
inconsistent s. tutarsız; yaptıkları birbirini tutmayan (kimse); her zaman aynı
inconsolable seviyeyi tutmayan
s. avutulamaz, (iş).edilemez; tesellisiz, tesellisi olmayan.
teselli
inconspicuous s. 1. farkedilmeyen, göze çarpmayan. 2. önemsiz.
inconstant s. 1. kararsız, değişken. 2. vefasız.
incontestable s. tartışılmaz, itiraz edilemez, su götürmez.
incontinent s. 1. kendini tutamayan. 2. idrarını tutamayan.
incontrovertible s. yadsınamaz, inkâr edilemez.
incontrovertibly z. yadsınamayacak şekilde.
inconvenience i. güçlük, zahmet, rahatsızlık. f. zahmet vermek, rahatsız etmek.
inconvenient s. 1. uygunsuz. 2. zahmetli, müşkül. 3. elverişsiz.
incorporate f. 1. içermek, kapsamak. 2. into/in -e dahil etmek, -e katmak. 3.
incorporated anonim
s. anonim.şirket haline getirmek. 4. birleştirmek; birleşmek. 5.
cisimlendirmek.
incorrect s. 1. yanlış. 2. düzeltilmemiş. 3. biçimsiz.
incorrigible s. adam olmaz, yola getirilemez, düzelmez (kimse).
incorruptible s. 1. rüşvet kabul etmez. 2. ahlakı bozulmaz. 3. bozulmaz,
increase çürümez,
f. 1. artmak,kokuşmaz.
çoğalmak; artırmak, çoğaltmak. 2. büyümek,
increase gelişmek; verimli olmak; büyütmek,
i. 1. artış, artma, çoğalma. 2. ürün. 3.geliştirmek.
kâr. 4. hâsılat.
increasingly z. gittikçe artarak: become increasingly difficult gittikçe
incredible zorlaşmak.
s. 1. inanılmaz, akıl almaz. 2. k. dili harika.
incredulity i. 1. inanmazlık. 2. kuşku.
incredulous s. 1. inanmayan. 2. kuşkulu, kuşkulanan.
incredulousness i., bak. incredulity.
increment i. artış, artma, çoğalma.
incriminate f. suçlamak.
incrust f., bak. encrust.
incubate f. 1. kuluçkaya yatmak. 2. civciv çıkarmak. 3. kafasında (plan)
incubation kurmak.
i. kuluçka dönemi.
incubator i. 1. kuluçka makinesi. 2. kuvöz.
inculcate f. öğretmek, tekrarlayarak kafasına sokmak, aşılamak.
incumbency i. 1. görev, vazife. 2. görev süresi.
incumbent s.
incur f. (--red, --ring) 1. uğramak, maruz kalmak, girmek. 2. üstüne
incur a debt çekmek, uyandırmak.
borçlanmak, borca girmek.
incurable s. onulmaz, amansız, şifasız.
incurious s. 1. meraksız. 2. ilgisiz, kayıtsız.
incursion i. akın, hücum, saldırı.
indebted s. 1. borçlu. 2. teşekkür borçlu, minnettar.
indecent s. 1. yakışıksız, edepsiz, kaba. 2. huk. toplum töresine aykırı.
indecipherable s. okunmaz, çözülmez, sökülmez.
indecision i. kararsızlık.
indecisive s. 1. kararsız. 2. kesin olmayan.
indecorous s. uygunsuz, münasebetsiz, yakışıksız, yakışık almayan.
indecorum i. 1. uygunsuz davranış/söz, uygunsuzluk. 2. uygunsuzluk,
indeed uygunsuz olma. hakikaten. 2. doğrusu, doğrusu istenirse,
z. 1. gerçekten,
indefatigable gerçeği söylemek
s. yorulmaz, gerekirse.
yorulmak bilmez.
indefensible s. savunulamaz.
indefinable s. 1. anlatılması zor; anlatılması imkânsız. 2. belli olmayan,
belirsiz. 3. tanımlanması zor.
indefinite s. 1. belirsiz. 2. dilb. belgisiz.
indefinite article dilb. belgisiz sıfat: bir (İngilizcede a, an).
indefinite pronoun dilb. belgisiz zamir.
indefinite pronoun belirsizlik zamiri.
indelible s. 1. silinmez, çıkmaz, giderilmez (leke/iz). 2. silinmez, kalıcı
indelible ink (izlenim/etki/duygu).
sabit mürekkep. 3. sabit (boya/mürekkep).
indelible pencil kopya kalemi.
indelicacy i. 1. uygunsuzluk. 2. kabalık.
indelicate s. 1. uygun olmayan. 2. kaba, nazik olmayan, nezaketsiz.
indemnify f. 1. zararını ödemek. 2. zarar görmeyeceğine dair peşinen kefil
indemnity olmak.
i. 1. tazminat, ödence. 2. kefalet, teminat, güvence.
indent f. 1. içerlek yazmak, paragraf başı yapmak. 2. çentmek. 3. (for)
indent İng. -i sipariş
i., İng. etmek;
1. sipariş. sipariş vermek. 4. (for) İng. -i talep etmek;
2. talep.
talepte bulunmak. 5. on/upon İng. (para fonundan/malzemeden)
indentation i. 1. içerlek yazma. 2. (satır için) içerlek olma.
bir miktarı çıkarıp kullanmak. 6. on/upon İng. -e sipariş vermek.
indenture i.
7.sözleşme.
on/upon İng. f. kontratla/senetle bağlamak.
-den talepte bulunmak.
independence i. bağımsızlık.
independent s. 1. bağımsız. 2. başına buyruk. 3. (ekonomik açıdan) bağımsız,
independently kendi geliri ile olarak.
z. 1. bağımsız geçinebilen. 4. pol.
2. birbirini bağımsız. i., pol. bağımsız.
etkilemeden.
indescribable s. tanımlanamaz, anlatılmaz.
indestructible s. yıkılmaz, yok edilemez.
indeterminate s. 1. sınırsız, belirsiz, bellisiz. 2. kuşkulu.
index çoğ. --es (în´deksîz)/in.di.ces (în´dısiz) i. 1. dizin, indeks, fihrist.
index card 2. katalog. 3. gösterge. f. 1. (kitap) için dizin hazırlamak,
fiş.
(kitabın) indeksini yapmak. 2. işaret etmek, göstermek.
index finger işaretparmağı.
indicate f. işaret etmek, göstermek, imlemek.
indication i. 1. bildirme, anlatma, gösterme. 2. belirti, delil, gösterge,
indicative işaret.
s.
indicator i. gösterge, ibre.
indict f. for ile suçlamak.
indictment i. 1. iddianame, savca. 2. suçlama. 3. dava açma.
indifference i. ilgisizlik; aldırmazlık.
indifferent s. 1. ilgisiz; aldırmaz, umursamayan. 2. vasat, sıradan.
indigenous s. 1. yerli. 2. to (bir yere) özgü, (bir yerde) doğal olarak
indigent bulunan/yetişen.
s. yoksul, fakir.
indigestible s. hazmedilemez.
indigestion i. sindirim güçlüğü, hazımsızlık, mide fesadı.
indignant s. (haksızlıktan dolayı) kızgın, öfkeli.
indignation i. (haksızlıktan dolayı) kızgınlık, öfke.
indignity i. küçük düşürücü hareket, hakaret; onur kırıcı durum.
indigo i. 1. çivit rengi, çivit mavisi. 2. bot. çivitotu, indigo, Indigofera
indigo plant tinctoria. s. çivit
bot. çivitotu, rengi,
indigo, çivit mavisi,
Indigofera çividi.
tinctoria.
indigo blue çivit rengi, çivit mavisi.
indigo-blue s. çivit rengi, çivit mavisi, çividi.
indirect s. 1. dolaylı. 2. dolaşık, dolambaçlı.
indirect cost dolaylı masraf.
indirect lighting dolaylı ışıklandırma.
indirect object dilb. dolaylı tümleç, -e halindeki isim.
indirect object dilb. dolaylı tümleç.
indirect tax dolaylı vergi.
indirectly z. dolaylı olarak.
indiscernible s. seçilemez, ayırt edilemez, farkedilemeyecek.
indiscreet s. 1. düşünmeden davranan; boşboğaz. 2. düşüncesizce yapılan.
indiscrete s. kısımlara bölünmemiş, toplu halde.
indiscretion i. 1. düşünmeden davranma; boşboğazlık. 2. düşüncesiz bir
indiscriminate davranış; düşüncesizce
s. gelişigüzel, söylenen
rasgele; ayırt söz. karışık.
edilmemiş,
indispensable s. vazgeçilmez; zaruri.
indispose f. 1. hevesini kırmak, soğutmak. 2. rahatsız etmek.
indisposed s. 1. rahatsız, hasta, keyifsiz. 2. isteksiz.
indisposition s. 1. rahatsızlık, keyifsizlik. 2. isteksizlik.
indisputable s. su götürmez, kesin, tartışılmaz.
indistinct s. belirsiz, müphem, iyice görülmeyen.
indistinguishable s. ayırt edilmesi olanaksız, seçilemez.
individual s. 1. her ... kendi ...: This decision will be up to the individual
individualism agencies. Bu konuda her acente kendi kararını verecek. The
i. bireycilik.
individual tiles are each a work of art. Her çini başlı başına bir
individualist i. bireyci.
sanat eseri. 2. bireysel, kişisel: individual differences kişisel
individuality i. bireysellik.
farklılıklar. 3. tek kişilik. i. 1. birey, fert. 2. kişi, kimse, şahıs.
individually z. tek tek, ayrı ayrı.
indivisible s. bölünmez.
indoctrinate f. 1. bir düşünce sisteminin esaslarını öğretmek. 2. -in beynini
indoctrinate s.o. with yıkamak.
birine (bir fikri) aşılamak/telkin etmek.
indolent s. 1. tembel, üşengen, üşengeç. 2. tıb. ağrısız.
indomitable s. yılmaz, boyun eğmez.
indoor s. 1. iç mekânlara uygun; iç mekânlarda kullanılan: indoor shoes
indoors iç
z. mekânlarda
içeride; içeri,giyilen
içeriye:ayakkabılar.
Stay indoors!2. kapalı:
İçeride indoor
kal! Shetennis
wentcourt
kapalı
indoors. tenis kortu.
İçeri gitti. 3. iç mekânlarda yapılan: He´s got an indoor
indorse f., bak. endorse.
job. Onun işi içeride çalışmasını gerektiriyor. 4. tiy. iç mekânda
induce f. 1. neden
geçen olmak. 2. ikna etmek, kandırıp yaptırmak.
(sahne).
inducement i. 1. neden, vesile. 2. ikna, teşvik.
induct f.
induct s.o. into birini resmen -in üyesi yapmak.
induct s.o. into the army birini askere almak.
induction i. 1. göreve getirme. 2. man. tümevarım. 3. sonuç çıkarma. 4.
inductive elek. indüksiyon,
s. 1. man. indükleme.
tümevarımsal. 2. elek. indükleyen, indüksiyon yapan.
inductive reasoning tümevarımlı usavurma.
indulge f. 1. (sakınılması gereken bir şeye) teslim olmak: She indulged
indulgence her
i. 1. desire for candy.
yüz verme, Şeker yeme
müsamaha. arzusuna(bir
2. in kendine yenildi. 2. in kendine
şey yapma) izni
bir şey
verme. yapma izni vermek: I haven´t indulged in a cigarette for
indulgent s. yüz veren, müsamahakâr.
a week. Bir haftadır sigaradan uzak duruyorum. 3. (arzu, rica
industrial s. endüstriyel,
v.b.´ni) yerine sınai, işleyimsel.
getirmek. 4. -e yüz vermek: Don´t indulge that
industrial action naughty
İng. grev;child. O yaramaz çocuğa yüz verme. 5. k. dili içki
işi yavaşlatma.
industrial arts içmek.
endüstriyel sanatlar.
industrial engineer endüstri mühendisi.
industrial estate İng. organize sanayi bölgesi.
industrial school endüstri meslek lisesi.
industrialise f., İng., bak. industrialize.
industrialist i. sanayici.
industrialize f. sanayileştirmek.
industrious s. çalışkan, gayretli.
industry i. 1. sanayi, endüstri, işleyim. 2. çalışkanlık, gayret.
inebriate f. sarhoş etmek, mest etmek.
inedible s. yenmez.
ineffable s. 1. sözü edilmez, ağza alınmaz (kutsal). 2. tarifsiz, anlatılmaz.
ineffective s. 1. etkisiz (çare, ilaç v.b.). 2. beceriksiz (yönetici, işçi v.b.).
ineffectual s. 1. etkisiz (çare, ilaç v.b.). 2. başarısız; beceriksiz (yönetici, işçi
inefficient v.b.).
s. 1. istenilen etkiyi uyandırmayan, etkisiz. 2. zaman ve enerjiyi
inelegant ekonomik bir şekilde
s. zarif olmayan, kullanmayan,
incelikten yoksun. verimsiz, randımansız (iş
yöntemi, makine v.b.).
ineligible s.
ineluctable s. kaçınılmaz.
inept s. 1. uygunsuz, yersiz, yakışıksız. 2. beceriksiz, hünersiz.
ineptitude i. 1. uygunsuzluk. 2. beceriksizlik. 3. gaf, pot.
inequality i. 1. eşitsizlik, farklılık. 2. değişebilirlik, değişkenlik.
inequitable s. haksız, insafsız.
inequity i. haksızlık, insafsızlık.
inert s. 1. hareket edemeyecek durumda olan; hareketsiz. 2. yavaş
inertia işleyen.
i. 1. fiz., 3.
kim.yavaş harekete
atalet, geçen;2.uyuşuk,
süredurum. tembel.
uyuşukluk, 4. fiz., kim.
tembellik.
atıl, süreduran, inert.
inescapable s. kaçınılmaz.
inessential s. gereksiz.
inestimable s. 1. hesaba sığmaz, hesapsız. 2. paha biçilmez, çok değerli.
inevitable s. kaçınılmaz, çaresiz.
inevitably z. kaçınılmaz şekilde.
inexact s. 1. tam doğru olmayan, yanlış, hatalı. 2. kesin olmayan.
inexcusable s. bağışlanamaz, affedilmez.
inexcusably z. affedilmeyecek şekilde.
inexhaustible s. 1. tükenmez, bitmez tükenmez. 2. yorulmaz.
inexorable s. 1. amansız, insafsız, acımasız. 2. değiştirilemez.
inexpedient s. amaca uygun düşmeyen, elverişsiz.
inexpensive s. ucuz, pahalı olmayan; masrafı az.
inexpensively z. ucuza.
inexperience i. tecrübesizlik, deneyimsizlik, acemilik.
inexperienced s. tecrübesiz, deneyimsiz, acemi.
inexpert s. 1. tecrübesiz, deneyimsiz, acemi. 2. beceriksiz. 3. yetersiz,
inexplicable usta işi olmayan.
s. nedeni anlaşılmaz, açıklanamaz; muammalı, esrarengiz.
inexplicably z. açıklanamayacak şekilde.
inexpressible s. anlatılmaz, ifade edilemez.
inexpressibly z. anlatılamayacak derecede.
inexpressive s. bir anlam/düşünce ifade etmeyen.
inextricable s. 1. içinden çıkılmaz. 2. çözülmez. 3. ayrılmaz; girift.
inextricably z. içinden çıkılamayacak şekilde.
infallibility i. yanılmazlık.
infallible s. yanılmaz, şaşmaz, hata yapmaz.
infallibly z. yanılmadan.
infamous s. 1. adı kötüye çıkmış, (kötü bir şeyden dolayı) meşhur. 2. rezil.
infamy 3. ayıp, çok
i. rezalet, çirkin.
alçaklık.
infancy i. 1. bebeklik, çocukluk. 2. küçüklük. 3. (tasarı, iş v.b.´nin)
infant başlangıç aşaması,
i. bebek, küçük emekleme
çocuk. dönemi.
s. küçük.
infantile s. 1. çocuğa özgü. 2. çocukça. 3. bebeksi, çocuksu, bebek gibi,
infantile paralysis ufak bir çocuk
tıb. çocuk felci.gibi.
infantilism i., ruhb. bebeksilik.
infantry i. 1. piyadeler, piyade sınıfına ait askerler. 2. piyade, piyade
infantryman sınıfı.
çoğ. in.fan.try.men (în´fıntrimîn) i. piyade, piyade askeri.
infatuate f. aklını çelmek, çıldırtmak.
infatuation i. (with) (-e) hayranlık, delicesine âşık olma.
infect f. bulaştırmak, geçirmek.
infection i. 1. iltihap. 2. enfeksiyon. 3. bulaşma; bulaştırma.
infectious s. 1. bulaşıcı. 2. başkalarına kolay geçen (gülme/neşe).
infelicitous s. hoş olmayan/nahoş (söz/davranış).
infelicity i. hoş olmayan/nahoş söz/davranış.
infer f. (--red, --ring) (from) (-den) 1. çıkarmak, anlamak. 2. sonuç
inference çıkarmak.
i. 1. sonuç çıkarma. 2. man. çıkarım.
inferior s. 1. (to) (-den) aşağı, daha aşağı bir nitelikte olan. 2. kalitesiz.
inferiority i. 1. daha aşağı bir nitelikte olma. 2. kalitesizlik.
inferiority complex aşağılık duygusu/kompleksi.
inferiority complex aşağılık kompleksi.
infernal s. 1. cehenneme ait. 2. iğrenç.
inferno i. 1. cehennem. 2. cehennem gibi yer.
infertile s. 1. çorak, verimsiz. 2. kısır.
infertility i. 1. verimsizlik. 2. kısırlık.
infest f. (bit/kurt/fare) istila etmek, etrafı sarmak.
infestation i. (bit/kurt/fare) istila etme, etrafı sarma.
infested s.
infidel i. kâfir.
infidelity i. 1. sadakatsizlik. 2. zina. 3. imansızlık, küfür.
infiltrate f. (örgüt, kuruluş v.b.´ne) sızmak/gerçek kimliğini gizleyerek
infiltrate s.o. into girmek.
birini -e sızdırmak.
infiltration i. (örgüt, kuruluş v.b.´ne) sızma/gerçek kimliğini gizleyerek
infinite girme.
s. 1. sonsuz, sınırsız. 2. bitmez, tükenmez. 3. muazzam bir, çok
infinite pains büyük
sonsuzbir (sabır, dikkat v.b.).
gayret.
infinitely z. son derece, çok.
infinitesimal s. 1. mat. infinitezimal, sonsuzküçük. 2. ölçülemeyecek kadar
infinitive küçük.
i., dilb. mastar.
infinity i. sonsuzluk, sınırsızlık.
infirm s. zayıf, kuvvetsiz, halsiz.
infirmary i. 1. (okulda/fabrikada) revir. 2. hastane. 3. klinik.
infirmity i. 1. zayıflık. 2. hastalık. 3. sakatlık
inflame f. 1. tutuşturmak, alevlendirmek; tutuşmak; alevlenmek. 2.
inflammable kışkırtmak, tahrik etmek.
s. 1. kolay tutuşan, 3. öfkelendirmek.
parlayıcı. 4. tıb.
2. kolay kızdırılır.
iltihaplandırmak.
inflammation i., tıb. 1. kızarma. 2. iltihaplanma, iltihap, yangı.
inflammatory s. kışkırtıcı, tahrik edici.
inflate f. 1. (hava ile) şişirmek. 2. (fiyatları) suni olarak yükseltmek,
inflation şişirmek.
i. enflasyon,3. piyasaya çok miktarda kâğıt para çıkarmak.
para şişkinliği.
inflect f. 1. ses tonunu değiştirmek. 2. dilb. çekmek.
inflection i. 1. sesin yükselip alçalması. 2. dilb. çekim.
inflexible s. 1. eğilmez, bükülmez. 2. hiç esnek davranmayan, katı, sert.
inflexion i., İng., bak. inflection.
inflict f. (on) (birini) kötü bir şeye uğratmak: inflict pain acı çektirmek.
inflict punishment on -e ceza vermek/verdirmek.
inflorescence i., bot. çiçek durumu.
inflow i. içeriye akış.
influence i. etki, tesir, nüfuz. f. 1. etkilemek, tesir etmek. 2. sözünü
influential geçirmek.
s. nüfuzlu, sözü geçen.
influenza i., tıb. grip, enflüanza.
influx i. 1. içeriye akma. 2. akın.
inform f. 1. (of/about/that) -den haberdar etmek, hakkında bilgi
informal vermek, -i bildirmek:
s. resmi olmayan; I informed him that I would not come
teklifsiz.
tomorrow. Ona yarın gelmeyeceğimi bildirdim. 2.
informality i. resmi olmama; teklifsizlik.
bilgilendirmek. 3. against/on -i ihbar etmek.
informally z. gayri resmi olarak; teklifsizce.
informant i. bilgi veren kimse.
information i. 1. bilgi, haber. 2. danışma.
information booth danışma, müracaat, danışma yeri.
information desk danışma, danışılan yer.
informative s. bilgilendirici, aydınlatıcı, öğretici, eğitici.
informed s. bilgili, haberli.
informer i. jurnalci, ihbarcı, muhbir.
infraction i. (kuralları) bozma, ihlal.
infrared s. kızılötesi, kızılaltı, enfraruj.
infrastructure i. altyapı, enfrastrüktür.
infrequent s. seyrek.
infringe f. 1. (anlaşma, antlaşma v.b.´ni) bozmak, ihlal etmek. 2.
infringement on/upon -e tecavüz
i. 1. (anlaşma, etmek.
antlaşma v.b.´ni) bozma. 2. on/upon -e tecavüz
infuriate etme.
f. gazaba getirmek, çileden çıkarmak.
infuse f. 1. with -i aşılamak; into -e aşılamak. 2. into içine
infusion dökmek/akıtmak. 3. (çay)içine
i. 1. içine dökme/akıtma; demlemek,
dökülme.demlendirmek.
2. demleme,
ingenious demlendirme.
s. 1. çok becerikli, hünerli, maharetli, mahir. 2.4.usta
3. demlenmiş içecek (çay/ilaç). tıb. işi,
damara
zerketme, içitim.
mahirane.
ingeniously z. ustalıkla, mahirane bir şekilde.
ingenuity i. ustalık, maharet, hüner.
ingenuous s. 1. saf, masum. 2. açıkyürekli, samimi, candan.
inglorious s. 1. utandırıcı, yüz kızartıcı. 2. şerefsiz. 3. tanınmamış.
ingoing s. 1. iktidara yeni gelen (hükümet). 2. kabaran (deniz).
ingot i. külçe.
ingrate i. nankör kimse.
ingratiate f.
ingratiate o.s. with s.o. birinin gözüne girmek; birinin gözüne girmeye çalışmak.
ingratitude i. nankörlük.
ingredient i. (karışımdaki) madde, malzeme: What are the ingredients in
ingrowing this
s. içecake?
doğruBu kekin malzemesi ne?
büyüyen.
inguinal s. kasıksal, kasığa ait.
inguinal gland anat. kasık bezi.
inhabit f. -de oturmak.
inhabitable s. içinde oturulur, oturmaya elverişli.
inhabitant i. (bir yerde) oturan kimse, sakin.
inhalation i. 1. nefes alma. 2. (sigara dumanı v.b.´ni) içine çekme.
inhale f. 1. nefes almak. 2. (sigara dumanı v.b.´ni) içine çekmek.
inherence i. (bir şeye/birine) özgü olma.
inherency i., bak. inherence.
inherent s. 1. in (bir şeye/birine) özgü/has. 2. esas, asıl, öz: inherent
inherit rights
f. temel
(from) haklar.
-e (-den) miras kalmak, -e (-den) kalmak, (bir şeyin)
inheritance mirasçısı/vârisi olmak: She
i. 1. miras, kalıt. 2. biyol. inherited
kalıtım, it from her grandfather.
soyaçekim.
Ona dedesinden kaldı.
inheritance tax veraset vergisi.
inherited s. 1. irsi, kalıtsal. 2. miras kalan.
inheritor i. mirasçı, vâris.
inhibit f. -e ket vurmak.
inhibit s.o. from birinin (bir şey yapmasına) ket vurmak.
inhibited s. duygularını pek dışa vuramayan.
inhibition i. 1. ket vurma/vurulma. 2. ruhb. inhibisyon, inhibe etme.
inhospitable s. 1. konukseverlik göstermeyen. 2. yaşanması zor olan
inhuman (yer/iklim).
s. 1. insanlıktan çıkmış; acımasız, zalimane. 2. çok soğuk, robot
inhumane gibi. 3. insana
s. zalim, göre yapılmamış/olmayan.
merhametsiz.
inhumanity i. insaniyetsizlik.
inimical s. 1. to -e düşman: That village is inimical to strangers. O köy
inimitable yabancılara düşman. 2.
s. 1. taklit edilemez. 2. eşsiz.
to -e ters düşen, -e karşıt; -e zararlı: His
plan is inimical to our interests. Onun planı bizim çıkarlarımıza
iniquity i. 1. günah. 2. kötülük. 3. haksızlık, adaletsizlik.
ters düşüyor.
initial s. baştaki, birinci, ilk. i. birinin adı veya soyadının baş harfi. f. (--
initially ed/--led, --ing/--ling)
z. ilkin, başta, parafe önce.
başlangıçta, etmek.
initiate f. 1. başlatmak. 2. into -e alıştırmak, -i göstermek. 3. into -i
initiate törenle
i. üyeliğe üyeliğe kabuledilmiş
yeni kabul etmek.kimse.
initiation i. 1. üyeliğe kabul töreni. 2. başlatma.
initiative i. 1. inisiyatif. 2. girişim, teşebbüs.
initiator i. başlatan kimse.
inject f. 1. şırınga etmek, enjeksiyon yapmak. 2. katmak, vermek.
injection i. enjeksiyon, iğne.
injudicious s. akılsızca; aklını kullanmayan.
injunction i., huk. (birinin bir şey yapmasını/yapmamasını emreden,
injure mahkemece
f. 1. (bir uzva) verilen) karar. (bir uzvu)
zarar vermek,
injured yaralamak/incitmek/zedelemek.
s. yaralı. 2. zarar/ziyan vermek: It could
injure your reputation. Adına halel getirebilir.
injurious s. 1. zararlı, dokunur. 2. kırıcı, yerici, aşağılayıcı.
injury i. 1. yara; zarar. 2. zarar, ziyan. 3. eza, üzgü. 4. haksızlık.
injustice i. haksızlık, adaletsizlik.
ink i. mürekkep.
inkling i. 1. işaret, ipucu. 2. seziş.
inkpad i. ıstampa.
inkwell i. mürekkep hokkası.
inky s. 1. mürekkeplenmiş, mürekkepli. 2. zifiri.
inlaid s. kakma, kakmalı, işlemeli.
inland i. ülkenin denizden uzak yerleri; ülkenin iç kısmı. s. denizden
inland revenue uzak, iç. z.
İng. yurt denizden
içinde tahsiluzakta, iç kısımlarda; iç kısımlara doğru.
edilen vergi.
inland sea kapalı deniz, içdeniz.
inland sea içdeniz.
inland waters iç sular.
in-law i., k. dili evlilik dolayısıyla yakın akraba olan kimse.
inlay f. (in.laid) içine kakmak, kakma yapmak. i. 1. kakma işi. 2. dişçi.
inlet dolgu.
i. 1. koy, küçük körfez. 2. giriş, giriş yeri.
inmate i. 1. hapishanede/akıl hastanesinde bulunan kimse. 2. sakin. 3.
inn başkası ile aynı evde oturan kimse. 4. birlikte oturan kimse.
i. han, otel.
innards i., çoğ., k. dili iç kısımlar, iç organlar.
innate s. 1. (bir şeyin) temelinde/özünde olan. 2. (birinin)
inner tabiatında/özünde
s. 1. iç, dahili. 2. iç,olan. 3. irsi,
ruhsal. kalıtsal.
3. gizli, saklı4.(anlam
fels. doğuştan
v.b.). olan.
inner city şehrin merkezinde yoksulların oturduğu mahalle.
inner resources manevi kuvvet.
inner significance derin/gizli anlam.
inner tube iç lastik.
innermost s. en içerideki, en içteki.
inning i., beysbol her iki takımdaki oyuncuların birer vuruş sırası.
innings i. 1. kriket bir takımdaki on oyuncunun oyun dışı edilinceye
innkeeper kadar
i. hancı,vuruş sıraları. 2. sıra, nöbet.
otelci.
innocence i. 1. masumluk, suçsuzluk. 2. saflık.
innocent s. 1. masum, suçsuz. 2. zararsız. 3. saf, safdil. i. 1. masum
innocent amusement kimse/çocuk.
zararsız eğlence.2. aptal kimse.
innocuous s. zararsız, incitmeyen.
innovate f. yenilik çıkarmak, değişiklik yapmak.
innovation i. 1. değişiklik yapma; yenilik getirme. 2. yenilik; değişiklik. 3.
innovator yeni metot/alet,
i. yenilik yeni şey.
yapan kimse.
innuendo i. olumsuz bir şey ima eden söz, taş, kinaye.
innumerable s. sayısız, hesapsız, pek çok.
inoculate f. aşılamak.
inoculation i. 1. aşı. 2. aşılama.
inoffensive s. zararsız, incitmeyen.
inoperable s. 1. ameliyat edilemez. 2. çalıştırılamaz; uygulanamaz.
inoperative s. işlemeyen, çalışmayan.
inopportune s. zamansız, mevsimsiz, uygunsuz, sırasız.
inordinate s. 1. aşırı. 2. düzensiz.
inorganic s. inorganik.
inorganic chemistry inorganik kimya.
inpatient i. hastanede yatan hasta.
input i. 1. (birinden gelen) düşünceler/sözler. 2. ekon., elek. girdi. 3.
input data bilg.
bilg.girdi,
girdi,giriş.
giriş 4. katma, verme.
verileri.
input device bilg. girdi aygıtı.
input-output s., bilg. girdi-çıktı, giriş-çıkış.
inquest i. (resmi) soruşturma; (nedeni bilinmeyen ölüm hakkında adli)
inquire soruşturma.
f. 1. about -i sormak, ... hakkında bilgi almak istemek. 2. into
inquire after s.o. hakkında
birinin halsoruşturma/tahkikat
ve hatırını sormak, yapmak, soruşturma yaparak -i
birini sormak.
araştırmak. 3. (of) (-e) sormak.
inquiring s. 1. soru sorar gibi (bakış/yüz ifadesi). 2. öğrenmeye hevesli.
inquiry i. 1. araştırma. 2. soruşturma, tahkikat. I received a lot of
inquisition inquiries
i. sorguyaabout
çekme. the new tax law. Yeni vergi yasası hakkında
epey soru soran oldu. make inquiries (about) (hakkında) bilgi
inquisitive s. meraklı, başkaları hakkında bilgi edinmeyi seven.
edinmeye çalışmak.
inroad i., gen. çoğ. akın, baskın.
insane s. 1. akıl hastası, deli. 2. delice, anlamsız.
insane person deli.
insanitary s. hijyenik olmayan, sağlığa zararlı.
insanity i. delilik, cinnet.
insatiability i. doymazlık, açgözlülük.
insatiable s. 1. doymak bilmez, doymaz, kanmaz. 2. açgözlü, obur.
insatiableness i., bak. insatiability.
inscribe f. 1. yazmak, kaydetmek. 2. (yazıt) yazmak, hakketmek. 3.
inscription to/for (bir yapıtı
i. 1. kitabe, yazıt,imzalayarak) -e3.
yazı. 2. ithaf. ithaf etmek.
madalya veya para üzerindeki
inscrutable yazı.
s. 1. ne düşündüğü belli olmayan. 2. ne anlama geldiği belli
insect olmayan.
i. böcek.
insecticide i. böcek ilacı.
insectivorous s. böcekçil.
insecure s. 1. emniyetsiz; tehlikede olan; sağlam olmayan: He feels
insecurity insecure
i. here. Burada
1. emniyetsizlik; kendini
tehlikede emniyette
olma; sağlamhissetmiyor.
olmama. 2. 2. ruhb.
ruhb.
kendine
kendine güveni
güveni olmayan.
olmama.
inseminate f. 1. döllemek. 2. aşılamak, telkin etmek.
insemination i. dölleme.
insensible s. 1. hissedilemeyecek kadar ufak. 2. baygın.
insensitive s. düşüncesiz, başkalarını düşünmeyen.
inseparable s. ayrılmaz.
inseparables i. ayrılmaz dostlar.
insert f. 1. (in) (-e) sokmak. 2. (into) (-e) koymak. 3. arasına koymak.
insert i. 1. araya eklenen şey. 2. kitap ortasına eklenen sayfalar. 3.
insertion dergi/gazete
i. 1. ekleme. 2. arasına
eklenen konulan ek.
şey. 3. bir ilanın gazeteye bir kez
inshore konması.
s. kıyıya yakın. z. kıyıya doğru.
inside i. iç, iç taraf: the inside of the box kutunun içi.
inside s. iç, içteki.
inside z. içeride; içeriye.
inside edat içine, içerisine; içinde, içerisinde: The mouse is hiding
inside information inside
içeridenthat piano.
sızan Fare o piyanonun içinde saklanıyor.
haberler.
inside of an hour bir saate kadar.
inside out tersyüz.
insider i. içeriden biri, iç yüzünü bilen kimse.
insides i., k. dili bağırsaklar; iç organlar, iç kısımlar.
insidious s. 1. sinsi, gizlice fırsat kollayan. 2. hain, hilekâr.
insight i. anlayış, bir şeyin iç yüzünü kavrama.
insignia i., çoğ. (rütbeyi/makamı simgeleyen) işaretler, alametler.
insignificant s. 1. anlamsız. 2. önemsiz. 3. pek az. 4. ufak. 5. değersiz,
insincere değmez.
s. samimiyetsiz, içtenliksiz, ikiyüzlü.
insincerity i. samimiyetsizlik, içtensizlik.
insinuate f. (kötü bir şey) demek istemek, demeye getirmek, (kötü bir
insinuation şeyi) üstükapalı
i. 1. üstü kapalı(kötü)
söylemek: Are
söz. 2. youkapalı
üstü insinuating that she´s a
söyleme.
liar? O yalancı mı demek istiyorsun?
insipid s. 1. sönük. 2. tatsız, yavan, lezzetsiz.
insist f. (on/upon) (-de) ısrar etmek, (-de) direnmek, (için) diretmek, (-
insistence de) ayak
i. ısrar, diremek,
ayak direme.-i tutturmak: She insisted on buying the red
dress. Kırmızı elbiseyi almakta ısrar etti. He insisted that there
insistent s. 1. ısrar edici, direngen. 2. ısrarlı.
be an immediate investigation. Derhal bir soruşturma açılması
insofar z.
için diretti.
insofar as -diği derecede/kadar.
insolence i. küstahlık.
insolent s. küstah, terbiyesiz, arsız.
insoluble s. 1. çözülmez, halledilmez (problem v.b.). 2. erimez, çözünmez.
insolvency i., huk. aciz hali.
insolvent s., tic. ödeme aczine düşmüş; iflas etmiş, batkın. i. ödeme
insomnia aczine düşmüşuyuyamazlık,
i. uykusuzluk, kişi/şirket; müflis
uyku kimse,
yitimi. batkın.
insomniac i. uykusuzluk çeken kimse.
insomuch z.
insomuch as 1. -diğine göre, mademki. 2. -diği derecede/kadar.
insomuch that o kadar ki.
inspect f. teftiş etmek, denetlemek; kontrol etmek, yoklamak.
inspection i. teftiş, denetleme; kontrol, yoklama.
inspector i. müfettiş; denetleyici, denetçi, denetimci, kontrolör.
inspiration i. 1. ilham, esin. 2. aşılama, telkin.
inspire f. 1. ilham etmek, esinlemek. 2. (öfke, sevgi v.b.´ni)
inst uyandırmak. 3. solumak.
kıs. instant, institute, institution.
instability i. istikrarsızlık.
install f. 1. (bir aygıtı) (bir yere) takmak; (kalorifer, elektrik v.b.)
install o.s. in/on tesisatı döşemek; (bilgisayar v.b. sistemi) kurmak. 2. (yeni
-e oturmak.
seçilmiş/atanmış birini) törenle makamına getirmek.
installation i. 1. (bir aygıtı) (bir yere) takma; (kalorifer, elektrik v.b.) tesisatı
installment döşeme;
i. 1. taksit.(bilgisayar v.b. sistemi) kurma. 2. ask. tesis, kuruluş.
2. kısım, bölüm.
installment plan taksit usulü.
instalment i., İng., bak. installment.
instance i. 1. örnek. 2. kere, defa. 3. durum.
instant s. 1. ani, hemen olan, derhal olan. 2. acil, ivedi. 3. şimdiki. 4. su
instantaneous katılarak hemen hazırlanan
s. hemen/anında (yiyecek/içecek).
meydana gelen, i. an, dakika: at
ani, enstantane.
this instant bu anda. the instant I came ben gelir gelmez.
instantly z. hemen, derhal.
instead z. of -in yerine, -ecek yerde, -eceğine: He came here instead.
instep Oraya
i. ayağıngideceğine
üst kısmı,buraya
ağım. geldi./Başkasının yerine kendisi
buraya geldi.
instigate f. kışkırtmak, tahrik etmek, teşvik etmek.
instigation i. kışkırtma.
instigator i. kışkırtıcı.
instil f., İng., bak. instill.
instill f. 1. in/into -e yavaş yavaş aşılamak/telkin etmek. 2. with -i
instillation yavaş yavaş aşılamak/telkin etmek.
i. fikir aşılama.
instinct i. içgüdü.
instinctive s. içgüdüsel.
instinctively z. içgüdüsel olarak.
institute i. 1. kuruluş, müessese. 2. enstitü, okul. 3. bilimsel kurum. f. 1.
institution kurmak, tesis etmek.
i. 1. yerleşmiş 2. 2.
gelenek. atamak,
kurum,tayin etmek.
müessese.
institutional s. 1. kuruluşa/kuruma ait. 2. kurumsal.
institutionalise f., İng., bak. institutionalize.
institutionalize f. 1. kurum haline getirmek, kurumlaştırmak. 2. âdet haline
instruct getirmek.
f. 1. okutmak,3. akıl hastanesi,
öğretmek, ıslahevi2.v.b.´ne
eğitmek. talimatyerleştirmek.
vermek, yol
instruct a solicitor göstermek.
İng. avukat tutmak.
instruction i. 1. öğretme, eğitim. 2. öğrenim. 3. bilgi; ders.
instructions i. direktif, yönerge; açıklama.
instructive s. öğretici, eğitici.
instructor i. 1. öğretmen, eğitmen. 2. asistan; okutman.
instrument i. 1. alet. 2. araç. 3. enstrüman, çalgı. 4. huk. belge. 5. belgit,
instrument panel senet.
kontrol paneli, pano.
instrumental s. 1. yararlı, etkili. 2. yardımcı, aracı olan. 3. müz. enstrümantal.
instrumental music enstrümantal müzik.
instrumentalist i. çalgı çalan müzisyen.
insubordinate s. asi, itaatsiz, kafa tutan, baş kaldıran.
insubordination i. baş kaldırma.
insubstantial s. 1. asılsız, temelsiz, hayali. 2. zayıf; hafif.
insufferable s. çekilmez, katlanılmaz.
insufficient s. eksik, yetersiz.
insufficiently z. yetersiz derecede.
insular s. 1. adaya ait, adaya özgü. 2. ayrılmış, ayrı. 3. dar görüşlü.
insulate f. izole etmek, yalıtmak. insulating tape elek. izole bant, yalıtım
insulation sargısı.
i. 1. izolasyon, yalıtım. 2. yalıtım maddesi.
insulator i. izolatör, yalıtkan.
insulin i. ensülin.
insult f. hakaret etmek, aşağısamak, hor görmek.
insult i. hakaret, onur kırma, aşağısama.
insuperable s. 1. başa çıkılmaz, yenilemez. 2. geçilemez.
insurance i., ekon. sigorta.
insurance broker sigorta simsarı.
insurance company sigorta şirketi.
insurance policy sigorta poliçesi.
insurance premium sigorta primi.
insure f. 1. against -e karşı sigorta etmek; sigorta olmak. 2. emin
insurgent olmak; sağlamak,
s. asi, baş kaldıran,temin
kafa etmek:
tutan. i.I isyancı,
called the
asi.hotel to insure that I
had a reservation. Rezervasyonumun yapıldığından emin olmak
insurmountable s. yenilmez, geçilemez, başa çıkılmaz, üstesinden gelinemez.
için otele telefon ettim. My investments insure that I have
insurrection i. isyan, ayaklanma.
sufficient income. Yatırımlarım bana yeteri kadar gelir sağlar.
int kıs. intelligence, interest, interior, interjection, internal,
intact international,
s. bozulmamış,interval, intransitive.
dokunulmamış, el sürülmemiş; sağlam, eksiksiz.
intake i. 1. (yemek) yeme. 2. İng. (bir kuruluşa/camiaya) yeni girenler.
intake valve oto. emme supabı/valfı.
intangible s. 1. fiziksel varlığı olmayan, elle tutulamaz, dokunulamaz. 2.
integer kavranamaz.
i., mat. tamsayı.
integral s. 1. bir bütünün ayrılmaz bir parçası olan. 2. parçalardan
integral calculus oluşan.
integral i., mat. integral.
hesabı/kalkülüsü.
integral equation integral denklemi.
integrate f. 1. tamamlamak, bütünlemek. 2. with ile birleştirmek. 3. into
integration -e katmak:
i. 1. He integrated
bütünleşme, birleşme,the letters intoentegrasyon.
integrasyon, his book. Mektupları
2. mat.
kitabına
integrasyon.kattı.
integrity i. 1. doğruluk, dürüstlük. 2. bütünlük.
intellect i. 1. akıl, zihin, idrak, anlık, entelekt, intelekt. 2. akıl sahibi.
intellectual s. 1. zihinsel, entelektüel, akla ait. 2. entelektüel, aydın. 3.
intellectualism yüksek zekâ sahibi.
i., fels. anlıkçılık, i. entelektüel,intelektüalizm.
entelektüalizm, aydın.
intelligence i. 1. akıl, zekâ, anlayış. 2. zekâ sahibi. 3. haber; bilgi. 4.
intelligence bureau istihbarat.
istihbarat bürosu.
intelligence quotient zekâ bölümü.
intelligence service istihbarat teşkilatı.
intelligence test zekâ testi.
intelligent s. akıllı, zeki, anlayışlı.
intelligible s. anlaşılır.
intemperate s. 1. taşkın, aşırı. 2. sert, fırtınalı, bozuk (hava). 3. sert, şiddetli
intend (söz).
f. 1. kastetmek, demek istemek: That´s not what she intended
intense to 1.
s. say. Demek
şiddetli, istediği keskin,
kuvvetli, o değil.hararetli.
2. niyetinde olmak,3.
2. gergin. niyetlenmek;
ciddi olan
kararlı
(kimse). olmak: I don´t intend to speak to him ever again. Onunla
intensely z. 1. şiddetle. 2. yoğun bir şekilde.
bir daha konuşmamakta kararlıyım. 3. tasarlamak, planlamak:
intensify f. şiddetlendirmek,
He intends to build yoğunlaştırmak;
a summer houseşiddetlenmek,
in Kalkan. Kalkan´da bir
intensity yoğunlaşmak:
yazlık yapmayı The storm
tasarlıyor. is intensifying.
i. 1. keskinlik, şiddet. 2. yoğunluk. Fırtına şiddetleniyor.
They intensified their search for the lost child. Kayıp çocuğu
intensive s. 1. şiddetli. 2. yoğun.
bulmak için aramalarını yoğunlaştırdılar.
intensive care tıb. yoğun bakım.
intensive care unit tıb. yoğun bakım servisi.
intent i. amaç, maksat, niyet. s.
intention i. 1. niyet, amaç, maksat: His intention is to help you. Amacı
intentional size yardım
s. kasıtlı, etmek.
kasti, He has
maksatlı, nobile
bile intention of isteyerek
yapılan, coming. Gelmek
yapılan.
niyetinde değil. 2. anlam, mana: That´s not the intention of the
intentionally z. kasten, bile bile, isteyerek, mahsus.
poem. Şiirin anlamı öyle değil. 3. kasıt.
inter f. (--red, --ring) gömmek, defnetmek.
interact f. birbirini etkilemek.
interaction i. 1. birbirini etkileme, etkileşim. 2. kim., fiz. interaksiyon,
intercede etkileşim.
f. araya girmek, aracılık etmek.
intercellular s., biyol. hücrelerarası, gözelerarası.
intercept f. yolunu kesip durdurmak, yolunu kesip yakalamak.
intercession i. araya girme, aracılık.
intercessor i. aracı, arabulucu.
interchange f. değiştirmek, değiş tokuş etmek. i. değiştirme, değiş tokuş
interchangeable etme.
s. birbiriyle değiştirilebilir.
interconnect f. birbirine bağlamak.
interconnecting rooms birbirine açılan odalar.
interconnection i. 1. birbirine bağlı olma. 2. elek. interkoneksiyon.
intercontinental s. kıtalararası.
intercourse i. 1. görüşme, konuşma; ilişki. 2. cinsel ilişki.
interdependence i. karşılıklı dayanışma.
interdependent s. birbirine bağlı olan.
interdict i. yasak.
interdict f. yasaklamak, menetmek.
interest i. 1. in -e ilgi, merak. 2. hisse, pay. 3. çıkar. 4. kâr, kazanç. 5.
interesting faiz. f. 1. enteresan.
s. ilginç, ilgilendirmek. 2. merakını uyandırmak.
interface i. 1. arayüzey. 2. bilg. arabirim.
interfere f. 1. in -e karışmak, -e burnunu sokmak, -e müdahale etmek. 2.
interference with ile çatışmak.
i. 1. karışma, 3. with2.
müdahale. -i çatışma.
engellemek.
3. engel. 4. radyo parazit.
interim i. aralık, ara, fasıla. s. geçici.
interior s. içerideki, iç, dahili. i. 1. iç, dahil. 2. iç yerler, iç kısım.
interior decoration içmimarlık.
interior decorator içmimar.
interject f. arada (söz) söylemek.
interjection i. 1. ünlem. 2. arada söyleme.
interlace f. 1. birbirine dolanmak; birbirine dolamak. 2. birbirine geçmek;
interlock birbirine
f. birbirinegeçirmek.
bağlamak, 3. birbirine
with -e yer yer serpiştirmek:
kenetlemek; birbirineHe interlaced
his writings with
bağlanmak, aphorisms.
birbirine Yazılarına yer yer özdeyişler
kenetlenmek.
interlope f. başkasının işine karışmak.
serpiştirdi.
interloper i. başkasının işine burnunu sokan kimse.
interlude i. 1. ara dönem. 2. tiy., sin., konser ara, antrakt. 3. tiy. ara
intermarriage oyunu.
i. 1. çeşitli aileler/milletler arasında evlenme. 2. yakın akrabalar
intermediary arasında evlenme.aracılık eden. i. aracı, arabulucu.
s. arada bulunan,
intermediate s. ortadaki, aradaki, orta.
interment i. (ölüyü) gömme, defnetme.
intermezzo i., müz. intermezzo.
interminable s. sonsuz, bitmez tükenmez.
intermission i. 1. sin., tiy., konser ara, antrakt. 2. futbol ara, haftaym. 3.
intermittent voleybol, basketbol
s. kesik kesik, ara, mola.
aralıklı.
intermittent current elek. kesikli akım.
intermittent fever tıb. belirli aralıklarla gelen ateş.
intermittently z. kesik kesik, aralıklı olarak.
intern f. 1. enterne etmek, gözaltına almak. 2. (bir gemiyi bir limanda)
intern hapsetmek.
i. 1. staj yapan tıp öğrencisi, intern. 2. staj yapan kimse.
internal s. 1. iç, dahili. 2. içilir (ilaç). 3. içten.
internal affairs içişleri.
internal combustion engine iç yakımlı motor.
internal inflection dilb. içbükün.
internal medicine tıb. dahiliye.
internal migration içgöç.
internal organs iç organlar.
internal revenue devlet geliri.
internal structure iç bünye, iç yapı.
international s. uluslararası, milletlerarası, enternasyonal.
international law uluslararası hukuk.
international law uluslararası hukuk.
internationalism i. enternasyonalizm, uluslararasıcılık.
internationalist i. enternasyonalist, uluslararasıcı.
interpenetrate f. 1. tamamen içine geçmek, nüfuz etmek. 2. birbirinin içine
interplay geçmek.
i. karşılıklı etkileme.
interpolate f. 1. yazıya sözcük/cümle ekleyerek asıl metni değiştirmek. 2. iki
interpolation şey
i. 1. arasına başka bir şey ekleyerek
yazıya sözcük/cümle sokmak. asıl metni değiştirme. 2.
interpose metne
f. 1. iki eklenmiş
şeyin arasınasözcük/cümle,
koymak. 2.eklenti. 3. araya bir şey sokma.
araya girmek.
4. mat. interpolasyon.
interpret f. 1. yorumlamak. 2. çevirmek, tercüme etmek. 3. çevirmenlik
interpret s.t. strictly yapmak.
bir şeyi tam yazıldığı/söylendiği gibi yorumlamak, hayal gücünü
interpretation kullanarak (bir şeye) başka bir anlam yüklemeye kalkmamak.
i. yorum, açıklama.
interpreter i. 1. yorumcu. 2. çevirmen, tercüman.
interracial s. ırklararası.
interrelated s. birbiriyle ilgili.
interrelation i. karşılıklı ilişki.
interrogate f. 1. sorguya çekmek. 2. soru sormak.
interrogation i. 1. sorguya çekme. 2. soru sorma.
interrogative s. sorulu, soru ifade eden. i. soru zamiri; soru sözcüğü.
interrogative pronoun soru zamiri.
interrogator i. 1. sorgu yargıcı. 2. soru soran kimse.
interrupt f. 1. yarıda kesmek. 2. engellemek. 3. (birinin) sözünü kesmek.
interruption i. ara, kesinti, kesilme.
intersect f. 1. kesişmek. 2. katetmek, kesmek, ikiye bölmek.
intersection i. 1. kesişme. 2. kavşak. 3. geom. arakesit.
intersperse f. arasına serpmek, karıştırmak.
interspersion i. serpiştirme.
interstate s., A.B.D. eyaletlerarası. i., A.B.D. eyaletler arasından geçen
intertwine otoyol.
f. 1. birbirine sarılmak, birbirine geçmek. 2. with -e sarmak, -e
interuniversity dolamak.
s. üniversitelerarası.
interval i. 1. aralık, ara. 2. süre. 3. müz. iki ses arasındaki perde farkı,
intervene enterval.
f. 1. araya girmek. 2. in -e karışmak.
intervention i. 1. aracılık. 2. karışma.
interview i. 1. görüşme, mülakat. 2. röportaj. f. 1. ile görüşme/mülakat
interweave yapmak. 2. ile röportaj
f. (in.ter.wove, yapmak.
in.ter.wo.ven) 1. beraber dokumak. 2. birbirine
intestinal karıştırmak.
s. bağırsaklara ait.
intestine i., anat. bağırsak.
intimacy i. samimilik, samimiyet.
intimate s. 1. samimi, çok yakın (arkadaş). 2. çok yakın, sıkı: There is an
intimate intimate relationship
f. üstü kapalı söylemek, between love and
ima etmek, hate. Aşk
imlemek, ve nefret
çıtlatmak.
arasında çok yakın bir ilişki var. 3. derin, ayrıntılı (bilgi). 4. özel,
intimately z. 1. içtenlikle, samimiyetle. 2. çok yakından: He´s a distant
mahrem. i. 1. samimi arkadaş. 2. sırdaş.
intimation relative; I don´t
i. üstü kapalı know him
söyleme, ima.intimately. O uzak bir akraba;
kendisini yakından tanımıyorum. The two subjects are
intimidate f. gözünü korkutmak, sindirmek, yıldırmak; gözdağı vermek.
intimately related. İki konu birbiriyle yakından ilgili. 3.
intimidation i. gözünü korkutma,
derinlemesine, yıldırma,
çok iyi: sindirme; gözdağı
She is intimately familiar verme.
with Bach´s
into music. Bach´ın
edat içine; içeri;müziğini
-e, -ye. derinlemesine biliyor.
into the bargain üstelik, caba.
intolerable s. çekilmez, dayanılmaz.
intolerance i. hoşgörüsüzlük.
intolerant s. of -e karşı hoşgörüsüz.
intonation i. 1. ses tonunun yükselip alçalma şekli, tonlanma, titremleme.
intoxicant 2. müz. entonasyon,
s. sarhoş tonötüm.
edici. i. sarhoş eden madde.
intoxicate f. 1. sarhoş etmek. 2. mest etmek. 3. tıb. zehirlemek.
intoxication i. 1. sarhoşluk. 2. mest olma. 3. tıb. zehirlenme.
intractable s. 1. inatçı, serkeş, yola getirilemeyen. 2. kolay kontrol
intramuscular edilemeyen.
s. kasiçi.
intransigence i. uzlaşmazlık.
intransigent s. uzlaşmaz, uzlaşması olanaksız.
intransitive s., dilb. geçişsiz, nesnesiz (fiil).
intransitive verb geçişsiz fiil.
intrauterine device tıb. spiral.
intravenous s. damariçi.
intrepid s. yılmaz, korkusuz, cesur.
intricate s. karışık, çapraşık, girişik, girift.
intrigue f. 1. merakını uyandırmak, ilgisini çekmek; şaşırtmak. 2. entrika
intrigue çevirmek,
i. 1. entrika,dalavere
hile. 2. çevirmek. 3. gizlice sevişmek.
gizli aşk macerası.
intrinsic s. asıl, esas, kendine özgü.
intrinsical s., bak. intrinsic.
intrinsically z. aslında, özünde.
introduce f. 1. to ile tanıştırmak: She introduced him to her mother. Onu
introduction annesiyle
i. 1. tanıtım.tanıştırdı. 2. to -itakdim.
2. tanıştırma, tanıtmak: This book introduces
3. başlangıç, giriş, önsöz.
preschool children to biology. Bu kitap okulöncesi çocuklarına
introductory s. 1. tanıtıcı. 2. başlangıç ile ilgili.
biyolojiyi tanıtıyor. 3. ortaya koymak, ileri sürmek, öne sürmek:
introspection i.
I´miçgözlem,
about toiçebakış.
introduce new evidence in support of my thesis.
introspectionism Tezimi desteklemek için yeni kanıtlar ortaya koymak üzereyim.
i. içebakışçılık.
introspectionist 4. into
i., s. -e sunmak: The bill was introduced into the Grand
içebakışçı.
National Assembly. Yasa tasarısı Büyük Millet Meclisine sunuldu.
introspectionistic s.
5. içebakışçı.
into (soyut bir şeyi) -e (ilk olarak) getirmek, -e tanıtmak: He
introspective s. içgözlemsel.
introduced double-entry accounting into that firm. O firmaya çift
introvert kayıt defter tutma yöntemini o tanıttı. 6. into (somut bir şeyi) -e
i. içedönük kimse.
(ilk olarak) getirmek/götürmek: The English introduced rabbits
intrude f. 1. zorla içeriye sokmak; zorla girmek. 2. istenilmeyen bir yere
into Australia. Avustralya´ya tavşanı ilk olarak İngilizler getirdi.
izinsiz
i. ve davetsiz girmek.
intruder 7.1. zorla
into giren
içine kimse.
sokmak: 2. davetsiz
The misafir. the needle into the
nurse introduced
intrusion vein with difficulty.
i. 1. zorla Hemşire
girme. 2. izinsiz veiğneyi damara
davetsiz girme.sokmakta zorlandı.
intrusive s. 1. zorla giren. 2. izinsiz ve davetsiz giren.
intuition i. sezgi, sezi, içe doğma.
intuitionism i., fels. sezgicilik.
intuitionist i., s., fels. sezgici.
intuitionistic s., fels. sezgici.
intuitive s. sezgiyle anlaşılan/öğrenilen, sezgisel.
intuitive knowledge sezgiyle edinilen bilgi.
intuitively z. sezgiyle.
inundate f. 1. su basmak, sel basmak. 2. garketmek.
invade f. 1. saldırmak, hücum etmek. 2. istila etmek.
invader i. istilacı.
invalid s. 1. hasta. 2. yatalak. 3. sakat.
invalid s. geçersiz, hükümsüz.
invalidate f. geçersizleştirmek, hükümsüz kılmak.
invaluable s. çok değerli, paha biçilmez.
invariable s. değişmeyen, değişmez, sabit kalan.
invariably z. 1. değişmeyerek. 2. aynı şekilde. 3. her zaman.
invasion i. istila, saldırı, akın.
invective i. ağır hakaret, sövüp sayma, küfür.
inveigh f. against -i şiddetle eleştirmek; -i paylamak.
invent f. 1. icat etmek, yaratmak. 2. uydurmak.
invention i. buluş, icat.
inventive s. yaratıcı.
inventor i. icat eden, yaratıcı.
inventory i. 1. envanter. 2. deftere kayıtlı eşya, demirbaş.
inverse s. ters, aksi. i., mat. ters sonuç.
inversion i. 1. ters dönme, altüst olma. 2. tersine dönmüş şey. 3. ters
invert çevirme.
f. 1. tersine4. müz. tersine
çevirmek, çalış, etmek.
tersyüz enversiyon.
2. dilb., müz. sırasını
invertebrate değiştirmek.
s. omurgasız. i. omurgasız hayvan.
inverted s. 1. tersine çevrilmiş, tersyüz edilmiş. 2. dilb., müz. sırası
inverted commas değiştirilmiş.
İng. tırnak işaretleri.
inverted commas İng. tırnak işaretleri, tırnaklar.
invest f. 1. in -e (para) yatırmak. 2. in (bir proje için)
investigate (para/emek/zaman) harcamak. 3. with
f. 1. hakkında tahkikat/soruşturma (bir makama)
yapmak: getirmek.
The detective was
4. with (sorumluluk,
investigating the yetki
murder. v.b.´ni)
Dedektif vermek.
cinayet 5. (with)
hakkında (belirli
tahkikatbir)
investigation i. 1. tahkikat, soruşturma. 2. araştırma, inceleme.
hava vermek: His voice invests what he says
yapıyordu. 2. araştırmak, incelemek: They were investigatingwith authority.
investigator i. 1. dedektif.
Sesi 2. araştırıcı.
söylediklerine otoriter bir hava veriyor. 6. ask. kuşatmak,
the problem. Problemi araştırıyorlardı.
investment muhasara
i. 1. yatırım, etmek.
envestisman. 2. (sorumluluk, yetki v.b.´ni) verme.
investor i. yatırımcı.
inveterate s. 1. kökleşmiş, yerleşmiş. 2. müzmin; düşkün, tiryaki.
invidious s. 1. kıskandırıcı. 2. haksız. 3. tiksindirici.
invigorate f. canlandırmak, güçlendirmek.
invincible s. yenilmez.
inviolable s. 1. dokunulmaz. 2. bozulamaz, çiğnenemez.
inviolate s. bozulmamış, çiğnenmemiş.
invisibility i. görünmezlik.
invisible s. 1. görülmez, görünmez, gözle seçilemez. 2. çabuk
invisibleness kestirilemez. 3. mal. resmi hesaplarda gözükmeyen.
i., bak. invisibility.
invitation i. 1. davet, çağrı. 2. davetiye.
invite f. 1. davet etmek, çağırmak: He invited only his close friends to
invite s.o. in the
biriniexhibit.
buyur Sergiye sadece
etmek, birini en yakın
içeriye davetarkadaşlarını
etmek. davet etti. 2.
rica etmek: He invited me to apply for the job. İşe başvurmamı
inviting s. çekici, cazip, hoş; davetkâr.
rica etti. 3. davet etmek, yol açmak: Carelessness invites
invoice i. fatura. f.Dikkatsizlik
criticism. faturasını çıkarmak.
eleştiriye yol açar. i., k. dili davet.
invoke f. 1. (yardım, koruma v.b.´ni) istemek. 2. (Allaha) yakarmak,
involuntary yalvarmak. 3. (ruh)
s. 1. gayriihtiyari, çağırmak. 4.
istemeyerek başvurmak:
yapılan, istemsiz.He invoked
2. ruhb. his
diplomatic
istençsiz, immunity.
iradedışı, Diplomatik
gayriiradi. dokunulmazlığına başvurdu.
involve f. 1. gerektirmek, istemek: Expertise involves practice. Ustalık
He invoked Plato in defense of his thesis. Tezini savunmak için
involvement pratik
i. ister.
1. ilgi, 2. 2.
ilişki. in karışma,
-e karıştırmak, -e bulaştırmak,
bulaşma. 3. k. dili aşk -e sokmak: Don
ilişkisi.
Eflatun´a başvurdu.
´t involve me in your illegal activities. Beni yasadışı işlerinize
invulnerable s. 1. zarar görmekten veya yaralanmaktan tamamen korunmuş.
bulaştırmayın. 3. içermek, kapsamak: This problem involves
inward 2. fethedilemez;
s. 1. içeride ele geçirilmez
bulunan, iç. 2.başka (yer).
ruhsal, 3. gayet
manevi. i. içsağlam:
kısım. His
other problems. Bu sorun sorunları içeriyor.
position in the firm is invulnerable. Firmadaki yeri gayet
inward z. 1. içeriye doğru. 2. fikir veya ruhun derinliğine doğru, içe
sağlam.
inwards doğru.
z., bak. inward 2.
iodic s. iyotlu.
iodine i. iyot.
iodisation i., İng., bak. iodization.
iodise f., İng., bak. iodize.
iodised s., İng., bak. iodized.
iodization i. iyotlama.
iodize f. iyotlamak.
iodized s. iyotlu, iyotlanmış.
ion i. iyon.
ionic s. iyonik.
ionisation i., İng., bak. ionization.
ionise f., İng., bak. ionize.
ionization i. iyonlaşma, iyonlanma.
ionize f. iyonlaştırmak; iyonlaşmak.
ionosphere i. iyonyuvarı.
iota i. zerre, nebze: There´s not an iota of truth in it. Onda zerre
irascible kadar
s. çabukgerçeklik
öfkelenen,yok.sinirli, huysuz.
irate s. öfkeli, hiddetli, kızgın.
ire i. öfke, hiddet, kızgınlık.
iridescent s. yanardöner.
iris i. 1. anat. iris. 2. bot. süsen, iris, Iris.
irk f. 1. bıktırmak, usandırmak. 2. canını sıkmak, sinirlendirmek.
irksome s. can sıkıcı, bıktırıcı, usandırıcı.
iron i. 1. demir. 2. ütü. 3. maden uçlu golf sopası. s. 1. demir,
iron foundry demirden
dökümhane, yapılmış. 2. demir gibi. f. ütülemek.
demirhane.
iron gray demirkırı.
iron out 1. ütüleyerek (buruşuklukları) gidermek. 2. (pürüz, sorun v.b.
ironic ´ni) gidermek.
s. inceden inceye alay eden, alaylı, ironik.
ironical s., bak. ironic.
ironing i. 1. ütüleme: Have you done the ironing? Çamaşırları ütüledin
ironing board mi? 2. ütülenecek çamaşırlar: She´s got a lot of ironing to do.
ütü tahtası/masası.
Çok ütü işi var. 3. ütülenmiş/ütülü çamaşırlar.
ironmonger i., İng. nalbur.
ironwork i. (bir şeye ait) demir kısımlar, demirler.
ironworks i. demirhane.
irony i. 1. ironi, istihza. 2. insana alay gibi gelen bir tesadüf.
irony of fate kaderin cilvesi.
irrational s. 1. akılsız, mantıksız. 2. akıldışı, usdışı, irrasyonel.
irrationalism i., fels. usdışıcılık, irrasyonalizm.
irrationally z. mantıksızca.
irreconcilable s. uzlaştırılamaz, barıştırılamaz. i. 1. uzlaşmaz kimse. 2. çoğ.
irrecoverable uyuşmayan fikirler.2. geri alınamaz.
s. 1. düzeltilemez.
irredeemable s. 1. kurtulamaz. 2. paraya çevrilemez. 3. bedeli ödenerek
irrefutable kurtarılamaz. 4. çaresiz.
s. aksi iddia edilemez, su götürmez, çürütülemez.
irregular s. 1. düzensiz, kuralsız. 2. yolsuz, usulsüz. 3. çarpık, düz
irrelevant olmayan.
s. konu dışı;4. başıbozuk
to ile ilgisi (asker).
olmayan. 5. dilb. kuraldışı.
irremediable s. 1. çaresiz. 2. tedavisi olanaksız.
irreparable s. onarılamaz, tamir olunamaz; onulmaz, çaresiz.
irreplaceable s. yeri doldurulamaz.
irrepressible s. 1. bastırılamayan, frenlenemeyen, önüne geçilemeyen. 2.
irreproachable zaptolunmaz,
s. kusur bulunamaz,gemlenmez.
aleyhinde söylenecek bir şey olmayan,
irresistible kusursuz.
s. karşı konulmaz, dayanılmaz, çok çekici.
irresolute s. kararsız, ikircimli, mütereddit.
irresolvable s. çözülemez.
irrespective s. of -e bakmaksızın.
irresponsibility i. sorumsuzluk.
irresponsible s. sorumsuz.
irretrievable s. 1. bir daha ele geçmez. 2. telafi edilemez.
irreverence i. saygısızlık.
irreverent s. saygısız.
irreversible s. 1. ters çevrilemez. 2. değiştirilemez, geri alınamaz. 3. kim.,
irrevocable fiz. tersinmez.
s. geri alınamaz, değişmez, değiştirilemez.
irrigate f. 1. (toprağı) sulamak. 2. tıb. yıkamak, lavaj yapmak.
irrigation i. 1. (toprağı) sulama. 2. tıb. yıkama, lavaj.
irritable s. çabuk kızan, sinirli.
irritant s. 1. sinirlendirici. 2. tahriş edici. i. 1. tahriş edici şey. 2.
irritate sinirlendirici şey.
f. 1. sinirlendirmek. 2. tahriş etmek.
irritating s. 1. sinirlendirici. 2. tahriş edici.
irritation i. 1. kızgınlık, öfke. 2. tahriş, kaşındırma.
is bak. be.
island i. ada.
islander i. adalı.
isle i. ada.
islet i. adacık.
isn`t kıs. is not.
isobar i. izobar, eşbasınç.
isolate f. 1. yalnız bırakmak, izole etmek. 2. ayırmak; tecrit etmek. 3.
isolated mahsur
s. bırakmak.
1. tenha. 4. kim.
2. yalnız, ayırmak.
tek başına kalmış; tek. 3. tek tük: isolated
isolation instances of cholera tek tük kolera vakaları.
i. 1.tenhalık; yalnızlık. 2. yalnız bırakma, 4.etme.
izole mahsur3. kalan.
ayırma;
isomer tecrit etme.
i., kim. izomer. 4. kim. ayırma.
isomeric s. izomerik.
isomerism i. izomerizm.
isomorph i. izomorf, eşbiçim.
isomorphic s. izomorfik, eşbiçimli.
isomorphism i. izomorfizm, eşbiçimlilik.
isosceles s. ikizkenar.
isosceles triangle geom. ikizkenar üçgen.
isotherm i. izoterm, eşsıcak.
isotope i. izotop, yerdeş.
issue f. 1. yayımlama, yayım, basım. 2. konu. 3. sorun, mesele. 4.
issue of shares sonuç, netice.ihracı.
hisse senedi 5. sayı, nüsha. 6. boşalma yeri. 7. boşalma, çıkış.
8. dağıtım. 9. huk. çocuklar, füru. 10. mal. piyasaya sürme,
isthmus i., coğr. kıstak, berzah.
emisyon.
it zam. o; onu; ona. i. (oyunlarda) ebe.
it`d kıs. 1. it had. 2. it would.
it`ll kıs. it will.
it`s kıs. 1. it is. 2. it has.
italic s. italik. i., gen. çoğ. italik.
italicise f., İng., bak. italicize.
italicize f. italik harflerle basmak.
itch f. kaşınmak, kaşıma isteği duymak. i. 1. kaşıntı, kaşınma. 2.
itch mite arzu, istek.
uyuzböceği.
itchy s. 1. insanı kaşındıran, teni dalayan (kumaş/giysi). 2. kaşınan,
item kaşıntısı
i. 1. parça,olan.
kalem, adet. 2. madde, fıkra. 3. gazet. haber. 4.
itemise hesapta tek rakam.
f., İng., bak. itemize.
itemize f. ayrıntılarıyla yazmak.
itinerant s. dolaşan, gezgin, seyyar. i. gezginci, seyyar kimse.
itinerary i. 1. yol. 2. seyahat programı. 3. yolcu rehberi. s. 1. yola ait. 2.
its yolculukla
zam. onun ilgili.
(it´in iyelik hali).
itself zam. kendi, kendisi.
ivory i. 1. fildişi. 2. fildişi rengi.
ivory tower fildişi kule.
ivy i., bot. duvarsarmaşığı, ağaçsarmaşığı, sarmaşık, hedera.
J, j i. J, İngiliz alfabesinin onuncu harfi.
jab f. (--bed, --bing) 1. dürtmek, itmek. 2. saplamak. i. 1. dürtme. 2.
jabber saplama.
f. 1. çabuk3.çabuk
İng., k. dili iğne, iğne
konuşmak. yoluyla verilenşekilde
2. anlaşılmayacak ilaç.
jack konuşmak.
i. 1. oto. kriko, kaldırıcı. 2. adam; köylü. 3. gemici. 4. bocurgat.
jackal 5. isk. oğlan,
i., zool. çakal,bacak, vale. 6. (bazı oyunlarda) top. 7. argo para.
Canis aureus.
8. elek. priz. 9. den. cıvadra sancağı. 10. erkek eşek. 11. erkek
jackass i. 1. erkek eşek. 2. ahmak adam, eşek herif, marsıvan eşeği.
tavşan. 12. çoğ. beş taş oyunu. f. up 1. kriko ile kaldırmak. 2.
jackboot i. 1. kaba kuvvet.
bocurgatla 2. kaba
kaldırmak. kuvvet
3. bir kimseyekullanan kimse,
görevini zorba. f. kaba
hatırlatmak.
jackdaw kuvvetle başkasını boyun
i., zool. küçükkarga, eğmeye
cücekarga, zorlamak.
Corvus s. kaba kuvvete
monedula.
dayanan.
jacket i. 1. ceket. 2. şömiz. 3. mak. silindir ceketi.
jackknife çoğ. jack.knives (cäk´nayvz) i. büyük çakı.
jack-of-all-trades i. elinden her iş gelen kimse, on parmağında on marifet olan
jackpot kimse.
i., isk. pot, ortada biriken para.
jade i. yeşim.
jade i. 1. hafifmeşrep kadın. 2. yaşlı ve işe yaramaz at, düldül. f. çok
jaded yormak.
s. 1. çok yorgun, bitkin. 2. isteksiz, bıkkın.
Jaffa i. yafa, yafa portakalı.
Jaffa orange yafa, yafa portakalı.
jag i. 1. viraj, keskin dönüş. 2. diş, sivri uç. f. (--ged, --ging) diş diş
jagged etmek, çentmek.sivri uçlu.
s. dişli, çentikli,
jaguar i. jaguar, jagar.
jail i. hapishane, mahpushane. f. hapse atmak, hapsetmek.
jailbird i., k. dili 1. mahkûm, mahpus. 2. (vaktiyle hapis yatmış) sabıkalı.
jailbreak i. firar, hapishaneden kaçma.
jailer i. gardiyan.
jailhouse i. hapishane, mahpushane.
jaloppy i., argo, bak. jalopy.
jalopy i., argo külüstür otomobil, düldül.
jam f. (--med, --ming) 1. tıkmak, sıkıştırmak. 2. hıncahınç doldurmak;
jam tıkmak: They are going to jam all of us into that small room.
i. reçel, marmelat.
Hepimizi o küçük odaya tıkacaklar. 3. sıkışmak, kilitlenmek,
jam on the brakes frene kuvvetle basıvermek.
kenetlenmek; sıkıştırmak, kilitlemek, kenetlemek: The paper
jam session cazcıların
keeps bir araya
jamming betweengelip the
doğaçtan
rollers.çaldığı
Kâğıt hacazbire
müziği.
merdanelerin
jam session arasına
cazcılarınsıkışıyor.
bir arayaI jammed my finger
gelip doğaçtan in thecaz
çaldığı door. Parmağımı
müziği.
Jamaica kapıya sıkıştırdım. 4. radyo parazit yapmak, yayını bozmak. i. 1.
i. Jamaika.
tıkanıklık, sıkışıklık. 2. kalabalık, izdiham, yığılışma. 3. sıkışma,
Jamaican i. Jamaikalı.kenetlenme.
kilitlenme, s. 1. Jamaika, 4.Jamaika´ya özgü. 2.
k. dili zor durum. 5. Jamaikalı.
radyo parazit.
jamb i. kapı veya pencerenin dik yanı veya kenar pervazı.
jamboree i., argo cümbüş, eğlenti, gırgır.
jam-packed s. dopdolu, hıncahınç dolu, tıklım tıklım.
Jan kıs. January.
jangle f. 1. ahenksiz ses çıkarmak. 2. kavga etmek, çekişmek. i. 1.
janissary ahenksiz
i. yeniçeri. ses. 2. gürültü.
janitor i. kapıcı; odacı.
janizary i., bak. janissary.
January i. ocak ayı.
Jap kıs. Japan, Japanese.
Japan i. Japonya.
Japanese i. 1. (çoğ. Jap.a.nese) Japon. 2. Japonca. s. 1. Japon. 2. Japonca.
Japanese cedar bot. kriptomerya, Cryptomeria japonica.
Japanese maple bot. japonakçaağacı, Acer palmatum.
Japanese persimmon bot. trabzonhurması, Diospyros kaki.
Japanese plum bot. maltaeriği, yenidünya, Prunus salicina.
Japanese quince bot. japonayvası, Chaenomeles lagenaria.
japonica i., bot. japonayvası, Chaenomeles lagenaria.
jar f. (--red, --ring) 1. kulak tırmalayıcı bir ses çıkarmak. 2.
jar zangırdatmak;
i. kavanoz. zangırdamak. 3. (with) (-e) ters düşmek, (ile)
çatışmak. 4. on/upon sinirlendirmek. 5. sarsmak; sarsılmak. i. 1.
jargon i. 1. anlaşılmaz dil. 2. meslek argosu. 3. özel dil.
sarsıntı; şok. 2. zangırtı.
jasmine i., bot. yasemin, Jasminum.
jaundice i. 1. tıb. sarılık. 2. hoşnutsuzluk; karamsarlık; düşmanlık;
jaundiced kıskançlık;
s. 1. sarılıkönyargı.
olmuş. 2. hoşnutsuz; karamsar; düşmanca;
jaunt kıskançlık dolu; önyargılı.
f. gezmek. i. gezinti.
jauntily z. kaygısızca, fütursuzca.
jaunty s. 1. neşeli, şen, kaygısız. 2. gösterişli, şık.
Java i. Cava.
Javan i. Cavalı. s., bak. Javanese.
Javanese i. 1. (çoğ. Jav.a.nese) Cavalı. 2. Cavaca. s. 1. Cava, Cava´ya
javelin özgü.
i. cirit.2. Cavaca. 3. Cavalı.
javelin throw cirit atma, cirit.
jaw i. 1. çene. 2. çoğ. ağız. 3. argo çene çalma, laflama. f., argo 1.
jawbone çene çalmak,
i., anat. laflamak.
çenekemiği. 2. dırlanmak.
f., argo tehditle baskı yapmak.
jawbreaker i., k. dili 1. çok sert akide şekeri. 2. söylenişi zor sözcük.
jay i., zool. alakarga, kestanekargası, Garrulus glandarius.
jaywalk f., k. dili (yaya) yaya geçidi olmayan bir yerde karşıdan karşıya
jaywalker geçmek;
i. caddeyi(yaya) trafik kurallarına
trafik kurallarına uymadan
uymadan geçenkarşıdan
kimse. karşıya
geçmek.
jazz i., s. caz.
jazz band cazbant.
jazz up argo canlandırmak, hareketlendirmek.
jealous s. kıskanç.
jealously z. kıskançlıkla.
jealousy i. kıskançlık.
jean i. cin kumaş. --s i. cin, cin pantolon; blucin.
jeep i. cip.
jeer f. (at) bağırarak/kahkahalar atarak (ile) alay etmek. i. alaylı
jell bağırış/kahkaha.
f. 1. donmak, pelteleşmek. 2. k. dili biçimlenmek,
jello belirginleşmek.
i. (meyve tadında, pelteye benzeyen) jöle.
jelly i. 1. (reçel veya marmelada benzeyen) jöle. 2. İng., bak. jello. f.
jellybean pelteleştirmek;
i. içi jöleli fasulyepelteleşmek.
biçiminde bir şeker.
jellyfish i. 1. denizanası, medüz. 2. k. dili kararsız kimse.
jeopardise f., İng., bak. jeopardize.
jeopardize f. tehlikeye atmak, tehlikeye sokmak.
jeopardy i. 1. tehlike, nazik durum. 2. huk. yargılanan sanığın cezaya
jerboa çarpılma olasılığı.çölfaresi, çölsıçanı, Dipus.
i., zool. cırboğa,
jerk i. 1. şiddetli ve ani çekiş. 2. silkinme; silkme. 3. büzülme,
jerk burkulma.
f. 4. k. ve
1. birdenbire dilişiddetle
pis/aşağılık herif.2. silkip atmak. 3. fırlatmak.
çekmek.
jerk off 4. sarsıla sarsıla gitmek.
argo otuz bir çekmek, abaza çekmek, mastürbasyon yapmak.
jerk out kesik kesik ve hızlı söylemek.
jerkily z. sarsıntılarla, sarsarak.
jerky s. 1. sarsıntılı. 2. spazmodik. 3. argo aptal, salak.
jerry i., İng., k. dili lazımlık, oturak.
jerry-built s. kötü malzemeyle yapılmış.
jersey i. 1. jarse. 2. İng. kazak, süveter, pulover.
Jerusalem i. Kudüs.
Jerusalem artichoke yerelması.
Jerusalem artichoke yerelması.
jessamine i., bot., bak. jasmine.
jest i. şaka, latife, alay. f. latife etmek, şaka söylemek; şaka etmek.
jester i. soytarı, maskara.
Jesus i. Hz. İsa.
Jesus! ünlem Allah Allah!
jet s. simsiyah, kapkara.
jet f. (--ted, --ting) 1. fışkırtmak; fışkırmak. 2. jetle yolculuk
jet lag yapmak.
(uzun biri.uçak
1. jet. 2. fışkırma. 3.sonra)
yolculuğundan fıskıye.
zaman farkından doğan
jet plane uyku düzensizliği, yorgunluk
jet uçağı, jet, tepkili uçak. v.b.
jet propulsion tepkili çalıştırma, jetli sürüş.
jet setter jet sosyeteden bir kimse.
jet-black s. simsiyah.
jet-propelled s. 1. tepkili (uçak). 2. jet gibi hızlı. 3. enerjik, hareketli.
jettison f. (tehlike anında gemiyi hafifletmek için) (yükü) denize atmak.
jetton i. jeton.
jetty i. 1. dalgakıran, mendirek. 2. kâgir iskele.
Jew i., s. Musevi, Yahudi.
jewel i. 1. değerli taş, cevher, mücevher. 2. cep saatinin içindeki taş.
jeweled 3. değerli taşla/taşlarla
s. değerli kimse/şey. f. süslü.
(--ed/--led, --ing/--ling) değerli taşlarla
süslemek.
jeweler i. kuyumcu, mücevherci.
jewelled s., İng., bak. jeweled.
jeweller i., İng., bak. jeweler.
jewellery i., İng., bak. jewelry.
jewelry i. mücevherat, mücevher.
jewelry store kuyumcu dükkânı.
Jewish s. Musevi, Yahudi.
jib i., den. flok yelkeni. f. (--bed, --bing) İng. (at) (-e) karşı gelmek,
jibe itiraz etmek;
f. 1. den. (bir ile
bumba şeyi yapmaktan)
seren çekinmek;
veya yelkeni rüzgâr(bir şey hakkında)
yönünde
tereddüde
giderken kapılmak.
kavanço etmek. 2. with k. dili -e uymak, ile uyuşmak.
jiff i., bak. jiffy.
jiffy i., k. dili an, lahza.
jiggered s.
jiggery-pokery i., İng., k. dili katakulli, oyun, hile.
jiggle f. salınmak, dingildemek, ırgalanmak; sallamak. i. 1. titreme. 2.
jigsaw hafif sallantı.
i. motorlu oyma testeresi.
jigsaw puzzle kesilmiş parçaları birleştirerek oynanan resim-bilmece.
jihad i. cihat.
jilt f. (sevgilisini) terketmek. i. sevgilisini terkeden kız.
jimmy i. (hırsızların kullandığı) ufak levye. f. (hırsızların kullandığı) ufak
jimsonweed levye ile şeytanelması.
i. tatula, açmak.
jingle i. 1. şıngırtı; çıngırtı; şıkırtı. 2. (tekerleme gibi) kısa şiir. 3.
jinks tekerlemeli
i. şarkı. f. şıngırdatmak; çıngırdatmak; şıkırdatmak.
jinni i. cin.
jinx i., argo uğursuz şey/kimse, uğursuzluk. f. uğursuzluk getirmek.
jitters i., k. dili the aşırı sinirlilik.
jittery s., k. dili çok sinirli.
jiujitsu i., bak. jujitsu.
job i. iş, görev, vazife, memuriyet.
job work götürü iş.
jobber i. 1. toptancı, toptan mal satan tüccar, toptan dağıtımcı. 2.
jobless parça
s. işsiz.başına çalışan işçi.
jockey i. cokey.
jockey f. dalavere ile kandırmak.
jockey for position (bir yarışta) daha avantajlı bir yere geçmeye çalışmak.
jockstrap i. suspansuvar.
jocular s. 1. şakalı, şaka yollu. 2. şakacı.
jocularity i. şakacılık.
jocularly z. şaka olarak.
jog f. (--ged, --ging) 1. itmek, sarsmak, dürtmek. 2. yavaş koşmak,
jog s.o.´s memory jogging
(bir şeyiyapmak. i. 1. için
hatırlatmak dürtme.
ipucu2.vererek)
yavaş koşma.
birinin belleğini
jogging canlandırmak.
i. yavaş koşma, jogging.
joggle f. 1. hafifçe sarsmak, yavaşça sallamak; hafifçe
join sarsılmak/sallanmak.
f. 1. (kulüp, parti v.b.´ne)2. geçme ile tutturmak.
katılmak. 2. buluşmak.i. 1.3.birden
birleştirmek;
dürtme,
birleşmek. sallama.
4. 2. sarsıntı.
bağlamak; 3. geçme.
bağlanmak. 5. k. dili bitişmek. 6. in -de
join battle çarpışmaya başlamak.
yer almak, -e katılmak. i. 1. bitişme noktası. 2. birleşme;
join battle savaşa girişmek.
bitişme.
join hands el ele tutuşmak.
join up k. dili 1. asker yazılmak. 2. üye yazılmak.
joiner i. 1. birçok derneğe/gruba üye olan kimse; birçok yere üye olma
joinery meraklısı. 2. İng. doğramacı;
i., İng. doğramacılık; marangoz.
marangozluk.
joint i. 1. anat. eklem, mafsal. 2. ek. 3. ek yeri. 4. kasap. büyük et
joint parçası. 5. bot. bitişmiş.
s. 1. birleşmiş; düğüm, boğum.
2. ortak,6.müşterek.
argo gece kulübü; bar;
lokanta. 7. argo afyon çekilen veya kumar oynanan batakhane.
joint account tic. müşterek hesap.
8. argo esrarlı sigara. f. 1. bitiştirmek, eklemek, raptetmek. 2.
joint account müşterek
ek veya oynakhesap.
yeri yapmak. 3. (eti) oynak yerlerinden ayırmak.
joint creditors müteselsil alacaklılar.
joint debtors müteselsil borçlular.
joint heir mirasta ortak.
joint owner mülkiyette/tasarrufta ortak; paydaş. joint-stock company tic.
joint surety anonim
müteselsil şirket.
kefil.
jointed s. eklemli, mafsallı.
jointly z. ortaklaşa, birlikte.
joist i. kiriş; putrel.
joke i. şaka, latife, nükte. f. şaka yapmak, şaka etmek.
joker i. 1. şakacı kimse. 2. isk. joker.
jokingly z. şaka ederek, şakayla.
jolly s. 1. şen, neşeli. 2. neşe verici. 3. İng., k. dili hoş, güzel. z., İng.,
jolly a place up k.
birdili bayağı,
yeri gerçekten:bir
neşelendirmek; This
yereis sevimli
jolly good! İng. Bu
bir hava bayağı iyi!
vermek.
Jolly good! Çok iyi!/Aferin! f., İng.
jolly s.o. along birini tatlı sözlerle teşvik etmek.
jolly s.o. into tatlı sözlerle birini (bir şeye) ikna etmek.
jolly s.o. out of tatlı sözlerle birini (bir şeyden) vazgeçirmek.
jolly well Bir sözü pekiştirmek için kullanılır: He´ll jolly well have to.
jolt Yapmaktan
f. 1. sarsmak; başka çaresi yok.
sarsılmak. 2. şaşkına çevirmek, şoke etmek. i. 1.
jonquil sarsma, sarsıntı. 2. şok.
i., bot. fulya, zerrin, Narcissus jonquilla.
Jordan i. Ürdün.
Jordanian i. Ürdünlü. s. 1. Ürdün, Ürdün´e özgü. 2. Ürdünlü.
josh f., k. dili takılmak, şaka etmek, alay etmek.
jostle f. itip kakmak, itelemek, dürtüklemek. i. itip kakma.
jot f. (--ted, --ting) down yazmak, not etmek. i. zerre, nebze: I won
´t change a jot of it! Bir noktasını bile değiştirmem! Don´t you
miss a jot or a tittle! En ufak bir noktayı kaçırma!
joule i., fiz. jul.
journal i. 1. günlük, günce. 2. dergi; gazete. 3. den. seyir defteri. 4. tic.
journalism günlük defter, yevmiye defteri.
i. gazetecilik.
journalist i. gazeteci.
journey i. yolculuk, gezi, seyahat, sefer, yol. f. yolculuk etmek.
journeyman çoğ. jour.ney.men (cır´nimîn) i. ustabaşı.
jovial s. şen, neşeli.
joviality i. şenlik, neşe.
jovialness i., bak. joviality.
jowl i. çene kemiği, alt çene.
joy i. sevinç, keyif, haz, neşe.
joyful s. sevinçli, sevindirici, neşeli, neşeyle dolu.
joyfully z. neşeyle.
joyous s. sevinçli, keyifli, neşeli.
joyride i. otomobil gezintisi; çalıntı araba ile gezme.
joystick i. 1. uçakta manevra kolu. 2. bilg. kumanda kolu.
JP kıs. Justice of the Peace.
Jr kıs. Junior.
jubilant s. sevinçli, coşkun.
jubilation i. coşkulu sevinç, coşku.
jubilee i. 1. herhangi bir olayın ellinci yıldönümü. 2. evlilikte altın yıl. 3.
Judaism jübile.
i. 1. Musevilik, Musevi dini. 2. Musevi olma, Musevilik. 3. Musevi
Judas âlemi.
i.
Judas tree bot. erguvanağacı, erguvan, Cercis siliquastrum.
Judeo-German i., s., bak. Yiddish.
Judeo-Spanish i., s. Yahudi İspanyolcası.
judge i. 1. yargıç, hâkim. 2. hakem. 3. bilirkişi. f. 1. yargılamak. 2.
judge by externals hakemlik
görünüşeetmek.
dayanarak3. hüküm
hükmevermek;
varmak.hükmetmek. 4. tahmin
etmek.
judgement i., bak. judgment.
judgment i. hüküm, karar, yargı.
Judgment Day kıyamet günü.
judicial s. adli, hukuki, türel.
judiciary s. adli, hukuki; yargılama ile ilgili. i. 1. adliye. 2. yargıçlar.
judicious s. akıllıca, tedbirli, sağgörülü, mantıklı.
judo i. judo.
judoist i. judocu.
jug i. 1. testi. 2. İng. (kulplu) sürahi. 3. argo hapishane, kodes.
juggle f. 1. hokkabazlık yapmak. 2. el çabukluğu ile marifet yapmak. 3.
juggle the books hile yapmak.
aldatmak için4.hesap
aldatmak. i. 1. hokkabazlık.
defterlerini 2. hile.
karıştırıp hazırlamak.
juggler i. 1. hokkabaz, jonglör. 2. hilekâr kimse.
Jugoslav i., s., bak. Yugoslav.
Jugoslavia i., bak. Yugoslavia.
Jugoslavian i., s., bak. Yugoslavian.
Jugoslavic s., bak. Yugoslavic.
jugular s. boyuna ait.
jugular vein şahdamarı.
juice i. 1. özsu. 2. sebze/meyve/et suyu. 3. argo cereyan, elektrik. 4.
juiceless argo benzin.olmayan,
s. özü/suyu 5. argo kuvvet,
kuru. enerji.
juicy s. 1. özlü, sulu. 2. k. dili herkesin merak ettiği (ayrıntılar);
jujitsu herkesin merak ettiği ayrıntılarla dolu.
i., spor jiujitsu.
jujube i., bot. hünnap, çiğde.
jukebox i. para ile plak çalan otomatik pikap.
Jul kıs. July.
July i. temmuz.
jumble i. 1. düzensiz karışım; karmakarışık şey; karışıklık, düzensizlik.
jumble sale 2.
İng.İng. dini/hayırsever
dini/hayırsever birbir kurum
kurum yararına
yararına satılmak
yapılan üzere eşya
kullanılmış
biriktirilen kullanılmış eşya. 3. İng. dini/hayırsever bir kurum
satışı.
jumbo s. çok büyük, kocaman.
yararına yapılan kullanılmış eşya satışı. f. düzensiz bir şekilde
jump i. 1. atlama, sıçrama. 2. (parayla ilgili bir miktarda) ani
karışmak/karıştırmak.
jump yükselme, fırlama.
f. 1. atlamak, sıçramak, zıplamak; sıçratmak, zıplatmak,
jump a train fırlatmak, atlatmak. 2. üzerinden atlamak. 3. (fiyat) fırlamak.
trene atlamak.
jump around hoplayıp zıplamak.
jump at (fırsattan) hemen faydalanmaya bakmak; (teklifi/daveti) hemen
jump at a conclusion kabul
acele etmek.
hüküm vermek.
jump down s.o.´s throat k. dili birini haşlamak/azarlamak.
jump down s.o.´s throat k. dili birini sert bir şekilde azarlamak, birini haşlamak, birine
jump for joy sapartayı
göbek atmak,vermek.
çok sevinmek.
jump on s.o. birini terslemek, birine çıkışmak.
jump one´s bail kefalet altındayken duruşmaya gelmemek.
jump out of (bir yerden) (dışarı) atlamak.
jump out of one´s skin k. dili hayretle yerinden sıçramak; ödü kopmak, ödü patlamak,
jump out of the frying pan yüreği ağzına gelmek: I nearly
k. dili yağmurdan kaçıp doluyajumped out of my skin! Ödüm
tutulmak.
into the fire koptu!/Yüreğim ağzıma geldi!
jump over -in üstünden atlamak, -den atlamak.
jump rope ip atlamak.
jump seat oto. straponten.
jump ship (tayfa) gemiyi haber vermeden terketmek.
jump the gun başlanması gereken zamandan önce başlamak.
jump the gun k. dili 1. vaktinden evvel davranmak. 2. işaret verilmeden
jump the queue başlamak. 3. (yarışta)
İng. hakkı yokken hatalı
sırada çıkış yapmak.
bekleyenlerin önüne geçmek.
jump the track (tren) hattan çıkmak.
jump the track (tren) raydan çıkmak.
jump to conclusions her şeyi bilmeden/yeterince düşünmeden hemen bir
jump to one´s feet sonuca/karara
ayağa fırlamak.varmak.
jump up and down hoplayıp zıplamak. jumping-off place 1. dünyanın öbür ucu. 2.
jump/get on the bandwagon başlama noktası, başlangıç
k. dili başkalarının yeri/noktası.
yaptığı bir eyleme katılmak.
jump/skip bail k. dili (kefaletle tahliye edilen sanık) hazır bulunması gereken
jumper duruşmaya
i. 1. atlayangelmemek.
kimse. 2. delgi. 3. elek. geçici olarak kullanılan
jumper bağlantı teli.
i. 1. bluz/kazak üzerine giyilen kolsuz elbise. 2. çocuklara
jump-start giydirilen pantolonlu
f. aküsü bitmiş motorun ceket, tulum. 3.başka
aküsünden İng. (kadın için) kazak,
bir motorun aküsüne
süveter,
tel pulover.
bağlayarak (aküsü bitmiş olanın motorunu) çalıştırmak.
jumpy s. sinirli, sinirleri gergin, diken üstünde.
Jun kıs. June, Junior.
junction i. 1. bitişme, birleşme. 2. birleşme yeri, kavşak. 3. d.y. makas.
junction box elek. buat, kutu.
juncture i. 1. bitişme, bağlantı. 2. oynak yeri. 3. dikiş yeri. 4. önemli an.
June 5. aralık, zaman.
i. haziran.
June bug zool. haziranböceği, Phyllopertha.
Juneberry i., bot. kayaarmudu, Amelanchier canadensis.
jungle i. cengel, cangıl.
junior s. 1. yaşça küçük. 2. kıdemce aşağı, ast. 3. iki kişiden küçük
junior college olanı. 4. b.h. küçük
üniversitenin birinci(Babasıyla aynıöğretim
ve ikinci sınıf adı taşıyan kimsenin adına
programını
eklenir.).
uygulayan 5. spor genç.
iki senelik i. 1. yaşça küçük kimse. 2. mevki veya
okul.7., 8. ve 9. sınıfları kapsayan
junior high school ilkokul ile lise arasındaki ortaokul.
kıdemce küçük olan kimse. 3. lise veya üniversitede sondan bir
önceki sınıf öğrencisi.
juniper i. ardıç.
junk i. Çin yelkenlisi.
junk i. 1. atılacak eşyalar; hurdalar: That car´s a piece of junk. O
junk food arabanın
tadı güzel,hurdası çıkmış.az
besin değeri 2.olan
tapon mal. 3. argo uyuşturucu
yiyecek.
maddeler; uyuşturucu; eroin: Get off that junk! O zıkkımı bırak
junk heap argo hurdası çıkmış araba.
artık! f., k. dili çöpe atmak.
junk mail reklam olarak gelen posta.
junkie i., argo keş, uyuşturucu bağımlısı; eroinman.
junkman çoğ. junk.men (c^ngk´mîn) i. eskici; hurdacı.
junkyard i. hurda deposu, hurdalık.
junta i. cunta.
Jupiter i., gökb. Jüpiter, Erendiz.
jurisdiction i. 1. huk. yargı hakkı, yargılama hakkı. 2. yetki. 3. hükümet,
jurisprudence hükümetin
i. hukuk ilmi, nüfuz dairesi.
hukuk.
jurist i. hukuk ilmi uzmanı; hukukçu.
juror i. jüri üyesi.
jury i. 1. jüri, yargıcılar kurulu. 2. jüri, seçiciler kurulu, seçici kurul.
just s. 1. adaletli, adil. 2. haklı, yerinde, doğru.
just z. 1. tam: just across from us tam karşımızda. just at that spot
Just a sec! tam o noktada.
k. dili Bir saniye!just in time tam vaktinde. That´s just what I´ve
been looking for. O tam aradığım şey. 2. hemen, şimdi, biraz
just about 1. -mek üzere: I was just about to leave. Tam çıkmak
önce: She has just arrived. Şimdi geldi. I was just going out the
just like üzereydim.
aynı, when 2. hemen
tıpkı: Fehmi looks hemen:
just We´re
like just about
his father. Fehmi finished. Hemen
tıpkı babasına
door the telephone rang. Tam kapıdan çıkıyordum ki
hemen bitirdik.
benziyor. That´s She´s
just acted
like in justisn´t
Behzat, about it? every
O tam play you can
Behzat´ça bir
just my luck telefon
tam benim çaldı.şansıma.
3. ancak, yalnız, sadece: There are just two new
thinkdeğil
şey, of. Hemen
mi? hemen bildiğin her oyunda rol aldı.
just now students
1. şimdi. this year.önce:
2. biraz Bu seneTheyancakwere iki
here yeni öğrenci
just var. 4.
now. Biraz anca,
önce
ancak, zorla,
buradaydılar. güçlükle, güçbela: From that window you can just
just so 1.
seeçok düzenli
a bit of thebir halde:
Galata She keeps
Tower. her houseGalata
O pencereden just so. Evini çok
kulesinin
just so muntazam
belirli bir
azıcık tutuyor.
bir kısmını
şekilde/bir
anca2.sisteme
çok dikkatli
göre bir
görebilirsin. Herşekilde:
düzenlenmiş.
house is When
just you´re with
within the
them
city you
limits. have to behave just so. Onlarla beraberken çok
just the same 1. yine de, Evi
bunaanca şehrin2.sınırları
rağmen. tıpatıpiçinde
aynı. kalıyor.
dikkatli davranman lazım. 3. şartıyla: Go where you will, just so
just the same 1. gene
you de, yine
get back herede: by She
six. described
Nereye gitmek the apartment´s
istersen git,condition,
ancak her
just then but just
halükârda the same
altıda I would
burada
tam o sırada; tam o anda. like
ol. to see it for myself. Dairenin
durumu hakkında bilgi verdi ama yine de kendim görmek
just there tam orada.
istiyorum. Thanks just the same. Gene de teşekkür ederim. 2.
Just think! Bir
tıpkıdüşün!/Düşünsene!:
eskisi gibi: ´´Has the Just think!
town This time ´´No,
changed?´´ tomorrow we´ll
it looks justbe
just to spite in
the Tibet!
same.´´
-e inat: Düşünsene!
He´s´´Kasaba
doing this Yarın
değişti bu saatte
just tomi?´´ Tibet´de
spite´´Hayır, olacağız!
tıpkı eskisi
them. Onlara gibi
inat bunu
Just try and catch me! gözüküyor.´´
yapıyor.
k. dili Haydi, yakala bakalım!
just under the wire k. dili son anda, ucu ucuna.
Just what the fuck do you
Ne demek istiyorsun be?
mean?
justice i. 1. adalet, hak. 2. haklılık, yerindelik, doğruluk.
justice of the peace sulh hâkimi.
justice of the peace sulh hâkimi.
justification i. 1. haklı çıkarma/çıkma. 2. haklı neden, gerekçe. 3. matb., bilg.
justify metnin sağ kenarını
f. 1. doğrulamak, hizalama.
haklı çıkarmak. 2. suçsuzluğunu kanıtlamak,
justly temize çıkarmak. 3. matb., bilg.
z. 1. adaletle, adil bir şekilde. 2.metnin sağ kenarını hizalamak.
haklı olarak.
jut f. (--ted, --ting) 1. out çıkıntı yapmak, çıkık olmak. 2. çıkmak,
jute uzanmak.
i. jüt, muhliye.
juvenile s. 1. genç; gençliğe özgü. 2. olgunlaşmamış, çocuksu. i. genç;
juvenile court çocuk.
çocuk mahkemesi.
juvenile delinquency çocuğun suç işlemesi.
juvenile delinquent çocuk suçlu.
juvenile delinquent suçlu çocuk.
juxtapose f. birbirine yakın koymak; yanyana koymak.
juxtaposition i. 1. birbirine yakın koyma; yanyana koyma. 2. birbirine yakın
k bulunma/bulundurma;
kıs. kilogram, karat; elek. yanyana bulunma/bulundurulma.
capacity.
K, k i. K, İngiliz alfabesinin on birinci harfi.
Kaaba i. Kâbe.
kale i. karalahana.
kaleidoscope i. çiçek dürbünü, kaleydoskop.
Kampuchea i. Kampuçya, Kamboçya, Kamboç.
Kampuchean i. 1. Kampuçyalı, Kamboçyalı, Kamboçlu. 2. Kampuçça,
kangaroo Kamboçça. s. 1. Kampuçya,
i., zool. kanguru, Kampuçya´ya özgü. 2. Kampuçça.
Macropodidae.
3. Kampuçyalı.
kaput s., argo mahvolmuş.
karat i. ayar, altın ayarı.
karate i. karate.
Karelia i. Karelya.
Karelian i. 1. Karelyalı. 2. Karelyaca. s. 1. Karelya, Karelya´ya özgü. 2.
karyokinesis Karelyaca. 3. Karelyalı.
i., biyol. karyokinez, mitoz.
Kashmir i. Keşmir.
Kashmir´i i., s. Keşmirli.
Kashmir´ian s. 1. Keşmir, Keşmir´e özgü. 2. Keşmirli. i. Keşmirli.
Kazak i., s., bak. Kazakh.
Kazakh i., s. 1. Kazak. 2. Kazakça.
Kazakhstan i. Kazakistan.
Kazakstan i., bak. Kazakhstan.
keel i. gemi omurgası, karina. f. alabora etmek.
keel over 1. alabora olmak. 2. birden devrilip düşmek.
keelage i. liman resmi.
keen s. 1. keskin, sivri. 2. acı. 3. sert, şiddetli, keskin. 4. kuvvetli,
keenly yoğun. 5. keskin
z. 1. şiddetle. (göz/zekâ). 6. gözü açık, zeki. 7. İng., k. dili çok
2. şevkle.
hevesli. 8. kıyasıya (rekabet). 9. doymak bilmez (iştah).
keenness i. 1. keskinlik. 2. şiddet. 3. düşkünlük, merak. 4. zekâ, akıllılık.
keep f. (kept) 1. tutmak:.It´ll keep you warm. Seni sıcak tutar. She
keep keeps a diary.
i. 1. geçim. Günlük tutuyor.
2. himaye. He keeps the books. Defter
3. içkale.
keep a civil tongue in one´s tutuyor. 2. tutmak, saklamak. 3. (dükkân) sahibi olmak,
k. dili terbiyeli bir şekilde konuşmak: I´ll thank you to keep a
head işletmek. 4. (hayvan) beslemek.
keep a close watch on civil
-i sıkıtongue in your
bir gözetim head!tutmak.
altında Terbiyeni takın!
keep a journal günlük tutmak.
keep a low profile k. dili dikkati çekmemeye çalışmak, sivri olmamaya çalışmak,
keep a low profile göze
k. dilibatmamaya çalışmak.
göze çarpmamaya çalışmak.
keep a secret sır saklamak.
keep a secret sır saklamak.
keep a stiff upper lip cesaretini kaybetmemek, metin olmak.
keep a stiff upper lip k. dili şikâyet etmeden soğukkanlılıkla karşılamak; metanet
keep a straight face göstermek.
k. dili hiç gülmemek, ciddiyetini korumak, istifini bozmamak.
keep abreast of 1. (son gelişmeler hakkında) bilgi sahibi olmak, (son
keep account of gelişmelerden)
-i aklında tutmak. haberdar olmak. 2. ile atbaşı (beraber) gitmek.
keep an account of -in kaydını tutmak, -i kaydetmek, -i not etmek.
keep an ear to the ground kulağı kirişte olmak, kulağı tetikte olmak.
keep an eye on -e göz kulak olmak, gözü -in üstünde olmak.
keep an eye out for (bir şey için) göz kulak olmak.
keep away uzak durmak.
keep back saklamak, gizlemek.
Keep back! Uzak dur!
keep bankers´ hours k. dili 1. günde pek az saat açık olmak. 2. günde pek az saat
keep company with çalışmak.
ile arkadaşlık etmek.
keep count (of) -in sayısını tutmak.
keep dark saklamak, sır vermemek.
keep early hours eve erken dönmek; erken yatmak.
keep fit formunu korumak.
keep going 1. devam etmek. 2. ilerlemek. 3. sürdürmek, devam ettirmek.
keep good time (saat) her zaman zamanı doğru göstermek: My watch keeps
keep house good time.
ev idare Kol saatim zamanı hep doğru gösterir.
etmek.
keep in 1. içeride kalmak. 2. içeride alıkoymak, saklamak.
keep in mind akılda tutmak, unutmamak.
keep in view 1. gözden kaybetmemek; gözden uzak tutmamak. 2. göz
keep in with önünde
ile dost tutmak.
kalmak.
keep it up sürdürmek, devam etmek.
keep o.s. aloof from kendini -den uzak tutmak.
keep off 1. -i yaklaştırmamak, -i uzak tutmak. 2. -den uzak kalmak.
keep on devam etmek.
keep one´s balance dengesini korumak.
keep one´s balance kendine hâkim olmak, dengesini kaybetmemek.
keep one´s counsel sır saklamak.
keep one´s distance from -den uzak durmak, ile arasına mesafe koymak.
keep one´s end up kendine düşen görevi yerine getirmek; kendine düşen payı
keep one´s eyes ödemek.
gözünü açmak, gözünü dört açmak, tetikte olmak.
open/peeled/skinned
keep one´s eyes peeled tetikte olmak.
keep one´s figure vücut hatlarını korumak.
keep one´s head kendine hâkim olmak.
keep one´s mouth shut k. dili ağzını sıkı tutmak, çenesini tutmak.
keep one´s nose to the
k. dili durmadan çalışmak.
grindstone
keep one´s nose to the
durup dinlenmeden çalışmak.
grindstone
keep one´s own counsel fikirlerini kendine saklamak.
keep one´s promise sözünü tutmak.
keep one´s promise/word sözünü yerine getirmek, sözünü tutmak, sözünden dönmemek.
keep one´s seat 1. oturduğu yerden kalkmamak. 2. parlamentodaki yerini
keep one´s shirt on korumak.
k. dili 1. sinirlenmemek, patlamamak. 2. sabırsızlanmamak. 3.
keep one´s temper telaşa
öfkeyekapılmamak.
kapılmamak; öfkesini yenmek; itidalini muhafaza etmek.
keep one´s trap shut k. dili çenesini tutmak, gagasını kısmak.
keep one´s wits about one.
1. -e ne dersin/dersiniz?: How about a game of tennis? Tenis
How about ...?
keep one´s word oynamaya ne dersin? 2. -den ne haber? How about Çetin? What
sözünü tutmak.
´s he doing? Çetin´den ne haber? Ne yapıyor? 3. -e/-i ne
keep order disiplini korumak.
yapacağız/yapmalıyız? How about that damp basement? O
keep out 1. dışında
rutubetli kalmak.ne
bodruma 2. yapacağız?
dışarıda bırakmak.
4. ... hakkında/için ne
keep out of mischief düşünüyorsun/düşünüyorsunuz?:
yaramazlıktan kaçınmak. How about Ayşe´s plan? Ayşe
keep out of sight ´nin planı hakkındahiç
hiç görünmemek, negözükmemek.
düşünüyorsun?
Keep out! 1. Girilmez. 2. Yaklaşma!
keep pace with -e ayak uydurmak.
keep s.o. advised of birini -den haberdar etmek, birini (bir konuda) bilgilendirmek.
keep s.o. at a distance well-advised
birine soğuk s. tedbirli, akıllı.
davranmak.
keep s.o. at arm´s length (biriyle samimi olmamak için) ona çok mesafeli davranmak.
keep s.o. at arm´s length birini pek yaklaştırmamak, birinin samimi olmasına izin
keep s.o. away vermemek.
birini uzak tutmak.
keep s.o. company birine refakat etmek, birini yalnız bırakmamak.
keep s.o. down birinin ilerlemesine mâni olmak/ket vurmak.
keep s.o. engaged birini meşgul etmek.
keep s.o. from doing s.t. birini bir şey yapmaktan alıkoymak.
keep s.o. guessing birini doğru dürüst haberdar etmemek.
keep s.o. under surveillance birini sürekli olarak gizlice izlemek.
keep s.o. waiting birini bekletmek.
keep s.o. waiting birini bekletmek.
keep s.o./s.t. in sight (izlerken) gözünü/gözlerini birinden/bir şeyden ayırmamak.
keep s.t. a secret from s.o. bir şeyi birinden saklamak.
keep s.t. from s.o. birinden bir haberi saklamak/gizlemek.
keep s.t. in perspective bir şeye bir bütün olarak bakmak, bir şeyi bir bütünsellik içinde
keep s.t. under wraps ele almak.
k. dili bir şeyi gizli tutmak.
keep s.t. under one´s hat bir şeyi gizli tutmak.
keep s.t. under one´s hat k. dili bir şeyi gizli tutmak.
keep score (puan) saymak.
keep silent susmak, sessiz kalmak.
keep step with -e ayak uydurmak.
keep tabs on/keep a tab on -i takip etmek, -i izlemek; -i gözetlemek.
keep the accounts hesap tutmak, defter tutmak.
keep the ball rolling iyi bir işi sürdürmek.
keep the lid on k. dili 1. -i gizli tutmak, -i gizlemek. 2. (çığırından çıkmaması
keep the peace için)
huk.-isulhu
denetim altında tutmak.
bozmamak.
keep time tempo tutmak.
keep time 1. tempo tutmak. 2. spor (bir yarış, maç v.b.´nde) zaman
keep to tutmak. 3. (saat) her zaman zamanı doğru göstermek.
-e bağlı kalmak.
keep to the straight and
k. dili doğru yoldan ayrılmamak, ahlaklı bir şekilde yaşamak.
narrow
keep touch with ile ilişkiyi sürdürmek.
keep track of -i izlemek, -i takip etmek.
keep track of 1. (bir şeyi) aklında tutmak. 2. (bir şeye) dikkat etmek, (bir
keep up şeyi) takip etmek.
1. devam etmek; 2. (birinin)
yüksekizini kaybetmemek: You ought to
tutmak.
keep track of what´s going on. Neler olup bittiğine dikkat
keep up with 1. ile aynı hızda/tempoda gitmek, -e ayak uydurmak. 2.
etmelisin.
keep up with the times (çağa/zamana)
çağın gerisinde ayak uydurmak.
kalmamak, çağa3. -i takip
ayak etmek, -i izleyerek
uydurmak.
bilgi sahibi olmak. 4. ile aşık atmak, ile yarışmak, -den geri
keep watch bekçilik etmek, nöbet tutmak/beklemek.
keep/hold s.o./an animal at kalmamak.
birini/bir hayvanı korkutarak yaklaşıp zarar vermesini önlemek,
bay
keep/stay in the background birini/bir
arka plandahayvanı sindirmek.
kalmak, kendini göstermemek.
keeper i. 1. bekçi. 2. gardiyan. 3. bakıcı.
keeping i. 1. tutma, koruma. 2. geçim, geçimini sağlama. 3. himaye. 4.
keepsake uyum.
i. yadigâr, andaç, anmalık, hatıra.
keg i. küçük fıçı, varil.
kelp i. esmer suyosunu, varek.
Kelt i., bak. Celt.
Keltic i., s., bak. Celtic.
ken f. (--ned, --ning) İskoç. bilmek, anlamak, tanımak. i. 1. görüş
kennel alanı; görüşkulübesi.
i. 1. köpek açısı. 2. 2.
bilgi alanı.
köpek yetiştirilen yer. --s i., çoğ. köpek
Kenya yetiştirilen
i. Kenya. yer.
Kenyan i. Kenyalı. s. 1. Kenya, Kenya´ya özgü. 2. Kenyalı.
kept f., bak. keep.
kerb i., İng. (yol kenarındaki) bordür, bordür taşları.
kerbstone i., İng. bordür taşı.
kerchief i. 1. başörtüsü, eşarp. 2. boyun atkısı. 3. mendil.
kerfuffle i., İng., k. dili şamata; gürültü patırtı; telaş.
kermes i. kırmız.
kermes mineral madenkırmız, kırmız madeni.
kermes oak kırmızmeşesi.
kernel i. 1. tahıl tanesi. 2. çekirdek içi. 3. iç. 4. öz, cevher, esas, ruh.
kerosene i. gazyağı, gaz.
kerosene lamp gaz lambası.
kettle i. 1. çaydanlık. 2. güğüm.
kettledrum i., müz. timbal.
key i. 1. anahtar. 2. kurgu, zemberek kurgusu. 3. çözüm yolu. 4.
key cevap anahtarı,2.
f. 1. kilitlemek. şifre
to -ecetveli. 5. (klavyede)
göre ayarlamak, tuş. 6. duruma
-e uygun müz. anahtar.
7. ses
getirmek,perdesi. s. baş,
-e yetkili
uydurmak. ana, en önemli.
3. akort etmek.
key position önemli yer; mevki.
key ring anahtar halkası.
key up 1. heyecanlandırmak, coşturmak. 2. müz. perdesini
key word yükseltmek.
(sözlükte/ansiklopedide) madde, madde başı sözcük.
keyboard i. klavye.
keyhole i. anahtar deliği.
keynote i. 1. müz. ana nota. 2. temel düşünce, ilke, dayanak.
keynote address toplantıyı açış konuşması.
keystone i. 1. anahtar taşı, kilit taşı. 2. temel taşı, ana ilke, temel.
kg kıs. keg(s), kilogram(s).
khaki s., i. (koyu) bej.
khakis i. 1. (koyu) bej pantolon. 2. (koyu) bej üniforma.
Khyber i. Hayber.
kibla i., bak. qibla.
kiblah i., bak. qibla.
kick f. 1. tekmelemek, tekme atmak; çifte atmak. 2. (silah) geri
kick tepmek,
i. 1. tekme.seğirdim yapmak.
2. k. dili 3. k. dili
karşı gelme. 3. karşı durmak.kuvvet,
argo (içkide) 4. sertlik;
tekmeleyerek
(uyuşturucu kovmak. kamçılama etkisi: This drink´s got a kick
maddenin)
kick a goal topa vurup gol atmak.
to it. Bu içki bayağı sert. 4. argo heyecan, zevk, keyif: That´s a
kick around k. dili 1. kötüye kullanmak. 2. ihmal etmek. 3. diyar diyar
real kick! Büyük bir zevk o! 5. argo kuvvet, enerji, çeviklik,
dolaşmak.
k. dili 6. 4. düşünüp
bazılarına dünyanıntaşınmak.
kaç
kick ass şevk. argo merak, heves. 7.bucak olduğunu
geri tepme, göstermek.
seğirdim. 8. topa
kick at vurma.
tekme vurmak.
kick back 1. (tüfek) geri tepmek. 2. argo rüşvet vermek.
kick off 1. futbol oyuna başlamak. 2. argo nalları dikmek, mortoyu
kick over the traces çekmek, ölmek. koparmak.
k. dili dizginleri
kick s.o. out birini kapı dışarı etmek; birini işten çıkarmak.
kick the bucket argo nalları dikmek, mortoyu çekmek, ölmek.
kick the habit k. dili uyuşturucu bağımlılığından/sigara tiryakiliğinden
kick up a row/fuss kurtulmak.
k. dili kavga çıkarmak, hır çıkarmak.
kick up a row/make a row kıyameti koparmak, çıngar çıkarmak.
kick up one´s heels eğlenmek, hoşça vakit geçirmek.
kick up one´s heels kendini zevke vermek, eğlenceye dalmak.
kickback i., argo rüşvet, komisyon.
kicker i. 1. vuran şey/kimse. 2. k. dili şikâyetçi, yakınan kimse. 3. argo
kickoff konuyu/tartışmayı etkileyecek
i. 1. futbol oyuna başlama gizli2.
vuruşu. nokta.
k. dili başlama.
kid i. 1. oğlak, keçi yavrusu. 2. k. dili çocuk. f. (--ded, --ding) 1. k.
kid brother dili takılmak,
k. dili ufak erkekişletmek,
kardeş. dalga geçmek. 2. oğlak doğurmak.
kid sister k. dili ufak kız kardeş.
kiddie i., k. dili, bak. kiddy.
kiddy i., k. dili çocuk.
kid-glove s. fazla nazik.
kid-gloved s., bak. kid-glove.
kidnap f. (--ped/--ed, --ping/--ing) (fidye için) (birini) kaçırmak.
kidney i. böbrek.
kidney bean bir tür barbunya fasulyesi, barbunya.
kidney machine böbrek makinesi, diyaliz makinesi.
kill f. 1. öldürmek, katletmek. 2. mahvetmek, yok etmek. 3. argo
kill off çok güldürmek,
hepsini öldürmek, gülmekten öldürmek. 4. etkisiz hale getirmek.
kılıçtan geçirmek.
5. (zamanı) boşa geçirmek, öldürmek. 6. veto etmek,
kill the fatted calf k. dili büyük bir karşılama töreni hazırlamak.
kill the goose that lays the reddetmek. i. 1. öldürme. 2. avda öldürülmüş hayvan, av.
k. dili altın yumurtlayan kazı kesmek.
golden egg
kill time zaman öldürmek.
kill two birds with one stone bir taşla iki kuş vurmak, iki işi birden görmek.
killer i. 1. öldüren şey/kimse. 2. argo çok çekici kimse.
killing i. 1. öldürme, katil. 2. vurgun (av). 3. k. dili vurgun, büyük
kiln kazanç. s. 1. ocağı,
i. tuğla/kireç öldürücü. 2. k. dili çok komik. 3. yorucu, yıpratıcı.
fırın.
kiln-dry f. ocakta kurutmak.
kilo i. kilo, kilogram.
kilocalory i. kilokalori.
kilocycle i. kilosikl.
kilogram i. kilogram, kilo.
kilogram-force i., fiz. kilogramkuvvet.
kilogramme i., İng., bak. kilogram.
kilogram-meter i., fiz. kilogrammetre.
kilohertz i., fiz. kilohertz.
kilojoule i., fiz. kilojul.
kiloliter i. kilolitre.
kilolitre i., İng., bak. kiloliter.
kilometer i. kilometre.
kilometre i., İng., bak. kilometer.
kilowatt i. kilovat.
kilt i. fistan, İskoç erkeklerinin giydiği eteklik.
kin i. (çoğ. kin) akraba.
kind i. çeşit, cins, tür, nevi.
kind s. iyi, iyiliksever, iyilikçi; sevecen; merhametli.
kindergarten i. anaokulu.
kindhearted s. iyi kalpli.
kindle f. 1. tutuşturmak, yakmak; tutuşmak, yanmak, ateş almak. 2.
kindly uyandırmak;
s. 1. iyi niyetli,uyanmak.
iyilikten kindling (wood)
kaynaklanan. 2. çıra.
iyi, iyiliksever; sevecen;
kindness merhametli. z. 1. iyi; müşfik/merhametli bir şekilde.
i. 1. iyilik, iyilikseverlik, iyilikçilik; sevecenlik; 2. lütfen:2.
merhametlilik.
Will you
iyilik, kindly open the door? Kapıyı lütfen açar mısınız?
lütuf.
kindred i. 1. akraba, akrabalar. 2. soy. 3. akrabalık. s. akraba olan;
kinetic birbirine
s. kinetik.benzer; aynı soydan; aynı türden.
kinetic art kinetik sanat.
kinetic energy kinetik enerji.
kinetics i., fiz., kim. kinetik, hızbilim.
king i. 1. kral. 2. başta olan kimse. 3. bir konuda en usta kimse. 4.
king orange isk.
king,papaz.
kink. 5. satranç şah.
kingdom i. 1. krallık. 2. biyol. âlem.
kingfisher i. yalıçapkını, iskelekuşu.
kingpin i., k. dili en nüfuzlu kişi, en önemli kişi; kilit noktasında bulunan
king-size kimse.
s., k. dili olağandan daha büyük; çok büyük.
king-sized s., k. dili, bak. king-size.
kink i. 1. halat, tel veya ipin dolaşması. 2. garip fikir, kapris.
kinky s. 1. kıvırcık (saç). 2. dolaşık, karışık. 3. İng., k. dili seksle ilgili
garip eğilimleri/fikirleri olan.
kinship i. 1. akrabalık, yakınlık. 2. birbirine benzerlik.
kiosk i. 1. İng. kulübe: newspaper kiosk gazete kulübesi. telephone
kip kiosk
i., telefon
İng., k. dili kulübesi.
1. (birinin2. (parkta
kaldığı) bulunan ve(birinin
yer/ev/oda; büyük yattığı)
bir
kameriyeye
yatak. 2. benzeyen)
uyku. f. pavyon.
(--ped, --ping) İng., k. dili (down) (on) (bir yere)
kipper i. çiroz. f. (balığı) tuzlayıp tütsülemek/kurutmak.
yatıp uyumak; (bir yerde) yatıp uyumak.
Kirghiz i. 1. (çoğ. Kir.ghiz) Kırgız. 2. Kırgızca. s. 1. Kırgız. 2. Kırgızca.
Kirghizia i., tar. Kırgızistan.
Kirghizistan i., bak. Kyrgyzstan.
Kirgiz i., s., bak. Kirghiz.
Kirgizia i., bak. Kirghizia.
Kirgizistan i., bak. Kirghizistan.
kiss f. 1. öpmek; öpüşmek. 2. hafifçe dokunmak. i. 1. öpüş, öpücük,
kiss and be friends buse. 2. hafif temas. 3. şeker, şekerleme.
barışmak.
kiss away the hurt ağrıyı öpücükle geçirmek.
kiss the dust 1. boyun eğmek, mağlup olmak. 2. vurulup ölmek.
kit i. 1. (belirli bir iş için kullanılan) malzeme/alet takımı: first-aid kit
kitchen ilkyardım
i. mutfak. çantası. 2. monte edilmemiş takım.
kitchen cabinet mutfak dolabı.
kitchen garden sebze bahçesi.
kitchen sink eviye, bulaşık teknesi.
kitchen sink eviye.
kitchenette i. ufak mutfak.
kite i. 1. uçurtma. 2. zool. çaylak.
kitten i. 1. yavru kedi, enik, encik. 2. tavşan yavrusu.
kitty i. pisi, pisipisi, kedi.
kittycat i., bak. kitty.
kiwi i. 1. zool. kivi. 2. bot. kivi.
kiwifruit i. kivi (meyve).
kleptomania i. kleptomani.
kleptomaniac i. kleptoman.
klutz i., argo saloz, dangalak.
km kıs. kilometer(s).
knack i. 1. ustalık, marifet, hüner. 2. ustalıklı iş.
knackered s., İng., k. dili bitkin, hoşaf gibi, çok yorgun.
knapsack i. sırt çantası.
knave i. 1. hilekâr kimse. 2. isk. bacak, vale, oğlan.
knead f. 1. yoğurmak. 2. masaj yapmak.
knee i. diz.
knee joint diz eklemi.
knee-deep s. diz boyu derinliğinde.
knee-high s. dize kadar yükselen, diz boyunda.
knee-high to a grasshopper k. dili çok kısa boylu.
knee-jerk s. düşünmeden yapılan, tepke olarak yapılan.
kneel f. (knelt/--ed) 1. diz çökmek. 2. diz üstü oturmak. 3. diz büküp
knell selamlamak.
i. 1. matem çanı. 2. ölüm haberi, kara haber. 3. herhangi bir
knelt şeyin
f., bak.yok olacağı haberi.
kneel.
knew f., bak. know.
knickerbockers i., çoğ. diz altından büzgülü bol pantolon, golf pantolonu.
knickers i. 1. golf pantolonu. 2. İng. kadın külotu.
knickknack i. biblo, süs eşyası.
knife i. (çoğ. knives) bıçak, çakı. f. 1. bıçakla kesmek. 2. bıçaklamak.
3. argo arkadan vurmak.
knife grinder bıçak bileyici.
knife sharpener bıçak bileyici alet, bileği.
knight i. 1. şövalye. 2. satranç at.
knit f. (--ted/knit) 1. örmek. 2. sıkı sıkıya bağlamak, birleştirmek. 3.
knit goods (kaşları)
örme eşya; çatmak:
triko He knit his brows. Kaşlarını çattı. 4. (kemik)
eşya.
kaynamak: The bone has knit. Kemik kaynamış.
knit one, purl one bir düz, bir ters örmek.
knitted s. örme, örülmüş.
knitting i. 1. örme. 2. örgü.
knitting machine örgü makinesi.
knitting needle örgü şişi, şiş.
knitting needle örgü şişi.
knitting work örgü işi.
knitwear i. örme eşya/giysiler.
knives i., çoğ., bak. knife.
knob i. 1. top, yumru. 2. topuz, tokmak. 3. tepecik, yuvarlak tepe. 4.
knobby İng.
s. 1. ufak parça:
yumrulu, a knob
yumru of butter
yumru. bir parça
2. tokmak gibi.tereyağı. f. (--bed,
--bing) yumrulaştırmak.
knock f. 1. vurmak, çarpmak. 2. tokuşmak. 3. at/on -i çalmak, -e
knock about vurmak.
1. tekrar4.tekrar
mak.,vurmak,
oto. vuruntu/detonasyon
şiddetle sarsmak,yapmak. 5. 2. k.
tartaklamak.
against/into
dili oradan -e çarpmak.
oraya 6. argo kusur bulmak, eleştirmek. i. 1.
dolaşmak.
knock at the door bak. knock on the door.
vurma, vuruş. 2. kapı çalınması. 3. oto., mak. vuruntu,
knock down 1. yumrukla yere devirmek. 2. mezatta çekici vurup malı son
detonasyon.
knock off fiyatı verenin
1. k. dili üzerine bırakmak.
işi bırakmak, paydos etmek,3. (fiyatı)
tatil indirmek.
etmek. 2. şıpınişi
knock off work yapıvermek. 3. argo öldürmek. 4. argo
k. dili (geçici olarak) işi bırakmak; paydos soymak.
etmek; mola vermek.
knock on the door kapıyı çalmak.
knock out k. dili (elektriği, telefon hattını v.b.´ni) kesmek.
knock over devirmek.
knock s.o. out 1. birini (bir darbeyle) yere yıkmak/nakavt etmek. 2. k. dili
knock s.o. up (ilaç)
1. argobirini uyutmak.
birini hamile 3. k. dili birini
bırakmak. hayran
2. İng., etmek/mest
k. dili etmek.
birini uyandırmak.
knock s.t. off the price 3. İng., indirim
fiyatta k. dili birini çok yormak, birinin pestilini/canını çıkarmak.
yapmak.
knock together birbirine çarpmak.
knock up İng., k. dili yapıvermek, çabucak hazırlamak.
knock-down-drag-out s., k. dili kıran kırana (dövüş). i., k. dili kıran kırana dövüş.
knocker i. 1. kapı tokmağı, tokmak. 2. argo (kadında) göğüs, meme, far,
knock-kneed ampul,
s. çarpıkçıngırak,
bacaklı,çan.
yürürken dizleri birbirine çarpan.
knockout i., boks nakavt. s. 1. sersemletici. 2. ask. düşmana çok zarar
knoll veren (saldırı). 3. k. dili çok güzel, muhteşem.
i. tepecik.
knot i. 1. düğüm. 2. güçlük, zorluk. 3. rabıta, bağ. 4. küme. 5. budak,
knotty boğum. 6. den.düğüm
s. 1. düğümlü, deniz mili:
düğüm.twenty knots saatte
2. karışık, dolaşık.yirmi mil. f. (--4.
3. budaklı.
ted,
boğum --ting) 1.
boğum. düğümlemek, düğümle bağlamak. 2. düğüm
know f. (knew, --n) 1. bilmek. 2. tanımak. 3. seçmek, farketmek. 4.
atmak, düğümlemek. 3. düğümlenmek, düğüm olmak. 4.
know haberi olmak,
i. bilgi, malumat. haberdar olmak.
karmakarışık etmek. 5. budaklanmak. 6. (kaslar) boğum boğum
know all the wrinkles olmak.
k. dili işin bütün yönlerini bilmek.
know how to -i bilmek, -in usulünü bilmek: Do you know how to swim?
know one´s own mind Yüzmeyi biliyor
kendi fikrini musun?
bilmek, ne istediğini bilmek.
know one´s own mind emin olmak, kararlı olmak.
know one´s stuff k. dili ilgilendiği konuyu iyi bilmek.
know one´s way around a
k. dili bir yerin girdisini çıktısını bilmek.
place
know s.o. by sight only birini sadece yüzünden tanımak.
know s.t. cold bir şeyi eksiksiz bir şekilde bilmek.
know the ropes usulünü bilmek, çaresini bilmek.
know the ropes k. dili ne yapılması gerektiğini iyi bilmek.
know the score k. dili dünyada olup bitenleri bilmek.
know what´s what uyanık olmak, dünyada olup bitenleri bilmek.
know which side one´s bread
k. dili gerçek çıkarının nerede olduğunu bilmek.
is buttered on
know-how i., k. dili bilgi; yetenek; bilgi ve tecrübeden doğan güç.
knowing s. 1. bilgisi olan. 2. çok bilmiş, şeytan. 3. kurnaz, açıkgöz. 4. bir
knowingly şeyleri bildiğini
z. bilerek, ima kasten.
bile bile, eden (bakış).
knowledge i. 1. bilgi, malumat. 2. haber.
knowledgeable s. bilgili, zeki.
known f., bak. know. s. bilinen. i.
knuckle i. parmağın oynak yeri, boğum.
knuckle down işe koyulmak.
knuckle under teslim olmak, boyun eğmek.
knuckledusters i., k. dili demir muşta.
kohlrabi i. (çoğ. --es) alabaş.
kook i., argo antika kimse.
kooky s., k. dili antika.
Koran i. Kuran.
Koranic s. Kuran´a ait; Kuran´da bulunan; Kuran´ın buyurduklarına
Korea göre/uygun.
i. Kore.
Korean i. 1. Koreli. 2. Korece. s. 1. Kore, Kore´ye özgü. 2. Korece. 3.
Kos Koreli.
i. İstanköy.
kosher s. 1. turfa olmayan, kaşer. 2. k. dili dürüst.
kowtow f. to -e yaltaklanmak.
kraut i. bir çeşit lahana turşusu.
Kremlin i.
kudos i. övgü, övücü sözler.
kudzu i. japonsarmaşığı.
kumquat i., bot. kumkat.
kung fu spor kung fu.
Kurd i. Kürt.
Kurdish s., i. 1. Kürt. 2. Kürtçe.
Kuwait i. Kuveyt.
Kuwaiti i. Kuveytli. s. 1. Kuveyt, Kuveyt´e özgü. 2. Kuveytli.
Kyrgyz i. 1. (çoğ. Kyr.gyz) Kırgız. 2. Kırgızca. s. 1. Kırgız. 2. Kırgızca.
Kyrgyzstan i. Kırgızistan.
L Romen rakamları dizisinde 50 sayısı.
L kıs. Latin.
l kıs. latitude, law, league, left, length, line, lira, lire, liter(s).
L, l i. L, İngiliz alfabesinin on ikinci harfi.
la i., müz. la notası, müzik gamında altıncı nota.
lab i., k. dili laboratuvar.
lab kıs. laboratory.
labdanum i. laden reçinesi.
label i. 1. etiket. 2. nitelendirici isim/cümlecik. f. (--ed/--led, --ing/--
labor ling)
i. 1. etiketiş,
1. çalışma, yapıştırmak,
emek. 2. işçietiketlemek. 2. sınıflandırmak.
sınıfı. 3. doğum 3.
sancısı. 4. zahmet.
nitelendirmek,
5. den. fırtınada...geminin
damgasını vurmak.
şiddetle çalkalanması. f. 1. çalışmak,
labor dispute iş anlaşmazlığı.
çabalamak. 2. uğraşmak, emek vermek. 3. güçlükle ilerlemek.
labor exchange iş ve işçi bulma kurumu.
4. den. denizlerde çalkalanmak, çok hırpalanmak. 5. doğurma
labor relations 1. iş ilişkileri.
halinde olmak.2.6.işçi
ağrıveçekmek.
işveren 7.ilişkileri.
emekle meydana getirmek.
labor under a misconception yanlış kanıda olmak.
labor union işçi sendikası.
laboratory i. laboratuvar.
labored s. rahat/tabii olmayan.
labored breathing zor nefes alma.
laborer i. işçi, rençper.
labor-intensive s. yoğun işgücü gerektiren.
laborious s. 1. zahmetli, emekli, yorucu. 2. çalışkan.
laboriously z. zahmetle, emek vererek.
laborsaving s. zahmeti azaltan, kolaylaştırıcı, daha az emek isteyen.
labour i., f., İng., bak. labor.
labourer i., İng., bak. laborer.
Labrador i. 1. coğr. Labrador. 2. labradorköpeği.
Labrador retriever labradorköpeği.
Labradorean i. Labradorlu. s. 1. Labrador, Labrador´a özgü. 2. Labradorlu.
Labradorian i., s., bak. Labradorean.
laburnum i., bot. sarısalkım.
labyrinth i. labirent.
lace i. 1. dantel. 2. şerit. 3. kaytan. 4. kordon. 5. (ayakkabı için) bağ,
lace bağcık.
f. 1. (ayakkabıya) bağlarını geçirmek. 2. up (ayakkabı, bot v.b.
lacerate ´ni)
f. 1. bağlamak. 3. dantelle2.süslemek.
yırtmak, yaralamak. 4. into k.
(kalbini) kırmak, dili -e yumrukla
(duygularını)
saldırmak.
incitmek, 5. into k. dili -i fena halde haşlamak, -e fırça çekmek,
üzmek.
laceration i. 1. yırtma, yaralama. 2. incitme.
-i şiddetle azarlamak. 6. renklerle çizgilemek. 7. (içkiye) hafif
lachrymal s., bak.
alkol lacrimal.
katmak.
lachrymatory i., bak. lacrimatory.
lack i. 1. of -sizlik, yokluk; yoksunluk: lack of water susuzluk. lack of
lackadaisical money parasızlık.
s. 1. canından lack gibi,
bezmiş of love sevgisizlik.
cansız. 2. eksiklik.
2. uyuşuk, tembel.f.
bulunmamak; -e sahip olmamak; -den yoksun kalmak.
lackey i. uşak.
lacking s.
lackluster i. donukluk, cansızlık. s. donuk, cansız.
lacklustre i., s., İng., bak. lacklustre.
laconic s. az ve öz, özlü, veciz.
lacquer i. vernik, laka. f. verniklemek.
lacrimal s. gözyaşı ile ilgili, lakrimal.
lacrimal gland gözyaşı bezi.
lacrimal sac gözyaşı kesesi.
lacrimatory i. gözyaşı testisi.
lactate i. laktik asidin tuzu/esteri. f. 1. süt salgılamak. 2. meme vermek,
lactation emzirmek.
i. 1. süt salgılama. 2. meme verme, emzirme.
lactic s.
lactic acid laktik asit.
lactose i. laktoz, süt şekeri.
lacuna çoğ. --e (lıkyu´ni)/--s (lıkyu´nız) i. boşluk, aralık, boş yer,
lacustrine eksiklik.
s. 1. gölsel. 2. gölcül.
lacy s. 1. dantel gibi. 2. dantelli. 3. dantelden yapılmış.
lad i. 1. erkek çocuk; delikanlı, genç. 2. çoğ., İng. (erkekleri
ladanum kastederek) arkadaşlar: Tell the lads! Arkadaşlara söyle! Come
i., bak. labdanum.
on, lads! Haydi beyler!
ladder i. 1. merdiven, portatif merdiven. 2. İng. çorap kaçığı.
ladder stitch iğneardı teyel, çapraz teyel.
lade f. (--d, --d/--n) yüklemek.
laden f., bak. lade. s. yüklü.
lading i. yükleme.
Ladino i., s. Yahudi İspanyolcası, Yahudice.
ladle i. kepçe. f. kepçe ile doldurmak/boşaltmak.
ladleful i. kepçe dolusu.
lady i. 1. bayan, hanım, hanımefendi. 2. b.h. Leydi. 3. sevilen kadın,
lady in waiting sevgili.
kraliçenin/prensesin nedimesi.
lady of the house evi idare eden kadın.
ladybird i., bak. ladybug.
ladybug i. hanımböceği, gelinböceği.
lady-killer i. kadın avcısı.
ladylike s. hanımca, hanıma yakışır, hanım gibi, zarif.
lag f. (--ged, --ging) 1. behind -den geri kalmak. 2. oyalanmak. i.
lag end geri
geç kalma, gerilik. s. ağır, geri.
kalan, son.
lager i., İng. sarı renkli bir bira.
laggard s. 1. tembel, ağır. 2. geri kalan. i. ağır hareket eden kimse.
lagoon i. lagün, denizkulağı, kıyı gölü.
laic s. laik.
laicise f., İng., bak. laicize.
laicize f. laikleştirmek.
laid f., bak. lay.
lain f., bak. lie.
lair i. 1. in. 2. gizli barınak, yatak.
laissez-passer i. lesepase.
laity i. 1. papazdan başka bütün halk. 2. meslekten olmayanlar.
lake i. göl.
lamb i. 1. kuzu. 2. kuzu eti. 3. kuzu gibi masum ve zayıf kimse.
lamb chop kuzu pirzolası.
lamb´s wool kuzu yünü.
lamblike s. kuzu gibi, iyi huylu, yumuşak başlı.
lambskin i. kuzu derisi.
lame s. 1. topal, ayağı sakat. 2. eksik, kusurlu. f. topal etmek.
lame excuse sudan bahane, kabul edilmez özür.
lamebrain i., k. dili aptal, kuş beyinli, beyinsiz.
lament f. ağlamak, dövünmek.
lamentable s. acınacak, esef edilecek.
lamentation i. ağlama, dövünme.
lamina çoğ. --e (läm´ıni)/--s (läm´ınız) i. 1. ince tabaka, yaprak. 2. bot.
laminate yaprak
f. 1. inceayası.
tabakalara ayırmak. 2. lamine etmek.
lamination i. tabaka, varak, yaprak.
lamp i. lamba.
lamp chimney lamba şişesi.
lamp shade abajur.
lampblack i. lamba isi.
lamplight i. lamba ışığı.
lampoon f. taşlamak, yermek. i. taşlama, yergi.
lamppost i. sokak lambası direği.
lance i. mızrak.
land i. 1. kara. 2. toprak, yer, arsa. 3. ülke, memleket. 4. emlak,
land agent arazi. f. 1. karaya çıkarmak/çıkmak. 2. yere indirmek/inmek:
emlakçı.
That airplane is about to land. O uçak inmek üzere. 3. (gemiden
land bank emlak bankası.
yük, yolcu v.b.´ni) indirmek. 4. (balık) tutup karaya çıkarmak. 5.
land breeze karaetmek,
elde meltemi.kazanmak. 6. (yumruk) indirmek.
land force ask. kara kuvveti.
land grant hükümet tarafından okul binası yapımı gibi işler için verilen
toprak.
land mine kara mayını.
land tax arazi vergisi.
landed s. arazisi olan, arazi sahibi.
landing i. 1. hav. iniş. 2. iskele. 3. karaya çıkma/çıkarma.
landing craft çıkartma gemisi.
landing field havaalanı.
landing gear hav. iniş takımı.
landing place/stage iskele.
landing strip (uçaklar için) iniş pisti.
landlady i. 1. pansiyoncu kadın. 2. evini kiraya veren mal sahibi kadın, ev
landlocked sahibesi.
s. kara ile kuşatılmış.
landlord i. evini kiraya veren mal sahibi, ev sahibi.
landmark i. 1. sınır işareti. 2. herhangi bir şeyin yerini gösteren işaret. 3.
landmass dönüm noktası.
i. kıta, büyük kara parçası.
landowner i. emlak ve arazi sahibi.
landscape i. kır manzarası, peyzaj.
landscape architect bahçe mimarı.
landscape architecture bahçe mimarlığı; peyzaj mimarlığı.
landscape garden manzara bahçesi.
landscape gardener bahçeyi düzenleyen kimse.
landslide i. 1. toprak kayması, yer göçmesi, kayşa, heyelan. 2. seçimde
landslip oyların
i. toprakçoğunu
kayması, kazanma.
yer göçmesi, kayşa, heyelan.
lane i. 1. dar yol, dar sokak, dar geçit. 2. oto. şerit. 3. spor kulvar. 4.
lang den., hav. rota.
kıs. language.
language i. dil, lisan.
language laboratory dil laboratuvarı.
languid s. 1. ruhsuz, gevşek, yavaş, ağır. 2. isteksiz.
languish f. zayıf düşmek, takati kesilmek.
languish in prison hapishanede çürümek.
languor i. bitkinlik, dermansızlık, kuvvetsizlik.
languorous s. bitkin, dermansız, kuvvetsiz.
lanky s. leylek gibi, sırık gibi.
lanolin i. lanolin.
lantana i., bot. ağaçminesi.
lantern i. fener.
lantern-jawed s. çene kemiği ince ve uzun olan.
Lao i., s. 1. Lao. 2. Laoca.
Laos i. Laos.
Laotian i. Laoslu. s. 1. Laos, Laos´a özgü. 2. Laoslu.
lap i. 1. kucak. 2. etek.
lap f. (--ped, --ping) (yarışta) (rakibini) bir devirlik mesafe ile
lap geçmek.
f. (--ped, i., spor 1.
--ping) tur.
yalayarak içmek. 2. (dalga) hafif hafif
lap dog çarpmak.
kucağa alınan ufak köpek, fino.
lap of luxury servet ve konfor.
lapel i. klapa.
lapful i. kucak dolusu.
lapidary i. kıymetli taş kesicisi. s. 1. kıymetli taş kesme sanatına ait. 2.
Lapland taşlara
i. Laponya.ait. 3. özlü. 4. yazıta elverişli.
Laplander i. Laponyalı.
Lapp i., s. 1. Lapon. 2. Laponca.
lapse i. 1. (zaman) geçme. 2. yanılma. 3. yanlış (söz/yazı). 4. sapma.
lapse into silence 5. (adalette)
sessizliğe kusur. 6. kullanılmaz duruma gelme. f. 1. geçmek.
gömülmek.
2. kullanılmaz durumda olmak. 3. sapmak. 4. yanılmak, hata
laptop computer dizüstü bilgisayar.
etmek, kusur etmek. 5. bir süre için inanç ve prensiplerinden
lapwing i. kızkuşu.
vazgeçmek.
larceny i. hırsızlık.
larch i., bot. melezçam, melez.
lard i. domuz yağı. f. 1. domuz yağı ile yağlamak. 2. with
larder (yazıyı/sözü)
i. kiler. (tumturaklı kelimelerle) süslemek.
large s. 1. büyük. 2. geniş. 3. iri. 4. bol.
large as life ta kendisi.
large intestine kalınbağırsak.
largehearted s. iyi kalpli, cömert ruhlu.
largely z. 1. büyük bir ölçüde. 2. çoğunlukla.
large-minded s. geniş fikirli, geniş görüşlü.
largeness i. 1. büyüklük. 2. genişlik. 3. bolluk. 4. irilik.
larger-than-life s. epik ve efsanevi özellikleri olan.
largess(e) i. 1. bahşiş, büyük hediye. 2. cömertlik.
largish s. irice, büyücek.
lariat i. kement.
lark i. tarlakuşu.
lark i. 1. şaka, muziplik. 2. eğlence, eğlenti, cümbüş.
larkspur i. hezaren çiçeği.
larva çoğ. lar.vae (lar´vi) i., zool. tırtıl, kurtçuk.
larval s. tırtıla ait.
larviphagic s., bak. larvivorous.
larvivorous s. kurtçul.
laryngitis i., tıb. larenjit.
larynx çoğ. lar.ynx.es (ler´îngksîz)/la.ryn.ges (lerîn´ciz) i., anat. gırtlak.
lasagna i., ahçı. lasanya.
lascivious s. 1. şehvetli. 2. şehvete düşkün. 3. şehvet uyandırıcı.
lasciviously z. şehvetle.
lasciviousness i. şehvet.
laser i., fiz. lazer.
laser printer bilg. lazer yazıcı/printer.
lash i. 1. kamçı darbesi. 2. acı söz. 3. vuruş, vurma. 4. kirpik. f. 1.
lash kamçı ile vurmak, kamçılamak. 2. kınamak, ayıplamak. 3.
f. bağlamak.
azarlamak. 4. taşlamak, yermek. 5. (dalga) şiddetle çarpmak. 6.
lash out at -e sert ve ani çıkış yapmak.
sözle/yazıyla saldırmak. 7. vurmak, çarpmak.
lash s.o. into a fury birini galeyana getirmek.
lash together iple birbirine bağlamak.
lass i. 1. kız, genç kadın. 2. sevgili.
lassitude i. dermansızlık, halsizlik, bitkinlik, yorgunluk.
lasso i. kement. f. kementle tutmak.
last s. 1. son, en sonraki, en gerideki, sonuncu: When does the last
last boat
f. leave? Son
1. sürmek, vapur
devam ne zaman
etmek. kalkıyor? 3.
2. dayanmak. 2. yetmek,
geçen, önceki,
evvelki: last week geçen hafta. 3. sabık. z. en son, son olarak:
bitmemek.
last but not least son fakat aynı derecede önemli.
When did you last see Emin? Emin´i en son ne zaman gördün? i.
last ditch son en
son, çare.son.
last for many hours saatlerce sürmek.
last mentioned en son olarak söylenen.
last night dün gece.
last resort son çare.
lasting s. 1. uzun süren. 2. dayanıklı.
lastly z. son olarak.
latch i. kapı mandalı. f. mandallamak; mandallanmak.
latch onto k. dili 1. -i elde etmek/bulmak/almak. 2. -e takılmak, sık sık ...
latchkey child ile beraber
anne olmak.
ve babası çalışan çocuk.
late s. 1. geç. 2. gecikmiş. 3. sabık, eski. 4. ölü, merhum, rahmetli,
late müteveffa.
z. 1. geç. 2. son zamanlarda.
late for dinner yemeğe geç kalmış.
late in the day 1. günün sonuna doğru. 2. geç kalınmış.
latecomer i. geç gelen, geç kalan.
lately z. son zamanlarda.
latent s. gelişmemiş, belirti göstermeyen, gizil, potansiyel.
later on daha sonra.
lateral s. 1. yana ait. 2. yanal. 3. yandan gelen. 4. yana doğru.
lateral thinking etraflıca düşünme.
latex i. lateks.
lath i. lata, tiriz.
lathe i. torna tezgâhı.
lather i. sabun köpüğü. f. 1. sabunlamak. 2. köpürmek.
lathery s. köpüklü.
Latin s., i. 1. Latince. 2. Latin.
Latin alphabet Latin alfabesi.
latitude i. 1. enlem. 2. serbestlik, tolerans, hoşgörü.
latter s. 1. ikisinden sonuncusu, ikincisi. 2. son.
lattice i. pencere kafesi, kafes.
Latvia i. Letonya.
Latvian i. 1. Leton; Letonyalı. 2. Letonca. s. 1. Leton. 2. Letonca. 3.
laud Letonyalı.
i. 1. övme, yüceltme. 2. övgü, methiye. f. övmek, yüceltmek.
laudable s. övgüye değer.
laudative s., bak. laudatory.
laudatory s. övücü, övgü dolu.
laugh f. gülmek; kahkaha atmak. i. gülme, gülüş; kahkaha.
laugh at -e gülmek.
laugh away gülerek konuyu kapatmak, gülerek geçiştirmek.
laugh down gülerek susturmak.
laugh off gülerek geçiştirmek.
laugh on the other side of
burnu sürtülmek.
the
laughmouth
on the wrong side of
gülerken ağlamak.
one´s mouth
laugh s.o. down gülerek birini susturmak.
laugh up one´s sleeve içinden gülmek, için için gülmek, bıyık altından gülmek.
laughable s. 1. gülünç, gülünecek, gülünür. 2. tuhaf, acayip.
laughing s. gülen; güldüren. i. gülme, gülüş.
laughing gas güldürücü gaz.
laughingstock i. gülünecek kişi, alay konusu, maskara.
laughter i. gülme, gülüş, kahkahalar.
launch f. 1. (gemiyi) kızaktan suya indirmek. 2. (roket) fırlatmak. 3.
launch forth (yeni
1. yolaişi)koyulmak.
başlatmak.2.4. mızrak gibibaşlamak.
konuşmaya atmak. i. 1. (gemiyi) kızaktan
suya indirme. 2. (roketi) uzaya fırlatma. 3. den. kik;
launch into -e başlamak.
işkampaviye.
launch/launching pad fırlatma rampası, atış rampası.
launder f. 1. (çamaşır) yıkamak. 2. yıkayıp ütülemek. 3. çamaşır
yıkamak.
launderette i. (selfservis) çamaşırhane.
laundromat i. (selfservis) çamaşırhane.
laundry i. 1. çamaşır, kirli çamaşır. 2. çamaşırhane (ticari kuruluş).
laundry room (evde) çamaşırlık, çamaşırhane.
laurel i. 1. defne. 2. çoğ. şeref, şan, şöhret.
lava i. lav, püskürtü.
lavatory i. 1. lavabo (el ve yüz yıkamaya yarayan tekne). 2. İng. tuvalet,
lavatory paper lavabo, hela.kâğıdı.
İng. tuvalet
lavender i. lavanta.
lavish s. 1. savurgan. 2. bol, pek çok. f. bol bol harcamak, savurmak.
lavish gifts on s.o. birine bol bol hediye vermek, birini hediyelere boğmak.
lavishness i. savurganlık.
law i. 1. kanun, yasa. 2. kural. 3. hukuk.
law and order yasa ve düzen.
law court mahkeme.
law court mahkeme.
law enforcement officer polis.
law of supply and demand ekon. sunu ve istem kuralı, arz ve talep kanunu.
law school hukuk fakültesi.
law-abiding s. yasalara uyan, kanuna itaat eden.
lawbreaker i. kanunları ihlal eden kimse, suçlu.
lawful s. meşru, yasal, yasalara uygun, kanuni.
lawfully z. yasalara uygun bir şekilde.
lawgiver i. yasa yapan kimse.
lawless s. 1. kanunların hükmü geçmeyen (yer). 2. kanunları hiçe sayan.
lawlessness 3. kanunsuz, yasalara
i. kanunsuzluk, aykırı.
kanun tanımazlık.
lawmaker i. meclis üyesi.
lawn i. (sürekli biçilen) çimlerle kaplı alan.
lawn mower çim biçme makinesi.
lawsuit i. dava.
lawyer i. avukat.
lax s. 1. gevşek, laçka. 2. savsak, ihmalci.
laxative i., s. müshil, laksatif.
laxity i. gevşeklik.
laxness i., bak. laxity.
lay s. 1. belirli meslekten olmayan; alaylı. 2. laik.
lay f. (laid) 1. (dikkatle) koymak. 2. yatırmak; sermek. 3. (tuğla)
lay örmek.
1. arazi 4. (halı)2.
yapısı. döşemek.. 5. yatıştırmak. 6. (yumurta)
durum, vaziyet.
yumurtlamak; yumurtlamak. 7. (iddiada) bulunmak. 8. (suç)
lay f., bak. lie.
yüklemek. 9. (teklif) sunmak. 10. yaymak. 11. (sofra) kurmak,
lay about one sağına soluna
hazırlamak. 12.vurmak.
(plan, tuzak v.b.´ni) kurmak. 13. den. (bir yöne)
lay an ambush gitmek.
pusu kurmak.
lay aside 1. bir yana koymak. 2. -i terketmek, -den vazgeçmek. 3.
lay at one´s door biriktirmek.
-in üstüne atmak, -e yüklemek.
lay at s.o.´s door (bir suçu) birine yüklemek, birinin üstüne atmak.
lay awake gözüne uyku girmemek.
lay away 1. bir yana koymak. 2. ayırmak, saklamak.
lay bare açmak, açıkça ortaya koymak.
lay by biriktirmek, yığmak.
lay down one´s arms savaşmaktan vazgeçmek; teslim olmak.
lay down one´s arms silahlarını bırakmak, teslim olmak.
lay down one´s life canını feda etmek.
lay down the law direktif vermek, zart zurt etmek.
lay for -e pusu kurmak, -i pusuda beklemek.
lay great store on -e çok değer vermek.
lay hands on 1. -i bulmak; -i yakalamak. 2. (cezalandırmak/dövmek için)
lay hands on yakalamak,
1. -i yakalamak.ele geçirmek.
2. -e el sürmek, -e dokunmak, -e zor
lay hold of kullanmak.
1. -i ele geçirmek. 2. -in yakasına yapışmak.
lay into 1. argo -i dövmek, -e dayak atmak. 2. -i haşlamak, -i
lay it on thick azarlamak.
çok pohpohlamak.
lay low 1. yatağa düşürmek. 2. k. dili gizlenmek.
lay off 1. (işçiye) geçici olarak yol vermek. 2. k. dili -i rahat bırakmak.
lay on 1. üzerine atılmak, saldırmak. 2. üstüne sürmek.
lay one´s cards on the table k. dili, bak. put one´s cards on the table.
lay one´s hand on -i bulmak.
lay one´s hands on 1. (cezalandırmak/dövmek için) yakalamak, ele geçirmek. 2. -e
lay open sahip olmak,
1. açmak, -i elde etmek.
açıklamak. 3. -iiçini
2. kesip bulmak.
açmak.
lay out 1. sermek. 2. sergilemek. 3. ölüyü gömülmeye hazırlamak. 4.
lay s.o. to rest harcamak. 5. tasarlamak.
cenazeyi toprağa vermek.
lay s.o. to rest birini gömmek/defnetmek.
lay s.o. up k. dili birini yatağa düşürmek/yatağa mahkûm etmek.
lay siege to -i kuşatmak.
lay siege to (bir yeri) kuşatma altına almak.
lay stress on -i vurgulamak.
lay the groundwork for (bir iş için) ön hazırlık yapmak.
lay up biriktirmek, toplamak, saklamak.
lay waste to -i yakıp yıkmak, -i yerle bir etmek.
lay waste to -i yakıp yıkmak, -i yerle bir etmek.
lay/put/set store by/on -i önemsemek, -e önem vermek.
lay/spread/pour it on thick k. dili 1. fazlasıyla övmek. 2. fazlasıyla eleştirmek, (birinde)
layer fazlasıyla
i. 1. tabaka, kabahat
katman; bulmak.
kat. 2.3.bot.
fazlasıyla bahane
daldırma, ileri sürmek.
daldırma yöntemiyle
layer cake daldırılan dal.
kat kat kremalı pasta.
layering i., bot. daldırma.
layman çoğ. lay.men (ley´mîn) i. 1. papaz/rahip sınıfından olmayan
layoff erkek. 2. bir
i. işçilerin mesleğin/ilmin
geçici olarak iştenyabancısı.
çıkarılması.
layover i. (uçak, otobüs, gemi veya trenle yolculuk ederken) (bir yerde)
layperson bekleme; konaklama.
çoğ. lay.peo.ple (ley´pipıl) i. 1. papaz/rahip/rahibe sınıfından
laywoman olmayan Hristiyan.
çoğ. lay.wom.en (ley´wîmîn) 2. bir mesleğin/ilmin yabancısı.
i. 1. papaz/rahibe sınıfından
laziness olmayan kadın. 2. bir mesleğin/ilmin
i. tembellik, haylazlık; miskinlik, uyuşukluk. yabancısı olan kadın.
lazy s. tembel, haylaz; miskin, uyuşuk.
lazy Susan döner tepsi.
lazybones i. tembel kimse.
lb kıs. pound.
lead i. 1. kurşun. 2. (versatil kalem için) uç, min. 3. grafit. 4. den.
lead iskandil.
f. (led) 1. yol göstermek, rehberlik etmek, götürmek. 2.
lead yönetmek, idarerehberlik.
i. 1. kılavuzluk, etmek. 3.2.-eönde önderlik etmek,
bulunma. 3. -e liderlik
önde etmek;
gelme,
-in
baştabaşında olmak,
olma,çekmek, -in başını
ileride bulunma. çekmek: Gandhi led the
4. tiy. başrol. 5. tiy. başrol resistance
lead a dog´s life çok sıkıntı sürünmek.
to British rule
oyuncusu, in India. Gandi,
başoyuncu. 6. elek.Hindistan´daki İngiliz
bağlama teli. 7. k. diliyönetimine
ipucu.
lead a happy life mutlu
karşı bir yaşam
direnişe sürmek.
önderlik etti. 4. to -e yol açmak. 5. (yaşam)
lead a life of pleasure sürmek.
zevk ve 6. to sürmek.
sefa -e gitmek: This road leads to the university. Bu yol
lead off üniversiteye
başlamak. gidiyor.
lead pencil kurşunkalem.
lead poisoning kurşun zehirlenmesi.
lead s.o. a dance/lead s.o. a
birini çok uğraştırmak; birini çok zahmete sokmak; birini çok
(merry) chase
lead s.o. astray yormak.
birini kötü yola saptırmak, birini ayartmak.
lead s.o. astray birini baştan çıkarmak/ayartmak.
lead s.o. by the nose birini parmağında oynatmak/çevirmek, birinin yuları elinde
lead s.o. on olmak.
birini kandırmak/ayartmak.
lead the way yol göstermek, kılavuzluk etmek, öne düşmek.
lead up to 1. -in kapısını yapmak, -e zemin hazırlamak. 2. -e yol açmak.
leaden s. 1. kurşundan, kurşun. 2. kurşun renginde, kurşuni. 3. ağır,
leader kurşun
i. gibi. 4.
1. kılavuz, kasvetli.
rehber. 2. önder, lider, baş. 3. orkestra/bando/koro
leadership şefi. 4. İng. gazetenin
i. 1. başkanlık; öncülük, görüşünü
önderlik,yansıtan
liderlik. makale.
2. lidere yakışan
lead-free vasıflar. 3. liderler,
s. kurşunsuz (benzin). önde gelenler.
leading s. önde olan, yol gösteren, kılavuzluk eden.
leading article İng. başmakale.
leading lady başrol oyuncusu kadın.
leading man başrol oyuncusu erkek.
leading question belirli bir cevaba yönelten soru.
leaf i. (çoğ. leaves) 1. yaprak. 2. ince madeni tabaka. 3. (masada)
leaf through kanat.
(kitaba)f. göz
yaprak vermek, yapraklanmak.
gezdirmek.
leaf through (kitap, dergi v.b.´nin) sayfalarına göz atmak.
leaflet i. 1. broşür, kitapçık; bildiri; el ilanı. 2. ufak yaprak, yaprakçık.
leafstalk i. yaprak sapı.
league i. 1. birlik, cemiyet. 2. spor lig.
leak i. 1. su sızdıran delik/çatlak. 2. sızıntı. f. 1. sızdırmak, kaçırmak;
leakage sızmak:
i. sızıntı,The tire is leaking air. Lastik hava kaçırıyor. 2. out (sır)
sızma.
dışarı sızmak, ifşa olunmak.
leaky s. akan (dam, kova v.b.).
lean s. 1. zayıf, sıska. 2. yağsız.
lean f. (--ed/leant) 1. on/against -e dayanmak. 2. eğri durmak, yana
leaning yatmak,
i. eğilim. eğilmek. 3. on/upon -e güvenmek.
leanness i. 1. zayıflık. 2. yağsızlık.
leant f., bak. lean.
leap f. (--ed/leapt) sıçramak, atlamak, fırlamak, hoplamak; sıçratmak.
leap in the dark i. 1. atlama,
sonu belirsiz sıçrama.
iş. 2. atlanılan yer. 3. atlanılan uzaklık.
leap year artıkyıl.
leap year artıkyıl.
leapfrog i. birdirbir oyunu.
leapt f., bak. leap.
learn f. (--ed/learnt) 1. öğrenmek. 2. haber almak, öğrenmek.
learn by heart ezbere öğrenmek, ezberlemek.
learn by rote tekrarlaya tekrarlaya ezberlemek.
learn s.t. from the ground up bir şeyi her yönüyle öğrenmek.
learned s. bilgili.
learning i. ilim, irfan.
learnt f., bak. learn.
lease i. 1. kira sözleşmesi. 2. kiralama. f. 1. kiralamak. 2. kiraya
leaseholder vermek.
i. kiracı.
leash i. tasma kayışı.
least s. en ufak, en küçük, en az, asgari. z. en az derecede. i. 1. en az
least common denominator derece.
1. mat. 2. enen az miktar.
küçük 3. en önemsiz
ortak payda. kimse/şey.
2. ortalama seviye. 3. asgari
least common multiple müşterek
mat. en küçük ortakkat.
leather i. deri; kösele; meşin. s. deriden yapılmış, deri.
leatherette i. suni deri.
leave i. 1. izin. 2. veda, ayrılma.
leave f. (left) 1. bırakmak, terketmek. 2. (taşıt) kalkmak. 3. ayrılmak.
leave a good/bad impression 4. (miras olarak) bırakmak. 5. vazgeçmek.
with s.o.
leave a place (in) a shambles bir yeri darmadağınık bir halde bırakmak.
leave for He has left for India. Hindistan´a hareket etti.
leave in the lurch yarı yolda bırakmak, yüzüstü bırakmak.
Leave it alone! Elleme!/Bırak!
Leave me alone! Beni rahat bırak!
leave no stone unturned k. dili her çareye başvurmak.
leave nothing undone yapılmamış hiçbir şey bırakmamak.
leave of absence izin.
leave off 1. -i giymemek. 2. -i takmamak. 3. -den vazgeçmek, -i
leave out bırakmak.
-i atlamak.
leave over ertelemek.
leave s.o. in the lurch birini yüzüstü bırakmak, birini yarı yolda bırakmak.
leave s.o. out in the cold 1. birine hiç haber vermemek. 2. birine hiçbir şey vermemek.
leave s.o. short birini -siz bırakmak: The factory owner´ll hire her and leave me
leave s.o. to his own devices birini akendi
short maid.haline
Fabrikatör onu işe alıp beni hizmetçisiz bırakacak.
bırakmak.
That leaves me three million liras short. Ondan dolayı
leave s.t. undone bir şeyi yarıda bırakmak.
hesabımda üç milyon liralık bir eksiklik var.
Leave the house! Defol!
leave word with s.o. birine haber bırakmak.
leave/put s.o./s.t. in the
birini/bir şeyi gölgede bırakmak.
shade
leaven i. hamur mayası. f. mayalandırmak.
leaves i., çoğ., bak. leaf.
leave-taking i. ayrılma, veda.
leavings i., çoğ. artıklar.
Lebanese i. (çoğ. Leb.a.nese) Lübnanlı. s. 1. Lübnan, Lübnan´a özgü. 2.
Lebanon Lübnanlı.
i. Lübnan.
lecher i. zampara.
lecherous s. şehvet düşkünü, zampara.
lectern i. kürsü.
lecture i. 1. konferans, konuşma. 2. (üniversitede) ders. 3. azarlama. f.
lecturer 1. konferans
i. 1. konferans vermek. 2. (üniversitede)
veren kimse, ders
konferansçı, vermek. 3.
konuşmacı. 2. -e nutuk
çekmek;
okutman, -i azarlamak.
lektör.
led f., bak. lead.
ledge i. 1. düz çıkıntı. 2. resif.
ledger i. ana hesap defteri, defteri kebir.
lee i., den. rüzgâr altı, boca, poca.
leech i. 1. sülük. 2. tufeyli, asalak, parazit (kimse).
leek i. pırasa.
leer f. pis pis gülümsemek. i. pis bir gülümseme.
leery s.
leeward s. boca yönündeki. z. boca yönüne.
leeway i. 1. rahatça kımıldanacak yer, bol yer. 2. den. rüzgâr altına
left düşme.
s. sol, soldaki. i. sol, sol taraf. z. sola.
left f., bak. leave. s.
left hand 1. sol el. 2. sol taraf.
left luggage (office) İng. emanet (bavul v.b.´nin bırakıldığı yer).
left wing pol. sol kanat.
left winger solaçık.
left-handed s. solak.
left-handed compliment acemice veya samimi olmayan kompliman.
left-handedness i. 1. solaklık. 2. gizli anlamı olma.
leftist i., pol. solcu.
leftover s. artan, artık.
leftovers i. artan yemekler.
lefty s. 1. solak. 2. İng., k. dili solcu.
leg i. 1. bacak. 2. (mobilyada/pergelde) ayak. 3. (pantolonda)
leg of lamb bacak.
kasap. kuzu budu.
leg of mutton koyun budu.
legacy i. kalıt, miras.
legal s. 1. yasal, legal, kanuni, meşru. 2. adli. 3. hukuksal, hukuki.
legal error adli hata.
legal holiday resmi tatil günü.
legal science hukuk ilmi.
legal separation evli bir çiftin ayrı yaşaması.
legalise f., İng., bak. legalize.
legality i. yasallık, kanunilik, yasaya uygunluk, meşruluk.
legalize f. yasallaştırmak, meşrulaştırmak.
legally z. 1. yasal olarak, kanunen. 2. hukuken.
legation i. ortaelçilik.
legend i. 1. efsane, söylence. 2. sikke/harita üzerindeki yazı.
legendary s. efsanevi, söylencesel.
legging i., gen. çoğ. tozluk, getr.
leggy s. uzun bacaklı.
legibility i. okunaklılık, açıklık.
legible s. okunur, açık, okunaklı.
legibleness i., bak. legibility.
legibly z. okunaklı olarak.
legion i. 1. tar. (Romalılarda) lejyon. 2. kalabalık, alay.
legions of bir sürü (kişi).
legislate f. kanun yapmak, yasa çıkarmak, yasamak.
legislation i. 1. kanun yapma, yasama. 2. yasa, kanunlar.
legislative s. kanun koyan, yasamalı.
legislative immunity milletvekilliği dokunulmazlığı.
legislative power yasama gücü.
legislator i. parlamenter, millet meclisi üyesi.
legislature i. yasama meclisi, parlamento.
legitimate s. 1. yasal, türel. 2. meşru olarak doğmuş, meşru. 3. kabul
legitimate edilmiş kurallara uygun.
f. 1. yasallaştırmak. 2. (çocuğun) nesebini tashih etmek.
legitimatise f., İng., bak. legitimatize.
legitimatize f., bak. legitimize.
legitimise f., İng., bak. legitimize.
legitimize f. 1. yasallaştırmak. 2. haklı göstermek, mazur göstermek. 3.
legume (çocuğun) nesebini tashih
i., bot. 1. baklagiller etmek. bitkinin tanesi/tohumu. 2.
familyasından
leisure baklagiller
i. boş zaman. familyasından bitki.
leisurely s. 1. acelesiz iş yapan. 2. acelesiz yapılan. z. acele etmeden.
lemon i. 1. limon. 2. limon ağacı. 3. argo değersiz kimse/şey, moloz,
lemon balm gazoz.
bot. oğulotu, kovanotu, melisa.
lemon peel limon kabuğu.
lemonade i. limonata.
lend f. (lent) 1. ödünç vermek. 2. borç vermek.
lend a hand yardım etmek.
lend an ear kulak vermek, dinlemek.
lend an ear kulak vermek, dinlemek.
lend itself to -e uygun olmak, -e elverişli olmak.
lend o.s. to -e yardım etmek.
lend/give a hand to -e yardım etmek, -e elini uzatmak.
length i. 1. uzunluk, boy. 2. süre.
lengthen f. uzatmak; uzamak.
lengthways z., bak. lengthwise.
lengthwise z. uzunlamasına.
lengthy s. uzun, fazlasıyla uzun.
lenience i., bak. leniency.
leniency i. yumuşaklık, müsamaha.
lenient s. yumuşak davranan, müsamahakâr.
leniently z. yumuşaklıkla.
lens i. 1. mercek. 2. göz merceği. 3. foto. objektif.
Lent i. Paskalyadan önce gelen büyük perhiz.
lent f., bak. lend.
lenticel i., bot. kovucuk.
lentil i. mercimek.
Leo i., astrol. Aslan burcu.
leopard i. leopar, pars.
leopardess i. dişi leopar.
leotard i., gen. çoğ. dansçıların giydiği mayo.
leper i. lepralı/cüzamlı kimse.
leprosy i. lepra, cüzam.
leprous s. 1. lepralı, cüzamlı. 2. cüzam gibi.
Lesbian i. Midillili. s. 1. Midilli, Midilli´ye özgü. 2. Midillili.
lesbian i., s. lezbiyen, sevici.
lesbianism i. lezbiyenlik, sevicilik.
Lesbos i. Midilli.
lesion i., tıb. 1. lezyon, doku bozukluğu. 2. yara, bere.
Lesotho i. Lesoto.
less z. daha az: less attractive daha az çekici. Eat less! Daha az ye!
-less s. daha-siz.
sonek az: Eat less cake! Daha az kek ye! i. daha az: He gave
me less. Bana daha az verdi. She found less than fifty. Elliden
lessen f. küçültmek, eksiltmek, azaltmak; küçülmek, azalmak.
daha az buldu. edat eksi: Three less two equals one. Üç eksi iki
lesser s. 1. daha
eşittir bir. az; daha küçük. 2. ikinci derecedeki; daha az önemli.
lesson i. 1. ders. 2. ibret: Let it be a lesson to you. Size ibret olsun.
lest bağ. 1. -mesin diye. 2. korkusu ile.
let f. (let, --ting) 1. izin vermek: Let him through. Geçmesine izin
Let go! verin.
Bırak!2. İng. kiraya vermek. 3. -elim, -sin, -sinler (birinci/üçüncü
şahıs emir kipi): Let´s go. Gidelim.
let alone şöyle dursun: He can´t support himself, let alone two relatives.
let alone/be İki akraba şöyle
karışmamak, dursun,
kendi kendisini
haline bile geçindiremiyor.
bırakmak.
Let be! Bırak!/Öyle kalsın!/Dokunma!/Bozma!
Let bygones be bygones. Geçmişi unutalım./Olan oldu./Geçmişe mazi derler.
let down 1. indirmek. 2. boşa çıkarmak, hayal kırıklığına uğratmak.
let down one´s hair samimi davranmak.
let fall düşürmek.
let fly 1. salıverip uçurmak. 2. fırlatmak. 3. ateş etmek.
let go 1. bırakmak, koyuvermek. 2. serbest bırakmak.
Let him have his say. Bırak, diyeceğini desin.
let in kapıyı açıp içeriye almak.
Let it be. Bırak./Öyle olsun. as it were gibi, sanki, güya.
let loose serbest bırakmak.
let loose salıvermek, çözüp koyvermek.
Let me have a whack at it! İng., k. dili Bir deneyeyim bakalım!
Let me see. Bakayım./Dur bakalım./Düşüneyim.
let o.s. go 1. kendini bırakıp coşmak. 2. kendini kapıp koyuvermek,
let o.s. in kendini bırakmak,açıp
kapıyı anahtarla kendine
içeriyeözen göstermemek.
girmek.
let off 1. cezasını affetmek, cezasını hafifletmek. 2. dışarı vermek.
let off steam k. dili deşarj olmak, içini dökerek rahatlamak.
let on sırrı başkasına söylemek, sırrı ifşa etmek.
let one´s hair down içini dökmek.
let out 1. dışarıya bırakmak, koyuvermek, kaçmasına izin vermek. 2.
let s.o. down gently (ip, kablo
birini yavaşv.b.´ni)
yavaşgevşetmek, genişletmek.
alıştırarak hayal 3. uğratmak.
kırıklığına (elbiseyi)
genişletmek. 4. İng. kiraya vermek.
let s.o. have it birine dünyanın kaç bucak olduğunu göstermek; birini
let s.t. go by the board haşlamak. Rumor has
1. fırsatı kaçırmak. 2. it
birthat the government
şeyden vazgeçmek.will fall. Söylentiye
göre hükümet düşecek.
let s.t. slide k. dili işi oluruna bırakmak.
let s.t. slip k. dili 1. bir şeyi ağzından kaçırıvermek. 2. fırsatı kaçırmak.
let s.t./s.o. slip through one
bir şeyi/birini elinden kaçırmak.
´s fingers
let sleeping dogs lie k. dili fincancı katırlarını ürkütmemek.
let slide vazgeçmek.
let slip 1. ağzından kaçırmak. 2. (fırsatı) elinden kaçırmak.
let the cat out of the bag k. dili sırrı açıklamak, baklayı ağzından çıkarmak.
let the cat out of the bag k. dili baklayı ağzından çıkarmak.
let the side down İng., k. dili bekleneni yapmayarak arkadaşlarını büyük bir hayal
Let the water stand for two kırıklığına uğratmak.
Suyu iki gün dinlendir.
days.
Let things stand for now. Şimdilik her şey olduğu gibi kalsın. Tears stood in her eyes.
let up Gözleri yaşla dolmuştu.
1. yumuşamak, sertliğiniThe sweat stood
kaybetmek. out on his brow.
2. (yağmur)
Alnında boncuk
kesilmek/dinmek. boncuk terler birikmişti.
Let us part friends. Dost olarak ayrılalım./Dost kalalım.
let well enough alone olanla yetinmek.
Let x equaly. X´in 2y´ye eşit olduğunu farzedelim.
let/leave s.o./s.t. alone olduğu gibi bırakmak, kendi haline bırakmak; dokunmamak,
Let´s call it quits! rahat
Haydi bırakmak.
bırakalım artık!/Paydos edelim!/Haydi vazgeçelim!
Let´s do it; nobody´ll be any
k. dili Onu yapalım. Kimsenin haberi olmaz.
the wiser.
Let´s get this show on the
Haydi başlayalım!
road!
Let´s meet at ten past three. Üçü on geçe buluşalım.
lethal s. öldürücü.
lethargic s. 1. uyuşuk. 2. tıb. letarjik.
lethargy i. 1. uyuşukluk. 2. tıb. letarji.
Lett i. 1. Let. 2. Letonca.
letter i. 1. harf. 2. mektup. 3. çoğ. bilim; edebiyat. 4. spor takım
letter box üyelerine verilen şeref arması. f. kitap harfiyle yazmak.
mektup kutusu.
letter carrier İng. postacı.
letter of condolence başsağlığı mektubu.
letter of credit tic. akreditif.
letter of credit akreditif, kredi mektubu.
letter opener mektup açacağı.
lettered s. okumuş, tahsilli.
letterhead i. antet.
letterhead stationery antetli kâğıt.
lettering i. harfle belirtme.
Lettic s., bak. Lettish.
Lettish i. Letonca. s. 1. Let. 2. Letonca.
lettuce i. yeşil salata; kıvırcık salata.
letup i. 1. azalma. 2. sakinleşme. 3. ara.
leucocyte i., biyol., bak. leukocyte.
leukemia i., tıb. lösemi, kan kanseri.
leukocyte i., biyol. akyuvar, lökosit.
Levant i.
Levantine s. 1. Levanten. 2. Doğu Akdeniz bölgesine/halkına özgü. i. 1.
level Levanten.
i. 1. düzey,2.seviye.
Doğu Akdenizli.
2. düzeç, kabarcıklı düzeç, su terazisi. 3.
level at düzlük, düz yer. s. 1.
1. (silahı) -e doğrultmak. düzlem, yatay.-e2.yüklemek.
2. (suçu) hemzemin, bir seviyede
olan. 3. ölçülü, dengeli. f. (--ed/--led, --ing/--ling) 1. düzeltmek,
level crossing İng., d.y. hemzemin geçit.
düzlemek. 2. yıkmak, yerle bir etmek. 3. eşit düzeye getirmek.
levelheaded s.
4. aklı
withbaşında,
k. dili -e dengeli.
doğruyu söylemek.
lever i. manivela, kaldıraç.
leverage i. manivela gücü.
levitate f. 1. havada durmak. 2. ispritizma gücü ile veya rüyada havaya
levity yükselmek/yükseltmek.
i. şakalaşma, gülüşme.
levulose i., kim. levüloz, meyve şekeri.
levy i. 1. zorla (asker) toplama. 2. zorla toplanan asker. 3. (vergi)
levy war on toplama. f. zorla
(birine karşı) toplamak.
savaş açmak.
lewd s. kaba bir şekilde cinsel hareketleri/organları akla getiren, kaba
lexicographer bir şekilde seksi
i. sözlükçü, akla getiren.
leksikograf.
lexicography i. sözlükçülük, leksikografi.
lexicologist i. sözlükbilimci, leksikolog.
lexicology i. sözlükbilim, leksikoloji.
lexicon i. sözlük.
liability i. 1. sorumluluk, yükümlülük. 2. tic. borç. 3. k. dili dert; birine
liable yük
s. olan kimse; dert kaynağı olan şey.
liaison i. 1. bağlantı, irtibat, liyezon. 2. gizli (cinsel) ilişki.
liaison officer irtibat subayı.
liar i. yalancı.
lib i., k. dili özgürlük, kurtuluş.
lib kıs. liberal, librarian, library.
libel i. 1. yayın yoluyla hakaret. 2. iftira. f. (--ed/--led, --ing/--ling) 1.
liberal yayın yoluylaerkinci.
s. 1. liberal, hakaret
2.etmek. 2. iftira
açık fikirli, etmek.
geniş gönüllü. 3. cömert, eli
liberalism açık. i. liberal.
i. liberalizm, erkincilik.
liberality i. 1. cömertlik. 2. liberallik.
liberate f. 1. azat etmek, serbest bırakmak, salıvermek. 2. argo çalmak.
liberation i. 1. azat etme, serbest bırakma. 2. kurtuluş, özgürlük.
liberator i. kurtarıcı.
Liberia i. Liberya.
Liberian i. Liberyalı. s. 1. Liberya, Liberya´ya özgü. 2. Liberyalı.
liberty i. özgürlük, hürriyet.
liberty of conscience vicdan özgürlüğü.
liberty of speech konuşma özgürlüğü.
liberty of the press basın ve yayın özgürlüğü.
Libra i., astrol. Terazi burcu.
librarian i. kütüphaneci.
library i. kütüphane, kitaplık.
Libya i. Libya.
Libyan i. Libyalı. s. 1. Libya, Libya´ya özgü. 2. Libyalı.
lice i., çoğ., bak. louse.
licence i., İng., bak. license.
license i. 1. izin belgesi, ruhsatname, lisans. 2. ehliyet. 3. izin, ruhsat. f.
license number 1. izinplaka
oto. vermek. 2. izin belgesi vermek. 3. yetkilendirmek.
numarası.
license plate/tag oto. plaka.
license tag oto. plaka.
licentious s. ahlaksız, şehvet düşkünü.
licentiousness i. ahlaksızlık.
lichen i., bot. liken.
lick f. 1. yalamak. 2. alev gibi yalayıp geçmek. 3. k. dili dayak
lick clean atmak.
yalayıp4. k. dili üstün gelmek, yenmek. i. yalama, yalayış.
temizlemek.
lick into shape biçim vermek.
lick one´s chops düşündükçe ağzı sulanmak.
lick s.o.´s boots birinin elini eteğini öpmek, birine dalkavukluk etmek.
lick the dust 1. öldürülmek. 2. yere serilmek, yeri öpmek, iki seksen
licorice uzanmak. 3. el etek öpmek, çanak yalamak.
i. meyan, meyankökü.
lid i. 1. kapak. 2. gözkapağı.
lie i. 1. yalan. 2. yalan söyleme. f. (--d, ly.ing) yalan söylemek.
lie f. (lay, lain, ly.ing) 1. yatmak, uzanmak. 2. durmak, kalmak,
lie behind olmak. i. 1. yatış.
-in ardında yatmak,2. duruş. 3. mevki.
-in ardında gizli olmak.
lie down yatmak, uzanmak.
lie fallow boş kalmak.
lie in ambush pusuya yatmak.
lie in one´s teeth korkunç yalanlar söylemek.
lie in ruins harap olmak.
lie in wait pusuda beklemek.
lie in wait pusuya yatmak.
lie like a trooper çok yalan söylemek.
lie low 1. ortalıkta görünmemek. 2. göze batmamaya çalışmak.
lie off den. alargada yatmak.
lie one´s way out of s.t. yalan söyleyerek bir işten sıyrılıvermek.
lie sick hasta yatmak.
Liechtenstein i. Lihtenştayn. s. Lihtenştayn, Lihtenştayn´a özgü.
Liechtensteiner i. Lihtenştaynlı.
lieu i.
lieutenant i. 1. ask. teğmen. 2. den. yüzbaşı. 3. vekil.
lieutenant colonel yarbay.
lieutenant commander ön yüzbaşı, kıdemli yüzbaşı.
lieutenant general korgeneral.
lieutenant governor vali vekili.
lieutenant, junior grade den. teğmen.
lieutenant, senior grade yüzbaşı.
life i. (çoğ. lives) 1. yaşam, hayat, dirim; ömür. 2. canlılık. 3. can. 4.
life assurance yaşam tarzı.sigortası.
İng. hayat
life belt cankurtaran kemeri.
life buoy cankurtaran simidi.
life expectancy ortalama ömür.
life expectancy ortalama ömür uzunluğu, beklenimli yaşam süresi.
life imprisonment ömür boyu hapis cezası.
life insurance hayat sigortası.
life insurance hayat sigortası.
life jacket cankurtaran yeleği.
life line 1. cankurtaran halatı. 2. avuç içinde görülen yaşam çizgisi.
life preserver cankurtaran.
life sentence ömür boyu hapis cezası.
life span ömür.
lifeboat i. cankurtaran sandalı.
lifeguard i. (plajlarda) can kurtaran görevli, cankurtaran.
lifeless s. cansız, ölü.
lifelike s. canlı gibi görünen.
lifelong s. ömür boyu.
lifesaver i. 1. (plajlarda) can kurtaran görevli, cankurtaran. 2. imdada
life-size yetişen
s. doğal şey.
büyüklükte (resim/heykel).
life-sized s., bak. life-size.
lifestyle i., k. dili yaşam biçimi.
lifetime i. ömür.
lift f. 1. kaldırmak, yükseltmek. 2. k. dili çalmak, yürütmek,
lift off aşırmak. 3. (sis/duman)
(roket) havalanmak, dağılmak. 4. (kulakları) dikmek. i. 1.
kalkmak.
kaldırma, yükseltme; yükselme. 2. İng. asansör.
lift up one´s voice bağırmak, sesini yükseltmek.
liftoff i. (roket) havalanma, kalkma.
ligament i., anat. bağ.
ligate f., tıb. (kan damarını) bağlamak.
ligation i. bağlama; bağlanma.
ligature i. 1. bağ. 2. bağlama, raptetme. 3. tıb. kan damarını bağlamak
light için
i. 1. kullanılan iplik.
ışık, aydınlık. 2.4. müz.
ışık bağ.
veren şey: Turn off the lights. Lambaları
light kapatın. 3. (sigara v.b. için)
f. (--ed/lit) 1. yakmak, tutuşturmak; ateş: Doyanmak,
you havetutuşmak.
a light? Ateşiniz
2.
var mı? 4.
aydınlatmak, dünyaya ışık
ışık vermek. saçan kimse. 5. anlama.
3. neşelendirmek, 6. bir resmin
canlandırmak.
light f. (--ed/lit) 1. konmak. 2. üzerine düşmek. 3. (attan/arabadan)
aydınlık kısmı. 7. gün ışığı, gündüz.
light inmek.
s. 1. hafif. 2. eksik. 3. önemsiz. 4. ince. 5. yüksüz, yükü hafif. 6.
light comedy az, ufak.
hafif 7. iyi mayalanmış. 8. endişesiz. 9. çevik, ayağına tez.
komedi.
10. açık (renk). z. 1. hafif bir şekilde. 2. az eşya ile, az yükle, az
light fixtures (duvara/tavana yerleştirilen) lamba armatürleri.
bagajla: travel light az eşyayla/bagajla seyahat etmek.
light in the head k. dili 1. başı dönmüş, sersemlemiş. 2. budala, ahmak. 3. deli.
light industry hafif sanayi.
light into k. dili -e saldırmak.
light literature eğlendirici, kolay okunan hafif kitaplar.
light meal hafif yemek.
light meter ışıkölçer.
light opera operet.
light out k. dili aceleyle yola çıkmak, yola düzülmek.
light sleeper uykusu hafif kimse.
light up 1. -i aydınlatmak; aydınlanmak. 2. (sigara/puro/pipo) yakmak.
light year ışık yılı.
lighten f. aydınlatmak, ışık saçmak.
lighten f. 1. hafifletmek, yükünü azaltmak; hafiflemek, yükü azalmak. 2.
lighter neşelendirmek;
i. 1. yakan kimse. neşelenmek.
2. yakıcı alet; tutuşturucu şey. 3. çakmak.
lighter i. mavna, salapurya, layter.
light-fingered s. hırsızlığı benimsemiş, eli uzun.
light-footed s. çevik, zarif.
lightheaded s. başı dönen, sersemlemiş.
lighthearted s. kaygısız, endişesiz, tasasız, neşeli, şen.
lighthouse i. fener, deniz feneri.
lighting i. aydınlatma, ışıklandırma.
lightly z. 1. hafifçe. 2. kolayca, kolaylıkla. 3. ciddiye almadan,
lightness umursamazca.
i. hafiflik. 4. neşeyle.
lightning i. şimşek; yıldırım.
lightning bug ateşböceği, yıldızböceği.
lightning conductor İng. yıldırımsavar, paratoner.
lightning rod yıldırımsavar, paratoner.
lightweight s. 1. hafif. 2. önemsiz. i. 1. spor tüysıklet, hafifsıklet. 2.
light-year yeteneksiz
i., gökb. ışıkkimse.
yılı.
lignite i. linyit.
lignum vitae peygamberağacı.
ligustrum i., bot. kurtbağrı.
likable s. hoşa giden, hoş.
-like sonek -imsi, gibi, benzer: lifelike, workmanlike.
like edat gibi, -e benzer. s. 1. benzer. 2. aynı. i. benzeri.
like f. hoşlanmak, sevmek; beğenmek.
like a bolt out of the blue k. dili beklenmedik bir şekilde, birdenbire.
like a drowned rat k. dili sırsıklam, sırılsıklam.
like a house afire 1. son süratle, son sürat. 2. gül gibi (geçinmek), ballı börekli
like a shot (olmak).
1. derhal, hemen, hiç tereddüt etmeden. 2. şimşek gibi, yıldırım
like a streak of lightning gibi, çabucak.
k. dili yıldırım gibi.
like all get-out k. dili son sürat, delicesine, deli gibi: They were working like all
like clockwork get-out.
saat gibi,Eşek
çokgibi çalışıyorlardı.
düzenli, tıkır tıkır.He was running like all get-out.
Deli gibi koşuyordu.
Like father, like son! k. dili Tıpkı babası!/Babasına çekmiş!
like hell k. dili 1. deli gibi: He was running like hell. Deli gibi koşuyordu.
like lightning 2. hiç; aksine.
şimşek gibi, yıldırım gibi, çok çabuk.
like mad k. dili çılgınca, çılgın gibi.
like mad deli gibi, çılgınca.
likeable s., bak. likable.
likelihood i. olasılık, ihtimal.
likely s. 1. olası, muhtemel. 2. uygun: a likely day for a picnic pikniğe
likeminded uygun bir gün. 3. geleceği parlak: a likely candidate geleceği
s. hemfikir.
parlak bir aday. 4. inanılır: a likely story inanılır bir hikâye. z.
liken f. to -e benzetmek.
muhtemelen.
likeness i. 1. suret, kılık. 2. resim, portre. 3. benzerlik, benzeşme.
likes and dislikes (bir kimsenin) sevdiği ve sevmediği şeyler.
likewise z. 1. aynı biçimde, aynen; keza. 2. ayrıca, ve de.
liking i. 1. hoşlanma, sevme; beğenme. 2. sevgi. 3. ilgi; eğilim.
lilac i. 1. leylak. 2. leylak rengi, açık mor, lila. s. leylak rengindeki,
lilt açık
i. (sesmor, lila. hoş bir iniş çıkış.
tonunda)
lily i. zambak.
lily of the valley müge, inciçiçeği.
lily-livered s. korkak, ödlek, yüreksiz.
lily-white s. bembeyaz, zambak gibi beyaz.
lima i.
lima bean limafasulyesi.
limb i. 1. kol ve bacak gibi vücuda eklemle bağlı organ. 2. ağacın ana
limber dalı.
f. up 3. kol,bedeni
spor dal. ısıtmak, ısınma hareketleri yapmak. s. eğilir
limbo bükülür, oynak
i., b.h. Araf. (özellikle kol ve bacaklar).
lime i. kireç.
lime i., İng. ıhlamur ağacı, ıhlamur.
lime i. misket limonu.
limekiln i. kireç ocağı.
limelight i. 1. kireç lambası. 2. İng., tiy. spot, spotlu lamba. 3. ilgi
limestone merkezi, ilgi odağı.
i. kireçtaşı.
limit i. sınır, had, limit, uç. f. sınırlandırmak, sınırlamak, kısıtlamak.
limitation i. sınırlama, kısıtlama.
limited s. 1. sınırlı, kısıtlı; az, sayılı. 2. çevrili. 3. ekspres (tren). 4. İng.
limited liability company limitet,
limitet sınırlı
şirket.sorumlu (şirket).
limitless s. sınırsız, sonsuz.
limousine i. limuzin.
limp f. topallamak, aksamak. i. topallama. s. yumuşak, bükülgen,
limpid gevşek.
s. berrak, şeffaf, duru.
linchpin i. 1. tekerleğin dingil çivisi. 2. kilit adam; temel taşı.
linden i. ıhlamur ağacı, ıhlamur.
linden tea ıhlamur.
line i. 1. çizgi. 2. yol, hat. 3. ip, sicim. 4. satır; dize, mısra: There are
line fifty-four lines on this page. Bu sayfada elli dört satır var. a line
f. astarlamak.
of poetry bir şiir dizesi. 5. dizi, sıra; saf: a line of oaks bir sıra
line of defence 1. ask. savunma hattı. 2. savunma tezi.
meşe. Stay in line! Sıradan çıkmayın! The worshipers were
line of least resistance en kolayin
arrayed yol.
lines. Müminler saf bağlamışlardı. 6. kuyruk, sıra: We
line of vision stood
görüşin that line for hours. O kuyrukta saatlerce bekledik. 7.
hattı.
lineage kısa
i. soy,mektup, pusula, not. 8. hiza. 9. k. dili iş, meslek. 10.
nesil, silsile.
(telefon, telgraf, tren, gemi v.b. için) hat. 11. olta. 12. seri, dizi.
lineament i.,
13.çoğ. yüzbir
belirli hatları.
cins/marka mal. 14. çoğ., tiy. rol. 15. soy. 16. argo
linear s. 1. çizgisel.
kandırıcı sözler, 2. doğrusal.
martaval, masal. 17. çoğ. ana hatlar. 18. ask.
linear measure hat; saf: line
uzunluk of retreat ricat hattı. front line cephe hattı. line of
ölçüsü.
communications ulaşım hattı. f. 1. çizgilerle göstermek. 2. çizgi
lineman çoğ. line.men (layn´mîn) i. hat bekçisi; hat döşeyicisi.
çekmek. 3. up dizmek, sıralamak. 4. up sıraya girmek.
linen s. keten. i. 1. keten kumaş, keten. 2. masa örtüleri ve yatak
linen closet çarşafları. 3. iç çamaşırı, çamaşır.
çamaşır dolabı.
liner i. 1. yolcu gemisi. 2. yolcu uçağı.
lineup i., spor oyun başlamadan oyuncuların yerini alması.
linger f. 1. (gitmesi gerekirken) kalmak, ayrılamamak. 2. on kolay
lingerie kolay
i. kadıngeçmemek.
iç çamaşırı ve gecelik.
lingo i. (çoğ. --es) dil; yabancı dil.
lingua franca anadili farklı insanların konuştuğu ortak dil.
linguist i. dilbilimci, dilci, lengüist.
linguistic s. 1. dile ait. 2. dilbilimsel.
linguistical s., bak. linguistic.
linguistics i. dilbilim, lengüistik.
lining i. astar.
link i. 1. halka, zincir baklası. 2. bağ, bağlantı. 3. radyo, TV link. f.
link up birbirine
bağlamak, bağlamak, birleştirmek,
birleştirmek; zincirlemek;
bağlanmak, birbirine
birleşmek.
bağlanmak, birleşmek, zincirlenmek.
linkage i. 1. bağlama, bağlayış. 2. mak. bağlantı.
linnet i. ketenkuşu.
linoleum i. muşamba, linolyum.
linotype i., matb. linotip.
linseed i. ketentohumu.
linseed oil beziryağı.
lint i. 1. keten tiftiği. 2. yaraları sarmak için kullanılan yumuşak bir
lion madde.
i. 1. aslan. 2. cesur kişi, aslan yürekli adam. 3. ünlü kişi, şöhret.
lioness i. dişi aslan.
lionhearted s. aslan yürekli, cesur.
lip i. 1. dudak. 2. kenar, uç. 3. argo küstahlık, yüzsüzlük.
lip service sahte bağlılık.
lipid i., biyokim. lipit.
lipide i., biyokim., bak. lipid.
lipoma çoğ. --s (laypo´mız)/ --ta (laypo´mıtı) i., tıb. lipom, yağ uru.
lipstick i. ruj, dudak boyası.
liquefaction i. sıvılaştırma; sıvılaşma.
liquefy f. eritmek, sıvılaştırmak; erimek, sıvılaşmak.
liqueur i. likör.
liquid s. 1. sıvı, akıcı, akışkan. 2. şeffaf, berrak. 3. hemen paraya
liquid measure çevrilebilir;
sıvı ölçeği. likit. i. sıvı.
liquid measure sıvı oylum ölçüsü.
liquid quart A.B.D. 0,946 litre; İng. 1,136 litre.
liquidate f. 1. (borcu) ödeyip kapatmak, tediye etmek. 2. (bir ticaret
liquidation kuruluşunu)
i. tasfiye, işi kapatmak, tasfiye etmek, likide etmek. 3. argo
kapatma, likidasyon.
öldürmek, temizlemek.
liquidity i. 1. sıvılık. 2. ekon. likidite.
liquor i. 1. içki, alkollü içecek. 2. et suyu.
liquorice i., İng., bak. licorice.
lira i. 1. lira. 2. liret.
lisp f. peltek konuşmak. i. pelteklik.
list i. liste, cetvel, dizin, fihrist. f. listeye geçirmek, deftere yazmak.
list f. yan yatmak. i. yan yatma.
list price katalog fiyatı; liste fiyatı.
listen f. to -i dinlemek, -e kulak vermek.
listen in başkasının konuşmasını dinlemek, kulak misafiri olmak.
listen to reason mantığa kulak vermek.
listless s. neşesiz, halsiz.
listlessness i. neşesizlik, halsizlik.
lit f., bak. light. s. 1. yanmış, tutuşturulmuş. 2. aydınlatılmış.
lit kıs. literally, literary, literature.
liter i. litre.
literacy i. okuryazarlık.
literal s. 1. kelimesi kelimesine, harfi harfine. 2. gerçek.
literally z. 1. harfi harfine. 2. gerçekten.
literary s. edebi, yazınsal.
literate s., i. okuryazar.
literature i. edebiyat, yazın.
lithe s. kolay eğilip bükülebilen, kıvrak.
lithium i., kim. lityum.
lithograph i. taşbasması resim, taşbasması, taşbaskı, litografya, litografi.
lithographer i. litografyacı, taşbaskıcı.
lithography i. litografya, litografi, taşbaskı, taşbasması.
lithology i. taşbilim, litoloji.
lithosphere i. taşyuvarı, taşküre, litosfer.
Lithuania i. Litvanya.
Lithuanian i. 1. Litvanyalı. 2. Litvanyaca, Litovca. s. 1. Litvanya, Litvanya
litigant ´ya özgü. 2. Litvanyaca, Litovca. 3. Litvanyalı.
i. davacı/davalı.
litigate f. 1. mahkemeye başvurmak. 2. dava etmek, dava açmak.
litigation i. 1. dava etme. 2. dava.
litmus i. turnusol.
litmus paper turnusol kâğıdı.
litmus paper turnusol kâğıdı.
litre i., İng., bak. liter.
litter i. 1. (yere atılan) çöp, çerçöp. 2. bir defada doğan yavrular. 3.
litter bag tahtırevan.
çöp torbası.4. sedye. 5. hayvanları yatırmak için serilen saman
veya kuru ot. f. 1.yere çöp atmak. 2. darmadağın etmek. 3.
litter up karmakarışık etmek.
saçmak, dağıtmak. 4. doğurmak, birden çok yavru doğurmak. 5.
litterbin i., İng. (umumi
ahırda hayvanınyerlerde) çöp kutusu.
altına yataklık ot sermek.
litterbug i., k. dili yere çöp atan kimse.
little s. (--r, --st) 1. küçük, ufak. 2. az: There´s little time left. Az
little by little zaman
azar azar,kaldı. 3. cici.
yavaş 4. önemsiz, değersiz. i. 1. az miktar, az: He
yavaş.
´s content with little. Azla yetinir. There´s little left. Az kaldı. 2.
Little did I think. Aklımdan geçirmedim.
ufak şey. 3. az zaman. z. (less, least) az: He likes us as little as
little or nothing hiçlike
we denecek
him. Bizkadar az, ne
ondan hemen hemen
kadar hiç.
az hoşlanıyorsak o da bizden o
Little pitchers have big ears. kadar az hoşlanıyor.
Çocukların kulağı delik olur.
littoral s. sahile yakın. i. sahil boyu.
liturgical s. 1. liturjiye ait, liturjik. 2. liturjisi olan, liturjik (kilise). 3.
liturgy liturjiye
i. liturji, göre yapılan, liturjik (ayin).
liturya.
live f. 1. yaşamak. 2. oturmak, ikamet etmek. 3. (yaşam/ömür)
live sürmek,
s. 1. canlı, geçirmek, (hayat)
diri. 2. zinde, yaşamak.
hayat dolu. 3.4.yanan.
on ile beslenmek. 5. on
4. elektrik yüklü,
ile geçinmek.
cereyanlı (tel, 6. off ile
ray v.b.). geçinmek, geçimini -den sağlamak.
5. patlamamış (bomba). 6. radyo, TV
live a double life ikiyüzlü bir hayat yaşamak.
canlı (yayın).
live a lie sahte hayat geçirmek.
live among -in içinde/arasında yaşamak.
live and learn yaşadıkça öğrenmek.
live by one´s wits (geçinmek için) uyanık ve kurnaz olmak.
live embers sönmemiş ateş korları.
live fast hızlı yaşamak.
live fast hızlı yaşamak.
live from hand to mouth elden ağıza yaşamak, kıt kanaat geçinmek.
live in s.o.´s shadow daha güçlü/ünlü birinin gölgesinde kaybolup gitmek.
live in sin nikâhsız olarak beraber yaşamak.
live like a lord k. dili lort gibi lüks içinde yaşamak.
live off the fat of the land bir eli yağda, bir eli balda yaşamak.
live out sonuna kadar yaşamak.
live through 1. (bir zamanı/olayı) yaşamak. 2. (zor bir durumdan) sağ olarak
live up to one´s reputation çıkmak,
şöhretinisağ salim çıkmak.
doğrulayacak bir yaşam sürmek.
live wire 1. cereyanlı tel. 2. k. dili başkalarını harekete getirme yeteneği
live with olan çok enerjik
ile birlikte kimse.
yaşamak.
live-in s. 1. işyerinde oturan. 2. işyerinde oturmayı gerektiren (iş).
livelihood i. 1. geçim, geçinme. 2. geçim yolu. 3. rızk.
livelong s. bitmez tükenmez, bütün.
lively s. 1. canlı, neşeli. 2. parlak (renk).
lively hope güçlü umut.
liven f. up canlanmak, hareketlenmek.
liven s.t. up bir şeyi daha canlı bir hale getirmek.
liver i. karaciğer, ciğer.
livery i. 1. özel üniforma. 2. hizmetçi sınıfı. 3. kılık, kıyafet.
lives i., çoğ., bak. life.
livestock i. çiftlik hayvanları.
livid s. 1. k. dili çok öfkeli, kanı beynine sıçramış. 2. kurşuni.
living i. 1. yaşam. 2. yaşam tarzı. 3. geçim yolu.
living s. 1. yaşayan, canlı, diri, sağ. 2. yaşayanlara özgü.
living image of -in tıpkısı.
living language yaşayan dil.
living picture canlı tablo.
living room oturma odası.
living wage geçindirebilecek maaş.
lizard i. kertenkele.
llama i. lama.
LLD kıs. Doctor of Laws.
loach i. çoprabalığı.
load i. 1. yük. 2. ağırlık. 3. endişe, üzüntü, kaygı. 4. mak. direnç. 5.
load elek. yük, şarj. yüklemek. 2. with (hediye) yağdırmak. 3. (zar)
f. 1. yükletmek;
load up doldurmak.
-i yükletmek. 4. (silah) doldurmak. 5. (fotoğraf makinesine) film
koymak.
loaded s. 1. dolu. 2. hileli (zar). 3. argo sarhoş, yüklü. 4. argo zengin,
loaded question yüklü.
şaşırtıcı soru.
loading i. 1. yükleme. 2. yük.
loads i., k. dili çok miktar, yığın: loads of love pek çok sevgiler, kucak
loadstar dolusu
i., bak. sevgiler.
lodestar.
loaf çoğ. loaves (lovz) i. ekmek somunu, somun.
loaf f. aylakça vakit geçirmek, aylaklık etmek, boş gezmek; haylazlık
loafer etmek.
i. 1. aylak, boş gezen; haylaz kimse. 2. mokasen.
loam i. 1. kil, kum ve çürümüş bitkisel maddelerden oluşan toprak. 2.
loan pahsa,
i. 1. ödünçsamanlı
verme.balçık, kerpiçalma,
2. ödünç çamuru. 3. killi toprak.
borçlanma. 3. ödünç para. f.
loan shark 1.
k. özellikle faiz karşılığında ödünç para vermek. 2. ödünç
dili tefeci.
vermek.
loanword i. başka bir dilden alınan sözcük.
loath s.
loathe f. -i hiç sevmemek, -den hiç hoşlanmamak.
loathing i. hiç sevmeme, hiç hoşlanmama; nefret.
loathsome s. pis, nahoş.
loaves i., çoğ., bak. loaf.
lob f. (--bed, --bing) havaya atmak, havaya doğru vurmak. i. havaya
lobby atılmış top, koridor,
i. 1. dehliz, havaya doğru vurulmuş
geçit. 2. top.
antre. 3. bekleme salonu, lobi. 4.
lobe kulis yapanlar, lobi. 5. kulis faaliyeti. f. kulis yapmak.
i. 1. yuvarlakça kısım. 2. anat. lop. 3. kulakmemesi.
lobed leaf bot. oymalı yaprak.
lobelia i., bot. lobelya.
lobster i. ıstakoz.
local s. 1. yerel, yöresel, mahalli. 2. dar, sınırlı. 3. tıb. lokal. i., k. dili
local call 1. yerli.
şehir içi2. İng. bar.
konuşma.
local color güz. san., edeb. yöresel özellikler.
local government yerel yönetim.
locale i. (bir olayın geçtiği) yer.
localisation i., İng., bak. localization.
localise f., İng., bak. localize.
locality i. yer, semt, lokalite.
localization i. 1. lokalizasyon, -in (belirli bir yerden) çıkmasını önleme. 2.
lokalizasyon, -in yerini tayin etme/saptama.
localize f. 1. -i lokalize etmek, -in (belirli bir yerden) çıkmasını önlemek.
locate 2. -in(bir
f. 1. yerini tayin
yerde) etmek/saptamak,
iskân -i lokalize
etmek, yerleştirmek. etmek.saptamak,
2. yerini
location yerini
i. keşfetmek,
1. yer, mahal, konum,bulmak. mevki. 2. sin., TV lokasyon, stüdyo
locative dışındaki çekim yeri. 3. yerini
s., dilb. -de halindeki. i. -de halindekisaptama, bulma.
sözcük.
loch i., İskoç. 1. göl. 2. körfez, haliç.
lock i. 1. saç lülesi. 2. çoğ. saçlar.
lock i. 1. kilit. 2. silah çakmağı. 3. güreş birkaç çeşit yakalama
lock yöntemi. 4. kilitlenme.
f. 1. kilitlemek; 5. lok,
kilitlenmek. 2. yükseltme havuzu.kenetlenmek.
birbirine geçmek,
lock s.o. in 3. bilg. kilitleyerek
kapıyı kilitlenmek.birini (bir yere) hapsetmek; birinin üzerine
lock s.o. out kapıyı
kapıyıkilitlemek.
kilitleyerek birini dışarıda bırakmak; of kapıyı kilitleyerek
lock s.o. up birinin (bir
1. birini hapseyere)tıkmak.
girmesini engellemek.
2. birini tımarhaneye kapatmak.
lock s.t. up/away bir şeyi kilit altında tutmak.
lock up kapıyı/kapıları kilitlemek.
lock, stock and barrel baştan başa, tamamen.
locker i. 1. (soyunma odasında/okul koridorunda) kilitli dolap. 2. den.
locker room dolap, ambar.elbiselerini bıraktığı) dolaplı oda, soyunma odası.
(sporcuların
locket i. madalyon.
lockjaw i., k. dili tetanos, kazıklıhumma.
locknut i. emniyet somunu, kilit somunu.
lockout i. lokavt.
locksmith i. çilingir.
lockup i., k. dili hapishane.
loco s., argo deli, çılgın.
locomobile i. lokomobil.
locomotion i. hareket.
locomotive s. 1. harekete ait. 2. hareket edebilen. 3. hareket ettiren. i.
locus lokomotif.
çoğ. lo.ci (lo´say) i. yer, mahal, konum, mevki.
locust i. 1. çekirge. 2. ağustosböceği. 3. akasya, yalancı akasya,
locust bean salkımağacı.
bak. carob.
locution i. 1. anlatış tarzı. 2. deyim, tabir.
lode i. maden damarı.
lodestar i. 1. Çobanyıldızı. 2. Kutupyıldızı. 3. yol gösterici rehber/ilke.
lodge i. 1. tekke. 2. mason locası. 3. (kırlardaki) küçük otel. 4. rüstik
lodge ev,
f. 1.kulübe. 5. kapıcı/bahçıvan
(pansiyoner/kiracı) kulübesi.
-de kalmak; with6.(pansiyoner/kiracı)
hayvan ini. -in
lodger evinde kalmak. 2. İng.
i., İng. pansiyoner, kiracı. -e oda kiralamak. 3. in (bir şey) -e takılıp
kalmak; -e saplanmak. 4. (dilekçe v.b.´ni) arzetmek, sunmak. 5.
lodging i. (geceyi geçirmek için) kalacak yer; kiralık oda.
barındırmak.
lodging house İng. pansiyon; kiralık oda bulunan ev.
lodgings i., çoğ., İng. kiralık oda.
loess i., jeol. lös.
loft i. 1. İng. tavanarası. 2. tavanarası odası. 3. güvercinlik. 4. (ahır
lofty üstündeki)
s. 1. yüksek, samanlık.
yüce. 2. 5. kilise balkonu.
azametli, çalımlı.
log i. logaritma.
log i. 1. kütük (kesilmiş ağaç gövdesi). 2. den. parakete. 3. den.
log jurnal,
f. (--ged,seyir jurnali.
--ging) 1. den. seyir jurnaline kaydetmek. 2. belirli bir
log cabin mesafe katetmek.
kütüklerden yapılmış kulübe.
log in/on (to) bilg. (-e) girmek.
log off bilg. -i sonlandırmak.
logarithm i., mat. logaritma.
logbook i., den. seyir jurnali/defteri.
loge i. loca, tiyatro locası.
loggerhead i., zool. adi denizkaplumbağası, Caretta caretta.
logic i. mantık ilmi, mantık, eseme.
logical s. 1. mantıki, mantıksal. 2. mantıki, mantıksal, mantıklı, mantığa
logically uygun.
z. mantığa3. mantıklı (kimse).
göre, mantıklı olarak.
logician i. mantıkçı.
logistics i. lojistik.
logo i. logo.
logos i. logos, deyi.
loin i. 1. bel. 2. fileto.
loincloth i. peştemal.
loiter f. yolda oyalanmak, aylakça dolaşmak.
loiterer i. aylakça dolaşan kimse.
loitering i. aylak aylak dolaşma.
loll f. 1. in/on -de tembel tembel oturmak; against -e sırtını
lollipop dayamak. 2. out
i. lolipop; saplı (dil) ağzından dışarı sarkmak.
şeker.
Lombardy i. Lombardiya.
Lombardy poplar karakavak.
London i. Londra.
London pride bot. taşkıran.
lone s. yalnız, tek.
lone wolf yalnızlığı seven kimse.
loneliness i. yalnızlık.
lonely s. 1. yalnız (kimse). 2. ıssız, tenha.
loner i. yalnızlığı seven kimse.
lonesome s. yalnız, yapayalnız.
long s. 1. uzun: a long corridor uzun bir koridor. a long table uzun bir
long masa.
f. 1. çok2.istemek,
uzun, uzun süren: What
arzulamak, a longçekmek:
hasretini speech!I Ne
longuzun bir
to go.
konuşma!
Gitmeyi z. çok,
çoközlemini uzun
istiyorum. zaman: The meeting won´t last long.
He longs for freedom. Özgürlük hasreti
long after a friend bir dostun çekmek.
Toplantı
çekiyor. 2. uzun
for sürmez. She left here long ago. Buradan çok
-i özlemek.
long for -i özlemek.
zaman önce gitti.
long hours uzun çalışma saatleri.
long in the tooth k. dili yaşlanmış. show one´s teeth k. dili dişlerini göstermek,
long johns tehdit
k. dili etmek.
uzun paçalı don.
long jump uzun atlama.
long play uzunçalar, longpley.
long since çoktan beri, epey zamandır.
long since çoktan: I´ve long since forgotten his name. İsmini çoktan
Long time no see! unuttum.
k. dili Epeydir görüşemedik!
long-distance s. 1. uzun mesafeli. 2. şehirlerarası/uluslararası (telefon
long-distance call konuşması).
şehirlerarası konuşma; milletlerarası konuşma.
long-drawn-out s. çok uzun süren.
longevity i. uzun ömürlülük.
longhand i. el yazısı.
longing i. özlem, hasret.
longitude i. boylam.
long-lived s. uzun ömürlü.
long-playing s. uzun devirli (plak).
long-playing record uzunçalar, longpley.
long-range s. uzun menzilli (top).
long-range plan uzun vadeli plan.
long-sighted s. uzağı gören.
long-suffering s. uzun süre birinin kahrını çeken.
long-term s. uzun vadeli.
long-winded s. sözü bitmez.
loo i., İng. yüznumara, tuvalet.
look f. 1. bakmak. 2. görünmek, gözükmek: He looks ill. Hasta
look about görünüyor. i. 1. bakış,
etrafına bakmak, bakma, nazar. 2. görünüş. 3. (birinin
bakınmak.
yüzündeki) ifade.
look after -e bakmak, -i gözetmek, ile ilgilenmek.
look ahead ileriye bakmak, geleceği düşünmek.
look alive acele etmek.
look around 1. bakınmak. 2. araştırmak.
look at s.o. askance birine yan bakmak.
look at s.t. in perspective bir şeye geniş bir açıdan bakmak.
look back arkaya bakmak.
look back 1. geriye bakmak. 2. geçmişe bakmak, geçmişi düşünmek.
Look before you leap! Başlamadan/Hareket etmeden önce iyice düşün!
look daggers at -e kötü kötü bakmak.
look daggers at s.o. birine öfke ile bakmak.
look down on -i hor görmek, -e tepeden bakmak.
look down one´s nose at -i hor görmek.
look for 1. -i aramak. 2. -i beklemek.
look for a needle in a
saman yığınında iğne aramak, olanaksız şeyi bulmaya
haystack
look forward to çalışmak.
-i dört gözle beklemek, -i sabırsızlıkla beklemek, -i iple çekmek;
Look here! -e can bak!
Bana atmak.
Look here. Buraya bak./Baksana.
look in on -e kısa bir ziyaret yapmak.
look into -e bakmak, -i araştırmak, -i incelemek, -i soruşturmak.
look kindly upon -i hoş görmek/karşılamak.
look like 1. -e benzemek. 2. -e benzemek, -cek gibi olmak: It looks like
Look lively! rain.
AceleYağmur yağacağa
et!/Çabuk ol! benziyor.
look on 1. seyretmek, izlemek. 2. başkası ile aynı kitaptan okumak.
look on the bright side iyimser olmaya çalışmak.
look onto -e bakmak, -e nazır olmak.
look out 1. -den dışarı bakmak. 2. sakınmak. 3. for -e dikkat etmek, -i
Look out for number one. gözetmek.
Kendi çıkarına bak.
Look out! Dikkat!
look over -e şöyle bir bakmak.
look s.o. in the face birinin yüzüne bakmak.
look sharp 1. dikkat etmek, gözünü dört açmak. 2. şık olmak: You´re
Look sharp! looking
Dikkat et!sharp today. Bugün şıksın.
look the other way görmezlikten gelmek.
look the worse for wear k. dili pek iyi bir halde olmamak, pek iyi gözükmemek: You look
look through the worse
1. -den for wear
bakmak. 2.today. Bugün
-i gözden seni pek
geçirmek, iyi görmüyorum.
-i incelemek.
Look to your manners! Davranışlarına dikkat et!/Kendine gel!
look up 1. yukarıya bakmak. 2. -i aramak; -i arayıp bulmak. 3. -i ziyaret
look up to etmek, -i yoklamak.
1. -e saygı 4. iyileşmek,
duymak/beslemek. 2. düzelmek.
-e hayranlık duymak; -i örnek
looking glass almak.
ayna.
looking-glass s. 1. ters yönde olan. 2. karmakarışık.
lookout i. 1. gözetleme yeri, gözleği. 2. gözetleme; gözleme.
look-see i., k. dili bakma.
loom i. dokuma tezgâhı.
loom f. belirmek, görünmek.
loom large in -de ağır basmak, -de -in önemli bir yeri olmak.
loop i. 1. ilmik; ilik halkası. 2. hav. takla. 3. bilg. döngü. 4. elek.
loophole kapalı devre. kaçamak noktası. 2. mazgal deliği, mazgal.
i. 1. kaçamak,
loose s. 1. gevşek. 2. dağınık, seyrek. 3. serbest, aslından uzak
loose change (çeviri,
madeniyorumparalar.v.b.). 4. bol, dökümlü (giysi). 5. sallanan (diş). 6.
yumuşak (öksürük). 7. ahlakı düşük, serbest, hafifmeşrep.
loose ends yarım kalmış işler.
loose living ahlak kurallarına aykırı olarak yaşama.
loose-leaf s. sayfaları çıkarılıp tekrar takılabilen (kitap/defter).
loosely z. gevşek, gevşek bir biçimde.
loosely made bol yapılmış, gevşek örülmüş (elbise).
loot i. 1. ganimet; çalıntı mallar. 2. yağma. 3. argo mangır, para. f.
lop talan etmek.
f. (--ped, --ping) (ağacın dallarını) kesmek, budamak.
lop money off k. dili parayı (bütçeden) kesmek.
lope f. 1. uzun adımlar atarak gitmek. 2. (at) eşkin gitmek. i. 1. uzun
lopsided adımlarla
s. 1. bir yanayürüme.
eğik. 2.
2. eşkin gidiş.
orantısız.
loquacious s. konuşkan, dilli.
loquat i. maltaeriği, yenidünya.
Lord i. 1. Hrist. Rab, Allah, Tanrı. 2. Hrist. Rab, Hz. İsa.
lord i. 1. lort. 2. efendi, sahip, mal sahibi. 3. hâkim, hükümdar. f. lort
lord it over s.o. payesi vermek.
birine amir gibi davranmak.
lordly s. 1. amirane, lortvari, lorda yaraşır. 2. gururlu.
lore i. ilim, bilgi, irfan (özellikle eski zaman bilgileri).
lorry i. 1. İng. kamyon. 2. alçak, yanları açık ve dört tekerlekli yük
lose arabası.
f. (lost) 1. kaybetmek, yitirmek; kaybettirmek. 2. kaçırmak,
lose a vote of confidence elden kaçırmak.
güvenoyu 3. yenilmek, kaybetmek: ´´Did your team win?
almamak.
´´ ´´No, it lost.´´ ´´Sizin takım kazandı mı?´´ ´´Hayır, kaybetti.
lose control (of) (duruma/kendine) hâkim olamamak.
´´ 4. tic. zarar/ziyan etmek. 5. (saat) geri kalmak.
lose count hesabını şaşırmak; of -in sayısını hatırlamamak.
lose face saygınlığını yitirmek, itibarını kaybetmek.
lose face k. dili itibarını kaybetmek.
lose ground 1. (askerler) geri çekilmek. 2. (hastanın durumu) kötüye
lose ground gitmek. 3. kayıplara uğramak.
geri çekilmek.
lose heart k. dili morali bozulmak; umudunu yitirmek.
lose o.s. k. dili kendini kaybetmek, kendinden geçmek.
lose o.s. in k. dili -e dalmak.
lose one´s appetite iştahı kesilmek.
lose one´s balance dengesini kaybetmek.
lose one´s bearings şaşırmak, pusulayı şaşırmak.
lose one´s footing ayağı kaymak, ayağı sürçmek.
lose one´s grip 1. tutunamamak, eli kaymak/kurtulmak. 2. artık işlerin
lose one´s head üstesinden
kendinden gelememek,
geçmek, aklı ipin ucunugitmek.
başından kaçırmak.
lose one´s head k. dili itidalini kaybetmek.
lose one´s heart to k. dili (birine) gönlünü kaptırmak.
lose one´s life hayatını kaybetmek.
lose one´s marbles argo aklını kaçırmak.
lose one´s mind aklını kaçırmak/oynatmak.
lose one´s nerve cesaretini kaybetmek.
lose one´s reason aklı başından gitmek.
lose one´s seat yerini kaybetmek.
lose one´s shirt k. dili parasının tümünü/çoğunu kaybetmek, parasız pulsuz
kalmak.
lose one´s shirt k. dili meteliksiz kalmak.
lose one´s stake (kumarda) koyduğu parayı kaybetmek.
lose one´s temper k. dili tepesi atmak.
lose one´s temper tepesi atmak, öfkeye kapılmak; itidalini kaybetmek.
lose one´s train of thought ne dediğini/düşündüğünü unutmak.
lose one´s way yolunu şaşırmak.
lose out k. dili 1. zarara uğramak. 2. yenilmek, kaybetmek.
lose out on k. dili -i kaybetmek.
lose sight of 1. -i gözden kaybetmek. 2. -i unutmak.
lose sight of 1. (birini/bir hayvanı) gözden kaybetmek: At that moment I lost
lose the toss sight of her. kaybetmek.
yazı turada O an gözden kaybettim. 2. -i unutmak.
lose time 1. zaman/vakit kaybetmek. 2. (saat) geri kalmak. You´ve lost
lose track of me. k. dili
1. (bir Kafamı
şeyi) aklındakarıştırdın./Ne
tutmamak. 2. demek istediğini
(bir şeye) dikkatanlayamadım.
etmemek,
lose weight (bir
kiloşeyi)
vermek,takipzayıflamak.
etmemek; (birinin) izini kaybetmek.
loser i. 1. kaybeden kimse. 2. zarar eden kimse. 3. k. dili başarısızın
losing teki.
s. kazançlı olmayan, zarar gören.
loss i. 1. tic. zarar, ziyan. 2. kayıp. 3. ask. kayıp, ölü.
lost f., bak. lose. s. 1. kaybolmuş, kayıp, yitik, kaybedilmiş. 2. boşa
lost cause gitmiş (zaman).
kaybedilmiş 3. harap
dava, olmuş.
ümitsiz dava.4. yolunu şaşırmış, kaybolmuş.
lost in -e tamamen dalmış, -e dalıp gitmiş.
lot i. 1. arsa. 2. grup; parti (mal). 3. nasip, kısmet. 4. tic. (mal)
lotion parti.
i. losyon.
lottery i. piyango.
lotus i. nilüfer, lotus.
loud s. 1. yüksek (ses). 2. gürültülü, patırtılı. 3. çok parlak, çiğ, cart
loudly (renk). z. 1. yüksek
z. 1. yüksek sesle. 2.sesle. 2. gürültüyle.
gürültüyle.
loudmouthed s. ağzı kalabalık.
loudspeaker i. hoparlör.
loud-voiced s. yüksek sesli.
lough i., İrlandaca 1. göl. 2. körfez, haliç.
lounge f. 1. tembelce uzanmak, yayılıp oturmak. 2. aylaklık etmek,
lounge away aylakça
(zamanı) vakit geçirmek.
tembelce i. 1. lobi; fuaye. 2. (okulda/işyerinde)
geçirmek.
oturma salonu. 3. İng. (evde) oturma odası/salonu. 4. İng.
lounge suit İng. takım elbise.
kanepe.
lounger i. tembelce yaşayan kimse, aylak.
louse çoğ. lice (lays) i. bit.
lousy s. 1. bitli. 2. k. dili kötü, berbat. 3. k. dili alçak, iğrenç.
lout i. hödük.
love f. sevmek, âşık olmak. i. 1. sevgi. 2. sevi, aşk. 3. sevgili. 4. tenis
love affair sıfır.
aşk macerası.
love affair aşk macerası.
love letter aşk mektubu.
love potion aşk iksiri.
love seat iki kişilik kanepe.
love story aşk hikâyesi.
love vine bot. küsküt, şeytansaçı.
lovebird i. muhabbetkuşu.
lovely s. güzel, hoş, sevimli.
lover i. âşık, sevgili, yâr, dost.
lover of art sanat âşığı.
lovesick s. aşk hastası, sevdalı.
loving s. 1. seven. 2. sevecen, müşfik.
loving-kindness i. şefkat.
lovingly z. sevgi ile.
low f. (inek/öküz) böğürmek. i. böğürme.
low s. 1. alçak; alt, alçaktaki. 2. düşük (fiyat/sıcaklık). 3.
low frequency alçakgönüllü.
alçak frekans.4. hakir, hor. 5. az. 6. ucuz, adi. 7. yavaş, alçak
(ses). 8. müz. pes. 9. güçsüz, zayıf. 10. aşağılık, alçak. 11. kısa,
low gear birinci vites.
bodur. 12. karamsar. 13. neşesiz, üzgün. z. 1. alçak sesle. 2.
low life yoksulluk.3. ucuza. 4. müz. pes olarak. i. birinci vites.
alçaktan.
low pressure alçak basınç.
low pressure trough alçak basınçlı dar ve uzun hava sahası.
low price düşük fiyat.
low relief hafif kabartma.
low tide cezir, inik deniz.
low tide 1. cezir zamanı. 2. cezir hareketi, denizin alçalması; cezir hali.
lowbrow i. hiç entelektüel olmayan kimse. s. hiç entelektüel olmayanlara
lowdown hitap eden;
i., k. dili hiç entelektüel
hakikat, işin içyüzü.olmayan birine uygun.
low-down s., k. dili 1. alçak, ahlaksız. 2. alçakça yapılan.
lower f. 1. indirmek; inmek. 2. azaltmak, eksiltmek, alçaltmak;
lower case azalmak,
küçük harf, eksilmek,
minüskül.alçalmak. 3. (gurur) kırmak; alçaltmak. 4.
zayıflatmak. 5. (güneş) batmak. s., z. 1. daha aşağı. 2. daha
lower case minüskül, küçük harf.
alçak.
lower class aşağı tabaka.
lower class alt tabaka.
lower deck ikinci güverte, tavlun.
lowermost s. en aşağı, en alt, en aşağıdaki.
lowland s. alçak (bölge).
lowlands i., çoğ. alçak bölgeler.
lowliness i. alçakgönüllülük.
lowly s. 1. rütbece/mevkice aşağı. 2. alçakgönüllü. z. ikinci derecede,
lownecked aşağı.
s. açık yakalı (elbise), dekolte.
lowpitched s. 1. pes sesli. 2. heyecansız. 3. az eğimli (çatı).
low-pressure s. alçak basınçlı, alçak basınç.
low-rise s. asansörsüz ve alçak (bina).
low-spirited s. neşesiz, keyifsiz, üzgün.
low-water mark 1. alçak su seviyesi işareti. 2. bir şeyin en alçak/düşük noktası.
loyal s. sadık, vefalı.
loyally z. sadakatle.
loyalty i. sadakat, vefa, bağlılık.
lozenge i. 1. pastil. 2. eşkenar dörtgen.
löss i., bak. loess.
LP kıs. long-playing record. i., k. dili uzunçalar, longpley.
lube i.
lube oil k. dili, bak. lubricating oil.
lubricant i. yağlayıcı madde.
lubricate f. yağlamak. lubricating oil makine yağı, motor yağı.
lubrication i. yağlama.
lubricator i. 1. yağ pompası, gresör. 2. yağlayıcı madde. 3. yağlama işi
lucid yapan kimse.
s. 1. kolay anlaşılır, açık. 2. aklı başında. 3. duru, berrak. 4.
lucidity şeffaf.
i. 1. açıklık. 2. berraklık. 3. sağduyu.
lucidness i., bak. lucidity.
luck i. 1. talih, şans, baht. 2. uğur, yom. f.
luck out k. dili talih (birine) gülmek.
luckily z. çok şükür, bereket versin ki, talihine.
luckless s. talihsiz, şanssız.
lucky s. 1. talihli, şanslı. 2. uğurlu.
lucky day uğurlu gün.
lucky dog k. dili talihli adam.
Lucky dog! k. dili Şanslı kerata!
lucrative s. kârlı, kazançlı, yararlı.
ludicrous s. 1. gülünç, güldürücü, komik. 2. saçma.
lug f. (--ged, --ging) 1. çekmek, sürüklemek. 2. güçlükle taşımak.
luggage i. bagaj, eşya.
luggage rack bagaj rafı.
luggage van İng. eşya vagonu.
lugubrious s. mahzun, kederli.
lukewarm s. 1. ılık. 2. soğuk, kayıtsız.
lukewarmness i. 1. ılıklık. 2. kayıtsızlık.
lull f. 1. yatıştırmak. 2. (fırtına, rüzgâr v.b.) dinmek. 3. (konuşmada)
lull s.o. into a false sense of geçici
birine bir sessizlik
sahte olmak.
bir güven i. 1. geçici
duygusu bir durulma/dinme. 2.
vermek.
security durgunluk, kesatlık.
lull s.o. to sleep birini ninni söyleyerek uyutmak.
lullaby i. ninni.
lulu i., k. dili 1. fevkalade bir gaf/falso. 2. facia, felaket, püsküllü
lumbago bela:
i., tıb.She´s a reallumbago.
bel ağrısı, lulu. Tam bir facia.
lumber f. hantal hantal yürümek.
lumber i. 1. kereste. 2. İng. hurdası/canı çıkmış eşyalar. f. 1. kereste
lumber mill kesmek. 2. ormanda
kereste kesme yeri. ağaç kesmek.
lumber s.o. with birine (tatsız bir iş) yüklemek.
lumberjack i. ormanda ağaç kesen kimse.
lumberroom i., İng. hurdası çıkmış eşyanın depolandığı oda.
lumberyard i. kereste deposu.
luminary i. 1. ışık veren cisim (özellikle güneş ve ay). 2. (belirli bir
luminescence meslekte) şöhret, önde
i. gazışı, lüminesans; gelen kişi.
ışıldama, ışıltı.
luminescent s. gazışıl; ışıldayan.
luminescent paint fosforlu boya.
luminous s. 1. (fosforlu boya gibi) karanlıkta ışık saçan/ışıldayan. 2. çok
luminous paint aydınlık, ışık dolu.
fosforlu boya.
lump i. 1. parça, topak, yumru. 2. küme, öbek. 3. şişkinlik, şiş. 4.
lump yığın, toptan
f., k. dili şey.
kahrını 5. hantal kimse; abullabut kimse. f. 1. yığmak.
çekmek.
2. bir araya toplamak. 3. hantal hantal dolaşmak.
lump everything together her şeyi bir araya koymak.
lump s.o. together with birini (başkalarıyla) aynı tutmak, birini (başkalarıyla) aynı kefeye
lump sugar koymak,
kesmeşeker.birini (bir gruptan) saymak.
lump sum bir defada yapılan ödeme, toptan ödenen para.
lumpen s. lümpen.
lumpen proletarian lümpen proleter.
lumpen proletariat lümpen proletarya.
lumpy s. yumrulu, yumru yumru, topak topak.
lunacy i. delilik, cinnet.
lunar s. aya ait, ay.
lunar eclipse ay tutulması.
lunar month kameri ay.
lunar year ay yılı.
lunatic s. 1. deli, çılgın. 2. delice, çılgınca. i. deli.
lunatic fringe (siyasal/toplumsal/dinsel bir gruptaki) fanatikler.
lunch i. öğle yemeği. f. öğle yemeği yemek/yedirmek.
lunch counter büfe.
lunch hour öğle tatili.
luncheon i. (davet olarak verilen) öğle yemeği. f. öğle yemeği yemek.
lung i. akciğer, ciğer.
lunge i. at -in üzerine hücum/saldırı. f. at -in üzerine hücum
lungs etmek/saldırmak.
i., çoğ. akciğer.
lupine i. acıbakla, yahudibaklası.
lupus i. deri veremi.
lurch i. 1. sallantı, sarsıntı. 2. birdenbire sallanma. f. 1. sallanmak. 2.
lurch yalpalamak,
i. sendelemek.
lure i. 1. yem. 2. cazibe; tuzak. f. cezbetmek, çekmek, ayartmak.
lurid s. 1. korkunç, dehşetli, heyecan uyandıran. 2. cart, fazlasıyla
lurk parlak (renk). 3. donuk,
f. 1. (about/around) sinsiuçuk renkli.gizli dolaşmak. 2. pusuda
sinsi/gizli
luscious beklemek; saklanmak,
s. 1. pek tatlı, gizlenmek.
çok lezzetli. 3. in -de
2. fazla tatlı. saklı okşayan.
3. zevki olmak, -de gizli
olmak.
lush s. 1. gür (ot/çayır/bitki). 2. yemyeşil, otları/bitkileri gür olan
lush (yer).
i., argo3.ayyaş.
k. dili lüks.
f. 1. içki içmek. 2. (içki) içmek.
lust i. 1. şehvet. 2. çok şiddetli arzu. f. for/after -i şehvetle arzu
luster etmek.
i. 1. parlaklık, parıltı. 2. cila. 3. şaşaa, göz alıcılık. 4. şöhret.
lustful s. şehvet dolu, şehvetli.
lustre i., İng., bak. luster.
lustrous s. parlak.
lusty s. 1. kuvvetli (darbe). 2. gürbüz; kanlı canlı.
lutanist i. lavtacı, lavta çalan kimse.
lute i., müz. lavta.
lute i. lök, lökün.
Lutheran s., i. Lüteriyen.
luting i. lök, lökün.
lutist i. 1. lavtacı, lavta çalan kimse. 2. lavtacı, lavta yapan kimse.
luxate f. eklemden çıkarmak; yerinden çıkarmak; burkmak.
Luxembourg i. Lüksemburg.
Luxembourger i. Lüksemburglu.
Luxembourgian s. Lüksemburg, Lüksemburg´a özgü.
Luxemburg i., bak. Luxembourg.
Luxemburger i., bak. Luxembourger.
Luxemburgian s., bak. Luxembourgian.
luxmeter i. lüksmetre, aydınlıkölçer.
luxometer i., bak. luxmeter.
luxuriant s. 1. gür (yeşillik/sakal/saç). 2. çok süslü.
luxuriate f. 1. lüks içinde yaşamak. 2. in -den pek çok zevk almak, -den
luxurious tat
s. 1.almak.
lüks. 2.3.zevk
in -inverici,
zevkiniçokçıkarmak,
rahat. -in tadını çıkarmak. 4. iyi
yetişmek/gelişmek.
luxury i. lüks şey, lüks. s. lüks.
lye i. küllü su, boğada suyu.
lying i. yalan söyleme, yalancılık.
lymph i. lenf, lenfa, akkan.
lymph node lenf boğumu, akkan düğümü.
lymphatic s. 1. lenfatik. 2. ağır kanlı, uyuşuk.
lymphatism i., tıb. lenfatizm.
lymphocyte i., biyol. lenfosit.
lymphoduct i., anat. lenf damarı.
lynch f. linç etmek.
lynch law linç kanunu.
lynx i. vaşak.
lyre i., müz. lir.
lyric s. lirik. i. lirik şiir.
lyrical s. lirik.
lyrics i., çoğ. (şarkıya ait) sözler.
M Romen rakamları dizisinde 1000 sayısı.
M, m i. M, İngiliz alfabesinin on üçüncü harfi.
m, m kıs. meter(s).
MA kıs. Master of Arts.
ma i., k. dili anne.
ma`am i. madam, efendim, hanımefendi (Bir cevap/cümle sonunda
mac kullanılır.).
i., İng., k. dili yağmurluk.
macaber s., bak. macabre.
macabre s. 1. ölümü hatırlatan. 2. dehşetli, korkunç.
macadam i. makadam, şose.
macadamise f., İng., bak. macadamize.
macadamize f. makadam yöntemi ile şose yapmak.
macaroni i. düdük makarnası.
macaroni and cheese fırında makarna.
macaroon i. 1. koko. 2. acıbadem kurabiyesi.
Mace i. yüze püskürtülünce insanı sersemleten bir kimyasal madde.
mace f. (birinin) yüzüne Mace püskürtmek.
mace i. 1. ortaçağda kullanılan ağır topuz. 2. süslü asa.
mace i. küçükhindistancevizi meyvesinin toz haline getirilmiş kabuk
Macedonia içi.
i. Makedonya.
Macedonian i. 1. Makedonyalı. 2. Makedonca. s. 1. Makedonya, Makedonya
macfarlane ´ya özgü. 2. Makedonca. 3. Makedonyalı.
i. makferlan.
machete i. büyük bir çeşit bıçak.
machinate f. düzenbazlık etmek, dolap çevirmek, entrika çevirmek.
machination i., gen. çoğ. entrika, dolap.
machine i. 1. makine. 2. motorlu araç. 3. mekanizma. 4. politika çarkı. s.
machine gun 1. makineyle
makineli ilgili.
tüfek, 2. makine
makineli, ile yapılmış. f. makine ile yapmak
mitralyöz.
veya şekil vermek.
machine oil makine yağı.
machine operator makinist, makine işleten kimse.
machine shop 1. makine atölyesi. 2. tornacı dükkânı.
machine-made s. makine işi.
machinery i. 1. makineler. 2. makine aksamı. 3. mekanizma, sistem,
machinist düzenek.
i., İng. makinist, makine işleten kimse.
mack i., İng., k. dili yağmurluk.
mackerel i. uskumru.
mackintosh i., İng. yağmurluk.
macramé i. makrame.
macro i., bilg. makro.
macro- önek makro-, büyük.
macrocephalic s., bak. macrocephalous.
macrocephalous s. makrosefal.
macrocephalus çoğ. mac.ro.ceph.a.li (mäkrosef´ılay) i. makrosefal.
macrocephaly i. makrosefali.
macroeconomics i. makroiktisat.
mad s. (--der, --dest) 1. deli. 2. çılgın. 3. k. dili çok kızmış, kudurmuş.
mad as a hatter/mad as a 4. kuduz. 5. delice, deli gibi.
zırdeli.
March hare
Madagascan i. Madagaskarlı. s. 1. Madagaskar, Madagaskar´a özgü. 2.
Madagascar Madagaskarlı.
i. Madagaskar.
Madagascarian s. 1. Madagaskar, Madagaskar´a özgü. 2. Madagaskarlı.
madam i. 1. bayan, madam. 2. hanımefendi. 3. genelev işleten kadın,
Madame mama, çaça.
çoğ. Mes.dames (meydam´) i. Madam.
madcap s. delişmen, ele avuca sığmaz.
madden f. 1. delirtmek; delirmek. 2. sinirlendirmek.
maddening s. 1. çıldırtıcı, delirtici. 2. sinirlendirici, can sıkıcı.
madder i. 1. bot. kökboyası, kökboya, kızılkök. 2. kökboyası, kökboya,
made kökkırmızısı,
f., bak. make.alizarin.
s. yapılmış: made of wood ağaçtan yapılmış.
made to measure ısmarlama yapılmış (elbise).
made-to-order s. ısmarlama.
made-up s. 1. uydurma. 2. makyajlı.
madhouse i. tımarhane.
madly z. delice.
madman çoğ. mad.men (mäd´men) i. deli.
madness i. delilik.
madrigal i., müz. madrigal.
madrona i., bot. kocayemiş ağacı.
madrona apple kocayemiş.
magazine i. 1. dergi, magazin, mecmua. 2. depo. 3. cephanelik. 4. şarjör.
magazine rack mecmualık.
maggot i. kurt, kurtçuk, larva.
maggoty s. kurtlu.
magic i. 1. sihirbazlık. 2. sihir, büyü. 3. gözbağcılık, hokkabazlık. s. 1.
magic marker sihirle
keçeli ilgili,
kalem.büyücülükte kullanılan. 2. sihirli, büyülü.
magic wand sihirli değnek.
magical s. fevkalade, çok güzel.
magically z. büyülü bir şekilde, büyüleyerek.
magician i. 1. sihirbaz, büyücü. 2. gözbağcı, hokkabaz.
magistracy i. 1. yargıçlık, hâkimlik. 2. yargıçlar, hâkimler. 3. bir yargıcın
magistrate nüfuz
i., İng.bölgesi.
sulh yargıcı.
magma i., jeol. magma.
magnanimity i. yüce gönüllülük.
magnanimous s. yüksek ruhlu, yüce gönüllü.
magnanimously z. cömertçe.
magnate i. 1. nüfuzlu kimse. 2. gazet. patron. 3. büyük işadamı.
magnesium i. magnezyum.
magnet i. mıknatıs.
magnetic s. manyetik.
magnetic field manyetik alan.
magnetic needle pusula iğnesi.
magnetise f., İng., bak. magnetize.
magnetism i. manyetizma.
magnetize f. mıknatıslamak.
magneto i. (çoğ. --s) manyeto.
magnification i. büyütme, büyütüm.
magnificence i. ihtişam, görkem.
magnificent s. 1. görkemli, ihtişamlı. 2. harika, nefis, fevkalade.
magnify f. 1. büyütmek, büyük göstermek. 2. abartmak, büyütmek.
magnifying glass büyüteç, pertavsız.
magnitude i. 1. büyüklük, boy. 2. önem. 3. gökb. kadir.
magnolia i. manolya.
magnum opus i., edeb., güz. san. başyapıt, şaheser.
magpie i. saksağan.
mahaleb i. mahlep, kokulukiraz.
mahaleb cherry mahlep, kokulukiraz.
mahogany i. 1. maun, akaju (ağaç/kereste): a mahogany table maun bir
mahonia masa.
i., bot. 2. maun/akaju
mahunya, rengi.
mahonya.
maid i. 1. hizmetçi, hizmetçi kadın. 2. evlenmemiş genç kız.
maid of honor baş nedime.
maiden i. evlenmemiş genç kız. s. 1. evlenmemiş (kadın). 2. ilk: maiden
maiden name effort ilk girişim.
bekârlık maiden
soyadı, kızlık voyage (gemi için) ilk sefer.
adı.
maidenhair i. baldırıkara.
maidenhair fern baldırıkara.
maidenhair tree kızsaçı, gingko.
maidenhead i. bekâret, kızlık.
maidenhood i. genç kızlık çağı.
maidservant i. hizmetçi, hizmetçi kadın.
maigre i., zool. 1. sarıağız. 2. işkine.
mail i. zırh.
mail i. 1. posta. 2. posta arabası. f. postalamak, postaya vermek,
mail carrier posta
postacı.ile göndermek.
mail order posta ile sipariş.
mail route postacının güzergâhı.
mail train posta treni.
mailbag i. 1. postacı çantası. 2. posta torbası.
mailbox i. posta kutusu.
mailed fist saldırı tehdidi, baskı.
mailman çoğ. mail.men (meyl´men) i. postacı.
mail-order s. posta siparişiyle alınan.
mail-order house posta ile sipariş alan mağaza.
maim f. sakat etmek, sakatlamak.
main i. ana boru.
main s. asıl, esas, başlıca, ana, temel.
main body ask. asıl kuvvet.
main deck den. baş güverte.
main dish baş yemek.
main road anayol.
Main Street 1. ana cadde. 2. taşra gelenekleri.
mainframe computer bilg. merkezi işlem birimi.
mainland i. anakara.
mainly z. en çok: His support comes mainly from the provinces. Onu
mainspring destekleyenlerin çoğu ana
i. 1. büyük zemberek, taşralı.
yay. 2. asıl neden, baş etken.
mainstay i. başlıca dayanak.
maintain f. 1. sürdürmek, devam ettirmek. 2. korumak: maintain one´s
maintenance reputation şöhretini
i. 1. mak. bakım. korumak,3.adını
2. koruma. bozmamak.
sürdürme. 3. beslemek,
4. geçim. 5. huk.
bakmak,
nafaka. geçindirmek:
6. iddia. maintain a family aile geçindirmek. 4.
maize i., İng. mısır.
mak. bakımını sağlamak. 5. iddia etmek: maintain that it is so
majestic s. görkemli,
böyledir diyeşahane, muhteşem, heybetli.
iddia etmek.
majestically z. görkemli bir şekilde.
majesty i. 1. görkem, haşmet, heybet. 2. b.h. kral veya eşine verilen
major unvan: Your/His/Her
i. 1. binbaşı. 2. müz. Majesty
majör. 3.Majesteleri, Majeste,
(üniversitede) Haşmetmeap.
asıl branş.
major f., A.B.D. in (üniversitede) -i asıl branş olarak almak.
major s. 1. büyük. 2. başlıca, asıl. 3. müz. (gam) majör. 4. ergin, reşit.
major general tümgeneral.
major key majör perdesi.
major offense büyük suç.
major premise man. büyük önerme.
major premise man. büyük terim.
major scale müz. majör gam.
major term man. büyük terim.
Majorca i. Mayorka.
Majorcan i. Mayorkalı. s. 1. Mayorka, Mayorka´ya özgü. 2. Mayorkalı.
majority i. 1. çoğunluk. 2. oy çoğunluğu. 3. erginlik, rüşt.
majuscule i. büyük harf, majüskül. s. 1. büyük (harf), majüskül. 2. büyük
make tracks harfle
k. dili yazılmış.
1. çıkıp gitmek. 2. hızla gitmek.
make (s.t.) good 1. telafi etmek; (zararını) ödemek. 2. yerine getirmek: He made
make good his promise.
i. 1. yapılış, Sözünü
yapı, biçim. 2. yerine
marka.getirdi.
3. verim, randıman.
make f. (made) 1. yapmak, etmek. 2. yaratmak. 3. olarak atamak,
make a go of yapmak: The başarılı
(bir işyerini) board made him president
bir şekilde of the company.
idare etmek.
Yönetim kurulu onu şirketin başına getirdi. 4. anlamak, anlam
make a bed yatak yapmak.
çıkarmak: I can´t make anything of this poem. Bu şiirden hiçbir
make a beeline for/to -e hemen
anlam gitmek.
çıkaramıyorum. 5. göstermek. 6. girişmek. 7. kazanmak,
make a big splash elde etmek: make money
k. dili büyük bir sükse yapmak; para kazanmak. 8. etmek,
dikkatleri üzerine tutmak:
çekmek.
make a bolt for Two plus three makes five.
fırlayıp (bir yere) doğru koşmak. İki artı üç, beş eder. 9. hesap etmek.
10. hazırlamak, düzenlemek, yapmak: Who made this plan? Bu
make a botch of (bir
planıişi)
kimberbat/rezil
yaptı? 11. etmek.
zorlamak, mecbur etmek, yaptırmak: They
make a clean breast of k. dili me
made içinido
dökmek.
it. Onu bana yaptırdılar. 12. sağlamak. 13. olmak.
make a clean breast of it 14.
herbaşarıya
şeyi itirafulaştırmak:
etmek. This will either make you or break you.
Bu seni ya başarıya ulaştıracak, ya da batıracak. 15. (yol)
make a commitment (to) (-e) söz vermek.
almak, katetmek. 16. varmak, ulaşmak: The bus driver hopes
make a decision karar
he canvermek, karar almak.
make Antalya by ten o´clock tonight. Otobüs şoförü
make a detour Antalya´ya
varyanttanbu gece saat onda varabileceğini umuyor. 17.
gitmek.
make a difference yetişmek:
farketmek. I wasn´t able to make the eight-thirty boat. Sekiz otuz
vapuruna yetişemedim. 18. erişmek. 19. elek. (devreyi)
make a display gösteriş yapmak.
kapatmak, tamamlamak. 20. inşa etmek.
make a face yüzünü gözünü buruşturmak.
make a face suratını buruşturmak, somurtmak.
make a faux pas pot kırmak, falso yapmak.
make a fire ateş yakmak.
make a fool of (birini) maskaraya çevirmek, rezil etmek.
make a fuss about -i mesele yapmak.
make a fuss over -in üzerine titremek; -i baş tacı etmek.
make a good/bad impression
birinde iyi/kötü bir izlenim bırakmak.
on s.o.
make a grab for -e elini atmak.
make a hash of k. dili -i bozmak, -i iyice karıştırmak; -i yüzüne gözüne
make a hit bulaştırmak.
1. üstün başarı sağlamak. 2. çok beğenilmek.
make a mess of 1. (bir yeri) dağıtmak. 2. -i berbat etmek.
make a mistake yanlış yapmak, hata etmek/işlemek.
make a motion önerge vermek, teklifte bulunmak.
make a mountain out of a
habbeyi kubbe yapmak, pireyi deve yapmak.
molehill
make a mountain out of a
habbeyi kubbe yapmak, pireyi deve yapmak.
molehill
make a muck of İng., k. dili -i berbat etmek.
make a name for o.s. ad yapmak.
make a night of it sabaha kadar eğlenmek.
make a night of it k. dili felekten bir gece çalmak.
make a nuisance of o.s. baş belası olmak.
make a pass at (birine) duyulan erotik hisleri belli etmek, pas vermek.
make a play for k. dili 1. -i ayartmaya çalışmak. 2. -i kazanmaya çalışmak.
make a point mim koymak.
make a point bak.
make a point of (bir şey yapmaya) dikkat etmek; (bir şey yapmayı) ihmal
make a practice of doing s.t. etmemek.
bir şeyi âdet edinmek.
make a profit (on) (-den) kâr etmek.
make a show of ... gibi yapmak, -mişçesine davranmak: They made a show of
make a stab at resistance. Karşı koyar
k. dili -i denemek: gibi yaptılar.
He made a stab at conversation. Sohbet
make a stand etmeyi
(against) denedi.
(düşmana karşı) direnmek, direnerek savaşmak.
make a swing through k. dili (bir bölgede) küçük bir tur yapmak.
make a travesty of -i gülünç/rezil bir hale sokmak.
make a vow to do s.t. bir şey yapmaya ant içmek.
make a wish dilekte bulunmak; niyet tutmak.
make a wry face yüzünü ekşitmek/buruşturmak.
make after k. dili takip etmek, kovalamak.
make allowance for -i hesaba katmak.
make amends to s.o. for s.t. 1. bir şeyin zararını telafi etmek. 2. birinden bir şey için özür
make an example of dilemek.
ibret olsun diye -i cezalandırmak.
make an example of s.o. birini ibret olsun diye cezalandırmak.
make an exhibition of o.s. kendini rezil etmek.
make as if yapar gibi görünmek.
make away with -i alıp götürmek, -i yürütmek.
make believe -i (bir şey) olarak düşünmek/hayal etmek: Make believe you´re
make bold acüret
king.göstermek,
Kendini kralcesaret
olarak etmek.
düşün.
make bold to -e cesaret etmek, -e cüret etmek.
make both ends meet geliri gidere denkleştirmek.
make both ends meet kazancı masrafına yetişmek, idare etmek.
make capital of -i kendi çıkarına kullanmak, -i istismar etmek.
make common cause with (bir uğurda) ... ile birlikte hareket etmek.
make do with ile idare etmek, ile yetinmek.
make do with ile yetinmek, ile idare etmek.
make eyes at -e kaş göz etmek.
make eyes at gözle flört etmek.
make faces alay ederek yüzünü gözünü tuhaf şekillere sokmak.
make for home evin yolunu tutmak, eve koşmak.
make free with 1. (başkasının malı olan bir şeyi) izin almadan kullanmak. 2. (bir
make friends with kadına) fazlaolmak.
ile arkadaş samimi davranmak.
make fun of ile eğlenmek, ile alay etmek.
make fun of/poke fun at (bir kimse) ile alay etmek.
make good başarılı olmak.
make good 1. on (sözü) yerine getirmek. 2. (zararı) ödemek. 3. başarılı
olmak.
make good one´s charge iddiasını kanıtlamak.
make good one´s escape kaçmayı başarmak.
make good time (yolu) hızla katetmek: We made good time between Edremit
make great strides and
k. diliBurhaniye. Edremit´le
(bir işte) hızla Burhaniye
ilerlemek, çok yolarasındaki
katetmek.yolu hızla
katettik.
make haste acele etmek.
make havoc of -i harabeye çevirmek.
Make hay while the sun
Yağmur yağarken küpünü doldur.
shines.
make headway ilerlemek.
make heavy weather of k. dili (bir işi) fazlasıyla büyütüp bin bir güçlükle yapmak.
make inroads in -de ilerleme kaydetmek.
make inroads on 1. -i azaltmak: It´s made inroads on our stock. Stokumuzu
make it azalttı. 2.yetişmek,
k. dili 1. (bir piyasanın) bir payını
zamanında elde etmek.
varmak. 3. (soyut
2. başarmak. bir
3. hayatta
şeye)
başarılızarar vermek,
olmak; darbe indirmek.
Make it snappy! k. dili Çabuk ol!köşeyi dönmek.
make life miserable for (birine) çok çektirmek, (birinin) ensesinde boza pişirmek.
make light of -e önem vermemek, -i hafife almak.
make like argo taklidini yapmak.
make little of -i küçümsemek, -i önemsememek.
make love sevişmek, aşk yapmak.
make love 1. sevişmek, aşk yapmak. 2. to -e kur yapmak.
make mention of -den bahsetmek, -den söz etmek, -in sözünü etmek, -i anmak.
make merry eğlenmek.
make mincemeat of -i paramparça etmek.
make much of 1. -in fazlasıyla üstünde durmak, -i fazlasıyla önemsemek. 2.
make no bones about (birine)
k. dili -itezahürat yaparak sevgisini belirtmek.
açıkça söylemek.
make no bones about k. dili 1. -e hiç itiraz etmemek. 2. -i hiç gizlememek, -i
make no pretensions to gizlemeye
... iddiasındaçalışmamak.
olmamak. 3. -de hiç tereddüt etmemek, -den hiç
çekinmemek.
make noises about k. dili -den bahsetmek.
make nothing of 1. -e önem vermemek. 2. -i anlayamamak.
make o.s. conspicuous dikkati üzerine çekmek.
make o.s. presentable kendine bir çekidüzen vermek: I went upstairs to make myself
make o.s. scarce presentable
k. dili ortadan before the guests arrived. Misafirler gelmeden önce
kaybolmak.
yukarı çıkıp kendime çekidüzen verdim.
make of 1. -den anlamak: What do you make of this? Bundan ne
make off anlıyorsunuz?
sıvışmak, kaçmak. 2. -e anlam vermek: I couldn´t make anything of
his behavior. Onun davranışına hiçbir anlam veremedim.
make off with -i aşırmak, -i çalıp kaçmak.
make one´s blood boil k. dili çok kızdırmak, çok öfkelendirmek, kanına dokunmak.
make one´s blood run cold k. dili tüylerini ürpertmek.
make one´s deposition yeminle yazılı ifade vermek.
make one´s eyes water gözlerini yaşartmak.
make one´s heart bleed -in kalbini kırmak, -i üzmek.
make one´s living geçimini kazanmak.
make one´s mark ün kazanmak, isim yapmak.
make one´s mouth water ağzını sulandırmak, imrendirmek.
make one´s mouth water ağzını sulandırmak.
make one´s point ne demek istediğini yeterince anlatmak: You´ve made your
make one´s presence felt point;
varlığınınow sit down! Ne demek istediğini anladık; otur artık!
hissettirmek.
make one´s rounds 1. (doktor) viziteye çıkmak: The doctor is making his rounds.
make one´s toilet Doktor viziteye
tuvaletini yapmak.çıktı. 2. (bekçi) devriye gezmek: The watchman
is making his rounds. Bekçi devriye geziyor.
make one´s way ileri gitmek, ilerlemek.
make one´s will vasiyetini yazmak/yazdırmak.
make or break ya kazanmak ya da batırmak.
make out 1. (ne olduğunu) kestirmek, çıkarmak; seçmek, farketmek. 2.
make out a case for anlam çıkarmak,
(bir iddianın) anlamak. 3. okumak,
savunulabilecek yanlarınıçözmek.
bulmak.4. yazmak. 5.
başarmak. 6. geçinmek, idare etmek.
make over 1. yenilemek. 2. to -e devretmek.
make overtures 1. to -e girizgâhta bulunmak. 2. for -e razı olduğunu belirten
make peace bazı adımlar atmak.
barışmak.
make peace with ile barışmak.
make progress 1. ilerlemek. 2. (hasta) iyiye doğru gitmek.
make ready for (bir şey için) hazırlamak.
make redundant 1. işten çıkarmak. 2. gereksiz kılmak.
make reference to -den söz etmek, -den bahsetmek.
make room for -e yer açmak.
make room for s.o. biri için yer açmak.
make s.o. a curtsy (kadın) birine reverans yapmak.
make s.o. a proposition birine bir teklifte bulunmak.
make s.o. look sick k. dili birini gölgede bırakmak, birini çok geride bırakmak, birinin
make s.o. see reason pabucu damabaşına
birinin aklını atılmak.
getirmek.
make s.o. see stars k. dili birini bir yumrukla sersemletmek.
make s.o. sick 1. birini hasta etmek. 2. birinin midesini bulandırmak. 3. k. dili
make s.o. thirsty birini
birinikızdırmak.
susatmak. 4. k. dili birini tiksindirmek, birinin midesini
bulandırmak.
make s.o. turn in his grave (mezarında) birinin kemiklerini sızlatmak.
make s.o.´s acquaintance biriyle tanışmak.
make s.o.´s hackles rise birini öfkelendirmek.
make s.t. clear bir şeyi belli etmek, bir şeyi belirtmek.
make s.t. into bir şeyi -e dönüştürmek: Don´t make this into a big deal! Bunu
make s.t. over to mesele
bir şeyiyapma!
(birinin) üstüne yapmak.
make s.t. public bir şeyi herkese/halka/kamuya bildirmek; bir şeyi ilan etmek.
make s.t. tingle 1. bir şeyi tatlı bir şekilde ürpertmek: Such music makes one´s
make sail flesh
sefere tingle. Bu tür müzik insana tatlı bir ürperti veriyor. 2. bir
çıkmak.
şeyi çınlatmak.
make sense 1. anlamı olmak: Does this poem make sense? Bu şiirin anlamı
make sense out of var
-denmı? 2. mantıklı
anlam çıkarmak.olmak.
make shift varolanla idare etmek.
make shift with ile idare etmek.
make short work of 1. -i çabucak bitirmek. 2. -i bir çırpıda yemek. 3. -i çabucak
make short work of yenmek, -i birşeyi)
k. dili 1. (bir hamlede alt etmek.
yiyivermek, 4. (birinin)
çabucak yemek, problemini
silip süpürmek.
çabucak
2. çabuk halletmek.
bitirmek. 3. (biri) (biriyle) olan işini çabucak
make small talk k. dili havadan sudan konuşmak, hoşbeş etmek.
bitirmek/halletmek: He made short work of those salesmen. O
make sure emin olmak için gerekeni yapmak: Make sure the door is
pazarlamacılarla olan görüşmesini çabucak bitirdi. 4. (birini)
make sure of locked! Kapıyıdoğru
1. (bir şeyin) kontrol et!/Kapı
olup kilitli mi, emin
olmadığından bir bak! Make
olmak. 2.sure
Emrihe
kolaylıkla pes ettirmek/yenmek.
doesn´t
pekiştirmek come! Ne yapıp
için kullanılır:yapıp onun gelmesini engelle!
Make sure she´s here at eight! Ne
make the best of azami derecede yararlanmak.
make the best of a bad yapıp edip onun saat sekizde burada olmasını sağla! Make sure
kötü bir durum karşısında idare etmeye çalışmak.
situation the door is locked before you go to bed! Yatmadan önce kapının
make the fur fly k. diliolduğundan
kilitli 1. adamakıllı dövmek,
emin ol! dayak atmak. 2. sert bir şekilde
make the grade azarlamak,
başarmak. haşlamak, zılgıt vermek.
make the most of s.t. bir şeyden azami derecede faydalanmak.
make the supreme sacrifice canını feda etmek.
make things lively for s.o. birinin başına iş açmak.
make time (with) k. dili (biriyle) flört etmek.
make to order ısmarlama yapmak.
make up 1. düzenlemek, hazırlamak. 2. oluşturmak. 3. uydurmak, icat
make up for lost time etmek.
kaybedilen4. birzamanı
araya getirmek, toplamak, tamamlamak. 5. for -i
telafi etmek.
telafi etmek. 6. makyaj yapmak, boyanmak.
make up for lost time kaybedilen zamanı telafi etmek.
make up one´s mind 1. karara varmak. 2. to -i aklına koymak, -e karar vermek.
make up one´s mind 1. karara varmak. 2. to -i aklına koymak, -e karar vermek.
make up to/with k. dili -in gözüne girmeye çalışmak, ile barışmak.
make use of -i kullanmak, -den yararlanmak.
make water k. dili su dökmek, işemek.
make waves k. dili problem yaratmak.
make way (for) yol vermek, yol açmak.
make way for -e yol açmak, -e yol vermek.
Make yourself at home. 1. Kendi evinizdeymiş gibi hareket edin. 2. Rahatınıza bakın.
make/strike a bargain anlaşmaya varmak, mutabık kalmak.
make-believe i. hayal, hayal ürünü. s. hayali, hayal ürünü olan.
makeshift i. geçici çare. s. geçici, eğreti.
makeup i. 1. makyaj. 2. karakter, özyapı; yaradılış. 3. matb. mizanpaj,
makeup exam sayfa düzeni.
bütünleme 4. k. dili bütünleme, ikmal, bütünleme sınavı.
sınavı.
making i.
makings i., çoğ. malzeme.
malabsorption i. kötü emilim.
maladjusted s. uyumsuz, intibaksız.
maladjustment i. uyumsuzluk, intibaksızlık.
maladministration i. kötü yönetim.
maladroit s. beceriksiz, eli işe yakışmaz, sakar.
malady i. hastalık.
Malagasy i. (çoğ. Mal.a.gas.y), s. 1. Malgaş. 2. Malgaşça.
malaise i. kırıklık, keyifsizlik.
malaria i. sıtma, malarya.
Malawi i. Malavi.
Malawian i. Malavili. s. 1. Malavi, Malavi´ye özgü. 2. Malavili.
Malay i., s. 1. Malay. 2. Malayca.
Malaysia i. Malezya.
Malaysian i. Malezyalı. s. 1. Malezya, Malezya´ya özgü. 2. Malezyalı.
malcontent s. hoşnutsuz, memnun olmayan, tatmin olmayan. i. hoşnutsuz
Maldive kimse.
i. the --s çoğ. Maldiv Adaları.
Maldivian i. Maldivli. s. 1. Maldiv, Maldiv Adaları´na özgü. 2. Maldivli.
male s., i. erkek.
male chauvinism erkek şovenizmi.
male prostitute erkek fahişe.
malediction i. lanet, beddua.
malefactor i. 1. suçlu kimse. 2. kötülük eden kimse.
malevolence i. kötü niyet.
malevolent s. kötü niyetli, hain.
malevolently z. kötü niyetle.
malformation i. kusurlu oluşum, sakatlık.
Mali i. Mali.
Malian i. Malili. s. 1. Mali, Mali´ye özgü. 2. Malili.
malice i. kötü niyet.
malicious s. kötü niyetli.
maliciously z. kötü niyetle.
malign s. 1. kötü, zararlı. 2. kötücül (kimse). 3. kötücül, habis
malignant (ur/hastalık).
s. 1. kötücül, f. kötülemek,
kötü hakkında
yürekli. 2. uğursuz.kötü sözler
3. tıb. söylemek.
kötücül, habis.
malignant tumor kötücül ur.
mall i. 1. kapalı alışveriş merkezi, kapalı çarşı. 2. ağaçlık yol.
mallard i., zool. yeşilbaş.
malleable s. 1. dövülgen (maden). 2. yumuşak başlı, uysal.
mallet i. 1. tokmak. 2. spor sopa.
mallow i., bot. ebegümeci.
malnutrition i. 1. yetersiz beslenme. 2. kötü beslenme, dengesiz beslenme.
malodorous s. pis kokulu.
malpractice i. 1. yolsuzluk, görevi kötüye kullanma. 2. büyük hata yaparak
malpractice suit hastaya/müvekkile zarar verme.
huk. mesleki hata davası.
malt i. çimlendirilmiş arpa, malt. f. 1. (arpa veya başka tahıldan) malt
Malta yapmak.
i. Malta. 2. malt haline gelmek.
Malta fever maltahumması.
Maltese i. 1. (çoğ. Mal.tese) Maltalı. 2. Maltaca. s. 1. Malta, Malta´ya
maltose özgü. 2. Maltaca. 3. Maltalı.
i. maltoz.
maltreat f. kötü davranmak, eziyet etmek.
maltreatment i. kötü davranma.
mama i., k. dili anne.
mamma i., k. dili, bak. mama.
mammal i. memeli hayvan.
mammoth i., zool. mamut. s. devasa, muazzam.
man çoğ. men (men) i. 1. adam, erkek. 2. insan, insanoğlu. 3. (erkek)
man hizmetkâr.
ünlem, k. dili 4. 1.
biri,
Birkimse,
erkeğeşahıs,
hitapkişi. 5. satranç,
ederken dama
bir sözü taş.
vurgulamak
man için
f. (--ned, --ning) (belirli bir iş için) yeterince insan olmak: Dobir
kullanılır: Man, what a game! Aman Allahım, ne harika you
maç!
have 2. Hitap soldiers
enough edilen erkeğin
to man ismi yerine
those kullanılır:
defenses? O Look man,
tahkimatı
man about town tiyatro ve gece kulübüne sıkça giden adam.
you can´t do
savunmak içinthat! Bak oğlum,
yeterince onu
askerin varyapamazsın!
mı? Hey man, what
Man alive! Yahu!/Be
´s happening?adam! Ne oluyor lan?
man and wife karı koca.
man of letters 1. yazar; edebiyatçı, yazıncı. 2. bilim adamı.
man of letters 1. yazar; edebiyatçı, yazıncı. 2. bilim adamı.
man of substance zengin adam.
man of the world görmüş geçirmiş adam.
Man overboard! Yetişin! Adam denize düştü.
man to man erkek erkeğe, samimi olarak, açıkça.
manacle i., gen. çoğ. kelepçe. f. kelepçe takmak, kelepçelemek.
manage f. 1. yönetmek, idare etmek. 2. -i becermek; to -i -ebilmek, -i
manage money becermek:
parayı idareHow´detmek. you manage to get here? Sen buraya nasıl
gelebildin? 3. kullanmak. 4. (ev, insan v.b.´ni) çekip çevirmek.
manageable s. 1. yönetilebilir, idare edilebilir. 2. kontrol edilebilir. 3.
5. (hayvan) terbiye etmek. 6. düzenlemek. 7. kontrol etmek. 8.
kullanışlı.
i. 1. yönetim,4. gerçekleştirilebilen,
idare. yerine getirilebilen. 5. şekle
management işini uydurmak, işini 2. yönetim 9.
çevirmek. kurulu.
idare etmek, geçinip gitmek,
girebilen (saç).
manager şöyle
i. böyle geçinmek.
1. yönetmen, müdür, direktör. 2. yönetici, idareci. 3. menajer,
managerial bir sanatçı veya spor takımının işlerini yöneten kimse.
s. yönetimsel.
managerial decision yönetim kararı.
managerial position yönetim mevkii.
managerial staff yönetim kadrosu.
Manchu i., s. 1. Mançu. 2. Mançuca.
Manchuria i. Mançurya.
Manchurian i. Mançuryalı. s. 1. Mançurya, Mançurya´ya özgü. 2. Mançuryalı.
mandarin 1. mandalina. 2. king, kink.
mandarin duck çinördeği.
mandarin orange 1. mandalina. 2. king, kink.
mandate i. 1. emir, ferman. 2. pol. manda.
mandatory s. mecburi, zorunlu. i. 1. mandater, mandacı. 2. vekil.
mandolin i. mandolin.
mandrake i., bot. adamotu, kankurutan, adamkökü, abdüsselamotu,
mane hacılarotu,
i. yele. köpekelması.
maneuver i. 1. manevra. 2. hile, dolap. f. 1. manevra yaparak/birtakım
maneuvers hareketlerle -i (belirli bir yere) getirmek: He maneuvered the
i., çoğ., ask. manevralar:
car into the parking space. Manevra yaparak arabayı park
manful s. cesur, mert, yiğit, erkekçe.
yerine soktu. 2. (bir amaca ulaşmak için) birtakım manevralar
manfully z. cesaretle, mertçe, yiğitçe, erkekçe.
yapmak.
manganese i. manganez, mangan.
mange i. (hayvanlarda) uyuz hastalığı.
manger i. (ahırda) yemlik.
mangle f. 1. korkunç bir şekilde yaralamak. 2. parçalamak. 3. bozmak.
mango i. (çoğ. --es/--s) hintkirazı, mango.
mangosteen i., bot. mangostan.
mangrove i., bot. mangrov, rizofora, hindistansakızağacı.
mangy s. 1. uyuz (hayvan). 2. pis, iğrenç, tiksinti veren.
manhandle f. 1. tartaklamak. 2. kol kuvvetiyle/var kuvvetiyle (bir şeyi)
manhole çekmek/hareket
i. rögar, baca, kontrol ettirmek/götürmek/taşımak.
deliği, bakmalık.
manhole cover rögar kapağı.
mania i. 1. ruhb. mani. 2. for -e aşırı düşkünlük, -e tutku.
maniac s., i. manyak, çılgın, deli.
maniacal s. 1. çılgın. 2. manyakça.
manic-depressive s., i., ruhb. manik-depresif.
manicure i. manikür. f. manikür yapmak.
manicurist i. manikürcü.
manifest i. manifesto, gümrük bildirgesi.
manifest s. belli, açık. f. açıkça göstermek, belirtmek.
manifest itself kendini belli etmek, kendini göstermek.
manifestation i. 1. alamet, belirti, gösterge. 2. açıkça gösterme. 3. gösteri.
manifestly z. açıkça.
manifesto i. (çoğ. --es) 1. bildiri, tebliğ, beyanname. 2. pol. parti programı.
manifold s. türlü türlü, pek çok ve çeşitli. i., oto. manifolt.
manikin i. manken.
manipulate f. 1. elle hareket ettirmek. 2. kullanmak, hareket ettirmek,
manipulation çalıştırmak,
i. 1. elle hareketişletmek. 3. kendi
ettirme. çıkarlarıhareket
2. kullanma, için kullanmak.
ettirme, 4. hile
yaparak
çalıştırma, (fiyatları) istediği şekilde değiştirmek.
manipulative s. 1. kendi çıkarları için başkalarını kullanan, çıkarcı4.
işletme. 3. kendi çıkarları için kullanma. hile
(kimse). 2.
yaparak
çıkarcı (fiyatları)
(davranış). istediği
3. hileli.şekilde
4. el değiştirme.
becerisine ait. 5. elle hareket
mankind i. insanlık, beşeriyet, insanoğulları.
ettirmeye özgü.
manly s. 1. erkeğe yakışan, erkekçe. 2. mert, yiğit.
manmade s. insan işi; fabrika işi; insan tarafından yapılan.
mannequin i. manken.
manner i. 1. tavır. 2. usul. 3. çeşit. 4. çoğ. görgü, terbiye. 5. çoğ. örf,
manner of life töre.
yaşam biçimi, yaşayış tarzı.
mannered s. yapmacıklı, yapma tavırlı.
mannerism i. bir kişiye özgü hareket, tavır veya ifade tarzı.
mannerly s. terbiyeli.
manoeuvre i., f., İng., bak. maneuver.
manoeuvres i., çoğ., İng., ask., bak. maneuvers.
man-of-war çoğ. men-of-war (men´ıvwôr´) i. 1. iri bir tür denizanası. 2. tar.
manor savaş gemisi.
i. malikâne, köşk.
manor house malikâne, köşk.
manpower i. 1. insan gücü. 2. işgücü. 3. işçi sayısı, personel.
mansard i.
mansard roof mansart çatı, mansart.
manse i. papaz lojmanı, papaz evi.
manservant çoğ. men.ser.vants (men´sırvınts) i. uşak; (erkek) hizmetkâr.
mansion i. konak; kâşane; köşk; malikâne.
manslaughter i. önceden tasarlamadan adam öldürme, kasıtsız cinayet.
mantle i. 1. kolsuz manto. 2. örtü, örten şey. 3. lüks gömleği. 4. jeol.
manual çekirdek kabuğu.
s. 1. ele ait. 2. elle5.yapılan;
anat. örtenek.
elle çalıştırılan. i. 1. elkitabı, kılavuz.
manual labor 2. müz. (orgda) klavye.
1. amelelik. 2. ağır iş.
manually z. el ile.
manufacture i. 1. imal, yapım. 2. mamul, yapılmış eşya/yiyecek. f. 1. imal
manure etmek,
i. gübre.yapmak. 2. (bahane) uydurmak.
f. gübrelemek.
manuscript i. 1. yazma, el yazması. 2. müsvedde.
Manx i. Manca. s. 1. Man, Man Adası´na özgü. 2. Manca.
Manx cat mankedisi.
Manxman çoğ. Manx.men (mängks´mîn) i. Manlı erkek, Manlı.
Manxwoman çoğ. Manx.wom.en (mängks´wîmîn) i. Manlı kadın, Manlı.
many s. (more, most) çok, bir hayli. i. bir çoğu.
many a time çok kere.
Many thanks! k. dili Çok teşekkür!/Çok mersi!
Many´s the time .... Çok kez ...: Many´s the time I´ve wanted to call you. Çok kez
many-colored sana
s. çoktelefon
renkli, etmek istedim.
rengârenk.
manyplies i., zool. kırkbayır.
many-sided s. 1. mat. çokyüzlü; çokkenar. 2. çok yönlü.
map i. harita, plan. f. (--ped, --ping) 1. haritasını yapmak. 2. out
maple ayrıntılarıyla planlamak.
i. akçaağaç, isfendan.
maple sugar akçaağaç şekeri.
maple syrup akçaağaç pekmezi.
maquis i., bot. maki.
mar f. (--red, --ring) bozmak, mahvetmek.
Mar kıs. March.
marabou i. (çoğ. --s/mar.a.bou) murabutkuşu, murabut, marabut.
marabou stork murabutkuşu, murabut, marabut.
marabout i. 1. murabıt, murabut. 2. murabutkuşu, murabut, marabut.
maraschino i. 1. maraskino, marasken (likör). 2. maraska, marask, maraska
maraschino cherry kirazı.
maraska, marask, maraska kirazı.
marathon i. maraton.
maraud f. çapulculuk amacıyla akın etmek, çapulculuk etmek.
marauder i. çapulcu, yağmacı.
marble i. 1. mermer. 2. bilye, misket. 3. çoğ. misket oyunu. s. mermer,
marbled mermerden
s. 1. ebrulu. yapılmış.
2. mermer f. döşeli.
ebrulamak.
March i. mart ayı.
march i. 1. (topluca) yürüyüş. 2. ilerleme, gidiş. 3. müz. marş. f. 1.
marchioness (topluca)
i. markiz, yürüyüş
markininyapmak.
karısı. 2. ilerlemek.
march-past i. geçit töreni.
mare i. kısrak.
margarine i. margarin.
margin i. 1. kenar, sınır. 2. tic. maliyet fiyatı ile satış fiyatı arasındaki
margin of safety fark. 3. tic.
emniyet ihtiyat
payı, havaakçesi,
payı. marj. 4. sayfa kenarındaki boşluk,
marj.
marginal s. 1. kenarda olan. 2. kenarda yazılı, marjinal. 3. pek az: It is of
marigold marginal importance. Pek az önemi var. 4. ekon., sosyol., ruhb.
i., bot. kadifeçiçeği.
marjinal.
marijuana i. 1. marihuana. 2. bot. hintkeneviri, kenevir, kendir.
marina i. yat limanı, marina.
marinate f. (eti yumuşatmak için) zeytinyağlı salamurada bırakmak.
marine s. 1. denize ait, denizle ilgili. 2. denizciliğe ait. 3. deniz
mariner kuvvetlerine
i. 1. gemici. 2.ait. i. 1. denizcilik. 2. denizci, deniz askeri.
denizci.
mariner´s compass gemici pusulası.
marital s. evlenmeye ait, evlilikle ilgili.
marital rights evlilikte karı kocaya tanınan haklar.
marital status medeni hal.
maritime s. 1. deniz kıyısında olan; denize yakın. 2. denizle ilgili;
maritime law denizcilikle
deniz hukuku.ilgili. 3. denizciye özgü.
marjoram i., bot. mercanköşk, merzengûş, şile.
mark i. 1. işaret, marka, alamet. 2. damga. 3. iz. 4. nişan, hedef. 5.
mark norm,
f. standart. 6.2.ün,
1. işaretlemek. şöhret.
damga 7. (derste)
vurmak, not, numara.
damgalamak. 8. leke;
3. göstermek,
çizik. 9. yara
belirtmek. 4. yeri,
çizmek, iz. 10. spor başlama
yazmak. 5. not çizgisi. 6.
vermek. 11. k. dilietmek,
dikkat av, saf
mark i. mark, Alman markı.
kimse.
dikkate almak, hesaba katmak. 7. etiketlemek.
mark down 1. -in fiyatını indirmek. 2. not etmek, kaydetmek.
mark off sınırlarını çizmek.
mark out 1. sınırlarını çizmek. 2. planını yapmak. 3. seçip ayırmak.
mark time yerinde saymak.
mark up 1. çizmek. 2. -in fiyatını yükseltmek/artırmak.
marked s. 1. göze çarpan, belirgin. 2. işaretli.
markedly z. önemli derecede.
marker i. 1. markacı. 2. işaret, damga.
market i. 1. pazar, çarşı. 2. piyasa. 3. for -e talep, -e rağbet. f. 1.
market garden pazarlamak.
bostan. 2. satışa çıkarmak. 3. çarşıda alışveriş etmek.
market value piyasa değeri, piyasa fiyatı.
market value piyasa fiyatı.
marketable s. 1. pazarlanabilir. 2. kolaylıkla satılabilir.
marketing i. 1. alışveriş. 2. pazarlama.
marketplace i. pazar yeri.
marksman çoğ. marks.men (marks´mîn) i. nişancı.
marksmanship i. nişancılık.
markup i. 1. alış ve satış fiyatları arasındaki fark. 2. fiyat artışı.
marl i., jeol. marn, pekmez toprağı.
marmalade i. marmelat.
marmot i., zool. dağsıçanı, marmot.
maroon i., s. kestane rengi, maron.
maroon f. (birini) ıssız bir adaya/kıyıya bırakmak.
marquee i. 1. (kapı önündeki) markiz. 2. büyük çadır, otağ.
marquess i., bak. marquis.
marquis i. marki.
marquise i. markiz.
marriage i. 1. evlenme. 2. evlenme töreni. 3. evlilik. 4. birleşme.
marriage certificate evlenme cüzdanı.
marriage licence nikâh kâğıdı, evlenme izni.
marriage vows evlilik sözü.
marriageable s. evlenecek yaşta, yetişmiş.
married s. 1. evli. 2. to ile evli. 3. evliliğe/evlilere özgü.
married life evlilik yaşamı.
marrow i. 1. anat. ilik. 2. öz. 3. İng. sakızkabağı, kabak.
marrowbone i. iliği çok olan kemik.
marry f. 1. evlenmek; evlendirmek. 2. evermek. 3. birleşmek;
Mars birleştirmek.
i., gökb. Merih, Mars.
marsh i. bataklık.
marsh crocodile hinttimsahı.
marshal i. 1. ask. mareşal. 2. teşrifatçı, protokol görevlisi. 3. polis
marshmallow müdürü.
i. 1. hatmi.f. (--ed/--led, --ing/--ling)
2. lokuma benzer 1. sıraya koymak, sıralamak,
şekerleme.
dizmek. 2. önüne düşüp götürmek.
marshy s. 1. bataklığa özgü. 2. bataklık gibi. 3. bataklı.
marsupial s., zool. keseli. i. keseli hayvan.
mart i. çarşı, pazar.
marten i. 1. zool. ağaçsansarı, zerdeva. 2. zerdeva kürkü.
martial s. 1. savaşa özgü. 2. askeri. 3. savaşçı, savaşkan.
martial law sıkıyönetim, örfi idare.
martial law sıkıyönetim.
martin i. kırlangıç.
martinet i. disipline son derece önem veren amir, kurallara aşırı derecede
martini bağlı olan amir.
i. martini.
martyr i. şehit. f. şehit etmek.
marvel i. harika, mucize. f. (--ed/--led, --ing/--ling) hayret etmek,
marvelous şaşmak.
s. olağanüstü; harika.
Marxism i. Marksizm.
Marxist i., s. Marksist.
masc kıs. masculine.
mascara i. rimel, maskara.
mascot i. maskot.
masculine s. 1. erkeğe özgü, erkeksi. 2. dilb. eril. i., dilb. 1. eril cins. 2. eril
masculinity sözcük.
i. erkeklik.
mash i. 1. lapa. 2. bira yapmak için ezilmiş arpa ile su karışımı. f.
mashed potatoes ezmek,
patatespüre
püresi.yapmak.
masher i., argo askıntı, kadınlara askıntı olan erkek.
mask i. maske. f. maskelemek, gizlemek.
masked ball maskeli balo.
masochism i. mazoşizm.
Mason i. mason, farmason.
mason i. duvarcı; taşçı.
Masonry i. masonluk, farmasonluk.
masonry i. duvarcılık; taşçılık.
masque i. maskeli balo.
masquerade i. 1. maskeli balo. 2. maskeli balo kostümü. 3. (sahte bir)
mass gösteri. f. asve
i. 1. ekmek kendini
şarap ... gibikudas.
ayini, göstermek,
2. bu kendini ... olarak
ayine özgü müzik.
tanıtmak.
mass i. 1. kütle, kitle, parça, yığın, küme. 2. fiz. kütle.
mass media medya, kitle iletişim araçları.
mass meeting kitlesel miting.
mass movement kitle hareketi.
mass production toptan/seri üretim.
massacre i. katliam, kırım, toplukıyım. f. katletmek, kırıp geçirmek.
massage i. masaj. f. masaj yapmak.
masseur i. masajcı, masör.
masseuse i. kadın masajcı, masöz.
massif i. dağ kitlesi.
massive s. 1. büyük ve ağır. 2. çok büyük, kocaman, koca; heybetli;
mass-produce büyük çapta, üretmek.
f. seri olarak muazzam. 3. iriyarı, irikıyım. 4. şiddetli (deprem,
kalp krizi v.b.).
mast i. direk, gemi direği.
master i. 1. efendi, sahip, patron, amir. 2. üstat. 3. İng. erkek öğretmen.
master 4. yönetici.
s. ana, 5. örnek.
temel, 6. kopya
esas, asıl, baş. edilecek şey. 7. küçük bey. 8.
kaptan.
master f. 1. yenmek, üstesinden gelmek. 2. hükmetmek. 3. iyice
master builder öğrenmek,
mimar; kalfa. uzmanlaşmak: Sezen´s mastered Chinese. Sezen
Çinceyi çok iyi öğrendi.
master copy orijinal, orijinal kopya, asıl.
master key ana anahtar.
master key ana anahtar.
Master of Arts hümaniter bilimlerde master derecesi/yüksek lisans.
master of ceremonies 1. protokol görevlisi, teşrifatçı. 2. sunucu, takdimci.
Master of Science fen bilimlerinde master derecesi/yüksek lisans.
master plan ana plan.
master switch elek. ana anahtar.
master touch 1. usta eli. 2. yerinde söz/davranış.
masterful s. 1. amirane, buyurucu. 2. ustaca, ustalıklı.
masterly s. ustaca, ustalıklı.
mastermind i. bir işin beyni. f. (bir işin) beyni olmak.
masterpiece i. 1. şaheser, başyapıt. 2. harika.
masterstroke i. 1. mükemmel bir çözüm; (tartışmada) çok etkileyici bir cevap.
mastery 2. kesin
i. 1. başarı.hâkim olma, hâkimiyet. 2. ustalık.
üstünlük,
mastic i. 1. damlasakızı, sakız, mastika, sakızağacından çıkarılan
mastic tree reçine. 2. mastika, sakız
bot. damlasakızağacı, rakısı. 3. bot. damlasakızağacı,
sakızağacı.
sakızağacı.
masticate f. çiğnemek.
mastication i. çiğneme.
mastiff i. mastı (köpek).
masturbate f. mastürbasyon yapmak.
masturbation i. mastürbasyon.
mat i. 1. hasır. 2. paspas. 3. altlık. 4. keçeleşmiş saç, kıllar, lifler v.b.
mat 5. (saç, kıl, lif
i. paspartu, v.b.´nde)
resim düğüm.
ve çerçeve f. (--ted, karton
arasındaki --ting) 1. hasırf.ile
kenar. (--ted,
örtmek.
--ting) 2. keçeleştirmek;
(resmin etrafına) keçeleşmek.
paspartu 3.
geçirmek. düğümlenmek,
s. mat, donuk.
matador i. matador, boğa güreşçisi.
birbirine dolaşmak.
match i. 1. eş, benzer, akran, denk. 2. uygun eş. 3. evlenme. 4. maç,
match karşılaşma.
i. kibrit. f. 1. (birbirine) uymak; (birbirine) uydurmak: That
tie doesn´t match your suit. O kravat elbisene uymuyor. 2. bilg.
matchbox i. kibrit kutusu.
eşlemek, eşleştirmek, eşlendirmek. 3. karşılaştırmak. 4.
matchless s. eşsiz, emsalsiz,
(birinden/bir şeyden)rakipsiz.
aşağı kalmamak, (biriyle) at başı gitmek.
matchmaker 5. evlenmek; evlendirmek.
i. çöpçatan.
matchmaking i. çöpçatanlık.
mate i. 1. eş, misil. 2. karı, koca, eş. 3. arkadaş. 4. ikinci kaptan,
maté muavin. f. 1. eşlemek.
i. mate, Paraguay çayı.2. evlendirmek; evlenmek. 3.
çiftleştirmek; çiftleşmek. 4. uymak. 5. satranç mat etmek.
material s. 1. maddi, özdeksel. 2. bedensel. 3. önemli. 4. to -e değgin. i.
material well-being 1. madde,
maddi özdek. 2. materyal, gereç, malzeme. 3. bez, dokuma,
refah.
kumaş.
materialise f., İng., bak. materialize.
materialism i. materyalizm, maddecilik, özdekçilik.
materialist i. materyalist, maddeci, özdekçi.
materialistic s. materyalist, maddeci, özdekçi.
materialize f. 1. maddileşmek; maddileştirmek. 2. gerçekleşmek. 3.
maternal (hortlak/ruh)
s. 1. anneliğegörünmek, peydahlanmak.
özgü. 2. anneye yakışır. 3. anne tarafından.
maternal aunt teyze.
maternal grandmother anneanne.
maternal uncle dayı.
maternity i. analık, annelik.
maternity clothes hamile kıyafetleri/giysileri.
maternity dress hamile elbisesi.
maternity hospital doğumevi, doğum hastanesi.
math i., k. dili matematik.
math kıs. mathematical, mathematician, mathematics.
mathematical s. 1. matematiksel, matematikle ilgili. 2. kesin, tam.
mathematician i. matematikçi.
mathematics i. matematik.
maths i., İng., k. dili matematik.
matinée i. matine.
mating i. çiftleşme; çiftleştirme.
mating season çiftleşme mevsimi.
matriarch i. aile reisi sayılan kadın.
matriarchal s. anaerkil, matriarkal, maderşahi.
matriarchy i. anaerki, maderşahilik.
matriculate f. 1. kaydetmek. 2. (özellikle üniversiteye) öğrenci olarak
matriculation kaydedilmek.
i. 1. öğrenci kaydı. 2. üniversite giriş sınavı.
matrimony i. evlenme, evlilik.
matrix çoğ. ma.tri.ces (mey´trîsiz)/--es (mey´trîksız) 1. bir nesneye
matrix printer biçim veren veya
bilg. matrisli dayanak olan şey. 2. anat. dölyatağı, rahim. 3.
yazıcı.
mat., bilg., matb. matris. 4. dişi kalıp.
matron i. 1. (özellikle çocuğu olan) orta yaşlı evli kadın. 2.
matronly (hapishanede/yetimhanede)
s. 1. ana gibi, anaç. 2. toplu, kadın yönetici.
dolgun. 3. başhemşire.
3. ağırbaşlı (kadın).
matter i. 1. madde, özdek. 2. mesele, sorun; konu, iş; durum. 3. önem.
matter 4. of/for neden.
f. önemi olmak, önem taşımak, farketmek.
matter-of-fact s. 1. gerçekçi. 2. sakin, heyecandan uzak.
mattress i. yatak, döşek, şilte.
mature f. 1. olgunlaşmak; olgunlaştırmak. 2. erginleşmek. s. 1. olgun,
maturity ergin. 2. iyi hazırlanmış
i. 1. olgunluk, erginlik. 2.(plan,
vade.eser v.b.). 3. vadesi gelmiş,
vadesi dolmuş.
maudlin s. aşırı duygusal.
maul f. 1. pençe atarak yaralamak. 2. çok hırpalamak; dövmek.
Mauritania i. Moritanya.
Mauritanian i. Moritanyalı. s. 1. Moritanya, Moritanya´ya özgü. 2. Moritanyalı.
Mauritian i. Morityuslu. s. 1. Morityus, Morityus´a özgü. 2. Morityuslu.
Mauritius i. Morityus.
mausoleum i. mozole, anıtmezar.
mauve i. leylak rengi. s. leylak renginde olan.
maverick i. 1. damgalanmamış ve sahipsiz dana. 2. k. dili toplum
maw kurallarına uymayan
i. 1. mide; boğaz; kimse.
ağız. 3. partibir
2. (korkunç disiplinine uymayan
yere açılan) ağız.
politikacı.
mawkish s. 1. tiksindirici. 2. aşırı duygusal.
max kıs. maximum.
maxi i., k. dili maksi etek/palto.
maxim i. özdeyiş, özlü söz, vecize.
maximal s. maksimal.
maximum çoğ. --s (mäk´sımımz)/max.i.ma (mäk´sımı) i. maksimum, azami
May derece,
i. mayıs,en yüksek
mayıs ayı.düzey. s. maksimum, maksimal, azami.
may yardımcı f. (might) -ebilmek, -meli, -malı (İzin/olanak/olasılık
May Day belirtir.):
1 Mayıs. May I have a drink of water? Bana bir bardak su verir
May I trouble you for the misin? He may or may not come tomorrow. Yarın gelebilir de,
Tuzu verebilir misiniz?
salt? gelmeyebilir de.
May I venture a suggestion? Bir teklifte bulunabilir miyim?
maybe z. belki, olabilir.
Maybe it´s all for the best. Belki de böylesi daha iyi olur.
Mayday i. Mayday (telsizle yapılan uluslararası imdat çağrısı).
mayhem i. kargaşa.
mayonnaise i. mayonez.
mayor i. belediye başkanı.
mayoress i. kadın belediye başkanı.
Maypole i. 1 Mayıs´ta kızların etrafında dans ettiği çiçeklerle süslü direk.
maypop i., bot. çarkıfelek.
maze i. 1. labirent. 2. şaşkınlık, hayret.
mazourka i., bak. mazurka.
mazurka i. mazurka.
MC i. protokol görevlisi, teşrifatçı.
MC kıs. Master of Ceremonies.
McCoy i.
MD kıs. Doctor of Medicine.
mdse kıs. merchandise.
me zam. beni; bana.
mead i. mayalandırılmış bal ve sudan yapılan alkollü bir içki.
meadow i. çayır.
meager s. 1. yetersiz, eksik, az. 2. yavan, tatsız. 3. zayıf.
meagre s., İng., bak. meager.
meal i. 1. elenmemiş kaba un. 2. una benzer şey.
meal i. yemek.
mealtime i. yemek zamanı.
mealy-mouthed s. samimiyetsiz.
mean f. (--t) 1. ... anlamına gelmek: Does that mean she´ll be late?
mean Yani
s. geç mi
1. adi, gelecek?
aşağı, bayağı. To2.the egress
kötü means kötü
(davranış); to the exit. Mahrece
davranan; zalim,
demek çıkışa
acımasız. 3. demek.
İng. cimri, 2.pinti.
amaçlamak,
4. k. dili niyet etmek,
huysuz. 5. k. niyetlenmek:
dili zor, güç.
mean s. orta, vasat; ortalama. i. orta; ortalama.
He had şahane,
6. argo meant tonefis.
come early. Erken gelmeyi amaçlamıştı. He
mean business çok ciddi
really meansolmak,
to doşaka yapmamak:
it. Onu yapmayaThis time she
azmetti. meansistemek,
3. demek
mean daily temperature business.
kastetmek: Bu kez
What ciddidir.
do
günlük ortalama sıcaklık. you mean? Ne demek istiyorsun yani? 4.
mean distance for (sözü) (birine)
ortalama uzaklık. yöneltmek: Did you mean that for me? O sözü
bana mı yönelttin? 5. for (bir şeyi) (biri) için yapmak/hazırlamak.
mean little -in değeri/önemi az olmak: That prize means little to her. Onun
mean pressure gözünde
ortalamaobasınç.
ödülün pek az önemi var.
mean solar time ortalama güneş zamanı.
mean well -in niyeti iyi olmak.
meander f. 1. dolanmak, dolana dolana gitmek. 2. avare dolaşmak,
meaning gezinmek.
i. anlam, mana.
meaningful s. anlamlı, manalı.
meaningless s. 1. anlamsız, manasız. 2. boş, abes.
means i. 1. araç, vasıta, bir sonuca ulaşmak için kullanılan şey. 2.
means of support servet, varlık. 3. gelir,
birini geçindiren para.
iş/para.
means of transport ulaşım araçları, taşıtlar.
means to an end araç, vasıta.
meant f., bak. mean.
meantime i.
meanwhile z. bu arada.
measles i. kızamık.
measly s. 1. kızamıklı. 2. k. dili çok az. 3. k. dili adi, değersiz.
measure i. 1. ölçü, miktar. 2. ölçüm, ölçme. 3. önlem, tedbir. 4. derece. 5.
measure şiir
f. 1.ölçü, vezin.
ölçmek; 6. müz.almak:
ölçüsünü ölçü. 7.Measure
ölçüt, kriter.
the height of that door
measure out right
ölçüpnow! O kapının yüksekliğini hemen ölç! The tailor is
ayırmak.
measuring me for a new suit. Terzi yeni bir elbise için ölçümü
measure up 1. istenilen ölçülere göre/uygun olmak. 2. to ... kadar iyi olmak:
alıyor. They´re going to measure Zeki´s intelligence. Zeki´nin
Aynur doesn´t
s. 1. ölçülü. measuredüzenli.
2. düzgün, up to Hülya.
3. ... Aynur, Hülya kadar iyi
hesaplı,
measured zekâsını ölçecekler. 2. -in ölçüleri olmak:ölçülü.
That piece of paper
değil. Her performance that day didn´t measure up to her
measureless measures ten centimeters
s. ölçüsüz, sınırsız, hesapsız. by twelve centimeters. O kâğıdın
ability. O günkü performansı asıl yeteneğinin gerisinde kaldı.
measurement ölçüleri on çarpı on iki
i. 1. ölçü. 2. ölçme, ölçüm. santimetre.
measuring i. ölçme, ölçüm.
measuring cup ölçü kabı.
measuring spoon ölçü kaşığı.
meat i. 1. yenecek et, et. 2. öz.
meat loaf rulo köfte.
meat packing toptan kasap işi.
meat pie etli börek.
meaty s. 1. etli. 2. özlü, dolgun.
Mecca i. Mekke.
mech kıs. mechanical, mechanics, mechanism.
mechanic i. motor tamircisi.
mechanical s. 1. mekanik. 2. makineye ait.
mechanical drawing teknik resim.
mechanical engineer makine mühendisi.
mechanical engineering makine mühendisliği.
mechanical pencil versatil kalem.
mechanically z. mekanik olarak.
mechanics i., fiz. mekanik.
mechanise f., İng., bak. mechanize.
mechanism i. 1. mekanizma. 2. işleyiş. 3. fels. mekanikçilik, mekanizm.
mechanization i. makineleştirme; makineleşme.
mechanize f. 1. makineleştirmek. 2. ask. mekanize etmek.
mechanized s. 1. makineleştirilmiş. 2. ask. mekanize.
meconium i. ilkdışkı, mekonyum.
med kıs. medicine, medieval, medium.
medal i. madalya.
medalist i. 1. madalya yapan kimse. 2. madalya kazanan kimse.
medallion i. madalyon.
meddle f. karışmak, burnunu sokmak.
meddler i. herkesin işine karışan kimse, her şeye burnunu sokan kimse,
meddlesome işgüzar.
s. her şeye burnunu sokan, her işe karışan, işgüzar.
medfly i., zool. akdenizmeyvesineği.
media i., çoğ. araçlar, vasıtalar.
mediaeval s., bak. medieval.
medial s. 1. orta. 2. ortada olan.
median s. orta. i. 1. orta. 2. medyan. 3. geom. kenarortay. 4. (yolda)
median strip refüj.
(yolda) refüj.
mediate f. 1. aracılık etmek, arabuluculuk etmek, aracı olmak, araya
mediate girmek. 2. ara
s. 1. dolaylı bulmak.
ilgisi olan, doğrudan doğruya olmayan. 2. ortada
mediation olan, ikisi ortası.
i. aracılık, arabuluculuk.
mediator i. arabulucu, aracı.
medical s. 1. tıbbi, tıbba ait. 2. iyileştirici.
Medicare i., A.B.D. (yaşlılar için) devlet sağlık sigortası.
medicate f. 1. ilaçla tedavi etmek. 2. ilaçlamak; içine ilaç katmak.
medicated s., tıb. ilaçlı.
medication i., tıb. 1. ilaç. 2. ilaçla tedavi.
medicinal s. ilaç özelliği olan, iyileştirici, tedavi edici, tıbbi.
medicine i. 1. ilaç. 2. tıp, hekimlik.
medicine chest ilaç dolabı.
medieval s. ortaçağa ait, ortaçağa özgü.
Medina i. Medine.
mediocre s. sıradan, alelade, ne iyi ne kötü, orta karar.
mediocrity i. sıradanlık, aleladelik.
meditate f. 1. (on) (-i) derin derin düşünmek. 2. meditasyon yapmak.
meditation i. 1. derin derin düşünme. 2. meditasyon. 3. derin düşüncelerin
Mediterranean ürünü olan yazı.
s. Akdeniz, Akdeniz´e veya Akdeniz bölgesine özgü.
Mediterranean fruit fly akdenizmeyvesineği.
medium çoğ. --s (mi´diyımz)/me.di.a (mi´diyı) i. 1. orta. 2. çevre, ortam.
medium 3. araç,--s)
i. (çoğ. vasıta, bir sonuca ulaşmak için kullanılan şey. s. 1. orta.
medyum.
2. ortalama.
medium frequency radyo orta dalga.
medium-sized s. orta boy.
medlar i. muşmula, döngel, beşbıyık.
medley i. 1. karmakarışık şey. 2. müz. potpuri.
medulla oblongata çoğ. me.dul.la ob.lon.ga.tas (mîd^l´ı ablông.ga´tız)/me.dul.lae
meek ob.lon.ga.tae
s. 1. fazla uysal, (mîd^l´i ablông.ga´ti)
hiç sesini çıkarmayan.anat.2. soğancık.
alçakgönüllü.
meekly z. uysalca.
meekness i. uysallık.
meek-spirited s. alçakgönüllü.
meerschaum i. 1. eskişehirtaşı, lületaşı, denizköpüğü, manyezit. 2. lületaşı
meet pipo.
f. (met) 1. -e rastlamak, -e rast gelmek, ile karşılaşmak: I met
meet Deniz by chance
i. (atletizm on my
ve yüzme way to work.
dallarında) İşe giderken
karşılaşma, Deniz´e
yarışma.
rastladım. 2. karşılamak: They plan to meet him at the bus stop.
meet one´s match hakkından gelebilecek birine rastlamak.
Onu otobüs durağında karşılamayı tasarlıyorlar. 3. tanışmak: I
meet one´s Waterloo k.
met dilihim
büyük yenilgiye
for the uğramak.
first time last year. Onunla geçen yıl tanıştım.
meet the requirements of 4.
-in(masraf, borç v.b.´ni)
gerekli gördüğü ödemek,
şartlara uymak; karşılamak.
-in gerekli5.gördüğü
spor
meeting karşılaşmak:
niteliklere The
sahip two
olmak. teams will meet
i. 1. toplantı. 2. birleşme, bitişme. 3. miting. again on Saturday. İki
takım cumartesi günü yeniden karşılaşacak. 6. buluşmak: Let´s
meeting place 1. toplantı
meet yeri.
in front 2. buluşma
of the restaurantyeri.
at nine o´clock. Saat dokuzda
megahertz i., fiz. megahertz.
lokantanın önünde buluşalım. 7. toplanmak: The staff will meet
megalomania in
i., the
ruhb. conference
megalomani, room. Personel
büyüklük toplantı odasında toplanacak.
hastalığı.
8. with (kötü bir durum) ile karşılaşmak: He met with several
megalomaniac i., s., ruhb. megaloman.
problems. Birkaç sorunla karşılaştı. 9. with (kötü bir şeye)
megaphone i. megafon.
uğramak: He met with an accident. Kazaya uğradı. 10. with ile
megaton görüşmek:
i. megaton.I met with him over lunch. Onunla öğle yemeğinde
megawatt görüştüm.
i. megavat.
melancholy i. melankoli, karasevda. s. 1. melankolik. 2. kasvetli.
Melanesia i. Melanezya.
Melanesian i. Melanezyalı. s. 1. Melanezya, Melanezya´ya özgü. 2.
mélange Melanezyalı.
i. karışık şey, karışım.
melba i.
melba toast bir çeşit gevrek.
meld f. birbirine karışmak.
melee i. meydan kavgası.
meliorate f. düzeltmek, iyileştirmek; düzelmek, iyileşmek.
mellow s. 1. olgun. 2. yıllanmış (şarap). 3. yumuşak, tatlı (ses/renk). 4.
melodious cana yakın. 5.2.keyifli.
s. 1. ahenkli. melodik,6. yumuşak
ezgili. (toprak). f. 1. olgunlaşmak. 2.
yumuşatmak; yumuşamak.
melodrama i. melodram.
melodramatic s. 1. melodram türünden. 2. aşırı duygusal.
melody i. melodi, ezgi.
melon i. 1. karpuz; kavun. 2. argo havadan gelen kâr.
melt f. (--ed, --ed/eski mol.ten) 1. eritmek; erimek. 2. yumuşatmak;
melt into tears yumuşamak.
gözyaşlarına 3. away yok etmek; yok olmak, kaybolmak. 4. into
boğulmak.
-in içine karışmak.
melting point erime noktası.
melting pot 1. pota. 2. çeşitli ırk ve ulustan insanların kaynaştığı yer.
member i. 1. üye, aza. 2. organ.
member of parliament milletvekili.
membership i. 1. üyelik. 2. üyeler.
membrane i. zar, örtenek.
memento i. (çoğ. --s/--es) yadigâr, hatıra, andaç, anmalık.
memo i., k. dili kısa not.
memoir i. 1. biyografi. 2. inceleme yazısı, rapor.
memoirs i. anılar, hatırat.
memorabilia i., çoğ. (meşhur birinden/bir olaydan) kalma şeyler.
memorable s. hatırlanmaya/anmaya değer.
memorandum çoğ. --s (memırän´dımz)/mem.o.ran.da (memırän´dı) i. 1.
memorial muhtıra. 2. not.
s. hatırlatıcı. i. 1.3.anıt.
huk.2.layiha.
muhtıra, önerge.
memorial service anma töreni.
memorialise f., İng., bak. memorialize.
memorialize f. 1. takdirle anmak. 2. anma töreni yapmak.
memorise f., İng., bak. memorize.
memorize f. ezberlemek, ezbere öğrenmek.
memory i. 1. bellek, hafıza. 2. hatır. 3. hatıra, anı.
men of weight nüfuzlu adamlar, kodamanlar.
menace i. 1. tehdit, gözdağı. 2. tehdit eden şey. f. tehdit etmek, gözdağı
menagerie vermek.
i. 1. (canlı) hayvan koleksiyonu. 2. yabanıl hayvanların
mend sergilendiği
f. 1. onarmak, yer.tamir etmek. 2. düzeltmek. 3. iyileşmek.
mend i. onarım, tamir.
Mend your ways. Davranışlarına dikkat et.
mendacious s. 1. yalancı. 2. yalan.
mendacity i. yalancılık.
mendicant s. 1. dilencilik eden, dilenen. 2. dilenciye özgü. i. dilenci.
menial s. 1. hizmetçiye ait. 2. köleye yakışır. 3. bayağı, adi, aşağılık. 4.
meningitis küçük, önemsiz (iş). i. hizmetçi.
i., tıb. menenjit.
menopause i. menopoz.
menstrual s. âdetle ilgili, aybaşına ait, menstrüel.
menstruate f. âdet görmek, aybaşı olmak.
menstruation i. menstrüasyon, âdet, aybaşı.
mental s. 1. zihinsel, zihni, akıl ile ilgili. 2. argo deli, kaçık.
mental age ruhb. zekâ yaşı.
mental age akıl yaşı.
mental arithmetic akıldan yapılan hesap.
mental
geri zekâlılık, zekâ geriliği, zihinsel özür.
deficiency/retardation
mental hospital akıl hastanesi.
mentality i. 1. zihniyet, düşünüş. 2. anlak, zekâ.
mentally z. aklen, zihnen.
mentally deficient geri zekâlı, zihinsel özürlü.
mentally retarded geri zekâlı.
menthol i. mentol.
mentholated s. mentollü.
mention i. bahsetme, söz etme, anma. f. -den bahsetmek, -den söz
mentor etmek,
i. rehber, -indanışman;
sözünü etmek, -i anmak.
akıl hocası, yol gösterici.
menu i. yemek listesi, menü.
meow i. miyav. f. miyavlamak.
mercantile s. ticarete ait, ticari.
mercenary s. 1. kâr gözeten, çıkarcı, paragöz. 2. (yabancı orduda hizmet
mercer eden)
i., İng. paralı (asker).
kumaşçı, kumaş i. (yabancı
satıcısı. orduda hizmet eden) paralı
asker.
mercerise f., İng., bak. mercerize.
mercerised s., İng., bak. mercerized.
mercerize f. merserizelemek.
mercerized s. merserize.
merchandise i. ticari eşya, emtia, mal. f. alıp satmak, -in ticaretini yapmak.
merchandize f., bak. merchandise.
merchant i. tüccar. s. ticari.
merchant marine ticaret filosu.
merchant prince çok zengin tüccar.
merchantman çoğ. mer.chant.men (mır´çıntmîn) i. ticaret gemisi.
merciful s. 1. merhametli. 2. acı çektirmeyen.
merciless s. merhametsiz, amansız, acımasız.
mercurial s. 1. cıvalı. 2. canlı, cıva gibi. 3. birdenbire değişen/parlayan;
Mercury ruhsal
i., gökb. durumu
Merkür.birdenbire değişen; değişken.
mercury i., kim. cıva.
mercy i. 1. merhamet. 2. insaf.
Mercy! ünlem Aman!/Allah aşkına!
mere s. 1. yalnızca, yalnız, sadece, ancak. 2. katkısız, saf. 3. önemsiz.
merely z. yalnızca, yalnız, sadece, ancak.
merest s. en az, en ufak.
merge f. 1. birleşmek; birleştirmek. 2. içine karışıp kaybolmak.
merger i. 1. birleşme; birleştirme. 2. iki veya daha çok şirketin
meridian birleşmesi.
i. 1. meridyen. 2. doruk, zirve. s. meridyen.
meringue i., ahçı. 1. beze. 2. (turtanın üzerine konulduktan sonra pişirilen)
merino çırpılmış
i. merinos. yumurta akı, şeker v.b. karışımı, mereng.
merino wool merinos yünü, merinos.
merit i. 1. değer. 2. erdem, fazilet. f. -i hak etmek, -e layık olmak; -e
merit system değmek.
devlet memurluğunda başarıya göre atama ve terfi sistemi.
meritorious s. övgüye değer, saygıya değer.
merlon i. mazgal dişi/siperi.
mermaid i. denizkızı.
merrily z. neşeyle.
merriment i. 1. eğlence, keyif, şenlik. 2. neşe, keyif.
merry s. 1. şen, neşeli, keyifli. 2. neşe verici, keyiflendirici.
merry-go-round i. atlıkarınca.
merrymaking i. cümbüş, eğlence.
mesa i. mesa, masatepe.
mesh i. 1. ağ gözü. 2. ağ, şebeke. 3. çark dişlerinin birbirine girmesi. f.
mesmerise 1.
f., ağ ilebak.
İng., tutmak. 2. (çark dişlerini) birbirine geçirmek; birbirine
mesmerize.
geçmek.
mesmerize f. 1. ipnotizmayla uyutmak. 2. büyülemek, gözünü bağlamak.
Mesopotamia i. Mezopotamya.
mess i. 1. karışıklık, düzensizlik, dağınıklık. 2. karışık durum,
mess about güç/utandırıcı durum.
İng., k. dili, bak. mess3.around.
pislik, kirlilik. 4. ask. yemekhane. f. 1.
with (birinin işine) müdahale etmek, karışmak. 2. with (biriyle)
mess around k. dili 1. vakit geçirmek; avarelik etmek. 2. with ile arkadaşlık
alay etmek. 3. with (bir şeyle) oynamak. 4. up işi/işleri berbat
mess call etmek.
ask. yemek3. with -e müdahale etmek. 4. with ile meşgul olmak.
borusu.
etmek. 5. ask. yemek yemek.
mess hall ask. yemekhane.
mess s.t. up 1. bir yeri dağıtmak. 2. bir şeyi bozmak.
message i. 1. mesaj, haber. 2. resmi bildiri.
messenger i. 1. haberci, ulak. 2. kurye.
Messiah i.
messiah i. kurtarıcı.
met f., bak. meet.
metabolic s. metabolik.
metabolism i., biyol. metabolizma.
metal i. metal, maden. s. madeni, metal, metalik.
metallic s. madeni, metalik.
metallurgical s. metalurjik, metalbilimsel.
metallurgy i. metalurji, metalbilim.
metamorphic s. başkalaşmış, metamorfik.
metamorphose f. başkalaştırmak; başkalaşmak.
metamorphosis çoğ. met.a.mor.pho.ses (met´ımôr´fısiz) i. başkalaşma,
metaphor başkalaşım,
i. mecaz. metamorfoz.
metaphoric s., bak. metaphorical.
metaphorical s. mecazi.
metaphorically z. mecazen.
metaphysical s. metafizik, doğaötesi, fizikötesi.
metaphysics i. metafizik, doğaötesi, fizikötesi.
metaplasia i., biyol. dönüşüm, metaplazi.
metapsychic s. ruhötesi, metapsişik.
metapsychics i. ruhötesi, metapsişik.
metastasis çoğ. me.tas.ta.ses (mıtäs´tısiz) i. metastaz.
metathesis çoğ. me.tath.e.ses (mıtäth´ısiz) i., dilb. göçüşme, yer
mete değiştirme,
f. out vermek. metatez.
metempsychosis çoğ. me.tem.psy.cho.ses (mıtemsıko´siz) i. ruh göçü.
meteor i. akanyıldız, meteor.
meteoric s. 1. akanyıldıza ait. 2. akanyıldıza benzer. 3. parlak, göz
meteorite kamaştırıcı. 4. çok hızlı.
i. göktaşı, meteortaşı, meteorit.
meteorological s. meteorolojik.
meteorologist i. meteoroloji uzmanı.
meteorology i. meteoroloji.
meter i. 1. metre. 2. sayaç, saat. 3. şiir vezin, ölçü. 4. müz. ölçü. f. saat
methane ile ölçmek.
i., kim. metan.
method i. 1. yöntem, metot, usul, yol. 2. düzen.
methodical s. 1. yöntemli, metotlu. 2. düzenli, sistemli.
methodically z. düzenli olarak.
methodological s. metodolojik, yöntembilimsel.
methodology i. metodoloji, yöntembilim.
meths i., çoğ., İng., k. dili mavi ispirto.
meths drinker İng., k. dili ispirtocu.
methyl i. metil.
methyl alcohol metil alkol.
methylated s.
methylated spirits İng. mavi ispirto.
meticulous s. çok titiz, çok dikkatli.
meticulousness i. titizlik.
metre i., f., İng., bak. meter.
metric s. 1. metrik, metre ile ilgili. 2. metrik, metre sistemini kullanan.
metrical 3. şiirşiir
s. 1. vezinli, ölçülü.
vezinli, ölçülü. 2. metrik, metre ile ilgili. 3. metrik,
metro metre sistemini
s., k. dili anakente kullanan.
ait, metropoliten. i. (İngiltere hariç, Avrupa
metronome ´da bulunan)
i., müz. metro.
metronom.
metropolis i. anakent, büyükşehir, metropol.
metropolitan s. 1. anakente ait, metropoliten. 2. Hrist. metropolite ait. i.,
mettle Hrist. metropolit.
i. 1. huy, mizaç. 2. yüreklilik, atılganlık.
mew f. 1. miyavlamak. 2. (martı) miyavlar gibi ses çıkarmak. i. miyav.
Mexican i. Meksikalı. s. 1. Meksika, Meksika´ya özgü. 2. Meksikalı.
Mexico i. Meksika.
mezzanine i. asmakat.
miaow i., f., bak. meow.
mica i. mika, evrenpulu.
mice i., çoğ., bak. mouse.
Michaelmas i., Hrist. başmeleklerden Mikâil´in 29 Eylül´de kutlanan yortusu.
Michaelmas daisy bot. saraypatı, aster.
micro- önek mikro-, küçük.
microbe i. mikrop.
microbial s. mikrobik.
microbic s. mikrobik.
microbiologist i. mikrobiyolog.
microbiology i. mikrobiyoloji.
microcephalic s. mikrosefal.
microcephalous s., bak. microcephalic.
microcephalus çoğ. mi.cro.ceph.a.li (maykrosef´ılay) i. mikrosefal.
microcephaly i. mikrosefali.
microchip i., bilg. mikroçip, yongacık.
micrococcus çoğ. mi.cro.coc.ci (maykrokak´say) i. mikrokok.
microcopy i. mikrokopya.
microeconomics i. mikroiktisat.
microfiche i. mikrofiş.
microfilm i. mikrofilm.
micrometer i. mikrometre.
micron i. mikron.
Micronesia i. Mikronezya.
Micronesian i. Mikronezyalı. s. 1. Mikronezya, Mikronezya´ya özgü. 2.
microorganism Mikronezyalı.
i. mikroorganizma.
microphone i. mikrofon.
microscope i. mikroskop.
microscopic s. 1. mikroskobik. 2. çok ufak.
microsecond i. mikrosaniye.
microsurgery i. mikrocerrahi.
microwave i. mikrodalga.
microwave oven mikrodalga fırın.
mid s. orta, ortadaki.
mid- önek orta, ortadaki.
mid-air s. havadaki.
midday i. öğle, gün ortası.
middle s. 1. orta, vasat. 2. ortadaki, aradaki. i. orta, orta yer.
middle age orta yaş.
middle C müz. do.
middle class orta sınıf.
middle class orta sınıf, burjuva.
middle-aged s. orta yaşlı.
middle-class s. orta sınıftan, burjuva; orta sınıfa özgü.
middleman çoğ. mid.dle.men (mîd´ılmen) i. komisyoncu, aracı.
middlemost s. en ortadaki.
middle-of-the-road s. ılımlı bir yol/politika izleyen, ılımlı.
middle-sized s. orta boy.
middleweight i. ortasıklet, ortaağırlık.
middling s. 1. orta, iyice. 2. orta sınıfa özgü. z., k. dili şöyle böyle.
midget i. cüce.
midi i., k. dili midi etek/palto.
midland s. ülkenin iç kısmında bulunan. i. bir ülkenin iç kısmı.
midmost s. en orta yerdeki, tam ortadaki.
midnight i. gece yarısı.
midpoint i. orta yer, orta, göbek.
midriff i. 1. k. dili göbek, karın. 2. anat. diyafram.
midst i. 1. orta, orta yer. 2. edat ortasında.
midstream i. nehrin orta yeri.
midsummer i. yaz ortası.
midterm i. 1. sömestr ortası. 2. sömestr ortasında yapılan sınav.
midway s. yarı yolda olan. z. yarı yolda.
midweek i. hafta ortası.
Midwest i.
midwife çoğ. mid.wives (mîd´wayvz) i. ebe.
midwifery i. ebelik.
midwinter i. kış ortası, karakış.
midyear s. sene ortasındaki. i. sene ortasında yapılan sınav.
mien i. 1. surat, çehre. 2. eda, tavır.
might i. güç, kuvvet, kudret.
might f., bak. may.
mighty s. 1. güçlü, kuvvetli, kudretli. 2. güçlü, büyük. z., k. dili bayağı,
mignonette çok.
i., bot. muhabbetçiçeği.
migraine i. migren.
migrant i. göçmen.
migrate f. göç etmek.
migration i. göç.
migratory s. 1. göçmen, göçebe, göçer. 2. göçle ilgili.
migratory bird göçmen kuş.
mihrab i. mihrap.
mike i., k. dili mikrofon.
mil kıs. military.
milage i., bak. mileage.
milch s. süt veren, sağmal.
mild s. 1. yumuşak başlı, ılımlı. 2. hafif. 3. ılıman (iklim).
mildew i. 1. küf. 2. mildiyu. f. küflendirmek; küflenmek.
mildly z. 1. kibarca. 2. biraz.
mile i. mil (uzaklık ölçü birimi).
mileage i. mil hesabı ile uzaklık.
mileometer i., İng. mil sayacı.
milestone i. 1. kilometre taşı. 2. önemli bir olay, dönüm noktası.
milfoil i., bot. 1. binyaprak. 2. civanperçemi, kandilçiçeği.
milieu i. (çoğ. --s/--x) ortam, çevre.
militant s. 1. kavgacı. 2. militan. i. militan.
military s. askeri. i.
military police askeri inzibat.
military policeman inzibat, inzibat eri.
military service askerlik, askerlik hizmeti.
military training askeri eğitim.
military uniform asker üniforması, üniforma.
militate f.
militate against -in aleyhine olmak, -e engel olmak.
militate in favor of -in lehine olmak, -e yararlı olmak.
militia i. milis.
milk i. süt. f. 1. sağmak. 2. sömürmek; sağmak.
milk jug İng. (sürahi şeklinde) sütlük.
milk shake milkşeyk.
milk shake milkşeyk (süt ve dondurma karışımı bir içecek).
milk sugar laktoz, süt şekeri.
milk teeth sütdişleri.
milk thistle bot. meryemanadikeni.
milker i. 1. süt sağan kimse, sağıcı. 2. sağma makinesi. 3. sağmal
milking hayvan,
i. sağma,sağmal.
sağım.
milking machine sağma makinesi.
milkmaid i. sütçü kız.
milkman çoğ. milk.men (mîlk´men) i. (erkek) sütçü.
milkweed i., bot. ipekotu.
milky s. 1. süt gibi, süte benzer. 2. sütlü.
mill i. 1. değirmen. 2. el değirmeni. 3. fabrika, yapımevi,
mill wheel imalathane. f. 1. değirmende öğütmek, çekmek. 2.
değirmen çarkı/dolabı.
değirmenden geçirmek. 3. (paranın kenarını) diş diş yapmak. 4.
millennium çoğ. --s (mîlen´iyımz)/mil.len.ni.a (mîlen´iyı) i. 1. milenyum, bin
around k. dili dolanıp durmak.
miller yıllık devre. 2. bininci yıldönümü. 3. mutluluk çağı.
i. değirmenci.
millet i. darı.
milligram i. miligram.
milligramme i., İng., bak. milligram.
milliliter i. mililitre.
millilitre i., İng., bak. milliliter.
millimeter i. milimetre.
millimetre i., İng., bak. millimeter.
million i. milyon.
millionaire i. milyoner.
millionth s., i. 1. milyonda bir. 2. milyonuncu.
millipede i. kırkayak.
milometer i., İng., bak. mileometer.
mimbar i., bak. minbar.
mime i., tiy. 1. mim sanatçısı. 2. mim. f. mimle anlatmak.
mimic s. taklit eden. i. 1. taklitçi. 2. taklit. f. (--ked, --king) 1. taklidini
mimicry yapmak. 2. taklit
i. 1. taklitçilik. etmek,
2. biyol. kopya etmek. 3. zool. benzemek.
benzeme.
minaret i. minare.
minbar i. minber.
mince i., İng. kıyma, kıyılmış et. f. 1. kıymak, ince ince doğramak. 2.
mincer ufak adımlarla
i., İng. kırıta kırıta yürümek. without mincing
kıyma makinesi.
words/matters dobra dobra, sakınmadan, açıkça.
mind i. 1. akıl, zihin, bellek. 2. hatır. 3. fikir, düşünce. 4. zekâ, anlak.
mind 5. istek,
f. 1. arzu.
dikkat etmek: Mind you don´t step on those rotten boards!
Mind you, .... Sakın o çürük
Aslında, ...: Mind tahtalara basma!
you, I don´t for2.
a -e bakmak,
minute ilehe´ll
think meşgul olmak:
agree.
She can´t
Doğrusunu come to
istersen the phone right now. She´s minding the
Mind your own business! Sen kendi işine bak!kabul edeceğini hiç sanmıyorum.
baby. Kendisi şimdi telefona gelemez. Bebekle meşgul. 3. -in
Mind your own business! Sen kendi
sözünü işine bak!
dinlemek, -e kulak asmak: He won´t mind me. Benim
Mind your p´s and q´s. sözümü dinlemez o. 4.dikkat
Söz ve hareketlerine itiraz et.
etmek: Do you mind if I shut the
Mind your step! door? Kapıyı kaparsam olur mu?
Dikkat et! (Yürüyen birine söylenir.).
mindful s. dikkatli, dikkat eden.
mindless s. 1. akılsız. 2. dikkatsiz. 3. of -e aldırış etmeyen.
mine i. 1. maden, maden ocağı. 2. hazine, kaynak. 3. ask. mayın. f. 1.
mine mad. kazıp çıkarmak.
zam. benim; benimki: 2. yeraltında
It´s (lağım/yol) kazmak. 3.
mine. O benim./Benim.
araştırıp bulmak. 4. ask. mayın dökmek, mayınlamak.
mine detector mayın dedektörü.
mine shaft maden kuyusu.
minefield i. mayın tarlası.
miner i. madenci.
mineral s. 1. madensel, madeni. 2. mineral. i. 1. maden, mineral. 2.
mineral oil maden
madenifilizi.
yağ,3. çoğ., İng.,
mineral yağ.k. dili madensuyu.
mineral water madensuyu.
mineralogist i. mineralog.
mineralogy i. mineralbilim, mineraloji.
minesweeper i. mayın tarama gemisi.
mingle f. 1. katıp karıştırmak. 2. birbirine karıştırmak; katmak;
mini katılmak.
i., k. dili mini etek. s. mini.
mini- önek mini-, küçük.
miniature i. minyatür. s. minyatür, çok ufak.
miniature camera 35 mm.´lik veya daha dar bir film kullanan fotoğraf makinesi.
miniaturise f., İng., bak. miniaturize.
miniaturist i. minyatürcü.
miniaturize f. (bir şeyin) daha küçüğünü yapmak; -i minyatürleştirmek.
minibus i. minibüs.
minimal s. en az, asgari, minimal, minimum.
minimise f., İng., bak. minimize.
minimize f. 1. mümkün olduğu kadar azaltmak/ufaltmak. 2.
minimum önemsememek, küçümsemek.(mîn´ımı) i. en az miktar, en ufak
çoğ. --s (mîn´ımımz)/min.i.ma
minimum wage derece, minimum. s. asgari, minimum, en az, en küçük, en
asgari ücret.
aşağı.
minimum wage asgari ücret.
mining i. 1. madencilik. 2. maden kazma. 3. ask. mayın dökme,
mining engineer mayınlama.
maden mühendisi.
mining engineering maden mühendisliği.
minion i. 1. yardakçı. 2. buyruk altında olan biri.
miniskirt i. mini etek.
minister i. 1. pol. bakan. 2. (Protestanlıkta) papaz. 3. ortaelçi.
minister f. to -e bakmak, -e yardım etmek, -e hizmet etmek.
ministration i. özenli bakım, ihtimam.
ministry i. 1. bakanlık. 2. (Protestanlıkta) papazlık.
mink i. vizon, mink.
minnow i. 1. (yem olarak kullanılabilen) ufak balık. 2. golyan balığı.
minor s. 1. küçük. 2. ikincil, önemi az. 3. müz. minör. i. 1. ergin
minor league olmayan
spor ikincikimse,
lig. rüştünü ispat etmemiş kimse. 2. (üniversitede)
yardımcı branş. 3. müz. minör. f. in (üniversitede) -i yardımcı
minor premise man. küçük önerme.
branş olarak almak.
minor premise man. küçük terim.
minor scale müz. minör gam.
minor term man. küçük terim.
Minorca i. Minorka.
Minorcan i. Minorkalı. s. 1. Minorka, Minorka´ya özgü. 2. Minorkalı.
minority i. 1. azınlık. 2. ergin olmama, reşit olmama.
minster i., İng. 1. manastır kilisesi. 2. büyük kilise, katedral.
minstrel i. ozan, âşık, halk şairi.
mint i. nane.
mint i. 1. darphane. 2. büyük miktar (özellikle para). f. (para)
minuet basmak.
i. menuet.
minus s., mat. eksi.
minus edat 1. eksi, -den ... çıkarsa: Three minus one equals two. Üçten
minus seven degrees bir
eksiçıkarsa iki kalır./Üç eksi bir iki eder. 2. -siz; -den yoksun: the
yedi derece.
price minus the discount indirimli fiyat. He is minus his hat.
minus sign eksi işareti.
Şapkası yok./Şapkasız. minus an arm bir kolunu kaybetmiş.
minuscule i. küçük harf, minüskül. s. 1. küçük harfle yazılı. 2. ufacık,
minute küçücük. 3. cüzi.
i. 1. dakika. 2. an. 3. tutanak, zabıt.
minute s. 1. çok ufak. 2. önemsiz. 3. titiz, çok ince. 4. sıkı.
minute book tutanak defteri.
minutes i., çoğ. tutanak, zabıt.
minutiae tek. mi.nu.ti.a (mînu´şîyı) i., çoğ. ufak ayrıntılar.
miracle i. mucize, harika.
miraculous s. mucizevi, mucize türünden, harikulade, hayret verici.
mirage i. serap, ılgım, yalgın.
mire i. 1. çamur, batak. 2. kir, pislik. f. 1. çamura saplamak; çamura
mire down saplanmak.
yarıda kalmak, 2. çamur bulaştırmak.
başarısızlığa uğramak.
mirror i. ayna. f. yansıtmak, aksettirmek.
mirth i. neşe, sevinç.
mirthful s. şen, neşe dolu, neşeli, sevinçli.
mirthless s. neşesiz.
miry s. 1. çamurlu. 2. kirli, pis.
mis- önek yanlış, kötü, hatalı.
misadventure i. başa gelen olay; talihsizlik.
misadvise f. yanlış öğüt veya bilgi vermek.
misanthrope i. 1. insanlardan nefret eden kimse; insanlara güvenmeyen
misanthropist kimse.
i., bak. 2. insanlardan kaçan kimse, merdümgiriz kimse.
misanthrope.
misapply f. yanlış uygulamak.
misapprehend f. yanlış anlamak.
misapprehension i. yanlış anlama.
misappropriate f. zimmetine geçirmek, haksız olarak almak.
misbehave f. 1. yaramazlık etmek; terbiyesizlik etmek. 2. kötü davranmak.
misbehavior i. 1. yaramazlık; terbiyesizlik. 2. kötü davranış.
misbehaviour i., İng., bak. misbehavior.
misc kıs. miscellaneous, miscellany.
miscalculate f. yanlış hesap etmek.
miscalculation i. yanlış hesaplama.
miscarriage i. 1. (istem dışı) düşük yapma, çocuk düşürme. 2. işin boşa
miscarriage of justice çıkması,
adli hata. işin ters gitmesi, başarısızlık. 3. yanlış yere sevketme.
miscarry f. 1. başaramamak. 2. (plan) istenilen sonucu vermemek. 3.
miscast (istem dışı) düşük
f. (mis.cast) yapmak,
tiy., sin. çocuk
yanlış rol düşürmek. 4. yanlış yere
vermek.
götürülmek.
miscellaneous s. 1. çeşitli, muhtelif, karışık. 2. çok yönlü.
miscellany i. derleme.
mischance i. talihsizlik, kaza.
mischief i. 1. yaramazlık, haylazlık. 2. fesat, kötülük. 3. zarar. 4. haylaz
mischief-maker kimse.
i. fitneci,5. fitçi,
fesatçı.
arabozucu, fesatçı, fesat kumkuması.
mischievous s. 1. yaramaz, uslu durmayan; haşarı. 2. zarar verici.
misconceive f. yanlış kavramak; yanlış yorumlamak; yanlış anlamak.
misconception i. yanlış kavram; yanlış yorum; yanlış kanı/fikir.
misconduct i. 1. suiistimal, yetkisini kötüye kullanma. 2. zina; ahlaksızca
misconstrue davranma.
f. yanlış anlamak, yanlış yorumlamak.
miscount f. yanlış saymak, yanlış hesap etmek. i. yanlış hesap.
misdate f. yanlış tarihlendirmek, yanlış tarih koymak.
misdeed i. kötülük, kötü ve ahlaksızca hareket, günah.
misdirect f. 1. yanıltmak. 2. yanlış yere/adrese göndermek. 3. yanlış yön
miser göstermek.
i. cimri kimse, pinti kimse.
miserable s. 1. çok kötü, berbat; çok mutsuz, insanı mutsuz eden, insanın
miserly keyfini
s. cimri,kaçıran:
pinti. I feel miserable. Kendimi çok kötü hissediyorum.
What a miserable winter that was! O kış herkesi perişan etti.
misery i. 1. çok acı bir durum, çok kötü bir durum, perişanlık. 2. sefalet.
The weather is miserable. Hava berbat. Sahir turned into a
3. İng.
f. 1. hep şikâyet
(silah) ateş eden kimse.
almamak. 2. (içten
misfire miserable old man. Sahir huysuz veyanmalı
mutsuz motor) iyi oldu.
bir ihtiyar
misfit çalışmamak.
What
i. 1. uygun 3. hedefe
a miserable
gelmeyiş.life 2.isabet
this
iyiis! ettirememek.
Ne
uymayançekilmez i.hayat
(mîs´fayr)
biruyumsuz
şey. 3. ateş
bukimse.
böyle!
almama.
You´ll die miserable. Büyük bir mutsuzluk içinde öleceksin. 2.
misfortune i. 1. talihsizlik, şanssızlık. 2. kaza, bela, felaket.
aşağılık, çok kötü, alçakça (davranış). 3. cüzi, çok az (bir
misgiving i., gen. çoğ.
miktar). 1. şüphe,
4. sefil; sefalet kuşku,
çeken; endişe.
sefalet2.kokan.
korku.
misguide f. 1. saptırmak, azdırmak, baştan çıkarmak. 2. yanıltmak.
misguided s. yanlış (fikir/plan).
mishandle f. 1. kötü kullanmak. 2. kötü yönetmek. 3. (bir işi) yanlış bir
mishap yöntemle yapmak.
i. 1. ufak kaza. 2. aksilik, talihsizlik.
mishmash i. güzel olmayan karışım.
misinform f. yanlış bilgi/haber vermek.
misinformation i. yanlış bilgi/haber.
misinterpret f. yanlış yorumlamak, yanlış anlamak.
misinterpretation i. yanlış yorum.
misjudge f. 1. yanlış hüküm vermek. 2. yanlış anlamak. 3. yanlış fikir
mislay edinmek.
f. (mis.laid) yanlış yere koymak, kaybetmek.
mislead f. (mis.led) 1. yanlış yoldan götürmek. 2. yanıltmak.
misleading s. yanıltıcı.
mismanage f. kötü yönetmek, kötü idare etmek.
mismanagement i. kötü yönetim, kötü idare.
misplace f. yanlış yere koymak, kaybetmek.
misplace one´s confidence yanlış kimseye güvenmek.
misprint f. yanlış basmak. i. (mîs´prînt) baskı hatası.
mispronounce f. yanlış telaffuz etmek, yanlış söylemek.
mispronunciation i. yanlış telaffuz, yanlış söyleyiş, yanlış söyleniş.
misquotation i. yanlış aktarma.
misquote f. yanlış aktarmak, (birinin sözünü) yanlış tekrarlamak.
misread f. (mis.read) (mîsred´) 1. yanlış okumak. 2. yanlış yorumlamak.
misrepresent f. bile bile yanlış bir şekilde tanıtmak.
misrepresentation i. bile bile yanlış bir şekilde tanıtma.
Miss i. Bayan, Matmazel, Mis (Evlenmemiş kadınların soyadından
miss önce kullanılır.):
i., k. dili genç kız.Miss Joy Bayan Joy.
miss f. 1. isabet ettirememek, ıskalamak, vuramamak; isabet
miss fire etmemek,
ateş almamak. vurmamak: You missed the target. Hedefi ıskaladın.
By some miracle the bullet missed me. Mucize eseri kurşun
miss the mark 1. hedefi tutturamamak. 2. tahmini yanlış çıkmak.
bana isabet etmedi. 2. (fırsat, tren v.b.´ni) kaçırmak. 3. gözden
miss the point birinin ne kaçırmak,
kaçırmak, demek istediğini anlamamak/kaçırmak.
yanlışlıkla atlamak: You´ve missed a
misshape number of mistakes.
f. kötü biçim vermek. Birçok hatayı gözden kaçırmışsın. 4.
misshapen kaçırmak, duymamak.
s. deforme olmuş, biçimsiz. 5. özlemek, aramak: They´re going to
miss her greatly. Onu çok özleyecekler. i. 1. hedefi vuramama,
missile i. 1. füze.
isabet 2. mermi. karavana,
ettirememe, 3. atılan şey.
ıska. 2. başarısızlık.
missing s. eksik, olmayan, kayıp: There is a page missing. Bir sayfa
mission eksik.
i. 1. özel görev. 2. ask. uçuş. 3. pol. misyon. 4. misyoner heyeti,
missionary misyon.
i. 5. elçilik;
1. misyoner, sefarethane.
dinyayar, dinyayıcı. 2. misyoner, misyon sahibi
missive kimse. s. misyoner.
i. uzun mektup.
misspell f. (--ed/mis.spelt) imlasını yanlış yazmak.
misspelled s. imlası bozuk, yanlış yazılmış.
mist i. 1. sis, duman, pus. 2. buhar, buğu. 3. karartı. f. 1. sisle
mistake kaplamak, sis basmak.
i. yanlış, hata, yanlışlık.2. buğulamak; buğulanmak. 3.
çiselemek.
mistake f. (mis.took, mis.tak.en) 1. yanlış anlamak. 2. for yanlışlıkla -e
mistaken benzetmek,
f., bak. mistake.ile karıştırmak: I mistook
s. yanlış, yanlış them for students.
fikre dayanan, hatalı. Onları
öğrencilerle karıştırdım.
mistakenly z. yanlışlıkla.
Mister i. Bay, Mösyö (Soyadından önce gelir.).
mistletoe i., bot. ökseotu, burç, göğce.
mistook f., bak. mistake.
mistranslate f. yanlış çevirmek, yanlış tercüme etmek.
mistranslation i. yanlış çeviri.
mistreat f. 1. hor/kötü kullanmak. 2. kötü davranmak.
mistress i. 1. hanım, sahibe. 2. metres. 3. İng. kadın öğretmen.
mistrust i. güvensizlik, kuşku, şüphe. f. -e güvenmemek, -den
mistrustful kuşkulanmak/şüphe
s. güvensiz, kuşkulu,etmek. şüpheli.
misty s. 1. sisli, dumanlı. 2. bulanık.
misunderstand f. (mis.un.der.stood) yanlış anlamak, ters anlamak.
misunderstanding i. 1. yanlış anlama. 2. anlaşmazlık.
misunderstood f., bak. misunderstand. s. yanlış anlaşılmış.
misuse f. 1. yanlış kullanmak. 2. kötüye kullanmak.
misuse i. 1. yanlış kullanma. 2. kötüye kullanma.
mite i., zool. akar.
miter i. piskoposluk tacı.
mitigate f. 1. yatıştırmak. 2. hafifletmek, azaltmak.
mitigation i. hafifletme, azaltma.
mitosis i., biyol. mitoz, karyokinez.
mitral s., anat. mitral.
mitral insufficiency tıb. mitral yetersizlik.
mitral valve anat. mitral kapakçık, ikili kapacık.
mitre i., İng., bak. miter.
mitt i. 1. beysbol eldiveni. 2. tek parmaklı eldiven, kolçak. 3. argo el.
mitten 4. argo
i. tek boks eldiveni.
parmaklı eldiven, kolçak.
mix f. 1. karıştırmak, birbirine karıştırmak; karışmak: Oil and water
mix up won´t mix. Yağ, su ile karışmaz. 2. karmak. 3. into -e katmak. 4.
karıştırmak.
melez elde etmek için çiftleştirmek. 5. kaynaşmak, uyuşmak,
mixed s. 1. karışık. 2. karma.
bağdaşmak: They do not mix well.
mixed doubles tenis karışık çiftler.
Anlaşamıyorlar./Uyuşamıyorlar.
mixed economy karma ekonomi.
mixed group karma grup.
mixed marriage değişik dinden/ırktan kişilerin evlenmesi.
mixer i. 1. karıştırıcı. 2. mikser.
mixture i. 1. karıştırma; karışma. 2. karma. 3. katma. 4. karışım: a
mix-up mixture of salt
i. karışıklık, and durum,
karışık flour tuzanlaşmazlık.
ve un karışımı.
mizzenmast i., den. mizana direği, mizana.
mm kıs. millimeter(s).
mnemonic s. hatırlamaya yardımcı olan, belletici, bellemsel. i. belleteç.
mnemonics i. mnemotekni.
mnemotechnics i. mnemotekni, belletmece.
moan f. inlemek. i. inilti.
moat i. (kaleye ait) hendek.
mob i. 1. kalabalık, izdiham. 2. ayaktakımı, avam. 3. k. dili gangster
mobile çetesi. f. (--bed,hareket
s. 1. devingen, --bing) güruh
eden. 2. halinde
kolay saldırmak.
değişen (çehre). 3.
mobilise değişken (fikir).
f., İng., bak. mobilize.4. ask. seyyar (ordu).
mobility i. 1. devingenlik. 2. değişkenlik.
mobilize f. seferber etmek, harekete geçirmek; seferber olmak, harekete
mobster geçmek.
i., k. dili mafya üyesi.
moccasin i. mokasen.
mocha i. moka, Yemen kahvesi.
mock i. 1. alay, eğlenme. 2. taklit, sahte şey. s. 1. yapmacık, sahte. 2.
mock orange taklit. f. 1. taklidini
bot. filbahri, yaparak (biriyle) alay etmek. 2. ile alay
filbahar.
etmek.
mockery i. 1. alay. 2. taklit. 3. alay konusu.
mod kıs. moderate, modern.
mode i. 1. müz. makam. 2. dilb. kip. 3. usul, tarz, üslup, şekil.
model i. 1. model, örnek, maket. 2. manken, model. 3. güz. san.
model o.s. on model.
-i kendine 4. örnek, örnek kimse/şey. 5. model, tip. s. örnek,
örnek almak.
model. f. (--ed/--led, --ing/--ling) 1. (çamur, mum v.b.´nden)
model s.t. on -i örnek alarak bir şeyi yapmak.
(heykel) yapmak/yaratmak; into (çamur, mum v.b.´ne) şekil
modem i., bilg. modem.
vererek (heykel) yapmak. 2. mankenlik yapmak; (defilede)
moderate (belirli
s. bir giysiyi)
1. ılımlı. 2. orta;giymek.
ne büyük ne küçük olan; ne az ne çok olan:
moderate He´s a moderate eater.
f. 1. yatıştırmak, yumuşatmak, O ne azazaltmak,
ne çok yer. 3. makul/ehven
hafifletmek; yatışmak,
(fiyat).
yumuşamak, 4. vasat, orta
azalmak, karar. i. ılımlı
hafiflemek. kimse.
2. başkanlık etmek. 3. fiz.
moderation i. 1. yatıştırma, yumuşatma, azaltma, hafifletme; yatışma,
ılımlamak.
yumuşama,
moderator i. 1. toplantı azalma,
başkanı.hafifleme. 2. ılımlılık.
2. fiz. ılımlayıcı.
modern s. modern, çağcıl; çağdaş. i. modern kimse, çağcıl kimse.
modernise f., İng., bak. modernize.
modernistic s. sözümona modern.
modernity i. modernlik, çağcıllık.
modernize f. modernleştirmek, modernize etmek, çağcıllaştırmak,
modest yenileştirmek.
s. 1. alçakgönüllü, mütevazı. 2. gösterişsiz. 3. ılımlı. 4. namuslu,
modesty iffetli. 5. az (bir miktar).
i. 1. alçakgönüllülük, tevazu. 2. ılımlılık. 3. iffet.
modicum i.
modification i. 1. küçük değişiklik. 2. biraz değiştirme.
modifier i. 1. değiştiren şey. 2. dilb. niteleyen sözcük/cümlecik.
modify f. 1. biraz değiştirmek. 2. azaltmak, hafifletmek. 3. dilb.
modulate nitelemek.
f. 1. (konuşma ve şarkı söylemede) ses perdesini gereğine göre
module değiştirmek,
i. 1. modül. 2.bir tondan
ölçü başka bir tona geçmek. 2. (sesi)
birimi.
yumuşatmak, hafifleştirmek, tatlılaştırmak. 3. radyo modüle
moggy i., İng., k. dili kedi.
etmek.
mohair i. 1. tiftik. 2. tiftik kumaş.
Mohammed i., bak. Muhammad.
moist s. 1. nemli, rutubetli. 2. ıslak. 3. yaşlı (göz).
moisten f. nemlendirmek, ıslatmak; nemlenmek, ıslanmak.
moisture i. nem, rutubet.
molar i. azıdişi.
molasses i. 1. pekmez. 2. melas.
mold i. kalıp. f. şekil vermek, biçimlendirmek.
mold i. küf. f. küflendirmek; küflenmek, küf bağlamak.
mold public opinion kamuoyu oluşturmak.
Moldavia i., tar. Moldavya.
Moldavian i., tar. Moldavyalı. s., tar. 1. Moldavya, Moldavya´ya özgü. 2.
moldiness Moldavyalı.
i. küf, küflülük.
molding i. tiriz; pervaz; korniş; silme.
Moldova i. Moldova.
Moldovan i. Moldovalı. s. 1. Moldova, Moldova´ya özgü. 2. Moldovalı.
moldy s. küflü, küf bağlamış.
mole i. ben, leke.
mole i. 1. zool. köstebek, körsıçan. 2. k. dili köstebek, casus.
mole i. dalgakıran, mendirek.
mole bean 1. hintyağıbitkisinin tohumu. 2. bot. hintyağıbitkisi, keneotu.
mole cricket zool. danaburnu, kökkurdu.
molecular s. moleküler, özdeciksel.
molecule i. molekül, özdecik, tozan, zerre.
molehill i.
molest f. -e cinsel tacizde bulunmak.
molestation i. 1. cinsel taciz. 2. engelleme.
molester i. cinsel tacizde bulunan kimse.
mollify f. yumuşatmak, yatıştırmak.
mollycoddle i. muhallebi çocuğu, hanım evladı. f. üstüne titremek.
Molotov i.
Molotov cocktail molotofkokteyli.
molt f. 1. tüylerini dökmek. 2. deri değiştirmek.
molten f., eski, bak. melt. s. 1. erimiş. 2. dökme.
Molucca s. Molük, Molük Adaları´na özgü.
Moluccan i. Molüklü. s. 1. Molük, Molük Adaları´na özgü. 2. Molüklü.
mom i., k. dili anne.
moment i. 1. an. 2. önem. 3. fiz. moment.
moment of truth karar anı, kritik an.
momentary s. 1. bir an süren, bir anlık. 2. geçici, çok az süren.
momentous s. çok önemli, ciddi.
momentum çoğ. --s (momen´tımz)/mo.men.ta (momen´tı) i., fiz.
momma momentum.
i., k. dili anne.
mommy i., k. dili anne, anneciğim.
Monacan i. Monakolu. s. 1. Monako, Monako´ya özgü. 2. Monakolu.
Monaco i. Monako.
monarch i. kral, hükümdar.
monarchy i. monarşi, tekerklik.
monastery i. manastır.
monastic s. manastıra veya manastır hayatına özgü. i. keşiş.
monasticism i. manastır hayatı/sistemi.
Monday i. pazartesi.
Monegasque i. Monakolu. s. 1. Monako, Monako´ya özgü. 2. Monakolu.
monetary s. parayla ilgili, parasal, para ....
monetary unit para birimi.
money i. para.
money belt para taşımaya elverişli kuşak.
Money is no object. İş parada değil./Para önemli değil.
money market para piyasası.
money on deposit bankadaki para, mevduat.
money order posta havalesi.
money order para havalesi.
money plant bot. denizlahanası, ayotu.
moneybags i., argo zengin kimse, para babası.
moneychanger i. dövizci, döviz alıp satan kimse, sarraf.
moneyed s. paralı.
moneylender i. faiz karşılığı borç para veren kimse, faizci.
moneyless s. parasız.
moneymaker i., k. dili para getiren iş.
moneymaking s., k. dili para getiren/kazandıran.
monger i., İng. satıcı.
-monger sonek satıcı: ironmonger, fishmonger.
-monger sonek, aşağ. yapan kimse, karışan kimse: scandalmonger,
Mongol warmonger.
i. Moğol, Moğol halkından biri. s. Moğol, Moğollara özgü.
Mongolia i. Moğolistan.
Mongolian i. 1. Moğol, Moğolistan halkından biri. 2. Moğolca. s. 1. Moğol. 2.
mongolism Moğolca.
i., tıb. mongolizm.
mongrel i. melez köpek; melez hayvan. s. melez (köpek/hayvan).
monism i., fels. monizm, tekçilik.
monist i., fels. monist, tekçi.
monitor i. 1. bilg., TV monitör. 2. sınıf başkanı. 3. izleme/gözlem sistemi.
monk i. keşiş.
monkey (about/around) with ile oynamak, -i ellemek.
monkey i. maymun.
monkey f., k. dili
monkey about/around vakit geçirmek.
monkey business dalavere, dolap, düzenbazlık.
monkey puzzle bot. şiliarokaryası.
monkey wrench ingilizanahtarı.
monkfish i., zool. kelerbalığı.
monkshood i., bot. kurtboğan, fırtınakülahı.
mono i., k. dili intani mononükleoz, monositli anjin.
mono- önek tek, bir.
monobloc i. tekgövde, monoblok.
monochromatic s. tekrenkli, monokrom.
monochrome i. tekrenkli resim. s. tekrenkli, monokrom.
monochrome monitor bilg. tek- renkli monitör.
monochromous s., bak. monochromatic.
monocle i. tekgözlük, monokl.
monogamous s. tekeşli, monogam.
monogamy i. tekeşlilik, monogami.
monogenesis i. tekkaynakçılık.
monogram i. monogram.
monograph i. monografi, tekyazı.
monolog i. monolog.
monologue i., İng., bak. monolog.
mononuclear s. tekçekirdekli.
mononucleosis çoğ. mon.o.nu.cle.o.ses (manonukliyo´siz, manınukliyo´siz) i.,
monopolise tıb. 1. intani
f., İng., mononükleoz, monositli anjin. 2. mononükleoz.
bak. monopolize.
monopolist i. tekelci.
monopolistic s. tekelci.
monopolize f. tekeline almak.
monopolize the conversation başka kimseyi konuşturmamak.
monopoly i. tekel, inhisar, monopol.
monotheism i. tektanrıcılık, monoteizm.
monotheist i. tektanrıcı, monoteist.
monotheistic s. tektanrıcılıkla ilgili.
monotone i.
monotonous s. tekdüze, monoton.
monotony i. tekdüzelik, monotonluk.
monotype i. monotip.
monsoon i. muson.
monster i. 1. canavar. 2. ucube. 3. dev gibi şey/kimse. s. çok büyük,
monstrosity koskoca, muazzam;
i. ucube, devasa dev çirkin
ve çok gibi. şey.
monstrous s. 1. acayip/korkunç derecede büyük; devasa ve çok çirkin,
montage ucube gibi. 2. çok
i. 1. fotomontaj. 2.korkunç, korkunç derecede kötü.
sin., TV montaj.
Montenegrin i. Karadağlı. s. 1. Karadağ, Karadağ´a özgü. 2. Karadağlı.
Montenegro i. Karadağ.
month i. ay.
monthly s. 1. ayda bir olan. 2. aylık. i. aylık dergi. z. ayda bir.
monument i. 1. anıt, abide. 2. eser.
monumental s. 1. anıtsal. 2. muazzam, koskoca. 3. güz. san. aslından büyük.
moo f. böğürmek. i. böğürme.
mood i., dilb. kip.
mood i. 1. ruhsal durum, haleti ruhiye. 2. atmosfer, hava. 3. çoğ.
moody terslik, huysuzluk,
s. birdenbire karamsarlık.
canı sıkılabilen.
moon i. ay. f., k. dili 1. düşüncelere dalıp hayal dünyasında gezinmek,
moonbeam dalıp kendi hayalleriyle başbaşa kalmak. 2. around/about dalgın
i. ay ışını.
dalgın dolanıp durmak.
moonlight i. ay ışığı, mehtap. f., k. dili asıl işinden başka bir işte de
moonlighting çalışmak.
i., argo asıl işinden başka bir işte de çalışma.
moonrise i. ayın doğması.
moonshine i., k. dili 1. ruhsatsız yapılıp satılan viski. 2. İng. saçma, zırva.
moonstruck s. aysar, çılgın, deli.
moonwalk i. ayda yürüyüş.
moor i., İng. engebeli ve ağaçsız arazi.
moor f. demir atmak, palamarla bağlamak; palamarla bağlanmak.
moorings i. 1. palamar takımı. 2. geminin bağlanacağı yer.
moose i. (çoğ. moose) zool. mus.
moot s. tartışmalı: That´s a moot point. Orası tartışmalı./Kesin değil o.
mop f. (bir
i. 1. meseleyi)
paspas, saplıortaya
tahta atmak,
bezi. 2.(bir fikri)veöne
karışık sürmek. saç. f. (--
taranmamış
mop one´s brow ped, --ping)
alnının terinipaspas
silmek. yapmak, paspaslamak.
mop the floor with argo (bir tartışmada/oyunda) -i bozguna uğratmak.
mop up 1. paspaslamak. 2. ask. düşmanı temizlemek.
mope f. 1. üzüntülü olmak. 2. üzmek.
moraine i., jeol. moren, buzultaş.
moral s. 1. ahlaksal, ahlaki, törel. 2. ahlaklı, prensip sahibi, dürüst. 3.
moral defeat ahlak
manevi kurallarına
yenilgi. uyan. 4. (cinsel açıdan) namuslu.
moral principle ahlak kuralı.
moral support manevi destek.
moral victory manevi zafer.
morale i. moral, içgücü.
moralise f., İng., bak. moralize.
moralize f. 1. olayların ahlaki yönü hakkında nutuk çekmek. 2. ahlakını
morals düzeltmek.
i., çoğ. ahlak.
morass i. 1. bataklık, batak. 2. güçlük, engel.
moratorium i. moratoryum.
moray i., zool. murana.
moray eel murana.
morbid s. 1. ürkütücü/marazi konulara aşırı ilgi duyan. 2. ruhsal açıdan
mordant sağlıklı olmayan,
s. acıtıcı, acı veren,marazi (düşünce/merak).
keskin.
more s. 1. daha çok, daha fazla: He needs more money. Daha çok
more or less paraya ihtiyacı
1. oldukça, var. 2.
az çok. 2. aşağı
daha: yukarı.
one more time bir kez daha. two
more oranges iki portakal daha. z. (than) 1. (-den) daha. 2. (-
More power to him! Allah gücünü artırsın!/Tebrikler!
den) daha çok.
more than one birden fazla.
Morea i.
Morean i. Moralı. s. 1. Mora, Mora´ya özgü. 2. Moralı.
morello cherry vişne.
moreover z. bundan başka, ayrıca, üstelik.
morgue i. morg.
moribund s. 1. ölmek üzere olan, can çekişen. 2. çok sönük, zayıf.
morning i. sabah.
morning coat jaketatay, ceketatay.
morning dress jaketatay ve çizgili pantolon.
morning glory bot. kahkahaçiçeği, gündüzsefası, Ipomoea purpurea.
morning sickness hamilelikte sabah bulantısı.
morning star sabah yıldızı.
mornings z., k. dili sabahları.
Moroccan i. Faslı. s. 1. Fas, Fas´a özgü. 2. Faslı.
Morocco i. Fas.
moron i. 1. kısmen geri zekâlı kimse. 2. k. dili gerzek, salak.
moronic s., k. dili çok aptalca, salakça.
morose s. somurtuk; somurtkan; suratını asıp suspus olan.
morpheme i., dilb. morfem, biçimbirim.
morphine i., kim. morfin.
morphological s. morfolojik.
morphology i., biyol., dilb. biçimbilim, yapıbilim, morfoloji.
Morse i.
Morse code Mors alfabesi.
morsel i. lokma, parça.
mortal s. 1. ölümlü, fani. 2. öldürücü. 3. ölümcül. i. insan, insanoğlu.
mortal enemy can düşmanı.
mortality i. 1. ölümlülük, fanilik. 2. büyük ölçüde can kaybı. 3. ölüm oranı.
mortality rate ölüm oranı.
mortar i. kireçli harç. f. harç ile sıvamak.
mortar i. 1. havan. 2. ask. havan topu.
mortar shell havan mermisi.
mortgage i. ipotek. f. ipotek etmek.
mortice i., bak. mortise.
mortician i. cenaze levazımatçısı.
mortification i. 1. küçük düşme. 2. çile. 3. tıb. kangren.
mortify f. 1. rezil/kepaze etmek, yerin dibine batırmak/geçirmek. 2. tıb.
mortify the flesh kangrenleştirmek; kangren
nefsin isteklerini kırmak. beolmak.
mortified rezil/kepaze olmak, yerin
mortise dibine batmak/geçmek.
i. zıvana, yuva.
mortuary i. morg.
mosaic i., s. mozaik.
Moslem s., i., bak. Muslim.
mosque i. cami, mescit.
mosquito i. sivrisinek.
mosquito net cibinlik.
mosquito netting cibinlik kumaşı.
moss i. yosun.
mossy s. yosunlu.
most s. 1. çoğu, pek çok: Most of these people spend their evenings
Most of it is true. watching
Büyük birtelevision. Bu insanların
kısmı doğru./Çoğu çoğu gece televizyon izler. 2.
doğru.
en çok, en fazla: Who´s got the most money? En çok para
Most people think so. Çoğu kimse böyle düşünüyor.
kimde? z. 1. en çok: Which one did you like most? En çok
mostly z. 1. çoğunlukla,
hangisini çoğu
beğendin? 2.kez. 2. genellikle.
en: That´s the most3. en çok. one I´ve
beautiful
mote ever seen.
i. zerre, Şimdiye
tanecik, kadar gördüklerimin en güzeli o. 3. k. dili
parçacık.
motel çok. i.
i. motel. en fazla miktar, en büyük kısım.
moth i. 1. güve. 2. pervane.
mothball i. naftalin topu. f. (gemiyi) kullanımdan çıkarıp tekrar
moth-eaten kullanılıncaya
s. güve yemiş.kadar muhafaza altında tutmak; (fabrikanın)
faaliyetine son verip tekrar kullanılıncaya kadar muhafaza
mother i. anne, ana. f. -e anne gibi davranmak, -e annelik etmek.
altında tutmak.
mother country anayurt, anavatan.
mother tongue anadili.
Mother´s Day Anneler Günü.
motherboard i., bilg. ana levha.
motherhood i. annelik, analık.
mother-in-law i. kayınvalide, kaynana.
motherly s. 1. ana gibi. 2. anaya yakışır.
mother-of-pearl i. sedef.
mothproof s. güve yemez.
motif i. motif.
motion i. 1. hareket, devinim. 2. teklif, önerge. f. el ile işaret etmek.
motion picture (sinemada gösterilen) film.
motionless s. hareketsiz.
motivate f. motive etmek, harekete geçirmek, sevketmek.
motivation i. 1. harekete getirme. 2. motivasyon, güdülenme. 3. güdü.
motive i. 1. insanı motive eden şey, güdü, saik. 2. müz. motif. s. 1.
motley hareket
s. ettirici, devindirici,
1. birbirinden itici. 2. güdüsel.
çok farklı kişilerden/şeylerden oluşan (grup,
motor takım, v.b.). 2. karışık renkli, alaca, rengârenk.
i. 1. motor. 2. İng. otomobil. s. 1. hareket ettirici. 2. motorlu. 3.
motor launch tıb. hareket
motorlu kaslarına
sandal, ait. 4.motor.
motorbot, devimsel, hareki. f., İng. otomobille
gitmek; otomobille götürmek.
motor police motosikletli polis.
motor torpedo boat hücumbot.
motorbike i. moped, motorlu bisiklet.
motorboat i. motorbot, deniz motoru, motor.
motorcade i. araba konvoyu.
motorcar i., İng. otomobil.
motorcycle i. motosiklet.
motorise f., İng., bak. motorize.
motorist i., oto. sürücü.
motorize f. motorize etmek, motor ile donatmak.
motorman çoğ. mo.tor.men (mo´tırmîn) i. vatman.
motorway i., İng. otoyol, otoban.
mottle f. beneklemek, alacalamak.
mottled s. değişik renklerdeki; değişik renk tonlarındaki; abraş; alaca,
motto benekli; ebruli. parola, düstur.
i. (çoğ. --s/--es)
mould i., f., İng., bak. mold 1, mold 2.
mouldiness i., İng., bak. moldiness.
moulding i., İng., bak. molding.
mouldy s., İng., bak. moldy.
moult f., İng., bak. molt.
mound i. 1. tümsek, tepecik, küme. 2. höyük. 3. yığın.
mount i. dağ, tepe.
mount i. 1. binek hayvanı. 2. (mücevher için) yuva. 3. kaide, taban,
mount a production of duraç,
(oyunu) ayaklık,
sahneye ayak. 4. çerçeve. f. 1. tırmanmak, çıkmak. 2.
koymak.
üzerine çıkmak. 3. (at, bisiklet v.b.´ne) binmek; bindirmek. 4.
mount an attack against -e karşı saldırıya geçmek.
asmak. 5. takmak. 6. monte etmek, kurmak. 7. (fotoğraf, pul
mount an exhibition sergi düzenlemek/açmak.
v.b.´ni) karton v.b.´nin üzerine yerleştirmek; (mikroskopta
mount guard incelenecek
nöbet tutmak. örneği) lamın üzerine yerleştirmek. 8. başlatmak. 9.
Mount Sinai yükselmek,
Sina Dağı. artmak, çoğalmak.
mountain i. 1. dağ. 2. yığın.
mountain chain dağ silsilesi.
mountain chain sıradağ, sıradağlar.
mountain range dağ silsilesi.
mountaineer i. 1. dağcı. 2. dağlı kimse.
mountaineering i. dağcılık.
mountainous s. 1. dağlık. 2. dağ gibi, çok büyük, çok iri.
mounted s. 1. ata binmiş, atlı. 2. takılı, hazır. 3. kakılmış, kakma.
mounted gem kakma taş.
mounted police atlı polis.
mounted policeman atlı polis.
mounted troops süvari, atlı asker.
mourn f. 1. yas tutmak, matem tutmak. 2. kederlenmek.
mourner i. yaslı kimse.
mournful s. 1. kederli, üzgün. 2. yaslı. 3. acıklı, dokunaklı.
mourning i. 1. yas tutma. 2. yas, matem. 3. matem elbisesi. 4. yas süresi.
mouse çoğ. mice (mays) i. 1. fare, sıçan. 2. bilg. fare.
mousetrap i. 1. fare kapanı. 2. tuzak.
mouth i. 1. ağız. 2. ağız, akarsuyun denize/göle döküldüğü yer. 3. giriş
mouth yeri.
f. 1. söylemek. 2. dudaklarını oynatarak (bir şey) söyler gibi
mouth organ yapmak.
mızıka, armonika.
mouthful i. 1. ağız dolusu: He spit out a mouthful of cherries. Ağzına
mouthpiece doldurduğu
i. 1. ağızlık. 2. kirazları
sözcü.tükürdü. 2. lokma: He couldn´t eat another
mouthful. Bir lokma daha yiyemedi. 3. k. dili söylenişi güç
mouthwash i. gargara.
sözcük.
movable s. 1. kımıldayabilen, hareket edebilen. 2. seyyar, taşınabilir. 3.
movable feast tarihi
Hrist.değişen (yortu).bir
her yıl değişik 4. tarihe
huk. menkul,
rastlayan taşınır.
yortu.i., çoğ., huk.
menkuller, taşınır mallar.
move f. 1. kımıldatmak, oynatmak, hareket ettirmek; kımıldamak,
move down oynamak,
(öğrenciyi)hareket etmek:
bir alt sınıfa My rightbir
indirmek; legaltis sınıfa
paralyzed;
inmek.I can´t
move it. Sağ bacağım felç oldu; hareket ettiremiyorum. Don´t
move heaven and earth mümkün olan her şeyi yapmak.
move! Kımıldama! 2. taşımak, nakletmek; taşınmak: She plans
move heaven and earth toher çareye
move thisbaşvurmak.
table into the kitchen. Bu masayı mutfağa taşımayı
move in düşünüyor. Derya 2.
1. eve taşınmak. has moved
içeri girmek.to her summer place in Çeşme.
move on Derya, Çeşme´deki
ileri gitmek. yazlığına taşındı. 3. önermek, teklif etmek: I
move that the meeting be adjourned. Toplantının sona
move out 1. evden taşınmak.
erdirilmesini öneriyorum.2. dışarı çıkmak.
4. duygulandırmak, mütehassis
move up (öğrenciyi)
etmek; bir üst dokunmak:
etkilemek, sınıfa yükseltmek;
His storybirdeeply
üst sınıfa yükselmek.
moved me. Onun
moveable öyküsü beni
s., i., bak. derinden etkiledi. 5. gayrete getirmek. 6. harekete
movable.
getirmek. 7. (satranç/dama taşını) yürütmek, sürmek. 8.
movement i. 1. hareket, kımıldanma. 2. akım, hareket: the women´s
(bağırsaklar) işlemek; (bağırsakları) işletmek. 9. satmak;
liberation
i. (sinemada movement
gösterilen) kadınların özgürlüğü hareketi. 3. ask.
movie sattırmak: It´s difficult tofilm.
move these high-priced books. Bu
manevra. 4. saatin makinesi/parçaları. 5. müz. bölüm. 6.
movie camera pahalı kitapları satmak
1. sin. kamera. 2. kamera,zor.film
10. makinesi.
kalkmak, ilerlemek, ileri gitmek.
bağırsakların işlemesi.
movie house/theater i.sinema,
1. hareket, kımıldanma.
sinema salonu. 2. taşınma. 3. satranç, dama taş
sürme. 4. satranç, dama oynama sırası.
moving s. 1. hareket eden, devingen, oynak. 2. ilerleyen. 3. harekete
moving day geçiren.
taşınma 4. insanı duygulandıran; etkileyici, dokunaklı.
günü.
moving picture sin. film.
moving platform hareket eden platform.
movingly z. etkileyici bir şekilde, dokunaklı olarak.
mow f. (--ed, --n) 1. (çim/ot) biçmek. 2. down (top/tüfek ateşiyle)
mown toptan
f., bak. öldürmek/biçmek.
mow.
Mozambican i. Mozambikli. s. 1. Mozambik, Mozambik´e özgü. 2. Mozambikli.
Mozambique i. Mozambik.
Mozambiquean i. Mozambikli. s. 1. Mozambik, Mozambik´e özgü. 2. Mozambikli.
MP i. 1. ask. inzibat, inzibat eri. 2. askeri inzibat. 3. İng. milletvekili,
MP parlamenter, mebus.
kıs. Military Police.
MP kıs. Member of Parliament.
Mr i. Bay (Soyadından önce kullanılır.): Mr. Green Bay Green.
Mrs i. Bayan (Evli kadının soyadından önce kullanılır.): Mrs. Crawford
MS Bayan Crawford.
kıs. Master of Science.
Ms i. Bayan (Evli veya evli olmayan kadının soyadından önce
MS, ms kullanılır.):
kıs. manuscript.Ms. Pembroke Bayan Pembroke.
Mt, mt kıs. mount, mountain.
much s. (more, most) çok, epey, hayli: There´s much work still to be
much as done.
her neHâlâ
kadaryapacak epey
... ise de, iseişde:
var.Much
z. 1. as
çok, epey,like
I would hayli,
to pek: I´m
I can´t
feeling
go. much
Gitmek better.
istesem Kendimi
dewalk,
gidemem. çok daha iyi hissediyorum. She is
much less şöyle dursun: I can´t much less run. Koşmak şöyle
much admired. Çok beğeniliyor. I didn´t much like that play. O
Much obliged. dursun, yürüyemiyorum.
k. dili Teşekkür ederim. 2. aşağı yukarı, hemen hemen. i. 1.
oyunu pek beğenmedim.
much the same çok
hemenşey,hemen
çok miktarda
aynı. şey. 2. önemli şey.
muck i. 1. pislik. 2. çamur. 3. gübre, yaş gübre. f. 1. gübrelemek. 2.
muck s.o. about about/around İng.,
İng., k. dili birine k. diliyapmak.
kapris oyalanmak; vakit geçirmek. 3. in İng.,
k. dili işe katılmak, çalışmak.
muck s.t. up İng., k. dili bir şeyi berbat etmek.
muckrake f. (önemli birine) çamur atmak.
mucous s. sümüksel; sümüksü.
mucous membrane anat. sümükdoku, mukoza.
mucus i. 1. sümük. 2. balgam.
mud i. 1. çamur. 2. kötü söz veya iftira.
muddle f. 1. karmakarışık etmek. 2. sersemletmek. 3. up yüzüne gözüne
muddle along/on bulaştırmak. i. 1. etmek,
1. iyi kötü idare karışıklık, düzensizlik.
iyi kötü geçinip2. sersemlik.
gitmek. 3.
2. yanılmalara
karmakarışık
karşın bir işteniş.sıyrılıp çıkmak.
muddle through İng. bu/o işi iyi kötü/düşe kalka yapmak/halletmek.
muddleheaded s. 1. aptal; beceriksiz. 2. aptalca; beceriksizce.
muddy s. 1. çamurlu. 2. bulanık, kirli, pis. 3. karışık. f. 1. çamurlamak,
mudguard çamura bulamak. 2. bulandırmak.
i. çamurluk.
mudslinger i., pol. rakibine çamur atan kimse.
muezzin i. müezzin.
muff i. manşon, el kürkü.
muff f. 1. (bir işi) yapamamak, becerememek, yüzüne gözüne
muffin bulaştırmak. 2. sporbenzeyen
i. şamkurabiyesine (topu) kaçırmak.
bir tür ufak ekmek.
muffle f. 1. in/with -e sarınmak. 2. up sarınıp sarmalanmak; sarıp
muffle o.s. up sarmalamak. 3. (bir şeyi) ses çıkarmayacak bir şekilde
sarınıp sarmalanmak.
örtmek/sarmak.
muffler i. 1. susturucu. 2. atkı, kaşkol.
mufti i. müftü.
mug i. 1. kupa, kulplu büyük bardak. 2. bardak dolusu.
mug i., argo surat, faça.
mug f. (--ged, --ging) saldırıp soymak.
mugger i. soyguncu, saldırıp soyan kimse.
mugger i. hinttimsahı.
muggy s. sıcak ve rutubetli, kapalı, sıkıntılı (hava).
Muhammad i. Hz. Muhammed.
mulatto i. beyaz ile zenci melezi kimse.
mulberry i. dut.
mule i. 1. katır. 2. k. dili çok inatçı kimse.
mulish s. inatçı, katır gibi.
mulishly z. inatla.
mull i. ince muslin kumaş.
mull f.
mull s.t. over bir şeyi iyice düşünmek; bir şeyi düşünüp taşınmak.
mullah i. molla.
mullein i., bot. sığırkuyruğu.
mullion i. pencere tirizi. f. tirizlerle ayırmak.
multi- önek çok, mülti-.
multicellular s. çokgözeli, çokhücreli.
multidimensional s. çokboyutlu.
multifarious s. çok çeşitli, türlü türlü.
multiform s. çokbiçimli, çokşekilli.
multilateral s. 1. çok yanlı, çok taraflı. 2. huk. çok taraflı.
multilingual s. çokdilli, çok dil bilen.
multimillionaire i. mültimilyoner.
multinational s. çokuluslu.
multiple s. 1. birçok, çok yönlü. 2. katmerli. i., mat. katsayı.
multiplicand i., mat. çarpılan.
multiplication i. 1. çoğaltma; çoğalma. 2. mat. çarpma, çarpım.
multiplication table çarpım tablosu.
multiplicity i. çokluk, çeşitlilik.
multiplier i., mat. çarpan.
multiply f. 1. çoğaltmak, artırmak; çoğalmak, artmak. 2. mat. çarpmak.
multitude 3. biyol.
i. 1. üremek.
kalabalık, halk yığını. 2. çokluk.
multitudinous s. çok, pek çok.
multi-user i., bilg. çoklu kullanıcı.
mum s. susmuş, suskun. ünlem Sus!
mum i., İng., k. dili anne.
Mum´s the word! k. dili Hiç kimseye söyleme!
Mum´s the word. Sakın kimseye söyleme.
mumble f. mırıldanmak. i. mırıltı.
mummification i. 1. mumyalama, mumya yapma. 2. mumyalaşma.
mummify f. 1. mumyalamak. 2. mumyalaşmak.
mummy i. mumya.
mummy i., İng., k. dili anne, anneciğim.
mumps i., çoğ., tıb. kabakulak.
munch f. kıtır kıtır yemek, hapır hupur yemek.
mundane s. 1. günlük, olağan, sıradan. 2. dünyaya ait, dünyevi.
municipal s. belediyeye ait, belediye.
municipality i. belediye.
munificence i. cömertlik.
munificent s. cömert, eliaçık.
munitions i., çoğ. savaş gereçleri.
mural s. 1. duvara ait. 2. duvara asılan. 3. duvar gibi. i. duvar resmi.
murder i. 1. cinayet, adam öldürme. 2. k. dili baş belası, işkence. f. 1.
murder in the first degree (yasaya
kasten adam aykırı öldürme.
olarak) (birini) öldürmek, katletmek. 2. k. dili
bozmak, berbat etmek: murder a piece of music bir müzik
murder mystery cinai roman.
parçasını berbat etmek.
murderer i. katil.
murderess i. kadın katil.
murderous s. 1. öldürücü, ölüm saçan, kanlı. 2. tehlikeli.
murk i. karanlık, kasvet.
murky s. 1. karanlık, kasvetli. 2. bulutlu, bulanık. 3. belirsiz, anlaşılması
murmur güç.
i. 1. mırıldanma, mırıltı. 2. söylenme, şikâyet. 3. çağıltı; uğultu.
muscle 4. hırıltı,
i. kas, üfürüm. f. 1. mırıldanmak. 2. söylenmek,
adale.
homurdanmak. 3. çağıldamak; uğuldamak.
muscular s. 1. kaslı, adaleli. 2. kasa ait.
Muse i. Müz.
muse i. esin perisi, ilham perisi.
muse f. düşünceye dalmak, derin derin düşünmek.
museum i. müze.
mush i. 1. mısır unu lapası. 2. lapa gibi şey. 3. k. dili aşırı duygusallık.
mushroom i. mantar. s. mantarımsı. f. hızla büyümek, mantar gibi
mushroom cloud büyümek; (yapılar)patlama
(özellikle nükleer mantar sonucunda)
gibi bitmek. mantar şeklinde
mushroom growth yükselen
birdenbire bulut.
büyüyüp yayılma, mantar gibi büyüme.
mushy s. 1. lapa gibi. 2. k. dili aşırı duygusal.
music i. müzik; musiki.
music box müzik kutusu.
music hall 1. müzikhol. 2. İng., tiy. vodvil.
music stand nota sehpası.
musical s. 1. müziğe ait; müzikle ilgili, müzikal. 2. ahenkli, uyumlu. 3.
musician müziksever.
i. 1. müzisyen. 4. 2.
bestelenmiş.
çalgıcı. i. müzikal.
musicologist i. müzikbilimci, müzikolog.
musicology i. müzikbilim, müzikoloji.
musk i. 1. misk. 2. misk kokusu.
musk ox zool. misköküzü, misksığırı.
musket i. (eski model) tüfek.
muskmelon i. şamama, miskkavunu.
muskrat i., zool. misksıçanı, miskfaresi.
Muslim i., s. Müslüman.
muslin i. muslin.
muss i. karışıklık. f. (up) k. dili 1. (saçı) bozmak. 2. (giysiyi)
mussel buruşturmak.
i. midye.
must yardımcı f. 1. Şart belirtir: You must do it. Onu yapman şart. 2.
must Gereklilik belirtir: You must do it. Onu yapman lazım. 3. Kuvvetli
i. küf; küflülük.
bir tahmin belirtir: You must be freezing. Dondun herhalde.
mustache i. bıyık.
Ertuğrul must have done it. Herhalde Ertuğrul yaptı./Ertuğrul
mustang i. (A.B.D.´nin
yaptı demek. batısına özgü)
4. Kızgınlık/ yabani at.
yakınma/istihza belirtir: Despite being
mustard warned
i. hardal.she must go and try it. İhtar edilmesine rağmen yine de
mustard greens gidip
hardal onu denedi. 5. Kararlılık belirtir: If you must go, do so after
yaprakları.
the children have gone to bed. Gitmeyi kafana koydunsa bari
muster f. 1. toplamak;
çocuklar toplanmak.
yattıktan sonra git.2.6.ask. içtima
-meli, yapmak.
-malı: i., ask.
You must comeiçtima.
to
mustn't kıs. must
see us. Bizinot.
ziyaret etmelisin. i., k. dili şart, zaruri bir şey: In the
musty summer
s. küflü; küfa mosquito
kokulu. net is a must. Yazın cibinlik şart.
mutable s. 1. değişebilir, değişken. 2. dönek, kararsız.
mutant s., biyol. mutasyona uğramış. i. mutasyona uğramış
mutate hayvan/bitki.
f., biyol. mutasyona uğramak; mutasyona uğratmak.
mutation i. 1. değişme, dönüşme. 2. biyol. değişinim, değşinim,
mutationism mutasyon.
i., biyol. değişinimcilik, değşinimcilik, mutasyonizm.
mute s. 1. sessiz, suskun. 2. dilsiz. i. dilsiz kimse. f. sesini kısmak.
mutilate f. 1. (vücudun bir uzvunu) (bütünüyle) kesmek. 2. sakatlamak,
mutilation kötürüm etmek.
i. 1. (vücudun bir3.uzvunu)
önemli (bütünüyle)
kısımları çıkararak
kesme.bozmak.
2. kötürüm etme.
mutineer 3. bozma. asi.
i. isyancı,
mutinous s. isyankâr, asi.
mutiny i. (gemi kaptanına karşı/askeri yetkeye karşı) isyan,
mutt başkaldırma, ayaklanma. f. (gemi kaptanına karşı/askeri
i., k. dili it, köpek.
yetkeye karşı) isyan etmek, başkaldırmak, ayaklanmak.
mutter f. 1. söylenmek, homurdanmak. 2. mırıldanmak. i. 1. homurtu.
mutton 2. mırıltı.eti, koyun.
i. koyun
mutton chop koyun pirzolası.
mutual s. 1. iki taraflı, karşılıklı: mutual love karşılıklı sevgi. 2. ortak,
muzzle müşterek:
i. 1. hayvanmutual
burnu.friend ortak dost.
2. burunsalık. 3. top/tüfek ağzı. f. 1.
my burunsalık takmak. 2. susturmak.
zam. benim. ünlem O, ...! (Hayret belirtmek için kullanılır.): My,
My flesh creeps. my, how nice
Tüylerim you look! O, bu ne güzellik böyle!
ürperiyor.
my lord efendim.
my off day 1. izin günüm. 2. fena günüm.
myalgia i., tıb. kas ağrısı.
Myanmar i. Myanmar.
mycology i. mantarbilim, mikoloji.
myeloid s., anat. iliksel.
myocardial s.
myocardial infarction miyokard enfarktüsü.
myocarditis i., tıb. miyokardit, kalp kası iltihabı/yangısı.
myocardium i., anat. miyokard, kalp kası.
myology i. kasbilim.
myoma çoğ. --s (mayo´mız)/--ta (mayo´mıtı) i., tıb. miyom, kas uru.
myopia i. miyopluk.
myopic s. miyop.
myriad s. çok büyük sayıda, sayısız, çok.
myrrh i. 1. (reçine olarak) mürrüsafi. 2. laden reçinesi; laden
myrtle reçinesiyle mürrüsafiden oluşan bir karışım.
i., bot. mersin.
myself zam. kendim, bizzat, ben: I will come myself. Kendim
mysterious geleceğim./Bizzat geleceğim.
s. 1. esrarengiz, esrarlı, I do
gizemli. 2.not
akılregard
ermez,myself as a 3.
anlaşılmaz.
mathematician.
garip. Kendimi matematikçi saymıyorum.
mysteriously z. esrarengiz bir şekilde, gizemli bir şekilde.
mystery i. gizem, sır, esrar.
mystic s. 1. mistik, mistisizmle ilgili, gizemsel. 2. gizemli, esrarengiz. i.
mystical mistik,
s. mistik,gizemci.
gizemsel.
mysticism i. mistisizm, gizemcilik, tasavvuf.
mystify f. 1. kafasını bulandırmak; aklını karıştırmak. 2. anlaşılmasını
myth güçleştirmek.
i. 1. mit, söylence, efsane, mitos. 2. hayali kimse/şey.
mythic s., bak. mythical.
mythical s. 1. mitlere özgü, söylencesel, efsanevi. 2. uydurma; hayali.
mythological s. mitolojik, söylencebilimsel.
mythology i. mitoloji, söylencebilim.
Mytilene i., bak. Lesbos.
N kıs. Nationalist, Navy, New, Noon, Norse, North, Northern,
n November.
i., mat. n, belirsiz bir sayı.
n kıs. name, nephew, net, neuter, new, nominative, noon, north,
N northern, note,
kıs. nitrogen, noun,
north, number.
northern.
N, n i. N, İngiliz alfabesinin on dördüncü harfi.
nab f. (--bed, --bing) k. dili 1. yakalamak, ele geçirmek, tutuklamak.
nacre 2. kapmak.
i. sedef.
nadir i. 1. gökb. ayakucu. 2. en aşağı nokta.
nag i., k. dili yaşlı ve güçsüz at.
nag f. (--ged, --ging) 1. -in başının etini yemek; dırdır etmek. 2.
nail rahatsız
i. 1. çivi, etmek.
mıh. 2. tırnak. 3. (hayvanlarda) pençe, toynak. f. 1. to
nail brush -e
tırnak fırçası. -e mıhlamak. 2. sıkı sıkı bağlamak, kavramak. 3.
çivilemek,
argo tutmak; yakalamak. 4. argo (bir yalanı) meydana çıkarmak.
nail down 1. -i çivilerle sabitleştirmek. 2. -i garantiye almak.
5. argo çalmak. 6. argo vurmak.
nail file tırnak törpüsü.
nail polish oje, tırnak cilası.
nail s.t. to bir şeyi -e çivilemek.
nail scissors tırnak makası.
nail up -i çivileyerek kapatmak.
naive s., bak. naïve.
naïve s. 1. toy, tecrübesiz. 2. saf. 3. naif (resim).
naively z., bak. naïvely.
naïvely z. safça.
naivete i., bak. naïveté.
naiveté i., bak. naïveté.
naïveté i. 1. toyluk. 2. saflık.
naivety i., bak. naïveté.
naïvety i., bak. naïveté.
naked s. 1. çıplak. 2. yalın, açık. 3. çaresiz, savunmasız.
nakedness i. 1. çıplaklık. 2. yalınlık. 3. çaresizlik.
name i. 1. ad, isim. 2. şöhret, ün. f. 1. -e ... adını/ismini koymak: They
named her Rüya. Ona Rüya ismini koydular. 2. -in adını/ismini
söylemek/ilan etmek. 3. -i ... seçmek/tayin etmek; -i aday
göstermek.
name tag isim kartı.
Name your price. Düşündüğünüz fiyatı söyleyin.
name-dropping i., k. dili kendine paye vermek için ünlü isimlerden söz etme.
nameless s. adsız, isimsiz.
namely z. yani, şöyle ki.
namesake i. adaş.
Namibia i. Namibya.
Namibian i. Namibyalı. s. 1. Namibya, Namibya´ya özgü. 2. Namibyalı.
nanny i. 1. İng. dadı. 2. dişi keçi.
nanny goat dişi keçi.
nap f. (--ped, --ping) uyuklamak, hafif uykuya dalmak, kestirmek,
nap şekerleme
i. hav. yapmak. i. hafif kısa uyku, şekerleme.
nape i. ense.
naphthalene i., kim. naftalin.
naphthaline i., kim., bak. naphthalene.
napkin i. 1. peçete, peşkir. 2. İng. çocuk bezi.
napkin ring peçete halkası.
nappy i., İng., k. dili çocuk bezi.
narcissism i. narsisizm, narsislik, özseverlik.
narcissist i. narsist, özsever.
narcissus çoğ. nar.cis.sus/nar.cis.si (narsîs´ay) i., bot. sim; nergis, zerrin.
narcosis i. narkoz.
narcotic s., i. uyuşturucu, narkotik.
narcotic drug uyuşturucu ilaç.
narrate f. hikâye etmek, öykülemek, anlatmak.
narration i. 1. anlatım, anlatış. 2. hikâye, öykü.
narrative i. hikâye, öykü. s. hikâye türünden.
narrator i. anlatıcı, anlatan.
narrow s. 1. dar, ensiz. 2. sınırlı, kısıtlı. 3. dar görüşlü. 4. darlık içinde
narrow circumstances olan. 5. cüzi,
fakirlik, az. 6. darlık.
parasızlık, sıkı, dikkatli. i. 1. dar geçit. 2. çoğ. dar
boğaz. f. 1. daraltmak; daralmak, çekmek, ensizleşmek. 2.
narrow escape darı darına kurtulma, ucuz kurtulma.
sınırlamak. 3. kısmak.
narrowly z. dar, güçbela, darı darına.
narrow-minded s. dar görüşlü.
nasal s. 1. buruna ait. 2. dilb. genizsi, genzel. i., dilb. genizsi ses,
nasal cavity genizsil.
burun boşluğu.
nascent s. gelişmeye başlayan, yeni oluşan.
nasturtium i., bot. latinçiçeği.
nasty s. 1. pis, tiksindirecek kadar kirli; tiksindirici, iğrenç. 2. kötü,
nasty blow çirkin. 3. ayıp,
ağır darbe, müstehcen.
tehlikeli vuruş.
nasty sea fırtınalı deniz.
nasty story müstehcen hikâye.
nat kıs. national, natural.
natal s. 1. doğuma ait; doğumla ilgili. 2. doğuştan olan/gelen,
nation doğumda var olan, doğumsal.
i. ulus, millet.
national s. ulusal, milli. i. vatandaş, yurttaş, uyruk.
national anthem milli marş.
national anthem milli marş.
national bank ulusal banka.
national debt devlet borcu.
national monument ulusal anıt.
national park milli park.
national/public debt devlet borcu.
nationalise f., İng., bak. nationalize.
nationalism i. ulusçuluk, milliyetçilik.
nationalist i. ulusçu, milliyetçi.
nationalistic s. ulusçu, milliyetçi.
nationality i. milliyet, uyrukluk, tabiiyet.
nationalize f. ulusallaştırmak, devletleştirmek, millileştirmek.
nation-wide s. ülke çapında olan.
native s. 1. yerli. 2. doğal. 3. doğuştan olan. i. yerli.
native ability Allah vergisi yetenek.
native citizen doğuştan uyrukluk hakkı olan kimse.
native land anayurt, anavatan.
native language anadili.
native-born s. doğma büyüme, yerli.
nativity i. doğuş, doğum.
natural s. 1. doğal, tabii. 2. doğuştan olan. i., k. dili doğuştan yetenekli
natural child kimse.
evlilikdışı çocuk.
natural color doğal renk, asıl renk.
natural selection doğal ayıklama/ayıklanma.
naturalise f., İng., bak. naturalize.
naturalist i. doğabilimci.
naturalize f. 1. vatandaşlığa kabul etmek. 2. (yabancı bir sözcüğü) dile
naturally almak. 3. (bir
z. 1. doğal bir bitkiyi/hayvanı) yeni iklime
biçimde. 2. doğuştan. alıştırmak.
3. doğal olarak, tabii,
naturalness kuşkusuz,
i. doğallık, şüphesiz.
tabiilik.
nature i. 1. doğa, tabiat. 2. huy, mizaç, tabiat.
naught i. 1. hiç, hiçbir şey. 2. sıfır.
naughtily z. yaramazca, haylazca.
naughtiness i. yaramazlık.
naughty s. 1. yaramaz, haylaz. 2. k. dili açık saçık.
Nauru i. Nauru.
Nauruan i. Naurulu. s. 1. Nauru, Nauru´ya özgü. 2. Naurulu.
nausea i. 1. bulantı, mide bulantısı. 2. tiksinme, iğrenme.
nauseate f. 1. midesini bulandırmak. 2. iğrendirmek, tiksindirmek.
nauseous s. mide bulandırıcı, tiksindirici.
nautical s. denizcilikle ilgili, deniz; gemicilikle ilgili.
nautical mile deniz mili (1852 metre).
naval s. 1. deniz kuvvetlerine ait, deniz. 2. savaş gemilerine ait.
naval academy deniz harp akademisi.
naval base deniz üssü.
naval forces deniz kuvvetleri.
naval officer deniz subayı.
nave i. dingil başlığı, tekerlek poyrası.
nave i. (kilisede) nef.
navel i. 1. göbek. 2. merkez.
navel cord tıb. göbek kordonu.
navel orange vaşington (portakal).
navigable s. seyredilebilir, deniz taşıtlarının seyrine elverişli.
navigate f. 1. (kaptanlık ederek) gemiyi/tekneyi götürmek, dümen
navigation tutmak.
i. 1. gemi2.seferi,
(gemi/tekne) seyretmek.
gemi yolculuğu. 2. gemicilik; denizcilik.
navigator i. rotacı; deniz subayı.
navy i. 1. deniz kuvvetleri. 2. donanma.
navy blue lacivert, koyu mavi.
nay z. hayır, yok. i. 1. ret. 2. olumsuz oy. 3. olumsuz oy veren kimse.
Nazi i., s. Nazi.
Nazism i. Nazizm.
nd kıs. no date.
NE kıs. Near East, Northeast.
near z. 1. yakın, yakında. 2. hemen hemen, az daha, az kaldı, az
near at hand kalsın,
yakın. neredeyse: He came near to falling. Az daha düşecekti.
3. aşağı yukarı, yaklaşık olarak: The soldiers number near a
nearby s. yakın. z. yakında.
thousand. Yaklaşık bin tane asker var. s. 1. yakın. 2. samimi,
nearly s. 1. az3.daha,
yakın. sadıkneredeyse,
(çeviri). 4. hemen
soldaki hemen.
(araba/at). 2. yakından.
5. cimri, elisıkı.
nearness edat -e bitişik,
i. yakınlık. -e yakın, -in yakınında. f. yaklaşmak,
nearsighted yakınlaşmak.
s. miyop.
neat s. 1. temiz, derli toplu, düzgün. 2. İng. sek (içki). 3. k. dili harika.
neatly z. temizce.
neatness i. temizlik, düzgünlük.
nebula çoğ. --s (neb´yılız)/--e (neb´yıli) i., gökb. bulutsu, nebülöz.
nebulous s. 1. bulutlu, dumanlı. 2. belirsiz, bulanık.
necessarily z. 1. ister istemez. 2. muhakkak.
necessary s. 1. gerekli, lüzumlu, lazım olan; zorunlu, zaruri. 2. kaçınılmaz.
necessitate f. gerektirmek, icap ettirmek.
necessity i. 1. gerekli şey. 2. gereksinim, ihtiyaç. 3. zorunluluk.
neck i. 1. boyun. 2. (elbisede) yaka. 3. (şişede) boyun, boğaz. 4. (telli
neck and neck çalgılarda)
(yarışta) atsap. başı5.beraber.
coğr. kıstak. f., k. dili (iki sevgili) sarmaş
dolaş öpüşmek.
neckband i. (giyside) dik yaka.
neckerchief i. boyun atkısı.
necking i., k. dili (iki sevgili) sarmaş dolaş olup öpüşme.
necklace i. kolye, gerdanlık.
necktie i. kravat, boyunbağı.
necromancer i. büyücü, sihirbaz.
necromancy i. 1. ölülerle haberleşerek fala bakma. 2. büyücülük, sihirbazlık.
nectar i. 1. mit. nektar. 2. balözü, nektar.
nectarine i. tüysüzşeftali, nektarin.
need i. 1. gereksinim, gereksinme, ihtiyaç; gerek, gereklik, gereklilik,
need to lüzum:
gerekmek, Whatlazım
are your
olmak;needs? İhtiyaçlarınız
zorunda olmak, -enedir?
mecbur a need
olmak:forI
money
need to para
leavegereksinimi.
soon. YakındaThere´s
gitmemno need to hurry.
gerekiyor. I Acele
don´t need to
needful s. gerekli, lüzumlu, lazım olan.
etmeye
obey hisgerek
orders.yok. 2. yoksulluk.
Emirlerine itaat f. 1. -e zorunda
etmek ihtiyacı olmak,
değilim.-e
needle i. 1. iğne,
ihtiyaç dikiş iğnesi.
duymak, 2. örgü şişi.
-i gereksemek, 3. tığ. 4. ibre. -e
-i gereksinmek, 5. muhtaç
bot.
needlefish iğneyaprak.
olmak; f.
gerekmek, 1. iğne ile
gerekli dikmek.
i. (çoğ. nee.dle.fish/--es) zargana. olmak: 2.
I k.
needdilia iğnelemek,
better sataşmak.
computer.
needless Daha iyi bir bilgisayara
s. gereksiz, lüzumsuz. ihtiyacım var. 2. istemek, gerektirmek:
That plant needs water. O bitki su ister. This work needs time.
needlessly z.
Bugereksizce, gereksiz yere.
iş zaman gerektiriyor.
needn't kıs. need not.
needy s. yoksul, fakir.
ne'er-do-well s., i. hiçbir işi beceremeyen (kimse).
nefarious s. çok kötü, menfur.
negate f. 1. reddetmek, inkâr etmek. 2. çürütmek, boşa çıkarmak.
negation i. 1. ret, inkâr. 2. doğru ol madığını kanıtlama. 3. boşa çıkarma.
negative 4. 1.
s. yokluk.
olumsuz, negatif. 2. aksi, ters. i. 1. olumsuz söz/yanıt. 2.
negative evidence foto.
olumsuznegatif.
kanıt.
negative sign eksi işareti, eksi.
negative vote aleyhte verilen oy.
negativism i., fels. yadsımacılık.
neglect f. 1. ihmal etmek, savsaklamak, boşlamak. 2. bakmamak,
neglectful aldırmamak. i. 1. ihmal,
s. ihmalci, ihmalkâr, savsaklama, boşlama. 2. bakmama,
savsak.
aldırmama.
negligé i., bak. negligee.
negligee i. (uzun ve süslü) sabahlık.
negligée i., bak. negligee.
negligence i. ihmal, ihmalkârlık, savsaklama.
negligent s. ihmalci, ihmalkâr, savsak.
negligible s. önemsemeye değmez, önemsiz.
negotiate f. 1. müzakere etmek/yapmak, görüşmek. 2. müzakere ederek -i
negotiation sonuca bağlamak.
i. 1. müzakere, 3. (zor 2.
görüşme. bir(zor
durumu) atlatmak;
bir durumu) (engeli)
atlatma; aşmak.
(engeli)
4. (çek/bono)
aşma. ciro
3. (çek/bono) etmek. 5. (senet) kırdırmak.
ciro etme. 4. (senet) kırdırma.
negotiator i. 1. delege. 2. arabulucu.
Negro i., s., aşağ. zenci.
negro i., s., aşağ., bak. Negro.
neigh f. kişnemek. i. kişneme.
neighbor i. komşu.
neighborhood i. 1. civar, yöre. 2. semt, mahalle.
neighboring on -e komşu, -e yakın.
neighborly s. komşuya yakışır, dostça.
neighbour i., İng., bak. neighbor.
neighbourhood i., İng., bak. neighborhood.
neighbourly s., İng., bak. neighborly.
neither s. ikisinden hiçbiri, ne bu ne öteki: Neither of them knows.
neither fish nor fowl Hiçbirinin haberi yok.
hiçbir kategoriye bağ. ne,
girmeyen; ne de:
garip bir neither
kişi/şey.white nor red nor
black ne beyaz, ne kırmızı, ne de siyah.
neither more nor less ne fazla ne eksik, tam öyle, tam o kadar.
nemesis i. 1. hak edilen ve kaçınılmaz ceza. 2. güçlü rakip.
neolithic s. neolitik.
neolithic age cilalı taş devri.
neologism i. yeni sözcük.
neology i., bak. neologism.
neon i., kim. neon.
neon lamp/light neon lambası.
Nepal i. Nepal.
Nepalese i. (çoğ. Nep.a.lese) Nepalli. s. 1. Nepal, Nepal´e özgü. 2. Nepalli.
Nepali i. 1. Nepalli. 2. Nepalce. s. 1. Nepal, Nepal´e özgü. 2. Nepalce.
nephew 3. Nepalli.
i. erkek yeğen.
nephritis i., tıb. böbrek iltihabı, nefrit.
nepotism i. akrabalara yapılan iltimas, akraba kayırma.
Neptune i., gökb. Neptün.
nerve i. 1. sinir. 2. soğukkanlılık, cesaret. 3. küstahlık. f. cesaret
nerve center vermek.
kalp, merkez: Istanbul is the economic nerve center of Turkey.
nerve gas Türk
sinir ekonomisinin
gazı. kalbi İstanbul´da atıyor.
nerve o.s. cesaretini toplamak.
nerve-racking s. sinir bozucu.
nerve-wracking s., bak. nerve-racking.
nervous s. 1. heyecanlı. 2. endişeli, kaygılı. 3. sinirleri gergin. 4. sinirsel.
nervous
sinir argınlığı, nevrasteni.
breakdown/prostration
nervous system sinir sistemi.
-ness sonek -lik, -lık: fulness i. doluluk. kind-heartedness i. iyi kalplilik.
nest i. yuva. f. yuva yapmak.
nestle f. 1. birbirine sokulmak. 2. gömülmek, yerleşmek; gömmek,
net koymak.
i. 1. ağ. 2.3.tuzak.
bağrına
3. basmak.
ağ, şebeke. f. (--ted, --ting) 1. ağ ile tutmak.
net 2. ağ ile örtmek.
s. net, kesintisiz. f. (--ted, --ting) 1. kazanmak, kâr etmek. 2.
net curtains kazanç
İng. tül getirmek, kâr getirmek.
perdeler, tüller.
net income net gelir.
net profit net kâr.
nether s. alt, alttaki.
Netherlands i.
netting i. 1. örme, ağ örme. 2. ağ. 3. cibinlik.
nettle i., bot. ısırgan, ısırganotu. f. kızdırmak, sinirlendirmek.
nettle tree bot. çitlembik.
network i. ağ, şebeke.
neural s. sinirsel, sinire ait, sinirle ilgili.
neural tissue anat. sinirdoku.
neuralgia i., tıb. nevralji, sinir ağrısı.
neurasthenia i., tıb. nevrasteni, sinir argınlığı.
neurogenic s., tıb. sinir kökenli.
neurologist i. nörolog, sinir hastalıkları uzmanı.
neurology i. nöroloji, sinirbilim.
neuropath i. nevropat.
neuropathic s. nevropatik.
neuropathy i., tıb. nevropati.
neurosis i. nevroz, sinirce.
neurotic s. 1. nevrotik, nevrozla ilgili. 2. nevrozlu, nevrotik, sinir hastası.
neuter i.
s. nevrotik kimse, cinssiz.
1. dilb. yansız, sinir hastası.
2. dilb. geçişsiz (fiil). 3. biyol. cinsliksiz,
neutral cinsiyetsiz,
s. 1. tarafsız, yansız. 2. nötr. i.cinssiz
eşeysiz. i. 1. dilb. sözcük.
1. tarafsız 2. iğdiş edilmiş
kimse/ülke. 2. oto. boş
hayvan.
vites. 3. biyol. cinsiyetsiz hayvan/bitki.
neutralise f., İng., bak. neutralize.
neutrality i. tarafsızlık, yansızlık.
neutralize f. 1. etkisiz duruma getirmek. 2. tarafsız kılmak,
neutron yansızlaştırmak.
i. nötron. 3. kim. nötrleştirmek, nötralize etmek.
never i. hiç, hiçbir zaman, asla, katiyen.
Never fear. Korkma, öyle bir tehlike yok.
never in the world k. dili dünyada, asla, hiçbir zaman: I´d never in the world think
Never mind. of doingyok./Boş
Zararı somethingver.like that. Öyle bir şey yapmayı dünyada
düşünmem.
Never mind. Zararı yok./Boş ver.
Never say die. Davandan asla vazgeçme.
never-ending s. hiç bitmeyen, bitmez tükenmez.
nevermore z. asla, hiçbir zaman.
nevertheless z. yine de, bununla birlikte.
new s. 1. yeni. 2. taze.
new- önek yeni.
New Guinea Yeni Gine.
New Guinean 1. Yeni Gineli. 2. Yeni Gine, Yeni Gine´ye özgü.
new moon yeniay, ayça, hilal.
New Year yeni yıl.
New Year´s Day 1 Ocak, Yılbaşı.
New Year´s Eve 31 Aralık; 31 Aralık gecesi; Yılbaşı gecesi.
New Zealand 1. Yeni Zelanda. 2. Yeni Zelanda, Yeni Zelanda´ya özgü. 3. Yeni
New Zealander Zelandalı.
Yeni Zelandalı.
newborn s. yeni doğmuş.
newcomer i. yeni gelen.
new-fangled s., k. dili yeni ve tuhaf.
Newfoundland i. 1. coğr. Ternöv. 2. Ternöv köpeği, Ternöv. s. 1. Ternöv, Ternöv
Newfoundlander ´e özgü. 2. Ternövlü.
i. Ternövlü.
newly z. 1. yakın zamanlarda, geçenlerde, yeni. 2. yeniden.
news i. haber.
news agency haber ajansı.
newsagent i., İng. gazete bayii.
newsboy i. gazete satıcısı, gazeteci.
newscast i. haber yayını.
newspaper i. gazete.
newspaper rack gazetelik.
newspaperman çoğ. news.pa.per.men (nuz´peypırmen) i. 1. gazeteci. 2. gazete
newsprint sahibi.
i. gazete kâğıdı.
newsstand i. gazete satış yeri/kulübesi.
newsworthy s. bahsedilmeye değer.
next s. 1. bir sonraki, sonraki: the next street bir sonraki sokak. 2.
next door ertesi: the next
kapı komşu, day ertesi gün. 3. gelecek: next year gelecek
yakın.
yıl. z. sonra, ondan sonra, daha sonra, hemen sonra. edat en
next door yandaki evde, bitişikte.
yakın.
next door neighbor kapı komşu.
next of kin huk. en yakın akraba.
next of kin en yakın akraba.
next to 1. -in yanında, -e bitişik; -in yakınındaki. 2. hemen hemen.
next to nothing hiç denecek kadar az, hemen hemen hiç.
next to nothing hemen hemen hiç.
next-door s. 1. yandaki evde oturan. 2. yandaki, bitişikteki, bitişik.
nib i. kalem ucu.
nibble f. 1. kemirmek. 2. azar azar yemek, çöplenmek. i. 1. kemirme.
nibble at 2.
-i ufak lokma.
dişlemek.
Nicaragua i. Nikaragua.
Nicaraguan i. Nikaragualı. s. 1. Nikaragua, Nikaragua´ya özgü. 2.
nice Nikaragualı.
s. 1. hoş, güzel, cazip, iyi. 2. nazik. 3. latif, tatlı.
nicely z. güzel bir şekilde, güzelce, iyi.
niceties i., çoğ.
nicety i. incelik, hassaslık, titizlik.
niche i. 1. (heykel v.b. için) duvarda oyuk. 2. niş. 3. mevki, uygun yer.
nick i. diş, çentik, kertik. f. 1. çentmek, kertik yapmak. 2. İng., k. dili
nickel çalmak, yürütmek.
i. 1. nikel. 2. A.B.D. 3. İng.,
beş argopara.
sentlik tutuklamak.
nickname i. lakap, takma ad. f. lakap takmak.
nicotine i. nikotin.
niece i. kız yeğen.
nifty s., k. dili 1. şık. 2. hoş. 3. kullanışlı.
Niger i. Nijer.
Nigeria i. Nijerya.
Nigerian i. Nijeryalı. s. 1. Nijerya, Nijerya´ya özgü. 2. Nijeryalı.
Nigerien i. Nijerli. s. 1. Nijer, Nijer´e özgü. 2. Nijerli.
Nigerois i. (çoğ. Ni.ge.rois) Nijerli. s. 1. Nijer, Nijer´e özgü. 2. Nijerli.
niggard i. cimri kimse.
niggardly s. 1. cimri, eli sıkı. 2. çok az.
niggle f. 1. about/over (cüzi şeyler/ufak kusurlar) üzerinde durmak/ile
niggling uğraşmak. 2. at (bir
s. 1. çok önemsiz. 2.şey)
ufak-in kafasını insanı
ayrıntıları hep kurcalamak.
çok uğraştıran (iş). 3.
night insanın kafasını
i. 1. gece. hep kurcalayan.
2. akşam.
night and day gece gündüz.
night blindness gece körlüğü.
night nurse gece hemşiresi.
night owl gece kuşu, geceleri geç yatmayı âdet edinen kimse.
night school gece okulu.
night school 1. akşam okulu. 2. gece bölümü.
nightcap i. 1. gece başlığı, takke. 2. yatmadan önce içilen içki.
nightclub i. gece kulübü.
nightfall i. akşam vakti, akşam karanlığı.
nightgown i. gecelik (kadın giysisi).
nightingale i. bülbül.
night-light i. gece açık bırakılan loş ışık.
nightlong z., s. gece boyunca (süren).
nightly z. 1. geceleyin. 2. her gece.
nightmare i. kâbus, karabasan.
nightshirt i. gecelik entarisi (erkek giysisi).
nightspot i., k. dili gece kulübü.
nightstick i. cop.
nighttime i. gece vakti, gece.
nighty i., k. dili gecelik (kadın giysisi).
nihilism i. nihilizm, hiççilik, yokçuluk.
nihilist i. nihilist, hiççi, yokçu.
nil i. hiç.
nimble s. 1. çevik, atik. 2. uyanık, zeki, açıkgöz.
nimbus çoğ. nim.bi (nîm´bay)/--es (nîm´bısız) i. 1. nimbus, karabulut. 2.
nincompoop hale, ayla. kuş beyinli.
i. dangalak,
nine s. dokuz. i. dokuz, dokuz rakamı (9, IX).
nineteen s. on dokuz. i. on dokuz, on dokuz rakamı (19, XIX).
nineteenth s., i. 1. on dokuzuncu. 2. on dokuzda bir.
ninetieth s., i. 1. doksanıncı. 2. doksanda bir.
ninety s. doksan. i. doksan, doksan rakamı (90, XC).
ninny i. ahmak, budala, sersem.
ninth s., i. 1. dokuzuncu. 2. dokuzda bir.
nip f. (--ped, --ping) 1. ısırmak. 2. çimdiklemek, kıstırmak. 3.
nip kırpmak, kesmek.
i. damla, içim, 4. (soğuk)
azıcık sızlatmak.
(alkollü içki). 5. (don/kırağı)
f. (--ped, (bitkileri)
--ping) azıcık içki
yakmak,
içmek. kavurmak, haşlamak. 6. argo çalmak, aşırmak. 7. argo
nip in the bud başlangıçta durdurmak/bastırmak.
yakalamak. 8. İng., k. dili hızlı gitmek; bir koşu gitmek. i. 1.
nipper i. 1. çoğ.
ısırık. kıskaç. 3.
2. çimdik. 2. kesip
yengeç veya ıstakozun
koparma. 4. ayaz. kıskacı. 3. İng., k. dili
5. soğuktan
nipple erkek çocuk,
yanma/kavrulma.
i. 1. meme oğlan.
başı. 4. çoğ.,söz.
2.6.(biberon
iğneli argo kelepçe.
için) emzik. 3. (boru için) nipel.
nit i. bit yumurtası, sirke.
niter i. güherçile.
nitpick f., k. dili ufak kusurlar aramak.
nitrate i. nitrat.
nitrogen i. nitrojen, azot.
nitroglycerin i. nitrogliserin.
nitroglycerine i., bak. nitroglycerin.
nitty-gritty i. bir konunun özü; asıl mesele.
nitwit i. kuş beyinli, beyinsiz.
NNE kıs. north-northeast.
NNW kıs. north-northwest.
no kıs. number.
no z. hayır, yok, değil, olmaz: ´´Would you like some tea?´´ ´´No,
No admittance. thank you.´´ ´´Çay içer misiniz?´´ ´´Hayır, teşekkür ederim.´´
Girilmez.
´´Is there any film in the camera?´´ ´´No, there isn´t.´´
no better than -den daha iyi olmayan.
´´Fotoğraf makinesinde film var mı?´´ ´´Yok.´´ ´´It´s a beautiful
No dice. argoisn´t
day, Olmaz./Olmayacak.
it?´´ ´´No, it isn´t.´´ ´´Güzel bir gün, değil mi?´´
no doubt ´´Değil.´´
hiç kuşkusuz,´´Can hiçyou finish the
şüphesiz, work in an hour?´´ ´´No, I can´t.
elbette.
no end of talk ´´ ´´İşi bir saat
sonu gelmez laf. içinde bitirebilir misiniz?´´ ´´Olmaz, bitiremem.
´´ s. hiç, hiçbir. i. 1. (çoğ. --es/--s) yok cevabı. 2. olumsuz
No ifs or buts! İtiraz yok!
oy/karar. 3. olumsuz oy veren kimse: The noes have it. Aleyhte
no laughing matter şakaya
oy gelmez
verenler durum, gülünmeyecek şey.
kazandı.
no man´s land 1. iki cephe arasındaki sahipsiz toprak. 2. çok tehlikeli bölge.
no matter how difficult .... ne kadar güç olursa olsun ....
no matter what k. dili ne olursa olsun.
No matter. Önemi yok./Zararı yok.
no mean cook çok iyi bir aşçı.
no more than -den daha çok değil.
No offense! Gücenmek yok!/Alınmak yok!
no respecter of persons kişilere rütbesine göre değer vermeyen kimse.
no soap k. dili imkânsız, imkânı yok.
no sooner ... than ... -er -mez: He´d no sooner begun to speak than the lights
No sooner said than done. went out. Konuşmaya
Söz ağızdan başlar
çıkar çıkmaz başlamaz ışıklar söndü.
yapılır.
No Trespassing Girilmez./Girmek yasak.
no way k. dili, bak.
No way! k. dili Asla!/Katiyen!
no wonder hiç garip değil, pek tabii, tabii ki.
No, indeed! Hiç de öyle değil!/Yok canım!
Noah i. Nuh peygamber.
Noah´s ark Nuh´un gemisi.
Noah´s ark Nuh´un gemisi.
nobility i. soyluluk, asalet.
noble s. 1. soylu, asil. 2. âlicenap, yüce gönüllü. 3. yüce, ulu. i. soylu,
nobleman asilzade.
çoğ. no.ble.men (no´bılmîn) i. asilzade.
noblewoman no.ble.wom.en (no´bılwîmîn) i. soylu kadın.
nobody zam. hiç kimse. i. önemsiz biri, hiç.
nocturnal s. geceye özgü; geceleyin olan.
nocturnal emission tıb. uyurken belsuyunun boşalması, düş azması.
nod f. (--ded, --ding) 1. baş sallamak. 2. off uyuklamak, kestirmek. i.
node baş
i. 1. sallama.
düğüm. 2. bot. düğüm, nod. 3. tıb. nod, yumru, şiş. 4. fiz.
nodule boğum. 5. bilg.
i., tıb., bot. düğüm.
nodül, yumrucuk, düğümcük.
noggin i. 1. k. dili kafa. 2. ufak bardak. 3. ufak bir içki ölçüsü.
noise i. ses, gürültü, patırtı, şamata. f. about/around/abroad etrafa
noise pollution yaymak, ilan etmek.
gürültü kirliliği.
noiseless s. sessiz, gürültüsüz.
noiselessly z. sessizce.
noisome s. 1. iğrenç, pis kokulu. 2. zararlı.
noisy s. 1. sesli, gürültülü. 2. gürültücü, yaygaracı.
nomad s., i. göçebe.
nomadic s. göçebe, göçerkonar, göçer.
nomenclature i. 1. adlar dizgisi, adlandırma. 2. terminoloji.
nominal s. 1. saymaca, itibari, nominal. 2. ismen var olan, sözde. 3.
nominal value önemsiz (fark, derece v.b.), çok düşük (fiyat, rakam v.b.).
nominal değer.
nominalism i. nominalizm, adcılık.
nominalist i., s. nominalist, adcı.
nominally z. ismen.
nominate f. 1. aday göstermek. 2. atamak, görevlendirmek.
nomination i. aday gösterme.
nominative s., dilb. yalın, nominatif.
nominee i. aday.
non- önek gayri-, -siz.
nonalcoholic s. alkolsüz.
nonchalance i. lakaytlık, kayıtsızlık, umursamazlık.
nonchalant s. lakayt, kayıtsız, umursamaz.
noncombatant i., ask. 1. geri hizmetlerde görevli kimse. 2. savaş zamanında
noncommissioned sivil olan kimse.
s. resmen görevli olmayan.
noncommissioned officer astsubay.
noncommittal s. 1. tarafsız, yansız. 2. belirsiz, müphem. 3. ne olumlu, ne de
noncompliance olumsuz (cevap, söz
i. with (emredilen birv.b.).
şeye) uymama.
nonconductor i. yalıtkan madde.
Nonconformist i., İng. Anglikan kilisesine bağlı olmayan kimse.
nonconformist i. topluma ayak uydurmayan kimse.
Nonconformity i., İng. resmi kiliseye uymama.
nonconformity i. uymayı reddetme.
nondescript s. ne idüğü belirsiz; kolay tanımlanamaz, sınıflandırılamaz.
none zam. hiçbiri, hiç kimse. z. hiç, asla, hiçbir biçimde.
nonentity i. 1. önemsiz kimse. 2. değersiz şey. 3. hiçlik, yokluk.
nonetheless z. bununla birlikte, her şeye karşın, gene de, yine de.
nonexistence i. yokluk, varolmama.
nonexistent s. varolmayan.
nonfiction i. kurgusal olmayan düzyazı.
nonfigurative s. nonfigüratif.
nonintervention i. başka devletlerin işine karışmama politikası.
nonleaded s. kurşunsuz (benzin).
no-no i., k. dili yapılmaması gereken şey.
nonpartisan s. 1. partizan olmayan. 2. tarafsız, yansız.
nonplus i. şaşkınlık, hayret. f. şaşırtmak, hayrete düşürmek.
nonproductive s. verimsiz.
nonprofit s. kâr amacı gütmeyen.
nonresident s., i. 1. görevli bulunduğu yerde oturmayan (kimse). 2. okuduğu
nonrestrictive yerin yerlisi olmayan (öğrenci). 3. ülkesi dışında yaşayan
s. kısıtlamayan.
(kimse).
nonsectarian s. bir mezhebe bağlı olmayan.
nonsense i. 1. saçma, zırva, boş laf. 2. saçmalık.
nonsensical s. saçma, saçma sapan, anlamsız, abuk sabuk, ipe sapa gelmez.
nonstop s. 1. direkt giden, hiçbir yerde durmayan, direkt. 2. aralıksız,
nonunion sürekli. z. 1. duraklamadan,
s. sendikaya direkt. 2. durmadan, sürekli,
bağlı olmayan, sendikasız.
aralıksız.
noodle i. 1. erişte, şerit halindeki makarna. 2. k. dili kafa.
nook i. kuytu yer, köşe.
noon i. öğle.
noose i. ilmik, bağ. f. ilmiklemek.
nope z., k. dili Yok./Hayır.
nor bağ. ne de, ne: His answer was neither positive nor negative.
norm Cevabı
i. norm,ne olumlu,
düzgü, ne de olumsuzdu.
standart, örnek.
normal s. normal, düzgülü.
normal price normal fiyat.
normal-angle lens foto. olağan açılı mercek.
normalise f., İng., bak. normalize.
normalize f. normalleştirmek; normalleşmek.
normally z. normal olarak; genellikle, çoğunlukla.
north i. kuzey. s. 1. kuzey. 2. kuzeyden esen/gelen. 3. kuzeye bakan.
northeast z.
i., 1. kuzeye doğru. 2. kuzeyde, kuzey tarafta.
s. kuzeydoğu.
northeastern s. 1. kuzeydoğuda olan. 2. kuzeydoğudan esen/gelen.
northern s. kuzeye ait, kuzey.
Northern Ireland Kuzey İrlanda.
northerner i. kuzeyli kimse, kuzeyli.
northward z. kuzeye doğru.
northwest i., s. kuzeybatı.
northwestern s. 1. kuzeybatıda olan. 2. kuzeybatıdan esen/gelen.
Norway i. Norveç.
Norway maple bot. çınar yapraklı akçaağaç, sivriakçaağaç.
Norway spruce bot. avrupaladini.
Norwegian i. 1. Norveçli. 2. Norveççe. s. 1. Norveç, Norveç´e özgü. 2.
nose Norveççe.
i. 1. burun.3. 2.Norveçli.
koklama duyusu. 3. burun gibi çıkıntı. 4. (uçakta)
nose dive burun.
1. pike. 2. ani düşüş.
nose out -i kıl payı farkla yenmek, -i az bir farkla yenmek.
nosebleed i. burun kanaması.
nose-dive f. 1. pike yapmak. 2. aniden düşmek.
nostalgia i. 1. nostalji, geçmişe duyulan özlem. 2. vatan özlemi.
nostalgic s. nostaljik, özlem dolu.
nostril i. burun deliği.
nosy s., k. dili başkasının işine burnunu sokan, meraklı.
not z. değil, olmayan.
not a bit hiç de değil, asla.
not a little epey.
not a single one of them onlardan bir kişi/tane bile, onlardan bir tek bile: Not a single
not at all one of them
hiç: This housecame to her
is not aid.
at all Onlardan
suitable. Bu bir tek uygun
ev hiç kişi biledeğil. Not
yardımına
at all!asla, koşmadı.
Bir şey değil! (Thank you! sözüne karşılık).
not at all hiç, katiyen.
Not at all. Bir şey değil./Rica ederim.
Not bad! k. dili Fena değil!/Oldukça iyi!
not by a long shot k. dili hiç.
Not by a long shot! Bir işte birinin başarıdan çok uzak kaldığını belirtir: ´´Did she
not for love or money pass
k. dilithe test?´´
asla, ´´Not
ölsem, by a long
dünyada, shot!´´ ´´İmtihanı verdi mi?´´
hayatta.
´´Fena halde çaktı.´´
not give the least sign en küçük bir işaret vermemek.
not half bad hiç de fena olmayan.
Not half bad. Çok iyi./Hiç fena değil.
not in the least hiç.
Not just yet. Yok, şimdi değil./Şimdi değil./Henüz değil./Henüz vakti değil.
not one tittle en ufak hiçbir şey: Not one tittle of it will be changed. En ufak
not only this bir noktası
yalnız bile değiştirilmeyecek.
bu değil.
Not that I know of. Bildiğime göre, değil/yok.
Not that it matters but .... Önemli değil ama ....
not to be able to make heads
k. dili bir şeyi/birini hiç anlayamamak.
or tails of s.t./s.o.
not to be about to 1. -memek üzere olmak: I wasn´t about to go out the door.
not to be advisable Kapıdan
akıl kârı çıkmak üzere değildim. 2. k. dili -i asla/katiyen
bir iş olmamak.
-memek, -e hiç niyeti olmamak: I´m not about to loan you my
not to be fit to be seen k. dili insan içine çıkacak durumda olmamak.
car! Arabamı sana katiyen ödünç vermem!
not to be long for this world k. dili yakında bu dünyadan gitmek, yakında ölmek: He´s not
not to
to be
be worth
sure a hill of long
eminfor this world.
olmamak, tam Yakında
olarak bu dünyadan
bilmemek: göçecek.
I´m not sure how to do
not
this. Bunun nasıl yapılacağını
beans/a toot/a damn/a tinker k. dili beş para bile etmemek. tam olarak bilmiyorum. She´s not
´s sure where he is. Onun nerede olduğunu tam olarak bilmiyor.
notdamn
to be worth a shit beş para etmemek; değersiz bir şey olmak, boktan bir şey
not to be worth one´s keep (biri/bir aşağılık
olmak; hayvan)bir şey olmak.
masrafına değmemek.
not to care a whit (birinin) hiç umurunda olmamak.
not to give a fuck (about) (-i) siklememek, (-e) hiç değer/önem vermemek.
not to give a shit (birinin) umurunda olmamak.
not to have a care in the
k. dili (birinin) hiç derdi olmamak.
world
not to have a good word to
-i hiç beğenmemek, -i hep tenkit etmek.
say for
not to have a stitch on k. dili çırılçıplak olmak.
not to let s.o./an animal out
birini/bir hayvanı gözünden hiç kaçırmamak.
of one´s sight
not to lift a hand k. dili parmağını kıpırdatmamak, en ufak bir gayret
not to make a peep göstermemek.
k. dili gık dememek, gıkı çıkmamak.
not to say hem de ....
not to sleep a wink k. dili hiç uyumamak, göz kırpmamak.
not to turn a hair kılını kıpırdatmamak.
not to turn a hair kılını bile kıpırdatmamak, aldırış etmemek.
not worth a red cent 1. beş para etmez, değersiz. 2. meteliksiz.
not worth considering düşünmeye değmez.
not worth his salt masrafını karşılamaz, beş para etmez.
not/without excepting de dahil olmak üzere: Everybody´s going to be affected by this,
notable not
s. 1.excepting
göze çarpan; Füsun. Füsun
önemli. 2.da dahil
ileri olmak
gelen, üzere herkes
tanınmış. 3. unutulmaz.
bundan
i. 1. ileri etkilenecek.
gelen/tanınmış kimse. 2. çoğ. ileri gelenler.
notably z. 1. özellikle, bilhassa. 2. dikkati çekecek bir şekilde. 3.
notarise gerçekten,
f., İng., bak.bayağı,
notarize.oldukça.
notarize f. 1. notere onaylatmak, notere tasdik ettirmek. 2. (noter)
notary onaylamak,
i. noter. tasdik etmek.
notary public noter.
notation i. 1. bir sistemi oluşturan işaretler: musical notation nota
notch sistemi. 2. simgelenim,
i. 1. çentik, kertik, diş. 2.notasyon. 3. not
dar ve derin etme,
dağ kayıt.
geçidi. 3. k. dili
note derece.
i. 1. not, pusula, betik. 2. müz. nota; ses. 3. piyano2.tuşlarından
f. 1. çentmek, kertiklemek, diş diş etmek. (oku) yaya
yerleştirmek.
biri.
note f. 1. 4. pol. etmek,
dikkat nota. 5.önem
senet.vermek.
6. ün, şöhret, itibar. 7. İng.
2. işaretlemek, işaret(okulda)
etmek.
not,
3. numara.
-den söz 8. belirti.
etmek, anmak.9. İng. banknot, kâğıt para.
note down not etmek, kaydetmek.
notebook i. defter, not defteri.
noted s. meşhur, ünlü, tanınmış.
notepad i. bloknot.
notepaper i. mektup kâğıdı.
noteworthy s. dikkate değer, önemli.
nothing i. 1. hiçbir şey. 2. sıfır. 3. önemsiz şey/kimse, hiç: Your problems
nothing but are nothing
1. sırf, yalnız.compared to mine.
2. -den başka bir Senin
şey. sorunların benimkilerin
yanında hiç kalır. 4. hiçlik, yokluk. z. hiç, hiçbir biçimde, asla,
Nothing doing. k. dili Olmaz./Ben karışmam.
katiyen.
nothing else başka hiçbir şey: He said nothing else. Başka hiçbir şey
nothing like söylemedi.
benzemez, hiç de değil.
nothing loath seve seve.
noth-ing more than yalnız, sadece.
nothing short of -den başka hiçbir şey: He will accept nothing short of an
apology. Kendisinden özür dilenilmesinden başka hiçbir şeyi
kabul etmez.
nothingness i. yokluk, hiçlik.
notice i. 1. (yazılı) ilan, duyuru, bildiri. 2. ihbarname. 3. uyarma, ikaz.
noticeable 4. dikkat,
s. belli, önemseme. f. 1. farketmek, farkına varmak; dikkat
açık.
etmek. 2. saygı göstermek. 3. -den söz etmek, anmak.
notification i. bildirme, haber verme.
notify f. bildirmek, haber vermek.
notion i. 1. düşünce, fikir, inanç. 2. heves; ani fikir: She goes whenever
notions she takes
i., çoğ. a notion. Aklına estiği zaman gidiyor. 3. düşünce, fikir,
tuhafiye.
inanç. 4. delice fikir: Don´t you go getting any such notions! Sen
notoriety i. şöhret, ün (kötü anlamda).
sakın öyle delice fikirleri kafana koyma!
notorious s. adı çıkmış, kötülüğüyle ün salmış, dile düşmüş.
notwithstanding z. gene de, yine de. edat -e karşın, -e rağmen.
nought i., İng. sıfır.
noumenon çoğ. nou.me.na (nu´mını) i., fels. numen.
noun i. isim.
nourish f. 1. beslemek, gıda vermek. 2. (duygu, umut v.b.´ni) beslemek.
nourish false hopes gerçekleşemeyecek umutlar beslemek.
nourishing s. besleyici.
nourishment i. 1. besin, gıda, yemek. 2. besleme, beslenme.
Nov kıs. November.
nova i., gökb. nova.
novel i. roman.
novel s. 1. yeni, yeni çıkmış. 2. orijinal, değişik, alışılmışın dışında
novelist olan.
i. romancı.
novelties i., çoğ. (turistik yerlerde satılan) hediyelik eşya.
novelty i. 1. yenilik. 2. yeni çıkmış şey. 3. orijinallik, orijinalite,
November değişiklik.
i. kasım.
novice i. 1. acemi çaylak. 2. çırak. 3. keşiş adayı; rahibe adayı. 4.
now kiliseye
z. şimdi.yeni giren zaman.
i. şimdiki kimse.
Now ... now .... Bazen/Kâh ... bazen/kâh ....
now and again ara sıra, zaman zaman, bazen.
now and again/now and then ara sıra, zaman zaman.
now that mademki.
now then şu halde, öyle ise.
Now we are in for it. Çattık belaya!
nowadays z. bugünlerde, günümüzde.
nowhere z. hiçbir yerde; hiçbir yere.
noxious s. 1. zehirli, zehirleyici. 2. zararlı.
nozzle i. (hortum için) ağızlık, meme.
NP kıs. notary public.
NT kıs. New Testament.
nt wt kıs. net weight.
nth s. 1. mat. n derecesinde olan. 2. k. dili son, sonuncu.
nuance i. nüans, ince fark, ayırtı.
nub i. 1. yumru. 2. k. dili öz, nüve: the nub of the story hikâyenin
nubile özü, hikâyenin
s. evlenecek nüvesi.
yaşa gelmiş, gelinlik.
nuclear s. nükleer, çekirdeksel.
nuclear energy nükleer enerji.
nuclear family çekirdek aile.
nuclear physics nükleer fizik.
nuclear power plant nükleer santral.
nuclear reactor nükleer reaktör.
nuclear reactor nükleer reaktör.
nuclear warhead nükleer harp başlığı.
nuclear waste nükleer artık.
nuclear weapons nükleer silahlar.
nucleon i., fiz. nükleon.
nucleus çoğ. nu.cle.i (nu´kliyay) i. çekirdek, öz, nüve.
nude s. çıplak. i., güz. san. nü, çıplak.
nudge f. dirsek ile dürtmek. i. dürtme.
nudist i. çıplaklık yanlısı, nüdist.
nudist colony çıplaklar kampı.
nudity i. çıplaklık.
nugget i. (altın) külçe.
nuisance i. baş belası.
nuke i., k. dili atom bombası. f. -e atom bombası atmak.
null s. 1. geçersiz, hükümsüz. 2. değersiz, önemsiz.
null and void huk. hükümsüz, geçersiz.
nullify f. 1. huk. -i hükümsüz kılmak. 2. -i etkisiz bırakmak; -i boşa
num çıkarmak.
kıs. number, numeral.
numb s. 1. hissiz, duygusuz. 2. uyuşuk, uyuşmuş. f. uyuşturmak.
number i. 1. sayı, rakam: fractional number kesirli sayı. Add up these
number numbers. Bu sayılarınumara
f. 1. numaralamak, topla. 2. numara:
koymak. 2.room number
sayısını oda
sınırlandırmak.
numarası.
3. (belirli telephone
bir sayıda) numberThey
olmak: telefon numarası.
numbered some 3. sayı,
twentymiktar:
men.
number plate oto. plaka.
a largeyirmi
Onlar numberkadarof adamdı.
books çok Wesayıda
numberkitap.
fiftythe
men.number of pages
Elli kişiyiz.
number s.o./s.t. among 1. birini/bir
sayfa sayısı.şeyi -den
4. çoğ. saymak:
çokluk. He doesn´t
5. müzik number Batu among
parçası.
numberless his friends. Batu´yu
s. sayısız, hesapsız. arkadaşlarından saymıyor. 2. birini/bir şeyi
-in arasına katmak: Most critics number Halit Ziya among the
numbness i. uyuşukluk, uyuşma.
greatest writers of this century. Çoğu eleştirmen Halit Ziya´yı
numbskull i.,
bubak. numskull.
yüzyılın en büyük yazarları arasına katıyor.
numeral s. sayısal, sayı. i. sayı, rakam.
numerator i. 1. mat. pay. 2. sayıcı.
numerical s. sayısal.
numerous s. çok, pek çok.
numismatics i. nümismatik.
numismatist i. nümismat.
numskull i. mankafa, dangalak.
nun i. rahibe.
nunnery i. rahibe manastırı.
nuptial s. evlenmeye/düğüne ait. i., çoğ. nikâh; düğün.
nurse i. 1. hemşire, hastabakıcı. 2. sütnine, sütanne, sütana. 3. dadı. f.
nurse a grudge 1.
kin(hastaya)
beslemek. bakmak.
nursing2.bottle
emzirmek.
biberon. nursing home 1. şifa
nursemaid yurdu,
i. dadı. huzurevi. 2. İng. küçük özel hastane, özel klinik.
nursery i. 1. fidanlık. 2. kreş, çocuk yuvası. 3. çocuk odası.
nursery rhyme çocuk şiiri; çocuk şarkısı.
nursery school anaokulu.
nursing i. hemşirelik, hastabakıcılık.
nursing sister İng. hemşire.
nurture i. 1. yetiştirme. 2. terbiye, yetişme. 3. eğitim. 4. besleyen şey,
nut gıda. f. 1. (özenle)
i. 1. fındık, yetiştirmek.
fıstık, ceviz 2. eğitmek.
gibi kabuklu yemiş. 2. 3. bot.
beslemek.
kapçık meyve.
nutcracker 3. mak. somun.
i. fındıkkıran. 4. k. dili çatlak kimse, kafadan kontak kimse. 5.
k. dili kafa, baş.
nutmeg i. küçükhindistancevizi.
nutrient s. besleyici. i. besleyici madde; besin, gıda.
nutriment i. besin, gıda.
nutrition i. beslenme; besi, besleme.
nutritious s. besleyici.
nutritive s., bak. nutritious.
nuts s., argo
nutshell i. fındık, fıstık, ceviz gibi yemişlerin kabuğu.
nutter i., İng., k. dili çatlak kimse, kafadan kontak kimse.
nutty s. 1. k. dili deli, çatlak. 2. fındık, fıstık, ceviz v.b. tadında olan. 3.
nux vomica fındık, fıstık, ceviz v.b. ile dolu.
bot. kargabüken.
nuzzle f. 1. burunla eşmek/eşelemek; burun sürtmek. 2. yanaşmak,
nylon sokulmak.
i. naylon.
nylons i., çoğ., k. dili naylon çorap.
nymph i. su perisi; orman perisi.
nymphomania i. nemfomani.
nymphomaniac i. nemfoman, nemfomanyak. s. nemfomanyak.
O ünlem Ey: O poet! Ey şair!
O kıs. ohm, Old.
O kıs. Ocean, October.
O, o i. 1. O, İngiliz alfabesinin on beşinci harfi. 2. sıfır.
oaf i. hödük, hırbo.
oafish s. hödük gibi; kaba saba.
oak i. meşe.
oakum i. üstüpü, kalafat üstüpüsü.
oar i., den. kürek. f. kürek çekmek.
oarsman çoğ. oars.men (orz´mîn) i., den. kürekçi.
oasis çoğ. o.a.ses (owey´siz) i. vaha.
oath i. 1. yemin, ant. 2. küfür, lanet.
oatmeal i. yulaf ezmesi.
oats i., çoğ. yulaf.
obbligato i., müz. obligato.
obdurate s. 1. inatçı, boyun eğmez, dik başlı. 2. sert, katı, kırıcı.
obedience i. itaat, söz dinleme; boyun eğme.
obedient s. itaatli, itaatkâr, söz dinleyen.
obeisance i. 1. reverans, saygıyla eğilme. 2. saygı, hürmet.
obelisk i. dikilitaş, obelisk.
obese s. aşırı şişman.
obesity i. aşırı şişmanlık.
obey f. itaat etmek; -e uymak, -e riayet etmek.
obfuscate f. 1. örtmek, gizlemek, perde çekmek. 2. şaşırtmak.
obfuscation i. 1. örtme, gizleme, perde çekme. 2. şaşırtma.
obituary i. 1. bir ölü hakkında yazılan kısa biyografi. 2. ölüm ilanı. s.
obj birinin ölümüne
kıs. object, ait. objective.
objection,
object i. 1. nesne, obje, şey, cisim. 2. amaç, gaye, maksat, hedef:
object Money´s
f. (to) (-e)her object.
itiraz etmek,Onun
(-e)amacı para. 3. dilb. nesne.
karşı çıkmak.
object at issue 1. anlaşmazlık konusu. 2. iddia olunan şey.
object lesson ibret.
objection i. 1. itiraz; itiraz etme. 2. itiraz nedeni.
objectionable s. itiraz edilebilir, nahoş, uygunsuz, münasebetsiz: His actions
objective were
s. objectionable.
nesnel, objektif. i. Terbiyesizce
1. amaç, gaye,davrandı.
maksat, hedef. 2. objektif,
objectively mercek.
z. nesnel olarak.
objectivity i. nesnellik, objektiflik.
obligate f. zorlamak, mecbur etmek.
obligation i. 1. zorunluluk, zorunluk, mecburiyet; yüküm, yükümlülük; farz.
obligatory 2. senet, borç.
s. mecburi, gerekli, zorunlu.
oblige f. 1. mecbur etmek, zorlamak. 2. -e iyilik etmek, -e yardım
obliging etmek,
s. yardım -i memnun etmek.
etmeye hazır.
oblique s. 1. eğik, yatık, meyilli. 2. dolaylı.
oblique angle geom. yatık açı.
obliterate f. yok etmek, silmek.
obliteration i. yok etme, silme.
oblivion i. 1. unutma; unutulma. 2. kayıtsızlık, ilgisizlik.
oblivious s. unutkan.
oblong s. 1. dikdörtgen biçiminde olan, boyu eninden fazla. 2. bot.
obnoxious oblong,
s. iğrenç, yumurta biçiminde (yaprak).
tiksindirici.
oboe i. obua.
oboist i. obuacı.
obs kıs. observation, observatory, obsolete.
obscene s. 1. müstehcen, açık saçık. 2. ağza alınmaz (söz). 3. k. dili
obscenity korkunç,
i. insanı şoke
1. açık saçıklık, eden.
müstehcenlik. 2. açık saçık laf. 3. k. dili
obscure korkunçluk, korkunç durum.
s. 1. pek az tanınan, pek tanınmayan. 2. sıradan, hiç dikkati
obscurity çekmeyen; mütevazı.
i. 1. az tanınmışlık. 3. az kişinin
2. belirsizlik. 3. anlayacağı,
karanlık. anlaşılması zor.
4. bulutlu, karanlık. f. 1. örtmek; saklamak. 2. karartmak.
obsequious s. 1. dalkavukluk eden; yaltak; şakşakçı. 2. dalkavukça;
observance yaltakça.
i. of 1. (kurallara/kanunlara) uyma/riayet etme. 2. (özel bir
observances günü)
i., çoğ.kutlama. 3. (bir âdeti) yerine getirme.
tören; kutlamalar.
observant s. 1. dikkatli. 2. itaatli.
observation i. 1. gözlem, gözleme. 2. gözetleme, gizlice bakma. 3. ileri
observation post sürülen düşünce/fikir.
ask. gözetleme noktası/yeri.
observatory i. gözlemevi, rasathane, observatuar.
observe f. 1. gözlemlemek, gözlemek. 2. gözetlemek, gizlice bakmak. 3.
observer (kural, yasa, v.b.´ne) uymak. 4. (bir âdeti) yerine getirmek. 5.
i. gözlemci.
(bayramı) kutlamak. 6. (oruç) tutmak. 7. ileri sürmek.
obsess f. -in aklına takılmak, -in kafasına takılmak.
obsession i. 1. akla takılan düşünce, takınak. 2. sürekli endişe.
obsolescence i. eskime.
obsolescent s. modası geçmekte olan (sözcük/makine).
obsolete s. kullanılmayan, modası geçmiş (sözcük, makine, görenek v.b.).
obstacle i. engel, mâni.
obstacle race engelli koşu.
obstetrician i. doğum uzmanı.
obstinacy i. inatçılık, dik başlılık.
obstinate s. inatçı, direngen, dik kafalı.
obstinately z. inatla.
obstreperous s. 1. gürültücü, yaygaracı. 2. ele avuca sığmaz, haylaz.
obstruct f. 1. engellemek, engel olmak, mâni olmak. 2. tıkamak,
obstruction kapamak.
i. 1. engelleme. 2. engel, mâni, set.
obstructive s. engelleyici.
obtain f. 1. elde etmek, almak, edinmek, sağlamak, ele geçirmek. 2.
obtainable geçerli olmak.
s. elde edilebilir, bulunabilir, mevcut.
obtrude f. upon -e empoze etmek.
obtrusive s. rahatsız edici; göze batan; kendini fazlasıyla hissettiren/belli
obtuse eden.
s. 1. kalın kafalı. 2. geom. geniş.
obtuse angle geom. geniş açı.
obtuse angle geom. geniş açı.
obviate f. gereksiz kılmak; önünü almak, önüne geçmek, önlemek.
obvious s. belli, açık, apaçık, aşikâr.
obviously z. besbelli, apaçık: This one´s obviously the best. En iyisinin bu
occasion olduğu apaçık.
i. 1. zaman: I wasn´t there on that occasion. O zaman orada
occasional değildim. 2. şatafatlıgelen.
s. ara sıra meydana kutlama. 3. neden, sebep. 4. gerek, lüzum.
f. -e yol açmak, -in sebebi olmak.
occasionally z. ara sıra, zaman zaman.
Occident i.
Occidental s. 1. Batı´ya özgü. 2. Batılı. i. Batılı.
occult s. 1. büyücülükle ilgili; medyumlukla ilgili. 2. esrarengiz, esrarlı,
occupant gizli, bilinmez.
i. 1. (ev, bina, oda v.b.´nde) oturan kimse, sakin. 2. (koltuk,
occupation masa v.b.´nde)
i. 1. iş, meslek. 2. oturan
uğraş,kimse; (yatakta)
meşguliyet. yatan zorla
3. işgal, kimse: The
alma.
occupants of these beds are heart patients. Bu yataklardakiler
occupational s. 1. mesleki, meslek dolayısıyla meydana gelen: occupational
kalp hastaları.
occupy disease
f. 1. meşgulmesleki
etmek;hastalık. occupational
(zamanını) almak. 2.hazard mesleki
(ev, bina, odatehlike.
v.b.
2. işgal
´nde) kuvvetleriyle
oturmak. 3. ilgili. masa v.b.´nde) oturmak; (yatakta)
(koltuk,
occur f. (--red, --ring) 1. olmak, meydana gelmek, vuku bulmak. 2.
yatmak.
bulunmak, 4. olmak.
(belirli bir yerde) bulunmak: A fountain occupies the
occur to s.o. birinin aklına gelmek.
center of the garden. Bahçenin ortasında fıskıyeli bir havuz var.
occurrence i. 1.
5. (meydana
(yer) gelen tutmak:
işgal etmek, herhangiYourbir) firm
olay.occupies
2. meydana
a lotgelme.
of this 3.
ocean bulunma,
i. okyanus.olma.
building´s space. Firmanız bu binada epey yer işgal ediyor.
ocean current Which
okyanus bedakıntısı.
do you occupy? Hangi yatak senin? You´re occupying
my seat. Benim yerime oturmuşsunuz. The hotel is fully
ocean sunfish zool. aybalığı,
occupied. Otelpervanebalığı.
tamamen dolu. 6. işgal etmek, ele geçirmek;
Oceania i. Okyanusya.
işgal altında tutmak: The army occupied the city for three years.
Oceanian Ordu
i. şehri üç yıl
Okyanusyalı. s.boyunca işgal altında
1. Okyanusya, tuttu.
Okyanusya´ya özgü. 2.
oceanography Okyanusyalı.
i. oşinografi, denizbilim.
o'clock z. saate göre.
OCR kıs. optical character recognition.
ocrea i., bot. kın.
Oct kıs. October.
octagon i., geom. sekizgen.
octahedron çoğ. --s (aktıhi´drınz)/oc.ta.he.dra (aktıhi´drı) i., geom.
octane sekizyüzlü.
i. oktan.
octave i., müz. oktav.
October i. ekim.
octopus i. ahtapot.
ocular s. göze ait, gözle ilgili, göz. i. oküler.
oculist i. 1. göz doktoru. 2. gözlükçü.
odd s. 1. garip, tuhaf, acayip, bambaşka. 2. tek: odd number tek
odd or even sayı.
tek miodd sock
çift tek çorap. 3. küsur: ten thousand odd dollars on
mi oyunu.
bin küsur dolar. 4. ara sıra meydana gelen.
oddball i. tuhaf biri. s. tuhaf.
oddity i. 1. tuhaflık, acayiplik. 2. garip özellik. 3. garip kimse/şey.
oddly enough İşin tuhafı şu ki ....
odds i., çoğ. ihtimal: The odds are very much in our favor. Başarı
odds and ends ihtimalimiz yüksek.
ufak tefek şeyler, The odds are against us. Başarı ihtimalimiz
öteberi.
düşük.
odds and ends ufak tefek şeyler, ıvır zıvır.
ode i., edeb. od; kaside; gazel.
odious s. tiksindirici, iğrenç, nefret uyandıran.
odometer i. yol sayacı, mil/kilometre sayacı.
odor i. koku.
odoriferous s. 1. hoş kokulu. 2. kötü kokan.
odorless s. kokusuz.
odour i., İng., bak. odor.
odourless s., İng., bak. odorless.
oeil-de-boeuf çoğ. oeils-de-boeuf (öydıböf´) i., mim. gözpencere.
of edat 1. -in: the properties of light ışığın özellikleri. the works of
of a different kind Shakespeare
başka tür. Shakespeare´in eserleri. 2. -li: a man of talent
hünerli bir adam. 3. -den: make mention of -den söz etmek. be
of a piece with ... ile aynı, -in tıpkısı.
afraid of -den korkmak. made of -den yapılmış. 4. hakkında, ile
of age reşit,speak
ilgili: rüştünü ispat etmiş.
of hakkında konuşmak. write of ile ilgili yazı yazmak.
Of all their loyal servants
Onların sadık hizmetkârlarından hiçbiri ondan daha sadık
none was more so than he.
of course olamazdı.
tabii, elbette.
of course tabii, elbette.
of high standing çok itibarlı.
of late son zamanlarda.
of late son zamanlarda.
of long standing çok eski.
of long standing çok eski.
of necessity zaruri olarak.
of no account önemsiz, değersiz.
of no consequence önemsiz.
of no earthly use hiçbir faydası olmayan, beş para etmez.
of one´s own accord kendi rızasıyla.
of one´s own free will kendiliğinden: He did it of his own free will. Kendiliğinden yaptı.
of one´s own volition kendi iradesiyle, isteyerek, gönüllü olarak.
of sorts bir çeşit: It´s a game of sorts. Bir çeşit oyun.
of the first water çok iyi, birinci sınıf: She´s a poet of the first water. O çok iyi bir
of the old school şair.
eski He´s
kafalı.an idiot of the first water. Dangalağın teki o.
of yore 1. çok eskiden: Here lived of yore an archduchess. Çok eskiden
off burada bir arşidüşes
z. 1. uzağa; uzakta. 2.yaşardı.
ileriye; 2. eski zaman,
ileride. eski:
3. öteye; I miss
ötede. s. those
1. uzak.
Bairams
2. kapalı. of
3. yore.
kesat O eski
(iş). 4.bayramları
yanlış özlüyorum.
(ölçü). 5. uzak, zayıf, az (bir
off and on arada sırada, ara sıra.
olasılık). 6. sağdaki. edat 1. -den, -dan. 2. -den uzak: It´s three
off and on 1. kesintili. 2. arada sırada, zaman zaman. That´s/This´s not
kilometers off the main road. Anayoldan üç kilometre uzakta.
off base on! İng.,
yanlış k. diliyanılmış.
yolda; Doğru olmaz!/Olmaz!
off chance zayıf bir ihtimal.
off color kaba, müstehcen, münasebetsiz (hikâye/şaka).
off duty izinli.
off limits yasak bölge.
off one´s feed k. dili iştahsız.
off one´s head/out of one´s
k. dili deli, çıldırmış.
head
off shore den. açıkta.
off the beam yanlış yolda; yanlış.
off the coast of ... sahillerine yakın.
off the cuff argo doğaçtan, irticalen.
off the hook (sıkıntıdan/sorumluluktan) kurtulmuş.
off the map ortadan kaybolmuş.
off the press baskıdan çıkmış.
off the record 1. gizli. 2. açıklanmamak şartıyla.
off the top of one´s head k. dili hiç düşünmeden, hemen.
Off with you! Defol!
offal i. 1. kasaplık hayvanların yenilmeyen kısımları. 2. İng. sakatat.
offbeat 3.
s., çerçöp, süprüntü.
k. dili bayağı değişik, orijinal, olağandışı.
off-color s. 1. doğal renkte olmayan. 2. açık saçık.
offence i., İng., bak. offense.
offend f. 1. gücendirmek, darıltmak, incitmek. 2. -e itici gelmek. 3.
against -e aykırı davranmak/olmak.
offender i., huk. suçlu.
offense i. 1. suç, kusur, kabahat. 2. saldırı, hücum, tecavüz. 3.
offensive gücenme,
s. darılma,
1. itici, çok nahoş, incinme. 4. spor2.
çirkin, iğrenç. ofans, hücum.
saldırıya özgü, hücuma
offer ait.
f. 1. teklif etmek, önermek. 2. vermek, sağlamak.i.3.saldırı,
3. yakışmaz. 4. hakaret edici. 5. spor ofansif. sunmak,
hücum.
takdim etmek, arzetmek. 4. ikram etmek, sunmak. i. 1. teklif,
offer battle savaş açmak.
öneri. 2. fiyat teklifi.
offer for sale satılığa çıkarmak.
offer resistance karşı koymak.
offer/return thanks Allaha şükretmek, Allaha şükranlarını sunmak.
offering i. 1. sunma. 2. teklif, öneri. 3. sunulan şey. 4. Hrist. (ayin
offhand sırasında
s. düşünmedencemaatten toplanan)
yapılmış, rasgele para, bağışlar.
yapılmış. z. düşünmeden,
office rasgele.
i. 1. büro, yazıhane, işyeri, daire, ofis. 2. makam. 3. iş,
office hours memuriyet. 4. görev, vazife.
çalışma saatleri.
office hours çalışma saatleri.
officeholder i. devlet memuru.
officer i. 1. subay. 2. makam sahibi. 3. memur. 4. polis memuru.
official s. 1. resmi. 2. memuriyete ait; memura yakışır. i. memur.
official minute book kararname defteri.
officially z. resmen.
officiate f. 1. (din görevlisi) ayin yönetmek. 2. resmi bir görevi yerine
officious getirmek.
s. işgüzar.
officiously z. işgüzarlık ederek.
offing i.
off-licence i., İng. içki dükkânı.
off-line s., bilg. çevrimdışı.
offprint i. ayrıbasım.
offset f. (off.set, --ting) 1. telafi etmek, karşılamak; dengelemek. 2.
offshoot ofset basmak.
i. 1. dal. 2. yani.,kuruluş.
matb. ofset.
3. yan çalışma; yan ürün.
offshore s. 1. kıyıdan uzak. 2. kıyıdan esen.
offside s. 1. spor ofsayt. 2. İng. sağ taraftaki, sağ.
offside lane İng. (karayolunda) sollama şeridi.
offspring i. 1. döl, evlat. 2. ürün.
often z. sık sık, çoğu kez.
ogle f. arzuyla/iştahla bakmak. i. arzuyla/iştahla bakma.
ogre i. 1. insan yiyen dev. 2. canavara benzer kimse.
Oh ünlem 1. Ay! (Korku/şaşkınlık belirtir.). 2. Ay!/Ah!/Of! (Ağrı/acı
Oh yeah? belirtir.).
1. Bir sözün3. Ah! (Pişmanlık/özlem
küçümsendiğini belirtir.).
belirtir: 4. Oh!/O!
“I´m going to beat you.”
(Beğenme/sevinç/hayranlık
“Oh yeah?” “Sana pes belirtir.). 5.“Yap
dedirteceğim.” Of!/Öf!
da görelim!” 2.
Oh, for wings! Keşke kanatlarım olsaydı!
(Kızgınlık/hoşnutsuzluk
Söylenen belirtir.).şüphe
şeyin doğruluğundan 6. Birine seslenirken
edildiğini kullanılır:
belirtir: “She
ohm i.,
Oh,elek. om, Will
waiter! ohm. you bring us the bill? Garson, bize hesabı
was at the concert.” “Oh yeah?” “O konserdeydi.” “Öyle getirir
oho misin?
ünlem Ooo!mi?”
mi?”/“Sahi (Biraz şaşırtıcı bir haber ilk kez öğrenildiğinde
oil söylenir.).
i. 1. yağ, sıvıyağ: olive oil zeytinyağı. corn oil mısıryağı. 2.
oil field petrol.
petrol 3. yağlıboya. f. 1. yağlamak. 2. yağ çekmek,
sahası.
pohpohlamak.
oil filter oto. yağ filtresi.
oil gauge yağ basınçölçeri, yağ basınç manometresi.
oil lamp kandil.
oil painting yağlıboya resim.
oil pan yağ deposu.
oil s.o.´s hand/palm birine rüşvet vermek.
oil slick (göl, deniz v.b. üzerinde yüzen) yağ tabakası.
oil tanker akaryakıt tankeri.
oil well petrol kuyusu.
oilcan i. yağdanlık.
oilcloth i. muşamba.
oilstone i. yağtaşı.
oily s. yağlı.
ointment i. merhem.
OK, OK z. Peki!/Tamam!/Olur!/Oldu! s. 1. geçer. 2. iyi. 3. doğru. i. onay,
okay tasdik.
z., s., i.,f.f.,
(OK´d/O.K.´d,
bak. OK. OK´ing/O.K.´ing) peki demek,
onaylamak, tasdik etmek, kabul etmek.
okra i. bamya.
old s. 1. eski. 2. yaşlı, ihtiyar. 3. deneyimli, tecrübeli. 4. modası
old age geçmiş.
yaşlılık, 5. sevgili (dost).
ihtiyarlık.
old bird k. dili ihtiyar kurt, tecrübeli kimse.
Old Church Slavonic Slavonca.
old fellow ünlem azizim.
old fogy eski kafalı kimse.
Old Glory Amerikan bayrağı, A.B.D. bayrağı.
old hand tecrübeli kimse, usta.
old hat modası geçmiş.
old lady argo 1. anne, kocakarı. 2. karı, kocakarı.
old maid 1. evlenmemiş yaşlı kız. 2. argo fazla titiz kimse.
old salt tecrübeli denizci, deniz kurdu.
old salt k. dili deniz kurdu.
old scratch şeytan.
old standby eskiden beri kullanılıp popüler olan şey.
old timer yaşlı adam.
old wives´ tale batıl itikat.
old-clothesman çoğ. old-clothes.men (old´kloz´-men) i. eskici.
olden s., eski eski zamana ait, eski.
old-fashioned s. eski moda, modası geçmiş.
oldish s. 1. oldukça yaşlı. 2. eskice.
oldster i., k. dili yaşlı kimse, yaşlı.
oleander i., bot. zakkum, ağıağacı.
oleaster i. iğde.
olfactory s. koklama duyusuna ait.
oligarchy i. 1. oligarşi, takımerki. 2. bütün siyasi gücü elinde tutan
olive grup/kişiler.
i. zeytin.
olive branch 1. (barış sembolü olan) zeytin dalı. 2. barış sembolü olarak
olive oil kullanılan
zeytinyağı. herhangi bir şey.
olive tree zeytin ağacı.
Olympic s.
Oman i. Umman.
Omani i. Ummanlı. s. 1. Umman, Umman´a özgü. 2. Ummanlı.
omasum çoğ. o.ma.sa (omey´sı) i., zool. kırkbayır.
omelet i. omlet.
omelette i., bak. omelet.
omen i. (bir olayın gerçekleşeceğini önceden belirten) alamet, işaret.
ominous s. uğursuz, meşum; hayra yorulamayan, kara; insanın keyfini
omission kaçıran, kaygıatlama.
i. 1. eksiklik; verici. 2. of koymama, -in içine almama; koymayı
omit unutma.
f. 3. ihmal,
(--ted, --ting) boşlama, savsama.
1. koymamak, -in içine almamak; koymayı
omnipotence unutmak; from -in
i. her şeye gücü yetme. dışında tutmak. 2. to (bir şeyi)
yapmamak/ihmal etmek: You´ve omitted to sign this letter. Bu
omnipotent s. her şeye gücü yeten.
mektuba imza atmamışsınız.
omnipresent s. her yerde ve her zaman hazır.
omniscience i. her şeyi bilme.
omniscient s. her şeyi bilen.
omnivorous s. 1. her şeyi yiyen. 2. zool. hepçil.
omnivorous reader ne bulursa okuyan kimse.
on edat 1. üzerinde, üstünde; üzerine, üstüne: on the end table
on a level with sehpanın
1. ile aynıüstünde.
düzeyde. on2.theile wall
aynı duvarın
hizada. üstünde. Don´t write on
the wall. Duvarın üzerine yazma. 2. -de: on the bus otobüste. on
on a line aynı hizada, bir sırada.
the list listede. on the first of June bir haziranda. on the
on a regular basis düzenli olarak,
governing boardmuntazaman.
yönetim kurulunda. 3. hakkında, konusunda,
on a shoestring üstünde,
az parayla. üzerinde, üstüne, üzerine, ile ilgili: a talk on friendship
on a vast scale arkadaşlık
geniş ölçüde. hakkında bir konuşma. research on the Battle of
Manzikert Malazgirt Savaşı üzerine araştırmalar. 4. durumunda,
on a weekday hafta
halinde: arasında/içinde,
on the defensive hafta arasında/içinde
savunma bir gün:
durumunda. Let´s
on the meet
move
on account on a weekday.
krediyle,halinde.
hareket Hafta
veresiye. içinde buluşalım.
on the offensive hücum halinde. 5. ile: live on
on account of five
-dendollars
dolayı,a için.
day günde beş dolarla geçinmek. buy on credit
taksitle satın almak. 6. kenarında; kıyısında: a house on the
on all fours dört ayak üzerinde.
river nehrin kıyısında bir ev. z. 1. ileri, ileriye; ileride, ilerde:
on alternate days günaşırı,
walk iki gitmek.
on ileri günde bir.The next gas station is five kilometers on.
on and on Bundan sonraki
durmadan; durup benzin istasyonu beş kilometre ilerde. 2.
dinlenmeden.
on approval durmadan, aralıksız:
beğenilmediği takdirde geriShe sang on. Durmadan
verilmek şartıyla.şarkı söyledi. 3.
-ince: on receiving the gift hediyeyi alınca. on hearing this bunu
on behalf of -in namına,
duyunca. -in adına.
4. üstüne, üzerine; üstünde, üzerinde, giyilmiş: have a
on bended knee yalvararak,
coat on üzerindediz çökmüş
bir palto durumda.
olmak.
on board gemide; trende.
on call hazır.
on condition that şartıyla, koşuluyla: You can stay here on condition that you
on consignment look after olarak.
konsinye the animals and the garden. Hayvanlara ve bahçeye
bakma şartıyla burada kalabilirsin.
on contract sözleşmeli, mukaveleli, mukavele ile.
on credit tic. veresiye.
on demand mal istenildiğinde.
on duty görev başında.
on file dosyaya geçirilmiş (evrak).
on foot yaya olarak.
on hand elde; hazır.
on his/her merits değerine göre.
on horseback atla, ata binmiş olarak, at sırtında.
on ice argo yedekte.
on leave izinli.
on loan ödünç olarak.
on no account asla, katiyen.
on occasion ara sıra, zaman zaman.
on one´s conscience vicdanını rahatsız eden.
on one´s mind aklında, hatırında.
on one´s own kendi başına, başkasından yardım görmeden.
on one´s own initiative kendi inisiyatifini kullanarak.
on paper kâğıt üzerinde kalan.
on parole şartlı olarak tahliye edilmiş.
on purpose mahsus, bile bile, kasten.
on record kaydedilen, kayıtlı, kaydı olan.
on request rica/istek üzerine; istenildiği zaman.
on schedule tam zamanında, vaktinde, tarifede belirtilen zamanda.
on second thought iyice düşündükten sonra.
on second thought 1. Yok, ... (Az önce verilmiş bir karardan vazgeçince söylenir.):
On second thought, let´s not go. Yok, gitmeyelim. 2. Düşündüm
de ...: On second thought, maybe you should buy that house.
Düşündüm de, o evi alsan iyi olur galiba.
on shore kıyıda.
on suspicion of zannıyla: He was arrested on suspicion of murder. Cinayetten
on that score tutuklandı.
1. o nedenle. 2. o konuda.
on the average ortalama olarak.
on the beam doğru yönde; doğru, tam.
on the bias verevine, verev.
on the chance that ümidiyle.
on the contrary bilakis, tersine, aksine.
on the contrary tersine, aksine, bilakis.
on the cuff argo veresiye.
on the decrease azalmakta.
on the dot k. dili dakikası dakikasına, tam zamanında.
on the face of it dış görünüşe bakılırsa.
on the high seas açık denizlerde, enginlerde.
on the hour saat başında.
on the increase gittikçe artmakta.
on the job iş başında, görev başında.
on the line peşin (ödeme).
on the loose serbest.
on the move hareket halinde.
on the nail 1. hemen, derhal. 2. söz konusu.
on the occasion of ... nedeniyle, ... dolayısıyla.
on the one hand/on the other
diğer taraftan.
hand
on the order of tarzında.
on the part of -in tarafından.
on the pretext of ... bahanesiyle.
on the rise artmakta, yükselmekte.
on the run 1. kaçmakta. 2. geri çekilmekte. 3. koşarken.
on the scout keşif görevi yapmakta, keşfe çıkmış.
on the side ikinci bir iş olarak: He´s a grocer, but he fixes radios on the
on the sly side. Bakkal,
gizli gizli, ama ikinci bir iş olarak radyo tamiratı yapıyor.
gizlice.
on the spot k. dili hemen, derhal.
on the spur of the moment k. dili anında, o anda.
on the strength of -e dayanarak; -in yüzünden.
on the wagon k. dili içkiyi bırakmış durumda.
on the water denizde.
on the whole 1. her şeyi düşünürsek, her şey hesaba katılırsa: It is, on the
on thin ice whole, a good job. bir
çok nazik/müşkül Herdurumda;
şeyi düşünürsek iyiriske
büyük bir bir iş.girmiş.
2. genellikle.
on Thursday perşembe günü.
on time zamanında, vaktinde, vakitli: She´s always on time. Her zaman
on tiptoe/tiptoes vaktinde
ayaklarınıngelir.
ucuna basarak.
on top of -e ek olarak, -in yanı sıra, ile beraber: He´s doing this on top of
on welfare his regular
ihtiyaç job. Bunu
dolayısıyla asıl kuruluştan
resmi işinden ayrıyardım
olarak alan.
yapıyor. He asked
for a promotion, and on top of that he wanted a raise. Terfiini
once z. 1. bir kez, bir defa. 2. bir zamanlar, eskiden. bağ. 1. bir -se ...,
istedi; bir de üstüne üstlük bir maaş artışı talep etti.
once again bir
bir-di mi ...:
daha, birOnce he´s tekrar.
kez daha, started you can´t get him to stop. Bir
başladı mı onu durdurmak imkânsız. 2. -ir -mez: We can start
once for all ilk ve son defa olarak.
once he arrives. Gelir gelmez başlayabiliriz. i. bir kez, bir kere.
once for all 1. son olarak. 2. ilk ve son olarak.
once in a blue moon k. dili kırk yılda bir.
once in a while arasıra, arada bir.
once in a while arada bir.
once more bir kez daha.
once or twice bir iki kere.
once upon a time bir varmış bir yokmuş.
Once upon a time .... Bir varmış bir yokmuş ... (Masal anlatmaya başlarken söylenir.).
once-over i.
oncology i. onkoloji.
oncoming s. yaklaşmakta olan. i. yaklaşma.
one s. 1. bir: Give me one loquat. Bana bir maltaeriği ver. One
one after another hundred and twentysıra
birbiri arkasından, people
ile. came. Yüz yirmi kişi geldi. One half
of them were crazy. Onların yarısı deliydi. She came here one
one after another/the other birbiri ardından, birbiri peşi sıra, peş peşe, arka arkaya.
day in April. Nisan ayında bir gün buraya geldi. 2. tek: It´s the
one and all hepsi;
one lakeherkes;
that´s her
not biri.
polluted. Suları kirlenmemiş tek göl o. 3.
one and only adında biri:her
tek: It was While
oneyou
andwere
only out one Onun
desire. Nihat tek
Tekin called. Siz
arzusuydu.
one and the same dışardayken
aynı, bir, tek: They´re one and the same person.4.Onlar
Nihat Tekin adında biri telefon etti. aynı,aynı
bir, kişi.
tek:
The writer of the play and his main character are one. Oyunun
one another birbirini,
yazarı ve yekdiğerini.
başkişisi aynı. They shouted with one voice. Hep bir
one another birbiri, birbirleri
ağızdan bağırdılar.(Hep çekimli
zam. birbir
1. biri; şekilde kullanılır.):
tane: One of them You
mustmust
have
one by one get
been along
you. with one
Onlardan
birer birer, teker teker. another.
biri Birbirinizle
herhalde sendin.iyi geçinmeniz
I´d like one oflazım.
those
Don´t
flowers. killOone another. bir
çiçeklerden Birbirinizi öldürmeyin.
tane istiyorum. 2. Genellemelerde
one fine day günün birinde.
kullanılır: One doesn´t go there alone. Oraya tek başına
one foot in the grave bir ayağı 3.
gidilmez. çukurda.
insan (Kibar konuşmalarda bazen ben veya biz
one hundred percent zamirleri
yüzde yüz. yerine kullanılır.): One dislikes having to talk with such
one of his redeeming persons. Öyle insanlarla konuşmak zorunda olmak insanın hiç
iyi taraflarından biri.
features hoşuna gitmiyor. i. 1. (belirli) biri/bir tane: Which one? Hangisi? I
one or two birkaç.
´d like the one with the variegated flowers. Çiçekleri ebruli olanı
one´s besetting sin birinin
istiyorum.en kötü huyu.
That´s the one I want. Benim istediğim o. That´s a
one´s native soil lovely
anavatan.one. Çok güzel o. Give me just one. Bana sadece bir tane
ver. 2. (sayı olarak) bir: Put a one to the left of that zero. O
s. düşsel.
oneiric
sıfırın soluna bir bir koy. 3. saat bir; saat on üç: Let´s meet here
oneirology i.
atdüşbilim.
one. Birde burada buluşalım.
one-man s.
one-man show tek kişilik sergi.
onerous s. zahmetli, meşakkatli, külfetli, eziyetli.
oneself zam. 1. kendi, kendisi, bizzat. 2. kendi kendini; kendi kendine.
one-sided s. tek taraflı.
one-track s.
one-way s. tek yönlü.
one-way ticket gidiş bileti; dönüş bileti.
ongoing s. devam eden.
onion i. soğan.
on-line s., bilg. çevrimiçi.
onlooker i. seyirci.
only s. bir tek, eşsiz, biricik, yegâne. z. 1. yalnız, ancak. 2. daha: She
onomatopoeia was here
i., dilb. only yesterday.
yansıma, onomatope. Daha dün buradaydı. bağ. yalnız,
ancak.
onrush i. hücum; üşüşme.
onset i. 1. başlama, başlangıç. 2. saldırı, hücum.
onshore s. kıyıya doğru. z. kıyıda.
onslaught i. şiddetli saldırı/hücum.
on-the-job s. hizmetiçi, işbaşında (eğitim).
onto edat üstüne, -e.
ontology i. varlıkbilim, ontoloji.
onus i. sorumluluk, yükümlülük.
onward s. ileriye doğru giden, ilerleyen.
onward z. ileriye doğru, ileri; ileride.
onwards z., bak. onward 2.
onyx i. oniks.
oops ünlem Ay!
ooze i. 1. sulu çamur, balçık; batak. 2. sızma. 3. sızıntı. f. sızmak;
opal sızdırmak.
i. opal, panzehirtaşı.
opaque s. ışık geçirmez, donuk, saydam olmayan.
open s. 1. açık. 2. serbest. 3. aşikâr, meydanda olan. 4. kapanmamış,
open air ödenmemiş
açık hava. (borç). 5. çözülmemiş (sorun). 6. ağaçsız. i.
open end wrench somun anahtarı.
open fire ateş açmak. open-heart surgery açık kalp ameliyatı.
open into/out on/onto -e açılmak.
open s.o.´s eyes (to) (bir konuda) birini aydınlatmak, birinin gözünü açmak.
open s.o.´s eyes birinin gözünü açmak, birini uyarmak, birini haberdar etmek.
open sea açık deniz.
open to the public halka açık, umuma açık.
open-ended s. sonuca bağlanmamış, açık bırakılmış.
openhanded s. eliaçık, cömert.
openhearted s. açık yürekli, açık kalpli, samimi.
opening i. 1. açıklık, delik. 2. açılış: opening day açılış günü. 3. açma;
openly açılma.
z. açıkça,4. açıktan
(kadroda) boşalan yer. 5. fırsat.
açığa.
open-minded s. açık fikirli.
openness i. açıklık, gizlilikten kaçınma.
opera i. opera.
opera glasses opera dürbünü.
operate f. 1. mak. işlemek, çalışmak; işletmek, çalıştırmak. 2.
operate on s.o. (ticari/sınai bir kuruluşu)
birini ameliyat etmek. işletmek, yönetmek, idare etmek. 3.
ameliyat yapmak. 4. (borsada) alışveriş yapmak. 5. etkilemek.
operation i. 1. mak. işleme, çalışma. 2. (ticari/sınai bir kuruluşu) işletme,
operational yönetme. 3. iş,işletimsel.
s. 1. işlemsel; çalışma. 4.
2.ameliyat, operasyon.
kullanılmaya hazır. 5. (borsada)
alışveriş. 6. etki. 7. ask. harekât; tatbikat. 8. mat. işlem.
operative s. 1. işleyen, çalışan, faal. 2. yürürlükte olan. 3. etkin, etkili. 4.
operator ameliyata
i. ait. 2.
1. operatör. 5. teknisyen.
ameliyat edilebilir. i. 1. usta
3. ticari/sınai işçi. 2. teknisyen.
bir kuruluşun
3. casus, ajan. 4. 4.
sahibi/yöneticisi. dedektif.
santral, santral memuresi/memuru, santral.
operetta i. operet.
5. argo lüpçü.
ophthalmia i., tıb. göz iltihabı/yangısı.
ophthalmologist i. göz doktoru/hekimi, oftalmolog.
ophthalmology i. oftalmoloji, gözbilim, göz hekimliği.
ophthalmoscope i. oftalmoskop, göz aynası.
opiate s. 1. afyonlu. 2. uyuşturucu, uyku getirici, sersemletici. i.
opinion afyonlu
i. görüş,ilaç.
fikir, düşünce.
opinionated s. önyargılı; inatçı, fikrinden dönmeyen, dik kafalı.
opium i. afyon.
opium poppy haşhaş.
opopanax i. (reçine olarak) çavşır.
opoponax i., bak. opopanax.
opossum i., zool. opossum, sarig.
opp kıs. opposed, opposite.
opponent i. 1. düşman. 2. rakip.
opportune s. 1. elverişli, uygun. 2. tam zamanında olan, vakitli.
opportunely z. tam zamanında.
opportunism i. fırsatçılık, oportünizm.
opportunist i. fırsatçı, oportünist.
opportunity i. fırsat, elverişli durum.
oppose f. 1. -e karşı olmak; karşı çıkmak, karşı koymak, direnmek. 2.
karşılaştırmak.
opposite s. 1. karşıki, karşı. 2. karşıt, ters, zıt, aksi. i. 1. karşıt olan
opposite angle şey/kimse.
geom. tersaçı.2. karşıda olan şey/kimse. z., edat 1. karşı karşıya. 2.
karşılıklı. 3. karşısında.
opposite leaves bot. karşılıklı yapraklar.
opposition i. 1. pol. muhalefet. 2. karşıtlık, zıtlık. 3. karşı koyma, karşı
oppress çıkma.
f. 1. sıkmak, sıkıştırmak, baskı yapmak. 2. eziyet etmek,
oppression zulmetmek.
i. 1. baskı. 2.3.eziyet,
bunaltmak,
zulüm.sıkıntı vermek.
3. sıkıntı, ağırlık.
oppressive s. 1. ezici, zulmedici. 2. bunaltıcı, sıkıcı, ağır.
oppressor i. zalim kimse.
opt f.
opt for -i seçmek.
opt out (of) (-den) çekilmek, (-den) vazgeçmek, (-i) yapmamaya karar
opt to vermek.
-e karar vermek.
optative s. istek belirten. i., dilb. istek kipi.
optic s. optik, görsel.
optic nerve anat. görme siniri.
optical s. 1. optikle ilgili. 2. görsel.
optical character reader bilg. optik karakter okuyucu.
optical character recognition bilg. optik karakter tanıma.
optical illusion görsel yanılsama.
optical scanner bilg. optik tarayıcı.
optician i. gözlükçü.
optics i. optik.
optimise f., İng., bak. optimize.
optimism i. iyimserlik, optimizm.
optimist i. iyimser, optimist.
optimistic s. iyimser.
optimistically z. iyimserlikle.
optimize f. en iyi şekilde kullanmak.
optimum i. en uygun durum, optimum. s. en uygun, optimum.
option i. 1. seçme. 2. seçme hakkı, tercih. 3. seçenek, şık. 4. tic.
option key opsiyon.
bilg. seçme tuşu.
option to purchase satın alma opsiyonu.
optional s. zorunlu olmayan, isteğe bağlı, seçmeli.
opulence i. 1. servet, zenginlik. 2. bolluk.
opulency i., bak. opulence.
opulent s. 1. zengin. 2. bol.
opulently z. bolca.
opus i. 1. yapıt, eser. 2. müz. opus.
or bağ. veya, ya da, yahut; yoksa: one or two bir veya iki. Are you
or else joking,
yoksa: orGohave
now you really
or else taken
you´ll offense?
miss Şaka
the train. mı söylüyorsun,
Şimdi git, yoksa
yoksakaçıracaksın.
treni gerçekten gücendin mi?
or so kadar, civarında, yaklaşık: It´s twenty miles or so from here.
or so I think Buradan yirmi mil kadar uzakta.
zannedersem.
or whatever k. dili veya öyle bir şey, veya onun gibi bir şey.
oracle i. 1. kehanet. 2. kâhin.
oracular s. 1. kehanetle ilgili. 2. gizli anlamlı.
oral s. 1. sözlü, ağızdan söylenen. 2. ağıza ait. 3. oral, ağızdan alınan
orally (ilaç). 4. ruhb.2.
z. 1. ağızdan. oral.
sözlü olarak.
orange i. 1. portakal. 2. portakal rengi, turuncu. s. portakal renginde
orange blossom olan, turuncu.
portakal çiçeği.
orange marmalade turunç/portakal marmeladı.
orangoutan i., zool., bak. orangutan.
orangoutang i., zool., bak. orangutan.
orangutan i., zool. orangutan.
orangutang i., zool., bak. orangutan.
orate f. nutuk çekmek.
oration i. söylev, nutuk, hitabe.
orator i. hatip, nutuk çeken kimse.
oratorical s. hatipliğe ait.
oratory i. 1. hatiplik, hitabet. 2. belagat, dil uzluğu.
orbit i. yörünge. f. -in etrafında bir yörüngede dönmek.
orchard i. meyve bahçesi.
orchestra i. 1. müz. orkestra. 2. tiy. orkestra. 3. tiy. parter.
orchestrate f. 1. orkestra için müzik parçası yazmak. 2. planlamak,
orchid düzenlemek.
i., bot. orkide.
ordain f. 1. emretmek, buyurmak; (Tanrı) takdir etmek. 2. (birine)
ordeal törenle
i. insanapapaz unvanını
çok sıkıntı vermek.
çektiren iş, ateşten gömlek.
order i. 1. düzen, tertip. 2. sıra, dizi. 3. yöntem, usul. 4. emir, buyruk.
order of precedence 5. ısmarlama,
kıdem sırası. sipariş. 6. tarikat. 7. şeref rütbesi. 8. cins, çeşit,
tür. 9. mimari üslup. 10. biyol. takım. f. 1. emretmek, emir
orderly s. düzenli, derli toplu, düzgün. i. 1. emir eri. 2. hastane
vermek: Who ordered you to shoot that cat? O kediyi vurmanı
hademesi.
s. 1. emretti?
sıra/derece gösteren. 2. sipariş
biyol. takıma
ordinal kim 2. ısmarlamak, etmek:ait.
The tea that I
ordinal numbers ordered still hasn´t
mat. sıra sayıları. come. Ismarladığım çay hâlâ gelmedi. That
ordinance company ordered one thousand pairs of
i. 1. düzen, kural. 2. emir. 3. yasa; yönetmelik.snakeskin boots from
South Africa. O firma Güney Afrika´dan bin çift yılan derisi
ordinarily z. genellikle,
çizme sipariş normal olarak.
etti. 3. düzenlemek, sıraya koymak, tertip etmek:
ordinariness i. sıradanlık.
We have ordered the words alphabetically. Sözcükleri alfabetik
ordinary sıraya
s. göre dizdik.
1. sıradan, alelade: an ordinary house sıradan bir ev. 2.
ordnance olağan, alışılmış,
i. 1. savaş gereçleri. her 2.
zamanki,
ordonat.normal, tipik: his ordinary way of
speaking her zamanki konuşma biçimi. 3. huk. doğal (hak). i.
ore i. maden cevheri.
alışılmış şey.
oregano i. keklikotu, güveyotu, güveyiotu.
org kıs. organic, organization, organized.
organ i. 1. org, erganun. 2. anat. organ, örgen, uzuv. 3. organ, kuruluş;
organ bank yayın
organorganı.
bankası.
organ grinder laternacı.
organdie i., bak. organdy.
organdy i. organze.
organic s. organik, örgensel.
organic chemistry organik kimya.
organic disease organik hastalık.
organic substance organik madde.
organically z. organik olarak.
organisation i., İng., bak. organization.
organise f., İng., bak. organize.
organism i. organizma, örgenlik.
organist i. orgcu.
organization i. 1. kuruluş, müessese, organizasyon; örgüt, teşkilat. 2. düzen,
organize tertip. 3. düzenleme,
f. 1. düzenlemek, hazırlama,
hazırlamak, organizasyon.
organize etmek. 2. örgütlemek,
orgasm teşkilatlandırmak.
i. orgazm.
orgy i. 1. âlem, çılgınca eğlence, sefahat âlemi. 2. aşırı düşkünlük.
Orient i.
orient f.
orient o.s. (kendinin) tam olarak nerede bulunduğunu saptamak.
Oriental s. 1. Doğulu. 2. Doğu´ya özgü. i. Doğulu.
Oriental poppy bot. doğuhaşhaşı.
Oriental rug Şark halısı, Ortadoğu veya Orta Asya´da dokunan halı.
Oriental rug Şark halısı.
Orientalist i. doğubilimci, şarkiyatçı, oryantalist.
orientate f., İng., bak. orient.
orientation i. bir yere/çevreye alışma/intibak.
orifice i. delik, ağız.
orig kıs. origin, original, originally.
origanum i., bak. oregano.
origin i. 1. köken, kaynak, asıl. 2. nesil, soy.
original s. 1. ilk, asıl: Who was the original owner of this car? Bu
originality arabanın ilk özgünlük.
i. orijinallik, sahibi kimdi? 2. orijinal, asıl, kopya olmayan: Is this
an original painting? Bu resim orijinal mi? 3. özgün, orijinal. i.
originally z. 1. ilk başta; başlangıçta. 2. özgün bir biçimde, orijinal bir
orijinal, asıl. She read Crime and Punishment in the original. Suç
şekilde.
f. 3. aslen: She´s getirmek,
originally from Edirne. O aslen Edirneli.
originate veicat etmek,
Ceza´yı meydana
yazıldığı dilde okudu. çıkarmak, yaratmak;
originator meydana
i. yaratan gelmek, çıkmak,
kimse, icat eden kaynaklanmak.
kimse.
ornament i. süs.
ornament f. süslemek, donatmak.
ornamental s. 1. süs olarak kullanılan. 2. süsleyici; dekoratif.
ornamental plants süs bitkileri.
ornamentation i. 1. süs. 2. süsleme.
ornate s. çok süslü, şatafatlı, gösterişli.
ornately z. çok süslü bir biçimde.
ornery s. 1. huysuz, aksi. 2. inatçı. 3. alçak, aşağılık.
ornithologist i. kuşbilimci, ornitolog.
ornithology i. kuşbilim, ornitoloji.
orogenesis i., bak. orogeny.
orogeny i. dağoluş, orojeni.
orography i. dağbilgisi.
orology i. dağbilgisi.
orphan i., s. öksüz. f. öksüz bırakmak.
orphanage i. yetimhane, öksüzler yurdu.
orthodontics i. ortodonti.
Orthodox i. (çoğ. Or.tho.dox) Ortodoks. s. Ortodoks.
orthodox s. 1. ortodoks. 2. geleneksel, göreneksel.
orthopedic s. ortopedik.
orthopedics i., tıb. ortopedi.
orthopedist i. ortopedist, ortopedi uzmanı.
oscillate f. 1. salınmak. 2. kararsız olmak, tereddüt etmek, bocalamak.
osmosis i., kim. geçişme, geçişim, ozmos.
osprey i., zool. balıkkartalı, deniztavşancılı.
Osset i., bak. Ossete.
Ossete i. Oset.
Ossetia i. Osetya, Osetiya.
Ossetian i., s. Oset.
Ossetic i. Osetçe. s. 1. Oset. 2. Osetçe.
ossicle i., anat. kemikçik, küçük kemik.
ossification i. 1. kemikleşme; kemikleştirme. 2. katılaşma; katılaştırma.
ossify f. 1. kemikleşmek; kemikleştirmek. 2. katılaşmak; katılaştırmak.
osteitis i., tıb. kemik iltihabı/yangısı.
ostensible s. görünüşteki, görünen.
ostensibly z. görünüşte, görünürde.
ostensive s. görünüşte olan.
ostentation i. gösteriş, gereksiz gösteriş.
ostentatious s. dikkati çeken, gösterişli, fiyakalı, cakalı.
ostentatiously z. gösterişli bir biçimde.
osteogenesis i. kemik oluşumu.
osteoid s. kemiksi. i. kemiksi doku.
osteology i. osteoloji, kemikbilim.
osteolysis i., tıb. kemik erimesi.
osteoporosis çoğ. os.te.o.po.ro.ses (astiyopıro´siz) i., tıb. osteoporoz.
ostracise f., İng., bak. ostracize.
ostracism i. 1. toplum dışına itme; dışlama; aforoz etme, kovma. 2. sürme,
ostracize sürgüne
f. 1. toplum gönderme.
dışına itmek; dışlamak; aforoz etmek, kovmak. 2.
ostrich sürmek,
i. devekuşu. sürgüne göndermek.
ostrichlike s. devekuşu gibi.
OT kıs. Old Testament.
other s. başka, diğer, öbür. zam. başkası, diğeri, öbürü.
otherwise z. 1. başka türlü. 2. yoksa, olmazsa, aksi takdirde.
otter i., zool. susamuru.
Ottoman s., i. (çoğ. --s) Osmanlı.
ottoman i. 1. otoman, koltuklu sedir; sedir, kanepe. 2. (büyük) ayak
ouch iskemlesi. 3. otoman (kumaş).
ünlem Ah!/Of!/Aman!
ought yardımcı f. -meli, -malı (Gereklilik ve zorunluluk belirtir.): I ought
oughtn't to
kıs.go. Gitmeliyim.
ought not. It ought not to be allowed. Buna izin
verilmemeli. You ought to know better. Bu hareketin fena
ounce i. ons, 28,3 gram.
olduğunu bilmeniz gerekir. I ought to have stayed. Kalmalıydım.
our Izam.,
oughts.to bizim.
go. Gitmeliyim.
ours zam. bizimki.
ourselves zam., çoğ. kendimiz, bizler: We ourselves will help. Biz kendimiz
oust yardım
f. edeceğiz.
oust s.o. from birini (bir yerden) çıkarmak/ekarte etmek.
ouster i. of birini (bir yerden) çıkarma/ekarte etme.
out z. 1. Belirli bir yerden gitme/gönderme anlamındaki fiillerle
out at the elbows birlikte kullanılır:
1. kılıksız, hırpani, They
üstüstarted out at dawn.
başı dökülen. Şafak(giysi).
2. eskimiş sökerken yola
çıktılar. Take him out! Onu dışarı çıkar! She´s gone out for
out back k. dili binanın/bir yerin arkasındaki yer, arka: I´ll meet you out
lunch. Öğle yemeği için dışarı çıktı. She was sent out to India.
back
k. diliin ten minutes.
binanın/bir yerin Seni on dakika sonra
önündeki binanın arka tarafında
out front Hindistan´a gönderildi. The tide´syer, ön: out.
going He´s standing
Deniz out 2.
alçalıyor.
bulurum.
front. Binanın önünde duruyor.
out loud dışarı; dışarıda;
sesli; yüksek dışarıya: No sooner had she hung out the
sesle.
out loud laundry than itduyulacak
yüksek sesle; began to rain. Çamaşırı dışarıya asar asmaz
bir şekilde.
yağmur yağmaya başlamıştı. His shirttails were hanging out.
out of 1. -den (Yerietekleri
Gömleğinin değişen birinin/bir nesnenin
pantolonunun üzerinden çıkış yerini bildirir.):
sarkıyordu. Don´t
out of action Take your
1. işlemeyecek
stick hands
your tongue out
hale of your
out!gelmiş. pockets! Ellerini
2. saf dışıHe
Dilini çıkarma! ceplerinden
(oyuncu/asker).
took out his çıkar!
2. dışında:
checkbook. It´s out of
Çek defterinirange. Menzil dışında. That´s
çıkardı. We´ll smoke him out. Onu out of my
out of breath soluğu kesilmiş, soluk soluğa.
sphere.
dumanlaBilgi dışarıalanımın dışında
çıkarırız. o. 3.
It´s nice out-den uzak,
today. dışında:
Dışarısı It´s
güzel
out of commission 1. görev
twenty yapamaz out
kilometers durumda.
of town. 2. bozuk. yirmi kilometre uzakta.
bugün./Bugün hava güzel. Let´sŞehirden
sit out. Dışarıda oturalım. 3.
out of control 4.
1.-den dolayı,
çığrından
Birinin/Bir için,
çıkmış,
şeyin -den:
merkez He did bir
kontrolden
sayılan it out
çıkmış; ofzaptedilemez.
yerden love.
uzakSevdiği
olduğunu için
2. yaptı.
out of curiosity She did
(öfkeden) it out
meraktan.kendini
göstermek of necessity.
kaybetmiş.
için kullanılır: Mecbur kaldığı için yaptı.
They live way out in Gebze. Onlar He went ta to
them
Gebze´deout of desperation. Çaresizlikten onlara gitti.
oturuyor. 4. Bazı fiilleri pekiştirmek için kullanılır:5. arasından:
out of danger tehlikeyi
Out ofitthreeatlatmış.
hundred candidates
Write all out! Hepsini yaz! Sing they selectedsesle
out! Yüksek her. söyle!
Üç yüzI´m aday
out of date 1. modası
arasından geçmiş,
onu demode.
seçtiler. 2. tarihi geçmiş.
tuckered out. Pestilim çıktı. 5. k. dili (Birinin belirli bir şey
out of deference to -e riayeten,yorulduğunu
yapmaktan -e uyarak. göstermek için kullanılır.): I´m
out of doors meetinged
1. dışarıya;out. Toplantılara
dışarıda. 2. açık gitmekten
havada. yoruldum artık. edat
-den (dışarıya/öteye):
demode, modası geçmiş. He looked out the window. Pencereden
out of fashion
baktı. Don´t throw him out the door! Onu kapı dışarı etme!
out of favor gözden
Drive outdüşmüş.
that road for thirty kilometers. O yoldan otuz
kilometre git. i., k. dili çare; bahane; mazeret. f. (bir şey)
kendini belli etmek, ortaya çıkmak, meydana çıkmak: Sooner or
later the truth will out. Hakikat ergeç meydana çıkar.
out of focus odaklanmamış, flu.
out of hand 1. hemen, derhal. 2. kontrolden çıkmış; çığırından çıkmış.
out of harm´s way emniyette, emin yerde.
out of hearing işitemeyecek uzaklıkta.
out of his/her senses aklı başından gitmiş, çıldırmış.
out of joint 1. çıkık, çıkmış. 2. çığırından çıkmış.
out of line 1. with -e uymayan. 2. itaatsiz (kimse). 3. uygunsuz
out of luck (söz/davranış).
talihsiz.
out of pity merhameten, acıyarak.
out of position yerinden çıkmış.
out of proportion oransız, orantısız.
out of regard for/to -in hatırı için.
out of spite inadına: She did it out of spite. Onu inadına yaptı.
out of stock tic. elde kalmamış, mevcudu tükenmiş.
out of the blue k. dili aniden, damdan düşer gibi.
out of the blue birdenbire.
out of the corner of one´s
gözünün ucuyla (bakmak).
eye
out of the ordinary olağandışı.
out of the question imkânsız, olamaz, söz konusu olamaz.
out of trim k. dili 1. kötü durumda, fena vaziyette. 2. idmansız.
out of tune 1. akortsuz. 2. ahenksiz, uyumsuz.
out of turn sıra beklemeden, sırası gelmeden.
out of use geçersiz, kullanılmayan.
out of wedlock evlilik dışı, gayrimeşru.
out of whack k. dili bozuk, çalışamaz/işleyemez durumda.
out of/beyond one´s depth boyunu aşan, bilgi ve yeteneği dışında.
Out with it! Söylesene!
Out you go! Haydi çık!
Out! ünlem Çık dışarı!
out-and-out s., k. dili tam, düpedüz: He´s an out-and-out fraud. O tam bir
outbid sahtekâr.
f. (out.bid, --ding) (açık artırmada) (-den) daha fazla fiyat
outboard vermek.
s., den. takma motorlu, dıştan motorlu.
outboard motor takma motor.
outbreak i. 1. (istenmeyen bir olay) (birdenbire) ortaya çıkma, patlak
outburst verme. 2. salgın.
i. 1. (birinin birdenbire söylediği) öfkeli/acı sözler. 2. birdenbire
outcast meydana gelme, patlama.
i. toplum dışına itilmiş kimse; aforoz edilmiş/kovulmuş kimse. s.
outclass toplum dışına itilmiş;
f. -den çok üstün/iyi olmak.aforoz edilmiş/kovulmuş.
outcome i. sonuç, netice.
outcrop i. 1. (istenmeyen bir olay) ortaya çıkma, çıkma, baş gösterme,
outcropping patlama.
i., jeol. bir2.kayacın
jeol. biryeryüzüne
kayacın yeryüzüne çıkmış çıkma,
çıkmış uzantısı, uzantısı, çıkma,
çıkıntı.
çıkıntı.
outcry i. 1. haykırış, çığlık, bağırış. 2. (büyük çapta) protesto, yaygara.
outdated s. 1. modası geçmiş, demode. 2. günün şartlarına uymayan,
outdistance zamana uymayan,
f. -i geride bırakmak, köhne; çağın gereksinimlerini karşılamayan.
-i geçmek.
3. eski (teknoloji, makine v.b.).
outdo f. (out.did, --ne) -i çok geride bırakmak, -den çok daha iyi bir
outdoor performans göstermek;
s. dışarıda yapılan, -i geçmek, -i bastırmak.
açık hava.
outdoors z. 1. dışarıya. 2. dışarıda, açık havada. i. açık hava.
outer s. 1. dıştaki, dış. 2. dışarıdaki.
Outer Mongolia Dış Moğolistan.
outermost s. en dıştaki.
outfit i. 1. kıyafet. 2. donatı; gereçler. 3. k. dili askeri birlik. 4. k. dili
ekip, takım. 5. k. dili kuruluş; şirket. f. (--ted, --ting) donatmak,
gereçlerini sağlamak.
outfitter i. 1. teçhizatçı. 2. giyim eşyası satıcısı.
outflank f., ask. (düşmanın) yanından dolanıp arkasına geçmek.
outgoing s. 1. sempatik, cana yakın. 2. girgin. 3. giden, çıkan. 4. ayrılan,
outgrow kalkan. i. gidiş,
f. (out.grew, --n)çıkış.
1. küçük gelmek: The child has outgrown his
outgrowth clothes. Giysileri
i. 1. bir başka şeyden çocuğa artık küçük
gelişerek geliyor.
büyüyen şey.2.2.(büyüyünce)
fazlalık. 3.
-den
doğal vazgeçmek.
bir sonuç/gelişme.
outing i. gezinti.
outlandish s. 1. tuhaf, acayip, garip. 2. yabancı. 3. uzak.
outlast f. -den çok daha kalıcı olmak, -den çok dayanmak.
outlaw i. 1. haydut, yasaya karşı gelen kimse. 2. yasal haklardan
outlay yoksun
i. masraf,bırakılmış
giderler,kimse.
harcama.f. 1. yasaklamak. 2. yasadışı ilan
etmek. 3. yasal haklardan yoksun bırakmak.
outlet i. 1. dışarı çıkacak yer, çıkış yeri, çıkış, kapı, çıkak, çıkıt. 2. yol,
outline çıkış yolu. 3.2.satış
i. 1. kontur. yeri.kroki.
taslak; 4. elek. priz.
3. of -in ana hatları. f. -in ana
outlook hatlarını şema halinde göstermek;
i. 1. (on) (-e) bakış, (-i) görüş. 2. bakış -in ana hatlarını
açısı, çizerek
görüş açısı. 3.
anlatmak.
gelecek: Thebulunan,
outlook for the2.company is good. Şirketin geleceği
outlying s. 1. uzakta uzak. çevredeki, etraftaki.
olumlu. 4. manzara.
outmoded s. 1. modası geçmiş, demode. 2. günün şartlarına uymayan;
outnumber çağın gereksinimlerini
f. (sayıca) -den çok olmak. karşılamayan. 3. eski (teknoloji/makine
v.b.).
out-of-date s. 1. günün şartlarına uymayan; çağın gereksinimlerini
out-of-doors karşılamayan.
z. dışarıda, açık2.havada.
modası i.geçmiş, demode.
açık hava.
out-of-the-way s. sapa.
outpatient i. ayakta tedavi edilen hasta.
outpost i. ileri karakol.
outpour i. dökülme, taşma, akma.
output i. 1. üretim; hâsıla; randıman, verim. 2. ürün, çıktı. 3. elek. çıkış.
outrage 4. bilg.
i. 1. çıkış, açıkça
hakların çıktı. çiğnenmesi; büyük hakaret; büyük ayıp. 2.
outrageous (büyük
s. bir haksızlıktan/hakaretten
1. korkunç, çok fazla, ölçüyü aşan, kaynaklanan) öfke.
şoke edici. 2. f. çok
fazlasıyla
öfkelendirmek.
frapan; acayip.
outrageous price fahiş fiyat.
outrank f. -den daha yüksek rütbede olmak.
outreach f. aşmak, geçmek. i. sosyal yardım.
outreach program sosyal yardım programı.
outright z. 1. açıkça, kesin olarak. 2. tamamen, resmen. 3. hemen,
outrun derhal. 4. peşin
f. (out.ran, olarak,
out.run, bir ödemede:
--ning) 1. -den daha Hehızlı
bought the house
koşmak. 2 -i
outright.
geçmek, Parayı
-i aşmak:bastırıp
This evi
year aldı. s.
income 1. kesin;
outran tam, resmen,
expenses. Bu yıl
outset i. başlangıç.
düpedüz.
gelir gideri2.aştı.
yalnızca, karşılıksız (bir hediye/bağış/yardım).
outshine f. (out.shone) (başkasını) gölgede bırakmak, -den daha fazla
outside parlamak.
i. 1. dış, dış taraf. 2. dış görünüş. s. 1. dış. 2. en fazla, en
outside of yüksek, azami.
k. dili -den z. 1. dışarıda; dışarıya. 2. açık havada. 3. dıştan.
başka.
edat -in dışında.
outsider i. yabancı, bir grubun dışında olan kimse.
outsize i. büyük boy. s. büyük boyda olan, büyük.
outskirts i. (bir yer için) etraf, çevre; varoşlar, dış mahalleler.
outsmart f., k. dili -den daha kurnazca davranmak; -i kurnazlıkla yenmek.
outspoken s. sözünü sakınmayan, açıksözlü.
outstanding s. 1. üstün, seçkin. 2. göze çarpan. 3. ödenmemiş; kalmış
outstanding account (borç).
tic. vadesi geçmiş borç.
outstay f. -den daha fazla kalmak.
outstay one´s welcome (misafir) fazla kalmak.
outstretch f. aşmak, geçmek.
outstretched hand uzatılan el.
outstrip f. (--ped, --ping) 1. (yarışta) geçmek. 2. -den üstün çıkmak.
outward s. dış. z. 1. dışarıya doğru. 2. görünüşte, dıştan.
outwardly z. 1. dıştan. 2. dışa doğru. 3. dış görünüşe göre, görünüşte.
outwards z. dışarıya doğru.
outweigh f. 1. -den daha ağır gelmek. 2. -den daha önemli olmak, -den
outwit daha ağır--ting)
f. (--ted, basmak.
-i kurnazlıkla yenmek.
outworn s. 1. fazla eskimiş. 2. günün şartlarına uymayan; çağın
oval gereksinimlerini
s. oval. i. oval şey. karşılamayan.
ovary i., anat. yumurtalık.
ovation i. coşkunca alkış.
oven i. fırın.
oven cloth İng. tutacak.
oven glove İng. fırın eldiveni.
oven gloves İng. tutacak.
over z. 1. -e, -e doğru (Bir yerden başka bir yere/tarafa doğru
over- yapılan/olan
önek 1. aşırı,bir hareketi
fazla. belirtir.):
2. üstüne, He ran
üzerine; over toüzerinde;
üstünde, the tree.
Ağaca
üstünden, doğru koştu.
üzerinden. Let´s swim
3. öteye, over to the
ötesine. 4. üst-.other side. Karşı
over again tekrar, yeniden, baştan, bir daha.
tarafa yüzelim. He suddenly fell over. Birdenbire yere düştü. He
over and above k. dili -den
knocked theayrı olarak,
table over.-den
Masayıbaşka.
devirdi. 2. Birinin/Bir şeyin
over and over başka
defalarca,bir yerde
tekrarbulunduğunu
tekrar. gösterir: She lives over in
overact Bakırköy. Bakırköy´de
f. (rolü) abartmalı oturuyor.
bir şekilde It´s only two blocks over from
oynamak.
here. Buradan ancak iki blok ötede. 3. Misafir olarak bir yere
overall s. 1. baştan başagösterir:
gidişi/çağrılmayı olan, bir Come
uçtan over
bir ucathisolan. 2. kapsamlı,
evening! Bu akşam
overalls ayrıntılı.
bize gel! 4. üzerinde, üstünde: Only those whotulumu.
i. iş tulumu.i. 1. İng. iş önlüğü, önlük. 2. A.B.D. iş are twenty-one
overarch years of age
f. üzerinde or over
kemer will be admitted.
meydana getirmek. Ancak yirmi bir
yaşındakiler veya yirmi bir yaşın üzerindekiler girebilir. You´re
overawe f. korkutup hareketsiz bırakmak.
one second over. Gereken zamanı bir saniye aştın. 5. tekrar,
overbalance f. 1. ağır basmak.
yeniden, bir daha,2. dengesini
yine: bozmak,
You´ll have to dodevirmek;
it over. Onu dengesini
tekrar
overbearing kaybetmek.
yapman
s. lazım.
1. herkese 6. iyice, dikkatli
hükmeden; herkese birhükmetmeyi
şekilde: We need seven; tozorba
talk this
overblown over.
tavırlı, Bunu iyice
otoriter. konuşmamız
2.
s. abartmalı, şişirilmiş. ezici. gerek. Think it over. Bunu iyice
düşün. edat 1. üstünde, üzerinde; üstünden, üzerinden; üstüne,
overboard z.
üzerine: It was suspended over the heads of the audience.
overbook f. fazla rezervasyon
Dinleyicilerin üstünde yapmak.
asılı duruyordu. We´re now flying over
overburden the
f. 1.Sea of Marmara. Şu anfazla
-e taşıyabileceğinden Marmara Denizi´nin2.
yük yüklemek. üzerinden
-e fazla iş
uçuyoruz.
vermek. 3. Don´t
-in lean over
kapasitesini
s. bulutlu, kapalı (hava). the railing!
zorlamak/aşmak; Korkuluktan-e fazlaaşağı
yük olmak.
overcast
sarkma! 2. -den fazla, -den çok, -in üstünde, -i aşkın: It costs
overcharge f. 1. -den
over twenty fazla para/fiyat
million liras. istemek.
Fiyatı yirmi 2. elek.,
milyonmak. liradanfazla yüklemek,
fazla. He´s
overcoat fazla
i. doldurmak.
palto. i. 1. fazla fiyat. 2. elek., mak.
lived there for over sixty years. Orada altmış yılı aşkın bir süre fazla yük.
overcome oturdu. 3. üzerine,
f. (o.ver.came, üstüne: She
o.ver.come) threw a shawl
-in üstesinden over her
gelmek; -i yenmek.
shoulders. Omzuna bir şal attı. He pulled the quilt over his head.
overcompensate f. for (zayıf bir tarafını) fazlasıyla telafi etmek.
Yorganı başının üstüne çekti. 4. -in (her) yerinde/tarafında; -in
overconfident s. 1. fazla
(her) emin. 2. kendine
yerine/tarafına: They´re fazla güvenen.
found all over Italy. İtalya´nın her
overcrowd yerinde bulunur. etmek.
f. fazla kalabalık 5. aracılığıyla, -de, -den: We talked over the
overcrowded telephone for two hours. İki saat telefonda konuştuk. I heard it
s. fazla kalabalık.
over the radio. Onu radyodan duydum. 6. -in öte tarafında: The
overdo f. (o.ver.did,
village --ne)
lies over 1. -de
that hill.aşırıya kaçmak,ötesinde.
Köy o tepenin dozunu kaçırmak.
7. boyunca, 2.
overdose (tuzu/baharatı)
i. 1. aşırı doz.
süresince: A lot fazla
2. has
fazlakullanmak.
miktardaover
happened 3. gereğinden
ilaç verme,
the pastdozu fazla pişirmek.
aşma. f.
ten years. (with)
Son on
overdraft (birine)
yıl
i. 1.içindefazla
epey
hesaptan miktarda
çekilen ilaç vermek.
şeyler oldu.
fazla 8. (bir2.
para. sürenin)
hesaptan sonuna
fazla kadar: Stay
para çekme.
with us over Sunday and then leave on Monday. Pazar günü
overdraw f. (o.ver.drew, --n) 1. abartmak. 2. hesaptan fazla para çekmek.
bizde kal; pazartesi sabahı gidersin. 9. hakkında, ile ilgili: They
overdrive i.,
felloto.
outoverdrayv, fazla of
over that piece hızlandırma mekanizması.
land. O toprak parçası yüzünden
overdue anlaşmazlığa düştüler. 10.
s. 1. gecikmiş. 2. vadesi geçmiş. (belirli bir şeyi yapar) iken: We´ll talk
overeat about it over o.ver.eat.en)
f. (o.ver.ate, lunch. Onu öğle yemeğinde
gereğinden konuşuruz.
fazla yemek yemek;s. fazla,
tıka
fazladan:
basa After
yemek. paying her rent she was left with nothing over.
overestimate f. 1. -i olduğundan fazla yetenekli görmek, -in
Kirasını ödedikten sonra kendisine hiçbir şey kalmadı.
overexpose yeteneğini/yeteneklerini abartmak. 2. (bir tahmin yaparken) -in
f., foto. (filme) aşırı poz vermek.
masrafını/değerini fazla yüksek tutmak.
overexposed s., foto. sürekspoze.
overexposure i., foto. 1. sürekspozisyon. 2. sürekspoze fotoğraf.
overflow f. (--ed, --n) 1. taşmak. 2. çok bol olmak. i. 1. taşma. 2. fazlalık.
overflow pipe 3. taşma
taşma borusu.
borusu.
overgrow f. (o.ver.grew, --n) (bitkiler) birbirini örtecek derecede büyümek.
overgrown s. yaşına göre fazla büyümüş.
overhang f. (o.ver.hung) 1. üzerine süslü şeyler asmak. 2. üzerine
sarkmak. 3. (tehlike v.b.) tehdit etmek. i. 1. çıkıntı. 2. çıkıntı
derecesi.
overhaul f. 1. -i revizyondan geçirmek, -i gözden geçirerek gereken
overhead tamirleri/değişiklikleri yapmak.
i. genel giderler. s. 1. baştan 2. arkasından
yukarıda olan. 2.yetişip önüne
yukarıdan geçen.
geçmek.
3. genel giderlerle ilgili. z. baştan yukarı, yukarıda, üstte.
overhear f. (o.ver.heard) kulak misafiri olmak.
overjoyed f.
overkill i., k. dili 1. gereğinden fazla silah. 2. fazlalık, aşırılık.
overladen s. fazlasıyla yüklenmiş.
overland s. karayolu ile yapılan. z. karada; karadan.
overlap f. (--ped, --ping) üst üste bindirmek; üst üste binmek, binişmek.
overlay f. (o.ver.laid) kaplamak. i. (o´vırley) 1. örten tabaka, örtü. 2.
overload kaplama.
f. 1. -e fazla yük yüklemek; (bagaj, küfe v.b.´ne) fazla yük
overlook koymak: Don´tkaçmak:
f. 1. gözünden overloadI him! Sırtına that.
overlooked fazla O
yük koyma! 2.
gözümden kaçtı. 2.
(elektrik
-e göz hatlarına/sistemine)
yummak, -i görmezliktenfazla yüklenmek.
gelmek. 3. -e nazır olmak, -e
overmuch z. gereğinden fazla.
hâkim olmak, -e bakmak.
overnight z. 1. geceleyin, bir gece içinde. 2. birdenbire. s. bir gecelik.
overpass i. üstgeçit.
overpay f. (o.ver.paid) fazla ödemek.
overplay f. büyütmek, abartmak.
overplay one´s hand kendi olanaklarına fazla güvenmek.
overplus i. fazlalık.
overpopulation i. nüfus fazlalığı.
overpower f. 1. kaba kuvvet kullanarak (birini) etkisiz hale getirmek. 2. (bir
overpowering duyguya) hâkim olamamak.
s. 1. zaptedilemeyen (duygu).3. 2.
çokçoketkilemek.
kuvvetli (bir neden/sanı).
overprice 3. iç bayıltan, bayıltıcı
f. fazla yüksek fiyat koymak.(koku). 4. insanı bunaltan, bunaltıcı,
bayıltıcı (sıcak).
overproduce f. gereğinden fazla üretmek.
overproduction i. aşırı üretim.
overprotect f. -i gereğinden fazla korumak.
overrate f. -i olduğundan fazla iyi/önemli saymak.
overreach f. 1. yetişip geçmek. 2. ötesine geçmek. 3. aldatmak,
overreach o.s. dolandırmak.
altından kalkamayacak kadar çok iş üstlenmek.
override f. (o.ver.rode, o.ver.rid.den) 1. (bir sorun) (hepsinden) önemli
overriding olmak. 2. yetkisini
s. her şeyden önemli kullanarak (başka birinin kararını) geçersiz
olan (neden/amaç).
kılmak. 3. -e baskın çıkmak/gelmek, -i bastırmak, -e üstün
overrule f. yetkisini kullanarak (başka birinin kararını) geçersiz
gelmek, -e engel olmak: His emotions overrode his judgment.
overrun kılmak/iptal
f. (o.ver.ran, etmek.
o.ver.run, --ning) engel
1. istila etmek; kaplamak. 2.
Duyguları aklını kullanmasına oldu. 4. (atı) fazla binerek
overseas geçmek,
yormak. aşmak.
s., z. denizaşırı.
oversee f. (o.ver.saw, --n) nezaret etmek, bakmak.
overseer i. 1. (fabrikada/inşaatta) şef; ustabaşı, çavuş. 2. çiftlik kâhyası.
overshadow 3.
f. -idenetçi, nezaretçi.
gölgelemek, -e gölge düşürmek. 2. -i gölgede bırakmak, -i
overshoe aşmak, -i geçmek.
i. lastik, galoş, kaloş, şoson.
overshoot f. (o.ver.shot) 1. hedeften öteye atmak. 2. geçmek. 3. aşırılığa
oversight kaçmak.
i. 1. dikkatsizlik. 2. yanlış, kusur. 3. gözetim, bakım; yönetim.
oversimplification i. fazla basitleştirme.
oversimplify f. fazla basitleştirmek.
oversize s. fazla büyük.
oversleep f. (o.ver.slept) fazla uyumak; uyuyakalıp gecikmek, geç
overspend uyanmak.
f. (o.ver.spent) fazla masraf yapmak, bütçeyi aşmak.
overstate f. abartmak.
overstatement i. abartma, abartı.
overstay f. fazla kalmak.
overstay one´s welcome (misafir) fazla kalmak.
overstay/wear out one´s
fazla kalıp tadını kaçırmak, ziyareti uzatıp bıktırmak.
welcome
overstep f. (--ped,--ping) geçmek, aşmak.
overstep the bounds/limits of -in sınırlarını aşmak.
overstep the mark haddini aşmak, aşırı gitmek.
oversupply i. fazlalık.
overt s. açık olarak yapılan, açıktan açığa olan, ortada olan.
overtake f. (o.ver.took, --n) 1. yetişmek, yakalamak. 2. İng. (taşıtı)
overtax sollamak,
f. 1. (vücudungeçmek. 3. birdenaşırı
bir organını) karşısına
derecede çıkmak.
yormak/zorlamak. 2.
overthrow -den fazla vergi almak. 3. -e fazla vergi
f. (o.ver.threw, --n) (hükümet v.b.´ni) devirmek, koymak. yıkmak,
overthrow the government düşürmek. i. devirme, yıkma.
hükümeti devirmek.
overtime i. 1. fazla mesai. 2. fazla mesai için ödenen ücret.
overtly z. açık bir biçimde, açıkça.
overtone i. ima edilen fikir.
overture i. 1. öneri, teklif. 2. müz. uvertür.
overturn f. devirmek, altüst etmek, bozmak.
overweening s. 1. kendinden fazla emin. 2. aşırı, sonsuz.
overweight i.1. fazla ağırlık. 2. fazla kilo. 3. fazla kilolu olma. s. (ovırweyt´)
overwhelm fazla kilolu (kimse).
f. 1. (büyük bir orduyla) ağır bir yenilgiye uğratmak. 2. istila
overwork etmek,
f. fazla çalıştırmak;3.fazla
kaplamak. (manen) mahvetmek.
çalışmak. 4. şaşkına çevirmek.
i. fazla çalışma.
5. with (iltifat, iyilik, hediye v.b.´ne) boğmak, garketmek.
overwrought s. 1. sinirleri bozuk. 2. aşırı heyecanlı.
ovulate f., biyol. yumurtlamak.
ovulation i., biyol. yumurtlama.
owe f. borcu olmak, borçlu olmak: How much do I owe you? Sana ne
owl kadar borcum var? That company owes us a billion liras. O
i. baykuş.
şirketin bize bir milyar lira borcu var. owing to nedeniyle, -in
own s. kendine özgü, özel, kendinin, kendi: her own book onun kendi
sayesinde, yüzünden, -den dolayı.
own kitabı.
f. 1. -inasahibi/malı
character of its own
olmak: Dokendine
you ownözgü this bir şahsiyet.
house? Bu evin
own s.t. in common sahibi
aynı siz
şeye misiniz?
sahip 2. kabul
olmak: We etmek,
own itiraf
this etmek.
building in common. Bu
own up to binanın ortak sahibiyiz.
k. dili (bir suçu) itiraf etmek, kabul etmek.
owner i. sahip, iye, malik.
ownership i. 1. (arazi/bina için) mülkiyet: The ownership of this vineyard is
ox in
çoğ.dispute. Bu bağıni.mülkiyeti
ox.en (ak´sın) öküz. ihtilaf konusu oldu. 2. sahip olma,
sahiplik, iyelik: The ownership of that railroad has been
oxalis i. ekşiyonca.
transferred to the state. O demiryolu devletleştirildi.
oxcart i. öküz arabası, kağnı.
oxeye i., mim. gözpencere.
oxidation i. oksitlenme, oksidasyon.
oxide i., kim. oksit.
oxidise f., İng., bak. oxidize.
oxidize f. oksitlemek; oksitlenmek.
oxygen i., kim. oksijen.
oxygen tent oksijen çadırı.
oyster i. istiridye.
oyster bed istiridye yatağı.
oz kıs. ounce(s).
ozone i. ozon.
ozonosphere i. ozonyuvarı.
p kıs. piano.
p kıs. page, participle, past, penny, population.
P, p i. P, İngiliz alfabesinin on altıncı harfi. Mind your p´s and q´s.
pa Davranışlarına
i., k. dili baba. dikkat et.
PA kıs. power of attorney.
pa kıs. per annum.
pace i. 1. (yürürken atılan) adım. 2. bir adımda alınan yol. 3. gidiş,
yürüyüş. 4. yürüyüş hızı. 5. hız, tempo, gidiş. f. 1. adımlamak. 2.
bir aşağı bir yukarı yürümek/dolaşmak, volta atmak; -i
arşınlamak. 3. (yarışçının) hızını ayarlamak.
pace back and forth/pace up
bir aşağı bir yukarı yürümek/dolaşmak, volta atmak.
and down
pacemaker i. 1. örnek alınan kimse. 2. (geçici) kalp pili, kalbin atış hızını
Pacific ayarlayan
i. aygıt.
pacific s. 1. uzlaştırıcı, barıştırıcı. 2. sakin.
pacification i. 1. barışı sağlama. 2. of (karışıklıklara sahne olan bir yerde)
pacifier asayişi
i. emziksağlama. 3. kontrol altına alma. 4. barıştırma,
(kauçuk meme).
uzlaştırma; barışma, uzlaşma.
pacifism i. barışseverlik, barışçılık.
pacifist i. barışçı kimse.
pacify f. 1. (karışıklıklara sahne olan bir yerde) asayişi sağlamak. 2.
pack barıştırmak,
i. uzlaştırmak.
1. bohça, çıkın. 2. denk.3.3.yatıştırmak,
(sigara için)sakinleştirmek.
paket. 4. sırt çantası.
pack 5. (köpek veya kurtlardan oluşan) sürü. 6.
f. 1. -i bohçalamak. 2. -i denk etmek, -i denklemek.İng., isk. deste.
3. 7. tıb.
kompres; tampon.
(bavulunu/bavullarını) hazırlamak; eşyaları taşınmaya hazır bir
pack a wallop argo bomba gibi patlamak.
duruma getirmek; (bavulu) hazırlamak; -i bavuluna koymak. 4. -i
pack a wallop k. dili çok etkili olmak.
ambalajlamak, -i ambalaj yapmak; -i paketlemek. 5. -i tıka
pack animal yük hayvanı. doldurmak. 6. (silah) taşımak.
basa/hıncahınç
pack off göndermek, defetmek, kovmak.
pack up 1. -i bavula/sandığa koymak. 2. (makine) durmak.
package i. 1. paket. 2. bohça. 3. ambalaj.
package deal tic. paket teklif.
package store içki dükkânı.
package tour paket tur, grup turu.
packed s. 1. paketlenmiş. 2. ağzına kadar dolu.
packed like sardines sardalye gibi istif edilmiş.
packer i. ambalajcı; paketçi.
packet i. 1. paket. 2. bohça, çıkın.
packhorse i. yük beygiri.
packing i. 1. ambalajlama; paketleme, paket etme. 2. ambalaj. 3.
packing box/case salmastra,
eşya sandığı. tıkaç, conta.
packinghouse i. büyük mezbaha.
packsaddle i. semer.
pact i. pakt, antlaşma; sözleşme.
pad i. 1. yumuşak bir maddeden yapılmış koruyucu şey: kneepad
pad dizlik. saddle
f. (--ded, padsessizce
--ding) semer yastığı.
yürümek.desk pad sumen. 2. bloknot,
kâğıt destesi. 3. bazı hayvanların yumuşak tabanı. f. (--ded,
padding i. 1. dolgu maddesi. 2. vatka. 3. fodra. 4. abartma.
--ding) 1. (yumuşak bir madde ile) doldurmak. 2. (konuşma, yazı
paddle i. 1. (kanoya
v.b.´ni) ait) kürek. 2. (masatenisi için) raket. 3. (çocukları
şişirmek.
paddle dövmek
f. 1. sığ suda gezinmek.ucu
için kullanılan yassı oynamak.
2. suda ve yayvan) 3.sopa. 4. tokaç. f. 1.
(çocuk/ihtiyar)
kürekle (kanoyu)
sendeleyerek ileri/geri
yürümek. götürmek; kürekle kanoyu ileri/geri
paddle steamer yandan çarklı vapur; kıçtan çarklı vapur.
götürmek. 2. (çocuğa) dayak atmak.
paddle wheel vapur çarkı, çark.
paddle-wheeler i. yandan çarklı vapur; kıçtan çarklı vapur.
paddock i. 1. İng. (atlar için etrafı çevrili, küçük) çayır. 2. padok.
paddy i. çeltik tarlası.
padishah i. padişah.
padlock i. asma kilit. f. asma kilitle kilitlemek, asma kilit vurmak.
paeony i., İng., bot., bak. peony.
pagan i., s. 1. pagan; putperest. 2. dinsiz.
paganism i. 1. paganizm; putperestlik. 2. dinsizlik.
page i. sayfa. f. (bir yazının) sayfalarını numaralamak.
page i. 1. (otelde) komi. 2. içoğlanı. 3. uşak. f. hoparlör ile çağırmak.
page through sayfalarını çevirmek; sayfalarını çevirip göz atmak.
pageant i. 1. törensel oyun. 2. geçit töreni.
pageantry i. şatafat, tantana, debdebe.
paginate f. (bir yazının) sayfalarını numaralamak.
pagination i. (bir yazının) sayfalarını numaralama.
paid f., bak. pay.
pail i. kova.
pailful i. bir kova dolusu.
pain i. 1. ağrı, acı, sızı. 2. acı, ıstırap. 3. dert, keder. 4. çoğ. özen,
pain in the neck ihtimam,
baş belası. itina. 5. çoğ. doğum sancıları. f. 1. canını yakmak,
eziyet etmek. 2. üzmek.
painful s. 1. ağrılı. 2. zahmetli, güç. 3. acıklı, üzücü.
painkiller i., k. dili ağrı kesici ilaç, ağrı kesici.
painless s. 1. acısız, ağrısız. 2. zahmetsiz.
painstaking s. 1. titiz, özenli, itinalı. 2. özen/itina isteyen (iş).
paint i. 1. boya. 2. allık. 3. makyaj. f. 1. -i boyamak. 2. (boyayla) -in
paintbox resmini/portresini
i. boya kutusu. yapmak. 3. -i tasvir etmek, -i betimlemek, -i
resmetmek. 4. makyaj yapmak.
paintbrush i. boya fırçası.
painter i. 1. boyacı, badanacı. 2. ressam.
painting i. 1. resim, tablo. 2. boyacılık, badanacılık. 3. ressamlık. 4. resim
pair sanatı.
i. (çoğ. --s) çift. f. çiftleştirmek, eşleştirmek.
pair of compasses pergel.
pair of compasses pergel.
pair of pajamas pijama.
pair of pants pantolon.
pair of scissors makas.
pair of trousers pantolon.
pair of trousers pantolon.
pair off eşleşmek; eşleştirmek.
pajamas i. pijama.
Pakistan i. Pakistan.
Pakistani i. Pakistanlı. s. 1. Pakistan, Pakistan´a özgü. 2. Pakistanlı.
pal i., k. dili arkadaş, dost.
palace i. saray.
palatable s. 1. lezzetli. 2. yenilebilir, yenebilir. 3. içilebilir. 4. hoşa giden,
palate hoş.
i. 1. damak. 2. tat alma duyusu. 3. (for) damak zevki.
palatial s. saray gibi.
palaver i. 1. boş laf, palavra. 2. pohpohlama. f. 1. boş laf etmek, palavra
pale atmak. 2. pohpohlamak.
i. 1. kazık. 2. (tahta) parmaklık çubuğu. 3. sınır, limit.
pale s. 1. soluk, solgun, renksiz. 2. açık, uçuk (renk). 3. donuk. f. beti
paleness benzi atmak, sararmak;
i. 1. solgunluk. 2. (renkte) sarartmak.
açıklık, uçukluk. 3. donukluk.
paleography i. paleografi.
paleontologist i. paleontolojist, taşılbilimci.
paleontology i. paleontoloji, taşılbilim.
Palestine i. Filistin.
Palestinian i. Filistinli. s. 1. Filistin, Filistin´e özgü. 2. Filistinli.
palette i. 1. (boya için) palet. 2. palet, bir ressama özgü renkler.
paling i. 1. çit yapmaya özgü kazık. 2. (tahta) parmaklık çubuğu. 3.
palisade kazık çit, çit.
i. 1. savunmada kullanılan ve sivri kazıklardan yapılmış çit; kazık
pall çit; kazık duvar.
i. 1. (siyah çuha veya2. çoğ. (ırmak boyunca
kadifeden) uzanan)
tabut örtüsü. 2. kayalık uçurum
örtü, tabaka: A
dizisi.
pall of f. etrafına
thick mist sivri kazıklar
covered the dikerek
city. çit
Kenti çevirmek.
koyu bir sis tabakası
pallet i. 1. çömlekçi spatulası. 2. (yük kaldırmada/taşımada kullanılan)
örtmüştü.
palet.
palliate f. 1. (hastalık, zorluk v.b.´ni) hafifletmek. 2. (kabahat, hakaret
pallid v.b.´ni)
s. solgun, önemsizmiş
soluk. gibi göstermek.
pallor i. solgunluk, beniz sarılığı.
palm i. 1. avuç içi, aya. 2. palmiye. 3. hurma ağacı. f. avuç içinde
palm branch saklamak.
zafer simgesi olan hurma dalı.
palm oil hurma yağı.
palm s.t. off on s.o. birine bir şeyi hile ile kabul ettirmek.
Palm Sunday paskalyadan önceki pazar günü.
palmetto i. (çoğ. --s/ --es) bot. sabal.
palmist i. el falına bakan kimse.
palmistry i. el falı.
palpable s. 1. hissedilir, dokunulabilir. 2. aşikâr, açık.
palpably z. 1. el ile hissedilerek. 2. aşikâr olarak, açıkça.
palpitate f. (kalp) hızlı atmak, çarpmak.
palpitation i. çarpıntı.
palsy i. 1. inme, felç, nüzul. 2. titreme, sürekli titremeye yol açan
paltriness hastalık. f. felce
i. değersizlik, uğratmak.
önemsizlik.
paltry s. 1. çok az, cüzi (Küçümseme belirtir.). 2. değersiz, önemsiz.
pampa i. pampa.
pampas grass bot. pampaotu, tüykamışı.
pamper f. 1. -in ihtiyaçlarını karşılarken aşırıya kaçmak, şımartmak: Don
pamphlet ´t pamperrisale.
i. broşür, him! Onu şımartma! 2. pohpohlamak.
pan i. 1. tepsi. 2. tava. 3. kefe, terazi gözü. f. (--ned, --ning) 1.
pan- toprağı yıkayarak
önek bütün, tüm. altın çıkarmak. 2. k. dili hakkında olumsuz
eleştiri yazmak.
pan holder İng. tutacak; fırın eldiveni.
pan out k. dili 1. sonuç vermek. 2. başarıya ulaşmak.
panacea i. her derde deva.
Panama i. Panama.
Panamanian i. Panamalı. s. 1. Panama, Panama´ya özgü. 2. Panamalı.
pancake i. krep; gözleme.
pancreas i., anat. pankreas.
panda i., zool. panda.
pandemonium i. kıyamet, kargaşa, velvele.
pander i. pezevenk. f. 1. to (çıkar amacıyla) (birinin olumsuz bir
panderer eğilimini)
i. pezevenk. tatmin etmeye çalışmak: He is pandering to their
reactionary tendencies. Onların gerici eğilimlerini tatmin
pane i. pencere camı.
etmeye çalışıyor. 2. pezevenklik etmek.
panegyric i. birini/bir şeyi göklere çıkaran yazı/söylev, övgü.
panel i. 1. mim. panel. 2. kapı aynası. 3. pano, duvar panosu. 4.
panel discussion (göstergelerin bulunduğu)
(dinleyiciler önünde pano.
yapılan) 5. (dinleyiciler önünde belirli
panel.
bir konuyu tartışmak için seçilen) tartışmacı grubu. 6. jüri
pang i. ani ve şiddetli ağrı, sancı, spazm.
heyetinin isim listesi. 7. jüri heyeti. f. (--ed/--led, --ing/--ling) 1.
panhandle i. 1. tava
mim. sapı. 2.kaplamak.
panellerle ileri doğru2.
uzanan dar süslemek.
panolarla kara parçası. f., k. dili
panic dilenmek.
i. panik, ürkü. f. (--ked, --king) paniğe kapılmak; paniğe
panicky kaptırmak.
s. 1. paniğe kapılmış. 2. kolayca paniğe kapılan.
panic-stricken s. paniğe kapılmış.
Panjab i.
Panjabi i. 1. Pencapça. 2. Pencaplı. s. 1. Pencapça. 2. Pencap, Pencap´a
panorama özgü. 3. Pencaplı.
i. panorama.
panoramic s. panoramik.
pansy i., bot. hercaimenekşe, alacamenekşe, Viola tricolor hortensis.
pant f. 1. nefes nefese kalmak, solumak. 2. after/for -e can atmak, -e
pantechnicon içi gitmek, ... kullanılan
i. (taşınırken için yanıp büyük)
tutuşmak. 3. (kalp) şiddetle çarpmak,
kamyon.
hızla atmak.
pantheism i. panteizm, tümtanrıcılık, kamutanrıcılık.
pantheist i. panteist, tümtanrıcı, kamutanrıcı.
panther i., zool. 1. panter, pars, leopar. 2. puma, yenidünyaaslanı.
panties i., çoğ. kadın külotu.
pantograph i. pantograf, leylekgagası.
pantomime i. pantomim. f. pantomim oynamak.
pantry i. kiler.
pants i., çoğ. 1. pantolon. 2. İng. külot, don.
pantyhose i. külotlu çorap.
pantywaist i. 1. pantolonu ve bluzu birbirine düğmelenen çocuk tulumu. 2.
pap argo kadınsı
i. lapa; papara;adam,
mama.efemine erkek.
papa i. (özellikle çocuk dilinde) baba.
papacy i. papalık.
papal s. papaya/papalığa ait.
papaw i. 1. şişeağacının meyvesi. 2. şişeağacı. 3. kavunağacının
papaya meyvesi. 4. kavunağacı.
i. 1. kavunağacının meyvesi. 2. kavunağacı.
paper i. 1. kâğıt. 2. gazete. 3. kâğıt, yazılı kâğıt. 4. herhangi bir yazı,
paper clip tez,
ataş.bildiri, tebliğ. 5. duvar kâğıdı. 6. yazılı ödev. 7. sınav kâğıdı.
8. mal. değerli kâğıt. 9. çoğ. bir kimsenin toplu mektup, günce
paper clip ataş, kâğıt maşası.
ve diğer yazıları. 10. çoğ. kimlik. s. 1. kâğıt, kâğıttan yapılmış. 2.
paper credit vadeli
kâğıt senet ilekalan.
üzerinde kredi.f. 1. üzerine kâğıt kaplamak, kâğıtlamak;
paper mill kâğıt
kâğıtyapıştırmak.
fabrikası. 2. duvar kâğıdı ile kaplamak.
paper money kâğıt para, banknot.
paper mulberry kâğıtdutu, kâğıtağacı.
paper profits kâğıt üzerindeki kâr.
paper tiger güçlüymüş gibi görünen ama aslında zayıf kimse/kuruluş/ülke.
paperback s., i. karton kapaklı, ciltsiz (kitap).
paper-bag i. kesekâğıdı.
paperhanger i. duvar kâğıdı yapıştıran kimse.
paperknife i., İng. kitap açacağı; mektup açacağı.
paper-mâché i., bak. papier-mâché.
paperweight i. prespapye.
papier-mâché i. ezilmiş kâğıt, tutkal v.b.´nden oluşan ve kalıplara dökülerek
papist çeşitli
i., aşağ.eşya yapılan madde, kâğıt ezmesi; kartonpiyer.
Katolik.
papoose i. (Kızılderili) bebek.
pappy i., k. dili baba.
paprika i. tatlı bir tür kırmızı biberin tozuyla yapılan baharat.
Papua i. Papua.
Papua New Guinea Papua-Yeni Gine.
Papuan i. Papualı. s. 1. Papua, Papua´ya özgü. 2. Papualı.
papyrus çoğ. --es (pıpay´rısîz)/pa.py.ri (pıpay´ri) i. papirüs.
par i.
par value tic. yazılı değer, saymaca değer.
parable i. içinde gerçek payı olan kısa alegorik hikâye, mesel.
parabola i., geom. parabol.
parabolic s. 1. alegorik. 2. geom. parabolik.
parabolical s., bak. parabolic.
paraboloid i., geom. paraboloit.
parachute i. paraşüt. f. 1. paraşütle atlamak. 2. paraşütle indirmek.
parachutist i. paraşütçü.
parade i. 1. geçit töreni, alay. 2. gösteriş. 3. gezinti yeri, gezi. f. 1. geçit
parade ground töreni yapmak.alanı.
ask. merasim 2. belirli bir sıra halinde/belirli bir düzen içinde
geçmek. 3. (around) dolaşmak. 4. teşhir etmek, sergilemek, ilan
paradigm i. 1. örnek, numune. 2. dilb. çekim örneği. 3. paradigma, dizi.
etmek, -in reklamını yapmak.
paradise i. cennet.
paradox i. paradoks.
paradoxical s. paradoksal.
paradoxically z. paradoksal olarak.
paraffin i. 1. parafin mumu, petrol mumu. 2. İng. gazyağı, gaz. 3. kim.
paraffin wax parafin.
parafin mumu.
paragon i. mükemmel olduğu kabul edilen örnek, numune.
paragraph i. 1. paragraf. 2. huk. paragraf, fıkra; bent, madde.
Paraguay i. Paraguay.
Paraguayan i. Paraguaylı. s. 1. Paraguay, Paraguay´a özgü. 2. Paraguaylı.
Paraguayan tea Paraguay çayı, mate.
parakeet i. muhabbetkuşu.
parallax i. paralaks, ıraklık açısı.
parallel s. 1. paralel, koşut. 2. aynı, benzer. 3. aynı doğrultuda olan. f. 1.
parallel bars paralel olmak.
spor paralel 2. paralel
bar, paralel.olarak koymak. 3. -e benzetmek, ile
karşılaştırmak.
parallel port bilg. paralel kapı, paralel port.
parallelepiped i., geom. paralelyüz.
parallelogram i., geom. paralelkenar.
paralyse f., İng., bak. paralyze.
paralysis i. felç, inme.
paralytic s. felçli, inmeli. i. felçli kimse.
paralyze f. 1. felç etmek; kötürüm etmek. 2. felce uğratmak.
parameter i. parametre.
paramount s. 1. üstün, en önemli, başlıca. 2. rütbece üstün olan.
paranoia i. paranoya.
paranoiac s., i. paranoyak.
paranoid s., i. paranoit.
parapet i. 1. siper. 2. korkuluk, korkuluk duvarı, parapet. 3. parmaklık.
paraphasia i., tıb. söz karışıklığı, kelime karışıklığı, parafazi.
paraphernalia i., çoğ. 1. kişisel eşyalar. 2. donatı, teçhizat.
paraphrase i. başka sözcüklerle anlatma. f. başka sözcüklerle anlatmak.
parapsychology i. parapsikoloji, ruhbilim ötesi.
parasite i. asalak, parazit.
parasitic s. 1. asalak, parazit. 2. asalaksal.
parasitical s., bak. parasitic.
parasitology i. asalakbilim, parazitoloji.
parasol i. güneş şemsiyesi.
paratrooper i. paraşütçü asker.
paratroops i., çoğ., ask. paraşüt birlikleri.
paratyphoid i., tıb. paratifo.
parboil f. yarı kaynatmak.
parcel i. 1. paket. 2. bohça, çıkın. 3. parsel. f. 1. out -i parsellemek. 2.
parch out -i eşit kısımlara
f. kavurmak, yakmak.ayırıp dağıtmak, -i üleştirmek. 3. up -i
paketlemek.
parchment i. 1. parşömen, tirşe. 2. parşömen kâğıdı.
pardon f. affetmek, bağışlamak. i. af, bağışlama.
Pardon me. Pardon.
pardonable s. affedilebilir, bağışlanabilir.
pare f. 1. (kabuğunu) soymak. 2. (tırnak, peynir kabuğu v.b.´ni)
parenchyma kesmek. 3. down azaltmak,
i., biyol. özekdoku, parenkima.kısmak.
parent i. 1. anne/baba. 2. ata, cet. 3. çoğ. ana baba, ebeveyn: My
parents and your parents are old friends. Bizim ana babalarımız
eski dost. the parents of the children çocukların ana babaları.
parentage i. 1. ana babalık. 2. soy, nesil.
parental s. ana babaya ait.
parenthesis çoğ. pa.ren.the.ses (pıren´thısiz) i. parantez, ayraç. put s.t. in
parenthetical parentheses
s. parantez içi.bir şeyi parantez içine almak.
pariah i. 1. parya. 2. toplum dışı bırakılmış kimse.
paring i. 1. kabuk, soyuntu. 2. kabuğunu soyma.
parish i., Hrist. 1. (bir kilise ve papazının sorumlu olduğu)
parishioner mahalle/semt.
i. parish´te oturan2. bu mahallede/semtte oturanlar.
kimse.
parity i. 1. eşitlik. 2. tic. parite.
park i. park. f. park etmek.
parka i. parka.
parking lot park yeri, otopark.
parking meter park saati.
parkway i. bulvar.
parl kıs. parliament, parliamentary.
parlance i. 1. deyiş, dil. 2. deyim.
parlay f. (kazanılan parayı) bir sonraki yarışa yatırmak.
parlay one thing into another bir şeyi başka bir şeye dönüştürmek: She parlayed that idea
parley into a fortune.
i. görüşme, O fikirden
müzakere. birwith
f. 1. servet
ile yarattı.
görüşmek, ile müzakere
parliament yapmak. 2.
i. parlamento. barış görüşmeleri yapmak.
parliamentarian i. parlamenter.
parliamentarianism i., bak. parliamentarism.
parliamentarism i. parlamentarizm.
parliamentary s. parlamentoya ait.
parliamentary procedure parlamento usulleri.
parlor i. oturma odası, salon.
parlour i., İng., bak. parlor.
Parmesan i.
Parmesan cheese parmıcan.
parochial s. 1. (bir kilise ve papazının sorumlu olduğu) mahalleye/semte
parochial school ait.
dini2.bir
dar görüşlü; dar (görüş).
kuruluşun/grubun yönetimindeki özel okul.
parochial school dini bir kuruluş veya grubun yönetimindeki özel okul.
parody i. 1. parodi. 2. gülünç bir taklit. f. 1. parodisini yazmak. 2.
parole gülünç
i. şartlı bir taklidini
tahliye. yapmak. şartlı olarak serbest bırakmak.
f. (mahkûmu)
parquet i. parke. f. parke döşemek.
parrot i. papağan. f. papağan gibi tekrarlamak.
parry f. 1. (darbeyi) bertaraf etmek. 2. kaçamak cevap vermek.
parsimonious s. cimri, pinti, hasis, eli sıkı.
parsimony i. cimrilik, pintilik, hasislik.
parsley i. maydanoz.
parsnip i. yabanhavucu, yabanihavuç, karakavza.
parson i. papaz.
parsonage i. papaz evi.
part kıs. participle, particular.
part i. 1. parça, bölüm, kısım. 2. hisse, pay. 3. rol. 4. görev. 5. semt,
part taraf. 6. saç ayrımı.
f. 1. parçalamak, 7. katkı.
ayırmak; z. kısmen.
bölmek. 2. parçalanmak, ayrılmak;
part company bölünmek.
1. birbirinden ayrılmak. 2. with ile ilişkisini kesmek.
part company with -den ayrılmak.
part from -den ayrılmak.
part owner hissedar.
part with -i bırakmak.
partake f. (par.took, par.tak.en) 1. in -e katılmak. 2. paylaşmak.
partake of 1. -i yemek; -i içmek. 2. -in niteliğinde olmak, -i andırmak.
parthenogenesis i., biyol. kendiliğinden türeme/üreme, partenogenez.
partial s. 1. kısmi; kısmen etkili. 2. taraf tutan, tarafgir. 3. to -e meyilli.
partiality i. 1. taraf tutma, tarafgirlik. 2. tarafgirlikten ileri gelen haksızlık.
partially 3. yeğleme.
z. 1. kısmen.4. 2.düşkünlük,
tarafgirlikle, özel
birsevgi.
tarafı tutarak.
participant i. katılan, iştirakçi. s. paylaşan, katılan.
participate f. in -e katılmak.
participation i. 1. katılma. 2. ortaklık.
participle i., dilb. sıfat -fiil, sıfat-eylem, ortaç, partisip.
particle i. 1. zerre, parçacık, partikül. 2. dilb. edat; ek, takı.
particular s. 1. özel, -e özgü: his particular style onun üslubu. 2. özel,
particular to değışik,
-e özgü.farklı. 3. özel; dikkate değer; istisnai. 4. titiz, meraklı. i.
1. madde, husus. 2. çoğ. ayrıntılar.
particularly z. özellikle.
parting i. 1. ayrılma. 2. veda. s. ayrılırken yapılan.
parting of the ways ayrılma noktası; yol ayrımı.
parting shot giderayak atılan taş (söz).
parting shot giderayak söylenen iğneli laf, son taş.
partisan i. 1. partizan, tarafgir. 2. ask. gerillacı, partizan. s. partizan.
partisanship i. partizanlık.
partition i. 1. bölme; bölünme. 2. bölme, perde. 3. bilg. bölüntü. 4. müz.
partitur partisyon. f. 1. bölmek, ayırmak. 2. bilg. bölüntülemek.
i., müz. partisyon.
partitura i., müz., bak. partitur.
partizan i., s., bak. partisan.
partizanship i., bak. partisanship.
partly z. kısmen, bir dereceye kadar.
partner i. 1. ortak; arkadaş. 2. eş, partner. 3. dans arkadaşı,
partnership kavalye/dam.
i. ortaklık.
partridge i., zool. keklik.
parts of speech dilb. sözbölükleri.
part-time s. parttaym.
parturition i. doğurma.
party i. 1. parti, eğlence. 2. pol. parti. 3. grup, takım. 4. huk. taraf. 5.
party line katılan. 6. k. dili benimsediği
partinin/grubun kişi, şahıs. fikirler.
party organ parti organı.
pasha i. paşa.
Pashto i., s. Peştuca, Afganca.
Pashtu i., s., bak. Pashto.
pass i. 1. geçiş, geçme. 2. paso, şebeke. 3. sınavda geçme. 4. boğaz,
pass geçit. 5. ask. hatlardan
f. 1. geçmek; geçirmek:geçme When theizni.car
6. durum,
passed hal.
us we7. were
spor pas.
doing
pass an examination one hundred and eighty
sınavı geçmek, imtihanı vermek. kilometers an hour. Araba bizi
geçtiğinde biz saatte yüz seksen kilometre yapıyorduk. We
pass away 1. ölmek. 2. sona ermek.
passed through Germany on our way to France. Fransa´ya
pass by yanındanAlmanya´dan
giderken geçmek. geçtik. Time passes quickly when you´re
pass for having fun. bakılmak,
... gözüyle Eğlenceli saatler
... diye çabuk geçer. 2. ileri gitmek,
kabul edilmek.
pass in review aşmak. 3. onaylamak;
geçit töreni yapmak. onaylattırmak: When will the Grand
National Assembly pass this new tax law? Büyük Millet Meclisi
pass judgment huk.
bu hüküm
yeni vergivermek.
yasasını ne zaman onaylayacak? 4. sınavda
pass judgment geçmek.hüküm
1. huk. vermek.
5. (birine) (sahte 2. para,
on ... karşılıksız
hakkında yargıya varmak.
çek) vermek. 6.
pass muster bitmek,
k. sona ermek,
dili (yapılmış bir iş)geçmek:
istenildiğiYou should
gibi olmak:stay
Thisinside
won´t until
passthe
storm
muster. passes.
Olmamış Fırtına
bu. geçene kadar içeride kalmalısın. 7. to -e
pass muster yeterli olmak, geçmek.
miras kalmak. 8. spor pas vermek; paslaşmak. 9. briç “pas”
demek. 10. sırasını atlatmak. 11. vermek, uzatmak: Would you
please pass the salt? Tuzu verir misiniz lütfen?
pass o.s. off as ... diye geçinmek, kendini ... diye satmak.
pass on 1. vefat etmek. 2. to (başka bir konuya) geçmek.
pass out 1. bayılmak, kendinden geçmek. 2. dağıtmak.
pass over 1. atlayıp geçmek, üstünden geçmek. 2. öbür tarafa geçmek. 3.
pass s.t. on to ihmal
bir şeyietmek, görmemek.
(başkasına) 4. göz yummak.
vermek/geçirmek.
pass the ball (to) spor (-e) pas vermek.
pass the buck sorumluluğu başkasına yüklemek.
pass the buck sorumluluğu başkasının üzerine atmak.
pass the hat parsa toplamak.
pass the hat yardım toplamak.
pass the time vakit geçirmek.
pass the time of day 1. muhabbet/hasbıhal etmek. 2. selamlaşıp hoşbeş etmek.
pass through 1. içinden geçmek. 2. nüfuz etmek.
pass through one´s mind aklından geçmek.
pass up k. dili yararlanmamak, fırsatı kaçırmak.
passable s. 1. geçirilebilir, geçer. 2. kabul edilir, geçerli. 3. geçit verir
passage (yol).
i. 1. geçme, gitme. 2. yol; boğaz, geçit. 3. pasaj. 4. yolculuk. 5.
passageway koridor,
i. pasaj, dehliz.
geçit. 6. metin parçası, parça, pasaj. 7. (tasarı) kabul
edilip yürürlüğe girme.
passbook i. hesap cüzdanı.
passenger i. yolcu.
passe-partout çoğ. --s (päspırtuz´, paspartuz´) i. paspartu.
passerby çoğ. pass.ers.by (päs´ırzbay) i. yoldan geçen kimse.
passing s. geçen: I heard the sound of a passing train. Geçen bir trenin
passing grade sesini
geçerduydum.
not. It was but a passing fancy. Gelip geçici bir
hayalden başka bir şey değildi. i. 1. geçme. 2. vefat.
passion i. 1. güçlü duygu; tutku; hırs. 2. sevda, aşk. 3. şehvet. 4. hiddet,
passionate öfke.
s. 1. aşırı tutkulu. 2. heyecanlı, hararetli, ateşli. 3. çabuk
passionately öfkelenen,
z. 1. tutkuyla.hiddetli.
2. hararetle.
passionflower i., bot. çarkıfelek, fırıldakçiçeği.
passionless s. tutkusuz, ruhsuz.
passive s. 1. pasif, eylemsiz, edilgin. 2. dilb. edilgen.
passive resistance pasif direniş, eylemsiz direniş.
passive resistance pasif direniş.
passively z. pasif olarak.
passiveness i. pasiflik, edilginlik.
passivity i. pasiflik, edilginlik.
passport i. pasaport.
password i. parola.
past s. geçmiş, geçen, olmuş, sabık. i. 1. geçmiş, mazi. 2. bir
past participle kimsenin geçmişi.
geçmiş zaman 3. dilb. geçmiş zaman kipi. z. geçerek. edat 1.
sıfat-fiili.
-den daha ötede/öteye. 2. ötesinde.
past perfect tense dilb. -miş´li geçmiş zaman.
pasta i. makarna.
paste i. 1. beyaz tutkal. 2. kola. 3. macun. 4. lapa, ezme. f. 1.
pasteboard (tutkalla)
i. mukavva. yapıştırmak.
s. mukavva, 2. mukavvadan
argo yumruk yapılmış.
atmak.
pastel i. 1. pastel boya. 2. pastel resim.
pasteurisation i., İng., bak. pasteurization.
pasteurise f., İng., bak. pasteurize.
pasteurization i. pastörizasyon.
pasteurize f. pastörize etmek.
pasteurized milk pastörize süt.
pastille i., tıb. pastil.
pastime i. eğlence.
pastor i. (Protestanlıkta) papaz.
pastoral s. 1. pastoral, çobanlara/kır hayatına ait. 2. papazlığa ait. i.,
pastorale edeb.
i., müz. pastoral.
pastoral.
pastrami i. sığır pastırması.
pastry i. 1. hamur; yufka. 2. hamur tatlısı/tatlıları.
pastry shop pastane.
pasturage i. otlak, mera.
pasture i. otlak, mera. f. otlamak; otlatmak.
pasty s. 1. hamur gibi, macun kıvamında. 2. solgun.
pat f. (--ted, --ting) (takdir/sevgi belirtisi olarak) elle
pat hafifçe/yumuşakça
s. basmakalıp: a patvurmak;
answer okşamak,
basmakalıp sıvazlamak.
bir cevap. i.
(takdir/sevgi belirtisi olarak) elle hafifçe/yumuşakça vurma;
pat on the back tebrik etmek.
okşama, sıvazlama.
patch i. 1. yama. 2. benek. 3. toprak parçası. f. 1. yamamak,
patch s.o. up yamalamak, yamatedavi
birinin yaralarını vurmak. 2. eğreti bir şekilde tamir etmek.
etmek.
patch s.t. up/together bir şeyi eğreti bir şekilde tamir etmek.
patch things up aradaki anlaşmazlığı gidermek.
patchwork i. 1. kumaş artıklarından dikilmiş yorgan. 2. uydurma iş. 3. yama
pate işi.
i., alay baş, kafa.
patent i. 1. patent, imtiyaz. 2. imtiyazlı arazi. s. patentli. f. patentini
patent almak.
s. açık, aşikâr, belli.
patent leather rugan (deri).
patent medicine hazır ilaç, müstahzar.
patent medicine hazır ilaç, müstahzar.
patent rights patent hakkı.
patentee i. patent sahibi.
patently z. açıkça, aşikâr olarak.
paternal s. 1. babaya ait. 2. babacan. 3. baba tarafından olan. 4.
paternalism babadan
i. kalma.
(devletin/hükümetin/bir kuruluşun/patronun) kendine bağlı
paternally bireylere karşı
z. baba gibi. babanın çocuğuna davrandığı gibi davranması.
paternity i. babalık.
paternity suit huk. babalık davası.
paternity test babalık testi.
path i. 1. yol. 2. patika.
path kıs. pathological, pathology.
pathetic s. 1. acıklı, dokunaklı, etkili, patetik. 2. k. dili gülünç: What you
pathfinder ´ve written
i. çığır açan is so bad
kimse, it´s pathetic! Yazdıkların o kadar berbat
kâşif.
ki ... gülünç buluyorum!
pathogen i., tıb. patojen mikrop.
pathological s. patolojik.
pathologist i. patolog.
pathology i. patoloji.
pathos i. acınma duygusu uyandıran nitelik.
pathway i. yol: the pathway to success başarıya giden yol.
patience i. 1. sabır, dayanç, tahammül. 2. bot. labada.
patience dock bot. labada.
patient s. sabırlı. i. hasta.
patiently z. sabırla.
patio i. 1. avlu, hayat. 2. taraça, teras, veranda.
Patmian i. Patmoslu. s. 1. Patmos, Patmos´a özgü. 2. Patmoslu.
Patmos i. Patmos.
patriarch i. 1. aile reisi sayılan adam. 2. yaşlı ve saygıdeğer adam. 3.
patriarchal patrik.
s. 1. ataerkil, patriarkal, pederşahi. 2. yaşlı ve saygıdeğer
patriarchate (adam). 3. patriğe
i. 1. patrikhane. 2. ait.
patriklik.
patriarchy i. ataerki, pederşahilik.
patrician i. en yüksek sınıftan adam, aristokrat.
patricide i. 1. babayı öldürme. 2. baba katili.
patriot i. yurtsever, vatansever, ulussever.
patriotic s. yurtsever, vatansever, ulussever.
patriotism i. yurtseverlik, vatanseverlik, ulusseverlik.
patrol i. 1. devriye, karakol. 2. devriye gezme. f. (--led, --ling) devriye
patrol car gezmek.
devriye arabası.
patrolman çoğ. pa.trol.men (pıtrol´mîn) i. devriye polis.
patron i. 1. hami, koruyucu. 2. devamlı müşteri.
patronage i. koruma, himaye, yardım.
patronise f., İng., bak. patronize.
patronize f. 1. korumak, himaye etmek. 2. -in müşterisi olmak, -den
patter alışveriş
f. 1. bıcıretmek.
bıcır konuşmak. 2. durmaksızın ve monoton bir
patter biçimde konuşmak.
f. pıtırdamak, tıpırdamak. i. pıtırtı, tıpırtı.
pattern i. 1. örnek, model; patron. 2. biçim düzeni. 3. şablon. f. 1.
pattern o.s. on/after s.o. modele görealmak.
birini örnek yapmak. 2. şekillerle süslemek.
patty i. 1. yassı köfte. 2. küçük börek.
paucity i. azlık, kıtlık, yetersizlik.
paunch i. (şişman) göbek.
paunchy s. göbekli.
pauper i. yoksul, fakir.
pauperise f., İng., bak. pauperize.
pauperize f. dilenecek duruma getirmek, dilenci durumuna getirmek.
pause i. 1. durma; durgu. 2. mola, fasıla, ara. f. 1. durmak,
pave duraklamak.
f. (with) (yolu) 2.(asfalt,
mola vermek.
taş v.b. 3.
ile)duraksamak,
kaplamak. tereddüt etmek.
pave the way for -e zemin hazırlamak; -in yolunu açmak.
pavement i. 1. yol yüzeyi, kaldırım. 2. İng. kaldırım, yaya kaldırımı, trotuar.
pavilion i. 1. (parklarda) büyük kameriye. 2. (fuarda) pavyon. 3.
paving (hastanede) pavyon.
i. 1. yol döşeme. 2. yol yüzeyi, kaldırım.
paving stone kaldırım taşı.
paw i. 1. hayvanın pençeli ayağı; pati. 2. k. dili el. f. 1. (at/boğa)
pawn (yeri) eşelemek;
i. 1. satranç piyon,eşinmek.
piyade, 2. (hayvan)
paytak. patisiyle
2. maşa, (birpiyon,
kukla, yeri) alet.
tırmalamak. 3. pençe atmak. 4. k. dili (kadına) el atmak, (kadını)
pawn i. 1. rehin, rehine. 2. rehine koyma. f. 1. rehine koymak. 2.
ellemek.
pawn broker tehlikeye atmak.
rehin karşılığı borç para veren kimse; tefeci.
pawn shop tefeci dükkânı.
pawn ticket rehin makbuzu.
pawpaw i., bak. papaw.
pay i. ücret, maaş. f. (paid) 1. (birine) (para, borç v.b.´ni) ödemek:
pay a compliment Haven´t you paid
iltifat etmek, him yet?
kompliman Parasını daha ödemedin mi? You
yapmak.
have to pay your taxes next month. Gelecek ay vergilerini
pay a premium for -i pahalıya almak.
ödemen lazım. 2. (hatanın/suçun) bedelini ödemek, cezasını
pay a visit to -i ziyaretYou´ll
çekmek: etmek. pay heavily for this. Bunu ağır ödersin. 3. -in
pay an arm and a leg for yararına
-e olmak: patlamak:
çok pahalıya Who says You´ll
crime doesn´t pay?
pay an arm Suça işlemenin
and leg for it.
pay as one goes faydasını
Sana çok kim inkâr
pahalıya edebilir
patlayacak.
peşin parayla alışveriş etmek. ki? It´ll pay you to listen to this.
Buna kulak asarsan iyi olur. 4. (bir iş) birine para getirmek; (bir
pay attention dikkat
işin) etmek.
maaşı (belirli bir nitelikte) olmak: This job pays well.
pay court to -e kur yapmak.
Dolgun maaşlı bir iş bu.
pay day maaş günü.
pay dearly for pahalıya mal olmak.
pay for 1. -in parasını ödemek; -in masrafını/hesabını ödemek/çekmek,
pay for itself -in faturasını
kendi masrafınıödemek. 2. (hatanın/suçun) bedelini ödemek,
çıkarmak.
cezasını çekmek.
pay in advance peşin ödemek, teslim almadan önce parasını ödemek.
pay in kind ayni olarak ödemek.
pay interest (hesap, bono v.b.) faiz getirmek.
pay lip service to -e inanır gibi yapmak.
pay off 1. (borcu) tamamıyla ödemek. 2. k. dili faydalı olmak.
pay one´s dues 1. aidatını ödemek. 2. argo (stajyerlik/çıraklık dönemlerine
pay one´s respects özgü)
1. (to)sıkıcı işler yapmak.
(-e) ziyarette 3. argo2.bir
bulunmak. şeyin
(-e) cezasını
saygı çekmek.
ziyaretinde
pay one´s way bulunmak.
kendi masraflarını kendi ödemek.
pay one´s whack İng., k. dili payına düşeni ödemek.
pay out 1. (parayı) ödemek. 2. (ip, zincir v.b.´ni) vermek; den. kaloma
pay phone etmek.
k. dili umumi/ankesörlü telefon.
pay regard to -i dikkate almak.
pay s.o. a call birini ziyaret etmek.
pay s.o. a compliment birine iltifat etmek.
pay s.o. a visit birini ziyaret etmek.
pay s.o. back 1. birine olan borcu ödemek: I´ll pay you back tomorrow.
pay s.o. off Borcumu size yarın ödeyeceğim.
1. birine ücretini/maaşını 2. (güzel
verip işine bir şeye2.karşı)
son vermek. birinebirine
karşılıkta
rüşvet bulunmak: How can I pay you back for such a
pay s.o.´s way birininvermek.
masraflarını karşılamak/ödemek.
wonderful meal? Böyle güzel bir yemeğe karşı size ne
pay station bak. pay telephone.
yapabilirim? 3. (kötülük yapan birinden) intikam almak; (kötülük
pay telephone yapan birinin) hakkından
umumi/ankesörlü telefon.gelmek.
pay telephone jetonlu telefon.
pay the piper k. dili yaptığının/yaptıklarının sonuçlarına katlanmak: He did it,
Pay the piper and call the but it´s veren
me who´s going to have to pay the piper. O yaptı, fakat
Parayı düdüğü çalar.
tune. ceremesini çekecek olan benim.
pay through the nose k. dili -e çok pahalıya patlamak: You´ll pay through the nose.
pay under protest Sana
itirazçok pahalıya
ederek patlayacak.
ödemek.
pay up (borcunu) ödemek; borcunu ödemek.
pay/do obeisance to -e saygı göstermek.
payable s. 1. ödenebilir. 2. ödenmesi gereken, ödenecek.
payable at sight görüldüğünde ödenecek.
payable on demand ibrazında ödenecek.
payable to bearer hamiline ödenecek.
payable to cash hamiline.
payable to order emre ödenecek.
payday i. maaş günü; ödeme günü.
payee i. alacaklı.
paying guest pansiyoner.
paymaster i. mutemet.
payment i. 1. ödeme. 2. ücret, maaş. 3. taksit.
payoff i. 1. ücret ödeme. 2. k. dili ödül. 3. k. dili ceza. 4. k. dili sonuç,
payroll netice. 5. çıkış noktası.
i. 1. maaş/ücret 6. argo
bordrosu. rüşvet.
2. maaşların/ücretlerin toplamı.
PC kıs. personal computer.
pd kıs. paid.
pea i. bezelye.
pea green bezelye yeşili, açık yeşil.
pea soup bezelye çorbası.
pea souper k. dili koyu sis.
peace i. 1. huzur, sükûn, rahat, asayiş. 2. barış.
Peace be with you. Selamünaleyküm.
peace offering barış ve uzlaşma amacıyla verilen hediye.
peaceable s. 1. barışsever. 2. sakin.
peaceful s. huzurlu, sakin.
peacemaker i. barıştırıcı, uzlaştırıcı.
peacetime i. barış zamanı.
peach i. şeftali.
peach blossom şeftali baharı.
peach fuzz 1. şeftalinin üstündeki tüyler. 2. ayva tüyü, insan vücudundaki
peach Melba ince sarı tüyler.
peşmelba.
peach tree şeftali ağacı.
peacock i., zool. tavus.
peahen i., zool. dişi tavus.
peak i. 1. tepe, doruk, zirve. 2. (kaskette) siper, siperlik.
peak load en büyük yük.
peak traffic hours trafiğin en sıkışık olduğu saatler.
peaked s. 1. zayıf, bitkin. 2. tepeli. 3. siperli (kasket).
peal i. 1. birkaç çanın birlikte/art arda çalınması. 2. yüksek ve
peanut devamlı ses. 3.2.top/gök
i. 1. yerfıstığı. çoğ., k.gürlemesi gibimiktarda
dili önemsiz ses. f. (çan)
para.çalınmak.
peanut brittle yerfıstığıyla yapılan bir şekerleme.
peanut butter yerfıstığı ezmesi, fıstık ezmesi.
peanut gallery k. dili (tiyatrodaki) en üst balkon.
pear i. armut.
pearl i., s. inci.
pearl onion çok ufak arpacıksoğanı.
peasant i. 1. köylü. 2. k. dili köylü, çemiş.
peasantry i. köylüler, köylü sınıfı.
peat i. turba.
peat bog turbalık, turba bataklığı.
pebble i. çakıl taşı, çakıl.
pebbly s. çakıllı.
pêche melba peşmelba.
peck i. 1. hacim ölçüsü birimi (0,009 metre küp). 2. büyük bir miktar.
peck f. 1. gagalamak. 2. gaga ile toplamak. i. gagalama.
peck at kuş gibi az yemek.
pectin i. pektin.
pectoral s. göğüs boşluğuna ait; göğse ait, pektoral.
pectoral fin göğüs yüzgeci.
pectoral muscle göğüs kası.
peculiar s. 1. to -e özgü: a disease peculiar to children çocuklara özgü bir
peculiarity hastalık. 2. özel:
i. 1. özellik. a peculiar circumstance özel bir durum. 3.
2. acayiplik.
acayip, garip, tuhaf.
peculiarly z. 1. özel olarak. 2. alışılmışın dışında. 3. acayip bir şekilde.
pecuniary s. parayla ilgili, parasal, para.
pedagog i., bak. pedagogue.
pedagogic s. eğitimsel, pedagojik.
pedagogical s., bak. pedagogic.
pedagogue i. 1. eğitimbilimci, eğitimci, pedagog. 2. dar görüşlü öğretmen.
pedagogy i. eğitimbilim, eğitbilim, pedagoji.
pedal i. pedal, ayaklık. f. (--ed/--led, --ing/--ling) 1. pedalla işletmek. 2.
pedant pedal çevirmek.
i. 1. bilgiçlik taslayan kimse. 2. gereksiz ayrıntılar üzerinde
ısrarla duran bilim adamı.
pedantic s. bilgiçlik taslayan.
pedantry i. bilgiçlik taslama.
peddle f. kapı kapı/sokak sokak dolaşarak satmak.
peddler i. seyyar satıcı.
pederast i. oğlancı.
pederasty i. oğlancılık.
pedestal i. 1. heykel/sütun tabanı, kaide. 2. esas, temel.
pedestrian i. yaya. s. 1. yürümeye ait. 2. yaya giden, piyade. 3. ağır, sıkıcı.
pedestrian crossing yaya geçidi.
pedestrian subway (yayalar için) altgeçit.
pediatric s., tıb. pediatrik, pediyatrik.
pediatrician i. çocuk doktoru.
pediatrics i., tıb. pediatri, pediyatri.
pedicel i., bot. sapçık.
pedicure i. pedikür.
pedigree i. 1. soy. 2. soyağacı, şecere.
pedigreed s. şecereli (hayvan).
pedlar i., İng., bak. peddler.
pedology i. çocukbilim, pedoloji.
pedology i. toprakbilim, pedoloji.
pedophile i. pedofil, sübyancı.
pedophilia i. pedofili, sübyancılık.
peduncle i., bot., anat. sapçık.
pedunculus i., anat. sapçık.
pee i., k. dili çiş. f. işemek.
peek f. gizlice bakmak, gözetlemek, dikizlemek. i. gizlice bakma,
peel gözetleme, dikiz.
f. 1. (meyvenin/sebzenin) kabuğunu soymak, (meyveyi/sebzeyi)
peel off one´s clothes soymak.
soyunmak, elbiselerini çıkarmak.çıkarmak. 3. (ağacın kabuğu,
2. (karidesin) kabuğunu
insanın derisi, boya v.b.) sıyrılmak. i. meyve/sebze kabuğu: Pick
peeling i. (soyulmuş) meyve/sebze kabuğu: Throw those apple peelings
up those banana peels! O muz kabuklarını topla!
peep out thecik”
f. “cik window! O elma
diye ses kabuklarını
çıkarmak. pencereden
i. civciv sesi. at!
peep f. gizlice bakmak, gözetlemek, dikizlemek, röntgencilik etmek. i.
peep of day gizlice bakma.
gün ağarması.
pee-pee i., ç. dili çiş. f., ç. dili çiş yapmak.
peephole i. gözetleme deliği.
peeping Tom röntgenci.
peer i. 1. akran, emsal. 2. İng. dük/marki/kont/vikont/baron unvanlı
peer kimse.
f. 1. into/at -e dikkatle bakmak. 2. out aralıktan dışarı bakmak.
peerless s. eşsiz, emsalsiz.
peeve f., k. dili sinirlendirmek. i.
peevish s. sinirli, huysuzluğu üstünde.
peg i. 1. ağaç çivi. 2. askı, kanca. 3. gerekçe; bahane. 4. k. dili
peg away (at) derece.
İng. (bir5.işte)
müz. mandal.
sebatla f. (--ged, --ging) 1. ağaç çiviyle
çalışmak.
çivilemek. 2. up İng. (çamaşırı) mandallayarak asmak. 3. (fiyat,
pejorative s. aşağılayıcı, yermeli, pejoratif. i. aşağılayıcı sözcük, yermeli
ücret v.b.´ni) sabit tutmak. 4. k. dili atmak.
pelican sözcük.
i., zool. kaşıkçıkuşu, pelikan.
pellet i. 1. küçük topak. 2. saçma tanesi. 3. hap.
pellmell z., bak. pell-mell.
pell-mell z. paldır küldür, aceleyle.
Peloponnese i.
Peloponnesian i. Peloponezli. s. 1. Peloponez, Peloponez´e özgü. 2. Peloponezli.
Peloponnesus i.
pelt i. post.
pelt f. 1. with ... yağmuruna tutmak: They pelted him with rotten
pelvis tomatoes. Onu leğen.
i., anat. pelvis, çürük domates yağmuruna tuttular. They pelted
her with questions. Onu soru yağmuruna tuttular. 2. down
pen i. 1. (çevresi çit veya tel örgüyle çevrili, üstü açık) ağıl. 2. k. dili
(yağmur) bardaktan boşanırcasına yağmak.
pen cezaevi. f. (--ned/pent,
i. (kurşunkalem dışında--ning)
herhangi bir) kalem; dolmakalem;
pen an animal up tükenmezkalem; tüy kalem. f. (--ned,çevrili,
hayvanı çevresi çit veya tel örgüyle --ning)üstü
kalemi
açıkele
bir alıp
yazmak; yazmak.
yere/ağıla koymak/kapatmak.
pen name edeb. takma ad.
pen point kalem ucu.
pen s.o. up (in) birini (bir yere) kapatmak/hapsetmek.
penal s. ceza ile ilgili, cezai.
penal code ceza kanunları.
penal colony mahkûmların gönderildiği sürgün yeri.
penal servitude ağır hapis cezası.
penalise f., İng., bak. penalize.
penalize f. cezalandırmak.
penalty i. 1. ceza. 2. spor penaltı.
penance i., Hrist. 1. günah çıkarma ve papazın önerdiği kefareti yerine
pen-and-ink getirme. 2. bir günahı
s. dolmakalemle bağışlatmak için papazın önerdiği kefaret.
yazılmış/çizilmiş.
pen-and-ink drawing mürekkeple yapılan resim/lavi.
pence i., İng., çoğ., bak. penny.
penchant i.
pencil i. kurşunkalem. f. (--ed/--led, --ing/--ling) kurşunkalemle
pencil box yazmak/çizmek.
kalem kutusu, kalemlik.
pencil sharpener kalemtıraş.
pend f. askıda kalmak, muallakta olmak.
pendant i. 1. asılı şey. 2. pandantif; küpe ucundaki süs.
pending s. 1. kararlaştırılmamış, bir karara bağlanmamış, askıda. 2.
penduline gelen,
s. ufukta gözüken. edat 1. sırasında, esnasında. 2. -inceye
kadar; -e kadar.
penduline titmouse zool. çulhakuşu.
pendulous s. sarkan, asılı.
pendulum i. 1. sarkaç, rakkas. 2. sürekli değişen şey.
peneplain i., jeol. peneplen, yontukdüz.
penetrate f. 1. girmek; delmek; içine işlemek, nüfuz etmek. 2. etkilemek.
penetrating 3. delip
s. 1. içe geçmek. 4. iyice
işleyen, nüfuz kavramak/anlamak.
eden. 5. sızmak, 3.
2. keskin (zekâ/koku/ses). gizlice
girmek.
anlayışlı.
penetration i. 1. girme; delme; içine işleme, nüfuz etme. 2. etki. 3. delip
penguin geçme. 4. sızma, gizlice girme. 5. iyice kavrama/anlama.
i., zool. penguen.
penholder i. 1. kalem sapı. 2. kalemlik, kalem koyacağı.
penicillin i. penisilin.
peninsula i. yarımada.
peninsular s. yarımadaya ait.
penis çoğ. --es (pi´nîsız)/pe.nes (pi´niz) i. penis, erkeklik organı.
penitence i. tövbekârlık, tövbekâr olma.
penitent s. tövbekâr. i., Hrist. bir günahı bağışlatmak için papazın
penitentiary önerdiği kefareti
i. hapishane, yerine getiren kimse.
cezaevi.
penknife çoğ. pen.knives (pen´nayvz) i. çakı.
penmanship i. 1. elle yazı yazma sanatı. 2. el yazısı.
pennant i. flama, flandra.
penniless s. parasız, meteliksiz, cebi delik.
pennon i. 1. flandra, flama. 2. kanat.
penny çoğ. pen.nies (pen´iz)/İng. pence (pens) i. 1. sent. 2. İng. peni.
3. az miktarda para.
penny pincher cimri kimse. penny-wise and pound-foolish ufak şeylerde
pennyroyal tutumlu,
i. yarpuz,büyükhabak.şeylerde müsrif (kimse).
pennyweight i. yirmi dört buğday ağırlığında ölçü birimi (1,56 gram).
pension i. emekli aylığı/maaşı. f. emekli aylığı vermek, aylık bağlamak.
pension s.o. off birini emekliye ayırmak.
pensioner i., İng. emekli kimse.
pensive s. dalgın, düşünceli.
pent s.
pent up 1. bir yere kapatılmış, hapsedilmiş. 2. bastırılmış (duygu).
pentagon i., geom. beşgen.
pentagonal s. beş köşeli.
pentathlon i., spor pentatlon.
Pentecost i. 1. Hrist. Hamsin yortusu, Hamsin, Gül Paskalyası. 2. Musevilik
penthouse Hamsin bayramı.
i. çatı katı, çekmekat.
penultimate s. sondan önceki, sondan bir evvelki.
penurious s. aşırı yoksul.
penury i. aşırı yoksulluk.
peony i., bot. şakayık.
people i. 1. birileri: Be quiet! There are people in the next room. Sus!
pep Yandaki
i. 1. kuvvet,odada birileri
enerji. var. Aref.there
2. canlılık. (--ped,people in up
--ping) thecanlandırmak,
next room?
Bitişikteki odada
hareketlendirmek. kimse var mı? Do those people really believe
pep pill amfetaminli hap.
that? Onlar gerçekten ona inanıyor mu? Most people from that
pep talk k. diliare
area moral
like verici kısa konuşma.
that. Oralıların çoğu öyle. All the people in the
pepper village
i. biber;came. Tüm köy
karabiber; halkı geldi.
kırmızıbiber. 2. (toz/pul)
f. -e insanlar,biber
insanoğlu:
koymak;People
pepper mill are like
üzerine that.
biber
biber değirmeni. İnsanlar
ekmek, öyle. 3. Bazı
biberlemek. genellemelerde kullanılır:
People will say she did it on purpose. Mahsus yaptığını
pepper s.o. with buckshot birinin üzerine kurşun
söyleyecekler. yağdırmak.
4. (belirli bir ülkede yaşayan/belirli bir soydan
pepper s.o. with questions birini soru
gelen) halk:yağmuruna
He wishestutmak.
to serve his people. Halkına hizmet
pepper s.t. with etmek
bir şeyeistiyor. 5. aile, bir kimsenin yakınları. 6. çoğ. uluslar,
... serpiştirmek.
milletler, kavimler. f. (insanlar) (bir yere) yerleşmek; insanları
pepper-and-salt s. karyağdı (kumaş); ak düşmüş (saç/sakal).
(bir yere) yerleştirmek; (bir yeri) iskân etmek.
peppercorn i. karabiber tanesi.
peppermint i. 1. nane. 2. naneşekeri.
peppery s. 1. biberli. 2. hemen parlayan (kimse). 3. iğneli, iğneleyici
peppy (sözler).
s. canlı, enerjik.
pepsin i., biyokim. pepsin.
per edat 1. ... başına, her bir ... için: two per person kişi başına iki
per annum tane.
(än´ım) 2. vasıtasıyla,
yıllık, her yıleliyle; tarafından.
için; yılda.
per capita (käp´ıtı) kişi başına.
per diem (di´yım) günlük; günde.
per se (sey´) kendi başına, aslında, haddi zatında.
Pera i., tar. Beyoğlu, Pera.
perambulate f. 1. (bir yerde) gezinmek, gezmek, dolaşmak. 2. çevresini
perambulator dolaşmak.
i., İng. çocuk arabası.
perceive f. 1. algılamak. 2. farketmek, anlamak; kavramak; sezmek.
percent i., s. yüzde: ten percent of his salary maaşının yüzde onu. a two
percentage percent
i. 1. yüzde,price hike oranı.
yüzde yüzde2. ikipay,
oranında
hisse,bir zam. 3. k. dili yarar,
yüzdelik.
perceptible avantaj, kâr.
s. 1. algılanabilir. 2. farkedilebilir, anlaşılır.
perception i. 1. algılama. 2. farketme, anlama; sezme. 3. algı, idrak. 4.
perceptive sezgi, feraset.kuvvetli, ferasetli. 2. çok akıllıca, zekice.
s. 1. sezgileri
perch i., zool. tatlısulevreği.
perch i. 1. tünek. 2. oturulacak yüksek yer. f. (on) (-e) 1. tünemek,
perchance tüneklemek,
z. konmak. 2. oturmak, tünemek.
percolate f. süzmek, filtreden geçirmek; süzülmek, sızmak.
percolation i. süzme; süzülme.
percolator i. filtreli kahve makinesi.
percussion i. 1. vurma, çarpma. 2. vurma çalgılar. 3. tıb. perküsyon.
percussion cap çatapat.
percussion instrument vurma çalgı.
percussion instrument vurma çalgı.
peregrinate f. 1. yolculuk etmek, seyahat etmek. 2. katetmek, aşmak.
peregrination i. yolculuk, seyahat.
peremptorily z. kesin olarak, tartışmaya yer bırakmayacak şekilde.
peremptory s. 1. kesin, mutlak. 2. otoriter, amirane, buyurucu, diktatörce.
perennial s. 1. yıllarca süren, sürekli, daimi. 2. çok yıllık (bitki). i. çok yıllık
perfect bitki.
s. 1. mükemmel; kusursuz; tam: perfect circle tam daire.
perfect perfect
f. specimen kusursuz2.örnek.
1. mükemmelleştirmek. 2. k. dili
geliştirmek. 3.tam, sapına kadar:
bitirmek,
perfect nonsense tam bir saçmalık.
tamamlamak.
perfection i. 1. mükemmellik, mükemmeliyet, kusursuzluk. 2.
perfectly mükemmelleştirme. 3. bitirme, tamamlama.
z. 1. tamamen. 2. mükemmelen, kusursuz bir biçimde.
perfidious s. hain; vefasız; kalleş.
perfidiously z. haince; vefasızca; kalleşçe.
perfidy i. hıyanet, hainlik; vefasızlık; kalleşlik.
perforate f. 1. delmek. 2. bir dizi delik açmak. 3. içine işlemek, nüfuz
perforation etmek.
i. 1. delik, bir dizi delikten biri. 2. delme, perforaj. 3. bir dizi
perforce delik açma. 4. tıb. perforasyon.
z. mecburen.
perform f. 1. -in performansı ... olmak: The car performed well. Arabanın
performance performansı
i. 1. performans.iyiydi.
2. 2. (oyuncu/sanatçı)
temsil, oynamak.
gösteri. 3. (oyunu) 3. (oyunu)
oynama; (oyun)
oynamak;
oynanma. (müzik eserini) çalmak, icra eseri) çalınma, icra You
etmek. 4. yapmak:
performer i. 1. yerine4. çalma,kimse.
getiren icra etme; (müziksanatçı.
2. oyuncu;
´ve
edilme.performed a miracle.
5. yapma, icra. Bir mucize yarattınız. Who´s
perfume i. parfüm, esans;
performing güzel koku.
the marriage? f. parfüm
Nikâhı sürmek.He performs his
kim kıyacak?
perfunctorily duties well. Görevlerini
z. 1. formalite gereği. 2.iyi bir şekilde baştan
dikkatsizce, yerine getiriyor.
savma.
perfunctory s. 1. mekanik olarak yapılan. 2. dikkatsiz, baştan savma. 3.
perfusion sıkıcı,
i., tıb. formalite gereği yapılan.
sıvı içitimi.
pergola i. çardak.
perhaps z. belki, muhtemelen.
peri i. peri.
pericardium çoğ. per.i.car.di.a (perıkar´diyı) i., anat. perikard.
perigee i., gökb. yerberi.
perigon i., geom. tam açı.
peril i. tehlike; tehlikeye uğrama. f. (--ed/--led, --ing/--ling) tehlikeye
perilous atmak.
s. çok tehlikeli.
perimeter i. çevre.
period i. 1. devir: the Ottoman period Osmanlı devri. 2. dönem, devre:
periodic a
s. period
süreli, of political unrest siyasi kargaşaların olduğu bir dönem.
periyodik.
3. süre, müddet: for a brief period kısa bir süre için. 4. jeol.
periodic table kim. öğeler çizelgesi, periyodik cetvel.
devir, çağ. 5. âdet, aybaşı. 6. dilb. nokta.
periodical i. süreli yayın. s. süreli, periyodik.
periodically z. 1. belirli aralıklarla. 2. belirli zamanlarda.
periphery i. dış sınır çizgisi, çevre.
periscope i. periskop.
perish f. 1. ölmek; (hayvan) helak olmak. 2. yok olmak. 3. İng.
perishable çürütmek; çürümek.dayanıksız (yiyecekler). 2. ölümlü, fani. i.,
s. 1. kolay bozulur,
perishing çoğ. çabuk/kolay bozulabilen gıda maddeleri.
s., İng.
peritoneum çoğ. --s (perıtıni´yımz)/per.i.to.ne.a (perıtıni´yı) i., anat.
peritonitis karınzarı, periton.
i., tıb. karınzarı yangısı/iltihabı, peritonit.
periwinkle i., bot. cezayirmenekşesi.
perjure f. yalan yere yemin ettirmek; yalancı tanıklık etmek.
perjure o.s. yalan yere yemin etmek.
perjury i. yeminli yalan; yalancı tanıklık.
perk f.
perk up neşelenmek, canlanmak; neşelendirmek, canlandırmak.
perky s. neşeli, canlı.
perm i. perma, permanant. f. perma yapmak.
permanence i. kalıcılık, daimilik; süreklilik, devamlılık.
permanency i., bak. permanence.
permanent s. kalıcı, daimi; sürekli, devamlı: permanent scar kalıcı iz.
permanent press permanent
ütü istemez. solution kalıcı çözüm. permanent chairman daimi
başkan. permanent job sürekli iş. She seems to have a
permanent wave perma, permanant.
permanent smile on her face. Sanki yüzündeki tebessüm hiç
permanently z. kalıcı bir şekilde;
eksilmiyor. i. perma,sürekli olarak, devamlı olarak.
permanant.
permanganate i., kim. permanganat.
permeability i. geçirgenlik, geçirimlilik, permeabilite.
permeable s. geçirgen, geçirimli, permeabl.
permeate f. nüfuz etmek, içine işlemek.
permissible s. izin verilebilir, hoş görülebilir.
permission i. 1. izin; müsaade. 2. ruhsat.
permissive s. aşırı hoşgörülü, fazla müsamahakâr.
permit f. (--ted, --ting) 1. izin vermek; müsaade etmek. 2. ruhsat
permit vermek. 3. in -itezkere;
i. izin belgesi, (bir yere) almak/sokmak:
izin; ruhsat; permi.She won´t permit him
in her house. Onu evine sokmaz. 4. elvermek, müsaade etmek,
permutation i. 1. permütasyon; değişim; değiştirim. 2. mat. permütasyon,
uygun olmak.
pernicious devşirim.
s. 1. zararlı, tehlikeli. 2. öldürücü.
pernicious anemia tıb. kötücül kansızlık.
perniosis çoğ. per.ni.o.ses (pırniyo´siz) i., tıb. soğuk ısırması.
peroxide i. 1. kim. peroksit. 2. oksijenli su. f. (saçı) oksijenlemek.
perpendicular s. düşey, dikey. i., mat. dikme.
perpetrate f. (suç v.b.´ni) işlemek.
perpetrator i. (suç) işleyen kimse.
perpetual s. 1. sürekli, devamlı, daimi, aralıksız. 2. ebedi, ölümsüz.
perpetual motion devamlı hareket.
perpetual motion fiz. sürgit devinim.
perpetually z. sürekli olarak, daima.
perpetuate f. sürekli kılmak, sürdürmek, devam ettirmek.
perpetuity i.
perplex f. 1. kafasını bulandırmak, zihnini karıştırmak, şaşırtmak, allak
perplexed bullak
s. kafasıetmek. 2. karıştırmak, çapraşık
bulandırılmış/bulanmış, duruma
şaşkın, getirmek.
şaşırmış.
perplexing s. insanın kafasını bulandıran, şaşırtıcı.
perplexity i. 1. kafa bulanıklığı, şaşkınlık. 2. insanın kafasını bulandıran
persecute durum. 3. karışıklık,
f. zulmetmek, eziyetçapraşıklık.
etmek, canını yakmak.
persecution i. zulüm, eziyet, eziyet etme, canını yakma.
perseverance i. sebat, direşme.
persevere f. sebat etmek, direşmek.
persevering s. sebatlı, direşken.
Persia i. İran.
Persian i. 1. Farsça. 2. tar. İranlı. 3. tar. Pers. s. 1. Farsça. 2. tar. İran,
Persian carpet/rug İran´a özgü. 3. tar. İranlı. 4. tar. Pers.
İran halısı.
Persian cat irankedisi.
Persian rug İran halısı, Acem halısı.
persimmon i. trabzonhurması, japonhurması.
persist f. 1. in -de ısrar etmek, -de ayak diremek, -de inat etmek. 2.
persistence devam etmek,
i. 1. ısrar, inat. sürüp
2. devamgitmek.
etme, sürüp gitme.
persistent s. 1. ısrarlı, inatçı. 2. devamlı, sürekli, sürüp giden.
persistently z. 1. ısrarla, üzerinde durarak, inatla. 2. devamlı olarak, sürekli.
person i. 1. kimse, kişi, şahıs. 2. dilb. şahıs.
person of note önemli biri.
person to person call ihbarlı konuşma, davetli konuşma.
persona i.
persona non grata Lat. istenmeyen kişi.
personable s. hoş, çekici, cana yakın.
personage i. şahsiyet, önemli kişi.
personal s. kişisel, özel.
personal computer kişisel bilgisayar.
personal effects özel eşya.
personal estate huk. menkuller.
personal pronoun dilb. şahıs zamiri.
personal pronoun şahıs zamiri.
personality i. 1. kişilik, şahsiyet. 2. şahsiyet, önemli kişi.
personally z. 1. şahsen, bizzat. 2. kendine gelince.
personify f. 1. (somut bir şeyin) ta kendisi olmak, canlı bir örneği olmak:
personnel He personifies
i. personel, courage. O cesaretin ta kendisi. 2. edeb. -i
kadro.
kişileştirmek.
perspective i. 1. (resimde) perspektif. 2. bakış açısı, açı. 3. uzaklık duygusu
perspicacious veren
s. çok manzara resmi.çok akıllıca.
akıllı, ferasetli;
perspiration i. 1. ter. 2. terleme.
perspire f. terlemek, ter dökmek.
persuade f. 1. ikna etmek, inandırmak: I persuaded him that he was
persuasion wrong.
i. 1. ikna Onu yanıldığına
etme, inandırma.inandırdım. 2. ikna
2. ikna etme, etmek,
razı etme.razı etmek: I
3. kanaat,
persuaded him to go. Onu gitmeye razı ettim.
inanç.
persuasive s. ikna edici.
persuasively z. ikna edici şekilde.
persuasiveness i. ikna edici olma.
pert s. arsız, şımarık, yılışık; küstah.
pertain f. to 1. -e ait olmak; ile ilgili olmak, -e ilişkin olmak; ile ilgisi
pertinacious olmak: This forest
s. direngen; kararlı,doesn´t
azimli. pertain to that estate. Bu orman o
malikâneye ait değil. His remarks pertained only to legal
pertinaciously z. kararlılıkla, azimle.
matters. Sözleri yalnızca yasal sorunlarla ilgiliydi. This privilege
pertinacity i. direngenlik;
doesn´t pertain kararlılık,
to you. Buazim.
ayrıcalığın seninle ilgisi yok. 2. -e
pertinent özgü
s. olmak, -ea has
1. yerinde: olmak:remark
pertinent That characteristic pertains
yerinde bir söz. only This
2. geçerli: to
perturb vertebrates.
book is still O özellik
pertinent. yalnızca
Bu kitap omurgalılara
hâlâ geçerli. özgüdür.
f. 1. endişelendirmek. 2. zihnini karıştırmak, rahatsız etmek. 3.
Peru altüst
i. Peru.etmek.
perusal i. 1. inceleme, tetkik etme. 2. okuma.
peruse f. 1. incelemek, tetkik etmek. 2. okumak.
Peruvian i. Perulu. s. 1. Peru, Peru´ya özgü. 2. Perulu.
pervade f. istila etmek, kaplamak, her tarafına yayılmak, sarmak,
pervasive bürümek; -de hâkim
s. 1. her tarafa olmak:
yayılan. Silence
2. her zamanalways pervaded the house.
hissedilen.
Evde her zaman sessizlik hâkimdi.
perverse s. 1. aksi, ters, huysuz. 2. sapık; sapkın.
perversion i. 1. of -i yanlış yola saptırma, -i yoldan çıkarma, -i doğru yoldan
perversity ayırma. 2. ruhb.
i. 1. aksilik, sapıklık.
terslik, 3. (of)2.(sözü/anlamı)
huysuzluk. sapıklık. çarpıtma.
pervert f. 1. -i yanlış yola saptırmak, -i yoldan çıkarmak, -i doğru yoldan
pesky ayırmak. 2. (sözü/anlamı)
s., k. dili insanın çarpıtmak.
peşini bırakmayıp i. (pır´vırt)
rahatsız eden;(cinsel) sapık.
sırnaşık;
belalı.
pessimism i. kötümserlik, karamsarlık.
pessimist i. kötümser, karamsar.
pessimistic s. kötümser, karamsar.
pessimistically z. karamsarlıkla.
pest i. 1. insanın başına bela olan şey/biri, baş belası, püsküllü bela,
pester musibet. 2. bitkilere
f. -e musallat olmak, zarar veren
-i sürekli küçük etmek,
rahatsız hayvan,-in
böcek,
peşinimantar
v.b.
bırakmamak.
pesticide i. böcek ilacı.
pestilence i. 1. salgın ve öldürücü hastalık, kıran. 2. veba.
pestilent 1. bulaşıcı hastalık getiren. 2. tehlikeli, öldürücü. 3. ahlaka
pestle zararlı. 4. k. dili sıkıcı.
i. havaneli.
pet i. 1. evde beslenen hayvan. 2. gözde: teacher´s pet öğretmenin
pet aversion/hate gözdesi. s. 1. evcil.
en çok nefret edilen2.şey/kimse.
gözde, en çok sevilen. f. (--ted, --ting)
sevmek, okşamak.
pet peeve başlıca şikâyet konusu.
petal i., bot. taçyaprağı, petal.
petiole i., bot. yaprak sapı.
petit s. küçük, ufak.
petit bourgeois küçük burjuva.
petit four pötifur.
petite s. ufak, ince, narin, minyon.
petition i. 1. rica. 2. dilek, dua. 3. dilekçe. f. 1. for için rica etmek, için
petrify ricada bulunmak. 2.
f. 1. taşlaştırmak; dilekçe vermek.
taşlaşmak. 2. çok korkutmak, ödünü
petrochemistry koparmak.
i. petrokimya.3. aklını başından almak. be petrified (korkudan)
donakalmak, donup kalmak, donmak, taş kesilmek, taşlaşmak.
petrography i. taşbilgisi, petrografi.
petrol i., İng. benzin.
petrol bomb İng. molotofkokteyli.
petrol station İng. benzin istasyonu.
petrolatum i. petrolatum.
petroleum i. petrol.
petroleum jelly vazelin.
petroleum jelly petrolatum.
petrology i. taşbilim, petroloji.
petticoat i. jüpon, iç etekliği.
pettiness i. 1. küçük şeylerle uğraşma. 2. küçüklük.
pettish s. huysuz, aksi.
petty s. küçük, önemsiz, cüzi, ufak tefek.
petty cash 1. küçük kasa. 2. küçük masraf.
petty cash küçük kasa.
petty larceny adi hırsızlık.
petty officer deniz astsubayı.
petty officer den. astsubay, erbaş.
petulance i. huysuzluk, aksilik.
petulancy i., bak. petulance.
petulant s. huysuz, aksi.
petulantly z. huysuzca, aksice.
petunia i., bot. petunya.
pew i. (kilisede oturacak) sıra.
pew ünlem Öf!/Püf! (Pis bir koku duyunca söylenir.).
pewit i., zool. kızkuşu.
pewter i. 1. kurşun ve kalay alaşımı. 2. bu alaşımdan yapılan kap.
pf kıs. pfennig, preferred.
pfennig i. fenik (Alman markının yüzde biri).
pH i., kim. pH.
phagocyte i., biyol. yutargöze, fagosit.
phagocytosis i., biyol. gözeyutarlığı, fagositoz.
phantom i. 1. hayal. 2. hayalet. 3. görüntü, aldanış.
Pharaoh i. firavun.
pharmaceutic s., bak. pharmaceutical.
pharmaceutical s. 1. eczacılığa ait. 2. ilaç kullanımına ait.
pharmaceutical company ilaç şirketi.
pharmaceutics i. eczacılık.
pharmacist i. eczacı.
pharmacologist i. farmakolog.
pharmacology i. farmakoloji, ilaçbilim.
pharmacy i. 1. eczacılık. 2. eczane.
pharyngitis i., tıb. farenjit, yutak iltihabı.
pharynx i., anat. yutak.
phase i. 1. evre, safha. 2. elek. faz. f. (bir şeyi) evreler halinde
phase s.t. in hazırlamak/sunmak.
bir şeyi yavaş yavaş kullanıma sokmak/uygulamaya geçirmek.
phase s.t. out bir şeyi yavaş yavaş kullanımdan/uygulamadan kaldırmak.
PhD kıs. Doctor of Philosophy.
pheasant i. sülün.
phenomenal s. 1. doğal olaylarla ilgili. 2. olağanüstü, fevkalade, harikulade.
phenomenalism i., fels. olaycılık, fenomenizm.
phenomenology i., fels. olaybilim, fenomenoloji.
phenomenon çoğ. phe.nom.e.na (fînam´ına) i. 1. olgu, fenomen. 2. fels.
philander fenomen, görüngü.
f. kadın peşinde koşmak, zamparalık etmek.
philanderer i. zampara, çapkın erkek.
philanthropic s. iyilikçi, iyiliksever, hayırsever, yardımsever.
philanthropical s., bak. philanthropic.
philanthropist i. hayırsever, yardımsever.
philanthropy i. hayırseverlik, yardımseverlik.
philatelist i. filatelist, pul koleksiyoncusu.
philately i. filateli, pul koleksiyonculuğu.
philharmonic s. filarmonik.
philharmonic orchestra filarmoni orkestrası.
Philippine s. 1. Filipin, Filipin Adaları´na özgü. 2. Filipinli.
philodendron çoğ. --s (fîlıden´drınz)/phil.o.den.dra (fîlıden´drı) i., bot.
philologist filodendron.
i. filolog, dil bilgini, dilci.
philology i. 1. filoloji. 2. dilbilim.
philosopher i. filozof, felsefeci.
philosophic s., bak. philosophical.
philosophical s. 1. felsefi. 2. filozofça.
philosophise f., İng., bak. philosophize.
philosophize f. 1. filozofça konuşmak/düşünmek. 2. felsefeyle meşgul olmak.
philosophy i. felsefe.
phlebitis i., tıb. flebit, filibit, toplardamar yangısı.
phlegm i. 1. balgam. 2. kayıtsızlık, ilgisizlik. 3. soğukkanlılık.
phlegmatic s. soğukkanlı, sakin, kendine hâkim.
phlox i., bot. alevçiçeği.
phobia i. fobi, yılgı, korku.
phoenix i. Anka, Zümrüdüanka.
phone i., k. dili telefon. f., k. dili telefon etmek.
phoneme i. fonem, sesbirim.
phonetic s. fonetik, sesçil.
phonetic alphabet fonetik alfabe, sesçil abece.
phonetic spelling fonetik yazım.
phonetically z. fonetik olarak.
phonetics i. fonetik, sesbilgisi.
phonograph i. fonograf.
phonology i. sesbilim, fonoloji.
phony s., argo 1. sahte, düzme, düzmece. 2. yapmacık. i. 1. sahte şey.
phosphate 2. sahtekâr,
i., kim. düzenbaz.
fosfat.
phosphorescent s. fosfor gibi ışıldayan.
phosphorous s., kim. fosforlu.
phosphorus i. fosfor.
phot kıs. photograph, photography.
photo i., k. dili foto, fotoğraf.
photo finish fotofiniş.
photocell i. ışıkgözü.
photochemistry i. fotokimya, ışılkimya, fotoşimi.
photocopier i. 1. fotokopi makinesi. 2. fotokopici.
photocopy i. fotokopi, tıpkıçekim. f. fotokopisini çekmek/çıkarmak.
photocopyist i. fotokopici.
photoelectric s. fotoelektrik.
photoelectric cell ışıkgözü.
photoelectricity i. fotoelektrik, ışılelektrik.
photogenic s. fotojenik.
photograph i. fotoğraf. f. fotoğrafını çekmek: He is photographing his
photographer daughter.
i. fotoğrafçı.Kızının fotoğrafını çekiyor.
photography i. fotoğrafçılık.
photogravure i. fotogravür.
photometer i. fotometre, ışıkölçer.
photometry i. fotometri, ışıkölçümü.
photosphere i. fotosfer, ışıkküre, ışıkyuvarı.
photosynthesis i., biyokim. fotosentez, ışılbireşim.
phototaxis i., biyol. fototaksi, ışığagöçüm.
phototaxy i., bak. phototaxis.
phototropism i., biyol. fototropizm, ışığayönelim, ışığadoğrulum.
phrase i. 1. ibare. 2. deyim, tabir. 3. müz. cümle. f. 1. cümle veya
phrase book sözcüklerle
yabancı dil anlatmak.
kılavuzu. 2. müz. (bir parçayı) cümlelemek.
phraseology i. söyleniş; söyleyiş.
phrenology i. frenoloji.
phyllo i. 1. yufka. 2. yufka hamuru.
phyllo dough 1. yufka. 2. yufka hamuru.
phylogeny i., biyol. filogenez, filojenez, soyoluş.
phylum çoğ. phy.la (fay´lı) i., biyol. filum.
physic i., eski müshil.
physic nut hintfıstığı, kürkas.
physical s. 1. fiziksel, fiziki. 2. maddi. 3. bedensel. i., k. dili sağlık
physical education muayenesi,
beden eğitimi. çekap.
physical examination sağlık muayenesi, çekap.
physical therapist fizyoterapist.
physical therapy fizik tedavisi, fizyoterapi.
physician i. doktor, hekim.
physicist i. fizikçi.
physics i. fizik.
physiognomy i. fizyonomi.
physiologic s., bak. physiological.
physiological s. fizyolojik, işlevbilimsel.
physiology i. fizyoloji, işlevbilim.
physiotherapist i. fizyoterapist.
physiotherapy i. fizyoterapi, fizik tedavisi.
physique i. bünye, fizik yapısı.
pi i., mat. pi.
pianissimo s., z., müz. pianissimo, çok hafif (sesle).
pianist i. piyanist.
piano i. piyano (çalgı).
piano s., z., müz. piano, hafif (sesle).
pianoforte i. piyano.
piazza i. 1. (İtalyan şehirlerinde) meydan; pazar yeri. 2. balkon,
picarel veranda.
i., zool. istrongilos.
picayune s. çok önemsiz, çok değersiz.
piccolo i., müz. pikolo, küçük flüt.
pick i. 1. (sivri) kazma. 2. kürdan. 3. mızrap. f. 1. seçmek. 2. (meyve,
pick a fight çiçek
kavgav.b.´ni) toplamak, koparmak; (meyveyi) devşirmek. 3.
çıkarmak.
delmek, kazmak. 4. (sivri aletle/tırnaklarla) çıkartmak. 5. (kilidi)
pick a quarrel kavga çıkarmak.
anahtarsız açmak. 6. müz. (telli çalgıyı) mızrapla/parmaklarla
pick and choose titizlikle seçmek.
çalmak.
pick apart 1. çekiştirmek, insafsızca eleştirmek. 2. (savı) çürütmek.
pick at 1. -i çekelemek. 2. k. dili -i kızdırmak, ile uğraşmak.
pick at one´s food tabağındaki yemekten pek az yemek.
pick holes in -de kusur bulmak.
pick holes in (bir savı) çürütmek.
pick o.s. up (yere düşmüşken) ayağa kalkmak.
pick off -i koparmak.
pick on 1. seçmek. 2. k. dili ... ile uğraşmak, -e kötü davranmak.
pick one´s nose burnunu karıştırmak.
pick one´s teeth kürdan v.b.´yle dişlerini temizlemek.
pick one´s way through -in arasından dikkatle ve yavaş yavaş ilerlemek.
pick out 1. seçmek, ayırmak. 2. ayırt etmek. 3. çıkarmak. 4. müz. ağır
pick over ağır nota
(satılık çıkarmaya
malları) çalışmak.
karıştırarak incelemek.
pick people/animals off insanları/hayvanları teker teker (silahla) vurmak/öldürmek.
pick s.o./s.t. to pieces birini/bir şeyi kıyasıya eleştirmek.
pick s.o.´s brains k. dili birine çok soru sormak.
pick s.o.´s pocket birinin cebindekileri yürütmek.
pick up 1. (daha aşağı bir yerde duran birini/bir şeyi) kaldırmak; (daha
pick up s.o.´s/an animal´s aşağı
(takip bir yerde
edilen) duran şeyleri)
birinin/bir kaldırmak/almak/toplamak.
hayvanın izini bulmak. 2. (bir
trail yere gelip/gidip) (birini) almak: I´ll pick you up at eight. Sekizde
pick up speed hızlanmak.
gelir seni alırım. 3. (birini/kargoyu) (arabaya) almak: He picked
pickaback z.
upomuzda, sırtta. Otostopçuyu arabasına aldı. 4. (polis) (birini)
the hitchhiker.
pickax karakola götürmek; (polis) (birini) tutuklamak. 5. k. dili (birini)
i. (sivri) kazma.
picket birlikte
i. 1. çit kazığı. 2.razı
olmaya etmek;
nöbetçi (birini)
asker, tavlamak.
nöbetçi; 6. (bir
bir grup şeyi) asker.
nöbetçi
rasgele/şans
3. grev gözcüsü; bir grup grev gözcüsü. f. 1. kazıklarla etrafını7.
eseri (satın) almak/edinmek/öğrenmek/bulmak.
k. dili -i (satın)
çevirmek. almak. 8. (dağınık
2. nöbetçi/karakol bir yeri)
koymak. toplamak,
3. grev düzeltmek.
gözcülüğü
9. (radyo/televizyon
yapmak. istasyonunu, telsiz sinyalini) almak. 10 . k.
dili (hesabı) ödemek. 11. (tempoyu) hızlandırmak. 12. (bırakılan
bir yerden) devam etmek: We´ll pick up where we left off.
picket fence kazık çit.
pickings i., çoğ. toplanılacak artıklar.
pickle i. 1. turşu: She bought a jar of tomato pickles. Bir kavanoz
pickled domates
s. 1. turşuturşusu aldı. 2. salatalık/hıyar
haline getirilmiş (sebze/meyve): turşusu; kornişon.
pickled 3.
beets pancar
dekapaj
turşusu. solüsyonu. f. 1. -den turşu yapmak. 2. (metal bir
pickling i. 1. -den2. k. dili
turşu zilzurna
yapma. 2. sarhoş,
dekapaj.fitil
s. gibi.
turşuluk.
nesneyi) dekape etmek.
pickling tank dekapaj teknesi.
picklock i. 1. hırsız. 2. maymuncuk.
pick-me-up i., k. dili kuvvet verici ve canlandırıcı içecek/yiyecek.
pickpocket i. yankesici.
pickup i. 1. oto. hızlanma kapasitesi, çabuk hızlanma kapasitesi: This
pickup arm car´s
pikap got
kolu.no pickup. Bu arabanın hızlanma gücü sıfır. 2.
kamyonet, pikap. 3. k. dili bir gecelik aşk için eve alınan/otele
pickup truck kamyonet, pikap.
götürülen kimse. 4. (pikap kolundaki) kafa, pikap kafası. 5.
picky s., k. dili çok
(ticarette) seçen (biri).
canlanma. 6. (çöpü/postayı/yollanan malları)
picnic toplama:
i. 1. piknik.They only make giden
2. kolay/hoşa one garbage pickup
iş. f. (--ked, a week
--king) here.
pikniğe
pictorial Burada
gitmek, çöpü
piknikancak
yapmak.haftada bir kez topluyorlar.
s. 1. resimle ilgili. 2. resimli. 3. resim gibi. i. resimli dergi.
picture i. 1. resim. 2. betimleme. 3. -in tıpatıp benzeri, kopya. 4. k. dili
picture book film, sinema
resimli kitap.filmi. 5. görüntü. f. 1. betimlemek, resmetmek. 2.
canlandırmak, hayal etmek.
picture frame resim çerçevesi.
picture gallery resim galerisi.
picture postcard kartpostal.
picture tube TV resim tüpü, resim lambası.
picturesque s. pitoresk, resim konusu olmaya elverişli.
pie i. 1. ahçı. turta. 2. argo kolay şey. 3. argo rüşvet.
piebald s. alacalı (at, kuş v.b.).
piece i. 1. parça, kısım, bölüm. 2. dama taşı. 3. satranç piyadeden
piece yüksek
f. taş. 4. tüfek, top. 5. müz. parça. 6. oyun, piyes. 7. resim.
8. örnek.
piece goods tic. metreyle satılan kumaş.
piece on eklemek.
piece out parça ekleyerek tamamlamak.
piece s.t. together bir şeyin parçalarını bir araya getirmek.
piecemeal z. parça parça, yavaş yavaş. s. parça parça yapılan, kademeli.
piecework i. parça başı iş.
piecrust i., ahçı. turta hamuru.
pied s. benekli, alaca.
piedmont i., coğr. sıradağların eteklerindeki bölge. s., coğr. sıradağların
pieplant eteklerindeki.
i., bot., k. dili ravent.
pier i. 1. iskele, rıhtım. 2. kemer/köprü payandası.
pierce f. 1. delmek. 2. delip geçmek. 3. içine işlemek, nüfuz etmek.
piety i. 1. Tanrıya hürmet. 2. dindarlık.
pig i. 1. domuz. 2. k. dili obur. 3. k. dili pis herif, domuz. 4. k. dili
pig iron şırfıntı, yelloz.
pik, dökme demir, font.
pig Latin bir tür kuşdili (Birinci ses kelimenin sonuna getirilir ve ay
pigeon eklenir: igpay atinlay.).
i. güvercin.
pigeonhole i. 1. güvercin yuvası. 2. yazı masasında kâğıt gözü. f. 1. k. dili
piggyback yazı masasının
z. omuzda, kâğıt gözüne yerleştirmek. 2. sınıflandırmak. 3.
sırtta.
k. dili bir kenara bırakmak, rafa kaldırmak.
pigheaded s. inatçı, dik kafalı.
pigment i. 1. renk maddesi, boya maddesi. 2. toz boya. 3. biyol. pigment.
pigmentation i., biyol. pigmentasyon.
Pigmy i., s., bak. Pygmy.
pigmy i., s., bak. pygmy.
pigpen i. domuz ağılı.
pigskin i. 1. domuz derisi. 2. k. dili Amerikan futbol topu.
pigsty i. 1. domuz ağılı. 2. domuz ağılı gibi pis ev/oda, mezbele.
pike i. kargı, mızrak.
pike i., zool. turnabalığı.
pike i. 1. anayol. 2. paralı yol.
pike perch uzunlevrek.
pilaf i. pilav.
pile i. temel direği, kazık.
pile i. 1. yığın, küme. 2. fiz. atom reaktörü. 3. tüy, hav. 4. argo
pile driver servet,
şahmerdan.dünyalık. 5. çoğ. emoroitler. f. yığmak, kümelemek.
pile in doluşmak.
pile off/out inmek, hep birlikte inmek.
pile on 1. üşüşmek. 2. tepeleme doldurmak.
pile up 1. yığmak, biriktirmek; yığılmak, birikmek. 2. k. dili kazada
pilfer çarpıp
f. çalmak,ezmek.
aşırmak, yürütmek.
pilgrim i. hacı.
pilgrimage i. hac.
piling i. 1. temel direği, kazık. 2. kazık çakma.
pill i. hap.
pillage i. 1. yağma, talan. 2. ganimet. f. yağma etmek, yağmalamak,
pillar talan
i., mim. etmek.
sütun, kolon; direk; dikme.
pillar box İng. (açık yerlerde bulunan umumi) posta kutusu.
pillory f. elâleme rezil etmek.
pillow i. yastık.
pillowcase i. yastık yüzü.
pilot i. 1. pilot. 2. den. kılavuz, kılavuz kaptan. 3. den. dümenci. 4.
pilot burner kılavuz,
ateşlemerehber. 5. TV deneme yayını. f. 1. (uçak) kullanmak. 2.
brülörü.
kılavuzluk etmek, yol göstermek.
pilot film deneme filmi.
pilot light 1. (şofben, fırın v.b.´nde) pilot alevi, ateşleme brülörü. 2. işaret
pilot project lambası.
deneme projesi.
pilothouse i. kaptan köşkü.
pimento i. bir tür tatlı kırmızıbiber.
pimento cheese içine bu tür biber katılmış çok yumuşak bir peynir.
pimiento i., bak. pimento.
pimp i. pezevenk. f. pezevenklik etmek.
pimple i. sivilce.
pin i. 1. topluiğne. 2. broş, iğne. 3. müz. (telli çalgılarda) akort
pin down mandalı. f. (--ned,tespit
k. dili saptamak, --ning) 1. topluiğne ile tutturmak. 2.
etmek.
iliştirmek. 3. kıpırdayamaz hale sokmak.
pin s.o. down on s.t. k. dili birini (bir konudaki niyetini) açıklamak zorunda bırakmak.
pin s.o.´s ears back k. dili birini haşlamak/azarlamak.
pin s.t. on s.o. k. dili 1. bir şeyi birinin üstüne atmak, birini bir şeyle suçlamak.
pinafore 2. birininönlüğü,
i. çocuk bir suçu işlediğini kanıtlamak.
göğüslük.
pinball i. langırt.
pinball machine langırt makinesi.
pincers i., çoğ. kerpeten, kıskaç.
pinch f. 1. çimdiklemek. 2. kıstırmak. 3. (ayakkabı) vurmak, sıkmak. 4.
pinchbug k.
i., dili
zool.aşırmak, yürütmek.
makaslıböcek, i. 1. çimdik. 2. tutam: a pinch of salt
yereşeği.
bir tutam tuz. 3. sıkıntı, darlık.
pincushion i. iğnedenlik, iğnelik.
pine i. çam.
pine f. 1. away erim erim erimek, eriyip solmak. 2. for -in özlemiyle
pine cone yanıp tutuşmak, -in hasretini çekmek.
çam kozalağı.
pine needle çam iğnesi.
pine nut çamfıstığı.
pineal s. kozalaksı.
pineal body/gland anat. kozalaksı bez.
pineapple i. ananas.
ping f. (motor) detonasyon yapmak. i. detonasyon.
ping-pong i. pingpong, masatenisi.
pinion i. 1. zool. kanat. 2. iri kanat tüyü. f. 1. (kuşun uçmasını
pinion engellemek
i., mak. küçük için) kanatlarının
dişli ucunu kesmek. 2. (bir kimsenin)
çark, pinyon.
elini kolunu bağlamak. 3. bağlamak.
pink i. 1. pembe renk. 2. (bir çeşit ufak) karanfil. s. pembe.
pinna çoğ. --s (pîn´ız)/--e (pîn´i) i., zool. pines.
pinnacle i. 1. mim. bina üzerindeki sivri tepeli kule. 2. doruk, tepe, zirve.
pinpoint i. 1. iğne ucu. 2. ufacık nokta. f. kesin olarak yerini belirtmek.
pinprick i. 1. iğne batması. 2. sinir bozucu ufak bir şey.
pins and needles karıncalanma, uyuşma.
pinstripe i. (kumaşta) ince çizgi.
pinstripe suit ince çizgili takım elbise.
pinstriped s. ince çizgili (kumaş/giysi).
pint i. yarım litrelik sıvı ölçü birimi, bir galonun sekizde biri, A.B.D.
pintail 0,473
i., zool.litre, İng. 0,550 litre.
kılkuyruk.
pinwheel i. fırıldak (oyuncak); çarkıfelek.
pioneer i. öncü. f. -de öncülük etmek.
pious s. dindar, mütedeyyin, dini bütün.
pip i., İng. (elma, portakal v.b.´nde) çekirdek.
pip i., İng. bip, bip sesi.
pip
pipe i. 1. boru. 2. kaval, düdük. 3. pipo. f. 1. düdük çalmak. 2. düdük
Pipe down! çalarak emretmek/çağırmak.
k. dili Kıs sesini! 3. boru hattıyla/borularla
getirmek/iletmek/nakletmek. 4. to hoparlörlerle (odalara)
pipe dream boş hayal, hulya.
vermek. 5. (radyo/televizyon programı v.b.´ni) kablo ile iletmek.
pipe organ borulu
6. (çocukorg.
sesi gibi) tiz bir sesle söylemek. 7. (elbiseyi) şeritle
pipe up süslemek.
k. dili birden sesini çıkarmak, birden konuşmak.
pipeline i. 1. boru hattı/yolu, payplayn. 2. iletişim hattı.
piper i. 1. gayda çalan kimse, gaydacı. 2. kavalcı.
pipestem i. pipo sapı.
pipet i., bak. pipette.
pipette i. pipet.
piping i. 1. boru sistemi; (boru sistemine ait) borular. 2. kordone,
piping kordon.
s.
piping hot çok sıcak, dumanı üstünde.
piquant s. 1. hoş bir acılığı olan (tat/koku). 2. insanın kafasını çalıştıran
pique (yazı v.b.). f. 1. gücendirmek. 2. uyandırmak: You´ve piqued
i. gücenme.
piracy my curiosity. Beni meraklandırdın.
i. korsanlık.
pirate i. 1. korsan. 2. korsan gemisi.
pirate publisher korsan yayımcı.
pirate radio station korsan radyo istasyonu.
pirate ship korsan gemisi.
pirouette i. parmak uçlarında veya topuk üzerinde dönüş yapma. f.
Pisces parmak
i., astrol.uçlarında veya topuk üzerinde dönüş yapmak.
Balık burcu.
piss i., kaba sidik. f., kaba işemek.
piss down İng., kaba (yağmur) bardaktan boşanırcasına yağmak.
Piss off! İng., kaba Defol!
piss s.o. off kaba birini sinirlendirmek/sinir etmek/kızdırmak.
pissed s., kaba
pistachio i. 1. fıstık, antepfıstığı, şamfıstığı. 2. fıstıkağacı,
pistil antepfıstığıağacı.
i., bot. pistil, dişiorgan.
pistol i. tabanca.
piston i. piston.
piston ring segman, piston segmanı.
piston rod biyel, biyel kolu.
pit i. 1. çukur: rifle pit avcı çukuru. target pit hedef çukuru.
pit orchestra pit etli
i. şeftali gibi orkestra çukuru.
meyvelerin 2. kısmen
çekirdeği. f. yere gömülü
(--ted, --ting) sera. 3.
pit one person/thing against (ciltte kalan
çekirdeğini çiçek
çıkarmak.izi gibi) iz. 4. İng. maden kuyusu. f. (--ted,
1. iki kişiyi/şeyi karşı karşıya getirip dövüştürmek/yarıştırmak.
another person/thing --ting) 1. (bir yerde) çukurlar açmak. 2. (hastalık) (birinin
pita 2.
i. (iki şey) birbiriyle yarışmak/boy ölçüşmek: Zeki´s pitted his
pide.
yüzünü) çopurlaştırmak.
brains against Yavuz´s brawn. Zeki´nin zekâsıyla Yavuz´un
pitch i. zift.
kuvvetli cüssesi çarpışıyor.
pitch f. 1. atmak, fırlatmak. 2. (çadır) kurmak. 3. müz. tam perdesini
pitch in vermek. 4.grup
k. dili (bir düşmek, birdenbire
çalışana) yardım düşmek.
etmek; 5. den. (gemi)
(yardım etmekbaş kıç
üzere)
vurmak.
gelmek: 6. beysbol
Why don´t atıcılık
you yapmak.
pitch in and 7. aşağıya
help? Neden meyletmek.
gelip i. 1.
yardım
pitch-black s. simsiyah, zifiri karanlık.
atış, atım.
etmiyorsun? 2. eğim. 3. müz. perde. 4. den. geminin baş kıç
pitch-dark s. zifiri karanlık.
vurması. 5. k. dili satış için önceden hazırlanan sözler.
pitched battle büyük kavga, büyük münakaşa.
pitched battle 1. meydan savaşı. 2. yakın muharebe.
pitcher i. (kulplu) sürahi.
pitcher i., beysbol topu atan oyuncu.
pitcher´s mound beysbol atıcının durduğu tümsek yer.
pitchfork i. yaba.
piteous s. yürekler acısı, yürek parçalayıcı.
pitfall i. 1. tuzak. 2. gizli tehlike.
pith i. 1. öz, esas. 2. bot. süngerdoku.
pith helmet güneş kaskı.
pithy s. 1. özlü. 2. kuvvetli, etkileyici, az ve öz.
pitiable s. acınacak, acıklı.
pitiful s. 1. acınacak, acıklı. 2. (acınacak ve horlanacak kadar) gülünç,
pitifully acınası, zavallı.
z. 1. acıklı bir şekilde. 2. acınacak kadar. 3. gülünç derecede.
pitifulness i. acınacak durum.
pitiless s. acımasız, merhametsiz, taşyürekli.
pitilessly z. acımasızca, merhametsizce.
pitilessness i. acımasızlık, merhametsizlik.
pittance i. çok düşük ücret.
pituitary s., biyol. 1. balgam salgılayan. 2. sümüksü. i., anat. hipofiz.
pituitary gland anat. hipofiz.
pity i. acıma, merhamet.
piuri i. hintsarısı.
pivot i. mil, eksen, mihver. f. 1. mil üzerine yerleştirmek. 2. on
pivotal mil/eksen üzerinde
s. 1. mile ait. 2. çokdönmek.
önemli.
pizza i. pizza.
pkg kıs. package.
pl kıs. place, plural.
placable s. kolay yatışır, kolay affeder.
placard i. afiş; döviz.
placate f. (taviz vererek) -i memnun etmek/yatıştırmak/susturmak.
place i. 1. yer, konum, mevki: Put it back in its place. Onu yerine koy.
place This
f. is koymak,
1. -i a beautiful place.
-i bir yereBurası
koymak, güzel bir yer. All the
-i yerleştirmek. 2.places
-e iş in
this row are
bulmak. 3. -i taken.
atamak, Bu-isıradaki
tayin tüm yerler
etmek. 4. dolu.vermek,
(para) 2. k. dili yer; ev;
place a bet bahse girmek.
işyeri,
yatırmak. dükkân.
5. -in3.kimküçük sokak/meydan.
olduğunu çıkarmak, 4. semt, şehir,
-i tanımak: kasaba.
Although we
place an order (with) -ekoltuk,
5. sipariş yer.
vermek.
6. görev, vazife. 7. memuriyet, mevki.
had met before I couldn´t place him. Daha önce tanışmamıza
place card davetlilerin
karşın sofradakiçıkaramadım.
kim olduğunu yerlerini gösteren
6. sporkart.
(birinci/ikinci/üçüncü)
place great demands on gelmek.
-in kapasitesini zorlamak.
place in the sun iyi durum.
place mat Amerikan servis.
place of delivery tic. teslim yeri.
place s.t. out of s.o.´s reach 1. bir şeyi birinin erişemeyeceği/yetişemeyeceği bir yere
place setting koymak.
(tek kişilik)2. servis
bir şeyitakımı.
biri için imkânsız hale getirmek.
place/put s.o. under arrest birini tutuklamak.
placement i. koyma, yerleştirme.
placenta i., anat. son, plasenta, etene.
placid s. sakin, yumuşak, uysal.
plagiarise f., İng., bak. plagiarize.
plagiarism i. aşırma, aşırmacılık.
plagiarist i. aşırmacı.
plagiarize f. (başkasının sözlerini/fikrini) aşırmak.
plagiary i. aşırma, aşırmacılık.
plague i. 1. (hastalıktan/haşarattan kaynaklanan) salgın. 2. veba. 3. k.
plague s.o. with dili başbir
(belirli belası, dert. f. 1.birini
şey yaparak) (dert)sürekli
(birini)rahatsız
rahatsızetmek.
etmek. 2. eziyet
vermek.
Plague take it!/Plague on it! Allah belasını versin!
plaice i. (çoğ. plaice) pisibalığı.
plaid s. ekose. i. 1. ekose kumaş. 2. ekose desen.
plain s. 1. düz: I want a plain rather than a patterned cloth. Desenli
plain dealing değil,
açiklık,düz birdavranma.
açık kumaş istiyorum. 2. sade, süssüz, basit: The
ceremony was not elaborate; it was plain. Tören görkemli
plain living sade yaşam/yaşayış.
değildi, sadeydi. 3. açık, belli: Its meaning is plain. Anlamı açık.
plain-dealing s.
4. açık, açık davranan.
baharatsız, sade (yiyecek). z. 1. sadece. 2. açıkça. i. düzlük,
plainspoken ova, geniş ve düz yer.
s. açıksözlü.
plaintiff i., huk. davacı.
plaintive s. hazin, hüzün dolu.
plait i. 1. saç örgüsü, örgü. 2. pli, kırma. f. örmek.
plan i. 1. plan. 2. kroki, taslak. 3. plan, düşünce, niyet, maksat. f. (--
plane ned, --ning) 1. planını çizmek. 2. tasarlamak, planlamak. 3.
i. çınar.
düzenlemek.
plane i. 1. geom. düzlem. 2. düzey, seviye: on an intellectual plane
plane entelektüel bir düzeyde.
i. rende, el planyası, 3. uçak.
planya. s. 1. düz (yüzey).
f. rendelemek; 2. düzlem,
planyalamak.
düzlemsel: plane figure geom. düzlem şekil. plane geometry
plane tree çınar.
düzlem geometri. f. 1. uçmak. 2. (suyun yüzünde) uçar gibi
planer i. 1. planya makinesi, planya. 2. planyacı; rendeleyici.
gitmek.
planet i. gezegen.
planetarium i. planetaryum, gökevi, yıldızlık.
planetary s. gezegenlere özgü; gezegenlerle ilgili.
planetoid i., gökb. küçük gezegen.
planing i. planyalama; rendeleme.
planing mill planyalama atölyesi.
planisphere i. düzlemküre.
plank i. 1. (enli) tahta. 2. pol. (parti programında) ana madde.
plankton i. plankton.
planner i. plan yapan kimse, plancı.
plant i. 1. bitki, ot. 2. fabrika. 3. demirbaş. 4. teçhizat. 5. argo hile,
plant louse oyun, tuzak. 6. şakşakçı. 7. seyircilerin arasında oturup rol
fidanbiti.
yapan oyuncu. f. 1. (bitki) dikmek; (tohum) ekmek: Villagers
plantain i., bot. sinirotu.
planted those plane trees. O çınarları köylüler dikti. 2. (direk)
plantain i. bir tür muz.
dikmek: He planted the stake in the ground. Kazığı yere dikti. 3.
plantation kurmak: The English planted colonies in North America.
i. plantasyon.
planter İngilizler
i. 1. ekici.Kuzey Amerika´da
2. tohum sömürgeler
serpme makinesi. 3.kurdu. 4. in sahibi;
plantasyon
(polisi/bombayı)
plantasyon gizlice
işletmecisi. (bir yere) yerleştirmek: They planted
plaque i. 1. süs
spies tabağı.
in the 2. plaka,organization.
intelligence plaket, madeni levha. 3.
İstihbarat diş taşı, diş
örgütüne
plash kiri.
f. su sıçratmak;
ajanlar (suyu)5.sıçratmak.
yerleştirdiler. -i yerleştirmek: He planted his foot on
plasma the second
i. plazma. step. Ayağını ikinci basamağa yerleştirdi. 6. in -e
(fikir) aşılamak, (kafasına) (fikir) sokmak. 7. argo in/on -e (tokat)
plasmolysis i. plazma bozulumu.
indirmek, -e (tokadı) yapıştırmak.
plaster i. 1. mim. sıva. 2. alçı. 3. tıb. yakı. 4. İng. yara bandı, bant. f. 1.
plaster cast sıvamak.
tıb. alçı. 2. yakı yapıştırmak. 3. yapıştırmak. 4. k. dili yumruk
indirmek.
plaster of Paris alçı.
plastered s., k. dili sarhoş, küfelik.
plastic s. 1. plastik, naylon. 2. plastik, biçimlenebilir, esnek. i. plastik.
plastic arts plastik sanatlar.
plastic surgery plastik ameliyat.
plate i. 1. tabak. 2. plak, plaka, madeni levha. 3. kupa, şilt. 4. dişçi.
plate glass damak,
dökme takma
cam. diş, protez. 5. beysbol kale işareti. f. with -i
madeni levhalarla kaplamak.
plate rack tabaklık.
plateau çoğ. --s/--x (plätoz´) i. plato.
plated s. kaplamalı, kaplama, kaplı.
plateful i. bir tabak dolusu.
platform i. 1. kürsü: The speaker used a crate as his platform. Konuşmacı
platinum kürsü
i., kim.olarak
platin.bir sandık kullandı. 2. platform, yüksekçe yer. 3.
peron. 4. pol. platform, parti programı. 5. plan, tasarı.
platinum blonde platin saçlı kadın.
platitude i. 1. yavan söz, basmakalıp söz. 2. yavanlık, tatsızlık.
Plato i. Eflatun, Platon.
Platonic s. Eflatun veya felsefesine ait, Platonik.
platonic s.
platonic love platonik sevgi.
Platonism i. Eflatunculuk, Platonculuk.
platoon i. müfreze, takım.
platter i. servis tabağı.
plausible s. akla yakın, makul.
play f. 1. oynamak; oynatmak. 2. (çalgı/müzik) çalmak. 3. tiy.
play a joke on s.o. oynamak,
birine şaka canlandırmak.
yapmak, birine i. 1. oyun.
oyun 2. sahne oyunu, piyes. 3.
oynamak.
şaka. 4. hareket serbestliği. 5. mek. (hareket eden bir
play a part bir rolü oynamak.
elemanda) gevşeklik, laçkalık, gevşeme.
play at (çocuklar) -cilik oynamak.
play back (kaydı) yeniden göstermek/dinlemek.
play ball 1. top oynamak. 2. k. dili birlikte çalışmak.
play ball 1. oyuna başlamak. 2. with k. dili ... ile işbirliği yapmak.
play both ends against the
kendi çıkarı için başkalarını birbirine düşürmek.
middle
play down hafifsemek, önemsememek.
play fair doğru/hilesiz oynamak.
play fast and loose with 1. -i aldatmak. 2. -i çarpıtmak.
play fast and loose with ... ile oynamak, -i hafife almak.
play havoc with -i harap etmek.
play havoc with -i mahvetmek.
play hooky k. dili okulu asmak.
play house evcilik oynamak.
play into the hands of -in ekmeğine yağ sürmek.
play it smart k. dili akıllı olmak, akıllıca davranmak.
play off berabere kalan bir oyunu sonradan tamamlamak.
play on durmadan çalmak, çalmaya devam etmek.
play on s.o.´s affections karşısındakinin hislerine hitap etmek.
play on s.o.´s feelings birinin duygularını sömürmek/istismar etmek.
play one´s trump card kozunu oynamak.
play politics siyasi çıkarlarına göre davranmak.
play possum 1. uyur gibi yapmak. 2. ölü numarası yapmak.
play s.o. false birini aldatmak, birine oyun oynamak.
play s.t. by ear 1. notasız çalmak. 2. olayların seyrine göre hareket etmek.
play s.t. down bir şeyi önemsizmiş gibi göstermek.
play second fiddle ikinci derecede rol oynamak.
play second fiddle ikinci derecede rol oynamak.
play second string to k. dili (birinin) gölgesinde kalmak.
play the devil´s advocate (kendi görüşlerinin doğruluğunu ölçmek için) karşıt görüşlerin
play the field savunmasını
k. dili birden yapmak.
fazla kimseyle aynı zamanda flört etmek.
play the fool ahmakça davranmak.
play the game dürüstçe hareket etmek.
play the market spekülasyon yapmak.
play up -in üzerinde durmak, -i vurgulamak.
play up to -e yaltaklanmak.
play with ... ile oynamak.
playbill i. 1. tiyatro afişi. 2. oyun programı.
playboy i. zampara, çapkın; safa pezevengi.
play-by-play s. 1. dakikası dakikasına veren. 2. ayrıntılı.
played out 1. bitkin. 2. modası geçmiş. 3. işe yaramaz.
player i. 1. oyuncu. 2. aktör. 3. çalgı çalan kimse, çalgıcı. 4. eğlenceyle
playfellow vakit
i. oyun geçiren kimse. 5. k. dili bir işle meşgul olanlardan biri.
arkadaşı.
playful s. şakacı, şen; gülüp oynayan.
playgoer i. tiyatro meraklısı.
playground i. (ilköğretim okulunda) bahçe, oyun alanı.
playhouse i. 1. tiyatro. 2. (çocukların içinde oynadıkları) küçük ev.
playing card oyun kâğıdı, iskambil kâğıdı.
playmate i. (çocuğun) oyun arkadaşı.
playoff i., spor rövanş maçı, rövanş.
playpen i. portatif çocuk parkı.
plaything i. oyuncak.
playwright i. oyun yazarı.
plaza i. meydan, çarşı yeri.
plea i. 1. yalvarma, rica. 2. huk. iddia, ifade. 3. huk. dava. 4. huk.
plead itiraz. 5. bahane,
f. (--ed/pled) mazeret, özür.
1. yalvarmak, rica etmek. 2. huk. dava açmak. 3.
plead guilty iddia
huk. etmek. 4. mazeret
suçu kabul etmek. olarak göstermek, bahane etmek.
plead not guilty huk. suçu reddetmek.
pleasant s. hoş, güzel, tatlı, latif.
pleasantry i. latife; hoş söz. exchange pleasantries hoşbeş etmek.
please f. 1. sevindirmek, hoşnut etmek, memnun etmek. 2. hoşuna
please o.s. gitmek.
canının z. lütfen:gibi
istediği Please giveetmek,
hareket me thehoşuna
salt./Please pass
gideni the salt.
yapmak.
Lütfen tuzu verir misiniz?
please the eye göze hoş görünmek, gözü okşamak.
pleased s. memnun.
pleasing s. hoş, sevimli, tatlı.
pleasure i. 1. zevk; haz; keyif. 2. fels. haz. 3. lütuf, şeref: May I have the
pleat pleasure of f.this
i. pli, plise. pli dance?
yapmak. Bu dansı bana lütfeder misiniz? Will you
do me the pleasure of accepting this invitation? Bu daveti kabul
plebiscite i. plebisit.
buyurur musunuz? Bedri Bey requests the pleasure of your
plectrum çoğ. plec.tra
company at the(plek´trı) i., müz.
wedding of hismızrap, çalgıç.
daughter. Bedri Bey kızının
pled nikâhını onurlandırmanızı rica ediyor.
f., bak. plead.
pledge i. 1. ant, söz, vaat. 2. işaret: It was a pledge of their friendship.
plenary Arkadaşlıklarının
s. 1. tam; sınırsız:bir işaretiydi.
plenary 3. teminat;
authority rehin.
tam yetki. 2. 4.
bütün üyelerin
bağışlanacağına
hazır dair söz verilmiş olan para. f. 1. ant içmek, söz
plenipotentiary s. tambulunduğu
yetkisi olan.(toplantı/kurul).
i. tam yetkili temsilci.
vermek, vaat etmek. 2. (belirli bir miktar para) bağışlamaya söz
plenteous s. çok, bol,
vermek. 3. bereketli.
-i teminat/rehin olarak vermek; -i rehine koymak.
plentiful s. 1. çok, bol. 2. bereketli, verimli.
plenty i. bolluk.
plenty of bol miktarda, bol.
pleura çoğ. --e (plûr´i)/--s (plûr´ız) i., anat. plevra, göğüs zarı.
pliable s. 1. esnek, bükülgen. 2. uysal, yumuşak.
pliant s. 1. uysal, yumuşak. 2. esnek, bükülgen.
pliers i., çoğ. kerpeten, pense, kıskaç.
plight i. kötü durum.
plod f. (--ded, --ding) (along) ayaklarını sürümek, ağır adımlarla
plod away at yürümek.
(bir işte) şevksiz bir şekilde çalışmak; (bir işi) hevessizce
plop sürdürmek.
f. (--ped, --ping) into -e cup diye düşmek, -e cumbadak düşmek.
plop o.s. down on i.(bir
cupyere)
sesi,lop
cumburtu, suya düşen ağır bir cismin çıkardığı ses. z.
diye oturmak.
cup diye, cumburlop, cumbadak.
plop s.t. down on (bir şeyi) -in üzerine pat diye koyuvermek.
plot i. 1. arsa, parsel. 2. hikâyenin konusu. 3. komplo, entrika, gizli
plotter plan. f. (--ted,entrikacı.
i. komplocu, --ting) 1. planını çizmek; haritasını çıkarmak. 2.
komplo kurmak, entrika çevirmek.
plough i., f., İng., bak. plow.
plow i. saban, pulluk. f. 1. (toprağı/tarlayı) sabanla/pullukla sürmek.
plow into 2.k. through
dili 1. -e-ihızla
yarıpçarpmak.
geçmek,2. yol
-eaçıp arasından geçmek.
girişmek.
plow money back into k. dili parayı tekrar (bir işe) yatırmak.
plow money into k. dili parayı (bir işe) yatırmak.
plow through a book bir kitabı güçlükle okuyup bitirmek.
plowshare i. saban demiri, pulluk demiri.
ploy i. manevra, hile, taktik.
pluck f. 1. yolmak. 2. (telli çalgıyı) parmaklarla çalmak. 3. (çiçek,
pluck meyve
i. yürek,v.b.´ni)
cesaret. koparmak.
pluck one´s eyebrows kaşlarını almak.
pluck out one´s gray hairs beyaz saç tellerini koparmak.
pluck up by the root kökünden sökmek.
pluck up one´s courage cesaretini toplamak.
plucky s. yürekli, cesur.
plug i. 1. tapa, tıkaç, tampon. 2. elek. fiş. 3. oto. buji. 4. tütün
plug away at parçası. 5. k. sebatla
-in üzerinde dili reklam. f. (--ged, --ging) 1. tıkamak, tıkaçla
çalışmak.
kapamak. 2. k. dili durmadan reklamını yapmak.
plug for k. dili (birini) desteklemek, (birinin) tarafını tutmak.
plug s.t. in bir şeyin fişini prize sokmak: Plug in the television.
plum Televizyonun fişini prize sok.
i. 1. erik. 2. arzulanacak şey; kıyak iş.
plumage i. (kuşa ait) tüyler.
plumb i. 1. çekülün ucuna bağlı olan kurşun. 2. iskandil kurşunu. s.
plumb bob çekülün ucuna bağlı olan kurşun.
plumb line çekül, şakul.
plumb the depths son raddeye varmak.
plumber i. (sıhhi) tesisatçı.
plumbing i. 1. (binadaki) (sıhhi) tesisat. 2. (sıhhi) tesisatçılık.
plumbing fixtures (bir yapının sıhhi tesisatını oluşturan) borular ve boru bağlama
plume parçaları.
i. (kuşa ait) tüy. f. 1. tüylerle süslemek. 2. (kuş) tüylerini
plume o.s. on düzeltmek.
k. dili ... ile övünmek.
plummet i. 1. iskandil kurşunu. 2. çekülün ucuna bağlı olan kurşun. 3.
plump çekül, şakul.
s. dolgun, f. (dikine
tombul; ve büyük
balıketi, bir hızla) düşmek, düşüvermek.
balıketinde.
plump f. 1. down oturuvermek. 2. in girivermek. 3. out çıkıvermek. 4.
plump down on one´s knees for -i desteklemek.
dizlerinin 5. for İng. -e karar vermek, -i seçmek. 6. (up)
üzerine çöküvermek.
(yastık v.b.´ni) vurarak kabartmak.
plump o.s. down on (bir yere) lop diye oturmak.
plump s.o. into birini pat diye -e oturtuvermek.
plump s.t. down on bir şeyi pat diye -in üzerine koyuvermek.
plunder f. yağmalamak, yağma etmek. i. yağma.
plunge f. 1. into içine dalıvermek. 2. (down) (dikine ve büyük bir hızla)
plunger düşmek,
i. 1. lavabo düşüvermek.
pompası. 2.3.plançer,
forwardhareketli
(ileriye doğru)
göbek,atılıvermek. 4.
dalıcı piston.
into hemen (bir şeyi anlatmaya) başlamak. i. 1. dalış, dalma. 2.
plunk f., k. dili 1. (telli bir çalgıyı) tıngırdatmak, zımbırdatmak. 2. pat
suya atlama. 3. k. dili tehlikeli girişim.
plunk down money diye
parayı düşmek;
bastırmak.düşüvermek. 3. pat diye koymak/bırakmak;
koyuvermek, bırakıvermek. 4. for -i desteklemeye karar
plunk o.s. down on (bir yere) oturuvermek, kendini (bir yere)
vermek.
plunk s.t./s.o. down on atıvermek/bırakıvermek.
bir şeyi/birini pat diye (bir yere) bırakmak/koymak; bir
pluperfect şeyi/birini (bir yere)
s., dilb. -miş´li bırakıvermek/koyuvermek.
geçmiş. i.
plural s., i., dilb. çoğul.
pluralism i. çoğulculuk, plüralizm.
pluralist i., s. çoğulcu, plüralist.
plurality i. 1. adaylar arasında en fazla oy alma. 2. seçimi kazanan
plus kimsenin ikinci gelen
edat 1. artı.Two kişiden
plus three is fazla olarak
five. İki aldığı
artı üç beşoy sayısı.
eder. 3.
2. ve
çokluk.
ayrıca, ve, ve de. s. 1. fazla. 2. artı, pozitif. i. artı işareti (+).
plus fours golf pantolon.
plus sign artı işareti (+).
plush i. pelüş. s. 1. pelüş. 2. k. dili lüks.
Pluto i., gökb. Plüton.
plutocracy i. plütokrasi, zenginerki, varsılerki.
plutonium i., kim. plutonyum.
ply i. 1. kat, tabaka. 2. eğilim.
ply f. 1. işletmek, kullanmak. 2. etmek, yapmak. 3. (between)
ply s.o. with liquor (arasında)
birine durmadandüzenliiçki
seferler
içirmek.yapmak, gidip gelmek, işlemek.
plying between New York
New York ile Londra arasında işleyen (gemi/uçak).
and London
plywood i. kontrplak.
PM, pm kıs. post meridiem öğleden sonra (12.00-24.00 arasındaki
pneumatic saatler
s., mak.için kullanılır.):
havalı, pnömatik.2:30 P.M. saat 14.30. 12 P.M. saat 24.00.
pneumonia i. zatürree.
PO kıs. Post Office.
poach f. 1. (bir şeyi) (kaynama derecesinin biraz altındaki bir sıvıda)
poach pişirmek. 2. (bir şeyi)
f. yasak bölgede (bir tür benmaride) pişirmek.
avlanmak.
poacher i. bir tür benmari.
poacher i. kaçak avlanan kimse.
pock i. çiçek hastalığının kabarcığı.
pocked s. 1. kabarcıklı. 2. çukurlarla dolu.
pocket i. 1. cep. 2. çukur. f. 1. cebe yerleştirmek, cebe koymak. 2. iç
pocket calculator etmek.
cep hesap 3. gizlemek,
makinesi.saklamak.
pocket knife çakı.
pocket money cep harçlığı.
pocketbook i. 1. el çantası. 2. İng. cep defteri. 3. İng. cüzdan.
pocketknife i. çakı.
pockmark i. çiçek hastalığının kabarcığı.
pockmarked s. çiçekbozuğu, çopur.
pod i., bot. 1. (baklagillerde) tohum zarfı. 2. baklamsı meyve.
podium çoğ. --s (po´diyımz)/po.di.a (po´diyı) i. podyum.
poem i. şiir, koşuk.
poet i. şair, ozan.
poetaster i. şair bozuntusu.
poetess i. kadın şair.
poetic s. 1. şairliğe özgü: poetic talent şiir yazma yeteneği. 2.
poetical manzum: I like his poetic works. Onun şiirlerini beğeniyorum. 3.
s., bak. poetic.
şiirsel, şairane: a poetic turn of phrase şiirsel bir ifade tarzı.
poetically z. şiirsel bir biçimde, şairane.
poetry i. 1. şiir, koşuk, nazım. 2. şiir sanatı. 3. şiirler. 4. şiirsellik.
pogrom i. soykırım; Yahudi soykırımı.
poignancy i. 1. acılık, keskinlik. 2. dokunaklılık; acılık.
poignant s. 1. acı, keskin. 2. şiddetli. 3. dokunaklı; acı.
poikilothermal s., zool. soğukkanlı.
poinciana i., bot. cennetağacı, cennetçiçeği.
poinsettia i., bot. Atatürkçiçeği.
point i. 1. uç, sivri uç. 2. nokta: boiling point kaynama noktası.
point lace freezing
iğne oyası. point donma noktası. point of intersection kesişme
noktası. 3. nokta, noktalama işareti. 4. amaç, anlam, yarar:
point of honor şeref meselesi.
There´s not much point in going there personally. Oraya bizzat
point of no return dönüşü olmayan
gitmenin pek anlamı nokta.
yok. 5. anlatmak istenilen şey: That´s not
point of view my
bakışpoint. Demek
açısı, görüşistediğim
açısı. o değil. the point of the story
pointed hikâyenin
s. 1. sivri uçlu. 2. anlamlı. şey. 6. coğr. burun. 7. sayı, puan:
anlatmak istediği
win/lose on points sayı ile kazanmak/kaybetmek. 8. pusula
pointedly z. anlamlı
kertesi. 9. olarak.
mat. tamsayı ile kesiri ayırmak için aralarına konulan
pointer i. 1. işaret eden kimse/şey.
nokta [Türkiye´de 2. işaret
bunun yerine değneği.
virgül 3. ibre,
kullanılır: gösterge.
four point six
pointillism 4. puanter
(4.6)
i., resim (bir tür
dörtnoktacılık. av köpeği).
virgül altı (4,6)]. 10. matb., bilg. punto. 11. İng. priz.
12. borsa puan. 13. ferma. f. 1. at -e doğrultmak, -e çevirmek:
pointillisme i., resim, bak. pointillism.
He pointed his telescope at the moon. Teleskopunu aya çevirdi.
pointillist i., resim
2. at/out/tonoktacı.
-i işaret etmek, -i göstermek: She pointed at her left
pointilliste foot. Sol ayağını
i., resim, işaret etti. 3. out -e dikkati çekmek: He pointed
bak. pointillist.
pointless out the problem to
s. 1. uçsuz. 2. anlamsız. us. Soruna dikkatimizi
3. amaçsız. çekti. 4. ucunu
4. puansız.
sivriltmek. 5. (av köpeği) ferma yapmak, fermaya oturmak.
poise f. 1. dengelemek; dengelenmek. 2. hazırlamak; hazırlanmak:
poise The
i. 1. general poised his army
itidal, soğukkanlılık. for battle. General
2. (hareketlerdeki) askerlerini
güzellik, letafet.
savaşa hazırladı. 3. hareketsiz tutmak; hareketsiz durmak: The
poise s.t. on bir şeyi -in üzerine dengeli bir şekilde
gull hung poised in the air. Martı havada hareketsiz duruyordu.
koymak/yerleştirmek/oturtmak:
i. She poised the water jar on her
poison 4.zehir. f. zehirlemek.
-i (belirli bir şekilde) tutmak: The dancer poised her arm
head. Testiyi dengeli bir şekilde başının üzerine koydu.
poison gas gracefully
zehirli gaz.over her head. Balerin kolunu zarif bir şekilde başının
poison hemlock üzerinde tuttu.ağıotu.
bot. baldıran,
poison ivy bot. bir tür zehirli sumak.
poison oak bot. bir tür zehirli sumak.
poison sumac bot. bir tür zehirli sumak.
poisonous s. zehirli.
poke i., k. dili kesekâğıdı.
poke i., bot. 1. şekerciboyasının yeni çıkan yaprakları. 2.
poke şekerciboyası.
i. dürtme. f. 1. dürtmek. 2. yavaş gitmek. 3. İng., kaba sikmek.
poke about/around in (bir yerde) (bir şeyi aramak veya merakını gidermek için) etrafı
poke along karıştırmak: What are you doing poking around in here? Etrafı
aylak aylak dolaşmak.
ne karıştırıyorsun?
poke one´s nose in/into -e burnunu sokmak.
poke one´s nose into s.t. bir işe burnunu sokmak.
poke out of -den çıkmak.
poke s.t. at bir şeyi -e uzatmak.
poke s.t. out bir şeyi -den dışarı uzatmak/çıkarmak.
poke sallet k. dili 1. şekerciboyasının yeni çıkan yaprakları. 2. bu
pokeberry yapraklarla yapılan birmeyvesi.
i. 1. şekerciboyasının yemek. 2. bot. şekerciboyası.
poker i. ölçer, ocak süngüsü.
poker i., isk. poker.
pokeweed i., bot. şekerciboyası.
pokey i., argo hapishane, kodes.
poky s. 1. delirtecek kadar yavaş. 2. İng. daracık, fazla küçük.
Poland i. Polonya.
polar s. kutupsal, kutup: polar lights kutup ışıkları.
polar bear kutupayısı.
Polaris i., gökb. Kutupyıldızı.
polarisation i., İng., bak. polarization.
polarise f., İng., bak. polarize.
polarity i., fiz. polarite.
polarization i. polarizasyon, polarma, ucaylanma.
polarize f. 1. polarmak, kutuplanmak. 2. kutuplaştırmak; kutuplaşmak.
Polaroid i. polaroit.
Polaroid camera polaroit, polaroit fotoğraf makinesi.
Polaroid photograph polaroit fotoğraf.
Pole i. Polonyalı; Leh.
pole i. sırık, direk, kazık.
pole i. 1. coğr. kutup. 2. fiz. kutup, ucay.
pole vault sırıkla (yüksek) atlama.
polecat i., zool. kokarca, kırsansarı.
polemic s. tartışmalı. i. polemik, sert tartışma.
polemical s. tartışmalı.
polemics i. tartışma sanatı, polemik.
polestar i., gökb. Kutupyıldızı, Demirkazık.
pole-vault f., spor sırıkla atlamak.
police i., çoğ. polisler, polis memurları. f. 1. polis kuvvetiyle güvenliği
police commissioner sağlamak. 2. denetlemek,
komiser, polis komiseri. kontrol etmek.
police force polis (kuruluş).
police officer polis.
police squad polis müfrezesi.
police station polis karakolu, karakol.
police station karakol.
policeman çoğ. po.lice.men (pılis´mîn) i. (erkek) polis.
policewoman çoğ. po.lice.wom.en (pılis´wîmîn) i. kadın polis.
policlinic i. poliklinik.
policy i. siyaset, politika.
policy i. poliçe: life insurance policy hayat sigortası poliçesi.
polio i. çocuk felci.
poliomyelitis i. çocuk felci.
Polish i. Lehçe, Polca. s. 1. Polonya, Polonya´ya özgü; Leh. 2. Lehçe,
polish Polca. 3. Polonyalı;
f. 1. cilalamak, Leh.
parlatmak; cilalanmak, parlamak. 2. (ayakkabı)
polish off boyamak.
1. (işi) çabucak bitirmek. 2. i.(yemeği)
3. terbiye etmek. 1. cila. 2. incelik,
silip nezaket,
süpürmek, bir terbiye.
çırpıda
temizlemek.
polish up 1. iyice parlatmak. 2. çalışarak ilerletmek.
polite s. kibar, nazik, terbiyeli.
politeness i. kibarlık, nezaket, terbiye.
politic s. 1. akla uygun, akıllıca: I don´t think that´s politic. Bence o iş
political akıl
s. 1.kârı değil. 2. kurnaz,ait.
devlete/hükümete becerikli. 3. siyasal,
2. politik, sağgörülü; tedbirli,
siyasi.
ihtiyatlı. 4. politik, siyasal.
political science siyasal bilgiler.
politician i. politikacı, siyasetçi, siyasi.
politics i. 1. politika, siyaset. 2. politikacılık. 3. entrikalar.
polity i. yönetim biçimi, hükümet şekli.
polka i. polka (dans/müzik).
polka dot (kumaşta) büyük puan.
poll i. 1. anket. 2. oylama. 3. oy sayısı. f. 1. anket yapmak. 2. oy
polled toplamak.
s. boynuzsuz 3. oy vermek, oyunu kullanmak.
(hayvan).
pollen i. çiçektozu, polen.
pollinate f., bot. tozlaşmak.
pollination i., bot. tozlaşma.
pollster i. anketçi.
pollutant i. kirletici madde.
pollute f. kirletmek.
pollution i. 1. kirletme; kirlenme. 2. kirlilik.
polo i. polo, çevgen.
poly- önek çok.
polyandrous s. çokkocalı.
polyandry i. çokkocalılık, poliandri.
polyester i. polyester.
polyethylene i., kim. polietilen.
polygamist i. çokeşli erkek, poligam erkek.
polygamous s. çokeşli, poligam.
polygamy i. çokeşlilik, poligami.
polyglot s. 1. çok dil bilen, poliglot. 2. birçok dili kapsayan. i. çok dil bilen
polygon kimse.
i., geom. çokgen, poligon.
polygynous s. çokkarılı.
polygyny i. çokkarılılık.
polyhedral s., geom. çokyüzlü.
polyhedron i., geom. çokyüzlü.
Polynesia i. Polinezya.
Polynesian i. Polinezyalı. s. 1. Polinezya, Polinezya´ya özgü. 2. Polinezyalı.
polynomial i., mat. çokterimli.
polyp i., zool., tıb. polip.
polyphasal s., elek. çokfazlı.
polyphase s., elek. çokfazlı.
polyphonic s., müz. çoksesli, polifonik.
polyphony i., müz. çokseslilik, polifoni.
polypore i., bot. katranköpüğü.
polysemous s. çokanlamlı.
polysemy i. çokanlamlılık.
polytheism i. çoktanrıcılık, politeizm.
polytheist i. çoktanrıcı, politeist.
polyurethane i. poliüretan.
polyuria i., tıb. sıkişeme.
pomade i. briyantin; pomat, merhem.
pomegranate i. nar.
pommel f. (--ed/--led,--ing/--ling) bak. pummel.
pomp i. tantana, debdebe, görkem.
pomposity i. 1. çalım, kurum, fiyaka. 2. tantana, debdebe.
pompous s. 1. fiyakacı, çalımcı. 2. tantanalı, debdebeli, görkemli.
pond i. gölcük, gölet; havuz.
pond lily nilüfer, gölotu.
pond lily bot. nilüfer, gölotu.
ponder f. düşünüp taşınmak, zihninde tartmak, uzun uzun düşünmek.
ponderous s. 1. ağır, hantal. 2. sıkıcı, tatsız.
ponderously z. 1. ağır ağır. 2. sıkıcı bir şekilde.
pong i., İng., k. dili (pis) koku. f., İng., k. dili (pis) kokmak.
pongy s., İng., k. dili (pis) kokan.
pontiff i. 1. papa. 2. piskopos.
pontoon i. duba, tombaz.
pontoon bridge dubalı köprü.
pony i. midilli.
pooch i., argo it.
poodle i. kaniş.
pooh-pooh f., k. dili küçümsemek.
pool i. 1. gölcük; havuz. 2. su birikintisi. 3. yüzme havuzu.
pool i. 1. isk. ortaya konulan para. 2. on beş top ile oynanan bir çeşit
pool hall bilardo. 3. tic. rekabeti önlemek için fiyatları kontrol altında
bilardo salonu.
tutan tüccarlar birliği. 4. çalışma grubu, ekip. f. 1. tic. ortak fona
poolroom i. bilardo salonu.
koymak, havuzda toplamak. 2. bir araya getirmek, birleştirmek.
poop i., den. pupa, kıç.
poop i., ç. dili kaka. f. 1. ç. dili kaka yapmak; on -i kakalamak, -e kaka
poop yapmak. 2. k. dilitakatini
f., argo yormak, pırt yapmak, osurmak.
kesmek.
poop i., argo haber, bilgi, malumat.
poop deck kıç kasarası.
pooped s. bitkin, bitap, takati kesilmiş.
poo-poo i., ç. dili kaka. f., ç. dili kaka yapmak; on -i kakalamak, -e kaka
poor yapmak.
s. 1. yoksul, fakir. 2. zayıf. 3. az. 4. kuvvetsiz. 5. verimsiz, kısır.
poor fellow 6. zavallı,
zavallı biçare. 7. kötü, beklenen düzeyde olmayan. i.
adam.
Poor fellow! Vah zavallı!
poor sport mızıkçı.
poorly z. kötü bir şekilde; başarısızlıkla.
pop i. 1. hafif bir patlama sesi, hafif bir patlama. 2. gazoz. f. (--ped,
pop --ping)
s. pop: 1.poppatlamak; patlatmak.
concert pop konseri.2.pop
(mısır)
music patlatmak.
pop müzik. pop
pop in singer pop şarkıcısı.
k. dili uğramak. i. pop müzik.
pop out 1. ağızdan kaçmak. 2. fırlamak, birdenbire çıkmak.
pop the question k. dili evlenme teklif etmek.
pop the question k. dili evlenme teklif etmek.
popcorn i. 1. patlamış mısır. 2. cinmısırı.
pope i. papa.
popeyed s. patlak gözlü.
poplar i. kavak.
poplin i. poplin.
popper i., İng., k. dili çıtçıt, fermejüp.
poppy i., bot. gelincik; haşhaş.
poppy seed haşhaş tohumu.
poppycock i., k. dili saçma, saçmalık, zırva.
populace i. halk, kitle.
popular s. 1. popüler, herkesçe sevilen. 2. rağbette olan. 3. halkın
popularise zevkine uygun,
f., İng., bak. halka hitap eden. 4. yaygın, genel. 5. herkesçe
popularize.
anlaşılabilir. 6. halkın kesesine elverişli, ucuz.
popularity i. popülerlik, popülarite.
popularize f. yaygınlaştırmak, çoğu kimsenin tanımasını sağlamak,
populate popülerleştirmek.
f. 1. (bir yeri) iskân etmek. 2. yaşamak, oturmak.
population i. nüfus.
population explosion nüfus patlaması.
populous s. kalabalık, yoğun nüfuslu.
porcelain s. porselen.
porch i. 1. hayat, (bir yanı/yanları açık) veranda. 2. (kapı önündeki,
porcupine yanları
i., zool. açık) sundurma, örtme; (kapı önündeki) giriş, portik,
oklukirpi.
portiko.
pore i. gözenek.
pore f. over -i incelemek, -i tetkik etmek.
pore fungus/mushroom bot. katranköpüğü.
pork i. domuz eti.
pork sausage domuz sosisi.
porn i., k. dili pornografi.
porno i., k. dili, bak. porn.
pornographic s. pornografik, müstehcen.
pornography i. pornografi.
porosity i. gözeneklilik, porozite.
porous s. gözenekli.
porous plaster yakı.
porphyry i. porfir, somaki.
porpoise i., zool. 1. domuzbalığı. 2. yunusbalığı.
porridge i., İng. suyla/sütle pişirilen lapa.
port i. liman; liman kenti.
port i., den. 1. lombar. 2. lomboz.
port i., den. iskele, geminin sol yanı.
port i. porto şarabı.
port i., bilg. port, kapı.
port authority liman idaresi.
port of call den. uğranılacak liman.
port of entry 1. giriş limanı. 2. gümrük kapısı.
portable s. taşınabilir, portatif.
portal i. ana kapı.
portend f. -e alamet olmak, -e işaret etmek.
portent i. 1. belirti, alamet, işaret, haberci. 2. mucize, harika.
porter i., İng. kapıcı.
porter i. 1. hamal, taşıyıcı, yükçü. 2. d.y. yataklı vagon görevlisi.
porterage i. 1. hamallık. 2. hamal ücreti.
portfolio i. 1. (ressamın yapıp bir araya getirdiği) resimler. 2. borsa
porthole portföy.
i. 1. den.3.lomboz.
evrak çantası; resim çantası. 4. makam, görev.
2. kale mazgalı.
portion i. 1. kısım, parça, bölüm, cüz. 2. porsiyon, bir tabak yemek. 3.
portly pay, hisse. 4.
s. iri yapılı, kader,şişman.
cüsseli, nasip. f. out -i bölüştürmek.
Porto Rican bak. Puerto Rican.
Porto Rico bak. Puerto Rico.
portrait i. portre.
portrait painter portre ressamı.
portray f. 1. resmetmek, resmini yapmak. 2. betimlemek, tanımlamak.
portrayal 3. rolünü
i. 1. oynamak.
resmetme. 2. betimleme. 3. rolünü oynama.
Portugal i. Portekiz.
Portuguese i. 1. (çoğ. Por.tu.guese) Portekizli. 2. Portekizce. s. 1. Portekiz,
Portuguese man-of-war Portekiz´e
(birkaç tür)özgü.renkli2.vePortekizce. 3. Portekizli.
büyük medüz/denizanası.
pos kıs. position, positive, possessive.
pose i. 1. poz, duruş. 2. tavır; yapmacık tavır. f. 1. poz vermek. 2.
pose as ortaya
kendine (bir
...soru)
süsü atmak.
vermek,3....(sorun)
kılığınayaratmak.
girmek: The 4. yerleşmek;
burglar, posing
yerleştirmek.
as a policeman, knocked on the door. Hırsız kendine polis süsü
poseur i. pozcu.
vererek kapıyı çaldı.
posh s., İng., k. dili 1. şık; lüks. 2. kibar; sosyetik.
position i. 1. yer, mevki. 2. durum, vaziyet, pozisyon. 3. tutum, görüş. 4.
position o.s. (to do s.t.) konum. 5. toplumsal
1. -e uygun pozisyona durum,
girmek:sosyal
The pozisyon. 6. duruş.
football player 7. ask.
positioned
mevzi. 8.
himself foriş,a görev,
goal. memuriyet.
Futbolcu gol f. 1. yerleştirmek.
pozisyonuna girdi. 2.
2. (bir
(bir yerde)
şey
positive s. 1. olumlu, pozitif: a positive development olumlu bir gelişme.
durmak:
yapabilmek He için)
positioned
zemin himself next He
hazırlamak: to the
is window. Pencerenin
positioning himself to
positive sign 2. kesin, mutlak:
toplama positive
işareti, artı proof
işareti (+).kesin delil. 3. gerçek: a positive
önünde
become durdu.
president. Cumhurbaşkanı seçilebilmek için kendine
difference gerçek bir fark. 4. belli, açık: It´s positive that she
positivism i., fels.hazırlıyor.
zemin pozitivizm, olguculuk.
was mistaken. Yanıldığı belli. 5. emin: Are you positive? Emin
positivist i., s., fels.
misin? 6. tam: pozitivist, olgucu.
a positive nuisance tam bir bela. 7. mat., elek.,
possess foto.
f. pozitif.
1. -e sahip 8. kim. artı,
olmak, pozitif.He
-si olmak: 9. possesses
tıb. pozitif.two
10. cars.
dilb. olumlu.
İki i.
possessed 1. pozitif
arabası resim.
var. 2. 2. kesin
hükmetmek. şey, kati şey.
s. 1. deli; mecnun. 2. çılgın. 3. sahipli. 4. soğukkanlı.
possession i. 1. mal. 2. iyelik, sahip olma. 3. huk. zilyetlik. 4. cin çarpması,
Possession is nine points of cinnet, delilik. mülkiyet hakkının en büyük delilidir.
huk. Zilyetlik
the law.
possessive s. 1. iyelik gösteren, iyelik .... 2. paylaşmak istemeyen.
possessive pronoun iyelik zamiri.
possessor i. 1. mal sahibi. 2. huk. zilyet.
possibility i. 1. olanak, imkân. 2. olasılık, ihtimal.
possible s. 1. mümkün, olabilir, imkân dahilinde. 2. olası, muhtemel.
possibly z. belki, olabilir.
possum i., k. dili opossum, sarig. f., k. dili 1. uyur gibi yapmak. 2. ölü
post- numarası
önek sonra. yapmak.
post i. kazık, destek, direk. f. 1. (ilan) yapıştırmak. 2. afişle ilan
post etmek.
i. 1. memuriyet, görev. 2. ordugâh. 3. kol, karakol. 4. polis
post noktası.
i., İng. 1.5.posta.
yabancıların
2. postakurduğu alışveriş
servisi. 3. yeri. f. 1.
posta kutusu. 4.koymak,
postane. f.
yerleştirmek.
1. İng. 2. tayin
postalamak, etmek,vermek.
postaya atamak;2.görevlendirmek,
(kayıtları) günlük
post office postane. post-office box posta kutusu.
vazifelendirmek.
defterden ana deftere geçirmek.
postage i. posta ücreti.
postage due taksa. postage-due stamp taksa pulu.
postage stamp posta pulu.
postal s. postayla ilgili.
postal clerk postane memuru.
postal money/order posta havalesi.
postcard i. kartpostal.
postdate f. üzerine ileri bir tarih atmak.
postdated check tic. vadeli çek.
poster i. poster, afiş.
posterior s. 1. sonra gelen, sonraki. 2. gerideki. 3. anat. kıça yakın. i. kıç,
posterity popo, kaba
i. 1. döl, etler.
soy. 2. gelecek kuşaklar.
post-free s. 1. posta ücretine tabi olmayan. 2. İng. posta ücreti ödenmiş.
postgraduate s., İng. üniversite sonrası öğrenimle ilgili. i., İng. master/doktora
posthaste öğrencisi.
z. büyük bir hızla, çok acele.
posthumous s. 1. babasının ölümünden sonra doğmuş. 2. yazarın ölümünden
sonra yayımlanmış. 3. öldükten sonra gelen/olan/meydana
gelen.
posthumously z. ölümden sonra.
postman çoğ. post.men (post´mîn) i. postacı.
postmark i. posta damgası.
postmaster i. postane müdürü.
postmistress i. postane müdiresi.
postmortem s. öldükten sonraki, ölüm sonrası. i. otopsi.
postnatal s. doğum sonrası.
postpaid s., z. posta ücreti ödenmiş (olarak).
postpartum s. doğum sonrası.
postpone f. ertelemek.
postponement i. erteleme.
postscript i. (mektubun altındaki) not; dipnot.
postulate i. man., mat. postulat, konut, koyut. f. (pas´çıleyt) farzetmek,
posture varsaymak.
i. 1. duruş, poz. 2. durum, hal. 3. tutum, tavır.
pot i. 1. toprak kap, çömlek. 2. tencere. 3. argo haşiş. 4. göbek. 5.
pot holder bir kap dolusu:
tutacak; a pot of tea bir çaydanlık dolusu çay. a pot of
fırın eldiveni.
soup bir tencere çorba. 6. (kumarda ortaya konan) toplam para.
potable s. içilebilir.
7. argo klozet.
potassium i., kim. potasyum.
potato i. (çoğ. --es) patates.
potato chip cips.
potbellied s. şişman göbekli, göbekli.
potbelly i. 1. k. dili şişman göbek, göbek. 2. bir tür soba.
potency i. 1. etki. 2. kuvvet, güç. 3. yetki. 4. nüfuz. 5. iktidar, cinsel güç.
potent s. 1. etkili. 2. kuvvetli, güçlü. 3. yetkili. 4. nüfuzlu. 5. cinsel
potentate iktidarı olan.
i. 1. hükümdar, kral. 2. büyük yetki sahibi, otorite.
potential s. 1. olası, muhtemel. 2. fiz. gizil, potansiyel. i. potansiyel.
potential energy fiz. gizilgüç.
potentially z. potansiyel olarak: That man is potentially dangerous. O adam
pothole tehlikeli olabilir. arabaların yol açtığı) çukur.
i. (yol yüzeyinde
potion i. 1. ilaç dozu. 2. iksir.
potpourri i. 1. çeşitli çiçeklerin güzel kokulu yapraklarıyla baharattan
potsherd oluşan ve kavanozda
i. kırık çömlek parçası.saklanan bir karışım. 2. birbirinden epey
farklı şeylerden oluşan karışım. 3. müz. potpuri.
potshot i. (ateşli silahla yapılan) rasgele vuruş.
potter i. çömlekçi.
potter f., bak. putter.
potter´s clay çömlekçi çamuru.
potter´s wheel çömlekçi çarkı.
pottery i. 1. çanak çömlek. 2. çömlek imalathanesi. 3. çömlekçilik.
potty i., ç. dili 1. lazımlık. 2. klozet. s., İng., k. dili deli, çatlak.
potty chair lazımlıklı iskemle.
pouch i. 1. kese, torba. 2. göz altında oluşan torbamsı şişlik. 3. zool.
poulter kese.
i., İng.,4.bak.
zool.poulterer.
avurt.
poulterer i., İng. 1. kümes hayvanlarının etini satan kasap. 2. kümes
poultice hayvanlarını
i. yara lapası.yetiştirip satan kimse.
poultry i. 1. kümes hayvanları. 2. kümes hayvanlarının eti.
poultryman çoğ. poul.try.men (pol´trimîn) i. 1. kümes hayvanlarının etini
pounce satan kasap.
i. saldırış, 2. kümes
atılım, hamle.hayvanlarını yetiştirip
f. at/on/upon satan adam.
birden üstüne atılmak.
pound i. 1. libre. 2. İng. sterlin, pound.
pound i. 1. başıboş hayvanların muhafaza edildiği yer. 2. yasak yere
pound park eden araçların
f. 1. vurmak, dövmek.çekildiği otopark. 3. 3.
2. yumruklamak. k. (gemi)
dili cezaevi.
dalgaya
çarpmak. 4. (kalp) küt küt atmak. 5. ağır adımlarla yürümek.
pound sterling İng. sterlin, pound.
pound sterling sterlin, İngiliz lirası.
pour f. 1. dökmek, akıtmak; dökülmek, akmak. 2. bardaktan
pour cold water on boşanırcasına yağmak.
... umudunu söndürmeye çalışmak, ... hevesini kırmaya
pour concrete çalışmak; (olumsuz
beton dökmek. bir şekilde) eleştirmek, tenkit etmek.
pour money down the drain parayı sokağa/denize atmak.
pour oil on troubled waters ortalığı yatıştırmaya çalışmak.
pour one´s heart out içini dökmek, deşarj olmak.
pout f. surat asmak, somurtmak. i. surat asma, somurtma.
poverty i. 1. yoksulluk, fakirlik, ihtiyaç. 2. yetersizlik, eksiklik.
poverty-stricken s. çok fakir, yoksul.
POW kıs. Prisoner of War.
powder i. 1. toz. 2. pudra. 3. barut. f. 1. pudralamak. 2. toz haline
powder horn/flask getirmek;
barutluk. toz haline gelmek.
powder puff pudra ponponu.
powder room bayanlara ait tuvalet.
powdered s. toz: powdered milk süttozu. powdered sugar pudraşeker.
powdered sugar pudraşeker, pudraşekeri.
powdery s. 1. toz gibi. 2. tozlu.
power i. 1. güç, kuvvet: air power hava kuvveti. nuclear power nükleer
power cut güç. physical
(planlı) elektrik power fiziksel güç. 2. yetenek: the power to learn
kesintisi.
öğrenme yeteneği. 3. etki: The medicine has lost its power. İlaç
power failure (arıza nedeniyle) elektrik kesintisi.
etkisini kaybetti. 4. nüfuz: His power in political circles is
power of attorney vekâlet,Siyasi
limited. temsilçevrelerdeki
yetkisi. nüfuzu sınırlı. 5. yetki: the power to
power of attorney hire
vekâletname. alma ve işten çıkarma yetkisi. 6. mat. üs, üst,
and fire işe
power of life and death güç,
idamkuvvet:
etme veya Raise af ityetkisi.
to the tenth power. Onu onuncu kuvvete
yükselt.
power plant elektrik santralı.
power politics kuvvet politikası.
power station İng. elektrik santralı.
power struggle pol. iktidar mücadelesi.
powerful s. 1. güçlü, kuvvetli. 2. etkili. 3. nüfuzlu.
powerless s. 1. güçsüz, kuvvetsiz. 2. çaresiz. 3. beceriksiz. 4. nüfuzsuz.
powwow i., k. dili toplantı; görüşme. f. görüşmek, konuşmak.
pp kıs. pages, pianissimo.
PR kıs. public relations.
practicability i. yapılabilirlik, uygulanabilirlik.
practicable s. 1. yapılabilir, uygulanabilir. 2. kullanışlı, elverişli.
practical s. 1. pratik, kullanışlı, elverişli. 2. pratik, uygulamalı, tatbiki. 3.
practical joke pratik (kimse).
eşek şakası.
practical joke eşek şakası.
practicality i. pratiklik.
practically z. 1. gerçekte. 2. hemen hemen. 3. pratik bir şekilde.
practice i. 1. uygulama, tatbikat. 2. pratik, egzersiz, alıştırma. 3.
practice antrenman,
f. (bir maharet, idman;yetenekegzersiz, çalışma:
v.b.´ni soccer
geliştirmek practice
için) futbol
çalışmak, pratik
antrenmanı.
yapmak, 4. tiy., müz. prova: choir practice koro
egzersiz yapmak: You must practice the piano every provası. 5.
practice economy tasarruf yapmak.
âdet, alışkanlık: It´s now become a common
day for one hour. Her gün bir saat piyano çalmanız lazım. Youpractice. Artık âdet
Practice makes perfect. Meşk kemale
haline geldi. 6.a erdirir.
(hekime
must practice lot. Çok gelen) hastalar; (avukata
pratik yapmanız lazım. Shegelen)
is practicing
Practice what you preach! müvekkiller:
Verdiğin
her Italian. He´s kendin
nasihatı got a big
İtalyancasını practice.
uygula!
ilerletmek Çok
için hastası/müvekkili
egzersiz var.
yapıyor. 2. spor
practiced idman yapmak,
s. deneyimli, tecrübeli.antrenman yapmak, egzersiz yapmak. 3. -lik
practise yapmak:
i., İng., bak.He practice
is practicing 1. law. Avukatlık yapıyor. She is
practicing medicine. Hekimlik yapıyor.
practise f., İng., bak. practice 2.
practised s., İng., bak. practiced.
practitioner i. (belirli bir işi) uygulayan kimse, pratisyen.
pragmatic s. pragmatik.
pragmatism i. pragmacılık, pragmatizm.
pragmatist i. pragmacı, pragmatist.
prairie i. (ağaçsız, otlarla kaplı, geniş) düzlük, ova.
praise f. 1. övmek, methetmek. 2. (Allaha) hamdetmek, şükretmek. i.
praiseworthy övgü, meth, medih.
s. övülmeye değer.
pram i., İng. çocuk arabası.
prance f. (at) sıçrayıp oynamak; (atı) sıçratıp oynatmak.
prank i. eşek şakası; oyun.
prate f. gevezelik etmek. i. gevezelik.
prattle f. 1. çocukça konuşmak. 2. laflamak, gevezelik etmek. i. 1.
prawn çocukça konuşma. 2. laflama, gevezelik, önemsiz konuşma.
i., İng. karides.
pray f. 1. dua etmek. 2. namaz kılmak.
prayer i. 1. dua. 2. namaz.
prayer beads tespih.
prayer book dua kitabı.
prayer meeting dua meclisi.
prayer rug seccade.
prayer rug seccade.
praying mantis zool. peygamberdevesi.
pre- önek önce, ön.
preach f. vaaz etmek; vaaz vermek.
preach against aleyhinde va´zetmek.
preach to -e va´zetmek.
preacher i. vaiz.
preamble i. başlangıç, önsöz.
preanimism i. preanimizm.
prearrange f. önceden düzenlemek.
precarious s. 1. güvenilmez. 2. kararsız, şüpheli. 3. tehlikeli; rizikolu; nazik.
precariously z. tehlikeli bir şekilde.
precaution i. önlem, tedbir.
precede f. -den önde olmak, -den önce gelmek.
precedence i. 1. önce gelme. 2. üstünlük. 3. önce olma.
precedent i. 1. örnek oluşturan durum. 2. âdet, gelenek.
preceding s. -den önceki; önde bulunan.
precept i. 1. emir. 2. ahlaki kural, ilke. 3. yönerge.
precinct i. 1. (şehir içinde) bölge; yöre. 2. çevre. 3. seçim bölgesi.
precious s. 1. değerli, kıymetli. 2. çok pahalı. 3. aziz. 4. fazla nazik. 5. k.
precious metals dili rezil.
(altın, z., k. dili
gümüş, çok,gibi)
platin pek:kıymetli
There ismadenler.
precious little time left. Pek
az zaman kaldı.
precious stone kıymetli taş, mücevher.
precipice i. 1. uçurum. 2. sarp kayalık.
precipitant i., kim. çökeltici, çöktürücü. s., bak. precipitate.
precipitate i., kim. çökelti, çökel. s. 1. aceleci. 2. düşüncesiz. 3. aceleyle
precipitate yapılan.
f. 1. neden 4. ani.
olmak, başlatmak. 2. kim. çökeltmek; çökelmek. 3.
precipitation (yağmur/kar
i. 1. yağış. 2. şeklinde) yere düşmek,
kim. çökelme; çökeltme. yağmak.
precipitous s. 1. dik, sarp. 2. atılgan, aceleci.
précis i. özet.
precise s. 1. tam, kesin: a precise definition of the word sözcüğün tam
precision karşılığı. at the
i. 1. kesinlik. 2. precise
doğruluk. moment of his
3. dikkat, arrival tam
dikkatlilik. geldiği anda.
4. (saatte)
2.
dakiklik. 5. (alette) hassasiyet. s. hassas: a precision4.
çok dikkatli, titiz (kimse). 3. titizlikle yapılmış (iş). dakik
instrument
(saat). 5. hassas
hassas bir alet. (alet).
preclude f. 1. -i imkânsız kılmak, -i imkânsızlaştırmak, -i olanak dışı
precocious bırakmak, -i olanaksızlaştırmak. 2. -i dışarıda bırakmak.
s. erken gelişmiş.
preconceived s. eski, yerleşmiş (fikir).
preconception i. eski/yerleşmiş fikir.
precondition i. önkoşul.
precursor i. 1. haberci, müjdeci. 2. of -in ilk şekli/başlangıcı.
predate f. 1. erken tarih atmak. 2. -den daha önce gelmek.
predator i. yırtıcı hayvan.
predatory s. 1. yırtıcı: predatory animal yırtıcı hayvan. 2. çapulcu,
predecessor yağmacı:
i. 1. selef,aöncel.
predatory tribe
2. ata, cet.çapulcu bir kabile. 3. başkalarının
eşine/malına göz koyup elinden almaya çalışan.
predestination i. 1. Allahın, kişinin cennete/cehenneme gideceğini doğmadan
predestine önce tayin(birinin)
f. 1. (for) etmesi.(cennete/cehenneme
2. Allahın, kişinin hayatıyla ilgili her
gideceğini) şeyi
önceden
önceden
tayin tayin
etmek. 2. etmesi, öncel
(birinin) belirleme.
(yaşarken başına 3. takdiri ilahi.
gelecekleri) önceden
predetermine f. 1. önceden tayin etmek/belirtmek. 2. önceden kararlaştırmak.
tayin etmek.
predicament i. 1. zor durum, bela. 2. durum, hal, vaziyet.
predicate i., dilb., man. yüklem. s. yüklemle ilgili.
predicate f. 1. doğrulamak. 2. belirtmek.
predict f. 1. önceden söylemek: That economist predicted the present
predilection recession.
i. yeğleme,Otercih.
ekonomist şimdiki durgunluğun olacağını önceden
söylemişti. 2. -e dair/hakkında kehanette bulunmak: The
predispose f. to 1. -e önceden hazırlamak. 2. -e yatkınlaştırmak.
fortune-teller predicted that she would marry young. Falcı genç
predisposition i. to/towards
yaşta -e meyil/eğilim/yatkınlık.
evleneceğine dair kehanette bulundu.
predominance i. 1. hâkim olma, ağır basma. 2. çoğunluk.
predominant s. 1. hâkim olan, ağır basan: the predominant color hâkim olan
predominantly renk. 2. çoğunlukta
z. genelde, çoğu: The olan. 3. en nüfuzlu:were
representatives the predominant
predominantly group
in the
European.meeting toplantıdaki en nüfuzlu
Temsilcilerin çoğu Avrupalıydı. grup. 4. en etkili.
predominate f. 1. (sayı/nüfuz/kuvvet/etki/derece açısından) üstün olmak. 2.
preeminence hâkim olmak. 3. çoğunlukta olmak. 4. galip gelmek.
i. üstünlük.
preeminent s. en önde gelen, rakipsiz, üstün.
preempt f. 1. önceden ayırmak. 2. herkesten önce ele geçirmek.
preemption i. herkesten önce satın alma hakkı, önalım hakkı; önalım.
preemptive s. önceden satın alma hakkı olan.
preemptive strike karşı tarafın muhtemel saldırısına karşı önceden yapılan saldırı.
preen f. 1. (kuş) gagasıyla (tüylerini) düzeltmek; gagasıyla tüylerini
preen o.s. düzeltmek.
saçını başını2.özenle
(kedi, düzeltmek.
köpek v.b.) (tüylerini) yalamak; tüylerini
yalamak. 3. saçını başını özenle düzeltmek.
preexist f. önceden var olmak.
pref kıs. preface, prefix.
prefab i., k. dili prefabrik yapı.
prefabricate f. parçalarını önceden hazırlamak.
prefabricated s. prefabrik, prefabrike.
prefabrication i. prefabrikasyon.
preface i. önsöz. f. 1. önsöz ile başlamak. 2. önsözünü yazmak. 3. -e ile
prefatory başlamak.
s. önsöz niteliğindeki.
prefer f. (--red, --ring) 1. yeğlemek, tercih etmek. 2. huk. sunmak,
preferable arzetmek.
s. tercih edilir, daha iyi.
preferably z. tercihen.
preference i. 1. yeğleme, tercih. 2. tercih edilen şey.
preferential s. tercihli; ayrıcalıklı.
preferred stock tic. tercihli hisse senedi.
prefix f. (sözcük başına) önek koymak. i. (pri´fîks) önek.
pregnancy i. hamilelik, gebelik.
pregnant s. 1. hamile, gebe. 2. with ile dolu. 3. anlamlı.
preheat f. önceden ısıtmak.
prehistoric s. tarihöncesi, tarihten önceki, prehistorik.
prehistory i. tarihöncesi, prehistorya.
prejudge f. peşin hüküm vermek, peşin yargıda bulunmak.
prejudice i. 1. önyargı. 2. kayırma, taraf tutma, tarafgirlik. 3. zarar, ziyan.
prejudice s.o. against f.birini
1. haksız hüküm çevirmek,
-in aleyhine verdirmek.birine
2. zarara uğratmak.
-e karşı olumsuz fikirler
prejudice s.o. in favor of aşılamak.
birini -in lehine çevirmek, birine -in lehine olumlu fikirler
prejudice s.o.´s chances aşılamak.
birinin şansını azaltmak.
prejudicial s.
preliminary s. hazırlayıcı, hazırlık, ilk, ön. i. 1. eleme maçı. 2. ön sınav,
prelude yeterlik sınavı. giriş.
i. 1. başlangıç, 3. çoğ.2. ön hazırlıklar.
müz. prelüd.
premature s. 1. zamanından önce olan/gelişen, erken. 2. mevsimsiz,
prematurely zamansız.
z. zamanından 3. erken
önce,doğmuş,
mevsimsizprematüre (bebek).
olarak, erken.
premeditate f. önceden tasarlamak.
premeditated s. önceden tasarlanmış.
premier s. 1. birinci, ilk. 2. baş, asıl. i. başbakan.
premiere i. gala.
premiership i. başbakanlık.
premise i., man. öncül; terim.
premises i. (bir kuruma/kişiye ait) bina/arazi.
premiss i., man., bak. premise.
premium i. 1. prim. 2. ödül. 3. ikramiye. 4. sigorta primi. 5. tic. acyo,
premonition prim.
i. 1. önsezi. 2. uyarma.
prenatal s. doğum öncesi.
preoccupation i. with zihni ... ile meşgul olma.
preoccupy f. zihnini meşgul etmek. be preoccupied with zihni ... ile meşgul
prep olmak.
s., k. dili hazırlayıcı, hazırlık. i., İng. ev ödevi.
prep kıs. preparatory, preposition.
prep school 1. kolej, özel ortaokul ve lise. 2. İng. koleje hazırlayan özel okul.
prepaid f., bak. prepay.
preparation i. 1. hazırlama. 2. hazırlık. 3. preparat, hazır ilaç.
preparative s. hazırlayıcı, hazırlık. i. hazırlayıcı şey.
preparatory s. hazırlayıcı, hazırlık. z. to -den önce: preparatory to leaving the
preparatory school country
kolej, özelülkeden çıkmadan
ortaokul ve lise.önce. preparatory to sending it
gönderilmesi için hazırlık olarak.
prepare f. 1. hazırlamak; hazırlanmak. 2. düzenlemek. 3. donatmak. 4.
prepare for the worst yapmak.
en kötü ihtimale karşı hazırlanmak.
prepared s. hazır, önceden hazırlanmış.
preparedness i. hazırlık, hazır olma.
prepay f. (pre.paid) parasını önceden vermek, peşin ödemek.
prepayment i. peşin ödeme.
preponderance i. 1. çoğunluk, üstünlük. 2. ağır basma; hâkim olma.
preponderant s. ağır basan, üstün gelen; hâkim olan.
preponderate f. 1. ağır basmak, üstün gelmek, baskın çıkmak. 2. hâkim olmak.
preposition i. edat, ilgeç.
prepositional phrase edat ve isimden oluşan söz öbeği.
prepossess f. 1. olumlu bir şekilde etkilemek. 2. zihnini meşgul etmek.
prepossessing s. alımlı, çekici.
preposterous s. akıl almaz, inanılmaz, saçma, abes.
preposterously z. mantıksızca.
prepuce i., anat. sünnet derisi.
prereligion i. dinöncesi.
prerequisite s. önceden gerekli olan. i. önkoşul, önşart.
prerogative i. 1. hak, yetki. 2. ayrıcalık, imtiyaz.
presage i. alamet, işaret. f. -e alamet olmak, -e işaret etmek.
presbyope i., tıb. presbit.
presbyopia i., tıb. presbitlik.
presbyopic s. presbit.
Presbyterian i., s. Presbiteryen.
preschool i. anaokulu. s. okulöncesi.
prescience i. ileri görüş.
prescient s. ileri görüşlü.
prescribe f. 1. (doktor) (ilaç) vermek/yazmak; (doktor) (bir tedavi yöntemi)
prescription tavsiye
i. 1. tıb. etmek.
reçete. 2.2. (şartları/kuralları)
emir. belirtmek/tayin etmek.
presence i. huzur, hazır bulunma, varlık, var olma: The test results do not
presence of mind indicate the presence
aklı başında olma. of nitrogen. Test sonuçlarına göre nitrojen
yok.
presence of mind soğukkanlılık.
present s. 1. şimdiki: the present worth of -in şimdiki değeri. 2. bulunan,
present hazır, mevcut:
i. hediye, the animals present in this region bu bölgede
armağan.
bulunan hayvanlar. 3. dilb. şimdiki zamanı gösteren. i.
present f. 1. sunmak, takdim etmek: present a petition dilekçe sunmak.
present a bold front 2. takdimgöstermek,
cesaret etmek, tanıtmak:
yürekli He presented me to the queen. Beni
gözükmek.
kraliçeye takdim etti. 3. göstermek, sergilemek, teşhir etmek. 4.
present arms ask. selam durmak.
bildirmek, sunmak.
present company excepted söz meclisten dışarı, hâşâ huzurdan/huzurunuzdan.
present itself (fırsat) olmak/çıkmak/düşmek.
present o.s. bulunmak, hazır bulunmak, gelmek.
present one´s compliments saygılarını sunmak.
present one´s compliments selam söylemek.
present participle durum ortacı, faaliyet ismi.
present s.o. with birine -i sunmak/takdim etmek.
present s.o. with a problem birini bir problemle karşı karşıya bırakmak.
presentable s. prezantabl.
presentation i. 1. sunma, sunuş, takdim; sunulma, sunuluş. 2. takdim etme;
present-day takdim edilme.
s. bugünkü, 3. gösterme;
zamanımıza gösterilme.
ait, şimdiki, 4. temsil, oyun.
günümüzün.
presentiment i. önsezi.
presently z. 1. birazdan, yakında. 2. k. dili şu ara, halihazırda. 3. k. dili şu
preservation an.
i. 1. saklama; saklanma. 2. koruma, muhafaza; korunma.
preservative s. saklayan, koruyan, koruyucu. i. koruyucu madde.
preserve i., bak. preserves.
preserve f. 1. korumak, muhafaza etmek. 2. saklamak. 3. sürdürmek. 4.
preserves reçelini yapmak.
i., çoğ. reçel; 5. konservesini yapmak.
şekerleme.
preside f. at/over -e başkanlık etmek.
presidency i. başkanlık.
president i. 1. başkan. 2. cumhurbaşkanı. 3. rektör.
presidential s. başkanlığa ait.
press i. 1. basın, medya. 2. yayınevi. 3. basın mensupları. 4. matbaa,
press basımevi.
f. 1. basmak: 5. baskı/matbaa makinesi.
Press the button. Düğmeye6. pres,
bas.cendere,
2. sıkmak, suyunu
mengene. ezmek.
çıkarmak; 7. sıkıştırma. 8. kalabalık. 9. (elbise/çamaşır için)
press f. into -i (hizmete) zorlamak; -i zorla (askere) almak:The
3. sıkıştırmak, sıkıştırarak itmek: Thesoldiers
dolap/yüklük.
pressed the 10. (giyside)
crowd into the ütü.
small square. Askerler kalabalığı
press agent government
basın sözcüsü. pressed the villagers into military service. Hükümet
küçük
köylülerimeydana sıkıştırdı.
zorla askere aldı.4. sıkıştırmak, baskı yapmak,
press association basın kurumu.
zorlamak: 5. in upon -in sınırına dayanmak, -in sınırını zorlamak:
press conference The
basınenemy pressed in upon the city. Düşman kentin sınırına
toplantısı.
press corps dayandı.
gazeteciler. 6. ütülemek. 7. (cam, çelik, tuğla v.b.´ni) preslemek,
preste sıkıştırmak, prese etmek.
press for ... için baskı yapmak, -i ısrarla istemek: They are pressing for
more time. Onlara daha çok zaman verilmesi için baskı
yapıyorlar.
press forward hızla ilerlemek.
press money into s.o.´s hand birinin eline para sıkıştırmak.
press on devam etmek.
press one´s advantage avantajından mümkün mertebe yararlanmak.
press one´s luck şansına fazla güvenmek, şansını zorlamak: Don´t press your
press release luck.
basınŞansına
bildirisi.güvenme./Şansını zorlama.
press s.o. for s.t. ısrarla birinden bir şey istemek, bir şey için birini sıkıştırmak.
press s.o. into service birini seferber etmek, birini işe koşmak.
press s.o. to birinin (bir şey yapması) için ısrar etmek, birine (bir şey
press s.o.´s hand yapması)
birinin elini için baskı yapmak: He is pressing me to accompany
sıkmak.
him to Ankara. Onunla birlikte Ankara´ya gitmem için beni
press s.t. into service bir şeyi hizmete sokmak.
sıkıştırıyor.
press s.t. on s.o. birine bir şeyi ısrarla kabul ettirmeye çalışmak: He pressed the
press s.t. upon s.o. money
birine biron şeyi
me. ısrarla
Parayı vermeye
bana zorla kabul ettirdi.
çalışmak.
press the shutter foto. deklanşöre basmak.
pressed s. prese, preste sıkıştırılmış: pressed steel prese çelik.
pressing s. 1. acil, ivedi, ivedili. 2. ısrarlı; sıkboğaz eden.
pressure i. 1. basınç, tazyik: atmospheric pressure hava basıncı. high
pressure cooker pressure yüksek basınç. low pressure alçak basınç. 2. (manevi)
düdüklü tencere.
baskı: work under pressure baskı altında çalışmak. f. (birine)
pressure gauge basıölçer, manometre.
baskı yapmak, (birini) sıkıştırmak.
pressure group baskı grubu.
pressure loss basınç kaybı.
pressurise f., İng., bak. pressurize.
pressurize f. 1. hav. (uçaktaki kabinin) havasını yeterli basınçta tutmak. 2.
prestige İng. (birine)
i. prestij, baskı yapmak,
saygınlık, itibar. (birini) sıkıştırmak.
presto z., müz. presto.
prestressed s. öngerilmeli: prestressed concrete öngerilmeli beton.
presumably z. herhalde, zannedersem.
presume f. 1. sanmak, zannetmek, tahmin etmek: I am presuming that it
presumption will
i. 1. cost
cüret,around fifty million
küstahlık. 2. zan, liras.
sanı, Yaklaşık
tahmin. 3. ellifarz,
milyon liraya mal
varsayım.
olacağını tahmin ediyorum. 2. (haddi olmayan bir şeyi) yapmak,
presumptive s. 1. olası, muhtemel. 2. varsayımsal.
(-e) kalkmak, (-e) yeltenmek: How can you presume to sit in
presumptuous s. cüretli, küstah,
judgment on her? haddini
Onu ne bilmez.
yüzle yargılayabilirsin? She presumed
presuppose to correct her teacher. Öğretmeninin
f. 1. (bir şey) mantıken (başka bir şeyi) yanlışını düzeltmeye
gerektirmek, -in var
presupposition kalktı.
oluşuna 3.
i. 1. -in varsaymak,
dayanmak: varsaymak,
olduğunuPrayer addetmek,
presupposes
farzetme. 2. önceden farzetmek:
God. Dua içinThey
farzedilen Allahın
şey.
presume
varlığı him This
gerek. guilty. Onu suçlu
course sayıyorlar.
presupposes We shouldofpresume
a knowledge Latin. Bu
pretence i.,
hisİng., bak. pretense.
innocence. Onun suçsuz olduğunu varsaymalıyız.
ders için Latince bilmek gerek. 2. -in var olduğunu farzetmek, -i
pretend f. 1. rolüne girmek, olmak: You pretend to be the cat and I´ll be
varsaymak.
pretend to the mouse. Sen
... iddiasında kedi ol,
olmak, ben de
-i iddia fare olayım.
etmek, 2. -miş
... taslamak: I´mgibi
not
davranmak,to
pretending -mezlikten
be an gelmek;
expert. yalandan
Uzmanlık yapmak,
iddiasında ... numarası
değilim. He´s
pretend to the throne tahtta hak iddia etmek.
yapmak: Hetoisbe
pretending pretending
a scholar.that he doesn´t
Bilginlik taslıyor.know. Bilmiyormuş
pretense i.
gibi1. davranıyor.
rolüne girme. 2. oyun,
He´s numara,
pretending yalan:
to be sick.make
Hastaa numarası
pretense of
pretension illness
yapıyor. hasta numarası yapmak. 3. bahane: on
i. 1. (bir şeyde) iddia. 2. hak iddiası. 3. gösteriş, kurum. the slightest
pretense en ufak bahane ile. 4. to ... iddiası.
pretentious s. 1. kendisinde aslında olmayan bir şeyin var olduğunu iddia
pretentiously eden; kendisinde aslında olmayan bir şeyin var olduğu
z. gösterişle.
izlenimini vermeye çalışan. 2. iddialı, gösterişli. 3. gösterişçi,
pretentiousness i. gösterişçilik.
kurumlu.
pretext i. bahane.
pretty s. 1. sevimli, güzel, hoş. 2. iyi. z. oldukça, epeyce, hayli.
pretty difficult epey zor, hayli güç.
pretty much k. dili hemen hemen.
pretty much the same hemen hemen aynı, yine öyle.
pretty nearly/well k. dili hemen hemen.
prevail f. 1. üstün/galip gelmek, galebe çalmak; over/against -i yenmek,
prevailing -den baskın
s. 1. galip çıkmak.
gelen, 2. (among/in)
üstün (-de) en
gelen. 2. hüküm çok hâkim
süren, ... bulunmak,
olan. 3.enen
çok -e rastlanmak, yaygın olmak:
rağbette olan, en geçerli, en çok tutulan. That species prevails there
today. Bugün orada en çok o türe rastlanmaktadır. 3. hüküm
sürmek, hâkim olmak. 4. başarmak. 5. on/upon -i ikna etmek, -i
razı etmek.
prevalence i. 1. hüküm sürme, hâkim olma. 2. yaygınlık.
prevalent s. 1. yaygın, çok rastlanan. 2. olagelen, hüküm süren, hâkim
prevaricate olan. 3. en çokcevaplar
f. 1. kaçamak tutulan. vermek. 2. k. dili yalan söylemek.
prevarication i. 1. kaçamak cevaplar verme. 2. k. dili yalan; yalan söyleme.
prevent f. önlemek, engellemek, mâni olmak; -den alıkoymak.
preventable önlenebilir, önüne geçilebilir.
prevention i. önleme, engelleme.
preventive s. önleyici, engelleyici. i. 1. önleyici şey. 2. önlem, önleyici
preventive measures tedbir.
önleyici tedbirler.
preventive medicine koruyucu hekimlik.
preventorium çoğ. --s (privıntor´iyımz)/pre.ven.to.ri.a (privıntor´iyı) i.
preview prevantoryum.
i. 1. sin. ilk oynatım. 2. sin. fragman. 3. of (muhtemel bir şeyin)
previous habercisi.
s. 1. önceki, evvelki: the previous day evvelki gün. 2. eski,
previous knowledge of sabık: a previous
... hakkında husband of hers eski kocalarından biri.
önbilgi.
previous to -den önce.
previously z. önceden, evvelce.
prewar s. savaş öncesi: prewar politics savaş öncesi politika.
prey i. av. f. on 1. -i avlayıp yemek. 2. (bir kaygı, üzüntü v.b.) -in içini
prey on s.o.´s mind kemirmek, -i rahatv.b.)
(bir kaygı, üzüntü bırakmamak. 3. (bir yeri/insanları)
-in içini kemirmek, haraca
-i rahat bırakmamak.
kesmek. 4. -i avlayıp/ağına düşürüp soymak.
prezzie i., İng., k. dili hediye.
prezzy i., İng., k. dili, bak. prezzie.
price i. 1. fiyat, eder, paha. 2. karşılık, bedel. f. 1. fiyat koymak, paha
price ceiling biçmek. 2. k. dili fiyatını sormak.
fiyat tavanı.
price cutting fiyat kırma.
price list fiyat listesi, tarife.
price o.s./s.t. out of the
bir malın fiyatını fazla yüksek tutarak ona ait piyasayı
market
price range kaybetmek:
fiyat dağılımı. You´ve priced yourself out of the market in that
line. O serinin fiyatlarını fazla yüksek tutmakla piyasayı
price tag 1. fiyat etiketi. 2. fiyat.
kaybettin.
priceless s. 1. değer biçilmez. 2. k. dili çok komik, gülünç.
pricey s., İng., k. dili pahalı.
prick i. 1. iğne v.b.´nin batmasından ileri gelen acı. 2. sivri bir şeyin
prick of conscience açtığı
vicdan delik. 3. argo penis, yarak. 4. k. dili pis herif. f. 1. sivri bir
azabı.
şeyi -e batırmak; sivri bir şey -e batmak. 2. (deriye batan diken
prick s.t. on bir uzva (sivri bir şeyi) batırmak; (sivri bir şey) bir uzva batmak:
v.b.) acıtmak/batmak. 3. (delik) açmak. 4. (vicdanı) (kendisini)
prick up its ears I(hayvan)
keep pricking my hand
kulaklarını on these thorns. Bu dikenler hep elime
dikmek.
rahatsız etmek.
batıyor.
prick up one´s ears kulak kabartmak.
prick up one´s ears kulak kabartmak.
prickle i. 1. ufak diken. 2. ufak diken v.b.´nin batmasından ileri gelen
prickly acı.
s. 1.3. iğnelenme;
dikenli. karıncalanma.
2. dalayan 4. (kumaş/giysi)
(kumaş/giysi). dalama.
3. huysuz, aksi. f. 1.
4. zor,
(ufak
çapraşık diken v.b.)
(mesele). batmak. 2. iğnelenmek; karıncalanmak. 3.
prickly heat isilik.
(kumaş/giysi) dalamak.
prickly juniper bot. katranardıcı, Juniperus oxycedrus.
prickly pear 1. bot. frenkinciri, hintinciri, firavuninciri, Opuntia ficus-indica.
pride 2.
i. 1.frenkinciri, hintinciri,
gurur, kıvanç, firavuninciri
iftihar, övünç: He (meyve).
takes prideprickly-pear
in his work.
cactus
İşinden bot.,
gururbak. prickly
duyuyor. 2.pear (1).
özsaygı, izzetinefis, onur, haysiyet,
pride o.s. on s.t. bir şey ile övünmek, bir şeyden kıvanç duymak.
şeref, gurur. 3. gurur, kibir: His pride prevents him from
pride of place en yüksek mevki.
admitting his mistake. Kibri, yanlışını kabul etmesine engel
priest i. papaz.f. (kuş) tüylerini kabartmak.
oluyor.
prig i. ahlaken kendini üstün gören kuralcı kişi, herkese ahlak
prim hocalığı yapanbiçimci,
s. fazla resmi, kimse. çok ciddi; çok dikkatli ve ağırbaşlı.
prim and proper dikkatli ve kuralcı.
prima donna 1. primadonna. 2. k. dili hep ön planda olmak isteyen kişi.
primacy i. öncelik, üstünlük.
primarily z. 1. aslında, esasen: It´s primarily an exporting firm. O firmanın
primary asıl
s. 1.işi
ilk,ihracat.
birinci,2. en çok:
birincil: They export
primary stage primarily figs. En çok incir
of development
ihraç ediyorlar.
gelişmenin
primary color ana renk. ilk aşaması. 2. en önemli, başlıca; temel, ana, asıl:
primary problem en önemli sorun. primary aim başlıca amaç.
primary colors ana renkler.
the primary elements of a just peace adil bir barışın temel
primary school ilkokul. 3. fiz., elek. primer.
öğeleri.
primate i. 1. başpiskopos. 2. zool. primat.
prime i. (birinin/bir şeyin) en güzel/parlak dönemi; (birinin) en
prime verimli/başarılı
s. 1. önemli; başlıca: dönemi;
This(birinin) formunun
has become zirvesinde
a prime concern.olduğu
Önemli
dönem.
bir mesele oldu bu. That´s the prime reason why she´s come.
prime f. 1. hazırlamak. 2. (topa/tüfeğe) ağızotu koymak. 3. astar
Onun gelmesinin astarlamak.
vurmak/sürmek, başlıca nedeni o. 2. ennasıl
4. içine
(birine) iyi, birinci
cevapkalite: prime
vermesi
prime a pump (çalıştırmadan önce) pompanın su akıtmak.
beef en iyi sığır eti.
gerektiğini önceden söylemek; (tanığa) ne söyleyeceğini
prime cost üretim maliyeti.
öğretmek.
prime meridian başlangıç meridyeni.
prime minister başbakan.
prime number asal sayı.
prime s.o. about birini (bir konuda) aydınlatmak, birine (bir şey) hakkında bilgi
prime the pump vermek.
(devlet) çeşitli yatırımlarla ekonomiyi canlandırmaya çalışmak.
prime time televizyonun en çok izlendiği saatler.
primer i. 1. astar; astar boya. 2. ağızotu.
primer i. okuma kitabı.
primeval s. tarihöncesi çağlara ait.
primitive s. ilkel, primitif.
primitively z. ilkelce.
primitiveness i. ilkellik.
primitivism i. ilkelcilik, primitivizm.
primitivist i. ilkelci, primitivist.
primordial s. başlangıçta var olan.
primrose i., bot. çuhaçiçeği, Primula.
primula i., bot., bak. primrose.
prince i. prens.
princely s. 1. prense yakışır. 2. cömert, asil. 3. şahane.
princess i. prenses.
principal s. baş, ana, başlıca, en önemli, belli başlı. i. 1. müdür, okul
principality müdürü.
i. prenslik. 2. huk. müvekkil. 3. tic. sermaye, anamal, anapara.
principally z. 1. en çok, çoğunlukla. 2. aslında, esasen.
principle i. prensip, ilke.
principled s. prensip sahibi.
Prinkipo i., tar. (Kızıl Adalardan) Büyükada.
print i. 1. bası, tabı. 2. basma, matbua. 3. matbaa harfleri. 4. iz:
print s.t. out footprint
bilg. 1. birayak
şeyiizi. 5. foto.
printere fotoğraf, negatiftenbasmak.
yazdırmak/printerde yapılmış2.
resim. 6.
gravür/taşbaskı
(printer) (resim). 7. emprime;
bir şeyi yazmak/basmak. basma, basma kumaş. 8.
printed s. basılı, matbu.
basma kalıbı. f. 1. basmak, tabetmek. 2. yayımlamak. 3. foto.
printed matter basma, matbua.
negatiften (fotoğraf) basmak/tabetmek. 4. matbaa harfleriyle
printed matter yazmak.
matbua, basma.
printer i. 1. basımcı, matbaacı. 2. bilg. yazıcı, printer.
printer´s ink baskı mürekkebi.
printing i. 1. basma, tab, tabetme. 2. baskı. 3. baskı sayısı. 4. matbaa
printing press harfleriyle yazma. baskı makinesi.
matbaa makinesi,
print-out i., bilg. yazılı çıkış/çıktı.
prior s. 1. önceden planlanmış. 2. önceki, evvelki, sabık.
prior to -den önce: prior to his death ölümünden önce.
prioritise f., İng., bak. prioritize.
prioritize f. -e öncelik tanımak.
priority i. öncelik.
prism i. prizma.
prison i. hapishane, cezaevi.
prison breaker hapishane kaçağı.
prisoner i. 1. tutuklu, mahkûm, mahpus: political prisoner siyasi tutuklu.
prisoner of war 2. tutsak,
savaş esir.
esiri.
prissy s., k. dili müşkülpesent ve burnu havada.
pristine s. bozulmamış, saf.
privacy i. 1. mahremiyet: The English value their privacy. İngilizler
private mahremiyetlerine çok önem
s. 1. özel, hususi, kişisel: verir.
private car2. özel
gizlilik.
araba. private life özel
private detective yaşam. private
özel dedektif. ownership özel iyelik. private property özel
mülk. private school özel okul. 2. gizli: a private telephone
private enterprise ekon. özel teşebbüs.
conversation gizli telefon konuşması. i. ask. er, asker.
private eye k. dili özel dedektif.
private parts edep/ut yerleri.
private school özel okul.
private secretary özel sekreter.
private sector özel sektör.
private soldier er, asker.
privates i., çoğ., k. dili edep/ut yerleri.
privation i. yoksunluk, sıkıntı.
privatise f., İng., bak. privatize.
privatization i. özelleştirme.
privatize f. özelleştirmek.
privilege i. ayrıcalık, imtiyaz.
privileged s. ayrıcalıklı, imtiyazlı.
privy i. 1. (su tesisatı olmayan kulübe içindeki) ayakyolu, apteshane.
privy council 2. tuvalet.
özel meclis. s.
prize i. 1. ödül, mükâfat. 2. çok istenilen şey. 3. ikramiye. f. 1. -e çok
prize değer vermek.
f. manivela 2. paha biçmek. s.kanırtmak.
ile kaldırmak/açmak, 1. ödül olarak verilen. 2. ödül
i. ganimet.
kazanan. 3. tam: a prize idiot/fool tam bir enayi.
prize possession en değerli şey, en gözde şey: That old typewriter is his prize
prize s.t. open possession.
bir şeyi (manivelaO eski görevini
daktilo onun
görenenbirsevdiği
şeyle)eşyası.
açmak.
prize s.t. up bir şeyi (manivela görevini gören bir şeyle) kanırtmak.
pro i. (bir meseleye ait) olumlu/yararlı bir yan: Every issue has its
pro pros
i., s., and itsprofesyonel.
k. dili cons. Her meselenin olumlu ve olumsuz yanları
vardır. z. lehte. s. lehine olan.
pro- önek ... taraftarı, ... yanlısı, -in tarafını tutan: He´s pro-French. 1.
pro and con O, Fransızların
lehte ve aleyhte. tarafını tutuyor. 2. O, Fransızcadan yanadır.
pro forma s.
pro forma invoice proforma fatura.
pro forma invoice tic. proforma fatura.
prob kıs. probable, probably, problem.
probability i. ihtimal, olasılık.
probable s. muhtemel, olası, olasılı.
probably z. herhalde, büyük bir ihtimalle/olasılıkla.
probation i. 1. şartlı tahliye, meşruten tahliye. 2. deneme süresi.
probation officer şartlı tahliye edilmiş kimseyle ilgilenen memur.
probationer i. şartlı tahliye edilmiş kimse.
probe f. 1. (birine) soru sorarak sondaj yapmak. 2. (sonda v.b. ile)
probity yoklamak;
i. doğruluk,sondalamak,
dürüstlük. sondaj yapmak. 3. irdelemek;
incelemek, araştırmak. i. 1. irdeleme; inceleme, araştırma. 2.
problem i. 1. sorun, mesele, problem. 2. mat. problem. s. problemli,
tıb. sonda, mil. 3. insansız uzay roketi.
problem: problem child problem çocuk.
problematic s. 1. şüpheli, tartışmaya açık, tartışmalı, problematik. 2. şüpheli:
problematical Is.,think
bak.that´s quite problematic. Bence orası hiç belli olmaz. 3.
problematic.
zor, güç, bayağı sorun yaratan.
procedure i. 1. yol, yöntem, metot, prosedür. 2. işlem: There are a number
proceed of
f. 1.steps
to -etogeçmek;
be followed in this ilerlemek.
-e gitmek; procedure.2.Bu işlemde
with izlenecek
-e devam
birkaç
etmek. basamak
3. olan var.
to -ebitenler,
başlamak: When I asked them to lower
proceedings i., çoğ. 1. olup bitenler. 2. tutanak, zabıt. their
3.
voices they
(resmi/hukuki) proceeded
işlemler. to speak even more loudly. Seslerini
proceeds i., çoğ. gelir, hâsılat, kazanç.
kısmalarını istediğim zaman daha da yüksek sesle konuşmaya
process i. 1. yöntem,
başladılar. 4. metot,
from -den yol:kaynaklanmak;
a production process bir gelmek.
-den ileri üretim
procession yöntemi.
i. alay; dizi, sıra: funeral procession cenaze alayı. süreci. 3.
2. süreç, proses: growth process büyüme
işlem; tretman: the steps in the production process üretim
proclaim f. 1. ilan etmek, duyurmak. 2. belli etmek, açığa vurmak.
işlemindeki aşamalar. f. işlemden/işlemlerden geçirmek.
proclamation i. 1. ilan, duyuru. 2. bildiri.
proclivity i. eğilim, meyil.
procrastinate f. 1. işleri daha sonraya bırakmak. 2. sürüncemede bırakmak,
procreate ağırdan almak,yaratmak.
f. 1. üretmek; geciktirmek. 3. ertelemek.
2. üremek; -in çocuğu olmak. Perhaps
procure this
f. 1. pair
eldecan procreate
etmek, edinmek, the sağlamak.
species. Bu2.çift belki seks
(birine) türü devam
için (birini)
ettirebilir.
bulmak.
procurer i. pezevenk.
prod f. (--ded, --ding) 1. dürtmek. 2. teşvik etmek. i. 1. dürtme. 2.
prod s.o. into action üvendire.
birini harekete geçirmek.
prodigal s. 1. savurgan, müsrif. 2. çok bol. i. savurgan/müsrif kimse.
prodigious s. 1. çok büyük, kocaman. 2. şaşılacak, müthiş, fevkalade.
prodigy i. 1. dâhi, deha, harika: child prodigy dâhi çocuk, harika çocuk.
produce musical
f. 1.üretmek,prodigy müzik 2.
yapmak. dehası. 2. harika, vermek.
(meyve/sebze) olağanüstü şey.
3. hazırlamak,
produce yapmak. 4. göstermek, ibraz etmek; çıkarıp
i. 1. ürün. 2. zerzevat, sebze ve meyve; tarım ürünleri. göstermek,
çıkarmak. 5. (oyunu) sahneye koymak. 6. (film) yapmak. 7. -e
producer i. 1. üretici. 2. sin. yapımcı, prodüktör.
yol açmak; -i meydana getirmek, -e neden olmak. 8. (hayvan)
producer goods tic. sermaye
doğurmak. 9. malları.
(faiz) getirmek.
product i. 1. ürün. 2. sonuç, netice. 3. mat. çarpım.
production i. 1. üretim; imalat. 2. ürün. 3. eser, yapıt. 4. sin. yapım,
production line prodüksiyon.
üretim/imalat5. tiy. sahneye koyma.
hattı.
productive s. verimli, bereketli; üretken.
productive capacity üretim kapasitesi.
productivity i. verimlilik; üretkenlik; prodüktivite.
prof i., k. dili prof, profesör.
prof kıs. professor.
profane s. 1. Allaha karşı son derece saygısız olan. 2. dünyevi. 3. adi,
profanity bayağı.
i. 1. kutsal f. son derece
şeylere saygısızca
saygısızlık. 2. davranarak
küfür, sövme, (birsövgü;
yerin) ağız
kutsiyetini
bozukluğu. bozmak.
profess f. 1. itiraf etmek, açıkça söylemek; ilan etmek. 2. iddia
professed etmek,
s. 1. itiraf... edilmiş.
iddiasında 2. bulunmak,
iddia edilen. ileri sürmek. 3. (inancını) ikrar
3. sözde.
etmek, açıkça söylemek.
profession i. 1. meslek; sanat; işkolu. 2. iddia, ileri sürme. 3. itiraf. 4.
professional inancın açıklanması.
s. 1. mesleğe ait, mesleki. 2. profesyonel. i. profesyonel.
professionalism i. profesyonellik.
professor i. profesör.
proffer f. 1. (elle) sunmak, uzatmak. 2. teklif etmek, önermek. i. teklif,
proficiency önerme.
i. ehliyet, beceri, ustalık, maharet.
proficient s. ehliyetli, becerikli, usta, maharetli.
profile i. 1. profil. 2. kısa biyografi, karakter portresi. 3. grafik, çizge. f.
profit 1.
i. 1.-inkâr,
profilini
kazanç.yapmak. 2. -in
2. yarar, kısa f.biyografisini
fayda. by/from -den yazmak.
profit and loss account yararlanmak/faydalanmak/istifade
kâr ve zarar hesabı. etmek.
profit motive kâr güdüsü.
profit sharing kâr dağıtımı.
profitable s. 1. kârlı, kazançlı; ekon. rantabl. 2. yararlı, faydalı.
profiteer f. vurgunculuk yapmak. i. vurguncu.
profitless s. 1. kârsız. 2. yararsız, faydasız.
profligate s. 1. savurgan, müsrif; hovarda. 2. sefih, ahlaksız.
profound s. 1. derin; büyük; yoğun: a profound impression büyük bir
profuse etki/derin bir iz.
s. 1. bol, çok. 2. a profound3.
savurgan. mystery
cömert.büyük bir sır. a profound
remark büyük bir söz. a profound respect derin bir saygı. a
profusion i. çok büyük miktar, çokluk, bolluk.
profound silence derin bir sessizlik. I feel a profound sympathy
progenitor i. cet,
for ata,
her. Onudede.
çok iyi anlıyorum. 2. meselelerin özünü kavrayan;
progeny sorunların derinliğine
i. 1. soy; torunlar. inen.yavrular.
2. zool.
prognosis çoğ. prog.no.ses (pragno´siz) i. 1. tıb. prognoz. 2. tahmin.
prognosticate f. 1. (gelecekte bir şey olacağı) tahmininde bulunmak. 2.
prognostication (gelecek
i. hakkında
1. (gelecekte bir şeye)
bir şey işaret
olacağı) etmek. bulunma. 2. (gelecek
tahmininde
program hakkında) işaret, belirti.
i. program, izlence. f. programlamak, programa bağlamak.
program i., bilg. program. f. (--med/--ed) bilg. programlamak.
programer i., bilg. programcı.
programme i., f., İng., bak. program 1.
programmer i., İng., bilg., bak. programer.
progress i. 1. ilerleme, gelişme. 2. (fiilen) ilerleme, ileriye gitme, yol
progress alma.
f. 1. ilerlemek. 2. (hasta) iyiye doğru gitmek. 3. to -e doğru
progression gitmek/ilerlemek;
i. 1. ilerleme. 2. mat. -e varmak.
dizi: arithmetical progression aritmetik
progressive dizi. geometrical progression
s. 1. gitgide artan. 2. ilerleyen, geometrik
ilerleyici dizi.
(hastalık). 3. tedrici. 4.
progressive assimilation ileri düşünceli, ilerici.
dilb. ilerleyici benzeşme.i. ileri düşünceli kimse, ilerici.
progressive paralysis tıb. ilerleyici felç.
progressive tax artan oranlı vergi.
prohibit f. yasak etmek, yasaklamak, menetmek.
prohibit s.o. from 1. birini (bir şey yapmaktan) menetmek. 2. birinin (bir şey
prohibited yapmasını)
s. yasak. imkânsızlaştırmak/imkânsız kılmak.
prohibition i. 1. yasak. 2. yasak emri. 3. içki yasağı.
prohibitionist i. içki yasağı taraftarı.
prohibitive s. 1. yasaklayıcı. 2. engelleyici. 3. fahiş, satın alınmasını
prohibitively imkânsız
z. kılan yükseklikteki (fiyat).
prohibitory s., bak. prohibitive.
project f. 1. tahmin etmek, düşünmek, beklemek. 2. planlamak;
project tasarlamak.
i. 1. proje, iş;3.plan,
fırlatmak,
tasarı.atmak.
2. sosyal4. from -densosyal
konutlar, dışarı çıkmak,
konutlardan
-den
oluşan dışarı uzanmak. 5. (sesini) başkalarının
site. makinesiyle) bir şeyi -e yansıtmak. duyabileceği kadar
project s.t. onto (projeksiyon
yükseltmek. 6. ruhb. (on/onto) (kendi olumsuz
projectile i. mermi, atılan cisim.
duygularını/düşüncelerini) (başkasına) yüklemek.
projection i. 1. tahmin. 2. foto., sin. projeksiyon, gösterim. 3. fırlatma,
projection booth atma. 4. çıkıntı.
sin. makine 5. geom. izdüşüm, izdüşümü.
dairesi.
projectional s., geom. izdüşümsel.
projectionist i., sin. makinist.
projector i. 1. projektör, projeksiyon makinesi, gösterici. 2. ışıldak,
proletarian projektör.
i. proleter, emekçi. s. proleter, proletaryaya özgü, emekçi.
proletariat i. proletarya, emekçi sınıf.
prolific s. 1. doğurgan. 2. bereketli, verimli. 3. üretken.
prolificacy i. 1. doğurganlık. 2. bereketlilik, verimlilik. 3. üretkenlik.
prolix s. 1. uzun, ayrıntılı. 2. yorucu, sıkıcı.
prolog i. 1. prolog, öndeyiş. 2. to (başka bir olayın) habercisi/provası.
prologue i., İng., bak. prolog.
prolong f. uzatmak, devam ettirmek, sürdürmek.
prolongation i. uzatma, devam ettirme, sürdürme.
prom i. 1. öğrenci balosu. 2. İng., k. dili (deniz kenarındaki) gezinti
promenade yeri, kordon.
f. piyasa 3. İng.,
etmek; k. dili, bak.
gezinmek. promenade
i. 1. piyasa; concert.
gezinti, gezinme. 2.
gezi, gezinti yeri; İng. (deniz kenarındaki) gezinti yeri, kordon.
promenade concert İng. dinleyicilerin müziği ayakta dinledikleri konser.
promenade deck gezinti güvertesi, üst güverte.
prominence i. 1. herkesçe tanınma, ün. 2. göze çarpan şey. 3. çıkıntı; uzantı.
prominent s. 1. önde gelen (kimse); ünlü, önemli. 2. dikkati çeken, göze
promiscuity çarpan.
i. rasgele3.cinsel
çıkıntılı, çıkık;bulunma.
ilişkide profili çok belirgin olan: prominent lips
etli dudaklar.
promiscuous s. rasgele cinsel ilişkide bulunan.
promise i. 1. söz, vaat. 2. umut verici şey. f. 1. söz vermek, vaat etmek,
promise s.o. the moon vadetmek: Promise
birine olmayacak me you´ll
vaatlerde come! Geleceğine söz ver! You
bulunmak.
promised to do it. Onu yapmayı vadettin. 2. (belirli bir duruma)
promise s.t. to s.o. bir şeyi birine vereceğini/bırakacağını söylemek.
işaret etmek, -eceğe benzemek: She promises to be tall. Boylu
promising s. umut verici,
olacağa geleceği
benziyor. parlak, gelecek
This weather promisesiçin birYağmur
rain. şeyler vadeden.
promissory yağacağa
s. benziyor. This promises to be a good game. İyi bir
promissory note maç
bono.olacağa benziyor.
promontory i., coğr. burun.
promote f. 1. terfi ettirmek. 2. (to) daha üst (bir sınıfa/lige) geçirmek. 3.
promoter reklamını/tanıtımını yapmak. 4.kimse;
i. 1. destekleyici, destekleyen desteklemek; geliştirmek,
teşvik eden kimse. 2.
ilerletmek.
girişimci, 5. -e
kurucu. katkıda
3. bulunmak;
reklamcı, teşvik
tanıtımcı. 4. etmek.
spor organizatör.
promotion i. 1. terfi. 2. (to) daha üst (bir sınıfa/lige) geçme/geçirme. 3. tic.
prompt promosyon, reklam, tanıtım.
s. 1. işlerini zamanında/gecikmeden/hemen yapan; dakik. 2.
prompter zamanında/gecikmeden/hemen
i., tiy. suflör. yapılan. 3. çabuk, acele. 4.
hazır. i. sahnede oyuncuya hatırlatılan söz. f. 1. -e yol açmak, -e
promptly z. 1. zamanında, vaktinde; gecikmeden; hemen. 2. (zaman için)
sebep olmak: What prompted that question? O sorunun ardında
tam:
f. It endedilanpromptly at ten. Tam 2.onda bitti.
promulgate ne1.var?
resmen etmek,
2. to (birini) duyurmak.
(bir şey yapmaya)huk. (yasayı) yürürlüğe
pron koymak.
kıs. pronoun, 3. (inanç,
sevketmek/itmek/yöneltmek,düşünce v.b.´ni)
pronunciation. (birinin)yaymak.
(bir şey yapmasına) yol
prone açmak: His curiosity prompted
s. 1. yüzükoyun yatmış. 2. eğilimli. him to open the red box. Merakı
onu kırmızı kutuyu açmaya itti. What prompted you to go there?
prong i.
Seni1. çatal
orayadişi. 2. sivri
gitmeye uçlu
iten alet. 3.
neydi? 3. (birine)
sivri uç.unuttuğu bir şeyi
pronoun i., dilb. zamir,(birine)
hatırlatmak; adıl. unuttuğu sözleri sufle etmek.
pronounce f. 1. telaffuz etmek, söylemek. 2. huk. (kararı) bildirmek.
pronounce absolution Hrist. (papaz) bir günahkârın Allah tarafından affedildiğini
pronounced söylemek.
s. 1. belirgin. 2. kesin.
pronouncement i. 1. resmi açıklama; resmi bildiri. 2. huk. (kararı) bildirme.
pronto z., k. dili hemen, derhal.
pronunciation i. telaffuz, söyleniş, söyleyiş.
proof i. 1. delil, kanıt, tanıt. 2. matb. prova. 3. foto. ayar. 4. alkol
-proof derecesi. 5. mat. soundproof
sonek geçirmez: sağlama; ispat, kanıtlanım.
sesgeçirmez. waterproof
proof positive sugeçirmez.
kesin bir delil; kesin deliller.
proof sheet matb. prova.
proofread f. (proof.read) (pruf´red) provasını okumak.
proofreader i. düzeltmen.
prop f. (--ped, --ping) (belirli bir vaziyette) tutmak. He propped up her
prop leg
i., k.with pillows.dekorunda
dili (sahne Bacağını alttan yastıklarla
kullanılan) eşya,besledi.
aksesuar.The houses
were propped on stilts. Evler direklerin üzerine kurulmuştu. Prop
prop i., k. dili uçak pervanesi.
the door open with that book. O kitabı dayayarak kapıyı açık tut.
prop s.t against i.bir şeyi -edayak,
destek, dayamak/yaslamak.
payanda.
prop up 1. (bir şeyi) düşmemesi için
propaganda desteklemek/dayaklamak/payandalamak.
i. propaganda. 2. (bir kuruluşu,
düzeni, hükümeti) desteklemek, arkalamak.
propagandise f., İng., bak. propagandize.
propagandist i. propagandacı.
propagandize f. propaganda yapmak.
propagate f. 1. üretmek, çoğaltmak; üremek. 2. yaymak.
propane i., kim. propan.
propel f. (--led, --ling) 1. ileriye doğru sürmek. 2. itmek, sevketmek.
propeller i. pervane.
propensity i. (for/to) (-e) eğilim/meyil.
proper s. 1. uygun, münasip, yakışır: the proper time uygun zaman. 2.
proper fraction görgü kurallarına çok bağlı. 3. doğru, kurallara uygun. 4. İng., k.
basit kesir.
dili gerçek, hakiki; tam: He´s a proper fool! O tam bir dangalak!
proper name özel ad.
proper noun özel isim.
proper noun dilb. özel ad/isim.
properly z. 1. esaslı bir şekilde. 2. doğru dürüst; gerektiği gibi, layıkıyla;
properly speaking doğru/uygun
aslında, gerçekte.bir şekilde; kurallara uygun bir şekilde 3. İng., k.
dili adamakıllı, bayağı.
property i. 1. mal. 2. mülk, emlak; arazi. 3. (sahne dekorunda kullanılan)
property tax eşya,
emlakaksesuar.
vergisi. 4. özellik.
prophecy i. 1. kehanet. 2. tahmin.
prophesy f. 1. (bir olayın gerçekleşeceğini) önceden haber vermek. 2.
prophet kehanette
i. 1. peygamber,bulunmak, gaipten
yalvaç, nebi. haber
2. kâhin.vermek. 3. tahminde
bulunmak.
prophetess i. kadın peygamber.
prophetic s. 1. kehanetle ilgili; kehanet gibi. 2. gelecekten haber veren
prophylactic (söz/yazı). 3. kâhince.
s., tıb. hastalıktan 4. isabetli
koruyan, (tahmin).
koruyucu, 5. peygambere
profilaktik. i. 1. tıb. özgü.
prophylaxis koruyucu ilaç. 2. prezervatif.
çoğ. pro.phy.lax.es (profıläk´siz) i., tıb. profilaksi.
propitiate f. 1. yatıştırmak. 2. gönlünü almak.
propitious s. 1. uğurlu, hayırlı. 2. uygun, elverişli.
propman çoğ. prop.men (prap´men) i., tiy. aksesuarcı.
proponent i. taraftar, destekçi.
proportion i. 1. oran, orantı, nispet: the proportion of births to population
proportional nüfusa göre doğum oranı. 2. miktar, kısım, kadar. 3. mat. orantı.
s. orantılı.
4. hisse, pay. 5. oran, uygunluk, tenasüp. 6. çoğ. boyutlar. f.
proportionate s. orantılı.
oranlamak.
proposal i. 1. öneri, teklif. 2. evlenme teklifi.
propose f. 1. önermek, teklif etmek. 2. niyet etmek. 3. (to) (-e) evlenme
propose a toast teklifinde
I´d like tobulunmak.
propose a toast to Fatoş. Kadehlerimizi Fatoş´un
proposition şerefine kaldıralım./Fatoş´un şerefine
i. 1. öneri, teklif. 2. k. dili iş; girişim. 3.içelim.
man. önerme. 4. k. dili
propound birlikte olma/sevişme teklifi. f., k. dili (birine)
f. ileri sürmek, öne sürmek, ortaya atmak, önermek. birlikte
olma/sevişme teklifinde bulunmak.
proprietary s. 1. birinin mülkü olan, özel. 2. mal sahibine ait. 3. sicilli,
proprietor tescilli, patentli.
i. 1. ticari 4. sahipsahibi:
bir kuruluşun çıkan,Who´s
sahiplik taslayan.
the proprietor of this
propriety store? Bu dükkânın sahibi kim? 2. arazi/mülk
i. 1. görgü kurallarına uyma. 2. görgü kuralları, sahibi.
adabımuaşeret.
propulsion 3. uygunluk, münasebet. the proprieties
i. 1. ileriye doğru sürme. 2. itici güç. görgü kuralları,
adabımuaşeret.
prorate f. belirli bir oranda bölüştürmek/paylaştırmak.
pros and cons lehte ve aleyhte olanlar.
prosaic s. 1. sıkıcı, tekdüze, monoton; yavan. 2. hayal
prosaical gücünden/şiirsellikten
s., bak. prosaic. yoksun. 3. alelade.
proscribe f. 1. -i yasak etmek, -i yasaklamak. 2. medeni haklarını elinden
prose almak.
i. 1. düzyazı, nesir. 2. İng. (öğrencinin egzersiz olarak yaptığı)
prosecute tercüme. s. düzyazı
f. 1. huk. ... aleyhineşeklinde yazılmış.
dava açmak, -i mahkemeye vermek. 2. -i
prosecution sürdürmek, -e devam etmek. prosecuting
i. 1. huk. savcılık, savcının temsil ettiği taraf. attorney
2. huk.savcı.
davacı
prosecutor taraf. 3. huk. dava, kovuşturma.
i., huk. 1. savcı. 2. davacı. 4. sürdürme; sürdürülme. 5.
yerine getirme, uygulama.
proselyte i. dinini değiştiren kimse. f. başkasını kendi dinine
proselytise çevirmek/çevirmeye
f., İng., bak. proselytize. çalışmak; (başkasını) kendi dinine
çevirmek/çevirmeye çalışmak.
proselytism i. başkalarını kendi dinine çevirme/çevirmeye çalışma.
proselytize f. başkasını kendi dinine çevirmek/çevirmeye çalışmak;
prosody (başkasını) kendi dinine çevirmek/çevirmeye çalışmak.
i. prosodi, ölçübilim.
prospect i. 1. ihtimal, olasılık: The prospect of his finding a job is poor. İş
prospective bulma ihtimali az.
s. 1. beklenen, 2. çoğ.
umulan. 2.başarı şansı:olası.
muhtemel, Her prospects are
excellent. Onun geleceği parlak. 3. muhtemel müşteri/aday. 4.
prospector i. maden arayıcısı.
geniş manzara. f. for (maden) aramak.
prospectus i. prospektüs, tanıtmalık.
prosper f. 1. -in işleri iyi/rast gitmek; -in geliri artmak; -in refah düzeyi
prosperity yükselmek; zenginleşmek.
i. 1. refah, gönenç. 2. gelişmek.
2. başarı.
prosperous s. 1. müreffeh, gönençli; zengin. 2. başarılı.
prostate i. prostat.
prostate gland prostat.
prosthesis çoğ. pros.the.ses (prasthi´siz) i. protez.
prostitute i. fahişe, orospu. f. (yeteneğini v.b.´ni) kendine layık olmayan
prostitute o.s. bir işte kullanmak.
kendine layık olmayan bir işte çalışmak.
prostitution i. 1. fahişelik. 2. (yeteneğini v.b.´ni) kendine layık olmayan bir
prostrate işte
s. 1.kullanma.
yüzükoyun yatan; yüzükoyun kapanmış. 2. halsiz, bitkin,
prostrate o.s. güçsüz. f. 1. (birini) yere sermek, yere yıkmak. 2. halsiz
secde etmek.
bırakmak, güçsüz düşürmek.
prostrate o.s. before -in ayağına kapanmak.
prostration i. 1. yere kapanma, secde. 2. bitkinlik.
prosy s. 1. düzyazı türünden; düzyazı gibi. 2. can sıkıcı, ağır; sıradan,
prot- yavan.
önek birinci, ilk, baş.
protagonist i. 1. edeb., tiy. başkişi, başkahraman. 2. öncü, önder. 3. taraftar,
protasis destekçi.
çoğ. prot.a.ses (prat´ısiz) i., dilb. koşullu yantümce.
protect f. korumak, muhafaza etmek.
protecting s. koruyan.
protection i. koruma, muhafaza.
protectionism i. yerli sanayii koruma politikası.
protective s. koruyucu.
protector i. koruyucu.
protectorate i. güçlü bir devletin koruma ve denetimi altında olan devlet.
protégé i. haminin yardım ettiği kimse.
protégée i., dişil, bak. protégé.
protein i. protein.
protest f. 1. protesto etmek, karşı çıkmak; itiraz etmek. 2. iddia etmek.
Protestant i.
i.,(pro´test) protesto, karşı çıkma; itiraz.
s. Protestan.
protestant i. itiraz eden kimse. s. itiraz eden.
Protestantism i. Protestanlık.
protestation i. 1. protesto etme; itiraz. 2. iddia.
proto- önek, bak. prot-.
protocol i. 1. protokol. 2. tutanak.
proton i., kim., fiz. proton.
protoplasm i. protoplazma.
prototype i. prototip, ilkörnek.
protozoan i., zool. birgözeli hayvan, birgözeli. s., zool. birgözeli (hayvan).
protract f. 1. (süreyi) uzatmak. 2. anat., zool. dışarıya uzatmak.
protractor i. iletki, açıölçer.
protrude f. çıkıntı yapmak, dışarı çıkmış/uzanmış olmak; pırtlamak; dışarı
protrusion çıkarmak.
i. 1. çıkıntı. 2. dışarı çıkmış/uzanmış olma.
protuberance i. şiş, çıkıntı, yumru, tümsek.
protuberant s. şiş, dışarı çıkmış/uzanmış/fırlamış, fırlak, yumru gibi, tümsek,
proud çıkık.
s. 1. gururlu, mağrur. 2. kibirli: He´s too proud to apologize. O
proudly kadar kibirliiftiharla.
z. gururla, ki özür bile dilemez.
prove f. (--d, --d/--n) 1. ispatlamak, kanıtlamak, tanıtlamak. 2.
provenance denemek, sınamak. 3. sonunda ... çıkmak: The news proved
i. kaynak, köken.
false. Haber asılsız çıktı. This car has proved to be more reliable
proverb i. atasözü.
than I had expected. Bu araba umduğumdan daha sağlam çıktı.
proverbial s. 1. atasözü
Events proved türünden; atasözü
otherwise. gibi;
Olaylar atasözünde
durumun geçen. 2.
öyle olmadığını
herkesçe
gösterdi. bilinen, ünlü, meşhur.
provide f. 1. sağlamak, temin etmek, tedarik etmek; getirmek: Oğuz
provide against provided the drinks.
-e karşı hazırlıklı Meşrubatı Oğuz getirdi. 2. -i şart koşmak.
olmak.
provide for 1. -i geçindirmek, -in geçimini sağlamak, -in rızkını temin etmek.
provide s.o. with 2. -i hesaba
birine almak/katmak, -i düşünmek: She´s provided for
-i sağlamak/getirmek.
that as well. Onu da hesaba kattı. The will provides for that.
provided that koşuluyla, şartıyla: I will lend you the money provided that you
Vasiyetnamede var o.
Providence pay me Tanrı.
i. Allah, back tomorrow. Yarın bana iade etmeniz şartıyla size
parayı veririm.
providence i. 1. Tanrının inayeti, takdiri ilahi, ilahi takdir. 2. vaktinde gerekli
provident tedbirleri
s. vaktinde almayı
gereklibilme, tedbirlilik.
tedbirleri almayı bilen, tedbirli.
providential s. 1. Allahın inayetiyle olan/meydana gelen. 2. talihli.
providentialism i. kayracılık, providansiyalizm.
providentialist i. kayracı, providansiyalist.
providentially z. 1. Allahın inayetiyle. 2. şans eseri.
provider i. 1. sağlayan kimse. 2. aile geçindiren kimse.
province i. 1. il, vilayet; eyalet. 2. bilgi/yetki alanı.
provincial s. 1. illere/ile ait, vilayete ait. 2. taşralı. 3. görgüsüz.
provincialism i. taşraya özgü âdet veya deyiş özelliği.
provision i. 1. for/against için/-e karşı tedbir. 2. koşul, şart. 3. sağlama,
provisional temin,
s. geçici,tedarik. f. yiyecek
muvakkat; nihai veya gerekli şeyleri sağlamak.
olmayan.
provisions i., çoğ. erzak; azık.
proviso i. (çoğ. --s/--es) huk. (sözleşmeye konulan) kayıt, koşul, şart.
provocation i. 1. kışkırtma, tahrik, dürtme. 2. provokasyon, kışkırtma. 3. kız-
provocative dırma, sinirlendirme.
s. 1. kışkırtıcı, tahrik edici. 2. kızdırıcı, sinirlendirici. 3. tahrik
provoke edici, seksi.
f. 1. kışkırtmak, tahrik etmek, dürtmek. 2. kızdırmak,
provost sinirlendirmek.
i. 1. resmi amir.3. 2.-e yol açmak,
dekan. -e neden olmak.
3. (İskoçya´da) belediye başkanı.
provost guard askeri polis karakolu.
provost marshal inzibat amiri, adli subay.
prow i., den. pruva, baş.
prowess i. 1. yiğitlik, cesaret. 2. hüner; maharet.
prowl f. 1. sinsi sinsi dolaşmak. 2. etrafı kolaçan etmek. i. 1. sinsi sinsi
prowl car dolaşma. 2. arabası.
k. dili polis etrafı kolaçan etme.
proximity i. yakınlık.
proxy i. 1. vekil. 2. vekillik, vekâlet. 3. vekâletname.
prude i. (cinsel konularda) dar görüşlü ve aşırı ahlakçı kimse.
prudence i. 1. tedbirlilik, sağgörü. 2. tutumluluk.
prudent s. 1. tedbirli, sağgörülü. 2. tutumlu, hesabını bilir.
prudery i. (cinsel konularda) dar görüşlü ve aşırı ahlakçı olma.
prudish s. (cinsel konularda) dar görüşlü ve aşırı ahlakçı.
prune i. kurutulmuş/kuru erik.
prune f. 1. budamak. 2. fazla kısımları atmak; kısaltmak; azaltmak.
pruning i. budama.
pruning knife budama bıçağı.
pruning shears bahçıvan makası, bahçe makası.
prurient s. 1. sekse dayanan. 2. aklı fikri sekste olan, şehvet düşkünü. 3.
pruritic istekli, arzulu.
s. kaşıntılı.
pruritus i., tıb. kaşıntı.
Prussia i., tar. Prusya.
Prussian i., tar. Prusyalı. s., tar. 1. Prusya, Prusya´ya özgü. 2. Prusyalı.
pry f. into -in gizlisini saklısını araştırmak.
pry i. manivela, kaldıraç. f.
pry into s.o.´s affairs birinin işlerine burnunu sokmak.
pry s.t. open bir şeyi (manivela görevini gören bir şeyle) açmak.
pry s.t. up bir şeyi (manivela görevini gören bir şeyle) kanırtmak.
PS kıs. postscript.
psalm i. 1. mezmur. 2. ilahi.
pseud- önek, bak. pseudo-.
pseudo s. sahte, yalancı, kalp.
pseudo- önek sahte, yalancı.
pseudonym i. takma ad.
psoriasis çoğ. pso.ri.a.ses (sıray´ısiz) i., tıb. sedef hastalığı.
psych f.
psych kıs. psychological, psychologist, psychology.
psych- önek, bak. psycho-.
psych s.o. up (for) birini (-e) psikolojikman hazırlamak.
psychasthenia i., ruhb. psikasteni.
psyche i., ruhb. ruh.
psychiatrist i. psikiyatr, psikiyatri uzmanı.
psychiatry i. psikiyatri.
psychic s. ruhsal, psişik.
psychical s., bak. psychic.
psycho s., i., k. dili ruh hastası.
psycho- önek 1. akıl. 2. ruh.
psychoanalyse f., İng., bak. psychoanalyze.
psychoanalysis i. psikanaliz.
psychoanalyst i. psikanalist.
psychoanalyze f. psikanaliz yapmak.
psychologic s., bak. psychological.
psychological s. ruhbilimsel, psikolojik.
psychologically z. psikolojik bakımdan, psikolojikman.
psychologist i. psikolog, ruhbilimci.
psychology i. psikoloji, ruhbilim.
psychopath i. ruh hastası, psikopat.
psychopathologic s., bak. psychopathological.
psychopathological s. psikopatolojik.
psychopathology i. psikopatoloji.
psychopathy i. psikopati.
psychosis çoğ. psy.cho.ses (sayko´siz) i. akıl hastalığı, psikoz.
psychosomatic s. psikosomatik.
psychotherapist i. psikoterapist.
psychotherapy i. psikoterapi.
psychotic s. 1. psikozdan ileri gelen. 2. psikoza dönüşmüş. 3. psikoza
pt girmiş.
kıs. part, past tense, payment, pint, point, port.
PTA kıs. Parent-Teacher Association.
ptosis çoğ. pto.ses (to´siz) i., tıb. kıpıklık.
pub i., İng., k. dili bar, pub.
pub kıs. public, publication, publisher.
puberty i. ergenlik çağı, buluğ çağı.
pubic s. kasığa ait.
public s. 1. umumi, halka ait. 2. halka/herkese açık. 3. açık, aleni. i. 1.
public convenience halk, ahali, kamu,
İng. umumi umum. 2. seyirciler. public-address system
tuvalet/hela.
(havaalanı, alışveriş merkezi v.b.´nde) hoparlör sistemi.
public debt devlet borçları.
public domain 1. kamu arazisi. 2. halkın malı.
public enemy halk düşmanı.
public health halk sağlığı.
public holiday resmi tatil günü.
public house 1. İng. bar, pub. 2. han, otel.
public law kamu hukuku, amme hukuku.
public library halk kütüphanesi.
public nuisance kamu için zararlı olan davranış.
public opinion kamuoyu.
public prosecutor savcı.
public relations halkla ilişkiler.
public revenue devlet geliri.
public revenues devlet geliri.
public school 1. devlet okulu. 2. İng. özel okul.
public school 1. devlet okulu. 2. İng. özel okul.
public sector kamu kesimi/sektörü.
public servant devlet memuru.
public servant memur, devlet memuru.
public service kamu hizmeti.
public service kamu hizmeti.
public utilities (elektrik, su idaresi gibi) kamu hizmeti kuruluşları.
public works bayındırlık işleri.
publication i. 1. yayımlama, yayım. 2. yayın.
publicise f., İng., bak. publicize.
publicity i. 1. umuma açık olma. 2. açıklık, alenilik. 3. şöhret. 4. tanıtım,
publicize reklam; ilan. yapmak. 2. ilan etmek.
f. 1. tanıtımını
publicly z. alenen, açıkça, herkesin önünde.
public-spirited s. yardımsever.
publish f. 1. yayımlamak; yayımlatmak. 2. (kitap, dergi v.b.´ni)
publish the banns basmak/bastırmak. 3. ilan evleneceklerini
bir çiftin belirli bir tarihte etmek, açıklamak. ilan etmek, nikâh
publisher kâğıtlarını
i. yayımcı. askıya çıkarmak.
publishing i. 1. yayımlama. 2. yayımcılık.
publishing house yayınevi.
puce s., i. patlıcan rengi.
pucker f. 1. buruşturmak, kırıştırmak; buruşmak, kırışmak. 2.
pud (dudaklarını)
i., İng., k. dili büzmek;
(yemeğin(dudakları) büzülmek.
sonunda yenilen) tatlı.
pudding i. 1. muhallebi, puding. 2. İng. (yemeğin sonunda yenilen) tatlı.
puddle i. su birikintisi, gölcük.
pudgy s. 1. tombul. 2. kısa boylu ve tombul, tıknaz, bodur.
puerile s. çocukça, çocuksu.
Puerto Rican 1. Porto Riko, Porto Riko´ya özgü. 2. Porto Rikolu.
Puerto Rico Porto Riko.
puff i. 1. ani bir esinti. 2. sık aralıklarla çıkan duman/buhar
puff s.o. up kümelerinden biri: abirini
k. dili 1. övgülerle puff şımartmak.
of smoke bir 2.duman kümesi.
birini çok 3. nefes:
övmek.
He took a puff on his cigarette. Sigarasından bir nefes çekti. 4.
puffball i. 1. bot. kurtmantarı. 2. olgunlaşmış karahindiba tohumlarının
beze, yumurta akıyla yapılan kurabiye. 5. pudra ponponu. 6. saç
çiçek sapından
i., zool. kopmadan önceki beyaz ve tüy gibi top hali.
puffin lülesi. 7.kutupmartısı.
(bir tür) yorgan. f. 1. solumak, sık sık nefes almak;
puffy nefes
s. şiş, nefese
şişmiş, olmak.
şişkin. 2. soluk soluğa/nefes nefese (belirli bir
pug yöne doğru) yürümek.
i. buldoğa benzeyen ufak 3. (at/on)
bir cins-iköpek.
tüttürmek, -i tüttürerek
içmek. 4. from (duman v.b.) -den sık aralıklarla çıkmak. 5.
pug nose ucu kalkık
üflemek. 6. basık burun.
(lokomotif/vapur) dumanlar çıkararak (belirli bir
pugilism i. boksörlük.
yöne doğru) ilerlemek. 7. out (tüylerini/göğsünü) kabartmak. 8.
out üfleyerek söndürmek. 9. up şişmek. 10. nefes nefese (bir
şey) demek.
pugilist i. boksör.
pugnacious s. kavgacı, kavga etmeyi seven; kavga etmekten hiç
pugnaciously çekinmeyen.
z. hırçınlıkla.
pugnaciousness i. kavgacılık.
pugnacity i. kavgacılık.
puke f., k. dili kusmak; kusturmak. i., k. dili kusma.
pull f. 1. çekmek: Six dogs were pulling the sled. Kızağı altı köpek
pull a boner çekiyordu.
büyük bir gaf Who pulled the
yapmak, büyüktrigger?
bir potTetiği çeken kimdi? Don´t
kırmak.
pull that rope! O ipi çekme! 2. k. dili becermek, başarmak. i. 1.
pull a fast one k. dili oyun oynamak, katakulli yapmak; numara yapmak.
çekiş, çekme. 2. tutamaç. 3. dayanıklılık. 4. k. dili torpil, arka,
pull a gun on -e silah iltimas,
piston, çekmek. kayırma. 5. uğraşma, gayret.
pull a long face suratını asmak.
pull a long face surat asmak.
pull a muscle adaleyi fazla çekerek incitmek.
pull a tooth diş çekmek.
pull an all-nighter bütün gece çalışmak.
pull at 1. -i çekmek/çekelemek. 2. (pipodan) nefes çekmek.
pull at/tear at/tug at one´s
-i çok duygulandırmak; -in yüreğini cız ettirmek.
heartstrings
pull away 1. hareket etmek, yola çıkmak. 2. (bir yerden) uzaklaşmak: Pull
pull down away from the curb
1. aşağıya/aşağı a little.2.Arabayı
çekmek. kaldırımdan
İng. (binayı) yıkmak. azıcık
uzaklaştır. 3. geri çekilmek.
pull for s.o. k. dili 1. birinin arkasında olmak, birinin iyiliğini istemek. 2.
pull in (yarışan)
1. (motorlu birini/bir grubu
taşıt) (bir yere) tutmak.
gelmek/girmek; (sürücü) arabasını
pull in one´s horns (bir yere) sürmek: Pull in
k. dili 1. (çalımından vazgeçerek) over there. Arabayı
hizaya oraya2.çek./Oraya
gelmek. kemerini
gir. 2.
sıkmak, (dizginleri,
tasarruf ipi v.b.´ni)
etmeye çekmek.
başlamak. 3. k. dili (belirli bir
pull o.s. away kendini (bir yerden) (zor) ayırmak/koparmak.
miktarda parayı/maaşı) kazanmak. 4. k. dili (müşteri) çekmek.
pull o.s. together kendini toparlamak/toplamak, toparlanmak.
pull off 1. çekip çıkarmak. 2. (giysiyi) çıkarmak; (ağacın kabuğunu)
pull on soymak. 3. çekip indirmek.
1. -i çekmek/çekelemek. 2. 4. k. dili (yasaklanmış
(pipodan) nefes çekmek. bir şeyi)
(raftan) indirmek. 5. k. dili (bir şeyi) becermek/başarmak.
pull one´s leg biriyle dalga geçmek, birini işletmek.
pull one´s rank üstünlüğünü kabul ettirmek.
pull one´s weight kendi işini başkasının/başkalarının sırtına yüklememek.
pull out 1. çıkarmak; çekip çıkarmak. 2. (motorlu taşıt) (bir yere)
pull out all the stops çıkmak;
k. dili (bir(sürücü) arabasını
işte) hiçbir (bir yere)
fedakârlıktan sürmek: He suddenly
kaçınmamak/kaçmamak.
pulled out in front of me. Aniden önüme çıktı. 3. hareket etmek,
pull out all the stops k. dili elinden geleni yapmak.
yola çıkmak. 4. of (bir işten) çıkmak, (bir işi) bırakmak.
pull over (sürücü) arabayı yolun kenarına çekmek.
pull rank (birinin üzerinde) otoritesini kullanmak.
pull rank on k. dili (birine) kendisinden üstün bir unvana/makama sahip
pull s.o. in olduğunu
1. birini (birhatırlatmak.
yerin içine) çekmek: Don´t pull her in the water!
pull s.o. over Onu suya çekme!doğru
1. birini kendine 2. k. dili (polis)
çekerek sorgulamak
yere üzere birini
yıkmak/düşürmek. 2.
karakola
(polis) götürmek.
(arabayı sürmekte olan) birini yolun kenarına çekmek.
pull s.o. through k. dili birini (zor/vahim bir durumdan) kurtarmak.
pull s.o. through k. dili birini ağır bir hastalıktan sağ salim kurtarmak.
pull s.o. up k. dili birini azarlamak.
pull s.o./s.t. away birini/bir şeyi (bir yerden) çekerek uzaklaştırmak.
pull s.o./s.t. through 1. k. dili birini/bir şeyi zor bir durumdan kurtarmak. 2. birini/bir
pull s.o.´s leg şeyi
birine(bir yerden) birini
takılmak, çekmek. işletmek, biriyle dalga geçmek.
pull s.o.´s leg biriyle dalga geçmek, birini işletmek.
pull s.t. (on) k. dili (birine) oyun oynamak, katakulli yapmak.
pull s.t. apart 1. bir şeyi (çekerek) parçalara ayırmak. 2. bir şeyi (çekerek)
pull s.t. over aralamak.
1. bir şeyi çekerek yaklaştırmak; bir şeyi yaklaştırmak: Pull that
pull s.t. over one´s head chair over here.
(kazak/tişört gibi)Obir
iskemleyi buraya çek.
giysiyi başından 2. bir şeyi kendine
geçirmek.
doğru çekerek devirmek.
pull s.t. to bir şeyi çekmek, bir şeyi çekerek kapamak: Pull the door to.
pull s.t. to pieces Kapıyı
bir şeyiçek.parçalara ayırmak.
pull strings k. dili (bir şeyi yapmak için) nüfuzunu/nüfuzlu tanıdıklarını
pull the door to kullanmak; nüfuzlu birine/birilerine işini yaptırmak.
kapıyı kapamak/kapatmak.
pull the rug out from under
k. dili birini desteklemekten vazgeçerek işini bozmak; birinin
s.o.
pull the wool over s.o.´s işini
k. dilibozmak.
birini (yalan dolanla) kandırmak/oyuna getirmek.
eyes
pull the wool over s.o.´s
k. dili birini aldatmak, birine oyun oynamak.
eyes
pull through k. dili 1. (ağır hasta olan biri) iyileşmek: Will he pull through?
pull through Bunu
k. diliatlatacak mı?
1. (ağır bir 2. (tehlikeyi
hastalıktan) sağ atlatarak) düze/düzlüğe
salim kurtulmak. çıkmak.
2. (zor bir
pull together durumdan) kurtulmak.
birlik içinde çalışmak/hareket etmek.
pull two people apart iki kişiyi (zorla) ayırmak.
pull up 1. (bitkiyi) kökünden sökmek. 2. durmak.
Pull up a chair and sit down! Bir iskemle çekip otur!
pull up at (sürücü) arabasını (bir yerde) durdurmak: Pull up at that gas
pull up stakes station
(başka over
yere there. Arabayı
taşınmak şu pılıyı
üzere) benzin istasyonuna
pırtıyı çekiver.
toplayıp gitmek.
pull up stakes k. dili (başka yere taşınmak üzere) pılıyı pırtıyı toplayıp gitmek.
pull votes oy toplamak.
pulley i., mak. makara; kasnak.
pullover i. kazak, pulover, süveter.
pulmonary s. 1. akciğere ait; akciğeri etkileyen. 2. akciğeri olan.
pulp i. 1. (bazı etli meyvelerde) et, öz. 2. odun hamuru; kâğıt
pulpit hamuru;
i. (kilisede)selüloz. 3. ezilmiş
vaiz kürsüsü, meyveye benzeyen bir şey, posa. s.
kürsü.
ucuz kâğıda basılmış sansasyonel (roman/dergi). f. hamur haline
pulpy s. etli, özlü.
getirmek.
pulsate f. 1. (kalp) atmak, (yürek) çarpmak. 2. (kan) kalp atışlarıyla
pulse ahenkli bir nabız
i. 1. nabız, şekilde (damarlarda)
atışı. dolaşmak.
2. genel eğilim. 3. (motor,
f. 1. (kan) makine
kalp atışlarıyla
v.b.)
ahenkliuğuldamak.
bir şekilde 4.(damarlarda) dolaşmak. 2. (su) gürül bir
(müzik) (belirgin bir ritimle) yüksek sesle
gürül
pulverise f., İng., bak. pulverize.
çalmak/gümbürdemek. 5. with ile dolup taşmak,
akmak. 3. with ile dolup taşmak, ile dopdolu olmak: It was a ile dopdolu
pulverize f. (ezip)Those
olmak: toz haline getirmek;
mountains (ezilip)
pulsate toz
with haline O
beauty. gelmek.
dağlar
place that pulsed with life. Orası cıvıl cıvıl bir yerdi.
puma güzelliklerle
i., zool. puma, dolup taşıyor.
yenidünyaaslanı.
pumice i. süngertaşı, ponza. f. süngertaşıyla temizlemek/parlatmak,
pummel ponzalamak.
f. (--ed/--led, --ing/--ling) yumruklamak, dövmek.
pump i. 1. pompa. 2. tulumba. f. 1. pompalamak. 2. tulumbayla
pump handle çekmek.
pompa kolu.3. out (bir yerdeki) sıvıyı (pompayla) boşaltmak. 4. k.
dili ağzını aramak.
pump up -i pompayla şişirmek.
pumping station pompalama istasyonu.
pumpkin i. balkabağı, helvacıkabağı, kestanekabağı.
pumpkin pie balkabağı turtası, balkabaklı turta.
pun i. sözcük oyunu, cinas. f. (--ned, --ning) sözcük oyunu yapmak.
punch i. zımba, delgi, matkap. f. zımbalamak; zımba ile (delik) açmak.
punch f. yumruklamak, yumruk atmak. i. 1. yumruk, yumruklama. 2.
punch kuvvet,
i. punç. etki.
punch bowl punç kâsesi.
punching bag boks armuttop.
punctilious s. (ayrıntılar ve resmiyette) fazla titiz.
punctiliously z. titizlikle.
punctual s. dakik, vaktinde gelen.
punctuality i. dakiklik.
punctuate f. noktalamak, noktalama işaretleri koymak.
punctuation i., dilb. 1. noktalama. 2. noktalama işareti.
punctuation mark noktalama işareti.
puncture i. 1. (lastikte) patlak. 2. ufak delik. 3. delme. f. 1. delmek. 2.
pundit (lastik,
i. uzman. balon v.b.´ni) patlatmak. 3. söndürmek,
değersizliğini/anlamsızlığını ortaya koymak.
pungent s. 1. sert, acı, keskin. 2. iğneleyici.
punish f. cezalandırmak.
punishable s. cezalandırılabilir.
punishment i. 1. ceza. 2. cezalandırma.
punitive s. cezalandırıcı, cezai.
Punjab i. the Pencap.
Punjabi i. 1. Pencaplı. 2. Pencapça. s. 1. Pencap, Pencap´a özgü. 2.
punk Pencaplı.
i., k. dili 1.3.çocuk,
Pencapça.
sübyan, kopil. 2. punkçu. s. punkçu.
puny s. 1. çelimsiz, sıska, cılız, zayıf. 2. önemsiz, ufak.
pup i. 1. köpek yavrusu, enik, encik. 2. kurt yavrusu. 3. fok yavrusu.
pup tent f.iki(--ped,
kişilik --ping) (köpek, kurt, fok v.b.) yavrulamak.
ufak çadır.
pupa çoğ. pu.pae (pyu´pi)/--s (pyu´pız) i., zool. pupa.
pupil i. öğrenci.
pupil i., anat. gözbebeği.
puppet i. kukla.
puppet government kukla hükümet.
puppet show/play kukla oyunu, kukla.
puppeteer i. kuklacı.
puppetry i. kuklacılık.
puppy i. köpek yavrusu.
purchase i. 1. satın alma, alım. 2. satın alınan şey. 3. sıkı tutma, kavrama.
purchaser f. 1. satın almak.
i. müşteri, alıcı. 2. ele geçirmek, kazanmak. 3. manivela ile
kaldırmak/çekmek. purchasing power satın alma gücü.
pure s. 1. saf, arı; som, has. 2. kötülükten uzak. 3. masum.
pure and simple sadece, yalnızca.
purebred s., i. safkan.
purée i. püre. f. -i püre haline getirmek.
purely z. 1. sadece, yalnızca. 2. tamamen, bütünüyle.
purgative i., s. müshil, pürgatif.
purgatory i. Araf.
purge f. 1. temizlemek, arındırmak. 2. pol. tasfiye etmek.
purification i. arındırma; arınma.
purify f. 1. temizlemek, arındırmak; arınmak. 2. temize çıkarmak. 3.
puritan sadeleştirmek.
i., s. püriten.
puritanical s. püriten.
purity i. 1. temizlik, saflık, arılık, safiyet. 2. masumluk.
purl i. 1. (yün örgüsünde) ters örme. 2. sırma; sim iplik. f. ters
purl örmek.
f. çağıldayarak akmak.
purloin f. çalmak, aşırmak.
purple i., s. mor; lila; eflatun; erguvani.
purple language küfür.
purple passage süslü yazı.
purport i. anlam, mana. f. ... görünümünde olmak, gibi görünmek; ...
purpose iddiasında olmak. amaç. 2. kararlılık, azim.
i. 1. niyet, maksat,
purposeful s. 1. maksatlı. 2. anlamlı.
purposeless s. 1. maksatsız. 2. anlamsız.
purposely z. kasten, bile bile.
purr f. 1. (kedi) mırlamak. 2. (motor) hırıldamak.
purse i. 1. (kadınların kullandığı) el çantası. 2. İng. bozuk para çantası.
purse snatcher 3. İng. para cüzdanı. 4. hazine: public purse devlet hazinesi. 5.
kapkaççı.
para ödülü. 6. para bağışı. f. 1. (dudaklarını) büzmek. 2. keseye
purslane i. semizotu.
koymak.
pursuance i.
pursuant z. to -e göre.
pursue f. 1. kovalamak, peşine düşmek, izlemek, takip etmek. 2.
pursuit sürdürmek:
i. 1. kovalama, Sheizleme,
is pursuing
takip.her studiesiş.
2. uğraş, there. Öğrenimini
3. peşinde olma,orada
sürdürüyor.
gerçekleştirmeye 3. peşinde olmak, gerçekleştirmeye çalışmak.
çalışma.
purulence i. cerahat toplama, irinlenme.
purulent s. cerahatli, irinli.
purvey f. sağlamak, tedarik etmek.
purveyor i. satıcı; sağlayan kimse.
purview i. 1. alan (Soyut anlamda kullanılır.): That´s not within the
pus purview
i. cerahat, of irin.
the Tax Office. Vergi Dairesi´nin yetki alanına
girmiyor o. Does that come within your purview? O senin bilgi
push f. 1. itmek, dürtmek. 2. sürmek, sevketmek, yürütmek. 3.
alanına giriyor mu? 2. (bir yasanın) hüküm alanı.
push ahead (düğme
k. dili 1. v.b.´ne)
ilerlemek, basmak. 4. sıkıştırmak,
ilerlemeye zorlamak.
devam etmek. 5. özellikle
2. devam etmek. -i
sattırmaya/kabul ettirmeye çalışmak. 6. k. dili yasadışı yoldan
push away itip defetmek.
(uyuşturucu) satmak. i. 1. itiş, itme, sürme. 2. hücum. 3. gayret,
push back geriye4.itmek.
çaba. kampanya.
push down aşağı itmek.
push for -i ısrarla istemek.
push forward k. dili, bak. push ahead.
push in itip içeri sokmak.
push off 1. den. avara etmek. 2. k. dili gitmek, kaçmak.
Push off! İng., k. dili Defol!
push on k. dili, bak. push ahead.
push one´s luck k. dili şansını zorlamak, şansına fazla güvenmek.
push one´s way k. dili ite kaka ilerlemek.
push s.o. around k. dili birine amir gibi davranmak.
push s.o. out 1. of birini iterek -den çıkarmak. 2. birini safdışı/bertaraf etmek.
push s.t. on s.o. bir şeyi birine zorla kabul ettirmek.
push s.t. through bir şeyi kabul ettirmek.
push the panic button k. dili paniğe kapılmak.
push up artırmak, yükseltmek.
push up daisies argo gebermek.
pushchair i., İng. puset.
pushover i., k. dili 1. mis gibi kolay olan iş. 2. kolaylıkla aldatılabilen
Pushto kimse, yemlik.
i., s., bak. Pushtu.
Pushtu i., s. Peştuca, Afganca.
pusillanimous s. korkak, ödlek, yüreksiz.
puss i., k. dili kedi, pisi.
puss i., argo yüz, surat, faça.
pussy i., k. dili kedi, pisi, pisipisi.
pussy i., kaba 1. *am. 2. cinsel ilişki.
pussycat i., k. dili kedi, pisi, pisipisi.
pussyfoot f. 1. kendi fikrini belirtmemek/belirtmekten çekinmek. 2.
pussyfooter gerekeni yapmaktan kimse.
i. fikrini belirtmeyen çekinmek.
pustule i. sivilce; irinli kesecik.
put f. (put, --ting) koymak, yerleştirmek.
put a bold face on (zor bir durum) karşısında cesaret göstermek.
put a call through telefon etmek.
put a crimp in k. dili -e engel olmak.
put a flea in one´s ear ihtar etmek, kulağını bükmek.
put a spoke in s.o.´s wheel k. dili birini engellemek, birinin tekerine çomak/taş koymak.
put a stop to -e son vermek, -i kesmek.
put a stop to -e son vermek.
put a whammy on s.o. k. dili birine uğursuzluk getiren bir büyü yapmak.
put about 1. (gemi) yön değiştirmek. 2. (geminin) başını çevirmek.
put all one´s eggs in one
her şeyini tek bir şeye/kişiye bağlamak, tüm umutlarını tek bir
basket
put all one´s eggs in one şeye/kişiye bağlamak.bir kişiye/şeye bağlamak.
k. dili tüm umutlarını
basket
put an animal away bir hayvanı merhametten dolayı öldürmek.
put an animal down bir hayvanın hayatına son vermek.
put an animal out of its
hayvanı öldürerek acılarına son vermek.
misery
put an animal to sleep hayvanı iğneyle verilen ilaçla öldürmek.
put an embargo on -e ambargo koymak.
put an end to -e son vermek.
put an end to -e son vermek.
put back 1. geri koymak. 2. eski yerine koymak. 3. ilerlemesine engel
put by olmak. 4. (saati)
ilerisi için saklamak.geri almak. 5. reddetmek. 6. den. yoldan geri
dönmek.
put down at/in/on (uçak) -e inmek.
put forth 1. (yaprak, çiçek, filiz v.b.´ni) vermek. 2. ileri sürmek. 3.
put forward çıkarmak,
ileri sürmek.yayımlamak.
put forward 1. önermek. 2. (saati) ileri almak.
put in 1. içeri koymak, sokmak. 2. arzetmek. 3. takmak. 4. limana
put in a good word for s.o. girmek.
biri için 5.
iyi(bir iş için)
şeyler (zaman) harcamak.
söylemek.
put in an appearance kısa bir süre kalıp gitmek, görünmek.
put in an appearance boy göstermek, çok kısa bir süre kalmak.
put in for ... için başvurmak/müracaat etmek.
put in one´s two cents worth k. dili fikrini söylemek, görüşünü belirtmek.
put in pledge rehine koymak.
put in prison hapsetmek.
put in time on (bir iş için) belirli bir zaman harcamak.
put into commission 1. sefere hazırlamak. 2. tamir etmek.
put into effect uygulamak.
Put it down, please! İng. Hesabıma yazın lütfen! (Veresiye alınan bir şey için
Put it in reverse! söylenir.).
Geri vitese al!
put it/the car/the motor in
-i boşa/rölantiye almak.
neutral
put money on (bir konuda) bahse girmek: Will you put a million on that? Bir
put o.s. in another´s place milyona bahse gireryerine
kendini başkasının misin?koymak.
put off den. -den ayrılmak.
put off an appointment bir randevuyu ertelemek.
put on 1. giymek. 2. (ışığı, radyoyu v.b.´ni) açmak. 3. atfetmek,
put on a mask üzerine yüklemek. 4. (oyunu) sahneye koymak; (oyunu)
maske takmak.
oynamak. 5. (kilo) almak. 6. k. dili poz yapmak/kesmek.
put on a scene olay çıkarmak, kıyameti koparmak.
put on airs çalım satmak, hava atmak, hava basmak, poz takınmak.
put on airs caka satmak.
put on an act poz yapmak.
put on the feedbag argo yemek yemek.
put on the map k. dili meşhur etmek, ismini duyurmak.
put one´s best foot forward iyi bir tesir bırakmak için elinden geleni yapmak.
put one´s cards on the table k. dili samimi olarak açıklamak.
put one´s cards on the table k. dili düşüncelerini/durumunu açıkça belirtmek.
put one´s feet up k. dili dinlenmek.
put one´s finger on k. dili -in üstüne/üzerine basmak, en doğru olanı söylemek.
put one´s foot down ayak diremek.
put one´s foot down k. dili artık hiç taviz vermemeye kararlı olmak.
put one´s foot in it k. dili pot kırmak, gaf yapmak.
put one´s foot into it/put one
pot kırmak, gaf yapmak.
´s foot in one´s mouth
put one´s hand/hands on k. dili -i bulmak.
put one´s head in the lion´s
tehlikeye atılmak, kellesini koltuğuna almak.
mouth
put one´s house in order k. dili işlerini düzene sokmak.
put one´s nose to the
k. dili gerektiği gibi çalışmak; görevini layıkıyla yapmak.
grindstone
put one´s shoulder to the
gayretle çalışmaya başlamak.
wheel
put out 1. söndürmek. 2. (ışığı) kapamak. 3. çıkarmak, yaymak: That
put out feelers chimney´s
k. dili sondaj putting out a lot of smoke. O bacadan çok duman
yapmak.
çıkıyor. 4. (ısı) vermek. 5. üretmek, çıkarmak: Do they also put
put out feelers k. dili (bir durumu anlamak için) sondaj yapmak.
out a newspaper? Gazete de mi çıkarıyorlar?
put out of commission 1. işlemez hale getirmek. 2. yıkmak, mahvetmek.
put pen to paper yazmaya başlamak.
put pressure on (birine) baskı yapmak, (birini) sıkıştırmak.
put s.o. away k. dili 1. birini tımarhaneye kapamak. 2. birini içeri/hapse
put s.o. down atmak.
1. birini indirmek/yere koymak; birini daha aşağı bir yere
put s.o. in a flutter koymak. 2. k. dilidüşürmek.
birini heyecana birini küçümsemek; birini tenkit etmek. 3. as
birinin ... olduğunu zannetmek. 4. for (bir listede) birinin adının
put s.o. in his/her place k. dili birine göstermek, birine dünyanın kaç bucak olduğunu
yanına ... yazmak: I put you down for two tickets. Adının yanına
göstermek,
k. birine Hanya´yı Konya´yı göstermek,
getirmek: birine haddini
put s.o. in mind of iki dili
bilet -eyazdım.
birini hatırlatmak,
5. for (okul,birini aklına
üniversite v.b.´ne) She put him in
bildirmek.
mind of his aunt. Ona teyzesini hatırlattı.
put s.o. in the picture kaydetmek/yazmak/kaydettirmek/yazdırmak.
k. dili birine durumu anlatmak, birini aydınlatmak.
put s.o. off 1. birini bahanelerle atlatmak/başından savmak. 2. birini
put s.o. on şaşırtmak.
1. birini (bir 3.işle)
birinigörevlendirmek.
(bir şeyden) vazgeçirmek; birinin
2. k. dili birini hevesini
işletmek,
kırmak.dalga
biriyle 4. birinin (başkasından)
geçmek; birine hoşlanmamasına
numara yapmak. yol açmak.
put s.o. on a diet birini perhize sokmak.
put s.o. on the shelf birini kızağa çekmek; birini emekliye ayırmak.
put s.o. on the spot k. dili birini zor bir duruma sokmak.
put s.o. on the spot k. dili birini zor bir duruma sokmak/düşürmek, birini zor bir
put s.o. onto durumda bırakmak.
k. dili 1. birini (birine) yollamak/göndermek. 2. birine (bir şeyi)
put s.o. out tavsiye etmek/salık
k. dili 1. birini zahmete vermek.
sokmak; birini rahatsız etmek. 2. birini
put s.o. out of his/her misery kızdırmak.
1. birini öldürerek acılarına son vermek. 2. birinin çaresine
put s.o. out of the way bakmak, birini
k. dili birini öldürmek.
öldürmek, 3. birini
birini sıkıntılı
ortadan bir durumdan
kaldırmak.
kurtarmak.
put s.o. out to pasture birini emekliye ayırmak.
put s.o. straight (about s.t.) k. dili (yanlış düşünen) birine işin doğrusunu
put s.o. through (to) anlatmak/söylemek.
(santral memuru) birini (telefonla) (-e) bağlamak.
put s.o. through his/her
bir kimsenin yeteneğini denemek.
paces
put s.o. through the wringer k. dili anasından emdiği sütü burnundan getirmek, birine
put s.o. to bed güçlük/sıkıntı
birini yatırmak. çektirmek; birinin imanını gevretmek; birini
cendereye sokmak/koymak, birini çok sıkıştırmak.
put s.o. to death birini idam etmek.
put s.o. to shame k. dili 1. birini gölgede bırakmak. 2. birini utandırmak/mahcup
put s.o. to shame etmek;
1. birinibirini rezil etmek.
utandırmak/mahcup etmek; birini rezil etmek. 2. birini
put s.o. to sleep gölgede bırakmak.
birini uyutmak; birine uyku vermek.
put s.o. to the test birini zora koşmak.
put s.o. up birini misafir etmek.
put s.o. up to k. dili birini (kötü bir işe) azmettirmek/koşmak.
put s.o. wise (to) k. dili birini (birinden/bir şeyden) haberdar etmek; birine (bir
put s.o./s.t. to the test şeyi) çaktırmak.
birini/bir şeyi denemek/sınamak; birinin/bir şeyin nasıl/ne mene
put s.o./s.t. to use biri/bir
birinden/birolduğunu
şey göstermek/meydanaetmek.
şeyden yararlanmak/istifade çıkarmak.
put s.o.´s nose out of joint birinin pabucunu dama attırmak.
put s.o.´s nose out of joint birinin pabucunu dama atmak.
put s.t. about k. dili bir haberi etrafa yaymak.
put s.t. across k. dili 1.bir şeyi etkili bir şekilde
put s.t. away iletmek/anlatmak/açıklamak/söylemek.
1. bir şeyi ortadan kaldırmak/saklamak.2.2.bir birşeyi yutturmak.
kenara para 3.
bir şeyi kabul ettirmek.
koymak. 3. k. dili çok yemek yemek; yemeği midesine/gövdeye
indirmek.
put s.t. back 1. bir şeyi eski yerine koymak. 2. bir şeyi geciktirmek. 3. to
put s.t. by toplantıyı/randevuyu
bir kenara para koymak. (önceki bir tarihe/saate) almak;
toplantı/randevu tarihini/saatini öne almak.
put s.t. down 1. bir şeyi (indirerek) bırakmak/yere koymak; bir şeyi (aşağı bir
put s.t. forward to yere) koymak. 2. bir şeyi
toplantıyı/randevuyu (dahakaydetmek/not etmek/yazmak.
ileri bir tarihe/saate) almak; 3.
kaparo vermek/bırakmak.
toplantı/randevu 4. to
tarihini/saatini bir şeyi -e vermek/yormak: I put
put s.t. in s.o.´s mind bir şeyi birinin aklına koymak. ileri almak/ertelemek.
it down to his being old. Onu yaşlılığına verdim. 5. k. dili bir şeyi
put s.t. in storage bir şeyi depoya
küçümsemek; birkoymak.
şeyi tenkit etmek.
put s.t. into orbit bir şeyi yörüngeye oturtmak.
put s.t. into practice bir şeyi uygulamak/uygulamaya koymak.
put s.t. into s.o.´s head k. dili bir fikri birinin aklına/kafasına koymak, bir fikri birine
put s.t. off aşılamak.
bir şeyi ertelemek.
put s.t. on 1. bir şeyi giymek. 2. -e bir fiyat koymak; -e bir değer biçmek. 3.
put s.t. on paper (bir toplamı,
bir şeyi maliyeti) belirli
kâğıda/yazıya dökmek. bir miktar artırmak.
put s.t. on the back burner k. dili bir şeyi şimdilik askıya almak.
put s.t. on the market bir şeyi satışa çıkarmak.
put s.t. out of one´s head bir şeyi unutmak/unutturmak.
put s.t. out of the way k. dili (uygunsuz bir yerde duran) bir şeyi başka bir yere
put s.t. over kaldırmak.
1. bir şeyi etkili bir şekilde
put s.t. over on s.o. iletmek/anlatmak/açıklamak/söylemek.
k. dili birine bir şey yutturmak, birine bir 2.oyun
to biroynamak.
şeyi -e
ertelemek/bırakmak.
put s.t. plainly bir şeyi açıkça söylemek.
put s.t. through bir şeyin onaylanmasını/kabul edilmesini sağlamak; bir yasa
put s.t. to a vote tasarısını (meclisten) geçirmek.
bir şeyi oylamaya/oya koymak, bir şeyi oya sunmak.
put s.t. to a vote bir şeyi oya/oylamaya koymak.
put s.t. to one side bir şeyi bir kenara bırakmak.
put s.t. to rights bir durumu düzeltmek/yoluna koymak.
put s.t. to s.o. k. dili birine bir şey teklif etmek/sormak.
put s.t. to shame k. dili bir şeyi gölgede bırakmak.
put s.t. to shame bir şeyi gölgede bırakmak.
put s.t. together k. dili 1. bir şeyi hazırlamak. 2. bir ekibi oluşturmak. 3. bir şeyi
put s.t. up for auction monte
bir şeyietmek/kurmak.
açık artırma ile satışa çıkarmak.
put s.t. up for sale bir şeyi satışa çıkarmak.
put s.t./s.o. out of one´s
bir şeyi/birini aklından çıkarmak/unutmak.
mind
put the blame on kabahati/suçu (birinin) üzerine atmak.
put the cart before the horse tersine iş görmek.
put the finger on -i ihbar etmek, -i gammazlamak, -i ele vermek.
put the screws on k. dili (birini) sıkıştırmak.
put the shot spor gülle atmak.
put the wind up s.o. k. dili 1. birini korkutmak. 2. birini sinirlendirmek.
put their heads together baş başa verip düşünmek.
put through a call to -e telefon etmek.
put to bed yatırmak.
put to death öldürmek.
put to flight kaçırmak.
put to sea denize açılmak.
put to use kullanmak.
put too much stress on 1. -i fazlasıyla vurgulamak. 2. (bir yapıdaki eleman) -e fazla yük
put two and two together olmak/bindirmek.
k. dili (olaylar arasında bağlantı kurarak) durumun ne olduğunu
put two and two together anlamak.
k. dili düşünerek bir sonuç çıkarmak.
put under a ban yasaklamak.
put up 1. inşa etmek, yapmak. 2. (çadır) kurmak. 3. (birini) misafir
put up a fight etmek.
mücadele 4. at (otel v.b.´nde) kalmak. 5. (fiyat, kira v.b.´ni)
etmek.
yükseltmek, artırmak. 6. konservesini/reçelini/kompostosunu
yapmak. 7. (bir işi finanse etmek için) para vermek. 8. for -e
adaylığını koymak.
put up a poor show başarılı olmamak, yaptığı iyi olmamak.
put up for sale satılığa çıkarmak.
put up with -i çekmek, -e katlanmak/tahammül etmek.
Put up your hands! Eller yukarı!
put upon -i sömürmek, -i kullanmak.
put words into s.o.´s mouth uydurup birinin ağzından konuşmak.
put words into s.o.´s mouth birinden izin almadan onun adına konuşmak.
put/get/have the cart before
k. dili işi tersinden yapmak.
the horse
put/lay s.t. to rest (nahoş bir olayı) unutmak (ve sanki olmamış gibi davranmak).
put/set one´s house in order kendi işlerini/hayatını düzene koymak.
put/set s.o. on a pedestal birine fazla değer vermek, birine âdeta tapınmak.
put/set s.o. right (about) (yanılmış olan) birine (bir şeyin) gerçekten nasıl
put/set s.o./s.t. over against olduğunu söylemek:
birini/bir şeyi I´m going
(başkasıyla) to go over there this etmek.
karşılaştırmak/mukayese minute and
set him right! Oraya hemen gidip ona neyin ne olduğunu
put/set s.t. to rights bir şeyi düzene sokmak/koymak; bir şeyi yoluna koymak.
anlatacağım.
put/set the record straight k. dili herhangi bir yanılgıyı gidermek için olayı doğru bir
put/step on the brake/brakes şekilde anlatmak.
frene basmak.
putative s. farzedilen, varsayılan.
put-down i., k. dili küçümseyici/tenkit dolu laf.
putrefy f. 1. çürüyüp kokmak, taaffün etmek, kokuşmak. 2. çürütmek;
putrid kokutmak. 3. kangren
s. çürüyüp kokan, olmak.
taaffün eden, kokuşmuş, kokuşuk.
putridity i. 1. çürüklük. 2. kokuşma.
putridness i., bak. putridity.
putt i., golf topu deliğe sokmak için hafif vuruş. f. (topa) hafifçe
putter vurmak.
f. about ufak tefek işlerle meşgul olmak, oyalanmak.
putty i. camcı macunu. f. macunlamak.
putty knife macun ıspatulası.
put-up s. danışıklı.
put-up job danışıklı dövüş.
puzzle i. 1. bilmece; bulmaca. 2. mesele, sorun. 3. şaşkınlık, hayret. 4.
puzzle over anlaşılmaz kimse. f. şaşırtmak, hayrete düşürmek; şaşırmak,
-i çok düşünmek.
hayrete düşmek.
puzzle s.t. out 1. bir şeyin anlamını bulmaya çalışmak; bir şeyi çözmeye
puzzling çalışmak. 2. bir
s. 1. şaşırtıcı. 2. şeyin anlamını bulmak; bir şeyi çözmek.
muammalı.
Pygmy i. Pigme. s. Pigme, Pigmelere özgü.
pygmy i., s. cüce.
pyjamas i., İng., bak. pajamas.
pylon i. çelik direk, pilon.
pyoderma i., tıb. irinli deri, piyodermit.
pyogenesis i., tıb. irinlenim, irinlenme, piyogeni, piyogenez.
pyogenic s., tıb. irinyapan, piyogenik.
pyopoiesis i., tıb. irinlenim, irinlenme.
pyorrhea i., tıb. piyore, dişeti iltihabı.
pyracantha i., bot. ateşdikeni.
pyramid i. piramit.
pyre i. ölüyü yakmaya özgü odun yığını.
pyrethrum i., bot. pireotu, pirekapan, nezleotu.
Pyrex i. payreks.
pyrite i., min. pirit.
pyrography i. dağlama resmi, yakma resim, pirogravür.
pyrogravure i., bak. pyrography.
pyrosis i., tıb. mide ekşimesi.
pyrotechnic s. piroteknik.
pyrotechnics i. 1. piroteknik, pirotekni. 2. ask. piroteknik mühimmat. 3.
Pyrrhic piroteknik
s. gösteri.
Pyrrhic victory fazla pahalıya mal olan zafer; büyük kayıplarla kazanılan
python başarı.
i., zool. piton.
Q kıs. quarto, queen, question.
q kıs. quart(s), quarter, quarterly, question.
Q, q i. İngiliz alfabesinin on yedinci harfi.
Qatar i. Katar.
Qatari i. Katarlı. s. 1. Katar, Katar´a özgü. 2. Katarlı.
qibla i. kıble, namazda yönelinen yön.
qiblah i., bak. qibla.
qt kıs. quantity, quart(s).
qu kıs. question.
quack f. vaklamak, vakvaklamak, ördek sesi çıkarmak. i. ördek sesi,
quack vak
i., s.vak.
şarlatan.
quack doctor şarlatan hekim.
quadrangle i. 1. avlu. 2. geom. dörtgen.
quadrilateral s., geom. dört kenarlı.
quadruped s. dört ayaklı. i. dört ayaklı hayvan.
quadruple s. dört kat: I want quadruple this amount. Bu miktarın dört
quaff katını istiyorum.
f. içmek, kana kana içmek. i. içim.
quagmire i. batak, bataklık.
quail i. bıldırcın.
quail f. yılmak; sinmek, ürkmek.
quaint s. antika, yabansı, acayip, tuhaf.
quaintly z. acayip bir şekilde.
quaintness i. antikalık, acayiplik, tuhaflık.
quake f. 1. titremek. 2. sarsılmak.
Quaker i. bir Protestan tarikatı üyesi, Kuveykır.
qualification i. 1. nitelik, özellik: He has all the qualifications. Bütün
qualified niteliklere sahip.
s. 1. kalifiye, 2. şart,
nitelikli, kayıt:
vasıflı, with many
ehliyetli: qualifications
a qualified workerbirçok
kalifiye
şartlarla.
bir1.işçi. 3. dilb. niteleme.
qualify f. hak2.kazanmak,
ehliyetli, ehliyeti
ehliyet olan: a qualified
kazanmak; driver ehliyetli
hak kazandırmak. 2.bir
şoför. 3. şartlı,
kısıtlamak, kısıtlı, sınırlı.3. nitelendirmek. 4. hafifletmek. 5.
sınırlandırmak.
qualitative s. niteliksel, nitel.
dilb. nitelemek.
quality i. 1. nitelik, vasıf. 2. kalite, nitelik: average quality orta nitelik.
qualm high quality
i. vicdan yüksek kalite. poor quality düşük kalite. quality
azabı.
control kalite kontrolü. 3. özellik: a person´s good qualities bir
qualms of conscience vicdan azabı.
kimsenin iyi özellikleri. 4. üstünlük. 5. meziyet.
quandary i. 1. şüphe, ikircim; hayret, şaşkınlık. 2. ikilem.
quantify f. miktarını belirtmek; miktarını belirlemek, ölçmek.
quantitative s. nicel.
quantitatively z. nicel olarak.
quantity i. 1. nicelik: Quality is more important than quantity. Nitelik
quantum nicelikten
çoğ. quan.ta daha önemlidir.
(kwan´tı) i. 1.2. miktar:
miktar, a negligible
tutar. quantity
2. pay, hisse. 3. fiz.
önemsiz
kuantum, bir miktar. 3. çoğ. miktar: in small quantities az
quantum leap önemli birnicem.
atılım.
miktarda. He buys in large quantities. Külliyetli miktarda satın
quarantine i. karantina. f. karantinaya almak.
alır.
quarrel i. kavga, münakaşa, çekişme. f. (--ed/--led, --ing/--ling)
quarrelsome kavga/münakaşa etmek, çekişmek.
s. kavgacı; ters, huysuz.
quarry i. av.
quarry i. taşocağı. f. 1. (from) taşocağından çıkarmak. 2. taşocağı
quart açmak.
i. galonun dörtte biri, kuart.
quarter i. 1. dörtte bir, çeyrek: a quarter of the amount miktarın dörtte
quarter hour biri.
çeyrek2. çeyrek:
saat. It´s quarter to two. İkiye çeyrek var. 3. çeyrek
dolar, çeyrek, 25 sent değerindeki madeni para. 4. yılın dörtte
quarter note müz. dörtlük.
biri, üç aylık süre. 5. öğretim yılının dörtte biri. 6. mahalle, semt.
quarterback i.,
7. Amerikan
yön, taraf.futbolu
8. çoğ. oyunu idare
kışla. 9. çoğ.eden oyuncu.
konut, mesken,f., k. dili -i idaref.
ikametgâh.
quarterdeck etmek.
1. dörde ayırmak,
i., den. kıç güverte. dörde bölmek. 2. (in/with) (birini) (bir
quarterfinal yere/birinin
i. çeyrek final.yanına) yerleştirmek: They quartered him with an
engineer´s family. Onu bir mühendis ailesinin yanına
quarterly s. üç ayda bir verilen/olan. i. üç ayda bir yayımlanan süreli
yerleştirdiler.
quartermaster yayın.
i., ask. z. üç ayda
levazım bir.
müdürü; levazım subayı.
quartet i., müz. dörtlü, kuartet.
quartette i., İng., müz., bak. quartet.
quartz i. kuvars.
quartz crystal kuvars kristali.
quash f. 1. huk. iptal etmek, feshetmek, kaldırmak, bozmak. 2. (isyan
quasi v.b.´ni)
z. 1. güya,bastırmak;
sanki. 2.(duygu,
hemen umuthemen.v.b.´ni) yok
s. gibi, -e etmek:
benzer.We shall
quash those hopes of his. O umutlarının kökünü kazıyacağız.
quasi- önek benzeri.
quassia i. 1. bot. acıağaç, kavasya. 2. acıağaç/kavasya tentürü.
quatrain i., edeb. dörtlük, kıta.
quaver f. 1. titremek. 2. titrek sesle şarkı söylemek veya konuşmak. i.
quay 1. titreme.
i. rıhtım, 2. ses titremesi.
iskele.
queasy s. 1. midesi bulanmış. 2. mide bulandırıcı. 3. midesi kolayca
Queen bulanan.
i.
queen i. 1. kraliçe. 2. arıbeyi, anaarı. 3. satranç vezir. 4. isk. kız. 5.
Queen Anne´s lace argo
(çoğ. ibne.
Queen Anne´s lace) kırlarda yetişen beyaz çiçekli bir
queen bee havuç
arıbeyi,türü.
anaarı.
queen consort kralın karısı olan kraliçe.
queen dowager dul kraliçe.
queen mother ana kraliçe.
queenlike s. kraliçe gibi.
queenly s. 1. kraliçe gibi. 2. kraliçeye yakışır.
queer s. 1. acayip, tuhaf, garip. 2. argo homoseksüel. f.
queer fish garip bir kimse, tuhaf bir kimse, antika, kaşmerdikoz.
queer s.o.´s pitch İng., k. dili birinin işini/planlarını bozmak.
quell f. 1. (isyan v.b.´ni) bastırmak. 2. (korku, endişe v.b.´ni)
quench gidermek/yatıştırmak.
f. 1. (susuzluğu) gidermek. 2. (ateş, yangın v.b.´ni) söndürmek.
quench one´s thirst 3. (isyan v.b.´ni)
susuzluğunu bastırmak; (duygu, umut v.b.´ni) yok etmek. 4.
gidermek.
(çeliğe) su vermek.
querulous s. şikâyetçi, titiz, aksi.
query i. 1. soru. 2. kuşku, şüphe. f. 1. (birine) soru sormak. 2. -in
quest doğruluğunu sormak.f. for -i aramak, -i araştırmak.
i. arama, araştırma.
question i. 1. soru, sual. 2. sorun, mesele. 3. kuşku, şüphe. f. 1. soru
question mark sormak. 2. sorguya
soru işareti, çekmek: The police are questioning the
soru imi.
suspect. Polisler sanığı sorguya çekiyorlar. 3. -den şüphe etmek:
questionable s. 1. kuşkulu, şüpheli. 2. kesin olmayan.
I question his honesty. Dürüstlüğünden şüphe ediyorum.
questionnaire i. 1. anket, sormaca. 2. form, belge.
queue i., İng. sıra, kuyruk. f., İng. 1. kuyruğa girmek. 2. kuyruk olmak.
queue up İng. kuyruğa girmek.
quibble i. 1. baştan savma cevap, kaçamaklı söz. 2. ufak itiraz/şikâyet. f.
quibble about/over kaçamaklı cevap üzerinde)
(önemsiz şeyler vermek. münakaşa etmek.
quick s. 1. çabuk, hızlı: as quick as I can elimden geldiği kadar çabuk.
quick on the trigger quick
k. dilireturns çabuk 2.
1. eli tetikte. gelen kazanç. kafası
hazırcevap, 2. (anlatılanı) çabuk
çabuk işler.
kavrayan, kavrayışlı. i. tırnağın altındaki hassas et.
quick on the uptake k. dili 1. hazırcevap. 2. uyanık.
quicken f. 1. çabuklaştırmak, hızlandırmak; çabuklaşmak, hızlanmak. 2.
canlandırmak, diriltmek; canlanmak, dirilmek.
quickie i., k. dili 1. çabuk içilen/içilmiş içki. 2. çarçabuk sevişme/aşk
quicklime yapma.
i. sönmemiş3. çabuk
kireç.yapılan/yapılmış şey. s. çabuk
yapılan/yapılmış.
quickly z. çabuk, çabucak, süratle, hızla.
quickness i. çabukluk, sürat, hız.
quicksand i. bataklık kumu.
quick-tempered s. çabuk kızan.
quick-witted s. (durumu) çabuk kavrayan, kavrayışlı; (durumu) çabuk
quid kavrayıp
i., İng., k.hemen
dili (bir)gerekeni
sterlin. yapan.
quid i. bir çiğnemlik tütün.
quid pro quo i. (verilen bir şeye) karşılık: If we give this to them we must
quiescent insist on a quid
s. hareketsiz, pro quo. Bunu onlara verirsek, karşılığını
sakin.
istememiz şart.
quiet s. 1. sessiz, sakin. 2. hareketsiz, dingin. 3. rahat. 4. yumuşak
quiet down huylu, sessiz,
1. susmak. 2.uslu. 5. gösterişsiz.
yatışmak, i. 1. sessizlik, sükût. 2. rahat,
sakinleşmek.
huzur, sükûnet, asayiş. f. 1. susturmak. 2. yatıştırmak,
quietism i. dingincilik.
sakinleştirmek.
quietly z. yavaşça, sessizce, hareketsizce.
quill i. 1. kuş kanadının büyük tüyü, yelek, telek, teleke; kuyruk
quill pen teleği. 2. içi boş olan tüy sapı. 3. tüy kalem. 4. kirpi oku.
tüy kalem.
quilt i. yorgan.
quilted s. kapitone.
quince i. ayva.
quinine i. kinin.
quintal i. kental, 100 kilogramlık ağırlık birimi.
quintessence i. 1. öz, cevher. 2. en mükemmel örnek: She´s the quintessence
quintessential of beauty. O güzelliğin
s. mükemmel, tam: This taiskendisi.
quintessential mediocrity.
quintet Sıradanlığın
i., müz. kuintet,ta kendisi
beşli. bu. That´s a quintessential mark of good
breeding. Terbiyenin esaslarından biridir o.
quintette i., İng., müz., bak. quintet.
quintillion i. kentilyon.
quintuple s. beş kat, beş misli.
quintuplet i. 1. beş şeyden meydana gelen takım, beşli. 2. beşizlerden biri.
quip i. 1. espri, nükte, latife. 2. taş, şakayla karışık iğneli söz. f. (--
quirk ped, --ping) 1. 2.
i. 1. acayiplik. espri
tuhafyapmak. 2. taş
davranış. atmak,
3. mim. şakayla karışık
kabartmalı süslemede iğneli
söz söylemek.
girinti.
quit f. (quit/--ted, --ting) 1. bırakmak, vazgeçmek: He quit smoking
quit the scene cigarettes.
sahneden veya Sigara içmekten
olay yerinden vazgeçti./Sigarayı
çekilmek. bıraktı. 2.
kesilmek, durmak, dinmek: The motor suddenly quit. Motor
quite z. 1. tam, tamamen: I´m not quite through yet. Henüz tam
duruverdi. It´s quit raining. Yağmur dindi. 3. -i terketmek, -den
Quite (so). bitirmiş değilim. I don´t quite know what to say. Ne diyeceğimi
İng. Tabii.
çekip gitmek: They quit the town. Kasabadan çekip gittiler. 4.
bilemiyorum. “Is it ready?” “Not quite.” “Hazır mı?” “Az kaldı.” I
quite a bit ayrılmak: He quitgrown
1. epey: You´ve his job.quite
İşinden ayrıldı.
a bit. Epey büyüdün. I haven´t
´d quite forgotten it. Onu tamamen unuttum. Quite right, sir!
quite a few seen
birçok.her for quite a bit. Epeydir görmedim onu. 2. sık sık: They
Çok haklısınız beyefendi! He´s not quite the man for the job.
go there quite a bit. Oraya sık sık gidiyorlar.
quite a/an Tam
1. Neo ...!
işin(Beğeni
adamı değil. Not quite
ve şaşkınlık all of them
belirtir.): She´shave
quitecome yet.
a woman!
quitter Henüz
Ne hepsi
kadındır o!gelmedi.
That was2. bayağı,
quite a pek:
party!
i., k. dili işleri hep yarıda bırakan kimse. She´s
Ne quite
partiydi good
ama! at2. her
epey
job. miktar):
(bir İşinde bayağı
I saw iyidir
quite o.a few parrots there. Orada epey
quiver i. ok kılıfı, sadak.
papağan gördüm. 3. bayağı: He´s developed into quite a
quiver f. titremek;
hunter. titretmek.
Bayağı i. titreme.
iyi bir avcı oldu.
quixotic s. donkişotça, donkişotvari.
quixotical s., bak. quixotic.
quixotism i. donkişotluk.
quiz i. 1. kısa sınav, küçük imtihan. 2. sorgu. f. (--zed, --zing) (birine)
quiz show çok soruTV
radyo, sormak, (birini) sorguya çekmek.
bilgi yarışması.
quizzical s. 1. sorgulayıcı (bakış, tavır v.b.). 2. alaylı ve keyifli (gülüş,
quorum bakış v.b.).
i. yetersayı.
quota i. 1. hisse, pay. 2. kontenjan. 3. kota.
quotation i. 1. alıntı, iktibas. 2. alıntılama, aktarma. 3. (teklif olarak
verilen) fiyat.
quotation marks tırnak işaretleri.
quote f. 1. alıntılamak, alıntı yapmak, aktarmak, iktibas etmek. 2.
quoth (birinin)
f., söylediklerini
eski dedim; dedi (Butekrarlamak. 3. -eyoktur.
fiilin başka kipi (teklif Özne
olarak) fiyat
daima
vermek.
fiilden i., k.gelir:
sonra dili 1.quoth
alıntı,I,iktibas.
quoth 2. (teklif olarak verilen) fiyat.
he).
quotient i., mat. bölüm.
R, r i. R, İngiliz alfabesinin on sekizinci harfi.
rabbet i. 1. yiv, oluk. 2. lambalı geçme.
rabbi i. haham.
rabbinate i. 1. hahamlık. 2. hahamhane. 3. hahamlar.
rabbit i. tavşan.
rabbitfish i. denizkedisi.
rabble i. insan kalabalığı, insan sürüsü, güruh, derinti.
rabid s. 1. kudurmuş, kuduz. 2. öfkeden kudurmuş. 3. fanatik.
rabies i. kuduz.
raccoon i., zool. rakun.
race i. 1. yarış, koşu. 2. akıntı. f. 1. yarışmak; yarıştırmak. 2. hızlı
race gitmek; koşmak.
i. 1. ırk. 2. soy. 3.3. (atı)
döl, dörtnala koşturmak; (aracı) hızlı
nesil.
sürmek. 4. (avaradaki motoru) hızlı çalıştırmak.
race against time zamanla yarışmak.
race won by a length bir at/kayık boyu ile kazanılan yarış.
racecourse i. 1. İng. (at için) parkur. 2. İng. hipodrom. 3. parkur. 4. yarış
racehorse pisti.
i. yarış atı, koşu atı.
racer i. 1. koşucu. 2. yarış atı. 3. yarış arabası. 4. yarış yatı.
racetrack i. 1. yarış pisti. 2. (at için) parkur. 3. hipodrom.
rachitic s., tıb. raşitik.
rachitis i., tıb. raşitizm.
racial s. ırksal.
racialism i., İng. ırkçılık.
racialist i., s., İng. ırkçı.
racism i. ırkçılık.
racist i., s. ırkçı.
rack i. 1. (otobüs, tren ve vapurda) (çubuklardan oluşan) raf;
rack (otomobilin
i. üstünde) portbagaj. 2. bir çift geyik boynuzu. 3.
mak. dişli çubuk.
rack and ruin yıkım, harabiyet.
rack one´s brains k. dili bayağı düşünmek, kafa patlatmak, beyin patlatmak.
rack one´s brains kafa patlatmak, çok düşünmek.
racket i. raket.
racket i. 1. gürültü, patırtı, şamata. 2. k. dili hileli iş, düzenbazlık. 3. k.
racketeer dili
i. 1.haraççılık.
sahtekâr, 4. argo meslek,
düzenbaz. iş.
2. haraççı; mafya üyesi.
racquet i., bak. racket 1.
racy s. 1. komik ve biraz açık saçık. 2. canlı, renkli (üslup).
radar i. radar.
radar signal radar sinyali.
radial s. radyal, ışınsal.
radian i., geom. radyan.
radiance i. parlaklık, aydınlık.
radiancy i., bak. radiance.
radiant s. 1. ışın yayan, parlak. 2. neşe saçan.
radiate f. 1. ışın yaymak. 2. ışın halinde yayılmak. 3. yaymak, saçmak.
radiation i. yayılma, radyasyon, ışınım.
radiational s. ışınsal.
radiator i. radyatör.
radical s. 1. köke ait, köksel. 2. esaslı, köklü, kökten, radikal. 3. radikal,
radicalism köktenci.
i. radikalizm,i. radikal, köktenci.
köktencilik.
radicel i., bot. kökçük.
radicicolous s. köklerin üzerinde yaşayan.
radicivorous s., zool. kökçül, köklerle beslenen.
radicular s. köksel.
radio i. 1. radyo. 2. telsiz telgraf/telefon. f. 1. -i radyo ile yayımlamak.
radio frequency 2. -i telsizle
radyo haber vermek: We radioed for help. Telsizle yardım
frekansı.
istedik. 3. telsizle haberleşmek. s. radyo.
radio link radyolink.
radio operator telsizci.
radio station radyo istasyonu.
radio transmitter radyo vericisi.
radio wave radyo dalgası.
radioactive s. radyoaktif, ışınetkin.
radioactivity i., fiz. radyoaktivite, ışınetki, ışınetkinlik.
radiogram i. radyogram.
radiography i. radyografi, ışınçekim.
radiologist i. radyolog, ışınbilimci.
radiology i. radyoloji, ışınbilim.
radiometer i. radyometre, ışınölçer.
radiophoto i., bak. radiophotograph.
radiophotograph i. radyofoto.
radioscopy i. radyoskopi.
radiotelegraph i. telsiz telgraf, radyotelgraf.
radiotelephone i. telsiz telefon, telsiz, radyotelefon.
radiotherapy i. radyoterapi.
radish i. kırmızıturp.
radium i., kim. radyum.
radius çoğ. ra.di.i (rey´diyay)/--es (rey´diyısız) i. 1. yarıçap. 2. anat.
raffle önkol kemiği,
i. piyango, döner
çekiliş. f. kemik.
(off) piyangoda (hediye olarak) dağıtmak,
raft piyangoda vermek.
i. sal. f. 1. salla gitmek. 2. sal kullanmak. 3. -i salla taşımak.
raft i., k. dili yığın, büyük miktar.
rafter i. çatı kirişi, kiriş.
raftsman çoğ. rafts.men (räfts´men) i. salcı.
rag i. 1. paçavra, çaput, eski bez parçası. 2. çoğ. yırtık pırtık giysi. 3.
rag k. dili adi --ging)
f. (--ged, gazete.k. dili 1. (şaka yaparak) -e takılmak. 2.
rag doll/baby azarlamak,
bez bebek. paylamak. 3. İng. eşek şakası yapmak. i., İng. 1.
gürültü, şamata. 2. eşek şakası. 3. üniversite öğrencilerinin
rag rug pala.
bağış toplamak amacıyla yaptığı komik gösteriler.
ragamuffin i. üstü başı perişan çocuk.
rag-and-bone s.
rag-and-bone man İng. eskici.
rage i. 1. öfke, gazap, hiddet, köpürme; hırs; hışım. 2. coşku,
ragged heyecan.
s. 1. yırtık3. moda,
pırtık. 2. çok rağbet
hırpani, görenkılıklı,
perişan şey. f.giysileri
1. öfkelenmek,
yırtık pırtık;
hiddetlenmek,
pejmürde:with köpürmek; hırsla
a ragged räg´mîn)
appearanceveryansın etmek/verip
pejmürde kılıklı. 3.
ragman çoğ. rag.men (räg´men, i. eskici.
veriştirmek.
kenarları eğri2.büğrü(bir olay) şiddetle
kesilmiş, devam
tırtıklı; etmek:
pürüzlü, The storm
pürtüklü: The was
raid i. 1. baskın;
raging without.polis baskını.fırtına
Dışarıda 2. akın. f. şiddetiyle
1. baskın yapmak.ediyordu.
2. akın
pages of the book have raggedtüm edges. Kitabındevamsayfa kenarları
raider etmek.
i. 1. baskıncı. 2. akıncı.
tırtıklı.
rail i. 1. (tahta parmaklıktaki yatay) sırık. 2. küpeşte; tırabzan
rail küpeştesi,
f. sövüp saymak.merdiven küpeştesi; parmaklık küpeştesi. 3. den.
küpeşte. 4. d.y. ray. 5. demiryolu. f. off -i parmaklıkla çevirmek.
rail at/against -e sövüp saymak.
railing i. 1. küpeşte; tırabzan küpeştesi; parmaklık küpeştesi. 2.
parmaklık, korkuluk; tırabzan. 3. (tahta parmaklıktaki yatay)
sırık.
railroad i. demiryolu.
railroad station tren istasyonu.
railroad system demiryolu şebekesi.
railway i., bak. railroad.
rain i. yağmur. f. 1. yağmur yağmak. 2. yağmur gibi boşanmak. 3.
rain cats and dogs yağmur
bardaktan gibiboşanırcasına
yağdırmak. yağmak, gök delinmek, yağmur
rain check boşanmak.
1. yağmur yüzünden iptal edilen maç, gösteri, konser v.b.
rain forest yerine
yağmur ilerisi için verilen bilet. 2. Çekici bulunan bir davet
ormanı.
reddedildiği zaman kullanılır: I´ll take a rain check./Give me a
rain gauge yağışölçer, yağmurölçer.
rain check. Alacağım olsun.
rain or shine ne olursa olsun.
rainbow i. gökkuşağı.
rainbow chaser hayal peşinde koşan kimse.
rainbow trout çelikbaş alabalık.
raincoat i. yağmurluk.
raindrop i. yağmur damlası.
rainfall i. yağış miktarı.
rainstorm i. sağanak.
rainwater i. yağmur suyu.
rainy s. yağmurlu.
rainy day sıkıntılı zaman, dar gün.
raise f. 1. (yukarı) kaldırmak: raise a hand el kaldırmak. 2.
raise Cain/hell/the devil yükseltmek, artırmak:
k. dili 1. kıyameti raise prices
koparmak. fiyatları
2. küplere yükseltmek. raise
binmek.
one´s voice sesini yükseltmek. 3. inşa etmek; dikmek: raise a
raise hell karışıklık çıkarmak, kıyamet koparmak.
building bir bina inşa etmek. raise a telephone pole telefon
raise s.o.´s curiosity birinindikmek.
direği merakını 4. uyandırmak,
(para) toplamak.birinin
5. dikkatini çekmek.
(hayvan/ekin) yetiştirmek;
raise the roof (çocuk)
çok gürültü büyütmek,
yapmak. yetiştirmek. 6. -e neden olmak: It raised a
raise/lift a blockade laugh
ablukayı among them. Onları güldürdü. Don´t raise a dust! Etrafı
kaldırmak.
tozutma! You´ve raised our hopes. Bizi umutlandırdınız. raise a
raisin i. kuru üzüm.
problem sorun çıkarmak. 7. ileri/öne sürmek, söylemek: Don´t
rajah i. raca.
raise any objections! Hiçbir itirazda bulunma! raise a question
rake soru
i., sormak.
bahç. tırmık, tarak. f. 1. tırmıkla toplamak. 2. (toprağı)
rake in money tırmıklamak/taraklamak.
çok para kazanmak. 3. through -i taramak, -i dikkatle
gözden geçirmek. 4. ask. (ateşle) taramak.
rake s.o. over the coals birini şiddetle azarlamak, birini haşlamak.
rake up the past eski defterleri karıştırmak.
rakeoff i. 1. kazançtan alınan (yasadışı) pay, (yasadışı) komisyon, anut;
rakish avanta.
s. rahat 2. vekazançtan
alışılmışın alınan
dışındapay,
olan.kâr payı.
rally f. 1. (birilerini) toplamak; toplanmak. 2. harekete geçirmek;
RAM canlandırmak.
i., kıs. Random-Access3. moralMemory.
vermek, cesaretlendirmek. 4.
(düştükten sonra) (fiyatları) artırmak; (fiyatlar) artmaya
Ram i., astrol. Koç burcu.
başlamak. 5. to/around (birinin) yardımına koşmak; (bir davayı)
ram i. 1. zool. koç. 6.
desteklemek. 2. (hasta/yorgun
mak. şahmerdan. kişi)f.kendini
(--med,toparlamak.
--ming) 1. çoki. 1.
ram s.o./s.t. down s.o.´s kuvvetle
(birilerini) vurmak.
toplama; 2. toslamak.
toplanma. 2. (düşüşten sonra) (fiyatlarda)
k. dili birine birini/bir şeyi zorla kabul ettirmek.
throat
ram s.o./s.t. down s.o.´s artış.
k. dili3.birini/bir
(hasta/yorgun kişi)zorla
şeyi birine kendini
kabultoparlama.
ettirmek,4.birinin
(birini/bir
gırtlağına
throat davayı desteklemek için yapılan) toplantı; miting. 5. oto. ralli.
Ramadan basarak
i. Ramazan. birini/bir şeyi kabul ettirmek.
Ramazan i., bak. Ramadan.
ramble f. 1. gezinmek, dolaşmak, dolanmak. 2. konuyu dağıtmak. 3.
rambler (bitki) gelişigüzel
i. 1. gezen kimse. 2.yayılıp büyümek.
sarmaşık gülü. i. 1. gezinme, gezinti. 2.
dolambaçlı yol.
rambunctious s., k. dili 1. neşeli, gürültülü. 2. delişmen; ele avuca sığmaz.
ramification i. 1. bot. dallanma. 2. kol, şube, dal.
ramify f. 1. dallanmak, dal budak salmak. 2. dallanıp budaklanmak. 3.
ramp kollara
i. rampa. ayrılmak.
rampage i. yakıp yıkma.
rampant s. 1. dal budak salmış, her tarafa yayılmış; fışkırmış; azgın
(bitki): This trumpet vine´s gotten quite rampant. Bu
acemborusu bayağı azdı. 2. aşırı boyutlara varmış, alıp
yürümüş, gemi azıya almış, kol gezen: Theft is rampant here.
Burada hırsızlık kol geziyor.
rampart i. kale duvarı, sur; siper. f. sur ile çevirmek.
ramshackle s. harap, yıkık.
ran f., bak. run.
ranch i. hayvan çiftliği.
ranch house çiftlik evi.
rancher i. çiftlik sahibi.
rancid s. ekşimiş, kokmuş, küflü (yağ).
rancor i. garaz, kin.
rancorous s. garazlı; garaz dolu.
rancour i., İng., bak. rancor.
rancourous s., İng., bak. rancorous.
random s. rasgele, gelişigüzel, tesadüfi.
random shot rasgele ateş.
Random-Access Memory bilg. rasgele erişimli bellek.
rang f., bak. ring.
range f. 1. dizmek, sıralamak; dizilmek. 2. dolaşmak, gezinmek. 3.
range otlatmak. 4. over
i. 1. alan, saha. 2.bot.
mera,(birotlak.
yerde)3. yetişmek;
(bitki veyazool. (bir yerde)
hayvanın doğal
bulunmak.
olarak 5. dağılmak.
yetiştiği) alan/alanlar: Its range is confined to the
range far geniş kapsamlı olmak.
mountainous regions of northeast Turkey. Yalnız kuzeydoğu
range finder telemetre.
Türkiye´nin dağlık yörelerinde bulunur. 4. sıra, dizi. 5. erim,
rank i. 1. sıra,The
menzil: dizi, saf.was
deer 2. ask.
nowrütbe.
within3.the
derece,
rangemertebe, mevki,
of his gun. Geyik
rank above aşama;
artık makam.
tüfeğinin f.
menzili1. derecelendirmek,
içindeydi. 6. sıraya
(yemek
-den daha yüksek rütbede olmak, rütbece -den üstün olmak. koymak:
pişirmeye The
yarayan
teacher
üstü ranks
ocaklı) herkuzine,
fırın; students according
kuzina. 7. to theirdağılım.
istatistik grades. Öğretmen
rank below (birinden) aşağı bir rütbede olmak.
öğrencilerini notlarına göre derecelendiriyor. 2. (belirli bir
rank next to rütbece/mevkice
grubun) içinde olmak, ikinci(belirli
gelmek.bir gruptan) biri sayılmak: He
ranking ranks
s. 1. ask. en yüksek rütbeli.scientists
among the greatest 2. en yüksekin themevkide/makamda
world today.
rankle Dünyanın
olan. en büyük
f. acısı unutulmamak. bilim adamlarından biri sayılıyor.
ransack f. 1. iyice araştırmak, altını üstüne getirmek. 2. yağma etmek.
ransom i. 1. fidye, kurtulmalık. 2. fidye ile kurtarma. f. 1. fidye ile
rant kurtarmak.
f. 1. heyecanlı 2. fidye alarakbağırarak
bir şekilde serbest bırakmak.
konuşmak. 2. bağırarak atıp
rant and rave tutmak/yüksekten
1. heyecanla bağıra atmak,
çağırayüksek perdeden
konuşmak. konuşmak.
2. bağırıp çağırarak atıp
rap tutmak/yüksekten atmak.
i. 1. hafif vuruş; tıklatma. 2. argo suç, kabahat. 3. argo ceza. f.
rapacious (--ped, --ping)
s. 1. yırtıcı. hafifçe vurmak;
2. açgözlü, doymaktıklatmak.
bilmez.
rapaciousness i. açgözlülük.
rape f. -in ırzına geçmek, -e tecavüz etmek. i. 1. ırza geçme, tecavüz.
rape 2. yağmalayıp
i. kolza; yakıp yıkma. 3. yağmalama.
küçükşalgam.
rapid s. çabuk, hızlı, tez, süratli.
rapidity i. hız, sürat.
rapidly z. hızla, süratle.
rapidness i., bak. rapidity.
rapids i., çoğ. bir akarsuyun hızla akan türbülanslı kısımları.
rapier i. meç, düz ve uzun kılıç.
rapine i. yağmacılık, çapulculuk.
rapist i. tecavüz eden adam.
rapprochement i. uzlaşma.
rapt s. 1. kendinden geçmiş. 2. çok dalmış.
rapture i. kendinden geçme, aşırı sevinç.
rapturous s. kendinden geçmiş.
rare s. 1. nadir, seyrek, az bulunur. 2. yoğun olmayan (hava/gaz).
rarefy f. 1. yoğunluğunu azaltmak. 2. seyrekleştirmek; seyrekleşmek.
rarely 3. inceltmek.
z. nadiren, 4. kalitesini
seyrek olarak. yükseltmek. 5. arıtmak, tasfiye etmek.
rarity i. 1. nadirlik, seyreklik. 2. nadir şey.
rascal i. yaramaz; maskara; kerata.
rase f., bak. raze.
rash i., tıb. döküntü; kurdeşen.
rash s. fazla aceleci, atılgan, telaşçı, düşüncesiz.
rasp f. 1. raspalamak, eğelemek, törpülemek. 2. (törpü sesine
raspberry benzeyen)
i. ahududu,kulak tırmalayıcı
ağaççileği, bir sesle söylemek/konuşmak. 3.
frambuaz.
(ses) -in kulaklarını tırmalamak, -i rahatsız etmek. i. 1. raspa,
rasping s. kulak tırmalayıcı, rahatsız eden (ses).
eğe, (iri dişli) törpü. 2. (törpü sesine benzeyen) kulak tırmalayıcı
raspy s., bak. rasping.
ses.
rat i. sıçan. f. (--ted, --ting) 1. fare tutmak. 2. on argo -i
rat race gammazlamak.
argo keşmekeş,3.koşuşturma.
argo oyunbozanlık etmek.
ratchet i. 1. (mandallı çark için) mandal, cırcır. 2. mandallı çark, cırcırlı
ratchet wheel makara.
mandallı çark, cırcırlı makara.
rate i. 1. oran, nispet; sıklık: death rate ölüm oranı, ölüm sıklığı. rate
rate of exchange of interest
döviz kuru,faiz oranı. 2.
kambiyo değer, fiyat, ücret: hourly rate saat
kuru.
başına ücret. 3. hız, sürat: at a slow rate yavaş bir hızla. 4. sınıf,
rate of interest faiz oranı.
çeşit. 5. İng. emlak vergisi oranı. 6. İng. emlak vergisi. f. 1.
rather z. 1. -mektense:
değer biçmek. 2.I saymak,
decided farzetmek,
to visit a friend rather
olarak than Igo
görmek: home.
rate him
Rather! Eve gitmektense
a(rädh´ır´)
friend. Onu bir
arkadaş arkadaşı
sayıyorum.ziyaret
3.
ünlem, İng., k. dili Hem de nasıl! etmeye
among karar
-den biriverdim. 2.
sayılmak:
-den
He ziyade,
rates among -denthe
çok: This
best place is like
composers of a museum
our time. rather thanen
Günümüzün a
ratification i. onaylama; onaylanma.
house. Burası, evden
iyi bestecilerinden biriziyade müzeye
sayılıyor. benziyor. 3. oldukça,
4. değerlendirmek: How do you
ratify f. onaylamak,
epeyce,
rate him bir antasdik
as hayli: He´s
athlete?etmek.
getting
Onu sporcualongolarak
rathernasıl
well with his fellow
rating workers. İş arkadaşlarıyla
i. 1. sınıflama.
değerlendiriyorsun? 2. sınıf, oldukça iyi geçiniyor.
5. kategori.
sınıflandırmak: The company4. daharates its
ratio doğrusu.
employees 5.
i. oran, nispet.tercih etmek:
according to I had/would
their productivity.rather go.
Şirket Gitmeyi
işçilerini tercih
ederim./Bana kalırsa giderim. I had rather not
randımanlarına göre sınıflandırıyor. 6. k. dili hak etmek: She do it. Yapmamayı
ration i. 1. pay, hisse. 2. vesika ile
tercih verilen
iyi. Imiktar. 3. would
tayın, rather
er azığı. f.
rates aederim./Yapmasam
promotion. Terfii hak dahaediyor. think he die!
rational vesika
s.
Bence ile
1. akıl dağıtmak;
sahibi,
ölmeyi karneye
mantıklı,
tercih bağlamak.
eder!makul. 2. ussal, rasyonel. 3. mat.
rational number rasyonel.
mat. rasyonel sayı, oranlı sayı.­
rationalisation i., İng., bak. rationalization.
rationalise f., İng., bak. rationalize.
rationalism i. usçuluk, akılcılık, rasyonalizm.
rationalist i. usçu, akılcı, rasyonalist.
rationality i. 1. ussallık, rasyonalite. 2. mantıklılık.
rationalization i. 1. bahane. 2. ussallaştırma, rasyonalizasyon. 3. modernleşme.
rationalize 4. mat.
f. 1. rasyonelleştirme.
bahane bulmak. 2. mantığa göre açıklamak. 3.
rationally ussallaştırmak,
z. mantıkla. mantıklı kılmak. 4. İng. modernleştirmek. 5. mat.
rasyonel sayıya çevirmek.
ratlin i., den., bak. ratline.
ratline i., den. iskalarya.
rattan i. hezaren, hintkamışı.
rattle f. takırdamak, tıkırdamak; takırdatmak, tıkırdatmak. i. 1. takırtı,
rattle off tıkırtı.
ezbere2.söylemek.
çıngırak, çıngırdak.
rattle on cır cır ötmek, durmadan konuşmak.
rattlebrain i. kuş beyinli kimse.
rattlebrained s. kuş beyinli, tın tın.
rattlesnake i., zool. çıngıraklıyılan.
rattling s. 1. takırdayan, tıkırdayan. 2. İng., k. dili büyük (hız). z., İng., k.
rattrap dili sonkapanı.
i. fare derece, çok.
raucous s. yüksek ve bet/nahoş (ses).
ravage f. yakıp yıkmak, kasıp kavurmak, harap etmek.
rave f. 1. çılgınca bağırıp çağırmak, hezeyan etmek. 2. about -i
rave review göklere çıkarmak,
(kitap, film -e bayılmak.
v.b. hakkında) övgüi.dolu
1. çılgınca
yazı. bağırma. 2. çılgınlık.
s. övgü dolu.
ravel f. (--ed/--led, --ing/--ling) açmak, çözmek, sökmek.
ravel out açmak, çözmek, sökmek; açılmak, çözülmek, sökülmek.
raven i., zool. kuzgun.
ravenous s. 1. çok aç. 2. yırtıcı hale gelmiş.
ravenously z. aç kurt gibi.
ravine i. dar ve derin vadi.
raving s. çılgın, gözü dönmüş, kudurmuş. i. deli saçması, abuk sabuk
ravioli söz.
i. İtalyan usulü mantı.
ravish f. 1. esritmek; çok sevindirmek, kendinden geçirmek,
ravishing büyülemek.
s. enfes, müthiş 2. ırzına
güzel;geçmek,
büyüleyici. tecavüz etmek.
ravishingly z. büyüleyici bir şekilde.
raw s. 1. çiğ, pişmemiş: raw meat çiğ et. 2. ham, işlenmemiş: raw
raw material material
hammadde. hammadde. raw silk ham ipek. 3. terbiye edilmemiş. 4.
olgunlaşmamış. 5. soğuk. 6. acemi, toy, tecrübesiz.
raw sewage arıtılmamış pissu.
raw spirits saf ispirto.
rawboned s. bir deri bir kemik kalmış, kaburgaları çıkmış, çok zayıf.
rawhide i. ham deri.
ray i. ışın, şua.
ray i., zool. vatoz; tırpana, rina.
rayon i. suni ipek.
raze f. yıkıp yerle bir etmek.
razor i. 1. tıraş makinesi. 2. ustura.
razor blade jilet.
razor strop ustura kayışı.
razorback i., zool. bir domuz türü.
razor-sharp s. çok keskin, jilet gibi.
rcd kıs. received.
rd kıs. road, rod(s), round.
RE kıs. Right Excellent.
re- önek 1. geri, geriye doğru: recall, retrace. 2. tekrar, yeniden:
reach readdress, rearm, restate.
f. 1. out (elini/kolunu) uzatmak; uzanmak: He reached out and
reach ahead took
ileriyemyuzanmak.
hand. Uzanıp elimi tuttu. 2. out for (almak üzere) -e
uzanmak. 3. -e yetişmek: I´m not tall enough to reach that
reach an accord (with) (ile) anlaşmaya/mutabakata varmak.
shelf. Boyum o rafa yetişmez. I wasn´t able to reach the
reach down elini aşağıya
ferryboat uzatmak.
on time. Vapura zamanında yetişemedim. 4. uzanmak,
reach for erişmek: The new
(almak/dokunmak üzere) road will-ereach all the way
uzanmak/elini from Istanbul to
uzatmak.
reach for one´s gun Ankara. Yeni yol
silahına davranmak. İstanbul´dan ta Ankara´ya kadar uzanacak. 5.
varmak, ulaşmak, gelmek: We´ll reach Kaş before nightfall.
react f. (to) kararmadan
Hava (-e) tepki göstermek, tepkimek.
Kaş´a varacağız. i. 1. uzatma. 2. uzanma,
reaction i. 1. tepki,
erişme. 3. reaksiyon.
erim. 2. kim. reaksiyon, tepkime. 3. pol.
reactionary gericilik.
s., i. gerici.
reactionism i. gericilik.
reactivate f. tekrar yürürlüğe koymak, tekrar çalıştırmak.
reactive s. 1. tepkisel. 2. kim., fiz. tepkin.
reactor i. reaktör.
read f. (read) (red) 1. okumak: read a book kitap okumak. 2. İng.
read okumak, ... eğitimi
f., bak. read. s. görmek: read law hukuk okumak. 3.
anlamak, yorumlamak: I read his reply as a refusal. Cevabını ret
read between the lines bir yazıdaki kapalı anlamı keşfetmek.
olarak yorumladım. Do you read me? Beni anlıyor musun? 4. -de
read between the lines kapalıolmak:
yazılı anlamını
How keşfetmek.
does that article of the contract read?
read over Sözleşmenin
1. baştan başa o maddesinde
okumak. 2. tekrar ne yazılı? 5. -i göstermek: The
okumak.
read s.o. the riot act thermometer reads zero degrees. Termometre
k. dili birine dünyanın kaç bucak olduğunu göstermek, sıfır dereceyi
birini
gösteriyor.
sert bir 6.
şekilde çözmek: I
azarlamak. can´t read that coded message. O
read s.o. to sleep kitap mesajı
şifreli okuyarak birini uyutmak.
çözemiyorum. i., k. dili 1. okuma. 2. okuma süresi.
read s.o.´s mind birinin ne düşündüğünü yüzünden okumak.
read s.o.´s thoughts birinin düşüncesini okumak.
read s.t. through bir şeyin tamamını okumak.
readability i. 1. okunaklılık. 2. okunmaya değer olma.
readable s. 1. okunaklı. 2. okunmaya değer, ilginç.
reader i. 1. okuyucu, okur. 2. yayımlanacak eserleri eleştiren kimse. 3.
readership düzeltmen. 4. okuma kitabı.
i. okurlar, okuyucular; okur sayısı.
readily z. 1. seve seve, isteyerek. 2. kolayca, kolaylıkla.
reading i. 1. okuma; okunma. 2. okunuş. 3. okunacak metin. 4.
reading desk göstergenin
kitap sehpası; kaydettiği
kürsü. ölçüm. 5. yorum. s. okumaya elverişli.
reading lamp masa lambası.
reading matter okunacak şey.
reading room okuma salonu.
readjust f. 1. tekrar düzeltmek, yeniden düzenlemek/ayarlamak. 2.
readjustment yeniden
i. 1. yenialışmak.
şartlara alışma. 2. alıştırma. 3. yeniden
readmit düzenleme/ayarlama.
f. (--ted, --ting) tekrar (üyeliğe/öğrenciliğe) kabul etmek.
Read-Only Memory bilg. salt okunur bellek.
ready s. 1. hazır. 2. istekli. 3. yetenekli.
ready cash kasa mevcudu.
ready money nakit, hazır para; peşin para.
ready money hazır para, nakit.
ready-made s. hazır.
ready-to-wear s. hazır (giyim eşyası). i. hazır giyim eşyası, konfeksiyon.
reaffirm f. tekrar doğrulamak, tekrar teyit etmek.
reagent i., kim. ayıraç, miyar.
real s. 1. gerçek, hakiki: real image gerçek görüntü. real number
real estate gerçek sayı. 2. asıl: the
huk. gayrimenkuller, real problem asıl sorun. his real aim
mülk.
onun asıl amacı. 3. samimi, içten: His concern is real. Gösterdiği
real estate huk. taşınmaz mal, gayrimenkul mal, mülk.
ilgi içten.
real estate agent emlakçı.
real property huk. mülk.
real wages reel ücret.
realisation i., İng., bak. realization.
realise f., İng., bak. realize.
realism i. gerçekçilik, realizm.
realist i. gerçekçi, realist.
realistic s. gerçekçi; gerçeğe uygun.
realistically z. gerçekçi bir şekilde; gerçeğe uygun olarak.
reality i. 1. gerçeklik, hakikat, realite. 2. gerçek, realite.
realization i. 1. farkında olma; farkına varma, farketme, anlama. 2. of
realize gerçekleştirme. 3. paraya
f. 1. farkında olmak; çevirme.
farkına varmak, farketmek, anlamak: I didn
really ´t realize
z. gerçekten.that you were a doctor. Doktor olduğunuzun farkında
değildim. Someday you will realize that you´re mistaken. Bir
Really! ünlem Hay Allah!
gün yanıldığını anlayacaksın. 2. gerçekleştirmek: realize a plan
Really? Öyle
bir mi?/Ciddi
planı mi?/Cidden3.mi?
gerçekleştirmek. tic. paraya çevirmek.
realm i. 1. krallık. 2. ülke, memleket. 3. alan: This is not within the
realtor realm of possibility. Bunun imkânı yok. realm of authority yetki
i. emlakçı.
alanı. 4. dünya, âlem: the realm of the imaginary hayal âlemi.
realty i., huk., bak. real estate.
ream i. 480/500 tabakalık kâğıt topu.
ream f. -i raybayla genişletmek.
reamer i. rayba, pürüzalır.
reams of k. dili çok miktar.
reanimate f. yeniden canlandırmak.
reanimation i., tıb. reanimasyon.
reap f. 1. (ekin) biçmek. 2. semeresini almak.
reaper i. 1. orakçı. 2. biçerdöver.
reappear f. yeniden görünmek, yeniden ortaya çıkmak.
rear i. 1. arka, geri. 2. kıç. 3. ask. artçı. s. arkadaki, arka, geri.
rear f. 1. yetiştirmek, büyütmek. 2. kaldırmak, yükseltmek, dikmek;
rear admiral yükselmek. 3. inşa etmek. 4. şahlanmak.
den. tuğamiral.
rear guard ask. artçı.
rear sight (tüfekte) gez.
rearm f. yeniden silahlandırmak; yeniden silahlanmak.
rearmament i. yeniden silahlandırma; yeniden silahlanma.
rearmost s. en geri, en sonraki.
rearrange f. yeniden düzenlemek.
rearrangement i. 1. yeniden düzenleme. 2. yeni düzenleme; yeni düzen.
rearview mirror oto. dikiz aynası.
reason i. 1. neden, sebep: There are several reasons why I´m not
reason s.t. out going.
bir şeyiGitmemem
akıl yoluylaiçin birkaç neden var.
çözmek/çözmeye The reasons you´ve
çalışmak.
given won´t do. Sebep gösterdiğiniz şeyler kâfi değil. That´s the
reasonable s. 1. makul. 2. makul ölçüleri aşmayan. 3. orta derecede, çok da
reason he´s not here. O yüzden burada değil. 2. akıl, us,
fena olmayan:
z. 1. makul bir You´ve a2.reasonable
şekilde. orta chancewas
derecede: of being accepted
reasonably muhakeme, mantık: Reason will be of no It use toreasonably
you. Akıl sana
by that university.
entertaining. CanımızıO üniversiteye kabul edilme şansın fena
reasoned fayda
s. iyiceetmez.
düşünülmüş vesıkmadı.
f. 1. (mantıklı bir şekilde) düşünmek, muhakeme
mantıklı.
sayılmaz.
reasoning etmek. 2. with muhakeme;
i. 1. düşünme, (mantık yoluyla) -i ikna
mantık: etmeye
I like çalışmak.
your reasoning.
reassurance Mantığını beğeniyorum.
i. 1. (birinin) 2. fels. uslamlama,
şüphelerini/endişelerini usavurma,
tekrar giderme veya
muhakeme.
gidermeye çalışma. 2. bak. reinsurance.
reassure f. 1. (birinin) şüphelerini/endişelerini tekrar gidermek; (birinin)
rebate şüphelerini/endişelerini tekrar gidermeye
i. indirim, ıskonto, geri ödenen kısım. çalışmak. 2. bak.
reinsure.
rebel s. ayaklanan, baş kaldıran. i. isyancı, asi.
rebel f. (--led, --ling) isyan etmek, ayaklanmak; karşı gelmek.
rebellion i. isyan, ayaklanma.
rebellious s. isyankâr, asi, serkeş.
rebirth i. yeniden doğma.
reborn s. yeniden doğmuş.
rebound f. geri sekmek.
rebound i. 1. geri sekme. 2. spor ribaunt. 3. k. dili hayal kırıklığından
rebroadcast sonraki tepki. (radyo/televizyon programı).
s. tekrarlanan
rebuff i. 1. ret. 2. ters cevap. 3. (saldırıyı) püskürtme. f. 1. reddetmek.
rebuke 2. ters cevap paylamak.
f. azarlamak, vermek. 3. i.(saldırıyı) püskürtmek.
azar, paylama.
rebut f. (--ted, --ting) çürütmek, boşa çıkarmak.
rebuttal i. delillerle çürütme.
rec kıs. receipt, record, recorder.
recalcitrant s. inatçı, serkeş.
recall f. 1. geri çağırmak. 2. hatırlamak, anımsamak; hatırlatmak,
recall anımsatmak. 3. geri
i. 1. geri çağırma. 2. almak.
hatırlama, anımsama. 3. geri gelme
recant işareti/emri.
f. sözünü geri almak, vazgeçmek, caymak.
recap f. (--ped, --ping) (lastiği) kaplamak/kaplatmak. i., k. dili kaplama
recap lastik, kaplama.
f. (--ped, --ping) k. dili özetlemek. i. özet.
recapitulate f. özetlemek.
recapitulation i. özet.
recapture f. 1. geri almak, yeniden ele geçirmek. 2. hatırlatmak.
recast f. (re.cast) 1. yeniden dökmek. 2. yeni bir biçime sokmak.
recd kıs. received.
recede f. geri çekilmek.
receipt i. 1. makbuz, alındı; fiş. 2. reçete.
receive f. 1. almak: He received the report on time. Raporu zamanında
aldı. 2. kabul etmek: He is not receiving visitors today. Bugün
ziyaretçi kabul etmiyor. 3. anlamak, kavramak. 4. taşımak,
kaldırmak: This table will not receive that heavy a load. Bu
masa o kadar ağır bir yükü kaldıramaz. 5. (kötü bir şeye)
receive/win a vote of
güvenoyu almak.
confidence
receiver i. 1. alıcı, reseptör. 2. ahize.
recent s. yeni, yakında olmuş, son.
recently z. geçenlerde, son zamanlarda, yakınlarda.
receptacle i. 1. kap, koyacak. 2. depo; hazne.
reception i. 1. alma; alınma. 2. kabul. 3. kabul töreni, resepsiyon. 4.
reception desk radyo, TV yayını alma.
resepsiyon.
reception room 1. İng. (mutfak, banyo ve yatak odası dışındaki) misafir kabul
receptionist edilebilen
i. resepsiyon oda/salon.
memuru. 2. bekleme odası.
receptive s. 1. alır, kabul eder. 2. yeni düşüncelere açık.
receptor i., anat. reseptör.
recess i. 1. teneffüs, ara; paydos; tatil. 2. (rîses´) girinti, oyuk. 3. (rîses
recess ´) gen.
f. 1. çoğ. gizli ara
(toplantıya) yer,vermek.
iç taraf. 2. (rîses´) girinti yapmak, oymak.
recession i. 1. geri çekilme. 2. ekon. durgunluk.
recipe i. 1. yemek tarifi. 2. formül, yöntem.
recipient i. alan kimse, alıcı.
reciprocal s. karşılıklı, iki taraflı.
reciprocate f. 1. -e karşılık vermek, -e karşılıkta bulunmak: reciprocate a
reciprocity kindness iyiliğe karşılık vermek. 2. misillemede bulunmak. 3.
i. karşılıklılık.
mak. ileri geri çalışmak. 4. karşılıklı alıp vermek.
recital i. 1. ezberden okuma. 2. anlatma. 3. müz. resital.
recitation i. 1. ezberden okuma. 2. ezberden okunacak parça.
recite f. 1. ezberden okumak. 2. (öğrenci) ders anlatmak. 3. sayıp
reckless dökmek,
s. 1. dünyayıanlatmak.
umursamayan, pervasız, gözü kara. 2. dikkatsiz,
reckon aldırışsız, kayıtsız.
f. 1. saymak, hesaplamak. 2. saymak, gözüyle bakmak. 3.
reckon on/upon sanmak.
-e güvenmek.
reckon with -i hesaba katmak, -i dikkate almak.
reckoning i. 1. hesap, sayma. 2. sayma, gözüyle bakma. 3. sanma.
reclaim f. 1. geri istemek, iadesini istemek. 2. (rîkleym´)
recline (araziyi/ormanı)
f. 1. boylu boyunca ıslah etmek. 3.
uzanmak. 2.(rîkleym´) (bataklığıyaslanmak.
arkaya dayanmak, kurutarak,
denizi doldurarak) arazi kazanmak. 4. (rîkleym´) (nehri)
recluse s. başkalarıyla görüşmeden yalnız yaşayan, münzevi. i.
temizlemek. 5. (rîkleym´) (birini) ıslah etmek, yola getirmek.
recognise başkalarıyla görüşmeden yalnız yaşayan kimse, münzevi.
f., İng., bak. recognize.
recognition i. 1. tanıma; tanınma. 2. farkında olma; farkına varma. 3. haklı
recognize olarak
f. kabul edilme.
1. tanımak: 4. kabul;
recognize an oldonay.
friend5.eski
takdir.
bir arkadaşı tanımak.
recoil 2. farkında olmak; farkına varmak: recognize
f. 1. geri çekilmek. 2. (silah) geri tepmek. 3. geri the gelmek.
facts
gerçeklerin farkında olmak. come to recognize that one is wrong
recoil i. 1. geri çekilme. 2. (silah) geri tepme.
yanıldığının farkına varmak. 3. kabul etmek, haklı bulmak:
recollect f. hatırlamak.
recognize a claim bir iddiayı haklı bulmak. 4. onaylamak,
recollection tanımak: recognize
i. 1. hatırlama. a new government yeni bir hükümeti
2. hatıra.
recommend onaylamak.
f. tavsiye etmek, salıketmek,
5. takdir vermek:(önemini/gerçekliğini/değerini)
recommend a good doctor iyi bir
anlamak.
doktor 6. söz hakkı vermek.
recommendation i. 1. tavsiye; övme. 2. tavsiye mektubu;that
tavsiye etmek. I recommended she stayiyihome.
bonservis, Evde
iş belgesi,
kalmasını
iş tavsiye
başarı belgesi. ettim.
recompense f. karşılığını vermek; ödüllendirmek; cezalandırmak; tazminat
reconcile vermek. i. karşılık;
f. 1. uzlaştırmak, ödül; ceza; aralarını
barıştırmak, tazminat. bulmak. 2. razı etmek.
reconciliation i. uzlaşma, barışma.
recondite s. 1. derin (ilim). 2. anlaşılması güç, anlaşılmaz, muğlak.
recondition f. tamir edip yenilemek.
reconnaissance i., ask. keşif.
reconnaissance plane ask. keşif/gözcü uçağı.
reconnoissance i., ask., bak. reconnaissance.
reconnoiter f., ask. keşif yapmak, incelemek.
reconnoitre f., İng., ask., bak. reconnoiter.
reconsider f. yeniden incelemek, yeniden düşünmek.
reconstitute f. 1. yeniden kurmak. 2. yeniden oluşturmak.
reconstruct f. 1. yeniden yapmak, yeniden düzenlemek. 2. kalıntılarından
record eski durumunu
f. 1. yazmak, anlamaya 2.
kaydetmek. çalışmak.
banda almak. 3. kaydını yapmak.
record i. 1. kayıt, vesika. 2. sicil, defter. 3. plak. 4. tutanak. 5. rekor. s.
record player rekor
pikap;kıran, rekor yapan, en yüksek, en çok.
fonograf.
record prices rekor fiyatlar.
record-breaking s. rekor kıran.
recorder i. 1. blok flüt. 2. teyp. 3. kayıt tutan kimse, yazıcı.
recording i. (kaset, plak v.b.´ne ait) kayıt.
recording session plak/bant kaydı için yapılan toplantı.
recount f. anlatmak, hikâye etmek.
recount f. yeniden saymak. i. (ri´kaunt) yeniden sayma.
recoup f. 1. telafi etmek. 2. zararını ödemek.
recoup one´s losses zararını telafi etmek.
recourse i. 1. başvuru, yardım dileme. 2. başvurulacak yer/kimse.
recover f. 1. yeniden ele geçirmek, geri almak. 2. yeniden bulmak. 3.
re-cover telafi etmek. döşemek.
f. 1. yeniden 4. iyileşmek. 5. kendine
2. tekrar gelmek.
kapatmak. 3. döşemesini
recover damages yenilemek.
tazminat almak.
recover lost time kaybolan vakti telafi etmek.
recover one´s voice eski sesine kavuşmak, sesi düzelmek.
recovery i. 1. geri alma. 2. yeniden bulma. 3. telafi. 4. iyileşme.
recreate f. 1. canlandırmak, dinlendirmek, eğlendirmek. 2. eğlenmek.
re-create f. yeniden yaratmak.
recreation i. eğlence.
recriminate f. (birbirini) suçlamak.
recrimination i. karşılıklı şikâyet.
recruit f. 1. asker toplamak; askere almak. 2. iyileşmek, düzelmek. i. 1.
rectangle acemi
i., geom.er.dikdörtgen.
2. yeni üye.
rectangular s. dikdörtgen şeklinde, dikdörtgen.
rectifier i., elek. doğrultmaç.
rectify f. 1. düzeltmek, doğrultmak. 2. tasfiye etmek. 3. elek. (dalgalı
rectitude akımı) doğrudoğruluk.
i. dürüstlük, akıma çevirmek.
rector i. 1. papaz. 2. rektör.
rectum i., anat. rektum.
recumbent s. 1. boylu boyunca uzanmış, yatan. 2. yan yatan. 3. yaslanan.
recuperate f. iyileşmek.
recur f. (--red, --ring) (hastalık) depreşmek, nüksetmek; (olay) tekrar
recurrence olmak, tekrarlamak,
i. (hastalık) depreşme, yinelemek.
nüksetme; (olay) tekrar olma,
recurrent tekrarlama, yineleme.
s. depreşen, nükseden (hastalık); tekrar tekrar olan,
recycle tekrarlanan,
f. (kullanılmışyinelenen
maddeleri) (olay).
yeniden işleyip kullanılır duruma
recycled paper getirmek, geri kazanmak.
geri kazanılmış kâğıt.
red s. (--der, --dest) i. 1. kırmızı, kızıl, al. 2. gen. b.h. kızıl, komünist.
red deer kızıl geyik.
red flag 1. kızıl bayrak. 2. isyan bayrağı. 3. tehlike işareti.
red herring ilgiyi başka yöne çekmek için öne sürülen konu.
red light (trafik lambasında) kırmızı ışık.
red mulberry kırmızı dut.
red pepper kırmızıbiber.
red pepper kırmızıbiber.
red tape kırtasiyecilik, bürokrasi.
red-blooded s. 1. güçlü kuvvetli. 2. mert, erkekçe.
redbud i., bot. erguvan.
redden f. kırmızılaştırmak; kırmızılaşmak.
reddish s. kırmızımsı, kırmızımtırak.
redeem f. 1. bedelini verip geri almak, rehinden kurtarmak. 2. fidye
redeemer vererek kurtarmak.
i. kurtarıcı kimse. 3. (borcunu) ödemek.
redemption i. 1. kurtarma; kurtarılma. 2. rehinden kurtarma. 3. paraya
redemptive çevrilme.
s. kurtarıcı, kurtaran.
red-handed s. suçüstü.
redhead i. kızıl saçlı kimse.
red-hot s. 1. kızgın. 2. yepyeni, taze (haber). 3. son derece öfkelenmiş,
rediscount ateş saçan.
f. tekrar ıskonto etmek, reeskont etmek. i. reeskont.
red-letter s. çok önemli, unutulmaz.
red-light s.
red-light district genelevlerin bulunduğu semt, genelevler.
redo f. (re.did, --ne) yeniden yapmak.
redolent s. 1. güzel/keskin kokulu. 2. of/with ... kokan. 3. of/with -i
redouble anımsatan, -i hatırlatan,
f. 1. iki misline çıkarmak....2.kokan.
tekrarlamak; tekrarlanmak.
redouble one´s efforts daha fazla gayret sarfetmek.
redoubtable s. yaman, çetin, yavuz; güçlü ve gözü pek.
redound f. 1. to -i artırmak: This will redound to your credit. Herkesin
redress gözünde senin kıymetini
f. 1. düzeltmek, doğrultmak.artırır. 2. on/upon
2. telafi etmek. -i i.etkilemek, -e 2.
1. düzeltme.
dokunmak,
tazminat. -e yansımak: Whatever Şule does will eventually
redskin i., aşağ. Kızılderili.
redound on you. Şule´nin her yaptığı eninde sonunda sana
reduce f. 1. azaltmak, indirmek, düşürmek; küçültmek. 2. to (belli bir
dokunur.
reduce s.o. to silence duruma) getirmek,birinin
birini susturmak, sokmak, düşürmek:
sesini reduce to poverty
kestirmek.
yoksulluğa düşürmek. reduce to despair umutsuzluğa
reduced price indirimli fiyat.
düşürmek. 3. to -e çevirmek, -e döndürmek: reduce s.o. to a
reducer i., kim. redüktör,
laughing indirgen.
stock birini maskaraya çevirmek. 4. kilo vermek,
reducing zayıflamak.
i., bak. reduction. s., kim.indirgemek.
5. kim., mat. indirgeyici.
reducing agent kim. redüktör, indirgen.
reduction i. 1. azaltma, indirme; küçültme; azalma. 2. indirim, ıskonto. 3.
redundant küçültülmüş
s. 1. gerekenden şey; fazla
azaltılmış
olan,şey. 4. kim.,
gereksiz. 2. mat.
fazla redüksiyon,
sözle ifade
indirgeme.
edilmiş, ağdalı. 3. İng. işinden çıkarılan.
reed i. 1. kamış. 2. saz. 3. kamış düdük; kaval. 4. (üflemeli çalgılarda)
reeducate dil.
f. 1. yeniden eğitmek. 2. eğiterek ıslah etmek.
reef i. resif.
reefer i. kruvaze kalın ceket.
reefer i., argo esrarlı sigara.
reek f. (of) (fena koku) yaymak: reek of carrion leş kokmak. i. fena
reel koku.
i. makara. f. makaraya sarmak.
reel f. 1. dönmek, çabuk dönmek. 2. (başı) dönmek. 3. bozguna
reel off uğramak. 4. yalpalamak,
k. dili ezbere anlatmak; peş sendelemek.
peşe sıralamak.
reelect f., pol. yeniden seçmek.
reelection i. yeniden seçilme.
reel-to-reel s. iki makaralı (teyp).
reenforce f., bak. reinforce.
reenter f. 1. yeniden girmek. 2. yeniden katılmak. 3. yeniden
reevaluate kaydetmek.
f. 1. yeniden değerlendirmek. 2. yeniden göz önüne almak.
reexamine f. 1. yeniden imtihan etmek. 2. yeniden değerlendirmek. 3.
ref tekrar sorguya
kıs. referee, çekmek.
reference.
refectory i. 1. manastır yemekhanesi. 2. üniversite yemekhanesi.
refer f. (--red, --ring) to 1. -e göndermek, -e havale etmek: He
referred me to a specialist. Beni bir uzman hekime gönderdi. 2.
-e başvurmak, -e bakmak: When he doesn´t know a word he
refers to the dictionary. Bir sözcüğü bilmediğinde sözlüğe
bakıyor. 3. -den söz etmek, -den bahsetmek: She did not refer
referee i. hakem.
reference i. 1. gönderme, havale etme. 2. başvurma. 3. söz etme,
reference library bahsetme. 4. referans.
araştırma kütüphanesi.
referendum çoğ. --s (refıren´dımz)/ref.er.en.da (refıren´dı) i. referandum,
refill halkoylaması.
i. 1. yedek. 2. yedek kalem içi, kartuş.
refill f. yeniden doldurmak.
refine f. 1. arıtmak, tasfiye etmek, rafine etmek: refine sugar şekeri
refined rafine etmek. 2.
s. 1. arıtılmış, rötuş
rafine etmek:2.refine
edilmiş. kibar,a ince,
piecezarif.
of writing bir yazıyı
rötuş etmek. 3. incelik vermek, incelik kazandırmak: refine one
refinement i. 1. arıtma, rafine etme. 2. rötuş etme. 3. kibarlık, incelik,
´s manners tavırlarına incelik vermek.
refinery zariflik.
i. 1. rafineri, arıtımevi. 2. dökümhane.
refit f. (--ted, --ting) (gemiyi) yeniden donatmak.
reflect f. 1. yansıtmak, aksettirmek; yansımak, aksetmek. 2. on/upon -i
reflect poorly on derinlemesine
-e leke sürmek. düşünmek.
reflection i. 1. yansı, akis. 2. yansıma, aksetme. 3. derinlemesine
reflective düşünme. 4. düşünce,
s. 1. yansıtan; yansıyan. fikir.
2. düşünceli.
reflector i. yansıtaç, reflektör.
reflex s. tepkesel, tepkeli, refleks. i. tepke, yansı, refleks.
reflexion i., İng. yansıma, aksetme.
reflexive s., dilb. dönüşlü. i., dilb. 1. dönüşlü fiil. 2. dönüşlü zamir.
reflexive pronoun dilb. dönüşlü zamir.
reflexive pronoun dönüşlü zamir.
reflexive verb dilb. dönüşlü fiil.
reforestation i. yeniden orman haline getirme, yeniden ağaçlandırma.
reform f. ıslah etmek, iyileştirmek, düzeltmek; ıslah olmak, iyileşmek,
re-form düzelmek;
f. 1. yeniden reform
kurmak.yapmak. i. reform,
2. yeniden ıslah,
sıraya düzeltme.
dizmek. 3. yeni bir
reform school biçime
ıslahevi. sokmak.
reform school ıslahevi.
Reformation i. the Reformasyon.
reformation i. ıslah, düzeltme, iyileştirme; ıslah, düzelme, iyileşme.
reformatory s. düzeltici, iyileştirici. i. ıslahevi.
reformer i. reformcu, ıslahatçı.
reformism i. reformculuk, ıslahatçılık.
reformist i. reformcu, ıslahatçı.
refract f. (ışınları) kırmak.
refraction i., fiz. kırılma, kırılım, refraksiyon.
refractor i. ışıkkıran, refraktör.
refractory s. 1. inatçı, itaatsiz. 2. kolay işlenemez, erimez. 3. tıb. tedavisi
refrain güç, tedaviye
i., müz. cevap vermeyen.
nakarat.
refrain f. from -den çekinmek, -den sakınmak; kendini tutmak.
refresh f. 1. tazelemek: Can I refresh your drink? İçkini tazeleyeyim mi?
refresh s.o.´s memory of 2.
...(güç verip)birinin
hakkında canlandırmak, diriltmek, ihya
bilgisini tazelemek; etmek. 3.
... hakkında birine bir
mutlulandırmak,
şeyler hatırlatmak.mutlandırmak.
refresher course takviye kursu.
refreshing s. 1. (canı sıkkın veya oldukça umutsuz birine) çok hoş gelen
refreshments veya
i., çoğ.umut veren. 2.ikram
(misafirlere canlandırıcı, diriltici, ihya
edilen kurabiye, çay edici.
gibi) hafif yiyecek
refrigerate ve içecekler.
f. soğutmak, dondurmak.
refrigeration i. soğutma, dondurma.
refrigerator i. buzdolabı, soğutucu.
refrigerator car frigorifik vagon.
refuel f. (--ed/--led,--ing/--ling) yeniden yakıt almak.
refuge i. sığınacak yer, sığınak, barınak.
refugee i. mülteci.
refugee camp mülteci kampı.
refund f. (alınmış parayı) geri vermek, geri ödemek.
refund i. 1. geri ödeme. 2. geri ödenen para.
refurbish f. 1. yeniden cilalamak, yeniden perdahlamak, yeniden
refusal parlatmak.
i. 1. ret, kabul2. yeniden
etmeme.döşemek, yeniden tefriş
2. kabul etmeme etmek.
veya reddetme hakkı.
refuse f. kabul etmemek, reddetmek, geri çevirmek: He refused to see
refuse me. Beni görmeyi
i. döküntü; artıklar;reddetti.
çöp. The company refused our offer.
Şirket teklifimizi geri çevirdi.
refuse collector İng. çöpçü.
refuse container çöp kutusu.
refuse on principle prensiplerine aykırı olduğu için reddetmek.
refuse tip İng. çöplük.
refute f. yalanlamak, çürütmek.
refute an argument bir savı çürütmek.
reg kıs. regent, region, register, regular.
regain f. tekrar ele geçirmek, yeniden kazanmak.
regal s. 1. krala ait; krala yakışır. 2. şahane, muhteşem.
regale f. 1. eğlendirmek. 2. ziyafetle ağırlamak; ziyafet çekmek.
regalia i. (belirli bir durumda/zamanda giyilen) kıyafet, kılık.
regally z. kral gibi.
regard f. 1. dikkatle bakmak. 2. saymak, ... gözüyle bakmak: I regard
regard s.t. as good riddance him as auzaklaştırılmasını,
(birinin friend. Onu arkadaş birsayıyorum. 3. ilgilendirmek;
şeyin yok edilmesini) hoş ile
ilgili olmak:
karşılamak. This problem regards all of us. Bu sorun hepimizi
regarding edat ... hakkında; -e ilişkin.
ilgilendiriyor. This criticism regards Hasan. Bu eleştiri Hasan´la
regardless z. 1. her
ilgili. şeye rağmen;
4. dikkate almak, ne olursa
hesaba olsun. 2.
katmak: Heoffailed
-e aldırmayarak,
to regard -e
regenerate bakmayarak.
these
f. problems.
1. yeniden Bu sorunları dikkate almadı.
yapmak/üretmek/oluşturmak; 5. dikkat
yeniden etmek,2.
oluşmak.
regent kulak
ıslah vermek,
i. kraletmek, aldırmak: iyileştirmek;
naibi. düzeltmek, She failed to ıslah
regard the warning.
olmak, düzelmek,
Uyarıya aldırmadı.
iyileşmek. 3. yeniden i. 1.canlandırmak/hayat
bakış, nazar. 2. saygı, hürmet.
vermek. 4. manen
regime i. rejim, yönetim, sistem.
yeniden doğmak.
regimen i. 1. tıb. perhiz, rejim. 2. yönetim, idare.
regiment i., ask. alay.
regiment f. 1. ask. alay oluşturmak. 2. (toplum, kurum v.b.´ni) sıkı bir
region düzene
i. 1. yöre, sokmak.
bölge. 2. alan, çevre. 3. tabaka: in the upper regions
regional of the atmosphere
s. bölgesel. havanın üst tabakalarında.
regionally z. bölgeye göre.
register i. 1. kütük, kayıt defteri: register of births doğum kütüğü. 2.
registered sicil: register office
s. 1. taahhütlü: sicil dairesi.
registered letterf.taahhütlü
1. kaydetmek,
mektup. deftere
2. kayıtlı:
geçirmek.
registered 2. göstermek:
nurse kayıtlı The thermometer
hemşire. registers ten
registrar i. 1. (üniversitede) kayıt memuru. 2. sicil memuru.
degrees. Termometre on dereceyi gösteriyor. 3. (mektubu)
registration i. 1. kayıt; olarak
taahhütlü tescil. göndermek.
2. oto. ruhsat. 4. kaydolmak, yazılmak.
registry i. 1. kayıt; tescil. 2. sicil dairesi.
regress f. gerilemek.
regression i. gerileme.
regressive s. gerileyen, gerileyici, regresif.
regressive assimilation dilb. gerileyici benzeşme.
regret f. (--ted, --ting) 1. pişmanlık duymak: She regrets having sold
regretful her
s. 1.home.
pişman.Evini sattığına pişman. 2. -e üzülmek, -e hayıflanmak,
2. üzüntülü.
-e yerinmek: I regret the disappearance of trees in our
regrettable s. üzücü, acınacak.
neighborhood. Mahallemizdeki ağaçların yok oluşuna
regular s. 1. düzenli, i.muntazam;
üzülüyorum. 1. pişmanlık. kurallı, kurallara
2. esef, uygun. 2. düzgün. 3.
üzüntü.
regular verb normal; her zamanki.
dilb. kurallı fiil. 4. devamlı (müşteri). 5. k. dili tam: a
regular lie tam bir yalan. 6. k. dili -in teki: a regular idiot salağın
regularise f., İng., bak. regularize.
teki.
regularity i. 1. düzenlilik, düzen. 2. düzgünlük. 3. kurala uygunluk.
regularize f. 1. düzene koymak. 2. resmileştirmek, yasallaştırmak.
regularly z. düzenli olarak, muntazaman.
regulate f. -in işleyişini/çalışmasını düzenlemek/regüle
regulation etmek/ayarlamak/denetlemek.
i. 1. kural, kaide. 2. of -in işleyişini/çalışmasını düzenleme/regüle
regulator etme/ayarlama/denetleme.
i. düzenleyici, regülatör. 3. çoğ. tüzük; yönetmelik.
regurgitate f. 1. (kusarak) çıkarmak: She regurgitated the contents of her
regurgitation noontime
i. 1. kusarakrepast onto 2.
çıkarma. mytıb.
shoulder. Öğle
(sıvı) geri yemeğinde yediklerini
akma.
omzuma çıkardı. 2. tıb. (sıvı) geri akmak.
rehabilitate f. 1. ıslah etmek, iyileştirmek. 2. onarmak. 3. namus veya
rehabilitation itibarını iade etmek, eski haklarını iade etmek.
i. rehabilitasyon.
rehash f. (başka birinin yazdıklarını/söylediklerini) farklı bir biçimde
rehearsal yazmak/söylemek.
i. 1. tiy., müz. prova.i. of
2. (yazılı/söylenen
tekrarlama. bir şeyin) az çok tekrarı.
rehearse f. 1. (oyun, müzik v.b.´ni) prova etmek. 2. tekrarlamak.
reign i. 1. saltanat. 2. devir. f. 1. saltanat sürmek. 2. hüküm sürmek.
reimburse f.
reimburse s.o. for birine (yaptığı masrafları) ödemek, birinin (masraflarını)
reimbursement karşılamak.
i. 1. (birinin masraflarını karşılayan) ödeme/para. 2. for
rein (masrafları)
i., gen. çoğ. ödeme.
dizgin, yular. f. in/up dizginini çekip durdurmak.
reincarnate f. yeni bedene girmek; (ruhu) yeni bedene sokmak.
reincarnation i. ruhun bir bedenden diğerine geçmesi, reenkarnasyon.
reindeer i. (çoğ. rein.deer) rengeyiği.
reinforce f. 1. takviye etmek, desteklemek. 2. kuvvetlendirmek,
reinforced sağlamlaştırmak,
1. takviye edilmiş,pekiştirmek.
desteklenmiş. 2. kuvvetlendirilmiş,
reinforced concrete sağlamlaştırılmış,
betonarme. pekiştirilmiş.
reinforcement i. 1. takviye, destek. 2. kuvvetlendirme, sağlamlaştırma,
reinstate pekiştirme.
f. 1. in (birini) tekrar (bir makama) getirmek. 2. -i geri getirmek,
reinsurance -i yeniden sağlamak.
i. reasürans.
reinsure f. reasürans yapmak/yaptırmak.
reinvest f. (parayı/geliri) yeniden yatırmak.
reissue f. 1. yeniden basmak. 2. yeniden çıkarmak; yeniden çıkmak. i.
reiterate yeni baskı.
f. tekrarlamak.
reject f. 1. kabul etmemek, reddetmek. 2. ıskartaya çıkarmak, atmak.
rejection i. kabul etmeme, ret; kabul olunmama.
rejoice f. (at/over) (-e) çok sevinmek, (-den dolayı) sevinçten uçmak,
rejoin dünyalar
f. onun olmak,
1. tekrar/yeniden düğün bayram
birleştirmek. etmek. tekrar/yeniden
2. (ricoyn´) He rejoices in the
name of Uçuk. Ona
katılmak/iştirak Uçuk
etmek. 3.diye hitap cevap
(rîcoyn´) ediyorlar.
vermek.
rejoinder i. cevap.
rejuvenate f. 1. gençleştirmek; gençleşmek. 2. canlandırmak, ihya etmek.
rejuvenation i. 1. gençleştirme; gençleşme. 2. canlandırma, ihya etme.
relapse f. 1. eski (ve kötü) haline dönmek; into (eski ve kötü haline)
relate dönmek. i. eskinakletmek.
f. 1. anlatmak, (ve kötü) haline dönme.
2. (olaylar/durumlar/insanlar)
related arasında
s. (onunla) bağlantı kurmak:
ilgili; (ona) I can´t orelate
benzeyen; türden.those two events. O iki
olay arasında bağlantı kuramıyorum. 3. to ile ilgili olmak, ile
relation i. 1. ilgi, alaka, bağlantı, rabıta, ilişki, münasebet. 2. akraba,
ilgisi olmak: That doesn´t relate to the matter in hand. Onun
relationship hısım.
i. 3. fels. bağıntı,
1. akrabalık bağı, izafet. 4.2.man.
akrabalık. ilişki,bağıntı,
bağlantı.münasebet.
3. (insanlar5.
konumuzla ilgisi yok. 4. to ile iyi ilişki kurmak: They don´t relate
anlatma,
arasındaki) anlatış,
ilişki; nakletme, naklediş.
relative very
i. well to
akraba, other
hısım. s.arkadaşlık;
people.
1. göreli,Diğerdostluk.
kişilerle
görece, pek iyi
göreceli, ilişkiler
izafi, bağıl, rölatif,
relative clause kuramıyorlar.
nispi. 2. fiz., 5.
kim.,to k.
mat.dili -i
bağıl,iyi anlamak:
nispi, I
izafi: can relate
relative
dilb. (who, which veya that gibi ilgi zamirini içeren) ilgileme to his art.
humidity bağıl
Onun
nem.
cümlesi.sanatını
relative iyi anlıyorum.
density bağıl yoğunluk.
relative pronoun ilgi zamiri.
relative pronoun dilb. (who, which veya that gibi) ilgi zamiri, bağlama zamiri, ki
relative to bağlacı.
ile ilgili olarak: She wrote to him relative to Nedim´s retirement.
relatively Nedim´in
z. diğerlerineemekli oluşuna izafeten
göre/nazaran; her şey ona
gözmektup
önünde yazdı.
tutulursa,
relativism nispeten: Their casualties
i., fels. bağıntıcılık, görecilik,were relatively few. Her şey göz
rölativizm.
önünde tutulursa zayiatları azdı.
relativist i., fels. bağıntıcı, göreci, rölativist.
relativity i. görelilik, izafiyet, bağıllık, rölativite.
relax f. 1. gevşetmek; gevşemek. 2. yumuşatmak, hafifletmek;
relay yumuşamak,
i. 1. vardiya. 2.hafiflemek.
spor bayrak3. dinlenmek.
koşusu. 3. elek. röle. f. (rîley´) 1.
relay (birinden
f. (re.laid)alınan
yeniden haberi) iletmek, bildirmek, aktarmak. 2.
sermek/döşemek.
rölelerle iletmek/aktarmak.
relay station röle istasyonu.
release f. 1. serbest bırakmak, salıvermek; huk. tahliye etmek. 2.
release s.o. on bail kurtarmak. 3. duyurmak. 4.
birini kefaletle/kefaleten (yenietmek.
tahliye film, plak v.b.´ni) piyasaya
çıkarmak. i. 1. salıverme; huk. tahliye. 2. kurtarma. 3. af. 4.
relegate f.
duyurma. 5. (yeni film, plak v.b.´ni) piyasaya çıkarma.
relegate s.o./s.t. to birini/bir şeyi (daha aşağı bir kategoriye) koymak.
relent f. 1. yumuşamak. 2. acıyıp merhamet göstermek. 3. (fırtına)
relentless hafiflemek.
s. 1. amansız, acımasız. 2. durmak bilmeyen (şey). 3. devamlı,
relevance aralıksız.
i. (belirli bir konuyla olan) ilgi.
relevant s. 1. to ile ilgili. 2. konuyla ilgili, yerinde. 3. güncel konularla
reliability ilgili; yararlı.
i. güvenirlik.
reliable s. güvenilir, emin, sağlam.
reliableness i., bak. reliability.
reliance i. on -e güven, -e itimat, -e bel bağlama.
relic i. 1. bir peygamberin/azizin bedeninden artakalan parça veya
relief özel
i. eşyası,
1. iç rölik. 2.ferahlama.
rahatlaması, kalıntı. 3. yadigâr.
2. kurtarma. 3. yardım, imdat. 4.
relief map avuntu. 5. nöbeti devralan
yükseklikleri gösteren harita. kimse. 6. heyk. kabartma, rölyef. 7.
rölöve. 8. (devletin afetzedelere, işsizlere yaptığı) yardım.
relieve f. 1. gönlünü ferahlatmak. 2. kurtarmak. 3. nöbetini devralmak.
religion i. din.
religious s. 1. dindar, mütedeyyin. 2. dini, dinsel. 3. çok dikkatli.
relinquish f. -den feragat etmek, -den vazgeçmek; -i bırakmak.
relish i. 1. güzel tat, lezzet, çeşni. 2. zevk, keyif. f. -den zevk/keyif
reluctance almak.
i. gönülsüzlük, isteksizlik; tereddüt.
reluctant s. gönülsüz, isteksiz; tereddütlü.
reluctantly z. istemeyerek, gönülsüzce; tereddüt içinde.
rely f. on -e güvenmek, -e itimat etmek, -e bel bağlamak.
remain f. 1. kalmak, durmak. 2. artakalmak. 3. olduğu gibi kalmak.
remain true to (one´s word/friends) (sözüne/arkadaşlarına) sadık kalmak.
remainder i. kalıntı, artan; bakiye. f. (elde kalan kitapları) ucuza elden
remains çıkarmak.
i. 1. kalıntılar. 2. ceset.
remake f. (re.made) yeniden yapmak.
remand f. 1. geri göndermek, iade etmek. 2. (cezaevine/ıslahevine) iade
remark etmek.
f. 1. söylemek, demek. 2. -i farketmek. i. 1. söz, laf. 2. dikkat
remark on/upon etme.
... hakkında bir şey söylemek/yazmak.
remarkable s. 1. dikkate değer. 2. olağanüstü.
remarry f. yeniden evlenmek.
remedial s. 1. iyileştirici, tedavi edici. 2. düzeltici.
remedy i. 1. çare. 2. ilaç, deva. f. 1. çaresini bulmak. 2. düzeltmek.
remember f. hatırlamak, anımsamak, anmak.
Remember me to him. Ona benden selam söyleyin.
remind f. hatırlatmak, anımsatmak.
reminder i. 1. hatırlatma. 2. hatırlatıcı şey.
reminisce f. about 1. ... hakkındaki anılarını anlatmak. 2. -i hatırlamak.
reminiscence i. 1. hatırlama, anımsama. 2. hatıra, anı.
reminiscent s. of -i anımsatan, -i andıran.
remiss s. 1. ihmalci, ihmalkâr. 2. dikkatsiz. 3. üşengeç, tembel.
remission i. 1. af. 2. hafifletme, azaltma; hafifleme, azalma.
remit f. (--ted, --ting) 1. (para) göndermek, yollamak, havale etmek.
2. (ceza v.b.´nden) vazgeçmek. 3. (günah, suç v.b.´ni)
affetmek, bağışlamak. 4. hafifletmek, azaltmak; hafiflemek,
azalmak. 5. huk. (davayı) (üst mahkemeden alt mahkemeye)
iade etmek.
remittance i. 1. gönderilen para. 2. of (para) gönderme/gönderilme; havale.
remnant 3. (ceza
i. 1. v.b.´nden)
kalıntı, vazgeçme.
artık; bakiye. 2. parça4. (günah,
kumaş. suç v.b.´ni) affetme,
bağışlama. 5. hafifletme, azaltma; hafifleme, azalma.
remodel f. (bir yerde) tadilat yapmak; -e yeni bir biçim vermek.
remonstrance i. itiraz; şikâyet.
remonstrate f.
remonstrate against -i protesto etmek.
remonstrate with s.o. about
birine bir şey hakkındaki itirazlarını/şikâyetlerini söylemek: I
s.t.
remorse remonstrated
i. vicdan azabı,with büyükthepişmanlık.
judge about his decision. Hâkime kararı
hakkındaki itirazlarımı söyledim.
remorseful s. çok pişman.
remorseless s. merhametsiz, amansız; acımasız.
remote s. 1. uzak. 2. ücra, sapa. 3. pek az.
remote control uzaktan kontrol, uzaktan kumanda.
remote-control s.
remote-control switch kumanda cihazı, kumanda.
remotely z. 1. uzaktan. 2. hiç (Olumsuz bir fiille birlikte kullanılır.).
remoteness i. uzaklık.
removal i. 1. çıkarma; çıkarılma. 2. kaldırma, alıp götürme; kaldırılma. 3.
remove taşınma,
f. nakil. He
1. çıkarmak: 4. yol verme,his
removed işinden
shoes.çıkarma. 5. (ameliyatla)
Ayakkabılarını çıkardı. 2.
alma. 6. giderme.
kaldırmak: Remove the flowers from the table. Çiçekleri
remunerate f. 1. (for) (birine) (yaptığının karşılığını) vermek/ödemek. 2.
masadan
(with) kaldır.
(bir3.şeyle)
(ameliyatla) almak: He removed the wart.
remunerative s. kârlı,(birini)
kazançlı. ödüllendirmek.
Siğili aldı. 4. çıkarmak, gidermek: She was unable to remove the
Renaissance i.
stain in her dress. Elbisesindeki lekeyi çıkaramadı. 5. ortadan
renascence kaldırmak, yok etmek: We have been unable to remove the
i. yeniden doğma.
renascent causes of poverty.
s. 1. yeniden oluşmaya Yoksulluğun
başlayan, nedenlerini ortadan2. yeniden
yeniden uyanan.
kaldıramadık.
doğan. 6. işten çıkarmak. 7. to -e taşınmak; -i -e taşımak:
rend f.
We (rent)
have1.removed
yırtmak;to yırtılmak.
Bursa for2.the parçalamak;
summer. Yaz parçalanmak.
mevsimi için3.
render yarmak;
f. 1. yarılmak.
kılmak,
Bursa´ya taşındık.... duruma getirmek, -leştirmek: render possible
render a verdict mümkün
(hâkim/jüri)kılmak.
kararrender
vermek, unnecessary
karara varmak.gereksiz kılmak. render
defenseless savunmasız duruma getirmek. render helpless
render accounts (müşterilere) hesap ekstresi göndermek.
çaresiz bırakmak. render s.o. unable to do s.t. birini bir şeyi
render payment ödeme yapmak.
yapamayacak duruma getirmek. 2. (sanat eserini) icra
render s.t. into etmek/yorumlamak:
bir şeyi (başka bir dile) She rendered that sonata
çevirmek/tercüme etmek.beautifully. O
render thanks sonatı güzel
şükretmek. icra etti. 3. (iyilik/hizmet/yardım/teşekkür) etmek:
You´ve rendered me a service. Bana iyilik ettin. 4. (yağı) eritip
rendezvous çoğ.
saf birren.dez.vous (ran´dıvuz) i. buluşma
hale getirmek/saflaştırmak. (yeri),
5. (hesap, birrandevu (yeri).
şeyin dökümü
rendition f. sözleşip
v.b.´ni) buluşmak.
i. 1. icra,sunmak,
yorumlama. vermek.2. çeviri, tercüme.
6. anlatmak/ifade etmek/tasvir
renegade etmek/betimlemek/resmetmek/canlandırmak.
i. 1. dininden dönen kimse. 2. kaçak kimse. s. 1. dininden
renege dönen. 2. kaçan.
f. 1. sözünden 3. hain.2. on -den caymak.
dönmek.
renege on a/one´s promise sözünden dönmek.
renew f. 1. yenilemek, onarmak. 2. canlandırmak, gençleştirmek. 3.
renewal (pasaport v.b.´nin)
i. 1. yenileme; süresini2.uzatmak.
yenilenme. of süresini uzatma; süresinin
renounce uzatılması.
f. 1. (bir iddiadan) vazgeçmek; (bir imtiyazdan)
renovate vazgeçmek/feragat
f. yenilemek: renovate etmek. 2. terketmek.
a building bir binayı3.yenilemek.
reddetmek,
tanımamak.
renown i. ün, şöhret.
renowned s. ünlü, meşhur, şöhretli.
rent i. kira, kira bedeli. f. 1. kiralamak, kiraya vermek: She is going
rent to rent her
f., bak. rend.apartment to a foreigner. Dairesini bir yabancıya
kiralayacak. 2. kiralamak, kira ile tutmak: I rented the car from
rent s.t. by the week bir şeyi haftalığına kiralamak.
a car rental agency. Arabayı kiralık oto acentesinden kiraladım.
rental i. 1. kira, kira bedeli. 2. kiralama. s. 1. kiralık. 2. kira ile ilgili.
rental agency emlak acentesi.
renter i. kiracı.
rent-free s. kirasız, bedava.
rentier i., ekon. rantiye.
renunciation i. 1. vazgeçme, feragat. 2. terketme. 3. ret, tanımama.
reorder f. 1. yeniden ısmarlamak. 2. yeniden düzenlemek.
reorganise f., İng., bak. reorganize.
reorganize f. yeniden düzenlemek.
rep kıs. report, representative.
repair f. 1. tamir etmek, onarmak. 2. düzeltmek. i. 1. tamir, onarma. 2.
repair shop çoğ. tamirat,
tamirci dükkânı. onarım.
repairman çoğ. re.pair.men (rîper´men) i. tamirci.
reparations i. savaş tazminatı.
repartee i. hazırcevap sözlerle dolu konuşma.
repatriate f. (birini) uyruğunda olduğu ülkeye geri göndermek/iade etmek.
repay f. (re.paid) 1. geri vermek, ödemek. 2. karşılığını vermek.
repeal f. (yasayı) yürürlükten kaldırmak, ilga etmek.
repeat f. 1. tekrarlamak, tekrar etmek, yinelemek; tekrarlanmak,
repeated tekerrür etmek,tekrar
s. tekrarlanan, yinelenmek. 2. ezberden söylemek. i. 1.
edilen, yinelenen.
tekrarlama, yineleme; tekrarlanma, tekerrür, yinelenme. 2.
repeatedly z. tekrar tekrar; defalarca.
müz. tekrar.
repel f. (--led, --ling) 1. itmek, itelemek. 2. defetmek, kovmak. 3.
repent (düşmanı)
f. 1. pişman geri
olmak.püskürtmek.
2. tövbe 4. reddetmek. 5. tiksindirmek,
etmek.
iğrendirmek.
repentance i. 1. pişmanlık. 2. tövbe.
repentant s. 1. pişman. 2. tövbekâr.
repercussion i. 1. geri tepme. 2. yankı.
repertoire i. repertuar.
repertory i. 1. tiy. repertuar. 2. zengin kaynak.
repetition i. 1. tekrarlama, tekrar etme, yineleme; tekrarlanma, tekerrür,
repetitious yinelenme.
s. 1. tekrarlarla 2. ezberden
dolu. 2. hep okuma. kendini tekrar eden.
repetitive s., bak. repetitious.
rephrase f. başka bir şekilde ifade etmek.
replace f. 1. yenilemek, yenisiyle değiştirmek: We need to replace all
replenish this old machinery.
f. tekrar doldurmak.Bu eski makinelerin hepsini yenilememiz
lazım. 2. başkasıyla değiştirmek, sağlamıyla değiştirmek. The
replenishment i. tekrar dolma; tekrar doldurma.
vase you sold me has a fault in it. Will you replace it? Bana
replete s. 1. doymuş.
sattığınız vazo2.defoluwith ile dopdolu.
çıktı. Bir başkasıyla değiştirir misiniz? 3.
repletion -in
i. 1.yerine yenisini
aşırı tokluk; almak: I will
doygunluk. replace the broken statue. Kırılan
2. dolgunluk.
replica heykelin yerine
i. ikinci nüsha, kopya. yenisini alacağım. 4. yerini doldurmak; yerine
geçmek, yerini almak: Nothing can ever replace books.
reply f. (to) (-e) yerini
Kitapların cevap/yanıt/karşılık
hiçbir şey dolduramaz. vermek; to He-ihas replaced the
report cevaplamak/yanıtlamak.
f. 1. bildirmek,
salesman who was haber fired. i.
vermek:cevap,
İşten Today´s yanıt, karşılık.
paper
atılan satıcının reports that 5.
yerine geçti.
report card workers
iade etmek,in Berlin
ödemek:
karne, öğrenci karnesi. have Hegone
is on
going strike.
to Bugünkü
replace the gazete
money Berlin
he stole.
´deki
Çaldığıişçilerin
parayı greve gittiğini6.bildiriyor.
iade edecek. 2. anlatmak,
geri koymak; söylemek:
yerine koymak:
reporter i., gazet., radyo, TV muhabir.
She reported
Replace the bookwhaton sheitshad
shelf.seen.
KitabıGördüklerini anlattı.
raftaki yerine koy.3. (birini)
repose f. 1. dinlenmek.
şikâyet etmek. 4. 2.to on-e-in üstünde durmak/bulunmak/yatmak;
gitmek/gelmek: Report to your boss forin
repository -de
i. 1. bulunmak.
new instructions.
kap. 2. depo, i. 1. dinlenme,
Yeni
ambar. talimatı istirahat.
3. sırdaş.almak için 2. amirinize
sükûn, huzur.
gidin. 5. -de
reprehend hazır bulunmak:
f. azarlamak, paylamak. You´re to report here at ten o´clock sharp!
Tam onda burada olacaksın! i. 1. rapor. 2. bildiri. 3. haber. 4.
reprehensible s. menfur;
söylenti, ayıp, ayıplanacak.
rivayet. 5. top sesi; patlama sesi.
represent f. 1. göstermek, betimlemek, tasvir etmek: This painting
represent o.s. as ... represents a village
kendini ... olarak in Anatolia.
tanıtmak: Bu tablo Anadolu´daki
He represented himself as a birgenius.
köyü
betimliyor.
Kendini 2. -i simgelemek,
bir dâhibetimleme,
olarak tanıttı. -i temsil etmek: The Greek letter
representation i. 1. gösterme, tasvir etme. 2. simgeleme, temsil
omega represents infinity. Yunan alfabesindeki omega harfi
representation of o.s. as ... etme;
kendini temsil
... edilme.
olarak 3. temsil etme, temsilcisi olma. 4. (rolünü)
tanıtma.
sonsuzluğu temsil ediyor. 3. -i temsil etmek, -in temsilcisi
oynama. 5. anlatma, açıklama.
representative olmak:
s. tipik, Which
örnek.company
i. temsilci, domümessil.
you represent? Hangi şirketi temsil
repress ediyorsunuz? 4. -in sonucu
f. baskı altında tutmak, bastırmak. olmak, -in ürünü olmak: This book
represents two years of work. Bu kitap iki yıllık bir çalışmanın
repression i. 1. baskı
ürünü. altında
5. ... rolünetutma, çıkmak; bastırma.
... rolünde 2. pol. baskı. 3.
oynamak, ruhb. baskı;
-i oynamak. 6.
repressive itilim,
s. itilme.
baskıcı; baskı uygulayan.
anlatmak, açıklamak, belirtmek: He was unable to represent his
reprieve plan
f. clearly. Planını
1. (birinin) cezasınıaçıkça anlatamadı.
ertelemek. 2. (kötü bir şeyi) ertelemek,
reprimand geciktirmek.
i. azar, paylama. i. 1. (cezayı) erteleme, tecil etme. 2. (cezayı)
erteleme kararı. 3. (kötü bir şeyi) erteleme, geciktirme.
reprimand f. azarlamak, paylamak.
reprint f. tekrar basmak.
reprint i. yeni baskı.
reprisal i. misilleme.
reproach f. sitem etmek: She reproached me for being late. Geciktiğim
reproachful için banadolu,
s. sitem sitem etti. i. 1. sitem. 2. leke, yüzkarası. 3. sitemli söz.
sitemli.
reprobate s. namussuz, ahlaksız. i. namussuz/ahlaksız kimse.
reprocess f. tekrar işlemek.
reproduce f. 1. doğurmak, yavrulamak. 2. üremek, çoğalmak; üretmek,
reproduction çoğaltmak.
i. 1. üreme, 3. aynını/kopyasını
çoğalma; yapmak, taklit
üretme, çoğaltma. etmek. 4. yeniden
2. röprodüksiyon,
oluşturmak.
kopya. 3. aynını/kopyasını yapma. 4. yeniden oluşturma.
reproof i. azar, paylama.
reprove f. azarlamak, paylamak.
reptile i. sürüngen.
reptilian s. 1. zool. sürüngenlere özgü. 2. sürüngensi; donuk; soğuk. 3.
republic aşağılık, pis (kimse). i., zool. sürüngen.
i. cumhuriyet.
Republican i., A.B.D. Cumhuriyetçi, Cumhuriyetçi Parti üyesi/taraftarı. s.,
republican A.B.D. Cumhuriyetçi.
i. cumhuriyetçi. s. 1. cumhuriyete ait. 2. cumhuriyetçi.
repudiate f. 1. reddetmek, tanımamak. 2. kabul etmemek, geri çevirmek.
repugnant s. 1. iğrenç, tiksindirici, çirkin. 2. to -e zıt, -e karşıt.
repulse f. 1. geri püskürtmek. 2. (suçlama v.b.´nin) haksız olduğunu
repulsion kanıtlamak.
i. 1. iğrenme,3.tiksinme.
reddetmek, geri
2. fiz. çevirmek. i. 1. geri püskürtme.
geritepki.
2. ret, geri çevirme.
repulsive s. iğrenç, tiksindirici, itici.
repulsiveness i. iğrençlik, iticilik.
reputable s. saygın.
reputation i. ad, ün; itibar.
repute i. ad, şöhret.
reputed s. 1. varsayılan, farzolunan; sözde. 2. saygın.
request i. rica, istek, dilek. f. rica etmek, dilemek.
require f. 1. gerektirmek, icap ettirmek, istemek: work requiring
requirement patience sabır isteyen
i. 1. gereksinim, ihtiyaç. iş.2.2.talep.
-e ihtiyacı olmak,
3. gerek, -e gereksinimi
icap.
olmak: We require help. Yardıma ihtiyacımız var. 3. istemek,
requisite s. gerekli. i. gerekli şey.
talep etmek: My boss required me to work overtime. Amirim
requisition i. talep.
fazla f. talep
mesai etmek.istedi.
yapmamı
requite f. karşılığını vermek.
rescind f. (yasa, anlaşma v.b.´ni) iptal etmek, feshetmek, yürürlükten
rescue kaldırmak.
f. kurtarmak. i. kurtarma; kurtuluş.
research i. araştırma. f. araştırmak.
resection i., tıb. rezeksiyon.
resemblance i. benzerlik.
resemble f. benzemek, andırmak: He resembles his father. Babasına
resent benziyor. This basket resembles those made in North Africa. Bu
f. -e kızmak/sinirlenmek.
sepet Kuzey Afrika´da yapılanları andırıyor.
resentful s. kızgın.
resentment i. kızgınlık.
reservation i. 1. yer ayırtma, rezervasyon: Did you make a reservation at
reserve this
f. 1. hotel?
ayırtmak:Bu otelde rezervasyon
I reserved a table foryaptırmış mıydınız?
four at the 2.
restaurant.
tereddüt; kuşku,
Lokantada dört şüphe:
kişilik birI masa
have some reservations
ayırttım. 2. saklamak,about this I
ayırmak:
reserve judgment hüküm vermeyi uzatmak.
plan. Bu planla
will reserve thisilgili
book bazı
for kuşkularım var. 3. huk.
you until tomorrow. Bu ihtiraz kaydı.
kitabı sizin 4.
için
reserve officer yedek subay.
Kızılderililer için ayrılmış arazi.
yarına kadar saklayacağım. 3. ertelemek: She will reserve her
reserved s. 1. ayrılmış,
decision saklanılmış.
until after the meeting 2. rezerve
next edilmiş. 3. ağzıgelecek
week. Kararını sıkı.
reserves haftaki
i. 1. yedektoplantıdan
kuvvet. 2. sonraya
ihtiyaterteledi.
akçesi. 3.i. yedek
1. ihtiyat olarak 4.
askerler. saklanan
ask.
reservoir şey,
yedek yedek.
ikmal 2. ağız sıkılığı.
maddeleri. 3. spor yedek
i. 1. baraj gölü, baraj. 2. depo, hazne, birikim. oyuncu.
reside f. 1. oturmak, ikamet etmek. 2. in -e ait olmak: The authority
resides in him. Yetki ona aittir. 3. in -e bağlı olmak, -e
dayanmak: The ability to plan resides in the imagination.
Tasarlama yeteneği hayal gücüne bağlıdır.
residence i. 1. oturma, ikamet. 2. ev, konut, mesken, ikametgâh.
residence permit ikamet tezkeresi.
residence permit ikamet tezkeresi, oturma belgesi/izni.
residency i., tıb. ihtisas dönemi.
resident s. 1. oturan, sakin. 2. aslında bulunan. 3. yerli (kuş). i. sakin, bir
residential yerde oturan kimse.
s. 1. oturmaya ayrılmış (alan/mahalle/semt). 2. özel konutların
residual bulunduğu (mahalle/semt).
s. artan, artakalan, 3. ikametgâh
artık. i. artık, artan şey. ile ilgili.
residue i., kim. çözünmez artık; tortu, çökelti.
resign f. 1. istifa etmek, (işten) ayrılmak, çekilmek: resign one´s post
resign o.s. to görevinden
(boyun eğerek) istifa-e
etmek. 2. feragat
katlanmak: etmek,
We have vazgeçmek,
resigned ourselves to
terketmek,
the bırakmak:
government´s new resign
policy.a Hükümetin
claim iddiadanyeni vazgeçmek.
politikasına 3. to
resignation i. 1. istifa, çekilme. 2. istifa mektubu. 3. feragat, vazgeçme,
-e teslim
boyun etmek, -e vermek; -e emanet etmek: I resign my
eğdik.
resilience terketme,
i. 1. direnç, birakma. 4. (boyun
dirençlilik. 2. çabuk eğerek) katlanma;
iyileşme tevekkül..
gücü; zorlukları yenme
children to your care. Çocuklarımı sana emanet ediyorum.
resiliency gücü. 3. esneklik.
i., bak. resilience.
resilient s. 1. dirençli. 2. çabuk iyileşen; kendini çabuk toparlayan;
resin güçlükleri
i. reçine. yenme yeteneği olan. 3. esnek, elastiki.
resist f. 1. direnmek, karşı durmak, karşı koymak: resist an enemy
resistance düşmana
i. 1. direnme, karşıdireniş,
koymak. 2. dayanmak:
karşı durma, karşı resist
koyma.pain2.acıya
fiz. direnç,
dayanmak.
rezistans.
resistant s. 1. direnen, karşı koyan. 2. to -e dayanıklı/dirençli. fire-
resistivity resistant s. ateşe dayanıklı. water-resistant s. suya dayanıklı.
i., fiz. özdirenç.
resole f. (ayakkabıya) pençe vurmak.
resolute s. kararlı, azimli.
resolutely z. kararlı olarak, kararlılık içinde, azimle.
resolution i. 1. kesin karar. 2. kararlılık, azim. 3. çözüm. 4. fiz., kim. çözme.
resolve 5. teklif,
f. 1. önerge. -e kesin karar vermek: She resolved to give
-e azmetmek,
resolve on up
-e cigarettes.
karar vermek, Sigarayı bırakmaya
-i kafasına koymak.karar verdi. 2. çözmek,
halletmek; ortadan kaldırmak: resolve the problem sorunu
resolved s. 1. kararlı, azimli. 2. karar vermiş; kararlaştırılmış.
çözmek. resolve a doubt bir kuşkuyu ortadan kaldırmak. 3.
resonance i. 1. tını. 2. ses gürlüğü.
kararlaştırmak, 3. fiz. rezonans,
karar vermek: seselim.
The committee 4. çınlama,
resolved to write
resonant yankılanma.
a letter to the President. Komite,
s. 1. çınlayan, yankılanan. 2. tınlayan. Cumhurbaşkanına mektup
resonate yazmayı kararlaştırdı.
f. 1. çınlamak; 4. fiz., 2.
yankılanmak. kim. çözmek. i. 1. kararlılık, azim.
tınlamak.
2. kesin karar.
resonator i., fiz. rezonatör, çınlaç.
resort f. to 1. -e gitmek. 2. -e başvurmak. i. 1. uğrak. 2. tatil yeri. 3.
resort to violence çare.
şiddete başvurmak.
resound f. 1. çınlamak, yankılanmak. 2. dillere destan olmak.
resource i. 1. kaynak: natural resources doğal kaynaklar. 2. olanak. 3.
resourceful çare. 4. yetenek; beceriklilik; kuvvet, güç. 5. eğlence.
s. becerikli.
resp kıs. respective, respectively, respondent.
respect i. 1. saygı, hürmet: have respect for -e saygı duymak. pay one´s
respectable respects to -e saygılarını
s. 1. saygıdeğer. 2. saygın. sunmak. 2. bakım,
3. namuslu. yön, açı,
4. epeyce, husus:
hayli.
This plan is flawed in two respects. Bu plan iki bakımdan hatalı.
respectful s. saygılı.
f. 1. saygı göstermek. 2. -e uymak, -e riayet etmek: respect a
respective s. kendi:
law They went
bir yasaya uymak. to their respective homes. Her biri kendi
respectively evine gitti. Ayşe, Neşe, and Tuğçe are five, six, and seven years
z. sırasıyla:
respiration of age respectively.
i. nefes alma, solunum. Ayşe, Neşe ve Tuğçe sırasıyla beş, altı ve
yedi yaşında.
respiratory s. solunumla ilgili.
respiratory system anat. solunum sistemi/aygıtı.
respire f. nefes almak, solumak.
respite i. 1. mühlet, süre. 2. erteleme. 3. ara; tatil, paydos. 4. dinlenme,
resplendent soluk alma.
s. parlak, without
şaşaalı, göz––kamaştırıcı.
hiç durmadan.
respond f. 1. cevap vermek, yanıt vermek; to -i cevaplamak/yanıtlamak.
response 2. (to)
i. 1. (-e) tepki
cevap, yanıt.göstermek.
2. tepki; karşılık.
responsibility i. sorumluluk, mesuliyet.
responsible s. 1. sorumlu, mesul: They are responsible to me for the results.
responsive Onlar
s. sonuçlardan bana karşı sorumludur. 2. güvenilir.
rest i. 1. dinlenme. 2. rahat, huzur, sükûn. 3. dinginlik, hareketsizlik.
rest 4.
i. uyku. 5. müz. es. 6. dayanak. f. 1. dinlenmek, nefes almak;
dinlendirmek: We have been working for ten hours without
rest assured emin olmak.
resting at all. On saattir hiç dinlenmeden çalışıyoruz. 2. rahat
Rest assured .... Emin ol/olun/olunuz
etmek. 3. on/against.... -e dayanmak, -e dayalı olmak; -e
rest room dayamak,
tuvalet, W.C. -e yaslamak: The ladder was resting against that wall.
restaurant Merdiven
i. lokanta,orestoran.
duvara dayalıydı. 4. with -e kalmak, -in elinde
olmak: The final decision rests with you. Son karar size kaldı. 5.
restaurant car İng.,
on -ed.y. yemekli
koymak, vagon, vagon
-e dayamak: Don´t restoran.
rest your elbows on the table.
restaurateur i. lokantacı.
Dirseklerinizi masaya koymayın.
restful s. 1. rahat, sakin, huzurlu. 2. dinlendirici, rahatlatıcı, huzur
restitution verici.
i., huk. 1. istirdat, geri alma/alınma. 2. sahibine iade etme. 3.
restive zararı ödeme.
s. 1. inatçı. 2. sabırsızlanan, yerinde duramayan, huzursuz.
restless s. 1. kıpırdak. 2. huzursuz, rahatsız. 3. vesveseli. 4. uykusuz
restoration (gece).
i. 1. restorasyon, onarım. 2. restore etme, onarma. 3. yeniden
restorative kurma; yeniden
s. 1. (sağlık, güçyürürlüğe koyma;kazandıran.
v.b.´ni) yeniden geri getirme.2. 4.
eskiiade, geri
durumuna
verme.
getiren. 5. eski
i. insanagörevine iade
güç verip etme. 6. bir
canlandıran/insanışeyin asıl şeklini
dirilten
restore f. 1. yeniden kurmak; yeniden yürürlüğe koymak; gerimadde.
getirmek.
gösteren model.
restore s.o./s.t. to 2. iade etmek,
birini/bir geri vermek.
şeyi yeniden (belirli3.
birrestore
duruma)etmek, onarmak,
getirmek.
yenilemek. 4. yeniden canlandırmak.
restore s.t. to its owner bir şeyi sahibine iade etmek.
restrain f. 1. tutmak, zaptetmek, dizginlemek. 2. sınırlamak, kısıtlamak.
restrain s.o. from birinin (bir şey yapmasını) engellemek, birini (bir şey
restrained yapmaktan) alıkoymak.ılımlı, ölçülü, itidalli. 2. gösterişsiz, sade.
s. 1. sakin, soğukkanlı,
restraint i. 1. kendini tutma/zaptetme, itidal. 2. sınırlama, kısıtlama. 3.
restrict sıkılma, çekinme.
f. kısıtlamak, sınırlamak.
restriction i. 1. koşul, şart. 2. kısıtlama, sınırlama.
restrictive s. kısıtlayıcı, sınırlayıcı.
result f. 1. in -e yol açmak, -e sebep olmak. 2. from -den
resultant kaynaklanmak,
s. meydana gelen, -den meydana
-den gelmek,
çıkan, -den -den-in
doğan, çıkmak,
sonucu-denolan.
doğmak. 3. meydana gelmek, olmak, vuku bulmak. i. 1. sonuç,
resume f. 1. kaldığı yerden -e devam etmek. 2. -e yeniden başlamak. 3.
netice. 2. son, akıbet. 3. semere, ürün.
résumé geri almak.
i. özet.
resumption i. of 1. -in kaldığı yerden devam etmesi. 2. -in yeniden
resurge başlaması. 3. -in geri gelmek,
f. 1. tekrar meydana alınması.yeniden başlamak. 2. yeniden
resurgence dirilmek.
i. 1. of -in tekrar meydana gelmesi, -in yeniden başlaması. 2.
resurgent yeniden
s. yeniden dirilme.
dirilen.
resurrect f. 1. yeniden diriltmek. 2. yeniden canlandırmak. 3. yeniden
resurrection ortaya çıkarmak,
i. 1. diriliş, yeniden hortlatmak.
dirilme. 2. yeni hayat bulma, yeniden
resuscitate canlanma.
f. 1. dirilmek, yeniden ortaya
3. yeniden çıkarma,
canlanmak; hortlatma.
diriltmek, yeniden
retail canlandırmak. 2. yaşama döndürmek. 3.
i. perakende satış. s. perakende. f. perakende satmak;yeniden ortaya
çıkarmak,
perakende hortlatmak.
satılmak.
retailer i. perakendeci.
retain f. 1. (ısı, su v.b.´ni) tutmak; (sıvıyı) sızdırmamak/dışarıya
retaining fee vermemek.
avukata peşin 2. korumak; sürdürmek,
olarak ödenen ücret. devam ettirmek: They´ve
retained that custom. O âdeti devam ettiriyorlar. 3. (avukat,
retaining wall istinat duvarı.
danışman v.b.´ni) ücretle tutmak. 4. aklında tutmak,
retaliate f. 1. misilleme yapmak, dengiyle karşılamak. 2. öç almak,
unutmamak.
retaliation intikam almak. kısas. 2. öç, intikam.
i. 1. misilleme,
retard f. geciktirmek, yavaşlatmak.
retarded s., ruhb. geri zekâlı.
retch f. kusmaya çalışmak, öğürmek.
retell f. (re.told) 1. tekrar/yeniden anlatmak. 2. tekrar/yeniden
retention saymak.
i. 1. (ısı, su v.b.´ni) tutma; (ısı, su v.b.) tutulma; (sıvıyı)
retention of urine sızdırmama/dışarıya
tıb. idrar tutulması. vermeme; (sıvı) sızdırılmama. 2. aklında
tutma, unutmama; akılda tutulma, unutulmama.
retentive s. 1. (sıvıyı) sızdırmayan. 2. (sıvıyı) tutan. 3. hatırda iyi tutan.
retentive memory güçlü bellek, kuvvetli hafıza.
rethink f. (re.thought) -i yeniden düşünmek, -i yeniden düşünüp
rethought taşınmak.
f., bak. rethink.
reticent s. 1. sır saklayan, ağzı sıkı. 2. pek konuşmaz, suskun.
retina çoğ. --s (ret´ınız)/--e (ret´ıni) i., anat. ağtabaka, retina.
retinue i. maiyet.
retire f. 1. emekliye ayrılmak, emekli/tekaüt olmak; emekliye ayırmak.
retired 2. çekilmek,
s. 1. emekli. bir köşeye
2. bir çekilmek.
köşeye çekilmiş.3. yatmaya gitmek.
retirement i. 1. emeklilik. 2. geri çekilme. 3. bir köşeye çekilme.
retirement pension emekli aylığı/maaşı.
retiring s. çekingen, utangaç, sıkılgan, mahcup.
retort f. 1. sert cevap vermek. 2. çabuk cevap vermek. 3. karşılık
retort vermek. i. 1. sert cevap. 2. çabuk verilen cevap. 3. karşılık.
i., kim. karni.
retouch f. rötuş etmek.
retrace f. 1. (bir çizginin üstünü) tekrar çizmek. 2. izini takip ederek
retrace one´s steps kaynağına
aynı yoldangitmek.
geri gitmek.
retract f. 1. sözünü geri almak. 2. geri çekmek; geri çekilmek.
retraction i. 1. sözünü geri alma. 2. geri çekme; geri çekilme.
retreat f. 1. ask. ricat etmek. 2. geri çekilmek. 3. geri adım atmak. i. 1.
retrench ask. ricat. 2. geri
f. (masrafları) çekilme. 3. kalabalıklardan uzak dinlenme
kısmak/azaltmak.
yeri.
retrenchment i. (masrafları) kısma/azaltma.
retribution i. 1. cezalandırma. 2. ceza.
retrieval i. 1. tekrar ele geçirme, kurtarma. 2. yeniden kazanma. 3.
retrieve yeniden
f. 1.almak;düzeltme.
tekrar ele4. geçirmek;
telafi etme. 5. bulup getirme.
kurtarmak. 2. yeniden
retriever kazanmak. 3. yeniden düzeltmek.
i. vurulan avı bulup getiren köpek. 4. telafi etmek. 5. bulup
getirmek.
retroactive s. geçmişteki bir süre için de geçerli olan; geçmişteki bir süreyi
retrograde de
s. 1.kapsayan.
geriye doğru giden, gerileyen. 2. kötüye giden; yozlaşan.
retrogress f. 1. gerilemek, geriye gitmek. 2. bozulmak, yozlaşmak.
retrogression i. 1. gerileme, geriye gitme. 2. bozulma, yozlaşma.
retrogressive s. 1. gerileyen, gerileyici. 2. kötüye giden; yozlaşan.
retrospect i. geçmişe bakış.
retrospective s. 1. geçmişle ilgili. 2. geçmişi hatırlayan. 3. huk. geçmişi
retry kapsayan. i. retrospektif sergi, retrospektif.
f. yeniden yargılamak.
return f. 1. geri dönmek, geri gelmek, geri gitmek: return home eve
return a verdict of dönmek.
huk. (jüri)return to normal
suçsuz/suçlu normalekarar
olduğuna dönmek. 2. geri vermek,
vermek.
innocent/guilty iade etmek: Have you returned the pencil you borrowed? Ödünç
return address gönderenin adresi.
aldığınız kalemi iade ettiniz mi? 3. geri göndermek; geri
return game/match rövanş maçı.
getirmek: The company returned my check. Şirket çekimi geri
return ticket gönderdi. 4. (kâr)
1. dönüş bileti. 2. getirmek/sağlamak.
İng. gidiş dönüş bileti. 5. İng., pol.
return ticket (milletvekilini) seçmek.
İng. gidiş dönüş bileti. 6. tenis (topu) geri vurmak. 7. resmen
bildirmek. i. 1. dönüş. 2. geri verme, iade. 3. geri gönderme;
returnable s.
geriiade edilebilir:
getirme. returnable
4. kâr, kazanç;bottle
faiz. 5.depozitli
çoğ. kâr,şişe.
kazanç. 6. çoğ.
reunion i. yenidencetveli.
istatistik bir araya gelme.
7. vergi beyannamesi, bildirge.
rev f. (--ved, --ving) up (motorun) hızını artırıvermek.
Rev kıs. Revelation, the Reverend.
rev kıs. revenue, reverse, review, revised, revision, revolution.
revaluation i. 1. yeniden değer biçme. 2. değer yükseltimi, revalüasyon.
revalue f. 1. yeniden -e değer biçmek/biçtirmek. 2. değerini yükseltmek,
revamp revalüe
f. etmek. revizyondan geçirmek. 2. ayakkabının yüzünü
1. yenilemek,
reveal değiştirmek.
f. 1. ortaya/açığa çıkarmak; ortaya koymak, gözler önüne
revealing sermek; ele bir
s. 1. (belirli vermek;
durumu)ifşaaçığa
etmek, açığa vurmak:
vuran/belli reveal2.one´s
eden (söz). kadın
plans planlarını açıklamak. reveal corruption yolsuzluğu
vücudunun genelde örtülü olan kısımlarını sergileyen (giysi). açığa
vurmak. reveal one´s secret sırrını açmak. 2. göstermek: reveal
oneself kendini göstermek. 3. ilham yoluyla bildirmek.
reveille i., ask. kalk borusu.
revel f. (--ed/--led, --ing/--ling) 1. cümbüş/âlem yapmak, eğlenmek. 2.
revelation in -den
i. 1. zevk
açığa almak.
çıkma; i. cümbüş,
açığa çıkarma, âlem.
keşif. 2. vahiy.
revelry i. cümbüş, âlem, eğlenti, şenlik.
revenge f.
revenge o.s. on -den öç almak, -den intikam almak. i. öç, intikam.
revenue i. 1. gelir. 2. devletin geliri.
revenue stamp damga pulu.
reverberate f. 1. yankılanmak, yankı yapmak. 2. yansıtmak, aksettirmek;
revere yansımak,
f. -e büyük aksetmek.
saygı duymak; -i saymak, -e saygı göstermek.
reverence i. 1. büyük saygı, ihtiram. 2. huşu. 3. saygı gösteren bir hareket.
reverend 4.
s. papaz efendi (İrlanda´da his, your veya their ile kullanılan bir
unvan): Bring their reverences some tea! Papaz efendilere çay
reverent s. çok saygılı.
getir! f. 1. -e büyük saygı duymak. 2. -e saygı gösteren bir
reverential s. 1. saygıdan
hareket yapmak. ileri gelen. 2. saygı uyandıran. 3. saygılı, saygı
reverentially dolu.
z. saygı içinde.
reverently z. çok saygılı bir şekilde.
reverie i. 1. derin düşünme. 2. hayale dalma.
reversal i. 1. tersine çevirme. 2. of huk. (kararın) bozulması. 3. şanssızlık.
reverse s. 1. aksi, arka, ters: reverse side ters taraf. 2. tersine dönmüş.
reverse gear f.oto.
1. ters
geriçevirmek;
vites. tersyüz etmek. 2. tersine
döndürmek/dönmek. 3. yerlerini değiştirmek. 4. oto. (geri vitese
reverse o.s. on (daha önce savunduğunun) tersini savunmaya başlamak.
alarak) geri gitmek; geri vitese almak. 5. huk. (kararı) bozmak,
reverse the charges İng.
iptalödemeli telefon konuşması
etmek, feshetmek. yapmak/yaptırmak.
i. 1. ters, aksi. 2. ters taraf, ters, arka
reversed-charges call taraf,
ödemeliarka. 3. zıt olan şey. 4. terslik, aksilik. 5. oto. geri vites.
konuşma.
reversible s. 1. tersine çevrilebilir. 2. kim., fiz. tersinir.
reversion i. 1. (eski durum, alışkanlık, inanç v.b.´ne) dönme. 2. biyol.
revert birkaç kuşak
f. to (eski bir boyunca
duruma) görünmeyen
dönmek. birtakım özelliklerin yeniden
ortaya çıkması, atavizm. 3. huk. yeniden intikal; eski sahibine
review i. 1. tekrar gözden geçirme, yeniden inceleme. 2. eleştiri. 3.
intikal.
reviewer teftiş. 4. edebiyat ve fikir dergisi. f. 1. tekrar gözden geçirmek,
i. eleştirmen.
yeniden incelemek. 2. (kitap, film v.b.´nin) eleştirisini yazmak.
revile f. sövmek, küfretmek.
3. (askeri kuvvetleri) teftiş etmek.
revise f. 1. (fikrini/planını) değiştirmek: He has revised his opinion of
revision me. Hakkımdaki
i. 1. (metni) gözdenfikrini değiştirdi.
geçirerek 2. (metni) gözden geçirerek
değiştirme/düzeltme; of (metnin)
değiştirmek/düzeltmek.
gözden geçirilerek 3. İng. (öğrenmek amacıyla)
değiştirilmesi/düzeltilmesi. 2. tekrar
(metnin)
revisionism i. revizyonizm.
tekrar okumak.
değiştirilmiş/düzeltilmiş şekli. 3. İng. (öğrenmek amacıyla)
revisionist i., s. revizyonist.
tekrar tekrar okuma.
revitalise f., İng., bak. revitalize.
revitalize f. yeniden canlandırmak, diriltmek.
revival i. 1. yeniden canlanma, dirilme; yeniden canlandırma, diriltme.
revive 2. uyanma,
f. 1. yenidenuyanış. 3. (eski
canlanmak, bir oyunu)
dirilmek; yeniden
yeniden oynama/sahneye
canlandırmak,
koyma.
diriltmek. 4. Hrist. inancı pekiştirmek
2. (merakı/hatırayı) ve yaymak
uyandırmak.düzenlenen
için
revoke f. 1. iptal etmek, feshetmek. 2.yeniden
geri almak. 3. (eski bir
bir dizi toplantı.
oyunu) yeniden oynamak/sahneye koymak. 4. (bir geleneği)
revolt f. 1. (at/against) (-e karşı) isyan etmek, ayaklanmak. 2.
diriltmek, tekrar uygulamaya başlamak.
revolting tiksindirmek.
s. tiksindirici, i.iğrenç.
isyan, ayaklanma.
revolution i. 1. devrim; ihtilal; inkılap: Industrial Revolution sanayi devrimi.
revolutionary 2. dönme,
i., s. devrimci;devir: revolution of a wheel tekerleğin devri.
ihtilalci.
revolutionise f., İng., bak. revolutionize.
revolutionize f. -de devrim yapmak, -i kökten değiştirmek.
revolve f. 1. (about/around) (etrafında) döndürmek, çevirmek; dönmek.
revolver 2. around ...tabanca.
i. revolver, hakkında olmak, ile ilgili olmak: Our conversation
revolved around her. Konuşmamız onunla ilgiliydi.
revolving s. döner: revolving door döner kapı. revolving fund döner
revue sermaye.
i. revü. revolving light döner fener.
revulsion i. tiksinme.
reward f. 1. ödüllendirmek. 2. karşılığını vermek. i. 1. ödül, mükâfat. 2.
karşılık, bedel.
reword f. başka bir şekilde ifade etmek.
rewrite f. (re.wrote, re.writ.ten) yeniden yazmak.
rewritten f., bak. rewrite.
rewrote f., bak. rewrite.
Rhaeto-Romanic i., s. Reto-Romanca.
rhapsody i. 1. müz. rapsodi. 2. heyecanlı ve duygusal konuşma.
rheostat i., elek. reosta.
rhetoric i. 1. söz sanatı, belagat, retorik. 2. abartmalı dil/yazı.
rhetorical s. 1. söz sanatına özgü. 2. etkileyici bir şekilde söylenen. 3.
rhetorical question tumturaklı.
cevabı beklenmeyen soru.
rhetorical question cevabı beklenmeyen ve etkili olmak için sorulan soru.
rheumatism i. romatizma.
rhinestone i. suni elmas.
rhino i. (çoğ. --s/rhi.no) k. dili gergedan.
rhinoceros çoğ. --es (raynas´ırısız)/rhi.noc.er.os/rhi.noc.eri (raynas´ıray) i.
rhizome gergedan.
i., bot. köksap.
Rhodes i. Rodos.
Rhodian i. Rodoslu. s. 1. Rodos, Rodos´a özgü. 2. Rodoslu.
rhododendron i., bot. ormangülü, komar.
rhombus çoğ. --es (ram´bısız)/rhom.bi (ram´bay) i., geom. eşkenar
rhubarb dörtgen.
i. ravent.
rhyme i. uyak, kafiye. f. 1. (with) (ile) kafiyeli olmak. 2. kafiyeli şiir
rhythm yazmak.
i. ritim, tartım, dizem.
rhythmical s. ritmik, tartımlı, dizemli; tartımsal, dizemsel.
rib i. 1. anat. kaburga, eğe. 2. pirzola, kotlet. 3. bot. yaprak damarı.
ribald f.
s. (--bed, --bing)
ağzı bozuk, k. dili (kendisini
küfürbaz, bayağı. kızdırmayacak bir şekilde) -e
takılmak, -i gırgıra almak.
ribbed vault mim. kaburgalı tonoz.
ribbon i. 1. kurdele; şerit. 2. şerit: printer ribbon yazıcı şeridi.
rice i. 1. pirinç. 2. çeltik. 3. pilav.
rice flour pirinç unu.
rice plant çeltik.
rice pudding üzümlü bir çeşit sütlaç.
rich s. 1. zengin, varlıklı: a rich man zengin bir adam. a rich source
riches of protein zengin
i. zenginlik, servet.protein kaynağı. 2. pahalı ve güzel. 3. bitek,
verimli: rich soil verimli toprak. 4. bol, çok: That man is rich in
rickets i., tıb. raşitizm.
knowledge. O adam çok bilgili. 5. kalorisi yüksek, ağır (yiyecek).
rickety s. 1.
6. gür,çökecek gibi,7.çürük
tok (ses). koyu çarık (şey).
ve güzel 2. sarsak, titrek (kimse).
(renk).
ricochet i. sekme, sekerek sıçrama. f. sekmek, sekerek sıçramak.
ricochet fire sekme atışı.
rid f. (rid/--ded, --ding)
rid o.s. of kendini (bir düşünce v.b.´nden) kurtarmak.
rid s.t. of bir şeyi -den kurtarmak; bir şeydeki -i yok etmek.
riddance i.
ridden f., bak. ride. s.
riddle i. bilmece, muamma.
riddle i. kalbur. f. 1. kalburdan geçirmek. 2. kalbura çevirmek.
ride f. (rode, rid.den) 1. (bisiklet, motosiklet v.b.´ne) binmek: Can
ride a high horse you ride a taslamak.
büyüklük bicycle? Bisiklete binebilir misin?/Bisiklete binmeyi
biliyor musun? 2. ata binmek: He can ride well. Ata iyi biner. 3.
ride a wave dalga üzerine binerek sürüklenmek.
(at, bisiklet, araba ile) gitmek, yolculuk etmek: We´ve been
ride bareback ata
ridingeyersiz
thesebinmek.
horses since daybreak. Şafak söktüğünden beri bu
ride for a fall atlarla
felakete yolculuk ediyoruz. They rode through the park in an open
sürüklenmek.
car. Üstü açık bir arabayla parktan geçtiler. 4. k. dili çıkışmak,
azarlamak. 5. k. dili takılmak, alay etmek. i. 1. binme, biniş. 2.
(at/bisiklet/araba ile yapılan) gezinti/yolculuk. 3. gezinti yolu.
ride on 1. -e binmek. 2. k. dili (gelecekte olabilecek bir şey) -e bağlı
ride roughshod over olmak/dayanmak.
(birinin duygularını/isteklerini) hiçe sayarak bildiğini okumak.
ride s.t. out k. dili olumsuz bir şeyi iyi kötü idare etmeye çalışmak; olumsuz
rider bir
i. 1.şeyi iyi kötü
binici. atlatmak.
2. huk. (evrak veya yasaya) ek, ilave, zeyil.
ridge i. 1. coğr. (iki vadiyi birbirinden ayıran yayvan) sırt. 2. dağ sırtı.
ridgepole 3. çatı sırtı.
i. mahya kirişi.
ridicule i. alay, makaraya alma, eğlenme. f. ile alay etmek, -i makaraya
ridiculous almak, ile eğlenmek.
s. 1. gülünç. 2. tuhaf, saçma: Don´t be ridiculous! Saçmalama!
riding That´s ridiculous! Çokriding
i. 1. biniş. 2. binicilik: saçma!school binicilik okulu. s. binek.
riding breeches binici pantolonu, külot.
riding for a fall
riding habit binici kıyafeti.
rife s.
riffraff i. ayaktakımı.
rifle f. 1. through (bir şeyi ararken) -i altüst/karmakarışık etmek. 2.
rifle içindeki
i. tüfek. şeyleri altüst ederek -i talan etmek.
rift i. 1. yarık, gedik, çatlak. 2. ara bozukluğu, ara açılması;
rig anlaşmazlık:
f. (--ged, --ging) There´s a growing
1. donatmak. 2.rift
up in
k. their
dili -irelationship.
uydurup Araları
gittikçe açılıyor. i. 1. donanım, arma. 2. takım. 3. (römorklu)
yapmak/kurmak.
rig f. (--ged, --ging) (bir şeyi) (yasalara aykırı olarak) kendi çıkarına
kamyon.
göre 4. k. dili(seçime)
ayarlamak; kıyafet, kılık. 5. sondaj kulesi.
hile karıştırmak/katmak; (maçta) şike
rig the market belirli bir hisse senedini büyük miktarlarda satın alarak
yapmak.
piyasanın kontrolünü geçici olarak ele geçirmek.
rigging i., den. donanım, arma.
right s. 1. (ahlakça) doğru: Do what´s right! Doğru olanı yap! 2.
right angle doğru,
geom. yanlış
dik açı. olmayan: What you said is right. Dediğiniz doğru.
That´s not the right answer. O cevap doğru değil. 3. haklı: You
right angle geom. dik açı.
´re right. Haklısın. 4. uygun; istenildiği gibi olan: He´s not the
right away hemen,
right manderhal.
for this job. O, bu işin adamı değil. It´s still not right;
right away move
hemen, it aderhal.
little to the left. Hâlâ olmadı; biraz sola kaydır. 5. sağ:
Right face! on
ask.the rightdön!
Sağa side of the road yolun sağ tarafında. 6. geom. dik.
7. İng., k. dili tam bir (Bazen alaylı bir şekilde kullanılır.): A right
right of assembly toplanma
friend you hakkı.
are! Ne biçim arkadaşsın sen! z. 1. sağa, sağa doğru:
right of assembly toplanma
Turn right on hakkı.
the next street. Sağdan bir sonraki sokağa sap. 2.
right of asylum doğru,
sığınma doğru
hakkı, olarak:
iltica You
hakkı.guessed right. Doğru tahmin ettin. Are
we going right? Doğru yolda mıyız? 3. tam: right in the middle
right of eminent domain huk. istimlak hakkı.
tam ortada. Go right to the end of the road. Yolun tam sonuna
right of sanctuary sığınma
kadar hakkı,
gidin. iltica hakkı.
4. (ahlakça) doğru: Don´t worry; you did right. Onu
right of search dert
huk.etme;
aramadoğru hakkı.yaptın. 5. doğru, doğruca, dosdoğru: She went
right of way right
1. huk.home.
geçitDoğru
hakkı.evine gitti.geçiş
2. trafik 6. doğru;
hakkı.düzgün; uygun bir
şekilde: Tie it right! Onu doğru dürüst bağla! 7. hemen: I´ll be
right of way 1. huk.
right geçit
back. hakkı,dönerim./Hemen
Hemen irtifak hakkı. 2. oto. yol hakkı.
gelirim. We left right after
right off hemen, derhal.
breakfast. Kahvaltıdan hemen sonra çıktık. The clerk said to the
right on time customer,
tam zamanında, “I´ll betamrightvaktinde,
with you.”tamTezgâhtar
belirlenen müşteriye
zamanda: “Size
You´re
hemen
right on bakarım,”
time. Tam
Tam isabet. Devam et. dedi. 8. tamamen,
anlaştığımız tamamıyla,
zamanda geldin. büsbütün: The
Right on.
apple was rotten right through. Elma tamamen çürüktü. i. 1.
right triangle geom.
(ahlakça) dikdoğru
üçgen.olan şey: He´s old enough to know the
right wing pol. sağ kanat,
difference betweensağcılar.
right and wrong. Doğru ile yanlışı ayırt
right winger edebilecek
sağaçık. bir yaşta. 2. doğruluk, doğru olma, yanlış olmama. 3.
hak: He has a right to vote. Oy kullanma hakkı var. legal right
Right you are! İng., k. dili Hay hay!/Tamam!
yasal hak. 4. yetki: She has the right to hire and to fire. İşe alma
Right! ünlem
ve iştenHaklısınız!/Doğrudur!
çıkarma yetkisi var. f. düzeltmek, doğrultmak;
righteous düzelmek,
s. 1. dürüst,doğrulmak.
erdemli, doğru. 2. adil.
rightful s. 1. (birinin) hakkı olan. 2. gerçek, yasal: Who´s the rightful
rightfully owner? Gerçek This
z. haklı olarak: sahibiis kim?
rightfully yours. Bu senin doğal hakkın.
right-hand s. 1. sağdaki, sağ. 2. güvenilen: right-hand man en çok
right-handed güvenilen
s. kimse,
1. çoğu işini sağsağ kol.yapan, sağ elini kullanan. 2. sağ elle
eliyle
rightist yapılan. 3. sağ
s., i., pol. sağcı. elle kullanılmak için yapılmış. 4. soldan sağa
dönen.
rightly z. 1. haklı olarak. 2. doğru olarak.
rightminded s. 1. iyi niyetli. 2. kafası normal bir şekilde çalışan, normal; aklı
rigid başında;
s. 1. katı,sağduyulu.
sert. 2. eğilmez, bükülmez, katı, dimdik. 3. sert,
rigidity şiddetli.
s. katılık, sertlik.
rigor i. 1. sertlik, katılık. 2. titizlik, özen, ihtimam, dikkat. 3. çoğ.
rigor mortis güçlükler, zorluklar.
tıb. ölü katılığı.
rigorous s. 1. sert, şiddetli. 2. titiz, özenli, ihtimamlı, dikkatli.
rigour i., İng., bak. rigor.
rile f., k. dili 1. sinirlendirmek, kızdırmak. 2. bulandırmak.
rim i. 1. kenar: the rim of a circle bir çemberin kenarı. 2. jant, ispit:
rime rim of a wheel jant.
i. kırağı.
rime i., f., bak. rhyme.
rind i. kabuk: lemon rind limon kabuğu. cheese rind peynir kabuğu.
ring f. kuşatmak, çember içine almak, etrafını çevirmek. i. 1. halka,
ring daire,
f. çember.
(rang, rung) 1. 2.(zili/çanı)
yüzük: engagement ring nişan
çalmak; (zil/çan) yüzüğü.
çalmak/çalınmak. 2.
wedding
İng. ringetmek.
telefon alyans.3. ring finger yüzük
çınlamak. i. 1. çanparmağı.
sesi, zil 3. boks
sesi. 2. ring.
çınlama
ring binder klasör.
sesi.
ring false k. dili (sözler) gerçek gibi gelmemek.
ring for a servant hizmetçiyi çağırmak.
ring hollow k. dili, bak. ring false.
ring in İng. (dışarıdan) (işyerini/evi) (telefonla) aramak.
ring mold ahçı. halka şeklindeki kalıp.
ring off İng. telefonu kapamak/kapatmak.
ring road İng. çevre yolu.
ring s.o. up İng. birine telefon etmek.
ring s.t. up (kasaya) bir şeyi yazmak/kaydetmek.
ring the changes on (aynı şeyi) tekrar tekrar söylemek.
ring true k. dili (sözler) doğru gibi gelmek.
ring true k. dili doğru gibi gelmek.
ringleader i. çete başı, elebaşı.
ringlet i. 1. (saç için) lüle. 2. ufak halka.
ringmaster i. sirk yöneticisi.
ringside s., i. ringe veya sirk sahnesine yakın (yer).
ringworm i., tıb. mantar hastalığı.
rink i. paten sahası.
rinse f. 1. çalkamak, çalkalamak, durulamak. 2. suyla yıkayarak -i
riot temizlemek:
i. 1. kargaşa,Rinse the soap
karışıklık, off your2.
ayaklanma. hands.
cümbüş,Ellerindeki
eğlenti. sabunu
f.
suyla
kargaşa çıkar. i. 1.
çıkarmak, çalkama, çalkalama,
ayaklanmak. durulama. 2. (saçı hafifçe
rip f. (--ped, --ping) 1. yırtmak; yırtılmak. 2. yarmak; yarılmak. i. 1.
boyamak için kullanılan) boya.
rip cord yırtık.
paraşütü2. yarık.
açan 3. ip.dikiş söküğü.
rip s.o. off k. dili birine kazık atmak, birinden fazla para almak.
rip s.t. off 1. (iplikle dikilmiş) bir şeyi çekip koparmak/söküp atmak. 2. k.
rip s.t. open dili
bir bir
şeyişeyi aşırmak/yürütmek/çalmak.
yırtarak açmak.
rip s.t. up bir şeyi yırtmak.
ripe s. 1. olmuş, olgun (meyve). 2. tam vakti gelmiş.
ripen f. (meyveyi) olgunlaştırmak; (meyve) olgunlaşmak.
ripoff i., argo hile, üçkâğıtçılık.
ripple i. 1. dalgacık. 2. hafifçe dalgalanma. f. hafifçe dalgalanmak;
rise hafifçe
f. (rose,dalgalandırmak.
--n) 1. yukarı çıkmak, yükselmek. 2. yükselmek,
rise above artmak: Prices are
1. -in üstesinden rising. Fiyatlar
gelmek. artıyor. doğmak/yükselmek.
2. -in üstünden 3. kalkmak, ayağa
kalkmak: The students rose when the teacher entered the
rise to the occasion gerektiğinde lazım geleni yaparak işin üstesinden gelmek.
room. Öğretmen odaya girince öğrenciler ayağa kalktı. 4.
risen f., bak. rise.
kalkmak, yataktan kalkmak: He rises early. Sabahları erken
rising kalkar. 5. (ekmek,
i. ayaklanma, isyan.hamur v.b.) kabarmak. 6. (güneş/ay)
doğmak. 7. ortaya çıkmak, gözükmek, belirmek: The mountains
rose up before him. Önünde dağlar belirdi. 8. (nehir) doğmak,
çıkmak. 9. (rüzgâr) kuvvetlenmek, hızı artmak. 10. up
ayaklanmak, isyan etmek. i. 1. artış, yükseliş. 2. yükselme. 3.
risk i. 1. tehlike, risk, riziko. 2. sigorta edilen kimse/şey. f. 1.
risk one´s neck tehlikeye atmak. 2.koymak.
hayatını tehlikeye göze almak.
risk one´s neck k. dili hayatını tehlikeye atmak.
risky s. tehlikeli, rizikolu.
rite i. ayin, dinsel tören.
ritual s. 1. ayine ait, dinsel törene ait. 2. âdet edinilmiş. i. 1. ayin. 2.
rival âdet, alışkı.
i. rakip. s. rakip olan; birbiriyle rekabet eden. f. (--ed/--led,
river --ing/--ling)
i. ırmak, nehir.... kadar ... olmak, ile rekabet etmek, ile aşık atmak:
Its winters rival those of Erzurum. Oranın kışları Erzurum´unki
river bed ırmak yatağı.
kadar soğuk. No one can rival her for speed. Kimse onun kadar
rivet i. perçin.
hızlı değil.f. perçinlemek, perçinle tutturmak.
rivet one´s eyes on gözlerini/gözünü -e dikmek.
riveting s., İng., k. dili harika, büyüleyici.
Riviera i.
rivulet i. çay, dere.
roach i. hamamböceği; karafatma; kaloriferböceği.
road i. yol.
roadblock i. barikat.
roadside i. yol kenarı.
roadway i., İng. yolun ortası, platform, yolun taşıtlara özgü kısmı.
roam f. dolaşmak, gezinmek.
roar f. 1. gümbürdemek; gürlemek. 2. (aslan) kükremek. 3. çok
roaring bağırmak, gürlemek.
s., k. dili çok; 4. kahkaha
büyük: roaring drunkilezilzurna
gülmek.sarhoş.
i. 1. gümbürdeme;
gürleme. 2. kükreme. 3. bağırma, gürleme. 4. kahkaha.
roast f. 1. (fırında/ateşte) kızartmak. 2. (kahve v.b.´ni) kavurmak. i. 1.
roasted chickpea rosto,
leblebi.kızarmış et parçası. 2. rostoluk/kızartmalık et parçası. s.
1. kızarmış, kızartılmış. 2. kavrulmuş (kahve v.b.).
roaster i. (et kızartmaya yarayan kapaklı) rosto tenceresi.
roasting s., k. dili çok sıcak. z., k. dili çok (sıcak).
rob f. (--bed, --bing) 1. soymak. 2. yağmalamak, talan etmek.
rob Peter to pay Paul birine olan borcu ödemek için başkasının hakkını yemek.
robber i. soyguncu, hırsız; haydut.
robbery i. soygun, hırsızlık.
robe i. 1. robdöşambr; sabahlık. 2. cüppe, biniş. 3. kaftan.
robot i. robot.
robust s. gürbüz, çok sağlıklı, dinç, zinde.
rock i. 1. kaya; kaya parçası. 2. taş. 3. kaya gibi kuvvetli şey. 4. argo
rock büyük mücevher,
f. sallamak, elmas.
sarsmak; 5. İng. akide
sallanmak, şekeri.
sarsılmak.
rock i. rock, rock müziği.
rock bottom 1. kaya tabakası. 2. en aşağı nokta: Prices have hit rock
rock candy bottom. Fiyatlar en alt seviyeye düştü.
akide şekeri.
rock crusher konkasör.
rock crystal neceftaşı.
rock dove zool. kayagüvercini, Columba livia.
rock garden 1. kayalık yerde bulunan bahçe. 2. dağ çiçekleri yetiştirmek için
rock partridge düzenlenen kayalık
zool. kınalıkeklik, bahçe. graeca.
Alectoris
rock pigeon zool., bak. rock dove.
rock reef kaya döküntülü kıyı.
rock salt kayatuzu.
rock the boat k. dili (var olan) durumu bozmak.
rocker i. 1. (beşik veya salıncaklı sandalye altındaki) kavisli ayak. 2.
rocker arm salıncaklı
külbütör. sandalye.
rocket i. 1. roket, füze. 2. havai fişek.
rocket i., bot. roka, Eruca sativa.
rocking chair salıncaklı sandalye.
rocking horse salıncaklı at.
rockrose i., bot. laden, Cistus ladaniferus.
rocky s. 1. kayalık. 2. kaya gibi.
rod i. (demirden/ağaçtan yapılmış) çubuk: stadia rod stadya.
rode f., bak. ride.
rodent i. kemirgen hayvan.
rodeo i. rodeo.
roe i.
roe i. balık yumurtası.
roe deer zool. karaca, Capreolus capreolus.
rogue i. 1. hilekâr, düzenbaz, dolandırıcı. 2. çapkın, kerata. 3. yaramaz
roguish kimse. 4. azgın 2.
s. 1. düzenbaz. fil. çapkın. 3. yaramaz.
rôle i., bak. role.
role, rôle i. rol.
roll f. 1. yuvarlamak; yuvarlanmak: rolling ball yuvarlanan top. 2. up
roll call -i(okulda/toplantıda
sarmak; sarılmak:yapılan Roll up sözlü)
the hose. Hortumu sar. 3. up -i
yoklama.
dürmek: Roll up the carpet. Halıyı dür. 4. out (dürülmüş şeyi)
roll call yoklama.
açıp sermek: Roll out the carpet on the floor. Halıyı yere ser. 5.
roll out the red carpet for k. dili gürlemek.
(gök) -i şatafatlı 6.
bir(gözlerini)
şekilde karşılayıp
devirmek.ağırlamak.
7. silindirle düzlemek.
roll out the welcome mat 8. on/by
ağırlamak. (zaman) geçip gitmek. 9. dalgalanmak. i. 1. yuvarlama;
roll up one´s sleeves yuvarlanma. 2.
kollarını sıvamak. tomar: roll of paper kâğıt tomarı. 3. rulo; top: roll
of cloth kumaş topu. 4. liste, sicil, kayıt: call the roll yoklama
rolled oats yulaf
yapmak, ezmesi.
listedeki isimleri okumak. 5. gök gürlemesi. 6. yalpa:
rolled oats yulaf
the rollezmesi.
of a ship geminin yalpası. 7. argo para tomarı, para.
roller i. 1. silindir. 2. merdane. 3. büyük dalga. 4. bigudi.
roller skate tekerlekli paten.
roller-skate f. tekerlekli patenle kaymak.
roller-skating i. tekerlekli patenle kayma.
rollick f. neşeli ve gürültülü bir biçimde davranmak.
rollicking s. gürültülü, şamatalı.
rolling s. 1. yuvarlanan. 2. inişli yokuşlu (arazi). 3. dalgalı (deniz).
rolling pin oklava, merdane.
roll-neck s., İng. balıkçı yakalı (giysi).
roly-poly s. tıknaz, bodur.
ROM i., bilg. Read-Only Memory.
Romaic i., s. (halkın konuştuğu) Rumca.
romaine i. marul.
romaine lettuce marul.
Roman i. 1. Romalı. 2. tar. (eski) Romalı, Romen. s. 1. Roma, Roma´ya
Roman alphabet özgü. 2. tar. (eski) Roma, (eski) Roma´ya özgü, Romen. 3.
Latin alfabesi.
Katolik.
Roman candle bir tür havai fişek.
Roman Catholic Katolik.
Roman Catholicism Katoliklik.
Roman law Roma hukuku.
Roman nose kemerli burun.
Roman numeral Romen rakamı.
Romance s.
romance i. 1. aşk üstüne kurulmuş ilişki; aşk. 2. romantiklik. 3. aşk ve
Romance languages macera dolu hikâye/roman.
Romen dilleri, Latince kökenli diller.
Romanesque s. Roman, Romanesk.
Romania i. Romanya.
Romanian i. 1. Rumen; Romanyalı. 2. Rumence. s. 1. Rumen; Romanya,
Romansh Romanya´ya özgü. 2. Rumence. 3. Romanyalı.
i., s. Romanşça.
romantic s. 1. romantik; aşki; duygusal. 2. romantik, romanesk, aşk ve
romanticise macera dolu.romanticize.
f., İng., bak. 3. fantastik. 4. edeb. romantik, romantizme özgü.
i., edeb. romantik.
romanticism i. romantizm.
romanticize f. -i romantik bir şekle sokmak, -i romantikleştirmek.
Romany i., s. 1. Romanca, Çingenece. 2. Roman, Çingene.
Rome i. Roma.
romp f. (about/around) sıçrayıp oynamak. i. 1. hoyratça ve gürültülü
rompers oyun.
i. (kısa2.paçalı)
k. dili çocuk
kolayca kazanılan şey.
tulumu.
roof i. 1. dam; çatı. 2. çatı örtüsü. 3. İng., oto. saç tavan. f. 1. -in
roof garden damını/çatısını
çatı bahçesi. yapmak. 2. -in çatısını örtmek.
roof of the mouth damak.
roofing i. 1. çatı yapma. 2. çatı örtüsü.
rook i., zool. ekinkargası. f. 1. hile ile kapmak. 2. dolandırmak,
rook aldatmak; kazıklamak.
i., satranç kale.
rookie i., k. dili 1. acemi çaylak, acemi. 2. acemi er. 3. yeni polis. 4.
room acemi oyuncu.
i. 1. oda. 2. yer. f. oturmak.
room and board tam pansiyon.
roomer i. pansiyoner.
roommate i. oda arkadaşı.
roomy s. geniş.
roost i. tünek. f. tünemek.
rooster i. horoz.
root i. kök. f. kökleştirmek, tutturmak; kökleşmek, tutmak.
root and branch tamamıyla, kökten, toptan, hepsi.
root directory bilg. kök rehber, kök dizin.
root for k. dili -i desteklemek.
root out/up kökünden sökmek.
rootless s. köksüz.
rootlet i. kökçük.
rootstalk i., bot. köksap.
rope i. 1. ip. 2. halat. 3. idam. 4. kement. f. 1. iple bağlamak. 2.
rope in kementle tutmak.
k. dili -i kandırmak.
rope ladder ip merdiven.
rope off -i iple ayırarak girişi engellemek.
ropy s., İng., k. dili kötü, berbat.
Roquefort cheese Rokfor peyniri.
rosary i. (dua okurken kullanılan) tespih.
rose i. 1. bot. gül. 2. gül rengi, açık pembe. 3. hortum süzgeci.
rose f., bak. rise.
rose acacia bot. kırmızı akasya, kırmızı yalancı akasya, kırmızı salkımağacı.
rose geranium bot. ıtır.
rose hip kuşburnu.
rose jam gül reçeli.
rose of Sharon bot. 1. ağaçhatmi. 2. kılıçotu.
rose petal gül yaprağı.
rose water gülsuyu.
rosebud i. gül goncası.
rosebush i. gül ağacı.
rose-colored s. gül rengi, gül renkli.
rosemary i. biberiye.
rosin i. (katı) reçine, kolofan.
roster i. 1. ask. subayların nöbet sırasını gösteren liste/defter. 2. isim
rostrum listesi.
çoğ. --s (ras´trımz)/ros.tra (ras´trı) i. kürsü.
rosy s. 1. gül gibi. 2. gül rengi, gül renkli; kırmızı, al. 3. güzel, hoş;
rot ümit verici.
f. (--ted, 4. şen.
--ting) çürümek; çürütmek. i. 1. çürüme. 2. çürük. 3.
rota İng. saçma, zırva.
i., İng. nöbet listesi.
rotary s. dönen, döner, dönel: rotary harrow döner tapan. rotary
rotary press engine
rotatif, dönel devimli motor. i. göbek, göbekli kavşak.
dönerbasar.
rotate f. 1. dönmek; döndürmek. 2. sırayla çalışmak; sırayla
rotation çalıştırmak:
i. 1. dönme. rotate2. devir.the3.watch sırayla nöbet tutmak. 3.
rotasyon.
dönüşümlü olarak ekmek: rotate crops sırayla farklı ekinler
rote i.
yetiştirmek.
rotor i. 1. rotor, döneç. 2. helikopter pervanesi.
rotten s. çürük, bozuk, çürümüş, kokmuş; cılk (yumurta).
rotten to the core (ahlakça) temelden çürük, kokuşmuş.
rotund s. 1. yuvarlak, toparlak. 2. tombul. 3. dolgun ve kuvvetli (ses).
rotunda i. rotond, üstü kubbeli yuvarlak bina/oda.
rouge i. allık. f. allık sürmek.
rough s. 1. pürtüklü, pütür pütür; tırtıklı, tırtık tırtık: This lemon has a
rough it rough skin.
(bir süre Bu ilkel
için) limonun
şartlarkabuğu
içindepürtüklü.
yaşamak. The cliffs are rough.
Kayalıklar pütür pütür. rough boards üstü tırtıklı tahtalar. 2.
rough up -i hırpalamak.
kaba: rough paper kaba kâğıt. rough wool kaba yün. 3. kaba
rough usage hoyratça
biçilmiş kullanma.
(çimen). 4. bozuk (yol/kaldırım). 5. engebeli (arazi). 6.
roughage dalgalı (deniz/su).
i. çok selülozlu 7. fırtınalı (hava); şiddetli (rüzgâr). 8. kaba,
yiyecek.
rough-and-tumble görgüsüz (kimse).
i. boğuşma: He dislikes 9. kaba,the incelikten yoksun. 10.
rough-and-tumble zor, sıkıntılı:
of politics. Siyasi
He´s
hayatın had a rough
boğuşmalarındanday. Zor bir
hiç gün geçirdi.
hoşlanmıyor. 11. kaba, son şeklini
roughcast i. kabaalmamış:
henüz sıva. f. (rough.cast)
rough draft1.müsvedde.
taslağını yapmak. 2. kaba
rough outline sıva ile
kaba
roughen sıvamak.
f. 1. pürüzlendirmek;
taslak. rough estimatepürüzlenmek.
kaba hesap. 2. 12.kabartmak;
kulağa hoşkabarmak.
gelmeyen,
roughhewn kulağı
s. kabarahatsız
yontulmuş, eden. i. külhanbeyi.
tasarlanmış, taslanmış.
roughhouse i., k. dili gürültü patırtı. f., k. dili gürültü patırtı çıkarmak.
roughly z. 1. kabaca. 2. aşağı yukarı, yaklaşık olarak.
roughneck i., k. dili külhanbeyi.
roughshod s.
roulette i. rulet.
Roumania i., bak. Romania.
Roumanian i., s., bak. Romanian.
Roumelia i., tar., bak. Rumelia.
Roumelian i., s., bak. Rumelian.
round s. 1. yuvarlak: round shape yuvarlak şekil. 2. yuvarlak, toparlak:
round bracket a calculation
İng. parantez,given ayraç. in round figures yuvarlak hesap. 3. tam: a
round dozen tam bir düzine. 4. tombul: a round person tombul
round number mat. yuvarlak sayı.
kimse. z. etrafta; etrafında: Don´t go through the building; go
round table conference yuvarlak
round masa toplantısı.
it. Binanın içinden geçme, etrafından dolaş. edat -in
round the clock etrafına;
gece gündüz. -in etrafında. i. 1. yuvarlak şey, daire. 2.
round trip (seçimde/yarışmada)
gidiş dönüş. tur: She was only elected in the fourth
round of voting. Ancak dördüncü turda seçildi. The chess player
round trip gidişdefeated
was dönüş. in the second round. Satranç oyuncusu ikinci
roundabout i., İng.yenildi.
turda göbek, 3. göbekli
birkaçkavşak. s. dolambaçlı.
sesin belirli aralıklarla birbirini izleyerek
rounder söylediği şarkı. 4. boks
i., k. dili sefa pezevengi, sefih. raunt. 5. sıra: It´s your round. Sıra
sende. f. 1. yuvarlaklaştırmak; yuvarlaklaşmak. 2. (köşeyi/virajı)
roundly z. 1. adamakıllı. 2. sakınmadan, dobra dobra. 3. azarlayıcı bir
dönmek. 3. off (sayıyı) yuvarlak yapmak. 4. off/out -i
round-the-clock şekilde.
s. gece gündüz5.yapılan.
tamamlamak. up (hayvanları/insanları) toplamak; (suçluları)
round-trip yakalamak:
s. gidiş dönüş The police rounded up all the members of the gang.
(bileti).
Polis çetenin tüm üyelerini yakaladı. 6. on birdenbire
(sözlerle/fiilen) -e saldırmak. 7. toplamak, şişmanlamak.
round-trip ticket gidiş dönüş bileti.
roundup i. (hayvanları/insanları) toplama; (suçluları) yakalama.
rouse f. 1. uyandırmak; uyanmak. 2. canlandırmak. 3. kışkırtmak.
rousing s. 1. uyandırıcı. 2. heyecan verici. 3. canlı. 4. büyük.
rout i. bozgun, hezimet. f. bozguna uğratmak, hezimete uğratmak.
route i. yol; rota; güzergâh. f. (belirli bir yolla) göndermek.
routine i. 1. âdet, usul. 2. iş programı. s. alışılmış, her zamanki.
roux çoğ. roux (ruz) i. unla tereyağını karıştırıp pişirerek yapılan bir
rove karışım.
f. avare dolaşmak.
rover i. 1. serseri kimse. 2. korsan.
roving s. gezici, dolaşan.
row i. 1. sıra, saf, dizi. 2. sıra evler. 3. sıra evleri olan sokak.
row f. kürek çekmek. i. sandal gezintisi.
row i. gürültülü kavga, çıngar, hırgür. f. gürültülü bir şekilde kavga
row against the tide etmek.
akıntıya karşı kürek çekmek, güçlüklere karşı çabalamak.
rowboat i. kayık, sandal.
rowdy i. külhanbeyi. s. 1. gürültülü ve kavgalı. 2. gürültücü ve kavgacı.
rower i. kürekçi.
rowlock i., İng. kürek ıskarmozu, ıskarmoz.
royal s. krala ait, krala yakışır.
royalist i. kralcı.
royalty i. 1. kraliyet ailesi bireyleri. 2. imtiyaz ücreti; patent ücreti; telif
rpm, rpm hakkı ücreti.
kıs. revolutions per minute dakikada devir.
rps, rps kıs. revolutions per second saniyede devir.
RR kıs. Railroad, the Right Reverend.
RSVP kıs. Répondez s´il vous plaît. Lütfen cevap veriniz.
Rt Hon kıs. the Right Honorable.
Rt Rev kıs. the Right Reverend.
Ruanda i., bak. Rwanda.
rub f. (--bed, --bing) 1. ovmak, ovalamak. 2. against/on -e
rub away sürtünmek.
1. aşındırmak, i. 1.yemek.
ovma, ovalama;
2. aşınmak.ovunma. 2. sürtme. 3.
sürtünme. 4. k. dili problem.
rub down masaj yapmak.
rub elbows with ile bir arada olmak; ile bir araya gelmek, ile karşılaşmak.
rub in 1. (merhem v.b.´ni) ovarak yedirmek. 2. k. dili yüzüne vurmak.
rub it in k. dili yüzüne vurmak.
rub off/out 1. silip çıkarmak. 2. sürtünmeyle çıkmak, dökülmek.
rub out argo öldürmek.
rub s.o. the wrong way k. dili birini kızdırmak/sinirlendirmek.
rub s.t. against bir şeyi -e sürtmek.
rub s.t. on bir şeyi -e sürmek.
rub shoulders with bir arada bulunmak.
rub shoulders with ile görüşmek, -e rastlamak.
rubber i. 1. kauçuk, lastik. 2. (yağmurlu havalarda ayakkabı üzerine
rubber band giyilen) lastik. 3. İng. silgi. 4. k. dili prezervatif.
lastik bant.
rubber check argo karşılıksız banka çeki.
rubber stamp 1. lastik mühür, ıstampa. 2. şahsiyetsiz kimse.
rubber tree bot. kauçuk ağacı, kauçuk.
rubberise f., İng., bak. rubberize.
rubberize f. 1. lastik kaplamak. 2. kumaşı su geçirmez hale koymak.
rubber-stamp f., k. dili düşünmeden onaylamak.
rubbing alcohol tuvalet ispirtosu.
rubbing alcohol tuvalet ispirtosu.
rubbish i. 1. çerçöp, süprüntü, döküntü. 2. saçma, saçmalık. 3. İng. çöp.
rubbish bin İng. çöp kutusu.
rubble i. 1. moloz. 2. blokaj için kullanılan taşlar, blokaj taşları.
rubella i., tıb. kızamıkçık.
Rubicon i.
rubric i. 1. eski kitaplarda kırmızı harflerle basılan kısım. 2. yasa
ruby tasarısı başlığı.
i. 1. yakut. 3. bölüm
2. yakut rengi.başlığı. 4. bölüm.
s. kırmızı, lal. 5. kırmızı renk.
rucksack i. sırt çantası.
ruckus i., k. dili çıngar; arbede.
ruction i., k. dili çıngar, gürültülü kavga: There´ll be ructions if that
rudd shipment doesn´t get here today. O parti buraya bugün
i., zool. kızılkanat.
gelmezse çıngar çıkacak.
rudder i. dümen.
ruddy s. 1. kırmızı, al. 2. al yanaklı. 3. İng., k. dili Vurgulamak için
rude kullanılır:
s. 1. kaba.That ruddy doorbell!
2. terbiyesiz, edepsiz. O körolası zil! z.,4.
3. kaba saba. İng., k. 5.
ilkel. dilisert,
Vurgulamak
şiddetli. için kullanılır: You can ruddy well try! Hiç olmazsa
rudimentary s. 1. temel. 2. gelişmemiş.
deneyebilirsin!
rudiments i. en temel bilgiler/kurallar.
rue f. esef etmek; esefle anmak.
rue i., bot. sedefotu.
rue the day one was born doğduğuna pişman olmak.
rueful s. 1. yalandan hüzünlü. 2. üzücü; hazin; hüzünlü.
ruffian i. kabadayı, külhanbeyi.
ruffle f. 1. (kuş) (tüylerini) kabartmak. 2. karıştırmak. 3. (suyu)
ruffle s.o.´s feathers dalgalandırmak. 4. (rüzgâr) (ağacın yapraklarını) oynatmak. 5.
k. dili birini kızdırmak.
rahatını bozmak, rahatsız etmek. i. fırfır, farbala.
rug i. 1. halı. 2. yaygı (kilim, cicim v.b.).
rugby i., spor rugbi.
rugged s. 1. engebeli, arızalı. 2. düzensiz. 3. sert, haşin. 4. kaba. 5.
rugger sağlıklı, kuvvetli.
i., İng., spor, 6.rugbi.
k. dili dayanıklı, sağlam. 7. fırtınalı, sert.
ruin i. 1. harabe; virane. 2. harabiyet, harabelik. 3. çok kötü durum,
ruinous çöküş,
s. 1. çok batış:
zararIt veren,
causedmahvedici,
his ruin. Mahvolmasına sebep
tahrip edici. 2. harap, oldu. 4.
yıkık;
iflas,
viran. batkı. 5. (birini/bir şeyi) mahveden şey/kimse: It will be the
ruins i., çoğ.3.harabeler,
fahiş: ruinous interest
yıkıntılar: Wefahiş
walked faiz.
among the ruins of
ruin of you! O seni mahvedecek! f. 1. mahvetmek; bozmak;
rule Ephesus.
f. Efes harabeleriniolmak;
1. hükümdarı/yöneticisi gezdik.yönetmek, idare etmek. 2. -e
harap etmek, tahrip etmek. 2. iflas ettirmek, batırmak.
rule of thumb hükmetmek. 3. egemen olmak,
yaklaşık hesap, göz kararı, pratik hâkim olmak.
iş görme 4. (on) huk.
usulü.
(hâkim) (-e) karar vermek. 5. cetvelle çizmek. i. 1. yönetim,
ruler i. 1. hükümdar. 2. cetvel.
idare; hükümet; saltanat. 2. kural: Everyone should follow these
ruling i., huk.Herkes
rules. (hâkimin bu verdiği)
kurallarakarar. s. 1.
uymalı. 3. iktidardaki: ruling
âdet, usul: As party
a rule he
rum iktidar
works partisi.
for
i. 1. rom. one
2. 2. enbefore
hour
içki. güçlü, breakfast.
başlıca. Genellikle kahvaltıdan
Rumania önce
i., bak.birRomania.
saat çalışıyor. One of my rules is to have breakfast at
seven. Âdetlerimden biri saat yedide kahvaltı etmek.
Rumanian i., s., bak. Romanian.
rumble f. 1. gürlemek, gümbürdemek. 2. gurlamak, guruldamak. i. 1.
Rumelia gürleme, gümbürtü. 2. gurlama, gurultu.
i., tar. Rumeli.
Rumelian i. Rumelili. s. 1. Rumeli, Rumeli´ye özgü. 2. Rumelili.
ruminant i. gevişgetiren hayvan. s. 1. gevişgetiren. 2. düşünceli.
ruminate f. 1. geviş getirmek. 2. over/about/on üzerinde derin derin
rummage düşünmek.
f. altüst edip aramak.
rummage out araştırarak bulmak.
rummage sale 1. yardım dernekleri yararına yapılan kullanılmış eşya satışı. 2.
rumor elde kalan rivayet.
i. söylenti, malların satışı.
rumour i., İng., bak. rumor.
rump i. 1. but. 2. bakiye, geri kalan parça.
rump roast kasap. but.
rump session bir toplantının dağılmasından sonra çoğunluğun olmadığı
rumple gayriresmi
f. devamı.2. (saçı) karıştırmak, karmakarışık etmek. i.
1. buruşturmak.
rumpus kırışık, buruşukluk.
i., k. dili çıngar; arbede.
rumpus room evde oyun salonu.
run f. (ran, run, --ning) 1. koşmak: He can run very fast. Çok hızlı
run koşabilir.
i. 1. koşuş, 2.koşma.
işlemek, 2. çalışmak;
(çorapta) işletmek, çalıştırmak:
kaçık. 3. tic. Who is
talep, istem,
running
rağbet: this machine? Bu makineyi kim işletiyor? 3. uzanmak,
run a blockade ablukayıThere´s
yarmak.a run on foreign novels. Yabancı romanlar çok
gitmek:
rağbette.The road runs
4. gezi, gezinti.from5. here to Edirne.
yol, rota. Yol7.buradan
6. akış. Edirne
spor koşu. 8.
run a blockade ablukayı
´ye kadar yarmak.
uzanıyor. 4. akmak, dökülmek; akıtmak, dökmek: The
sin. gösterim süresi. 9. balık akını; akın.
run a boundary river
sınırıruns into the sea. Nehir denize dökülüyor. 5. gidip gelmek,
geçmek.
run a risk işlemek:
riske girmek.This bus runs between Kadıköy and Taksim. Bu otobüs
Kadıköy ile Taksim arasında işliyor. 6. (çorap) kaçmak. 7.
run a temperature ateşi çıkmak.
yarışmak; yarıştırmak: Are the horses running today? Bugün
run a temperature (birinin)
atlar ateşi mu?
yarışıyor olmak, vücut ısısı fazla
8. yönetmek, idareolmak.
etmek: He runs a small
run about engineering
koşuşturmak,firm. öteyeKüçük bir koşmak.
beriye mühendislik firmasını yönetiyor. 9.
(balık) akın etmek. 10. kaçırmak, ... kaçakçılığı yapmak: run
run across 1. -e rastlamak, -e rast gelmek. 2. -in bir kenarından öbür
drugs esrar kaçırmak. 11. adaylığını koymak; aday göstermek:
run after kenarına
-in peşindenkoşmak,
koşmak.-i koşarak geçmek.
She will be running in these elections. Bu seçimlerde adaylığını
run against koyacak. 12. -e yönelmek.
1. ile karşılaşmak, -e çatmak.13. 2.
(yağ) erimek. 14. (renk) akmak.
-e çarpmak.
run aground 15. (makyaj)
karaya oturmak. akmak. 16. (yaradan) irin akmak. 17. tiy. (oyun)
(belirli bir süre boyunca) oynanmak: The play only ran for two
run along k. dili gitmek:
weeks. I´d better
Piyes ancak run along.
iki hafta boyuncaArtık gitmeliyim.
oynandı. Run along
18. bilg.
run amok now! Haydi,
1. çıldırmak.
(programı) şimdi
yürütmek. git! (Çocuklara söylenir.).
2. insanları öldürmek amacıyla sağa sola
run an errand saldırmak.
bir iş için bir yere gitmek.
run away kaçmak, firar etmek: Upon seeing me the burglar ran. Hırsız
run away with beni
1. -i görünce kaçtı.2. (âşığı) ile kaçmak. 3. (bir konuda) en çok
alıp kaçmak.
run circles around s.o. başarı
k. dili, kazanan
bak. run biri
ringsolmak.
around s.o.
run counter to -in aksine gitmek.
run down 1. çarpıp yere düşürmek, çarpmak: That taxi ran down an old
run dry man.
kurumak.O taksi yaşlı bir adama çarpıp yere düşürdü. 2. (bir tekne)
(başka bir tekneye) çarpıp batırmak. 3. yermek, kötülemek. 4.
run errands ayak işleri yapmak; ayak işlerine bakmak.
arkasından koşup yakalamak. 5. (saat) (kurgusu bittiği için)
run for one´s life kaçıp kurtulmak.
durmak. 6. (konuşma) yavaşlayıp dinmek. 7. kuvvetten düşmek.
run hard 8. arayıp
hızlı bulmak.
koşmak.
run into 1. -e rast gelmek. 2. -e çarpmak.
run into debt borca girmek.
run into debt borca girmek.
run low azalmak.
run off 1. kaçmak. 2. matb. basmak. 3. (yarışta/oyunda) beraberliği
run on çözmek.
1. devam 4.etmek.
with -i 2.
çalmak,
devamlı-i aşırmak.
konuşmak. 5. with (âşığı) ile kaçmak.
run on the rocks 1. (gemi) kayalara oturmak. 2. k. dili iflas etmek, batmak.
run out 1. dışarı koşmak. 2. (süre) bitmek. 3. tükenmek. 4. of -den
run out of time dışarı atmak,
(birinin) vakti-den kovmak.We´ve run out of time. Vaktimiz
kalmamak:
run out on kalmadı.
(birini) terketmek.
run over 1. çarpıp üstünden geçmek; ezmek, çiğnemek: The truck ran
run rampant over the turtle.
1. (kötü Kamyon
bir durum) aşırıkaplumbağayı ezdi. kol
boyutlara varmak, 2. to (bir yere)
gezmek. 2.
gidivermek.
(bitki) dal 3.
budak tekrarlamak.
salmak, her 4. gözden
tarafa geçirmek.
yayılmak; 5. taşmak.
fışkırmak; azmak.
run rings around s.o. k. dili birini cebinden çıkarmak, birine taş çıkarmak; birini
run riot gölgede bırakmak,
1. deli gibi birinin pabucunu
koşup bağırmak. 2. (bitki)dama atmak.
azmak, dal budak salıp
run s.o./s.t. to earth her yeri sarmak.
birini/bir şeyi arayıp tarayıp bulmak.
run short (of) tükenmek: We´re running short of time. Vaktimiz tükeniyor.
run short of (malzemesi) tükenmek, kıtlaşmak.
run the gamut her çeşidi/türü olmak.
run the gauntlet sıra dayağı yemek.
run the risk of ... tehlikesini göze almak.
run through 1. israf etmek. 2. içinden geçirmek. 3. çabucak gözden
run through geçirmek.
1. k. dili (bir şeyi) çabucak tüketmek; (bir şeyi) israf etmek. 2.
run true to form (bir taşıt) (durulması
kendisinden gereken
beklenildiği bir yerden) durmadan hızla
gibi davranmak.
geçmek: He ran through the red light. Kırmızı yanarken hızla
run up 1. (ödenecek bir faturayı) yüklü bir hale getirmek: You´ve run
geçti. 3. (kılıç, süngü v.b.´ni) bir vuruşta (birinin) gövdesinden
run upon up
-e quite a bill this
rastlamak. Theymonth.
ran outBuofayki faturan
money. epeykaldılar.
Parasız yüklü. 2.
geçirmek.
artırmak. 3. (bayrak) çekmek. 4. dikivermek.
run wild 1. (çocuk) taşkınca davranmak, azmak. 2. (bitki) azıp çok
runaway yayılmak.
i., s. kaçak.
rundown i. özet.
run-down s. 1. köhne, harap. 2. yorgun, hastalıklı, zayıf.
rung f., bak. ring.
rung i. 1. portatif merdiven basamağı. 2. iskemlenin basamak
run-in değneği. 3. tekerlek
i., k. dili atışma, parmağı. 4. kademe, basamak.
anlaşmazlık.
runner i. 1. koşucu. 2. yol halısı. 3. ayak işlerini yapan kimse, ayakçı. 4.
runner bean bot. sürüngen sap. 5. İng., k. dili çalıfasulyesi.
İng. çalıfasulyesi.
runner-up i., spor ikinci gelen yarışmacı/takım.
running i. 1. koşuş, koşma. 2. yönetim, yönetme, idare, idare etme. 3.
running account spor koşu.
tic. cari s. 1. koşan. 2. koşmaya elverişli. 3. sarılgan,
hesap.
sürüngen (bitki). 4. sürekli, devamlı, aralıksız. 5. akan, akar:
running account 1. cari hesap. 2. anında verilen haber.
running water akar su. 6. kolay geçen. 7. üst üste. 8. art arda.
running board oto. marşpiye.
9. işleyen. 10. bitişik (elyazısı). 11. tıb. akıntılı, sızıntılı. 12. düz.
running light 13. cari,
seyir geçer. 14. tekrarlanmış. 15. koşarak yapılan.
feneri.
running mate 1. aynı takımda yarışan at. 2. aynı partiden seçime katılan
run-of-the-mill aday.
s. olağan, bayağı, alelade, sıradan.
run-time i., bilg. yürütme süresi.
runway i. (havaalanında) pist.
rupture i. 1. kopma, kırılma. 2. (ilişkilerde) kopma, kopukluk. f. 1.
rural koparmak,
s. 1. kırsal, kırmak;
köye ait.kopmak, kırılmak. 2. (ilişkiyi) koparmak,
2. tarımsal.
bozmak.
ruse i. hile, oyun.
rush i. saz, hasırotu.
rush f. 1. koşmak, acele etmek; koşturmak, acele ettirmek. 2.
rush a bill through saldırmak. 3. hızla akmak.
bir kanun tasarısını 4. meclisten
acele ile aceleyle yapmak.
geçirmek. i. 1. koşma,
acele etme. 2. hücum, hamle. 3. koşuşturma. 4. üşüşme.
rush hour (iş gününde) trafiğin en yoğun olduğu zaman.
rush order acele sipariş.
rush order acele sipariş.
rush out of the room odadan fırlayıp çıkmak.
Russia i. Rusya.
Russia turnip şalgam.
Russian i., s. 1. Rus. 2. Rusça.
Russian roulette Rus ruleti.
Russian turnip şalgam.
rust i. 1. pas. 2. pas rengi. f. paslanmak; paslandırmak.
rustic s. 1. köye/kıra özgü. 2. kaba, yontulmamış. 3. rüstik, sade, basit.
rustle i.
f. basit ve kaba kimse.
1. hışırdamak; hışırdatmak. 2. k. dili (davar/at) çalmak. i.
rustler hışırtı.
i., k. dili davar/at hırsızı.
rusty s. 1. paslı, paslanmış. 2. körelmiş, paslanmış: My English is
rut rusty. İngilizcem
i. 1. tekerlek kullanılmaya
izi. 2. kullanılmaya
rutin; monoton epey
ve sıkıcı bir zayıfladı.
yaşam/çalışma
rut tarzı: You´ve
i. (hayvan) gotten kösnüme.
kızışma, into a rut. Hayatın çok monotonlaştı. f. (--
ted, --ting) tekerleklerle iz yapmak.
rutabaga i. şalgam.
ruthless s. merhametsiz, acımasız, insafsız.
ruthlessly z. insafsızca.
ruthlessness i. insafsızlık.
Rwanda i. Ruanda.
Rwandan i. Ruandalı. s. 1. Ruanda, Ruanda´ya özgü. 2. Ruandalı.
rye i. çavdar.
rye bread çavdar ekmeği.
rye whisky çavdar viskisi.
ryegrass i., bot. 1. delice. 2. karaçayır.
S, s i. S, İngiliz alfabesinin on dokuzuncu harfi.
s.o.´s pride and joy birinin çok sevdiği kimse/şey, birinin medarı iftiharı.
Sabbath i.
sabbatical i. üniversitedeki öğretim üyesine tanınan uzun ve maaşlı izin.
saber i. süvari kılıcı.
saber rattling savaş tehdidi.
sable i. 1. samur. 2. samur kürk. 3. siyah. s. siyah.
sabot i. sabo.
sabotage i. sabotaj, baltalama. f. sabotaj yapmak, sabote etmek,
saboteur baltalamak.
i. sabotajcı.
sabre i., İng., bak. saber.
saccharin i. sakarin.
saccule i., anat. kesecik.
sachet i. saşe, (çamaşırların arasına konulan) içi hoş kokulu kuru bitki
sack v.b. ile dolu
i. torba, bezf. kese.
çuval. 1. çuvala koymak. 2. İng., k. dili kovmak, işten
sack atmak, sepetlemek.
f. 1. yağmalamak. 2. soyup soğana çevirmek. i. yağma.
sacking i. çuval bezi, çul.
sacrament i., Hrist. Hz. İsa´dan kaynaklanan ve papaz aracılığıyla yapılan
sacred kutsal bir işlem.
s. 1. kutsal. 2. dinsel, dini.
sacred ibis zool. mısırturnası.
sacrifice i. 1. kurban. 2. fedakârlık, özveri. 3. feda etme, kurban etme. f.
sacrifice sale 1. kurbansatış.
zararına etmek, kurban olarak kesmek: sacrifice a sheep
koyun kurban etmek. 2. feda etmek: sacrifice one´s fortune
sacrilege i. kutsal bir şeye karşı saygısızlık.
servetini feda etmek.
sacrilegious s. kutsal bir şeye karşı saygısız.
sacrosanct s. 1. çok kutsal. 2. dokunulmaz.
sad s. 1. kederli, üzgün: sad person kederli kimse. 2. üzücü, acıklı:
sadden sad news üzücü haber.
f. kederlendirmek, 3. çok
üzmek; kötü: a sadüzülmek.
kederlenmek, state of affairs çok
kötü bir durum. 4. donuk (renk).
saddle i. 1. eyer. 2. semer. 3. (bisiklette) sele. f. eyerlemek.
saddle s.o. with a task birine zor bir iş yüklemek.
saddler i. saraç.
sadism i. sadizm.
sadist i. sadist.
sadistic s. sadist.
sadistically z. sadistçe.
sadomasochism i. sadomazoşizm.
safari i. safari.
safe s. emin, emniyetli, güvenli, sağlam; güvenilir; tehlikesiz: in safe
safe and sound hands eminsapasağlam.
sağ salim, ellerde. a safe neighborhood emniyetli bir mahalle.
a safe building sağlam bir bina. a safe politician güvenilir bir
safe-conduct i., ask. yasak bölge izin belgesi.
politikacı. i. kasa.
safe-deposit s.
safe-deposit box (bankadaki) kiralık kasa.
safeguard i. 1. koruma. 2. against -e karşı koruyucu şey. f. against -e karşı
safekeeping korumak.
i. saklama, koruma.
safety i. güvenlik, emniyet.
safety belt emniyet kemeri.
safety lamp madenci feneri.
safety lamp madenci lambası.
safety lock 1. emniyet kilidi. 2. (silahta) emniyet tertibatı.
safety lock emniyet kilidi.
safety pin çengelliiğne.
safety razor tıraş makinesi.
safety razor tıraş makinesi.
safety valve emniyet valfı/supabı.
safety-deposit s., bak. safe-deposit.
safflower i. yalancısafran, aspur, papağanyemi.
saffron i. safran.
sag f. (--ged, --ging) 1. eğilmek, bükülmek, çökmek, bel vermek;
saga sarkmak.
i. destan. 2. (kıymet/fiyat) yavaş yavaş düşmek.
sagacious s. ferasetli; zeki.
sagacity i. feraset, zekâvet, zekâ.
sage i. adaçayı.
sage s. bilge; ferasetli; bilgece. i. bilge.
Sagittarius i., astrol. Yay burcu.
sago i. sagu, hintirmiği.
sago palm bot. sikas, sago palmiyesi.
Sahara i.
Saharan s. Sahra, Sahra´ya özgü.
said f., bak. say.
sail i. 1. yelken. 2. yelkenli. 3. deniz yolculuğu. f. 1. gemi ile yola
sail close to the wind çıkmak.
k. dili 1. 2. gemi ile
tehlikeli birgitmek. 3. (gemi)
yolda gitmek, kullanmak.
tehlikeli 4. havada
bir şekilde hareket
uçurmak.
etmek. 2. 5. süzülmek.
(yazının/sözün) açık saçık olmasına ramak kalmak.
sail into k. dili 1. -e büyük bir şevkle girişmek. 2. -i fena halde
sail under false colors azarlamak,
olduğundan-i başka
haşlamak.
türlü görünmek.
sailboat i. yelkenli, yelkenli tekne.
sailcloth i. yelken bezi.
sailer i. yelkenli gemi; yelkenli.
sailing i. 1. yelkencilik. 2. gemi ile yolculuk. 3. gemicilik. 4. den. kalkış
sailing boat saati.
yelkenli, yelkenli tekne.
sailing orders sefer talimatı.
sailor i. gemici.
saint s. aziz. i. aziz, evliya, eren. f. azizler mertebesine çıkarmak.
Saint-John's-wort i., bot. binbirdelikotu, kılıçotu.
saintly s. 1. aziz gibi. 2. azizlere yakışır. 3. kutsal.
sake i. hatır, uğur: for my sake hatırım için. for the sake of peace
salability barış uğruna. satılma şansı.
i. satılabilme,
salable s. satılabilir.
salableness i., bak. salability.
salacious s. 1. şehvetli. 2. müstehcen.
salad i. salata.
salad days gençlik/acemilik günleri.
salad dressing salata sosu.
salamander i., zool. semender.
salami i. salam.
salangane i., zool. salangan.
salaried s. maaşlı, aylıklı, ücretli.
salary i. maaş, aylık, ücret. f. maaş vermek, ücret vermek, aylık
salary deduction bağlamak.
ücret kesintisi.
sale i. 1. satış. 2. indirimli satış, ucuzluk, tenzilatlı satış.
saleable s., bak. salable.
sales clerk tezgâhtar, satış elemanı.
salesman çoğ. sales.men (seylz´mîn) i. satıcı, satış elemanı; tezgâhtar.
salesmanship i. satıcılık.
salesroom i. satış yeri.
saleswoman çoğ. sales.wom.en (seylz´wîmîn) i. satıcı kadın; kadın tezgâhtar.
salient s. 1. göze çarpan, dikkati çeken. 2. çıkıntılı.
saline s. 1. tuzlu. 2. tuz gibi.
salinity i. tuzluluk.
saliva i. salya, tükürük.
salivate f. 1. salya akıtmak. 2. ağzı sulanmak.
sallow s. benzi sararmış, soluk yüzlü; soluk, solgun (beniz).
sally i. 1. kuşatma sırasında askerin hücuma geçmesi. 2. ani
salmon hareket/hamle.
i. som balığı. 3. gezinti. 4. espri, nükteli söz. f. forth/out 1.
dışarı fırlamak. 2. hücuma geçmek. 3. geziye çıkmak.
salmon trout dağalası.
salon i. salon, dükkân: beauty salon kuaför salonu.
saloon i. 1. bar, meyhane. 2. İng. (körüksüz) binek arabası. 3. İng.
saloonkeeper salon, dükkân: billiards saloon bilardo salonu. 4. (yolcu
i. meyhaneci.
gemisinde) salon.
salt i. 1. tuz. 2. lezzet, tat. s. 1. tuzlu. 2. tuzlama, tuzlanmış: salt fish
salt away/down tuzlu balık, tuzlama
1. -i tuzlamak, balık.
-i tuza salt beef
yatırmak. tuzlanmış
2. (para) sığır eti.istif
biriktirmek,
salt cellar etmek.
tuzluk.
salt flat (deniz/göl kenarındaki) tuzla.
salt lake tuzlu göl, tuz gölü.
salt mine (kayatuzu çıkarılan) tuzla.
salt pan tuzla tavası.
saltcellar i. (kapağı deliksiz) tuzluk.
saltpeter i. güherçile.
saltpetre i., İng., bak. saltpeter.
saltshaker i. (kapağı delikli) tuzluk.
saltwater s. tuzlu suya özgü; tuzlu suda yaşayan.
saltworks i. tuzla.
salty s. tuzlu.
salubrious s. sağlığa yararlı.
salutary s. 1. sağlığa yararlı. 2. yararlı, hayırlı.
salutation i. 1. selamlama. 2. selam.
salute f. selam vermek, selamlamak. i. 1. selamlama. 2. selam.
salvage i. kurtarılan mal. f. (eşya) kurtarmak.
salvation i. 1. kurtuluş. 2. kurtarılma; kurtarma.
salve i. 1. merhem. 2. övme. f. 1. merhem sürmek. 2. acısını
salve one´s conscience dindirmek, acısına merhem olmak.
vicdanını rahatlatmak.
salvo i. (çoğ. --s/--es) 1. yaylım ateşi; salvo, topçu bombardımanı. 2.
Sam Hill selam
the -- k.topu.
dili 3. alkış
Allah tufanı.What in the Sam Hill do you think you
aşkına:
same ´re
s. 1.doing? Sen ne
aynı, tıpkı: theyaptığını zannediyorsun
same thing Allah
aynı şey. John aşkına?
speaks Just
in the
who
same the Sam
way´´I Hill
aswant do you
his father. think you are? Kendini ne
Same here. Ben de.: a cup John tıpkı babası
of coffee.´´ gibihere.´´
´´Same konuşuyor.
´´Bir 2. eşit:
kahve
zannediyorsun
Both amounts Allah
are theaşkına?
same. Her iki miktar eşit.
Samian istiyorum.´´
i. Sisamlı. s. 1.´´Ben
Sisam,de.´´
Sisam´a özgü. 2. Sisamlı.
Samoa i. Samoa.
Samoan i. 1. Samoalı. 2. Samoaca. s. 1. Samoa, Samoa´ya özgü. 2.
Samoaca. 3. Samoalı.
Samos i. Sisam.
Samothrace i. Semadirek, Semendirek.
Samothracian i. Semadirekli. s. 1. Semadirek, Semadirek´e özgü. 2.
sample Semadirekli.
i. örnek, numune; model; mostra; eşantiyon. f. örnek olarak
San Marinese denemek.
1. çoğ. San Mari.nese (sän märıniz´)/San Mar.i.ne.si (sän
San Marino märıney´zi)
San Marino. San Marinolu. 2. San Marino, San Marino´ya özgü.
sanatorium çoğ. --s (sänıtôr´iyımz)/san.a.to.ri.a (sänıtôr´iyı) i. sanatoryum.
sanctify f. 1. kutsallaştırmak. 2. kutsamak.
sanctimonious s. dindarlık taslayan, sahte sofu.
sanctimoniously z. dindarlık taslayarak.
sanction i. 1. onay, tasdik. 2. hukuku ihlal nedeniyle verilen ceza. 3.
sanctity yaptırım,
i. kutsallık. müeyyide. f. onaylamak, tasdik etmek.
sanctuary i. 1. tapınak, mabet. 2. kutsal yer. 3. sığınak.
sand i. 1. kum. 2. çoğ. kumluk, kumsal. 3. çoğ. ömrün dakikaları.
sand dune kumul.
sand martin kumkırlangıcı.
sandal i. sandal, sandalet.
sandalwood i. 1. sandalağacının odunu/kerestesi. 2. bot. sandalağacı,
sandbag sandal.
i. kum torbası.
sandbar i. kıyı dili, sahil kordonu.
sandblast f. kum püskürterek temizlemek.
sandman çoğ. sand.men (sänd´men) i. çocukların gözlerine kum serperek
sandpaper uykularını
i. zımpara getirdiği
kâğıdı. f. varsayılan peri. ile) zımparalamak.
(zımpara kâğıdı
sandstone i. kumtaşı.
sandstorm i. kum fırtınası.
sandwich i. sandviç. f. (between) (iki şeyin) arasına sıkıştırmak.
sandy s. 1. kumlu. 2. saman sarısı (saç).
sane s. 1. aklı başında. 2. mantıklı.
sang f., bak. sing.
sanguinary s. 1. kanlı. 2. kana susamış, kan dökücü.
sanguine s. 1. umutlu; iyimser. 2. neşeli. 3. kan gibi kırmızı, kan renginde
sanitarium (beniz).
çoğ. --s (sänıter´iyımz)/san.i.tar.i.a (sänıter´iyı) i., bak.
sanitary sanatorium.
s. 1. sağlıkla ilgili. 2. sağlıklı, temiz.
sanitary napkin hijyenik kadın bağı.
sanitation i. 1. sağlığa uygun bir duruma getirme. 2. sağlık önlemleri.
sanitation system sıhhi tesisat.
sanity i. aklı başında olma.
sank f., bak. sink.
Sanskrit i., s. Sanskritçe.
Santa i., k. dili Noel Baba.
Santa Claus Noel Baba.
sap i. 1. özsu, usare. 2. canlılık, enerji, dirilik. 3. argo aptal, avanak.
sap f.
f. (--ped,
(--ped, --ping)
--ping) azaltmak: sapkazıp
ask. temelini one´s strength
yıkmak; takatını
altına kesmek,
sıçanyolu
kuvvetini
kazarak azaltmak.
ilerlemek.
sapling i. 1. (epey boy atmış) fidan. 2. delikanlı, genç çocuk.
saponification i. sabunlaşma.
saponify f. sabunlaşmak; sabunlaştırmak.
sapper i., İng., ask. istihkâmcı.
sapphire i. gökyakut, safir.
sappy s. 1. özlü. 2. canlı. 3. argo ahmak, budala. 4. toy, acemi.
saprophyte i. çürükçül, saprofit.
saprophytic s. çürükçül, saprofit.
Sarawak i. Saravak.
Sarawakese i. (çoğ. Sa.ra.wa.kese) Saravaklı. s. 1. Saravak´a özgü. 2.
sarcasm Saravaklı.
i. istihza.
sarcastic s. iğneleyici, alaylı, müstehzi.
sarcastical s., bak. sarcastic.
sarcastically z. alay ederek.
sarcolemma i., anat. kas zarı.
sarcoma çoğ. --s (sarko´mız)/--ta (sarko´mıtı) i., tıb. sarkom.
sarcophagus çoğ. sar.coph.a.gi (sarkaf´ıgi)/--es (sarkaf´ıgısız) i. lahit.
sardine i. sardalye, ateşbalığı.
Sardinia i. Sardinya.
Sardinian i. 1. Sardinyalı. 2. Sardinyaca. s. 1. Sardinya, Sardinya´ya özgü.
sardonic 2. Sardinyaca. 3.küçümseyici,
s. küçümseyen, Sardinyalı. alaylı, alaycı.
sarsaparilla i., bot. saparna.
sash i. kuşak.
sash i. pencere çerçevesi. f. pencere çerçevesi takmak.
sash window sürme pencere.
sass i., k. dili küstahlık.
sassy s. arsız, küstah, haddini bilmez.
sat f., bak. sit.
Satan i. Şeytan.
satchel i. okul çantası.
sate f. doyurmak.
sateen i. saten taklidi pamuklu kumaş.
satellite i. uydu.
satiate f. doyurmak.
satiation i. doyma; doyum, doygunluk.
satiety i. doyum, doygunluk.
satin i. saten, atlas.
satire i. hiciv, taşlama, yergi, yerme.
satiric s., bak. satirical.
satirical s. hicivli, hicivsel.
satirise f., İng., bak. satirize.
satirize f. hicvetmek, yermek, taşlamak.
satisfaction i. 1. hoşnutluk, memnuniyet. 2. tatmin, doyum. 3. doygunluk.
satisfactory s. 1. hoşnut edici, memnun edici. 2. tatmin edici, doyurucu,
satisfy yeterli.
f. 1. hoşnut etmek, memnun etmek: Nothing satisfies him; he is
saturate always complaining. Hiçbir şeyden hoşnut değil; hep şikâyet
f. doyurmak.
ediyor. He is not satisfied with the quality of the goods which
saturated s. doymuş, doygun.
we sold to him. Kendisine sattığımız malların kalitesinden
saturation i. doyma, değil.
memnun doygunluk.
2. tatmin etmek, doyurmak. 3. gidermek: That
Saturday bread did not satisfy my hunger. O ekmek açlığımı gidermedi. 4.
i. cumartesi.
Saturn inandırmak,
i., gökb. Satürn,iknaZühal.
etmek: He has satisfied me that he can do the
job. İşi yapabileceğine ikna oldum. be satisfied with -den hoşnut
saturnine s. asık suratlı, somurtkan.
olmak.
sauce i. 1. salça, sos, terbiye. 2. tat, lezzet. 3. k. dili terbiyesizce
sauce for the goose söylenmiş
What´s saucesöz; küstahlık. f. 1. is
for the goose salça ilave
sauce for etmek, sos koymak.
the gander. Senin 2.
k.
banadili terbiyesizlik
yaptığını etmek, küstahlık etmek.
ben de sana yapamaz mıyım?
sauceboat i. salçalık, sos kabı.
saucepan i. uzun saplı tencere.
saucer i. çay tabağı, fincan tabağı.
saucy s. arsız, sulu, sırnaşık; küstah.
Saudi i., s. Suudi.
Saudi Arabia Suudi Arabistan.
Saudi Arabian 1. Suudi Arabistanlı, Suudi. 2. Suudi Arabistan, Suudi, Suudi
saunter Arabistan´a
f. aylak aylaközgü. dolaşmak, avare avare dolaşmak. i. aylak aylak
sausage dolaşma.
i. sosis; sucuk.
savage s. 1. vahşi, yabanıl, yabani. 2. acımasız, zalim. i. 1. vahşi adam.
savageness 2. zalimsavagery.
i., bak. ve canavar ruhlu kimse. f. (hayvan) vahşice
ısırmak/tepelemek/parçalamak.
savagery i. vahşilik, yabanıllık, yabanilik, vahşet.
save f. 1. kurtarmak: save s.o.´s life birinin hayatını kurtarmak. 2.
save korumak:
edat, bağ.He fought
-den to ...
başka, save his homeland.
dışında, ... hariç. Anavatanını korumak
için savaştı. 3. saklamak, ayırmak: I am saving these books for
save face görünüşü kurtarmak.
my children. Bu kitapları çocuklarıma saklıyorum. 4. biriktirmek:
save for ... hariç.
She is saving money for her vacation. Tatili için para biriktiriyor.
save one´s face 5. on -i idareli
(itibarını kullanmak, -den
zedeleyebilecek tasarruf etmek:
bir durumdan) Weakıyla
yüzünün are trying to
save one´s skin save
çıkmak. on electricity. Elektrikten
k. dili postunu kurtarmak. tasarruf etmeye çalışıyoruz. 6.
bilg. kaydetmek.
save that ancak, yalnız.
saving edat, bağ. -den başka, ... dışında, ... hariç.
saving your presence hâşâ huzurdan, sözüm yabana, sözüm meclisten dışarı.
savings i. biriktirilmiş para; tasarruflar.
savings account tic. tasarruf hesabı.
savings account tasarruf hesabı.
savings bank tasarruf sandığı, tasarruf bankası.
savings bank tasarruf bankası; tasarruf sandığı.
savior i. kurtarıcı.
saviour i., İng., bak. savior.
savor i. 1. tat, lezzet, çeşni. 2. zevk, tat. f. 1. of tadı olmak, lezzeti
savoriness olmak. 2. çeşni vermek; lezzet vermek. 3. kokusu olmak. 4.
i. lezzetlilik.
zevk almak, tadına varmak.
savory s. 1. lezzetli. 2. hoş kokulu. i. 1. ballıbabagillerden, yaprakları
savour bahar olarak
i., f., İng., kullanılan)
bak. savor. sater, zater. 2. İng. yemeğin
başında/sonunda yenen bir yemek.
savouriness i., İng., bak. savoriness.
savoury s., i., İng., bak. savory.
saw i. testere, bıçkı. f. (--ed, --ed/--n) testere ile kesmek.
saw i. atasözü, darbımesel.
saw f., bak. see 1.
sawdust i. bıçkı tozu, testere talaşı.
sawfish i., zool. testerebalığı.
sawmill i. bıçkıhane, bıçkıevi.
sax i., k. dili saksofon.
saxophone i. saksofon.
saxophonist i. saksofoncu.
say f. (said) demek, söylemek. i. 1. denilen şey, söz. 2. söz sırası.
say a mouthful k. dili taşı gediğine koymak.
say a word about -den bahsetmek/konuşmak.
say one´s say söyleyeceğini söylemek.
say s.t. under one´s breath k. dili bir şeyi alçak sesle söylemek, bir şeyi fısıldamak.
say the word k. dili (bir şeyin yapılması için) haber vermek: If you ever need
Say uncle! aTeslim
ticket,ol!just say the word and I´ll get you one. Bilete ihtiyacın
olursa bana bildirmen yeter. When I say the word you´ll all
Say Uncle! argo Pes de!
stand up. Ben söyleyince hepiniz ayağa kalkacaksınız.
Say when. k. dili Kâfi gelince söyle.
Say! ünlem, k. dili Hey, bana bak!
saying i. 1. söz, laf. 2. atasözü; özdeyiş.
say-so i., k. dili 1. keyfi karar, dayanaksız hüküm. 2. karar verme hakkı.
sc kıs. scale, scene, science, scientific.
scab i. 1. yara kabuğu. 2. k. dili greve katılmayan veya grevcilerin
scabbard yerine
i. (kılıç çalışan
için) kın.işçi. f. (--bed, --bing) 1. (yara) kabuk bağlamak. 2.
k. dili grevcilerin yerine çalışmak.
scads i., çoğ., k. dili büyük miktar.
scaffold i. 1. yapı iskelesi. 2. darağacı, sehpa; (idam mahkûmlarının
scaffolding başının
i. 1. yapıkesildiği
iskelesiyüksek)
kurmak platform. f. yapı
için kullanılan iskelesi2.kurmak.
kereste. yapı iskelesi.
scald f. 1. haşlamak, kaynar su veya buhardan geçirmek. 2. (kaynar
scale sıvı veyasürüngen
i. (balık, buhar ile)v.b.´nde)
yakmak, pul.haşlamak. 3. (kaynar
f. pullarını sıvı veya
ayıklamak.
güneş) yakmak. i. (kaynar sıvı veya buhardan ileri gelen) yanık,
scale i. 1. terazi gözü, kefe. 2. çoğ. terazi. f. tartmak.
yara.
scale i. 1. derece. 2. ölçek, ölçü. 3. dereceli cetvel. 4. müz. gam. f. 1.
scale down tırmanmak:
küçültmek; scale a wall duvara tırmanmak. 2. (bir ölçeğe göre)
indirmek.
ayarlamak: Their wages were scaled according to their
scale up büyütmek; yükseltmek.
productivity. Maaşları randımanlarına göre ayarlandı. 3. bilg.
scaled in The boxer scaled in at 87 kilos. Boksör 87 kilo geldi.
ölçeklendirmek.
scallion i. 1. yeşil soğan, taze soğan. 2. yabanisarımsak,
scallop yabanisarmısak. 3. pırasa. f. 1. tarak kabuğu şeklinde
i., zool. tarak, deniztarağı.
scalp kesmek/süslemek.
i. 1. kafa derisi. 2. zafer2. üstüne ekmek
simgesi. f. 1.kırıntıları serpip
kafa derisini sos içinde
yüzmek. 2. k.
pişirmek.
dili karaborsadan (bilet) satmak. 3. k. dili (kâr amacı ile) (hisse
scalpel i., tıb. neşter, bisturi.
senedi v.b.´ni) alıp satmak. 4. k. dili bozguna uğratmak.
scaly s. pul pul, pullarla kaplı, pullu.
scammony i., bot. mahmude.
scamp i. haylaz, yaramaz; şeytanın art bacağı.
scamp f. baştan savma yapmak.
scamper f. 1. about/around koşuşturmak. 2. koşmak, kaçmak. i. acele
scan kaçış.
f. (--ned, --ning) 1. inceden inceye gözden geçirmek; taramak.
scandal 2.1.
i. üstünkörü
skandal, gözden
rezalet. geçirmek. 3. vezne 3.
2. iftira, dedikodu. göre okumak.
rezil, kepaze, 4. vezin
kurallarına uymak. 5. bilg. taramak.
yüzkarası.
scandalise f., İng., bak. scandalize.
scandalize f. rezalet çıkararak (birini) utandırmak.
scandalmonger i. dedikoducu kimse.
scandalous s. rezil, kepaze, lekeleyici, utanılacak, çok ayıp.
Scandinavia i. İskandinavya.
Scandinavian i. İskandinavyalı, İskandinav. s. 1. İskandinav, İskandinavya´ya
scanner özgü.
i., bilg.2.tarayıcı,
İskandinavyalı,
skaner. İskandinav. 3. İskandinav dillerine özgü.
scant s. 1. az, kıt, dar. 2. yetersiz. 3. sınırlı.
scantily z. kıt olarak, eksik olarak.
scanty s. 1. pek az, kıt, dar. 2. yetersiz, eksik.
scapegoat i. günah keçisi; şamar oğlanı.
scar i. iz, yara izi. f. (--red, --ring) iz bırakmak.
scarce s. 1. seyrek, nadir, az bulunur. 2. kıt.
scarcely z. hemen hemen, neredeyse, ancak; pek: He scarcely knows a
scare word of Italian.ürkütmek.
f. korkutmak; Hemen hemen hiç İtalyanca
i. ani korku, panik. bilmiyor. It´s
scarcely more than a kilometer from here. Buradan orası bir
scare away/off -i korkutup kaçırmak.
scare s.o. out of his/her kilometreyi pek geçmez. I scarcely know her. Onu pek
birinin ödünü koparmak/patlatmak.
wits/scare the wits out of s.o. tanımıyorum. It´s scarcely nine o´clock. Saat ancak dokuz daha.
scare up He´d
k. diliscarcely entered the yoktan
bulup buluşturmak; room when she flung a plate at him.
var etmek.
scarecrow Odaya henüz girmişti
i. korkuluk, bostan korkuluğu.ki ona bir tabak fırlattı. I could scarcely
have said such a thing to him, could I? Hiç ona öyle bir şey
scarf çoğ. --s (skarfs)/scarves
söyleyebilir miyim? You could (skarvz) i. eşarp;
scarcely haveboyun
hoped atkısı,
for akaşkol.
better
scarf f. down/up
result than k. dili Ondan
that. hapır hupur
daha yemek.
iyi bir sonuç bekleyemezsin
scarlet herhalde.
i., s. al, kırmızı.
scarlet fever tıb. kızıl.
scary s. 1. korku veren, korkunç. 2. korkak, ürkek, ödlek.
scat f. (--ted, --ting) k. dili çekilmek, gitmek.
Scat! ünlem, k. dili Pist!/Hoşt!/Git!
scathing s. sert, kırıcı.
scatter f. dağıtmak, yaymak; serpmek; saçmak; dağılmak, yayılmak.
scatterbrain i. kafası dağınık kimse.
scatterbrained s. kafası dağınık.
scattered s. dağınık.
scavenge f. for çöpleri karıştırarak (yiyecek, işe yarayacak şey) aramak.
scavenger i. 1. leşle beslenen hayvan, leşçil. 2. çöpleri karıştırarak işe
scenario yarayacak
i. senaryo. şeyler arayan kimse. 3. İng. çöpçü.
scenarist i. senarist, senaryocu, senaryo yazarı.
scene i. 1. tiy., sin., TV sahne: the second scene of a play bir oyunun
scenery ikinci sahnesi.
i. 1. doğal 2. sahne,
manzara. manzara,
2. tiy. dekor. görünüm, görüntü: The
picture depicts a hunting scene. Resim bir av sahnesini
scenic s. manzaralı, güzel manzaraları olan.
canlandırıyor. 3. olay yeri: the scene of a crime bir suçun
scent f. 1. kokusunu
işlendiği yer. 4.almak, sezmek.
tiy. dekor. 2. güzel
5. olay, koku
hadise: saçmak.
Don´t make3.a scene!
scepter koklayarak
Hadise izini aramak;
çıkarma!/Olay
i. asa, kral asası. koklayarak
çıkarma! bulmak. i. 1. (güzel) koku.
2. İng. parfüm; kolonya; koku. 3. iz kokusu. 4. (hayvanın)
sceptic i., bak. skeptic.
koklama duyusu.
sceptre i., İng., bak. scepter.
schedule i. 1. program: I have a very busy schedule at the office today.
schematise Bugün
f., İng.,ofisteki iş programım çok dolu. 2. liste: His name is not
bak. schematize.
on today´s schedule of appointments. Adı bugünkü randevu
schematize f. sistemli bir biçimde düzenlemek.
listesinde yok. 3. tarife: boat schedule vapur tarifesi. f. 1.
scheme i. 1. gizli düzen,
programa koymak, entrika, dolap. 2. İng.
programlamak. plan, proje.
2. listesini 3. düzen,
yapmak: We are
schemer tertip,
drawing uyum. a f.
up dolap
i. entrikacı, new1. çeviren
dolap
scheduleçevirmek, entrika
of prices.
kimse, Yeni çevirmek.
düzenbaz. 2. plan
bir fiyat listesi
yapmak.
yapıyoruz.
schism i. 1. hizipleşme, klikleşme. 2. hizip, klik.
schismatic s., i. hizipçi, klikçi.
schismatical s. hizipçi, klikçi.
schist i., jeol. şist.
schizophrene i., ruhb. şizofren.
schizophrenia i., ruhb. şizofreni.
schizophrenic s., ruhb. şizofrenik. i. şizofren.
schnitzel i. şnitzel.
scholar i. bilgin, âlim.
scholarly s. bilimsel, ilmi, bilgine yakışır.
scholarship i. 1. bilim, ilim, irfan. 2. burs.
scholarship holder bursiyer.
scholastic s. 1. okulla ilgili; eğitsel. 2. skolastik.
school i. 1. okul. 2. (üniversitede) fakülte: school of business
school administration
i. (balık, balina işletme
v.b. için)fakültesi. 3. ekol:
sürü. f. (balık) school
sürü of philosophy
halinde yüzmek.
felsefe ekolü.
school age okul çağı.
school board okul yönetim kurulu.
school year ders yılı, öğretim yılı.
school year ders yılı, öğretim yılı.
schoolbook i. ders kitabı.
schoolboy i. erkek öğrenci.
schoolgirl i. kız öğrenci.
schoolhouse i. okul binası.
schooling i. eğitim, öğretim.
schoolmate i. okul arkadaşı.
schoolmistress i. kadın öğretmen.
schoolroom i. sınıf, dershane.
schoolteacher i. öğretmen.
schoolwork i. okul ödevi.
schoolyard i. okulda oyun sahası.
schooner i. 1. den. ıskuna. 2. k. dili büyük bira bardağı. 3. İng. büyük
sciatic şarap bardağı.
s. siyatik, siyatik sinirine ait.
sciatic nerve anat. siyatik, siyatik siniri.
sciatica i., tıb. siyatik, siyatik hastalığı.
science i. 1. fen, ilim, bilim. 2. bilim dalı.
science fiction bilimkurgu.
scientific s. 1. bilimsel. 2. sistematik, sistemli.
scientist i. bilim adamı/kadını.
scilla i., bot. maviyıldız.
scimitar i. enli kılıç, pala.
scintilla i. 1. çakım, kıvılcım. 2. zerre.
scintillate f. parıldamak, ışıldamak.
scion i. 1. çocuk, evlat. 2. bot. aşı kalemi.
scissors i. (kesmek için kullanılan) makas.
scissors kick makaslama (yüzüş).
sclerosis çoğ. scle.ro.ses (sklıro´siz) i., tıb. skleroz, sertleşim, sertleşme.
scoff f. (at) (ile) alay etmek. i. 1. alay. 2. küçümseme.
scoff f., İng., k. dili hapır hupur yemek. i., İng., k. dili yiyecek.
scold f. azarlamak, paylamak. i. herkesi azarlayan şirret kadın.
scollop i., f., bak. scallop.
sconce i. aplik, duvar lambası/şamdanı.
scone i. ufak ve yuvarlak bir tür hamur işi.
scoop i. 1. kepçe: ice-cream scoop dondurma kepçesi. 2. k. dili, gazet.
scooter atlatma. f. 1. 2.
i. 1. trotinet. kepçe ile çıkarmak.
skuter, 2. k. dili, gazet. (haber)
küçük motosiklet.
atlatmak.
scope i. 1. saha, alan; faaliyet alanı. 2. olanak, fırsat. 3. kapsam. 4. k.
scorch dili
f. 1.teleskop;
yakmak, mikroskop.
kavurmak; yanmak, kavrulmak. 2. acı sözlerle
score incitmek.
i. 1. (oyunda) sayı, puan, skor: What´s the score? Kaça
score a goal kaç?/Durum
gol atmak. nedir? 2. yirmi sayısı. 3. çizgi, çentik, kertik. 4.
müz. partisyon. 5. çoğ. çok sayıda: scores of people çok sayıda
score out üstünü karalamak, üzerine çizgi çizmek.
insan, birçok insan. 6. konu: I have nothing to say on that score.
scorn i. tepeden
O bakma, horbir
konuda diyeceğim görme,
şey yok.küçük görme.
7. hınç: f. küçümsemek,
settle a score with s.o.
scornful hor görmek.
birinden hıncını almak. pay off/settle old scores eski bir hıncın
s. küçümseyen.
Scorpio acısını çıkarmak,
i., astrol. hesaplaşmak. f. 1. (puan) saymak. 2. spor
Akrep burcu.
(sayı) yapmak, (gol) atmak. 3. çentmek. 4. değerlendirmek. 5.
scorpion i. akrep.
başarı kazanmak. 6. müz. orkestralamak. 7. k. dili şiddetle
scorpion fish iskorpit.
eleştirmek. 8. argo esrar almayı başarmak.
Scot i. İskoç.
Scotch i. 1. İskoç viskisi, İskoç. 2. bir bardak İskoç viskisi. 3. İskoç
scotch İngilizcesi.
i. (tekerlek s. 1. İskoç.
için) takoz.2.f. çok tutumlu; pinti.
1. takozlamak. 2. ket vurmak,
Scotch fir engellemek.
bot. sarıçam.
Scotch pine bot. sarıçam.
Scotch plaid ekose.
Scotch tape seloteyp.
Scotch terrier İskoç teriye.
Scotch tweed İskoç tüvidi.
Scotch-Irish s. Kuzey İrlanda´ya yerleşmiş İskoç kökenli insanlara özgü.
Scotchman çoğ. Scotch.men (skaç´mîn) i., bak. Scotsman.
Scotchwoman çoğ. Scotch.wom.en (skaç´wîmîn) i., bak. Scotswoman.
scot-free s.
Scotland i. İskoçya.
Scotland Yard Londra Emniyet Müdürlüğünün Dedektif Masası.
Scots i. İskoç İngilizcesi. s. İskoç.
Scotsman çoğ. Scots.men (skats´mîn) i. İskoçyalı erkek, İskoçyalı.
Scotswoman çoğ. Scots.wom.en (skats´wîmîn) i. İskoçyalı kadın, İskoçyalı.
scottie i. İskoç teriye.
Scottish s. İskoç.
Scottish Gaelic i., s. İskoçça.
scoundrel i. hergele, dürzü.
scour f. 1. ovalayarak temizlemek. 2. süpürüp götürmek.
scour f. taramak, sıkı bir şekilde aramak.
scourge f. 1. kırbaçlamak, kamçılamak. 2. şiddetle cezalandırmak. i. 1.
scout kırbaç,
i. 1. izci,kamçı.
gözcü,2.keşifbela,kolu.
felaket.
2. casus (asker/gemi/uçak). f. keşif
scout around yapmak, keşfe
arayıp taramak. çıkmak.
scout plane keşif uçağı.
scouting i. izcilik.
scowl f. kaşlarını çatmak; at -e kaşlarını çatıp bakmak. i. kaş çatma.
scrabble f. 1. eşelemek; tırmalamak. 2. karalamak, çiziktirmek.
scrag i. 1. çok zayıf kimse, iskelet, teneşir kargası. 2. koyun etinin
scraggly yavan gerdan
s. düzensiz, kısmı.
çarpık çurpuk.
scraggy s., İng., k. dili sıska, cılız.
scram f. (--med, --ming) k. dili sıvışmak, tüymek.
Scram! ünlem Toz ol!/Git!
scramble f. 1. up -e tırmanmak. 2. for için kapışmak. 3. karıştırmak. 4.
scrambled eggs ask. (düşman
çırpılıp yağdauçaklarının yolunu kesmek için) acele
pişirilmiş yumurta.
havalanmak. 5. radyo (konuşmayı gizli tutmak için) sinyali
scrap i. 1. ufak parça. 2. artık; kırıntı; kırpıntı; hurda. 3. çoğ. artık. f. (--
değiştirmek. i. 1. kapışma, kapma; koşuşma. 2. kargaşa,
scrap heap ped, --ping)
kırpıntı yığını;ıskartaya çıkarmak, atmak.
hurda yığını.
hercümerç, karışıklık. 3. sürünerek tırmanma.
scrap iron hurda demir.
scrapbook i. gazete kupürleri veya resim yapıştırmaya özgü defter.
scrape f. 1. kazımak: scrape a surface bir yüzeyi kazımak. 2. sıyırmak:
scrape along scrape
zar zorone´s knee dizinietmek.
geçinmek/idare sıyırmak. 3. (ayak) sürtmek. 4. raspa
etmek, raspalamak. i. 1. sıyrık. 2. zor durum.
scrape away/off 1. kazıyarak silmek. 2. kazıyarak çıkarmak; raspa etmek.
scrape through güçbela atlatmak.
scrape together/up güçlükle bir araya getirmek.
scraps of news bölük pörçük haberler.
scratch f. 1. çizmek, çizerek zarar vermek/berelemek: He ruined its
scratch out surface
1. çizmek, by scratching
üstünü çizmek,it with a sharp object.
karalamak. Keskin bir
2. kazıyarak yokşeyle
etmek.
çizerek yüzeyini bozdu. 2. tırmalamak, tırmıklamak,
scratch paper karalama kâğıdı, müsvedde kâğıdı.
tırnaklamak: That cat scratched me. O kedi beni tırmaladı. 3.
scratch s.o.´s back k. dili birine
kaşımak; yağcılıkThe
kaşınmak: etmek.dog is scratching itself. Köpek
scratch test kaşınıyor. 4. eşelemek;
tıb. cilt üzerinde alerji testi. eşelenmek, eşinmek: The chicken is
scratch the surface scratching and scrabbling. Tavuk eşeleniyor. 5. k. dili yarış
ilk adımı atmak.
listesinden çıkarmak. 6. together zar zor (para) biriktirmek. 7.
scrawl f. kötü bir el make
cızırdamak: yazısıyla yazmak, karalamak,
a scratching çiziktirmek.
sound cızırdamak. i. kötü el
i. 1. çizik,
scrawny yazısı.
s. sıska,
sıyrık; cılız. 2. spor başlama çizgisi. 3. cızırtı.
tırmık.
scream f. 1. at -e bağırmak. 2. feryat etmek, acı acı haykırmak, çığlık
screech atmak.
f. 1. acı i.veferyat,
ince birçığlık.
çığlık atmak. 2. tiz bir ses çıkarmak. i. 1. acı
screen ve ince çığlık. 2.
i. 1. ekran; beyazperde. tiz bir ses.
2. paravana, bölme. 3. elek, kalbur. 4.
screenplay perde, örtü:
i., sin. senaryo. A screen of pines runs along the north side of the
field. Çamlar tarlanın kuzey kenarında bir perde oluşturuyor. f.
screw i. 1. vida. 2. uskur, pervane. f. 1. vidalamak. 2. argo düzmek;
1. off önüne bir şey koyarak (bir yeri/bir şeyi) örtmek/kapatmak/
screw around/off düzüşmek.
argo 3. argo kazıklamak.
vakit öldürmek; aylaklık etmek.sağlamak. 2. siper etmek;
( bir yerin/bir şeyin) gözükmemesini
screw nut korumak:
cıvata somunu.He screened her with his body. Gövdesini ona siper
screw on etti. 3.
vidalamak.örtmek, gizlemek. 4. elekten/kalburdan geçirmek,
elemek. 5. (iyiyi kötüden ayırt etmek amacıyla)
taramak/incelemek. 6. (sinek v.b.´ne karşı) (pencere v.b.´ne) tel
takmak. 7. sin. (filmi) göstermek.
screw up argo bir işin içine etmek, bir işi berbat etmek; (bir işin) içine
screw up one´s courage etmek,
cesaretini (birtoplamak.
işi) berbat etmek.
Screw you! argo Siktir!
screwball i., argo kafadan kontak kimse, üşütük.
screwdriver i. 1. tornavida. 2. portakal suyu ve votkayla yapılan kokteyl.
screwed-up s., argo kompleksli, manyak, çok problemli.
scribble f. karalamak, çiziktirmek, çabuk ve kötü bir el yazısıyla yazmak.
scribe i.
i. karalama,
yazıcı, kâtip. çiziktirme, kötü el yazısı.
scrimp f. 1. fazla veya dar kesmek. 2. aşırı tutumlu olmak, cimrilik
scrimpy etmek.
s. 1. çok kıt, eksik. 2. cimri.
script i. 1. bitişik harflerle yazılan yazı. 2. el yazısı. 3. matb. el yazısı
Scripture biçiminde
i. the --/--sharf.
Kitabı4.Mukaddes.
(oyun/nutuk için) yazılı metin. 5. sin., TV
senaryo. 6. yazı.
scripture i. kutsal yazılar.
scrofula i., tıb. sıraca.
scroll i. parşömen tomarı.
scrotum çoğ. scro.ta (skro´tı)/--s (skro´tımz) i. haya torbası.
scrub i. 1. çalılık, fundalık, maki. 2. bodur insan/hayvan/bitki. 3. spor
scrub birinci
f. (--bed,takıma
--bing)alınmayan
1. ovmak, oyuncu.
fırçalayarak temizlemek. 2. argo iptal
scrub brush etmek. i.
tahta fırçası.ovma, fırçalama.
scrubwoman çoğ. scrub.wom.en (skr^b´wîmîn) i. temizlikçi kadın.
scruff i.
scruffy s., İng., k. dili 1. kirli ve üstü başı perişan; pasaklı; kılıksız. 2.
scrumptious kirli
s., k.vedilipejmürde
çok güzel, (giysiler). 3. kirli
harikulade, ve dağınık
şahane, enfes.(yer).
scruple i. (vicdanın elvermemesinden ileri gelen) tereddüt, şüphe. f. 1.
scrupulous vicdanı
s. elvermemek.
1. vicdanının sesini 2. tereddütvicdanlı.
dinleyen, etmek. 2. dürüst. 3. dikkatli,
scrutinise titiz.
f., İng., bak. scrutinize.
scrutinize f. dikkatle bakmak, incelemek.
scrutiny i. dikkatle bakma, inceleme.
scuff f. 1. ayaklarını sürümek. 2. ayaklarını sürüyerek aşındırmak.
scuff one´s shoes (kazara şuraya buraya çarparak) ayakkabılarının
scuffle cilasını/boyasını
f. boğuşmak; itişip bozmak.
kakışmak. i. boğuşma; itişip kakışma.
scull i. 1. küçük sandal. 2. kıçtan kullanılan tek kürek, boyna. f. boyna
scullery etmek.
i. mutfak yanındaki bulaşık yıkanan ve kap kacak konulan oda.
sculptor i. heykeltıraş.
sculptress i. kadın heykeltıraş.
sculpture i. 1. heykel. 2. heykeltıraşlık. f. oymak; heykel yapmak.
scum i. 1. (kaynayan/mayalanan sıvının yüzeyinde oluşan) köpük. 2.
scumbag (suyun
i., argo üzerinde
çok aşağılık yüzen) pislik/alg
kimse, çok kötü tabakası.
kimse, 3. maden cürufu. 4.
pislik.
pislik.
scurf i. kepek; konak.
scurfy s. kepekli (baş/saç).
scurrilous s. 1. kabalıklarla/çirkinliklerle dolu, aşağılık. 2. kaba, küfürlü. 3.
scurry ağzı bozuk,
f. acele küfürbaz.
etmek, koşmak; koşuşturmak.
scurvy i., tıb. iskorbüt.
Scutari i., tar. (İstanbul´daki) Üsküdar.
scuttle i. kömür kovası.
scuttle f. hızla ilerlemek/yürümek, seğirtmek. i. seğirtme, hızla gitme.
scuttle f. 1. -den vazgeçmek; -i iptal etmek; -i bırakmak. 2. -i
scythe mahvetmek, -i bozmak.
i. tırpan. f. tırpanla biçmek, tırpanlamak.
SE kıs. Southeast.
sea i. 1. deniz, derya. 2. dalga.
sea anemone bot. denizşakayığı.
sea bream zool. 1. mercanbalığı. 2. izmarit.
sea breeze denizden esen rüzgâr, imbat.
sea captain kaptan, süvari.
sea cucumber zool. denizhıyarı.
sea dog deniz kurdu.
sea foam denizköpüğü, lületaşı.
sea food deniz ürünü.
sea green mavimsi yeşil, camgöbeği.
sea gull martı.
sea horse zool. denizatı.
sea legs fırtınalı havalarda güvertede dolaşabilme becerisi.
sea level deniz seviyesi.
sea monster deniz canavarı.
sea nettle zool. denizısırganı.
sea power donanması güçlü devlet.
sea salt deniz tuzu.
sea snake zool. denizyılanı.
sea urchin zool. denizkestanesi.
seaboard i. sahil, kıyı, yalı boyu. s. kıyıya yakın.
seacoast i. deniz kıyısı, sahil.
seafarer i. gemici.
seafaring s. 1. denizcilikle/gemicilikle uğraşan. 2. deniz yoluyla seyahat
seafront eden.
i. sahil.i. 1. deniz yolculuğu. 2. denizcilik; gemicilik.
seagoing s. açık denize çıkmaya elverişli (gemi).
seal i., zool. fok, ayıbalığı. f. fok avlamak.
seal i. 1. mühür, damga. 2. onay. f. 1. mühürlemek, mühür basmak,
seal one´s fate damga
yazgısını basmak.
önceden2. tayin
onaylamak,
etmek.tasdik etmek. 3. off/up -i
kapamak.
seal ring mühür yüzüğü.
sealed orders denize çıktıktan sonra açılmak üzere kaptana verilen kapalı zarf
sealing wax içindeki
mühür mumu,emir. kırmızı balmumu.
seam i. 1. dikiş yeri. 2. iki tahtanın yan yana birleştiği çizgi, bağlantı
seam together yeri. 3. den.
birbirine armuz. 4. jeol. damar, tabaka, yatak.
dikmek.
seaman çoğ. sea.men (si´men) i. 1. denizci, gemici. 2. deniz eri.
seamanship i. gemicilik.
seamed with ... izleriyle kaplı, ile çizili (yüz).
seamstress i. kadın terzi.
seamy s. 1. dikişli. 2. çirkin görünüşlü, biçimsiz. 3. ahlaksız, aşağılık,
séance çirkin.
i. seans.
seaplane i. deniz uçağı.
seaport i. liman.
sear f. 1. (kızgın demir gibi bir şey) (başka bir şeyi) yakmak. 2. (bir et
search parçasının yüzeyini)
f. 1. araştırmak, şöyleWe
aramak: bir are
kızartmak.
searching for an inexpensive
Search me! apartment. Ucuz bir
k. dili Ne bileyim daire arıyoruz. They searched the house
ben!
from top to bottom but could not find the missing book. Evi
search out araştırıp öğrenmek.
baştan aşağı aradılar, ama kayıp kitabı bulamadılar. The
search party kayıp arama
customs ekibi.
officials searched all of our suitcases. Gümrük
search warrant memurları bavullarımızın
huk. arama emri. hepsini aradı. 2. yoklamak, üstünü
searching aramak:
s. 1. araştırıcı, inceden inceye everyone
That guard searches araştıran.who enters
2. nüfuz this 3.
eden.
building.
keskin. O bekçi, bu binaya giren herkesin üstünü arar. 3.
searchlight i. projektör.
taramak, gözlemek: search the horizon ufku taramak.
seascape i. deniz manzarası.
seashell i. deniz kabuğu.
seashore i. deniz kıyısı.
seasickness i. deniz tutması.
seaside i. sahil. s. sahile ait.
season i. 1. mevsim: summer season yaz mevsimi. 2. zaman, mevsim:
season ticket Cherries
abonman are in season now. Şimdi kiraz mevsimi. 3. mevsim,
kartı.
sezon, etkinlik dönemi: tourist season turizm sezonu. f. 1.
seasonable s. 1. mevsime uygun; tam zamanında olan. 2. tam
baharat katmak; çeşnilendirmek. 2. alıştırmak; alışmak.
seasonably yerinde/zamanında yapılan.
z. mevsimine göre, mevsiminde, zamanında.
seasonal s. bir mevsime özgü, mevsimlik.
seasoning i. çeşnilik, baharat.
seat i. 1. oturacak yer, iskemle, sandalye. 2. tiy., sin. koltuk. 3. kıç. 4.
seat belt pantolon
emniyet kıçı. 5. koltuk, mevki, makam, yer: He lost his seat in
kemeri.
the Grand National Assembly. Büyük Millet Meclisi üyeliğini
seaward s. 1. denize doğru giden. 2. denizden esen. z. denize doğru.
kaybetti. 6. merkez: Ankara is the seat of Turkey´s national
seaweed i. deniz yosunu;
government. varek.Türkiye´nin hükümet merkezidir. 7. mak.
Ankara,
seaworthy yatak.
s. denize f. oturtmak, yerleştirmek.
elverişli, denize açılabilir.
sebaceous s.
sebaceous cyst yağ kisti.
sebaceous gland anat. yağbezi.
sec i., k. dili saniye.
sec kıs. second, secondary, secretary, section.
secede f. (siyasal/dinsel bir örgütten, bir devletten/federasyondan)
secession ayrılmak.
i. (siyasal/dinsel bir örgütten, bir devletten/federasyondan)
secessionist ayrılma.
i. (siyasal/dinsel bir örgütten, bir devletten/federasyondan)
seclude ayrılma
f. from -iyanlısı.
-den ayırmak.
seclude o.s. in (bir yere) çekilmek/kapanmak; -de inzivaya çekilmek: He has
secluded secluded
s. 1. sapa,himself
tenha, in his study.
kuytu: Çalışma
a secluded odasına
spot in the kapandı.
forest ormanda
seclusion tenha bir yer. 2. kaçınık: live a secluded life
i. (bir yere) çekilme/kapanma; inzivaya çekilme, inziva.kaçınık yaşamak.
second i. saniye.
second s. 1. ikinci: a second time ikinci defa. 2. bir daha: Please give
second best him
ikincia second
en iyi. helping of soup. Ona bir porsiyon daha çorba verir
misiniz? i. 1. ikinci kimse/şey. 2. düelloda şahit/yardımcı. 3. oto.
second childhood bunaklık.
ikinci vites. 4. çoğ. ikinci kalite mal. f. (bir öneriyi) desteklemek.
second class 1.ikinci
z. ikinciolarak.
sınıf/derece. 2. ikinci mevki.
second floor 1. A.B.D. birinci kat. 2. İng. ikinci kat.
second hand saniye ibresi.
second hand (saat kadranında) saniye ibresi.
second lieutenant teğmen.
second lieutenant ask. teğmen.
second nature alışkanlık, alışkı, âdet.
second nature kökleşmiş huy.
second sight önsezi.
second thoughts sonradan akla gelen düşünceler.
second wind yeniden kazanılan güç/enerji.
secondarily z. ikinci derecede, ikinci olarak.
secondary s. ikincil, ikinci derecede olan.
secondary education ortaöğretim.
secondary road tali yol.
secondary school orta ve lise seviyesinde okul.
secondhand s. 1. kullanılmış, elden düşme: secondhand car elden düşme
secondly araba.
z. ikinci2.olarak,
dolaylı. z. dolaylı olarak: learn about s.t. secondhand
saniyen.
bir şey hakkında dolaylı olarak haber almak.
second-rate s. 1. ikinci derecede olan. 2. ikinci sınıf.
second-string s., k. dili yedek (oyuncu).
secrecy i. 1. sır saklama, sır tutma. 2. gizlilik.
secret s. gizli, saklı. i. sır.
secret police gizli polis teşkilatı.
secret service gizli haber alma teşkilatı.
secret service gizli polis teşkilatı.
secret society gizli cemiyet.
secretarial s. sekreterliğe ait.
secretary i. sekreter, yazman.
Secretary of State Dışişleri Bakanı.
secrete f. gizlemek, saklamak.
secrete f., biyol. salgılamak.
secretion i. gizleme, saklama.
secretion i., biyol. 1. salgılama. 2. salgı.
secretive s. ağzı sıkı, kapalı kutu.
secretly z. gizlice, el altından.
sect i. mezhep.
section i. 1. kısım, parça, bölüm. 2. şube, dal, kol. 3. tıb. operasyon. 4.
sector (yataklı vagonda)
i. 1. bölüm, kesim,kompartıman.
sektör: private5.sector
kesme, kesiş.
özel 6. geom.
sektör. kesit.
2. geom.
7. bölge.
kesme. 8.
3.2. huk.
ask. paragraf. f.
bölge, mıntıka. 1. kısımlara ayırmak/bölmek,
secular s. 1. laik. dünyasal, dünyevi.4. bilg. dilim, sektör.
kesimlemek. 2. kesmek.
secularise f., İng., bak. secularize.
secularism i. laiklik.
secularize f. 1. laikleştirmek. 2. dünyevileştirmek.
secure s. emin, güvenli, sağlam. f. 1. korumak. 2. sağlamlaştırmak. 3.
securely bağlamak. 4. iyice
z. 1. emniyetle. kapamak. 5. ele geçirmek, elde etmek.
2. sımsıkı.
security i. 1. güvenlik. 2. güvence, teminat. 3. rehin, emanet. 4. tic.
sedan menkul kıymet,
i. (körüksüz) taşınır
binek değer.
arabası.
sedan chair tahtırevan.
sedate s. ağırbaşlı, sakin.
sedation i. (ilaçla) yatıştırma.
sedative s. yatıştırıcı. i. yatıştırıcı ilaç.
sedentary s. 1. oturarak yapılan; oturarak geçirilen. 2. bir yere yerleşmiş,
sediment yerleşik.
i. 1. tortu, çökelti, posa. 2. çökel.
sedimentary s. tortul.
sedimentation i. 1. çökelme, sedimantasyon. 2. tortulaşma, tortullaşma,
sedition sedimantasyon.
i. 1. fesat, fitne. 2. kargaşalık. 3. isyana teşvik, kışkırtma. 4.
seditious ayaklanma, isyan. isyana teşvik eden.
s. fitneci, kışkırtıcı,
seduce f. 1. ayartmak, azdırmak, baştan çıkarmak. 2. iğfal etmek.
seducer i. iğfal eden adam.
seduction i. 1. ayartma, baştan çıkarma. 2. iğfal.
seductive s. ayartıcı, baştan çıkaran, çekici.
seductress i. ayartıcı kadın.
sedulous s. gayretli, sebatlı.
see f. (saw, --n) 1. görmek: If you shut your eyes you won´t see
see anything. Gözlerini kaparsan hiçbir şey görmezsin. 2. anlamak:
i. piskoposluk.
Do you see what I mean? Ne demek istediğimi anlıyor musun?
see a thing through bir işi başarmak, tuttuğunu koparmak.
3. bakmak. 4. görüşmek, kabul etmek: He went to see his boss.
see about icabına bakmak,
Amiriyle görüşmeye bir gitti.
yolunu 5. bulmaya
geçirmek:çalışmak.
We have seen some hard
see double times.
şeşi beşZorgörmek,
günler geçirdik.
biri iki görmek.
see eye to eye tamamen aynı fikirde olmak.
see eye to eye aynı fikirde olmak, her konuda anlaşmak.
see fit (to) -i uygun görmek.
see how the land lies işlerin ne durumda olduğuna bakmak, nabız yoklamak.
see in the New Year yeni yılı karşılamak.
see one through yetmek, idare etmek: This money will see us through until next
see one´s way month.
çaresiniBu para bizi önümüzdeki aya kadar idare eder. This
bulmak.
much food will see us through this journey. Bu kadar yemekle
see red son derece öfkelenmek, gözü dönmek, gözü dumanlanmak,
bu yolculuğu çıkarırız.
see red gözünü kan bürümek.
çok öfkelenmek, gözünü kan bürümek.
see s.o. home birini evine bırakmak.
see s.o. off birini geçirmek, birini uğurlamak, birini yolcu etmek.
see s.o. out/to the door birini kapıya kadar geçirmek.
see s.t. through bir şeyin sonunu getirmek.
see s.t. through/out bir işin sonunu getirmek, bir işi bitirmek.
see service hizmet görmek.
see the light anlamak: You´ve finally seen the light! Nihayet anladın!
see the light of day 1. doğmak, dünyaya gelmek. 2. gerçekleşmek, meydana
see the world through rose- gelmek.
dünyayı tozpembe görmek.
colored glasses
see things hayal görmek.
see through s.o./s.t. birinin/bir şeyin kim/ne olduğunu anlamak.
see to ile ilgilenmek, -in icabına bakmak.
see which way the wind is
k. dili gidişatın nasıl olduğunu görmek, gidişatı görmek; gidişata
blowing
See ya! bakmak.
argo Bay-bay!
See you later. Görüşürüz./Hoşça kal.
seed i. 1. tohum: flower seeds çiçek tohumları. 2. çekirdek: the seeds
seedbed of a fruit bir meyvenin çekirdekleri. 3. asıl, kaynak. 4. döl,
i. fidelik.
zürriyet, evlatlar. 5. meni, sperma. s. tohumluk. f. 1. tohum
seedless s. çekirdeksiz.
ekmek. 2. tohumu/çekirdeği çıkarmak.
seedling i. fide.
seedy s. 1. yırtık pırtık, pejmürde, kılıksız. 2. keyifsiz.
seeing bağ. (that) -eceğine göre; -diğine göre; hazır ...; madem,
seeing as mademki:
k. dili, bak.Seeing
seeingyou´re
bağ. going to get her mail, would you mind
getting mine too, please? Onun postasını alacağına göre,
Seeing Eye Dog rehber köpek, gözleri görmeyen birine rehberlik eden köpek.
benimkini de alır mısın lütfen? s.
seek f. (sought) 1. aramak; araştırmak. 2. çabalamak.
seek solace in teselliyi (bir şeyde) aramak.
seem f. 1. ... görünmek, ... gözükmek, -e benzemek: He seems well.
seemly İyi gibi görünüyor.
s. yakışık Shez.seems
alır, uygun. yakışıklike
alıran
birhonest person. Dürüst bir
biçimde.
insana benziyor. 2. ... gibi gelmek: It seems impossible to me.
seen f., bak. see 1.
Olmaz gibime geliyor.
seep f. sızmak, sızıntı yapmak.
seepage i. sızıntı.
seer i. gaipten haber veren kimse.
seesaw i. 1. tahterevalli. 2. iniş çıkış. s. aşağı yukarı (hareket). f. 1.
seethe aşağı yukarı sallanmak,
f. 1. haşlamak, çöğünmek.
kaynatmak; haşlanmak,2. kararsız olmak.
kaynamak. 2.
segment köpürmek,
i. 1. parça, bölüm, kısım, dilim. 2. geom. parça. 3. zool.gibi
çok öfkeli olmak. a seething crowd karınca bölüt.
kaynaşan bir kalabalık.
segment f. kesimlemek.
segmentation i. kesimleme.
segregate f. ayırmak, tecrit etmek.
segregate s. ayrılmış.
segregation i. fark gözetme, ayrı tutma, ayrım: racial segregation ırk ayrımı.
segregationist i. ırk ayrımı yanlısı.
seismal s., bak. seismic.
seismic s. sismik, depremsel, depremle ilgili.
seismic wave deprem dalgası.
seismic zone deprem bölgesi.
seismograph i. sismograf, depremyazar, depremçizer.
seismologist i. sismolog, deprembilim uzmanı.
seismology i. sismoloji, deprembilim.
seismometer i. depremölçer.
seize f. 1. tutmak, yakalamak. 2. el koymak, zaptetmek, müsadere
seizure etmek,
i. 1. tutma,gaspetmek.
yakalama. 3. kavramak,
2. el koyma, anlamak.
haciz; müsadere. 3. tıb.
seldom inme, felç; nöbet; kriz.
z. nadiren, pek az, seyrek.
seldom if ever kırk yılda bir.
select s. seçme, seçkin. f. seçmek, ayırmak.
selection i. 1. seçme, ayırma. 2. seçme şey.
selective s. seçici, ayıran.
selectman çoğ. se.lect.men (sîlekt´mîn) i. belediye meclisi üyesi.
self çoğ. selves (selvz) i. 1. öz, kendi. 2. taraf, yön: his better self
-self onun
sonekiyi tarafı.
kendi: He3.isruhb.
not inkişilik,
controlşahsiyet. 4. kişisel
of himself. çıkarlar,
Kendine sahipkendi:
değil.
He
Iönek has no
will speak thought of self. Kendini hiç düşünmez.
self- 1. kendi, kendine, kendinden, kendini. 2. öz, özün. 3. We
with him myself. Onunla kendim konuşacağım.
are supporting
otomatik. ourselves. Kendi kendimizi geçindiriyoruz.
self-addressed s. gönderenin adına.
self-appointed s. kendi kendini tayin etmiş.
self-assured s. kendinden emin.
self-centered s. hep kendini düşünen, bencil.
self-centred s., İng., bak. self-centered.
self-confidence i. özgüven, kendine güven.
self-confident s. kendine güvenen, özgüven sahibi.
self-conscious s. 1. utangaç, sıkılgan, mahcup. 2. kendi halini çok düşünen.
self-contained s. 1. kendine güvenen ve başkalarına pek ihtiyaç duymayan. 2.
self-control işlemesi
i. kendinebaşka
hâkim makineleri gerektirmeyen.
olma, özdenetim.
self-defence i., İng., bak. self-defense.
self-defense i. kendini savunma.
self-denial i. özveri, feragat.
self-denying s. özverili.
self-determination i. 1. hür irade. 2. kendi geleceğini saptama.
self-educated s. kendi kendini yetiştirmiş, özöğrenimli.
self-education i. özöğrenim.
self-effacing s. kendini geri planda tutan.
self-employed s. serbest çalışan.
self-esteem i. özsaygı, izzetinefis, onur.
self-evident s. aşikâr, açık, belli.
self-examination i. kendi kendini inceleme.
self-governing s. özerk, kendi kendini yöneten.
self-government i. özerklik.
self-help i. kendi kendine yetme, kendi başına yapabilme.
self-induction i., fiz. özindükleme.
self-indulgence i. kendi isteklerini frenlememe.
self-indulgent s. kendi isteklerini hiç frenlemeyen.
self-interest i. kişisel çıkar, bencillik.
selfish s. bencil.
selfishly z. bencilce.
selfishness i. bencillik.
selfless s. özgecil, özgeci.
self-pity i. kendini zavallı hissetme, kendi kendine acıma.
self-portrait i. bir ressamın çizdiği kendi portresi.
self-possession i. kendine hâkim olma.
self-preservation i. kendini koruma.
self-propelled s., fiz. özitmeli.
self-propelling s., bak. self-propelled.
self-propulsion i., fiz. özitme.
self-reliance i. kendine güven.
self-reliant s. kendine güvenen.
self-respect i. özsaygı, izzetinefis.
self-righteous s. kendini üstün gören.
self-rule i. özerklik, otonomi.
self-sacrifice i. özveri, fedakârlık.
self-sacrificing s. özverili.
self-satisfied s. kendi halinden memnun.
self-seeking s. yalnız kendi çıkarını gözeten.
self-service s. selfservis.
self-sufficient s. 1. kendine güvenen. 2. kendi kendine yeten.
self-support i. kendini geçindirme.
self-sustaining s. kendi kendini geçindiren.
self-taught s. kendi kendini eğitmiş.
self-will i. inatçılık, benlikçilik.
self-winding s. otomatik olarak kurulan (saat).
sell f. (sold) 1. satmak; satılmak. 2. satışta rağbet görmek. 3.
sell a drug over the counter beğendirmek; beğenilmek: sell oneself kendini beğendirmek. 4.
ilacı reçetesiz satmak.
kabul ettirmek: He succeeded in selling this idea to the board of
sell like hot cakes kapışılmak.
directors. Bu fikri yönetim kuruluna kabul ettirmeyi başardı.
sell like hot cakes k. dili kapışılmak, kapış kapış gitmek, çok satılmak.
sell off hepsini satıp bitirmek, elden çıkarmak.
sell out 1. bütün malını satmak. 2. argo kişisel çıkar için ele vermek,
sell s.o. short satmak.
(birinin ismini) deyip de geçmek: Don´t sell Mahir short! Mahir
sell s.t. at a loss deyip
bir şeyidezararına
geçme! satmak.
sell s.t. at a profit bir şeyin satışından kâr etmek.
sell s.t. under the counter bir şeyi el altından satmak.
sell short 1. henüz elde olmayan malı ileride teslim etmek üzere satmak.
seller 2. küçümsemek.
i. 1. 3. desteklemek.
satıcı. 2. satılan şey: best seller çoksatar.
Sellotape i., İng. seloteyp. f., İng. bantlamak, seloteyple
sellout yapıştırmak/tutturmak/tamir
i. 1. elden çıkarma, elde bulunanıetmek.satma. 2. k. dili kapalı gişe. 3.
selves k. dili ihanet.
i., çoğ., bak. self.
semantic s. anlamsal.
semantics i. anlambilim, semantik.
semblance i. 1. biçim. 2. benzerlik. 3. dış görünüş.
semeiology i. semiyoloji, imbilim, göstergebilim.
semester i. sömestr, yarıyıl, dönem.
semi- önek 1. yarı, yarım. 2. kısmi.
semiannual s. altı aylık, altı ayda bir olan.
semicircle i. yarım daire.
semicivilized s. yarı uygar.
semicolon i. noktalı virgül.
semiconductor i., fiz. yarıiletken.
semiconscious s. yarı uyanık, yarı bilinçli.
semidetached s., İng. yarı müstakil (ev). i., İng. yarı müstakil ev.
semifinal i. yarıfinal.
seminal s. yeni ufuklar açan (fikir).
seminar i. seminer.
seminary i. ilahiyat fakültesi.
semiofficial s. yarı resmi.
semiology i., bak. semeiology.
semiotic s. semiyotik, imbilimsel, göstergebilimsel.
semiotics i. semiyotik, imbilim, göstergebilim.
semipermeable s. yarıgeçirgen.
semiprecious s. ikinci derecede değerli (taş).
semiprivate s. yarı özel.
semiprivate room (hastanede) iki yataklı oda.
semiskilled s. az maharetli.
semisphere s. yarıküre.
semitransparent s. yarısaydam.
semiweekly s. haftada iki defa çıkan (yayın).
semolina i. irmik.
sen kıs. senate, senator, senior.
senate i. senato.
senator i. senatör.
senatorial s. 1. senatoya ait. 2. senatörce. 3. senatörlerden oluşan.
senatorship i. senatörlük.
send f. (sent) 1. göndermek, yollamak. 2. fırlatmak, atmak. 3. argo
send about one´s business coşturmak,
yol vermek,kendinden
kovmak. geçirmek.
send away başka bir yere göndermek, kovmak.
send away kovmak, uzaklaştırmak.
send back geri göndermek, iade etmek.
send down İng. üniversiteden ihraç etmek.
send for -i çağırtmak; -i getirtmek.
send forth yaymak, neşretmek, çıkartmak.
send in 1. göndermek, yollamak. 2. içeri göndermek.
send off 1. yollamak. 2. uğurlamak, yolcu etmek.
send one´s regrets davete gidemeyeceğini bildiren mesaj yollamak.
send one's compliments He sends his compliments. Selamlarını gönderdi.
send out 1. göndermek, dışarı göndermek. 2. dağıtmak, neşretmek.
send packing k. dili pılıyı pırtıyı toplatıp kovmak.
send s.o. packing birini sepetlemek, pılısını pırtısını toplatıp birini defetmek.
send s.o. to his/her glory birini öldürmek.
send up k. dili hapis cezası vermek.
send word haber göndermek. The telegram sent the household into a
send word to dither.
(birine)Telgraf
haber evdekileri şaşkına çevirdi.
göndermek/yollamak.
sender i. gönderen, gönderici.
Senegal i. Senegal.
Senegalese i. (çoğ. Sen.e.gal.ese) Senegalli. s. 1. Senegal, Senegal´e özgü.
senile 2. Senegalli.
s. bunak.
senility i. bunaklık.
senior s. 1. yaşça büyük. 2. kıdemli. 3. son sınıfla ilgili. 4. üst. i. 1.
senior citizen yaşça büyük kimse. 2. kıdemli kimse. 3. son sınıf öğrencisi.
yaşlı kimse.
senior high school on, on bir ve on ikinci sınıfların karşılığı olan okul, lise.
seniority i. 1. yaşça büyüklük, kıdemlilik. 2. kıdem.
senna i. sinameki (bitki veya meyvesi).
sensation i. 1. duyu, duyum, duygu, his; duyarlık. 2. heyecan uyandıran
sensational olay, sansasyon.
s. 1. duygusal. 2. heyecan verici, sansasyonel.
sensationalism i., fels., ruhb. duyumculuk.
sensationalist i., fels., ruhb. duyumcu.
sense i. 1. duyu, his: the five senses beş duyu. 2. akıl, zekâ: bring s.o.
sense of humor to
1. his sensesgülünç
olayların bir kimsenin
yönünüaklını
görme başına getirmek.
yeteneği. 3. fikir,anlama
2. şakadan
düşünce:
yeteneği. What is your sense of yesterday´s meeting? Dünkü
sense perception duyum.
toplantı hakkındaki fikriniz ne? 4. anlam, mana: In what sense is
senseless s. 1.
he baygın,
using this kendinden geçmiş. hangi
word? Bu sözcüğü 2. akılsız. 3. saçma,
anlamda anlamsız,
kullanıyor?
senselessly manasız.
z. anlamsız 4. olarak,
mantıksız.
anlamsızca.
senselessness i. 1. baygınlık. 2. saçmalık, anlamsızlık.
sensibility i. 1. duyarlık, hassasiyet. 2. ayırt etme yetisi. 3. çoğ. anlayış.
sensible s. 1. mantıklı, akla uygun: a sensible decision mantıklı bir karar.
sensitive 2. 1.
s. aklı
tobaşında:
-e duyarlı,a sensible person
-e hassas. aklı başında
2. duygulu, duyar,bir kişi. 3. 3. içli;
duygun.
hissedilir,4.sezilir,
alıngan. farkına varılır. 4. hisseden. 5. duyarlı, hassas,
duygusal.
sensitive plant bot. küstümotu.
etkilenebilir. 6. anlayışlı, akıllı.
sensitivity i. (to) (-e) duyarlılık, (-e) hassaslık, (-e) hassasiyet.
sensory s. duyusal; duyumsal.
sensual s. 1. tensel. 2. tensel/erotik zevklere düşkün.
sensualism i. tensel zevklere fazlasıyla düşkün olma.
sensualist i. tensel zevklere fazlasıyla düşkün kimse.
sensuous s. 1. duyulara hitap eden. 2. tensel; erotik düşünceler/hisler
sent uyandıran.
f., bak. send.
sentence i. 1. cümle, tümce. 2. huk. karar, hüküm. f. mahkûm etmek.
sententious s. 1. tumturaklı (söz/yazı/konuşma). 2. anlamlı sözlerle dolu.
sentient s. sezgili, hisseden.
sentiment i. 1. duygu, his; seziş. 2. aşırı duyarlık. 3. fikir, düşünce.
sentimental s. duygusal.
sentimentalise f., İng., bak. sentimentalize.
sentimentality i. aşırı duygusallık.
sentimentalize f. aşırı hassasiyet göstermek.
sentinel i. nöbetçi, gözcü.
sentry i. nöbetçi, nöbetçi asker.
sentry box nöbetçi kulübesi.
sepal i., bot. çanakyaprak, sepal.
separable s. ayrılabilir.
separate f. 1. ayırmak; ayrılmak. 2. bölmek.
separate s. ayrı, ayrılmış.
separately z. ayrı ayrı, başka başka, bağlantısız olarak, bağımsız olarak.
separation i. 1. ayrılma; ayırma. 2. huk. ayrı yaşama.
separatism i. ayrılıkçılık.
separatist i. ayrılıkçı.
September i. eylül.
septic s., tıb. mikroplu.
septic tank fosseptik, lağım çukuru, septik çukur.
septicemia i., tıb. septisemi.
sepulcher i. mezar, kabir.
sepulchre i., İng., bak. sepulcher.
sequel i. 1. devam: He is writing a sequel to this book. Bu kitabın
sequence devamını yazıyor.
i. 1. ardışıklık, 2. son,
birbiri sonuç.
ardından gelme, birbirini izleme. 2. sıra,
sequester düzen; seri, dizi.
f. 1. ayırmak. 2. haczetmek, el koymak.
sequester o.s. tenha bir yere çekilmek.
sequestrate f. haczetmek, el koymak.
sequin i. pul, payet.
sequoia i., bot. sekoya.
seraglio i. 1. saray. 2. harem dairesi.
Serb i. Sırp.
Serbia i. Sırbistan.
Serbian i. 1. Sırpça. 2. Sırp. s. 1. Sırp. 2. Sırpça.
Serbo-Croat i., s., bak. Serbo -Croatian.
Serbo-Croatian i. 1. Sırp-Hırvat dili. 2. Sırp-Hırvat dilini konuşan kimse. s. 1.
serenade Sırp-Hırvat
i. serenat. f.dilinde
serenat yazılan/konuşulan.
çalmak/söylemek, 2.serenat
Sırp-Hırvat dilini
yapmak.
konuşan. 3. Sırp-Hırvat dilini konuşanlara özgü.
serene s. 1. sakin. 2. yüce.
serenity i. sükûnet, dinginlik, huzur.
serf i. serf.
sergeant i. 1. ask. çavuş. 2. komiser muavini.
sergeant at arms parlamentoda güvenlik görevlisi.
sergeant major ask. başçavuş.
serial s. 1. seri halinde olan. 2. tefrika halinde yayımlanan, devamı
serial number olan. i. tefrika.
seri numarası.
serial port bilg. seri kapı, seri port.
serialise f., İng., bak. serialize.
serialize f. tefrika halinde yayımlamak.
sericiculture i., bak. sericulture.
sericulture i. ipekböcekçiliği, ipekçilik.
series i. (çoğ. se.ries) 1. sıra: a series of shops bir sıra dükkân. 2. seri,
serious dizi:
s. 1. a series
ciddi, of events
ağırbaşlı: bir dizi
serious olay. ağırbaşlı kimse. 2. önemli,
person
sermon ciddi: a serious
i. 1. vaaz. problem
2. diskur, önemli
nutuk, vaaz.bir sorun. 3. tehlikeli, ağır, ciddi:
a serious disease tehlikeli bir hastalık.
sermonette i. kısa vaaz.
sermonise f., İng., bak. sermonize.
sermonize f. diskur/nutuk çekmek, vaaz vermek.
serpent i. yılan.
serpentine s. yılankavi. i. 1. serpantin (kâğıt şerit). 2. yılantaşı, serpantin.
serrate s. testere dişli (yaprak/bıçak).
serrated s., bak. serrate.
serum çoğ. --s (sîr´ımz)/se.ra (sîr´ı) i. serum.
servant i. hizmetçi, uşak.
servant boy uşak.
servant girl hizmetçi kız.
serve f. 1. hizmet etmek: serve one´s homeland vatanına hizmet
serve a summons etmek.
celpnameyi2. as eline
... vazifesini
vermek.görmek: Turkey serves as a bridge
between Europe and Asia. Türkiye Avrupa´yla Asya arasında
serve a summons on (birinin eline) celpname vermek.
köprü vazifesi görüyor. 3. yardım etmek: He is serving in the
serve notice bildirmek.
kitchen. O mutfakta yardım ediyor. 4. üye olmak: serve on a
serve notice committee
hizmetinden komite üyesi bildirmek.
çıkacağını olmak. 5. servis yapmak: When should
serve one´s sentence Icezasını
serve the salad? Salata
(hapiste) doldurmak.servisini ne zaman yapayım? 6. işe
yaramak: Will this book serve your purpose? Bu kitap işinize
serve out dağıtmak,
yarar mı? 7.taksim
(hapisetmek.
cezası) çekmek. 8. spor servis atmak.
serve s.o.´s purpose birinin ihtiyacını görmek.
serve the same purpose aynı işi görmek.
serve time hapis cezasını çekmek.
serve up (yemeği) sofraya koymak, servis yapmak.
Servia i., bak. Serbia.
Servian i., s., bak. Serbian.
service i. 1. hizmet, görev. 2. iş. 3. ayin, ibadet. 4. askerlik. 5. yarar,
service yardım.
f. 6. memuriyet.
1. bakımını sağlamak,7.onarmak.
spor servis.2. yardım etmek. 3. (erkek
service hayvan) -e aşmak,
i. 1. kayaarmudu. 2. üvez.(dişisiyle) çiftleşmek.
service book dua kitabı.
service station benzin istasyonu.
serviceable s. 1. işe yarar, elverişli. 2. dayanıklı.
serviceberry i. kayaarmudu.
serviceman çoğ. ser.vice.men (sır´vîsmen) i. 1. asker. 2. tamirci.
serviette i., İng. peçete.
servile s. 1. köle gibi; kul köle olan. 2. köleye yakışır. 3. aşağılık.
serving i., ahçı. porsiyon. s.
serving fork servis çatalı.
serving spoon servis kaşığı.
servitude i. kölelik.
sesame i. susam.
sesame oil susam yağı, şırlağan.
session i. oturum, celse.
session man sesi kaydedilen bir şarkıcıya eşlik eden kayıt stüdyosunda
set görevli çalgıcı.1. koymak, komak: Set it over there! Oraya koy!
f. (set, --ting)
set 2. tayin
i. 1. takım.etmek, tespit
2. mat. etmek,
küme. saptamak:
3. grup, küçük Have you4.
topluluk. set a date?
duruş,
Bir tarihChange
oturuş: tayin ettin
the mi?
set 3. your
of (birine)
hat!(bir ödev) vermek.
Şapkanın duruşunu 4. değiştir!
(saati)
set s. 1. belirli, muayyen; önceden belirtilmiş, önceden tayin
ayarlamak.
5. eğilim, 5. (sofrayı)
meyil. 6. kurmak.
(rüzgârın 6. (kırık
estiği veya bir kemiğin
akıntının uçlarını)
aktığı) yön. 7.
set a boat afloat edilmiş.
tekneyi 2. değişmeyen; sabit.
yüzdürmek.
yerine
(sıvı koyup
veya sarmak;
plastik madde (kırık birkatılaşma,
için) kemiğin uçları) (birbirine)
sertleşme, donma. 8.
set a clock/a watch back kaynamak:
saati
tiy., geriye
sin. Have
dekor. 9.you
almak.sin. set the10.
plato. bone yet?voleybol
tenis, Kemiğinset.
uçlarını yerine
11. fide,
set a clock/a watch forward koyup
soğan. sardınız
saati ileriye almak.mı? The bone has set. Kemik kaynadı. 7. -e yol
açmak: His remark set her to thinking. Onun lafı düşünmesine
set a good example iyi örnek
yol açtı. Theolmak.
tremor set the clock running. Sarsıntı saatin
set a high value on -e çok kıymet
işlemesine yol vermek.
açtı. 8. (reçel, pelte, muhallebi v.b.´ni) jöle
set a match to kıvamına
-i yakmak. getirmek, koyulaştırmak; (reçel, pelte, muhallebi v.b.)
jöle kıvamına gelmek, koyulaşmak. 9. (rengi) sabitleştirmek;
set a place in order bir yeri düzene sokmak, bir yeri derleyip toplamak.
(renk) sabitleşmek. 10. (dişi kuşu) kuluçkaya oturtmak; (dişi
set a poem to music bir şiiri
kuş) bestelemek.
kuluçkaya yatmak. 11. (gökcismi) batmak. 12. matb.
set a price on s.o.´s head (harfleri)
aranılan dizmek. 13. (ıslak
bir kimsenin saçı)fiyat
kellesine bir şekle sokmak, sarmak;
biçmek.
set a trap for (saça) fön çekmek;
-e tuzak kurmak. (saç) şekle girmek. 14. in (kıymetli bir taşı)
(bir yüzük v.b.´ne) takmak, oturtmak. 15. (meyve/tohum)
set a watch 1. saati ayarlamak.
vermek; (meyve/tohum) 2. bekçi koymak.
oluşup gelişmek. 16. (bir hikâye v.b.
set about başlamak,
´ni) girişmek,
(belirli bir mekân koyulmak.
ve zaman içinde) geçirmek. 17. (av
set an animal loose köpeği)
bir hayvanıfermaya geçmek.
salıvermek/serbest bırakmak.
set an animal on bir hayvanı (birine) saldırtmak/salmak.
set apart ayırmak, bir tarafa koymak, tahsis etmek.
set at -in üstüne saldırmak, -e hücum etmek.
set at liberty serbest bırakmak. take liberties (with) (-e) saygısızlık etmek.
set at naught hiçe saymak, önem vermemek.
set back from (bir yerden) içerlek bir yerde bulunmak: The house sets back
set eyes on from the street. Ev caddeden içerlek.
-i görmek.
set fire to -i tutuşturmak/yakmak; -i ateşe vermek.
set fire to/set on fire -i tutuşturmak, -i yakmak; -i ateşe vermek.
set foot in -e ayak basmak.
set foot in (bir yere) ayak basmak.
set forth 1. ileri sürmek; izah etmek. 2. yola çıkmak.
set free serbest bırakmak, azat etmek.
set in başlamak.
set off 1. yola çıkmak. 2. patlatmak. 3. başlatmak. 4. (bir şeyin)
güzelliğini ortaya çıkarmak: That dress really sets off her red
hair. O elbise kızıl saçlarını bayağı ortaya çıkarıyor.
set one´s heart on -i çok istemek.
set one´s mind on -i çok arzu etmek, -i kafasına koymak.
set one´s sights on -i amaçlamak.
set s.o. against s.t. birini bir şeyin aleyhine çevirmek.
set s.o. an example birine örnek olmak.
set s.o. apart (belirli bir şey) birini başkalarından ayırmak/sivriltmek.
set s.o. at ease birini rahatlatmak.
set s.o. at large bir mahpusu serbest bırakmak.
set s.o. back 1. bir oyuncuya puan kaybettirmek. 2. k. dili birine (belirli bir
set s.o. down miktar para)
birini (bir kaybettirmek.
yere) indirmek. 3. birini (belirli bir zaman için)
geciktirmek.
set s.o. in motion birini harekete geçirmek.
set s.o. right birinin yanlış bilgisini düzeltmek, birini düzeltmek.
set s.o. straight k. dili (birinin) yanlışını gidermek için kendisine gerçeği
set s.o. to work anlatmak.
birini işe koşmak.
set s.o. up in birinin (bir iş) yapmaya başlamasını sağlamak.
set s.o. up on a throne birini bir tahta geçirmek.
set s.o./an animal free birini/bir hayvanı azat etmek/serbest bırakmak.
set s.o./s.t. beside birini/bir şeyi (başka biriyle/bir şeyle) karşılaştırmak.
set s.o.´s mind at rest birinin kuşkularını ortadan kaldırmak; birini rahatlatmak.
set s.o.´s teeth on edge birini sinirlendirmek, birinin sinirlerini bozmak.
set s.t. afloat bir şeyi yüzdürmek.
set s.t. apart bir şeyi bir tarafa ayırmak.
set s.t. aside 1. bir şeyi bir tarafa ayırmak. 2. bir şeyi bir kenara/yana
set s.t. at naught bırakmak.
bir şeyi hiçe3. bir şeyi kale almamak, bir şeyi önemsememek. 4.
saymak.
huk. (kararı) bozmak, feshetmek.
set s.t. back 1. bir şeyi aksatmak; bir şeyi engellemek; bir işi (bir süre için)
set s.t. down geciktirmek.
1. bir şeyi (bir2. yere)
from bir şeyi (başka bir şeyden)
bırakmak/koymak. (belirli bir
2. bir şeyi
mesafe) geriye
yazmak/kaydetmek. koymak.
set s.t. in motion bir şeyi başlatmak.
set s.t. on end bir şeyi dikine koymak.
set s.t. on fire bir şeyi tutuşturmak/yakmak; bir şeyi ateşe vermek.
set s.t. on foot 1. bir şeyi başlatmak. 2. (plan) yapmak.
set s.t. right bir şeyi düzeltmek.
set s.t. to music -i bestelemek.
set sail yelken açmak.
set the fashion modada öncülük etmek.
set the pace örnek olmak.
set the pace for (bir grup sporcunun) temposunu ayarlamak: He sets the pace
set the table for us. Okurmak.
sofrayı bizim tempocumuz.
set the world on fire k. dili harikalar yaratıp şan ve şöhrete kavuşmak.
set theory mat. kümeler kuramı.
set to work işe girişmek, işe koyulmak.
set up shop dükkân açmak; yazıhane açmak.
set/turn loose serbest bırakmak, salıvermek.
setback i. 1. aksama. 2. başarısızlık, yenilgi.
setsquare i., İng. gönye.
settee i. kanepe.
setter i. seter (av köpeği).
setting i. 1. ortam. 2. edeb. zaman ve mekân. 3. tiy. (oyunun bir
settle sahnesine
f. ait) dekor.
1. (insanları) 4. (mücevher
(bir yere) yerleştirmek;için)(insanları)
yuva ve tırnakları. 5.
(boş bir yere)
beste.
iskân 6. (bir kişilik)
etmek; -e yemek 2.
yerleşmek. takımı
(bir veya (bir
şeyi) çatal bıçak
yere) takımı; (bir
oturtmak; -e
settle a score with s.o. k. dili biriyle kozunu paylaşmak, biriyle hesaplaşmak; birinden
yemek
oturmak: masasına
He settledait)himself
tabak çanak
in his ve çatal bıçak.
armchair. 7. ayar.
Koltuğuna 8.
oturdu.
settle accounts (bir şeyin) acısını çıkarmak.
hesaplaşmak.
gökb.
3. (kuş)gurup, batma.
konmak. 4. (sinirleri) yatıştırmak; (mideyi) rahatlatmak;
yatışmak; rahatlamak. 5. (binada) tasman meydana gelmek:
This building has settled a little. Bu binada ufak çapta bir
tasman meydana geldi. 6. (kahveyi) berraklaştırmak. 7. (sıvının
içindeki katı maddeleri) çökeltmek. 8. (sıvının içindeki katı
settle accounts hesaplaşmak, hesap görmek.
settle an account 1. hesabı ödemek. 2. hesabını görmek.
settle an account bir hesabı kapatmak.
settle down 1. uslanmak, yola gelmek. 2. sakin olmak. 3. rahat bir şekilde
settle for oturmak. 4. to kendini
-e razı olmak, -i kabul (bir işe) vermek, (bir işi) cidden yapmaya
etmek.
başlamak. 5. in (bir işe) alışmak.
settle on/upon -e karar vermek.
settle one´s affairs bütün işlerini halletmek.
settle out of court mahkemeye başvurmadan uzlaşmak.
settle s.o. down 1. birini uslandırmak, birini yola getirmek. 2. birini
settle s.o. in a place sakinleştirmek. 3. in birini (rahat bir
birini bir yere yerleştirmek/iskân yere) oturtmak.
etmek.
settle s.o.´s hash k. dili birinin hakkından gelmek.
settle s.t. on s.o. bir şeyi birine bırakmak/bağışlamak.
settle the dust tozu bastırmak, tozu gidermek.
settle up with s.o. birine karşı olan borcu ödemek.
settlement i. 1. yerleştirme; iskân; yerleşme. 2. (iskân edilerek oluşturulan)
settler köy. 3. çökelme.
i. iskân edilen bir4. (binada
yere oluşan) tasman, oturma.
yerleşen/yerleştirilen kimse. 5.
(anlaşmazlığı/davayı) halletme. 6. hesabı kapatma; hesabı
set-to i. kavga; ağız kavgası; dövüşme.
kapatmak için ödenen para. 7. (birine) (bir şeyi)
setup i., k. dili 1. düzen, sistem:
bırakma/bağışlama; What´s
(birine) the bırakma/bağışlama
(bir şeyi) setup like there? Oradaki
seven düzen
belgesi; nasıl? 2. tuzak: It´s
s. yedi. i.bırakılan/bağışlanan a setup by
1. yedi, yedi rakamışey/şeyler. the police.
(7, VII). 2. isk. Polisin kurduğu
yedili.
bir tuzak o.
sevenfold s., z. yedi kat, yedi misli.
seventeen s. on yedi. i. on yedi, on yedi rakamı (17, XVII).
seventeenth s., i. 1. on yedinci. 2. on yedide bir.
seventh s., i. 1. yedinci. 2. yedide bir.
seventieth s., i. 1. yetmişinci. 2. yetmişte bir.
seventy s. yetmiş. i. yetmiş, yetmiş rakamı (70, LXX).
sever f. 1. kesmek. 2. ayırmak. 3. kopmak, ikiye ayrılmak.
several s. 1. birkaç. 2. ayrı, tek.
severance i. 1. kesme. 2. ayırma, ayırım. 3. kopma, ikiye ayrılma.
severance of relations ilişkileri kesme.
severance pay işten ayrılana ödenen tazminat.
severe s. 1. sert; haşin; katı. 2. çok acıtan, şiddetli. 3. büyük (zarar). 4.
severity zor,
i. 1. güç (birhaşinlik;
sertlik; şey). 5. çok sade,
katılık. yalın. ait) şiddet. 3. (zarara ait)
2. (ağrıya
Seville büyüklük.
i. Sevil. 4. zorluk, güçlük. 5. sadelik, yalınlık.
Seville orange turunç.
sew f. (--ed, --n/--ed) dikmek; dikiş dikmek.
sew s.t. on (bir giysiye) bir şey dikmek.
sew s.t. up 1. bir şeyi dikip kapatmak; kesik yeri dikmek. 2. bir işi sağlam
sewage kazığa
i. pissu,bağlamak.
lağım suyu.
sewer i. dikici.
sewer i. lağım.
sewer system kanalizasyon.
sewerage i. 1. pissu, lağım suyu. 2. kanalizasyon.
sewing i. 1. dikme, dikim. 2. dikiş; dikilecek şey.
sewing cotton pamuk ipliği, tire.
sewing machine dikiş makinesi.
sewn f., bak. sew.
sex i. 1. cinsiyet, cins. 2. seks, cinsel ilişki.
sex appeal seksapel, cinsel cazibe.
sex film seks filmi.
sex life seks hayatı, cinsel yaşam.
sexology i. seksoloji, cinslikbilim.
sextant i. sekstant.
sexton i. zangoç.
sexual s. cinsel, cinsi.
sexual harassment cinsel taciz.
sexual intercourse cinsel ilişki.
sexual organs cinsel organlar.
sexuality i. cinsiyet, cinsellik.
sexy s., k. dili seksi.
Seychelles s. Seyşel, Seyşeller´e özgü: the Seychelles Islands Seyşel
Seychellois Adaları. i. (seyşelz´) Seyşelli erkek, Seyşelli. s. 1. Seyşel,
i. (çoğ. Sey.chel.lois)
Seychelloise Seyşeller´e
çoğ. özgü. 2. Seyşelli.
Seychelloises (seyşelwaz´) i. Seyşelli kadın, Seyşelli.
shabby s. 1. eski püskü, yırtık pırtık, pejmürde. 2. hırpani, üstü başı eski
shack püskü olan.
i. baraka. f. 3. aşağılık, adi; pespaye; seviyesiz. 4. çok az, cüzi.
shack up (with) k. dili (ile) evli olmadan beraber yaşamaya başlamak.
shackle i. 1. engel, mania, zincir, boyunduruk, insanı
shadberry engelleyen/hapseden
i. kayaarmudu. şey. 2. pranga. f. prangaya vurmak.
shadblow i. kayaarmudu.
shadbush i. kayaarmudu.
shade i. 1. gölgelik, gölge, gölgeli yer. 2. abajur. 3. stor. 4. göz siperi.
shade into/shade off into 5. (resimde)
(bir şey) (başkagölge:bir In this painting
şeyden) farksızthe artistbaşlamak:
olmaya has used shade
The realto
good
shades effect. Bu tabloda
into the unreal. ressam
Gerçek gölgeyi iyi kullanmış.
hayaldenkoruyan
farksız olmaya 6. (renge
shade tree geniş gölgesiyle altındakileri güneşten ağaç.
ait) ton. 7. nüans, ince fark, ayırtı. 8. çoğ., k. dili güneş gözlüğü.
başlıyor.
shadow i. 1.
f. 1. gölge: The shadows
siper etmek; güneşten of the trees had
korumak; gölgebegun
etmek:to lengthen.
He shaded
shadow cabinet Ağaçların
his
İng.eyes
gölge gölgeleri
with his hand.
kabine, uzamaya başlamıştı.
Elini gözlerine
muhalefet 2. (of)
kabinesi.siper etti.zerre
Shadekadar,
thoseen
ufak
plants!birO...: There´s
bitkileri not a shadow
güneşten koru! of justification
Don´t shade meforwith
what he´s
that
shadow play gölge oyunu.
doing.
umbrella! Yaptığını haklı çıkaracak
O şemsiyeyle bana gölgeen ufak bir 2.
etme! sebep yok. f. 1.
(resimde)
shadowbox f. (boksör) gölge
gölgelemek,
gölgelemek. gölge çalışması yapmak.
etmek, gölgelendirmek. 2. gölgelendirmek,
shadowy bozmak. 3. gizlice takip etmek.
s. 1. belli belirsiz, belirsiz, müphem. 2. tayin edilmesi zor olan.
shadowy figure 3.
kimgölgeler
olduğuiçinde olan.
belli olmayan, hayatı hakkında az şey bilinen kimse.
shady s. 1. gölgeli, gölgeler içinde. 2. gölge veren. 3. şüpheli;
shaft kanunsuz, kanuna
i. 1. şaft, mil. aykırı;
2. gövde, üçkâğıtçı,
sütun hilebaz,
başlığıyla kaide sahtekâr:
arasındakiHe´s got
kısım.
a
3. shady
(mızrak,reputation.
ok(tekstil); Adı
v.b.´ne ait) kötüye
sap. çıktı.
4. (teleğe
shaggy s. kaba tüylü kaba (sakal v.b.). ait) eksen. 5. (atlı
arabaya ait) ok. 6. ışın, şua. f., argo (birinin) canını yakmak.
shah i. şah.
shake f. (shook, --n) 1. sarsmak: The explosion shook my house.
shake Patlama evimi
i. 1. sarsıntı. 2.sarstı.
(sıvıyı)The news shook
çalkalama; (katıthem. Haberler
maddeyi) onları
sallama. 3.
sarstı. Nothing
(başı/yumruğu) can shake
sallama. her
4. faith.
silkeleme.İnancını
5. hiçbir
serpme. şey sarsamaz.
shake a leg acele etmek, pergelleri açmak.
She took him by the shoulders and shook him hard. Onu
Shake a leg! k. dili Çabuk ol!
omuzlarından tutup sert bir şekilde sarstı. 2. (sıvıyı) çalkalamak;
shake down (katı
k. dilimaddeleri)
alışmak, uyum sallamak: Shake the contents well. İçindekileri
sağlamak.
shake hands iyice çalkalayın.
el sıkışmak. 3. (başı/yumruğu) sallamak; (memeleri)
hoplatmak; (kalçaları) çalkalamak. 4. titremek: She was shaking
shake o.s. silkinmek,
with anger.silkelenmek.
Öfkeden tir tir titriyordu. 5. silkelemek: Don´t shake
shake s.o. down argorug
that birinden
while my parawindow´s
sızdırmak. open! Pencerem açıkken o halıyı
shake s.o. off silkeleme! Shake
birinden kurtulmak. the scorpions out of those boots! O
çizmelerdeki akrepleri silkele! 6. serpmek: She was shaking
shake s.o. up birini (ruhen) sarsmak.
flour onto the heads of the passersby. Geçenlerin başına un
shake s.t. down bir şeyi silkeleyip
serpiyordu. düşürmek:
7. off -den kurtulmak.Shake those persimmons down! O
shake s.t. off hurmaları düşürsene!
bir şeyden silkinmek/kurtulmak.
shake s.t. out bir şeyi silkmek.
shake s.t. up sıvıyı çalkalamak; katı maddeyi sallamak.
shakedown i., argo birinden para sızdırma.
shakedown flight deneme uçuşu.
shaken f., bak. shake 1.
shaker i. çalkalama kabı.
shakeup i., k. dili reorganizasyon.
shaky s. 1. titrek; sarsak. 2. sağlam olmayan, sakat.
shale i. killi şist, killi yapraktaşı.
shale oil killi şistten elde edilen petrol.
shall yardımcı f. (should) 1. Gelecek zaman kipinde kullanılır: I shall
shallot bolt the door. Kapıyı sürgüleyeceğim.
i. 1. yabanisarımsak, yabanisarmısak. 2. 2. Kararlılık belirtir:
yeşil soğan, taze I
pledge
soğan. my life that they shall be free. Hür bırakılacaklarına
shallow s. 1. sığ, sığlık. 2. yüzeysel, derine inmeyen, basit. i. sığ yer,
hayatım üzerine ant içerim. 3. Söz verme durumunda kullanılır:
sığlık.
i. 1. shall
yapmacık, sahtelik.
sham You have what you2. oyun,
need. hile;
Size nedanışıklı
gerekirse dövüş. s. sahte,
vereceğim. 4.
shamble suni;
Emir yalandan.
belirtir:
f. ayaklarını Youf. shall
(--med,
sürüyerek not--ming) (bir şey) yapar gibi
kill. Öldürmeyeceksin.
yürümek. 5. yapmak;
yalandan
Kaçınılmazlık yapmak.
belirtir: Whatever shall be
shambles i. 1. darmadağın bir yer, karmakarışık bir.... Neyıkıntı.
yer; olacaksa2. ....
shame hercümerç,
i. utanç, hicap: karışıklık.
Are they3. devoid
mezbaha. of shame? Utançtan yoksun mu
shamefaced onlar?
s. 1. utangaç, mahcup, çekingen.rezil
Shame on you! Utan! f. 1. etmek.
2. utanç 2. gölgede
içinde.
bırakmak. 3. (birini) utandırarak (bir şey yapmaya) mecbur
shameful s. utanç verici, yüz kızartıcı, utandırıcı, utanılacak, ayıp; rezil.
etmek: She´ll shame him into going there. Onu utandırarak onu
shameless s. utanmaz;
oraya gitmeye yüzsüz;
mecbur utançtan
eder. yoksun.
shammy i. (madeni yüzeyleri parlatmak için kullanılan) güderi parçası.
shampoo i. şampuan. f. şampuanla yıkamak.
shamrock i. yonca.
Shangri-la i. 1. hayal ülkesi; ütopya. 2. cennet, çok güzel ve rahat bir yer.
shank i. 1. baldır; incik. 2. kasap. incik.
shan't kıs. shall not.
shanty i. baraka.
shape i. 1. biçim, şekil. 2. hal: All things considered he´s in excellent
shape up shape. Her
(biri) iyi birşey gözolmak;
yolda önünde (iştutulursa sıhhati çok
v.b.) iyi gitmek: iyi. are
Things Thatshaping
firm´s
in bad
up(like) shape. O
well. şeklinde, firmanın
İşler iyi gidiyor. durumu kötü. f. 1. -i bir şekle sokmak,
shaped s. biçiminde: heart-shaped kalp şeklinde. It´s
-e bir şekil vermek. 2. into -den (bir şey) yapmak: He shaped
shaped
s. like a pyramid. Şekli piramide benziyor.
shapeless thebiçimsiz,
clay intoşekilsiz; kalıpsız.
a pot. Çamurdan bir çömlek yaptı.
shapely s. biçimli, biçimi güzel olan.
share i. 1. pay, hisse, parça. 2. hisse senedi, aksiyon. f. 1. paylaşmak.
Share and share alike 2. anlatmak,
eşit bir şekilde söylemek.
paylaşmak. 3. (bir fikre) katılmak.
share in -de payı olmak.
sharecropper i. ortakçı, maraba.
shareholder i. hissedar, paydaş.
Shari'a i.
shark i. 1. zool. köpekbalığı. 2. k. dili açgözlünün teki. 3. k. dili
sharp dolandırıcı.
s. 1. keskin. 2. sivri uçlu. 3. keskin (gözler, görme duyusu). 4.
sharp practice zehir
hileli gibi, çok üstün (zekâ); zekâsı zehir gibi. 5. keskin, sert, acı.
bir iş.
6. ani (yükseliş/düşüş/dönüş). 7. çok net. 8. şiddetli (sancı). 9.
sharp practices hileli işler, dalavere.
sert (vuruş/itiş). 10. sert, ters (sözler/söz). 11. kurnaz; kurt. 12.
sharpen f. 1. zarif,
şık, (bıçağı) bilemek.
güzel. 13. tiz2.(ses).
(kalemi) sivriltmek,
14. müz. diyez:açmak.
F sharp3. Fa(ağrıyı)
diyez. i.,
sharper şiddetlendirmek.
müz. diyez: Pay 4. (zekâyı)
attention
i. dolandırıcı, üçkâğıtçı. to geliştirmek.
the sharps! 5. (sesi)
Diyezlere tizleştirmek.
dikkat et!
sharp-eyed s. keskin gözlü.
sharpie i. dolandırıcı, üçkâğıtçı.
sharpshooter i. keskin nişancı.
sharp-witted s. zekâsı zehir gibi.
Shasta i.
Shasta daisy bot. margarit.
shatter f. 1. paramparça etmek, tuzla buz etmek. 2. mahvetmek;
shattered bozmak.
s. 1. paramparça. 2. mahvolmuş; bozulmuş. 3. İng. çok yorgun,
shave canı
f. çıkmış,
(--d, bitkin.
--d/--n) 1. (off) (sakalı/kılları) tıraş etmek: He won´t shave
shaven off his beard.
f., bak. shave. Sakalını tıraş etmez. She shaved her legs and
under her arms. Bacaklarındaki ve koltuk altlarındaki kılları tıraş
shaver i. elektrikli tıraş makinesi.
etti. 2. sakal tıraşı olmak: He hasn´t shaved for five days. Beş
gündür tıraş olmadı. 3. (buz kalıbından) buz kazımak. 4.
sıyırmak. 5. rendelemek. i. tıraş: Give me a shave! Beni tıraş et!
shaving i. 1. tıraş etme; tıraş olma. 2. (bir) rende talaşı. 3. çoğ. rende
shaving brush talaşı.
tıraş fırçası.
shaving cream tıraş kremi.
shaving lotion tıraş losyonu.
shawl i. şal, atkı.
she zam., dişil o. s. dişi: she-goat keçi.
She entered the director´s
Müdürün odasına endişe içinde girdi. Their spirits sank. Neşeleri
office with a sinking feeling.
She has lots of friends. kayboldu.
Pek çok dostu var.
She is herself again. Kendine geldi.
She is sixty if a day. En aşağı altmış yaşında olmalı.
She said it herself. Bizzat kendisi söyledi.
She wasn´t born yesterday! k. dili O kaçın kurası!/Onu kolay kolay kandıramazsın!
She´s a hoot! k. dili Çok matrak biri o.
She´s a riot! k. dili O bir âlem!/Çok matrak biri o!
She´s an excellent manager. İşleri çok iyi çekip çeviriyor.
She´s got a heart of gold. 1. Gönlü çok zengin. 2. Çok merhametli./Altın yürekli.
She´s on the air. Radyoda söylüyor.
She´s pushing seventy. k. dili Yaşı yetmişe dayandı.
sheaf çoğ. sheaves (şivz) i. bağlam, demet; deste.
shear f. (--ed/shorn) 1. (hayvanın tüylerini) çok kısa kesmek, kırkmak,
shears kırpmak.
i., çoğ. 1. 2. (bir(kırkmaya
kırkı çitin dallarını) kısaalet).
yarayan budamak. 3. of -den
2. bahçıvan mahrum
makası; çit
etmek. 4. off kopmak, iki parçaya ayrılmak.
makası.
shearwater i., zool. yelkovankuşu, yelkovan.
sheath i. 1. (bıçak, kılıç için) kın. 2. bot. kın. 3. anat. kılıf.
sheathe f. 1. kınına sokmak, kınlamak. 2. with ile kaplamak.
shebang i., k. dili
she'd kıs. 1. she had. 2. she would.
shed f. (shed, --ding) 1. (yaprak/gözyaşı/tüy) dökmek; tüy dökmek. 2.
shed (su) geçirmemek.
i. (odun, kömür, bahçe3. (yılan) (gömlek)
aletleri değiştirmek.
v.b. konulan ufak) kulübe.
shed blood kan dökmek.
shed light on (konuyu) aydınlatmak.
shed/throw light on -i aydınlatmak, -i açıklamak.
sheen i. parlaklık.
sheep i. (çoğ. sheep) koyun.
sheep dog çoban köpeği.
sheep/sheep´s sorrel bot. kuzukulağı.
sheepfold i. ağıl.
sheepish s. gülünç bir şekilde utangaç; kabahatinden dolayı utangaç.
sheepskin i. 1. pösteki, koyun postu. 2. k. dili üniversite diploması.
sheepskin coat napa palto/ceket.
sheer s. 1. şeffaf ve ince (kumaş). 2. sırf; bütünüyle: It was sheer luck.
sheet Şanstan
i. 1. yatak başka bir şey
çarşafı, değildi.
çarşaf. That´s sheer
2. (kâğıt/yufka nonsense!
için) yaprak. 3. (buz
Bütünüyle
için) tabaka:saçma
The o!
lake3. sarp,
was dik.
covered with a sheet of ice. Göl bir
sheet iron sac, saç.
buz tabakasıyla kaplıydı.
sheet metal saç, sac.
sheeting i. çarşaflık, yatak çarşafı yapmaya uygun kumaş.
sheik i., bak. sheikh.
sheikh i. şeyh, kabile reisi.
shelf çoğ. shelves (şelvz) i. 1. raf. 2. coğr. şelf.
she'll kıs. she will.
shell i. 1. (sert) kabuk; kavkı: sea shell deniz kabuğu. walnut shell
shell ceviz kabuğu. egg
f. 1. kabuğunu shell yumurta
soymak, kabuğunukabuğu.
çıkarmak.tortoise shell
2. (kurumuş mısır
kaplumbağa kabuğu, bağa. 2. mermi. 3. (fişeğe
tanelerini) koçanından ayırmak. 3. -i top ateşine tutmak. ait) kovan.
4. 4.
outiçi
yok olmuş bir şeyin
k. dili (para) vermek. dışı: I saw only the burnt-out shells of
buildings. Ancak yanık binaların dış duvarlarını gördüm. 5.
(kürekli) yarış teknesi.
shellac i. gomalak.
shellfish i. kabuklu deniz ürünleri.
shelter i. 1. sığınak; barınak; korunak. 2. siper: They took shelter under
sheltered a
s. tree. Bir ağacın
1. mahfuz; siperine
kuytu, siper. sığındılar.
2. kötü ve f.tatsız
1. korumak.
şeylerden 2. korunmuş,
barındırmak;
kötü ve tatsız barınmak. 3.
şeylerden uzak. saklanmak; sığınmak; siperlenmek.
shelve f. 1. rafa koymak/kaldırmak. 2. rafa koymak/kaldırmak, şimdilik
shelves vazgeçmek.
i., çoğ., bak. shelf.
shenanigan i., k. dili 1. maskaralık, saçmalık, saçma şey, komik şey. 2.
shepherd yaramazlık, yaramaz davranış.
i. çoban. f. (rehber/refakatçi 3. oyun,
olarak) hile,getirmek/götürmek,
(birini) numara.
sherbet (birine)
i. bir çeşitrefakat
meyveli etmek.
dondurma.
sheriff i. şerif (bir polis amiri).
sherry i. bir çeşit beyaz İspanyol şarabı.
she's kıs. 1. she is. 2. she has.
Shetland i.
shetland i. şetlant.
Shetland pony midilli.
shetland wool şetlant.
Shi'a i.
shield i. 1. kalkan. 2. siper; koruyucu şey. f. korumak; siper etmek: He
shift shielded his eyes with
f. 1. kımıldanmak: his hand.
He shifted Eliniuneasily
about gözlerine in siper etti.
the doorway.
shift Kapının eşiğinde
i. 1. (rüzgâr için) endişeyle kımıldandı.
yönünü değiştirme. 2.2. (rüzgâr)
vardiya. 3.yön
çok sade bir
değiştirmek,
çeşit kadın (rüzgârın)
elbisesi. yönü değişmek. 3. (araçtaki yük) bir
shift down into (belirli bir vitese) almak.
tarafa kaymak. 4. (bir şeyi) (bir yerden başka bir yere)
shift for o.s. kendi
geçirmek;hayatını kazanmak.
-in yerini değiştirmek: He shifted the suitcase from
shift gears his right
vites hand to his left. Bavulu sağ elinden sol eline geçirdi.
değiştirmek.
shift gears Let´s
vites shift the furniture around. Mobilyaların yerlerini
değiştirmek.
değiştirelim.
shift one´s attention dikkatini çevirmek.
shift one´s ground savunduğu konuyu başka birtakım gerekçelere dayatmak.
shift the blame onto suçu (birinin) üstüne atmak, (suçu) (birine) yüklemek.
shift up into (belirli bir vitese) geçmek.
shiftless s. haylaz, tembel, miskin.
shifty s. dalavereci, hilekâr.
Shi'i i., s., bak. Shi´ite.
Shi'ism i. Şiilik.
Shi'ite i., s. Şii.
shilling i. şilin, eski İngiliz gümüş parası.
shilly-shally f. 1. tereddütten dolayı harekete geçmemek; kararsızlık içinde
shimmer dönüp
f. yumuşakdolaşmak. 2. vakit
ve titrek öldürmek.
bir ışıkla parıldamak. i. titrek ışık.
shin i., anat. incik kemiği, incik. f. (--ned, --ning)
shin down (ağaç, direk v.b.´ne) (sarılıp bedenini kaydırarak) inmek.
shin up (ağaç, direk v.b.´ne) (sarılıp bedenini yukarı çekerek)
shinbone tırmanmak.
i., anat. incik kemiği.
shindig i., k. dili şatafatlı bir parti.
shine f. (shone/eski --d) 1. parlamak, ışık saçmak. 2. parlatmak. 3. (bir
shine shoes ışığı) (bir yere)
ayakkabı çevirmek. 4. (biri) (belirli bir konuda) çok başarılı
boyamak.
olmak. i. parlaklık.
shingle i. tahta çatı kiremidi, padavra, hartama, yarma (Çatıyı örtmek
shingles veya bina
i., çoğ., tıb.duvarını
zona. kaplamak için kullanılır.). f. (çatıyı/duvarı)
padavrayla kaplamak.
shinny f., k. dili
shinny down bak. shin down.
shinny up bak. shin up.
shiny s. parlak.
ship i. gemi; vapur. f. (--ped, --ping) 1. (bir şeyi) (bir nakliyat
aracıyla) göndermek, yollamak: Haven´t you shipped that order
yet? O siparişi daha göndermedin mi? 2. (bir şeyi) gemiyle
yollamak. 3. (kürekleri) fora edip teknenin içine koymak.
ship out 1. yola çıkmak. 2. gemiyle gitmek.
ship water (teknenin) içine su girmek: We´re shipping water. Teknenin
shipment içine
i. su giriyor. mal/sipariş. 2. (bir şeyi) (bir nakliyat aracıyla)
1. gönderilen
shipowner yollama. 3. nakliyat, nakliye, taşıma.
i. gemi sahibi.
shipper i. 1. siparişi alıp gönderen. 2. nakliyatçı, nakliyeci, taşımacı.
shipping i. 1. gemiler. 2. siparişi alıp gönderme. 3. nakliyat, nakliye,
shipping agent taşıma.
nakliyeci, nakliyatçı.
shipping charge nakliye, nakliye ücreti; navlun.
shipping clerk bir şirketin ambalaj ve nakliyat işlerine bakan kimse.
shipping company nakliyat şirketi.
shipshape s. düzgün, muntazam.
shipwreck i. 1. gemi enkazı. 2. geminin kazaya uğraması.
shipwrecked s. 1. gemi kazası geçirmiş, kazazede. 2. yıkılmış, tuzla buz
shipyard olmuş (ümitler v.b.).
i. tersane.
shire i. İngiltere´de kontluk (idare bölgesi).
shirk f. yan çizmek; kaytarmak.
shirt i. gömlek.
shirt stud plastron düğmesi. f. (--ded, --ding)
shirting i. gömleklik kumaş, gömleklik.
shirttail i. gömlek eteği.
shirtwaist i. erkek gömleği biçiminde kadın bluzu.
shirty s., İng., k. dili kızgın, öfkeli.
shish kebab şiş kebap.
shit i., kaba 1. bok. 2. aşağılık herif.
Shit! ünlem Kahrolsun!
shitty s., kaba aşağılık, pis, alçak.
shiver f. ürpermek. i. ürperti: It sent shivers down my spine. Tüylerimi
shoal diken
i. büyük diken etti.
balık sürüsü.
shock f. 1. şoke etmek, çok şaşırtmak, sarsmak, dehşete düşürmek. 2.
shock (elektrik) çarpmak.
i. ekin yığını 3. elektrik
(dikey duran şoku vermek.
bağlanmış i. 1. demeti).
birçok ekin şok: The news
of their victory came as a shock to me. Onların zafer haberi
shock i. çalı gibi gür saç.
bende şok etkisi yarattı. 2. ruhb. şok, sarsıntı. 3. sarsıntı: The
shock absorber amortisör
shock (cihaz).
of the earthquake cracked the wall. Zelzeleden ileri gelen
shock therapy sarsıntı duvarı çatlattı. 4. sadme, çarpma, çarpış: The shock of
şok tedavisi.
shocker the waves
i. insanı crashing
şoke against the cliffs could be heard for miles.
eden şey.
Dalgaların kayalara şiddetle çarpışı kilometrelerce öteden
shocking s. 1. insanı çok
duyuluyordu. 5.şaşırtan, şoke eden,The
elektrik çarpması: sarsıcı. 2. frapan
current gave me(renk):
a
shod shocking
f., bak. Beni
shock. pink çingene pembesi.
shoe.elektrik çarptı. 6. k. dili amortisör (cihaz).
shoddy s. kalitesiz, tapon; kavaf işi, gelişigüzel yapılmış.
shoe i. 1. ayakkabı, pabuç. 2. nal. f. (shod/--d, --ing) nallamak, nal
shoe polish çakmak.
ayakkabı boyası.
shoe repairer ayakkabı tamircisi.
shoebill i., zool. pabuçgagalı.
shoehorn i. ayakkabı çekeceği, çekecek.
shoelace i. ayakkabı bağı, bağcık.
shoemaker i. ayakkabıcı, ayakkabı yapan kimse.
shoeshine i. ayakkabı boyama, lostra.
shoeshine boy ayakkabı boyacısı.
shoeshine parlor lostra salonu.
shoestring i. ayakkabı bağı, bağcık.
shoetree i. ayakkabı kalıbı.
shone f., bak. shine.
shoo ünlem Defol!/Kışt!/Hoşt!/Pist! f. away kovmak.
shook f., bak. shake.
shoot f. (shot) 1. (kurşun/ok/top) atmak. 2. (bir hedefi) (silahla)
shoot a glance at vurmak.
k. dili -e 3. from -den fışkırmak.
bakıvermek, -e göz atmak.4. (bir şeyi) tükürüvermek. 5.
(ağrı) (belirli bir yer boyunca) yayılıvermek: The pain shot
shoot ahead hızla öne geçmek.
through my arm. Ağrı bütün koluma yayılıverdi. 6. (sinema
shoot at 1. -e ateş etmek.
kamerasıyla) (film)2.çekmek.
k. dili -i 7.
amaçlamak.
(misket/bilardo) oynamak: Let´s
shoot back at s.o. shoot some
1. birinin pool. Bilardo
ateşine karşılık oynayalım.
vermek. 2. 8. k. (kapının
dili birinesürgüsünü)
cevap
shoot by çekmek;
yetiştirmek.(kilidin dilini)
yıldırım hızıyla geçmek. çevirmek. i. 1. filiz, sürgün. 2. av, avlama:
duck shoot ördek avı.
shoot down ateş edip düşürmek.
shoot down (uçağa) ateş edip düşürmek.
shoot for k. dili -i amaçlamak.
shoot heroin damardan eroin almak.
shoot it out (bir meseleyi halletmek için) karşılıklı ateş etmek.
shoot on location sin., TV stüdyo dışında çekim yapmak.
shoot one´s bolt k. dili elinden geleni yapmak.
shoot one´s mouth off k. dili patavatsızca konuşmak.
shoot one´s wad k. dili parasının hepsini harcamak.
shoot out fırlamak.
shoot past yıldırım gibi geçmek.
shoot s.o. a question birine soru soruvermek.
shoot s.o. down birine ateş edip öldürmek.
shoot the ball spor şut atmak, şut çekmek, topu şutlamak.
shoot the breeze argo yarenlik etmek, çene çalmak.
shoot the breeze/bull k. dili çene çalmak, kaynatmak; yarenlik etmek.
shoot up 1. (birinin boyu) hızla uzamak. 2. hızla yükselmek. 3. (alev)
Shoot! parlamak.
k. dili Haydi 4. anlat!
damardan uyuşturucu almak. 5. her tarafa ateş
etmek; her tarafa rasgele ateş etmek.
shooting i. 1. ateş, ateşli silahların atılması: The shooting stopped. Ateş
shooting brake kesildi. 2. (ateşli silahla) birinin yaralanması/öldürülmesi. 3.
İng. steyşın.
(hedefi) (silahla) vurma. 4. sin. çevirim.
shooting of a film filmin çevirimi.
shooting range atış poligonu, poligon.
shooting script sin. çevirim senaryosu.
shooting star gökb. akanyıldız, ağan.
shooting star gökb. akanyıldız, ağma.
shooting war gerçek savaş.
shoot-out i. silahlı çatışma.
shop i. 1. (perakende satış yapılan) dükkân: flower shop çiçekevi. 2.
shop around (zanaatçıya ait) atölye;
en uygun fiyatların tamirhane:
peşinde carpenter´s
çarşı pazar dolaşmak.shop
marangozhane. automobile repair shop otomobil tamirhanesi. 3.
shop assistant İng. tezgâhtar.
(ortaokul ve liselerde) zanaat dersi. f. (--ped, --ping) (for) (belirli
shopkeeper i. çarşı esnafı,
şeylerin peşinde)esnaf,
çarşıdükkâncı.
pazar dolaşmak.
shoplift f. dükkânlardan (mal) aşırmak; dükkânlardan mal aşırmak.
shoplifter i. dükkânlardan mal aşıran kimse.
shoplifting i. dükkânlardan mal aşırma.
shoppe i. (perakende satış yapılan) dükkân.
shopper i. alışveriş eden kimse.
shopping i. (belirli şeylerin peşinde) çarşı pazar dolaşma.
shopping center alışveriş merkezi, çarşı.
shopping list alışveriş listesi.
shopwindow i. vitrin, camekân (sokaktan camla ayrılan sergileme yeri).
shopworn s. (rafta satılmadan uzun zaman kalıp) eskimiş (mal).
shore i. sahil, kıyı.
shore f. up 1. (bir şeyin çökmesini önlemek için) bir tarafına destek
shoreline koymak, desteklemek, payanda vurmak. 2. (fiyatları)
i. kıyı şeridi.
desteklemek.
shorn f., bak. shear.
short s. 1. kısa. 2. kısa boylu, kısa. 3. ters, sert, gönül kırıcı. i., elek.
short and sweet kısa
az vedevre.
öz.
short circuit kontak, kısa devre.
short circuit elek. kısa devre.
short cut kestirme yol.
short measure eksik ölçü.
short of -den başka: She tried everything short of firing him. Onu
short story sepetlemekten
hikâye, öykü. başka her şeyi denedi.
short wave radyo kısa dalga.
shortage i. eksiklik; kıtlık.
shortbread i. bir çeşit kurabiye.
shortcake i. 1. gevrek, yassı bir tür hamur işi. 2. bu hamur işiyle yapılan
shortchange meyveli ve tatlı
f. 1. (birine) bir yiyecek.
paranın üstünü eksik olarak vermek. 2. (birini) (bir
short-circuit şeyden) mahrum bırakmak;
f. 1. elek. kısa devre yapmak. (birine) (bir şeyi)
2. (aradaki gerekli
şeyleri) miktarda
atlayıp
vermemek.
geçmek.
short-coming i. kusur, eksik, noksan.
shortcut i. kestirme, kestirme yol.
shorten f. kısaltmak; kısalmak.
shortening i. (hamur yapımında kullanılan) katı yağ.
shortfall i. açık, eksik.
shorthand i. stenografi, steno.
shorthanded s.
shortlived s. kısa ömürlü.
shortly z. 1. kısa bir zamanda. 2. az bir mesafeden sonra: It´s shortly
shortness beyond that2.
i. 1. kısalık. house. O evin biraz
kısa boyluluk. ötesinde.
3. terslik, 3. kısaca,
sertlik. az ve öz bir
4. eksiklik.
şekilde. 4. ters bir şekilde.
shortness of breath nefesin çabuk kesilmesi.
short-range s. 1. kısa vadeli. 2. kısa menzilli.
shorts i., çoğ. 1. şort. 2. (erkek için) külot.
shortsighted s. 1. miyop. 2. öngörüsü olmayan.
short-tempered s. çabuk kızan; hemen parlayan.
short-term s. kısa vadeli.
shortwave i. kısa dalga.
short-winded s. nefesi çabuk kesilen.
shot i. 1. (mermi, roket için) atım, atış; (top için) vuruş; (top için) şut.
shot 2. (çifte
s. 1. namlulu av
yanardöner, tüfeğijanjan
şanjan, için) saçma.
(kumaş). 3. 2.
spor gülle.
k. dili 4. k. dili
kullanılmaz
fırsat.
hale 5. sin.
gelmiş, çekim. 6. k. dili fotoğraf. 7. iğne, iğne yoluyla
shot f., bak. shoot.tamamıyla bozulmuş: This motor´s shot. Bu
verilen
motordailaç: He got
iş yok. a shot.
3. kötü bir İğne
halde: oldu.
His Give
nerves herarea shot
shot.ofSinirleri
shot put spor 1. gülle
penicillin. Onaatma.
bir 2. gülle iğnesi
penisilin atışı. yap. They don´t like shots.
altüst oldu.
shotgun İğne sevmezler.
i. 1. çifte, çifte namlulu av tüfeği. 2. bütün odaları arka arkaya
shotgun wedding sıralanan
k. dili (kadıntek hamile
bir oda kaldığı
genişliğindeki ev. mecburi nikâh.
için yapılan)
shot-putter i., spor gülleci.
should yardımcı f. 1. Manevi zorunluluk gösterir: I think I should go.
shoulder Gitsem
i. 1. omuz.iyi olur galiba.
2. dağ Why shouldn´t
yamacının üst bölümü.I go?3.Niçin
kasap.gitmeyeyim.
kürek, kürek
You 4.
eti. should
banket. apologize.
f. 1. Özür almak,
omzuna dilemelisin.
omzunaYou vurmak,
should have said
omuzlamak.
shoulder arm dipçikli silah.
“No!”
2. (bir “Hayır!” demeliydin.
işi/bir görevi) How should
yüklenmek, she have
omuzlamak. known he was
3. omuzlamak,
shoulder bag aomuz
rogue?çantası.
SerseriHe olduğunu ne bilsindi.
omzuyla itmek: shouldered his way2.through
İhtimalthegösterir:
crowd.The
shoulder blade weather
anat. kürek
Kalabalığı should be
kemiği.
omuzlayarak nice. Herhalde
ilerledi. hava güzel olur. She should
shoulder strap easily get that prize. O ödülü
(kadın giysisinde) askı, omuz askısı. kolaylıkla kazanması lazım. 3. Bazı
şartlı cümlelerde kullanılır: You can use the house should the
shoulder to shoulder 1. omuz turn
weather omuza,bad.yanHavayana. 2. omuz
bozarsa omuza,
evden dayanışma içinde.
yararlanabilirsiniz. If I
shoulder weapon dipçikli
were silah. person I should invite you to stay for dinner. Nazik
a polite
bir kişi olsaydım akşam yemeğine buyurun derdim. If he were
here now I´d kill him. Şimdi karşımda olsa öldürürdüm. 4.
Şaşkınlık belirtir: At that moment who should telephone but
Hikmet himself! O an kim telefon etse beğenirsin? Hikmet´in ta
shouldn't kıs. should not.
shout f. bağırmak; haykırmak. i. bağırtı, bağırış; haykırı, haykırış.
shout s.o. down bağırarak birini konuşturtmamak.
shove f. (sert bir şekilde) itmek: He shoved the man to one side.
shove off Adamı
1. den.bir kenara
avara itti. i.2.itiş.
etmek. gitmek, çıkmak, palamarı çözmek.
shove s.t. into bir şeyi (bir yere) sokmak.
shovel i. kürek. f. (--ed/--led, --ing/--ling) kürekle atmak, küreklemek,
shovel food into one´s küremek, kürümek.
k. dili yemeği hapır hupur yemek/atıştırmak.
mouth
shovelbill i., zool., bak. shoveler.
shoveler i., zool. kaşıkçın, kaşıkgaga.
show f. (--ed, --n) 1. göstermek. 2. görünmek, gözükmek. i. 1. radyo,
show business/biz TV program,artistlik.
oyunculuk; izlence. 2. şov, revü. 3. sergi. 4. gösteri: air show
uçuş gösterisi. 5. müsamere. 6. gösteriş, sahte davranış. 7. k.
show dirt kir tutmak.
dili iş; kuruluş: Who´s running this show? Burasını kim
show disrespect for -e saygısızlıkta bulunmak.
yönetiyor?
Show me the hows and the
Bana işin nedenlerini anlatın.
whys of it.
show of strength kuvvet gösterisi.
show off gösteriş yapmak.
show off 1. gösteriş yapmak, fiyaka satmak, caka satmak. 2. gururla
show one´s face göstermek.
kendini göstermek.
show one´s face gözükmek, görünmek.
show one´s hand niyetini açığa vurmak.
show one´s hand niyetini açıklamak.
show one´s teeth diş göstermek.
show one´s true colors asıl karakterini açığa vurmak.
show promise (biri) gelecek için bir şeyler vadetmek/gelecek için bir umut
show s.o. around olmak.
birini gezdirmek, birine rehberlik etmek.
show s.o. in birini içeri almak, birini buyur etmek, birini içeriye buyur etmek.
show s.o. out birini kapıya kadar uğurlamak.
show s.o. the door birini kovmak, birine kapıyı göstermek.
show s.o. the door birine kapıyı göstermek, birini kapı dışarı etmek.
show s.o. the way to do s.t. birine bir şeyin nasıl yapıldığını göstermek.
show s.o. up 1. birinin foyasını ortaya çıkarmak. 2. birini utandırmak.
show s.t. up bir şeyi açıkça göstermek.
show signs of (birinde) (belirli bir şeyin) belirtileri gözükmek.
show up k. dili 1. gelmek. 2. çıkagelmek.
showcase i. camlı dolap, vitrin, camekân.
showdown i. bir kavganın galibini belirleyecek olay: This debate will turn
shower into a showdown
i. 1. kısa between
süren yağmur. 2. Asaf and yapma.
duş, duş Esat. Bu3.tartışma
duş, duşAsaf ile
yapma
Esat
yeri. arasında
4. duş bir
duş,yapma. kavgaya
duş yapmayı dönüşecek.
shower bath 1. duş, 2. duş,sağlayan
duş yeri.aygıt. 5. geline/bebeğe
hediye verilen parti. f. 1. yağmur yağmak. 2. yağmak. 3.
shown f., bak. show.
yağdırmak. 4. duş yapmak/almak.
showoff i. gösteriş yapan kimse, fiyakacı, cakacı.
showroom i. galeri (bir malın sergilendiği salon).
showy s. gösterişli; göz boyayan.
shrank f., bak. shrink.
shrapnel i., ask. şarapnel.
shred i. 1. ince şerit. 2. ufak parça, parçacık: We haven´t a shred of
shrew evidence. En ufak bir
i. 1. zool. sivrifare. delilimiz
2. şirret yok.şirret.
kadın, f. (--ded, --ding) 1. dilmek;
ditmek. 2. lime lime etmek.
shrewd s. kurnaz; açıkgöz, hinoğlu.
shrewish s. şirret.
shriek f. çığlık atmak; feryat etmek. i. çığlık; feryat.
shriek with laughter gülmekten katılmak.
shrill s. tiz (ses), tiz sesli; kulak tırmalayıcı.
shrimp i. 1. karides. 2. argo bücür kimse, bücür, bızdık.
shrine i. tapınak, mabet.
shrink f. (shrank/shrunk, shrunk/shrunk.en) 1. (kumaş) çekmek, daralıp
shrink from kısalmak;
(korkudan) (kumaşı) çektirmek. 2. (bir şeyin) suyu çekilmek; (bir
-den çekinmek.
şeyin) suyunu çektirmek. 3. azalmak; azaltmak. 4. (bir şeyin)
shrinkage i. 1. (kumaşta) çekme. 2. fire.
değeri azalmak; (bir şeyin) değerini azaltmak. 5. sinmek,
shrivel f. (--ed/--led,
pusmak. i., k.--ing/--ling) kuruyup
dili psikiyatr, buruş buruş olmak; büzüşmek.
ruh doktoru.
shroud i. 1. kefen. 2. örtü; tabaka. f. kaplamak; örtmek; gizlemek.
Shrove Tuesday Hrist. büyük perhizin arife günü.
Shrovetide i., Hrist. apukurya, etkesimi.
shrub i. çalı.
shrubbery i. 1. çalılar. 2. çalılık.
shrug f. (--ged, --ging) omuz silkmek. i. omuz silkme.
shrunk f., bak. shrink.
shrunken f., bak. shrink.
shuck i. mısır koçanını saran yapraklar. f. (mısır) soymak, (mısır
Shucks! koçanı)
ünlem, soymak.
k. dili Hay Allah!
shudder f. ürpermek; titremek. i. ürperti; titreme, titreyiş.
shuffle f. 1. (iskambil kâğıtlarını) karıştırmak, karmak. 2. (bir şeyleri) bir
shuffle one person/thing in yerden alıp başka yere koymak. 3. (ayaklarını) sürümek,
birini/bir şeyi başkalarına katmak.
among/with others sürüklemek; ayaklarını sürüyerek yürümek. i. 1. iskambil
shun f. (--ned, --ning) -den uzak durmak, -e yaklaşmamak.
kâğıtlarını karıştırma. 2. ayaklarını sürüyerek yürüme.
shunt f. 1. d.y. (vagonu/katarı) bir hattan başka hatta geçirmek;
shush (vagonu/katarı)
f., k. dili susmak;barınma hattına veya manevra hattına almak. 2.
susturmak.
(önemli bir yerden) (önemsiz bir yere/makama) tayin etmek. i.,
shut f. (shut, --ting) kapatmak, kapamak; kapanmak: The door won´t
elek. şönt.
shut down shut. Kapıişyeri
(fabrika, kapanmıyor. The schools have been shut for a month.
v.b.´ni) kapatmak.
Okullar bir aydır kapalı.
shut down kapatmak; kapanmak.
shut o.s. (up/away) in (bir yere) kapanmak.
shut off 1. (ışık, gaz, makine v.b.´ni) kapatmak, kapamak; (ışık, makine
shut one´s ears to v.b.) kapanmak.
-e kulaklarını 2. from -den uzak tutmak; -den ayırmak; -den
tıkamak.
yoksun bırakmak.
shut one´s eyes to -e göz yummak, -i görmezlikten gelmek.
shut out kapatmak; kesmek, girmesini engellemek: The trees shut out
shut s.o. up the sun.
k. dili Ağaçlar
birini güneşi birinin
susturmak, kapattı.çenesini kapatmak.
shut s.o. up in birini (bir yere) kapatmak.
shut s.t. in/on bir şeyi (bir yere) sıkıştırmak: She shut the door on her finger.
shut up Parmağını kapıya sıkıştırdı.
1. k. dili susmak. 2. (bir yeri) kapatmak.
Shut your trap! k. dili Kapat çeneni!/Kıs gaganı!
shutdown i. fabrikayı kapatma.
shuteye i., k. dili uyku.
shut-in s., i. evinden çıkamayan hasta/yaşlı (kimse).
shutout i. 1. taraflardan birinin hiç puan kazanmadığı oyun. 2. lokavt.
shutter i. 1. panjur. 2. kepenk. 3. foto. obtüratör, örtücü.
shutter speed foto. poz süresi.
shuttle i. 1. iki yer arasında sürekli sefer yapan yolcu aracı. 2.
shuttle diplomacy dokumacılık mekik. f. iki/birkaç yer arasında getirip götürmek;
mekik diplomasisi.
iki/birkaç yer arasında gidip gelmek, mekik dokumak.
shuttlecock i., badminton uçucu, paraşütlü top.
shy s. 1. çekingen, sıkılgan, tutuk, utangaç, mahcup, ürkek. 2.
shy insanlardan
f. (at) ürkmek. kaçan, insanlara pek yaklaşmayan, ürkek (hayvan).
shy away from -den çekinmek, -den kaçınmak.
shyness i. çekingenlik, sıkılganlık, tutukluk, utangaçlık, mahcubiyet,
ürkeklik.
shyster i., k. dili 1. üçk­âğıt-çı avukat/politikacı. 2. üçkâğıtçı, sahtekâr.
si i., müz. si notası, gamın yedinci notası.
Siam i., tar. Siyam.
Siamese i. 1. (çoğ. Si.a.mese) tar. Siyamlı. 2. Siyamca, Tayca. 3. (çoğ.
Siamese cat Si.a.mese)
siyamkedisi. siyamkedisi. s. 1. Siyam, Siyam´a özgü. 2. Siyamca,
Tayca. 3. tar. Siyamlı.
Siamese twins yapışık ikizler.
Siberia i. Sibirya.
Siberian i. Sibiryalı. s. 1. Sibirya, Sibirya´ya özgü. 2. Sibiryalı.
sibilant s., dilb. ıslıklı. i., dilb. ıslıklı ünsüz.
sibling i. kardeş.
sic f. (--ced, --cing) on (köpeği/birini) (birine) saldırtmak: He sicced
Sicilian his lawyerss.on
i. Sicilyalı. 1.me. Avukatlarını
Sicilya, Sicilya´ya bana
özgü.saldırttı. Sic´em! Saldır!
2. Sicilyalı.
(Köpeğe söylenir.).
Sicily i. Sicilya.
sick s. 1. hasta, rahatsız. 2. ruhen hasta. i., İng. kusmuk. f. up İng., k.
sick dili kusmak.
f., bak sic.
sick at heart üzgün, kederli.
sick bay revir.
sick leave hastalık izni.
sickbed i. hasta yatağı.
sicken f. 1. tiksindirmek, midesini bulandırmak. 2. hastalanmak. 3.
sickening midesi
s. 1. midebulanmak; midesini
bulandırıcı. bulandırmak.
2. iğrenç, 4. of -den
mide bulandırıcı, illallah
tiksindirici. 3.
demek.
korkunç.
sickle i. orak. f. orakla biçmek.
sickly s. 1. hastalıklı. 2. solgun ve nahoş (renk/tebessüm). 3. mide
sickness bulandırıcı.
i. 1. hastalık. 4.2.sağlıklı olmayan (iklim).
mide bulantısı.
sickroom i. hasta odası.
side i. 1. yan, taraf: Which side of the box has a label on it? Kutunun
side hangi tarafı etiketli?
f. 1. against The house
-e karşı olmak. was -in
2. with on tarafını
the sidetutmak.
of a hill. Ev bir
tepenin yamacındaydı. We entered the building from the side.
side by side yan yana.
Binaya yan tarafından girdik. On the right side of the street you
side dish baş
´ll seeyemek dışındaki
a grocery store. yiyecek.
Sokağın sağ kolunda bir bakkal
side effect göreceksin.
yan etki, yan One side of the sheet was blank. Sayfanın bir yüzü
tesir.
side street boştu. Look at the matter from all sides. Meseleye her yönden
yan sokak.
bak. Only the front side of the building has been restored. Yalnız
sideboard i., İng. büfe
binanın (bir mobilya).
ön cephesi restore edildi. I´ve got a pain in my right
sideboards i., çoğ., İng.,
side. Sağ yanımda bak. sideburns.
bir ağrı var. He´s Turkish on his father´s side.
sideburns Baba
i., çoğ.tarafından Türktür. 2. den. borda. 3. kenar: He was
favori (sakal/saç).
standing by the side of the road. Yolun kenarında duruyordu. 4.
sidecar i. (motosiklete ait) sepet.
taraf: Which side are you for? Hangi tarafı tutuyorsun? 5. İng.,
sided s. yanlı,
spor taraflı:
takım. an eight-sided
6. İng., k. dili kibir,figure
kurum, sekiz yanlı
hava. biryan,
s. 1. şekil. a
ikinci
sidekick many-sided
derecede person
olan,
i., k. dili arkadaş, çokside
ikincil:
yardımcı.yönlü bir ikincil
issue kişi. mesele. 2. bir yanda
sideline bulunan,
i. 1. futbol,yan: side door
basketbol yanyan kapı.
çizgi. 2. asıl işten farklı ikinci bir gelir
sidelong kaynağı
z. yandan:olan
Heiş.looked sidelong at her. Ona yan gözle baktı. s.
sidestep yandan
f. (--ped, --ping)sidelong
olan: a glance yan
1. -den kaçmak, yan çizmek.
-e yan bakma. 2. boks (birine
sideswipe karşı) ayak oyunları yapmak, saydsteps yapmak.
i. 1. yandan çarpma. 2. eleştiri, eleştirici söz. f. (bir şeye)
sidetrack yandan çarpmak.
i., d.y. barınma hattı; rampa hattı. f. 1. (birini) asıl amacından
sidewalk saptırmak; (birini) lafa boğmak.
i. yaya kaldırımı, kaldırım, 2. d.y. -i barınma hattına almak.
trotuar.
sidewall i. (otomobil lastiğine ait) yanak.
sideways z. 1. yandan. 2. yan yan: Move sideways! Yan yan git! 3.
side-wheeler yanlamasına,
i. yandan çarklıyan. 4. yana.
vapur, yandan çarklı.
siding i. 1. d.y. kör hat; barınma hattı; rampa hattı. 2. (binanın dış
sidle yüzünü
f. 1. yanoluşturan) (ahşap/metal)
yan gitmek. kaplama.
2. (biri) yanaşmak. 3. yan yan getirmek;
sidle up to (gemiyi) yanaştırmak.
(birinin) yanına yaklaşmak, (birine) yanaşmak.
siege i. kuşatma, muhasara.
Sierra Leone Sierra Leone.
Sierra Leonean 1. Sierra Leoneli. 2. Sierra Leone, Sierra Leone´ye özgü.
sieve i. elek; kalbur. f. elekten geçirmek, elemek; kalburdan
sift geçirmek,
f. 1. elekten kalburlamak.
geçirmek, elemek; kalburdan geçirmek,
sifter kalburlamak. 2. (through)
i. (mutfakta kullanılan) un incelemek,
eleği. tetkik etmek, inceleyerek
okumak. 3. (out) from inceleyerek (bir grubu) (başka bir
sigh f. 1. iç çekmek, içini çekmek, iç geçirmek, ahlamak, göğüs
gruptan) ayırmak: It´s been hard to sift out the truth from the
geçirmek.
-in hasretini 2. (rüzgâr) hafifçe inlemek. i. iç çekme, göğüs
sigh for lies. Doğruyuçekmek.
yalandan ayırmak zor oldu.
geçirme.
sight i. 1. görüş, görme yetisi. 2. görünüş, manzara: What a lovely
sight sight you are!
f. (aranan Bu neşeyi)
birini/bir güzellik böyle! 3. çoğ. görülecek yerler,
görmek.
turistik yerler.
sighted s. gözleri gören.
sightless s. gözleri görmeyen, kör, görmez.
sight-see f. turistik yerleri gezmek.
sight-seeing i. turistik yerleri gezme.
sight-seer i. turist.
sign i. 1. işaret: plus sign artı işareti. minus sign eksi işareti. the
sign signs of the zodiac
f. 1. imzalamak, burç
imza işaretleri.
etmek, imzathe sign 2.
atmak. of spor
the cross
(yeni haç
bir
işareti.
oyuncuyla)2. levha;
kontrattabela:
yapmak.road sign trafik işareti. I saw a sign with
sign away kendi imzasıyla (bir şeyi) (başkasına) devretmek.
that firm´s name written on it. Üstünde o firmanın ismi yazılı bir
sign for 1. (başka
tabela birinin)
gördüm. 3. namına imza atmak.
belirti, alamet, emare: 2. This
(bir şeyi) alabilmek
is a sign that he´s
sign in için imza
improving. atmak: You must
Bu, onundeftere
(bir yere girerken) sign
iyileştiğine for
imzaalamet.this parcel. Bu paketi
atmak. There was no sign of
alabilmeniz
his için buraya
havingspikeri)
stayed here. imza
Burada atmanız
kalmışlazım.
olduğuna dair
sign off 1. (radyo programının bittiğini söylemek. 2. k.hiçbir
dili
emare
mektubu yoktu.
bitirmek, mektubu noktalamak.
sign on 1. ekibe (sözleşmeli olarak) katılmak: He signed on as a cook.
sign one´s name Ekibe ahçıatmak.
imzasını olarak katıldı. 2. ekibe (sözleşmeli olarak) almak: Let
´s sign him on! Onu ekibimize alalım!
sign out (bir yerden çıkarken) deftere imza atmak.
sign over kendi imzasıyla (bir şeyi) (başkasına) devretmek.
sign s.o. on (birini) kontratla takıma almak.
sign s.o. up (for) (-e) (birinin) kaydını yapmak/yaptırmak, birini
sign up kaydetmek/kaydettirmek.
(for) (-e) kendi kaydını yapmak/yaptırmak, kaydolmak,
signal yazılmak.
i. işaret; sinyal: signal flag işaret flaması. signal flare işaret
signal fişeği.
s. büyük,f. (--ed/--led,
üstün, göze--ing/--ling) işaretçeken.
çarpan, dikkati etmek; işaret vermek:
With a nod of his head he signaled them to come in. Başıyla
signal tower d.y. manevra kulesi, kumanda kulesi.
işaret ederek onların girmesini istedi.
signalise f., İng., bak. signalize.
signalize f. -i göstermek, -e işaret etmek.
signalman çoğ. sig.nal.men (sîg´nılmîn) i., d.y. işaret memuru, işaretçi.
signatory i. (anlaşma) imzalayan devlet.
signature i. 1. imza. 2. imzalama, imza atma. 3. matb. forma.
signature tune radyo sinyal müziği.
signboard i. tabela.
signer i. imza eden, imza atan.
signet i. mühür, kaşe, damga.
signet ring mühür yüzüğü.
significance i. 1. önem. 2. anlam.
significant s. 1. kayda değer, önemli, mühim; dikkate değer. 2. anlamlı,
signification manalı.
i. anlam, mana.
signify f. 1. ... anlamına gelmek, -i göstermek: What does this signify?
signpost Bu negösteren
i. yol anlama geliyor? 2. (birdireği.
levha; işaret hareketle) işaret etmek, belirtmek.
silence i. sessizlik, sükût: They sat in silence. Sessizlik içinde oturdular.
Silence ensued. f.Onu
susturmak.
sessizlik izledi.
silencer i. 1. (tabanca/tüfek için) susturucu. 2. İng. susturucu, egzoz.
silent s. sessiz.
silent movie sessiz film.
silent partner kuruluşun idaresine karışmayan ortak.
Silesia i. Silezya.
Silesian i. Silezyalı. s. 1. Silezya, Silezya´ya özgü. 2. Silezyalı.
silhouette i. siluet, gölge görüntü.
silica i. silis.
silicon i., kim. silisyum.
silicone i., kim. silikon.
silk i. ipek.
silk tree bot. gülibrişim.
silken s. 1. ipek gibi. 2. ipekli, ipekten yapılmış.
silkworm i. ipekböceği.
silky s. 1. ipek gibi. 2. kadife gibi (ses/ten).
sill i. 1. (pencere için) denizlik. 2. (kapı için) eşik.
silly s. 1. aptal, ahmak. 2. gülünç, saçma.
silo i. silo.
silt i. çökelme sonucu oluşan çamur ve kum tabakası. f. up kum ve
silver çamurla
i. 1. gümüş.doldurmak/dolmak.
2. gümüş eşya. 3. (sofrada kullanılan) çatal, bıçak
silver ve
f. 1.kaşıklar.
gümüşle 4.kaplamak.
gümüş para. s. 1. gümüşten
2. gümüş yapılmış, gümüş. 2.
renge dönüştürmek.
gümüş gibi parlayan.
silver fox gümüş tilki, renar arjante.
silver jubilee evliliğin yirmi beşinci yıldönümü.
silver-plate f. gümüşle kaplamak.
silver-plated s. gümüş kaplama.
silverware i. (sofrada kullanılan) çatal, bıçak ve kaşıklar.
silvery s. 1. gümüşi. 2. berrak (ses).
similar s. 1. benzer, benzeş: It´s similar to that. Ona benzer bir şey.
similarity These two things
i. benzerlik, are similar.
benzeyiş, benzeşlik. Bu iki şey birbirine benziyor. Okan
and Kaan are similar to each other in certain ways. Okan ve
similarly z. 1. birbirine benzer bir şekilde. 2. aynı şekilde.
Kaan´ın benzer tarafları var. 2. geom. benzer.
simile i. benzetme, benzeti, teşbih.
similitude i. benzerlik.
simmer f. 1. (kaynama noktasının biraz altında bir derecede)
Simmer down! pişmek/pişirmek.
k. dili Sakin ol! 2. (gizli bir iş) kaynamak. 3. with (öfke v.b.
duygularla) (için için) kaynamak, dolu olmak.
simmon i., k. dili trabzonhurması.
simpatico s. sempatik.
simper f. aptal aptal sırıtmak, pişmiş kelle gibi sırıtmak. i. aptalca sırıtış.
simple s. 1. sade, süssüz: a simple style sade bir stil. 2.
simple sentence anlaması/yapılması
dilb. yalın cümle. kolay, kolay, basit: a simple solution kolay
bir çözüm. 3. kendi halinde, sıradan (kimse). 4. saf, kolayca
simpleminded s. 1. basit, saf, kurnaz olmayan (kimse). 2. fazla basit (çare,
aldatılabilen. 5. geri zekâlı; bunak. 6. Bir şeyin tekliğini
simpleton cevap
i. aptal,v.b.). 3. geri zekâlı.
avanak.
vurgulamak için kullanılır: It´s a desire for revenge, pure and
simplicity simple. Bir intikam
i. 1. sadelik, alma2.hırsından
süssüzlük. basitlik. 3.başka bir şey4.
sıradanlık. değil.
saflık,
simplification kolayca aldatılabilme.
i. 1. basitleştirme, yalınlaştırma; basitleşme, yalınlaşma. 2.
simplify kolaylaştırma.
f. 1. basitleştirmek, yalınlaştırmak. 2. kolaylaştırmak.
simply z. 1. sade bir şekilde, gösterişsiz bir şekilde. 2. açık ve samimi
simulate bir
f. 1.şekilde. 3. Biryapmak;
-in taklidini şeyin tekliğini
... gibi vurgulamak
yapmak: Sheiçin kullanılır: He
simulated
writes
concern. simply because
İlgi gösterir he likes to. Yazı yazmasının tek sebebi
simultaneous s. aynı zamanda olan,gibi
aynı yaptı. 2. -in meydana
zamanda benzerini gelen,
yapmak. 3. -e
simültane,
hoşuna gitmesi.
benzemek. eşanlı. I simply can´t! Bunu yapamam! 4. basit bir
simultaneous equations eşzamanlı,
mat. eşanlı denklemler.
şekilde, kolay bir şekilde: Can´t you put it more simply? Onu
simultaneous translation daha basit bir
simültane şekilde
çeviri, anlatamaz
anında çeviri. mısın? 5. k. dili çok, tek
sin kelimeyle:
i. 1. günah. 2. büyük hata: magnificent!
They´re simply Bunlar
It´s a sin for you tek kelimeyle
to throw that bread
muhteşem.
away! O ekmeği atma, işlemek;
günah! günaha girmek.
sin f. (--ned, --ning) günah
sin of omission ihmal suçu.
Sinai i. Sina.
since z. o zamandan beri, ondan sonra: He left Wednesday, and I
since when haven´t
o zamandan seen beri:
him since. Çarşamba
He suffered a fallgitti; o zamandan
last May, beri he´s
since when
görmedim.
been They
confined to started the
a wheelchair. work then
Geçen and
Mayıs have been at itve
ever
Since when ...? Ne zamandan beri ...?: Since when have youayında düştü
been doing this?o
since. İşe oberi
zamandan zaman başladılar
tekerlekli ve o zamandan
sandalyeye mahkûm bu yana
oldu.
Bunu ne zamandan
Ne zamandan beri yapıyorsun?
Since when? yapıyorlar. edatberi?
-den beri, -den itibaren. bağ. 1. -eli, -eli beri,
sincere -eliden
s. içten,beri: Since
samimi, she´s come we´ve seen nothing of you. O
candan.
sincerely geleli
z. içtenlikle, samimiyetle.They´ve grown a lot since I saw them.
seni hiç görmedik.
Ben görmeyeli onlar çok büyümüş. I haven´t written poetry
Sincerely yours, Saygılarımla.
since I left high school. Liseden çıktım çıkalı şiir yazmadım. 2.
sincerity i. içtenlik,
-diğine samimiyet.
göre, mademki, madem: Since you´re so wealthy why
Sind don´t
i. Sint. you just buy the whole building? Mademki bu kadar
zenginsin, neden binanın hepsini almıyorsun?
Sindhi i. 1. (çoğ. --s/Sin.dhi) Sintli. 2. Sintçe. s. 1. Sint, Sint´e özgü. 2.
sine Sintçe.
i., mat. 3. Sintli.
sinüs.
sinecure i. kolay ve iyi maaşlı bir iş.
sinew i. 1. kas kirişi, sinir. 2. kuvvet, güç.
sinewy s. 1. adaleli. 2. kuvvetli, güçlü. 3. sinirli (et).
sinful s. günahkâr, günahlı (kimse); günah olan (bir şey).
sing f. (sang, sung) 1. (şarkı) söylemek. 2. (kuş/böcek) ötmek; (kuş)
sing a baby to sleep şakımak.
bebeği ninni söyleyerek uyutmak.
sing a different tune k. dili ağız değiştirmek.
Singapore i. Singapur.
Singaporean i. Singapurlu. s. 1. Singapur, Singapur´a özgü. 2. Singapurlu.
singe f. (--ing) azıcık yakmak. i. hafif yanık.
singer i. şarkıcı.
singing i. 1. şarkı söyleme. 2. ötme; şakıma.
single s. 1. tek: She hasn´t a single enemy. Onun tek bir düşmanı yok.
single If.can´t think of a single
out (diğerlerinden) example.
(birini) seçmek,Tek ayırmak.
bir örnek gelmiyor aklıma.
2. bekâr, evlenmemiş. 3. tek kişilik. 4. yalınkat (çiçek); çiçekleri
single file tek sıra halinde.
yalınkat olan (bitki). i., İng. gidiş bileti; dönüş bileti.
single ticket İng. gidiş bileti; dönüş bileti.
single-breasted s. tek sıra düğmeli (ceket).
single-handed s. tek başına yapılan. z. tek başına, kendi başına, yalnız başına,
single-handedly yardımcısız.
z. tek başına, kendi başına, yalnız başına, yardımcısız.
single-minded s. tek bir amaç güden.
singleness i.
singleness of purpose kendini tek bir amaca verme.
singlet i., İng. atlet fanilası, atlet.
singly z. 1. tek tek, teker teker, bir bir. 2. tek başına, kendi başına,
singular yalnız başına.
s. 1. dilb. tekil. 2. büyük, fevkalade. 3. nadir. 4. tuhaf.
singularity i. 1. tuhaflık. 2. dilb. tekillik.
Sinhalese i. 1. (çoğ. Sin.ha.lese) Singala. 2. Singalaca. s. 1. Singala. 2.
sinister Singalaca.
s. netameli; kötü.
sink f. (sank/sunk, sunk/sunk.en) 1. batmak; batırmak. 2. batmak,
sink mahvolmak;
i. 1. eviye. 2.batırmak,
lavabo. mahvetmek. 3. azalmak; (bir şeyin)
değeri azalmak. 4. (kötü bir şey yapmaya) tenezzül etmek. 5.
sink fast (ağır hasta) son günlerini yaşamak, günleri sayılı olmak,
(kuyu, maden ocağı v.b.´ni) açmak. 6. into gitgide (kötü bir
sink into a chair günlerini
bir koltuğa saymak.
çökmek.
şeyin) pençesine düşmek: The country was sinking into
sink into a deep sleep anarchy.
derin bir Ülke
uykuyagitgide anarşinin pençesine düşüyordu. 7. in k.
dalmak.
sink into a depression dili -e (para) harcamak/yatırmak/koymak;
depresyona girmek. -e (emek) harcamak.
8. in (on) kafasına dank etmek: Hasn´t it sunk in on you yet?
sink low 1.
Hâlâ(güneş/ay)
kafana dank çok alçalmak.
etmedi mi? 2. (fiyat) çok düşmek.
sink one´s troubles in drink içkiyle dertlerini unutmak.
sink their differences aralarındaki anlaşmazlıkları bertaraf etmek.
sink to one´s knees diz çökmek, dizlerinin üzerine çökmek.
sink without a trace sırra kadem basmak. Her heart sank. Birdenbire umutsuzluğa
düştü.
sinker i. (olta için) kurşun.
sinless s. günahsız.
sinner i. günahkâr, günahlı.
sinuous s. yılankavi, dolambaçlı.
sinus i., anat. sinüs.
sinusitis i., tıb. sinüzit.
sip f. (--ped, --ping) yudumlamak, yudum yudum içmek. i. yudum.
siphon i. sifon borusu. f. 1. sifon borusuyla (bir şeyi)
Sir çekmek/boşaltmak.
i. İng. Sör ... (birinin 2. ilk(off) çekmek,
adından veyaalmak.
ilk adıyla soyadından önce
sir kullanılan
i. efendim, bir asalet
beyefendi. unvanı): Sir Walter Raleigh Sör Walter
Raleigh.
sire i. 1. baba, peder. 2. bir hayvanın babası: Arap´s sire was
siren Karabaş.
i. 1. siren,Arap´ın
canavar babası
düdüğü. Karabaş´tı.
2. Yunan3.mit.eskisiren.
Majesteleri. (Krala
3. büyüleyici
hitap ederken
güzellikte kullanılırdı.).
bir kadın. f. -in babası olmak: He´s sired
sirloin i. sığır filetosu.
twenty children. Yirmi çocuğun babası.
sirup i., bak. syrup.
sis i., k. dili kızkardeş.
sissy i. hanım evladı.
Sister i. 1. Sör (rahibelerin ilk adından önce kullanılan unvan): Sister
sister Maria Sör Maria. 2. İng. Sör (hastalara bakan hemşirenin ilk
i. kızkardeş.
adından veya ilk adıyla soyadından önce kullanılan unvan):
sisterhood i. kızkardeşlik.
Sister Eileen.
sister-in-law i. görümce; yenge; baldız.
sisterly s. kızkardeşe yakışır.
sit f. (sat, --ting) 1. oturmak. 2. (bir yerde) kalmak, durmak;
sit and twiddle one´s thumbs bulunmak:
k. dili oturup The statue´s
hiçbir been sitting in that corner for years.
şey yapmamak.
Heykel yıllardır o köşede duruyor. Their house sits well above
sit cross-legged 1. bağdaş kurmak; bağdaş kurarak oturmak. 2. bacak bacak
the village. Onların evi köyden epey yukarı bir yerde. 3. on
sit down üstüne
oturmak. atarak oturmak.
(heyete) üye olmak. 4. (resmi bir meclis, kurul v.b.) toplantı
sit in for halinde
(birine) olmak:
vekâletThe court sat for three weeks. Mahkeme üç
etmek.
sit in on hafta boyunca sürdü. 5. İng. (imtihan)
dinleyici olarak (bir toplantıya) katılmak.olmak, (sınava) girmek;
(sınavda) olmak: When will she sit her exams? Sınavlarına ne
sit on 1. (bir şeyi)
zaman alıp Ihiçbir
girecek? can´t şey
come yapmamak: He´s
then; I´ll be been
sitting mysitting
exams.on Oour
sit on the fence report
1. for
tarafsız months.
kalmak. Raporumuzu
2. kararsız aldı
olmak. ama
zaman gelemem; sınavda olacağım. 6. (tavuk) kuluçkaya aylardır onunla ilgili
hiçbir şey yapmadı. 2. -i azarlamak, -i haşlamak.
oturmak/yatmak.
sit s.o. down birini oturtmak.
sit s.o. up yatan birini oturtmak.
sit through s.t. bir şeyi sonuna kadar oturarak izlemek.
sit tight sıkı durmak.
sit up 1. dik oturmak. 2. (gece) yatmamak; for (gece) yatmayıp
sit up straight (birini) beklemek: Don´t sit up for me! Beni bekleme!
dik oturmak.
sit well with (birinin) hoşuna gitmek; (bir şeyi) uygun bulmak: That doesn´t
sitcom sit very
i., k. dili,well
TV, with
radyo me. Onu pek
komedi uygun bulmuyorum.
programı.
sit-down strike oturma grevi.
site i. yer: picnic site piknik yeri. lakefront building sites göl
sit-in kenarındaki arsalar. archaeological
i. (protesto amacıyla) bir yerde yapılan site oturma
arkeolojik kazı yeri.
eylemi.
sitter i. çocuk bakıcısı.
sitting i. 1. oturma, oturuş. 2. oturum, celse.
sitting duck k. dili kolaylıkla aldatılabilen kimse; kolaylıkla saldırılabilecek
sitting room kimse.
İng. oturma odası, salon.
situated s.
situation i. 1. durum, vaziyet: How long can this situation continue? Bu
six durum
s. altı. i.ne kadar
altı, altı devam
rakamı edebilir?
(6, VI). 2. yer: The situation of the
garden should not be an inaccessible one. Bahçe ulaşılması zor
six by nine altıya dokuz ebadında.
bir yerde olmamalı. 3. iş; görev; ekmek kapısı.
sixfold s., z. altı kat, altı misli.
sixgun i., bak. sixshooter.
six-pack i. altı kutuluk paket; altı kutuluk karton: He bought a six-pack of
six-shooter beer. Altı kutuluk bir paket bira aldı.
i. altıpatlar.
sixteen s. on altı. i. on altı, on altı rakamı (16, XVI).
sixteenth s., i. 1. on altıncı. 2. on altıda bir.
sixth s., i. 1. altıncı. 2. altıda bir.
sixth sense altıncı his.
sixth sense altıncı his.
sixtieth s., i. 1. altmışıncı. 2. altmışta bir.
sixty s. altmış. i. altmış, altmış rakamı (60, LX).
sizable s. oldukça büyük.
size i. 1. büyüklük. 2. (ayakkabı için) numara; (elbise için) beden;
sizeable (şişe/kutu için)boy: What size shoe do you want? Kaç numara
s., bak. sizable.
ayakkabı istiyorsun? These shoes are a size too big. Bu
sizzle f. cızırdamak, cızıldamak. i. cızırtı, cızıltı.
ayakkabılar bir numara büyük. f. up -i anlamaya çalışmak, -i
sizzler i., k. dili
ölçüp çok sıcak
biçmek, bir gün;-in
-i tartmak; çok sıcak
nasıl birbir şey. olduğunu anlamak.
şey/biri
skate i. paten. f. patinaj yapmak.
skate on thin ice k. dili çok nazik bir durumda bulunmak; çok rizikolu bir işin
skater içinde bulunmak.
i. patinajcı.
skating i. patinaj.
skating rink patinaj alanı.
skedaddle f., k. dili koşup gitmek, tüyüp gitmek.
skein i. (yün, ip v.b. için) çile, kangal.
skeleton i. 1. iskelet. 2. iskelet, karkas.
skeleton crew çekirdek kadro.
skeleton in the closet utanılacak bir sır.
skeleton key (kilit açmak için) maymuncuk.
skeptic i. şüpheci kimse.
skeptical s. 1. kuşkulu, şüphe içinde: I´m skeptical about this. Bu konuda
skepticism birtakım
i. 1. şüphecişüphelerim
yaklaşım, var. 2. şüpheci,
şüpheci tavır. kuşkucu, septik.
2. şüphecilik, kuşkuculuk,
sketch septisizm.
i. 1. taslak, eskiz, eskis; kroki. 2. skeç. f. -i taslak halinde
sketchy çizmek;
s. yarım taslak
yamalak,çizmek.
oldukça eksik.
skew s. 1. eğri, çarpık. 2. birbirine paralel olmayan. i. 1. eğrilik,
skewer çarpıklık.
i. (şiş kebap 2. bükülme. f. 1. eğriltmek,
v.b. için kullanılan) şiş. f. çarpıtmak. 2. (bir şeyin
-i şişe geçirmek.
anlamını) çarpıtmak.
ski i. kayak, ski. f. kayak yapmak.
ski boot kayak ayakkabısı.
ski jump 1. kayakçının yaptığı sıçrama/atlama. 2. atlama tepesi.
ski jumping kayakla atlama.
ski lift kayakçıları tepeye çıkaran teleferik.
ski pole kayak sopası.
skid i. 1. (araba için) kayma, patinaj. 2. tersane kızak, kızak ızgarası.
skid chain 3. tekerlek
patinaj pabucu. f. (--ded, --ding) (araba) kaymak, patinaj
zinciri.
yapmak; kaydırmak, patinaj yaptırmak.
skid mark patinaj izi.
skid to a halt (araba) kayarak durmak; (arabayı) kaydırarak durdurmak.
skiddoo f., k. dili gitmek, tüymek.
skier i. kayakçı.
skiff i., den. skif.
skiing i. kayak, ski, kayak yapma; kayakçılık.
skilful s., İng., bak. skillful.
skill i. beceri, maharet, ustalık, hüner, marifet.
skilled s. teknik bilgisi iyi olan; işini iyi yapan.
skilled worker kalifiye işçi.
skillet i. tava.
skillful s. becerikli, marifetli.
skim f. (--med, --ming) 1. (off) (bir sıvının yüzeyinden) (kaymak, yağ
skim/skimmed milk v.b.´ni) almak:
yağsız süt, Skimsüt.
az yağlı the cream off the milk! Sütün kaymağını al!
2. through/over (bir şeyi) çabuk ve üstünkörü okumak, -e göz
skimmer i. kevgir.
gezdirmek. 3. (bir şeyin) üstüne dokunurmuşçasına alçaktan
skimp f. 1. on gerekenden
uçmak. 4. across (taş) az (suyun)
bir miktarı kullanmak/vermek,
üstünde seke seke gitmek;-i (taşı)
skimpy esirgemek.
(suyun)
s. 1. yemeği 2.azlüks
üstünde olmayan
(sofra). bazı
sektirmek.
olan masraflardan
2. eksik, kaçınarak
yetersiz. 3. dar ve kısa,
tasarruf
düttürü. yapmak.
skin i. 1. cilt, deri, ten. 2. (hayvana ait) deri; post: bearskin ayı postu.
skin 3. kabuk:--ning)
f. (--ned, banana1.skin muz kabuğu.
-in derisini yüzmek. 4. (süt, yoğurt v.b.´nin
2. sıyırmak; hafif
üstünde
yaralamak: oluşan) kaymak.
He fell and skinned his knee. Düştü ve dizi sıyrıldı.
skin diver aletsiz dalgıç.
3. (kabuğunu, dış zarını) soymak, çıkarmak. 4. (alive) k. dili çok
skin diving aletsiz dalış.
azarlamak, haşlamak; cezalandırmak; dövmek: If you do that
skin-deep s. derine
again I´ll gitmeyen,
skin you alive! yüzeysel, sathi.
Bir daha yaparsan seni öldürürüm! 5. k.
skinflint dili kazıklamak,
i. pinti, cimri. dolandırmak. 6. up (ağaç, direk v.b.´ne)
skinny tırmanmak,
s. sıska. tırmanarak çıkmak. 7. down (ağaç, direk v.b.´nden)
inmek. 8. through (dar bir yerden) güçbela/ancak geçmek. 9.
skinny-dip f. (--ped,güçbela
through --ping) çıplak yüzmek: They went skinny-dipping in the
başarmak/becermek.
skintight lake last night. Dün
s. vücuda âdeta yapışan, çok gece gölde
darçıplak yüzdüler.
(giysi).
skip f. (--ped, --ping) 1. hoplaya zıplaya yürümek. 2. bir şeyleri
skip atlayarak
i., İng. çöp(başka bir konuya) geçmek; (bir konudan) (başka bir
konteyneri.
konuya) atlayarak geçmek; -i atlayarak geçmek, atlamak. 3.
skip lunch öğle yemeğini yememek.
(gidilmesi gereken bir toplantıya/yere) gitmemek. 4. aniden (bir
skip rope ip atlamak.
yerden) gitmek. 5. off/out k. dili kaçıp gitmek, tüymek.
skipper i., den. kaptan.
skirmish i., ask. çarpışma, çatışma. f., ask. kısa bir süre çarpışmak.
skirt i. 1. etek. 2. çoğ. (yer için) sınırlar; (şehir için) varoşlar,
skirting banliyöler, (dağ için)sıvadibi.
i. 1. İng. süpürgelik, etekler. 2.
f. 1. (bir yerin)
eteklik kumaş.etrafından geçmek.
2. -den uzak durmak, -e dokunmamak.
skirting board İng. süpürgelik, sıvadibi.
skit i. skeç.
skittish s. 1. havai, delişmen, hoppa. 2. ürkek (at).
skittles i., çoğ. dokuz kuka oyunu.
skive f., İng., k. dili (off) kaytarmak, işten kaçmak.
skivvy i., İng., k. dili hizmetçi. f. hizmetçilik yapmak.
skulduggery i. dalavere, numara, entrika.
skulk f. gizlice gitmek; hırsız gibi dolanmak.
skulk away gizlice uzaklaşmak.
skull i. 1. kafatası. 2. kurukafa, baş iskeleti.
skullcap i. takke.
skullduggery i., bak. skulduggery.
skunk i. 1. kokarca. 2. k. dili yaramaz kimse: You´re a little skunk! Seni
sky gidi seni! 3.gök,
i. gökyüzü, k. dili pis herif, ipe gelesi herif. f., k. dili (bir oyunda)
sema.
bozguna uğratmak, fena halde bastırmak.
sky blue gök mavisi. praise s.o. to the skies birini göklere çıkarmak,
sky-blue birini
s. gökaşırı derecede övmek.
mavisi.
skyjack f. (hava korsanı) (uçağı) ele geçirmek.
skyjacker i. hava korsanı.
skylark i., zool. tarlakuşu, toygar, çayırkuşu.
skylight i. çatı penceresi.
skyline i. (binalar, dağlar v.b.´nin ufukta çizdiği) siluet: New York´s
skyrocket skyline
i. havai is famous.
fişek. New York
f. birdenbire şehrinin silueti meşhur.
yükselmek/artmak, fırlamak;
skyscraper birdenbire
i. gökdelen. yükseltmek.
skyward z. göğe doğru.
skywards z., bak. skyward.
slab i. 1. (bina, kat, dans pisti, taraça, beton yol v.b.´nin döşemesini
oluşturan) beton parçası, plak. 2. taş levha. 3. (masaya ait)
tabla; (kasabın üstünde et kestiği kalın tahta) tezgâh. 4.
(ekmek/kek için) kalın dilim.
slack s. 1. gevşek. 2. laçka; özensiz, gelişigüzel. 3. durgun, kesat:
slack off Business
1. (işler) is slack. İşler kesat.
durgunlaşmak, i.
kesatlaşmak. 2. işi gevşetmek.
slacken f. 1. yavaşlatmak; azaltmak; yavaşlamak; azalmak. 2. (halatı)
slacker boşaltmak,
i. kaytarıcı. laçka etmek, gevşetmek. 3. hızını kaybetmek.
slacks i. pantolon.
slag i. cüruf, dışık.
slag s.o. off İng., k. dili birini (olumsuz bir şekilde) tenkit etmek.
slain f., bak. slay.
slake f. 1. (susuzluğunu) gidermek. 2. (kireci) söndürmek.
slaked lime sönmüş kireç.
slalom i., spor slalom.
slam f. (--med, --ming) 1. (kapıyı/kapağı) çarparak kapatmak,
slam the door in one´s face çarpmak.
k. dili kaba 2. bir
(down) (hızlı
şekilde ve gürültülü bir şekilde) indirmek: He
reddetmek.
got angry and slammed the money on the table. Kızıp parayı
slander i. iftira. f. -e iftira etmek, -e kara çalmak, -i karalamak.
masanın üstüne çaldı. He slammed down the receiver. Ahizeyi
slanderous s. iftira
hızla niteliğinde.
çarptı. 3. ağır bir şekilde eleştirmek.
slang i. argo.
slant f. yana yatmak, yana eğilmek, meyletmek, meyilli olmak, eğik
slant line olmak,
taksimeğimliişareti,olmak.
taksim. i. 1. eğim, meyil. 2. taksim işareti, taksim.
3. bakış açısı, görüş açısı: What´s your slant on this matter? Bu
slant-eyed s. çekik gözlü.
mesele hakkındaki görüşün ne? Let´s look at this from a new
slap f. (--ped,
slant. Buna --ping)
yeni 1.
birsille
açıdan atmak, tokat atmak, tokatlamak; şamar
bakalım.
slap paint on atmak, şamarlamak.
-e gelişigüzel boya vurmak. 2. çarpmak, vurmak: The waves were
slapping against the dock. Dalgalar rıhtıma çarpıyordu. 3. on
slapdash s., i.
(bir şeyi) gürültülü bir şekilde (bir yere) koyuvermek. 4.
slapstick i. abartılı hareketler,
(gelişigüzel) koyuvermek:düşüpHe kalkmalar
slapped v.b.´yle
a piece of oynanan
cheesekomedi.
slash between the two slices of bread. İki
f. 1. (kesici bir aleti kuvvetle savurarak) kesmek: He dilim ekmeğin arasına
slashedbirthe
slash mark parça
bushes peynir
taksim with işareti, koyuverdi.
histaksim. i. sille, tokat; şamar.
machete. Palasını savurarak çalıları kesti. 2.
kamçılamak. 3. (fiyatları, bütçeyi v.b.´ni) çok indirmek. 4.
slat i. (pencere kafesini oluşturan) ahşap çubuk; lata; bağdadi çıtası;
across/against (yağmur) -e kuvvetle vurmak. i. 1. (kılıç, bıçak
slate çıta,
i. tiriz.
1. ile
kayağantaş, arduvaz.darbe. 2. kayağantaş levhası, arduvaz
v.b. indirilen) kuvvetli 2. uzun kesik, uzun yara. 3.
slattern levhası,
yırtmaç. arduvaz.
4. (fiyat 3. taş
v.b.´nde
i. pasaklı kadın, bitli kokuş. tahta. 4.
yapılan) (seçim
büyük için) aday
indirim. listesi.
5. taksim
slatternly işareti, taksim.
s. pasaklı (kimse); kirli ve düzensiz (yer).
slaughter i. 1. (kasaplık hayvanı) kesme, kesim. 2. öldürme, katil. f. 1.
slaughterhouse (kasaplık
i. mezbaha, hayvanı)
kesimevi.kesmek. 2. katletmek. 3. k. dili (rakip takımı)
büyük bir yenilgiye uğratmak, mahvetmek.
Slav i. İslav.
slave i. köle, esir. f. (away) köle gibi çalışmak.
slaver f. 1. salya akıtmak, salyası akmak. 2. over -i büyük bir zevkle
slavery dinlemek/okumak.
i. kölelik, esirlik, esaret. 3. after -i şehvetle arzulamak, -e ağzının
suyu akmak. i. ağızdan akan salya.
Slavic s. İslav.
slavish s. köle gibi, köleye yakışır.
slavish imitation körü körüne taklit etme.
Slavonia i. Slavonya.
slay f. (slew, slain) öldürmek.
sleaze i. 1. adilik, bayağılık; pespayelik. 2. hırpanilik, derbederlik.
sleazy s. 1. ucuz ve pis (yer). 2. adi, bayağı; pespaye. 3. derme çatma,
sled çürük,
i. kızak.çerden çöpten.
f. (--ded, --ding) 1. kızakla gitmek. 2. -i kızakla taşımak.
sledge i. 1. yük kızağı. 2. İng. kızak. f. 1. -i yük kızağıyla taşımak. 2. İng.
sledge -i
i., kızakla taşımak. 3. İng. kızakla gitmek.
bak. sledgehammer.
sledgehammer i. balyoz, varyos; şahmerdan.
sleek s. 1. parlak (saç, tüy); saçı/tüyleri parlak olan. 2. hatları ince ve
sleep (s.t.) off zarif olan. etkisini/bir duyguyu) uyuyarak geçiştirmek.
(bir şeyin
sleep i. uyku.
sleep f. (slept) uyumak.
sleep around k. dili dilediği kişiyle düşüp kalkmak, çeşitli insanlarla yatmak.
sleep in (uykudan) geç kalkmak.
sleep like a log k. dili derin derin uyumak.
sleep like a top k. dili çok iyi uyumak.
sleep through s.t. bir şey olup biterken uyumak: She slept through the explosion.
sleep with Patlama
(biriyle) oldu
düşüpbitti ve o hiçyatmak.
kalkmak, uyanmadı.
sleeper i. 1. uyuyan kimse. 2. d.y. yataklı vagon. 3. İng., d.y. travers. 4.
sleeping pijama;
i. uyuma. bebek tulumu.
s. uyuyan.
sleeping bag uyku tulumu.
Sleeping Beauty Uyuyan Güzel.
sleeping car İng. yataklı vagon.
sleeping pill uyku hapı.
sleepless s. uykusuz.
sleepwalk f. uykuda gezmek.
sleepwalker i. uyurgezer.
sleepwalking i. uyurgezerlik.
sleepy s. 1. uykusu gelmiş, uykulu. 2. çok sakin, çok hareketsiz (yer).
sleet i. sulusepken kar. f. sulusepken kar yağmak/düşmek.
sleeve i. 1. (giysi için) kol. 2. (boru için) manşon, ek bileziği; rakor. 3.
sleeve coupling İng.
(boru(plak
için)için) karton.
manşon, ek bileziği; rakor.
sleeve link İng. kol düğmesi.
sleeveboard i. kol tahtası.
sleeved s. kollu.
sleeveless s. kolsuz.
sleigh i. (atla çekilen) yolcu kızağı.
sleight i.
sleight of hand 1. el çabukluğu, hokkabazlık. 2. kurnazlıkla yapılan hile.
slender s. 1. ince, narin; hatları ince ve güzel. 2. az. 3. yetersiz.
slept f., bak. sleep 2.
sleuth i. dedektif.
slew f., bak. slay.
slew i., k. dili büyük miktar: She´s got a slew of children. Onun bir
slice sürü
i. çocuğu
dilim. var. We
f. (ekmek, picked
kek, slews
peynir of loquats
v.b.´ni) this year.
dilimlemek; Bu sene
(havuç,
yığınlarla
patates maltaeriği
v.b. sebzeyi) topladık.
doğramak: Will you slice me a piece of 4.
slick s. 1. kaygan. 2. kurnaz; cerbezeli. 3. görünümü çekici, içi kof.
bread?
usta Bana
işiiki
(şey). bir dilim
i. subir ekmek
yüzündeki keser misin?
slick o.s. up k. dili dirhem çekirdek yağ tabakası.
giyinmek.
slick one´s hair back/down (with) briyantin/su sürerek saçlarını arkaya/yana tarayıp
slicker yatırmak:
i. yağmurluk. He slicked his hair back with water. Su sürerek
saçlarını arkaya tarayıp yatırdı.
slid f., bak. slide 1.
slide f. (slid) 1. kaymak; kaydırmak. 2. sessizce gitmek/geçmek. 3.
slide into (bir şeyi)kayış;
i. 1. kayma, belli etmeden
(araba için)(birpatinaj.
yere) koymak.
2. düşüş.4.3.over/around
kaydırak
(bir meseleyi)
(çocuklar için ustalıkla
oyun atlatmak/geçiştirmek.
aracı). 4. dia, diyapozitif, 5. along
slayt. karnı
5. (mikros-
slide projector diyapozitif projeksiyon makinesi, slayt göstericisi.
üzerinde
kopta sürünmek.
kullanılan) lam. sliding door sürme
6. heyelan, toprakkapı.
kayması.
slide rule hesap cetveli.
slight s. 1. az; küçük. 2. ufak (bir bahane). 3. önemsiz; yüzeysel. 4.
slight ufak
f. adamve ince
yerineyapılı; ince.
koymamak; önemsememek. i. adam yerine
slim koymama; önemsememe.
s. (--mer, --mest) 1. ince. 2. zayıf, az (ihtimal/ümit).
slim f. (--med, --ming) 1. kilo vermek. 2. inceltmek; ince bir görünüm
slim pickings vermek.
k. dili kıtlık, darlık, imkânsızlık.
slime i. 1. suyun yüzeyinde duran alg/bakteri tabakası. 2. sümük.
slimy s. 1. sümükle kaplı, sümük bulaşmış. 2. sümük gibi, sümüksü. 3.
sling alçak, pis,
i. 1. (taş iğrenç.
atmak için) sapan. 2. (yük kaldırmak için) izbiro, sapan.
3. (kırık kol v.b. için) askı. f. (slung) 1. (ağ) atmak. 2. sapanla
(taş) atmak. 3. (giysiyi) (omzuna) atmak.
slingshot i. sapan.
slink f. (slunk) sinsi sinsi gitmek/yürümek.
slinky s. 1. sinsi (hareket). 2. vücuda çok hoş bir şekilde oturan (rop).
slip f. (--ped, --ping) 1. kaymak: My foot slipped. Ayağım kaydı. 2.
slip away/out
i. 1. kayma, dikkati
kayış.çekmeden sessizce
2. ufak yanlış; gitmek;
falso. in dikkati (kadın iç
3. kombinezon
çekmeden
çamaşırı). sessizce girmek.
4. den. kızak; 3.
inşaat off (giysiyi)
kızağı; çıkarmak;
onarım kızağı. on/into
5. den. iki
slip i. 1. (köklendirilmek üzere kesilen) çelik. 2. uzunca kâğıt
(giysiyi) giymek. 4. (değer)
uzun iskele arasındaki yanaşma yeri. düşmek: They´ve slipped in my
slip from s.o.´s mouth parçası.
k. dili birinin ağzından kaçmak.
opinion. Gözümden düştüler. 5. up hata yapmak, yanlış yapmak.
slip of the tongue 6.
dilbelli etmeden
sürçmesi, (birlisan.
sürçü şeyi) (bir yere) koymak, sıkıştırmak,
slip of the tongue tutuşturmak.
dil sürçmesi. 7. out of (bir yerden) belli etmeden çıkmak,
sıvışmak. 8. (hayvan) (kendini bağlayan bir şeyden) kurtulmak.
slip one´s mind k. (durum)
9. dili unutmak,
kötüye aklından
gitmek.çıkmak: It slippedakıp
10. by (zaman) my gitmek.
mind. Onu
slip one´s shoulder unuttum.
omzu çıkmak.
slip s.o.´s notice k. dili birinin gözünden kaçmak.
slipcover i. koltuk/kanepe kılıfı.
slipknot i. ilmik, bağlandığı yerde aşağı yukarı inip çıkan düğüm.
slipped disk tıb. yerinden kaymış disk.
slipper i. terlik; pantufla.
slippery s. 1. kaygan. 2. hiç sağlam olmayan (durum). 3. güvenilmez,
slipshod kaypak, hilebaz. üstünkörü.
s. yarımyamalak,
slipstream i., hav. pervane arkasındaki hava akımı.
slipup i. hata, yanlış, falso.
slit f. (slit, --ting) yarmak, yarık açmak; uzunluğuna kesmek. i.
slither yarık; uzun ve dar
f. 1. dengesini bir kesik/delik;kaymak;
kaybetmişçesine yırtmaç.düşe kalka ilerlemek.
sliver 2. sürünerek
i. 1. kıymık. 2.gitmek; yılan3.gibi
ince dilim. darsürünüp
ve uzunca gitmek.
şey.
slob i., k. dili kaba saba kimse, hödük.
slobber f., k. dili ağzından salya akmak. i., k. dili ağızdan akan salya.
sloe i. çakaleriği.
slog f. (--ged, --ging) k. dili 1. (çamurda yürür gibi) bata çıka
slogan ilerlemek.
i. slogan. 2. durmadan çalışmak, harıl harıl çalışmak. i., k. dili 1.
zor yürüyüş. 2. uzun ve zor çalışma.
slop i. 1. (hayvana verilen) yemek artıklarından oluşan sulu yiyecek.
slope 2. dışkı
i. 1. ve yokuş,
bayır, sidik. 3.rampa.
tadı yavan olanf.sulu
2. eğim. yemek. 4.
meyletmek, aşırı duygusal
eğimli olmak.
söz/yazı. f. (--ped, --ping) 1. (bir sıvıyı) kazara dökmek: You´ve
slope down inmek, aşağıya doğru meyletmek.
slopped your drink all over the bar. İçkini tezgâhın hemen her
slope up çıkmak,döktün.
tarafına yukarıya 2.doğru meyletmek.
(hayvanlara) sulu bir hale getirilmiş yemek
sloppy artıkları
s. 1. yarımvermek.
yamalak, baştan savma yapılmış. 2. hiç titiz
slosh olmayan, son derece
f. 1. çalkalanmak, dikkatsiz.çalkalamak,
çalkanmak; 3. şapşal (giysi). 4. çok2.dalgalı
çalkamak.
(deniz).
dökmek; 5. aşırı duygusal
sıçratmak. (söz).
sloshed s., k. dili sarhoş.
slot i. 1. dar ve uzun yiv/açıklık; delik. 2. k. dili yer.
slot machine 1. kumar makinesi. 2. meşrubat otomatı; yiyecek otomatı.
sloth i. 1. tembellik. 2. zool. tembelhayvan.
slothful s. tembel.
slouch f. 1. yorgun argın ve tembel tembel yürümek, oturmak veya bir
slouch hat yere
genişyaslanarak
kenarlı fötrdurmak.
şapka. 2. (omuzlarını) çökertmek. 3. sarkmak.
i. 1. aylak, haylaz. 2. yorgun ve tembel yürüyüş, oturuş/duruş
slough i. 1. bataklık; batak; çamurluk. 2. durgun, batak gibi koy. 3.
tarzı.
slough bataklık çayı/deresi.
f. off 1. (yılan) (gömleğini) değiştirmek. 2. -i bir tarafa atmak; -i
Slovak gidermek.
i., s. 1. Slovak. 2. Slovakça.
Slovakia i. Slovakya.
Slovakian i. 1. Slovakyalı. 2. Slovak. s. 1. Slovakya´ya özgü. 2. Slovakyalı.
sloven 3. Slovak.
i. 1. pasaklı kimse, çapaçul kimse; bitli kokuş. 2. tembel, haylaz,
Slovene aylak.
i., s. 1. Sloven; Slovenyalı. 2. Slovence.
Slovenia i. Slovenya.
Slovenian i., s. 1. Sloven; Slovenyalı. 2. Slovence.
slovenly s. 1. pasaklı ve tembel. 2. dikkatsizlik yüzünden hatalı (bir şey).
slow 3. hiçyavaş;
s. 1. titiz olmayan, savruk,
ağır, yavaş giden; çok dikkatsiz,
uzun süren; savsak, çok ihmalkâr.
yavaş yavaş
4. pasaklı,
etkileyen: çapaçul (giyiniş/kılık).
a slow train yavaş giden bir tren. a slow
slow motion sin. yavaşlatılmış hareket.
convalescence uzun süren bir nekahet. a slow poison yavaş
slowdown i. 1. yavaşlama; (işlerde) durgunluk, durgunlaşma. 2.
yavaş etkileyen zehir. 2. geç anlayan, zor anlayan. 3. kesat,
slowly yavaşlatma
z. yavaş 4. grevi,
yavaş; yavaşlatma.
ağır ağır.
durgun. geri (saat). z. yavaş, yavaş yavaş; ağır. f. (down/up)
slowness yavaşlamak; yavaşlatmak.
i. 1. yavaşlık; ağırlık. 2. kesatlık, durgunluk. 3. (saat için) geri
slowpoke kalma.
i., k. dili işi ağırdan alan kimse, yavaş giden kimse.
slowwitted s. zor anlayan, kalın kafalı.
slowworm i. köryılan.
sludge i. 1. (motorda oluşan) tortulaşmış yağ. 2. (su/pissu arıtma
slue işleminde oluşan)
i., k. dili, bak. slewtortul
2. atık. 3. (kuyu açarken çıkarılan) çamur.
4. (akarsu/deniz yatağındaki) tortu, çamur.
slug i. sümüklüböcek.
slug i. 1. kurşun. 2. sahte jeton. 3. k. dili (içkiden) yudum.
slug i. yumruk, yumruk darbesi. f. (--ged, --ging) 1. (birine) okkalı bir
sluggard yumruk
i. miskin,atmak/indirmek.
uyuşuk. 2. (beysbol topuna) kuvvetle vurmak.
3. yumruklaşmak. 4. on (zorluklara rağmen) gayret etmek, çaba
sluggish s. 1. yavaş giden, yavaş, durgun. 2. kesat, durgun. 3. ağır kanlı.
göstermek.
sluice 4. ağır
i. 1. işleyen.
oluk; savak; üstü açık büyük boru. 2. bent kapağı; oluk
sluice gate kapağı; savak kapağı.
savak kapağı.
sluiceway i. savak yatağı.
slum i. halkı yoksul, binaları derme çatma olan mahalle/semt.
slumber f. uyumak; hafif uyumak. i. uyku; hafif uyku.
slump i. 1. (fiyat, oy, müşteri sayısı v.b.´nde) düşüş, düşme. 2. iktisadi
slung bunalım. f. 1. onto/to/over -in üstüne çöküvermek. 2. into -e
f., bak. sling.
çöküvermek. 3. -e yığılmak: He slumped to the floor. Yere
slunk f., bak. slink.
yığıldı. 4. (fiyat, oy, müşteri sayısı v.b.) düşmek.
slur f. (--red, --ring) 1. over -i geçiştirmek, üstünde durmadan
slurp geçivermek.
f. höpürdetmek, 2. (tane
höpür tane söyleyeceğine)
höpür içmek. hecelerini
karıştırmak; -in hecelerini karıştırmak. i. hakaret; iftira.
slush i. 1. erimeye başlamış kar, eriyen kar. 2. aşırı duygusallık.
slush fund rüşvet fonu, rüşvet olarak dağıtılmak üzere ayrılan fon.
slut i. 1. kaltak, paçoz, orospu. 2. pasaklı kadın, bitli kokuş.
sly s. (--er/slier, --est/sliest) sinsi.
smack i. 1. şapırtı, şapırdama, öpme sesi. 2. şap sesi. 3. şaplak, sille,
smack tokat.
f. of 1.4. küt sesi.
(soyut f. 1. kokmak,
bir şey) şapırdatarak öpmek/içmek,
-in kokusu şapır
olmak: This smacks of
şupur/şapır
treachery. şapır öpmek/içmek. 2. on -e şaplak atmak, -e (belirli
tokat
smack in/into/on/onto 1. tam: HeBu wasihanet kokuyor.
sitting smack in 2. the
(bir middle
yiyecekte/içecekte)
of the row. Sıranın
şaplatmak:
bir şeyin) Shebir
hafif smacked
tadı him on
olmak: Thisthe mouth.
coffee Ağzına
smacks of bir şaplak
cardamom.
tam ortasında
dudaklarını oturuyordu. 2. kuvvetle: The truck ran smack into
smack one´s lips attı.
Bu 3. downşapırdatmak.
on küt diye (birtadı
yere) vurmak: He smacked the
thekahvede hafif
wall. Kamyon bir kakule
büyük bir hızla var.
duvara çarptı.
smack one´s lips book down on
dudaklarını the table. Kitabı masaya küt diye vurdu.
şapırdatmak.
smack-dab z. tam: The statue was smack-dab in the middle of the square.
small Heykel meydanın
s. 1. küçük; tam
ufak. 2. ortasındaydı.
cömertlikten yoksun, yalnızca kendi
small arms çıkarlarını düşünen,
hafif silahlar. çok bencil.
small change bozuk para, bozukluk.
small fry 1. çocuklar, ufaklıklar. 2. önemsiz kimseler.
small hours gece yarısından sonraki üç dört saat.
small intestine incebağırsak.
small letter küçük harf, minüskül.
small letter küçük harf.
small talk havadan sudan konuşma, hoşbeş.
small-minded s. 1. cömertlikten yoksun, yalnızca kendi çıkarlarını düşünen,
smallpox çok bencil.
i., tıb. çiçek2. dar kafalı.
hastalığı, çiçek.
smalls i., çoğ., İng., k. dili iç çamaşırı, çamaşır.
small-time s. küçük, ufak çapta.
smarmy s., İng., k. dili yağcı, pohpohlayıcı.
smart f. 1. acımak; acıtmak: My finger´s smarting. Parmağım acıyor.
smart That medicine
s. 1. zeki, akıllı.smarts. O ilaç3.canımı
2. şık; zarif. acıtıyor.
hızlı (bir 2. kuvvetli
şey). 4. (bir şeyin)
(bir
acısını
şey). çekmek.
5.bilgiç;
incitici, i. acıma,
kırıcı, acı acı.
(söz). 6. arsızca ve zekâ dolu (bir şey).
smart aleck ukala, kendini bir şey zanneden kimse.
smart answer arsızca cevap.
smartass i., s., argo ukala, bilgiç.
smarten f.
smarten s.o./a place up birine/bir yere çekidüzen vermek.
smarten up kendine çekidüzen vermek.
smash f. 1. paramparça etmek; paramparça olmak, tuzla buz olmak. 2.
smash s.o.´s face in (in) (kuvvetli
k. dili birinin bir darbeyle)
façasını almak, kırmak:
birininHe smashed
çenesini the doorI´ll
dağıtmak: in.
Kapıyı kırdı.
smash your 3. through
face in! (bir şeyi)
Façanı alırım (kuvvetle)
ha! atarak (başka bir
smasher i. 1. k. dili harika bir şey, süper bir şey. 2. spor smaçör.
şeyi) kırmak: She smashed a stone through the window. Taş
smashing s., İng.,
atıp camı k. kırdı.
dili harika,
4. (up)süper.
mahvetmek; dağıtmak; tarumar etmek.
smashup 5. spor smaçlamak, smaç
i., k. dili 1. (iki taşıt arasındaki) vurmak, smaç yapmak.
çarpışma. 2. çöküş;6.iflas. (birinin bir
smattering yerine) yumruk atmak: He smashed him one
i. (belirli bir konuda) azıcık bir bilgi: She has a smattering of in the jaw.
Çenesine
Greek. bir tane
Azıcık Rumcası patlattı.
var.i. 1. kuvvetli bir yumruk/darbe. 2. küt
smear f. 1. on/with
sesi. (yağlı,
3. paramparça kolayca
olma. 4.dağılan
şangırtı. veya yapışkan
5. (iki bir şeyi) (bir
taşıt arasındaki)
smell yere)
çarpışma. sürmek:
f. (--ed/smelt) He´s
6. k.1.dili smeared
koklamak;
iflas. 7. k.-in paint on
kokusunu
dili me!
büyük hit, Üstüme
duymak/almak:
büyük sükse boya yapan
sürdü!
Bend
She
down smeared
film/müzikand smellthe
parçası. bread
those8. with
roses!
spor honey.
Eğilip
smaç. oEkmeğe
gülleri bal
kokla! sürdü.
I smell2.
smell a place up bir yeri kokutmak.
bulaştırmak:
coffee. KahveYou´ve kokususmeared
duyuyorum. these Shelines
cansono much
longer I can´t
smell. read
smell a rat k.
them.dili bir
Bu katakullinin
satırlara kokusunu
elini o kadar almak.kurşunu bulaştırmışsın ki
sürüp
Artık burnu koku almıyor. 2. -in kokusundan (bir şeyi) anlamak: I
smell to high heaven okuyamıyorum.
smell that 3.
pis kokmak.
could bulaşmak:
they had gone Don´t
bad.touch that wall;
Kokusundan the paint´ll
onların bozuk
smelling salts smear.
olduğunu O duvara
amonyumanladım. dokunma;
tuzu, amonyum3. -i sezmek,boyası bulaşır.
-in kokusunu
karbonat, 4. -e
amonyakalmak. tuzu, sürmek,
leke 4. (of) -i
nışadır.
lekelemek,
(belirli -i karalamak,
bir şeyin) kokusu olmak;(birininkokmak:
elinde delil Youyokken)
smell of whisky.
smelly s. pis kokan.
(başkasına) suç yüklemek. 5. tamamıyla yenmek,
Sen viski kokuyorsun. This place smells of the sea.ezmek,Burası işini
deniz
smelt f., bak. smell.
bitirmek.
kokuyor. i. 1. (yağlı/yapışkan
Those flowers smell good. bir şeyin yaptığı)güzel
O çiçekler leke. kokuyor.
2. 5.
smelt karalama,
f. (maden
(kötü) delileThat
külçesini)
kokmak: dayanmayan
kaletmek,
toilet smells suçlama.
(maden
to high 3.heaven.
tıb. mikroskop
külçesini) ergiterek
O tuvalet altında
çok
incelemek
(madeni)
kötü için alınmış
yabancı
kokuyor. organik doku.
maddelerden ayırmak.
smidgen i., k. dili azıcık bir miktar.
smile f. 1. gülümsemek, tebessüm etmek. 2. gülümseyerek (bir şeyi)
smirch göstermek: She smiled
f. 1. -e leke sürmek, her pleasure.
-i lekelemek, Gülümseyerek
-i karalamak. 2. kirletmek;
memnuniyetini
bulaştırmak. i. gösterdi.
leke. 3. on (talih, doğa v.b.) -e gülmek: Fate
smirk f. (kendinden memnun bir şekilde) sırıtmak. i. (birinin kendinden
has finally smiled on us. Nihayet talih bize güldü. i. gülümseme,
smite memnun
f. (smote,olduğunu
smit.ten) gösteren)
1. sert bir sırıtış.
şekilde vurmak. 2. öldürmek;
tebessüm.
smith mahvetmek,
i. 1. nalbant. batırmak;
2. demirci,cezaya çarptırmak.
demir eşya be smitten
yapan/onaran kimse. 1. with
birdenbire (birine) vurulmak, -e gönlünü kaptırmak, -e âşık
smithereens i., çoğ. ufacık parçalar.
olmak. 2. with/by (güzel bir şeye) kapılıvermek, (güzel bir
smithy i. 1. nalbant
şeyden) çok dükkânı,
hoşlanmak. nalbandın
3. with işyeri.
birdenbire 2. demirci dükkânı,
(bir hisse) kapılmak:
smitten demircinin
He was
f., bak. smite. işyeri.
smitten with terror. Dehşete kapıldı. At that moment
smock she wasvesmitten
i. (ilikli with remorse.
kollu) önlük, iş önlüğü. O an pişmanlık duydu.
smog i. kirli hava, kirli hava kütlesi; dumanlı sis.
smoke i. 1. duman. 2. k. dili sigara. 3. duman rengi, füme. f. 1. sigara
smoke bomb içmek; (sigara, pipo, puro, afyon v.b.´ni) içmek. 2. tütmek;
sis bombası.
duman çıkarmak; dumanı geri vermek. 3. (eti/balığı) füme
smoke s.o./an animal out içinde bulunduğu yeri dumanla doldurarak birini/bir hayvanı
etmek, tütsülemek, dumana tutmak, dumanlamak. 4. (arıları)
smoke s.t. out dışarı
bir şeyi çıkarmak.
meydana çıkarmak.
dumanla sersemletmek. 5. (bir yeri) dumanlandırmak,
smoke screen sislendirmek,
sis perdesi. sislemek.
smoke tree bot. boyacısumağı, kotinus. smoking jacket erkeklerin evde
smoke-colored giydiği
s. duman rahat
rengi,ve zarif
füme.ceket. smoking tobacco
sigaralık/puroluk/pipoluk tütün.
smoked s. füme, tütsülenmiş (et/balık): smoked tongue füme dil.
smokeless smoked
s. dumansız; salmon dumanfümeçıkarmayan.
som, somon füme.
smoker i. 1. sigara/puro/pipo içen kimse. 2. d.y. sigara içilebilen vagon.
smokestack 3. arıcı körüğü.
i. (vapura/fabrikaya ait) baca.
smoky s. 1. tüten, duman çıkaran. 2. duman gibi, dumana benzeyen. 3.
smolder dumanlı.
f. 1. için için4. duman
yanmak; rengi,
alevfüme.
çıkarmadan yanmak. 2. (birinin)
smooch gözleri
f., k. diliyuvalarından
öpüşmek; sarılıp fırlamak, için için kızmak. 3. (kavga,
öpüşmek.
kızgınlık v.b.) dışa vurulmadan devam etmek.
smooth s. 1. pürüzsüz, düzgün, düz, yüzeyinde girinti çıkıntı olmayan:
smooth away smooth
-i gidermek.road düzgün yol. smooth skin pürüzsüz cilt. 2. içinde
katı parçalar bulunmayan (sıvı). 3. rahat, sarsıntısız. 4.
çalkantısız (deniz). 5. rahat, problemsiz, sorunsuz. 6. tadı hoş
olan, acı/kekre olmayan (içki). 7. hoş fakat aldatıcı. 8. hoş
tavırlarıyla insanları kandıran; cerbezeli. 9. çok hoş ve insanı
rahatlatan. f. 1. düz bir hale getirmek, düzlemek, tesviye etmek;
smooth down one´s hair saçlarını yatırmak.
smooth the way for s.o. k. dili birinin işini kolaylaştırmak.
smooth things over between (people) k. dili -in aralarını bulmak/düzeltmek; -i barıştırmak.
smoothbore s. namlusu yivsiz (silah). i. namlusu yivsiz silah.
smoothie i., k. dili 1. kadınları kolaylıkla tavlayan adam. 2. hoş tavırlarıyla
smoothly insanları
z. problem kandıran
çıkarmadan,kimse;güzel
cerbezeli kimse.You
bir şekilde: 3. çok hoş vethat
handled insanı
very
rahatlatan Onu
smoothly. kimse.çok güzel bir şekilde idare ettin.
smoothy i., k. dili, bak. smoothie.
smote f., bak. smite.
smother f. 1. (duman/havasızlık) boğmak/bunaltmak/boğarak öldürmek;
smoulder (dumandan/havasızlıktan)
f., bak. smolder. boğulmak/bunalmak/boğularak
ölmek. 2. (yastık, battaniye v.b. ile) (birini) boğmak, boğarak
smudge i. (bulaşmış) leke. f. (üstüne) leke bulaşmak/bulaştırmak;
öldürmek. 3. in/with (birini) -e boğmak, -e garketmek: She
smug lekelenmek:
s. (--ger, --gest) Don´t rub it; you´ll
kendinden memnun,smudge it! Elini
kendini üstüne sürme;
beğenmiş.
smothered him in kisses. Onu öpücüklere boğdu. 4. (birinin/bir
leke yaparsın!
smuggle şeyin) gelişmesini engellemek; -i bastırmak:
f. (birini/bir şeyi) (bir ülkeye veya yurtdışına) kaçırmak; He smothered his
smuggler rage.
kaçakçılıkÖfkesini
i. kaçakçı. yapmak. zaptetti. 5. (yangını) havasız bırakarak
söndürmek.
smuggling i. kaçakçılık.
smut i. 1. kurum tanesi, is tanesi. 2. müstehcen söz/resimler. 3.
smutty sürme, rastık, is (ekin
s. 1. müstehcen, hastalığı).
açık saçık. 2. sürmeli, rastıklı, isli (ekin).
snack i. (yemek aralarında yenilen) tatlı, çerez, meyve v.b. f. hafif
snack bar şeyler yemek, çerezlenmek;
(müşterilerinin on (tatlı,önünde
bar gibi bir tezgâhın çerez, meyve
oturduğu) v.b.´ni)
ufak
yemek.
lokanta; büfe.
snafu i., k. dili problem, sorun, pürüz.
snag i. 1. k. dili problem, sorun, pürüz. 2. koparılmış/kırılmış bir şeyin
snail çıkık, pürüzlü ve keskin ucu. f. (--ged, --ging) -e takılmak: My
i. salyangoz.
fishing line´s gotten snagged on that bush. Oltam o çalıya
snake i. 1. yılan. 2. sinsi ve hain kimse. f. 1. yılan gibi sessizce
takıldı.
snake in the grass ilerlemek.
k. dili sinsi2.ve yılan
haingibi kıvrılmak.
kimse.
snake plant bot. kaynanadili, tavşankulağı, sansevieria.
snakebit s. yılanın soktuğu (kimse).
snakebite i. yılan sokması.
snakebitten s., bak. snakebit.
snakey s., bak. snaky.
snaky s. 1. yılan gibi, yılana benzeyen. 2. yılankavi. 3. yılan dolu.
snap f. (--ped, --ping) 1. at -i ağzıyla kapmaya çalışmak. 2. at (köpek)
snap into action -ik.ısırmaya
dili hemen çalışmak.
harekete 3. kopmak;
geçmek. koparmak. 4. (kırbacı)
şaklatmak; (sert bir rüzgârda dalgalanan bayrak gibi) şap diye
snap one´s fingers at k. dili -i hiç önemsememek, -i takmamak.
ses çıkarmak. 5. up (alıcı) (satılan malı) kapmak, hemen satın
snap out of it k. dili kötü
almak. 6. çatbirdiye
ruhsal durumdan
kapanmak. 7. kurtulmak: When he bir
(bir şeyi) ters/kızgın began
şekilde
snap s.o.´s head off whining
söylemek; about
k. dili birine at çokthat
(birini) to me I
tersterslemek.told him to snap out of it.
8. k. dili (fotoğraf) çekmek. 9.
bir cevap vermek. Bana
ondan
(göz) yakınmaya başladığında, kendisine bundan vazgeçmesini
snap to k. diliparlamak. 10.
1. acele etmek, (parmaklarını)
çabuk olmak: şakırdatmak.
Snap to! Haydi 11. k. dili aklını
kımılda! 2.
söyledim.
oynatmak. 12. çıtırdamak; çatırdamak. i. 1. çıtçıt, fermejüp. 2.
snap up an offer işe
k. başlamak:
dili bir teklifiSnap
hemen to it! Haydi
kabul iş başına!
etmek.
gevrek bir bisküvi. 3. k. dili gayret, şevk. 4. çok kolay iş. 5. k.
snapdragon i., bot.
dili aslanağzı.enstantane fotoğraf. 6. çıtırtı, çıtırdama, çıt. 7.
enstantane,
snappish şak sesi, şak. 8.
s., k. dili aksi, ağzıyla kapmaya çalışma. 9. (köpek) ısırmaya
ters.
çalışma. s. ani, aniden yapılan: snap decision ani karar.
snappy s., k. dili 1. çok canlı. 2. kuru ve soğuk (hava). 3. şık.
snapshot i. enstantane, enstantane fotoğraf.
snare i. tuzak. f. 1. tuzağa düşürmek. 2. (çok istenilen bir şeyi) elde
snare drum etmek,
trampet. kapmak.
snarl f. (up) karmakarışık hale gelmek, arapsaçına dönmek;
snatch karmakarışık
f. kapmak; at bir hale getirmek.
kapmaya çalışmak. i. i.
karmakarışık
1. kapış. 2. kısahal, arapsaçı.
süre; kısa
sneak parça: He only heard snatches of their conversation.
f. 1. sinsice ve sessizce ilerlemek/gitmek. 2. in/on/into/onto -e
Konuştuklarının
gizlice sokmak; ancak
-e bazı
gizlice bölümlerini
girmek. duydu.
3. off/out of -den gizlice
sneak attack ask. baskın taarruzu.
çıkarmak; -den gizlice çıkmak. 4. (bir şeyi) gizlice yapmak: She
sneak up on -e gizlice yaklaşmak.
sneaked a glance at the book. Kitaba kaçamakla baktı. 5.
sneaker i. tenis ayakkabısı.
aşırmak, yürütmek, çalmak. 6. İng., k. dili gammazlık etmek; on
sneaky -i
s.,ihbar
k. dilietmek. i., k. dili sinsi kimse.
sinsi; sinsice.
sneer f. 1. dudağını bükmek. 2. at -e dudak bükmek, -i küçümsemek.
sneeze f. 1. aksırmak, hapşırmak. 2. at -i hor görmek, -i küçümsemek:
snicker Don´t sneeze
f. kıs kıs at Selma´s
gülmek. i. kıs kıs paintings;
gülüş. she makes millions from
them. Selma´nın resimlerine gülüp geçme; onlardan milyonlar
snide s. şaka gibi görünen iğneli/kırıcı (söz).
kazanıyor. i. aksırık, hapşırık.
sniff f. 1. koklamak. 2. at -e burun kıvırmak. 3. around k. dili (bir
sniff out yerde)
k. dili 1.dolanmak.
bulmak. 2.4.(birinin/bir
dudak bükerek
şeyin)söylemek. i. 1.öğrenmek.
ne olduğunu nefes, içe
çekilen hava. 2. burun kıvırma.
sniffle f. burnunu çekmek.
snigger f., i., bak. snicker.
snip f. (--ped, --ping) makasla kırpmak/kesmek. i. 1. makasla
snipe kırpma/kesme. 2. kırpılmış parça, kırpıntı.
i., zool. batakçulluğu.
snipe f. 1. at -e gizli bir mevziden ateş açmak. 2. üstü kapalı bir
sniper şekilde eleştirmek, laf atmak, taş atmak.
i. pusu nişancısı.
snippet i. ufak parça.
snivel f. 1. burnu akmak. 2. burnunu çekmek. 3. burnunu çekerek
snob ağlamak.
i. snop. 4. yakınmak, sızlanmak, ağlamak.
snobbery i. snopluk.
snobbish s. snop.
snobbism i. snopluk, snobizm.
snobby s. snop.
snooker i. bir çeşit bilardo.
snoop f., k. dili casusluk yapmak; gizlice gözetlemek; gizlice bilgi
snoot toplamaya çalışmak.
i., k. dili burun.
snooty ., k. dili snop.
snooze f. şekerleme yapmak, kestirmek. i. şekerleme, kısa uyku.
snore f. horlamak. i. horultu, horlama.
snorkel i. şnorkel.
snort f. 1. (at) kuvvetle burnundan hava çıkarmak. 2.
snot kızgınlıkla/küçümseyerek
i. 1. kaba sümük. 2. k. dili söylemek.
alçak herif. 3. k. dili pis snop.
snotty s. 1. kaba sümüklü. 2. k. dili pis, alçak. 3. k. dili snop.
snout i. hayvanın uzun burnu.
snow i. kar. f. kar yağmak.
snow bunting zool. karkuşu.
snow goggles kar gözlüğü.
Snow White Pamuk Prenses.
snowball i. 1. kar topu. 2. bot. kartopu.
snowbird i., zool. karkuşu.
snowbound s. kar yüzünden mahsur kalmış.
snow-capped s. kar kaplı (dağ/tepe).
snowdrift i. kar yığıntısı, kürtün.
snowdrop i., bot. kardelen.
snowflake i. 1. kar tanesi. 2. zool. karkuşu.
snowman çoğ. snow.men (sno´men) i. kardan adam.
snowplow i. kar temizleme makinesi.
snowshoe i. kar ayakkabısı, kar raketi, raket, leken.
snowstorm i. kar fırtınası, tipi.
snow-white s. bembeyaz, kar gibi.
snowy s. 1. karlı. 2. bembeyaz, kar gibi. 3. with kar yağmış gibi (bir
snub şeyle)
f. dolu.
(--bed, --bing) hiçe saymak, hakir görmek, küçümsemek,
snub-nosed adam yerine
s. küçük ve kalkıkkoymamak. i. hiçe sayma, hakir görme.
burunlu.
snuff i. enfiye.
snuffle f. burnunu çekmek.
snug s. (--ger, --gest) 1. rahat ve sıcacık. 2. üste iyi oturan (giysi).
snuggle f. sokulmak, yanına sokulmak: She snuggled up to him. Ona
so sokuldu.
z. 1. böyle, böylece; şöyle, şöylece; öyle, öylece: While I was so
so doing
bağ. 1.the bu/o doorbell
yüzden, rang. Böyle yaparken
bundan/ondan kapı
dolayı; zili çaldı. Hold the
bunun/onun
knife just
sonucunda: so. Bıçağı
I was şöyle
sitting tut.
in the So she says. Öyle diyor. the
2. bu
so s. böyle; şöyle; öyle: That´s justback, so IÖyle
not so! couldn´t
değil,seeefendim! stage
If
kadar; şu
well. Arkada kadar; o kadar:
oturuyordum; “The table´s
bu yüzden so long,”
sahneyi he said.
iyi göremedim. “Masa
so as to that´s
1. -mek so, I´ll
için: have
He didto go.
that Öyleyse
so as to gitmeye
annoy me. mecburum.
Beni kızdırmak için
şu
He kadar
told me uzun,”
to go, dedi.
so I Did
did. you
Bana ever
git see
dedi.a Bu
tree so lovely
yüzden as this
gittim. 2.
yaptı.
one?IHiç 2. -ecek
bu kadarbirthis
şekilde: He coughed so asmü?to attract Selmin´s
so as to -mek
için: için:
gave Hehim didan güzel so bir
apple as ağaç
so to gördünüz
heprevent
wouldn´t theft. Bunu,
go hungry. It wasAç so big it
hırsızlığı
attention.
wouldn´t Selmin´in
fit in the dikkatini çekecek bir şekilde öksürdü.
So be it. önlemek
kalmaması
Olsun./Öyle içiniçin onabox.
yaptı.
olsun. Kutuya
bir elma sığmayacak
verdim. 3. E?/Ne kadar büyüktü.
olacak?: He´sGive
me only
made a so much.So?
mistake. Bana Birancak
hata o kadar
yaptı. Ne ver. 3. de,
olacak? 4.da:
Bir “I hope
keşifte
so far 1. şimdiye
they´ll win.” kadar.
“I hope 2. so
belirli
too.”bir“Onların
yere kadar; belirli bir umuyorum.”
kazanacağını mesafe:
bulununca
They can kullanılır: So now I know what you were up to! Şimdi
So far, so good. “Ben
ne de.”only
Şimdiye/Buraya
yaptığını “They gokadar
so fara
have
biliyorum!
before
herdog.” they
şey “So dorun
yolunda. out“Onların
we.” of gas. Benzin
köpeği var.”
tükeninceye
“Bizim 4.kadardiliancak
çok, obelirli bir mesafe gidebilirler.
so help me vallahi,de.”yemin k.
ediyorum: kadar
She waski:also
You´ve beenso
wearing, sohelp
kind.me,
Çoka
nezaket
mink gösterdin. She´s so beautiful! O kadar güzel ki! 5.
So help me God. Allahcoat.
şahidim Bir de,
olsun.vallahi, vizon bir palto giymişti.
Başkasının iddiasını yalanlamak için kullanılır: “I didn´t do it.”
So long! Hoşça
“You didkal!
so.” “Yapmadım.” “Yaptın.”
so many/much belirli bir miktar.
So much the better. Daha iyi!/İyi ya!/İsabet!
So there! k. dili ... işte! (Kızgınlıkla söylenen bir sözü pekiştirmek için
so to speak kullanılır.):
tabir caizse. Furthermore, I shall have your electricity cut off. So
there! Elektriğini de kestireceğim işte!
So what? E?/Ne olacak?
soak f. 1. suya bastırmak, suda bırakmak, ıslatmak; suda kalmak. 2.
soak in suya
k. diligirmek,
(bir şey) suda kalmak;
kafaya danksuyaetmek. sokmak, suda tutmak: He was
soaking in the bathtub. Küvetteki suyun içine uzanmıştı. 3.
soak out suya bastırarak (bir şeyi) çıkarmak.
through -den sızmak: Blood was soaking through the bandage.
soak up emmek, soğurmak,
Sargıdan kan sızıyordu. içine4. çekmek.
into (bir sıvı) (bir yere) derinlemesine
soaking rain girmek/süzülmek. 5. sırsıklam
toprağı derinlemesine ıslatan yağmur. etmek; sırsıklam olmak. 6. k. dili
soaking wet (birinden) çok fazla
sırsıklam, sırılsıklam. para istemek, (birini) kazıklamak.
so-and-so i. 1. filan kişi; bilmem kim. 2.k. dili herif; aşağılık adam/kadın,
soap pis
i. 1.yaratık.
sabun. 2. TV, radyo melodram dizisi. f. sabunlamak.
soap bubble sabun köpüğü.
soap dish sabunluk, sabun tası.
soap opera TV, radyo melodram dizisi.
soap powder toz sabun, sabun tozu.
soapbox i., k. dili nutuk çekerken kürsü yerine kullanılan şey, kürsü.
soapstone i. sabuntaşı.
soapsuds i., çoğ. sabun köpüğü.
soapwort i., bot. çöven, sabunotu, helvacıkökü.
soapy s. 1. sabunlu. 2. sabun gibi. 3. k. dili yaldızlı (söz);
soar pohpohlamalarla
f. 1. hızla yükselmek. dolu.2.4.hızla
TV, radyo
uçmak. melodram
3. havadadizilerine
süzülmek. yakışan.
4.
SOB beyond -i aşmak; -in ötesine
i., k. dili alçak herif, şey ettiğim herif. gitmek: His imagination soared
beyond the mountains that enclosed his village on every side.
sob f. (--bed, --bing) hıçkıra hıçkıra ağlamak, hıçkırmak; hüngür
Hayal gücü köyünü çevreleyen dağların ta ötesine gitti. 5. (bir
sober hüngür ağlamak,
s. 1.üzerinde/bir
ciddi, ağırbaşlı.hüngürdemek.
2.yükselmek: i. hıçkırık; 3.
süssüz, gösterişsiz. hüngürtü.
içkinin etkisi
yer yere) The mountain soared above
sober s.o. up altında
the olmayan;
valley.
birini ayık. f. 1. ayıltmak.
Dağ vadi üzerinde yükseliyordu.
ayıltmak. 2. durgunlaştırmak,
düşünceli bir hale sokmak.
sober up ayılmak.
sobriety i. 1. ciddiyet, ağırbaşlılık. 2. süssüzlük, gösterişsizlik. 3. içkinin
sobriquet etkisi
i. lakap,altında
takma olmama;
ad. ayıklık.
so-called s. sözde: so-called painters sözde ressamlar.
soccer i. futbol, ayaktopu.
sociable s. girgin, sokulgan.
social s. 1. toplumsal, sosyal. 2. başka insanlarla beraber olmayı
social security seven
sosyal(kimse);
sigorta. kendi türünden başka hayvanlarla beraber
olmayı seven (hayvan). 3. girgin, sokulgan. 4. sosyetik. i. parti,
social service toplumsal hizmet, sosyal hizmet.
eğlence.
socialisation i., İng., bak. socialization.
socialise f., İng., bak. socialize.
socialism i. sosyalizm, toplumculuk.
socialist i. sosyalist, toplumcu. s. sosyalist, toplumcu, sosyalizme özgü.
socialite i. sosyetik kimse, sosyeteden biri.
socialization i. 1. sosyalizasyon, kamulaştırma, devletleştirme;
socialize toplumsallaştırma,
f. 1. kamulaştırmak,sosyalleştirme.
devletleştirmek;2. ruhb. sosyalleşme,
toplumsallaştırmak,
toplumsallaşma;
sosyalleştirmek. sosyalleştirme,
2. ruhb. toplumsallaştırma.
sosyalleştirmek,
society i. 1. toplum; topluluk. 2. dernek, cemiyet. toplumsallaştırmak.
3. sosyete.
sociological s. sosyolojik, toplumbilimsel.
sociologist i. sosyolog, toplumbilimci.
sociology i. sosyoloji, toplumbilim.
sock i. kısa çorap, şoset.
sock i., k. dili yumruk, yumruk darbesi. f., k. dili yumruk
sock away atmak/indirmek,
k. dili bir kenara yumruklamak.
(para) koymak: He´s socked a little money
socket away. Bir kenara birazeye
i. 1. anat. oyuk, yuva: parasocket
koymuş.
göz yuvası. 2. elek. duy. 3.
sod içine bir şey geçirilen delik/oyuk.
i. 1. (bir alanı kaplayan) çim. 2. (bir alandan toprağıyla birlikte
soda alınan) çim parçası.
i. 1. kabartma tozu, f. (--ded,bikarbonat.
sodyum --ding) (bir alanı) (böyle)
2. soda, maden çim
sodası.
parçalarıyla
3. üstüne kaplamak, çimlemek.
soda dökülmüş dondurma. 4. gazoz.
soda cracker tuzlu bisküvi.
soda fountain (mağazanın/eczanenin bir köşesinde bulunan, dondurma, gazoz
soda pop v.b. satılan) büfe.
gazoz.
soda water soda, maden sodası.
sodden s. 1. iyice ıslanmış; sırılsıklam. 2. içi iyi pişmemiş (ekmek,
sodium hamur, kek, tart v.b.).
i., kim. sodyum.
sofa i. kanepe.
soft s. 1. yumuşak. 2. alçak (ses). 3. ılık, yumuşak (hava). 4. fazla
soft drink parlak
alkolsüzolmayan
içecek.(ışık). 5. hafif (rüzgâr/yağmur). 6. yumuşak,
tatlı, hoş, gönül okşayıcı (söz). 7. k. dili kolay. 8. hamlamış,
soft drink 1. kola; gazoz; soda. 2. alkolsüz içecek.
hamlaşmış, ham (vücut); formunda olmayan, formunu
soft furnishings İng. mefruşat.
korumamış (sporcu). 9. hatları net görünmeyen. 10. saf, kolayca
soft lens aldatılan.
yumuşak lens.
soft palate anat. yumuşak damak.
soft shoulders düşük banket.
soft soap k. dili yağcılık, iltifat.
soft spot zayıf nokta.
soft water yumuşak su, az kireçli su.
softball i. 1. bir çeşit beysbol. 2. bu oyunda kullanılan top.
soft-boiled s. rafadan, alakok (yumurta).
soft-cover s., i. karton kapaklı (kitap).
soften f. yumuşatmak; yumuşamak.
soften water suyu yumuşatmak.
softhearted s. yumuşak kalpli, müşfik.
softie i., k. dili, bak. softy.
soft-soap f., k. dili yağcılık ederek (birini) kandırmaya çalışmak; into tatlı
soft-spoken sözlerle
s. yumuşak (birini)
sesli(bir şey yapmaya) ikna etmek.
(kimse).
software i., bilg. yazılım.
software package yazılım paketi.
software system yazılım sistemi.
softy i., k. dili yufka yürekli kimse.
soggy s. iyice ıslanmış, ıpıslak.
soil i. toprak.
soil f. kirletmek; kirlenmek.
soil erosion toprak aşınması, erozyon.
sojourn i. (bir yerde) kalma; ikamet. f. (in) (bir yerde) kalmak; ikamet
solace etmek.
i. teselli. f. 1. teselli etmek. 2. (bir üzüntüyü) hafifletmek,
solar azaltmak.
s. 1. güneşle ilgili, güneşsel. 2. güneşe göre hesaplanan. 3.
solar calendar güneşin etkisiyle meydana gelen.
güneş takvimi.
solar eclipse güneş tutulması.
solar eclipse gökb. güneş tutulması, gün tutulması.
solar system gökb. güneş sistemi.
solar year güneş yılı.
solarium i. evin bir yanında bulunan ve üç yanı camla çevrili çok güneşli
sold oda, solaryum.
f., bak. sell.
solder i. lehim. f. lehimlemek.
soldering iron havya.
soldier i. asker; er. f. 1. askerlik yapmak. 2. on metanetle devam
soldierlike etmek.
s. asker gibi; askere yakışır.
soldierly s. asker gibi; askere yakışır.
sole i. 1. (ayağa ait) taban. 2. (ayakkabıya ait) taban; pençe. f.
sole (ayakkabıya)
i. dilbalığı. pençe vurmak, (ayakkabıyı) pençelemek.
sole s. tek, yegâne.
solemn s. 1. çok ciddi; ağırbaşlı. 2. görkemli bir şekilde yapılan (dini
solemnise tören/devlet töreni). 3. huk. resmi bir şekilde yapılan.
f., İng., bak. solemnize.
solemnity i. 1. büyük ciddiyet; ağırbaşlılık. 2. görkemli tören. 3. görkem,
solemnize ihtişam. 4. huk.
f. 1. (nikâh) resmi
kıymak. 2.işlem, formalite.
törenle kutlamak.
solicit f. 1. (para, yardım, bir iyilik v.b.´ni) istemek. 2. (fahişe) sokakta
solicitor müşteri aramak.
i., İng. avukat.
solicitous s.
solicitude i. ilgi, merak: Your solicitude for my health amazes me.
solid Sağlığıma gösterdiğiniz
s. 1. katı, sıvı olmayan. 2.ilgisom
beni(metal);
hayretemasif
düşürüyor.
(ağaç/tahta);
solid fuel yekpare
katı yakıt.ve içi dolu (madde). 3. tam, kesintisiz, aralıksız,
fasılasız. 4. sağlam, dayanıklı. 5. sağlam, güvenilir; muteber. 6.
solid geometry katı geometri.
geom. katı. i. katı, katı madde.
solid state fiz. katı hal. solid-state physics katı hal fiziği.
solidarism i., sosyol. dayanışmacılık, solidarizm.
solidarist i., sosyol. dayanışmacı, solidarist.
solidarity i. dayanışma, solidarite.
solidify f. katılaşmak; katılaştırmak.
solidity i. 1. katılık. 2. sağlamlık, dayanıklılık. 3. sağlam olma,
solidly güvenirlik;
z. muteber olma.
soliloquy i. monolog, oyuncunun kendi kendine yaptığı konuşma.
solipsism i., fels. tekbencilik, solipsizm.
solipsist i., s. tekbenci, solipsist.
solitaire i. 1. mücevheri süsleyen tek taş. 2. tek taşlı mücevher: Her
solitary earrings
s. 1. yalnız,were diamond
kendi solitaires.
başına. Küpeleri
2. tek bir: birer
Can you givepırlantaydı. 3.
me a solitary
tek kişilik
example? iskambil oyunu.
Tek kapatma.
bir örnek verebilir misin? 3. tenha, ıssız.
solitary confinement huk. hücreye
solitude i. 1. yalnızlık, kendi başına olma. 2. tenha yer, tenhalık.
solo i. 1. müz. solo. 2. dans tek başına yapılan gösteri.
solo flight tek başına yapılan uçuş.
soloist i., müz. solist, solocu.
solstice i., gökb. gündönümü.
solubility i., kim. çözünürlük.
soluble s., kim. çözünür, çözülebilir.
solute i., kim. çözünen.
solution i. 1. çözüm, çözüm yolu, çare. 2. mat. çözüm. 3. kim. çözelti,
solve solüsyon,
f. çözmek,eriyik. 4. kim. çözünme, çözülme. 5. çözme, halletme,
halletmek.
hal.
solvent i., kim. çözücü, solvent. s. 1. kim. çözücü. 2. bütün borçlarını
Somalia ödeyebilen
i. Somali. (kimse/kuruluş).
Somalian i. Somalili. s. 1. Somali, Somali´ye özgü. 2. Somalili.
somber s. 1. kasvetli. 2. çok ciddi, ağırbaşlı.
sombre s., İng., bak. somber.
some s. 1. (belirsiz) bir miktar: He owns some apartment buildings.
some day Onun
bir gün,apartmanları
günün birinde. var. Make us some coffee. Bize kahve
yapsana. 2. bazı, kimi: Some roses have no scent. Bazı güllerin
some day or other günün birinde, bir gün.
kokusu yoktur. 3. bir: Just think up some good excuse. İyi bir
somebody zam.
bahane biri, birisi,Let´s
uydur. bir kimse: Somebody
do it some other telephoned you. Biri
time. Bunu başka birsana
someday telefon
zaman
z. bir gün.etti. i.,
yapalım. k. dili
Some önemli
woman biri, hatırı
telephoned.sayılır biri.
Bir kadın telefon etti.
somehow 4. epey, bir hayli, oldukça çok: The flowers lasted
z. nasılsa, her nasılsa, bir yolunu bulup: We´ll do it somehow. for some
time.
Bir Çiçekler
yolunu bulup epey zaman canlılığını korudu. 5. k. dili Ne
yaparız.
someone zam.
biçimbiri,
...?: birisi,
Somebir kimse.
friend you are! Ne biçim arkadaşsın böyle? 6. k.
someone else başka
dili hiçbiri, bir başkası. bir (kimse/şey): That was some lecture!
unutulmayacak
someplace Hiç
z., k.unutulmayacak
dili bir yerde; bir bir yere;
konferanstı
bir yer:o.Do7. you
k. dili harika,
have süper, to
someplace
olağanüstü.
stay? Kalacak zam. (belirsiz) bir miktar; bazı: Some of those
somersault i. takla, taklak;bir yerin var
perende. mı? We´re
f. takla atmak. someplace south of
fabrics areBalıkesir´in
Balıkesir. very expensive. O kumaşlardan
güneyinde bir yerdeyiz.bazıları çok pahalı.
something i.
She1. bir
wantedşey: some
She wants apples,something
so I gavebrighter.
her some. Daha frapan
Elma renkli
istedi; bu
something else bir şey
yüzden
1. başkaonaistiyor.
bir bir Can
şey.miktar I get you
verdim.
2. k. dili something
insanıThere to drink?
aredüşüren
hayrete some who Size içecek
won´t
kimse/şey. bir
şey getirebilir
approve miyim?
of this. Bunu 2. k. dili insanı hayrete düşüren
onaylamayacak bazı kişiler var. Some of kimse:
something else again k. dili bambaşka bir şey.
You´re
you willreally
become something!
generals.Vallahi harikasın!
Bazılarınız general3. olacak.
k. dili önemli bir
z. 1. aşağı
Something´s up! k. dili
şey,
yukarı, Bir
yabana şeyatılmayacak
kadar: oldu!/Bir
There were şeyler
bir dönüyor!
şey.
thirty some people present. Otuz
Something´s up. Bir şeyler
kadar dönüyor.
kişi vardı. 2. biraz: He´s feeling some better. Kendini biraz
sometime daha iyi hissediyor.
z. bir zaman; bir gün: It was sometime last year. Geçen sene
sometimes içinde
z. bazen. bir zamandı. Come see us sometime! Bir gün bize gel!
someway z., k. dili nasılsa, her nasılsa, bir yolunu bulup.
somewhat z. oldukça; biraz.
somewhere z. bir yerde; bir yere; bir yer: Let´s go somewhere. Bir yere
somnambulism gidelim. That´s somewhere in Thrace, isn´t it? Trakya´da bir
i. uyurgezerlik.
yerde, değil mi?
somnambulist i. uyurgezer.
somnambulistic s. uyurgezer.
somnolent s. 1. uykusu gelmiş, uyku basmış, uykulu. 2. uyku getiren.
son i. oğul, erkek evlat.
son of a bitch kaba it oğlu it, it herif, it, eşşoğlu eşek.
son of a gun k. dili 1. Hay Allah! 2. Seni pezevenk seni!
sonar i. sonar.
sonata i., müz. sonat.
song i. şarkı.
songbird i. ötücü kuş.
songster i. 1. şarkıcı. 2. ötücü kuş.
songstress i. şantöz.
sonic s. ses dalgalarıyla ilgili, sonik.
sonic boom ses duvarını aşan bir uçağın yol açtığı patlama sesi.
sonics i. akustik, ses bilgisi.
son-in-law i. damat.
sonnet i., edeb. sone.
sonorous s. 1. gür (ses). 2. tumturaklı.
soon z. biraz sonra, birazdan, çok geçmeden, az zaman içinde.
sooner or later er geç, erken veya geç.
sooner or later er geç.
soot i. is; kurum.
soothe f. 1. sakinleştirmek, yatıştırmak. 2. teselli etmek. 3. (ağrıyı)
soothing hafifletmek,
s. azaltmak;
1. sakinleştirici, (ağrıyan
yatıştırıcı. bir yeri)
2. teselli rahatlatmak.
edici. 3. (ağrıyı) hafifletici;
soothsayer (ağrıyan bir
i. kâhin; falcı.yeri) rahatlatıcı.
sooty s. isli; kurumlu.
sop f. (--ped, --ping) in (bir şeyi) (bir sıvıya) batırmak. i. 1. birini
sop s.t. up with hoşnut
bir şeyiedecek şey. banarak
(bir sıvıya) 2. (süt, yemeğin salçası v.b.´ne)
o şeyi soğurmak: Sop upbanılmış
that gravy
ekmek
with lokması.
some bread! O salçaya ekmek banıp ye! Sop up that water
sophism i. sofizm, bilgicilik.
with this sponge! O suyu bu süngerle temizle!
sophist i. sofist, bilgici.
sophisticated s. 1. dünya/hayat hakkında çok şey bilen (kimse). 2. ince zevkli
sophistication kişilere hitap eden.
i. 1. dünya/hayat hakkında çok şey bilme. 2. ince zevk.
sophistry i. safsata.
sophomore i. lisede/üniversitede ikinci sınıf öğrencisi.
soporific s. uyku getiren, uyutucu. i. uyku veren ilaç.
sopping wet sırılsıklam, sırsıklam.
soppy s. 1. sırılsıklam, sırsıklam; ıpıslak. 2. çok yağmurlu. 3. İng. aşırı
soprano duygusal.
i., müz. soprano. s. sopranoya ait.
sorbet i., İng. 1. (kar pekmezi kıvamında) dondurulmuş şerbet. 2.
sorcerer meyveyle
i. büyücü, yapılan
sihirbaz.bir tür dondurma.
sorceress i. büyücü kadın.
sorcery i. büyücülük.
sordid s. 1. alçak, iğrenç, menfur. 2. pis, çok kirli.
sore s. 1. ağrıyan; ağrılı; acıyan. 2. hassas (bir nokta/bir konu). 3. k.
sorghum dili
i. 1.kızgın;
sorgum.gücenik, küs,pekmezi.
2. sorgum dargın, küskün. i. yara.
sorority i. (üniversite öğrencisi kızlara özgü) sosyal kulüp.
sorrel i., bot. kuzukulağı.
sorrel i. al donlu at.
sorrow i. keder, acı. f. keder çekmek.
sorrowful s. 1. kederli. 2. keder veren.
sorry s. 1. üzgün. 2. pişman. 3. kötü, berbat, kepaze.
Sorry! 1. Affedersiniz!/Pardon! 2. Üzgünüm!
sort i. çeşit, tür, nevi.
sort f. (bir şeyleri) (başka şeylerden) ayırmak; tasnif etmek,
sort s.o. out bölümlemek, sınıflamak.
İng., k. dili birine göstermek; birine dünyanın kaç bucak
sort s.t. out olduğunu göstermek.
İng. bir şeye çözüm bulmak, bir şeyi halletmek.
sortie i., ask. 1. ani bir saldırıda bulunmak üzere tahkimattan çıkma. 2.
SOS (uçağın yaptığı)halinde
i. SOS (tehlike çıkış, sorti, sefer.
verilen imdat sinyali).
so-so s. şöyle böyle, ne iyi ne kötü.
sot i. ayyaş.
soufflé i., ahçı. sufle.
sough i. (rüzgârın yaptığı) uğultu. f. (rüzgâr) uğuldamak.
sought f., bak. seek.
soul i. 1. ruh. 2. gerçek duygu, içtenlik. 3. kimse, biri: He´s a good
soul music old soul. İyizencilerin
Amerikalı kalpli bir yarattığı
ihtiyardırbiro. müzik
4. (bir türü.
şeyin) ta kendisi: He´s
the soul of generosity. Cömertliğin ta kendisidir. 5. Amerikalı
soulful s. duygulu; duyguları yansıtan.
zencilerin yarattığı bir müzik türü.
soulless s. ruhsuz; duygusuz.
soul-searching i. iç değerlendirme, kendini motive eden şeyleri gözden
sound geçirme.
s. 1. sağlam; esaslı. 2. derin ve rahat (uyku). 3. sağlıklı, sıhhatli.
sound 4. akıllıca (bir davranış). 5. sağlam, güvenilir.
i. ses.
sound f. 1. çalmak: Sound your horn! Kornayı çal! The wake-up bell
sounded at six. Uyandırma zili saat altıda çaldı. 2. ... gibi
gelmek: That sounds good to me. Bana iyi gibi geliyor. 3.
iskandil etmek, (suyun) derinliğini ölçmek.
sound barrier ses duvarı.
sound effects efektler.
sound track ses bandı.
sound wave ses dalgası.
sounding i., k. dili iskandil etme, iskandil.
soundproof s. ses geçirmez.
soup i. çorba.
soup kitchen yoksullara parasız yemek verilen yer, aşevi, aşhane.
soup up k. dili, oto. (motorun) gücünü artırmak.
soupy s. 1. çorba gibi. 2. k. dili aşırı duygusal.
sour s. ekşi. f. ekşitmek; ekşimek.
sour cherry vişne.
sour cherry vişne.
sour cream smetana.
sour cream smetana.
sour orange turunç.
sour/bitter/Seville orange turunç.
source i. kaynak; köken.
soursop i. tarçınelması.
souse f. 1. suyun içine batırmak/daldırmak. 2. sırılsıklam etmek. 3. -e
south (su) dökmek,
i. güney. (suyu)güneyden
s. güney, üstüne boca etmek: He soused a bucket of
gelen.
water in his face. Yüzüne bir kova su attı. 4. salamuraya
South Africa Güney Afrika.
yatırmak. i. salamura domuz kafası/paçası/kulağı.
South African 1. Güney Afrikalı, Güney Afrikalı kimse. 2. Güney Afrika, Güney
South America Afrika´ya
Güney Amerika.özgü. 3. Güney Afrikalı (kimse).
South American 1. Güney Amerikalı, Güney Amerikalı kimse. 2. Güney Amerika,
South Sea Güney Amerika´yagüney
Büyük Okyanusun özgü. 3. Güneyözgü.
kısmına Amerikalı (kimse).
southbound s. güneye giden.
southeast i. güneydoğu. s. güneydoğu, güneydoğudan gelen.
southeaster i. keşişleme, akçayel.
southeastern s. güneydoğu ile ilgili.
southerly s. 1. güney, güneyden gelen. 2. güney, güney tarafında
southern bulunan.
s. güney, güneye ait.
southerner i. güneyli.
southernmost s. en güneydeki.
southernwood i., bot. karapelin.
southwards z. güneye doğru.
southwest i. güneybatı. s. güneybatı, güneybatıdan gelen.
southwester i. lodos, akyel, bozyel.
southwestern s. güneybatı ile ilgili.
souvenir i. hatıra, andaç, yadigâr.
sovereign s. 1. özerk (devlet). 2. en büyük siyasi iktidara sahip, egemen.
sovereignty 3. mutlak,
i. 1. sınırsız.
egemenlik. i. 1. hükümdar.
2. özerklik. 2. bir çeşit İngiliz altını (para).
3. hükümdarlık.
Soviet s., tar. Sovyet, Sovyetler Birliği´ne özgü.
Soviet Russia Sovyet Rusya.
sow f. (--ed, sown/--ed) (tohum) ekmek; (bir yere) tohum ekmek.
sow i. dişi domuz.
sow discord anlaşmazlık yaratmak, mesele çıkarmak.
sow one´s wild oats k. dili (gençliğinde) çılgınlıklar yapmak, çılgınca yaşamak.
sow one´s wild oats k. dili (genç bir insan) çılgınca yaşamak.
sow one´s wild oats k. dili (gençliğinde) çılgınlıklar yapmak, çılgınca yaşamak.
sox i., çoğ. şosetler.
soy i.
soy sauce soya sosu.
soybean i. soya.
spa i. kaplıca.
space i. 1. yer, alan: parking space park yeri. Is there space for our
space age display?
uzay çağı.Sergimize yer var mı? 2. mesafe: in the space of ten
miles on millik bir mesafe içinde. 3. boşluk: He was gazing into
space capsule uzay kapsülü.
space. Boşluğa bakıyordu. 4. uzay, feza. 5. süre, müddet. 6.
space shuttle uzay mekiği.
aralık, espas: Leave a space between each word and each line.
space shuttle Her
uzay sözcük ve her satır arasında bir aralık bırak. 7. mat. uzam.
mekiği.
space station uzay istasyonu.
space travel uzay yolculuğu.
space walk uzayda yürüyüş.
spacecraft i. uzay gemisi.
spaceflight i. uzay uçuşu.
spaceship i. uzay gemisi.
spacious s. geniş.
spade i., bahç. bel. f. bellemek, bel ile kazmak.
spade i., isk. maça.
spadework i. 1. ön hazırlık, ön çalışma. 2. zor ve sıkıcı hazırlıklar.
spaghetti i. uzun ve ince makarna, spagetti.
Spain i. İspanya.
span i. 1. süre, müddet: a span of seven years yedi yıllık bir süre. 2.
spangle (kemer/köprü
i. pul, payet. f.ayakları arasındaki)
1. pullarla süslemek, açıklık. 3. genişlik:
pullamak. 2. withthe span
(pırıltılı
of the
şeylerle)road yolun
süslemek. genişliği. the span of his knowledge bilgisinin
Spaniard i. İspanyol.
kapsadığı alanlar. the span of the deer´s antlers geyiğin
spaniel i. spanyel.
boynuzlarının genişliği. 4. karış. f. (--ned, --ning) 1. (kemer)
Spanish (yolun)
i. üstünden
İspanyolca. s. 1.geçmek;
İspanyol;(köprü)
İspanya, (birİspanya´ya
yerin) üstünden geçmek.
özgü. 2.
Spanish America 2. kapsamak.
İspanyolca. 3. (bir çağın belirli bir dönemini) yaşamak:
Kuzey, Orta ve Güney Amerika´daki İspanyolca konuşan ülkeler. His life
spanned the entire Victorian era. O, Viktorya çağının tümünü
Spanish bayonet bot. avizeağacı.
yaşadı.
Spanish fly 1. zool. kuduzböceği. 2. afrodizyak olarak kullanılan kurutulmuş
Spanish moss kuduzböceği tozu.
bot. bir tür tillandsia.
spank f. (birinin) kıçına şaplak atmak. i. kıça atılan şaplak.
spanker i., den. randa.
spanking s. şiddetli (rüzgâr). i. kıçına şaplak atma.
spanner i., İng. somun anahtarı; ingilizanahtarı.
spar i., den. seren; direk.
spar f. (--red, --ring) 1. boks yapmak. 2. ağız kavgası etmek, atışmak,
spare dalaşmak.
s. 1. yedek. 2. boş (zaman). 3. boş, kullanılmayan (oda). 4.
spare zayıf; ince. 5. yemekleri
f. 1. kıymamak, az ve basit 2.
canını bağışlamak. olan (beslenme
(sıkıcı tarzı). 6.
bir şeyden)
fazla (para):
kurtarmak: Do
Spareyou have any spare cash? Fazla paran
yourself the trouble. Kendini o zahmetten var mı? i.
Spare no expense! Masraftan hiç kaçınma!
yedek.
kurtar. 3. (tatsız bir şeyi) söylememek. 4. (birine) (zamanını,
spare parts yedek parçalar.
yardımcı, para v.b.´ni) vermek: I haven´t enough money to
spare parts yedekyou.
spare parçalar.
Sana verebilecek kadar param yok.
spare tire 1. yedek lastik, stepne. 2. k. dili hafif (şişman) göbek.
sparerib i. az etli domuz pirzolası.
sparing s.
spark i. kıvılcım. f. 1. kıvılcım saçmak. 2. off -e neden olmak, -e yol
spark plug açmak:
oto. buji.What sparked it off? Ona yol açan neydi? 3. (birini) (bir
şeye) teşvik etmek, sevketmek: What sparked your interest in
sparkle f. 1. pırıldamak. 2. (şarap) köpürmek. i. 1. pırıldama. 2.
painting? Seni resim yapmaya yönelten şey neydi?
sparkler (şaraptaki)
i. maytap. köpürme.
sparkling s. 1. pırıldayan. 2. köpüklü (şarap).
sparrow i. serçe.
sparrow hawk atmaca.
sparse s. seyrek.
spasm i., tıb. spazm, kasınç, kasılım, kasılma.
spasmodic s. 1. spazmodik, kasınçlı, kasımlı. 2. spazmı andıran. 3.
spastic istikrarsız.
s. spastik. i. spastik kimse.
spat f., bak. spit.
spat i. getr, tozluk.
spat i., k. dili (kısa süren) ağız kavgası, atışma, dalaş, dalaşma.
spate i. büyük miktar.
spatial s. 1. uzamla ilgili, uzamsal. 2. uzayla ilgili, uzaysal.
spatter f. 1. sıçratmak, damlatmak: Don´t spatter paint on the floor!
spatula Yere boya damlatma! 2. sıçramak: The grease was spattering
i. ıspatula.
on the wall. Yağ duvara sıçrıyordu.
spawn f. 1. (balık) yumurtlamak. 2. üretmek, yaratmak, doğurmak.
spay f. (dişi hayvanı) kısırlaştırmak.
speak f. (spoke, spo.ken) 1. konuşmak. 2. (gerçeği/sözü) söylemek: He
speak about couldn´t
(bir konu) speak a word.
hakkında Hiçbir söz söyleyemedi.
konuşmak.
speak for 1. (birinin) lehinde konuşmak. 2. (birinin) yerine konuşmak.
speak for itself/themselves (bir şeyin/şeylerin) ne olduğu meydanda/ortada/aşikâr olmak:
speak ill of The sound job
... hakkında of restoration
kötü konuşmak.that´s been done here speaks for
itself. Burada yapılan restorasyonun ne kadar iyi olduğu
speak in sign language el kol hareketleriyle konuşmak.
meydanda. It speaks for itself. Ne menem bir şey olduğu belli.
speak of 1. -den söz etmek, -den bahsetmek. 2. -i göstermek, -e işaret
speak on etmek:
(bir konu)It speaks
hakkındaof careful planning. Dikkatli bir ön çalışma
konuşmak.
yapıldığını gösteriyor.
speak one´s mind ne düşündüğünü açıkça söylemek.
speak one´s mind ne düşündüğünü açıkça söylemek.
speak one´s piece kendi fikrini belirtmek.
speak out 1. ne düşündüğünü açıkça söylemek. 2. daha yüksek sesle
speak out against konuşmak.
-in aleyhinde konuşmak.
speak up 1. daha yüksek sesle konuşmak. 2. ne düşündüğünü açıkça
speak up for söylemek.
-in lehinde konuşmak.
speak well/ill for (biri/bir şey) için olumlu/olumsuz bir puan olmak. be spoken for
speak with conviction (satılık
inançlabir şey) biri için ayrılmak: Those books have already
konuşmak.
been spoken for. O kitaplar biri için ayrıldı.
speaker i. 1. konuşmacı. 2. sözcü. 3. pol. meclis başkanı. 4. radyo, TV
spear spiker.
i. mızrak,5. kargı;
hoparlör.
zıpkın. f. mızrakla vurmak, kargılamak;
spearmint zıpkınlamak.
i., bot. kıvırcıknane, yeşilnane.
special s. özel, normal olmayan. i. 1. özel bir program. 2. (normal
special case tarifede
özel durum.bulunmayan) özel bir tren. 3. (fiyatta) özel bir indirim.
4. (lokantada her zaman yapılmayan) yemek: Today´s special is
special delivery ekspres mektup.
potato soup. Bugünkü özel yemeğimiz patates çorbası.
special edition özel baskı.
specialisation i., İng., bak. specialization.
specialise f., İng., bak. specialize.
specialist i. mütehassıs, uzman.
speciality i. 1. özel nitelik. 2. İng., bak. specialty.
specialization i. 1. (birçok alan/iş yerine) tek bir alanda çalışma/tek bir iş
specialize yapma;
f. in 1. -inuzmanlaşma. 2. biyol.ilgi
uzmanlık alanı/özel özelleşme.
alanı (belirli bir şey) olmak:
specialty That
i. 1. uzmanlık alanı, özel ilgi alanı, firmanın
firm specializes in tax law. O uzmanlık
ihtisas, branş. alanı vergi
2. (lokantada)
hukuku.
spesiyalite.2. ihtisas yapmak: She is specializing in pediatrics.
species i. (çoğ. spe.cies) biyol. tür.
Pediyatri ihtisası yapıyor. He is specializing in Ottoman history.
specific s. 1. belirli.
Osmanlı 2. kesin
tarihi ve apaçık.
üzerinde ihtisas 3. fiz., kim. özgül.
yapıyor.
specific gravity özgül ağırlık.
specific gravity fiz. özgül ağırlık.
specific heat fiz. özgül ısı.
specification i. 1. şartname. 2. patent almak için yazılan ayrıntılı açıklama. 3.
specifications (şartnamedeki) madde.
i., çoğ. (teknik şartnamedeki) maddeler/ayrıntılar.
specify f. belirtmek.
specimen i. örnek, numune.
specious s. aldatıcı, sahte.
speck i. benek, ufak leke, nokta.
speckle i. ufak benek.
speckled s. benekli.
specs i., çoğ., k. dili gözlük.
spectacle i. 1. (genellikle açık havada yapılan) büyük gösteri/tören. 2.
spectacles görülecek şey: Her return was a real spectacle. Onun dönüşü
i., çoğ. gözlük.
görülecek şeydi. 3. gülünç bir manzara: Don´t make a spectacle
spectacular s. 1. muhteşem, harikulade, görkemli. 2. çok büyük (fiyat
of yourself! Kendini rezil etme!
spectator artışı/düşüşü).
i. seyirci.
specter i. hayalet; hortlak.
spectral s. hayalete benzeyen; hortlak gibi.
spectre i., İng., bak. specter.
spectroscope i. spektroskop, tayfölçer.
spectroscopy i. spektroskopi, tayfölçümü.
spectrum çoğ. spec.tra (spek´trı) i., fiz. tayf, spektrum.
speculate f. 1. (about) (hakkında) tahminlerde bulunmak. 2. fels., tic.
speculation spekülasyon yapmak.
i., fels., tic. spekülasyon.
speculative s., fels., tic. spekülatif.
speculator i., tic. spekülasyon yapan, spekülatör.
sped f., bak. speed.
speech i. 1. konuşma, söz söyleme. 2. konuşma tarzı. 3. konuşma,
speechless nutuk, söylev.
s. dili tutulmuş.
speed i. hız, sürat; çabukluk. f. (sped/--ed) çabuk gitmek, hızla gitmek,
speed limit süratle gitmek.
azami sürat; asgari sürat.
speed up hızlandırmak; hızlanmak.
speedboat i. sürat motoru.
speedometer i. hızölçer, kilometre saati, hız saati.
speedway i. yarış pisti.
speedwell i., bot. yavşanotu, veronika.
speedy s. hızlı, süratli, çabuk.
speleologist i. mağarabilimci.
speleology i. mağarabilim.
spell f. (--ed/spelt) 1. (imla kurallarına göre) (kelimeyi) doğru yazmak.
spell 2. (kelimenin) harflerini söylemek.
i. büyü.
spell i. 1. süre, müddet. 2. nöbet. f. kendisiyle nöbet değiştirerek
spell s.t. out (birini)
(for) k. serbest bırakmak.
dili (birine) bir şeyi ayrıntılarıyla açıklamak.
spellbind f. (spell.bound) büyülemek.
spellbound f., bak. spellbind. s. büyülenmiş.
speller i. imla öğreten kitap.
spelling i. imla, yazım.
spelt i. kılçıksız buğday.
spelt f., bak. spell.
spend f. (spent) 1. harcamak, sarfetmek. 2. (vakit) geçirmek.
spend itself (fırtına) hızını kaybetmek.
spend money like water k. dili su gibi para harcamak.
spend o.s. bütün gücünü tüketmek.
spend time in the society of
arkadaşlarıyla vakit geçirmek.
one´s friends
spending money cep harçlığı.
spendthrift s., i. müsrif, savurgan, tutumsuz.
spent f., bak. spend. s. 1. çok yorgun, bitkin. 2. kullanılmış (kurşun).
sperm i. 1. biyol. sperma. 2. bel, atmık, sperma.
spermatozoon çoğ. sper.ma.to.zo.a (spırmıtızo´wı) i. spermatozoit, sperma
spew hayvancığı.
f. 1. (out) şiddetli bir şekilde fışkırtmak, püskürtmek; fışkırmak,
sphagnum püskürmek. 2. k. dili kusmak.
i., bot. sfagnum.
sphenoid s., anat. sfenoit. i., anat. temel kemiği.
sphenoid bone anat. temel kemiği.
sphere i. 1. küre. 2. alan.
sphere of influence etki alanı.
spherical s. küresel.
sphincter i., anat. büzgen.
sphinx i. sfenks, isfenks.
spice i. bahar, baharat. f.
spice a food up baharat katarak bir yemeği daha lezzetli yapmak.
spice s.t. up k. dili ilginç bir şeyler katarak bir şeyi canlandırmak.
spicebush i., bot. 1. kadehçiçeği, kalikant. 2. lindera.
spices i., çoğ. baharat, baharatlar, baharlar.
spick-and-span s. tertemiz, pırıl pırıl.
spicy s. 1. baharatlı. 2. açık saçık.
spider i. örümcek.
spider crab denizörümceği.
spiel i., k. dili (satış için) önceden hazırlanmış ikna edici
spiffy konuşma/sözler.
s., k. dili zarif, şık, iki dirhem bir çekirdek.
spigot i. musluk.
spike i. 1. sivri uç; sivri uçlu çubuk. 2. (spor ayakkabısının
spike heel tabanındaki)
sivri ökçe. kabara. 3. başak. 4. büyük çivi.
spike s.o.´s guns birinin çanına ot tıkamak.
spike s.o.´s guns k. dili birinin çanına ot tıkamak.
spill f. (--ed/spilt) 1. kazara dökmek. 2. over into (bir yere) kadar
spill blood yayılmak.
kan dökmek. 3. k. dili (bir sırrı) söylemek, ifşa etmek, açığa
vurmak. 4. (at) (biniciyi) sırtından yere atmak. i. kazara dökülen
spill the beans k. dili her şeyi ifşa etmek, her şeyi ortaya dökmek; baklayı
sıvı.
spillway ağzından çıkarmak.
i. taşma savağı.
spilt f., bak. spill.
spin f. (spun, --ning) 1. (yün, pamuk v.b.´ni) eğirmek. 2. (örümcek)
spin a yarn (ağ)
hikâyeörmek; (ipekböceği)
uydurup anlatmak. (koza) örmek. 3. (topaç v.b.´ni)
döndürmek; (topaç v.b.) dönmek. 4. along hızla gitmek. 5. k. dili
spinach i. ıspanak.
kafadan atmak, uydurmak.
spinal s. belkemiğine ait.
spinal column anat. belkemiği, omurga.
spinal cord anat. omurilik.
spinal marrow anat. omurilik.
spindle i. iğ, kirmen.
spindly s. 1. sağlıksız ve boyu fazla uzun (bitki). 2. uzun ve zayıf
spindly legged (bacak).
k. dili leylek gibi, leylek bacaklı.
spin-dryer i. santrifüjlü çamaşır kurutma makinesi.
spine i. 1. anat. omurga, belkemiği. 2. diken. 3. (kitapta) sırt.
spineless s. 1. karaktersiz ve tabansız. 2. anat. omurgasız, belkemiği
olmayan. 3. dikensiz.
spinning i. eğirme.
spinning mill iplikhane.
spinning wheel çıkrık.
spinster i. 1. huk. hiç evlenmemiş kadın. 2. hiç evlenmemiş yaşlı veya
spiny yaşlanmaya
s. dikenli. yüz tutmuş kadın.
spiraea i., bot. keçisakalı, erkeçsakalı, ispirya.
spiral s. helezoni, helisel, sarmal, spiral. i. helis, helezon, sarmal. f. (--
spiral downwards ed/--led, --ing/--ling) döne döne gitmek/hareket etmek.
hızla inmek.
spiral staircase döner merdiven.
spiral upwards hızla yükselmek.
spire i. kulenin sivri uçlu tepesi, kule ucu, kule külahı.
spirit i. 1. ruh. 2. peri; cin; hayalet. 3. gayret, şevk, heves, canlılık. 4.
spirit niyet: I hope
f. away/off you understand
dikkati çekmeden the spirit kaldırıp
çabucak which underlies
götürmek; what I
gizlice
said. Dediklerimin
kaçırmak. ardındaki niyeti anladığını ümit ediyorum. 5.
spirit lamp ispirtoluk, ispirto ocağı, kamineto.
fels. ruh, tin. 6. ecza. ruh: spirit of peppermint naneruhu. 7.
spirit level kabarcıklı düzeç,
damıtılarak tesviyeruhu.
elde edilen alkollü sıvı.
spirited s. canlı, heyecanlı.
spiritless s. 1. cansız, ruhsuz, miskin. 2. keyifsiz.
spirits i., çoğ. 1. ecza. damıtılarak elde edilen alkollü/alkolsüz sıvı:
spiritual methylated
s. 1. ruhsal, spirits mavi ispirto.
ruhi, ruhani, 2. İng.
ruhla ilgili. alkollü içkiler.
2. dinsel, dini. 3. fels.
spiritualism manevi,
i. 1. ispritizma. 2. fels. spiritüalizm, tinselcilik. Amerikalı
tinsel. 4. dini değerlere önem veren. i.
zencilerin yarattığı bir ilahi türü.
spiritualist i. 1. ispritizmacı. 2. fels. spiritüalist, tinselci.
spirituality i. 1. ruhilik, ruhanilik. 2. dini değerlere önem verme.
spirituous s. alkollü.
spirt f., bak. spurt.
spit i. 1. şiş. 2. coğr. dil. f. (--ted, --ting) 1. (eti) şişe geçirmek. 2.
spit (birini) şişle öldürmek,
f. (spit/spat, şişlemek; 2.
--ting) 1. tükürmek. süngüyle öldürmek,
(kar) serpelemek,
süngülemek.
serpiştirmek, atıştırmak.2.3.küplere
(kedi) tıslamak. i. tükürük.
spit cotton k. dili 1. çok susamak. binmek, çok kızmak.
Spit it out! k. dili Haydi söylesene!
spit up k. dili kusmak.
spite i. garaz, garez, kin; nispet. f. nispet yapmak/vermek.
spiteful s. garazlı, kinci; nispetçi.
spitfire i., k. dili çabuk öfkelenen kimse.
spittle i. tükürük.
spittoon i. tükürük hokkası.
splash f. 1. on/with -e (su, çamur v.b.´ni) sıçratmak: You´ve splashed
splash down me
(uzaywith water./You´ve
gemisi) splashed water on me. Bana su sıçrattın.
denize düşmek.
2. (yüzüne) su çarpmak. 3. (fıskıyeden püskürtülen su)
splashdown i. uzay gemisinin denize inmesi.
şırıldayarak dökülmek. i. sıçratılan suyun sesi.
splatter f. on/with -e (su, çamur v.b.´ni) sıçratmak; -e (su) çarpmak; -e
splay (boya) damlatmak.
f. out açmak; yaymak; yayılmak.
spleen i., anat. dalak.
splendid s. 1. şahane, fevkalade, mükemmel. 2. muhteşem, görkemli,
splendor şatafatlı.
i. ihtişam, görkem.
splendour i., İng., bak. splendor.
splice f. (iki ucu) birbirine bağlamak; (bant/film uçlarını) birbirine
splint yapıştırmak.
i., tıb. cebire, süyek, koaptör.
splinter f. 1. paramparça etmek; paramparça olmak. 2. ufak gruplara
split bölmek; ufak gruplara
f. (split, --ting) 1. kırmak;bölünmek.
yarmak;i.çatlatmak;
kıymık. kırılmak; yarılmak;
split çatlamak.
i. 1. çatlak;2.yarık;
into -e ayırmak;
kırık. -e ayrılmak.
2. ayrılık: 3. bölmek.
split in opinion görüş4.ayrılığı.
paylaşmak,
3. bölünme. üleşmek.
4. (dikiş 5. k.üzerindeki)
yeri dili sıvışmak, tüymek.
sökük, sökük yer. split-
split hairs k. dili kılı kırk yarmak.
level house odaları değişik seviyelerde olan ev.
split infinitive dilb. “to quickly report” cümleciğindeki gibi zarf ile ikiye
bölünmüş mastar.
split one´s sides k. dili gülmekten kasıkları çatlamak, gülmekten
split pea çatlamak/kırılmak, kahkahadan
kurutulup kendiliğinden yerlerebezelye
ikiye ayrılmış yatmak.tanesi: She
split peas bought some split peas. Kuru bezelye aldı.
kırık bezelye.
split second an, lahza.
split up k. dili (bir çift) birbirinden ayrılmak; beraber yaşamaktan
split-second vazgeçmek;
s. bir anlık. birbiriyle flört etmekten vazgeçip ayrılmak.
splitting s. şiddetli: splitting headache şiddetli baş ağrısı.
splotch i. leke, benek. f. lekelemek, bulaştırmak.
splurge i. (bir şeyi almak için) epey para harcama. f. (epey para)
splutter harcamak;
f. on -e epey para
(öfkeden/şaşkınlıktan) harcamak.
tükürür gibi konuşmak/tükürür gibi (bir
spoil şeyler) söylemek.
f. (--ed/--t) 1. bozmak. 2. (süt v.b.) bozulmak. 3. (birini)
spoiled child şımartmak.
şımarık çocuk.
spoils i., çoğ. ganimet.
spoilsport i. başkalarının keyfini kaçıran; mızıkçı, oyunbozan.
spoilt f., bak. spoil.
spoke i. tekerlek parmağı.
spoke f., bak. speak.
spoken f., bak. speak. s. 1. sözlü: spoken message sözlü mesaj. 2.
spokesman konuşulan.
çoğ. spokes.men (spoks´mîn) i. sözcü.
spokeswoman çoğ. spokes.wom.en (spoks´wîmîn) i. kadın sözcü.
sponge i. 1. sünger. 2. k. dili otlakçı, beleşçi, bedavacı. 3. İng.
sponge cake pandispanya.
pandispanya.f. 1. süngerle temizlemek/ıslatmak/sürmek; up
süngerle temizlemek. 2. k. dili (bir şeyi) otlakçılıkla elde etmek;
sponge s.t. dry bir şeyi süngerle kurulamak.
on (birinin) sırtından geçinmek.
sponger i., k. dili otlakçı, beleşçi.
spongy s. sünger gibi, süngersi.
sponsor i. 1. radyo/televizyon programının veya bir sanat faaliyetinin
sponsorship maliyetini karşılayan
i. 1. sponsorluk. firma,kefalet.
2. kefillik, sponsor. 2. Hrist. vaftiz babası;
vaftiz annesi. 3. kefil. f. 1. (radyo/televizyon programının veya
spontaneity i. 1. kendiliğinden olma, kendiliğindenlik. 2. anında yapılma.
bir sanat faaliyetinin) maliyetini karşılamak, sponsorluğunu
spontaneous s. 1. kendiliğinden
yapmak. olan, spontane.
2. Hrist. (çocuğa) 2. spontane, anında
vaftiz babalığı/anneliği yapılan.
yapmak. 3. -e
spontaneously kefil
z. 1. olmak.
kendiliğinden, spontane. 2. spontane, anında.
spoof i. (of/on) k. dili (birini/bir şeyi) hafif tertip alaya alan parodi. f. 1.
spook (birini/bir şeyi)
i. 1. hayalet. 2. hafif
k. dilitertip
ajan,bir parodiyle
casus. alaya almak.
f. ürkütmek, 2. k. dili ile
korkutmak.
dalga geçmek, -i gırgıra almak.
spooky s. 1. ürkütücü, ürkünç, perili. 2. acayip, garip, tuhaf (kimse). 3.
spool ürkek, kolay ürkütülen.
i. makara.
spoon i. kaşık. f. 1. into kaşıkla -e dökmek/aktarmak. 2. out -i kaşıkla
spoonbill dağıtmak. 3. (up)kaşıkgaga.
i., zool. kaşıkçın, kaşıklamak, kaşıkla yemek.
spoonfeed f. (spoon.fed) 1. (bebek, hasta v.b.´ni) kaşıkla beslemek. 2.
spoonful (birinin) düşünmesini gerektirmeyecek bir şekilde ders vermek;
i. kaşık dolusu.
birinin düşünmesini gerektirmeyecek bir şekilde ders vermek.
spoor i. vahşi hayvanın izi.
sporadic s. ara sıra meydana gelen; ara sıra gözüken.
sporangium çoğ. spo.ran.gi.a (spırän´ciyı) i., bot. sporkesesi.
spore i., bot. spor.
sport i. spor.
sport coat (erkek için) spor ceket.
sport shirt spor gömlek.
sporting s. sporla ilgili, spor.
sports car spor araba.
sportsman çoğ. sports.men (spôrts´mîn) i. sporcu, sportmen.
sportsmanlike s. sportmence.
sportsmanship i. sportmenlik.
sportswear i. spor giysi.
sportswoman çoğ. sports.wom.en (spôrts´wîmîn) i. kadın sporcu.
spot i. 1. benek, nokta, puan. 2. leke. 3. yer: We chose a shady spot.
spot Gölgeli
f. (--ted,bir yer seçtik.
--ting) That seçmek;
1. görmek; city has long been a ayırt
farketmek, trouble spot.2.
etmek. O
şehir uzun
lekelemek; zamandan
leke yapmak. beri karışıklıklara sahne oluyor. 4. sivilce.
spot-check f. rasgele kontrol etmek; rasgele kontrolde bulunmak.
5. İng. az bir miktar: a spot of azıcık, biraz. 6. projektör, ışıldak;
spotless s. tertemiz,
spot, lekesiz.
spot lamba.
spotlight i. projektör, ışıldak; spot, spot lamba.
spotted s. 1. benekli, noktalı. 2. lekeli.
spotter i. gözcü, gözleyici; gözetleyici.
spotty s. 1. ancak ara sıra iyi olan; ancak yer yer iyi olan: Her
spot-weld performance
f. nokta/puntawas spotty.
kaynağı Performansı
yapmak. ancak yerkaynağı.
i. nokta/punta yer iyiydi. 2.
İng. sivilceli.
spouse i. eş, koca/karı.
spout f. 1. fışkırtmak; fışkırmak. 2. k. dili cafcaflı bir şekilde (bir şeyler)
sprain söylemek.
f. burkmak.3.i. k. dili (bir şeyler) döktürmek, kolaylıkla
burkulma.
söyleyivermek. i. 1. (çaydanlık v.b.´nde) emzik, ibik. 2. fıskıye.
sprain one´s ankle ayağı burkulmak, ayağını burkmak: She´s sprained her ankle.
sprain/twist one´s ankle Ayağı
ayağını burkulmuş.
burkmak, ayak bileğini burkmak.
sprained ankle burkulan ayak.
sprang f., bak. spring.
sprat i., zool. çaçabalığı.
sprawl f. 1. yayılıp yatmak, sere serpe uzanmak; yayılarak oturmak. 2.
spray çok
i. 1. geniş
incecik birdamlacıklar
alana yayılmak: The su
halindeki cityserpintisi.
sprawls along the river.
2. (serpinti
Şehir nehirsprey.
halindeki) boyunca f. yayılıyor.
(püskürteçle/boya tabancasıyla/spreyle)
spray gun pistole, tabanca.
püskürtmek, sıkmak: Spray those roses with an insecticide! O
sprayer i. 1. püskürteç, pülverizatör; pistole, tabanca. 2. sıvı püskürten
güllere böcek ilacı sık! He sprayed paint on the wall. Duvara
spread kimse.
f. (spread) 1. yaymak; sermek; yayılmak: Spread that rug on the
boya püskürttü.
spread ground.
i. O halıyı
1. yayılma. yere
2. iki uç yay. The news
arasındaki is spreading. Haber
genişlik/uzunluk: What´s the
yayılıyor.
spread of 2.
this(gübre
tree? v.b.´ni)
Bu ağacın(tarlaya) dökmek.
dallarının 3. (bir
yayıldığı alan şeyi) (başka
ne kadar?
spread its wings (kuş) kanatlarını açmak/germek.
bir şeyin
What üstüne)
is the spread sürmek.
of this 4. (sofrayı)
eagle´s kurmak.
wings? Bu kartalın kanat
spread like wildfire büyük bir hızla yayılmak.
uzunluğu ne kadar? These grades show a wide spread. Bu
spread o.s. thin k. dili birensürü
notların işle meşgul
küçüğüyle olmak,arasında
en büyüğü kırk taraktaepeybezifarkolmak.
var. 3.
spread one´s arms wide çiftlik. 4. alabildiğine
kollarını k. dili zenginaçmak.bir sofra. 5. (gazetede bir konu veya ilana
spread rumors ayrılan)
dedikodu yer. 6. (ekmek v.b.´ne kolayca sürülen) spred, ezme. 7.
çıkarmak.
yatak örtüsü.
spread s.t. thin bir şeyi ince bir tabaka halinde sürmek.
spread-eagle f. kol ve bacaklarını yana açarak yatmak/yatırmak.
spreadsheet i., bilg. 1. (tablolama programıyla hazırlanan) tablo. 2. tablolama
spreadsheet program programı.
bilg. tablolama programı.
spree i. çılgınca/aşırı derecede yapılan bir şey: While she was on a
sprig shopping
i. ufacık dal spree he went
parçası; on aShe
filizcik: drinking
decoratedspree.theO salad
çılgınca alışveriş
with sprigs
yaparken
of parsley. kendisi
Salatayı demaydanoz
deli gibi içmeye başladı.
parçalarıyla süsledi.
sprightly s. canlı, hareketli.
spring f. (sprang/sprung; sprung) 1. over/across bir sıçrayışta (bir
spring şeyin) üstünden
i. 1. pınar; kaynak, geçmek,
memba. (bir2.engeli)
bahar, sıçrayarak
ilkbahar. 3.aşmak:
yay; He
sprang
zemberek. over the wall.
4. esneklik, Bir sıçrayışta duvarı aştı. 2. up birdenbire
spring a leak akmaya başlamak: Theelastikiyet.
barrel´s sprung 5. sıçrayış:
a leak.He cleared
Fıçı akmaya the
meydana gelmek, türemek. 3. from -den kaynaklanmak,
ditch in one spring. Bir sıçrayışta hendeği atladı. 6. canlılık. -den
başladı.
k. dili birdenbire canlanıp harekete
spring into life gelmek. 4. from -den fışkırmak. 5. upgeçmek.
(bitki) bitmek. 6.
spring mattress çatlatmak;
yaylı yatak.çatlamak. 7. birdenbire açılmak/kapanmak;
spring onion birdenbire
i., İng. yeşilaçmak/kapatmak.
soğan, taze soğan. 8. from (belirli bir aileden/sınıftan)
doğmak, gelmek: He sprang from a family of earls. Bir kont
spring to one´s feet ayağa fırlamak.
ailesinden geliyordu. 9. (bir his) ortaya çıkmak, belirmek: Hope
spring towards the door kapıya fırlamak.
springs eternal in the human breast. İnsanın yüreğinde her
spring/vernal equinox zaman bir umutilkbahar
bahar noktası, filizlenir.noktası
10. (adaleyi)
(21 Mart´a burkmak. 11. on
rastlayan (birine)
ekinoks).
(bir şeyi) pat diye söyleyivermek. 12. k. dili (hapishaneden)
springboard i. tramplen, atlama/sıçrama tahtası.
(birinin) salıverilmesini sağlamak; (hapishaneden) (birini)
springtime i. ilkbahar,13.
kaçırmak. bahar mevsimi.esmeye başlamak.
up (rüzgâr)
sprinkle f. 1. serpmek; ekmek; serpiştirmek. 2. (yağmur) serpmek,
sprinkler çiselemek.
i. su serpmei. aleti;
1. serpme.
arozöz, 2.arazöz.
(yağmur için) serpinti, çisenti.
sprinkler system yağmurlama tesisatı, yangına karşı su serpme tesisatı.
sprinkling i. 1. serpme. 2. azıcık bir miktar, bir nebze. 3. serpinti, çisenti.
sprinkling can süzgeçli kova.
sprint f. tam hızla koşmak. i. 1. tam hızla koşma. 2. sürat koşusu,
sprinter sprint.
i., spor sürat koşucusu.
sprite i. peri; cin.
sprout f. filizlenmek, sürmek; (tohum/tüy/sakal/saç) bitmek. i. 1. filiz,
spruce tomurcuk,
i. ladin. sürgün. 2. İng. brüksellahanası.
spruce s. temiz ve zarif. f.
spruce o.s. up k. dili kendine çekidüzen vermek.
sprung f., bak. spring.
spry s. (--er/sprier, --est/spriest) çevik, faal.
spue f., bak. spew.
spume i. köpük.
spun f., bak. spin.
spunk i. cesaret, yürek.
spunky s. cesur, yürekli.
spur i. 1. mahmuz. 2. teşvik eden bir şey. 3. d.y. kör hat; barınma
spur s.o. on hattı;
birini rampa hattı. 4. (iki koyak arasındaki) çıkıntı. f. (--red,
teşvik etmek.
--ring) mahmuzlamak.
spurge i., bot. sütleğen.
spurious s. sahte.
spurn f. reddetmek.
spur-of-the-moment s., k. dili anında yapılan.
spurt f. fışkırmak; püskürmek; fışkırtmak; püskürtmek. i. 1. fışkırma;
spurt püskürme.
i. atılım, hamle, 2. parlama.
atak. f. atılım yapmak, hamle yapmak; spor
sputter finişe geçmek/kalkmak.
f. 1. heyecanla söylemek. 2. (motor) öksürmek, öksürüğe
sputter out benzeyen
1. (motor)ses çıkarmak.
öksürüp stop 3. (alev)2.sönecek
etmek. gibi titremek.
(alev) titreyip sönmek.
sputum çoğ. spu.ta (spyu´tı) i. balgam, tükürük.
spy i. casus, ajan. f. casusluk etmek.
spyglass i. küçük dürbün.
squabble f. çekişmek, didişmek, atışmak, ağız kavgası yapmak. i.
squad çekişme,
i. 1. takım, didişme,
ekip. 2.atışma, ağız kavgası.
ask. manga.
squad car (polise ait) devriye arabası.
squadron i. 1. (yüz yirmi ile iki yüz kişiden oluşan) süvari birliği. 2. ufak
squalid gemi filosu.
s. 1. pis, çok3. hava
kirli. 2. filosu.
(ahlak açısından) iğrenç.
squall i. bora; ani fırtına.
squall f. (bebek) çok yüksek sesle ağlamak; cıyaklamak, cıyak cıyak
squalor bağırmak.
i. 1. pislik. 2. (ahlak açısından) iğrençlik, iğrenç olma.
squander f. israf etmek, çarçur etmek.
square i. 1. kare. 2. geom. kare, dördül. 3. (şehirdeki bina veya
square sokakların
f. 1. mat. (bir oluşturduğu) meydan.
sayının) karesini 4. mat.
almak. (bir sayının)
2. with karesi. 5.
ile bağdaşmak, -e
k. dili
uymak; örümcek
-i ile kafalı
bağdaştırmak.kimse; çok
3. k. tutucu/resmi
dili (hesabı) davranan
görmek, kimse.
square s. 1. kare, kare şeklinde olan. 2. (metre) kare: four square
kapatmak.
meters 4. k. dilikare.
rüşvet 3. vererek (birini) yola getirmek; rüşvet
square accounts (with) k.dört dili metre
hesaplaşmak, k. dili örümcek
kozlarını kafalı;
paylaşmak; çok acısını
kuyruk
vererek
tutucu/resmi (bir durumu)
davranan. (istenilen şekilde) halletmek. 5. spor
square bracket çıkarmak.
İng. köşeli eşitlemek.
parantez/ayraç.
(puanları) 6. karelemek, karelere ayırmak. 7. off (bir
square dance şeyin
dörder kenarlarını)
çiftten oluşan dörtgrupların
köşeli hale getirmek.
yaptığı bir dans.
square meal k. dili doyurucu bir öğün yemek.
square one´s jaw k. dili (birine meydan okumaya hazırlanıyormuş gibi) çenesini
square one´s shoulders gerip uzatmak.
omuzlarını dikleştirmek.
square peg in a round hole mevkiine uygun olmayan kimse.
square root mat. karekök.
square s.o. away k. dili 1. birini hizaya getirmek, birini yola getirmek. 2. gereken
square s.t. away her şeyi
k. dili birbirine anlatmak.
şeyi yoluna koymak; bir şeyi düzene sokmak.
squash f. 1. ezmek; ezilmek. 2. (isyan v.b.´ni) bastırmak. 3. into (dar bir
squash yere) sıkışmak. 4. susturmak. i. 1. bir odada oynanan tenise
i. kabak.
benzer bir oyun. 2. İng. şekerli meyveli bir içecek. 3. kalabalık,
squat f. (--ted, --ting) 1. çömelmek. 2. (kendi malı olmayan bir mülkte)
izdiham.
squatter kanuna aykırıolmayan
i. kendi malı olarak oturmak.
bir mülkte i. 1. çömelme;
kanuna aykırıçömeliş. 2. İng.
olarak oturan
kanuna aykırı olarak mesken tutulan bina.
kimse.
squatty s. 1. çömelmiş. 2. bodur, kısa ve tıknaz (kimse). 3. alçak, basık
squawk ve
f. 1.çirkin (bina). cıyak cıyak bağırmak. 2. k. dili şikâyet etmek,
cıyaklamak,
squeak bağırmak. i. 1. cıyaklama.
f. 1. gıcırdamak. 2. k.
2. (fare) cik cikdili şikâyet.
ötmek. i. 1. gıcırtı, gıcırdama. 2.
squeak through (farenin
k. dili kılçıkardığı) cikkazanmak/atlatmak.
payı farkla sesi.
squeaky s. gıcırtılı.
squeal f. 1. çok tiz bir ses çıkarmak: The pig began to squeal. Domuz
squealer acı
i., k.acı
dilibağırmaya
ihbarcı. başladı. 2. k. dili ötmek, sır vermek; on -i
ihbar etmek, -i ele vermek. i. çok tiz bir ses: The girl let out a
squeamish s. 1. kolayca tiksinen, çok titiz; ahlak açısından çok titiz. 2.
squeal. Kız çığlık kopardı.
squeegee midesi
i. lastik kolayca
şeritli vebulanan. 3. midesi bulanmış.
saplı silecek.
squeeze f. 1. (meyve, ıslak bez v.b.´ni) sıkmak: Squeeze me a glass of
squeezer orange
i. sıkacak,juice. Bana bir bardak portakal suyu sık. She squeezed
pres.
some toothpaste out of the tube. Tüpten biraz diş macunu sıktı.
squelch f. 1. (muhalefet v.b.´ni) bastırmak/susturmak. 2. vıcık vıcık bir
2. into/in -e sıkıştırmak: Can you squeeze this into your
squid yerden
i. kalamar;yürürken ayak sesi çıkarmak.
mürekkepbalığı, supya.
schedule? Bunu programınıza sıkıştırabilir misiniz? I squeezed
squill myself
i., bot. 1.with difficulty 2.
adasoğanı. into the crowded car. Kendimi kalabalık
maviyıldız.
squinch vagonun
i., mim. tonoziçine bingi,
zor sıkıştırdım.
tromp. 3. sıkıştırmak, zor bir duruma
sokmak: Inflation´s squeezing us. Enflasyon bizi sıkıştırıyor. i. 1.
squint f. gözlerini
sıkma, kısarak
sıkış. bakmak,
2. sıkım, kısık sıkılan
bir defada gözlerle bakmak;
miktar. (gözlerini)
3. kıtlık;
squire kısmak.
i., İng. (bir4.
kısıtlama. köyün/kırsal bir bölgenin)
kıtlıktan/kısıtlamadan toprak
ileri gelenağası.
zor durum.
squirm f. kıpırdanmak; kıpır kıpır kıpırdanmak. i. kıpırdanma.
squirrel i. sincap.
squirt f. fışkırtmak; fışkırmak. i. 1. fışkırtılan sıvı: He sent a squirt of
squirt gun tobacco juice all the way across the room. Tütünlü tükürüğünü
su tabancası.
odanın ta öte tarafına püskürttü. 2. k. dili küçük çocuk, küçük.
squirting cucumber bot. eşekhıyarı, cırtatan.
Sri Lanka Sri Lanka.
Sri Lankan 1. Sri Lankalı. 2. Sri Lanka, Sri Lanka´ya özgü. 3. Sri Lankalı
St Lucie (kimse).
St Lucie cherry mahlep, kokulukiraz.
stab f. (--bed, --bing) 1. bıçaklamak. 2. batırmak; saplamak; delmek:
stab s.o. in the back He stabbed
k. dili birini the meatvurmak,
arkadan with his birine
fork. Çatalını
kalleşlikete sapladı. i.
etmek.
stabilisation i., İng., bak. stabilization.
stabilise f., İng., bak. stabilize.
stabiliser i., İng., bak. stabilizer.
stability i. 1. istikrar. 2. sağlamlık. 3. stabilite, sabitlik. 4. denge.
stabilization i. stabilizasyon.
stabilize f. stabilize etmek.
stabilized road stabilize yol.
stabilizer i. stabilizatör; stabilizör.
stable s. 1. sağlam, kolayca sarsılmaz; güvenilir. 2. dengeli (kimse). 3.
stable fiz. stabil, kararlı. 4. istikrarlı.
i. ahır.
stable equilibrium kararlı denge.
staccato z., s., müz. staccato, stakkato.
stack i. 1. tınaz, ekin yığını. 2. çatılmış bir grup (silah), çatı: a stack of
stack up rifles
k. dilibir
1. tüfek çatısı.
(trafik) 3. (üst
tıkanıp üste 2.
durmak. konulmuş şeylerin
yığılmak; birikmek. 3.
oluşturduğu)
(işler) ... yığın.
gitmek: f. 1. yığmak;
That´s how istifstack
things etmek.
up 2. (silah)
today. çatmak.
Bugün işler
stacking swivel (tüfekteki) çatı kancası.
böyle. 3. against ile karşılaştırıp sonuç çıkarmak: How does this
stadia i. stadya.
brand of soap stack up against that one? Bu marka sabun o
markaya göre nasıl?
stadium çoğ. --s (stey´diyımz)/sta.di.a (stey´diyı) i. stadyum, stat.
staff i. 1. (çoğ. --s/staves) değnek. 2. (çoğ. --s/staves) (bayrak için)
staff officer gönder,
kurmay direk.
subay.3. (çoğ. --s/staves) asa. 4. (çoğ. --s/staves) müz.
porte. 5. (çoğ. --s) (kuruluştaki) personel; (devlet kuruluşundaki)
staff officer ask. kurmay subay, kurmay.
kadro.
stag i. erkek geyik.
stag beetle zool. makaslıböcek, yereşeği.
stag party k. dili erkekler için düzenlenen eğlence/parti.
stage i. 1. sahne. 2. aşama, safha, mertebe, evre, basamak, merhale.
stage fright f.sanatçıda
sahneye sahneye
koymak, çıkmadan
sahnelemek. hemen önce başlayan korku ve
stage manager heyecan.
sahne amiri.
stagecoach i. posta arabası, menzil arabası (atlı bir taşıt).
stagehand i. sahne görevlisi.
stagestruck s. oyuncu olma hevesine kapılmış.
stagflation i. stagflasyon, durgunluk içinde enflasyon.
stagger f. 1. sendelemek. 2. hayrete düşürmek; şoke etmek. 3. (bir işi)
staging posta postakoyma,
i. sahneye yaptırmak. i. sendeleme.
sahneleme.
stagnant s. 1. durgun ve pis (su). 2. durgun, hiç ilerlemeyen/gelişmeyen.
stagnate f. durgunlaşmak, hiç ilerlememek/gelişmemek.
stagnation i. durgunluk.
staid s. ciddi, ağırbaşlı.
stain f. 1. lekelemek. 2. (kimyasal maddeyle) koyulaştırmak. i. 1.
stained glass leke.
vitray.2. koyulaştırıcı kimyasal madde.
stained-glass s. vitray.
stainless s. lekesiz.
stainless steel paslanmaz çelik.
stair i. 1. (merdivene ait) basamak. 2. çoğ. merdiven.
staircase i. (iki katı birbirine bağlayan) merdiven.
stairway i. (iki katı birbirine bağlayan) merdiven.
stake i. 1. kazık; (bitki için) ispalya, sırık, herek. 2. tic. pay, hisse: You
stalactite ´ll have adamlataş,
i. sarkıt, stake in this company.
stalaktit, Bu şirkette senin payın olacak.
istalaktit.
f. 1. kazığa bağlamak; sırığa/ispalyaya bağlamak. 2. off
stalagmite i. dikit, stalagmit, istalagmit.
kazıklarla (bir yerin) sınırlarını belirtmek. 3. on (kumarda)
stale s. bayat. şeye) (para) koymak. 4. on (umudu/geleceği/hayatı)
(birine/bir
stalemate (birine/bir
i. kazanan şeye) bağlamak. olmadığı durum, yenişememe.
veya kaybedenin
stalk i. (bitkiye ait) sap.
stalk f. 1. sezdirmeden (ava) yaklaşmak. 2. uzun adımlarla yürümek.
stalklet 3. ava yaklaşır
i., bot. sapçık. gibi yürümek. 4. uzun bacaklı su kuşu gibi
yürümek.
stall i. 1. (ahırda tek bir büyükbaş hayvana ait) bölme. 2. (umumi
stall yerlerde bölmelerle
f. 1. (hayvanı) ayrılmış)
ahırdaki bölmeye duş/tuvalet
kapatmak. yeri. 3. İng.
2. (motor)
(pazarda/sergide)
arızalanarak tezgâh,
stop etmek; stand.
(motorun) arızalanıp stop etmesine yol
stall s.o. off k. dili birini uydurma bahanelerle başından savmak.
açmak. 3. k. dili (vakit kazanmak için) (birini) oyalamak/işi
stallion i. aygır.
savsaklamak; oyalamaya/savsaklamaya çalışmak.
stalwart s. 1. sağlam, güvenilir, sadık, davadan dönmeyen. 2. güçlü
stamen kuvvetli (kimse). 3. ercik,
i., bot. erkekorgan, yürekli, cesur.
stamen.
stamina i. dayanma gücü.
stammer f. pepelemek; kekelemek. i. pepemelik; kekemelik.
stammerer i. pepeme, pepe; kekeme.
stamp f. 1. (ayağını) hızla yere vurmak; tepinmek, ayaklarını hızla yere
stamp collecting vurmak. 2. damga
pul toplama, vurmak, damgalamak. 3. pul yapıştırmak. 4.
filateli.
preste kesmek. i. 1. posta pulu; damga pulu; pul. 2. damga;
stamp collector pul koleksiyoncusu, filatelist.
mühür; kaşe (alet veya bu aletle basılan işaret). 3. ıstampa (alet
stamp pad ıstampa.
veya bu aletle basılan işaret). 4. ayak vuruşu. 5. tür, çeşit, nevi,
stamp s.o. as tip.
(bir6. iz, damga:
şey) (birinin) This poem
(belirli bears ait
bir gruba theolduğunu)
stamp of genius. Bu
göstermek.
şiirde deha izi var.
stampede i. çılgınca koşuşma/kaçışma. f. (bir grubun) çılgınca
stamping ground koşuşmasına/kaçışmasına yol açmak.
k. dili uğrak yeri, sıkça gidilen yer: Beyoğlu is his principal
stance stamping ground.
i. 1. spor duruş Beyoğlu
(biçimi). onun başlıca uğrak yeri.
2. tutum.
stanch f. (kanı) durdurmak; -den akan kanı durdurmak.
stanch s., bak. staunch 1.
stand f. (stood) 1. ayakta durmak, durmak; ayakta kalmak. 2. (up)
stand ayağa kalkmak.salonundaki)
i. 1. (mahkeme 3. -in boyu/yüksekliği
kürsü. 2. (belirli bir miktar)
(açık havada bulunan olmak:
He stands
geçici) five feet eleven inches. Boyu beş fit on
ait) durak.4.5.
bir inç.
stand a chance (of) -in sahne. 3. stand
şansı olmak: Does(sergi yeri). 4.
he stand (taksilere
a chance of winning?
(belirli
sehpa; bir durumda)
dayanak: music olmak/bulunmak: As things now stand,
stand I´m
stand as it is/was Kazanma
olduğu şansı
gibi var mı? standEverything
kalmak/durmak:
nota sehpası. umbrella
stands as it was. Her
to leave tomorrow. Şimdiki duruma göre yarın
şemsiyelik. 6. ağaç topluluğu: That´s a nice stand of pines. O gitmem
şey eskisi
gerekiyor.
kenara gibi.
He stands accused of larceny. Hırsızlıkla itham
stand aside güzel birçekilmek,
çamlık. 7.yol
çoğ.,vermek.
spor tribün.
stand at ediliyor. On this subject he
(ısı v.b.) (belirli bir derecede) olmak:stands alone.
TheBu konuda yalnız
thermometer kaldı.
stood at
5. (belirli
40°C. bir yerde)
Termometre olmak:
40°C´ı Where does
gösteriyordu. Trabzonspor stand in
stand at attention esas
the duruşta olmak.
rankings? Trabzonspor klasmanda kaçıncı sırada yer alıyor?
stand back çekilmek,
The churchkenara
stood at çekilmek.
the top of the hill. Kilise tepenin başında
stand behind duruyordu.
1. -in arkasında 6. (birdurmak.
şey) (belirli birşeyin)
2. (bir yerde)iddia
durmak: That
edildiği gibistatue´s
stood there
olduğuna forgaranti
dair years. vermek.
O heykel3. orada yıllardır
(birini) bütünüyleduruyor. 7. (su)
stand by 1. beklemek; hazır beklemek. 2. (birini) bırakmamak,
(bir yerde) kalmak, durmak: Water stood in the low places for
desteklemek.
terketmemek,
k. diliSu,
amacından (birine) destek olmak;
hiç şaşmamak; (birine/bir şeye) sadık
stand by one´s guns days. alçak yerlerde günlerce inancından/fikrinden
kaldı. 8. çekmek; tahammül
kalmak.
vazgeçmemek; 3. (kötü bir olaya)
kararından seyirci
caymamak.kalmak. 4. (birinin yakınında)
stand by one´s word etmek,
sözünden katlanmak,
dönmemek. dayanmak: I can´t stand this. Bunu
hazır bulunmak.
stand clear çekemem.
(of) (bir şeyden)He can´tzarar stand to see that
görmeyecek areabir
kadar now. Artık o durmak,
mesafede semti
görmeye
uzak tahammül edemiyor. 9. yürürlükte kalmak; geçerli
stand clear of -den durmak.
olmak: uzak durmak,
My offer still (birinden) uzak kalmak,
stands. Teklifim ile temas
hâlâ geçerli. 10.
stand close examination etmemeye
ısmarlamak, çalışmak;
yakından incelemeye (bir şeyi) kullanmamak,
gelmek, kurcalamaya
(birine) (verilecek bir şeyin) parasını -denödemek:
gelmek: sakınmak.
His pastI´ll
stand corrected won´t
stand stand
you a close
dinner.
yanıldığını kabul etmek. examination.
Sana bir akşamGeçmişini
yemeği kurcalamaya
ısmarlarım. gelmez.
11. (for)
İng. (-e) aday olmak; (-e) adaylığını
İng. (bulunduğu makama) bir daha aday olmamak. koymak: He´s standing for
stand down
the presidency. Başkanlığa adaylığını koydu. 12. koymak;
stand erect dik durmak.
dayamak: Stand that statue by the door. O heykeli kapının
stand fast/firm 1. geri koy.
yanına çekilmemek;
Stand those teslim olmamak;
paintings againstpes the
etmemek.
wall. O 2. tabloları
stand for inancından/fikrinden
duvara daya. She stood
1. -i simgelemek. 2. vazgeçmemek;
(birthe child on
ülkünün) kararından
her shoulders.
savunucusu caymamak.
olmak.Çocuğu
3.
ayakları üzerinde
(tahammül omzuna bir
edilemeyecek aldı.
şeye) müsaade etmek, izin
stand guard (korumak/gözetmek için) nöbet tutmak.
stand head and shoulders vermek.
-den çok daha iyi olmak, -den çok üstün olmak.
above
stand high with (birinin) gözüne girmiş olmak.
stand idle 1. (makine) kullanılmamak. 2. (biri) hiçbir şey yapmadan
stand in for durmak: Don´t just
(birine) vekâlet stand there idle; help us! Orada öyle boş
etmek.
durma; bize yardım et!
stand in line kuyrukta beklemek.
stand in line kuyrukta beklemek.
stand in s.o.´s way 1. birine mâni olmak, birine engel olmak, birini engellemek. 2.
stand on ceremony birinin yolunu kapamak: As he was standing in my way I couldn
resmi davranmak.
´t get out the door. Yolumu kapadığı için kapıdan dışarı
stand on ceremony resmi kurallara göre davranmak, protokolcü olmak.
çıkamadım.
stand on one´s own two feet k. dili kendi yağıyla kavrulmak, kimseye muhtaç olmamak.
stand one´s ground davasından vazgeçmemek.
stand one´s ground 1. ask. üstünde bulunduğu yeri başarıyla savunmak. 2.
stand out savunduğundan
göze çarpmak. vazgeçmemek.
stand over (birinin) başında durmak.
stand pat k. dili 1. kararını değiştirmeyi reddetmek. 2. yerinde saymak,
stand s.o. in good stead hiç değişmemek,
işine yaramak. hiç ilerlememek.
stand s.o. in good stead birinin işine yaramak, faydasını görmek: This´ll stand you in
stand s.o. up good stead later
randevuya on. Sonradan
gelmeyerek bunun faydasını
birini boşuna bekletmek. göreceksin.
stand still kıpırdamadan/kımıldamadan/hareket etmeden durmak.
stand to gain (muhtemelen) kazanabilmek: What do we stand to gain from
stand to lose this? Bunun sonucunda
(muhtemelen) ne kazanacağız?
kaybedebilmek: What does she stand to lose?
stand trial Ne kaybedebilir?
yargılanmak.
stand up for -i savunmak, -i desteklemek.
stand up to 1. (birine) karşı gelmek, kafa tutmak. 2. (bir şeye) dayanmak,
(bir şeye karşı) dayanıklı olmak.
standard i. 1. standart: standard of living hayat standardı, yaşam düzeyi.
standard 2. ahlaki
s. 1. değer:
standart. 2.She has high standards. Onun ahlaki değerleri
normal.
yüksek. 3. standart, ölçün. 4. sancak, bayrak. 5. ekon. para
standard deviation standart sapma.
standardı.
standard lamp İng. ayaklı lamba, abajur.
standard of living yaşam standardı, yaşam düzeyi.
standard-bearer i. 1. bayraktar, sancaktar, alemdar. 2. bayraktar, önder.
standardisation i., İng., bak. standardization.
standardise f., İng., bak. standardize.
standardization i. standartlaştırma, standardizasyon.
standardize f. standartlaştırmak, standardize etmek.
standby i. (çoğ. --s) 1. yedek. 2. ekon. stand-by, her an kullanılabilecek
stand-in kredi.
i. dublör.
standing s. her zaman geçerli olan. i. durum, pozisyon; statü.
standing committee daimi komisyon.
standing order 1. çoğ. içtüzüğün kuralları. 2. çoğ. hastanedeki hastalar için
standing ovation geçerli
ayaktaolan kurallar.
yapılan 3. belirli aralıklarla gönderilen sipariş,
alkışlama.
süreli sipariş. 4. henüz gönderilmemiş sipariş.
standing room ayakta duracak yer.
standing start spor ayaktayken yapılan depar.
standing water durgun ve akmayan su.
standoffish s. soğuk, sıcak davranmayan.
standout i. üstünlüğünden dolayı göze çarpan.
standpoint i. açı: Let´s look at the matter from her standpoint. Konuya
standstill onun
i. açısından bakalım.
stank f., bak. stink.
stanza i. şiir kıtası.
staple i. 1. başlıca ürün. 2. temel gıda maddesi. 3. (birinin/bir
staple hayvanın)
i. zımba teli,temel yiyeceği:
tel. f. Grass is a staple of a zebra´s diet. Ot
(telle) zımbalamak.
zebranın temel yiyeceklerinden biridir.
stapler i. tel zımba.
star i. 1. yıldız. 2. sin., tiy., müz. yıldız, star: She´s become a movie
star star. Sinema
f. (--red, yıldızı
--ring) 1. -inoldu.
yanına yıldız işareti koymak. 2. (belirli bir
star filmin) yıldızı olmak: This
s. en iyi; üstün: star role en film stars Charlie
önemli rol. Chaplin. Bu filmin
yıldızı Şarlo. Charlie Chaplin starred in many movies. Şarlo
star system sin., tiy., müz. star sistemi.
birçok filmin yıldızıydı.
starboard i. (geminin) sancak tarafı, sancak. s. sancağa ait.
starch i. 1. kola. 2. nişasta. 3. resmiyet, resmilik, resmi tavırlar. f.
starched kolalamak.
s. kolalı, kolalanmış.
stare f. (at) (dikkatle) bakmak. i. (uzun ve dikkatli) bakış.
starfish i. (çoğ. star.fish/--es) zool. denizyıldızı.
stark s. 1. ıssız; boş; çıplak: stark mountain peaks çıplak dağ zirveleri.
stark naked 2. çok sadeanadan
çırılçıplak, (üslup);doğma.
gerçekleri hiç yumuşatmayan (anlatım). 3.
katıksız, saf, tam: stark madness tam delilik. z. büsbütün,
stark raving mad kudurmuş, delirmiş.
tamamen: stark raving mad zırdeli. stark naked çırılçıplak,
starlet i., sin. yıldız adayı, yıldızcık; yıldız olmayı uman genç aktris.
çırçıplak.
starlight i. yıldız ışığı.
starling i., zool. sığırcık, çekirgekuşu.
starlit s. yıldızlarla aydınlanmış, yıldızlı.
star-of-Bethlehem çoğ. stars-of-Beth.le.hem (starz´ıvbeth´lîhem) i., bot.
starred tükürükotu.
s. yıldız işaretli, yıldızlı.
starry s. yıldızı çok olan, çok yıldızlı.
starry-eyed s. hiç olmayacak bir şeye kapılıp gitmiş; hiç olmayacak bir şeyin
start (on) a new bottle of peşinde
yeni bir koşan.
şişe şaraba başlamak.
wine
start (to) work işe başlamak.
start f. 1. başlamak; başlatmak: It started to rain. Yağmur yağmaya
start başladı. They´ve
i. 1. başlangıç. 2. started fighting.
yola çıkma: Let´sDövüşmeye
get an early başladılar. Prices
start. Erken
start
yola at fifteen million liras. Fiyatlar on beş milyon liradan
start a car oto. çıkalım. 3. spor start, depar, çıkış. 4. spor çıkış çizgisi. 5.
motoru çalıştırmak.
başlıyor.He
irkilme: The E 5 superhighway
awoke starts inuyandı.
with a start. İrkilerek Edirne. E 5 karayolu
start a fire 1. yangın başlıyor.
Edirne´de çıkarmak:We´ll
Do you think
start withan arsonist
you. Seninlestarted this fire?
başlayacağız.
start a meeting Sence
Who bu
started yangını
toplantıyı açmak. this? bir
Bunukundakçı
kim mı çıkardı?
başlattı? 2. 2. in
(out/off)-i yakmak;
yola ateş
yakmak: They´ve started
çıkmak/koyulmak: We set aout
firefor
in Mersin.
the fireplace. Şömineyi
Mersin´e hareket ettik.
start back geri dönmek, dönmek.
yaktılar.
3. (back)Let´s startürküp
irkilmek, a fire.gayriihtiyari
Ateş yakalım. bir hareket yapmak. 4.
start from one´s sleep uykusundan
from (bir yerden) sıçrayarak uyanmak.
birdenbire ayağa sıçramak. 5. from (bir
start from scratch hiçten başlamak,
yerden) fışkırmak. sıfırdan başlamak.
6. (at) spor (maçın başlangıcında) (takımda)
start legal proceedings yer almak: He´s starting for Fenerbahçe at forward. Bu maçta
(-e karşı) dava açmak/hukuki yollara başvurmak.
(against) Fenerbahçe takımında forvet olarak yer alacak.
start off başlamak: We started off fine, but after a month things began
start out as to
... go wrong
olarak betweenbaşlamak:
çalışmaya us. İyi başladık, fakatout
He started bir as
ay asonra
cabinaramız
boy
bozulmaya
and now he´syüz a tuttu.
captain. Miço olarak çalışmaya başlayıp şimdi
start out to do s.t. belirli bir amaç güderek yola çıkmak: He started out to be a
kaptan
doctor oldu.
start s.o. in business birinin but ended up
iş hayatına as a writer.
atılmasına Hekim
yardım olacağım diye işe
etmek.
başladı, fakat sonunda yazar olup çıktı.
start s.o. out/in (as ...) birini (belirli bir işte) çalışmaya başlatmak: We´ll start
start s.t. going/up you out
1. bir in the packing
makineyi department.
çalıştırmak. 2. bir şeyiSeni ambalaj bölümünde işe
başlatmak.
başlatacağız.
start signal spor start.
start something k. dili kavga çıkarmak: Are you trying to start something?
start the ball rolling Kavga mı çıkarmaya çalışıyorsun?
işi başlatmak.
start to one´s feet birdenbire ayağa sıçramak.
starter i. 1. yarışa katılan kimse/at. 2. başlayan kimse. 3. spor starter,
starter´s pistol çıkışçı, başlama
spor yarış hakemi. 4. oto. marş. 5. k. dili başlangıç. 6. İng.
tabancası.
ordövr, meze. 7. maya.
starting line spor çıkış çizgisi.
starting point başlangıç/çıkış/hareket noktası.
startle f. irkiltmek.
startling s. çok şaşırtıcı.
starvation i. açlık çekme; açlıktan ölme.
starve f. 1. açlık çekmek; açlıktan ölmek. 2. (birini) aç bırakmak. 3. k.
starve s.o. out dili çokaçacıkmak.
birini bırakarak 4. teslim
for (birolmaya
şeyin) eksikliğini/yokluğunu
zorlamak. çok
starve s.o./an animal to duymak.
birini/bir hayvanı açlıktan öldürmek.
death
stash i., k. dili 1. zula. 2. zulada saklanan şey. 3. bıyık. f. (away) (in)
stat (bir yere) saklamak:
kıs. immediately, He stashed
static, it away
stationary, in a cupboard.
statistics, statute. Onu bir
dolaba sakladı.
state i. 1. durum, vaziyet, hal: state of war savaş hali. the state of his
state health
f. ifadeonun
etmek, sağlık durumu.
söylemek, a state ofbeyan
bildirmek, emergency
etmek;acil bir durum.
belirtmek.
in an unconscious state baygın bir halde. state of mind ruhsal
state of mind ruhsal durum, haleti ruhiye.
durum/ruh haleti. This state of affairs can not go on. Bu durum
state school İng. devlet
devam okulu.The roads here are in a bad state of repair.
edemez.
stateless Buradaki yollar tamire muhtaç. 2. devlet: a state secret bir
s. uyruksuz, tabiiyetsiz.
stately devlet sırrı. state
s. haşmetli, görkemli. affairs devlet işleri. a self-governing state
özerk bir devlet. 3. eyalet: The U.S.A. is made up of fifty states.
stately home İng. büyük
A.B.D. bir çiftlikte
elli eyaletten bulunan
ibaret. malikâne.
s. devlet tarafından yapılan (tören,
statement i. 1. ifade;
ziyafet demeç, beyanat. 2. hesap özeti: bank statement
v.b.).
stateside bankanın
s. A.B.D.´de müşterisine verdiğiait;
olan; A.B.D.´ye hesap özeti. gelen. z. 1. A.B.D.
A.B.D.´den
statesman ´ye. 2. A.B.D.´de.
çoğ. states.men (steyts´mîn) i. 1. devlet adamı. 2. kendi
statesmanlike partisinden
s. devlet adamınaçok devletin
yakışır.yararını düşünen siyaset adamı.
static s. 1. ilerleme/gelişme göstermeyen, statik. 2. fiz. statik, duruk. i.
static electricity 1. radyo
statik parazit. 2. statik elektrik.
elektrik.
statics i. statik (bilim dalı).
station i. 1. d.y. istasyon/gar; otogar, garaj; (metroya ait) durak. 2.
station in life radyo,
sosyal TV istasyon. 3. istasyon (araştırma kuruluşu): agricultural
durum.
experiment station tarım istasyonu. 4. yer, mahal, mevki. f. in 1.
station to station call normal konuşma, santral aracılığıyla konuşma.
(birini) (bir yere) tayin etmek, atamak. 2. (birini) (bir yere)
station wagon steyşın.
(geçici bir süre için) yerleştirmek, koymak.
stationary s. 1. hareket etmeyen, hareketsiz. 2. işlemeyen, çalışmayan
(makine). 3. sabit, durağan.
stationer i. kırtasiyeci.
stationery i. 1. mektup kâğıdı ve zarf. 2. kırtasiye.
stationmaster i. istasyon şefi.
statistical s. istatistiksel, istatistiklere dayanan.
statistician i. istatistik uzmanı, istatistikçi.
statistics i. istatistik, sayımbilim.
statuary i. heykeller.
statue i. heykel.
statuesque s. 1. heykel gibi. 2. endamlı ve güzel, heykel gibi (kimse).
stature i. 1. boy, endam, uzunluk. 2. itibar, prestij.
status i. 1. statü, durum, hal, vaziyet; pozisyon. 2. statü, itibar, prestij.
statute i. kanun, yasa.
statutory s. yasaya uygun, yasal, kanuni.
statutory rape huk. reşit olmayan bir kızla cinsel ilişkide bulunma.
staunch s. sadakatli, sadık.
staunch f., İng., bak. stanch 1.
stave f. (--d/stove) (in) kırarak delik açmak; çökertmek.
stave off (geçici olarak) savmak, atlatmak; uzaklaştırmak, defetmek.
stay f. 1. kalmak: I can´t stay here any longer. Burada daha fazla
stay kalamam.
i. 1. kalmaStay süresi; where yousüresi,
ziyaret are! Bulunduğun yerde kal! How
ziyaret: a three-week stay long
üç
are interest
haftalık bir rates
ziyaret. going
2. to
balina:stay up?
collar Faiz
stay oranları
yaka ne kadar
balinası. corset
stay an order huk. kararı durdurmak.
zaman
stay korse böyle yüksek kalacak? It´s stayed cold for weeks. Hava
balinası.
stay away (from)
haftalardır(-den) uzakStay
soğuk. durmak.
as you are! Olduğun gibi kal! Can´t you
stay for/to dinner stay sober for
akşam/öğle just one day?
yemeğine kalmak.Tek bir gün ayık kalamaz mısın? 2.
stay in (misafir olarak) kalmak:
1. içeride kalmak, dışarı çıkmamak; He stayed with
evin them forkalmak.
içinde months.2. (bir
Aylarca
yerde/bir onlarda kaldı. She´s staying at a hotel. Otelde kalıyor.
stay late geç
3. saateişte)
yavaşlatmak; kadar çalışmaya
kalmak. devam
durdurmak. 4.
etmek: He´s going to stay
(açlığı) bastırmak.
in
teaching. Öğretmenliğe devam edecek.
stay mum k. dili kimseye bir şey söylememek, ağzını açmamak,
stay one jump ahead konuşmamak.
k. dili, bak. be one jump ahead.
stay out 1. of -den uzak durmak. 2. dışarıda kalmak; dışarıda gezip
stay put tozmak.
yerinden kımıldamamak.
stay put k. dili bulunduğu/istenilen yerde kalmak: This picture won´t
stay the course stay
yarışınput; it keeps
veya zor bir falling.
olayınBu resimkadar
sonuna taktığım yerde durmuyor;
dayanmak.
hep düşüyor.
stay up until (belirli bir saate) kadar yatmamak.
staying power dayanma gücü, metanet.
stead i.
steadfast s. 1. sadakatli, sadık. 2. sabit, değişmeyen. 3. sözünden
steady dönmeyen.
s. 1. titremeyen; sağlam. 2. değişmeyen; durmayan, devamlı. 3.
steak durmadan
i. biftek. aynı şekilde akan (su). 4. sabit (bakış). 5. sağlam,
pusulayı şaşırmayan (kimse). 6. tutarlı, istikrarlı, güvenilir. 7.
steal f. (stole, sto.len) 1. çalmak, aşırmak; hırsızlık etmek: He stole all
sağlam (sinirler): He´s got steady nerves. Sinirleri sağlam. 8. k.
the money. Paranın
k. dili hepsini çaldı. 2. (birbırakmadan
şeyi) gizliceöpüvermek.
veya
steal a kiss from dili bir (birinin)
başkasıyla itiraz etmesine
çıkmayan/flört hiçetmeyen
vakit (erkek/kız arkadaş). f.
dikkati çekmeden yapmak: He stole into the room. Hırsızlama
steal s.o.´s thunder 1.
k. (bir
dili şeyin) titremesini
(kazara/kasten) durdurmak.
(birinden) önce 2.davranarak
sakinleştirmek.
onun3.
odaya girdi. She stole a glance at them. Onlara hırsızlama bir
stealth istikrar
beklediği
i. bulmak.
gizli attı. ilgi,
tutma; övgü4.
dikkati doğru
v.b.´niyola getirmek;
kendisinden
çekmeden yapma. (birini)
çalmış doğru
gibi yolda
bakış i., k. dili kelepir.
tutmak.
olmak/çalmak.
stealthy s. hırsızlama yapılan.
steam i. 1. buhar: Steam was coming out of the kettle. Çaydanlıktan
steam buhar
f. çıkıyordu.
1. buharda 2. islim,
pişirmek. 2. istim: The locomotive
(bir şeyden) is powered
buhar çıkmak; (bir by
steam. Lokomotif
şeyden) buhar islimle
halinde çalışıyor.
çıkmak: The 3.soup
buğu: wasThe windowpane
steaming.
steam bath buhar banyosu.
was covered
Çorbadan withçıkıyordu.
buhar steam. Pencerenin
Our breathcamı buğulanmıştı.
steamed in the cold.
steam engine buhar makinesi.
Soğukta nefeslerimiz buhar halinde çıkıyordu. 3. istimbotla veya
steam heating buharlılokomotifin
buharlı kalorifer. çektiği trenle gitmek.
steam iron buharlı ütü.
steam s.t. off bir şeyi buhara tutarak çıkarmak.
steam s.t. open bir şeyi buhara tutarak açmak.
steam shovel ekskavatör, kazı makinesi.
steam up (cam v.b.) buğulanmak.
steamboat i. istimbot.
steamer i. vapur.
steamroller i. (motorlu araç olarak) silindir.
steamship i. vapur.
steamy s. 1. buharlı; buharla dolu. 2. buğulu. 3. k. dili şehvet dolu,
stedfast şehvetli, erotik.
s., bak. steadfast.
steed i., edeb. at, küheylan.
steel i. çelik. s. 1. çelikten yapılmış, çelik. 2. çelik üretimine ait, çelik.
steel o.s. 3. çok güçlü.
metin olmak.f.
steel wool çelikpamuğu, çelik tel yumağı.
steelworks i. çelik fabrikası, çelikhane.
steely s. 1. çelikten yapılmış, çelik; içinde çelik bulunan. 2. çelik gibi,
steelyard sert.
i. kantar, el kantarı.
steep s. 1. dik, sarp. 2. yüksek (fiyat).
steep f. 1. (çayı) demlemek; (çay) demlenmek. 2. (in) (sıvıya) bastırıp
steep o.s. in bekletmek;
bir konuda (sıvıya) bastırılıp bekletilmek.
derinleşmek.
steeple i. (kiliseye ait) sivri uçlu kule.
steeplechase i., spor engelli koşu, engelli.
steer f. 1. direksiyonda olmak, direksiyon kullanmak. 2. den.
steer dümende olmak,
i. iğdiş edilmiş dümen kullanmak. 3. into -e yöneltmek: What
boğa.
steered you into medicine? Sizi tıbba yönelten neydi? 4. through
steer clear of 1. k. dili -den uzak durmak. 2. -i (bir yerlere) çarpmadan
-i (bir yerden) geçirmek: He steered the ship through the strait.
steer s.o./s.t. away from götürmek.
birini/bir şeyi -dengeçirdi.
başka tarafa çekmek/yöneltmek.
Gemiyi boğazdan 5. for den. (belirli bir yere) giden
steering column rotayı izlemek,
direksiyon mili. (belirli bir yere) doğru gitmek.
steering wheel 1. direksiyon. 2. den. dümen dolabı tekerleği.
stein i. büyük bira bardağı.
stellar s. 1. yıldızlarla ilgili. 2. yıldız gibi.
stem i. 1. (bitkide) sap/gövde. 2. (kadehte) sap. 3. (pipoda) beden. f.
stem the tide of (--med, --ming) -i1.engellemek,
ile baş etmek, (akışı) durdurmak/yavaşlatmak.
-i durdurmak. 2. from -den
kaynaklanmak.
stemlet i., bot. sapçık.
stench i. pis koku.
stencil i. 1. şablon: lettering stencil yazı şablonu. 2. şablonla yazılan
stencil paper yazı;
mumlu şablonla
kâğıt. çizilen desen. f. şablonla (yazı) yazmak; şablonla
(desen) çizmek.
stenographer i. stenograf.
stenography i. stenografi.
stenotype i. stenotip.
step f. (--ped, --ping) 1. adım atmak: Step ten paces to the left! Sola
step on
i. 1.adım
adım,at!ayak
2. teraslamak, sekilemek.
atışı: It´s about five steps away from you.
step by step Senden
adım adım, basamak basamak. ayak sesi. 3. çok kısa bir
beş adım kadar ötede. 2.
mesafe: It´s just a few steps away. Sadece iki adım ötede. 4.
step down 1. inmek. 2. istifa etmek; emekliye ayrılmak.
basamak: How many steps does this staircase have? Bu
step forward 1. bir adım öne
merdivende kaç çıkmak.
basamak2.var?öne 5.doğru adım atmak.
basamak, etap, aşama.
step in 1. içeri gelmek/girmek; içeri gitmek. 2. araya girmek, müdahale
step off etmek.
-den inmek: He stepped off the train. Trenden indi.
step on -e ayak basmak; -e (ayakla) basmak; -i (ayakla) ezmek.
Step on it! 1. Gaza bas! 2. k. dili Çabuk ol!/Çabuk!
step on s.o.´s toes/corns k. dili, bak. birinin nasırına basmak; birinin kuyruğuna basmak.
Step on the gas! Gazla!/Gaza bas!
step over 1. (yürüyerek) -in üzerinden geçmek. 2. -e gelmek/gitmek: Will
step s.t. off you stepadımlamak/adımla
bir yeri over here for a minute?
ölçmek. Bir dakika buraya gelir misin?
step up 1. on/onto -e çıkmak: He stepped up onto the stage. Sahneye
stepbrother çıktı.
i. üvey2.erkek
artırmak; hızlandırmak; hızlanmak. 3. terfi ettirmek; terfi
kardeş.
etmek.
stepchild çoğ. step.chil.dren (step´çîldrın) i. üvey çocuk.
stepdaughter i. üvey kız (evlat).
stepfather i. üvey baba.
stepladder i. seyyar merdiven.
stepmother i. üvey anne.
steppe i. step, bozkır.
steppingstone i. 1. atlama taşı. 2. atlama tahtası, meslekte bir ilerleme aracı.
stepsister i. üvey kızkardeş.
stepson i. üvey oğul.
stereo s. stereo, stereofonik. i. stereo, stereofonik ses sistemi.
stereobate i., mim. oturtmalık.
stereophonic s. stereofonik.
stereophony i. stereofoni.
stereoscope i. stereoskop.
stereotype i. şablon, basmakalıp örnek, stereotip. f. -i basmakalıp bir
stereotyped kategoriye
s. basmakalıp.sokmak.
sterile s. 1. steril. 2. verimsiz.
sterilisation i., İng., bak. sterilization.
sterilise f., İng., bak. sterilize.
steriliser i., İng., bak. sterilizer.
sterility i. 1. sterillik. 2. verimsizlik.
sterilization i. sterilizasyon.
sterilize f. sterilize etmek.
sterilizer i. (sterilizasyonda kullanılan) otoklav.
sterling i. 1. sterlin, İngiliz lirası. 2. som gümüş.
sterling silver som gümüş.
stern s. 1. müsamahasız, sert (kimse). 2. sert (bakış/yüz).
stern i. (gemide/teknede) kıç.
sternum çoğ.
sternums (stır´nımz)/ster.na (stır´nı) i., anat. göğüs kemiği.
stern-wheeler i. arkadan çarklı istimbot, arkadan çarklı.
steroid i., biyokim. steroit.
stethoscope i., tıb. stetoskop.
Stetson i. geniş kenarlı fötr şapka.
stevedore i., den. yükleme/boşaltma işçisi.
stew f. 1. hafif ateşte kaynatmak; kaynamak. 2. over k. dili hakkında
steward endişe
i. 1. den. etmek,
kamarot.-i dert
2. etmek;
(uçakta)-in yüzünden
(erkek) kabin telaşa düşmek. i.
görevlisi.
etli/sebzeli sulu yemek; yahni; güveç; buğulama; türlü.
stewardess i. (uçakta) hostes, (kadın) kabin görevlisi.
stick i. 1. (ağaçtan/çalıdan koparılmış) ince dal. 2. baston. 3. değnek,
stick sopa. 4. (şerit
f. (stuck) halindeki
1. in/into çiklet/tebeşir/mobilya
batırmak; saplamak; saplanmak: için) parça: Give
She stuck
me
the a stick
needle of gum. Bana
in the cloth. bir çiklet ver. He hasn´t got a stick
İğneyi kumaşa batırdı. The splinter stuck of
stick around k. dili gitmemek, kalmak.
furniture. Bir tek mobilyası yok.
in his finger. Kıymık parmağına saplandı. 2. in -e dikmek, -e
stick at (bir iş) üzerinde sebatla çalışmaya devam etmek, (bir işi)
dikine saplamak: He stuck the stakes in the ground. Sırıkları
stick by bırakmamak.
1. (birini) terketmemek, (birine) sadık kalmak. 2. under
(inanca) sadık
toprağa dikti. 3. -e sokmak; -e koymak: Stick this your
stick in one´s craw kalmak.
arm.
k. diliBunu koltuğunun
(bir şey) altına sok. Just
birini gücendirmek, (birstick it in the trunk. Onu
şeyin)
stick in one´s gizzard bagaja koyuver.
yutulması/hazmedilmesi 4. (on) (-e)
zor yapıştırmak;
olmak.
1. kursağında kalmak. 2. gücüne gitmek, ağırına (-e) yapışmak:
gitmek:HeIt
stuck
stuck the stamps on the package. Pulları pakete gitti./Ağırıma5.
yapıştırdı.
stick in one´s mind k. diliin
sıkışmak;
myşey)
(bir gizzard.
birinin
takılmak:
Hazmedemedim./Gücüme
aklından
This drawer çıkmamak.
always sticks. Bu çekmece her
gitti.
stick like a leech sülük gibi
zaman yapışmak.
sıkışıyor. 6. out -den dışarı çıkmak/uzanmak; -i (dışarı)
stick one´s neck out çıkarmak/uzatmak:
k. dili kendini tehlikeye The board
atmak,was sticking
kendini zor out of the car´s
bir duruma sokmak.
window. Tahta, arabanın penceresinden dışarı çıkıyordu. Don´t
stick your arm out the window! Kolunu pencereden çıkarma!
She stuck her tongue out at me. Bana dilini çıkardı. 7. in
through -den içeri girmek/uzanmak; -den içeri sokmak/uzatmak:
The bowsprit was sticking in through the window. Cıvadra
stick out like a sore thumb k. dili kötü bir şekilde göze çarpmak.
stick s.o. with k. dili (külfet sayılan bir işi) birine yüklemek, birinin başına
stick to bırakmak; (istenilmeyen
1. (bir şeye) sadık kalmak.birini) birinin sadık
2. (birine) başınakalmak,
bırakmak.
(birini)
stick to one´s guns terketmemek. 3. -e yapışmak.
savunduklarını sürdürmek, savunduklarından vazgeçmemek.
stick to one´s guns k. dili savunduklarından vazgeçmemek.
stick to one´s ribs k. dili (yemek) doyurucu olmak.
stick together 1. dayanışarak tek bir cephe oluşturmak. 2. birbirine yapışmak.
stick up for -i savunmak.
stick with 1. (biriyle) beraber kalmak. 2. (bir iş) üzerinde sebatla
sticker çalışmaya devam etmek, (bir işi) bırakmamak. get stuck 1. in
i. etiket; çıkartma.
(çamur, kum v.b.´ne) saplanıp kalmak. 2. in (bir yerde) sıkışıp
sticking s.
kalmak. 3. on -e yapışıp kalmak. 4. k. dili bir problemin içinden
sticking plaster İng. yara bandı.
çıkamamak, çıkmaza girmek. 5. with k. dili (külfet sayılan bir
stick-in-the-mud iş/istenilmeyen
i., k. dili inatçı ve biri) (birinin)
geri başına kalmak. 6. on k. dili (birine)
kafalı kimse.
stickler tutulmak, âşık olmak.
i. for (belirli bir konuda) titizlik gösteren kimse.
stickup i., k. dili soygun.
sticky s. 1. yapışkan. 2. nemli, rutubetli (hava). 3. k. dili zor ve hassas
sticky tape (iş/problem).
İng. (yapıştırıcı) bant.
stiff s. 1. katı, sert (bir şey). 2. kaskatı, gergin (kas). 3. koyu, koyu
stiff breeze bir
sertkıvamda olan. 4. zor, güç, müşkül. 5. resmi, soğuk
esen rüzgâr.
(davranış). i., argo morto, ceset.
stiff dose of kuvvetli dozda (bir ilaç).
stiff drink büyük miktarda ve hiç sulandırılmamış içki.
stiff neck tutulmuş boyun.
stiff price yüksek fiyat.
stiffen f. 1. sertleşmek, katılaşmak; sertleştirmek, katılaştırmak. 2.
stiff-necked (kıvamı)
s. dik başlı,koyulaşmak;
çok inatçı.(kıvamını) koyulaştırmak. 3. (bir duygu)
pekişmek, kuvvetlenmek; (bir duyguyu) pekiştirmek,
stifle f. 1. boğmak, (birinin) soluk almasını zorlaştırmak/engellemek;
kuvvetlendirmek. 4. (rüzgâr) artmak.
stigma boğulmak.
çoğ. stig.ma.ta 2. (bir duyguyu/isyanı)
(stîgma´tı)/--s bastırmak.
(stîg´mız) 3. boğmak,
i. 1. utanç (bir
verici bir
şeyin)
şeyin gelişmesini
başkaları engellemek. stifling heat boğucu
üzerinde yarattığı etki: He couldn´t escape thesıcaklık.
stigmatise f., İng., bak. stigmatize.
stigma of his crime. İşlediği suçun başkaları üzerinde yarattığı
stigmatize f. as -e (belirli bir şeyin) damgasını vurmak, -i (belirli bir şekilde)
etkiden kurtulamıyordu. 2. bot. tepecik.
stile damgalamak: They stigmatized
i. (çit gibi bir bölmenin üstündentheir protest
geçmek içinas disobedience.
yapılmış) çifte
Onların
merdiven. protestosuna itaatsizlik damgasını vurdular.
stiletto i. küçük hançer.
stiletto heel (kadın ayakkabısında) ince ve sivri uçlu ökçe.
still s. 1. hareketsiz. 2. dingin. 3. rüzgârsız; esintisiz. 4. durgun (su).
still 5. sessiz.
z. 1. hâlâ,6. köpüksüz
daha: (şarap).
Is he still here? i. O
1. hâlâ
sessizlik,
burada sükût; dinginlik.
mı? 2. daha da: 2.
fotoğraf.
The f. 1. (fırtına v.b.´ni) dindirmek. 2. durdurmak. 3.
still bağ.next
bununladay beraber,
it grew hotter still.birlikte:
bununla Ertesi gün
I´m daha
sorry da sıcak
about oldu.
this.
susturmak.
still Still, I´m sure that in the end it´s for the best. Üzgünüm.
i. imbik.
Bununla beraber bundan iyi bir sonuç çıkacağına inanıyorum.
still another bir ... daha: Here is still another example of this monotonous
still life rhythm.
güz. san. İşte bu monoton ritimden bir örnek daha.
natürmort.
stillborn s. ölü doğmuş.
stillness i. 1. hareketsizlik. 2. dinginlik. 3. sessizlik. 4. (sularda)
stilt durgunluk.
i. eşas. 5. sessiz yer.
stilted s. çok resmi, doğallıktan yoksun.
stimulant i. 1. ecza. uyarıcı madde, uyarıcı. 2. teşvik unsuru, teşvik edici
stimulate unsur.
f. 1. uyarmak. 2. teşvik etmek.
stimulation i. 1. uyarma. 2. teşvik.
stimulus çoğ. stim.u.li (stîm´yılay) i. uyarıcı unsur, uyarıcı.
sting f. (stung) 1. (arı v.b.) sokmak: The bee stung him. Arı onu soktu.
stinger 2. (bitki)
i. arı ısırmak. 3. (biber/duman) yakmak. 4. (söz) (birinin)
iğnesi.
yüreğini cızlatmak. i. 1. (arının) soktuğu yer. 2. yanma, arı
stinginess i. cimrilik.
sokmasına benzeyen acı. 3. acı, acılık, yakıcılık.
stingy s. cimri, eli sıkı, hasis, pinti.
stink f. (stank/stunk, stunk) pis kokmak; kokuşmak, taaffün etmek. i.
stink of pis
fenakoku.
halde (bir şey) kokmak: You stink of raki. Sen fena halde
stink up rakı kokuyorsun.
kokutmak.
stinking s. pis kokan. z., k. dili çok (zengin/sarhoş): He came home
stint stinking
f. masraftan drunk. Eve zilzurna
kaçınmak. sarhoş
i. (belirli bir geldi.
işe ait) süre, müddet: He did
stint o.s. amasraftan
stint as a kaçınmak
postman. Bir süre postacılık
için kendini mahrum yaptı.
bırakmak.
stint on (bir konuda) cimrilik etmek.
stipend i. 1. (papaz için) maaş. 2. (bursiyer için) yaşamsal
stipulate gereksinmelerini
f. şart koşmak. karşılayacak para; aylık.
stipulation i. 1. şart. 2. şart koşma.
stipule i., bot. kın.
stir f. (--red, --ring) 1. karıştırmak: If you don´t stir it, it´ll burn. Onu
stir karıştırmazsan
i. dibi yanar. 2. kımıldamak. 3. heyecanlandırmak.
4. (belirli bir duyguyu) uyandırmak: It stirred his conscience.
stir o.s. kalkıp bir şeyler yapmaya başlamak.
Vicdanını uyandırdı. 5. harekete geçirmek; harekete geçmek;
stir s.t. in bir şeyi (başka bir
hareketlenmek: şeye) katmak/karıştırmak.
It stirred him to action. Onu harekete geçirdi.
stir up The hens began sebep
1. uyandırmak; to stir.olmak:
Tavuklar Arehareketlenmeye
you trying to stir başladı. i. 1.
up a fight?
stir up a hornet´s nest karıştırma.
Kavga mı 2. hareketlenme,
çıkarmaya hareket,
çalışıyorsun? He çalkantı.
yıldırımları üstüne çekmek; arının yuvasına çöp dürtmek. a
was trying3. heyecan.
to stir up
rebellion. Halkı ayaklandırmaya çalışıyordu. 2.
stir up trouble fesat karıştırmak, olay çıkarmak, ortalığı karıştırmak.
heyecanlandırmak; coşturmak, galeyana getirmek.
stirring s. heyecanlandırıcı, heyecan verici.
stirrup i. üzengi.
stitch i. 1. dikiş. 2. (örgüde) ilmik. 3. (böğürde) ani sancı. f. (iplikle)
stock dikmek:
i. 1. stok,Stitch
depodakithe ends together.
mallar. Uçları We
2. envanter: birbirine
don´tdik.
have She
that in
stitched
our stock. up the rent.
Envanterimizde Kesik yeri
yok dikti.
o. 3. miktar: You´d better lay in a
stock f. 1. stokta bulundurmak: Do you stock compact discs? Sizde
good
kompakt stock of wood. Epey odun alıp depona
disk bulunur mu? We don´t stock pornography. koymalısın. He´s
stock certificate hisse senedi.
added nothing
Pornografik to ourbulundurmuyoruz.
yayınlar stock of knowledge. Bilgi dağarcığımıza
2. üremesi için (bir yere)
stock exchange borsa.katkısı olmadı. 4. ekon. hisselerin tümü: That´s a good
hiçbir
koymak: We´ve stocked this lake with trout. Üreyip çoğalması
stock exchange/market stock.
menkul
için buOgöle
hisselerin
kıymetler
alabalık değeri
borsası,
koyduk. hep3.artıyor.
borsa. 5. soy,
(bir yerde) nesep. 6.
-i bulundurmak: She
stockade (hayvan/bitki
always
i., stocks
ask. 1. için) cins. 7.
her barsavunma
(genellikle bahç.
with whiskey. (aşı yapılan)
Barındakazık
için yapılan) gövde.
her zaman 8. etrafı
çit. 2. bahç.
viski
kendinden
bulundurur.
kazık devamlı onçelik
4. upyer.
çitle çevrili kesilençok
-i oldukça bitki. 9. çiftlikte
miktarda yetiştirilen
satın almak.
stockbreeder i. büyükbaş
hayvanların yetiştiren
tümü. 10. çiftçi.
bağ kütüğü, kütük, omça. 11. (tüfekte)
stockbroker i. borsacı.
kundak. 12. bot. şebboy. 13. et suyu. s. her zamanki, (birinin)
stockholder her zaman söylediği (cevap/şaka).
i. hissedar.
stocking i. çorap.
stockpile f. stoklamak, çok miktarda biriktirmek; stokçuluk yapmak,
stockroom istifçilik
i. depo. yapmak.
stock-still z. hiç kımıldamadan.
stocky s. kısa boylu ve gürbüz.
stockyard i. satılacak/kesilecek hayvanların geçici olarak muhafaza edildiği
stodgy yer.
s. 1. geri kafalı. 2. sıkıcı; monoton. 3. yavaş hareket eden,
Stoic hareketleri ağır olan.
s., i., fels. stoacı.
stoic s., i. başına gelenler karşısında itidalini kaybetmeyen/metanet
stoical gösteren
s. başına (kimse).
gelenler karşısında itidalini kaybetmeyen/metanet
Stoicism gösteren.
i., fels. stoacılık.
stoicism i. itidalini kaybetmeme, itidal; sabır, metanet.
stoke f. (ateşe/fırına) kömür/odun atmak; with (ateşe/fırına)
stoker (kömür/odun) atmak.
i. 1. ateşçi. 2. fırına kömürü otomatikman atan cihaz.
stole f., bak. steal.
stole i. etol.
stolen f., bak. steal. s. çalınmış, çalıntı.
stolid s. hiçbir şeyden heyecanlanmayan, vurdumduymaz.
stomach i. 1. mide: He´s sick at his stomach. Midesi bulanıyor. 2. karın:
stomachache She
i. midewasağrısı.
lying on her stomach. Yüzükoyun yatıyordu. f.
dayanmak, tahammül etmek.
stomp f. 1. ayağını yere vurmak; tepinmek. 2. ayakla ezmek. 3. k. dili
stomp on (bir maçta)ezmek.
1. ayakla (bir takımı) ağır birtepinmek.
2. üzerinde yenilgiye uğratmak, ezmek.
stone i. 1. taş. 2. (mücevhere ait) taş. 3. İng. (etli meyvelerde)
stone çekirdek. 4. (böbrekte/safrada
f. 1. taşlamak, taşa tutmak. 2. İng. oluşan)
(etlitaş. 5. mezar taşı. s.
bir meyvenin)
taştan yapılmış,
çekirdeğini taş, kâgir.
stone crusher konkasör. çıkarmak.
stone pine fıstıkçamı.
stone quarry taşocağı.
stone s.o./an animal to death birini/bir hayvanı taşlayarak öldürmek; birini recmetmek.
stone wall taş duvar.
stonecrop i., bot. damkoruğu.
stonecutter i. taşçı.
stoned s., k. dili 1. çok sarhoş, zilzurna sarhoş, zom. 2. uyuşturucu
stonemason etkisinde
i. duvarcı,olan, zom. ören kalifiye işçi.
taş duvar
stoneware i. 1. çok dayanıklı bir seramikten yapılan tabak, çanak. 2. çok
stony dayanıklı bir seramik
s. 1. taşı çok olan; taşlık.türü.2. k. dili sert, katı, duygusuz.
stonyhearted s. taş yürekli.
stood f., bak. stand.
stool i. 1. tabure. 2. dışkı, kazurat; gaita.
stool pigeon k. dili ispiyon, ispiyoncu, gammaz, muhbir.
stoop f. 1. (öne) eğilmek; öne eğmek; over -in üstüne
stoop eğilmek/abanmak.
i. (binanın dışında, birkaç2. omuzları çökük/düşük
basamakla çıkılan olmak/durmak,
üstü kapalı) hafif
kambur olmak: He stoops. Omuzları çökük. 3. to -e tenezzül
sahanlık.
stop f. (--ped, --ping) 1. durmak; stop/istop etmek; durdurmak;
etmek: I didn´t think she´d stoop to doing that. Onu yapmaya
stop stop/istop
i. ettirmek:
1. mola;edeceğini
duraklama. The2. train has stopped. Tren durdu. My
durak.
tenezzül zannetmezdim. i. hafif kambur.
watch has stopped. Saatim durdu. It´s stopped snowing. Kar
stop at nothing k. dili (istediğini elde etmek için) hiçbir şeyden çekinmemek.
durdu. Stop the train! Treni durdur! He stopped the machine.
stop by (bir yere)istop
Makineyi uğramak.
ettirdi. It´ll stop the bleeding. Kanamayı
stop in durdurur.
1. uğramak: 2. (bir
Stop şeyi yapmaktan)
in on vazgeçmek,
your way home. -i bırakmak,
Eve giderken uğra.-i2.
stop off kesmek:
İng. Stop
dışarı going
çıkmamak, there.
evde
(in) (bir yerde) durmak; mola vermek. Oraya
kalmak. gitmekten vazgeç. I do wish
he´d stop complaining. Şikâyeti bir bıraksa. He´s stopped
stop over in (bir yerde)
smoking. mola vermek,
Sigarayı bıraktı. 3.durmak.
engellemek: It´ll stop the wind from
stop round uğramak.
coming in. Rüzgârın girmesini engeller. 4. İng. kalmak: Will you
stop s.o. from stop with(bir
1. birini us for
şeysupper?
yapmaktan) Akşam yemeğine kalır
vazgeçirmek. mısın?(bir
2. birinin 5. (çekin)
şey
ödenmesini
yapmasını) durdurmak.
engellemek.
stop short aniden durmak.
stop short birdenbire/ansızın durmak, duruvermek.
stop short at 1. (bir yerde) birdenbire durmak. 2. işi (belirli bir yere)
stop short of vardırmamak: He stopped
işi (belirli bir yere) short atShe
vardırmamak: betrayal.
stoppedİşi short
ihaneteof
vardırmadı.
murdering him. İşi onu öldürmeye vardırmadı.
stop up 1. tıkamak; tıkanmak. 2. İng. (belirli bir saate kadar)
stop work yatmamak.
mola vermek; paydos etmek.
stopcock i. vana.
stopgap i. geçici tedbir.
stoplight i. trafik lambası.
stopover i. 1. mola; yolculuğu kesip bir yerde geçici olarak kalma. 2.
stoppage konaklama
i. 1. durdurma. yeri.2. (maaştan yapılan) kesinti. 3. (grev yüzünden
stoppage at source meydana gelen) kesinti,
stopaj, vergilerin kaynağındaişlerinkesilmesi.
durması; grev. 4. tıkanma,
tıkanıklık.
stopper i. tıkaç, tapa, tıpa. f. tıkaçlamak, tapalamak, tıpalamak.
stopwatch i. kronometre, süreölçer.
storage i. 1. depoya koyma, depolama. 2. ardiye, depo ücreti. 3. bilg.
storage battery bellek.
akümülatör, akü.
storax i. 1. bot. ayıfındığı. 2. ayıfındığı balsamı. 3. sığla balsamı.
store i. 1. dükkân; mağaza. 2. stok, hazne. f. 1. (bir şeyi) (bir yerde)
storehouse saklamak; (bir şeyi) bir depoya koymak. 2. up içine atmak,
i. hazne, kaynak.
biriktirmek: Don´t store up grudges! Hıncını içine atıp
storekeeper i. dükkâncı, dükkân işleten kimse.
biriktirme!
storeroom i. sandık odası; depo, ardiye.
storey i., İng., bak. story 2.
storeyed s., İng., bak. storied.
storied s. katlı: a two-storied house iki katlı bir ev.
stork i. leylek.
storm i. fırtına; sağanak. f. 1. şiddetli bir şekilde hücum ederek (bir
storm of applause yeri)
alkışfethetmek;
tufanı. şiddetli bir şekilde hücum etmek. 2. çok öfkeli
bir halde gitmek/hareket etmek. 3. bağırıp çağırmak. 4. fırtına
storm petrel zool. fırtınakuşu, denizördeği.
esmek: It´s storming outside. Dışarıda fırtına var.
stormy s. 1. fırtınalı; sağanak yağışlı. 2. fırtınalı, kavgalı, çekişmeli.
story i. 1. hikâye, öykü. 2. makale. 3. k. dili yalan, maval.
story i. (binada) kat.
storybook i. (çocuklar için) hikâye kitabı.
storyteller i. 1. hikâye anlatan kimse, masalcı. 2. k. dili yalancı.
stout s. 1. tombul, toplu, şişman. 2. dayanıklı, sağlam, güçlü. 3. cesur,
stove yürekli.
i. 1. fırın4. sadık,
(üstü sağlam
ocak, (destekçi).
altı fırın i. koyu
olan mutfak renkli
aleti). 2.bir çeşit bira.
soba.
stove f., bak. stave.
stovepipe i. soba borusu.
stow f. 1. (away) in (bir şeyi) düzenli bir şekilde (bir yere) koymak. 2.
stowaway away çok (yemek)
i. saklanarak kaçakyemek.
yolculuk 3.yapan
away in/on
kimse, (bir taşıtta)
kaçak kaçak
yolcu.
yolcu olarak saklanmak: In order to get to England he decided
straddle f. 1. (ata biner gibi) bacaklarını açarak (bir şeyin) üstüne
to stow away on a freighter. İngiltere´ye gitmek için şilepte
strafe binmek;
f. yalama (bir
uçuşşeyin) üstünde
yaparak ata binmiş
makineli tüfekle gibi oturmak. 2. (bir yer)
taramak.
kaçak yolcu olarak saklanmaya karar verdi.
(her iki tarafında) bulunmak. 3. (biri) (her iki tarafı)
straggle f. 1. in/back (gruptaki çoğu kimse veya sürüdeki çoğu hayvan
desteklemek.
straggler geldikten sonra) ayrı ayrı
i. 1. gruptan/sürüden gelmek/dönmek.
ayrılarak kendi başına2.kalmış (bir dal)
(diğerlerinden
kimse/hayvan. ayrı ve biçimsiz
2.straight
ask. döküntü. bir şekilde) büyümek. 3. düzensiz
straight s. 1. doğru; düz: road düz yol. straight line düz çizgi. 2.
bir şekilde etrafa dağılmış olmak.
straight ahead doğru,
dosdoğru, yalan olmayan: a straight answer doğru bir cevap. 3. peş
dümdüz.
straight from the horse´s peşe, arka arkaya: five straight wins peş peşe beş galibiyet. 4.
en yetkili ağızdan öğrenilmiş.
mouth aralıksız, fasılasız, ara vermeden: They´ve been working for
straight from the shoulder dobrahours
eight dobra, hiçbir şey
straight. Sekizsaklamadan (konuşmak).
saattir aralıksız çalışıyorlar. 5. sek
straight from the shoulder (içki).
k. dili dobra dobra, hiçbir şeyi örtbas etmeden z. 1. tam;
6. ciddi (bakış). 7. k. dili eşcinsel olmayan.
straight off doğru, düz: Look
(konuşmak/söylemek).
k. dili hemen, straight in front of you! Tam önüne bak! Go
derhal.
straight ahead. Dümdüz git. 2. doğru, hiçbir yere sapmadan: He
straight out k. dilistraight
went sakınmadan.
to his office. Doğru bürosuna gitti. 3. hemen: He
straight razor ustura.
got straight to the point. Hemen konuya girdi. 4. doğru dürüst,
straight razor doğru,
ustura.iyi: I can´t think straight right now. Şimdi doğru dürüst
düşünemiyorum.
straightaway z. hemen, derhal.
straightedge i. cetvel, çizgilik.
straighten f. doğrultmak.
straighten out düzeltmek; düzelmek.
straighten s.o. out k. dili birini doğru yola getirmek.
straighten up 1. (bir yeri) bir düzene sokmak. 2. doğrulmak, dik bir duruma
straightforward gelmek.
s. 1. apaçık, hiçbir şeyi gizlemeyen. 2. açıksözlü.
strain f. 1. kendini zorlamak; (kaslar) gerilerek zorlanmak; ıkınmak. 2.
strain (kası) zorlayarak
i. 1. (bitki için) tür;incitmek.
(hayvan3. (bircins,
için) şey yapmaya)
soy. 2. müz. kendini
ses; nağme.
strain at a gnat and swallow zorlamak/çok
3. özellik; irsi gayret
özellik. etmek:
4. tarz. She strained to reach the high
önemsiz bir şeyi mesele yapıp önemli bir şeye hiç aldırmamak;
a camel
strain at a gnat and swallow notes. Tiz notaları söylemek için sesini zorladı. They strained to
ufak
k. dilibir kabahati
oldukça meseleyanlış/hata/kusur
yapıp büyük bir yanlışa aldırmamak.
a camel hear what wasküçük
being bir
said. Söylenenleri duymak üzerinde içindurup çok
çok gayret
strain every nerve daha
ettiler.
elindenönemli
4.gelenibiryapmak,
yanlışa/hataya/kusura
-i süzgeçten geçirmek, çabaitiraz
büyük birsüzmek. etmemek.
göstermek.
strain one´s ears duymaya/dinlemeye çalışmak.
strain one´s eyes gözlerine zarar vermek.
strain s.t. out of (bir sıvıyı) süzgeçten geçirip ondan bir şey çıkarmak: I´ll strain
strainer them out. Onları süzme yoluyla çıkaracağım.
i. süzgeç.
strait i. (denizde) boğaz.
straitened s.
straitjacket i. deli gömleği.
straitlaced s. ahlak kurallarını çiğneyenleri sert bir dille eleştiren, ahlak
strand konusunda
i. kıyı, sahil,çok katı f.davranan.
kenar.
strand i. halatın bir kolu; ipliğin bir teli.
strange s. 1. tuhaf, garip, acayip. 2. yabancı.
stranger i. yabancı.
strangle f. boğmak; boğulmak.
strangulation i. boğma; boğulma.
strap i. 1. kayış. 2. (kadın elbisesini omuza tutturan) askı. f. (--ped,
strap s.o. in/down --ping) (birini) bağlamak.
birini kayışla kayışla dövmek.
strap s.t. on/to bir şeyi -e kayışla bağlamak.
strapless s. askısız (kadın elbisesi/mayo).
strapping s., k. dili sağlıklı ve iriyarı.
strata i., bak. stratum.
stratagem i. taktik, manevra, oyun.
strategic s. stratejik, gengüdümsel.
strategist i. strateji uzmanı.
strategy i. strateji, gengüdüm.
stratification i., jeol. katmanlaşma.
stratify f., jeol. katmanlaşmak; katmanlaştırmak.
stratocumulus i. yığınbulut.
stratosphere i. stratosfer, katyuvarı.
stratum çoğ. stra.ta (strät´ı, strey´tı)/--s (strät´ımz, strey´tımz) i.
stratus tabaka, katman.
çoğ. stra.ti (strät´ay, strey´tay) i. katmanbulut, stratus.
straw i. saman.
straw color saman rengi.
straw hat hasır şapka.
strawberry i. çilek.
strawberry bush/shrub bot. kadehçiçeği, kalikant.
strawberry tree bot. kocayemiş ağacı.
stray f. from 1. dolaşarak (bulunması gereken yerden) ayrılmak. 2.
stray bullet (konuşurken)
serseri kurşun. (asıl konudan) ayrılmak. i. yolunu şaşırmış
hayvan/çocuk.
streak i. 1. çevresinden farklı renkte olan ince çizgi: Her hair has
stream streaks
i. 1. dere;of çay.
gray 2.
in sel:
it. Saçında
Streamsgri ofçizgiler
water ranvar.down
It made
the asteps.
streak of
light
Sular in the sky. Gökte çizgi halinde bir ışık bıraktı.
merdivenlerden aşağı sel gibi akıyordu. People were 2. özellik,
stream with perspiration çok terlemek.
taraf,
coming yön:
andHe´s
going gotinastreams.
stubbornİnsanlar
streak. akın
Onunhalinde
inatçı bir yönü var.
gelip
streamer i. 1.
f. 1. ince uzun
yıldırım bayrak,
gibi flama. 2. (renkli
geçmek/koşmak. 2. kâğıttan
(bir yüzeyde)yapılmış)
renkli çizgiler
gidiyordu. All I got was a stream of abuse. Bir sürü küfürden
serpantin.
yapmak:
street başka bir cevap alamadım. 3. (akarsuda) akıntı: They were sarı
i. sokak; I shall
cadde; streak
yol. this painting with yellow. Bu tabloya
street door çizgiler
rowing koyacağım.
against
sokak kapısı. 3. (saça)Akıntıya
the stream. meç yapmak.
karşı kürek çekiyorlardı. f.
street sweeper 1. akmak. 2. akın halinde
sokakları süpüren kimse/makine. gitmek, sel gibi akmak. 3.
(saç/bayrak) dalgalanmak.
street vendor işportacı.
streetcar i. tramvay.
streetwalker i. fahişe, orospu.
strength i. kuvvet, güç.
strengthen f. kuvvetlendirmek, güçlendirmek; sağlamlaştırmak; takviye
strengthen s.o.´s hand etmek; pekiştirmek,
birinin eline koz vermek.artırmak; kuvvetlenmek, kuvvet bulmak: It
will strengthen him. Onu kuvvetlendirir. It only strengthened
strenuous s. 1. yorucu, ağır, zor (iş). 2. gayretli.
their resistance. Sadece onların direnişini pekiştirdi.
streptococcus çoğ. strep.to.coc.ci (streptıkak´say) i. streptokok.
streptomycin i. streptomisin.
stress i. 1. gerilim. 2. stres. f. vurgulamak.
stretch f. 1. germek: They stretched a wire between the two houses. İki
evin arasına bir tel gerdiler. 2. esnetmek; esnemek: My sweater
has stretched. Kazağım esnedi. Rubber will stretch. Kauçuk
esner. Sometimes they had to stand for two hours at a stretch.
Bazen iki saat boyunca ayakta kalmak zorundaydılar. 3.
stretch a rule kuralı harfi harfine uygulamamak, kuralın bir kısmını
stretch the truth görmezlikten
abartmak. gelmek.
stretcher i. sedye.
stretcher-bearer i. sedyeci, sedye taşıyan kimse, teskereci.
stretchpants i. streç pantolon, streç.
strew f. (--ed, --ed/--n) saçmak, yaymak.
strewn f., bak. strew.
striated s.
striated muscle anat. çizgili kas.
striated rock jeol. çizgili/çizikli taş.
stricken f., bak. strike. s. with/by -e uğramış, -e yakalanmış, -e tutulmuş:
strict stricken
s. 1. sert,by poverty
katı, fakir birkurallara
çok kuralcı, hale düşmüş.
çok bağlı: He´s a strict
strictly teacher.
z. O sert bir öğretmen. 2. tam; sıkı: strict secrecy tam bir
gizlilik. strict control sıkı bir kontrol.
strictly speaking kurallara bakılırsa.
stridden f., bak. stride.
stride f. (strode, strid.den) 1. uzun adımlarla yürümek. 2. over bir
stride out of adımda -in üstünden
uzun adımlarla geçmek.
yürüyerek -deni. çıkmak.
uzun adım.
strident s. 1. gürültülü; tiz, rahatsız edici (ses). 2. rahatsız edici (renk). 3.
strife katı, sert (ifade).
i. 1. savaş; çatışma. 2. kavga; çekişme; arbede.
strike f. (struck, struck/strick.en) 1. vurmak. 2. çarpmak: The ship
strike struck the 2.
i. 1. grev. iceberg. Gemivuruş:
ask. saldırı, aysberge çarptı.havadan
air strike 3. (yıldırım) düşmek.
vuruş. 3.
4. (kibriti)
keşif, çakmak, yakmak: Strike a match! Kibrit çak! He
keşfetme.
strike a balance uzlaşmak.
struck the match on the rock. Kibriti taşa sürterek yaktı. 5.
strike a bargain (pazarlıkta) anlaşmayatuşlarına)
(piyanonun/daktilonun varmak, mutabık
basmak. kalmak.
6. (saat) (belirli bir
strike camp zamanı) çalmak: The clock´s struck
çadırı bozarak/sökerek gitmeye hazırlanmak. one. Saat biri çaldı. 7.
strike home (birinde)
canevinden izlenim bırakmak: How does this idea strike you? Bu
vurmak.
fikir sende nasıl bir izlenim bıraktı? 8. (madeni parayı) basmak.
strike it rich k. grev
9. dili birdenbire
yapmak. 10. zengin olmak. (birinin) aklına gelmek;
birdenbire
strike on (bir şeyi) keşfetmek.
birdenbire anlamak: It suddenly struck me that I was right.
strike one´s flag Birdenbire
teslim olmak, haklı olduğumu
yenilgiyi kabulanladım.
etmek.11. into (bir şeyi) (başka bir
şeye) saplamak, vurmak.
strike out 1. for -e doğru gitmek. 2. sağa sola vurmak, sağa sola yumruk
strike out on one´s own yağdırmak.
k. dili kendi yoluna gitmek.
strike s.o. a blow birine bir yumruk indirmek.
strike s.o. down 1. birini yere yıkmak. 2. birini öldürmek.
strike s.t. off bir darbeyle bir şeyi kesmek.
strike s.t. out (iptal etmek için) bir şeyi çizmek.
strike sail yelkenleri mayna etmek.
strike terror into (birini) dehşete düşürmek.
strike the colors bayrağı indirmek.
strike the right note yerinde söz söylemek, lafı gediğine oturtmak.
strike up a conversation sohbet etmeye başlamak.
strike up a friendship arkadaşlık kurmak.
strike up a tune (bando, orkestra v.b.) bir parça çalmaya başlamak.
strike while the iron is hot k. dili fırsatı yakalamışken ondan istifade etmek.
Strike while the iron is hot. Demir tavında dövülür.
strikebreaker i. grev kırıcı.
strikebreaking i. grev kırıcılığı.
striker i. 1. grevci. 2. ofansif oynayan futbolcu.
striking s. göze çarpan, dikkati çeken; frapan.
string i. 1. ip; sicim. 2. (telli çalgılarda) tel/kiriş; (piyanoda) tel. 3. bilg.
string dizgi.
f. (strung) 1. (telli çalgıya/piyanoya) tel takmak. 2. (boncuk v.b.
string along ´ni)
(with)ipek.dizmek. 3. (fasulyenin
dili 1. (ile) kılçığını) çıkarmak.
beraber gitmek/gelmek. 2. (birine) uymak;
(birinin) dediklerini yapmak.
string bag file.
string bean çalıfasulyesi.
string instrument telli müzik aleti, telli çalgı.
string out -i ipe asmak.
string s.o. along k. dili 1. birine umut vererek aldatmak, birini oyalamak. 2.
string s.o. up (vakit
k. dili kazanmak için) birini oyalamak.
birini ipe çekmek.
stringcourse i., mim. sarak.
stringed s. telli: stringed instrument telli çalgı.
stringent s. 1. sert/sıkı/zor (şey). 2. buruk.
strings i. telli çalgılar.
stringy s. 1. tel gibi. 2. tel tel.
strip f. (--ped, --ping) 1. (off) soymak; çıkarmak; kazımak: Don´t strip
strip the bark off that branch. O dalın kabuğunu soyma. He stripped
i. şerit.
the paint off the door. Kapının boyasını kazıdı. 2. soymak,
strip mine açık kömür ocağı.
giysilerini çıkarmak; soyunmak: They stripped the suspects.
strip s.o. of birinden soydular.
Sanıkları (bir şeyi) almak,
The women birinididn´t
(bir şeyden) mahrum etmek.
strip. Kadınlar
strip tobacco soyunmadılar.
kurutulmuş tütün 3. (motoru/tüfeği/makineyi/otomobili)
yapraklarını saplarından koparmak.söküp
stripe parçalara ayırmak.
i. 1. (renkli) çizgi, yol: 4. (vitesin)
This cloth dişlerini
has redkoparmak/kırmak;
stripes in it. Bu
(vidanın)
kumaşta burmalarını ezmek/yok etmek.
striped s. çizgili: kırmızı
striped çizgiler
pajamas var. It resembles
çizgili pijama. a zebra which has no
stripes. Çizgileri olmayan bir zebraya benziyor. 2. ask.
stripling i. genç delikanlı.
(üniformanın koluna dikili, rütbe gösteren) şerit, sırma. 3. tür: I
stripper i. 1. verniği/boyayı
don´t like dogmatists çıkaran
of any madde.
stripe. 2. k. dilitürden
Hangi striptizci.
olursa olsun,
striptease dogmacıları
i. striptiz. sevmem ben.
strive f. (strove, --n) çabalamak, gayret etmek, uğraşmak.
striven f., bak. strive.
strode f., bak. stride.
stroke i. 1. vuruş, darbe: He cut it with two strokes of his ax. İki balta
stroll vuruşuyla
f. (around)onu kesti. With
dolaşmak, a fewgezinmek:
gezmek; strokes of Haveher brush she
you strolled
changed
around the mood of the painting. Birkaç fırça darbesiyle
stroller i. puset.the garden? Bahçeyi dolaştın mı? i. dolaşma, gezme;
tablonun
gezinti. havasını değiştirdi. He came at the stroke of ten. Saat
strong s. 1. çalarken
onu kuvvetli, geldi.
güçlü.Nimet
2. dayanıklı;
can´t swim sağlam. 3. şiddetli
a stroke. Nimet hiç yüzme
strong language (rüzgâr/darbe).
bilmiyor.
küfür, ağır söz, 4.
She´s hadsert
sert (içki); of
adil.
stroke koyu (kahve);
luck. Talih ona demli, koyu
güldü. 2. (çay).
felç, 5.
kesin
inme: (görüş);
He´s had sert
a (söz); derinden
stroke. Ona inme gelen,
inmiş. şiddetli
f. (duygu). 6. çok
okşamak,
strongbox i. ufak kasa.
inandırıcı,
sıvazlamak. kuvvetli (kanıt). 7. kesif, kuvvetli, ağır (koku). 8.
stronghold i. kale.
(borsadaki değerler için) yüksek. 9. Belirli bir sayı için kullanılır:
strong-minded The army was ten thousand
s. bildiğinden şaşmaz, strong. Ordu
düşüncesinde on iradesi
kararlı, bin askerden
kuvvetli.
strong-willed ibaretti. z.
s. iradesi kuvvetli; inatçı.
strop i. ustura kayışı, berber kayışı.
strove f., bak. strive.
struck f., bak. strike.
structural s. yapısal, strüktürel.
structuralism i. yapısalcılık, strüktüralizm.
structuralist i., s. yapısalcı, strüktüralist.
structure i. yapı. f. düzenlemek, biçimlendirmek, şekillendirmek.
struggle f. çabalamak, uğraşmak, mücadele etmek. i. çabalama,
strum uğraşma, mücadele.
f. (--med, --ming) (telli çalgıyı) tıngırdatmak.
strumpet i. fahişe, orospu.
strung f., bak. string 2.
strut f. (--ted, --ting) kasılarak yürümek. i. 1. (çatıda) göğüsleme. 2.
stub kasılarak yürüme.
i. 1. kullanılmış bir şeyden kalan parça: cigarette stub sigara
stub a cigarette out izmariti.
(on) sigarayı (birstub
candle şeye) kısacık mum söndürmek.
bastırarak parçası. pencil stub kısacık
kurşunkalem. 2. koçan: check stub çek koçanı. ticket stub bilet
stubble i. 1. anız (biçilmiş ekinin yerde kalan sapları). 2. bir/iki günlük
koçanı; (tiyatro, sinema v.b.´ne girdikten sonra müşterinin
stubborn tıraş,
s. tıraştan
inatçı, sonraki bir iki gün içinde uzayan sakal.
dik başlı.
elinde kalan) bilet parçası. f. (--bed, --bing) (ayak parmağını)
stubbornness (sert bir şeye) çarparak incitmek.
i. inatçılık.
stuck f., bak. stick 2.
stuck-up s., k. dili burnu havada olan, kendini beğenmiş.
stud i. 1. (bina duvarlarının iskeletinde kullanılan) dikme, direk. 2. iri
stud başlı çivi.
i. 1. bir grup damızlık at. 2. hara. 3. aygır. 4. k. dili seksi erkek;
student iyi seks
i. öğrenci, yapan erkek.
talebe.
studhorse i. aygır.
studied s. 1. iyice düşünülmüş. 2. önceden prova edilmiş gibi.
studio i. stüdyo.
studious s. 1. ders çalışmayı seven; bir konu üzerinde araştırma yapmayı
study seven.
i. 1. ders 2. çalışma;
dikkatli, özenli.
araştırma. 2. çoğ. dersler; araştırmalar. 3.
study çalışma odası. 4.
f. 1. (ders) çalışmak: I´veeskiz, taslak.
got to5.study
müz. mathetüt. tonight. Bu gece
study for the ministry matematik
papaz olmak çalışmam
için okumak, gerek. 2. okumak,
papazlık eğitimi... öğrenimi
görmek. görmek: He
´s studying Spanish. İspanyolca okuyor. 3. at (bir yerde) eğitim
study hall (ortaokul veya liselerde) çalışma salonu.
görmek; under (belirli bir hocanın) nezaretinde
stuff i. 1. madde: What do
çalışmak/okumak. you call
4. about k. that
dili -ioily
iyicestuff? O yağlı Let
düşünmek: maddenin
me
Stuff and nonsense! adı
study ne? 2.
k. dili about (belirli bir tipe özgü) karakteristikler:
it a little. Bunu biraz düşüneyim.
Ne saçma! He´s the stuff of
which dictators are made. Onun hamurundan pekâlâ bir diktatör
Stuff it! k. dili Haydi oradan!/Zırvalama!
çıkar. 3. eşya; bagaj: He carried all his stuff downstairs. Pılısını
stuff o.s. k. dili tıkınmak,
pırtısını aşağıya tıka basa 4.
götürdü. yemek
k. diliyemek.
içki, alkollü içecek. 5. k. dili
stuffing ilaç.
i. 6. argo
1. dolgu uyuşturucu,
maddesi, dolgu.uyuşturucu
2. (bir yiyeceğemadde.doldurulan)
7. k. dili yazılar: I
stuffy like the
malzeme; stuff you
dolma write.
içi. Senin yazdıkların
s. 1. havasız. 2. tıkalı (burun). 3. fazla resmi davranan; hoşuma gidiyor. 8.
fazla
argo
resmi, (belirli
ağır.heves, inisiyatif v.b.´ni) yavaş yavaş yok etmek.of2. -i
bir) davranış: I don´t want any funny stuff out
stultify f.
you!1. (şevk,
Sakın bir tilkilik yapmaya kalkma! No rough stuff! Metazori
stultifying çıkmaza
yok! f. 1.sokmak.
s. insanın inisiyatifini
(with) yavaş yavaş
(ile) doldurmak: She yok eden; itboğucu.
stuffed with feathers.
stumble Onu
f. kuştüyüyle
1. (on) (birinin)doldurdu. 2. tahnit etmek. tökezlemek:
ayağı takılmak/sürçmek; 3. in -e (bir şey)He
tıkıştırmak:
stumbled on Don´t
her stuff
foot anything
and fell. Onunelseayağına
in that bag!
takılıpO düştü.
bavula2.
stump i. 1. kütük, kesilmiş ağacın toprakta kalan bölümü. 2. kesilmiş
başka birsesle)
(yüksek şey tıkıştırma! 4. up (birinin
okurken/söylerken yanlış burnunu)
yapmak; tıkamak; (bir
dili sürçmek.
stun bir uzvun--ning)
f. (--ned, bedende kalan bölümü. 3.
1.kapatmak,
sersemletmek. 2. aşınmış/ucu
-i şoke etmek, kopmuş
(birinde)bir şok
deliği)
3. doldurarak
sendelemek. 4. across/on/upon tıkamak.rasgele bulmak, tesadüfen
dişin
etkisi ağızda kalan bölümü. f. 1. gürültülü bir şekilde yürümek,
stung f., bak.yaratmak,
bulmak; sting.
tesadüf
-i çok şaşırtmak.
etmek.2.i. (oysürçme. stumbling block engel.için)
paldır küldür yürümek. toplamak/destek sağlamak
stunk f., bak. stink.
her yerde bir nutuk çekerek (bir bölgeyi) dolaşmak. 3. (birine)
stunning cevap veremeyeceği
s., k. dili çok güzel, harika, bir soru sormak; hiç cevap bulamamak. 4.
enfes.
stunt (ayak parmağını) bir şeye
f. -in büyümesini/gelişmesini önlemek. çarparak incitmek.
stunt i. 1. hüner gösterisi. 2. (para/reklam için yapılan) dikkat çekici
stunt man gösteri/faaliyet.
sin. tehlikeli sahnelerde aktörün yerine oynayan dublör.
stunted s. bodur, gelişmesi önlenmiş.
stupefy f. 1. sersemletmek, serseme çevirmek. 2. şoke etmek, çok
stupendous şaşırtmak.
s. 1. dehşet verici, müthiş, hayrete düşüren. 2. muazzam, çok
stupid büyük.
s. 1. aptal, kalın kafalı, ahmak, budala, enayi, dangalak. 2.
stupidity saçma, aptalca.
i. aptallık.
stupor i. uyuşuk hal, uyuşukluk; sarhoş hal, sarhoşluk.
sturdy s. 1. sağlam, dayanıklı. 2. gürbüz, sağlıklı.
sturgeon i. (çoğ. stur.geon/--s) zool. mersin, mersinbalığı.
stutter f. pepelemek; kekelemek. i. pepeleme; kekeleme.
sty i. 1. domuz ahırı. 2. çok pis ve düzensiz yer.
sty i. (gözkapağında) arpacık, itdirseği.
stye i., bak. sty 2.
style i. 1. üslup, biçem; stil; tarz, biçim: style of writing yazı üslubu.
styliform the Empire style ampir stili. his style of acting onun oyunculuk
s. iğnemsi.
tarzı. 2. zarif ve özgün bir tarz; lüks bir tarz: She dresses with
stylise f., İng., bak. stylize.
style. Zarif ve özgün bir tarzda giyiniyor. They always travel in
stylish s. şık. Hep lüks içinde seyahat ediyorlar. 3. moda: Styles come
style.
stylism and go. Modalar
i. üslupçuluk, gelip geçer. 4. model, tip; çeşit: We carry
biçemcilik.
stylist ladies´ shoes in three styles.
i. 1. (bir şeye) (belirli bir) Bizde kimse,
stil veren üç model kadın
stilist: ayakkabısı
hair stylist saç
var. f.
modelleri 1. (bir şeye)
yaratan (belirli
kimse. bir)
2. stil
belirli vermek.
bir 2.
üslubu (birine)
olan (belirli bir
yazar;
stylistics i.
ad)1. takmak/vermek:
üslupbilim, biçembilim. 2. dilb.
They styled himanlatıbilim,
“the Bear.”deyişbilim,
Ona Ayı ismini
üslupçu,
stilistik. biçemci.
stylize f. üsluplaştırmak, biçemlemek, stilize etmek.
taktılar.
styloid s., bak. styliform.
styptic s. stiptik, kanın akmasını durduran (madde). i. stiptik, stiptik
suave madde.
s. 1. hoş tavırlı ve rahat; rahat ve kendinden emin. 2. hoş
sub tavırlarıyla
i., k. dili sub-insanları
önekiylekandıran.
başlayan3.bazı
hoş sözcüklerin
fakat aldatıcı.
kısası:
sub- subaltern, submarine, subordinate, subscription, substitute.
önek 1. alt: submarine denizaltı. 2. ikincil, alt: subcommittee
subaltern altkurul. 3. yakın:
i., İng., ask. teğmen.subtropical astropikal.
subclass i., biyol. altsınıf.
subcommittee i. altkurul.
subconscious s. bilinçaltı, şuuraltı. i.
subcontinent i. kıtaya yakın büyüklükte bir yer: the Indian subcontinent
subcontract Hindistan Yarımadası.
f. 1. (işi) taşerona vermek. 2. taşeron olarak (işi) almak. 3.
subcontractor taşeronluk etmek.
i. taşeron, ikinci üstenci.
subdivide f. 1. tekrar bölmek. 2. (araziyi) parselleyip üzerine ev
subdivision yapmak/yaptırmak.
i. parsellenip üzerine3.evlerparsellemek; parsellenmek.
yapılmış/yapılacak olan yer.
subdue f. 1. (bir yeri/halkı) zor kullanarak kontrol altına almak. 2. (birini)
subgroup hizaya getirmek. 3. (bir isteği/korkuyu) bastırmak.
i. alt grup.
subhead i. 1. altbaşlık; sürmanşet. 2. bölüm başlığı. 3. ikinci müdür.
subheading i. 1. altbaşlık; sürmanşet. 2. bölüm başlığı.
subject i. 1. (hükümdarlığa tabi olan) vatandaş: a British subject
subject Britanya vatandaşı.
s. hür olmayan, 2. konu, mevzu. 3. (okul, lise veya
hürriyetsiz.
üniversitede belirli bir bilim dalına ait) ders: I´m taking three
subject f. to 1. (birini) (olumsuz bir şeye) maruz bırakmak: Don´t
subjects this fall: English, math, and chemistry. Bu sonbahar üç
subject to review subject yourself to şartıyla.
ileridegireceğim:
değiştirme this. Kendini buna maruz bırakma. 2. (birine)
derse İngilizce, matematik ve kimya. 4. hedef;
(olumsuz bir şey) yapmak: They subjected him to torture. Ona
subjection kurban;
i. kobay:
1. buyruğu He was
altına the
alma; subjectaltına
kontrolü of heralma.
vindictiveness.
2. bağımlılık,
işkence ettiler. 3. -i buyruğu altına almak; -in buyruğu altına
Kinciliğinin
özgürlükten
s. 1. öznel, hedefiydi.
yoksunluk. Whom are you going to make the subject
subjective girmek: Thesübjektif.
Romans 2. hayali. the Greeks to their rule.
subjected
of your experiment? Kimi, deneyinizin kobayı yapacaksınız? 5.
Romalılar,
i. öznellik, Yunanlıları kendi buyruğu altına aldılar. Don´t subject
subjectivity dilb. özne. sübjektiflik.
subjugate yourself to them!
f. 1. (bir halkı) Onların
buyruğu buyruğu
altına altına
almak; (bir girme!
yeri) kontrolü altına
subjunctive almak.
i., dilb. 2. boyun
istek kipi.eğdirmek, ramkipine
s., dilb. istek etmek. ait.
sublease f. kiracının kiracısı olmak; to (asıl kiracı) (kiraladığı yeri) (bir
sublet başkasına) kiralamak;
f. (sub.let, --ting) from (bir yeri) (asıl kiracıdan) kiralamak,
bak. sublease.
kira ile tutmak.
sublet i. asıl kiracı tarafından kiraya verilen yer.
sublimate f. 1. kim. süblimleştirmek; süblimleşmek. 2. ruhb. (eğilimi/isteği)
sublimate yüceltmek.
i., kim. süblime.
sublime s. yüce, ulu.
submachine gun makineli tabanca.
submarine s. 1. denizaltı. 2. denizaltında yetişen.
submarine i. denizaltı (gemi).
submerge f. 1. -i suyun içine batırmak/daldırmak; suyun içine
submerse batmak/dalmak.
f., bak. submerge. 2. sular (bir yeri) kaplamak; sular altında
kalmak.
submission i. 1. arz, arz ediş, sunuş, bildirme. 2. arzedilen şey, sunulan şey,
submissive maruzat; bildirilen
s. uysal, itaatli, görüş. 3. teslimiyet, boyun eğme.
itaatkâr.
submissiveness i. uysallık.
submit f. (--ted, --ting) 1. teslim olmak, boyun eğmek. 2. arzetmek,
subnormal sunmak,
s. normalden bildirmek,
aşağı, göndermek, vermek. 3. (fikir) ileri sürmek.
normalin altında.
suborder i., biyol. alttakım.
subordinate s. -den aşağı kalan; -den sonra gelen; (başka bir şeye göre)
subordinate daha
f. to 1.az(bir
önemli
şeyi)olan;
(başka başkasının
bir şeyin)emrinde olan (kimse).
hâkimiyetine sokmak:i. She
başkasının
subordinated emrinde olan kimse.
her passion to her reason. Tutkusunu yenerek
subordinate clause dilb. yancümle.
aklının dediklerine göre hareket etti. 2. (birini/bir şeyi)
subpena i., f., huk., bak. subpoena.
(başkasından) daha önemli saymak. 3. (birini) (başkasının) emri
subpoena i., huk.koymak.
altına çağrı, birini mahkemeye çağıran resmi yazı. f., huk.
subscribe (birini)
f. to 1. (dergi, gazeteçağırmak,
mahkemeye (birine)olmak.
v.b.´ne) abone mahkeme çağrısı
2. (bir görüşü)
yollamak.
paylaşmak, (bir görüşe) taraftar olmak. 3. -e bağışta bulunmak;
-e bağışta bulunmayı vadetmek.
subscriber i. 1. (dergi/gazete/telefon için) abone. 2. bağışçı, bağış yapan
subscription kimse; bağış yapmayı
i. 1. abonman, abone olma. vadeden kimse.
2. abonman, abonman ücreti. 3.
subsequent bağışta
s. sonraki, bulunma.
sonra gelen, (belirli bir olayı) takip eden.
subsequently z. sonradan.
subservient s. uşakvari, uşak gibi davranan, fazlasıyla itaatli.
subside f. 1. (fırtına/rüzgâr/yağmur) dinmeye başlamak/dinmek; (dalgalı
subsidiary deniz) durgunlaşmaya
s. 1. yardımcı, ek; ikincil, başlamak/durgunlaşmak.
yan: subsidiary company 2. yan
(öfke, kavga
şirket. 2.
v.b.) bitmeye
tamamlayıcı, yüz tutmak/bitmek.
bütünleyici: subsidiary 3. (talep)
details azalmak.
tamamlayıcı 4. (ateş)
subsidise f., İng., bak. subsidize.
düşmek.
ayrıntılar.5.i. (selle gelen sular) çekilmeye başlamak/çekilmek. 6.
yan kuruluş.
subsidize f. 1. -i sübvansiyonla
(toprak) çökmek. 7. (bina) desteklemek.
oturmak,2.(binada)
-e para tasman
yardımında olmak.
subsidy bulunmak.
i. 1. sübvansiyon; (devlet bütçesinde) tahsisat. 2. para yardımı.
subsist f. on ile geçinmek; ile yaşamak.
subsistence i. 1. kendini geçindirme. 2. birini geçindiren şey; ekmek kapısı;
subsoil birini kıt kanaat geçindiren şey. 3. nafaka, geçimlik.
i. toprakaltı.
substance i. 1. madde. 2. gerçek, hakikat. 3. esas, asıl, öz. 4. asıl anlam. 5.
substandard esaslılık,
s. standardın önem: The speech
altında olan. lacked substance. Konuşmada
önemli hiçbir şey yoktu.
substantial s. 1. çok doyurucu (yemek). 2. çok tatmin edici (maaş). 3.
substantiate sağlam ve dayanıklı.
f. ispat etmek, kanıtlamak.4. büyük. 5. sağlam, önemli (sebep, kanıt
v.b.). 6. oldukça zengin. 7. fels. tözel.
substantive i., dilb. isim.
substitute i. 1. (geçici bir süre için) başkasının yerine geçen/konuşan
substitute player kimse;
yedek başkasının
oyuncu. görevini yapan kimse; başkasına vekâlet
eden kimse, vekil; başkasının yerine geçirilen kimse. 2. başka
substitute teacher vekil öğretmen.
bir şeyin yerine kullanılan/kullanılabilen şey. 3. yedek öğretmen.
substitution i.
4.1. (geçici
yedek bir süre
oyuncu. s. için) (birini)
1. (geçici bir(başkasının) yerine çalıştırma.
süre için) başkasının yerine 2.
subterfuge (geçici bir
geçen/çalışan, süre
i. 1. hile, manevra. için)
başkasının(bir şeyi)
2. hileye (başka
görevini
başvurma. bir şeyin) yerine
yapan; başkasına vekâlet kullanma.
3.
eden;sporbaşkasının
(yedek oyuncuyu)yerine (başka bir2.oyuncunun)
geçirilmiş. başka bir şeyin yerineyerine
subterranean s. yeraltı.
oynatma. 4. kim. sübstitüsyon, ornatma,
kullanılan/kullanılabilen. f. for 1. (geçici bir süre için) yerdeğiştirme. 5.
subtitle i. 1. altbaşlık.
biyol., mat., fiz.
(başkasının) 2. ornatma,
yerinesin.çalışmak;
altyazı.
ikame.(başkasına) vekâlet etmek; -i
subtle s. 1. ince, hafif,
(başkasının) hemen
yerine göze çarpmayan:
çalıştırmak; -i (başkasına) a subtle difference
vekâlet ettirmek;
subtlety ince
-i bir fark.
(başkasının) 2. meselenin
yerine ince
geçirmek. taraflarını
2. -i (başka
i. 1. incelik: There´s a subtlety in his work. Onun eserlerinde bir şeyin) yerine
kavrayabilen/anlayabilen:
kullanmak.
hemen 3.çarpmayan
spor (yedek She hasincelikler
oyuncuyu) a subtle
(başka mind.
bir 2. İnce
(bir bir
oyuncunun)
subtract f., mat. göze
çıkarma birtakım
işlemi yapmak; var.
from (bir sayıyı) (başka bir
zekâya
yerine sahip.
oynatmak.
meseleye/düşünceye 3. ince bir şekilde hazırlanmış, ince bir zekâyı
subtraction sayıdan)
i., mat. çıkarmak. ait) ince taraf, incelik. 3. ince fark. 4.
çıkarma.
yansıtan
meselenin (plan
incev.b.).
taraflarını kavrayabilme yeteneği.
subtropic s., bak. subtropical.
subtropical s. astropikal.
subtropics i., çoğ.
suburb i. varoş, dış mahalle.
suburban s. 1. banliyöye ait. 2. banliyöde oturanlara özgü.
suburbanite i. banliyöde oturan kimse.
suburbia i. banliyö.
subvention i. 1. sübvansiyon. 2. tahsisat; para bağışı.
subversion i. (insanların güvenini/inancını sarsarak) (devleti/bir kurumu)
subversive çökertme/yıkma.
s. (insanların güvenini/inancını sarsarak) (devleti/bir kurumu)
subvert çökerten/yıkan.
f. (insanların güvenini/inancını sarsarak) (devleti/bir kurumu)
subway çökertmek/yıkmak.
i. 1. metro (treni): When´s the next subway? Gelecek metro
subway platform kaçta?
metro 2. metro, metro şebekesi. 3. (yayalar için) altgeçit.
peronu.
subway station metro istasyonu.
succeed f. 1. başarılı olmak, başarmak; in (bir şeyi yapmayı) başarmak,
success becermek:
i. 1. başarı, Did you succeed
başarılmış in gettingbaşarı.
iş. 2. başarma, it back? 3.Onu geri olan
başarılı almayı
başardın
kimse. mı? 2. takip etmek, izlemek, -den sonra gelmek:
successful s. başarılı, muvaffak.
Spring succeeded winter. Kışı bahar izledi. 3. (birinin) yerine
succession i. 1. of (birbirini
geçmek; (birinin) takip
halefi eden)
olmak;bir to
sürü (kimse);
(birinin (birbirini
yerine/bir takip
şeye)
successive eden)
s. peş bir
halef/vâris
peşe, dizi (şey):
olarak
arka Thisolmak:
sahip
arkaya, place has
Willhad
üst üste: a succession
he succeed
They´ve wonhis of owners.
uncle?
three
Bu yerin biryerine
Amcasının
successive sürü sahibi
games. Arkaoldu.
geçecek mi?
arkayaHe experienced
Will
üç he succeed
maç a to
succession
kazandılar. the family´sof
successor i. halef; vâris.
victories. Bir dizi zafer kazandı.
property? Ailenin mülkü ona mı kalacak? 2. birbirini takip etme: The
succinct s. veciz,took
events kısaplace
ve öz,inaz ve öz.
rapid succession. Olaylar hızla birbirini
takip etti. 3. (birinin yerine/bir şeye) halef/vâris olarak sahip
olma. 4. huk. halef olma. 5. halef olma hakkı. 6. halefler.
succor f. imdat etmek, imdadına yetişmek. i. imdat, yardım.
succotash i. birlikte haşlanmış fasulye ve mısır taneleri.
succour f., İng., bak. succor.
succulent s. 1. taze ve sulu (meyve/sebze). 2. lezzetli, kart olmayan (et).
succumb f. (to) 1. dayanamamak, direnememek, yenilmek;
such dayanamayarak
zam. 1. öyle/şöyle/böylekarşı gelmekten vazgeçmek:
bir kişi/şey; He succumbed to
öyle/şöyle/böyle
her entreaties.It´s
kişiler/şeyler: Yalvarmalarına
his philosophy, dayanamadı.
if it may be 2.called
(bir hastalığa)
such. Onun
such a one böyle biri; öyle biri.
karşı direnemeyip
felsefesidir, eğer ona ölmek, yenik
felsefe düşmek:
demek He succumbed
doğruysa. His request to was
the
such and such 1. filan
fever. şey, filan,yenik
Hummaya falan şey, falan. 2. filan, falan.
such that it couldn´t bedüştü. refused. Onun ricası geri çevrilecek
such as he/she/it is Küçümseme
cinsten değildi.belirtir:
Such is The doctors,
life. İşte hayatsuchböyle.
as they were,
Such washadnotnever
my
suchlike heard
intention.of benzer.
s., k. dili ether.
Niyetim Hekimöylegeçinenlerin
zam. değildi. 2. ...lokmanruhundan
gibi: Fruits such as haberi bile
yoktu. My ideas,blackberries
raspberries such as theydon´t are, are sometimes deemed ve
suck f. 1. emmek:and The baby was sucking keep for long.breast.
its mother´s Ağaççileği
Bebek
worthy
böğürtlen of application.
gibi meyveler Benim
çabuk naçiz fikirlerim
bozulur. s. 1. bazen
öyle; tatbike
şöyle; layık
böyle:
suck s.o./s.t. down annesinin
birini/bir memesini
şeyi aşağı emiyordu.
çekmek. Don´t suck your thumb!
görülüyor.
Such things are easy for her. Böyle şeyler ona kolay geliyor. I
Başparmağını emme! He was sucking a rooster-shaped lollipop.
suck up to k. dili (birine)
haven´t heard yağcılık
such etmek.
music in years. Yıllardır böyle müzik
Horoz şekeri emiyordu. Suck it through a straw! Onu kamışla
sucker dinlemedim.
i.
em! 1. k.
2. dili It
enayi,
k. dili appears
(bir aptal. to (horoz
2.
şey) berbat be olmak.
such. Öylegibi
şekeri görünüyor.
emilerekI yenen)
haven´t
heard such
çubuklu şeker.a funny
3. story for
(bitkinin a long time.
dibinden çıkan) Çoktandır
sürgün, böyle piç.
fışkın, komik 4.
suckle f. -i emzirmek, -e meme vermek.
bir hikâye
zool. çekmen, duymadım.
vantuz. Don´t be such
5. (lastik) vantuz. an ass! Budalalık etme! 2.
suction i. emme.
öyle, o kadar; şöyle, şu kadar; böyle, bu kadar: He wrote with
suction fan such
emicispeed that he finished it in three days. O kadar çabuk
vantilatör.
Sudan yazdı
i. Sudan, Sudaniçinde
ki üç gün onu bitirdi. It wasn´t such a hard test. O
Cumhuriyeti.
kadar zor bir sınav değildi. 3. -e benzeyen, -e benzer: It´s a
Sudanese i. (çoğ. Su.da.nese)
muskrat or some such Sudanlı;
thing.Sudan Cumhuriyetli.
Miskfaresi veya ona s. 1. Sudan,
benzer bir şey.
sudden Sudan
s. ani.got twenty such roses. Onda bunun gibi yirmi gülözgü.
He´s Cumhuriyeti´ne özgü. 2. coğr. Sudan, Sudan´a 3.
var. You
Sudanlı;
´ll Sudan
do no such aniden,Cumhuriyetli.
thing! Öyle bir şey yapamazsın!/Hayır,
suddenly z. birdenbire, ansızın.
yapamazsın!
s., ecza. terletici.You can consult me about such matters. Bu gibi
sudorific
meselelerde bana danışabilirsiniz. 4. Ne ...!/Ne kadar ...!: It´s
suds i.,
such çoğ. 1. (sabunlu
beautiful suyunBu
weather! üstündeki)
ne güzel hava köpükler.
böyle!2. Such
argo bira.
vulgarity!
sudsy s. köpüklü.
Ne adilik! He´s such a dodo! Ne gerzektir o! Such nice people!
sue Ne1.hoş
f. insanlar!
(birini/bir It was dava
kurumu) such a sweet(birine/bir
etmek, little house! Ne kadar
kuruma) dava şirin
bir evcikti!
açmak. 2. for -i talep etmek.
suede i. podüsüet, süet. s. podüsüetten yapılmış, podüsüet, süet.
suet i. (sığır/koyun) içyağı.
Suez i. Süveyş.
suffer f. 1. ıstırap çekmek, acı çekmek; -i çekmek; from (belirli bir
suffer attrition hastalıktan)
zayiat vermek. mustarip olmak; from -in sıkıntısını çekmek; for -in
acısını çekmek: She´s suffered a lot of sadness. Çok üzüntü
suffer the consequences -in cezasını çekmek.
çekti. He´s suffered a lot of difficulties. Çok sıkıntı çekti. Aytül
sufferance i.
suffers from migraine headaches. Aytül migrenden mustarip.
sufferer This
i. (birstudent is suffering
hastalıktan) from
mustarip a lack
olan of self-confidence.
kimse, Bu olan
(bir illetin) hastası
suffering öğrenci
kimse. kendine güvensizliğin sıkıntısını çekiyor. She´s
i. ıstırap, acı; dert; kahır; mihnet; eziyet, cefa; çile. s. ıstırap suffered
a lot. Çok
çeken; acı çekti.içinde
dert/sıkıntı They´ll suffer for this. Bunun acısını
olan.
suffice f. kâfi gelmek,
çekerler. 2. (kötüyetmek: Two
bir şeye) cases of champagne
uğramak: shouldbig
The firm suffered suffice.
sufficiency İki kasa şampanya
i. 1. yeterlilik,
losses. kâfi gelmeli.
yeterlizararlara
Firma büyük There´s
olma. 2. uğradı.
yeterli bir enough
miktar.
3. eski food here to
seviyesinden aşağı
suffice
düşmek: an army. Burada bir orduyu doyuracak kadar yemek var.
sufficient s. yeterli,His work has suffered as a result of this. Bunun
kâfi.
Suffice it to say that I was not pleased.
sonucunda işi eski seviyesinden aşağı düştü. Sadece memnun
suffix i., dilb. sonek.
olmadığımı söylemek yeter herhalde.
suffocate f. boğmak; boğulmak.
suffocating s. boğucu.
suffocation i. boğma; boğulma.
suffrage i. oy hakkı.
suffuse f. yayılarak (belirli bir renge) boyamak; kaplamak; doldurmak:
Sufi Happiness
i. mutasavvıf, suffused
sofi. her face. Yüzünden mutluluk akıyordu. The
rising sun was suffusing the hills with red. Doğan güneş tepeleri
Sufism i. tasavvuf.
kızıla boyuyordu. The light suffused the room with red. Işık
sugar i. şeker.
odayı f. şekerboyadı.
kırmızıya katmak.
sugar basin İng. şekerlik, şeker kabı.
sugar beet şekerpancarı.
sugar bowl şekerlik, şeker kabı.
sugar refinery şeker fabrikası.
sugar tongs şeker maşası.
sugarcane i. şekerkamışı.
sugarcoat f. 1. şekerle kaplamak. 2. (kötü bir şeyi) güzel ve masum bir
sugary kisve altında tatlı.
s. 1. şekerli; saklamak. 3. (zor/tatsız
2. abartılı/sahte bir bir şeyi) daha çekilir
tatlılığı/şirinliği olan. bir
hale sokmak.
suggest f. 1. (fikir) ileri sürmek, öne sürmek; teklif etmek, önermek. 2.
suggestion (bir
i. 1. şey) (başka bir
ileri sürülen şeyi)
fikir; aklaöneri.
teklif, getirmek.
2. belli3.belirsiz
(belirli bir) izlenim
bir şey: There
bırakmak,
was a ... hissini
suggestion of vermek:
malice inHis
her manner
tone. suggested
Onun ses tonunda belli
suggestive s. açık saçık; açık saçık şeyleri ima eden.
haughtiness.
belirsiz bir garazTavrı kendisinin
vardı. kibirli
3. (fikir) ileri biri olduğu
sürme; izlenimini
teklif etme. 4. (bir
suicidal s. 1. intihar etme isteğinden kaynaklanan. 2. intihara doğru
uyandırdı.
şey) (başka bir şeyi) akla getirme. 5. ruhb. telkin.
suicide giden. 3. intiharla
i. 1. intihar. eşanlamlı.
2. intihar 4. kendini/kurumu
eden/etmeye kalkan kimse. yok edecek (bir
karar, bir hareket v.b.).
suit i. 1. (erkek için) takım elbise; (kadın için) döpiyes. 2. tek, iki
suit o.s. veya
kendidaha fazla
istediği parçadan
gibi yapmak. oluşan giysi: track suit eşofman.
bathing suit mayo. suit of armor zırh takımı. 3. isk. takım. 4.
Suit yourself! Nasıl istersen!
huk. dava. f. 1. uygun gelmek; (birinin) zevkine/ihtiyacına göre
suitability i. uygunluk.
olmak: It suits his needs. İhtiyaçlarını karşılar. Will it suit her?
suitable Onun
s. uygun;zevkine
münasip,göre mi? 2. (birine)
müsait; yerinde; yakışmak,
elverişli.(birine) göre
suitcase olmak:
i. bavul. That jacket doesn´t suit you. O ceket sana göre değil. 3.
(bir şeyin) adamı olmak: He´s not suited to this job. O, bu işin
suite i. 1. (mobilya
adamı değil. 4. için) takım:
to (bir bedroom
şeyi) (başka bir suite yatak
şeye) odasıbir
uygun takımı.
hale 2.
suiting birkaç odalı daire: honeymoon
i. takım elbiselik/döpiyeslik kumaş.
getirmek. suite balayı dairesi. 3. müz. süit.
4. maiyet.
suitor i. talip, kadınla evlenmek isteyen erkek: Hayal has four suitors.
Sukkoth Hayal´in
i., Musevilik dörtÇardaklar
talibi var.Bayramı.
sulfate i., kim. sülfat.
sulfur i., kim. kükürt.
sulfuric s., kim. sülfürik.
sulfuric acid sülfürik asit, zaçyağı, karaboya.
sulk f. somurtmak, surat asmak. i.
sulky s. somurtkan, somurtuk, asık suratlı.
sullen s. 1. öfke dolu fakat sessiz. 2. (fırtınaya gebe bir havaya özgü)
sully kurşuni,
f. kirletmek,karanlık (gök/bulutlar).
lekelemek; gölge düşürmek: This carnival
sulphur atmosphere sullies
i., İng., kim., bak. sulfur. the charm of the town. Bu panayır havası
şehrin o güzelim atmosferine gölge düşürüyor.
sultan i. sultan (erkek hükümdar).
sultana i. 1. İng. sultani kuru üzüm. 2. bot. camgüzeli. 3. sultan (sultanın
sultry karısı/annesi/kızkardeşi/kızı).
s. 1. sıcak ve nemli (hava). 2. şehvet uyandıran; şehvetli;
sum şehvet dolu. yekûn, mecmu. 2. para miktarı, meblağ, tutar. 3.
i. 1. toplam,
sum s.t. up çoğ.
1. biraritmetik: She wasThat
şeyi özetlemek: good at sums.
sums it up.Aritmetikte
O söz durumu iyiydi. 4.
gerçekten
zirve, doruk:
özetliyor. 2. It was
bir durumuthe very sum of folly. Aptallığın
anlamak/kavramak: She son
summed up
sumac i. 1. sumak, somak; boyacısumağı; sepicisumağı. 2. sumak,
raddesiydi.
the situation f. immediately.
(--med, --ming) Durumu hemen anladı.
sumach somak
i., bak. (baharat
sumac. olarak kullanılan dövülmüş sepicisumağı
meyvesi).
Sumatra i. Sumatra.
Sumatran i. Sumatralı. s. 1. Sumatra, Sumatra´ya özgü. 2. Sumatralı.
summarise f., İng., bak. summarize.
summarize f. özetlemek.
summary i. özet. s. 1. özet halinde olan; çok kısa, detaylı olmayan. 2.
summer fazlasıyla
i. yaz, yazçabukmevsimi. yapılan.
f. yazı geçirmek.
summer house yazlık, sayfiye.
summer resort sayfiye, yazlık.
summer savory bot. (ballıbabagillerden, yaprakları bahar olarak kullanılan)
summerhouse sater, zater. çardak.
i. kameriye;
summersault i., f., bak. somersault.
summertime i. yaz, yaz mevsimi.
summer-weight s. yazlık (kumaş/giysi).
summery s. yaz gibi; yazı akla getiren.
summit i. 1. zirve, doruk. 2. pol. zirve, zirve toplantısı.
summit meeting pol. zirve toplantısı.
summit meeting zirve toplantısı.
summon f. 1. (birini) resmen emirle çağırmak; (birini) çağırtmak. 2.
summons (toplantının)
i. (çoğ. --es) 1.yapılması için emircelp,
huk. celpname, vermek.
çağrı.3.2.(up)
çağrı.
(gücünü/cesaretini) toplamak.
sump i., İng., oto. karter.
sumptuous s. 1. çok görkemli; çok şatafatlı; lüks. 2. çok masraflı.
sun i. 1. güneş. 2. güneş ışığı. f. (--ned, --ning) güneşlenmek;
sun o.s. güneşletmek,
güneşlenmek.güneşlendirmek.
sunbaked s. güneşte kurutulup sertleştirilmiş.
sunbath i. güneş banyosu.
sunbathe f. güneş banyosu yapmak.
sunbeam i. güneş ışını.
sunburn i. (ciltteki) güneş yanığı. f. (--ed/--t) (birinin) cildi güneşten
sunburned yanmak:
sun.burntShe sunburnsf.,easily.
(s^n´bırnt) Onun cildi
bak. sunburn. s. güneşten
güneşten kolayca
yanmış.
yanar.
sundae i. üstü şurup, krema, ceviz v.b.´yle kaplı dondurma.
Sunday i. pazar günü, pazar.
sundial i. güneş saati.
sundown i. güneş battığı zaman: He came at sundown. Güneş batınca
sun-dried geldi.
s. güneşte kurutulmuş.
sundries i., çoğ. çeşitli ufak şeyler.
sundry s. 1. çeşitli. 2. birkaç.
sun-dry f. güneşte kurutmak.
sunflower i. ayçiçeği, günebakan.
sung f., bak. sing.
sunglasses i., çoğ. güneş gözlüğü.
sunk f., bak. sink 1.
sunken f., bak. sink 1. s. 1. batık, suya gömülmüş. 2. çökük
sunlamp (gözler/yanaklar).
i. ultraviyole lambası.
sunlight i. güneş ışığı.
sunlit s. güneşli.
Sunna i.
Sunnah i., İslam, bak. Sunna.
Sunni i. 1. Sünniler, Sünni. 2. Sünni.
Sunnite i. Sünni.
sunny s. 1. güneşli. 2. neşeli.
sunrise i. 1. güneş doğduğu zaman. 2. güneşin doğması.
sunset i. 1. güneş battığı zaman. 2. güneşin batması, gurup.
sunshine i. güneş ışığı.
sunstroke i. güneş çarpması.
suntan i. (güneşin ciltte meydana getirdiği) bronzlaşma: You´ve got a
sunup good
i. güneşsuntan.
doğduğuÇok zaman:
güzel bronzlaşmışsın.
We started out at sunup. Güneş
sup doğduğu
i. yudum. zaman yola çıktık.
super s. 1. k. dili harika, çok güzel, süper. 2. fazlasıyla, aşırı derecede:
superabundant super
s. çok secrecy
bol. aşırı gizlilik. i., k. dili 1. şef, amir; nezaretçi. 2.
kapıcı.
superannuated s., İng. 1. yaş haddinden dolayı emekliye ayrılmış. 2. yaşlılıktan
superb dolayı
s. enfes,birfevkalade,
işi gerektiği gibi
çok yapamayan. 3. eskimiş, köhne; miadı
güzel.
dolmuş; modası geçmiş.
supercede f., bak. supersede.
supercharger i. aşırı doldurma kompresörü.
supercilious s. başkalarına tepeden bakan; (birinin/bir şeyin) ne kadar hor
supercool görüldüğünü belirten.
f., kim. aşırı soğutmak.
superdooper s., k. dili, bak. superduper.
superduper s., k. dili süper, harika.
superego i., ruhb. üstben, üstbenlik.
superficial s. 1. derin olmayan, yüzeysel: superficial wound yüzeysel yara.
superfluity 2. esaslı olmayan,
i. lüzumundan fazlayüzeysel,
bir miktar.sathi; üstünkörü, gelişigüzel. 3. hiç
derinlemesine düşünmeyen.
superfluous s. lüzumsuz, gereksiz.
superheat f., kim. aşırı derecede ısıtmak.
superhighway i. otoyol, otoban.
superhuman s. insanüstü.
superimpose f. on/over (bir şeyi) (başka bir şeyin) üstüne koymak/bindirmek,
superintendent -e uygulamak.
i. 1. şef, amir; nezaretçi. 2. kapıcı.
superior s. 1. daha yüksek rütbeli; yüksek (rütbe/sınıf). 2. üstün nitelikli,
superiority üstün kaliteli, üstün. 3. daha kuvvetli. 4. daha çok. 5. kendini bir
i. üstünlük.
şey zannettiğini gösteren: He wore a superior smile. Yüzünde,
superiority complex üstünlük duygusu/kompleksi.
kendini bir şey zannettiğini gösteren bir tebessüm vardı. i. amir.
superlative s. en iyi, mükemmel.
superlative degree dilb. enüstünlük derecesi.
superman çoğ. su.per.men (su´pırmen) i. 1. süpermen. 2. üstinsan.
supermarket i. süpermarket.
supernatural s. doğaüstü, tabiatüstü. i.
superpower i. süper devlet.
supersede f. (yeni bir şey) (eski bir şeyin) yerini almak: The computer has
supersonic superseded
s. süpersonik, the typewriter. Bilgisayar daktilonun yerini aldı.
sesüstü.
superstar i., sin., müz., tiy. büyük yıldız, süperstar.
superstition i. boş inanç, batıl itikat, hurafe.
superstitious s. 1. boş inançtan kaynaklanan. 2. boş inançlara inanan; boş
superstructural inançların
s. üstyapısal.etkisinde olan.
superstructure i. üstyapı, süperstrüktür.
supertanker i. çok büyük tanker (gemi).
supertax i. (başka verginin üstüne) bindirilen vergi.
supervene f. (bir olay/bir durum sürerken) (başka bir şey) meydana
supervise gelmek;
f. gözetip(bir olay/bir durum
denetleyerek idaremeydana geldikten
etmek, gözetip sonra) (başka
denetlemek.
bir şey) meydana gelmek.
supervision i. gözetip denetleyerek idare etme, gözetim ve denetim.
supervisor i. şef, amir; nezaretçi.
supine s. 1. sırtüstü yatan. 2. miskin, pasif, inisiyatiften yoksun.
supp kıs. supplement.
supper i. akşam yemeği.
supplant f. 1. (birinin) ayağını kaydırıp yerine geçmek. 2. (yeni bir şey)
supple (eski bir şeyin) hareket
s. 1. çeviklikle yerini almak.
edebilen, çevik. 2. yumuşak ve esnek. 3.
supplement yeni durumları
i. ilave, ek. çabuk kavrayıp onlara alışabilen (zekâ). 4. akıcı
ve hoş (üslup).
supplement f. by (belirli bir şey yaparak) (bir şeyin) eksikliklerini gidermek;
supplementary by
s. ek(belirli
olan,birek.şey yaparak) (bir şeyi) artırmak; with (belirli bir
şeyle) (bir şeyi) artırmak: He supplements his income by giving
supplementary angles mat. bütünler açılar.
private lessons. Özel ders vererek gelirini artırıyor.
suppliant i. yalvaran kimse.
supplicant i., bak. suppliant.
supplicate f. yalvarmak.
supplication i. yalvarma, yalvarış.
supplier i. mal sağlayan kimse/firma.
supply f. with (birinin ihtiyacını) karşılamak; (bir şeyi) bulup (müşteriye)
supply and demand ulaştırmak:
ekon. arz ve He supplies
talep, sunuus vewith tobacco. Tütün ihtiyacımızı
istem.
karşılıyor. Can you supply us with it by Monday? Onu bulup bize
support f. 1. desteklemek, arka olmak: He doesn´t support that party. O
pazartesiye kadar ulaştırabilir misiniz? i. 1. (ileride kullanılmak
partiyi desteklemiyor. They supported him throughout that
üzere hazır olan) miktar: We´ve got a good supply of sugar.
period. O müddet boyunca ona destek oldular. 2. (birini)
Stokta yeterli miktarda şeker var. 2. çoğ. gereçler, malzeme,
geçindirmek. 3. taşımak; payandalamak; (-in ağırlığını)
materyal.
kaldırmak: The arches support the bridge. Kemerler köprüyü
support unit ask. destek birliği.
supporter i. (birini/bir şeyi) destekleyen kimse, destekçi; taraftar.
supporting cast sin. yardımcı oyuncular.
supporting fire ask. destek ateşi.
supportive s. destekleyici, destek verici.
suppose f. 1. zannetmek, sanmak: I suppose they´re in Muğla by now.
supposed Şimdi Muğla´da
s. zannedilen, olduklarını zannediyorum. I suppose so. Galiba
farzedilen.
öyle. They supposed themselves to be defending democracy.
supposedly z. güya, sözümona: He´s supposedly a great scholar. Güya
Kendilerinin demokrasiyi savunduklarını zannettiler. 2.
supposition büyük bir âlim.varsayım, faraziye.
i. zan, tahmin,
farzetmek, varsaymak: Let´s suppose that the monarchy has
suppository been
i., tıb.abolished. Krallığın
supozituvar, fitil. lağvedilmiş olduğunu farzedelim.
suppress f. 1. bastırmak, durdurmak; yok etmek. 2. gizli tutmak. 3. (bir
suppression haberin/yayının) çıkmasınıyok
i. 1. bastırma, durdurma; yasaklamak. 4. ruhb.
etme. 2. gizli tutma.(bilinçli
3. (birolarak)
(duyguyu/isteği)
haberin/yayının) bastırmak/bilincinden
çıkmasını yasaklama.
suppurate f. 1. (yaradan) irin/cerahat akmak: The 4. ruhb.was
wound (bilinçli olarak)
suppurating.
uzaklaştırmak/zaptetmek.
(duyguyu/isteği) bastırma.
supremacy Yaradan
i. üstünlük;cerahat akıyordu. 2. (yara) irin/cerahat toplamak,
egemenlik.
irinlenmek.
supreme s. 1. en büyük, üstün; üstün derecedeki. 2. en yüksek rütbeli. 3.
Supreme Being en önemli.
Allah, Tanrı, Cenabı Hak.
Supreme Being Allah.
supreme court yargıtay, en yüksek mahkeme.
supt kıs. superintendent.
sura i. (Kuran´da) sure.
surah i., bak. sura.
surcharge i. 1. ek ücret. 2. fazla yük. 3. (pula yapılan) sürşarj.
surcharge f. 1. (birinden) ek bir ücret istemek. 2. fazlasıyla yüklemek. 3.
sure (pula) sürşarj
s. 1. emin: Areyapmak.
you sure? Emin misin? I´m sure they´ll stay.
sure enough Kalacaklarından
gerçekten. eminim. She´s sure of this. Bundan emin. 2.
kesin, muhakkak: It´s sure to happen. Onun olacağı kesin. One
sure enough gerçekten: There he was, sure enough. Gerçekten oradaydı.
thing is sure: he won´t appoint Ebru. Kesin olan şu: Ebru´yu
Sure thing! k. dilietmez.
tayin Tabii!/Hayhay!
It´s a sure thing. Kesin bir şey. z., k. dili 1.
Sure thing! Tabii!/Hayhay!:
k. dili Tabii!/HaySure!hay!Tabii! “Will you come?” “I sure will.”
surefire “Gelecek
s., k. dili kesin. “Tabii ki geleceğim.” 2. bayağı, epey: They
misin?”
sure are hardworking! Onlar bayağı çalışkan!/Onlar ne kadar
surefooted s. ayağı hiç kaymaz, sürçmez.
çalışkan!
surely z. muhakkak: Surely you know each other, don´t you?
surety Muhakkak birbirinizi
i. 1. kefil. 2. tanıyorsunuz,
(para olarak) kefalet. değil mi?
surf i. 1. kıyıya çarpıp çatlayan dalgalar. 2. kıyıya çarpıp çatlayan
surface dalgaların
i. 1. yüzey,sesi.
satıh.3. 2.
kıyıya çarpıp çatlayan
(suya/sıvıya ait) yüz:dalgalarda
on the surface oluşan
of the
beyaz
water köpükler.
suyun f. 1.
yüzünde. spor
3. sörf
dış yapmak.
yüz, dış 2. bilg.
görünüş. (İnternet
f. 1.
surface features coğr. yüzey şekilleri, yer biçimleri.
üzerinde) sörf yapmak.
(balık/denizaltı) suyun yüzüne çıkmak. 2. (yolu) (bir maddeyle)
surface mail kara veya denizden giden posta.
kaplamak. 3. k. dili görünmek, gözükmek, ortaya çıkmak.
surfboard i. sörf tahtası.
surfeit i. 1. fazlalık. 2. fazlasıyla (yemek) yeme/içme. f. fazlasıyla
surfer yedirmek/içirmek/doldurmak.
i. sörfçü.
surfing i. 1. spor sörf. 2. bilg. (İnternet üzerinde) sörf yapma.
surge f. 1. (deniz) kabarmak, kaynamak. 2. against (dalga) yükselip -e
surgeon çarpmak. 3. up (dalga) şiddetle yükselmek. 4. (elektrik
i. cerrah, operatör.
cereyanı, fiyatlar, satışlar v.b.) aniden yükselmek. 5. hürya
surgery i. 1. cerrahi; cerrahlık, operatörlük. 2. İng. muayenehane. 3. İng.
etmek, akın akın gitmek. 6. dalgalar halinde yayılmak. 7. up
(milletvekilinin
İng. muayenehanenin seçim bölgesinde kendi seçmenleriyle yaptığı)
surgery hours birdenbire (birinin) içiniaçık
(bir olduğu saatler.
his) kaplamak/doldurmak: Anger
görüşme.
surgical surged
s. up within
1. cerrahi, her. Birdenbire
cerrahiye içini öfke kapladı.
ait. 2. ameliyatlarda i. 1.3.
kullanılan. (bir his)
surgical spirit aniden
ameliyatlave şiddetle
yapılan.
İng. tuvalet ispirtosu. belirme. 2. dalgalar halinde yayılma. 3.
(elektrik cereyanı, fiyatlar, satışlar v.b.) aniden yükselme. 4.
Surinam i. Surinam.
(insanlar/hayvanlar için) akın, akın halinde gitme.
Surinamese i. (çoğ. Su.ri.nam.ese) Surinamlı. s. 1. Surinam, Surinam´a özgü.
surly 2. Surinamlı.
s. sinirli ve nobran, aksi ve kavgacı.
surmise i. tahmin, zan, sanı. f. tahmin etmek, zannetmek, sanmak;
sanısına kapılmak: I surmised that she was unhappy. Mutsuz
olduğu sanısına kapıldım.
surmount f. 1. üstesinden gelmek, hakkından gelmek. 2. -in üstünden
surname yükselmek.
i. soyadı. 3. -in üstünde durmak.
surpass f. (üstünlük açısından) geçmek; geride bırakmak: He surpassed
surpassing all the other
s. eşsiz, students in Latin. Latincede diğer öğrencilerin
emsalsiz.
hepsini geçti.
surpassingly z. son derece: She´s surpassingly lovely. O son derece güzel.
surplus i. artakalan miktar; üretim fazlası: The U.S. has a surplus of
surprise wheat thisşaşkınlık;
i. sürpriz; year. Bu hayret.
sene A.B.D.´nde fazla
f. 1. (birine) buğday
sürpriz üretildi.
yapmak; s.
(birini)
fazla, fazla
şaşırtmak. miktarda: surplus military supplies levazım fazlası.
surprise attack ask. baskın2.taarruzu.
(birini) gafil avlamak; (bir yere) baskın yapmak.
surprising s. şaşırtıcı.
surreal s. gerçeküstü.
surrealism i. gerçeküstücülük, sürrealizm.
surrealist s., i. gerçeküstücü, sürrealist.
surrender f. 1. teslim etmek; teslim olmak. 2. -den feragat etmek; vermek,
surrender o.s. to bırakmak.
kendini (bir i. 1. teslim.
şeye) 2. feragat; verme, bırakma, terk.
vermek.
surreptitious s. 1. hırsızlama yapılan. 2. gizlice ve kanunsuzca yapılan.
surrey i. fayton, payton.
surrogate i. 1. vekil. 2. başkasının yerini tutan/başkasının yerine kullanılan
surround kimse/şey.
f. 1. çevrelemek,s. başkasının
çevirmek, yerini
-in tutan/başkasının yerine 2. ask.
etrafını çevirmek/sarmak.
kullanılan
kuşatmak, (kimse/şey).
sarmak.
surrounding s. çevredeki, etraftaki: There are many vineyards in the
surroundings surrounding
i., çoğ. çevre,area. muhit;Etrafında
ortam. çok bağ var.
surtax i. ek vergi.
surveillance i. (birinin faaliyetlerini) gizlice izleme.
survey f. 1. gözden geçirmek, incelemek. 2. göz gezdirmek, şöyle bir
survey bakmak.
i. 1. anket. 3. 2.
(bir yeri) ölçmek,
gözden geçirme, mesaha
inceleme.etmek. 4. anket
3. genel yapmak
bakış. 4.
için soru
ölçüleme; sormak.
yerölçme. eden kimse, yerölçmeci.
surveyor i. yeri ölçen/mesaha
survival i. 1. hayatta kalma: They´re fighting for their survival. Yok
survive olmamak
f. 1. hayatta içinkalmak;
savaşımsağ veriyorlar.
kalmak. 2.2. kalıntı,
ayakta artakalan
kalmak: It´s şey.
survivor survived
i. 1. sağ kalanfor five hundred
kimse. years.kalan
2. ayakta Beş yüzşey.yıl3.boyunca
k. dili zor ayakta
durumları
kaldı.
göğüsleyip3. (birinden) uzun kimse. etkilenen; duygularınazor
yaşamak.
atlatabilenkolaylıkla 4. (afet, kaza veya bir
susceptible s. çevresindekilerden kolaylıkla
durumu) atlatmak.
suspect kapılan
f. 1. kuşku (biri).
duymak, şüphe etmek: I suspect his motives. Onun
suspect niyetlerinden
s. kuşkulu, şüpheli, kuşkuşüphe
duyuyorum. All ofsakıncalı;
uyandıran; us suspected mimli. him.
i. sanık,
Hepimiz
zanlı. ondan şüphe ediyorduk. 2. (bir şeyin olacağını) tahmin
suspend f. 1. asmak; sarkıtmak: They suspended the chandelier from the
etmek: I suspected something like this would happen. Böyle bir
ceiling.
i. Avizeyi tavana
1. (pantolonun astılar.
düşmesini 2. (from)
önlemek geçici
askı:olarak
suspender şeyin olacağını tahmin ediyordum. 3. için)
zannetmek, I want a pairShe
sanmak: of
uzaklaştırmak,
suspenders. Bir tardetmek.
tane 3. (cezayı)
pantolon askısı ertelemek,
istiyorum. 2. tecil
İng. etmek.
jartiyer. 4.
suspense ´s smarter
i., sin. süspans,than geciktirim.
we suspected. Zannettiğimizden daha akıllı. I
geçici olarak durdurmak, kesmek; ara vermek; tatil etmek. 5.
suspenseful suspect you´re right,
s., sin.olarak
süspans dolu. actually. Aslında senin haklı olduğunu
geçici yürürlükten kaldırmak; askıya almak. 6. kim.
sanıyorum.
suspension süspansiyon halinde tutmak.
i. 1. asma, sarkıtma; asılma, sarkıtılma. 2. geçici olarak
suspension bridge uzaklaştırma/uzaklaştırılma.
asma köprü. 3. (cezayı) erteleme; (ceza)
ertelenme. 4. geçici olarak durdurma/durdurulma. 5. geçici
suspicion i. 1. kuşku, şüphe. 2. ipucu. 3. ufak bir belirti.
olarak yürürlükten kaldırma/kaldırılma; askıya alma/alınma. 6.
suspicious s. 1. kuşku
kim. dolu; şüphe
süspansiyon, asıltı.içinde;
7. oto.kuşku duyan: You seem
süspansiyon.
sustain suspicious. Şüphe ediyor gibisin.
f. 1. ayakta tutmak; -in yaşamasını sağlamak; He´s suspicious by nature.
-in çökmesine
Şüpheci
engel biri o.devam
olmak; 2. şüpheli, şüphe
ettirmek, uyandıran.2. (ağırlığı) çekmek.
sürdürmek.
sustained s. 1. başından sonuna kadar aynı güçle sürdürülen. 2. başından
3. doğrulamak,
sonuna kadar aynı tasdik etmek. 4. kaldırmak,
kalitede/seviyede katlanmak. 5. huk.
sürdürülen.
sustaining wall istinat duvarı.
(hâkim) (bir şeyin) doğru olduğunu kabul etmek. 6. (kötü bir
sustenance i. 1. yiyecek
şeye) uğramak: bir şey/şeyler,
That army had yiyecek/yiyecekler. 2. (bir yiyeceğin
sustained two defeats. O ordu iki
suture içindeki)
yenilgiye
i., besleyici
yeri,maddeler.
uğramıştı.
tıb. 1. dikiş 3. ayakta
dikiş. 2. dikişte tutma;iplik/tel.
kullanılan yaşamasını 3. dikiş
sağlama; çökmesine engel olma. 4. ayakta tutan şey.
atma.
svelt s., bak. svelte.
svelte s. ince ve zarif, narin.
SW kıs. southwest.
swab i. 1. ufak bir çubuğun ucuna takılı hidrofil pamuk/bez parçası. 2.
swaddle ask. harbinin
f. (bebeği) ucuna takılan
kundağa sarmak,çaput. 3. den. sopanın
kundaklamak. swaddling ucuna takılı
clothes
tahta
kundak bezi, paspas.
bezleri. f. (--bed, --bing) 1. (pamuklu çubukla)
swagger f. 1. kasıla kasıla yürümek. 2. sallana sallana yürümek.
temizlemek. 2. (çaputlu harbi ile) temizlemek. 3. den.
paspaslamak.
swallow f. 1. yutmak. 2. yutmak, sesini çıkarmadan sineye çekmek. 3. k.
swallow dili yutmak,
i., zool. kanmak, aldanmak, inanmak. 4. yutkunmak. i.
kırlangıç.
yudum.
swallow one´s pride gururunu bir yana bırakmak.
swallow one´s words 1. kelimeleri yutmak, kelimeleri net bir şekilde telaffuz
swallow s.t. hook, line, and etmemek. 2. yanılmış olduğunu itiraf
k. dili bir yalanı tamamen yutmak, biretmek;
yalanatükürdüğünü
tamamen
sinker yalamak.
swallow s.t. up inanmak.
bir şeyi yok etmek.
swam f., bak. swim.
swamp i. bataklık. f. 1. suyla doldurmak: The high waves were
swampy swamping
s. bataklık,the boat. Yüksek dalgalar yüzünden tekne suyla
batak.
doluyordu. 2. (bir şeylerin aşırı miktarda olması) sıkışık/zor bir
swan i. kuğu.
duruma sokmak: They´re swamping us with orders. Bizi
swan song 1. efsaneyeboğuyorlar.
siparişlere göre kuğunun ölmeden
Such buildingsönceki son ve güzel
are swamping the ötüşü.
swank 2. bir
suburbs.sanatçının
s., k. dili, Böyle son eseri/gösterisi.
binalar banliyöleri âdeta istila ediyor. 3. k. dili
bak. swanky.
swanky (spor
s., k. dili şık ve lüks. ezmek, ezici bir yenilgiye uğratmak.
yarışmasında)
swap f. (--ped, --ping) k. dili değiş tokuş etmek, trampa etmek,
swarm değiştirmek,
i. 1. oğul, toplutakas etmek:
haldeki We2.
arılar. swapped
sürü: A coats.
swarmPaltolarımızı
of people
değiş
gathered tokuş ettik.
around I´ll
the swap
well. you
Kuyununtwenty marbles
etrafında for
bir thatinsan
sürü canary.
swarthy s. esmer (kişi/ten).
Yirmi misketimi senin kanaryanla trampa ederim.
toplandı. f. 1. (arılar) oğul halinde kovandan ayrılmak. 2. akın I´ll swap with
swashbuckler i. afiliDeğiş
you. kabadayı.
tokuş edebiliriz. i., k. dili değiş tokuş, trampa, takas.
etmek, akın halinde gitmek. 3. (with) kaynamak, çok miktarda
swashbuckling s. 1. afili bir kabadayıyığılmak,
toplanmak/birikmek, gibi. 2. macera
yığışmak:doluThe
ve place
heyecan wasverici
swastika (hikâye,
swarming roman
i. gamalı haç. v.b.).
with cops. Orada polis kaynıyordu.
swat f. (--ted, --ting) (sineklik, dürülmüş gazete, beysbol sopası veya
swatch elle) vurmak. kumaş/deri/kâğıt parçası, eşantiyon, numune. 2.
i. 1. numunelik
swath parça, yer:halinde
i. 1. (şerit Here and there alan,
uzanan) you could
şerit.see swatches
2. tırpan, of red.
biçme Yer
makinesi
yer kırmızılıklar
v.b.´nin görünüyordu.
bir geçişte kestiği yer.
swathe f. in (sargı/giysi/örtü/kumaş) ile sarmalamak, ile sarıp
swatter sarmalamak, ile sarmak.
i. sineklik, sinek öldürmeye yarayan saplı alet.
sway f. 1. (dik duran bir şey/biri) (bir yandan öbür yana) sallanmak;
Swazi sallamak: She was swaying
i. 1. (çoğ. --s/Swa.zi) to the 2.
Swazi, Svazi. music. Kendini
Swazice, müziğin
Svazice. s. 1.
etkisine
Swazi, bırakarak
Svazi, Swazi sallanıyordu.
halkına özgü. The
2. wind was
Swazice, swaying
Svazice. the
Swaziland i. Swaziland, Svaziland.
palms. Rüzgâr palmiyeleri sallıyordu. 2. (birini) etkileyerek
swear f. (swore, sworn)
yönlendirmek; 1. küfretmek,
(birini) (bir karara) sövmek. 2. yemin
yöneltmek: etmek,
In the end itant
was
swear at içmek;
Alev´s (birine)
(birine)greed yemin
for
küfretmek. money verdirmek,
that swayed ant Sungur.
içirmek. Eninde sonunda
swear by Sungur´un kararını belirleyen şey Alev´in para hırsıydı. Can he
-e çok güvenmek.
be swayed by a pretty face? Güzel bir çehre onu bir karara
swear like a trooper k. dili sövüpmi?
yöneltebilir saymak, kalayı basmak.
i. 1. sallanma. 2. nüfuz. 3. egemenlik,
swear off (bir şeyi yapmamak
hâkimiyet, hükümranlık. için) tövbe etmek.
swear s.o. in 1. birine ant içirerek bir makama geçirmek. 2. birine ant
swear s.o. to içirmek.
(belirli bir konu) hakkında (birine) yemin ettirmek: We´ve
swearword sworn
i. küfür, him to silence. Hiçbir şey söylemeyeceğine dair yemin
sövgü.
ettirdik.
sweat i. 1. ter. 2. (soğuk bir yüzeyin üstünde oluşan) damlalar, ter. 3.
sweat blood ter dökme.
k. dili 1. çokf. çalışmak,
1. terlemek. epey2. (cam, bardak2.v.b.)
ter dökmek. çok terlemek,
endişe etmek.
buğulanmak. 3. k. dili endişe etmek. 4. (içindeki su) ter şeklinde
sweat it out k. dili 1. (zor bir duruma) dayanmak: You´ll just have to sweat
sızmak, terlemek.
sweat s.t. out itter
out! Ona dayanmaktan
dökerek başka çaren
bir şeyi vücudundan atmak. yok! 2. endişe içinde
beklemek: We sweated it out for a week. Bir hafta boyunca
sweat suit eşofman.
endişe içinde bekledik.
sweater i. kazak, hırka, süveter, pulover.
sweaty s. 1. terli. 2. ter kokan. 3. terleten, terletici (hava).
Swede i. İsveçli.
swede i., İng. şalgam.
swede turnip şalgam.
Sweden i. İsveç.
Swedish i. İsveççe. s. 1. İsveç, İsveç´e özgü. 2. İsveççe.
sweep f. (swept) 1. süpürmek: Sweep the kitchen! Mutfağı süpür! She
sweep s.o. off his/her feet swept
k. dili the kitchen
birini kendine floor clean. Mutfağın
sırsıklam âşık etmek. yerini süpürerek
temizledi. 2. away yok etmek; silip süpürmek; alıp götürmek;
sweep up (bir yeri) süpürmek.
sürüklemek: The wind has swept all the leaves away. Rüzgâr
yaprakların hepsini silip süpürdü. 3. (bir yerin) üzerinden
geçmek; istila etmek: Fire swept the area. Yangın bölgeyi kasıp
kavurdu. Fear swept the country. Ülkeyi korku sardı. 4.
kendinden emin bir şekilde hızla/hışımla yürümek. 5. taramak:
sweeper i. 1. elektrik süpürgesi. 2. süpürme makinesi/aracı. 3. süpürücü.
sweeping s. 1. çok kapsamlı, çok geniş, büyük çapta. 2. fazla genel,
sweepings yeterince fark gözetmeyen. 3. geniş, panoramik (manzara).
i., çoğ. süprüntü.
sweepstakes i. ödenen paraların tümünü bir/birkaç kişinin kazanabileceği bir
sweet bahis türü/piyango.
s. 1. tatlı; şekerli: sweet wine tatlı şarap. sweet orange tatlı
sweet alyssum/alison portakal. Do
bot. beyaz deliotu,you take yourkuduzotu.
beyaz coffee sweet? Kahvenizi şekerli mi
içersiniz? This jam´s too sweet. Bu reçel fazla tatlı. 2. tatlı, hoş;
sweet basil bot. fesleğen, reyhan.
sevimli, şirin: sweet sounds hoş sesler. a sweet lady tatlı bir
sweet bay bot. defne.
hanım. a sweet little village şirin bir köycük. i. 1. çoğ. şekerli
sweet corn yiyecekler.
tatlı bir mısır 2.türü.
İng. şeker. 3. İng. (yemeğin sonunda yenilen)
sweet gum tatlı.
1. bot. amerikansığlası. 2. bot. anadolusığlası. 3. sığla balsamı.
sweet marjoram bot. mercanköşk, merzengûş.
sweet pea bot. ıtrışahi, ıtırşahi.
sweet pepper tatlı biber.
sweet pepper dolmalık biber; çarliston biberi.
sweet potato tatlıpatates, sarmaşıkpatatesi.
sweet shop İng. şekerci dükkânı, şekerci.
sweet shrub bot. kadehçiçeği, kalikant.
sweet water tatlı su.
sweet william bot. hüsnüyusuf.
sweet woodruff bot. kokulu asperula.
sweetbread i., kasap. uykuluk.
sweetbriar i., bot. kokulu bir gül türü.
sweetbrier i., bot., bak. sweetbriar.
sweeten f. 1. tatlılaştırmak, tatlı yapmak, şeker tadı vermek. 2. daha hoş
sweetener yapmak; daha hoş bir
i. (yiyeceği/içeceği) hale
tatlı getirmek,
yapan madde, tatlılaştırmak,
tatlandırıcı. daha çekici
yapmak; iticiliğini azaltmak.
sweetening i. 1. tatlılaştırma, tatlı yapma. 2. daha hoş yapma; tatlılaştırma,
sweetheart daha çekici yapma; iticiliğini azaltma. 3. (yiyeceği/içeceği) tatlı
i. sevgili.
yapan madde, tatlandırıcı.
sweetie i., k. dili 1. sevgili. 2. çok şeker biri/hayvan; çok hoş bir şey. 3.
sweetmeat İng. (akide şekeri gibi) şeker.
i. şekerleme.
sweetsop i. 1. bot. kaymakağacı, hintayvaağacı. 2. hintayvası (meyve).
sweet-talk f., k. dili (birini) tatlı sözlerle ikna etmek/kandırmak.
swell f. (--ed; --ed/swol.len) 1. şişmek, kabarmak; şişirmek: Her ankle
swelling ´s swollen.
i. 1. şişkinlik, Ayak bileği
şişlik, şiş, şişti.
şişmiş The rain
yer. 2. has swelled
şişme; the door.
şişirme.
Yağmur kapının tahtalarını şişirdi. 2. artmak; artırmak: It´ll swell
swelter f. (sıcaktan) terleyerek bunalmak: We sat there sweltering for
our tax revenues. Vergi gelirlerimizi artırır. It swelled the flood
two
s. hours. Orada iki saatçokboyunca ter içinde oturduk. i.
sweltering of 1. (sıcaklığıyla)
protests. Protestoinsanı
yağmurunu terletip bunaltan.
şiddetlendirdi. 2.3.bunaltıcı,
den. (yelken)
swept boğucu
(rüzgârla) (sıcak).
f., bak. sweep.dolmak/şişmek; (rüzgâr) (yelkeni)
swerve doldurmak/şişirmek.
f. 1. birdenbire başka4.bir k.tarafa
dili (öfke v.b.) kabarmak:
yönelmek; He swelled
(taşıtı) birdenbire
with
başka anger.
bir yöne Öfkesi kabardı.
sürmek: At Pride
that swelled
point the within her.
road swerves Göğsüto the
swift s. 1. çabuk,
kabardı. i. 1.hızlı,
ölü süratli.2.
dalga. 2.dalgalanma.
k. dili akıllı; makul;
3. artma,zeki.
artış. s., k.
west. O noktada yol batıya yöneliyor. He swerved the car todili
the
swift i., zool. çok
harika, 1. karasağan.
güzel. 2. k. dili kırlangıç.
right to avoid hitting the dog. Köpeğe çarpmamak için
swiftness i. çabukluk, hız,
direksiyonu birdensürat.
sağa kırdı. 2. (hedeften/fikirden/inançtan)
swig ayrılmak, sapmak.
f. (--ged, --ging) i. 1.içmek.
k. dili birdenbire başka bir tarafa
i. yudum.
swill yönelme/yöneliş; (taşıtı) başka
f. 1. çok içmek. 2. (domuza) sulandırılmış bir yöne sürme.
yemek2.artıkları
(hedeften/fikirden/inançtan) ayrılma, sapma.
swill a liquid around/about in vermek.
(bir kabı)3.(birüstüne su dökerek
sıvıyla) (bir yeri) temizlemek.
çalkalamak/çalkalayarak i. (domuza
temizlemek.
yedirilen) sulandırılmış yemek artıkları.
swim f. (swam, swum, --ming) 1. (suda) yüzmek: They were
swim against the tide swimming
egemen olan in the creek.
görüşe Çayda
karşı yüzüyorlardı. 2. (akarsu, göl v.b.
gelmek.
´ni) yüzerek geçmek. 3. (bir şey içinde) yüzmek; (bir şeyle) dolu
swim with the tide egemen olan görüşe uymak.
olmak; (bir şeye) bol miktarda sahip olmak: These beans are
swimming i. yüzme. in grease. Bu fasulye yağ içinde yüzüyor. She was
swimming
swimming costume swimming
mayo. in money. Para içinde yüzüyordu. 4. (birinin başı)
swimming pool dönmek: His
yüzme havuzu. head was swimming. Başı dönüyordu. 5.
yüzdürmek; -in yüzmesine yardım etmek: He swam the horse
swimming trunks (erkekler
across theiçin)
river.mayo: He boughtnehirden
Atı yüzdürerek a pair of geçirdi.
swimming trunks.
i. yüzüş,
Mayo aldı.
yüzme: Where do you take your morning swim? Sabahları
nerede yüzüyorsun? s. yüzmekle ilgili; yüzerken
kullanılan/giyilen.
swimmingly z.
swimsuit i. mayo.
swindle f. dolandırmak, dolandırıcılık etmek. i. dolandırma; dolandırıcılık.
swindler i. dolandırıcı.
swine i. (çoğ. swine) 1. domuz. 2. k. dili pis herif.
swing f. (swung) 1. (sarkaç gibi) sallanmak; sallamak: The lamp was
swing into action swinging
k. dili hareketein the geçivermek.
wind. Lamba rüzgârda sallanıyordu. She was
swinging in the hammock. Hamakta sallanıyordu. Swing her in
swinging s., k. dili çok hareketli ve neşeli.
the swing. Onu salıncakta salla. He swung his arms as he
swinging door çarpma Yürürken
walked. kapı. kollarını sallıyordu. 2. (bir yöne) çevirivermek:
swinish He
s. çokswungkaba; hishayvani,
gun towards me. Tüfeğini bana doğru çeviriverdi.
hayvanca.
swipe 3.
f. 1. k. dili çalmak, aşırmak,hammock
asmak: They swung the araklamak, between
yürütmek.two 2.oaks. Hamağı
çarpmak,
iki meşe
vurmak. arasına
3. girdap astılar.
at (birine) 4.
yumruk (beysbol
savurmak;veya golf sopası,
(bir şeyi) tenis
-e doğru
swirl f. dönmek;
raketi, orak v.b.´ni) gibi dönmek,
sallamak; helezonlaşarak
(baltayı) indirmek; dönmek;
şöyle
döndürmek;bir sallamak: He swiped at the bee with his book. Kitabını
swish f. 1. (havadagirdap
(sopayı/bastonu) hareket gibi
savurmak. döndürmek;
ederken) 5. ıslık
k. helezonlaştırarak
diligibi
(bir ses çıkarmak.
şeyin) sonucunu 2. tayin
arıya
döndürmek.doğru şöyle bir
i. dönme; salladı.
girdap i. vurmak
gibi i.dönme, amacıyla yapılan
Swiss (yapraklar,
etmek.
i. (çoğ. Swiss)
hareket; k.ipek
6.yumrukdili v.b.) hışırdamak.
başarmak,
İsviçreli.
savurma; becermek:
s. 1.(bir
İsviçre, Canhelezoni
1. ıslık
şeyi)İsviçre´ye
sallama:
gibi
you keskin
swing
özgü.
She
dönüş;
bir
2.a
made
ses.car
new 2.
İsviçreli.
a swipe
girdap,
hışırtı.
on your helezon;
present helezoni
salary? kıvrım.
Şimdiki maaşınla yeni bir araba satın
Swiss cheese at the fly
İsviçre with the rolled newspaper. Dürülmüş gazeteyi
peyniri.
alabilir
karasineğe misin?doğru7. around
şöyle bir dönüvermek:
salladı. He swung around and
Swiss steak biftek
found ile yapılan
himself facesebzeli,
to facesalçalı
with his bir oppressor.
yemek. Dönüverince
switch karşısında
i. 1. elektrik kendisine zorbalık edeni
anahtarı/düğmesi, buldu.
anahtar, The car
düğme, swung
komütatör;
switch off around
şalter.
(düğmesini the corner.
2. d.y.çevirerek) Araba köşeyi
makas. 3.(elektrikli
(uzun bir)bir dönüverdi.
postiş.
aygıtı) 8. (geniş
4.kapatmak.
değiştirme, bir yay
çizerek) (bir
değişiklik. 5. yöne doğru)
(kesilmiş) çokdönmek:
ince dal. Atf.that point the army swung
1. değişmek;
switch on (düğmesini
north. Oradaçevirerek)
ordu kuzeye (elektrikli bir aygıtı)başladı.
doğru dönmeye açmak. 9. (bir şeye
değiştirmek: Let´s switch places. Yerlerimizi değiştirelim. He´s
switchblade i. sustalı bıçak,
tutunarak)
switched to(bir sustalı.
yerden)
another (başka
brand. Artık birbaşka
yere)bir atlamak/sıçramak:
marka kullanıyor. 2. -i
switchboard Tarzan
ince birwas
i. telefon dalla swinging
dövmek.on
santralı. 3.vines
(hayvan)from(kuyruğunu)
one tree to the (bir other.
yandan öbür
Tarzan
yana) sarmaşıklara
sallamak; tutunarak
(hayvanın kuyruğu)
santralcı, santral; santral memuru/memuresi. ağaçtan (birağaca
yandan atlıyordu.
öbür He
yana)
switchboard operator
swung himself into the saddle. Hafif bir sıçrayışla ata bindi. He
sallanmak.
Switzerland i. İsviçre.
swung himself down from the wall. Ellerinin yardımıyla duvarın
swivel i. 1. fırdöndü,
üstünden indi.serbest
10. (birbir eksenle bağlanmış
durumdan) (başka bir çift halka. 2. (tüfek)
duruma)
swivel chair çatı
döner kancası.
geçivermek: sandalye; f. (--ed/--led,
She swungkoltuk.
döner --ing/--ling)
from pessimism around dönüvermek;
to optimism.
döndürüvermek.
Kötümserlikten iyimserliğe geçiverdi. 11. salına salına
swivet i.
yürümek/gitmek. 12. at k. dili (birine) yumruk savurmak: He
swob i.,
swungf., bak. swab.
at me. Yumruğunu bana doğru savurdu. 13. (kapı, köprü
swollen v.b.)
f., bak. swell. s. üzerinde)
(bir eksen şişmiş, şiş. dönmek; -i döndürmek: She was
swoon swinging on the gate.
f. bayılmak. i. bayılma, baygınlık, Kapının üzerinde
baygınbir ileri bir geri
hal.
sallanıyordu. The door swung to. Kapı kendiliğinden kapandı.
swoop f.
14. (down)
k. dili (kuş)
asılarakbirdenbire inmek. asılmak: You´ll swing for this.
idam edilmek,
swoop down on 1. birdenbire
Bunun için seni (birinin) üstüne i.çullanmak.
sallandırırlar. 1. (beysbol2.sopası,
birdenbire
tenisinip/çıkıp
raketi,
swop (birini)
orak yakalamak.
v.b.´ni) sallama,
f., i., k. dili, bak. swap. i. 1. ani iniş.
sallayış; 2. baskın,
(baltayı) polis
indirme, baskını.
indiriş;
(sopayı/bastonu/yumruğu) savurma, savuruş. 2. (sarkaç gibi)
sword i. kılıç.
sallanma, sallanış; sallama, sallayış. 3. (bir durumdan) (başka
swordfish i.
bir(çoğ.
duruma)sword.fish/--es)
geçiverme.kılıçbalığı.
4. salıncak.
swordplay i. kılıç kullanma.
swordsman çoğ. swords.men (sôrdz´mîn) i. iyi kılıç kullanan kimse.
swordsmanship i. kılıç kullanmakta ustalık.
swordtail i., zool. kılıçkuyruk.
swore f., bak. swear.
sworn f., bak. swear.
swot f. (--ted, --ting) İng., k. dili çok ders çalışmak, ineklemek.
swot up İng., k. dili (dersi) çok çalışmak, inek gibi çalışmak. i., İng., k.
swum dili 1. inek,
f., bak. swim. çok ders çalışan öğrenci. 2. çok çalışma, çok
çabalama.
swung f., bak. swing.
sycamore i., bot. amerikançınarı.
sycamore maple bot. dağakçaağacı.
sycophancy i. dalkavukluk.
sycophant i. dalkavuk.
syllabication i. 1. hecelere ayırma. 2. heceleme.
syllabification i., bak. syllabication.
syllabify f. 1. hecelere ayırmak. 2. hecelemek.
syllable i. hece, seslem.
syllabus i., çoğ. --es (sîl´ıbısız)/syl.la.bi (sîl´ıbay) özet.
syllogism i., man. tasım, kıyas.
sylph i. 1. havada yaşayan peri, hava perisi. 2. ince ve güzel kız.
sylphlike s. ince güzel, güzel ve ince (kız/kadın).
sylvan s. 1. ormanda yaşayan/bulunan. 2. ormana özgü. 3. ormanlık;
symbiont ormanla kaplı; orman gibi.
i., biyol. ortakyaşar.
symbiosis i., biyol. sembiyoz, ortakyaşama, ortakyaşarlık.
symbiotic s. sembiyotik, ortakyaşar.
symbol i. sembol, simge.
symbolic s. sembolik, simgesel.
symbolic logic simgesel mantık.
symbolise f., İng., bak. symbolize.
symbolism i. sembolizm, simgecilik.
symbolist i. sembolist, sembolizm yanlısı, simgeci. s. sembolist,
symbolize sembolizmle ilgili, simgeci.
f. 1. -in sembolü/simgesi olmak, -i simgelemek. 2.
symmetric sembolleştirmek,
s., bak. symmetrical. simgeleştirmek.
symmetrical s. 1. simetrik, simetrili. 2. mat. simetrik, bakışımlı, bakışık.
symmetry i. simetri, bakışım.
sympathetic s. 1. birinin duygularını anlayıp paylaşan, anlayışlı, halden
sympathetic strike anlayan. 2. sempatik,
sempati grevi, destek sıcakkanlı.
grevi. 3. olumlu, iyi.
sympathise f., İng., bak. sympathize.
sympathiser i., İng., bak. sympathizer.
sympathize f. with 1. (birinin) duygularını anlayıp paylaşmak, halini
sympathizer anlamak. 2. (görüşü/fikri) anlayıp paylaşmak/desteklemek.
i. sempatizan.
sympathy i. 1. anlayış, halden anlama: He´s gone there to get sympathy
sympathy strike from
sempatiher.grevi,
Orayadestek
onun anlayışına
grevi. arousesığınmaya gitti. Don´tfor
s.o.´s sympathies look for
birinin
any sympathy
(birinden/bir from her! Ondan hiç anlayış bekleme!
şeyden) yana olan duygularını uyandırmak. You won´t
symphonic s., müz. senfonik.
get any sympathy from them! Haline hiç anlayış göstermezler!
symphony i.,
2. müz. senfoni.sempati. 3. çoğ. (belirli bir şeyden yana olan)
duygudaşlık,
symphony orchestra görüşler: His sympathies are definitely with the monarchy.
senfoni orkestrası.
symposium Görüşleri monarşiden
çoğ. sym.po.si.a yana.
(sîmpo´ziyı)/--s (sîmpo´ziyımz) i. sempozyum.
symptom i. 1. tıb. semptom, bulgu, belirti. 2. işaret, alamet, belirti.
symptomatic s. of 1. tıb. -in semptomu olan, -in belirtisi olan. 2. -e işaret olan,
synagogue -in belirtisi havra.
i. sinagog, olan.
sync f., k. dili, bak. synchronize. i., k. dili
synch f., i., k. dili, bak. sync.
synchromesh i. senkronizör tertibatı.
synchronic s. eşzamanlı, senkronik.
synchronisation i., İng., bak. synchronization.
synchronise f., İng., bak. synchronize.
synchroniser i., İng., bak. synchronizer.
synchronism i. eşzamanlılık, senkronizm.
synchronization i. 1. senkronize etme, senkronik/eşzamanlı bir hale getirme. 2.
synchronize sin.
f. 1. senkronizasyon,
senkronize etmek, eşleme.
senkronik/eşzamanlı bir hale getirmek.
synchronizer 2. sin. senkronize
i. senkronizör. etmek, eşlemek.
syncline i., jeol. ineç, tekne.
syncopate f., müz. senkoplamak.
syncopated s., müz. senkoplu.
syncopation i., müz. senkop.
syncope i. 1. tıb. senkop, bayılma, baygınlık geçirme. 2. dilb. içses
syncretism düşmesi.
i. 1. dilb. ikili çatı. 2. fels. senkretizm.
syndicate i. 1. gazetelere bant-karikatür/karikatür/makale/haber satan
syndrome ajans. 2. bir yönetim altında bulunan aynı türden bir grup ticari
i., tıb. sendrom.
kuruluş: a newspaper syndicate aynı yönetim altında bulunan
synergism i., bak. synergy.
gazeteler grubu. 3. yasadışı işler çeviren örgüt. f. (sîn´dıkeyt) 1.
synergy i. görevdeşlik,
bir sinerji.(bant-karikatür, karikatür, makale veya
ajans aracılığıyla
synesthesia haberi)
i. duyumbirçokikiliği,gazeteye
sineztezi.satarak gazetelerde sürekli
synod yayımlanmasını
i., Hrist. 1. sinod,sağlamak.
toplantı. 2. 2.sinod,
(aynı türden
seçilmiş birkaç ticari oluşan
üyelerden kuruluşu)
grup haline
topluluk/kurul. getirmek, aynı yönetim altında birleştirmek.
synonym i. eşanlamlı sözcük, eşanlamlı, sinonim.
synonymous s. eşanlamlı, anlamdaş, sinonim.
synopsis çoğ. syn.op.ses (sînap´siz) i. özet.
syntactic s., dilb. sözdizimsel, sentaktik.
syntactical s., dilb., bak. syntactic.
syntagm i., dilb. dizim, sentagma.
syntagma i., dilb., bak. syntagm.
syntax i., dilb. sözdizimi, sentaks.
synthesis çoğ. syn.the.ses (sîn´thısiz) i., fels., kim. sentez, bireşim.
synthesise f., İng., bak. synthesize.
synthesize f. 1. sentez haline getirmek. 2. kim. sentez yoluyla
synthetic yapmak/meydana
s. 1. sentetik, sentez getirmek.
yoluyla yapılan. 2. suni, yapay.
syphilis i., tıb. frengi, sifilis.
syphon i., f., bak. siphon.
Syria i. Suriye.
Syriac i., s. Süryanice.
Syrian i. 1. Suriyeli. 2. Süryani. s. 1. Suriye, Suriye´ye özgü. 2. Süryani.
syringe 3. Suriyeli.
i. 1. şırınga, iğne, enjektör. 2. şırınga, bir yere sıvı doldurmaya
syrup yarayan
i. 1. pekmez pompa. 3. püskürteç,
kıvamındaki pülverizatör.
tatlı sıvı, f. 1. şırıngayla
şurup, melas: beet syrupiçine
su fışkırtarak
pancar melası. (kulağı)
lemon temizlemek.
syrup limon 2. (bitkinin)
şurubu. üstüne
chocolate su
syrup
system i. 1. sistem, dizge: solar system güneş sistemi. philosophical
püskürtmek.
çikolatalı sos. 2.dizgesi.
(ilaç olarak) şurup: cough syrup öksürük
systematic system felsefe
s. 1. sistemli, dizgeli. 2.digestive system
fels. sistematik, sindirim
dizgesel. sistemi.
şurubu.
nervous system sinir sistemi. 2. sistem, düzen: political system
systematisation i., İng., bak. systematization.
siyasi düzen. system of education eğitim sistemi. electoral
systematise f., İng., bak.
system seçim systematize.
sistemi. 3. sistem, tertibat, düzen: heating
systematization system ısıtma
i. sistemleştirme, sistemi. cooling system soğutma tertibatı.
dizgeleştirme.
systematize electrical system elektrik
f. sistemli bir hale getirmek, sistemi. computer system
sistemleştirmek, bilgisayar
dizgeleştirmek.
sistemi. 4. sistem, şebeke, ağ: railroad system demiryolu
systemic s. sistemikriver
şebekesi. (ilaç).system akarsu ağı/şebekesi. telephone system
systems analysis sistem sistemi.
telefon analizi. 5. vücut, bünye: Too much sugar is bad for your
systems analyst system. Fazla şeker yemek bünyeye zararlı. 6. düzenlilik, düzen.
sistem analisti.
systole i., tıb. kasım, sistol.
systolic s., tıb. kasımlı, sistolik.
T square T cetveli.
T, t i. T, İngiliz alfabesinin yirminci harfi. to a T tam bir şekilde, tam:
Ta It suits you
ünlem, İng.,to k.adili
T. Sağ
Tamol! sana göre bir şey.
tab i. 1. (dosyanın uzun kenarındaki tasnif numarası/yazısı yazılı)
tabby çıkıntı.
s. 2. (sayfa kenarına yapıştırılan) indeks etiketi. 3. (bir ucu
giysiye dikili öbür ucu çıtçıtla/düğmeyle tutturulan dar ve kısa)
tabby cat tekir kedi.
bez bant: This shirt has a tab collar. Bu gömleğin yaka uçları
table i. 1. masa.
çıtçıtlı 2. masa,
bir bantla masadakiler,
birbirine aynı masada
tutturuluyor. oturanların
4. alüminyum
table d'hôte hepsi, sofra,
kutunun/pet
çoğ. ta.bles d´hôtesofradakiler.
şişenin(täb´ılz 3.
kapağını çizelge,
açmaya
dot´) cetvel, tablo,
yarayantabldot.
(lokantada) liste: periodic
kulp/halka. 5. k.
table
dili elementler
fatura, hesap: çizelgesi.
Let me multiplication
pick up the tab table
this çarpım
time. Bu tablosu.
defa
table linen (bezden yapılmış) sofra örtüleri ve peçeteler.
chronological
hesabı ben ödeyeyim.table kronoloji
Can you tablosu.
foot thetable
tabofforlogarithms
this? Bunun
table of contents (kitabın başında
logaritma
masrafını tablosu.bulunan
ödeyebilir f. misin? ve alfabetik dizin
(bir tasarı/mesele) olmayan) içindekiler.
hakkındaki
table salt görüşmeyi/tartışmayı
sofra tuzu. ileri bir tarihe bırakmak.
table tennis masatenisi, masatopu, pingpong.
tablecloth i. sofra örtüsü, masa örtüsü.
tableland i., coğr. plato.
tablespoon i. 1. büyük kaşık, servis kaşığı. 2. (ölçü birimi olarak) çorba
tablet kaşığı.
i. 1. bloknot. 2. tablet, hap, komprime. 3. (taştan) levha.
tableware i. (sofrada kullanılan) tabak çanak, çatal bıçak gibi eşya.
tabloid i. 1. tabloit gazete; tabloit ek. 2. sansasyonel gazete. s. 1.
taboo tabloit.
i. tabu. s.2. tabu
sansasyonel;
olan, tabu.boyalı basına özgü.
tabu i., s., bak. taboo.
tabular s. çizelge/tablo/liste halinde olan.
tabulate f. cetvel haline koymak, tablo haline getirmek.
tachometer i. takimetre, dönüşölçer.
tachycardia i., tıb. taşikardi.
tacit s. 1. sözsüz. 2. sözle/yazıyla belirtilmeden ifade olunan, açıkça
taciturn söylenmemiş/yazılmamış.
s. suskun, çok az konuşan.
tack i. 1. ufak çivi; raptiye, pünez. 2. (bir yelkenlinin/bir hareketin/bir
tack s.t. down düşüncenin takip ettiği) yön: The ship
bir şeyi çivileyerek/raptiyeleyerek was on a portetmez
açılmaz/hareket tack. Gemi
bir
iskeleden
duruma gidiyordu.
getirmek. He suddenly set the conversation on a
tack s.t. on 1. bir şeyi çiviyle/raptiyeyle (bir yere) asmak. 2. (to) bir şeyi
different tack. Birdenbire sohbetin mecrasını değiştirdi. You
sonradan
i. 1. den. gelişigüzel
palanga. bir şekilde (biryakalama.
şeye) eklemek.
tackle ought to try a new 2. (birini)
tack with sıkıca
her. Ona başka bir f. 1. (bir problemi)
tarzda
tackle s.o. about s.t. ele almak,
yaklaşmalısın. çözmeye
zor/hassas bir 3. den.
konu çalışmak: How
(yelkenlinin,
hakkında are we
seyrini
biriyle going to
değiştirmek
konuşmak. tackle
için this
problem?
yaptığı) Bu problemi nasıl çözeceğiz? 2. (birini) sıkıca
tiramola: We can get there in two tacks. İki tiramolayla
tacky s. yapışkan.
yakalamak/tutmak.
oraya varırız. 4. terz. teyel. f. 1. den. (yelkenli) volta vurmak,
tacky s., k. dili 1. adi,
tiramolayla bayağı. 2.
yükselmek, çok zevksiz;
tiramola ederekçok rüküş.2. terz.
gitmek.
tact i. takt, ince bir
teyellemek, anlayış,
teyelle ince bir nezaket.
tutturmak.
tactful s. takt sahibi, nazik ve çok anlayışlı, ince.
tactic i. 1. ask. (belirli bir amaç için başvurulan) taktik. 2. taktik,
tactical manevra,
s. taktiğe ait,başvurulan
taktik. yol ve yöntem.
tactician i. taktikçi.
tactics i. taktik.
tactile s. 1. dokunma duyusuyla algılanabilen. 2. dokunma duyusuyla
tactless ilgili, dokunsal.
s. takttan yoksun, patavatsız, inceliksiz.
tad i., k. dili azıcık bir miktar.
Tadjik i., s., bak. Tajik.
Tadjiki i., s., bak. Tajiki.
Tadjikistan i., bak. Tajikistan.
tadpole i., zool. iribaş.
Tadzhik i., s., bak. Tajik.
Tadzhiki i., s., bak. Tajiki.
Tadzhikistan i., bak. Tajikistan.
taffeta i. tafta; canfes.
taffy i. kaynamış şekerle tereyağından yapılan şekerleme.
tag i. 1. etiket, yafta. 2. kovalamaca. f. (--ged, --ging) 1.
tag along etiketlemek,
1. (after/behind)yafta-in
koymak. 2. (kovalamaca
arkasından gitmek/gelmek, oyununda)
peşine(ebe)
(başka
takılmak. oyuncuya) dokunmak.
2. (after/with) 3. (after/behind) veyaarkasından
-in
tag s.o. as ... birine (belirli bir) damga(sırf meraktan
vurmak, birinedolayı
... damgası bir çıkar elde
vurmak.
gitmek/gelmek, peşine takılmak.
etme umuduyla) (biriyle) beraber gitmek/gelmek, (birinin)
tag s.o. with (bir şeyi) birine yüklemek, birinin üstüne atmak.
peşine takılmak.
Tahiti i. Tahiti.
Tahitian i. 1. Tahitili. 2. Tahitice. s. 1. Tahiti, Tahiti´ye özgü. 2. Tahitice.
tail 3. Tahitili.
i. 1. (hayvana ait) kuyruk. 2. arka kısım, kuyruk; son bölüm: in
tail away the
bak. tailofoff.
tail the procession kafilenin son bölümünde. the tail of
the airplane uçağın arka kısmı. the tail of a kite uçurtmanın
tail end k. dili 1. en son kısım. 2. kıç.
kuyruğu. 3. k. dili kıç, makat. 4. k. dili sivil polis, birini izlemekle
tail lamp oto.,
görevli bak. taillight.
kimse. 5. çoğ. yazı, madeni bir paranın resimsiz yüzü. 6.
tail off çoğ. frak. 7.
azalmak; (giysiyekaybolmak;
azalarak ait) etek: You´re
azalarak standing on theyavaş
sona ermek; tail of my
coat.
yavaşPaltomun
kaybolmak: eteğine basıyorsun.
The sound of theirf.,voices
k. dili tailed
yakından
off in the
izlemek/takip
woods aroundetmek. them. Sesleri kendilerini çevreleyen ormanın
içinde yavaş yavaş kayboldu.
tail wind hav. arka rüzgârı; den. pupa rüzgârı.
tailgate i. (yük arabasına/steyşına ait menteşeli) arka kapak. f., k. dili
taillight başka
i., oto. bir
stoparabanın
lambası, arkasından
stop, kuyruk çoklambası,
az bir mesafe bırakarak
arka lamba.
gitmek/gelmek, başka bir arabanın hemen arkasından
tailor i. terzi. f. (belirli bir amaca göre) (bir şeyi) yapmak/değiştirmek.
gitmek/gelmek; (başka bir arabanın) arkasından çok az bir
tailor-made s. terzinin
mesafe yaptığı (giysi).
bırakarak gitmek/gelmek: He´s tailgating me. Üstüme
tailspin çıkacakmış
i. 1. (uçağın girdiği) vril.arkamdan
gibi hemen geliyor. It almost put him in a
2. k. dili bunalım:
taint tailspin.
i. (ahlakça kötü bir şeyin bıraktığı) leke. f. 1. This
Onu az kaldı bunalıma düşürecekti. will send
lekelemek. 2. the
economy
(yemeği) into a tailspin. Bu, ekonomiyi bunalıma sokar.
Taiwan i. Tayvan.bozmak.
Taiwanese i. (çoğ. Tai.wan.ese) Tayvanlı. s. 1. Tayvan, Tayvan´a özgü. 2.
Tajik Tayvanlı.
i., s. Tacik.
Tajiki i., s. Tacikçe, Taciki.
Tajikistan i. Tacikistan.
take f. (took, tak.en) 1. almak; götürmek: Be sure to take a sweater!
take Yanına
i. 1. sin.kazak
çekim. almayı
2. (para ihmal etme!
olarak) Will you
hâsılat. 3. k.take
dilithe dog to the
(hırsızların
vet? Köpeği
çalarak elde veterinere
ettiği) götürür müsün? 2. (bir sayıyı) çıkarmak:
kazanç.
take a bearing den. kerteriz almak.
Take five from ten. Ondan beşi çıkar. 3. almak, çalmak,
take a bite of s.t. bir şeyden
aşırmak. 4.bir lokma
almak, ısırmak, bir
fethetmek, eleşeyden
geçirmek. bir ısırık almak.
5. almak, elde
take a break etmek, -e
mola vermek. sahip olmak: They took first prize. Birinci ödülü
take a chance aldılar. 6. (elle/ellerle)
riske girmek; rizikoyu almak: Take these glasses! Bu bardakları
göze almak.
al! He took her by the hand. Onu elinden tuttu. She took the
take a chance on (riskli
dog in bile olsa) -iKöpeği
her arms. denemek. kucağına aldı. 7. almak, kabul etmek:
take a devious route arka
We yollardan
don´t dolanarakchecks.
take traveler´s gitmek;Seyahat
dolana dolana gelmek. She
çeki almıyoruz.
take a dim view of took the blame
-i doğru bulmamak. for it. Suçu üzerine aldı. Go on and take it!
Alsana! Will you take a salary cut? Maaşınızın azaltılmasını
take a dislike to -den soğumak.
kabul eder misiniz? 8. katlanmak, tahammül etmek; dayanmak:
take a fancy to -den hoşlanmak.
She´s taken a lot from him. Ondan çok çekti. Can it take such
take a fancy to rough treatment? Böyle
-den hoşlanmaya başlamak. hor kullanıma dayanabilir mi? 9.
take a gander at karşılamak:
k. dili -e bir How will he -e
göz atmak, takebirthis news? Bu haberi nasıl
bakmak.
karşılayacak? 10. (bir şeyi/birini) dinleyip ona göre hareket
take a hard line with -e sert Take
etmek: davranmak.
her advice! Onun sözünü dinle! She can´t take a
take a heavy toll (of)
hint.(bir şey) sözden
Dolaylı (-e) çokbir zarar
şeyvermek;
anlamaz.büyük bir kayba
11. almak, içinesebep
sığmak:
take a hint olmak:
The This
canal last
won´t campaign´s
take a ship taken
that a
big. heavy
dolaylı bir sözden anlam çıkarıp ona göre hareket etmek.O kadar toll of
büyük our men.
bir gemiBu
son
kanala seferde
sığmaz. çok12.adam kaybettik.(belirli bir zaman) sürmek: This
(iş/yolculuk)
take a joke şaka kaldırmak, şakaya gelmek.
job will take us one day. Bu iş bir gün ister. The trip´ll take you
take a journey yolculuk
six hours.etmek.
Yolu altı saatte alırsın. 13. (bir şeyin
take a leaf out of s.o.´s book birini örnek almak, birinin izinden
çalıştırılması/tamamlanması yürümek.
için) (belirli bir şey) gerekmek: Will
take a liking to that telephone take
-den hoşlanmaya başlamak. coins? O telefon madeni parayla çalışır mı?
What size shoe does she take? Ona kaç numara ayakkabı lazım?
take a load off one´s mind endişesini gidermek.
This verb takes a direct object. Bu fiil nesne alır. 14. istemek,
take a look at -e bir göz atmak,
gerekmek: That´ll -e takebir abakmak.
lot of work. O çok iş ister. How many
take a picture men
fotoğrafwill it take to do it? O iş kaç adam ister? 15. (ders) almak:
çekmek.
take a piss ´´What
kaba işemek.are you taking this semester?´´ ´´I´m taking Latin.´´
´´Bu sömestr hangi dersleri alıyorsun?´´ ´´Latince alıyorum.´´
take a place by storm ask.
16. (birşiddetli
yemeğe) bir hücum yaparak birbir
(tat verebilecek yeri almak/ele geçirmek.
madde)
take a place by surprise beklenmedik bir saldırı/baskın ile
koymak/katmak/ekmek/sıkmak; bir yeri eleDo
kullanmak: geçirmek.
you take sugar
take a powder in your coffee? Kahveyi
argo toz olmak, tüymek. şekerli mi içiyorsun? She doesn´t take
milk. Süt kullanmıyor. 17. (bir taşıtı) kullanmak: She takes the
take a punch at k. dili -e bir yumruk atmak.
train to work. İşe gitmek için trene biniyor. Take a taxi! Taksiyle
take a rain check 1. kötü
git! hava şartlarından
18. (belirli bir yöne) sapmak: dolayı (birinin
Take a davetini
right at thekabulcorner.
take a seat etmeyince)
oturmak.sağa sapın. 19. ölçmek; ölçerek elde etmek: istemek.
Köşeden daha ileri bir tarihte tekrar davet edilmek They took
2.
my iptal edilmiş birDerecemi
temperature. maç, konser v.b.´nin
aldılar. The daha took
tailor ileri bir
histarihteki
take a shine to k. dili (birinden) hoşlanmak.
tekrarı için verilen
measurements. bileti
Terzi onunalmak.
ölçülerini aldı. Let´s take a vote.
take a shine to k. dili -den hoşlanmak.
Oylama yapalım. 20. (down) almak, yazmak, not etmek: Take
take a shot at -e (bir
his name el)andateşaddress!
etmek. Onun adını ve adresini al! I´ll take notes
take a shot at for you. Senin
1. (tüfekle) -e için
bir elnot alırım.
ateş 21. 2.
etmek. ... k.
gibi
dilianlamak, -e almak: She
-i bir denemek.
take a shower doesn´t take
duş yapmak/almak. him seriously. Onu ciddiye almıyor. I took your
silence to mean approval. Sessizliğinizi bir onay olarak anladım.
take a sounding iskandil
What do etmek.
you take me for? Beni ne zannediyorsun? I take it you
take a stand bir moving.
´re görüşü benimseyip
Bundan taşınma savunmak.
niyetinde olduğunu anlıyorum. 22.
take a stand (bir köşeyi) dönmek; (bir
durum almak, (bir olay karşısında) virajı) almak; (birbir
belirli engelin üstünden)
tavır almak.
geçmek: This car takes the curves well. Bu araba virajları güzel
alıyor. 23. (aşı) tutmak: Did the vaccination take? Aşı tuttu mu?
take a swing at k. dili (birine) bir yumruk savurmak.
take a swipe at 1. (birine) (sözle) çatmak. 2. (birine) yumruk savurmak; (bir
take a trip şeyi) -e doğru
1. yolculuk şöyleseyahat
etmek, bir sallamak.
etmek. 2. argo uyuşturucu madde
take a turn for the kullanmak.
(-in) durumu iyiye/kötüye doğru gitmeye başlamak.
better/worse
take a turn for the worse (işler) kötüye gitmeye başlamak, kötü olmak, kötüleşmek;
take a vacation (hasta) kötüleşmek.
tatil yapmak.
take a vote oylama yapmak.
take a vote of confidence güvenoyu için oylama yapmak.
take a vow to do s.t. bak. make a vow to do s.t. take vows rahibe olmak.
take a walk yürüyüş yapmak, gezmek: Let´s take a walk. Yürüyüşe çıkalım.
take action bir harekette bulunmak.
take advantage of 1. (birini) istismar etmek, (birinin) zaafından faydalanmak. 2.
take advantage of (bir şeyden)
1. -den faydalanmak, istifade etmek. etmek. 2. (birini)
faydalanmak/yararlanmak/istifade
take after istismar etmek,
(fiziki olarak) (birinin)
(birine) iyi niyetini
benzemek; kötüye
(biri) gibi kullanmak.
davranmak.
take aim nişan almak.
take aim (at) (-e) nişan almak.
take along yanına almak, beraberinde götürmek.
take an examination (in) -den imtihan olmak; imtihana girmek.
take an interest in ile ilgilenmek, -e ilgi göstermek: He takes an interest in his wife
take an oath ´s work.etmek,
yemin Eşinin ant
işine ilgi gösteriyor.
içmek.
take an order 1. birinden emir almak. 2. birinden sipariş almak.
take apart sökmek, parçalara ayırmak.
take away 1. (birini/bir şeyi) (başka bir yere) götürmek. 2. from (birini/bir
take back şeyi)
1. geri(başka birinden/başka
götürmek. bir yerden)
2. geri almak: Take back ayırmak.
what 3.youfrom
said!(bir
sayıyı) (başka
Söylediğini bir sayıdan)
geri dikkat store refuses to take back the coat.5. (bir
al! Theetmek. çıkarmak. 4. (desteği) çekmek.
take care dikkatli olmak,
hakkı) elinden almak.
Mağaza paltoyu geri almıyor. 6. from 3.-e (to)
gölge düşürmek.
(birinin) düşüncelerini
take care of 1. -e bakmak, -in bakımıyla meşgul olmak: She´s taking care of
(geçmişte bir zamana) götürmek: That song takes me back. O
her daughter.
1. Dikkat Kızına bakıyor. 2. -i karşılamak: This money
Take care! şarkı beni et! 2.
geçmişe Kendine iyi bak!
götürüyor.
should take care of your expenses. Bu para masrafınızı
Take care! 1. Dikkat et!/Dikkatli ol! 2. Ayağını denk al!
karşılamalı. 3. (bir meseleyi) halletmek. 4. k. dili (kanuna aykırı
take chances/take a chance riske
bir girmek,
şekilde) (birkendini riske atmak;
işin) çaresine bakmak; riski(birini)
göze almak.
ayarlamak,
take charge memnun
1. idareyietmek. 5. k. dilihükmetmeye
ele geçirmek; -i öldürmek, -in işini bitirmek,
başlamak. 2. -i
take coals to Newcastle temizlemek.
sorumluluğu üstüne almak.
k. dili, bak. carry coals to Newcastle.
take cognizance of 1. -e dikkat etmek, -i göz önüne almak. 2. -e önem vermek.
take control başa geçmek; (of) (-in) yönetimini ele geçirmek.
take courage cesaretlenmek, yüreklenmek.
take cover sığınmak, gizlenmeye çalışmak: We took cover behind the rock.
take effect Kayayı kendimize
yürürlüğe girmek.siper ettik.
take effect yürürlüğe girmek.
take exception to -e kızmak.
take exception to -e itiraz etmek.
take flight uçmaya başlamak.
take heart cesur olmak, cesaretlenmek.
take heart morali yükselmek; cesaret almak; kendine güveni artmak.
take heed of/pay heed
-e dikkat etmek, -e kulak asmak.
to/give heed to
take hold 1. (of) (-i) (elle) tutmak, kavramak; yakalamak. 2. of (birini)
take in a garment etkisi altınadaraltmak.
bir giysiyi almak: This feeling took hold of him. Bu his onu
etkisi altına aldı.
take in money para tahsil etmek.
take into account hesaba katmak, dikkate almak, göz önünde tutmak.
take into consideration göz önünde bulundurmak, dikkate almak, hesaba katmak,
take issue with düşünmek.
-e itiraz etmek.
take issue with -e itiraz etmek.
Take it easy. Yavaş yavaş./Kendini yorma./Kolayına bak./İşi hafiften al./Kızma.
take it easy k. dili 1. keyif çatmak, keyfine bakmak. 2. on -i hor
Take it easy! kullanmamak. 3. on (biriyle)
k. dili 1. Ağır ol!/Sakin ol! 2. uğraşmamak,
Ağır ol!/Yavaş -e kötü etme!
ol!/Acele
davranmamak. 4. on (biriyle) sert bir şekilde oynamamak. 5. on
take it kindly Azra didn´t take it kindly. Azra´nın hoşuna gitmedi.
-i az kullanmak.
take it´s toll on s.o. birine zarar vermek.
take its course olacağına varmak.
take kindly Servet doesn´t take kindly to people asking him for money.
take kindly to İnsanların kendisinden
-den hoşlanmak, para istemesi
-i memnuniyetle Servet´in -i
karşılamak, pekhoşhoşuna
karşılamak.
gitmiyor.
take leave ayrılmak, veda etmek.
take leave of one´s senses delirmek, aklını kaçırmak.
take leave of one´s senses k. dili delirmek.
take long uzun sürmek.
take measures önlem/tedbir almak.
take note of -e önem vermek, -e dikkat etmek.
take note of -e dikkat etmek.
take notes not almak.
take notice of -i dikkate almak, -e aldırmak.
take notice of -i dikkate almak; -e aldırmak, ile ilgilenmek, -i umursamak.
take off 1. (uçak/kuş) havalanmak. 2. k. dili birdenbire çıkıp gitmek;
take off from work yola çıkmak.
izin alarak işe gitmemek.
take off from work (geçici olarak) işi bırakmak: He took off from work for an hour
take offense in order to go
gücenmek, to the dentist.
darılmak, incinmek;Dişçiye gitmek için bir saatliğine işi
alınmak.
bıraktı.
take offense at -e kızmak, -e gücenmek.
take office (yüksek bir görevli/memur) resmi olarak göreve başlamak.
take on 1. (taşıt) (kargoyu/yolcuyu) almak. 2. (birini) işe almak. 3.
take one´s breath away (biriyle)
insanın uğraşmak/meşgul
nefesini kesmek. olmak. 4. (biriyle)
dövüşmek/vuruşmak. 5. (biriyle) boy ölçüşmek. 6. (biriyle/bir
take one´s choice istediğini seçmek.
takımla) yarışmak; (biriyle/bir takımla) oynamak/karşılaşmak. 7.
take one´s medicine hak kabul
(işi) ettiği etmek;
cezaya (sorumluluğu)
boyun eğmek. üstüne almak. 8. edinmek;
take one´s time benimsemek.
(on) 9.istediği
(bir iş için) k. dili bağırıp çağırmak;
kadar zaman ağlayıp Take
harcamak: sızlamak.
your time!
take one´s time Acele etme!
acele etmemek.
take out 1. (sigorta poliçesini) satın almak. 2. yola çıkmak. 3. after -i
take over kovalamaya
1. yönetimi ele başlamak.
almak; 4. after -in
yönetimi peşinden
ele gitmek,
geçirmek; -i takip
yönetimi
etmek.
üstlenmek: Will you take over for etmek.
me here while I´m in Kayseri?
take pains özen göstermek, özenmek, itina
Ben Kayseri´deyken buranın yönetimini üstlenir misin? 2.
take pains çok özen göstermek; çok uğraşmak; çok zahmete girmek.
(biri/bir şey) (başkasının/başka bir şeyin) yerine geçmek;
take part in -e katılmak,
(nöbeti) -e iştirak
devralmak. 3. etmek.
egemen olmak. 4. kendine mal etmek,
take pity on benimsemek.
-e merhamet etmek.
take pity on -e acımak, -e merhamet etmek.
take place olmak, meydana gelmek.
take place olmak, meydana gelmek, vuku bulmak; geçmek: Their
take pleasure in marriage took place almak.
-den zevk/haz/keyif on a Friday. Onların nikâhı bir cuma günü
kıyıldı. The story takes place in Edirne. Hikâye Edirne´de
take possession of 1. -in sahibi olmak. 2. -e el koymak.
geçiyor.
take precautions önlem almak, tedbir almak.
take precedence over (daha önemli olduğu için) -den önce gelmek/ele alınmak.
take pride in -den gurur/övünç duymak, ile iftihar etmek, ile övünmek.
take refuge in -e sığınmak.
take responsibility for -in sorumluluğunu üstlenmek.
take revenge on -den öç almak.
take root kök salmak; tutunmak.
take root 1. (bitki) kök salmak. 2. (bir şey) iyice yerleşmek, kök salmak.
take s.o. aback birini çok şaşırtmak.
take s.o. at his/her word birine inanmak.
take s.o. by storm birinin kalbini fethetmek, birini büyülemek.
take s.o. by surprise 1. birini gafil avlamak. 2. birini çok şaşırtmak. 3. baskın yaparak
take s.o. down a peg birini yakalamak.
bir kimseyi küçük düşürmek.
take s.o. down a peg or two k. dili birine dünyanın kaç bucak olduğunu göstermek.
take s.o. for a ride k. dili birini aldatmak/dolandırmak.
take s.o. for granted birinin varlığını kendisine verilmiş bir hak gibi görmek.
take s.o. hostage birini rehin almak.
take s.o. in 1. (polis) birini karakola götürmek; birini tutuklamak. 2. birini
take s.o. in tow içeriye götürmek;
k. dili birini himayesinebirini içeriye
almak. almak: He took her in to dinner.
Onu içeriye yemeğe götürdü. He took her in. Onu içeriye aldı. 3.
take s.o. into custody birini tutuklamak.
birini kapsamak/içermek/ihtiva etmek. 4. birini
take s.o. out (flört ettiği) birini gezmeye/bir yere götürmek.
aldatmak/dolandırmak.
take s.o. over birini tekeline almak: You´ve just taken Saadet over this
take s.o. to one side evening,
birini bir haven´t
yana çekmek. you? Saadet´i bu akşam tekeline aldın değil
mi?
take s.o. to task birini azarlamak/paylamak.
take s.o. to task birini azarlamak/paylamak.
take s.o. to the cleaners k. dili birini soyup soğana çevirmek.
take s.o. under one´s wing k. dili birini kanadı altına almak, birinin üstüne kanat germek;
take s.o. up on his/her offer birininkılavuzluk
birine teklifini kabuletmek. etmek: I´ll take you up on that. O teklifini
take s.o./an animal in kabul ediyorum.
birini/bir hayvanı almak, barındırmak: She´s always taking in
take s.o./s.t. for stray cats.şeyi)
(birini/bir Sokak kedilerini
(başka hep evine
biri/başka alıyor.
bir şey) They´ve started to
sanmak/zannetmek.
take in lodgers. Eve pansiyoner almaya başladılar.
take s.o./s.t. into account birini/bir şeyi hesaba katmak.
take s.o./s.t. off s.o.´s hands birini (yük sayılan) birinden/bir şeyden kurtarmak.
take s.o./s.t. wrong birini/bir şeyi yanlış anlamak, birini/bir şeyi yanlış bir şekilde
take s.o.´s advice yorumlamak.
birinin sözünü dinlemek, birinin sözüne uymak.
take s.o.´s breath away k. dili (çok güzel biri/bir şey) birini büyülemek, birini çok
take s.o.´s measure etkilemek: The view took my breath
birinin karakterini/yeteneğini sınamak.away. Manzara beni
büyüledi.
take s.o.´s pulse birinin nabzını saymak/almak/ölçmek.
take s.o.´s time birinin vaktini almak.
take s.o.´s word for it birinin sözüne inanmak.
take s.o.´s/s.t.´s place 1. birinin/bir şeyin yerini doldurmak. 2. birinin/bir şeyin yerini
take s.t. amiss işgal etmek.
gücenmek.
take s.t. for granted 1. otomatikman bir şeyin (belirli bir şekilde) olduğunu
take s.t. hard düşünmek:
bir şeye pek I took it for granted that she´d be with you. Seninle
çok üzülmek.
beraber olacak sanmıştım. 2. bir şeyi bir hak gibi görmek: He
take s.t. in 1. bir şeyi içeri almak/çekmek: The boat´s taking in water.
takes for granted everything I do for him. Kendisi için yaptığım
Tekne
k. dili su alıyor.
bir şeyin Take in that rope! Obir
ipi şeyi
çek!mesele
2. bir şeyi
take s.t. in one´s stride her şeyi bir hak üstünde
gibi görüyor. durmamak, yapmamak.
kapsamak/içermek/ihtiva etmek. 3. (konser, oyun, turistik yer,
take s.t. in stride bir şeyin üzerinde durmamak, bir şeyi mesele yapmamak.
müze v.b.´ne) gitmek, (oyun, turistik yer, müze v.b.´ni)
take s.t. in the right spirit bir şeyin4.ardındaki
görmek. iyi niyeti kavrayarak5.kızmamak.
bir şeyi anlamak/kavramak. bir şeyi
take s.t. lying down farketmek/görmek.
hiç karşı gelmeden bir şeyi kabul etmek.
take s.t. off 1. (bir sayıyı) (belirli bir miktarda) indirmek: I´ll take ten
take s.t. on faith percent off the total.
kanıt olmadan bir şeye Toplamdan
inanmak.yüzde on indiririm. 2.
(oyunu/bir taşıtın seferini/vergiyi/sınırlamayı) kaldırmak: We´re
take s.t. out (of) bir şeyi (bir yerden) çıkarmak: Take the milk out of the
going to take that train off. Trenin o seferini kaldıracağız. They
take s.t. out on fridge. Sütü buzdolabından
öcünü/hıncını (birinden) çıkar.Don´t take it out on him!
almak:
´ve taken the tax off radios. Radyolardan vergiyi kaldırmışlar. 3.
take s.t. to heart Hıncını
(belirli
bir şeyi ondan
bir süre
ciddiye çıkarma!
için)
almak.izin almak; mola/ara vermek: You can take
take s.t. up a1. giysiyi kısaltmak/daraltmak. 2.bir
month off if you like. İsterseniz ay izin
sıvıyı alabilirsiniz.
emmek. 3. with Let´s
bir
take twenty
meseleyi minutes
(biriyle) off.
konuşmak. Yirmi dakika mola verelim. Take some
take s.t. upon/on o.s. bir işioff
time kendiliğinden
and travel! İzin yapmak.
alıp seyahat et!
take s.t. with a pinch/grain of
k. dili bir şeye pek inanmamak, bir şeyi ihtiyatla dinlemek.
salt
take s.t./s.o. off 1. bir şeyi/birini çıkarmak/indirmek: He took off his hat.
take sanctuary Şapkasını
sığınmak,çıkardı. They took the elephant off the stage. Fili
iltica etmek.
sahneden çıkardılar. Take her off the wall! Onu duvardan indir!
take service with -in hizmetine girmek.
2. (bir yere) götürmek: They handcuffed him and took him off to
jail. Ellerine kelepçe vurup hapishaneye götürdüler.
take shape (bir şeyin) çizgileri belli olmaya başlamak, biçimlenmeye
take shape başlamak.
esas şeklini almaya başlamak; esas şeklini almak; (işler) yoluna
take shelter girmek. siperlenmek.
sığınmak;
take shelter behind -i siper almak: He took shelter behind the wall. Duvarı siper
take sick aldı.
hastalanmak.
take sick hastalanmak.
take sides taraf tutmak.
take sides taraf tutmak.
take solace in -de teselli bulmak.
take steps girişimlerde bulunmak, önlem almak: We must take steps to
take steps see
(bir that
şeyi justice
önlemek is done. Adaletin
için) tedbir yerine gelebilmesi için bazı
almak.
girişimlerde bulunmamız lazım.
take stock 1. envanter yapmak, sayım yapmak. 2. durumu/kendini
take the trouble to do s.t. değerlendirmek;
zahmet edip bir şey of (durumu/kendini)
yapmak: You´ve değerlendirmek.
taken the trouble to come
take the air here for her
dışarıya çıkıpbirthday.
dolaşmak, Zahmet
hava edip onun doğum günü için
almak.
buraya geldiniz.
take the bull by the horns bir işe cesaretle girişmek.
take the bull by the horns k. dili meseleyi pervasızca ele almak.
take the cake k. dili birinci gelmek.
take the edge off 1. -i körletmek. 2. (iştahı) kapamak; (keyfi) kaçırmak; (öfke v.b.
take the floor ´ni) azaltmak.
mecliste söz almak.
take the helm 1. dümen başına geçmek. 2. yönetimi üstlenmek.
take the initiative inisiyatifini kullanmak, ilk adımı atmak, ön ayak olmak.
take the law into one´s own
hakkını kendi eliyle almak, intikamını almak.
hands
take the lead 1. başa geçmek. 2. in -e önayak olmak.
take the liberty cesaret etmek.
take the liberty of doing s.t. izin istemeden bir şeyi yapmak: I took the liberty of ordering
take the place of you a coffee.
-in yerine Sormadan
geçmek, sanaalmak:
-in yerini bir kahve
Thesesöyledim.
new machines are
take the pledge taking the place of
yemin etmek, söz vermek. the old ones. Bu yeni makineler eskilerin
yerine geçiyor.
take the rap argo suçu üstüne almak.
take the shortcut kestirmeden gitmek.
take the stand huk. (sanık/şahit) mahkemede avukatların sorularına cevap
take the wind out of s.o.´s vermek.
k. dili birinin fiyakasını bozmak.
sails
take the wind out of s.o.´s
k. dili birinin fiyakasını/süksesini bozmak.
sails
take the witness stand (tanıklık etmek üzere) tanık kürsüsüne çıkmak.
take time vakit almak; vakit istemek: This´ll take a long time. Bu çok
take time off vakit ister. Itizne
izin almak, tookçıkmak:
a lot ofTake
time.some
Çok zaman aldı.
time off! Bir müddet izne
take to çık!
1. (bir yere) gitmek: She took to her bed and stayed there all
take to flight week.
kaçmak. Yatağına girip bütün hafta orada yattı. 2. (bir şeyi
yapmaya) başlamak: Their dog´s taken to biting visitors. Onların
take to one´s heels koşarak kaçmak, tabanları yağlamak.
köpeği ziyaretçileri ısırmaya başladı. He´s taken to drink.
take to one´s heels k. dili koşarak
Kendini kaçmaya
içkiye verdi. başlamak,
3. -den tabanları
hoşlanmaya yağlamak.
başlamak: That cat´s
take trouble really taken to you. O kedi senden bayağı
1. zahmete katlanmak, zahmet etmek. 2. dikkat etmek. hoşlanmaya başladı.
take turns (at) (bir şeyi) sırayla yapmak: Take turns riding the pony!
take turns Midilliye
nöbetleşe sırayla
yapmak,bininiz!
sıra ile yapmak.
take umbrage at -e gücenmek.
take up a lot of room çok yer tutmak.
take up a quarrel kavgaya katılmak.
take up arms silaha sarılmak.
take up room/space yer işgal etmek/tutmak/kaplamak: That wardrobe takes up too
take up s.o.´s time much
birininroom.
vaktiniO gardrop
almak. fazla yer kaplıyor.
take up the gauntlet meydan okuyanın çağrısını kabul etmek.
take up the slack halatın boşunu almak. f. 1. azaltmak; azalmak. 2. (halatı)
boşaltmak, laçka etmek, gevşetmek.
take up time vakit/zaman almak.
take up with (biriyle) arkadaş olmak.
take vengeance on -den öç almak.
take wing kanatlanmak, uçmaya başlamak.
take/run risks kendini tehlikeye atmak.
takeaway i., İng. başka yerde yenilmek üzere sıcak yemekleri paketlenmiş
take-home olarak
i. satan dükkân. s. 1. paketlenmiş olarak hazırlanan (sıcak
yemek). 2. sıcak yemeklerin paket halinde satıldığı
take-home pay net maaş.
(dükkân/tezgâh).
taken f., bak. take 1.
takeoff i. 1. havalanma. 2. (komik) taklit; parodi.
take-out s. 1. paketlenmiş olarak hazırlanan (sıcak yemek). 2. sıcak
takeover yemeklerin
i. ele geçirme. paket halinde satıldığı (dükkân).
taking i.
talc i. 1. talk. 2. talk pudrası.
talcum powder talk pudrası.
tale i. 1. masal; hikâye. 2. yalan.
talebearer i. dedikoducu kimse.
talent i. kabiliyet, yetenek; hüner; Allah vergisi.
talented s. kabiliyetli; hünerli.
talisman i. (çoğ. --s) tılsım.
talk f. 1. konuşmak: She taught her parrot how to talk. Papağanına
talk a period of time away konuşmayı öğretti.
belirli bir süreyi Be quiet geçirmek.
konuşarak when I´m talking to you! Seninle
konuştuğum zaman sus! 2. -den söz etmek, hakkında
talk about -den bahsetmek, -i konuşmak: They´re talking about you. Seni
konuşmak, -i konuşmak: We talked history until midnight. Gece
talk away konuşuyorlar.
durmadan konuşmak.
yarısına kadar tarih konuştuk. 3. (bir dili) konuşmak: She can
talk back talk
(to) Spanish.
k. dili (-e)İspanyolca konuşabiliyor.
sert karşılık vermek. i. 1. konuşma: That was
talk behind one´s back a nice talk you gave
birinin arkasından konuşmak. us. Bize yaptığınız konuşma güzeldi. 2.
sohbet, konuşma. 3. lakırdı, söz, laf: It´s just a lot of idle talk.
talk big k.
Birdili yüksekten
sürü boş laftan atmak,
başkafart
bir furt etmek; büyük söylemek.
şey değil.
talk big k. dili yüksekten atmak, fart furt etmek, böbürlenmek.
talk down to k. dili yüksekten bakan bir tavırla (biriyle) konuşmak; (birine
talk in one´s sleep karşı)
uykuda fazlasıyla
sayıklamak.basit bir dil kullanmak.
talk nonsense saçmalamak.
talk nonsense saçmalamak.
talk s.o. into s.t. birini bir şeyi yapmaya ikna etmek.
talk s.o.´s head off k. dili birinin kafasını şişirmek/ütülemek.
talk s.t. out bir şeyi bütün ayrıntılarıyla konuşmak/görüşmek.
talk s.t. over bir şeyi konuşmak/görüşmek.
talk sense makul konuşmak.
talk shop mesleki işleri konuşmak.
talk through one´s hat palavra atmak, kafadan atmak.
talk through one´s hat k. dili atmak, kafadan atmak.
talk to s.o. like a Dutch uncle k. dili birini paylamak/azarlamak.
talk turkey k. dili ciddi bir şekilde iş konuşmak; ciddi bir şekilde konuşmak.
talkative s. konuşkan, çeneli.
talking-to i., k. dili azarlama, azar, paylama.
tall s. uzun boylu, uzun: He´s 1.7 meters tall. Boyu 1,70.
tallow i. donyağı.
tally i. hesap; skor: You must keep a tally of how many trucks come
tallyho in. Gelen
ünlem kamyonların(tilkiyi
Haydi!/Yallah! sayısını tutmanavcının
görünce lazım. köpekleri
f. 1. (up) saymak.
2. birbirine için
koşturmak uymak; birbirine
söylediği söz).uydurmak; with (bir şey) (başka bir
talon i. pençe.
şeye) uymak; with (bir şeyi) (başka bir şeye) uydurmak: What
tamale i. mısır
she saysunu ile kıyma
doesn´t tallyve kırmızıbiberle
with the evidence yapılan Meksika
we have. yemeği.
Söyledikleri,
elimizdeki kanıtlara uymuyor.
tamarind i. demirhindi.
tamarisk i., bot. ılgın.
tambourine i. tef.
tame s. 1. evcilleştirilmiş, evcil. 2. uysal, munis. 3. heyecan
tamer vermeyen,
i. terbiyeci: heyecansız,
lion tamer aslansıkıcı;terbiyecisi.
yavan. f. 1. evcilleştirmek. 2.
uysallaştırmak, uslandırmak.
Tamil i., s. 1. Tamil. 2. Tamilce.
tamp f. down bastırıp sıkıştırmak.
tamper f. with 1. kanuna aykırı olarak (bir şeyi) değiştirmek/(birini)
tampon etkilemeye
i., tıb. tampon.çalışmak. 2. -i değiştirerek
f. tamponlamak, tampon bozulmasına
koymak. yol açmak.
3. -i karıştırmak, -i ellemek, -e dokunmak; ile oynamak, -i
tam-tam i., bak. tom-tom.
kurcalamak.
tan f. (--ned, --ning) 1. tabaklamak. 2. (cilt) (güneşte)
tan s.o.´s hide bronzlaşmak/kararmak;
birine dayak atmak, birini (cildi) bronzlaştırmak/karartmak. i. 1.
pataklamak.
sarımsı kahverengi. 2. (ciltte) bronzlaşma: What a nice tan you
tan s.o.´s hide k. dili birine dayak atmak, birini dövmek.
have! Ne güzel yanmışsın! s. sarımsı kahverengi.
tandem i.
tandem bicycle ikili bisiklet, tandem, çifte.
tang i. keskin bir tat/koku.
Tanganyika i. Tanganika, Tanganyika.
Tanganyikan i. Tanganikalı, Tanganyikalı. s. 1. Tanganika, Tanganyika,
tangent Tanganika´ya özgü. 2. Tanganikalı, Tanganyikalı.
i., s. teğet, tanjant.
tangerine i. mandalina.
tangible s. 1. elle dokunulur/tutulur. 2. somut.
tangible assests maddi aktifler.
tangle f. 1. (ip, iplik, tel, zincir, saç v.b.´ni) karıştırmak, dolaştırmak,
tangled karmakarışık etmek;
s. karışık, dolaşık, (ip,girişik,
girift, iplik, tel, zincir, saç v.b.) karışmak,
karmaşık.
dolaşmak, dolanmak. 2. with k. dili ile kavga etmek. i. 1.
tango i. tango.
karışıklık, dolaşıklık. 2. k. dili kavga; münakaşa; ihtilaf.
tangy s. keskin (tat/koku).
tank i. 1. depo; tank: gas tank benzin deposu. water tank su deposu.
tank car fish
d.y.tank akvaryum.
sarnıç vagonu. 2. ask. tank. f. up (with) (taşıtın benzin
deposunu) doldurmak.
tanked up k. dili istimini almış, sarhoş.
tanker i. 1. tanker. 2. ask. tankçı.
tanner i. tabak, sepici.
tanner´s sumac bot. sepicisumağı.
tannery i. tabakhane.
tantalise f., İng., bak. tantalize.
tantalize f. (birinde) boş ümitler uyandırmak: The belly dancer was
tantamount tantalizing
s. all the men in the group. Dansöz gruptaki tüm
erkekleri tahrik ediyordu.
tantrum i. (hiddetten) bağırıp çağırıp tepinme.
Tanzania i. Tanzanya.
Tanzanian i. Tanzanyalı. s. 1. Tanzanya, Tanzanya´ya özgü. 2. Tanzanyalı.
Taoism i. Taoizm.
Taoist s., i. Taoist.
tap i. musluk. f. (--ped,--ping) 1. (bir şeyi) delerek içindeki sıvıyı
tap akıtmak. 2. fıçının
f. (--ped, --ping) tapasını
hafifçe çekerek
vurmak; (içindeki sıvıyı)
tıkırdatmak. i. hafifakıtmak.
vuruş; 3. -i
kullanmaya/işletmeye
tıkırtı. başlamak: They haven´t yet tapped
tape i. 1. bant: magnetic tape manyetik bant. adhesive tape
those oil reserves. O petrol rezervlerini henüz işletmeye
tape deck (yapıştırıcı) bant. 2. (dolu) bant, bant kaydı: Do you have a tape
teyp; kasetçalar.
başlamadılar. 4. (dinlemek amacıyla) (birinin telefon hattına) tel
of her last concert? Onun son konserinin bant kaydı var mı
tape deck bağlamak.
teyp; kasetçalar.
sende? f. 1. bantlamak, bantla tutturmak. 2. banda
tape measure mezura, mezür, şerit
almak/kaydetmek; bantmetre.
doldurmak.
tape measure çelik metre; mezura, şerit metre.
tape player teyp; kasetçalar.
tape recorder teyp.
tape recording 1. bant, bant kaydı. 2. banda alma/kaydetme.
taper i. çok ince mum. f. 1. gittikçe incelmek; gittikçe inceltmek. 2. off
tape-record gitgide
f. bandaazalıp son bulmak. 3. off gitgide azaltmak.
almak/kaydetmek.
tapestry i. (genellikle duvara asılan, halıya/kilime benzeyen) resimli örtü,
tapeworm goblen.
i. tenya, şerit.
tapioca i. tapyoka.
taproot i., bot. kazık kök.
taps i., çoğ., ask. yat borusu.
tar i. katran. f. (--red, --ring) katranlamak, katran sürmek, katranla
tarantula kaplamak.
çoğ. --s (tırän´çılız)/--e (tırän´çıli) i., zool. tarantula.
tarboosh i. fes.
tardy s. 1. geç, geç gelen/olan. 2. yavaş olan; yavaş hareket eden.
tare i. dara.
target i. 1. hedef, nişan. 2. hedef, amaç, gaye, maksat. f. 1. -i
target date amaçlamak.
amaçlanan tarih. 2. -i hedef almak.
target disk bilg. hedef disk.
target practice ask. atış talimi.
target practice atış talimi.
target range poligon, atış yeri.
tariff i. 1. (ithalat/ihracat üzerine konulan) vergi. 2.
tarmac (otel/motel/pansiyon
i. 1. İng. asfalt. 2. İng.için) tarife.
asfalt yol; asfalt pist. 3. (madde olarak)
tarnish katranlı makadam. 4. katranlı
f. 1. (madeni bir yüzeyi) karartmak; makadamdan
(madeni yapılmış
bir yüzey)
kaldırım/yol.
kararmak. 2. f. (--ked,
(birinin --king)
adını İng.
v.b.´ni)asfaltlamak.
lekelemek, kirletmek. i.
tarp i., k. dili (branda bezinden yapılmış) tente, branda.
(madeni yüzeyde) kararma.
tarpaper i. katranlı karton/mukavva.
tarpaulin i. (branda bezinden yapılmış) tente, branda.
tarragon i., bot. tarhun.
tarry s. 1. katrana ait; katran gibi, katrana benzeyen: The room had a
tarry tarry smell.
f. 1. vakit Oda katranoyalanmak.
kaybetmek, kokuyordu.2. 2.beklemek.
katranlı. 3. (bir yerde)
tart kalmak.
s. 1. ekşi; mayhoş. 2. acı, keskin, iğneli (söz).
tart i. 1. ahçı. tart. 2. k. dili fahişe, orospu, paçoz.
tart s.o./s.t. up İng., k. dili birini/bir şeyi allayıp pullamak.
tartan i. ekose kumaş/desen. s. ekose.
tartar i. 1. tartar. 2. kefeki, pesek.
tartrate i., kim. tartarat.
task i. iş, görev, vazife; ödev.
task force 1. ask. özel görev kuvveti. 2. geçici bir süre için işbirliği
taskmaster yapanlardan
i. amir, başkan. oluşan grup.
Tasmania i. Tasmanya.
Tasmanian i. Tasmanyalı. s. 1. Tasmanya, Tasmanya´ya özgü. 2.
tassel Tasmanyalı.
i. püskül.
taste f. 1. -i tatmak, -in tadına bakmak; -in tadını almak: Will you
taste taste theI soup?
i. 1. tat: liked theÇorbayı
taste tadar
of that mısın?
tea. OI can´t
çayın taste the mint.
tadı hoşuma gitti. It
Nanenin
had a tadını
bitter alamıyorum.
taste. Acı bir tadı2. (bir
vardı. şeyin)
2. tat (belli
alma bir) tadı olmak:
duyusu. 3.
tasteful s. zevkli, güzel bir zevki yansıtan.
This lemonade
tadımlık: Give me tastes
justgreat. BuSadece
a taste! limonatanın tadı çok
bir tadımlık güzel.
ver! 3. -i
4. zevk,
tasteless s. 1. tadı olmayan,
yaşamak, -i tatmak: tatsız,
She´d yavan
never (yemek).
before 2. zevksiz.
tasted such freedom.
beğeni: He´s really got no taste. O gerçekten zevkten yoksun.
tasty Daha
s.
5. tadı önce
zevk,güzel, böyle
merak, bir hürriyeti
lezzetli.
düşkünlük: hiç yaşamamıştı.
She´s got some expensive tastes.
tatter Pahalı zevkleri var. 6. deneme, tecrübe: That day he had his
i.
tattered first
s. 1. taste
yırtık of battle.
pırtık, limeO lime.
gün savaşı
2. üstüilkbaşı
kezyırtık
tattı. pırtık.
tattle f. on (birinin) ortaya dökülmesini istemediği bir şeyi başkasına
tattler söylemek: Don´tdökülmesini
i. birinin ortaya you tattle on me! Benibir
istemediği gammazlama!
şeyi başkasına
tattletale söyleyen kimse, gammaz.
i. birinin ortaya dökülmesini istemediği bir şeyi başkasına
söyleyen kimse, gammaz.
tattoo i., ask. ışık söndür borusu/trampeti.
tattoo i. dövme. f. (birinin) vücuduna dövme yapmak; on (vücuduna)
taught (belirli
f., bak. bir şeyin) dövmesini yapmak.
teach.
taunt f. alay ederek sataşmak. i. (sataşmak için söylenen alaylı) laf.
Taurus i., astrol. Boğa burcu.
taut s. 1. gergin, iyice gerilmiş (ip, tel v.b.). 2. gergin (sinirler).
tavern i. meyhane, bar.
tawdry s. adi bir şekilde gösterişli, cafcaflı.
tawny s. sarımsı kahverengi.
tax i. 1. (tahsil edilen/koyulan) vergi. 2. (birinin takatını, sabrını v.b.
taxable ´ni) zorlayan
s. vergiye şey: This is a real tax on my patience. Sabrımı
tabi.
zorlayan bir şey bu. f. 1. -den vergi almak; -e vergi koymak; -i
taxation i. 1. of -den vergi alma; -e vergi koyma; -i vergilendirme. 2.
vergilendirmek: They´re going to tax us heavily this year. Bu
vergi tahsilatı, vergi.
s. vergiden
tax-deductible sene bizdendüşülebilen.
çok vergi alacaklar. This government won´t tax
taxexempt books. Bu hükümet
s. vergiden muaf. kitaba vergi koymayacak. Will they really
tax-free tax the queen?
s. vergiden muaf.Kraliçeyi gerçekten vergilendirecekler mi? 2.
(takat, sabır v.b.´ni) zorlamak: This will tax your strength. Bu
taxi i. taksi. f.
takatını 1. taksiyle gitmek; (birini) taksiyle götürmek. 2. (uçak)
zorlayacak.
taxi driver pist
taksi şoförü. ilerlemek; (uçağı) pist üzerinde ilerletmek.
üzerinde
taxi rank İng. taksi durağı.
taxi stand taksi durağı.
taxicab i. taksi.
taximeter i. taksimetre, taksi saati.
taxis çoğ. tax.es (täk´siz) i., biyol. göçüm.
taxpayer i. vergi veren kimse, vergi mükellefi.
TB, tb kıs. tuberculosis.
tea i. 1. çay. 2. çay partisi; çay: She´s giving a tea tomorrow. Yarın
teach bir çay partisi
f. (taught) verecek. Will
1. öğretmek. you come for
2. öğretmenlik tea thisders
yapmak; afternoon?
vermek.Bu
öğleden sonra çaya gelir misin?
teacher i. öğretmen, hoca.
teaching i. 1. öğretme, öğretim. 2. öğreti, ilke.
teacup i. çay fincanı.
teahouse i. çayevi, çayhane.
teak i. 1. tikağacı, tik. 2. (kereste olarak) tik.
teakettle i. çaydanlık.
team i. 1. takım; ekip; ask. tim: Their soccer team´s doing well this
team spirit year.
takımBu seneekip
ruhu, onların
ruhu,futbol
ekip takımı
halindeiyi oynuyor.
çalışma They´re a good
ruhu.
team of workers. Onlar iyi bir işçi ekibi. 2. çift; birlikte koşulan
teamwork i. takım çalışması, ekip çalışması.
birkaç hayvan: a team of mules bir çift katır. a team of four
teapot i. çay dört
oxen demliği, demlik.
öküzden oluşan bir takım. f. up bir birlik oluşturmak,
tear birlik
f. olmak.
(tore, torn) 1. yırtmak; yırtılmak: She tore the paper in two.
tear Kâğıdı yırtarak ikiye ayırdı. You´ve torn a hole in one of your
i. gözyaşı.
trouser legs. Pantolonunun paçalarından biri bir şeye takılıp
tear a place apart k. dili bir yerin birliğini mahvetmek, bir yerdeki birlik
yırtılmış. 2. yarmak: It tore a gash in his leg. Bacağını yardı. 3.
tear down duygusunu
yıkmak. mahvetmek.
büyük bir hızla koşmak: She tore down the hall. Koridordan
tear gas büyük bir hızlagaz.
göz yaşartıcı koşarak geçti. i. yırtık, yırtık yer.
tear into k. dili 1. birdenbire (birine) sözlerle saldırmak. 2. birdenbire
tear limb from limb (birine) saldırmak. etmek.
k. dili paramparça
tear off k. dili büyük bir aceleyle gitmek, birdenbire koşmaya başlamak.
tear one´s hair k. dili 1. çok endişeli olmak, endişe içinde olmak. 2. saçını
tear s.o. (away) from başını
k. dili yolmak.
birini (birinden/bir yerden) ayırmak/zorla ayırmak: It was
tear s.o. apart time
1. k. dilitear
to myself
birini away from
çok üzmek; that
birinin lovelyparamparça
kalbini view. Ne kadar zor 2.
etmek. da
olsa
birinio güzelim manzaradan ayrılmamın zamanı gelmişti.
tear s.o. up k. dili paralamak/parçalamak.
birini çok üzmek; birinin kalbini paramparça etmek.
tear s.o./s.t. down k. dili birini/bir şeyi şiddetle tenkit etmek/eleştirmek.
tear s.t. (away) from bir şeyi (birinden/bir hayvandan) almak/kapmak.
tear s.t. off/out bir şeyi (bir yerden) (yırtarak) koparmak.
tear s.t. open bir şeyi yırtarak açmak.
tear s.t. up bir şeyi yırtarak parça parça etmek/parçalara ayırmak. be torn
tearful between two choices
s. 1. gözyaşları içinde iki cami arasında
olan/yapılan, yaşlıkalmış beynamaza
gözlerle yapılan. 2.
dönmek.
ağlayan, be torn
gözyaşı by conflicting
döken. 3. emotions
ağlamaklı. zıt duygular içinde
tease f. 1. şaka yollu takılmak. 2. alay ederek sataşmak. 3. (saçı)
olmak.
tease s.t. apart (tarakla)
bir şeyinkabartmak. i. ayırmak.
tellerini lif lif başkalarına takılmayı seven kimse,
takılgan kimse.
teasel i., bot. tarakotu.
teasle i., bot., bak. teasel.
teaspoon i. çay kaşığı.
teaspoonful i. çay kaşığı dolusu.
teat i. meme.
teazel i., bot., bak. teasel.
teazle i., bot., bak. teasel.
tech kıs. technical, technology.
technical s. 1. teknik. 2. teknik detaylarla dolu (yazı/konuşma). 3. sadece
technicality kurallara
i. 1. teknik dayanan;
detaylara sadece
dayanma.kuralların ayrıntı-
2. teknik larına
detay. dayanan:
3. ayrıntı,
Theirs
detay. was only a technical victory. Onlarınki sadece kurallara
technician i. tekniker, teknisyen, teknikçi, uygulayımcı.
dayanan bir zaferdi.
technique i. teknik, yöntem, uygulayım.
technocracy i. teknokrasi.
technocrat i. teknokrat.
technology i. teknoloji, uygulayımbilim.
teddy bear oyuncak ayı.
tedious s. sıkıcı, can sıkan; usandırıcı.
tedium i. can sıkıntısı, sıkıntı.
teem f. with (hayvan) ile dolu olmak: This lake´s teeming with fish. Bu
teenage gölde
s. on üçbalıklar
ile on kaynıyor.
dokuz yaşlar arasındaki devreye ait, gençlere ait.
teenager i. on üç ile on dokuz yaşlar arasındaki kimse; genç, delikanlı;
teens genç kız.
i., çoğ. on üç ile on dokuz arasındaki yaşlar.
teeny s., k. dili ufacık, minicik.
teeny-weeny s. minimini, minnacık.
teeter f. sendelemek; sallanmak.
teeter-totter i. tahterevalli.
teeth i., bak. tooth.
teethe f. diş çıkarmak. teething ring (bebeklerin dişlerini kaşıması için
teetotaler plastik)
i. ağzınahalka.
içki almayan kimse, yeşilaycı.
teetotaller i., İng., bak. teetotaler.
tel kıs. telegram, telegraph, telephone.
telamon i., mim. heykelsütun, telamon, atlant.
telecast f. (tel.e.cast/--ed) televizyonla yayımlamak. i. televizyon yayını.
telecommunication i. telekomünikasyon, uziletişim.
telegram i. telgraf, telgrafla gönderilen mesaj.
telegraph i. telgraf, telgraf cihazı. f. telgraf çekmek; -e (bir mesajı)
telegrapher telgrafla göndermek.
i. telgrafçı.
telegraphic s. 1. telgrafla ilgili; telgraf sistemine ait. 2. çok kısa, veciz.
telegraphist i., bak. telegrapher.
telegraphy i. telgrafçılık.
telelens i. teleobjektif, uzakçeker.
telemeter i. telemetre, uzaklıkölçer.
teleobjective i. teleobjektif, uzakçeker.
teleology i. teleoloji, erekbilim.
telepathic s. telepatik.
telepathy i. telepati, uzaduyum.
telephone i. telefon. f. telefon etmek.
telephone book/directory telefon rehberi.
telephone booth telefon kulübesi.
telephone booth telefon kulübesi.
telephone central/exchange santral.
telephone directory telefon rehberi.
telephone line telefon hattı.
telephone pole telefon direği.
telephone switchboard santral.
telephoto i.
telephoto lens foto. ırak merceği, teleobjektif.
telephoto lens teleobjektif, uzakçeker.
teleprocessing i., bilg. teleişlem.
telescope i. teleskop, ırakgörür. f. 1. (teleskopun elemanları gibi) iç içe
teletype geçmek;
i. teletip, (bir elemanı)
teletayp, (başka
telem, bir elemanın) içine geçirmek. 2.
uzyazar.
ezilip iç içe geçmek; ezip iç içe geçirmek.
televise f. televizyonla yayımlamak.
television i. televizyon.
television screen televizyon ekranı.
television set televizyon, televizyon alıcısı.
television set televizyon, televizyon alıcısı.
television tube televizyon tüpü.
telex i. 1. teleks makinesi, teleks. 2. teleksle gönderilen mesaj,
tell teleks.
f. (told)f.1.-esöylemek;
teleksle mesaj göndermek;
anlatmak: I told her -e the
(birnews.
mesajı) Onateleksle
haberi
göndermek.
söyledim. I told her he was here. Onun burada olduğunu
tell (the) time 1. saatin kaç olduğunu anlamak: Can Tekin tell the time yet?
kendisine
Tekin şimdi söyledim. Tell
saatinaleyhinde
kaç me whatanlayabiliyor
olduğunu happened. Neler mu? 2. olduğunu
(saat)
tell against (bir şey) (birinin) olmak.
bana anlat. She doesn´t tell lies. Yalan
zamanı göstermek: This clock doesn´t tell the time very söylemez. Tell mewell.
a Bu
tell apart birbirinden
story! Bana ayırmak,
bir masal ayırt
anlat!etmek.
I told you he´d botch things up,
saat pek iyi çalışmıyor. I told you so! Sana demedim mi?
tell fortunes didn´t I? İşleri berbat edeceğini söyledim, değil mi? I can´t tell
fal açmak/bakmak.
tell in s.o.´s favor you
(bir şey) vile
how birininit was. Onun
lehinde ne kadar kötü olduğunu sana
olmak.
anlatamam. Don´t tell me you´re now a doctor! Gerçekten
Tell me another one! k. dili Haydi
hekim olduğuna oradan!/Hadi
inanamam! hadi!/Hadi
To tell you canım sen de!/Külahıma
the truth, I can´t stand
tell of anlat!
1. -iguy.
the anlatmak,
Doğrusunu -den istersen
bahsetmek: The nefret
heriften book tells of his I won´t
ediyorum.
tell on s.o. adventures
tell a soul.
k. dili birinin inyaptığı
Scotland.
Kimseye Kitap bir
söylemem.
olumsuz onun
You İskoçya´daki
şeyican´t tell him söylemek:
(başkasına) anything. Ona He
maceralarından
hiçbir
´s gone şeyto tell thebahsediyor.
dinletemezsin.teacher 2.me.
(birHocaya
Something
on şeyin) belirtisi
tells mene we´reolmak:
yaptığımılost. That
tell one to one´s face birinin yüzüne karşı söylemek: Tell him what you think of him
garden
Yolumuzu
söylemeye tells of much
kaybettiğimizi
gitti. Don´t thought and care.
hissediyorum.
you tell O
2. bahçenin
göstermek; epey
anlatmak:
tell one´s fortune to
-inhis face.
falına Kendisi
bakmak. hakkında neon me! Ne
düşündüğünü yaptığımı
yüzüne kimseye
karşı
düşünce ve özenin ürünü olduğu belli.
This book tells you how to fix clocks. Bu kitap sana saatlerin
söyleme!
söyle.
tell people/things apart tamirini öğretir. Thebirbirinden
insanları/nesneleri firing of the cannon
ayırt etmek.tells you the fast has
tell s.o. a thing or two ended. Topun atılması
k. dili birine çıkışmak. orucun bittiğine işaret ediyor. 3.
tell s.o. a thing or two/tell söylemek, anlamak: Can you tell whether or not it´s malaria?
k. dili olup
Sıtma biriniolmadığını
haşlamak,anlayabildiniz
birine dünyanın mi?kaç bucak
I can´t olduğunu
tell which is
s.o. where to get off
tell s.o. off göstermek.
k. dili birini
which. azarlamak/haşlamak.
Hangisinin hangisi olduğunu kestiremiyorum. 4.
tell s.o.´s fortune söylemek,
birinin falına emretmek:
bakmak: Will Are you asking
tell herme or telling
fortune? Onun me? Benden
falına
rica
bakar mı ediyorsun,
mısın? yoksa bana
birine bir şeyi hiç sakınmadan söylemek. emir mi veriyorsun? I told them
tell s.t. to s.o. straight
to wait. Beklemelerini söyledim. 5. (bir şey) etkisini göstermek:
tell which is which hangisinin
Quality always hangisi
tells.olduğunu
İyi kalite ayırt etmek:kendini
her zaman I couldn´t
bellitell which
eder. The
teller was
strain which.
i. 1. (bankada) Hangisinin
was beginning veznedar. hangisi
2. on
to tell olduğunu
anlatan/söyleyen ayırt edemedim.
kimse,
him. Sıkıntının izleri ondaanlatıcı.
telling belirmeye başlıyordu.
s. etkili; etkileyici; 6. (bir şey hakkında) emin olmak: On the
çarpıcı.
other hand he just might win. You never can tell! Gene de
telltale i. başkalarının sırlarını açığa vuran kimse. s. durumu/gerçeği
bakarsın galip gelir. Hiç belli olmaz!
telly açığa
i., İng.,vuran
k. dili(şey): There was a telltale smudge of lipstick on his
televizyon.
collar. Yakasında durumu açığa vuran bir ruj lekesi vardı.
temerity i. cüret, ataklık.
temper f. 1. yumuşatmak, hafifletmek, azaltmak, etkisini azaltmak: The
temper breeze tempered
i. 1. mizaç, the sun
huy, tabiat, a bit. Rüzgâr
yaradılış. güneşin etkisini
2. menevişleme sonucundabiraz
azalttı.
çelikte 2. to
oluşan -e göre ayarlamak;
sertlik.yaradılış. -e alıştırmak. 3. with
3. (bir maddeyi kıvamına getirmek için (bir şeyi
temperament i. mizaç, huy, tabiat,
katarak) kıvama
eklenen) katkı maddesi. getirmek. 4. (çeliği) menevişleme işlemine tabi
tutmak. 5. (zor bir olay) (birine) güç kazandırmak.
temperamental s. 1. kaprisli; saati saatine uymayan. 2. yaradılıştan gelen: He
temperance has
i. 1. aaşırıya
temperamental aversionkaçmama,
gitmeme, aşırılığa to such people.
ölçüyüYaradılışı
aşmama.gereği
2. hiç
öyle
içki insanlardan hoşlanmaz.
temperate s. 1.kullanmama.
ılımlı, aşırılığa kaçmayan. 2. ılıman.
Temperate Zone coğr. Ilıman Kuşak/Bölge.
temperature i. 1. ısı derecesi, derece: Yesterday Istanbul had a high
temperature inversion temperature of 35°C.sıcaklık
sıcaklık inversiyonu, Dün İstan- bul´daki en yüksek sıcaklık
evrilmesi.
35°C idi. 2. ısı, sıcaklık, hararet: What´s the temperature of the
tempest i. fırtına; bora.
water? Suyun ısısı ne? 3. ateş, yüksek vücut ısısı: You´ve got a
tempestuous s. fırtınalı.
temperature. Ateşin var.
temple i. şakak.
temple i. tapınak, mabet, ibadethane.
tempo çoğ. --s (tem´poz)/tem.pi (tem´pi) i. 1. müz. tempo. 2. tempo,
temporal gidiş.
s. 1. dünyevi; dini olmayan. 2. zamana ait.
temporary s. geçici, muvakkat.
temporise f., İng., bak. temporize.
temporize f. karar vermeyerek vakit kazanmaya çalışmak, savsaklamak.
tempt f. 1. (birini) ayartmaya çalışmak, doğru yoldan saptırmaya
temptation çalışmak:
i. 1. birininHe tempted meyol
ayartılmasına with the promise
açabilen of an birinin
şey/kimse, earldom. Bir
doğru
kontluk
yoldan vadederek
sapmasına beni ayartmaya çalıştı. 2. birinin
sebep olabilen şey/kimse. 2. birini ayartmayakendi
tempting s. çok çekici, çok cazip.
nefsiyle mücadele
çalışma; etmesine yol
birinin ayartılmasına açmak: The beautiful weather
çalışılma.
ten s. on. i. 1.me
tempted on,noton even
rakamıto (10,
go toX). the2.office.
isk. onlu.
Hava öyle güzeldi ki
tenable işe gitmemeyi bile
s. savunulabilir; düşündüm. The smell of that cake really
makul.
tenacious tempts
s. 1. bir me.
işin O kekin kokusu
arkasını bırakmayan,beni gerçekten imrendiriyor. I´m
bir işten vazgeçmeyen. 2. çok
tempted
kuvvetli not
(bağ).to go at all. Şeytan diyor ki hiç gitme./Hiç
tenacity i. bir işin arkasını bırakmama, bir işten vazgeçmeme,
gitmeyesim geliyor. They were tempted to take the money. kararlılık.
tenancy i. 1. (bir yerde)
Akıllarından kiracı
parayı olma,
almak kiracılık; kiracılık süresi. 2. (bir
geçti.
tenant makamda)
i. kiracı. memur olma, memurluk; memurluk süresi.
tench i. (çoğ. tench/--es) kilizbalığı.
tend f. 1. (to) (birine) bakmak, (birinin) bakımıyla meşgul olmak. 2.
tend (to)
f. 1. (hayvana/bitkiye)
eğiliminde olmak:bakmak.She tends 3. to
(belirli
do thebirwashing
yere) aitonişlerle
meşgul
Mondays. olmak: He tends bar in a hotel. Bir otelde barmenlik
Genellikle çamaşırı pazartesileri yıkıyor. He tends to
tendency i. eğilim, meyil.
yapıyor.
exaggerate. Onun mübalağa etme eğilimi var. 2. -e yol açmak,
tender s. 1. kolaylıkla incinen, hassas, duyarlı: The skin around the
-e neden olmak: Such measures tend to promote inflation.
wound
i. is very tender.
müteahhidin Yarayı çevreleyen cilt çok 2.
hassas. 2.
tender Genellikle böylesunduğu
önlemler iş enflasyonu
teklifi. f. 1. artırır.
arzetmek. ödemek
şefkatli,
üzere müşfik, sevecen. 3. yumuşak, sert olmayan (et, sebze,
tender i., d.y.(para)
tender. vermek.
meyve v.b.).
tenderfoot çoğ. --s (ten´dırfûts)/ten.der.feet (ten´dırfit) i. acemi çaylak,
tenderhearted acemi
s. yufka kimse.
yürekli.
tenderise f., İng., bak. tenderize.
tenderize f. (eti) yumuşatmak.
tenderloin i. fileto.
tenderness i. 1. şefkat, sevecenlik. 2. kolaylıkla incinme, hassaslık,
tendon duyarlılık, duyarlık. 3. (et, sebze, meyve v.b. için) yumuşaklık,
i., anat. kiriş.
sert olmama.
tendril i. asma bıyığı, sülük.
Tenedos i., tar. Bozcaada.
tenement i. büyük ve harap apartman.
tenet i. prensip, ilke; öğreti.
tenfold s., z. on kat, on misli.
tennis i. tenis.
tennis ball tenis topu.
tennis court tenis kortu.
tennis net tenis ağı.
tennis player tenisçi.
tenon i. zıvana dili.
tenor i. 1. genel anlam. 2. gidiş, gidişat, akış: the tenor of events
olayların akışı. the tenor of the times çağın gidişi. 3. müz. tenor.
tense i., dilb. fiil zamanı, zaman.
tense s. 1. gergin, gerilmiş. 2. endişeli, stres içinde. 3. stresli,
tension gerilimli.
i. gerilim.4. gergin, elektrikli.
tent i. çadır.
tent peg çadır kazığı.
tent pole çadır direği.
tentacle i. dokunaç.
tentative s. 1. kesin olmayan. 2. farazi, deneysel. 3.
tenterhook mütereddit/çekingen/kararsız
i. (bir hareket).
tenth s., i. 1. onuncu. 2. onda bir.
tenuous s. 1. çok ince (şey). 2. sağlam olmayan, temelleri sağlıksız. 3.
tenure müphem,
i. 1. (toprağa belliait)
belirsiz.
mülkiyet. 2. (belirli bir makamda) bulunma: I
tepid see no
s. ılık. reason why there cannot be a joint tenure of the throne.
Tahtın iki hükümdar tarafından paylaşılmasını engelleyebilecek
terebinth i., bot. menengiç, melengiç, terebentinsakızağacı.
bir neden görmüyorum. 3. memuriyet süresi, memuriyet. 4.
term i. 1. dönem,
(öğretim devre. 2. süre,
görevlisinin) kontratımüddet. 3. terim,
yenilemeden ıstılah. 4. mat.
makamında kalma
terminal terim.
hakkı. 5. çoğ. (kontrata ait) şartlar, koşullar.
s. 1. ölümcül (hastalık). 2. son veya uçta bulunan. f. -e ...i. demek, -e ...
terminal.
adını vermek: They can´t term it stupidity. Ona aptallık
terminate f. -e son vermek, -i bitirmek; sona ermek, bitmek.
diyemezler.
terminology i. terminoloji.
terminus çoğ. ter.mi.ni (tır´mınay)/--es (tır´mınısız) i. (ulaşım, boru v.b.
termite hattına
i., zool. ait) uç, bitiştermit.
akkarınca, veya başlangıç noktası/yeri.
tern i., zool. denizkırlangıcı.
terrace i. 1. (evin bitişiğindeki/yakınındaki tabanı döşeli) taraça, teras.
terrain 2. (damdaki)
i. arazi, yerey;taraça,
bölge,teras.
mıntıka.3. seki, set, taraça, teras. 4. İng.
sıraevler. 5. İng. sıraevlerin bulunduğu sokak. f. (bir yamaçta)
terrapin i., zool. (bir çeşit) su kaplumbağası.
sekiler yapmak, (yamacı) sekilemek, teraslamak.
terrarium i. teraryum.
terrestrial s. 1. yeryuvarlağına ait. 2. karasal; karada yaşayan.
terrible s. 1. korkunç: The side effects of this drug are terrible. Bu ilacın
terrier yan etkileri
i. terye, korkunç. 2. çok kötü; berbat: He´s got a terrible
teriye.
cough. Çok kötü öksürüyor. His poems are terrible. Şiirleri
terrific s. 1. k. dili fevkalade, harika, müthiş, çok güzel. 2. çok sert, çok
berbat. What terrible weather! Ne berbat bir hava! The food
terrify şiddetli.
f. 3. büyük (hız).
çokterrible.
korkutmak, dehşete düşürmek.
was Yemekler berbattı.
territorial s. belirli bir bölgeye ait.
territorial waters karasuları.
territory i. (belirli bir devlet, grup, kişi, hayvan v.b.´ne ait)
terror toprak/alan/bölge.
i. 1. terör, tedhiş, korku salma. 2. dehşet: They looked on in
terrorise terror.
f., İng.,Dehşet içinde seyrettiler. 3. dehşet saçan kimse.
bak. terrorize.
terrorism i. terörizm, tedhişçilik.
terrorist i. terörist, tedhişçi.
terrorize f. şiddet kullanarak yıldırmak.
terry i.
terry cloth havlu kumaş.
terse s. kısa ve özlü (söz).
tertiary s. 1. üçüncü. 2. kim. üçüncül, tersiyer. 3. tıb. üçüncül, üçüncü
test derecede
i. 1. sınav,olan.
imtihan, test: French test Fransızca sınavı. Rorschach
test match test
İng. Rorschach
uluslararası testi. 2. maçı.
kriket tıb. test, laboratuvar araştırması: blood
test kan tahlili. 3. tıb. (belirli bir) muayene: eye test göz
test pilot deneme pilotu.
muayenesi. 4. deneme, deney: nuclear tests nükleer
test s.o.´s mettle birinin cesaretini
denemeler. ve ataklığını
test flight deneme sınamak.
uçuşu. 5. (bir kanunun) geçerli
test s.o.´s patience olup
birinin sabrını sınamak, birinin sabrınındeneme.
olmadığını öğrenmek için yapılan sınırlarınıf. zorlamak.
1. denemek,
test tube denemeden geçirmek. 2. sınava
deney tüpü. test-tube baby tüp bebek. sokmak, imtihana tabi tutmak,
sınamak. 3. tahlil etmek; ölçmek. 4. (bir kanunun) geçerli olup
testament i., huk. vasiyetname.
olmadığını deneme yoluyla öğrenmek.
testicle i., anat. erbezi, testis, husye, haya.
testify f. 1. tanıklık/şahadet/şahitlik etmek;
testimonial tanıklıkta/şahadette/şahitlikte
i. 1. birinin/birilerinin şükranınıbulunmak.
simgeleyen 2.şey.
ispatlamak,
2. referans,
kanıtlamak;
bonservis. to -i göstermek.
3. şahadet,
kanıt, delil. 4. tanıklık,
testimony i. 1. tanıklık, ifade. 2. kanıt,şahadet.
delil.
testis çoğ. tes.tes (tes´tiz) i., anat. erbezi, testis, husye, haya.
testy s. 1. (ufak şeylere) çabuk kızan, hırçın. 2. sinirlilikten
tetanus kaynaklanan,
i., tıb. tetanos,hırçın.
kazıklıhumma.
tetchy s., İng. alıngan, kırılgan.
tête-à-tête i. sadece iki kişi arasında geçen sohbet/konuşma. z. baş başa.
tether i. hayvanın sınırlı bir alan içinde serbestçe hareket etmesini
text sağlayan ip. f. (hayvana) böyle bir ip bağlamak.
i. metin, tekst.
textbook i. ders kitabı.
textile i. dokuma, tekstil.
textile industry tekstil/mensucat sanayii.
textual s. 1. metne ait. 2. kelimesi kelimesine.
texture i. 1. doku. 2. özyapı, karakter. 3. (belirli bir) nitelik, özellik. 4.
Thai (sıvı için) kıvam.
i. 1. (çoğ. --s/Thai) Tay. 2. Tayca. s. 1. Tay. 2. Tayca.
Thailand i. Tayland.
Thailander i. Taylandlı.
than bağ. 1. -den ...: She likes him better than you. Onu senden daha
thank fazla seviyor.
f. teşekkür Hülya´s more beautiful than she. Hülya ondan
etmek.
güzel. Can you work faster than Hasan? Hasan´dan hızlı
Thank God! Allaha şükür!/Şükür Allaha!
çalışabilir misin? I know no one more talkative than you. Senden
Thank goodness! Çok şükür!/Şükürler
daha konuşkan bir kimse olsun!tanımıyorum. That´s easier said than
Thank heaven! done. Onu söylemek, yapmaktan daha kolay./Onu söylemek
Çok şükür!
thank one´s (lucky) stars başka, yapmak
k. dili kendini çokbaşka.
şanslıWe´ve
saymak, more than doubled
şükretmek: You canour output.
thank your
Üretimimizi
lucky iki katın
starsederim./Sağ üstüne
you didn´t go. Gitmediğine şükretmelisin.nothing.
çıkardık. It´s better than
Thank you. Teşekkür olun./Mersi.
Hiç yoktan iyi. Have you seen anyone other than him? Ondan
thankful s. 1. minnet
başkasını dolu, mü?
gördün şükran dolu; no
There´s minnettar,
more than müteşekkir.
three left.2.Üç
thankless memnun:
taneden I´m
fazla thankful
kalmadı. she
2. wasn´t
-mektense: there
I´d
s. 1. kimsenin takdir etmediği, takdire layık görülmeyen then.
ratherİyidie
ki than
o zamango
(iş):
orada
there.
That´s değildi
Oraya o.
gitmektense ölmeyi tercih ederim.
thanks i., çoğ. a thankless
Thanks! task.
k. dili Öyle bir iş ki onu yapana teşekkür
Teşekkürler!/Mersi!
etmek kimsenin aklından geçmez. 2. nankör (kimse).
Thanks a lot! k. dili Çok teşekkür!/Çok mersi!
thanks to ... sayesinde: Thanks to you we´ve gotten this done. Sayende
thanksgiving bunu bitirdik.
i. şükran, şükür, şükretme.
Thanksgiving Day Şükran günü.
Thasian i. Taşozlu. s. 1. Taşoz, Taşoz´a özgü. 2. Taşozlu.
Thasos i. Taşoz.
that zam. (çoğ. those) 1. o, şu: Did you see that? Onu gördün mü?
That cat has been up to her This is a verbena and that´s a lantana. Bu mineçiçeği, o da
O kedi yine marifetini göstermiş.
old
Thattricks.
child knows a trick or ağaçminesi. After that he went to bed. Ondan sonra yatağa
O çocuk ne kurnazdır!
two.
That glass of beer´s got girdi. The best yarn is that spun by hand. En iyi iplik elle
O bardaktakiHe´s
bükülendir. biranın
oneüstünde
of thoseçok whoköpük
think var.
that they know
quiteisa not
That head on it.
what I bargained everything. Her şeyi
Ne umuyordum, ne buldum. bildiğini zannedenlerden biri o. 2. öyle: “Is
for. she clever?” “That she is.” “Zeki mi?” “Öyledir.” 3. ki: I´d like to
that is to say yani, demek ki.
see the cow that jumped over the moon, please. Ayın üzerinden
That is to say .... Yani ...:ineği
atlayan That görmek
is to sayistiyorum,
you´re notlütfen.
coming?Are Yani gelmiyorsun,
you the man that
That player´s got a good öyle mi?
O oyuncuthe
invented iyi zamanlama yapıyor.
cotton gin? Çırçırı icat eden adam siz misiniz? s.
sense of timing.
That settles it! (çoğ.
Tamam! those) o: Where´s
(Genellikle that söylenir.):
kızınca cat? O kedi nerede?
That settlesI like those
it! I´m going
houses.
to O evler hoşuma gidiyor. bağ. ki: He´s drunk so much
That speaks volumes. O give himifade
çok şey a piece of my mind! Tamam! Şimdi ağzının payını
ediyor.
that he can´t see straight. O kadar içti ki doğru dürüst
vereceğim.
That story won´t wash. İng., k. dili She
göremiyor. O masalı
madekimse
it clearyutmaz.
that she wouldn´t come.
That takes the cake! Gelmeyeceğini
k. dili Pes vallahi! açık seçik belirtti. He can come provided that he
That was a close shave! doesn´t
k. dili Kılmake trouble. Mesele çıkartmaması şartıyla gelebilir. I
payı kurtulduk!
That was just what the am sorry that you should think so. Böyle düşündüğünüzden
Canıma değdi.
dolayı üzgünüm.
doctor ordered.
That will do. Kâfi./Yetişir.
That´ll do the trick. O işimizi görür.
That´s a fine kettle of fish! Ne âlâ! (Hiç istenmeyen bir durum karşısında söylenir.).
That´s a fine kettle of fish. k. dili Ayvayı yedik!/Hapı yuttuk!
That´s all right. Ziyanı yok./Önemi yok. (Özür dileyen birine söylenir.).
That´s just what the doctor
Çok makbule geçti.
ordered.
That´s life! k. dili İşte hayat böyle!
That´s neither here nor
Bunun konu ile ilgisi yok.
there.
That´s outside my range. O benim bilgi alanım dışında./Ben o işten anlamam. They have
That´s rich! ak.small number
dili Çok komik! of books which cover a wide range of topics,
whereas Esma has a large number of books which cover a
That´s that! k. dili Mesele kapandı!/Bitti bu iş!/Tamam, bitti!
narrow range of topics. Onlardaki kitapların sayısı az ama çeşitli
That´s the last straw! k. dili Yeter
konular üstüneartık!
yazılmış. Esma´nın kitapları ise sayıca çok,
That´s the limit! ancak belirli şey
argo Çekilir birkaç konuyukadarı
değil!/Bu kapsıyor.
da fazla!
That´s the stuff! k. dili Aferin!
That´s the ticket! k. dili 1. Gereken o! 2. Aferin!
thatch i. 1. (dam örtüsü olarak kullanılan) saz/saman. 2. k. dili gür
thaw saçlar.
f. (donmuş şey) erimek, çözülmek. i. kar ve buzların erimesi; kar
the ve buzların
Belirli erimeye
durumlarda başladığı
isimden öncezaman.
kullanılır: The mail hasn´t come
The tide´s coming in. yet. Posta henüz
Deniz kabarıyor. gelmedi. Where´s the school? Okul nerede?
Which of you´s the boss? Hanginiz patron? The more I get to
the ablative dilb. -den hali, çıkma durumu, ablatif.
know them the better I like them. Onları tanıdıkça daha çok
the ablative case bak. the ablative 2.
seviyorum.
the absurd saçma, abes.
the accusative dilb. -i hali, yükleme durumu, akuzatif.
the accusative case bak. the accusative 2.
the active (voice) dilb. etken çatı.
the Aegean Sea Ege Denizi.
The air is very polluted. Hava çok kirli.
the Almighty Allah.
the Anglican Church Anglikan Kilisesi.
the Antarctic i. Antarktika.
the Antarctic Circle Güney Kutbu dairesi, Antarktik daire.
the Antipodes Avustralya ve Yeni Zelanda.
the Apostles´ Creed Hrist. Havariler Amentüsü.
the apple of one´s eye k. dili gözbebeği.
the Archipelago Adalar Denizi, Ege Denizi.
the Arctic Arktik bölge.
the Arctic Circle Kuzey Kutbu dairesi, Arktik daire.
the Arctic Ocean Kuzey Buz Denizi.
the Argentine Arjantin.
the Atlantic Atlas Okyanusu.
the Atlantic Ocean Atlas Okyanusu.
The ayes have it. Lehte oy kullananlar kazandı. The boys had themselves a time.
the back of beyond Çocuklar
k. dili dağeğlendiler.
başı, çok ücraWe had news. Haber aldık.
bir yer.
the Bahama Islands Bahama Adaları.
the Bahamas Bahama Adaları.
the Baltic Sea Baltık Denizi.
the Baltic States Baltık Devletleri.
the bane of one´s
başının derdi, baş belası.
existence/life
the beaten path herkesin geçtiği yol, işlek yol.
the bends (dalgıçlarda) vurgun.
the best part yarısından fazla, çoğu: the best part of the day günün çoğu.
the better part yarısından fazla, çoğu: the better part of the night gecenin
çoğu.
the Big Bear/Dipper gökb. Büyükayı.
the Big Dipper gökb. Büyükayı.
the Black Sea Karadeniz.
the blahs can sıkıntısı.
the Blessed Sacrament/the
(komünyonda kullanılan) kutsanmış ekmek.
Sacrament
the blind körler.
the blue şiir 1. gök, sema. 2. deniz. 3. mavilik.
the blues müz. bir çeşit caz müziği.
the bomb k. dili atom bombası.
the Book of Psalms (Kitabı Mukaddes´teki) Mezmurlar Kitabı.
the boondocks çoğ. taşra.
the boonies çoğ., k. dili taşra.
The boot is on the other foot. k. dili Durum tam tersine döndü.
the bottom line k. dili 1. en önemli şey. 2. sonuç, netice.
the break of day günün ağarması.
the British çoğ. Britanyalılar.
The burglar has gone; we´re
Hırsız gitti; artık kurtulduk.
safe now.
The car won´t start. Arabanın motorunu çalıştıramıyorum.
the Caribbean Karayip Denizi.
the Caribbean Sea Karayip Denizi.
the Caspian Sea Hazar Denizi.
the Caucasus Kafkasya.
the Central African Republic Orta Afrika Cumhuriyeti.
the chancellor of the
İng. Maliye Bakanı.
exchequer
the chances are muhtemelen.
the cinema sinema endüstrisi.
the clap argo belsoğukluğu.
the clink k. dili kodes, hapishane.
the close of the day günün sonu. f. 1. kapamak, kapatmak; kapanmak. 2. tıkamak,
the cloth doldurmak.
rahipler. 3. son vermek, bitirmek; sona ermek, bitmek.
The coast is clear. Kimse yok./Meydan boş.
The cold has penetrated my
Soğuk iliğime işledi.
bones.
the common people halk.
the Commonwealth İngiliz Milletler Topluluğu.
the comparative dilb. üstünlük derecesi.
the Confederacy bak. the Confederate States of America.
the Confederate States of
tar. Amerika Konfedere Devletleri.
America
the Congo Kongo. s. Kongo, Kongo´ya özgü.
the construction business inşaatçılık, müteahhitlik.
the Continent Avrupa kıtası, Avrupa.
the controls kumanda aygıtı/cihazı.
the country kent dışındaki yerler, kırsal bölgeler, taşra.
the Crimea Kırım.
the Crusades Haçlı Seferleri.
the cut of one´s jib k. dili dış görünüş; yüz ifadesi.
the Czech Republic Çek Cumhuriyeti.
the Dardanelles Çanakkale Boğazı.
the Dark Ages Karanlık Devirler, ortaçağın ilk yarısı.
the dative -e hali, datif.
the dead ölüler.
the dead of night gecenin körü.
the dead of winter kışın ortası.
the deaf sağırlar.
The deal is off. 1. Anlaşmadan vazgeçtiler. 2. Anlaşmadan vazgeçtik.
the deceased merhum, rahmetli.
the Declaration of
A.B.D. Bağımsızlık Beyannamesi.
Independence
the Department of State/the
Dışişleri Bakanlığı.
State Department
the depths derinlikler.
The die is cast. Ok yaydan çıktı.
the digestive tract anat. sindirim sistemi/aygıtı.
the direct opposite tam aksi.
the dishes bulaşık.
the Dominican Republic Dominik Cumhuriyeti.
the dregs of society ayaktakımı, döküntü.
the Dutch çoğ. Hollandalılar.
The early bird gets the
Erken kalkan yol alır, er evlenen döl alır.
worm.
the East Doğu, Şark.
the Eastern Hemisphere Doğu Yarıküre.
the Eastern Orthodox Church Rum Ortodoks Kilisesi.
the English İngilizler.
the English Channel Manş Denizi.
the epitome of -in ta kendisi: the epitome of loveliness güzelliğin ta kendisi.
the Establishment k. dili toplumdaki nüfuzlu kurumlar.
the Eucharist Hrist. Komünyon, şarap ve ekmek yeme ayini; bu ayin için
the Euphrates takdis edilen şarap ve ekmek.
Fırat nehri.
the European Economic
Avrupa Ekonomik Topluluğu.
Community
the European
Avrupa Birliği.
Union/Community
The exception proves the
İstisna kuralı bozmaz.
rule.
the exchequer İng. Maliye Bakanlığı.
the fair sex kadınlar, cinsi latif.
the faithful müminler, bir dine iman edenlerin tümü.
the Far East Uzak Doğu.
the Far East Uzakdoğu.
The fat is in the fire. Şimdi kıyamet kopacak.
the Federal Bureau of
A.B.D. Federal Araştırma Bürosu.
Investigation
the Fiji Islands Fiji Adaları.
the Fijis Fiji Adaları.
the Flemish Flamanlar.
the flesh nefis; beden.
the Flood tufan.
the Foreign Office İng. Dışişleri Bakanlığı.
the Foreign Secretary İng. Dışişleri Bakanı.
the free Churches İng. Anglikan olmayan Protestan kiliseleri.
the French çoğ. Fransızlar.
the funnies (gazetede) bant-karikatürler.
the future tense dilb. gelecek zaman.
the Gambia Gambiya.
the general run of -in çoğunluğu, -in büyük kısmı.
the genitive -in hali, genitif.
the gift of the gab konuşma yeteneği, cerbeze.
the Godhead Allah, Tanrı.
the good iyi insanlar.
the Grand National Assembly Büyük Millet Meclisi.
the Grand Old Party A.B.D. Cumhuriyetçi Parti.
the graphic arts. grafik sanatlar.
the Great Bear gökb. Büyükayı.
the greater part çoğunlukla.
the Green Party Yeşiller Partisi.
the Gregorian calendar Gregoryen takvimi, Miladi takvim.
the groundbreaking temel atma töreni.
the Gulf Stream golfstrim.
The hall will seat fifty people. Salon elli kişiliktir.
the haves and the have-nots zenginler ve fakirler, varlıklılar ve yoksullar.
the hereafter öbür dünya, ahret.
the hiccups hıçkırık tutma.
the Holocaust Nazilerin yaptığı Musevi katliamı.
the Holy Father Papa.
the Holy Ghost Kutsal Ruh.
the Holy Ghost/Spirit Kutsal Ruh, Ruhülkudüs.
the Holy Land Hrist. (İsrail ve Ürdün´deki) Kutsal Topraklar.
the Holy See papalık.
the House A.B.D. Temsilciler Meclisi.
the House of Commons İng. Avam Kamarası.
the House of Lords İng. Lortlar Kamarası.
the House of
A.B.D. Temsilciler Meclisi.
Representatives
the human race beşeriyet, insanoğlu.
the Indian Ocean Hint Okyanusu.
the Indian Subcontinent Hint Yarımadası.
the Inland Revenue (Britanya´daki milli) vergi dairesi.
the Inquisition Engizisyon.
the International Date Line gündeğişme çizgisi.
the International Monetary
Uluslararası Para Fonu.
Fund
the Internet bilg. İnternet.
the Irish İrlandalılar.
the Irish Republic İrlanda Cumhuriyeti.
the Irish Sea İrlanda Denizi.
the Iron Age Demir Devri.
the Iron Curtain tar. demirperde.
the Isle of Man Man Adası.
the Ivory Coast Fildişi Kıyısı, Fildişi Sahili.
the ice age buzul devri.
the imperative (mood) dilb. emir kipi.
the imperfect (tense) dilb. bitmemiş bir eylemi gösteren zaman.
the indicative mood dilb. bildirme kipi.
the inner man ruh, vicdan.
the jet set k. dili jet sosyete.
the Khyber Hayber Geçidi.
the Khyber Pass Hayber Geçidi.
the kids 1. çocuklar. 2. bizimkiler. 3. arkadaşlar.
the kissing disease öpüşme hastalığı, intani mononükleoz.
the known mat. bilinen.
the Kremlin Kremlin.
the Labor Party İng. İşçi Partisi.
the last day mahşer günü, kıyamet günü.
the Last Judgment kıyamet.
the last rites cenaze töreni.
the last straw bardağı taşıran damla.
the last two son ve sondan önceki.
the last word 1. son söz. 2. son model. 3. en mükemmel şey.
the last word in k. dili (bir şeyin) en çağdaş, en geliştirilmiş veya son model
the last word on the matter örneği: It´s the last
konu hakkında son word in computers.
ve kesin söz. Bilgisayarların en
modern olanı.
the law k. dili polis.
The leopard cannot change
Huylu huyundan vazgeçmez./Huy canın altındadır./Can
its spots.
the lesser of two evils çıkmayınca
ehvenişer. huy çıkmaz.
the lesser of two evils ehvenişer.
the Levant Doğu Akdeniz bölgesi.
the lie of the land İng. arazinin dış görünümü; arazinin engebeleri.
the line 1. ekvator. 2. ordu; donanma.
the line of least resistance en kolay yol.
the lion´s share aslan payı.
the Little Bear/Dipper gökb. Küçükayı.
the Little Dipper gökb. Küçükayı.
the liturgy Hrist. ekmek ve şarap ayini, kudas.
the living yaşayanlar.
the LLords İng. Lortlar Kamarası.
the locative -de hali, lokatif.
the logic of events olayların gerektirdiği.
the Logos Hrist. Logos.
the long and the short of it uzun lafın kısası, eni sonu.
The long and the short of it
İşin gerçeği bu!
is this!
The Lord knows how. Nasıl olduğunu ancak Allah bilir.
the Lord´s Day Hrist. pazar günü.
the Lord´s Prayer İsa´nın öğrettiği dua.
the Lord´s Supper Hrist. ekmek ve şarap ayini, kudas.
the lot (of) (-in) hepsi/tümü: The whole lot of them are like that. Onların
the Low Countries hepsi öyle.Belçika ve Lüksemburg.
Hollanda,
the main chance kişisel çıkar.
the Malagasy Malgaş halkı, Malgaşlar.
the Malagasy Republic Malgaş Cumhuriyeti.
the Malay Peninsula Malakka Yarımadası.
the man in the street sokaktaki adam, sıradan kimse.
the Manx Manlılar, Man halkı.
the march of events olayların seyri.
The market is flat. Piyasa durgun.
the masses halk kitleleri.
the media medya, kitle iletişim araçları.
the Mediterranean Akdeniz.
the Mediterranean Sea Akdeniz.
the mending onarılacak çamaşırlar.
the Messiah Mesih, Hz. İsa.
the metric system metre sistemi, metrik sistem.
the Middle East Ortadoğu.
the Middle West A.B.D.´nin orta bölgesi.
the Midwest A.B.D.´nin orta bölgesi.
the military silahlı kuvvetler, ordu.
the Milky Way gökb. Samanyolu.
the Ministry of Agriculture Tarım Bakanlığı.
the Ministry of Commerce Ticaret Bakanlığı.
the Ministry of
Ulaştırma Bakanlığı.
Communications
the Ministry of Culture and
Kültür ve Turizm Bakanlığı.
Tourism
the Ministry of Customs and
Gümrük ve Tekel Bakanlığı.
Monopolies
the Ministry of Defense Milli Savunma Bakanlığı.
the Ministry of Development
İmar ve İskân Bakanlığı.
and Housing
the Ministry of Education Milli Eğitim Bakanlığı.
the Ministry of Energy and
Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı.
Natural Resources
the Ministry of Finance Maliye Bakanlığı.
the Ministry of Foreign
Dışişleri Bakanlığı.
Affairs
the Ministry of Forestry Orman Bakanlığı.
the Ministry of Health Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı.
the Ministry of Industry and
Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı.
Technology
the Ministry of Justice Adalet Bakanlığı.
the Ministry of Labor İng. Çalışma Bakanlığı.
the Ministry of Labor Çalışma Bakanlığı.
the Ministry of Public Works Bayındırlık Bakanlığı.
the Ministry of the Interior İçişleri Bakanlığı.
the Ministry of Village Affairs Köy İşleri Bakanlığı.
the Ministry of Youth and
Gençlik ve Spor Bakanlığı.
Sports
the minute hand saat yelkovanı.
the missing savaşta kayıp askerler.
the mob k. dili mafya.
the Molucca Islands Molük Adaları.
the Moluccas Molük Adaları.
the Morea Mora, Mora Yarımadası.
the Most Reverend Hrist. Pek Muhterem (başpiskoposun isminden önce kullanılan
the movies unvan):
sinema, the Mostsanatı.
sinema Reverend Michael Ramsey Pek Muhterem
Michael Ramsey.
the Muslim calendar Hicri takvim.
the naked eye çıplak göz.
the naked truth salt gerçek.
the name of the game asıl sorun.
the Nativity Hrist. Hz. İsa´nın doğuşu.
The nays have it. Reddedildi.
the Near East Yakın Doğu.
The needle skips a lot on this
Bu plakta iğne sık sık atlıyor.
record.
the needy yoksullar.
the Netherlands Hollanda.
the New Testament Hrist. Yeni Ahit.
the New Testament Hrist. Yeni Ahit.
the New World Yeni Dünya.
the New Year yeni yıl.
the Nicene Creed Hrist. İznik Amentüsü.
the niceties ince noktalar, incelikler.
the nick İng., k. dili hapishane, kodes, delik.
the North Pole Kuzey Kutbu.
the North Pole Kuzey Kutbu.
the North Sea Kuzey Denizi.
the North Star Kutupyıldızı.
the Northern Hemisphere Kuzey Yarıküre.
the objective case dilb. -i hali, akuzatif, yükleme durumu.
the Occident Batı.
the old country göçmenin anayurdu.
the Old Testament Hrist. Eski Ahit.
the Old Testament Hrist. Eski Ahit.
the Old World Eski Dünya.
the Olympic Games olimpiyat oyunları, olimpiyatlar.
the Olympics çoğ. olimpiyat oyunları, olimpiyatlar.
the Orient Doğu (genellikle Asya ülkeleri).
the other day geçen gün, birkaç gün önce.
the other day geçen gün.
the ozone layer ozon tabakası.
the Pacific Büyük Okyanus.
the Pacific Ocean Büyük Okyanus.
the Panama Canal Panama Kanalı.
the Panjab bak. the Punjab.
the party in power iktidar partisi.
the past tense dilb. geçmiş zaman.
the Peloponnese Peloponez.
the Peloponnesus Peloponez.
the Pentagon A.B.D. 1. Milli Savunma Bakanlığı. 2. Milli Savunma Bakanlığı
the People´s Republic of binası.
Çin Halk Cumhuriyeti.
China
the perfect tense dilb. görülen geçmiş zaman.
the Persian Gulf Basra Körfezi.
the phases of the moon ayın evreleri.
the Philippine Islands Filipin Adaları.
the Philippines Filipinler.
the pictures İng. sinema.
the pill doğum kontrol hapı.
the pluperfect dilb. -miş´li geçmiş.
the pluses and minuses of
bir şeyin olumlu ve olumsuz tarafları.
s.t.
the point in question söz konusu.
The point is that .... Mesele şöyle ....
the police 1. polisler, polis memurları. 2. polis (kuruluş).
the polls 1. oylama, oy verme. 2. oy verilen yer. 3. anketler.
the pools İng. sportoto; sporloto.
the poor yoksullar, fakir fukara.
the popular vote halkoyu.
the possessive case dilb. -in hali, genitif.
the powers that be baştakiler, başta olanlar; kodamanlar, büyükler.
the preceding bundan önceki, yukarıda gösterilen.
the present 1. bugün, içinde bulunduğumuz zaman. 2. dilb. şimdiki zaman.
The pressure is down. Basınç azaldı.
the prevailing winds (bir yerde) hâkim olan/en çok esen rüzgârlar: There the
the prime of life prevailing
hayatın enwinds aredönemi.
verimli from the north. Orada rüzgâr genellikle
kuzeyden eser.
the prime of life hayatın en dinç ve güzel devresi.
the Princes´ Islands Adalar, Prens Adaları, Kızıl Adalar.
the Privy Council İng. Danışma Meclisi.
The proof of the pudding is
Bir şeyin değeri kullanıldığında anlaşılır.
in the eating.
the Prophet Hz. Muhammed.
the provinces taşra, dışarlık.
the Psalms (Kitabı Mukaddes´teki) Mezmurlar.
the quick and the dead diriler ve ölüler.
the rabble ayaktakımı.
the rains (tropikal ülkelerde) yağmur mevsimi.
the rank and file 1. erler, erat. 2. yönetilenler; alt tabaka.
the real McCoy orijinal, gerçek.
the real thing orijinal, gerçek şey.
the Red Crescent Kızılay.
the Red Cross Kızılhaç.
the Red Sea Kızıldeniz.
the regular practice alışkanlık, âdet.
the Renaissance Rönesans.
the Republic of China Tayvan.
the Republic of Ireland İrlanda Cumhuriyeti.
the Republic of the
Filipinler Cumhuriyeti.
Philippines
the Republican Party A.B.D. Cumhuriyetçi Parti.
the rest kalan miktar, kalanlar, geri kalan, artan.
the Resurrection Hrist. Diriliş.
the reverend Hrist. Sayın (papazın isminden önce kullanılan unvan): the
the rich Reverend
zenginler.John Donne Sayın John Donne. i., k. dili papaz efendi.
the right 1. sağ taraf, sağ. 2. pol. sağ.
the right of asylum pol. sığınma hakkı.
the Right Reverend Hrist. Çok Muhterem (piskoposun isminden önce kullanılan
the Riviera unvan):
Riviera. the Right Reverend J. B. Lightfoot Çok Muhterem J. B.
Lightfoot.
the rod oto. rot, bağlama/sevk çubuğu.
the Roman Catholic church Katolik kilisesi.
the Roman Empire Roma İmparatorluğu.
the Romany Romanlar, Çingeneler.
the Rosary Hrist. belirli bir dizi dua.
the Sabbath 1. Musevilik çalışılmaması gereken gün, cumartesi günü. 2.
the Sahara Hrist.
Sahra.çalışılmaması gereken gün; (çoğu Hristiyan için) pazar
günü; (bazı Hristiyanlar için) cumartesi günü.
the Samoa Islands Samoa Adaları.
The samples range from bad
Örnekler kötü ile mükemmel arasında değişiyor.
to excellent.
the Scotch İskoçlar, İskoçya halkı.
the Scotch-Irish Kuzey İrlanda´ya yerleşmiş İskoç kökenliler.
the Scots İskoçlar, İskoçya halkı.
the scruff of the neck ense.
the scum of the earth baş belası, ayaktakımı.
the seamy side of life hayatın güçlüklerle dolu tarafı.
the Seychelles Seyşeller, Seyşel Adaları.
the Shari'a şeriat.
the Shi'a Şia, Şiiler.
the signs of the zodiac astrol. burçlar, on iki burç.
the Sinai Peninsula Sina Yarımadası.
the small hours gece yarısından sonraki ilk saatler.
the small of the back sırtın en dar kısmı.
the sniffles k. dili hafif nezle.
the social sciences toplumsal bilimler.
the social sciences toplumsal bilimler, sosyal ilimler.
the South Pole Güney Kutbu.
the South Pole Güney Kutbu.
the South Sea tar. Büyük Okyanus.
the South Sea Islands Büyük Okyanusun güney kısmındaki adalar.
the Southern Cross gökb. Güneyhaçı.
the Southern Hemisphere Güney Yarıküre.
the Soviet Union Sovyetler Birliği.
the Soviets Sovyetler, Sovyetler Birliği´nin halkı/liderleri/silahlı kuvvetleri.
the Spanish İspanyollar, İspanya halkı.
the Spice Islands bak. the Molucca Islands.
the stacks (kütüphanedeki) kitaplıklar.
the staff of life ekmek.
the stalls İng., tiy. parter.
the States k. dili Amerika (Amerika Birleşik Devletleri).
the status quo statüko.
the sticks k. dili taşra, dağ başı gibi yer: He lives out in the sticks. Dağ
the Stone Age başı gibi bir yerde oturuyor.
taş devri.
the straits çoğ. (denizde) boğaz.
the straw that broke the
k. dili bardağı taşıran son damla.
camel´s back
the subconscious bilinçaltı, şuuraltı.
the subtropics astropika.
the suburbs banliyö.
the Sudan 1. coğr. Sudan. 2. Sudan, Sudan Cumhuriyeti.
the Suez Canal Süveyş Kanalı.
the sum total of -in toplamı: The sum total of their debts amounted to fifty
The sun is going down. million
Güneş liras. Borçlarının toplamı elli milyon lira.
batıyor.
the Sunna İslam sünnet (Hz. Muhammed´in Müslümanlarca uyulması
the superlative gereken
(degree) davranış ve sözleri).
dilb. üstünlük derecesi.
the supernatural doğaüstü olaylar.
the Swazi Swaziler, Swazi halkı.
the Swedish İsveçliler, İsveç halkı.
the Swiss İsviçreliler, İsviçre halkı.
the Syrian Orthodox church Süryani Ortodoks kilisesi.
the system kurulu düzen.
the tabloid press boyalı basın.
the takings (para olarak) hâsılat.
the talk of the town k. dili herkesin diline dolanan konu.
the Ten Commandments On Emir.
the Ten Commandments (Hz. Musa´ya Allah tarafından verilen) On Emir.
the theory of relativity görelilik kuramı, izafiyet teorisi.
the Third World/the third
Üçüncü Dünya.
world
The tide´s going out. Deniz alçalıyor.
the Tigris Dicle.
the Tonga Islands Tonga Adaları.
the Torrid Zone coğr. Sıcak Kuşak.
The train leaves at four o
Tren saat dörtte kalkar.
´clock.
the Transfiguration Hrist. Hz. İsa´nın başkalaşımı.
the Treasury Maliye, Maliye Bakanlığı.
the Trinity Hrist. teslis.
the Trojan horse Truva atı.
the Tropic of Cancer Yengeç Dönencesi.
the Tropic of Capricorn Oğlak Dönencesi.
the tropics tropika, tropikal kuşak, dönencelerarası kuşak.
the Trucial States bak. the United Arab Emirates.
the tube k. dili televizyon.
the turf 1. at yarışçılığı. 2. hipodrom, koşu alanı.
the Turkmen Türkmenler, Türkmen halkı.
the Twins astrol. İkizler burcu.
the UK Birleşik Krallık.
the Ukraine Ukrayna.
the ultimate deterrent nükleer silah; hidrojen bombası.
the unconscious ruhb. bilinçdışı.
the underprivileged imkânları kıt olanlar.
the undersigned imza sahibi; imza sahipleri.
the unemployed i. işsizler.
the Union of Soviet Socialist
tar. Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği.
Republics
the United Arab Emirates Birleşik Arap Emirlikleri.
the United Kingdom Birleşik Krallık (Büyük Britanya ve Kuzey İrlanda Birleşik
the United Kingdom of Great Krallığı).
Büyük Britanya ve Kuzey İrlanda Birleşik Krallığı.
Britain and Northern Ireland
the United Nations Birleşmiş Milletler.
the United Nations´ Security
Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi.
Council
the United States Amerika Birleşik Devletleri.
the United States of America Amerika Birleşik Devletleri.
the US Amerika (Amerika Birleşik Devletleri).
the USA Amerika (Amerika Birleşik Devletleri).
the USSR tar. Sovyetler Birliği.
the Uzbek Özbekler, Özbek halkı.
the vagaries önceden tahmin edilemeyen/kestirilemeyen
the Vale of Kashmir şeyler/davranışlar/olaylar.
Keşmir Vadisi.
the Vatican 1. Vatikan, papalık. 2. (papanın resmi konutu olan) Vatikan
the vault of heaven sarayı.
gök kubbe.
the venerable Hrist. Saygıdeğer (başdiyakozun isminden önce kullanılan
the vernacular unvan): the Venerable
1. konuşulan William
dil. 2. anadili. Paley Saygıdeğer
3. yaşayan dil. 4. ağız,William
lehçe, Paley.
dil. s.
The very idea! 1. konuşulan
Ne kadar tuhaf!dile ait; konuşulan (dil). 2. anadilinin kullanıldığı;
anadilinde yazılan/söylenen. 3. konuşulan dilde kullanılan.
The very idea! Olacak şey mi?/Olacak şey değil!/Ne biçim şey bu!
the Very Reverend Hrist. Muhterem (katedral dekanının isminden önce kullanılan
the Virgin unvan): the Very Reverend Jonathan Swift Muhterem Jonathan
Hazreti Meryem.
Swift.
The walls have ears. k. dili Yerin kulağı var.
the wee hours gece yarısından sonraki zaman, sabahın erken saatleri.
the Welsh Galliler, Galler Ülkesi halkı.
the West Batı.
the West Indies Batı Hint Adaları.
the Western Hemisphere Batı Yarıküre.
the wet yağmur:
the wherewithal para: Just how do I get the wherewithal to do all this? Bütün bu
the White House işleri
Beyaz yapacak
Saray. parayı nasıl bulayım?
the white of an egg yumurta akı.
the white of the eye gözakı.
the whole ball of wax k. dili her şey.
the whole kit and caboodle k. dili takım taklavat, topu, hepsi birden.
the whole lot hepsi.
the whole of -in bütünü: That sentence sums up the whole of their
the whole shebang philosophy.
hepsi, tümü, O bütünü.
cümle felsefelerinin bütününü özetliyor.
the whole shoot hepsi, tümü, bütünü.
the whole shooting match hepsi, sürü sepet.
the wild ıssız yer, dağ başı, kır.
The wind is down. Rüzgâr hafifledi.
the World Bank Dünya Bankası.
the worse for liquor oldukça sarhoş.
the worst en kötüsü, en fenası: This is the worst I´ve seen. Gördüklerimin
the wounded en
çoğ.kötüsü bu. I think we´re through the worst of it. En kötüsünü
yaralılar.
atlattık galiba. z. en kötü şekilde: Who played worst? En kötü
the Yemen Yemen.
oynayan kimdi? She´s the worst dressed woman here. Buradaki
the young gençler.
en kötü giyinmiş kadın o.
the youth gençler, gençlik.
theater i. tiyatro.
theatre i., İng., bak. theater.
theatrical s. 1. tiyatroya ait. 2. doğal olmayan, abartılı, teatral.
theft i. hırsızlık, çalma.
theine i. tein.
their s. onların.
theirs zam. onlarınki.
theism i. teizm, Tanrıcılık.
them zam. onları; onlara.
theme i. tema, tem.
themselves zam. kendileri; kendilerini; kendilerine.
then z. 1. o zaman: We were young then. O zaman gençtik. They´ll
thence have come byo then.
z. 1. oradan, yerden.O zamana kadarona
2. o yüzden, gelmiş olacaklar. What´ll
dayanarak.
happen then? O zaman ne olacak? 2. ondan sonra, sonra: Finish
theocracy i. teokrasi, dinerki.
your homework and then you can go to the movie. Ev ödevini
theocratic s. teokratik,
bitir, dinerkil. gidebilirsin. 3. o halde, o durumda, o
sonra sinemaya
theologian zaman: Go to
i. ilahiyatçı, the party yourself;
tanrıbilimci, teolog. then you won´t have to worry.
theology Partiye
i. ilahiyat, tanrıbilim, teoloji. endişe etmene gerek kalmayacak. If
kendin git; o zaman
he didn´t do it then who did? Kendisi yapmadıysa o halde kim
theorem i., mat., man. teorem, kanıtsav.
yaptı?
theoretic s., bak. theoretical.
theoretical s. teorik, kuramsal.
theorise f., İng., bak. theorize.
theorist i. kuramcı.
theorize f. kuram ortaya koyma.
theory i. teori, kuram.
therapeutic s. tedavi edici, sağaltıcı.
therapist i. terapist, sağaltımcı.
therapy i. tedavi, terapi, sağaltım: shock therapy şok tedavisi.
there z. 1. orada; oraya: They´re staying over there tonight. Bu gece
There are a variety of orada
.... ... kalacaklar. Why´d
hakkında çeşitli you go
teoriler there? Niçin oraya gittin? 2. İşte
var.
theories about ...: There she goes! İşte gidiyor! zam. 1. Öznesi fiilden sonra
gelen cümlenin başında kullanılır: There´s a fly in the ointment.
Merhemde sinek var. There´s no telling when they´ll be back.
Onların ne zaman döneceği hiç belli olmaz. 2. Birinin ismi yerine
kullanılır: Hi there! Merhaba! i. ora (Edatla birlikte kullanılır.):
There is a call for you. Sizi telefondan arıyorlar.
There is no love lost
k. dili Birbirlerini hiç sevmezler./Birbirlerinden nefret ederler.
between them.
There is no room for doubt. Şüpheye yer yok.
There is nothing like .... -den iyisi yok./-in üstüne yok./-in yerini hiçbir şey tutamaz.
There isn´t a ghost of a
En ufak bir ihtimal bile yok.
chance.
There will be the devil to
Kıyamet kopacak.
pay.
There you are! k. dili İşte!: There you are! A new mink coat! İşte sana yeni bir
There you go! vizon
k. dilipalto! There
1. İşte!: Thereyou are!
you Didn´t
go, I tell in
meddling you youpeople´s
other were wrong?
İşte! Sana
business yanıldığını
again!böyle. söylemedim mi?
İşte gene işgüzarlık yapıyorsun. 2. Buyur!
There, there. k. dili Üzülme
(Birine bir şey verirken söylenir.): There you go! I hope you
There´ll be hell to pay. Kıyamet kopacak./Çekeceğimiz var.
There´s a nip in the air enjoy it! Buyur! Afiyet olsun!
Bugün hava bayağı soğuk.
today.
There´s a screw loose
k. dili Bir yerde bir bozukluk var.
somewhere.
There´s no help for it. Onun çaresi yok.
There´s no telling! k. dili Hiç belli olmaz!: “Do you think she´ll do it?” “There´s no
There´s not a scintilla of telling!” “Onuyok./Tamamen
yapar mı dersin?” “Hiç belli olmaz!”
Gerçek payı yalan.
truth in it.
thereabout z., bak. thereabouts.
thereabouts z. 1. o civarda; o civardaki: The mountains thereabouts are
thereafter beautiful. O civardaki
z. sonra; ondan sonra.dağlar güzel. 2. ona yakın bir
zamanda/tarihte: She came at five o´clock or thereabouts. Saat
thereby z. 1. öylece, öylelikle, o suretle. 2. onunla ilgili: Thereby hangs a
beşte veya beş sularında geldi. 3. ona yakın bir miktarda.
therefore tale. Onunla o
z. o yüzden, ilgili bir hikâye var.
nedenle.
thereupon z. 1. onun üzerine. 2. hemen, derhal.
thermal s. ısıl, termik.
thermal spring (sıcak) kaynarca.
thermal waters termal sular.
thermochemistry i. termokimya.
thermodynamics i. termodinamik.
thermoelectric s. termoelektrik.
thermoelectricity i. termoelektrik.
thermometer i. termometre, sıcaklıkölçer, sıcakölçer.
thermonuclear s. termonükleer.
thermos i. termos.
thermos bottle termos.
thermosphere i. ısıyuvarı, termosfer.
thermostat i. termostat, ısıdenetir.
thesaurus çoğ. the.sau.ri (thısôr´ay)/--es (thısôr´ısız) i. eşanlamlılar
these sözlüğü.
(tek. this) zam. bunlar. s. bu: These apples aren´t ripe. Bu
thesis elmalar olgun
çoğ. the.ses değil. i. 1. (yazılı eser olarak) tez. 2. fels. tez,
(thi´siz)
they sav.
zam. onlar: So they´re saying “If only she were here!” Demek
They treated me to a “Keşke burada olsaydı,” diyorlar.
They both talk so much you Beni sinemaya götürdüler.
movie.
can´t get a word in k. dili Her ikisi o kadar çok konuşuyor ki senin konuşmana hiç
edgewise.
They differ in kind. fırsat kalmıyor.
Çeşitleri ayrı.
They left him to sink or
Onu kendi kaderine terkettiler.
swim.
They won´t come on time;
Vaktinde gelmezler, gör bak!
you mark my words.
they'd kıs. 1. they had. 2. they would.
they'll kıs. they will.
they're kıs. they are.
they've kıs. they have.
thick s. 1. kalın: a thick layer kalın bir tabaka. This stratum´s three
thick accent meters thick. Bu tabaka üç metre kalınlığında. 2. koyu; yoğun,
koyu şive.
kesif: thick yogurt koyu yoğurt. thick fog yoğun sis. 3. sık olan,
thicken f. 1. kalınlaştırmak; kalınlaşmak. 2. koyulaştırmak;
sık; ağaçları/çalıları sık olan (orman). 4. çok, dolu: On that beach
yoğunlaştırmak; koyulaşmak; yoğunlaşmak.
the shells were thick. O sahilde deniz kabukları çoktu. 5. İng., k.
dili kalın kafalı, gabi. 6. k. dili sıkı fıkı, canciğer, samimi. 7.
boğuk, kısık (ses). 8. k. dili (içkiden dolayı) serseme dönmüş ve
ağrılar içinde olan (kafa). z. 1. kalın bir halde, kalınca. 2. çok
thicket i. sık çalılık.
thickness i. 1. kalınlık. 2. koyuluk; yoğunluk. 3. tabaka, katman.
thickset s. 1. kalın yapılı (kimse). 2. sık dikilmiş, birbirine çok yakın
thick-skinned dikilmiş (bitkiler).
s. vurdumduymaz.
thief çoğ. thieves (thivz) i. hırsız.
thieve f. hırsızlık yapmak.
thievery i. hırsızlık.
thievish s. 1. hırsızlık yapan; hırsızlık yapmaya eğilimli. 2. hırsızvari;
thigh hırsız
i. but; gibi.
uyluk.
thimble i. 1. yüksük. 2. den. radansa.
thimbleflower i., bot. yüksükotu.
thin s. 1. ince, kalın olmayan. 2. zayıf, kuru; sıska. 3. fazlasıyla ince,
thin içine su katılmış
f. (--ned, --ning) 1. gibi (sıvı).inceltmek.
(sıvıyı) 4. az, seyrek (bir topluluk):
2. (bitkileri) a thin 3.
seyreltmek.
crowd
(saç) az bir kalabalık. 5. hafif (sis/duman/toz). 6. zayıf, yetersiz;
thin down/out k. dili seyrelmek.
(kalabalık) azalmak.
inandırıcı olmayan: a thin excuse zayıf bir bahane. a thin
thine s., eski senin.
possibility zayıf zam., eski seninki.
bir ihtimal.
thing i. 1. şey, nesne: What´s that thing? O ne? How do you start the
thingamabob thing?
i., k. dili,Bunu
bak.nasıl çalıştırıyorsun? Get that thing out of here this
thingamajig.
minute! Onu buradan hemen çıkar! 2. şey, olay: A funny thing
thingamajig i., k. dili şey, zımbırtı, zırıltı.
happened to me this morning. Bu sabah bana tuhaf bir şey oldu.
Things are looking up. k.
3. dili İşlerşey:
(soyut) iyiyeWhatgidiyor.a nice thing to say! Ne nazik bir söz! 4.
Things are picking up. şey,
k. dilikonu,
İşler mevzu: I only want to talk about two things. Sadece
iyiye gidiyor.
Things look bad for you. iki şeyden
İşiniz söz etmek istiyorum. 5. insan, kişi: Poor little thing!
kötü./Yandınız.
Zavallıcık! 6. giysi: Where have you put your winter things?
Things look bad. k. dili giysilerini
Kışlık Durum hiçnereye iyi görünmüyor.
koydun? 7. çoğ. işler: How are things
think f. (thought)
going at the1. düşünmek:
office? Ofisteki Shut
işlerup! I´m 8.
nasıl? thinking. Sus! How are
çoğ. ilişkiler:
think about Düşünüyorum.
things between What
you are
and you
İrem? thinking?
İrem´le
1. -i düşünmek, -i aklına getirmek: Do you ever think Neyi
aranız düşünüyorsun?
nasıl? çoğ. I´m
9.about
thinking
eşya:
me? Wherehow
Benigetirmek, ridiculous
can
hiç düşünüyorI store this
all is.
these Bunun
things?ne kadar
Tüm gülünç
bu
musun? 2. -i uzun uzun düşünmek, olduğunu
eşyaları -i
think back on -i aklına -i hatırlamak.
düşünüyorum.
nerede I don´t
saklayabilirim? think it´ll happen.
iyice düşünmek. 3. aklına gelmek; (bir şey yapmayı) düşünmek, Bence olmayacak. I
think better of düşünüp
think fikrini
I´ll get some değiştirmek,
fresh air. (bir şeyi)
Biraz hava yapmaktan
alsam vazgeçmek.
tasarlamak: We thought about doing that. Onuiyi olur.
yapmayı I think I´ll
think better of take a walk.
(bir şeyin
düşündük. 4.Ben
akıl birolmadığını
...kârı
hakkındayürüyüşe çıkayım.
düşünerek)
düşünmek: 2. zannetmek,
What -den
does sanmak,
vazgeçmek.
Gani think
think highly of beklemek,
about
-e saygı ummak:onun He
it? duymak/beslemek.
Gani thinks he´s
hakkında something. Kendini bir şey
ne düşünüyor?
zannediyor. Who would have thought they´d choose that novel?
think in terms of Ok.romanı
dili -i tasarlamak:
seçeceklerini Youkim seem to be thinking
beklerdi? You´d thinkin terms
he wasof a
the
think little of palace.
1. -e değer
priest. Sen galiba
Onunvermemek, bir
papaz olduğunu saray yapmayı
-i önemsiz planlıyorsun.
saymak.3.
zannederdin. 2.inanmak,
duraksamamak,
aklına
think much of tereddüt
sığdırmak,
-e göre pek etmemek.
aklı almak: Iolmak:
iyi/değerli can´t thinkI don´tthey´re
think building
much of their house
him. Benim
there.
gözümde Onların
pek orada ev yapmasını aklıma sığdıramıyorum. 4.
think nothing of 1. (bir şey) -indeğerli
gözünde biribüyük
değil. bir iş olmamak, -e göre mesele
saymak, addetmek: Do as you think fit. Nasıl uygun
Think nothing of it! olmamak:
k. dili Bir şey He thinks nothingdeğil!
değil!/Önemli of running ten kilometers a day.
görüyorsanız öyle yapın. If you think it´s worth doing then do it!
Onun için günde on kilometre koşmak işten bile değil. 2. (birini)
think of Yapmaya değer diye
1. aklına gelmek; (birdüşünüyorsan
şey yapmayı)yap. düşünmek, tasarlamak:
hiçe saymak.
think of s.o./s.t. as They´re
birini/bir şeyi ... olarak düşünmek: She nevertaşınmayı
thinking of moving to İznik. İznik´e thought of herself
düşünüyorlar.
as an artist. 2. hakkında
Kendini hiç düşünmek:
ressam olarak What do you think of
düşünmedi.
think of s.o./s.t. in terms of birini/bir şeyi (belirli bir şekilde) düşünmek/görmek: He only
him? Onun hakkında ne düşünüyorsun? 3. -i hesaba katmak, -i
thinks of Selmaçok
k. dili (birine) in terms
değer of her beautiful body.
vermek, Selma´yı sadece
think the world of düşünmek: You must think of your(birini)
familyçok sevmek.
as well. Aileni de
güzel bir vücut olarak görüyor.
thinker düşünmen
i. düşünür. lazım. 4. -i düşünmek, -i aklına getirmek: Just think of
thinking it! Onu bir düşün!
i. düşünme; düşünüş. s. düşünen.
thinner i. tiner; inceltici.
thin-skinned s. alıngan, kırılgan.
third s., i. 1. üçüncü. 2. üçte bir. z. üçüncü olarak.
third-rate s. kalitesi çok düşük, tapon, üçüncü sınıf.
Third-World s. Üçüncü Dünya´ya ait: Third-World Countries Üçüncü Dünya
third-world Ülkeleri.
s., bak. Third-World.
thirst i. 1. susuzluk hissi, susuzluk hissetme. 2. arzu, istek. f. for -i çok
thirstily arzu
z. kanaetmek,
kana.-i çok istemek, -e susamak.
thirsty s. 1. susamış. 2. kurak.
thirteen s. on üç. i. on üç, on üç rakamı (13, XIII).
thirteenth s., i. 1. on üçüncü. 2. on üçte bir.
thirtieth s., i. 1. otuzuncu. 2. otuzda bir.
thirty s. otuz. i. otuz, otuz rakamı (30, XXX).
this zam., s. (çoğ. these) bu.
this branch of knowledge ilmin bu dalı.
This doesn´t suit his
Bu midesine dokunur.
stomach.
This house doesn´t have
Bu evde su tesisatı yok.
running
This is a water.
brand-new ball
k. dili Bu yepyeni bir şey/durum.
game.
This is good enough for me. Bu bana yeter.
This job surpasses my
Bu iş benim yeteneğimin dışında.
ability.
This machine also has its
Bu makinenin yapamayacağı şeyler de var.
limitations.
This organization´s rife with
Bu kuruluşta rüşvet aldı yürüdü.
corruption.
This will serve my turn. Bu benim işimi görür.
This won´t weigh very
Onun gözünde pek önemli bir şey değil bu.
heavily with her.
This´ll be the making of you! Bu seni adam eder!
thistle i., bot. eşekdikeni; devedikeni.
thither z. oraya.
thole i. (kürek takılan) ıskarmoz.
tholepin i., bak. thole.
thong i. 1. sırım. 2. tokyo; (tokyo biçimindeki) terlik: Where are my
thorax thongs?
çoğ. --esTokyolarım nerede?
(thor´äksîz)/tho.ra.ces (thor´ısiz) i., anat. göğüs,
thorn toraks.
i. 1. diken. 2. alıç. 3. (hakiki) akasya. 4. çok dikenli çalı/ağaç.
thorn apple 1. tatula, şeytanelması. 2. alıç.
thorny s. 1. dikenli. 2. çok zor, çok sıkıntılı.
thorough s. 1. tam, esaslı: a thorough piece of research esaslı bir
thoroughbred araştırma.
s. safkan. i.2.safkan
esaslı at,
iş yapan
safkan. (kimse). 3. tam: He´s a thorough
idiot. Tam bir dangalak.
thoroughfare i. yol, geçit.
thoroughgoing s. 1. tam, esaslı. 2. tam: a thoroughgoing aristocrat tam bir
those aristokrat.
zam., s., çoğ., bak. that.
Those teachers have a sense
O öğretmenlerde görev aşkı var.
of vocation.
thou çoğ. ye (yi) zam., eski sen (-in hali thy, thine; -i hali thee; çoğ.,
though -in
bağ. hali
1. your; çoğ., -iise
-diği halde, hali
de;you).
-e rağmen/karşın: Though they know
thought he´s a fool,
f., bak. think. they still like him. Aptal olduğunu bilmelerine
rağmen onu seviyorlar. 2. fakat: It´s a beautiful, though
thought i. 1. düşünme: He was lost in thought. Düşünceye dalıp gitmişti.
unimaginative, building. Güzel fakat özgünlükten yoksun bir
2.
s. düşünce,
1. düşünceli,fikir. 3. felsefe: French thought Fransız felsefesi.
thoughtful bina. z. yine de,anlayışlı,
gene de,başkalarını düşünen,
bununla beraber: nazik.
That´s no2.excuse,
thoughtless düşünceli,
though, fordüşünceye
s. düşüncesiz, violence.
başkalarını dalmış.
Yine de şiddete başvurmaya
düşünmeyen, nezaketsiz. bir mazeret
thousand değil. They praise him for
s. bin. i. bin, bin rakamı (1000, M).it though. Yine de onun için kendisini
övüyorlar.
thousandfold s., z. bin kat, bin misli.
thousandth s., i. 1. bininci. 2. binde bir.
Thrace i. Trakya.
Thracian i. Trakyalı. s. 1. Trakya, Trakya´ya özgü. 2. Trakyalı.
thrash f. 1. (birini) dövmek. 2. büyük bir yenilgiye uğratmak.
thrash about (hummalı bir hasta gibi) çırpınıp durmak.
thrash s.t. out k. dili bir şeyi tartışarak halletmek.
thrashing i. 1. dayak, dövme. 2. büyük yenilgi/mağlubiyet.
thread i. 1. iplik. 2. (vidada) yiv. f. 1. -e iplik geçirmek: Will you thread
thread one´s way through this
(bir needle,
yerden)please? Lütfen geçmek.
zorla/dikkatle bu iğneye iplik geçirir misiniz? 2.
film şeridini (projeksiyon makinesine) takmak.
threadbare s. 1. (yıpranarak) tel tel olmuş/havı dökülmüş (kumaş, halı v.b.).
threadworm 2. yıpranmış
i., zool. giysileroksiyür.
sivrikuyruk, içinde olan.
threat i. 1. tehdit, korkutma, gözdağı. 2. tehlike: This poses a threat to
threaten our
f. 1.silk industry.
tehdit etmek,İpek sanayimiz
korkutmak, için birvermek.
gözdağı tehlike bu.
2. -e işaret
etmek, -in habercisi olmak: These clouds are threatening rain.
Bu bulutlar yağmura işaret ediyor.
three s. üç. i. 1. üç, üç rakamı (3, III). 2. isk. üçlü.
three doors off üç ev ötede.
three-dimensional s. üç boyutlu.
threefold s. 1. üç bölümden oluşan. 2. üç kat, üç misli. z. üç kat, üç misli.
threesome i. üçlü.
thresh f. (harman) dövmek.
thresher i. 1. harmanı döven kimse. 2. harman dövme makinesi.
threshing floor harman yeri.
threshing machine harman dövme makinesi.
threshold i. (kapıya ait) eşik.
threw f., bak. throw.
thrice z., eski üç kere.
thrift i. tutum, ekonomi, idare.
thrifty s. tutumlu, idareli.
thrill f. çok heyecanlandırmak; büyük heyecan duymak. i. büyük
thriller heyecan.
i., k. dili çok heyecan verici ve süspans dolu kitap/film/piyes.
thrilling s. çok heyecan verici, nefes kesici.
thrips i. (çoğ. thrips) zool. kirpikkanatlı böcek, kirpikkanatlı.
thrive f. (throve/--d, --d/--n) 1. çok iyi gelişmek/büyümek: These
thrive on geraniums are thriving.
(bir şey) (birine/bir şeye)Bu iyisardunyalar
gelmek: She çok iyi gelişiyor.
seems to thrive2.on
(işler)
hard çok
work. iyi gitmek, tıkırında olmak.
Çok çalışmak ona iyi geliyor galiba.
throat i. boğaz, gırtlak.
throb f. (--bed, --bing) 1. zonklamak. 2. (kalp) çarpmak, hızla vurmak.
throes 3. (makine)
i., çoğ. hafif birkeşmekeş,
çalkantılar, hırıltıyla durmadan
kargaşa: The işlemek/çalışmak.
country´s in the i. 1.
zonklama.
throes 2. (kalbe
of a revolution. ait) çarpıntı.
Ülke bir devrimin çalkantılarını yaşıyor.
thrombosis çoğ. throm.bo.ses (thrambo´siz) i., tıb. tromboz.
throne i. taht.
throng i. kalabalık. f. kalabalık bir halde
throttle ilerlemek/gitmek/gelmek/toplanmak/beklemek:
i. (motorda) klape, kelebek. f. 1. boğmak. 2. klapeyle People(bir wereşeyin)
thronging
akışını the
kısmak. streets.
3. down Sokaklar
klapeyle insanlarla
(aracın) dolup
hızını taşıyordu.
azaltmak.
through edat 1. -den, içinden, bir yanından öbür yanına: She walked
through and through through
1. baştan the building.
aşağı, tepedenBinanın içinden
tırnağa; yürüdü.
sapına kadar: HeHe´scamea in
through the through
monarchist chimney. andBacadan
through. içeriye
Sapına girdi.
kadar 2. arasından:
monarşist I 2.
o.
through the agency of aracılığıyla, vasıtasıyla.
peered
tamamen: outWe through
were the leavesthrough
drenched but could andsee nothing.
through. İliklerimize
through the medium of aracılığıyla,arasından
Yaprakların vasıtasıyla. dışarıya baktım fakat hiçbir şey
kadar ıslandık.
through thick and thin göremedim. 3. aracılığıyla,
k. dili iyi günde kötü günde, vasıtasıyla:
iyi günde kara I purchased it through a
günde, olumlu
throughout real
olumsuz
edat estate agent.
her durumda.
1. boyunca: throughout the night gece boyunca.He
Bir emlakçı vasıtasıyla aldım onu. 2.spoke
her
through
tarafına; an
her interpreter.
tarafında: Tercüman
You can seearacılığıyla
it throughout konuştu.
the 4.
state. Onu
throughway i., bak. thruway.
yüzünden;
eyaletin hersayesinde: It was throughz.no
tarafında görebilirsiniz. 1.fault of yours.
tamamıyla; Sizin
tamamen:
throve f., bak. thrive.
yüzünüzden
Its petals aredeğildi. Theythroughout.
a pale blue got this place through hard
Taçyaprakları work. Çok
tamamıyla
throw çalışarak
f. (threw,
açık buraya
mavi.--n) sahip
2. başından oldular.
1. atmak;sonunafırlatmak: 5. boyunca:
Throw
kadar: He me He
wasthe studied
thereball! German
Bana
throughout. topu
all
at! through
2.
Başından the
uzatıvermek:
sonuna summer.He Bütün
threw
kadar köpürmek, hisyazarm boyunca
out
oradaydı. tepesi atmak. in Almanca
front of her çalıştı.
at once.6.
throw a fit k. dili küplere binmek,
(bir öğenin)
Hemen kolunu içinden: He could
onun önüne fly through
uzatıverdi. the air. Havada
3. (sözü/bakışı) (birine)
throw a game spor şike yapmak.
uçabilirdi. 7. arasında: 4. I found this while I was looking through
throw a monkey wrench in çevirmek, yöneltmek. (güreşçi/at) (birini) yere atmak. 5.
some
k. dili old
across bir letters.
halt edip
(nehrin) Bazı eski
işi bozmak,
üzerinde mektuplara
(köprü) işin içinegöz
yapmak; atarkeniçinde
etmek.
(nehrin) bunu (baraj)
the works
throw a party buldum.
yapmak. 8.-den
6. (birine)
k. dili parti -in sonuna
vermek, davet kadar:
(yumruk) atmak.
vermek. We´re7. k.open from
dili çok nine to six
şaşırtmak. i.
Monday
atma, through
atış; fırlatma, Saturday.
fırlatış. Pazartesi ile Pazar günleri arasında
throw a vehicle into gear arabanın
saat motorunu
dokuzdan altıyavitese
kadar almak:
açığız. Throw her into second!
9. (bir gürültünün) arasında,
throw away İkinciye
(bir al!
1. (istenilmeyen
gürültüye) rağmen: bir şeyi) Heatmak:
could hear Throw away
her voice those old shoes!
through the
throw caution to the wind O
roareski
of ayakkabıları
the waterfall. at! 2. k.
Çağlayanın dili israf etmek.
gürültüsü
k. dili ihtiyatı elden bırakmak, tedbirli davranmaktan 3. k.
arasında dili (bir
onun fırsatı)
sesini
boş vererek
duyabiliyordu.
vazgeçmek. değerlendirmemek.
throw cold water on eleştirerek (bir şeyin) çekiciliğini azaltmak.
throw dice zar atmak.
throw down the gauntlet meydan okumak.
throw in k. dili -i katmak, -i eklemek, -i ilave etmek.
throw in one´s lot with k. dili -e katılmak: He decided to throw in his lot with their
throw in the towel party.
k. dili Onların
pes demek. partisine katılmaya karar verdi.
throw in the towel/sponge k. dili (bir işten) vazgeçmek; pes demek.
throw light on (bir konuyu) aydınlatmak.
throw mud at k. dili (birine) çamur atmak/sıçratmak.
throw o.s. kendini (bir yere) atmak: They threw themselves onto the sofa.
throw o.s. at Kendilerini kanepeye
k. dili (birine) attılar.
apaçık bir He threw
şekilde himself
kendinden off the cliff.
hoşlandığını
Kendini
belirtmek: kayalıktan aşağı
It´s disgusting attı. He threw himself
the way girişmek,
Nermin isbüyük on his herself
throwing knees.
throw o.s. into k. dili (bir işe) büyük bir gayretle bir hevesleat
Dizüstü
Şadiye´s çöküverdi.
husband. Nermin´in Şadiye´nin kocasıyla açıkça flört
throw off atılmak.
1. -den kurtulmak, -i başından atmak. 2. (giysiyi) çıkarıvermek.
etmesi iğrenç bir şey.
throw off one´s mask 3. -den vazgeçmek:
maskesini He threw
atmak, gerçek off all
yüzünü caution.
açığa İhtiyatı büsbütün
vurmak.
elden bıraktı. 4. (duman) çıkarmak. 5. k. dili (birinin) yanlışlık
throw on (giysiyi) giyivermek.
yapmasına neden olmak; (makinenin) hata yapmasına yol
throw one´s weight around amirane(hesabın)
açmak; davranmak; zartçıkmamasına
doğru zurt etmek. yol açmak. 6. k. dili -i
throw one´s hat into the ring şaşırtmak.
(politikada)7.yarışa
on k. dili (biri/bir şey) için küçümseyici laflar
girmek.
throw one´s voice söylemek.
(vantrilok gibi) karnından konuşmak.
throw open 1. -i açıvermek. 2. to (bir yeri) (birine) açmak; (bir kuruluşa)
throw out (birini) kabul şeyi)
1. (birini/bir etmek/almak.
(bir yerden) atmak: Throw that nincompoop
throw s.o. a smile out!
birineO dangalağı
tebessüm at dışarı! 2. (bir şeyi) rahatlıkla
etmek.
söyleyivermek/ortaya atmak. 3. -i geçerli saymamak.
throw s.o. into a panic/tizzy k. dili birini telaşa düşürmek.
throw s.o. into jail birini hapse atmak.
throw s.o. off balance 1. birinin dengesini kaybetmesine sebep olmak. 2. birini
throw s.o. out of work şaşırtmak.
birinin işsiz kalmasına sebep olmak.
throw s.o. over k. dili biriyle olan duygusal ilişkiyi/flörtü sona erdirmek, birini
throw together sepetlemek.
1. (bir şeyi) gelişigüzel yapmak. 2. (birilerini) bir araya
throw up getirmek.
1. k. dili kusmak. 2. bırakmak. 3. (pencere, stor v.b.´ni)
thru kaldırıvermek.
edat, bak. through. 4. (binayı) gelişigüzel yapmak. 5. (önemli biri)
(bir yerden/aileden) çıkmak: Once in a blue moon this university
thrush i., zool. ardıçkuşu.
throws up a real scholar. Kırk yılda bir bu üniversiteden gerçek
thrust f. (thrust)
bir 1. intoçıkar.
bilim adamı (bir şeyi)
6. to (başka
(birininbir şeyin içine) sokmak:
hatasını/zaafını) yüzüneHe
thrust o.s. forward thrust hisöne
right
vurmak/çarpmak.
kendini hand into his pocket. Sağ elini cebine soktu. 2.
çıkarmak.
into -e saplamak, -e batırmak: He thrust the knife into her chest.
thrust o.s. on (birine) kendini ısrarla kabul ettirmek.
Bıçağı göğsüne sapladı. 3. -i itmek: They thrust him aside. Onu
thruway i. otoyol,
bir kenaraotoban.
ittiler. He thrust his way through the crowd. İte kaka
thud kalabalığı yardı.
i. ağır bir şeyin yere 4. (birini)
düşünce zorla (bir duruma)
çıkardığı ses. sokmak: They
thug thrust him into
i. gangster; cani. the presidency. Onu zorla başkan yaptılar. i. 1.
sokma. 2. saplama, batırma. 3. iğneli laf. 4. ask. saldırı. 5. itme
thumb i. 1. başparmak.
kuvveti. 6. eskrim 2.dürtüş,
(eldivende)
vuruş. başparmak.
7. mim. itki.f. through (kitap,
thumb a lift/ride dergi v.b.´nin) sayfalarını
k. dili otostop yapmak. karıştırmak.
thumb index sayfa kenarlarındaki girintilerde harf etiketi bulunan bir indeks
thumb notch türü, harf indeksi.
harf indeksine ait girinti.
thumb one´s nose at k. dili 1. -e nanik yapmak. 2. -i küçümsemek, -i hor görmek, -e
thumb-index burun kıvırmak.
f. (kitapta) sayfa kenarlarına başparmağın girebileceği
thumbtack büyüklükte girintiler açarak indeks yapmak.
i. raptiye, pünez.
thump f. 1. (ağır ve gürültülü bir şekilde) vurmak/indirmek; -e yumruk
thunder indirmek/patlatmak. 2. gümbür
i. 1. gök gürlemesi/gürültüsü: gümbür
I heard hareket
thunder. Göketmek: The
gürültüsü
boys
duydum. thumped down the stairs. Oğlanlar merdivenden gümbür
thunderbolt i. yıldırım.2. gümbürtü. f. 1. (gök) gürlemek: That dog gets
gümbür
scared when indiler. 3. (kalp) güm
it thunders. Gök güm vurmak.oi.köpek
gürlediğinde 1. ağırkorkar.
ve sesli2.bir
thunderclap i. gök gürlemesi/gürültüsü.
vuruş/indiriş; yumrukla yapılan vuruş. 2. ağır bir vuruşun
gümbür gümbür hareket etmek: The horsemen thundered down
thundercloud çıkardığı
i.
thefırtına ses,
road.bulutu. güm.
Atlılar yoldan gümbür gümbür geçtiler. 3. (sözle)
thunderous gürlemek,
s. kalın veThe
1. gümbürtülü: gürthunderous
ses çıkarmak: “Downwith
applause withwhich
the that
thunderstorm monarchy!”
speech was he thundered.
greeted
i. gök gürültülü sağanak. still “Monarşiye
rings in her son!”
ears. O diye
nutkun gürledi. 4.
yol açtığı
gümbürdemek;
alkış tufanı hâlâ gürlemek:
kulaklarında The guns thundered
çınlıyor. away allItnight.
2. gök gürültülü: was a
thunderstruck s.
Toplar bütünevening.
gece gümbürdedi. 5. at/on -e güm güm vurmak, -i
thunderous Gök gürültülü bir akşamdı.
Thursday i. perşembe. He was thundering at the door. Kapıya güm güm
gümletmek:
thus vuruyordu.
z. 1. bu şekilde,His fist thundered
böyle, böylece; onşu the table. Yumruğu
şekilde, masayı
şöyle, şöylece; o
gümletti.
şekilde,
thus and so/thus 1. filan şey. 2. bu şekilde, böyle, böylece; şu şekilde, şöyle, yıl
öyle, öylece: Things continued thus for ten years. On
boyunca
şöylece; işler böyleöyle,
gitti.öylece.
2. bu yüzden; o yüzden: There´s no
thus far şimdiye o şekilde,
kadar; bu zamana kadar; o zamana kadar; buraya
electricity; thus we can´t use the organ. Elektrik yok; bu yüzden
thwack kadar;
f. oraya kadar.
kütkullanamıyoruz.
diye vurmak. i. 1. küt diye ses çıkaran vuruş. 2. küt.
orgu
thwart f. engellemek; kösteklemek; karşı gelmek.
thy s., eski senin.
thyme i. kekik.
thymus i., anat. timüs.
thyroid i., anat. tiroit.
Tibet i. Tibet.
Tibetan i. 1. Tibetli. 2. Tibetçe. s. 1. Tibet, Tibet´e özgü. 2. Tibetçe. 3.
tic Tibetli.
i., tıb. tik.
tick f. 1. (saat) tik tak etmek, işlemek, çalışmak. 2. off (listede
tick bulunan bir maddenin) yanına işaret koymak: I need to tick off
i., zool. kene.
his name. Onun ismini işaretlemem lazım. 3. along (işler) iyi
tick i. 1. (şilte, yatak veya yastığı kaplayan) yüz. 2. şilte; (şilte olarak
gitmek; (biri) mutlu bir şekilde yaşamak, hayatından memnun
tick s.o. off kullanılan)
k. dili birini yatak.
sinirlendirmek/kızdırmak.
olmak: “How´s Tayfun?” “He´s ticking right along.” “Tayfun
ticker nasıl?”
i. 1. argo “Yuvarlanıp
kalp, yürek. gidiyor.”
2. borsa i. 1. (işleyenkâğıt
fiyatlarını saatin çıkardığı)
şeride kaydedentik tak
ticker tape sesi,
cihaz. tik
3.tak.
argo 2. listede
saat. bulunan maddenin
(borsa fiyatlarını kaydeden cihazda kullanılan) kâğıt şerit. yanına konulan işaret
( š ).
ticket i. 1. bilet. 2. fiyat etiketi. 3. trafik cezası verilen kimseye
ticket booth cezasının
bilet gişesi. mahiyetini bildiren resmi kâğıt. 4. (seçimde) bir
partinin aday listesi. f. 1. etiketlemek, etiket koymak. 2. (birine)
ticking i. şilte, yatak veya yastığın yüzünü yapmaya elverişli kumaş.
trafik cezası yazmak.
tickle f. gıdıklamak: She tickled the baby´s feet. Bebeğin ayaklarını
ticklish gıdıkladı.
s. 1. kolayca Thatgıdıklanan
feather tickles.(kimse). O tüy beni gıdıklıyor.
2. gıdıklanınca hemen ürperen
tidal (yer). 3. çok dikkat isteyen, nazik (mesele).
s. 1. gelgite/meddücezre ait. 2. gelgitten/meddücezirden ileri
tidal wave gelen.
deprem 3. dalgası,
gelgitten/meddücezirden
tsunami. etkilenen.
tidbit i. 1. lezzetli bir lokma (yiyecek). 2. k. dili birinin ilgisini çekecek
tide bir haber.meddücezir.
i. gelgit,
tide s.o. over birini (bir zaman boyunca/bir zamana kadar) geçindirmek.
tidings i., çoğ. haberler.
tidy s. 1. düzenli, derli toplu, muntazam. 2. oldukça büyük, hatırı
tidy o.s. up sayılır
kendine (birbir
miktar).
çekidüzen f. (up) (dağınık
vermek, bir yeri
üstünü veyadüzeltmek.
başını eşyayı)
toplamak, bir düzene sokmak, -e bir çekidüzen vermek: Let´s
tie f. (--d, ty.ing) 1. bağlamak: They tied him to a tree. Onu bir
tidy up this room. Bu odayı toplayalım. He tidied up his papers.
tie ağaca bağladılar.
i. 1. kravat, boyunbağı.2. (düğüm)2. bağ, atmak;
bir şeyi(kravat)
başka bağlamak;
bir şeye tutturmak
Kâğıtlarını bir düzene soktu.
(ayakkabının
için kullanılan bağını)
nesne. (ile)bağlamak:
3. bağ, They´ve
rabıta, olmak; learned
bağlantı: The how
ties to
thattiehad
their
tie in (with/to) (-e) uymak; bağlantısı (-e) uydurmak; (ile)
shoelaces.
bound them Ayakkabılarını
together began bağlamayı
to what
loosen. öğrendiler. Let me tie my
tie s.o. down bağlantı
k. dili 1. kurmak:
(şartlar) It ties
birini in with
bir yerde heOnları
kalmaya said birbirine
earlier.
mecbur etmek,
bağlayan
Daha önce
birini
tie.
bağlarKravatımı
çözülmeye bağlayayım.
başladı. That´s
4. a hard eşitlik:
beraberlik, knot toThe
tie. Atması
game zor
dediklerine
(bir yere)iple uyuyor.
mıhlamak; How does
(şartlar) that
birinin tie in
başkawith this?
birthe
şey Onunla
yapmasına
tie s.o. up bir
endeddüğüm
1. biriniin a o.
tie.3.Maç
bağlanmak:
bağlayarak berabere An
etkisiz apron
hale
bitti. 5. ties bağ.
at
getirmek.
müz. 2.
6.back.
k. Önlükler
dilitravers.
d.y. (bir iş)
bunun
izin arasında His
vermemek: ne bağlantı
job var?him
has tied Howdown.
can I İşi
tie yüzünden
this in to what
bir yereI
tie the knot arkadan
birini
k. dili bağlanır.
başka
nikâhla şey4.yapamayacak
birbağlanmak. berabere kalmak;
kadar(bir takım/biri)
meşgul etmek. puan
said
gidemezearlier?
oldu. Daha
2. to önce söylediklerime
(bir şey) hakkında berabere bunu nasıl
(birinden)kalmak:
söz almak:
kazanarak (başka takımla/başkasıyla)
tie the knot bağlayabilirim?
k. dili evlenmek.
They´ve tied
Beşiktaş tied him down to aBeşiktaş,
Galatasaray. rent of five puan hundred
kazanarak dollars. Kiranın
tie up beş yüz
k. dili 1.dolar
Galatasaray´la olacağına
(trafiği) aksatmak.
berabere dair söz
2.
kaldı. aldılar ondan.
(telefonu) meşgul etmek.
tie-in i. bağlantı, rabıta.
tiepin i. kravat iğnesi.
tier i. 1. (üst üste dizilmiş şeylerde) dizi, sıra: He selected a cask
tie-up from
i. 1. k.the
dilitopmost tier. En
(işte/trafikte) üst sıradaki
aksama. bir fıçıyırabıta.
2. bağlantı, seçti. The
amphitheater has forty tiers of seats. Açık hava tiyatrosunda
tiff i. ufak bir kavga/anlaşmazlık.
basamak basamak yükselen kırk sıra var. 2. katman, tabaka.
tiger i. kaplan.
tiger lily pars zambağı, kaplan postu.
tight s. 1. sıkışmış: The lid of the jar is so tight I can´t open it.
tighten Kavanozun
f. (vida v.b.´ni) kapağı öyle sıkışmış
sıkıştırmak; (kemer ki açamıyorum.
v.b.´ni) sıkmak; 2. iyice
(adale, ip
gerilmiş,
v.b.´ni) gergin:
germek; The drumhead
gerilmek, gerginleşmek. was quite tight. Davulun derisi
tighten one´s belt kemerleri sıkmak.
çok gergindi. 3. dar/sıkı (giysi): a tight collar sıkı bir yaka. What
tighten one´s belt kemerini
tight pants! sıkmak,
Ne dardaha tutumlu davranmak.
bir pantolon! This sport coat´s too tight. Bu
tighten up on ceket
(kanunu)benidahasıkıyor. 4. bir
etkili aralarında az aralıksertleştirmek.
hale getirmek, bulunan, sık (saflar). 5.
tightfisted k. dili sıkı, cimri.
s. eli sıkı, cimri. 6. k. dili sarhoş. 7. temin edilmesi zor (bir
malzeme). z. sıkı, sıkı bir şekilde: Hold on tight! Sıkı tutun/sarıl!
tightlipped s. ağzı sıkı, ağzı pek, ağzı kilitli, sır saklayan, ketum.
tightrope i. cambazların üzerinde yürüdüğü sıkı gerilmiş ip.
tightrope walker ip cambazı.
tights i., çoğ. 1. leotar. 2. İng. külotlu çorap.
tightwad i., k. dili cimri.
tigress i. dişi kaplan.
Tigris i.
tile i. 1. kiremit. 2. karo; karo fayans, fayans; karo seramik,
till seramik;
edat, bağ.karo mozaik;
-e kadar: tillçini. 3. künk.
Friday cumaya f. 1. (damı)
kadar. tillkiremitle
Antalya Antalya
kaplamak.
´ya kadar. 2. (duvarı/yeri) karoyla kaplamak.
till i. para çekmecesi, kasa.
till further notice yeni bir talimat verilene kadar, yeni bir duyuruya kadar.
till further orders başka emir gelinceye kadar.
Till when? k. dili, bak.
tiller i. (dümene takılan) yeke.
tilt f. 1. (bir şeyi) (bir yöne) yatırmak/eğmek: He tilted his chair
tilt over back. Sandalyesini
yan yatarak arkaya doğru yatırdı. She tilted her head to
devrilmek.
one side. Başını bir yana eğdi. 2. yan yatmak, bir yöne doğru
tilt s.t. over bir şeyi yan yatırarak devirmek.
eğilmek: The rowboat tilted to one side as soon as he got in it.
tilt the balance O(bir şey)binmez
biner (başkasandal
bir şeyin) sonucunu
bir yana doğruetkilemek: Your vote
eğildi. i. meyil, eğim:has
I
timber tilted
don´t
i. the balance
like the2.tilt
1. kereste. in
kalas;our
of your favor. Oyunuz
hat. Şapkanın
kadron; sayesinde
meyli
kiriş. 3. den. bence
(ağaç sonuç bizim
güzel değil.
teknedeki)
lehimize
kaburga, oldu.
eğri. 4. yetişmekte olan
Timber! Ağaca dikkat! (Çevredekilere yenikerestelik
kesilen birağaçlar.
ağacın düşeceğini
timberland haber
i. vermek
kerestelik için söylenir.).
ağaçların yetiştiği arazi.
timberline i. ağaç sınırı.
timbre i. tını, tınnet, özel ses tonu.
time i. zaman, vakit: It´ll take a long time. Çok zaman ister. It´s time
time for
f. 1.bed. Artık yatma
zamanlamak, zamanı
(belirli bir geldi.
zamana)Now´s
denk exactly the right time!
getirmek,
Şimdi tam
rastlatmak, zamanı! We had a good time. İyi vakit geçirdik. What
time after time defalarca. (belirli bir zamana göre) ayarlamak, planlamak: He
time´re they coming? Ne zaman geliyorlar? What
timed it so that he´d arrive just as they were leaving. Kendi time is it?
time and again tekrar
Saat kaç?tekrar.
I don´t have the time to do it. time
Onu yapacak zamanım
varışını onların çıkışına rastlattı. They´d their visits to
time and again yok. Life
defalarca. was simpler back in their time. Onların
coincide with suppertime. Ziyaretlerini akşam yemeğine denk zamanında
time bomb hayat
saatli daha
getirirlerdi.
bomba.basitti.
2. -in zamanını ölçmek. 3. -in hızını ölçmek.
time deposit vadeli mevduat.
time deposit vadeli mevduat.
time exposure foto. 1. uzun süre poz verme. 2. uzun süre poz verilmiş
Time is money. fotoğraf.
Vakit nakittir.
Time is pressing. Vakit dar.
time of life yaş.
time signature müz. zaman işareti.
time zone saat dilimi.
time zone saat dilimi.
Time´s up! Zaman bitti!
time-consuming s. vakit alan.
timekeeper i. zaman hakemi; saat hakemi.
timeless s. 1. belirli bir zamana/çağa ait olmayan. 2. ebedi, hiç bitmeyen.
timely s. 1. zaman açısından yerinde, zamanına uygun: That was a
time-out timely
i., spor remark. Zaman açısından
(oyun sırasında yerindeverilen)
özel bir nedenle bir sözdü o. 2.
mola.
zamanında yapılan; belirtilen zaman içinde teslim
timepiece i. saat.
edilmiş/verilmiş: a timely tax return vaktinde gönderilmiş vergi
times edat kere, çarpı: Five times ten equals fifty. Beş kere on elli
beyannamesi.
times table eder.
çarpım tablosu.
timetable i. 1. İng. (tren, otobüs, vapur, uçağa ait) tarife. 2. belli zaman
timid dilimlerine ayrılmış program.
s. ürkek, korkak.
timidity i. ürkeklik, korkaklık.
timing i. 1. zamanlama, (bir şeyi) en uygun zamanda yapma. 2.
Timor zamanlama,
i. Timor. ayarlama, rastlatma. 3. (motorda) avans ayarı. 4.
zamanını ölçme. 5. hızını ölçme.
timorous s. ürkek, korkak.
timpani i., müz. timpani.
timpanist i., müz. timpanist.
tin i. 1. kalay. 2. teneke. 3. İng. teneke kutu, teneke. f. (--ned,
tincture --ning)
i. tentür. 1. kalaylamak, kalay tabakasıyla kaplamak. 2. İng. (bir
şeyi) teneke kutu içine koymak, kutulamak. s. teneke,
tincture of iodine tentürdiyot.
tenekeden yapılmış.
tincture of iodine tentürdiyot.
tinder i. (kav gibi) kuru ve çabuk tutuşan madde.
tine i. (çatala ait) diş.
tinfoil i. folyo.
ting i. çınlama sesi. f. çınlamak; çınlatmak.
tinge f. 1. with -i hafif bir şekilde (bir renge) boyamak: The dawn was
tingle tingeing
f. 1. tatlı the easternürpermek;
bir şekilde horizon with pink. Şafak
(vücutta bir yer)ufkun doğusunu
karıncalanmak:
pembeye
Her cheeks boyuyordu.
were tingling 2. with (-in
in the coldkokusu) hafifçe
air. Soğuk, (havaya)
yanaklarını
tinker i. (gezici) tenekeci. f. 1. (tamirci olmayan biri) bir şeyi tamir
yayılmak;
ısırıyordu. (-in
2. tadı) (bir i.
çınlamak. yemekte)
1. tatlı azıcık
bir bulunmak:
ürperti; (vücudun Thebir
tinkle etmeye
f. çalışmak;
çıngırdamak; bir şeyi düzeltmeye
çıngırdatmak. i. çıngırtı. çalışmak. 2. denemeler
magnolias
yerinde) tinged
karıncalanma. the air with
2. their
çınlayış, fragrance.
çınlama. Manolyaların
yaparak bir sonuca varmaya çalışmak. 3. with (bir şeyi) tamir
tinner kokusu
i. kalaycı. hafifçe havaya yayılıyordu. 3. with -e biraz ... katmak:
etmeye çalışmak; (bir şeyi) düzeltmeye çalışmak. 4. with
tinny He tinged
s. 1. teneke hisgibi.
strictures
2. tiz vewith humor.
çirkin (madeniTenkitlerine
ses). biraz da mizah
(tamir/düzeltme amacıyla) -i kurcalamak, -i ellemek: Don´t go
kattı. i. (bir şeyden) azıcık bir miktar: That gray has a tinge of
tinkering
i. (kısa with my car! Arabamı kurcalamasana!
tinsel blue in kesilmiş)
it. O gridegümüşi şeritler.
azıcık bir mavi var.
tint i. 1. (renkte) açık bir ton: lavender tints açık morlar. 2. renk: a
tiny reddish
s. ufacık,tint kırmızımsı
küçücük, bir renk.
minicik, f. (bir minimini.
minnacık, şeyi) (bir rengin açık bir
tonuna) boyamak: Pervin tints her hair blue. Pervin saçına mavi
tip i. 1. uç: Buds were forming on the tips of the branches. Dalların
bir ton veriyor.
tip uçlarında goncalar
f. (--ped, --ping) çıkıyordu.
1. bir She looked at the
yana yatırmak/eğmek; birtips
yanaof her
fingers. Parmaklarının
yatmak/eğilmek. 2. overuçlarına
devirmek;baktı. 2. (bir şeyin
devrilmek: Did ucuna
you takılan)
tip that
tip i. bahşiş. f. (--ped, --ping) bahşiş vermek.
başlık;Onu
over? uç: Isen need mi to put a rubber
devirdin? 3. İng.tip on my
boca walking
etmek, stick.
dökmek,
tip i. 1. tavsiye, nasihat,
Bastonumun öğüt.takmam
2. tüyo,lazım.
herkesin bilmediği
pen has bir
boşaltmak. i.,ucuna
İng. 1.lastik
çöplük. 2. çok dağınık This
yer. a felt tip.
tip haber/bilgi.
Bu kalemin f.
ucu (--ped,
keçeden--ping) (off)
yapılmış. tüyo vermek,
f. (--ped, --ping) hafif hafif vurmak. i. çok hafif vuruş. herkesin
bilmediği bir haber/bilgi vermek: He´s tipped her off about the
tip one´s hat (saygıyla/nezaketle) şapkasını kaldırıp tekrar başına koymak.
tip the scales against s.o.´s inspection. Teftiş hakkında ona tüyo verdi.
durumu birinin aleyhine çevirmek.
favor
tip the scales at k. dili (tartılınca) (belirli bir ağırlık) çekmek: He tipped the
tip the scales in s.o.´s favor scales
durumu at birinin
one hundred kilos. Yüz kilo
lehine çevirmek: Thisçekiyor.
event tipped the scales in
tip-off our
i., k.favor.
dili tüyo,Bu olay durumu
herkesin lehimize
bilmediği birçevirdi.
haber/bilgi.
tipsy s. çakırkeyif, yarı sarhoş.
tiptoe f. ayaklarının ucuna basarak ilerlemek. i.
tiptop s., k. dili çok iyi, harika; en kaliteli, birinci sınıf.
tirade i. atıp tutma, verip veriştirme, ver yansın etme.
tire f. 1. yormak; yorulmak. 2. bıktırmak; of -den bıkmak, -den
tire usanmak.
i., oto. lastik; dışlastik.
tire chain lastik zinciri.
tire s.o. out birini çok yormak.
tired s. yorgun.
tireless s. 1. yorulmak bilmez (kimse). 2. bitmez tükenmez (enerji).
tirelessly z. yorulmadan, bıkmadan, usanmadan.
tiresome s. can sıkıcı, sıkıcı, bezdirici, bıktırıcı.
tissue i. 1. biyol. doku. 2. bir tür ince ambalaj kâğıdı. 3. kâğıt mendil.
tit i., zool. baştankara.
tit i.
tit i., kaba 1. meme. 2. meme başı.
tit for tat k. dili misilleme, (birbirine) aynı biçimde karşılık verme.
titbit i., bak. tidbit.
tithe i. bir Hristiyanın kiliseye vermek üzere ayırdığı gelirinin yüzde
titillate onu.
f. içinif. gıcıklamak;
gelirinin yüzde onunu
zevkini kiliseyezevk
okşamak, vermek.
vermek.
titivate f., bak. titillate.
title i. 1. (kitap, piyes, film v.b.´ne ait) isim, ad; (bir yazı, kitap
title deed bölümü v.b. için)
tapu senedi, tapu.başlık. 2. unvan. 3. şampiyonluk, şampiyon
unvanı: He now holds the world tennis title. Şimdi dünya tenis
title page başlık sayfası.
şampiyonu unvanına sahip. 4. tapu senedi, tapu.
titmouse çoğ. tit.mice (tît´mays) i., zool. baştankara.
titrate f., kim. titre etmek; titrasyon yapmak.
titration i., kim. titrasyon.
titter f. kıkır kıkır gülmek, kıkırdamak. i. kıkır kıkır gülme, kıkırdayış,
tittle kıkırdama.
i.
tittle-tattle i. ufak dedikodu, laklak, laklakıyat.
titular s. 1. sadece unvanı/adı olan. 2. adı var kendisi yok, ismi var
tizzy cismi yok.
i., k. dili gereksiz telaş/heyecan.
to edat 1. -e; -e doğru: They went to Samsun. Samsun´a gittiler.
to a degree Give the money
bir dereceye to her!
kadar, Parayı ona ver! 2. -e, -e kadar: The snow
biraz.
came up to our knees. Kar dizlerimize kadardı. She stayed here
to a fault aşırı derecede.
from May to September. Mayıstan eylüle kadar burada kaldı.
to a man hepsi,
from hepsi birden;
beginning to end herkes.
başından sonuna kadar. How far is it
to a man/woman from here
onların to Beykoz?
hepsi: To a man Burası
theyBeykoz´dan ne kadarhepsi
were for it. Onların uzak?onu3. -e
to all appearances göre: To my
destekliyordu.
görünüşe göre. knowledge he´s never had measles. Bildiğim
kadarıyla hiç kızamık olmadı. His story sounds fishy to me.
to and fro ileri geri, bir
Anlattıkları ileriyalan
bana bir geri.
gibi geliyor. 4. (zamanla ilgili) -e kala; -e:
to and fro bir yandan
Come öbür yana;
at a quarter bir aşağı
to eight. birçeyrek
Sekize yukarı:kala We walked
gel. It´stoa and fro
to be able to along
quarter the to platform.
nine. Peron
Dokuza boyunca
çeyrek
-ebilmek: to be able to go gidebilmek. var. volta
5. ... attık.
başına, ... karşılığında
(Belirli bir miktarı belirtmek için kullanılır.): The current
to be concluded devamı var, arkası var.
exchange rate´s six hundred thousand liras to the dollar.
to be continued devamı
Şimdiki kuravar. göre doların değeri altı yüz bin lira. This car gets
to be sure forty kilometers to the liter. Bu araba litre başına kırk kilometre
muhakkak.
to boot yapar.
bir de, 6.hem ila,de:
arasında:
I´ll giveThat
you cistern´s
a pony, and fiveato six meters
billion liras todeep.
boot.O
sarnıcın
Sana derinliği
bir midilli, beş ila
üstüne in altı
dethe metre.
bir years 7. -e
milyartolira (Maçlarda
vereceğim. kazanılan
She´s bad-
to come önümüzdeki,
puanları söylemekgelecek: come gelecek yıllarda.
tempered, and uglyiçin kullanılır.):
to boot. Kendisi“What´s
huysuz,the birscore?”
de çirkin.
to date bugüne kadar.
“Fenerbahçe is leading, four to nothing.” “Kaça kaç?”
to give s.o. his due “Fenerbahçe
doğruyu söylemek önde,gerekirse.
dörde sıfır.” 8. -mek, -mak (mastarın bir
öğesi): to go gitmek.
iyi sonuç vererek, yararlı z. biçimde.
to good purpose
To hell with it. Boş ver.
to let İng. kiralık: Do you have a room to let? Kiralık odanız var mı?
to make matters worse işin daha da kötüsü, üstüne üstlük.
to make matters worse üstüne üstlük: To make matters worse, she´s bringing Pınar
to my face with her. karşı.
yüzüme Üstüne üstlük beraberinde Pınar´ı getiriyor.
to my knowledge bildiğim kadarıyla, bildiğime göre.
to my mind kanımca, benim düşünceme göre.
to my way of thinking bence, bana göre.
to no purpose boşuna, boş yere.
to one´s cost kendi zararına: To my cost, I learned he was a swindler. Kendi
to one´s dismay zararıma
korktuğuonungibi. dolandırıcı olduğunu öğrendim.
to one´s heart´s content canının istediği kadar, doyasıya, doya doya, kana kana.
to one´s heart´s content doya doya, kana kana.
to one´s name kendine ait.
to say nothing of ... de caba.
to say the least en azından.
to some extent bir yere kadar: I agree with you to some extent. Bir yere kadar
to spare seninle
fazla: I hemfikirim.
had only five million liras to spare. Bende ancak beş
to speak of milyon lira
bahsetmeye kalmıştı.
değer, önemli: We´ve had no snow to speak of all
to start with winter. Kış boyunca
1. başlangıçta. hiç doğru
2. ilkin, evvela.dürüst kar yağmadı.
to that effect o anlamda.
to the accompaniment of ... eşliğinde: They left the room to the accompaniment of loud
wails. Feryat figan eşliğinde odayı terkettiler.
to the bearer tic. hamiline.
to the best advantage en faydalı şekilde.
to the best of his/her ability elinden geldiği kadar, yapabildiği kadar, yeteneğinin elverdiği
to the contrary kadar.
1. -e rağmen. 2. tersine, aksine.
to the core tam, tam bir, sapına kadar, katıksız, halis muhlis.
to the end that gayesi ile, amacıyla.
to the full extent of his
elinden geldiği kadar.
power
to the good 1. iyi, faydalı. 2. lehinde: That goal put us four points to the
to the last good.
sonuna O gol bize dört puan kazandırdı.
kadar.
to the letter harfi harfine.
to the nth degree son derece: It was boring to the nth degree. Son derece can
to the point sıkıcıydı.
tam yerinde, isabetli.
to the purpose isabetli, yerinde.
to the tune of 1. melodisiyle. 2. k. dili tutarında.
to the utmost alabildiğine, son derece.
to top it (all) off üstüne üstlük.
to wit yani, demek ki.
to/for all intents and
haddi zatında, aslında.
purposes
to/of no avail faydası yok; boşuna.
toad i., zool. karakurbağası, otlubağa.
toadstool i., bot. 1. şapkalımantar. 2. k. dili zehirli mantar.
toady i. dalkavuk, kuyruk sallayıcı, yağcı. f. (to) (-e) dalkavukluk
toast etmek,
i. (dilim kuyruk
halinde)sallamak,
kızarmış yağ çekmek.
ekmek: He ate four pieces of toast.
toast Dört
i. (birinin) sıhhatine/şerefine içme.1.
dilim kızarmış ekmek yedi. f. f. (ekmek
(birinin) dilimi v.b.´ni)
sıhhatine/şerefine
kızartmak;
içmek: (ekmek
They ekmek dilimi
the queen. Kraliçenin sıhhatine v.b.´ni)
v.b.)
toastedkızartıcısı. kızarmak. 2. (el, ayak içtiler.
toaster i. (elektrikli)
(ateş v.b.´nin önünde) ısıtmak; ısınmak.
tobacco i. tütün.
tobacconist i. tütüncü (sigara, puro, tütün v.b.´ni perakende olarak satan
Tobagan kimse).
i. Tobagolu. s. 1. Tobago, Tobago´ya özgü. 2. Tobagolu.
Tobago i. Tobago.
Tobagonian i., bak. Tobagan.
toboggan i. bir tür alçak kızak. f. kızakla kaymak/gitmek.
today z. 1. bugün. 2. bu günlerde, şimdi. i. 1. bugün. 2. bugün, içinde
toddle bulunduğumuz
f. (yeni yürümeye çağ/zaman.
başlayan çocuk) sendeleye sendeleye
toddler yürümek/ilerlemek.
i. yeni yürümeye başlayan çocuk.
toddy i. bir tür sıcak içki.
to-do i. şamata, curcuna, hayhuy, gürültü.
toe i. 1. ayak parmağı. 2. (ayakkabıda) burun. 3. (çorapta) uç.
toe the line bir kanuna/kurala itaat etmek/ettirmek.
toe the line/mark kendisinden istenilenleri/beklenilenleri yapmak, kurallara
toehold uymak.
i. ayak basacak yer.
toenail i. ayak tırnağı.
toffee i. bir tür şekerleme.
tog i., çoğ. (belirli bir kullanım için) giysiler: beach togs plaj giysileri.
together z. beraber, birlikte: Shall we go together? Beraber gidelim mi?
toil s.,
f. 1.k.(at/over)
dili dengeli vesıkına/ıklaya
ıkına aklı başında sıklaya
(kimse).çalışmak. 2. ıkıl ıkıl
toilet ilerlemek/yürümek.
i. 1. klozet, alafranga i. hela
ıkınataşı;
sıkına/ıklaya
hela taşı, sıklaya
alaturka çalışma.
hela. 2.
toilet bowl tuvalet, apteshane, ayakyolu,
klozet, alafranga hela taşı. hela. 3. tuvalet, yıkanıp giyinip
taranma işi.
toilet paper tuvalet kâğıdı.
toilet seat klozet üstüne tutturulan oturma yeri.
toilet table tuvalet masası.
toiletries i. (sabun, diş macunu, kolonya gibi) tuvalet malzemeleri.
token i. 1. simge, sembol, işaret. 2. hatıra, yadigâr. 3. jeton; marka. 4.
told bir şeyin
f., bak. satın alınmasında para yerine geçen belge: gift token
tell.
hediye çeki. s. 1. simgesel, sembolik. 2. göstermelik, mostralık,
told in confidence sır olarak söylenmiş.
yapmacık: Hiring her was only a token gesture. Onun işe
tolerable s. 1. tahammül
alınması olunabilir.başka
göstermelikten 2. kabul olunabilir.
bir şey değildi.3. ne iyi ne kötü,
tolerance orta derecede olan.
i. 1. hoşgörü, müsamaha, tolerans. 2. (organizma v.b.´ne özgü)
tolerant tahammül,
s. hoşgörülü, dayanma. 3. tolerans,
müsamahakâr, özür payı.
müsamahalı, toleranslı.
tolerate f. 1. izin vermek, müsaade etmek. 2. hoş görmek, müsamaha
toleration etmek;
i. 1. izingöz yummak.
verme, 3. (organizma
müsaade v.b.) -e tahammül
etme. 2. tahammül, dayanma. etmek, -e
dayanmak.
toll i. 1. geçiş ücreti: The toll for this bridge is five hundred
toll thousand
f. (çan) ağır liras.
ağırBu köprünün
çalmak; geçiş
(çanı) ağırücreti beş yüz bin lira. 2.
ağır çalmak.
şehirlerarası/milletlerarası telefon ücreti.
toll call ücrete tabi konuşma.
toll road paralı yol.
tom i., k. dili erkek kedi.
tomato i. (çoğ. --es) domates.
tomato juice domates suyu.
tomato paste (koyu) domates salçası.
tomb i. 1. lahit; türbe. 2. mezar, kabir.
tomboy i. erkeksi kız, erkek Fatma, erkek Ayşe.
tombstone i. mezar taşı.
tomcat i. erkek kedi.
tome i. büyük kitap.
tomfoolery i. ahmaklık, saçmalık, aptallık, aptalca davranış/söz.
tomorrow z., i. yarın.
tom-tom i. tamtam.
ton i. ton (1000 kg.).
tone i. 1. (ses veya renge ait) ton. 2. müz. aralık, iki nota arasında
tone ses
f. farkı. 3. form, istenilen ve olması gereken durum. 4. (bir
yere özgü manevi) hava, atmosfer.
tone deafness müz. ton sağırlığı.
tone s.t. down bir şeyin rengini/ifade tarzını yumuşatmak.
toner i. (yazıcıda/fotokopi makinesinde kullanılan) toner, tonlandırıcı.
toner cartridge toner kartuşu.
Tonga i. Tonga.
Tongan i. 1. Tongalı. 2. Tongaca. s. 1. Tonga, Tonga´ya özgü. 2.
tongs Tongaca.
i., çoğ. maşa:3. Tongalı.
Use a pair of tongs instead of your fingers!
tongue Parmaklarını
i. 1. anat. dil. 2. dil, lisan. maşa kullan!
kullanacağına
tongue depressor tıb. dil basacağı, abeyslang.
tongue in cheek k. dili bıyık altından gülerek.
tongue twister söylenmesi dile zor gelen uzun sözcük/cümle.
tongue-and-groove joint zıvana lambalı geçme.
tongue-in-cheek s., k. dili bıyık altından gülerek söylenen.
tongue-lash f., k. dili azarlamak, haşlamak.
tongue-tied s. (utanç, heyecan, korku v.b.´nden) dili tutulmuş.
tonic i. 1. tonik, kuvvet verici ilaç. 2. (bazı içkilere katılan) tonik. 3.
tonight müz. tonik.
z., i. bu gece.
tonka bean hintbaklası, çinbaklası.
tonnage i. tonaj.
tonsil i., anat. bademcik.
tonsillitis i., tıb. bademcik iltihabı.
too z. 1. fazla, gereğinden çok: It´s too early to go. Gitmek için fazla
erken. 2. de: You too can learn Arabic. Sen de Arapça
öğrenebilirsin. You have to get rid of that house and the
Mercedes too! O evi, bir de Mercedes´i elden çıkarman şart! 3.
k. dili (Cümleyi vurgulamak için kullanılır.): “I didn´t sock him!”
Too bad! Ne yazık!
too good to be true inanılmayacak kadar iyi.
too late fazla geç.
too much fazla: You´ve given me too much change. Bana fazla para
took verdin. Don´t1.eat too much. Fazla yeme. They praise him too
f., bak. take
much. Onu fazla övüyorlar.
tool i. 1. alet, el aleti. 2. araç, vasıta. 3. piyon, başkasının istediği
toot gibi kullandığı kimse. 4. kaba
f. (kornayı/düdüğü/boruyu) penis, (korna/düdük/boru)
çalmak; alet, babafingo. f. arabadaçalmak.
gitmek; (arabayı)
i.k.korna/düdük/boru sürmek;
sesi. (birini) (arabada) (bir yere) götürmek.
toot one´s own horn dili kendi reklamını kendi yapmak, kendini övmek.
tooth çoğ. teeth (tith) i. diş.
tooth and nail k. dili kıyasıya, var gücüyle, çok şiddetli bir şekilde. by the skin
toothache of one´s
i. diş teeth k. dili ancak, güçbela.
ağrısı.
toothbrush i. diş fırçası.
toothpaste i. diş macunu.
toothpick i. kürdan.
toothsome s. lezzetli.
toots i., k. dili güzelim, tatlım (Kadına hitap ederken kullanılır.): Hi,
tootsie toots! Merhaba
i., k. dili, güzelim!
bak. tootsy.
tootsy i., k. dili 1. güzelim, tatlım (Kadına hitap ederken kullanılır.). 2.
top ayak.
i. 1. en üst bölüm, tepe, baş, üst: on the top of the hill tepenin
top başında.
f. (--ped, He stood
--ping) 1. on
(birtiptoe
yerin)and peered over the
tepesine/başına top of(bir
varmak; the wall.
Ayaklarının
şeyin) tepesinde/başında/üstünde bulunmak: That song hastop
ucuna basıp duvarın üstünden baktı. It´s at the
top i. topaç.
of the page.
topped the charts Sayfanın başında.
for weeks. O 2. en üst
şarkı kat: Helistelerin
haftalarca lives at the top
top boot ofuzun
the çizme,
house. uzun
Evin konçlu
en üst çizme. oturuyor. 3. üst yüzey, üst:
katında
başında kaldı. 2. (bir yerin) üstünden geçmek. 3. (bir şeyin)
top brass Dust
k. dilithe
üstüne en top
yüksek
sürmek: of that table!
toppedOen
rütbeliler;
She masanın
theüstcake üstündeki
makamdakiler;
with whipped tozu al! 4. Kekin
kodamanlar.
cream.
top dog kapak:
üstüne Where´s
çırpılmış
k. dili zirvedeki kimse. the
krema top of this
sürdü. jar?
4. (birBu kavanozun
bitkinin) üst kapağı
kısmını
nerede? 5. en yetkili5.makam.
kesmek/koparmak. -den fazlas. 1. en üst:
olmak, the top -den
-i aşmak; floor iyisini
en üst
top hat silindir
kat. 2. en şapka.
yapmak; -iiyi: She was
gölgede among the
bırakmak: You´vetop ten students
topped in her Onun
his record. class.
top s.t. off (with)
Sınıfının birenşeyiiyi (...
on ile) noktalamak/tamamlamak:
öğrencisinden biriydi. 3.
rekorunu aştın. Do you know a story that can top his? Onunkine üstün, They
en topped
iyi: top off
top s.t./s.o. up the
qualityevening
en
İng.çıkartacak
taş iyiwith
kalite.
(birinin kısmen a walk
4. enthrough
boşalmış
bir hikâye büyük; the
çok
kabını)
biliyor musun? park.
büyük: Parkta
top bir
speed gezintiyle
(bir sıvıyla) doldurmak: azami
geceyi
hız.
Will top
you noktaladılar.
prices
top up enheryüksek
glass fiyatlar.
with lemonade? Boşalan bardağını
top secret çok gizli.
limonatayla doldurur musun?
topaz i. topaz.
topcoat i. 1. hafif palto. 2. (boyanmış yüzeyde) son kat boya, son kat.
topdrawer s., k. dili çok şık, çok kibar, en seçkin zümreye ait/yakışan.
top-heavy s. 1. havaleli, yıkılacak gibi. 2. gerekenden fazla yönetici
topic bulunan (bir yönetim).
i. konu, mevzu.
topical s. güncel, aktüel.
topless s. 1. üstsüz, göğsü/memeleri örtülü olmayan (kadın). 2. kadının
topmost göğsünü/memelerini
s. en üstteki. örtmeyen (giysi).
top-notch s. en iyi kalite, birinci sınıf, üstün.
topographer i. topograf.
topography i. topografya.
topple f. (over/down) (havaleli bir şey) devrilmek/yıkılmak; (havaleli bir
topsy-turvy şeyi) devirmek/yıkmak.
z. 1. altüst, baş aşağı. 2. karmakarışık bir durumda. s. 1. altüst
torch olmuş. 2. karmakarışık, karman
i. 1. meşale. 2. İng. el feneri, çorman.
fener.
tore f., bak. tear 1.
toreador i. boğa güreşçisi, toreador, torero.
torment i. 1. ıstırap, azap. 2. işkence. 3. eziyet çektiren kimse; eziyet
torment veren şey. yakmak, eziyet etmek, azap çektirmek. 2. işkence
f. 1. canını
tormenter etmek.
i., bak. tormentor.
tormentor i. eziyet eden kimse.
torn f., bak. tear 1.
torn to ribbons lime lime olmuş.
tornado i. (çoğ. --es/ --s) tornado.
torpedo i. (çoğ. --es) ask. torpil. f. 1. torpillemek, torpil ile tahrip
torpedo boat etmek/batırmak. 2. baltalamak;
1. hücumbot. 2. torpidobot, mahvetmek; ziyan etmek.
torpido.
torpid s. uyuşuk.
torpor i. uyuşukluk.
torque i. eğilme momenti, moment.
torrent i. sel, taşkınca akan su.
torrential s. çok şiddetli yağan (yağmur).
torrid s. 1. çok sıcak. 2. sevda dolu, ihtiras dolu.
torsion i. burulma, torsiyon.
torsion bar torsiyon çubuğu.
torso i. 1. (insana ait) gövde. 2. gövde heykeli.
tort i., huk. haksız fiil.
tortoise i., zool. kara kaplumbağası, kaplumbağa.
tortoiseshell i. bağa, kaplumbağa kabuğu veya bunu andıran bir madde. s.
tortuous bağadan yapılmış,
s. 1. yılankavi, çok bağa.
dolambaçlı. 2. dolaşık, çapraşık
torture (yöntem/hareket).
i. 1. işkence, işkence dalavereli.
3. etme/yapma. 4. fazlasıyla
2. ıstırap, komplike, çetrefil.
azap, işkence. f.
toss işkence
f. etmek/yapmak.atmak/fırlatmak/saçmak: He tossed the
1. (yavaşça/rasgele)
toss a coin children
yazı turapeppermints.
atmak. Çocuklara naneşekeri saçtı. 2. on
çabucak ve gelişigüzel giymek, sırtına geçirivermek. 3. bir
toss a salad salatanın malzemelerini hafifçe karıştırmak.
yandan öbür yana şiddetle sallamak: The waves were really
toss and turn (uzanmışken/uykudayken)
tossing our small rowboat. Dalgalarbir yandan öbürsandalımızı
küçük yana dönmek.
bir
toss for yandan
yazı tura öbür yana
atarak bayağı
(bir şeyi) sallıyordu. 4. in (bir yiyeceği) (bir
karara bağlamak.
toss one´s hat into the ring sıvıyla)
adaylığınıhafifçe
ilan karıştırmak:
etmek. She tossed the Brussels sprouts in
butter. Brüksellahanasını tereyağıyla hafifçe karıştırdı. 5. (bir
toss s.o. for s.t. bir şeyi
tepki kazanmak
olarak) (başını) için biriyle yazı
birdenbire tura doğru
arkaya atmak.savurmak/
toss s.o. out k. dili 1. birini dışarı atmak, birini kapı
(burnunu) kıvırmak: She tossed her head angrily dışarı etmek.
and2.walked
birini out
toss s.t. about/around işten
of
k. the atmak/çıkarmak.
dili room.
(birkaçBaşını öfkeyle
kişi) bir konuyuarkaya doğru
tartışıp savurup odadan çıktı.
konuşmak.
6. (at) (biniciyi) sırtından atmak. 7. off (sanki işten bile değilmiş
toss s.t. in k. dili bir fikri ortaya atmak.
gibi) (bir şeyi) yaratıvermek. 8. (uzanmışken/uykudayken) bir
toss s.t. off k. dili 1.öbür
yandan bir içkiyi
yana yuvarlayıvermek.
dönmek. 9. k. dili 2. birşeyi)
(bir şeyiçöpe
yapıvermek.
atmak. i.3.1.
toss s.t. out bir
bir şeyi
spor (top,
şeyi döktürüvermek,
gülle
çöpe v.b. için) bir
atmak. şeyiatış:
atma, söyleyivermek/yazıvermek.
That was a good toss. İyi4.bir
bir giysiyi
atıştı o. 2. çıkarıvermek/fora
(bir havaya
tepki olarak) etmek. birdenbire arkaya doğru
(başını)
toss s.t./s.o. up in the air bir şeyi/birini atmak/fırlatmak.
savurma. 3. (yazı tura) atma, (yazı turada) atış: He won the first
toss-up i. 1. kimin
toss. kazanacağı
İlk atışta o kazandı. hiç belli olmayan bir durum. 2. hangi
tot seçeneğin daha iyi olduğu
i. 1. küçük çocuk. 2. (içki için) hiç azıcık
belli olmayan bir durum.
miktar, azıcık, 3. yazı
damla.
tura atma.
tot f. (--ted, --ting) up k. dili toplamak.
total s. tam, eksiksiz; ilgili olan her şeyi içeren: total darkness zifiri
total amount karanlık.
tutar. total harmony tam bir uyum. total cost toplam
maliyet. total loss tam hasar. total amount toplam. i. toplam;
totalitarian s. totaliter.
bütün; tutar. f. (--ed/--led, --ing/--ling) 1. toplamak, toplamını
totalitarianism i. totalitarizm.
bulmak. 2. -in toplamı (belirli bir miktar) olmak: Their value
totality totaled
i. bütün,one million
toplam: in dollar. Onların
its totality toplam değeri bir milyon
bütünüyle.
totally dolardı.
z. tamamen. 3. k. dili çok hasar vererek kullanılmaz hale getirmek.
tote f., k. dili taşımak.
totem i. totem, ongun.
totemism i. totemcilik.
totter f. sallanmak; sendelemek.
toucan i., zool. tukan.
touch f. 1. dokunmak; değmek; temas etmek: Don´t touch the
touch paintings!
i. 1. dokunma, Tablolara dokunma!
dokunuş, temas.My head´s vurma,
2. hafifçe touching thevuruş.
hafif ceiling.3.
Başım
az bir tavana değiyor.
derece/miktar: He2. (içki/sigara/uyuşturucu)
has a touch of fever. kullanmak:
Azıcık ateşi var.He
touch a sore spot/point hassas bir konuya/noktaya dokunmak.
never
There´s touches
a touch alcohol. Hiçiniçki
of spring theiçmez. 3. yemek/içmek:
air today. Bugün havada Hebaharı
didn
touch base (with)
´t touch k. his
dili food.
(biriyle) görüşmek,
Yemeğini ağzınakonuşmak:
sürmedi. I 4.
need to touch base
kıyaslanmak, ...
akla getiren bir şey var. 4. (birine) özgü davranma/çalışma tarzı:
touch bottom with
kadar
1. heriyi on
ayaklarını that
olmak: matter.
Their
suyun O mesele
book
dibine can´t hakkında
touch
değdirmek: I hers.
can´t onunla
Onların
touch görüşmem
kitabı
bottom.
The décor showed her touch. Dekor onun zevkini yansıtıyordu.
lazım.
onunki kadar iyi değdiremiyorum.
olamaz./Nerede onların
touch down Ayaklarımı
5. ayrıntı,
(uçak) dibe
detay:
(yere/denize) It´s done
inmek. apart from thekitabı,
2. (fiyat) en altnerede
finishing düzeyeonunki!
inmek.
touches.
5. en
3. duygulandırmak,
kötü aşamaya
Tamamlayıcı detaylar dokunmak.
gelmek/varmak:6. hafifçe
hariç, bitti. vurmak:
They´ve He touched
touched bottom
thefar
as horse with professional
as their the whip. Kırbaçla ata hafifçe vurdu.
life is concerned. Onların7. ellemek,
mesleki
el sürmek,
hayatına elle karıştırmak:
gelince durum bundan Don´t youolamaz.
kötü touch that radio while I
´m gone! Ben yokken o radyoya elini sürme! 8. ile ilgilenmek,
ile meşgul olmak: I wouldn´t touch that job if I were you.
touch s.t. off bir şeyi başlatmak, bir şeye sebep olmak.
touch s.t. up 1. sadece gereken yerlere boya vurarak bir şeyin görünümünü
touch-and-go düzeltmek, bir şeyibelli
s. belirsiz, sonucu boyayla rötuş etmek: Just touch up the
olmayan/şüpheli.
scratches and it´ll look O.K. Sadece çiziklere boya vurursan
touchdown i. (Amerikan futbolunda) gol.
yeter. 2. bir şeyi rötuş etmek.
touched s., k. dili kafadan kontak, kafası bir hoş.
touching s. insanı duygulandıran, insanın içine işleyen, dokunaklı; insanın
touch-me-not yüreğine dokunan.
i., bot. kınaçiçeği.
touchstone i. mihenk, denektaşı.
touchtone i.
touchtone telephone tuşlu telefon.
touchtype f. tuşlara bakmadan daktiloda/bilgisayarda yazı yazmak.
touchy s. 1. alıngan, kırılgan. 2. hassas (durum/konu).
tough s. 1. dayanıklı. 2. kart (et); sert (kösele v.b.). 3. sert; ödün
toughen vermeyen;
f. müsamahaalıştırarak)
1. -i (zor durumlara etmeyen: daha
You need to take a tough
dayanıklı/güçlü yapmak;
stance
(zor when it comes
durumlara alışarak)to daha
murderers. Katillere karşı
dayanıklı/güçlü olmak.sert
2. bir
tour i. 1. tur; dolaşma. 2. turne. f. dolaşmak.
tutum göstermen
sertleştirmek; lazım. 4. zor (iş/kimse). 5. kanunları hiçe
sertleşmek.
tour of duty ask. (belirli
sayan bir yerdeki)
insanların görev
çok olduğu vesüresi.
sık sık suç işlenen (yer). 6.
tourism saldırgan
i. turizm. ve sık sık kaba kuvvete başvuran (kimse). i. kabadayı.
tourist f. out k.
i. turist. dili dişini sıkıp -e karşı dayanmak: You have to tough it
out for another year. Bir yıl daha dişini sıkıp dayanmak
tourist class (uçakta/gemide) turistik sınıf.
zorundasın.
touristic s. turistik.
tournament i. turnuva.
tourniquet i. turnike, kanamayı durdurmaya yarayan bir tür sargı.
tousle f. (saçı) karıştırmak, dağınık bir hale getirmek: He tousled his
tow son´s hair. Oğlunun saçını
f. 1. (halatla/zincirle) karıştırdı.
çekmek; yedeğe almak, yedekte çekmek,
tow truck/car yedeklemek. 2. (gemi) (bir/birkaç mavnayı) itmek. i. 1.
oto. çekici, kurtarıcı.
halatla/zincirle çekilen şey. 2. itilen birkaç mavna. 3. çekme
toward edat 1. -e doğru, -in yanına doğru: toward the river nehre doğru.
halatı/zinciri; yedekleme halatı.
towards 2. -e doğru,
edat, -e yakın (bir zaman): toward noon öğleye doğru. 3.
bak. toward.
-e karşı, için, hakkında: What´s her attitude toward him? Ona
towel i. havlu.
karşı tavrı ne? 4. doğrultusunda, yönünde: Some progress has
towel rack havluluk.
been made toward the establishment of a new grading system.
towel rack Yeni bir not
havluluk, verme
havlu sisteminin kurulmasında biraz ilerleme
asacağı.
toweling kaydedildi. 5. (bir şeyin)
i. havluluk kumaş, havluluk. ödenmesi için: That money can go
toward what you owe me. O para senin bana olan borcunu
towelling i., İng., bak.
ödemek için toweling.
kullanılabilir.
tower i. kule. f. 1. (up) yükselmek. 2. over/above -in üstünden
tower block yükselmek.
İng. yüksek apartman; yüksek büro binası.
towering s. 1. çok yüksek: towering pines çok yüksek çamlar. 2. büyük:
town towering financial strength büyük mali güç. 3. şiddetli, aşırı: He
i. şehir, kent.
flew into a towering rage. Çok öfkelendi.
town council belediye meclisi.
town hall belediye binası.
town house (sıraevlere ait) ev, sıraev.
townspeople i. şehir halkı.
toxic s. zehirli, toksik.
toxicologist i. toksikolog.
toxicology i. toksikoloji.
toxicomania i. toksikomani.
toxicomaniac s. toksikoman.
toxin i. toksin.
toy i. oyuncak. f. with 1. -i yarı ciddi bir şekilde düşünmek. 2. ile
toy shop oynamak,
oyuncakçı-idükkânı.
elinde evirip çevirmek.
tr kıs. transitive, translated, translation, translator, treasurer,
trace troop.
i. 1. iz, eser. 2. ufacık bir miktar. f. 1. (bir şeyin) üzerine şeffaf
bir kâğıt koyup kopyasını çıkarmak. 2. to bazı izleri/ipuçlarını
takip ederek (birinin/bir şeyin) (nerede) olduğunu
keşfetmek/saptamak; bazı ipuçlarını takip ederek (bir olayı)
(belirli bir sebebe) bağlamak; bırakılan ipuçları (birini) (belirli bir
trace i.
trachea çoğ. tra.che.ae (trey´kiyi)/--s (trey´kiyız) i., anat. nefes borusu,
tracheotomy soluk
i., tıb. borusu.
trakeotomi, soluk borusu açımı.
trachoma i., tıb. trahom.
tracing i. şeffaf kâğıt üzerine çıkarılan kopya.
tracing paper aydınger kâğıdı; şeffaf kopya kâğıdı.
track i. 1. iz: He followed the bear´s tracks. Ayının ayak izlerini takip
track and field etti. 2. ray, hat. 3. spor (yarışların yapıldığı) pist. 4. patika. 5.
atletizm.
takip edilen yol: the track of a hurricane urağanın takip ettiği
track events spor pist yarışları.
yol. 6. (plaktaki belirli bir) bant. 7. (tank v.b. tırtıllı araçlara ait)
track light raya palet.
tırtıl, monte f. edilen lamba.takip etmek. 2. down -in izlerini takip
1. -in izlerini
track lighting edip
raylarayakalamak:
monte edilenThey lambalarla
tracked down the murderer. Katili izleyip
aydınlatma.
track record yakaladılar. 3. (up) ayak izlerini (bir yerde)
k. dili (bir işte belirli bir süre boyunca gösterilen) bırakmak: You´ve
performans.
tracked mud all over the house. Evin her tarafında çamurlu ayak
track suit eşofman.
izlerini bıraktın. Don´t track up my kitchen floor! Mutfağımda
tract i.
ayak1. geniş arazi. 2.Your
izi bırakma! tıb. sistem, aygıt, are
muddy boots cihaz.
tracking. Çamurlu
tract botların iz bırakıyor.
i. (özellikle din/siyaset 4. konusunda
(hareket edenbir) birini/bir şeyi) takip
makale/kitapçık.
etmek, izlemek.
tractable s. söz dinler, yumuşak başlı, uysal.
traction i. 1. çekme; çekilme. 2. çekme/çekiş gücü; sabit bir yüzeye
tractor temas ederek harekete geçen bir cismin o yüzeye temasında
i. traktör.
oluşan sürtünüm kuvveti/direnç. 3. tıb. traksiyon, çekme
trade i. 1. ticaret. 2. zanaat, iş. f. 1. ticaret yapmak. 2. (for) trampa
gücüyle yaratılan gerginlik: His broken leg´s in traction. Bacağı
trade etmek,
i., k. dilideğiş
alize. tokuş etmek: I´ll trade you this horse for that pony
traksiyona alındı.
of yours. Bu atı senin midilliyle trampa ederim. 3. with
trade deficit/gap ticaret açığı.
(birinden) alışveriş etmek; at (bir yerden) alışveriş etmek: She
trade on (bir şeyi)
always kendi
trades yararına
with Fehmi.kullanmak.
Hep Fehmi´den alışveriş ediyor.
trade route ticaret yolu.
trade s.t. in (for/on) bir şeyi verip onun değerini başka bir şeyin bedelinden
trade school düşürerek
meslek okulu. (o şeyi) satın almak.
trade school meslek okulu; teknik okul; sanat enstitüsü.
trade secret mesleki sır, meslek sırrı.
trade union İng. işçi sendikası, sendika.
trade wind alize.
trademark i. ticari marka, alameti farika.
trade-off i. bir şeyi elde etmek için başka bir şeyden vazgeçme.
tradesman çoğ. trades.men (treydz´mîn) i. (bir) esnaf; dükkâncı; zanaatçı.
tradesman´s entrance servis girişi/kapısı.
tradition i. gelenek, anane.
traditional s. geleneksel, ananevi.
traffic i. 1. trafik: The traffic´s heavy right now. Şu an trafik yoğun. 2.
traffic accident ticaret: narcotics traffic uyuşturucu ticareti. f. (--ked, --king) in
trafik kazası.
(yasalara aykırı bir şekilde) (bir şeyin) ticaretini yapmak.
traffic circle göbekli kavşak, dönel kavşak.
traffic engineer trafik mühendisi.
traffic engineering trafik mühendisliği.
traffic holdup trafik tıkanıklığı.
traffic jam trafik tıkanıklığı.
traffic jam trafik tıkanıklığı.
traffic light/signal trafik lambası.
traffic snarl trafik tıkanıklığı.
tragacanth i. kitre, kestere.
tragedy i. 1. tiy. trajedi, tragedya, facia, ağlatı. 2. facia, çok üzüntü
tragic veren acıklı
s. 1. feci, çokolay.
üzücü ve acıklı, trajik. 2. tiy. trajik, trajediye ait.
tragicomedy i. trajikomedi.
tragicomic s. trajikomik.
trail f. 1. (hafif şeyleri) sürümek, sürüklemek; sürünmek,
trailer sürüklenmek: He trailed his leg as
i. 1. römork; (kamyona/traktöre he walked.
takılan) treyler. Yürürken
2. karavan. bacağını
3.
sürüklüyordu.
fragman, Her skirt was trailing along the ground. Eteğinin
train i. 1. tren. tanıtma
2. katar;filmi.kafile.4.3.yere
çokyatay
uzun olarak
bir eteğinuzanan
yerde bitki;
sürünen
uçları yerlerde
sürüngen bitki. sürünüyordu. 2. yavaşça gezdirmek: They trailed
kısmı.
f. 4. dizi,
1. eğitmek, silsile, zincir: A long train of 2. events has brought us
train their fingertipsterbiye
through etmek, yetiştirmek.
the water. antrenman/idman
Parmak uçlarını suyun
to this
yapmak. juncture.
3.yavaşça Bu
on hayvan
(ateşli vardığımız
silah, noktanın
fotoğraf ardında
makinesi, uzun
projektör birv.b.´ni)
olaylar
trainer yüzeyinde
i. 1. terbiyeci, gezdirdiler.
terbiyecisi. 3. 2.
gelişigüzel
antrenör.uzanıp3. İng.gitmek:
tenis The
zinciri
-e var.
çevirmek, -e yöneltmek. 4. (bir bitkiyi) (belirli bir yöne
training honeysuckle
ayakkabısı. was trailing over the rotten
i. 1. eğitim, terbiye, yetiştirim. 2. antrenman, idman. log. Hanımeli çürük
doğru/belirli
kütüğün üstünde bir biçimde) büyütmek:4.You
uzanıp gidiyordu. ought takip
izlemek, to train a
etmek. 5.
traipse f., k. dili yürümek.
magnolia
(başkalarının) against that wall.
gerisinde O duvarı
olmak: Their bir
sonmanolyayla
was trailing all the
trait kaplamalısın.
i. özellik,
others. hususiyet.
Onların oğlu hepsinin gerisindeydi. 6. along after
traitor (birinin) peşine
i. hain, hıyanet eden takılmak.kimse. 7. along yavaş yavaş/yorgun argın
gitmek/yürümek. 8. off (ses) azalmak; (bir şey) canlılığını
traitorous s. hain; haince; hıyanet içeren.
yitirmek: His voice trailed off to a whisper. Sesi azalarak fısıltıya
trajectory i. 1. mermi
dönüştü. Ouryolu. 2. yörünge.
discussion trailed off into trivialities. Asıl
tram konumuzdan
i., İng. 1. tramvay. ayrılarak birtakımvagonu.
2. tramvay önemsiz konulara takıldık. 9.
tram driver sarkmak,
İng. vatman. uzanmak, düşmek: A curl trailed across her forehead.
Alnına bir perçem düşmüştü. 10. süzülmek: The smoke from
tramline i.,
theirİng.chimney
tramvaywas hattı.
trailing up towards the head of the cove.
tramlines i., çoğ., İng. tramvay
Bacalarından çıkan duman rayları. derin vadinin başına doğru
tramp süzülüyordu. i. 1. patika,
f. 1. kuvvetli adımlarla yürümek. keçiyolu.2.2.down (birinin
(birardında
şeyi) ayak bıraktığı)
altında
izler:
çiğnemek.The
tramp gemi. wounded
3. yürümek, lion left a
dolaşmak;trail of blood
(bir yeri) behind
dolaşmak. him. Yaralı
i. 1.
tramp ship/steamer
aslan
berduş, ardında
serseri, kan izleri 2.
kopuk. bıraktı.
k. dili3. (birinin
sürtük, peşinde/arkasında
orospu. 3. kuvvetle
trample f. (down/on)
bıraktığı) şey:ayak
They altında
left a çiğnemek.
trail of dust behind them. Arkalarında
atılan adımların sesi; rap rap. 4. yürüyüş.
trample s.o. to death ayak
bir tozaltında
bulutu çiğneyerek
bıraktılar. Abirini öldürmek.
thin blue trail of smoke was coming
trampoline from the
i. trampolin. chimney. Bacadan, ince, mavi bir helise benzeyen bir
duman geliyordu.
trance i. 1. kendinden geçme hali, vecit hali. 2. hipnoz, ipnoz.
tranquil s. sakin, huzurlu, sükûnetli.
tranquility i. sakinlik, sükûnet, sükûn.
tranquilize f. sakinleştirmek, yatıştırmak.
tranquilizer i., tıb. sakinleştirici, yatıştırıcı, müsekkin.
tranquillise f., İng., bak. tranquilize.
tranquilliser i., İng., tıb., bak. tranquilizer.
tranquillity i., İng., bak. tranquility.
transact f.
transact business iş görmek.
transaction i.
transaction of business iş görme.
transactions i. (kuruma/derneğe ait) tutanak, zabıt.
transatlantic s. 1. Atlas Okyanusunun ötesindeki. 2. Atlantik´i aşan/geçen,
transcend transatlantik.
f. -in sınırını aşmak/geçmek; -den büyük/üstün olmak: It
transcendent transcends human understanding.
s. 1. hepsini/başka her şeyi geçen/aşan: İnsanların kavrama yetisi
The poem´s
dışında. This error
transcendent beauty transcends
can all ofbe
scarcely your
felt previous
in that ones. Bu hata
translation.
transcendental s. 1. deneyüstü, transandantal, deneyin/insan bilincinin sınırını
daha önce
Şiirin üstün yaptıklarının
güzelliği o hepsinipek
çeviride geçiyor.
hissedilmiyor. 2. kozmosun
transcendental meditation aşan; doğaüstü.
transandantal meditasyon.2. mat. transandantal, aşkın.
dışında ve üstünde olan. 3. deneyüstü, transandantal,
transcendentalism i. deneyüstücülük,
deneyin/insan transandantalizm.
bilincinin sınırını aşan.
transcribe f. 1. (bir şeyin) kopyasını yazmak. 2. yazmak, kaydetmek,
transcript zaptetmek.
i. kopya, suret, 3. (for)
nüsha. müz. (bir eseri) (bir çalgıya)
uyarlamak/adapte etmek.
transcription i. çevriyazı, transkripsiyon.
transept i. transept, çapraz sahın.
transfer f. (--red, --ring) 1. -i nakletmek; -i (bir yerden) (başka bir yere)
transfer geçirmek/tayin etmek; (başka
i. 1. (bir mal) üzerindeki bir yere) geçmek: The company´s
hakkı (başkasına)
going to transfer
geçirme/devretme/devir; him to Zonguldak. Şirket(bironuyerden)
Zonguldak´a
transference i., ruhb. transfer, aktarma,temlik. 2. nakil;
duyguların psikolojik olarak(başka
bir bir
tayin
yere) edecek. He
geçirme/tayin decided
etme. to
3. transfer
(bir to
yerden) the University
(başka bir of Adana.
yere)
transfiguration başkasına
i. yönelmesi.
Adana
geçen/tayinÜniversitesine
edilen kimse. geçmeye4. spor karar verdi.olan
transfer 2. (bir mal)5.
kimse.
transfigure üzerindeki
f. (into) -e hakkı
yüce (başkasına)
bir nitelik geçirmek/devretmek;
kazandırmak,
aktarma bileti. 6. (zamklı kâğıt/resim olarak) çıkartma. -e bir yücelik temlik
vermek:
7. ruhb.
transfix etmek.
Pain and
transfer,
f. 3. spor
geçişim,
1. -i (sivri transfer
suffering
uçlu bir had
intikal. etmek;
transfigured transfer
her. olmak.
Acı ve
silahla/aletle) (delerek) yere mıhlamak.ıstırap ona bir2.
yücelik
mıhlamak, vermişti.
dondurmak, -i kıpırdayamaz hale (başka
getirmek: Her eyes
transform f. 1. (biçimini) değiştirmek. 2. into (bir şeyi) bir şeye)
had transfixed
dönüştürmek. him. Gözleri onu mıhlamıştı. 3. delmek.
transformation i. 1. (şeklen) değiştirim; değiştirilme; değişim, transformasyon.
transformer 2. dönüştürüm; dönüştürülme;
i. transformatör, dönüştürücü. dönüşüm, transformasyon.
transformism i. transformizm, dönüşümcülük.
transformist i., s. transformist, dönüşümcü.
transfusion i., tıb. transfüzyon, aktarım, nakil.
transgress f. 1. ihlal etmek, bozmak. 2. (sınırını) aşmak/geçmek.
transgression i. 1. günah işleme, günah. 2. ihlal, bozma. 3. (sınırını)
transhumance aşma/geçme.
i. hayvanları ilkyaz yaylaya çıkarıp sonbaharda yayladan
transhumant indirme, yaylacılık.
s., i. yaylacı.
transient s. 1. çabuk geçen; fani, gelip geçici, ölümlü. 2. kısa bir süre
transistor kalan,
i., elek.çabuk gelip geçen (kimse). i. kısa bir süre kalan kimse.
transistor.
transistor radio transistorlu radyo.
transit i. 1. ulaşım, (birini/bir şeyi) (bir yerden) (başka bir yere)
transit lounge aktarma. 2. toplu
(havaalanında) taşıma;
transit toplu
yolcu taşıma araçları. 3. gökb. geçiş,
salonu.
geçme. 4. teodolit, takeometre.
transit system toplu taşıma sistemi.
transit visa transit vizesi.
transition i. geçiş, geçme; değişim.
transition period geçiş dönemi.
transitive s., dilb. geçişli.
transitive verb dilb. geçişli fiil.
transitive verb geçişli fiil.
transitory s. geçici; fani, ölümlü.
translate f. 1. (into) (-e) çevirmek, tercüme etmek; (-e) çevrilmek,
translation tercüme
i. 1. çeviri,edilmek:
çevirme, Can you translate
tercüme. thistercüme,
2. çeviri, from French into
çevrilmiş
Turkish?
yazı/söz. Bunu Fransızcadan
3. dönüştürüm. Türkçeye çevirebilir misiniz? That
translator i. tercüman, çevirici, sözlü/yazılı çeviri yapan kimse; çevirmen,
word doesn´t translate easily. O kelime kolay kolay çevrilmez./O
transliterate mütercim,
f. yazılı
into (bir çevirisi
dile aitçeviri
bir yapan(başka
yazıyı) kimse.bir dilin harfleriyle) yazmak:
kelimenin kolay değil. 2. çevirmenlik/tercümanlık
transliteration Can
yapmak.you transliterate
3. into -eharf
i. transliterasyon, this Turkish word into Arabic characters?
dönüştürmek.
çevirisi.
Bu Türkçe kelimeyi Arap harfleriyle yazabilir misiniz?
translucent s. yarışeffaf, yarısaydam.
transmigrate f. (ölümden sonra) (ruh) (bir bedenden başka bir bedene) göç
transmigration etmek/geçmek.
i.
transmigration of the soul ruh göçü, ölümden sonra ruhun bir bedenden başka bir bedene
transmissible göç
s. 1.etmesi/geçmesi.
geçirilebilir, geçirilmesi mümkün. 2. bulaşıcı, sirayet edici
transmission (hastalık).
i. 1. (motordaki) şanzıman, şanjman, transmisyon sistemi: There
transmit ´s something
f. (--ted, --ting)wrong with dalgaları,
1. (radyo my car´s telgraf
transmission. Arabamın
sinyalleri v.b.´ni)
şanzımanında
yaymak. 2. bir
iletmek; bozukluk
götürmek.var. 2.
3. transmisyon,
to -e geçirmek; motor
-e içinde bir
aktarmak.
transmitter i. 1. radyo, TV verici. 2. (telgrafa ait) iletici.
hareketin iletilmesi. 3. (radyo
4. (hastalığı) (birine) bulaştırmak. dalgaları, telgraf sinyalleri v.b.´ni)
transmitting station verici istasyon.
yayma, yayım; yayılma. 4. iletme; götürme; iletilme; götürülme.
transmogrify 5. into
f. (hastalık) bulaştırma/bulaşma.
-i (acayip/gülünç 6. (radyo,Only
bir şekle) sokmak: telgraf v.b.´nden)
a brief
transmute yayılan
associationdalga, withsinyal
them v.b.
sufficed
f. into -e dönüştürmek; tamamen değiştirmek. to transmogrify her into a hippie.
Onlarla kısa bir temas bile onu hippiye dönüştürmeye yetti.
transom i. vasistas.
transparency i. 1. şeffaflık, saydamlık. 2. diyapozitif, slayt.
transparent s. 1. şeffaf, saydam. 2. açık, belli.
transpire f. 1. ortaya çıkmak, belli olmak: It later transpired that there
transplant was
f. 1. no bridge
(bitkiyi) biratyerden
all. Hiçbir köprünün
çıkararak başkaolmadığı
bir yere sonradan
dikmek; ortaya
çıktı. 2.
(bitkiyi) through
(bir yerden) (su/nem) (belirli bir yerden) çıkmak; (bitki)
transport f. (bir yerden) (başkaçıkarıp
bir yere)(başka bir yere)
götürmek, dikmek:
taşımak, Transplant
nakletmek.
yapraklarından buhar halinde nem vermek,
these geraniums from their pots into the bed in front of terlemek: Plants
the
transport i. 1. ask. nakliye
transpire moisture gemisi.
through 2. nakliye aracı.Bitkiler
their leaves. 3. taşıma, nakliye;
yapraklarından
pool. Bu sardunyaları saksılarından çıkarıp havuzun önündeki
taşınma,
buhar nakledilme:
halinde nem bir public3.transport
çıkarır. toplu2. taşıma. 4.gelmek,
çoğ.
transportation i. 1. taşıma,
tarha dik. 2. nakliye;
(bitki) yerdenk.
taşınma, dili olmak,
nakledilme.
çıkarılıp başka meydana
nakliye
bir yerearacı.
dikilmeye
kuvvetli
vuku bir
bulmak. duyguya kapılma, kendinden geçme: The news sent
transpose elverişli
f. 1. (bir olmak.
şeylerin) 3. sırasını
tıb. (doku/organ)
değiştirmek: nakletmek. 4. -i (birthe
If you transpose yerden)
her into transports of joy. Haber ona göbek attırdı.
transverse (başka
letters
s. enine, birçapraz.
in yere)
the wordtemelli
“on” olarak
i. çapraz you
şey.getgötürmek: He transplanted
“no.” On kelimesindeki his
harflerin
family to
sırasını Fethiye. Ailesini
değiştirirseniz temelli
sonuç olarak
no olur. Fethiye´ye
2. to (bir şeyi) götürdü.
(başka biri.
transvestite i. travesti, diğer
(träns´plänt) cinsin
1. tıb. (dokugiysilerini giyip oilgili)
veya organla cinsten biri gibi
nakil,
yere) koymak/aktarmak.
Transylvania davranan kimse.
i. Transilvanya. cornea transplant kornea nakli. kidney
transplantasyon:
transplant böbrek nakli. 2. başka bir yere yerleştirilen
kimse/şey.
Transylvanian i. Transilvanyalı. s. 1. Transilvanya, Transilvanya´ya özgü. 2.
trap Transilvanyalı.
i. 1. tuzak, kapan, kapanca. 2. hile, desise, dolap, tuzak. 3. argo
trap ağız,
f. gaga.
(--ped, f. (--ped,
--ping) --ping) 1.bezemek.
1. süslemek, tuzağa düşürmek. 2. kapan
2. (ata) süslü ile
koşum
tutmak/yakalamak.
takımı geçirmek; 3. engel
(ata) süslü olmak,
çul set çekmek.
örtmek.
trapdoor i. (tavanda/çatıda/yerde) kapak şeklinde kapı.
trapeze i. trapez.
trapezoid i., geom. yamuk.
trapper i. tuzakçı, kürklü hayvanları tuzakla yakalayan avcı.
trappings i., çoğ. 1. süslü koşum takımı. 2. süs.
trapshooting i., spor trap.
trash i. 1. çerçöp, süprüntü. 2. çalı çırpı. 3. çöp. 4. k. dili avam,
trashy ayaktakımı.
s., k. dili adi,5.değersiz.
k. dili değersiz şey. 6. k. dili saçma, boş laf, zırva.
7. bilg. çöp kutusu. f., argo yıkmak, kırıp dökmek, tahrip etmek.
trauma çoğ. trau.ma.ta (trô´mıtı, trau´mıtı)/--s (trô´mız, trau´mız) i. 1.
traumatic tıb.
s. 1.yara, incinme,
sarsıntı travma.
doğuran, 2. ruhb.
sarsıcı, travma,
travmatik. sarsıntı.
2. tıb. yaraya ait,
traumatology yaradan ileri gelen.
i. travmatoloji.
travel f. (--ed/--led, --ing/--ling) 1. yolculuk etmek, seyahat etmek. 2.
travel agency gezmek, dolaşmak. 3. k. dili hızlı gitmek. i. 1. seyahat etme. 2.
seyahat acentesi.
çoğ. yolculuk, seyahat, gezi. 3. çoğ. seyahatname.
traveled s. 1. çok seyahat etmiş. 2. seyahat konusunda deneyimli.
traveler i. 1. yolcu, seyyah, gezgin, gezmen. 2. (gezici) satış temsilcisi.
traveler´s check seyahat çeki.
traveler's-joy çoğ. trav.el.er´s-joys (träv´ılırzcoyz´) i., bot. akasma, filbahar,
traveler's-tree filbahri.
çoğ. trav.el.er´s-trees (träv´ılırztriz´) i., bot. yolcuağacı,
traveling salesman ravenala.
(gezici) satış temsilcisi.
travelled s., İng., bak. traveled.
traveller i., İng., bak. traveler.
travelog i. bir seyahat hakkında konferans/film.
travelogue i., İng., bak. travelog.
traverse i. 1. travers. 2. çapraz duran şey. 3. karşıdan karşıya geçme. s.
traverse çapraz.
f. 1. bir yandan öbür yana geçirmek; bir yandan öbür yana
travertin geçmek: He traversed the desert in a single day. Tek bir günde
i., bak. travertine.
çölün bir ucundan öbür ucuna geçti. 2. bir yandan öbür yana
travertine i. traverten.
uzanmak: The railway traverses the country. Demiryolu, ülkenin
travesty i.
birson derece öbür
yanından beceriksizce yapılmış bir
yanına uzanıyor. taklit, karikatür,
3. üstünden geçmek: parodi,
The
trawl travesti.
Galata f.
Bridgegülünç/rezil
traverses bir
the hale sokmak.
Golden Horn. Galata Köprüsü
f. 1. trol ile balık avlamak. 2. trol ile denizin dibini taramak. Haliç
3.
tray ´in üstünden
oltayla
i. tepsi,balık geçiyor.
avlamak. i. 1. trol. 2. kayık arkasından çekilen çok
sini; tabla.
çengelli olta.
treacherous s. 1. hain. 2. arkadan vuran, kalleş. 3. korkulur, tehlikeli.
treachery i. hainlik, ihanet.
treacle i., İng. şeker pekmezi.
tread f. (trod, trod.den/trod) 1. on -e basmak, -in üzerine basmak:
tread down tread
-i ayakon a nail çiğnemek.
altında çiviye basmak. 2. on -e basmak, -i çiğnemek:
Don´t tread on the flowers. Çiçekleri çiğneme. 3. yürümek. i. 1.
tread in s.o.´s footsteps birini örnek almak, birinin izinden yürümek.
ayak basışı. 2. yürüyüş. 3. merdiven basamağının döşeme
tread on air k. dili sevinçten
tahtası. ayakları
4. oto. lastik yere değmemek.
tırtılı.
tread on eggs k. dili fazlasıyla ölçülü davranmak.
tread on s.o.´s heels k. dili birinin peşine düşmek, birini yakından takip etmek.
tread on s.o.´s toes/corns k. dili, bak. step on s.o.´s toes/corns.
tread under foot ayak altında çiğnemek.
tread water el ve ayakların hafif hareketiyle su içinde dik durmak.
treadle i. pedal, ayaklık.
treadmill i. 1. ayak değirmeni. 2. sıkıcı ve monoton iş.
treason i. 1. vatana ihanet. 2. ihanet, hıyanet, hainlik.
treasonable s. vatana ihanet türünden.
treasure i. 1. hazine. 2. define. 3. değerli şey. f. çok değerli saymak,
üzerine titremek.
treasure hunt saklanmış bir şeyi bulma oyunu.
treasure trove sahipsiz hazine/define.
treasure up biriktirmek.
treasurer i. haznedar, veznedar.
treasury i. 1. hazine. 2. bilgi hazinesi (kitap).
treasury bill (kısa vadeli) hazine bonosu.
treat f. 1. davranmak, muamele etmek: treat s.o. generously birine
treat of cömert
-den söz davranmak.
etmek, -den 2. bahsetmek.
tedavi etmek: treat a patient hastayı
tedavi etmek. 3. (konuyu) işlemek, ele almak. 4. (ham ya da ara
treat s.o. like dirt k. dili birini hiçe saymak, birini hor görmek.
malları) işlemden geçirmek, fiziksel, kimyasal değişikliklerle
treat s.t. as a joke işi
dahaşakaya
uygun, vurmak.
kullanılır duruma getirmek.
treat s.t. seriously işi ciddiye almak.
treat s.t. with skepticism bir şeye şüpheli bir gözle bakmak.
treat with ile görüşmek.
treated sewage arıtılmış pissu.
treatise i. bilimsel inceleme, tez.
treatment i. 1. davranış, muamele. 2. tedavi. 3. (konuyu) ele alış biçimi,
treaty işleyiş. 4. kim. işlem.
i. antlaşma.
treble s. 1. üç misli, üç kat. 2. müz. tiz. i., müz. 1. soprano ses. 2.
treble clef soprano sesli çalgı/kimse, soprano. f. üç misli artırmak; üç misli
sol anahtarı.
artmak, üç kat olmak.
treble clef müz. sol anahtarı.
tree i. ağaç.
tree creeper zool. ormantırmaşıkkuşu.
tree fern bot. çanakeğrelti.
tree frog/toad zool. ağaçkurbağası, yeşilbağa.
tree of heaven bot. aylandız, kokarağaç.
tree of life 1. bot. hayatağacı. 2. Tubaağacı.
tree sparrow zool. dağserçesi.
trefoil i. 1. bot. yonca, korunga. 2. mim. üçlü yonca.
trek i. uzun ve zorlu bir yolculuk; seyahat, yolculuk.
trellis i. kafes işi. f. 1. kafes işi yapmak. 2. dallarını kafese sarmak.
tremble f. 1. titremek. 2. ürpermek. i. 1. titreme. 2. ürperme.
tremble for k. dili ... için endişe etmek, ... için kaygılanmak. in fear and
tremendous trembling
s. korkudan
1. çok büyük, titreyerek.
kocaman, muazzam. 2. k. dili çok iyi, şahane,
tremendously harika.
z. çok, son derece.
tremor i. 1. titreme. 2. ürperme. 3. sarsıntı.
tremulous s. 1. titrek. 2. ürkek.
trench i. 1. çukur, hendek. 2. ask. siper.
trench coat trençkot.
trench warfare siper harbi.
trenchant s. 1. keskin: a trenchant mind keskin zekâ. 2. etkili, kuvvetli,
trend ikna edici: a trenchant
f. yönelmek, argument
eğilim göstermek. i. kuvvetli sav. 3.
eğilim; akım: ansert,
upward trend
dokunaklı,
in sales acı:
satışlardatrenchant
artış words
eğilimi. sert sözler.
trepidation i. 1. korku. 2. endişe, heyecan.
trespass f. 1. (on/upon) (başkasının arazisine) izinsiz girmek, tecavüz
trespass on s.o.´s time etmek. 2. on/upon
birinin zamanını -i kötüye kullanmak, -i istismar etmek:
almak.
trespass on s.o.´s hospitality birinin konukseverliğini istismar
tress i. saç lülesi, belik, bukle.
etmek.
trestle i. 1. masa ayaklığı, sehpa. 2. demir iskeletli köprü.
trial i., huk. 1. duruşma, yargılama, muhakeme. 2. deneme;
trial and error denenme.
çeşitli yolları3. deneme,
dert, baş sınama
belası: He
ve is a trial to his mother. Annesi
yanılma.
için bir baş belası. s. deneme: trial period deneme devresi.
trial balance muh. mizan.
trial balloon halkın tepkisini öğrenmek için bir plan hakkında verilen ön
haber.
trial heat spor tecrübe koşusu.
trial jury yargıçlar kurulu, jüri.
triangle i. üçgen.
triangular s. 1. üçgen, üçgen biçiminde. 2. üçlü.
tribal s. kabileye ait.
tribe i. 1. kabile, boy; aşiret, oymak. 2. aynı sınıftan kimseler, grup. 3.
tribesman biyol. takım; sınıf;(traybz´mîn)
çoğ. tribes.men familya. i. kabile/aşiret üyesi erkek.
tribulation i. 1. felaket, musibet. 2. dert, keder, büyük sıkıntı.
tribunal i. 1. mahkeme. 2. yargıç kürsüsü.
tribune i. kürsü, platform; tribün.
tributary s. 1. vergi veren. 2. bağımlı. 3. haraç olarak verilen. 4. bir
tribute ırmağa
i. 1. övme,karışan (ayak).
sitayiş, takdir.i. ırmak ayağı.3. vergi. 4. haraç.
2. hediye.
trice i.
trichromatic s. üçrenkli.
trick i. 1. hile, oyun, dolap, numara: She uses tears as a trick to gain
trickery sympathy.
i. 1. hile. 2.Kendini acındırmak için ağlama numarası yapıyor.
hilekârlık.
play a trick on s.o. birine oyun oynamak, birine azizlik etmek. 2.
trickle f. 1. damla damla akmak; damla damla akıtmak. 2. azar azar
sır: The trick to being on time is to set one´s watch ahead. Bir
trickster gelmek.
i. hilekâr, i. düzenbaz,
damla damla akan şey.
üçkâğıtçı.
yere vaktinde gitmenin sırrı saati ileri almakta yatar. trick of the
tricky trade meslek
s. 1. hileli. sırrı. 3.isteyen.
2. ustalık âdet: Turks have an usta,
3. becerikli, interesting
hünerli.trick; they
tricycle raise their eyebrows to
i. üç tekerlekli bisiklet, üçteker. express disagreement. Türklerin ilginç
bir âdeti var; bir şeyi onaylamadıklarını belirtmek için kaşlarını
trident i. 1. üç dişli4.gladyatör
kaldırırlar. şaka: He mızrağı.
played a2.trick üç çatallı
on me.zıpkın.
Bana s. üç çatallı.
şaka yaptı. f.
tried f., aldatmak,
1. bak. try. s.kandırmak,
güvenilir, güvene layık. 2. out/up -i süslemek.
hile yapmak.
trifle i. 1. önemsiz şey. 2. az miktar, cüzi şey. 3. ucuz ve adi süs
trifling eşyası. 4. İng. ufak,
s. 1. önemsiz, pandispanya,
cüzi, az. kremşantiyi
2. değersiz, ve işemeyve
yaramaz.ile yapılan
bir tatlı. f. 1. with/over ile oynamak: Don´t trifle with your
trig i., k. dili trigonometri.
health. Sağlığınızla oynamayın. 2. away (para, zaman v.b.´ni)
trigger i. 1. tetik.
boşuna 2. foto. deklanşör.
harcamak, çarçur etmek. f. 1. başlatmak; -e neden
3. with -i ciddiye olmak,-i-e
almamak,
triggerfish yol
hafifeaçmak.
i., zool.almak: 2. infilak ettirmek, patlatmak. 3. tetiği
çotira.He is not a man to trifle with. O hafife alınacak çekip (silahı)
bir
ateşlemek.
kimse değildir. 4. boş şeyler konuşmak. 5. oyalamak;
triggerman çoğ. trig.ger.men (trîg´ırmen) i., argo tetikçi.
oyalanmak.
trigonometric s. trigonometrik.
trigonometrical s., bak. trigonometric.
trigonometry i. trigonometri.
trihedral s., geom. üçdüzlemli.
trihedral angle geom. üçdüzlemli açı.
trill f. 1. sesi titremek; sesi titretmek. 2. titrek sesle söylemek. 3.
trillion titrek sesle trilyon,
i. 1. A.B.D. şakımak. i. 1. 2.
1012. ses titremesi.
İng. 1018. 2. müz. titrek ses. 3. “r”
sesinin titretilerek söylenmesi.
trilogy i. üçlü eser, üçlü, triloji.
trim s. (--mer, --mest) temiz ve yakışıklı, biçimli, şık. f. (--med,
trimming --ming)
i. 1. süs,1.süsleyici
(daha düzgün
şey. 2.bir biçim
çoğ. vermek
garnitür. amacıyla
3. çoğ. bitkiyi)
kırpıntı. 4. k. dili
budamak.
yenilgi, 2. (saç,
mağlubiyet. sakal v.b.´ni) kırkmak, kesip düzeltmek. 3.
trimonthly s. üç ayda bir olan/yapılan/çıkan.
(dantel, perde v.b.´ni) süslemek, donatmak. 4. den. yükü
Trinidad i. Trinidad.
düzgün istif ederek (gemiyi) denklemek. 5. (yelkeni) rüzgâra
Trinidad and Tobago göre düzeltmek.
Trinidad ve Tobago. 6. hav. ayarlamak. 7. k. dili yenmek, mağlup
Trinidadian etmek. 8. aldatmak.
i. Trinidadlı. s. 1. Trinidad, 9. azarlamak.
Trinidad´a 10.özgü.
den. 2.denk olmak. i. 1.
Trinidadlı.
düzen, tertip. 2. durum, hal, vaziyet. 3. süs. 4. artık. 5. den.
Trinity i.
(gemide) denge. 6. kıyafet, kılık.
trinket i. 1. (yüzük/düğme gibi) değersiz süs. 2. biblo. 3. ufak oyuncak.
trio i. üçlü.
trip f. (--ped, --ping) 1. (on/over) ayağı (bir şeye) takılıp düşmek;
tripartite tökezlemek.
s. üç bölümden 2. (up) -e çelme
oluşan, üçlü. takmak/atmak; -i çelmelemek: The
wrestler tripped his opponent. Güreşçi rakibine çelme taktı. 3.
tripe i. 1. işkembe. 2. k. dili saçma, saçmalık.
up şaşırtmak, yanıltmak, yanlışını/yalanını yakalamak: The
triphase s., elek.
clever üç fazlı.
interrogator tripped up the suspect. Zeki sorgu yargıcı
triple sanığı
s. 1. üçtongaya bastırdı.
kat, üç misli. 4. yanlış
2. üçlü. f. üçyapmak, yanılmak,
misli yapmak; hataolmak.
üç misli
etmek.
i., beysbol5. hafif adımlarla
üç kalelik bir topdans etmek/koşmak. 6. argo
vuruşu.
uyuşturucu madde etkisinde olmak, uçmak. i. 1. kısa yolculuk;
gezi, gezinti. 2. hata, yanlış. 3. ayağı (bir şeye) takılıp düşme;
tökezleme. 4. argo uyuşturucu madde etkisi, uçuş.
triplet i. 1. üç şeyden oluşan takım, üçlü. 2. üçüzlerden biri.
triplicate s. 1. üç kat, üç misli. 2. üç kopyadan oluşan. i. üçüncü kopya,
tripod üçüncü nüsha.
i. üç ayaklı sehpa, fotoğraf sehpası.
trite s. basmakalıp, klişe, bayat.
triumph i. 1. zafer, utku, yengi; parlak başarı. 2. zafer alayı. f. 1. zafer
triumphal kazanmak,
s. zafere ait,galip gelmek, yenmek. 2. zaferi kutlamak.
zafer.
triumphal arch zafer takı.
triumphal column zafer abidesi, zafer sütunu.
triumphant s. 1. galip, utkulu, muzaffer; başarılı. 2. zaferiyle övünen.
trivet i. 1. nihale. 2. sacayağı, sacayak.
trivia i., çoğ. önemsiz şeyler; fasa fiso; ıvır zıvır.
trivial s. 1. saçma, abes. 2. bayağı, sıradan. 3. cüzi, önemsiz.
triviality i. 1. saçmalık. 2. fasa fiso.
trod f., bak. tread.
trodden f., bak. tread.
Trojan i. Truvalı. s. 1. Truva, Truva´ya özgü. 2. Truvalı.
troll f. oltayı suda sürükleyerek balık tutmak.
troll i. mağaralarda/tepelerde bulunduğu farzolunan dev/cüce.
trolley i. 1. tramvay. 2. İng. el arabası, yük arabası. 3. İng. drezin. 4.
trolley bus İng. tekerlekli servis masası.
troleybüs.
trolley car tramvay.
trolleyman çoğ. trol.ley.men (tral´imîn) i. 1. vatman. 2. tramvay biletçisi.
trombone i., müz. trombon.
troop i. 1. kıta, birlik. 2. grup, takım. 3. (izcilikte) oymak. 4. çoğ.
trooper kıtalar, birlikler,karayollarını
i. (şehirlerarası askerler. denetleyen) (motorize) polis.
troopship i. asker gemisi.
trophy i. 1. hatıra, andaç. 2. kupa, ödül. 3. ganimet.
tropic i. dönence, tropika. s. tropikal.
tropical s. tropikal.
tropical year gökb. dönencel yıl.
tropism i., biyol. doğrulum, yönelim, tropizm.
troposphere i. troposfer.
trot f. (--ted, --ting) 1. tırıs gitmek. 2. koşmak. i. 1. tırıs. 2. koşuş.
trot out k. dili ileri sürmek, öne sürmek: You always trot out the same
trotter old excuses.
i. paça: sheep´sHeptrotter
aynı bahaneleri
koyun paçası. ileri sürüyorsun.
trouble f. 1. rahatsız etmek, tedirgin etmek: The approaching storm
trouble spot troubled the ship´s crew. Yaklaşan
1. pol. karışıklıklara/çatışmalara fırtına
sahne geminin
olan yer. 2.tayfasını
sorun
tedirgin etti.
yaratan/zayıf The principal
nokta, sık sık can´t be
arızalanan troubled
yer. with all the petty
troublemaker i. ortalık karıştırıcı, fitneci, mesele çıkaran kimse.
problems. Müdür ufak tefek meselelerle meşgul olamaz. 2.
troubleshooter i. aksaklıkları
üzmek: The newssaptayıp
of hisçözümleyen kimse. troubled me.
illness has greatly
troublesome Hastalığı hakkındaki haber beni çok
s. 1. zahmetli, sıkıntılı, belalı. 2. üzüntülü. üzdü. 3. baş
sıkmak, başını
belası, can
troublous ağrıtmak:
sıkıcı. His deafness
s. karışık, güç, sıkıntılı. troubles him. Sağırlığı canını sıkıyor. 4.
rahatsız etmek, zahmete sokmak, zahmet vermek: Sorry to
trough i. 1. tekne,
trouble you.yalak. 2. oluk. verdiğim
Size zahmet 3. iki dalgaiçinsırtı
özürarasındaki çukur.
dilerim./Size zahmet
trounce f. 1. bozguna/büyük
oldu. i. 1. sıkıntı, üzgü,bir üzüntü,
yenilgiye uğratmak.
ıstırap. 2. mesele,
2. dert, dövmek,aksilik,
troupe pataklamak.
iş, bela: What´s the trouble? Derdin ne?/Mesele ne?/Ne var? in
i. trup.
trouble başı belada. 3. karışıklık: Trouble in the neighboring
trouper i. trup üyesi.
country closed the border. Komşu ülkede çıkan karışıklık sınırın
trouser s. pantolona ait:
kapanmasına trouser
neden oldu.buttons pantolon
4. zahmet: Don´t düğmeleri.
go to any trouble on
trousers my account.
i., çoğ. Benim için zahmete girmeyin. 5. mak. bozukluk,
pantolon.
trousseau arıza. 6. rahatsızlık,
çoğ. --x/--s (tru´soz, hastalık.
trusoz´) i. çeyiz.
trout i. (çoğ. trout/--s) alabalık.
trowel i. mala. f. (--ed/--led, --ing/--ling) mala ile sıvamak, malalamak.
trowsers i., çoğ., bak. trousers.
Troy i. Truva.
troy i. kuyumcuların kullandığı tartı sistemi.
troy weight kuyumcu tartısı.
truant i. okul kaçağı.
truce i. ateşkes, mütareke.
Trucial s., tar. Birleşik Arap Emirlikleri´ne özgü.
Trucial Oman bak. the United Arab Emirates.
truck i. 1. kamyon. 2. iki tekerlekli el arabası. 3. yük vagonu. f. 1.
truck kamyon
f. ile yük
değiş tokuş taşımak.
etmek, takas2. el arabası
etmek, ile yük
trampa taşımak.
etmek. i. 1.3. argo
değiş
yürümek,
tokuş, gitmek.
takas, trampa. 2. (satmak için yetiştirilen) sebzeler.
truck farm bostan.
truck farming bostancılık.
trucking i. 1. kamyonculuk, kamyonla taşıyıcılık. 2. değiş tokuş. 3.
truckle bostancılık.
f. to -e yaltaklanmak; -e boyun eğmek, -e baş eğmek.
truculent s. 1. kavgacı, saldırgan. 2. vahşi, gaddar.
trudge f. güçlükle yürümek; yorgun argın yürümek. i. güçlükle yürüme;
true yorgun argıngerçek:
s. 1. doğru, yürüme. Is what she said true? Onun söylediği doğru
true colors mu?
içyüz.2. hakiki, som: Is this true or imitation leather? Bu deri
hakiki mi, yoksa taklit mi? 3. sadık, samimi: a true friend sadık
true to life gerçek hayatta olduğu gibi.
arkadaş. 4. asıl, gerçek: the true meaning of a word bir
true to life yaşanmış.asıl anlamı. 5. tam, aslına uygun: a true copy aslına
sözcüğün
true-blue uygun bir kopya.
s. pek sadık, sözünün6. meşru,
eri. asıl: the true heirs asıl mirasçılar. 7.
truelove samimi,
i. sevgili.içten: true concern içten merak.
truffle i., bot. domalan, yermantarı.
truism i. herkesçe bilinen gerçek.
truly z. 1. gerçekten, hakikaten. 2. doğrulukla. 3. sadakatle. 4
trump samimiyetle.
i. 1. isk. koz. 2.5. k.
tamamen, doğruf.,olarak.
dili iyi adam. isk. 1. koz kırmak, koz
trump card oynamak.
isk. koz. 2. koz oynayarak almak.
trump up uydurmak, icat etmek.
trumpet i. 1. boru. 2. borazan. 3. boru sesi. f. 1. boru çalarak ilan etmek.
trumpet vine/creeper 2. ilanacemborusu.
bot. etmek, yaymak. 3. boru gibi ses çıkarmak.
truncate f. ucunu/tepesini kesmek.
truncheon i. 1. kısa ve kalın sopa. 2. İng. cop.
trundle f. 1. (tekerlekli taşıt) gelmek/gitmek. 2. (tekerlekli taşıtı)
trunk itmek/çekmek.
i. 1. gövde, beden. 2. (seyahat ederken kullanılan) sandık. 3.
trunk call oto.
İng.,bagaj. 4. zool. hortum.
bak. long-distance 5. ağaç gövdesi, gövde.
call.
trunk call İng. şehirlerarası/uluslararası telefon konuşması.
trunk room sandık odası.
trunks i., çoğ. erkek mayosu, şort.
truss i. 1. tıb. kasık/fıtık bağı. 2. (köprü/çatı için) makas (kiriş sistemi).
truss bridge 3. kuru ot/saman
(üçgen) demeti. 4. bağlam, demet. f. 1. sıkıca
kirişli köprü.
bağlamak. 2. destek koymak.
truss up bağlamak, iple bağlamak.
trust i. 1. güven, itimat. 2. umut. 3. emanet. 4. sorumluluk; görev,
trust in God vazife.
Allaha 5. mütevellilik;
tevekkül etmek,mutemetlik. 6. vakıf. 7. tröst. f. 1.
tevekkül etmek.
güvenmek, itimat etmek: The child trusts its mother. Çocuk
trustee i. mütevelli.
annesine güveniyor. She trusts her husband to do the shopping.
trustful s. başkalarına
Alışveriş güvenen/inanan.
için kocasına itimat ediyor. 2. emanet etmek: trust s.t.
trusting to
s., s.o./trust s.o. with s.t. bir şeyi birine emanet etmek. 3.
bak. trustful.
trustworthiness inanmak: I trust his statement. İfadesine inanıyorum. 4. in -e
i. güvenirlik.
güveni olmak: He trusts in his own abilities. Kendi yeteneklerine
trustworthy s. güvenilir.
güveni var.
truth i. 1. gerçek, doğru, hakikat: What she said is the truth. Onun
try söylediği doğrudur.
f. 1. çalışmak, 2. doğruluk,
uğraşmak: They aregerçeklik:
trying toTruth
finishisthe
relative.
project on
Doğruluk görelidir. 3. dürüstlük, doğruluk.
time. Projeyi zamanında bitirmeye çalışıyorlar. 2. kalkışmak,
girişmek: Don´t you dare try to reprogram that computer. Sakın
o bilgisayarı yeniden programlamaya kalkışma. 3. denemek,
sınamak: Try this new medicine. Bu yeni ilacı dene. 4. yormak:
try for -i elde etmeye çalışmak.
try on prova etmek, giyip denemek.
try one´s fortune şansını denemek.
try one´s hand at (bir şeyi yapmayı) denemek.
try one´s hand at -i denemek, -e el atmak.
try one´s luck şansını denemek.
try one´s wings öğrendiklerini denemek: Let me have the wheel! I´d like to try
try out my wings. şeyi)
(birini/bir Direksiyonu
denemek.bana ver! Öğrendiklerimi denemek
istiyorum.
try s.o.´s patience birinin sabrını tüketmek.
trying s. 1. yorucu, zor, sıkıntılı. 2. bıktırıcı, sıkıcı.
tryout i. deneme, sınama.
tsar i., bak. czar.
tsetse i.
tsetse fly zool. çeçe.
T-shirt i. tişört.
tsunami i. tsunami, denizaltı depremlerinin ortaya çıkardığı büyük dalga.
tub i. 1. tekne, leğen. 2. banyo küveti. 3. k. dili tekne.
tuba i., müz. tuba.
tubby s. şişman ve bodur, fıçı gibi, bıdık.
tube i. 1. ince boru. 2. tüp: a tube of toothpaste bir tüp diş macunu.
tubeless 3.
s., TV tüp;
oto. radyo olmayan.
iç lastiği lamba. 4. oto. iç lastik, şambriyel. 5. İng.
metro.
tuber i., bot. yumrukök, yumru.
tuberculosis i., tıb. tüberküloz, verem.
tuberose i., bot. sümbülteber.
tubing i. (bir bütün olarak) boru/borular: I´ll take ten meters of that
tubular plastic
s. 1. borutubing. O plastik
şeklindeki. borudan3.on
2. borulu. metre
boru sesialacağım.
gibi. We need
to replace the still´s tubing. İmbiğin borularını yenilememiz
tuck f. 1. in içine tıkmak, içine sokmak: Tuck your shirt in!
gerek.
tuck in Gömleğinin eteğini yemeye
İng., k. dili yemek beline sok! 2. under altına koymak: Tuck it
başlamak.
under your arm! Onu koltuğunun altına koy! i. kırma, pli.
tuck s.o. in (gece uykusuna yatırılan) çocuğun üstünü örtmek.
tuck s.t. away bir şeyi saklamak/gizlemek.
tuckered s.
Tuesday i. salı.
tuft i. 1. (bir) tutam (saç); (bir) öbek (ot). 2. (kuşun tepesindeki)
tufted sorguç.
s. 1. sorguçlu (kuş). 2. tüfte (halı).
tufting i. tafting.
tufting machine tafting makinesi.
tug f. (--ged, --ging) kuvvetle çekmek. i. 1. kuvvetli çekiş. 2.
tug of war römorkör.
1. halat çekme oyunu. 2. şiddetli rekabet.
tugboat i. römorkör.
tuition i. 1. okul ücreti. 2. öğretim.
tulip i., bot. lale.
tulip poplar bot. laleağacı.
tulip tree bot. laleağacı.
tulle i. tül.
tumble f. 1. düşmek, yıkılmak; düşürmek, yıkmak. 2. yuvarlanmak;
tumble about yuvarlamak.
yuvarlanmak. 3. takla atmak. 4. karıştırmak, altüst etmek. 5.
örselemek. 6. (to) İng., k. dili (-i) çakmak, anlamak, kavramak. i.
tumble down düşmek; düşürmek.
1. düşüş. 2. takla.
tumble out of bed yataktan fırlamak.
tumbledown s. yıkılacak gibi, yıkılmak üzere, yarı yıkık.
tumbler i. 1. (sapsız, kısa ve genişçe) bardak. 2. hacıyatmaz.
tummy i., k. dili karın, mide.
tumor i. tümör, ur.
tumour i., İng., bak. tumor.
tumult i. gürültü, karışıklık, kargaşalık, kargaşa.
tumultuous s. 1. düzensiz. 2. gürültülü, kargaşalı. 3. fırtınalı, çalkantılı. 4.
tuna coşkun.
i. (çoğ. tu.na/--s) 1. zool. tonbalığı, orkinos. 2. (konserve)
tuna fish tonbalığı.
(konserve) tonbalığı.
tundra i. tundra.
tune i. melodi, ezgi, nağme. f. 1. çalgıyı akort etmek. 2. (motoru)
tune in ayar
radyo etmek, ayarlamak.
1. dalgayı ayarlamak. 2. (belirli bir istasyonu) açmak.
tuneful s. ahenkli, hoş sesli, nağmeli.
tuneless s. 1. ahenksiz, nağmesiz. 2. sessiz, müziksiz.
tuner i. akortçu.
tune-up i. (motoru) ayarlama.
tungsten i. tungsten, volfram.
tuning i. akort.
tuning fork diyapazon.
Tunisia i. Tunus.
Tunisian i. Tunuslu. s. 1. Tunus, Tunus´a özgü. 2. Tunuslu.
tunnel i. tünel. f. (--ed/--led, --ing/--ling) tünel açmak.
tunny i., zool. orkinos, tonbalığı.
turban i. 1. sarık. 2. türban.
turbaned s. 1. sarıklı. 2. türbanlı.
turbid s. 1. bulanık, çamurlu. 2. karışık, düzensiz.
turbidity i. türbidite, bulanıklık.
turbine i. türbin.
turbot i. (çoğ. tur.bot/--s) zool. kalkan.
turbulence i. 1. karışıklık, kargaşalık. 2. (suda/havada) türbülans.
turbulent s. 1. gürültülü patırtılı, çok çalkantılı. 2. kavgacı; karışıklık
Turcoman çıkaran.
i., s., bak.3.Turkoman.
türbülanslı (su/hava). 4. kaynayan (duygular).
turd i. 1. kaka, bok. 2. argo it herif; kaltak karı.
tureen i. büyük çorba kâsesi.
turf i. (çoğ. --s/turves) 1. çimenlik, çim. 2. kesek. 3. k. dili
turf s.o. out yetki/uzmanlık
İng., k. dili birinialanı.
kapı 4. k. dili,
dışarı Birinin mahallesini, şehrini v.b.´ni
etmek/atmak.
şaka yoluyla belirtir: This is my turf! Burası benim yerim!
turgid s. 1. şişmiş, şişkin. 2. abartmalı, şişirilmiş, tumturaklı.
(Burada benim sözüm geçer.). f. çimlendirmek.
turgor i., biyol. turgor.
Turk i. Türk.
Turkestan i., bak. Turkistan.
Turkey i. Türkiye.
turkey i. (çoğ. --s/ tur.key) 1. hindi. 2. argo aptal/tuhaf görünümlü
turkey buzzard kimse,
zool. birşaban. 3. argo beceriksizin teki, işleri yüzüne gözüne
tür akbaba.
bulaştıran kimse.
Turkey carpet 1. Türk halısı. 2. Şark halısı.
Turkey oak bot. saçlımeşe, anadolumeşesi.
Turkey red kökkırmızısı, kökboyası.
Turki s. Türki, Orta Asyalı Türklere veya dillerine özgü. i. Türki, Orta
Turkic Asyalı Türk.
s. 1. Türk dillerine ait, Türk. 2. Türk dillerinden birini
Turkish konuşanlara
i. Türkçe. s. 1. ait, Türk.
Türk: Turkish carpet Türk halısı. Turkish tobacco
Turkish bath Türk tütünü.
(alaturka) 2. Türkçe: Turkish lesson Türkçe dersi.
hamam.
Turkish coffee Türk kahvesi.
Turkish delight lokum.
Turkistan i. Türkistan.
Turkman çoğ. Turk.men (tırk´mîn) i. Türkmen.
Turkmen i. 1. (çoğ. Turk.men) Türkmen. 2. Türkmence. s. 1. Türkmen. 2.
Turkmenian Türkmence.
s. Türkmen.
Turkmenistan i. Türkmenistan.
Turkoman i., s. 1. Türkmen. 2. Türkmence.
turmeric i. zerdeçal, hintsafranı.
turmoil i. karışıklık, kargaşa.
turn f. 1. döndürmek, çevirmek: What turns the wheels? Tekerlekleri
turn ne1.döndürüyor?
i. dönüş, devir, He turned2.
dönme. the telescope
sapma, towards
sapış. 3. viraj,the stars. 4.
dönemeç.
Teleskopu
kıvrım, yıldızlara
dirsek. 5. k. doğru
dili çevirdi.ödünü
korkutma, 2. dönmek: The wheel
koparma. 6. is
gezme,
turn a cartwheel yanlamasına takla atmak.
turning. Tekerlek
dolaşma. 7. sıra. 8. dönüyor.
değişim, My head 9.
nöbet. is yetenek.
turning. Başım dönüyor.
10. biçim. 11.
turn a deaf ear kulak
3. asmamak, aldırmamak.
saptırmak;
yön. 12. k. dilisapmak,
sarsıntı, dönmek: We´ll turndeğişim.
şok. 13. değişiklik, the river into a new
turn a deaf ear to channel.
-e kulak Nehri
asmamak, yeni bir mecraya saptırırız.
-e kulaklarını tıkamak. Don´t turn left at the
turn a deaf ear to bakery; go straight. Fırına gelince
-i işitmezlikten gelmek, -e kulak asmamak, sola dönmeyin; düz gidin. 4.
-e kulaklarını
yönünü
tıkamak. değiştirmek: Upon reaching the village he turned and
turn a neat phrase hoş bir üslupla
headed towardsyazmak.
the mountains. Köye ulaşınca yönünü değiştirip
turn a somersault takla atmak.
dağlara doğru yöneldi. 5. aklını çelmek; caydırmak. 6. ekşitmek,
turn a somersault bozmak;
takla atmak.ekşimek, bozulmak: The milk has turned. Süt bozuldu.
7. bulandırmak; bulanmak: His stomach turns at the sight of
turn about 1. öbür tarafa dönmek. 2. evirip çevirmek.
turn about/turn and turn blood. Kan görünce midesi bulanıyor.
nöbetleşe, nöbetle, sıra ile.
about
turn adrift başıboş bırakmak.
turn against aleyhine dönmek; aleyhine döndürmek.
turn an honest penny dürüstçe ve alın teri ile para kazanmak.
turn an honest penny namusu ile ekmeğini kazanmak.
turn aside 1. bir yana dönmek. 2. saptırmak, vazgeçirmek.
turn away 1. başka tarafa yöneltmek. 2. kovmak. 3. dönüp gitmek,
turn back sapmak. 4. vazgeçmek.
1. geri çevirmek. 2. geri dönmek.
turn bad 1. (hava) bozmak. 2. (süt, et, yumurta v.b.) bozulmak.
turn color renk değiştirmek.
turn down 1. reddetmek, geri çevirmek. 2. (radyo, televizyon v.b.´ni)
turn down kısmak.
1. kıvırmak, bükmek. 2. reddetmek, geri çevirmek. 3. (iskambil
turn in kâğıdının) yüzünü aşağı
1. içine kıvırmak, içeriyeçevirmek. 4. kısmak.
doğru çevirmek. 2. teslim etmek. 3. k.
turn inside out dili yatmak.
içini dışına çevirmek, tersyüz etmek.
turn into 1. olmak, kesilmek, -e dönmek, -e dönüşmek. 2. -e çevirmek, -e
turn loose dönüştürmek,
salıvermek, serbest-e değiştirmek.
bırakmak.3. -e tercüme etmek, -e çevirmek.
turn of mind zihniyet, düşünce tarzı.
turn of phrase anlatım tarzı, üslup.
turn off 1. kapamak. 2. kesmek. 3. lafa boğmak, sözü çevirip cevapsız
turn on bırakmak.
1. açmak. 4. 2. den sapmak.
çevirmek. 3. 5. İng.
argo işine son vermek,esritmek;
heyecanlandırmak, yol vermek.
Turn on the lights to save 6. argo canını
merakını/ilgisini sıkmak.
uyandırmak. 4. açın.
bağlı olmak, bakmak. 5.
Gözlerinizi yormamak için ışığı
your eyes. düşman olmak. 6. saldırmak. 7. k. dili cinsel istek uyandırmak.
turn one´s ankle ayak bileğini burkmak.
turn one´s back on -e sırt çevirmek.
turn one´s back on s.o./s.t. birine/bir şeye sırt çevirmek.
turn one´s head -in başını döndürmek, -i gururlandırmak.
turn one´s/a hand (fiziki) iş yapmak: He won´t turn his hand. Parmağını bile
turn one´s/a hand to kıpırdatmaz.
(bir işle uğraşmaya) başlamak, (bir işe) el atmak: He´s turned
turn out his hand toetmek.
1. tersyüz journalism. Gazeteciliğe
2. dışarı el attı. 3. otlatmak için
atmak, kovmak.
turn over dışarıya çıkarmak.
1. çevirmek, 4. dışına
devirmek. dönmek.
2. havale 5. yapmak,
etmek, çıkarmak,
teslim etmek. 3.
üretmek,
devretmek. meydana
4. zihnindegetirmek.
evirip 6. söndürmek.
çevirmek. 7.
5. altüstkatılmak.
olmak, 8. k.
turn over a new leaf hayatını daha iyi bir yola koymak, yeniden başlamak.
dili yataktan
devrilmek, kalkmak.
dönmek. 6. 9. olmak,
(mal) alıpçıkmak.
satmak.
turn over a new leaf yeni bir hayata başlamak.
turn pale sapsarı kesilmek.
turn round çevirmek; çevrilmek, dönmek.
turn s.o. around one´s little
k. dili birini parmağında oynatmak.
finger
turn s.o.´s head birinin başını döndürmek.
turn s.t. down low ateşi, lambayı, radyoyu v.b.´ni kısmak.
turn s.t. to good account bir şeyi değerlendirmek.
turn s.t. to one´s purpose bir şeyden yararlanmak.
turn signal (otomobilin hangi yöne döneceğini gösteren) işaret
turn tail lambası/sinyal
k. dili cesaretinilambası.
yitirip kaçmak.
turn tail kaçmak, tüymek, toz olmak.
turn tail and run k. dili cesaretini yitirip gerisin geriye kaçmak.
turn the tables (on) k. dili durumu tersine çevirmek: They really turned the
turn the corner tables on him!atlatmak,
kritik noktayı Durumu bayağıköşeyi tersine
dönmek. çevirdiler!
turn the corner 1. köşeyi dönmek. 2. krizi geçirmek, tehlikeyi atlatmak.
turn the scales sonuca bağlamak, durumu değiştirmek.
turn the tables (on) durumu tersine çevirmek.
turn the tide olayların gidişini yüzde yüz/bütünüyle değiştirmek.
turn the trick işi halletmek.
turn thumbs down on -i reddetmek.
turn to 1. -e başvurmak, -in yardımını istemek. 2. (aklını/dikkatini) -e
turn to sugar vermek.
(reçel, bal3. v.b.)
(belirli bir sayfayı) açmak.
şekerlenmek.
turn traitor hain olmak, hainlik etmek.
turn turtle den. alabora olmak, altüst olmak, ters dönmek.
turn up 1. yukarı çevirmek, çevirip kaldırmak. 2. açmak, çevirmek. 3.
turn up one´s nose at ortaya
1. -i horçıkmak.
görmek,4. -e
gelmek.
burun 5. bulunmak.
bükmek, -e burun kıvırmak, -i
turn upside down beğenmemek.
1. altüst etmek; 2. altüst
-i reddetmek.
olmak. 2. devrilmek.
turnabout i. 1. atlıkarınca. 2. aksi yöne/fikre dönüş.
turncoat i. dönek adam, prensip değiştiren kimse.
turning i. 1. dönüş, dönme. 2. yoldan sapma/çıkma. 3. dönemeç, dönüş
turning point yeri.
dönüm noktası.
turnip i. şalgam.
turnout i. katılanlar, toplantı mevcudu.
turnover i. 1. devrilme. 2. tic. sermaye devri. 3. tic. iş hacmi. 4. meyveli
turnpike turta.
i. paralı otoyol.
turnstile i. turnike.
turn-up i., İng. (pantolonda) kıvrık paça, paçanın kıvrık kısmı.
turpentine i. terebentin.
turpentine tree bot. menengiç, melengiç, terebentinsakızağacı.
turquoise i. firuze, türkuvaz. s. türkuvaz, yeşile çalan mavi.
turret i. 1. mim. ufak kule. 2. ask. döner taret.
turtle i., zool. kaplumbağa.
turtledove i., zool. kumru.
turtleneck i. 1. balıkçı yaka. 2. balıkçı kazağı.
tusk i. 1. fildişi. 2. mors veya yabandomuzunun uzun azıdişi.
tussle f. (with) 1. (ile) dövüşmek. 2. (ile) mücadele etmek,
tut cebelleşmek,
ünlem Tut, tut! uğraşmak. i. 1. dövüşme, dövüş.
Bir şeyin onaylanmadığını 2. mücadele,
vurgulamak için
uğraşma.
söylenir:
tutelage i. 1. vasilik, vesayet. 2. koruma, himaye. 3. vesayet altındamail!
Tut, tut, you shouldn´t be reading other people´s
A, başkalarının
olma. 4. (özenli)mektuplarını
öğretim. okumamalısın böyle!
tutor i. 1. özel öğretmen. 2. İng. öğretmen. f. 1. özel ders vermek. 2.
tux ders vermek.
i., k. dili smokin.
tuxedo i. smokin.
TV i. televizyon, TV.
twaddle f. boş laf etmek, saçmalamak, zırvalamak. i. boş laf, saçma,
twang zırva.
f. 1. tıngırdamak; tıngırdatmak. 2. genizden konuşmak/ses
tweak çıkarmak.
f. i. 1. tıngırtı. 2.çekivermek.
1. (elle) büküvermek, genizden çıkan ses.makas almak, -den
2. -den
twee kesme almak. i. 1. (elle)
s., İng., k. dili şirin ama yapmacık.büküverme, çekiverme. 2. makas alma,
kesme alma.
tweed i. tüvit.
tweezers i., çoğ. cımbız.
twelfth s., i. 1. on ikinci. 2. on ikide bir.
twelve s. on iki. i. on iki, on iki rakamı (12, XII).
twentieth s., i. 1. yirminci. 2. yirmide bir.
twenty s. yirmi. i. yirmi, yirmi rakamı (20, XX).
twice z. 1. iki kez, iki kere, iki defa. 2. iki kat, iki misli.
twice a day günde iki kez.
twiddle f.
twiddle one´s thumbs 1. başparmaklarını birbirinin etrafında çevirmek. 2. k. dili vakit
twig öldürmek.
i. ince dal, sürgün.
twig f. (--ged, --ging) k. dili çakmak, anlamak, kavramak.
twilight i. alacakaranlık.
twin s. 1. ikiz: twin brother/sister ikiz kardeş. 2. çift: twin beds çift
twin set yatak. i. ikiz:için)
İng. (kadın Shekazakgave birth to twins.
ve hırka takımı. İkiz doğurdu.
twine i. 1. sicim. 2. sarma, bükme. f. sarmak, dolamak, bükmek;
twinge sarılmak,
f. birdenbire dolanmak.
sancı vermek; birdenbire sancılanmak. i. 1. (birden
twinkle saplanan) şiddetli
f. 1. pırıldamak, sancı. 2. 2.
ışıldamak. azap, üzüntü,
(gözler) sızı.
parlamak. 3. göz
twirl kırpıştırmak. i. 1. pırıldama. 2. pırıltı, ışıltı.
f. hızla dönmek, fırıldanmak; hızla döndürmek, fırıldatmak, 3. göz kırpıştırma. in
hızla
the twinkling
çevirmek. of an eye göz açıp kapayıncaya kadar; kaşla göz
twist f. 1. bükmek, sarmak, burmak; bükülmek, sarılmak, burulmak.
arasında.
twist off 2. ters anlam
büküp koparmak. vermek, çarpıtmak. i. 1. bükülme, sarılma,
twist s.o. around one´s little burulma. 2. ibrişim; sicim. 3. düğüm. 4. dönme, dönüş. 5. tvist
birini parmağında oynatmak/çevirmek.
finger
twist s.o. around one´s little dansı. 6. değişiklik.
k. dili birini parmağında oynatmak.
finger
twist s.o.´s arm k. dili birini zorlamak/mecbur etmek.
twist s.o.´s words birinin sözlerini çarpıtmak.
twist the lion´s tail İngilizlerin damarına basmak.
twist up büküp bırakmak.
twisted s. 1. bükülmüş. 2. çarpık, sapkın.
twister i. 1. büken şey/kimse. 2. döne döne giden top. 3. k. dili kasırga;
twit hortum.
f. (--ted, --ting) İng. takılmak, sataşmak. i., İng. 1. takılma,
twitch sataşma.
f. 1. kapıp2. k. dili salak,
çekmek. dangalak.
2. seğirmek; seğirtmek.
twitter f. cıvıldamak. i. cıvıltı.
two s. 1. iki. 2. çift. i. 1. iki, iki rakamı (2, II). 2. isk. ikili.
two cents worth k. dili görüş, fikir: get/put in one´s two cents worth fikrini
Two from ten leaves eight. söylemek.
Ondan iki çıkarsa sekiz kalır.
two-bit s., k. dili iki paralık, beş para etmez, beş paralık.
two-cycle s. iki zamanlı.
two-dimensional s. iki boyutlu.
two-edged s. 1. iki ağızlı, iki yüzü keskin. 2. iki anlamlı. 3. iki etkili.
two-faced s. 1. iki yüzlü. 2. ikiyüzlü, riyakâr.
two-fisted s., k. dili kuvvetli ve saldırgan.
twofold s., z. iki kat, iki misli.
two-phase s., elek. iki fazlı.
two-piece s. iki parçalı: two-piece bathing suit bikini. two-piece dress
two-seater döpiyes.
i. iki kişilik araba/uçak.
twosome i. çift, ikili, iki kişi.
two-way s. 1. iki yönlü: two-way traffic iki yönlü trafik. 2. iki doğrultuda.
-ty sonek -lik, -lık.
tycoon i., k. dili çok zengin ve nüfuzlu işadamı, kral.
tympanic s., anat. kulakzarına/ortakulağa ait.
tympanic membrane anat. kulakzarı.
tympanites tym.pa.ni.tis (tîmpınay´tîs) i., tıb. mide genişlemesi, timpanizm.
type i. 1. çeşit, cins, tür, tip: The three of them are different types of
type up people. Üçü de üç
daktilo etmek; ayrı tip insan.
bilgisayarda of the
yazmak: Heclassic type to
was going klasik
type up
türden.
his notes 2. numune,
on his örnek.
computer. 3. sınıf,
Notlarını kategori. 4. ideal
bilgisayarında örnek. 5.
yazacaktı.
typescript i. daktilo ile yazılmış yazı.
matb. basma harf/harfler; hurufat. f. 1. daktilo etmek: She can
typesetter i. dizgici,
type one mürettip.
hundred words a minute. Dakikada yüz sözcük daktilo
typewriter edebiliyor.
i. daktilo. 2. daktiloda yazmak: He has been typing since this
typhoid morning.
i., tıb. tifo,Bu sabahtan beri daktiloda yazıyor. 3. tipini/türünü
karahumma.
saptamak; belirli bir kategoriye ayırmak.
typhoid fever tıb. tifo, karahumma.
typhoon i. tayfun.
typhus i., tıb. tifüs, lekelihumma.
typical s. 1. tipik. 2. tipine özgü.
typically z. 1. tipik olarak. 2. tipik derecede. 3. genellikle.
typify f. 1. -in tipik örneği olmak: His attitude typifies the problem.
typist Onun tutumu sorunun tipik bir örneğidir. 2. -in simgesi olmak, -i
i. daktilograf.
simgelemek: National flags typify the patriotic spirit. Milli
typo i., k. dili baskı hatası; dizgi yanlışı/hatası.
bayraklar vatanseverlik ruhunu simgeler.
typographic s. basımla ilgili, tipografik.
typographic error baskı hatası; dizgi yanlışı/hatası.
typographical s., bak. typographic.
typography i. 1. baskı, basılı şeyin biçimi/görünümü. 2. basımcılık,
tyrannic tipografya.
s., bak. tyrannical.
tyrannical s. zalim, zorba, gaddar.
tyrannise f., İng., bak. tyrannize.
tyrannize f. (over) -e zulmetmek, -i ezmek.
tyrannous s. zalimce, zorbaca.
tyranny i. 1. zulüm, zorbalık, gaddarlık, despotluk. 2. zorbalık yönetimi;
tyrant zorba hükümet.
i. 1. zorba, zalim. 2. tiran, zorba hükümdar, despot.
tyre i., İng., oto., bak. tire 2.
tzar i., bak. czar.
tzetze i., bak. tsetse.
U, u i. 1. U, İngiliz alfabesinin yirmi birinci harfi. 2. U şeklinde şey.
ubiquitous s. aynı zamanda her yerde bulunan.
U-boat i. Alman denizaltısı.
U-bolt i. U harfi biçiminde iki ucu yivli cıvata.
udder i. inek memesi.
UFO kıs. unidentified flying object.
Uganda i. Uganda.
Ugandan i. Ugandalı. s. 1. Uganda, Uganda´ya özgü. 2. Ugandalı.
ugh ünlem Of!/Öf! (Nefret/tiksinme belirtir.).
ugly s. 1. çirkin. 2. iğrenç. 3. kötü, tatsız, nahoş. 4. k. dili ters,
UK huysuz. 5. fırtınalı.
kıs. the United Kingdom (of Great Britain and Northern Ireland)
Ukraine Büyük
i. Britanya ve Kuzey İrlanda Birleşik Krallığı.
Ukrainia i. Ukrayna.
Ukrainian i. 1. Ukraynalı. 2. Ukraynaca. s. 1. Ukrayna, Ukrayna´ya özgü. 2.
ulama Ukraynaca.
i. ulema. 3. Ukraynalı.
ulcer i. 1. ülser. 2. irinli yara.
ulcerate f. ülsere dönüşmek, ülserleşmek; ülsere dönüştürmek,
ulcerous ülserleştirmek.
s. 1. ülserli. 2. ülser türünden. 3. ülsere dönüşmüş, ülserleşmiş.
ulema i., bak. ulama.
ulterior s. 1. gizli, açığa vurulmamış, itiraf edilmemiş: ulterior motive
ultimate gizli
s. 1. amaç. 2. sonraki.
son, nihai, en son:3.ultimate
öte yandaki,
realityötedeki.
son gerçek. 2. esas,
ultimately temel: ultimate
z. eninde sonunda. principles temel ilkeler. 3. en büyük, en yüksek:
the ultimate good en büyük iyilik.
ultimatum çoğ. --s (^ltımey´tımz)/ul.ti.ma.ta (^ltımey´tı) i. ültimatom.
ultra s. aşırı, son derece. i. aşırıcı, aşırıcılık yanlısı.
ultraconservative s. aşırı derecede tutucu/muhafazakâr.
ultramodern s. son derece modern, ültramodern, çağüstü.
ultrared s. kızılötesi, enfraruj.
ultrasonic s. ültrasonik.
ultrasound i. ültrason.
ultraviolet s. ültraviyole, morötesi.
umber i. ombra.
umbilical s. 1. göbeğe ait. 2. göbeğe yakın.
umbilical cord anat. göbek kordonu.
umbra çoğ. --s (^m´brız)/--e (^m´bri) i. 1. gölge. 2. gökb. tam gölge. 3.
umbrage zool. minakop, alınma.
i. 1. gücenme, taşlevreği, gölgebalığı.
2. gölge. 3. gölge yapan şey (ağaç).
umbrella i. şemsiye. s. bütünü kapsayan.
umbrella pine bot. fıstıkçamı.
umbrella stand şemsiyelik.
umbrine i., zool. minakop, taşlevreği, gölgebalığı.
umlaut i ünlü harf üzerine konulan çift nokta.
umpire i. hakem. f. hakemlik yapmak.
umpteen s., k. dili sayısız, pek çok.
UN kıs. the United Nations BM (Birleşmiş Milletler).
un- önek -siz, -sız, gayri.
unable s. 1. yapamaz, elinden gelmez. 2. beceriksiz.
unabridged s. kısaltılmamış, tam.
unacceptable s. kabul edilemez.
unaccommodating s. kendi rahatını feda edemeyen.
unaccompanied s. 1. yanında kimse olmayan, eşlik edilmeyen, yalnız. 2. müz.
unaccountable eşlik edilmeyen,
s. 1. nedeni refakatsiz. anlaşılmaz, garip. 2. sorumsuz,
anlaşılamayan,
unaccustomed hesabı verilmeyen.
s. alışılmamış, 3. olağanüstü.
alışılmadık.
unaffected s. 1. yapmacıksız, doğal, tabii. 2. etkilenmemiş.
unaided s. yardımsız, kendi başına, yalnız başına.
unalterable s. değiştirilmesi imkânsız, değiştirilemez.
unanimity i. oybirliği, ittifak.
unanimous s. aynı fikirde, müttefik.
unanimously z. oybirliğiyle, ittifakla.
unanswerable s. 1. cevaplandırılamaz, yanıtlanamaz. 2. çürütülemez; itiraz
unappealing edilemez.
s. zevksiz, 3. sorumlu
çekici tutulamaz.
olmayan, nahoş.
unapproachable s. 1. yaklaşılmaz. 2. eşsiz, emsalsiz.
unarmed s. silahsız.
unashamed s.
unassailable s. doğruluğundan şüphe edilemez; su götürmez, çürütülemez.
unassisted s. yardımcısız; yardımsız. z. yalnız başına, yardım görmeden.
unassuming s. alçakgönüllü, mütevazı, gösterişsiz.
unattached s. 1. bağlı olmayan. 2. eşi/nişanlısı olmayan, bekâr.
unattainable s. elde edilemez, ulaşılmaz.
unattended s. 1. bakılmamış, yapılmamış (iş). 2. ihmal edilmiş. 3. yalnız,
unattractive refakatsiz. 4. başıboş.
s. çekici olmayan, sevimsiz, cazibesiz.
unauthorized s. 1. yetkisiz. 2. izinsiz. 3. resmi olmayan.
unavailable s. mevcut olmayan, bulunmayan.
unavailing s. boş, nafile, beyhude, yararsız, faydasız.
unavoidable s. kaçınılmaz, önüne geçilmez.
unaware s.
unawares z.
unbalance f. dengesini bozmak.
unbalanced s. 1. dengesiz. 2. akli dengesi bozuk.
unbalanced budget açık veren bütçe.
unbearable s. çekilmez, dayanılmaz.
unbeaten s. 1. yenilmemiş, namağlup. 2. kırılmamış (rekor). 3. ayak
unbecoming basılmamış (yol).
s. 1. yakışıksız, uygunsuz, yakışık almayan: unbecoming
unbeknown behavior uygunsuz davranış.
s. to 1. -in haberi olmadan, 2. yakışmayan:
-den Herbilinmeyen,
habersiz. 2. -ce new dress is-ce
unbecoming.
meçhul. Yeni elbisesi ona yakışmamış.
Unbeknown to us, they had already bought the house.
unbeknownst s., bak. unbeknown.
Bizim haberimiz olmadan evi almışlardı bile.
unbelievable s. inanılmaz.
unbeliever i. 1. Allaha inanmayan kimse, imansız, inançsız. 2. (bir
unbelieving şeye/birine)
s. 1. inanmayan,inanmayan
şüpheci.kimse.
2. iman etmeyen, imansız, inançsız.
unbending s. kararından dönmez, boyun eğmez.
unbiased s. taraf tutmayan, tarafsız, yansız.
unbidden s. 1. davetsiz. 2. kendiliğinden gelen (fikir).
unbleached s. ağartılmamış.
unbleached muslin amerikanbezi.
unblemished s. lekesiz, kusursuz.
unblushing s. utanmaz, yüzsüz.
unblushingly z. utanmadan.
unborn s. 1. doğmamış, henüz dünyaya gelmemiş. 2. gelecek,
unbound müstakbel.
s. ciltlenmemiş, ciltsiz.
unbowed s. eğilmemiş, baş eğmemiş, boyun eğmemiş.
unbridled s. 1. dizginsiz, dizgin vurulmamış (at). 2. aşırı, dizginsiz, ölçüsüz.
unbroken s. 1. kırılmamış, bütün. 2. sürekli, aralıksız. 3. boyun eğmemiş.
unbuckle 4. yarıda kesilmemiş.
f. tokasını açmak. 5. terbiye edilmemiş, alıştırılmamış (at).
unburden f. 1. yükten kurtarmak. 2. derdini dökmek.
unbusinesslike s. iş düzenine aykırı.
unbutton f. düğmelerini çözmek.
uncalled-for s. 1. gereksiz, lüzumsuz, istenilmeyen. 2. yersiz, yerinde
uncanny olmayan. 3. haksız.
s. 1. acayip. 2. esrarengiz, olağanüstü. 3. tekin olmayan.
uncap f. (--ped, --ping) kapağını açmak.
uncared-for s. bakımsız.
unceasing s. 1. sürekli, aralıksız. 2. sonsuz, bitmez tükenmez.
unceremonious s. 1. nezaketsizce yapılan, kaba. 2. teklifsiz. 3. resmi olmayan.
uncertain s. 1. şüpheli. 2. belirsiz. 3. kesin olmayan. 4. güvenilmez. 5.
uncertainty kararsız. 6. şüphe,
i. 1. kuşku, değişken, dönek.2. belirsizlik. 3. kesinsizlik.
tereddüt.
unchangeable s. değişmez.
unchanged s. değişmemiş.
unchanging s. değişmez, değişmeyen.
uncharitable s. 1. acımasız, sert, katı yürekli. 2. bağışlamaz, affetmeyen. 3.
uncharted kusur bulan. yapılmamış. 2. bilinmeyen, meçhul.
s. 1. haritası
unchecked s. 1. kontrol edilmemiş; önü alınmamış. 2. başıboş bırakılmış,
unchristian kontrolsüz.
s. 1. Hristiyan olmayan. 2. Hristiyanlığa aykırı, Hristiyana
uncircumcised yakışmaz. 3. acımasız, merhametsiz. 4. nazik olmayan, kaba.
s. sünnetsiz.
uncivil s. kaba, nezaketsiz.
uncivilised s., İng., bak. uncivilized.
uncivilized s. 1. medeniyetsiz. 2. vahşi.
unclaimed s. sahibi çıkmamış.
unclasp f. 1. (sıkılan eli) bırakmak. 2. (tokayı) açmak.
uncle i. 1. amca: paternal uncle amca. 2. dayı: maternal uncle dayı. 3.
Uncle Sam enişte: AuntAmca
k. dili Sam Rosa´s husband
(A.B.D. için is
birone
ad).of my uncles. Rosa Teyze
´nin kocası eniştelerimden biri. 4. amca, yaşlı adam. 5. argo
unclean s. 1. kirli, pis. 2. murdar. 3. ahlaksız, günahkâr.
tefeci.
unclear s. 1. bulanık. 2. zor anlaşılır. 3. karışık.
unclench f. (sıkılmış eli) açmak/açtırmak; (sıkılmış el) açılmak.
unclinch f., bak. unclench.
uncloak f. 1. örtüsünü kaldırmak. 2. meydana çıkarmak, açığa vurmak,
unclog ortaya dökmek.
f. (--ged, --ging) (tıkanık bir şeyi) açmak: This substance will
unclose unclog the bathtub drain. Bu madde banyo küvetindeki
f. açmak; açılmak.
tıkanıklığı giderir.
uncoil f. (halka şeklinde sarılı bir şeyi) açmak/çözmek; (halka şeklinde
uncomfortable sarılı bir şey)
s. 1. rahat açılmak/çözülmek.
olmayan, rahatsız. 2. rahatsız edici, nahoş.
uncommitted s. 1. taahhüt altına girmemiş. 2. bağımsız. 3. fikrini söylememiş.
uncommon s. 1. nadir, seyrek. 2. olağanüstü, fevkalade.
uncommonly z. 1. olağanüstü bir şekilde. 2. nadiren.
uncommunicative s. ketum, ağzı sıkı, az konuşan.
uncomplaining s. şikâyet etmeyen, sabırlı.
uncompromising s. 1. düşünce, ilke veya kararlarından vazgeçmez. 2. uzlaşmaz,
unconcealed uyuşmaz.
s. açıkta olan,3. sözünden dönmez. 4. katı, sert.
açık, gizlenmemiş.
unconcern i. umursamazlık, lakaytlık, kayıtsızlık, ilgisizlik.
unconcerned s. umursamaz, lakayt, kayıtsız, ilgisiz.
unconditional s. kayıtsız şartsız.
unconditionally z. kayıtsız şartsız olarak.
unconfirmed s. doğrulanmamış.
uncongenial s. 1. uyuşamayan. 2. sıkıcı, tatsız.
unconnected s. 1. birbirine bağlı olmayan, ayrı. 2. tutarsız.
unconscionable s. 1. mantıksız, makul olmayan, aşırı; fahiş (fiyat). 2. vicdansız;
unconscious insafsız.
s. 1. farkında olmayan, habersiz: He is unconscious of the
unconstitutional seriousness
s. anayasayaofaykırı.
our environmental problems. Çevresel
sorunlarımızın ne kadar ciddi olduğunun farkında değil. 2.
unconstitutionality i. anayasaya aykırılık.
baygın: The patient is unconscious. Hasta baygın. 3. bilinçsiz,
unconstrained s. zorlanmamış,
şuursuz. i. serbest.
uncontrollable s. zaptedilemeyen, frenlenemeyen.
uncontrolled s. kontrol altına alınmamış, kontrolsüz, denetimsiz: uncontrolled
unconventional population
s. geleneklere growth kontrol altına alınmamış nüfus artışı.
uymayan.
uncooked rice pirinç.
uncork f. (şişenin) mantarını/tapasını çıkarmak.
uncorrected s. düzeltilmemiş.
uncorroborated s. doğruluğu kanıtlanmamış.
uncouth s. 1. kaba, inceliksiz. 2. tuhaf.
uncover f. 1. örtüsünü kaldırmak, açmak: He removed the bandage in
uncritical order to uncovertenkit
s. eleştirmeyen, the wound. Yarayı
etmeyen, açmak için sargıyı
değerlendirici çıkardı. 2.
olmayan.
meydana çıkarmak, ortaya çıkarmak, açığa çıkarmak: A police
uncultivated s. 1. işlenmemiş (toprak). 2. kültürsüz, yontulmamış.
investigation uncovered his crime. Polis soruşturması suçunu
uncut s. 1. kesilmemiş.
ortaya çıkardı. 2. kenarları açılmamış (sayfalar). 3.
kısaltılmamış, kesilmemiş, hiçbir bölümü çıkarılmamış
(kitap/oyun/film).
undamaged s. zarar görmemiş.
undamped s. 1. azaltılmamış, söndürülmemiş (duygu): His ardor remained
undampened undamped. Ruhundaki ateş sönmemişti. 2. ıslatılmamış.
s., bak. undamped.
undated s. tarihsiz.
undaunted s. korkusuz, yılmaz, cesur.
undecided s. 1. karar verilmemiş, sallantıda, askıda. 2. kararsız, karar
undecipherable vermemiş,
s. okunamayan, tereddüt içinde.
çözülemeyen, deşifre edilemeyen.
undeclared s. 1. açığa vurulmamış. 2. bildirilmemiş, beyan edilmemiş.
undefined s. 1. belirsiz, belli olmayan. 2. tanımlanmamış, tarif edilmemiş.
undeniable s. inkâr edilemez, su götürmez.
undeniably z. inkâr edilemeyecek bir şekilde: That´s undeniably true. Onun
under doğruluğu
edat 1. altına;inkâr edilemez.
altında; altından: They hid under the table.
under- Masanın
önek 1. altında, altındaki. 2.They
altına saklandılar. wereeksik,
yetersiz, sittingaz.
under the
3. aşağısında. 4.
umbrella.
ikinci, Şemsiyenin
muavin, altında
yardımcı. oturuyorlardı. under an oppressive
under a cloud 1. şüphe altında. 2. gözden düşmüş.
regime zorba bir yönetim altında. Go around the ladder, not
under age reşit olmamış,
under rüştünü
it. Merdivenin ispat etmemiş.
etrafından dolan, altından geçme. 2. -den
under arms aşağı, -den eksik, -den az, -den küçük: He can run that distance
silahlanmış.
under cover in
1.under twenty
gizlenmiş. 2. seconds.
sığınmış. O 3. mesafeyi yirmi saniyeden az bir
zarf içinde.
zamanda koşabilir. All of the children are under twelve years of
under cover of perdesi
age. altında,hepsi
Çocukların kisvesi
onaltında.
iki yaşından küçük. 3. yönetimi altında,
under cultivation işlenmiş (toprak).
yönetiminde, idaresinde: Iraq prospered under Ottoman rule.
under duress Irak
baskıOsmanlıların
altında. yönetimi altında bayındırlaştı. z. 1. daha aşağı:
Every book on this table sells for two million liras and under. Bu
under false colors sahte bir kimlikle.
masadaki her kitap iki milyon liraya veya daha aşağıya satılıyor.
under foot ayak
2. dahaaltında.
küçük, altında: This school is for children who are five
under lock and key years old and under. Bu okul beş yaş ve altındaki çocuklar için.
kilit altında.
under no circumstances s. alt, aşağıdaki:
hiçbir şekilde. the under layers alt tabakalar.
under one´s breath alçak sesle, fısıldayarak.
under one´s nose burnunun dibinde.
under one´s nose burnunun dibinde.
under one´s very eyes gözünün önünde.
under police escort 1. polis gözetiminde. 2. polis korumasıyla.
under protest protesto ederek.
under sail yelkenleri fora edilmiş olarak, seyir halinde.
under seal mühürlenmiş, mühürlü.
under separate cover ayrı bir zarfta.
under the auspices of himayesinde.
under the circumstances bu durumda, hal böyle olunca.
under the circumstances öyle ise, o halde, bu durumda, bu şartlar altında.
under the cloak of kisvesi altında.
under the influence k. dili sarhoş.
under the open sky açık havada, gök kubbe altında.
under the seal of secrecy gizli tutmak kaydıyla.
under the table k. dili el altından, gizlice.
under weigh hareket halinde, yolda.
underage s.
underarm s. koltuk altında olan, koltuk altı.
underbid f. (un.der.bid, --ding) (başka bir kimse veya firmadan) daha
underbrush aşağı fiyat teklif etmek.büyük ağaçların altında yetişen) çalılar
i. (ormandaki/korudaki
undercarriage ve
i. 1.ağaççıklar, çalılık.
oto. şasi. 2. hav. iniş takımı.
undercharge f. gerekenden düşük fiyat vermek/teklif etmek; gerekenden
undercharge az/eksik para istemek/almak.
i. gerekenden düşük fiyat.
underclothes i., çoğ. iç çamaşırlar.
undercoat i. astar, astar boyası.
undercover s. 1. gizli yapılan, gizli. 2. gizli çalışan.
undercurrent i. 1. altakıntı. 2. gizli eğilim.
undercut f. (un.der.cut, --ting) 1. (başkasının önerdiği fiyattan) ucuza
underdevelop satmak. 2. (başkasının
f., foto. eksik develope önerdiği fiyattan)
etmek, düşük düşük fiyat
açındırmak.
vermek/teklif etmek.
underdeveloped s. 1. azgelişmiş (ülke). 2. foto. eksik develope edilmiş, düşük
underdeveloped country açındırılmış
azgelişmiş ülke.(film).
underdog i. 1. kazanma şansı az olan kimse/takım. 2. güçsüz/zayıf
underdone durumda
s., İng. azolan
pişmiş,kimse/grup/ülke.
içi pişmemiş (et).
underemployed s. yeterli derecede çalıştırılmayan.
underestimate f. gerçek değerinin altında paha biçmek: The jeweler has
underestimate underestimated
i. gerçek değerinin thealtında
value of your
paha ring. Kuyumcu yüzüğüne
biçme.
gerçek değerinin altında paha biçmiş.
underexpose f. (filmi) düşük ışıklamak, az ışıklamak.
underexposed s. düşük ışıklı (film).
underexposure i. 1. (filmi) düşük ışıklama, az ışıklama. 2. düşük ışıklılık.
underfoot z. ayaklar altında.
undergarment i. iç çamaşırı.
undergird f. 1. desteklemek. 2. alttan desteklemek.
undergo f. (un.der.went, --ne) 1. geçirmek; görmek; -e uğramak: He
undergone underwent surgery last year. Geçen yıl ameliyat geçirdi. This
f., bak. undergo.
building´s now undergoing repair. Bu bina şimdi tamirat
undergrad i., s., k. dili, bak. undergraduate.
görüyor. It must be bottled before it´s undergone fermentation.
undergraduate i. üniversite öğrencisi.
Fermantasyona s. üniversite
uğramadan öğrencisine
önce şişelenmesi ait. Right now
gerek.
underground he´s undergoing2.a gizli
z. 1. yeraltında. physical examination. Şu anda doktor
olarak.
underground muayenesinden geçiyor. 2. (sıkıntı)
s. 1. yeraltı. 2. gizli. i. 1. yeraltı. 2. İng. çekmek;
metro.(katlanılması zor
bir şeye) maruz kalmak: She´s undergone a lot of suffering. Çok
undergrowth i. (ormandaki/korudaki
sıkıntı çekti. büyük ağaçların altında yetişen) çalı,
underhand ağaççık v.b.´nden oluşan
z. el altından, gizlice, sinsice, bitkihile
örtüsü.
ile.
underhanded s. el altından yapılan, hileli.
underlain f., bak. un.der.lie.
underlay f., bak. un.der.lie.
underlie f. (un.der.lay, un.der.lain, un.der.ly.ing) -in altında
underline bulunmak/yatmak,
f. altını çizmek. -in temelinde yatmak, -in asıl nedeni olmak,
-in temelini oluşturmak.
undermine 1. (yavaş yavaş/sinsice) zarar vermek: Years of dissipation had
undermost undermined
s. en alttaki. hisz. 1.health. Yıllarca
en altta; altta.süren
2. en sefahat sağlığına zarar
alta; alta.
vermişti. Their activities are undermining the authority of the
underneath z., edat altına; altında.
state. Onların faaliyetleri devletin otoritesini sarsıyor. 2. (bir
undernourished s. iyi beslenmemiş.
şeyin) altındaki toprağı kazarak çıkarmak; (bir şeyin) altındaki
underpaid toprağı oymak.
f., bak. underpay. s. hak ettiğinden az para alan.
underpants i., çoğ. külot, don; slip.
underpass i. altgeçit.
underpay f. hak ettiğinden az para vermek.
underpin f. (--ned, --ning) 1. (bir şeyin) temelini oluşturmak: Logic
underprivileged underpins
s. başkalarına this sağlanan
thesis. Buimkânları
tez mantık üzerine kurulu. 2. payanda
olmayan.
vurmak, payandalamak, desteklemek.
underrate f. gerçek değerinden az değer vermek, küçümsemek.
underscore f. 1. altını çizmek. 2. vurgulamak, üstünde durmak, altını
undersecretary çizmek. i. bir sözcüğün altına çizilmiş çizgi.
i. müsteşar.
undersell f. (un.der.sold) fiyat kırarak satmak; -den ucuza satmak.
undershirt i. atlet fanilası, atlet, fanila.
undershoot f. (un.der.shot) hedefe isabet ettirememek; hedefe
undershot erişememek.
f., bak. undershoot.
underside i. alt taraf, alt.
undersigned s. altında imza bulunan. i.
underskirt i. jüpon.
undersold f., bak. undersell.
understaffed s. personel eksikliği olan: We are understaffed. Bizde bir
understand personel eksikliği1.var.
f. (un.der.stood) anlamak, kavramak: I understand what they
understandable are saying. Söylediklerini
s. anlaşılır, anlaşılması mümkün, anlıyorum. I cannot understand the
kavranılır.
meaning of infinity. Sonsuzluğun anlamını kavrayamıyorum. 2.
understanding i. 1. anlayış, anlama, kavrayış; kavrama gücü. 2. anlaşma: We
iyice bilmek, -den anlamak: He understands machines.
understate have
f. come to an
olduğundan understanding.
eksik/hafif Bir anlaşmaya vardık. He
göstermek.
Makinelerden anlıyor. 3. işitmek, duymak: I understand that he
attends the meetings on the understanding that he may neither
understatement has
i. birchanged his plans.hafif
şeyi olduğundan Planlarını değiştirdiğini
gösteren ifade. duydum. 4.
speak nor vote. Konuşmaması ve oy kullanmaması şartıyla
anlam vermek,
f., bak. understand. yorumlamak: They understood
anlaşılan,his message to
understood toplantılara katılıyor.s.3.söylenilmeden
bilgi: My understanding farzedilen.
of physics is
mean that he did not wish to see them. Mesajını, onları görmek
understudy limited.
i., Fizik oyuncu.
tiy. yedek bilgim sınırlı. 4. anlayış, halden anlama; birbirini
istemediği şeklinde yorumladılar. 5. anlayış göstermek: When
anlama: It´s
f. (un.der.took, an organization that works to promote international
undertake people come to--n) pour1.out
üzerine
their almak,
problems üstlenmek.
to her she2.tries
girişmek.
to
understanding. Ülkelerin birbirini daha iyi anlamaları için çalışan
undertake a journey understand
uzun them. İnsanlar ona
bir yolculuğa hazırlanıp çıkmak.dertlerini dökmeye geldikleri
bir kuruluştur.
zaman onlara anlayış göstermeye çalışıyor.
undertaken f., bak. undertake.
undertaker i. 1. müteahhit, üstenci. 2. girişimci.
undertaker i. cenaze levazımatçısı, para karşılığı cenaze işlerini üstlenen
undertaking kimse.
i. 1. iş. 2. proje, girişim. 3. üzerine alma, üstlenme.
undertone i. 1. alçak ses tonu, fısıltı. 2. bir söz, yazı veya eylemde sezilen
undertook duygu: There was an undertone of sadness in his remarks.
f., bak. undertake.
Söylediklerinde hüzün vardı.
undertow i. deniz yüzündeki akıntıya ters giden dip akıntısı.
undervalue f. 1. gerçek değerinden az değer vermek. 2. küçümsemek.
underwater s. su altında olan/kullanılan, sualtı.
underwear i. iç çamaşırı.
underweight s. gereken ağırlığın altında olan.
underwent f., bak. undergo.
underworld i. 1. mit. ölüler diyarı. 2. yeraltı dünyası, yeraltı.
underwrite f. (un.der.wrote, un.der.writ.ten) 1. sigorta etmek. 2. (bir
underwritten girişimi) finanse etmeyi üstlenmek.
f., bak. underwrite.
underwrote f., bak. underwrite.
undeserved s. hak edilmemiş.
undesirable s. 1. istenilmeyen. 2. sakıncalı. i. istenilmeyen kişi.
undetected s. farkedilmemiş.
undeterred s. yılmayan, azimli.
undeveloped s. 1. gelişmemiş. 2. işlenmemiş (toprak). 3. foto. banyo
undeviating edilmemiş.
s. yolundan sapmayan.
undid f., bak. undo.
undisciplined s. 1. disiplinsiz. 2. ele avuca sığmaz, zaptedilmez.
undisclosed s. açığa vurulmamış, gizli.
undisguised s. gizlenmemiş, açık.
undisputed s. karşı gelinmez, tartışılmaz.
undo f. (un.did, --ne) 1. çözmek, açmak: undo a knot düğümü
undo the harm that has been çözmek. 2. bozmak, iptal etmek: The opposition party plans to
yapılan zararı telafi etmek.
done undo the reforms made by the party in power. Muhalefet partisi
undoing i. mahvolma nedeni: Drink was his undoing. Mahvolmasına yol
iktidar partisinin yaptığı reformları iptal etmeyi planlıyor. 3.
undone açan
f., bak.şey içkiydi.
undo. s. 1. yapılmamış. 2. açılmış, çözülmüş.
mahvetmek, felakete sürüklemek: It was his own stubbornness
undoubted which
s. undid
kesin, him.
şüphesiz. Onu mahveden kendi inatçılığıydı.
undoubtedly z. hiç kuşkusuz, hiç şüphesiz, kesinlikle; hiç kuşku yok.
undreamed-of s. akla hayale gelmez.
undress f. 1. giysilerini çıkarmak, soymak; soyunmak. 2. sargısını açmak.
undressed i.
s. 1. çıplak. 2. işlenmemiş (deri). 3. sosu/terbiyesi olmayan
undue (yemek).
s. 1. aşırı: undue strictness aşırı sertlik. 2. yasaya aykırı, usule
undulate aykırı: undue seizure
f. dalgalandırmak; yasaya aykırı el koyma. 3. uygunsuz,
dalgalanmak.
yakışıksız, yersiz: undue criticism yersiz eleştiri. 4. vadesi
gelmemiş.
undulate s. dalgalı.
undulation i. 1. dalgalanma. 2. dalga.
unduly z. 1. aşırı derecede. 2. boş yere, gereksiz yere. 3. haksız yere.
undying 4. yersiz olarak.
s. ebedi, ölümsüz, ölmez, sonsuz.
unearth f. 1. toprağı kazıp çıkarmak. 2. meydana çıkarmak, keşfetmek.
unearthly s. 1. doğaüstü. 2. k. dili acayip, garip, uygunsuz.
unease i. tedirginlik; huzursuzluk.
uneasiness i. tedirginlik; huzursuzluk; endişe, kaygı.
uneasy s. 1. tedirgin; huzursuz; endişeli, kaygılı. 2. rahatsız eden. 3.
uneducated endişelendirici, kaygılandırıcı.
s. eğitimsiz, okumamış, 4. her an bozulabilecek (bir
tahsil görmemiş.
barış/koalisyon).
unemotional s. duygusuz.
unemployable s. çalıştırılması için gerekli vasıfları olmayan.
unemployed s. 1. işsiz, boşta. 2. kullanılmayan.
unemployment i. işsizlik.
unending s. sonsuz, bitmez tükenmez.
unendurable s. dayanılmaz, çekilmez.
unequal s. 1. eşit olmayan. 2. düzensiz. 3. to için yetersiz: In the end he
unequaled proved
s. eşsiz,unequal to the job.
eşi bulunmaz, Sonunda işin üstesinden
emsalsiz.
gelemeyeceği belli oldu.
unequalled s., İng., bak. unequaled.
unerring s. 1. hata yapmaz, hatasız, yanılmaz, şaşmaz. 2. tam,
uneven mükemmel.
s. 1. düz olmayan, inişli yokuşlu, engebeli; pürüzlü: uneven
unevenly ground
z. 1. düzdüz olmayan toprak.bir
olmayan/engebeli steep and uneven
biçimde. piece of bir
2. eşit olmayan land
engebeli
biçimde. arazi parçası. uneven surface pürüzlü yüzey. 2. eşit
uneventful s. olaysız, hadisesiz, sakin.
olmayan: The legs of the chair are uneven. Sandalyenin ayakları
unexampled s. eşideğil.
eşit görülmemiş, benzerinumber
3. tek: uneven olmayan,tekeşsiz.
sayı. 4. düzensiz;
unexceptional istikrarsız.
s. sıradan, olağan.
unexpected s. beklenmedik, umulmadık.
unexpectedly z. beklenmedik bir biçimde, umulmadık bir biçimde.
unexplained s. açıklanmamış.
unexplored s. keşfedilmemiş.
unexpurgated s. müstehcen/sakıncalı bölümleri çıkarılmamış (kitap, oyun v.b.).
unfading s. solmaz.
unfailing s. 1. hiç eksilmeyen, her zaman var olan (bir nitelik): She
unfair embarked
s. 1. haksız, upon the task
adaletsiz. 2. with
hileli.her unfailing enthusiasm. Hiç
eksilmeyen şevkiyle işe girişti. 2. (birinin) hiç bıkmadığı (bir
unfaithful s. 1. vefasız, hakikatsiz; sadakatsiz: unfaithful friend vefasız
şey): For her reading is an unfailing source of pleasure. Onun
arkadaş. unfaithful
s. alışılmadık; spouse sadakatsiz eş. 2. güvenilmez, yanlış:
bilinmedik,
unfamiliar için okumak hiç bıkmadığıyabancı.
bir zevktir. 3. her zaman
unfaithful translation güvenilmez çeviri.
unfashionable güvenilebilen, yanılmaz:
s. demode, modaya uymayan, It´s anmoda
unfailing test. Yüzde
olmayan; yüz
rağbette
unfasten güvenilir
olmayan. bir test. 4. çok sadık: She´s an unfailing
f. çözmek, gevşetmek, açmak; çözülmek, gevşemek, açılmak. supporter of
reform. Reformun sadık bir destekçisidir.
unfathomable s. 1. kavranılamaz, sırrına varılamaz. 2. ölçülemez.
unfavorable s. 1. olumsuz: His reaction was unfavorable. Gösterdiği tepki
unfeeling olumsuzdu.
s. 1. duygusuz. 2. uygun olmayan,
2. zalim, elverişsiz: unfavorable weather
katı kalpli.
elverişsiz hava.
unfeigned s. 1. yapmacıksız, samimi. 2. gerçek, hakiki.
unfertile s. verimsiz.
unfinished s. bitmemiş, tamamlanmamış.
unfit s. 1. uygun olmayan: He is unfit for this job. Bu işe uygun biri
unflagging değil. 2. sağlık açısından
s. 1. yorulmaz. 2. bitmez uygun olmayan;
tükenmez, formunda olmayan.
sonsuz.
unflappable s., k. dili soğukkanlılığını/itidalini kaybetmeyen, sinirleri kuvvetli.
unflinching s. cesur, korkusuz, gözü yılmaz.
unfold f. 1. (katlanmış bir şeyi) açmak; (katlanmış bir şey) açılmak. 2.
unforeseen açıklamak,
s. beklenmedik, belirtmek. 3. (yavaş yavaş) görünmek/baş
umulmadık.
göstermek.
unforgettable s. unutulmaz.
unforgiven s. affedilmemiş; affedilmeyen.
unforgotten s. unutulmamış; unutulmayan.
unfortunate s. 1. şanssız, talihsiz, bedbaht; zavallı. 2. kötü, olumsuzluk
unfortunately getiren.
z. ne yazık3. kötü, uygun olmayan.
ki, maalesef.
unfounded s. temelsiz, asılsız, boş.
unfriendly s. dostça olmayan, düşmanca.
unfurl f. (yelken, bayrak gibi sarılı bir şeyi) açmak.
unfurnished s. mobilyasız, möblesiz, döşenmemiş.
ungainly s. 1. hantal; kaba; biçimsiz, çirkin.
ungenerous s. cömert olmayan, cimri.
ungentlemanly s. kaba, nezaketsiz, centilmence olmayan.
unglued s.
ungodly s. 1. k. dili korkunç, ürkütücü. 2. k. dili acayip, olmayacak: Why
ungovernable arezaptolunamaz;
s. you calling mezaptolunamayan;
at such an ungodly hour? Gece yarısı ne diye
frenlenemez;
telefon ediyorsun bana? What an ungodly combination! Ne
frenlenemeyen.
ungraceful s. zarif olmayan, inceliksiz, kaba.
acayip bir karışım! 3. Allahı inkâr eden; Allahın buyruklarını
ungracious s. 1. nazik olmayan, kaba, nezaketsiz. 2. sevimsiz. 3. nahoş.
çiğneyen.
ungrammatical s. dilbilgisi kurallarına aykırı.
ungrateful s. 1. nankör. 2. nahoş, tatsız.
ungratefully z. nankörce.
ungratefulness i. nankörlük.
unguarded s. 1. muhafazasız, koruyucusuz, korumasız. 2. tedbirsiz,
unhappy ihtiyatsız,
s. 1. mutsuz, gafil. 3. patavatsızca
bedbaht. 2. uygunsöylenen (söz).
olmayan/düşmeyen; uygunsuz,
unhealthy münasebetsiz: an unhappy remark uygun düşmeyen
s. 1. sağlığı bozuk, sağlıksız. 2. sağlığa zararlı. bir laf. 3.
şanssız, talihsiz: an unhappy event talihsiz bir olay. 4. tatsız,
unheard-of s. duyulmadık, duyulmamış, işitilmemiş.
nahoş; uğursuz, meşum. 5. beceriksiz.
unheeded s. aldırış edilmemiş, önemsenmemiş, ihmal edilmiş: His
unheeding warnings went
s. aldırışsız, unheeded. Uyarılarına kulak asan yoktu.
önemsemeyen.
unholy s., k. dili 1. korkunç; çok kötü, şeytani; insanı dehşete düşüren.
unhook 2. acayip,
f. 1. olmayacak:
çengelden çıkarmak;What are you doing
çengelden here
çıkmak. 2. at this unholy
çengelini
hour?
çıkarmak.Gecenin bu saatinde burada işin ne?
unhoped-for s. umulmadık, beklenmedik.
unhurried s. telaşsız, acelesiz, rahat, sakin.
unhurt s. zarar görmemiş, incinmemiş.
uni- önek bir, tek.
unicellular s. tekgözeli, birgözeli, tekhücreli.
unicorn i., mit. tek boynuzlu ve at şeklindeki hayali bir hayvan.
unidentified s. ne olduğu saptanamamış.
unidentified flying object UFO.
unification i. birleşme; birleştirme.
unified s. birleştirilmiş; birleşmiş.
uniform s. 1. birörnek, tekbiçimli, tekşekilli, aynı: All the boxes are of a
uniformity uniform
i. aynılık,size, shapebenzerlik.
birbirine and weight. Bütün kutuların boyu, biçimi ve
ağırlığı aynı./Kutuların hepsi birörnek. 2. değişmez, aynı: How
unify f. birleştirmek.
can we maintain a uniform temperature in this room? Bu odanın
unilateral s. tektaraflı,
ısısını tekyanlı.
nasıl hep aynı derecede tutabiliriz? i. üniforma.
unimaginative s. hayal gücü olmayan; hayal gücü kıt; hiçbir hayal gücü belirtisi
unimpaired göstermeyen.
s. zarar görmemiş.
unimpeded s. engellenmemiş.
unimportant s. önemsiz.
unimproved s. 1. geliştirilmemiş. 2. sürülmemiş (toprak). 3. iyileştirilmemiş.
unimproved road toprak yol.
uninformed s. haberdar edilmemiş, habersiz.
uninhabited s. ıssız, boş, tenha.
uninjured s. 1. yaralanmamış, incinmemiş. 2. zarar görmemiş.
uninspired s. hayal gücünden yoksun.
uninspiring s. 1. ilham vermeyen, insanın hayal gücünü çalıştırmayan,
uninsured insanın hayal gücünü harekete geçirmeyen. 2. insanda (belirli
s. sigortasız.
bir) heves/istek uyandırmayan: He´s an uninspiring teacher.
unintelligent s. akılsız.
Öğrencilerinde öğrenme hevesi uyandırmayan bir hoca o.
unintelligible s. anlaşılmaz.
unintentional s. istemeyerek yapılan, kasıtsız.
unintentionally z. istemeyerek, kazara.
uninterested s. ilgisiz, ilgi duymayan, lakayt; meraksız.
uninteresting s. ilginç olmayan, çekici olmayan.
uninterrupted s. aralıksız, kesintisiz.
uninvited s. davetsiz, davet edilmemiş.
union i. 1. birleşme; birleştirme. 2. pol. birlik. 3. sendika: trade union
Union Jack sendika.
İngiliz bayrağı.
unionise f., İng., bak. unionize.
unionize f. sendikalaştırmak; sendikalaşmak.
unique s. 1. tek, yegâne. 2. eşsiz, benzersiz, emsalsiz.
unisex s., i. üniseks.
unison i. birlik, ahenk, uyum.
unit i. 1. birim: unit of measurement ölçü birimi. 2. tertibat: heating
unit price unit
birimısıtma
fiyatı.tertibatı. 3. ask. birlik. 4. (üniversitede) puan.
unite f. 1. birleştirmek; birleşmek. 2. evlenmek, nikâhlanmak;
united evlendirmek.
s. birleşmiş, birleşik.
unity i. 1. birlik. 2. bütünlük. 3. uyum, ahenk, dayanışma.
univ kıs. university.
univalent s., kim. tekdeğerli, tekdeğerlikli.
universal s. 1. evrensel: universal language evrensel dil. 2. genel, umumi:
universal joint universal
oto. kardan suffrage genel oy hakkı. 3. man. tümel: universal
mafsalı.
proposition tümel önerme. 4. oto. üniversal: universal joint
universe i. evren, kâinat, âlem, cihan.
kardan mafsalı/kavraması.
university i. üniversite.
university degree yükseköğrenim diploması.
univocal s., i. tekanlamlı (sözcük).
unjust s. haksız, adaletsiz.
unjustly z. haksız olarak.
unkempt s. 1. taranmamış, dağınık (saç). 2. derbeder, hırpani.
unkind s. kırıcı, incitici, sert: unkind words kırıcı sözler. unkind
unknowable treatment
s. bilinemez; sert davranış.
bilinemeyen.
unknowing s. habersiz; farkında olmayan.
unknown s. bilinmeyen, meçhul, yabancı.
unlace f. bağlarını/bağcıklarını çözmek/açmak.
unladylike s. bir hanıma yakışmaz.
unlatch f. mandalını açmak, açmak.
unlawful s. kanunsuz, yolsuz.
unlawfully z. kanunsuzca.
unleaded s. kurşunsuz: unleaded gasoline/petrol kurşunsuz benzin.
unleash f. serbest bırakmak, salıvermek.
unleavened s. mayasız (hamur/ekmek).
unleavened bread hamursuz.
unless bağ. -mezse, -medikçe, meğerki: We cannot go unless she
unlike comes. Gelmezse
s. birbirine gidemeyiz.
benzemeyen, Unless
farklı. the government
edat -den farklı olarak:makes
This
cuts in its expenditures inflation will increase.
painting is unlike her others. Bu resim onun diğer Devlet
resimlerinden
harcamalarında
farklı. His Turkish, kesinti
unlikeyapmadıkça enflasyon
mine, is excellent. yükselecek.
Benimkinin You
tersine,
can´t catch the bus
onun Türkçesi mükemmel. unless you run. Otobüse yetişemeyeceksin,
meğerki koşasın.
unlikely s. 1. olası olmayan. 2. başarı olasılığı olmayan.
unlimited s. sınırsız, sonsuz.
unlisted s. 1. listeye girmemiş, listede olmayan. 2. rehberde olmayan
unload (telefon numarası).
f. 1. yükünü boşaltmak; (yük) boşaltmak. 2. (derdini) dökmek. 3.
unlock (silahı)
f. 1. kilidini açmak: 4.
boşaltmak. k. unlocked
She dili (eldekithe
malı) satarak
door. Kapıyıelden
açtı./Kapının
çıkarmak.
kilidini açtı. 2. ortaya çıkarmak: His translations have unlocked
unlooked-for s. beklenmedik.
for us a treasure trove. Çevirileri bize bir hazinenin kapılarını
unloose f. 1. serbest bırakmak. 2. çözmek.
açtı.
unloosen f. 1. gevşetmek. 2. çözmek. 3. serbest bırakmak.
unlovely s. sevimsiz; nahoş.
unluckily z. şanssızlık eseri.
unluckiness i. şanssızlık, talihsizlik.
unlucky s. 1. şanssız, talihsiz, bahtsız. 2. uğursuz.
unmanageable s. idaresi güç, idare edilemez.
unmanned s. 1. mürettebatsız. 2. insansız çalışan.
unmannerly s. nezaketsiz, saygısız, kaba.
unmarried s. evlenmemiş, bekâr.
unmask f. 1. maskesini çıkartmak. 2. gerçek kişiliğini/kimliğini ortaya
unmatched çıkarmak, maskesini kaldırmak.
s. eşsiz, emsalsiz
unmeant s. istenmeden yapılmış, kasıtsız.
unmentionable s. ağza alınmaz, sözü edilmez.
unmerited s. haksız, hak edilmeyen.
unmindful s.
unmistakable s. yanlış anlaşılmaz, açık.
unmistakably z. şüphe götürmez bir şekilde.
unmitigated s. tam: an unmitigated liar tam bir yalancı.
unmolested s. rahatsız edilmemiş.
unmounted s. 1. atsız, ata binmemiş. 2. çerçevelenmemiş. 3. oturtulmamış.
unmoved 4. monte edilmemiş, takılmamış.
s. etkilenmemiş.
unnamed s. 1. isimsiz, adsız. 2. adı geçmeyen, bahsedilmeyen.
unnatural s. 1. doğal olmayan, doğaya aykırı, anormal. 2. tuhaf, garip,
unnecessarily anormal. 3. yapmacık.
z. boş yere, gereksiz yere, boşu boşuna.
unnecessary s. gereksiz, lüzumsuz.
unneeded s. gereksiz.
unnerve f. cesaretini kırmak, güvenini sarsmak.
unobjectionable s. 1. nahoş olmayan. 2. aleyhinde bir şey denilemez.
unobstructed s. 1. engellenmemiş. 2. açık, tam. 3. tıkanmamış.
unobtrusive s. 1. dikkati çekmeyen, göze çarpmayan. 2. alçakgönüllü.
unoccupied s. 1. boş, işgal edilmemiş. 2. işsiz, boşta gezen.
unofficial s. gayriresmi.
unopposed s. 1. karşı gelinmemiş. 2. muhalefetsiz. 3. rakipsiz.
unorthodox s. doğru kabul edilene aykırı olan, ortodoks olmayan.
unostentatious s. gösterişsiz, dikkati çekmeyen.
unpack f. (bavul v.b.´ni) açıp boşaltmak.
unpaid s. 1. ödenmemiş: unpaid bill ödenmemiş fatura. 2. ücretsiz: We
unpalatable are
s. 1.seeking volunteersyenilmesi/içilmesi
yenilmez/içilmez; willing to do the unpaid
zor. 2. jobs. Ücretsiz
nahoş, tatsız.
işleri yapmaya razı olan gönüllüler arıyoruz. 3. ücreti
unparalleled s. eşsiz, emsalsiz, benzeri olmayan.
ödenmemiş: The unpaid workers are on strike. Ücretleri
unpardonable s. affedilemez.
ödenmeyen işçiler grev yapıyor.
unpleasant s. nahoş, hoşa gitmeyen, tatsız.
unpleasantly z. nahoşça.
unpleasantness i. nahoşluk, tatsızlık.
unplug f. (--ged, --ging) 1. (fişi) prizden çekmek. 2. (elektrikli aygıtın)
unpopular fişini prizden
s. popüler çekmek.
olmayan, 3. (tıkanmış
rağbet lavabo
görmeyen, v.b.´ni) açmak.
tutulmayan.
unprecedented s. (daha önce) görülmemiş, o zamana kadar karşılaşılmamış,
unprejudiced benzeri görülmemiş.
s. önyargısız, yansız, tarafsız.
unpremeditated s. 1. kasıtsız. 2. önceden tasarlanmamış.
unprepared s. 1. hazırlıksız. 2. önceden hazırlanmamış.
unpretentious s. alçakgönüllü, iddiasız, yapmacıksız.
unprincipled s. ahlak kurallarını hiçe sayan, ahlaksız, karaktersiz, prensipsiz.
unproductive s. verimsiz.
unprofessional s. 1. meslek ahlakına ters düşen; meslek ahlakına göre hareket
unprofitable etmeyen.
s. 1. kârsız,2.kazanç
profesyonel olmayan.
getirmez. 3. amatörce.
2. yararsız, faydasız.
unprovided s. 1. with -den yoksun. 2. for gereksinimleri karşılanmamış.
unprovoked s. kışkırtılmamış.
unpublished s. basılmamış, yayımlanmamış.
unqualified s. 1. gerekli niteliklere sahip olmayan (kimse); niteliksiz,
unquenchable vasıfsız, ehliyetsiz:
s. söndürülmez, unqualified worker vasıfsız işçi. unqualified
bastırılamaz.
driver ehliyetsiz şoför. 2. tam, mutlak: an unqualified success
unquestionable s. tartışılmaz, şüphe götürmez, kesin.
tam bir başarı.
unquestionably z. şüphesiz olarak.
unravel f. (--ed/--led, --ing/--ling) 1. (örülü bir şeyi) sökmek; (örülü bir
unread şey) sökülmek.
s. 1. cahil, 2. (zor 2.
okumamış. birokunmamış
şeyi) çözmek; (zormektup
(kitap, bir şey)v.b.).
çözülmek.
unreal s. gerçekdışı, hayali.
unrealistic s. gerçekçi olmayan, hayali.
unreasonable s. 1. mantıksız, akılsız, makul olmayan. 2. aşırı, fahiş (fiyat).
unrefined s. 1. arıtılmamış. 2. kaba.
unreflecting s. 1. yansımasız. 2. derin düşünmeyen.
unrelenting s. 1. acımasız, amansız. 2. boyuneğmez. 3. gevşemeyen.
unreliable s. güvenilmez, inanılmaz.
unremitting s. durmadan devam eden, sürekli, aralıksız.
unrequited s. karşılık görmeyen, karşılıksız.
unresponsive s. tepki göstermeyen.
unrest i. 1. tedirginlik, rahatsızlık. 2. (ülkede/kuruluşta/örgütte)
unrestrained huzursuzluk, çalkantı.
s. zaptedilmemiş, zaptedilmeyen, frenlenmemiş, frenlenmeyen,
unrestricted denetimsiz, serbest.
s. sınırsız, kısıtsız.
unrighteous s. haksız, adaletsiz.
unripe s. ham, olmamış.
unrivaled s. rakipsiz; eşsiz, emsalsiz.
unrivalled s., İng., bak. unrivaled.
unroll f. açmak, yaymak, sermek; açılmak, yayılmak, serilmek.
unruffled s. 1. buruşuksuz. 2. sakin, telaşsız, soğukkanlı.
unruly s. 1. ele avuca sığmaz, idaresi zor, zaptedilmez. 2. serkeş, azılı.
unsaid s. söylenmemiş, bahsedilmemiş.
unsalable s. satılamaz.
unsaleable s., bak. unsalable.
unsatisfactory s. 1. istenilen düzeyde olmayan; istenildiği gibi olmayan;
unsatisfied yetersiz, tatmin etmeyen.
s. 1. ödenmemiş. 2. memnun2. umulan sonuçları
edilmemiş; vermeyen;
memnun kalmamış;
umulduğu
hoşnutsuz. gibi
3. olmayan.
tatminsiz kalmış. 4. giderilmemiş (şüphe/merak).
unsavory s. 1. tatsız, lezzetsiz, yavan. 2. nahoş, kötü; dürüst olmayan.
5. yerine getirilmemiş (şart).
unsavoury s., İng., bak. unsavory.
unscathed s. yaralanmamış, yarasız beresiz, sağ salim.
unscientific s. bilimsel olmayan.
unscrew f. 1. vidalarını çıkarmak. 2. çevirerek açmak.
unscrupulous s. 1. prensip sahibi olmayan, ahlaki değerleri hiçe sayan;
unseasonable vicdansız.
s. 1. (mevsim 2. ahlaka aykırı. olmayan (hava). 2. mevsimsiz,
için) normal
unseasoned zamansız,
s. vakitsiz.
1. baharatsız. 2. acemi, tecrübesiz: unseasoned worker acemi
unseat işçi. 3. yaş (tahta).
f. 1. İng. (eski bir milletvekilini) seçimde yenerek makamına
unseaworthy sahip olmak.
s. denize 2. (önemli
çıkmaya bir yerde olan birini) yerinden etmek. 3.
elverişsiz.
attan düşürmek.
unseemly s. yersiz, münasebetsiz, yakışıksız, uygunsuz, nahoş, çirkin.
unseen s. 1. göze görünmeyen. 2. görülmemiş. 3. gizli.
unselfish s. cömert, kendi çıkarını düşünmeyen.
unsettle f. 1. (inanç, ekonomi v.b.´ni) sarsmak: It had unsettled him. Onu
unsettled ruhen
s. sarsmıştı.
1. tedirgin, 2. tedirgin
huzursuz. etmek, huzurunu
2. karışıklık kaçırmak:
içinde, çalkantılı; The
karışık:
newssituation´s
The of the uprisingstill unsettled Durum
unsettled. us. Ayaklanma
hâlâ hakkındaki
karışık. haber
unsettled
unshakable s. sarsılmaz, sağlam.
huzurumuzu
political kaçırdı.
situation 3. yerinden
karışık çıkarmak:
siyasal durum. The earthquake
3. kararlaştırılmamış,
unshakeable s., bak. unshakable.
unsettled the statue in an
theunsettled
park. Deprem parktaki heykeli bir
halledilmemiş, askıda: matter halledilmemiş
unsheathe yerinden
f. kınından
sorun. çıkardı. 4. bozmak: The war has unsettled
çıkarmak. kapanmamış: unsettled debt ödenmemiş
4. ödenmemiş, our travel
unship plans.
borç. Savaş
f. (--ped, seyahat
5. değişken:
--ping) gemiden planlarımızı
unsettled bozdu.
weathergemiden
indirmek, değişken hava. 6. yerleşik
çıkarmak.
unshrinking olmayan. 7.
s. geri çekilmez. meskûn olmayan: unsettled land meskûn olmayan
arazi.
unsightliness i. çirkinlik.
unsightly s. göze hoş görünmeyen, nahoş, çirkin.
unskilful s., İng., bak. unskillful.
unskilfully z., İng., bak. unskillfully.
unskilled s. 1. maharetsiz. 2. özel maharet istemeyen, kaba.
unskilled worker vasıfsız işçi.
unskillful s. maharetsiz, beceriksiz, acemi.
unskillfully z. beceriksizce, acemice.
unsnap f. (--ped, --ping) -in çıtçıtını açmak.
unsociable s. girgin olmayan, insanlardan uzak duran.
unsocial s. 1. girgin olmayan, insanlardan uzak duran. 2. toplumsal
unsophisticated ilişkileri engelleyen.
s. 1. sofistike olmayan; dünyadan pek haberi olmayan, saf ve
unsound tecrübesiz. 2.
s. 1. sağlam olmayan:sade (birunsound
üslup). 3. basit
body (aygıt).
sağlam olmayan vücut.
unsparing unsound
s. investment
1. esirgemeyen. 2.sağlam olmayan
çok, bol: yatırım. energy
with unsparing 2. çürük: unsound
büyük bir
argument3.
gayretle. çürük
sert, sav. 3. derme çatma, çürük: unsound structure
amansız.
unsparingly z. esirgemeden.
derme çatma yapı. 4. bölük pörçük, hafif (uyku).
unspeakable s. 1. ifade edilemez, tarifsiz; tarif edilemeyecek kadar korkunç.
unspoiled 2. ağza
s. 1. alınmaz, çok
bozulmamış. kötü.
2. şımarmamış (çocuk).
unspoken s. söylenmemiş; zımni.
unstable s. 1. sağlam olmayan; dengesiz; oynak. 2. istikrarsız; dengesiz.
unsteady 3. kim.
s. 1. instabil,
(sağlam kararsız.
olmadığı için) sallanan, oynak: unsteady table
unstinting sallanan masa.
s. bol, cömert. 2. titrek: unsteady hand titrek el. 3. istikrarlı
olmayan, istikrarsız; değişken, güvenilmez: The economy´s
unstintingly z. esirgemeden.
growth has been unsteady. Ekonomi istikrarlı bir şekilde
unstop f. (--ped, --ping)
büyümedi. unsteady1. (tıkanmış yeri) açmak.
temperament değişken2. tıkaç
huy. veya kapağını
unstrap çıkarmak.
f. (--ped, --ping) kayışını çıkarmak/gevşetmek.
unstring f. (un.strung) tellerini çıkarmak/gevşetmek.
unstrung f., bak. unstring. s. 1. telleri gevşetilmiş. 2. sinirleri bozuk,
unsubstantial sinirli.
s. 1. temelsiz, asılsız, çürük. 2. sağlam olmayan. 3. hayali.
unsuccessful s. başarısız.
unsuitable s. uygunsuz, uygun olmayan.
unsurpassed s. eşsiz, emsalsiz.
unsuspected s. 1. kuşkulanılmayan, şüphelenilmeyen. 2. var olduğu
unsuspecting bilinmeyen.
s. bir şeyden kuşkulanmayan.
unsystematic s. sistemsiz.
untangle f. (karışık bir şeyi) açmak, çözmek.
untapped s. kullanılmamış (tabii kaynaklar v.b.).
untenable s. savunulamaz (sav, teori v.b.).
unthinkable s. düşünülemez, imkânsız.
unthinking s. 1. düşüncesiz. 2. düşüncesizce yapılan.
unthinkingly z. düşünmeden.
untidily z. düzensizce.
untidiness i. düzensizlik, dağınıklık; tertipsizlik.
untidy s. düzensiz, dağınık; tertipsiz.
untie f. çözmek, açmak.
until edat, bağ. -e kadar, -e değin, -e dek.
until when o zamana kadar: She will come on 31 December, until when I
Until when ...? advise
Ne zamanayou just to be
kadar ...?patient. O 31 Aralık´ta gelecek. O zamana
kadar sadece sabretmeni tavsiye ederim.
until when. Until when? Ne zamana kadar?
Until when? till when k. dili, bak.
untimely s. 1. yerinde olmayan, münasebetsız. 2. zamansız, vakitsiz,
untiring mevsimsiz.
s. yorulmak z. mevsimsizce, uygunsuz zamanda.
bilmez.
untiring efforts büyük gayretler.
untold s. 1. tahmin edilemeyecek kadar çok, hesapsız, sayısız. 2.
untoward anlatılmamış.
s. 1. tatsız, nahoş. 2. aksi, ters. 3. uygunsuz, münasebetsiz. 4.
untreated sewage huysuz.
arıtılmamış pissu.
untried s. 1. denenmemiş. 2. muhakeme edilmemiş, yargılanmamış.
untroubled s. 1. sakin, durgun. 2. sıkıntısız, dertsiz.
untrue s. 1. doğru olmayan, yanlış. 2. yalan, uydurma, sahte. 3.
untrustworthy vefasız, sadakatsiz.
s. güvenilmez, dönek.4. eğri.
untruthful s. 1. yalan, uydurma, sahte. 2. yalancı.
unused s. kullanılmamış.
unused s. to -e alışık/alışkın olmayan.
unusual s. 1. görülmedik, nadir, ender. 2. değişik, farklı. 3. acayip, tuhaf,
unutterable anormal.
s. tarifsiz,4. alışılmamış,
ifade edilemez, olağandışı.
anlatılmaz.5. olağanüstü, fevkalade,
müstesna.
unutterably z. anlatılamayacak derecede.
unvarnished s. 1. cilasız. 2. süssüz.
unveil f. 1. örtüsünü kaldırmak/açmak. 2. (ilk kez olarak) göstermek. 3.
unvoiced ortaya çıkarmak.
s. 1. ifade edilmemiş. 2. ünsüz, sessiz.
unwanted s. istenilmeyen.
unwarranted s. 1. kanunsuz, kanuni dayanağı olmayan; haksız. 2. sağlam bir
unwary temele
s. uyanık dayanmayan.
olmayan, gafil, dikkatsiz, tedbirsiz.
unwelcome s. 1. hoş karşılanmayan, istenmeyen (kimse): unwelcome guest
unwell istenmeyen misafir.
s. rahatsız, hasta: 2. nahoş,
I feel unwelltatsız:
today.unwelcome
Bugün kendiminewsiyi
tatsız
haber.
hissetmiyorum.
unwholesome s. (ahlaki/sağlıksal/ruhsal açıdan) zararlı, zarar verici.
unwieldy s. 1. taşınması zor; lenduha gibi; hantal. 2. uygulanması zor. 3.
unwilling yönetilmesi
s. 1. hevessiz, zor.
isteksiz, gönülsüz. 2. boyun eğmeyen, inatçı,
unwillingly kafasının
z. istemeyerek. giden.
dikine
unwillingness i. razı olmama; istememe, isteksizlik.
unwind f. (un.wound) 1. (sarılı bir şeyi) çözmek/açmak; (sarılı bir şey)
unwise çözülmek/açılmak.
s. 2. k. dili
1. akıl işi/kârı olmayan, dinlenmek,
akılsızca. yorgunluğunu
2. akıllıca gidermek.
davranmayan,
unwisely akılsız.
z. akılsızca.
unwitting s. 1. ne yaptığının farkında olmayan: an unwitting helper
unwittingly yardımcı olduğunun
z. bilmeyerek, farkında
farkında olmayan bir yardımcı. 2.
olmadan.
isteyerek/mahsus yapılmamış/yaratılmamış; kasıtsız.
unwound f., bak. unwind.
unwrap f. (--ped, --ping) (sarılı bir şeyi) açmak; (sarılı bir şey) açılmak.
unwritten s. yazılmamış.
unwritten law örf ve âdet hukuku.
unyielding s. 1. sert. 2. direngen, boyun eğmez, inatçı; yılmaz. 3. yol
unzip vermez.
f. (--ped,--ping) (fermuarı) açmak; -in fermuarını açmak;
unzipped fermuarı açılmak.
s. 1. fermuarı açılmış. 2. k. dili posta kodu olmayan.
up z. 1. yukarı, yukarıya; yukarıda: go up yukarı/yukarıya gitmek.
up Hold
edat 1. your hand up. yukarısında:
yukarısına; Elini yukarıda Hetut.
was2. climbing
to -e kadar
up (Azami
the tree.bir
miktarıtırmanıyordu.
Ağaca belirtir.): ThisThey plantwent
can turn
up outhill.
the up Tepeye
to threeçıktılar.
hundred Plant
up s.
cars
it a month.
farther up the Buhill.
fabrikanın aylık üretim
Onu yokuşun kapasitesi üç
daha yukarısında biryüz
yere dik.
up i.
otomobil.
It´s furtherThe up school willNehrin
the river. acceptdaha
up toyukarısında
one hundred birnew
yerde o. 2.
up students
f. (--ped,
from this year.
--ping)
-in ilerisinde: Bu yıl
1. We liveokul
yükseltmek: yüz
up fromup kadar
the yenifiyatı
the price
mosque. öğrenci kabul
yükseltmek.
Caminin
up in arms edecek.
2.
1.k. 3. Belirli
dili püskürmeye
ilerisinde
ateş -vermek:
oturuyoruz.bir yeri,
Thehazır. özellikle
girl upped yukarıda/kuzeyde
and slapped
2. ayaklanmış. him. Kız onubir
3. öfkelenmiş.olan
yeri gösteren
tokatlayıverdi. edatlı söz öbeğini niteler: Bring them up to my
up in the air karar verilmemiş;
place. Onları benimsonu eve henüz belli olmamış.
getir. He´s gone up to Sinop. Sinop´a
up to date günümüze
gitti. uygun, çağdaş;
Many Americans go upmodaya
to Canada uygun.
to shop. Birçok Amerikalı
up to one´s ears in work alışveriş etmek
fazla meşgul. için Kanada´ya gidiyor. He´s up in the attic. O
tavanarasında. He´s living up in the center of town. O kasabanın
up to snuff iyi; makbul.
merkezinde yaşıyor. She works up at the Ministry of Justice. O
up to the elbows çok meşgul,
Adalet işi başından
Bakanlığında aşkın.
çalışıyor. He´s an American working up in
up-and-coming Canada.
s. faal veOgeleceği
Kanada´da çalışan bir Amerikalı. 4. dik: Hold your
parlak.
up-and-up head
i. up. Kafanı dik tut. 5. sonuna kadar, tamamen: Don´t use
up all the water! Suyun hepsini kullanma! dry up tamamen
upbeat s., k. dili iyimser.
kurumak. Fill it up! Tamamen doldur! 6. Fiilleri pekiştirir: They
upbraid f. azarlamak.
divided up the estate among themselves. Mirası aralarında
upbringing paylaştılar. Have you locked the house up? Evi kilitledin mi?
i. yetişme, terbiye.
Wrap up! İyice
s., k. dili sahilden sarınıp
uzak.sarmalan! clean up temizlemek. wash up
upcountry
yıkanmak. 7. to yanına; önüne: go up to someone birinin yanına
upcountry z. iç kesimlere
gitmek. Move itdoğru.up to the window! Onu pencerenin önüne çek!
update f. 1. -i the
Move en son
chair olaylardan/gelişmelerden
up to the table. Sandalyeyi haberdar
masaya etmek. 2. -i en
yaklaştır.
upend son teknolojiyle donatmak; -de
f. 1. dikine çevirmek. 2. baş aşağı etmek. en son teknikleri uygulamaya
geçmek; -i son modaya uygun bir duruma getirmek. 3. -i
upgrade i. 1. yokuş. 2. bir ürünü daha yüksek performans özelliklerine
güncelleştirmek, -de en son değişiklikleri yansıtmak.
upgrade sahip
z. yokuş yeni bir ürün ile değiştirerek bir sistemin performansını
yukarı.
artırma.
upgrade f. geliştirmek.
upheaval i. 1. karışıklık, kargaşa; ayaklanma; devrim. 2. büyük ve ani
upheld değişiklik.
f., bak. uphold.3. jeol. yerkabuğunun kabarması.
uphill z. yokuş yukarı. s. 1. yukarıya giden. 2. güç, çetin, zahmetli:
uphold uphill struggle
f. (up.held) güç birkaldırmak.
1. yukarı mücadele.2. (bir hakkı/prensibi)
upholster savunmak.
f. 1. (koltuk 3. tutmak,
v.b.´ni) tarafını
sünger v.b.tutmak, desteklemek.
ile doldurup kumaşla4.
kaplamak.
onaylamak,
2. tasdik etmek.
döşemek. 3. donatmak.
upholsterer i. döşemeci.
upholstery i. 1. döşemecilik. 2. döşemelik kumaş; döşeme.
upkeep i. 1. bakım. 2. bakım masrafı.
uplift f. 1. yükseltmek, yukarı kaldırmak. 2. moralini yükseltmek;
uplift yüceltmek. 3. daha
i. 1. yükseltme, iyi bir
yukarı duruma2.getirmek,
kaldırma. kalkındırmak.
moralini yükseltme;
upmost yüceltme.
s. en yukarı, 3. en
daha iyi bir duruma
yukarıki, en üst. getirme, kalkındırma.
upon edat, bak. on.
Upon my life! Allah aşkına!
upper s. üst, üstteki, yukarıdaki: upper berth (trende/vapurda) üst
upper case yatak.
büyük upper deck üst güverte. i. ayakkabı yüzü.
harf, majüskül.
upper case majüskül, büyük harf.
upper class 1. zenginler sınıfı. 2. sosyoekonomik üstünlüğü olan sınıf.
upper crust k. dili üst tabaka, yukarı sınıf, yüksek tabaka.
upper hand üstünlük.
Upper Volta bak. Burkina Faso.
uppercut i., boks aşağıdan yukarıya doğru vuruş.
uppermost s. 1. en üst, en yukarıdaki. 2. ilk sırada olan, en başta gelen.
uppity s., k. dili (kendini bir şey zannettiğinden dolayı) küstah; haddini
bilmez.
upright s. 1. dikey, dik. 2. dürüst, doğru. z. dik, dimdik. i. direk.
uproar i. gürültü, velvele, şamata, curcuna.
uproarious s. gürültülü, curcunalı.
uproot f. 1. kökünden sökmek. 2. (birini) oturduğu yerden/çevresinden
ups and downs ayırmak.
hayattaki3. yok
iniş etmek.
çıkışlar.
upset f. (up.set, --ting) 1. devirmek: upset a vase vazoyu devirmek. 2.
upset bozmak, altüst 2.
s. 1. devrilmiş. etmek:
altüstupset a plan
olmuş, planı bozmak.
bozulmuş. 3. (favori
3. üzüntülü, üzgün;
rakibi)
sinirli. yenmek.
4. 4.
bozulmuş, (mideyi)
bozuk bozmak.
(mide). 5. üzmek; sinirlendirmek:
upset i. 1. devrilme. 2. altüst olma. 3. beklenmedik yenilgi.
News of the accident has upset him. Kaza hakkındaki haber onu
upset the applecart k. dili 6.
üzdü. iyialabora
bir durumu/işi
etmek: bozmak, birupset
The storm çuvalthe
inciri
boat.berbat etmek.
Fırtına
upshot sandalı
i., k. dilialabora etti.
sonuç, netice.
upside-down s. 1. tepetaklak duran, baş aşağı duran. 2. altüst. z. tepetaklak,
upstairs başaşağı.
z. yukarıya, üst kata; yukarıda, üst katta. s. 1. yukarıdaki, üst
upstanding kattaki.
s. 1. doğru,2. üst kata ait.
dürüst. i. üst kat.
2. dik.
upstart i., s. türedi, sonradan görme, zıpçıktı.
upstream z. 1. akıntıya karşı, akış yukarı. 2. ırmağın yukarı kısmına doğru.
upsurge s. ırmağın
i. (ani yukarısındaki.
ve hızlı) artış.
upswing i. artış, artma.
uptake i.
uptight s. 1. sinirli. 2. telaşlı. 3. biçimci, tutucu.
up-to-date s. 1. en son teknolojiyi/teknikleri kullanan; son modayı
uptown yansıtan. 2. en son dışında.
z. kent merkezinin değişiklikleri
s. kentkapsayan: This
merkezinin is an up-to-date
dışındaki. i. kent
dictionary. Dildeki
merkezinin dışı. en son değişiklikleri kapsayan bir sözlük bu.
upturn i. yükselme, iyiye doğru gitme, düzelme: an upturn in the
upward economy ekonomide
z. yukarı doğru, biryukarıya.
yukarı, düzelme.
upward s. 1. yukarıya doğru giden. 2. yukarıya dönük/yönelik.
upward of k. dili, bak. upwards of.
upwards z., bak. upward 1.
upwards of k. dili 1. -den daha fazla, -den yukarı, -in üstünde. 2. yaklaşık
uranium olarak, -e yakın, civarında.
i., kim. uranyum.
urban s. kentsel, kente ait; kentte bulunan; kentte oturan.
urban renewal kent yenileme.
urban sociology kent toplumbilimi.
urban sprawl kentin düzensiz yayılması.
urbane s. nazik, ince, kibar, görgülü.
urbanisation i., İng., bak. urbanization.
urbanise f., İng., bak. urbanize.
urbanism i. urbanizm.
urbanist i. urbanist, kentçilik uzmanı.
urbanity i. nezaket, naziklik, incelik, kibarlık.
urbanization i. kentleşme, şehirleşme.
urbanize f. kentleştirmek, şehirleştirmek.
urbanologist i. kentbilimci.
urbanology i. kentbilim.
urchin i. afacan.
Urdu i., s. Urduca.
urea i., biyokim. üre.
uremia i., tıb. üremi.
ureter i., anat. sidik borusu.
urethra çoğ. --s (yûri´thrız)/--e (yûri´thri) i., anat. idrar yolu, sidikyolu,
urethritis siyek.
çoğ. u.re.thrit.i.des (yûrıthrît´ıdiz) i., tıb. sidikyolu yangısı, idrar
urge yolu iltihabı. (birine/bir hayvana) (bir şey) yaptırmaya
f. 1. (sözlerle)
çalışmak: She urged them not to go to Antakya. Onları Antakya
´ya gitmekten vazgeçirmeye çalıştı. Do not urge him to stay!
Ona sakın kalması için ısrar etme! She then began to urge them
to stay. O zaman onlara kalın diye tutturdu. 2. on (bir aletle) (bir
urgency i. 1. acele, ivedilik. 2. önem.
urgent s. 1. acil, ivedi. 2. ısrar eden.
urgently z. 1. aceleyle, ivedilikle. 2. ısrarla.
uric s. idrara ait, ürik.
uric acid ürik asit.
urinal i. 1. pisuar. 2. idrar kabı, ördek.
urinary s. idrara ait. i. idrar kabı, ördek.
urinary bladder anat. sidiktorbası, idrar torbası.
urinary disease sidikyolu hastalığı.
urinate f. işemek.
urine i. idrar, sidik.
urn i. 1. ayaklı vazo. 2. kupa. 3. ölünün küllerinin saklandığı kap. 4.
urology semaver.
i., tıb. üroloji.
Uruguay i. Uruguay.
Uruguayan i. Uruguaylı. s. 1. Uruguay, Uruguay´a özgü. 2. Uruguaylı.
us zam. bize; bizi.
US kıs. the United States (of America) ABD (Amerika Birleşik
USA Devletleri).
kıs. the United States of America ABD (Amerika Birleşik
usable Devletleri).
s. kullanılabilir, elverişli.
USAF kıs. the United States Air Force ABD Hv. Kuv. (Amerika Birleşik
usage Devletleri
i. 1. kullanış, Hava Kuvvetleri).
kullanım, kullanma. 2. (bir sözcüğün) kullanılış
use biçimi.
f. 1. kullanmak: He âdet.
3. görenek, used the money to buy a new car. Parayı
use yeni bir otomobil
i. 1. kullanma, almak için
kullanım. kullandı. hakkı:
2. kullanma 2. tüketmek,
She haskullanmak:
the use of a
We used
helicopter two bars
belonging of soap
to herlast week.
company. Geçen hafta
Şirketine ait iki kalıp sabun
helikopteri
use bad language küfür etmek.
tükettik.
kullanma hakkı var. 3. yarar, fayda: There is no use in yourThey
3. (birini) kullanmak, sömürmek, istismar etmek:
use one´s chump İng.,
used k. dili
her aklını/kafasını
for their kullanmak.
arguing with him; own ends.
he won´t Onu kendi
change amaçlarına
his mind. Onunla ulaşmak için
used kullandılar.
s. kullanılmış; 4. davranmak:
elden düşme, He uses
eski: Hepeople
sells badly.
tartışmanın yararı yok; fikrini değiştirmeyecek. 4. alışkı,Eski
used İnsanlara
books. kötü
kitap
âdet.
used davranıyor.
satıyor. I 5.
don´t (sigara,
want a içki
used v.b.´ni)
car. içmek,
Kullanılmışkullanmak:
s. to -e alışık, -e alışkın: I´m used to it. Ona alışığım. araba He´s
istemem. using
drugs. Uyuşturucu kullanıyor. 6. up tüketmek, harcamak. 7. to
useful s. yararlı,
Geçmiş faydalı.
zaman ekiyle kullanılır. Geniş zamanın hikâyesini
useless s.
gösterir: Hefaydasız.
yararsız, used to go there every week. Eskiden her hafta
user-friendly oraya
s., giderdi.
k. dili He used
kullanılması to beaauser-friendly
kolay: farmer. Eskiden çiftçiydi.
computer program
usher kullanılması kolay olan bir bilgisayar programı.
i. 1. (kilisede/tiyatroda) yer gösteren kimse. 2. teşrifatçı. f. 1. in
USSR içeri getirmek.
kıs., tar. the Union2. yerini göstermek:
of Soviet SocialistThe waiter ushered
Republics them to
SSCB (Sovyet
their seats.
Sosyalist Garson onlara
Cumhuriyetleri yerlerini gösterdi.
Birliği).her zamanki. 3. başlatmak,
usual s. 1. alışılmış, mutat. 2. olağan,
açmak: usher in a new age yeni bir çağ açmak.
usurer i. tefeci.
usurp f. gaspetmek, zorla almak, el koymak.
usurper i. gaspeden kimse.
usury i. 1. aşırı yüksek faiz. 2. tefecilik.
utensil i. 1. kap. 2. alet.
uterus çoğ. u.ter.i (yu´tıray) i., anat. rahim, dölyatağı.
utilisation i., İng., bak. utilization.
utilise f., İng., bak. utilize.
utilitarian s. faydacı, yararcı. i. faydacı kimse.
utilitarianism i., fels. faydacılık, yararcılık.
utility i. 1. yarar, fayda, işe yararlık. 2. kamu hizmet kuruluşu (elektrik
utility pole şirketi,
elektriktelefon
direği.şirketi v.b.). 3. fels. çoğunluğun mutluluk ve
çıkarı.
utility room kalorifer dairesi; çamaşır odası; sandık odası. public utilities
utilization kamu hizmet
i. kullanım, kuruluşları.
yararlanma.
utilize f. kullanmak, yararlanmak, istifade etmek.
utmost s. 1. en uzak, en son. 2. en büyük, en yüksek, en fazla.
utopia i. 1. ideal yer/durum. 2. ütopya.
utopian s. ülküsel, hayali, ütopik. i. ütopyacı, ütopist.
utter s. 1. bütün bütün, tam. 2. kesin, mutlak.
utter f. 1. söylemek, dile getirmek. 2. (çığlık v.b.´ni) atmak, basmak,
utterance koparmak. 3. (inilti/ses)
i. 1. söz söyleme. çıkarmak.
2. ifade, söyleyiş. 3. (inilti/ses) çıkarma. 4.
U-turn söz; ses.
i. 1. U dönüşü. 2. geriye dönüş.
uvula çoğ. --s (yu´vyılız)/--e (yu´vyıli) i., anat. küçükdil.
Uzbeg i., s., bak. Uzbek.
Uzbek i. 1. (çoğ. --s/Uz.bek) Özbek. 2. Özbekçe. s. 1. Özbek. 2.
Uzbekistan Özbekçe.
i. Özbekistan.
V Romen rakamlar dizisinde 5 sayısı.
V kıs. velocity, volt.
v kıs. verb, versus, volt, volume.
V neck V şeklindeki yaka, V yaka.
V, v i. V, İngiliz alfabesinin yirmi ikinci harfi.
V-8 oto. V şeklinde sekiz silindirli motor.
vacancy i. 1. boşluk. 2. boş yer. 3. (otel, pansiyon v.b.´nde) boş oda. 4.
vacant boş
s. 1.olan
boş:memuriyet v.b.; boş/açık
a vacant apartment kadro.
boş bir daire. 2. açık (iş). 3.
vacant lot dalgın,
(şehirde)boşboş
(bakış).
arsa. 4. boş, yapılacak iş olmayan: vacant hours
boş saatler.
vacate f. 1. terketmek. 2. boşaltmak. 3. feshetmek.
vacation i. tatil: summer vacation yaz tatili.
vacation school yaz okulu.
vaccinate f. aşılamak, aşı yapmak.
vaccination i. 1. aşı. 2. aşılama.
vaccine i. aşı.
vacillate f. tereddüt etmek, bocalamak, kararsız olmak.
vacuous s. 1. boş. 2. aptal. 3. anlamsız.
vacuum çoğ. --s (väk´yumz)/vac.u.a (väk´yuwı) i. boşluk, vakum. f., k.
vacuum bottle dili elektrik süpürgesiyle temizlemek.
termos.
vacuum cleaner elektrik süpürgesi.
vacuum cleaner elektrik süpürgesi.
vacuum concrete vakumlu beton.
vacuum flask İng. termos.
vacuum pump boşluk pompası, boşaltaç.
vacuum tube elek. radyo lambası.
vacuum-packed s. vakumlanıp paketlenmiş.
vagabond s., i. serseri, avare.
vagaries i., çoğ.
vagary i. kapris, garip davranış.
vagina çoğ. --s (vıcay´nız)/--e (vıcay´ni) i., anat. dölyolu, vajina.
vaginal s. dölyoluna ait, vajinal.
vagrant s., i. 1. yersiz yurtsuz, serseri. 2. boşta gezen.
vague s. belirsiz, müphem, muğlak; bulanık.
vaguely z. belirsiz bir şekilde; belli belirsiz; hayal meyal: I vaguely
vagueness remember
i. belirsizlik,him. Onu hayal
müphemlik, meyal hatırlıyorum.
müphemiyet.
vain s. 1. kendi görünüşünü çok beğenen; kibirli, kendini beğenmiş,
vainglory mağrur. 2. about/of
i. aşırı derecede ile çok
kendini övünen. 3. boş
beğenmişlik, boş,gurur.
nafile: a vain hope
boş umut.
vainly z. boşuna, boş yere.
valance i. 1. (kumaştan yapılan) sayvan. 2. (perde rayını gizleyen)
vale korniş.
i. vadi.
valence i., kim. valans, değerlik.
Valencia i. valensiya, valensiya portakalı.
Valencia orange valensiya portakalı.
valency i., kim., bak. valence.
valentine i. 1. on dört şubatta kendisine kart gönderilen veya hediye
Valentine´s Day/St. verilen
(on dörtsevgili.
şubata2. on dört şubatta
rastlayan) sevgiliye
Sevgililer Günü. gönderilen
Valentine´s Day kart/hediye.
valerian i., bot. kediotu.
valet i. uşak, erkek oda hizmetçisi.
valiant s. yiğit, cesur.
valid s. 1. geçerli: valid passport geçerli pasaport. 2. doğru, sağlam:
validate valid evidence
f. 1. geçerli sağlam
kılmak. kanıt. 3. yasal,
2. onaylamak, meşru:
tasdik valid heir yasal
etmek.
mirasçı.
validity i. 1. geçerlilik, geçerlik. 2. sağlamlık, doğruluk. 3. yasallık,
validness yasaya uygunluk.
i., bak. validity.
valise i. valiz, küçük bavul.
valley i. vadi.
valonea i., bak. valonia.
valonia i. (palamutmeşesinin) kurutulmuş palamut yüksükleri/kadehleri,
valonia oak palamut.
bot. palamutmeşesi.
valor i. yiğitlik, cesaret.
valorous s. yiğit, cesur.
valour i., İng., bak. valor.
valuable s. değerli, kıymetli. i., çoğ. kıymetli şeyler; mücevherat.
value i. 1. değer, kıymet: the value of money paranın değeri. 2. önem:
value judgment the
değervalue of rest dinlenmenin önemi. 3. değer: ethical values
yargısı.
ahlaki değerler. f. 1. değer biçmek. 2. değer vermek.
value system değer dizgesi/sistemi.
value-added s.
value-added tax katma değer vergisi.
valve i. 1. supap; valf; vana; klape. 2. anat. kapakçık, kapacık. 3. İng.
vamoose (radyodaki) tüp. f., k. dili sıvışmak, toz olmak; defolmak.
va.mose (vämos´)
vamp ünlem,
i. saya. k. dili Çek arabanı!/Toz ol!/Defol!
vamp i. vamp.
vampire i. vampir.
van i. 1. minibüs. 2. karavan. 3. (arkası kapalı) kamyon. 4. İng.
vandal kamyonet.
i. vandal. 5. İng., d.y. yük vagonu; furgon; marşandizin sonuna
takılan cumbalı vagon.
vandalism i. vandallık, vandalizm.
vane i. 1. yelkovan, rüzgâr fırıldağı, fırıldak. 2. yeldeğirmeni kanadı.
vanguard 3. pervane
i., ask. öncükanadı.
kıta, öncü.
vanilla i. vanilya.
vanilla bean vanilya tohumu.
vanilla extract vanilya esansı.
vanillin i. vanilin.
vanish f. 1. gözden kaybolmak. 2. ortadan kaybolmak, kayıplara
vanish into thin air karışmak.
k. dili sırra3.kadem
yok olmak, tarihe karışmak.
basmak.
vanish without a trace sırra kadem basmak.
vanity i. 1. kendi görünüşünü çok beğenme; kibir, kendini beğenmişlik;
vanity case aşırı
makyajgurur/övünç.
çantası. 2. boş şey, abes şey, beyhudelik.
vanquish f. yenmek, mağlup etmek, yenilgiye/mağlubiyete uğratmak,
vantage hakkından
i. 1. (iyi bir)gelmek.
seyretme yeri/bakış noktası. 2. avantajlı
vantage point durum/mevki.
(iyi bir) seyretme3. avantaj.
yeri/bakış noktası.
vapid s. 1. canlılıktan yoksun, cansız, sönük, donuk, ruhsuz; boş,
vapor anlamsız. 2. tatsız,
i. buhar, buğu; yavan.
duman.
vaporisation i., İng., bak. vaporization.
vaporise f., İng., bak. vaporize.
vaporiser i., İng., bak. vaporizer.
vaporization i. buharlaştırma; buharlaşma.
vaporize f. buharlaştırmak; buharlaşmak.
vaporizer i. buharlaştırıcı, buğulaştırıcı.
vapour i., İng., bak. vapor.
vapourisation i., İng., bak. vaporization.
vapourise f., İng., bak. vaporize.
vapouriser i., İng., bak. vaporizer.
vapourization i., İng., bak. vaporization.
vapourize f., İng., bak. vaporize.
vapourizer i., İng., bak. vaporizer.
variability i. değişkenlik.
variable s. 1. değişken. 2. kararsız. i. 1. değişken şey. 2. mat. değişken.
variance i. 1. değişme, değişiklik. 2. uyuşmazlık. 3. çelişki, ayrılık.
variant s. farklı, değişik. i. değişik biçim, başka şekil.
variation i. 1. değişme; değişiklik. 2. değişim; fark. 3. müz. çeşitleme,
varicose varyasyon.
s. varisli (damar).
varicosis çoğ. var.i.co.ses (verıko´siz) i., tıb. varis.
varied s. 1. çeşitli, türlü. 2. değişik.
variegated s. 1. renk renk, ebruli, alaca. 2. çeşitli.
variety i. 1. değişiklik, farklılık. 2. çeşit, tür.
variety show varyete.
variety store tuhafiye dükkânı.
various s. çeşitli, türlü, muhtelif: for various reasons çeşitli nedenlerden
varmint dolayı.
i., k. dili 1. hayvan. 2. herif.
varnish i. vernik. f. verniklemek.
varsity i., spor (okulda/üniversitede) birinci takım, en iyi takım: He´s
vary made the varsity.
f. 1. değişmek; Birinci takıma
değiştirmek: The girdi.
temperature of the house
vase varies
i. vazo. between eighteen and twenty degrees. Evin sıcaklığı on
sekiz ile yirmi derece arasında değişiyor. He never varies his
Vaseline i., tic. mark. vazelin.
habits. Alışkanlıklarını hiç değiştirmez. 2. from -den ayrılmak,
vassal i. 1. vasal.
-den 2. tebaa.
farklı olmak. 3. 3. kul, köle. s.
çeşitlemek, köle gibi.
çeşitlendirmek.
vast s. 1. çok geniş; engin. 2. çok büyük, muazzam; çok büyük
vastly miktarda.
z. çok.
vastness i. 1. büyük genişlik; enginlik. 2. büyüklük; çokluk. 3. çok
VAT geniş/uçsuz bucaksız arazi/bölge;
kıs., İng. value-added tax KDV (katma (denizde)
değerenginlik.
vergisi).
vat i. (sıvı için) tekne; fıçı. f. (--ted, --ting) tekneye koymak;
Vatican fıçılamak,
i. fıçıya koymak.
Vatican City Vatikan Devleti.
vaudeville i. vodvil.
vault i. 1. tonoz. 2. mahzen. 3. kasa. 4. (yeraltında) kemerli mezar
vault odası. f. 1.atlayış.
i. atlama, tonozlaf.örtmek.
atlamak, 2.sıçramak.
kemer yapmak.
vaulting horse spor atlama beygiri.
vaunt f. övünmek; övmek.
veal i. 1. süt danası; dana eti, dana. 2. buzağı; dana.
vector i. 1. mat. vektör. 2. biyol. taşıyıcı.
veer f. sapmak, dönmek, yön değiştirmek; döndürmek.
veer round den. dönüp aksi yöne gitmek.
veg i. (çoğ. veg) İng., k. dili sebze: For lunch they give you meat and
two veg. Öğle yemeği olarak et ve iki çeşit sebze veriyorlar.
vegetable i. 1. sebze. 2. bitki, nebat. s. bitkisel, nebati.
vegetable dye bitkisel boya.
vegetable garden bostan, sebze bahçesi.
vegetable kingdom bitkiler âlemi.
vegetable marrow sakızkabağı, kabak.
vegetable marrow bot. kabak, sakızkabağı.
vegetable oil bitkisel yağ, nebati yağ.
vegetarian i., s. vejetaryen, etyemez.
vegetarianism i. vejetaryenlik, etyemezlik.
vegetate f. ot gibi yaşamak, kuru ve anlamsız bir hayat sürmek.
vegetation i. bitkiler, yeşillik.
veggie i., k. dili sebze.
vegie i., k. dili, bak. veggie.
vehemence i. hararetlilik, ateşlilik; şiddet.
vehement s. hararetli, ateşli; şiddetli: a vehement speaker ateşli
vehicle konuşmacı.
i. araç, taşıt,avasıta.
vehement protest şiddetli protesto.
veil i. 1. peçe; yaşmak: She raised her veil. Peçesini açtı. 2. örtü,
vein perde:
i. a veil
1. anat. of dust
damar, toz perdesi.2.behind
toplardamar. a veilHe
tarz, şekil: ofcontinued
secrecy bir in
gizlilik
this perdesi
vein for at ardında.
least an 3. maske:
hour. En He
az pursues
bir saat his self-interests
boyunca bu şekilde
velleity i. istemseme.
behind
konuşmaya a veildevam
of charity. Hayırseverlik
etti. 3. öğe, unsur:maskesi
There´s altında
a vein ofkendi
velocity i. hız, sürat.
çıkarlarını kolluyor. f. 1. peçe ile örtmek. 2. gizlemek, saklamak,
pessimism in that book. O kitapta bir kötümserlik var.
velvet maskelemek.
i. kadife. s. 1. kadife; kadife kaplı. 2. kadifemsi, kadife gibi.
velveteen i. velveten.
venal s. rüşvet yiyen, satın alınır.
vend f. satmak.
vender i., bak. vendor.
vendetta i. kan davası.
vending machine (para ile çalışan) satış otomatı.
vendor i. satıcı.
veneer i. 1. (ahşap) kaplama. 2. kisve, maske, sahte bir görünüm:
veneering beneath
i. kaplama. that veneer of politeness o kibar görünüm altında. f.
ahşap kaplama ile kaplamak.
venerable s. 1. yaşlı ve saygıdeğer, muhterem. 2. saygı uyandıran; ulu. 3.
venerate evladiyelik,
f. 1. çok saygı çokduymak/beslemek.
eski. 2. kutsal saymak. 3. (bir
venereal hareketle)
s. zührevi: -e saygısını
venereal göstermek.
disease zührevi hastalık.
Venetian s.
Venetian blind jaluzi.
Venetian sumac boyacısumağı, kotinus.
Venezuela i. Venezuela.
Venezuelan i. Venezuelalı. s. 1. Venezuela, Venezuela´ya özgü. 2.
vengeance Venezuelalı.
i. intikam, öç.
vengeful s. 1. intikamcı, intikam peşinde olan. 2. intikam isteğinden
venial kaynaklanan.
s. büyük sayılmayan (hata/günah).
venison i. geyik eti.
venom i. (yılan, akrep, arı v.b.´ne özgü) zehir, ağı.
venomous s. 1. zehirli (yılan, akrep, arı v.b.). 2. çok zararlı, zehirli, zehir
vent saçan.
i. 1. hava3. zehir saçan;
menfezi, kin dolu;
menfez. nefret
2. (gaz dolu.
veya sıvının giriş çıkışını
vent stack sağlayan)
(sıhhi tesisata ait) havalık, hava borusu. menfezi açmak. 2.
delik. 3. yırtmaç. f. 1. -de hava
(gaz veya sıvının giriş çıkışını sağlamak için) delik açmak. 3. on
ventilate f. havalandırmak. ventilating brick delikli tuğla.
(öfke, hınç v.b.´ni) -den çıkarmak: Don´t vent your anger on
ventilation i.
me!havalandırma,
Öfkeni benden vantilasyon.
çıkarma! 4. dışa vurmak, belli etmek,
ventilation shaft göstermek:
havalandırma Hekuyusu.
never vents his anger in public. Öfkesini
ventilator herkesin içinde
i. vantilatör, asla belli etmez.
havalandırma aygıtı.
ventricle i., anat. karıncık.
ventriloquism i. vantrilokluk.
ventriloquist i. vantrilok.
venture i. 1. tehlikeli iş, tehlikeli girişim. 2. şans işi. 3. tic. teşebbüs,
venture upon/on girişim:
-e girişmek.joint venture ortak girişim. f. 1. -i tehlikeye atmak:
venture one´s life hayatını tehlikeye atmak. 2. -i göze almak:
venturesome s. 1. cüretli, atak, atılgan. 2. rizikolu, riskli.
venture a beating dayağı göze almak. 3. -e cüret etmek:
venue i. 1. toplantı
venture yeri. 2. mahkeme
an objection itiraza cüret yeri. 3. olay yeri/mahalli.
etmek.
Venus i. 1. mit. Venüs. 2. gökb. Çobanyıldızı, Çulpan, Zühre.
venus's-flytrap çoğ. ve.nus´s-fly.traps (vi´nısız.flay´träps) i., bot. sinekkapan.
veracity i. 1. dürüstlük, doğruluk. 2. gerçeklik, doğruluk.
veranda i. veranda, hayat (üstü kapalı, üç yanı açık ve evin bir
verb cephesinde boydan boya uzanan balkon).
i., dilb. fiil, eylem.
verbal s. 1. sözlü, şifahi: verbal contract sözlü anlaşma. 2. sözel. 3.
verbal noun kelimesi kelimesine, harfi harfine: verbal translation harfi
dilb. isimfiil.
harfine çeviri. 4. dilb. fiile ait, fiil türünden.
verbalise f., İng., bak. verbalize.
verbalize f. dile getirmek, ifade etmek.
verbally z. sözlü olarak, şifahen, ağızdan.
verbatim z. kelimesi kelimesine, aynen, harfi harfine. s. kelimesi
verbena kelimesine yapılmış,
i., bot. mineçiçeği, tam.
mine.
verbiage i. laf kalabalığı.
verbose s. 1. fazlasıyla uzun konuşan/yazan. 2. gerekenden çok fazla
verbosity sözle ifade edilen.
i. fazlasıyla uzun ifade/konuşma/yazma; laf kalabalığı.
verdant s. 1. yemyeşil (tarla, orman v.b.). 2. yeşil, taze. 3. toy,
verdict pişmemiş.
i. 1. jüri kararı. 2. hüküm, karar. 3. fikir, kanı.
verdigris i. 1. bakır pası. 2. bakır yeşili.
verge i. 1. kenar; sınır: on the verge of a cliff uçurumun kenarında. on
verifiable the verge of kanıtlanabilir.
s. gerçekliği the swamp bataklığın bittiği/başladığı yerde. 2.
eşik: on the verge of war savaşın eşiğinde. on the verge of
verification i. doğrulama, gerçekleme, teyit etme, tasdik etme.
insanity deliliğin eşiğinde. 3. İng. banket; çimle kaplı banket.
verify f. doğrulamak, gerçeklemek, teyit etmek, tasdik etmek.
veritable s. gerçek, hakiki; ... gibi bir şey: This place is a veritable
vermicelli museum. Burası müze gibi bir yer.
i. tel şehriye.
vermilion i. 1. al renk, kızıl. 2. sülüğen. s. al, kızıl. f. sülüğen sürmek.
vermin i., çoğ. 1. haşarat. 2. fareler; sıçanlar. 3. haşarat, aşağılık ve
vermouth zararlı
i. vermut.kimseler.
vernacular i.
vernal s. 1. ilkbahara ait. 2. ilkbaharda olan.
vernal equinox gökb. bahar noktası, ilkbahar noktası (21 Mart´a rastlayan
versatile ekinoks).
s. 1. çok yönlü, birçok iş yapabilen, elinden her iş gelen. 2.
verse birçok işe mısra:
i. 1. dize, uygun the
(alet/makine).
first three verses of the poem şiirin ilk üç
versify dizesi.
f. 1. şiir haline koymak. in
2. koşuk, nazım: 2. verse
şiir ilerather than in 3.
ifade etmek. prose düzyazıdan
şiir yazmak.
ziyade koşuk olarak. 3. ayet: a verse from the Koran Kuran´dan
version i. 1. tür, çeşit, biçim, versiyon. 2. versiyon, sürüm: A new
bir ayet.
vertebra version
çoğ. --e of this word-processing
(vır´tıbri)/--s program
(vır´tıbrız) i., recently
anat. omur, came on the
vertebra.
market. Son zamanlarda bu kelime işlem programının yeni bir
vertebrate s. omurgalı. i. omurgalı hayvan.
versiyonu piyasaya çıktı.3. yorum, anlatış: This version of what
vertical s.
was düşey,
said indikey. i. 1. düşey
the meeting doğru. 2. düşey
is incorrect. düzlem.
Toplantıda söylenenlerin
vertigo bu
çoğ. yorumu yanlış. 4. edisyon. 5. çeviri, tercüme: the English
vertigoes version of that book o kitabın
(vır´tıgoz)/ver.tig.i.nes İngilizce
(vırtîc´ıniz) çevirisi.
i. baş dönmesi.
verve i. canlılık.
very z. 1. çok, pek, gayet: very good çok iyi. very warm pek sıcak. He
Very good! speaks English very well. İngilizceyi gayet iyi konuşuyor. 2. tam:
İng. Tamam!
You just said the very opposite. Demin bunun tam tersini
Very good, sir! Tamam, efendim.
söyledin. We have the very same table. Bizde o masanın aynı
var. He used the very same words as you. Senin kullandığın
kelimelerin aynını kullandı. 3. en: Give me the very best! Bana
en iyisini ver! I did my very best. Elimden gelen her şeyi yaptım.
s. Nitelediği sözcüğü vurgulamak için kullanılır: That´s the very
very image of/spitting image
tıpkısı, benzeri, aynı, hık demiş burnundan düşmüş.
of
very late çok geç.
Very truly yours, Saygılarımla,/Hürmetlerimle, (İş mektubunun sonunda imzadan
vessel hemen önce
i. 1. tekne, yazılır.).
gemi. 2. kap, tas. 3. anat. damar: blood vessel kan
vest damarı.
i. 1. yelek. 2. İng. atlet fanilası, atlet. f. 1. with (yetki, hak v.b.
vested interest ´ni) vermek.
1. çıkar, 2. in -e
menfaat. 2.vermek: Thehak.
kazanılmış Constitution vests legislative
3. çıkar grubu.
power in the Grand National Assembly. Anayasa yasama
vestibule i. 1. giriş, antre. 2. vagonlar arasındaki kapalı geçit.
yetkisini Büyük Millet Meclisi´ne veriyor.
vestige i. kalıntı, iz, eser, işaret.
vestment i. 1. resmi elbise. 2. cüppe.
vestry i. 1. giyinme odası. 2. (bazı kiliselerde) yönetim kurulu.
vet i., k. dili 1. veteriner, baytar. 2. eski asker, eski muharip, gazi. f.
vet (--ted, --ting) veterinarian,
kıs. veteran, İng. dikkatle incelemek,
veterinary. kontrol etmek.
veteran i. 1. eski asker, eski muharip, gazi. 2. (belirli bir alanda) çok
veterinarian tecrübeli
i. veteriner, kimse. s. çok tecrübeli.
baytar.
veto i. veto. f. veto etmek.
veto power veto hakkı.
vex f. canını sıkmak, sinirlendirmek, kızdırmak.
vexation i. 1. sinirlenme, kızma. 2. sinirlendirici şey, aksilik, sıkıntı.
vexatious s. sinirlendirici, can sıkıcı.
VIP kıs. very important person. i. (vi.ay.pi´) k. dili çok önemli kimse.
via edat 1. ... yolu ile, -den geçerek, ... üzerinden: We came via
via airmail Çanakkale.
uçakla. Çanakkale yoluyla geldik. 2. ... vasıtasıyla, ...
aracılığıyla, ... ile: via air mail uçakla.
viable s. 1. yaşayabilecek durumda olan (yaratık/organizma). 2.
viaduct (toplumsal/siyasal/ekonomik
i. viyadük. açıdan) kendi ayakları üzerinde
durabilen, varlığını bağımsız olarak sürdürebilen. 3. gelişip yeni
vial i. ufak şişe.
bir organizmaya dönüşebilecek (tohum, yumurta v.b.). 4. k. dili
vibrant s. 1. titrek,
pratik, titreşimli. 2. canlı, hayat dolu, enerjik. 3. ateşli,
uygulanabilir.
vibrate coşkun. 4. with ... ile dolu. 5. canlı (renk). 6. gür, dolgun (ses).
f. titremek; titretmek.
vibration i. titreme, titreşim.
viburnum i., bot. kartopu.
vicar i., Hrist. 1. (Anglikan kilisesinde) papaz. 2. vekil.
vicarage i. (Anglikan kilisesinde) papaza tahsis edilen ev/lojman.
vicarious s. 1. hayal ederek/hayalen yapılan; başkasının yaşantısına
vice- katıldığını
önek hayalmuavin,
yardımcı, ederek duyulan. 2. başkasının
ikinci: vice-chairman yerine yapılan.
yardımcı başkan.
vice vice-consul ikinci konsolos, konsolos yardımcısı, viskonsül.
i. 1. kötü alışkanlık: Cigarette smoking is a vice. Sigara içmek vice-
president
kötü birbak. başkan yardımcısı,
alışkanlıktır. ikinci başkan.
2. ahlaksızlık (özellikle fuhuş ve uyuşturucu
vice i., İng., vise.
ticareti).
vice squad ahlak zabıtası ekibi.
vice versa
viceroy i. (krallığı temsil eden) genel vali.
vicinity i. dolay, civar, etraf, çevre, havali.
vicious s. 1. çok saldırgan, tehlikeli. 2. çok kötü. 3. korkunç. 4. şiddetli,
vicious circle sert.
kısır 5. kusurlu, bozuk. 6. ahlakı bozuk. 7. kötü niyetli.
döngü.
vicious circle kısırdöngü, fasit daire.
victim i. kurban: victims of war savaş kurbanları.
victimise f., İng., bak. victimize.
victimize f. 1. (haksız yere) kurban etmek. 2. gadretmek, zulmetmek. 3.
victor hile ile soymak,
i. galip, fatih. aldatmak.
victorious s. muzaffer, utkulu, zafer kazanmış/kazanan, galip gelen;
victory muzafferane.
i. 1. zafer, utku, yengi. 2. başarı.
victual i. 1. yiyecek. 2. çoğ. erzak; yemek; kumanya. f. (--ed/--led,
video --ing/--ling)
i., s. video. erzak sağlamak.
videotape i. videoteyp.
vie f. (--d, vy.ing) with ile yarışmak, ile rekabet etmek: They were
Vietnam vying with each other for the championship. Şampiyonluk için
i. Vietnam.
birbirleriyle yarışıyorlardı.
Vietnamese i. 1. (çoğ. Vi.et.nam.ese) Vietnamlı. 2. Vietnamca. s. 1. Vietnam,
view Vietnam´a özgü.of
i. 1. bakış: point 2.view
Vietnamca. 3. Vietnamlı.
bakış açısı. 2. görüş, fikir, düşünce:
viewpoint exchange of views fikir
i. bakış açısı, görüş açısı. alışverişi. 3. görünüm, manzara: This
house has a wonderful view of the Bosporus. Bu evin harika bir
vigil i. 1. uyanık kalma. 2. gece nöbet tutma. 3. çoğ. arife gecesi
Boğaz manzarası var. 4. maksat, amaç: It was done with a view
vigilance yerine getirilen
i. uyanıklık, ibadetler.
tetiklik, dikkat, ihtiyat.
to establishing closer business ties. Daha yakın iş ilişkileri
vigilant kurmak amacıyla yapıldı.
s. uyanık, tetikte, dikkatli, ihtiyatlı, tedbirli.
vigor i. kuvvet, enerji, zindelik; dinçlik.
vigorous s. kuvvetli, enerjik, zinde; dinç.
vigour i., İng., bak. vigor.
vile s. 1. iğrenç, berbat, pis. 2. aşağılık, alçak, rezil. 3. k. dili kötü,
vilify berbat:
f. vile weather
1. -e alenen berbat-ihava.
iftira etmek, açıktan açığa karalamak. 2. -in
villa saygınlığına zarar
i. yazlık köşk, villa. vermek; -in saygınlığını azaltmak.
village i. 1. köy. 2. köy halkı.
villain i. 1. kötü adam; hain. 2. edeb. kötü adam. 3. problem yaratan
villainous şey/durum.
s. 1. alçak, hain. 2. çok kötü, berbat.
villainy i. alçaklık, hainlik.
vindicate f. 1. haklı çıkarmak, temize çıkarmak. 2. kanıtlamak.
vindication i. 1. haklı çıkarma, temize çıkarma. 2. kanıtlama.
vindictive s. kinci; intikamcı.
vine i., bot. asma, üzüm asması.
vinegar i. sirke.
vinegary s. sirke gibi.
vineyard i. bağ, üzüm bağı.
vintage i. 1. bağbozumu. 2. yaş; devir. s. 1. belirli bir yılın ürünü olan
viola (şarap). 2. kaliteli. 3. iyi, seçkin. 4. klasik, klasikleşmiş.
i., müz. viyola.
violate f. 1. ihlal etmek, bozmak, çiğnemek: violate an agreement bir
violation anlaşmayı
i. 1. bozma,bozmak.
ihlal. 2. 2. -in ırzına
tecavüz, geçmek,
ırzına geçme.-i kirletmek, -e tecavüz
etmek: violate a woman bir kadının ırzına geçmek. 3. -in
violence i. 1. şiddet, sertlik. 2. zor, cebir. 3. zorbalık.
kutsallığını bozmak: violate an altar bir sunağın kutsallığını
violent s. 1. şiddetli, sert, zorlu. 2. hemen şiddete başvurabilen. He
bozmak.
violet resorted
i. to violent measures.
1. bot. menekşe. 2. menekşeŞiddeterengi. s.başvurdu.
menekşe renkli,
violin menekşe
i. keman. rengi, menekşe.
violinist i. kemancı, viyolonist.
violist i. viyolacı.
viper i. 1. zool. engerek. 2. yılan gibi hain kimse.
viral s., tıb. viral, virüsün yol açtığı.
virgin i. 1. bakire, kız. 2. bakir (erkek). s. 1. bakire. 2. bakireye özgü.
virginal 3. bakir
s. 1. (erkek).
bakireye 4. kullanılmamış,
özgü. 2. el değmemiş, dokunulmamış.
bakir. 5. hiç
işlenmemiş: virgin soil hiç işlenmemiş toprak/topraklar. 6. el
virginity i. bakirelik; bakirlik; bekâret.
değmemiş, bakir: virgin forest bakir orman, balta girmemiş
Virgo i. 1. gökb. Başak takımyıldızı. 2. astrol. Başak burcu.
orman.
virile s. 1. erkekçe, erkeğe yakışan; güçlü, kuvvetli. 2. erkeklik
virility görevini
i. yerine
1. erkekçe birgetirebilen.
özellik; güçlülük, kuvvetlilik. 2. erkeklik, cinsel
virtual güç, iktidar.
s. 1. gerçekte etkili olan, fiili, gerçek, asıl; gayriresmi (Resmen
virtual memory kabul edilmemiş
bilg. sanal bellek.fakat fiilen olmuş bir şeyi niteler): This is a
virtual abandonment of the city to the enemy. Aslında bu, şehri
virtually z. 1. neredeyse, hemen hemen. 2. aslında, esas itibarıyla;
düşmana terketmek demek. 2. sanal.
virtue âdeta:
i. We´re
1. erdem, virtually
fazilet: done. is
Humility Bitirdik sayılır. of
the essence We had entered
virtue.
what was virtually
Alçakgönüllülük a treasure
erdemin house.
özüdür. 2. Âdeta birOne
meziyet: hazineye
of the virtues
virtuoso çoğ. --s (vırçuwo´soz)/vir.tu.o.si (vırçuwo´si) i. virtüöz.
girmiştik.
of this type of printer is its speed. Bu tip yazıcının
virtuous s. 1. erdemli, faziletli. 2. iffetli, namuslu.
meziyetlerinden biri hızıdır. 3. yarar, fayda, avantaj: There´s
virtue in knowing a second language in today´s world.
Günümüzde ikinci bir dil bilmekte yarar var. 4. yararlı özellik,
değerli özellik, önemli özellik: One of the virtues of married life
is companionship. Evlilik yaşamının önemli özelliklerinden biri
virtuously z. erdemli bir şekilde.
virtuousness i. erdemlilik.
virulent s. 1. çok tehlikeli, öldürücü (mikrop, zehir v.b.). 2. kötücül. 3.
virus çok derin/büyük (nefret, husumet v.b.).
i. virüs.
visa i. vize.
vis-à-vis z. karşı karşıya. edat 1. -e göre, ... açısından; ile
viscosity karşılaştırıldığında.
i. viskozite. 2. -in karşısında.
viscous s. yapışkan, ağdalı.
vise i. mengene.
visé i., bak. visa.
visibility i. 1. görünürlük. 2. görüş uzaklığı.
visible s. 1. görülebilir, görünür. 2. açık, belli, gözle görülebilir.
visibly z. gözle görülür bir şekilde, farkedilir bir şekilde.
vision i. 1. görme; görüş: The operation restored his vision. Ameliyat
visionary yeniden görmesini
s. 1. hayali, düşsel.sağladı. field
2. hayalci, of vision görüş
hayalperest. alanı. 2. öngörü.
3. öngörülü. 4.
3. önsezi.
önsezili. i. 4.
1. hayal
hayalci,gücü, imgelem.
hayalperest. 5.
2. hayal, düş,
öngörülü rüya.3.6.önsezili
kimse. çok
visit f. 1. -i ziyaret etmek, -i görmeye gitmek. 2. -e misafir olmak: I
güzel
kimse. kimse/şey: That woman is a vision. O kadın çok güzel.
visitation ´m
i. 1.going
ziyaret.to visit my friends
2. felaket, bela. in Florence for a day or two. Bir iki
gün Floransa´daki arkadaşlarıma misafir olacağım. 3. -e
visiting s. ziyaret eden.
uğramak, -e gitmek/gelmek. 4. (doktor) (hastayı) muayeneye
visiting card kartvizit.
gitmek, yoklamak. 5. sık sık gitmek, dadanmak: The mayor is
visiting day known to visit bars and gambling houses. Belediye başkanının
kabul günü.
visiting hours meyhanelere
ziyaret saatleri. ve kumarhanelere sık sık gittiği bilinir. 6. (with) k.
dili (ile) sohbet/muhabbet etmek. i. 1. ziyaret. 2. misafirlik. 3.
visitor i. 1. vizite.
tıb. ziyaretçi.
4. k.2.dili
misafir,
sohbet,konuk.
muhabbet.
visor i. siperlik, siper, güneşlik.
vista i. manzara, görünüm.
visual s. 1. görmeye ait, görsel. 2. görülebilir.
visual arts görsel sanatlar.
visualise f., İng., bak. visualize.
visualize f. hayalinde canlandırmak, gözünün önüne getirmek.
vital s. 1. çok önemli; hayati, hayati önem taşıyan. 2. hayati,
vital signs yaşamsal.
tıb. hayati 3. yaşam için gerekli. 4. canlı. 5. dirimsel.
belirtiler.
vital statistics doğum ve ölüm istatistikleri.
vitalise f., İng., bak. vitalize.
vitality i. 1. canlılık, dirilik, zindelik, enerji. 2. yaşama/dayanma gücü.
vitalize f. canlandırmak, güç vermek.
vitally z. hayati derecede, son derece.
vitamin i. vitamin.
vitiate f. 1. gücünü/etkisini azaltmak; halel getirmek/vermek, bozmak.
viticulture 2. yozlaştırmak. 3. (tamamen/kısmen) hükümsüz/geçersiz
i. bağcılık.
kılmak.
viticulturist i. bağcı.
vitreous s. 1. cam türünden. 2. camdan yapılmış. 3. camsı, cama benzer.
vitriol i., kim. 1. sülfürik asit; zaç. 2. herhangi bir maden sülfatı. 3.
vituperate iğneleyici söz/yazı.
f. sövüp saymak, şiddetle azarlamak; şiddetle kötülemek.
vituperation i. sövüp sayma, şiddetle azarlama; şiddetli kötüleme.
viva ünlem Yaşa!/Çok yaşa!
vivacious s. hayat dolu, capcanlı.
vivaciousness i., bak. vivacity.
vivacity i. canlılık.
vivid s. 1. parlak: a vivid color parlak bir renk. 2. etkili, canlı: a vivid
vivify description
f. canlandırmak. etkili bir anlatım. 3. kuvvetli, canlı: a vivid
imagination kuvvetli bir hayal gücü.
vixen i. 1. dişi tilki. 2. şirret kadın, huysuz kadın.
vizier i. vezir.
vizierial s. 1. vezire ait. 2. vezir tarafından verilen.
vizor i., bak. visor.
Vlach i. Valak, Vlak.
V-necked s. V yakalı, V yaka.
vocabulary i. 1. sözcük hazinesi, söz dağarcığı, kelime hazinesi, bir
vocal kimsenin
s. 1. insankullandığı
sesine ait. sözcükler. 2. (bir dilde bulunan)
2. sesini çıkarmaktan bütün sesi
hiç çekinmeyen;
sözcükler/kelimeler.
hep çıkan, 3. ek sözlük, lügatçe.
düşüncesini hep duyuran. 3. dilb., müz. vokal.
vocal cords anat. ses telleri/kirişleri.
vocal music vokal müzik.
vocal music vokal müzik, ses müziği.
vocalisation i., İng., bak. vocalization.
vocalise f., İng., bak. vocalize.
vocalist i. şarkıcı, okuyucu; şantöz; şantör; vokalist.
vocalization i. 1. seslendirme. 2. dilb. ünlüleşme.
vocalize f. 1. seslendirmek, sesli duruma getirmek. 2. dilb. ünlüye
vocation dönüştürmek.
i. 1. ilahi (bir göreve/misyona) çağrı; ilahi bir görev, misyon: He
vocational has a vocation
s. mesleki, mesleğeto theilişkin.
priesthood. Allah onu papaz olmaya
çağırdı. 2. (belirli bir işe yönelik) eğilim, istidat, yetenek: He´s
vocational guidance meslek rehberliği.
no vocation for that job. O işe hiç istidadı yok. 3. iş; görev;
vocational school meslek okulu.
meslek.
vociferous s. 1. çok gürültülü bir şekilde konuşan, çok yüksek sesle
vodka konuşan:
i. votka. He was vociferous in his complaints. Şikâyetlerini
bağırarak söyledi. 2. bağırarak söylenen.
vogue i. 1. moda. 2. rağbet.
voice i. 1. ses, seda: the human voice insan sesi. 2. söz hakkı,
voiced konuşma
s. 1. sesli.yetkisi:
2. sesleThe ifadeworkers
edilmiş,want
dileagetirilmiş.
voice in the 3. company´s
ötümlü,
management.
titreşimli. İşçiler şirketin yönetiminde söz sahibi olmak
voiceless s. 1. sessiz. 2. ötümsüz, titreşimsiz. 3. söz hakkı olmayan. 4.
istiyorlar. 3. dilb. çatı: active voice etken çatı. passive voice
dilsiz.
s. 1. of -siz,
void edilgen çatı.-den yoksun,
4. sözcü. f. 1.-den mahrum:
anlatmak, Hisetmek,
ifade ideas were
dile void of
Voivodina common
getirmek. sense.
i. Voyvodina. Fikirleri sağduyudan yoksundu.
2. ses tellerini titreştirerek oluşturmak; 2. geçersiz,
hükümsüz.
ötümlüleştirmek.3. boş, hali, ıssız. 4. yararsız, faydasız. i. 1. boşluk. 2.
vol kıs. volcano, volume, volunteer.
boş yer. f. 1. geçersiz/hükümsüz kılmak. 2. feshetmek; iptal
volatile s. 1. uçucu
etmek. (madde). 2.
3. boşaltmak. 4.patlamaya
bırakmak, hazır (durum).
terketmek. 3. havai,
5. çıkarmak,
volcanic değişken;
atmak. istikrarsız; çabuk etkilenip
s. yanardağa özgü; yanardağ gibi; volkanik. aniden değişebilen.
volcanic cone yanardağ konisi.
volcano i. (çoğ. --es/--s) yanardağ, volkan.
volition i. irade.
volley i. 1. yaylım ateşi. 2. yağmur: a volley of questions soru
volleyball yağmuru.
i. voleybol.a volley of protests protesto yağmuru. 3. tenis, futbol,
kriket vole.
volt i. volt.
voltage i. voltaj.
voltmeter i. voltölçer, voltmetre.
voluble s. 1. uzun uzadıya konuşan. 2. cerbezeli. 3. hararetle konuşan.
volume i. 1. hacim, oylum: volume of a sphere kürenin hacmi. 2. ses,
volumetric ses gücü:ölçümüyle
s. hacim Turn downilgili; the volume of your radio!
hacim ölçmeye yarayan. Radyonun sesini
kıs! 3. miktar, sayı: Our accounts show that the volume of our
volumetric flask balonjoje, ölçü toparı.
sales has increased. Hesaplarımız satışlarımızın yükseldiğini
voluminous s. 1. hacimli,
gösteriyor. 4.pek
cilt:büyük, muazzam:
The complete set aconsists
voluminous building
of twelve volumes.
voluntarily muazzam
Tam takımbir
z. isteyerek, bina.
onkendi 2. çokoluşuyor.
iki ciltten miktarda,
iradesiyle, gönüllü pek çok: voluminous
olarak.
records çok miktarda kayıt. 3. bol, çok geniş.
voluntary s. 1. isteyerek yapılan, isteğe bağlı, kendiliğinden yapılan;
volunteer ihtiyari: He made
i. 1. gönüllü, bir işiagönüllü
voluntary confession
olarak üstlenen of kimse.
his crime. Suçunu
2. gönüllü
kendiliğinden
asker. itiraf
s. gönüllülerden etti. voluntary
oluşan, effort
gönüllü. isteyerek
f. 1. gösterilen
to/for (bir işi 2.
voluptuous s. 1. cinsel istek uyandıran; buram buram cinsiyet kokan.
çaba.
yapmayı)In some countries teklif
kendiliğinden military service
etmek. 2. is voluntary,
for -e gönüllü not
olarak
vomit bedensel
f. 1. kusmak,istekleri tatmin2.eden.
çıkarmak. 3. çok (magma
(yanardağ) haz/keyifv.b.´ni)
veren;
compulsory. Bazı ülkelerde
katılmak. 3. kendiliğinden askerlik isteğe
söylemek. bağlı, zorunlu değil.
haz/sefa/keyif
püskürtmek. i. dolu.
1. 4. keyfine
kusma. 2. son derece düşkün; zevküsefaya
kusmuk.
voodoo 2. gönüllü: voluntary service gönüllü hizmet. 3. istemli:
i. vodu.
düşkün.
voracious voluntary
s. doymaz,and involuntary
doymak bilmez,bodily
obur:movements istemli ve
He has a voracious istemsiz
appetite
bedensel hareketler. 4. gönüllülerin
for chocolate. Çikolataya doyamıyor. emek ve bağışlarıyla
desteklenen (kurum). 5. bile bile yapılan: His rudeness was
voluntary. Bile bile kabalık etti.
voracious reader kitap okumaya doymayan okuyucu.
vortex çoğ. --es (vôr´teksîz)/vor.ti.ces (vôr´tîsiz) i. anafor, burgaç,
vote çevri.
i. 1. oy, rey. 2. oy hakkı. f. oy vermek: Everyone is obliged to
vote against vote in these elections.
-in aleyhinde oy vermek. Bu seçimlerde herkes oy vermek
zorunda.
vote for -in lehinde oy vermek.
vote of confidence güvenoyu.
vote of no confidence güvensizlik oyu.
vote s.o. in birine oy vererek göreve getirmek.
vote s.o. out birine oy vermeyerek görevden uzaklaştırmak.
vote s.t. down aleyhinde oy kullanarak bir şeye engel olmak.
voter i. seçmen.
vouch f. for 1. (bir şeyin) doğru, güvenilir v.b. olduğunu temin etmek.
voucher 2. (birinin)
i. 1. makbuz; doğru, güvenilir
fiş; belge. v.b. biri olduğunu temin etmek. 3. -i
2. kefil.
doğrulamak, -i teyit etmek. 4. -i garanti etmek. 5. -e kefil olmak.
vouchsafe f. lütfedip yapmak/vermek.
vow i. 1. yemin, ant; vaat. 2. adak. f. yemin etmek, ant içmek;
vowel vadetmek.
i. 1. ünlü, sesli. 2. sesli harf.
vowel harmony ünlü uyumu.
voyage i. deniz yolculuğu; sefer.
vp kıs. vice-president.
V-shaped s. V şeklinde.
vulcanise f., İng., bak. vulcanize.
vulcanised s, İng., bak. vulcanized.
vulcanize f. (kauçuğu) vulkanize etmek.
vulcanized s. vulkanize.
vulg kıs. vulgar.
vulgar s. 1. müstehcen, edebe aykırı. 2. adi, bayağı; görgüsüz.
vulgar fraction bayağı kesir.
vulgarism i. 1. amiyane söz. 2. müstehcen söz.
vulgarity i. 1. müstehcenlik. 2. adilik, bayağılık; görgüsüzlük.
vulnerability i. saldırı veya tenkide açık/maruz olma.
vulnerable s. saldırı veya tenkide açık/maruz olan.
vulnerable point zayıf nokta.
vulture i., zool. akbaba.
vulva çoğ. --e (v^l´vi)/--s (v^l´vız) i., anat. ferç, vulva.
vv kıs. verses.
W kıs. watt(s), wolfram.
W kıs. Wednesday, West, Western.
w kıs. watt(s).
w kıs. watt(s), week(s), weight, west, wide, width, word.
W, w i. W, İngiliz alfabesinin yirmi üçüncü harfi.
wacko s., k. dili kaçık, çılgın, çatlak. i., k. dili kaçık/çılgın/çatlak kimse.
wacky s., k. dili kaçık, çılgın, çatlak.
wad i. 1. tomar: a wad of money bir tomar para. 2. k. dili çok/bir
waddle deste
f. badipara. 3. topak. 4.
badi yürümek, tıkaç,paytak
paytak tapa. 5.yürümek.
tüfek sıkısı. f. (--ded,
i. badi badi
--ding) 1. tıkaç koymak. 2. tomar haline getirmek.
yürüyüş.
wade f. 1. sığ suda/çamurda yürümek. 2. sığ suda oynamak.
wade into k. dili -e hemen girişmek.
wade through 1. (sığ su/çamur) içinden yürüyerek geçmek. 2. ağır ağır ve
wafer güçlükle ilerlemek. 3. zorla tamamlamak.
i. ince bisküvi.
waffle i. gofre (bir çeşit gözleme).
waffle f., İng., k. dili 1. (on) abuk sabuk/saçma sapan konuşmak. 2.
kem küm ederek görüşünü açıkça belirtmekten kaçınmak; kem
küm ederek belirli bir tarafı desteklemekten kaçınmak. i., İng.,
k. dili abuk sabuk laflar.
waffle iron gofre ızgarası.
waft f. (rüzgâr/dalga) sürüklemek; (rüzgârla/dalgayla) sürüklenmek.
wag i.
f. 1. hafif --ging)
(--ged, koku. 2. hafif esinti.
sallamak; sallanmak. i. sallama.
wage (a) war/a battle/a fight savaşmak.
wage i. ücret.
wage f. 1. sürdürmek: wage a feud kan davasını sürdürmek. 2. (savaş
wage earner v.b.´ni)
ücretli. açmak: They have decided to wage war on/against their
enemies. Düşmanlarına savaş açmaya karar verdiler.
wage freeze ücretlerin dondurulması.
wage rise ücret artışı.
wage war against/on/with -e karşı savaşmak, ... ile savaşmak.
wager i. bahis. f. bahse girmek.
wages i. ücret: daily wages yevmiye, gündelik. weekly wages haftalık,
wageworker haftalık
i. ücretli.ücret.
waggle f. sallanmak; sallamak. i. sallayış; sallanış.
waggon i., İng., bak. wagon.
wagon i. 1. dört tekerlekli yük arabası. 2. dört tekerlekli, üstü açık
waif oyuncak araba.
i. 1. kimsesiz 3. İng.,
çocuk. d.y. yük hayvan/eşya.
2. sahipsiz vagonu.
wail f. 1. feryat etmek. 2. (rüzgâr) uğuldamak, inlemek. i. 1. feryat.
wainscot 2. inilti. 1. tahta lambri. 2. lambri. 3. eteklik, yarım lambri, alçak
i., mim.
wainscoting lambri.
i., mim. f.1.1.eteklik,
lambri yarım
kaplamak.
lambri,2. alçak
eteklik/yarım lambri
lambri. 2. kaplamak.
lambri.
waist i. 1. bel. 2. bir şeyin orta kısmındaki girinti. 3. kadın elbisesinin
waistband üst kısmı.
i. (etek, 4. bluz. v.b.´nde)
pantolon 5. geminin orta
bel, kısmı, bel.
kemer.
waistcoat i., İng. yelek.
waistline i. 1. bel. 2. bel genişliği.
wait f. 1. (for) -i beklemek: I´m waiting for my friend. Arkadaşımı
Wait a little. bekliyorum.
Biraz bekle. Wait your turn. Sıranı bekle. Wait here. I´ll be right
back. Burada bekle. Hemen döneceğim. 2. durmak, kalmak:
Wait a minute! Bir dakika!
Wait! Let´s go together. Dur! Birlikte gidelim. 3. bekletmek: Don
wait at table İng.
´t waitservis yapmak.
supper for me. Yemek için benim gelmemi bekleme. i.
wait for a sight of bekleme,
-i görmekbekleyiş.
için beklemek.
wait in ambush pusuda beklemek.
wait on 1. -e hizmet etmek. 2. -e servis yapmak. 3. -in ziyaretine
wait on s.o. hand and foot gitmek.
k. dili birinin etrafında dört dönmek.
wait on table servis yapmak.
wait tables garsonluk yapmak.
wait up for s.o. yatmayıp birini beklemek.
waiter i. garson.
waiting list yedek liste, bekleyenler listesi.
waiting room bekleme odası/salonu.
waitress i. kadın garson.
waive f. 1. (belirli bir durumda, yetkisini kullanarak) (kural, yasa v.b.
waiver ´ni)
i. 1. uygulatmamak/(birini)
huk. feragat belgesi. 2.(kural,
of huk.yasa
-denv.b.´ne)
feragattabi tutmamak/
etme. 3. of
(birini)
(belirli (kural,
bir yasa
durumda, v.b.´nden)
yetkisini muaf tutmak:
kullanarak) In your
(kural, yasacase I´m
v.b.´ni)
wake f. (woke/--d, --d/wok.en) 1. (up) uyanmak. 2. (up) -i uyandırmak.
going to waive
uygulatmama/(birini) this requirement.
(kural, yasa Sizi bu şarta
v.b.´ne)acı
tabitabi
tutmama/(birini)
wake 3. canlandırmak:
i. dümen suyu. 2.wake painful memories anıları
tutmayacağım.
(kural, yasa huk. -den
v.b.´nden) muaf feragat
tutma. etmek, -den vazgeçmek.
canlandırmak.
wakeful s. 1. uyanık, tetikte olan. 2. uykusuz.
wakefulness i. uyanıklık.
waken f. 1. uyandırmak; uyanmak. 2. uyarmak, ikaz etmek.
Walach i., bak. Vlach.
Walachia i., bak. Wallachia.
Wales i. Galler Ülkesi.
walk f. 1. yürümek, yürüyerek gitmek: We walked all the way from
Üsküdar to Kadıköy. Üsküdar´dan ta Kadıköy´e kadar yürüdük. I
didn´t come by car; I walked. Arabayla gelmedim; yürüyerek
geldim. 2. dolaşmak, gezmek: She went out to walk in the park.
Parkta dolaşmaya çıktı. 3. dolaştırmak, gezdirmek: He is walking
walk away from 1. -i rahatlıkla yenmek, -i kolayca geçmek. 2. (kazadan) ucuz
walk away with kurtulmak.
k. dili 1. -i kazanmak. 2. -i yürütmek, -i çalmak.
walk file tek sıra yürümek.
walk for two miles iki mil yürümek.
walk in içeri girmek.
walk in one´s sleep uykuda gezmek.
Walk in. İçeri buyurun.
walk of life (toplumsal) sınıf, kesim: People from every walk of life were
walk off there. Orada her kesimden insan vardı.
çekip gitmek.
walk off with k. dili 1. -i kazanmak. 2. -i yürütmek, -i çalmak.
walk on air k. dili (sevincinden) ayakları yere değmemek.
walk out 1. çekip gitmek. 2. greve gitmek.
walk out on k. dili (birini) terketmek.
walk over -i kolayca yenmek.
walk the streets 1. sokaklarda sürtmek. 2. sokak sokak dolaşmak.
walk the wards viziteye çıkmak.
walkie-talkie i. telsiz telefon.
walking i. 1. gezme, yürüme. 2. yürüyüş (tarzı).
walking dictionary canlı sözlük.
walking library ayaklı kütüphane.
walking papers k. dili işten kovulma kâğıdı.
walking stick baston.
walk-on i., tiy. önemsiz rol.
walkout i., k. dili grev.
walkover i., k. dili kolay kazanılan yarış.
walkup s., k. dili asansörsüz. i., k. dili asansörsüz bina/daire.
walky-talky i., bak. walkie-talkie.
wall i. 1. duvar. 2. sur: the walls of the old city eski kentin surları. f.
wall plug etrafına
elek. duvarduvar çekmek.
prizi.
Wallach i., bak. Vlach.
Wallachia i. (bölge olarak) Eflak.
Wallachian i. 1. Eflak, Eflak halkından bir kimse. 2. bak. Vlach. s. Eflak.
wallet i. cüzdan, para cüzdanı.
wallflower i. 1. bot. sarışebboy. 2. k. dili dansa kaldırılmadığı için bir
wallop kenarda kalan kadın.
f., k. dili dayak atmak, dövmek, pataklamak. i. dayak.
walloping s., k. dili çok büyük, muazzam.
wallow f. 1. (in) (çamur, su v.b.´nde) ağnamak, yuvarlanmak. 2. in ...
wallpaper içinde
i. duvaryüzmek:
kâğıdı. wallow in wealth servet içinde yüzmek. i. 1.
(çamur, su v.b.´nde) ağnama, yuvarlanma. 2. hayvanın
wall-to-wall s. duvardan duvara.
ağnadığı/yuvarlandığı çamurlu yer, ağnak.
walnut i. 1. ceviz. 2. ceviz ağacı. 3. cevizin kerestesi. 4. ceviz rengi.
walrus i. (çoğ. wal.rus/--es) zool. mors.
waltz i. vals. f. vals yapmak.
waltz through k. dili -i kolayca başarmak.
wan s. solgun, benzi sararmış.
wand i. 1. değnek. 2. asa.
wander f. 1. dolaşmak, gezinmek. 2. (from) -den sapmak/ayrılmak:
wander around wander from the
1. dolaşmak. subject dolaşmak.
2. başıboş at hand ele alınan konudan ayrılmak.
wander off (başkalarından ayrılarak) kendi başına dolaşmak.
wanderer i. başıboş dolaşan kimse.
wandering s. başıboş dolaşan/gezen.
wandering Jew bot. telgrafçiçeği.
wanderlust i. yolculuk tutkusu.
wane f. 1. azalmak, eksilmek, zayıflamak. 2. batmak, sönmek. 3.
wangle sonuna
f., k. diliyaklaşmak.
hileyle eldei.etmek, sızdırmak, koparmak: He´s trying to
wank wangle money
f., İng., kaba otuzoutbir
of çekmek,
me. Benden para sızdırmaya
mastürbasyon yapmak. çalışıyor.
i., İng.,
want kaba otuz bir, otuz bir çekme, mastürbasyon.
i. 1. yokluk, -sizlik: want of good manners terbiyesizlik. We were
want unable to takearzu
f. 1. istemek, a vacation
etmek: for
Whatwantdo of
youmoney.
want? Parasızlıktan
Ne istiyorsunuz? tatil
yapamadık.
2. 2. eksiklik, noksan. 3. house wants looking after.pek
istek: a man of few wants
want ad k. istemek, -e ihtiyacı olmak:
dili (gazetede/dergide) Thisilan.
küçük Bu
az isteği olan bir adam. We can supply
evin bakıma ihtiyacı var. 3. gerekmek, lazım all your wants.
olmak: YouBütün
want to
want for -e ihtiyacı olmak, -e ihtiyaç4.
isteklerinizi duymak.
see a doctorkarşılayabiliriz.
as soon as possible. arzuBiredilen
an öncegerekli şey: gitmen
doktora We can
Want to bet? supply
Bahse all
gireryour
misin?wants. Size gerekli olan her
gerek. It wants no investigation. Hiçbir araştırma yapmayaşeyi sağlayabiliriz. 5.
wanton ihtiyaç,
gerek
s. gereksinim:
yok. This
1. ahlaksız, This
work wants
iffetsiz: roof is
to be
a wanton in want of
done with
woman repair.
care.bir
ahlaksız Bu damın
Bukadın.
işin özenle
2.
tamire
yapılması
nedensiz: ihtiyacı
a var. 6.
gerekiyor.
wanton yoksulluk,
attack fakirlik:
nedensiz bir live in i.want
saldırı. 1. yoksulluk
ahlaksız
war i. 1. savaş,
içinde harp, muharebe. 2. mücadele. f. (--red, --ring)
yaşamak.
kimse. 2. serkeş.
(against/with) 1. (ile) savaş halinde olmak. 2. (ile) savaşmak,
war clouds savaş bulutları.
mücadele etmek.
war correspondent savaş muhabiri.
war crime savaş suçu.
war criminal savaş suçlusu.
war cry savaş narası.
war game ask. savaş oyunu.
war god savaş tanrısı.
war of nerves sinir harbi.
warble f. ötmek, şakımak. i. 1. kuş ötüşü. 2. nağme, ezgi.
ward i. 1. servis, koğuş: maternity ward doğum servisi. hospital ward
-ward hastane
sonek -e koğuşu.
doğru, ... 2.yönünde.
bölge, semt: city ward kentin semtlerinden
biri. 3. huk. vesayet altında bulunan kimse. f.
ward off 1. (darbeyi) engellemek, savuşturmak, etkisiz hale getirmek,
warden (darbenin)
i. 1. hapishane etkisini azaltmak;
müdürü. (darbeden)
2. memur; korunmak.
görevli: game warden 2. (kötü bir
şeyi) defetmek,
(resmi) av bekçisi.savmak.
air-raid warden hava alarm görevlisi.
warder i., İng. gardiyan.
wardrobe i. 1. bir kimsenin tüm giysileri, gardırop. 2. gardırop, giysi
-wards dolabı.
sonek, bak.3. tiyatro
-ward. kostümleri.
wardship i., huk. vasilik, vesayet.
warehouse i. depo, ambar. f. -i depolamak, -i ambarlamak, -i
wares depoya/ambara
i., çoğ. satılık mallar. koymak.
warfare i. savaş, savaşma, savaşım.
warhead i. (büyük bir mermiye ait) başlık: nuclear warhead nükleer
war-horse başlık.
i. 1. savaş atı. 2. çok tecrübeli biri, eski kurt, eski tüfek. 3. (sık
warlike sık/fazlasıyla
s. 1. savaşkan, icra edildiğicengâver.
savaşçı, için) artık2.eskisi
savaşagibiait,
etkiaskeri. 3.
uyandırmayan
savaşla tehdit bir
eden.sanat eseri.
warm s. 1. ılık. 2. sıcak (hava): warm front sıcak hava kütlesi. 3. ısıtan,
warm-blooded sıcak tutansıcakkanlı.
s. 1. zool. (giysi, battaniye
2. enerjik.v.b.).
3. 4. candan, hararetli, sıcak: a
tutkulu.
warm welcome sıcak bir karşılama. 5. yüreği sıcak, sevgi dolu;
warmhearted s. 1. yüreği sıcak, sevgi dolu. 2. sıcak, dostça.
cana yakın, samimi (kimse). 6. sıcakkanlı. 7. sıcak (renk). f. 1.
warmonger i. savaş
(up) çığırtkanlığı
ısıtmak, kızdırmak; yapan kimse.Please warm this milk. Lütfen
ısınmak:
warmth bu sütü ısıtın. The weather
i. 1. sıcaklık, ılıklık. 2. hararet, is warming
coşkunluk. up.3.
Hava ısınıyor.
içtenlik, 2.
samimiyet.
warn to/towards -e ısınmak, -e alışmak: He is warming
f. 1. uyarmak, ikaz etmek; tembih etmek: He warned us not to to the work.
İşe
touchısınıyor.
the wet 3. paint.
up (yarışmadan
Islak boyaya önce) hafifsürmememiz
elimizi idman yapmak. için 4. up
warning i. 1. uyarma, ikaz; tembih.
(konserden/temsilden önce) 2.son
uyarı.
bir 3. ibret: yapmak.
hazırlık Let this be 5. aup bizi
uyardı.
warning The doctor
to you. Bu warned
sana ibret himolsun.
against overeating. Doktor onu
warp f. 1. eğrilmek,
canlanmak, çarpılmak; eğriltmek, çarpıtmak.is2. doğru yoldan
fazla yemek kızışmak,
yememesicoşmak: The 2.
için uyardı. discussion
haber vermek: warming up.
He warned
warped saptırmak.
Tartışma
s. 1. eğrilmiş,i. 1.eğri,
eğrilik,
canlanıyor. çarpıklık.
çarpık. 2. 2. çözgü,
sapık, sapkın. arış.
us of the approaching storm. Fırtınanın yaklaştığını bize haber
warplane verdi.
i. savaş uçağı.
warrant i. 1. gerekçe; haklı neden; yetki: The army cited civil unrest as
warrant officer its warrant
gedikli subay.for declaring martial law. Ordu sıkıyönetime gerekçe
olarak toplumdaki huzursuzluğu gösterdi. 2. garanti, garanti
warrant officer ask. gedikli subay.
belgesi. 3. kefalet. f. 1. gerektirmek, icap ettirmek. 2. izin
warranty i. 1. garanti,
vermek, yetkigaranti
vermek: belgesi.
The law 2. huk. kefalet.
warrants the 3. kefaletname. 4.
government´s
warren yetki; hak;
intervention.
i. 1. çok tavşanhaklı
Yasa neden.
hükümete
bulunan müdahale
yer. 2. kalabalıkyetkisini
mahalle.veriyor. The
law doesn´t warrant this. Kanunlar buna izin vermez. 3. mazur
göstermek: No excuse can warrant this misbehavior. Hiçbir özür
bu kötü davranışı mazur gösteremez. 4. haklı çıkarmak,
desteklemek: The evidence does not warrant your claim.
warrior i. savaşçı, muharip, asker.
warship i. savaş gemisi.
wart i. siğil.
warthog i., zool. afrikadomuzu.
wartime i. savaş zamanı.
warts and all k. dili olduğu gibi, olumsuz yanlarını saklamadan.
warty s. siğilli.
wary s. sakıngan, ihtiyatlı; tedbirli.
was f., bak. be.
wash f. 1. yıkamak; yıkanmak. 2. temizlemek. 3. ıslatmak. 4. (dalga)
wash away yalamak.
1. (su/dalga)5. ince
alıpmaden/boya
götürmek. 2.tabakasıyla kaplamak;
-i temizlemek. 3. -i aşındırmak.
wash one´s dirty linen in yaldızlamak. 6. (kumaş) yıkanmaya dayanmak. i. 1. yıkama;
kirli çamaşırlarını ortaya dökmek.
public yıkanma. 2. (yıkanmış/kirli) çamaşır. 3. dalga sesi. 4. dalgaların
wash one´s hands of 1. ile ilişiğini
kıyıya kesmek. 5.
attığı süprüntü. 2. losyon.
-den el 6.çekmek, -den elini eteğini
ince maden/boya tabakası.
wash one´s hands of çekmek.
k. dili 1. ile ilişiğini kesmek. 2. -den el çekmek, -den elini
wash out eteğini çekmek.
1. yıkayarak çıkarmak. 2. içini yıkamak. 3. k. dili başarısızlığa
wash up uğramak.
1. elini yüzünü yıkamak. 2. İng. bulaşıkları yıkamak.
washable s. yıkanabilir.
wash-and-wear s. ütü istemeyen (hazır giysi).
washateria i., bak. washeteria.
washbasin i. 1. lavabo (el ve yüz yıkamaya yarayan tekne). 2. (el ve yüz
washbowl yıkamaya
i. (el ve yüz yarayan)
yıkamaya leğen.
yarayan) leğen.
washcloth i. sabun bezi.
washed-out s. 1. solmuş, solgun, soluk. 2. k. dili çok yorgun, bitkin. 3.
washed-up batkın,
s., k. dilimüflis.
1. yıldızı sönmüş, bitmiş. 2. bitkin düşmüş.
washer i. 1. yıkayıcı. 2. mak. conta; rondela, pul. 3. çamaşır makinesi.
washeteria i. (selfservis yöntemiyle çalışan) çamaşırhane.
washing i. 1. yıkama; yıkanma. 2. (kirli/yıkanmış) çamaşır.
washing machine çamaşır makinesi.
washing powder tozsabun; toz deterjan.
washing soda çamaşır sodası, soda.
washing soda çamaşır sodası, soda.
washing-up i., İng. bulaşıklar.
washing-up bowl İng. bulaşık tası.
washing-up cloth İng. bulaşık bezi.
washing-up liquid İng. (sıvı) bulaşık deterjanı.
washout i., k. dili fiyasko.
washrag i. sabun bezi.
washroom i. lavabo, tuvalet.
washtub i. leğen, çamaşır leğeni.
wasn't kıs. was not.
WASP i., A.B.D., k. dili beyaz ırktan, Anglosakson soyundan ve
Wasp Protestan
i., A.B.D., k.mezhebinden olan kimse.
dili, bak. WASP.
wasp i., zool. eşekarısı, yabanarısı.
wasp waist ince bel.
waspish s. kırıcı; kusur bulan/arayan; tenkitçi; sinirliliği üstünde olan.
waste s. 1. artık, işe yaramaz. 2. kullanılmış, atılacak (kâğıt). 3. boş,
waste away ıssız, hali. 4. viran, harap.eriyip
1. (hastalıktan/açlıktan) i. 1. ziyan
bitmek.etme, heder
2. ağır ağıretme; ziyan,
azalmak.
heder,
waste heba;
bin boşa
İng. çöp harcama; israf,
sepeti/kutusu. çarçur. 2. döküntü, artık; fire.
waste one´s breath nefesini boşuna tüketmek.
3. boş arazi. 4. ıssız yer. 5. harabe, virane. f. 1. ziyan etmek,
waste one´s breath k. dili etmek,
heder çenesiniheba
boş yere yormak,
etmek; boşuna nefes
boşa harcamak; israftüketmek.
etmek, çarçur
wastebasket etmek:
i. (kâğıt Hev.b.has wasted
atılan) çöpthe money. Parayı israf etti. I have
sepeti/kutusu.
wasted my whole day. Bütün günümü heba ettim. 2. harap
etmek, viraneye çevirmek: The invaders wasted the city.
İstilacılar kenti harap etti. 3. iyi kullanmamak, boşa harcamak:
The company is wasting his talents. Şirket onun yeteneklerini
wasted s. 1. ziyan edilmiş, heba olmuş, boşa gitmiş; israf edilmiş, çarçur
wasteful edilmiş.
s. savurgan,2. (hastalıktan/açlıktan)
tutumsuz; boşuna ziyan eriyip bitmiş.
eden, ziyankâr.
wastepaper i. atılacak kâğıt, atık kâğıt.
wastepaper basket (kâğıt v.b. atılan) çöp sepeti/kutusu.
wastrel i. 1. işe yaramaz kimse, hayta, serseri. 2. çok müsrif kimse.
watch i. 1. kol saati; cep saati. 2. nöbet; vardiya. 3. nöbet yeri/süresi.
watch chain 4. nöbetçi. 5. nöbetçilik, nöbet tutma. 6. gözetleme, tarassut. f.
köstek.
1. bakmak, izlemek, seyretmek: watch television televizyon
watch chain saat kösteği.
seyretmek. 2. dikkat etmek, bakmak: Watch what he does and
watch glass kol saati
learn. camı. dikkat et ve öğren. 3. for -i beklemek, -i
Yaptığına
watch one´s step kollamak,
1. (yürüyen -i gözlemek. 4. gözetlemek:
biri) (adımlarına/bastığı The dikkat
yere) police etmek.
are watching
2.
watch out him. Polisler
dikkatli olmak,
dikkat etmek. onu gözetliyor.
ayağını denk 5. bakmak,
almak. gözetmek: Who
watches her children while she´s at the office? O bürodayken
Watch out/it! Dikkat et!/Dikkatli
çocuklarına ol!
kim bakıyor? 6. -de bekçilik etmek, -de nöbet
watch television televizyon
tutmak, seyretmek.
-e göz kulak olmak: The guard is watching the gate.
Watch your step! Bekçi kapıda
1. Dikkat et! nöbet tutuyor.
(Yürüyen birine söylenir.). 2. Dikkatli ol!/Kendine
watchband mukayyet ol!/Ayağını
i. saat kayışı. denk al!
watchdog i. 1. bekçi köpeği. 2. (yolsuzluklara karşı) bekçilik eden kimse. f.
watchful (--ged,
s. tetik,--ging)
uyanık.(yolsuzluklara karşı) -e bekçilik etmek.
watchmaker i. saatçi.
watchman çoğ. watch.men (waç´mîn) i. bekçi.
watchtower i. gözetleme kulesi.
watchword i. 1. parola. 2. düstur.
water i. su. f. 1. sulamak: water the flowers çiçekleri sulamak. 2.
water ballet (koyun,
su balesi.inek v.b.´ne) su vermek, -i suvarmak. s. suda yetişen;
suda yaşayan.
water bed su yatağı.
water blister içi su dolu kabarcık.
water buffalo zool. manda, camız.
water chestnut bot. sukestanesi.
water closet tuvalet, hela, yüznumara, apteshane (kıs. W.C.).
water down 1. sulandırmak, su katmak. 2. hafifletmek.
water down 1. sulandırmak. 2. hafifletmek, yumuşatmak.
water heater su ısıtıcısı; termosifon; şofben.
water hyacinth bot. susümbülü.
water ice dondurulmuş şerbet.
water level su seviyesi/düzeyi.
water lily nilüfer.
water lily bot. nilüfer.
water main (su şebekesine ait) isale hattı/anaboru.
water meter su sayacı.
water meter su saati/sayacı.
water mill su değirmeni.
water pick basınçlı su ile dişleri temizleme aygıtı.
water pipe 1. su borusu. 2. nargile.
water pistol su tabancası.
water power su kuvveti.
water rights su kullanma hakkı.
water ski su kayağı (araç).
water snake zool. suyılanı.
water softener su yumuşatıcı.
water table jeol. tabansuyu düzeyi, yeraltı suyu düzeyi.
water tower su kulesi.
water vapor su buharı.
water-bearer i. sucu, saka.
waterborne s. 1. yüzen. 2. su yoluyla taşınan. 3. su yoluyla bulaşan.
watercolor i. 1. suluboya. 2. suluboya resim.
watercolour i., İng., bak. watercolor.
watercooled s. suyla soğutmalı (motor).
watercourse i. 1. akarsu mecrası. 2. (ark/kanal gibi üstü açık) suyolu. 3.
watercress akarsu.
i., bot. suteresi.
watercress i., bot. suteresi, Nasturtium officinale.
watered s. hareli, muare.
watered silk hareli ipek kumaş, ipekli hare.
waterfall i. çağlayan, şelale.
waterfowl i. 1. su kuşu. 2. çoğ. su kuşları.
waterfront i. yalı boyu, yalı, kıyı. s. yalı boyundaki, kıyıdaki.
watering i. 1. sulama. 2. suvarma. 3. (kumaşta) hare.
watering can bak. watering pot.
watering hole 1. hayvanların su içmesine elverişli yer, suvat. 2. doğal bir su
watering place kaynağı. 3. k. dili
1. hayvanların subar; meyhane.
içmesine elverişli yer, suvat. 2. kaplıca,
watering pot termal. 3.
süzgeçli kova.kıyıda bulunan tatil yeri. 4. doğal bir su kaynağı.
watering trough yalak.
waterless s. susuz.
waterline i. 1. (yeraltında) su borusu. 2. den. su kesimi/hattı.
waterlogged s. fazla su çekmiş (tahta, toprak v.b.); fazla su almış (gemi).
Waterloo i., k. dili büyük yenilgi/mağlubiyet.
watermark i. 1. karada suyun yükseldiği düzeyi gösteren çizgi/işaret. 2.
watermelon filigran.
i. karpuz. f. filigran basmak.
waterpower i. su gücü.
waterproof s. su geçirmez. f. -i su geçirmez hale getirmek.
water-repellent s. su çekmez.
watershed i. 1. iki nehir havzası arasındaki set. 2. boşaltma havzası.
waterside i. sahil, kıyı, yalı. s. 1. sahilde yaşayan. 2. su kenarında biten. 3.
water-ski sahile özgü; yapmak.
f. su kayağı sahilde bulunan. 4. sahilde çalışan.
water-skiing i. su kayağı (spor).
water-soluble s. suda eriyen.
waterspout i. 1. deniz hortumu. 2. oluk.
watertight s. 1. sugeçirmez. 2. k. dili zayıf noktası olmayan, sapasağlam
waterway (plan/sözleşme/sav).
i., den. (seyre elverişli) suyolu.
waterwheel i. sudolabı.
waterworks i. 1. su arıtma ve dağıtma tesisi. 2. pompa istasyonu.
watery s. 1. sulu. 2. fazla su katılmış, fazla sulu. 3. sulak, suyu bol. 4. su
watt gibi.
i. vat.5. tatsız, lezzetsiz. 6. solgun (renk/ışık). 7. zayıf, sudan.
watt-hour i. vat saat.
wattle i. 1. bot. (hakiki) akasya. 2. zool. (bazı kuşlarda) gerdandaki
wattmeter kırmızı uzantı.
i. vatmetre, vatölçer.
wave i. 1. dalga. 2. el sallama. 3. of (el, mendil v.b. için) sallayış,
wave band sallama.
radyo dalga.4. (saçta) dalga. f. 1. el sallamak. 2. (mendil, kılıç,
tabanca v.b.´ni) sallamak. 3. (rüzgârda) dalgalanmak; (rüzgâr)
wave s.o. away el sallayarak birine git demek.
dalgalandırmak: The flag is waving in the wind. Bayrak rüzgârda
wave s.o. on el sallayarak 4.
dalgalanıyor. birine geç demek.
(saçlarda) dalga yapmak.
wave s.o./a vehicle down el sallayarak birini/bir taşıtı durdurmak.
wavelength i. dalga uzunluğu, dalga boyu.
waver f. 1. (karara vardıktan sonra) tereddüde düşmek. 2. (iki
wavy seçenek/durum
s. dalgalı, dalga arasında)
dalga. bocalamak. 3. (alev) titremek. 4.
sallanmak, sendelemek. i. 1. tereddüde düşme. 2. bocalama. 3.
wax i. 1. mum; parafin mumu, petrol mumu; balmumu. 2. (parlatma
(alev için) titreme. 4. sallanma, sendeleme.
wax işlerinde kullanılan
f. 1. büyümek; bir tür)2.cila;
gelişmek. mumgelişmek;
artmak; cilası. 3. kulak
uzamak.kiri.3.
f. 1.
cilalamak,
(gittikçe) cila sürmek; mum cilası sürmek. 2. mumlamak.
... olmak: It was waxing late. Vakit geç olmuştu. 4.
wax paper parafinli kâğıt.
birden ... olmak, -lenmek, -leşmek: He waxed angry at that
wax plant bot. mumçiçeği, hoya.
remark. O laf üstüne hiddetlendi.
waxed s. 1. mumlanmış; parafinli. 2. cilalı, cilalanmış.
waxed paper parafinli kâğıt.
waxen s. 1. beti benzi kalmamış, çok solgun. 2. mum gibi, muma
way benzeyen.
i. 1. yol: on3. themumdan yapılmış.
way to Bolu Bolu yolu üzerinde. 2. yön, yan,
way back taraf: Let´s go that way. O
k. dili çok eskiden, uzun zaman önce.tarafa gidelim. 3. tarz, biçim, şekil: in
a polite way terbiyeli bir biçimde. 4. mesafe, uzaklık: That place
way in giriş, girilecek yol.
is a long way from here. Orası buradan çok uzakta. 5. çare, yol,
way station d.y. ara
usul: findistasyon.
a way to do something bir şeye çare bulmak. look for
wayfarer a way toyaya
i. yolcu, do something
yolcu. bir şeyin çaresine bakmak. do something
wayfaring the
s. yolculuk eden. i. yolculuk. göre yapmak. 6. yön, bakım: He
right way bir şeyi usulüne
resembles his father in two ways. İki bakımdan babasına
waylaid f., bak. waylay.
benziyor. 7. durum, hal: Hakan is in a bad way. Hakan çok
waylay f. (way.laid)
hasta. yolunu
8. âdet: kesmek;
the ways of the pusuya
Turksyatıp yolunu
Türklerin kesmek.
âdetleri.
way-out s., k. dili aşırı bir uçta bulunan; çok eksantrik, çok garip.
wayside i. yol kenarı. s. yol kenarındaki.
wayward s. hep kafasının dikine giden, hep kendi bildiğini okumak
WC isteyen;
kıs. water dik başlı, i.inatçı,
closet. W.C., ters.
tuvalet.
we zam. biz.
We are running out of time. Fazla zamanımız kalmadı.
We cannot allow the matter
Bu meseleyi burada bırakamayız.
to
Werest here. help the plane
couldn´t
Uçağın gecikmesi bizim kabahatimiz değildi!
being late!
We might as well stop. Dursak iyi olur./Bıraksak iyi olur.
We were on the verge of
Az daha çarpışacaktık.
colliding.
We´ll eat whatever there is. Ne varsa onu yiyeceğiz.
We´ll see you soon, we trust. İnşallah yakında görüşürüz.
We´re going to do it, sink or
Ya herrü, ya merrü, onu yapacağız!
swim!
We´re in a pretty scrape. Ayıkla şimdi pirincin taşını.
We´re in for it now! Şimdi çattık belaya!
We´re off now! 1. Haydi gidiyoruz!/Haydi çıkıyoruz! 2. Artık yola çıktık.
We´re up against it now! k. dili Çattık belaya!
We´ve got a full house
Bu gece tiyatromuzda boş yer yok.
tonight.
weak s. 1. zayıf, güçsüz, kuvvetsiz: weak nerves zayıf sinirler. a weak
weaken nation güçsüz bir zayıf
f. 1. zayıflatmak, millet. 2. dayanıksız,
düşürmek; sağlamzayıf
zayıflamak, olmayan,
düşmek.zayıf:
2. a
weak structure
hafifletmek; dayanıksız
hafiflemek: bir yapı. 3. etkileyici ve
The storm is weakening as it movesinandırıcı
weakhearted s. yüreksiz, korkak, ödlek.
olmayan, zayıf.ülke
inland. Fırtına 4. yetersiz, zayıf: His
içlerine doğru Italian hafifliyor.
ilerlerken is weak. İtalyancası
weak-kneed s. 1. dizleri
zayıf. 5. açıkzayıf. 2. zayıf karakterli.
(çay/kahve). 3. yüreksiz,
6. sulu, yavan tabansız.
(çorba v.b.).
weakling i. 1. cılız kimse. 2. iradesi/karakteri zayıf kimse. s. cılız, güçsüz.
weak-minded s. 1. iradesiz. 2. aklı zayıf.
weakness i. 1. zayıflık. 2. zaaf.
weal i., eski refah.
wealth i. 1. zenginlik, servet, varlık. 2. bolluk.
wealthy s. zengin, varlıklı, servet sahibi.
wean f. 1. sütten kesmek. 2. from/of k. dili -den vazgeçirmek.
weapon i. silah.
weaponry i. silahlar: nuclear weaponry nükleer silahlar.
wear f. (wore, worn) 1. giymek: wear a dress elbise giymek. He isn´t
wear and tear wearing any socks. sonucu
normal kullanılma Ayağında çorap aşınma
eskime; yok. 2. ve(gözlük, kolye, küpe
yıpranma.
v.b.´ni) takmak. 3. göstermek; -i olmak: He wears his age well.
Yaşını göstermiyor. I don´t think the meeting went well; he isn´t
wearing a smile on his face. Toplantının iyi gittiğini sanmıyorum;
yüzü gülmüyor. 4. (silah) taşımak: If he isn´t wearing a gun, he
´s not a real cowboy. Tabanca taşımıyorsa gerçek kovboy değil.
wear away 1. aşındırmak; aşınmak. 2. yıpratmak; yıpranmak. 3. tükenmek.
wear down 1. azar azar gücünü tüketmek, yavaş yavaş
wear o.s. down to a shadow yıpratmak/yıpranmak.
kendini helak etmek, erim 2. aşındırmak;
erim erimek.aşınmak.
wear off yavaş yavaş azalmak, yavaş yavaş yok olmak.
wear on 1. yavaş ilerlemek/geçmek. 2. can sıkmak.
wear the trousers k. dili reislik etmek.
wear thin 1. aşınıp incelmek, aşınmak, incelmek. 2. k. dili (sabır)
wear well tükenmek, azalmak.
1. iyi dayanmak. 3. uymak.
2. iyi k. dili (şaka v.b.) sıkıcı
3. uygun gelmek.olmaya başlamak.
4. süregelmek.
wearable s. giyilebilir.
wearisome s. bıktırıcı, usandırıcı, sıkıcı; yorucu.
weary s. 1. bitkin, çok yorgun. 2. yorucu, yoran. 3. bıkkın, bıkmış,
weasel usanmış.
i. 1. zool. f. 1. çok yormak;
gelincik. çok yorulmak.
2. k. dili sinsi 2. bıkmak,
kimse, kurnaz kimse, usanmak,
çakal. f.
bezmek; bıktırmak, usandırmak, bezdirmek.
weasel out of k. dili -den kurnazlıkla sıyrılmak.
weather i. hava, hava durumu. f. 1. (güçlük, tehlike v.b.´ni)
weather bureau atlatmak/savuşturmak.
meteoroloji bürosu. 2. (güneş, yağmur v.b.)
soldurmak/aşındırmak. 3. (güneş, yağmur v.b. nedenlerle)
weather forecast hava tahmin raporu, hava raporu.
solmak/aşınmak.
weather forecast hava raporu.
weather map hava haritası, meteoroloji haritası.
weather station meteoroloji istasyonu.
weather strip/stripping pencere bandı, tecrit şeridi.
weather vane yelkovan, fırıldak.
weather-beaten s. 1. her türlü kötü hava şartlarına maruz kalmış, fırtına yemiş.
weather-bound 2. yanıkhava
s. kötü ve kırış kırış (yüz).
şartlarından dolayı limanda mahsur kalmış (gemi).
weathercock i. (horoz şeklinde) yelkovan, fırıldak.
weatherise f., İng., k. dili, bak. weatherize.
weatherize f., k. dili (binayı) soğuğa karşı izole etmek.
weatherman çoğ. weath.er.men (wedh´ırmen) i., k. dili 1. meteoroloji
weatherproof uzmanı.
s. her türlü2. radyo, TV hava durumu
hava şartlarına sunucusu.
karşı dayanıklı, rüzgâr/yağmur/soğuk
weather-strip geçirmez.
f. pencere bandı yapıştırmak.
weatherworn s. hava etkisiyle bozulmuş/aşınmış.
weave f. (wove, wo.ven) 1. dokumak. 2. örmek. 3. kurmak, yapmak,
weaver icat etmek. i.çulha.
i. dokumacı, 1. dokuma: This carpet has a loose weave. Bu
halının dokuması seyrek. 2. örgü.
web i.1. örümcek ağı. 2. ağ, şebeke. 3. dokuma. 4. anat., zool. zar,
webbing perde.
i. kalın dokuma kayış.
wed f. (--ded/wed, --ding) 1. ile evlenmek; ile evlendirmek. 2.
we'd birleştirmek.
kıs. 1. we had. 3.2.
bağlanmak; bağlamak.
we would/should.
wedded f., bak. wed. s. 1. nikâhlı. 2. to (bir fikri) iyice benimsemiş;
wedding kendini
i. nikâh,(bir şeye) adamış.
düğün.
wedding cake düğün pastası.
wedding march düğün marşı.
wedding ring alyans.
wedge i. kıskı, kama, takoz. f. 1. sıkıştırmak: He wedged himself into
wedlock the backevlilik.
i. nikâh, seat. Kendini arka koltuğa sıkıştırdı. 2. (kıskı, takoz v.b.
ile) sıkıştırmak: Wedge the door open with that piece of wood.
Wednesday i. çarşamba.
Kapının altına o tahta parçasını sıkıştır ki açık kalsın.
wee s. (we.er, we.est) ufacık, minicik, küçücük.
wee f., ç. dili çiş etmek, işemek. i., ç. dili çiş.
weed i. 1. (bahçede/tarlada) yabani ot, istenmeyen bitki. 2. argo
weed out haşiş.
k. dili f. yabani otları
ayıklamak, ayıklamak,
çıkarmak, istenmeyen otları/bitkileri
elemek.
çıkarıp temizlemek.
week i. hafta.
week in week out haftalarca.
weekday i. hafta arasındaki gün, hafta içindeki gün, cumartesi ve pazar
weekend dışında herhangi bir gün, işgünü.
i. hafta sonu.
weekly s. haftalık. z. haftada bir; her hafta. i. haftalık yayın.
weeks ago haftalarca önce.
weep f. (wept) 1. ağlamak, gözyaşı dökmek. 2. sızmak, damlamak.
weeping willow bot. salkımsöğüt.
weevil i., zool. buğdaybiti.
wee-wee f., ç. dili çiş etmek, işemek. i., ç. dili çiş.
weft i. atkı, argaç.
weigh f. 1. tartmak: Please weigh these pears. Bu armutları tartar
weigh mısınız?
i. yol. 2. (up) iyice tartmak/düşünmek, ölçüp biçmek, teraziye
vurmak. 3. (belirli bir ağırlıkta) olmak, (belirli bir ağırlık)
weigh against -in aleyhine olmak.
çekmek/gelmek: How much do you weigh? Kaç kilosun? That
weigh anchor demir almak.
suitcase weighed thirty kilos. O bavul otuz kilo çekti. How much
weigh anchor do
den.you thinkalmak.
demir it´ll weigh? Sence kaç kilo gelir?
weigh in 1. (uçağa binmeden önce) (bagajı) tarttırmak. 2. (cokey) yarış
weigh in at sonunda tartılmak.
(tartıldığında) 3.bir
(belirli önce tartılmak.
ağırlıkta) olmak.
weigh in s.o.´s/s.t.´s favor birinin/bir şeyin lehine olmak.
weigh on 1. -in içine dert olmak. 2. -e ağır gelmek, -e yük olmak.
weigh one thing against
(karar vermeye çalışırken) bir şeyi başka bir şeyle
another
weigh one´s words karşılaştırmak.
sözlerini tartarak konuşmak.
weigh one´s words sözlerini tartarak konuşmak.
weigh out 1. (paketlemek/satmak üzere) (bir şeyden belirli bir miktar)
weighing machine tartmak: Weigh me
kantar; baskül; tartı.out two kilos of apples. Bana iki kilo elma
ver. 2. (cokey) yarıştan önce tartılmak.
weight i. 1. ağırlık, sıklet. 2. tartı. 3. yük, sıkıntı. 4. etki, önem. 5. nüfuz,
weight lifter itibar.
halterci.
weight lifting halter kaldırma, halter.
weightless s. ağırlıksız.
weighty s. 1. ağır. 2. çok önemli (konu/karar). 3. nüfuzlu, itibarlı.
weir i. su seddi, bent.
weird s. 1. garip, acayip, tuhaf. 2. esrarengiz.
weirdo i., argo çok eksantrik kimse, çok tuhaf bir kimse.
welcome f. 1. hoş karşılamak, memnuniyetle karşılamak: He welcomed
welcome s.o. with open arms the news
birini çokof his son´s
sıcak marriage.
bir şekilde Oğlunun nikâh haberini hoş
karşılamak.
karşıladı. 2. (misafiri) nezaketle karşılamak. i. 1. hoş karşılama.
weld f. 1. kaynak yapmak, kaynak yaparak birleştirmek, kaynatmak;
2. nezaketle karşılama. s. 1. hoş karşılanan. 2. hoşa giden.
welder kaynamak.
i. kaynakçı. 2. sıkıca birleştirmek. i. 1. kaynak yeri. 2. kaynak.
welfare i. 1. refah, mutluluk ve sağlık içinde yaşama. 2. yoksullara
welfare state yardım.
refah/gönenç devleti.
welfare worker sosyal yardım görevlisi.
we'll kıs. we will/shall.
well i. 1. kuyu: artesian well artezyen kuyusu, artezyen. oil well
well petrol kuyusu.
z. (bet.ter, best) 2.1.
kaynak, pınar, The
iyi; yolunda: memba.
new 3. merdiven
computer is working
boşluğu/evi/yuvası;
well. Yeni bilgisayar asansör
iyi boşluğu/kuyusu/yuvası.
çalışıyor. Everything is going f.well.
1. (out)
Her
well ünlem Pekâlâ!/Ya!/Hayret!/Olur şey değil!/Sahi!/Eh!/Haydi!
(sıvı) (bir yerden) fışkırmak, kaynamak. 2. up in/within
şey yolunda gidiyor. 2. iyice: Shake it well before using it.
well and good kabul, tamam, peki;ileiyidolmak:
(gözyaşı/bir hoş (ama).
Kullanmadanduygu) önce iyice çalkalayın. Tears
3. welled up is
hayli: He in well
her eyes.
on in life.
Well done! Gözleri
Yaşı hayli ilerlemiş. All of the administrators are well Birden
doldu.
Aferin!/Bravo! Anger suddenly welled up within him. past forty.
well made öfkesi
biçimli,kabardı.
Yöneticilerin hepsi kırkını hayli geçmiş. well up on the list
iyi yapılı.
well read listenin başlarında.
çok okumuş, çok bilgili. 4. pekâlâ: He understood me (very) well.
Beni pekâlâ anladı. 5. haklı olarak: You may well ask that
well to do zengin, hali
question. vakti yerinde.
O soruyu sormakta haklısın. s. (bet.ter, best) 1. iyi;
well traveled (road) işlek (yol).
yolunda: I don´t feel well. Kendimi iyi hissetmiyorum. All is well.
Well, as I was saying .... Her
Ha!şey yolunda.
Diyordum ki 2.
....iyi, uygun, yerinde; elverişli (Would ile
kullanılır.): It would be well to make an appointment before you
Well, well! Vah vah!/Aman efendim!/Hayret!
go to see him. Onu görmeye gitmeden önce randevu alsanız iyi
olur.
well-balanced s. dengeli (biri/beslenme).
well-behaved s. uslu, terbiyeli.
well-being i. refah, iyilik, mutluluk.
well-bred s. iyi terbiye görmüş, terbiyeli, kibar.
well-built s. boyu bosu yerinde.
well-connected s. nüfuzlu arkadaşları olan.
well-done s. 1. başarılı, iyi yapılmış. 2. iyi pişmiş.
well-fixed s., k. dili paralı, zengin, hali vakti yerinde.
well-founded s. sağlam bir nedene/nedenlere dayalı: Your suspicions are well-
well-groomed founded.
s. bakımlıŞüphelerinde
(kimse). haklısın.
well-heeled s., k. dili zengin, para babası.
wellie i., İng., k. dili lastik çizme.
well-informed s. epey bilgi sahibi olan: I´m well-informed about him. Onun
wellington hakkında epey
i., İng. lastik bilgim var.
çizme.
well-intentioned s. iyi niyetli.
well-known s. ünlü, tanınmış, meşhur.
well-mannered s. terbiyeli.
well-meaning s. iyi niyetli.
well-nigh z. hemen hemen, neredeyse.
well-off s. hali vakti yerinde, zengin.
well-read s. (bir konuda/çeşitli konularda epey kitap okuduğu için) bilgili.
well-rounded s. 1. çok yönlü, geniş kapsamlı. 2. dolgun, balık etinde.
well-said s. yerinde söylenmiş.
well-spring i. kaynak.
well-thumbed s. kullanıla kullanıla sayfa kenarları yıpranmış.
well-timed s. iyi zamanlanmış, zamanlı.
well-to-do s. hali vakti yerinde, zengin.
well-wisher i. başkasının iyiliğini isteyen kimse.
well-worn s. 1. iyice eskimiş, çok giyilmiş. 2. basmakalıp: a well-worn
welly expression basmakalıp
i., İng., k. dili, bak. wellie.bir deyim.
Welsh i. Galce. s. 1. Gal, Galler Ülkesi´ne özgü. 2. Galce. 3. Galli.
welsh f., argo 1. borcunu ödememek, dolandırmak. 2. sözünü
welsh on one´s promise tutmamak.
sözünü tutmamak.
Welshman çoğ. Welsh.men (welş´mîn) i. Galli erkek, Galli.
Welshwoman çoğ. Welsh.wom.en (welş´wîmîn) i. Galli kadın, Galli.
welt i. 1. kösele şerit. 2. (vurulan kamçının/değneğin bıraktığı) iz. f.
welter 1. şerit
f. 1. koymak.
ağnamak, 2. k.yuvarlanmak.
yatıp dili vurup iz bırakmak.
2. dalga gibi kabarıp
welterweight yuvarlanmak. i. 1.
i., boks yarı ortasıklet.yuvarlanma. 2. karmakarışık bir sürü (şey): a
welter of details bir sürü ayrıntı.
wench i. 1. genç kız. 2. hizmetçi kız.
wend f.
wend one´s way gitmek; yol almak.
went f., bak. go.
wept f., bak. weep.
were f., bak. be.
we're kıs. we are.
weren't kıs. were not.
werewolf çoğ. were.wolves (wir´wûlvz) i., mit. 1. kurt şekline girmiş insan.
west 2.batı,
i. kurt garp.
şeklines. girebilen kimse.
batı. z. batıya doğru: go west batıya doğru
West Indian gitmek.
1. Batı Hint Adalı, Batı Hint Adalı kimse. 2. Batı Hint Adaları´na
westbound özgü. 3. Batı
s. batıya doğruHint Adalı (kimse).
giden.
westerly z. 1. batıdan. 2. batıya doğru. s. 1. batıya bakan. 2. batıdan
western esen
s. batı, (rüzgâr).
batısal, batıya ait. i. batılı.
Western Samoa Batı Samoa.
westernise f., İng., bak. westernize.
westernize f. batılılaştırmak.
westward s. 1. batıya yönelen. 2. batıya bakan. z. batıya doğru, batı
westwardly yönünde.
z. 1. batıya doğru. 2. batıdan. s. 1. batıya yönelen. 2. batıdan
westwards esen
z. batıya(rüzgâr).
doğru, batı yönünde.
wet s. (--ter, --test) 1. yaş, ıslak. 2. yağmurlu: a wet day yağmurlu
wet behind the ears bir gün.
k. dili 3. k.
toy, dili içki
acemi, yasağı
acemi olmayan (yer). f. (wet/--ted, --ting)
çaylak.
1. ıslatmak; ıslanmak. 2. -e işemek, -i ıslatmak: Small children
wet blanket k. dili neşeyi kaçıran/şevki kıran kimse.
sometimes wet the bed. Küçük çocuklar bazen yatağını ıslatır. i.
wet nurse sütnine,
yaşlık, nem,sütanne,
rutubet. sütana.
wet nurse sütnine.
wet to the skin iliklerine kadar ıslanmış.
wetness i. ıslaklık, nem, rutubet.
wet-nurse f. 1. -e sütninelik etmek. 2. -e özenle bakmak.
we've kıs. we have.
whack f., k. dili 1. pat/küt diye vurmak; tokat atmak. 2. (off) kesmek. i.,
whacked k. dili 1.İng.,
s. (out) kuvvetli darbe/vuruş;
k. dili çok yorgun,kuvvetli tokat.gibi.
bitkin, pestil 2. kuvvetli bir
darbe/tokat sesi; pat; küt.
whacking s., İng., k. dili 1. çok büyük, kocaman. 2. çok: That´s a whacking
whale big car!--s/whale)
i. (çoğ. Kocaman zool. bir araba o!
balina.
whale f., k. dili 1. dövmek. 2. kuvvetli bir şekilde vurmak. 3. out
whale in and ... kuvvetli
gayretlebir (birşekilde vurarak çıkarmak:
işe) başlamak: She whaled She inwas
andwhaling the dust
fixed supper for
out
the of the
whole carpets.
push of Halılara
´em. pat
Kalkıp pat vurarak
onların hepsinetozunu
akşamçıkarıyordu.
yemeği
wham i. 1. kuvvetli darbe/vuruş. 2. kuvvetli bir darbenin sesi; pat; küt.
hazırladı.
f.
whammy i. (--med, --ming) 1. pat/küt diye vurmak. 2. pat/küt diye
çarpmak; pat diye patlamak. z. pat diye: I was sitting at my
whap f. (--ped, --ping) bak. whop.
desk writing when wham, in walks Gülşen! Ben çalışma
whapper i., bak. whopper.
masamın başında yazı yazarken pat diye Gülşen giriyor içeri!
whapping s., bak. whopping.
wharf çoğ. wharves (hwôrvz) i. iskele; rıhtım.
what zam. 1. ne: What´s this? Bu ne? Tell me what she said. Bana ne
What a pity! dediğini
Ne yazık! söyle. What do you think I am? Beni ne zannediyorsun?
Don´t forget what she said! Onun dediğini unutma! I´ve no
What a shame! Ne yazık!
What a sour face he´s money but what you see here. Burada gördüğünden başka
k. dili Bugün
param ne kadar
yok. Their suratsız
production o! is not what it was. Onların
today
wearing today!
what about ... şimdiki
1. ya ...: üretimi
You´ve eskisi
givengibiherdeğil.
some2.money,
Şaşkınlıkbutbelirtir: What,me?
what about no
What about ...? lunch?
Ona para Ne diyorsun?
verdiniz.
bak. How about ...? Ya Öğle
bana?yemeği
2. yok mu?/Ne,
Tekliflerde öğle
kullanılır: yemeği
What yok
about
mu?
a walk?s. 1.Yürüyüşe
ne; hangi: What news
çıkmaya have you had from them?
ne dersin?
What about it? k. dili, bak.
Onlardan ne haber? What time is it? Saat kaç? What books have
What do you have to say for
Şimdi
you readkendini savun bakalım!
this summer? Bu yaz hangi kitapları okudun? What
yourself?
What does it matter? money I have is in
Ne önemi var?/Ne olur ki?/Nethe safe. Nefarkeder?
kadar param varsa kasada. 2.
ne; ne kadar çok; ne kadar büyük (Şaşkınlık, hoşnutluk, öfke
What for? Niçin?/Neden?
v.b. duyguları pekiştirmek için kullanılır.): What beautiful trees!
What for? k. dili
Ne güzelNiye?/Niçin?
ağaçlar! What a delightful spot! Ne güzel bir yer! With
What if .... what joy did I hand
... farzedelim: Whather if it over toYa
rains? them! Kendisini
yağmur onlara ne büyük
yağarsa?
what if ...? bir sevinçle teslim ettim, bir bilsen!
ya ... ise?: What if it rains? Ya yağmur yağarsa?He remembered what great
sadness he´d felt then. O zamanki hüznünün ne kadar büyük
What makes him tick? k. dili Onuhatırladı.
olduğunu ayakta tutanWhatşey ne? Şu karışıklığa bak!
a mess!
What of it? k. dili E, ne olacak?/Ne önemi var?/Ne çıkar?/Ne zararı var?
What of it? What ever ...? k. dili (Şaşkınlık belirtir.): What ever can she mean? Ne demek
What on earth are you doing istiyor Allah aşkına?
Burada ne işin var Allah aşkına?
here?
What the heck! Kahrolsun!
What the hell are you doing? Ne halt ediyorsun yahu?
What the hell! 1. Boş ver!/Olsun! 2. Allah Allah!
what the hell/heck k. dili 1. Boş ver!: Let´s go, what the hell! Boş ver, gidelim! 2.
Neden/Niye olmasın?: What the hell, let´s do it. Niye olmasın?
Haydi yapalım! 3. Allah kahretsin! 4. Kızgınlık belirtir: What the
hell do you think you´re doing? Ne halt ettiğini zannediyorsun?
what with k. dili -in yüzünden, -den dolayı: What with this, that and the
What´s at stake? other
Bu işten I haven´t managed to
ne kazanırız?/Bu get
işte neit kaybederiz?
done. Çeşitli şeyler yüzünden
onu yapamadım.
What´s cooking? Ne var, ne yok?
What´s done can´t be
Olan oldu.
undone.
What´s eating you? k. dili Nen var?
What´s it to you? Sana ne?
What´s that lout doing here? O ayının burada ne işi var?
What´s the good of it? Neye yarar?
What´s the matter? Ne var?/Ne oldu?
What´s up? k. dili 1. Ne var?/Ne oldu?/Ne oluyor? 2. Ne haber?
what´s what 1. neyin ne olduğu: I can´t tell what´s what. Neyin ne oldu
What´s with her? ğunu
k. diliseçemiyorum/göremiyorum.
Nesi var onun?/Niye bozuk çalıyor?/Niye 2. gerekli olan bilgiler:
kızgın o? As he
´s just begun working here he´s not yet had time to learn what
What´s with him/her? k. dili Nesi var?/Derdi ne?
´s what. Burada yeni çalışmaya başladığı için henüz her şeyi
What´s your line? Ne işle uğraşıyorsunuz?
öğrenmeye vakti olmadı.
what-do-you-call-
i. şey (İsmi akla gelmeyen bir kimseyi/şeyi belirtmek için
him/her/it/them
whatever kullanılır.):
zam. 1. herWhat-do-you-call-him
ne, ne: Take whatever ...you
Fettah ... what´s
want. he doing
Ne istersen al.
now?
Whatever Şey ... Fettah
happens, ... o
don´t şimdi
panic!ne yapıyor?
Ne olursa olsun paniğe
whatnot i. etajer.
kapılma! Whatever´s been done before may be done again.
what's-his/her/its/their-name i., bak. what-do-you-call-him/her/it/them.
Önceden ne yapıldıysa tekrar yapılabilir. 2. k. dili Benim için
whatsoever zam. her ne, ne: Do whatsoever
farketmez./Farketmez. you please!
3. k. dili, bak. What ever Ne dilersen onu
...? s. 1. ne;
what-you-call- yap!
hangi: s. 1. ne; hangi: Use it for whatsoever purpose you see fit.
i., bak. Take whatever documents you want. Belgelerden
what-do-you-call-him/her/it/them.
him/her/it/them
what-you-may-call- Sana
hangisini göreistersen
hangi amaçal. Use uygunsa
whatever onun için kullan.
means are 2. herhangi
necessary. Ne bir:
i., bak. what-do-you-call-him/her/it/them.
him/her/it/them If you´ve any
gerekirse onu doubts
yap. 2. whatsoever,
herhangi bir:don´t If theredo is
it.any
Herhangi
problem bir
wheat i. buğday.
şüphen
whatever, varsa onu yapma.
telephone In no case
me. Herhangi birwhatsoever
problem olursaare youbana to tell
wheat germ her.
buğday
telefon Ne edin.
olursa Atolsun
tohumunun no timeona söylemeyeceksin.
embriyon
whatever kısmı.are you to leave the base.
wheedle Hiçbir
f. zaman üsten çıkmayacaksın.
wheedle one´s way into dil dökerek (bir yere, bir işe v.b.´ne) girmek.
wheedle s.o. into dil dökerek birini (bir şey yapmaya) ikna etmek.
wheedle s.t. out of s.o. dil dökerek birinden bir şey koparmak.
wheel i. 1. tekerlek. 2. direksiyon, direksiyon simidi/volanı. 3. den.
wheel dümen
f. dolabı.
1. daireler 4. ask.dönmek:
çizerek çark. Gulls wheeled above us.
wheel alignment Üzerimizde
(motorlu taşıta ait) tekerleklerin2.ayarlanması.
martılar dönüyordu. (around/round/about)
birdenbire dönmek, dönüvermek: She wheeled round and
wheel and deal k. dili 1. (bir işi gerçekleştirmek için) görüşmeler ve pazarlıklar
looked him in the eye. Birdenbire dönüp gözlerinin içine baktı.
yapmak.
k. (tekerlekli
dili ileri2.sürmek,
iş çevirmek.
öne gitmek;
sürmek: (tekerlekli
He alwaysbir wheels
wheel out 3. bir araçla) araç)that example
gitmek,
wheel s.o. in/out out in order
ilerlemek;
(tekerlekli to support
(tekerlekli
sandalye, birhis
bebek case.
aracı) Kendi
sürmek:
arabası iddiasını
He wheeled
v.b.´ndeki) desteklemek
birinithe taxi
içeri
için
right hep
up o örneği
to
getirmek/dışarı the önedoor.
front
çıkarmak:sürüyor.
Taksiyi
As he ta
slowly ön kapıya
wheeled kadar
him sürdü.
in everyone
wheelbarrow i. el arabası.
They
in thewheeled
room fellaroundsilent. the
Onucity all day sandalyesiyle
tekerlekli in the black Mercedes.
yavaş yavaş
wheelbase i.,
Bütünoto. gün
dingil açıklığı/mesafesi.
siyah Mercedes´le şehri dolaştılar. 4. ask. çark
içeri sokarken odadakilerin hepsi sustu.
wheelchair i. tekerlekli
etmek; çarksandalye.
ettirmek.
wheeler-dealer i., k. dili 1. (bir işi gerçekleştirmek için) kurnazca görüşmeler ve
wheeze pazarlıklar
f. hırıldamak, yapan kimse.hırıltılı
hırlamak, 2. iş çeviren
bir ses kimse.
çıkarmak. i. hırıltı, hırıltılı
wheezy ses.
s. hırıltılı, hırıldayan.
whelp i. 1. enik, encik, yavru. 2. küstah bir genç. f. eniklemek,
when enciklemek,
z. ne zaman:yavrulamak.When will they return? Ne zaman dönecekler? bağ.
When did you see him last? 1. -diğinde; -diği
Onu son kez ne zaman zaman;gördünüz?
-ince; -diği (gün, saat v.b.): You have to
get up when the bugle blows. Boru çaldığında kalkman lazım.
When
When ever ...?
he finished the course k. dili (Soruyu vurgulamak için kullanılır.): When ever will you
Start when you please. İstediğin zaman başla. When Faruk
he was none the wiser than be
Kurs on bittiğinde
time? Senhiçbir ne zaman vaktinde geleceksin?
şey öğrenmemişti.
arrived she was still dressing. Faruk vardığında hâlâ giyiniyordu.
he
whenwas when heis began it. You
zamanı shouldn´t
gelince. be thinking of such things when you´re about to
When thethistime
becomes ripeknown it
´ll really set tongues kick
k. dilithe bucket.
Etrafa İnsan nalları
yayılınca herkesin dikeceği zaman böyle
diline pelesenk şeyleri
olacak.
wagging. düşünmemeli. There were times when he felt like killing her.
when you please ne
Onuzamanöldüresi isterseniz.
geldiği zamanlar olurdu. We´ll hit the road when
whence bağ. 1. nereden:
the sun goes down. Send it back
Güneş to theyola
batınca place whence
çıkarız. it came.
I wonder whenOnu
whenever geldiği
she´llne
bağ. yere
come.
zaman geri gönder.
Ne...zaman
ise, her 2.
gelecek bu yüzden,
acaba?
... -diğinde: bundan
May´s when
Whenever dolayı:
I seethe He
herroses
I think
couldn´t
are
of at their
that answer
day. best. any
Mayıs
Kendisini ofne my
ayı
zamanquestions
tam gül
görsem correctly;
zamanıdır.
o günü 2.whence I
-diği zaman,
düşünürüm.
whensoever bağ., bak. whenever.
concluded
iken, -ken: he Whenwasprince
an impostor.
regent he Hiçbir
ruled sorumu doğru well. Naip
the country
cevaplayamadı.
prensken ülkeyi Bu yüzden sahtekâr
iyi yönetti. We saw them olduğunawhenkarar verdim.
we were in z.,
eski
Venice. nereden: Whence come
Venedik´teyken onları you? Nereden
gördük. geliyorsunuz?
3. -diğine göre: How can
he buy a yacht when all he makes is four hundred million liras a
month? Ayda sadece dört yüz milyon lira kazandığına göre nasıl
where z. nerede; nereye; nereden: Where do you live? Nerede
Where do you hail from? oturuyorsun?
Nerelisin?/Nereden Wheregeldin? are you going? Nereye gidiyorsun? Where
Where does he rank in the ´d you get that shirt? O gömleği nereden aldın? bağ. 1. İsim
Hiyerarşideki yeri ne?
hierarchy? olarak kullanılan yancümlenin başında bulunur: That´s where he
Where ever ...? Nerede/Nereye/Nereden
sits. Oturduğu yer orası. That´s ... Allah whereaşkına?: you´reWhere wrong.everOhas she
noktada
Where in heaven have you gotten to?
yanılıyorsun. O nereye
I told himgitti Allah
where aşkına?
it came from. Ona onun nereden
Neredeydin Allah aşkına!
been? geldiğini
where it´s at argo çoksöyledim.şık/moda You olanhaven´t
bir yer/şey, yet taken
çok rağbet me where edilenI want
bir to
go. Beni
yer/şey. gitmek istediğim yere henüz götürmedin. 2. Sıfat
where s.o. is concerned -e gelince:
olarak You´re
kullanılan very solicitous
yancümlenin başında where she´s concerned.
bulunur: I saw manyOna
whereabouts gelince
plantations çok
z. nerede; nerelerde;ilgi gösteriyorsun.
where sugarcane nereden;isnerelerden;
grown. Şekerkamışı nereye; nerelere:
yetiştirilen
whereas Whereabouts
çok plantasyon is he
gördüm.from? Nereli
3. Zarf
bağ. 1. oysa; iken, -ken: She loves his novels, whereas hero?
olaraki. (birinin/bir
kullanılan şeyin)
yancümlenin
bulunduğu/olduğu
başında
husband bulunur:
loathes yer: His
I have to gowhereabouts
where she remain
goes. Onun unknown.
gittiği Onun
yere
whereby bağ. onunla, onunthem. Kendisi
vasıtasıyla onunolarak
(Sıfat romanlarını
kullanılan seviyor, oysa
nerede
ben de olduğu
gitmek
kocası onlardan hâlâ bilinmiyor.
zorundayım.
nefretbulunur.): Put
ediyor. He it back
speaks where you
no English, found it.
whereas Onu
wherefore yancümlenin
z. niye, neden. başında
bağ. bu yüzden, This
bundan is adolayı,
plan whereby
bu nedenle.we can
bulduğun
she speaks yere bırak.
no French. He planted
O hiç acacias
İngilizce bilmezken where he should
öbürü de hiç have
reduce inflation. Bu planla enflasyonu azaltabiliriz.
wherein planted
bağ. (Sıfat
Fransızca blackolaraklocusts.
bilmiyor. Akasya
kullanılan
2. -diği dikilmesi
yancümlenin
için; -diğine göre: gereken
başında yere
Whereas mimoza
bulunur.):
he is noHe
whereof dikti.
looked
longer Where
at the
legally she´s
window concerned,
competent, whereinI have I
shewon´tsat.
appointed
bağ. (Sıfat olarak kullanılan yancümlenin başında bulunur.): The give
Onun an inch.
oturduğu
you his Ona gelince,
guardian.
hiç
Artık taviz
pencereyekanunenvermeyeceğim.
baktı.yetkiShow sahibime Where
thebeen
olmadığı he once
paragraphiçin owned
wherein tenthisfactories,
point is
whereupon wine
bağ.
now
whereof
bunun
he only
they
üzerine:
owns
drank
one.
had
SixVaktiyle
months later
on thesizi
poisoned.
fabrikaya dukeona vasi
İçtikleri
died,
sahipken
tayin
şaraba
whereupon
şimdi
ettim.
mentioned.
zehir katılmıştı. Bu noktanın
Theto bahsedildiği
man whereof paragrafı
you speak göster.
is dead.
wherever the
bağ.
ancak dukedom
(Zarf went
olarak
bir fabrikası var.his
kullanılan Younephew. go Altı
yancümlenin aybaşında
sonra dük vefat
bulunur.): etti.
Go
Bahsettiğin
Bunun üzerine adam düklüköldü. She can
yeğenine knows geçti.
where
whereof youshe please.
speaks. İstediğin
wherewith wherever
yere
bağ. onunla, you
gidebilirsin. like.
onun Nereye
zam. nere:
vasıtasıyla istersen
He´s git.
from
(Sıfat olarak Wherever
God knows
kullanılan possible
where. she
O
Bahsettiği konu hakkında gerçekten bilgi sahibi.
tries
nereli, toAllah
yancümlenin help.bilir./Nereli
Şartlar
başında elverdiğince
olduğunu
bulunur.): Weyardımda
Allah
lacked bilir. bulunmaya
the çalışıyor.
tools wherewith
wherewithal i., k. dili
z., k. dili, bak. Where ever ...?
to do the job. İşin gerektirdiği aletler bizde yoktu.
whet f. (--ted, --ting) 1. bilemek, keskin bir hale getirmek: He was
whet one´s appetite whetting
iştahını açmak. his knife. Bıçağını biliyordu. 2. (istek, heves, gayret
v.b.´ni) artırmak: Their lust for gold has whetted their exertions.
whet s.o.´s appetite birinin iştahını açmak.
Altın hırsı gayretlerini artırdı.
whether bağ. 1. “-mek veya -memek,” “-ip -mediğini,” “-ip -meyeceğini”
whether he goes or not gibi
gitse fiildeşekillerinin
gitmese de. kullanıldığı durumlarda kullanılır: The only
question facing us is whether we´re to stay or to go.
whetrock i., bak. whetstone.
Önümüzdeki tek sorun kalmak ya da gitmek. He couldn´t decide
whetstone i. bileğitaşı.
whether to sign or not. İmza atıp atmayacağına karar veremedi.
whew They asked
ünlem me whether
1. Rahatsızlık theyOf!/Aman!
belirtir: could bring 2.her. Bana onu söylenir:
Rahatlayınca getirip
whey getiremeyeceklerini
Oh! 3. Şaşkınlık
i. kesilmiş sütün suyu. sordular.
belirtir: Hayret!/Uf I wonder be! whether I should go now.
Şimdi mi gitsem acaba? I don´t care a fig whether you love her
which s.
or hangi:
not. Onu Whichsevip dictionary
sevmediğin do you bana want?
vız gelir.Hangi 2. sözlüğü
“-se de -mese
whichever istiyorsun?
zam.
de” gibi hangisi Which
fiil şekilleriyle ones did
... ise: I´ll kullanılır: you
take a kilo select?
I´mof going, Hangilerini
either the seçtiniz?
apples
whether youor come
the
Which
pears,
or not. trees
whichever
Sen 2. did
gelsen they
isde cut
cheaper.down?
gelmesen Elma Hangi
de ya ben ağaçları
dagidiyorum. kestiler?
armut farketmez,3. “...She´ll
ya da,”
whiff i. 1. esinti. koku.
return
hangisi
“... olsun at five,
ucuzsa by which
ondan
... olsun,” birtime
“ister kilo Ialacağım.
... ister should bes.finished
hangi ...
...” şekillerinde with
ise:this.
You Saat
kullanılır: can
All
while i. müddet,
beşte dönecek süre:kiShe listenedkadar
o zamana to them buHangi forbitirmiş
işi a while,olmalıyım.
but then she
have whichever
governments, camellia
whether you want.
autocratic or democratic,kamelyayı deal zam.
mustistersen with
got
1. bored.
hangi: Onları
Which ofbir müddet
those houses dinledi,are fakat sonra
yours? sıkılmaya
while bağ.
onu
this 1. iken,
alabilirsin.
problem. -ken:
Her While
hükümet, he wasotokratik ya da O
in Antalya, evlerden
Hülya stayed
demokratik, hangileri
buwith
başladı.
sizin? You´ve
Which been girls
ofAntalya´dayken
those awayisquite your adaughter?
while. Epey zamandır
Owhether
kızlardan burada
while away her mother.
problemle
(vakti) geçirmek:O
uğraşmak They zorunda.
whiled Hülya
I´ll
away getthe annesinde
it done,
afternoon kaldı. athangisi
Every
playing the
yoktun.
senin
morning He
kızın? left
while Whichjust
running ofa little
you while
have
inbriç
the park ago.
had some
I see Ancakoneof biraz
this evvel
tea?
particular çıktı.
Hanginiz
deer. Her f.
while away the time office
bridge.
vakit or at
Öğleden
geçirmek.home. Büroda
sonrayı olsun,
oynayarak evde olsun, bunu bitireceğim.
geçirdiler.
bu çaydan içtiniz? Which of you wants
sabah parkta koşarken bir geyiği görüyorum. 2. iken, -ken, -diği tea? Kimler çay istiyor?
whilst bağ.,
2. Sıfat
halde, İng.,
olarak
-mekle bak.birlikte;
while 2.oysa:
kullanılan yancümlenin
While what başında
you say bulunur:
is true of From
whim there
Güven, we
i. birininit´s went
aklına to
not esen the
true of museum,
Kerem.
şey; kapris, which
Dedikleriniz is
geçici heves. located in Beşiktaş.
Güven için geçerli
Oradan Beşiktaş´ta
olmakla birlikte Kerem bulunan
için müzeye
geçerli gittik.
değil. She´sIt´s anot just meat
blonde,
whimper f. 1. hafifçe/yavaşça inlemek, hafif iniltiler çıkarmak. 2. while
which
her is expensive.
sister´s a brunette. PahalıO olan sadece
sarışın, oysa et değil.
kız kardeşi They´re
esmer. talking
sızlanmak,
s. sızlamak, hafif hafif yapmaktan
yakınmak. i.hoşlanan. 1. hafif inilti,
whimsical of 1. garip,both
making tuhaf. of 2.themgariplikler
empress, which is nonsense. 3.
Her ikisini
inleme.
değişken, 2. birdenbire
sızıltı, sızlanma. değişen.
whimsy de1.imparatoriçe
i. garip şeylerden yapmaktan
hoşlanma bahsediyorlar
huyu. 2. garip ki, şey.
bu tamamıyla
3. garip
whine saçma.
fikir/heves.
f. 1. inlemek, ağlamak, iniltiler çıkarmak. 2. sızlanmak,
whinge sızlamak, yakınmak.
f., İng. sızlanmak, 3. (kurşun)
sızlamak, ağlamak, vınlamak. 4. (sivrisinek)
vızıldamak, vızlamak.
vızıldamak. i. 1. inilti, inleme. 2. sızıltı, sızlanma. 3. (kurşuna ait)
whinny f. hafifçe kişnemek. i. hafif bir kişneme.
vınlama. 4. (sivrisineğin çıkardığı) vızıltı.
whip f. (--ped, --ping) 1. (kamçı, kayış, baston v.b. ile) vurmak;
whip kamçılamak;
i. 1. kamçı, kırbaç. kırbaçlamak;
2. (yumurta (birinin v.b.kıçına) şaplak indirmek;
için) çırpacak.
dayak atmak. 2. out çıkarıvermek, birdenbire çıkarmak: He
whip s.o. away/off birini götürüvermek.
whipped out his knife. Birdenbire bıçağını çıkardı. 3.
whip s.o./s.t. into shape k. dili birini/bir şeyi istenilen şekle/duruma
around/round/across/off/over çabucak/bir koşu getirivermek:
gitmek: He´ll In two
whip s.t. away weeks
whip
bir şeyi he´d
round whipped his team into shape.
to the grocer´s and get it. Bir koşu bakkala gidip
kapıvermek. İki hafta içinde
takımını
alır. 4. oynamaya hazır bir duruma
around/round/across/over getirivermişti.
(rüzgâr) şiddetle esmek. 5.
whip s.t. off bir giysiyi çıkarıvermek.
(sütün yüzünde toplanan kremayı, yumurtayı v.b.´ni) çırpmak.
whip s.t. on birtamamıyla
6. giysiyi giyivermek.
mağlup etmek, bozguna uğratmak. 7. up (bir
whiplash i. 1. kamçıuyandırmak/kışkırtmak;
duyguyu) vuruşu/darbesi. 2. kamçı ipi. 3. araba8.kazasında
kamçılamak. up kafa
whipped cream ve omurganın
yapıvermek/yaratıvermek:
kremşantiyi. şiddetle sarsılmasından
She can whip ileriup gelen
a cake travma.
in no time
flat. Bir çırpıda bir kek yapabilir. 9. in girivermek. 10. out
çabucak çıkmak, çıkıvermek. 11. back çabucak dönmek. 12.
İng., k. dili aşırmak, yürütmek, çalmak.
whippersnapper i., k. dili kendini bir şey zanneden genç.
whipping i. 1. kırbaçlama, kamçılama. 2. birinin kıçına şaplak indirme;
whipping boy dayak.
şamar oğlanı.
whippoorwill i., zool. Kuzey Amerika´ya özgü bir tür çobanaldatan.
whip-round i., İng., k. dili
whipstitch i., k. dili an, lahza.
whir f. (--red, --ring) 1. (kuş) pır diye uçmak, pır pır uçmak. 2.
whirl vınlamak. i. 1.
f. 1. fırıl fırıl pır sesi.hızla
dönmek, 2. vın sesi, vınlama.
dönmek; fırıl fırıl döndürmek, hızla
whirl s.o. away/off döndürmek. 2. (about/around) dönüvermek:
birini hızla götürmek; birini kapıp hızla götürmek. She whirled around
and gave me a slap on the face. Birden dönüp yüzüme bir tokat
whirlpool i. (suda oluşan) girdap, anafor, burgaç, çevrinti.
attı. 3. büyük bir hızla geçmek; vızır vızır geçmek. i. 1. fırıl fırıl
whirlwind i. (hava akıntısının
dönme, hızlı dönüş;oluşturduğu) çevrinti.
fırıl fırıl döndürme, hızlı döndürüş. 2. küçük
whirlybird çevrinti: Trout can be found near the whirls in the stream.
i., k. dili helikopter.
whirr Alabalık,
f., i., İng.,çaydaki
bak. whir.küçük çevrintilerin yakınında bulunabilir. 3.
koşuşturma. 4. heyecan. 5. hızlı geçiş; vızır vızır geçiş.
whish f. 1. (su) fışıldamak, fışırdamak. 2. (rüzgâr) uğuldamak. 3.
whisk (kumaş) hışırdamak.
f. 1. (kuyruğu) 4. hızla
sallamak: The geçmek. i. 1. fışıltı,
horse whisked fışırtı.
its tail a few2. times.
uğultu.
3.
At, hışırtı.
kuyruğunu
whisk broom ufak süpürge; birkaç
elbise kez salladı. 2. (away/off) götürüvermek:
fırçası.
The airplane whisked them to Rome in only a few hours. Uçak
whisker i. 1. sakal teli. 2. çoğ. sakal. 3. çoğ. (kedi v.b. hayvanlara ait)
onları yalnızca birkaç saat içinde Roma´ya götürüverdi. 3.
whiskey bıyık.
i., bak. whisky.
(yumurta v.b.´ni) çırpmak. 4. off süpürüvermek: She whisked
whisky the crumbs off the tablecloth with a brush. Ekmek kırıntılarını
i. viski.
whisper bir fırçayla masa
f. fısıldamak; örtüsünden
fısıldaşmak: Shealıverdi.
whispered to him that she was
whist going to resign.
i. vist (bir iskambilOna istifa edeceğini fısıldadı. What are you
oyunu).
whispering about? Ne hakkında fısıldaşıyorsunuz? i. fısıltı.
whistle i. 1. düdük. 2. düdük sesi. 3. ıslık. f. 1. düdük çalmak. 2. ıslık
whit çalmak. 3. to -i ıslıkla çağırmak; ıslıkla -in dikkatini çekmeye
i. zerre, parçacık.
çalışmak: He whistled to a passing taxi. Yoldan geçen bir taksiyi
white s. 1. beyaz, ak. 2. beyaz ırktan olan, beyaz. 3. beyaz ırktan
ıslıkla çağırdı. 4. at (birinin) arkasından ıslık çalmak: Did you just
white ant olanlara
akkarınca, ait,termit.
beyazlara ait: a white neighborhood beyazların
whistle at Buket? Demin Buket´in arkasından ıslık mı çaldın?
oturduğu bir semt. i. 1. beyaz renk, beyaz, ak. 2. beyaz ırktan
white elephant artık sahibinin işine yaramayan bir şey; vaktiyle işe yarayan
olan kimse, beyaz.
white elephant fakat
artık şimdi dertişine
sahibinin olanyaramayan
bir şey. bir şey; vaktiyle işe yarayan
white goods fakat şimdi
beyaz eşya. dert olan bir şey.
white heat 1. fiz. beyazın ısısı. 2. (bir olayda) en ileri safha, en kızışık an,
white horehound zirve: while the battle was at white heat muharebe en şiddetli
bot. köpekayası.
safhasındayken.
white lead üstübeç.
white lie zararsız yalan.
white meat beyaz et.
white mouse beyaz fare.
white mulberry beyaz dut.
white plague verem.
white poplar bot. akkavak.
White Russia Beyaz Rusya.
white sauce ahçı. beyaz sos.
white tie frakla birlikte takılan beyaz papyon.
white wine beyaz şarap.
white-collar s. 1. beyaz yakalı, kol gücü yerine kafa gücünü kullanarak
white-hot çalışan
s. akkor.(kimse). 2. beyaz yakalılar grubuna ait.
whiten f. beyazlatmak, ağartmak; beyazlaşmak, ağarmak.
whiteness i. beyazlık, aklık.
whitethorn i. alıç.
whitewash i. 1. beyaz renkli kireç badana. 2. k. dili hileyle suçlu birini
whither suçsuz
z., eski gibi gösterme.
nereye: Whither f. are
1. -i you
kireç badanayla
going? Nereyebeyaza boyamak.
gidiyorsun?
2. k. dili
bağ., eskihileyle
1. İsim(suçlu
olarakbirini) suçsuzyancümlenin
kullanılan gibi göstermek.
başında
Whitsunday i., Hrist. paskalyadan sonraki yedinci pazar gününe rastlayan bir
bulunur:
yortu. She knows whither you go. Nereye gittiğini biliyor. 2.
whittle f. 1. (ağaç/tahta parçasını) yonta yonta ufaltmak. 2. (ağaç/tahta
Sıfat olarak kullanılan yancümlenin başında bulunur: The place
parçasını) yontmak. 3. away (at) azaltmak.
whither they´ve gone is not far from here. Gittikleri yer buradan
uzak değil. 3. Zarf olarak kullanılan yancümlenin başında
bulunur: Go whither you will. İstediğin yere git.
whittle s.t. down bir şeyi azaltmak/ufaltmak.
whiz f. (--zed, --zing) (by/past) 1. çok hızlı geçmek, vızır vızır geçmek.
whiz kid 2.
k. vınlamak:
dili çok genç Bullets
yaşta whizzed past.
belirli bir Kurşunlar
konuda vın diye geçiyordu.
uzmanlaşmış kimse.
i. hızla geçen bir şeyin çıkardığı ses, vın sesi.
whizz f., i., İng., bak. whiz.
WHO kıs. World Health Organization Dünya Sağlık Teşkilatı.
who zam. 1. kim: Who are you? Kimsiniz? “Who went to the party?”
Who ever ...? “Deniz
Şaşkınlık and Yeliz went
belirtir: Who to thecan
ever party.”
this “Partiye
be? Bu kim kimler gitti?”
olabilir Allah
“Partiye
aşkına? Deniz ve Yeliz gitti.” “Who lives there?” “Yunus lives
whoa ünlem Dur!/Çüş! (Binek hayvanını durdurmak için söylenir.).
there.” “Orada kim oturuyor?” “Orada Yunus oturuyor.” 2. Sıfat
who'd kıs. 1. who
olarak had. 2.
kullanılan who would. başında bulunur: Şeyda, who is
yancümlenin
whodunit from Isparta,
i., k. dili wants
dedektif to be polisiye
romanı; a doctor.roman.
Ispartalı olan Şeyda doktor
whoever olmak istiyor. Yasemin spoke
zam. 1. kim/her kim ... ise: Come out at oncefor women, who,whoever
she claimed,
you are!
hated
Her kim the system.
isen hemen Kadınların
ortaya sözcülüğünü
çık! The same üstlenen
punishment Yasemin,
will be
whole s. 1. tam;
onların bütün, tüm:
sistemden nefretHeettiklerini
stayed there iddia for a whole
etti. To me,week.
who Tamhave a
meted
bir hafta out to
orada whoever
kaldı. else infringes
She trivial.
talked Bana these
the whole laws. Bu
time. Hep kanunları
konuştu.
whole number mat.
knowledge tamsayı.of it, it seems sorarsanız, ki onun
başka
Give me kim bozarsa
your whole aynı cezayaTüm
attention! tabi olacak.
dikkatini2.bana
k. dili,
ver!bak.TheWho
wholehearted hakkında
s.
eversamimi,
...? bilgi
içten,sahibiyim,
candan. bu önemsiz bir şey gibi geliyor. 3. İsim
whole
olarak group came.
kullanılan Gruptakilerin
yancümlenin tümü bulunur:
başında geldi. 2. Ibütün,
know tam: Can
who you
wholesale s.
you 1. knock
toptancı back(tüccar).
a whole 2.bottle?
büyük çapta
Bütün olan.
bir z. toptan.
şişeyi f. toptan
devirebilir
are. Sizin kim olduğunuzu biliyorum.
wholesale price satmak.
misin?
toptani.fiyat.bütün: Two halves make a whole. İki yarım bir bütünü
wholesale trade oluşturur.
toptan satışlar.
wholesaler i. toptancı.
wholesome s. 1. ahlak açısından hiçbir sakıncası olmayan. 2. erdemli,
whole-wheat faziletli.
s. kepekli3.unlasağlığa yararlı.
yapılan.
whole-wheat flour kepekli un.
who'll kıs. 1. who will. 2. who shall.
wholly z. tamamıyla, bütünüyle.
whom zam. 1. kimi; kime; kimden; kimde: Whom do you mean? Kimi
whoop kastediyorsun? To whom
f. haykırmak. i. haykırı, did you give it? Onu kime verdiniz?
haykırış.
From whom did you take it? Onu kimden aldın? In whom do you
whoop it up k. dili gürültülü patırtılı bir şekilde eğlenmek.
see that quality? O niteliği kimde görüyorsunuz? 2. Sıfat olarak
whooping cough boğmaca.yancümlenin başında bulunur: Doğan, whom you
kullanılan
whop know as Dodo,
f. (--ped, --ping)will notkuvvetle
k. dili be there.vurmak.
Dodo diye tanıdığınız
i. kuvvetli Doğan
darbe/vuruş.
whopper orada bulunmayacak. Do you know the person to
i., k. dili 1. kocaman bir şey: I´ve caught a whopper. Kocaman whom I sent
it?
bir Onu
tane yolladığım kişiyi tanıyor musunuz? 3. İsim olarak
whopping s., k. dili yakaladım.
kullanılan çok büyük. That´s
yancümlenin z. çok: aThey
başında
whopper! Kocaman
got whopping
bulunur:
bir şey o!night.
I knowdrunk
whomlast
you
2.
kuyruklu
Dün gece yalan.
zilzurna
whore i. orospu,
mean. Kimi fahişe. f.oldular.
orospuluk
kastettiğini yapmak.
anlıyorum/biliyorum.
whorehouse i. genelev.
whose zam. 1. kimin: Whose house is that? O ev kimin? Whose shoes
whosoever are
zam., those? Onlar kimin ayakkabıları? 2. Sıfat olarak kullanılan
bak. whoever.
yancümlenin başında bulunur: Füsun, whose sad end I have
why z. 1. niye, niçin: Why did you say that? Onu niçin söyledin? 2.
Why on earth did you do already related to you, was not present. Hazin sonunu size daha
İsim
Onuolarak
niçin kullanılan
yaptın Allahyancümlenin
aşkına? başında bulunur: I don´t
that? önce anlattığım Füsun orada bulunmuyordu. 3. İsim olarak
know why she said it. Onu niye söylediğini bilmiyorum. Can you
wick kullanılan
i. (mum, kandilyancümlenin
v.b.´nde) başında
fitil. bulunur: I think I know whose
give me just one reason why you did it? Niye yaptığına dair tek
woods
s. these are. Bu ormanların kimin olduğunu bildiğimi
wicked bir1.neden
kötü ruhlu, ruhunda
söyleyebilir kötülük
misin bana?besleyen, kötülük peşinde
sanıyorum.
olan.
wicker s. ince2.dallardan
çok kötü/fena (şey).
örülmüş.
wide s. 1. geniş; engin: a wide road geniş bir yol. This road´s twenty
wide-angle meters
s. genişwide. Bu yolun genişliği yirmi metre. 2. geniş, kapsamlı.
açılı (mercek).
wide-angle lens foto. geniş açılı mercek.
wide-awake s. tamamen uyanık.
widen f. genişletmek; genişlemek.
widespread s. yaygın.
widow i. dul kadın, dul.
widower i. dul erkek.
width i. genişlik; en.
wield f. kullanmak.
Wiener s.
wiener i. sosis.
Wiener schnitzel Viyana şnitzeli, şnitzel.
wienie i., k. dili sosis.
wife i. (çoğ. wives) karı, eş: She´s my wife. O benim eşim.
wig i. peruk. f. (--ged, --ging) sertçe azarlamak, haşlamak.
wiggle f. oynamak, hareket etmek; kımıldamak; oynatmak, hareket
wild ettirmek;
s. 1. vahşi.kımıldatmak.
2. yabani, yabanıl,i. oynama;
yaban.kımıldama;
3. çılgın.oynatma;
4. asi, serkeş. 5.
kımıldatma.
k. dili harika, süper, çok güzel.
wild animal vahşi hayvan, yabani hayvan.
wild boar yabandomuzu.
wild card argo kendisinden ne bekleneceği kestirilemeyen kimse/şey.
wild flower kır çiçeği, yabani çiçek.
wild goose yabankazı, sakarmeke. wild-goose chase k. dili boşuna
Wild horses couldn´t drag koşuşma;
Dünyada beyhude oraya gitmem!bir arayış.
me there!
wild life sanctuary yabanıl hayvanların korunduğu alan.
wild pear ahlat.
wildcat i., zool. amerikayabankedisi; yabankedisi.
wilderness i. ıssız yer/bölge, kırlar.
wildfire i.
wildflower i., bak. wild flower.
wildlife i. yabani/yabanıl hayvanlar.
wile i. 1. kurnazlık; oyun. 2. çoğ. naz, cilve: She used her wiles to
wilful ensnare
s., İng., bak.him.willful.
Onu elde etmek için tüm cazibesini kullandı.
will yardımcı f. (would) 1. Gelecek zaman kipinde kullanılır: They will
will leave tomorrow.
i. 1. irade, istenç.Yarın gidecekler. 2.
2. vasiyetname, İkramda
vasiyet. bulunurken
f. 1. to (bir şeyin)
Will you come with us? I´d kullanılır:
(birine) Will you
bırakılmasını have a banana?
etmek, vasiyet yoluyla 3.
Muz alır mısınız?
“Bizimle gelir misin?”vasiyet“Gelmeyeyim.” (bir şeyi)
just
Will as
yousoon
givenot.
that to me in Tercih/rıza/teklif/rica/vaat
(birine) bırakmak: She willed belirtir:
themI her
won´t go. Gitmeyeceğim.
house. Evini onlara If
Onudo
you bana
this yazılı
job olarak
well, I´ll verir
give misiniz?
you a raise. Bu işi iyi yaparsanız
writing? vasiyet etti. 2. iradesini kullanmak; iradesini kullanarak (bir
willful maaşınızı
s. 1. isteğinde
şeyi) artıracağım.
inat eden; 4. Tekrarlanan
düşüncesinde
gerçekleştirmek/gerçekleştirmeye durumları
inat eden;
çalışmak. belirtir: He bir
çok bencil
3.
willies would
şekilde
amaçlamak. sit there
inatçı.
i., çoğ., k. dili 4. for
2. hours.
kasıtlı,
(Allah) Orada
mahsus
buyurmak. saatlerce
yapılan. otururdu. 5. Yeterlik
belirtir: Those shoes will no longer fit you. O ayakkabılar artık
willing s. 1. rızaolmaz.
ayağına gösteren; It´llistekli;
suit myhevesli:
needs. He was a verykarşılar.
İhtiyaçlarımı willing 6.
willingly accomplice.
z. isteyerek.
Kuvvetli Suç ortağı olmaya dünden razıydı.
bir tahmin veya zannı belirtir: This´ll be Bora. She wasBu a Bora
willing
source
olmalı. of information
You will have for
heard them. Onlara
this ve
piece seve seveBu haberibir Are
of news.benzeyen bilgi verdi.
will-o'-the-wisp i. 1. bataklıklarda gece görülen yakamoza
they willing
duymuşsundur. workers? Onlar
7. Kaçınılmazlık çalışmaya hevesli
belirtir: mi?
Accidents 2.
will happen!
willow parıltı.
i. söğüt.2. ham hayal, gerçekleşmesi imkânsız bir şey.
içten/gönülden gelen: He served him
Kaza herkesin başına gelir. What God wills will come with a willing obedience.
to pass.
willowy Gönülden
s. fidan gelen
gibi, fidanbir itaatle
boylu ona
(kadın).hizmet etti.
Allahın dediği olur. What will be, will be. Ne olacaksa o olur./İş
willpower olacağına varır. 8. Emir belirtir: The ceremony will be carried
i. irade, istenç.
willy-nilly out
z. ister istemez. with his Majesty´s orders. Tören,
in accordance
majestelerinin emirlerine göre yapılacak. 9. Kararlılık/ısrar/inat
wilt f. (bitki/çiçek)
belirtir: boynunu
“You won´t bükmek,
do that, solmak;
will you?” (bitkiyi/çiçeği)
“Indeed I will!” “Onu
wily soldurmak.
s. kurnaz.
yapmayacaksın, değil mi?” “Gör bak, nasıl yapacağım!” You will
wimp be rudeçok
i., argo to our guests!
pısırık kimse, Misafirlerimize
pısırığın teki.karşı ille bir kabalık
yapacaksın!
f. (won, --ning) 1. kazanmak;it(yarışma
f. istemek: Call what youveya
will. başka
Ona ne birdemek
uğraşı
win
istersen
sonucunda) de. Let
elde him
etmek:do what
Who he
wonwill.
theNe yapmak
contest? isterse
Yarışmayı yapsın.
kim
win by default hükmen galip sayılmak.
kazandı? Utku´s won the prize. Ödülü Utku kazandı. They´ve
win hands down k. dili kolaylıkla kazanmak/galip gelmek.
finally won his support. Nihayet onun desteğini sağladılar. 2.
win in a walk kolayca kazanmak.
(muharebede) galip gelmek: France won the war. Savaşta
win out Fransa galip geldi.
(over) sonuçta galip i. çıkmak.
galibiyet.
win s.o. over/round birini ikna ederek kendi tarafına çekmek; birini ikna ederek
win s.o./s.t. back desteğini sağlamak:
birini/bir şeyi yeniden We also won him round to our point of
kazanmak.
view. Kendisini ikna edip davamıza onun da desteğini sağladık.
win s.o.´s affection bir kimsenin sevgisini kazanmak.
win the toss yazı turada kazanmak.
win the toss yazı turada kazanmak.
win through sonuçta galip çıkmak.
wince f. (korkunç bir manzara karşısında veya acıyla) biraz geri
çekilmek/irkilmek/yüzünü buruşturmak.
winch i. vinç. f. vinçle çekmek.
wind i. 1. rüzgâr. 2. k. dili boş laflar, lafügüzaf, fasarya. 3. İng. (mide
wind ve(wound)
f. bağırsaktaki)
1. (up)gaz. f. -i nefessiz
(zemberek v.b.´nibırakmak;
çevirerek) -i nefes
(saati,nefese
bırakmak.
gramofonu v.b.´ni) kurmak: Will you wind the grandfather
wind instrument nefesli çalgı, üflemeli çalgı.
clock? Sandıklı saati kurar mısın? 2. sarmak: Wind the thread
wind instrument müz. nefesli çalgı.
onto the spool. İpliği makaraya sar. The trumpet vine was
wind its way (yol, nehir,
winding kafile
up the v.b.)
pole. kıvrıla kıvrıla/döne
Acemborusu döne yukarı
direğe sarılıp gitmek.doğru
wind one´s way into s.o.´s yükseliyordu. She wound the scarf around her neck. Eşarbı
k. dili birinin gönlüne girmek.
affections
wind s.o. round one´s little boynuna sardı. 3. (yol, nehir, kafile v.b.) kıvrıla kıvrıla/döne döne
k. dili birini parmağında oynatmak.
finger gitmek: The procession wound through the streets to the
wind s.t. into a ball bir şeyiKafile,
harbor. yumakdolambaçlı
yapmak, bir şeyi sarmak.
sokaklardan kıvrılarak limana vardı.
wind s.t. up 1. saat/gramofon gibi zemberekli
The road wound up through olive groves. bir şeyi Yol,
kurmak. 2. k. dili bir
zeytinliklerin
wind up şeyi bitirmek/tamamlamak:
arasından kıvrıla kıvrıla
k. dili 1. bitmek, sona ermek: They
yukarı The wound
doğru show up the
gidiyordu.
wound 4. meeting
upup with a
(kol,
with Altan
song. Toplantıyı
manivela“Han
reciting v.b.´ni bir şarkıyla
çevirerek)
Duvarları.” bitirdiler. You
(bir şeyi) Altan´ın
Müsamere, need to
çekmek/kaldırmak:wind up your
Wind
Han Duvarları´nı
windbag i., k. dili (fart furt eden) lafebesi.
personal
up the affairs
bucket this
from week.
the well.Şahsi işlerinizi
Çıkrığı çevirip bu hafta
kovayı
okumasıyla sona erdi. 2. (sonuçta) (belirli bir yerde/durumda) bitirmeniz
kuyudan çek.
windbreak i. rüzgâr
lazım.
5. (kol, siperi, birv.b.´ni)
manivela yeri rüzgârdan
çevirmek. koruyan
i. 1. engel.
(kol, manivela v.b.´ni)
bulunmak: The pair of them wound up in jail. Onların her ikisi
windbreaker çevirme.
i. (giysi
hapsi 2. dönemeç,
olarak)
boyladı. viraj;
Ifrüzgârlık.
you keep on(nehirdeki) kıvrım.
like this you´ll wind up bankrupt.
windcheater Böyle
i., İng.,devam edersen iflas edersin.
bak. windbreaker.
winded s.
windfall i. beklenmedik bir para/hediye/yardım.
windflower i., bot. anemon, dağlalesi.
winding s. dolambaçlı, yılankavi.
winding sheet kefen.
windlass i. çıkrık, bocurgat, ırgat.
windless s. rüzgârsız; esintisiz.
windmill i. yeldeğirmeni.
window i. pencere.
window dressing 1. vitrin dekoru. 2. vitrin dekorasyonu. 3. k. dili göz boyamak
window frame için yapılan
pencere bir şey.
kasası.
window shade stor.
windowpane i. pencere camı.
window-shop f. (--ped, --ping) vitrin gezmek.
windowsill i., mim. denizlik.
windpipe i. nefes borusu.
windscreen i., İng., oto., bak. windshield.
windshield i., oto. ön cam.
windshield wiper oto. silecek.
windstorm i. fırtına.
windsurfing i. rüzgâr sörfü.
windswept s. rüzgârlı; rüzgâra açık.
windward s. 1. rüzgârın estiği yöne doğru giden. 2. rüzgârın estiği (taraf).
windy i.
s. rüzgârın estiği
1. rüzgârlı. taraf/yön.
2. uzun ve boş laf eden; uzun ve boş laf dolu.
wine i. şarap. f.
wine and dine -e ziyafet vermek.
wine and dine yedirip içirmek.
wine cellar şarap mahzeni.
wineglass i. şarap kadehi.
winegrower i. üzüm yetiştirip şarap yapan kimse; bağcı.
winepress i. üzüm cenderesi.
wing i. 1. (kuş, uçak, bina, ordu, futbol veya siyasi partiye ait) kanat.
wing commander 2. çoğ.,
İng., tiy.yarbay.
ask. kulis. 3. futbol açık (oyuncu). 4. İng., oto. çamurluk.
f. 1. uçmak. 2. (kuşu) kanadından vurmak. 3. yaralamak,
wing it k. dili 1. durumu idare etmeye çalışmak; (eldeki imkânlarla)
vurmak.
wing nut idare
kelebek etmek.
somun.2. bir konuşmayı irticalen/doğaçtan yapmak.
winger i., futbol açık (oyuncu).
wink f. 1. (at) (-e) göz kırpmak, (-e) göz kırparak işaret etmek. 2. at
winless (bir şeyi) görmezlikten
s. galibiyetsiz, gelmek,olmayan.
hiçbir galibiyet (bir şeye) göz yummak. 3. İng.
(farları) çabuk açıp kapamak. 4. (ışık) biteviye sönüp parlamak,
winner i. 1. galip; kazanan: Who was the winner of the match? Maçı kim
çakmak. 5. (ışık) ışıldamak, parıldamak. i. 1. göz kırpma. 2.
kazandı?/Maçın
s. 1. galip, galibi kim? She was the winner of the Nobel
kazanan.
winning lahza. 3. ışıltı, parıltı.2. hoş, tatlı. i. 1. galip gelme, kazanma. 2.
Prize
çoğ. in 1928.
(para olarak)1928 yılında Nobel ödülünü kazanan oydu. 2. k.
kazanç.
winnow f. 1. (samandan ayırmak için) (tahıl tanelerini) havaya
dili çok iyi/üstün kimse/şey.
winsome savurmak; harman
s. sevimli, tatlı, hoş.savurmak. 2. out (istenmeyeni) ayıklamak,
elemek, çıkarmak.
winter i. kış. f. in kışı (bir yerde) geçirmek, kışlamak; kışlatmak.
winter savory bot. (ballıbabagillerden, yaprakları bahar olarak kullanılan) bir
winter sports geyikotu türü.
kış sporları.
wintertime i. kış zamanı, kış.
wintry s. kış gibi, kışa yakışan.
wipe f. 1. silmek: Wipe your nose! Burnunu sil! He wiped his shoes on
wipe s.t. clean the
bir doormat.
şeyi silerek Ayakkabılarını
temizlemek. paspasa sildi. 2. away/up silerek
yok etmek, silmek. 3. off silerek temizlemek. 4. out yok etmek,
wipe s.t. dry bir şeyi silerek kurulamak.
silmek. 5. out k. dili iflas ettirmek, topu attırmak. i. silme: Give
wipe the floor with k. dili
the 1. (birini)
table a wipe.adamakıllı
Masayı birdövmek,
sil. yerden yere
wiper vurmak/çalmak. 2.
i., bak. windshield wiper. (birini) ağır bir mağlubiyete uğratmak,
hezimete uğratmak.
wire i. 1. (metal) tel: barbed wire dikenli tel. telephone wire telefon
wire brush teli. 2. telgraf; telgraf sistemi; telgrafla gönderilen mesaj. f. 1.
tel fırça.
(bir binanın) elektrik tesisatını kurmak; (bir binanın) elektrik
wire s.t. together bir şeyi telle bağlamak.
kablolarını/hatlarını döşemek; (bir aygıtın) elektrik tellerini
wire service haber ajansı.
takmak. 2. (birine) telgrafla (bir haberi) bildirmek: Wire him the
wireless news.
i. Haberi
1. telsiz; onatelefon;
telsiz telgrafla bildir.
telsiz telgraf. 2. İng. radyo. s. 1. telsiz,
wiretap teli olmayan. 2. telsiz, telsiz telefona/telgrafa
i. 1. konuşmaları gizlice dinlemek için telefon hattına ait. 3. İng.
tel
radyoya
bağlama. ait.
2. konuşmaları gizlice dinlemek için telefon hattına
wiring i. 1. (bir binadaki) elektrik tesisatı; (bir binadaki) elektrik
takılan aygıt.
kabloları/hatları; f. (--ped, --ping) telefon hattına tel bağlayarak
(bir aygıttaki) elektrik telleri. 2. (bir binanın)
wiry s. sırım gibi.
(birinin
elektrik konuşmalarını)
tesisatını kurma; gizlice dinlemek;
(bir binanın) (birinin telefon hattına)
elektrik
wisdom i.
telirfan; hikmet,konuşmalarını
bağlayarak bilgelik. gizlice dinlemek; konuşmaları
kablolarını/hatlarını döşeme; (bir aygıtın) elektrik tellerini
wisdom tooth gizlice
akıldişi,
takma. dinlemek
yirmi yaş için telefon hattına tel bağlamak.
dişi.
wise s. arif, irfan sahibi; bilge, hikmet sahibi.
wise f.
wise guy k. dili ukala.
wise s.o. up to k. dili birine (birinin) ne yaptığını bildirmek; birine (durumun) ne
wise up olduğunu bildirmek.
k. dili 1. gözünü açıp gerçeği görmek. 2. to (birinin) ne
wiseacre yaptığının
i. ukala. farkına varmak, (birinin) ne yaptığını çakmak;
(durumun) ne olduğunun farkına varmak, (bir durumun) ne
wisecrack i., k. dili şakayla karışık iğneli laf; taş. f. şakayla karışık iğneli
olduğunu çakmak. 3. on (bir şey) hakkında bilgi edinmek, (bir
wish laflar
f. söylemek;
1. Dilek belirtir:taş atmak.
I wish you´d shut up. Sen bir sussan. I wish
konuda) bilgilenmek.
wish a wish they´d come today. Bugün
dilekte bulunmak; niyet tutmak. bir gelseler. I wish they were coming
today. Gönül ister ki bugün gelsinler. I wish I were president.
wish for istemek, arzu etmek, arzulamak.
Keşke başkan olsaydım. She wishes she were queen. Kendisi
wish on/upon a star yıldıza olmak
kraliçe bakarak niyet 2.
isterdi. tutmak.
(birine) (iyi bir şey) dilemek, temenni
wish s.o./s.t. (off) on/upon etmek: We wish you
istenmeyen birini/bir şeyi a happy birthday. Size
(başkasının) mutlu
başına bir doğum
bırakmak.
wishbone günü diliyoruz.
i. lades kemiği. They wished him good health. Ona sağlık
dilediler. 3. istemek, arzu etmek: Do you wish to be left alone?
wishful s.
Yalnız kalmak ister misiniz?/Ben çıkayım mı? Do you still wish
wishful thinking hüsnükuruntu.
them to go? Hâlâ gitmelerini istiyor musunuz? I´ll do it now, if
wishing well you wish. Arzu ederseniz onu şimdi yaparım. At that moment
dilek kuyusu.
she wished them anywhere but there with her. O an onların
wishy-washy s., k. dili 1. kararsız, kararlılıktan yoksun. 2. zayıf, güçsüz,
oradan başka herhangi bir yerde olmalarını istedi. Do as you
yavan.
i. 3. yavan;
1. uzunca birkaç tatsız; fazla2.sulu
belli(yemek).
wisp wish. İstediğin gibi tel (saç).
yap. Take whatever belirsiz
you bir şey:
wish. Every
Canın now
neyi
wistaria and then
isterse
i., bot., onua wisp
bak.al. of smoke blew past the
i. istek, arzu; dilek; temenni.
wisteria. window. Arada sırada
ince bir duman pencerenin önünden esip gidiyordu. the wisp of
wisteria i., bot. morsalkım.
a smile belli belirsiz bir tebessüm. a little wisp of an old lady
wistful s.
ufaközlem
tefekdolu, hasret
ihtiyar dolu.
bir kadın.
wit i. 1. espritüellik, nüktedanlık, nüktecilik. 2. espritüel kimse,
wit nüktedan
f. kimse.
witch i. 1. büyücü kadın; cadı. 2. cadaloz kadın, cadı.
witch doctor büyücü hekim.
witch hazel bot. güvercinağacı, hamamelis.
witchcraft i. (kötü amaçla yapılan) büyücülük.
witch-hunt i. (iktidardakilerin farklı düşünenlere karşı yürüttüğü) karalama
witching ve
s. 1.sindirme
büyücülük kampanyası.
yapmaya uygun. 2. büyüleyici.
with edat 1. ile beraber/birlikte, ile: She´s living with her aunt.
with a grain of salt Teyzesiyle beraber oturuyor. Will you come with us? Bizimle
ihtiyat kaydıyla.
gelir misin? Wisdom can sometimes come with age. İnsan bazen
with a high hand amirlik taslayarak.
yaşlanınca akıllanır. Heat the milk with the honey. Sütü balla
with a vengeance 1. büyükısıt.
beraber bir 2.
şiddetle. 2. son derece,
ile, aracılığıyla, ziyadesiyle,
vasıtasıyla: alabildiğine.
Cut it with a knife.
with a will Onu bıçakla kes. You can´t buy much with five million liras. Beş
gayretle.
with all due respect milyon
kusura lirayla
bakmayın pek ama
bir şey
...: alamazsın.
With all due3.respect
-li; -i olan: Where´s
I think you´rethe
woman
wrong. with the green parrot? Yeşil papağanlı
Kusura bakmayın ama bence yanılıyorsunuz. kadın nerede?
with all my heart bütündon´t
They kalbimle.
want someone with no experience. Tecrübesiz birini
with an eye to -i göz önündeShe´s
istemiyorlar. tutarak, -i düşünerek.
a woman with a past. Geçmişi şüpheli bir
with aplomb kadın o. 4. -den yana:
soğukkanlılıkla, istifiniAre you with us? Bizden yana mısın? I´m
bozmadan.
with you. Seni destekliyorum. 5. -e rağmen/karşın: With all his
with bated breath nefesi kesilerek.
faults, she still likes him. Bütün kusurlarına rağmen onu hâlâ
with child hamile. 6. yüzünden: How can I go to a movie with all this work
seviyor.
with difficulty I´ve got tozorlukla.
güçlükle, do? Yapmam gereken bu kadar iş varken ben nasıl
with ease sinemaya
kolaylıkla. gideyim? With winter almost here you´d better get
your roof fixed. Kış kapıya dayanmışken damını tamir
with flying colors çok başarılı bir şekilde.
ettirmelisin.
with flying colors çok başarılı bir şekilde.
with great relish büyük bir zevkle/keyifle.
with impunity ceza görmeden.
with it argo çok moda.
with kid gloves tatlılıkla, yumuşak bir şekilde.
with lightning speed yıldırım hızı ile.
with might and main var kuvvetiyle/gücüyle, olanca kuvvetiyle.
with my compliments 1. selamlarımla. 2. parasız, hediye olarak.
with no strings attached k. dili kayıtsız şartsız.
with one accord hep birlikte.
with one voice hep bir ağızdan.
with one´s tail between one
k. dili süklüm püklüm.
´s legs
with open arms dostça, candan.
with pleasure memnuniyetle.
with reference to -e ilişkin olarak, ile ilgili olarak, -e gelince.
with regard to -e gelince.
with respect to 1. -e gelince. 2. ile ilgili olarak. 3. ile ilgili.
with that onu söyledikten sonra; onu yaptıktan sonra.
with the best of them (bir alanın) en iyi olanlarıyla: He can fence with the best of
with/in dismay them.
dehşetEniçinde,
iyi eskrimcilerle
dehşetle. eskrim yapabilir.
withdraw f. (with.drew, --n) 1. geri çekmek, çekmek: He withdrew his
withdraw one´s eyes from hand. Elini(birinden/bir
gözlerini geri çekti. 2.şeyden)
from (parayı) (hesaptan/bankadan)
başka tarafa çevirmek.
çekmek. 3. from (bir şeyi) (bir yerden) çıkarmak: He withdrew
withdraw one´s objection itirazını geri almak.
the papers from his briefcase. Kâğıtları evrak çantasından
withdraw one´s support desteğini
çıkardı. 4. çekmek.
from (birini) (bir yerden) almak: He withdrew his
withdrawal daughter
i. from that
1. geri çekme, school.
çekme. Kızını(birini)
2. from o okuldan
(bir aldı. 5. çekilmek,
yerden) alma. 3.
withdrawal symptoms uzaklaşmak:
çekilme. 4. Every evening
(hesaptan/bankadan) he
uyuşturucudan kesilince oluşan belirtiler.would
para withdraw
çekme. to
5. his study. Her
akşam çalışma odasına
(hesaptan/bankadan) çekilirdi.
çekilen The cavalrymen withdrew from
para.
withdrawn f.,
thebak. withdraw.
battlefield. s. içinesavaş
Süvariler kapanık.
alanından çekildi. 6. (from) (-
withdrew f., bak. withdraw.
den) çekilmek, (-e) katılmaktan vazgeçmek: She withdrew from
wither the
f. 1.contest.
solmak; Yarışmadan
soldurmak. 2. çekildi. 7. (from)
susturmak, (-den) ayrılmak, (-i)
sindirmek.
bırakmak: Don´t withdraw from college! Üniversiteden ayrılma!
withheld f., bak. withhold.
8. içine kapanmak/çekilmek, kabuğuna çekilmek.
withhold f. (with.held) 1. (from) (-den) -i saklamak; (-e) -i vermemek: Don
withhold judgment ´t withhold
yargıda any information
bulunmamak: from me. Benden
I´m withholding judgmenthiçbir
for şey
the time
saklama.
being. 2.
Şimdilikfor (bir şeyi)
bir yargıda (birine) ayırmak:
bulunmuyorum. She withheld nothing
withhold one´s consent onaylamayı reddetmek: He withheld his consent until the last
for herself. Kendine bir şey ayırmadı. 3. from -den kesmek: I´ll
withhold payment minute.
ödeme Son dakikaya
yapmamak; kadar onaylamayı
ödemeyi durdurmak: reddetti.
They´rekeseceğim.
withholding
withhold this from your salary. Bunu maaşından
within payment until further notice. Başka bir talimat gelinceye
z. 1. içeride; içeriye: They painted the house within and without. kadar
ödeme
Evin yapmayacaklar.
hem içerisini, hemYou dışarısını boyadılar. Inquire within. Az
within an ace of az kalsın, neredeyse: were within an ace of drowning.
İçeriyeboğulacaktın.
kalsın müracaat edin. 2. içinde; içinden: Although outwardly
within an inch of his life ölümüne ramak kalmış.
calm, he was cursing within. Dıştan sakin görünmekle birlikte
within call seslenildiği
içinden zaman duyulabilecek uzaklıkta.
küfrediyordu.
within hearing işitebilecek yakınlıkta.
within limits belli bir dereceye kadar, belli sınırlar içinde.
within my ken 1. gözümün seçebildiği yerde. 2. bildiklerim arasında.
within one´s province yetkisi içinde, yetki alanında.
within reach erişilebilir.
within reason makul düzeyde, makul ölçüde; makul bir sınırı aşmadan.
within sight The city´s not yet within sight. Şehir henüz görünmüyor./Şehri
without henüz
edat 1.göremiyoruz.
-siz: You can´t live without money. Parasız yaşanmaz.
without a break He won´t
ara vermeden. go without her. Onsuz gitmez. It´s merely sound
without sense. Sadece anlamsız sesler. 2. -meden: Don´t act
without a hitch aksamadan, pürüzsüz.
without thinking. Düşünmeden harekete geçme. He was fired
without ceremony teklifsizce.
without explanation. Hiçbir açıklama yapılmadan işinden
without demur çıkarıldı. Can we get in without being seen? Kimse görmeden
itiraz etmeden.
without doubt içeri girebilir miyiz? 3. dışında: They had encamped without the
kuşkusuz, şüphesiz.
city. Şehrin dışında ordugâh kurmuşlardı. z. 1. dıştan. 2. eski
without exception ayrım
dışarı, yapmaksızın.
dışarıda: It was raining without. Dışarıda yağmur
without fail mutlaka.
yağıyordu.
without further ado hemen, ses çıkarmadan.
without number sayısız, hesapsız.
without number sayısız, sayılamayacak kadar çok.
without price paha biçilmez.
without protest itiraz etmeden.
without question kuşkusuz, şüphesiz, tartışmasız, muhakkak.
without reference to -i hesaba katmayarak.
without regard to -e bakmadan, -e aldırmadan.
without reservation tamamen.
without rhyme or reason mantıksız.
without stint 1. sınır koymadan. 2. pek çok.
without the exception of ... dışında.
withstand f. (with.stood) -e dayanmak: The city withstood the siege. Şehir
withstood kuşatmaya dayandı.
f., bak. withstand.
witless s. akılsız; aptal.
witness i. tanık, şahit. f. 1. bizzat görmek, -e tanık/şahit olmak: Did you
witness stand witness
(mahkemede)that event?
tanığınO olayı
ifadebizzat
verdiğigördün mü? These
yer, tanık/şahit walls have
kürsüsü.
witnessed a lot of history. Bu surlar birçok tarihi olaya tanık
witter f., İng., k. dili (on) durmadan konuşmak.
oldu. 2. to -e tanıklık/şahitlik etmek: He witnessed to having
witticism i. espri,
seen thenükte.
murder. Tanıklık ederek cinayeti gördüğünü söyledi. 3.
wittingly (to) (bir şeyin) kanıtı/delili olmak, (bir şeye) delalet etmek, (bir
z. bilerek, bile bile.
witty şeye) işaret etmek:
s. 1. espritüel, nüktedan, Her absence
nükteci.at 2.the ceremony
esprili, witnessed her
nükteli.
disapproval. Törende hazır bulunmaması, onaylamadığına işaret
wives i., çoğ., bak.
ediyordu. wife. bulunarak (bir şeye) resmen şahit olmak,
4. hazır
wiz i., k. dilietmek:
tanıklık çok usta kimse.
Can you witness Hikmet´s will? Hikmet´in
wizard vasiyetnamesine tanıklık
i. 1. büyücü, sihirbaz. 2. çok eder misin?
usta kimse: She´s a wizard at
wizened math. Matematikte
s. pörsük, pörsümüş. çok usta.
wobble f. 1. dingildemek, sallanmak, oynamak; dingildetmek, sallamak,
wobbly oynatmak. 2. (ses)sallanan,
s. 1. dingildeyen, titremek. i. 1. dingildeme,
oynayan. sallanma,
2. titrek (ses). 3. sağlam
oynama. 2. (seste) titreme.
olmayan. 4. kararsız, istikrarsız.
wodge i., İng., k. dili
woe i. acı, ıstırap. O woe is me! Vay başıma gelenler vay!
woebegone s. acıklı, kederli.
woeful s. 1. keder dolu. 2. keder verici, acıklı. 3. korkunç, feci: What
woke woeful
f., bak. ignorance!
wake. Ne korkunç bir cehalet!
woken f., bak. wake.
wolf i. (çoğ. wolves) kurt. f. down aç kurt gibi (yemek) yemek, hapır
wolfram hupur
i., kim.yemek,
volfram, atıştırmak.
tungsten.
wolves i., çoğ., bak. wolf.
woman çoğ. wom.en (wîm´în) i. kadın.
womanise f., İng., bak. womanize.
womanish s. kadınsı.
womanize f. zamparalık etmek.
womankind i. kadınlar.
womanly s. kadınca, kadına yakışır.
womb i. rahim, dölyatağı, karın.
women i., çoğ., bak. woman.
women´s lib kadınların özgürlük hareketi.
women´s lib k. dili, bak.
women´s liberation
Kadınların Özgürlüğü Hareketi.
movement
women´s liberation. women
Kadınların Özgürlüğü Hareketi.
´s liberation
women´s rights kadın hakları.
won f., bak. win.
wonder i. 1. hayret, şaşırma. 2. harika: the seven wonders of the world
wonderful dünyanın
s. çok iyi, yedi harikası.
şahane, She´s a wonder. O harika bir insan. f. 1.
harika.
(at) (-e) hayret etmek, şaşırmak. 2. (about/if) (-i) merak etmek,
wont i. âdet, alışkanlık, itiyat.
anlamak/öğrenmek istemek: I wondered what it meant. Ne
won't kıs. will not.
anlama geldiğini merak ettim. I wonder who she really is. Onun
wonted gerçek
s. her zamanki,nedir
kimliği acaba?
alışılmış, I wonder what she´s doing right
mutat.
woo now. Şu anda
f. kur yapmak. ne yapıyor acaba? “He´ll win the prize.” “I
wonder.” “Ödülü kazanır.” “Acaba?” 3. (about/if) (-den) şüphe
wood i. 1. odun.
etmek: 2. orman;
I wonder aboutkoru.
his 3. ağaç; tahta:
intentions. That table´s
Niyetlerinden made of
şüphe
wood glue wood.
tutkal.
ediyorum.O masa
4. düşünmek: He wondered what to do. Ne of wood.
ağaçtan yapılmış. The staircase is made
Merdivenler
yapacağını tahtadan. The house is made of wood. Ev ahşap. s.
düşündü.
woodcut i. tahta kalıpla basılmış estamp.
tahta; ahşap.
wooded s. ağaçlarla kaplı, ağaçlık; ormanlık.
wooden s. 1. ağaçtan yapılmış, ağaç; tahtadan yapılmış, tahta; ahşap:
woodland wooden
i. ağaçlıkbed ağaç karyola.
arazi/alan, wooden
ağaçları spoon
bol olan yer. tahta kaşık.
s. ağaçlık wooden
alanlara
house
özgü. ahşap ev. 2. k. dili cansız, ruhsuz.
woodpecker i., zool. ağaçkakan.
woods i., çoğ. orman; koru.
woodsy s. ormansı; korumsu.
woodwind i., müz. ağaçtan yapılmış nefesli çalgı.
woodwork i. (binanın iç tarafındaki) kapı ve pencere çerçeveleri; ahşap
woody doğrama/doğramalar.
s. odunsu.
woof i. hav hav (havlama sesi). f. havlamak.
wool i. yün.
woolen s. 1. yünden yapılmış, yün. 2. çoğ. yünlüler, yünlü giysiler.
woolen mill yün fabrikası.
wool-gather f. hayale dalmak.
woolgathering i. hayale dalma.
woollen s., İng., bak. woolen.
woolly s. 1. yün gibi, yüne benzeyen. 2. çok tüylü. 3. net olmayan,
wooly belirsiz. i. 1.
s., i., bak. İng. kazak, süveter. 2. yün fanila; yün iç çamaşırı.
woolly.
woozy s., k. dili sersem, tam ayık bir halde olmayan.
word i. 1. kelime, sözcük. 2. söz, laf: I´m sick of your fine words.
word for word Güzel
kelimesi sözlerinden
kelimesine, bıktım
harfiartık. Do you
harfine, know motamo.
harfiyen, the words to this
Word has it you´re moving song? Bu şarkının sözlerini biliyor musun? Put your feelings into
k. dili İzmir´e taşınacağını söylüyorlar.
to İzmir. words. Duygularını söze dök. Don´t expect a word of praise
word of honor şerefhim.
from sözü. Ondan hiçbir aferin bekleme.
word processing bilg. kelime işlem.
word processor bilgisayar.
wording i. ifade; ifade tarzı.
Words fail me. Söyleyecek söz bulamıyorum.
Words failed him. Ne diyeceğini şaşırdı.
wordy s. fazla uzun (yazı/ifade); fazlasıyla uzun konuşan (kimse).
wore f., bak. wear.
work i. iş; emek: He´s gone to work. İşe gitti. Do you like your work?
work İşini
f. seviyor musun?
1. çalışmak; (birini)They´re
çalıştırmak:at work now. Onlar
He works hard.şimdi işte. That
Çok çalışıyor.
´s going
Don´t workto take
them atoo
lot of work.
hard. O çok
Onları çokişfazla
ister.çalıştırma.
She´s put 2. a lot of
work a buttonhole iliğin kenarlarını dikmek.
work
işlemek, intoçalışmak;
this. Buna(bir çokşeyi)
emek harcadı.çalıştırmak:
işletmek, They´re notThis afraid of
machine
work a miracle bir mucize
hard work. yaratmak.
Zor işlerden geri durmazlar. Is this your own work?
´s working fine. Bu makine iyi işliyor. How do you work this
work at Bu
(birişişey)
machine? kendinBu mi
için emek yaptın?
makineyi harcamak, için çaba göstermek.
nasıl çalıştırıyorsun? 3. (plan/fikir)
work at peak capacity başarılı olmak, iyiçalışmak.
tam kapasiteyle sonuç vermek: This plan won´t work. Bu plan
work camp yürümez.
çalışma kampı. Your idea´s worked. Senin fikrin sayesinde istediğimiz
oldu. Do you think it´s going to work? Sence bu iş olacak mı? 4.
work force çalışanlar: He´s
(matematik now part
problemini) of the mill´s
çözmek. workv.b.´ni)
5. (hamur force. Artık
yoğurmak.
work like a demon fabrikada
çok
6. (bir çalışanlardan
çalışmak. biri o.
yeri) işletmek: They´re no longer working that quarry. O
work like a Trojan taşocağını
k. dili ırgatartıkgibi işletmiyorlar.
çalışmak, var 7. (bir şeyin
gücüyle üzerine) işleme
çalışmak.
yapmak; on (bir şeyin üzerine) (bir şeyi) işlemek, nakışlamak. 8.
work load iş miktarı.
k. dili ayarlamak, düzenlemek: I can work it for you. Sana onu
work loose gevşemek.
ayarlayabilirim. 9. (sıvı) mayalanmak, tahammür etmek.
work o.s. into 1. giderek (belirli bir hale) girmek: You´re working yourself into
work o.s. out of a job a(bilerek/bilmeyerek)
rage. Öfken kabara kendi kabara galeyana geliyorsun.
çabalarıyla 2. (biri) hale
kendi işini lüzumsuz
çalışmalarıyla
getirmek; kendini ispatlayarak (bir işe)
(bilerek/bilmeyerek) kendi çabalarıyla kendini girmek veya işinden
(bir
work of art sanat eseri.
mevkie)
etmek. gelmek: He´s worked himself into a job. Çalışmalarıyla
work off (çalışarak/hareket
kendini ispatlayarakederek)kendine (bir
birşeyi) gidermek: He worked off
iş edindi.
work on his
1. -ianger by running
etkilemek, in the
-e tesir park2.for
etmek. a couple
(birini) iknaof hours. çalışmak.
etmeye İki saat
work one´s fingers to the parkta
3. -i koşarak
yapmak; -i öfkesini
hazırlamak; giderdi.
-in üzerinde çalışmak; -in yapımıyla
k. dili çok çalışmak, paralanmak, yırtınmak.
bone uğraşmak/meşgul olmak: He´s still working on that map. Hâlâ o
work one´s way 1. (öğrenci) çalışarak (okul/üniversite) ücretlerini karşılamak. 2.
harita üzerinde çalışıyor. They´re working on our new house
into yavaş yavaş (bir yere/gruba)
1. antrenman/idman girmek: Shev.b.)
worked her way
work out today. Bugün yeni evi-yapmak. 2. (plan,
mizin yapımıyla proje
uğraşıyorlar. başarılı
4. -in
into
olmak their
veyaclub. Yavaş yavaş
iyi bir şekilde kendini
sonuçlanmak. onların kulübüne kabul
work permit tamiriyle
çalışma uğraşmak:
izni. They´re working on 3. at/to
the car.(belirli
Arabanın bir
ettirdi. 3.gelmek:
miktara) up çalışmalarıyla
Your 5. share kendini ispatlayarak
worksvermek:
out at fifty dereceliras.
million derece
work s.o. over tamiriyle
k. dili 1. birini çok dövmek, birinin pestilini çıkarmak. 2. work
uğraşıyorlar. -e ağırlık You need to birinion
terfi
Senin etmek.
payına elli milyon lira düşüyor. 4. (bir plan v.b.´ni)
your
iyice French.
tartaklamak.Fransızcaya ağırlık vermen gerek.
work s.o./s.t. in birini/bir şeyi zaten dolu They
hazırlamak/düzenlemek: olan programına
worked out sokmak.
a compromise. Bir
work s.t. in uzlaşmaya vardılar. 5. (problemi/sorunu)
1. bir şeyi yer yer katmak. 2. bir şeyi ovarak sürmek. çözmek, halletmek. 6.
work s.t. loose (bir aygıtın/makinenin
bir şeyi yavaş yavaş gevşetmek. parçası) yerinden/yuvasından çıkmak.
work s.t. out (of) bir şeyi (bir yerden) çıkarmak.
work up 1. (ilgi, heves, heyecan v.b.´ni) uyandırmak. 2. (birinin)
work/do overtime duygularını
fazla mesaigiderek yapmak. doruğa çıkarmak: She worked the crowd up
into a frenzy. Kalabalığı giderek çılgın bir hale getirdi. 3. hareket
workable s. uygulanabilir.
ede ede (susamış/acıkmış/terlemiş) bir hale gelmek: You´ve
workaday s. sıradan,
worked up olağan.
a sweat. Hareket ede ede terledin. They had worked
workaholic up
i., k. dili işkolik. Hareket ede ede iştahları açılmıştı. 4. into (bir
an appetite.
workaholism şeyi) geliştirerek
i., k. dili işkoliklik.(başka bir şey) yapmak: Maybe they can work
it up into a book. Belki onu geliştirip kitap haline getirebilirler. 5.
workbench i.
to(üzerinde
giderek (bir iş görülen)
yere) varmak:tezgâh: carpenter´s
The symphony´s workbench
last movement
workbook marangoz
i. (öğrenciler
works tezgâhı.
up to aiçin) alıştırmaconclusion.
magnificent kitabı. Senfoninin son bölümü
work-brittle yavaş yavaş
s., k. dili işinemuhteşem
alışıp iyi işbir bitişe
yapar dönüşüyor.
duruma gelmiş (kimse).
workday i. işgünü.
worker i. 1. işçi; emekçi. 2. k. dili çalışkan kimse: She´s a real worker!
workhorse Çok
i., k. çalışkan biri o. kimse; ırgat gibi çalışan kimse.
dili çok çalışan
workhouse i. ıslahevi, ıslahhane.
working i. 1. işleme tarzı. 2. çoğ. kazılar, hafriyat, kazılmış yerler.
working agreement geçici anlaşma.
working breakfast iş görüşmesi yapılan kahvaltı.
working capital döner sermaye.
working capital döner sermaye.
working class işçi sınıfı.
working day işgünü.
working draft (yazılı) taslak.
working hours iş/mesai saatleri.
working hypothesis geçici varsayım.
working lunch iş görüşmesi yapılan öğle yemeği.
working majority yeterli çoğunluk.
working-class s. işçi sınıfına ait.
workingman çoğ. work.ing.men (wır´kîng.men) i. işçi; emekçi.
workman çoğ. work.men (wırk´mîn) i. işçi. workmen´s compensation
workmanlike insurance iş kazasıyapılmış,
s. ustalıkla/ustaca sigortası,ustalıklı.
iş yerindeki kaza yüzünden işçinin
uğradığı zararın tazminatını karşılayan sigorta.
workmanship i. işçilik, bir işe verilen emeğin niteliği: The workmanship in this
workout snuffbox is excellent.
i. antrenman, idman. Bu enfiye kutusunun işçiliği çok iyi.
workshop i. 1. (zanaatçıya ait) atölye, işlik. 2. (üniversite dışında yapılan)
work-shy seminer.
s., k. dili çalışmaya pek yanaşmayan, işten kaçan.
workstation i., bilg. iş istasyonu.
workweek i. bir haftadaki toplam işgünü veya çalışma saati: We have a
world five-day
i. dünya,workweek
âlem, cihan. here. Burada haftada beş gün çalışıyoruz. He
has a forty-hour workweek. Haftada kırk saat çalışıyor.
world view dünya görüşü, hayat felsefesi.
world war dünya savaşı.
world-class s., k. dili 1. üstün nitelikli, üstün, çok iyi. 2. dünyadaki en
worldliness iyilerden sayılan.
i. maddecilik.
worldly s. dünyevi, maddi; maddeci.
worldly-wise s. dünyayı anlayan, dünyanın kaç bucak olduğunu anlayan.
worldwide s. dünya çapındaki, dünyadaki herkesi/her ulusu kapsayan. z.
worm bütün dünyada,
i. 1. kurt; solucan.dünyanın
2. k. diliher tarafında.
aşağılık kimse.
worm f. 1. (bir hayvanın) bağırsaklarındaki kurtları düşürmek. 2.
worm one´s way out of/worm through kıvrıla kıvrıla veya döne dolaşa -den geçmek. 3. into k.
k. dili -den kurnazlıkla sıyrılmak.
o.s. out of dili sinsice/kurnazlıkla -e girmek. 4. out of k. dili kurnazlıkla -den
worm one´s way through kıvrıla kıvrıla veya döne dolaşa -den geçmek.
sıyrılmak.
worm s.t. out of s.o. k. dili 1. sabır ve kurnazlıkla birinden bir şey öğrenmek, bir şeyi
worm-eaten birinin
s. kurt ağzından
yemiş. kapmak; birinin ağzından laf almak/çekmek. 2.
wormone´s way into/worm (zamanla) birini kandırarak/ikna ederek bir şeyi elde etmek.
k. dili -e sinsice/kurnazlıkla girmek.
o.s. into
wormwood i., bot. pelin.
wormy s. 1. kurtlu, kurtlanmış. 2. kurt yemiş.
worn f., bak. wear. s. 1. aşınmış. 2. yorgun, yorulmuş.
worn to a frazzle bitkin, çok yorgun.
worn-out s. 1. çok kullanılmaktan işe yaramaz duruma gelmiş; yıpranmış;
worried eskimiş;
s. merak partal; köhne.
içinde olan, 2. k. kaygılı.
tasalı, dili çok yorgun, bitkin, pestil gibi.
worrier i. kolaylıkla kaygılanan kimse; evhamlı kimse.
worrisome s. kaygı verici, kaygılandırıcı.
worry f. 1. (about) merak/kaygı içinde olmak, merak etmek;
worry beads kaygılanmak,
tespih. üzülmek; -i merak içinde bırakmak, -i
kaygılandırmak, -i rahatsız etmek: Don´t worry about it! Onu
worrying s., bak. worrisome.
merak etme! What´s worrying you? Seni kaygılandıran ne? That
worrywart i., k. dili worry
doesn´t kolaylıkla
me kaygılanan kimse;
at all. O beni evhamlı
hiç rahatsız kimse. Don´t
etmiyor.
worry! Merak etme!/Üzme canını! 2. -e musallat olmak, -e
tebelleş olmak. i. 1. kaygı, tasa, merak. 2. dert, sorun.
worse s. daha kötü, daha fena, beter: He´s worse today. Bugün
worse still durumu
daha kötüsü,daha kötü.işin dahai. daha kötü,The
kötüsü: daha fena, beter:
electricity´s offThat
and,was bad
worse
enough,
still, but worse
thezamankinden
heating´s not was to follow.
working. O
Cereyanyeterince kötüydü.
kesikthanve daha Fakat
worse than ever 1. her çok: It´s dripping worse ever kötüsü
now.
ondan kötüsü
kalorifer gelecekti. z. daha kötü, daha fena: She thought
çalışmıyor.
Şimdi
f. her zamankinden çok damlıyor. 2. her zamankinden kötü:
worsen fardaha
worse kötü olmak,
of him than kötüleşmek,
Didem did.kötüye gitmek; (hasta)
Onun hakkında Didem´den
He´s behaving
kötüleşmek; daha worse than
kötü bir1. ever.
hale Her
getirmek,zamankinden kötü
kötüleştirmek.
worship çok daha kötü
f. (--ed/--ped, düşünüyordu.
--ing/--ping) Osman´s
tapmak; worse
ibadet educated
etmek; than
tapınmak:
davranıyor.
worshiper Salman.
His
i. ibadet Osman,
fathereden worshiped Salman´dan
kimse, God; Allaha da
hetapınan kötü
worships bir öğrenim
money.
kimse; tapan görmüş.
Babası
kimse;Allaha
tapardı; kimse.
tapınan kendisi paraya tapıyor. They´ve worshiped there for
worshipper i., bak. worshiper.
years. Yıllarca orada ibadet ettiler. 2. tapınmak, taparcasına
worst s. en kötü,
sevmek: Heen fena. i. her. Ona tapınıyor. i. ibadet; tapma;
worships
worsted tapınma.
i. 1. kamgarn iplik, kamgarn. 2. kamgarn kumaş, kamgarn.
worth i. kıymet, değer: It´s of very little worth. Kıymeti pek az. Give
worthless me
s. 1.five hundreddeğersiz.
kıymetsiz, thousand 2.liras´ worth of 3.
işe yaramaz. cheese.
(ahlakça)Bana beşbeş yüz
para
bin liralık
etmez. peynir ver. edat
worthwhile s. zaman harcamaya değer; zahmete değer; yararlı, faydalı.
worthy s. 1. kıymetli, değerli; saygıdeğer. 2. uygun, münasip. i. ileri
would gelenlerden
yardımcı f. 1.biri: We talked
Geçmişe ait bir with the town´s
gelecek zamanı worthies. Şehrin
belirtir: The day
ileri gelenleriyle
when he would konuştuk.
depart was drawing near. Gideceği gün
Would you rather go? Gitmeyi mi tercih edersin?
yaklaşıyordu. They told us they would resign. Bize istifa
would-be s. 1. (bir şeye) özenen, (bir şey) taslağı, (bir şey) olmak isteyip
edeceklerini söylediler. He would learn the truth much later.
wouldn't beceremeyen:
kıs. would not. It was a haunt of would-be poets. Şairliğe
Gerçeği çok daha sonra öğrenecekti. We plied him with lots of
özenenlerin uğrak yeriydi. 2. muhtemel: would -be aggressors
wound wine
i. yara.sof.that he´d forget about his troubles. Dertlerini unutsun
yaralamak.
muhtemel saldırganlar.
wound diye şarap
f., bak. wind. kadehini hiç boş bırakmadık. She selected music that
would cheer everyone up. Herkesi neşelendirecek bir müzik
wounded s. yaralı,
seçti. yaralanmış.
2. Bazı ifadeleri yumuşatmak için kullanılır: Would you
wove f., bak. hand
please weave. me that book? Lütfen o kitabı bana verir misiniz?
woven Would
f., bak.youweave.like me to leave the room? Odadan çıkmamı ister
misiniz? Wouldn´t you say so? Hemfikir değil misiniz? He was, it
wow ünlem 1. Oh, ...!/O, ...!/Harika! (Hayranlık belirtir.). 2.
would seem, a charlatan. Meğer şarlatanmış. 3. Niyet belirtir:
wrack Vay!/Hayret
i. said he´dbir şey!/Vay anasını! (Hayret belirtir.). f., k. dili
He inform me by Friday. Cumaya kadar bana
(birini) hayran etmek, mest etmek.
wraith bildireceğini
i. hayalet. söyledi. He decided he´d do it. Onu yapmaya karar
wrangle verdi.
f. 1. ağız4. İstek/seçim/tercih
kavgası yapmak. 2. belirtir:
münakaşa I wasetmek.
hoping 3. she´d come.
münakaşa
Geleceğini
ederek (bir şey) elde etmek. 4. (kovboy) sığır veya atlarahiç
umuyordum. I´d hate to have to do that. Onu
wrangler i. kovboy.
yapmak
bakmak.istemezdim.
i. ağız kavgası; If only
ağızyou´dkavgası help me! Ah bana bir yardım
yapma.
wrap f. (--ped/--t,
etsen! He´d --ping)
have fired (paket them v.b.´ni) sarmak:
last year if he Do youhave.
could want Elinde
me to
wrap wrap
olsa
i. this? Bunu
onları geçensarayım
1. (palto/ceket/şal sene gibi) mı?
işten atardı.
soğuğa They´d
karşı have the whole
dış giysi/örtü. 2. ambalaj
section
kâğıdı.
1. (paket done awaysarmak.
v.b.´ni) with! Bütün bölümükarşı)
2. (soğuğa lağvederler! If he´d do
kalın giyinmek,
wrap up
his part,
sarınıp we´d get this done. Kendine düşen işi yapsa bunu
wrapper i. 1. (birsarmalanmak.
nesneye
bitirebiliriz. She´dsarılmış)
3. k. ambalaj
prefer not
dili (toplantıyı/işi)
to go. kâğıdı.
Gitmemeyi
bitirmek.
2. (kitap
tercih için) ceket,
eder. I´d
wrapping şömiz.
i. ambalaj
be 3. (giysi
glad to!kâğıdı. olarak) sabahlık.
Memnuniyetle! 5. İnat/ısrar/kararlılık belirtir: She
wrapping paper would
ambalaj keep correcting me! Yanlışlarımı düzeltip dururdu. You
kâğıdı.
would go and tell her, wouldn´t you? Yine de gidip ona söyledin,
wrappings i., çoğ. 1. ambalaj kâğıdı. 2. kisve, örtü.
değil mi? Nimet really got everybody´s dander up. But then she
wrath i. gazap,
would, büyük öfke.
wouldn´t she? Nimet herkesi çileden çıkardı. Fakat hep
wrathful öyle
s. gazaba gelmiş;mi?
yapar, değil He would
gazaplı; gazap go, say what I might. Ne
dolu.
wreak dediysem
f. olmadı, ille gidecekti. I would not answer her. Ona
cevap vermeyi reddettim. 6. Âdet edinilen bir durumu belirtir:
wreak damage on -e hasar
Every nightvermek.
he would spend an hour looking at the stars. Her
wreak havoc on -e çok
gece birzarar
saatinivermek;
yıldızlara -i kasıp
bakarak kavurmak,
geçirirdi. -i mahvetmek.
7. İmkân belirtir:
wreak havoc with That space
-i altüst etmek. would have contained no more than two playing
fields. O alanda en fazla iki oyun sahası bulunabilirdi. They
wreak one´s anger on öfkesini -den çıkarmak, hıncını -den almak.
would not have sold for two million liras each. Tanesi iki milyon
wreak vengeance on -den öç/intikam
liraya satılamazdı. almak.
The handle wouldn´t turn. Kol çevrilmiyordu.
wreath The motor wouldn´t start. Motor çalışmıyordu. The piano wouldn
i. çelenk.
wreathe ´t 1.
f. stay
(birinşeyin)
tune. üstünü
Piyanonun örtmek;akordu habireMist
sarmak: bozuluyordu.
wreathed 8. the
Beklenti/ihtimal
peaks. Dağların belirtir: Isisle
tepeleri expected he would
sarılıydı. 2. behave
(duman) dönelikedöne
that.
wreck i. 1. trafik kazası. 2. gemi kazası. 3. gemi enkazı. 4. enkaz haline
Onun öyle davranacağını bekliyordum. He was convinced he
yükselmek.
gelmiş
i. kazadan şey,geri
enkaz, harabe. 5. kazaya
enkaz. uğrama. f. 1. kaza
wreckage wouldn´t come.kalan Onunparçalar,
gelmeyeceğine kanaat getirdi. That
geçirmek; kazaya uğratmak. 2. yıkmak. 3. bozmak; mahvetmek.
wrecker wouldn´t
1. yıkmacı, beyıkıcı.
Fevzi,2.would it? O Fevzi
oto. kurtarıcı, olmasın? That would have
çekici.
wren been our Fatoş.
i., zool. çalıkuşu. O herhalde bizim Fatoş´tu. I think they´d now
be playing tennis. Bence şimdi tenis oynuyorlardır. They left
wrench i. 1. (somun
early for fearveyatheyvidaların
would meet sıkıştırılıp gevşetilmesi
him. Onunla için
karşılaşacaklarından
wrench s.o.´s heart kullanılan)
birinin yüreğini
korkarak anahtar.
erken sızlatmak. 2. sert bir çekiş. 3. yüreği
çıktılar. 9. Bazı şartlı cümlelerde kullanılır: buran olay: It
If was
you
a wrench for him to see them go.
were in my position what would you do? Benim yerimde olsanOnların gidişini görmek
yüreğini
ne yaparsın? burdu. f. 1.
If he weresertto bircome
şekilde you´dçekmek.
tell us, 2.wouldn´t
(bir uzvu)you?
burkmak, (bir uzuv) burkulmak; (adaleyi)
Gelecek olursa bize söylersin değil mi? If he were here right fazla çekerek
incitmek:
now she would She´skill wrenched
him. Şu her ankle. Ayağını
an burada olsa onuburktu./Ayağı
öldürecek. If they
burkuldu.
wrench s.t. (away) from s.o. bir şeyi birinden zorla çekip almak.
wrest f. from 1. (bir şeyi) (birinden) zorla çekip almak. 2. (bir şeyi)
wrestle -den zorlukla elde etmek.
f. güreşmek.
wrestler i. güreşçi.
wrestling i. güreş.
wretch i. 1. biçare kimse, zavallı kimse. 2. alçak herif, pis alçak.
wretched s. 1. çok kötü, çok rahatsız: She feels wretched. Kendini çok
wriggle kötü hissediyor. 2.
f. 1. kıpırdamak, perişan, zavallı,
kıpırdanmak, acınacak
(bir yerde) durumda
rahat olan. 2.
durmamak. 3.
berbat
eğilip bir halde olan, son derece sefil/yoksul. 4. berbat, çok
wriggle out of k. dili bükülerek
kurnazlıklageçmek;
kendini kıvrıla kıvrıla gitmek. 3. oynatmak:
-den kurtarmak/sıyırmak: He wriggled
kötü.
Wriggle 5. kör
your olası,
toes. lanet.
Ayak parmaklarını oynat. i.o1. kıpırdama,
wring out
f. of that
(wrung) boring
1. dinner.
(çamaşırı) Kurnazlıkla
sıkmak/burmak. kendini
2. sıkıcı
(boynunu) yemeğe
burarak
kıpırdanma;
gitmekten kıpırtı. 2. kıvrılma, kıvrılış. 3. oynatma, oynatış.
kurtardı.
wring one´s hands (bir hayvanı) öldürmek. 3. (birinin elini)
(acı, üzüntü veya çaresizlikten) ellerini ovuşturmak. kuvvetlice sıkmak.
wring s.o.´s heart birinin yüreğini sızlatmak.
wring s.t. out of/from k. dili bir şeyi -den zorla almak.
wringer i. (çamaşır sıkmak için) mengene.
wringing wet sırılsıklam, sırsıklam.
wrinkle i. 1. buruşukluk, kırışıklık, kırışık. 2. k. dili yöntem. f.
wrinkled buruşturmak,
s. buruşuk, kırışık. kırıştırmak; buruşmak, kırışmak.
wrist i. bilek, el bileği.
wristwatch i. kol saati.
writ i. (adli bir merciden gelen) yazılı emir.
write f. (wrote, writ.ten) 1. yazı yazmak: He´s learning to write. Yazı
write down yazmayı
yazmak,öğreniyor.
kâğıda dökmek. 2. (bir şeyi) yazmak: Can you write your
name? İsmini yazabilir misin? 3. k. dili (birine) mektup yazıp
write off for mektup göndererek (bir şey) istemek.
göndermek, mektup yazmak: He writes her every day. Her gün
write s.o. back k. dili
ona 1. birinin
mektup mektubuna
yazıyor. 4. k. dilicevap yazıp
(birine) göndermek,
mektup yazmak.birinin
5.
write s.o. off mektubuna
yazmak,
birinin işe cevap
yazarlık
yaramaz yazmak.
yapmak:
olduğuna 2.
He birinin
writes
karar mektubuna
for a
vermek.living. cevap
Hayatınıyazmak.
write s.t. down yazarak kazanıyor.
bir şeyi yazmak/kaydetmek.
write s.t. off 1. tic. tahsil edilmesi imkânsız borcu veya telafi edilmesi
write s.t. out imkânsız mali zararı
bir şeyi yazıya dökmek.defterden silmek. 2. bir şeyin işe yaramaz
olduğuna karar vermek.
write s.t. up 1. notları rapor, kitap v.b. haline sokmak: I´ll write up these
write-off notes
i. tahsillater. Bu notları
edilmesi daha
imkânsız sonra
borç; esaslı
telafi bir şekle
edilmesi sokarım.
imkânsız 2. bir
mali
fikri
zarar.hikâye, kitap v.b.´ne dönüştürmek. 3. birini/bir olayı makale
write-protect f., bilg. yazmayı engellemek.
konusu yapmak.
write-protected s., bllg. yazma engelli.
writer i. yazar; müellif.
write-up i., k. dili (gazete veya dergide eleştiri, makale gibi) yazı.
writhe f. (ağrı, sancı veya manevi bir ıstıraptan) kıvranmak.
writing i. 1. el yazısı. 2. yazılı eser, yazı. 3. yazı yazma.
writing materials yazı gereçleri/malzemesi.
written f., bak. write. s. yazılı, yazılmış.
wrong s. 1. yanlış, gerçeğe uymayan: He gave the wrong answer.
wrongdoer Yanlış
i. 1. suç cevap
işleyenverdi. We´re
kimse. on the wrong road. Yanlış yoldayız.
2. günahkâr.
We boarded the wrong train. Yanlış trene bindik. I´ve dialed the
wrongdoing i. suç/günah işleme.
wrong number. Yanlış numara çevirdim. 2. yanılmış: You´re
wrongful s. 1. haksız.
wrong about2. kanuna
that. Ondaaykırı.
yanılıyorsun. 3. dince/ahlakça suç
wrongheaded sayılan: Stealing is wrong.
s. 1. yanlış bir fikre inatla bağlı Hırsızlık
olan,günah.
yanlış4.biruygunsuz, uygun 2.
fikirde direnen.
wrongly olmayan;
yanlış. uygun sayılmayan: That was the wrong
z. 1. haksız bir şekilde. 2. uygun olmayan/yanlış bir şekilde. way to broach
3.
that subject.
yanlış/hatalı O
bir konuyu
şekilde. o şekilde açmak yanlıştı. This is the
wrote f.,
wrongbak.time.
write.Şimdi zamanı değil. You´ve really said the wrong
wrought s. yapılmış.
thing. Sen bayağı çam devirdin. He runs around with the wrong
wrought iron sort
dövmepeople.
of demir, Uygunsuz insanlarla düşüp kalkıyor o. He was
işlenmiş demir.
seen in the wrong place at the wrong time. Uygunsuz bir saatte
wrought iron dövme demir, ferforje.
uygunsuz bir yerde görüldü. 5. birine göre olmayan: This is the
wrung f.,
wrongbak.job
wring.
for you. Bu sana göre bir iş değil. 6. yanlış,
wry başvurulması
s. eğri, çarpık.yanlış olan: You´ve consulted the wrong people.
Yanlış insanlara danışmışsın. She´s looked at the wrong
schedule. Yanlış tarifeye bakmıştır. 7. sakıncalı, mahzurlu: There
´s nothing wrong with that. Onun hiçbir sakıncası yok. I see
nothing wrong with it. Onda bir sakınca görmüyorum. Do you
wt kıs. weight.
X Romen rakamlar dizisinde 10 sayısı.
X mat. x.
X, x i. 1. X, İngiliz alfabesinin yirmi dördüncü harfi. 2. yanlış işareti.
xenophobia 3. öpücük
i. 1. yabancıişareti.
korkusu; yabancılardan nefret etme; yabancı
xenophobic düşmanlığı. 2.
s. 1. yabancılardanyabancı olandan
korkan; korkma/nefret
yabancılardan etme.
nefret eden. 2.
xerophyte yabancı olandan
i. kurakçıl bitki. korkan; yabancı olandan nefret eden. 3.
yabancı düşmanlığı güden (yazı, yasa v.b.).
xerophytic s. kurakçıl.
Xerox i. fotokopi, fotokopiyle yapılmış kopya. f. -in fotokopisini
Xerox machine çekmek.
fotokopi makinesi.
Xmas i., bak. Christmas.
X-rated s. on yedi yaşından küçüklerin seyretmesi yasak olan (film).
X-ray i. 1. X ışını, röntgen ışını. 2. röntgen filmi, röntgen. f. -in
xylophone röntgenini çekmek.
i., müz. ksilofon.
Y, y i. Y, İngiliz alfabesinin yirmi beşinci harfi.
yacht i., den. yat.
yachting i., den. 1. yatçılık. 2. yatla seyahat.
yak i., zool. yak.
yak f. (--ked, --king) k. dili çan çan etmek, çene çalmak.
yam i. tatlı patates.
yammer f., k. dili yakınıp durmak, sızlanıp durmak.
Yank i., İng., k. dili Amerikalı. s., İng., k. dili 1. Amerikalı. 2. Amerikan.
yank f., k. dili birden ve kuvvetle çekmek, kuvvetle çekivermek. i., k.
yank s.o. out of dili kuvvetli
k. dili çekiş.
birini (bir yerden) alıvermek/çıkarıvermek.
yank s.t. out of k. dili bir şeyi -den kapmak/çekivermek.
Yankee i., k. dili 1. Amerikalı. 2. Amerika Birleşik Devletlerinin kuzey
yap eyaletlerinde
f. (--ped, --ping)doğup
(ufakbüyüyen/yaşayan
köpek) (kesik ve biri, kuzeyli.
tiz bir sesle) s., k. dili 1. i.
havlamak.
Amerikalı.
kesik 2.
ve tiz 2. Amerikan.
birden.
havlama. 3. (A.B.D.´de) kuzeyli. 4. (A.B.D.´de)
yard i. 1. yarda. seren.
kuzeye ait, kuzey.
yard i. 1. (binaya ait) bahçe. 2. İng. avlu.
yard sale evin bahçesinde yapılan istenmeyen eşya satışı.
yardstick i. 1. bir yarda uzunluğundaki ölçü aracı. 2. ölçü, ölçüt, mihenk,
yarn denektaşı, miyar.
i. 1. yün ipliği. 2. tekstil iplik. 3. k. dili (uydurulmuş) hikâye.
yarrow i., bot. civanperçemi.
yawn f. 1. esnemek. 2. derin bir çukur gibi bir boşluk/açıklık
yawp bulunmak/belirmek/açılmak:
f. bağırmak. i. bağırtı, bağırma, If he hadn´t stopped right then, he
bağırış.
wouldn´t have seen the chasm yawning before him. Tam o anda
yaws i., tıb. piyan.
durmasaydı önündeki uçurumu görmeyecekti. i. esneme.
yd kıs. yard.
yea ünlem Yaşa!/Ole!: Yea, Galatasaray! Cim bom bom!
yeah z., k. dili evet.
year i. yıl, sene.
year in year out her yıl; yıllar yılı.
yearbook i. yıllık.
yearling i. bir yaşında hayvan yavrusu.
yearlong s. yıl boyunca devam eden.
yearly s. yılda bir olan, yıllık, senelik. z. yılda bir.
yearn f. çok arzu etmek.
yearning i. arzu.
year-round s. bütün yıl devam eden.
yeast i. maya.
yell f. bağırmak; nara atmak. i. bağırma, bağırış; nara.
yellow s. 1. sarı, sarı renkli. 2. k. dili ödlek, korkak. i. 1. sarı, sarı renk.
yellow fever 2. yumurta sarısı. f. sararmak; sarartmak.
sarıhumma.
yellow jacket zool. gövdesi sarı ve siyah renkli bir tür yabanarısı.
yellow journalism sansasyonel gazetecilik.
yellow poplar bot. laleağacı.
yellow-bellied s., k. dili ödlek, korkak.
yellowish s. sarımtırak, sarımsı.
yelp f. kesik ve acı bir sesle havlamak. i. kesik ve acı bir havlama.
Yemen i. Yemen.
Yemeni i. Yemenli. s. 1. Yemen, Yemen´e özgü. 2. Yemenli.
Yemenite i., s., bak. Yemeni.
yen i. (çoğ. yen) yen (Japon para birimi).
yen i., k. dili arzu. f. (--ned, --ning) k. dili arzu etmek, arzulamak.
yeoman çoğ. yeo.men (yo´mîn) i. 1. küçük çiftlik sahibi çiftçi. 2. den.
yes bazı
z. evet.astsubaylara verilen bir
i. (çoğ. --es/--ses) unvan.
olumlu cevap/oy.
Yes, indeed! Elbette!/Gayet tabii!
yes-man çoğ. yes-men (yes´men) i., k. dili evet efendimci.
yesterday i., z. dün: yesterday morning dün sabah. yesterday´s
yet newspaper
z. 1. daha; henüz; dünkü gazete.
hâlâ: Theythehaven´t
day before
come yesterday
yet. Daha önceki gün.
yew gelmediler. “Can I come in?” “Not yet.” “Girebilir miyim?”
i., bot. porsukağacı.
“Henüz değil.” I have yet to receive them. Onları hâlâ almadım.
Y-fronts i., çoğ., İng., k. dili slip (erkek çamaşırı).
They haven´t done anything yet. Daha bir şey yapmadılar. 2.
Yiddish i., s. Yahudi
şimdi: Are they Almancası,
here yet?Yiddiş.
Geldiler mi? 3. hâlâ, gene de, yine de:
yield They
f. may bring it off yet.
1. (ürün/vergi/sonuç) Onu hâlâ
vermek; becerebilirler.
(kâr/kazanç) 4. daha
getirmek: Thatda:
yield the right of way Make
tree it lighter
always yet!
yielded
(trafikte) yol vermek. Onu
a lotdaha
of da
fruit. açık
O yap!
ağaç He
hep had
çok yet
meyve another
verirdi.
booknew
This to showlevy us.
willBize
yieldgöstermek
us a lot of istediği
revenue. birBu
kitabı
yenidaha
vergivardı.
bize
yield to temptation şeytana
bağ. fakat, uymak.
buna 2.rağmen: It looks teslim
edible,olmak.
yet it isn´t. Yenilebilir
çok para getirir. teslim etmek; 3. to (başkasına)
yip f.
gibi(--ped,
vermek, --ping)fakat
görünüyor
bırakmak. (ufak köpek)
4.yenilmez.
(bir şeyinkesik
doğruve olduğunu)
tiz bir seslekabul
havlamak.
etmek.i. i.
yipe kesik
1. ve tiz
ürün,k.mahsul;
ünlem, bir havlama.
verim. 2. hâsılat, gelir.
dili Ay!/Of!
yippee ünlem, k. dili Ah, ne güzel!/Ah, ne iyi!/Yaşasın! (Sevinince
yob söylenir.).
i., İng., k. dili hödük, maganda, hanzo.
yobbo i. (--s/--es) İng., k. dili, bak. yob.
yoga i. yoga.
yoghurt i., bak. yogurt.
yogurt i. yoğurt.
yoke i. 1. boyunduruk. 2. of boyundurukla bağlanmış bir çift (hayvan):
yokel three yoke of
i. (taşradan oxen hödük.
gelen) üç çift öküz. 3. (sırık hamallarının kullandığı)
sırık. 4. terz. (gömlekte) roba; (etekte) üst kısım, basen kısmı. f.
yolk i. yumurta sarısı.
(hayvanlara) boyunduruk geçirmek; with (bir hayvanla) (başka
yon s.,
bir eski oradaki;
hayvanı) aynışuradaki. z., eski
boyunduruğa orada; to
koşmak; şurada.
(bir hayvanı) bir
yonder boyundurukla
s. (bir araca)
oradaki; şuradaki; koşmak.
ötedeki. z. orada; şurada; ötede; oraya;
yoo-hoo şuraya;
ünlem, k. öteye: They´re
dili Hey! Burayaover yonder. Onlar orada. zam. ora;
bak!
şura; öte.
yore i.
you zam. 1. sen; siz; sizler; seni; sizi; sana; size: Hey you! Come
You bet! here!
k. diliHey sen, buraya
Elbette!/Hay hay!gel! You children don´t be late! Çocuklar,
You can thank your lucky siz geç kalmayın! What´s it to you? Sana ne? 2. Genellemelerde
k. dili Sen olmadığın için talihine şükret!
star it wasn´t you! kullanılır: You don´t go there alone. Oraya tek başına gidilmez.
You can´t be serious! Ciddi olamazsın!
You devil! Seni şeytan seni!
You don´t say! k. dili Yok canım!
You flatter yourself. O senin hüsnükuruntun.
You get good value for your
Orada ödediğin para karşılığında iyi mal alırsın.
money there.
You look a sight! k. dili Aman, bu ne hal böyle?
You mean everything to me. Sen benim her şeyimsin.
You rascal you! Seni gidi seni!/Ah seni seni!
You scratch my back and I´ll
k. dili Al gülüm, ver gülüm./Sen bana yardım et, ben de sana
scratch yours.
You see .... ederim.
1. Yani .../İşte .... 2. Gördün mü?
You were wrong not to have
Gitmemekle doğru etmedin.
gone.
You would tell her, wouldn´t
1. Gidip ona yetiştirirsin, değil mi? 2. İlle ona söylersin, değil
you?
you`d mi?
kıs. 1. you had. 2. you would.
you`ll kıs. you will/shall.
you`re kıs. you are.
you`ve kıs. you have.
You´re a sight! k. dili 1. Ah, seni seni! 2. Aman, bu ne hal böyle?
You´re a mess! k. dili 1. Üstünü başını berbat etmişsin! 2. Seni gidi seni!
You´re a sight for sore eyes! k. dili Ah, seni görmek ne kadar güzel!
You´re another! Sen de!
You´re welcome to try. Bir deneyin isterseniz./Buyrun deneyin.
You´re welcome. Bir şey değil./Rica ederim./Estağfurullah.
You´ve every reason to be
Kızmakta çok haklısın.
mad.
You´ve picked up a cold. k. dili Şifayı kapmışsın./Nezle olmuşsun.
you-all zam., k. dili sizi; size (Birden fazla kişiye hitap ederken
young kullanılır.).
s. 1. genç. 2. körpe. i.
young and old herkes. ´´How old will Emre, who was born on 1 January 2000,
youngster be on 1 January
i. çocuk; genç. 2050?´´ ´´He will be fifty years old.´´ ´´1 Ocak
2000´de doğan Emre, 1 Ocak 2050´de kaç yaşında olacak?´´
your s. senin; sizin.
Your guess is as good as ´´Elli yaşına basmış olacak.´´
Aslında ikimiz de bir şey bilmiyoruz.
mine.
Your presence is requested. Hazır bulunmanız rica olunur.
Your/His Honor 1. Sayın Yargıç. 2. Sayın Başkan (belediye başkanı).
yours zam. seninki; sizinki.
Yours truly, Saygılarımla, (mektubun sonunda).
Yours truly, Saygılarımla.
yourself çoğ. your.selves (yûrselvz´, yôrselvz´) zam. kendin; kendiniz:
youth Don´t kill yourself!
i. 1. delikanlı, genç,Kendini öldürme!
genç adam. Do it yourself! Onu kendin
2. gençlik.
yap! Pull yourself together! Kendine gel! You yourself know this
youth hostel gençlik yurdu (gençler için ucuz otel).
is true. Bunun doğru olduğunu kendin biliyorsun. You don´t
youthful s. 1. gençlere/gençliğe
seem to be yourself today.özgü. 2. genç.
Bugün her 3. genç bir
zamanki havaya
gibi sahip,
değilsin.
yowl genç bir insanı
f. ulumak. andıran (yaşlıca/yaşlı kimse). 4. taze.
i. uluma.
yo-yo i. 1. yoyo. 2. k. dili aptal kimse, dangalak.
yr kıs. year, younger, your.
yucca i., bot. avizeağacı.
yuck ünlem, k. dili Öf! (Tiksinti belirtir.). f.
yuck it up k. dili şakalaşmak, gülüşüp eğlenmek.
yucky s., k. dili iğrenç.
Yugoslav i., s. Yugoslav; Yugoslavyalı.
Yugoslavia i. Yugoslavya.
Yugoslavian i., s. Yugoslav; Yugoslavyalı.
Yugoslavic s., bak. Yugoslav.
yuk ünlem, f. (--ked, --king) k. dili, bak. yuck.
Yule i. Noel yortusu.
Yuletide i. Noel mevsimi.
yummy s., k. dili lezzetli.
yuppie i., argo yupi, hırslı ve maddi şeylere önem veren meslek sahibi
yuppy genç.
i., argo, bak. yuppie.
Z, z i. Z, İngiliz alfabesinin yirmi altıncı harfi.
Zaire i. Zaire.
Zairean i. Zaireli. s. 1. Zaire, Zaire´ye özgü. 2. Zaireli.
Zairian i., s., bak. Zairean.
Zambia i. Zambiya.
Zambian i. Zambiyalı. s. 1. Zambiya, Zambiya´ya özgü. 2. Zambiyalı.
zany s. delidolu.
Zanzibar i. Zengibar.
Zanzibari i. Zengibarlı. s. 1. Zengibar, Zengibar´a özgü. 2. Zengibarlı.
zap f. (--ped, --ping) k. dili 1. vurmak. 2. ateş ederek öldürmek,
Zarathustra öldürmek. 3. TV kanal değiştirmek, zapping/zaping yapmak,
i., bak. Zoroaster.
zaplamak.
zeal i. 1. gayret, şevk. 2. coşkunluk, ateşlilik.
zealot i. 1. gayretkeş kimse. 2. fanatik.
zealotry i. 1. gayretkeşlik. 2. fanatizm.
zealous s. 1. gayretli. 2. ateşli, hararetli.
zebra i. (çoğ. ze.bra/--s) zebra.
zebra crossing İng. (çizgili) yaya geçidi.
zed i., İng. Z harfi.
zee i. Z harfi.
zenith i. 1. gökb. başucu noktası. 2. doruk, zirve.
zephyr i. hafif rüzgâr, esinti.
zeppelin i. zeplin.
zero i. sıfır. f.
zero in on k. dili dikkatini (bir şeyin) üstüne çevirmek; tüm dikkatini (bir
zest şeyin) üzerinde
i. 1. zevk, toplamak.
haz, keyif, lezzet: They still have a zest for living.
zestful Onlar
s. 1. hâlâ
keyifli, hayattan
zevkli, zevk
lezzetli.alabiliyor.
2. şevkli.That it wascanlı.
3. renkli; illicit only added
to its zest. Kurallara aykırı oluşu zevkini daha da artırdı. 2. şevk:
zigzag i. zikzak. f. (--ged, --ging) 1. zikzak çizmek/yapmak. 2. zikzaklar
She works with zest. Şevkle çalışıyor. 3. azıcık keskin/acı bir
zilch çizerek
i., k. diligitmek.
sıfır.
çeşni: The cinnamon adds zest to it. Tarçın ona azıcık keskin bir
zillion çeşni
i. katar. 4. renklilik; canlılık; çeşni, lezzet: Zerrin´s presence
zillions of always adds
k. dili kıyamet zest to the proceedings.
kadar/gibi, milyonlarca. Zerrin´in varlığı,
toplantıya hep bir renk katar.
Zimbabwe i. Zimbabve.
Zimbabwean i. Zimbabveli. s. 1. Zimbabve, Zimbabve´ye özgü. 2.
zinc Zimbabveli.
i. çinko.
zing i. 1. vınlama, vızıltı. 2. k. dili canlılık, zindelik; şevk. 3. k. dili
zinger renklilik, çeşni.
i., k. dili çok 4. k. dili
şaşırtıcı bir azıcık
şey. keskin/acı bir çeşni. f. vınlamak,
vızıldamak.
zingy s., k. dili 1. canlı, hayat dolu. 2. frapan. 3. renkli, çarpıcı. 4. tadı
zinnia azıcık
i., bot.keskin/acı
zinya, zenya. (yiyecek/içecek).
Zionism i. Siyonizm.
Zionist i., s. Siyonist.
zip i. 1. k. dili canlılık, zindelik; şevk. 2. vınlama, vızıltı. f. (--ped,
zip --ping)
i., İng., 1.
bak.k. dili çabucak
zipper. gitmek/geçmek;
f. (--ped, çabucak
--ping) İng., bak. geçirmek. 2.
zipper.
vınlamak, vızıldamak.
zip i., k. dili posta kodu.
zip along k. dili çabucak gitmek/ilerlemek.
zip code posta kodu.
zip s.t. up k. dili 1. bir hareketi hızlandırmak. 2. bir şeyi daha
zipper neşeli/hareketli/oynak
i. fermuar. f. bir hale getirmek.
zipper one thing into another bir şeyi başka bir şeye fermuarla takmak.
zipper s.t. open bir şeyin fermuarını açmak.
zipper s.t. up bir şeyin fermuarını kapamak/çekmek.
zippy s., k. dili 1. canlı, hayat dolu, zinde. 2. frapan. 3. spor, sportif bir
zit havaya
i., k. dili sahip
sivilce.(şey).
zizz i., İng., k. dili şekerleme, kestirme, kısa uyku.
zodiac i., astrol. zodyak, burçlar kuşağı.
zone i. 1. bölge, mıntıka: zone of fire ateş bölgesi. zone of operations
zone defense harekât
spor bölgebölgesi. 2. coğr. kuşak: temperate zone ılıman kuşak.
savunması.
frigid zone kutup kuşağı. 3. kentbilim bölge, zon. f. (bir bölgede)
zoning i., kentbilim (bir bölgede) ancak (belirli bir faaliyete/birtakım
ancak (belirli bir faaliyete/birtakım faaliyetlere) izin vermek, (bir
zonked faaliyetlere) diliizin
s. (out) k.(belirli 1.birverme,
çok (bir bölgeyi)
yorgun, (belirli
pestil gibi. 2. çok birsarhoş,
faaliyet/birtakım
zom,
bölgeyi) faaliyet/birtakım faaliyetler) için ayırmak:
faaliyetler)
bulut, fitil. için ayırma, zoning.
zoo They´ve
i. zonedbahçesi.
1. hayvanat it a commercial
2. k. dili area. Orayı
çok farklı ticari bölge
mizaçtaki ilan
insanların
zoological ettiler.
bulunduğu
s. zoolojik. yer; birtakım tuhaf insanların bulunduğu yer.
zoological garden hayvanat bahçesi.
zoologist i. zoolog, hayvanbilimci.
zoology i. zooloji, hayvanbilim.
zoom f. 1. k. dili büyük bir hızla gitmek, tam gazla gitmek. 2. k. dili
zoom lens büyük bir hızla
foto. değişir artmak.
odaklı 3. in zoom
mercek, on sin.objektifi.
zum/kaydırma yaparak -i
birden çok yakından göstermek. 4. away from sin.
zoom lens zum merceği.
zum/kaydırma yaparak -i birden uzaktan göstermek.
Zoroaster i. Zerdüşt.
Zoroastrian i., s. Zerdüşti.
Zoroastrianism i. Zerdüştçülük, Zerdüştlük.
zoster i., tıb. zona.
zucchini i. bir tür sakızkabağı.
zwieback i. bir çeşit peksimet.
zygote i., biyol. zigot.
zzz Horrr! (Karikatürlerde birinin uyuduğunu/horladığını göstermek
için kullanılır.).

You might also like