a s. (ünsüzlerden önce) 1. bir, herhangi bir: We went on a sunny
a bad egg day. argoGüneşli bir para ciğeri beş günde gittik.adam. etmez They´ve bought a house. Ev aldılar. In this establishment everyone works an eight-hour day. a bad lot k. dili sağlam ayakkabı değil, sütü bozuk; it kopuk. Bu kuruluşta herkes günde sekiz saat çalışır. 2. (sayı olarak) bir: a bad mark akırık not, kötü hundred not. yüz öğrenci. 3. Belirli bir tür veya nitelikte students a bad sailor biri/bir şey için deniz tutan kimse. kullanılır: It´s a fruit. O bir meyvedir. A rolling a bad turn stone gathers kötülük. no moss. Yuvarlanan taş yosun tutmaz. A Mr. Taş telephoned. Bay Taş diye biri telefon etti. This is a camellia that a bare chance zayıf ´s bir ihtimal. resistant to cold. Soğuğa dayanıklı bir kamelyadır bu. 4. a bit biraz. belirtir: twice a year yılda iki kez. five dollars a kilo kilosu Miktar a bitter pill beş dolar. acı bir 5. her; çoğu: reçete/ilaç, A spiderzorluklar beraberinde has eightgetiren legs. Örümceklerin bir çözüm yolu. sekiz bacağı vardır. A horse won´t do it, but a mule will. At a black eye morarmış göz. yapmaz, ama katır yapar. a bottle of milk bir şişe süt. a broken reed k. dili güvenilmez kimse/şey. a can of worms k. dili içinden çıkılması zor bir durum; çözümlenmesi güç bir a cappella problem. z. herhangi bir çalgının eşliği olmadan, çalgısız, enstrümansız a cappella (şarkı söylemek). s. 1. çalgı eşliği olmadan şarkı söyleyen (koro). 2. çalgısız, a card up one´s sleeve enstrümansız (müzik). k. dili kurtarıcı. a case in point söz konusu edilen şeyin bir örneği. a chip off the old block k. dili hık demiş babasının burnundan düşmüş. a citizen of Turkey Türk vatandaşı. a contradiction in terms sözlerde çelişme. a couple of 1. iki. 2. birkaç. a couple of minutes birkaç dakika. a crack shot keskin nişancı. a cursory glance göz gezdirme. a cut above k. dili -den bir gömlek üstün. a dab of azıcık: Put a dab of the ointment on the wound. Yaraya a dark day merhemden 1. karanlık gün.biraz2.sür. kötü gün. a dead loss bir işe yaramayan nesne/kimse. a demanding boss çok iş bekleyen patron. a demanding job çok emek isteyen iş, zahmetli iş. a desperate situation vahim bir durum. a drain on the resources bütçeye yük olan şey. a drink of water bir bardak su. a drive for funds para toplamak için açılan kampanya. a drop in a bucket k. dili devede kulak. a dry speech yavan söz, tatsız konuşma. have s.t. dry-cleaned bir şeyi kuru a fainting fit temizleyiciye baygınlık nöbeti.vermek, bir şeyi 2. (güçlü temizletmek. bir duygunun patlak verdiği) an: He a fat chance threw it away in a fit argo çok zayıf bir ihtimal.of anger. Bir hiddet anında onu çöpe attı. a feast for the gods şahane bir ziyafet. a feather in one´s cap k. dili koltukları kabartan başarı. a feather in one´s cap övünülecek başarı. a feeling of insecurity güvensizlik duygusu. a few birkaç. a fifth A.B.D. (içki ölçüsü) galonun beşte biri, 84 santilitre. a figment of the imagination hayal ürünü, hayal mahsulü. a fine distinction ince fark. a fit of nerves sinir krizi. a flight of stairs bir kat merdiven. a fool´s errand saçma bir iş. a friend of mine bir dostum. a friend of ours dostlarımızdan biri, bir dostumuz. a fright k. dili korkunç derecede çirkin, tuhaf veya insanı şoke eden a full week kimse: 1. tam She looked2.aolaylarla bir hafta. fright in dolu that wig. O perukla görünümü bir hafta. korkunçtu. a gleam of hope bir ümit ışığı. a glimmer of hope bir ümit ışığı. a good 1. epey, epeyi, bir hayli; birçok: He was there a good while. a good command of Orada epey kaldı. (a language) A good (bir dili) rahatmany of the camellias were in bloom. konuşabilme. Birçok kamelya çiçek açmıştı. 2. en az: They waited a good ten a good deal 1. çok: That cost him a good deal. Ona pahalıya mal oldu. Its minutes. En az on dakika beklediler. a good deal/a great deal climate birçok, isbirahayli. good deal like Cairo´s. Havası Kahire´ninkine çok benziyor. 2. k. dili kelepir. 3. k. dili iyi bir şey. a good distance off epey uzakta. a good loser oyunu kaybedince kızmayan kimse. a good many birçok, hayli. a good provider ailesine iyi bakan kimse. a good turn bir iyilik: He did me a good turn. Bana bir iyilik etti. a good turn iyilik. a good way k. dili 1. hayli mesafe. 2. iyi bir çare/yol. a great many pek çok. a hard act to follow aşılması/ulaşılması zor bir başarı. a hard nut to crack k. dili 1. başarılması zor iş. 2. çetin ceviz. a hard/tough nut to crack k. dili çetin ceviz. a heavy sea dalgalı deniz. a hell of a lot argo çok fazla. a horse of another color tamamıyla farklı bir konu. a host of bir sürü. a howling success büyük bir başarı. a kilo of bananas bir kilo muz. a kind of millionaire milyoner gibi bir şey. a knockout k. dili çok güzel/fevkalade biri/bir şey. à la carte alakart. a labor of love hatır/zevk için yapılan iş, gönüllü yapılan iş. a labor of love k. dili hatır için yapılan iş. a large proportion of the kârın büyük bir bölümü. profits a lasting impression derin bir iz; büyük bir etki. a leading question verilecek cevabı belirleyen soru. a length of piping (belirli uzunlukta) bir boru parçası. a little biraz: Give me a little time. Bana biraz zaman verin. a little bit azıcık, bir parça. a little terror k. dili çok yaramaz/haşarı çocuk, canavar. a live issue günün önemli sorunu. a long face ekşi yüz. a long haul 1. uzun taşıma mesafesi. 2. uzun süren zor bir iş. a long shot ufak bir ihtimal. a long shot başarı ihtimali az olup gerçekleşince kazancı çok olan bir iş. a long way off çok uzakta. a lot çok: They like her a lot. Ondan çok hoşlanıyorlar. She´s a lot a lot of better. çok/pek O çok çok (şey): daha iyi. She bought a lot of books. Çok kitap aldı. a man in my position benim durumumda olan bir adam. a man of few words az konuşan adam. a marked difference belirgin bir fark. a marked man mimli adam, mimlenmiş adam. a matter of indifference ilgilenmeye değmeyen sorun. a matter of life and death ölüm kalım meselesi. a matter of life and death ölüm kalım meselesi. a matter of two dollars iki dolar meselesi. a mess of bir yemeklik (yeşillik). a minus quantity sıfırdan aşağı miktar. a modicum of 1. zerre kadar, bir nebze: There´s not a modicum of truth in it. a month hence Onda bundan zerre bir kadar hakikat yok. 2. az bir miktar; pek az: He drank ay sonra. only a modicum of wine. Pek az şarap içti. a month of Sundays çok uzun bir zaman. a new lease on life (hastalıktan/üzüntüden sonra) yeniden hayata başlama. a number of birtakım, birkaç. a pack of cards iskambil destesi. a pack of lies bir sürü yalan. a pair of denims kot pantolon, cin; blucin. a pair of dungarees blucin, kot. a pair of scales terazi. a pair of scissors makas. A penny for your thoughts. k. dili Ne düşünüyorsunuz? a piece of cake k. dili çok kolay bir iş. a pillar of society topluma dayanak olan kimse, nüfuzlu kimse; bir yerin a play on words eşrafından kelime oyunu.olan biri. a plum job/post çok iyi bir iş, herkesin istediği bir iş. a poor shot nişancı olmayan kimse, hedefi iyi vuramayan kimse. a pretty penny k. dili epeyce para, külliyetli miktarda para. a priori s. önsel, apriori. a private person kendinden bahsetmekten kaçınan kimse. a proud day for us bizim için övünç dolu bir gün. a quick one k. dili çabuk içilen/içilmiş bir içki. a raft of bir yığın, bir sürü, pek çok. a ray of hope umut ışığı. a ready pen iyi yazı yazma yeteneği. a remote chance/possibility uzak bir ihtimal, ufak bir olasılık. a request for help yardım dileme. a ripple of conversation dalga gibi yükselip alçalan konuşma sesi. A rolling stone gathers no Yuvarlanan taş yosun tutmaz./İşleyen demir pas tutmaz. moss. a round peg in a square hole bulunduğu yere hiç uygun olmayan kimse. clothes-peg i., İng. a run of luck çamaşır mandalı. şans zinciri. a running battle uzun süren bir ihtilaf. a safe bet elde bir. a scrap of evidence çok ufak bir delil. a sea of faces insan kalabalığı. a sense of responsibility sorumluluk duygusu. a shade biraz, azıcık: Lower your voice a shade. Sesini biraz alçalt. a shot in the arm birine birdenbire moral veren bir şey. a shot in the dark körü körüne bir deneme. a sight k. dili çok daha: It´s a sight dirtier than I thought it´d be. a spate of Tahmin pek çok,ettiğimden bir sürü. çok daha kirli. a square deal k. dili adil bir anlaşma. a stomach upset mide bozukluğu. a stormy passage fırtınalı deniz yolculuğu. a tissue of lies bir sürü yalan. a trifle biraz, azıcık. a twist of the wrist hüner, ustalık. a vintage year 1. kaliteli şarabın elde edildiği yıl. 2. başarılı bir yıl. a wad of gum pabuç kadar çiklet. a wee bit k. dili 1. azıcık, birazcık. 2. oldukça. a week off 1. bir haftalık izin. 2. bir hafta sonra. a whale of a k. dili 1. çok büyük: a whale of a difference çok büyük bir fark. a white lie 2. müthiş,yalan. zararsız dehşet, çok güzel: a whale of a novel müthiş bir roman. a whole lot of k. dili pek çok: A whole lot of people don´t approve of this. Pek a wodge of çok 1. birkişi bunu yığın, birhoş görmüyor. sürü: He laid a wodge of papers on the table. a world power Masaya pol. dünya çapında bir koydu. bir sürü evrak güç. 2. koca/iri bir parça: a wodge of chocolate koca bir parça çikolata. A, a i. 1. A, İngiliz alfabesinin birinci harfi. 2. müz. la notası. 3. en A1 yüksek s., k. dilinot veyasınıf, birinci en iyi kaliteyi klas; simgeleyen harf. çok kaliteli. AA kıs. Alcoholics Anonymous. i. Adsız Alkolikler (alkolizmle AB savaşan kıs. Artium birBaccalaureus. grubun adı). i. lisans. aback z. abacus i. sayıboncuğu, abaküs, çörkü. abaft z., den. kıçta, kıç tarafında. abaft edat, den. gerisinde, arkasında: abaft the beam kemerenin abalone gerisinde. i., zool. abalon (bir deniz kabuklusu), Haliotis. abandon f. 1. terketmek, bırakmak: Don´t abandon me here! Beni burada abandon bırakma! i. 1. kendini He(bir abandoned shamanism şeye) kaptırma, and became kapılma, a Muslim.2. kendini bırakma. Şamanizmi coşku. bırakıp Müslüman oldu. 2. vazgeçmek: He abandon hope ümidi kesmek. abandoned the idea. O düşünceden vazgeçti. They abandoned abandon o.s. to kendini the (birAramaktan search. şeye) kaptırmak/vermek: vazgeçtiler. She abandoned herself to abandon ship the music. Kendini gemiyi terketmek. müziğe kaptırdı. You´ve abandoned yourself to drink. Kendini içkiye verdin. Don´t abandon yourself to abandoned s. 1. terkedilmiş, bırakılmış, metruk. 2. coşkulu, coşkun. 3. despair! Ümitsizliğe kapılma! abandonment ahlaksız; i. 1. terk, utanmaz. bırakma. 2. bak. abandon 2. abase f. -in kibrini kırmak; alçaltmak. abase o.s. kendini alçaltmak. abasement i. (-in) kibrini kırma; alçaltma. abash f. utandırmak, -in gururunu incitmek. abashed s. utandırılmış, gururu incitilmiş. abashedly z. utanarak, gururu incitilmiş bir halde. abate f. 1. azalmak; hafiflemek: The wind had abated. Rüzgâr abatement hafiflemişti. i. 1. azalma; 2. azaltmak; indirilme; hafifletmek: hafifleme. This willindirme; 2. azaltma; abate the fever. Bu ateşi hafifletme. düşürür. abattoir i., İng. mezbaha, kesimevi. abbess i. (kadınlar manastırında) baş rahibe. abbey i. manastır. abbot i. (erkekler manastırında) başkan, başkeşiş. abbr kıs. 1. abbreviation kıs. (kısaltma). 2. abbreviated kıs. abbreviate (kısaltılmış). f. kısaltmak. abbreviation i. 1. kısaltma, bir sözcüğün veya söz grubunun kısaltılmış şekli. ABC´s 2. kısaltma, i., çoğ., kısaltma k. dili 1. abece,işi.alfabe. 2. abece, alfabe, bir işin en ABCs önemli i., çoğ., bilgileri: He still k. dili, bak. ABC´s.hasn´t learned the ABC´s of the job. İşin abecesini hâlâ sökemedi. abdicate f. 1. (kral/kraliçe) tahttan çekilmek, tacını ve tahtını terketmek; abdication yüksek i. bir mevkiden 1. tahttan çekilmek. çekilme, tacını 2. (kral/kraliçe) ve tahtını terketme;(tahttan) yüksek bir çekilmek, mevkiden (tacını çekilme. ve2. tahtını) terketmek; (tahttan) çekilme; (yüksek (yüksek bir birmevkiden) mevkiden) abdomen i., anat. 1. karın. 2. (böcek gövdesinde) karın. çekilmek. 3. (sorumluluktan) kaçınmak. 4. (bir çekilme. 3. (sorumluluktan) kaçınma. 4. (bir haktan) feragat haktan) feragat abdominal s., anat.vazgeçmek. etmek, 1. karna ait. 2. (böcek gövdesindeki) karna ait. etme, vazgeçme. abdominal cavity karın boşluğu. abdominal region karın bölgesi. abduct f. (birini) kaçırmak. abduction i. (birini) kaçırma. abed z., eski yatakta. abelia i., bot. abelya, Abelia. aberrant s. 1. anormal. 2. istisnai. aberration i. 1. (doğru/doğal/normal olandan) sapma. 2. ruhb., gökb. abet sapınç, f. (--ted,aberasyon. 3. tıb. sapkı. --ting) 1. yardakçılık etmek; kışkırtmak, tahrik etmek. abetment 2.1. i. yardımda yardakçılıkbulunmak. etme; kışkırtma, tahrik etme. 2. yardımda abetter bulunma. i., bak. abettor. abettor i. 1. yardakçı; kışkırtıcı. 2. yardımda bulunan biri. abeyance i., huk. 1. uygulanmama: That rule has since fallen into abhor abeyance. Sonra f. (--red, --ring) o kuralın iğrenip iğrenmek; uygulanmasından vazgeçildi. 2. uzak durmak. sahipsiz kalma/olma, sahipsizlik: That peerage remained in abhorrence i. iğrenme; iğrenip uzak durma. abeyance for a hundred and twenty-six years. O asalet unvanı abhorrent s. iğrenç. yüz yirmi altı yıl boyunca sahipsiz kaldı. 3. askıda/muallakta abide olma: f. 1. byEverything´s -e göre hareket in abeyance at the moment. etmek/davranmak; Şu an her sadık (vaade/karara) şey abiding askıda. kalmak. s. kalıcı, 2. by -ebaki. daimi; uymak, -e riayet etmek. 3. çekmek, tahammül etmek; -e katlanmak/dayanmak. 4. (a.bode) kalmak, devam ability i. yetenek, kabiliyet; dirayet. etmek; baki kalmak. 5. (a.bode) oturmak, ikamet etmek. 6. abject s. 1. rezil,beklemek. (a.bode) berbat (bir durum); son derece kötü: She had never abjure seen such f. yemin ederekabjectvazgeçmek/reddetmek/inkâr poverty. Hiç öyle bir sefalet etmek. görmemişti. He was an abject liar. Son derece yalancı biriydi. 2. küçük Abkhas i. (çoğ. Ab.khas) bak. Abkhaz 1. düşürücü, alçaltıcı; kendini küçük düşüren/alçaltan; gururdan Abkhas s., bak. Abkhaz 2. yoksun. Abkhasia i., bak. Abkhazia. Abkhasian i., bak. Abkhazian 1. Abkhasian s., bak. Abkhazian 2. Abkhaz i. 1. (çoğ. Abkhaz) Abhaz. 2. Abhazca. Abkhaz s. 1. Abhaz. 2. Abhazca. Abkhazia i. Abhazya. Abkhazian i. 1. Abhaz. 2. Abhazca. Abkhazian s. 1. Abhaz. 2. Abhazca. abl kıs. ablative. ablative s., dilb. -den haline ait; -den halindeki. ablative i., dilb. -den halindeki sözcük/sözcük grubu. ablaze s. 1. yanmakta olan, alevler içinde; tutuşmuş. 2. ışıl ışıl able ışıldayan; s. yetenekli, pırıl pırıl parlayan. kabiliyetli. able-bodied s. sağlıklı, sıhhatli. ablute f., şaka y. 1. yıkanmak. 2. yıkamak. ablution i. aptes, gusül, yıkanma. ably z. ustaca, ustalıkla. ABM kıs. antiballistic missile. abnegate f. 1. feragat etmek; vazgeçmek; feda etmek; (sorumluluktan) abnegation kaçmak. i. 1. feragat2. inkâr etme;etmek, reddetmek. vazgeçme; feda etme; (sorumluluktan) abnormal kaçma. s. anormal.2. inkâr etme, reddetme. abnormality i. anormallik. abnormally z. anormal bir şekilde. abnormity i., bak. abnormality. abo i., aşağ. yerli, ataları çok eski çağlardan bu yana Avustralya´da aboard yaşamış olaniçinde, z. (taşıt için) biri. -de; (taşıt için) içine, -e: All aboard! Haydi aboard binin! edat (taşıt için) içinde, -de: He was aboard the train. Trendeydi. abode i. 1. ikametgâh, ev. 2. (bir yerde) ikamet etme, oturma. abode f., bak. abide (4), (5), (6). abolish f. kaldırmak, lağvetmek, ilga etmek; feshetmek. abolition i. kaldırma, lağıv, ilga; fesih. A-bomb i. atom bombası. abominable s. 1. iğrenç, menfur. 2. çok kötü, berbat, pis. abominate f. 1. iğrenmek, nefret etmek. 2. hiç sevmemek, nefret etmek. abomination i. 1. iğrenç/menfur bir şey. 2. iğrenme, nefret etme. aboriginal i. asıl yerli, ataları çok eski çağlardan bu yana belirli bir yerde aboriginal yaşamış s. 1. çok olan biri. eski çağlarda var olan; çok eski çağlardan kalan. 2. aborigine ataları çok eski i., bak. aboriginal 1. çağlardan bu yana belirli bir yerde yaşamış olan. aborigines i., çoğ. asıl yerliler, ataları çok eski çağlardan bu yana belirli bir abort yerde yaşamış f. 1. (dölütü) olanlar. düşürtmek/almak; -in dölütünü düşürtmek; (dölütü) abortion düşürmek. i. 2. (henüz başlanmışken) 1. dölüt düşürtme/alma, kürtaj. 2. (dölütü)-e son vermek.düşürtme/alma. 3. düşük 3. yapmak. 4. (bir başarısızlık. 4. iş) (henüz ask., bilg. başlanmışken) (uçuşu/işlemi) başarısız yarıda kesme. bir şekilde 5. ask., abortionist i. kürtajcı. sona ermek. 5. ask., bilg. (uçuş/işlem) yarıda bilg.kesilme. (uçuşu/işlemi) yarıda kesmek. 6. ask., abortive s. başarısız. bilg. (uçuş/işlem) yarıda kesilmek. aboulia i., İng., ruhb., bak. abulia. abound f. (in/with) (bir yerde) bol/çok olmak. about edat 1. hakkında, ile ilgili, üzerine, üstüne: I know nothing at all about about z. 1. aşağı you. yukarı, Senin hakkında yaklaşık, hiçbir az çok; şey bilmiyorum. hemen hemen,I neredeyse: have doubts about at them. Onlar hakkında şüphelerim var. I shall say nothing about s. about six o´clock saat altı sularında. Come about midnight. about Gece saat on iki sularında gel. It weighed about a kilo.most this. Bundan kimseye bahsetmem. What´s the Ağırlığı About face! ask. Geriye dön! about it? En ilginç tarafı ne? It´s a poem about interesting yaklaşık birthing kiloydu. It´s about time we took off. Artık gitmeyi About ship! love. den. O, aşk tiramola! Alesta düşünmeliyiz. üzerine about bir fiftyşiirdir. people What´s elli kadar that kişi. bookShe about? was O a child about-face kitabın of about konusu ten yearsne? She´s old. still Yaklaşık mad i. 1. ask. geriye dönüş. 2. eskiden savunduğunun tersini on at him yaşında about bir what çocuktu. heinsaid. about Onun every savunmaya dedikleri one of yüzünden these başlama. villages hâlâbu ona köylerin kızgın.hemenAre you hemen sure about her about-face f., this?ask. geriye Bundan dönmek. emin misin? What village are youI know. quarreling about? birinde. It´s about the prettiest Tanıdığım about-ship f. (--ped, Neden --ping) den. tiramola etmek. köylerin en güzeli galiba. You´ve about got the hang of There kavga ediyorsunuz? 2. -in özünde/karakterinde: it. Bunu is about-turn something i., İng., bak. hemen hemen about it about-face I don´t öğrenmişsin. like. Onda beğenmediğim 1. We´ve just about finished this job. bir şey var. There Bu was an indescribable something about her. Onda tarif about-turn f., İng., bak. about-face 2.Are you about ready to go? Birazdan işi neredeyse bitirdik. edilemeyecek gidebilir misin? 2. İng. orada3. bir şey vardı. İng. -inoraya burada; orasında buraya; burasında; oradan-in above edat orasına 1. üstünde; burasına; üstüne: her She was tarafında; her then living Groups tarafına: in a room above ofabout. potted oraya; her tarafta; her tarafa: The city was fortified all above the palms z. 1. store. were yukarıda; O zamanlar standing yukarıdaki: dükkânın about the She üstündeki room. lives Odanın above. bir odada içinde Yukarıda saksılara oturuyor. Şehrin her tarafı müstahkemdi. Look about! Etrafına bak! Books oturuyordu.That dikili palmiyeler was onküme above and kümeMasanın beyond duruyordu. the She calldaldaofwandering duty. above He i. 1.was were lying the sitting (birabout sayfada) the table. the branch yukarıda above. yazılanlar;üzerinde (birwas Yukarıdaki yer yazıda) yer kitaplar eserin Tamamıyla about oturuyordu. the vazife garden. ötesi Bahçede 2. yukarıya: bir şeydi o. geziniyordu. A narrow Hang pathasled that They lamp were us above. above running Dar the above vardı. bundan s. 1. theThe wind öncesinde yukarıki, had scattered yazılanlar: yukarıdaki, the As leaves soon (sayfanın) about. you´ve yukarısında Rüzgâr read the bir bulunan; table. about O the lambayı room. masanın üstüne as. We´re rising above the patika yaprakları above, daha bizi give önceki yukarıya oraya me aOdanın buraya call. içinde götürdü. Yukarıda (bölüm/paragraf/satır/sayfa): Look dağıtmıştı. koşuşuyorlardı. up above! Just yazılanları look at okur The He Yukarıya them planted okumaz above bak! running a3. bana picture above all clouds. her hedge şeyden gökteki: Bulutların about She´sönce, the üstüne her garden. trying şeyden to çıkıyoruz. çok. Bahçenin count the 2. yukarı etrafına stars above. taraflarında: çalı dikerek Gökteki çitCross yıldızları about! Koşuşmalarına telefon depicts et. 2. thein(bir bak sayfada) hele! 3. İng. yukarıda ortalıkta, adışehrin etrafta, geçen1782´dekikişi/kişiler; above all the yaptı. saymayariver bilhassa, civarda: (bir A the yazıda) above garlandcity dahaof çalışıyor. özellikle. There´s the1782. no önce island! flowers 4. Yukarıdaki yukarıda one Adanın hung about. adı geçen about (Nehir resim yukarı Ortalıkta her veya kişi/kişiler: taraflarında neck. kimsedağla I shall Boynuna ilgili yok. bir bir yerde Everybody interview the halini nehri çiçeklerdengöstermektedir. geç! We bir used kolye to 2. liveilahi, asılıydı.ten Allaha kilometers Look ait about olan: above you! Thinkthe on things mouth of above average uzaklığı was above just ortalamanın above. onbelirtir.): standing İlahiFriday. üstünde. şeyleri She about Yukarıda lives düşün. doingabout adı ten nothing. geçenlerle CumaEtrafına kilometers Herkes above. işsiz günü bak! güçsüz 4. Yaklaşık the river. İng.kilometre -de; Nehrin etrafında: ağzından on kilometre yukarıda bir yerde on dikilip görüşeceğim. vasatın duruyordu. üstünde. yukarıda 4.She´s 3. yukarı, ters somewhere oturuyor. yöne: daha üst Turn about 5.makamdaki (bir the sayfada) the car about! house.GeriEvde yukarıda; biri/birileri: dön!(birbir The above average otururduk. yerde yazıda) o. 3. Towards dahafrom kuzeyinde: önce: nightfall As It´s they I stated above began above, the toEquator. hang Ekvatorun about theIt´s door. Put the order cameship about! Gemiyi above. Emirtiramola yukarıdan et!I shall 5. İng. geldi. not 4.be attending (Döndürmek Allah: veya a above par kuzeyindedir. tic. yazılı Günbatımına değerin 4. -eüstünde. hâkim olan, -ebeklemeye bakan: Forbu many years she tonight´s çevirmek gift from above. gibidoğru meeting. fiilleri kapı Yukarıda Allahın önünde pekiştirir.): bir söylediğim He kept gibi ihsanıdır. turning başladılar. it about.You geceki Onu can lived find it toplantıyaonin athehill above theabout mountains katılmayacağım. Bosphorus. 6. Bilecik. daha Yıllarca Bilecik Boğaz´a yukarıki/yukarı, çevresindeki hâkim daha bir üst: above sea level deniz seviyesi devamlı üstünde. döndürüyordu. tepede dağlarda This won´toturdu. onuaffect 5. the (sesler/gürültü) bulabilirsiniz. children Hein hadtheiçinden: his menI could grades above.hear about him. Daha his voice Etrafında yukarı aboveboard s. 1. dürüst: above thevardı. BeGürültünün din. aboveboardiçinden with me! Benimle sesini açık konuş! 2. adamları sınıflarda bulunan 5. İng. (birinin) çocukları bu.duyabildim. üstünde/vücudunda: etkilemez 7. (sıcaklıkDo 6. you -den yasal, çok, z. dürüst kanuna -den fazla: aykırı He olmayan: prized it aboveIt´s completely all the others. aboveboard. Onun gözünde aboveboard have any bir derecesiyle şekilde. money ilgili) about sıfırın you?üstünde:Üstünde Outside hiç it´s parasix vardegrees mı? above. Tamamen diğerlerinin yasal hepsindenbir şey.daha kıymetliydi. All who are above aboveground Dışarıda s. yerüstü, havazeminsıcaklığı üstündeki.sıfırın üstünde altı. 8. (sayılarla beraber) eighteen -den are-denrequired toWeregister. On sekiz yaşından büyük of above-mentioned s. theyukarı, herkesin yukarıda kayıt sözfazla: edilen/adı yaptırması only geçen; gerekiyor. accept daha 7. orders -den önce üstün: forsöz quantities A edilen/adı fieldiçin twenty-five geçen: and above. Itiscontains an Yalnız yirmi illustration of thebeşabove-mentioned adet ve yukarısı abovementioned i. the marshal sipariş yukarıda kabul above söz a ediyoruz. edilen/adı brigadier. 9.söz Allah geçen Feldmareşal katında; şey/kişi; Allah yukarıda rütbece adı gone picture. geçenler; tuğgeneralden İçinde, daha yukarıda önce üstündür. söz The edilen edilen/adı moral resmin geçen law is birkatına: şey/kişi; above the He´s illüstrasyonu dahacivilönce var. law. abovestairs z., s., i., İng., bak. to his rest above. Hakka kavuştu. upstairs. adı Ahlak geçenler. kuralları medeni kanundan üstündür. 8. dışında: It´s abrade f. aşındırmak. above human comprehension. İnsanoğlunun kavrayışının abrasion i. 1. sıyrık. dışında. 9. 2.-e aşındırma; tenezzül etmeyen: aşınma; He´s abrasyon. above doing such things. abrasive s. öyle O 1. sinirlendirici, şeylere tenezzül rahatsız edici.They´re etmez. 2. aşındırıcı, not above abrasif. taking bribes. abrasive Rüşvet i. aşındırıcı,almaktanabrasif. geri kalmayabilirler. abreast z. yan yana, aynı hizada; başabaş. abridge f. 1. (yazılı bir eseri) kısaltmak. 2. azaltmak. abridgement i., İng., bak. abridgment. abridgment i. 1. yazılı bir eserin kısaltılmış şekli: I don´t read abridgments of abroad novels. z. Romanların 1. yurtdışında, kısaltılmış dışarıda; şeklini okumam. yurtdışına: Have you 2. (yazılı ever beenbir eseri) abroad? kısaltma. Hiç 3. azaltma. yurtdışına çıktın mı? 2. ev dışında; ortada: That abroad i. yurtdışındaki yerler, yurtdışı: Is there any news from abroad? animal ventures haber Yurtdışından abroad only mı?at night. O hayvan ancak geceleri abrogate f. iptal etmek,bir feshetmek; var kaldırmak. ortalığa çıkar. 3. her tarafa; her tarafta: She scattered the seeds abrogation i. iptal, fesih; abroad. kaldırma. Tohumları her tarafa serpti. Don´t preach this abroad! abrupt Bunu s. etrafa 1. ani, yayma! oluveren, apansız, ansız: They made an birdenbire abruptly abrupt departure. z. 1. aniden, Gitmeleri birdenbire, ani oldu. birden. 2. kısa2.vekısa tersvebir ters: He gave şekilde. 3. me an dik/sarp abrupt bir reply. şekilde. Bana kısa ve ters bir cevap verdi. 3. dik, abruptness i. 1. anilik. 2. kısa ve ters oluş. 3. diklik, sarplık. sarp. 4. birden bir konudan başka konuya geçen (konuşma abscess i. apse. tarzı/üslup); kesikli. abscess f. apse olmak. abscessed s. apseli, apse olmuş. abscissa çoğ. --s (äbsîs´ız)/--e (äbsîs´i) i., mat. apsis. abscond f. (bir suçtan dolayı) kaçmak, sıvışmak. absence i. 1. yokluk, bulunmama: We felt her absence. Yokluğunu absence of mind hissettik. dalgınlık. He returned after an absence of six months. Altı aylık bir aradan sonra döndü. What have you been doing in my absence without leave ask. (tekrar dönmek üzere görev yerinden) izinsiz olarak absence? Ben yokken siz nelerle meşgul oldunuz? We noted a ayrılma. s. 1. (bir yerde bulunması gerekirken absent complete absence of self-respect. En orada) ufak birbulunmayan onur belirtisi(kişi); absent (orada görmedik. f. artık) bulunmayan (kişi): How many 2. yokluk, (bir yerde bulunması gerekirken people areorada) absent today? bulunmama:Bugün kaç kişi Your absences yok? Were you have myself. absent becomeÇıkacağım.from work too many. Yoklukların absent o.s. 1. çıkmak, gitmek: I shall absent He yesterday? artık fazla Dün iş yerinde değil miydin? Do you ever think of oldu. absented ask. himself for a few days. Birkaç gün yoktu. 2. from -den absent without leave your (tekrar absent dönmek friends? üzere Yanında görev yerinden)arkadaşlarını bulunmayan izinsiz olarak hiç uzak durmak, ayrılmış olan. -e katılmamak, -e karışmamak: For years he has absentee düşünür i. müsün? (bir yerde 2. bulunmayan, bulunması gerekirkenyok olanbulunmayan orada) (şey): The kişi/şey, absented himself from all society. Yıllarca insanlardan uzak absentee enthusiasm hazır s. yerde of (birolmayan his youthgerekirken kişi. bulunması was now completely absent. (kişi). orada) bulunmayan durdu. Gençliğinde var olan o coşku şimdi tamamıyla yok oldu. 3. absentee ballot posta dalgın.yoluyla verilen oy. absentee landlord kiraya verdiği gayrimenkulden uzakta yaşayıp onunla pek absentee voter ilgilenmeyen posta yoluyla mülk oy verensahibi. seçmen. absenteeism i. 1. (işe, okula v.b.´ne) devamsızlık. 2. kiraya verdiği absently gayrimenkulden z. dalgın dalgın. uzakta yaşayıp onunla pek ilgilenmeme. absentminded s. dalgın. absinth i., İng., bak. absinthe. absinthe i. apsent. absolute s. 1. tam, eksiksiz: His trust in them was absolute. Onlara olan absolute majority güveni tamdı. 2. pol. mutlak, saltık, sınırsız: absolute monarchy salt çoğunluk. mutlak monarşi. absolute power sınırsız güç. 3. fels. saltık, absolute majority salt çoğunluk. mutlak, göreli olmayan, koşulsuz. 4. kesin: The proof is absolutely z. 1. (äb´sılutli) absolute. Kanıtlar(nitelediği kesin. 5.sözcükten önce mat., fiz., jeol., kim., gelince) çok, ruhb. bayağı: salt, absolution You´re mutlak: absolutely absolute right! age saltÇok yaş.haklısın! absolute We´re alcoholabsolutely i. 1. Hrist. (günah) Allah tarafından affedilme; (günah için) af. 2.salt alkol. famished! absolute aklama, Çok acıktık! humidity beraat 2.3.(äb´sılutli) salt nem. ettirme. absolute from (nitelediği thresholdsözcükten salt eşik. önce (bir sorumluluğu/yükümlülüğü) absolutism i., pol. saltçılık, mutlakıyet. gelince) absolute yerine kesinlikle: value salt It´s getirmekten absolutely değer. muaf absolutenecessary. tutulma. Kesinlikle gerekli. zero salt sıfır. absolutist s., pol. saltçı. (nitelediği sözcükten sonra gelince) tamamıyla: I 3. (äbsılut´li) absolutist believe in him absolutely. Ona tamamıyla inanıyorum. 4. i., pol. saltçı. absolve (äbsılut´li) (cevap f. 1. Hrist. Allah olarak) adına Tamamıyla!/Kesinlikle!/Mutlaka!: (günahı) affetmek. 2. affetmek. 3. “Do you trust aklamak, me?” “Absolutely!” beraat ettirmek.soğurmak, “Bana güveniyor 4. from (birini) musun?” absorb f. 1. (sıvıyı/gazı/ışığı/sesi) “Tamamıyla!” içine (bir çekmek, emmek, sorumluluğu/yükümlülüğü) absorbe etmek. 2. öğrenmek. yerine 3. getirmekten muaf tutmak: I (dikkati/enerjiyi/zamanı/parayı) absorbable s. soğurulabilecek, emilebilecek; soğurulabilen, emilebilen. absolve you from your oath. İçtiğiniz almak; (enerjiyi) emmek: It absorbed all of his time.o andı yerine getirmekten Tüm vaktini absorbed s. tümtutuyorum muaf dikkatini bir şeye vermiş. sizi. aldı. 4. içine almak, kendine katmak: That corporation has absorbency i. soğurganlık, absorbed mostemicilik. of its rivals. O şirket rakiplerinin çoğunu kendi absorbent bünyesine s. soğurgan, kattı. emici,5. (sarsıntıyı/salınımı) absorban: absorbent sönümlemek, cotton hidrofil pamuk. absorbent (sarsıntının/salınımın) i. soğurgan, emici, absorban. etkisini azaltmak. 6. (iş/sorun) (birinin) tüm dikkatini almak, kafasını tamamıyla meşgul etmek. 7. absorber i. soğurucu, (masrafı) emici, absorplayıcı. karşılamak. 8. (piyasadaki) alıcılar (bir malın) çoğunu absorbing s. insanın tüm satın almak: The dikkatini markettoplayan; won´t absorb sürükleyici. this right now. Şu an absorption piyasadaki i. 1. soğurma; alıcılar bunun absorpsiyon. soğrulma; çoğunu satın 2. almaz. öğrenme.9. 3. (bağırsaklardaki besini) emmek.alma; (enerjiyi) emme. 4. içine (dikkati/enerjiyi/zamanı/parayı) absorptive s. soğurucu, emici. alma, kendine katma. 5. (sarsıntıyı/salınımı) sönümleme. 6. tamamıyla (bir şeyle) meşgul olma. 7. (masrafı) karşılama. 8. (besin bağırsaklarda) emilme, emilim. abstain f. 1. from (bir şeyi) yapmamak: He´s decided to abstain from abstainer alcohol. İçki içmemeye i. 1. içki içmeyen biri. 2.karar verdi. 2. oy oy vermeyen biri,vermemek, çekimser çekimser kalan biri. kalmak. 3. içki içmemek. abstemious s. (özellikle yeme içme konusunda) kendini tutan; aşırıya abstemiously kaçmayan; z. (özellikle aşırılıklar yeme içme bulunmayan. konusunda) kendini tutarak; aşırıya abstemiousness kaçmadan. i. (özellikle yeme içme konusunda) kendini tutma; aşırıya abstention kaçmama, i. 1. çekimser riyazet. oy; oy vermeme, çekimser kalma. 2. from (bir abstinence şeyi) kasten i. 1. (from) (biryapmama. şeyi) yapmama, riyazet; (yeme içme konusunda) abstinent kendini tutma. 2. içki içmeme. 3. cinsel riyazet. s. nefsini kıran, riyazetçi. abstract s. soyut, abstre. abstract i. 1. özet. 2. soyut sanat eseri. abstract f. 1. (äb´sträkt) özetlemek, özet haline getirmek. 2. (äbsträkt´) abstract art kafasını meşgul etmek. 3. (äbsträkt´) çalmak, aşırmak. 4. soyut sanat. (äbsträkt´) soyutlamak. 5. (äbsträkt´) ayırmak; çıkarmak; abstract expressionism soyut ekspresyonizm. almak. abstract number mat. soyut sayı. abstracted s. dalgın. abstraction i. 1. soyut kavram, soyutlama. 2. soyutlama, soyutlama eylemi. abstruse 3. dalgınlık, düşünceye s. kavranması dalmış güç. zor, anlaşılması olma. 4. güz. san. soyutluk. 5. soyut sanat eseri. 6. çalma, aşırma. 7. ayırma; ayrılma; çıkarma; absurd s. saçma, abes, absürd. çıkarılma; alma; alınma. absurd i. absurdity i. 1. saçma olma, saçmalık, abeslik. 2. saçmalık, saçma absurdly söz/davranış. z. 1. saçma bir şekilde. 2. k. dili çok, feci derecede: She´s Abu Dhabi absurdly Abu Dabi.rich. Feci derecede zengin. abulia i., ruhb. abuli. abundance i. 1. bolluk, çok olma. 2. bereket, bolluk. 3. refah, varlık ve abundant rahatlık. s. 1. bol, çok. 2. bereketli; feyizli. abundantly z. bol/çok miktarda: The fruit trees were now bearing abuse abundantly. Meyvekötüye i. 1. yetkiyi/görevi ağaçları artık çoksuiistimal; kullanma, verimli olmuştu. doğru olmayan abuse bir f. 1. (yetkiyi/görevi) kötüye kullanmak, suiistimal etmek;2.doğru şekilde kullanma; gereği gibi kullanmama; istismar. kötüleme. olmayan bir3.şekilde kötü davranma; kullanmak; acıgereği çektirme; dövme. 4. cinsel gibi kullanmamak; abuse o.s. mastürbasyon yapmak. taciz. istismar etmek. 2. kötülemek. 3. kötü davranmak; acı abusive s. 1. kötüleyici; kötü sözlerle dolu; kötü sözler söyleyen. 2. kötü çektirmek; dövmek. 4. cinsel tacizde bulunmak. abut (davranış). f. (--ted, --ting) 1. (on/upon) (-e) bitişmek, bitişik olmak. 2. abutment against -e dayanmak. i. 1. (köprünün kıyıya dayandığı yerdeki) ayak. 2. bitişme yeri. 3. abysmal bitişme. s., k. dili 4. çokdayanma. kötü, feci. abyss i. dipsiz gibi görünen yer; uçurum. AC kıs. alternating current. i. dalgalı akım. acacia i., bot. 1. mimoza, akasya, Acacia. 2. akasya, yalancı akasya, academic Robinia pseudoacacia. s. 1. akademik. 2. teorik, kuramsal. 3. pratik değeri/önemi academic olmayan. i. üniversite öğretimkitabi. 4. resmi, görevlisi. academician i. 1. üniversite öğretim görevlisi. 2. akademi üyesi, academy akademisyen. i. akademi; yüksekokul. acanthus i., bot. ayı pençesi, akantus, akant, Acanthus. accede f. to 1. -e razı olmak. 2. (hükümdar) (tahta) çıkmak. accede to the throne tahta çıkmak. accelerate f. hızlandırmak; hızlanmak, ivmek. acceleration i. hızlandırma; hızlanma, ivme. accelerator i. gaz pedalı. accent i. 1. dilb. vurgu, aksan. 2. dilb. vurgu işareti. 3. şive. accent f. vurgulamak. accentuate f. vurgulamak. accept f. 1. kabul etmek; razı olmak; kabullenmek. 2. (bir şeyi) teslim almak. accept/assume responsibility -in sorumluluğunu üzerine almak. for acceptable s. kabul edilir, makbul. acceptance i. 1. kabul. 2. (bir şeyi) teslim alma. access i. 1. giriş, geçit. 2. to (biriyle) görüşme imkânı; (bir şeyden) accessibility faydalanma hakkı/imkânı: i. 1. ulaşılabilirlik. 2. kolaylıkla He has access to ulaşılabilir him.3.İstediğinde olma. görüşülebilir onunla olma. 4.görüşebilir. kolaylıkla 3. bilg. erişme, görüşülebilir olma.erişim. 5. to -den etkilenebilir accessible s. 1. ulaşılabilir. 2. kolaylıkla ulaşılabilen. 3. görüşülebilen. 4. olma. kolaylıkla görüşülebilen. 5. to -den etkilenebilir. accessible to the public halka açık. accession i. 1. (tahta) çıkma. 2. (bir müze veya kütüphanenin accessory koleksiyonuna) i. 1. aksesuar, eklenti: yeni alınan These eşya, are kitap v.b. for the new accessories accessory after the fact machine. Bunlar yenisonra huk. suç işlendikten makinenin aksesuarları. suç ortağı olan kimse. 2. (kadın giysisini bütünleyen) aksesuar. 3. huk. suç ortağı. accident i. 1. kaza (kötü olay). 2. rastlantı. 3. fels. ilinek, araz. accident victims kazaya uğrayanlar. accidental s. 1. kaza eseri olan, yanlışlıkla olan. 2. tesadüfen meydana accidentally gelen. 3. fels.yanlışlıkla. z. 1. kazara, ilineksel. 2. tesadüfen. accident-prone s. hep kazaya uğrayan; sakar. acclaim f. 1. bağırarak/alkışlayarak/tezahüratla (birini) (bir şey) ilan acclaim etmek: i. 1. övme, They acclaimed alkış. him emperor. Büyük bir tezahüratla onu 2. tezahürat. imparator ilan ettiler. 2. övmek, alkışlamak. acclamation i. 1. bağırarak/alkışlayarak/tezahüratla ilan etme. 2. tezahürat. acclimate 3. f. 1.övme, alkış. intibak ettirmek: I´m acclimating myself to the alıştırmak, acclimation customs here. intibak i. 1. alıştırma, Kendimi buradaki ettirme. âdetlereintibak 2. alışma, alıştırıyorum. etme. 2. (to) (- e) alışmak, intibak etmek. acclimatise f., İng., bak. acclimatize. acclimatization i. 1. alıştırma, intibak ettirme. 2. alışma, intibak etme. acclimatize f. 1. alıştırmak, intibak ettirmek. 2. alışmak, intibak etmek. accolade i. 1. ödül. 2. övgü: It received accolades from all the accommodate newspapers. f. Tüm gazetelerden 1. almak, barındırmak: The cellövgüler had lastly aldı.accommodated a accommodate o.s. to drunkard. Hücre en son -e ayak uydurmak, -e uyum sağlamak. bir ayyaşı barındırmıştı. This room can accommodate one´s accommodate four people. Bu dört kişilik bir oda. Can this birine ayak uydurmak. pace/step accommodateto their wardrobe accommodate all of your clothes? Bu gardrop tüm aralarındakialır giysilerinizi anlaşmazlıkları mı? 2. -e yardım uzlaşmaetmek, yoluyla -e birgidermek. iyilik yapmak: I´m differences accommodating always s. uysal,ready yumuşak to accommodate başlı. a friend. Bir arkadaşa yardım accommodation etmeye i. 1. kalacak her zaman yer: In hazırım. that region Canaccommodation you accommodate himtraveler for the with a loan? is hard Ona borç to find. para verebilir misiniz? 3. O bölgede konaklama yeri zor bulunur. 2. to ... ile ... arasında accommodation ladder den. uyum borda iskelesi. sağlamak, -i ... ile bağdaştırmak: Can you accommodate uzlaşma: Have you reached an accommodation? Uzlaştınız mı? accompaniment i. 1. müz. these eşlik.to2.your findings to -etheories? eşlik eden Bu şey: It´s a teorilerinizle bulguları nice 3. kolaylık: It´s an accommodation for our visitors. accompaniment bağdaştırabilir i., müz. eşlik eden to the roast. misiniz? Can you Rostoyla beraber your accommodate güzel.morality to accompanist Ziyaretçilerimiz içinkişi, bir eşlikçi. kolaylıktır. 4. alma, barındırma. 5. his? yardım Prensiplerini etme, onunkilere bir iyilik yapma. göre değiştirebilir 6. beraberinde misin? to ... ile ... arasında 4. (with) accompany f. 1. eşlik etmek, refakat etmek, gitmek. uyum2. müz. ile uzlaşmak: sağlama, We -i ...refakat cannot accommodate with the prime minister. ile bağdaştırma. accomplice eşlik i. suçetmek, ortağı. etmek. 3. ile beraber (bir şey) yapmak: He Başbakanla uzlaşamıyoruz. accompanied the curse with a box on his ear. Küfürle beraber accomplish f. başarmak, becermek, üstesinden gelmek. kulağına bir tokat attı. Didn´t you accompany your lecture with accomplished s. 1. işini slides? iyi bilen, usta. Konferansını 2. sosyetenin verirken görgü kurallarını dialar göstermedin mi? 4. ustalıkla accomplishment uygulayabilen. beraberinde i. 1. başarma,-i becerme, getirmek: üstesinden Forgetfulness gelme.can accompany this 2. başarı, başarılan accord disease. i. 1. (iki devlet arasında olan) anlaşma. 2. uyum, ahenk. 5. iş. 3. Bu marifet. hastalık beraberinde unutkanlığı getirebilir. 3. ile beraber uyuşma, içilmek/yenilmek: mutabakat. White wine accompanied the fish. accord f. 1. with Balıkla -e uymak, beraber beyaz ileşarap bağdaşmak, içildi. 6.-eileuygun beraber olmak/gelmek. olmak: What2. accordance with i. sort -e verme: yakışmak, will-eaccompany The accordance of pictures uygunofgelmek/düşmek. these text? Bu 3. thisprivileges to vermek: them beraber metinle wereHe ne accorded delayed tür them for five that years. Bu imtiyazların onlara verilmesi beş o right ten years ago. On yıl önce onlara accordant s. resimler olacak? hakkı tanıdı. senelik bir gecikmeye The king accorded uğradı. him the title of duke. Kral ona according as bağ.unvanını dük -e göre. z. 1. İki seçeneği olan bir durumu belirtir: You can verdi. according to stay or edat 1. go, according -e göre, -e uygun as you like.Arrange olarak: Kalabilirsin veya gidebilirsin, yourselves according nasıl to youristersen. height! ItBoy cansırasına be bad or good, girin! 2. according -e göre, as it´s (birinin) according to all accounts tüm anlattıklarına göre: He was drunk, according to all understood. dediğine/gösterdiğineKötü olabilir, göre,iyi -e olabilir, değerlendirilmesine bakılırsa: According to her bağlı. the according to Hoyle accounts. usulüne göre, Tümusulen. anlattıklarına göre sarhoştu. According concert´s been postponed. Ona göre konserI´ll as they make me a decent offer, be able to give ertelendi. according to one´s own you a inançlarına firm to answer. Sanayou kesin birout cevap vermem bana iyi bir kendi According göre. his report were of the country in May. lights teklif yapmalarına bağlı. 2. -dikçe, -diği oranda/nispette: The according to plan Onun raporuna planlandığı gibi,göre siz Mayısta planlanana uygun yurtdışındaydınız. bir şekilde. colors intensify according as the light wanes. Işık azaldıkça accordingly z. 1. onakoyulaşıyor. renkler göre, öyle, You öylece: He told receive me to shoot according as youhim, give.and NeI accordion acted accordingly. i. akordeon. kadar Kendisini vurmamı istedi; ben verirsen o oranda alırsın. 3. (tıpkı) -diği gibi: I arranged it de öyle yaptım. according 2. as buyou yüzden,desired.bundanOnu dolayı: istediğinizAsım accordingly gibi düzenledim. found himself without a job. Bundan dolayı Asım işsiz kaldı. accordion s. akordeon gibi açılıp katlanan, akordeon: accordion door accost akordeon kapı. f. 1. yaklaşıp/gidip (birine) bir şey söylemek. 2. para karşılığında account seks i. teklif etmek. 1. hesap. 2. röportaj; (birinin) anlattığı. f. for -i anlatmak, -i account book açıklamak, hesap defteri.-i izah etmek. accountable s. sorumlu. accountant i. muhasebeci. accounting i. muhasebe. accounts payable tic. alacaklılar hesabı. accounts receivable tic. borçlular hesabı. accrue f. 1. birikmek. 2. to -e gelmek: What advantages will accrue to accumulate us from this?biriktirmek; f. toplamak, Bunun bizetoplanmak, ne gibi faydaları olacak? birikmek, yığılmak. accumulation i. 1. birikim, birikme. 2. birikinti. accuracy i. 1. doğruluk. 2. yanlış yapmamaya özen gösterme. accurate s. 1. doğru, tam. 2. yanlış yapmamaya özen gösteren. accusation i. suçlama. accusative s., dilb. -i haline ait; -i halindeki. accusative i., dilb. -i halindeki sözcük/sözcük grubu. accuse f. suçlamak, itham etmek. accused s. sanık. accustom f. alıştırmak. ace i. 1. isk. as, birli. 2. k. dili uzman, eksper. s., k. dili işinin ehli, as. ace an exam f. k. dili sınavda (dokuz ila on arasında) yüksek bir not almak. acetone i. aseton. acetylene i. asetilen. ache i. ağrı, sızı, acı. f. ağrımak, sızlamak, acımak. achieve f. başarmak, yapmak; elde etmek, kazanmak. achievement i. 1. başarı. 2. elde etme, kazanma. acid i. asit. s. 1. asit. 2. iğneleyici: an acid remark iğneleyici bir söz. acknowledge f. 1. (bir gerçeği) kabul etmek. 2. (bir şeyin acknowledgment alındığını/farkedildiğini) i. 1. (bir gerçeği) kabul etme.bildirmek. 2. (bir şeyin acne alındığını/farkedildiğini) i. akne, ergenlik. bildirme. 3. tic. alındı. acorn i. meşe palamudu. acoustics i. akustik. acquaint f. 1. bilgi vermek, haberdar etmek. 2. tanıtmak: This book is acquaint o.s. with designed to acquaint hakkında bilgi edinmek.its readers with new developments in the field of genetic engineering. Bu kitabın amacı okuyucularına acquaintance i. tanıdık, tanış. genetik mühendisliği alanındaki yeni gelişmeleri tanıtmaktır. acquiesce f. boyun eğmek, katlanmak, kabullenmek. acquire f. 1. elde etmek, edinmek, almak. 2. kazanmak: acquire a bad acquisition reputation kötü edinme, i. 1. elde etme, bir şöhret kazanmak. alma. 2. kazanma. 3. elde edilen şey, acquisitive edinti. s. bir şeyler elde etmeye çok hevesli, mal canlısı, açgözlü. acquit f. (--ted, --ting) aklamak, temize çıkarmak, beraat ettirmek. acquit o.s. well yüzünün akıyla çıkmak. acquittal i. aklanma, beraat. acre i. 0,404 hektarlık arazi ölçü birimi. acrid s. acı, ekşi, keskin. acrobat i. akrobat, cambaz. acrobatic s. akrobatik. acrobatics i. akrobatlık, cambazlık. acronym i. birkaç kelimenin baş harflerinin veya ilk hecelerinin across birleşmesiyle meydana edat 1. bir tarafından gelen öbür kelime: tarafına: HeNATO, UNESCO. stretched a rope across the river. Nehrin bir tarafından öbür tarafına bir ip gerdi. 2. karşısında: Serra lives across the street from us. Serra karşımızda oturuyor. z. karşıdan karşıya: Walking across this street is a problem. Bu caddede karşıdan karşıya geçmek bir across the board herkesi aynı derecede etkileyen (ücret/vergi). across the way yolun öte tarafında, karşı tarafta. act i. 1. hareket, eylem. 2. kanun, yasa. 3. tiy. bölüm, perde. 4. rol act as yapma, başkasının oyun. f. 1. rol yapmak. vazifesini yapmak, oynamak. 2. harekete geçmek. 3. davranmak, davranışta bulunmak. 4. on/upon kim. -e act in unison birlikte hareket etmek. etkimek. 5. k. dili numara yapmak, yalandan yapmak: He isn´t act on a suggestion yapılan really ill;teklife göre he´s just davranmak. acting. Gerçekten hasta değil; numara act on s.o.´s advice yapıyor. birinin sözüne uymak, birinin sözüne göre hareket act up etmek/davranmak. yaramazlık etmek, gösteriş yapmak. acting i. oyunculuk. s. vekâlet eden, vekil: acting president başkan action vekili. i. 1. hareket, eylem. 2. etki. activate f. 1. harekete geçirmek, hareketlendirmek. 2. harekete geçmek, activation hareketlenmek. i. 1. harekete geçirme, hareketlendirme. 2. harekete geçme, active hareketlenme. s. 1. faal, hareketli, aktif. 2. dilb. etken. active service askerlik hizmeti. active verb dilb. etken fiil. activism i. eylemcilik. activist i. eylemci. activity i. faaliyet, etkinlik. actor i. aktör, oyuncu. actress i. aktris, kadın oyuncu. actual s. gerçek, doğru. actuality i. gerçek, hakikat. actually z. aslında; gerçekten. acumen i. çabuk kavrama yeteneği, keskin zekâ. acupuncture i. akupunktur. acute s. 1. keskin. 2. tıb. akut, hâd. 3. tiz. acute angle geom. dar açı. acute angle geom. dar açı. AD kıs. Anno Domini M.S. (milattan sonra), İ.S. (İsa´dan sonra). ad i. ilan, reklam. adage i. atasözü. Adam i. Âdem Baba, Âdem. Adam´s apple anat. âdemelması. adamant s. son derece kararlı, katı. adamantly z. inatla, katı bir şekilde. adapt f. 1. uyarlamak, adapte etmek. 2. alışmak, intibak etmek. adapt o.s. to -e kendini alıştırmak. adaptable s. yeni koşullara adapte olabilen/uyarlanabilen. adaptation i. 1. uyarlama, adaptasyon. 2. alışma, intibak. adapter i. 1. elek., mak. adaptör. 2. uyarlayıcı, adapte eden. adaptor i., bak. adapter. add f. 1. eklemek, ilave etmek; katmak. 2. toplamak. add fuel to the flames k. dili yangına körükle gitmek. add spice to k. dili -i canlandırmak, -i ilginçleştirmek. add up 1. toplamak. 2. k. dili makul olmak, akla yakın olmak. add up to 1. -e varmak, (bir yekûn) tutmak. 2. k. dili ... anlamına gelmek: addendum What it adds up(ıden´dı) çoğ. ad.den.da to is thati.you´re notilave ilave, ek; coming. Gelmeyeceksin edilecek şey/söz. anlamına geliyor. addict i. bağımlı, müptela; tiryaki: drug addict uyuşturucu bağımlısı. addict cigarette f. alıştırmak.addict sigara tiryakisi. adding machine hesap makinesi. addition i. 1. ekleme, ilave. 2. ek, ilave. 3. mat. toplama. additional s. biraz daha, ilave edilen, eklenilen. additive i. 1. katkı. 2. katılan kimyasal madde, katkı maddesi. s. addled toplamsal, s. 1. sersem, ilave olunacak. şaşkaloz. 2. cılk (yumurta). address i. 1. (veya ä´dres) adres. 2. söylev, nutuk. f. 1. hitap etmek. 2. address a remark to adres (birine)yazmak. bir söz yöneltmek. addressee i. alıcı, kendisine mektup/paket gönderilen kimse. adduce f. (kanıt) ileri sürmek. adept s. (at/in) usta, çok becerikli; mahir. i. (ä´dept) usta, işinin ehli. adequacy i. yeterlilik, kifayet. adequate s. yeterli, kâfi. adhere f. to 1. -e yapışmak. 2. -e sadık kalmak, -e bağlı kalmak. adherence i. 1. yapışma. 2. bağlılık. adherent i. taraftar, yandaş. adhesion i. 1. yapışma. 2. to -e bağlı kalma, -e sadık kalma, -e uyma. adhesive s., i. yapışkan, yapıştırıcı. adhesive tape (yapıştırıcı) bant. adj. kıs. adjacent, adjective, adjustment. adjacent s. (to) (-e) bitişik, bitişikteki; komşu. adjective i., dilb. sıfat. adjoin f. bitişik olmak. adjoining s. bitişik, bitişikteki, yan, yandaki. adjourn f. 1. oturuma son vermek. 2. (toplantı/oturum) sona ermek, adjust bitmek. 3. (bir ayarlamak. f. ayar etmek, başka yere) geçmek. adjust o.s. to kendini -e alıştırmak. adjustment i. 1. ayarlama. 2. kendini alıştırma. 3. tic. tazminat miktarının administer sigortalı ve sigortacı f. yönetmek, arasında kararlaştırılması. idare etmek. administer an oath yemin ettirmek, ant içirmek. administration i. yönetim, idare. administrative s. idari, yönetimle ilgili, yönetimsel. administrator i. yönetici, idareci. admirable s. takdire değer, beğenilecek, çok güzel. admiral i. amiral. admiration i. takdir, beğenme. admire f. takdir etmek, beğenmek; hayran olmak, hayran kalmak. admirer i. takdir eden, beğenen; hayran. admiring s. takdir ettiğini belirten; hayran, hayranlık gösteren. admissible s. kabul edilebilir. admission i. 1. içeri alma; kabul; giriş. 2. giriş ücreti, giriş. 3. itiraf. Admission free. Giriş serbest. admit f. (--ted, --ting) 1. içeri almak, almak; kabul etmek: They won´t admit of admit imkânyou. Seni içeri sokmazlar. 2. itiraf etmek. vermek. admittance i. kabul; giriş. admonish f. tembih etmek; kulağını çekmek. admonition i. tembih; kulağını çekme. admonitory s. uyarı niteliğinde. ado i. insanı yoran hazırlıklar; koşuşmalar. adolescence i. ergenlik, ergenlik çağı. adolescent s., i. ergen, ergenlik çağında olan (genç). adopt f. 1. evlat edinmek. 2. edinmek, benimsemek. adopted child evlatlık, manevi evlat. adopted child evlat edinilmiş çocuk, evlatlık. adoption i. 1. evlat edinme. 2. edinme, benimseme. adorable s. tapınılacak, çok güzel ve sevimli. adoration i. tapınma, çılgınca sevme. adore f. 1. tapınmak, tapmak, çılgınca sevmek. 2. (Allaha) tapınmak, adorn tapmak. f. süslemek, donatmak, donamak. adornment i. 1. süsleme. 2. süs. adrift s. adroit s. usta, çok becerikli. adsorb f., kim. adsorbe etmek. adsorbent i., s. adsorban. adsorption i., kim. adsorpsiyon. adult s., i. yetişkin; huk. ergin, reşit. adulterate f. içine yabancı madde katmak. adulterer i. zina yapan erkek. adulteress i. zina yapan kadın. adultery i. zina. adv. kıs. adverb. advance i. 1. ilerleme, ileri gitme. 2. yaklaşım; teklif. 3. tic. avans. f. 1. advanced ilerletmek; s. ilerlemiş,ilerlemek. ileri. 2. artmak; artırmak. 3. avans vermek. 4. ileriye almak. 5. yardım etmek. 6. terfi ettirmek; terfi etmek. s. advanced in years yaşlı. a child who´s advanced for his age yaşına göre çok bilgili ileri, ileride bulunan. advanced in years bir çocuk. yaşlı. advancement i. ilerleme. advantage i. 1. avantaj, üstünlük sağlayan şey. 2. yarar, fayda. advantageous s. avantajlı, yararlı, faydalı. advent i. geliş, varış. adventure i. macera, serüven. adventurer i. 1. serüvenci, maceracı. 2. dolandırıcı, dalavereci. adventuresome s., bak. adventurous. adventurous s. 1. maceracı, maceraperest. 2. maceralı. adverb i., dilb. zarf, belirteç. adversary i. 1. spor, isk. rakip. 2. düşman. adverse s. 1. kötü, elverişsiz. 2. menfaatine aykırı, aleyhte. adversity i. 1. zorluk, güçlük, sıkıntı. 2. sıkıntılı bir durum/zaman. advertise f. 1. reklamını yapmak. 2. ilan etmek. advertise for s.o. ilan aracılığıyla eleman aramak. advertisement i. ilan, reklam. advertising i. reklamcılık. advertising agency reklam ajansı. advertize f., bak. advertise. advertizement i., bak. advertisement. advertizing i., bak. advertising. advice i. nasihat, öğüt, tavsiye. advisable s. akıllıca, makul, doğru. advise f. 1. tavsiye etmek, öğütlemek. 2. tic. bildirmek. ill-advised s. adviser akılsız, tedbirsiz. i. danışman, müşavir; akıl hocası; rehber, kılavuz. advisor i., bak. adviser. advisory s. advisory committee danışma kurulu. advocate f. desteklemek, savunmak. advocate i. 1. savunucu. 2. huk. avukat. adz i. keser. adze i., bak. adz. Aegean s. Ege. aerial i. 1. anten. 2. havai. aerial view havadan görünüş. aerobics i., s. aerobik. aerodrome i., İng. havaalanı, havalimanı. aerogramme i. hava mektubu. aeroplane i., İng., bak. airplane. aerosol i. sprey tüpü, aerosol. aesthete i. estet. aesthetic s., i. estetik. aesthetics i. estetik. aestival s. yaza özgü. afar z. afar off çok uzakta. affable s. rahat, dostça ve sokulgan. affair i. 1. sorun, mesele, iş. 2. k. dili şey (makine/eşya). 3. k. dili olay, affect skandal. f. 1. etkilemek, tesir etmek; dokunmak. 2. (hastalık) zarar affect ignorance vermek: My arm isbilmezlikten cahillik taslamak, affected. Hastalık gelmek.koluma yayıldı. 3. gibi görünmek, yalancıktan (bir şey) yapmak. affectation i. sahte tavır, yapmacık. affected s. 1. (hastalıktan) zarar görmüş. 2. sahte, yapmacık, yapmacıklı. affection i. muhabbet, şefkat, sevgi. affectionate s. sevgisini gösteren; şefkatli, sevecen, sevgi dolu. affidavit i., huk. yeminli ve yazılı ifade. affiliate f. bağlamak. affiliate i. (başka bir şirkete) bağlı olan şirket. affiliate o.s. with ile bağ/ilişki kurmak. affiliated s. bağlı. affiliation i. bağlantı, ilişki. affinity i. 1. benzerlik, benzer taraf. 2. sempati; sevgi. affirm f. doğrulamak, tasdik etmek. affirmation i. doğrulama, tasdik. affirmative s. olumlu. i. olumlu cevap. affix f. 1. takmak; yapıştırmak. 2. (imza) atmak; (mühür) basmak. affix i., dilb. önek veya sonek. afflict f. 1. acı vermek, ıstırap vermek. 2. başına bela olmak. afflicted s. (zihinsel/bedensel bakımdan) özürlü. affliction i. dert; hastalık. affluence i. zenginlik, refah. affluent s. zengin, gönençli. afford f. 1. mali gücü yetmek, (bir şey için) parası olmak. 2. (bir şeyi) affront zarar i. görmeden hakaret, küçükyapabilmek: You can´t düşüren davranış. afford etmek, f. hakaret to makeküçük him angry. Onu kızdırabilecek durumda değilsin sen. düşürmek. Afghan i. Afganlı, Afgan. s. 1. Afgan. 2. Afganlı. Afghanistan i. Afganistan. afield z. kıra, kırda, evden uzak. afire s. tutuşmuş; alevler içinde. afloat z. afraid s. afresh z. yeniden. Africa i. Afrika. African i. Afrikalı. s. 1. Afrika, Afrika´ya özgü. 2. Afrikalı. after edat 1. -den sonra. 2. için, yüzünden; -den dolayı. 3. ardından: after a fashion After şöylethem böyle. came the giraffes. Onların ardından zürafalar geldi. s. sonraki. z. sonra. a painting after Reubens Rubens´in after all bununla birlikte, yine de, buna rağmen. üslubunda bir resim. a person after my own heart kalbimi after all nihayet. bir kimse. at a quarter after four dördü çeyrek geçe. fetheden after the dust has settled six months 1. toz after altı dağıldıktan ay sonra. sonra. 2. ortalık sakinleşip herkes kendine after the fashion of geldikten sonra, ortalık ... gibi, ... tarzında. yatıştıktan sonra. afterlife i. ahret, öbür dünya. aftermath i. (kötü) sonuç. afternoon i. öğleden sonra. aftershave i. tıraş losyonu. aftertaste i. ağızda kalan tat. afterthought i. sonradan akla gelen düşünce. afterward z., bak. afterwards. afterwards z. sonra, sonradan. again z. tekrar, yine, bir daha. against edat 1. karşı: against the current akıntıya karşı. a vaccine against nature against doğayathe flu gribe karşı bir aşı. 2. aleyhinde, karşı: a vote aykırı. against the president başkanın aleyhinde bir oy. I´m against it. against s.o.´s will birinin isteğine karşı. Ona karşıyım. agave i., bot. agave, agav, Agave. age i. 1. yaş. 2. çağ, devir. age limit yaş haddi. age limit yaş haddi. aged s. 1. (eycd) yaşında: a girl aged four dört yaşında bir kız. 2. (ey ageless ´cîd) yaşlı, ihtiyar. 3. s. 1. yaşlanmayan, (ey´cîd) yıllanmış; ihtiyarlamayan. eski. 2. eskimeyen. agency i. 1. acente; ajans: travel agency seyahat acentesi. news agenda agency i. gündem. haber ajansı. 2. devlet dairesi. agent i. 1. acente, temsilci. 2. ajan. agent provocateur çoğ. a.gents pro.vo.ca.teurs (^jan´ prôvôk^tör´) provokatör, agglomerate kışkırtıcı ajan. i. aglomera. agglomeration i. aglomerasyon. aggrandise f., İng., bak. aggrandize. aggrandisement i., İng., bak. aggrandizement. aggrandize f. büyütmek. aggrandizement i. büyütme. aggravate f. 1. kötüleştirmek, zorlaştırmak, ağırlaştırmak, şiddetlendirmek: aggregate Don´t scratch i. 1. toplam. 2.that sore; you´ll aggravate it. O yarayı kaşıma, agrega. azdırırsın. aggravate a problem bir sorunu ağırlaştırmak. aggression i. saldırganlık. aggravate the pain acıyı şiddetlendirmek. 2. k. dili kızdırmak. aggressive s. saldırgan. aggressor i. saldırgan, saldıran. aggrieved s. incitilmiş; mağdur. aghast s. dehşet içinde, donakalmış. agile s. çevik. agility i. çeviklik. agility of mind zekâ kıvraklığı. agitate f. 1. çalkalamak, çalkamak; karıştırmak. 2. heyecanlandırmak. agitated 3. ruhb. s. 1. ajite etmek. heyecanlı. 4. sallamak. 2. ruhb. ajite. agitation i. 1. çalkalama, çalkama; ajitasyon. 2. heyecan. 3. ruhb. ajitasyon. 4. sallama. agitator i. 1. kışkırtıcı, tahrikçi, provokatör; eylemci, kampanyacı. 2. aglow ajitatör, s. parlak.çalkalayıcı, karıştırıcı: washing machine agitator çamaşır makinesi pervanesi/pülsatörü. ago z. önce, evvel: a long time ago çok zaman önce. agonise f., İng., bak. agonize. agonize f. ıstırap çekmek. agony i. ıstırap. agree f. 1. razı olmak, rıza göstermek; mutabık olmak. 2. hemfikir agreeable olmak. s. 1. hoş, 3. iyi. anlaşmak, 2. razı. iyi geçinmek. 4. (bir şey) (başka bir şeye) uymak, (bir şey) (başka bir şeyi) tutmak. 5. uygun olmak, -e agreement i. anlaşma, sözleşme. göre olmak. agricultural s. tarımsal, zirai. agricultural credit tic. tarım kredisi. agriculture i. tarım, ziraat. agriculturist i. çiftçi. aground z. AH kıs. Anno Hegirae hicri. ah ünlem 1. Ah! (Özlem/beğenme/pişmanlık/öfke/sevgi belirtir.). 2. ahead Ah!/Of! (Acı belirtir.). 3. Vay! (Şaşkınlık belirtir.). z. ileri, ileride. ahead of time erken. AIDS i., tıb. AIDS. aid i. 1. yardım. 2. yardımcı. f. yardım etmek. Aids i., tıb., bak. AIDS. ail f. hasta olmak, rahatsız olmak. ailing s. hasta, rahatsız. ailment i. hastalık, rahatsızlık. aim i. amaç, gaye, maksat. f. nişan almak. aim at 1. (silahı) (birine/bir yere) doğrultmak. 2. (bir şeyi) (bir yere) aim to fırlatmak. ... niyetinde olmak. aimless s. amaçsız. air i. 1. hava. 2. nağme. 3. tavır. f. 1. havalandırmak. 2. herkese air base söylemek. hava üssü. air brake hava freni, havalı fren. air compressor hava kompresörü. air filter hava filtresi. air force hava kuvvetleri. air force hava kuvvetleri. air pollution hava kirliliği. air pressure hava basıncı. air raid hava saldırısı. air shaft hava boşluğu, aydınlık. airborne s. 1. havadan gelen (mikrop, toz v.b.). 2. havadan nakledilen. 3. air-conditioned uçmakta s. klimalı.olan. air-conditioner i. klima. aircraft i. uçak; uçaklar. aircraft carrier uçak gemisi. airfield i. havaalanı. airlift i. hava köprüsü. f. hava yoluyla taşımak/götürmek. airline i. havayolu. airliner i. yolcu uçağı. airmail i. uçak postası. airmail letter uçak mektubu. airplane i. uçak. airplane crash uçak kazası. airport i. havalimanı, havaalanı. airstrip i. uçuş pisti. airtight s. hava geçirmez. airways i. havayolları. airy s. 1. havai. 2. havadar. 3. hava gibi hafif. 4. hayali. 5. çalım airy-fairy satan, s., İng.,kendine birpratik k. dili hiç hava olmayan, veren. 6. çevik, canlı, şen.fantezi. hayal mahsulü, aisle i. sıralar arası yol, geçenek. ajar z. aralık, az açık (kapı). akin s. benzer, yakın: Her speech is akin to poetry. Söyledikleri şiire alabaster benziyor. i. albatr, kaymaktaşı. alacrity i. neşe ve çeviklik, şevk. alarm i. 1. korku; dehşet. 2. alarm, tehlike işareti: fire alarm yangın alarm clock zili, çalaryangın saat. alarmı. f. 1. tehlikeden haberdar etmek. 2. korkutmak; dehşete düşürmek. alarm clock çalar saat. alas ünlem Eyvah!/Yazık! Albania i. Arnavutluk. Albanian s., i. 1. Arnavut. 2. Arnavutça. albeit bağ. ... de olsa: He is, in short, a boor, albeit an educated one. albino Kısacası, tahsillialbinos, i. akşın, albino, de olsa,çapar. hödüğün biri. She´s learning French, albeit painfully. Zorlukla da olsa Fransızcayı öğreniyor. It was a album i. albüm. beautiful, albeit a worthless, coin. Değersiz de olsa güzel bir alcohol i. 1. alkol. 2. alkol, alkollü içki. paraydı. alcoholic s. alkollü. i. alkolik. alcoholism i. alkolizm. alcove i. (duvarda bulunan) niş, oyuk; hücre gibi ve kapısız ufak oda. ale i. bir çeşit bira. alembic i. imbik. alert s. uyanık, tetikte olan. alfresco s. açık havada yapılan, açık hava. z. açık havada. alga çoğ. al.gae (äl´ci) i. alg. algebra i., mat. cebir. Algeria i. Cezayir. Algerian s. 1. Cezayir, Cezayir´e özgü. 2. Cezayirli. i. Cezayirli. alias i. takma isim; başka ad. z. namı diğer: Cavit alias the Bear Cavit alibi namı diğer i. 1. huk. Ayı. suçun işlendiği sırada başka yerde bulunduğu sanığın, alien şeklindeki i. yabancı, ecnebi. 2. k. dili bahane, mazeret. iddiası. alienate f. soğutmak, uzaklaştırmak. alight f. konmak, inmek. align f. 1. aynı hizaya getirmek. 2. sıraya koymak. align o.s. with birinin saffına geçmek. alignment i. 1. aynı hizaya getirme. 2. sıraya koyma. alike s. birbirine benzer: We´re alike in many ways. Birçok bakımdan alimentary birbirimize s. beslenmeye benziyoruz. z. 1. eşit bir şekilde: Treat them alike. ait; besleyici. Onlara eşit bir şekilde davran. 2. hem ..., hem ...: rich and poor alimentary canal anat. sindirim aygıtı. alike hem zenginler, hem fakirler. alimony i. nafaka. alive s. sağ, canlı, hayatta, diri. alkali i., kim. alkali. all s. bütün, tüm; hepsi: All roses have thorns. Bütün güller all along dikenlidir. öteden beri;He hep worked all her böyle, day.zaman. Bütün gün çalıştı. i. hepsi: All of us went. Hepimiz gittik. Pour it all out. Hepsini dök. z. tamamıyla: He was all alone. Yapayalnızdı. dressed all in red tepeden tırnağa kırmızılar içinde.The score was six all, with two minutes remaining. Maçın bitimine iki dakika kala 6-6 berabereydiler. all along 1. boyunca. 2. k. dili baştan, başından beri. all along the line sıra boyunca. all at once hep birden. all at once birden, birdenbire. all but az daha; -den başka. all but 1. -den gayri hepsi, ... dışında hepsi: We have interviewed all all day but twogün. bütün of the candidates. Adayların ikisi dışında hepsiyle görüştük. 2. az kalsın, neredeyse: She was so angry that she all all in a tumble altüst, karmakarışık. but slapped me. O kadar kızdı ki beni neredeyse tokatlayacaktı. all in one hem ... hem de ...: He´s the Minister of Defense and the all manner of Minister her çeşit.of Education all in one. Hem Savunma Bakanı, hem de Eğitim Bakanıdır. all night long bütün gece, sabaha kadar. all of a sudden birdenbire, birden, ani olarak, aniden, ansızın. all of a sudden birdenbire, aniden, ansızın. all over tamamen; bitmiş; tekrar, baştan. All right! k. dili Aferin!/Yaşa be!/Çok iyi!/Harika! All right. k. dili Peki./Tamam.: All right, I´ll come. Peki, gelirim. all round bütünüyle, her şey göz önünde tutulursa. All that glitters is not gold. Parlayan her şey altın değildir./Görünüşe aldanmamalı. All the best! 1.(mektubun sonunda) En iyi dileklerimle! 2. Yolun açık olsun! all the better daha iyi. all the ins and outs of 1. (bir konunun/işin) tüm ayrıntıları, (bir şeyin) girdisi çıktısı. 2. all the livelong night (bir hiç yerin) her tarafı/yeri. bitmeyecekmiş gibi gelen bir gece boyunca. all the rest kalanların hepsi. all the same hepsi bir. all the same bununla birlikte. all the time her zaman, daima, hep. all the way 1. başından sonuna kadar. 2. tamamen. all the while belirli bir müddetin başından sonuna kadar: She wasn´t all the year round surprised because she´d known it all the while. Baştan bildiği tüm yıl boyunca. için şaşırmamıştı. all there k. dili aklı başında. all things considered her şey göz önüne alınırsa. all told yekûn olarak. all too soon pek erken, zamansız. All´s fair in love and war. Aşkta ve savaşta her şey mubahtır. Allah i. Allah. all-around s. her alanda başarılı; pek çok yeteneği olan: an all-around allay student dört dörtlük f. yatıştırmak, bir öğrenci. hafifletmek: allay s.o.´s fears birinin endişelerini allegation yatıştırmak. i. iddia. allege f. iddia etmek. allegiance i. sadakat, bağlılık. allegorical s. alegorik. allegory i. alegori. all-embracing s. her şeyi saran. allergic s. alerjik. allergy i. alerji. alleviate f. azaltmak; hafifletmek; kısmen gidermek. alley i. dar sokak, ara yol. alliance i. 1. pol. ittifak, anlaşma. 2. birleşme, müttefiklik. allied s. 1. müttefik, birleşik. 2. benzer. 3. with/to -e bağlı. 4. with/to alligator ile beraber.timsahı. i. amerika all-inclusive s. her şeyi kapsayan. all-night s. 1. bütün gece süren (bir olay). 2. bütün gece açık olan all-nighter (lokanta, dükkân i., k. dili bütün gecev.b.). süren bir olay. allocate f. ayırmak, tahsis etmek. allocation i. tahsisat. allot f. (--ted, --ting) ayırmak, tahsis etmek; (süre) vermek/tanımak. allotment i. 1. ayırma, tahsis. 2. ayrılmış/tahsis edilmiş şey, pay. allow f. izin vermek, müsaade etmek. allow for -i hesaba katmak. allowable s. yapılması uygun görülen, yapılmasında sakınca olmayan, allowance mubah. i. harçlık. alloy i. alaşım. all-purpose s. pek çok işe yarayan; çok kullanışlı. all-right s., k. dili iyi, kafadar, kafa dengi. all-round s., İng., bak. all-around. all-rounder i., İng. her alanda başarılı kimse. allspice i. yenibahar. allude f. to üstü kapalı bir şekilde -den bahsetmek, kastetmek; ima allure etmek, i. cazibe, anıştırmak. çekicilik, albeni. alluring s. cazibeli, çekici, alımlı. allusion i. anıştırma. ally i., pol. müttefik. ally o.s. with/to ile birleşmek. alma mater bir kimsenin mezun olduğu okul, lise veya üniversite. almanac i. almanak. almighty s. her şeye gücü yeten. almond i. badem. almost z. 1. hemen hemen: This picture´s almost done. Bu resim alms hemen i. sadaka. hemen bitti. 2. az kaldı, az kalsın, az daha, neredeyse: He almost died. Az kaldı ölecekti. alone s. yalnız; kimsesiz. z. yalnız, yalnız başına, tek başına. along edat boyunca: along the river ırmak boyunca. z. with ile alongside beraber: He came edat 1. yanına; along with yanında. us.bordasına; 2. den. Bizimle beraber geldi. bordasında. aloof s. soğuk, uzak duran. z. uzak, uzakta. aloud z. yüksek sesle. alphabet i. alfabe, abece. alphabetic s., bak. alphabetical. alphabetical s. alfabetik, alfabe sırasına göre dizilmiş: The words are in alpine alphabetical order. Kelimeler s. 1. yüksek dağlara alfabe özgü. 2. ağaç sırasınaüstündeki sınırının göre dizilmiş. bölgeye already özgü. z. 1. şimdiden, halen (Türkçede genellikle çevirisiz kalır.): You alright ´re too s., k. late; dili, bak.he´s already All right., Allgone. Geç right!, kaldın;be all-right, gitti. 2. all right. Beklenenden daha erkeni göstermek için kullanılır: Has he also z. bir de: You´ll need pliers. You´ll also need tape. Sana finished already? Bu kadar erken mi bitirdi? 3. daha önce: As I kerpeten bilg.already lazım. Bir ek karakter de bant. It was cold and it was also wet. Alt key ´ve seentuşu. it, there´s no need for me to come. Daha önce Hava soğuktu ve bir de yağmurluydu. altar gördüğüme i. sunak. göre gelmeme gerek yok. alter f. değiştirmek; değişmek. alterable s. değiştirilebilir. alteration i. 1. değiştirme; değişme. 2. değişiklik. alternate s. 1. birbirini sırayla izleyen (şeyler). 2. bot. almaşık, alternatif. alternate 3. 1. f. alternatif, başka. i. başkasının -i nöbetleşe/sırayla yapmak. yerine geçebilen 2. -in birbirini kimse, sırayla yedek. izlemesini alternately sağlamak; (with) z. nöbetleşe; sıra ile.birbirini sırayla izlemek/takip etmek: In her speech she alternates the stilted with the vulgar. Konuşmasında alternating current elek. almaşık akım. kitabi ve adi sözler birbirini izler. 3. between (iki durum) arasında gidip gelmek: He alternates between dissipation and mortification. Ya sefahat, ya riyazet içinde yaşıyor o. alternating current elek. dalgalı akım, alternatif akım. alternation i. 1. nöbetleşe/sırayla yapma. 2. birbirini sırayla izlemesini alternative sağlama; i. seçenek,birbirini sırayla alternatif, şık: izleme. We had no alternative. Başka çaremiz alternator kalmamıştı./Yapacak i., elek. alternatör. başka bir şey yoktu. s. diğer, başka. although bağ. -diği halde, ise de, olmakla beraber: Although he´s old he altimeter ´s a good dancer. i. altimetre, Yaşlı olduğu halde iyi dans eder. Although I yükseklikölçer. tried hard it didn´t do much good. Çok gayret ettimse de pek altitude i. yükseklik; irtifa; yükselti, rakım. işe yaramadı. Although the teacher was strict, the students altogether z. weretamamıyla, happy. Hocabütünüyle. sert olmakla beraber öğrenciler mutluydu. alum i. şap. aluminium i., İng., bak. aluminum. aluminum i. alüminyum. alumna çoğ. a.lum.nae (ıl^m´ni) i. bir okul, lise veya üniversite mezunu alumnus kız. çoğ. a.lum.ni (ıl^m´nay) i. bir okul, lise veya üniversite mezunu always erkek. z. daima, her zaman. always excepting her zaman olduğu gibi ... hariç: Everybody came on time am always f., bak. excepting be. Levent. Her zaman olduğu gibi Levent hariç herkes vaktinde geldi. AM kıs. Artium Magister (hümaniter bilimlerde master derecesinin AM, am kısaltması). kıs. ante meridiem öğleden evvel (24.00-12.00 arasındaki amalgam saatler için kullanılır.): i., kim. malgama, 2:30 A.M. saat 2.30. 12 A.M. saat 24.00. amalgam. amalgamate f. birleştirmek; with ile birleşmek. amass f. biriktirmek. amateur i. amatör. amaze f. hayrette bırakmak, hayrete düşürmek, şaşkına çevirmek. amazement i. hayret. amazing s. insanı şaşırtan, insanı hayrete düşüren, şaşırtıcı. ambassador i. büyükelçi. ambassadress i. 1. sefire, (kadın) elçi. 2. sefire, elçi karısı. amber i. kehribar. ambidextrous s. iki elini aynı şekilde kullanabilen. ambience i. atmosfer, hava, ambiyans. ambiguity i. birden fazla anlama gelme; belirsizlik. ambiguous s. birden fazla anlama gelebilen; ne olduğu belirsiz. ambition i. 1. bir şeyi başarma/elde etme tutkusu. 2. (uzun zamandır ambitious güdülen) s. büyük 1. bir şeyi amaç. başarma/elde etme tutkusuyla yanıp tutuşan veya ambivalent dolu. s. birbirine zıt hisleri olan, karışıkolan, 2. büyük bir amacın ürünü büyük. hisleri olan; değişken. amble f. rahat rahat yürümek. ambulance i. cankurtaran, ambülans. ambush i. pusuya düşürme. f. pusuya düşürmek. ameba i., zool., bak. amoeba. ameliorate f. iyileştirmek. amelioration i. iyileştirme. amen ünlem âmin. amenable s. uysal, yumuşak başlı; ikna edilebilen. amend f. 1. düzeltmek. 2. (kuralı/tasarıyı) değiştirmek. amendment i. 1. düzeltme, ıslah. 2. (kuralı/tasarıyı) değiştirme. amends i. amenity i. hayatı kolaylaştıran şey, rahatlık: This hotel has all sorts of America amenities. i. Amerika. Bu otelde her tür konfor var. the amenities görgü kuralları. American i. Amerikalı. s. Amerikan; Amerika, Amerika´ya özgü. American leopard jaguar. amiable s. cana yakın, sevimli. amicable s. arkadaşça, dostça. amid edat ortasına, ortasında, arasına, arasında. amidst edat, bak. amid. amiss z. amity i. arkadaşlık, dostluk. ammeter i. ampermetre, amperölçer. ammonia i. amonyak, nışadırruhu. ammunition i. cephane, mühimmat. ammunition dump ask. cephede geçici cephanelik. amnesia i. bellek yitimi, amnezi. amnesty i. genel af. amoeba i., zool. amip. amoebic s. 1. amipli, amipten ileri gelen. 2. amibe benzeyen; amibe ait. amok i. among edat arasına, arasında, içinde. amongst edat, bak. among. amoral s. ahlakdışı. amorous s. şehvetli; şehvet dolu. amorphous s. 1. şekilsiz, biçimsiz; sınırları belli olmayan. 2. kim., biyol. amortisation amorf. i., İng., bak. amortization. amortise f., İng., bak. amortize. amortization i. amortisman. amortize f. amorti etmek. amount i. miktar. f. to 1. ile eşanlamlı olmak: It amounts to the same ampere thing. i., elek.Aynı kapıya çıkar. 2. toplamı (belirli bir miktar) olmak: It amper. amounts to fifty dollars. Toplam elli dolar ediyor. amperemeter i., bak. ammeter. amphetamine i. amfetamin. amphibian i., zool. iki yaşayışlı hayvan. amphibious s. 1. zool. iki yaşayışlı, amfibi. 2. amfibi, yüzergezer. amphitheater i. amfiteatr. amphitheatre i., İng., bak. amphitheater. ample s. 1. bol, bol bol yetecek kadar. 2. geniş. amplification i. 1. daha uzun/ayrıntılı bir şekilde söyleme. 2. amplifikasyon, amplifier yükseltme. i. amplifikatör, yükselteç. amplify f. 1. daha uzun/ayrıntılı bir şekilde söylemek. 2. (sesini) amplitude kuvvetlendirmek. i. 1. bolluk. 2. genişlik. amply z. bol bol yetecek kadar. amputate f., tıb. (bir uzvu) kesmek. amputation i., tıb. ampütasyon. amputee i., tıb. bir uzvu kesilmiş kimse. amuck i., bak. amok. amulet i. muska, nazarlık, tılsım. amuse f. eğlendirmek; oyalamak, güldürmek. amusement i. eğlence. amusing s. eğlendirici; oyalayıcı; güldürücü. an s. (ünlülerden önce) bir. an accomplished fact olmuş bitmiş bir şey. an odd fish k. dili tuhaf bir adam. an off street sapa bir sokak. an open question çözülmemiş sorun. an open question çözümlenmemiş sorun. an open secret herkesçe bilinen bir sır. anachronism i. anakronizm. anaemia i., İng., tıb., bak. anemia. anaesthesia i., İng., bak. anesthesia. anaesthesiologist i., İng., bak. anesthesiologist. anaesthetic i., s., İng., bak. anesthetic. anaesthetist i., İng., bak. anesthetist. anaesthetize f., İng., bak. anesthetize. anal s. anal. analgesia i. acı yitimi, analjezi. analgesic s., i. ağrı kesici, analjezik. analogous s. benzer, paralel; benzeşen. analogue i. benzer şey, benzeş. analogue computer örneksel bilgisayar. analogy i. benzerlik, paralellik; benzeşim. analyse f., İng., bak. analyze. analysis i. tahlil, çözümleme, analiz. analytic s. tahlili, çözümsel, çözümlemeli, analitik. analytical s., bak. analytic. analyze f. tahlil etmek, çözümlemek, analiz etmek. anarchic s. anarşik. anarchism i. anarşizm. anarchist i. anarşist. anarchy i. anarşi. anathema i. 1. aforoz, lanetleme. 2. aforoz edilmiş kimse. Anatolia i. Anadolu. Anatolian i. Anadolulu. s. 1. Anadolu, Anadolu´ya özgü. 2. Anadolulu. anatomical s. anatomik, anatomiyle ilgili. anatomy i. anatomi; gövde yapısı; gövdebilim. anc kıs. ancient. ancestor i. ata, cet. ancestral s. atalara ait, soysal. ancestry i. soy. anchor i. demir, çapa, lenger. anchor man TV (erkek) sunucu. anchor person TV sunucu. anchor woman TV (kadın) sunucu. anchorage i. demirleme yeri. anchovy i. ançüez. ancient s. 1. antik. 2. çok eski, çok eski bir zamandan kalma. 3. k. dili ancient Greek yaşlı, ihtiyar. 1. Grekçe, Grek dili, eski Yunanca. 2. Grek, eski Yunanlı: the ancillary ancient s. yardımcı.Greeks Grekler. 3. Grek, eski Yunan, Greklere özgü. 4. Grekçe, eski Yunanca (yazı/söz). and bağ. ve; ile: mice and men fareler ve insanlar. knife and fork And how! bıçakla Hem deçatal.nasıl!He looked and ran away. Baktı ve kaçtı. and rightly so ... ve haklıydı da, ... ve iyi de etti: He scolded him for his and so forth negligence, falan, filan, and rightly vesaire, ve so. İhmalkârlığından dolayı onu azarladı benzerleri. ve haklıydı da. and so forth vesaire, ve başkaları. and so on filan, v.s., v.b. and so on/forth vesaire, ve benzerleri. and such ve benzerleri: Orange trees, palms, and such should be kept and suchlike under glass k. dili ve in winter. Kışın portakal ağaçları, palmiyeler ve benzerleri. benzeri ağaçlar serada tutulmalı. and vice versa ve tersine, ve aksine: The bigger the fish, the blander its taste, and what have you/and what and vice versa. Balık büyüdükçe tadı yavanlaşır ve tersine. k. dili vesaire. not and what´s more bir de, hem de, üstelik, ayrıca: She was wearing a pink cape anecdotal and, what´s s. fıkra more, she was carrying a pink poodle. Pembe bir tarzında. pelerin giymişti ve kucağında da pembe bir kaniş taşıyordu. anecdote i. fıkra, hikâye, anekdot. anemia i., tıb. kansızlık, anemi. anesthesia i. duyum yitimi, anestezi. anesthesiologist i. anestezi uzmanı. anesthetic i., s. anestezik. anesthetist i. narkozitör. anesthetize f. narkoz vermek, uyuşturmak. anew z. 1. yeniden fakat değişik bir şekilde. 2. tekrar, bir daha, gene, angel yine, yeniden. i. melek. angelic s. melek gibi. anger i. öfke, hiddet. f. kızdırmak, öfkelendirmek. angina i., tıb. bir çeşit kalp hastalığı. angle i. 1. geom. açı. 2. (bir cisme ait) köşe. 3. k. dili bakış açısı, görüş angle açısı. f. 1. oltayla balık avlamak. 2. for (bir şeyi) kurnazlıkla elde angle iron etmeye köşebent çalışmak. demiri. angler i. oltayla balık tutan kimse. angleworm i., zool. solucan. Anglican s., i. Anglikan. angling i. oltayla balık avlama. Anglo-Saxon s., i. Anglosakson. Angola i. Angola. Angolan s. 1. Angola, Angola´ya özgü. 2. Angolalı. i. Angolalı. angora i. 1. angora, angora yün; tiftik. 2. ankarakedisi. 3. ankarakeçisi. angry 4. ankaratavşanı. s. öfkeli, hiddetli, kızgın; gücenik, dargın. anguish i. ıstırap, acı, keder. anguished s. acı dolu, kederli. angular s. 1. köşeli. 2. mat., fiz. açısal. 3. kemikli, kemikleri belirgin. animal i. hayvan. s. hayvani; hayvansal; hayvanca. animal breeding hayvan besleme. animal heat vücut sıcaklığı. animal husbandry hayvancılık. animal kingdom hayvanlar âlemi. animal lover hayvansever. animal magnetism çekicilik. animal spirits canlılık, coşku. animate f. hayat vermek, canlandırmak. animated s. canlı; neşeli. animated cartoon çizgi film. animation i. 1. canlılık. 2. canlandırma. animism i. canlıcılık, animizm. animistic s. canlıcılıkla ilgili, canlıcı, animist. animosity i. düşmanlık, husumet, kin. anise i., bot. anason. aniseed i. anason, anason tohumu. ankle i. ayak bileği. anklet i. 1. halhal. 2. kısa çorap, şoset. annals i. 1. tarihi olaylar. 2. kronik, vakayiname. annex i. ek bina, müştemilat. annex f. ilhak etmek, katmak, eklemek. annexation i. ilhak, katma. annihilate f. yok etmek, imha etmek. annihilation i. yok etme, imha. anniversary i. yıldönümü. annotate f. (bir metne) notlar eklemek. announce f. bildirmek, ilan etmek. announcement i. bildiri, ilan. announcer i. spiker. annoy f. taciz etmek, sıkıntı vermek; kızdırmak, sinirine dokunmak, annoyance sinirlendirmek. i. 1. kızgınlık. 2. baş belası, bela, sıkıntı veren şey/kimse. annoying s. sıkıntı veren; sinir bozucu, sinir. annual i. 1. yıllık, yılın olaylarını anlatan kitap. 2. bot. bir yıllık ömrü annually olan z. herbitki. s. 1. bir. yıl; yılda yıllık, bir yıl için. 2. yılda bir yapılan; her yıl yapılan; yıllık. annuity i. belirli bir süre için her yıl ödenen ve emek karşılığı olmayan annul maaş. f. (--led, --ling) (yasa, yargı, sözleşme v.b.´ni) bozmak, annulment feshetmek. i. (yasa, yargı, sözleşme v.b.´ni) bozma, feshetme, fesih. anode i. anot, artı uç. anodyne i., s. ağrı kesici; yatıştırıcı. anoint f. (kutsamak için) (başına) yağ sürmek, meshetmek. anomalous s. 1. alışılmışın dışında, beklenene ters düşen, tuhaf, uygunsuz; anomaly çelişkili. i. anomali. 2. kuraldışı. anonymity i. gerçek ismini saklama: The writer used a pen name to anonymous preserve s. isimsiz,his anonymity. anonim, Yazar gerçek ismini saklamak için imzasız. takma ad kullandı. anorak i., İng. anorak. another s. 1. bir (şey) daha: another match bir kibrit daha. 2. başka, answer başka i. cevap,bir:yanıt; another time f. karşılık. başka sefer. 1. cevap 3. bir, ikinci vermek, bir: This is cevaplamak, going to yanıtlamak; be another karşılık vermek. 2. to -e uymak: This manolacak. Chernobyl. Bu ikinci bir Çernobil does not answer back küstahça cevap vermek. zam. 1. bir tane daha: answer to the description Take of another! Bir tane the suspect. daha sanığın Bu adam al! 2. bir answer for 1. hakkında teminat başkası, vermek; sorumluluğunu üstlenmek: I´ll eşkâline başkası: uymuyor.You can´t sign for another. Başkasının yerine answer in the affirmative answer imza olumlu for cevap vermek.Güvenliğini üstüme alıyorum. 2. hesabını his atamazsın. safety. vermek: You´ll have to answer for this. Bunun hesabını answer the door kapıya bakmak: Who´ll answer the door? Kapıya kim bakacak? vereceksin. answer the telephone telefona bakmak: The telephone´s ringing; will you answer it? answering machine Telefon çalıyor, bakar mısın? telesekreter. ant i. karınca. antagonise f., İng., bak. antagonize. antagonism i. husumet, kin, düşmanlık. antagonist i. hasım, muhalif. antagonize f. 1. kızdırmak. 2. düşman etmek. Antarctic s. Antarktik. Antarctica i. Antarktika. antecedent s. (to) -den önce olan, -den önceki. antecedents i., çoğ. atalar. antelope i., zool. antilop. antenna i. 1. anten. 2. çoğ. antennae (änten´i) duyarga, anten. anterior s. ön, öndeki; önceki. anteroom i. bekleme odası. anthem i. ilahi. anthology i. antoloji, seçki. anthropological s. antropolojik, insanbilimsel. anthropologist i. antropolog, insanbilimci. anthropology i. antropoloji, insanbilim. anti edat, k. dili -e karşı, -in aleyhinde. anti- önek karşı, anti-. antiaircraft s. uçaksavar. antiballistic s. antiballistic missile füzesavar. antibiotic i., s. antibiyotik. anticipate f. 1. önceden tahmin edip ona göre davranmak; -den önce anticipation davranmak. i. 1. önceden2.tahmink. dili beklemek, gerçekleşeceğini edip ona göre davranma; -den tahmin önce etmek/kestirmek. davranma. 2. (bir şeyin olabileceğini) önceden tahmin etme. 3. anticlockwise s., z., İng., bak. counterclockwise. k. dili dört gözle bekleme. anticorrosive i., s. antikorosif. antics i. maskaralıklar; tuhaf davranışlar. antidepressant i., s. antidepresan. antidote i., tıb. antidot, panzehir; çare. antifreeze i. antifriz. antihistamine i. antihistamin. antiknock s. detonasyon kesici (madde). antimissile s., i. roketsavar. antipathy i. antipati. antiperspirant s., i. ter kesici. Antipodes i. antiquated s. çağdışı, köhne. antique s. 1. antik, ilk çağlardan kalma. 2. antika. i. antika. antique dealer antikacı. antique shop antika dükkânı, antikacı. antiquity i. 1. antikite, antik çağlar, ilk çağlar. 2. antikite, antik çağlardan antiseptic kalma bir şey. s., i. antiseptik. antisocial s. 1. ruhb. antisosyal. 2. insanlardan kaçan. antithesis çoğ. an.tith.e.ses (äntîth´ısiz) i. 1. antitez, karşı tez. 2. bir şeyin antithetical tam karşıtı. s. karşıt olan. antithetically z. karşıt olarak. antlers i. geyiğin çatallı boynuzları. antonym i. karşıt anlamlı sözcük. anus i. anüs, makat. anvil i. örs. anxiety i. endişe, kaygı, tasa. anxious s. endişeli, kaygılı, tasalı. any s. 1. hiç: Do you have any candles? Sende hiç mum var mı? No, any longer Idaha don´tfazla, havedaha: any. Hayır, I can´tbende hiç yok. stay any He Daha longer. did it fazla without any kalamam. help. Hiç yardım olmadan yaptı. 2. herhangi bir: Ask any any more 1. artık: Belma doesn´t live here any more. Artık Belma burada pedestrian. Herhangi bir yayaya sor. any old thing oturmuyor. ne olursa olsun,2. daha fazla: Don´t herhangi bir şey.give me any more! Bana daha fazla verme! anybody i., zam. 1. kimse: Is anybody at home? Kimse var mı? I couldn´t anyhow find z. 1. anybody. her neyse, Hiç kimseyi neyse. bulamadım. 2. ona rağmen, 2. herhangi gene de, yinebirde: kimse. I did it anyone anyhow. Ona rağmen i., zam., bak. anybody. yaptım. anyplace z., bak. anywhere. anything zam., i. 1. bir şey: Do you want anything? Bir şey istiyor musun? anyway Iz.don´t want2.anything. 1. zaten. her neyse,Hiçbir şey istemem. 2. herhangi bir şey: neyse. Anything´ll do. Herhangi bir şey olur. anywhere z. 1. bir yer: He never goes anywhere. Hiçbir yere gitmez. Do AP you need anywhere kıs. Associated Press.to stay? Kalacak bir yere ihtiyacın var mı? I couldn´t find it anywhere. Bir yerde bulamadım. 2. herhangi bir Ap kıs. April, Apostle. yer: Sit anywhere. Nerede istersen otur. apace z. çabuk, hızla, süratle: The project is proceeding apace. Proje apart çabuk ilerliyor. z. 1. ayrı, bir tarafa, bir yana, bir tarafta: He stood apart (from apart from the others). 1. sayılmazsa, Diğerlerinden ayrı duruyordu. sarfınazar edilirse, bir yana:2.He´s birbirinden a good ayrı: man, The apart two fromhouses his are three drinking. miles İçki apart. içmesini İki ev saymazsakbirbirinden iyi bir üç mil2. adam. apartment i. apartman dairesi. uzakta. -den başka, -den gayrı: I know nothing apart from that. Ondan apartment house apartman. başka bir şey bilmem. apathetic s. ilgisiz, kayıtsız, lakayt. apathy i. ilgisizlik, kayıtsızlık, lakaytlık. ape i. maymun. f. taklit etmek, öykünmek. aperture i. delik, aralık, açıklık. apex çoğ. --es (ey´peksız)/a.pi.ces (ey´pısiz) i. doruk, zirve. aphrodisiac i., s. afrodizyak. apiece z. parça başına, her biri, her birine: The books are ten dollars aplomb apiece. i. kendine Kitaplar onar özgüven, güvenme, dolara satılıyor./Kitapların soğukkanlılık. her biri on dolar. apocryphal s. 1. doğruluğu kabul edilmeyen. 2. sahte, uydurma, sonradan apogee uydurulmuş. i. 1. doruk, zirve. 2. gökb. yeröte. apologetic s. özür dileyen. apologetically z. özür dileyerek. apologise f., İng., bak. apologize. apologize f. özür dilemek: I apologized to him for being late. Geciktiğim apology için ondan i. özür özür diledim. dileme. apoplexy i., tıb. apopleksi. apostasy i. (dininden/prensiplerinden/inançlarından) dönme. apostate i. (dininden/prensiplerinden/inançlarından) dönen kimse. apostatise f., İng., bak. apostatize. apostatize f. (dininden/prensiplerinden/inançlarından) dönmek. apostle i. 1. Hz. İsa´nın on iki havarisinden biri. 2. bir hareketin lideri, apostrophe önder. i. kesme işareti. apothecaries´/troy pound (12 ounces) 373 gram. appal f., İng., bak. appall. appall f. dehşete düşürmek, şoke etmek. appalling s. 1. korkunç, dehşet verici. 2. k. dili çok kötü, berbat. apparatus i. 1. aygıt, cihaz. 2. (belli bir amaç için kullanılan) apparel aygıtlar/makineler. i. giysiler, elbiseler. apparent s. 1. açık, belli, aşikâr. 2. görünürdeki, göze çarpan. apparently z. görünüşe göre, görünüşe bakılırsa. apparition i. hayalet. appeal i. 1. çağrı. 2. çekicilik, cazibe. 3. huk. temyiz: the right of appeal appealing temyiz hakkı. s. 1. çekici, 4. başvurma, cazip, albenili. 2.müracaatta bulunma. sevimli, sempatik. 3.f.yalvaran 1. to -e çekici (bakış). gelmek; (bir duyguya/eğilime) hitap etmek. 2. huk. appear f. 1. gözükmek, görünmek. 2. belirmek, meydana çıkmak. 3. (kararı) temyiz etmek, daha yüksek bir mahkemeye götürmek. appear in concert (gazete, konser dergi v.b.´nde) çıkmak. 4. in (oyunda/filmde) oynamak; vermek. 3. to -e çağrıda bulunmak. 4. to -e başvurmak. on (televizyon/radyo programına) çıkmak. 5. hazır bulunmak. appear out of thin air k. dili birdenbire ortaya çıkmak, birdenbire peyda olmak, appearance peydahlanıvermek, i. 1. görünme, gözükme. peydahlayıvermek. 2. görünüş, görünüm, dış görünüş. 3. appease meydana f. çıkma. 2. (açlığı) bastırmak. 3. pol. taviz vermek, ödün 1. yatıştırmak. appeasement vermek. i. 1. yatıştırma. 2. (açlığı) bastırma. 3. pol. taviz verme, ödün append verme. f. ilave etmek, eklemek; iliştirmek. appendage i. eklenti; uzantı. appendectomy i., tıb. apandis çıkarımı. appendicitis i. apandisit. appendix i. 1. ilave, ek. 2. anat. apandis. appertain f. ait olmak, bağlı olmak. appetite i. 1. iştah. 2. istek, arzu, şehvet. appetizer i. meze; çerez. appetizing s. iştah açıcı; lezzetli. applaud f. alkışlamak. applause i. alkış. apple i. elma. apple polisher k. dili dalkavuk. be in apple-pie order k. dili (bir yer) çok düzenli applesauce olmak, i. elma (her şey) yerli yerinde olmak. püresi. appliance i. aygıt, cihaz. applicability i. (to) (-e) uygulanabilme. applicable s. (to) (-e) uygulanabilir. applicant i. başvuran kimse, aday. application i. 1. müracaat, başvurma, başvuru. 2. müracaat formu. 3. application form uygulama. müracaat formu. applied s. uygulamalı, tatbiki. applied linguistics uygulamalı dilbilim. applied sciences uygulamalı bilimler. apply f. 1. to/for -e başvurmak, -e müracaat etmek: Apply to the head apply a match to physician´s office. Baştabipliğe başvurun. 2. uygulamak, tatbik -i kibritle tutuşturmak. etmek: You can´t apply that rule in this situation. Bu durumda o apply an embargo ambargo koymak. kuralı uygulayamazsın. 3. to -i içermek, -i kapsamak, -i apply o.s. to kendini (bir işe) ilgilendirmek: vermek; This bütün doesn´t dikkatini apply to you. (bir işe) çevirmek. Bu seni içermiyor. 4. apply sanctions (merhem v.b.´ni) sürmek; pol. yaptırımlarda bulunmak.(boya v.b.´ni) vurmak. 5. (bazı appoint aletleri/aygıtları) kullanmak: f. 1. (to) (-e) atamak, Apply 2. tayin etmek. the(tarih, brakesgüngently. Frene v.b.´ni) yavaşça bas. kararlaştırmak, appointee i. atanan kimse.tayin etmek, saptamak, tespit etmek. appointment i. 1. atama, tayin. 2. atanılan görev/makam. 3. randevu. apportion f. bölüştürmek, paylaştırmak. apportionment i. 1. bölüp dağıtma, bölüştürme. 2. pay. appraisal i. değer biçme, kıymet takdir etme. appraise f. değer biçmek, kıymet takdir etmek. appraiser i. değer biçen kimse. appreciable s. farkedilebilecek derecede; oldukça çok. appreciate f. 1. takdir etmek, beğenmek. 2. takdir etmek, (bir şeyin appreciation değerini/önemini/gerekliliğini) anlamak. i. 1. takdir, değerbilirlik, kadirşinaslık; 3. (bir2. şükran. şeyin değeri) (bir şeyin artmak. değerini/önemini/gerekliliğini) anlama. 3. (bir şeyin değeri) appreciative s. değerbilir, kadirşinas, takdirkâr; minnettar. artma. appreciatory s. takdir eden. apprehend f. 1. yakalamak; tutuklamak. 2. anlamak, kavramak. apprehension i. 1. korku, endişe; kuruntu, evham. 2. yakalama; tutuklama. 3. apprehensive anlayış, kavrayış. s. endişeli, evhamlı. apprentice i. çırak; stajyer. apprenticeship i. çıraklık; staj. apprise f. haberdar etmek. approach f. yaklaşmak, yanaşmak. i. 1. yaklaşma, yanaşma. 2. yaklaşım approbation tarzı: We need i. beğenme, to change uygun bulma,our approach to this problem. Bu tasvip. soruna yaklaşım tarzımızı değiştirmemiz gerek. 3. yol, giriş. appropriate f. 1. ayırmak, tahsis etmek. 2. kendine mal etmek. appropriate s. uygun, yerinde. appropriately z. uygun bir şekilde. appropriation i. 1. ödenek, tahsisat. 2. ayırma, tahsis etme. 3. kendine mal approval etme. i. onaylama, tasvip. approve f. uygun bulmak, onaylamak, tasvip etmek. approximate s. yaklaşık, takribi. approximate f. 1. tahmin etmek, yaklaşık olarak değerlendirmek. 2. -e yakın approximately olmak: z. aşağıThe actual yukarı, measurements yaklaşık olarak. of this room closely approximate (to) my estimates. Bu odanın gerçek ölçüleri approximation i. 1. tahmin. 2. -e yakın olma. 3. -e yakın bir şey. tahminlerime çok yakın. apricot i. kayısı. April i. nisan. April fool nisanbalığı, bir nisan şakası. apron i. önlük (giysi). apropos s. uygun, yerinde. edat ile ilgili, -e ait, hakkında. apt s. 1. Muhtemel bir durumu belirtmek için kullanılır: He´s apt to aptitude be late. Sıkkabiliyet. i. yetenek, sık geç kalır. That pile of books is apt to fall. O kitap yığını devrilir. 2. akıllı ve çabuk kavrayan, zeki: an apt student aptitude test istidat testi. akıllı ve çabuk kavrayan bir öğrenci. aptness i. 1. uygunluk. 2. to -e eğilimli olma. aquamarine i. mavimsi yeşil. aquarium i. akvaryum. Aquarius i., astrol. Kova burcu. aquatic s. suda yaşar, sucul: aquatic plants sucul bitkiler. aquatic sports su sporları. aqueduct i. sukemeri. aquiline s. 1. kartal gibi. 2. kartal gagası gibi kıvrık. aquiline nose gaga burun. Arab i. 1. Arap. 2. Arap atı. Arabia i. Arabistan. Arabian i. 1. Arap. 2. Arap atı. s. Arap. Arabic i. Arapça. s. 1. Arap. 2. Arapça. Arabic numerals Arap rakamları. arable s. sürülüp ekilebilir, işlenebilir (toprak). arbiter i. hakem, arabulucu. arbitrary s. keyfi, kanun yerine birinin kararına bağlı olan. arbitrate f. 1. (iki taraf arasında) hakemlik yapmak, arabuluculuk arbitration yapmak. i. arabulucu2. (bir meseleyi) kararıyla tarafsız birinin kararına bağlayarak halletme. halletmek. arbitrator i. hakem, arabulucu. arbor i. çardak. arboretum i. arboretum. arbour i., İng., bak. arbor. arc i. 1. kavis, yay. 2. elek. ark. 3. mat. yay, ark. f. kavis çizmek, arc lamp yay çizmek. ark lambası. arcade i. 1. arkat, sırakemerler. 2. atari salonu. arch kıs. archaic, archaism, architect, architecture. arch i. 1. kemer, tak. 2. ayak kemeri. f. 1. over/above üzerinde arch kemer oluşturmak; üzerinde kemer gibi uzanmak. 2. (havada) s. şeytanca. kavis çizmek, yay çizmek; kavis çizdirmek, yay çizdirmek. 3. arch one´s eyebrows kaşlarını kaldırmak. (hayvan) (sırtını) kabartmak. archaeological s. arkeolojik. archaeologist i. arkeolog. archaeology i. arkeoloji. archaic s. arkaik. archaism i. arkaizm. archangel i., Hrist. başmelek. archbishop i. başpiskopos. archbishopric i. başpiskoposun makamı/idaresi altındaki bölge. archdeacon i. başdiyakoz. archdeaconry i. başdiyakozun makamı/idaresi altındaki bölge. archduchess i. arşidüşes. archduke i. arşidük. archenemy i. 1. baş düşman. 2. şeytan. archeological s., bak. archaeological. archeologist i., bak. archaeologist. archeology i., bak. archaeology. archer i. okçu. archery i. okçuluk. archetype i. ilk örnek, arketip. archfiend i. şeytan. archipelago i. 1. takımada. 2. içinde çok ada olan deniz. architect i. mimar. architectural s. mimari, mimarlığa ait. architecture i. mimarlık, mimari. archives i. arşiv. archivist i. arşivci. archway i. 1. kemerli giriş/kapı. 2. kemerli geçit. Arctic s. Arktik. i. arctic s. çok soğuk, buz gibi. ardent s. gayretli, şevkli, ateşli. ardor i. gayret, şevk, ateş. ardour i., İng., bak. ardor. arduous s. güç, çetin. are f., bak. be. Are you serious? Ciddi misin? area i. 1. alan, saha; bölge, mıntıka; civar, yöre: We will use that aren`t meadow as a parking area. O çayırı park alanı olarak kıs. are not. kullanacağız. There are a number of mountainous areas in arena i. arena. Turkey. Türkiye´de birkaç dağlık bölge var. The area around Argentina i. Arjantin. İzmir is full of ancient ruins. İzmir´in civarı eski harabelerle dolu. Argentine 2. yüzölçümü, alan. i. Arjantinli. s. 1. Arjantin, Arjantin´e özgü. 2. Arjantinli. Argentinean i. Arjantinli. s. 1. Arjantin, Arjantin´e özgü. 2. Arjantinli. Argentinian i., s., bak. Argentinean. argue f. 1. tartışmak, münakaşa etmek. 2. kavga etmek; çekişmek; argue against atışmak. aleyhinde 3.konuşmak; that -i savunmak, -i iddia aleyhinde etmek. 4. -e belirti olmak, olmak. -e alamet olmak. argue for lehinde konuşmak; lehinde olmak. argue s.o. into s.t. tartışarak birini bir şey yapmaya ikna etmek. argue s.o. out of s.t. tartışarak birini bir şeyden vazgeçirmek. argument i. 1. tartışma, münakaşa. 2. kavga, çekişme, atışma, ağız dalaşı. aria 3. sav, iddia. i., müz. arya. arid s. 1. kuru (iklim/hava). 2. kurak (toprak). aridity i. 1. (iklim/hava için) kuruluk. 2. (toprakta) kuraklık. Aries i., astrol. Koç burcu. arise f. (a.rose, --n) (from) (-den) meydana gelmek, çıkmak. arisen f., bak. arise. aristocracy i. aristokrasi. aristocrat i. aristokrat, asilzade. aristocratic s. aristokratik. arithmetic i. aritmetik. ark i. sandık, kutu. arm i. 1. kol. 2. kol, dal, bölüm, kısım. f. silahlandırmak; silahlanmak. arm in arm kol kola. arm of the law güvenlik kuvvetleri. arm of the sea körfez. arm´s length kol boyu. arm´s reach elin yetişeceği mesafe. armada i. donanma. armament i. 1. silahlar. 2. silahlanma; silahlandırma. 3. (bir ülkede toplam) armature askeri i., elek.güç. armatür; endüvi; rotor, döneç. armchair i. koltuk (mobilya). armed s. silahlı. armed forces silahlı kuvvetler. armed forces silahlı kuvvetler. Armenia i. Ermenistan. Armenian i., s. 1. Ermeni. 2. Ermenice. armful s. kucak dolusu: an armful of oranges kucak dolusu portakal. armhole i., terz. kolevi. armistice i. ateşkes. armor i. zırh. armored s. zırhlı. armpit i. koltuk altı. arms i. silahlar. arms control silahlanma kontrolü. arms race silahlanma yarışı. army i. kara ordusu, ordu. army of occupation işgal ordusu. aroma i. (kuvvetli ve hoş) koku; aroma. aromatic s. 1. kuvvetli ve hoş (koku); kuvvetli ve hoş kokusu olan; arose aromalı. 2. kim. aromatik. i., kim. aromatik bileşik. f., bak. arise. around z. 1. etrafına: He looked around. Etrafına baktı. 2. aşağı yukarı, around yaklaşık; sularında: edat 1. etrafında: around around 6 o´clock the saat altı table masanın sularında. etrafında. 2. arouse civarında, f. uyandırmak.etrafında: somewhere around Naples Napoli civarında bir yerde. 3. orada burada: I roamed around the city. Şehri arr kıs. arranged, arrival, arrived. dolaştım. arraign f. 1. huk. (sanığı) mahkemeye çağırmak. 2. suçlamak. arraignment i. 1. huk. (sanığı) mahkemeye çağırma. 2. suçlama. arrange f. 1. (eşyayı) (belirli bir şekilde) yerleştirmek: Elif´s going to arrange flowers arrange the furniture çiçek aranjmanı yapmak.in this room. Bu odanın mobilyalarını Elif yerleştirecek. 2. (toplantı) düzenlemek, tertiplemek, tertip arrange for ayarlamak: I´ll arrange for a taxi. Bir taksi ayarlarım. etmek: Who arranged this farewell dinner? Bu veda yemeğini arrangement i. kim1. tertipledi? düzenleme. 3.2. yerleştirme. (bir 3. düzen, müzik parçasının) tertip. 4. anlaşma. aranjmanını yapmak.5. array müz. aranjman. 6. (çiçek için) aranjman. i. 1. sıralanış, düzen. 2. giyiniş. f. 1. (askeri birlikleri) sıralamak. arrears 2. giymek; i., çoğ. giydirmek. vaktinde ödenmemiş borçlar. arrest i. tutuklama, tevkif. f. 1. tutuklamak, tevkif etmek. 2. arrest s.o.´s attention durdurmak. birinin dikkatini çekmek. arrival i. varış; geliş. new arrival yeni gelen. arrive f. varmak; gelmek: When will we arrive? Ne zaman varacağız? Has the mail arrived? Posta geldi mi? arrive at a decision karara varmak. arrogance i. küstahça bir kibir. arrogant s. küstah ve kibirli. arrogate f. (haksız yere) benimsemek. arrow i. ok. arrowhead i. ok başı, temren. arse i., kaba 1. kıç, makat. 2. büzük, anüs. arsenal i. arsenal; cephanelik, mühimmat deposu; silahhane. arsenic i. arsenik. arson i. kundakçılık. arsonist i. kundakçı. art i. sanat. arterial s., anat. atardamara ait. arteriosclerosis i., tıb. arteriyoskleroz, damar sertliği. artery i. 1. anat. atardamar, arter. 2. arter, anayol. artesian well artezyen kuyusu. artful s. kurnaz. arthritis i., tıb. artrit, mafsal iltihabı. artichoke i. enginar. article i. 1. makale, yazı. 2. huk. (bir anlaşmada bulunan) madde. 3. articulate eşya: various articles s. 1. düşüncelerini ofbir açık clothing şekildeçeşitli ifadegiyim eşyası. edebilen. 4. dilb. 2. açık (ifade); tanımlık net (a, an,3.the). (telaffuz). anat. eklemli; boğumlu, oynaklı. articulate f. açık bir şekilde ifade/telaffuz etmek. articulated lorry İng. TIR kamyonu, TIR. articulation i. 1. açık bir şekilde dile getirme. 2. net telaffuz. 3. dilb. artifact boğumlanma. i. 4. anat.şey, insan eliyle yapılan eklem; boğum, özellikle oynak. ilk insanların meydana artifice getirdiği sanat eseri. i. 1. hile, oyun. 2. beceri, hüner, ustalık. artificial s. yapay, yapma, suni, sahte. artificial fertilizer suni/yapay gübre. artificial flower yapma çiçek. artificial insemination suni/yapay dölleme. artificial kidney suni/yapay böbrek. artificial light yapay ışık. artificial lighting yapay aydınlatma. artificial person huk. tüzel kişi. artificial respiration suni solunum/teneffüs, yapay solunum. artificial sweetener yapay tatlandırıcı. artillery i. 1. toplar, (top gibi) ağır silahlar. 2. topçu sınıfı. artilleryman çoğ. ar.til.ler.y.men (artîl´ırimîn) i. topçu. artisan i. zanaatçı. artist i. sanatçı, sanatkâr. artistic s. 1. sanatkârane, sanatlı. 2. sanatçı ruhuna sahip, sanatsal artistry yönü olan: She is also artistic. Onun sanat yönü de var. i. sanatçılık. artless s. 1. hilesiz, saf, açıksözlü. 2. sanatsız, kaba; beceriksizce artlessly yapılmış. z. hilesiz bir şekilde, saflıkla. artlessness i. hilesizlik, saflık. arty s. sanatkârane. as bağ. 1. -irken; -dikçe: I nabbed him as he was going out the as ... as all get-out door. k. dili Kapıdan son derece, çıkarken yakaladım. çok: He was drivingHe´s astaking fast aslife all more get-out. seriously Arabayı as hızla son he gets older. Yaşlandıkça sürüyordu. She is as hayatıas smart daha all bir ciddiye get-out. Zehir as ... as ever her zamanki gibi: as fast as ever her zamanki gibi hızlı. alıyor. 2. -diği gibi bir zekâsı var. için; -diğine göre: As he didn´t bring the money, as ... so ... 1. didn´t he -dikçe ...: getAsthethe timeParayı book. grew getirmediği shorter so his excitement için kitabı alamadı. mounted. As he didn´t Zaman evenazaldıkça heyecanı reply to your arttı.he´s invitation 2. neprobably kadar ...noto kadar going to ...:come. As sheDavetine loves cats, bir so he loves cevap birds. O ne kadar bile yollamadığına görekedi severse herhaldeogelmeyecek. da aynı şekilde kuş sever. As she is 3. Karşılaştırmalarda beautiful kullanılır: so also He´s not is asshe intelligent. smart Güzelkadar as she. Onun olduğu kadar akıllı akıllıdır değil. I want da. 3. nasıl a box ... as as big as a general rule genellikle. as a matter of course gayet tabii olarak. as a matter of course doğal olarak. as a matter of fact aslında. as affairs stand şimdiki halde. as black as pitch simsiyah, zift gibi. as bold as brass k. dili büyük bir küstahlıkla. as easy as pie çok kolay. as far as kadarıyla, -e göre: as far as I can see gördüğüm kadarıyla. as as far as he is concerned far onaas I´m concerned kalırsa, bana göre. ona sorarsan. As far as I can see .... Bana kalırsa .... as far as in me lies elimden geldiği kadar, tüm gücümle. take s.t. lying down bir as far as it goes şeyi alttan aslında, almak; esasen: bir şeyin What altında kalmak. you propose is good, as far as it goes; but as far as s.o. is concerned it-eoverlooks göre: It´ssome important fine as details. far as I´m ÖnerinBana concerned. aslında iyi, göre ama bazı iyi. önemli ayrıntıları içermiyor. as far as that goes k. dili 1. o zaman; o durumda, o halde. 2. ayrıca. 3. zaten, as fit as a fiddle aslında. turp gibi, sağlığı yerinde. as for ise: As for me, I´m not going. Bense gitmiyorum. as for me bana gelince. as for the rest geri kalanına gelince. as from -den itibaren, -den başlayarak: as from that date o tarihten as good as itibaren. as from gibi (olmak): nowas We´ve bundan good asböyle. finished. Bitirmiş gibiyiz. It´s as as good as gold good as new. Yeni gibi oldu. 1. çok sağlam, çok güvenilir. 2. çok terbiyeli. as if -miş gibi, -cesine, -e (benzemek): He looks as if he´s asleep. as if Sanki güya,uyuyormuş sözde, sanki, gibi duruyor. He was smiling as if he´d gibi. received some good news. İyi bir haber almışçasına as is tic. şimdiki haliyle, olduğu gibi. gülümsüyordu. He looks as if he´s working hard. Çok çalışıyora as it were sanki, benziyor. güya, âdeta. as like as two peas tıpkı birbirine benzer, bir elmanın iki yarısı. as long as 1. -diği sürece: You won´t get so much as a penny from me as as luck would have it long as I live. Yaşadığım sürece benden bir kuruş bile şansıma. alamayacaksın. 2. şartıyla: You can have it as long as you return as meek as a lamb kuzu gibi, uysal. it by this evening. Bu akşama kadar iade etmek şartıyla onu as much again bir misli daha. alabilirsin. as much as one can elinden geldiği kadar, gücü yettiği kadar, yapabildiği kadar: I´ll as nearly as I can tell help as much yaklaşık as bildiğim olarak, I can. Elimden geldiği kadar yardım edeceğim. kadarıyla. as one man hep birlikte. as plain as the nose on your besbelli, apaçık. face as quick as a wink k. dili bir lahzada, göz açıp kapayıncaya kadar; bir çırpıda. as regards ile ilgili olarak, konusunda, hakkında, -e gelince. as regards/to -e gelince: as to him ona gelince. as safe as houses İng., k. dili çok emniyetli. as soon as -er -mez: I´ll call you as soon as I reach Istanbul. İstanbul´a as soon as possible varır varmaz en kısa sana telefon zamanda; edeceğim. bir an önce. as such 1. öyle/şöyle/böyle: He´s a teacher and is known as such. O as the crow flies öğretmendir k. dili dosdoğruve herkes gidecekonu öyle tanıyor. 2. aslında: It´s not a olursak. medicine as such. Aslında ilaç değil. as though sanki, ... gibi, -cesine: We behaved as though we´d known each as usual other for years. her zamanki Yıllardır tanışırmış gibi davrandık. It was as gibi. though he´d never seen me before. Sanki daha önce beni hiç as well 1. de, da, dahi: I´m going as well. Ben de gidiyorum. 2. ayrıca. görmemişti. It´s as though we´re in a jungle. Sanki cengeldeyiz. as well as 1. ... kadar iyi: He writes well, but not as well as Eşref. İyi as yet yazıyor, şimdiye ama Eşref kadar, kadar iyi değil. 2. hem ... hem de ...: He gave henüz. me money as well as advice. Bana hem para verdi, hem de as yet daha, henüz. öğüt. as you please nasıl isterseniz. as/so long as 1. sürece, -dikçe. 2. -mek şartıyla, -mek koşuluyla. asbestos i. 1. asbest. 2. amyant. ascend f. 1. çıkmak, yukarı çıkmak. 2. (hükümdar) (tahta) çıkmak. ascendancy i. hüküm, nüfuz, itibar, üstünlük. ascendant s. 1. yükselen. 2. üstün, hâkim. 3. ufukta görünmeye başlayan. ascendent i. s., i., bak. ascendant. ascension i. yükselme. ascent i. 1. çıkış; tırmanış. 2. yükseliş. 3. yokuş, bayır. ascertain f. (araştırma yoluyla) tespit etmek, belirlemek, saptamak. ascetic i. nefsinin isteklerini kırarak çok sade bir hayat yaşayan kimse; asceticism çileci. i. nefsinin isteklerini kırarak çok sade bir hayat yaşama; riyazet; ASCII çilecilik. kıs. American Standard Code for Information Interchange bilg. ascorbic ASCII s. (Bilgi Alışverişi için Standart Amerikan Kodu). ascorbic acid askorbik asit. ascribe f. to -e atfetmek. aseptic s. aseptik. ash i. 1. bot. dişbudak ağacı, dişbudak. 2. dişbudak kerestesi, ash dişbudak. i. kül. ash can kül tenekesi; çöp tenekesi. Ash Wednesday Paskalya´dan önce gelen büyük perhiz süresinin ilk çarşambası. ashamed s. ashen s. 1. külrengi. 2. çok soluk, çok solgun. ashore z. kıyıya, kıyıda; karaya, karada. ashtray i. kül tablası, küllük. Asia i. Asya. Asia Minor Anadolu. Asian i. Asyalı. s. 1. Asyalı. 2. Asya, Asya´ya özgü. Asiatic s., i., bak. Asian. aside z. 1. bir yana, bir kenara. 2. bir yana: Joking aside, just who are aside from you? -den Şaka başka, birbir yana, kimsin yana: No one,sen? i., tiy. aside oyuncunun from Esat, canalçak sesle do this. Esat söylediği bir yana, söz, kimse apar. bunu yapamaz. ask f. 1. sormak. 2. istemek: He asked to be excused from the table. ask a favor of Sofradan -e ricada ayrılmak bulunmak. için izin istedi. She´s asking a lot for this poodle. Bu kaniş için çok para istiyor. 3. davet etmek: I asked ask for it k. dili kaşınmak, kötü bir karşılık gerektiren bir davranışta her for dinner. Onu akşam yemeğine davet ettim. ask for trouble bulunmak. k. dili bela aramak, belayı satın almak. ask/say the blessing yemek duası yapmak. askance z. askew z. eğri, çarpık. asleep s. 1. uykuda: The guards were asleep. Bekçiler uykudaydı. 2. asparagus uyuşmuş. i., bot. kuşkonmaz, Asparagus officinalis. asparagus spear kuşkonmaz filizi. aspect i. 1. açı, yön, bakım: Let´s consider this aspect of the problem. asphalt Meselenin bu yönünü düşünelim. 2. görünüş. i. asfalt. f. asfaltlamak. asphyxiate f. boğmak, oksijensiz bırakmak. aspirant i., s. istekli. aspiration i. (uzun zamandır güdülen) büyük amaç: It was his aspiration to aspire become f. to/afterfamous. Amacı ünlü -i amaçlamak, olmaktı. -i amaç edinmek; -e sahip olmak aspirin istemek, i. aspirin. -i arzu etmek. ass i. 1. eşek, merkep. 2. dangalak. 3. kaba kıç, makat. 4. kaba assail büzük, anüs. hücum etmek. 2. with ... yağmuruna tutmak: f. 1. saldırmak, assailant She assailedsaldıran i. saldırgan, him withkimse. questions. Onu soru yağmuruna tuttu. assassin i. suikastçı. assassinate f. suikast yapmak. assassination i. suikast. assault i. saldırı. f. saldırmak. assault and battery huk. müessir fiil. assay i. 1. analiz edilecek bir örnek. 2. analiz, çözümleme, tahlil. assay f. 1. analiz etmek, çözümlemek, tahlil etmek. 2. denemek. assemblage i. 1. toplantı, meclis. 2. topluluk, kalabalık. 3. montaj. 4. bir assemble araya toplama;toplanmak. f. 1. toplamak; bir araya toplanma. 2. monte etmek. assembly i. 1. toplantı; meclis; kongre. 2. montaj. assembly line montaj hattı. assembly room toplantı salonu. assent i. rıza; onaylama. f. to -e razı olmak; -i onaylamak. assert f. (emin bir şekilde) ileri sürmek, öne sürmek. assert o.s. 1. kendini göstermek. 2. otoritesini kabul ettirmek. assertion i. 1. iddia. 2. (bir iddiayı) öne sürme. assertive s. kendini hissettiren. assess f. 1. değer biçmek, kıymet takdir etmek: He assessed their assessment house at eighty i. 1. değer biçme. thousand 2. (paradollars. Evlerine miktarını) seksen3.bin dolar tayin etme. değer biçti. değerlendirme; 2. (para miktarını) düşünce, fikir: tayin etmek, What´smemuru. hesaplamak:ofHave your assessment the assessor i. değer biçen: tax assessor tahakkuk you assessed the amount of the situation? Durum hakkındaki fikriniz nedir?damage? Zararın ne kadar asset i. 1. mal, kıymetli olduğunu şey. mi? tayin ettiniz 2. değerli bir nitelik/erdem/beceri. 3. (belirli bir miktar para) talep assets etmek: The president i., tic. emval, assessed aktif, servet, mevduat, each varlık. member fifty dollars. asshole Başkan i., kaba 1. büzük, anüs. 2. aşağılık herif,4.it değerlendirmek, her üyeden elli dolar talep etti. herif, puşt. bir şeyin niteliğini tayin etmek. assiduous s. bezmeyerek çalışan, dikkatli ve devamlı çalışan; dikkatli ve assign devamlı f. (bir çalışma). 1. atamak, tayin etmek. 2. ayırmak, tahsis etmek. 3. tayin assignation etmek, kararlaştırmak. i. randevu. 4. (birine) (belirli bir) görev vermek: I assigned you to do the laundry. Sana çamaşır yıkama görevini assignment i. 1. atama. 2. ayırma. 3. tayin, kararlaştırma. 4. görev; ödev. verdim. 5. huk. devretmek. assimilate f. asimile etmek. assimilation i. asimilasyon. assist f. yardım etmek. assistance i. yardım. assistant i. yardımcı, muavin. assistant professor asistan. associate f. with 1. ile görüşmek, ile ilişkide bulunmak. 2. -i hatırlatmak, -i associate akla getirmek:işI ortağı. i. iş arkadaşı; associate that smell with the back streets of Warsaw. O koku bana Varşova´nın arka sokaklarını hatırlatıyor. associate professor doçent. association i. 1. dernek; birlik; kurum. 2. ilişki. 3. çağrışım. assort f. sınıflandırmak. assorted s. çeşitli, muhtelif. assortment i. türlü çeşitleri içeren bir bütün. assuage f. azaltmak, hafifletmek, yatıştırmak; dindirmek. assume f. 1. farzetmek, varsaymak: You´re assuming too much where assumed Eralp´s concerned. s. 1. farzolunan; Eralp´in hayali. öyle yapacağını 2. takma (ad). farzetmekle pekâlâ yanılmış olabilirsin. What do we do, assuming it doesn´t burn? assumption i. 1. varsayım, faraziye. 2. sanı, zan. Yanmayacağını farzedersek ne yaparız? 2. sanmak, zannetmek. assurance i. 3.1. rahatlatıcı/ikna (resmi bir görevi) edici söz. 2. kendine güven(me). 3. İng. üstlenmek. assure sigorta: life assurance hayat sigortası. f. 1. (rahatlatıcı/ikna edici sözlerle) temin etmek. 2. sağlama assured bağlamak. s. 1. kendine güvenen. 2. sağlama bağlanmış. assuredly z. mutlaka. assuringly z. rahatlatıcı bir şekilde. asterisk i. yıldız işareti (*). astern z., den. geriye, gerisinde, arkaya, geminin kıçına. asteroid i., gökb. asteroit, küçük gezegen. asthma i. astım. asthmatic s. astımla ilgili; astımlı. astigmatic s. astigmatik. astigmatism i. astigmatizm. astir s. 1. hareket halinde. 2. heyecan içinde, ayakta. astonish f. şaşkına çevirmek, hayrette bırakmak. astonishing s. hayrette bırakan. astonishment i. hayret, şaşkınlık. astound f. şoke etmek. astounding s. şoke eden. astray z. astride z. (ata binmiş gibi) bacakları birbirinden ayrı olarak. astringent s. sıkıştırıcı, büzücü. i. lokal olarak doku ve damarları büzen ilaç. astrologer i. yıldız falcısı, astrolog, müneccim. astrological s. astrolojik, astrolojiye ait. astrologically z. astrolojik olarak. astrology i. yıldız falcılığı, astroloji, müneccimlik. astronaut i. astronot. astronomer i. astronom, gökbilimci. astronomic s., bak. astronomical. astronomical s. 1. astronomik, gökbilimle ilgili. 2. çok büyük, astronomik astronomy (rakam/büyüklük): i. astronomi, gökbilim. astronomical prices astronomik fiyatlar. astute s. akıllı, kurnaz, cin fikirli, cin. asunder z. 1. parça parça. 2. birbirinden uzak/ayrı. asylum i. 1. sığınma yeri, sığınak, melce. 2. tımarhane, akıl hastanesi. asymmetric s. asimetrik, bakışımsız. asymmetry i. asimetri, bakışımsızlık. at edat 1. Bir yeri belirtmek için kullanılır: at my office benim at a bound büroda. at the station istasyonda. 2. Bir zamanı belirtmek için bir hamlede. kullanılır: at five o´clock saat beşte. He works at night. Geceleri at a clip hızla. çalışır. 3. Bir hareketin hedefini gösterir: Look at her. Ona bak. at a distance uzakta, He uzak laughed atbir yerde. them. Onlara güldü. 4. Bir iş veya hareketten at a glance bahsederken bir bakışta. kullanılır: He´s good at English. İngilizcede iyidir. at a stroke 5. birBir miktarı göstermek için kullanılır: Oranges are selling at a hamlede. dollar a kilo. Portakalın kilosu bir dolar. at a stroke bir anda. at all hiç. at all costs/at any cost ne pahasına olursa olsun. at anchor demirli, demir atmış. at any price her ne pahasına olursa olsun. at any rate her ne ise, her neyse, neyse, her ne hal ise: At any rate, we at any time enjoyed yourcould her an: She partycome immensely. at any Her neyse, time. Her ansizin parti çok gelebilir. hoşumuza gitti. Most of the food we ordered hasn´t come. At at best nihayet, olsa olsa. any rate, we´ve got the fish. Ismarladığımız yemeklerin çoğu at best olsa olsa,Her gelmedi. taşneyse, çatlasa.balıklarımız geldi. At any rate, the at bottom important thing is that she´s succeeded. Her neyse, önemli olan aslında, esasında. at close quarters onun bunu başarmış çok yakından, göğüsolması. göğüse. at close quarters çok yakından. at close range yakından, yakın mesafeden. at cross-purposes farkında olmadan apayrı amaçlar peşinde (olmak/çalışmak). at dark akşam olunca, hava kararırken. at death´s door ölümün eşiğinde, bir ayağı çukurda. at death´s door ölmek üzere, bir ayağı çukurda. At ease! ask. Rahat! at every turn her keresinde, her defasında. at first önce, evvela. at first sight ilk bakışta. at four o´clock sharp saat tam dörtte. at full blast tam gazla; tam kapasiteyle. at full gallop dörtnala. at full length 1. ayrıntılarıyla. 2. boylu boyunca. at full speed son süratle, son sürat. at full tilt son süratle. at great length ayrıntılarıyla, detaylarıyla. at heart aslında, hakikatte. at home evde, kendi evinde. at home in 1. (bir konuda) bilgili: He´s at home in the business world. İş at home with dünyasını -e aşina, -iyakından iyi bilen:tanır. He´s 2. at (bir homeyerde) with kendini machinesrahat hisseden. of all kinds. at intervals Her tür makineden aralıklı, aralarla. anlar. at issue üzerinde konuşulan, söz konusu olan. at its zenith doruğunda, zirvesinde. at large serbest. at large 1. serbest, ortada dolaşan. 2. genellikle. 3. bütün ayrıntılarıyla. at last nihayet. at last sonunda. at least en az, en aşağı; hiç olmazsa, en azından. at least 1. hiç olmazsa, bari. 2. en azından. at leisure 1. boş zamanı olan. 2. boş zamanlarda. at length 1. uzun uzadıya. 2. en sonunda. at liberty özgür. at long last en sonunda. at long last en sonunda. at most en çok. at most olsa olsa, en fazla. at no time hiçbir zaman. at odd moments zaman buldukça. at once derhal, hemen. at once 1. hemen, derhal. 2. aynı anda. at one blow bir vuruşta. at one scoop bir vuruşta, bir darbede. at one whack İng., k. dili bir defada, bir kalemde, birden. at one´s command emrinde. at one´s leisure boş zamanlarında. at one´s peril başına gelebileceklerden kendisi sorumlu olarak. at one´s pleasure 1. istediği zaman. 2. isteğine göre. at par tic. başabaş. at peace 1. barış halinde. 2. huzur içinde. at present 1. şu an. 2. şu ara, halihazırda. at random rasgele, tesadüfen. at that onun üzerine: Once again she refused, and at that he left. Bir at that point daha reddetti; 1. o sırada: At othat da onun point üzerine I left. O çıktı. sırada çıktım. 2. o noktaya gelince, o aşamaya gelince: At that point add the eggs. O aşamaya gelince yumurtaları ilave edin. at the drop of a hat k. dili hemen, derhal. at the eleventh hour k. dili son anda, son dakikada. at the end of the day İng., k. dili eninde sonunda. at the expense of ... pahasına. at the instance of (birinin) isteği üzerine. at the latest en geç. at the moment şu an, şimdilik. at the outside k. dili en fazla, olsa olsa, azami. at the rate of hızla: at the rate of one hundred meters per second saniyede at the risk of yüz metre hızla. ... pahasına. at the same time aynı zamanda. at the sight of -i görünce, -i görür görmez. at the top of his lungs avazı çıktığı kadar. at the top of one´s k. dili avazı çıktığı kadar. lungs/voice at the utmost en çok, olsa olsa. at the very least en aşağı, en az. at this juncture bu noktada. at times bazen, arasıra. at value piyasa fiyatına göre değerlendirilmiş. at will 1. istediği gibi; istenilen şekilde: The aerial can be rotated at at worst will. Anten en kötü istenilen yöne çevrilebilir. 2. istediğinde; istenilen ihtimalde. zamanda. at worst en kötü ihtimal: At worst, all he´ll get is a year in jail. En kötü at your convenience ihtimal, bir yıl size uygun birhapis yer. mümkün olduğu kadar yakın bir zamanda, at your risk zamanda. ziyan olduğu takdirde sizin hesabınıza, tehlike sorumluluğu size at/in one fell swoop ait birolmak üzere. çırpıda. ate f., bak. eat. atheism i. ateizm, Tanrıtanımazlık, zındıklık. atheist i. ateist, Tanrıtanımaz, zındık. atheistic s. ateistik, ateist, Tanrıtanımaz; zındık (kimse). athlete i. sporcu. athlete´s foot madura ayağı. athletic s. 1. spora özgü, sportif, spor. 2. atletik, sporcu. athletics i. atletizm. Atlantic s. Atlantik. atlas i. atlas (harita kitabı). atmosphere i. atmosfer. atmospheric s. atmosferik. atom i. 1. atom. 2. zerre. atom bomb atom bombası. atomic s. atomik. atomic age atom çağı. atomic bomb atom bombası. atomic energy nükleer enerji, atom enerjisi. atomic nucleus atom çekirdeği. atomic number atom sayısı. atomic pile nükleer reaktör, atom reaktörü. atomic power atomik güç, nükleer enerji. atomic waste nükleer atıklar. atomic weight atom ağırlığı, atomik ağırlık. atomise f., İng., bak. atomize. atomize f. 1. atomlara ayırmak. 2. (sıvıyı) püskürtmek. atomizer i. atomizör; püskürteç. atone f. (bir suç, kabahat v.b.´ni) affettirecek harekette bulunmak, atonement telafi etmek; kefaret etmek. i. kefaret. atrocious s. 1. iğrenç, menfur; canavarca. 2. çok kötü, berbat. atrocity i. 1. iğrençlik, canavarlık. 2. berbatlık. atrophy i. dumur, körelme. f. dumura uğramak, körelmek; dumura attaboy uğratmak, köreltmek. ünlem, k. dili Aferin sana! attach f. 1. takmak, iliştirmek, bağlamak. 2. huk. el koymak, attaché haczetmek. i. ataşe. attaché case Bond çanta. attached s. 1. bağlı, ilgili. 2. ilişik, ilişikteki. 3. sevgiyle bağlı. attachment i. 1. aksesuar, bir şeye takılabilen parça. 2. sevgi bağı. 3. huk. el attachment for/to koyma, haciz -e bağlılık, koyma. -e sevgi. attack f. hücum etmek, saldırmak; vurmak, tecavüz etmek. i. 1. saldırı, attain hücum. f. 1. elde2.etmek, nöbet, kazanmak. kriz. 2. varmak; ermek, erişmek. attainment i. 1. elde etme, kazanma. 2. başarı. 3. marifet. attempt f. denemek, girişimde bulunmak, teşebbüs etmek; çalışmak; attend kalkışmak: He attempted f. 1. hazır bulunmak. to climbtedavi 2. bakmak; that mountain. O dağa etmek; hizmet etmek. tırmanmayı denedi. You should attempt to finish that project by attend to -e dikkat etmek, -e bakmak. Friday. O işi Cuma gününe kadar bitirmeye çalışmalısın. You attendance i. 1. hazır should notbulunma. attempt to 2. lift hazır bulunanlar. things which are too heavy for you. attendant Gücünün i. yetmediği (bir hizmette kadar bulunan) ağır şeyleri görevli: shop kaldırmaya attendant tezgâhtar. attention kalkışmamalısın. theater attendant i. deneme, biletleri girişim, kontrol teşebbüs. eden i. 1. dikkat. 2. ilgi, bakım. 3. iltifat. 4. ask. veya yer esas gösteren duruş/vaziyet. görevli. flight attendant uçuş görevlisi. ground attendant yer attention span dikkat genişliği. görevlisi. attentive s. 1. dikkatle izleyen: an attentive audience dikkatle izleyen attenuate seyirciler. 2. dikkat f. 1. inceltmek; eden, dikkatli: hafifletmek, an attentive azaltmak; worker zayıflatmak. dikkatli 2. değerini bir işçi. düşürmek. attest f. 1. doğrulamak, tasdik etmek. 2. (bir belgeyi imzalayarak bir attic şeyin doğruluğuna/gerçekliğine) şahadet etmek. 3. to -i i. tavanarası. göstermek, -e delalet etmek. attire i. elbise, giysi, kılık. f. giydirmek. attitude i. tutum, davranış, tavır. attorney i. avukat. attorney general başsavcı. attract f. çekmek; cezbetmek. attraction i. 1. cazibe, alımlılık. 2. fiz. çekim. attractive s. cazibeli, çekici, alımlı. attractiveness i. çekicilik, alımlılık. attribute f. to 1. (bir nedene) bağlamak; -e yormak. 2. -e mal etmek, -e attribute atfetmek. i. sıfat, nitelik, vasıf. attribution i. 1. bağlama; yorma. 2. atıf. attrition i. 1. yıpranma, aşınma; yıpratma, aşındırma. 2. zayiat. attune f. 1. akort etmek. 2. to -e uydurmak, -e alıştırmak. aubergine i., İng. patlıcan. auburn s. kumral. auction i. açık artırma, mezat, müzayede. f. (off) açık artırma ile auctioneer satmak. i. mezatçı. audacious s. 1. cüretli. 2. küstah. audacity i. 1. cüret. 2. küstahlık. audible s. işitilebilir, duyulabilir. audibly z. işitilebilecek şekilde. audience i. dinleyiciler; seyirciler, izleyiciler. audiocassette i. teyp kaseti. audiovisual s. görsel-işitsel, odyovizüel. audit i. (hesapları) denetleme. f. (hesapları) denetlemek. auditor i. denetçi, kontrolör. auditorium i. toplantı salonu; konser salonu. auditory s. işitme ile ilgili, işitsel. auditory canal anat. işitme kanalı. Aug kıs. August. auger i. burgu, matkap, delgi. aught i. aught i. sıfır. augment f. artırmak. augmentation i. artırma. augur f. (iyi/kötü) bir işaret olmak: This augurs well for us. Bu bize iyi August bir işaret. i. ağustos. august s. yüce ve çok saygın. aunt i. 1. teyze: She is my maternal aunt. O benim teyzem. 2. hala: auspices She is my paternal aunt. O benim halam. 3. yenge: Aunt Aliye is i., çoğ. my uncle´s wife. Aliye yenge amcamın/dayımın eşi. auspicious s. uğurlu, hayırlı. austere s. 1. sert. 2. sade ve süssüz; konforsuz. austerity i. 1. sertlik, haşinlik. 2. sade, konforsuz ve dünyevi zevklerden Australia yoksun bir yaşam. i. Avustralya. Australian i. Avustralyalı. s. 1. Avustralya, Avustralya´ya özgü. 2. Austria Avustralyalı. i. Avusturya. Austrian i. Avusturyalı. s. 1. Avusturya, Avusturya´ya özgü. 2. authentic Avusturyalı. s. 1. hakiki, gerçek, otantik. 2. güvenilir: How authentic is this authenticate news? Ne derece f. doğrulamak, güvenilir tasdik etmek;birgerçeklemek. haber bu? authenticity i. 1. gerçeklik, otantiklik. 2. güvenirlik. author i. yazar, müellif. authorisation i., İng., bak. authorization. authorise f., İng., bak. authorize. authoritarian s. otoriter. authoritative s. 1. çok güvenilir (şey). 2. amirane. 3. saygı uyandıran; itaat authority etmeye i. 1. yetki.yönelten. 2. yetke,4.otorite. otoriter.the authorities yetkili kişiler. authorization i. izin. authorize f. 1. izin vermek. 2. yetkilendirmek. autistic s. otistik. auto i., k. dili oto, otomobil. autobiographer i. otobiyografi yazarı. autobiographic s., bak. autobiographical. autobiographical s. otobiyografik. autobiography i. otobiyografi, özyaşamöyküsü. autocracy i. otokrasi. autocrat i. otokrat. autocratic s. otokratik. autograph i. imza; bir kimsenin el yazısı. automat i. 1. otomatlardan yemek alınan kafeterya. 2. otomat, parayla automate çalışan yiyecek içecek dağıtma makinesi. 3. otomat, bir canlının f. otomatikleştirmek. yapabileceği bazı işleri yapan aygıt. automatic s. otomatik. i. otomatik tabanca/tüfek, otomatik. automatic pilot hav. otomatik pilot. automatic transmission otomatik vites, otomatik transmisyon. automatically z. otomatik olarak, otomatikman. automation i. otomasyon. automobile i. otomobil. automotive s. otomotiv. automotive industry otomotiv sanayii. autonomous s. özerk, otonom. autonomy i. özerklik, otonomi. autopsy i. otopsi. autumn i. sonbahar, güz. autumnal s. sonbahara ait. autumnal equinox sonbahar noktası, güz ılımı (21 Eylül´e rastlayan ekinoks). auxiliary s., i. yedek; yardımcı. auxiliary verb dilb. yardımcı fiil. auxiliary verb yardımcı fiil. avail i. yarar, fayda. f. yaramak. avail o.s. of -den yararlanmak, -den faydalanmak. availability i. var olma, elde edilebilme. available s. var, elde edilebilir. avalanche i. 1. çığ. 2. heyelan. avarice i. para hırsı. avaricious s. para canlısı. avenge f. öcünü almak, öcünü çıkarmak. avenue i. cadde. aver f. (--red, --ring) (emin bir şekilde) ileri sürmek, öne sürmek. average i., mat. ortalama, vasati. s. 1. mat. ortalama, vasati: average averse annual s. rainfall yıllık ortalama yağış. 2. olağan, vasat, orta. f. 1. mat. -in ortalamasını almak. 2. ortalama (belirli bir miktar) aversion i. hiç hoşlanmama. tüketmek, yapmak v.b.: He averages a pack of cigarettes a day. avert f. 1. başka Günde tarafabir ortalama çevirmek, yön değiştirmek. paket sigara içiyor. 3. out2. atönlemek. -in ortalaması aviary (belirli bir miktar) olmak. i. kuşhane. aviate f. uçak kullanmak. aviation i. havacılık. aviator i. pilot, havacı. avid s. coşkun; hevesli. avocado i., bot. avokado, amerikaarmudu. avocation i. birinin asıl işi dışında yaptığı bir iş, hobi. avoid f. 1. -den kurtulmak; -i önlemek. 2. -den kaçınmak; -den avoidable çekinmek. 3. -den s. 1. önlenebilir. 2.sakınmak. kaçınılabilir. avoidance i. of 1. -den kurtulma; -i önleme. 2. -den kaçınma; -den avoirdupois çekinme. i. İngiliz ve3.Amerikan -den sakınma. ağırlık ölçü sistemi. avoirdupois pound (16 ounces) 453 gram. avow f. açıkça söylemek, itiraf etmek. avowal i. açıkça söyleme; itiraf. avowed s. -i açıkça ilan edilmiş olan (biri): He´s an avowed monarchist. await Monarşist f. beklemek, olduğunu her hazır gözlemek, zaman söyler. olmak. await s.o./s.t. with birini/bir şeyi dört gözle beklemek. anticipation awake s. uyanık, uyanmış. awake f. (a.woke, --d/a.wok.en) 1. uyanmak; uyandırmak. 2. to -in awaken farkına varmak.uyandırmak. 2. to -in farkına varmak. f. 1. uyanmak; award i. ödül, mükâfat. f. 1. ödüllendirmek. 2. (resmi bir kararla) vermek. aware s. farkında; haberdar. awareness i. farkında olma. awash s. away z. 1. buradan, şuradan, oradan: Go away! Git buradan! 2. bir away game yere, bir tarafa, deplasman, bir yana: deplasman Put that away! Onu bir yere kaldır! 3. maçı. Pekiştirmek için kullanılır: They´re working away! Harıl harıl awe i. 1. korkuyla karışık saygı, huşu. 2. korkuyla karışık şaşkınlık, çalışıyorlar. 4. hemen, şimdi: Fire away! Ateş! s. 1. yok, başka dehşet. s. f. 1.huşu 1. insanı -i huşu içinde içinde bırakmak. bırakan. 2. -i dehşete düşürmek. awe-inspiring yerde: They´re away right now. 2. dehşet Onlar şimdi verici. yok. He´s away for awesome the1.weekend. s. insanı huşu Hafta sonu içinde için bir2. bırakan. yere gitti.verici. dehşet 2. yola3.çıkmış: k. dili We awestricken ´re away müthiş, at last! dehşet. s., bak. awestruck. Nihayet yola çıktık. 3. (belirli bir) uzaklıkta: That´s twenty kilometers away. Orası yirmi kilometre uzakta. awestruck s. 1. huşu içinde. 2. dehşet içinde. awful s. 1. korkunç, müthiş; berbat. 2. k. dili çok fazla, pek çok: That´ll awfully take z. çok.an awful lot of work. O çok iş ister. awhile z. bir süre, bir müddet: You´ll have to wait awhile. Bir süre awkward beklemen s. lazım.hantal; sakar. 2. kullanılması zor. 3. zor; 1. beceriksiz; awkwardly uygunsuz, münasebetsiz. z. beceriksizce; hantal bir şekilde. awkwardness i. beceriksizlik; hantallık; sakarlık. awl i. biz, kunduracı bizi, tığ. awning i. tente. awry s., z. eğri, yamuk; çarpık. ax i. balta. axe i., bak. ax. axiom i. aksiyom, belit. axiomatic s. aksiyomatik, belitsel. axis çoğ. ax.es (äk´siz) i. eksen, mihver. axle i. dingil, mil, aks. ay z., bak. aye. aye z. evet, muhakkak, hay hay. azalea i., bot. açalya, açelya, azelya, Rhododendron. Azerbaijan i. Azerbaycan. Azerbaijani i., s. 1. Azeri. 2. Azerice. azure i., s. gökmavisi. B, b i. B, İngiliz alfabesinin ikinci harfi. BA kıs. Bachelor of Arts. baa i. meleme. f. melemek. babble f. 1. anlaşılmaz sözler söylemek. 2. gevezelik etmek, babbler saçmalamak; i. geveze, boşboğaz.boşboğazlık etmek. 3. (su) çağlamak. babe i. 1. bebek. 2. k. dili kız, piliç. baboon i., zool. habeşmaymunu. baby i. 1. bebek, çocuk. 2. k. dili sevgili. s. yavru. f. (birine) aşırı bir baby blue özenle bakmak, her ihtiyacını karşılamak. süt mavisi. baby bottle biberon, emzik. baby carriage/buggy çocuk arabası. baby farm çocuk ve bebekler için ücretli bakımevi, kreş. baby grand kısa kuyruklu piyano. baby sitter çocuk bakıcısı. baby tooth sütdişi. babyhood i. bebeklik devresi. babyish s. bebek gibi. baby-sit f. (ba.by-sat, --ting) ana babaları evde olmadığı zaman çocuğa baby-sitter bakmak. i. çocuk bakıcısı. baccara i., isk., bak. baccarat. baccarat i., isk. bakara. bachelor i. bekâr erkek, bekâr. Bachelor of Arts degree kıs. B.A. edebiyat fakültesi diploması. Bachelor of Science degree kıs. B.S. fen fakültesi diploması. bacillus çoğ. ba.cil.li (bısîl´ay) i. basil. back i. 1. arka taraf, arka. 2. anat. sırt, belkemiği. 3. futbol bek. f. 1. back and forth -iileri desteklemek, geri. -e arka olmak, -e yardım etmek: Akif´s company is backing this project with five million dollars. Akif´in şirketi bu back and forth ileri geri. projeyi beş milyon dolarla destekliyor. 2. geri yürütmek, geri back country taşra. geri geri gitmek: I always back my car into the garage. sürmek, back down Arabamı bir iddiadan garaja hep geri geri sürerim. He backed out of the vazgeçmek. back number room. Geri geri çekilerek odadan çıktı. s. 1. arka, arkadaki, (dergi/gazete için) eski sayı/nüsha. arkasındaki; arkaya doğru olan: back door arka kapı. 2. evvelki; back number bir derginin eski. eski z. 1. geri, sayılarından geriye: He gavebiri.the money back. Parayı geri back out caymak, sözünden dönmek. verdi. He went back to the office. Büroya geri döndü. It takes back pay four ücretdays veyatomaaşın go to Van and back. ödenmesi Van´akısmı. gecikmiş gidip dönmek dört gün ister. 2. yine, tekrar: He climbed back up the ladder. Tekrar back scratcher kaşağı. merdivene tırmandı. When are you going back to see your back seat 1. arka Tekrar doctor? yer, arka koltuk. 2.görüşmeye doktorunla ikinci mevki/rol. ne zaman gideceksin? back street arka sokak. back talk küstahça karşılık verme. back to back arka arkaya, sırt sırta. back up 1. geri sürmek, geri gitmek. 2. (kanıtla) desteklemek. 3. arka backache çıkmak, desteklemek. i. sırt ağrısı; 4. bilg. lumbago. bel romatizması, yedeklemek. backbit f., bak. backbite. backbite f. (back.bit, back.bit.ten) arkasından çekiştirmek/kötülemek. backbitten f., bak. backbite. backbone i. 1. anat. omurga, belkemiği. 2. belkemiği, en önemli destek, backbreaking temel. 3. karakter s. çok yorucu, kuvveti, yürek gücü, maneviyat. yıpratıcı. backcomb f. (saçları) tersine taramak. backdoor s., k. dili yasadışı. backer i. destekçi, taraftar. backfire f. 1. (motorun ateşi) geri tepmek. 2. geri tepmek, istenilenin backgammon aksi olmak. i. tavla. background i. 1. arka plan, zemin; fon. 2. bir kimsenin geçmişteki görgü, backhand çevre ve tahsili. i. elin tersi öne gelecek şekilde yapılan vuruş. s. elin tersi öne backhanded compliment gelecek kompliman gibi yapılan şekilde gözüken (vuruş v.b.). eleştiri; z. elinin tersiyle. kompliman olup olmadığı belli backing olmayan söz. i. arka, destek. backlash i. 1. (siyasal/toplumsal bir gelişmeye karşı) güçlü tepki. 2. geri backlog tepme. i. birikmiş iş, yığılmış iş: You should work on that backlog of backpack unanswered i. sırt çantası.letters. O birikmiş f. omzunda mektupları sırt çantasıyla cevaplamaya gezmek. bakmalısın. backpacker i. omzunda sırt çantasıyla gezen kimse. backpedal f. 1. pedalı geri çevirmek. 2. k. dili caymak, tornistan etmek. backrest i. arkalık. backside i. 1. arka taraf. 2. k. dili kıç, makat. backslid f., bak. backslide. backslidden f., bak. backslide. backslide f. (back.slid, back.slid/back.slid.den) (iyi yoldayken) kötü yola backspace sapmak. f. (daktiloda/bilgisayarda) geri gitmek. backstage i. kulis, perde arkası. backstitch i. iğneardı dikiş. f. iğneardı dikiş yapmak. backstroke i. sırtüstü yüzme. backtrack f. geldiği yoldan geri dönmek. backup i. yedek. s. 1. yedek. 2. müz. eşlik eden. backup copy bilg. yedek kopya. backward s. 1. geriye doğru yapılan. 2. geç kavrayan. 3. geri kalmış. backward z. geriye doğru, tersine, geri geri. backwardness i. 1. geç kavrama, gerilik. 2. geri kalmışlık. backwards z., bak. backward 2. backwards and forwards ileri geri. backwards and forwards ileri geri. backyard i. arka bahçe, evin arkasındaki bahçe. bacon i. beykın, tuzlanmış/tütsülenmiş domuz böğrü/sırtı. bacterial s. bakteriye ait. bactericide i. bakterisit. bacteriological s. bakteriyolojik. bacteriological warfare bakteriyolojik savaş. bacteriologist i. bakteriyolog. bacteriology i. bakteriyoloji. bacterium çoğ. bac.te.ri.a (bäktîr´iyı) i. bakteri. s. bakteriye ait. bad s. (worse, worst) 1. kötü, ahlaksız. 2. kötü, hoş olmayan. 3. bad blood ciddi, There vahim. is bad4. kötü,between blood niteliksiz; hatalı. them. 5. bozuk, Onlar bozulmuş birbirine düşman. (yiyecek). 6. hasta/sakat (organ/uzuv). 7. argo çok iyi, harika. bad debt alınamayan alacak. bad debt şüpheli alacak. bad luck şanssızlık. bade f., bak. bid. badge i. rozet; nişan. badger i., zool. porsuk. f. hiç rahat bırakmamak, başının etini yemek. badly z. 1. fena halde, fena bir şekilde: The team was badly beaten. bad-mouth Takım fena f., k. dili halde yenildi. 2. çok: That child badly needs a new kötülemek. pair of shoes. O çocuğun yeni bir çift ayakkabıya çok ihtiyacı bad-tempered s. aksi, huysuz, ters. var. She wants to see that movie badly. O filmi seyretmeye can baffle f. 1. şaşırtmak. 2. engel olmak. atıyor. baffling s. şaşırtıcı, aldatıcı. bag i. torba; çanta; heybe; çuval; kese; kesekâğıdı. f. (--ged, --ging) bag and baggage 1. torbalamak, bütün çuvala koymak. 2. (avı) yakalamak. eşyasıyla. bag lady tüm eşyasını bir torbada taşıyıp sokaklarda yaşayan kadın. bag of tricks 1. bir sürü yalan dolan. 2. eldeki imkânlar. baggage i. bagaj, yolcu eşyası. baggage car furgon, yük vagonu. baggage room emanet. baggy s. torba gibi sarkan, şapşal duran (pantolon). bagpipe i., müz. tulum, gayda. bah ünlem Tu! Bahama s. Bahama, Bahama Adaları´na özgü. Bahamas i. Bahamian i. Bahamalı. s. 1. Bahama, Bahama Adaları´na özgü. 2. Bahrain Bahamalı. i. Bahreyn. Bahraini i. Bahreynli. s. 1. Bahreyn, Bahreyn´e özgü. 2. Bahreynli. bail i., huk. 1. (sanığın tahliye edilmesi için verilmesi gereken) bail teminat i. (tekneye akçesi, girenkefalet. 2. kefaletle suyu boşaltmak içintahliye edilme. kullanılan) f. maşrapa kova, bail s.o. out v.b. f. 1. tekneye giren suyu kova, maşrapa birine kefalet ederek tahliyesini sağlamak. v.b. ile boşaltmak. 2. out (tekneye) giren suyu kova, maşrapa v.b. ile boşaltmak; bail s.o./s.t. out k. dili birini/bir şeyi (zor bir durumdan) kurtarmak. tekneye giren (suyu) kova, maşrapa v.b. ile boşaltmak. 3. out (uçaktan) paraşütle atlamak. 4. out k. dili (zor bir durumdan) sıyrılmak/kaçmak. bailiff i. 1. icra memuru. 2. kâhya. bailiwick i. uzmanlık alanı; yetki alanı. bait i. olta yemi; kapan yemi. f. 1. yemlemek. 2. sözlerle eziyet bake etmek. f. fırında pişirmek. bake sale evde yapılmış kek, kurabiye, pasta gibi şeylerin satışı. baked beans fırında pişirilmiş kuru fasulye. baked potato fırında patates; kumpir. baker i. fırıncı, ekmekçi. baker´s dozen on üç. bakery i. 1. ekmek fırını, fırın. 2. pastane. baking i. 1. fırında pişirme. 2. (bir) pişim. baking powder kabartma tozu. baking soda karbonat, sodyum bikarbonat. baking soda kabartma tozu, sodyum bikarbonat. baksheesh i. bahşiş. balance i. 1. terazi. 2. denge. 3. denklem. 4. bilanço. 5. bakiye. f. 1. balance a tire dengelemek. lastiğin balans2.ayarını dengeli olmak. yapmak. balance of a debt borç bakiyesi. balance of payments ödemeler dengesi. balance of power (uluslararası ilişkilerde) kuvvetler dengesi. balance of trade ticaret dengesi, ithalat ve ihracat arasındaki değer farkı. balance sheet bilanço. balanced s. dengeli. balcony i. balkon. bald s. 1. dazlak. 2. kılsız; tüysüz. 3. yalın, sade. bald-faced s., bak. barefaced. baldness i. dazlaklık. bale i. balya. f. balyalamak. bale i., İng., bak. bail 2. baleful s. uğursuz, meşum. balk f. bir engel karşısında duraklamak; yürümemekte direnmek. balky s. yürümemekte direnen, inat eden (hayvan). ball i. 1. top; küre. 2. yumak: a ball of yarn bir yumak iplik. 3. topak: ball a ball of dough bir topak hamur. f. up k. dili (bir şeyin) içine i. balo. etmek. ball and chain pranga. ball bearing mak. bilye. ball cock şamandıra ile işleyen kapama valfı. ball of the foot ayak parmaklarının kökü. ballad i. balad; türkü. ballast i. 1. den. safra. 2. d.y. balast. ballerina i. balerin. ballet i. 1. bale. 2. bale trupu. ballet dancer 1. balerin. 2. dansör. ballistic s. balistik. ballistic curve balistik eğrisi. ballistic missile ask. roket. ballistics i. balistik, atış bilimi. balloon i. balon. f. balon gibi şişmek. balloon tire balon lastik. ballot i. oy pusulası. ballot box oy sandığı. ballpark i., k. dili ball-point i. tükenmez, tükenmez kalem. ball-point pen tükenmez kalem. ballroom i. dans salonu, balo salonu. balls i., argo 1. taşaklar, husyeler. 2. cesaret, taşak, göt. 3. İng. ballsy saçma, s., argo zırva, bayağıfasa fiso.She´s one ballsy female! Amma taşaklı cesur: ballyhoo karı i., k. yahu! dili 1. heyecanlı ve şamatalı propaganda/reklam. 2. balm gürültü, patırtı, kullanılan i. 1. ilaç olarak şamata, velvele. birkaç çeşit yağ. 2. pelesenk. 3. bot. balmy melisa, oğulotu. s. 1. yumuşak ve4.ılık güzel koku, (hava). 2. rayiha. 5. kokulu k. dili kaçık, merhem; bir tahtası ağrı eksik. veya sızıyı dindiren merhem. baloney i. 1. bir cins salam. 2. k. dili saçma, zırva, fasa fiso. balsam i. pelesenk. Baltic s. Baltık. balustrade i. korkuluk, tırabzan. bamboo i. bambu. bamboozle f., k. dili 1. aldatmak, dolandırmak. 2. şaşırtmak. ban f. (--ned, --ning) yasaklamak, menetmek. i. yasak. banal s. banal, sıradan, bayağı. banality i. 1. banallik, sıradanlık. 2. banal söz; banal şey. banana i. muz. banana pepper çarliston, çarliston biber. banana republic muz cumhuriyeti. band i. 1. takım, zümre. 2. bando. band i. 1. şerit, bant, kurdele; kolan; sargı. 2. kemer; kayış. 3. uzun band saw çizgi. f. çemberlemek. şerit testere. band together birleşmek, bir araya toplanmak; birleştirmek, bir araya bandage toplamak. i. sargı. f. (yarayı) sarmak, bağlamak. Band-aid i. yara bandı, plaster, bant. band-aid i., bak. Band-aid. s., k. dili geçici: a band-aid solution geçici bir bandit çözüm. i. haydut, eşkıya. banditry i. haydutluk. bandmaster i., müz. bando şefi. bandstand i. açık havada çalan müzik topluluklarına özgü ve çoğu zaman bandwagon üstü i. kapalı platform. bandy f. bandy about 1. (bir sözü) çok iyi biliyormuş gibi kullanmak. 2. (bir fikri) bandy words with ortaya atmak. ile atışmak, ile3.ağız (birkavgası haberi) yapmak. yaymak. be bandied about ağızdan bandy-legged ağıza s. çarpıkdolaşmak, bacaklı.söylenmek. bane i. baneful s. zararlı, kötü. bang i. 1. Çat!/Bom! 2. gürültü, patırtı; patlama. 3. heyecan, sevinç. bang up 4. sansasyon, canına mahvetmek, olay. f.okumak: 1. şiddetle Youçarpmak/kapanmak. can use my car, but2.don´t gürültülü you dare bir şekilde vurmak. 3. gürültü yapmak. amaz., k. dili tam: banger i., İng., k. bang it up! Arabamı kullanabilirsin, dili sosis. canına bang in the okuyayım deme! middle of the war savaşın tam ortasında. bang on Bangladesh i. Bangladeş. time tam zamanında. Bangladeshi i. Bangladeşli. s. 1. Bangladeş, Bangladeş´e özgü. 2. bangs Bangladeşli. i. perçem, kâkül, kırkma. banish f. 1. sürgüne göndermek, sürmek. 2. kovmak, uzaklaştırmak. banishment i. sürgün. banister i. tırabzan; tırabzan küpeştesi. bank i. 1. (nehir, göl, v.b.´ne ait) kıyı, kenar. 2. (set gibi duran, yanları hafif meyilli/dik) toprak kümesi. 3. (bulut) kümesi. f. yığmak; yığılmak. bank i. banka. f. bankaya (para) yatırmak. bank account banka hesabı. bank bill banknot; bir banka tarafından diğer bir banka üzerine çekilen bank discount poliçe. banka ıskontosu, bir senedin banka tarafından kırılması. bank holiday İng. cumartesi ve pazar günleri dışındaki resmi tatil. bank note banknot, kâğıt para. bank on -e bel bağlamak, -e güvenmek: We are banking on their bank rate support. Desteklerine banka ıskonto bel bağladık. haddi, faiz oranı. bank vault banka kasası. bankable s., k. dili kâr getiren, para getiren. bankbook i. banka cüzdanı, hesap cüzdanı. bankcard i. (bankanın çıkardığı) kredi kartı. banker i. bankacı. banking i. bankacılık. bankrupt s., i. iflas etmiş, batkın, müflis. f. iflas ettirmek, batırmak. bankruptcy i. iflas, batkı. banner i. 1. bayrak, sancak, alem. 2. gazet. manşet. banns i. (gelecek bir tarihe ait) evlenme ilanı. banquet i. ziyafet, resmi ziyafet. banter i. şakalaşma, takılma. f. şakalaşmak, takılmak. baptise f., İng., bak. baptize. baptism i. vaftiz. baptize f. vaftiz etmek. bar i. 1. çubuk, sırık. 2. engel. 3. bar (içki içilen yer). 4. huk. baro. 5. bar none su içindeki ayrıksız. istisnasız, kum seti. 6. müz. ölçü çizgisi. f. (--red, --ring) 1. sürgülemek. 2. engel olmak. 3. sokmamak, almamak. edat -den bar of soap sabun kalıbı. başka, hariç. barb i. 1. çengel; kanca. 2. iğneleyici söz. Barbadian i. Barbadoslu. s. 1. Barbados, Barbados´a özgü. 2. Barbadoslu. Barbados i. Barbados. barbarian i., s. vahşi, barbar. barbaric s. medeniyetsiz, barbar; vahşi. barbarism i. barbarlık. barbarity i. vahşet. barbarous s. barbarca, vahşi. barbecue i. 1. (et kızartmak için dışarda kullanılan) ızgara; barbekü. 2. barbed üstüne baharatlı s. 1. dikenli, bir sos kancalı. dökülerek 2. iğneli (söz).ızgarada kızartılan et. 3. etin bu şekilde kızartıldığı açıkhava toplantısı. f. üstüne baharatlı bir barbed wire dikenli tel. sos dökerek (eti) ızgarada kızartmak. barbell i. halter. barber i. berber. f. tıraş etmek. barbershop i. berber dükkânı, berber. bard i. saz şairi, ozan. bare s. 1. çıplak. 2. ancak yetecek kadar. f. soymak, açmak. bare f., eski, bak. bear 2. bare its teeth (hayvan) dişlerini göstermek. bare living kıt kanaat geçinme. bareback z. barefaced s. apaçık, düpedüz: That´s a barefaced lie. Düpedüz yalan bu. barefoot s., z. yalınayak. barefooted s., z., bak. barefoot. barehanded z. 1. silahsız. 2. eldivensiz. 3. aletsiz. bareheaded s. başı açık. barelegged s. çorapsız, çıplak bacaklı. barely z. ancak, güçbela. barf f., argo kusmak. i. kusmuk. bargain i. 1. iş anlaşması. 2. kelepir. f. 1. pazarlık etmek. 2. for/on -i barge ummak, i. mavna.-i beklemek: I hadn´t bargained on that. Öyle bir şey beklememiştim. barge in burnunu sokmak, işe karışmak. bark i. havlama. f. havlamak. bark i. kabuk; ağaç kabuğu. bark up the wrong tree k. dili yanlış kapı çalmak. barkeep i., bak. barkeeper. barkeeper i. barmen. barley i. arpa. barmaid i. barın tezgâhında çalışan kadın, barmeyd. barman çoğ. bar.men (bar´mîn) i. barmen. barmy s., İng. kafadan kontak, kafası bir hoş, çatlak. barn i. ahır, çiftlik ambarı. barnstorm f., k. dili taşrada temsil vermek. barnyard i. çiftlik ambarı yanındaki avlu. barnyard fowl kümes hayvanı. barometer i. barometre. baron i. 1. baron. 2. çok zengin işadamı, kral: an oil baron petrol kralı. baroness i. barones. baroque s. 1. barok. 2. şatafatlı, çok süslü. barracks i. kışla. barrage i., ask. yoğun yaylım ateşi, baraj ateşi. barred s. 1. parmaklıkla kapalı. 2. yasaklanmış. barrel i. fıçı. barrel organ laterna. barrel vault mim. beşiktonoz. barren s. kısır; meyvesiz; kıraç, verimsiz. barrette i. saç tokası. barricade i. barikat. f. barikat yapmak: They barricaded the street. barrier Sokakta barikat i. (çit, duvar, yaptılar. korkuluk gibi) engel; bariyer. barrister i., İng. en yüksek mahkemelerde dava görebilen avukat. barroom i. bar. barrow i., İng. 1. işportacı arabası. 2. el arabası. bartender i. barmen. barter f. değiş tokuş etmek, takas yapmak, trampa etmek. i. değiş base tokuş, takas, i. 1. temel, trampa. esas. 2. ask. üs. 3. kim. baz. base s. alçak, adi, rezil. base of operations harekât üssü. base s.t. on bir şeyi -e dayandırmak. baseball i. beysbol. baseboard i. süpürgelik. baseless s. asılsız, temelsiz. basement i. bodrum katı, bodrum. baseness i. alçaklık; alçakça bir davranış. bash f. kuvvetle vurmak, hızla vurmak. i. 1. hızlı vuruş; kuvvetli bashful darbe. 2. k. sıkılgan, s. utangaç, dili şatafatlı parti. çekingen. BASIC kıs. Beginner´s All-purpose Symbolic Instruction Code bilg. basic BASIC (bir temel. s. 1. esas, programlama 2. kim. dili). bazal. basically z. aslında, esasında. basil i., bot. fesleğen. basin i. 1. leğen. 2. havuz. 3. havza. basis çoğ. ba.ses (bey´siz) i. 1. temel. 2. kaynak. 3. ana ilke. bask f. güneşlenmek, tatlı bir sıcaklığın karşısında uzanmak. basket i. 1. sepet; küfe; zembil. 2. spor sayı, basket. basketball i. 1. basketbol, sepettopu. 2. basketbol topu. bass i., zool. levrek, hani. bass i., mus. basso, bas. bass clef fa anahtarı. basswood i. ıhlamur ağacı. bastard i. 1. piç, gayrimeşru çocuk. 2. alçak herif, it. bastardise f., İng., bak. bastardize. bastardize f. alçaltmak; değerini düşürmek. baste f. 1. teyellemek. 2. (kurumaması için) (pişen etin üstüne) sıvı bastion dökmek/sürmek. i. kale burcu; tabya. bat i., spor (beysbol, kriket v.b.´nde) sopa. f. (--ted, --ting) 1. spor bat sopayla i. yarasa.topa vurmak. 2. (göz) kırpmak. batch i. 1. bir pişimde pişirilenler. 2. takım; grup; parti: a batch of bated books s. bir parti kitap. bath i. 1. banyo. 2. hamam; kaplıca. 3. film banyosu. f., İng. yıkamak; bath chair yıkanmak. İng. (üstü bazen kapalı) tekerlekli sandalye. bath towel banyo havlusu. bathe f. 1. yıkamak, banyo etmek; yıkanmak, banyo yapmak. 2. bathhouse ıslatmak; i. 1. (plaj, suya batırmak. göl v.b. kenarında) kabinli bina. 2. (halka açık) bathing banyo/hamam. i. 1. banyo yapma, yıkanma. 2. deniz banyosu, yüzme. bathing suit mayo. bathrobe i. bornoz. bathroom i. 1. banyo. 2. tuvalet. bathroom fixtures banyoya ait sabit eşya. bathtub i. banyo küveti. baton i. değnek. battalion i., ask. tabur. batten i. ince tahta parçası, tiriz. batter f. sert darbelerle vurmak; hırpalamak; dövmek. batter i. sulu hamur. batter i., spor sopayla vuran oyuncu. batter s.t. down (yerle bir etmek için) bir şeye vurmak. batter s.t. in (delmek/çökertmek için) bir şeye vurmak; bir şeye vurup battered delmek; bir şeye s. 1. hurdası vurup çıkmış, çökertmek. ezilmiş. 2. dövülmüş (kimse). battery i. 1. elek. pil; akümülatör, akü. 2. ask. batarya. 3. huk. dövme, battery-operated dayak. s. pilli. 4. dizi, seri, takım. batting i. tabaka halinde pamuk. battle i. 1. muharebe; meydan savaşı. 2. mücadele, büyük uğraş. f. 1. battle cry savaşmak, dövüşmek. 1. savaş narası. 2. mücadele 2. herhangi etmek, çok bir kampanyada uğraşmak. kullanılan slogan. battle fatigue savaş görmüş kimselerde görülen ruhsal çöküntü. battle royal 1. (birkaç kişi arasındaki) büyük dövüş. 2. büyük kavga, büyük battle-ax münakaşa. i. 1. cenk baltası, teber. 2. argo huysuz kocakarı. battlefield i. savaş alanı. battleground i., bak. battlefield. battleship i. savaş gemisi, zırhlı. batty s., argo çatlak, kaçık. bauble i. gösterişli süs, gösterişli fakat kullanışsız şey. baulk f., bak. balk. bauxite i. boksit. bawdily z. açık saçık bir şekilde. bawdiness i. açık saçık oluş. bawdy s. açık saçık, müstehcen. bawl f. 1. bağırmak. 2. yüksek sesle ağlamak. bawl out argo azarlamak, haşlamak, paylamak. bay i. koy, küçük körfez. bay i. uluma. f. ulumak. bay i., bot. defne, defne ağacı. bay leaf defne yaprağı. bay tree bot. defne ağacı. bay window 1. cumba. 2. k. dili göbek, yağ bağlamış karın. bayberry i., bot. mumağacı. bayonet i. süngü. bayou i. bir nehir veya gölün bataklıklı kolu veya çıkış noktası. bazaar i. pazar, çarşı; kermes. BB i. hava tüfeğinin saçması. BB gun hava tüfeği. BBC kıs. British Broadcasting Corporation BBC, B.B.C. (İngiliz Radyo- BC Televizyon Kurumu). kıs. before Christ M.Ö. (milattan önce), İ.Ö. (İsa´dan önce). be f. (--en, --ing) (kuraldışı çekimleri: şimdiki zaman I am; he/she/it BE is; kıs.we/you/they are; eski thou art. geçmiş zaman I/he/she/it was; bill of exchange. eski thou wast; we/you/they were; eski thou wert. miş´li geçmiş be vexed with s.o. birine kızmak. be (caught) between a rock zaman I have been) olmak, vaki olmak; varlığını göstermek, k. dili ikiolmak. mevcut ateş arasında yardımcıkalmak; iki aradafiilkalmak; f. -dır. edilgen yapmayaiki yarayan cami and a hard place. be ... shy arasında yardımcı kalmış beynamaza fiil: be bir (birinin) (belirli seen görünmek. miktarda) dönmek; iki arada bir derede eksiği olmak: We´re only twenty kalmak. dollars shy of a million. Bir milyona varabilmek için yalnızca be a bad judge of -den anlamamak. yirmi dolar eksiğimiz var. be a basket case k. dili 1. berbat bir halde olmak. 2. ambale olmak, doğru dürüst be a big deal düşünemez k. dili çok önemlihaldeolmak. olmak. be a byword for mec. ile eşanlamlı olmak. be a disgrace to -in yüzkarası olmak. be a good judge of -den anlamak, -in ne olduğunu bilmek. be a hard worker çok çalışkan olmak. be a match for (birinin) dengi olmak. be a nervous wreck k. dili sinirleri bozulmuş olmak. be a nuisance to -in başının belası olmak. be a part and parcel of (bir şeyin) önemli bir öğesi olmak: These words are now part be a past master at and parcel ofçok (bir konuda) theusta language. olmak.Bu sözcükler artık dilin önemli bir parçası oldu. be a physical wreck sağlığı bozulmuş olmak. be a picture of health turp gibi olmak. be a poor loser yenilince kızıp küsmek. be a shadow of one´s former 1. (biri) epeyce çökmüş olmak. 2. (biri) epeyce çaptan düşmüş self be a stranger to olmak. 3. eskiolmak. -in yabancısı halinden çok düşmüş olmak. be a subject of/for ... konusu olmak: She was a subject of gossip throughout the be a thing of the past village. Köydeki (bir şey) herkesin artık geçmişe aitdedikodu konusu idi. bir şey olmak. be a whiz at k. dili (bir konuda) çok becerikli olmak, (bir işin) ustası olmak. be abhorrent to 1. -e iğrenç gelmek. 2. -e son derece ters/aykırı gelmek. be about 1. (kötü bir şey) kol gezmek: Smallpox was about in the town. be about Şehirde çiçek kol üzere olmak; geziyordu. meşgul olmak.2. ayakta olmak: That morning she was about at the crack of dawn. O sabah şafak söktüğünde be about s.t. bir şey yapmak, bir şeyle meşgul olmak: What are you about? ayaktaydı. be about to Sen -mek neüzere yapıyorsun? olmak: IYou´ve beentolong was about enough go out aboutKapıdan the door. it! Amma uzun sürdü! çıkmak He knows üzereydim. I what knew he´s by about. heart the Ne yaptığını poems about biliyor. to be read. be above reproach eleştirilemez olmak. O sırada okunacak olan şiirleri ezbere biliyordum. be above suspicion -den şüphe edilemez olmak: He´s above suspicion; he couldn´t be above suspicion have beenşüpheden her türlü there when it happened. uzak olmak. Ondan şüphe edilemez; olay sırasında orada olamazdı. be abroad 1. yurtdışında olmak. 2. artık sır olmaktan çıkmış olmak: How´d be absorbed in ittüm getdikkatini abroad that(bir Işeye) was here? vermişBurada olmak.bulunduğum nasıl keşfedildi? 3. ev dışına çıkmış olmak, dışarıda olmak: Why are be abundant in -de bol/çok olmak: The forest was abundant in game. Ormanda you abroad so early in the morning? Sabahleyin böyle erkenden av-e hayvanı uygun çoktu. be accordant with niye dışarıolmak; çıktın? ile uyumlu olmak. be accustomed to -e alışkın olmak. be acquainted with 1. ile tanışmak, -i tanımak. 2. -i bilmek, -e aşina olmak. be acquitted (of) (-den) beraat etmek, temize çıkmak. be addicted to (bir şeyin) bağımlısı/tiryakisi olmak. be adrift akıntıyla sürüklenmek. z. be advisable Tavsiyeleri pekiştirmek için kullanılır: Great caution is advisable. be affiliated with Son derece -e bağlı dikkat edilmeli. olmak. be afflicted with -den mustarip olmak. be afloat 1. su üstünde yüzmek. 2. (mali açıdan) ayakta kalmak, zarar be afraid etmemek: The firm is afloat. Şirket masrafını çıkarıyor. 3. (of) (-den) korkmak. be afraid of one´s own (söylenti) dolaşmak: Rumors are afloat. Ortalıkta şayialar kendi gölgesinden korkmak. shadow dolaşıyor. be after peşinde olmak. be alien to (birine) yabancı gelmek. be alive to -in farkında olmak. be alive with kaynamak, çok miktarda bulunmak. be all broken up over -den dolayı çok üzgün olmak. be all ears kulak kesilmek, dikkatle dinlemek. be all eyes gözünü dört açmak. be all for -i candan desteklemek, -e taraftar olmak. be all in k. dili pestili çıkmak; çok yorgun olmak. be all keyed up çok heyecanlı olmak; endişe içinde olmak. be all right 1. iyi olmak, zarara uğramamış olmak: Are you all right? İyi be all thumbs misin? 2. elleriyle k. dili 1. iyi olmak, iş fena yapmayaolmamak: Hisbeceriksiz gelince grades are all right. olmak. 2. at Notları bir (belirli fena değil. 3. konuda) uygun olmak, beceriksiz olmak.olmak: Is it all right if she be all wet k. dili çok yanılmak. comes too? O da gelse olur mu? be all wet k. dili 1. tamamen yanlış olmak. 2. yanılmak, yanılgıya düşmek. be along gelmek. be along for the ride k. dili (iş için değil) eğlenmek/vakit geçirmek için (hazır) be amiss bulunmak. gerektiği gibi olmamak. be an old hand at (bir konuda) bayağı tecrübeli olmak. be anathema to ... tarafından nefret edilen biri olmak: She was anathema to the be angry about left-wingers. -e sinir olmak. Solcular ondan nefret ettiler. be angry at -e kızgın olmak, -e kızmak. be angry with s.o. birine gücenmiş olmak. be annoyed with (birine) kızgın olmak. be answerable for s.t. bir şeyden sorumlu olmak. be answerable to s.o. birine karşı sorumlu olmak. be anxious about -i merak etmek. be anxious for s.o. to (birinin bir şeyi yapmasını) çok istemek. be anxious to k. dili -i çok istemek. be as good as one´s bond son derece güvenilir olmak. be as good as one´s word sözünü tutmak, sözünü yerine getirmek. be as good as one´s sözünü tutmak, sözünde durmak, sözünü yerine getirmek. word/promise be as thick as thieves k. dili sıkı fıkı olmak, canciğer kuzu sarması olmak. be ashamed utanmak. be asleep uyumak. be assailed with doubts kuşkular içinde olmak. be assassinated suikasta uğramak, suikasta kurban gitmek. be associated with ile ilişkisi olmak; ile ilgisi olmak. be astonished at -e hayret etmek. be at -de bulunmak, -de olmak. be at a disadvantage dezavantajlı olmak. be at a loss for words ne diyeceğini şaşırmak/bilememek. be at a loss for words ne diyeceğini şaşırmak, söyleyecek söz bulamamak. be at a low ebb 1. (birinin) morali bozuk olmak. 2. çok azalmış olmak. be at a standstill durmak, durmuş vaziyette olmak; kesilmek, kesilmiş vaziyette be at bay olmak. çok zor bir durumda olmak. be at cross purposes -in amaçları birbirine ters düşmek/birbiriyle çelişmek. be at daggers drawn kanlı bıçaklı olmak. be at fault kabahatli olmak. be at hand el altında olmak; yakında olmak. be at loggerheads (with) (ile) ihtilafa düşmüş olmak. be at loose ends k. dili 1. meşgul olmamak, boş olmak. 2. boşta gezmek. be at loose ends serbest olmak, (birinin) bir işi olmamak. be at odds 1. (birilerinin) araları açık olmak. 2. with -e aykırı olmak. be at one´s back bir kimseye arka çıkmak. be at one´s best en iyi durumda olmak, formunda olmak. be at one´s elbow yanı başında olmak, yanında olmak. be at one´s wit´s end ne yapacağını bilmemek, şaşırmak. be at one´s wits´/wit´s end k. dili ne yapacağını şaşırmak. be at rest hareketsiz olmak, hareket etmemek. be at risk tehlikede olmak. be at s.o.´s beck and call her an birinin emrinde olmak. be at s.o.´s disposal birinin emrinde olmak: While I´m away my house is at your be at s.o.´s disposition disposal. Ben yokken birinin emrine amadeevim emrinizde. olmak. be at s.o.´s service birinin hizmetinde olmak. be at sea 1. denizde olmak; (açık denizde seyreden) gemide olmak. 2. k. be at the end of one´s rope dili şaşkına çaresiz dönmüş olmak. kalmak. be at the end of one´s tether son kozunu oynamış olmak. be at the end of one´s tether k. dili çok zor bir durumda olmak, ne yapacağını şaşırmış be at the mercy of olmak. -in insafına kalmış olmak. be at the point of death ölmek üzere olmak. be at variance with 1. ile uyuşmamak, ile araları bozuk olmak. 2. -e ters düşmek, be at war ile çelişmek. savaş halinde olmak. be at work işte olmak, iş başında olmak. be averse to 1. -den hoşlanmamak: He is averse to hard work. Çok be avid for çalışmaktan (bir şeyi eldehoşlanmıyor. 2. -ehırslı/arzulu etmek için) çok karşı olmak: They were averse olmak. to our plan. Planımıza karşıydılar. be awake to -in farkında olmak. be aware of -in farkında olmak; -den haberdar olmak. be awash 1. suyla kaplı olmak, sular altında olmak. 2. (bir şey) su içinde be bad for yüzmek. -e zararlı3.olmak. with ile dolu olmak; bol miktarda bulunmak. be bad news k. dili hiç iyi biri/bir şey olmamak. be badly off k. dili fakir/yoksul olmak. be baffled şaşırmak. be bang on İng., k. dili tam isabet etmek, taşı gediğine koymak. be based on -e dayanmak. be behind the eight ball argo zor/müşkül bir durumda olmak. be behind the times çağın gerisinde kalmak. be beneath s.o. birine yakışmamak, birinin tenezzül etmeyeceği bir şey olmak: be bent on/upon That´s beneath you. -i kafasına/aklına O sana koymuş yakışmaz. olmak. be bent out of shape k. dili küplere binmek, çıldırmak. be beset by/with 1. -in (olumsuz yönleri) çok olmak: This project´s beset with be beside the point problems. Bu proje konuyla ilgisi problemlerle olmayan dolu. 2. -i kaplamak, -i istila bir şey olmak. etmek: I was suddenly beset by doubts. Birdenbire içimi be beside the point/question -in (konuşulan şeyle) hiç ilgisi olmamak: That´s beside the kuşkular kapladı. be besotted with point. İng. -eOnun alakası kapılmak, ... yok. sevdasına kapılmak, kendini -e kaptırmak. be better off daha iyi durumda olmak. be beyond belief inanılması mümkün olmamak, inanılmaz olmak. be beyond dispute tartışma götürmemek. be beyond one´s ken (birinin) hiç bilmediği bir şey olmak. be beyond s.o.´s grasp 1. birinin kavrayışının dışında olmak. 2. birinin elinden be beyond the pale kurtulmuş olmak: They´re beyondbir hiç kabul olunacak/onaylanacak his grasp şey now. O artık onlara olmamak. be beyond/without a shadow dokunamaz. 3. birinin elde edemeyeceği bir şey olmak. zerre kadar şüphe kalmamak. of a doubt be booked up 1. -in programı dolu olmak. 2. -in tüm yerleri dolu/rezerve be bored stiff olmak. k. dili sıkıntıdan patlamak/çatlamak. be born with a silver spoon k. dili zengin bir ailenin çocuğu olmak. in one´s mouth be bound to -mesi kesin gibi/kesin olmak: He´s bound to win. Kazanması be broken to smithereens kesin gibi. paramparça olmak. be burned/burnt out yangın yüzünden sokakta kalmak. be cast adrift akıntıya bırakılmak. be caught short 1. parası çıkışmamak. 2. of yanında yeterli miktarda (bir şey) be centrally located olmamak. merkezi bir 3. yerde İng. sıkışmak, aptesimerkezinde olmak, şehrin gelmek. bulunmak. be chary of (bir konuda) son derece ihtiyatlı davranmak/dikkatli olmak: Be be close to chary of investing 1. (belirli bir zamanyour money veya yerde)in-e that company. yakın Paranızı olmak. 2. o -in yakını şirkete olmak. yatırmadan önce iyice düşünün. be closeted with görüşme amacıyla (birisi) ile odaya kapanmak. be cognizant of -den haberdar olmak, -in farkında olmak, -i bilmek. be comparable 1. to -e benzemek. 2. with ile karşılaştırılabilir olmak. be composed of -den oluşmak, -den ibaret olmak. be concerned about -den kaygılanmak, -den endişe duymak, -i merak etmek. be conditioned by (bir şey) (başka bir şeye) bağlı olmak: Your spending capacity be conducive to isinsanı conditioned -e davetbyetmek/sevketmek, the size of your income. -e müsaitHarcamaların olmak: Thisgelir is a miktarına place bağlı. that´s conducive to reflection. Burada insan derin be congenial 1. to -e hoş gelmek. 2. with -e uygun olmak. düşüncelere dalabilir. be conscious of -in farkında olmak, -i bilmek. be consoled avunmak. be contrary to -e zıt olmak, -e ters düşmek. be convulsed with laughter gülmekten katılmak. be crazy about -e bayılmak. be cross with -e dargın olmak. be cursed lanetli olmak. be damaged in shipment (mal) yoldayken hasar görmek. be delayed gecikmek, geç kalmak. be delighted with -e çok sevinmek. be desirous of -i arzu etmek, -e can atmak. be destined for/to talih tarafından bir şeye yöneltilmek: He was destined for be destined for greatness. Kaderyol (bir yere doğru) onualmak/gitmek; büyük bir adam (birolmaya yöneltti. yere doğru) He was gidecek destined olmak: to ship The becomewas president. destined Talih for onu Gemi China. cumhurbaşkanlığına Çin´e doğru yol be disdainful of s.t. bir şeyi hor görmek. yöneltti. alıyordu. be disenchanted with gözünden düşmek: I´m disenchanted with him. O, gözümden be disgusted with düştü. -den bıkmak. be disposed to ... eğiliminde olmak. be done for k. dili 1. mahvolmak; belaya çatmak. 2. pestili çıkmak, canı be doomed to çıkmak. (kötü bir şeye) mahkûm olmak. be down in the dumps çok neşesiz olmak, canı sıkkın olmak. be down on -e karşı olmak. be down to the wire k. dili (bir şeyi yapmak için tanınan mühlet) bitmek üzere be dressed in tatters olmak; (birinin)(bir işin) üstü sonuna başı yırtık yaklaşmış pırtık olmak,olmak: yırtıkWe´re pırtık down toiçinde giysiler the wire. olmak. Bu işin sonuna yaklaştık. be dressed up fit to kill iki dirhem bir çekirdek olmak, çok süslenmiş olmak. be due 1. to -den kaynaklanmak/ileri gelmek, -e borçlu olmak. 2. -in be enamored of verilmesi/ödenmesi -e âşık olmak. gerekmek/lazım olmak: When is this note due? Bu senedin vadesi ne zaman doluyor? 3. (belirli bir be encased in ile kaplı olmak; ile örtülü olmak. zamanda/belirli bir programa göre) (bir olayın meydana be enchanted by/with -e bayılmak, gelmesi) -i çok sevmek: gerekmek/lazım She is enchantedThe olmak/beklenmek: withbus herisnew due at be encrusted with house. nine. Yeni bir Otobüsün 1. (kalınca evine bayılıyor. dokuzda tabaka) ilegelmesi lazım.2.4.(mücevherler) kaplı olmak. (bebeğin doğumu) ile süslü be encumbered with beklenmek: olmak. When´s her baby due? Ne 1. ile yüklü olmak. 2. ile doldurulmuş olmak. zaman doğum yapacak? be endowed with Allah (birine) (bir şeyi) vermek: He´s endowed with a good be engrossed in memory. Allah ona iyi bir hafıza vermiş. -e dalıp gitmek. be enmeshed in (olumsuz bir duruma) düşmek: He was enmeshed in his own be enshrined in intrigues. (bir şeyin)Kendi içindeentrikaları çok saygınayağına bir yeridolanmıştı. olmak: It´s an expression be entitled to that´s enshrined in French usage. O 1. -e hakkı olmak. 2. -i yapmaya yetkisi deyimin Fransız dilinde çok olmak. saygın bir yeri var. be equal to (bir işin) üstesinden gelmek. be equivalent to -e eşit olmak. i. 1. karşılık, eşit. 2. dilb. eşanlamlı sözcük, be exempt eşanlamlı. (from) -den muaf olmak. f. muaf tutmak. be expecting k. dili hamile olmak, gebe olmak. be fagged out çok yorgun olmak, turşu gibi olmak. i., argo 1. sigara. 2. be familiar to homoseksüel -e aşina olmak. erkek, ibne, tekerlek. be familiar with -i iyi bilmek. be famished çok acıkmış olmak. be fascinated by/with -e kendini kaptırmak. be fast (saat) ileri gitmek/olmak. be few and far between nadir rastlanmak; çok seyrek olmak. be fluent in (bir dili) akıcı bir şekilde konuşmak. be flushed with (bir şeyin) verdiği heyecanla dolu olmak. be fond of -i sevmek. be for the benefit of -in yararına olmak: This concert´s for the benefit of be found wanting Darüşşafaka. Bu konser Darüşşafaka´nın yararına. kusurlu bulunmak. be free of 1. (birinden) kurtulmuş olmak. 2. (bir yerden) çıkmış olmak. be free to -ebilmek: She´s now free to marry. Artık evlenebilir. You´re be free with one´s advice free to go. Gidebilirsiniz. sorulmadan öğüt vermek. be free with one´s money parasını cömertçe harcamak. be from -den gelmek, -li olmak. be frozen hard donup kaskatı olmak. be fucked up 1. kafayı yemek, kafayı yemiş olmak; kafayı üşütmüş olmak. 2. be full of beans (iş/işler) k. dili çokberbat canlı olmak, ve heveslimahvolmak, olmak. rezil olmak. be given to (bir şey yapmak) itiyadında olmak. be going strong enerjik bir şekilde çalışmak. be going to 1. Niyet gösterir: She´s going to register for that course. O ders be good at için kaydını (belirli yaptıracak. bir şeyi) 2. Zorunluluk iyi yapmak: He´s good gösterir: You are at repairing going to radios. get that Radyo job, period. tamirini iyi O işe gireceksin, o kadar. 3. -mek üzere yapar. be good enough to bir iyilik edip de (bir yardımda bulunmak): Will you be good olmak: Doğan´s going to throw up. Doğan kusmak üzere. 4. be good for enough tobir 1. (belirli help me? süre Birdayanmak: için) iyilik edip de bana That yardım rug´s goodeder for misiniz? another Gelecek zaman için kullanılır: It´s going to be sunny today. be good/bad at figures twenty Bugün years. hesabıhava Oolmak. halı olacak. güneşli iyi/kötü bir yirmi yıl daha dayanır. 2. (belirli bir işe) yaramak: It´s good for a laugh. Bizi güldürmeye yarar. be greedy for gözünü (bir şey) hırsı bürümek. be green with envy 1. çok kıskanmak, kıskançlıktan çatlamak. 2. gıpta etmek. be guilty of -in suçlusu olmak, -den suçlu olmak. be halfway through -in yarısını bitirmiş olmak. be halfway to -e giden yolun yarısında olmak: We were halfway to Alanya. be hand in/and glove with Alanya´ya giden ile yakın ilişki yolun içinde yarısındaydık. olmak. be happy with -den memnun olmak. be hard at hand kapıda olmak, kapıya dayanmış olmak. be hard at it k. dili çok çalışmak. be hard by -in çok yakınında olmak; -e çok yakın olmak. be hard hit by -in çok zararını görmek: We were hard hit by the cold weather in be hard of hearing December. Aralık´taki soğuk bize çok zarar verdi. ağır işitmek/duymak. be hard on k. dili 1. (bir şeyi) hor kullanmak. 2. (bir şeyi) çabuk be hard on the heels of eskitmek/mahvetmek. -in hemen ardından gelmek. 3. (birine) sert davranmak. be hard put to (bir şeyi) zorla/çok zor yapmak: They were hard put to finish it be hard put to on time. (bir şeyi)Onu vaktinde bitirmeleri zorlukla/güçlükle (yapmak):çok Izor wasoldu. hard put to give her be hard up an answer. Ona zor cevap verdim. k. dili (birinin) pek parası olmamak, (biri) züğürt olmak. be hard up for money para sıkıntısı çekmek. be hell on -i hor kullanmak, -i hoyratça kullanmak. be here to stay kalıcı olmak, vazgeçilmez olmak: Computers are here to stay. be honeycombed with Bilgisayar ile dopdoluartık olmak.hayatımızın vazgeçilmez bir parçası oldu. be hooked on k. dili 1. -in tiryakisi/bağımlısı olmak. 2. -e vurgun/âşık olmak. be hungry 1. aç olmak, karnı aç olmak. 2. for -i çok özlemek; -i çok arzu be ignorant of etmek, -e susamak. -den haberi olmamak; ... hakkında bilgisi olmamak. be imbued with ile dolu olmak: He was imbued with a strong sense of duty. be implicit in Görev aşkıyla -de saklı olmak,doluydu. -in içinde olmak: That´s implicit in what I said. be in O, dediklerimde saklı. 1. evde/ofiste bulunmak. 2. moda olmak. 3. (mevsimi geldiği be in the ascendant için) (sebze/meyve)doğu 1. (yıldız/gezegen) çıkmak.ufkunda görünmek. 2. (birinin) yıldızı be in a (tight) spot parlamak; egemen olmak. k. dili zor bir durumda olmak. be in a bad humor -in sinirleri/huyu/heyheyleri üstünde olmak. be in a bad mood sinirleri tepesinde/üstünde olmak. be in a bad way 1. ağır hasta olmak. 2. çok zor bir durumda olmak. be in a brown study k. dili dalıp gitmek. be in a fix zor bir duruma düşmek. be in a flap k. dili telaş içinde olmak. be in a good humor -in keyfi yerinde olmak. be in a good mood keyfi yerinde olmak. be in a hurry 1. -in acelesi olmak, acele etmek: I´m in a hurry. Acelem var. be in a pickle Don´t be in k. dili zor birtoo big a hurry. durumda olmak. Fazla acele etme. 2. to (bir şeyi) çabuk/bir an evvel (yapmak) istemek. be in a pinch k. dili zor bir durumda olmak. be in a place on sufferance (aslında istenilmeyen/orada bulunması yasak olan biri) (başkasının) müsamahası/görmezlikten gelmesi sayesinde bir yerde bulunmak: You ought to know that you´re here only on sufferance. Burada kalışını müsamahakârlığıma borçlu olduğunu bilmelisin. be in a position to do s.t. (bir konuda) bir şeyler yapabilecek durumda olmak. (about) be in a quandary ne yapacağını bilememek. be in a state of flux değişmek, değişim içinde olmak. be in a stew k. dili telaş/endişe içinde olmak. be in a sulk/be in the k. dili somurtup durmak. sulks/have a fit of the sulks be in a sweat k. dili endişe içinde olmak. be in a swelter k. dili telaş içinde olmak. be in a swivet k. dili telaş içinde olmak. be in a temper k. dili öfkesi burnunda olmak. be in a twist İng., k. dili endişe/telaş içinde olmak. be in accord 1. (with) (ile) anlaşmak. 2. with -e uymak; ile uyumlu olmak. be in agreement hemfikir olmak; mutabık olmak. be in alignment aynı hizada olmak. be in arrears (birinin) vaktinde ödenmemiş borçları olmak. be in bad odor with -in gözünden düşmek. be in character (bir davranış) (birinin) karakterine uymak. be in charge (of) -in sorumlusu olmak, -e bakmak: Who´s in charge here? be in conformity with Buraya -e uygun kim bakıyor? olmak, -e uymak. be in dire straits çok güç durumda olmak. be in dire/desperate straits çok zor bir durumda olmak. be in disfavor gözden düşmüş olmak. be in disgrace gözden düşmüş olmak. be in evidence görünmek; görünürde olmak. be in for (kötü bir şeyi) geçirmek üzere olmak. be in force yürürlükte olmak. be in full swing k. dili (bir şey) en hareketli zamanında olmak, hızını almak; be in good taste yoluna (bir şey)girmek. uygun düşmek, yakışık almak, yerinde olmak: That be in good with remark was notgözüne k. dili (birinin) in goodgirmiş taste.olmak. O laf yakışıksızdı. be in good working order iyi işler durumda olmak. be in high spirits keyifli olmak, keyfi yerinde olmak. be in hopes of -i ummak. be in hot water k. dili başı dertte olmak, güç durumda olmak. be in hysterics 1. k. dili gülmekten katılmak, gülme krizi geçirmek. 2. isteri krizi be in juxtaposition geçirmek. birbirine yakın bulunmak; yanyana bulunmak. be in keeping with -e uygun olmak. be in labor doğurmakta olmak. be in league with -in müttefiki olmak. be in limbo iki cami arasında kalmış beynamaza dönmek. be in line with 1. -e uymak. 2. ile bir hizada olmak. be in low spirits keyifsiz olmak. be in need yoksul/fakir olmak. be in need of -e ihtiyacı olmak; istemek.. be in neutral (motor) boşta çalışmak, rölantide durmak/çalışmak. be in no hurry to (bir şey yapmaya) can atmamak. be in on 1. -e dahil olmak/katılmak, -de payı olmak. 2. -i bilmek, -den be in on the secret haberi olmak. sırra ortak olmak. be in one´s element k. dili kendini rahat hissettiği bir ortamda bulunmak. be in one´s glory kendinden çok hoşnut olmak. be in one´s right mind aklı başında olmak. be in order 1. düzenlenmiş/sıralanmış durumda olmak. 2. (işler) yolunda olmak. be in poor health -in sağlığı iyi olmamak. be in possession of -e sahip olmak, -si olmak. be in possession of o.s. kendine hâkim olmak, kendine sahip olmak. be in power (parti) iktidarda olmak. be in practice formda olmak. be in print (kitap) yayımcısında mevcut olmak, kitapçılarda bulunmak. be in progress devam etmek, sürmek, yapılmak: The battle was still in be in quotes progress. Muharebe hâlâ devam tırnak işaretleri/tırnaklar ediyordu. The hearing is now in içinde olmak. progress. Duruşma şimdi yapılıyor. be in rags (birinin) giysileri yırtık pırtık olmak. be in ruins 1. harap/yıkık dökük bir halde olmak. 2. mahvedilmiş olmak. be in rut (hayvan) kızışmak, kösnümek. be in s.o.´s debt bir kimseye borçlu olmak. be in s.o.´s grasp birinin pençesine düşmüş olmak. be in s.o.´s power birinin elinde olmak. be in s.o.´s shoes k. dili birinin bulunduğu durumda olmak, birinin yerinde olmak. be in s.t. up to one´s eyes (yasadışı) bir işin içinde olmak, bir işe fena halde bulaşmış be in session olmak. (mahkeme/toplantı/kongre/parlamento) toplantı halinde olmak; be in shape (okul/üniversite) (for) (-e) hazır olmak;öğretim yılınaolmak, formda girmişkondisyonu olmak: Court´s in session iyi olmak: The right players now. are Şuin anda shape.mahkeme Oyuncular var.formda. be in short supply az olmak; az bulunmak. be in short supply az miktarda bulunmak. be in sight 1. yakın olmak, ufukta olmak: Victory is in sight. Ufukta zafer be in step görünüyor. 2. görülmek, 1. (with) (başkalarına) gözle adım seçilmek.2. with -e ayak uydurmak. be in stitches uydurmak: We´re kasıkları k. dili gülmekten in step with the times. Biz çağa ayak çatlamak. uydurduk. be in store for (bir şey) (birini) beklemek: A surprise is in store for you. Seni be in straitened bir sürpriz içinde bekliyor. yoksulluk yaşamak, darlık içinde olmak. circumstances be in substantial agreement temelde anlaşmak, temel noktalarda hemfikir olmak. be in sympathy with (görüşü/fikri) anlayıp paylaşmak/desteklemek. be in sync senkronik olmak, senkronize edilmiş olmak. be in tatters 1. lime lime olmak, yırtık pırtık olmak. 2. (ad, şöhret v.b.) be in tears mahvolmak. ağlamak. be in the black borcu kalmamak, borçlu olmamak. be in the clear şüphe altında olmamak; masumluğu ispatlanmış olmak. f. 1. be in the doldrums (birden. 1. şeyi) (bir yerden) rüzgârın kaldırmak/uzaklaştırmak/yok esmediği bir bölgede bulunmak. 2. etmek: (birinin Clear the table! işleri) kesat Sofrayı olmak. kaldır! 3. can We need to sıkıntısı clear the çekmek; area. efkârlı Çevreden olmak. be in the employ of (birisi için) çalışmak. herkesi uzaklaştırmamız lazım. He´s clearing the steps of snow. be in the know (bir konuda) çoğu Merdivenlerdeki kimsenin karları bilmediği temizliyor. They şeyleri clearedbilmek. a space in the be in the lead middle of the önde/başta gitmek. room. Odanın ortasında bir yer açtılar. Clear the be in the limelight way! Yol ver! ilgi odağı olmak. It really clears your nostrils. Burnunun deliklerini bayağı açar. 2. (birinin) masumiyetini göstermek; of (birinin) (bir be in the making hazırlanmakta suçun) olmak; göstermek. faili olmadığını oluşmakta olmak: There´s awith 3. izin vermek; new age in be in the market for the making. -i satın alma (birinden) Yeni bir (birniyetinde devir oluşmakta. olmak. şey için) izin almak: Have you cleared this with be in the mood to/for him? Bunun için ondan canı (bir şeyi) yapmak istemek: izin aldın I´m mı? not 4. (bir şeyin) in the mood üstünden to go geçmek: there. The horse Canım oraya cleared gitmek the wall inI´m istemiyor. a bound. not in At theduvarın mood for be in the pink 1. sapasağlam olmak, turp gibi olmak. 2. en güzel halinde üzerinden Kimseyle company. bir atlayışta geçti. 5.istemiyorum. görüşmek (gökyüzü/hava) I´maçılmak; in no mood (sis)for be in the pipeline olmak. k. dili hazırlanmakta olmak. gitmek, that açılmak; right now. Şu(bulutları/sisi) an ona tahammülüm gidermek. 6. (borcu) kapatmak. yok. be in the process of 7. (banka çekini) sürecinde olmak, takas -mekte etmek. olmak. 8. k. dili (belirli bir miktar para) be in the red kazanmak, borçlu olmak. elde etmek. be in the right haklı/doğru olmak. be in the running adaylardan biri olmak. be in the same ballpark -e yakın olmak. s. kabataslak, yaklaşık: Give me a ballpark be in the soup figure. Banadertte k. dili başı kabataslak olmak.bir rakam söyle. be in the swim (of things) k. dili faal bir hayat sürmek; faal bir sosyal hayatı be in the throes of death olmak. can çekişmek. be in the way engel olmak, ayak altında olmak. be in the wind k. dili (bir şeyin) (gerçekleştirilmeden önce) sözü edilmek: It´s be in the wrong been in the windolmak: suçlu/kabahatli for some Youtime werenow. Epey in the zamandır wrong. sözü Kabahat ediliyordu. sendeydi. be in town şehirde olmak. be in transit (insanlar/mallar) yolda olmak; (insanlar) bir yerden başka bir be in trouble yere başı geçmekte belada olmak. olmak; (mallar) bir yerden başka bir yere taşınmakta olmak. be in vogue 1. moda olmak. 2. rağbette olmak. be in with 1. ile arkadaş olmak, ile arası iyi olmak. 2. (birinin) gözüne be in with girmiş olmak. çok iyi geçinmek; (birinin) gözüne girmiş olmak. k. dili (biriyle) be in work k. dili çalışmak, işi olmak, iş sahibi olmak: He´s been in work be in/under one´s charge since May. Mayıstan sorumluluğu altında beri çalışıyor. olmak. be incapable of -i yapamamak, ... yeteneğinin dışında olmak. be inclined to -e meyli olmak. be included (in) -e dahil olmak/edilmek. be inconsistent with ile çelişmek. be incumbent on -in sorumluluğu -e ait olmak, -e düşmek: It is incumbent on you be indicative of to educate your -i göstermek, -echildren. Çocuklarının eğitiminden sen işaret etmek. sorumlusun. i. makamı işgal eden kimse. be indifferent to -e karşı ilgisiz olmak, -e ilgi göstermemek: He´s indifferent to be ineligible for her. Ona uymadığı (şartlara karşı ilgisiz. için) -e alınamamak/katılamamak. be infatuated with -e deli gibi âşık olmak. be infested with -in içinde/üzerinde çok olmak, ile dolu olmak: The area´s be informed about infested with bandits. -den haberdar olmak. Bölge haydut dolu. be inherent in s.t. bir şeyin aslında var olmak. be insensible 1. to -i hissedememek. 2. to -e karşı ilgisiz olmak; -e be insensitive to aldırmamak. 1.-e 3. of karşı ilgisiz (tehlikeden) olmak; habersiz2. -e aldırmamak. olmak; -i -e duyarlı/hassas farkedememek. olmamak. be intended for için amaçlanmak, için olmak: This book is intended for children. be intent on Bu kitap 1. -e çocuklar kararlı olmak: içinHeyazılmış. is intent on solving the problem. Sorunu be interested in çözmeye kararlı. 2. -e dalmış -e ilgi duymak, -e meraklı olmak: olmak:SheHe is was so intent interested on his in literature. work Edebiyatathat he lost all track of time. İşine öyle dalmıştı ki zamanı be intimate with ile samimiilgi duyuyor. My uncle is interested in reptiles. olmak. tamamen unuttu. Amcam sürüngenlere meraklı. be into k. dili (bir işle) uğraşmak; merakı (bir şey) olmak. Dividing two be intrinsic to into -e özgütwelve olmak.gives six. On iki bölü iki eşittir altı. be involved in 1. -e karışmak: She was once involved in a scandal. Bir be involved with zamanlar bir skandala k. dili ile aşk karışmıştı. 2. ile meşgul olmak, ile ilişkisi olmak. uğraşmak: He´s involved in a new project. Yeni bir projeyle be itching to -e can atmak. meşgul. be jealous of -i kıskanmak. be keen on İng., k. dili -e çok hevesli olmak, -e meraklı olmak, -e düşkün be lacking olmak: be keen ... 1. ... olmamak; oneksik acting aktörlüğe olmak: hevesli olmak. Something´s lacking here. be laid up Burada bir eksiklik var. 2. in -de ... olmamak: 1. biriktirilmek, ilerisi için saklanmak. 2. (with) He´s lacking (hastalık in v.b. intelligence. nedeniyle) Onda yatakta/evdeakıl yok. be late (for) (-e) geç kalmak, (-e)kalmakgecikmek. zorunda olmak, yatağa mahkûm olmak. be leery of -den çekinmek. be left holding the bag k. dili 1. kabak başına patlamak. 2. avucunu yalamak. be left holding the sack k. dili 1. kabak başına patlamak. 2. avucunu yalamak. be left stranded bak. be stranded. be liable 1. for -den sorumlu olmak. 2. to (biri) ... eğiliminde olmak. 3. be littered with to ... ihtimali gelişigüzel olmak: atılmış He´s liable (şeyler) to get caught. ile darmadağınık Onun yakalanma olmak. ihtimali yüksek. be loath to do s.t. 1. bir şeyi yapmayı hiç istememek. 2. bir şeyi yapmaktan be located in çekinmek. -de bulunmak/olmak. be long on -in fazlası olmak. be lost on -i etkilememek. be lousy with k. dili 1. ile dolu olmak, ile kaynamak. 2. (birinde) bir şey çok olmak: He´s lousy with money. Onun parası çok. be low in -in ... miktarı az olmak: It´s low in cholesterol. Onun kolesterolü be low on az. k. dili (bir şeyin stoku) az olmak: We´re low on wood. Az be low on one´s list odunumuz k. kaldı. saydığı işlerden olmamak: That´s low on my list dili -in önemli be mad about right now. O şimdi k. dili 1. -i deli gibibenim sevmek,için-eön plandaâşık çılgınca değil. olmak. 2. -e be mad on bayılmak. İng., k. dili, bak. be mad about. be marooned (on) (-de) mahsur kalmak. be master of -in ustası olmak. be mindful of 1. -i hatırında tutmak. 2. -e dikkat etmek. be misguided 1. (insan) yanılmak. 2. yanlış olmak. be mistaken yanılmak. be mixed up zihni karışmak. be mixed up in -e karışmak, -e bulaşmak. be mixed up with ile ilişkisi olmak. be mounted on (binek hayvanına) binmiş olmak. be much sought after çok aranılan/istenilen bir şey/biri olmak, çok rağbette olmak, be mysterious about çok rağbet k. dili -in negörmek. olduğunu açıklamaktan kaçınmak; ... hakkında be nauseated konuşmaktan midesi bulanmak. kaçınmak; ... konusunda doğru dürüst cevap vermemek. be necessary gerekmek, lazım olmak/gelmek, icap etmek. be no great shakes k. dili üstün biri olmamak. be no slouch at/as a k. dili (belirli bir konuda) hiç fena olmamak, bayağı iyi olmak: He be noncommittal ´s no slouch belirli as an bir cevap artist. Ressam vermemek; renginiolarak bayağı iyi. belli etmemek. be none the worse for (bir şeyden) (birine) hiç zarar/halel gelmemek: They were none be nonplussed the worse şaşkına for it. Onlara dönmüş olmak. hiç zararı olmadı. be notable for ile tanınmak, ile meşhur olmak; ... için önemli sayılmak. be noted for ile tanınmak, ile meşhur olmak; ... için önemli sayılmak. be nothing but skin and k. dili bir deri bir kemik kalmak. bones be noth-ing to write home k. dili tamah edilecek bir matah/mal olmamak. about be nuts aklını oynatmış olmak, kafadan kontak olmak. be nuts about 1. -in delisi olmak. 2. -in hayranı olmak, -e deli olmak. be o.s. kendisi gibi davranmak, normal bir şekilde hareket etmek. be obliged memnun olmak: I´d be obliged if you´d come early. Erken be obliged to do s.t. gelirsen memnun olurum. bir şeyi yapmaya mecbur olmak. be oblivious of/to (etrafında olup bitenlerin) farkında olmamak. be obsessed by/with -i aklına takmak, aklı -e takılmak. be of capital importance çok önemli olmak, çok önem taşımak. be of one mind hemfikir olmak, aynı fikirde/düşüncede olmak. be of prime importance çok önemli olmak. be of service to -e yardımı dokunmak, -e yardım etmek. be of the same mind hemfikir olmak, aynı fikirde/düşüncede olmak. be of use yardım etmek. be of use for s.t. bir şeye yaramak. be of value değerli olmak. be of/in two minds about -in hakkında kesin bir karara varamamak. be off 1. gitmek; yola çıkmak. 2. (elektrik/su/gaz) kesik/kesilmiş be off guard olmak; tetikte (elektrik/ışık) olmamak. söndürülmüş/kapalı olmak; (makine/aygıt) kapalı olmak: The electricity is off. Elektrik kesildi. 3. (saat) be off in one´s calculations hesabında yanılmış olmak. doğru olmamak, geri/ileri olmak. 4. İng. (yiyecek/içecek) be off one´s nut k. dili aklını bozulmuş kaçırmış olmak: The olmak, aklını milk´s a oynatmış bit off. olmak. Süt biraz bozulmuş. 5. İng. be off one´s rocker (davranış) yakışıksız k. dili çıldırmış olmak. 6. (tatilde olduğu için) çalışmamak, olmak. be off one´s trolley işe gitmemek. k. dili kafadan 7. olmamak, kontak olmak.gerçekleşmemek, vuku bulmamak. be off sick hastalık nedeniyle işe gelmemiş olmak. be off the air (radyodan/televizyondan) yayımlanmamak; yayımda olmamak. be off the beaten track k. dili her yerden uzak bir yerde olmak, dağ başında olmak. be offended gücenmiş/alınmış olmak. be OK, OK iyi olmak. be on 1. (elektrik/su/gaz) açık olmak; (elektrik/ışık) açık olmak. 2. be on a better footing than (makine/aygıt) çalışmak, açık araları her zamankinden dahaolmak. iyi olmak. ever be on a diet perhiz yapmak, rejim yapmak. be on a par with ile aynı/eşit derecede/değerde olmak. be on an even keel 1. başta ve kıçta çektiği su aynı olmak, (gemi) dengede olmak. be on display 2. k. dili her şey yolunda olmak. sergilenmek. be on edge sinirleri gergin olmak. be on familiar ground 1. bildiği bir yerde/yörede bulunmak. 2. bildiği bir konuyla be on fire ilgilenmek. yanmak. be on good terms (with) (biriyle) arası iyi olmak: Ece´s on good terms with Ayşen. be on guard Ece´nin 1. nöbetAyşen´le tutmak. arası iyi. olmak. 2. tetikte be on its way out -in devri kapanmak üzere olmak. be on one´s hands (yük sayılan bir şey/biri) -in başında olmak, -in sorumluluğunda be on one´s last legs olmak. ömrü/miadı dolmak üzere olmak. be on one´s mettle elinden geleni yapmaya hazır olmak. be on one´s own 1. başkasından yardım görmeden geçinmek/rızkını kazanmak, be on one´s own kendi kendini geçindirmek, başınınolmak. çaresine bakmak. 2. yalnız (yaptığı şeyden) kendisi sorumlu responsibility başına kalmak. be on one´s toes k. dili uyanık/dikkatli olmak. be on one´s way out çıkmak: We were just on our way out. Biz şimdi çıkıyorduk. be on overtime fazla mesai yapmak, mesaiye kalmak. be on pins and needles k. dili diken üstünde olmak, endişe içinde olmak. be on probation şartlı tahliyeden sonra gözetim altında olmak. be on s.o.´s side 1. birinden yana olmak, birinin tarafını tutmak. 2. birinin be on s.o.´s trail lehinde olmak, birinin izini birine takip yararlı etmek; olmak: birini Youth is on your side. Genç aramak. olman lehinedir. be on s.t.´s trail 1. (av köpeği) avın izini takip etmek: The dogs´re on the trail. be on show Köpekler sergilenmekte iz sürüyor. olmak.2. bir şeyi takip etmek; bir şeyi aramak. be on skid row k. dili serseri ve sefil bir hale düşmüş olmak. be on speaking terms (with) (biriyle) selamlaşıp konuşmak. be on strike grev yapmak. be on tap 1. k. dili hazır bulunmak. 2. (bira) fıçıdan alınıp satılmak. be on target 1. (bir tahmin) doğru çıkmak. 2. (bir iş) belirlenen süreye uygun be on television olarak ilerlemek. televizyonda olmak; televizyona çıkmak. be on tenterhooks endişe içinde olmak. be on the air (radyodan/televizyondan) yayımlanmak; yayımda olmak. be on the alert tetikte olmak. be on the ball argo akıllı ve dikkatli olmak. be on the decline (kuvvetli/yüksek bir durumdan) düşmekte olmak: The birthrate be on the defensive is on the decline. savunma durumundaDoğum oranı düşmekte. The Roman Empire olmak. was on the decline. Roma İmparatorluğu artık gerilemekteydi. be on the go birtakım işlerle meşgul olmak. be on the high (low) side oldukça pahalı (ucuz) olmak. be on the house ... işyerinin ikramı olmak, ... şirketten olmak: Your meal tonight be on the level isk.ondilithe house.söylemek. doğruyu Bu geceki yemeğiniz lokantamızın ikramı. be on the make k. dili 1. köşeyi dönmeye çalışmak; statüsünü yükseltmeye be on the mend çalışmak. 2. cinsel ilişki için eş aramak. (hasta) iyileşmek. be on the point of -mek üzere olmak: He was on the point of going. Gitmek be on the right road üzereydi. doğru yolda olmak. be on the road 1. yolda olmak, seyahat etmek. 2. yola çıkmış olmak. 3. to -e be on the safe side doğru ihtiyatlıilerlemek. davranmak. be on the shelf 1. kızağa çekilmiş olmak; emekliye ayrılmış olmak. 2. (kadın) be on the skids evde k. dilikalmış kötü bir olmak. durumda olmak, kötüye gitmek. be on the spot olayın geçtiği yerde bulunmak. be on the table 1. teklif edilmiş olmak. 2. (tasarının/meselenin) be on the telephone görüşülmesi/tartışılması k. dili telefonda olmak/konuşmak. ileri bir tarihe bırakılmış olmak. be on the tip of one´s tongue k. dili dilinin ucunda olmak: It was on the tip of my tongue. be on the tip of one´s tongue Dilimin ucundaydı. k. dili dilinin ucunda olmak. be on the up-and-up k. dili yalansız konuşmak; dürüst bir şekilde davranmak: I think be on the wane he´s on the up-and-up. azalmakta/batmakta/sönmekte/sonunaBence numara yapmıyor. yaklaşmakta olmak. be on the watch 1. tetikte olmak, kulak kesilmek. 2. nöbette olmak. be on the wing uçmakta olmak, uçmak. be on to k. dili (birinin) ne halt/haltlar yediğini/karıştırdığını bilmek. be on top of k. dili (duruma) hâkim olmak. be on top of the world k. dili çok mutlu olmak, sevinçten uçmak. be on top of the world k. dili sevinçten uçmak, ayakları yere değmemek, bastığı yeri be on top of things/the news bilmemek. k. dili olup bitenlerden haberdar olmak. be on trial 1. yargılanmak. 2. denenmek. be on vacation tatilde olmak, tatil olmak: Schools are on vacation. Okullar tatil. be one jump ahead k. dili 1. (of) (-den) önce davranarak avantajlı durumda olmak. be one with 2. ile of -den aynı iki adım fikirde ileride olmak. olmak. be one´s own man başına buyruk olmak. be one´s own man yerini korumak. be one´s own master başına buyruk olmak. be onto a good thing k. dili yağlı bir iş bulmuş olmak. be open to dispute (bir şey) tartışılabilmek, tartışmaya açık olmak. be operated on ameliyat olmak. be opposed to s.t. bir şeye karşı olmak, bir şeyin aleyhinde olmak. be oriented towards -e yönelmiş olmak. be out 1. dışarıda olmak: He´s out at the moment. Şu an burada değil. be out and about 2. (belirli bir miktar (nekahetten sonra) para) gitmek; (para) dışarı/sokağa açığı olmak: I had to çıkıp gezmek. buy them lunch, and now I´m out ten million liras. Onlara öğle be out for s.o.´s blood k. dili birinin hakkından gelmek istemek. yemeği ısmarlamak zorunda kaldım; on milyon liram gitti. Your be out in force k. diliisortalıkta total çok olmak. fifty thousand liras out. Senin toplamda elli bin liralık bir be out in left field eksik argo var. 3. (kitap)olmak. çok yanılmış kütüphaneden alınmış olmak: That book´s be out in one´s reckoning out. O kitapyanılmak. hesabında alınmış. 4. (kitap/gazete/resmi ilan) çıkmak, yayımlanmak. 5. (ay/güneş) çıkmak. 6. (çiçek/yaprak) açmak; be out of 1. (bir şey) tükenmiş (ağaç/bitki) yapraklanmak,olmak,yeşillenmek, kalmamak: We´re out of yeşermek. 7. gas. (ateş) be out of a job Benzinimiz işsiz olmak. sönmüş olmak. 8. (hafta/ay) bitmiş olmak, sona ermek.hill bitti. By the time he reached the top of the 9. he was nakavt out of breath. olmak. (birinin)Yokuşun 10. sızmış başına vardığında olmak; bayılmış nefesi kesilmişti. olmak. 11. demode be out of character (bir davranış) karakterine uymamak. olmak. 12. düşünülmemek, uygun sayılmamak, söz konusu be out of character (bir davranış) birinin her zamanki davranışlarına uymamak. be out of olmamak: That´s definitely out. O kesinlikle düşünülmüyor. 13. k. dili bozulmuş (makine) bozulmuş olmak. olmak. 14. (deniz) alçalmış olmak. 15. spor commission/kilter/whack be out of control (top) 1. aut olmak, kontrolden autaolmak, çıkmış çıkmak. 16. (çocuk oyunlarında) frenlenemez olmak. 2. (biri)yanmak: be out of earshot You´re out! dizginlenemez Yandın! olmak. (uzakta olduğu için) işitememek, duyamamak. be out of favor (with) (birinin) gözünden düşmüş olmak. be out of it argo başka bir dünyada yaşamak, hayal dünyası içinde olmak. be out of line 1. yersiz/uygunsuz/yakışıksız olmak, yakışık almamak. 2. be out of luck sıradan çıkmış olmak. şansı olmamak, şansı yaver gitmemek. be out of one´s mind 1. aklı yerinde olmamak, aklını kaçırmış olmak. 2. çok öfkeli be out of one´s mind olmak. k. dili aklını kaçırmış olmak, delirmiş olmak, keçileri kaçırmış be out of order olmak. 1. (makine/aygıt) bozulmuş/bozuk olmak, çalışmamak. 2. düzensiz olmak. 3. usule aykırı olmak. 4. uygunsuz olmak. be out of place 1. (her zamanki) yerinde olmamak. 2. yersiz/uygunsuz/yakışıksız be out of place olmak, yakışık 1. (fiilen) yerindealmamak. olmamak. 2. uygun düşmemek. be out of plumb şakulünde olmamak, şakulden kaçmak. be out of practice (uzun zamandan beri bir şeyi yapmadığı için) (onu) iyi be out of practice yapamamak. formda olmamak; formdan düşmüş olmak. be out of print (kitabın) baskısı tükenmiş olmak. be out of print (kitap) yayımcısında mevcut olmamak, kitapçılarda be out of reach bulunmamak, (kitabın) 2. 1. el altında olmamak. baskısı tükenmiş erişilemez olmak. olmak. be out of season -in mevsimi bitmiş olmak. be out of shape formunda olmamak. be out of shape 1. formda olmamak, formdan düşmüş olmak. 2. şeklini be out of sorts kaybetmiş olmak, k. dili sinirleri ayaktakalıpsız olmak. olmak. be out of sorts k. dili canı sıkkın olmak, keyfi kaçmak/bozulmak. be out of step 1. (with) (başkalarına) adım uydurmamak. 2. with -e ayak be out of stock uydurmamak. stokta bulunmamak. be out of sync senkronik olmamak, senkronize edilmemiş olmak. be out of the hole k. dili borçtan kurtulmuş olmak. be out of the picture k. dili (biri) sahneden çekilmiş olmak, işin içinde olmamak. be out of the question k. dili söz konusu olmamak, düşünülmemek, uygun sayılmamak. be out of the running (yarışmadan) elenmiş olmak. be out of the running adaylıktan elenmiş olmak. be out of the woods (hasta) hayati tehlikeyi atlatmış olmak. be out of the woods k. dili tehlikeyi atlatmış olmak. be out of this world argo çok güzel/harika/süper olmak. be out of this world k. dili süper/fevkalade güzel/fevkalade/harika/harikulade olmak. be out of touch 1. (with) (biriyle) iletişim içinde olmamak. 2. dünyada olup be out of touch with bitenlerden 1. ile temasta haberi olmamak. 2. bulunmamak. 3. -den with habersiz (bir konuya) ait yeni olmak. gelişmeler hakkında bilgisi olmamak. be out of work işsiz olmak. be out of work işsiz olmak. be out on maneuvers ask. manevra yapmak. be out on strike grevde olmak. be out on the end of a limb desteksiz kalmak. be out on the town şehirde yiyip içip eğlenmek. be out on the town k. dili şehirde zevk peşinde koşmak. be out to (bir amaç) peşinde olmak; (bir şey) için fırsat kollamak: He´s out be out to lunch to 1. get öğlehim. Onunyemeye yemeği hakkından gelmek çıkmış olmak. için2.fırsat argo kolluyor. They´re kafası izinli out to win olmak. 3. the championship. argo kafası pek Onlar şampiyonluğa oynuyorlar. çalışmamak. be over bitmiş olmak, bitmek, sona ermek: The concert´s over. Konser be over and done with bitti. k. diliIt´s over between tamamıyla bitmiş us. Aramızda her şey bitti. olmak. be over one´s head 1. (su) boyunu geçmek/aşmak. 2. (birinin) bilgisi/yeteneği be over s.o. dışında olmak. birinin amiri olmak; birinden daha yüksek bir be over the hump görev/makam/rütbe sahibi olmak. işin en zor tarafını atlatmış olmak, düze/düzlüğe çıkmak. be overcome by/with -den (kötü bir şekilde) etkilenmek: She was overcome by the be overdrawn smoke. 1. borç Dumandan dolayı kendinden bakiyesi göstermek. geçti. He 2. hesabından was fazla overcome para çekmiş with olmak; emotion. Öyle duygulandı ki dili tutuldu. be overgrown with (yabani(hesaptan) fazla bitkiler v.b.) ile para çekilmiş kaplı/örtülü olmak. olmak. be overjoyed çok sevinmek. be overwhelmed by/with 1. (duygulara) yenik düşmek, yenilmek. 2. (sorumluluk, ağır bir be overwhelmed with iş-ev.b.) altında -e boğulmak, ezilmek. garkolmak. be par for the course k. dili normal sayılmak. be parallel with/to 1. -e paralel olmak. 2. -e benzemek. be peeved at -e sinirlenmek, -e sinir olmak. be peopled by/with (bir yerin) halkı/personeli -den oluşmak/ibaret olmak. be perishing 1. çok üşümek. 2. (hava) çok soğuk olmak. be pertinent to ile ilgisi olmak, ile ilgili olmak. be pissed 1. off kızmış/sinirlenmiş olmak. 2. İng. fitil/çok sarhoş olmak. be pleased to do s.t. (bir şeyi) memnuniyetle yapmak: I´d be pleased to do it. be pleased with Memnuniyetle -den memnun yaparım. olmak. be pleased with o.s. kendinden memnun olmak. be plugged into k. dili (bir sisteme) bağlı olmak. be plumb şakulünde olmak. z., k. dili gerçekten, düpedüz. f. 1. iskandil be pocked with etmek. (çukurlar)2. şakullemek. 3. şakulüne getirmek. ile dolu olmak. be poised for -e hazır olmak. be poised for battle ask. savaşa hazır bir şekilde beklemek. be poised in the sky (kuş) havada hareketsizmiş gibi durmak. be poles apart birbirine zıt olmak. be polluted kirli olmak. be positive (of/about) (-den) emin olmak. be possessed of -e sahip olmak. be possessed with ... tutkusuyla yanıp tutuşmak: He was possessed with a desire be predicated on to -esee Africa. Afrika´yı dayanmak, -e dayalıgörme olmak,tutkusuyla -in üzerineyanıp tutuşuyordu. kurulmuş olmak. be predisposed to -e meyilli/eğilimli/yatkın olmak. be prejudicial to -e zararlı olmak. be prepared 1. hazır/hazırlıklı olmak. 2. to -e razı olmak. be prepossessed by 1. -den olumlu bir şekilde etkilenmek. 2. -e kendini kaptırmak. be pressed sıkışık bir durumda olmak, sıkışık olmak. be pressed for time zamanı dar olmak. be pretty well suited to -e iyi uymak. be priced at fiyatı ... olmak, -e satılmak: They´re priced at a million liras be privy to s.o.´s secrets each. birininOnlar birer sırdaşı milyona satılıyor. olmak. be profuse in (bir eylemi) defalarca yapmak: She was profuse in her praise of be prone to him. Onu çok -e eğilimi övdü. olmak, -e meyilli olmak. be proof against -e karşı dayanıklı/dirençli olmak. be proper to -e uygun/özgü/ait olmak. be proud of -den gurur/kıvanç/övünç duymak, ile iftihar etmek, ile be provoked at övünmek. -e kızmış/sinirlenmiş olmak. be pushed for money k. dili para sıkıntısı çekmek. be pushed for time k. dili -in az vakti olmak, -in vakti çok daralmış olmak. be puzzled şaşırmak, afallamak. Be quick about it! Çabuk ol/olun! be quite something 1. herkese nasip olmamak; çok iyi bir şey olmak. 2. olağanüstü be quits bir şeyhesaplaşmış k. dili olmak: It is quite olmak. something to be made a countess these days. Günümüzde kontes olmak olağanüstü bir şey. be related 1. (to) (ile) akrabalık bağı olmak: He´s not related to them. be reputed to be ... Onlarla ... olduğuakrabalık bağı sanılmak; ...yok. 2. (to) olduğu (ile) ilgili He söylenmek: olmak, (ile) ilgisi is reputed to be olmak. an 3. honest to -e anlatılmak. person. Onun dürüst bir insan olduğu söyleniyor. be resigned to bak. resign o.s. to. be responsive 1. to -e duyarlı/hassas olmak. 2. to tıb. (tedaviye) cevap be retired vermek. 3. cevap emekli/tekaüt vermeye istekli olmak. olmak. be revolted by -den tiksinmek. be rid of -den kurtulmuş olmak, -den kurtulmak: We´re rid of them now! be ridden with Onlardan ile kurtulduk dolu olmak: This artık! building is ridden with rats. Bu binada be rife fareler kaynıyor. çok yaygın olmak. be round the bend İng., k. dili keçileri kaçırmış olmak, delirmiş olmak. be rumored söylenilmek, ağızdan ağıza dolaşmak. be s.o.´s due birinin hakkı olmak. be s.o.´s shadow birinin gölgesi olmak, birinin yanından ayrılmamak. be s.t. in disguise bir şey kılığına girmiş olmak: That´s a blessing in disguise. O be scared aslında (of) (-den) Tanrının korkmak:bir lütfudur. I´m scared He´sof actually spiders. aÖrümceklerden conservative in disguise. korkuyorum. O gizli bir tutucudur. be scheduled programa göre (belirli bir zamanda) olmak; tarifeye göre (belirli Be seated. bir zamanda) olmak: His flight is scheduled to arrive at three o Oturunuz. ´clock in the morning. Tarifeye göre uçağı sabah saat üçte be separated huk. ayrı yaşamak, ayrılmak. varacak. be set 1. bulunmak: The village was set deep in the mountains. Köy be set in one´s ways dağların ortasında kendi kurduğu bulunuyordu. düzenden 2. on -i aklına pek şaşmayan koymak: He´s set biri olmak. on going. Gitmeyi aklına koydu. 3. hazır olmak, hazırlanmış be shackled by -in tutsağı olmak: She was shackled by her prejudices. Kendi olmak: Are you all set? Hazır mısın? be short önyargılarının (s.t.) (birinde) tutsağıydı. (bir şey) (belirli bir miktarda) eksik olmak; (belirli be short for bir miktarı) çıkıştıramamak: (belirli bir şeyin) kısaltması/kısası I´m short five books. Bende beş olmak. kitap eksik. He´s one man short. Bir adamı eksik. He´s two be short of 1. (varolan şeyler/birileri) kâfi gelmemek, yetmemek, eksik million liras short. İki milyon lirayı çıkıştıramıyor. be short on olmak: We´re(birine) 1. (bir giysi) short ofkısa cups. Fincanlarımız gelmek. 2. (belirlikâfi bir değil. 2. (bir konuda) birinin yerden) eksikliği (belirli olmak: bir uzaklıkta) He´s short on bulunmak: smarts. We Onda were pek twenty kafa yok. be shorthanded -de personel eksikliği olmak. kilometers short of the coast. Sahilden yirmi kilometre be shot of İng. -den kurtulmak. uzaktaydık. be shot through with (bir şeyde) (bir öğe) yer yer bulunmak: Her poetry is shot be shy about through with humor. Şiirlerinde yer yer mizah var. -den çekinmek. be shy of -den bahsetmekten çekinmek. be sick 1. hasta olmak. 2. İng. kusmak. be sick and tired of k. dili -den illallah demek: I´m sick and tired of this! Bundan be sick at one´s stomach illallah! midesi bulanmak. be sick for -i çok özlemek. be sick of -den bıkmış olmak. be silent on ... hakkında hiçbir şey dememek/söylememek/yazmamak: The be sitting pretty law is silent k. dili on this olmak. iyi durumda point. Bu konuda kanunda yazılı bir şey yok. be sitting pretty k. dili (birinin) her şeyi tıkırında olmak. be situated (bir yerde) bulunmak: The town´s situated on a river. Şehir bir be skilled in nehrin (bir şeyi)kenarında iyi yapmak;bulunuyor. (bir işin) ustası olmak. be slanted towards -den yana olmak, -in tarafını tutmak. be slated 1. programda olmak, planda olmak: Construction is slated to be slumped to one side start bir on Monday. yana Plana göre inşaat kaykılmış/yaslanmış olmak:pazartesi günü başlayacak. He was sitting slumped to 2. one büyük side. bir Bir ihtimalle yana (bir şey) kaykılmış olmak/meydana gelmek: He´s oturuyordu. be snookered İng., k. dili çok zor bir durumda kalmak/bulunmak, köşeye slated for success in life. Her şey onun hayatta başarılı sıkışmak. kardan mahsur be snowed in olacağına işaret kalmak. ediyor. be snowed under k. dili işten başını kaldıramamak, başını kaşıyacak vakti be soaked in olmamak. ile dolu olmak. be soaked to the skin k. dili iliklerine kadar ıslanmak. be soft on k. dili -e fazla yumuşak davranmak. be solicitous 1. about -e ilgi göstermek, -i merak etmek. 2. to (bir şey) be solidly for yapmak Görüşlerin istemek. tamamen birleştiğini belirtir: Alibeyköy is solidly for be something of a ... our man. Alibeyköy´de ... gibi bir şey olmak; (biri) herkes kendibizim adamı çapında birtutuyor. ... olmak: She´s be somewhat of a ... something ... gibi bir şey olmak; (biri) kendi çapında bir ...o. of a philosopher. Filozof gibi bir şey olmak: He´s be sore about somewhat of a poet. Şairolmak. k. dili -e kızgın/gücenik gibi bir şey o. be sorry 1. üzülmek, üzgün olmak: “Yusuf died.” “I´m sorry.” “Yusuf be soused öldü.” k. dili “Üzüldüm.” sarhoş olmak. I was sorry to see her go. Gittiğine üzüldüm. I ´m sorry I´ve broken your heart. Kalbini kırdığıma üzgünüm. I´m be sparing in/with (bir şeyi) çok az yapmak/kullanmak, esirgemek: Don´t be sorry to say that it didn´t work out. Maalesef olmadı. 2. pişman sparing with the butter! k. dili kaşınmak: Tereyağını for aesirgeme! He´s sparing in be spoiling for olmak: I´m sorry IHe is spoiling asked. Sorduğuma fight. Dövüşmek pişmanım. I wasiçin sorry I his praise. Çok az över. kaşınıyor. be spread-eagled hadn´t read it. Okumadığıma kol ve bacakları pişman olmuştum. yana açılmış durumda yatmak. 3. özür be square dilemek: Say you´re sorry! Özür dile! Okay, 1. with k. dili (biriyle) açık konuşmak; (birine) I´m sorry. Peki, özür dürüstçe dilerim. davranmak. 2. k. dili (bir hesap) görülmüş olmak; (iki kişi) fit olmak; (iki kişi) hesaplaşmış olmak, kozlarını paylaşmış olmak. 3. spor (iki rakip) (puan açısından) eşitlenmiş olmak. be starved for (bir şeyin) eksikliğini/yokluğunu çok duymak: He´s starved for be sticky affection. 1. (yüzey)Sevgiden yoksun yapış yapış kalmış. olmak, yapışkan olmak. 2. (hava) yapış be stir crazy yapış k. diliolmak, nemli bir yerde olmak. uzun 3. about süre kapalı k. dili (bir kaldıktan konuda) sonra zorluk bunalmış çıkarmak. olmak. be stone broke k. dili meteliksiz olmak, beş parasız olmak. be stone cold k. dili tamamıyla soğumuş olmak, buz gibi olmak. be stone deaf k. dili tamamen sağır olmak, duvar gibi olmak. be straight with (biriyle) doğru/yalansız konuşmak; (birine) doğru söylemek. be stranded 1. mahsur kalmak: We were stranded at the airport for fifteen be strange bedfellows hours. Onzıt birbirine beş saat boyunca oldukları havaalanında halde belirli bir amaçmahsur kaldık. 2. için birlikte (gemi) çalışmak. karaya oturmuş olmak. be strange to 1. (bir yer) (birine) yabancı olmak. 2. (bir şeyin) yabancısı be strong for olmak. -i çok desteklemek. be strong in (belirli bir konuda) iyi/yetenekli olmak. be strong on k. dili -i çok sevmek, -i çok beğenmek. be studded with 1. (bir şey) çok bulunmak. 2. yer yer bulunmak. be subject to 1. -e tabi/bağlı olmak: This income is subject to taxation. Bu be subordinate to gelir vergiye tabidir. (bir şeyden) This is -den aşağı kalmak, subject to confirmation sonra gelmek, -den bydaha the az assembly. önemli Bu meclisin onayına bağlı. 2. Arasıra tekrarlanan bir be subsequent to (belirli olmak; (başkasının) bir olayı) takip etmek, emrinde (belirliolmak. bir olaydan) sonra durumu belirtmek için kullanılır: He´s subject to gout. Arasıra olmak/vuku -in hizmetinde bulmak. Should faith be subservient to reason? be subservient to gut oluyor. Thisolmak: river is subject to floods. Bu nehir arasıra taşar. be sufficient İnanç That yeterliaklın side hizmetinde of theyetmek. olmak, mi olmalı? hill is subject to high winds. Tepenin o tarafı be suffused with şiddetli rüzgârlara maruz kalıyor. (belirli bir renge) boyanmak; ile kaplanmak; ile dolu olmak: Her be suggestive of eyes were 1. (bir şey)suffused (başka birwith tears. şeyi) Gözleri akla yaşla2.doluydu. getirmek. (belirli bir) izlenim be suicidal bırakmak, ... hissini intihar etmeyi düşünmek.vermek. be suitable for -e uygun olmak. be supportive destek vermek. be supposed to 1. beklenmek: You´re supposed to stand up when he walks in. be surcharged with Oilegirdiğinde ayağa kalkmanız bekleniyor. 2. gerekmek, lazım dopdolu olmak. olmak: You´re not supposed to be here. Burada bulunmaman be sure of o.s. kendinden emin olmak. gerek. 3. zannedilmek, farzedilmek: We´re supposed to be rich. be surrounded by/with etrafı Bizi (bir şey/birileri) zengin ile çevrili olmak. zannediyorlar./Güya zenginmişiz. 4. -e yaramak: be susceptible to What´s this machine 1. (bir hastalığa) supposed karşı to do? Bu 2. direnci olmamak. makine (bir şeyneye için)yarar? kolay 5. be suspicious of izin bir verilmek: hedef You´re olmak: This not place supposed is -den kuşku duymak, -den şüphe etmek. to leave susceptible to the campus naval this attacks. weekend. Burası Bu hafta denizden sonu kampustan gelebilecek ayrılmana saldırılara izinkapılabilmek: açık. 3. -e yok. I be swamped with aşırı miktarda olmak; ... içinde boğulmak: He´s swamped with think he´ll be susceptible to her charm. Bence onun cazibesine be sweet on work. k. dili Çok fazlaâşık (birine) işi var. olmak.They´re swamped with guests. Onların kapılabilir. evi misafirlerle dolup taşıyor. be sympathetic to/towards (görüşü/fikri) anlayıp paylaşmak/desteklemek. be tailor-made for 1. (biri/bir şey) için özel olarak yapılmış olmak. 2. (biri) için be taken aback biçilmiş kaftan (at/by) (-e) olmak. şaşakalmak, çok şaşırmak. be taken ill hastalanmak. be taken up with ile meşgul olmak. be taken with -den hoşlanmak, -den etkilenmek. be talked out söyleyecek sözü kalmamak. be tangent to -e teğet geçmek. be tantamount to ile aynı olmak, ile eşanlamlı olmak. be the death of -in ölümüne neden olmak. be the spitting image of/be k. dili hık demiş (birinin) burnundan düşmüş olmak. the spit and image of be the victim of -in kurbanı olmak. be there var olmak: Two hours later the pain was still there. İki saat be thick with sonra hâlâ ağrı 1. ile kaplı vardı. olmak: She´s This always table´s thickthere with when youmasa dust. Bu needtozher. Ne zaman içinde. ihtiyacın TheI´m courtyard olsa yardıma hazırdır. be thirsty susamak: thirsty.was thick with smoke. Avlu duman Susadım. içindeydi. 2. çok miktarda bulunmak, kaynamak: The house was be thirsty for -i çok istemek, -e susamak. thick with fleas. Ev pire kaynıyordu. 3. k. dili ile sıkı fıkı/çok be thoughtless of/for -i hiç düşünmemek: samimi olmak. Don´t be thoughtless of the future! be through Geleceği düşün!/Geleceği 1. (with) (-i) bitirmiş olmak: düşünmezlik etme! Bitirdin mi? 2. Are you through? (biri) işe yaramaz olmak. 3. (with) k. dili iki kişi arasındaki ilişki bitmiş olmak: Sevda and Ferda are through. Sevda´yla Ferda ´nın ilişkisi bitti. be thrown back on one´s yalnızca kendi yetenekleriyle idare etmek zorunda kalmak. own resources be thunderstruck şaşırıp kalmak; donakalmak; hayretler içinde kalmak. be ticketed for 1. (bir şeyin) (belirli bir şeye/yere) verilmesi planlanmak. 2. be tickled (birinin) k. dili 1.(belirli bir yere) son derece aday gösterilmesi memnun planlanmak; olmak: I´m tickled to hear(birinin) they´re (belirli coming. bir yere) uygun Geleceklerini bir aday duymak olduğu beni son söylenmek. derece memnun etti. be tied to -e bağlı olmak, -e tabi olmak: The value of the mark is tied to2. be tied to a woman´s apron çok the eğlenmek, value çok gülmek. of the pound. Markın değeri sterlininkine bağlı. k. dili bir kadının tahakkümü altında olmak. strings be tied up k. dili 1. meşgul olmak. 2. in (para) (belli bir şeye) yatırılmış be tired of olmak. 3. (para) -den bıkmak, (hukuki -den yönden) ancak belirli birkaç amaç için usanmak. kullanılabilmek; (mülk) (hukuki yönden) satılamamak/intikal be to blame for suçlusu olmak. edememek. be to s.o.´s disadvantage birinin zararına olmak, birinin aleyhine olmak. be to s.o.´s discredit birinin şerefini lekelemek. be tolerant 1. (of) (-e karşı) hoşgörülü olmak. 2. of (organizma v.b.) -e be too much for tahammül için çok zoretmek, olmak,-e -indayanmak. gücünü aşmak: These stairs are too much be true to for an oldkalmak. -e sadık man. Yaşlı bir adamın bu merdivenleri çıkması çok zor. be true to one´s word sözünü tutmak, sözünü yerine getirmek. be tuckered out k. dili pestili çıkmak, turşuya dönmek, çok yorulmuş olmak. be unable to -ememek, -amamak, -den âciz olmak: She was unable to come. be unable to bear/stand the Gelemedi. I am unable to make the decision by myself. Kararı -i hiç çekememek, -e hiç tahammül edememek. sight of be unable to get a word in yalnız başıma vermekten âcizim. karşısındakinin fazla konuşmasından dolayı ağzını açamamak. edgewise be unaccustomed to -e alışık olmamak: He is unaccustomed to getting up early in be unashamed the (of) morning. Sabah erken kalkmaya (-den) utanmamak/utanç alışık değil. duymamak. be unaware of -in farkında olmamak, -den haberi olmamak, -den habersiz be uncomfortable with olmak: He is unaware -den rahatsızlık duymak. of his surroundings. Çevresindekilerin farkında değil. They are unaware of our change in plans. be undaunted by 1. -den yılmamak. 2. -den dolayı cesareti kırılmamak: She was Planlarda yaptığımız değişiklikten haberleri yok. be under a ban undaunted yasaklanmak. by the difficulty of the task. İşin zorluğu karşısında cesareti kırılmamıştı. be under a cloud (of suspicion) şüphe altında olmak. be under arrest tutuklu olmak. be under attack saldırılara maruz kalmak; topa tutulmak. be under consideration üzerinde düşünülmek. be under construction inşaat halinde olmak. be under custody tutuklu olmak. be under discussion görüşülmekte olmak. be under guard koruma altında olmak. be under house arrest göz hapsi altında olmak. be under oath yeminli olmak. be under pressure (manevi) baskı altında olmak. be under repair tamir edilmek, tamirde olmak. be under s.o.´s thumb k. dili birinin kontrolü altında olmak. be under stress 1. stres içinde olmak. 2. (yapı) fazla yük altında bulunmak. be under suspicion zan altında bulunmak. be under the assumption k. dili 1. farzetmek, varsaymak. 2. sanmak, zannetmek. that be under the influence k. dili içkili olmak, alkollü olmak. be under the sway of 1. -in nüfuzu altında olmak. 2. -in egemenliği altında olmak. be under the weather k. dili hasta/rahatsız olmak. be under way hareket halinde/ilerlemekte/devam etmekte olmak. be underage (belirli bir şey yapabilmek için) yaşı tutmamak. be uneasy about -den endişe duymak. be unequal to a task bir işi becerememek. be unfamiliar with -i bilmemek. be uninterested in -e ilgi duymamak, -i merak etmemek. be unlucky şansı olmamak. be unmindful of -e aldırmamak, -i göz önüne almamak. be unqualified for a job bir işe uygun niteliklere sahip olmamak. be unqualified to do s.t. bir şeyi yapmak için gereken niteliklere sahip olmamak. be unsettled about/as to ... hakkında kararsız olmak, ... hakkında tereddüt içinde olmak. be unskilled in/at -de iyi/usta olmamak. be untroubled by 1. -den şikâyetçi olmamak. 2. -i dert etmemek. be unused to -e alışık/alışkın olmamak. be unwilling (to) (-e) razı olmamak; (-i) istememek: He was unwilling to go. be up Gitmeye 1. yataktan razıkalkmış değildi. olmak; He´s unwilling (uykuya)toyatmamış learn howolmak:to dance. He´s Dans etmeyiup never öğrenmek before istemiyor. seven. Saat yediden önce hiç yataktan be up a creek k. dili zor durumda kalmak/olmak. kalkmaz. She´s never up after ten at night. Gece saat ondan be up a gum tree İng. zor bir durumda olmak. önce yatar hep. 2. (güneş/ay) doğmuş olmak. 3. ayakta olmak. be up a gum tree İng., 4. k. dili zor durumda (seviyesi/derecesi) olmak, ne yükselmiş yapacağını olmak: His fever şaşırmak. is up. Ateşi be up against yükseldi. k. dili ile 5. kaldırılmış/kapalı karşı olmak: The karşıya olmak/kalmak, car´s windows were -e çatmak. be up against the wall up. Otomobilin k. dili camları kapalıydı. 1. iflasın eşiğinde 6. artmış olmak, iflasla karşı olmak: karşıyaOurolmak. 2. enrollment köşeye is sıkışmak,up this çok year. sıkışıkBubirsene bize durumda kayıt olmak.yaptıranların be up all night sabahlamak. sayısı arttı. 7. bitmiş olmak, sona ermiş olmak: Time´s up. Vakit be up and about/around k. dili hastalıktan kurtulmuş olmak, ayağa kalkmış olmak. doldu. be up for k. dili 1. (bir şey yapmayı) istemek: Who´s up for a movie? be up for grabs Sinemaya k. dili (boşgitmek isteyen bir kadro, var v.b.) kontrat mı? 2. -e adayaçık adaylara olmak: He isThis olmak: up for mayor. contract´s Belediye up for2.başkanlığına grabs. aday. Bu ihaleateş 3. kapanın -den yargılanmak: elinde kalır. He is be up in arms 1. ayaklanmak. öfkelenmek, püskürmek. up for murder. Cinayet suçundan yargılanıyor. be up in arms k. dili ayaklanmış olmak, isyan halinde olmak. be up on k. dili 1. -i iyi bilmek. 2. -den haberi olmak. be up s.o.´s alley k. dili biri için biçilmiş kaftan olmak, (tam) birine göre olmak: be up to This 1. -i job is right up-in yapabilmek, your alley. Bugelebilmek: üstesinden iş tam sanaAre göre. you up to this? be up to date Bunu 1. yapabilir en son misin? I´m not up to haberdar olaylardan/gelişmelerden talking to olmak. him today. 2. enBugün son onunla görüşecek teknolojiye sahip gücümson olmak; yok.modaya He´s still not up3.toen uymak. seeing son people. be up to one´s eyes in ile çok meşgul olmak. Hâlâ insanlarla değişiklikleri görüşebilecek durumda değil. I don´t think he´s kapsamak. be up to par 1. to up tic.doing saymaca a jobdeğerini like that. bulmak. Bence öyle2. her birzamanki seviyede işin üstesinden be up to scratch olmak. gelemez o. Is he up to playing that rôle? O k. dili istenilen seviyeye varmak, öngörülen standarda uymak.rolü becerebilir mi? be up to snuff/the mark 2. k. dili (bir halt) karıştırmak/etmek: k. dili istenilen düzeyde/nitelikte olmak. Just what are you up to? Ne halt karıştırıyorsun? 3. k. dili (bir şeyi) yapmak: What are you be up to the mark istenilen up to these derecede olmak. days? Bugünlerde ne yapıyorsun? 4. (karar) (birine) be upset 1. altüst kalmış olmak. 2. (favori olmak/düşmek; rakip)seçimine (birinin) yenilmek. 3. (mide) kalmak, bozuk (birine) bağlı be used up olmak. olmak; 4. üzgün (birinin) olmak; sinirli sorumluluğunda olmak. olmak: 5. alabora It´s 1. tükenmek, harcanmak. 2. bitkin düşmek, bitmek, tükenmek. up olmak. to you to finish it. Onu bitirme işi sana kaldı. be vested in (yetki, hak v.b.) -e verilmiş olmak. be vexed at s.t. bir şeye canı sıkılmak. be victorious galip gelmek. be vulnerable to (kötü bir şeye) açık/maruz olmak. be wanted by the police polis tarafından aranmak. be wanting 1. eksik olmak, noksan olmak: A few pages of this book are be wary of wanting. Bu kitabın2. 1. -den sakınmak. birkaç sayfası -e dikkat eksik. 2. in -den yoksun etmek. olmak: That man is wanting in common sense. O adam be washed up k. dili mahvolmuş olmak, işi bitmiş olmak. sağduyudan yoksun. be way out in left field fena halde yanılmak, ıskalamak. be weary of -den bıkmış/usanmış olmak. be weighed down 1. with/by (dert/keder) yüklü olmak: He was weighed down by be wide of the mark his sorrow.uzak hedeften Yüreği acı doluydu. 2. with/by (bir görev, sorumluluk olmak. v.b.) belini bükmek: The people were weighed down by this be wild about k. dili -e hayran olmak, -e bayılmak. oppressive taxation. Bu insafsız vergiler halkın belini bükmüştü. be willing to -ewith 3. razı (belirli olmak. bir şeyle) çok yüklü olmak: She was weighed be winded down with nefes nefese packages. Eli kolunefesi kalmış olmak, paket kesilmiş doluydu.olmak.The branches of be wiped off the face of the the trees were weighed down with ice. Ağaçların dalları buzların yeryüzünden silinmek. earth ağırlığıyla yere doğru eğilmişti. be wiped off the map haritadan silinmek. be wise to k. dili (birinin) ne yaptığının farkında olmak; (durumun) ne olduğunun farkında olmak. be with it k. dili çağın hiç gerisinde kalmamak; çağı yakalamak. be with s.o. k. dili birinin ne demek istediğini anlamak. be within arm´s reach elinin altında olmak. be within earshot (yakın olduğu için) işitebilmek, duyabilmek. be within reason akıl kârı olmak. be within s.o.´s grasp 1. birinin kavrayışı içinde olmak. 2. birinin elde edebileceği bir be wont to şey gibi olmak. genellikle (belirli bir şekilde davranmak/hareket etmek): He is be worked up wont to come 1. heyecanlı olmak.early. O 2. genellikle erken kızgın/öfkeli gelir. olmak. be worried sick çok endişeli olmak. be worried sick k. dili çok endişeli olmak. be worth 1. -in kıymeti/değeri (belirli bir miktar) olmak; (belirli bir miktar) be worth one´s keep değerinde k. dili aldığıolmak: maaşın This candlestick´s karşılığını vermek.worth approximately thirty million liras. Bu şamdanın değeri aşağı yukarı otuz milyon lira. be worth one´s salt k. dili aldığı maaşın karşılığını vermek; işinin ehli olmak. This house is worth sixty billion liras. Bu evin değeri altmış be worth one´s while k. dili birinin milyar lira. 2. harcadığı (birinin) mal zamana varlığıdeğmek. (belirli bir miktar) olmak: He´s be worth one´s/its weight in worth k. dili around fifty olmak, çok değerli billion liras. Onun mal ağırlığınca altınvarlığı elli milyar çok değmek/etmek; kadar. gold 3. -e değmek: Is it worth this much trouble? Bu kadar zahmete be worth s.o.´s while işe yaramak. birinin vaktini ayırmasına değmek: It´s worth your while to değer learn mi? Yes, İspanyolca Spanish. it´s worth the effort. Evet, öğrenmeye zahmete değer. It´s değer. be worthy of -e değmek, worth seeing. -e Görülmeye layık olmak.değer. be wracked by/with (ağrılar, hastalık v.b.) yüzünden çok çekmek: His body had be wrapped up in been k. diliwracked 1. kendiniby(bir malaria. Vücudu sıtmadan işe) kaptırmış olmak. 2.çok çekmişti. (düşüncelere) be written all over dalmış olmak. k. dili ... 3. (birine) yüzünden akmak: sırılsıklam âşık olmak. His innocence was written all over be/feel disinclined his face. Suçsuzluğu canı istememek. yüzünden akıyordu. be/feel nauseous midesi bulanmak. be/feel sorry for -e acımak: I feel sorry for those who work there. Orada be/feel under the weather çalışanlara acıyorum. k. dili (kendini) bir hoş/tuhaf hissetmek. be/get chummy with ile ahbap olmak. be/get tangled k. dili 1. up (karmaşık bir durumun) içinden çıkamamak: He´s be/live in a world of one´s all tangled up in those intrigues of his own devising. Kendi kendi dünyasında yaşamak. own entrikalarının içinden çıkamaz oldu. 2. with (iyi olmayan bir be/live on the razor´s edge ölümle kalım arasında olmak; iki ateş arasında kalmak. işe/kimseye) bulaşmak. be/make friends (with) (ile) arkadaş olmak. be/play truant 1. dersi asmak; okulu kırmak. 2. vazifeden kaçmak. be/skate on thin ice k. dili tehlikeli/çok rizikolu bir durumda bulunmak. be/stand firm kararından hiç vazgeçmemek. be/stand head and shoulders -den çok üstün olmak. above beach i. kumsal, plaj; kıyı, sahil. beach buggy plaj arabası. beachcomber i. 1. hayatını kıyılardan topladığı enkaz ile kazanan kimse. 2. beachhead okyanustan i., ask. düşman kıyıya vuran kıyıları büyük dalga. üzerinde ele geçirilen çıkarma yeri. beacon i. işaret ışığı; fener; çakar. bead i. 1. boncuk. 2. (silahta) arpacık. beads i. 1. ipe dizilmiş boncuk. 2. boncuklar. beady s. boncuk gibi: beady eyes boncuk gibi gözler. beak i. gaga. beaker i. geniş ağızlı büyük bardak. beam i. 1. kiriş, hatıl, putrel. 2. direk, mertek. 3. araba/saban oku. 4. beam ışın. 5. den. kemere. f. 1. yaymak, saçmak (ışık). 2. (yüzü sevinçle) parlamak. beaming s. parlak, sevinçle parlayan (yüz). bean i. 1. fasulye. 2. tane, tohum. beanpole i. 1. fasulye sırığı. 2. sırık gibi kimse. bear i. ayı. bear f. (bore/eski bare, borne) 1. taşımak; kaldırmak: It won´t bear your weight. Senin ağırlığını kaldırmaz. They have the right to bear arms. Silah taşıma hakkı var onların. 2. taşımak, üzerinde bulunmak: It bears Okan´s signature. Okan´ın imzasını taşıyor. He still bears the scars of that fight. O dövüşün yaralarını hâlâ bear a loss zarara katlanmak. bear down gayret etmek. bear down on 1. -e doğru gelmek/ilerlemek. 2. -i çok etkilemek: This tax bear in mind bears down on the -i unutmamak, poor.tutmak: -i akılda Bu vergiYou fakirleri shouldbayağı etkiliyor. also bear 3. this in fazla mind. bastırmak: Bunu Don´t bear da unutmamalısın. down so hard on your pencil. bear no relation to ile ilgisi olmamak. Kurşunkalemini o kadar bastırma. 4. (azarlayarak/ısrarla) bear no resemblance to -e hiç benzememek. sıkıştırmak. bear no responsibility for -in sorumlusu olmamak. bear on/upon ile ilgisi olmak. bear s.o./s.t. out birini/bir şeyi doğrulamak/gerçeklemek. bear the blame for -in suçunu üzerine almak; -in töhmeti altında kalmak. bear the brunt of (saldırı, azarlama, baskı v.b.´nin) en ağır/şiddetli kısmını bear the brunt of çekmek: She bore baskı (saldırı, azarlama, the brunt of Tarık´s v.b.´nin) wrath. Tarık´ın en ağır/şiddetli gazabını kısmını en çok çekmek. o çekti. bear up (under) (zor bir duruma) dayanmak: She´s bearing up well. İyi bear watching dayanıyor. -in izlenmesi gerekmek. bear with -e sabır göstermek. bear witness tanıklık/şahitlik etmek. bear witness to (bir şeyin) kanıtı/delili olmak, (bir şeye) delalet etmek. bear/keep in mind 1. aklında tutmak, unutmamak. 2. dikkate almak, hesaba bearable katmak. s. tahammül edilebilir, çekilebilir. beard i. sakal. bearded s. sakallı. beardless s. sakalsız. bearer i. üzerinde taşıyan kimse, elinde bulunduran kimse. bearing i. 1. hal, tavır, davranış. 2. yatak, mil yatağı. 3. den. kerteriz. bearskin rug (yaygı olarak kullanılan) ayı postu. beast i. hayvan. beastly s. hayvanca. beat f. (beat, --en) 1. dövmek, vurmak, çarpmak. 2. çalmak (davul). beat 3. s., (yumurta) çırpmak.pestili k. dili çok yorgun, 4. yenmek, çıkmış.galip gelmek. 5. (kalp) atmak. beat i. 1. vuruş, darbe. 2. darbe sesi. 3. müz. tempo. 4. polis beat a retreat memurunun devriyesi. 1. geri çekilmek. 2. vazgeçmek. beat a retreat geri çekilmek, kaçmak. beat about/around the bush k. dili bin dereden su getirmek. beat down the price k. dili pazarlıkla fiyat indirtmek. Beat it! argo Defol! beat off k. dili kovmak, defetmek. beat off the attack saldırıyı tamamen püskürtmek. beat s.o. all hollow k. dili 1. birini büyük bir yenilgiye uğratmak, birini ezmek, birini beat s.o. black and blue pes biriniettirmek. 2. birinden dövüp çürükler çokbırakmak. içinde daha üstün olmak, birini cebinden çıkarmak. beat s.o. down k. dili birine fiyat indirtmek. beat s.o. to a pulp k. dili birini öldüresiye dövmek, birinin posasını/leşini çıkarmak, beat s.o. up birinin pöstekisini k. dili birini sermek. fena halde dövmek, birini tekme tokat dövüp iyice beat s.t. all hollow hırpalamak. k. dili bir şeyden çok daha üstün olmak. beat the air k. dili boşuna uğraşmak; havanda su dövmek. beat the bushes k. dili her yerde aramak. beat the rap argo 1. cezadan kurtulmak. 2. temize çıkmak, aklanmak. beat time tempo tutmak. beat to windward den. orsasına seyretmek. beat/bang/hit one´s head k. dili boşuna uğraşmak, haybeye kürek çekmek. against a stone wall beat/break the record rekoru kırmak. beaten f., bak. beat. s. 1. dövülmüş, dövme (metal). 2. çırpılmış beau (yumurta çoğ. --s/--xv.b.). (boz)3.i.çiğnenmiş, üzerinden (kadına) âşık geçilmiş erkek, âşık, (patika, yol sevgili. v.b.). beautician i. 1. kadın berberi, kuaför. 2. güzellik uzmanı. beautiful s. (çok) güzel. beautifully z. güzelce. beautify f. güzelleştirmek. beauty i. 1. güzellik. 2. güzel kadın. 3. güzel şey. beauty contest güzellik yarışması. beauty parlor bak. beauty shop. beauty queen güzellik kraliçesi. beauty salon bak. beauty shop. beauty shop güzellik salonu/enstitüsü; (kadınlar için) kuaför salonu. beauty sleep güzellik uykusu. beaver i. 1. zool. kunduz. 2. kastor, kunduz kürkü. became f., bak. become. because bağ. -diği için, nedeniyle; çünkü. because of -den dolayı, için. beck i. beckon f. el/baş işaretiyle çağırmak. become f. (be.came, be.come) 1. olmak. 2. yakışmak, yaraşmak: That become paralyzed tie becomes 1. felç olmak;you. O kravat kötürüm sana2.yakışıyor. olmak. felce uğramak. become polarized kutuplaşmak. become/get anxious endişelenmek, merak etmek, meraklanmak. become/get hysterical (over) (bir şey) (karşısında) çılgına dönmek, sinirleri boşanmak. become/get suspicious kuşkulanmak, şüphelenmek. becoming s. 1. to -e yakışan. 2. uygun, münasip. bed i. 1. yatak; karyola. 2. (bahçedeki) tarh. 3. nehir yatağı. f. 1. bed and board (down) -e yatacak bir yer vermek, -i yatırmak. 2. down yatıp tam pansiyon. uyumak. bed and breakfast yatak ve kahvaltı. bedbug i. tahtakurusu. bedclothes i., çoğ. yatak takımı. bedding i. yatak takımı. bedfellow i. bedlam i. tımarhane gibi bir yer, çok gürültülü ve kargaşalı bir yer. Bedlam broke loose. Kıyamet koptu. bedpan i. (yatakta kullanılan) sürgü. bedridden s. yatalak. bedroll i. dürülü yatak. bedroom i. yatak odası. bedside i. yatağın başucu. bed-sit i., İng., bak. bed-sitter. bed-sitter i., İng. banyosuz, tek odalı apartman dairesi. bedsore i., tıb. yatak yarası. bedspread i. yatak örtüsü. bedstead i. karyola. bedtime i. yatma zamanı. bee i. arı, balarısı. beech i., bot. kayın, kayın ağacı. beef i. 1. sığır eti. 2. (çoğ. beeves) sığır. 3. (çoğ. --s) argo şikâyet. f., beef up argo k. dilişikâyet etmek, sızlanıp durmak. kuvvetlendirmek. beefsteak i. biftek. beehive i. arı kovanı. beekeeper i. arı yetiştiricisi, arıcı. beeline i. 1. kestirme yol. 2. düz çizgi, düz hat. been f., bak. be. beer i. bira. beer on draft fıçı birası. beeswax i. balmumu. beet i. pancar. beet sugar pancar şekeri, sakaroz. beetle i., zool. kınkanatlı böcek. beetroot i. (çoğ. beet.root) İng. pancar. befall f. (be.fell, --en) başına gelmek. befit f. (--ted, --ting) yakışmak, uygun olmak. befitting s. yakışan. before z. 1. önce, evvel. 2. önünde, cephesinde. edat 1. tercihen, before Christ yerine. 2. huzurunda. (B.C.) milattan bağ. -den önce (M.Ö.), önce. İsa´dan önce (İ.Ö.). before long yakında, çabuk. before the wind rüzgâr yönünde. beforehand z. önce, önceden. befriend f. dostça davranmak, yardım etmek. beg f. (--ged, --ging) 1. dilenmek. 2. of -den dilemek, -den rica began etmek. 3. yalvarmak. f., bak. begin. beget f. (be.got, be.got.ten/be.got, --ting) 1. babası olmak. 2. yol beggar açmak, sebep i. 1. dilenci. 2. olmak. çapkın. f. sefalete düşürmek, mahvetmek. beggar description tarifi imkânsız olmak, anlatmaya sözcükler yetmemek. begin f. (be.gan, be.gun, --ning) 1. başlamak; başlatmak, ön ayak beginner olmak. 2. meydana i. işe yeni gelmek, vücut bulmak. başlayan kimse. beginning i. 1. başlangıç. 2. kaynak, baş, esas. begonia i., bot. begonya. begot f., bak. beget. begotten f., bak. beget. begrudge f. 1. (bir şeyi) (birine) fazla görmek: You don´t begrudge me this beguile vacation, f. 1. aklınıdo you? Bu çelmek, tatili bana ayartmak; fazla görmüyorsun, saptırmak. değil mi? 2. 2. cezbetmek. (bir şeyi) istemeyerek vermek/yapmak: To tell you the truth, I begun f., bak. begin. begrudge giving those loafers a day off. O haylazlara bir gün behalf i. tatil vermek zoruma gidiyor doğrusu. She begrudges every behave minute she hashareket f. davranmak, to spend away from Ufuk. Ufuk´tan ayrılmak, bir etmek. behave o.s. dakika da olsa, ona terbiyeli davranmak. zor geliyor. Behave yourself! Terbiyeni takın! behavior i. davranış tarzı; davranış. behaviorism i. davranışçılık. behaviour i., İng., bak. behavior. behaviourism i., İng., bak. behaviorism. behead f. boynunu vurmak, kellesini uçurmak. beheld f., bak. behold. behest i. 1. emir, buyruk. 2. ısrarlı istek, ısrar: She would sometimes behind sing z. 1. at the behest (somut of friends. anlamda) Arkadaşlarının peşinden; geride: Theısrarlı istekleri children were üzerine running bazen şarkı söylerdi. behind.içeride, Çocuklar peşinden koşuyordu. behind bars k. dili hapiste, parmaklıklar arkasında. We left them far behind. Onları çok geride bıraktık. 2. (zaman açısından) geride; behind bars k. dili hapiste, içeride, parmaklıklar arkasında. geri: We´re behind in our work. İşimizde geri kaldık. edat 1. behind one´s back -in arkasından, arkasında; -in gıyabında. arkasına: He went behind the curtain. Perdenin arkasına gitti. That clock is behind. O saat geri. Behind that wall there is a garden. O duvarın arkasında bir bahçe var. 2. (soyut anlamda) ardında: What´s behind that remark of his? O sözünün ardında ne var? 3. (bir sınıflandırmada) geride: They´re one behind the scenes perde arkasında. behind the scenes 1. perde arkasında. 2. gizlice. behind the times çağın gerisinde, demode. behold f. (be.held) 1. bakmak, gözlemlemek. 2. görmek. beholden s. borçlu, minnettar. beholder i. seyirci. behoove f. 1. yakışık almak, yakışmak. 2. -meli, gerekmek. behove f., İng., bak. behoove. beige s., i. bej. being i. 1. oluş, varoluş. 2. varlık. 3. yaratık. 4. insan. belabor f. üzerinde fazla durmak: Don´t belabor the point. O nokta belabour üzerinde fazla f., İng., bak. durma. belabor. Belarus i. Beyaz Rusya. Belarussian i., s. 1. Beyaz Rus. 2. Beyaz Rusça. belated s. gecikmiş, geç kalmış. belatedly z. gecikerek, vaktinden sonra. belch f. 1. geğirmek. 2. püskürtmek, fırlatmak. i. geğirme. beleaguer f. kuşatmak, etrafını sarmak, etrafını çevirmek, muhasara belfry etmek. i. çan kulesi. Belgian i. Belçikalı. s. 1. Belçika, Belçika´ya özgü. 2. Belçikalı. Belgium i. Belçika. belie f. (--d, be.ly.ing) 1. (sahte bir şey) (gerçek bir şeyi) örtmek. 2. belief yanlış/sahte i. inanç. olduğunu göstermek. believable s. inanılır. believe f. 1. inanmak. 2. iman etmek, güçlü bir inanç duymak. 3. believe in sanmak. 1. -e inanmak. 2. -e güvenmek. believe in s.o. birine güvenmek. Believe me! Sözüme inan! believer i. inanan, mümin. belittle f. küçültmek, alçaltmak; küçümsemek. Belize i. Beliz. Belizean i. Belizli. s. 1. Beliz, Beliz´e özgü. 2. Belizli. bell i. çan, kampana; zil, çıngırak. bell pepper dolmalık biber. belladonna i., bot. güzelavratotu, belladonna. bellboy i. otellerde oda hizmetçisi çocuk. belle i. güzel kadın, dilber. bellflower i., bot. çançiçeği. bellhop i., bak. bellboy. bellicose s. kavgacı, dövüşken. belligerence i. 1. kavgacılık, dövüşkenlik. 2. savaşçılık. belligerent s., i. 1. kavgacı, dövüşken. 2. savaşçı. bellow f. 1. böğürmek. 2. bağırmak. bellows i., tek., çoğ. körük. belly i. karın. belly dancer Oryantal dansöz, dansöz. belly dancer 1. oryantal dansöz. 2. rakkase. belly dancing göbek atma, Oryantal dans. bellyache i. karın ağrısı. f., k. dili şikâyet etmek, sızlanmak. bellybutton i., k. dili göbek, göbek çukuru. belly-up z. belong f. 1. to (bir şey) (birinin) malı olmak, (birine) ait olmak: That belongings table i., çoğ.belongs (kişisel)toeşya. me. O masa benim. 2. to -in üyesi olmak: Bahri belongs to the Moda Yacht Club. Bahri, Moda Yat Kulübüne üye. Belorussia i., bak. Belarus. 3. -in yeri (belirli bir yerde) olmak: You put that back where it Belorussian i., s., bak. belongs Belarussian. right now! Onu hemen yerine geri koy! You don´t beloved belong s. sevgili, aziz.Senin there. yerin orası değil. i. sevgili. below z. aşağıdan; aşağıda; aşağıya: from below aşağıdan. the river below average flowing vasatınbelow altında.aşağıda akan nehir. two floors below iki kat aşağıda. those below aşağıdakiler. edat -den aşağı, aşağısında, below par tic. saymaca değerinin altında. altında; ötesinde: just below the mouth of the spring pınar belt i. kuşak,hemen başının kemer,aşağısında. kayış; kolan. f. 1. degrees seven k. dili yumruk below indirmek; zero sıfırın belt buckle şiddetle altında kemer yedivurmak. derece. below the salt tuzluğun ötesinde.çevirmek. tokası. 2. kemerle bağlamak. 3. kuşatmak, s. aşağıda Belt up! yazılan, aşağıda verilen, İng., k. dili Sus!/Çeneni kapa! aşağıdaki: See the list below. Aşağıdaki listeye bakın. bemoan f. (bir şeyden) ağlayıp sızlayarak şikâyet etmek, inleyerek bemused yakınmak; s. 1. şaşkın.üzüntüsünü 2. dalgın. belirtmek. bench i. sıra, bank. bench mark 1. röper, röper noktası, seviye işareti. 2. denektaşı, ölçüt, kıstas. bend f. (bent/eski --ed) 1. eğmek, bükmek, kıvırmak; eğilmek, bend to/towards bükülmek, kıvrılmak. (bir şeye) aklı 2. den. bağlamak. i. 1. kıvrım. 2. dirsek. 3. yatmak. dönemeç, viraj. 4. den. bağ, düğüm. bendable s. eğilir, eğrilir, bükülür. bends i. beneath z. aşağıdan; aşağıda; aşağıya: The sea beneath was blue. beneath contempt Aşağıdaki deniz maviydi. From beneath there came a voice. aşağılık, rezil. Aşağıdan bir ses geldi. edat altında: beneath the tree ağacın benediction i. kutsama, takdis. altında. benefaction i. 1. hayır işine para bağışlama. 2. hayır işine bağışlanan para, benefactor bağış. i. hayır işine para bağışlayan, bağışçı. beneficence i. 1. yardımseverlik; cömertlik. 2. hayır işine bağışlanan para, beneficent bağış. s. 1. yardımsever, cömert. 2. iyi, hayırlı. beneficial s. hayırlı; yararlı, faydalı. beneficially z. yararlı bir şekilde. beneficiary i. 1. yararlanan kimse. 2. mirasçı, vâris. benefit i. yarar, fayda. f. -in yararına olmak, -e yararlı olmak, -e yararı benefit concert dokunmak; yardım amacıylafrom -den yararlanmak, düzenlenen -den faydalanmak, -den konser. istifade etmek: This change will benefit you. Bu değişiklik sana benevolence i. 1. yardımseverlik; cömertlik. 2. bağış. iyi gelecek. This would benefit by the addition of some salt. benevolent s. Buna1. yardımsever; cömert. biraz tuz eklenirse iyi2. kârWe olur. gayesi havegütmeyen (kurum v.b.). greatly benefited benign 3. from s. iyi, hayırlı. your advice. 1. yumuşak Nasihatinizden huylu. çok istifade 2. yumuşak (hava). ettik. (toprak). 4. 3. bereketli Benin iyi huylu, i. Benin. iyicil, selim (tümör). Beninese i. (çoğ. Be.nin.ese) Beninli. s. 1. Benin, Benin´e özgü. 2. Beninli. bent s. 1. eğri, kıvrık, bükülmüş. 2. İng., k. dili hilekâr, düzenbaz, bent üçkâğıtçı; f., bak. bend.hiç güvenilmez; rüşvetçi; hırsız. 3. k. dili deli, çatlak. 4. k. dili o biçim, eşcinsel. i. (belirli bir) yetenek: She has a bent benzene i., kim. benzen. for music. Onda müzik yeteneği var. benzine i. benzin. bequeath f. vasiyet etmek, miras olarak bırakmak. bequest i. vasiyet. berate f. azarlamak, haşlamak. bereaved s. matemli, yaslı; matemliler, yaslılar. bereavement i. (ölüm nedeniyle) kayıp, kaybetme, yitirme; matem, yas. bereft s. bereft of -den yoksun kalmış: bereft of strength kuvvetten düşmüş. beret i. bere. berry i. etli ve zarlı kabuksuz meyve. berserk s. çılgınca hareket eden. berth i. 1. (taşıtlarda) yatak, ranza. 2. den. manevra alanı. 3. den. beseech rıhtımda palamar yeri. f. (be.sought/--ed) 4. gemici yalvarmak, ranzası. istirham 5. iş, görev. f., den. etmek. (gemiyi) rıhtıma yanaştırmak; (gemi) rıhtıma yanaşmak. beseechingly z. yalvararak. beset f. (be.set, --ting) 1. -e sıkıntı vermek. 2. -i kuşatmak, -in etrafını besetting sarmak/çevirmek. s. yakayı bırakmayan. beside edat 1. yanına; yanında. 2. -in yanında, -e nazaran. beside o.s. kendinden geçmiş, çılgın. beside the mark konu dışı. beside the question konu dışı. besides edat 1. -den başka, -in dışında. 2. yanı sıra. z. ayrıca, üstelik. besiege f. 1. -i kuşatma altında tutmak. 2. etrafını almak, başına besmear üşüşmek. f. bulaştırmak, kirletmek. besotted s. 1. sarhoş. 2. aptal, sersem. besought f., bak. beseech. bespoke s., İng. 1. ısmarlama, ısmarlama yapılmış. 2. ısmarlama iş best yapan. f. hakkından gelmek, yenmek; baskın çıkmak, geçmek. best s. (good ve well´in enüstünlük derecesi) en iyi, en hoş, en best bet uygun. i. en iyisi.I´ll bet .../I´m willing to bet .../My bet is .... en iyi yol/çare. best man Bahse sağdıç.girerim ki .... best seller çoksatar. bestial s. hayvan gibi, hayvana ait; vahşi; kaba. bestially z. hayvanca, hayvana yakışır şekilde; vahşice, kabaca. bestir f. (--red, --ring) harekete geçirmek, yerinden oynatmak. bestow f. (on/upon) (-e) vermek, ihsan etmek. bestow favors on -e ayrıcalık tanımak, -e iltifat etmek. bestride f. (be.strode, be.strid.den/be.strid) 1. bacaklarını ayırarak bet binmek. 2. her f. (bet/--ted, iki tarafında/yakasında --ting) 1. bahse girmek, bahis bulunmak/uzanmak: tutuşmak. 2. Istanbul kuvvetle bestrides sanmak: two continents. İstanbul iki kıta üzerinde Bet your boots. k. dili Emin olun. I bet he´s there. Bence orada olması kesin. i. kurulmuştur. bahis; iddia. betide f. 1. (birinin) başına gelmek: Woe betide them! Başlarına taş betray yağsın! 2. -eetmek; f. 1. ihanet alametele olmak: vermek.It betides good. O 3. 2. göstermek. hayra alamet. aldatmak. betrayal i. hıyanet; ele verme. betrayer i. hain, ihanet eden. better s. (good ve well´in üstünlük derecesi) 1. daha iyi, daha güzel. 2. better and better daha çok.daha gittikçe z. daha iyi. iyi bir şekilde. i. 1. daha iyisi. 2. üstünlük. better half k. dili eş. better half k. dili eş (kadın/erkek): Where´s your better half? Eşin nerede? Better late than never. Hiç olmamaktansa varsın geç olsun. between edat 1. arasında: between Kadıköy and Üsküdar Kadıköy ile between you and me Üsküdar arasında. between the two of them ikisi arasında. 2. laf/söz aramızda. between you and me and the arasında, ilâ: between ten and twenty tons on ilâ yirmi ton. söz aramızda. gatepost between you and me and the k. dili söz aramızda. lamppost bevel i. pah, pahlanmış kenar. f. (--ed/--led, --ing/--ling) pahlamak. beveled s. pahlanmış, şev. beverage i. içecek, meşrubat. bevy i. kalabalık bir grup: That bevy of beauties made the house ring bewail with laughter. f. 1. -e O güzeller hayıflanmak. evi 2. (bir kahkahalarıyla şeye) ağlamak. çınlattı. beware f. sakınmak, çok dikkat etmek, gözünü açmak. bewilder f. şaşırtmak, sersemletmek. bewilderment i. şaşkınlık. bewitch f. 1. büyü yapmak. 2. büyülemek, cezbetmek. bewitching s. büyüleyici. beyond z. ötede; öteye. edat 1. ötesinde; ötesi, -den öte; -den sonra: beyond doubt Beyond kuşkusuz,there there´s nothing but mountains. Oradan öte şüphesiz. dağdan başka şey yok. beyond six o´clock saat altıdan sonra. 2. beyond measure son derece. dışında: It´s beyond his capability. Onun kabiliyetinin dışında. 3. beyond number sayısız, -den sayılamaz. başka: I can do nothing beyond that. Ondan başka bir şey beyond price yapamam. i. ötesi; ötesindeki; ötesindekiler. paha biçilmez. beyond question 1. şüphe götürmez. 2. kuşkusuz, şüphesiz, tartışmasız. beyond the veil öbür dünyada. beyond/out of reach erişilmez, yetişilmez. beyond/past redemption kurtarılamaz. Bhutan i. Butan. Bhutanese i. (çoğ. Bhu.tan.ese) Butanlı. s. 1. Butan, Butan´a özgü. 2. bias Butanlı. i. 1. verev. 2. eğilim. 3. önyargı. f. 1. (birini) (belirli bir şekilde) biased etkilemek: s. önyargılı.They tried to bias me against him. Beni onun aleyhine çevirmeye çalıştılar. 2. (birinin) fikrini bib i. mama önlüğü. yönlendirmek/etkilemek: Don´t bias the witness! Sanığı Bible i. Kitabı Mukaddes, Kutsal Kitap, Eski ve Yeni Ahit. etkileme! Biblical s. Kitabı Mukaddes´e ait. biblical s., bak. Biblical. Biblically z. Kitabı Mukaddes´le ilgili olarak. biblically z., bak. Biblically. bibliography i. bibliyografya, kaynakça. bicarbonate i. bikarbonat. bicarbonate of soda karbonat. bicentenary i., s., bak. bicentennial. bicentennial i. iki yüzüncü yıldönümü. s. iki yüzüncü yıldönümüne ait. biceps i. (çoğ. bi.ceps) anat. pazı. bicker f. atışmak, çekişmek, münakaşa etmek. bicycle i. bisiklet. f. bisikletle gitmek, bisiklet kullanarak gitmek. bicycle shed (kapalı) bisiklet park yeri. bid f. (bid, --ding) 1. açık artırmada fiyat artırmak. 2. briç bid deklarasyon yapmak. 3.--ding) f. (bade/bid, --den/bid, önermek. i. 1. öneri. kumanda 1. emretmek, 2. girişim,etmek. 2. teşebbüs. demek, söylemek. bid farewell veda etmek. bid s.o. farewell birine veda etmek. bide f. (--d/bode; --d) 1. dayanmak, yıkılmamak. 2. oturmak, bide one´s time beklemek. uygun zamanı beklemek. bide one´s time bir şeyin zamanını beklemek; sabretmek. biennial s. iki yılda bir olan. bier i. ayaklı tabut altlığı; tabut taşımak için kullanılan tekerlekli bifocal sedye. s. bifokal, çift odaklı. bifocals i., çoğ. bifokal gözlük. big s. 1. büyük, iri, kocaman. 2. önemli, etkili. big business dev şirketler. big gun k. dili kodaman. big shot k. dili kodaman. big shot/wheel k. dili kodaman. big wheel argo kodaman. bigamist i., huk. resmen evliyken başka biriyle yasadışı olarak evlenen bigamy kimse. i., huk. resmen evliyken başka biriyle yasadışı olarak evlenme. bighearted s. eli açık, cömert. bigness i. büyüklük. bigot i. bağnaz, mutaassıp; dar görüşlü kimse. bigoted s. bağnaz, mutaassıp. bigotry i. bağnazlık, taassup. bigwig i., k. dili kodaman. bike i., k. dili bisiklet. bikini i. bikini. bilateral s. iki taraflı, iki kenarlı. bile i. 1. öd, safra. 2. huysuzluk, terslik, aksilik. 3. garaz, kin. bilge i. 1. den. sintine, karina. 2. saçmalık. Bilge can´t help but win. k. dili Bilge´nin kazanması kesin. bilingual s. iki dilli. bilious s. 1. safraya ait, öde ait. 2. aksi, ters, huysuz. bilk f. dolandırmak, aldatmak, kandırmak. bill i. 1. fatura, hesap. 2. kâğıt para. 3. kanun tasarısı. f. fatura bill çıkarmak. i. gaga. bill of exchange poliçe; kambiyo senedi. bill of exchange poliçe; kambiyo senedi. bill of fare yemek listesi, menü. bill of fare yemek listesi. bill of health sağlık belgesi. bill of lading konşimento; manifesto. bill of lading konşimento. bill of rights insan hakları beyannamesi. bill of sale fatura. billboard i. ilan tahtası. billfold i. cüzdan. billiard i. –– ball bilardo topu. –– hall bilardo salonu. billiards i. bilardo. billion i. 1. A.B.D. milyar, bilyon. 2. İng. trilyon. billow i. (büyük) dalga. f. 1. dalgalanmak; dalgalandırmak. 2. (yelken) billowy şişmek; s. dalgalı. (yelkeni) şişirmek. 3. (duman) buram buram çıkmak; çok (duman) çıkarmak. billy i. 1. k. dili cop. 2. teke, erkek keçi. billy goat teke, erkek keçi. bimonthly s. 1. iki ayda bir olan. 2. ayda iki kez olan. bin i. (kömür, tahıl v.b.´ni saklamak için) kap; sandık; yer: coal bin binary kömürlük. s. ikili, çift.wood bin odunluk. bind f. (bound) 1. bağlamak; sarmak. 2 kenarını tutturmak. 3. binder ciltlemek. 4. biçerbağlar. i. 1. ciltçi. 2. (dar bir giysi)3.rahatsız tutkal. etmek, fazla sıkmak. bindery i. ciltevi. binding s. 1. bağlayıcı. 2. zorlayıcı. i. 1. ciltleme; cilt. 2. kenar şeridi. Bing cherry Napolyon kirazı, Napolyon. binge i. 1. çok fazla içki içilen süre: He goes on a weekend binge binoculars every now and i. (iki gözle then. Arasıra bakılabilen) dürbün.hafta sonu boyunca içki içmekten başka bir şey yapmaz. 2. (bir şeyin) aşırı derecede yapıldığı biochemistry i. biyokimya. süre: Yesterday she went on a shopping binge. Dün kendini fena biodegradable s. çevreye halde zarar kaptırdı. alışverişe vermeden toprakta çözünebilen. biographer i. biyografi yazarı. biographical sketch hayat hikâyesinin özeti. biography i. yaşamöyküsü, biyografi. biological s. biyolojik, yaşambilimsel, dirimbilimsel. biological clock biyolojik saat. biological warfare biyolojik savaş. biologically z. biyolojik olarak, biyolojik açıdan. biologist i. biyolog, yaşambilimci, dirimbilimci. biology i. biyoloji, yaşambilim, dirimbilim. biped i. iki ayaklı hayvan. bipedal s. iki ayaklı. birch i., bot. huş, Betula. bird i. kuş. bird cage kuş kafesi. bird in the hand k. dili elde olan yararlı şey, elde olan fırsat. bird of passage 1. göçmen kuş. 2. k. dili bir yerde ancak geçici bir süre için bird of passage kalan kimse.kuş. 2. göçebe kimse. 1. göçmen bird of prey yırtıcı kuş. bird of prey yırtıcı kuş. bird sanctuary kuş cenneti, kuşların avlanması yasak olan yer. bird watcher kuş gözlemcisi. birdcall i. kuş ötüşü. birdhouse i. kuş evi. birds of a feather k. dili huyları birbirine benzeyen kimseler. birds of a feather kafadarlar. bird's-eye s. bird's-eye view kuşbakışı. biro i., İng. tükenmez kalem, tükenmez. birth i. 1. doğum, doğma, doğuş. 2. soy. 3. başlangıç, kaynak. birth certificate nüfus kâğıdı. birth control doğum kontrolü. birth defect doğuştan olan özür. birthday i. doğum günü, yaş günü. birthmark i. doğum lekesi. birthplace i. doğum yeri. birthrate i. (nüfusa göre) doğum oranı. biscuit i. 1. çörek. 2. İng. bisküvi. bisexual s. 1. biseksüel, çift cinsiyetli, ikicinslikli, ikieşeyli. 2. biseksüel, bishop her i. 1. iki cinse karşı piskopos. erotik istek 2. satranç fil. duyan. bison i. (çoğ. bi.son) zool. bizon. bit i. 1. delgi, matkap. 2. gem. bit i. 1. parça, lokma, kırıntı. 2. bilg. bit. bit f., bak. bite. bit by bit azar azar, yavaş yavaş. bitch i. 1. dişi köpek, kancık. 2. k. dili cadaloz kadın, şirret. f., k. dili bite şikâyet etmek,1. f. (bit, bit.ten) sızlanıp durmak, ısırmak. dırdır 2. (balık) etmek. oltaya vurmak. 3. (soğuk) bite off more than one can yakmak. i. 1. ısırık, parça, lokma. 2. (içkide) sertlik. 3. (soğuk k. dili başından büyük işlere/işe girişmek/kalkışmak. chew veya rüzgâra özgü) sertlik. 4. (biberde) acılık. bite one´s lip (öfkesini/üzüntüsünü belli etmemek için) dudağını ısırmak. bite s.o.´s nose off birine ters cevap vermek. bite the bullet k. dili (zor bir) karar almak. biting s. 1. acı, keskin; ısırıcı (rüzgâr). 2. acı (söz). bitten f., bak. bite. bitter s. 1. acı, keskin; sert, şiddetli. 2. şekersiz, acı, bitter (çikolata). bittersweet s. 1. hem acı hem tatlı. 2. iyi ve kötü. bitumen i. bitüm; zift, katran. bituminous s. bitümlü; ziftli, zift gibi. bituminous coal madenkömürü. bizarre s. garip, tuhaf, acayip, biçimsiz. blab f. (--bed, --bing) gevezelik etmek; boşboğazlık etmek. i. geveze; Black boşboğaz. s., i. zenci. black s. 1. siyah, kara. 2. zenci. 3. karanlık, kasvetli. 4. kirli. i. 1. black and white siyah, 1. yazı.kara. 2. zenci. 2. siyah beyaz resim. black belt judo siyah kuşak. black book kara listedekilerin kayıtlı olduğu defter. black box hav. kara kutu. black coffee sütsüz kahve. black cumin çöreotu. black eye 1. siyah göz. 2. morarmış göz. 3. kara leke. black horehound bot. karaısırgan, köpekotu. black leopard siyah pars. black list kara liste. black magic (kötü bir amaç için yapılan) büyü. black market karaborsa. black mulberry karadut. black out 1. karartmak. 2. gözü kararmak; kısa bir süre için şuurunu black pepper kaybetmek. karabiber. black pepper karabiber. black plague kara veba. black sheep ailenin yüzkarası. black tie 1. siyah papyon kravat. 2. smokin. black-and-blue s. çürük, morarmış. black-and-white s. siyah beyaz: black-and-white television siyah beyaz blackball televizyon. f. karşı oy kullanmak. blackberry i. böğürtlen. blackbird i. karatavuk. blackboard i. kara tahta. blacken f. 1. karartmak, karalamak. 2. lekelemek, iftira etmek. black-eyed pea, cowpea i. börülce. blackguard i. alçak kimse. s. alçak, edepsiz, rezil. f. sövüp saymak, blackhead küfretmek. i. başı siyah olan sivilce. blackjack i. cop. blackleg i., İng., k. dili grev kırıcı. blacklist i. kara liste. f. -i kara listeye almak. blackmail i. şantaj. f. şantaj yapmak. blackmailer i. şantajcı. blackness i. siyahlık, karalık. blackout i. 1. karartma. 2. göz kararması; kısa süren şuur kaybı. blacksmith i. 1. demirci. 2. nalbant. blacktop i. asfalt. f. (--ped, --ping) asfaltlamak. bladder i., anat. sidik torbası, mesane. blade i. 1. (bıçak) ağzı. 2. kılıç. 3. ince uzun yaprak. 4. (kürekte) pala. blah i., k. dili saçma. s. can sıkıcı, bezdirici. blame i. bir suç veya başarısızlığın sorumluluğu, suç, kabahat, töhmet. blameless f. s. suçu (birinin) suçsuz, masum.üstüne atmak. blameworthy s. 1. ayıplanacak. 2. kabahatli. blanch f. 1. benzi atmak. 2. (kabuğunu soymak için) (bademi) biraz blancmange haşlamak. i. paluze, sütlü pelte. bland s. 1. tadı bebek maması gibi ve hazmı kolay olan (yemek). 2. blandishment kimsenin i. kandırmak dikine içingitmeyen. söylenen veya edilen iltifat. blank s. 1. boş, yazısız, açık, beyaz. 2. anlamsız. i. 1. yazısız kâğıt. 2. blank cartridge piyangoda boş numara. 3. kurusıkı fişek. kurusıkı fişek. blank check açık çek. blank endorsement açık ciro. blank verse kafiyesiz on heceli nazım şekli. blankbook i. not defteri. blanket i. battaniye. f. sarıp sarmalamak. blankly z. boş boş, boş gözlerle: look blankly at -e anlamamış gibi blare bakmak, i. 1. boru -e boş2.boş sesi. bakmak. benzer ses; yüksek ses. f. 1. boru borununkine blasé gibi s. usanmış, bezgin. herkese ilan etmek, söylemek. ses çıkarmak. 2. blaspheme f. Allah hakkında kötü konuşmak, küfretmek. blasphemy i. Allah hakkında kötü konuşma, küfür. blast i. 1. patlama, infilak. 2. k. dili çok eğlendirici bir şey. f. 1. tahrip blast furnace etmek, maden yıkmak, yakmak. 2. (soğuk/sıcak) (bitkiyi) kavurmak. eritme ocağı. blast off (roket) uzaya fırlatılmak. Blast! ünlem, İng. Allah kahretsin! blasted s. 1. harap. 2. k. dili Allahın belası, kör olası. blasting cap dinamit tapası. blatant s. 1. apaçık, yüzünden akan. 2. gürültü yapan. blaze i. 1. alevler: the blaze of the fire yangının alevleri. 2. yangın; blaze a trail yanan 1. (yolşey. 3. parlaklık. olmayan 4. öfkeli bir yerde) parlama. yol yapmak. 2.5. atınaçmak. çığır alnındaki beyaz leke. f. 1. alev alev yanmak. 2. parlamak. 3. öfkeyle parlamak. blaze a trail 1. çığır açmak. 2. ağaçların gövdelerinde çentikler açarak yeni blaze away at bir yolun 1. -i ateşegeçiş yerini tutmak, -eişaretlemek. ateş etmek. 2. -i hararetle yapmak. blaze up birden parlamak. blazer i. spor ceket, blazer. blazon f. 1. (göze çarpan bir şekilde) ilan etmek. 2. sergilemek, teşhir bleach etmek. 3. (göze ağartmak. f. beyazlatmak, çarpan bir i.şeyle) çamaşırdonatmak/kaplamak. suyu. i. arma, ongun. bleachers i. bir tür açık tribün. bleak s. 1. soğuk ve kasvetli (hava). 2. rüzgârdan korunmasız, rüzgâra blear açık. 3. bleary. s., bak. kötü, iç açıcı olmayan. bleary s. sulanmış/çok çapaklanmış/kızarmış (göz). bleary-eyed s. gözleri sulanmış/çok çapaklanmış/kızarmış. bleat f. 1. melemek. 2. mızırdanmak, sızlanmak. i. 1. meleme. 2. bled mızırdanma, f., bak. bleed.sızlanma. bleed f. (bled) 1. kanamak. 2. k. dili acımak, kan ağlamak: My heart bleeding bleeds for the victims s. 1. kanayan. of dili 2. İng., k. the kör drought. olası. Kıtlık kurbanları için içim kan ağlıyor. 3. k. dili kanını emmek, insafsızca sömürmek, iliğini bleep i. çok tiz ve anlık elektronik ses, bip. f. bip sesi çıkarmak. kemirmek: The bank´s high interest rates are bleeding the blemish i. leke, kusur, farmers in thishata. area. Bankanın yüksek faiz oranları bu yöredeki blend çiftçilerin iliğiniharmanlamak. f. karıştırmak, kemiriyor. 4. hacamat i. harman, etmek/yapmak. karışım. blend in 1. ile uyumlu olmak, uymak. 2. yavaşça katmak. blender i. blender, karıştırıcı. bless f. (--ed/blest) kutsamak, takdis etmek. bless s.o. out k. dili birini haşlamak/azarlamak. Bless you! Çok yaşa! be blessed with (Allah) (birine) belirli bir nimeti blessed bağışlamak: s. 1. kutsanmış. You´re blessed 2. kutsal. 3. with these Allahın children. ...: every Allah day blessed sanaher bu çocukları Allahın günü.ihsan etmiş. blessing i. 1. kutsama, takdis. 2. hayırdua. 3. nimet. blessing out k. dili haşlama, azarlama. blest f., bak. bless. blether f., İng. saçmalamak. i. saçma. blew f., bak. blow. blight i. 1. küf, mantar. 2. afet. f. soldurmak, kavurmak, mahvetmek; blind kurutmak. s. 1. kör, âmâ. 2. çıkmaz (sokak). f. 1. kör etmek. 2. gözünü blind alley almak, 1. çıkmazkamaştırmak. i. 1. çoğ. sokak. 2. çıkmaz, jaluzi. 2. İng. stor. 3. avcıların açmaz. avlarından gizlendiği yer. blind as a bat k. dili kör gibi. blind date önceden tanışılmayan biriyle eğlence yeri, lokanta v.b.´ne blind in one eye gitme. bir gözü kör. blind spot 1. anat. (retinada) kör nokta. 2. kendi önyargısının insanı blinder anlamaktan i. at gözlüğü.engellediği konu. blindfold f. gözlerini bağlamak. i. gözbağı. blindfolded s. gözü bağlı. blindly z. kör gibi. blindness i. körlük. blink f. göz kırpmak. i. göz kırpma. blinker i. 1. oto. sinyal lambası. 2. den. çakar. 3. (devamlı) yanıp sönen bliss sinyal lambası. i. eksiksiz 4. İng. atbüyük bir mutluluk, gözlüğü. mutluluk. blissful s. çok mutlu. blister i. kabarcık, fiske. f. kabarmak, su toplamak; kabartmak. blithe s. neşeli, şen; gamsız, tasasız. blithely z. neşeli/şen/tasasız bir şekilde, pürneşe. blitz i. yıldırım saldırı. blitzkrieg i., bak. blitz. blizzard i. tipi. bloat f. şişirmek, kabartmak. bloated s. şişmiş, şiş (karın,leş). blob i. 1. kıvamı koyu iri bir damla: a blob of paint bir boya damlası. bloc two blobs i., pol. of mustard iki sıkım hardal. 2. k. dili yağ tulumu, blok. şişko. block i. 1. blok, büyük parça. 2. blok, parsel. 3. İng. büyük bina: block block and tackle of flats apartman. office block (büroların bulunduğu) iş hanı. f. palanga. tıkamak, kesmek, kapamak; bloke etmek. block letter kitap yazısıyla yazılan büyük harf. block print (kumaşı/kitabı) kalıpla basmak. block up 1. tıkamak. 2. (deliği/boşluğu) doldurarak kapamak. blockade i. abluka. f. abluka etmek, ablukaya almak. blockage i. tıkama; tıkanma; blokaj. blockhead i., k. dili mankafa, dangalak. bloke i., İng., k. dili adam, arkadaş. blond s. 1. sarışın (erkek). 2. sarı (saç). blonde s., i. sarışın (kadın). blood i. 1. kan. 2. soy. blood bank kan bankası. blood bank kan bankası. blood bath katliam. blood count kan sayımı. blood feud kan davası. blood feud kan davası. blood group kan grubu. blood money 1. kiralık katillere verilen para. 2. diyet. blood poisoning kan zehirlenmesi. blood pressure tansiyon. blood pressure tansiyon, kan basıncı. blood sugar kan şekeri. blood test kan tahlili. blood transfusion kan nakli. blood transfusion kan nakli. blood type kan grubu. blood vessel anat. kan damarı. bloodcurdling s. tüyler ürpertici. bloodshed i. kan dökme. bloodshot s. kan çanağına dönmüş (göz). bloodthirsty s. kana susamış, canavar ruhlu, hunhar. bloody s. 1. kanlı; kan gibi. 2. kana susamış, gaddar, zalim. 3. İng., k. bloody-minded dili kör olası. s., İng., k. dili4. İng., aksi. inatçı, k. dili bayağı, adamakıllı. bloom i. 1. tazelik, gençlik. 2. meyve üzerindeki buğu. 3. (açılmış) blooming çiçek. s. f. çiçek 1. çiçek açmak. açmış. 2. argo kör olası: That blooming telephone! O blossom kör olası telefon! i. çiçek; bahar. f. 1. çiçek vermek; bahar açmak. 2. gelişmek; blot canlanmak. i. 1. leke; mürekkep lekesi. 2. ayıp, kusur. f. (--ted, --ting) 1. blot out lekelemek. 1. bozmak.2. 2.kurutma ortadan kâğıdı silmek,ile kurutmak. yok etmek. blotch i. 1. leke. 2. kabartı, fiske. f. lekelemek; lekelenmek. blotter i., bak. blotting paper. blotting paper kurutma kâğıdı, papyebuvar. blotting paper kurutma kâğıdı. blouse i. bluz, gömlek. blow i. darbe, vuruş. blow f. (blew, --n) 1. esmek. 2. üflemek. 3. uçurmak; uçmak: The blow a fuse wind has blown 1. sigortayı off the2.chimney attırmak. cowl.atmak, k. dili tepesi Rüzgâröfkelenmek. bacanın külahını uçurdu. 4. solumak. 5. k. dili (parayı) savurmak; (paranın blow great guns k. dili (rüzgâr) çok sert esmek. hepsini) harcamak. 6. k. dili (fırsatı) kaçırmak. blow hot and cold k. dili kararsız olmak, duraksamak. blow in k. dili ansızın gelmek, düşmek. blow one´s brains out k. dili 1. başına kurşun sıkmak. 2. başına kurşun sıkarak intihar blow one´s cool etmek. k. dili tepesi atmak, kızmak. blow one´s nose sümkürmek. blow one´s own horn k. dili kendi reklamını yapmak. blow one´s own horn böbürlenmek. blow one´s own trumpet k. dili kendi borusunu çalmak, kendi reklamını yapmak, blow one´s top övünmek. k. dili tepesi atmak, çok kızmak. blow one´s top/stack k. dili tepesi atmak, parlamak. blow out 1. üfleyip söndürmek. 2. (lastik) patlamak. blow over 1. (fırtına) dinmek. 2. unutulmak, geçmek. blow s.o. away k. dili 1. birini çok şaşırtmak. 2. ateş ederek birini öldürmek, blow s.o.´s cover birini k. dili vurmak. birinin gerçekte kim olduğunu göstermek. blow s.o.´s mind k. dili 1. birini çok heyecanlandırmak. 2. birini çok şaşırtmak. 3. blow s.o.´s mind birine k. dili çok birinikeyif vermek. hayrete düşürmek/şaşkına çevirmek, birinin aklını blow s.t./s.o. to smithereens başından almak. bir şeyi/birini paramparça etmek. blow the lid off k. dili açığa vurmak. blow up 1. şişirmek. 2. havaya uçurmak. 3. patlatmak; patlamak. 4. blow-by-blow büyütmek, s. ayrıntılı. agrandisman yapmak. 5. k. dili patlamak, tepesi atmak, küplere binmek. blow-dry f. (blow-dried) kurutma makinesiyle kurutmak. blowjob i., kaba penisi ağızla uyarma, supet, süpet. blowout i. 1. lastik patlaması. 2. k. dili büyük parti; şatafatlı davet. blowtorch i. pürmüz lambası, pürmüz. blowup i. 1. patlama. 2. kavga. blubber i. 1. balina yağı. 2. k. dili (insan vücudundaki) yağlar. blubber f. hüngür hüngür ağlamak, hüngürdemek. bludgeon i. kısa ve kalın sopa; cop. f. ağır bir cisimle vurmak. bludgeon s.o. into doing s.t. birini bir şey yapmaya zorlamak. blue s. 1. mavi, mavi renkli. 2. k. dili efkârlı. i. mavi, mavi renk. f. blue blood çivitlemek. aristokrat, soylu kimse. blue blood aristokrat, asilzade. blue cheese bir çeşit küflü peynir. blue jeans blucin. blue ribbon herhangi bir alanda en büyük ödül. blue vitriol göztaşı. bluebell i., bot. çançiçeği, Campanula. blueberry i. çayüzümü. bluecollar s. işçi sınıfına ait. blueprint i. 1. mavi kopya. 2. proje, plan. f. 1. mavi kopya çıkarmak. 2. bluff tasarlamak. s. tok sözlü. i. sarp ve yüksek kıyı/kaya. bluff f. blöf yapmak, kurusıkı atmak. i. blöf, kurusıkı. bluing i. çivit. bluish s. mavimsi, mavimtırak. blunder i. gaf, pot. f. gaf yapmak, pot kırmak. blunt f. 1. körletmek. 2. azaltmak. blunt s. 1. kör, keskin olmayan. 2. sözünü sakınmayan. blur f. (--red, --ring) bulanıklaştırmak; bulanıklaşmak. i. belirsiz bir blurry şekil. s. bulanık. blurt f. out ağzından kaçırmak. blush f. yüzü kızarmak. i. kızartı, kızarıklık. bluster f. 1. fart furt etmek. 2. (rüzgâr) şiddetle esmek. i. 1. fart furt, boar böbürlenme. 2. (şiddetli rüzgârın çıkardığı) uğultu. i., zool. yabandomuzu. board i. 1. kereste, tahta. 2. satranç v.b. oyun tahtası. 3. yönetim board of directors kurulu. yönetim 4.kurulu. den. borda. f. 1. (vapura/trene/otobüse/uçağa) binmek. 2. pansiyoner olmak. 3. den. borda etmek. board of managers yönetim kurulu. board up üstüne tahta çakarak kapamak. boarder i. 1. pansiyoner. 2. yatılı öğrenci. boarding house pansiyon. boarding school yatılı okul. boarding school yatılı okul. boardwalk i. (kum, bataklık v.b. üzerindeki) tahta yaya kaldırımı. boast f. 1. övünmek. 2. -e sahip olmaktan gurur duymak: This hotel boastful boasts two swimming pools and a sauna. Bu otel iki yüzme s. övüngen. havuzu ve bir saunasıyla iftihar ediyor. i. övünme, kurumlanma. boat i. (gemi, vapur, sandal, yat gibi) tekne: What time does the boat boathouse leave? Vapur kaçta kalkıyor? I´ve got a new boat. Yeni bir i. kayıkhane. sandalım var. How many masts did that boat have? O teknenin bob i. 1. çekülün ucundaki ağırlık. 2. olta mantarı. 3. çabuk eğip kaç direği vardı? bob kaldırma f. veya eğilip (--bed, --bing) kalkma 1. çabuk hareketi. eğip 4. alagarson kaldırmak; saç.kalkmak. çabuk eğilip bob 2. sık sık sallanmak; sık sık i. (çoğ. bob) İng., k. dili şilin.alçalıp yükselmek. 3. (saçı) alagarson kestirmek/kesmek. bobbin i. 1. makara, bobin. 2. ufak iğ. bobby i., İng., k. dili polis. bobby pin madeni saç tokası. bobsled i. 1. yarışta kullanılan kızak. 2. arka arkaya bağlı çifte kızak. bode f. -e işaret etmek, -e delalet etmek. bode f., bak. bide. bode ill kötüye işaret/delalet etmek. bode well iyiye işaret/delalet etmek. bodice i. korsaj, kadın yeleği. bodily s. bedensel. z. bütünüyle, tümüyle, tamamen. body i. 1. beden, vücut, gövde. 2. ceset. 3. karoser. 4. miktar: a body body bag of information ceset taşımayabir özgümiktar bilgi. 5. fermuarlı kütle, torba, kitle:torbası. ceset A lake is a body of water. Göl bir su kütlesidir. 6. topluluk, grup. body building vücut geliştirme. body count ask. ölü sayısı. bodyguard i. koruma görevlisi, koruma. bog i. 1. bataklık. 2. İng., kaba kenef, hela, tuvalet, yüznumara. f. (-- boggle ged, --ging) f. at/over -e takılıp tereddüde düşmek. boggle the mind insanı hayrete düşürmek. bogus s. sahte, düzme, yapma. boil f. kaynamak; haşlanmak; kaynatmak; haşlamak. boil i. çıban. boil away kaynayarak buharlaşıp yok olmak. boil down 1. kaynayarak suyunu çekmek, özü kalana kadar kaynamak. 2. boil over kısaltmak, kısmak. 1. (kaynarken) taşmak. 2. k. dili tepesi atmak, köpürmek. boiler i. kazan, buhar kazanı. boiler suit İng. tulum (giysi). boiling point kaynama noktası. boisterous s. 1. gürültülü. 2. şiddetli; fırtınalı. bold s. 1. cesur, gözüpek; atılgan, cüretli. 2. matb., bilg. siyah (harf). boldface i., matb., bilg. siyah harfler. boldfaced s., matb., bilg. siyah (harf). boldly z. cesaretle. boldness i. cesaret, yüreklilik. Bolivia i. Bolivya. Bolivian i. Bolivyalı. s. 1. Bolivya, Bolivya´ya özgü. 2. Bolivyalı. boloney i., bak. baloney. bolshy s., İng., k. dili asi, serkeş; kurallara karşı gelen. bolster i. uzun yastık; yastık, minder. f. (up) 1. yastıkla beslemek. 2. bolt desteklemek, i. 1. sürgü, kolgüçlendirmek. demiri. 2. kilit dili. 3. cıvata. 4. fırlama, kaçış. f. 1. bolt of lightning sürgülemek. yıldırım. 2. fırlamak; fırlayıp kaçmak: When the pickpocket saw the policeman he bolted into the crowd. Yankesici polisi bolt upright dimdik. görünce yıldırım gibi fırlayıp kalabalığa karıştı. 3. çiğnemeden bomb i. bomba. f. bombalamak. yutmak. bombard f. 1. topa tutmak, bombardıman etmek; bombalamak. 2. üzerine bombardier varmak, sıkıştırmak. uçağında görevli) bombacı. i., ask. (bombardıman bombardment i. bombardıman, topa tutma. bombastic s. tumturaklı. bomber i. 1. bombardıman uçağı. 2. (bir yere) bomba atan/yerleştiren bombshell kimse, i., k. dilibombacı. bomba etkisi yapan, bomba: blonde bombshell sarışın bon voyage bomba. iyi yolculuklar, yolunuz açık olsun. bona fide gerçek, hakiki. bonanza i. beklenmedik kazanç. bond i. 1. bağ. 2. ilişki. 3. bono, senet, tahvil. 4. kefalet. f. kefil olmak. bond paper iyi cins yazı kâğıdı. bondage i. kölelik. bonded warehouse gümrük antreposu. bondholder i. tahvil sahibi. bondsman çoğ. bonds.men (bandz´mîn) i. 1. kefil. 2. köle. bone i. 1. kemik. 2. kılçık. 3. balina (çubuk). bone f. 1. kemiklerini/kılçıklarını ayıklamak. 2. k. dili çok çalışmak, bone china hafızlamak, içine kemik kuşlamak. külü katılarak yapılan porselen tabak. bone for an exam sınava hazırlanmak. bone meal kemik tozu. bone of contention anlaşmazlık sebebi. bone up on a subject kısa zamanda bir konuyu çalışıp öğrenmek. bone-dry s. kupkuru. bonehead i., argo aptal, mankafa. boneless s. 1. kemiksiz. 2. kılçıksız. boner i., argo büyük gaf/pot. bonesetter i. çıkıkçı, kırıkçı. bonfire i. şenlik ateşi, açık havada yakılan ateş. bonito i., zool. palamut. bonk f. 1. k. dili vurmak. 2. İng., argo -i sikmek; sevişmek, aşk bonkers yapmak. s., İng., k.i.dili 1. k. dili vuruş, kafadan darbe. kontak, 2. İng., argo sikme; sevişme. çatlak. bonnet i. 1. bağcıklı bone. 2. İng., oto. kaput, kaporta. bonny s., İng. leh. 1. göze hoş görünen, güzel, zarif, hoş. 2. sıhhatli, bonus gürbüz. i. ikramiye, prim. bony s. 1. sıska; bir deri bir kemik. 2. kemikli. 3. kılçıklı. 4. kemiksi. boo f. yuhalamak. boob i., argo 1. aptal, budala, salak. 2. İng. aptalca hata; falso. f., boob tube İng., argoargo aptalca hata yapmak; falso yapmak. televizyon. boo-boo i., k. dili aptalca hata; falso. f., k. dili aptalca hata yapmak; falso boobs yapmak. i., çoğ., argo ayvalar, farlar, ikizler, ampuller, memeler. booby i. ahmak. booby prize en kötü oyuncuya verilen ödül. booby trap bubi tuzağı. book i. kitap; cilt. f. 1. (polis) (sanığı/cezaya çarptırılan birini) kayda book club geçirmek. kitap kulübü.2. İng. (yer) ayırtmak; rezervasyon yaptırmak. book in İng., bak. check in. book of matches kibrit paketi. book of music nota kitabı. book review kitap eleştirisi. book s.o. into a hotel biri için otelde rezervasyon yapmak. book s.t. to s.o.´s account İng. bir şeyi birinin hesabına yazmak. book value defter değeri, maliyet. bookbinder i. ciltçi. bookcase i. kitaplık, kitap konulan raflı mobilya. booked s. 1. rezerve edilmiş, ayrılmış. 2. defterde kayıtlı. bookie i., k. dili ganyan bayii; bahisleri kabul eden bayi. booking i., İng. 1. rezervasyon yapma. 2. rezervasyon. 3. (birinin booking clerk hesabına) İng. biletçi.yazma. booking office İng. bilet gişesi. bookkeeper i., muh. defter tutan kimse. bookkeeping i., muh. defter tutma. booklet i. broşür, kitapçık. bookmaker i. ganyan bayii; bahisleri kabul eden bayi. bookmark i. sayfa işareti; kitapta son okunan sayfayı bulmak için araya bookseller konulan i. kitapçı.karton, kurdele v.b. bookshelf i. kitap rafı. bookshop i., İng. kitabevi. bookstall i., İng. gazete kulübesi. bookstore i. kitabevi. boom f. 1. gümbürdemek, gürlemek. 2. (bir yerin ticaret, nüfus v.b.) boon hızla yükselmek, i. nimet, patlamak (olumlu bir şekilde); (ticaret) hızla lütuf, iyilik. artmak, patlama içinde olmak. i. 1. gümbürtü. 2. Bom! boon companion yakın arkadaş. (gümbürtü sesi). 3. (bir yerin ticaret, nüfus v.b.´nde) (olumlu boondock i. bir) patlama, hızlı artış. boonies i. boor i. 1. kaba ve görgüsüz kimse. 2. köylü. boorish s. kaba. boorishly z. kaba bir şekilde. boorishness i. kabalık. boost f. 1. itelemek. 2. lehinde konuşarak yardımcı olmak. 3. (fiyat) booster artırmak. i. 1. destek, i. 1. propagandacı. yardım. 2. 2. (rokette) ekartma, motor.artış. boot i. çizme; bot. boot f. 1. çizme giydirmek. 2. çizme şeklindeki aletle işkence boot yapmak. f. 3. argo tekmelemek. 4. bilgisayarın belleğine komutlar okutarak sistemi çalıştırmak. 5. futbol tekme atmak. 6. argo -i booth i. 1. (fuarda/sergide) stand. 2. çardak. işten çıkarmak, -i sepetlemek, -in kıçına tekmeyi atmak, -i bootlegger i. içki kaçakçısı. kovmak. bootlick f. dalkavukluk etmek, çanak yalamak, yaltaklanmak. bootlicker i. dalkavuk, çanak yalayıcı, yaltak, yaltakçı. booty i. ganimet, yağma, çapul. booze i., k. dili içki, alkollü içecek. f., k. dili kafa/kafayı çekmek. bop f. (--ped, --ping) vurmak. i. vuruş, darbe. borax i., kim. boraks. border i. 1. kenar; sınır, hudut. 2. kenar süsü. f. sınırlamak. border on 1. sınır komşusu olmak. 2. eğiliminde olmak. borderline i. sınır, hudut. s. borderline case her iki kategoriye de girebilecek bir durum: Hasan´s a bore borderline case; we f. delmek, oymak. i. could asçap. kalibre, easily fail him as we could pass him. Hasan tam sınırda; sınıfta da bırakabiliriz, geçirebiliriz de. bore f. canını sıkmak, başını ağrıtmak. i. can sıkıcı kimse. bore f., bak. bear 2. bore a hole in 1. -de delik açmak. 2. (bir fikri) azıcık çürütmek. bore s.o. to death/tears birinin canını çok sıkmak. boredom i. can sıkıntısı. boring s. can sıkıcı. born s. 1. doğmuş. 2. doğuştan: a born preacher doğuştan vaiz. born to the purple asil bir aileden gelen. borne ,f., bak. bear 2. boron i., kim. bor. borough i. kasaba, kaza, ilçe. borrow f. 1. ödünç almak, borç almak. 2. mat. (çıkarma işleminde) borrow trouble ödünç almak. tasasını çekmek. k. dili önceden borrower i. ödünç alan. borrowing i. yabancı bir dilden alınan sözcük/kelime, yabancı borstal sözcük/kelime. i., İng. ıslahevi, ıslahhane. Bosnia i. Bosna. Bosnia and Herzegovina bak. Bosnia-Herzegovina. Bosnia-Herzegovina i. Bosna-Hersek. Bosnian i. 1. Boşnak; Bosnalı. 2. Boşnakça. s. 1. Boşnak; Bosna, Bosna bosom ´ya özgü.sine, i. göğüs, 2. Boşnak; Bosnalı.s.3. bağır, koyun. Boşnakça. samimi. bosom friend samimi dost, can yoldaşı. Bosphorus i., bak. Bosporus. Bosporus i. Boğaziçi, Boğaz. boss i. patron; şef. f. yönetmek. boss s.o. around birine karşı amirane davranmak, birine emir yağdırmak. bossy s. 1. başkalarına hükmetmeyi seven. 2. amirane, patronvari. botanical s. botanik, bitkibilimsel; bitkisel. botanical garden botanik bahçesi. botanist i. botanist, bitkibilimci, botanikçi. botany i. botanik, bitkibilim. botch f. (bir işi) berbat/rezil etmek. i. both zam. her ikisi; ikisi de: both of them her ikisi. both of us her both as ... and as ... ikimiz. hem ...´´Did hem the packages ... olarak: come?´´ I respect her ´´Yes, both as both came.´´ a teacher and as a Both your lives are in the ´´Paketler person. Hemgeldi mi?´´ hoca, hem´´insan Evet, olarak her ikisi onadesaygı geldi.´´ Ayşe is both duyuyorum. Her ikinizin de hayatı tartışılıyor. scales. beautiful and intelligent. Ayşe hem güzel, hem de zeki. both he bother i. andsıkıntı, I hemzahmet. o, hem f.ben. canını sıkmak, rahatsız etmek. bothersome s. sıkıcı, rahatsız edici. Botswana i. Botsvana. Botswanan i. Botsvanalı. s. 1. Botsvana, Botsvana´ya özgü. 2. Botsvanalı. bottle i. 1. şişe. 2. biberon. f. şişelemek. bottle opener şişe açacağı. bottleneck i. 1. dar geçit, dar boğaz. 2. engel. bottom i. 1. dip, alt. 2. esas, kaynak, temel. 3. vadi. 4. karina, tekne. bottom dollar son kuruş. bottom land ovalık arazi. bottomless s. 1. dipsiz; çok derin. 2. sonsuz, sınırsız. Bottoms up! k. dili Fondip! bough i. (ağaçta) büyük dal. bought f., bak. buy. boulder i. iri kaya parçası. boulevard i. bulvar, cadde. bounce f. 1. sıçramak, sekmek; zıplatmak, sektirmek. 2. k. dili (çek) bound karşılıksız i. sıçrayış, çıkmak. zıplama;i.geri 1. sıçrayış, tepme. zıplayış. f. sekmek,2. sıçramak, canlılık. zıplamak, bound fırlamak. f. 1. sınırlamak. 2. kuşatmak. bound s. 1. bağlı, kayıtlı. 2. ciltli, ciltlenmiş. 3. for -e giden. bound f., bak. bind. boundary i. sınır, hudut. boundless s. sınırsız, sonsuz. bounds i. sınır, sınırlar. bounteous s. 1. eli açık, cömert. 2. bol, çok. bounteously z. cömertçe. bounteousness i. 1. cömertlik. 2. bolluk. bountiful s. 1. cömert, eli açık. 2. bol, çok. bounty i. 1. cömertlik, eli açıklık. 2. prim. 3. (zararlı bir hayvanın yok bouquet edilmesi i. 1. buket, veya bir suçlunun demet. yakalanması 2. bir şaraba özgü koku.için devletçe verilen) para. bourgeois i., s. burjuva, kentsoylu. bout i. 1. nöbet; hastalık: He´s just recovered from a bout of boutique pneumonia. i. butik. Zatürreeden yeni kalktı. 2. kısa süren hummalı faaliyet. 3. boks, güreş, eskrim maç. bovine s. sığır cinsinden. bow i., den. baş, pruva. bow i. baş eğerek selamlama, reverans yapma. f. baş eğerek bow selamlamak, i. 1. (ok atmak reverans yapmak. için) yay. 2. (yaylı çalgı için) yay. 3. fiyonk. bow and scrape aşırı saygı gösterisinde bulunmak, el pençe divan durmak. bow out 1. of -den çekilmek. 2. emekliye ayrılmak. bow tie papyon, papyon kravat. bowel i., anat. bağırsak. bowels i. 1. anat. bağırsaklar. 2. iç kısımlar; derinlikler: the bowels of bower the earth yeryüzünün i. kameriye, çardak. derinlikleri. bowl i. kâse, tas. bowl f. 1. bowling oynamak. 2. kriket top atmak. bowl along süratle gitmek. bowl s.o. over 1. birini şaşırtmak, birini şaşkına çevirmek. 2. birini yere bowlegged yıkmak, s. çarpık birini yere devirmek. bacaklı. bowline i. 1. barço bağı. 2. den. borina. bowling i. bowling, ağır bir topla oynanan bir oyun. bowshot i. ok menzili. bowstring i. kiriş. f. iple boğmak. box i. 1. kutu, sandık. 2. loca. f. kutulamak, kutuya koymak. box f. boks yapmak. box s.o. on the ear birinin kulağına tokat box number atmak. posta kutusu numarası. box office (tiyatroda/sinemada/stadyumda) bilet gişesi. boxcar i., d.y. kapalı yük vagonu. boxer i. boksör, yumrukoyuncusu. boxing i. boks, yumrukoyunu. Boxing Day İng. yirmi altı Aralık. boxing glove boks eldiveni. boxing match boks maçı. boxwood i. şimşir. boy i. 1. erkek çocuk, oğlan; delikanlı. 2. genç uşak. boy friend erkek arkadaş. boy scout erkek izci. boy scout erkek izci. boycott f. boykot yapmak; boykot etmek. i. boykot. boyhood i. (erkek için) çocukluk, çocukluk dönemi. boyish s. oğlan gibi. bra i. sütyen. brace i. 1. bağ, kuşak. 2. matkap kolu. 3. dişçi. tel. f. 1. bracelet sağlamlaştırmak, i. bilezik. desteklemek. 2. birbirine tutturmak, raptetmek. braces i., çoğ., İng. pantolon askısı. bracing i. destek, dayanak. s. zinde yapan: bracing mountain air insanı bracket zindeleştiren i. dağ havası. 1. dirsek, destek, kenet. 2. köşeli parantez, köşeli ayraç. 3. brackish İng. parantez, ayraç. s. hafif tuzlu, acı (su). brag f. (--ged, --ging) övünmek. brag about/of -den övünerek bahsetmek. braggart i. övüngen kimse, yüksekten atan kimse. braid f. örmek. i. 1. saç örgüsü. 2. ask. (üniformaya takılan) kordon. 3. braided örülmüş s. örülmüş, şey, örgü. örgülü. brain i. beyin. f. kafasına ağır bir darbe indirmek. brain trust bir grup danışman. brain wave k. dili aniden gelen parlak fikir. brainchild i., k. dili birinin kafasından çıkan düşünce. brainless s. beyinsiz, kuş beyinli, kafasız, akılsız. brains i. akıl, zekâ. brainstorm i., k. dili aniden gelen parlak fikir. brainwash f. beynini yıkamak. brainy s. kafalı, akıllı. brake i. fren. f. fren yapmak. brake drum fren kampanası/tamburu. brake fluid fren yağı. brake lining fren balatası. brake pedal fren pedalı. brake shoe fren pabucu. bramble i. 1. (böğürtlen gibi) dikenli bitki. 2. İng. böğürtlen bran (yemişi/çalısı). i. kepek, buğday kepeği. branch i. 1. (ağaca ait) dal. 2. (nehre ait) kol. 3. şube; bölüm, kısım; dal, branch off kol, (kolbranş. olarak)f. ayrılmak. 1. dal budak salmak. 2. kollara ayrılmak. branch out into (asıl faaliyetine devam ederken) (yeni bir faaliyete) girmek. brand i. 1. (bir ürüne ait) özel ad, marka. 2. (kızgın demirle yapılan) brand name dağ. f. 1. dağlamak. (bir ürüne 2. lekelemek, ait) özel ad, marka. damgalamak. brand spanking new k. dili gıcır gıcır, yepyeni. brandied s. konyakla konserve edilmiş (meyve). brandish f. sallamak, savurmak. i. sallama, savurma. brand-new s. yepyeni, gıcır gıcır. brandy i. konyak. brash s. 1. yüzsüz, küstah. 2. fazla atılgan. brass i., s. pirinç, sarı. brass band bando, mızıka. brass knuckles pirinç muşta. brassed off İng., k. dili biraz kızgın, biraz sinirlenmiş. brassiere i. sütyen. brassy s. yüzsüz, gürültücü ve kaba (kadın). brat i. velet; şımarık çocuk; arsız çocuk; piç kurusu. bravado i. kabadayılık, kurusıkı atma. brave s. cesur, cesaretli. f. göğüs germek. brave the elements kötü havada dışarıda bulunmak. bravely z. cesaretle. bravery i. cesaret. bravo ünlem Aferin!/Bravo! brawl i. arbede. brawny s. kasları gelişmiş, adaleli. bray i. anırtı, anırma. f. anırmak. brazen s. 1. pirinç, sarı; pirinç gibi. 2. utanmaz, yüzsüz. brazier i. mangal. Brazil i. Brezilya. Brazil nut Brezilya kestanesi. Brazilian i. Brezilyalı. s. 1. Brezilya, Brezilya´ya özgü. 2. Brezilyalı. breach i. 1. kırık, yarık, gedik. 2. huk. ihlal. bread i. ekmek. bread and butter k. dili ekmek kapısı; insanı geçindiren iş/para. bread bin İng., bak. bread box. bread box ekmek kutusu. bread crumb ekmek kırıntısı. breadbasket i. 1. ekmek sepeti. 2. mec. tahıl ambarı. 3. argo mide. breadboard i. 1. ekmek tahtası. 2. hamur tahtası. breadth i. genişlik, en. breadwinner i. bir aileyi geçindiren kimse. break i. 1. kırık, çatlak. 2. aralık, açıklık; ara, fasıla. 3. iş molası: They break a habit took kötüaalışkanlıktan break. Mola kurtulmak. verdiler. 4. fırsat, şans. f. (broke, bro.ken) 1. kırmak, parçalamak; kırılmak. 2. (fırtına) kopmak. break a promise sözünde durmamak, sözünden dönmek. break a record rekor kırmak. break cover gizlendiği yerden çıkmak. break down 1. bozulmak. 2. ruhen yıkılmak. break even kâr ve zararı eşit olmak, ancak masrafını karşılamak. break ground 1. törenle temel atmak. 2. çığır açmak. break in 1. zorla girmek. 2. lafa karışmak; araya girmek. 3. alıştırmak. break into 1. -e zorla girmek. 2. birden -e başlamak: The horse broke into break loose a1.run. At birden kendini koşmaya kurtarmak; başladı. kendini kurtarıp kaçmak. 2. from -den break off kopmak; 1. kırılıp -den kopup ayrılmak. 2.sarkmak/sallanmak. birdenbire durmak. 3. 3. ilişiğini (kıyamet) kopmak. kesmek. break one´s faith sözünde durmamak. break one´s fast orucunu açmak/bozmak. break one´s neck 1. boynu kırılmak. 2. kendini paralamak, paralanmak, dişini break one´s word tırnağına takmak. sözünü tutmamak. break open kırmak, zorla açmak. break out 1. patlak vermek, patlamak, kopmak: War has broken out in break the ice Asia. Asya´dagidermek, 1. resmiyeti savaş patladı. 2. yumuşatmak. havayı in ile kaplanmak, ...defa 2. ilk dökmek: bir işe She´s girişmek.broken out in a rash. Her tarafı isilik oldu. break the law suç işlemek, kanuna karşı gelmek. break the news to (birine) (kötü) haber vermek. break to pieces 1. parça parça etmek. 2. parçalanmak. break up 1. dağılmak; dağıtmak. 2. bozuşmak. 3. (aralarında sevgi bağı break wind olan iki kişi) ayrılmak. gaz çıkarmak, osurmak. break wind gaz çıkarmak, yellenmek. break with ilgisini kesmek, -den ayrılmak. breakable s. kırılır. breakage i. 1. kırma, kırılma. 2. kırılan şeylerin tutarı. breakdown i. 1. bozulma, durma. 2. sinir bozukluğu, çökme. 3. ayrıntılı breaker hesap. i. kıyıya vuran büyük dalga. breakfast i. sabah kahvaltısı, kahvaltı. breaking i. kırılma. breakneck s. çok hızlı; büyük (bir hız): a breakneck pace çok hızlı bir breakthrough tempo. i. 1. ask. cepheyi yarıp geçme. 2. (bilimde) büyük buluş. breakup i. 1. bozulma, sona erme. 2. parçalanma. breakwater i. dalgakıran, mendirek. breast i. 1. göğüs, meme. 2. sine, kalp, gönül. breast stroke kurbağalama (yüzme tekniği). breastbone i., anat. göğüs kemiği. breast-feed f. (breast.fed) (bebeği) emzirerek beslemek. breath i. nefes, soluk. breathe f. soluk almak, teneffüs etmek. Don´t breathe a word of this to breathe down one´s neck anyone. k. dili 1. Bunu sakın başında kimseye dikilip söyleme. durmak, başında beklemek. 2. rahat breathe hard bırakmamak. 3. yakından takip solumak, sık ve kesik soluklar alıp etmek. vermek. breathe in nefes almak. breathe one´s last son nefesini vermek, ölmek. breathe out nefes vermek. breathless s. nefes nefese, soluğu kesilmiş. breathtaking s. nefes kesici, çok heyecan verici. bred f., bak. breed. breeches i., çoğ. pantolon. breed f. (bred) 1. üremek. 2. yetiştirmek. 3. yol açmak, sebep olmak. i. breeding cins, tür. i. 1. terbiye. 2. yetiştirme. breeze i. hafif rüzgâr, esinti, meltem; imbat. breezy s. 1. rüzgârlı. 2. teklifsiz. 3. lakayt, umursamaz. 4. canlı, brethren hareketli. i., çoğ. kardeşler. brevity i. kısalık. brew f. 1. (bira/kahve) yapmak; (çay) demlemek. 2. (çay/kahve) brewer içmeye hazır olmak, olmak. 3. (kötü bir şey) hazırlamak, i. bira yapımcısı. tertiplemek; hazırlanmak, tertiplenmek. i., k. dili bira: Want a brewery i. bira fabrikası. brew? Bir bardak bira ister misin? brewski i., k. dili bira: He bought me two brewskies. Bana iki bira briar ısmarladı. i., bot., bak. brier. bribe i. rüşvet. f. rüşvet vermek, para yedirmek. bribery i. rüşvetçilik. brick i. (gen. deliksiz/boşluksuz) tuğla. brick red kiremit rengi. brick up tuğla örerek kapatmak. bricklayer i. duvarcı, tuğla örücü. brickyard i. tuğla harmanı. bridal s. 1. geline ait. 2. nikâha ait. bridal veil duvak. bride i. gelin. bridegroom i. güvey. bridesmaid i. gelinin nedimesi, nedime. bridge i. köprü. f. köprü yapmak, köprü kurmak. bridge i. briç. bridgehead i., ask. köprübaşı. bridle i. (gem ve dizginlerin takıldığı) at başlığı. f. 1. (ata) başlık brief takmak. s. kısa. i.,2.huk. frenlemek, davanıngemlemek, gemyapmak. özeti. f. brifing vurmak. 3. başını hafifçe kaldırarak öfkesini veya beğenmediğini belli etmek. briefcase i. evrak çantası. briefing i. brifing. briefly z. kısaca. briefs i., çoğ. slip (erkek külotu). brier i., bot. (herhangi bir) dikenli yabani çalı. brig i., den. 1. brik. 2. gemi hapishanesi. brigade i., ask. tugay. brigadier i., ask. tuğgeneral. brigadier general tuğgeneral. brigand i. haydut, eşkıya. bright s. 1. parlak, parlayan. 2. akıllı, zeki. bright-eyed and bushy- bright color tailed parlakk.renk. dili tam formunda. bright lights (otomobil farlarına ait) uzunlar. brighten f. 1. parlatmak. 2. aydınlanmak, aydınlık olmak. 3. brights neşelendirmek; neşe katmak. i., çoğ., k. dili (otomobil farlarına4. (bir ait) yere) canlılık vermek, daha uzunlar. hoş ve sevimli bir hava vermek. 5. yüzünde mutlu bir ifade brilliance i. 1. parlaklık, göz alıcılık. 2. deha. 3. harikuladelik, belirmek; mutlu olmak. brilliant mükemmellik. s. 1. parlak, göz alıcı. 2. dâhice, parlak. 3. harikulade, harika, brilliantly mükemmel. i. pırlanta. z. parlak bir şekilde, pırıl pırıl. brim i. 1. bardak ağzı. 2. şapka kenarı. brimful s. ağzına kadar dolu, silme. brimstone i. kükürt. brine i. 1. salamura, tuzlu su. 2. deniz suyu. bring f. (brought) getirmek. bring (a child) into the world (anne) (çocuğu) dünyaya getirmek, doğurmak; (doktor/ebe) bring a lump to s.o.´s throat (çocuğu) doğurtmak. k. dili 1. birini çok duygulandırmak. 2. birinin yüreğini burkmak. bring a unit up to strength bir grubun mevcudunu tamamlamak. bring about meydana getirmek, sebep olmak. bring along yanında getirmek. bring an action/suit against -i dava etmek. bring around/round 1. ikna etmek. 2. ayıltmak. bring down the house k. dili bir alkış tufanı kopartmak. bring down the house 1. çok alkışlanmak, çok alkış toplamak. 2. seyircileri kırıp bring forth geçirmek/çok meydana getirmek, güldürmek. sebep olmak. bring forth 1. doğurmak. 2. meydana getirmek. bring forward 1. ileri sürmek, arzetmek. 2. hesap toplamını nakletmek. 3. ileri bring home the bacon bir tarihe k. dili almak.geçimini sağlamak, ailesini geçindirmek. ailesinin bring in 1. getirmek. 2. (para) kazandırmak; kazanmak. 3. huk. (jüri) bring into disrepute karara -e gölge varmak. düşürmek. bring into line sıraya sokmak. bring into relief açığa çıkarmak. bring off k. dili başarmak, başarıyla yapmak. bring on 1. sebep olmak. 2. geliştirmek. bring out 1. (yeni bir şeyi) yapmak/yayımlamak. 2. belli etmek, meydana bring pressure to bear on çıkarmak. 3. (çekingen -i sıkıştırmak, birinin) konuşup rahat davranmasına -i zorlamak. sebep olmak, -i açmak. bring s.o. down k. dili birinin keyfini bozmak. bring s.o. in on birinin (bir işe) katılmasını sağlamak, birini (bir işe) katmak. bring s.o. to birini ayıltmak. bring s.o. to his/her knees birini yola getirmek, birine boyun eğdirmek, birine diz bring s.o. to justice çöktürmek. (yargılanmak üzere) birini mahkemenin önüne çıkartmak. bring s.o. to reason birinin aklını başına getirmek. bring s.o. up to date birini en son olaylardan/gelişmelerden haberdar etmek. bring s.o. word of ... hakkında birine haber getirmek. bring s.t. home to s.o. k. dili bir şeyi birinin kafasına dank ettirmek. bring s.t. to bear on -e bir şeyi uygulatmak: He brought some pressure to bear on bring s.t. to pass the bir general. Generale biraz baskı yaptırdı. şeyi sonuçlandırmak. bring shame on -i rezil etmek. bring through birinin (bir hastalığı/zor bir durumu) atlatmasını sağlamak. bring to a head karar noktasına getirmek. bring to light meydana çıkarmak, aydınlatmak, gün ışığına çıkarmak. bring to mind hatırlatmak, akla getirmek; hatırlamak. bring up 1. yetiştirmek, büyütmek. 2. bahsetmek. bring up one´s big guns en önemli dayanakları/kanıtları ileri sürmek; en önemli bring/file suit against destekçileri -i dava etmek. getirmek. brink i. 1. (uçurum için) kenar; (felaket için) eşik. 2. kıyı. brisk s. 1. canlı; hareketli; istenilen hızda hareket eden. 2. sertçe briskly esen (rüzgâr). z. canlı/hareketli bir şekilde; istenilen hızda. bristle i. sert kıl, domuz kılı. f. 1. tüylerini kabartmak. 2. dikleşmek, bristle with kızmak. (hoş olmayan bir şeyle) dolu olmak. bristly s. kıllı. Britain i. Britanya. britches i., çoğ., k. dili pantolon. British s. Britanya´ya ait, İngiliz. Briton i. Britanyalı. brittle s. kırılgan; gevrek. broach f. (bir konuyu) açmak. broad s. 1. geniş; engin. 2. genel, ayrıntılara girmeyen. i., argo eksik broad bean etek, bakla.kadın. broad jump spor uzun atlama. broad jump uzun atlama. broadcast f. (broad.cast) 1. (radyo/televizyon aracılığıyla) yayımlamak. 2. broaden (tohum) saçmak. f. genişletmek; 3. yaymak, herkese söylemek. i. genişlemek. radyo/televizyon yayını. broadly speaking kabaca, yaklaşık. broad-minded s. açık fikirli, hoşgörülü. brocade i. brokar. brochure i. broşür; kitapçık. brogue i. 1. şive. 2. bir çeşit erkek ayakkabısı. broil f. 1. ızgara yapmak, ızgarada kızartmak. 2. k. dili (hava) çok broiler sıcak olmak. i. 1. fırında et kızartmaya özgü ızgaralı kap. 2. ızgaralık piliç. broiling hot k. dili çok sıcak (hava). broke s., k. dili parasız, meteliksiz. broke f., bak. break. broken s. 1. kırık, kırılmış. 2. bozuk, bozulmuş. 3. (kötü bir olaydan broken-down sonra) umudunu s. işi bitmiş, bitik;yitirmiş. harap. 4. dilbilgisi kurallarına uymayan (bir yabancının konuşması): That Frenchman speaks broken English. broken-hearted s. kalbi kırık. O Fransız, İngilizceyi iyi konuşamıyor. broker i. komisyoncu; banker. bronchial tubes anat. bronşlar. bronchitis i., tıb. bronşit. bronco i. yabani at; ehlileştirilmemiş at. bronze i. bronz, tunç. brooch i. broş. brood f. 1. kuluçkaya yatmak. 2. derin derin düşünmek, düşünceye brooder dalmak. i. kuluçkai. makinesi. kuluçka. broody s. 1. kuluçkaya yatmak isteyen. 2. düşünceye dalan. brook i. çay, ırmak. brook f. dayanmak, tahammül etmek, çekmek, katlanmak. broom i. 1. saplı süpürge. 2. bot. katırtırnağı. broomstick i. süpürge sopası. broth i. et/balık suyu. brothel i. genelev. brother i. erkek kardeş, birader. brotherhood i. 1. kardeşlik, birlik, beraberlik. 2. bir kuruluşun üyeleri. brother-in-law i. enişte; kayınbirader; bacanak. brotherly z. erkek kardeşe özgü, ağabeyce. brought f., bak. bring. brow i. 1. alın. 2. kaş. 3. çehre, yüz. 4. yamaç. browbeat f. (brow.beat, --en) gözünü korkutmak, yıldırmak. brown s. kahverengi. f. karartmak; kararmak. brown sugar esmerşeker. brown sugar esmerşeker. brownish s. kahverengimsi. browse f. 1. through -i şöyle bir okumak/karıştırmak, -e göz gezdirmek. bruise 2. otlamak. berelemek, ezmek. i. çürük, bere, ezik. f. çürütmek, brunch i., k. dili öğleye doğru yenen ve kahvaltı ile öğle yemeği yerine Brunei geçen yemek; kuşluk yemeği. i. Brunei. Bruneian i. Bruneili. s. 1. Brunei, Brunei´ye özgü. 2. Bruneili. brunette i. esmer kadın. brunt i. (saldırı, azarlama, baskı v.b.´nin) en ağır/şiddetli kısmı. brush i. fırça. f. 1. fırçalamak. 2. hafifçe dokunmak, değinmek. brush i. çalılık, fundalık. brush against -e sürtünmek. brush aside önemsememek, aldırmamak. brush off 1. başından atmak, savmak. 2. tozunu almak. brush up İng. (bilgiyi) tazelemek. brush up on (bilgiyi) tazelemek. brushoff i. geri çevirme, ret. brushwood i. 1. çalı çırpı. 2. sık çalılık, fundalık. brusk s., bak. brusque. brusque s. sert, ters, kaba. Brussels i. Brüksel. Brussels sprouts brüksellahanası, frenklahanası. brutal s. 1. vahşi, yabani. 2. merhametsiz. brutality i. vahşilik. brutally z. vahşice. brute i. 1. hayvan. 2. vahşi adam. brute force kaba kuvvet. bubble i. kabarcık. f. kaynamak, fokurdamak. buccaneer i. korsan. buck f. 1. (at) sıçramak. 2. karşı gelmek. buck i. 1. erkek geyik. 2. erkek hayvan. 3. k. dili dolar. buck z. buck for (terfi, zam v.b.´ni) elde etmeye çalışmak. buck naked k. dili çırılçıplak. buck up k. dili neşelenmek. bucket i. kova. buckle i. toka. f. 1. (tokalı bir şeyi) bağlamak. 2. yer yer buckle down kabarmak/kamburlaşmak. ciddiyetle/gayretle çalışmak. 3. çökmeye başlamak. buckle on (tokalı bir kayışla) (bir şeyi) takmak/giymek. buckling i., mek. flambaj; burkulma; buruşma. buckshot i. (tüfek için) saçma. buckwheat i., bot. karabuğday. bud i. tomurcuk; gonca. f. (--ded, --ding) tomurcuklanmak; gonca Buddhism vermek. i. Budizm. Buddhist i., s. Budist. budding s. yetişmekte olan: a budding physicist yetişmekte olan bir buddy fizikçi. i. arkadaş, ahbap. budge f. kımıldamak, hareket etmek; kımıldatmak. budgerigar i., İng., zool. muhabbetkuşu. budget i. bütçe. budgie i., İng., k. dili muhabbetkuşu. buff f. (bir şeyi) yumuşak bir şeyle parlatmak. buff i. (araba, radyo v.b.) meraklısı, kurdu. buffalo i., zool. bizon. buffer i. tampon. buffer state tampon devlet. buffer zone tampon bölge. buffet i. büfe. buffet f. (about) hırpalamak; örselemek. bug i. 1. böcek. 2. mikrop, virüs. 3. k. dili gizli dinleme aygıtı. 4. k. bug off dili (makinede) k. dili toz olmak,bozukluk. gitmek. 5. bilg. hata, arıza. f. (--ged, --ging) k. dili 1. (bir yere) gizli dinleme aygıtı yerleştirmek. 2. rahatsız bug-eyed s., k. dili patlak gözlü. etmek; -in canını sıkmak. bugger f., İng., kaba arkadan sikmek. i., İng., argo 1. herif. 2. çok zor bir bugger about şey. İng., argo oyalanarak vakit geçirmek. bugger all İng., argo hiçbir şey. bugger off İng., argo sıvışmak, toz olmak. bugger s.o. about İng., argo birine zorluk çıkarmak. bugger s.t. up İng., argo bir şeyin içine etmek. Bugger you! İng., argo Siktir! buggy s. böcek dolu, böcekli. buggy i. fayton; brıçka. bughouse i., argo tımarhane. bugle i., müz. büğlü, boru (askerlere işaret vermek için kullanılan bugle call çalgı). boru işareti. bugler i. borazan, borazancı. build f. (built) 1. yapmak, kurmak, yaratmak. 2. yapı yapmak, inşa builder etmek. i. (insan i. müteahhit, için) yapı, bünye, fizik. inşaatçı. building i. 1. bina, yapı. 2. yapım, inşa, inşaat. building complex site. building permit inşaat ruhsatı. built f., bak. build. bulb i. 1. çiçek soğanı. 2. elektrik ampulü. Bulgaria i. Bulgaristan. Bulgarian i., s. 1. Bulgar. 2. Bulgarca. bulge f. bel vermek. bulk i. 1. hacim, oylum. 2. çoğunluk. bulky s. iri, cüsseli, hacimli, hantal. bull i. 1. boğa. 2. argo saçma, zırva. bull session yarenlik, söyleşi. bulldog i. buldok. bulldoze f. 1. üstünden buldozer geçirmek. 2. argo zor kullanarak bir şeyi bulldozer yapmaya i. buldozer, mecbur dozer, etmek. yoldüzer. bullet i. kurşun, mermi. bulletin i. bildiri, belleten, bülten. bulletin board ilan tahtası. bulletproof s. kurşun geçirmez. bullfight i. boğa güreşi. bullhorn i., k. dili megafon. bullion i. külçe altın/gümüş; altın/gümüş çubuk. bully i. kabadayı, zorba. f. zorbalık etmek, kabadayılık etmek. bulwark i. siper, istihkâm. f. siper ile korumak, muhafaza altına almak. bulwarks i., den. küpeşte. bum i., argo 1. serseri, başıboş adam. 2. otlakçı, anaforcu, bumblebee başkalarının i., zool. toprak sırtından geçinen kimse. 3. İng. kıç, makat. f. (-- yabanarısı. med, --ming) 1. serseri bir hayat sürmek. 2. otlamak, otlakçılıkla bumf i., İng., k. dili 1. hiçbir işe yaramayan kâğıtlar. 2. saçma laflar, geçinmek; başkalarının sırtından geçinmek. 3. ödünç alıp geri bump saçma. i. 1. vuruş, çarpma. 2. şiş, yumru, tümsek. f. vurmak, toslamak, vermemek. bumper çarpmak, bindirmek. i. 1. oto. tampon. 2. ağzına kadar dolu kadeh/bardak. s. mebzul, bumper crop alışılandan çok daha bol. bereketli mahsul. bumph i., İng., k. dili, bak. bumf. bumpy s. 1. tümsekli, engebeli. 2. inişli çıkışlı. bun i. 1. çörek. 2. topuz: She wears her hair in a bun. Saçını hep bunch topuz yapıyor. i. 1. salkım, demet, hevenk, deste. 2. grup, takım. bundle i. 1. bohça. 2. yığın. f. toplamak, bohçalamak. bundle s.o. off birini apar topar göndermek: As soon as his wife was certified bundle up insane, sıkı Berkant giyinmek, bundled sarınıp her off to anIt´s sarmalanmak: asylum. Karısının cold out; you´ddeliliği better resmenup. bundle tasdik edilirsoğuk; Dışarısı edilmez Berkant sıkı giyinsenonuiyi apar olur. topar bung i. 1. tapa, tıpa. 2. fıçı deliği. f. 1. tapalamak, tıpalamak, ağzını tımarhaneye kapattı. bung up tapa/tıpa k. dili 1. -iileyara kapamak. 2. dövmek, bere içinde hırpalamak. bırakmak. 2. -e epey hasar vermek. bungalow i. bungalov. bungle f. aptalca hatalar yaparak (bir şeyi) becerememek. bunion i. (ayak parmağında oluşan) şiş. bunk i. saçma, zırva. bunk i. ranza. bunny i. tavşan, tavşancık. buoy i. şamandıra. f. buoy s.o. up birini neşelendirmek. buoyant s. 1. yüzen, batmaz. 2. neşeli. burden i. yük, ağırlık. f. 1. yüklemek. 2. yüklenmek, sıkıntı vermek. burden of proof huk. kanıtlama zorunluğu. burdensome s. külfetli, sıkıcı. bureau çoğ. --s/--x (byûr´oz) i. 1. büro, yazıhane, daire. 2. (aynalı ve bureaucracy alçak) şifoniyer.kırtasiyecilik. 2. devlet memurları. i. 1. bürokrasi, bureaucrat i. bürokrat, kırtasiyeci. bureaucratic s. bürokratik. burette i., kim. büret. burger i., k. dili hamburger. burglar i. ev/bina hırsızı. burglarise f., İng., k. dili, bak. burglarize. burglarize f., k. dili (evi/binayı) soymak. burglary i. ev/bina soyma, hırsızlık. burgle f., k. dili (evi/binayı) soymak. burial i. gömme, defin. Burkina Faso Burkina Faso. Burkinese i. (çoğ. Bur.ki.nese) Burkina Fasolu. s. 1. Burkina Faso, Burkina Burkinian Faso´ya i. Burkinaözgü. 2. Burkina Fasolu. Fasolu. s. 1. Burkina Faso, Burkina Faso´ya özgü. 2. burlap Burkina Fasolu. i. çuval bezi. burly s. iriyarı, cüsseli. Burma i., tar., bak. Myanmar. Burmese i. (çoğ. Bur.mese) 1. Birman; Birmanyalı. 2. Birmanca. s. 1. burn Birmanya, f. (--ed/--t) Birmanya´ya yanmak; yakmak.özgü;i.Birman. 2. Birmanyalı. yanık, yanık yeri. 3. Birmanca. burn down yanıp kül olmak; yakıp kül etmek. burn o.s. out kendini tüketmek. burn out 1. yakıp yok etmek. 2. içini yakmak. 3. tamamen yanıp (kendi burn s.o. up kendine) sönmek. k. dili birini 4. mahvolmak. 5. yanmak, bozulmak. çok kızdırmak/sinirlendirmek. burn the candle at both ends fazla çalışmak. hold a –– He doesn´t hold a candle to her. burn the midnight oil Onun gece eline su dökemez. yarısına kadar çalışmak. burn up 1. tamamen yanmak. 2. yakmak, yakıp yok etmek. burn/hang s.o. in effigy protesto olarak sevilmeyen birinin kuklasını yakmak/asmak. burned down The house burned down. Ev yanıp kül oldu. burned to a crisp yanıp kül olmuş. burner i. brülör. burning s. 1. yanan, yanıcı. 2. şiddetli, hararetli, büyük: She has a burnish burning desire f. cilalamak; to become parlatmak. rich and i. cila, famous. Zengin ve ünlü parlaklık. olmak için yanıp tutuşuyor. burnisher i. 1. cilacı, perdahçı. 2. mühre, perdah kalemi. burnt f., bak. burn. s. yanık, yanmış. burp i. geğirme. f. geğirmek; geğirtmek. burrow i. oyuk, in, yuva. f. 1. tünel kazmak, yuva yapmak, oyuk açmak. bursar 2. bir oyukta/yuvada i. muhasebeci, gizlenmek. okul veznedarı. burst f. (burst) patlamak, yarılmak. i. 1. patlama, çatlama. 2. ileri burst in on/upon atılma. pat diyes.girmek: patlamış, patlak. What do you mean bursting in on us like this? burst into flames Ne tutuşmak, alev almak. pat diye giriyorsun? diye odamıza böyle burst into laughter kahkahayı koyuvermek. burst into tears birden ağlamaya başlamak. burst out crying birden ağlamaya başlamak. Burundi i. Burundi. Burundian i. Burundili. s. 1. Burundi, Burundi´ye özgü. 2. Burundili. bury f. 1. gömmek, defnetmek. 2. gizlemek, saklamak, örtmek. bury the hatchet barışmak. bus i. otobüs. bus station otobüs terminali. bus stop otobüs durağı. bush i. çalı, çalılık. bushel i. kile; İng. 4/5 kile. bushiness i. çalı gibi olma. bushy s. 1. çalıyla kaplı. 2. çalı gibi, gür (saç, kaş, kuyruk v.b.). business i. 1. iş, meslek, görev. 2. ticaret. 3. mesele, problem. business hours iş saatleri. business transaction (ticari) iş. business trip iş seyahati. businesslike s. ciddi, sistemli. businessman çoğ. busi.ness.men (bîz´nîsmen) i. işadamı. businesswoman çoğ. busi.ness.wom.en (bîz´nîswîmîn) i. iş kadını. bust i. 1. göğüs. 2. büst. bust f. (--ed/bust) k. dili 1. kırmak; bozmak; patlatmak. 2. bust a gut tutuklamak. 3. girip k. dili eşek gibi aramak. 4. (askerin rütbesini) indirmek. 5. çalışmak. up (bir çift) boşanmak/birbirinden ayrılmak. i., argo 1. bust one´s ass kaba kıçını yırtmak, eşek gibi çalışmak. tutuklama. 2. arama. s., k. dili 1. kırık, kırılmış; bozuk, bust out of k. dili (bir yerden) bozulmuş; sıvışıp kaçmak. patlak, patlamış. 2. iflas etmiş, sıfırı tüketmiş, topu busted atmış. s., k. dili 1. kırık, kırılmış; bozuk, bozulmuş; patlak, patlamış. 2. bustle iflas etmiş, sıfırıaceleyle i. koşuşturma, tüketmiş, topu atmış. hareket etme. f. koşuşturmak, aceleyle bust-up hareket etmek. i., k. dili boşanma; birbirinden ayrılma. busy s. 1. meşgul: I´ve had a busy day. Bugün çok meşguldüm. 2. busy as a bee işlek, hareketli. çok meşgul. busy signal meşgul işareti. busy signal telefon meşgul sesi. but edat -den gayri, -den başka: The new maid will do almost but for anything but wash ... sayesinde, windows. But ... olmasaydı: Yeniforhizmetçi, pencere with her relationship silmek the hariç, boss hemen she wouldhemen have her been işi yapar. fired bağ. long fakat, ago. Şefle ama, lakin, ilişkisi but what ... ki, gene de, rağmen. ancak, olmasaydı halbuki, çoktan ki:işten I´ll doçıkarılmıştı. almost anything for you, but I won´t do butane i. bütan. that. Sizin için hemen hemen her şeyi yaparım, ama onu butcher yapmam. i. kasap. f.z.1.ama, sadece, kasaplık yalnızca: hayvan kesmek. He´s 2.but a child. Ama katletmek. o bir 3. berbat butchery çocuk. etmek, rezil etmek. i. 1. mezbaha, salhane. 2. katliam, kırım. butler i. bir evin baş hizmetkârı; kâhya, baş uşak. butt i. 1. uç, sap. 2. dipçik. 3. izmarit. 4. argo popo, kıç. butt i. alay konusu kimse. butt f. 1. tos vurmak, süsmek, boynuzlamak. 2. kafa atmak. butt in araya girmek, karışmak, burnunu sokmak. butt in on -e karışmak, -e burnunu sokmak. butter i. tereyağı. f. tereyağı sürmek. butter up k. dili -e yağ çekmek, -i yağlamak, -e dalkavukluk etmek. buttercup i., bot. düğünçiçeği. butterfat i. süt kaymağı. butterfingers i., k. dili sakar kimse. butterfly i. kelebek. buttermilk i. yayık ayranı. buttocks i. but, kalça, kıç, popo, kaba et. button i. 1. düğme. 2. elektrik düğmesi, düğme, buton. f. (up) button one´s lip iliklemek, düğmelemek; k. dili 1. susmak, iliklenmek, çenesini kapamak.düğmelenmek: 2. konuşmamak, Button sır your shirt! vermemek.Gömleğini ilikle! button up k. dili, bak. button one´s lip. buttonhole i. ilik, düğme iliği. f. yakasına yapışmak. buttress i. 1. payanda, ayak. 2. destek. f. desteklemek. buxom s. 1. iri göğüslü (kadın). 2. sıhhatli, canlı; etli butlu. 3. çekici, buy neşeli. f. (bought) satın almak, almak. i. 1. alış, alma. 2. kelepir. buy a pig in a poke k. dili malı görmeden satın almak; körü körüne alışveriş etmek. buy a pig in a poke bir şeyi görmeden satın almak. buy in ortak olmak; hisse almak. buy off rüşvetle elde etmek, rüşvetle defetmek, savuşturmak; satın buy on impulse almak. düşünmeden satın almak. buy on installment taksitle satın almak. buy on margin yalnız ihtiyat akçesi yatırarak satın almak. buy out bütün hisselerini almak. buy over (birini) rüşvetle satın almak. buy s.t. between themselves bir şeyi ortaklaşa satın almak: They bought the house between them. Evi ortaklaşa satın aldılar. buy s.t. on credit bir şeyi veresiye almak. buy s.t. sight unseen bir şeyi hiç görmeden satın almak. buy up tümünü satın almak, kapatmak. buyer i. alıcı, müşteri. buyer´s market alıcı piyasası. buzz i. vızıltı. f. vızıldamak. buzz off İng., k. dili toz olmak, sıvışmak. buzzard i., zool. bir tür akbaba. buzzer i. vızıltılı elektrik zili, vibratör. By golly! Vallahi! by (main) force zorla. by edat 1. yanında, yakınında, nezdinde. 2. yakınından, yanından. by 3. ile,yakın, z. 1. vasıtasıyla. yakında.4. -den, 2. bir tarafından. kenara, bir 5. -e kadar. 6. -e göre. 7. yana. hakkında, hakkı için. by a hair´s breadth kıl payı, az kaldı. by a narrow majority az bir çoğunlukla. by a vote of thirteen to on ikiye karşı on üç oyla. twelve by accident 1. kazara, yanlışlıkla. 2. rastlantı sonucu, tesadüfen. by acclamation bağırarak, alkışlayarak, tezahüratla: They elected her president by air by acclamation. Onu tezahüratla başkan seçtiler. uçakla. by all accounts herkesin dediğine göre. by all means elbette. by and by çok geçmeden. by and large genellikle. by any means 1. ne şekilde olursa olsun, ne pahasına olursa olsun. 2. hiç. by chance tesadüfen, kazara. by common consent oybirliğiyle. by courtesy of izniyle, sayesinde. by day gündüzün. by degrees derece derece, tedricen. by dint of -in sayesinde. by ear müz. notasız, kulaktan. by fair means or foul her ne pahasına olursa olsun. by far (öbürlerinden) kat kat daha ...: They´re by far the best. Onlar by fits and starts kat kat daha düzensiz bir iyi. tempo ile, rasgele çalışarak. by fits and starts gayet düzensiz bir şekilde: I´ve worked on this by fits and By gosh! starts Vallahi!for twenty years. Bunun üzerinde gayet düzensiz bir şekilde yirmi yıl çalıştım. by half çok fazla. by hand elle. by heart ezbere. by herself kendi başına, kendi kendine. by hook or by crook k. dili bir yolunu bulup, ne yapıp yapıp. by hook or by crook ne yapıp edip. by inches ağır ağır, yavaş yavaş. by itself 1. (yardım görmeden) kendi başına: That cat can open the by leaps and bounds window büyük bir byhızla. itself. O kedi pencereyi kendi başına açabilir. 2. kendiliğinden: The window opened by itself. Pencere by main force var gücüyle. kendiliğinden açıldı. by means of aracılığıyla, vasıtasıyla. by name 1. adıyla, ismiyle: He called me by name. Bana ismimle hitap by nature etti. 2. ismen:doğuştan. yaradılıştan, I know him by name only. Onu ancak ismen tanıyorum. by night geceleyin. by no means asla, katiyen. by o.s. yalnız, kendi kendine. by order of -in emrine göre, -in emri gereğince. by popular demand genel istek üzerine. by reason of nedeniyle, sebebiyle. by request rica/istek üzerine. by return mail , İng. by return of post ilk posta ile (cevap). by return post ilk posta ile, acele. by rights aslında, doğrusu. by rota nöbetleşe, nöbetle. by rote mekanik olarak, düşünmeden, ezberden. by stealth hırsızlama; gizlice; dikkati çekmeden. by the gross tic. toptan. by the job götürü. by the piece parça başına. by the same token aynı şekilde, aynen: He hasn´t been friendly to us, but by the by the skin of one´s teeth same k. dili token we haven´t been very friendly to him. O bize sıcak kıl payı. davranmadı, fakat biz de ona pek sıcak davranmadık. by the sweat of one´s brow k. dili alnının teriyle. It´s no sweat!/No sweat! k. dili 1. Hiç by the way problem ha aklıma değil!/Çok gelmişkenkolay! .... 2. Hiç de zahmet değil! by the way sırası gelmişken, aklıma gelmişken. by the week haftalığına, hafta hesabına göre. by turns nöbetleşe, nöbetle, sıra ile. by twos ikişer ikişer. by virtue of -den dolayı, ... nedeniyle, ... yüzünden. by way of yolu ile, -den. by weight tartı ile. by your leave izninizle. by yourself kendi kendine; kendi kendinize. bye ünlem, bak. bye-bye. bye-bye ünlem 1. Allahaısmarladık./Hoşça kal. 2. güle güle. by-election i., İng. ara seçim. Byelorussia i., bak. Belarus. Byelorussian i., s., bak. Belarussian. bygone s. geçmiş, eski. i., çoğ. geçmiş şey. bylaw i. (tüzükte) ek madde. by-line i. yazar adının verildiği satır. bypass i. 1. baypas, baypas yol, çevre yolu. 2. elek. baypas. 3. tıb. by-product baypas ameliyatı, i. yan ürün, baypas: heart bypass kalp baypası. f. baypas türev ürün. yoluyla -den geçmek. bystander i. seyirci kalan. byte i., bilg. bayt. by-way i. gizli/özel/karanlık yol, dolaşık yol; yan yol. byword i. atasözü; çok kullanılan bir deyim. Byzantine i. Bizanslı. s. 1. Bizans, Bizans´a özgü. 2. Bizanslı. Byzantium i. Bizans. C Romen rakamları dizisinde 100 sayısı, C. C kıs. Celsius. C of C kıs. Chamber of Commerce. C, c i. C, İngiliz alfabesinin üçüncü harfi. c, C kıs. circa, cent, centigrade, century, city, copy, copyright. c/f kıs. carried forward. ca kıs. circa. cab i. 1. taksi. 2. tek atlı binek arabası. 3. lokomotif veya kamyon cabbage sürücüsünün i. lahana. oturduğu kapalı bölüm. cabin i. 1. kulübe. 2. kamara, kabin. f. 1. kabin veya kamarada cabin boy yaşamak. kamarot. 2. küçük bir yere kapamak, tahdit etmek. cabin class ikinci sınıf. cabinet i. 1. (camlı ve raflı) dolap. 2. kabine, bakanlar kurulu. 3. küçük cabinetmaker özel i. inceoda. iş yapan marangoz. cabinetmaker´s glue tutkal. cabinetwork i. ince marangozluk. cable i. 1. kablo. 2. den. gomene, palamar. 3. telgraf. cable car 1. teleferik. 2. kablo ile çekilen araba. cable television kablolu televizyon. cablegram i. sualtı kablosu ile çekilen telgraf. caboose i. marşandizin arkasına takılan ve demiryolu görevlilerini taşıyan cabstand cumbalı vagon. i. taksi durağı (taksilerin bekleme yeri). cacao i. 1. bot. kakao ağacı, hintbademi. 2. kakao çekirdeği. cacao bean kakao çekirdeği. cacao butter kakao yağı. cackle f. 1. gıdaklamak. 2. kesik kesik gülmek. 3. gürültülü bir şekilde cactus konuşmak, gevezelik etmek. i. 1. gıdaklama. 2. gevezelik. i., bot. kaktüs. cad i. aşağılık herif. cadaver i. ceset, kadavra. caddie i., golf oyuncunun sopalarını taşıyan kimse. f., golf oyuncunun cadence sopalarını taşımak. i. 1. ritim, ahenk. 2. sesin yavaşlaması. 3. müz. perdenin derece cadet derece inmesi, nağmenin sonu, i. 1. askeri lise/okul öğrencisi. 2.kadans. küçük erkek kardeş veya oğul. caesarean 3. en küçük erkek i., s., bak. cesarean. çocuk. café i. küçük lokanta. cafeteria i. kafeterya. caffeine i. kafein. caftan i. kaftan. cage i. 1. kafes. 2. hapishane. 3. asansör. 4. (inşaatlarda) iskele. f. cagey kafese s. 1. çok kapamak, hapsetmek. dikkatli. 2. kurnaz, uyanık. cajole f. tatlı sözlerle kandırmak. cajolement i. tatlı sözlerle kandırma. cajolery i., bak. cajolement. cake i. 1. pasta, kek, çörek. 2. kalıp. 3. küspe. cake rack üstüne sıcak kek konulan çubuklu altlık. calamitous s. felaketli, felaket getiren, vahim, belalı; felaket, çok kötü. calamity i. felaket, afet, bela. calcification i. 1. tıb. kireçlenme. 2. jeol. kalkerleşme, kireçleşme. 3. kim. calcify kalsifikasyon. f. 1. tıb. kireçlenmek; kireçlendirmek. 2. jeol. kalkerleşmek, calcium kireçleşmek; i. kalsiyum. kalkerleştirmek, kireçleştirmek. calculate f. 1. hesap etmek, hesaplamak. 2. saymak. 3. ayarlamak. calculation i. 1. hesaplama, hesap. 2. tahmin. calculator i. 1. hesap makinesi. 2. hesap eden kimse. 3. hesap cetveli. calendar i. takvim. calendar year takvim yılı. calendar year takvim yılı. calf çoğ. calves (kävz) i. dana, buzağı. calf çoğ. calves (kävz) i., anat. baldır. calf love k. dili çocukluk aşkı. calfskin i. vidala, vaketa. caliber i. 1. çap, kalibre. 2. yetenek, kabiliyet, kapasite. calibre i., İng., bak. caliber. calico i. (çoğ. --es/--s) 1. pamuklu bez, basma. 2. İng. patiska. s. 1. calico cat basmadan beyaz, siyah yapılmış, ve turuncubasma. 2. İng. renkli patiskadan yapılmış, patiska. dişi kedi. 3. benekli. calif i., bak. caliph. caliph i. halife. caliphate i. halifelik, hilafet. call i. 1. bağırma, çağırma, bağırış, haykırma: I heard a call for help. call Birinin ´´İmdat!´´ f. 1. (out) seslenmek, diyeçağırmak; bağırdığını duydum. Did bağırmak: 2. telefon you just call me? konuşması, Bana konuşma. demin seslendin 3. ötüş, mi?-eHe ötme called (kuş). 4. (av hayvanlarını out for help. ´´İmdat!´´ call a halt to -i durdurmak, -i kesmek, son vermek. çağırmak diye bağırdı. için2.kullanılan) uğramak;düdük veya başka (on) (birine) bir alet. uğramak; (at) 5. kısa (bir yere) call a spade a spade k. dili doğruya ziyaret: They doğru, paid me aeğriye call. eğri demek, Beni ziyaret gerçekleri ettiler. 6. ask. çağrı. uğramak: He calls once a day. Günde bir defa uğrar. Let´s call7. sakınmadan lüzum, ihtiyaç:söylemek, dobra Thereuğrayalım. was dobra no call for konuşmak. you call box İng.Demet. on telefon kulübesi. Demet´e Does thisto do that. boat call atOnu call for yapmanın Gökçeada? 1. -i istemek.hiç Bugereği gemi 2. yoktu. 8. istem, Gökçeada´ya -i gerektirmek, talep: uğrar -i icap mı?We don´t get 3. telefon ettirmek. any etmek: calls When for that did you anymore. Artık call çıkarmak. kimse onu talep me? Bana ne zaman telefon ettiniz? 4.etmiyor. call forth çıkarmak, ortaya (out/off) söylemek, yüksek sesle okumak: He called out the call girl telekız.of the winners. Kazananların isimlerini yüksek sesle names call in 1. (yardımcı/danışman okudu. 5. çağırmak, davet olarak) etmek:(birini) We´llçağırmak. call him as2. (bir şeyin) a witness. call in question iade 1. -in doğruluğundan şüphe etmek. 2. -e gölge düşürmek.4. Onu edilmesini tanık olarak istemek. çağıracağız.3. (borcun) Call theödenmesini witness to istemek. the stand. (parayı) tedavülden Tanığı kürsüye çağırın.kaldırmak. 6. (toplantı, seçim, grev v.b.´nin call into being yaratmak, halketmek. yapılacağını) ilan etmek. 7. uyandırmak. 8. isim koymak; diye call it a day paydos hitap etmek. etmek: What shall we call him? Ona hangi ismi koyalım? Call it what you want. Her real name´s Ne derseniz deyin.Fatma but they call her Fatoş. Gerçek adı call number Fatma, fakat kendisine kütüphanelerde kitaplarıFatoş diyorlar. 9. sınıflandıran demek, düşünmek, numara. saymak; iddia etmek: Do you call this dump beautiful? Bu call off -i iptal etmek. çöplüğe güzel mi diyorsun? He called her a dumbbell. Ona kaz call on the carpet k. dilidedi. kafalı azarlamak. How can you call yourself a friend of mine? Benim call out dostum olduğunu (askerleri, grevcileri nasıl iddia edebilirsin? v.b.´ni) devreye sokmak.10. (bir miktarı) yuvarlak bir sayıya çevirmek: Your bill´s birine kısaca ... demek: They call him “Memo” for short. 5,150,000 TL; let´s Onacall call s.o. (a name) for short it 5,000,000 kısaca Memo TL. Hesabınız 5,150,000 TL tutuyor; buna diyorlar. 2. birine tekrar telefon etmek; kendisini yuvarlak call s.o. back 1. birini hesap geri çağırmak. 5,000,000 TL diyelim. call s.o. down telefonla arayıp k. dili birini bulamayan birine telefon etmek. azarlamak. call s.o. long-distance şehirlerarası/uluslararası telefonla birini aramak. call s.o. names birine/biri için (yalancı, korkak, köpek gibi) kötü sözler call s.o. to account söylemek: birinden hesapHe´s sormak. calling her names. Ona kötü şeyler söylüyor. call s.o. up 1. birine telefon etmek. 2. birini askere çağırmak. call s.o.´s attention to birinin dikkatini (bir şeye) çekmek. call s.t. into question bir şeyden şüphe duymak. call s.t. to mind (birine) bir şeyi hatırlatmak. call the game off oyunu iptal etmek. call the shots k. dili borusu ötmek, sözü geçmek, (bir yerin) amiri olmak: He call to mind calls the shots hatırlamak; around here. hatırlatmak, akla Buranın getirmek.şefi o. call to order (toplantıyı) açmak. calligrapher i. kaligraf; hattat. calligraphy i. kaligrafi; hat sanatı, hat, hüsnühat. calling card kartvizit. callous s. 1. katı, duyarsız, hissiz. 2. nasırlı, nasır tutmuş. f. callously nasırlanmak. z. umursamayarak, aldırış etmeden, duyarsızca. callousness i. duyarsızlık, aldırışsızlık. callow s. 1. toy, tecrübesiz. 2. tüyleri bitmemiş (kuş). 3. basık. i. basık callowness arazi. i. toyluk, tecrübesizlik. calm s. sakin, durgun, dingin. i. sükûnet, durgunluk, dinginlik. f. 1. calm down yatıştırmak, sakinleştirmek; yatışmak, sakinleşmek. 2. (fırtına) yatışmak; yatıştırmak. dinmek; (deniz) sakinleşmek. calmative s., i. yatıştırıcı (ilaç). calmly z. sakince, heyecan göstermeden. calorie i. kalori. calory i., bak. calorie. calumniate f. iftira etmek, çamur atmak, kara çalmak. calumny i. iftira, kara çalma. calve f. buzağı doğurmak, buzağılamak. calves i., çoğ., bak. calf 1, calf 2. cam i., mak. kam. Cambodia i., bak. Kampuchea. Cambodian i., s., bak. Kampuchean. cambric i. 1. ince beyaz pamuklu/keten kumaş. 2. patiska. cambric tea sıcak su ile süt ve şeker karışımı bir içecek (bazen çay da came katılır). f., bak. come. camel i. deve. camel hair deve tüyü. cameleer i. deveci. cameleon i., zool., bak. chameleon. camellia i., bot. kamelya. camera i. fotoğraf makinesi, kamera. cameraman çoğ. cam.er.a.men (käm´ırımen) i. kameraman. Cameroon i. Kamerun. Cameroonian i. Kamerunlu. s. 1. Kamerun, Kamerun´a özgü. 2. Kamerunlu. camomile i., bot., bak. chamomile. camouflage i., ask. kamuflaj, saklama, gizleme. f., ask. kamufle etmek, camp gizlemek. i. 1. kamp. 2. ordugâh. camp f. kamp yapmak. camp chair portatif sandalye. campaign i. 1. sefer, seferberlik. 2. kampanya. f. 1. kampanya yapmak. 2. campaigner kampanyaya i. kampanyacı, katılmak. 3. forkatılan kampanyaya ... için mücadele kimse. etmek. camper i. 1. kampçı. 2. ufak kamp karavanı; karavan gibi kullanılan campfire minibüs/kamyonet. i. kamp ateşi. campground i. kamp sahası. camphor i. kâfur, kâfuru. camping i. kamp yapma; kampçılık. campsite i. kamp yeri. campus i. kampus. f. okulda kalma cezası vermek. camshaft i., mak. eksantrik mili, kam mili. can yardımcı f. (could) 1. -ebil-, yapmak imkânı olmak: Can you do can this i. 1. work? Bu işi konserve yapabilir kutusu, misin? teneke kutu.I couldn´t find myhela 2. argo klozet; hat.taşı. 3. Şapkamı argo bulamadım. tuvalet, biliyor (Can memişhane, fiilinin gelecek zamanı yoktur, yerine Can he sit a horse? Ata binmeyi mu? yüznumara. 4. argo hapishane, will be able to kullanılır.). 2. k. dili izinli olmak: kodes. f. (--ned, --ning) 1. konserve yapmak. 2. argo işten Can I go? Can it! argo Kesmiyim? Gidebilir artık! atmak, sepetlemek. can opener konserve açacağı. Can you drop by tonight? Bu gece bize uğrar mısın? can`t kıs. cannot. can´t help She can´t help shouting at people; it´s just the way she is. Canada Onun insanlara bağırması elinde değil, huyu öyle. i. Kanada. Canadian i. Kanadalı. s. 1. Kanada, Kanada´ya özgü. 2. Kanadalı. canal i. kanal. canapé i., ahçı. kanepe. canary i., zool. kanarya. cancel f. (--ed/--led, --ing/--ling) 1. iptal etmek. 2. üstüne çizgi çekmek, cancelation silmek. 3. mat. kısaltmak. i., bak. cancellation. cancellation i. 1. iptal etme, iptal. 2. iptal olunan şey. Cancer i., astrol. Yengeç burcu. cancer i. kanser. cancerous s. 1. kanserli. 2. kanser gibi. candid s. 1. açık, asıl fikrini gizlemeyen; açık yürekli, samimi, içten. 2. candidacy gerçek, asıl (fikir). 3. dürüst. 4. tarafsız. i. adaylık. candidate i. aday, namzet. candidateship i. adaylık, namzetlik. candidly z. açık yürekle, samimiyetle, içtenlikle. candidness i. açıklık, asıl fikrini söyleme; açık yüreklilik, samimiyet, içtenlik. candied s. 1. şekerle kaplı, şekerli: candied orange peel portakal kabuğu candle şekerlemesi. i. mum. 2. tatlı dilli. candlelight i. mum ışığı. candlestick i. şamdan. candor i. 1. açıklık, asıl fikrini söyleme; açık yüreklilik, samimiyet, candour içtenlik. 2. dürüstlük. i., İng., bak. candor. 3. tarafsızlık. candy i. şeker, şekerleme; bonbon; çikolata. f. 1. şekerleme yapmak. candy store 2. şerbet şekerci içinde kaynatmak. dükkânı, şekerci. 3. şekerleme haline getirmek. cane i. 1. baston, değnek. 2. kamış, bambu; şekerkamışı. f. 1. baston cane sugar ile dövmek. 2. kamışla şekerkamışından elde kaplamak, hasırlamak. edilen şeker. canine s. 1. köpekgillere özgü. 2. anat. köpekdişine ait. i., zool. canine tooth köpekgillerden köpekdişi. bir hayvan. canister i. (çay, kahve v.b. konulan) teneke kutu. canker i. pamukçuk, aft. canned s. konserve: canned chickpeas konserve nohut. cannery i. konserve fabrikası, konserve yapılan yer. cannibal i. yamyam. cannibalism i. yamyamlık. canning i. konserve yapma. cannon i., ask. top. cannonball i. top güllesi. cannot yardımcı f. -amam, -amazsın(ız), -amaz, -amayız, -amazlar canny (Anlamı vurgulamak s. 1. dikkatli, uyanık. gerektiğinde 2. tedbirli. 3.can not olarak ayrılır; açıkgöz. konuşma dilinde çoğu zaman can´t şeklinde kullanılır.). canoe i. kano. canon i. 1. kilise yetkililerinin çıkardığı bir kanun. 2. kural. 3. bir canon law katedrale bağlı olan papaz. kilise hukuku. canonical s. 1. kilise hukukuna ait. 2. kurallara uygun; geleneklere uygun. canonisation i., İng., Hrist., bak. canonization. canonise f., İng., Hrist., bak. canonize. canonization i., Hrist. azizlik mertebesine yükseltme. canonize f., Hrist. azizlik mertebesine yükseltmek. canopy i. 1. sayvan; karyola sayvanı; baldaken; markiz. 2. gök kubbe. cant i. boş laf, laf. cantankerous s. aksi, geçimsiz, huysuz. cantankerously z. huysuzluk yaparak. cantankerousness i. aksilik, huysuzluk. canteen i. 1. matara. 2. kantin, büfe. canter i. eşkin gidiş. f. 1. eşkin gitmek. 2. eşkin sürmek. canvas i. 1. branda bezi, branda. 2. tuval. canvass f. (anket yapmak/oy toplamak amacıyla) (birçok kimseye) gidip canyon konuşmak. i. kanyon, derin vadi. cap i. 1. kep, takke, kasket, başlık. 2. zirve, doruk, tepe. 3. kapak, capability kapsül, tapa. 4. i. 1. yetenek, büyük harf, kabiliyet, majüskül. istidat. 5. tabanca 2. iktidar, mantarı. 4. güç. 3. kapasite. f. (-- ped, --ping) ehliyet. 1. başlık geçirmek. 2. kaplamak, örtmek. 3. k. dili capable s. yetenekli, kabiliyetli, ehliyetli. -den fazlasını/iyisini yapmak. capacious s. geniş, büyük, içi çok şey alan. capacity i. 1. hacim, oylum. 2. istiap haddi. 3. yetenek. 4. güç, iktidar. 5. cape görev; mevki, i. pelerin, kap. sıfat: He did this in his capacity as president. Bunu başkan sıfatıyla yaptı. cape i., coğr. burun. caper f. hoplayıp zıplamak. i. 1. k. dili yaramazlık. 2. argo iş, hırsızlık; caper suç. i. 1. bot. gebreotu, kebere, kapari. 2. gebre, kapari, capillary gebreotunun yemişi. i. 1. anat. kılcal damar. 2. ince boru. capital i. 1. başkent, başşehir. 2. büyük harf, majüskül. 3. sermaye, capital account anamal, sermayekapital. hesabı.4. sütun başı. s. 1. büyük (harf). 2. sermayeye ait. 3. k. dili mükemmel, fevkalade, çok iyi. capital assets sabit aktifler, sabit varlıklar. capital crime failini ölüm cezasına çarptırabilen suç. capital dividend sermaye kârı. capital expenditure sermaye masrafı. capital letter büyük harf, majüskül. capital letter büyük harf, majüskül. capital levy sermaye vergisi. capital punishment ölüm cezası. capital stock esas sermaye hisse senedi. capitalise f., İng., bak. capitalize. capitalism i. kapitalizm, anamalcılık. capitalist i. kapitalist, anamalcı. capitalize f. 1. -i büyük harfle yazmak. 2. -e sermaye sağlamak. 3. -i capitalize on sermayeye çevirmek.çevirmek, -den faydalanmak. -i kendi menfaatine capitulate f. 1. teslim olmak. 2. silahları bırakmak. capitulation i. şartlı teslim. capitulations i., çoğ. kapitülasyonlar. caprice i. kapris. capricious s. kaprisli. Capricorn i., astrol. Oğlak burcu. caps i., çoğ., k. dili büyük harfler. caps kıs. capital letters. capsize f. 1. alabora olmak, devrilmek. 2. alabora etmek, devirmek. capstan i. ırgat, bocurgat. capsule i. kapsül. captain i. 1. kaptan, reis. 2. deniz albayı, yüzbaşı. f. kaptanlık etmek, caption kumanda i. manşet,etmek. başlık. captivate f. büyülemek, cezbetmek. captive i. esir, tutsak. s. esir düşmüş. captive audience zoraki dinleyiciler. captivity i. tutsaklık. captor i. tutsak eden kimse, ele geçiren kimse. capture f. 1. zaptetmek, ele geçirmek. 2. tutsak etmek. i. zaptetme, ele car geçirme. i. 1. otomobil, araba. 2. vagon. car park İng. otopark. car wash oto yıkama yeri. caramel i. 1. yanmış şeker. 2. karamela. carat i. kırat, ayar (1 kırat = 200 mg.). caravan i. 1. kervan. 2. üstü kapalı yolcu veya yük arabası. 3. İng. caravansary karavan. i. kervansaray. caraway i. Karaman kimyonu, frenkkimyonu. carbide i., kim. karpit. carbine i. karabina, kısa tüfek. carbohydrate i. karbonhidrat. carbon i. 1. karbon. 2. karbon kâğıdı, kopya kâğıdı. 3. kopya. carbon black is, lamba isi. carbon copy karbon kopyası. carbon dioxide karbondioksit. carbon monoxide karbonmonoksit. carbon paper karbon kâğıdı, kopya kâğıdı. carbonate i. karbonat. f. karbonatlaştırmak. carbonated drink gazlı içecek. carbonated water soda, maden sodası. carbuncle i. çıban, şirpençe. carburetor i. karbüratör. carburettor i., İng., bak. carburetor. carcass i. 1. leş, ceset. 2. enkaz (gemi v.b.). 3. bina iskeleti. card i. 1. kart. 2. iskambil kâğıdı. card catalog kart kataloğu. card index kart fihristi. card index kartotek. card table kumar masası. cardamom i. kakule. cardboard i. mukavva, karton. cardiac s. 1. kalbe ait, kalple ilgili, kardiyak. 2. kalbi uyaran. 3. mide cardiac arrest ağzına ait. i. 1. kalp hastası. 2. kalp ilacı. kalp krizi. cardiac disease kalp hastalığı. cardiac failure kalp krizi. cardiac muscle anat. kalp kası. cardigan i. hırka, ceket. cardinal s. 1. belli başlı, ana, önemli. 2. parlak kırmızı. i. kardinal. cardinal numbers asal sayılar. cardiogram i. kardiyogram. cardiologist i. kardiyolog. cardiology i. kardiyoloji. cardsharp i., isk. hileci, üçkâğıtçı. care i. 1. dert, kaygı, tasa. 2. bakım: He´s in intensive care. O yoğun care for bakımda. He left 1. -e bakmak: himwill Who in his caresister´s for us incare. our Onu kız kardeşine old age? Yaşlılığımızda emanet bize kim etti. 3. bakacak? dikkat; 2. özen, istemek: itina. f. Would 1. youumurunda care for olmak, some tea? care of eliyle: Write me care of Cengiz Göksel. Bana mektup umursamak: Çay içmek I don´t ister care3. misiniz? whether -i sevmek,she -den comes or not. Onun hoşlanmak: I gelip don´t careen postaladığında f. 1. (motorlu zarftaki araç) ismiminbir bir yandan altına yanaCengiz Göksel hafifçe eliyle sallanarak diye gelmemesi umurumda değil. I could care less! care for that sort of music. O tür müzikten hoşlanmam. (in) Bana ne! 2. yaz. gitmek/ilerlemek. 2.yatarak (hızlatogiderken) bir yana yatmak. 3. den. careen around the corner istemek: Wouldyan (motorlu araç) you care take a dönmek. köşeyi stroll? Yürüyüşe çıkmak ister karina misiniz? etmek, karinaya basmak. 4. den. kalafat etmek, careen down the road (motorlu araç) bir yandan bir yana hafifçe sallanarak ilerlemek. kalafatlamak. 5. (gemi) yan yatmak. career i. kariyer. carefree s. tasasız, kaygısız, dertsiz. careful s. 1. dikkatli. 2. özenli, itinalı. 3. tedbirli. 4. ölçülü. carefully z. 1. dikkatle. 2. özenle, itinayla. carefulness i. 1. dikkat, dikkatli olma. 2. özen, itina. careless s. 1. dikkatsiz. 2. bilgisiz, kayıtsız. carelessly z. dikkatsizce. carelessness i. dikkatsizlik, ihmal. caress i. okşama, kucaklama. f. okşamak, sevmek, kucaklamak. caretaker i. 1. (sahibi yokken malikâne, ev v.b.´ne bakan) bekçi. 2. İng. caretaker government kapıcı. geçici hükümet. careworn s. endişeden bitkin. carfare i. (otobüste) bilet parası. cargo i. kargo, yük. Caribbean s. Karayip. caricature i. karikatür. f. karikatürünü çizmek. caricaturist i. karikatürcü, karikatürist. caries i. (dişte/kemikte) çürüme, yenirce. carload i. 1. araba dolusu. 2. vagon dolusu. carmine s., i. lal, kızıl. carnage i. katliam, kırım, kan dökme. carnal s. 1. şehevi. 2. cinsel. 3. bedensel. carnation i., bot. karanfil çiçeği, karanfil. carnival i. karnaval. carnivore i. etobur. carnivorous s. etobur, etçil. carob i., bot. keçiboynuzu, harnup. carol i. Noel ilahisi. f. Noel ilahisi söylemek. carouse f. içki âlemi yapmak, içki içip şamata yapmak. carp i., zool. sazan. carpenter i. marangoz; dülger; doğramacı. carpentry i. marangozluk. carpet i. halı. carpet sweeper gırgır (süpürge). carport i. yanları açık garaj. carriage i. 1. at arabası. 2. İng. yolcu vagonu. 3. İng. nakliye ücreti. 4. carriageway nakliye, i., İng. 1.taşıma. 5. duruş, (karayolunda) duruş şerit, biçimi. taşıt şeridi. 2. yol. carrier i. 1. taşıyan, taşıyıcı. 2. nakliye şirketi, nakliyeci. carrier bag İng. büyük torba/poşet. carrier pigeon posta güvercini. carrion i. leş, çürümüş et. carrot i. havuç. carry f. 1. taşımak: Carry her on your back! Onu sırtında taşı! This carry an amount forward truckhesaptaki (to) can carrybir a load of twenty miktarı (başka tons. Bu kamyon yirmi tonluk sütuna/sayfaya/deftere) bir yük taşıyabilir. 2. götürmek: Will you carry me to the nakletmek. carry away alıp götürmek, sürüklemek. station? Beni gara götürür müsün? He screamed and shouted as carry coals to Newcastle k. dilicarried they tereciye himtere outsatmak. of the courtroom. Onu mahkemeden carry on çıkarırlarken 1. (işi) sürdürmek; işi sürdürmek,The bağırıp çağırıyordu. windetmek. devam can carry these 2. sızlanıp carry one through seeds durmak; for miles. (bir şey)(kızgınlıktan)Rüzgâr bu birini başarılı bağırıptohumları çağırmak. bir sonuca kilometrelerce 3. aşırı ulaştırmak; öteye birşey) (bir şekilde birini götürebilir. davranmak. ayakta 3.4.üzerinde tutmak: şamata Her (bir şey) etmek. patience 5.taşımak: will He´s with (biriyle) carry her started gayrimeşru through. to carry Sabrı bir a carry one´s point amacına gun. Silah ulaşmak, taşımaya istediğini başladı. elde 4. etmek.(bir şeyi) bulundurmak: stokunda ilişki içinde olmak, sayesinde bu işi başarır. aşna fişne olmak. carry out 1. yerine We getirmek, don´t carry gerçekten pineapples. yapmak; Bizde ananasuygulamak, bulunmaz. tatbik 5. mat. etmek. (toplama 2. ve (birini/bir çarpmaşeyi) dışarıya taşımak. işlemlerinde) (sayıyı) (sonraki basamağa) geçirmek: Carry one. Elde var bir. 6. gazet., TV, radyo (bir olayı) yayımlamak. 7. (ses) uzaklardan duyulabilmek. carry out/take reprisals misilleme yapmak. carry s.t. through bir şeyi yerine getirmek, gerçekten yapmak. carry s.t. too far k. dili bir şeyin dozunu kaçırmak, aşırı gitmek. carry the day k. dili kazanmak, galip gelmek. get carried away kendini carry the day kaptırmak, üstün gelmek, kapılıp gitmek; heyecanlanıp aşırıya kaçmak. kazanmak. carry through k. dili 1. (on) -i yerine getirmek; -i bitirmek: She carried through carry weight on her promise. etkili/önemli Sözünü olmak: It´llyerine getirdi. carry no weight 2. with (bir şeyin) them. sayesinde Onları carry/bear/have a grudge (bir işi) etkilemez yapmak/başarmak: o. Their optimism will carry them birine karşı kin beslemek. against through. İyimserlikleri sayesinde bu zor dönemi atlatacaklar. carrycot i., İng. Two (saplı) tons portbebe. of wood are enough to carry us through the winter. carsickness Kışı geçirmek i. (kara için taşıtının iki ton odun yeter sallanmasından ileri bize. gelen) mide bulantısı. cart i. 1. atlı yük arabası. 2. el arabası. f. 1. at arabası ile taşımak. 2. cartilage taşımak; götürmek. i., zool. kıkırdak. cartographer i. haritacı, kartograf. cartography i. haritacılık, kartografi. carton i. karton kutu, mukavva kutu. cartoon i. 1. çizgi film. 2. karikatür. 3. büyük resim taslağı. cartoonist i. 1. karikatürist, karikatürcü. 2. çizgi film çizen sanatçı. cartridge i. 1. fişek. 2. foto. film kutusu, kaset. 3. kartuş. cartridge belt fişeklik; palaska. cartridge case (mermi için) kovan. cartridge pen kartuşlu dolmakalem. cartwheel i. el yardımı ile yanlamasına atılan takla, yana dayanmalı aşma, carve çemberleme. f. 1. (ağaç, taş v.b.´ni) oymak. 2. (kızarmış eti) dilim dilim carver kesmek, i. oymacı.dilimlemek. carving i. 1. oyma, oyularak yapılmış eser. 2. oymacılık. 3. oyma. carving knife (sofrada kullanılan) et bıçağı. casaba i. kavun. casaba melon kavun. cascade i. şelale, çağlayan. case i. 1. durum, vaziyet, hal. 2. hasta: I had five cases of syphilis case this i. 1. morning. Bu sabah kutu, sandık. 2. kutu,beş frengili hastaya mahfaza: baktım. violin case keman3. kutusu. vaka: a murder camera case cinayet vakası. 4. huk. dava. 5. dilb. ad case fotoğraf makinesi mahfazası. 3. kın. 4. kasa. 5. durumu, case ending dilb. takı. isim hali. 6. matb. kasa. f. kutu/mahfaza içine koymak, sokmak. çerçeve. casement i. 1. kanatlı pencere. 2. pencere kanadı. cash i. 1. nakit para, peşin para. 2. para. cash f. 1. (çek) bozdurmak. 2. paraya çevirmek. 3. tahsil etmek. cash dispenser bankamatik. cash in on k. dili -den yararlanmak/faydalanmak; -den kazanç sağlamak. cash on delivery tesliminde ödenecek, ödemeli; kıs. C.O.D. cash on the barrelhead k. dili nakit para. cash point İng. (büyük bir satış yerinde) kasa yeri, kasa. cash register yazarkasa, kasa. cashew i. 1. bot. amerikaelması, biladerağacı. 2. mahuncevizi. cashier i. 1. kasiyer, kasadar. 2. İng. (bankada) vezneci, veznedar. cashmere i. 1. kaşmir, kaşmir yün. 2. kaşmir kumaş. s. kaşmir: cashmere casing sweater i. kaplama, kaşmir kazak. çerçeve. casino i. kumarhane. cask i. 1. fıçı; varil. 2. bir fıçı dolusu; bir varil dolusu. casket i. 1. tabut. 2. küçük kutu, mücevher kutusu. f. kutuya koymak. Caspian s. cassava i. 1. bot. manyok. 2. tapyoka, manyok kökünden çıkarılan nişasta. casserole i. 1. fırında kullanılan toprak/cam kap; güveç. 2. toprak/cam cassette kapta i. kaset.pişirilen yemek. cassette player/deck kasetçalar. cassock i. papaz cüppesi. cast i. 1. atma. 2. (kırık kemiğe) alçı. 3. (bir tiyatro oyununda/filmde) cast rol alan kimseler, f. (cast) 1. atmak, oynayanlar. 4. kalıp, maket. fırlatmak, savurmak. 5. v.b.´ni) 2. (bakış dış görünüş. cast a horoscope çevirmek, yöneltmek, zayiçesine bakmak. atfetmek. 3. (oy) vermek. 4. rol taksimi yapmak. cast a shadow gölge yapmak. cast a slur on -e leke sürmek, -i lekelemek. cast a spell on -i büyülemek, -e büyü yapmak. cast a spell upon büyü yapmak. cast a vote oy vermek. cast about -i düşünmek, -i tasarlamak. cast anchor demir atmak. cast away 1. çöpe atmak. 2. ıssız adada bırakmak. cast down 1. devirmek. 2. canını sıkmak. cast in one´s lot with k. dili -in kaderine bağlanmak. cast iron dökme demir, pik, font. cast iron pik. cast loose çözmek, ayırmak. cast lots kura çekmek. cast of mind düşünüş şekli. cast off 1. reddetmek. 2. den. alarga etmek. cast one´s bread upon the cast one´s lot in with k. dili karşılığını beklemeden iyilik etmek. waters s.o./cast in one´s lot with biriyle işbirliği yapmak/bir olmak. s.o./cast one´s lot with s.o. cast s.t. adrift bir şeyi akıntıya bırakmak. cast/drop anchor demir atmak, demirlemek. castanet i. kastanyet, İspanyol çalparası. castaway i. deniz kazasına uğrayıp ıssız bir kıyıda mahsur kalan kimse. caste i. kast. caster i. 1. dökümcü. 2. (mobilyaya takılan) küçük tekerlek. caster sugar İng. ince tozşeker. caster/castor sugar İng. pudraşeker, pudraşekeri. castigate f. 1. paylamak, azarlamak. 2. kınamak. castigation i. paylama, azarlama. cast-iron s. 1. pikten yapılmış. 2. çok sağlam, çok dayanıklı. castle i. 1. kale, şato. 2. satranç kale. castle in the air/castle in hulya, hayal. Spain castor i., bak. caster. castor i. castor oil hintyağı. castrate f. hadım etmek; iğdiş etmek. castration i. hadım etme; iğdiş etme. casual s. 1. tesadüfen olan. 2. kasıtlı olmayan, rasgele. 3. ilgisiz, casual clothes kayıtsız, lakayt. 4. pek dikkatli olmayan: He gave it a casual günlük elbiseler. glance. Ona şöyle bir göz attı. 5. resmi olmayan, rahat (giysi). 6. casualness i. ilgisizlik, kayıtsızlık. gündelikçi, gündelikle çalışan. casualty i. 1. (kazada/savaşta) ölen, ölü; yaralanan, yaralı. 2. İng. acil casualty ward/department servis. İng. acil3.servis. kaza. He was a casualty of the spending cutback. Tasarrufun ucu ona dokundu. cat i. kedi. cat-and-dog fight kedi köpek kavgası. cat kıs. catalog/catalogue, catechism. cat nap şekerleme. catafalque i. katafalk. Catalan i., s. 1. Katalan. 2. Katalanca. catalog i. katalog. f. katalog yapmak, kataloğunu hazırlamak. catalogue i., f., İng., bak. catalog. Catalonia i. Katalonya. catapult i. 1. İng. sapan. 2. mancınık, katapult. cataract i. 1. şelale, büyük çağlayan, çavlan. 2. tıb. katarakt, perde, catarrh aksu, i. boğaz akbasma. veya burunda balgam/sümük toplanma. catastrophe i. afet, felaket. catastrophic s. feci, felaket; felaketli. catch f. (caught) 1. yakalamak; tutmak. 2. (trene/vapura/uçağa) catch yetişmek. i. 1. yakalama,3. takılmak; sıkışmak: tutma. 2. kilit dili.I 3. caught av, birmy sleeveyakalanan partide on the door handle. av/balık. Gömleğimin kolu kapının 4. k. dili müstakbel koluna takıldı. eş olarak düşünülen uygun She caught kişi.her 5. catch at -i yakalamaya/tutmaya çalışmak. finger in the door. Parmağı parça, bölüm. 6. k. dili bityeniği.kapıya sıkıştı. 4. duymak; anlamak; catch cold nezle olmak. farketmek: I didn´t catch that. Onu duymadım. 5. (bir hastalığa) catch fire yakalanmak: tutuşmak, ateş You´ve caught a cold. Nezle olmuşsun. almak. catch fire tutuşmak. catch forty winks k. dili kestirmek, kısa bir süre uyumak. catch it k. dili papara/zılgıt yemek. catch on k. dili 1. anlamak, çakmak. 2. moda olmak, tutmak. catch one´s breath soluk almak, dinlenmek. catch one´s breath nefes almak, soluk almak, soluklanmak, dinlenmek. catch one´s eye dikkatini çekmek, gözüne çarpmak. catch s.o. in the act birini suçüstü yakalamak. catch s.o. napping birini gafil avlamak, birini hazırlıksız yakalamak. catch s.o. off guard birini gafil avlamak. catch s.o. off guard birini gafil avlamak. catch s.o. red-handed birini suçüstü yakalamak. catch s.o.´s attention/eye birinin dikkatini çekmek. catch sight of -in gözüne ilişmek, birdenbire farketmek: I caught sight of catch sight of Seda. gözüne Seda gözüme ilişmek: ilişti.moment I caught sight of her. O anda At that catch the fancy of gözüme -in hoşuna ilişti. gitmek. catch up 1. with -e yetişmek: He´s so far ahead of me I can´t possibly catch/get hell catch k. dili up with fena him.haşlanmak, halde Benden o kadar ileridebir adamakıllı kizılgıt ona yetişmemin yemek. imkânı yok. 2. on (arada olup biteni) öğrenmek. 3. on (biriken catch/take s.o. unawares birini gafil avlamak. işleri, ertelenmiş/ihmal edilmiş bir işi) yapmak. catcher i. 1. yakalayan şey/kimse. 2. beysbol vurucunun arkasında catching durup s. sâri,topu tutan oyuncu. bulaşıcı. catchy s. hoş ve kolaylıkla akılda kalan. catechise f., İng., Hrist., bak. catechize. catechism i., Hrist. ilmihal. catechize f., Hrist. ilmihale dayanarak din dersi vermek. categorical s. kategorik, kesin, kati. categorically z. kategorik olarak. categorise f., İng., bak. categorize. categorize f. 1. sınıflandırmak. 2. vasıflandırmak. category i. kategori, bölüm, sınıf, tabaka, zümre. cater f. yiyecek tedarik etmek, yemeklerin hazırlanmasını ve servisini caterpillar üstüne almak. i. tırtıl, kurt. caterpillar tread tırtıllı palet, tırtıl. catfish i., zool. yayınbalığı. catgut i., müz. kiriş. catharsis i. katarsis, rahatsız edici duyguları dışa vurarak onlardan cathartic kurtulma. s. 1. katarsisle ilgili; katarsise yol açan. 2. müshil. i. müshil. cathedral i. katedral. Catholic i., s. Katolik. catholic s. 1. liberal, açık fikirli. 2. evrensel, genel, umumi. Catholicism i. Katoliklik, Katolik kilisesi. catsup i., bak. ketchup. cattle i., çoğ. sığırlar. catty s. 1. kedi gibi. 2. k. dili iğneli (söz). 3. k. dili iğneli söz söyleyen. Caucasia i. Kafkasya. Caucasian s. Kafkas. i. Kafkasyalı. Caucasus i. caught f., bak. catch. caught in the act suçüstü yakalanmış, cürmü meşhut halinde yakalanmış. cauldron i., İng. kazan. cauliflower i. karnabahar. causal s. neden oluşturan, nedeni olan, nedensel. causality i. nedensellik. cause i. 1. neden, sebep, illet. 2. amaç, gaye, hedef. 3. dava, ülkü: cause That´s f. neden a olmak, cause worthy of one´s sebep olmak, devotion. yol Kendini caused açmak: What´s adamayathis? değeryol Buna bir açan dava.ne?4. huk. Will dava it konusu. really cause my camellias to bloom cause s.o. to sin birini günaha sokmak. earlier? Gerçekten kamelyalarıma daha erken çiçek açtırır mı? cause/create a stir 1. heyecan yaratmak; sansasyon yaratmak. 2. herkesin ilgisini What causes you to act like that? Niye böyle davranıyorsun? It causeway çekmek. i. 1. (göl/bataklık üzerinden geçen) uzun köprü/kazıklı yol. 2. iki caused them to shout. Onların bağırmasına neden oldu. caustic kara parçasını i. kostik madde. birbirine bağlayan s. 1. kostik, ve2. yakıcı. deniz kabardığında suyla acı (söz). kaplanan taş/beton yol. cauterise f., İng., tıb., bak. cauterize. cauterize f., tıb. yakmak, dağlamak. caution i. 1. tedbir, ihtiyat. 2. uyarma, ikaz. f. uyarmak, ikaz etmek. cautionary s. uyarıcı. cautious s. ihtiyatlı, tedbirli, sakıngan, dikkatli. cautiously z. ihtiyatla. cautiousness i. ihtiyatlılık. cavalier i. atlı şövalye. s. 1. kendini beğenmiş, kibirli. 2. serbest, laubali. cavalry i. 1. süvari sınıfı. 2. süvariler. cavalryman çoğ. cav.al.ry.men (käv´ılrimîn) i. süvari. cave i. mağara. f. cave in çökmek. caveat i. ihtar, uyarı, ikaz. caveman çoğ. cave.men (keyv´men) i. mağara adamı. cavern i. büyük mağara. cavernous s. kocaman, ambar gibi (yer). caviar i. havyar. caviare i., bak. caviar. cavil f. (önemsiz şeyler üzerinde) tartışmak; at -e itiraz etmek: I won cavity ´t cavil i. 1. about oyuk. it with 2. anat. you. Seninle kavite, boşluk. onu tartışmam. 3. dişçi. çürük, oyuk. cavort f. sıçramak, oynamak. caw i. karga sesi, gak. f. karga gibi ötmek, gaklamak. cayenne i. arnavutbiberi. cayenne pepper arnavutbiberi. cc kıs. cubic centimeters, carbon copy. CD kıs. compact disk. CD player kompakt disk çalar. CE kıs. Chemical Engineer, Church of England, Civil Engineer, Corps cease of Engineers. f. 1. durmak, kesilmek. 2. bitmek, sona ermek. 3. bırakmak, cease fire devam etmemek, son vermek. ateş kesmek. cease-fire i., ask. ateşkes. ceaseless s. aralıksız, sürekli. ceaselessly z. durmadan, ara vermeden. cedar i., bot. sedir, dağservisi. cede f. 1. bırakmak. 2. terketmek. 3. devretmek, göçermek. ceiling i. tavan. ceiling price tavan fiyatı, azami fiyat. celebrate f. 1. kutlamak. 2. bayram yapmak. celebrated s. ünlü, meşhur, şöhretli. celebration i. kutlama. celebrity i. 1. ünlü, meşhur. 2. ün, şöhret. celerity i. hız, sürat. celery i. sapkerevizi. celery root kereviz, kökkerevizi. celestial s. 1. göğe ait, göksel, semavi. 2. kutsal, ilahi. celestial pole gökkutbu. celibacy i. (gen. dini nedenlerden dolayı) evlenmeme ve cinsel ilişkide celibate bulunmama. s., i. (gen. dini nedenlerden dolayı) evlenmeyen ve cinsel cell ilişkide bulunmayan i. 1. hücre, (kimse). göze. 2. küçük oda. 3. ünite. 4. elek. pil. cellar i. 1. bodrum, bodrum kat. 2. mahzen. 3. kiler. 4. şarap mahzeni. cellist 5. şarap stoku. i. viyolonselist. cello i. viyolonsel. cellophane i. selofan. cellular s. 1. hücresel, gözesel. 2. hücreli, gözeli. i., k. dili cep telefonu. cellular phone/telephone cep telefonu. celluloid i. selüloit. cellulose i. selüloz. Celsius thermometer santigrat termometresi. Celt i. Kelt. Celtic i. Keltçe. s. 1. Kelt, Keltlere özgü. 2. Keltçe. cement i. çimento. f. 1. çimentolamak, çimento ile sıvamak. 2. beton ile cement good relations with kaplamak. ile dostluk 3. yapıştırmak. 4. sağlamlaştırmak. kurmak. cement mixer betonyer, betonkarar, beton karıştırıcı. cemetery i. mezarlık, kabristan. censor i. sansürcü, sansür memuru. f. sansürlemek, sansürden censorship geçirmek. i. sansür, sansür işleri. censure f. kınamak, eleştirmek. i. kınama, eleştirme. census i. sayım, nüfus sayımı. cent i. sent (Amerikan dolarının yüzde biri). cent kıs. centigrade, central, century. centenary s., i., bak. centennial. centennial s. 1. yüz yıllık. 2. yüz yılda bir olan. i. 1. yüzüncü yıldönümü. 2. center yüzyıl, i. asır. orta. 2. spor santr. f. 1. ortaya almak, bir merkezde 1. merkez, center of attraction toplamak. 2. ortasını 1. çekim merkezi. 2. almak, ortalamak. 3. ortada olmak, ortaya dikkat merkezi. gelmek. center of gravity ağırlık merkezi. center of gravity ağırlık merkezi. centigrade s., i. santigrat. centigrade thermometer santigrat termometresi. centigram i. santigram. centigramme i., İng., bak. centigram. centiliter i. santilitre. centilitre i., İng., bak. centiliter. centimeter i. santimetre. centimetre i., İng., bak. centimeter. centipede i., zool. kırkayak, çıyan. Central s. central s. 1. merkezi, orta. 2. ana, belli başlı. i. 1. telefon santralı. 2. Central America santral memuru. Orta Amerika. central bank merkez bankası. central heating kalorifer, merkezi ısıtma. centralisation i., İng., bak. centralization. centralise f., İng., bak. centralize. centralization i. merkezileştirme; merkezileştirilme. centralize f. merkezileştirmek, merkezde toplamak; merkezileştirilmek. centrally z. centre i., f., İng., bak. center. centrifugal s. merkezkaç, santrifüj. centrifugal force merkezkaç kuvveti. centripetal s. merkezcil, merkeze doğru yaklaşan. century i. yüzyıl, asır. ceramic s. seramik. ceramic tile fayans, karo fayans. ceramics i. 1. tek. seramik sanatı ve tekniği. 2. çini, çini işleri. 3. çinicilik. ceramist 4. çoğ. seramik i. çinici, eşya, çini, çanak çömlek. seramikçi. cereal i. (mısır gevreği gibi) tahıldan yapılmış kahvaltılık yiyecek. 2. cerebellum tahıl bitkisi. i., anat. 3. tahıl, hububat, zahire. s. tahıla ait; tahıl türünden. beyincik. cerebral s. 1. anat. beyinsel. 2. ussal. 3. k. dili entelektüel, entel. cerebrum i., anat. beyin. ceremonial s. törensel, merasimle ilgili, resmi. i. 1. tören, merasim. 2. ayin. ceremonially z. törensel olarak. ceremonious s. 1. resmi, teklifli. 2. törensel. ceremoniously z. çok resmi bir şekilde. ceremony i. 1. tören, merasim. 2. ayin. 3. resmiyet, protokol. cert kıs. certificate, certified, certify. certain s. 1. kesin, kati. 2. emin. 3. kaçınılmaz. 4. muhakkak, şüphesiz. certainly 5. belirli, muayyen. z. elbette, tabii, baş 6. bazı. üstüne. certainty i. kesinlik, katiyet. certificate i. 1. belge, vesika. 2. sertifika, tasdikname, şahadetname. 3. certify ruhsat. f. 4. diploma. 1. tasdik etmek, doğrulamak, teyit etmek; (-in certitude doğruluğunu/gerekliliğini) i. kesinlik, katiyet. belgelemek. 2. k. dili -in akıl hastası olduğunu resmen tasdik etmek. certified public accountant cervix i., anat. 1. boyun. 2. rahim boynu. diplomalı/yeminli hesap uzmanı. cesarean i., s. sezaryen. cesarean section sezaryen. cesium i., kim. sezyum. cessation i. durma, kesilme, inkıta. cesspool i. lağım çukuru. Ceylon i., bak. Sri Lanka. Ceylonese i., s., bak. Sri Lankan. cf kıs. compare. CF kıs. cost and freight. CFI kıs. cost, freight, and insurance. cg, cgm kıs. centigram(s). ch kıs. chain, chancery, chapter, chief, child, church. Chad i. Çad, Çat. Chadian i. Çadlı. s. 1. Çad, Çad´a özgü. 2. Çadlı. chafe f. 1. ovarak ısıtmak. 2. ovarak aşındırmak. 3. (ayakkabı) chafe at the bit vurmak. 4. sinirlendirmek. k. dili işlerin gecikmesinden dolayı huzursuz olmak. chafing chaff dish (sofrada i. tahıl kabuğu; kullanılan) yemek ısıtıcısı. saman, çöp. chagrin i. utanç; hayal kırıklığı; iç sıkıntısı. f. utandırmak, rezil etmek; chain hayal kırıklığına i. 1. zincir. uğratmak. 2. silsile (dağ). f. zincirlemek, zincirle bağlamak. chain letter zincirleme mektup. chain of command komuta zinciri. chain reaction zincirleme reaksiyon. chain smoker sigara tiryakisi. chain store aynı mağazalar zincirine bağlı mağaza. chain-smoke f. peş peşe sigara içmek; peş peşe (sigara) içmek. chair i. 1. iskemle, sandalye. 2. kurul başkanı, başkan. 3. makam. 4. chair lift kürsü. telesiyej. chairman çoğ. chair.men (çer´mîn) i. (erkek) kurul başkanı, başkan. chairmanship i. başkanlık. chairperson i. kurul başkanı, başkan. chairwoman çoğ. chair.wom.en (çer´wîmîn) i. (kadın) kurul başkanı, başkan. chaise longue şezlong. chalcedony i. kalseduan, kadıköytaşı. chalice i., Hrist. (ayinde kullanılan) kadeh. chalk i. tebeşir. f. up (sayı/puan) kazanmak/kaydetmek. challenge i. meydan okuma. f. meydan okumak. challenge match spor çelenç. challenger i. meydan okuyan kimse. chamber i. 1. oda, yatak odası, özel oda. 2. daire. 3. mahkeme, chamber music komisyon. oda müziği. 4. kamara, İngiliz yasama meclisi. 5. fişek yatağı. chamber music oda müziği. chamber of commerce ticaret odası. chamber of commerce ticaret odası. chamber orchestra oda orkestrası. chamber pot lazımlık. chambermaid i. oda hizmetçisi. chambers i., çoğ. hâkimin oturum dışı konularda çalıştığı yer. chameleon i., zool. bukalemun. chamois i. 1. zool. dağkeçisi. 2. (madeni yüzeyleri parlatmak için chamomile kullanılan) güderi parçası. i., bot. papatya. champ f. katır kutur/kıtır kıtır/hart hurt/çıtır çıtır yemek. champ at the bit çok sabırsızlanmak. champagne i. 1. şampanya. 2. şampanya rengi. s. şampanya rengi. champion i. 1. şampiyon. 2. savunucu, müdafi. s. şampiyon. f. 1. savunmak, müdafaa etmek. 2. tarafını tutmak, destek olmak. championship i. şampiyona; şampiyonluk. chance i. 1. talih, şans. 2. kader. 3. ihtimal. 4. fırsat. 5. risk, riziko. s. chance şans f. eseri 1. k. olan. dili (bir riski) göze almak. 2. tesadüfen olmak: She chance on/upon chanced -e rastlamak, -ethere. to be tesadüfTesadüf etmek. eseri oradaydı. chancellor i. 1. rektör. 2. (Almanya´da) şansölye, başbakan. chancy s., k. dili kesin olmayan, rizikolu. chandelier i. avize. change i. 1. değişim, değişme, değişiklik. 2. dönüşüm, dönüşme, change tahavvül. 3. yenilik. f. 1. değiştirmek, 4. bozuk tahvil etmek; para, bozuk, bozukluk, değişmek, değişikliğeufaklık. uğramak.5. paranın 2. üstü. (taşıtta) 6. aktarma, aktarma yapmak: (taşıt) değiştirme. You´lldeğiştirmek. have to change trains in change clothes üstünü değiştirmek, üstünü başını Ankara. Ankara´da aktarma yapmanız lazım. 3. (para) change color 1. yüzü kızarmak. 2. yüzü solmak. bozdurmak. 4. (döviz/altın) bozdurmak. 5. (çamaşır) change color yüzü kızarmak. değiştirmek, (üstünü) değişmek. 6. (yatak takımlarını) change hands değiştirmek. sahip değiştirmek, el değiştirmek. change hands el değiştirmek, başkasının eline geçmek. change of address adres değişikliği. change of air hava değişimi. change one´s mind caymak, fikrini/kararını değiştirmek. change one´s tune k. dili ağız değiştirmek. change over (from/to) (bir uygulamadan başka bir uygulamaya) geçmek. change purse bozuk para çantası. change the guard ask. nöbet değiştirmek. changeability i. değişkenlik. changeable s. 1. değişken, kararsız, istikrarsız. 2. şanjanlı, yanardöner. changeableness i., bak. changeability. changeless s. hiç değişmeyen. changeover i. (bir uygulamadan başka bir uygulamaya) geçiş. channel i. 1. radyo, TV kanal. 2. yol; su yolu; boğaz. 3. nehir yatağı, channel s.t. into akak, bir şeyimecra. f. kanal (bir yere) açmak, oymak. vermek/dökmek/akıtmak/kanalize etmek. chant f. 1. monoton bir melodiyle söylemek. 2. şarkı söylemek. 3. chant şarkı söyleyerek i. 1. monoton bir kutlamak. melodi. 2. monoton bir melodi eşliğinde chaos söylenen sözler. 3. i. 1. kaos. 2. karışıklık, tilavet. 4. monoton ses tonu. kargaşa. chaotic s. karmakarışık, düzensiz. chap i. (ciltte) çatlak, yarık. f. (--ped, --ping) 1. (soğuk) (cildi) chap çatlatmak, kızartmak, i., İng., k. dili adam, çocuk,sertleştirmek. delikanlı. 2. (toprak, tahta v.b.´ni) yarmak, çatlatmak. 3. çatlamak, yarılmak, kızarmak. chapel i. şapel, küçük kilise. chaperon i. şaperon. chaplain i. (okul, ordu veya hastanede) papaz. chapter i. (kitapta) bölüm, kısım. char f. (--red, --ring) 1. yakarak kömürleştirmek; -in dışını yakarak char kömürleştirmek; i., İng. hizmetçi kadın,yanarak kömürleşmek. hizmetçi; 2. kavurmak; (kadın) hademe. kavrulmak. 3. ateşe tutmak. character i. 1. karakter, özyapı. 2. (roman, hikâye, oyun v.b.´nde) kişi, characterisation şahıs, i., İng.,karakter. 3. karakter, harf. 4. tip bir kimse, nevi şahsına bak. characterization. münhasır bir kimse; eksantrik/komik kimse. characterise f., İng., bak. characterize. characteristic s. karakteristik, tipik. i. özellik, hususiyet, vasıf. characterization i. karakterize etme, nitelendirme. characterize f. karakterize etmek, nitelemek, nitelendirmek. characterless s. karaktersiz. charcoal i. 1. mangal kömürü. 2. karakalem. chard i., bot. pazı. charge i. 1. (hizmet karşılığında ödenen) ücret. 2. barut hakkı. 3. suçlama, itham. 4. hücum, hamle. 5. elek. şarj. charge f. 1. (bir masrafı birinin hesabına) geçirmek. 2. görevlendirmek. charge account 3. suçlamak, tic. açık hesap. itham etmek. 4. hücum etmek. 5. elek. şarj etmek. chargé d`affaires çoğ. char.gés d´af.faires (şarjeyz dıfer´) maslahatgüzar, chariot işgüder, i., tar. ikişarjedafer. tekerlekli savaş/yarış arabası. charisma i. karizma. charitable s. hayırsever, yardımsever. charity i. 1. hayırseverlik, yardımseverlik. 2. merhamet. 3. sadaka. 4. charlady hayır i., İng.işi. 5. hayırkadın, hizmetçi cemiyeti, yardım hizmetçi; derneği. (kadın) hademe. charlatan i. şarlatan. charm i. 1. cazibe, çekicilik. 2. tılsım, muska. 3. büyü. f. büyülemek, charming cezbetmek. s. çekici, hoş, sevimli, cana yakın. chart i. 1. portolon, deniz haritası. 2. grafik, çizge. 3. çizelge; tablo. f. charter 1. göstermek, i. 1. kaydetmek. patent, imtiyaz, berat. 2.2. -in haritasını gemi yapmak. kira kontratı. f. 1.3.(uçak, plan yapmak, gemi plan çıkarmak. charter flight çarterv.b.´ni) seferi. kiralamak, tutmak. 2. berat/imtiyaz/patent vermek. charter member kurucu üye. charter plane kiralanmış ucuz tarifeli uçak. charwoman çoğ. char.wom.en (çar´wîmîn) i., İng. hizmetçi kadın, hizmetçi; chary (kadın) hademe. s. 1. dikkatli, tedbirli, ihtiyatlı. 2. of -i esirgeyen. chase f. kovalamak, peşine düşmek, izlemek, takip etmek. i. chasm kovalama, i. 1. kanyon, peşine düşme, dar boğaz. 2. izleme, takip. derin yarık. chassis çoğ. chas.sis (şäs´iz) i. 1. oto. şasi. 2. top kızağı. chaste s. 1. iffetli, namuslu, sili; yasaklanmış cinsel ilişkilerde chasten bulunmayan. f. ıslah etmek 2. içinsaf, bozulmamış. 3. cezalandırmak, lekesiz. 4. basit, uslandırmak, sade. yola getirmek. chastise f. cezalandırmak; döverek cezalandırmak. chastity i. iffet, saflık, temizlik; yasaklanmış cinsel ilişkilerde chat bulunmama. f. (--ted, --ting) sohbet etmek, hoşbeş etmek, çene çalmak. i. château sohbet, i. şato. hoşbeş. chattel i. taşınır mal, menkul. chatter f. gevezelik etmek, çene çalmak. i. gevezelik. chatterbox i. geveze, çenebaz, dillidüdük. chattiness i. konuşkanlık. chatty s. konuşkan. chauffeur i. özel şoför. chauvinism i. şovenizm. chauvinist i. şoven. chauvinistic s. şovence. cheap s. 1. ucuz. 2. bayağı, adi. cheapen f. ucuzlatmak; ucuzlamak. cheapskate i., argo pinti, cimri. cheat f. 1. dolandırmak, aldatmak. 2. kopya çekmek. i. dolandırıcı, cheater hilekâr, i. kopyacı, üçkâğıtçı. kopya çeken. check i. 1. kontrol, gözden geçirme, muayene. 2. durdurma; check engelleme; f. 1. durdurmak;yavaşlatma; gem vurma; engellemek; yavaşlatmak; ket vurma. 3. engel, ket gem vurmak; ket, fren vurmak:görevi yapan That defeat kimse/şey. checked 4. çek: bank their kontrol advance. check banka O yenilgi çeki. check for (belirli bir şeyi) arayarak (bir şeyi) etmek: I´m checking traveler´s ilerlemelerini check seyahatThis durdurdu. çeki. 5. check will fiş; numaralı the spread kâğıt,of numara: the check in for leaks in the 1. (otel v.b.´ne roof. Damın girince) akıp kaydını akmadığını yaptırmak: kontrol First youediyorum. have to baggage disease. check bagaj Hastalığın fişi; emanetçinin yayılmasını yavaşlatacak verdiği fiş/numaralı bu. 2. kontrol check kâğıt. in at check (otel, coat the hotel´s pansiyon reception vestiyercinin desk. verdiği İlk bir önce fiş/numara. otelin 6. (lokanta, check into etmek; (birini/birv.b.´nde) şeyi) kaydını kontrolden yaptırıp geçirmek; oda muayenetutmak.etmek; resepsiyonunda bar veya gece kaydını kulübünde yaptırman yenilip lazım. içilen 2. şeyler (havaalanındaki için) hesap: Will check on gözden geçirmek. 3. (bavulu) bagaja/emanete 1. (kontrol etmek amacıyla) bakmak, göz atmak. 2. (bir şeyin) vermek; uçak you bürosunda) bring the checkbiletini kontrol please? ettirmek/kontrol Lütfen hesabı getirir etmek. misiniz? 7.5. check out (paltoyu/şapkayı) doğru olup olmadığını 1. hesabını ödeyip vestiyere vermek. öğrenmeye (otel, pansiyon 4. satranç çalışmak. v.b.´nden) şah demek. ayrılmak. 2. (bir (listedeki (bir şeyin) bir maddenin doğru olup yanına olmadığını konulan) işaret. kontrol etmek. 8. (damalı 6. (off) check up on şeyin) doğru 1. (kontrol kumaştaki) olupveya etmek kare olmadığını amacıyla) kareli öğrenmeye -e bakmak, desen. çalışmak. -e göz atmak. 3. with (bir 2. (bir (listedeki şey) (başka bir maddenin) bir şeye) yanına uymak, ikiişaret şey koymak. birbirini tutmak: Does Reha check valve şeyin) doğru olup olmadığını öğrenmeye çalışmak. çek valfı. ´s story check out with hers? Reha´nın anlattığı onunkini tutuyor mu? 4. (of/from) (kütüphaneden) almak için (kitabın) çıkış kaydını yaptırmak; kitabın çıkış kaydını yapmak. 5. (süpermarketteki gibi) (kasiyer) (alınan malların) hesabını yapıp parasını almak. 6. k. dili -e iyice bakmak; -e alıcı gözüyle check with 1. (birine) danışmak. 2. (birinden) izin almak. checkbook i. çek defteri. checkered s. 1. kareli, ekose. 2. değişik olaylarla dolu. checkers i. dama oyunu. check-in i. check-in counter/desk hava terminalinde bilet ve bagajın kontrol edildiği tezgâh. checking account çek hesabı. checklist i. kontrol listesi. checkmate i. 1. satranç mat. 2. tam yenilgi. f. 1. satranç mat etmek. 2. check-out yenmek. i. check-out counter (süpermarketteki gibi) alınan malların hesabının yapılıp checkpoint ödendiği i. kontrol tezgâh, noktası.çıkış tezgâhı. checkroom i. vestiyer; emanet. checkup i. çekap, genel sağlık kontrolü. cheddar i. çedar (bir çeşit peynir). cheek i. 1. yanak, avurt. 2. İng., k. dili cüret, yüzsüzlük, arsızlık. cheek by jowl yan yana. cheek by jowl sıkı fıkı; yan yana. cheekbone i., anat. elmacıkkemiği. cheekily z., İng., k. dili yüzsüzce, küstahlıkla. cheekiness i., İng., k. dili yüzsüzlük, küstahlık. cheeky s., İng., k. dili yüzsüz, arsız, küstah. cheep f. cıvıldamak, cik cik ötmek. i. cıvıltı. cheer i. 1. (sözle yapılan) tezahürat. 2. neşe, keyif. f. 1. (sözle) cheer s.o. up tezahürat yapmak. 2. neşelendirmek. birini neşelendirmek. cheer s.o./an animal on birini/bir hayvanı (sözlü) tezahüratla teşvik etmek. cheer up neşelenmek. Cheer up! Keyfine bak!/Geçmiş olsun! cheerful s. şen, neşeli, keyifli. cheerfully z. neşeyle. cheerfulness i. neşelilik. cheerio ünlem, İng. Hoşça kal! cheerleader i. amigo. cheerless s. neşesiz, keyifsiz. Cheers! ünlem, İng. 1. Şerefe! 2. Hoşça kal! 3. (teşekkür olarak) Sağ ol! cheery s. şen, neşeli, keyifli. cheese i. peynir. cheeseburger i. çizburger, peynirli hamburger. cheesecake i. peynirli kek. cheesecloth i. tülbent. cheesy s. peynire benzeyen; peynir kıvamında. cheetah i., zool. çita, Acinonyx jubatus. chef i. şef, ahçıbaşı, ahçı. chem kıs. chemical, chemist, chemistry. chemical s. kimyasal, kimyevi. i. kimyasal madde. chemical compound kimyasal bileşim. chemical compound kimyasal bileşim. chemical engineer kimya mühendisi. chemical engineering kimya mühendisliği. chemical reaction kimyasal reaksiyon. chemical warfare kimyasal savaş. chemise i. kombinezon, kadın iç gömleği. chemist i. 1. kimyager. 2. İng. eczacı. chemistry i. kimya. chemistry major asıl branşı kimya olan öğrenci. chemotherapy i., tıb. kemoterapi. cheque i., İng. çek. chequered s., İng., bak. checkered. cherish f. 1. aziz tutmak. 2. üzerine titremek, bağrına basmak. 3. cherry beslemek, gütmek. i. kiraz; vişne. chess i. satranç. chessboard i. satranç tahtası. chessman çoğ. chess.men (çes´mîn) i. satranç taşı. chest i. 1. göğüs. 2. sandık. 3. kutu. chest of drawers şifoniyer. chestnut i. 1. kestane. 2. kestane rengi. s. kestane rengi, kestane. chew f. çiğnemek. chew s.o. out k. dili birini azarlamak. chew the cud 1. geviş getirmek. 2. k. dili derin derin düşünmek. chew the fat argo çene çalmak. chewing gum çiklet. chic s. şık, modaya uygun. i. şıklık. chicanery i. hile, şike. chick i. 1. civciv. 2. argo genç kız, piliç. chicken i. piliç, tavuk eti. f. out argo korkudan çekinmek. chicken feed argo bozuk para, az para. chicken pox suçiçeği. chicken-hearted s. korkak, ödlek. chickpea i. nohut. chicory i., bot. hindiba, güneğik. chide f. (chid/--d, chid.den/--d) azarlamak, kusur bulmak. chief i. şef, amir, reis, baş. s. 1. en yüksek rütbede olan, baş. 2. belli chief justice başlı, ana. huk. danıştay başkanı. chief rabbi hahambaşı. chiefly z. başlıca, en çok. chieftain i. 1. kabile reisi. 2. başkan, şef. chilblain i. (soğuktan dolayı) el/ayak parmağındaki şişkinlik. child çoğ. chil.dren (çîl´drın) i. 1. çocuk; bebek. 2. çocuksu kimse. 3. child´s play çocuk, kolay iş, evlat. çocuk oyuncağı. child´s play çocuk oyuncağı, çok kolay iş. childbirth i. doğum. childhood i. çocukluk dönemi, çocukluk. childish s. 1. çocuksu, çocuğumsu. 2. çocukça. childishly z. çocukça. childless s. çocuksuz, çocuğu olmayan. childlike s. çocuk gibi, çocuk ruhlu, çocuksu. childminder i., İng. çocuk bakıcısı. children i., çoğ., bak. child. Chile i. Şili. Chilean i. Şilili. s. 1. Şili, Şili´ye özgü. 2. Şilili. chili i. chili pepper kırmızıbiber. chill i. 1. soğuk. 2. titreme, üşüme, ürperme. s. 1. üşütücü. 2. soğuk. chilled to the marrow f.soğuk 1. üşümek, iliğine ürpermek; üşütmek. geçmiş, iliğine kadar 2. (yiyecek/içecek) soğutmak. üşümüş. chilli i., İng., bak. chili. chilliness i. 1. soğuk. 2. soğuk davranış. chilly s. serin, soğuk, üşütücü. z. soğuk bir şekilde. chime i. 1. madeni çubuklardan oluşan zil. 2. çan sesi; zil sesi. 3. chime in melodi. k. dili lafa4. karışmak. ahenk, uyum. f. (saat/zil/çan) ahenkli bir sesle çalmak. chimerical s. hayali, gerçek olmayan. chimney i. 1. baca. 2. lamba şişesi. 3. krater, yanardağ ağzı. chimney sweep baca temizleyicisi. chimpanzee i., zool. şempanze, Anthropopithecus troglodytes. chin i., anat. çene. China i. Çin. china i. porselen, seramik, çini. china closet tabak dolabı. Chinese i. 1. (çoğ. Chi.nese) Çinli. 2. Çince. s. 1. Çin, Çin´e özgü. 2. chink Çince. 3. Çinli. i. ufak açıklık/yarık, çatlak. chip i. 1. yonga, çentik. 2. çoğ., İng. kızarmış patates, patates chip in kızartması, 1. para vermek, cips. bağışta 3. bilg. çip, yonga. 2. bulunmak. f. (--ped, --ping) İng. lafa 1. yontmak, karışmak. çentmek, budamak, şekil vermek. 2. kenarını/bir yerini kırmak; chipmunk i., zool. amerikasincabı, Tamias. kenarından/bir yerinden parça koparmak. chirp f. 1. cıvıldamak. 2. cırıldamak, cırlamak. i. 1. cıvıltı. 2. cırıltı. chisel i. keski, kalem. f. kalemle oymak. chitchat i., k. dili (sohbette geçen) sözler; yarenlik, muhabbet, çene chivalric çalma: s., bak. Enough of this chitchat; we´d better get to work. Bu chivalrous. kadar muhabbet yeter. Artık çalışsak iyi olur. f. (--ted, --ting) chivalrous s. 1. şövalye gibi. 2. yürekli, cesur; cömert. 3. centilmen, nazik. yarenlik etmek, muhabbet etmek, çene çalmak. chivalry i. 1. şövalyelik. 2. yüreklilik, cesaret; cömertlik. 3. centilmenlik, chive nezaket. i. frenksoğanı. chlorinate f. klorlamak. chlorine i., kim. klor. chloroform i., kim. kloroform. f. kloroformla uyutmak. chock i. takoz. chock full ağzına kadar dolu. chockablock s., İng. dopdolu. chockfull s. dopdolu. chocolate i. çikolata: a piece of chocolate candy bir çikolata. s. çikolatalı. chocolate cake çikolatalı kek. choice i. 1. seçme, seçiş. 2. seçilen kimse/şey: He was our choice. choir Bizim i. kiliseseçtiğimiz oydu. 3. seçenek, şık, alternatif; çare: You´ve korosu, koro. no other choice. Başka çaren yok. Won´t you give me another choke f. boğmak, nefesini kesmek; tıkamak, boğulmak; tıkanmak. i. 1. choice? Bana başka bir alternatif tanımaz mısınız? s. 1. çok choke back one´s tears boğulma; gözyaşlarını tıkanma. tutmak.2. oto. jikle. kaliteli, ekstra, lüks (sebze, meyve, et v.b.). 2. iyi seçilmiş. 3. choke down one´s rage iğneli, öfkesini kırıcı (söz). bastırmak. choke up 1. tıkanmak. 2. heyecandan konuşamamak, nutku tutulmak. cholera i. kolera. cholesterol i. kolesterol. chomp f., bak. champ. choose f. (chose, cho.sen) 1. seçmek. 2. tercih etmek. 3. istemek. choosey s., k. dili, bak. choosy. choosy s., k. dili titiz, zor beğenen, müşkülpesent. chop f. (--ped, --ping) 1. (balta ile) kırmak. 2. (up) ince ince chop down kıymak/doğramak. (ağacı) kesmek. i. pirzola: lamb chop kuzu pirzolası. chopper i. 1. kısa saplı balta, satır. 2. argo helikopter. choppy s. 1. değişken, yön değiştiren (rüzgâr). 2. çırpıntılı (deniz/göl). chopstick i. (Uzakdoğuda kullanılan) yemek çubuğu. choral s. 1. koro ile ilgili. 2. koro tarafından söylenen. 3. koro için chorale yazılmış. i., müz. koral. chord i. 1. çalgı teli, kiriş. 2. müz. akort. chore i. 1. küçük bir iş. 2. çoğ. bir evin/çiftliğin günlük işleri. 3. güç ve choreographer tatsız iş. i. koreograf, koregraf. choreography i. koreografi, koregrafi. chorus i. 1. koro, koro topluluğu. 2. (müzik eseri) koro. 3. koro, şarkının chose koro bölümü. f., bak. choose. chosen f., bak. choose. s. seçilmiş. chow i., k. dili yemek. Christ i. Mesih, İsa. christen f. vaftiz etmek. Christendom i. Hristiyanlık, Hristiyan âlemi. christening i. vaftiz etme; vaftiz töreni. Christian s., i. Hristiyan. Christian name İng. ilk ad. Christian name ad, isim: Her Christian name is Fanny, and her family name is Christianity Burney. Adı Fanny, soyadı Burney. i. Hristiyanlık. Christmas i. Noel. Christmas Day Noel günü. Christmas Eve Noel arifesi. Christmas tree Noel ağacı. chromatic s. 1. renklerle ilgili, kromatik. 2. müz. kromatik. chrome i. krom. chromium i., kim. krom. chromosome i. kromozom. chronic s. kronik, müzmin, süreğen. chronicle i. kronik, tarih. chronological s. kronolojik. chronologically z. tarih sırasına göre. chronology i. kronoloji. chronometer i. kronometre, süreölçer. chrysanthemum i., bot. kasımpatı, krizantem. chubby s. tombul. chuck f., k. dili 1. atmak, fırlatmak. 2. (out) çöpe atmak. chuck it up k. dili bir işi bırakmak, bir işten ayrılmak/vazgeçmek. Chuck it! k. dili 1. Onu çöpe at!/At onu!/At gitsin! 2. Onu bırak!/Ondan chuck s.o. out vazgeç! k. dili 1. birini dışarı atmak/kapı dışarı etmek/sepetlemek. 2. chuckhole birini işten i. (yolda atmak. oluşan) çukur. chuckle f. kıkır kıkır gülmek, kıkırdamak. i. kıkır kıkır gülme, kıkırdama. chuffed s., İng., k. dili mutlu; çok memnun. chum i. yakın arkadaş, ahbap, dost. f. (--med, --ming) 1. dost olmak. 2. chummy aynı s. odayı paylaşmak. chump i. 1. kütük. 2. k. dili aptal, budala. chump f. çiğnemek. chunk i. 1. kalın bir parça. 2. külçe, yığın, topak. 3. k. dili büyük bir church miktar. 4. k. i. 1. kilise. 2.dili tıknaz kilise adam. ayini. 3. Hrist. mezhep. 4. cemaat. church service ayin; ibadet. churchwarden i. kilise idame amiri. churchyard i. kilise avlusu/bahçesi. churl i. 1. kaba adam. 2. köylü. churlish s. kaba, terbiyesiz. churn i. 1. yayık. 2. süt kabı. f. (sütü) yayıkta çalkalamak. chute i. (üst kattan alt kata inen, çamaşır/çöp atılan) baca. CIA kıs. Central Intelligence Agency. CIF kıs. cost, insurance, and freight sif. cicada i., zool. ağustosböceği. cider i. elma suyu; elma şarabı. cigar i. puro. cigarette i. sigara. cigarette lighter çakmak. cinch i. 1. at kolanı. 2. k. dili sıkıca tutma, kavrama. 3. k. dili elde bir; cinder çantada i. 1. cüruf,keklik. yanmış kömür artığı. 2. çoğ. kül. cinder block cüruf briketi. Cinderella i. 1. Külkedisi. 2. güzelliği ve değeri anlaşılmamış kız. cinecamera i., İng. kamera. cinema i., İng. sinema, sinema salonu. cinnamon i. tarçın. cipher i. 1. sıfır. 2. solda sıfır, hiç. 3. (nüfuz açısından) önemsiz biri. 4. circa şifre. edat dolaylarında, takriben, aşağı yukarı: It was built circa 1650. Circassian 1650 i., s. 1.dolaylarında yapılmış. Çerkez. 2. Çerkezce. circle i. 1. daire, çember, halka. 2. çevre, muhit, grup. f. 1. -in etrafına circuit daire çizmek, i. 1. daire. -in etrafını 2. tur; çizmek. ring seferi; 2. 3. devir. -inelek. etrafını dönmek. 3. (bir devre. yerin üstünde daire/daireler çizerek) dönmek/dönüp durmak. 4. circuit breaker devre kesici anahtar. etrafını çevirmek, kuşatmak. 5. halka olmak. 6. devretmek, circuitous s. dolaylı, dolambaçlı. dönmek. circuitously z. dolaylı olarak. circuitousness i. dolaylılık. circular s. 1. dairesel, yuvarlak. 2. dolaylı, dolambaçlı. i. genelge, circular note tamim; sirküler. 1. genelge, sirküler. 2. bir tür kredi mektubu. circular saw yuvarlak testere. circulate f. 1. (havanın/sıvının) akımı/dolaşımı olmak; (kan/hava) circulation dolaşmak; (motordaki i. 1. (hava/sıvı sıvı)(kan/hava için) akım; devridaimiçin) yapmak; (havanın/sıvının) dolaşım; (motordaki akımını/dolaşımını sıvı için) devridaim. sağlamak; 2. (para (kanı/havayı) için) tedavül, dolaştırmak: sürüm. 3. tiraj.The air circumcise f. sünnet etmek. in this room doesn´t circulate very well. Bu odadaki hava akımı circumcision i. sünnet. pek iyi değil. 2. (haber) yayılmak; (haberi) yaymak. 3. (para) circumference tedavülde/sürümde i. daire çevresi; çember. olmak; (parayı) tedavüle çıkarmak. circumflex circulating i. inceltme işareti; uzatma ödünç library dışarıya işareti.kitap veren kütüphane. circumnavigate f. denizden etrafını dolaşmak. circumscribe f. 1. kısıtlamak. 2. -in etrafına daire çizmek. circumspect s. dikkatli, sakıngan, ihtiyatlı, tedbirli. circumspection i. dikkat, ihtiyat. circumstance i. 1. durum, hal, keyfiyet, koşul, şart, vaziyet. 2. olay, vaka. 3. circumstantial kader. s. 1. durumla ilgili. 2. ikinci derecede önemi olan. 3. ayrıntılı. circumstantial evidence huk. ikinci derecede kanıt. circumvent f. 1. atlatmak, kaçınmak. 2. tekerine çomak sokmak, circus kösteklemek. i. 1. sirk. 2. İng. daire çizen yol; meydan. 3. gösteri, numara. cistern i. sarnıç, mahzen, su deposu. cit kıs. citation, cited, citizen. citadel i. hisar, kale. citation i. 1. huk. celp, çağrı. 2. huk. celp kâğıdı. 3. takdirname. 4. -i citizen kaynak/örnek i. 1. vatandaş,olarak gösterme. yurttaş. 2. uyruk, tebaa. 3. hemşeri. citizenship i. 1. vatandaşlık, yurttaşlık. 2. uyrukluk, tabiiyet. citric acid sitrik asit. citron i. ağaçkavunu. citrus s. turunçgillere ait. i. (çoğ. cit.rus) turunçgillere ait ağaç/meyve. citrus fruit turunçgillerden bir meyve. city i. şehir, kent. city block kesişen sokaklarla ayrılan blok. city centre İng. kent merkezi. city council belediye meclisi. city councilor/father belediye meclisi üyesi. city hall 1. belediye. 2. belediye binası/konağı. city manager belediye başkanı. city planner şehir mimarı. city-state i. şehir devleti, site. civic s. 1. şehre ait, belediye ile ilgili. 2. yurttaşlık ile ilgili. civic center hükümet binaları, mahkeme, kütüphane v.b.´nin bulunduğu civics şehir merkezi. i. yurttaşlık bilgisi, yurt bilgisi. civil s. 1. vatandaşlarla ilgili. 2. hükümete ait, milli. 3. sivil. 4. civil defense bireysel, ferdi. 5. uygar, medeni. 6. terbiyeli, edepli, nazik, sivil savunma. kibar. civil engineer inşaat mühendisi. civil engineering inşaat mühendisliği. civil law 1. medeni hukuk. 2. Roma hukuku. civil law medeni hukuk. civil liberty insan hakları. civil marriage medeni nikâh. civil marriage medeni nikâh. civil rights vatandaşlık hakları. civil servant İng. devlet memuru. civil service sivil devlet memurları. civil service devlet memurluğu. civil war iç savaş. civilian i. sivil. civilisation i., İng., bak. civilization. civilise f., İng., bak. civilize. civilised s., İng., bak. civilized. civility i. terbiye, edep; nezaket, kibarlık. civilization i. uygarlık, medeniyet. civilize f. 1. uygarlaştırmak, medenileştirmek. 2. aydınlatmak. civilized s. 1. uygar, medeni. 2. terbiyeli; nazik, kibar; hoş. clad f., bak. clothe. claim i. 1. talep, iddia. 2. hak. 3. sigorta poliçesi üstünden ödenecek claim for damages para. f. 1. hak 1. tazminat talep etmek, davası. istemek. 2. tazminat 2. iddia etmek. 3. sahip talebi. çıkmak. claimant i. davacı; hak iddia eden; talep sahibi. clairvoyance i. 1. kehanet. 2. gaipten haber verme. clairvoyant i. kâhin. clam i., zool. tarak, deniz tarağı. clamber f. tırmanmak, güçlükle tırmanmak. clammy s. 1. yapış yapış. 2. soğuk ve nemli. clamor i. 1. haykırma, feryat, yaygara. 2. gürültü. f. haykırmak, feryat clamorous etmek, yaygara koparmak. s. gürültülü. clamour i., f., İng., bak. clamor. clamp i. mengene, kenet, sıkıştırıcı, kıskaç. f. mengene ile sıkıştırmak. clan i. klan, boy, kabile. clandestine s. gizli, el altından yapılan. clandestinely z. gizlice, el altından. clang i. madeni ses; çınlama. f. 1. madeni ses çıkarmak; çınlamak. 2. clank çınlatmak. i. şıngırtı; tangırtı. f. şıngırdamak; tangırdamak. clap i. 1. el çırpma. 2. elle vuruş, şaplak. f. (--ped, --ping) 1. el clap çırpmak, i. alkışlamak. 2. elle vurmak, şaplak indirmek. clap eyes on İng., k. dili -i görmek. clap of thunder gök gürlemesi/gürültüsü. clapped-out s., İng., k. dili 1. çok yorgun, bitkin, pestili çıkmış. 2. külüstür, claret hurdası i. kırmızıçıkmış. Bordo şarabı. clarification i. 1. açıklama; açıklık getirme, açıklığa kavuşturma, aydınlatma. clarify 2. açıklanma; f. 1. açıklıkanlatmak, açık bir şekilde kazanma, açıklamak; açıklığa kavuşma, aydınlanma. açıklık getirmek, clarinet açıklığa kavuşturmak, aydınlatmak. 2. açıklanmak; açıklık i., müz. klarnet. kazanmak, açıklığa kavuşmak, aydınlanmak. clarinetist i. klarnetçi. clarity i. açıklık, berraklık, vuzuh. clash f. 1. (madeni şeyler) birbirine çarpmak; (madeni şeyleri) clasp birbirine i. 1. toka,çarpmak. kopça. 2.2. çarpışmak,sarılma. kucaklama, çatışmak, çarpışıp f. 1. toka ilesavaşmak; tutturmak, dövüşmek. 3.2. kopçalamak. mücadeleye kucaklamak, girişmek; sarılmak. birbiriyle mücadele etmek. clasp knife büyük çakı, sustalı bıçak. 4. birbiriyle iyi gitmemek, yakışmamak; with ile iyi gitmemek, -e class i. 1. sınıf, tabaka, yakışmamak. zümre. 5. aynı zamana2. kast. 3. çeşit,çatışmak; rastlamak; tür. 4. takım, withgrup. ile 5. class sınıf; ders. çatışmak. f. i. 1. 1. -i (belirli çarpışma, bir grubun çatışma. kıs. classic, classification, classify. içinde) 2. saymak. birbirine çarpan 2. -i madeni sınıflamak, şeylerin -i (kategorilere) ayırmak. classic s. klasik.çıkardığı ses. klasik. i. klasik eser, classical s. klasik. classification i. 1. sınıflama, sınıflandırma, tasnif, bölümleme. 2. kategori, classified sınıf. s. 1. kategorilere ayrılmış, sınıflanmış, sınıflandırılmış, tasnif classified ads edilmiş, bölümlenmiş. k. dili, bak. 2. gizli (bilgi). classified advertisements. classified advertisements (gazetede) küçük ilanlar. classifieds i., k. dili (gazetede) küçük ilanlar. classify f. -i (kategorilere) ayırmak, -i sınıflamak, -i sınıflandırmak, -i classmate tasnif i. sınıf etmek, -i bölümlemek. arkadaşı. classroom i. sınıf, dershane, derslik. clatter f. takırdatmak, çatırdatmak; takırdamak. i. patırtı, takırtı, clause gürültü. i. 1. madde, bent, hüküm, fıkra, şart. 2. dilb. cümle veya clavicle yancümle ya da bazı geçmiş i., anat. köprücükkemiği, zaman sıfat-fiilleri gibi bir özne ve köprücük. ona ait bir fiilden oluşan kelime grubu. claw i. pençe, tırnak. f. yırtmak, tırmalamak, pençe atmak. claw hammer domuz tırnağı çekiç. clay i. kil, balçık. clean s. 1. temiz, pak. 2. halis, saf, arı. 3. kusursuz. 4. engelsiz, açık. clean out 5. masum, temiz ahlaklı. 6. yenebilir (av eti v.b.). 7. düzgün, temizlemek. biçimli. f. temizlemek, paklamak, arıtmak; temizlenmek, clean up temizlemek. paklanmak, arınmak. z. tamamen, bütünüyle. cleaner i. 1. temizlikçi. 2. temizleyici madde. 3. kuru temizleyici. cleaning i. 1. temizleme, temizlik. 2. kuru temizleyiciye gönderilen giysi cleaning fluid v.b. leke giderici (sıvı) ilaç. cleaning woman temizlikçi kadın. cleanliness i. temizlik. cleanly z. temiz bir şekilde, temizce. cleanse f. temizlemek. cleanser i. 1. temizleyici madde. 2. sabun. clear s. 1. şeffaf, saydam; duru. 2. bulutsuz, açık (gök). 3. pürüzsüz clear conscience (cilt). vicdan 4. rahatlığı. kolaylıkla anlaşılan/duyulan, net, açık: His instructions were quite clear. Verdiği talimat çok açıktı. She´s got a clear clear off k. dili sıvışmak, tüymek. voice. Net bir sesi var. 5. belli, aşikâr, açık, belirgin, bariz: That clear out 1. ak.clear ´s dili sıvışmak, instance tüymek. of what I 2.wastoplayıp talkingatmak. about. Bahsettiğim clear the air konunun şüpheleriaçık bir örneğidir o. It´s clear you´ve made a mistake. gidermek. clear the table Hata sofrayıyaptığın kaldırmak.belli. 6. açık, boş: The top of his desk is never clear. Yazı masasının üstü hiç boş kalmıyor. 7. açık, engelsiz: clear thinker mantıklı With düşünen all this snow thekimse. roads won´t be clear for days. Kar bu clear up 1. çözmek, kadar çok olduğuhalletmek, açıklığa için yollar kavuşturmak; günlerce açılmaz. çözülmek. 8. (zaman 2. clearance temizlemek. açısından) i. 1. temizleme. 3. (hastalığı) boş, dolu 2. açıklık gidermek; olmayan: yer. This 3. (hastalık) Tuesday´s gümrük ageçmek. muayene clear day for belgesi. 4. me. Bu salı geminin limanıbenim için boş. terketme z. to ta -e kadar: He could see clear izni. clear-cut s. 1. açık, net. 2. kesin. f. (ağaçlık bir alandaki) tüm ağaç ve to Vaniköy. Ta Vaniköy´e kadar görebiliyordu. i. clearing çalıları kesmek,işi. i. 1. temizleme (ağaçlık bir çıkarma. 2. açığa alanı) tıraşlama kesmek.4. açıklık, 3. aydınlatma. cleat meydan. i. 1. den. 5. takas, kliring. koçboynuzu. 2. kıskı, kama, takoz. cleavage i. 1. yarık. 2. yarılma, çatlama. 3. (kadının) göğüs arası. cleave f. (--d/clove/cleft, --d/clo.ven/cleft) yarmak, bölmek; yarılmak, cleave bölünmek. f. (--d/clove/clave) to 1. -e yapışmak. 2. -e sadık kalmak; -den cleaver ayrılmamak/çıkmamak. i. satır, balta. clef i., müz. anahtar. cleft f., bak. cleave. i., s. çatlak, yarık, ayrık. clemency i. 1. merhamet, şefkat. 2. havanın güneşli ve ılık olması. clement s. 1. merhametli, şefkatli. 2. güneşli ve ılık (hava). clench f. 1. (yumruğunu/dişlerini) sıkmak. 2. sıkıca yakalamak, clergy kavramak. i. papazlar. clergyman çoğ. cler.gy.men (klır´cimîn) i. papaz. cleric i. papaz. clerical s. 1. sekretere ait, sekreterlik. 2. papaza ait. clerk i. 1. tezgâhtar. 2. sekreter. clever s. 1. akıllı. 2. zeki. 3. becerikli. cleverly z. akıllıca, zekice. cleverness i. 1. akıllılık. 2. beceriklilik. clew i., bak. clue. cliché i. 1. klişe, basmakalıp söz. 2. matb. klişe. click i. 1. tık sesi, tık; tıkırtı. 2. çıt sesi, çıt; çıtırtı. f. 1. tık sesi client çıkarmak; i. 1. müvekkil. tıklatmak; tıkırdatmak; tıklamak; tıkırdamak. 2. çıt 2. müşteri. sesi çıkarmak; çıtlatmak; çıtırdatmak; çıtlamak; çıtırdamak. clientele i. 1. müvekkiller. 2. müşteriler. cliff i. uçurum, sarp kayalık. climate i. iklim, hava. climax i. 1. doruk, zirve. 2. doruk noktası. 3. orgazm. f. doruğa climb ulaşmak; doruğa2. f. 1. tırmanmak. ulaştırmak. çıkmak. i. 1. tırmanacak yer. 2. tırmanış, climb down tırmanma. inmek. climber i. 1. bot. tırmanıcı sarmaşık. 2. k. dili toplumda yükselmek clinch isteyen kimse. f. 1. perçinlemek. 2. sağlama bağlamak. 3. güreş, boks birbirine cling sarılmak. i. 1. perçinleme. f. (clung) 1. yapışmak, sıkıca 2. güreş, boks sarılmak, birbirine 2. tutunmak. sarılma. 3. yakınında perçinlenmiş olmak. 3. (hatıraçivi. cling film İng. streç film. v.b.´ne) bağlı olmak. clinic i. klinik. clinical s. klinikle ilgili, klinik. clink f. 1. şıngırdamak; şıngırdatmak. 2. (bardak/kadeh) tokuşturmak. clink i. i. 1. şıngırtı. 2. tokuşturma. clinker i. cüruf parçası. clip f. (--ped, --ping) 1. kırkmak. 2. kırpmak. 3. uçlarını kesmek. 4. k. clip dili i. 1.hızla ataş;gitmek. 5. (gazete, klips; mandal, maşa.dergi v.b.´nden) 2. (tüfekte) kupürf. kesmek. 6. şarjör. vurmak; çarpmak. i. 1. kırkma. 2. kırpma. 3. kesme. 4. k. dili clip s.o.´s wings (ceza olarak) birinin hareket alanını sınırlamak. hız, sürat. 5. sin., TV klip. 6. vuruş; çarpma. 7. defa, kere. clip s.t. onto bir şeyi -e ataşla/klipsle tutturmak. clipboard i. klipsli kâğıt altlığı. clipper i. 1. çoğ. (saç/tırnak/çim kesmek için) makas. 2. tek. hızlı bir clipping yelkenli gemi. i. 1. kırkma. 2. kırpma. 3. kesme. 4. kupür, kesik. clique i. klik, hizip. clitoris i., anat. klitoris, bızır. cloak i. pelerin. f. cloak s.t. in a guise of bir şeyi (başka bir şeyin) kisvesine büründürmek. cloakroom i. 1. vestiyer. 2. İng. tuvalet, lavabo. clock i. saat. f. saat tutmak. clock in puantöre kaydettirerek işbaşı yapmak. clock out puantöre kaydettirerek paydos etmek. clockmaker i. saatçi. clockwise s., z. saat yelkovanı yönünde. clockwork i. saatin makinesi. clod i. 1. toprak/çamur parçası, kesek. 2. k. dili budala, sersem. clog i. 1. takunya, nalın; tahta ayakkabı; sabo. 2. engel, köstek. clog f. (--ged, --ging) 1. tıkamak; tıkanmak. 2. engel olmak, köstek cloister vurmak; i. engellemek. 1. revaklı avlu. 2. revak, kemeraltı. 3. manastır. f. 1. close manastıra kapatmak. 2. tecrit s. 1. yakın, birbirine yakın. etmek, ayırmak. 2. samimi, yakın (arkadaş). 3. sıkı. 4. close kapalı, i. kapatılmış. 5. dar. 6. havasız. 7. sıkı ağızlı. close by yakında. close call dar kurtulma. close call k. dili paçayı zor kurtarma. close combat göğüs göğüse çarpışma. close contest/game beraberliğe yakın oyun/yarış. close down 1. kapamak, kapatmak; kapanmak. 2. (işyerini) close haircut kapamak/kapatmak; kısa saç tıraşı. (işyeri) kapanmak. close in on -in etrafını çevirmek. close on hemen hemen. close out hepsini satmak, indirimli satmak. close resemblance yakın benzerlik. close shave 1. sinekkaydı tıraş. 2. k. dili paçayı zor kurtarma. close shave sinekkaydı tıraş. close the deal anlaşmaya varmak. close to 1. hemen hemen. 2. yakından. close up 1. kapamak, kapatmak; kapanmak. 2. (işyerini) close up shop kapamak/kapatmak; 1. (iş gününün bitiminde) (işyeri) kapanmak. işyerini 3. birbirine kapatmak. yaklaşmak. 2. k. dili paydos closed etmek. s. kapalı. closed circuit kapalı devre. closed circuit kapalı devre. closed season avlanmanın yasak olduğu mevsim. closed shop yalnız sendika üyelerini çalıştıran fabrika. close-fisted s. cimri, eli sıkı. close-fitting s. dar, üste oturan (giysi). close-mouthed s. sıkı ağızlı, ağzı sıkı. closet i. 1. (gardırop işlevi gören sandık odası gibi) gömme dolap, closet communist yüklük. 2. İng. klozet, helataşı. s., k. dili gizli, gizli tutulan; aleni gizli komünist. olmayan. f. closet homosexual gizli homoseksüel. close-up i. yakından çekilen fotoğraf. clot i. pıhtı. f. (--ted, --ting) 1. pıhtılaşmak; top top olmak; (süt) cloth kesilmek. i. kumaş, bez, 2. pıhtılaştırmak. örtü. clothbound s. bez ciltli. clothe f. (--d/clad) 1. giydirmek. 2. üstünü örtmek, kaplamak. clothes i., çoğ. giysiler, elbiseler. clothes basket çamaşır sepeti. clothes moth güve. clothes moth güve. clotheshorse i. çamaşır askısı. clothesline i. çamaşır ipi. clothes-peg i., İng. mandal. clothespin i. mandal. clothing i. giyim eşyası, giysiler, elbiseler. cloud i. 1. bulut. 2. duman veya toz bulutu. 3. leke. f. 1. bulutlanmak, cloudburst kararmak; i. sağanak.bulutla kaplamak, karartmak, örtmek. 2. bulandırmak; bulanmak. 3. gölge düşürmek, bozmak. 4. cloud-capped s. bulutlu, bulutlarla kaplı (dağ tepesi). lekelemek. 5. şüphe altında bırakmak. cloudless s. bulutsuz. cloudy s. 1. bulutlu. 2. dalgalı (mermer). 3. dumanlı. 4. bulanık. 5. clout karanlık, i., açık k. dili 1. olmayan. yumruk, 6. şüphe tokat. altında; 2. nüfuz. f. 1. k.töhmet altında. dili yumruk indirmek, clove tokat atmak. 2. i. (sarımsakta) diş. beysbol (topa) hızla vurmak. clove i. karanfil (baharat). clove f., bak. cleave. clover i. yonca. clown i. palyaço, soytarı. f. soytarılık etmek. clownish s. soytarı gibi. clownishness i. soytarılık. club i. 1. sopa, çomak; cop. 2. kulüp, dernek. 3. isk. sinek, ispati. f. clubfoot (--bed, i. yumru --bing) ayak. coplamak; sopalamak. clubfooted s. yumru ayaklı. cluck f. gıdaklamak. i. gıdaklama. clue i. ipucu, iz, anahtar. clump i. 1. yığın, küme. 2. ağır ağır atılan adımların sesi. f. 1. yığmak, clumsily kümelemek. 2. ağır adımlarla z. hantalca, beceriksizce, yürümek. sakarca. clumsiness i. hantallık, beceriksizlik, sakarlık. clumsy s. hantal, beceriksiz, sakar. clung f., bak. cling. cluster i. 1. salkım; hevenk. 2. tutam, demet. 3. küme, grup. f. 1. salkım clutch haline i. getirmek. 1. sıkıca tutma,2.kavrama. demet yapmak. 2. mak. 3. kümelenmek, kenet, ambreyaj.bir 3. araya oto. toplanmak. debriyaj, kavrama; debriyaj pedalı. f. 1. sıkıca tutmak, clutch at straws k. dili olmayacak duaya âmin demek. kavramak. 2. at -i yakalamaya çalışmak. clutch at straws k. dili ümitsizlik içinde her çareye başvurmak. clutch pedal oto. debriyaj pedalı. clutter i. 1. düzensizce yayılmış eşya. 2. dağınıklık, karışıklık. f. 1. cm düzensiz bir şekilde doldurmak; yığmak, düzensizce atmak. 2. kıs. centimeter(s). darmadağınık etmek. CO kıs. Commanding Officer. Co kıs. company, county. co, c/o kıs. 1. care of eliyle, vasıtasıyla. 2. carried over muh. sonraki coach sayfaya/sütuna i. 1. spor antrenör,nakledilen (toplam). çalıştırıcı. 2. özel öğretmen. 3. İng. otobüs, coagulate yolcu otobüsü. 4. İng., d.y. f. pıhtılaşmak; pıhtılaştırmak. yolcu vagonu. f. 1. -i yetiştirmek; -i çalıştırmak. 2. antrenörlük yapmak. 3. -e özel ders vermek. coal i. 1. kömür. 2. kor. coal mine kömür ocağı. coalesce f. birleşmek, bir olmak, yekvücut olmak. coalescence i. birleşme, birleşim. coalescent s. birleşmek üzere olan. coalition i. koalisyon, birleşme. coarse s. 1. kaba, iri taneli. 2. kaba (dokunmuş kumaş). 3. kaba saba, coarsely görgüsüz. z. kabaca. 4. kaba, ince olmayan; adi, bayağı. coarsen f. kabalaşmak; kabalaştırmak. coarseness i. 1. kabalık. 2. terbiyesizlik. coast i. sahil, deniz kıyısı. f. 1. (kayakla/bisikletle) yokuş aşağı coast guard kaymak/inmek. sahil koruma. 2. pedal çevirmeden bisiklet sürmek. 3. den. kıyı boyunca gitmek. coastal s. kıyı, sahil, kıyısal. coaster i. 1. den. koster. 2. bardak altlığı, altlık. coastline i. kıyı boyu. coat i. 1. palto, ceket. 2. kat, tabaka. 3. (hayvanın derisindeki) tüyler. coat hanger f.elbise kaplamak; askısı,bir tabaka (boya v.b.) sürmek. askı. coat of paint bir kat boya. coat rack portmanto, askılık. coating i. 1. tabaka, kat. 2. paltoluk kumaş. coax f. 1. tatlı sözlerle kandırmak, gönlünü yapmak. 2. dil dökmek. coax s.t. out of s.o. birini tatlı sözlerle kandırarak bir şey elde etmek. cob i. mısır koçanı. cobalt i. kobalt. cobble i. kaldırım taşı. f. 1. kaldırım taşı döşemek. 2. ayakkabı tamir cobbler etmek. i. ayakkabı tamircisi. cobblestone i. parke taşı, kaldırım taşı. cobra i., zool. kobra yılanı. cobweb i. örümcek ağı. cocaine i. kokain. cock i. 1. horoz. 2. erkek kuş. 3. vana; valf; musluk. 4. tüfek horozu, cock one´s hat tabanca şapkayı horozu. 5. argo penis, kamış. f. tüfek horozunu çekmek. yana yatırmak. s. erkek (kuş). cock-and-bull story palavra, martaval. cock-a-doodle-doo i. horoz ötüşü, kukuriku. cockchafer i. mayısböceği. cockerel i. yavru horoz. cockeyed i. 1. şaşı gözlü. 2. çarpık, eğri. 3. argo saçma. 4. argo küfelik. cockfight i. horoz dövüşü. cockpit i. 1. pilot kabini, kokpit. 2. den. alçak güverte, kokpit. 3. horoz cockroach dövüşlerinin i. hamamböceği. yapıldığı yer. cockscomb i. 1. horoz ibiği. 2. bot. horozibiği. 3. züppe. cocksure s. kendinden fazla emin, kendine fazla güvenen. cocktail i. kokteyl. cocky s., k. dili kendini beğenmiş. coco i. hindistancevizi. cocoa i. 1. kakao. 2. kakao rengi. 3. sütlü kakao. cocoa bean kakao tohumu. cocoa butter kakao yağı. coconut i. büyük hindistancevizi, hindistancevizi. coconut palm hindistancevizi ağacı. cocoon i. koza. cod i. morina. cod-liver oil balıkyağı. COD, cod kıs. cash on delivery; collect on delivery. coddle f. 1. üstüne titremek, ihtimam göstermek. 2. hafif ateşte code kaynatmak. i. 1. kanun, kanunname. 2. şifre; kod. f. 1. kanun haline code of honor getirmek. 2. şifre ile yazmak; kodlamak. ahlak kuralları. codeine i. kodein. codger i., k. dili moruk, pinpon adam. codification i. kanun halinde toplama. codify f. 1. kanun halinde toplamak. 2. bir sisteme bağlamak. coed i., k. dili karma bir üniversitede okuyan kız öğrenci. s., k. dili, coeducation bak. coeducational. i. karma eğitim. coeducational s. karma eğitime ait; karma eğitimin uygulandığı bir okulda coefficient okuyan; i. katsayı. karma eğitim uygulayan. coequal i. eş. s. 1. eşit, müsavi. 2. akran, denk. coerce f. zorlamak, mecbur etmek. coercion i. zorlama, baskı. coercive s. zorlayıcı. coexist f. bir arada var olmak. coexistence i. bir arada var oluş. coffee i. kahve. coffee bean kahve çekirdeği. coffee cup (alafranga) kahve fincanı. coffee grounds kahve telvesi. coffee mill kahve değirmeni. coffee of a kind kahveye benzer bir şey. coffee shop kahve, çay, tatlı, sandviç ve hafif yemekler sunan lokanta. coffee spoon tatlı kaşığı. coffee store kurukahveci dükkânı, kurukahveci. coffee table sehpa. coffeepot i. kahve demliği. coffer i. sandık, kasa, kutu. coffin i. tabut. cog i. çark dişi, diş. cogency i. inandırıcılık, ikna kuvveti. cogent s. inandırıcı, ikna edici. cogitate f. düşünmek, düşünüp taşınmak, tasarlamak. cognac i. kanyak, konyak. cognisance i., İng., bak. cognizance. cognisant s., İng., bak. cognizant. cognition i., ruhb. biliş. cognizance i. 1. farkına varma. 2. kavrama. cognizant s. cogwheel i. dişli çark. cohere f. 1. yapışmak, kaynaşmak. 2. uyum içinde olmak, uyuşmak. 3. coherence birbirini tutmak, i. tutarlılık, tutarlı tutarlık, olmak. mantıklılık. coherent s. 1. yapışkan. 2. tutarlı, mantıklı. 3. kolay anlaşılır. 4. fiz. koherent, eşevreli. coherently z. tutarlı olarak. cohesion i. 1. yapışıklık, yapışma. 2. uyum içinde olma, uyuşma. 3. fiz. cohesive kohezyon. s. 1. yapışmış; birleşmiş. 2. uyum sağlayan. 3. fiz. kohezif. cohort i. 1. hempa, suç ortağı. 2. yandaş, taraftar, destekçi. 3. coiffeur (insanlardan i. kuaför, kadınoluşan) grup. berberi olan erkek. coiffure i. saç biçimi, saç tuvaleti. coil i. 1. kangal. 2. den. roda. 3. halka, kangal şeklinde boru. 4. coin halka şeklinde i. madeni para.kıvrılmış saç. para f. 1. madeni 5. elek. bobin.2. basmak. f. (sözcük/söz) 1. sarmak, kangallamak; türetmek. sarılmak, kangallanmak. 2. den. roda etmek. coincide f. 1. with ile rastlaşmak, aynı zamana rastlamak, çatışmak. 2. coincidence uymak, bir olmak. i. rastlantı, tesadüf.3. mat. çakışmak. coincidental s. rastlantı eseri olan, tesadüfi. coincidentally z. tesadüfen, şans eseri. coition i., bak. coitus. coitus i. cinsel ilişki. coke i. kok kömürü, kok. coke i. 1. k. dili kolalı içecek. 2. argo kokain. colander i. kevgir, süzgeç. cold s. soğuk. i. 1. soğuk, soğukluk. 2. nezle. cold cream yüz kremi, cilt kremi. cold cream yağlı krem. cold cuts söğüş et. cold fish soğuk kimse, frigo. cold snap havanın aniden soğuması, ani soğuk. cold snap aniden gelen soğuk hava. cold sore uçuk. cold war soğuk savaş. cold wave soğuk dalgası. cold-blooded s. 1. duygusuz, acımasız, merhametsiz. 2. biyol. soğukkanlı. coldhearted s. katı yürekli, merhametsiz. coleslaw i. lahana salatası. colic i., tıb. kolik, kalınbağırsakta ve karın boşluğunda duyulan sancı. colitis i., tıb. kolit, kalınbağırsak iltihabı. collaborate f. birlikte çalışmak, işbirliği yapmak. collaboration i. birlikte çalışma, işbirliği. collaborationist i. işbirlikçi, kolaboratör. collaborator i. 1. birlikte çalışan kimse, işbirliği yapan kimse, kolaboratör. 2. collage işbirlikçi, i. kolaj. kolaboratör. collapse f. 1. çökmek, yıkılmak; çökertmek, yıkmak. 2. (iskemle/masa) collapsible açılır kapanır s. açılır olmak. kapanır, 3. (proje/plan) suya düşmek; bir sonuca katlanabilir. bağlanmadan dağılmak. 4. cesaretini kaybetmek. 5. (balon) collar i. 1. yaka. 2. gerdanlık. 3. tasma. f. 1. yaka takmak, tasma sönmek. 6. tıb. çökmek. i. göçme, çökme, yıkılma. collar stud takmak. 2. yakalamak, yakasına yapışmak. yakalık düğmesi. collarbone i., anat. köprücükkemiği, köprücük. collate f. 1. (sayfaları) sıraya koymak; (formaları) harman etmek, collateral harmanlamak. s. 2. karşılaştırarak 1. yan yana olan. okumak. 2. ikincil, tali, yardımcı, tamamlayıcı. 3. aynı collateral security soydan (borca karşı gösterilen ve bir mülk, tahvil,ve gelen. i. 1. (borca karşı gösterilen bir mülk, senet tahvil, v.b.´ne dayalı) senet teminat, v.b.´ne karşı dayalı) teminat.teminat, karşı teminat. 2. soydaş. colleague i. meslektaş, iş arkadaşı. collect f. 1. toplamak; biriktirmek; derlemek; toparlamak; devşirmek; collect call toplanmak; ödemeli telefonbirikmek: He collects stamps. Pul biriktiriyor. They konuşması. don´t collect trash on Saturdays. Cumartesi günleri çöp collect call ödemeli telefon konuşması. toplamıyorlar. Let me collect my papers. Kâğıtlarımı collect o.s. kendini toparlamak. toparlayayım. They went out to the orchard and collected some pears. Bahçeye çıkıp armut devşirdiler. We´re collecting proverbs. Atasözü derliyoruz. A lot of dust has collected on this couch. Bu kanepenin üstünde epey toz birikti. 2. (gidip/gelip) almak: He has to collect his salary. Gidip maaşını alması lazım. collect one´s thoughts kafasını toplamak. collected s. 1. toplu, hep bir arada, toplanmış: the collected works of collection Shakespeare i. 1. toplama. Shakespeare´in 2. koleksiyon. 3.toplu eserleri. (kilisede 2. aklıpara, toplanan) başında. iane. collective s. kolektif; ortaklaşa; ortak. collective agreement toplu sözleşme. collective bargaining (işverenle işçi temsilcileri arasında) toplu görüşme. collective farm kolektif çiftlik. collective memory ruhb. ortak bellek. collective noun dilb. topluluk adı. collective noun topluluk ismi. collective ownership ortaklaşa iyelik, ortak mülkiyet. collector i. 1. koleksiyoncu. 2. alımcı, tahsildar. 3. kolektör, toplaç. college i. 1. üniversite. 2. yüksekokul. 3. fakülte. collide f. çarpışmak; with -e çarpmak. collie i. İskoç çoban köpeği. collier i., İng. 1. kömür gemisi. 2. kömür madeni işçisi. collision i. çarpışma. colloq kıs. colloquial, colloquialism. colloquial s. konuşma diline özgü. colloquialism i. konuşma dilinde kullanılan sözcük/söz. colloquially z. konuşma diliyle. colloquy i. karşılıklı konuşma, mükâleme. Colombia i. Kolombiya. Colombian i. Kolombiyalı. s. 1. Kolombiya, Kolombiya´ya özgü. 2. colon Kolombiyalı. i., anat. kolon. colon i. iki nokta üst üste (:). colonel i. albay. colonial s. 1. kolonyal (sanat, mimari v.b.). 2. sömürgeci. 3. colonialism (anayurdundan i. sömürgecilik. ayrı) bir kolonide yaşayana özgü. colonialist s. sömürgeci. i. sömürgecilik yanlısı. colonise f., İng., bak. colonize. colonist i. koloni kuran; kolonide yaşayan. colonization i. 1. -de koloni/koloniler kurma. 2. koloni haline getirme; koloni colonize haline f. 1. -degelme. 3. sömürgeleştirme; koloni/koloniler kurmak. 2.sömürgeleşme. koloni haline getirmek. 3. colony sömürgeleştirmek. i. 1. koloni. 2. sömürge, koloni. color i. 1. renk; boya. 2. renk, canlılık. 3. çoğ. bayrak, sancak. f. 1. color filter boyamak. 2. renklendirmek; renklenmek. 3. renk değiştirmek. renk filtresi. 4. yüzü kızarmak. color photograph renkli fotoğraf. color photograph renkli fotoğraf. color photography renkli fotoğraf çekme. color printing foto., matb. renkli baskı. color television/TV renkli televizyon. color-blind s. renkkörü. color-blindness i. renkkörlüğü, akromatopsi, daltonizm. colored s. 1. renkli. 2. kaba zenci, siyah. colorfast s. solmaz. colorful s. 1. renkli. 2. renkli, canlı. coloring i. renk, boya. coloring book boyama kitabı. colorless s. 1. renksiz. 2. soluk, solgun, renksiz. 3. sıkıcı, monoton, tekdüze. 4. silik, donuk; anlamsız. 5. tarafsız, yansız, renksiz. colossal s. muazzam, kocaman, çok büyük, devasa. colour i., f., İng., bak. color. colt i. tay; sıpa. column i. 1. mim. sütun; kolon. 2. direk. 3. gazet. köşe yazısı, fıkra. 4. columnist ask. kol. köşe yazarı, fıkra yazarı. i., gazet. coma i. koma. comatose s. 1. komada. 2. yarı baygın. comb i. 1. tarak. 2. (horoz v.b.´nde) ibik. 3. petek, bal peteği. f. comb out taramak. taramak, ayırmak. combat i. 1. muharebe, savaşma, savaş, çarpışma. 2. vuruşma, combat dövüşme. 3. ateşli f. (--ted, --ting) bir tartışma. 1. savaşmak. 2. dövüşmek. 3. mücadele etmek. combat troops muharip birlikler. combat zone ask. muharebe alanı. combat zone savaş alanı. combatant i. 1. savaşçı, muharip. 2. dövüşçü. 3. ateşli bir tartışmaya combative katılan s. kavgacı,kimse. dövüşken. combination i. 1. birleşme, birleşim; birleştirme. 2. birlik. 3. (kilitte) şifre. 4. combination lock kim. şifrelibileşim. kilit. 5. kombinezon. combine i. 1. tic. kartel. 2. biçerdöver. combine f. birleşmek; birleştirmek. combustible s. kolay tutuşan, yanıcı. i. kolay tutuşan madde. combustion i. yanma, tutuşma. come f. (came, come) 1. gelmek. Come July and we´ll be swimming. come about Temmuz geldiğinde olmak, meydana denize girmiş olacağız. 2. k. dili beli gelmek. gelmek, boşalmak; orgazm olmak. come across -e rastlamak, -e rast gelmek, ile karşılaşmak. come along 1. ilerlemek. 2. iyileşmek, sağlığı gittikçe düzelmek. 3. (fırsat) Come along. çıkmak. 4. beraber gelmek. Hadi canım. come around 1. kendine gelmek. 2. uğramak. 3. dediğine gelmek. come at 1. -e erişmek, -e ulaşmak. 2. -e varmak, -i keşfetmek. 3. üstüne come back yürümek, saldırmak. 1. geri dönmek, geri gelmek. 2. akla gelmek. come between aralarına girmek. come by 1. elde etmek. 2. uğramak. come close to He came close to losing his temper. Az kaldı tepesi atacaktı. come down 1. to (bir kişiden/bir zamandan) (başka birine/başka bir come down in one´s opinion zamana) kalmak. (birini) eskisi kadar2. (fiyat) düşmek. 3. çökmek, yıkılmak; saymamak. düşmek. come down in one´s price (kendi malının) fiyatını düşürmek. come down in price (bir şeyin) fiyatı düşmek. come down in the world (biri) (eskiden sahip olduğu) para ve prestijini kaybetmek. come down to earth hayal kurmaktan vazgeçmek, gerçekçi olmak. come down with a cold nezle olmak. come forward (belirli bir amaçla) ortaya çıkmak: Nobody came forward to come from afar claim that cat. Kimse çok uzaklardan gelmek.çıkıp da o kedi benim demedi. come hell or high water ne olursa olsun, bütün zorluklara rağmen. come home to kafasına dank etmek. come in 1. girmek: Come in! İçeri gir!/Buyrun! 2. (yarışma sonunda) come in handy (belirli bir sırada) olmak: He came in first. Birinci oldu. 3. işe yaramak. varmak, gelmek: Has the plane come in yet? Uçak geldi mi? 4. come into 1. (mirasa) konmak. 2. girmek, katılmak. (met halindeki deniz) kabarmak, yükselmek. 5. moda olmak. come into collision with ile çarpışmak. come into force yürürlüğe girmek. come into play meydana çıkmak, kullanılmaya başlamak, etkili olmak. come into possession of -in sahibi olmak. come into power 1. iş başına geçmek. 2. iktidara geçmek. come into prominence herkesin dikkatini çekmeye başlamak; ön plana çıkmak. come into sight görünmeye başlamak. come into the picture ortaya çıkmak. come into the world dünyaya gelmek, doğmak. come into use kullanılmaya başlamak. come into view ortaya çıkmak, görünmek. come of -den çıkmak. come off 1. kopmak, çıkmak, düşmek. 2. olmak, meydana gelmek. Come off it! k. dili Yalanı bırak!/Bırak! come off worst/get the worst k. dili 1. yenilmek, altta kalmak. 2. en çok zarara uğramak. of it come on sahneye çıkmak. Come on! 1. Haydi! 2. Yok canım! come one´s way k. dili (fırsat) eline geçmek. come out 1. çıkmak, görünmek, gözükmek. 2. (haber) yayılmak; (yayın) come out of one´s shell yayımlanmak. 3. (leke) açılmak, suskunluğu çıkmak. bırakmak. come out on top k. dili 1. muzaffer çıkmak. 2. birinci olmak. 3. başarılı bir sonuç come through almak; başarılı olmak;yapmak/becermek. gerekeni/beklenileni dört ayak üstüne düşmek. come through k. dili 1. kendini göstermek, belli olmak. 2. kendinden come through with bekleneni yapmak, başkalarını k. dili (beklenileni) yapmak. hayal kırıklığına uğratmamak. 3. (zor bir durumdan) sağ olarak çıkmak. 4. (bir haber) gelmek. come to ayılmak, kendine gelmek. come to a dead stop tamamen durmak. come to a decision karara varmak. come to a head dönüm noktasına varmak. come to a head son noktaya varmak. come to a point (av köpeği) ferma yapmak, fermaya oturmak. come to a point/ make a 1. (bir şeyi) bilhassa yapmak. 2. -e özen göstermek, -e point of come to a stop özenmek. durmak; stop/istop etmek. come to an agreement bir karara varmak, uyuşmak. come to blows yumruk yumruğa gelmek. come to blows yumruk yumruğa gelmek. come to close quarters göğüs göğüse dövüşmek, cenkleşmek. come to fruition gerçekleşmek. come to grief 1. başı darda olmak. 2. başarısızlığa uğramak. come to grief felakete uğramak, belasını bulmak. come to grips (with) (ile) kapışmak, dövüşmeye başlamak. come to grips with -in esaslarını ele almak. come to grips with ile ciddi bir şekilde ilgilenmek. come to hand 1. çıkmak, bulunmak. 2. gelmek, varmak. come to life canlanmak. come to life ayılmak. come to light keşfedilmek. come to mind aklına gelmek, hatırlamak. come to naught boşa çıkmak. come to nothing suya düşmek. come to nothing/naught başarısız kalmak. come to one´s senses aklı başına gelmek, aklını başına toplamak. come to pass olmak, meydana gelmek. come to rest durmak. come to s.o.´s rescue birinin imdadına yetişmek. come to stay (bir yere) devamlı yaşamak amacıyla gelmek: He´s come to come to terms stay. Artıkanlaşmaya 1. (with) burada kalacak. varmak, mutabık kalmak. 2. with come to terms (sevmediği mutabık kalmak, anlaşmak. kabul etmek. bir şeyi) güçlükle come to terms with (kabul edilmesi zor olan bir şeyi) kabul etmek/kabullenmek. come to the fore öne geçmek, sivrilmek. come to the point sadede gelmek. come true gerçekleşmek. come true doğru çıkmak, gerçekleşmek. come under (-in yetki alanına) girmek. come undone açılmak, çözülmek. come unglued k. dili telaşa kapılmak, etekleri tutuşmak, itidalini kaybetmek. come untied çözülmek, açılmak. come up against -e çatmak, ile karşılaşmak. come up in the world (birinin) para ve prestiji artmak. come up to 1. (belirli bir hizaya) kadar gelmek. 2. (belirli bir seviyeyi) come up with tutturmak. k. dili (bir plan, çare, cevap v.b.´ni) bulmak. come upon -e rastlamak. come what may ne olursa olsun. come what may ne olursa olsun. come/draw to a close sona ermek, bitmek. come/run across -e rastlamak, -e tesadüf etmek. come/run up against a blank k. dili çıkmaza girmek, açmaza düşmek. wall comeback i. 1. eski formunu bulma. 2. argo zekice ve yerinde cevap. comedian i. 1. komedyen. 2. komedi yazarı. comedienne i. kadın komedyen. comedown i. 1. düşüş. 2. hayal kırıklığı. comedy i. komedi. comely s. alımlı. come-on i. comet i. kuyrukluyıldız. comfort i. 1. rahatlık, ferahlık, konfor. 2. teselli. f. 1. rahat ettirmek. 2. comfort station teselli umumietmek. hela. comfortable s. rahat, konforlu. comfortably z. rahatça. comforter i. 1. rahatlatıcı şey. 2. teselli edici kimse/şey. 3. yorgan. 4. İng. comic emzik, kauçuk meme. s. 1. güldürücü, gülünç,5.komik. İng. kaşkol, atkı. ile ilgili. i. komedi 2. komedi comic book oyuncusu. çizgi roman. comic opera operakomik. comic strip bant-karikatür. comical s. komik. comics i. bant-karikatür. coming i. geliş, yaklaşma. s. gelen, önümüzdeki, gelecek, yaklaşan. comma i. virgül. command i. 1. emir, komut. 2. egemenlik, buyruk, hükümranlık. 3. bilg. commandeer komut: search f. 1. (askeri command hizmette arama üzere) kullanmak komutu. el 4. komutanlık, koymak. 2. askeri bir kumandanlık: hizmete mecbur Air Defense etmek. Command Hava Savunma commander i. 1. kumandan, komutan. 2. deniz binbaşısı. Komutanlığı. f. 1. emretmek; komuta etmek. 2. (bir yer) -e commander in chief başkomutan. hâkim olmak, -e bakmak. commanding s. 1. emreden. 2. etkili. 3. hâkim. commandment i. emir. commando i. 1. komando birliği. 2. komando. commemorate f. anmak. commemoration i. 1. anma, hatırasını yad etme. 2. anma töreni. commemorative s. (birinin/bir şeyin) anısına yapılan. commemorative stamp hatıra pulu. commence f. başlamak. commencement i. 1. başlama, başlangıç. 2. diploma töreni. commend f. 1. tavsiye etmek, salık vermek. 2. övmek. 3. emanet etmek. commendable s. övgüye değer. commensurate s. orantılı, eşit. comment i. 1. yorum, tefsir. 2. açımlama. 3. eleştiri, tenkit. f. söz commentary söylemek; on hakkında fikrini söylemek, hakkında yorumda i. yorum, tefsir. bulunmak. commentator i. 1. yorumcu. 2. eleştirmen. commerce i. ticaret, alım satım. commercial s. ticari. i., radyo, TV reklam. commercial law ticaret hukuku. commercial law ticaret hukuku. commercial traveller İng. (gezici) satış temsilcisi. commercialise f., İng., bak. commercialize. commercialize f. -i ticaret aracı yaparak bayağılaştırmak. commingle f. karışmak; katmak, karıştırmak. commiserate f. -in derdini paylaşmak. commiseration i. teselli, acıma. commission i. 1. görev, vazife, iş. 2. işleme. 3. eylem. 4. komisyon ücreti, commissioned yüzdelik. s. 5. kurul, komisyon. 6. yetki. f. 1. atamak, tayin etmek. 2. görevlendirmek. 3. den. donanmaya katmak. commissioned officer subay. commissioner i. 1. komisyon üyesi. 2. şube müdürü. commit f. (--ted, --ting) 1. işlemek, yapmak. 2. emanet etmek, teslim commit an impiety etmek. 3. sözsaygısızlık Allaha karşı vererek bağlamak. etmek. commit an offense suç işlemek. commit o.s. 1. (bir konuda) ne düşündüğünü söylemek, fikrini söylemek. 2. commit suicide to söz vermek: intihar etmek. You´ve committed yourself to doing this. Bunu yapmaya söz verdin. commit to memory ezberlemek. commit to prison hapsetmek. commit to writing yazmak. commitment i. 1. söz, vaat; taahhüt, üstenme. 2. kesin karar. 3. teslim etme; committee teslim i. kurul,olma. 4. bağlılık, komite, sadakat. encümen. heyet, komisyon, commode i. 1. lazımlık iskemlesi. 2. klozet. commodious s. ferah, geniş. commodity i. mal, eşya. staple commodities başlıca satış ürünleri. common s. 1. müşterek, ortak; beraber yapılan: common defense ortak common fraction savunma. common mat. adi kesir, enemy bayağı ortak düşman. common grave ortak kesir. bir mezar. common prayer herkesin beraber okuduğu dua. 2. common ground ortak bir zevk, görüş, tutku v.b.: There´s no common ground yaygın, sıkça rastlanan: a common sentiment yaygın bir his. 3. common knowledge between bilinen them. Onların hiçbir ortak yanı yok. gerçek. adi, bayağı, basit: There was something common about her. common law Onda örf vebir adilik âdete vardı. hukuk. common-law marriage resmi dayanan common law nikâhsız beraber örf ve âdet hukuku. yaşama. common man sıradan insan, sokaktaki adam. Common Market Ortak Pazar. common noun dilb. cins adı, cins ismi. common noun cins isim. common property ortak mal. common sense sağduyu. common sense sağduyu, aklıselim. common stock adi hisse senetleri. common touch sempatiklik. commonly z. çoğunlukla; genellikle. commonplace s. 1. sıradan, bayağı. 2. olağan. i. 1. beylik laf, klişe, basmakalıp commonwealth söz. 2. sıradan i. 1. ulus. bir şey. 3. eyalet. 2. cumhuriyet. commotion i. 1. şamata, gürültü patırtı. 2. karışıklık. communal s. 1. toplumla ilgili, toplumsal, halka ait. 2. umumun malı olan. commune i. komün. commune f. sohbet etmek, söyleşmek. communicable s. bulaşıcı. communicate f. 1. iletmek, nakletmek, bildirmek. 2. (hastalığı) bulaştırmak, communication sirayet ettirmek. i. 1. iletme, iletim;3.iletilme, (with) (ile) haberleşmek, iletiliş. iletişmek; 2. (mektup, (ile)gibi not, telgraf iletişim iletilen) kurmak. 4. (odalar) birbirine açılmak; with (bir haber. 3. iletişim, haberleşme, komünikasyon. 4. çoğ. oda) communicative s. konuşkan. (başka bir odaya) haberleşme; açılmak. 5. Hrist. komünyon almak; (birine) ulaşım. communion i. 1. paylaşma. komünyon 2. katılma. 3. Hrist. komünyon. 4. Hrist. mezhep. vermek. communiqué i. (kısa ve resmi) bildiri. communism i. komünizm. communist i., s. komünist. community i. 1. toplum, cemiyet. 2. topluluk. 3. halk, kamu, amme. 4. commute müşterek f. 1. (cezayı)tasarruf, ortak mal hafifletmek, sahipliği. çevirmek. 2. banliyödeki ev ile commuter şehirdeki işyeri arasında her gün gidip i. banliyödeki evi ile şehirdeki işyeri arasında gelmek.her gün gidip comp gelen kimse. kıs. companion, compare, compiled, complete. compact s. 1. yoğun, kesif, sıkı, sık. 2. kısa, özlü. compact i. 1. pudriyer, pudralık. 2. oto. küçük araba. compact i. sözleşme, sözlü anlaşma. f. sözleşmek. compact disk kompakt disk. compact disk player kompakt disk çalar. companion i. 1. arkadaş, yoldaş. 2. eş. 3. refakatçi. 4. elkitabı, rehber. companionable s. sokulgan, cana yakın, yalpak. companionship i. arkadaşlık, eşlik. company i. 1. şirket, kumpanya, ortaklık. 2. topluluk, kumpanya. 3. eşlik, comparable refakat, arkadaşlık. benzer. s. karşılaştırılabilir; 4. misafirler; misafir. 5. beraberindekiler, arkadaşlar. 6. ask. bölük. comparative s. 1. karşılaştırmalı, mukayeseli. 2. orantılı, nispi. 3. dilb. (sıfat comparative anatomy veya zarfların) üstünlük karşılaştırmalı anatomi. derecesini gösteren. i. comparative degree dilb. üstünlük derecesi. comparative linguistics karşılaştırmalı dilbilim. comparative linguistics karşılaştırmalı dilbilim. compare f. 1. (with) (ile) karşılaştırmak. 2. to -e benzetmek; -e compare notes benzemek. görüş alışverişinde bulunmak. compare notes fikir alışverişinde bulunmak, görüş alışverişinde bulunmak. comparison i. karşılaştırma, mukayese. compartment i. 1. bölme, bölüm. 2. d.y. kompartıman. compartmentalize f. bölmelere ayırmak. compass i. 1. pusula. 2. pergel. 3. çevre. 4. sınır. 5. alan, saha. compass needle pusula ibresi, pusula iğnesi. compassion i. şefkat, merhamet, acıma, sevecenlik. compassionate s. şefkatli, merhametli, başkalarına acıyan, sevecen. compatibility i. uyumluluk, uyum, uyma, bağdaşma. compatible s. 1. (with) (ile) uyumlu, (ile) bağdaşan. 2. geçimli. compatriot i. vatandaş, yurttaş. compel f. (--led, --ling) zorlamak, mecbur etmek. compensate f. 1. tazmin etmek, bedelini ödemek. 2. telafi etmek. compensate for one thing bir şeyi başka bir şeyle telafi etmek: She compensates for her by/with another compensate s.o. for occasional -in bedelinirudenesses by frequently making us laugh. Bizi sık birine ödemek. sık güldürerek arasıra yaptığı kabalıkları telafi ediyor. compensation i. 1. tazminat parası, tazminat. 2. telafi. 3. fayda, faydalı taraf, compere olumlu i. sunucu, taraf. takdimci. compete f. 1. with ile yarışmak. 2. for için yarışmak. 3. with tic. ile competence rekabet etmek. i. 1. yeterlik, kifayet. 2. yetenek, kabiliyet. 3. ehliyet, yetki. competent s. 1. yeterli, ehil; yetenekli; işin üstesinden gelebilen. 2. yetkili. competition i. 1. yarışma. 2. tic. rekabet. competitive s. 1. rekabete dayanan. 2. başkalarıyla rekabet edebilir. competitor i. 1. tic. rakip. 2. yarışmacı. compile f. derlemek. complacency i. kendinden hoşnut olma. complacent s. kendinden hoşnut. complain f. şikâyet etmek, yakınmak. complainant i. şikâyetçi, davacı. complaint i. 1. şikâyet, yakınma. 2. hastalık. complaisance i. yumuşaklık, yumuşak başlılık. complaisant s. yumuşak, yumuşak başlı. complement i.1. tamamlayıcı. 2. dilb. tümleç. complement f. tamamlamak. complementary s. tamamlayan, tamamlayıcı, tümleyici. complete s. 1. tam, katıksız: I´m in complete sympathy with what you´re complete with saying. SeninYou ile beraber: dediklerine tamamıyla can buy the katılıyorum. books complete withItacame bookas a case complete for surprise. fiveeserler: billion liras. Tam bir sürprizdi. Kitapları, works He´s bir kitaplıkla a complete beraber idiot! beşHüseyin milyar complete works bütün the complete of Hüseyin Rahmi Tam liraya bir dangalak! 2. tamam, tamamlanmış. 3. tamam, eksiksiz: alabilirsiniz. completely Rahmi´nin z. tamamen, bütün eserleri. bütünüyle. This book´s not complete. Bu kitap tamam değil. Dinner wouldn completion ´t1. i. bebitirme, complete without soup. tamamlama; Çorba bitme, olmadan akşam tamamlanma, sona yemeği erme. 2. complex eksik yerine olurdu. getirme.f. tamamlamak. i. 1. bileşik/karışık şey. 2. karmaşa. 3. ruhb. kompleks, karmaşa. complex 4. ekon. s. 1. kompleks. karmaşık, kompleks. 2. mat. kompleks, karmaşık. complex sentence dilb. girişik cümle. complexion i. 1. cilt, ten, tenin rengi. 2. görünüş, görünüm. complexity i. karmaşıklık. compliance i. 1. uyma, riayet. 2. uyma, boyun eğme, itaat. 3. uysallık. compliant s. uysal, yumuşak başlı, itaatkâr. complicate f. karmaştırmak; çetrefilleştirmek, zorlaştırmak, güçleştirmek. complicate s. karmaşık; çetrefil. complicated s. karmaşık; çetrefil, çapraşık, anlaşılması güç, çözülmesi güç. complication i. 1. karmaşık hale getirme. 2. (bir işe giriştikten sonra ortaya complicity çıkan) i. 1. suç engel, pürüz, ortaklığı. güçlük, zorluk. 3. karmaşıklık, karışıklık. 4. 2. karmaşa. tıb. komplikasyon, ihtilat. compliment f. (on) tebrik etmek, kutlamak; iltifat etmek, kompliman compliment yapmak. i. iltifat, kompliman. complimentary s. 1. hediye olarak verilen, ücretsiz, parasız. 2. iltifat eden; övgü compliments dolu, övücü. 2. saygılar. 3. tebrikler. i. 1. selamlar. compliments of the season İng. tebrikler. comply f. with -e uymak, -e riayet etmek. component i. öğe, unsur, parça, eleman, cüz. s. bileşimde bulunan. comport f. with -e uymak, -e uygun olmak: The results comport with our expectations. Sonuçlar beklediğimiz gibi oldu. comport o.s. davranmak, hareket etmek: She always comports herself with compose dignity. O her zaman f. 1. (müzik/şiir) yazmak;ağırbaşlı bestebir şekildeşiir yapmak; davranır. yazmak. 2. compose o.s. (aralarındaki kendine hâkim anlaşmazlıkları) olmak, kendine gidermek. gelmek. composer i. besteci, bestekâr, kompozitör. composite s. 1. bileşik. 2. karma, karışık. composition i. 1. (yazılı ödev olarak) kompozisyon. 2. beste. 3. güz. san. compositor kompozisyon. 4. kim. bileşim. 5. beste yapma; şiir yazma. 6. i. dizgici, mürettip. oluşum. compost i. çürümüş yaprakla karışık gübre, komposto. composure i. itidal, ılımlılık; sakinlik, soğukkanlılık. compote i. komposto, hoşaf. compound i. içinde binalar bulunan etrafı duvarla çevrili yer. compound s. bileşik. i. bileşim, terkip. compound interest bileşik faiz. compound sentence dilb. birleşik cümle. compound word dilb. birleşik sözcük. comprehend f. 1. kavramak, anlamak. 2. kapsamak, içine almak. comprehensible s. kavranabilir, anlaşılabilir. comprehension i. 1. kavrayış, anlayış. 2. kapsam. comprehensive s. kapsamlı, etraflı, geniş. compress f. sıkıştırmak. compress i. kompres. compressed air sıkıştırılmış hava. compression i. sıkıştırma, basınç, tazyik, kompresyon. compressor i. kompresör. comprise f. kapsamak, içermek, -den oluşmak; oluşturmak. compromise i. (tarafların karşılıklı ödün vererek yaptığı) anlaşma, uzlaşma, compromise on uyuşma. (bir konuda) f. 1.uzlaşmak. karşılıklı ödün vererek anlaşmaya varmak, uzlaşmak. 2. uzlaştırmak. 3. şerefini tehlikeye atmak. 4. compromise with ile uzlaşmak, ile uyuşmak. tehlikeye atmak. compulsion i. 1. zorlama. 2. ruhb. dayanılmaz bir istek, içtepi, zorgu. compulsive s. 1. zorlayıcı. 2. ruhb. zorgulu. compulsory s. zorunlu, mecburi. compunction i. vicdan rahatsızlığı/azabı. compute f. hesap etmek, hesaplamak. computer i. bilgisayar, kompüter. computer chip bilgisayar çipi. computer engineer bilgisayar mühendisi. computer engineering bilgisayar mühendisliği. computer hardware bilgisayar donanımı. computer operator bilgisayar operatörü, sistem operatörü. computer program bilgisayar programı. computer programmer bilgisayar programcısı. computer programming bilgisayar programlaması. computer software bilgisayar yazılımı. computerise f., İng., bak. computerize. computerize f. 1. bilgisayara geçirmek. 2. bilgisayarla donatmak. comrade i. yoldaş, arkadaş. con z. karşı, aleyhte. con f. (--ned, --ning) aldatmak, kandırmak. concave s. içbükey, obruk, konkav. concave i. içbükey yüzey. conceal f. gizlemek, gizli tutmak, saklamak, örtmek. concede f. 1. kabul etmek, itiraf etmek, teslim etmek. 2. vermek, conceit bırakmak. i. kendini beğenme, kibir, gurur. conceited s. kendini beğenmiş, kibirli. conceivable s. akla gelebilir; düşünülebilir; hayal edilebilir. conceive f. 1. gebe kalmak. 2. anlamak, kavramak, idrak etmek. 3. conceive of düşünmek, düşünmek.––d tasavvur etmek. a dislike 4. tasarlamak, I have conceived aaklınadislikegelmek. for him. Ona concentrate karşı içimde bir nefret uyandı. f. 1. toplamak, bir araya getirmek, yığmak; toplanmak. 2. concentrated yoğunlaştırmak; yoğunlaşmak. s. 1. konsantre, derişik. 2. yoğun.3. deriştirmek, koyulaştırmak. 4. düşünceyi/dikkati/gücü bir noktada toplamak, konsantre olmak. concentration i. 1. dikkati bir noktada toplama, konsantrasyon. 2. toplama, bir i. konsantre, derişik madde. concentration camp araya toplama getirme, kampı.yığma; toplanma, toplaşım. 3. konsantrasyon, derişim. concentric s. merkezleri bir, ortak merkezli. concept i. 1. kavram, mefhum. 2. görüş, fikir. conception i. 1. gebe kalma. 2. başlangıç. 3. kavram. 4. düşünce, fikir, concern görüş. i. 1. (birini) ilgilendiren şey: It´s one of our major concerns. Bizi concern o.s. with en ile çok ilgilendiren meşgul olmak, ileşeylerden ilgilenmek.biri. 2. ilgi: I understand the reason for your concern. Duyduğunuz ilginin sebebini concerned s. 1. ilgili, alakalı. 2. endişeli, düşünceli. anlıyorum. 3. endişe, kaygı: That is not a cause for concern. concerning edat ile ilgili olarak, Kaygılanılması -e dair, gereken hakkında. bir şey değil o. 4. firma. f. 1. ilgili olmak; concert ilgilendirmek; etkilemek: i. 1. konser, dinleti. 2. uyum, The ahenk, article concerns birlik. the future. concerted Makale gelecekle ilgili. This doesn´t s. 1. birlikte yapılmış. 2. birlikte planlanmış. concern you. Bu seni ilgilendirmez. 2. kaygılandırmak. concerto i. konçerto. concession i. 1. kabul, itiraf, teslim. 2. taviz, ödün. 3. imtiyaz, izin. conch i. büyük deniz kabuğu. conciliate f. 1. gönlünü almak, yatıştırmak. 2. uzlaştırmak. conciliation i. 1. gönlünü alma, yatıştırma. 2. uzlaştırma. conciliatory s. gönül alıcı, yatıştırıcı. concise s. kısa, veciz; özlü, az ve öz. concisely z. kısaca, az ve öz. conclude f. 1. bitirmek, sona erdirmek; bitmek, sona ermek. 2. sonuca concluding varmak, sonuç çıkarmak. 3. (bir işin) sonunu getirmek. 4. bir s. son, bitiş. karara varmak, karar vermek. conclusion i. 1. son, nihayet. 2. sonuç, netice. 3. karar. conclusive s. 1. kesin, kati. 2. son, nihai. concoct f. 1. birbirine karıştırarak hazırlamak, tertip etmek, yapmak. 2. concoction (hikâye/yalan) i. 1. karışım. 2.uydurmak, karıştırma.düzmek. concord i. 1. uyum, ahenk; barış. 2. anlaşma, antlaşma. concourse i. 1. toplanma, bir araya gelme. 2. kalabalık, izdiham. 3. concrete (havaalanında/garda) s. 1. somut. 2. beton. i. büyük beton. yolcu salonu; meydan. concrete mixer betonyer, betonkarar, beton karıştırıcı, malaksör. concur f. (--red, --ring) 1. aynı fikirde olmak, uyuşmak. 2. aynı zamana concurrence rastlamak, çatışmak. i. 1. (fikir) aynı olma, birlik, uyuşma. 2. aynı zamana rastlama. concurrent s. 1. aynı zamana rastlayan. 2. aynı olan, uyuşan. concurrently z. aynı zamanda. concussion i. 1. beyin sarsıntısı. 2. şiddetli sarsıntı. condemn f. 1. kınamak, ayıplamak. 2. suçlu çıkarmak. 3. mahkûm etmek. condemn to death 4. huk. mahkûm idama -in kullanılmasını etmek. resmen yasaklamak. 5. huk. kamulaştırmak, istimlak etmek. 6. suçluluğunu açığa vurmak. condemnation i. 1. kınama, ayıplama. 2. kabahatli bulma. 3. suçlu çıkarma. 4. condensation mahkûm i. 1. buğu.etme; mahkûmiyet. 2. buğulaşma. 5. kamulaştırma, 3. kim., istimlak. fiz. yoğunlaştırma; condense yoğunlaşma, f. 1. kim., fiz. kondansasyon. yoğunlaştırmak,4.koyulaştırmak; sıvılaştırma; sıvılaşma. 5. yoğunlaşmak, kısaltma, koyulaşmak. özet. 2. (buharı/gazı) sıvılaştırmak; (buhar/gaz) condensed milk şekerli konsantre süt. sıvılaşmak. 3. (yazıyı/sözü) kısaltmak, özetlemek. condenser i. 1. fiz. kondansatör, yoğunlaç. 2. kim. yoğuşturucu. condescend f. tenezzül etmek, sözde alçakgönüllülük göstermek, lütfetmek. condescending s. tenezzül eden. condescension i. tenezzül. condiment i. yemeğe çeşni veren şey. condition i. 1. şart, koşul: It´s one of the conditions of the agreement. conditional Anlaşmanın şartlarından s. koşullu, şartlı, biri.kayıtlı. şarta bağlı, What are living i., dilb. conditions şart kipi. like there? Oradaki hayat şartları nasıl? 2. hal, durum: This house is conditional mood dilb. şart kipi. not in very good condition. Bu evin hali pek iyi değil. 3. sağlık conditional sale şarta bağlı durumu: He´ssatış. in good condition. Sağlığı yerinde. This player´s in conditionally great z. şartlı olarak. Bu oyuncunun kondisyonu çok iyi. Does she condition. condole have f. witha başsağlığı heart condition? dilemek, Kalbinden taziyedemi rahatsız?/Kalbi mi var? bulunmak. What do you think of his mental condition? Onun akli durumu condolence i. başsağlığı, hakkında taziye. ne düşünüyorsun? f. 1. şartlandırmak, koşullandırmak. condom i. prezervatif, 2. etkilemek: Suchkaput. teachings will condition his attitude to life. O condone gibi f. göz öğretiler yummak, onun hayata bakışını görmezlikten etkileyecek. 3. (oyuncuyu) iyi gelmek. bir kondisyona getirmek. 4. (birini) (belirli bir duruma) getirmek: conduce f. to/toward -e neden olmak, -e vesile olmak. You can´t condition him to accept that. Kendisini onu kabul conducive s. edecek duruma getiremezsiniz. conduct i. 1. davranış, tavır, hareket. 2. yönetim, idare. conduct f. 1. yürütmek; yönetmek, idare etmek: You´ve conducted this conduct o.s. siege (belirliwell. Bu kuşatmayı bir şekilde) çok iyiHe davranmak: yürüttünüz. conducted You can´twell himself conduct at such the experiments party. Partide here. iyi Burada böyle denemeler yapamazsınız. davrandı. conduction i., fiz. iletme, geçirme, nakletme. They conduct a college. Bir koleji yönetiyorlar. Who´s going to conductive s., fiz. iletici, conduct geçirici, iletken, the orchestra? geçirgen. Orkestrayı kim yönetecek? 2. rehberlik conductivity etmek. 3. (sesi/elektriği) i., fiz. iletkenlik, geçirgenlik. iletmek. conductor i. 1. kılavuz, önder, lider, şef. 2. d.y. biletçi, kondüktör. 3. cone (orkestra/koro i. 1. geom. koni. için) şef. 4.koni 2. mak. iletken madde, biçiminde iletken.3. bot. kozalak, makara. confection kozak. 4. (dondurma i. şekerleme, şeker. için) külah. confectionary i., bak. confectionery. confectioner i. şekerci. confectioner´s sugar pudra şekeri. confectioners´ sugar pudraşeker, pudraşekeri. confectionery i. 1. şekerleme imalathanesi. 2. şekerleme. confederacy i. konfederasyon, ittifak, birlik. confederate s. birleşik, bağlaşık, konfedere. i. suç ortağı. confederate f. birleşmek, bağlaşmak; birleştirmek. confederated s. birleşik, bağlaşık, konfedere. confederation i. konfederasyon, birleşik devletler. confer f. (--red, --ring) 1. (with) (ile) görüşmek, müzakere etmek; conference müzakere i. 1. görüşme. yapmak: I conferred 2. toplantı; with him konferans, on the matter. Meseleyi kongre. onunla görüştüm. 2. (on/upon) (-e) (unvan, akademik derece) confess f. 1. itiraf etmek. 2. günah çıkartmak. vermek. confession i. 1. itiraf. 2. günah çıkartma. confessional i. günah çıkartma hücresi. confessor i. günah çıkartan papaz. confidant i. sırdaş, dert ortağı. confide f. to (sırrını) -e söylemek. confide in s.o. birine sırrını söylemek. confidence i. güven, itimat. confidence game dolandırıcılık, üçkâğıtçılık. confidence in I have confidence in him. Ona güvenirim./Ona itimadım var. confidence man dolandırıcı, üçkâğıtçı. confident s. emin, inanan. confidential s. gizli kalması gereken, gizli: This is confidential. Bu aramızda confidentially kalsın. z. sır olarak. confidently z. güvenle. configuration i. 1. düzenleniş, düzen. 2. görünüm, biçim. 3. geom., bilg. confine konfigürasyon. f. 1. to -e hapsetmek, -e kapatmak. 2. to (bir hastalık) (birini confinement eve/yatağa) bağlamak. 3. i. 1. hapis, hapsedilme. 2. sınırlamak, (eve/yatağa) sınırlandırmak. bağlı kalma. 3.4. to -e hasretmek. sınırlama, sınırlandırma. 4. doğum sonrası yatakta kalma süresi. confirm f. 1. doğrulamak, tasdik etmek, teyit etmek. 2. (rezervasyonu) confirmation konfirme etmek;tasdik, i. 1. doğrulama, kesinleştirmek; sağlama bağlamak. teyit. 2. konfirmasyon; 3. (birini) kesinleştirme; kutsayarak sağlama kiliseye3. bağlama. üye olarakverdiği papazın kabul etmek. ilmihal 4. onaylamak, derslerine devam confirmed bachelor müzmin bekâr. tasdikve etme etmek. kiliseye üye olarak kabul edilme; kiliseye üye olarak confiscate f. 1. (mala) el koymak, -i müsadere etmek; (yasaklanmış şeyi) kabul töreni. confiscation toplamak. i. 1. mala el2.koyma, -e hacizmüsadere; koymak, -i(yasaklanmış haczetmek. 3. kamulaştırmak, şeyi) toplama. 2. istimlak haciz. etmek. 3. yangın. kamulaştırma, istimlak. conflagration i. büyük conflict i. 1. uyuşmazlık, anlaşmazlık, ihtilaf. 2. savaş, harp; (silahlı) conflict çatışma. f. with ile3. ruhb. çatışma. uyuşmamak, ile çatışmak, ile çelişmek. conflict of interest çıkar çatışması. conflict of laws kanuni ihtilaf. conflicting s. çelişkili. conform f. (to) (-e) uymak, (-e) riayet etmek. conformism i. konformizm, uymacılık. conformist i. konformist, uymacı. conformity i. uygunluk, uyma. confound f. şaşırtmak, şaşkına çevirmek. Confound it! Allah kahretsin! confounded s., k. dili kör olası, kahrolası. confront f. 1. with -e gidip söylemek/anlatmak: He confronted me with confrontation the i. 1. problem. Bana gelip meydan okuma; meseleyi karşılıklı anlattı. meydan 2. karşısına okuma. 2. huk. çıkmak; (sanığı, önünü kendisinikesmek. 3. -in suçlayanla) üstüne gitmek; yüzleştirme. ile uğraşmak: Are you confuse f. 1. kafasını karıştırmak, şaşırtmak. 2. with (bir şeyi/birini) ready to confront this problem? Bu sorunla uğraşmaya hazır confused (başka s. şeyle/biriyle) 1. kafası karışmış, karıştırmak. şaşkına dönmüş. 2. karışık, düzensiz; mısın? confusion karman çorman. 3. ayırt edilemez, i. 1. kafa karışıklığı, şaşkınlık. seçilemez. 2. karışıklık, düzensizlik. 3. bir congeal şeyi/birini başka şey/biri sanma. f. 1. dondurmak; donmak. 2. pıhtılaştırmak; pıhtılaşmak. congenial s. sempatik, sevimli; hoş. congeniality i. 1. sempatiklik, sevimlilik. 2. uygunluk. congenital s. doğuştan, yaradılıştan. congested s. 1. tıkanık. 2. kalabalık, tıklım tıklım. 3. tıb. kan toplamış. congestion i. 1. tıkanıklık. 2. kalabalık, izdiham. 3. tıb. kan toplanması, kan conglomerate hücumu. i. 1. küme. 2. tic. şirketler grubu. 3. jeol. yığışım, konglomera. conglomeration i. birikinti, yığın, küme. Congo i. Congolese i. (çoğ. Con.go.lese) Kongolu. s. 1. Kongo, Kongo´ya özgü. 2. congratulate Kongolu. f. tebrik etmek, kutlamak. congratulation i. tebrik, kutlama. Congratulations! Tebrikler!/Tebrik ederim. congregate f. 1. toplamak, bir araya getirmek. 2. toplanmak, bir araya congregation gelmek, birikmek. i. 1. toplama, toplantı. 2. cemaat. congress i. kongre. congressional s. kongreye ait. congressman , çoğ. con.gress.men (kang´grısmîn) i., pol., A.B.D. Temsilciler congresswoman Meclisi üyesi (erkek). (kang´grıswîmîn) i., pol., A.B.D. çoğ. con.gress.wom.en congruent Temsilciler s. 1. uygun,Meclisi üyesi münasip, (kadın). yerinde. 2. mat. benzer. congruous s., bak. congruent. conic s., mat. konik. conifer i., bot. kozalaklı ağaç. conjectural s. tahmini, varsayımsal, farazi. conjecture i. zan, sanı; tahmin, varsayım, farz. f. zannetmek, sanmak; conjugal tahmin s. evliliketmek, farzetmek. ile ilgili, karıkocalığa ait. conjugate f., dilb. çekmek. conjugation i., dilb. fiil çekimi. conjunction i. 1. dilb. bağlaç. 2. birlik; birleşme. 3. gökb. kavuşum. conjunctive s., dilb. bağlayıcı. conjunctivitis i., tıb. konjonktivit, konjonktiv iltihabı. conjure f. 1. hokkabazlık yaparak -i yapmak: She conjured a dove out of conjure up the box. Hokkabazlık 1. hayal yaparak2.kutudan etmek; icat etmek. güvercin-i çıkardı. -i anımsatmak, 2. büyü akla getirmek, yoluyla -i (ruh) çağırmak. uyandırmak. 3. hokkabaz gibi -i yapıvermek. conjurer i. 1. hokkabaz, sihirbaz. 2. büyücü. connect f. 1. bağlamak, birleştirmek; bağlanmak, birleşmek, bağlı olmak. connected 2. (with) s. 1. (iki bağlı, şey arasında) birleştirilmiş. 2. bağ withkurmak. -e bağlı,3. ile(with) ilgili, (belirli -e ait. bir seferle) bağlantılı olmak. connecting link 1. halka. 2. (iki şey arasındaki) bağlantı, ilgi. connecting rod oto. biyel, biyel/piston kolu. connection i. 1. bağlantı, bağ, ilişki. 2. bağlama, birleştirme. 3. tanıdık, connexion arkadaş. 4. akraba, i., İng., bak. hısım. 5. bağlantılı sefer. connection. connivance i. 1. göz yumma. 2. suç ortaklığı. connive f. 1. at -i görmezlikten gelmek, -e göz yummak. 2. with ile connoisseur dolap/entrika i. eksper, erbap, çevirmek. uzman. We connived together in the plot. Komployu birlikte hazırladık. connotation i. yananlam, bir sözcüğün çağrıştırdığı şey. connote f. akla getirmek, anlamına gelmek, demeye gelmek, göstermek, conquer ifade etmek. f. 1. fethetmek, zaptetmek. 2. yenmek. conqueror i. fatih. conquest i. 1. fetih, zapt. 2. zafer. conscience i. 1. vicdan. 2. vicdanlılık. conscientious s. 1. vicdanlı. 2. özenli, itinalı. 3. işine bağlı, vazifeşinas. conscientious objector savaşa karşı olduğu için askerlik yapmayı reddeden kimse. conscientiously z. 1. vicdanına dayanarak; vicdanen. 2. özenle, itina ile. conscious s. 1. bilinci yerinde, şuuru yerinde. 2. farkında olan. 3. bilinçli. consciously z. bile bile, bilinçli olarak. consciousness i. 1. of -in farkında olma, -i bilme. 2. bilinç, şuur. conscript s., i. askere alınmış (kimse). conscript f. askere almak. conscription i. 1. askere alma. 2. mecburi askerlik. consecrate f. 1. kutsamak, takdis etmek. 2. (birine) dini bir törenle (belirli consecration bir i. 1.unvan) kutsama. vermek. 3. to -etöreni. 2. kutsama adamak. consecutive s. 1. arka arkaya gelen, ardıl. 2. mat. ardışık. consecutively z. arka arkaya, art arda, ardışık olarak. consensus i. fikir birliği, oybirliği. consent i. rıza: They´ve finally given their consent. Nihayet rıza consequence gösterdiler. How can i. 1. sonuç, netice. 2. we gain her semere. consent? Onun rızasını nasıl 3. önem. alabiliriz? She can´t do it without my consent. Rızam olmadan consequently z. bu/o yüzden, bu/o nedenle, dolayısıyla, binaenaleyh. onu yapamaz. f. (to) (-e) razı olmak, (-e) rıza göstermek. conservation i. 1. koruma, himaye. 2. doğal kaynakları koruma. conservationist i. doğal kaynakları koruma yanlısı. conservatism i. tutuculuk, muhafazakârlık. conservative s. 1. tutucu, muhafazakâr. 2. hiç aşırıya kaçmayan, ılımlı. i. conservatory tutucu kimse. sera. 2. konservatuvar. i. 1. limonluk, conserve f. korumak, muhafaza etmek. conserve i. reçel. consider f. 1. üzerinde düşünmek; düşünmek. 2. göz önünde tutmak, considerable dikkate almak, s. 1. önemli, hesaba hatırı katmak. sayılır. 3. saymak, 2. büyük, addetmek. hayli, fazla, oldukça çok. considerably z. epeyce, oldukça. considerate s. 1. düşünceli, saygılı, hürmetkâr. 2. nazik. consideration i. 1. nezaket, saygı, düşünce. 2. üzerinde düşünme. 3. karşılık, considering bedel; edat, bağ.ücret. göz4.önünde önem. 5. itibar, saygınlık. tutulursa. z., k. dili 6. heretken, faktör. şey göz önünde consign tutulursa. f. 1. göndermek; vermek. 2. teslim etmek, emanet etmek. consignee i. malın gönderildiği kimse. consigner i., bak. consignor. consignment i. 1. mal gönderme, sevkıyat. 2. gönderilen mal. consignor i. mal gönderen kimse. consist f. 1. of -den meydana gelmek, -den oluşmak, -den ibaret olmak. consistency 2. intutarlık, i. 1. -e dayanmak, -e bağlı tutarlılık, olmak. insicam. 2. kıvam; koyuluk; yoğunluk. consistent s. tutarlı. consistently z. 1. tutarlı bir şekilde. 2. sürekli olarak, devamlı olarak, consolation mütemadiyen. i. teselli, avunç. consolation prize teselli mükâfatı. console f. avutmak, avundurmak, teselli etmek. consolidate f. 1. pekiştirmek, takviye etmek, sağlamlaştırmak; pekişmek, consonant sağlamlaşmak. i. ünsüz, sessiz, 2. birleştirmek; konson, birleşmek. konsonant. 3. tic. -e s. 1. to/with konsolide uygun, ile etmek. uyumlu. 2. ahenkli, uyumlu. consort f. with ile arkadaşlık etmek. consortium i. konsorsiyum. conspicuous s. göze çarpan, dikkati çeken. conspiracy i. komplo. conspirator i. komplocu. conspire f. komplo kurmak. constable i., İng. polis, polis memuru. constabulary i., İng. polis teşkilatı. constancy i. 1. vefa. 2. sebat. 3. değişmezlik. constant s. 1. değişmez, sabit. 2. sürekli, devamlı. 3. sadık. i. 1. sabit şey. constantly 2. mat. değişmez z. sürekli, daima. nicelik, sabit sayı, sabite. constellation i., gõkb. takımyıldız. consternation i. şaşkınlık, hayret, korku, dehşet. constipation i. kabızlık, peklik. constituency i. 1. bir seçim bölgesindeki seçmenler. 2. seçim bölgesi. constituent s. bütünü oluşturan. i. 1. seçmen. 2. öğe, unsur. constitute f. 1. oluşturmak, teşkil etmek. 2. meydana getirmek, kurmak, constitution tesis etmek. 3.2.atamak, i. 1. anayasa. tayin etmek.3. yapı, bünye. 4. bileşim, tüzük, nizamname. constitutional terkip. s. 1. anayasal. 2. bünyesel, yapısal. i. sağlık için yapılan constrain yürüyüş. f. 1. zorlamak, mecbur etmek. 2. engellemek, menetmek. constrained s. zoraki. constraint i. 1. sınırlama, tahdit. 2. kendini tutma. constrict f. sıkmak, sıkıştırmak, büzmek, daraltmak. constriction i. 1. sıkma, büzme. 2. boğaz, dar geçit. construct f. 1. yapmak, inşa etmek, bina etmek, kurmak, tertip etmek. 2. construction geom. çizmek. i. 1. yapım, inşa, inşaat. 2. yapı, inşaat. 3. yorum, tefsir. 4. dilb. construction site yapı, inşa, tertip. inşaat alanı/sahası. 5. geom. çizim. constructive s. 1. yapıcı, olumlu, müspet. 2. yapısal. construe f. 1. yorumlamak, tefsir etmek, mana vermek, anlamak. 2. consul (cümleyi) tahlil2.etmek. i. 1. konsolos. (eski Roma´da) konsül. consul general başkonsolos. consular s. 1. konsolosa ait. 2. konsüle ait. consular agent fahri konsolos. consulate i. konsolosluk, konsoloshane. consult f. 1. danışmak, başvurmak, müracaat etmek, sormak. 2. göz consultant önünde i. danışman,tutmak, hesaba katmak. 3. with ile görüşmek. müşavir. consultation i. 1. danışma, müzakere, istişare. 2. tıb. konsültasyon. consultative s. danışmanlıkla ilgili, istişari. consultative committee danışma kurulu. consume f. 1. tüketmek, yoğaltmak, istihlak etmek. 2. yakıp yok etmek. consumed with jealousy kıskançlıktan deliye dönmüş. consumer i. tüketici, yoğaltıcı. consumer durables dayanıklı tüketim malları. consumer goods tüketim maddeleri. consumer nondurables dayanıksız tüketim malları. consummate s. tam, mükemmel, dört dörtlük. consummate s. tam, mükemmel, dört dörtlük. consummate f. tamamlamak, ikmal etmek. consumption i. tüketim, yoğaltma, istihlak. cont kıs. contents, continent, continue. contact i. 1. temas, değme, dokunma: It mustn´t have any contact with contact lens the air. Havayla kontakt lens, lens.hiç teması olmamalı. 2. temas, ilişki; irtibat, bağlantı: Have you ever had any sort of contact with them? contact lens kontakt lens, lens. Onlarla herhangi bir temasınız oldu mu? We´ve been in contact contagious s. 1.some for tıb. bulaşıcı, time. Epey bulaşkan, zamandan sâri.beri 2. çabuk yayılan. temastayız. We´ve finally contain established f. 1. kapsamak, radio contact içine içermek, with almak. them. Onlarla nihayet 2. kontrol altınaradyoyla almak, contain/have overtones irtibat tutmak. kurduk. 3. (faydalı olabilecek) tanıdık; kaynak, ... izleri taşımak, -de ... izleri/havası olmak: This story has haber veren politicalkimse; aracı, Bu overtones. aracılık yapan hikâyede kimse. siyasi bir4. k. dili hava var.kontakt lens, container i. 1. (kutu, lens. şişe f. 1. ile v.b.) kap. temasa 2. konteyner. geçmek, ile temas etmek. 2. temas etmek, contaminate f. (mikrop,dokunmak. değmek, zehir v.b. ile) kirletmek; bulaştırmak. contamination i. (mikrop, zehir v.b. ile) kirletme/kirletilme/kirlenme; contemplate bulaştırma. f. 1. düşünmek; düşünüp taşınmak. 2. niyetinde olmak, contemplation tasarlamak. i. 1. düşünme, 3. tefekkür; dikkatle seyretmek/izlemek. düşünüp taşınma. 2. tasarlama. 3. contemplative dikkatle seyretme/izleme. s. 1. uzun uzun düşünmeyi seven. 2. dalgın, düşünceye dalmış. contemporaneous s. çağdaş, aynı zamanda olan. contemporary s. çağdaş, muasır. i. 1. yaşıt, akran. 2. çağdaş. contemporary with ile çağdaş. contempt i. küçük görme, hor görme. contempt of court huk. mahkemeye itaatsizlik. contemptible s. aşağılık, alçak, rezil. contemptuous s. hakir gören, hor gören. contend f. 1. for için yarışmak, çekişmek. 2. with ile uğraşmak, mücadele content etmek. 3. iddia i. 1. içerik. etmek, 2. miktar: ilericoal This sürmek. has a high sulfur content. Bu content kömürün kükürt miktarı yüksek. s. hoşnut, memnun. i. hoşnutluk, memnuniyet. f. hoşnut etmek, contented memnun s. hoşnut,etmek, memnun; tatmin etmek. rahat, mutlu. contention i. 1. sav, iddia, tez. 2. yarışma, müsabaka. 3. kavga, münakaşa. contentment i. memnuniyet; rahatlık. contents i., çoğ. içindekiler, içerik, muhteviyat. contest f. 1. (bir şeye) itiraz edip yanlış olduğunu ispatlamaya çalışmak. contest 2. yarışmak. i. 1. yarışma. 2. mücadele, çekişme. contestant i. yarışmacı. context i. bağlam, kontekst. Continent i. continent i. kıta, anakara. continent s. idrarını tutabilen; bağırsaklarına hâkim olabilen. Continental s. Avrupa kıtasındaki ülkelere özgü. continental s. kıtasal. contingency i. 1. olasılık, ihtimal. 2. beklenmedik olay. contingency fund ihtiyat fonu. contingent s. on/upon -e bağlı. continual s. sürekli, devamlı. continually z. sürekli, devamlı, sık sık, boyuna, habire. continuation i. devam, devam etme, sürme. continue f. devam etmek, sürmek. continuity i. süreklilik, devamlılık. continuous s. sürekli, devamlı, aralıksız. continuously z. sürekli, devamlı, durmadan, aralıksız. contort f. burmak, bükmek, eğmek, çarpıtmak; -i çarpıtarak contorted tuhaf/anormal s. buruşuk, bükük. bir şekle sokmak. contortion i. burulma, bükülme, eğilme; -i çarpıtarak tuhaf/anormal bir contour şekle sokma.çevre, şekil. i. dış hatlar, contra- önek karşı, zıt, aksi. contraband s. kaçak, ithal veya ihracı yasaklanmış. i. 1. kaçak mal. 2. contraception kaçakçılık. i. gebelikten korunma. contraceptive s., i. gebeliği önleyici (hap/alet). contract i. 1. sözleşme, mukavele, kontrat, akit. 2. sözleşme metni, contract mukavelename. f. 1. kasmak, daraltmak, kısaltmak, büzmek; kasılmak, contraction daralmak, i. 1. kasılma, kısalmak, daralma, çekmek, kısalma, büzülmek. çekilme, 2. (hastalık) büzülme. kapmak. 3. 2. doğum sözleşme sırasında yapmak. rahim kaslarının kasılması. 3. dilb. (bir veya birkaç harf contractor i. müteahhit, üstenci, üstlenici, yüklenici. atılarak yapılan) kısaltma. contradict f. 1. yalanlamak, tekzip etmek, aksini iddia etmek. 2. ters contradiction düşmek, çelişmek. i. 1. aykırılık, çelişki, çelişme, tutarsızlık. 2. yalanlama. contradictory s. çelişkili, çelişik, tutarsız. contrary s. 1. kıntrer´i) aksi (kimse). 2. (kan´treri) karşıt, aksi, zıt, aykırı. contrary to 3. -in(kan´treri) ters yönden esen (rüzgâr). i. (kan´treri) zıt, karşıt, tersine/aksine. aksi, ters. z. (kan´treri) aksine, tersine. contrast i. 1. karşıtlık, zıtlık. 2. foto. kontrast. contrast f. 1. (aradaki farkı göstermek üzere) karşılaştırmak, mukayese contribute etmek, f. (to) 1.kıyas (bağışetmek. 2. vermek, olarak) (with) (ile) çelişmek, 2. bağışlamak. (-e) ters düşmek. katkıda contribution bulunmak, i. 1. bağış. 2.-inyardım, payı olmak. katkı,3.pay. (gazete, dergi v.b.´ne) 3. makale, yazı. yazı vermek. contributor i. 1. bağışçı. 2. (gazete, dergi v.b.´ne) yazı yazan kimse. 3. contrite katkıda s. pişman, bulunan nadim, kimse. tövbekâr. contrive f. 1. (a way of/a means of) -in yolunu bulmak, için bir yol contrived bulmak: s. uydurma, She uyduruk. contrived a way to get herself invited to the party. Kendisini partiye davet ettirmenin yolunu buldu. 2. from (bir control i. 1. kontrol, denetim. 2. yönetim, idare, egemenlik, hâkimiyet. şeyi) (başka bir şeyden) uydurup yapmak. control f. (--led, --ling) 1. kontrol etmek, denetlemek. 2. idare etmek, control tower hâkim kontrololmak. kulesi. controversial s. tartışmalı, çekişmeli. controversy i. tartışma, çekişme, anlaşmazlık. convalesce f. nekahet döneminde olmak, iyileşmek. convalescence i. nekahet. convalescent s. nekahet döneminde olan. i. nekahet dönemindeki hasta. convection i., fiz., kim. konveksiyon, ısı yayımı, iletim. convene f. 1. (toplantı) yapılmak; toplanmak. 2. (toplantıya çağırarak) toplamak. convenience i. 1. uygunluk, rahatlık, kolaylık, elverişlilik. 2. çoğ. konfor. 3. convenient İng. tuvalet, s. uygun, WC, lavabo. elverişli, müsait; rahat; kullanışlı. convent i. kadınlar manastırı. convention i. 1. kongre; konvansiyon. 2. anlaşma, konvansiyon. 3. gelenek, conventional âdet. s. 1. geleneksel. 2. beylik, basmakalıp, sıradan. conventional weapons konvansiyonel silahlar. converge f. 1. bir noktaya yönelmek. 2. geom. yakınsamak. conversant s. with -e aşina, -i iyi bilen. conversation i. konuşma, sohbet. conversational s. 1. konuşmaya özgü. 2. konuşma dilinde. 3. konuşmaya hazır, conversationalist konuşkan. i. hoşsohbet biri. converse f. (with) (ile) konuşmak, sohbet etmek. converse s. karşıt, zıt, aksi, ters. i. karşıt anlamlı söz/sözcük. conversion i. 1. çevirme, bir durumdan başka duruma getirme; değiştirme, convert dönüştürme; çevrilme; i. 1. din değiştiren kimse.değişme, dönüşme. 2. dönme, 2. din değiştirme. 3. mühtedi. ihtida. convert f. (from) (to/into) (-den) (-e) çevirmek, (bir durumdan) (başka converter duruma) getirmek; (-e) değiştirmek, (-e) dönüştürmek. i., elek. çevirgeç. convertible s. 1. çevrilebilir, başka duruma getirilebilir; değiştirilebilir. 2. convex konvertibl s. dışbükey, (para). i. 1. üstü açılabilen araba. 2. çekyat. konveks. convey f. 1. taşımak, götürmek, iletmek, nakletmek. 2. iletmek, conveyance bildirmek. i. 1. taşıma, 3.nakil, huk. devretmek. nakletme. 2. taşıt. 3. devretme, devir. 4. huk. conveyer temlikname; feragatname. i., bak. conveyor. conveyor i. 1. taşıyıcı. 2. konveyör. conveyor belt taşıyıcı kayış/bant, taşıma kayışı; bantlı konveyör. convict i. mahkûm, hükümlü. convict f. 1. mahkûm etmek, hüküm giydirmek. 2. suçlu bulmak. conviction i. 1. mahkûm etme, hüküm giydirme. 2. mahkûmiyet. 3. inanç; convince kanaat. f. ikna etmek, inandırmak. convincing s. inandırıcı. convivial s. neşeli, şen, keyifli. conviviality i. şenlik ve ziyafet, eğlenti, eğlence. convoke f. toplantıya davet etmek. convolution i. kıvrım. convoy i. konvoy. convulse f. şiddetle sarsmak. convulsion i. çırpınma, ihtilaç, ıspazmoz. convulsive s. çırpınmalı. coo f. (kumru/güvercin) ötmek, kuğurmak, üveymek. i. kumru ötüşü. cook i. aşçı, ahçı. cook f. 1. pişirmek; pişmek. 2. k. dili (hesaplar) üzerinde oynamak. cook one´s goose k. dili işini bozmak. cook s.o.´s goose k. dili -i mahvetmek, -in canına okumak. cook up k. dili uydurmak. cookbook i. yemek kitabı. cooked rice pilav. cooker i., İng. fırın (üstü ocak, altı fırın olan mutfak aleti). cookery i. yemek pişirme sanatı; aşçılık. cookie i. kurabiye, (tatlı) çörek, (tatlı) kuru pasta; (tatlı) bisküvi. cooking i. 1. yemek pişirme/pişme. 2. yemek pişirme sanatı. s. yemeklik, cookstove yemek pişirmede i. fırın (üstü ocak, kullanılan. altı fırın olan mutfak aleti). cooky i., bak. cookie. cool s. 1. serin: a cool wind serin bir rüzgâr. cool water serin su. 2. cool as a cucumber insanı k. dili serin tutan soğukkanlı. serinkanlı, (giysi). 3. serinkanlı, soğukkanlı, sakin. 4. soğuk, ilgisiz: He gave me a cool reception. Beni soğuk Cool it! k. dili Sakin ol!/Ağır ol! karşıladı. 5. k. dili harika, çok güzel, çok iyi. i. serinlik: the cool cool one´s heels k. the of dili evening beklemek: He made akşam me cool serinliği. my heels for at f. 1. serinletmek; least forty- soğutmak; coop five minutes. serinlemek, Beni en serinleşmek; i. kümes. f. kümese sokmak. az kırk beş soğumak: dakika Cool bekletti. the liquid in the co-op refrigerator. Sıvıyı i., k. dili kooperatif. buzdolabında soğut. It´s cooled off. Hava serinledi. 2. (öfke, arzu v.b.´ni) söndürmek; (birini) coop up in k. dili -e kapatmak, sakinleştirmek, -e hapsetmek, yatıştırmak; -e tıkmak. (öfke, arzu v.b.) sönmek; (biri) cooperate f. birlikte çalışmak, sakinleşmek: işbirliği That will cool yapmak. her growing desire. Onun büyüyen cooperation arzusunu o söndürür. i. birlikte çalışma, You need to cool off. Sakinleşmen lazım. işbirliği. cooperative s. 1. işbirliği yapan. 2. ortak, müşterek. i. kooperatif. coordinate s. aynı derecede, eşit. i., mat., den., gökb., kim. koordinat. coordinate f. koordine etmek, eşgüdümlemek, birbirine göre ayarlamak. coordination i. koordinasyon, eşgüdüm, birbirine göre ayarlama. cop i., k. dili polis, aynasız. cope f. (with) (ile) baş etmek, (ile) başa çıkmak, (-in) üstesinden copier gelmek. i. fotokopi makinesi. copious s. bol, çok, bereketli. copiously z. bolca, bol miktarda. copper i. 1. bakır. 2. ufak para. s. 1. bakır. 2. bakır renginde. coppersmith i. bakırcı. coppice i., bak. copse. copse i. koru, ağaçlık, baltalık. copter i., k. dili helikopter. copulate f. çiftleşmek. copy i. 1. kopya. 2. adet, tane; (yazılı eserler için) nüsha. copy f. 1. kopya etmek. 2. taklit etmek. 3. (sınavda) kopya çekmek. copyright 4. bilg.hakkı. i. telif kopyalamak. f. telif hakkı almak. coquette i. fettan kadın. coquettish s. fettan, cilveli. cor kıs. corner, coroner, corpus, correct, correspondence. coral i., s. mercan. coral reef mercan kayalığı. cord i. 1. ip, sicim, kaytan; kordon. 2. (çalgı için) tel. f. iple bağlamak. cordial s. samimi, içten, yürekten, candan. i. likör. cordiality i. samimiyet, içtenlik. cordially z. candan, samimiyetle. cordon i. kordon (görevli veya araçlardan oluşan dizi). cordon off kordon altına almak. corduroy i. (fitilli) kadife. s. fitilli kadifeden yapılmış. corduroys i., çoğ. kadife pantolon. core i. 1. (etli meyvelerde) göbek, iç. 2. nüve, öz, esas; merkez. coriander i. kişniş. cork i. 1. (mantarmeşesinin kabuğu olan) mantar. 2. mantar tapa, corkscrew mantar. i. tirbuşon, f. mantarla tapalamak. tapa burgusu. cormorant i., zool. karabatak, Phalacrocorax. corn i. 1. mısır. 2. İng. buğday; hububat, tahıl. corn i. nasır. corn bread mısır ekmeği. corn muffin mısır unundan yapılan ufak, yuvarlak ve tuzlu bir ekmek türü. corn silk mısır püskülü. corn syrup mısır pekmezi. corncob i. mısır koçanı. cornea i., anat. saydam tabaka, kornea. cornelian cherry kızılcık. corner i. 1. köşe, köşe başı. 2. futbol korner, korner vuruşu, köşe atışı. corner kick 3. futbol futbol korner, korner oyun köşe vuruşu, alanının dört köşesinden biri. f. 1. köşeye atışı. sıkıştırmak, kıstırmak. 2. (konuşmak/konuşturmak için) cornet i. 1. müz. kornet. 2. İng. (dondurma için) külah. yakalamak. 3. ... piyasasını ele geçirmek. 4. viraj almak. cornetist i. kornetçi. cornflakes i. mısır gevreği. cornflour i., İng. mısır nişastası. cornhusk i. mısır kabuğu. cornice i. 1. korniş. 2. mim. saçak silmesi, korniş. cornmeal i. iri taneli mısır unu. cornstarch i. mısır nişastası. corny s. aptal. coronary s., tıb. 1. kalple ilgili. 2. koroner. i. 1. koroner damar, taçdamar. coronation 2. koroner i. taç giymetromboz; töreni. koroner oklüzyon. coroner i. şüpheli ölüm olaylarını araştıran memur. coronet i. küçük taç. corporal i., ask. onbaşı. corporal s. bedensel, bedeni, cismani. corporal punishment bedensel ceza, dayak. corporate s. 1. ortak, kolektif. 2. anonim şirkete ait. 3. şirketleştirilmiş. 4. corporation birleşik, birleşmiş. i. 1. anonim şirket. 2. tüzelkişi. 3. İng. belediye. corps i., ask. 1. kolordu. 2. sınıf, teşkilat. Corps of Engineers İstihkâm Sınıfı. corpse i. ceset, ölü. corpuscle i., anat. yuvar. correct f. düzeltmek, doğrultmak, tashih etmek, ıslah etmek. correct s. 1. doğru, yanlışsız. 2. doğru, yerinde. correct usage doğru kullanış, yerinde kullanma. correction i. düzeltme, tashih, ıslah. corrective s. düzeltici, ıslah edici. correctly z. doğru olarak. correctness i. doğruluk. correlate f. 1. karşılıklı ilişkisi olmak. 2. aralarında uygunluk sağlamak, (iki correlation şey/sonuç/rakam) i. 1. karşılıklı ilişki. arasında ilişki kurmak. 2. mat. bağlılaşım, i. birbiriyle ilgisi olan korelasyon. şeylerin her biri. correspond f. 1. (to/with) (-e) uymak, tekabül etmek: It corresponds with correspondence what she said. benzer i. 1. benzerlik; Onun dediklerine uyuyor. 2. to 3. taraf. 2. mektuplaşma. (biri/bir şey) mektuplar. (başka birinin/başka bir şeyin) benzeri olmak: The Turkish il correspondent i. muhabir: Does your paper have a correspondent in Paris? corresponds to the English county. Türkiye´deki ilin İngiltere corresponding Gazetenizin s. 1. (bir şeye)Paris´te karşılıkmuhabiri olan: varcentury That mı? s. with saw-e uygun: It was a lessening of ´deki benzeri kontluktur. 3. (with) (ile) mektuplaşmak. correspondent Spain´s influencewithandhera wishes. İsteklerine corresponding rise uygundu. in that of Holland. O corridor i. koridor, geçit, dehliz. yüzyılda İspanya´nın etkisinin azalıp buna karşılık Hollanda´nın corroborate f. (bir düşünce, ifade v.b.´ni) pekiştirmek, güçlendirmek, etkisinin arttığına tanık olundu. 2. aynı: Our sales in the first desteklemek, f. (pas, kimyasal doğrulamak, madde) teyit etmek. corrode quarter of this year were çürütmek, better thanyemek,they were korozyona in the corrosion uğratmak; corresponding i. çürümek, 1. (pas veya kimyasal korozyona period of maddeden uğramak. last year. Bu yılın ileri ilk üççürüme, gelen) ayına ait corrosive satışlarımız, korozyon. 2. geçen jeol. yılın aynı dönemindeki aşınma/aşındırma, s., i. çürütücü, korozif. satışlardan korozyon. iyiydi. 3. mektuplaşmadan sorumlu olan. 4. toplantılara gelmeyip mektup corrugate f. kırıştırmak, yoluyla cemiyetinburuşturmak; faaliyetlerineburuşmak. katılan (üye). corrugated s. oluklu (saç, karton v.b.). corrugated iron oluklu saç. corrupt s. 1. ahlaksız, ahlak kurallarına uymayan, soysuz. 2. rüşvet corruptible yiyen, rüşvetçi. 3.2.bozuk, s. 1. ayartılabilir. rüşvetyozlaşmış (dil). 4. yanlış dolu (metin). almaya hazır. f. 1. (birini) doğru yoldan saptırmak, ayartmak. 2. -e rüşvet corruption i. 1. (birini) doğru yoldan saptırma, ayartma. 2. rüşvetçilik. 3. yedirmek. 3. (dili) bozmak, yozlaştırmak. corsage ahlaksızlık, i. 1. korsaj. ahlaksız olma.süs 2. (kadınların 4. (dili) olarakyozlaştırma. göğüs veya bele taktığı) corset çiçek/çiçek i. korse. demeti. cortege i. kortej, cenaze alayı. cortex i., anat. beyinzarı, korteks. cortisone i. kortizon. cos i. cos lettuce marul. cos/romaine lettuce marul. cosine i., mat. kosinüs. cosmetic i., s. kozmetik. cosmic s. evrensel, kozmik. cosmonaut i. kozmonot. cosmopolitan s., i. kozmopolit. cosmos i. evren, kâinat, kozmos. cost i. 1. masraf, harcanan para; fiyat. 2. maliyet. cost f. (cost) 1. -e mal olmak; (bir şeyin) fiyatı (belirli bir miktar) cost a bomb olmak: İng., k. How much does dili pahalıya this cost? Bunun fiyatı ne? It costs ten patlamak. million liras. Fiyatı on milyon lira. It´ll cost you a lot. Sana cost a pretty penny epey pahalıya mal olmak. pahalıya mal olacak. It cost them their lives. Hayatlarına mal cost an arm and a leg k. dili2.çok oldu. (birpahalı şeyin)olmak. (kaça) mal olacağını hesap etmek: Have you cost of living costed it? Onun kaça mal olacağını hesap ettiniz mi? hayat pahalılığı. cost of living yaşam maliyeti. cost price maliyet fiyatı. cost price maliyet fiyatı. cost sheet maliyet cetveli. cost, insurance and freight tic. sif, bir malın bedeli, sigortası ve navlunu ile birlikte Costa Rica maliyeti. i. Kosta Rika. Costa Rican i. Kosta Rikalı. s. 1. Kosta Rika, Kosta Rika´ya özgü. 2. Kosta costly Rikalı. s. çok pahalı; masraflı. cost-of-living index geçim indeksi. costume i. 1. kıyafet, elbise. 2. kostüm. costume ball kıyafet balosu. cosy s., i., İng., bak. cozy. cot i. 1. (üzerine bez gerili) portatif karyola. 2. İng. bebek karyolası. coterie i. zümre, grup. cottage i. 1. küçük ev, kulübe. 2. yazlık ev, sayfiye evi. cotton i. 1. pamuk; (hidrofil) pamuk. 2. İng. pamuk ipliği. 3. pamuklu cotton candy kumaş, pamuklu. ketenhelva, s. pamuklu. f. 1. (on) (to) -i ketenhelvası. kavramak/anlamak, -in farkına varmak. 2. to -i sevmek, -den cotton gin çırçır. hoşlanmak. cotton wool İng. (hidrofil) pamuk. cottonseed i. çiğit. couch i. kanepe, sedir, divan. couch f. ifade etmek, beyan etmek. cougar i., zool. puma, Felis concolor. cough i. öksürük. f. öksürmek. cough drop öksürük pastili. cough up argo vermek, sökülmek, uçlanmak. could yardımcı f., bak. can. could do with ... ise iyi olur, ... ise fena olmaz: He could do with a bath. couldn`t Banyo kıs. couldyapsa not.iyi olur. council i. 1. kurul, komisyon; konsey, danışma kurulu. 2. İng. belediye Council of Ministers meclisi; Bakanlar ihtiyar Kurulu,heyeti. Kabine. Council of State Danıştay, Devlet Şûrası. councillor i., İng., bak. councilor. councilman çoğ. coun.cil.men (kaun´sılmîn) i. belediye meclisi üyesi (erkek). councilor i. 1. kurul üyesi, komisyon üyesi; konsey üyesi. 2. İng. belediye councilwoman meclisi üyesi; ihtiyar heyeti çoğ. coun.cil.wom.en üyesi. (kaun´sılwîmîn) i. belediye meclisi üyesi counsel (kadın). i. 1. tavsiye, fikir, görüş; nasihat, öğüt. 2. avukat. f. nasihat counselor vermek, i. 1. rehber,öğüt vermek. 2. avukat. 3. k. dili kurul üyesi, komisyon danışman. counselor-at-law üyesi; konsey üyesi. çoğ. coun.sel.ors-at-law (kaun´sılırz.ätlô´) i. avukat. count i. kont. count f. 1. sayı saymak: Do you know how to count? Saymayı biliyor count musun? i. 1. sayma,She sayım. can only 2. count from dilekçesi huk. (dava one to ten. Ancak veya birden ona iddianamede kadar sayılan) sayabiliyor. suçlama. 2. saymak, sayısını bulmak: I counted twenty count down geriye doğru saymak. people. Yirmi kişiyi saydım. Count the money now! Parayı şimdi count noses k. dili say! 3.bir yerde hazır saymak, bulunanları addetmek: saymak. They count themselves lucky. count on Kendilerini 1. -e güvenmek.şanslı sayıyorlar. 2. -i beklemek, I count her among -i hesaba katmak.the greatest. count one´s chickens before Onu en büyüklerden biri sayıyorum. 4. önemli olmak: My k. dili ayıyı vurmadan postunu satmak. they´re hatched opinion doesn´t count for much around here. Sözüm burada pek count out money paraları kale birer birer alınmıyor. That´ssaymak. what really counts! Esas önemli olan o! count s.o. in k. dili birini (bir işe) katmak: If that´s what you´re up to, don´t count s.o. out count mebirini 1. k. dili in! Yapmayı (bir işe)planladığınız katmamak: You oysacanbeni o işeme count katmayın! out of countdown that! Beni o işe katma! i. geriye doğru sayma. 2. on saniye içinde birden ona kadar sayarak boksörün nakavt olduğunu ilan etmek. countenance i. 1. çehre, yüz, sima, görünüş; yüz ifadesi. 2. destek, onama, counter tasvip. f. uygun i. 1. tezgâh. bulmak, 2. fiş, marka.desteklemek, 3. sayaç, sayıcı. onamak, tasvip etmek; müsamaha etmek; göz yummak. counter i. 1. karşıt şey. 2. karşılık. s. 1. ters, zıt, aksi. 2. karşı, mukabil. counteract z. 1. (to) f. karşı -e karşı,önlemek, koymak, -in tersine. 2. aksi etkisiz haleyönde. 3. tersine, aksine. f. getirmek. 1. karşı koymak. 2. karşılık vermek, karşılıkta bulunmak. counterattack i. karşı saldırı. counterbalance f. (kauntırbäl´ıns) 1. (karşılıklı olarak) dengelemek, countercharge denkleştirmek. i. karşı suçlama.2. -e denk olmak. i. (kaun´tırbälıns) eş ağırlık, denk. counterclockwise s. saat yelkovanının ters yönünde. z. sola (dönmek). countercurrent i. ters akıntı. counterdemonstration i. karşı gösteri. counterespionage i. karşı casusluk. counterfeit s. sahte, kalp. i. taklit. f. 1. kalp para basmak. 2. taklit etmek, counterfeiter sahtesini i. kalpazan. yapmak. countermand f. (kauntırmänd´) (yeni bir emir ile) (önceki emri) iptal etmek. i. countermeasure (kaun´tırmänd) i. karşı tedbir. iptal emri. counteroffensive i., ask. karşı saldırı. counterpane i. yatak örtüsü. counterpart i. 1. taydaş. 2. karşılık, mukabil. 3. kopya, ikinci nüsha, suret. counterpoint i., müz. kontrpuan. counterproposal i. karşı öneri. countersign f. (tasdik için) (bir belgeye) imza atmak. counterspy i. karşı casus. countess i. kontes. counting ... ... dahil: That makes ten, counting me. Ben dahil on kişi eder. countless That´s sixteen s. sayısız, people, hesapsız, peknot counting the children. Çocuklar hariç, çok. on altı kişi oluyor. country i. 1. ülke, memleket; yurt, vatan. 2. arazi. 3. huk. jüri, yargıcılar countryman kurulu. s. taşraya özgü; çoğ. coun.try.men kırsal; kırsal (k^n´trimîn) bölgede2.bulunan. i. 1. taşralı. vatandaş, hemşeri. countryside i. kırsal yerler/bölgeler. county i. 1. A.B.D. ilçe. 2. İng. kontluk. county seat ilçe merkezi. county town İng. ilçe merkezi. coup i. darbe; askeri darbe; hükümet darbesi. coup d´état (ku deyta´) hükümet darbesi. couple i. 1. çift. 2. çift, karı koca. f. 1. bağlamak, bitiştirmek, coupling birleştirmek. 2. bağlantı kurmak. 3. çiftleştirmek. i. bağlama, kavrama. coupon i. kupon. courage i. cesaret, yüreklilik, yürek, yiğitlik, mertlik. courageous s. cesur, cesaretli, yürekli, yiğit, mert. courageously z. cesaretle, mertçe. courgette i., İng., bak. zucchini. courier i. kurye, ulak. course i. 1. izlenen yol; rota; seyir; gidiş; yön. 2. yol, plan. 3. kurs court (dersler i. 1. avlu,dizisi). 4. ahçı. iç bahçe. yemek, 2. kort. kap, servis. 3. saray, hükümdarf. 1.ve köpekle (av) maiyeti. 4. kovalamak. huk. mahkeme. 2. hızla f. 1.akmak. kur yapmak, ile flört etmek. 2. (tehlike, court fool saray soytarısı. hastalık v.b.´ni) davet etmek. court of appeals huk. istinaf mahkemesi. court of common pleas huk. medeni hukuk mahkemesi. court of first instance huk. asliye mahkemesi. court of first instance huk. asliye mahkemesi. courteous s. nazik, kibar, ince, saygılı. courtesan i. zenginlerle düşüp kalkan fahişe. courtesy i. nezaket, kibarlık, incelik. courthouse i. 1. adliye sarayı, mahkeme binası. 2. ilçe hükümet binası. courtier i. hükümdarın maiyetinde bulunan kimse. courtly s. 1. sarayla ilgili. 2. zarif, nazik. court-martial çoğ. courts-martial (kôrts´marşıl) i. askeri mahkeme. f. askeri courtroom mahkemede yargılamak. i. mahkeme salonu. courtship i. kur yapma. courtyard i. avlu, iç bahçe. cousin i. dayı oğlu/kızı; teyze oğlu/kızı; amca oğlu/kızı; hala oğlu/kızı; cove kuzen; kuzin. i. dik yamaçlarla çevrili koy/körfez/vadi. covenant i. akit, sözleşme, mukavele. f. 1. akdetmek. 2. sözleşmek. cover f. 1. with ile örtmek; ile kapatmak/kapamak: Cover the bread cover with a cloth.örtü. i. 1. kapak; Ekmeği bir kapak. 2. cilt, bezle ört. Cover that 3. sığınak, pan with barınak. a lid. O 4. maske, tencereyi bir paravana, kapakla perde. 5. kapat. tic. You should cover your mouth with karşılık. cover charge (lokantaya/gece kulübüne) giriş ücreti. your hand when you cough. Öksürürken ağzını elinle örtmelisin. cover girl kapak 2. kızı. bütünüyle kaplayacak bir şekilde sürmek: Trees kaplamak; cover ground covered the sides2. 1. yol katetmek. ofhızlı the gitmek. mountain. Dağın yamaçları 3. (belirli ağaçlarla bir) konu hakkında cover letter kaplıydı. bilgi Cover vermek. açıklayıcı the mektup. wound with salve. Yaraya merhem sür. 3. kapsamak, kaplamak: The farm covers one hundred hectares. cover one´s tracks k. dili yüz Çiftlik 1. kendini elebir hektarlık verebilecek şeyleri alanı kaplıyor. Doesgizlemek. 2. ne that book cover the cover to cover yaptığını/ne nineteenth yapacağını He read thecentury? book from gizlemek. coveron O kitap todokuzuncu cover. Kitabı başından yüzyılı sonuna kapsıyor mu? cover up kadar 4. okudu. (belirli bir miktarı) gizlemek; örtbas etmek. tamamlamak, bitirmek; (yolu) katetmek: We´ve only covered a small part of the book. Kitabın ancak az cover up for (birinin) hatasını/suçunu gizlemek. Don´t move; I´ve got you bir kısmını bitirdik. How many kilometers do you want to cover coverage covered! i. 1. sigortaKıpırdama; miktarı veelimdesin! kapsamı. 2. gazet., TV bir konuya/olaya today? Bugün kaç kilometre katetmek istiyorsun? 5. (bir olayı) coveralls ayrılan izleyerek yer ve zaman. onun hakkında i. (giysi olarak) tulum. bilgi vermek: Sırma´s covering the covering election i. örtü. for a news agency. Sırma bir haber ajansı için seçimi izliyor. 6. (bir miktar) (bir masrafı) ödemeye yetmek: Will ten covering letter İng., millionbak. cover liras letter. cover the cost of the tickets? On milyon lira biletler coverlet i. yatak için kâfi örtüsü, örtü. (bir şeye) karşı sigortalı olmak. 8. ateşli mi? 7. against covert bir silahla s. gizli, birine nişan alarak (başka birini) korumak; başkasını örtülü. korumak için ateşli bir silahla (birine) nişan almak; başka birine ateş ederek (birini) korumak, ateşle korumak. 9. (bir yeri) gözetim altında tutmak. 10. for (geçici olarak) (başkasının) işine bakmak: Can you cover for me while I´m out this afternoon? Bu covertly z. gizlice. covet f. imrenmek, gıpta etmek, göz dikmek. covetous s. açgözlü, hırslı, haris. covetousness i. açgözlülük. cow i. inek. cow f. yıldırmak, gözünü korkutmak, sindirmek. coward i. korkak, ödlek. cowardice i. korkaklık, ödleklik. cowardliness i., bak. cowardice. cowardly s. korkak, ödlek, yüreksiz. cowboy i. kovboy, sığırtmaç. cower f. sinmek, korkup çekilmek. cowslip i., bot. çuhaçiçeği, Primula veris. coxcomb i. züppe. coxswain i., den. filika veya kik serdümeni, dümenci. coy s. 1. cilveli, nazlı. 2. çekingen, utangaç, mahcup. cozy s. rahat, sıcak, samimi, hoş. i. çaydanlık örtüsü. cp kıs. compare. CPA kıs. Certified Public Accountant. Crab i. the astrol. Yengeç burcu. crab i. yengeç, pavurya. f. (--bed, --bing) mızırdanmak, crab louse homurdanmak, kasıkbiti, kılbiti.sızlanmak, sızıldanmak. crabby s. huysuz. crack i. 1. çatlak, yarık. 2. çatırtı, şaklama. 3. hızlı darbe; çarpma. 4. crack a joke bir şakaçeşit eroin. f. yapmak, 1. çatlamak, yarılmak, kırılmak; çatlatmak, takılmak. yarmak, kırmak. 2. (kasayı) açmak. 3. (şifreyi) çözmek. 4. (ses) crack a joke şaka etmek, şaka yapmak. çatallaşmak. crack down (on) k. dili 1. (son vermek için) -in üstüne gitmek. 2. müsamaha crack up etmekten vazgeçip oynatmak. 1. k. dili delirmek, sert davranmaya başlamak. 2. gülmekten katılmak. 3. crackdown (arabayı) kazada i., k. dili (son paramparça vermek etmek. gitme. için) -in üstüne 4. kaza geçirmek. cracked s. 1. çatlak. 2. k. dili kaçık, çatlak, deli. cracked wheat yarma buğday. cracker i. kraker, bisküvi. crackle f. çatırdamak. i. çatırtı, çıtırtı. cradle i. beşik. f. beşiğe yatırmak. craft i. 1. zanaat, el sanatı. 2. tekne, gemi; gemiler. craftily z. şeytanca, kurnazca. craftiness i. kurnazlık. craftsman çoğ. crafts.men (kräfts´mîn) i. zanaatçı, zanaatkâr. craftsmanship i. 1. zanaatçılık. 2. hüner. crafty s. aldatmakta usta olan, kurnaz, hilekâr, şeytan. crag i. sarp kayalık. cram f. (--med, --ming) 1. tıkmak, tıkıştırmak, sıkıştırmak. 2. tıkınmak, cramp tıka i. 1. basa yemek. kasınç, kramp.3.2.sınav öncesi şiddetli ineklemek. karın ağrısı. f. kasmak; kasılmak. cramp i. kenet, mengene. f. (hareketi/gelişimi) kısıtlamak, cranberry sınırlandırmak. i. yabanmersini, keçiyemişi. crane i. 1. turna. 2. vinç, maçuna. f. 1. vinçle kaldırmak. 2. (boynunu) crank uzatmak. i. 1. krank, kol, manivela. 2. k. dili garip fikirleri olan kimse. f. crank up krankla hareket ettirmek. fayrap etmek, hareket ettirmek. k. dili (motoru/makineyi) crankshaft i., mak. krank mili. cranky s. 1. garip, tuhaf, acayip, eksantrik. 2. huysuz, ters. cranny i. yarık, çatlak. crap i., argo bok. f. (--ped, --ping) argo sıçmak. crape i. krepon. craps i. çift zarla oynanan bir oyun. crash i. 1. şangırtı; gürleme, büyük bir gürültü. 2. İng. araba kazası. 3. crash hızla i. havlu gelen büyükyapımında ve perde iflas. 4. bilg. arıza. f. kaba kullanılan 1. (kaza bez.sonucu olarak) çarpmak/düşmek: The plane crashed into the mountainside and crash course yoğun kurs. burst into flame. Uçak dağın yamacına çarpıp alev alarak yandı. crash diet sıkı 2. rejim. çarpa çarpa şiddetli ve gürültülü bir şekilde gitmek/koşmak: A crash helmet bull kask. crashing around in the china shop. Zücaciye was crash of thunder dükkânında gök gürültüsü. bir boğa etrafı kıra döke koşuyordu. 3. büyük bir gürültüyle çalmak/çarpmak/vurmak: She crashed the dishes crash repairs İng. downkaroser on the tamiratı. table. Tabakları büyük bir şangırtıyla masanın crash the gate ücret vermeden üstüne girmek; çaldı. 4. atarak izinsiz/davetsiz paramparça etmek: girmek/katılmak. He crashed his glass crash-land against the wall. Bardağını f. (uçak) zorunlu iniş yapmak. duvara atarak paramparça etti. 5. gürlemek, büyük bir gürültü yapmak: The thunder crashed. Gök crass s. kaba, incelikten yoksun, görgüsüz. gürledi. 6. (işyeri) hızla iflas etmek/top atmak. 7. k. dili (bir crate i. sandık, yere) kasa. f. sandıklamak, davetsiz/izinsiz/biletsiz kasalamak. girmek/dalıvermek/katılmak. 8. at crater k. dilikrater. i. 1. (bir yerde) gece kalmak: 2. bombanın Can I crash at your place açtığı çukur. crave tonight? Bu gece sende f. 1. çok istemek, kalabilir-emiyim? -e içi gitmek, 9. bilg. can atmak. 2. arızalanmak. rica etmek, craving istirham i. şiddetlietmek. arzu, özlem. crawfish i., zool., bak. crayfish. crawl f. 1. sürünmek; emeklemek. 2. dalkavukluk etmek. i. sürünme; crawl stroke emekleme. kulaçlama yüzüş, kravl. ––ed with The rock crawled with crayfish insects. Taşın üstünde i., zool. kerevit, böcekler kerevides, kaynıyordu. karavide, tatlısuıstakozu, Astacus crayon fluviatilis. i. 1. mum boya, pastel. 2. mum boya ile yapılan resim, pastel. f. craze mum boya ilei.resim f. çıldırtmak. geçiciyapmak. moda. crazily z. çılgınca, delice. craziness i. delilik, çılgınlık. crazy s. deli, kaçık, çılgın. creak i. gıcırtı. f. gıcırdamak. cream i. 1. kaymak, krema. 2. kremalı tatlı. 3. (merhem olarak) krem. cream cheese 4. biröz, türen iyisi. 5. krem yumuşak beyazrengi, açık bej. peynir. cream of tartar krem tartar. cream of tartar krem tartar, beyaz tartar. cream of the crop bir şeyin en âlâsı. cream of the crop en iyisi. cream pitcher (ufak sürahi biçiminde) sütlük. cream sauce beyaz sos. creamer i. sütlük. creamery i. süthane, sütçü dükkânı. creamy s. 1. kaymaklı. 2. kaymak gibi, kaymak kıvamında olan. crease i. 1. kırma, pli, pasta, kat. 2. çizgi, buruşuk. 3. ütü çizgisi, kat create yeri. f. 1. kırma2. f. 1. yaratmak. yapmak. meydana2. buruşturmak. 3. katlanmak, getirmek, oluşturmak. 3. yapmak. buruşmak. creation i. 1. yaratma; yaratılış. 2. yaratı, kreasyon. 3. evren, kâinat. creative s. yaratıcı. creatively z. yaratıcı bir şekilde. creativity i. yaratıcılık. Creator i. the Yaradan, Allah, Tanrı. creator i. yaratıcı, yaratan, kreatör, mucit. creature i. yaratık, mahluk. crèche i. kreş, çocuk yuvası, yuva. credence i. güven, itimat. credentials i., çoğ. kimliği gösteren belgeler. credibility i. güvenirlik, güvenilirlik. credible s. inanılır, güvenilir. credit i. 1. tic. kredi. 2. saygınlık, itibar. 3. güven, itimat, emniyet. 4. credit (üniversitede f. ders geçme sonucunda verilen) kredi, puan. 5. credit an amount to s.o.´s çoğ., sin. jenerik, tanıtma yazısı. bir miktar parayı birinin hesabına geçirmek. account credit and debit tic. alacak ve verecek. credit balance tic. matlup bakiyesi. credit card tic. kredi kartı. credit line tic. kredi limiti. credit rating tic. kredi değerlendirmesi. credit s.o. with sevilmeyen birinde (olumlu bir niteliğin olduğunu) kabul etmek. credit to You´re a credit to your parents. Annen baban seninle iftihar creditor edebilir. i. alacaklı; kredi açan kimse/kuruluş. credulity i. saflık, her şeye inanma. credulous s. saf, her şeye inanan. creed i. 1. bir dinin temel ilkelerini içeren ifade, amentü. 2. birinin creek veya bir grubun i. 1. çay, dere. 2.felsefesini yansıtan İng. koy, küçük ilkeler. körfez. creel i. balık sepeti. creep f. (crept) 1. sürünmek, emeklemek. 2. sessizce gitmek/hareket creep up on etmek. 3. ürpermek. -e hissettirmeden i., argo kıl/gıcık/pis herif; uyuz karı. yaklaşmak. creeper i. sürüngen bitki. cremate f. (ölüyü) yakmak. cremation i. ölüyü yakma. crematorium çoğ. cre.ma.to.ri.a (krimıtor´iyı)/--s (krimıtor´iyımz) i. crepe krematoryum. i. krep. crepe paper krepon kâğıdı. crept f., bak. creep. Crescent i. the İslam âlemi. crescent i. hilal, ayça. s. hilal şeklinde. cress i., bot. tere, Crucifer. crest i. 1. tepe, tepelik, hotoz, sorguç. 2. ibik. 3. (miğfere takılan) crestfallen sorguç. s. yılgın,4.süngüsü (yokuş/dalga düşük.için) tepe; (dağ için) sırt. crevasse i. büyük yarık; buz yarığı. crevice i. yarık, çatlak. crew i. 1. tayfa, mürettebat. 2. ekip, takım. crew f., İng., bak. crow. crew cut alabros tıraş, asker tıraşı. crib i. 1. (yanları yüksek) bebek karyolası. 2. yemlik. 3. tahıl ambarı. crib 4. sınavda f. (--bed, kopya1.çekmek --bing) içinkopya (sınavda) hazırlanan kopya çekmek; kâğıdı. kopya etmek. 2. crib sheet çalmak, aşırmak. sınavda kopya çekmek için hazırlanan kopya kâğıdı. crick i. kasılma, tutulma. cricket i., spor kriket. cricket i., zool. cırcırböceği, Gryllus. crime i. 1. suç, cürüm. 2. günah, acımaya yol açacak kötü davranış. Crimea i. Crimean s. Kırım, Kırım´a özgü. criminal s. suça ait. i. suçlu. criminal code ceza kanunu. criminal court ağır ceza mahkemesi. criminal law ceza hukuku. criminologist i. kriminolog, suçbilimci. criminology i. kriminoloji, suçbilim. crimp i. kıvrım, dalga. f. 1. kıvırmak. 2. dalgalandırmak. crimson s., i. koyu kırmızı, kızıl, fesrengi. cringe f. 1. korkuyla çekilmek, sinmek. 2. yaltaklanmak. crinkle f. buruşturmak, kırıştırmak; buruşmak, kırışmak. i. buruşukluk, cripple kırışık, i. topal;kırışıklık. sakat. f. 1. sakat etmek, sakatlamak. 2. kösteklemek. crippled s. topal, kötürüm; sakat, arızalı. crisis çoğ. cri.ses (kray´siz) i. 1. kriz, bunalım, buhran. 2. tıb. kriz, crisp nöbet. s. 1. gevrek. 2. taptaze ve sulu (meyve/sebze). 3. kuru ve soğuk crisper (hava). 4. çabuk ve i. (buzdolabında) kendinden emin. i., İng. (bir parça) cips. f. sebzelik. gevrekleşmek, gevremek; gevretmek. crispy s. 1. gevrek. 2. taptaze ve sulu (meyve/sebze). crisscross s. çaprazlama kesişen. i. çaprazlama kesişen doğrular. f. 1. criterion çaprazlama çoğ. cri.te.ri.a kesişen doğrular (kraytîr´iyı) çizmek. i. ölçüt, 2. çaprazlama kriter, kıstas. gidip gelmek. critic i. 1. tenkitçi, olumsuz noktalar üzerinde duran kimse. 2. critical eleştirmen. s. 1. tenkitçi; kusur bulmaya meyilli; kusur bulmak amacıyla critical point söylenen/yapılan. nazik nokta, kritik2. eleştirel, değerlendirme amacıyla yapılan. nokta. 3. kritik, tehlikeli. criticise f., İng., bak. criticize. criticism i. 1. tenkit, kusur bulma. 2. eleştiri. criticize f. 1. -i tenkit etmek, -de kusur bulmak, -in olumsuz noktaları critique üzerinde i. eleştiri,durmak. 2. eleştirmek, tenkit etmek, değerini tenkit, kritik. belirtmek için -i incelemek. croak i. 1. kurbağa sesi, vırak. 2. gaklama sesi, gak. f. 1. vıraklamak. Croat 2. gaklamak. i., bak. Croatian.3. argo cartayı çekmek, cavlamak, ölmek. Croatia i. Hırvatistan. Croatian i., s. 1. Hırvat. 2. Hırvatça. crochet i. kroşe, tığ işi; tığla işlenen dantel. f. kroşe yapmak, tığ ile crochet hook işlemek. tığ. crochet needle tığ. crockery i. çanak çömlek. crocodile i. timsah. crocodile tears sahte gözyaşları, timsah gözyaşları. crocus i., bot. çiğdem, Crocus. croissant i. ayçöreği. crone i. kocakarı. crony i. kafadar, yakın arkadaş. crook i. 1. çoban değneği; asa, sapı kıvrık baston. 2. kıvrım. 3. k. dili crooked dolandırıcı, üçkâğıtçı, s. 1. eğri, çarpık. düzenbaz, 2. virajlı. madrabaz, 3. k. dili içinde birhilekâr, dalaveredalavereci. olan, f. kıvırmak, hileli (iş). 4. bükmek, k. dili eğmek. dolandırıcı, üçkâğıtçı, düzenbaz, hilekâr. croon f. mırıldanmak, alçak sesle şarkı söylemek. crop i. 1. ürün, mahsul, ekin, rekolte. 2. zool. kursak. 3. binici kırbacı. crop f. (--ped, --ping) kırkmak, kırpmak, kesmek, kesip kısaltmak. crop up birdenbire oluşmak/ortaya çıkmak. Cross i. the 1. Hz. İsa´nın çarmıhta ölümü. 2. Haç (Hristiyanlığın cross simgesi). i. 1. çapraz işareti. 2. haç, put, çarmıh, ıstavroz. 3. çile, cefa. 4. cross melez. f. 1. çaprazlamak. 2. karşıdan karşıya geçmek; -i geçmek: Look cross both ways before crossing s. 1. huysuzlanmış; the street. kızgın, öfkeli; aksi,Karşıdan karşıya ters. 2. geminin/uçağın geçmeden rotasına önce iki yöne de bak. He crossed the bridge on a cross my heart vallahi. aykırı esen (rüzgâr). bicycle. Köprüyü bisikletle geçti. Georgians are crossing the cross o.s. ıstavroz border toçıkarmak, haç çıkarmak. sell their goods in Turkey. Gürcüler mallarını Türkiye cross one´s arms ´de satmak kollarını için sınırı geçiyorlar. 3. into -e geçmek/girmek: We kavuşturmak. cross one´s fingers ´ve şans just crossed into Russia. Şu anda Rusya´ya girmiş dilemek. bulunuyoruz. 4. over üstünden/üzerinden geçmek/geçirmek. 5. under altından geçmek/geçirmek. 6. bot., zool. melezlemek, çaprazlamak. 7. üstüne çizgi çizmek, -i çizmek. 8. -e karşı gelmek. cross one´s legs ayak ayak üstüne atmak, bacak bacak üstüne atmak. cross one´s mind hatırına gelmek, aklından geçmek. cross out karalamak, silmek, üstünü çizerek iptal etmek. cross section kesit. cross swords (with) (biriyle) atışmak, ağız kavgası etmek. cross swords with ile çekişmek, ile kavga etmek. cross the Rubicon dönülmeyecek bir karar vermek. crossbar i. sürgü, kol demiri. crossbred s. melez. crossbreed f. (cross.bred) melezlemek, çaprazlamak. i. melez. crosscheck f. 1. (kontrolden geçirilmiş bir şeyi) kontrol etmek. 2. mat. cross-country sağlamasını i. 1. kros, kıryapmak. koşusu. 2. kros kayağı, kayak krosu. s. ülkeyi cross-country skiing baştan başa kateden. kros kayağı, kayak krosu. z. bir uçtan öbür uca. cross-examine f. sorguya çekmek. cross-eyed s. şaşı. crossing i. 1. geçiş. 2. geçiş yeri, geçit. 3. yaya geçidi. cross-legged z. bak. sit cross-legged. cross-purpose i.bak. at cross-purpose. cross-reference i. (kitapta) gönderme. crossroad i. ara yol, yan yol. crossroads i. 1. dörtyol; kavşak. 2. dönüm noktası. crosswalk i. yaya geçidi. crosswise s. çapraz. z. çaprazlama. crossword puzzle bulmaca. crossword puzzle bulmaca. crotch i. 1. çatal, dal ile gövdenin birleştiği yer. 2. anat. kasık. 3. terz. crotchet pantolon i. 1. garipağı. düşünce; tuhaflık. 2. İng. dörtlük, dörtlük nota. crotchety s. 1. huysuz, dırdırcı. 2. tuhaf, acayip. crouch f. çömelmek. i. çömelme. croup i. krup hastalığı, boğak. croupier i. krupiye. crouton i. (çorbaya konulan) küp biçiminde doğranmış kızarmış ekmek. crow i., zool. karga, Corvus. crow f. (--ed/İng. crew) 1. (horoz) ötmek. 2. (over) (-den dolayı) çok crowbar sevinmek. i. levye, kaldıraç, manivela. crowd i. kalabalık. f. 1. doluşmak, toplanmak, birikmek. 2. sıkıştırmak, crowd into doldurmak. -e doluşmak. crowd out 1. sıkıştırarak çıkarmak, dışarıya itelemek. 2. (birine) yer crowded bırakmamak. s. kalabalık. crown i. 1. taç. 2. hükümdarlık. 3. hükümdar. 4. tepe, baş. 5. kron crucial (para s. çok birimi). önemli,6.candiştacı. 7. dişçi. kuron. f. 1. taç giydirmek. 2. alıcı, kritik. tamamlamak. 3. tepesini süslemek, taçlandırmak. 4. (dama crucifix i. çarmıha gerilmiş İsa heykeli, krüsifi. oyununda) dama yapmak. 5. (dişe) kuron takmak. 6. k. dili crucifixion i. 1. çarmıha kafasına germe. 2. Hz. İsa´nın çarmıhta ölümünü gösteren vurmak. crucify resim. f. çarmıha germek. crude s. 1. ham, arıtılmamış. 2. kaba. 3. derme çatma, üstünkörü crude oil yapılmış. ham petrol.i. ham petrol. crudely z. kabaca. crudeness i. kabalık. cruel s. 1. zalim, acımasız. 2. dayanılmaz, acı. cruelly z. zalimce, acımasızca, insafsızca. cruelty i. zulüm, acımasızlık. cruise f. 1. aynı hızla uzunca bir süre gitmek. 2. (gemiyle) dolaşmak. 3. cruiser dolaşmak, i. kruvazör.dolanmak, gezinmek. 4. (polis, polis arabası) (etrafı kolaçan ederek) dolaşmak; (taksi şoförü, taksi) (müşteri crumb i. 1. kırıntı, ekmek kırıntısı. 2. parça, zerre. 3. ekmek içi. f. arayarak) dolaşmak: The squad car cruises the streets of the ufalamak. f. 1. ufalamak;all ufalanmak, unarabası ufak olmak. crumble neighborhood night. Polis gece 2. harap olmak, boyunca mahalle crumple çökmek. sokaklarında 3. parçalanmak. dolaşıyor. 5. (fahişe) sokaklarda dolaşarak f. 1. buruşturmak, kırıştırmak; buruşmak, kırışmak. 2. çökmek. müşteri crunch aramak. i. 1. (tatil amacıyla yapılan) deniz yolculuğu. f. 1. çıtır çıtır yemek, kıtır kıtır yemek, katır kutur yemek, hart 2. dolaşma, hurt yemek. dolanma, gezinme. 2. çatırtı 3. (polis, polis arabası) (etrafı 2. k. crusade i. 1. haçlı kolaçan seferi. ederek) 2. dinile dolaşma; ezmek. uğruna 3. çatırdamak. yapılan (taksi şoförü,savaş, taksi) i. 1. 3. cihat. (müşteri çatırtı. dili güç durum. kampanya, savaşım. f. against -e karşı savaşım vermek. crusader i. 1. Haçlı.dolaşma. arayarak) 2. bir davanın hararetli taraftarı. crush f. ezmek. crush i. 1. ezme. 2. kalabalık, izdiham. crust i. 1. ekmek kabuğu. 2. kabuk. f. 1. kabuklanmak, kabuk crust of the earth bağlamak. yerkabuğu.2. kabukla kaplamak. crustacean s., i. kabuklu (hayvan). crusty s. 1. kabuklu. 2. aksi, huysuz. crutch i. 1. destek. 2. koltuk değneği. crux i. 1. dönüm noktası, kritik an. 2. çözülmesi zor sorun/durum. 3. cry püf f. 1.noktası. ağlamak. 2. (hayvan) bağırmak. i. 1. haykırış, haykırı; cry for feryat. -i çok 2. (hayvana ait) gerektirmek, ses.ihtiyacı olmak: This country is crying -e çok cry on s.o.´s shoulder for a leader. birine Bu ülkenin bir lidere büyük bir ihtiyacı var. dert yanmak. cry one´s heart out hüngür hüngür ağlamak. cry out bağırmak. cry out against -e karşı yüksek sesle protestoda bulunmak. cry out for bak. cry for. cry quits yeter artık demek. cry wolf yalandan imdat diye bağırmak, yalandan imdat istemek. crypt i., mim. kriptos, kripta. cryptic s. 1. örtülü, gizli, kapalı. 2. gizemli. 3. şifreli. crystal i. 1. kristal, billur. 2. saat camı. crystalline s. 1. billur gibi, berrak. 2. kristal, billurdan yapılmış. crystallise f., İng., bak. crystallize. crystallize f. billurlaştırmak; billurlaşmak. cu kıs. cubic. cub i. yavru (tilki/ayı/aslan). f. (--bed, --bing) yavrulamak. cub scout yavrukurt. Cuba i. Küba. Cuban i. Kübalı. s. 1. Küba, Küba´ya özgü. 2. Kübalı. cubbyhole i. 1. odacık; hücre. 2. (yazıhanede/dolapta) önü açık ufak göz. cube i. 1. geom., mat. küp. 2. küp, küp biçiminde nesne. f. 1. küp cube sugar biçiminde kesmeşeker, kesmek. 2. mat. (bir sayının) kübünü almak. küp şeker. cube sugar küpşeker; kesmeşeker. cubic s. kübik. cubic centimeter santimetre küp. cubic foot ayak küp (,028 m3). cubic inch inç küp (16,4 cm3). cubic meter metre küp. cubical s. kübik, küp biçiminde. cubicle i. kabin, kabine, odacık. cuckold i. boynuzlanmış koca, boynuzlu koca. f. (kocasını) boynuzlamak. cuckoo i., zool. guguk, gugukkuşu, Cuculus canorus. s., argo kaçık, deli. cuckoo clock guguklu saat. cucumber i. salatalık, hıyar. cud i. geviş. cuddle f. 1. kucağına alıp okşamak. 2. (birbirine) sokulmak. cuddle up (birbirine/birine) sokulmak. cuddle up to -e sokulup yaslanmak; -e sokulup sarılmak. cudgel i. sopa, çomak. f. sopa atmak, sopa çekmek, sopalamak. cue i. 1. bilardo isteka. 2. sıra, kuyruk. cue i., tiy. 1. oyuncunun sözü arkadaşına bırakmadan önceki son söz cue ball veya bilardohareketi. topu. 2. sufle. f. sufle etmek. cuff i. 1. kol ağzı, kolluk, manşet. 2. sille, tokat. f. tokatlamak, tokat cuff link atmak. kol düğmesi. cuisine i. yemek pişirme sanatı, mutfak. cul-de-sac i., İng. çıkmaz sokak. culinary s. yemek pişirme ile ilgili, mutfakla ilgili; yemekte/mutfakta culminate kullanılan. f. 1. in ile sonuçlanmak, ile sona ermek, ile son bulmak. 2. en culmination yüksek noktaya i. 1. sonuç, varmak, son, bitiş. doruğuna 2. doruk, yükselmek. zirve, en yüksek nokta. culottes i. pantolon-etek. culpability i. kusur, kabahat, suçluluk. culpable s. kusurlu, kabahatli. culprit i. suçlu, mücrim. cult i. kült. cultivable s. ekilebilir, yetiştirilebilir. cultivatable s., bak. cultivable. cultivate f. 1. (tarlayı) sürmek, (toprağı) işlemek. 2. yetiştirmek. 3. cultivate a friendship geliştirmek. dostluk kurmaya4. (biriyle) dostluk kurmaya çalışmak. çalışmak. cultivated s. 1. işlenmiş (toprak). 2. kültürlü, görgülü. cultivation i. 1. (toprağı) işleme; tarım. 2. yetiştirme. 3. geliştirme. 4. cultivator kültür, i. ekici,görgü. yetiştirici. cultural s. kültürel. culture i. 1. kültür. 2. yetiştirme. 3. geliştirme. 4. biyol. kültür. f. kültür culture gap yapmak, laboratuvarda mikrop üretmek. kültür farkı. culture shock kültür şoku. cultured s. kültürlü. cultured pearl kültive inci. cumbersome s. 1. havaleli, lenduha gibi. 2. hantal. 3. kullanışsız, elverişsiz. 4. cumin ağır; sıkıcı. i. kimyon. cumulative s. birikerek artan, birikmiş, kümülatif. cumulus i. kümebulut. cuneiform i. çiviyazısı. cunning s. 1. kurnaz, şeytan, hin. 2. şirin, sevimli. i. kurnazlık, şeytanlık. cunt i., kaba 1. *am. 2. *sikişme. cup i. 1. fincan, bardak, kupa, kadeh. 2. spor kupa. 3. litrenin dörtte cup biri, f. 236 cm3. (--ped, --ping) şişe çekmek, hacamat yapmak, vantuz çekmek. cup final kupa finali. cup one´s hands avuçlarını bitiştirerek çanak gibi açmak. cup winner kupa galibi. cupboard i. dolap, yüklük. cupidity i. hırs, tamah, açgözlülük. cupola i. 1. ufak kubbe. 2. döküm ocağı. cur i. 1. sokak köpeği, it. 2. it herif, it. curable s. tedavi edilebilir, iyileşebilir. curate i. stajyer papaz. curator i. müze/kütüphane müdürü. curb i. 1. kaldırımın kenar taşı. 2. engel, fren. 3. suluk, gem zinciri. f. curd tutmak, i. kesmik. zaptetmek, frenlemek, hâkim olmak, yenmek, durdurmak. curd cheese lor peyniri, lor. curdle f. pıhtılaştırmak; pıhtılaşmak, kesilmek. curdle one´s blood k. dili dehşete düşürmek, kanını dondurmak. cure i. 1. tedavi, sağaltım. 2. çare, derman, ilaç. 3. şifa. 4. kür. cure f. 1. iyileştirmek, tedavi etmek, sağaltmak, şifa vermek. 2. -e curfew çözüm i. sokağa getirmek, -e çare bulmak. 3. tütsülemek; tuzlamak; çıkma yasağı. kurutmak. curiosity i. 1. merak. 2. nadir şey, tuhaf şey. curiosity shop hediyelik eşya dükkânı. curious s. 1. meraklı. 2. acayip, tuhaf, garip. curl i. 1. kıvrım, büklüm. 2. bukle, lüle. f. kıvırmak, bukle yapmak, curl one´s hair bükmek; 1. saçını kıvrılmak, kıvırmak. 2. bükülmek. k. dili yüreğini oynatmak, korkutmak. curl up kıvrılmak. curler i. bigudi. curling iron saç maşası. curly s. kıvırcık, kıvır kıvır. currant i. 1. kuşüzümü. 2. frenküzümü. currency i. 1. para, nakit, nakit para. 2. sürüm, geçerlik, tedavül, revaç. current i. cereyan, akım, akıntı. current s. 1. şimdiki, bugünkü, güncel, aktüel. 2. geçer, yürürlükte olan, current account cari. tic. cari hesap. current account cari hesap. current events güncel olaylar. current expenses günlük masraflar, günlük giderler. current market rate rayiç, sürüm değeri. current price cari fiyat, piyasa fiyatı. currently z. halen, şu anda, bugünlerde. curriculum i. müfredat programı. curriculum vitae özgeçmiş. curry i. curry f. kaşağılamak, tımar etmek. curry favor with k. dili -e yaranmak, yaltaklanarak (birinin) gözüne girmeye curry favor with çalışmak. yaltaklanarak (birinin) gözüne girmeye çalışmak. curry powder toz haline getirilmiş kimyon, kişniş, zerdeçal v.b. baharat currycomb karışımı. i. kaşağı. curse f. 1. sövmek, sövüp saymak, küfretmek. 2. ilenmek, lanet cursed etmek, beddua s. 1. körolası, etmek. melun. 2.i.lanetli, 1. ilenme, ilenç, lanet, beddua. 2. lanetlenmiş. sövgü, sövme, küfür. 3. bela. cursed s. cursor i., bilg. kürsör, ışıklı gösterge, imleç. cursory s. gelişigüzel, üstünkörü. curt s. ters ve kısa (söz). curtail f. kesmek, kısaltmak, azaltmak. curtain i. perde. f. perdelemek. curtain ring perde halkası. curtain rod perde rayı, korniş. curtsy i. reverans. f. reverans yapmak. curvature i. 1. eğrilik. 2. eğrilme. curve i. 1. eğri, kavis, kıvrım. 2. viraj. curve f. 1. eğmek, bükmek; eğilmek, bükülmek. 2. kıvırmak; kıvrılmak. cushion i. 1. yastık, minder. 2. bir darbenin hızını kesen tampon. 3. cuspid bilardo masasının lastikli iç kenarı. f. 1. hafifletmek, azaltmak. 2. i. köpekdişi. altına/arkasına yastık koymak; yastıkla beslemek. 3. yastıkla cuss f., k. dili sövmek, küfretmek. i., k. dili 1. sövgü, küfür. 2. herif. kaplamak. custard i. 1. süt, şeker ve yumurta ile hazırlanan bir sos. 2. krem custodian karamele benzeyen i. 1. koruyucu, bir tatlı. muhafız. 2. sorumlu kimse. 3. kapıcı. custody i. 1. vesayet. 2. gözetim; koruma. custom i. 1. gelenek, âdet. 2. alışkanlık, itiyat. 3. (bir müşterinin yaptığı) customary alışveriş. s. alışılmış, âdet olan, mutat. customary usage âdet. customer i. müşteri. custom-made s. ısmarlama. customs i. gümrük, gümrük resmi. customshouse i. gümrük. cut i. 1. kesme, kesim. 2. kesik. 3. kesim, fason, biçim. 4. dilim, cut parça. f. (cut, 5. k. dili1.hisse, --ting) pay.2.6.biçmek. kesmek. indirim.3.7.kesmek, kesinti. 8. yarma, yol azaltmak. 4. geçirmek kesilmek: için This açılan stone yar. cuts 9. acı söz. easily. Bu 10. taş kırıcı davranış. kolayca kesiliyor. 5. cut s. kesilmiş, kesik. (ders, konferans v.b.´ni) asmak, -e gitmemek. 6. (fiyatını) cut a big/wide swath k. dili 1. çok nüfuzlu olmak. 2. çok dikkat çekmek. indirmek. 7. k. dili (motoru) stop ettirmek, durdurmak. 8. (birini) cut a tooth (çocuk) diş çıkarmak. görmezlikten gelmek. 9. isk. kesmek. cut a tooth diş çıkarmak. It set my teeth on edge. Dişlerimi kamaştırdı. cut across kestirmeden gitmek. cut across all boundaries sınır tanımamak. cut an alcoholic drink with içkiyi sulandırmak. water cut and run bırakıp kaçmak. cut back 1. azaltmak. 2. kesip kısaltmak. 3. geri dönmek. cut both ways hem lehine, hem aleyhine olmak. cut corners (bir işte) kestirme yollara başvurmak. cut corners k. dili en kolay ve en ucuz yollara başvurarak yapmak. cut down a piece of clothing eski bir giysiden (yeni bir şey) yapmak. into cut down a tree ağaç kesmek. cut down on -i azaltmak. cut glass kristal, kesme cam. cut in (birinin) sözünü kesmek; araya girmek. cut in half/cut into halves yarıya bölmek. do a thing by halves bir işi yarımyamalak cut in on yapmak. -i azaltmak.go halves yarı yarıya bölüşmek. go off half-cocked k. dili yeterince düşünmeden hemen harekete geçmek. cut into -i azaltmak. Cut it out! k. dili Yapma!/Bırak! cut loose 1. from (bir yerden/gruptan) ayrılmak; (denetim, baskı v.b. cut loose ´nden) ilişkiyi yakasını kesmek. kurtarmak/sıyırmak. 2. k. dili gayrete gelmek, aşka gelmek. 3. k. dili kurtlarını dökmek. cut no ice k. dili önemli olmamak. cut no ice k. dili önemi/etkisi olmamak. cut of meat (kasaplık hayvanın gövdesinden belirli bir şekilde kesilen) et cut off parçası. -i kesmek. cut off one´s nose to spite k. dili gâvura kızıp oruç bozmak. one´s cut offface one´s nose to spite k. dili gâvura kızıp oruç bozmak. one´s face cut one´s nails to the quick tırnaklarını dibine kadar kesmek. cut one´s own throat k. dili kendi kendine zarar vermek, bindiği dalı kesmek. cut out 1. -i kesmek; -i kesip çıkarmak. 2. (giysi) biçmek. 3. k. dili -i cut s.o. down kesmek, -i bırakmak. birini öldürmek. cut s.o. off 1. birine miras olarak on para/hiç para bırakmamak. 2. birinin cut s.o. short yolunu birinin kesmek. lafını kesmek. cut s.o. to the quick birini (acı sözlerle) derinden yaralamak. cut s.t. into slices bir şeyi dilimlemek, bir şeyi dilim dilim kesmek. cut short kısa kesmek. cut the ground (out) from (birinin) dayanak noktalarını çürütmek. under cut theone´s groundfeet from under birinin savunduğu noktaları çürütmek. s.o.´s feet cut the melon argo kârı paylaşmak. cut the wheels (of an automobile) sol yapmak; sağ yapmak. cut to the quick k. dili içine işlemek, içini yakmak, acı vermek. cut up 1. parça parça kesmek, doğramak. 2. k. dili şaklabanlık cutback yapmak, komik i. 1. kesinti, şeylereksiltme. azaltma, yapmak. 2. sin. geriye dönüş. cute s., k. dili şirin, sevimli. cuticle i., anat. 1. tırnakların etrafını çevreleyen deri. 2. üstderi. cutlery i. çatal bıçak takımı. cutlet i., kasap. kotlet. cutoff i. 1. kestirme yol. 2. sona erme tarihi. cutoff point sona erme noktası. cut-price s. 1. indirimli, tenzilatlı. 2. indirimli mal satan. cut-rate s. 1. indirimli, tenzilatlı. 2. indirimli mal satan. 3. niteliksiz, cutter kalitesiz. i. 1. den. kotra. 2. (belirli bir şeyi) kesen kimse. 3. kesici alet, cutthroat kesici: wire amansız. s. kıyasıya, cutters teli. makası. katil, cani. cutting i. 1. kesme, kesiş. 2. sin. kesim. 3. bahç. aşı kalemi. s. 1. acı, cuttlefish incitici, i., zool. kırıcı (söz). 2. acı,Sepia. mürekkepbalığı, keskin, sert (rüzgâr). cutup i. şaklaban, şakacı. cwt kıs. hundredweight 1. İng. 112 libre, yaklaşık 50 kg. 2. A.B.D. -cy 100 isim libre, 45,5 belirten kg. fluency akıcılık. sonek: cyanide i. siyanür. cybernetics i. sibernetik, kibernetik. cyclamen i., bot. siklamen, tavşankulağı, buhurumeryem, Cyclamen. cycle i. 1. elek. devre. 2. dönme, dönüş, devir. 3. bisiklet; motosiklet. cyclist f. bisiklete binmek. i. bisikletçi; motosikletçi. cyclone i. siklon, kiklon. cylinder i. silindir. cylindrical s. silindirsel, silindirik. cymbal i., müz. büyük zil. cynic i. kinik, sinik. cynical s. kinik, sinik. cynicism i. kinizm, sinizm. cypress i., bot. servi, selvi, Cupressus. Cyprian i., s., bak. Cypriot. Cypriot i. Kıbrıslı. s. 1. Kıbrıs, Kıbrıs´a özgü. 2. Kıbrıslı. Cyprus i. Kıbrıs. Cyrillic s. Cyrillic alphabet Kiril alfabesi. cyst i., tıb. kist. cystitis i., tıb. sistit. czar i. çar. Czech i., s. 1. Çek. 2. Çekçe. Czechoslovak i., s., tar., bak. Czechoslovakian. Czechoslovakia i., tar. Çekoslovakya. Czechoslovakian i., tar. Çekoslovakyalı, Çekoslovak. s., tar. 1. Çekoslovak. 2. D Çekoslovakyalı. kıs. December, Department, Doctor, Dutch. d kıs. date, daughter, day, days, dead, diameter, died. D, d i. D, İngiliz alfabesinin dördüncü harfi. D, d i. 1. D, İngiliz alfabesinin dördüncü harfi. 2. müz. re notası. DA kıs. District Attorney. da kıs. daughter, day(s). dab i. dokunma, hafif vuruş. f. (--bed, --bing) hafifçe vurmak, dabble dokunmak. f. 1. su serpmek, hafifçe ıslatmak. 2. in ile amatörce uğraşmak. dabbler i. bir işe heves duyup girişme eğiliminde olan kimse, amatör, dachshund hevesli. i. mastı. dad i., k. dili baba, babacığım. daddy i., k. dili baba, babacığım. daddy-longlegs i., zool. tipula sineği. daffodil i. zerrin, fulya, nergis. daft s. 1. kaçık, deli, kafadan kontak. 2. saçma. dagger i. kama, hançer. dahlia i., bot. yıldızçiçeği, Dahlia. Dahoman i., s., bak. Beninese. Dahomean i., s., bak. Beninese. Dahomey i., bak. Benin. Dahomeyan i., s., bak. Beninese. daily s. gündelik, günlük. z. her gün. i. 1. gündelik gazete. 2. İng. daintily gündelikçi z. zarafetle.(hizmetçi). daintiness i. 1. zarafet, nezaket. 2. titizlik. dainty s. 1. narin, zarif, nazik. 2. titiz. dairy i. 1. mandıra. 2. süthane, sütçü dükkânı. dairy cattle sağmal inekler. dairy farm mandıra. dairy products süt ürünleri. dairyman çoğ. dair.y.men (der´imîn) i. sütçü. daisy i. papatya. dale i. küçük vadi. dally f. 1. vakit öldürmek, oyalanmak. 2. haylazlık etmek. dally away vakit öldürmek. dally with oynaşmak, cilveleşmek. dam i. baraj, set, su bendi. f. (--med, --ming) -e set çekmek. dam up -i frenlemek, -i bastırmak. damage i. 1. zarar, ziyan, hasar. 2. k. dili masraf, fiyat. f. zarar vermek, damages hasar i., huk.yapmak, tazminat.bozmak. Damascus i. Şam. damask i. damasko (kumaş). dame i. 1. argo kadın. 2. kadınlara verilen şövalyelik ayarında bir damn asalet unvanı. 3. 2. f. 1. lanetlemek. eski hanım, lanet hatun, okumak, yaşlı kadın. beddua etmek. i. lanet. Damn!/Damn it!/Damn Allah belasını versin!/Allah kahretsin! him!/Damn her! damnation i. 1. lanet. 2. bela. 3. cehennem cezası. Damnation! Lanet olsun! damned s. 1. lanetli, melun. 2. Allahın belası, kahrolası, kör olası, lanet. Damned if I know. z. çok, pek. kahrolayım. Biliyorsam damnedest s. en acayip, en tuhaf. i. en iyisi. damp s. nemli, rutubetli, yaş. i. 1. nem, rutubet. 2. grizu. f. 1. boğmak, dampen söndürmek. 2. yavaşlatmak, f. 1. nemlendirmek, ıslatmak;durdurmak. nemlenmek, 3.ıslanmak. nemlendirmek, 2. ıslatmak. (titreşimi) azaltmak. 3. kırmak, kaçırmak: dampen s.o.´s dampness i. nem, rutubet. enthusiasm k. dili birinin hevesini kırmak. dance i. 1. dans, raks, oyun. 2. balo. f. dans etmek, oynamak; dans dancer ettirmek, oynatmak. i. dansçı, dansör, dansöz. dancing i. dans etme, dans. dandelion i., bot. karahindiba, Taraxacum officinale. dandle f. hoplatmak, zıplatmak. dandruff i. kepek, konak. dandy s. 1. züppe. 2. harika, mükemmel, çok iyi. Dane i. Danimarkalı. danger i. tehlike. dangerous s. tehlikeli. dangerously z. tehlikeli bir şekilde. dangle f. sarkmak, asılı durup sallanmak; sarkıtmak, asıp sallamak. Danish i. Danca. s. 1. Danimarka, Danimarka´ya özgü. 2. Danimarkalı. dank 3. Danca. s. yaş, nemli, rutubetli, küf kokulu. Danube i. Tuna nehri, Tuna. daphne i. defne. dapper s. şık, zarif. dapple s. benekli. f. beneklemek. i. 1. benek. 2. benekli hayvan. dapple-gray s. bakla kırı, alaca kır (at). Dardanelles i. dare f. cesaret etmek, cüret etmek, kalkışmak. daredevil i. gözü pek. daring i. cüret, cesaret, yiğitlik. s. cüretkâr, yiğit. dark s. 1. karanlık. 2. koyu. 3. esmer. 4. muğlak, çapraşık. 5. cehalet dark içinde. 6. gizli,2.esrarlı. i. 1. karanlık. akşam. 3. koyu renk, gölge. dark blue lacivert. darken f. 1. karartmak; kararmak. 2. anlaşılması zor hale getirmek. 3. darkness koyulaşmak, i. karanlık. esmerleşmek. darkroom i., foto. karanlık oda. darling i. sevgili, sevgilim. s. 1. sevgili. 2. sevimli, cici, hoş. darn f. iğneyle örerek onarmak. i. örülerek onarılmış delik. darn f. lanet etmek. Darn it! Lanet olsun! dart i. 1. küçük ok. 2. ileri atılma, fırlama, hamle. 3. böceğin iğnesi. dartboard 4. terz. i. ok pens. atma f. 1. ok kullanılan oyununda gibi fırlamak, atılmak. nişan tahtası.2. atmak, fırlatmak. darts i. ok atma oyunu. dash f. 1. hızla koşmak: She dashed to the child´s rescue. Çocuğun dash off imdadına koştu. acele gitmek, 2. hızla ilerlemek, atılmak, fırlamak: I dashed to fırlamak. the window but saw nothing. Pencereye fırladım ama hiçbir şey dash off a letter bir mektup karalamak. görmedim. 3. vurmak, çarpmak, kırmak, parçalamak: He dash s.o.´s hopes bir kimsenin dashed down ümitlerini his brokenkırmak, weapon. birini hayal Kırık kırıklığına silahını uğratmak. yere vurdu. He dash to pieces dashed the chair çarpıp paramparça etmek.to pieces against the wall. Sandalyeyi duvara dash water on one´s face vurup yüzüne parçaladı. su çarpmak. 4. atmak, fırlatmak. 5. sıçratmak. 6. (umudunu) kırmak, suya düşürmek. 7. karıştırmak, katmak. i. 1. ileri atılma, dashboard i., oto. kontrol fırlama, hamle.paneli, pano. 2. az bir miktar, bir tutam. 3. kısa mesafe dashing s. 1. atak, koşusu. 4. atılgan, canlılık, cesur. enerji.2. 5.gösterişli, tire, çizgi.şık. data i. 1. çoğ. veya tek. bilgi. 2. veriler, data. data bank bilg. veri bankası, bilgi bankası. data base bilg. veri tabanı, bilgi tabanı. data file bilg. veri dosyası. data processing bilg. bilgiişlem. date i. hurma, arabistanhurması. date i. 1. tarih, zaman. 2. randevu. 3. flört, flört edilen kişi. date f. 1. tarih koymak, tarih atmak. 2. tarihlendirmek. 3. ile çıkmak, date line ile flörtgündeğişme coğr. etmek. çizgisi. date palm hurma ağacı. dated s. 1. tarihli. 2. modası geçmiş, demode. dative s., dilb. -e halindeki. i. -e halindeki sözcük. datum çoğ. da.ta (dey´tı, dä´tı) i. veri. daub f. 1. sürmek, sıvamak. 2. bulaştırmak. 3. lekelemek, kirletmek. i. daughter 1. harç, i. kız çamur. evlat, kız. 2. leke. daughter-in-law i. gelin. daunt f. yıldırmak, gözünü korkutmak. dauntless s. gözü pek, yılmaz, korkusuz. davenport i. kanepe, sedir, divan; çekyat. dawdle f. işini ağırdan alarak vakit kaybetmek, ağır davranmak, dawn oyalanmak. i. 1. seher, tan vakti. 2. şafak, tan. f. görünmeye başlamak, dawn on aydınlanmak. anlaşılmak, sezilmek. day i. 1. gündüz: We´ve been working night and day on this project. day after day Bu herproje gün,üzerinde günlerce.gece gündüz çalışıyoruz. 2. gün: the second day of the month ayın ikinci günü. 3. zaman, devir. day by day günden güne. day by day günbegün, günden güne. day in day out her gün. day laborer gündelikçi. day of reckoning hesap günü, kıyamet günü. day school gündüzlü okul. daybreak i. seher, tan vakti. daydream i. hayal. f. hayal kurmak, dalmak. daylight i. gün ışığı.daylight-saving time yaz saati. daytime i. gündüz. daze f. sersemletmek, sersem etmek, serseme çevirmek. i. sersem dazed bir hal, sersemlik. s. sersemlemiş, serseme çevrilmiş. dazzle f. göz kamaştırmak. deacon i. diyakoz. deaconess i. kilisenin hayır işleriyle görevlendirdiği kadın. dead s. 1. ölmüş, ölü. 2. cansız, hareketsiz; sönük. 3. ölü (renk). dead ahead dosdoğru. dead beat çok yorgun, bitkin. dead center tam merkez, tam orta. dead end 1. çıkmaz sokak. 2. çıkmaz. dead heat spor berabere biten yarış. dead language ölü dil. dead letter 1. geçersiz yasa. 2. sahibine ulaştırılamayan mektup. dead loss bir işe yaramayan nesne/kimse. dead set k. dili kararlı. dead set against -e tamamen karşı, -e muhalif. dead tired bitkin, yorgun. deaden f. 1. hafifletmek, azaltmak, zayıflatmak; (ses, ağrı v.b.´ni) deadline kesmek. i. son teslim2. parlaklığını tarihi. gidermek, donuklaştırmak. deadlock i. çıkmaz. f. çıkmaza sokmak; çıkmaza girmek. deadly s. 1. öldürücü; ölümcül. 2. ölü gibi. deaf s. 1. sağır. 2. kulak asmayan. deaf mute sağır ve dilsiz kimse. deafen f. sağır etmek. deaf-mute i. sağır ve dilsiz kimse. deal i. 1. anlaşma, mukavele. 2. iş. 3. miktar. 4. iskambil kâğıtlarını deal in dağıtma. ... ticaretif.yapmak. (--t) (iskambil kâğıtlarını) dağıtmak. deal with 1. ile ilgilenmek. 2. -i idare etmek. 3. -in üstesinden gelmek, -in dealer hakkından i. 1. (belirli gelmek. bir şeyin) 4.ticaretini -e değinmek,yapan-den bahsetmek. kimse, 5. -in a tüccar, satıcı: müşterisi dealer olmak, ile alışveriş etmek. dealings i. 1. iş, in old stamps alışveriş. 2. iş eski pul ilişki. ilişkisi; satıcısı. 2. iskambil kâğıtlarını dağıtan kimse. dealt f., bak. deal. dean i. 1. katedralin başrahibi. 2. dekan. dear i. sevgili. s. 1. sevgili, aziz. 2. değerli, kıymetli. 3. pahalı. Dear me! Olur şey değil! dearly z. dearly love to (bir şeyi) çok arzu etmek. dearth i. yokluk, kıtlık. death i. ölüm. death rate ölüm oranı. death sentence idam hükmü. death squad ölüm mangası. death toll ölü sayısı. death warrant huk. idam hükmü. deathbed i. ölüm döşeği. deathless s. baki, ölümsüz. deathlike s. ölüm gibi. deathly s. ölümsü. deathly cold çok soğuk: It´s deathly cold outside. Dışarısı çok soğuk. deathly pale beti benzi atmış. deathly silence ölümsü bir sessizlik. debacle i. çöküş, yenilgi, yıkım. debar f. (--red, --ring) (from) engellemek; menetmek. debase f. 1. değerini düşürmek, ayarını bozmak. 2. alçaltmak, şerefini debatable lekelemek. 3. yozlaştırmak. s. tartışılabilir. debate f. 1. tartışmak. 2. çok düşünmek, düşünüp taşınmak: He debilitate debated f. kuvvetten withdüşürmek, himself before reachingtakatini zayıflatmak, the decision. kesmek. Kararını vermeden önce çok düşündü. i. tartışma; münazara. debility i. halsizlik, bitkinlik, güçsüzlük, zayıflık. debit i. borç. f. 1. borç kaydetmek. 2. birinin borcuna kaydetmek. debit an account bir hesabı borcuna kaydetmek. debit and credit borç ve kredi. debit balance borç bakiyesi. debris i. yıkıntı, enkaz; döküntü. debt i. borç. debt of gratitude teşekkür borcu, gönül borcu. debt of honor namus borcu. debtor i. borçlu. debug f. (--ged, --ging) 1. (bir yerden) gizli dinleme aygıtını sökmek. 2. debunk (bir f., k.aygıt veya dili (bir sistemin) şeyin) yanlışkusurlarını taraflarını gidermek. 3. bilg. açığa vurmak. hatasızlaştırmak, ayıklamak. debut i. 1. başlangıç. 2. (sahneye) ilk çıkış. 3. bir genç kızın sosyeteye Dec ilk kıs.defa takdimi. December. dec kıs. deceased, decrescendo. decade i. on yıl. decadence i. çökme, çöküş, yıkılış. decadent s. çökmüş. decaffeinate f. kafeinini çıkarmak. decaffeinated coffee kafeinsiz kahve. decal i. çıkartma. decamp f. 1. kampı bozup ayrılmak. 2. k. dili sıvışmak, savuşmak, decanter tüymek, i. sürahi. kaçmak. decapitate f. başını kesmek, boynunu vurmak. decathlon i., spor dekatlon. decay f. 1. çürümek, bozulmak; çürütmek. 2. azalmak. i. 1. çürüme, decease bozulma. 2. azalma. i. ölüm, ölme, vefat. f. ölmek. deceit i. 1. aldatma; hile, yalan. 2. hilekârlık, düzenbazlık, deceitful dolandırıcılık. s. 1. hilekâr, hileci. 2. aldatıcı. deceitfully s. hilekârlıkla, yalancılıkla. deceitfulness i. hilekârlık, yalancılık. deceive f. aldatmak. deceiver i. aldatıcı, hilekâr. December i. aralık. decency i. 1. terbiye, edep, nezaket. 2. ılımlılık. 3. iffet, namus. decent s. terbiyeli, nazik; temiz, iyi. decently z. 1. terbiye ölçüsünde. 2. yeterince. deception i. 1. aldatma; aldanma. 2. yalancılık. 3. hile, düzen, dolap. deceptive s. aldatan, aldatıcı. deceptively z. aldatarak, aldatıcı bir biçimde. deceptiveness i. aldatıcılık, düzenbazlık, hilekârlık. decide f. karar vermek, kararlaştırmak, hüküm vermek. decide against s.t. bir şeyin aleyhinde karar vermek. decide for s.t./decide in favor bir şeyin lehinde karar vermek. of s.t. decide to take the plunge (bir şeyi) yapmaya karar vermek. decided s. 1. kesin. 2. kararlı, azimli. 3. kararlı, ölçülü. decidedly z. kesinlikle, katiyetle. deciduous s. kışın yapraklarını döken (bitki). decigram i. desigram. decigramme i., İng., bak. decigram. deciliter i. desilitre. decilitre i., İng., bak. deciliter. decimal s., mat. ondalık. i. 1. ondalık sayı. 2. ondalık kesir. decimal fraction ondalık kesir. decimal fraction mat. ondalık kesir. decimal point ondalık virgülü: 1.07 (Türk sistemine göre 1,07). decimal scale ondalık hesap cetveli. decimal system ondalık sistem. decimate f. büyük bir kısmını yok etmek. decimation i. büyük bir kısmını yok etme; büyük bir kısmı yok olma. decimeter i. desimetre. decimetre i., İng., bak. decimeter. decipher f. (şifreyi) çözmek. decision i. karar; hüküm. decisive s. 1. kesin, kati. 2. kesin sonuca ulaştıran: the decisive victory in decisively that z. 1. war kesino olarak. savaşı kesin sonuca 2. kararlı ulaştıran zafer. 3. kararlı. bir biçimde. decisiveness i. 1. kesinlik. 2. kararlılık. deck i., den. güverte. deck f. donatmak, süslemek. deck chair şezlong. deck of cards isk. deste. deck out donatmak, süslemek. declaim f. 1. hararetle söylemek/konuşmak. 2. (hitabet kurallarına göre) declaration söylemek; i. 1. ilan. 2.resmi demeç.bir 3. şekilde bildiri,söylemek. deklarasyon. declaration of residence ikamet beyannamesi. declare f. 1. ilan etmek. 2. bildirmek, deklare etmek. declare bankruptcy iflas ilan etmek. declare war on -e savaş açmak/ilan etmek. declension i. 1. dilb. ad çekimi. 2. çöküş, çökme. decline f. 1. aşağıya meyletmek. 2. azalmak, düşmek. 3. çökmek. 4. declivity reddetmek, i. iniş, meyil.geri çevirmek. 5. dilb. çekmek. i. 1. meyil, iniş. 2. azalma, düşüş; gerileme, yozlaşma. 3. çökme, çöküş. declutch f. debriyaj yapmak. decode f. (şifreyi) çözmek. decompose f. 1. ayrıştırmak. 2. çürütmek; çürümek. decomposition i. 1. ayrışma. 2. bozulma. decorate f. 1. süslemek, dekore etmek. 2. nişan vermek. decoration i. 1. süsleme, dekorasyon. 2. süs. 3. nişan, madalya. decorative s. süsleyici, süslü. decorator i. dekoratör. decorous s. görgü kurallarına uygun. decorously z. görgü kurallarına uygun bir biçimde. decorum i. adaba uygun olma, terbiyeli olma. decoy i. tuzak yemi. f. 1. away from -den hile ile uzaklaştırmak; into -e decrease hile ile çekmek. f. azalmak, 2. tuzağa düşmek, düşürmek. küçülmek; azaltmak, düşürmek. i. azalma, decree düşüş. i. 1. resmi emir. 2. karar. 3. kararname. f. 1. emretmek, decrepit buyurmak. 2. karar vermek. s. eskimiş, yıpranmış. dedicate f. 1. adamak, vakfetmek. 2. to -in adına sunmak, -e ithaf etmek. dedicated s. 1. ithaf olunmuş. 2. adanmış. 3. kendini işine adamış. dedication i. adama, ithaf. deduce f. sonuç çıkarmak. deduct f. çıkarmak, hesaptan düşmek. deduction i. 1. sonuç çıkarma. 2. man. tümdengelim. 3. sonuç. 4. hesaptan deductive reasoning düşme. 5. kesinti: tümdengelimli usavurma. deed i. 1. eylem, iş, fiil. 2. huk. senet, tapu senedi. f. to -e senetle deem devretmek. f. saymak, addetmek. de-emphasise f., İng., bak. de-emphasize. de-emphasize f. önemini azaltmak. deep s. 1. derin. 2. anlaşılmaz. 3. şiddetli, ağır. 4. koyu (renk). 5. deep in debt kalın, borcaboğuk, batmış.pes (ses). z. into 1. derinlerine kadar; derinliklerine kadar: It sank deep into the water. Suyun dibine battı. 2. deep in thought derin düşünceye dalmış. (gecenin) büyük bir bölümünde: They talked deep into the night. Gecenin büyük bir bölümünü konuşarak geçirdiler. deep sea derin deniz. deep trouble vahim bir durum. deepen f. 1. derinleşmek; derinleştirmek. 2. artırmak. 3. (rengi) deepfreeze koyulaştırmak. i. 1. dipfriz. 2. dondurup saklama. f. (deep.froze, deep.fro.zen) deep-fry dondurup f. bol yağda saklamak. kızartmak. deep-rooted s. 1. kökleri derinlere inen (ağaç/çalı). 2. köklü, kökleşmiş deep-seated (âdet/inanç). s. 1. derin, derinden gelen; derinde olan. 2. köklü, kökleşmiş. deer i. (çoğ. deer) geyik; karaca. def kıs. defective, defendant, defense, deferred, defined, definite, deface definition. f. (bir şeyin yüzeyine) zarar vermek. defamation i. karalama, kara çalma, lekeleme. defame f. karalamak, kara çalmak, lekelemek. default i. 1. (bir yükümlülüğü) yerine getirmeme. 2. bilg. varsayım. f. defeat (bir yükümlülüğü) f. yenmek, bozguna yerine getirmemek: uğratmak. They i. bozgun, defaulted on their yenilgi. loan. Borçlarını zamanında ödemediler. defecate f. büyük aptesini yapmak, dışkılamak. defect i. kusur, noksan, eksiklik. defective s. 1. kusurlu, sakat, eksik, noksan. 2. dilb. bazı çekim şekilleri defector olmayan. i. karşı tarafa kaçan kimse. defence i., İng., bak. defense. defend f. 1. savunmak. 2. from -den korumak. defendant i., huk. davalı. defender i. savunucu, savunan; koruyucu. defense i. 1. savunma, korunma. 2. spor savunma, defans. defenseless s. savunmasız, korunmasız. defensive s. 1. savunmayla ilgili. 2. (hedef alındığını zannederek) defensive alliance savunmaya geçen. 3. koruyucu. 4. spor defansif. savunma anlaşması. defer f. (--red, --ring) 1. sonraya bırakmak, ertelemek. 2. to -e boyun deference eğmek. i. riayet, (saygıdan kaynaklanan) itaat. deferential s. riayetkâr; saygı ve itaat gösteren. deferment i. erteleme. deferred s. ertelenmiş. defiance i. 1. meydan okuma. 2. karşı koyma. defiant s. 1. meydan okuyan. 2. karşı koyan. deficiency i. eksiklik, noksanlık; yetersizlik. deficient s. eksik, noksan; yetersiz. deficit i. (bütçe, hesap v.b.´nde) açık; zarar. defile f. kirletmek, pisletmek, lekelemek, bozmak. define f. 1. tanımlamak, tarif etmek. 2. belirlemek, sınırlamak, tayin definite etmek. s. 1. kesin. 2. belirli, belli. definite article dilb. belirli tanımlık: the. definitely z. kesinlikle. definition i. 1. tanım, tarif. 2. tanımlama. definitive s. kesin, son, tam. deflate f. 1. havasını/gazını boşaltmak, söndürmek; sönmek. 2. deflation gururunu kırmak. 3.boşaltma, i. 1. havasını/gazını ekon. parasöndürme; arzını azaltmak. sönme. 2. gururunu deflect kırma. 3. ekon. deflasyon. f. yönünü değiştirmek; başka yöne çevirmek; yönü değişmek. deflect s.o. from his/her birini amacından çevirmek. purpose deflect s.t. into yönünü değiştirip -e çevirmek. deform f. biçimini bozmak, biçimsizleştirmek. deformity i. 1. biçimsizlik. 2. tıb. biçim bozukluğu, bozunum. defraud f. dolandırmak, elinden almak. defray f. ödemek; (giderleri) karşılamak. defrost f. buzlarını çözmek/eritmek; buzları çözülmek/erimek. deft s. becerikli, usta, marifetli. defunct s. 1. ölü. 2. feshedilmiş. defy f. meydan okumak, karşı gelmek, karşı koymak. degenerate s. yoz, yozlaşmış, soysuz, dejenere. degenerate f. yozlaşmak, soysuzlaşmak, bozulmak, dejenere olmak. degradation i. 1. aşağılık bir durum; itibarsızlık. 2. aşağılaşma. 3. rütbeyi degrade indirme. f. 1. alçak bir duruma düşürmek. 2. rütbesini indirmek. degrading s. alçaltıcı, onur kırıcı. degree i. 1. fiz., geom. derece. 2. derece, basamak, aşama, rütbe, dehumidifier mertebe. i. nem gideren3. diploma. alet. dehumidify f. nemini gidermek. dehydrate f. 1. suyunu almak, kurutmak. 2. su kaybetmek. dehydrated s. susuz, kurumuş. deify f. tanrılaştırmak. deign f. tenezzül etmek. deity i. 1. tanrı, ilah. 2. tanrısal varlık. dejected s. keyifsiz, morali bozuk; hüzünlü. dejection i. keyifsizlik, moral bozukluğu; hüzün. delay f. 1. ertelemek, sonraya bırakmak. 2. geciktirmek. 3. delegate oyalanmak. i. gecikme, i. (del´ıgît, del´ıgeyt) geç kalma. delege, temsilci; elçi; vekil. f. (del´ıgeyt) 1. delegation havale etmek, devretmek. i. 1. delegasyon. 2. yetki verme. 2. görevlendirmek. delete f. silmek, çıkarmak. deletion i. 1. silme, çıkarma. 2. yazıdan çıkarılan parça. deliberate s. 1. kasıtlı, maksatlı, önceden tasarlanmış. 2. temkinli, ölçülü, deliberate dikkatli. f. 1. düşünüp taşınmak, ölçünmek, tartmak. 2. görüşmek, deliberately müzakere etmek. bile bile. z. kasten, mahsus, deliberation i. 1. üzerinde düşünme, düşünüp taşınma. 2. görüşme, delicacy müzakere. i. 1. incelik, kibarlık. 2. lezzetli şey. delicate s. 1. kolaylıkla kırılabilen, kırılgan, nazik. 2. hassas (alet). 3. delicately hassas (konu);2. z. 1. incelikle. nazik (durum). dikkatle, 4. ince ihtiyatla, (yapı), büyük birnarin. özenle. 5. hafif (koku/tat). 6. hafif, yumuşak (dokunuş). 7. hastalıklara pek delicatessen i. şarküteri, mezeci. dayanıklı olmayan. delicious s. lezzetli, leziz, nefis. delight f. 1. sevindirmek; sevinmek. 2. in -den zevk almak. i. 1. sevinç, delightful zevk, s. hoş,keyif, güzel;haz. 2. sevinç veren şey. zevkli. delimit f. sınırlandırmak, tahdit etmek. delineate f. 1. şeklini çizmek. 2. betimlemek. delinquency i. 1. (çocuklarda) suç işleme. 2. borçların ödenmemesi. delinquent s. 1. suçlu, suç işleyen (çocuk). 2. ödenmemiş (hesap, vergi, delirious borç v.b.). 3. borçlarını s. 1. sayıklayan. ödememiş. 2. çılgına dönmüş.i. çocuk suçlu. delirium i. 1. sayıklama. 2. çılgınlık. deliver f. 1. teslim etmek, bırakmak, vermek: They will deliver the deliver the goods furniture tomorrow k. dili istenilen şeyimorning. yapmak. Mobilyayı yarın sabah teslim edecekler. 2. (gazete, mektup v.b.´ni) dağıtmak. 3. deliverance i. 1. kurtarma; kurtuluş. 2. hüküm. (yumruk/darbe) indirmek. 4. (from) -den kurtarmak. 5. (çocuğu) deliverer i. 1. kurtarıcı. almak, doğurtmak.2. teslim eden kimse. 6. (söylev) 3. dağıtıcı. vermek, (konuşma) yapmak. 7. delivery (hüküm) i. 1. teslim;vermek. dağıtım. 2. doğurma; doğum. 3. konuşma tarzı. 4. delivery note beysbol tic. teslimtopa vuruş, servis. beyanı. delivery order tic. teslim emri. delivery receipt tic. teslim makbuzu. delivery time tic. siparişlerin teslim süresi. deliveryman çoğ. de.liv.er.y.men (dîlîv´ırimen) i. satılan malı eve teslim eden dell kimse. i. küçük vadi, korulu vadi. delta i. delta, çatalağız. delude f. aldatmak, yanıltmak. deluge i. 1. sel, tufan. 2. şiddetli yağmur. delusion i. 1. aldanma, yanılma. 2. ruhb. sabuklama. delusive s. aldatıcı, yanıltıcı. deluxe s. lüks, ihtişamlı. delve f. into -i araştırmak. demagogue i. demagog, halkavcısı. demagogy i. demagoji, halkavcılığı. demand i. 1. istem, istek; talep. 2. tic., ekon. talep, rağbet. 3. huk. talep, demand deposit hak iddiamevduat. vadesiz etme. f. 1. talep etmek, istemek. 2. gerektirmek. 3. huk. mahkemeye celbetmek. demean f. alçaltmak, küçültmek. demeanor i. davranış, tavır. demeanour i., İng., bak. demeanor. demented s. deli, kaçık, çılgın. demerit i. (okulda) ihtar, tembih. demi- önek yarım, yarı. demijohn i. damacana. demilitarise f., İng., bak. demilitarize. demilitarize f. askerden arındırmak. demilitarized zone askerden arındırılmış bölge. demise i. ölüm, vefat. demobilisation i., İng., bak. demobilization. demobilise f., İng., bak. demobilize. demobilization i. seferberliğin bitmesi; terhis. demobilize f. terhis etmek. democracy i. demokrasi, elerki. democrat i. demokrat. democratic s. demokratik, halkçı. democratically z. demokratik olarak. demolish f. yıkmak. demolition i. yıkma; yıkılma. demon i. 1. cin, kötü ruh, şeytan, iblis. 2. kötü kimse, iblis. 3. enerjik demonstrate kimse. f. 1. kanıtlamak, ispat etmek: He has demonstrated his loyalty demonstration to the i. 1. firm. Şirkete kanıtlama, olan ispat. bağlılığını 2. gösteri. 3. kanıtladı. 2. göstererek tanıtım gösterisi. tanıtmak: demonstrate a machine bir makineyi tanıtmak. 3. demonstrative s. 1. kanıtlayan, gösteren. 2. duygularını açığa vuran. gösteri yapmak. demonstrative adjective dilb. işaret sıfatı. demonstrative pronoun dilb. işaret zamiri. demonstrative pronoun işaret zamiri. demonstrator i. 1. göstererek tanıtan kimse. 2. uygulama öğretmeni. 3. demoralise gösterici. f., İng., bak. demoralize. demoralize f. cesaretini kırmak, moralini bozmak, yıldırmak. demote f. aşağı dereceye indirmek, rütbesini indirmek. demotion i. indirme. demur f. (--red, --ring) kabul etmemek, itiraz etmek. i. demure s. 1. çekingen. 2. ağırbaşlı, ciddi. den i. 1. in, mağara. 2. k. dili tekke, yatak. 3. k. dili dinlenme odası, denatured alcohol sığınak. mavi ispirto, karışık ispirto. denial i. 1. inkâr, yadsıma. 2. yalanlama. 3. ret. denigrate f. iftira etmek, leke sürmek, karalamak, kara çalmak, çamur denim atmak. i. kot (kumaş). denims i., çoğ. kot pantolon, cin; blucin. Denmark i. Danimarka. denomination i. 1. ad, isim. 2. mezhep. 3. adlandırma. 4. değer/ölçü birimi. denominator i. payda. denote f. göstermek, belirtmek. denounce f. 1. (insan, fikir, davranış v.b.´nin) kötü/zararlı taraflarını açığa dense vurmak. s. 1. yoğun,2. ihbar kesif.etmek. 3. (anlaşmanın) 2. sık (orman, saç v.b.).kaldırılacağını 3. anlaşılması güç, duyurmak. ağır (yazı). 4. kalın kafalı, mankafa. 5. foto. koyusıklık. (negatif). density i. 1. yoğunluk, kesafet. 2. (orman, saç v.b. için) 3. (yazıda) dent ağırlık. 4. foto.çentik, i. ufak çukur; koyuluk. çöküntü, girinti. f. çentmek; çökertmek. dental s. 1. dişlerle ilgili. 2. dişçilikle ilgili. 3. dilb. dişsel. i. dişsel ünsüz. dental floss diş ipliği. dental surgery diş cerrahisi. dentist i. diş hekimi, diş tabibi, dişçi. dentistry i. diş hekimliği, dişçilik. dentures i. takma diş. denude f. soymak; çıplaklaştırmak, çıplak bırakmak. denunciation i. 1. (insan, fikir, davranış v.b.´nin) kötü/zararlı taraflarını açığa deny vurma. f. 1. inkâr2. etmek, ihbar. 3.yadsımak. (anlaşmanın) kaldırılacağını 2. yalanlamak. duyurma. 4. 3. reddetmek. deodorant -den yoksun bırakmak, s., i. deodoran, esirgemek, vermemek. koku giderici. deodorise f., İng., bak. deodorize. deodorize f. kokusunu gidermek. depart f. 1. ayrılmak, gitmek. 2. hareket etmek, kalkmak: At what time department does the bus depart? i. 1. departman, bölüm,Otobüs kısım,saat şube,kaçta kalkıyor? daire, 3. ölmek, kol. 2. bakanlık, vefat vekâlet. etmek. 4. from -den sapmak, -den ayrılmak. department store büyük mağaza, bonmarşe. departure i. 1. gidiş, ayrılış, terk. 2. hareket etme, kalkış. 3. değişiklik, departure gate yenilik. 4. sapma, ayrılma. 5. vazgeçme. çıkış kapısı. departure lounge çıkış salonu. departure terminal çıkış terminali. depend f. on/upon 1. -e güvenmek. 2. -e bağlı olmak: The number of depend from people who will come depends on how many tickets we can sell. -den sarkmak. Geleceklerin sayısı satabileceğimiz biletlerin sayısına bağlı. 3. -e Depend upon it. Emin olunuz. bağımlı olmak: That child depends on her mother. O çocuk dependable s. güvenilir. annesine bağımlı. dependence i. 1. güven, güvenme. 2. bağlılık. 3. bağımlılık. dependency i. 1. bağımlılık. 2. sömürge. 3. ek bina. depict f. 1. resmetmek, resmini çizmek. 2. betimlemek, anlatmak. depilate f. tüyleri gidermek/dökmek. depilation i. depilasyon, depilaj, tüyleri giderme/dökme; epilasyon. depilatory i. depilatuar, depilatif, tüy dökücü krem. s. depilatif, tüy deplete giderici/dökücü. f. tüketmek, bitirmek. deplorable s. acınacak durumda, içler acısı. deplorably z. acınacak biçimde. deplore f. 1. -e çok üzülmek, -den acı duymak. 2. -e yerinmek, -e deploy yazıklanmak. f. 1. plana göre yerleştirmek. 2. ask. yayılmak. deployment i. 1. plana göre yerleştirme. 2. ask. yayılma deport f. sınırdışı etmek. deport o.s. davranmak, hareket etmek. deportation i. sınırdışı etme. deportment i. davranış, tavır. depose f. 1. tahttan indirmek. 2. görevden almak, azletmek. 3. yeminli deposit ifade vermek.2. depozit, depozito; kaparo, pey akçesi: The i. 1. emanet. deposit account salesman mevduat asked hesabı.for a thirty million lira deposit. Satıcı otuz milyon lira depozit istedi. The landlord asked for a deposit as an deposition i. 1. tahttan indirme. 2. görevden alma. 3. yeminle yazılı ifade. indication of my good faith. Ev sahibi iyi niyetimin işareti olarak depositor 4. depozit i. mudi, olarak para verme. yatıran 5. (tortu) bırakma. kimse. kaparo istedi. 3. mevduat. 4. teminat akçesi. 5. çökelti, tortu. 6. depository birikinti. 7. mad. i. depo, ardiye. birikinti, maden yatağı. f. 1. koymak: You depot should deposit your jewels in i. 1. depo, ardiye. 2. istasyon; durak.the safe. 3.Mücevherlerini ask. depo. kasaya koymalısın. 2. emanet etmek: He deposited the keys to his deprave f. baştan çıkarmak, apartment with the ahlakını doorkeeper.bozmak. Dairesinin anahtarlarını depraved s. ahlakı emanet kapıcıya bozuk, baştan etti. 3.çıkmış. depozit olarak vermek: deposit money depravity in a bank i. 1. ahlakaccount bozukluğu.banka hesabına 2. doğru para yoldan yatırmak. 4. bankaya ayrılma. yatırmak. 5. çökeltmek, (tortu) bırakmak: This water is deprecate f. onaylamamak, protesto etmek. depositing a brown sediment at the bottom of my glass. Bu su, depreciate f. 1. fiyatını kırmak, bardağımın değerini düşürmek. dibinde kahverengi bir tortu 2. ucuzlatmak; amortize bırakıyor. depreciation etmek. i. 1. değerini düşürme; değeri düşme. 2. aşınma payı, depress amortisman. f. 1. -i bastırmak, -e basmak. 2. üzmek, canını sıkmak, moralini depressed bozmak. s. 3. kuvvetten 1. morali düşürmek, bozuk, keyifsiz. zayıflatmak. 2. değeri düşürülmüş. 4. 3. durgun değerini/miktarını (piyasa/ekonomi). azaltmak. depression i. 1. moral bozukluğu, keyifsizlik. 2. piyasada durgunluk, deprive ekonomik kriz. 3. bırakmak, f. of -den yoksun ruhb. depresyon, çöküntü. -den mahrum 4. alçak etmek, basınç -den etmek: alanı. This work will deprive us of our health. Bu iş bizi sağlığımızdan dept kıs. department. edecek. depth i. 1. derinlik. 2. derin yer. depth of winter kış ortası, karakış. deputation i. 1. temsilciler heyeti, delegasyon. 2. temsilci atama. deputise f., İng., bak. deputize. deputize f. 1. vekil olarak atamak. 2. for (bir kimsenin) yerini doldurmak. deputy i. 1. vekil; yardımcı, muavin. 2. polis. 3. milletvekili. derail f. (treni) raydan çıkarmak; (tren) raydan çıkmak. derailment i. (treni) raydan çıkarma; (tren) raydan çıkma. derange f. 1. düzenini bozmak, altüst etmek, karıştırmak. 2. delirtmek. deranged s. deli. derangement i. 1. düzensizlik, karışıklık. 2. delilik. derelict s. 1. terkedilmiş, sahipsiz. 2. kayıtsız, ilgisiz, ihmalkâr. deride f. alay etmek, alaya almak. derision i. alay, istihza. derisive s. alaylı, alaycı. derisory s. 1. alaylı, alaycı. 2. gülünç, kepaze, devede kulak gibi. derivation i. 1. türetme. 2. köken, kaynak. derivative i. türev. derive f. from 1. -den sağlamak, -den elde etmek, -den almak: He dermatitis derives hisyangısı. i., tıb. deri income from his investments. Gelirini yatırımlarından sağlıyor. He derives pleasure from music. dermatologist i. dermatolog, deri hastalıkları uzmanı, cildiyeci. Müzikten zevk alıyor. 2. -den türemek; -den türetmek: Many dermatology i. dermatoloji, English cildiye.from Latin. Çoğu İngilizce sözcük words derive derogatory Latinceden s. küçültücü, türemiştir. Gasolineaşağılayıcı. küçük düşürücü, is derived from petroleum. dervish Benzin i. derviş.petrolden türetilir. descend f. 1. inmek; (kuş, uçak v.b.) alçalmak; (karanlık, sis v.b.) descendant çökmek. i. torun; of2.(birinin) from -insoyundan soyundangelen gelmek. 3. on/upon inip -e kimse. saldırmak; -e sökün etmek, bastırmak: Those relatives descendent i., bak. descendant. descended upon us again this Christmas. O akrabalar bu Noel descent i. ´de1. yine iniş; bastırdılar. alçalma; çökme. 2. on/upon inip -e saldırma; -e sökün describe etme; baskın. f. 1. tanımlamak, 3. soy. betimlemek, tarif etmek. 2. anlatmak. description i. 1. tanımlama, betimleme, tarif. 2. cins, çeşit, tür. 3. eşkâl: The descriptive police were unable s. tanımlayıcı, to obtain a description of the thief. Polis betimsel. hırsızın eşkâlini saptayamamıştı. desecrate f. (kutsal bir şeye) saygısızlık etmek. desecration i. (kutsal bir şeye karşı) saygısızlık. desegregate f. ırk ayrımını kaldırmak. desegregation i. ırk ayrımının kaldırılması. desensitise f., İng., bak. desensitize. desensitize f. uyuşturmak. desert i. hak edilen şey, layık olunan şey. He got his deserts. Hak desert ettiğini buldu. i. çöl, sahra. s. 1. çorak, çöllük. 2. boş, ıssız. desert f. 1. terketmek, bırakmak. 2. ask. askerlikten kaçmak. 3. deserter kaçmak, firar etmek. i. asker kaçağı. desertion i. 1. terketme, terk. 2. askerlikten kaçma, firar. deserve f. hak etmek, layık olmak. deservedly z. haklı olarak; hak ettiği gibi. deserving s. of -i hak eden, -e layık. deserving of praise övülmeye layık. design i. 1. tasarım, dizayn, tasar çizim. 2. tasarlama. 3. plan, proje. 4. designate desen. 5. amaç, işaret f. 1. göstermek, maksat, hedef. etmek, 6. entrika, belirtmek. 2.komplo. f. 1. adlandırmak, tasarımını isimlendirmek. yapmak: Selda 3. (to/for) designs -etayin atamak,all of her -e tayin own clothes. etmek. Selda, 4. for için designation i. 1. atama, tayin; atanma, edilme. 2. ad, isim, unvan, tüm giysilerinin ayırmak, -e tasarımını ayırmak, -e kendi tahsis yapıyor. etmek. 2. plan yapmak, proje designer sıfat. i. 1. tasarımcı. 2. desinatör. 3. modelist, stilist. yapmak; planlamak, niyet etmek: The city is designing new desirable parks s. arzualong edilen, theistek shores of the Golden uyandıran, çekici,Horn. cazip.Belediye Haliç desire kıyılarında yeni parklar i. 1. arzu, istek. 2. rica, yapmayı planlıyor. dilek. 3. şehvet. The f. 1. arzuarchitect etmek, designed arzulamak, this room istemek. as2.a library, rica etmek.but we use it as a bedroom. desirous s. istekli, Mimar bu arzu odayı eden. kütüphane olarak planladı ama biz onu yatak desist f. odası olarak kullanıyoruz.-i3. from -den vazgeçmek, bırakmak. düzenlemek, hazırlamak: We desk designed i. that book 1. yazı masası. for students. 2. sıra. 3. kürsü.O4.kitabı daire,öğrenciler şube, masa. içinFrom hazırladık. her desk the teacher could see the desks of all her students. desktop i. masaüstü. Öğretmen kürsüsünden tüm öğrencilerinin sıralarını desktop computer masaüstü bilgisayar. görebiliyordu. desktop publishing masaüstü yayımcılık. desolate s. 1. terkedilmiş, metruk; ıssız, tenha, boş. 2. harap, perişan. 3. desolate kimsesiz, yalnız.perişan etmek. f. harap etmek, desolation i. 1. haraplık, perişanlık. 2. kimsesizlik, yalnızlık. 3. keder. despair i. umutsuzluk, ümitsizlik. f. of -den umutsuz olmak, -den ümitsiz despairingly olmak. z. umutsuzca, ümitsizce. desperate s. 1. umutsuz, ümitsiz. 2. her şeyi göze alabilen; gözü dönmüş. desperately z. umutsuzca, ümitsizce. desperation i. umutsuzluk, ümitsizlik. despicable s. alçak, aşağılık, rezil. despicably z. alçakça. despise f. küçümsemek, hor görmek, adam yerine koymamak. despite i. nefret, kin, garaz. edat -e karşın, -e rağmen: He was generous despondent despite s. umutsuz,his poverty. ümitsiz, Yoksulluğuna meyus. karşın eli açıktı. despot i. despot, tiran. despotic s. despotik, despotça. despotical s., bak. despotic. despotism i. despotluk, despotizm. dessert i. (yemeğin sonunda yenen) tatlı, yemiş, soğukluk. dessert spoon tatlı kaşığı. destination i. 1. gidilecek yer. 2. varış yeri. 3. hedef. destined s. destiny i. talih, kısmet, kader, alınyazısı, yazgı. destitute s. 1. yoksul, muhtaç, fakir. 2. of -den yoksun. destitution i. yoksulluk, fakirlik. destroy f. yıkmak, harap etmek, yok etmek, ortadan kaldırmak; destroyer öldürmek. i. 1. yok edici şey/kimse. 2. destroyer, muhrip. destruction i. 1. yıkma, yok etme; yıkılma, yok olma. 2. yıkım. destructive s. yıkıcı, zararlı. desultory s. 1. gelişigüzel, rasgele. 2. rabıtasız, bağlantısız. 3. amaçsız, detach gayesiz. f. ayırmak, çıkarmak, sökmek. detachable s. ayrılabilir, çıkarılabilir, yerinden sökülebilir. detached s. 1. tarafsız, yansız, objektif. 2. müstakil (ev). detachment i. 1. ayırma, çıkarma, sökme. 2. ask. müfreze, müfrez birlik. 3. detail tarafsızlık, i. 1. ayrıntı,yansızlık, detay. 2.objektiflik. ayrıntılar, detaylar, tafsilat, teferruat. 3. detailed ask. özel birdetaylı. s. ayrıntılı, iş için seçilmiş grup, müfreze. detain f. 1. alıkoymak. 2. geciktirmek. 3. gözaltına almak. detect f. 1. sezmek, farketmek. 2. bulmak, keşfetmek. detection i. bulma, keşif. detective i. dedektif, hafiye. detective story polisiye roman. detector i. dedektör, detektör, bulucu: mine detector mayın detention dedektörü/detektörü. i. 1. alıkoyma. 2. gecikme. 3. gözaltına alma. deter f. (--red, --ring) from -den vazgeçirmek, -den caydırmak. detergent i. deterjan. deteriorate f. kötüleşmek, kötüye gitmek, fenalaşmak, bozulmak. deterioration i. kötüleşme, kötüye gitme, fenalaşma, bozulma. determinant s. belirleyici, tayin eden. i. belirleyici etken. determination i. 1. azim, kararlılık. 2. belirleme, tayin; tespit, saptama. determinative s. belirleyici, tayin eden. i. belirleyici şey. determine f. 1. belirlemek, tayin etmek; tespit etmek, saptamak: We have determined not yet determined s. azimli, kararlı. the price of that book. O kitabın fiyatını henüz saptamadık. The experts are trying to determine the deterrence i. 1. caydırma. 2. caydırıcılık. cause of the accident. Bilirkişiler kazanın nedenini saptamaya deterrent s. caydırıcı. çalışıyor. 2. i. caydırıcı şey. azmetmek, karar vermek, amaçlamak: I have detest determined f. nefret etmek,to sell my house iğrenmek, in Ankara and move to Kaş. Ankara tiksinmek. detestable ´daki evimi satıp Kaş´a taşınmaya karar verdim. s. nefret uyandıran, iğrenç, tiksindirici. dethrone f. tahttan indirmek. detonate f. patlamak, infilak etmek; patlatmak, infilak ettirmek. detour i. varyant (yol). f. varyanttan gitmek. detract f. from -i azaltmak, -e gölge düşürmek. detriment i. zarar, ziyan. detrimental s. zarar veren, zararlı, muzır. deuce i. 1. isk. ikili. 2. (zarda) dü. 3. tenis beraberlik, berabere kalma. devaluation i., ekon. devalüasyon, değer düşürümü. devalue f., ekon. devalüe etmek, değerini düşürmek. devastate f. 1. harap etmek, mahvetmek, viraneye çevirmek. 2. perişan devastation etmek. i. 1. harap etme, mahvetme; harap olma, mahvolma. 2. perişan develop olma. 3. yıkım, zarar. f. 1. geliştirmek; gelişmek: He is working hard to develop his developing Italian. s. gelişmekte olan. geliştirmek için çok çalışıyor. develop an İtalyancasını idea bir fikri geliştirmek. 2. genişletmek; genişlemek: develop a developing country gelişmekte olan ülke. business bir firmayı genişletmek. 3. (âdet) edinmek. 4. (fırtına, development i. 1. geliştirme; basınç alanı v.b.) gelişme, oluşmak.gelişim. 2. genişletme; 5. (ülke/bölge) genişleme. kalkınmak, 3. gelişmek. developments (âdet) 6. edinme. 4. (fırtına, basınç foto. develope etmek, banyo etmek. i. olaylar. alanı v.b.) oluşma, oluşum. 5. kalkınma, gelişme. 6. foto. banyo etme. 7. site. deviate f. sapmak, ayrılmak. deviation i. sapma, ayrılma. device i. 1. alet; aygıt. 2. plan, yol, yöntem. 3. hile, oyun. 4. arma, devil ongun. i. şeytan, iblis. devil´s advocate tartışma olsun diye zayıf tarafı savunan kimse. devilish s. şeytanca, şeytan gibi. devil-may-care s. kimseye aldırmayan, pervasız. devilment i. muzırlık, yaramazlık. devious s. 1. dolaşık, dolambaçlı. 2. sinsi, hilekâr. 3. hileli. devise f. tasarlamak, planlamak, düzenlemek, tertiplemek. devoid s. of -den yoksun, -den mahrum. devolve f. on -e geçmek, -e kalmak, -e devrolmak. devote f. to -e adamak, -e vakfetmek; -e ayırmak, -e hasretmek: He has devoted devoted s. (to) 1. himself -e sadık,to-eserving the poor. içten bağlı. 2. -e Kendini düşkün;yoksulların -i seven. hizmetine adadı. He devotes an hour each day to walking in the devotee i. 1. düşkün, meraklı, tutkun. 2. dinine çok bağlı olan kimse, park. Her gün parkta yürümeye bir saat ayırıyor. devotion zahit. i. 1. sadakat, içten bağlılık. 2. adama, vakfetme; hasretme. devotional s. ibadete özgü, ibadetle ilgili. i. kısa bir ibadet. devotions i. ibadet. devour f. 1. (yemeği) silip süpürmek, bir çırpıda yiyip bitirmek; (avı) devout parçalayıp s. 1. dindar,yutmak. 2. bir dini bütün, solukta okumak. mütedeyyin. 3. (biriçten, 2. samimi, duygu) (birini) yürekten. yiyip bitirmek. 4. mahvetmek, yok etmek. dew i. çiy, şebnem. dewdrop i. çiy damlası. dewy s. üzerine çiy düşmüş, çiyle kaplı. dexterity i. el çabukluğu, beceri, ustalık. dexterous s. eli çabuk, eli uz, usta. dextrous s., bak. dexterous. diabetes i., tıb. şeker hastalığı, diyabet. diabetic s., tıb. diyabetik. i., tıb. şeker hastası. diabolic s. şeytani, şeytanca. diabolical s., bak. diabolic. diagnose f. teşhis etmek, tanılamak. diagnosis i. teşhis, tanı. diagonal s. köşegenel. i. köşegen, diyagonal. diagram i. 1. diyagram, grafik. 2. plan, şema. f. diyagram ile göstermek; dial diyagramını i. 1. kadran. çizmek. 2. (saatte) mine, kadran. f. (--ed/--led, --ing/--ling) dial direct to (telefon numarasını) -i direkt aramak. çevirmek. dial tone (telefonda) çevir sesi. dialect i. diyalekt, lehçe, ağız. dialectics i. eytişim, diyalektik. dialing tone İng. (telefonda) çevir sesi. dialog i. diyalog. dialogue i., İng., bak. dialog. dialysis çoğ. di.al.y.ses (dayäl´ısiz) i., tıb. diyaliz. diameter i. çap, kutur. diametrically z. 1. çap boyunca. 2. tamamen. diametrically opposite taban tabana zıt. diamond i. 1. elmas. 2. baklava biçimi. 3. isk. karo. 4. beysbol iç alan; diamond cutter oyun alanı. elmastıraş. diamond jubilee altmışıncı veya yetmiş beşinci yıldönümü. diaper i. çocuk bezi. f. çocuk bezini sarmak/değiştirmek. diaphragm i. 1. anat. diyafram kası, diyafram. 2. zar, böleç. 3. diyafram. diarrhea i. ishal, sürgün. diary i. 1. günce, günlük. 2. hatıra defteri. dice i., çoğ. oyun zarları. f. 1. küp şeklinde doğramak. 2. zar atmak. dicebox i. zar atma kabı. dicker f. (with) (ile) pazarlık etmek. dictate f. 1. dikte etmek, yazdırmak. 2. emretmek. 3. zorla kabul dictation ettirmek. i. 1. dikte.4.2.gerektirmek. emir. 5. belirlemek. dictator i. diktatör. dictatorial s. diktatörce, amirane. dictatorship i. diktatörlük. diction i. 1. diksiyon, söyleyim. 2. sözcük seçimi, sözcükleri kullanma dictionary şekli. i. sözlük, lügat. dictum çoğ. dic.ta (dîk´tı)/--s (dîk´tımz) i. 1. otoriter hüküm/söz. 2. did özdeyiş, atasözü. 3. huk. mütalaa. f., bak. do. Did she hurt herself? Bir yerini mi incitti? Did you ever? k. dili Allah Allah! Did your ears burn? Kulaklarınız çınladı mı? didactic s. didaktik. didn`t kıs. did not. die f. (--d, dy.ing) 1. ölmek, vefat etmek. 2. (makine) birdenbire die durmak, i. 1. kalıp,stop etmek. matris. 3. (ateş) 2. (çoğ. dice)sönmek. 4. can atmak, çok oyun zarı. istemek: Altan is dying to meet Şebnem. Altan, Şebnem´le die away (gürültü) yavaş yavaş kesilmek, (ses) azalmak. tanışmaya can atıyor. 5. yok olmak. die down (rüzgâr/fırtına/yağmur) hafiflemek; (ateş/yangın) sönmeye yüz die of boredom tutmak; sıkıntıdan(alev) azalmak. patlamak. die off birer birer ölmek. die out yok olmak, ortadan kalkmak. diehard i. inatla tutuculuğunu sürdüren kimse. diet i. 1. diyet, rejim, perhiz. 2. beslenme biçimi. 3. yiyecek. f. perhiz dietician yapmak, rejim yapmak. i., bak. dietitian. dietitian i. diyet uzmanı, diyetisyen. differ f. 1. from -den başka olmak, -e benzememek, -den farklı olmak, difference -den ayrılmak. i. 1. ayrılık, 2.2. fark. with ile aynı fikirde olmamak. anlaşmazlık. difference of opinion fikir ayrılığı. different s. 1. (from) farklı, başka, ayrı. 2. çeşitli, değişik. differential i. diferansiyel. differentiate f. 1. ayırmak, ayırt etmek. 2. farklılaşmak, farklı olmak. differently z. başka şekilde, başka türlü. difficult s. 1. güç, zor. 2. geçimsiz. difficulty i. 1. güçlük, zorluk. 2. sıkıntı, problem. make difficulties zorluk diffidence çıkarmak. i. çekinme, utangaçlık, çekingenlik. diffident s. çekingen, utangaç, sıkılgan. diffraction i., fiz. kırınım, difraksiyon. diffuse s. 1. fiz. dağınık, yayınık, difüzyona uğramış. 2. zaman zaman diffuse konu dışınadağıtmak; f. yaymak, çıkarak meseleyi yayılmak, uzun uzadıya anlatan. dağılmak. diffusion i., fiz. yayınma, yayınım, difüzyon. dig f. (dug, --ging) 1. kazmak, bellemek. 2. kazı yapmak. 3. dig down dürtmek. 4.cebine k. dili elini argo beğenmek, hoşlanmak. atmak, sökülmek, 5.parasını kendi argo -den anlamak. ödemek. i. 1. (arkeolojik) kazı. 2. iğneli söz, taş. dig in 1. ask. siper kazmak, avcı çukuru kazmak. 2. (bir şeyi) kürekle dig one´s heels in toprağa karıştırmak. k. dili inat 3. k. dili yemek edip hiç yapmamaya kararyemeye vermek.başlamak, yumulmak: Dig in! Haydi ye! 4. k. dili kararlı bir şekilde işe koyulmak. dig out 1. arayıp çıkarmak. 2. (gömülmüş birini/bir şeyi) kürekleyerek dig up çıkarmak. kazıp çıkarmak. digest i. 1. özet. 2. derleme. digest f. 1. sindirmek, hazmetmek; sindirilmek. 2. özümlemek, digestion özümsemek: I´ve read the poem, but I haven´t yet digested it. i. sindirim, hazım. Şiiri okudum fakat henüz özümsemedim. digestive s. 1. sindirime ait, sindirim. 2. sindirimi kolaylaştıran. i. sindirimi digestive troubles kolaylaştıran ilaç. sindirim bozukluğu, hazımsızlık. digit i. 1. parmak. 2. sıfırdan dokuza kadar tamsayıların her biri, digital rakam. s. dijital, sayısal. digital computer dijital bilgisayar. digital computer dijital bilgisayar. dignified s. ağırbaşlı. dignify f. 1. onurlandırmak, şeref vermek. 2. büyütmek, yüceltmek. dignitary i. rütbe/mevki sahibi, kodaman. dignity i. 1. itibar, saygınlık. 2. vakar, asalet. digress f. konu dışına çıkmak, konudan ayrılmak. digression i. 1. konudan ayrılma. 2. konu dışı söz, arasöz. dike i. 1. hendek, suyolu, ark, kanal. 2. set, bent. 3. argo lezbiyen, dilapidate sevici. f. harap etmek, tahrip etmek; harap olmak. dilapidated s. harap, köhne, yıkık dökük, yıkkın, viran. dilapidation i. harap olma. dilate f. genişletmek, büyütmek; genişlemek, büyümek. dilatory s. 1. işi ağırdan alan, geciktiren. 2. ağır, yavaş. dilemma i. 1. man. ikilem, dilemma. 2. güç durum, çıkmaz, açmaz. dilettante i. hevesli, heveskâr, amatör. diligence i. özenle ve sebat ederek çalışma. diligent s. özenle ve sebat ederek çalışan (kimse); özenle ve sebat diligently edilerek z. özenleyapılan ve sebat(iş). ederek. dill i., bot. dereotu, yabantırak, Anethum graveolens. dillydally f., k. dili oyalanmak; kararsızlık yüzünden vakit kaybetmek; ıvır dilute zıvırla vakit kaybetmek. f. sulandırmak, su katmak; hafifletmek. diluted s. sulandırılmış, su katılmış. dim s. (--mer, --mest) 1. loş, donuk, sönük. 2. belirsiz. 3. bulanık. f. dime (--med, i. on sent.--ming) 1. (ışığı) azaltmak; (ışık) azalmak. 2. söndürmek, azaltmak; sönmek, azalmak. dimension i. 1. boyut. 2. çoğ. ebat, boyutlar. diminish f. azaltmak, eksiltmek, küçültmek; azalmak, eksilmek. diminishing returns ekon. azalan verim. diminutive s. küçücük, ufacık, minicik. i., dilb. 1. küçültme. 2. küçültme eki. dimmer i., elek. dimmer, azaltıcı. dimple i. gamze. dimwit i., k. dili aptal, budala, alık. din i. gürültü, patırtı. dine f. 1. günün esas yemeğini yemek. 2. akşam yemeği yemek. 3. dine out ziyafet dışarıda vermek. yemek 4. yemeğe yemek. davet dining caretmek, vagon yemek vermek. restoran. dining hall diner yemek salonu. dining room yemek odası. i. 1. yemek yiyen kimse. 2. vagon restoran. 3. vagon restorana dingy benzer lokanta. s. 1. rengi atmış, kirli. 2. karanlık, sönük. dinner i. 1. günün esas yemeği. 2. akşam yemeği. 3. ziyafet. dinner jacket smokin. dinner party yemekli davet. dinner service/set sofra takımı, yemek takımı. dinner table sofra. dinnertime i. yemek vakti. dinnerware i. yemek takımı. dinosaur i. dinozor. dint i. dip f. (--ped, --ping) 1. batırmak, daldırmak, banmak; batmak, dip into a book dalmak. bir kitabı2.gözden aşağıyageçirmek. doğru meyletmek. i. 1. dalma, batma. 2. ani iniş, çukur. diphtheria i., tıb. difteri, kuşpalazı. diphthong i. ikili ünlü, diftong. diploma i. diploma. diplomacy i. 1. diplomasi. 2. başkalarıyla ilişkide ustalık. diplomat i. 1. diplomat. 2. ilişkilerinde ustalık gösteren kimse, diplomat. diplomatic s. 1. diplomatik. 2. başkalarıyla ilişkide usta. diplomatic corps kordiplomatik. diplomatic immunity diplomatik dokunulmazlık. diplomatic relations diplomatik ilişkiler. diplomatic service dışişleri memurluğu, hariciyecilik. diplomatically z. diplomatça, diplomatik bir şekilde. dipper i. kepçe. dipstick i., oto. yağ çubuğu. dire s. 1. korkunç, dehşetli, müthiş. 2. acil. direct s. 1. direkt, doğrudan, dolaysız. 2. açık, kesin. 3. toksözlü. z. direct doğrudan doğruya, f. 1. yönetmek, doğruca, idare etmek. direkt. 2. yöneltmek, çevirmek, direct call doğrultmak: otomatik/direkt konuşma. directed his telescope toward the The astronomer Milky Way. Astronom teleskopunu Samanyolu´na doğru çevirdi. direct current elek. doğru akım. 3. -e yolu tarif etmek: Can you direct me to the post office? direct current doğrupostanenin Bana akım. yolunu tarif edebilir misin? 4. emretmek: She direct dialing directed the maid to serve tea to her guests. Hizmetçiye, direkt arama. direct object misafirlerine çay ikram dilb. nesne, dolaysız etmesini tümleç, düzemretti. tümleç. direct object dilb. nesne. direct tax dolaysız vergi. direction i. 1. yön, istikamet, taraf. 2. yönetim, idare. directions i. 1. talimat. 2. kullanma talimatı. directive i. direktif, yönerge, talimat. directly z. 1. doğrudan, doğrudan doğruya. 2. hemen. director i. 1. yönetici, müdür, direktör. 2. yönetmen, rejisör. directory i. 1. rehber. 2. bilg. rehber, dizin. dirge i. ağıt, mersiye. dirt i. kir, pislik; çamur; toz. dirt cheap k. dili çok ucuz, sudan ucuz. dirt cheap k. dili sudan ucuz, bedava. dirt poor k. dili çok yoksul, çok fakir. dirt road toprak yol. dirty s. 1. kirli, pis. 2. iğrenç, çirkin. f. kirletmek, pisletmek. dirty look k. dili kötü bir bakış: He gave her a dirty look. Ona kötü kötü dirty work baktı. k. dili 1. pis iş, insanı pisleten iş. 2. tatsız işler. 3. hile, disability sahtekârlık. i. 1. sakatlık, maluliyet. 2. yetersizlik. disable f. sakatlamak. disabled s. sakat. disabuse f. (birini) (yanlış düşüncesinden) vazgeçirmek. disadvantage i. sakınca, mahzur, dezavantaj, zarar. disadvantageous s. sakıncalı, mahzurlu, dezavantajlı; elverişsiz. disagree f. 1. uyuşmamak, uymamak, çelişmek: The reports disagree on disagreeable the s. 1.cause nahoş, ofhoşa the accident. gitmeyen,Raporlar tatsız. 2. kazanın huysuz, nedeni konusunda aksi, ters, sert. çelişiyor. 2. with -e katılmamak, ile aynı görüşte olmamak: I disagreement i. 1. anlaşmazlık, uyuşmazlık. 2. çekişme. disagree with his thesis. Onun savına katılmıyorum. I disagree disappear f. 1. gözden with her about kaybolmak, kaybolmak. that. O konuda onunla2.aynı yok görüşte olmak: Too many3. değilim. disappearance forests have anlaşamamak. disappeared. 4. bozuşmak, Pek çok orman tartışmak, i. 1. gözden kaybolma. 2. yok olma. 3. ortadan kaybolma. yok atışmak.oldu. 5. 3. ortadan with kaybolmak: (yiyecek, Myv.b.) iklim pen has disappeared; -e dokunmak, I can´t find it anywhere. -e yaramamak. disappoint f. hayal kırıklığına uğratmak. Kalemim kayboldu; hiçbir yerde bulamıyorum. disappointed s. hayal kırıklığına uğramış, ümidi kırılmış. disappointment i. hayal kırıklığı. disapproval i. doğru bulmama, onaylamama; kınama. disapprove f. of -i doğru bulmamak, -i onaylamamak; -i kınamak. disarm f. 1. silahsızlandırmak; silahsızlanmak. 2. zararsız duruma disarmament getirmek. 3. güvenini kazanmak. i. silahsızlanma. disarrange f. karıştırmak, dağıtmak, düzenini bozmak. disarray i. karışıklık, düzensizlik. disaster i. felaket, afet, yıkım, bela. disaster area afet bölgesi. disastrous s. felaket getiren, feci. disastrously z. feci halde. disavow f. reddetmek, tanımamak. disavowal i. ret. disband f. dağıtmak; dağılmak. disbar f. (--red, --ring) huk. barodan ihraç etmek. disbelief i. inanmama, inanmayış. disbelieve f. (in) -e inanmamak. disburse f. (para) harcamak; (para) dağıtmak. disbursement i. 1. ödeme. 2. ödenen para. disc i. 1. (tarım makinelerinde) disk. 2. bak. disk. disc harrow diskaro, diskli tırmık makinesi. disc jockey diskcokey. discard f. atmak, ıskartaya çıkarmak. discern f. 1. ayırt etmek. 2. sezmek, görmek, anlamak, farkına varmak. discernible s. farkedilebilir, görülebilir. discerning s. anlayışlı; zeki. discernment i. 1. ayırt etme. 2. anlayış, seziş. discharge f. 1. boşaltmak, akıtmak; boşalmak, akmak, dökülmek: discharge discharge i. 1. boşaltma,cargo yükü boşaltmak. akıtma; boşalma, akma, That pipe is discharging dökülme. 2. çıkarma, sewage dışarı into verme. the 3. river. elek. O boru deşarj ırmağa olma, lağım boşalma; suyu boşaltıyor. elektrik akımını 2. discharge/pay a debt borç ödemek, tediye etmek. çıkarmak, dışarı vermek. 3. elek. deşarj olmak, boşaltma. 4. ateş etme. 5. işten çıkarma. 6. (borç) ödeme. 7. boşalmak; disciple i. 1. çömez, elektrik mürit. 2. havari.4. (top, tüfek v.b.´yle) ateş etmek. (görevi) akımını boşaltmak. yerine getirme. 8. terhis. 9. tahliye etme, serbest disciplinarian 5. işten bırakma; çıkarmak. i. sert amir, disiplin taburcu 6. (borç) 10. ödemek. yanlısı. etme. 7. (görevi) (yükü) boşaltma; yerine getirmek. (yolcuları) indirme. disciplinary 8. 11. terhis etmek: tıb. akıntı. s. disiplinle ilgili. The army will discharge those soldiers next week. Ordu o askerleri gelecek hafta terhis edecek. 9. discipline i. 1. disiplin,tahliye (tutukluyu) düzence, sıkıdüzen: etmek, serbest military bırakmak; discipline askeri (hastayı) taburcu disclaim disiplin. etmek. 2. f. 1. yadsımak, talim. 10. (yükü) 3. inkâr itaat, boyun eğme. etmek. 2.(yolcuları) boşaltmak; reddetmek, 4. cezalandırma. kabul etmemek. indirmek. 5. bilim 11. (upon) 3. dalı, disiplin. yalanlamak, f. -den tekzip1. disiplin altına almak, terbiye etmek. 2. disclaimer (öfkeyi) i. yalanlama, tekzip.etmek. çıkarmak. disipline sokmak, yola getirmek. 3. cezalandırmak: The principal disclose f. was1. açığa obliged vurmak, ifşa etmek: to discipline disclosefor two students a secret bir sırrı ifşa their disobedience. disclosure etmek. Müdür 2. açığa iki öğrenciyi i. 1. açığa çıkarmak, çıkarma, ifşa. ortaya itaatsizlikleri çıkarmak: 2. ortayayüzünden Our investigations cezalandırmak çıkarılan şey. have zorunda disclosed kaldı. the existence ofs.life well-disciplined on Mars. Araştırmalarımız disiplinli. disco i., s., k. dili disko. Merih´te yaşam olduğunu ortaya çıkardı. disco music disko müziği. discolor f. rengini bozmak, soldurmak, lekelemek. discolour f., İng., bak. discolor. discomfort i. rahatsızlık, sıkıntı, huzursuzluk. f. rahatsız etmek, sıkıntı disconcert vermek. f. 1. şaşırtmak. 2. düzenini bozmak, altüst etmek. disconnect f. 1. from elek., mak. ile bağlantısını kesmek. 2. (telefon, disconsolate cereyan, gaz v.b.´ni) s. çok kederli, kesmek. 3. from -den ayırmak. avutulamaz. discontent i. hoşnutsuzluk. discontented s. hoşnutsuz. discontinue f. kesmek, durdurmak, devam etmemek, yarıda bırakmak, discord vazgeçmek. i. 1. uyuşmazlık, anlaşmazlık. 2. müz. akortsuzluk. discordant s. 1. uyumsuz, ahenksiz. 2. müz. akortsuz. discothèque i. diskotek. discount i. indirim, ıskonto, tenzilat. discount f. 1. indirim yapmak, ıskonto etmek, hesaptan düşmek. 2. discourage (bono/senet) f. 1. cesaretinikırmak. kırmak, hevesini kırmak, gözünü korkutmak. 2. discouragement (from) -den vazgeçirmek. i. cesaretsizlik, hevesin kırılması. discourse i. 1. ciddi ve ayrıntılı bir konuşma/yazı. 2. söylev, nutuk. discourse f. ciddi ve ayrıntılı bir şekilde konuşmak/yazmak. discourteous s. nezaketsiz, kaba, saygısız. discourteously z. kabaca, saygısızca. discourtesy i. nezaketsizlik, kabalık, saygısızlık. discover f. keşfetmek, bulmak; ortaya çıkarmak, meydana çıkarmak. discovery i. keşif, buluş, bulgu; meydana çıkarma. discredit i. 1. itibarsızlık. 2. güvensizlik, itimatsızlık, şüphe. f. 1. itibardan discreet düşürmek, gözden s. denli, tedbirli; düşürmek. ağzı 2. şüpheye sıkı, ağzından çıkanadüşürmek, dikkat eden.güvenini sarsmak. 3. inanmamak. discrepancy i. 1. farklılık, ayrılık; fark, ayrım. 2. çelişme, tutarsızlık. 3. muh. discrete fark, uyuşmazlık. s. ayrı, farklı. discretion i. 1. sağduyu. 2. ağız sıkılığı. 3. takdir yetkisi. discretionary s. isteğe bağlı, ihtiyari. discriminate f. 1. ayırt etmek, ayırmak: He can´t discriminate good books discriminate against from bad. -e karşı İyi kitapları ayırım yapmak. kötülerinden ayırt edemez. 2. fark gözetmek, ayrı tutmak, ayırım yapmak: That company discriminating s. 1. ayırt eden, ayıran. 2. zevk sahibi. 3. titiz, zor beğenen. discriminates on the basis of sex. O şirket cinsiyet ayırımı discrimination i. 1. ayırt etme, ayırım. 2. fark gözetme, ayırım yapma. 3. zevk, yapıyor. discus beğeni, çoğ. --esgüzeli çirkinden ayırabilme (dîs´kısız)/dis.ci (dîs´ay) i.,yetisi. spor 1. disk. 2. disk atma. discus thrower spor diskçi. discuss f. 1. görüşmek, tartışmak. 2. -den söz etmek, -i ele almak. discussion i. görüşme, tartışma. disdain i. küçük görme, tepeden bakma, hor görme. f. küçük görmek, disdain to do s.t. tepeden bakmak, tenezzül bir şey yapmaya hor görmek.etmemek. disdainful s. disease i. hastalık, sayrılık, illet. diseased s. hasta, sayrı; hastalıklı. disembark f. karaya çıkarmak/çıkmak. disenchant f. gözünü açmak. disenchantment i. gözünü açma. disengage f. 1. ilgisini kesmek, bağlantısını kesmek. 2. salıvermek, serbest disengaged bırakmak. s. serbest, 3. (askerleri) savaş alanından çekmek. bağlantısız. disentangle f. 1. çözmek, açmak; çözülmek, açılmak. 2. from -den disfavor kurtarmak. i. gözden düşme. disfavour i., İng., bak. disfavor. disfigure f. biçimini bozmak, biçimsizleştirmek, çirkinleştirmek. disgrace i. 1. gözden düşme, itibardan düşme. 2. rezalet, yüzkarası. f. 1. itibardan düşürmek, gözden düşürmek. 2. rezil etmek. disgraceful s. utanç verici, yüz kızartıcı, rezil. disgruntled s. hoşnutsuz, canı sıkkın. disguise f. 1. as ... olarak kılık değiştirmek: The king disguised himself as disgust a beggar. i. 1. iğrenme,Kraltiksinti. tanınmamak için dilenci 2. bezginlik, kılığına bıkkınlık. girdi. f. 1. 2. iğrendirmek, gizlemek, tiksindirmek. saklamak: He is disguising his true intentions. Asıl disgusting s. tiksindirici, 2. bezdirmek, bıktırmak. iğrenç. amaçlarını gizliyor. i. tanınmamak için giyilen kıyafet. dish i. 1. tabak, çanak. 2. yemek. f. 1. out dağıtmak, vermek. 2. up dish drainer/rack tabağa (seyyar) koymak. damlalık, bulaşık damlalığı. dish rack bulaşıklık. disharmony i. uyumsuzluk, ahenksizlik. dishcloth i. bulaşık bezi. dishearten f. 1. cesaretini kırmak, umudunu kırmak. 2. hevesini kırmak. dishevel f. (--ed/--led, --ing/--ling) (saç, giyim v.b.´ni) darmadağınık disheveled etmek, karmakarışık s. darmadağınık, etmek. karmakarışık. dishful i. tabak dolusu. dishonest s. dürüst olmayan, sahtekâr, yalancı. dishonesty i. sahtekârlık, yalancılık. dishonor i. 1. yüzkarası, utanç kaynağı. 2. alçaklık. f. şerefini lekelemek. dishonorable s. dürüst olmayan, güvenilmez; alçak. dishonour i., f., İng., bak. dishonor. dishpan i. bulaşık tası. dishwasher i. 1. bulaşıkçı. 2. bulaşık makinesi. dishwater i. bulaşık suyu. disillusion f. hayal kırıklığına uğratmak, gözünü açmak. disillusionment i. hayal kırıklığı, gözü açılma. disincline f. (bir şeyden/birinden) soğutmak, caydırmak. disinfect f. dezenfekte etmek, mikroplardan arındırmak, disinfectant mikropsuzlandırmak. i., s. dezenfektan. disinherit f. mirastan yoksun bırakmak. disinheritance i. mirastan yoksunluk. disintegrate f. 1. parçalamak, bölmek; parçalanmak, bölünmek. 2. fiz. disintegration bozunmak. i. 1. parçalama; parçalanma. 2. fiz. bozunum, bozunma. disinterested s. bir konuyla hiçbir ilgisi olmayan, bir konuda hiçbir çıkarı disk olmayan i. 1. spor,(kimse); tarafsız, anat., müz., bilg.yansız. disk. 2. teker, kurs, ağırşak. disk brake disk freni. disk crash bilg. disk kazası. disk drive bilg. disk sürücü. disk jockey diskcokey. diskette i., bilg. disket. dislike f. -i sevmemek, -den hoşlanmamak. i. of/for -i sevmeme, -den dislocate hoşlanmama. f. 1. yerinden çıkarmak. 2. tıb. mafsaldan çıkarmak. 3. bozmak, dislocation altüst i., tıb. etmek. çıkık. dislodge f. yerinden çıkarmak; yerinden atmak. disloyal s. 1. vefasız, sadakatsiz. 2. hain. disloyalty i. 1. vefasızlık, sadakatsizlik. 2. ihanet, hıyanet. dismal s. 1. kederli, neşesiz, kasvetli. 2. sönük. dismantle f. 1. sökmek, parçalara ayırmak. 2. eşyasını boşaltmak. dismay f. 1. dehşete düşürmek. 2. perişan etmek. i. dehşet. dismember f. parçalamak, uzuvları bedenden ayırmak, uzuvlarını kesmek. dismiss f. 1. işten çıkarmak, kovmak; görevden almak, görevden dismiss from one´s mind uzaklaştırmak: aklından çıkarmak, The Prime Minister has dismissed two members düşünmemek. of her cabinet. Başbakan kabine üyelerinden ikisini görevden aldı. 2. gitmesine izin vermek: The teacher dismissed her students. Öğretmen öğrencilerinin gitmesine izin verdi. 3. huk. (davayı) reddetmek. dismissal i. 1. işten çıkarma; işten çıkarılma. 2. gitmesine izin verme. 3. dismount ciddiye almayıbisiklet f. 1. (hayvan, reddetme. 4. aklından v.b.´nden) çıkarma. 5. (davayı) inmek/indirmek. 2. mak. reddetme. sökmek. disobedience i. itaatsizlik, başkaldırma. disobedient s. itaatsiz, asi. disobediently z. itaatsizce. disobey f. -e itaat etmemek, -i dinlememek, -e uymamak; itaatsizlik disorder etmek. i. 1. düzensizlik. 2. karışıklık, kargaşa. 3. hastalık, bozukluk. disorderly s. 1. düzensiz, intizamsız. 2. (bağırıp çağırarak, kavga çıkararak) disorderly conduct başkalarının huzurunu huk. başkalarının kaçıran. huzurunu kaçıran davranış. disorderly house huk. genelev. disorganisation i., İng., bak. disorganization. disorganise f., İng., bak. disorganize. disorganization i. düzensizlik, karışıklık. disorganize f. düzenini bozmak, karmakarışık etmek, altüst etmek, disorient karıştırmak. f. 1. (birinin) yolunu şaşırtmak. 2. zihnini karıştırmak. disown f. 1. tanımamak, yadsımak. 2. evlatlıktan reddetmek. disparage f. kötülemek, küçük düşürmek. disparagement i. kötüleme, küçük düşürme. disparate s. farklı, apayrı. disparity i. eşitsizlik, fark. dispassionate s. 1. tarafsız, yansız. 2. soğukkanlı, serinkanlı, sakin. dispassionately z. tarafsızlıkla. dispatch i. 1. gönderme, sevketme. 2. (telgraf/faks) çekme. 3. mesaj; dispel rapor: We f. (--led, havedağıtmak, --ling) received adefetmek, dispatch from headquarters. gidermek. Karargâhtan bir mesaj aldık. 4. öldürme; idam etme. 5. acele, dispensable s. zorunlu olmayan, vazgeçilebilir. hız: He always acts with dispatch. Daima hızlı hareket eder. f. 1. dispensary i. dispanser. (kurye/mektup) göndermek. 2. (telgraf/faks) çekmek. 3. dispensation sevketmek, i. 1. dağıtma, göndermek: The government verme. 2. (kuraldışı bir şeyinhas dispatched yapılması için new dispense troops verilen) to the özel front. izin. 3. Hükümet (bir dinin cepheye etkili f. 1. dağıtmak, vermek. 2. (ilaç) hazırlamak. yeni olduğu) askerler dönem. gönderdi. 4. öldürmek, idam etmek. 5. hızla bitirmek. dispense with -den vazgeçmek; -i ekarte etmek. dispense with the need for -i gereksiz kılmak. dispenser i. 1. dağıtan kimse, dağıtıcı. 2. dağıtma aracı/makinesi. dispersal i. dağıtma; dağılma. disperse f. 1. dağıtmak, yaymak; dağılmak. 2. fiz. (ışınları) ayırmak. dispirited s. 1. morali bozuk. 2. cesareti kırık. displace f. 1. yerinden çıkarmak, yerini değiştirmek. 2. yerini almak. display i. 1. gösterme, sergileme. 2. gösteriş. 3. bilg. görüntüleme. f. 1. displease göstermek, sergilemek. f. canını sıkmak, 2. bilg. görüntülemek. sinirlendirmek. displeased s. hoşnutsuz. displeasure i. hoşnutsuzluk, öfke. disposable s. kullanıldıktan sonra atılabilen. disposal i. 1. yok etme, imha etme. 2. yerleştirme, yerleştirme düzeni. 3. disposal unit satma; elden çıkarma. 4. huk. tasarruf, kullanım. çöp öğütücü. dispose f. 1. yerleştirmek. 2. hazırlamak. dispose of 1. (belirli bir düzene göre) yerleştirmek. 2. (zaman, para v.b. disposition ´ni) i. 1. (belirli bir mizaç, yaradılış, biçimde) harcamak. tabiat. 3. yok etmek, 2. yerleştirme. imha 3. satış; etmek. 4. elden satmak; çıkarma; elden verme; çıkarmak; dağıtma. vermek; dağıtmak. 5. halletmek, dispossess f. 1. mal ve mülküne el koymak; evinden çıkarmak, huk. tahliye tamamlamak. disproportionate etmek. 2. yoksun bırakmak. s. oransız; to ile orantılı olmayan. disprove f. aksini kanıtlamak, çürütmek. dispute i. tartışma, münakaşa. f. 1. tartışmak, münakaşa etmek. 2. disqualification doğruluğundan i. 1. (ceza olarak) şüphe etmek. yetkisini elinden alma. 2. spor diskalifiye etme; diskalifiye olma. disqualify f. 1. (ceza olarak) yetkisini elinden almak. 2. spor diskalifiye disquiet etmek, yarışdışı f. rahatsız etmek, bırakmak. endişe vermek, huzurunu kaçırmak. i. endişe, disregard huzursuzluk. f. önemsememek, aldırmamak, hiçe saymak, boş vermek. i. disrepair önemsememe, i. bakımsızlık. aldırmazlık, hiçe sayma, boş verme. disreputable s. adı kötüye çıkmış. disrepute i. disrespect i. saygısızlık, hürmetsizlik, kabalık. disrespectful s. saygısız. disrobe f. 1. (resmi giysisini) çıkarmak; resmi giysisini çıkarmak. 2. disrupt soyunmak. f. 1. bozulmasına yol açmak; altüst etmek; aksatmak. 2. disruption (toplantının) kesilmesine yol açmak. i. aksama; kesilme. disruptive s. 1. işleri aksatan. 2. aksatan. 3. karışıklığa/kargaşaya yol açan. dissatisfaction 4. birliği bozan, bölücü. i. memnuniyetsizlik, hoşnutsuzluk, tatminsizlik. dissatisfy f. memnun etmemek, hoşnut etmemek, tatmin edememek. be dissect dissatisfied f. 1. parçalara with s.t. bir şeyden ayırmak. memnun 2. inceden inceyeolmamak. incelemek. dissemble f. gerçeği gizlemek; (gerçeği) gizlemek. disseminate f. saçmak, yaymak, neşretmek. dissension i. anlaşmazlık, ihtilaf. dissent f. from 1. -i kabul etmemek. 2. -den ayrı görüşte olmak, -den dissenter ayrılmak. i. 1. kabul i. ayrı görüşte etmeyiş. 2. ayrılık. olan kimse. dissertation i. tez, travay. disservice i. zarar, ziyan. dissident s. ayrı görüşte olan, karşıt görüşlü, muhalif. i. ayrı görüşte olan dissimilar kimse, s. farklı,muhalif. ayrımlı, değişik; to -den farklı. dissimilarity i. farklılık. dissimulate f. gerçeği gizlemek; (gerçeği) gizlemek. dissimulation i. gerçeği gizleme. dissipate f. 1. dağıtmak; dağılmak. 2. israf etmek. dissipated s. 1. dağıtılmış. 2. israf edilmiş. 3. sefih. dissipation i. 1. dağıtma; dağılma. 2. israf. 3. sefahat. dissociate f. ayırmak. dissociate o.s. from -den ayrılmak. dissolute s. ahlaksız, çapkın, sefih. dissolve f. 1. eritmek; erimek. 2. çözmek. 3. feshetmek, dağıtmak, son dissonance vermek. 4. zamanla i. ahenksizlik, kaybolmak, yok olmak. uyumsuzluk. dissonant s. ahenksiz, akortsuz, uyumsuz. dissuade f. from -den caydırmak, -den vazgeçirmek. distance i. 1. uzaklık, mesafe, ara. 2. uzak, uzak yer. 3. mesafe, distant resmiyet. s. 1. uzak,f.ırakgeride bırakmak.2. soğuk, mesafeli (kimse). (yer/zaman). distant relative uzak akraba. distaste i. beğenmeme, hoşlanmama. distasteful s. tatsız, nahoş, hoşa gitmeyen. distemper i. bulaşıcı bir köpek hastalığı. distemper i. kireç boya, badana. f. kireç boya sürmek, badanalamak. distend f. şişirmek; şişmek. distil f., İng., bak. distill. distill f. damıtmak, imbikten çekmek; imbikten çekilmek. distillation i. damıtma. distilled s. damıtık, damıtılmış. distillery i. damıtık içki fabrikası. distinct s. 1. ayrı, farklı, başka. 2. açık, belli. distinction i. 1. ayırt etme. 2. fark. 3. paye. 4. üstünlük. distinctive s. kolaylıkla ayırt edilebilen, farklı; kendine özgü. distinguish f. ayırt etmek, ayırmak. distinguish o.s. sivrilmek. distinguished s. 1. seçkin, güzide. 2. sivrilmiş. distort f. 1. biçimini bozmak; (yüzünü) çarpıtmak. 2. çarpıtmak, gerçek distortion anlamından i. 1. biçimini saptırmak, başka anlam bozma; (yüzünü) vermek. çarpıtma. 2. çarpıtma, gerçek distract anlamından saptırma. f. dikkatini başka yöne çekmek, dikkatini dağıtmak: Don´t distracted distract s. 1. (by)me. Beni (-den meşgul dolayı) etme. dikkati dağılmış. 2. şaşkına dönmüş. 3. distraction çok endişeli. 4. with -den dolayı i. 1. dikkati dağıtan şey; oyalayıcı deliye dönmüş. 2. dikkatini şey; eğlence. distraught başka yöne s. (with) çekme, (-den dolayı)dikkatini çılgına dağıtma. dönmüş; çok endişeli. distress i. 1. üzüntü; acı; endişe. 2. tehlikeli bir durum, zor bir durum. f. distressing 1. üzmek.acıklı. s. üzücü, 2. endişelendirmek. distribute f. dağıtmak; yaymak. distribution i. 1. dağıtım. 2. dağılım. distributor i. 1. dağıtıcı, bayi. 2. oto. distribütör. district i. mıntıka, bölge, mahalle. district attorney savcı. distrust f. güvenmemek, itimat etmemek. i. güvensizlik, itimatsızlık. distrustful s. başkalarına güvenmeyen, güvensiz, itimatsız. disturb f. 1. rahatsız etmek; huzurunu kaçırmak; endişelendirmek. 2. disturbance karıştırmak, altüst i. 1. rahatsızlık, etmek. huzursuzluk. 2. karışıklık, kargaşa. disturbed s. (ruhen/aklen) dengesiz. disunity i. ayrılık, kopukluk. disuse i. kullanılmama, kullanılmazlık. ditch i. 1. hendek. 2. ark, kanal. ditto i. denden işareti, denden. divan i. 1. sedir, divan. 2. divan, büyük meclis. 3. şiir divan. dive (--d/dove, --d) f. 1. suya dalmak, dalmak. 2. hav. pike yapmak. i. diver 1. dalış. 2. hav. pike. 3. k. dili batakhane. diving board atlama i. dalgıç. tahtası, tramplen. diving suit dalgıç elbisesi. diverge f. ayrılmak, birbirinden uzaklaşmak. divergence i. ayrılma, uzaklaşma. divergency i., bak. divergence. divergent s. ayrı, farklı. diverse s. çeşit çeşit, çeşitli, farklı. diversify f. çeşitlendirmek. diversion i. 1. eğlence, oyalayıcı şey. 2. dikkati başka yöne çeken şey; diversionary şaşırtmaca; s. dikkati başkayanıltmaca. 3. İng. varyant (yol). 4. saptırma. yöne çeken. diversity i. çeşitlilik, farklılık. divert f. 1. dikkatini başka yöne çekmek, dikkatini dağıtmak. 2. divest çevirmek, saptırmak. f. of -den yoksun 3. oyalamak, eğlendirmek. bırakmak. divide f. 1. bölmek, taksim etmek; bölünmek. 2. among -e dağıtmak. divide down the middle ikiye bölmek. divide into quarters dört kısma ayırmak, dörde bölmek. divide up among -e dağıtmak. divided s. bölünmüş. dividend i. 1. mat. bölünen. 2. kâr payı. dividers i. pergel. divine s. tanrısal, ilahi. i. papaz. f. 1. sezmek, hissetmek. 2. kehanette bulunmak. divinity i. 1. tanrısallık, ilahilik. 2. tanrı, ilah; tanrıça, ilahe. 3. ilahiyat, divinity school Tanrıbilim, teoloji. Hrist. ilahiyat fakültesi. divisible s. bölünebilir. division i. 1. bölme, taksim; bölünme. 2. bölüm, kısım. 3. bölüm, division of labor departman, işbölümü. seksiyon. 4. mat. bölme. division sign mat. bölme işareti. divisive s. bölücü. divisor i., mat. bölen. divorce i. 1. boşama; boşanma. 2. ayrılma, ayrılık. f. 1. boşamak; divorcé boşanmak. i. boşanmış 2. ayırmak; ayrılmak. erkek. divorcée i. boşanmış kadın. divulge f. açığa vurmak, ifşa etmek. dizziness i. baş dönmesi, sersemlik. dizzy s. 1. başı dönen, sersem, şaşkın, gözü kararmış. 2. baş DNA döndürücü, sersemletici.acid DNA. i., kıs. deoxyribonucleic do f. (did, --ne) 1. yapmak. 2. etmek. 3. başa çıkmak, başarmak. 4. do a food justice bitirmek, bir yemeğin tamamlamak. 5. hazırlamak. 6. davranmak. 7. hakkından gelmek. yetmek. 8. becermek. 9. yetişmek. 10. düzenlemek. 11. (belirli do an implant tıb. implantasyon yapmak. bir mesafe) katetmek. 12. çözmek. 13. (bulaşık) yıkamak. do away with 1. -i ortadan yardımcı f. 1. kaldırmak, -i yok Özellikle soru etmek. cümlesi 2. -iolumsuz veya öldürmek, -i ortadan cümle do badly kaldırmak. kurmak durumuiçin kötü birolmak. başka fiille birlikte kullanılır: Where does she do disservice to live? O nerede oturuyor? (bir kimseye, ülkeye v.b.´ne) He didn´t zarar go to school. Okula gitmedi. vermek. Did you like my new bicycle? Yeni bisikletimi beğendin mi? 2. do honor to -i şereflendirmek, Bir başka fiili vurgular -e şeref veyakazandırmak. anlamını pekiştirir: I really do like do in argo öldürmek. animals. Hayvanları gerçekten severim. Do come! N´olur gel! 3. do justice Bir başka 1. adil bir fiil yerine şekilde kullanılır: She davranmak; speaks adalet Spanish dağıtmak. 2. better to (bir than şeyi) her father gerektiği does. İspanyolcayı gibi performansı yapmak: That babasından painting doesn´tdaha iyi do do konuşur. justice “You to the do o.s. justice her zamanki göstermek: He didn´t himself tripped me valley´sinbeauty.up.” “No, I O tablodidn´t.” “Bana çelme attın.” “Hayır, do o.s. up justice the concert k. dili süslenmek, lastvadinin süslenip night. güzelliğini Dün püslenmek. gecekiyeterince konserde her atmadım.” aksettirmiyor. “Lock the front door.” “I´ve already done it.” “Ön zamanki performansını gösteremedi. do one´s best kapıyı elinden kilitle.” geleni“Kilitledim yapmak. bile.” do one´s best elinden geleni yapmak. do one´s damnedest elinden geleni yapmak. do one´s duty görevini yerine getirmek. do one´s hair saçlarını düzeltmek, saçını yapmak. do one´s own thing k. dili başkalarına pek aldırış etmeden kendi seçtiği bir yolda do one´s shopping gitmek. alışverişini yapmak. do one´s stuff k. dili marifetini göstermek. do one´s utmost elinden geleni yapmak. do over again yeni baştan yapmak. do penance bir günahı bağışlatmak için papazın önerdiği kefareti yerine do s.o. a dirt getirmek. k. dili birine kahpelik etmek; birine kalleşlik etmek. do s.o. a favor birine bir iyilik etmek/yapmak. do s.o. an injustice birine haksızlık etmek. do s.o. dirt k. dili birine kötülük etmek. do s.o. good birine iyi gelmek. do s.o. justice birinin hakkını vermek, birine hakça davranmak. do s.o. proud k. dili 1. birini çok iyi ağırlamak. 2. birine gurur vermek. do s.t. behind one´s back birinden gizli yapmak. do s.t. in secret bir şeyi gizlice yapmak. do s.t. the hard way (daha kolay bir çözüm varken) bir şeyi zor bir şekilde yapmak. do s.t. unbeknown to s.o. birinin haberi olmadan bir şey yapmak. do s.t. with feeling bir şeyi duyarak yapmak: He plays the piano with feeling. do the cleaning Piyanoyu duyarak çalıyor. temizlik yapmak. do the washing-up İng. bulaşık/bulaşıkları yıkamak. do violence to -i bozmak. do well durumu iyi olmak. do with 1. -i yapmak: What have you done with my book? Kitabımı ne do without yaptın? 2. etmek. -siz idare (biriyle) baş etmek: What are we going to do with you? Seninle nasıl baş edeceğiz? I don´t know what we´re going do wrong kötülük etmek/yapmak; suç/günah işlemek. to do with that child! O çocuğu ne yapacağız, bilemiyorum. 3. do yeoman service çok yardım Arzu etmek, edilen bir çok yardımı şeyi belirtir: dokunmak. I sure could do with a drink. Şimdi Do you have any practical bir Hiç içki çok makbule tecrübeniz var mı?geçer. experience? do/go without onsuz yapabilmek. do/go without s.o./s.t. biri/bir şey olmadan idare etmek/yapmak: Can you do without do/work wonders for meat? Et yemeden k. dili (birine) yapabilir çok çok yaramak, misin? If you don´t have the money iyi gelmek. to buy a parrot, you´ll just have to do without. Papağan alacak docile s. uysal, yumuşak başlı, halim selim. kadar paran yoksa papağansız yapmak zorundasın. dock f. 1. (kuyruğunu) kısaltmak, kesmek. 2. (ücretten) kesmek. dock i. 1. iskele, rıhtım. 2. havuz, gemi havuzu, dok. 3. huk. sanık dockyard yeri. f. 1. rıhtıma yanaşmak. 2. havuza çekmek; havuza girmek. i. tersane. doctor i. 1. doktor, hekim, tabip. 2. doktor, doktora sahibi. f. 1. tedavi doctor up etmek. 2. onarmak, (with) (yemeğe) (birtamir etmek. 3. şey katarak) tat(kötü bir amaçla) vermek. değiştirmek. doctor´s degree doktora. doctorate i. doktora. doctrine i. öğreti, doktrin. document i. belge, doküman. f. belgelemek. documental s. belgesel, dokümanter. documentary s. belgesel, dokümanter. i. belgesel. documentary film belgesel film, dokümanter film. documentation i. belgeleme. dodge f. 1. bir yana kaçmak; bir yana kaçıp -den kurtulmak. 2. doe kurnazlıkla/hileyle i. geyik, keçi, tavşan atlatmak. i. 1. bir yana v.b. hayvanların kaçma. 2. dişisi. kurnazlıkla/hileyle atlatma. 3. kaçamak yol. does f. do fiilinin geniş zamandaki üçüncü şahıs tekil şekli: He does Does he dare do it? good O işi work. yapmaya İyi işcesareti yapar. var mı? doesn`t kıs. does not. dog i. köpek, it. dog f. (--ged, --ging) 1. (bir isteğin üstüne düşerek) (birini) rahat dog collar bırakmamak. köpek tasması. 2. (kötü bir şey) peşini bırakmamak. dog-ear f. sayfa köşelerini kıvırmak/buruşturmak. dog-eared s. sayfa köşeleri kıvrık/buruşuk. dog-eat-dog i. kıran kırana rekabet. s. kıran kırana rekabet edilen. dogged s. inatçı, dik kafalı, direngen. doggie i., bak. doggy. doggy i. 1. k. dili köpek. 2. k. dili yavru köpek. 3. ç. dili havhav. dogma i. dogma, inak. dogmatic s. dogmatik, inaksal. dogmatism i. dogmatizm, inakçılık. dog-tired s., k. dili çok yorgun, bitkin, hoşaf gibi. doily i. dantel/işlemeli altlık. doings i. işler. do-it-yourself s. birinin kendi başına yapabileceği/monte edebileceği (şey). do-it-yourself store tamir/yapı işlerini kendi başına yapmak isteyenlere göre do-it-yourselfer malzeme i. tamir/yapıve işlerini alet satılan kendidükkân. yapan kimse. doldrums i., çoğ. 1. den. okyanusların ekvator dolaylarındaki durgun veya dole az rüzgârlı i. işsizlik kısımları, yardımı. eşleksel f. out durgunluk alanı. 2. tic. durgunluk, dağıtmak. kesatlık. 3. can sıkıntısı; efkâr. doleful s. kederli, acılı, hüzünlü. doll i. oyuncak bebek. f. doll o.s. up giyinip kuşanmak, süslenip püslenmek. doll s.o. up birini süsleyip püslemek. dollar i. dolar. dolly i. 1. bebek, kukla. 2. tekerlekli kriko. 3. iki tekerlekli yük dolphin taşıyıcısı. i. yunusbalığı, yunus. dolt i. mankafa, ahmak, budala. domain i. 1. nüfuz alanı, nüfuz bölgesi. 2. bilgi alanı; ilgi alanı: It´s not in dome my domain. O benim alanım dışında. i. kubbe. domed s. kubbeli. domestic s. 1. ev ile ilgili; aile ile ilgili, aile içi. 2. evcimen. 3. evcil. 4. domestic animal yurtiçi, iç. i. hizmetçi. ehli hayvan, evcil hayvan. domestic animal evcil hayvan. domestic flight yurtiçi uçuş. domestic flights iç hatlar. domestic industries yerli sanayi. domestic market iç pazar. domestic politics iç politika. domestic trade iç ticaret. domesticate f. evcilleştirmek. domicile i. ikametgâh, konut, mesken. dominance i. 1. hâkimiyet, üstünlük. 2. biyol. başatlık. dominant s. 1. hâkim, egemen. 2. biyol. dominant, başat. dominate f. 1. hâkim olmak, egemen olmak, hükmetmek. 2. (bir yere) domination hâkim olmak,egemenlik, i. hâkimiyet, tepeden bakmak. hükmetme. domineer f. despotça hükmetmek, hâkim durumda olmak. domineering s. otoriter, hükmeden. Dominican s. 1. Dominik, Dominik Cumhuriyeti´ne özgü. 2. Dominikli. i. dominion Dominikli, Dominik i. 1. egemenlik, Cumhuriyeti hâkimiyet. vatandaşı. 2. dominyon. dominoes i. domino oyunu. don`t kıs. do not. Don´t bother! Zahmet etmeyin! Don´t look a gift horse in the Bahşiş atın dişine bakılmaz. mouth. Don´t mention it. Bir şey değil./Estağfurullah. Don´t move a muscle! Kıpırdama!/Kımıldama! Don´t overestimate his Yeteneklerini abartma. abilities. Don´t push your luck. Şansına fazla güvenme./Şansını zorlama. Don´t stand out there in the Orada yağmurun altında durma! wet! Don´t trouble yourself. Zahmet etmeyin./Zahmete girmeyin. Don´t you have any Sende hiç terbiye yok mu? manners? donate f. bağışlamak, hibe etmek. donation i. 1. bağışlama. 2. bağış, hibe. done f., bak. do. s. 1. tamamlanmış, bitmiş. 2. iyi pişmiş. done in k. dili çok yorgun, bitkin. done through iyi pişmiş (et). done to a turn kıvamında pişmiş. done to a turn tam kararında pişmiş. Done! Tamam!/Oldu!/Kabul! donkey i. eşek. donor i. 1. bağışçı. 2. tıb. verici. doom i. (talihin belirlediği) kötü son, korkunç son. f. doomsday i. kıyamet günü. door i. kapı. door salesman ev ev dolaşarak satış yapan satıcı. door service kapıdan kapıya servis. doorbell i. kapı zili. doorkeeper i., bak. doorman. doorknob i. kapı tokmağı. doorman çoğ. door.men (dor´men, dor´mın) i. kapıcı. doormat i. paspas. doorstep i. eşik. doorstop i. kapı tamponu. door-to-door s. 1. ev ev dolaşarak yapılan. 2. kapıdan kapıya. doorway i. giriş, kapı aralığı. dope i. 1. makine yağı. 2. uyuşturucu madde, narkotik. 3. argo dopey budala, s., argo ahmak. 4. argoetkisinde. 1. uyuşturucu bilgi. 2. budala. dorm i., k. dili yatakhane. dormant s. uykuda, uyuşuk, cansız. dormer i. dormer window çatı penceresi. dormitory i. 1. yatakhane, koğuş. 2. öğrenci yurdu. dosage i. dozaj. dose i. doz. dossier i. evrak dosyası. dot i. 1. nokta. 2. puan, benek, nokta. f. (--ted, --ting) noktalamak. dot the i´s and cross the t´s k. dili en ufak ayrıntıların üzerinde titizlikle durmak. dotage i. bunaklık. dotard i. bunak. dote f. 1. on/upon -in üstüne titremek, -e çok düşkün olmak. 2. dotted line bunamak. bir belgenin imza yeri. double i. 1. iki kat, çift, iki misli. 2. eş, benzer, aynı; ikiz: Ayşe so double resembles f. 1. iki katına herçıkarmak, mother thatiki she mislicould be her yapmak; iki double. Ayşe 2. iki misli olmak. annesine ile çarpmak. o kadar 3. benziyor ikiye ki onun ikizi olabilir. 3. kat. 4. hile, katlamak. double back aynı yoldan geri dönmek. oyun. 5. tiy., sin. dublör. 6. briç kontr. s. 1. iki kat, iki kere, iki double bed iki kişilik misli: She karyola/yatak. added double the amount of salt called for in the double boiler recipe. Yemek iki katlı tencere, tarifinde yazılanın iki katı tuz ilave etti. 2. çift. 3. benmari. double boiler çifte, ikili. benmari. 4. bükülmüş, katlı. 5. iki kişilik. 6. duble; çift porsiyon. 7. iki yüzlü. double chin (insanda) gerdan: She´s developing a double chin. Gerdanı double density çıkmaya bilg. çiftebaşladı. yoğunluk. double entendre iki tarafa çekilebilecek double entry söz, muh. çift kayıtlastikli ikircil söz, söz. sistemi. double feature iki film birden. double for -in dublörlüğünü yapmak. double header spor üst üste yapılan iki karşılaşma. double jeopardy huk. aynı suç için ikinci defa yargılanma. double pneumonia iki taraflı zatürree. double room (otelde) çift yataklı oda. double standard çifte standart. double up 1. eğilmek; iki büklüm olmak; iki büklüm etmek. 2. with ile aynı double-breasted odayı paylaşmak. s. kruvaze (ceket). double-check f. tekrar kontrol etmek; çifte kontrol yapmak. double-click f., bilg. fare düğmesine iki kez basmak. double-cross f., argo sözünden dönerek aldatmak, kazık atmak. i., argo kazık double-dealer atma. i. ikiyüzlü, dolandırıcı, sahtekâr. double-decker i. 1. iki katlı otobüs. 2. ranza. double-density s., bilg. çifte yoğunluklu. double-edged s. 1. iki tarafı keskin. 2. hem lehte hem aleyhte olan. double-edged compliment iğneli kompliman. double-faced s. 1. iki yüzlü. 2. iki taraflı (kumaş). double-glazed s. çift camlı. double-glazed window çift camlı pencere. double-quick s. çok çabuk, hızlı. i. hızlı yürüyüş. f. hızlı yürümek. doubles i., tenis çiftler. double-space f. (daktiloda/bilgisayarda) çift aralıkla yazmak. doubt i. 1. kuşku, şüphe. 2. şüpheli durum. f. 1. kuşkulanmak, kuşku doubt s.o.´s word duymak, şüphelenmek, birinin dediklerinden şüphe şüphe etmek: I doubt his integrity. etmek. Dürüstlüğünden kuşku duyuyorum. She doubts that Asaf will doubtful s. 1. kuşkulu, şüpheli, kuşku duyan. 2. kuşkulu, kuşkulandıran, arrive on time. Asaf´ın vaktinde geleceğinden şüphe ediyor. 2. kuşku uyandıran. z. 1. olmamak: kuşkusuz, 3. belirsiz; şüphesiz, karanlık. kesinlikle, doubtless ikna Despite his excellentmuhakkak. 2. herhalde. qualifications l doubt that douche he is the i., tıb. right f. şırınga. person şırıngafor this job. Üstün niteliklerine karşın bu etmek. dough işe i. 1.uygun hamur. bir2.kimse olduğuna argo para, hâlâ ikna olmadım. mangır. doughnut i. yağda kızarmış şekerli çörek. doughy s. hamur gibi. dour s. asık yüzlü, ters, haşin, aksi. dove i. 1. kumru. 2. beyaz güvercin. 3. pol. savaş aleyhtarı, barışçı, dove barış yanlısı. f., bak. dive. dowel i. geçme, ağaç çivi. down i. ince kuş tüyü, yonda. down z. 1. aşağı, aşağıya, aşağıda. 2. güneye doğru. edat -in down and out aşağısında: down the hayatta yenilgiye mountain uğramış, dağın bezgin, aşağısına doğru. f. 1. bitkin. aşağı indirmek, alaşağı etmek, yere yıkmak, devirmek, down at the heel perişan kılıklı, hırpani, pejmürde. düşürmek: The gunners have downed three enemy planes. down at the heels perişan bir Topçular üç durumda. düşman uçağını düşürdü. 2. çabucak içmek, down in the mouth yuvarlamak: He had cesareti kırılmış, already downed three rakis before l karamsar. down in the mouth/dumps arrived. Ben gelmeden önce üç bardak k. dili üzüntülü, hayal kırıklığına rakı yuvarlamıştı. 3. uğramış. yenmek: The champion downed his opponent in the third round. down on his luck talihsiz. rakibini üçüncü rauntta yendi. s. 1. aşağıya yönelen. Şampiyon, down on one´s luck talihsiz, 2. bahtsız.keyifsiz, morali bozuk. k. dili üzgün, down payment kaparo, pey akçesi; ilk ödeme. down to the wire k. dili son ana kadar: They worked right down to the wire. Son Down with ...! ana kadar çalıştılar. Kahrolsun ...! downcast s. 1. aşağıya yönelmiş. 2. üzgün, morali bozuk. downfall i. 1. düşüş, yıkılış, çöküş, çökme. 2. (yağmur) boşanma. downgrade f. derecesini indirmek, alçaltmak. downhearted s. üzgün, morali bozuk. downhill z. yokuş aşağı, aşağıya. s. inişli, meyilli. download f. (İnternet üzerinden bilgisayara program) yüklemek. download f., bilg. indirmek. downpour i. sağanak. downright s. 1. tam, düpedüz: a downright insult düpedüz bir hakaret. 2. downstairs açık, dürüst. z. aşağı kata,3.altaçıksözlü, sözünü kata, aşağıya; esirgemeyen. aşağı z. 1. tamamen, katta, alt katta, aşağıda. s. büsbütün: alt He´s katta aşağı, downright olan, aşağıdaki. wrong. Tamamen haksız o. 2. açıkça, downstream z. akıntı akış aşağı.i. aşağı kat, alt kat. dobra dobra. down-to-earth s. 1. gerçekçi. 2. uygulanabilir, gerçekleştirilebilir. downtown i. şehrin merkezi, çarşı. z. çarşı tarafında; çarşıya. s. şehrin merkezinde olan. downtrod s., bak. downtrodden. downtrodden s. 1. ayaklar altında çiğnenmiş. 2. haksızlığa uğramış, ezilmiş. downward z. aşağı doğru. downwards z., bak. downward. downwind z. rüzgâr yönüne; rüzgârla birlikte. dowry i. 1. çeyiz. 2. drahoma. doze i. hafif uyku, şekerleme, kestirme, uyuklama. f. şekerleme doze off yapmak, uyuklamak, kestirmek, uykuya uyuklamak. dalmak. dozen i. düzine. dozer i., k. dili dozer, buldozer. Dr kıs. Doctor, Drive. drab s. (--ber, --best) 1. kasvetli, sıkıcı. 2. ölü (renk). draft f. askere almak. i. zorunlu askerlik. draft f. çekmek. i. 1. çekme, çekim, yudum. 2. poliçe, çek. 3. ödeme draft emri. 4. hava akımı, f. tasarlamak; cereyan, taslağını çizmek; soba borusunun hazırlamak. müsveddesini çekmesi. s. i. fıçıdan taslak; çekilen (bira). drafting i. çizim,tasarım; müsvedde. teknik resim. drafting board çizim tahtası. draftsman çoğ. drafts.men (dräfts´mîn) i. teknik ressam. drafty s. cereyanlı, soğuk hava akımı olan. drag f. (--ged, --ging) 1. sürüklemek, sürümek, çekmek; sürüklenmek, drag on sürünmek. uzayıp gitmek, 2. (toprağı) sürmek.taramak. 3. geride kalmak. i. 1. sürükleme, çekme. 2. sürüklenen şey. 3. tırmık, tarak. 4. engel, drag one´s feet k. dili işi ağırdan almak. mâni. 5. k. dili sıkıcı kimse/şey. drag one´s heels istemeyerek gitmek veya kabul etmek, ayakları geri geri drag out gitmek. uzatmak. dragon i. ejderha, ejder. dragonfly i. yusufçuk, büyük kızböceği. drain f. 1. akıtmak, süzmek; akmak, süzülmek. 2. suyunu çekmek, drainage kurutmak; i. 1. akaçlama, akaçlamak, drenaj. 2.drenaj yapmak. akıtma, 3. bitirmek, boşaltma. tüketmek. i. 3. kanalizasyon, 1. suyunu lağım döşemi.çekme/akıtma. 2. lağım, kanalizasyon; kanal. drainboard i. (sabit) damlalık, bulaşık damlalığı. draining board İng. (sabit) damlalık, bulaşık damlalığı. drainpipe i. 1. atık su borusu. 2. akaç, oluk. drake i. erkek ördek, suna. drama i. 1. dram, drama, oyun, piyes. 2. tiyatro edebiyatı, dram, dramatic drama; tiyatro sanatı. s. 1. dramatik, 3. dramatik tiyatro ile durum, dram; ilgili. 2. dramatik, coşkudramatik veren, olaylar duyguları dizisi; dramatik kamçılayan. özellik. dramatically z. dramatik bir biçimde, çarpıcı biçimde. dramatise f., İng., bak. dramatize. dramatist i. oyun yazarı, piyes yazarı. dramatize f. 1. oyunlaştırmak, dramatize etmek, dramlaştırmak. 2. drank dramatik f., bak. drink.hale sokmak, dramatize etmek. drape f. kumaşla örtmek. i., gen. çoğ. kalın perde. drapery i. 1. perde. 2. örtü. 3. güz. san. drape. drastic s. sert, şiddetli, zorlayıcı. draught f., i., s., İng., bak. draft 1, draft 2, draft 3. draughtsman çoğ. draughts.men (dräfts´mîn) i., İng., bak. draftsman. draw i. 1. çekme, çekiş. 2. (silah) çekme. 3. (piyangoda) çekiliş; kura. draw 4. ilgi çeken f. (drew, --n) şey/olay/kimse. 1. çekmek: He drew 5. çekicilik. the tray6.ofberabere biten food closer to oyun; his beraberlik, plate. Yemek berabere tepsisini kalma. tabağına doğru çekti. 2. sürüklemek. 3. draw a bead on -e nişan almak. (su) çekmek. 4. (silah) çekmek. 5. (perdeyi) çekmek, kapamak. draw a blank 1. (piyangoda) boş çıkmak. 2. k. dili sonuç alamamak; başarısız 6. (dikkat/ilgi) çekmek. 7. çizmek, resmetmek: draw a picture draw a conclusion olmak, başarısızlığa uğramak; hava almak; eli boş dönmek. 3. k. sonuççizmek. çıkarmak. resim draw a graph grafik çizmek. 8. (hava, sıvı v.b.´ni) dili hiçbir cevap alamamak. 4. k. dili hatıra getirememek, draw a parallel between içine çekmek, emmek. -i benzetmek, 9. (faiz) getirmek. 10. (para) çekmek. 11. -i karşılaştırmak. hatırlayamamak. (yay, ip v.b.´ni) germek. 12. (madeni) haddelemek. 13. (baca) çekmek. draw ahead yavaş yavaş öne geçmek. draw away çekilmek, kendini çekmek. draw back geri çekilmek; geri çekmek. draw blood kan akıtmak. draw close yaklaşmak. draw interest faiz getirmek. draw lots kura çekmek. draw near yaklaşmak. draw on (bir fon, hesap v.b.´nden) para çekmek. draw out 1. uzatmak. 2. konuşturmak, söyletmek, açmak. draw the line (at) bir sınır koymak. draw the line at -i reddetmek, -i yapmamak. draw up 1. (kontrat, senet v.b.´ni) hazırlamak, yazmak. 2. yaklaşıp drawback durmak: i. sakınca, A mahzur, limousine drew up in front of the mansion. Köşkün dezavantaj. önüne bir limuzin yaklaşıp durdu. drawbridge i. kaldırma köprü. drawer i. çekmece, göz. drawers i. don, külot. drawing i. 1. çizim, eskiz. 2. resim, karakalem resim. 3. piyango, çekiliş. drawing board çizim tahtası. drawing compass resim pergeli. drawing pin İng. raptiye. drawn f., bak. draw. drawstring i. uçkur. dread f. çok korkmak, korku ve endişe duymak. i. büyük korku, dreadful dehşet. s. 1. korkunç, dehşetli. 2. k. dili berbat, çok kötü. dream i. 1. düş, rüya. 2. hayal, hulya. dream f. (--ed/--t) 1. rüya görmek. 2. hayal kurmak. dream about s.o./s.t. birini/bir şeyi rüyasında görmek. dream that -i rüyasında görmek. dream up k. dili hayalinde yaratmak. dreamer i. hayalperest, hayalci, düşçü. dreamlike s. rüya gibi, hayal gibi. dreamt f., bak. dream. dreary s. kasvetli, sıkıcı. dredge i., mak. tarak, tırmık, tarama aygıtı; tarak dubası. f. (deniz, göl, dregs ırmak v.b.´nin) i. 1. tortu, telve.dibini taramak; 2. çöp, (limanı) tarakla temizlemek. süprüntü. drench f. sırılsıklam etmek. dress f. 1. giydirmek; giyinmek. 2. düzenlemek, süslemek. 3. ask. bir dress down hizaya getirmek. 4.haşlamak. k. dili azarlamak, (yaraya) pansuman yapmak. 5. (saça) şekil vermek. 6. (deriyi) sepilemek, tabaklamak. 7. (tavuk, balık v.b. dress rehearsal tiy. kostümlü prova. ´ni) temizlemek. i. 1. kadın elbisesi. 2. elbise, giysi. 3. giyim, dress up giyinip kılık süslenmek. kıyafet, üst baş. dressed up fit to kill k. dili iki dirhem bir çekirdek. dresser i. şifoniyer. dressing i. 1. (salata için) sos. 2. (kızarmış hindi ile yenilen) ekmek dressing gown kırıntılarıyla İng. sabahlık; yapılan baharatlı bir yemek. 3. pansuman. robdöşambr. dressing table tuvalet masası. dressmaker i. kadın terzisi. dressmaking i. terzilik. drew f., bak. draw. dribble f. 1. damla damla akıtmak, damlatmak. 2. spor dripling yapmak; (topu) sürmek. 3. salyası akmak. i. ufak akıntı; sızıntı. dribble down (damlalar) akmak, süzülmek; (su) sızmak. driblet i. çok az miktar. dried f., bak. dry. s. kurutulmuş, kuru. drier i. 1. kurutucu, kurutucu madde. 2. bak. dryer. drift i. 1. sürüklenme. 2. yönelim, yöneliş, kayma. 3. sürükleniş, drift apart amaçsızca sürüklenmek; sürüklenme. uzaklaşmak; 4. (rüzgârın tedricenyığdığı) kar birikintisi. 5. ayrı düşmek. anlam, demek istenilen şey. f. 1. (rüzgârın/akıntının etkisiyle) driftwood i. suların sürüklediği ağaç dalları. sürüklenmek. 2. hiçbir yerde/işte sürekli kalmadan yaşamak. drill i. 1. matkap, delgi. 2. ask. talim. 3. alıştırma. f. 1. (matkapla) drink delmek. f. (drank,2.drunk) ask. talim yaptırmak; 1. içmek. 2. içki talim içmek. yapmak. 3. alıştırma 3. in büyük bir zevkle yaptırmak; alıştırma seyretmek/dinlemek. yapmak. 4. to -in şerefine içmek. i. 1. içecek. 2. drink a toast to (birinin) sıhhatine/şerefine içmek. içki. 3. bir içimlik miktar. 4. argo deniz. drink like a fish fazla içki içmek. drink s.o. under the table k. dili sarhoş olmadan içki içebilme konusunda birini gölgede drink s.t. straight bırakmak. (içkiyi) sek içmek. drink to excess içkiyi fazla kaçırmak. drinking i. içki içme. drinking cup kadeh. drinking straw kamış. drinking water içme suyu. drip f. (--ped/--t, --ping) damlatmak; damlamak. i. 1. damla. 2. drip-dry damlama. 3. damlalık, f. suyu sıkılmadan yağmur kurumak. suyunu s. ütü akıtan çıkıntı/yiv. istemeyen (kumaş); ütü dripping istemeyen kumaştan yapılmış i. eriyerek akıp donmuş yağ damlası. (giysi). dripping wet sırsıklam, sırılsıklam. drive f. (drove, --n) 1. (araba) sürmek, kullanmak: He doesn´t know drive a hard bargain how to drive sıkı bir a car. pazarlık Araba sonucu kullanmasını birçok şey eldebilmiyor. etmek. 2. araba ile gitmek: I drive to and from work every day. İşe her gün drive a hard bargain sıkı bir pazarlık yaparak fiyatı çok indirmek. arabayla gidip geliyorum. 3. araba ile götürmek: I´ll drive you drive at ... demek home afteristemek, the party.-i kastetmek. Partiden sonra seni arabayla evine drive away/off götüreceğim. 4. (hayvanları) 1. kovmak, defetmek. sürmek. 2. arabayla 5. çalıştırmak: He drives uzaklaşmak/ayrılmak. drive back his employees much too hard. Personelini 1. arabayla geri dönmek. 2. püskürtmek, geri çok çalıştırıyor. dönmek zorundai. 1. araba bırakmak.gezintisi. 2. cadde. 3. ask. büyük taarruz. 4. ruhb. dürtü. drive by arabayla 5. beceri, geçmek; inisiyatif. arabayla önünden 6. mak. işletme geçmek. mekanizması. 7. bilg. drive into a corner köşeye 8. sürücü. sıkıştırmak, kıstırmak. bak. driveway. drive mad çıldırtmak. drive out kovmak, defetmek. drive s.o. ape k. dili birini delirtmek. drive s.o. bananas k. dili birini çıldırtmak. drive s.o. to distraction birini deli etmek, birini deliye çevirmek. drive s.o. to the wall/drive k. dili 1. birini iflas ettirmek; birini iflasa sürüklemek; birini s.o. up against the wall drive s.o. up the wall iflasın k. dili eşiğine getirmek. birini deliye 2. birinibirini döndürmek, çok zor bir duruma zıvanadan sokmak, çıkarmak. birini köşeye sıkıştırmak. drive s.o. wild 1. birini çıldırtmak. 2. birini çılgına çevirmek, birini çok drive-in kızdırmak. i. 1. müşterilerine arabalarında servis yapan lokanta. 2. drive-in window seyircilerin müşterilerine arabaları içinde oturarak arabalarında film seyrettikleri hizmet veren banka gişesi.açık hava sineması. s. 1. müşterilerine arabalarında servis yapan drivel f. (--ed/--led, --ing/--ling) 1. salyası akmak. 2. saçmalamak. i. (lokanta). 2. seyircilerin arabaları içinde oturarak film driven saçma f., bak. sapan söz. drive.(açık seyrettikleri hava sineması). driver i. 1. sürücü, şoför. 2. bilg. uyumcu. driver´s license ehliyet, sürücü belgesi. driveway i. evin garajını sokağa bağlayan yol. driving i. sürme, sürüş. s. 1. enerjik, canlı, dinamik. 2. şiddetli, sert. driving rain şiddetli yağmur. drizzle f. (yağmur) çiselemek, serpiştirmek. i. 1. çisenti. 2. çiseleme. drone i. 1. erkek arı. 2. asalak, parazit, ekti. 3. monoton ses, vızıltı. f. drool 1. vızıldamak. f. ağzı sulanmak. 2. homurdanmak. droop f. 1. sarkmak, bükülmek, eğilmek; sarkıtmak, eğmek. 2. drop (bitki/çiçek) i. 1. damla: aboynunu bükmek. drop of water su damlası; bir damla su. Would you drop a brick like a drop k. dili of brandy? pot kırmak, Bir konyak gaf yapmak, çam ister misiniz? 2. düşüş, iniş: a devirmek. drop in prices fiyatlarda düşüş. 3. damla, pek az miktar; bir drop a hint imada bulunmak, dokundurmak. yudum. f. (--ped/--t, --ping) 1. damlatmak; damlamak. 2. drop a line/note iki satır yazıvermek, düşürmek; düşmek: You pusula göndermek. dropped your pen. Kalemini düşürdün. drop asleep The inflation uyuyakalmak. rate has dropped to forty percent. Enflasyon oranı drop behind yüzde kırka geri kalmak. düştü. 3. serpmek. 4. (arabadan) indirmek: Where shall I drop you? Seni nerede indireyim? 5. vazgeçmek, drop down düşmek. A lack of money has forced us to drop that project. bırakmak: drop in at -e uğramak. Parasızlık yüzünden o projeden vazgeçmek zorunda kaldık. 6. drop in on kesmek, -i ziyaretson vermek: Let´s drop this discussion. Bu tartışmaya etmek. son verelim. 7. (sesi) alçaltmak; (ses) alçalmak. drop off 1. azalmak; düşmek. 2. inmek. drop out 1. (üyelikten) ayrılmak, çıkmak. 2. okula devam etmemek. drop-off i. 1. azalma, düşme. 2. dik iniş. dropout i. okulu bırakan öğrenci. dross i. 1. cüruf, maden posası, dışık. 2. süprüntü, artık, değersiz drought şeyler. i. kuraklık, susuzluk. drove i. sürü. drove f., bak. drive. drown f. (suda) boğulmak; boğmak. drown out (bir sesi) (daha yüksek bir sesle) bastırmak. drowse f. uyuklamak, pineklemek. drowsiness i. uykulu olma, uyuşukluk. drowsy s. 1. uykulu. 2. uyku veren. drudge i. ağır ve sıkıcı bir işte çalışan kimse. f. ağır ve sıkıcı bir iş drudgery yapmak. i. ağır ve sıkıcı iş, angarya. drug i. 1. ilaç, ecza. 2. uyuşturucu madde; hap. f. (--ged, --ging) 1. drug addict ilaçla uyuşturmak. uyuşturucu 2. (yiyeceğe/içeceğe) bağımlısı; hapçı. uyuşturucu ilaç katmak. drug habit uyuşturucu bağımlılığı. druggist i. eczacı. drugstore i. eczane. drum i. 1. davul; trampet; dümbelek. 2. davul sesi. 3. anat. kulakzarı, drumbeat kulakdavulu. i. davul sesi. 4. varil. f. (--med, --ming) davul çalmak. drummer i. davulcu; trampetçi. drumstick i. 1. davul tokmağı; fışkın; trampet değneği, baget. 2. ahçı. drunk (kümes hayvanında) f., bak. drink. bacak. s., i. sarhoş, içkili. drunk with success başarı sevinciyle kendinden geçmiş. drunkard i. ayyaş, içkici. drunken s. sarhoş, içkili. drunkenness i. sarhoşluk. dry s. 1. kuru. 2. yağmursuz, kurak, susuz. 3. susamış. 4. kurumuş, dry cell suyu kuru çekilmiş. pil. 5. süt vermeyen, sütü kesilmiş (inek). 6. kör (kuyu). 7. sert, keskin. 8. yavan, tatsız (söz, konuşma v.b.). 9. dry cell kuru pil. sek (içki). 10. sıkıcı. f. (dried) kurutmak; kurumak. dry cleaner kuru temizleyici. dry cleaning kuru temizleme. dry cough kuru öksürük. dry dock den. kuru havuz. dry goods manifatura, mensucat. dry mustard toz hardal, hardal tozu. dry quart A.B.D. 1,101 litre. dry up kurumak, tükenmek; kurutmak, tüketmek. dryer i. kurutucu; kurutma makinesi: hair dryer saç kurutucusu. drying rack clothes çamaşırdryeraskısı.çamaşır kurutma makinesi. dual s. ikili, çifte, çift; çift yönlü. dual-purpose s. çift amaçlı. dub f. (--bed, --bing) dublaj yapmak, filmi çekimden sonra dubious seslendirmek. s. 1. kuşkulu, şüpheli. 2. belirsiz. 3. kararsız. 4. güvenilmez. duchess i. düşes. duck i. ördek; dişi ördek. f. 1. (başını/vücudunu) suya sokup duckling çıkarmak, suya daldırmak; i. ördek yavrusu, palaz. suya dalmak. 2. başını çabucak eğip kaldırmak. duct i. tüp, kanal. dud i. 1. patlamayan mermi/bomba. 2. başarısız kimse; fiyasko. duds i., çoğ., k. dili giysiler. due s. 1. (akla/kanunlara/toplumca makbul sayılana) uygun olan. 2. duel hak ettiği,f. gereken: i. düello. This matter is at last being given due düello etmek. attention. Bu mesele nihayet hak ettiği ilgiyi görüyor. z. tam (bir dues i., çoğ. ödenti, aidat. yöne) doğru: It´s due east of here. Buranın tam doğusunda. i. duet i., mus. hak düet, ettiği şey,düo. hak. dug f., bak. dig. duke i. dük. dull s. 1. kalın kafalı, anlayışsız, gabi. 2. kör, kesmez (bıçak, makas duly v.b.). 3. donuk, z. 1. uygun sönük olarak, (renk). 4. gereğince, duygusuz. gerektiği 5.hakkıyla. gibi, sıkıcı, kasvetli. 2. tamf. 1. sersemlemek; zamanında. sersemletmek: dull s.o.´s mind birini dumb s. 1. dilsiz. 2. dili tutulmuş, sessiz. 3. k. dili sersem, kafasız, sersemletmek. 2. körletmek; körlenmek: dull a blade bıçağı dumbfound budala. f. hayretler 3. içinde bırakmak, şaşırtmak. körletmek. donuklaştırmak; donuklaşmak. 4. dumfound duygusuzlaşmak; f., bak. dumbfound. duygusuzlaştırmak. 5. (ağrıyı) hafifletmek, dummy azaltmak. i. 1. enayi, aptal, budala, mankafa. 2. terz. manken. 3. taklit, dump sahte f. şey. 4. matb. 1. boşaltmak, maket. atmak. 5. damping 2. tic. İng. emzik, meme.toptan yapmak, s. taklit, sahte; ucuza yapay. i. çöp yığını, çöplük. satmak. dump truck damperli kamyon. dumping i., tic. damping. dumps i., çoğ. dun f. (--ned, --ning) alacağını istemek, borçluyu sıkıştırmak. dunce i. ahmak. dune i. kumul. dung i. 1. hayvan tersi. 2. gübre. f. gübrelemek. dungarees i., çoğ. blucin pantolon, blucin, kot pantolon, kot; blucin tulum. dungeon i. zindan. dunk f. batırmak, banmak. duo i. ikili, duo, düo. duodenum i., anat. onikiparmak bağırsağı. dupe i. safdil. f. aldatmak, dolandırmak. duplex s. 1. çift. 2. dubleks. duplicate s., i. (du´plıkît) 1. eş, çift. 2. kopya. f. (du´plıkeyt) 1. kopyasını duplicity yapmak. 2. kopya i. ikiyüzlülük, etmek, suretini düzenbazlık, hile. çıkarmak. durability i. 1. dayanıklılık. 2. süreklilik, devam. durable s. 1. dayanıklı, sağlam, eskimez. 2. sürekli, devamlı. duration i. 1. süreklilik, devam. 2. süre. duress i. zorlama, baskı. during edat boyunca, süresince, esnasında, zarfında, -de. dusk i. alacakaranlık, akşam karanlığı. dusky s. 1. oldukça karanlık. 2. koyu esmer. dust i. 1. toz. 2. toprak. f. 1. toz serpmek: dust a cake with sugar dust cover/jacket keke şömiz, şeker serpmek. 2. tozunu almak; fırçalamak: She is ceket. dusting the furniture. Mobilyanın tozunu alıyor. Dust has settled on Her şey tozlandı. everything. dustcloth i. toz bezi. dustheap i. toz/süprüntü yığını. dustpan i. faraş. dusty s. 1. tozlu. 2. toz gibi. Dutch s. 1. Hollanda, Hollanda´ya özgü. 2. Hollandalı. 3. Hollandaca. i. Dutch treat Hollandaca. k. dili masrafın Alman usulü bölüşüldüğü eğlenti. Dutchman çoğ. Dutch.men (d^ç´mîn) i. Hollandalı erkek, Hollandalı. Dutchwoman çoğ. Dutch.wom.en (d^ç´wîmîn) i. Hollandalı kadın, Hollandalı. dutiful s. 1. ödevcil. 2. saygılı. duty i. 1. görev, ödev, vazife. 2. gümrük resmi, gümrük vergisi. duty to/towards -e karşı sorumluluk. duty-free s., z. gümrüksüz. dwarf i. cüce. f. 1. cüceleştirmek. 2. küçük göstermek. s. cüce, bodur. dwell f. (dwelt/--ed) 1. ikamet etmek, oturmak. 2. on (bir konu) dwell in üzerinde -de ikamet durmak. etmek, -de oturmak. dweller i. oturan, sakin. dwelling i. konut, ev, ikametgâh, mesken. dwindle f. 1. yavaş yavaş azalmak, gittikçe ufalmak, giderek küçülmek. dye 2. önemini i. boya, kaybetmek. renk. f. boyamak; boyanmak. dyestuff i. boya maddesi. dying f., bak. die. dyke i., bak. dike. dynamic s. 1. dinamik, devimsel. 2. mekanik gücü olan. 3. dinamik, canlı, dynamite hareketli. i. dinamit. f. dinamitle havaya uçurmak, dinamitlemek. dynamo i. dinamo. dynasty i. hanedan. dysentery i., tıb. dizanteri, kanlı basur. dyspepsia i., tıb. hazımsızlık, dispepsi. E kıs. East, Eastern, English. E, e i. E, İngiliz alfabesinin beşinci harfi. ea kıs. each. each s. her, her bir. zam. her biri, tanesi. two million liras each tanesi each one iki her milyon biri. lira. each other birbirini. eager s. istekli, hevesli, can atan. eager beaver argo görevine fazlasıyla bağlı kimse. eagerness i. şevk, istek, arzu, canlılık. eagle i. kartal, karakuş. eagle-eyed s. keskin gözlü. ear i. 1. kulak. 2. işitme duyusu. ear i. başak. eardrum i., anat. kulakzarı, kulakdavulu. earful i., k. dili 1. azar, papara, zılgıt. 2. bir sürü dedikodu. 3. earl beklenmedik i. kont. bir sürü laf. earlobe i. kulakmemesi. early s. erken; eski; ilk. z. zamansız, vakitsiz, vaktinden evvel. early riser erken kalkan kimse. early warning system erken uyarı sistemi. earmark i. 1. hayvanların kulaklarına takılan marka. 2. (bir şeyin) esas niteliği. f. belirli bir maksat için ayırmak, bir yana koymak. earn f. kazanmak; kazandırmak. earn one´s keep (biri/bir hayvan) yaptığı hizmetle kendi masrafını earnest çıkarmak/karşılamak. s. ciddi, ağırbaşlı. earnest i. earnest money teminat akçesi, pey akçesi. earnings i. kazanç, kâr; maaş, gelir. earphone i., bak. headphone. earring i. küpe. earshot i. earsplitting s. sağır edici (ses). earth i. 1. dünya. 2. toprak. 3. İng., elek. toprak. earthen s. topraktan yapılmış, toprak. earthenware i. çanak çömlek. s. topraktan yapılmış, toprak. earthly s. dünyaya ait, dünyevi. earthquake i. deprem, zelzele, yersarsıntısı. earthshaking s. inançları kökünden sarsan, fikirleri altüst eden. earthworm i. yer solucanı. earthy s. 1. toprağa benzer, topraksı. 2. kaba, incelikten yoksun. earwax i. kulak kiri. ease i. 1. kolaylık. 2. rahat, sıkıntısızlık. ease f. 1. rahat ettirmek, sıkıntıdan kurtarmak. 2. (ağrıyı) yatıştırmak. ease off/up 3. kolaylaştırmak. 4. dikkatle yerleştirmek. 5. yavaş yavaş gevşetmek. hareket ettirmek. easel i. ressam sehpası, şövale. easily z. kolaylıkla, kolayca, rahat rahat. easiness i. 1. kolaylık. 2. yumuşaklık, yumuşak davranış. east i. doğu, şark. s. doğu. z. doğuya doğru, doğuya. Easter i. Paskalya, Paskalya yortusu. Easter egg Paskalya yumurtası. easterly z. 1. doğudan. 2. doğuya doğru. s. 1. gündoğusuna bakan. 2. eastern doğudan esen. doğuya ait. s. doğu, doğusal, eastward s. 1. doğuya yönelen. 2. doğuya bakan. z. doğuya doğru, doğu eastwardly yönünde. z. 1. doğuya doğru. 2. doğudan. s. 1. doğuya yönelen. 2. eastwards doğudan z. doğuyaesen (rüzgâr). doğru, doğu yönünde. easy s. kolay, rahat. easy z., k. dili kolayca, rahatça. easy chair rahat koltuk. easy mark k. dili kolayca aldatılabilen kimse. easy money kolay kazanılmış para. easygoing s. uysal, yumuşak başlı. eat f. (ate, --en) 1. yemek. 2. yemek yemek. eat humble pie kibri kırılmak, burnu sürtülmek; kabahatini itiraf edip af eat one´s fill dilemek, tükürdüğünü yalamak. karnını doyurmak. eat one´s heart out k. dili kendi kendini yemek, içi içini yemek, çok üzülmek. eat one´s words k. dili sözünü geri almak. eat s.o. out of house and k. dili aşırı miktarda yiyerek birinin bütçesini altüst etmek. home eat up yiyip bitirmek. eaves i. saçak. eavesdrop f. (on) -e kulak misafiri olmak. ebb i. deniz sularının çekilmesi. f. (deniz) çekilmek. ebb tide cezir, inik deniz. ebony i., s. abanoz. ebullient s. 1. içi kaynayan, coşkun, şevkli. 2. kaynayan, taşan (sıvı). EC kıs. the European Community. eccentric s. 1. acayip, garip, tuhaf, eksantrik. 2. dışmerkezli, eksantrik. i. eccentricity garip bir kişi, eksantriklik. i. 1. tuhaflık, eksantrik. 2. dışmerkezlilik, eksantriklik. ecclesiastic s. kiliseye veya kilise örgütüne ait, dini. i. papaz, rahip. echelon i., ask. kademe. echo i. (çoğ. --es) yankı. f. 1. yankılanmak, aksetmek. 2. éclair tekrarlanmak; i. ekler (bir çeşit tekrarlamak. pasta). eclectic s. 1. çeşitli sistem ve kaynaklardan derlenmiş. 2. fels. seçmeci, eclecticism seçmeciliğe ait. i., fels. seçmeci. i., fels. seçmecilik. eclipse i., gökb. tutulma. f. 1. ışığını karartmak. 2. (birinden) üstün ecological çıkmak, s. ekolojik,(birini) gölgede bırakmak. çevrebilimsel. ecologist i. ekolojist, çevrebilimci. ecology i. ekoloji, çevrebilim. econ kıs. economic, economics, economy. economic s. ekonomiyle ilgili, ekonomik, iktisadi. economical s. tutumlu, hesaplı; ekonomik. economics i. iktisat, ekonomi bilimi. economise f., İng., bak. economize. economist i. iktisatçı, ekonomist. economize f. tasarruf etmek, ekonomi yapmak, iktisat yapmak. economy i. 1. ekonomi, iktisat. 2. tasarruf, tutumluluk, ekonomi. ecosystem i. ekosistem. ecstasy i. esrime, coşu, kendinden geçme, vecit. ecstatic s. 1. esrik, kendinden geçmiş. 2. çok mutlu, sevinç dolu. Ecuador i. Ekvador. Ecuadoran i., s., bak. Ecuadorian. Ecuadorean i., s., bak. Ecuadorian. Ecuadorian i. Ekvadorlu. s. 1. Ekvador, Ekvador´a özgü. 2. Ekvadorlu. ecumenical s. 1. kiliselerin tümünü temsil eden; tüm kiliselerin kabul ettiği. eczema 2. tümegzama, i., tıb. kiliselerin birleşmesini amaçlayan. mayasıl. ed kıs. edited, edition, editor. Edam i. Hollanda peyniri, edam. Edam cheese bak. Edam. eddy i. girdap, anafor, eğrim, çevri, burgaç. f. anaforlanmak, edema burgaçlanmak. i., tıb. ödem. edge i. 1. kenar. 2. k. dili avantaj, üstünlük. f. 1. kenarına bordür edgewise yapmak. z. yan yan, 2. yanlamasına; (bir tarafa doğru) yavaş yavaş gitmek. yandan. edginess i. sinirlilik. edging i. kenar suyu, dantel, sutaşı. edgy s. sinirli, sinirleri gergin. edible s. yenebilir. i. yiyecek. edict i. emir, ferman. edifice i. büyük yapı. edify f. ahlakça yükseltmek. edifying s. ahlakça yükselten. edit f. redaksiyon yapmak. editing i. redaksiyon. edition i. edisyon, basım. editor i. 1. editör. 2. redaktör. editorial i. başmakale. editorship i. 1. editörlük. 2. redaktörlük. educate f. eğitmek; okutmak. educated s. eğitimli, tahsilli. education i. eğitim. educational s. eğitimsel, eğitsel; eğitici. educator i. eğitimci, eğitmen. EEC kıs. the European Economic Community. eel i. (çoğ. --s/eel) yılanbalığı. efface f. 1. silmek, bozmak. 2. yok etmek, gidermek. efface o.s. dikkatleri üstüne çekmemeye çalışmak. effect i. etki, sonuç. f. yerine getirmek, gerçekleştirmek, başarmak. effective s. 1. yürürlükte. 2. etkili, tesirli. i., tic. efektif, nakit. effects i., çoğ. eşya, mal. effectual s. etkili, istenilen sonucu veren. effeminate s. kadınsı, efemine. effervesce f. köpürmek, kabarmak. effervescent s. efervesan. effete s. 1. bitkin, halsiz, güçsüz. 2. kısır, verimsiz. 3. efemine. efficacious s. istenen sonucu veren, etkili, tesirli. efficacy i. yarar, fayda, etki. efficiency i. hızlı ve verimli çalışma. efficient s. hızlı ve verimli çalışan, randımanlı. effigy i. effluence i. 1. dışarı akma, akıntı. 2. atık su; atık madde. effluent i. atık su; atık madde. effort i. gayret, çaba, efor. effortless s. zahmetsiz, kolay. effrontery i. küstahlık, yüzsüzlük. effusive s. coşkun, taşkın. eg kıs. exempli gratia (for example) mesela, örneğin. egg i. yumurta. egg f. on tahrik etmek, kışkırtmak. egg white yumurta akı. egg white yumurta akı. eggbeater i. yumurta çırpacağı. eggcup i. yumurtalık, yumurta kabı. egghead i., argo entel, entelektüel. eggplant i. patlıcan. eggshell i. yumurta kabuğu. ego i. benlik, ego, ben. egocentric s. egosantrik, beniçinci. egocentricity i. egosantrizm, beniçincilik. egoism i. egoizm, bencillik. egoist i. bencil, egoist. egotism i. egotizm, benlikçilik. egotist i. bencil. egregious s. fevkalade kötü, korkunç: an egregious mistake korkunç bir Egypt yanlış. i. Mısır. Egyptian i. Mısırlı. s. 1. Mısır, Mısır´a özgü. 2. Mısırlı. eh ünlem, k. dili 1. ... değil mi?: He´s a lucky guy, eh? Şanslı bir eiderdown herif, değilyorgan. i. kuştüyü mi? 2. Ne?/Ha?: ´´Come here!´´ ´´Eh?´´ ´´I said ´Come here!´ ´´ ´´Buraya gel!´´ ´´Ne?´´ ´´ ´Buraya gel!´ eight s. sekiz. i. sekiz rakamı (8, VIII). eight-hour day günde sekiz saat dedim.´´ eighteen çalışma s. onsekiz.sistemi. i. onsekiz rakamı (18, XVIII). eighteenth s., i. 1. onsekizinci. 2. onsekizde bir. eighth s. 1. sekizinci. 2. sekizde bir. eighth note müz. sekizlik nota, sekizlik. eightieth s., i. 1. sekseninci. 2. seksende bir. eighty s. seksen. i. seksen rakamı (80, LXXX). Eire i. İrlanda Cumhuriyeti. either s. ikisi de; her iki: She doesn´t like either one. İkisini de either this or that sevmiyor. ya bu ya o. On either side of him sat a cat. Her iki tarafında bir kedi oturuyordu. zam. her ikisi, ikisi de; ikisinden biri: You can ejaculate f. 1. birdenbire yüksek bir sesle söylemek. 2. boşalmak, meni have either. İkisinden birini alabilirsin. bağ. ya ... ya (da): Either gelmek. i. 1. do ünlem. 2. you boşalma, ejaculation you this or clear meninin atılması. out of here for good. Ya bunu yaparsın, eject ya f. 1.buradan temelliçıkarmak, dışarı atmak, defolursun. z. de: “I don´t fışkırtmak. know how 2. defetmek, to play kovmak. ejector bridge.” “I don´t either.” i., mak. fışkırtıcı, ejektör. “Briç oynamayı bilmiyorum.” “Ben de.” eke f. eke out (bir şey yapmakla) (yetersiz bir şeyi) artırmak. eke out a living kıt kanaat geçinmek. El Salvador El Salvador. elaborate s. 1. çok ayrıntılı ve çok iş isteyen. 2. karmaşık; girift, girişik. elaborate f. (on) ayrıntılarına girmek. élan i. şevk, canlılık. elapse f. (zaman) geçmek, akmak. elastic s. 1. esnek, elastik, elastiki. 2. lastikli. i. lastik, lastikli şerit. elasticity i. esneklik, elastiklik, elastisite. elate f. çok sevindirmek, çok neşelendirmek. elated s. sevinçli, kıvançlı. elation i. sevinç, kıvanç. elbow i. dirsek. f. dirsekle itmek/vurmak, dirseklemek; ite kaka yol elbow grease açmak. k. dili alın teri, emek. elbowroom i. rahatça hareket edilebilecek yer, geniş yer. elder s. yaşça büyük, büyük. i. yaşlı/itibarlı kişi. elder i. mürver ağacı, mürver. elder brother ağabey. elder sister abla. elder sister abla. elderly s. oldukça yaşlı. elders i., çoğ. (yaşça) büyükler. eldest s. (yaşça) en büyük. elect f. seçmek. election i. seçim. electioneer f. seçim propagandası yapmak. elective s. 1. isteğe bağlı. 2. seçimle elde edilen (bir makam). i. seçmeli elector ders. i. seçmen. electorate i. seçmenler. electric s. 1. elektrikle ilgili. 2. elektrikli. electric arc elektrik arkı. electric arc fiz. elektrik arkı, elektrik yayı. electric chair elektrikli sandalye. electric current elektrik akımı, elektrik cereyanı. electric eye elektrikli göz. electric fan vantilatör. electric guitar elektrogitar. electric light elektrik lambası. electric meter elektrik saati. electric motor elektrik motoru. electric power elektrik kuvveti. electric shaver elektrikli tıraş makinesi. electrical s. 1. elektrikli. 2. elektrikle ilgili. electrical appliance elektrikli alet; elektrikli aygıt. electrical engineer elektrik mühendisi. electrical engineering elektrik mühendisliği. electrician i. elektrikçi, elektrik tesisatçısı. electricity i. elektrik. electrification i. elektriklendirme, elektrifikasyon. electrify f. 1. elektriklendirmek. 2. elektriklemek. 3. heyecanlandırmak, electrocardiogram heyecan vermek. i., tıb. elektrokardiyogram. electrocute f. 1. elektrikle öldürmek. 2. elektrikli sandalyede idam etmek. electrode i. elektrot. electrolysis i. elektroliz. electrolyte i. elektrolit. electromagnet i. elektromıknatıs. electromagnetic s. elektromanyetik. electron i. elektron. electronic s. elektronik. electronic music elektronik müzik. electronic music elektronik müzik. electronics i. elektronik. electropositive s. elektropozitif. electroshock i., tıb. elektroşok. elegance i. zarafet. elegant s. zarif. elegy i. eleji, ağıt. element i. 1. öğe, unsur, eleman, parça. 2. kim. element, öğe. elemental s. 1. ilkel; dizginsiz, frenlenmemiş. 2. doğadaki güçlere özgü. 3. elementary doğal. s. 1. başlayanlar için: elementary French course yeni elementary education başlayanlar ilköğretim. için Fransızca kursu. 2. temel. 3. ilkel. 4. basit, kolay. elementary school ilköğretim okulu. elements i., çoğ. 1. the doğa güçleri. 2. gruplar. 3. temel ilkeler. elephant i. fil. elevate f. 1. yükseltmek; kaldırmak. 2. terfi ettirmek. elevation i. 1. yükseltme; kaldırma. 2. terfi. 3. coğr. yükselti. elevator i. 1. asansör. 2. silo. elevator shaft asansör boşluğu. eleven s. on bir. i. on bir rakamı (11, XI). eleventh s. 1. on birinci. 2. on birde bir. eleventh hour son dakika. elf çoğ. elves (elvz) i. cüce ve yaramaz cin. elicit f. 1. (gerçeği) ortaya çıkarmak. 2. (bilgi) edinmek, sağlamak. 3. eligibility -e yol açmak, -e neden olmak. i. uygunluk. eligible s. (for) -e uygun. eliminate f. 1. gidermek; yok etmek. 2. (bir yarışçıyı) elemek. 3. k. dili elimination öldürmek, i. 1. giderme; temizlemek. yok etme. 2. (yarışçıyı) eleme. elite i. elit, seçkinler. s. elit, seçkin. elixir i. iksir. elk i., zool. kanadageyiği; avrupamusu. ellipse i. elips. ellipsis çoğ. el.lip.ses (îlîp´siz) i., dilb. eksilti, eksiltili anlatım. elliptical s. eliptik. elm i. karaağaç. elocution i. 1. söz söyleme sanatı. 2. etkili ve güzel konuşma tarzı. elongate f. uzatmak. elongation i. uzatma. elope f. evlenmek için evden kaçmak, âşığıyla kaçmak. eloquence i. etkili ve güzel söz söyleme yeteneği. eloquent s. 1. etkili ve güzel söz söyleyen. 2. etkili ve güzel (sözler, else konuşma z. başka: Whattarzı).else can he do? Başka ne yapabilir? Who else elsewhere was there? z. başka Orada yere; başka başka kim vardı? Where else can they be? yerde. Başka nerede olabilirler? elucidate f. açıklamada bulunmak, izahat vermek; açıklamak. elude f. 1. (izleyenleri, bir tehlikeyi) atlatmak. 2. hatırlayamamak, elusive aklına gelmemek: zor. s. 1. yakalanması The 2. name tarifiofzor; theanlaşılması town eludes me. zor. 3. Şehrin çabucakadı aklıma geçen. gelmiyor. elves i., çoğ., bak. elf. emaciated s. (açlıktan/hastalıktan) çok zayıflamış, sıskası çıkmış, bir deri emanate bir kemik f. from kalmış. -den çıkmak; -den yayılmak; -den fışkırmak; -den akmak. emancipate f. 1. azat etmek, serbest bırakmak, özgürlüğüne kavuşturmak. emancipation 2. from i. 1. azat-den etme,kurtarmak. serbest bırakma. 2. özgürlük, kurtuluş. emasculate f. 1. hadım etmek, enemek, burmak. 2. kuvvetten düşürmek. 3. embalm (bazı kısımları f. tahnit etmek,çıkararak veya sansür ederek) (bir yazıyı) kuşa mumyalamak. çevirmek/benzetmek. embankment i. toprak set. embargo i. (çoğ. --es) ambargo. embark f. gemiye binmek. embark on/upon -e girişmek, -e başlamak. embarkation i. gemiye binme. embarrass f. utandırmak, mahcup etmek. embarrassment i. utanma, utanç duyma, mahcup olma. embassy i. elçilik, sefaret. embattled s. güç durumda, sıkışmış. embed f. (--ded, --ding) (in) (içine) iyice yerleştirmek, gömmek. embellish f. süslemek. embellishment i. 1. süsleme. 2. süs. ember i. kor; köz. embezzle f. (emanet para veya mülkü) zimmetine geçirmek. embezzlement i. zimmete geçirme. embezzler i. zimmetine para geçiren kimse. embitter f. hayata küstürmek. emblazon f. 1. süslemek, tezyin etmek. 2. armalarla donatmak. 3. emblem kutlamak. i. amblem, simge. embodiment i. (bir şeyin) somut hali; kendisi: She is the embodiment of elegance. Zarafetin ta kendisi. embody f. 1. in (belirli/somut bir halde) dışa vurmak. 2. kapsamak. embolden f. cesaret vermek, yüreklendirmek. embolism i., tıb. amboli. emboss f. 1. kabartma desenle süslemek. 2. kakmak, kabartmak. embrace f. 1. (birine) sarılmak, (birini) kucaklamak; kucaklaşmak. 2. embroider kapsamak. f. 1. üzerine3.nakış (bir dini) kabul işlemek. 2.etmek, (birbir (anlatılan dine) girmek. öykü 4. (bir veya olayı) teklifi) kabulbir hayalinden etmek. şeyler i.katarak kucak. süslemek. embroidery i. nakış, işleme. embroidery frame kasnak. embroil f. (birini) (zor bir işe) sokmak, karıştırmak. embryo i., biyol. embriyon, oğulcuk. emcee i. sunucu. f. (bir programın) sunuculuğunu yapmak. emend f. (bir metnin) yanlışlarını düzeltmek. emendation i. (metne ait) düzeltme. emerald i. 1. zümrüt. 2. zümrüt yeşili. s. zümrüt yeşili. emerge f. çıkmak, meydana çıkmak. emergency i. acil durum. emergency door/exit acil çıkış kapısı. emergency landing mecburi iniş. emergency treatment acil tedavi. emergency ward (hastanede) acil servis. emergent s. çıkan, meydana çıkan. emeritus s. emeritus (emekli bir üniversite öğretim görevlisine verilen emery unvan). i. zımpara. emery board zımparalı tırnak törpüsü. emetic s., i. kusturucu (ilaç). emigrant i. göçmen. emigrate f. göç etmek. emigration i. göç. émigré i. siyasi göçmen. eminence i. 1. yüksek bir mevki. 2. yükseklik; yüksek yer, tepe. eminent s. 1. yüksek (mevki). 2. tanınmış ve üstün, ünlü (kişi). 3. yüksek emissary (yer). i. özel bir görevle gönderilen kişi. emission i. 1. çıkarma; yayma. 2. mal. emisyon. emit f. (--ted, --ting) çıkarmak; fışkırtmak; yaymak. emollient s. yumuşatıcı. i. yumuşatıcı ve acıyı dindiren merhem. emolument i. ücret; maaş; kazanç. emotion i. duygu, his; heyecan. emotional s. duygusal, duygulu, heyecanlı. empathy i., ruhb. bir başkasının duygularını anlayabilme, duygu sezgisi. emperor i. imparator. emphasis çoğ. em.pha.ses (em´fısiz) i. 1. vurgu, vurgulama. 2. önem. emphasise f., İng., bak. emphasize. emphasize f. vurgulamak. emphatic s. 1. vurgulanarak söylenen. 2. ısrarlı. 3. göze çarpan, frapan. emphatically z. 1. üzerinde durarak. 2. kesin olarak. emphysema i., tıb. anfizem. empire i. imparatorluk. empirical s. deneysel, ampirik. empiricism i. deneycilik, ampirizm. empiricist i. deneyci, ampirist. employ f. 1. kullanmak. 2. bir hizmet veya işte kullanmak, istihdam employee etmek. i. görevli; işçi. i. çalışan; employer i. patron, işveren. employment i. iş verme, istihdam. employment agency iş bulma bürosu, iş ve işçi bulma kurumu. empower f. yetki vermek. empress i. imparatoriçe. emptiness i. boşluk. empty s. 1. boş. 2. of -den yoksun. 3. k. dili aç. i. boş şey, boş. f. empty words boşaltmak; boş laf. dökmek; boşalmak; dökülmek. empty-handed s. eli boş. emulate f. benzerini veya daha iyisini yapmaya çalışmak; taklit etmeye emulsion çalışmak. i. emülsiyon. en route yolda, giderken. en route (an rut´) yolda. enable f. 1. imkân vermek, mümkün kılmak, sağlamak. 2. yetki vermek. enact f. yasalaştırmak. enamel i. 1. emay. 2. mine. 3. (dişlere ait) mine. s. emaye. f. (--ed/--led, enameled --ing/--ling) s. emaye. 1. emaylamak. 2. minelemek. enamor f. enamour f., İng., bak. enamor. encase f. enchant f. 1. büyülemek. 2. k. dili (birinin) çok hoşuna gitmek. enchanting s. 1. büyüleyici. 2. k. dili harika, fevkalade, çok güzel. enchilada i. Meksika mutfağına özgü böreğe benzeyen acılı bir yemek. encircle f. etrafını çevirmek, kuşatmak. encl kıs. enclosed, enclosure. enclose f. 1. (bir şeyi) (bir mektupla aynı zarf içine) koymak: I´ve enclosure enclosed i. a photograph 1. (bir yeri) (duvar, çitwith v.b. this letter. Bu2. ile) çevirme. mektupla birlikte (duvar, çit bir v.b. ile) fotoğraf çevrili gönderiyorum. olan yer. 2. (bir yeri) (duvar, çit v.b. ile) çevirmek: enclosures i. (mektupla aynı zarf içinde) gönderilen şeyler, ilişiktekiler. She enclosed her garden with a hedge. Bahçesini çitle çevirdi. encompass f. 1. kapsamak. 2. kaplamak, örtmek. 3. kuşatmak. encore ünlem Bravo! i. bis. encounter f. 1. (bir tehlike veya zorlukla) karşı karşıya gelmek. 2. encourage rastlamak. f. 1. teşvik etmek, özendirmek. 2. cesaret vermek, encouragement yüreklendirmek. i. 1. teşvik etme, özendirme. 2. cesaret verme, yüreklendirme. encouraging s. 1. ümitlendirici, umut verici. 2. teşvik edici, özendirici. 3. encroach cesaret verici, yüreklendirici. f. upon (başkasının hakkına) tecavüzde bulunmak. encroachment i. (başkasının hakkına) tecavüzde bulunma. encrust f. encumber f. encumbrance i. 1. yük. 2. çocuk. 3. huk. ipotek. encyclopaedia i., İng., bak. encyclopedia. encyclopedia i. ansiklopedi. encyclopedic s. ansiklopedik. end i. 1. uç. 2. son, nihayet. 3. akıbet. 4. gaye, amaç; niyet, maksat. end table 5. mec.masa, küçük ölüm, sehpa. son. f. bitirmek, son vermek; bitmek, sona ermek. endanger f. tehlikeye atmak. endear f. sevdirmek. endear o.s. to s.o. kendini birine sevdirmek. endearing s. sevimli, tatlı. endeavor f. yapmaya çalışmak; gayret etmek, çalışmak. i. çaba, gayret. endemic s. in (bir yer veya halka) özgü: That disease is endemic in India. ending O hastalık i. 1. Hindistan´a son, nihayet. özgü. 2. dilb. takı, sonek. endive i. acımarul, yabanimarul, hindiba. endless s. sonsuz. endlessly z. durmadan, bitmek tükenmek bilmeksizin. endlessness i. sonsuzluk. endorse f. 1. ciro etmek. 2. onaylamak. endorse a bill çeki ciro etmek. endorsement i. 1. ciro. 2. onay. endow f. with -e bağışta bulunmak. endowment i. 1. Allah vergisi, doğuştan gelen özel yetenek. 2. bağışlardan endurable oluşan toplu sermaye. 3. bağışta bulunma. s. dayanılabilir. endurance i. dayanma gücü, tahammül. endure f. dayanmak, tahammül etmek, çekmek, kaldırmak. enduring s. 1. dayanıklı. 2. devamlı, sürekli. endways z. 1. dik, dikine. 2. ucu ileriye doğru; uzunluğuna. 3. uç uca. endwise z., bak. endways. enema i., tıb. lavman, tenkıye. enemy i. düşman. energetic s. enerjik, faal. energise f., İng., bak. energize. energize f. enerji vermek, güç vermek. energy i. 1. enerji, erke. 2. enerji, güç, kuvvet. energy crisis enerji krizi. enervate f. zayıflatmak, kuvvetten düşürmek. enfold f. 1. katlamak, sarmak. 2. kucaklamak, bağrına basmak. enforce f. uygulamak, tatbik etmek, yerine getirmek. enforceable s. uygulanabilir. enforcement i. uygulama. enfranchise f. oy hakkı vermek. Eng kıs. England, English. engage f. 1. işe almak, tutmak, angaje etmek. 2. birbirine girmek, engage in çarpışmak. 3. söz vermek, taahhüt etmek. 4. mak. birbirine ile meşgul olmak. geçmek; birbirine geçirmek, birbirine tutturmak. engage s.o.´s attention birinin kafasını meşgul etmek. engaged s. 1. nişanlı. 2. meşgul (telefon). engagement i. 1. nişanlanma. 2. randevu. 3. söz; vaat, taahhüt. 4. çarpışma, engaging dövüşme. 5. belirli s. hoş, sevimli, bir süre için ücretli iş. çekici. engender f. 1. meydana getirmek, oluşturmak. 2. doğurmak. engine i. 1. motor. 2. lokomotif. engine driver İng., d.y. makinist. engineer i. 1. mühendis. 2. d.y. makinist. 3. den. çarkçı. f. planlayıp engineering düzenlemek. i. mühendislik. England i. İngiltere. English s. 1. İngiliz. 2. İngilizce. i. İngilizce. Englishman çoğ. Eng.lish.men (îng´glîşmîn) i. İngiliz erkek, İngiliz. Englishwoman çoğ. Eng.lish.wom.en (îng´glîşwîmîn) i. İngiliz kadın, İngiliz. engrain f. in 1. (düşünce, alışkanlık v.b.´ni) -e aşılamak. 2. -in içine iyice engrave çektirmek/geçirtmek. f. hakketmek, kazımak. engraver i. 1. hakkâk, oymacı. 2. gravürcü. engraving i. 1. gravür. 2. hakkâklık, oymacılık. 3. hakkâk işi. engross f. engross one´s thoughts kafasını bütünüyle işgal etmek. engrossing s. çok sürükleyici (roman, film v.b.). engulf f. içine çekmek, yutmak. enhance f. (değer, fiyat v.b.´ni) artırmak, yükseltmek. enigma i. bilmece, muamma. enjoin f. 1. tembih etmek; emretmek: I enjoined him to leave. enjoy Gitmesini f. zevk almak,tembih ettim. 2. yasaklamak. hoşlanmak. enjoy good health sağlığı yerinde olmak. enjoy o.s. eğlenmek, hoşça vakit geçirmek. enjoyable s. hoş, tatlı, zevkli, eğlenceli. enjoyment i. zevk. enlarge f. büyütmek; genişletmek; büyümek; genişlemek. enlarge upon daha ayrıntılı bir şekilde anlatmak. enlargement i. 1. büyütme; büyüme. 2. foto. agrandisman. enlarger i., foto. agrandisör, büyülteç. enlighten f. aydınlatmak, bilgilendirmek. enlightened s. aydın (kimse). enlightenment i. aydınlatma, bilgilendirme; aydınlanma, bilgilenme. enlist f. 1. askere kaydolmak/yazılmak; askere kaydetmek/yazmak. 2. enliven yardımını sağlamak. f. canlandırmak. enmesh f. in (birini) (olumsuz bir duruma) düşürmek. enmity i. düşmanlık, husumet. ennoble f. 1. soylular sınıfına almak, asalet unvanı vermek. 2. enormity yüceltmek. i. 1. şer, büyük kötülük. 2. muazzamlık, büyüklük. enormous s. kocaman, muazzam. enough i. yeterli miktar. s. yeterli, kâfi. z. kâfi derecede. enough and to spare yeter de artar bile. Enough! ünlem Yeter! Enough´s enough. Yeter artık! enquire f., bak. inquire. enrage f. öfkelendirmek, hiddetlendirmek. enrich f. 1. zenginleştirmek, zengin etmek. 2. zenginleştirmek, değerini enroll artırmak. f. kaydını yapmak, kaydetmek; kaydolmak, yazılmak. enrollment i. kaydetme, kayıt. ensconce f. yerleştirmek. ensconce o.s. in -e yerleşmek. ensemble i. 1. müz. topluluk. 2. tiy. trup. 3. bütün. 4. birkaç parçadan enshrine oluşan kadın kostümü, f. -i -in içinde saygın birtakım, döpiyes. yere koymak. ensign i. bayrak, sancak, bandıra. ensign i., den. asteğmen. enslave f. köle yapmak, esir etmek. ensnare f. tuzağa düşürmek. ensue f. çıkmak, meydana gelmek; ardından gelmek, izlemek.the ensure ensuing year ertesi f. 1. sağlamak, teminsene. etmek. 2. garanti etmek. entail f. gerektirmek. entangle f. 1. dolaştırmak, karmakarışık etmek. 2. in (olumsuz bir şeye) entanglement karıştırmak, bulaştırmak. i. 1. karışıklık, dolaşıklık. 2. engel, mânia. enter f. 1. girmek, içine girmek. 2. girişmek, başlamak. 3. deftere yazmak, kaydetmek. 4. bilg. “Enter” tuşuna basarak (bir komutu) gerçekleştirmek. enter into -e başlamak, -e girişmek. enter into an agreement anlaşmaya girmek. enter on/upon -e başlamak, -e girişmek. enter one´s head -in aklına gelmek. enterprise i. girişim, teşebbüs. enterprising s. uyanık, açıkgöz, girişken, müteşebbis. entertain f. 1. eğlendirmek. 2. misafir etmek, ağırlamak, ikram etmek. entertain a motion (başkan) bir teklifi kabul edip kurula sunmak. entertaining s. eğlenceli, eğlendirici. entertainment i. parti, davet; ziyafet; balo. enthrall f. büyülemek. enthrone f. tahta çıkarmak. enthuse f. (about/over) göklere çıkarmak, çok övmek. enthusiasm i. şevk, istek; heves. enthusiastic s. şevkli, hararetli. entice f. (birini) tatlılıkla (kötü bir şey yapmaya) ikna etmek. enticement i. 1. baştan çıkarma. 2. çekici ancak tehlikeli şey. 3. çekicilik. enticing s. çekici, cazip. entire s. bütün, tamam, hepsi: the entire group grubun hepsi. entirely z. büsbütün, tamamıyla, tamamen. entirety i. tüm, bütün. entitle f. 1. hak vermek. 2. yetki vermek. entity i. varlık. entomb f. mezara koymak, gömmek. entomologist i. entomolojist, böcekbilimci. entomology i. entomoloji, böcekbilim. entourage i. beraberindekiler, maiyet. entrails i. bağırsaklar. entrance i. 1. giriş, girme. 2. giriş yeri, giriş kapısı, giriş. 3. giriş ücreti, entrance giriş. f. büyülemek. entrance examination giriş sınavı. entrance fee giriş ücreti. entrap f. (--ped, --ping) tuzağa düşürmek, yakalamak. entreat f. yalvarmak. entreaty i. yalvarma, yalvarış, yakarış. entrée i. 1. giriş, giriş izni, giriş hakkı. 2. baş yemek. 3. İng. balıkla baş entrench yemek f. sağlam arasında yenilen bir şekilde yemek. yerleştirmek. entrenchment i., ask. siper. entrepôt i. antrepo. entrepreneur i. girişimci, müteşebbis. entrust f. emanet etmek. entry i. 1. giriş, girme. 2. giriş, giriş yeri, antre. 3. kayıt. entryway i. giriş, giriş yeri. entwine f. entwine itself around (bitki, yılan v.b.) (bir şeyin) etrafına dolanmak. entwine s.t. (around) bir şeyi (başka bir şeye) dolamak. enumerate f. saymak, birer birer saymak/söylemek. enunciate f. telaffuz etmek. envelop f. sarmak; kuşatmak, örtmek. envelope i. zarf, mektup zarfı. enviable s. gıpta edilecek. envious s. kıskanç. environment i. çevre, muhit. environmental s. çevresel. environmentalism i. çevrecilik. environmentalist i. çevreci. environs i., çoğ. dolay, civar. envisage f. kafasında canlandırmak, tasavvur etmek. envision f. kafasında canlandırmak, tasavvur etmek. envoy i. 1. delege, temsilci. 2. diplomat; elçi. envy i. 1. kıskançlık, haset. 2. gıpta. f. 1. kıskanmak. 2. gıpta etmek. enzyme i., biyokim. enzim. epaulet i. apolet. epaulette i., bak. epaulet. ephemeral s. çok kısa süren; çok kısa ömürlü; gelip geçici. epic s. epik, destansı. i. epik, destan. epicenter i., jeol. depremin merkezi, deprem özeği. epidemic s. salgın, salgınlaşmış. i. salgın: flu epidemic grip salgını. epidermis i. epiderm. epigram i. nükte, nükteli söz. epilepsy i., tıb. sara. epileptic i. saralı. s. 1. sara hastalığına özgü. 2. saralı. epilog i. sonsöz, epilog. epilogue i., İng., bak. epilog. Epiphany i., Hrist. 6 Ocak´ta kutlanan bir yortu. episcopal s. 1. piskoposlara ait. 2. piskoposlarca yönetilen. episode i. 1. edeb. (olaylar zincirinde) olay, epizot. 2. radyo, TV (dizide) episodic bölüm. s., edeb. epizodik. Epistle i., Hrist. (Yeni Ahit´te yer alan) mektup. epistle i. mektup. epitaph i. mezar kitabesi. epithet i. (övücü veya hakaret edici) söz, laf. epitome i. epoch i. devir, çağ. Epsom salts İngiliz tuzu. equable s. 1. sakin, rahat, kolayca kızmayan. 2. ılıman (iklim). equal s. 1. eşit. 2. aynı düzeyde. i. eşit. equal f. 1. eşit olmak: Two plus two equals four. İki artı iki eşit dört. 2. equal sign aynı eşit düzeyde olmak, emsali olmak: No one equals her. Emsali işareti (=). yok. equalise f., İng., bak. equalize. equality i. eşitlik. equalize f. eşitlemek. equanimity i. itidal, ılım, temkin. equate f. ile eşit saymak. equation i. denklem. equator i. ekvator. Equatorial s. equatorial s. ekvatoral. Equatorial Guinea Ekvator Ginesi. Equatorial Guinean i. Ekvator Gineli. s. 1. Ekvator Ginesi, Ekvator Ginesi´ne özgü. 2. Ekvator Gineli. equestrian s. 1. biniciliğe ait. 2. atlı (heykel/portre): an equestrian statue of equidistant Napoleon Napolyon´un s. eşit uzaklıkta, atlı heykeli. aynı mesafede olan. equilateral s. eşkenar: equilateral triangle. eşkenar üçgen. equilibrium i. denge, muvazene. equinox i., gökb. ekinoks, ılım, gün tün eşitliği. equip f. (--ped, --ping) donatmak. equipment i. 1. donatım. 2. gereçler. equitable s. adil, adaletli. equity i. 1. adalet. 2. tic. özsermaye. 3. muh. net varlık. equivalence i. eşitlik. equivalent s. equivocal s. kaçamaklı; iki anlama gelebilen. equivocate f. kaçamaklı konuşmak; ne evet ne de hayır demek. era i. devir, çağ. eradicate f. 1. kökünden söküp atmak. 2. yok etmek. erase f. 1. silmek. 2. gidermek, yok etmek. eraser i. silgi. erasure i. silinmiş yer; silinti. ere edat, bağ., şiir evvel, önce. ere long çok geçmeden. ere now bundan önce. erect s. 1. dimdik, ayakta duran, ayağa kalkmış. 2. dik, dikilmiş, erection dikelmiş. f. 1.direk i. 1. (heykel, (heykel, direk, v.b.´ni) v.b.´ni) dikme. dikmek.yapma; 2. kurma; 2. kurmak; inşa etme. yapmak; 3. penisin inşa etmek. sertleşmesi. Eritrea i. Eritrea, Eritre. Eritrean i. Eritrealı. s. 1. Eritrea, Eritrea´ya özgü. 2. Eritrealı. ermine i. (çoğ. --s/er.mine) ermin, as. erode f., jeol. aşındırmak; aşınmak. erosion i., jeol. erozyon, aşınma; aşındırma. erosive s. aşındırıcı. erotic s. erotik. eroticism i. erotizm. err f. hata etmek. errand i. ayak işi. errand boy ayak işlerine bakan kimse, ayakçı. erratic s. istikrarsız, dengesiz, birden değişiveren. erroneous s. yanlış, hatalı. error i. hata, yanlış, yanlışlık. erudite s. çok bilgili, bilgin, âlim. erudition i. bilginlik, âlimlik. erupt f. 1. (yanardağ) püskürmek. 2. patlak vermek. eruption i. 1. (yanardağ) püskürme. 2. tıb. döküntü. 3. patlak verme. escalate f. 1. (fiyat v.b.´ni) yükseltmek; yükselmek. 2. (savaş, escalator anlaşmazlık v.b.´ni) kızıştırmak; kızışmak. i. yürüyen merdiven. escapade i. macera. escape i. kaçış, kaçma, firar. f. 1. kaçmak, firar etmek. 2. kurtulmak, escape from s.o.´s grasp paçayı birinin kurtarmak; pençesinden atlatmak. kurtulmak.3. gözünden kaçmak; aklından çıkmak. escapist s. insana gündelik hayatı ve dertlerini unutturan çok sürükleyici eschew (roman/film). f. -den sakınmak, -den kaçınmak. escort i. 1. kavalye. 2. (koruma/gözetim için) eşlik eden; eşlik edenler. escort f. 1. kavalyelik etmek. 2. (korumak/gözetmek amacıyla) eşlik etmek. escort vessel refakat gemisi. escutcheon i. armalı kalkan. Eskimo i. 1. Eskimo. 2. Eskimoca, Eskimo dili. s. 1. Eskimo. 2. Eskimoca. Eskimo dog Eskimo köpeği. esophagus i., anat. yemek borusu. esoteric s. 1. ancak ufak bir grupça bilinen; ufak bir gruba özgü; batıni, especial içrek. s. özel,2.hususi. anlaşılması zor. 3. nadir; olağandışı. 4. gizli inançları olan. especially z. özellikle, bilhassa. espionage i. casusluk. esplanade i. gezi, gezinti yeri; kordon. espousal i. destekleme. espouse f. desteklemek. espresso i. ekspreso kahve, ekspreso. esprit i. esprit de corps (bir grup içindeki) birlik ruhu. Esq kıs. Esquire. Esquire i., İng., mektup zarfı üzerine isim ve soyadından sonra essay kısaltılarak i. 1. deneme yazılan ve “bay” (bir düzyazı anlamına türü). gelenyapmaya 2. deneme, bir unvan: kalkışma. Marmaduke Wigglesworth, Esq. essay f. denemek, yapmaya kalkışmak. essence i. 1. öz, asıl. 2. esans, ıtır. essence/spirit of peppermint naneruhu. essential s. 1. asıl, esas, temel, ana. 2. gerekli, zaruri. i. esas, temel. essentially z. aslında. establish f. 1. kurmak. 2. saptamak, tespit etmek. establishment i. 1. kurum, kuruluş, müessese. 2. kurma; kuruluş. 3. tespit estate etme; tespit i. 1. huk. edilme. tereke, bırakıt. 2. malikâne. estate agent İng. emlakçı. estate car İng. steyşın. esteem f. -e saygı duymak. i. saygı, itibar. esthete i., bak. aesthete. esthetic s., i., bak. aesthetic. estimable s. saygıdeğer, itibarlı. estimate f. (es´tımeyt) 1. tahmin etmek, kestirmek. 2. (kıymetini) takdir estimation etmek, i. (birisi değerlendirmek. hakkındaki) fikir,i.düşünce: (es´tımît)in1. mytahmin, kestirme. estimation benim2. takdir, gözümde, değerlendirme, değer bana göre, bence. biçme. 3. tahmini hesap. estival s., bak. aestival. Estonia i. Estonya. Estonian i. 1. Estonyalı. 2. Estçe. s. 1. Estonya, Estonya´ya özgü. 2. estrange Estçe. 3. Estonyalı. f. aralarını açmak, soğutmak. estranged s. birbirinden ayrılmış, ayrı yaşayan. estuary i., coğr. haliç. et cetera v.s., vesaire, v.b., ve benzeri. etc kıs. et cetera. etch f. (desen hakketmek için) (madeni bir yüzeyi) asitle oymak. etch a design on asitle oyarak (madeni bir yüzeye) desen hakketmek. etching i. asitle oyulmuş resim. eternal s. ebedi ve ezeli, başı ve sonu olmayan, ölümsüz. eternally z. ebediyen, daima. eternity i. ebediyet. ether i., kim. eter, lokmanruhu. ethereal s. göksel, semavi. ethic i. ahlak sistemi. ethical s. ahlaki, etik. ethics i. törebilim, ahlak bilimi, etik. Ethiopia i. Etyopya, Etiyopya, Habeşistan. Ethiopian i. Etyopyalı, Etiyopyalı, Habeş. s. 1. Etyopya, Habeş, Etyopya´ya ethnic özgü. 2. Etyopyalı. s. etnik. ethnography i. etnografya. ethnology i. etnoloji. ethos i. 1. ruh, değerler sistemi. 2. değer ve inançlar sistemi, dünya etiquette görüşü. i. görgü kuralları, adabımuaşeret. etymological s. etimolojik, kökenbilimsel. etymology i. etimoloji, kökenbilim. EU kıs. the European Union. eucalyptus i. okaliptüs. Eucharist i. eulogise f., İng., bak. eulogize. eulogize f. övmek. eulogy i. övgü; methiye. eunuch i. hadım. euphemism i. örtmece, edebi kelam. euphony i. ses ahengi. Euphrates i. Eur kıs. Europe, European. Eurasia i. Avrasya. Europe i. Avrupa. European i. Avrupalı. s. Avrupa, Avrupa´ya özgü; Avrupai. Eustachian tube anat. östaki borusu. evacuate f. 1. (insanları) (bir yerden) almak, götürmek; (bir yeri) evacuation boşaltmak. i. 2. (bağırsakları) 1. (insanları) boşaltmak. (bir yerden) alma; (bir yeri) boşaltma, boşaltım. evade 2. (bağırsakları) boşaltma, boşaltım. f. 1. -den kurtulmak. 2. (bir bahaneyle) kendini (bir evaluate yükümlülükten) f. değerlendirmek. kurtarmak. 3. (birinin sorusuna, birine) cevap evaluate s.o./s.t. on vermekten kaçmak; (bir işte) yan çizmek. birini/bir şeyi kendi yeteneklerine/özelliklerine göre his/her/its own merits evaluation değerlendirmek. i. değerlendirme. evangelical s. 1. son derece Protestanca (bir öğreti, yaklaşım v.b.). 2. İncil evangelise ´in mesajına f., İng., uyan/sadık; İncil´de bulunan; İncil´e ait. 3. bak. evangelize. hararetli, ateşli. i. bazı Protestan ilkelerine çok önem veren/çok evangelist i. 1. ateşli vaazlar veren gezici Protestan. 2. İncil´in mesajını bağlı kimse. evangelize yaymaya çalışan kimse. f. İncil´in mesajını 3. belirli bir mesajı yaymaya çalışan bildirmek/öğretmek/yaymak. kimse. evaporate f. buharlaştırmak; buharlaşmak. evaporation i. buharlaşma; buharlaştırma. evaporator i. evaporatör, buharlaştırıcı. evasion i. 1. (bir bahaneyle) kendini bir yükümlülükten kurtarma. 2. -den evasive kurtulma. s. kaçamaklı; cevap vermekten kaçan; (bir işte) yan çizen. eve i. 1. akşam. 2. arife gecesi. 3. arife. even s. 1. düz, engebesiz. 2. bir düzeyde. 3. çift (sayı); tam (sayı). 4. even temkinli. f. düzleştirmek; düzlemek, tesviye etmek. z. hatta, bile. even if olsa bile. even so yine de, gene de. even so yine de, gene de: “That book contains some mistakes.” “Even even though so, it´s still worth -e rağmen, buying.” -diği halde: Even“Othough kitaptahebazı yanlışlar studied var.” hard, he “Olsun, couldn yine ´t de pass almaya the exam.değer.” Çok çalıştığı halde sınavı veremedi. evenhanded s. tarafsız, yansız. evening i. akşam. evening dress 1. gece elbisesi, tuvalet. 2. smokin; frak. evening paper akşam gazetesi. event i. olay, vaka, hadise. even-tempered s. itidalli, itidal sahibi. eventful s. olaylı, hadiseli. eventual s. er geç olan, en sonunda olan, nihai. eventuality i. ihtimal. eventually z. sonunda, nihayet; er geç. eventuate f. 1. meydana gelmek, olmak. 2. in ile sonuçlanmak, ile son ever bulmak. z. hiç: Have you ever been to Eyüp? Hiç Eyüp´e gittin mi? ever after ondan sonra, hep: They lived happily ever after. Ondan sonra ever changing hep daimamutlu yaşadılar. değişen. evergreen s., i. yaprağını dökmeyen, her dem taze (ağaç/çalı). everlasting s. 1. sürekli, sonsuz. 2. çok dayanıklı. 3. kör olası: You and your evermore everlasting typewriter! z. daima, ebediyen, Sen ve senin kör olası daktilon! ilelebet. every s. her, her bir. every few days birkaç günde bir. every four days dört günde bir. every inch tepeden tırnağa. every jot and tittle en ufak her şey: She´s particular about every jot and tittle. En every man jack ufak noktaya dikkat eder. herkes. every now and then/every ara sıra, arada bir. now and again every once in a while arada bir. every one her biri. every other day gün aşırı, iki günde bir. every other day iki günde bir, günaşırı. every other day günaşırı. every other person her iki kişiden biri. every single her: She remembers every single mistake they made. Yaptıkları every so often her arahatayı hatırlıyor. sıra, arada sırada. every which way k. dili her yöne, her tarafa. everybody zam. herkes. everybody else başkaları, öbürleri. everyday i. her gün. s. her günkü. Everyman i. herhangi bir kimse, sokaktaki adam. everyone zam. herkes. everything zam. her şey. everywhere z. her yer; her yerde; her yere. evict f., huk. tahliye ettirmek. eviction i., huk. tahliye ettirme. evidence i. kanıt, delil. f. göstermek, açığa vurmak. evident s. açık, belli. evil i. şer, kötülük. s. çok kötü, şerir. evil eye kem göz, nazar. evildoer i. kötülük eden kimse, şerir. evil-minded s. kötü niyetli. evince f. göstermek. evocative s. (of) (birtakım şeyleri) akla getiren; birtakım çağrışımlar evoke yapan. f. aklına getirmek, çağrıştırmak. evolution i. evrim. evolutionary s. evrimsel. evolutionism i. evrimcilik. evolutionist i. evrimci. evolve f. yavaş yavaş geliştirmek; yavaş yavaş gelişmek. ewe i. dişi koyun, marya. ewer i. ibrik. ex kıs. examination, example, except. exacerbate f. daha kötü bir duruma sokmak, (kötü durumdaki bir şeyi) exact artırmak. s. 1. tam, kesin. 2. hatasız, doğru (bir şey). exact f. zorla/tehditle almak; koparmak. exacting s. titizlik isteyen (bir iş); işin titizlikle yapılmasını isteyen exactitude (kimse). i. eksiksizlik, kusursuzluk, kesinlik. exactly z. tam, tamamen, aynen. exactness i. eksiksizlik, kusursuzluk, kesinlik. exaggerate f. abartmak, mübalağa etmek. exaggerated s. abartılmış, abartılı, mübalağalı. exaggeration i. abartma, abartı, mübalağa. exalt f. yüceltmek. exaltation i. 1. yüceltme. 2. coşkunluk; vecit. exalted s. yüce, ulu. exam i., k. dili sınav, imtihan. examination i. 1. sınav, imtihan. 2. huk. sorgu. examine f. 1. dikkatle gözden geçirmek. 2. incelemek, tetkik etmek. 3. examiner muayene i. 1. imtihan etmek. eden4. huk. sorguya kimse. çekmek.çeken kimse. 2. huk. sorguya example i. örnek, misal. exasperate f. çileden çıkarmak, çok kızdırmak. exasperation i. kızgınlık. excavate f. 1. kazı yapmak, hafriyat yapmak. 2. kazıyıp ortaya çıkarmak. excavation i. 1. kazı. 2. kazı yeri. excavator i. ekskavatör, kazı makinesi. exceed f. geçmek, aşmak. exceedingly z. fazlasıyla, çok, son derece. excel f. (--led, --ling) -den üstün olmak. Excellence i., bak. Excellency. excellence i. üstünlük. Excellency i. Ekselans: His Excellency Ekselansları. Your Excellency excellent Ekselans. s. üstün, mükemmel. except f. -in dışında tutmak: He excepted Harun from this. Harun´u except bunun edat -den dışında başka,tuttu. hariç, dışında. bağ. 1. -den başka: He can do except for everything except 1. olmasaydı: I´d be speak there,Chinese. exceptÇince konuşmaktan for this. başka Bu olmasaydı orada her şeyi olacaktım. yapabilir. 2. 2. dışında, ancak: -den He´d başka: come, except Everyone washe´s sick. there except excepting edat -den başka, hariç, dışında. Gelirdi, for him.ancak Onun hasta. dışında herkes hazırdı. exception i. istisna. exceptional s. 1. olağanüstü. 2. çok iyi. excerpt i. (bir kitaptan/yazıdan) seçilmiş parça, pasaj. excess i. aşırılık, ifrat, fazlalık. s. fazla, ziyade, artan. excessive s. fazla, aşırı. excessively z. aşırı olarak, ziyadesiyle. exchange i. 1. değiş tokuş, trampa, değiştirme. 2. borsa; kambiyo. 3. exchange telefon f. değiş santralı. tokuş etmek, trampa etmek, değiştirmek. exchange blows yumruklaşmak. exchange rate döviz kuru. exchange shots karşılıklı olarak birer el silah atmak. exchangeable s. değiştirilebilir. exchequer i. excise i., tic. tüketim vergisi. excise f. kesmek, kesip çıkarmak. excitable s. kolay heyecanlanan; kolay telaşa kapılır. excite f. 1. heyecanlandırmak; telaşa vermek. 2. kışkırtmak, tahrik excited etmek. 3. (bir duygu/tepki) uyandırmak. s. heyecanlı. excitedly z. heyecanla. excitement i. heyecan. exciting s. heyecan verici. exclaim f. 1. çığlık atmak. 2. ... diye bağırmak. exclamation i. ünlem. exclamation point/mark ünlem işareti (!). exclude f. (from) -in dışında bırakmak. exclusion i. (from) (bir şeyin) dışında bırakılma; (bir şeyin) dışında exclusive bırakma. s. ancak özel seçilmiş bazı kişilere açık olan. excommunicate f. kiliseden aforoz etmek. excommunication i. aforoz. excrement i. dışkı. excrete f. (vücuttan) çıkarmak. excretion i. 1. salgı, ifrazat. 2. salgılama. excruciating s. dayanılmaz derecede acı veren. excursion i. gezinti, kısa yolculuk. excursion ticket indirimli gidiş dönüş bileti. excusable s. affedilebilir. excuse f. affetmek, mazur görmek. excuse i. özür, mazeret. excuse from (birini) (bir şeyi yapmaktan) muaf tutmak. Excuse me. Özür dilerim./Affedersiniz./Beni bağışlayın. excuse o.s. izin istemek. execute f. 1. idam etmek. 2. uygulamak, yerine getirmek; (bir yargıyı) execution infaz etmek. i. 1. idam, 3. (manevra/hareket) idamın yapmak. infazı. 2. uygulama, yerine getirme; infaz. 3. executioner (manevra/hareket) i. cellat. yapma. executive i. yönetici, idareci. s. 1. yöneticiye ait. 2. yönetimsel, idari. executive committee yürütme kurulu. executive power yürütme yetkisi. executor i. icra eden. executory s. icrai. exemplar i. örnek. exemplary s. örnek niteliğinde olan, örnek. exemplify f. 1. -e örnek olmak. 2. -i örnekle göstermek. exempt s. exemption i. muafiyet, bağışıklık. exercise i. 1. uygulama, yerine getirme, kullanma. 2. alıştırma. 3. exert egzersiz. f. 1. uygulamak, f. (güç) kullanmak, (gayret)yerine getirmek, kullanmak. 2. sarfetmek. hareket ettirmek, çalıştırmak. 3. egzersiz yapmak. exert o.s. çabalamak, uğraşmak, gayret sarfetmek. exertion i. gayret, çaba, emek. exhale f. 1. nefes vermek. 2. (egzoz, duman v.b.´ni) çıkarmak. exhaust i. egzoz, egzoz dumanı. exhaust f. 1. tüketmek, bitirmek. 2. bütün kuvvetini tüketmek, çok exhaust pipe yormak. egzoz borusu. exhausted s. 1. tükenmiş. 2. yorgun, bitkin. exhaustion i. 1. yorgunluk, bitkinlik. 2. tüketme; tükenme. exhaustive s. geniş kapsamlı ve ayrıntılı. exhibit i. sergi. f. 1. sergilemek. 2. (bir duygu veya niteliği) göstermek. exhibition 3. huk. i. 1. (dava sergi. sırasında 2. (bir duygubelge/kanıt) ibraz veya niteliği) etmek.3. huk. (dava gösterme. exhilarate sırasında belge/kanıt) f. çok neşelendirip ibraz etme. çok keyiflendirmek. zindeleştirmek, exhilaration i. neşe ve zindelik. exhort f. teşvik etmek. exhortation i. 1. teşvik etme. 2. teşvik edici söz. exhume f. mezardan çıkarmak. exile i. 1. sürgün. 2. sürgün edilen kimse. f. sürgüne göndermek. exist f. var olmak, mevcut olmak. existence i. 1. varlık, varoluş. 2. hayat, yaşam. existential s., fels. varoluşsal. existentialism i., fels. varoluşçuluk, egzistansiyalizm. existentialist i., s., fels. varoluşçu, egzistansiyalist. exit i. 1. çıkış. 2. çıkış kapısı, çıkış. f. çıkmak, gitmek. exodus i. çıkış. exonerate f. beraat ettirmek, aklamak, temize çıkarmak. exorbitant s. aşırı yüksek, fahiş (fiyat). exorcise f. (cin, kötü ruh v.b.´ni) dualarla defetmek. exotic s. egzotik, yabancıl. exp kıs. export, express. expand f. 1. genişletmek; genişlemek; büyütmek; büyümek. 2. fiz. expanse genleşmek; i. 1. geniş alan.genleştirmek. 2. enginlik. expansion i. 1. genişletme; genişleme; büyütme; büyüme. 2. fiz. genleşme; expansive genleştirme. s. 1. engin, geniş. 2. genişleyen, açılan. 3. samimi, içten. expat i., İng., k. dili, bak. expatriate. expatriate i. kendi vatanından başka bir ülkede yaşayan kimse. expect f. 1. beklemek. 2. düşünmek; zannetmek, sanmak. 3. (birinden) expect the worst (bir şeyinihtimalin en kötü yapılmasını) beklemek: Heummak. gerçekleşeceğini expects me to carry out the garbage. Benden çöpleri dışarı çıkarmamı bekliyor. expectancy i. 1. ümit, umut. 2. beklenti, beklenen şey. expectant s. ümitle bekleyen. expectant mother hamile kadın. expectation i. beklenti. expedience i. (belki doğru olmayan fakat) elverişli bir çareye başvurma. expedient s. (belki doğru olmayan fakat) elverişli (bir çare). i. (belki doğru expedite olmayan fakat) elverişli f. hızlandırmak, bir çare. kolaylaştırmak. expedition i. (özel bir amaçla yapılan) uzun yolculuk. expel f. (--led, --ling) 1. kovmak, çıkarmak, atmak. 2. sınırdışı etmek. expend f. sarfetmek, harcamak. expenditure i. masraf, harcama, gider. expense i. masraf. expense account gider hesabı; masraf hesabı. expensive s. pahalı, masraflı. experience i. deneyim, tecrübe. f. (bizzat) yaşamak, başından geçmek; (sıkıntı, acı v.b.´ni) çekmek. experienced s. deneyimli, tecrübeli. experiment i. deney, tecrübe, deneme. f. deney yapmak. experimental s. deneysel. expert s. usta. i. uzman; eksper, bilirkişi. expertise i. (belirli bir alandaki) bilgi, uzmanlık. expiration i. sürenin dolması; sona erme, bitiş. expire f. 1. (süre) dolmak; süresi dolmak; sona ermek. 2. ölmek, son expiry nefesini i. süreninvermek. dolması; sona erme, bitiş. explain f. anlatmak, açıklamak, izah etmek; açıklamada bulunmak, explain away izahat (bahane vermek. öne sürerek bir şeyi) mazur/makul göstermek. explain o.s. 1. kendisinin ne demek istediğini anlatmak. 2. kendisinin niye explanation öyle davrandığını i. açıklama, anlatmak. izah; izahat. explanatory s. açıklayıcı. explicable s. açıklanabilir, anlatılabilir. explicate f. (ayrıntılı bir şekilde) açıklamada bulunmak, izahat vermek. explicit s. açık, sarih. explicitly z. açıkça, açık bir şekilde. explode f. 1. patlatmak; patlamak. 2. yanlış olduğunu göstermek, exploit çürütmek. i. kahramanlık, kahramanca davranış. exploit f. sömürmek, istismar etmek, (kendi çıkarı için) kullanmak. exploitation i. kendi çıkarına kullanma, sömürme, sömürü, istismar. exploiter i. sömüren, sömürücü. exploration i. 1. (keşifte bulunmak amacıyla) (bir bölgeyi) dolaşma. 2. (bir explore konuyu) araştırma, f. 1. (keşifte bulunmakinceleme. amacıyla) (bir bölgeyi) dolaşmak. 2. (bir explorer konuyu) i. (keşiftearaştırmak, incelemek.(bir bölgeyi) dolaşan kimse. bulunmak amacıyla) explosion i. patlama, infilak. explosion of laughter kahkaha tufanı. explosive s. 1. patlayıcı. 2. hakkında şiddetli tartışmalar yapılan (konu), exponent şiddetli tartışmalara i. 1. savunucu, yol 2. taraftar. açabilen (konu). mat. üst, üs. i. patlayıcı madde, patlayıcı. exponential s., mat. üstel. export f. ihraç etmek, (malı) yurtdışına satmak; dışarıya mal export göndermek, ihracat i. 1. ihracatçılık. yapmak. 2. ihraç malı. export duty ihracat vergisi. export license ihracat lisansı. exportation i. ihraç etme, dışsatım, ihracat. exporter i. ihracatçı. expose f. 1. maruz bırakmak, etkisine açık bırakmak. 2. sergilemek, exposé teşhir i. gizli etmek, herkese işleri açığa vuran duyurmak. 3. (satış için) sergilemek. 4. makale/kitap. foto. (filmi) ışıklamak, pozlandırmak. exposition i. sergi, fuar. exposure i. 1. maruz bırakma, etkisine açık bırakma; maruz kalma.The exposure meter house has a southern exposure. Evin cephesi güneye bakıyor. foto. pozometre. 2. sergileme, herkese duyurma. 3. foto. ışıklama, pozlandırma, exposure time foto. ışıklama süresi, pozlandırma süresi, poz süresi. ekspozisyon. expound f. açıklamak, izah etmek, yorumlamak. express s. 1. açık, belli. 2. özel. 3. tam, tıpkı. 4. ekspres (taşıt). 5. İng. express ekspres, özel ulak, f. ifade etmek, dışaacele. vurmak,z. ekspresle. anlatmak, i.beyan 1. ekspres etmek.tren. 2. İng. acele posta. f. (mektubu) ekspresle göndermek. express delivery İng. acele posta. express in other terms başka sözlerle anlatmak. express o.s. maksadını anlatmak, meramını ifade etmek. express one´s sympathy 1. for (görüşü/fikri) anlayıp paylaşmak. 2. to (birine) taziyede express one´s thanks bulunmak; (to) (birine)(birinin) acısını paylaştığını minnettar/müteşekkir belirtmek. olduğunu belirtmek, şükranlarını ifade etmek. expression i. 1. deyim, tabir. 2. (yüzdeki) ifade. 3. ifade, anlatım, expressionless dışavurum. 4. mat., man. s. ifadesiz, anlamsız, deyim, ifade. manasız. expressive s. anlamlı, manalı. expressly z. 1. açıkça. 2. özellikle, bilhassa. expressway i. otoyol, ekspres yol. expropriate f. istimlak etmek, kamulaştırmak. expropriation i. istimlak, kamulaştırma. expulsion i. kovma, ihraç etme; kovulma, ihraç edilme. expunge f. çıkarmak, silmek. expurgate f. (bir kitap, oyun v.b.´nin) müstehcen/sakıncalı bölümlerini exquisite çıkarmak. s. 1. üstün, mükemmel, süper. 2. çok büyük (acı/mutluluk). 3. extant ince bir güzelliğe sahip. s. mevcut. extemporaneous s. doğaçlamayla söylenen/yapılan. extemporaneously z. doğaçlamayla, doğaçtan, irticalen. extempore z. doğaçlamayla, doğaçtan, irticalen. s. doğaçlamayla extend söylenen/yapılan. f. 1. uzatmak. 2. uzamak, sürmek. 3. (yardım, kredi v.b.) extended order vermek. ask. dağınık düzen. extension i. 1. uzatma. 2. uzama. 3. (yardım, kredi v.b.) verme. 4. paralel extension cord telefon, uzatma paralel. kablosu, uzatma kordonu. extensive s. geniş, büyük, kapsamlı. extent i. boyut. extenuate f. extenuating circumstances huk. hafifletici sebepler. exterior s. dış, harici, zahiri. i. dış taraf, dış, hariç. exterior angle dış açı. exterminate f. yok etmek, imha etmek. external s. 1. dış, harici. 2. yüzeysel. external affairs dışişleri. externals i., çoğ. extinct s. nesli tükenmiş. extinct volcano sönmüş yanardağ. extinguish f. söndürmek. extinguisher i. yangın söndürme aleti. extirpate f. 1. söküp atmak, kökünü kazımak. 2. kökünden sökmek. extol f. (--led, --ling) övmek. extoll f., bak. extol. extort f. (para) sızdırmak, (haraç) almak; zorla almak. extortion i. para sızdırma, haraca kesme; zorla alma. extortionate s. 1. çok fazla, fahiş (fiyat). 2. para sızdıran, insanı haraca extortioner kesen. i. haraççı; zorla alan kimse. extortionist i., bak. extortioner. extra s. 1. fazla: Do you have an extra pencil? Fazla kalemin var mı? extra- 2. önekçokdışında: çok, fevkalade: Workevlilikdışı. extramarital extra hard! Çok çok çalış! i. 1. ek ücrete tabi şey. 2. figüran. 3. gazet. özel baskı. extract i. 1. özet. 2. öz, ruh; esans. extract f. 1. çıkarmak. 2. söyletmek, itiraf ettirmek. 3. (bilgi) almak; extraction (para) koparmak. i. 1. çıkarma. 4. (özünü/suyunu) 2. (diş) çekme. 3. öz. çıkarmak. 5. seçmek; (bir kitap v.b.´nden bir parça) almak. extracurricular s. ders programı dışında kalan. extradite f. (to) (suçluyu) (suç işlediği ülkeye) iade etmek/ettirmek. extradition i. suçluların iadesi. extraneous s. 1. konu dışı. 2. yabancı (madde/cisim). extraordinarily z. fevkalade, olağanüstü: extraordinarily beautiful fevkalade güzel. extraordinary s. olağanüstü, fevkalade. extrapolation i., mat. dışdeğerbiçim, ekstrapolasyon. extravagance i. 1. israf, savurganlık. 2. aşırılık, fazlalık; abartı. extravagant s. 1. savurgan, müsrif. 2. aşırı, fazla; abartılı. extravagantly z. 1. har vurup harman savurarak, müsrifçe. 2. aşırı. extreme s. 1. uçta olan. 2. aşırı, çok. i. uç, sınır. extreme case olağanüstü bir örnek. extreme point mat. aşıt noktası, ekstrem nokta. extremely z. aşırı derecede. extremes i.1. aşırı uçlar; aşırı. 2. mat. dışlar. extremist i. ifrata kaçan kimse. extremity i. uç, sınır. the extremities eller ve ayaklar. extricate f. kurtarmak, çıkarmak. extroversion i., ruhb. dışadönüklük. extrovert i., ruhb. dışadönük kimse. s. dışadönük. extrude f. 1. uzatmak. 2. çıkarmak; çıkmak. exuberance i. 1. canlılık ve neşelilik. 2. (bitkilerde) gürlük. exuberant s. 1. çok canlı ve neşeli. 2. gür (bitkiler). exudation i. dışarı sızan şey, sızıntı. exude f. sızmak. exult f. (bir zaferden sonra) çok sevinmek. exultation i. sevinme. eye i. göz. eye f. bakmak, süzmek. eye shadow far, göz farı. eyeball i., anat. gözyuvarı, göz yuvarlağı, göz küresi. eyebrow i. kaş. eyebrow pencil kaş kalemi. eye-catching s. gözalıcı, alımlı. eyeful i., k. dili 1. göz alıcı şey. 2. güzel kız. eyeglasses i. gözlük. eyelash i. kirpik. eyelid i. gözkapağı. eyeliner i. göz kalemi. eye-opener i. aydınlatıcı/şaşırtıcı olay/haber. eyesight i. görme duyusu, görüş. eyesocket i., anat. gözyuvası, gözevi, göz çukuru. eyestrain i. göz yorgunluğu. eyewash i. göz banyosu. eyewitness i. görgü tanığı. F kıs. Fahrenheit. F kıs. February, Fellow, France, Friday. f kıs. feminine, fine, fluid, folio, following, frequency. F, f i. 1. F, İngiliz alfabesinin altıncı harfi. 2. müz. fa notası. fable i. masal, fabl. fabric i. 1. kumaş, bez, dokuma. 2. yapı, bünye, doku. fabricate f. 1. uydurmak, yalan söylemek. 2. imal etmek, yapmak, fabrication üretmek. i. 1. uydurmasyon, yalan. 2. imal, yapım, üretim. fabricator i. 1. imalatçı. 2. uydurmacı, yalancı. fabulous s. 1. harika, süper, çok güzel, enfes. 2. inanılmaz, olağanüstü. 3. efsanevi. fabulously z., k. dili inanılmaz derecede, süper. face i. 1. yüz, surat, çehre, sima. 2. ön yüz, cephe. 3. mad. alın, face ayna. f. 4. geom. yüz. 1. karşılamak. 5. (saatte)olmak/durmak. 2. karşısında mine, kadran. 3. (bir duruma) face down dayanmak, tahammül (karşısındakini) sindirmek.etmek. 4. kaplamak, astarlamak. 5. (taşın) yüzünü yontup düzeltmek. 6. -e bakmak, -e dönmek. face the issue bir durumu olduğu gibi kabul edip ona göre davranmak. face the music argo kendisini eleştirecek/cezalandıracak insanların önüne face to face çıkmak. yüz yüze. face up to -i cesaretle karşılamak. face value tic. nominal değer, itibari değer. facedown z. yüzüstü, yüzükoyun. face-saving s. vaziyeti kurtaran. facet i. faseta, façeta. facetious s. şakacı. facial s. yüze ait. i. yüz masajı. facile s. kolay. facilitate f. kolaylaştırmak. facility i. 1. kolaylık. 2. yetenek. 3. (özel bir) hizmet, servis. 4. (özel bir facsimile hizmet için yapılmış) i. 1. tıpkıbasım, tesis,kopya. faksimile, yer. 2. faks. fact i. gerçek. fact-finding s. kanıt toplayan. faction i. hizip, grup. factional s. 1. hizipçi. 2. hizipler arası. factionalism i. hizipçilik. factious s. kavgacı. factitious s. sahte, uydurma. factor i. 1. faktör, etken, etmen. 2. mat. çarpan; tambölen. f., mat. factor cost çarpanlara ayırmak. tic. faktör fiyatı. factory i. fabrika. factual s. gerçeklere dayanan. faculty i. 1. yeti; duyu, duyum; yetenek, kabiliyet. 2. (bir öğretim façade kurumundaki) i. 1. (yapılarda)tüm öğretim ön yüz, personeli; ön cephe. (bir okulun) 2. (gerçeği öğretmen maskeleyen bir) kadrosu; dış (bir görünüş. üniversitenin) öğretim üyeleri. 3. fakülte: the fad i. geçici bir moda/heves. Faculty of Law Hukuk Fakültesi. fade f. solmak, rengi atmak; soldurmak. fade away yavaş yavaş yok olmak. fade in sin., TV açılmak. fade out sin., TV kararmak. fade-in i., sin., TV açılma. fade-out i., sin., TV kararma. faecal s., İng., bak. fecal. faeces i., İng., bak. feces. fag f. (--ged, --ging) fag s.o. out birini çok yormak, birinin turşusunu çıkarmak. fagot i. çalı çırpı demeti. Fahrenheit i., s. fahrenhayt. faience i. fayans, çini. fail f. 1. başaramamak; becerememek. He failed to come. Gelmedi. failing 2. iflas etmek. i. kusur, zaaf. 3. kuvveti kesilmek, güçten düşmek. 4. sınıfta kalmak; sınıfta bırakmak. 5. sınavda kalmak; sınavda bırakmak. failing edat olmadığı takdirde. 6. boşa çıkarmak, bırakmak, ümidini kırmak. 7. ihmal etmek, failing that aksi takdirde. yapmamak. 8. (ekinler) ürün vermemek. failure i. 1. başarısızlık; beceremeyiş; fiyasko. 2. ihmal, yapmayış. 3. iflas. 4. mesleğinde/iş hayatında hiç başarı gösteremeyen kimse. 5. arıza: power failure elektrik arızası. faint s. 1. donuk, belirsiz, zayıf. 2. baygın. i. baygınlık, bayılma. f. fainthearted bayılmak. s. yüreksiz; çekingen. faintness i. baygınlık, bayılma. fair i. fuar. fair s. 1. adaletli, adil. 2. kurallara uygun. 3. fena olmayan, oldukça fair and square iyi. 4. güzel, dürüst açık vedürüstçe. bir şekilde, güneşli (hava). 5. temiz (kopya). 6. sarışın; açık tenli. 7. güzel, alımlı. fair game kolaylıkla eleştirilebilecek veya alay konusu olabilecek fair to middling kimse/durum. k. dili fena olmayan. fair-weather friend iyi gün dostu. fair wind uygun rüzgâr. fairground i. (açıkta olan) fuar yeri, fuar alanı. fairly z. 1. adaletli/adil bir şekilde. 2. oldukça: fairly big oldukça fairness büyük. 3. âdeta:2.He i. 1. adaletlilik. fairly flew kurallara down the uygunluk. stairs. Merdivenlerden 3. sarışınlık; açık tenlilik. âdeta 4. uçarak güzellik, indi. alımlılık. fairy i. 1. peri. 2. argo homoseksüel erkek, ibne. s. 1. peri gibi. 2. fairy tale perilere ait. peri masalı. fait accompli i. oldubitti, olupbitti, emrivaki. faith i. 1. inanç; itikat; iman. 2. din. 3. güven, itimat. faithful s. sadık, vefakâr. faithful to his word sözüne sadık. faithfulness i. sadakat, vefakârlık. faithless s. vefasız, sadık olmayan, sadakatsiz. fake s. uydurma, sahte. f. uydurmak. i. 1. sahte bir şey. 2. üçkâğıtçı, faker aldatıcı. i. üçkâğıtçı, sahtekâr, dolandırıcı. falcon i. şahin; doğan. fall f. (fell, fall.en) 1. düşmek. 2. dökülmek. 3. yağmak. 4. çökmek. fall 5.1. i. kapanmak. 6. (kale) düşüş, düşme. zaptolunmak, 2. çökme. düşmek. 3. yağış. 4. (fiyat, talep, ısı v.b. fall asleep ´nde) düşüş. uykuya dalmak. 5. sonbahar, güz. 6. güreş düşüş. fall asleep uykuya dalmak. fall away çekilmek, gerilemek. fall back geri çekilmek. fall back on (güvenilecek bir kimseye/yere) başvurmak. fall back upon (çare olarak) -e başvurmak. fall behind geri kalmak. fall by the wayside k. dili işi bırakmak, işten vazgeçmek. fall down düşmek. fall down düşmek. fall down in a fit fenalık geçirerek yere düşmek. fall flat umulan rağbeti hiç görmemek. fall for argo 1. aldatılmak. 2. çok beğenmek, bayılmak. fall foul of ile çatışmak. fall guy 1. başkasının cezasını çeken kimse. 2. dolandırılan kimse. 3. fall ill keriz, enayi. hastalanmak. fall in dizilmek, sıraya girmek. fall in battle ask. savaşırken ölmek. fall in love âşık olmak. fall into a trap tuzağa düşmek. fall into disfavor gözden düşmek. fall into disrepute adı kötüye çıkmak. fall into disuse kullanılmaz olmak, bırakılmak, terkedilmek. fall into error hataya düşmek. fall into the clutches of k. dili -in pençesine düşmek. fall of man/the Fall Hz. Âdem ve Havva´nın işlediği günah ve sonuçları. fall off 1. azalmak, düşmek. 2. bozulmak. fall on -e hücum etmek, -e saldırmak. This month the twentieth fell on fall on one´s feet adört Friday. Bu ayın ayağının yirmisi üstüne cumaya düşmek, rastladı.sıyrılmak, başarmak. atlatmak, fall out 1. kavga etmek, bozuşmak. 2. ask. sıradan çıkmak. fall over yıkılmak. fall over o.s. kendini çok istekli göstermek. fall overboard (gemiden) denize düşmek. fall prey to -e kapılmak, -in tutsağı olmak. fall prostrate yüzüstü düşmek, yüzükoyun kapaklanmak. fall short (of) 1. eksik gelmek. 2. umduğu gibi çıkmamak. fall short (of) yeterli olmamak, yetmemek. fall sick hastalanmak. fall through suya düşmek, gerçekleşmemek. fall through k. dili suya düşmek, gerçekleşememek: The plan fell through. fall to Plan suya düştü. başlamak; -e başlamak, -e koyulmak. yemeğe/savaşa fall upon -e saldırmak. fall victim to -e kurban gitmek. fall/be in love with -e âşık olmak. fallacious s. yanlış fikirlere dayanan, çürük, temelsiz. fallacy i. 1. yanlış düşünce/inanç. 2. man. yanıltmaca, safsata, mantık fallen kurallarına f., bak. fall. aykırı sav. fallen woman düşmüş kadın, fahişe. fallible s. yanılabilir, hataya düşebilir. falling star akanyıldız. His eye fell upon me. Gözü bana ilişti. His face fell. fallout Suratı asıldı. serpinti. i. radyoaktif It fell to my lot. Benim payıma düştü. fallow s. nadasa bırakılmış, ekilmemiş. fallow s. devetüyü rengi, devetüyü. fallow deer alageyik, sığın. falls i. çağlayan, şelale. false s. 1. sahte. 2. vefasız, güvenilmez. false pride boş gurur. false step falso, yanlış davranış. false teeth takma dişler. falsehood i. 1. yalan. 2. yalan söyleme. falseness i. sahtelik. falsify f. 1. (hesap, kayıt, belge v.b.´nde) tahrifat yapmak. 2. falter (gerçekleri) f. 1. tereddütçarpıtmak. etmek. 2. azalmak, düşmek; gücünü/hızını fame kaybetmek. 3. i. ün, şöhret, nam. sendeleyerek yürümek, sendelemek. 4. (ses) titremek; titrek bir sesle konuşmak. famed s. ünlü, meşhur. familial s. ailevi, aileye ait. familiar s. 1. iyi bilinen, bildik; iyi tanınan, tanıdık; aşina. 2. samimi, familiarise teklifsiz. i. iyifamiliarize. f., İng., bak. arkadaş. familiarity i. 1. aşinalık. 2. samimiyet, teklifsizlik. 3. laubalilik. familiarize f. (bir şeyi) herkese tanıtmak. familiarize o.s. with (bir şey) hakkında bilgi edinmek. family i. 1. aile; akrabalar; çoluk çocuk. 2. bot., zool. familya. family circle aile çevresi, aile muhiti. family man ev bark sahibi, aile babası. family name soyadı. family name soyadı, aile adı. family planning aile planlaması. family tree şecere, soyağacı. famine i. kıtlık, açlık. famish f. famous s. ünlü, meşhur, tanınmış. famously z., k. dili çok iyi. fan i. 1. yelpaze. 2. vantilatör. 3. yelpaze biçimindeki herhangi bir fan şey. f. (--ned, --ning) yelpazelemek. fan i., k. dili hayran: She´s one of your fans. Hayranlarınızdandır. fan belt baseball fan beysbol mak. pervane kayışı.meraklısı. fan blade mak. pervane kanadı. fan the flames kışkırtmak, körüklemek. fanatic s., i. fanatik, bağnaz, mutaassıp. fanatical s. fanatik, bağnaz, mutaassıp. fanciful s. 1. hayalperest. 2. hayali. fancy i. 1. hayal gücü. 2. hayal, düşlem. s. 1. çok süslü; fantezi. 2. fancy lüks. f. 3. üstün 1. hayal kaliteli etmek. (gıda maddeleri). 2. sanmak, zannetmek, düşünmek. 3. -den fancy dress ball hoşlanmak. kıyafet balosu.4. istemek. fancy o.s. hayallerinde kendini (şöyle veya böyle) görmek. fang i. 1. (yırtıcı hayvanlarda) köpekdişi. 2. yılanın zehirli dişi. fanny i., k. dili kıç, popo. fantastic s. 1. harika, süper, enfes. 2. inanılmayacak kadar büyük fantasy (miktar). 3. akıl i. 1. fantezi, almaz, düşlem, akıldışı, sınırsız gerçekdışı. hayal 4. fantastik, veya hayal hayali, gücü. 2. müz. düşlemsel. fantezi. far z. 1. -den uzak; uzağa; uzakta: He´s never journeyed far from far afield Istanbul. İstanbul´dan uzağa hiç seyahat etmedi. They didn´t go konu dışında. far. Uzağa gitmediler. I saw her far in the distance. Ta uzakta far and away (öbürlerinden) kat kat daha ...: He´s far and away the best. onu gördüm. How far is it to Rİze from here? Rize buradan ne Far from it. Öbürlerinden k. dili uzak? kat kat daha iyi. Ne münasebet./Bilakis./Tersine. kadar 2. çok; fazla; çok fazla: The light´s far too dim. Işık far off çok çokfazla uzak.loş. s. 1. uzak: a far country uzak bir ülke. 2. öte, öbür: faraway at the far end s. 1. uzak. of the(bakış). 2. dalgın garden bahçenin öte ucunda. 3. pol. (bir kanadın) ucundaki, aşırı: He supports the far right. Aşırı sağı farce i. 1. tiy. fars. 2. saçmalık, maskaralık. destekliyor. farcical s. gülünç. fare i. 1. yol parası, bilet ücreti. 2. taksi müşterisi. 3. yiyecekler, fare yemekler. f. fare badly (birisi) için kötü olmak: He fared badly. Onun için kötüydü. fare well (birisi) için iyi gitmek. farewell ünlem Elveda! i. veda. farewell dinner veda yemeği. far-famed s. çok meşhur. farfetched s. gerçek payı çok az olan. far-flung s. uzaklara yayılmış. farina i. irmik. farm i. çiftlik. farm f. çiftçilik yapmak. farmer i. çiftçi. farmhand i. rençper, ırgat. farmhouse i. çiftlik evi. farming i. çiftçilik. farmost s., bak. farthest. farmstead i. çiftlik ve içindeki binalar. farmyard i. çiftlik avlusu, çiftlik binaları arasındaki meydan. far-reaching s. çok kişi veya şeyi etkileyen. farsighted s. 1. ileri görüşlü, öngörülü. 2. tıb. hipermetrop. fart i., kaba osuruk. f. osurmak. farther s. 1. daha uzak. 2. öteki, ötedeki; daha uzaktaki; daha ötedeki; farthermost daha s. 1. enilerdeki. uzak. 2. en ötedeki. farthest s. en uzak. z. en uzakta; en ötede; en ilerde; en uzağa. farthing i. çeyrek peni (eski bir İngiliz parası). fascicle i. fasikül. fascinate f. (birinin) ilgisini/merakını çok çekmek. fascinating s. çok ilginç, çok enteresan. fascination i. 1. büyük merak. 2. cazibe. fascism i. faşizm. fascist i., s. faşist. fashion i. 1. moda. 2. biçim, şekil; tarz. f. yapmak, şekil vermek. fashion designer modacı. fashion model manken. fashion show defile. fashionable s. moda olan, şık, revaçta olan, rağbette olan. fast f. oruç tutmak. i. oruç. fast s. 1. hızlı, süratli; seri. 2. solmaz, sabit (renk). 3. hızlı yaşayan, fast asleep uçarı. derin 4. hafifmeşrep. uykuya dalmış. z. çabuk, tez. fast color solmaz renk. fast food (hamburger, pizza gibi) hazır yiyecekler. fast-food restaurant fast lane hazır yiyecek (otoyolda) satan sürat lokanta. şeridi. fastback i. arka kaportası yatık spor araba. fasten f. 1. bağlamak; tutturmak; bağlanmak; tutturulmak. 2. çengelle fasten on/upon bağlamak, çengellemek. üstünde durmak; 3. on (gözü) -e takılmak; (bir yere) -e saplanmak; dikmek. takmak. -i kafasına fasten the blame on s.o. suçu birine yüklemek, suçu birinin üstüne atmak. fastener i. 1. bağlayan şey, bağ. 2. kopça; çıtçıt. fastidious s. titiz, zor beğenen. fastness i. 1. (kumaş boyası için) sabitlik; sabitlik derecesi. 2. korunak; fat mahfuz s. (--ter,yer. 3. ücra --test) yer. semiz, yağlı. 2. dolgun; kalın. i. yağ. 1. şişman; fat cat argo zengin adam. fatal s. 1. öldürücü; ölümcül. 2. vahim. fatalism i. fatalizm, kadercilik, yazgıcılık. fatalist i. fatalist, kaderci, yazgıcı. fatalistic s. fatalist, kaderci, yazgıcı. fatality i. 1. (kaza sonucu olan) ölüm. 2. öldürücülük; ölümcüllük. 3. fate fatalite. i. kader, yazgı, alınyazısı, mukadderat. fated s. kaderde olan. fateful s. vahim. father i. baba, peder. Father i. Peder (papazlara verilen unvan). Father Christmas İng. Noel Baba. father-in-law i. kayınpeder. fatherland i. anavatan, anayurt. fatherless s. babasız. fathom i. kulaç (uzunluk ölçü birimi). f. 1. iskandil etmek. 2. anlamak, fatigue kavramak. i. yorgunluk, bitkinlik. f. yormak. fatten f. semirtmek, şişmanlatmak; semirmek, şişmanlamak. fatty s. yağlı. i., aşağ. şişko, dobiş. fatty acid kim. yağ asidi. fatuity i. hebennekalık, budalalık. fatuous s. 1. hebenneka, kendini akıllı sanan budala. 2. budalaca. faucet i. musluk. fault i. 1. (birinin karakterinde) kusur, noksan. 2. yanlış, kabahat. 3. faultless jeol. s. 1. kırık, fay. 4. kusursuz, tenis servis noksansız. hatası. f. -de kusur bulmak. 2. yanlışsız. faultlessness i. 1. noksansızlık. 2. yanlışsızlık. faulty s. 1. kusurlu, defolu. 2. çürük, sağlam bir temele dayanmayan. fauna çoğ. --s (fô´nız)/--e (fô´ni) i. fauna, direy. faux pas falso, pot. fava i., bak. broad bean. fava bean bak. broad bean. favor i. 1. beğenme, onay; sevgi, sempati. 2. iltimas, kayırma. 3. favorable iyilik, lütuf. 4. s. 1. uygun, (bir davete müsait. katılanlara 2. hoşa verilen) ufak hediye. f. 1. giden, iyi. tarafını tutmak. 2. tercih etmek. 3. benzemek. favorite i. 1. çok sevilen kimse/şey; sevgili, gözde. 2. favori, favoritism kazanacağına i. kayırıcılık. inanılan yarışçı. s. en çok sevilen, favori, gözde. favour i., f., İng., bak. favor. fawn i. alageyik yavrusu; geyik yavrusu. s. sarımsı kahverengi. fawn f. yaltaklanmak, dalkavukluk etmek. fax i. 1. faks makinesi, faks. 2. faksla gelen mesaj, faks. f. faze fakslamak. f., k. dili etkilemek: It didn´t faze him at all. Onu hiç etkilemedi. FBI kıs. the Federal Bureau of Investigation. fear i. korku. fear f. korkmak. fear the worst en kötü ihtimalin gerçekleşmesinden korkmak. fearful s. 1. korku veren, korkunç. 2. korkak. fearless s. korkusuz, gözü pek, yılmaz. fearlessly z. korkusuzca, yılmadan. fearlessness i. korkusuzluk. fearsome s. dehşetli, korkunç. feasibility i. fizibilite, yapılabilirlik. feasibility study fizibilite raporu. feasible s. 1. mümkün. 2. yapılabilir, uygulanabilir. feast i. 1. ziyafet. 2. Hrist. yortu, bayram. f. 1. ziyafette yiyip içmek, feat doyasıya i. (cesaretyemek. 2. ziyafetgüç veya bedensel vermek. isteyen) başarı. feather i. tüy. feather f. tüy takmak, kuştüyü ile kaplamak. feather bed kuştüyü yatak. feather one´s nest k. dili küpünü doldurmak. featherbrained s. kuş beyinli. feathered s. tüylü. featherweight i. tüysıklet. feature i. 1. yüzdeki organlardan biri. 2. çoğ. yüz, sima, çehre; yüz Feb hatları. 3. özellik. 4. asıl film. 5. uzun makale. f. 1. -de önemli bir kıs. February. rolü olmak: This film features Cahide Sonku. Bu filmde Cahide February i. şubat. Sonku´nun önemli bir rolü var. 2. -i ön plana çıkarmak, -e ağırlık fecal s. dışkıyaAll vermek: ait. the fashion shows are featuring mink. Tüm feces defilelerde i. dışkı. vizona ağırlık veriliyor. This week our restaurant is feckless featuring fried oysters. s. 1. beceriksiz, elindenLokantamızın iş gelmeyen. bu haftaki zayıf. 2. cansız, spesiyalitesi istiridye tava. 3. (bir şeyin) önemli bir öğesi olmak: Acorns feature heavily in the diet of squirrels. Sincapların beslenmesinde meşe palamudu önemli bir yer tutar. fed f., bak. feed. federal s. federal. federalise f., İng., bak. federalize. federalism i., pol. federalizm. federalist i., s. federalist. federalize f. (devletleri) federasyon haline getirmek. federate f. federasyon haline getirmek. federation i. federasyon. fedora i. fötr şapka, fötr. fee i. ücret; giriş ücreti; doktor ücreti, vizite. feeble s. zayıf, kuvvetsiz. feeble-minded s. geri zekâlı. feebleness i. zayıflık, kuvvetsizlik. feebly z. zayıf bir şekilde, hafifçe, kuvvetsizce. feed f. (fed) 1. yemek vermek. 2. beslemek. 3. yedirmek; on ile feed beslemek. i. yem, yemek;4. (hayvan) yiyecek,beslenmek; gıda. on yemek, ile beslenmek. feedback i. 1. birinin bir şey hakkındaki düşündükleri/izlenimleri. 2. fiz. feedbag fidbek, geribesleme, geribildirim. i. yem torbası. feeder i. yemlik, yem kabı. feeding bottle biberon. be fed up with argo -den bıkmış olmak, illallah demek. feel f. (felt) 1. dokunmak, el sürmek; elleri ile yoklamak. 2. feel hissetmek, duymak: i. 1. (bir şeyin I feel uyandırdığı) dokununca good. Kendimihis.iyi 2.hissediyorum. dokunma. 3. anlamak. 4. ... gibi gelmek: I felt that the sea was endless. feel an affinity for (birini) çok çekici bulmak. Deniz sonsuz gibi geldi bana. feel at ease içi rahat etmek. feel at home kendini rahat hissetmek, yadırgamamak. feel bad 1. kendini iyi hissetmemek. 2. k. dili üzülmek. feel for -in çektiklerini anlamak. feel giddy başı dönmek. feel in one´s bones içine doğmak. feel keenly kuvvetle hissetmek. feel like a fish out of water sudan/denizden çıkmış balığa dönmek. feel like doing canı yapmak istemek. feel like o.s. kendini iyi hissetmek. feel low morali bozuk olmak. feel no pain k. dili bayağı sarhoş olmak, zilzurna sarhoş olmak. feel no pain argo sarhoş olmak. feel o.s. obliged to kendini (bir şeyi yapmaya) mecbur hissetmek. feel one´s oats 1. coşmak. 2. amirane tavırlar içinde olmak. feel one´s oats k. dili 1. kıpır kıpır olmak, yerinde duramamak. 2. kendini feel one´s way beğenmek. 1. el yordamıyla ilerlemek. 2. çok ihtiyatlı davranmak. feel pity for -e acımak. feel queasy midesi bulanmak. feel rotten 1. keyfi olmamak. 2. kendini turşu gibi hissetmek. feel shame (for) -den utanç duymak. feel sick at/about -e çok üzgün olmak. feel small utanmak, mahcup olmak. feel suicidal intihar etme arzusu duymak. feel up to kendini (belirli bir şeyi) yapacak kadar güçlü hissetmek. feel up to par k. dili kendini iyi hissetmek. feel woozy 1. başı dönmek; sersemlemek. 2. midesi bulanmak. feel/be troubled üzülmek, merak etmek. feel/get/have an/the urge to (bir şey yapmayı) çok istemek: He suddenly got the urge to feeler make i., zool.money. Birdenbire içinde para kazanma tutkusu uyandı. dokunaç. feeling i. 1. his, duygu. 2. çoğ. his dünyası, iç âlemi. feet i., çoğ., bak. foot. feign f. (yapar) gibi görünmek, ... numarası yapmak. feign madness deli numarası yapmak. feint i., ask. yanıltma hareketi, yanıltma. f. yanıltma hareketi feldspar yapmak. i., min. feldispat. felicitous s. 1. mutlu, mesut. 2. uygun, münasip, yerinde, isabetli. felicity i. mutluluk, saadet. fell f. 1. kesip devirmek. 2. yere sermek, düşürmek. fell f., bak. fall. fellow i. 1. adam, kişi; arkadaş. 2. (bir bilim kurumunda) üye. fellow citizen/countryman vatandaş, yurttaş. fellow sufferer dert ortağı. fellow townsman hemşeri, hemşehri. fellowship i. 1. arkadaşlık; kardeşlik. 2. grup, cemaat. 3. burs. 4. (bir bilim felon kurumunda) i., huk. suçlu.üyelik. felony i., huk. ağır suç. felt f., bak. feel. felt i. keçe, fötr. felt-tipped pen/felt pen keçeli kalem. fem kıs. female, feminine. female s., i. dişi. feminine s. 1. kadına özgü; kadınsı. 2. dilb. dişil. femininity i. kadınlık, dişilik. feminism i. feminizm. feminist i., s. feminist. fen i. bataklık. fence i. 1. parmaklık; tahta perde; çit. 2. çalıntı mal alıp satan kimse. fence f. 1. (in) -i parmaklıkla/tahta perdeyle/çitle çevirmek. 2. eskrim fence off yapmak. -i parmaklıkla/tahta perdeyle/çitle ayırmak. fencer i. eskrimci. fencing i. 1. eskrim. 2. çit veya parmaklık malzemesi. fend f. fend for o.s. kendini geçindirmek, başının çaresine bakmak. fend off -i kovmak, -i uzaklaştırmak. fender i. 1. çamurluk. 2. şöminenin önüne konulan alçak parmaklık. fennel i. rezene, raziyane. fenugreek i., bot. çemen. ferment i. 1. maya. 2. mayalanma, ekşime. ferment f. mayalanmak, ekşimek. ferment trouble among (birilerini) kışkırtmak. fermentation i. mayalanma, fermantasyon. fern i., bot. eğreltiotu, aşk merdiveni, füjer. ferocious s. vahşi, yırtıcı. ferocity i. vahşilik, vahşet. ferret i., zool. dağgelinciği. ferret f. arayıp taramak. ferret out arayıp tarayıp bulmak. Ferris wheel dönme dolap. ferroconcrete i. betonarme. ferry i. 1. iki kıyı arasında araba/insan taşıyan gemi, kayık, sal v.b.; ferryboat araba vapuru, i. iki kıyı feribot; arasında vapur. 2.taşıyan araba/insan böyle bir taşıtın işlediği yer. f. tekne. böyle bir taşıtla götürmek. fertile s. verimli, bereketli. fertilise f., İng., bak. fertilize. fertility i. verimlilik. fertilize f. 1. gübrelemek. 2. döllemek. fertilizer i. gübre. fervent s. hararetli, ateşli. fervid s. hararetli, ateşli. fervor i. hararetlilik, hararet, ateşlilik, ateş. fester f. irinlenmek, iltihaplanmak, azmak. festival i. 1. bayram; yortu. 2. festival, şenlik. festive s. 1. şen, neşeli. 2. bayrama ait. festivity i. kutlama: What kind of festivities will there be? Ne gibi festoon kutlamalar i. feston. olacak? fetal s. cenine ait. fetch f. 1. alıp getirmek, getirmek. 2. gelir sağlamak, hâsılat fetching getirmek. s., k. dili cazibeli, çekici, alımlı. fetid s. pis kokan, kokuşmuş. fetish i. fetiş. fetishism i. fetişizm. fetter i. 1. bukağı. 2. gen. çoğ. engel. f. 1. ayağına zincir vurmak; elini fettle ayağını i. bağlamak. 2. bağlamak, engellemek. fetus i. cenin. feud i. 1. uzun süren düşmanlık. 2. kan davası. f. ihtilaflı olmak, feudal kavga etmek. s. feodal. feudalism i. feodalizm. feudality i. feodalite. fever i. 1. ateş, hararet. 2. humma. 3. Duygu yoğunluğu belirtir: He fevered was shouting s. ateşli, in a olan. hararetli fever of excitement. Büyük bir heyecanla bağırıyordu. feverish s. 1. ateşli, ateşi çıkmış. 2. hararetli, ateşli. 3. heyecanlı, telaşlı. few s. az. i. az miktar. few and far between çok nadir. fez i. (çoğ. --zes) fes. fiancé i., eril nişanlı. fiancée i., dişil nişanlı. fiasco i. fiyasko. fiat i. 1. emir. 2. karar. fib f. (--bed, --bing) yalan söylemek, uydurmak, atmak. i. küçük fiber yalan. i. lif. fiberglass i. cam elyafı. fibre i., İng., bak. fiber. fibrous s. lifli. fickle s. 1. (aşkta) vefasız, hercai. 2. fırdöndü, hercai, değişken; fiction kaypak, i. 1. roman dönek. ve hikâye edebiyatı. 2. huk. kolaylık olsun diye fictionalise gerçek f., İng., bak.farzolunan gibi şey, mevhume. fictionalize. fictionalize f. hikâye/roman şekline sokmak. fictitious s. uydurma, hayali. fiddle i., k. dili keman. f., k. dili 1. keman çalmak. 2. vakit geçirmek, fiddle around oyalanmak. vakit geçirmek, oyalanmak. fiddle away (zamanı) boş geçirmek. Fiddle! ünlem Hay Allah! fiddle-faddle i. saçma sapan sözler, zırva. fidelity i. sadakat, vefa. fidget f. rahat oturamamak, yerinde duramamak, durmadan fidgety kımıldamak. s. rahat durmayan, kıpır kıpır. fief i. tımar, zeamet. field i. 1. tarla. 2. çayır; otlak, mera. 3. alan, saha. f. (bir spor field artillery takımını) ask. sahra sahaya topçu çıkarmak. sınıfı. field day spor bayramı. field events alan yarışları. field exercise ask. kıta tatbikatı. field glasses (çifte) dürbün. field hockey çim hokeyi. field hospital sahra hastanesi. field maneuver ask. kara manevrası. field manual ask. sahra talimatnamesi. field marshal feldmareşal. field mouse tarla faresi. field officer ask. üstsubay. field officer üstsubay. field trip (öğretimde) gezi. fieldpiece i. sahra topu. fieldwork i. (bilgi toplamak için yapılan) alan araştırması. fiend i. 1. şeytan, ifrit, zebani. 2. k. dili düşkün, meraklı, hasta, deli, fiendish tiryaki: s. şeytani,a tennis fiend tenis hastası. an opium fiend afyonkeş. şeytanca. fierce s. 1. şiddetli. 2. sert, vahşi. fiery s. 1. ateş gibi. 2. kızgın. 3. çabuk öfkelenen, barut gibi. 4. ateşli; fiesta coşturucu; galeyana2.getiren. i. 1. yortu; bayram. festival.5. ateşli, şehvet dolu. fifteen s. on beş. i. on beş, on beş rakamı (15, XV). fifteenth s., i. 1. on beşinci. 2. on beşte bir. fifth s., i. 1. beşinci. 2. beşte bir. fifth wheel gereksiz şey/kimse. fiftieth s., i. 1. ellinci. 2. ellide bir. fifty s. elli. i. elli, elli rakamı (50, L). fifty-fifty s. yarı yarıya. fig i. 1. incir ağacı. 2. incir. fig kıs. figurative, figure. fight i. 1. kavga, dövüş. 2. mücadele. f. (fought) 1. kavga etmek, fighter dövüşmek. i. 1. savaşçı.2.2.mücadele boksör. 3.etmek, uğraşmak. 3. savaşmak. avcı uçağı. fighter plane avcı uçağı. fighter-bomber i. avcı bombardıman uçağı. fighting i. savaş. fighting cock dövüş horozu. figment i. figurative s. mecazi. figure i. 1. sayı, rakam, numara. 2. boy bos, endam. 3. figür. figure f. 1. k. dili sanmak, zannetmek. 2. önemli bir rol oynamak. figure of speech mecaz. figure of speech mecaz. figure on k. dili 1. -i hesaba katmak. 2. -e güvenmek. 3. -i planlamak. figure out -i anlamak, -i çözmek. figure skater artistik patinajcı. figure skating artistik patinaj, figür pateni. figure up (bir hesabı) toplamak. figurehead i. gemi aslanı. Fiji i. Fiji. Fijian i. Fijili. s. 1. Fiji; Fiji´ye özgü; Fiji Adaları´na özgü. 2. Fijili. filament i. 1. tel, iplik, lif. 2. bot. ercik sapı. 3. elek. filaman. filbert i. fındık. filch f. çalmak, aşırmak, yürütmek. file i. eğe; törpü. f. eğelemek; törpülemek. file i. 1. dosya; klasör. 2. bilg. dosya. 3. evrak/dosya dolabı. 4. file a complaint dosya (bir şeyle/kişiyle yazılı olarak ilgili belgeler). f. 1. dosyalamak, dosyaya şikâyet etmek. koymak. 2. huk. (dilekçe) vermek; (dava) açmak; (bir şeyi) file clerk evrakları dosyalayan görevli. filing cabinet evrak/dosya dolabı. kaydettirmek. 3. out tek sıra halinde çıkmak. filet i. fileto. filet mignon fileminyon. filial s. evlada ait; evlada yakışır. filings i., çoğ. eğe talaşı. fill f. 1. doldurmak; dolmak. 2. doyurmak. i. 1. dolgu maddesi, fill a prescription dolgu. reçetedeki2. dolgu, dolguyla ilaçları vermek.meydana getirilmiş yer. fill a tooth dolgu yapmak. fill dirt dolgu toprak. Fill her up! oto. Depoyu doldur! fill in 1. doldurmak. 2. geçici olarak bir işte çalışmak. fill in for (birinin) yerine çalışmak. Fill me in on the situation. Durumu bana açıkla. fill out 1. (formu) doldurmak. 2. toplamak, kilo almak. fill s.o.´s shoes k. dili birinin yerini doldurmak. fill the bill ihtiyacını karşılamak, işini görmek: This´ll fill the bill. İşimizi fill the bill görür k. dilibu. ihtiyacı karşılamak. fill up doldurmak. filler i. 1. dolgu, katkı maddesi. 2. boyacılık filler, dolgu macunu. fillet i. 1. saç bandı. 2. kemiksiz et/balık, fileto. filling i. 1. doldurma; dolma. 2. dişçi. dolgu. filling station benzin istasyonu. filly i. kısrak. film i. 1. zar; ince örtü, ince tabaka. 2. foto., sin. film. f. 1. filme film speed almak. 2. film çekmek. film duyarlığı. film star film yıldızı. filter i. 1. filtre. 2. k. dili, çoğ. filtreli sigaralar. f. filtreden geçirmek. filter paper filtre kâğıdı. filter paper filtre kâğıdı. filter tip 1. filtreli sigara. 2. sigara filtresi. filter-tipped s. filtreli (sigara). filth i. pislik. filthy s. çok pis. filtrate i. süzüntü, filtrat. fin i. yüzgeç. final s. 1. son, sonuncu; kesin. 2. spor final: final match final maçı. i. final heat 1. yıl sonu, spor sömestr sonu veya kurs sonu sınavı. 2. spor final, final koşusu. final karşılaşması. 3. gazet. son baskı. finale i., müz. final. finalise f., İng., bak. finalize. finalist i. finalist. finality i. kesinlik. finalize f. bitirmek, son şeklini vermek. finally z. nihayet, sonunda. finance i. 1. maliye, finans: ministry of finance maliye bakanlığı. 2. finances finansman. i. 1. para: A f.lack finanse etmek.was the problem. Problem of finances financial parasızlıktı. s. mali. 2. mali durum: His finances are in good shape. Onun mali durumu iyi. financial pressure para sıkıntısı. financial year bütçe yılı; mali yıl. financier i. 1. finansçı. 2. yatırımcı. financing i. finansman. finch i., zool. ispinoz. find f. (found) bulmak, keşfetmek. find employment iş bulmak. find fault (with) kusur bulmak. find fault with -e kusur bulmak. find guilty suçlu çıkarmak. find o.s. tête-à-tête with kendini (biriyle) baş başa bulmak. find out öğrenmek. Find out if he came. Gelip gelmediğini öğren. find s.o./s.t. strange biri/bir şey (birinin) tuhafına gitmek: I find him strange. O find s.t. sympathetic benim bir şeytuhafıma gidiyor. birinin hoşuna gitmek: She didn´t find his ways finding sympathetic. Onun davranışları i. 1. bulunmuş/keşfedilmiş şey. 2.hoşuna gitmedi. huk. (jürinin verdiği) karar. fine s. 1. güzel, ince, zarif. 2. ince. 3. saf, katışıksız, halis. 4. hassas, fine ince i. pararuhlu, duygulu. cezası. f. para5.cezasına âlâ, mükemmel, üstün. 6. açık, güzel çarptırmak. (hava). fine arts güzel sanatlar. fine arts güzel sanatlar. fine-toothed comb ince dişli tarak. go over the finery matter i. süslü with giyim. a fine-toothed comb ince eleyip sık dokumak. finesse i. incelik, ustalık. f. ustalıkla durumu idare etmek. finger i. parmak. f. parmakla dokunmak, el sürmek, ellemek. fingernail i. tırnak, parmak tırnağı. fingerprint i. parmak izi. fingertip i. parmak ucu. finicky s. titiz, kılı kırk yaran. finish f. 1. bitirmek; sona erdirmek; tamamlamak; bitmek; sona finish line ermek; tamamlanmak. spor finiş, bitiş. 2. k. dili öldürmek, işini bitirmek. 3. k. dili bitirmek, mahvetmek; bozmak; bitkin duruma getirmek. 4. finish off/up bitirmek. (bir müsabakada) ... gelmek: He finished first. Birinci geldi. i. 1. finish with 1. ilenihayet. son, işi bitmek: If you´ve 2. spor finished finiş, bitiş. with that 3. (ağaç computer, işlerinde) I´d like cila, perdah: finite to Thisuse it. s. 1. table O bilgisayarla sınırlı,has a lovely mahdut. işin bittiyse 2. finish. onu kullanmak Bu masanın cilası güzel. mat. sonlu. istiyorum. 2. ile ilişkisini kesmek/bitirmek/sona erdirmek: Aylin´s finished finite verb dilb. çekimli fiil. with Serkan. Aylin, Serkan´la ilişkisini kesti. fink i., argo 1. hain; ispiyoncu, ispiyon, gammaz, ihbarcı. 2. grev Finland kırıcı. i. Finlandiya. Finlander i. Finlandiyalı. Finn i. Finli. s. Fin. Finnish i. Fince. s. 1. Fin. 2. Fince. fiord i., bak. fjord. fir i. köknar. fire i. 1. ateş. 2. yangın. fire f. 1. (tüfek, top, v.b.´ni) ateşlemek; (silah) ateş almak. 2. fire a salute (kurşun, top,selamlamak. top atışıyla belirli bir el silah) atmak. 3. (toprak eşyayı) (fırında) pişirmek. 4. k. dili işten kovmak, sepetlemek. fire a shot bir el silah atmak. fire alarm yangın zili; yangın alarmı. fire brigade İng. itfaiye. fire department itfaiye teşkilatı. fire engine itfaiye arabası. fire escape yangın merdiveni. fire escape yangın merdiveni. fire extinguisher yangın söndürme aleti. fire hose yangın hortumu. fire hydrant yangın musluğu. fire insurance yangın sigortası. fire questions at (birini) soru yağmuruna tutmak. fire s.o. up (birini) gayrete getirmek. fire s.o. with enthusiasm for (bir iş için) (birini) şevke getirmek. fire s.t. up 1. (soba, kalorifer v.b.´ni) fayrap etmek. 2. (motoru) fire station çalıştırmak. itfaiye, itfaiye binası. fire the first shot ilk silah atan olmak. fire tower yangın kulesi. fire truck itfaiye arabası. firearms i. ateşli silahlar. fireboat i. yangın söndürme gemisi. firebrand i. 1. yanan odun parçası. 2. ortalığı karıştıran delifişek. firebrick i. yangın tuğlası. firebug i. kundakçı. firecracker i. kestanefişeği. firefly i. ateşböceği. fireman çoğ. fire.men (fay´ırmîn) i. itfaiyeci. fireplace i. şömine, ocak. fireplug i. yangın musluğu. fireproof s. yanmaz. fireside i. ocak başı. firewood i. odun. fireworks i. havai fişekler, kestanefişekleri, çatapatlar v.b. firing i. 1. (tüfek, top v.b.´ni) ateşleme; ateşlenme, ateş alma. 2. firing line (kurşun, top, belirli bir el silah) atma, atış. 3. (toprak eşyayı) ateş hattı. pişirme; pişim. 4. k. dili işten kovma, sepetleme. firing mechanism ateşleme mekanizması, ateşleme tertibatı. firing pin ateşleme iğnesi, ateşleme pimi. firing range atış alanı, poligon. firing squad idam mangası. firing squad ask. atış mangası. firm i. firma. firm s. 1. donmuş (jöle, pelte, çikolata v.b.). 2. sağlam; sallanmayan; firm offer kaymayan. 3. sıkı. 4. fiyatı değişiklik göstermeyen (hisse senedi, tic. kesin teklif. tahvil v.b.). f. 1. up -i sağlamlaştırmak, -i sağlama bağlamak. 2. firmament i. gök kubbe. (jöle, pelte, çikolata v.b.) donmak. 3. (fiyatlar) istikrara kavuşmak. firman i. ferman. firmness i. 1. (jöle, pelte, çikolata v.b.´ne özgü) donmuşluk. 2. sağlamlık. first 3. 1. s. sıkılık. 4. (fiyatlarda) ilk, birinci. 2. baş, en istikrar. büyük. i. ilk, birinci. z. 1. ilkin, evvela, first aid ilkönce, ilk yardım.önce. 2. ilk: When we first came here it was a village. İlk geldiğimiz zaman burası bir köydü. first aid tıb. ilk yardım. first and foremost en başta. first class birinci sınıf; birinci mevki. first class (taşıtta) birinci mevki. first floor zemin kat; İng. birinci kat. first floor 1. A.B.D. zemin kat. 2. İng. birinci kat. first impression ilk izlenim. first lady (A.B.D.´de) cumhurbaşkanının karısı. first lieutenant ask. üsteğmen. first lieutenant üsteğmen. first name ilk ad. first night gala, açılış gecesi. first person dilb. birinci tekil veya çoğul şahıs. first person dilb. birinci şahıs. first watch gecenin ilk nöbeti. firstborn i. ilk çocuk. s. ilk doğan. first-class s. 1. birinci mevkie ait, birinci mevki. 2. üstün, mükemmel; firstly birinci z. ilkin,sınıf, ekstra. evvela, z. birinci ilkönce, önce.mevkide. first-rate s. üstün, mükemmel; birinci sınıf, ekstra. firth i. (İskoçya´da) haliç. fiscal s. mali. fiscal year mali yıl. fiscal year mali yıl. fish i. (çoğ. fish, değişik türler için fish.es) balık. fish f. balık tutmak, balık avlamak. fish for dolaylı bir şekilde istemek/aramak. fish in troubled waters bulanık suda balık avlamak. fish or cut bait k. dili bir şeyi yapmak ya da ondan tamamıyla vazgeçmek: You fish story must either palavra, fish or masal, cut bait! Ya bu deveyi güdersin, ya da bu hikâye. diyardan gidersin! fishbone i. kılçık, balık kılçığı. fisherman çoğ. fish.er.men (fîş´ırmîn) i. balıkçı. fishing line olta, olta ipi, misina. fishing pole olta kamışı. fishing rod olta çubuğu. fishing tackle olta takımı. fishnet i. balık ağı. fishnet stocking file çorap. fishy s. 1. balık kokan; içinde balık tadı olan. 2. balığı çok. 3. k. dili fissile şüphe uyandıran: s. bölünebilir, There´s something fishy about this. Bu işte yarılabilir. bir bityeniği var. fission i., fiz. bölünüm, yarılım. fissure i. ince çatlak. fist i. yumruk. fisticuffs i. yumruklaşma, dövüşme. fit i. 1. nöbet, kriz: a fit of coughing öksürük nöbeti. fit s. 1. uygun. 2. (bedenen) formda olan, spor yapmaya hazır. fit f. (--ted, --ting) 1. -e göre olmak, -e yakışmak; -e uygun olmak; -i uydurmak, -i ayarlamak, -in uymasını sağlamak: This job fits you perfectly. Bu iş tam sana göre. The colors don´t fit. Renkler birbirine uymuyor. You should fit your remarks to the educational level of your listeners. Sözlerinizi dinleyicilerinizin fit for nothing hiçbir işe yaramaz, beş para etmez. fit like a glove tıpatıp uymak. fit s.o. out for birine (bir şey için) gerekli şeyleri sağlamak/tedarik etmek. fit to be tied k. dili çok öfkeli, babaları tutmuş, küplere binmiş, zıvanadan fitful çıkmış. s. kısa aralıklarla bölünen, kesintili, düzensiz. fitness i. 1. uygunluk, uygun olma. 2. (bedenen) formda olma, spor fitter yapmaya i. borucu, hazır olma. tesisatçı. fitting i. 1. terz. prova. 2. (rakor, manşon gibi) tesisat işlerinde five kullanılan s. beş. i. 1.parça; çoğ.rakamı beş, beş fitings.(5, 3.V). (bir) 2. aksesuar. isk. beşli. s. uygun. five-and-ten-cent fivefold store/ten-cent store/dime s., z. beş kat, beş misli. store/five-and-ten ucuz eşya satılan mağaza. fix i. fix f. 1. tamir etmek. 2. (sabitleştirecek bir şekilde) takmak, fix a place up yerleştirmek. bir yeri tamir 3. (tarih, miktar v.b.´ni) kararlaştırmak, tayin etmek. etmek. 4. (kahvaltı/öğle yemeği/akşam yemeği) hazırlamak. 5. fix o.s. up süslenmek, kendini süslemek. (saçını) yapmak. 6. (filmin) fiksajını yapmak. 7. k. dili şike fix on -i seçmek, yaparak -e karar (maçın) vermek.tayin etmek; rüşvet yedirerek sonucunu fix one´s attention on (mahkemenin) sonucunu tayin etmek. 8. k. dili gününü dikkatini -e çevirmek. fix one´s eyes on göstermek, hakkından gözünü -e dikmek. gelmek, çanına ot tıkamak. fix s.o. up with k. dili birine (bir şey) ayarlamak/sağlamak. fix s.o.´s wagon k. dili 1. birini mahvetmek. 2. birinin hakkından gelmek. fixation i. aşırı bağlılık, aşırı düşkünlük. fixed s. 1. sabit, değişmeyen. 2. k. dili şike/rüşvet yoluyla ayarlanmış. fixed asset sabit değer. fixed idea saplantı. fixed price sabit fiyat. fixings i., çoğ., k. dili (bir et yemeğini tamamlayan) diğer yemekler. fixture i. 1. (bir yapıya/odaya ait) sabit eşya. 2. İng., spor müsabaka. fizz f. (gazoz, soda, şampanya v.b.) fış fış/fışır fışır köpürdemek, fizzle fışırdamak, f. out k. dili fışıldamak. iyi başlayıp i.sonradan 1. (köpürensuyagazoz, düşmek. soda v.b.´nin çıkardığı) fışırtılı ses, fışırtı, fışıltı. 2. canlılık. fizzy s. karbonatlı (içecek). fjord i. fiyort. fl oz kıs. fluid ounce(s). flabbergast f., k. dili çok şaşırtmak, küçük dilini yutturmak. flabby s. 1. gevşemiş, gevşek (adale/doku). 2. cansız, güçsüz, ruhsuz, flaccid sönük. s., bak. flabby. flag (down) a taxi taksi çevirmek. flag i., bot. süsen, zambak. flag i. büyük ve yassı kaldırım taşı. f. (--ged, --ging) bu taşlarla flag döşemek. i. bayrak; sancak; bandıra; flama. f. (--ged, --ging) (down) flag bayrak/el sallayarak f. (--ged, --ging) (birini, başlamak, yorulmaya bir vasıtayı) durdurmak. kuvveti kesilmek. flagpole i. gönder, bayrak direği. flagrant s. göze batan (kötülük/ahlaksızlık); pervasız (suç işleyen kimse). flagrante delicto z., bak. in flagrante delicto. flagship i. 1. amiral gemisi. 2. bir şirket grubundaki en önemli şirket: The flagstaff Chicago i. gönder,Hilton bayrak is the flagship of the Hilton chain of hotels. direği. Şikago Hiltonu, Hilton otel zincirinin baş oteli. flagstone i. büyük ve yassı kaldırım taşı. flair i. 1. yetenek, kabiliyet. 2. içgüdü. flake i. 1. ince bir tabaka halinde olan parça. 2. ince bir tabaka flambeau halindeki i. meşale.kar tanesi. f. (off/away) (boya tabakaları v.b.) kabarıp dökülmek; tabaka halinde dökülmek. flamboyant s. 1. frapan, göze çarpan (renk). 2. aşırı davranışlarından dolayı flame göze çarpan i. 1. alev, (kimse). yalaz. 2. k. dili sevgili. f. alev alev yanmak. flamethrower i. alev makinesi. flamingo i. (çoğ. --s/--es) zool. flamingo. flammable s. yanıcı. Flanders i. Flandra. flange i. flanş. flank i. 1. böğür. 2. ask., den. yan. f., ask. 1. yandan kuşatmak. 2. yan flank attack saldırısı ask. yanyapmak, saldırısı,yan yantaarruzu yapmak. taarruzu. flanking action ask. yan hareketi. flannel i. 1. flanel. 2. pazen. 3. İng. elbezi; sabun bezi, sabunluk. 4. İng. flannelette saçma, i. pazen.palavra. flap i. 1. (kanat) çırpma, çırpıntı, çırpış. 2. (bayrak, yelken v.b.) flare dalgalanma. f. 1. parlamak, 3. alevlenmek. (zarfa ait) kapak. 4. (kaskette) 2. parlamak, kulaklık.3.5. ışık saçmak. (çadıra (etekler) ait) etek. kabarmak. 6. (uçağın 4. 2. kanadındaki) up(işaret parlamak, kanatçık. öfkelenmek. i. 7. 1. (masaya ask. flash f. 1. (şimşek) çakmak. vermek için) (ışıkları) yakıp ait) kanat. aydınlatma f. (--ped, cephanesi. --ping) 2. 1. den. (kuş) işaret(kanatlarını) fişeği. çırpmak. 2. flash söndürmek. i. 1. ani bir 3. büyük bir parıldama. 2. hızla geçmek. flaş, kısa fakat4. bir anbir önemli içinhaber. göstermek. 3. (bayrak, yelken v.b.) (rüzgârda) dalgalanmak. flash flood foto. flaş aygıtı, aniden gelen sel. flaş. 4. cep feneri. flash in the pan saman alevi gibi bir şey. flash through one´s mind birden aklından geçmek. flashback i. geriye dönüş. flashbulb i., foto. flaş ampulü. flashgun i., foto. flaş lambası, flaş. flashing i. etek, yağmur sularına karşı konulan saç örtü. flashlight i. el feneri. flashy s. frapan, göze çarpan. flask i. 1. cep şişesi; matara. 2. kim. balon (cam kap). flat s. (--ter, --test) 1. düz; yassı. 2. yavan, tatsız. 3. müz. bemol. 4. flat gazı gitmiş (meşrubat/bira/şampanya). i. apartman dairesi, daire. flat i. 1. düzlük, geniş düz yer. 2. müz. bemol. flat broke k. dili meteliksiz, züğürt. flat on one´s back yatalak. flat rate tek fiyat. flat tire patlak lastik. flatcar i., d.y. açık yük vagonu. flat-footed s. düztaban. flatiron i. ütü. flatten f. yassılaştırmak, yassıltmak, yassılatmak; ezmek. flatter f. pohpohlamak, koltuklamak, samimi olmayan iltifatlarda flatterer bulunmak. i. pohpohçu. flattery i. pohpohlama. flattop i. alabros saç. flaunt f. göz önüne sermek, sergilemek. flautist i., müz. flütçü. flavor i. 1. (duyum olarak) tat, lezzet. 2. lezzetli bir tat, çeşni. 3. çeşit: flavorful Their ice cream comes in twenty flavors. Onların dondurmasının s. lezzetli. yirmi çeşidi var. 4. (belirli bir) nitelik. f. (bir yiyeceğe) tat flavoring i. yemeğe tat veren şey, tatlandırıcı. vermek için (bir şey) katmak: She flavored it with vanilla. Tat flavour i., f., İng., vermek bak. için onaflavor. vanilya kattı. flaw i. kusur; (kumaşta/giyside) defo. flawed s. kusurlu; defolu. flawless s. kusursuz; defosuz. flax i., bot. keten. flaxen s. sarı, lepiska. flaxseed i. ketentohumu. flay f. 1. (derisini) yüzmek. 2. fena halde azarlamak, haşlamak. flea i. pire. fleck i. 1. nokta, benek, leke. 2. çok ufak parça. fled f., bak. flee. fledgling i. 1. tüyleri henüz bitmiş yavru kuş. 2. k. dili acemi çaylak, bir flee işe yeni kaçmak; f. (fled) başlayanfirar kimse. etmek. fleece i. 1. (bir koyunun üstünde biten) yünün tümü. 2. (bir koyundan fleecy kırkılan) s. 1. uzunyünün tüylü tümü. f. 1. (koyunu) yün kümelerine kırkmak. benzeyen. 2. 2. k. dili uzun (hile tüylü ile) yünle soyup kaplı. soğana çevirmek; kazıklamak. fleet i. filo, donanma. fleet s. hızlı. fleeting s. çabuk geçen, uçup giden; geçici, fani. Fleming i. Flaman. Flemish i. Flamanca. s. 1. Flaman. 2. Flamanca. flesh i. et. flesh color ten rengi. flew f., bak. fly. flex f. (kası) bükmek. flexibility i. esneklik, elastikiyet. flexible s. esnek, elastiki. flick i. 1. çabuk bir sallama hareketi: a flick of the fingers bir fiske. a flick one´s fingers flick fiskeofatmak. the wrist çabuk ve kesik bir el sallama. 2. k. dili (sinema salonunda gösterilen) film. f. çabuk bir sallama hareketinde flick one´s wrist çabuk ve kesik bir şekilde elini sallamak. bulunmak. flicker i. 1. titreşim, titreme. 2. ufacık bir belirti: He suddenly felt a flier flicker of hope. i. 1. pilot. Birdenbire ufacık bir umut duydu. f. 1. 2. el ilanı. (ışık/gölge) oynamak. 2. titreyen alevlerle/bir alevle yanmak. flight i. 1. uçuş, uçma. 2. kaçış; firar. flight of fancy hayal, hayal kurma. flight of stairs 1. (bir kattan başka bir kata giden) merdiven. 2. (bir kattan flighty merdiven sahanlığına s. hercai; havai; kadar giden) merdiven bölümü. kaprisli. flimsy s. 1. dayanıksız; çürük; derme çatma. 2. uydurma olduğu belli, flinch uyduruk, uydurmasyon. f. (darbe yememek için) (vücudunu, vücudunun bir parçasını) fling geri veya bir yana çekmek. f. (flung) 1. fırlatmak, hızla atmak. 2. (kollarını) savurmak. i. fling back open (pencereyi/kapıyı) hızla açmak. fling o.s. into (bir işe) dört elle sarılmak, balıklama dalmak. flint i. çakmaktaşı. flip f. (--ped, --ping) 1. fiske atmak. 2. k. dili çıldırmak, keçileri flip a coin kaçırmak. 3. over k. dili -e hayran olmak. s., k. dili saygısız, yazı tura atmak. küstah. flip one´s lid k. dili 1. çok kızmak, tepesi atmak, küplere binmek. 2. flip one´s lid çıldırmak, keçileri kaçırmak. 3. over -e hayran olmak. argo çıldırmak. flip-flop i. tokyo. flippant s. saygısız, küstah. flipper i. 1. (deniz kaplumbağalarında ve yüzen memelilerde) yüzgeç. flirt 2. (yüzmek f. (with) için kullanılan) (erkek) (kadına) âşıkpalet. gibi davranmak; (kadın) (erkeğe) flit cilve yapmak. f. (--ted, --ting)i.1. kadınlara âşık rolü oradan oraya yapmayı uçmak. seven 2. -den erkek; hızla geçmek. erkeklere cilve yapmayı seven kadın. float i. 1. olta mantarı. 2. şamandıra, flotör. 3. duba. f. 1. su floating yüzünde/havada s. su yüzünde/havada yüzmek/gitmek. yüzen. 2. (gemiyi) yüzdürmek. 3. (bir şeyin) su yüzünde yüzerek bir yere gitmesini sağlamak; su floating assets tic. cari aktifler. yüzünde götürmek; yüzdürmek. 4. hisseleri satarak (bir şirket) floating capital tic. döner kurmak. 5.sermaye. (döviz kurunu) dalgalanmaya bırakmak. 6. boş verip floating dock her yüzerşeyi oluruna bırakmak. havuz. floating population gelip geçici nüfus. flock i. sürü. f. sürü halinde toplanmak. floe i. denizde yüzen üstü düz buz kütlesi. flog f. (--ged, --ging) kırbaçlamak. flood i. sel; su baskını, taşkın. f. 1. sel basmak; su basmak. 2. sel gibi flood plain akmak. 3. oto. coğr. taşkın (motoru) ambale etmek. yatağı. flood tide kabarma, met. floodgate i. bent kapağı. floodlight i. projektör. floor i. 1. taş/tahta döşeme, yer, zemin. 2. (binadaki) kat. f. 1. floor lamp taş/tahta döşemek. ayaklı lamba, 2. vurup yere yıkmak. 3. k. dili şaşırtmak, abajur. küçük dilini yutturmak. floor plan mim. kat planı. floor show eğlence programı. floorboard i. döşeme tahtası. f., k. dili (motorlu taşıtın) gaz pedalına sonuna flooring kadar basmak, alabildiğine gazlamak. i. döşemelik. floorwalker i. büyük mağazalarda işi idare eden ve müşterilere yardımcı floozy olmak üzere i., k. dili dolaşan hayat kadını,görevli. fahişe. flop f. (--ped, --ping) 1. çırpınmak. 2. k. dili başaramamak. 3. (bir flophouse şeyi) birden sertçe i. berduşların bırakıvermek. kalabileceği i., k. dili başarısızlık, yurt; berduşların kaldığı otel.fiyasko. floppy s. yumuşak ve kenarları sarkık. floppy disk bilg. disket, esnek disk. flora çoğ. --s (flor´ız)/--e (flor´i) i. flora, bitey, bitki örtüsü. floral s. çiçeklere ait. florid s. 1. tumturaklı (yazı); fazla süslü. 2. kırmızı (yüz/yanak). florist i. çiçekçi, kesme çiçek satılan dükkânı işleten kimse. floss i. diş ipliği. f. (diş aralarını) iplikle temizlemek. flossy s., k. dili şatafatlı. flotation i. 1. yüzme; yüzdürme. 2. tic. (senetleri) ihraç etme. flotsam i. flotsam and jetsam denizde yüzen veya kıyıya vuran şeyler. flounce f. 1. into -e bir hışımla girmek. 2. out bir hışımla çıkmak. flounce i. fırfır, farbala. flounder i. dilbalığı. flounder f. 1. debelenmek, çırpınmak. 2. bata çıka ilerlemek. 3. flour bocalamak. i. un. flourish f. 1. gelişmek, büyümek; ilerlemek. 2. sallamak. i. gösterişli bir flout hareket. f. hor görmek; reddetmek; itaat etmemek. flow f. 1. akmak. 2. (saç) sarkmak. 3. (elbise/kumaş) (belirli bir flower şekilde) i. çiçek. f.dökülmek, düşmek, çiçeklenmek, çiçekdurmak, vermek,oturmak. i. akış. çiçek açmak. flower bed çiçek tarhı. flower girl 1. çiçekçi kız. 2. nikâh töreninde çiçek taşıyan küçük kız. flowerpot i. saksı. flowers of sulfur kükürtçiçeği. flower-seller i. (sokakta çiçek satan) çiçekçi. flowery s. 1. çiçekli, çiçeği çok. 2. süslü (yazı/sözler/üslup). flowing s. 1. akan. 2. akıcı. flown f., bak. fly. flu i. grip. fluctuate f. 1. yükselip alçalmak; inip çıkmak. 2. değişmek. 3. tic. fluctuation dalgalanmak. i. 1. yükselip alçalma; inip çıkma. 2. değişme. 3. tic. flue dalgalanma. i. büyük bir baca içindeki birkaç ayrı duman yolunun her biri; duman yolu. fluency i. (dilde) akıcılık. fluent s. akıcı (yazı/üslup); akıcı bir şekilde konuşan (biri). fluently z. akıcı bir şekilde. fluff i. (halıdan/kumaştan dökülmüş) hav. f. (tüylerini/saçını) fluffy kabartmak. s. tüyleri kabarık. fluid s. akıcı; akışkan. i. sıvı; akışkan. fluid ounce A.B.D. 29,57 cc.; İng. 28,41 cc. fluke i. (bir) şans, şans eseri. flung f., bak. fling. flunk f., k. dili 1. (sınavda) çakmak; çaktırmak. 2. (sınıfta) kalmak; flunk out (sınıfta) bırakmak. başarısızlıktan dolayı okulu bırakmak zorunda kalmak. flunky i. 1. birinin emirlerine koşan, uşak, piyon. 2. dalkavuk. fluorescent s. floresan. fluorescent light 1. floresan lamba, floresan. 2. floresan ışık. fluoride i., kim. flüorür. flurry i. 1. kısa süren hafif bir kar yağışı. 2. kısa süren bir flush heyecan/telaş. 3. tic. borsada s. 1. düz, aynı hizada olan. 2. k.kısa dilisüren bir fiyat üzerinde yükselişi/inişi. bol para olan. f. 1. flush s.o. out (av kuşunu) birini ürkütüp saklandığı yerdenuçurmak. 2. (yüzü) kızarmak; (yanaklarını) çıkarmak. kızartmak. i. (yüzde) kızartı. flush s.t. down the toilet bir şeyi tuvalete atıp sifonu çekmek. flush tank (tuvalete ait) rezervuar. flush the toilet sifonu çekmek. fluster f. (birini) heyecanlandırıp şaşırtmak. i. heyecanlı ve şaşkın bir flute hal. i. 1. müz. flüt, flavta. 2. mim. (sütundaki) yiv. fluted column mim. yivli sütun. fluting i., mim. (sütundaki) yiv/yivler. flutter f. 1. (kanatlarını) çırpmak. 2. çırpınmak. 3. (rüzgârda) titremek flux veya i. akış.hafifçe dalgalanmak. 4. çabuk çabuk sallamak. 5. çırpınır gibi düşmek. i. 1. çırpınma, çırpınış. 2. (rüzgârda) titreme veya fly i. 1. sinek. 2. erkek pantolonunun önündeki fermuar veya hafifçe dalgalanma. fly düğmelerle f. (flew, flown)açılıp kapananuçurmak. 1. uçmak; bölüm: Your fly´s open. 2. uçakla gitmek. 3. çok Pantolonunun çabuk gitmek. önü 4. açık. akıp gitmek. 5. (bayrak) dalgalanmak. (zaman) fly a kite uçurtma uçurmak. fly at birdenbire üstüne saldırmak. fly at s.o.´s throat birine birdenbire (sözlerle) saldırmak. fly away uçup gitmek. fly blind 1. kör uçmak. 2. (tecrübesizlik veya birtakım eksiklikler fly by the seat of one´s yüzünden) sadece (tecrübesizlik veyaiçgüdülerine dayanarak birtakım eksiklikler idare etmek. yüzünden) sadece pants fly in the face of içgüdülerine -i hiçe saymak. dayanarak idare etmek. fly into a rage küplere binmek, hiddetlenmek. fly into a tantrum (hiddetten) bağırıp çağırıp tepinmeye başlamak. fly into a temper k. dili hemen öfkelenmek. fly low alçaktan uçmak. fly off uçup gitmek. fly off the handle küplere binmek, tepesi atmak, çok kızmak. fly off the handle k. dili zıvanadan çıkmak, köpürmek, tepesi atmak. fly swatter sineklik. fly the coop k. dili kaçmak, sıvışmak, tüymek. fly/go off on a tangent k. dili (önemsiz/ilgisiz bir şeye takılarak) asıl konudan fly-by-night ayrılmak/uzaklaşmak, s. güvenilmez. amaçtan sapmak. flyer i., bak. flier. flying i. 1. uçma, uçuş; uçurma. 2. havacılık; pilotaj; pilotluk. s. 1. flying buttress uçan. mim. 2. havacılıkla dayanma ilgili. kemeri. flying saucer uçan daire. flypaper i. sinek kâğıdı. flyweight i., boks sinekağırlık, sineksıklet. flywheel i. volan, düzenteker. foal i. tay. f. tay doğurmak. foam i. köpük. f. köpürmek. foam at the mouth 1. ağzı köpürmek. 2. çok öfkeli olmak, köpürmek. foam rubber sünger. foamy s. köpüklü. fob kıs. free on board tic. fob (gemide/trende teslim). focal s., fiz. odaksal, mihraki. focal point odak noktası. focus çoğ. --es (fo´kısız)/fo.ci (fo´say) i. odak. f. (--ed/--sed, --ing/-- focus one´s attention on sing) odaklamak. -e dikkatini çevirmek. fodder i. (saman/ot gibi) hayvan yemi. foe i. düşman, hasım. foetal s., bak. fetal. foetid s., bak. fetid. foetus i., bak. fetus. fog i. sis. f. (--ged, --ging) buğulanmak; buğulandırmak. foggy s. sisli. I don´t have the foggiest idea. Hiç fikrim yok. foghorn i. sis düdüğü. fogy i. örümcek kafalı kimse. foible i. zaaf, zayıf yön. foil f. set çekmek, önlemek. foil i. 1. alüminyum folyo, folyo. 2. (altın, kalay v.b. madenleri foil döverek i., eskrimoluşturulan) flöre. varak, yaprak. foist f. 1. on -e zorla kabul ettirmek, -in başına yıkmak: foist a job -fold (off) sonek onkat, s.o.misil, bir işikere: birinin başınas.yıkmak. fivefold 2. beş beş misli, on -e kakalamak. 3. kat. in/into -e sokuşturmak, -e kurnazlıkla koymak. fold f. 1. katlamak; katlanmak. 2. sarmak. 3. yavaş yavaş katmak. 4. fold k. diliağıl. i. 1. (işyeri) temelli 2. koyun kapanmak; iflas etmek, topu atmak. i. 1. sürüsü. kat, kıvrım. 2. jeol. kıvrım. fold one´s arms kollarını kavuşturmak. folder i. 1. dosya. 2. broşür. folding chair katlanır iskemle. folding door katlanır kapı; akordeon kapı, armonik kapı, körüklü kapı. foliage i. bitki yaprakları; yeşillik. foliage plant yapraklarının güzelliği için yetiştirilen süs bitkisi. folk i. 1. halk. 2. çoğ. insanlar, kimseler. 3. çoğ., k. dili akrabalar, folk dance aile, halkana baba. oyunu. folk literature halk edebiyatı. folk song halk şarkısı. folklore i. folklor. follow f. 1. takip etmek, izlemek. 2. anlamak, kavramak. follow in s.o.´s footsteps bir kimsenin izinde olmak. follow one´s nose 1. dosdoğru gitmek. 2. sezgileriyle/sezgilerine dayanarak follow s.o.´s advice hareket etmek.dinlemek. birinin sözünü follow suit aynı şeyi yapmak: When Derya got herself a telephone, Hülya follow the lead of s.o. followed suit. Derya birinin ardından kendine telefon alınca Hülya da aynı şeyi gitmek. yaptı. follow through 1. (bir işin) sonunu getirmek. 2. spor (belirli bir beden follow through hareketini) 1. on (bir işin)sonuna sonunukadar yapmak.2. ask. harekete geçerek getirmek. düşmanı sıkı bir şekilde takip etmek. follow up (başka bir şey yaparak) (bir şeyi) tamamlamak. follower i. taraftar, yandaş. following i. taraftarlar, yandaşlar. s. aşağıdaki; -den sonraki. edat -den folly sonra, -i müteakip. i. delilik, budalalık. foment f. 1. kışkırtmak. 2. teşvik etmek. fomenter i. kışkırtıcı, tahrikçi. fond s. 1. fazla müsamahakâr. 2. sevgi dolu. fond memories güzel hatıralar. fondle f. okşamak, sevmek. fondly z. sevgiyle, şefkatle. fondness i. 1. düşkünlük. 2. fazla müsamaha. fondue i. fondü. font i. vaftiz kurnası. font i., matb., bilg. font. food i. yemek, yiyecek; gıda, besin. foodstuff i. yiyecek, gıda maddesi. fool i. ahmak, budala, enayi, aptal. fool f. 1. aldatmak. 2. şaka yapmak. fool around k. dili 1. vaktini boşa geçirmek; vaktini çalışacağına eğlenmekle fool´s gold geçirmek. pirit. 2. with ile oynamak. 3. with bir hobi olarak (bir şey) ile ilgilenmek. fool´s paradise hayaller üzerine kurulmuş mutluluk. foolhardy s. kendini/diğerlerini boş yere tehlikeye atan. foolish s. ahmak, budala, aptal (kimse); ahmakça, budalaca, aptalca foolishness (şey). i. ahmaklık, budalalık, aptallık. foolproof s. 1. sağlam ve kullanılması kolay. 2. çok sağlam, dört dörtlük, foot mükemmel. çoğ. feet (fit) i. 1. ayak. 2. (dağ/tepe için) dip. 3. (karyolanın) foot ayakucu. f. 4. fut (30,4 cm.). I wouldn´t touch that with a ten-foot pole. Ona hiç yaklaşmam. keep one´s feet düşmemek. foot it yaya gitmek. foot the bill k. dili parasını vermek. foot the bill hesabı ödemek. football i. 1. Amerikan futbolu. 2. İng. futbol. footboard i. (karyolanın) ayakucundaki tahta. footbridge i. yaya köprüsü. footed s. ayaklı: a four-footed animal dört ayaklı bir hayvan. foothills i., çoğ. sıradağların veya bir dağın uzantısı olan tepeler. foothold i. ayak basacak yer. footing i. ayak basacak yer. footlights i., tiy. ramp ışıkları. footlocker i. küçük sandık. footloose s. serbest, başıboş. footnote i. dipnot. f. dipnot koymak. footpath i. patika. footprint i. ayak izi. footsore s. yürümekten ayakları şişmiş/yaralanmış/ağrıyan. footstep i. 1. adım. 2. ayak sesi. 3. ayak izi. footway i., İng. yaya kaldırımı, kaldırım. footwear i. ayakkabılar; ayağa giyilen şeyler. fop i. züppe. for edat 1. için, -e. 2. uğruna. 3. şerefine. 4. -den dolayı. 5. -e karşı. for (all) the world bağ. k. diliçünkü, dünyayı zira. verseler: She wouldn´t do that for the world. Dünyayı verseler onu yapmaz. for a change değişiklik olsun diye. for a song çok ucuza, yok pahasına. for a variety of reasons çeşitli nedenlerden dolayı. for ages uzun bir zaman, senelerce, çoktan beri. for all one is worth k. dili var kuvvetiyle/gücüyle: She was running for all she was for all that worth. her şeye Varrağmen. kuvvetiyle koşuyordu. for all the world like k. dili gerçekten/hakikaten ... gibi: He looks for all the world like for appearances´ sake his grandfather. görünüşü Tıpkı için. kurtarmak büyükbabasına benziyor. for aught I care ... bana ne, ... beni hiç ilgilendirmez: He can do it for aught I for aught I know care! benim Varsın yapsın, bildiğime bana göre, ne! kadarıyla: She´s still in Rome for bildiğim for better or for worse aught I know. Benim bildiğime göre hâlâkanca iyi de olsa, kötü de olsa; anca beraber Roma´da. beraber. for certain muhakkak, kesinlikle. for dear life k. dili vargücüyle. for effect gösteriş için. for ever sonsuza kadar, ebediyen. for ever and a day k. dili ilelebet, daima. for ever and ever ilelebet, ebediyen. for example örneğin, mesela. for fear of korkusundan, korkusuyla, -den korkarak. for free k. dili bedava, parasız. for fun 1. zevk için. 2. şakadan. for good 1. kesinlikle, resmen. 2. sonsuza dek. for good temelli olarak. for good measure fazladan, ek olarak. For goodness sake! Allah aşkına! for heaven´s sake Allah aşkına. For heaven´s sake! Allah aşkına! for hire kiralık. for instance örneğin, mesela. for keeps her zaman için, temelli olarak, sonuna kadar. for life ömür boyu. for luck uğur getirsin diye. For mercy´s sake! Aman!/Allah aşkına! for months aylarca. for my part kendi hesabıma, bana kalırsa. for my part bana kalırsa, bence. for my sake hatırım için. for nothing 1. parasız, bedava. 2. boş yere, boşuna. for once bir kere. for once bir kerelik, bu sefer. For one thing ..., and for Sebepler sıralanırken kullanılır: I don´t want to go. For one another ...: for pity´s sake thing Allah it´s too cold, and for another I´m tired. Gitmek aşkına. istemiyorum. Evvela dışarısı fazla soğuk, ayrıca yorgunum. for s.o. to be impractical pratik davranmamak. for sale satılık. For shame! Ne ayıp! for starters k. dili ilkin, evvela. for sure kesin: That´s for sure! Orası kesin! for that matter 1. ona gelince. 2. hatta. for the asking istersen: It´s yours for the asking. Alabilirsin.: If you want to for the birds use mysaçma. k. dili boat on Mondays, it´s yours for the asking. Teknemi pazartesileri kullanmak istersen alabilirsin. for the life of me vallahi. for the life of me hiç, ne yaptıysam. for the love of ... ... aşkına, ... hatırı için. for the most part genellikle. for the most part çoğunlukla. for the present şimdilik. for the public weal 1. umumun refahı için. 2. kamu yararına. for the purpose of -mek amacıyla. for the sake of argument varsayalım ki, farz edelim ki. for the sake of clarity anlaşılsın diye. for the time being şimdilik. for weeks haftalarca. for what/whatever it´s worth k. dili işinize yarar mı, bilmiyorum: Here´s what I heard, for for/on sale whatever satılık. it´s worth. İşinize yarar mı, bilmiyorum, ama duyduğum bu. forage f. 1. karıştırarak aramak. 2. aramak; toplamak. foray i. 1. akın, baskın. 2. dalma, girme. forbade f., bak. forbid. forbear f. (for.bore, for.borne) 1. (merhametten/şefkatten dolayı) (bir forbid şeyi) yapmamak. f. (for.bade, --den,2.--ding) (from)yasaklamak, kendini (bir yasak şey yapmaktan) etmek. alıkoymak. forbidden s. yasak, yasaklanmış. forbidding s. 1. sert, haşin. 2. ürkütücü, korku veren. forbore f., bak. forbear. forborne f., bak. forbear. force i. güç, kuvvet; zor. force f. zorlamak; mecbur etmek. force a smile zorla gülümsemek. force majeure fors majör, zorlayıcı neden. force s.o. at gunpoint tabancayla/tüfekle birini zorlamak. force the door kapıyı zorlamak. forced labor zorla çalıştırma, angarya. forced labor angarya. forced landing hav. mecburi iniş. forced march ask. cebri yürüyüş. forced sale mecburi satış. forceful s. güçlü, kuvvetli. forceps i., tıb. forseps. forcible s. 1. zora dayanan. 2. güçlü, etkili. forcibly z. zorla. ford i. ırmakta yürüyerek geçilen sığ yer, geçit. f. sığ yerden fore yürüyerek s. öndeki. i.geçmek. ön. fore- önek ön; önceden; önceki. forearm i., anat. önkol, kolun dirsekle bilek arasındaki bölümü. forebear i. ata, cet. forebode f. 1. önceden haber vermek. 2. (özellikle uğursuz bir şeyi) foreboding önceden i. kötü birhissetmek. şeyin meydana geleceğini önceden hissetme, önsezi. forecast f. (fore.cast/--ed) önceden tahmin etmek. i. tahmin. forecastle i., den. baş kasarası. foreclose f., huk. parayı ödemediği için ipotekli malı sahibinin elinden forefather almak. i. ata, cet. forefinger i. işaret parmağı. forefoot çoğ. fore.feet (for´fit) i. ön ayak. forefront i. en öndeki yer; ön plan. foregone s. foregone conclusion önceden belli olan sonuç. foreground i. ön plan. forehand i., tenis sağ vuruş. s. sağ vuruşla yapılan. forehead i. alın. foreign s. yabancı, ecnebi; dış. Foreign Affairs Dışişleri. foreign affairs dışişleri. foreign exchange döviz. foreign exchange döviz. foreign minister dışişleri bakanı. foreign parts yabancı/dış ülkeler. foreign trade dış ticaret. foreigner i. yabancı, ecnebi. foreknowledge i. önceden bilme. forelady i. işçibaşı kadın. foreleg i. (hayvanlarda) ön ayak. foreman çoğ. fore.men (for´mîn) i. 1. işçibaşı; ustabaşı. 2. huk. jüri foremost başkanı. s. başta gelen, en öndeki. z. başta. forename i. ilk isim; küçük isim. forensic s. 1. mahkemeye ait. 2. münazaraya ait, hitabetle ilgili. forensic medicine adli tıp. forensics i. münazara sanatı. foreplay i. cinsel ilişkiden önce oynaşma, peşrev, ön oyun. forerunner i. 1. haberci; önden gelen. 2. selef, öncel. foresee f. (fore.saw, --n) önceden görmek, önceden sezmek. foreshadow f. (birinin/bir şeyin) habercisi olmak. foresight i. öngörü, ileri görüş; basiret, sağgörü. foreskin i., anat. sünnet derisi. forest i. orman. f. ağaç dikip orman haline getirmek, ağaçlandırmak, forest ranger ormanlaştırmak. devlet ormanlarında görevli ormancı. forestall f. erken davranıp önlemek. forester i. orman mühendisi, ormancı. forestry i. orman mühendisliği, ormancılık. foretaste i. önceden alınan tat. foretell f. (fore.told) önceden haber vermek; kehanette bulunmak. forethought i. önceden düşünme. forever z. 1. sonsuza kadar, ebediyen. 2. hep, durmadan. forewarn f. önceden uyarmak/ikaz etmek. forewoman çoğ. fore.wom.en (for´wîmîn) i. 1. işçibaşı kadın, işçibaşı. 2. huk. foreword kadın i. önsöz.jüri başkanı. forfeit i. ceza, bedel. f. ceza olarak kaybetmek. forgave f., bak. forgive. forge i. demirci ocağı, demirhane. f. 1. demiri ocakta kızdırıp işlemek, forge dövmek. f. 2. oluşturmak, yapmak. 3. sahtesini yapmak. forge ahead 1. hızla ilerlemek. 2. öne geçmek. forger i. 1. bir şeyin sahtesini yapıp orijinal olduğunu ileri süren kimse. forgery 2. sahtekâr; i. 1. bir şeyinkalpazan. sahtesini yapıp orijinal olduğunu ileri sürme. 2. sahtekârlık; kalpazanlık. 3. sahte şey. forget f. (for.got, for.got.ten, --ting) unutmak. forgetful s. unutkan. forgetfulness i. unutkanlık. forget-me-not i., bot. unutmabeni. forgive f. (for.gave, --n) affetmek, bağışlamak. forgiven f., bak. forgive. forgivingness i. bağışlama, af. forgo f. (for.went, for.gone) vazgeçmek, bırakmak. forgone f., bak. forgo. forgot f., bak. forget. forgotten f., bak. forget. fork i. 1. çatal. 2. bahç. bel. 3. yolun/nehrin çatallaşan yer veya kolu, forked çatal. f. 1. çatallaşmak. 2. bahç. bellemek. s. çatallı. forklift i. forklift. forlorn s. 1. yalnız, ümitsiz ve üzgün. 2. terkedilmiş ve harap. form i. 1. şekil, biçim. 2. spor form. 3. form, doldurulmak üzere form a government hazırlanmış hükümet kurmak.basılı belge. 4. İng. (okullarda) sınıf. f. 1. şekil vermek, biçim vermek, biçimlendirmek. 2. oluşturmak, teşkil form a habit alışkanlık edinmek, âdet edinmek. etmek; oluşmak. 3. düzenlemek, tertip etmek, kurmak: That form a line sıra partyolmak, sıraya to was unable girmek. form a government. O parti hükümet form a single file kuramadı. 4. yapmak: tek sıra olmak, birbiri He formed ardınca those boys into soldiers. O sıralanmak. form an opinion çocukları alıp fikir edinmek. birer asker yaptı. Form the dough into little balls. Bu hamurdan ufak topaklar yap. How do you form the plural of formal s. this1.noun? resmi.Bu 2. ismin biçimsel. çoğulu nasıl yapılır? formalise f., İng., bak. formalize. formality i. 1. resmiyet. 2. formalite. formalize f. 1. resmileştirmek, resmiyete dökmek. 2. biçimlendirmek, format biçim/şekil vermek. i., bilg. biçim, format. f. (--ed/--ted, --ing/--ting) bilg. biçimlemek, formated diskette format formatlı disket.formatlamak. etmek, formation i. 1. oluşma; oluşturma, teşkil. 2. şekil verme, biçim verme, formative biçimlendirme. s. şekil veren, biçim3. ask. düzen. veren, biçimlendiren. former s. 1. eski, önceki. 2. the birinci, ilk, ilk söylenen. formerly z. eskiden. formidable s. zor, güç, müşkül; aşılması zor. Formosa i. Formoza. Formosan i. Formozalı. s. 1. Formoza, Formoza´ya özgü. 2. Formozalı. formula çoğ. --s (fôr´myılız)/--e (fôr´myıli) i. 1. reçete. 2. mat., kim. formulate formül. f. kesin ve açık olarak belirtmek. fornicate f. evlilik dışı cinsel ilişkide bulunmak, zina etmek. forsake f. (for.sook, for.sak.en) 1. vazgeçmek. 2. yüzüstü bırakmak, forsaken terketmek. f., bak. forsake. forsook f., bak. forsake. forswear f. (for.swore, for.sworn) bırakmak için yemin etmek, tövbe forswore etmek. f., bak. forswear. forsworn f., bak. forswear. fort i. kale, hisar. forte i. birinin en iyi yaptığı iş; birinin asıl uzmanlık alanı. forth z. ileri, dışarı, dışarıya doğru. forthcoming s. gelecek, önümüzdeki. forthright s. 1. açıksözlü. 2. içten, samimi. 3. doğrudan. forthwith z. hemen, derhal. fortieth s., i. 1. kırkıncı. 2. kırkta bir. fortification i., ask. 1. tahkimat. 2. tahkimat yapma. fortify f. 1. -de tahkimat yapmak. 2. -e moral vermek. fortitude i. metanet. fortnight i. iki hafta, on beş gün. fortress i. büyük kale, büyük hisar. fortuitous s. rastlantı sonucu olan, tesadüfi. fortunate s. şanslı, talihli. fortunately z. iyi ki, çok şükür, Allahtan, bereket versin. fortune i. 1. kısmet, kader; şans, talih. 2. servet. fortuneteller i. falcı. forty s. kırk. i. kırk, kırk rakamı (40, XL). forty winks kısa süren uyku, şekerleme. forum çoğ. --s (for´ımz)/fo.ra (for´ı) i. forum. forward f. 1. ilerletmek. 2. göndermek, sevketmek, yeni adrese forward göndermek. s. 1. ileride olan, öndeki, ön; ileri. 2. küstah, şımarık. i., futbol forward forvet. z. ileri doğru, ileri. forwarding agent nakliye acentesi. forwards z., bak. forward. forwent f., bak. forgo. fossil i. fosil, taşıl. fossilise f., İng., bak. fossilize. fossilize f. fosilleşmek, taşıllaşmak; fosilleştirmek, taşıllaştırmak. foster f. beslemek, büyütmek, bakmak. foster child evlatlık. foster parents evlatlığa bakan ana baba. fought f., bak. fight. foul s. 1. kirli, pis. 2. iğrenç, tiksindirici. 3. kötü, fena. 4. birbirine foul karışmış (ipler, pisletmek. f. 1. kirletmek, zincirler v.b.). i., karışmak. 2. ile spor faul. 3. spor faul yapmak. foul play cinayet, suikast. foulmouthed s. ağzı bozuk, küfürbaz. found f., bak. find. found f. kurmak. found f. kalıba dökmek. foundation i. 1. kurma, tesis etme. 2. temel. 3. temel, esas. 4. kurum, vakıf. founder 5. fondöten. i. kurucu. founder i. dökümcü, dökmeci. foundling i. buluntu, terkedilip sokakta veya başka bir yerde bulunan foundry bebek. i. dökümhane. fount i. pınar, kaynak, çeşme. fountain i. 1. fıskıye. 2. çeşme. fountain pen dolmakalem. fountain pen dolmakalem, stilo. fountainhead i. 1. pınar başı, kaynak, memba. 2. asıl kaynak. four s. dört. i. dört, dört rakamı (4, IV). four corners of the earth dünyanın dört bucağı. foursquare s. cesur, güvenilir ve inançlı. fourteen s. on dört. i. on dört, on dört rakamı (14, XIV). fourth s., i. 1. dördüncü. 2. dörtte bir. fowl i. (çoğ. fowl/--s) 1. kuş; kümes hayvanı. 2. tavuk/hindi/ördek eti. fowling piece av tüfeği. fox i. 1. tilki. 2. tilki kürkü. 3. kurnaz kimse, tilki. f. aldatmak. foxglove i., bot. yüksükotu. foxy s. tilki gibi, kurnaz. foyer i. fuaye. fracas i. arbede; gürültülü kavga; dalaş. fraction i. 1. mat. kesir. 2. (bir şeyden) küçük bir parça. fractious s. huysuz, aksi. fracture i. 1. kırma; kırılma. 2. kırık, bir şeyin kırılan yeri. fragile s. kolay kırılan, kırılgan. fragility i. 1. kolay kırılma, kırılganlık. 2. naziklik. fragment i. kırık parça, kırık. fragrance i. güzel koku. fragrant s. güzel kokulu, mis kokulu. frail s. 1. ince ve zayıf nahif; ince ve güçsüz; hafif ve kırılgan. 2. zayıf frailty (umut, i. 1. inceşans v.b.).nahif olma; ince ve güçsüz olma; hafif ve ve zayıf frame kırılgan olma. 2. (umut, f. 1. tasarlamak; şans v.b.´nde) düzenlemek, zayıflık. tertip etmek, 3. zaaf, yapmak. 2. irade zayıflığı. çerçevelemek; çerçeveletmek. 3.ait) argo suçu (aslında suçsuz olan frame i. 1. çerçeve; (pencereye/kapıya kasa; telaro. 2. (binaya ait) birine) iskelet, yıkmak. karkas. 3. (vücuda frame of mind (ruhi) hal, durum: I left himait) in abünye, yapı. cheerful 4. (otomobil, frame of mind. Onu kamyon neşeli v.b.´nde) şasi. 5. sin. kare, resim. frame-up i., argobir halde suçu bıraktım. (aslında suçsuz olan birine) yıkma, kumpas kurma, framework kumpas, tuzak. i. (binaya ait) iskelet, karkas. framing i. (binaya ait) iskelet, karkas. franc i. (Fransa, Belçika, İsviçre para birimi) frank. France i. Fransa. franchise i. 1. the oy hakkı. 2. (şirketin bayie tanıdığı) imtiyaz. frank s. açıksözlü; açıkyürekli, açıkkalpli; düşüncelerini/duygularını frank açıkça f. (posta gösteren; pulunu) içten, samimi. (zarfın üstüne) posta damgasını damgalamak; frank veya posta i., k. dili, ücretinin bak. ödenmiş olduğunu gösteren bir işareti frankfurter. basmak. frankfurter i. bir çeşit sosis. frankly z. açıkça. frankness i. açıksözlülük. frantic s. 1. çılgına dönmüş. 2. çok acele ve telaşlı; çılgın. fraternal s. 1. kardeşçe. 2. kardeşlere özgü. fraternise f., İng., bak. fraternize. fraternity i. 1. kardeşlik. 2. erkek üniversite öğrencilerine ait birlik. fraternize f. arkadaşlık etmek: Officers are forbidden to fraternize with fraud enlisted men. Subayların i. 1. dolandırıcılık, eratlahile, sahtekârlık, arkadaşlık aldatma,etmesi yasak. desise. 2. fraudulent dolandırıcı, s. hileli. sahtekâr, hileci. fraudulent bankruptcy hileli iflas. fraudulent bankruptcy huk. hileli iflas. fraudulent transaction huk. hileli muamele. fraught s. (ile) dolu: a journey fraught with danger tehlike dolu bir fray seyahat. i. 1. arbede, boğuşma; dövüşme, savaşma. 2. münakaşa; fray atışma. f. (kumaşı/ipi) yıpratmak; yıpranmak; saçaklanmak. frazzle i. freak i. 1. hilkat garibesi. 2. garabet; garip bir olay. 3. argo hastası, freckle delisi: i. çil. a soccer freak futbol hastası. f. out argo 1. çılgına döndürmek; çılgına dönmek. 2. küplere bindirmek; küplere freckled s. çilli. binmek. free s. 1. özgür, hür; serbest. 2. bedava, parasız. 3. meşgul olmayan, free boş. 4. laubali, f. 1. serbest saygısız.azat bırakmak, z. bedava, etmek. parasız. 2. kurtarmak. free and easy 1. rahat, sert olmayan; teklifsiz. 2. serbest, hafifmeşrep (kadın); mezhebi geniş. 3. çok hoşgörülü, çok toleranslı. free enterprise ekon. özel girişim, hür teşebbüs. free from -siz: free from error hatasız. free from pain ağrısız. free kick spor frikik, serbest vuruş. free kick frikik, serbest vuruş. free of -den muaf: free of tax vergiden muaf. free of charge bedava. free on board tic. nakliyecinin aracına ücretsiz teslim, fob. free pass parasız giriş kartı. free port serbest liman, açık liman. free will fels. hür irade. free will fels. hür irade. free zone tic. serbest bölge. freedman çoğ. freed.men (frid´men) i. kölelikten azat edilmiş kimse, freedom azatlı. i. özgürlük, hürriyet; serbestlik. freedom of the press basın özgürlüğü. freeholder i., İng. tapu sahibi, mülk sahibi. free-lance s. serbest çalışan (gazeteci/yazar/fotoğrafçı). f. freeload (gazeteci/yazar/fotoğrafçı) f., k. dili otlamak, otlakçılık serbest etmek. çalışmak. freeloader i., k. dili bedavacı kimse, otlakçı kimse. freely z. serbestçe. freemason i. mason, farmason. freesia i., bot. frezya. freestyle s. freestyle swimming serbest yüzme. freestyle wrestling serbest güreş. freeway i. otoyol, çevre yolu. freewheel f. 1. arka tekerleği zincirden güç almadan serbest dönen freeze bisikletle gitmek; 1. f. (froze, fro.zen) pedal çevirmeden donmak; gitmek. buz tutmak, buz2.bağlamak; etrafa aldırmadan dondurmak. hareket etmek; 2. çok üşümek, çok serbest veya teklifsiz donmak: I´m freezing! Donuyorum! freeze one´s blood kanını dondurmak, çok korkutmak. davranmak. i. donma. 3. sorumsuzca yaşamak. freeze over üstü buz tutmak. freeze-dry f. dondurarak kurutmak. freezer i. dipfriz; (buzdolabının içindeki) buzluk. freezing s. dondurucu; çok soğuk. freezing compartment (buzdolabının içindeki) buzluk. freezing point donma noktası. freight i. 1. taşıma ücreti, nakliye; navlun. 2. ücretle taşınan mal; freight car navlun. yük vagonu. freight train marşandiz, yük treni. freighter i. şilep. French i. Fransızca. s. 1. Fransız. 2. Fransızca. French doors camlı ve çift kanatlı kapının kanatları. French fried yağda kızartılmış. French fries kızarmış patates, patates tava. French Guiana Fransız Guyanası. French horn müz. korno, Fransız kornosu. French toast yumurtaya batırılıp tavada kızartılmış ekmek. French windows (balkon, teras veya bahçeye açılan) camlı ve çift kanatlı kapının Frenchman kanatları. çoğ. French.men (frenç´mîn) i. Fransız erkek, Fransız. Frenchwoman çoğ. French.wom.en (frenç´wîmîn) i. Fransız kadın, Fransız. frenetic s. 1. telaşlı, çok heyecanlı. 2. çılgın (bir olay). frenzied s. çılgın. frenzy i. çılgın bir hal; çılgınlık. frequency i. 1. sık sık tekrarlanma; sıklık. 2. fiz. frekans. frequent s. sık sık tekrarlanan. frequent f. (bir yere) sık sık gitmek. frequently z. sık sık. fresco i. fresk. fresh s. 1. taze. 2. yeni; yeni yapılmış; yeniden yapılan. 3. zinde; fresh air canlı. 4. taze (hava). 5. k. dili fazla samimi davranan, sulu, cıvık. taze hava. freshen f. (rüzgâr) kuvvetlenmek, artmak. freshen up 1. yüzünü yıkayıp kendine bir çekidüzen vermek. 2. (bir yeri) freshman daha güzel ve daha çoğ. fresh.men çekici i.bir (freş´mîn) hale sokmak. (kolejde/üniversitede) birinci sınıf freshwater öğrencisi. s. tatlı suya ait, tatlı su. fret i. 1. müz. (telli çalgıların sapı üzerindeki) perde. 2. mim. fret, fret sapak. f. (--ted,f. --ting) (--ted, 1. --ting) (küçük mim. fretlemek. şeyler için) endişe etmek; fretful endişelendirmek, endişeye s. sinirli, huysuz, aksi, ters. düşürmek. 2. (küçük şeyler yüzünden) sinirlenmek, kızmak, sıkılmak; sinirlendirmek, fretsaw i. kıl testere. kızdırmak, sıkmak. 3. yıpratmak; aşındırmak; çürütmek. 4. fretwork i., mim. fretler, sapaklar, fretleme işi, fretaj. dalgalandırmak. Fri kıs. Friday. friar i., Hrist. (erkeklere özgü bazı dini tarikatlarda) frer, rahip. friction i. 1. sürtünme; sürtünüm. 2. tıb. friksiyon, ovma, ovuşturma. 3. friction tape anlaşmazlık, elek. izole bant. uyuşmazlık, sürtüşme, ihtilaf. Friday i. cuma. fridge i., k. dili buzdolabı. fried s. yağda pişirilmiş, kızartılmış. fried egg sahanda yumurta. friend i. arkadaş; ahbap; dost. friendly s. 1. cana yakın, sıcakkanlı, kanı sıcak. 2. arkadaşça; dostça. friendship i. arkadaşlık; ahbaplık; dostluk. frier i., bak. fryer. frieze i., mim. efriz, friz. frigate i., den. firkateyn. fright i. korku, dehşet. frighten frighten s.o. out of his/her f. korkutmak. wits/frighten the wits out of birinin ödünü koparmak/patlatmak. s.o. frightening s. korkutucu. frightful s. korkunç, müthiş. frightfully z. 1. korkunç bir şekilde. 2. k. dili çok. frigid s. 1. çok soğuk, buz gibi. 2. soğuk, cana yakın olmayan, içten frigidaire olmayan. i. buzdolabı, 3. tıb. frijit, soğuk. frijider. frill i. fırfır, farbala. fringe i. 1. saçak, püsküllü saçak. 2. perçem, kâkül. 3. kenar. f. saçak fringe benefit takmak. (sosyal sigorta, emeklilik sigortası gibi) işçiye ücreti dışında fringe benefits sağlanan maaş dışında herhangi verilen birhaklar. şey. frisk f. 1. (mutlu bir şekilde) sıçrayıp oynamak. 2. (birinin) üstünü frisky aramak. s. oynak, yerinde duramayan. fritter i. gözlemeye benzer bir çeşit börek. fritter f. away azar azar çarçur etmek, parça parça harcamak. frivolity i. 1. havailik, delişmenlik. 2. ciddiyetten yoksun hareket/söz. 3. frivolous eğlence. s. 1. ciddi olmayan, önemsiz, boş, saçma. 2. havai (kimse); hoppa (kadın). frizzle f. 1. cızırdamak. 2. cızırdatarak kızartmak. frizzly s., bak. frizzy. frizzy s. kıvırcık, kıvır kıvır (saç). fro z. frock i. kadın elbisesi, rop. frock coat redingot. frog i. kurbağa. frogman çoğ. frog.men (frag´men) i. kurbağa adam. frolic i. eğlence. f. (--ked, --king) 1. gülüp geçmek. 2. sıçrayıp frolicsome oynamak. s. şen, neşeli. from edat 1. (bir yer)den, (bir başlangıç noktasın)dan: He´s from from a distance Manisa. uzaktan.O Manisalı. He jumped from the branch. Daldan atladı. Her ranking rose from twelfth to first. O, on ikinci sıradan birinci from afar uzaktan. sıraya yükseldi. 2. itibaren: from the first of January 1 Ocak´tan from beginning to end baştan sona itibaren. kadar. gösterir: It´s ten kilometers from here. 3. Uzaklığı from day to day Buradan günden güne.on kilometre uzak. 4. Bir şeyi yapan kişiyi veya bir from end to end şeyin kaynağını bir uçtan bir uca. gösterir: It´s from Nedret. Nedret´tendir. 5. Ortalamada kullanılır: from twenty to twenty-five people yirmi, from head to foot tepeden yirmi beş tırnağa (kadar), kişi arasında. 6. baştan Ürününaşağı. yapıldığı malzemeyi gösterir: from mouth to mouth dilden dile, ağızdan ağıza. This statue´s made from human teeth. Bu heykel insan from pillar to post dişlerinden 1. bir güçlüktenyapılmış. diğer7.birBirgüçlüğe. şeyin sebebini 2. kapı gösterir: He died from kapı (dolaşma). its side effects. Yan etkileri yüzünden öldü. 8. Bir farkı gösterir: from the first baştan itibaren. From the sound of it things He can´t tell black from white. Akla karayı birbirinden ayıramaz. k. dili Anladığım kadarıyla durum vahim. are pretty bad. from the word go k. dili ta başından beri. from time to time zaman zaman, arada sırada. from top to bottom baştan başa. from top to toe tepeden tırnağa, baştan ayağa, baştan aşağı, bütünüyle. from top to toe tepeden tırnağa. from within içten; içinden; içeriden: We´ll take the city from within. Şehri front içten fethedeceğiz. i. 1. ön; ön cephe; ön edat 1. (belirli taraf. bir zaman) 2. (savaşta) cephe. içinde: They´ll 3. (havaya be ait) here cephe. within an 4. (göl, hour. Bir denizhattı, saat v.b.´ne içinde burada olacaklar. 2. (belirli front line ask. cephe, cephe ileriait) hat.kıyı, kenar. s. ön, öndeki. f. on bir mesafe) yakınlıkta, içinde: We´re within a kilometer of the -e bakmak. front page gazet.Nehre river. baş sayfa. front-wheel bir kilometre drive oto.3. yakınlıktayız. önden çekişli: (belirli This car sınırlar/belirli front sight ´s bir got front-wheel bünye)arpacık. (tüfekte) drive. Bu araba önden çekişli. içinde: You have to work within these conditions. Bu frontage şartlar içinde i. binanın cephesi;çalışmaya arsanın mecbursun. They don´t live within sokağa/denize/göle/nehre bakantheir income. tarafı. Gelirleriyle orantılı bir şekilde yaşamıyorlar. It´s like an frontal s. 1. ön,within empire öne ait.an2. cepheye empire. ait, cephe. içinde İmparatorluk 3. direkt. 4. alna ait. bir imparatorluğa frontal attack cephe taarruzu. benziyor. frontier i. hudut, sınır; hudut bölgesi. frontispiece i. kitabın başındaki resimli/süslü sayfa. frost i. ayaz, don, kırağı. f. 1. kırağı düşmek. 2. (keki) şekerli bir frost line karışımla yeraltı don kaplamak. seviyesi. frostbite i. (bir uzuv) soğuktan yanma; soğuktan donma. frostbitten s. soğuktan yanmış (uzuv); soğuktan donmuş. frosted s. 1. kırağılı. 2. şekerli bir karışımla kaplı (kek). frosted glass buzlucam. frosting i. keklerin üzerine konulan şekerli karışım. frosty s. 1. dona çekmiş (hava). 2. kırağılı. 3. soğuk (tavır, cevap v.b.). froth i. köpükçük kümesi, köpükçükler. f. köpükçükler çıkmak/akmak. frothy s. üstü köpükçüklerle kaplı. froufrou i. 1. (eteklerin çıkardığı) hışırtılı ses, hışırtı. 2. (fırfır, tül veya frown aksesuarlardan f. kaşlarını çatmak. oluşan) i. kaşaşırı süs. 3. (evin iç dekorasyonunda) çatma. ufak süslerin oluşturduğu aşırılık. frown on -i uygun görmemek. froze f., bak. freeze. frozen f., bak. freeze. s. donmuş. frozen food dondurulmuş yiyecek. frozen prices dondurulmuş fiyatlar. frugal s. 1. tutumlu. 2. küçük, sade ve ucuz. frugality i. tutumluluk. fruit i. 1. meyve. 2. sonuç, netice. f. meyve vermek. fruiterer i., İng. manav. fruitful s. verimli. fruitfulness i. verimlilik. fruition i. gerçekleşme. fruitless s. faydasız, nafile. fruity s. 1. meyvemsi. 2. fazla nağmeli (insan sesi). frump i. kılıksız kadın, demode giyimli kadın. frumpish s., bak. frumpy. frumpy s. demode giyimli, gösterişsiz. frustrate f. 1. engellemek; kösteklemek, ket vurmak; set çekmek. 2. frustrated hüsrana uğratmak.kösteklenmiş, ket vurulmuş; set çekilmiş. 2. s. 1. engellenmiş; frustrating hüsran s. dolu; ümitleri sinir bozucu, moral suya düşmüş, bozucu: istekleri This work gerçekleşmemiş. is very frustrating. Bu3. hüsranı çok siniryansıtan; bir iş. hüsrandan ileri gelen. frustration i. 1. engellenme; kösteklenme; set çekilme. 2. hüsran. fry i. fry f. tavada kızartmak/kızarmak. fryer i. piliç. frying pan tava. ft kıs. foot, feet. fuchsia i., bot. küpeçiçeği. fuck f., kaba sikmek, düzmek. fuck i., kaba sikişme, düzüşme. fuck about/around 1. vakit geçirmek/öldürmek. 2. şakalaşmak. fuck all İng. hiçbir şey. Fuck off! Siktir git! fuck s.o. over birini sikmek/düzmek, birine çok aşağılık bir şey/bir kahpelik/bir fuck s.t. up puştluk bir şeyin yapmak. içine etmek, bir şeyin içine sıçmak, bir şeyi berbat fuck up etmek. işin içine etmek, işi berbat etmek. Fuck you!/Get fucked! Siktir git! Fuck! ünlem Allah kahretsin! fucked-up s., kaba 1. kafayı yemiş; kafayı üşütmüş; bayağı fucker problemli/kompleksli. i., kaba herif. 2. berbat, rezil; kokuşmuş; yozlaşmış. fucking s., kaba 1. Vurgulamak için kullanılır: You´re a fucking idiot! Fucking hell! Tam Allahbir dangalaksın! 2. kahrolası. kahretsin! fuckup i., kaba tam bir fiyasko. fud i., k. dili aşırı titiz ve örümcek kafalı kimse. fuddy-duddy i., k. dili aşırı titiz ve örümcek kafalı kimse. s. aşırı titiz ve fudge örümcek i. yumuşak kafalı. ve çikolatalı şekerleme. f. 1. biraz uydurmak; ufak fuel çapta i. yakıt.birf. yalan söylemek; (--ed/--led, ufak bir --ing/--ling) 1.hile yapmak. yakmak, 2. kesin bir tavır yanmasını almamak. 3. sağlamak; -den kaçınmak. çalıştırmak. 2. up 4. sözünü yakıt tutmamak. almak. fuel gauge mak. akaryakıt göstergesi. fuel oil fuel-oil, yağyakıt. fuel pump yakıt pompası. fuel tank yakıt deposu. fugitive s. kaçak, kaçan, firari. i. firari, kaçak. fugue i., müz. füg. fulfil f., İng., bak. fulfill. fulfill f. 1. yerine getirmek, yapmak: fulfill an obligation bir görevi fulfilling yerine s. getirmek. tatmin 2. (insan)Do edici, doyurucu: içindeki potansiyelini you find kendini tatmin your work fulfilling? İşin edecek seni bir şekilde tatmin ediyor kullanmak. mu? fulfillment i. 1. yerine getirme, yapma. 2. içindeki potansiyelini iyi fulfilment kullanmaktan doğan memnuniyet. i., İng., bak. fulfillment. fuliginous s. 1. isli; is dolu. 2. is renginde, is renkli. full s. 1. (of) (ile) dolu: The glass was full. Bardak doluydu. The glass full dress was çok full of water. resmi Bardakgiyilen toplantılarda suyla doluydu. elbise. 2. tam: full member tam üye. a full hour tam bir saat. 3. doymuş, karnı tok. 4. bol full fare tam bilet. (giysi). 5. dolgun. full general orgeneral. full measure tam ölçü. full membership tam üyelik. full moon dolunay. full speed tam sürat. full stop İng. nokta. full stop İng. nokta (noktalama işareti). full to overflowing/full to the ağzına kadar dolu, dopdolu. brim fullback i., futbol bek. full-blooded s. 1. safkan. 2. tam bir, gerçek bir. full-blown s. tamamen açmış; tam gelişmiş. full-fledged s. tam, gerçek, ehliyetli. full-grown s. tamamıyla büyümüş; yetişkin. full-length s. tam boy (portre). full-time s. fultaym, tamgün. full-time job tamgün bir çalışma gerektiren iş. fully z. tamamen, tamamıyla. fulminate f. (against) (-e) ateş püskürmek. fumble f. 1. el yordamıyla aramak, yoklamak. 2. (oyunda) topu fume düşürmek. i. topu 2. f. 1. öfkeli olmak. düşürme. pis kokulu gazları yaymak. fumes i., çoğ. pis kokulu gazlar. fumigate f. buharla dezenfekte etmek. fun i. eğlence, zevk. f. (--ned, --ning) k. dili şaka etmek. fun fair İng. lunapark. function i. 1. iş, görev, vazife, işlev, fonksiyon. 2. tören, merasim. 3. mat. functional fonksiyon, s. işlevsel, işlev. f. işlemek, çalışmak. fonksiyonel. functionary i. memur, görevli. functioning s. faal, işler durumda. fund i. 1. fon. 2. çoğ. para. 3. çoğ. fonlar. f. (bir iş/kimse için) para fundamental sağlamak. s. temel, esaslı, asıl. i. esas, temel. fundamentally z. temelde, özünde. funeral i. cenaze töreni. funeral march cenaze marşı. funereal s. kasvetli; cenaze törenine yakışan. fungicide i. mantar öldürücü ilaç. fungus çoğ. fun.gi (f^n´cay, f^ng´gay)/--es (f^ng´gısız) i., bot. mantar funicular veya mantar türünden bitki. i. füniküler. funnel i. 1. huni. 2. (vapurda) baca. funnies i., çoğ. funny s. 1. komik, güldürücü, eğlendirici. 2. tuhaf, garip, acayip. 3. funny bone şüpheli, şüphe bir anat. dirsekte uyandıran. şeye çarpınca kolun karıncalanmasına sebep olan sinirin geçtiği yer. funny business yalan dolan, hilecilik, düzenbazlık. funny paper (gazetede) bant-karikatürlerin bulunduğu sayfa. fur i. 1. kürk. 2. kürklü giysi, kürk. 3. (bazı yumuşak tüylü furbish hayvanlara f. 1. parlatmak.ait) tüyler: the cat´s fur kedinin tüyleri. 4. 2. yenileştirmek. (çaydanlıkta/borularda oluşan) kireç. furious s. 1. çok öfkeli, küplere binmiş, gözü dönmüş. 2. şiddetli, sert. furl f. (yelken/bayrak) sarmak. furlough i. izin, vazifeden izinle ayrılma. furnace i. büyük ocak, kalorifer ocağı; (demirhanede) ocak. furnish f. 1. döşemek; donatmak. 2. sağlamak. furnished s. 1. möbleli, mobilyalı. 2. with ile döşeli. furnishings i. mefruşat. furniture i. mobilya, möble. furrier i. kürkçü. furrow i. 1. sabanın açtığı iz. 2. kırışık. f. 1. saban izi yapmak. 2. furry kırıştırmak. s. tüyleri kabarık, tüylü. further s. 1. ötedeki, uzaktaki, daha uzak. 2. ilave olunan. (Further furtherance çoğunlukla i. ilerlemesini miktar ve derece, farther ise mesafe için kullanılır.) sağlama. z. 1. daha öteye; daha ötede. 2. bundan başka, ayrıca. f. furthermore z. bundan başka, ayrıca. ilerlemesini sağlamak. furthermost s. en ötedeki. furthest s. en çok, en uzak. furtive s. gizli, sinsi. fury i. 1. büyük öfke, gazap. 2. şiddet. fuse f. eritmek; erimek; eriyip birbiriyle kaynaşmak. fuse i. 1. elek. sigorta. 2. fitil. fuselage i. uçak gövdesi. fusion i. 1. eritme; erime; eriyip kaynaşma. 2. fiz. füzyon. fuss i. 1. gereksiz telaş/heyecan/öfke. 2. yaygara. f. ufak meseleleri fussy sorun yapmak; s. kılı kırk yaran,ufak çokşeyler titiz. yüzünden telaşa düşmek. fusty s. 1. küf kokan. 2. eski, demode, küflenmiş, küflü. futile s. boş, nafile, abes. futility i. boşuna olma, abes olma. future s. gelecek, müstakbel. i. gelecek, istikbal. fuze i. (top mermisine ait) tapa. fuzz i. 1. hav. 2. ince tüyler, ayva tüyü. 3. kıvırcık saç. 4. argo polis. fuzzy f. s. havlanmak. 1. ince tüylerle kaplı. 2. çok tüylü (köpek v.b.). 3. hatları G, g belirsiz, flu. 4.alfabesinin i. 1. G, İngiliz çok havlı (kumaş). 5. kıvırcık yedinci harfi. (saç). 2. müz. sol notası. 3. gab argo bin dolar. f. (--bed, --bing) k. dili çene çalmak. i. çene çalma. gabardine i. gabardin. gabble f. çabuk ve anlaşılamayacak bir şekilde konuşmak. i. çabuk ve gaberdine anlaşılmaz i. cüppe. konuşma. gabfest i., k. dili çene çalma. gable i. bina duvarının beşikçatı ile birleştiği yerdeki üçgen bölüm. gable roof beşikçatı. Gabon i. Gabon. Gabonese i. (çoğ. Ga.bon.ese) Gabonlu. s. 1. Gabon, Gabon´a özgü. 2. gad Gabonlu. f. (--ded, --ding) about/around başıboş dolaşmak. gadfly i. atsineği. gadget i. alet, küçük aygıt. Gaelic i., s. Gaelce; İrlandaca; İskoçça. gaffe i. gaf. gag i. susturmak için ağıza sokulan tıkaç. f. (--ged, --ging) 1. ağzını gag tıkamak. 2. (haberin) yayılmasına engel olmak, susturmak. i. şaka; gülüt. gag on (bir şey) boğazını tıkamak. gaga s., k. dili budala, deli. gage i., f., bak. gauge. gaiety i. neşelilik, şenlik, neşe. gain i. 1. kazanç, kâr. 2. artma, artış. f. 1. -i elde etmek, -e sahip gain an advantage over olmak. 2. on (takipdaha (bir başkasından) edenkuvvetli kişi/şey)olmak. yaklaşmak, aradaki mesafeyi kapatmak. gain ground rağbet kazanmak. gain ground 1. (askerler) ilerlemek. 2. (hastanın durumu) iyiye gitmek. 3. gain momentum kazanç 1. büyümek.sağlamak. 2. hızı artmak. gain the upper hand avantaj (birine) geçmek, avantaj (birinde) olmak. gain time 1. vakit kazanmak. 2. (saat) ileri gitmek. gain weight kilo almak. gain weight/put on weight kilo almak, şişmanlamak. gainsay f. (gain.said) inkâr etmek. gait i. yürüyüş, gidiş. gaiter i. tozluk, getr. gal i., k. dili kadın. gal kıs. gallon. galaxy i., gökb. galaksi, gökada. gale i. kuvvetli rüzgâr, bora, fırtına. gall i. safra. gall f. sinir etmek, sinirlendirmek. gallant s. centilmen, efendi. gallantry i. kahramanlık, yiğitlik. gallbladder i., anat. safra kesesi. galleon i. kalyon. gallery i. 1. sanat galerisi. 2. balkon, galeri. 3. mad. galeri. galley i. 1. kadırga. 2. gemi mutfağı. galling s. sinir edici, sinirlendirici. gallivant f. gezip tozmak. gallon i. galon, A.B.D. 3,78 litre; İng. 4,55 litre. gallop f. dörtnala gitmek. i. dörtnala gidiş. gallows i. darağacı. gallstone i. safra taşı. galore s. çok miktarda, bol: You can find blackberries galore there. galosh Orada i. galoş, böğürtlenden kaloş, lastik.geçilmiyor. galvanise f., İng., bak. galvanize. galvanize f. 1. galvanizlemek. 2. hemen harekete geçirmek. Gambia i. Gambiya. Gambian i. Gambiyalı. s. 1. Gambiya, Gambiya´ya özgü. 2. Gambiyalı. gamble f. kumar oynamak. i., k. dili çok riskli iş, kumar. gamble for high stakes büyük para için kumar oynamak. gambler i. kumarbaz. gambling i. kumar, kumar oynama. gambling den kumarhane. gambol f. (--ed/--led, --ing/--ling) sıçrayıp oynamak. i. sıçrayış, zıplama. game i. 1. oyun, eğlence; spor. 2. oyun, karşılaşma; (bazı oyunlarda) game parti. 3. avcesur. s. 1. yiğit, hayvanı, av. 4. k.belirtir: 2. İsteklilik dili iş, faaliyet; meslek. We´re going to play football. Are you game? Biz futbol oynayacağız. Sen de var mısın? game s. sakat (bacak). game preserve av hayvanları için ayrılmış yer. gamekeeper i. avlak bekçisi. gamma i. gamma rays gamma ışınları. gammon i., İng. (domuz budundan yapılmış) jambon. gammy s., İng. sakat (bacak). gamut i. (of) her çeşit, her tür. gander i. 1. erkek kaz. 2. A.B.D., k. dili bakış. gang i. 1. çete. 2. takım; güruh. gang up on 1. (birine) karşı cephe oluşturmak. 2. (birkaç kişi) toplanıp gangling (birine) s. fasulye karşı saldırmaya sırığı hazırlanmak. gibi, leylek gibi. gangplank i. iskele, iskele tahtası, sürme iskele. gangrene i., tıb. kangren. gangrenous s. kangrenli. gangster i. gangster. gangway i. ünlem Destur!/Yol ver! gantlet i., bak. gauntlet. gaol i., f., İng., bak. jail. gaoler i., İng., bak. jailer. gap i. 1. aralık; boşluk, gedik. 2. eksiklik. gape f. 1. ağzı açık bir şekilde hayretle/şaşkınlıkla bakmak. 2. garage açılmak. i. garaj. f. garajda bırakmak. garage sale evde istenilmeyen eşyayı satmak amacıyla garajda/bahçede garb düzenlenen satış. i. kılık, kıyafet, giysiler. garbage i. 1. çöp; süprüntü. 2. pis ve değersiz şey. garbage can çöp tenekesi. garbage man çöpçü. garbage truck çöp kamyonu, çöp arabası. garbanzo i. nohut. garble f. yanlış bir şekilde anlatmak/nakletmek. garden i. bahçe; bostan. f. bahçede çalışmak, çiçeklerle uğraşmak. garden party gardenparti. gardener i. bahçıvan. gardenia i., bot. gardenya. gargantuan s. çok büyük, kocaman. gargle f. gargara yapmak. i. gargara. garish s. 1. çiğ, cart, cırlak, parlak (renk). 2. cafcaflı. garland i. çelenk. garlic i. sarımsak, sarmısak. garment i. giysi, elbise. garner f. toplamak. garnet i. grena, lal taşı. garnish f. garnitürle süslemek. i. garnitür. garret i. tavanarası; tavanarasındaki oda. garrison i., ask. garnizon. garrulous s. geveze, lafazan, çenebaz. garter i. jartiyer. gas i. (çoğ. --es/--ses) 1. benzin. 2. gaz. 3. (midede) gaz. 4. gas mask havagazı; gaz maskesi. doğalgaz. f. (--sed, --sing) 1. gazla zehirlemek. 2. k. dili çene çalmak. gas meter gaz sayacı, gaz saati. gas meter havagazı/doğalgaz sayacı. gas station benzin istasyonu. gas station benzin istasyonu. gas up benzin deposunu doldurmak. gaseous s. gaz gibi; gazlı. gash i. derin yara. f. -de derin yara açmak; -i kesmek. gasket i. conta. gaslight i. gaz ışığı. gasoline i. benzin. gasp f. 1. soluk soluğa kalmak, nefesi daralmak, nefesi kesilmek. 2. gastric solumak. 3. soluk s., tıb. mideye ait,soluğa midevi.söylemek. i. soluma, nefes. gastritis i., tıb. gastrit. gastronome i. gastronom. gastronomic s. gastronomik. gastronomy i. gastronomi, iyi yemek yeme ve yemekten anlama sanatı. gasworks i. gazhane. gate i. 1. kapı (kapı aralığını kapayan kanat). 2. kanal kapağı. 3. gatecrasher (maç, konser, i., k. dili sirk v.b.´nde bilet parasız/davetiyesiz girensatışından kimse. sağlanan) hâsılat; gişe hâsılatı. gatepost i. kapı dikmesi; kapı sövesi. gateway i. 1. kapı aralığı, kapı. 2. giriş. gather f. 1. toplamak, bir araya getirmek; toplanmak, bir araya gelmek. gather speed 2. hızdevşirmek, kazanmak.toplamak. 3. anlamak, sonuç çıkarmak. 4. büzmek. 5. (irin) toplanmak. i. büzgü. gathering i. toplantı. GATT kıs. General Agreement on Tariffs and Trade. gauche s. 1. pot kıran, gaf yapan. 2. uygunsuz, münasebetsiz. gaudy s. 1. çiğ (renk); çiğ renkli. 2. aşırı ve zevksiz bir şekilde süslü. gauge i. 1. çap; ölçü; kalınlık. 2. d.y. ray açıklığı. 3. ölçme aleti. f. 1. gaunt ölçmek. s. sıska, 2. ölçümlemek. çok zayıf ve kuru. gauntlet i. iş eldiveni. gauntlet i. gauze i. gaz bezi, gazlı bez. gave f., bak. give. gavel i. (toplantıda oturumun açıldığını ilan etmek için başkanın gawk masaya f. aval avalvurduğu) bakmak, tokmak. bön bön bakmak. gawky s. kolları, bacakları uzun, biçimsiz ve hantal. gawp f. (at) ağzı açık bir şekilde seyretmek; aval aval bakmak, bön gay bön s. 1. bakmak. neşeli, şen. 2. canlı, parlak ve güzel (renk); parlak ve güzel gaze renkli. 3. eşcinsel, f. (at) gözünü dikiphomoseksüel. i. eşcinsel, bakmak, seyretmek. homoseksüel. i. dik bakış. gazebo i. belveder; güzel manzaralı kameriye, çardak, pavyon; bir gazelle yapının i. ceylan, üzerindeki ahu, gazal.teras/pavyon. gazette i. resmi gazete. gazetteer i. 1. yer adları sözlüğü. 2. (atlasta) yer adları dizini. GB kıs. Great Britain. gear i. 1. (belirli bir iş için kullanılan) eşya/takım/giysi. 2. tertibat, gear down düzen, aygıt. 3. dişli çark. 4. vites. vitesi azaltmak. gear up vitesi yükseltmek. gear wheel dişli çark. gearbox i. vites kutusu, şanjman, şanzıman. gearshift i. vites. gearshift lever vites kolu. gee ünlem (At/öküz sürerken “Sağa git!” veya “İleri git!” anlamında gee kullanılır.) ünlem Deh!/Haydi! 1. Allah Allah! 2. Birinin veya bir şeyin beğenildiğini geese gösterir: i., çoğ., bak. goose. swell! Sen bir harikasın! Gee you´re Geiger i. Geiger counter Gayger sayacı. geisha i. geyşa. gel i. jel, pelte. gelatin i. jelatin. gelatine i., bak. gelatin. geld f. iğdiş etmek, enemek. gelding i. iğdiş edilmiş at. gem i. 1. değerli taş, mücevher. 2. değerli kişi, cevher; değerli Gemini nesne. i., astrol. İkizler burcu. gemstone i. yontulmamış değerli taş. gendarme i. jandarma. gender i. 1. dilb. cins. 2. k. dili cinsiyet. gene i., biyol. gen. genealogy i. şecere, soyağacı. general s. genel. i., ask. general. General Agreement on Gümrük Tarifeleri ve Ticaret Genel Anlaşması. Tariffs and Trade general election İng. genel seçim. general of the army rütbesi orgeneralden yüksek bir general. general practice tıb. pratisyen hekimlik. general practitioner tıb. pratisyen hekim, pratisyen. general practitioner pratisyen doktor, pratisyen. general staff ask. kurmay sınıfı. general strike genel grev. generalisation i., İng., bak. generalization. generalise f., İng., bak. generalize. generality i. 1. genellik. 2. çoğunluk. 3. genelleme; genelleme içeren söz. generalization i. 1. genelleştirme. 2. genelleme, genelleme içeren söz. generalize f. genelleştirmek. generally z. genellikle. generate f. üretmek; meydana getirmek; -e yol açmak. generation i. 1. kuşak, nesil. 2. üretim; meydana getirme. generation gap kuşak farkı, kuşaklar arasındaki fark. generator i. jeneratör, dinamo. generic s., i. ambalajında üreticinin adı/markası bulunmayan (gıda generosity maddesi). i. cömertlik. generous s. cömert, eli açık. genesis çoğ. gen.e.ses (cen´ısiz) i. başlangıç. genetic s., biyol. genetik. genetics i., biyol. genetik. genial s. 1. cana yakın, arkadaşça davranan, iyi huylu, güleryüzlü. 2. genital yumuşak (iklim). s., tıb. üreme organlarına ait. genitals i., çoğ., tıb. üreme organları, cinsel organlar. genitive s., dilb. -in halindeki. i. -in halindeki sözcük. genius i. (çoğ. --es) 1. deha. 2. dâhi. 3. istidat, yetenek. 4. özellik. genocide i. soykırım, jenosit. genome i., biyol. genom. genre i. tarz, tür, nevi. gent i., k. dili erkek, adam. genteel s. efendilik/kibarlık taslayan. gentian i., bot. centiyana, centiyan, kantaron. gentile i. Musevi olmayan kimse. s. Musevi olmayan. gentle s. 1. yumuşak ve nazik. 2. hafif (rüzgâr/yağmur). 3. meyli çok az gentleman (yokuş). çoğ. gen.tle.men (cen´tılmîn) i. centilmen, efendi. gentleman gentlemanly ´s/gentlemen´s agreement s. centilmence, efendice, centilmenlik centilmene anlaşması. yakışan. gentleness i. yumuşaklık, nezaket. gently z. 1. yumuşak ve nazik bir şekilde. 2. hafifçe (esen). 3. yavaşça gentry (yükselen yokuş). i., çoğ. sosyal statüsü iyi olanlar. genuflect f., Hrist. (ibadette) diz çökmek. genuflection i. (özellikle ibadet ederken) diz çökme. genuine s. 1. gerçek, hakiki. 2. içten gelen. 3. içten, samimi. genus çoğ. gen.e.ra (cen´ırı) i., biyol. (birkaç türden meydana gelen) geodesic cins. s. geodezik, jeodezik, geodeziyle ilgili. geodesic dome geodezik kubbe. geodesy i. geodezi, jeodezi. geographer i. coğrafya uzmanı, coğrafyacı. geographic s., bak. geographical. geographical s. coğrafi. geography i. coğrafya. geologic s., bak. geological. geological s. jeolojik, yerbilimsel. geologist i. jeolog. geology i. jeoloji, yerbilim. geometric s. 1. geometrik, uzambilgisel: geometric figure geometrik şekil. geometry 2. geometrik, i. geometri, eşçarpanlı: geometric series geometrik seri. uzambilgisi. geophysics i. jeofizik. geopolitics i. jeopolitik. georgette i. jorjet. Georgia i. Gürcistan. Georgian i., s. 1. Gürcü. 2. Gürcüce. geranium i., bot. sardunya. Gerber i. Gerber daisy bot. gerbera. geriatric s. geriatrik, jeriyatrik. geriatrics i. geriatri, jeriyatri. germ i. 1. mikrop. 2. tohumun özü. 3. başlangıç, tohum. German s., i. 1. Alman. 2. Almanca. German measles kızamıkçık. germander i., bot. 1. dalakotu, yermeşesi, yerpalamudu. 2. kurtluca, germane yerpalamudu, yermeşesi. s. (to) (ile) ilgili. Germany i. Almanya. germicide i. mikrop öldürücü, antiseptik. germinate f. (tohum) çimlenmek; (tohumu) çimlendirmek. germination i. (tohum) çimlenme; (tohumu) çimlendirme. gerrymander f. (seçim bölgesini) bir siyasi partinin çıkarlarına uygun düşecek gerund şekilde ayarlamak. i., dilb. fiilden türetilen isim. gestalt i., ruhb. geştalt. gestation i. 1. gebelik. 2. gebelik süresi. gesticulate f. el/kol/baş hareketleri yapmak, jestler yapmak. gesticulation i. 1. jestler yapma. 2. el/kol/baş hareketi, jest. gesture i. 1. el/kol/baş hareketi, jest. 2. jest, güzel davranış. f. el/kol/baş Gesundheit hareketi ünlem Çok yapmak, yaşayın! jest yapmak.bir kimseye söylenir.). (Hapşıran get f. (got, got.ten/got, --ting) 1. elde etmek; edinmek; kazanmak; get (s.o.) into hot water almak; (birinin) satın başınıalmak; belaya yakalamak; sokmak. ele geçirmek: He got it with difficulty. Zorla elde etti. I hear they´ve gotten a dog. Köpek get a bang on (a part of one´s body) k. dili darbe yemek: She got a bang on edinmişler. I didn´t get much for it. Ondan pek bir şey her k. head. dili Başına bir -e bayılmak, darbe yedi. get a bang out of kazanmadım. When-ewill bitmek. you get that book for me? Bana o kitabı get a fright ne zaman alacaksın? I´ve got him by the tail. Kuyruğundan korkmak. get a good press yakaladım. basında/medyada 2. almak; yemek: iyi bir She şekilde got a letter from Ferda. Ferda yansıtılmak. ´dan mektup aldı. He got a blow on his jaw. Çenesine bir get a grasp on o.s. kendineyedi. yumruk hâkim 3. olmak, kendine gelmek. bulup getirmek; getirmek; götürmek: Will you get a hard-on -in kuşu kalkmak/uyanmak, get me my walking stick? Bastonumu -in penisi getirir beton misin? olmak/dikelmek. 4. get a hustle on (telefona/kapıya) k. dili acele etmek, bakmak: Will you get the door? Kapıya bakar çabuk olmak. mısın? 5. Belirli bir duruma geçişi gösterir: Let´s get moving! get a kick out of -den zevk almak. Haydi gidelim! Get going! Haydi yürü! He´s getting older. get a load of argo -e gözIt´s Yaşlanıyor. atmak. gotten hot. Sıcak oldu. Get her dressed! Onu get a load of giydir! k. dili 1. 6. (çok Yardımcı fiil olarak başka ilginç/güzel/tuhaf fiilleri birine veyaettirgen yapar: bir şeye) Get 2. bakmak. get a lump in one´s throat him (çok to get it for ilginç/güzel/tuhaf you. Ona (üzüntüden) -in boğazı düğümlenmek. bir aldır. şeyi) 7. (bir dinlemek. yere) gitmek/varmak: How will you get there? Oraya nasıl gideceksin? When did you get a lump in one´s throat 1. k. get dili çok there? duygulanmak. Oraya ne zaman vardın?2. boğazı 8.düğümlenmek. Bir yere koyma, sokma get a move on 1. başlamak. veya bir yerden 2. çıkarmayı acele etmek. gösterir: Get that animal out of here! get a move on Ok.hayvanı dili acele buradan etmek.çıkar! 9. -ebilmek: He got to go on the trip. Seyahate katılabildi. k. dili birinin bamteline When will I get dokunup to see ağzını him? Onu ne zaman açtırmak. get a rise out of s.o. görebilirim? At last he got to go too. Nihayet o da gidebildi. 10. get a rise out of s.o. k. dili (bir öğün dalga geçerek yemek) birini kızdırmak. hazırlamak: I´m getting breakfast. Kahvaltı get a sniff of -den bir nefes çekmek. hazırlıyorum. 11. (bir hastalığa) yakalanmak: He´s got a cold. get a swelled head Nezle k. dili oldu. kendini 12.bir k. şey dili anlamak, zannetmek, çakmak: Don´t get başı dönmek, me wrong! şımarmak. Beni yanlış anlama! Got it? Çaktın mı? 13. k. dili damarına get a whipping dayak yemek. basmak; sinirine dokunmak. 14. k. dili dokunmak, etkilemek. get a woman into trouble k. dili 15. bir kadını hamile(belirli (radyo/televizyon) bırakmak. bir istasyonu/kanalı) almak: I can´t get about get that station on my 1. (haber/söylenti) radio. Radyom yayılmak. o istasyonu 2. (bir hastalıktan almıyor. sonra 16. yeniden) get above o.s. mat çıkıp etmek, dolaşmak. çanına kendini bir şey sanmak. 3. ot tıkamak. seyahat etmek;17. k. dili gezmek. (atılan bir şeyle) (birini) öldürmek, vurmak: Get him right between the eyes! get across anlatmak; Alnının tamaçıklamak: ortasından He couldn´t vur! 18. (birget his pointişlemi matematik across. Ne get after demek istediğini çıkışmak, paylamak. sonucunda) anlatamadı. What he said (belli bir sayıyı) bulmak, çıkarmak: What didobviously didn´t youget get across as to an answer? them. Ne demek istediğini anlamadıkları belli. get ahead (maddi açıdan)Sen daha kaçiyiçıkardın? bir duruma girmek; iş hayatında get ahead ilerlemek. 1. başarılı olmak. 2. tasarruf etmek, para biriktirmek. 3. of (rakibi) geçmek. get along in/on in/up in years k. dili yaşlanmak. get along with ile geçinmek, ile anlaşmak. get along/on 1. gitmek, ayrılıp gitmek. 2. (zaman/yaş) ilerlemek. 3. get an erection geçinmek, idare etmek. 4. (belirli bir şekilde) olmak, gitmek: I penisi sertleşmek. ´m getting along just fine. Her şey iyi gidiyor. 5. (birbiriyle) get around 1. çok gezmek. 2. hareket etmek, yürümek. 3. (haber) geçinmek. get around to yayılmak. vakit ayırıp 4. (bir bir yol şeyi)bulup -den kurtulmak; yapmak: When will you bir get yol bulup around (birini) to atlatmak. my letter? Ne zaman vakit ayırıp mektubuma cevap answering get at 1. -e ulaşmak, -e erişmek. 2. zarar vermek, kötülük etmek. 3. yazacaksın? (bir şeyle) meşgul olmak. 4. kastetmek, demek istemek; ima get away 1. kaçmak. 2. çıkmak. etmek. get away with (s.t.) k. dili (yapılan iş) yanına kâr kalmak: He´s gotten away get away with murder with k. diliit.bir Yaptığı kötülüğünyanına kâr kaldı. cezasını I won´t let him get away with çekmemek. this. 1. Bunu yanına bırakmayacağım. 2. Bunu yapmasına izin get back at s.o. for s.t. k. dili birine bir şeyi ödetmek, birinden bir şeyin öcünü almak. vermeyeceğim. get behind in 1. (bir işte) gecikmek; (bir işin) gerisinde kalmak: He´s gotten get better behind iyileşmek. in his payments. Ödemelerinde gecikti. They´ve gotten behind in their work. Çalışma programının gerisinde kaldılar. 2. get bogged down in (bir yerde) saplanıp kalmak. k. dili arka çıkmak, desteklemek. get by k. dili 1. geçmek. 2. ile atlatmak, ile geçirmek; ile idare etmek; get cracking (bir şeyi) k. dili durumubaşlamak. (gayretle) kurtaracak kadar yapmak: I can get by this year with these shoes. Bu ayakkabılarla bu seneyi atlatabilirim. She only studies enough to get by. Ancak durumu kurtaracak kadar ders çalışır. 3. vartayı atlatmak. get dark akşam olmak, hava kararmak. get down off one´s high k. dili kibiri bırakmak, kibirli davranmaktan vazgeçmek. horse get down to k. dili (bir işe) bakmak/başlamak. get down to brass tacks k. dili meselenin esaslarını ele almak; asıl meseleye gelmek. get down to brass tacks k. dili asıl konuya geçmek. get down to brass tacks/get k. dili asıl işe gelmek/bakmak, asıl işi ele almak. down to business get down to work ciddi olarak işe koyulmak. –– with a fever He is down with a get even with fever. Ateşten almak. -den intikam yatağa düşmüş. get even with k. dili -den öç almak. get going k. dili 1. (gayretle) başlamak. 2. başlatmak, kızdırmak: Don´t get hold of get 1. -ihim going! eline Onu başlatma! geçirmek. 2. (birini) bulmak. get hot 1. ısınmak. 2. kızmak, öfkelenmek. get in 1. (arabaya) binmek. 2. (bir yere) girmek/gelmek/gitmek. 3. get in a state with İng.,-in k. arkadaşlığını kazanmak. dili çok endişeli/heyecanlı/sinirli bir hale girmek. get in a stew k. dili telaşa/endişeye düşmek. get in a tizzy gereksiz yere telaşlanmak/heyecanlanmak, eli ayağı dolaşmak, get in good with eteği k. diliayağına (birinin)dolaşmak. gözüne girmek. get in on the ground floor k. dili bir işe başlangıçta katılmak. get in one´s hair k. dili -e musallat olmak, başından ayrılmayarak -i rahatsız get in one´s two cents worth etmek. k. dili, bak. put in one´s two cents worth. get in one´s way k. dili -e engel olmak, -in işlerini aksatmak. get in s.o.´s hair birini rahatsız etmek. get in through/by the back k. dili -e torpille girmek. door get in with k. dili (birinin) arkadaşlığını kazanmak; (birinin) gözüne girmek. get into a predicament sıkıya gelmek. get into a scrape zor duruma düşmek. get into mischief yaramazlık etmek. get into one´s stride/hit one k. dili bir işin havasına girmek. ´s stride get into the swing of things k. dili işlere alışmak. get into trouble belaya çatmak, başı belaya girmek. get it k. dili zılgıt yemek; gününü görmek: We´re going to get it now! get it in the neck Şimdi k. dili çattık 1. ağırbelaya! bir darbe yemek. 2. alabandayı yemek, fırçayı get it into one´s head that ... yemek. -i kafasına koymak. get it together k. dili 1. ne yapmak istediğine karar verip ona göre yaşamak. 2. get loose hayatın ne olduğunu 1. gevşemek. kavramak. 2. kaçmak. get lost yolunu kaybetmek. get no credit for He got no credit for what he had done. Onun o işteki rolü hiç get o.s. couthed up dikkate alınmadı. k. dili süslenip püslenmek. get o.s. in a fix kendini zor bir duruma sokmak. get off 1. inmek. 2. from (işten) izin almak. 3. paçayı kurtarmak; get off easy (birini) cezadan k. dili hafif kurtarmak: bir cezayla veyaHow can olarak cezasız we getkurtulmak; him off? Onu ucuz get off on the wrong foot cezadan kurtulmak. nasıl kurtarabiliriz? 4. yollamak. 5. çıkarmak: Get that k. dili başlangıçta birini kızdırmak. with s.o. dirty shirt off this minute! O kirli gömleği hemen çıkar! get off s.o.´s back k. dili birini rahat bırakmak, birini azarlamaktan/eleştirmekten get off s.o.´s tail vazgeçmek. k. dili birini rahat bırakmak. get off the ground 1. (uçak) havalanmak. 2. (bir iş) başlamak. get off the ground k. dili başarılı bir şekilde başlamak. get on 1. (taşıta) binmek. 2. azarlamak. 3. geçinmek: They get on get on one´s nerves well. Birbiriyle birinin sinirineiyi geçiniyorlar. dokunmak. get on one´s nerves -i sinir etmek. get on s.o.´s good side birinin gözüne girmek. get on the ball k. dili dikkat etmek, dikkatli olmak, uyanık olmak. get on the bandwagon k. dili birçok kişinin yaptığı bir şeye katılmak. Get on the stick! k. dili 1. Dikkat et!/Aklını başına topla!/Kendine gel!/Uyan! 2. get on the wrong side of s.o. Çabuk ol! kızdırmak. k. dili birini get one´s second wind 1. (koşucu v.b.) (ilk kez yorulup soluğu kesildikten sonra) get one´s back up soluklanıp tekrar eski formunu kazanmak. 2. k. dili toparlanıp k. dili öfkelenmek. yeniden gayrete gelmek. get one´s ducks in a row k. dili hazırlıklarını yapmak. get one´s feet wet k. dili başlamak, denemek. get one´s goat k. dili sinirlendirmek, kızdırmak. get one´s hands on 1. -i yakalamak, -i eline geçirmek. 2. -e sahip olmak. get one´s knickers in a twist İng., k. dili heyecanlanmak. get one´s knickers in a twist İng., k. dili endişeye/telaşa kapılmak. get one´s money´s worth k. dili ödenen paranın karşılığında iyi mal almak: You get your get one´s number money´s worth k. dili birinin neinmenem that store. O dükkânda biri olduğunu ödediğin paranın anlamak. karşılığında iyi mal alırsın. get one´s way istediğini yaptırmak: She always gets her way. Hep onun get one´s wind up istediği k. dili 1.olur. korkuya kapılmak, korkmak. 2. sinirlenmek. get one´s wits about one aklını başına toplamak. get onto k. dili 1. (bir işe) bakmak, (bir işi) ele almak, (bir işle) meşgul get oriented olmak. 2. (bir konuya) bir yere/çevreye girmek, (bir alışmak/intibak konudan) bahsetmeye etmek. başlamak. 3. (biriyle) temasa geçmek. 4. (bir kurula) seçilmek, get out 1. çıkmak. 2. çıkarmak, yayımlamak. seçim yoluyla girmek. 5. (birinin) suç işlediğini keşfetmek. get out of a scrape beladan kurtulmak, yakayı kurtarmak. get out of debt borçtan kurtulmak. get out of hand çığırından çıkmak, idare edilememek. Get out! Defol! get over 1. üstünden geçmek. 2. (bir hastalık) geçmek: Have you gotten get ready for over your için/-e cold? Nezlen geçti mi? 3. (bir üzüntüyü) unutmak. 4. hazırlanmak. (şaşırtıcı bir olaya) inanmak. get rid of -den kurtulmak; -i başından savmak/atmak; -i get rid of defetmek/kovmak: -i yok etmek; -i ortadanHow did you get -irid kaldırmak, of them? bertaraf Onları nasıl etmek. başından savdın? get s.o. couthed up k. dili birini süsleyip püslemek. get s.o. down k. dili birinin moralini bozmak. get s.o. into trouble birinin başını belaya sokmak. get s.o. off the hook k. dili birini (zor bir durumdan) kurtarmak. get s.o. out of the way 1. birini kenara çekmek. 2. birini devredışı etmek, etkisiz hale get s.o. over a barrel getirmek. k. dili birini köşeye sıkıştırmak. get s.o. under one´s thumb k. dili birini istediği gibi idare etmek/kullanmak. get s.o./s.t. in shape (for) birini/bir şeyi hazırlamak. get s.o./s.t. wrong birini/bir şeyi yanlış anlamak. get s.o.´s goat k. dili birini sinir etmek/kızdırmak. get s.t. across to s.o. k. dili bir şeyi birine anlatabilmek. get s.t. by heart bir şeyi ezberlemek. get s.t. off one´s chest k. dili içini dökmek. get s.t. off one´s chest k. dili derdini dökmek, içini dökmek/boşaltmak. get s.t. out of one´s system 1. (birinin) vücudu bir şeyi atmak: You´ll get this poison out of get s.t. out of the way your 1. birsystem in twenty-four şeyi kenara çekmek. hours. Yirmi 2. bir şeyi dört saat içinde bitirmek. vücudun bu zehri atar. 2. (biri) çok arzuladığı bir şeyi arzulamaz get s.t. over bir şeyi bitirmek. olmak; bir şeyden hevesini almak. get s.t. over with bir şeyi yapıp bitirmek; bir şeyi bitirmek. get s.t. right bir şeyi tam istenilen şekilde yapmak: I can´t get this right. get s.t. straight Bunu 1. birtam şeyiistediğim gibi yapamıyorum. doğru anlamak: Have you got You´ve got it right this straight now?this time! Şimdi Bu bunu kezdoğru başardın!/Bu anladın kez 2. mı? doğru (bir yaptın! yeri) bir düzene/düzenli bir get s.t. through one´s head bir şeyi anlamak/kafası almak: Why can´t you get this through hale your sokmak. head? Kafan niçin bunu almıyor? get s.t. through s.o.´s head bir şeyi birine anlatmak, bir şeyi birinin kafasına sokmak: He can´t get this through her head. Bunu onun kafasına sokamıyor. get set hazırlanmak. get shot of k. dili -den kurtulmak. get showered on k. dili yağmura yakalanmak. get shut of k. dili -den kurtulmak. get snakebit yılan sokmak. get steamed up about k. dili (bir şeye) kızmak, sinirlenmek. get the ax k. dili işten/okuldan atılmak, sepetlenmek. get the ball rolling k. dili başlamak, işleri başlatmak. get the best of -i alt etmek, -i yenmek. get the better of galip gelmek, üstün olmak. get the better of/get the best 1. -i yenmek, -in sırtını yere getirmek, -i alt etmek. 2. -den of get the blues kazançlı çıkmak. k. dili efkârlanmak. get the boot argo sepetlenmek, kapı dışarı edilmek, kıçına tekmeyi yemek, get the brush off işten k. diliçıkarılmak. (from) soğuk bir davranışla/sözle kovulmak; soğuk bir karşılık get the cart before the horse k. dili bir görmek: I got the işi tersinden brush off from her. Bana soğuk yapmak. davrandı. get the cold shoulder k. dili soğuk bir davranışla karşılaşmak: I got the cold shoulder. get the cold shoulder Bana soğukkarşı soğuktu. bir şekilde karşılanmak, soğuk bir karşılık almak. get the feel of -e alışmak. get the feel of -e alışmak. get the goods on s.o. k. dili biri hakkında elinde kuvvetli deliller olmak: We´ve got get the hang of the goods onöğrenmek, -in usulünü him. Onun-in hakkında esasını elimizde kavramak. kuvvetli deliller var. get the hang of -i anlamak, -i kavramak; -in havasına girmek. get the jitters sinirli olmak, korku duymak. get the jump on k. dili -den önce davranmak. get the jump on s.o. k. dili birinden önce davranarak avantajlı duruma girmek. get the message/get the argo anlamak, çakmak. picture get the nod argo 1. izin almak. 2. seçilmek. get the push k. dili sepetlenmek/işten atılmak. get the red carpet treatment k. dili şatafatlı bir şekilde karşılanıp ağırlanmak. get the runaround argo kaçamak cevap almak. get the sack İng., k. dili işten kovulmak, sepetlenmek. get the sack k. dili işten atılmak, sepetlenmek. get the shaft argo (birinin) canı yanmak. get the shakes k. dili titremeye başlamak, titreme nöbetine tutulmak. get the short end of the stick k. dili payına pek az bir şey düşmek. get the short end of the k. dili en az beğenilen şey birine düşmek: I got the short end of stick/of it get the show on the road the stick. k. dili En kötü işleri başlamak; pay bana düştü. başlatmak. get the upper hand galip gelmek, üstün çıkmak. get the upper hand dizginleri ele geçirmek; öne geçmek. get the worst of 1. yenilmek, sırtı yere getirilmek, alt edilmek. 2. -den kazançlı get through çıkmamak. 1. (to) -e varmak, -e ulaşmak: Owing to the snow no buses get through to have 1. -e gotten bir şey through anlatmak: today. Bugün I can´t kar yüzünden get through to her.buraya Ona birhiçbir şey otobüs anlatamam.varamadı. 2. 2. (tasarı, kafasına teklif girmek: I v.b.) think (meclisten) it´s finally geçmek, gotten get to 1. -e varmak/gelmek. 2. k. dili başlamak (Mastarla birlikte onaylanmak. through to him.3. (sınav, sınıf, kurs v.b.´ni) geçmek; (okulu) get to know kullanılır.): -i tanımak. TheyNihayet anladı got to talking. galiba. Konuşmaya başladılar. 3. lazım bitirmek. 4. to k. dili (birine) (bir şeyi) anlatmak, (bir şeyi) olmak, gerekmek; şart olmak: I´ve got to go now! Şimdi gitmem get to the bottom of (birinin) (meselenin)kafasına özünüsokmak. öğrenmek:5. (to) How(biriyle) can wetelefon get tobağlantısı the bottom of gerek! 4. k. dili (birini) sinir etmek. get to the bottom of kurmak; this? Bu (birinin meselenin numarasını) özünü telefonda nasıl çıkarmak. öğrenebiliriz? (bir şeyin) asıl sebebini bulmak, (işin) kökenine inmek. 6. (with) -i get to the finals/make it to bitirmek. 7. -i tüketmek. 8. (zor bir durumu) atlatmak; (zor bir finale kalmak zamanı) geçirmek. the finals get to the heart of -in özüne inmek, -in esas anlamını kavramak. get to the point sadede gelmek. get to work işe başlamak: Get to work! Haydi, iş başına! get together 1. toplamak, biriktirmek. 2. bir araya gelmek, buluşmak. 3. (on) get under one´s skin (üzerinde) -i kızdırmak, anlaşmaya varmak, mutabık kalmak. -i sinir etmek. get under s.o.´s skin k. dili birinin sinirine dokunmak. get up 1. yataktan kalkmak. 2. ayağa kalkmak. 3. hazırlamak, get up on one´s soapbox düzenlemek. 4. (birini) başlamak. k. dili nutuk çekmeye (belirli bir kıyafete) sokmak: She got get up on the wrong side of herself up as a mouse. Kendini fare kılığına soktu. 5. -i çıkmak; k. dili ters tarafından kalkmak. the bed -i çıkarmak: Can you get up these stairs? Bu merdivenleri get up the nerve to (bir şey misiniz? çıkabilir yapmak Can için)you cesaretini get thetoplamak. piano up the stairs? Piyanoyu get what´s coming to one merdivenlerden müstahakkını bulmak, çıkarabilir hakmisin? 6. -i kaldırmak: ettiği cezayı yemek. Can they get it get what´s coming to one up cezasını bulmak, layığını bulmak: She got mi? with a winch? Onu vinçle kaldırabilirler what7.was to -ecoming varmak: to Which her! chapter Müstahaktır! have you gotten up to? Hangi bölüme vardın? get wind of k. dili -den haber almak, -i duymak. get wind of -i duymak, -i öğrenmek, -den haberdar olmak. get wise (to) k. dili (-in) farkına varmak. get wise to k. dili (birinin) ne yaptığının farkına varmak, (birinin) ne get with it yaptığını çakmak;kendine k. dili uyanmak, (bir durumun) gelmekne olduğunun (Mecazen farkına varmak, söylenir.). (bir durumun) ne olduğunu çakmak. get worse daha kötü olmak. get/catch a whiff of -in kokusunu duymak. get/go to sleep uyumak. get/have cold feet k. dili tereddüde düşmek, kararsızlığa kapılmak, şüpheler get/have one´s way duymaya başlamak. kendi istediğini yaptırmak. get/have s.o.´s number birinin ne mal olduğunu öğrenmek/anlamak. get/put s.o./s.t. out of one´s birini/bir şeyi aklından çıkarmak/unutmak. mind get/win the nomination adaylık seçimlerini kazanmak. getup i. kıyafet, kılık. geyser i. 1. gayzer, kaynaç. 2. İng. (havagazıyla/doğalgazla çalışan) Ghana şofben. i. Gana. Ghanaian i. Ganalı. s. 1. Gana, Gana´ya özgü. 2. Ganalı. ghastly s. 1. beti benzi atmış. 2. korkunç. 3. k. dili berbat, çok kötü. ghazi i. gazi. gherkin i. kornişon. ghetto i. (çoğ. --s/--es) getto. ghost i. hayalet, hortlak. ghost town ölü kent; terkedilmiş yerleşim yeri. ghostwriter i. bir diğerinin hesabına ve onun ismi altında kitap yazan kimse. ghoul i. gulyabani. GHQ kıs. General Headquarters 1. ask. başkumandanlık karargâhı. 2. GI merkez, idare merkezi. i., k. dili Amerikan askeri/eri. s. Amerikan erlerine özgü. giant i. dev. s. dev gibi, kocaman. giaour i. gâvur. gibber f. konuşmaya benzeyen anlamsız sesler çıkarmak. gibberish i. konuşmaya benzeyen anlamsız sesler. gibbet i. darağacı. gibe f. dokunaklı/incitici söz söylemek, alay etmek. i. giblets dokunaklı/incitici söz. i., çoğ. (kümes hayvanlarından elde edilen) sakatat. Gibraltar i. Cebelitarık. Gibraltarian i. Cebelitarıklı. s. 1. Cebelitarık, Cebelitarık´a özgü. 2. giddiness Cebelitarıklı. i. 1. baş dönmesi. 2. hoppalık, havailik, terelellilik. giddy s. 1. baş döndürücü (yükseklik veya dönme hareketi). 2. hoppa, gift havai, terelelli. i. 1. hediye, armağan. 2. yetenek, istidat, Allah vergisi. gifted s. yetenekli, istidatlı. gigantic s. dev gibi, kocaman. giggle f. kıkırdamak, kıkır kıkır gülmek. i. kıkırdama. gigolo i. jigolo. gild f. (--ed/gilt) yaldızlamak. gild i., bak. guild. gilding i. yaldız. gill i. solungaç. gilt f., bak. gild. s. yaldızlı. i. yaldız. gimmick i. 1. numara, trük. 2. alet. gin i. cin (içki). gin i. çırçır (makine). f. (--ned, --ning) (pamuğu) çırçırdan geçirmek. ginger i. zencefil. s. kızıl (saç). ginger ale zencefilli gazoz. gingerbread i. 1. zencefilli, pekmezli kek. 2. zencefilli, pekmezli kurabiye. gingerly z. büyük bir dikkatle. gingham i. çizgili/damalı pamuklu kumaş. ginkgo i. ginko, kızsaçı. ginseng i. ginseng. Gipsy i., bak. Gypsy. gipsy i., bak. gypsy. giraffe i. zürafa. gird f. (--ed/girt) 1. çevrelemek, kuşatmak. 2. (on) (kılıç v.b.´ni) gird o.s. for kuşanmak. kendini -e iyice hazırlamak. gird o.s. with -i takmak, -i takınmak, -i kuşanmak. gird one´s loins (zor bir işe) hazırlanmak. gird one´s loins paçaları sıvamak, kolları sıvamak. gird s.o. with birine (bir şeyi) vermek/bahşetmek. girder i. putrel, potrel. girdle i. 1. korse. 2. kuşak, kemer. girl i. 1. kız. 2. k. dili kız arkadaş. girl friend kız arkadaş. girl guide İng. kız izci. girl scout kız izci. girl scout kız izci. girlhood i. kızlık çağı, kızlık. girlish s. kız gibi; kızlara özgü. girth i. 1. (semere ait) kolan. 2. çevre ölçüsü, çevre: The tree´s girth gismo was ninety i., bak. centimeters. Ağacın çevresi doksan santimetreydi. gizmo. 3. bel ölçüsü, bel. gist i. ana fikir, esas anlam; başlıca fikirler. give f. (gave, giv.en) 1. vermek. 2. sebep olmak: Her presence gives give him pleasure. Varlığı ona mutluluk veriyor. It gave him a shock. i. esneklik. Onu şoke etti. This noise is giving me a headache. Bu gürültü give a good account of o.s. Kendine düşen işi iyi yapmak anlamına gelir: He gave a good başımı ağrıtıyor. 3. göstermek: Can you give us some proof? account bir piyes of himself on the battlefield today. Bugün iyi savaştı. give a play Bize kanıtoynamak. gösterebilir misiniz? 4. esnemek, açılmak, eğilmek. 5. give a roundup of the news esnek davranmak. önemli haberleri özet 6. çökmek. halinde vermek. give a slip k. dili sıvışarak birinin elinden kurtulmak. give a wide berth to -den kaçınmaya dikkat etmek. give affront to -i kızdırmak, -i gücendirmek. give an account of o.s. kendisi hakkında hesap vermek. give an edge to 1. -i bilemek. 2. (iştahı) açmak; (keyif, öfke v.b.´ni) artırmak. give away 1. hediye olarak vermek, hediye etmek: She gave her dog give back away. Köpeğini geri vermek, birine iade hediye etti. 2. ele vermek. etmek. give back geri vermek. give birth to 1. (çocuk/yavru) doğurmak. 2. doğurmak, meydana getirmek. give birth to -i doğurmak. give chase 1. (av köpeği) avın kokusunu alıp peşine düşmek. 2. give credence to kovalamaya -e inanmak. başlamak. give ear to -e kulak vermek, -i dinlemek. Give her my love! Ona sevgilerimi söyle! Give her my regards. Ona benden selam söyle. give in teslim olmak, razı olmak, kabul etmek. give in to temptation/yield to şeytana uymak. temptation give it one´s best shot elinden geleni yapmak. give no leg to stand on tutunacak bir dal bırakmamak. give notice bildirmek. give o.s. airs çalım satmak. give o.s. airs burnu havada olmak. give off (koku, buhar v.b.´ni) yaymak, çıkarmak: Plants give off oxygen. give offense Bitkiler havaya oksijen verir. gücendirmek. give offense 1. gücendirmek, darıltmak, incitmek. 2. sinirlendirmek. give one a black eye bir gözünü patlatmak. give one a tickle in one´s -e gıcık vermek, -i gıcıklamak. throat give out çok yorulmak, bitmek. give preference to -i tercih etmek. give priority to -e öncelik tanımak. in order of priorities önem sırasına göre. give rein to -in dizginini salıvermek, -i başıboş bırakmak. give rise to -e yol açmak, -e sebebiyet vermek. give rise to -e yol açmak, -e neden olmak, -i meydana getirmek. give s.o. a bath birini yıkamak. give s.o. a belt on k. dili birine yumruk indirmek. give s.o. a blessing out k. dili birine sapartayı çekmek/vermek. give s.o. a blowjob birinin penisini ağızla uyarmak, supet/süpet yapmak; saksofon give s.o. a break çalmak. birine bir fırsat vermek/bir şans tanımak. give s.o. a cold welcome birini soğuk karşılamak. give s.o. a fair shake birine adaletli/dürüst bir şekilde davranmak. give s.o. a free hand birine geniş yetki vermek. give s.o. a fright birini korkutmak. give s.o. a hand 1. birine yardım etmek. 2. birini alkışlamak. give s.o. a hard time k. dili 1. (alay/tenkit etmek için) biriyle uğraşmak, birine give s.o. a lift çullanmak. 2. birini birini arabasına çok uğraştırmak. almak. give s.o. a piece of one´s birinin ağzının payını vermek, birine verip veriştirmek. mind give s.o. a piece of one´s k. dili birine ağzına geleni söylemek, birine verip veriştirmek. mind give s.o. a raw deal birine haksızlık etmek. give s.o. a ride birini (at/bisiklet/araba ile) götürmek: Will you give me a ride to give s.o. a ring Bursa? Beni Bursa´ya birine telefon etmek. kadar götürür müsünüz? He is riding high. k. dili İşleri yolunda/tıkırında. give s.o. a round of applause birini alkışlamak. give s.o. a scare birini korkutmak. give s.o. a shampoo birinin saçını şampuanla yıkamak. give s.o. a spanking birinin kıçına şaplak atmak. give s.o. a sporting chance k. dili birine kazanma imkânı tanımak. give s.o. a start 1. birini irkiltmek. 2. (birinin) arabasının motorunu çalıştırmak. give s.o. a start in life birinin hayata atılmasını sağlamak. give s.o. a swelled head k. dili birinin başını döndürmek, birini şımartmak. give s.o. a tickle birini gıdıklamak. give s.o. a warm welcome 1. birini nezaket ve içtenlikle karşılamak. 2. birini pişman give s.o. asylum ettirmek. pol. birine sığınma hakkı tanımak. give s.o. credit for -in hakkını vermek. give s.o. credit for (bir şeyden dolayı) birini takdir etmek. give s.o. custody of birine (birinin) vesayetini vermek. give s.o. hell k. dili birini fena halde haşlamak, birine adamakıllı bir zılgıt give s.o. his due vermek. birine haksızlık etmemek. give s.o. money under the k. dili birine rüşvet vermek. table give s.o. no quarter birine aman vermemek. give s.o. one´s illness birine hastalığını bulaştırmak/geçirmek: Don´t give me your give s.o. one´s word cold! birineNezleni bana bulaştırma! söz vermek. give s.o. pause birini düşündürmek, birinin düşünmesine yol açmak. give s.o. pleasure birine zevk/haz/keyif vermek. give s.o. rope birini serbest bırakmak, birini kendi haline bırakmak. give s.o. shelter birini korumak. give s.o. the benefit of the k. dili birinin kötü/olumsuz bir şey yapmadığını farzetmek. doubt give s.o. the bird k. dili el işaretiyle birine ´´Siktir!´´ demek. give s.o. the boot argo birini sepetlemek, birini kapı dışarı etmek, birinin kıçına give s.o. the bum´s rush tekmeyi atmak, İng., k. dili birini birini yaka işten paça çıkarmak. çıkarmak; birini âdeta kapı dışarı give s.o. the bum´s rush etmek. k. dili birini yaka paça etmek/götürmek. give s.o. the cold shoulder k. dili birine soğuk davranmak. give s.o. the cold shoulder birine soğuk davranmak. give s.o. the come-on -e pas vermek. give s.o. the creeps birinin tüylerini ürpertmek. give s.o. the glad eye birine pas vermek, birine davetkâr bir bakış yöneltmek. give s.o. the glad hand sahte bir sıcaklıkla el sıkmak/selam vermek. give s.o. the jumps argo birini çok sinirlendirmek, birinin tepesini attırmak. give s.o. the once-over birini tepeden tırnağa süzmek. give s.o. the pip İng. 1. birinin sinirine dokunmak. 2. birinin canını sıkmak. give s.o. the push k. dili birini sepetlemek/işten atmak. give s.o. the red carpet k. dili birini şatafatlı bir şekilde karşılayıp ağırlamak. treatment give s.o. the sack İng., k. dili birini işten atmak, birini sepetlemek. give s.o. the shaft argo birinin canını yakmak. give s.o. the shirt off one´s çok cömert olmak. back give s.o. the shivers birinin tüylerini ürpertmek/diken diken etmek. give s.o. the slip k. dili sıvışarak birinden kaçmak/kurtulmak. give s.o. the third degree 1. birini konuşturmak için işkence yapmak. 2. birini sıkı bir give s.o. the willies sorguya çekmek.ürpertmek, birinin tüylerini diken diken etmek. birinin tüylerini give s.o. tit for tat k. dili birine misilleme yapmak, birine aynı biçimde karşılık give s.o. to understand s.t. vermek. birine bir şeyi ima etmek. give s.o. what for k. dili 1. birini haşlamak, birine zılgıt vermek. 2. birine dayak give s.o./s.t. a trial atmak. birini/bir şeyi denemek. give s.t. a lick and a promise bir şeyi yalapşap/yalap şalap yapmak. give s.t. a press bir şeyi çabucak/şöyle bir ütülemek. give s.t. a stir bir şeyi karıştırmak: Give that stew a stir! O güveci bir karıştır! give s.t. a swirl bir şeyi çalkalayarak döndürmek. give s.t. a whirl k. dili bir şeyi denemek: Give it a whirl! Onu bir dene! give s.t. one´s consideration bir şey üzerinde düşünmek. give s.t. prominence bir şeyi ön plana çıkarmak. give s.t. some thought bir şeyi iyice düşünmek. give s.t. the benefit of the k. dili bir şeyin kötü/olumsuz bir sonuç vermediğini farzetmek. doubt give s.t. the once-over 1. bir şeyi gözden geçirmek. 2. etrafı şöyle bir düzeltmek. give short notice (bir işin yapılması için) çok az zaman vermek. give solace to -i teselli etmek, -e teselli vermek. give thanks şükretmek. give the alarm tehlike işareti vermek. give the land a wide berth karadan çok uzakta bulunmak. give the lie to -in yalan/yanlış olduğunu göstermek. give the start signal spor start vermek. give umbrage to -i gücendirmek. give up 1. vazgeçmek. 2. pes etmek. give up the ghost 1. ölmek, son nefesini vermek. 2. (makine/motor) bozulmak. give up the ghost 1. ölmek, son nefesini vermek. 2. (makine/motor) bozulmak. give up thought of -i aklından çıkarmak. give vent to -i belli etmek, -i göstermek. give voice to -i anlatmak, -i ifade etmek, -i dile getirmek. give witness bak. bear witness. give/lend s.o. a helping hand birine yardım elini uzatmak. give/make a speech bir konuşma yapmak. give-and-take i., k. dili karşılıklı özveri, karşılıklı fedakârlık. given f., bak. give. s. belirli, muayyen. i. veri. given name küçük isim. gizmo i. aygıt; alet. gizzard i. 1. biyol. taşlık, katı. 2. şaka mide. glacial s. 1. buzullara ait: glacial lake buzul gölü. 2. buz gibi, çok soğuk. glacier i. buzul. glad i., k. dili, bak. gladiolus. glad s. (--der, --dest) mutlu, memnun: He was glad to see us. Bizi glad rags gördüğüne bayramlıklar, sevindi. en iyiI´ll be glad to do it. Onu memnuniyetle giysiler. yaparım. glad rags k. dili süslü giysiler. glad to meet you I´m glad to meet you. Tanıştığımıza memnun oldum. gladden f. sevindirmek. glade i. orman içindeki açık alan. glad-hand f. sahte bir sıcaklıkla el sıkmak/selam vermek. gladiator i. gladyatör. gladiolus çoğ. glad.i.o.li (glädiyo´lay) i., bot. glayöl, kuzgunkılıcı. gladly z. memnuniyetle. gladness i. memnuniyet. glamor i. romantik bir çekicilik. glamorise f., İng., bak. glamorize. glamorize f. 1. romantik ve çekici bir şekilde tarif etmek. 2. romantik ve glamorous çekici bir hava s. romantik bir vermek. çekiciliği olan. glamour i., İng., bak. glamor. glamourise f., İng., bak. glamorize. glamourize f., İng., bak. glamorize. glamourous s., İng., bak. glamorous. glance f. at -e göz atmak. i. bakış. glance off -i sıyırıp geçmek. gland i., anat. bez, beze, gudde. glare f. 1. göz kamaştıracak bir şekilde parlamak. 2. at -e ters ters glaring bakmak. s. i. 1. göz kamaştırıcı 1. göz kamaştırıcı. parıltı.çiğ 2. çok parlak, 2. ters bakış. (renk). 3. çok göze glass çarpan. 4. ters ters bakan. i. 1. cam. 2. bardak: a glass of water bir bardak su. a water glass glass f. camsu bardağı. takmak, camlamak. glass cutter elmastıraş, elmas. glass in -i camla kapatmak. glass wool cam yünü. glassblower i. üfleyerek cam ve şişe yapan kimse. glasses i., çoğ. gözlük. glasses frames gözlük çerçevesi. glassful i. bardak dolusu. glasshouse i. 1. cam fabrikası. 2. İng. sera. glassware i. zücaciye. glassworks i. cam fabrikası. glassy s. 1. cam gibi. 2. durgun ve parıldayan (deniz, göl v.b.). 3. glaucoma donuk (bakış). karasu. i., tıb. glokom, glaze f. 1. (pencereye) cam takmak. 2. (seramik nesneleri) sırlamak. glazier 3. (bakış) donuklaşmak. i. (seramikte) sır. i. camcı. gleam i. pırıltı. f. pırıldamak, parıldamak, parlamak. glean f. 1. hasattan sonra ekin toplamak; hasattan sonra (tarladaki) glee ekinleri i. neşe. toplamak. 2. azar azar (bilgi) toplamak. glee club koro. gleeful s. neşeli, neşe dolu. glen i. küçük vadi, dere. glib s. (--ber, --best) 1. cerbezeli. 2. kolaya kaçan ve içtenliksiz glide (cevap/söz). f. süzülerek gitmek, süzülmek; sessizce ve kayıyormuş gibi glider gitmek. i. planör. gliding i. 1. süzülerek gitme, süzülme. 2. planörcülük. glimmer f. hafifçe pırıldamak. i. hafif pırıltı. glimpse i. anlık bakış, kısa bakış. f. (birini/bir şeyi) bir an için görmek. glint f. pırıldamak, parıldamak. i. pırıltı. glisten f. pırıldamak, parıldamak. i. parıltı. glitter f. pırıldamak, parıldamak. i. pırıltı. gloat f. over -den şeytanca bir zevk duymak, (birinin başarısızlığını) glob zevkle seyretmek; i. 1. damla. 2. topak. “Oh olsun!” demek. global s. 1. tüm dünyayı kapsayan/ilgilendiren. 2. global. globe i. 1. küre, yuvarlak, yuvar. 2. yerküre, yeryuvarlağı, yeryuvarı. globe-trotter 3. küre, i. sık sık yerküreyi simgeleyen dünyayı dolaşan kimse.model. 4. (lamba için) karpuz. gloom i. 1. karanlık; loşluk. 2. kasvet, hüzün. gloomy s. 1. karanlık; loş. 2. kasvetli, hüzünlü. glorification i. 1. hamdederek (Allahı) yüceltme. 2. yüceltme. glorify f. 1. hamdederek (Allahı) yüceltmek. 2. yüceltmek. glorious s. 1. çok şerefli, yüceltilmeye değer. 2. fevkalade güzel, glory harikulade, muhteşem. i. 1. şan ve şeref. 2. ihtişam, görkem. 3. medarı iftihar. f. in 1. -e gloss çok sevinmek. 2. i. 1. parlaklık. 2. sahteile çokbirövünmek. dış görünüm: Her politeness was gloss merely a gloss. Onun nezaketi i. 1. açıklama. 2. yorum. f. 1. açıklamak. sadece bir2.gösterişti. açıklayıcıf.yazı over (bir yanlışı, eklemek. doğru olmayan bir şeyi) doğru/makul göstermek. glossary i. lügatçe, kitabın sonundaki sözlük bölümü. glossy s. parlak. glove i. eldiven. glove compartment torpido gözü. glow f. 1. (kor) parlamak; kor gibi parlamak: The cat´s eyes glowed in glower the dark. f. ters tersKedinin bakmak. gözleri i. terskaranlıkta bakış. kor gibi parlıyordu. 2. (yüzü/yanakları) kızarmak. i. 1. parıltı. 2. kızarıklık. glowworm i. ateşböceği. gloxinia i., bot. gloksinya. glucose i. glikoz. glue i. zamk. f. zamklamak. glum s. (--mer, --mest) 1. asık suratlı, somurtuk. 2. kasvet veren. glut i. aşırı miktar: There´s a glut of turnips on the market. Piyasa glut o.s. with/on şalgama -i tıka basa boğuldu. yemek: f. They (--ted,glutted --ting) themselves on pears. glut the market with Armutları tıka basa yediler. piyasayı (aşırı miktarda mala) boğmak: He glutted the market glutinous with bananas. s. tutkala Piyasayı benzer, yapış muza yapış.boğdu. glutton i. obur. gluttonous s. obur. gluttony i. oburluk. glycerin i. gliserin. glycerine i., bak. glycerin. GMT kıs. Greenwich Mean Time. gnarled s. boğum boğum. gnash f. (diş) gıcırdatmak. gnat i. 1. tatarcık. 2. titrersinek. gnaw f. kemirmek. gnome i. (peri masallarında) cüce. GNP kıs. gross national product. go (the) whole hog (bir işi) tamamıyla yapmak, hiçbir şeyi atlamadan yapmak, go (the) whole hog esaslı birtam (bir işi) şekilde yapmak. yapmak. go f. (went, gone) 1. gitmek. 2. -e çıkmak: She´s gone shopping. go Alışverişe i., İng. sıra:çıktı. It´s They´ve your go. gone for a walk. Onlar yürüyüşe çıktı. 3. Sıra sende. (bir şeyin) yeri (belirli bir) yer olmak: That book goes there. O go a long way towards (bir şey) çok katkıda bulunmak, çok yararlı olmak: This´ll go a kitabın yeri orası. 4. (makine) işlemek, çalışmak. 5. olmak: İrfan go aboard long way towards making up for what you did. Bu, yaptığını binmek. ´s gone crazy. İrfan delirdi. That bank´s gone private. O banka affettirmeye bayağı yardımcı olur. go about özel den.sektöre tiramola geçti. etmek. 6. (belirli bir) durumda kalmak: Her screams go about a task went bir işi ele almak, bir işe duyulmadı. unheard. Çığlıkları başlamak. He went hungry all day. Gün boyunca aç kaldı. 7. gitmek, satılmak: The apartment went go abroad yurtdışına for a song. gitmek, Daire çok dışarı ucuza gitmek. gitti. 8. (on) (para) gitmek, go after (yakalamak/almak harcanmak: One third için)of peşinden his salarygitmek; goes onkovalamak. rent. Maaşının üçte go against biri 1. -e karşı gelmek, -e karşı olmak. 2. -e aykırı(zaman/mevsim) kiraya gidiyor. 9. yok olmak, kaybolmak; olmak. 3. (sonuç) uçup -in gitmek. olmak. aleyhinde 10. ortadan kaldırılmak; işten çıkarılmak; go against the grain (birinin) tabiatına aykırı olmak. yürürlükten kaldırılmak: Nuri must go; that´s certain. Nuri go aground karaya oturmak. gitmeli; orası kesin. 11. gitmek, ölmek: I know they´ll sell this go ahead farm 1. devamonceetmek. I´m gone. 2. ofBen-dengittikten sonra bu çiftliği satacaklarını önce gitmek. go ahead biliyorum. 12. (zaman/toplantı) 1. (of) -den önce gitmek. 2. (with) -e devam geçmek; (hayat/işler) etmek. (herhangi bir durumda) olmak, gitmek: How´d the meeting go? Toplantı Go ahead and smoke! Buyur, nasıl sigaranı geçti? How´s iç! it going? İşler nasıl gidiyor? 13. (şiir, Go ahead! 1. Devam et! 2. Buyur! tekerleme v.b.´nin sözleri, müziğin nağmesi) (belirli bir biçimde) Go ahead! olmak: DevamThe et! first line of the rhyme goes like this: “Little Miss Muffet sat k. dili elinden on a tuffet.” geleni Tekerlemenin ilk satırı şöyle: “Minnacık yapmak. go all out Matmazel Muffet bir ot kümesi üstünde oturuyordu.” 14. into go all the way (with) mat. (bir 1. tamamıyla sayı) (başka hemfikir bir sayıyı)olmak. 2. (birinin) bölmek: tüm isteklerini Five won´t go into four. go all the way yerine 1. son Beş dördügetirmek. haddine 3. cinsel varmak. bölemez. ilişkide 2. her bir 15. (belirli bulunmak, naneyi ses)yemek. sevişmek: çıkarmak: Her heart They´ve gone went all the way. Mercimeği fırına vermişler. go along with 1. ilepit-a-pat. Yüreği güm beraber gitmek. 2. -egüm attı. 16.-iin/into razı olmak, -e sığmak: It kabul etmek. won´t go in the box. Kutuya sığmaz. 17. with -e uymak, -e Go along! Haydi, git! uygun olmak: That hat doesn´t go with that dress. O şapka o Go along. Hadi git.uymuyor. 18. (saat) (belirli bir zamanı) göstermek: It´s elbiseye go ape over gone k. dili four. Saat dört -e bayılmak, ...oldu. için deli olmak. go around 1. herkese yetmek. 2. with ile arkadaş olmak, ile birlikte olmak. 3. (hastalık) çok kişiye bulaşmak. go ashore karaya çıkmak. go astray 1. (hayvan) sürüden çıkıp kendi başına gitmek, sürüden go at ayrılmak. -e saldırmak.2. (insan) kötü yola sapmak, doğru yoldan sapmak. 3. yanlış yapmak, hata yapmak. go away gitmek, ayrılmak. go awry ters gitmek. go back dönmek. go back on one´s sözünden dönmek. promise/word go back on one´s word sözünden dönmek. go back on one´s word sözünden dönmek. go back on s.o. birine ihanet etmek. go bad (yiyecek) bozulmak. go bad bozulmak. go bail for -e kefil olmak. go bananas k. dili çıldırmak. go bankrupt iflas etmek, batmak. go begging istenilmemek, rağbet görmemek. go belly-up k. dili topu atmak, iflas etmek. go berserk çıldırarak etrafı kırıp geçirmek. go beyond -in ötesine geçmek. go beyond reason makul sınırların dışına çıkmak. go bust k. dili iflas etmek, sıfırı tüketmek, topu atmak. go by geçip gitmek. go by 1. geçmek: Several hours went by. Birkaç saat geçti. I´ve never go by the board gone by your 1. (fırsat) house. kaçmak. 2. Evinin önünden vazgeçilmek, hiç geçmedim. Don´t let bırakılmak. that chance go by! O fırsatı kaçırma! 2. (bir şeyi) kılavuz go by the board (iyi şeyler) yok olmak, gitmek; (fırsat) kaçırılmak; (iş, tasarı saymak; (bir şeye) riayet etmek: Don´t go by what he says! go down v.b.) suya düşmek.düşmek. 2. batmak. 3. (şiş/sular) inmek; 1. (seviye/kalite) Onun dediklerine göre hareket etme! 3. -e bakarak hükme go down in history (lastik) varmak, sönmek. 4. karşılanmak: -e bakmak: tarihe geçmek. The If you go only byproposal went down appearances, you´dwell. say Teklif he´s iyi poor.karşılandı. Sadece 5. to -e görünüşüne uzanmak. bakarsan fakir olduğunu go down the drain boşa gitmek, ziyan olmak. söylerdin. go down the drain k. dili (para) boşuna harcanmak, boşa gitmek. go downhill (başarı, sağlık v.b.) düşüş göstermek, bozulmak; baş aşağı go Dutch gitmek. k. dili (bir eğlentide) masrafı Alman usulü bölüşmek. go far çok başarılı olmak. go far çok başarılı olmak. Go fly a kite! Çek arabanı! go for 1. -e saldırmak, -in üstüne varmak. 2. -i elde etmeye çalışmak. go for a song 3. çok-i seçmek; -i tercih etmek. 4. -den hoşlanmak. 5. için geçerli ucuza satılmak. olmak: I´m fed up with all of you. And that goes for you too go for a walk yürüyüşe çıkmak. Kıymet. Hepinizden bıktım artık. Bu senin için de geçerli, go for a walk/take a walk yürüyüşe çıkmak, gezmeye gitmek. Kıymet. Go for it! Yallah! go for nothing boşa gitmek, heder olmak. go from bad to worse kötüyken daha kötü olmak. go from bad to worse gittikçe/giderek kötüleşmek, kötüye gitmek. go gaga over (bir şey için) deli olmak. go green around the gills k. dili benzi atmak. go halves k. dili paylaşmak, üleşmek. go haywire k. dili 1. sapıtmak, delirmek. 2. bozulmak. go hog wild k. dili çılgınlaşmak, çılgınca davranmak, iyice azmak. go in 1. girmek. 2. girmek, uymak. 3. (güneş/ay) bulutla örtülmek. go in for (bir şeyin) meraklısı olmak, (bir şeyi) yapmaktan hoşlanmak. go in with s.o. on (bir şeyde) biriyle ortak olmak. go into 1. (bir mesleğe) girmek. 2. (bir iş) için (belirli bir süre) go into a decline harcanmak: kuvvetten düşmek. Five years of work have gone into the preparation of this project. Bu projeyi hazırlamak için beş yıl çalıştık. 3. (bir go into a skid (araba) kaymaya başlamak. şeyi konuşmaya/tartışmaya/açıklamaya/araştırmaya) girmek. go into action harekete geçmek. go into detail ayrıntılara girmek. go into details ayrıntılara girmek. go into effect yürürlüğe girmek. go into one´s shell kabuğuna çekilmek, susup insanlarla konuşmamak. go into operation yürürlüğe girmek. go it alone kendi başına hareket etmek/yaşamak. Go it! 1. Koş! 2. Haydi gayret! go native yerliler gibi davranmaya/düşünmeye/giymeye başlamak. go off 1. patlamak. 2. çalmaya başlamak. 3. (ışıklar/kalorifer) sönmek; go off at half cock (bir aygıt) durmak, hazırlıksız iş görmek. işlemez olmak, çalışmamak. 4. (yemek) bozulmak. 5. (bir olay) (belirli bir şekilde) geçmek. 6. İng., k. dili go off one´s chump İng., k. dili aklını oynatmak, oynatmak, kafayı üşütmek. -den hoşlanmamaya başlamak. go off the air radyo, TV yayına son vermek. go off the deep end k. dili kendini fazlasıyla kaptırmak. go off the deep end k. dili 1. kendini bir işe fazlasıyla kaptırmak. 2. çok kızmak, go off the rails kudurmak, köpürmek, 1. raydan çıkmak. 2. k.kendini kaybetmek. dili aklını kaçırmak/oynatmak. go on 1. olmak; devam etmek: What´s going on? Ne oluyor? The go on a diet party perhizewent on all night. Parti gece boyunca devam etti. 2. başlamak. (ışıklar/kalorifer) yanmaya başlamak; (aygıt) çalışmaya go on strike grev yapmak. başlamak. 3. (bir işi sürdürebilmek için) (bir söze/kanıta) go on strike greve gitmek. dayanmak: What are you going on? Neye dayanıyorsun? 4. go on the rampage devam (through) etmek, gitmek: (-i) yakıp Go on; yıkmak, (-i)I´ll waitkavurmak. kasıp here for the others. Sen go on the road devam et; ben öbürlerini (tiyatro topluluğu) turneye çıkmak. bekleyeceğim burada. 5. (zaman) geçmek. 6. (with) -e devam etmek. 7. (belirli bir şekilde) go on the rocks k. dili 1. (evlilik) davranmaya devam bozulmak. etmek: 2. (işyeri) If you go ontopu likeatmak, iflas end this you´ll etmek. up go on the stage tiyatro in a loonyoyuncusu bin. Böyle olmak. devam edersen tımarhaneyi boylarsın. 8. go on the stage konuşmaya oyuncu olmak, devam etmek. tiyatrocu 9. (about) (hakkında) fazlasıyla olmak. konuşmak, bıktıracak kadar konuşmak. 10. (at) -i azarlamak, -in go on tour turneye çıkmak. başının etini yemek. Go on! Aman sen de!/Haydi canım sen de! go one´s way kendi yoluna gitmek, bildiğini okumak. go out 1. eğlenmek için dışarı çıkıp insanlarla buluşmak, çıkmak. 2. go out of one´s way to do (with) k. dili ile özel flört bir etmek, ile gezmek, çaba sarfederek birile çıkmak: şeyi yapmak. Tarık´s started to s.t. go out with Derya. Tarık, Derya ile çıkmaya başladı. 3. (mektup, go out of sight gözden kaybolmak. koli, ilan v.b.) yollanmak, gönderilmek. 4. (ateş/ışık) sönmek. 5. go over 1. -i incelemek, (deniz) çekilmek:-iThe kontrol etmek. tide´s going2.out.-i tekrar Denizanlatmak, çekiliyor. 6.-i tekrar go over the top açıklamak. demode 3. olmak. -i tekrar gözden geçirmek. k. dili amaçlanan sınırı aşmak: We went over the top by 4. (belirli bir şekilde) karşılanmak: seventy It went liras. over well in the meeting. yetmişToplantıda milyon liraiyi go overboard for/about k. dili -emillion fazla tutkun Amaçladığımızdan olmak. fazla karşılandı. elde ettik. 5. (bir grubu bırakarak) (başka bir gruba) girmek: He go places başarılı olmak; abandoned mesleğinde the Anglican ilerlemek. church and went over to Rome. go places Anglikan kilisesini k. dili başarıya ulaşmak. bırakıp Katolik oldu. go round bak. go around. go s.o. one better birinin yaptığından daha iyisini yapmak, birini geçmek. go shares paylaşmak: I´ll go shares with you in this. Bunu seninle go shares with paylaşırım. ile paylaşmak, ile üleşmek. go shopping çarşıya çıkmak, alışverişe çıkmak. go short (of) (birine) yeterli miktarda (bir şey) olmamak: They won´t go go soft in the head short k. diliof bread. aklını Onlara yetecek oynatmak, oynatmak. kadar ekmek var. go sour 1. ekşimek. 2. bozulmak, kötüye gitmek. go stag k. dili (bir erkek) (bir eğlenceye/partiye) damsız gitmek. go steady devamlı olarak tek bir kişi ile flört etmek; with ancak (belirli go steady biriyle) çıkmak/gezmek. k. dili birbirinden başka kimseyle çıkmamak/flört etmemek. go steady with k. dili sadece (belirli biriyle) çıkmak/flört etmek. go straight 1. düz/doğru gitmek. 2. doğru yoldan ayrılmamak, ahlaklı bir go sugary şekilde yaşamak. (reçel, bal v.b.) şekerlenmek. go swimmingly k. dili (işler) çok iyi/tıkırında gitmek. go the round ağızdan ağıza dolaşmak. go through 1. (hastalık, sıkıntı v.b.´ni) geçirmek. 2. (parayı) harcamak. 3. go through (bir kanun tasarısı 1. (tasarı, v.b.) teklif v.b.) onaylanmak. (meclisten) 4. -i gözden geçmek, geçirmek, onaylanmak. -i 2. (bir kontrol taşıt) etmek; (durulması (cepleri) gereken yoklamak. bir yerden) 5. (bir şeyi) durmadan konuşmak: geçmek. We 3. -i go through the mill 1. büyük zorluklar atlatmak. 2. feleğin çemberinden geçmek. ´ve already-igone incelemek, through-ithis araştırmak, once. arayıp Bunu zaten taramak. birbir 4. (zor kezdurumu) go through the roof k. dili çok kızmak, küplere binmek. konuştuk. atlatmak; (zor bir zamanı) geçirmek. 5. (sınav, sınıf, kurs v.b.´ni) go through with (planlanmış geçmek; bir şeyi) (okulu) gerçekten bitirmek. 6. withyapmak, gerçekleştirmek. k. dili (bir şeyi) yapmak: Are go to all lengths/go to any you her really çareyigoing to go through kullanmak, withbaşvurmak. her çareye this? Bunu gerçekten length/go to great lengths yapacak go to any extent her şeyemısın? 7. k. dili başvurmak: olmak, He´ll go togerçekleşmek. any extent to get it. Onu elde go to bed etmek yatmak. için her şeye başvurur. go to bed (gece uykusuna yatmak üzere) yatmak. go to bed with ile cinsel ilişkide bulunmak, ile sevişmek. Go to blazes! k. dili Cehennem ol! go to extremes ifrata kaçmak. go to great expense (bir şeyi yapmak için) çok masraf etmek, büyük masrafa girmek. go to great expense çok masrafa girmek. go to hell cehennemin dibine gitmek. Go to hell! Cehennem ol! go to one´s glory ölmek. go to one´s head 1. kendini bir şey zannetmesine sebep olmak, başını go to one´s head döndürmek. 2. (içki) başına vurmak. başını döndürmek. go to pieces (bir olay karşısında) kendini tutamayıp ağlamaya, fenalıklar go to pieces geçirmeye veya o2.zamana 1. parçalanmak. kadar gizli k. dili (kendini) tuttuğu her şeyi ifşa dağıtmak. etmeye başlamak. go to pot berbat olmak. go to pot k. dili bozulmak, mahvolmak. go to press (gazete v.b.) baskıya girmek. go to press baskıya girmek. go to rack and ruin harabeye dönmek, harap olmak; mahvolmak. go to school 1. okula gitmek. 2. okula/üniversiteye devam etmek; go to sea tahsil/eğitim denizci olmak. görmek. go to sea 1. denizci olmak. 2. deniz yolculuğuna çıkmak. go to see 1. (belirli bir amaç için) (bir yere) gitmek: I went to see what I go to seed could çaptan find there. Orada neler bulabilirim diye bir bakmaya düşmek. gittim. 2. -in ziyaretine gitmek; ile görüşmeye gitmek; -i go to seed tohuma kaçmak. görmeye gitmek: They´ve gone to see him. Onu görmeye go to sugar (reçel, bal v.b.) şekerlenmek. gittiler. go to the dogs k. dili 1. ahlaken çökmek. 2. bozulmak. go to the dogs rezil olmak. go to the flicks k. dili (film seyretmek için) sinemaya gitmek. go to the movies sinemaya gitmek. go to the wall k. dili iflas etmek; iflasın eşiğinde olmak. go to town 1. hızlı çalışmak; büyük bir gayretle çalışmak. 2. çok başarılı go to town olmak. 1. şehre gitmek. 2. k. dili hız ve gayretle çalışmak. 3. k. dili çok go to waste başarılı olmak.heder olmak, boşa gitmek. ziyan olmak, go to wrack and ruin bakımsızlıktan harabeye dönüşmek. f. go together birbirine uymak. go too far ileri gitmek, fazla olmak, çok olmak. go under 1. batmak. 2. iflas etmek, batmak. go under k. dili 1. batmak. 2. iflas etmek, batmak. go under the name of adıyla tanınmak. go underground faaliyetlerini gizli olarak sürdürmeye başlamak, yeraltına go up kaymak. 1. çıkmak, yükselmek. 2. artmak. 3. tiy. (perde) kalkmak. go up in flames/smoke tamamıyla yanmak. go up in smoke 1. yanıp kül olmak. 2. yok olmak. No smoking. Sigara içilmez. go white as a sheet k. dili sapsarı/bembeyaz kesilmek, benzi atmak/uçmak, beti go wild benzi atmak. çıldırmak. go with 1. -e uygun olmak, -e uymak; -e yakışmak. 2. ile flört etmek. go with the crowd grubun isteğine uymak. go without 1. -den mahrum kalmak: He´s gone without food for three go without saying days. Üç günlüzum söylemeye yemekten mahrum olmamak: kaldı. It goes 2. -sizsaying without yaşayabilmek, that you -siz yapabilmek: must She be punctual. knows how Vaktinde to go without gelmenizin electricity. gereklibegan olduğunuElektriksiz go wrong 1. bozulmak; aksamak: After that everything to go idare etmeyi söylemeye biliyor. lüzum yok. go/be on the dole wrong. işsizlik Ondan yardımısonra her şey aksamaya başladı. What went almak. wrong? Aksayan neydi? 2. yanılmak, yanlış/hata yapmak: Where go/get off scot-free k. dili (sanık) hiçbir ceza yemeden serbest bırakılmak. ´d we go wrong? Nerede yanlış yaptık? go/run counter to 1. -e aykırı düşmek, -e uymamak. 2. -e zıt gitmek. go/stand bail for 1. (sanığın) kefaletini yatırmak. 2. (sanığa) kefil olmak. go/work on the assumption (bir şeyin olacağını) zannederek harekete geçmek/harekete that goad geçmiş olmak. i. üvendire. f. 1. üvendire ile dürtmek. 2. dürtmek; kışkırtmak; go-ahead itmek. i. 1. enerji ve girişim; enerji ve inisiyatif. 2. the izin, müsaade. s. goal 1. enerjik i. 1. amaç,ve girişken; gaye, enerjik hedef, erek, ve inisiyatifini maksat. 2. sporkullanan. kale. 3. 2. yeni spor gol. yöntem veya düşüncelere açık olan. goal kick kale vuruşu, aut atışı. goal line gol çizgisi. goal posts spor kale direkleri. goalie i., k. dili kaleci. goalkeeper i. kaleci. goat i. keçi; teke. goatee i. keçisakalı. gob i., k. dili 1. parça. 2. çoğ. büyük miktar, çok. gobble f. acele yemek, atıştırmak. gobble f. hindi gibi sesler çıkarmak. i. hindi sesi. gobbler i. baba hindi. go-between i. aracı, arabulucu. goblet i. kadeh. goblin i. cin (göze görünmeyen efsanevi yaratık). god i. tanrı, ilah. God bless you! Allah senden razı olsun! God forbid! Allah korusun! God help us! Allah yardımcımız olsun! God only knows! Allah bilir! God willing inşallah. godchild i. vaftiz çocuğu. goddamn ünlem Kahrolsun! s. kahrolası. goddess i. tanrıça, ilahe. godfather i. vaftiz babası. God-fearing s. dindar, dini bütün, mütedeyyin. godforsaken s. 1. çok tenha, cinlerin cirit oynadığı (yer). 2. sefil. godhead i. tanrılık, uluhiyet. godless s. Allahsız, Tanrısız. godlike s. Tanrısal. godly s. dindar. godmother i. vaftiz anası. godsend i. Hızır gibi yetişen devlet kuşu, beklenmedik nimet. Godspeed ünlem 1. Allah yardımcın olsun! 2. İyi yolculuklar! gofer i., argo (işyerinde) ayak işlerini yapan kimse, hizmetli, odacı. go-getter i. gayretli ve tuttuğunu koparan kimse. goggles i., çoğ. gözleri toz, su, kar veya rüzgârdan koruyan gözlük. going i. 1. gidiş, ayrılış. 2. ilerleme hızı: That part of the road is hard going concern going. kâr edenYolun o bölümünden ticari kuruluş. geçmek zor. This book´s heavy going. Bu kitabı okumak zor. s. going price şimdiki fiyat. going to be What are you going to be when you grow up? Büyüyünce ne goings-on olacaksın? i., çoğ. olup bitenler. goiter i., tıb. guatr. goitre i., İng., tıb., bak. goiter. gold i. altın. s. altın, altından yapılmış. gold digger argo erkeklerden para sızdırmaya çalışan kadın. goldbrick f. kaytarmak, işten kaçmak; işini üstünkörü yapmak; kendi işini golden başkalarına bırakmak. s. 1. altın, altından yapılmış. 2. altın renginde. goldfinch i., zool. saka, sakakuşu. goldfish i., zool. kırmızıbalık, havuzbalığı, Carassius auratus. goldsmith i. altın kuyumcusu. golf i. golf. f. golf oynamak. golf club 1. golf sopası. 2. golf kulübü. golf course/links golf alanı. golfer i. golfçü, golf oyuncusu. golly ünlem Hay Allah! golosh i., bak. galosh. gondola i. gondol. gone f., bak. go. gong i. gonk. gonorrhea i., tıb. belsoğukluğu. goo i. yapışkan madde. goober i., k. dili yerfıstığı. good s. (bet.ter, best) 1. iyi. 2. iyi, sağlam. 3. iyi, taze, çürümüş good and olmayan. i. 1. k. dili iyice, iyilik; hayır. bayağı: She was2. iyilik, good menfaat, and mad.yarar. Bayağı kızmıştı. Good day! İyi günler! Good evening! İyi akşamlar! Good evening. İyi akşamlar. good faith 1. (birine karşı beslenen) güven, itimat. 2. niyetin ciddiliği. Good for you! Aferin! Good Friday Hrist. Paskalya yortusundan önceki cuma. Good God! Aman yarabbi! Good gracious! Allah Allah! Good grief! Allah Allah! Good heavens! Aman yarabbi! Good Heavens! Aman yarabbi!/Allah Allah! good looks yakışıklılık; güzellik. Good morning! Günaydın! Good night! 1. İyi geceler! 2. Allah Allah! good offices arabuluculuk. Good riddance! İyi ki gitti!/İyi ki gittiler! Good riddance! Hele şükür kurtulduk!/Oh olsun! good sense akıllılık. Good show! İng. Aferin! good sport şaka kaldırabilen kimse. good works hayır işleri. good-by ünlem, bak. good -bye. good-bye ünlem Allaha ısmarladık. good-for-nothing s. hiçbir işe yaramayan/yaramaz. good-looking s. yakışıklı, güzel. goodly s. 1. epey büyük (bir miktar). 2. güzel, çok hoş. good-natured s. iyi huylu. goodness i. 1. iyilik. 2. faziletlilik, erdemlilik. 3. (bir yemekteki) besleyici Goodness knows! değer veya lezzet. Allah bilir! goods i., çoğ. 1. menkuller, taşınırlar; menkuller ve gayrimenkuller. 2. goods train mallar, eşya. 3. kumaş. İng. marşandiz, 4. İng. yük, kargo. yük katarı. good-tempered s. iyi huylu, yumuşak başlı. goodwill i. 1. iyi niyet. 2. (ticari) itibar. goody i., k. dili 1. lezzetli (özellikle tatlı) bir yiyecek. 2. güzel şey, gooey istenilen s. yapışkan, bir şey. vıcık vıcık, yapış yapış. goof i., k. dili aptalca bir hata. f. (up) k. dili aptalca bir hata yapmak; goof off aptalca bir hata etmek, k. dili haylazlık yaparakaylaklık her şeyi bozmak. etmek. goofy s., k. dili aptal, ahmak. gook i., k. dili çamur gibi yapışkan bir karışım. goon i., k. dili adam, fedai, goril. goop i., k. dili yapışkan madde. goose çoğ. geese (gis) i. kaz. f., k. dili poposuna parmak atmak. gooseberry i. bektaşiüzümü. gooseflesh i. tüyleri diken diken olmuş deri. GOP kıs. the Grand Old Party (the Republican Party). gopher i. 1. Amerikan yersincabı. 2. argo (işyerinde) ayak işlerini yapan gore kimse, i. kan. hizmetli, odacı. gore f. boynuzla yaralamak. gorge i. iki dağ arasındaki geçit/boğaz. gorge f. gorge o.s. on midesini (bir şey) ile tıka basa doldurmak. gorgeous s. çok güzel, harika. gorilla i. 1. zool. goril. 2. argo goril, koruyucu. gory s. kanlı. gosh ünlem Hay Allah! gosling i. kaz palazı, kaz yavrusu. go-slow i., İng. işi yavaşlatma grevi, işi yavaşlatma. Gospel i., Hrist. dört İncil´den biri, İncil. gospel i. 1. Hz. İsa´nın öğrettikleri, Hristiyanlığın esasları. 2. bir inanç gospel music sisteminin temel ilkeleri. siyah Amerikalılara özgü3. asıl dini gerçek. müzik türü. gospel truth asıl gerçek. gossamer i. 1. havada uçan ince örümcek ağı. 2. çok ince bir tür gossip bürümcük. i. 1. dedikodu. s. incecik, hafif. kimse. f. 1. dedikodu yapmak. 2. 2. dedikoducu got about -in f., bak. get.dedikodusunu yapmak. Gothic s., mim. Gotik. gotten f., bak. get. ill-gotten gains haksız kazanç. gouge i. iskarpela, oyma kalemi. f. iskarpelayla oymak. gourd i. 1. sukabağı. 2. (sukabağından yapılmış) su kabı. gout i., tıb. gut, damla hastalığı. govern f. 1. yönetmek, idare etmek. 2. iktidarda bulunmak. governance i. yönetim, idare. governess i. mürebbiye. government i. 1. hükümet, devlet yönetimi. 2. idare, yönetme, yönetim. governmental s. idari, hükümete ait. governor i. 1. vali. 2. yönetici, idareci. 3. mak. regülatör. governorship i. valilik. gown i. 1. uzun etekli kadın elbisesi. 2. gecelik. 3. sabahlık (giysi). 4. gr cüppe. kıs. grade, grain(s), gram(s), grammar, gravity, great, gross, gr wt group. kıs. gross weight. grab f. (--bed, --bing) 1. kapmak, çabucak ve zorla elinden almak. 2. grace (elle) tutmak.letafet, i. 1. zarafet, 3. at -iincelik. (elle) tutmaya çalışmak. 2. (Allaha i. özgü) inayet. 3. Hrist. graceful (yemekten önce/sonra s. zarif, latif. söylenen) şükran duası. 4. ertelenme süresi: I´ll give you a week´s grace. Sana bir haftalık mühlet graceless s. 1. kaba, görgüsüz. 2. çirkin. 3. zarafetten yoksun. vereceğim. f. şereflendirmek, onurlandırmak. gracious s. kibar, ince, hoş. ünlem Hay Allah!/Allah Allah! grad i., k. dili mezun. gradation i. 1. derece, aşama. 2. bir tondan diğer bir tona geçme; geçiş. grade i. 1. derece; rütbe; cins; sınıf, kalite. 2. (ilköğretimde) sınıf: He´s grade crossing six years oldgeçit. hemzemin and in the first grade. Altı yaşında ve birinci sınıfta. 3. (öğretmenin öğrenciye verdiği) not. 4. eğim, meyil. f. 1. grade school ilköğretim okulu. (sınav kâğıdını veya ödevi okuyup) not vermek. 2. derecelere grader i. greyder.tasnif etmek. 3. tesviye etmek, düzlemek. ayırmak, gradient i. eğim, meyil. gradual s. derece derece olan, yavaş yavaş olan, yavaş. gradually z. yavaş yavaş, derece derece, gittikçe, giderek. graduate i. mezun kimse, mezun. graduate f. from -den mezun olmak; -i mezun etmek. graduate school (bir üniversiteye ait) lisansüstü eğitim birimi. graduate school (bir üniversiteye ait) lisansüstü eğitim birimi. graduate student lisansüstü öğrencisi. graduation i. 1. mezun olma. 2. mezuniyet töreni. graduation ceremony mezuniyet töreni. graffiti i. duvardaki yazılar, grafiti, graffiti. graft i. 1. bahç. aşı. 2. tıb. doku nakli; nakledilen doku. f. 1. bahç. graft aşılamak; aşılanmak. i. 1. para, makam 2. tıb. v.b.´ni (doku) nakletmek; yolsuzlukla elde etme.(doku) 2. yolsuzlukla nakledilmek. elde edilen para, makam v.b. 3. rüşvet. grain i. 1. (arpa, buğday, mısır v.b.) tane: three grains of wheat üç gram buğday i. gram. tanesi. 2. tahıl, hububat. 3. zerre. 4. (bir ağaç parçasının içindeki) damarların düzeni. grammar i. 1. dilbilgisi, gramer. 2. gramer açısından ifade. 3. dilbilgisi grammar school kitabı, gramerokulu. 1. ilköğretim kitabı.2. İng. (öğrencileri üniversiteye hazırlayan) grammar school lise. 1. ilkokul. 2. İng. (öğrencileri üniversiteye hazırlayan) lise. grammatical s. 1. gramere ait, dilbilgisel. 2. gramatikal, gramer kurallarına gramme uygun. i., İng., bak. gram. gramme i., İng., bak. gram. gramophone i., İng. pikap; gramofon, fonograf. gramophone record plak. gramps i., k. dili dede, büyükbaba. gran i., k. dili nine, büyükanne. granary i. tahıl ambarı. grand s. 1. muhteşem, görkemli, ihtişamlı. 2. büyük, mühim. 3. k. dili grand duchess çok güzel, harika. i. 1. k. dili kuyruklu piyano. 2. argo bin dolar. grandüşes. grand duke grandük. grand jury huk. büyük jüri, soruşturma kurulu, tahkikat heyeti. grand piano kuyruklu piyano. grand total (genel) toplam. grand vizier sadrazam. Grand Vizier sadrazam. grandad i., k. dili, bak. granddad. grandaddy i., k. dili, bak. granddaddy. grandbaby i., k. dili (bebek) torun. grandchild çoğ. grand.chil.dren (gränd´çîldrın) i. torun. granddad i., k. dili dede, büyükbaba. granddaddy i., k. dili 1. dede, büyükbaba. 2. en eski; en büyük. granddaughter i. kız torun. grandeur i. 1. ihtişam, görkem, heybet. 2. büyüklük, azamet. grandfather i. dede, büyükbaba. grandfather clock dolaplı saat, sandıklı saat, ayaklı duvar saati. grandiloquent s. tumturaklı. grandiose s. fazlasıyla büyük ve görkemli, şatafatlı, cafcaflı. grandma i., k. dili nine, büyükanne. grandmother i. nine, büyükanne; anneanne; babaanne. grandpa i., k. dili dede, büyükbaba. grandparent i. büyükbaba; büyükanne. grandson i. erkek torun. grandstand i., spor kapalı tribün. granite i. granit. granny i., k. dili nine, büyükanne. grant f. 1. kabul etmek; rıza göstermek; yerine getirmek: She granted grant a request his bir request. Ricasını ricayı kabul yerine getirdi. Granting the truth of what etmek. you´re saying, I still don´t see that there´s anything we can do grant s.o. bail birini kefaletle/kefaleten tahliye etmek. about it. Dediklerinizin doğruluğunu kabul etsek bile, yine de bu Granted. (cevaben) işte Evet. bizim yapabileceğimiz bir şey göremiyorum. 2. vermek, granulated lütfetmek, s. bahşetmek. i. 1. ödenek, tahsisat. 2. burs. granulated sugar tozşeker. granulated sugar tozşeker. granule i. tanecik. grape i. üzüm. grapefruit i. greypfrut, greyfrut, greyfurt, altıntop, kızmemesi. grapeshot i., ask. (bomba/şarapnel içindeki) misket. grapevine i. asma. graph i. grafik, çizge. graph paper. kareli kâğıt. graphic s. 1. grafikle ilgili. 2. canlı ve net; tüm ayrıntıları gösteren; canlı graphic design. ve açıkdizayn. grafik seçik bir şekilde yazan. 3. çarpıcı. 4. yazılmış/çizilmiş/kazılmış. 5. grafik sanatlarla ilgili. graphic designer. grafiker. graphite i. grafit. grapple f. with ile boğuşmak. grasp f. 1. sıkı tutmak; kavramak; yakalamak. 2. at kapmaya grasp at straws çalışmak. k. dili uçan3. kuştan kavramak, anlamak. medet ummak. i. 1. kavrayış, anlayış. 2. pençe. grasp the nettle zor bir probleme çözüm yolu bulmak. grasping s. açgözlü, haris, tamahkâr. grass i. 1. çimen; çim, ot. 2. argo (sigara halinde içilen) grass widow hintkenevirinin 1. boşanmış veya kurutulmuş kocasındanyaprakları. f. 1. çimenle ayrı yaşayan kadın. 2.kaplamak. kocası 2. çimlemek. geçici olarak bir yere gitmiş olan kadın. grass widower 1. boşanmış veya karısından ayrı yaşayan adam. 2. karısı geçici grasshopper olarak bir yere gitmiş olan adam. i. çekirge. grassroots i., k. dili sıradan insanlar, sokaktaki kişiler, ortadirek. s. 1. grassy sıradan s. çimenli,insanlara yönelik. 2. sıradan insanlardan kaynaklanan. çimenlik. grate i. 1. ızgara. 2. demir parmaklık. grate f. rendelemek. grate on -e sürtünerek/çarparak ses çıkarmak. grate on one´s nerves sinirine dokunmak. grate one´s teeth dişlerini gıcırdatmak. grateful s. minnettar. gratefully z. minnetle. grater i. rende. gratification i. 1. memnuniyet, zevk, haz. 2. zevk veren şey. gratify f. memnun etmek, hoşnut etmek, tatmin etmek. grating i. ızgara; demir parmaklık. gratis z., s. bedava, parasız. gratitude i. minnettarlık. gratuitous s. 1. bedava, parasız. 2. gereksiz. gratuity i. bahşiş. grave i. mezar. grave s. 1. ciddi, ağır, vahim. 2. ağırbaşlı. gravedigger i. mezarcı. gravel i. çakıl. f. (--ed/--led, --ing/--ling) çakıl döşemek. gravestone i. mezar taşı. graveyard i. mezarlık. gravitate f. 1. (towards/to) -e yönelmek. 2. yerçekimiyle hareket etmek. gravitation 3. çökelmek, i. 1. yerçekimi. çökmek. 2. yerçekimiyle hareket etme. 3. yönelme. 4. gravitational çökelme, çökme. s. yerçekimiyle ilgili. gravity i., fiz. 1. yerçekimi. 2. ciddiyet, vahamet. 3. ağırbaşlılık. gravy i. sos; et suyu. gray s., i. gri. gray matter k. dili beyin, akıl. graze f. otlamak; otlatmak. graze f. sıyırıp geçmek, sıyırmak; sıyrılmak. i. sıyrık. grease i. 1. yağ, içyağı, et yağı. 2. makineyağı, gres, gresyağı. f. yağ grease s.o.´s palm sürmek, yağlamak. k. dili birine rüşvet vermek. grease s.o.´s palm birine rüşvet vermek. greasy s. yağlı, yağlanmış. great s. 1. büyük (derece/miktar), çok. 2. büyük, muazzam; önemli. 3. Great Britain k. dili mükemmel, Büyük Britanya. fevkalade, harika. Great Dane Danua cinsi köpek. great-grandchild çoğ. great-grand.chil.dren (greyt´gränd´çîldrın) i. torun çocuğu. great-grandfather i. büyük dede. great-grandmother i. büyük nine. great-hearted s. 1. cesur, yiğit. 2. cömert. greatly z. çok, pek çok; fazlasıyla. greatness i. büyüklük. Greece i. Yunanistan. greed i. hırs, tamah, açgözlülük. greedy s. tamahkâr, hırslı, açgözlü. Greek i. 1. Yunanlı; Rum. 2. Yunanca; Rumca. s. 1. Yunan; Rum. 2. green Yunanca; s. 1. yeşil.Rumca. 2. henüz 3.olgunlaşmamış, Yunanlı. ham (meyve). 3. k. dili green bean acemi, toy. 4. Yeşiller taze fasulye, yeşil fasulye. Partisine ait. i. 1. yeşil renk, yeşil. 2. çimenlik. 3. Yeşiller Partisi üyesi/sempatizanı. green light 1. (trafik lambasında) yeşil ışık. 2. k. dili müsaade, izin, yeşil green onion ışık. yeşil soğan. green onion taze soğan. green pea bezelye. green pepper 1. dolmalık biber. 2. yeşil biber (olgunlaşmamış biber). green pepper 1. dolmalık biber. 2. yeşil biber (olgunlaşmamış biber). greenback i., k. dili papel, dolar, yeşil. greenery i. yeşillik. greengrocer i., İng. manav. greenhorn i. acemi kimse, acemi çaylak. greenhouse i. sera, ser, limonluk. Greenland i. Grönland. Greenlander i. Grönlandlı. Greenlandic i. Grönlandca. s. 1. Grönland, Grönland´a özgü. 2. Grönlandca. greens 3. Grönlandlı. i., k. dili (yaprakları çiğ/haşlanmış olarak yenilen) yeşil yapraklı Greenwich sebzeler. i. Greenwich. Greenwich Mean Time Greenwich ortalama zamanı. Greenwich Mean Time Greenwich ortalama zamanı. greet f. selamlamak, selam vermek; karşılamak; selamlaşmak. greeting i. selam. greeting card tebrik kartı. gregarious s. 1. başkalarıyla beraber olmayı seven, girgin. 2. sürü halinde gremlin yaşamayı i. (makineleri seven; sürücül. inanılan) cin. bozduğuna grenade i. el bombası. grew f., bak. grow. grewsome s., bak. gruesome. grey s., i., bak. gray. greyhound i. tazı. grid i. 1. ızgara. 2. grid. griddle i. (alçak kenarlı, demir) tava. gridiron i. 1. ızgara. 2. k. dili Amerikan futbol sahası. grief i. büyük üzüntü, acı, keder. grief-stricken s. büyük bir üzüntü içinde olan. grievance i. 1. şikâyet, yakınma. 2. şikâyete yol açan durum. grieve f. büyük bir üzüntü içinde olmak; -e büyük üzüntü vermek, -e acı grievous vermek. s. çok büyük (yanlış/zarar/kayıp/acı); ağır (masraf). grill i. 1. ızgara (alet). 2. (alçak kenarlı, demir) tava. 3. ufak lokanta. grim f. s. 1. ızgarada (--mer, pişirmek. --mest) 2. k. dili 1. korkunç. sorguya 2. aman çekmek. bilmez, katı, sert. 3. grimace amansız (mücadele). i. yüz buruşturma/çarpıtma. f. yüzünü buruşturmak/çarpıtmak. grime i. kir, kirlilik. grimy s. kirli. grin f. (--ned, --ning) sırıtmak. i. sırıtma. Grin and bear it! Gülümseyip sineye çek! grind f. (ground) 1. (değirmen, havan, dibek v.b.´nde) grind to a halt öğütmek/çekmek/dövmek. gıcırdayarak yavaş yavaş stop 2. (kıyma etmek; makinesinde) stop etmek, (et) çekmek; durmak. (mutfak robotunda) (sebze v.b.´ni) çekmek. 3. (dişlerini/vitesi) grinder i. 1. (aletle/makineyle bir şeyi) öğüten/çeken/döven kimse. 2. gıcırdatmak. 4. (bıçak v.b.´ni) bilemek. 5. (at) k. dili (ders için) öğütücü i. (çark(alet/makine). 1. çalışmak, ile döndürülen) 3. bileğitaşı, öğütücü diş. 4. bileyici.2. grindstone çok ineklemek. i. 1. zor vebileği sıkıcı çarkı. iş. 2. (kahvenin) grip değirmentaşı. çekiliş şekli; f. (--ped, (unun) --ping) öğütülüş 1. sıkı tutmak, şekli: What grind kavramak. of coffee 2. (birinin) do you dikkatini grip s.o.´s imagination prefer? çekmek. Kahvenizi nasıl çekelim? 3. k. dili çok çalışan i. 1. tutma/kavrama şekli. 2. kontrol, idare: Get a grip -i alıp götürmek. öğrenci, inek. on yourself! Kendine hâkim ol! Don´t let the firm get into their gripe f. 1. (about/at) k. dili şikâyet etmek, yakınmak. 2. (mide) grip. Firma onların kontrolüne geçmesin. 3. k. dili bavul. grisly sancımak. i. 1. k. dili s. tüyler ürpertici, şikâyet, korkunç, yakınma. dehşet 2. (midede) sancı. verici. grist i. öğütülecek/öğütülmüş tahıl. gristle i. kıkırdak. grit i. 1. kum tanesi; kum tanesi gibi taş parçacığı. 2. metanet. f. (-- grit one´s teeth ted, --ting) k. dili metin olmak; dişini sıkmak. grits i., çoğ. kabuksuz mısır tanelerini kaba bir şekilde öğüterek gritty yapılan ezme. s. 1. kumlu; kumlu gibi. 2. metin, dayanıklı. grizzly i., zool., bak. grizzly bear. s. boz, gri, kurşuni. grizzly bear zool. (Kuzey Amerika´ya özgü) korkunçayı, Ursus horribilis. groan f. inlemek. i. inilti. grocer i. bakkal. groceries i., çoğ. bakkaldan alınan gıda maddeleri. grocery i. bakkal dükkânı, bakkal, bakkaliye. grocery store bakkal dükkânı, bakkal, bakkaliye. groggy s. sersem, zihni karışık; mahmur; uyku sersemi; içki sersemi. groin i., anat. kasık. groom i. güvey. f. tımar etmek. groove i. 1. yiv. 2. rutin. f. yiv açmak. grope f. 1. el yordamıyla aramak/ilerlemek. 2. (elle) sarkıntılık etmek. grope for words kelimeleri zor bulmak. gross i. grosa, on iki düzine. gross s. 1. brüt, gayri safi (miktar/ağırlık). 2. göze batan veya gross income tahammül brüt gelir. edilmez (kusur, hata v.b.). 3. kaba, görgüsüz. 4. çok şişman. i. brüt para toplamı. f. brüt olarak (belirli bir miktar gross national product ekon. gayrisafi milli hâsıla. para) toplamak, kazanmak. gross profit brüt kâr. gross weight brüt ağırlık. grotesque s. gülünç, güldürecek kadar acayip; çok garip. grotty s., İng., k. dili 1. pis, kirli, pasaklı, kırtıpil. 2. kıtıpiyoz, kıtıpiyos, grouch kırtıpil, i., k. dilideğersiz. her zaman şikâyetçi olan kimse, dırdırcı. grouchy s., k. dili 1. şikâyetçi, dırdırcı. 2. sinirli. ground i. 1. yer (yerin yüzü): He fell to the ground. Yere düştü. 2. ground toprak. 3. zemin; f. 1. karaya fon. karaya oturmak; 4. elek.oturtmak. toprak. 5.2.çoğ. (bir (hava (uçak) binaya/kuruluşa koşullarından ait) arazi/bahçeler. 6. gerekçe, dolayı) uçamamak; (uçağı) uçurtmamak. sebep, temel, 3. (birini) ground f., bak. grind. s. dayanak: On what grounds are you making (ceza olarak) (ev, okul, v.b.´nden) dışarı çıkartmamak. this accusation? 4. (birBu ground beef sığır kıyması. suçlamayı neye dayanarak yapıyorsunuz? sebebe) dayanmak/dayatmak. 5. elek. (bir7. çoğ. telve. cihazı) topraklamak. ground crew (havaalanında) yer mürettebatı. ground floor zemin kat. ground floor zemin katı. ground forces kara kuvvetleri. ground glass buzlucam. ground meat kıyma. ground rule temel kural. ground s.o. in birine (bir konunun) temel ilkelerini öğretmek. ground wire elek. toprak teli. groundbreaking s. çığır açan (olay v.b.). i. groundbreaking ceremony temel atma töreni. groundhog i., zool. dağsıçanı. groundless s. asılsız, temelsiz. groundnut i., İng. yerfıstığı. groundwork i. ön hazırlıklar. group i. grup. f. gruplandırmak; gruplaşmak. group insurance grup sigortası. group therapy grup terapisi, küme sağaltımı. groupie i. pop müzik topluluğu üyelerinin peşinde koşan kız. grouse i., zool. ormantavuğu. grouse f., k. dili şikâyet etmek. grove i. 1. koru. 2. (meyve ağaçlarından oluşan) bahçe: orange grove grovel portakal f. bahçesi. (--ed/--led, walnut 1. --ing/--ling) grove cevizlik. kendini alçaltmak, yaltaklanmak. 2. grow yerde sürünmek. f. (grew, --n) 1. büyümek; gelişmek; artmak. 2. grow away from (bitki/sebze/meyve) ile ilişkileri azalmak,yetiştirmek; yetişmek. 3. olmak: She´s -den uzaklaşmak. grown ugly. Çirkinleşti./Çirkin oldu. He´s grown old. Yaşlandı. grow into 1. ... olmak. 2. zamanla büyüyüp (bir giysinin) ölçülerine grow old uymak. 3. (bir işe) 1. yaşlanmak, alışmak. 2. eskimek. ihtiyarlamak. grow on s.o. zamanla birinin hoşuna gitmeye başlamak. grow out of 1. büyüdüğü için (bir giysiyi) giyememek. 2. grow too big for one´s boots büyüyüp/olgunlaşıp k. dili yumurtadan çıkıp (kötükabuğunu bir şeyden) vazgeçmek. 3. -den beğenmemek. kaynaklanmak. grow up 1. büyümek. 2. meydana gelmek, vuku bulmak. Grow up! Çocukluğu bırak! grower i. yetiştirici, üretici. growl f. hırlamak. i. hırlama. grown f., bak. grow. s. yetişkin. grown-up s., i. yetişkin. growth i. 1. büyüme; gelişme; artma. 2. bir bitkiden süren grub dallar/sürgünler/yapraklar. i. 1. kurtçuk, larva. 2. k. dili3. ur, tümör. yiyecek. grub f. (--bed, --bing) 1. up kazarak/belleyerek -i çıkarmak/sökmek. 2. grubby (bir yerdeki) s. kirli, pis. kökleri kazarak sökmek. 3. kazmak, bellemek. grudge f. (bir şeyi) (birine) çok görmek; kıskanmak: Do you grudge me grudgingly this? Bunu bana çok mu görüyorsun? i. kin, garaz, hınç. z. istemeyerek. gruel i. sulu yulaf v.b. lapası. grueling s. çok zor; zorlu. gruelling s., İng., bak. grueling. gruesome s. korkunç, dehşet verici. gruff s. sert, katı, sevimsiz. grumble f. şikâyet etmek. i. şikâyet. grumpy s. aksiliği tutmuş, hırçınlığı üstünde. grunt f. domuz gibi ses çıkarmak, homurdanmak. i. homurtu. G-string i., k. dili (şovlarda dansçıların giydiği) minicik tanga. guarantee i. garanti. f. garanti etmek. guarantor i. kefil. guaranty i., huk. garanti. guard i. 1. koruma görevlisi, muhafız; nöbetçi. 2. muhafızlar. 3. guard basketbol f. 1. korumak.gard.2.4.(bir boks gard, savunma tutukluyu) gözetimduruşu. altında 5. İng. (trende) tutmak. biletçi. guard a secret sır tutmak. guard against -e karşı önlem almak. guard of honor ask. şeref kıtası. guard one´s tongue ağzını sıkı tutmak, dilini tutmak. guard´s van İng. marşandizin arkasına takılan ve demiryolu görevlilerini guarded taşıyan cumbalı s. ihtiyatlı vagon.rapor v.b.). (söz, cevap, guardian i. 1. huk. vasi. 2. koruyucu. guardian angel koruyucu melek. guardianship i. vesayet, vasilik. guardrail i. (yol kenarındaki) bariyer, korkuluk. guardsman çoğ. guards.men (gardz´mîn) i. muhafız. Guatemala i. Guatemala. Guatemalan i. Guatemalalı. s. 1. Guatemala, Guatemala´ya özgü. 2. gubernatorial Guatemalalı. s. valiye/valiliğe ait. guerilla i., bak. guerrilla. guerrilla i. gerilla, gerillacı, çeteci. guerrilla warfare gerilla savaşı. guess f. 1. tahmin etmek; tahminde bulunmak. 2. zannetmek, sanmak. guesswork i. i. tahmin. 1. tahmini iş. 2. tahmine dayanan sonuç/sonuçlar. guest i. 1. misafir, konuk; davetli. 2. otel/pansiyon müşterisi. guest artist konuk sanatçı. guest of honor şeref konuğu/misafiri. guest room misafir odası. guesthouse i. pansiyon. guff i., k. dili boş laf, palavra, martaval. guffaw i. nahoş bir kahkaha. f. nahoş kahkaha atmak. Guiana i. 1. Fransız Guyanası. 2. Guyana bölgesi, Guyana. Guianan i. 1. Fransız Guyanalı. 2. Guyana bölgesi halkından biri, Guianese Guyanalı. s. 1. Fransız i. (çoğ. Gui.a.nese) Guyanası, s., bak. Fransız Guyanası´na özgü. 2. Guianan. Guyana, Guyana bölgesi veya halkına özgü. 3. Fransız Guyanalı. guidance i. 1. rehberlik, yol gösterme. 2. güdüm. 4. Guyanalı, Guyana bölgesi halkından olan. guidance counselor rehber öğretmen. guide f. 1. rehberlik etmek, yol göstermek. 2. yönetmek, idare etmek. guide dog i. 1. rehber, rehber köpek,kılavuz. gözleri2.görmeyen rehber kitabı, rehber. birine rehberlik eden köpek. guidebook i. rehber, rehber kitabı. guided missile ask. güdümlü mermi. guideline i. (bir projedeki) ana hatlar. guild i. esnaf birliği, lonca. guile i. kurnazlık, açıkgözlük. guileful s. kurnaz, açıkgöz. guileless s. saf, art niyetsiz. guillotine i. giyotin. f. giyotin ile idam etmek. guilt i. suçluluk. guiltless s. suçsuz. guilty s. suçlu. guilty conscience vicdan azabı. Guinea i. Gine. guinea i. 1. yirmi bir şilin değerindeki eski İngiliz altını. 2. beçtavuğu. guinea fowl beçtavuğu. guinea fowl beçtavuğu. guinea pig kobay. Guinea-Bissau i. Gine-Bisav. Guinea-Bissauan i. Gine-Bisavlı. s. 1. Gine-Bisav, Gine-Bisav´a özgü. 2. Gine- Guinean Bisavlı. i. Gineli. s. 1. Gine, Gine´ye özgü. 2. Gineli. guise i. 1. kılık. 2. dış görünüş. guitar i. gitar. guitarist i. gitarist. gulch i. küçük kanyon. gulf i. 1. körfez. 2. çok derin kanyon. gull i. martı. gullet i. boğaz, gırtlak. gullibility i. kolay aldatılma, saflık. gullible s. kolay aldatılabilir. gully i. sel yatağı. gulp f. yutuvermek. i. yutuverme. gulp s.t. down bir şeyi yutuvermek. gum i., gen. çoğ. dişeti. gum i. 1. (çam reçinesinden başka herhangi bir) reçine. 2. çiklet. gum f. (--med, --ming) zamk sürmek; zamklamak. gum mastic sakız. gum tree 1. okaliptüs, sıtmaağacı. 2. (çamdan başka herhangi bir) gumbo reçineli i. bamyalı ağaç. yahni. gumboot i., İng. lastik çizme. gumdrop i. jelatinli şekerleme. gummed s. zamklı. gumption i., k. dili inisiyatif ve cesaret. gun i. ateşli silah; top; tüfek; tabanca. f. (--ned, --ning) (motoru) gun for birdenbire 1. (birinin)tam gazla çanına ot çalıştırmak; tıkamak için(arabayı) birdenbire fırsat kollamak. tam gaz 2. (belirli bir sürmek. yeri) elde etmek için bütün gayretiyle çalışmak. gun rack tüfeklik. gun s.o. down birini (ateşli silahla) vurmak. gunboat i. gambot. gunfight i. (iki kişi arasındaki) silahlı çatışma. gunfire i. ateş etme, ateş. gunge i., İng., bak. gunk. gung-ho s., k. dili fazlasıyla istekli, dünden hazır. gunk i., k. dili vıcık vıcık şey. gunman çoğ. gun.men (g^n´mîn) i. silahlı kimse, ateşli silah taşıyan gunner kimse. i. topçu. gunnery i. topçuluk; atış ilmi. gunnysack i. çuval. gunpoint i. gunpowder i. barut. gunrunner i. silah kaçakçısı. gunrunning i. silah kaçakçılığı. gunshot i. 1. silah atışı. 2. (ateşli silaha ait) menzil, erim, atım. gunsmith i. tüfekçi, tüfek ve tabanca yapan veya tamir eden kimse. gurgle f. 1. çağıldamak. 2. (bebek) agulamak. i. 1. çağıltı. 2. agu. guru i. guru, mürşit, rehber. gush f. 1. fışkırmak. 2. (about) hayranlığını abartılı bir şekilde gusset anlatmak; i. kuş, verev yağlayıp takılan ballamak. i. fışkırma, fışkırış; fışkırtı. kumaş parçası. gussy f. up k. dili -i süslemek. gussy o.s. up süslenip püslenmek. gust i. rüzgârın ani ve sert esmesi. gustatory s. tat alma duyusuyla ilgili. gusto i. zevk. gut i. bağırsak. gutless s., k. dili yüreksiz. guts i. 1. çoğ. bağırsaklar. 2. k. dili cesaret, yürek: He´s got guts. gutsy Bayağı s., k. dilicesur cesur, o. yürekli. gutter i. 1. (çatı/dam kenarındaki) oluk. 2. (kaldırım kenarındaki) oluk, guttural kanivo. s. gırtlaksı (ses). guy i., k. dili adam. Guyana i. 1. Guyana, eski İngiliz Guyanası. 2. Guyana, Guyana bölgesi. Guyanese i. (çoğ. Guy.a.nese) 1. Guyanalı, eski İngiliz Guyanası halkından guzzle biri. 2. Guyanalı, f. (içki) çokça içmek. Guyana bölgesi halkından biri. s. 1. Guyana, eski İngiliz Guyanası veya halkına özgü. 2. Guyana, Guyana gym i. 1. spor salonu, jimnastik salonu. 2. (okullarda) beden eğitimi. bölgesi veya halkına özgü. 3. Guyanalı, Guyana uyruklu. 4. gymnasium i. spor salonu, Guyanalı, Guyanajimnastik bölgesisalonu. halkından olan. gymnast i. jimnastikçi. gymnastic s. jimnastiğe ait. gymnastics i., çoğ. jimnastik. gynaecologist i., İng., bak. gynecologist. gynaecology i., İng., bak. gynecology. gynecologist i. jinekolog. gynecology i. jinekoloji, nisaiye. gyp i., k. dili üçkâğıtçı, hileci, sahtekâr; kazıkçı. f. (--ped, --ping) gyp joint aldatmak; kazık bir yer.kazık atmak. gypsum i. alçıtaşı, jips. Gypsy i. Roman, Çingene. gypsy i. Roman gibi yaşayan kimse. gyrate f. dönmek, dönerek sallanmak. gyration i. dönme, dönerek sallanma. gyropilot i., hav., bak. automatic pilot. gyroscope i. cayroskop, jiroskop. H, h i. H, İngiliz alfabesinin sekizinci harfi (Honor, hour, herb gibi bazı haberdasher kelimelerin başında i. 1. erkek giyimi ve herhangi satan mağaza. 2. birİng. kelime veya hecenin tuhafiyeci. sonunda telaffuz edilmez. Bazı ünsüzlerden sonra başka haberdashery i. 1. şapka dükkânı. 2. İng. tuhafiye. 3. İng. tuhafiye dükkânı. şekillerde telaffuz edilir.). habit i. 1. alışkanlık, itiyat, âdet. 2. Hrist. din görevlilerine özgü habitat kıyafet. i. 1. habitat, hayvan veya bitkinin yetiştiği doğal ortam. 2. bir habit-forming şeyin doğal yeri. s. alışkanlık meydana getiren. habitual s. 1. alışılmış, mutat. 2. daimi. habitually z. alışıldığı şekilde, âdet üzere. hack f. 1. çentmek, yarmak, yontmak, kıymak. 2. kuru kuru hack öksürmek. 3. argo i. 1. kiralık binek becermek. atı; i. 1. yaşlı at. 2. çentik. kiralık atlı2. kuru 3. araba. öksürük. k. dili taksi. hack i. 1. ısmarlama yazı yazan yazar. 2. niteliksiz yazar. s. vasat, hack stand niteliksiz (iş). taksi durağı. hackberry i. çitlembik, melengiç. hacker i. bilgisayar korsanı. hackle i. --s çoğ. (hayvan dövüşmeye hazırlanınca dikleşen/kabaran) hackneyed tüyler. s. basmakalıp, klişe, bayat. had f., bak. have. had best do yapmalı, yapsa daha iyi olur. haddock i. mezgit. hadj i. hac. hadji i. hacı. hadn`t kıs. had not. hag i. 1. yaşlı çirkin kadın, kocakarı. 2. büyücü kadın. haggard s. yorgunluk ve açlıktan bitkin, bitkin, argın. haggle f. sıkı pazarlık etmek, çekişe çekişe pazarlık etmek. ha-ha ünlem kah-kah, kih-kih (gülme sesi). hail i. dolu. f. dolu halinde yağmak. hail f. selamlamak; çağırmak; seslenmek. hail fellow well met 1. yakın arkadaş. 2. herkesle çabuk ahbap olan kimse. hail from den. ... limanından kalkmak. hailstone i. dolu tanesi. hailstorm i. dolu fırtınası. hair i. saç, kıl, tüy. hair curler bigudi. hair dryer saç kurutma makinesi, saç kurutucusu. hair net saç filesi. hair spray saç spreyi. hairbrush i. saç fırçası. haircut i. 1. saç tıraşı. 2. saçın kesilme biçimi. hairdo i. (çoğ. --s) saç tuvaleti, saç şekli. hairdresser i. 1. kadın kuaförü, kadın berberi. 2. İng. erkek berberi. hairless s. 1. tüysüz; kılsız. 2. saçsız. hairpin i. saç tokası, firkete. s. U şeklinde kıvrılan. hairpin turn keskin viraj. hair-raising s. tüyler ürpertici, korkunç. hairsplitter i. kılı kırk yaran kimse. hairsplitting i. kılı kırk yarma. s. kılı kırk yaran. hairy s. 1. tüylü; kıllı. 2. argo tehlikeli. 3. argo çok zor. Haiti i. Haiti. Haitian i. Haitili. s. 1. Haiti, Haiti´ye özgü. 2. Haitili. hale s. hale and hearty turp gibi, sapasağlam. half çoğ. halves (hävz) i. yarım, yarı: Two halves make a whole. İki half a dozen yarım yarımbir bütün eder. half an apple yarım elma. Half the düzine. students have come. Öğrencilerin yarısı geldi. s. buçuk; yarı, half brother üvey erkek kardeş. yarım: one and a half kilos bir buçuk kilo. a half page yarım half fare yarım z. sayfa. bilet. yarı, yarı yarıya: He half filled my glass. Bardağımı yarı half glasses yarıya doldurdu. yarım gözlük. half measures yeterli olmayan tedbirler. half sister üvey kızkardeş. half sister üvey kızkardeş. half sole yarım pençe. half the battle işin yarısı; işin çoğu, işin en zor tarafı. half time 1. spor haftaym, ara. 2. yarım gün: She works there half time. halfback Orada i., sporyarım gün çalışıyor. hafbek. half-baked s. 1. yarı pişmiş. 2. iyi düşünülmemiş. half-breed s., i. melez. halfhearted s. isteksiz, gönülsüz. halfheartedly z. istemeye istemeye, isteksizce, gönülsüzce; yarım ağız, yarım half-length ağızla. s. yarım boy. i. vücudun yukarı kısmını gösteren resim. half-life i., fiz. yarılanma süresi. half-mast i. bayrağın yarıya indirilmesi. half-moon i. yarımay. half-sole f. (ayakkabıya) yarım pençe vurmak. half-time s. yarım günlük (iş/çalışma). halfway z. 1. ortada, yarı yolda. 2. yetersiz olarak. s. 1. yarı yolda half-witted bulunan s. ahmak, (yer). 2. yetersiz. budala. Halicarnassus i. Bodrum, Halikarnas. hall i. 1. koridor. 2. hol. 3. salon. 4. okul/üniversite binası. 5. hallow malikâne, çiftlikteki f. 1. kutsamak. köşk. 2. kutsallaştırmak. Halloween i. (eski bir inanışa göre) cadıların, hayaletlerin, hortlakların hallucinate ortalığa çıktığı gece (31 Ekim). f. sanrılamak. hallucination i., ruhb. sanrı. hallway i. 1. koridor. 2. hol. halo i. (çoğ. --s/--es) hale, ağıl, ayla. halogen i. halojen. halt i. 1. durma, duruş. 2. mola. f. durmak; durdurmak. halter i. yular. halve f. 1. yarıya bölmek. 2. yarıya indirmek. halves i., çoğ., bak. half. ham i. 1. jambon. 2. argo abartarak oynayan oyuncu. 3. k. dili amatör hamburger radyo operatörü. i. 1. sığır kıyması.f.2.(--med, --ming) argo abartarak oynamak. hamburger. hamlet i. mezra, ufak köy. hammer i. çekiç; tokmak. hammer f. 1. çekiçle çakmak; çekiçle vurmak; çekiçlemek, çekiçle hammer an idea into s.o.´s dövmek. 2. çekiçle işlemek. bir fikri birinin kafasına sokmak. head hammer away durmadan çalışmak. hammer out -e şekil vermek. hammer throw spor çekiç atma. hammock i. hamak. hamper i. kapaklı büyük sepet; çamaşır sepeti. hamper f. engel olmak, güçleştirmek. hamster i. hamster, cırlaksıçan. hamstring i. dizardı kirişi. f. (ham.strung) 1. kösteklemek. 2. dizardı kirişini hamstrung koparmak/kesmek. f., bak. hamstring. hand i. 1. el. 2. ırgat, rençper; işçi. 3. den. tayfadan biri, tayfa. 4. el hand yazısı. 5. (saatte) f. elle vermek, akrep/yelkovan. uzatmak: 6. isk. Please hand me el. that book. O kitabı hand down bana uzatır mısınız? kuşaktan kuşağa devretmek. hand grenade el bombası. hand in vermek, teslim etmek. hand in hand el ele. hand labor el ile yapılan iş. hand on 1. babadan oğula geçirmek. 2. başkasına vermek. hand organ laterna. hand out dağıtmak. hand over vermek, devretmek, teslim etmek. handbag i. el çantası. handball i., spor hentbol, eltopu. handbill i. el ilanı. handbrake i. el freni. handcuff i. kelepçe. f. kelepçe vurmak, kelepçelemek. handful i. 1. avuç dolusu. 2. az miktar. 3. k. dili idare edilmesi zor biri; ele avuca sığmaz çocuk. handgun i. tabanca. handicap i. 1. engel. 2. sakatlık, özür. 3. handikap. 4. spor handikap. f. (-- handicapped ped, --ping) s. özürlü, engel olmak, engellemek. sakat. handicraft i. el sanatı. handily z. kolayca, elverişli bir şekilde. handiness i. beceriklilik. handiwork i. iş, elişi. handkerchief i. mendil. handle f. 1. el sürmek, ellemek, dokunmak. 2. ele almak. 3. kullanmak. handle s.o. with kid gloves 4. idare (çok etmek. 5. satmak. kırılgan/sinirli i. sap, birine) son kulp,dikkatli derece kabza, davranmak. tutamaç. handlebar i. (bisiklette/motosiklette) gidon. handling i. 1. elle dokunma. 2. işleme tarzı. handmade s. elişi, el yapımı. hand-me-down s. kullanılmış, elden düşme. i. kullanılmış elbise/eşya. handrail i. merdiven parmaklığı, tırabzan. hands down 1. parmağını kıpırdatmadan, kolaylıkla. 2. şüphesiz, apaçık: He Hands off! was hands downsürme! Dokunma!/Elini the best. Onun en iyi olduğu apaçıktı. Hands up! Eller yukarı! handshake i. el sıkma. handsome s. 1. yakışıklı. 2. çok, bol; büyük. 3. cömert. handwork i. elişi. handwriting i. el yazısı. handy s. 1. hazır, yakın, el altında. 2. eli işe yatkın, becerikli, marifetli, handyman usta. 3. elverişli, kullanışlı. çoğ. hand.y.men (hän´dimen) i. elinden her iş gelen işçi. hang f. (--ed) ipe çekmek, asmak, sallandırmak, idam etmek; asılmak, hang idam edilmek. f. (hung) 1. asmak; asılmak, asılı olmak, sallanmak, sarkmak. 2. hang takmak. i. 1. duruş, (başını) 3. döküm. eğmek. 2. anlam; 4. kullanılış kaplamak, yapıştırmak. tarzı. 3. sarkma, asılış. hang around k. dili başıboş gezerek beklemek. hang back tereddüt etmek, çekinmek. hang fire geri kalmak. hang in the balance muallakta olmak, nazik bir durumda olmak. hang in the balance tehlikede olmak. hang on 1. (to) (-e) sıkı tutunmak. 2. dayanmak, katlanmak. hang on s.o.´s every word k. dili birinin her dediğini can kulağıyla dinlemek. Hang on. Bekle./Bir dakika. hang out/up one´s shingle k. dili (tıp doktoru) özel muayenehanesini açmak; (avukat) hang up kendi telefonuyazıhanesini kapamak.açmak. be hung up on 1. -e kafasını takmak. 2. -e hangar tutulmak, i. hangar. için yanıp tutuşmak. 3. -e bayılmak, -i çok beğenmek. hangdog i. sinsi adam. s. 1. alçak, habis. 2. ürkek, korkak. hanger i. 1. askı, askı kancası. 2. çengel. hanger-on i. (çoğ. hang.ers-on) beleşçi kimse. hanging i. 1. asma. 2. ipe çekme, asma, idam. s. asılı, sarkan. hangman çoğ. hang.men (häng´mîn) i. cellat. hangnail i. şeytantırnağı. hangover i. içki sersemliği. hangup i. 1. güçlük, engel. 2. takınak. hank i. 1. çile, yün/ipek çilesi. 2. kangal. hanker f. (after/for) arzulamak, özlemini çekmek. haphazard s., z. rasgele, gelişigüzel. i. rastlantı, şans. hapless s. şanssız, talihsiz, bahtsız. happen f. olmak, meydana gelmek. happen across/on/upon -e rastlamak, -e tesadüf etmek. happen by geçmek; uğramak; gelmek. happen in uğramak, girmek. happen to olmak; başına gelmek. happen to meet -e rastlamak, -e tesadüf etmek. happening i. olay, vaka. happily z. 1. mutlulukla, sevinçle. 2. çok şükür, Allahtan, bereket versin happiness ki. i. mutluluk. happy s. 1. mutlu, mesut; şen, neşeli. 2. yerinde, iyi. 3. ... delisi: girl- happy-go-lucky happy kız delisi. s. kaygısız; bir şeye aldırmaz, neşeli. harangue i. uzun ve tumturaklı konuşma, tirat. f. uzun ve tumturaklı bir harass şekilde f. 1. rahatkonuşmak, vermemek, tiratrahatsız söylemek. etmek, taciz etmek; bizar etmek, harbor tedirgin i. 1. liman.etmek. 2. ask.sığınak. 2. barınak, aralıksızf.saldırılarla taciz etmek. 1. barındırmak. 2. misafir harbour etmek. 3. beslemek. i., f., İng., bak. harbor. hard s. 1. katı, sert, pek. 2. güç, zor, çetin. 3. katı, acımasız, sert. 4. hard acı, z. 1.ağır, çok, sert büyük(söz). 5. şiddetli, bir gayretle: kuvvetli. They worked 6. şiddetli, hard. Çok sert; çok çalıştılar. soğuk Try (mevsim/hava). hard! Çok gayret et! 2. şiddetle, kuvvetle: The wind´s 9. 7. sert, kireçli, acı (su). 8. sert (içki). hard cash nakit para. tehlikeli hard. blowing ve bağımlılık yapan (madde). Rüzgâr kuvvetle esiyor. 3. fena halde, aşırı hard currency sağlam döviz/para. ölçüde: He´s hitting the bottle hard these days. Bugünlerde hard disk bilg. halde fena sabit disk. içiyor. hard drink sert içki. hard hat kask, miğfer. hard labor huk. ağır iş cezası. hard labor ağır iş cezası. hard luck şanssızlık. hard row to hoe zor iş. hard-boiled s. 1. lop, katı (yumurta). 2. k. dili kül yutmaz, kurt. hard-core s. 1. yolundan şaşmaz, boyun eğmez, kararlı. 2. cinsel organları harden ve1.sevişme f. hareketlerini sertleştirmek, yakından katılaştırmak; gösteren. 3. sertleşmek, çetin ceviz. katılaşmak. 2. hardheaded pekiştirmek, s. makul düşünen. kuvvetlendirmek; pekişmek, kuvvetlenmek. 3. (çimento) donmak. hardhearted s. katı yürekli, acımasız, kalpsiz. hard-line s. katı, inatçı, uzlaşmaz. hardly z. 1. zorla, güçlükle, güçbela. 2. hemen hemen: Hardly anything hardly to have time to was left. Hemen hemen hiçbir şey kalmamıştı. I hardly knew k. dili (birinin) nefes alacak zamanı bile olmamak, çok meşgul breathe her. Tanışıklığımız çok yüzeyseldi. This is hardly the time for hardness olmak. i. 1. (fiziksel olarak) katılık, sertlik. 2. güçlük, zorluk. 3. katılık, that! Şimdi hiç de onun zamanı değil! hard-nosed sertlik, s. kendiacımasızlık. çıkarını düşünen, çıkarcı. hard-on i. hardship i. sıkıntı, darlık, güçlük. hardware i. 1. madeni eşya, hırdavat. 2. silah. 3. bilg. donanım. hardware store nalbur dükkânı. hardwood i. 1. kerestesi sert ağaç. 2. sert kereste. hardy s. dayanıklı, dirençli. hare i. yabani tavşan. harebrained s. kuş beyinli, kafasız. harelip i. yarık dudak, tavşandudağı. harem i. harem. haricot i. kuru fasulye. haricot bean bak. haricot. hark f. dinlemek. ünlem Dinle!/Dur!/Sus! hark back to (geçmişe, önceki konuya) dönmek; (geçmişten, eski olaylardan) söz etmek. harlot i. fahişe, orospu. harm i. 1. zarar, hasar, ziyan. 2. kötülük. f. zarar vermek, kötülük harmful etmek. s. zararlı. harmless s. zararsız. harmonic s. 1. uyumlu, ahenkli. 2. müz. armonik, armoniye ait. harmonica i. armonika, mızıka. harmonious s. ahenkli, uyumlu. harmonise f., İng., bak. harmonize. harmonize f. 1. uyum sağlamak. 2. müz. armonize etmek. 3. uymak. harmony i. 1. ahenk, uyum. 2. müz. armoni. harness i. koşum takımı. f. 1. (ata) koşum takmak. 2. to (atı) (arabaya) harp koşmak; (öküzleri) i., müz. harp, arp. f.(sabana) koşmak. 3. (doğal bir gücü harp çalmak. dizginleyerek) yararlanmak, kullanmak. harp on -in üzerinde çok durmak, (aynı şeyleri) tekrarlayıp durmak. harpoon i. zıpkın. f. zıpkınlamak. harpsichord i. klavsen. harrow i. 1. kesek kırma makinesi. 2. tapan. f. 1. tırmık çekmek, kesek harrowing kırmak. s. üzücü,2.asaptapanlamak, bozucu. tapan çekmek. harsh s. 1. sert, acı. 2. kaba, haşin, ters, huysuz. hart i. erkek geyik; kızıl geyiğin erkeği. harvest i. 1. hasat. 2. hasat zamanı, hasat, orak mevsimi. 3. ürün, has mahsul, rekolte. 4. sonuç, semere. f. hasat etmek, biçmek. f., bak. have. hash i. 1. kuşbaşı doğranarak yeniden pişirilen et yemeği. 2. hash over karmakarışık şey. 3. bozulmuş şey. 4. argo haşiş. f. 1. kuşbaşı k. dili tartışmak. doğramak. 2. bozmak, altüst etmek. hasheesh i., bak. hashish. hashish i. haşiş, hintkenevirinden çıkarılan esrar. hasn`t kıs. has not. hasp i. asma kilit köprüsü. hassle i. 1. tartışma. 2. zorluk, güçlük. haste i. 1. acele. 2. ivedilik. Haste makes waste. Acele işe şeytan karışır. hasten f. acele ettirmek; acele etmek. hastily z. aceleyle. hasty s. 1. acele, tez, çabuk. 2. düşüncesiz. 3. aceleci, telaşçı. hat i. şapka. hat press şapka kalıbı. hatch i., den. ambar ağzı; ambar kapağı. hatch f. 1. civciv çıkarmak. 2. yumurtadan çıkmak. 3. (plan) yapmak, hatchback (kumpas) kurmak. i., oto. arkada kapısı olan küçük araba. hatchet i. küçük balta. hatchway i., den. ambar ağzı; lombar ağzı. hate f. nefret etmek. i. nefret. hateful s. 1. nefret edilen. 2. nefret dolu. hatred i. kin, nefret, düşmanlık. haughtiness i. kibirlilik, kendini beğenmişlik. haughty s. kibirli, kendini beğenmiş, mağrur. haul f. 1. çekmek. 2. taşımak. 3. den. vira etmek. 4. (rüzgâr/gemi) haul s.o. over the coals yön değiştirmek, k. dili dönmek. i. 1. çekme, çekiş. 2. bir ağda birini haşlamak/azarlamak. çıkarılan balıklar. 3. taşıma uzaklığı. 4. taşınılan şey. haul s.o. over the coals birini azarlamak/haşlamak. haunch i. 1. kalça. 2. çoğ. kıç, popo. 3. but; sağrı. haunt f. 1. (hortlaklar/ruhlar) sık sık uğramak. 2. usandırmak. 3. akıldan çıkmamak. 4. sık sık gitmek, dadanmak. 5. sürekli yanında bulunmak. i. sık sık gidilen yer, uğrak, uğrak yeri. haunted s. tekin olmayan, perili. haunting s. zor unutulan, akıldan çıkmayan. hauteur i. kibir, gurur. have f. (had, hav.ing) kuraldışı çekimleri: şimdiki zaman I, you, we, have a ball they k. dilihave; he, she it has; geçmiş zaman had 1. sahip olmak; -si çok eğlenmek. olmak. 2. almak; elinde tutmak. 3. elde etmek, ele geçirmek. 4. have a bearing on ile ilgisi olmak; -i etkilemek. yapmak, etmek; yaptırmak, ettirmek. 5. k. dili aldatmak. 6. k. have a bee in one´s bonnet k. dili dili bir fikri cinsel kafasına ilişkide takmış bulunmak. olmak. fiil olarak geçmiş zamanı Yardımcı have a big lead gösterir: çok öndeI have olmak.gone. Gittim. have a blast k. dili çok eğlenmek. have a bone to pick with k. dili ... ile paylaşılacak kozu olmak. have a bone to pick with s.o. k. dili biriyle paylaşacak kozu olmak, halledilecek davası olmak. have a bowel büyük aptes bozmak. movement/have a BM have a change of heart fikir veya davranışlarını değiştirmek. have a chip on one´s k. dili her zaman kavgaya hazır olmak. shoulder have a chip on one´s çok alıngan olmak. shoulder have a crush on s.o. k. dili birine fena halde tutulmak. have a feeling for -in dilinden anlamak: She has a feeling for animals. Hayvanların have a field day dilinden 1. bayram anlar. etmek. 2. with -i makaraya almak, -i sarakaya have a finger in the pie almak. çorbada tuzu bulunmak. have a fit 1. (öfkeden) deli olmak, babaları tutmak, küplere binmek, have a fling zıvanadan çıkmak. 2. mest olmak, deli olmak, neredeyse zil kurtlarını dökmek. takıp oynamak, çok sevinmek. 3. fenalık geçirmek. have a fling at (bir şey yapmayı) denemek. have a gander at -e bakmak. have a go (at) denemek: Have a go! Bir dene! have a good grasp of -i iyi kavramak, -e iyice vâkıf olmak. have a good head on one´s aklı başında biri olmak. shoulders have a good head on one´s sağduyu sahibi olmak. shoulders have a good mind to -eceği gelmek, -esi gelmek: I´ve a good mind to tell him off have a good press right bak. getnow. Hemen a good gidip terbiyesini vereceğim geliyor. press. have a green thumb k. dili bitkileri iyi yetiştirebilen biri olmak, bitkilerden iyi anlayan have a hand in biri (birolmak. işte) parmağı olmak. have a heart insaflı davranmak. Have a heart! İnsaf be! have a kip İng., k. dili uyumak. have a line on hakkında bilgi almak/bilgisi olmak. have a losing streak k. dili (birinin) şansı rast gitmemek. have a lot of brass argo çok yüzsüz olmak. have a lucky/winning streak k. dili (birinin) şansı rast gitmek. have a mind to -e niyeti olmak. have a mind to -eceği gelmek, -esi gelmek: I have a mind to go there this have a narrow escape instant. Oraya hemen gidesim geliyor. ucuz kurtulmak. have a one-track mind bir konuyu tutturmak: You´ve got a one-track mind. Aklın fikrin have a penchant for hep onda. -e eğilimi/meyli olmak: He has a penchant for fixing things. have a puncture Eşyaları We hadtamir etmeyeLastiğimiz a puncture. meraklı. patladı. have a rough time zor/sıkıntılı bir dönem geçirmek, zor/sıkıntılı bir dönemden Have a round of drinks on geçmek; zor bir hayat geçirmek: Herkese benden birer bardak içki.They´re having a rough time me. right now. Şimdi zor bir dönem geçiriyorlar. He´s had a rough have a run-in with s.o. biriyle atışmak. time in life. Zor bir hayat geçirdi. have a screw loose aklından zoru olmak. have a screw loose k. dili bir tahtası eksik olmak, deli olmak. have a share in -de payı olmak. have a shit sıçmak. have a short memory çabuk unutmak, hafızası zayıf olmak. have a soft heart k. dili yumuşak kalpli olmak, müşfik olmak. have a soft spot for k. dili (birine) zaafı olmak. have a soft spot for k. dili (birine/bir şeye) (birinin) zaafı olmak. have a sore throat boğazı ağrımak/yanmak, anjin olmak. have a sore throat anjin olmak, boğazı yanmak. have a stiff neck boynu tutulmak. have a stomachache (birinin) midesi ağrımak. have a strong stomach 1. (birinin) midesi kolaylıkla bulanmamak/bozulmamak, midesi have a sweet tooth sağlam olmak. k. dili tatlı 2. korkunç sevmek, görüntülere tatlı yiyecekleri karşı dayanıklı olmak. sevmek. have a temper k. dili çabuk öfkelenen biri olmak: He´s got a temper. Çabuk have a thing about öfkelenir. k. dili 1. -i hiç sevmemek, -den nefret etmek. 2. -i çok sevmek. have a tickle in one´s throat (birinin) boğazı gıcıklanmak, gıcık duymak. have a voice in -de sözü geçmek, -de söz sahibi olmak. have a way with s.o. k. dili biriyle kolaylıkla arkadaş olabilmek/iletişim kurabilmek. have a way with s.t. k. dili bir şeyden anlamak. have a whale of a time k. dili çok eğlenmek. have a whale of a time k. dili çok eğlenmek. have a whip-round para toplamak. have a word with s.o. biriyle konuşmak. have a working knowledge of (bir şeyi) iyi kötü kullanabilecek kadar bilmek: They have a have a wreck working knowledge trafik kazası geçirmek.of Russian. Bir Rusla iyi kötü anlaşabilecek kadar Rusça biliyorlar. have a yearning to/for -i arzu etmek. have a yen to k. dili (bir şey yapmayı) arzu etmek. have an abortion çocuk aldırmak, kürtaj olmak. have have an an accident ace up one´s kaza geçirmek, kazaya uğramak. sleeve/have an ace in the elinde kozu olmak. hole have an advantage over s.o. başkasına göre avantajlı bir durumda olmak. have an affair with (kendisiyle evli olmayan biriyle) bir aşk ilişkisinde bulunmak. have an aptitude for -e yeteneği olmak. have an in (bir yerde) torpili olmak. have an itching palm para hırsı olmak. have an option on s.t. bir şeyi belirli bir süre içinde alma/reddetme hakkı olmak. have bats in the belfry k. dili bir tahtası eksik olmak, kafadan kontak olmak. have been around k. dili görmüş geçirmiş olmak. have both one´s feet on the aklı başında olmak, gerçekçi ve pratik bir şekilde düşünmek. ground have designs on -de gözü olmak. have done with bitirmek, işi tamamlamak. have green fingers İng., bak. have a green thumb. have had it argo 1. bıkmak: I´ve had it; I am going to divorce my husband. have half a mind to Artık -eceğibıktım; gelmek,kocamdan boşanacağım. 2. artık yetmek: He´s -esi gelmek. been cheating me for years, but now he´s had it. Senelerdir have half a mind to bir taraftan -eceği/-esi gelmek: I´ve half a mind to shoot him. beni aldatıyordu, ama artık yeter. have hard feelings about Bir yandan k. dili onu vuracağım -e gücenmiş olmak. geliyor. have in mind hatırında tutmak, aklında olmak. have it coming -i hak etmek. have it in for (birine) kin beslemek. have it in for k. dili -e kin beslemek. have it in one yeteneği olmak. have it made 1. ısmarlamak. 2. argo işi iş olmak, işleri tıkırında olmak. have it out bir davayı kavga ederek/tartışarak sonuçlandırmak. Have it your own way. Siz bilirsiniz./Nasıl isterseniz öyle olsun. Have it your way! Nasıl istersen öyle yap! have kittens argo içini kurt kemirmek, dokuz doğurmak. have many irons in the fire k. dili kırk tarakta bezi olmak. have no business doing s.t. (birinin) bir şey yapmaya hakkı olmamak: You have no business have no stomach for interfering in my k. dili (belirli affairs. bir şey için)Benim işlerime (birinde) burnunu olmamak. hiç istek/arzu sokmaya hiç hakkın yok. have no thought of ... hiç aklından geçmemek, -e hiç niyeti olmamak: He´d had no have no time for thought 1. k. diliof becoming -den a teacher. Öğretmen hiç hoşlanmamak, olmak hiç -i hiç sevmemek. 2. aklından (birinin) -e geçmemişti. harcayacak have no use for -den nefret vakti olmamak, (birinin) (biri/bir şey) için vakti etmek/tiksinmek. olmamak. have no use for 1. -e ihtiyacı olmamak, -i gereksememek. 2. -den have none of hoşlanmamak. -e izin vermemek, -i kabul etmemek. have nothing to do with ile hiçbir ilişkisi olmamak. have nothing to do with ile hiçbir ilgisi olmamak: This has nothing to do with you. Bunun have nothing to show for it seninle elinde ne hiçbir ilgisi yok. yaptığını gösterecek hiçbir şey olmamak. have o.s. to thank for (bir şeyin) suçlusu olmak: If he didn´t succeed, he´s only got have on himself to thank 1. giyinmek. for it!etmek. 2. şaka Başarılı olamadıysa suçlu olan sadece kendisi! have one foot in the grave bir ayağı çukurda olmak. have one´s back to the wall k. dili çaresiz kalmak. have one´s eyes on 1. gözü -in üzerinde olmak. 2. -e göz koymak. have one´s fill of k. dili -den bıkmak, -den illallah demek. have one´s guard down tetikte olmamak. have one´s guard up tetikte olmak. have one´s hands free 1. elleri boş olmak. 2. boş olmak, meşgul olmamak. have one´s hands full fazla meşgul olmak, işi başından aşkın olmak. have one´s hands full çok meşgul olmak. have one´s head screwed on (right/the right way) aklı başında biri olmak. have one´s wits about one bak. have one´s wits about one kafası yerinde olmak, doğru dürüst düşünebilmek. have one´s work cut out for k. dili (birinin) önünde zor bir iş olmak. one have other fish to fry başka bir işi olmak. have preference tercih hakkına sahip olmak. have recourse to -e başvurmak. have resort to -e başvurmak. have rocks in one´s head k. dili kafadan kontak olmak. have s.o. on a string k. dili birini parmağında oynatmak: Sevda has Kâzım on a have s.o. to thank for string. (bir şeySevda, Kâzım´ıborçlu için) (birine) parmağında olmak: oynatıyor. We´ve her to thank for this. have s.o. under one´s thumb Bunun için ona borçluyuz. k. dili, bak. get s.o. under one´s thumb. have s.o./s.t. in mind birini/bir şeyi düşünmek, biri/bir şey aklında olmak. have s.o./s.t. on one´s mind biri/bir şey kafasını meşgul etmek, aklı birine/bir şeye takılmak. have s.t. at one´s fingertips 1. bir şey elinin altında bulunmak. 2. bir şeyi çok iyi bilmek. have s.t. in common with biriyle bir şeyi paylaşmak: I have nothing in common with him. s.o. have s.t. on s.o. Onunla ortak hiçbir elinde suçlayıcı delilşeyim yok. bulunmak. have s.t. on the brain k. dili bir şeyi kafasına takmak. have scruples about doing vicdani nedenle bir şeyi yapmaktan çekinmek. s.t. have second thoughts (about) (daha önce verilen bir karar hakkında) tereddüt etmeye have sex başlamak. seks yapmak, sevişmek. have shadows around one´s gözleri mor halkalarla çevrili olmak. eyes have some say in -de söz sahibi olmak. have stars in one´s eyes k. dili ortalığı toz pembe görmek; çok sevinçli olmak. have sympathy for 1. (görüşü/fikri) anlayıp paylaşmak/desteklemek. 2. (birinin) have the best of it halini galip anlamak. gelmek, üstün olmak. have the blues k. dili efkârlı olmak. have the courage of one´s inandığı şeyi yapma/söyleme cesaretini göstermek. convictions have the face to do s.t. bir şey yapmaya yüzü olmak/cüret etmek. have the floor mecliste söz söyleme hakkı olmak. have the gall to k. dili (belirli bir şeyi) yapacak kadar küstah olmak. have the inside track 1. yarış alanının en iç kısmına yakın olmak. 2. daha elverişli have the last laugh durumda sonunda olmak. başarmak. have the last word 1. (bir tartışmanın/ağız kavgasının sonunda) son söz birinin have the makings of olmak: He always -de (belirli has the bir şey olma) last word.olmak: potansiyeli Son söz He hep hasonun. 2. in (bir the makings konuda) of a good nihai karar/son söz birinin olmak. have the run of (bir yere)lawyer. rahatçaOnda girip iyi bir avukat(bir çıkabilmek; olma potansiyeli yeri) serbestçevar. have the runs kullanabilmek. k. dili ishal olmak, içi sürmek/gitmek: He´s got the runs. İshal have the shits olmuş. ishal olmak. have the squirts k. dili içi sürmek, içi gitmek, ishal olmak. have the time of one´s life eğlenceli vakit geçirmek. have the time of one´s life k. dili çok eğlenmek, çok güzel bir vakit geçirmek. have the trots k. dili ishal olmak, dibi tutmamak. have title to 1. (bir mülkün) tapusunun sahibi olmak. 2. (bir yerde) (birinin) have to mülkiyet hakkı -meli, -malı: olmak. I have to go. Gitmeliyim. had better -se iyi olur: I have to do with had better go. Gitsem ile ilgisi olmak. as Plato iyihas olur.it Eflatun´un deyişiyle. have what it takes k. dili gereken niteliklere sahip olmak: She´s got what it takes have words to be number kavga etmek,one in her class. Sınıfının birincisi olmak için atışmak. gerekli niteliklere sahip. have/feel qualms about (bir şeyden) dolayı vicdanı rahatsız olmak/sızlamak. have/hold/keep in reserve ihtiyat olarak saklamak. have/put s.o. in hysterics 1. k. dili birini çok güldürmek, birini gülmekten öldürmek. 2. have/suffer a miscarriage birine (istemisteri krizi geçirtmek. dışı) düşük yapmak, çocuk düşürmek. have/take a bath banyo yapmak, yıkanmak. have/take a crap argo sıçmak. have/take a spill atın sırtından düşmek. have/take a zizz k. dili şekerleme yapmak, kestirmek, kısa bir uyku çekmek. haven i. 1. liman. 2. sığınak. haven`t kıs. have not. haves i., çoğ. havoc i. hasar, tahribat, zarar ziyan. haw i. alıç. hawk i. 1. şahin; doğan. 2. atmaca. 3. çaylak. hawk f. işportacılık yapmak. hawker i. işportacı. hawthorn i. alıç. hay i. saman, kuru ot. f. 1. (kurutmak için) ot biçmek. 2. otu biçip hay fever kurutmak. saman nezlesi. hay rack otluk, kuru ot konulan parmaklıklı raf/tekne. hayloft i. otluk, samanlık. hayrick i. kuru ot yığını, otluk; tınaz. haystack i. kuru ot yığını, otluk; tınaz. haywire s. hazard i. şans, tehlike, riziko. f. 1. tehlikeye atmak, şansa bırakmak. 2. hazard a guess -e cesaret tahmin etmek. etmek, kafadan atmak. hazardous s. tehlikeli, rizikolu. haze i. hafif sis, ince duman, pus. hazel i. 1. fındık ağacı. 2. kestane rengi. s. ela (göz). hazelnut i. fındık. hazy s. 1. sisli, dumanlı, puslu. 2. anlaşılmaz, belirsiz, bulanık. he zam., eril o. s. erkek: he-goat teke. He can´t see the woods for Ayrıntılara takılıp kaldığı için durumu bir bütün olarak the trees. He did what little he could. göremiyor. Elinden geleni yaptı. He didn´t let any grass grow Hiç vakit kaybetmedi. under his feet. He doesn´t give a damn. Ona vız gelir./Umurunda değil./İplemez. He gives you good value for Ödediğin para karşılığında sana iyi mal verir. your money. He had better not. Yapmazsa daha iyi eder. He had, say, a thousand Diyelim ki bin doları vardı. dollars. He has a bad name. Adı kötüye çıkmış./Kötü şöhreti var. He has a good head on his Onun kafası çalışıyor./Aklı başında biri. shoulders. He has turned seventy. Yaşı yetmişi geçti./Yetmiş yaşına bastı. He is not himself. Kendinde değil. He is past hope. Ümitsiz durumda. He is riding for a fall. Belasını arıyor. He is welcome to come and İstediği zaman gelip gidebilir. go at He hismissed just pleasure. being run Ezilmekten zor kurtuldu. over. He little knows .... Bilmiyor ki .... He looked me through and Beni iyice inceledi./Beni süzdü. through. He no longer comes here. Artık buraya gelmiyor. He numbers eighty years. Seksen yaşında. He said it in an unguarded Boş bulunup ağzından kaçırdı. moment. He should have known better O işi yapmayacak kadar aklı olmalıydı. than to do it. He suffered a violent death. Ölümü korkunçtu. He takes his whisky on the k. dili Viskiyi buzlu içer. rocks. He tilted back in his chair. Kaykılarak sandalyesini arkaya doğru yatırdı. He treated me to a beer. Bana bir bira ısmarladı. He walks home to save Yol parasından tasarruf etmek için eve yürüyerek gider. carfare. He was the life of the party. Toplantıyı canlandıran o idi. He will amount to Başarılı bir adam olacak. something. He will come to no good. Onun sonu iyi olmaz. He will have it that .... -i iddia ediyor. I had him there. O noktada onu mat ettim. I had He will not take nay. rather “Yok” go. Gitmeyi sözünden tercih ederdim. anlamaz. He/She can stew in his/her k. dili Ne hali varsa görsün! own juice! he`d kıs. 1. he had. 2. he would. he`ll kıs. he will. he`s kıs. 1. he is. 2. he has. He´s a good speller. Onun imlası iyi. He´s a man of few words. Az konuşan biri o. He´s a man of principle. Prensip sahibi bir adam. He´s always thinking about Aklı fikri sekste. sex. He´s an object of scorn. Herkes onu hor görüyor. He´s puffed up with pride. Kibrinden geçilmiyor. He´s/She´s not the only fish Ondan başkası yok mu bu dünyada? in the sea! head i. 1. baş; kafa; kelle. 2. şef, baş, başkan: the head of the math head department s. baş, baştamatematik olan; başa bölümü ait. f. 1. başkanı. 3. başkanlığını (bir şeyin) baş yer, baş taraf, ön taraf, baş: yapmak/başkanı Go to the head of the line. Sıranın başına geç. She head honcho argo şef, başkan.olmak: Who heads this outfit? Buranın başkanı was at the head of the stairs. Merdivenlerin başındaydı. kim? 2. -in birincisi olmak: She headed her class. Sınıfının 4. (sebzede) baş: She bought two heads of cabbage. birincisiydi. 3. for -e gitmek; -in istikametini tutmak, -e doğruİki baş lahana aldı. gitmek: You´re heading for trouble. Bu gidişle başın belaya a 5. kaynak, memba, baş. 6. baş, üst kısım: the head of nail çivinin girecek. başı. 7. akıl, 4. towards kafa:yöneltmek: -e doğru Use your head. HeadKafanı kullan. 8. your horses (çoğ. head) baş: fifty head of cattle towards Kangal! Atlarınızı Kangal´a sürün! elli baş sığır. 9. (ses head over heels tepetaklak perende atma. head over heels bak. head. head over heels in love sırılsıklam âşık. head s.o. off 1. birinin yolunu kesmek, birinin ilerlemesini engellemek. 2. head s.t. off birini 1. bir kösteklemek. şeyin yolunu kesmek, bir şeyin ilerlemesini engellemek. 2. head start bir şeyi engellemek. spor avantaj. head up k. dili başkanlık etmek. head wind pruva rüzgârı. headache i. 1. baş ağrısı. 2. dert, baş belası. headband i. saç bandı, bant. headboard i. karyolanın başucundaki tahta. headdress i. başlık. header i. sayfa başlığı. headfirst z. başı önde, balıklama (dalma). headgear i. başlık. heading i. (yazıda) başlık. headland i., coğr. burun. headlight i., oto. far. headline i. başlık, manşet. headlong z. 1. pervasızca, sakınmadan; balıklama. 2. apar topar. headmaster i. özel okul müdürü. headmistress i. özel okul müdiresi. head-on s., z. baştan (çarpma), kafa kafaya, burun buruna (çarpışma). headphone i. telefon/radyo kulaklığı. headquarters i. 1. karargâh. 2. kumanda merkezi. 3. merkez büro. 4. headrest merkezde çalışanlar. i. koltuk başlığı. Heads or tails? Yazı mı, tura mı? headstrong s. inatçı, dik başlı, bildiğini okuyan. headwaiter i. şef garson. headwaters i., çoğ. ırmağı besleyen kaynaklar. headway i. ilerleme, yol alma. heady s. 1. kuvvetli, sert, çarpıcı (esans/içki). 2. inatçı, kafa tutan. heal f. iyileştirmek; iyileşmek. healer i. insanları iyileştirdiğini öne süren kişi; üfürükçü. health i. sağlık. health certificate sağlık belgesi. health food sağlığa yararlı, katkısız, doğal besin. health insurance sağlık sigortası. health insurance sağlık sigortası. health officer sağlık memuru. healthful s. 1. sağlığa yararlı. 2. sağlıklı. healthy s. 1. sağlıklı, sağlam. 2. sağlığa yararlı. heap i. 1. yığın, küme. 2. k. dili çok miktar. 3. k. dili kalabalık. f. 1. hear yığmak, f. (heard)kümelemek. 2. (hediye/hakaret) 1. işitmek, duymak. 2. dinlemek,yağdırmak. kulak vermek. 3. hear a shot haber almak, mektup silah sesi işitmek. almak. 4. sorguya çekmek, ifadesini almak. Hear! Hear! İng. Bravo!/Yaşa! hear of/about -den haberi olmak, -i duymak. hear out sonuna kadar dinlemek. heard f., bak. hear. hearing i. 1. işitme, işitim. 2. huk. celse, duruşma, oturum. hearing aid kulaklık, işitme cihazı. hearsay i. söylenti, dedikodu. hearsay evidence huk. başkalarından işitilerek öne sürülen delil. hearse i. cenaze arabası. heart i. 1. yürek, kalp. 2. kasap. yürek. 3. gönül, can. 4. merkez, orta. heart attack 5. (marul, kalp krizi. enginar v.b.´nde) göbek. 6. öz, can damarı. 7. kuvvet, enerji. 8. cesaret, şevk. 9. isk. kupa. heart disease kalp hastalığı. heart failure kalp yetmezliği. heart transplant kalp nakli. heartache i. kalp ağrısı, üzüntü, acı, keder. heartbeat i. kalp atışı, yürek vuruşu. heartbreak i. 1. büyük acı/keder. 2. büyük acı veren kimse/şey. heartbreaking s. büyük acı veren. heartburn i., tıb. mide ekşimesinden dolayı yemek borusunda veya midede hearten duyulan yanma hissi. f. yüreklendirmek, cesaretlendirmek. heartfelt s. yürekten, candan, içten. hearth i. 1. ocak, şömine. 2. yurt, aile ocağı. heartless s. kalpsiz, acımasız, merhametsiz. heart-rending s. yürek parçalayıcı, çok acıklı, yürekler acısı. heartstrings i., çoğ. heart-to-heart s. samimi, açık. hearty s. 1. candan, yürekten, içten. 2. sağlam, kuvvetli, sağlıklı. heat i. 1. sıcaklık, ısı. 2. hiddet, öfke. 3. tav. 4. kızışma, kösnü. 5. heat spor eleme, f. ısıtmak; eleme koşusu/yarışı. ısınmak. heat conduction ısı iletimi. heat rash isilik. heat rash isilik. heat stroke sıcak çarpması. heat wave sıcak dalgası. heat wave sıcak dalgası. heated s. 1. öfkeli. 2. kızışmış, kızışık, hararetli (tartışma). heater i. ısıtıcı, soba, ocak, fırın. heath i. 1. fundalık. 2. funda, süpürge çalısı, süpürgeotu. heathen i. (çoğ. hea.then/--s) 1. kâfirler, kefere, küffar. 2. kâfir. s. kâfir, heather kâfirlere özgü. benzer bir çalı. i. süpürgeotuna heating s. ısıtıcı. i. ısıtma. heating coil elek. rezistans. heave f. (--d/hove) 1. büyük bir güçle atmak/fırlatmak. 2. kaldırmak, heave çekmek. 3. yukarı i. 1. kaldırma. kaldırmak. 4. yükseltmek, kabartmak. 5. 2. fırlatma. (deniz) kabarmak. 6. (göğüs) şişirmek; (göğüs) inip kalkmak. 7. heave a sigh içini çekmek, ah çekmek. (inilti) güçlükle çıkarmak. 8. kusmak. 9. den. ırgatı çevirmek, Heave ho! den.etmek. vira Yisa!/Vira salpa! heave to 1. rüzgârı başa alıp gemiyi durdurmak. 2. faça edip durmak. heaven i. cennet. heavenly s. 1. cennet gibi, çok güzel. 2. göksel, gökle ilgili, göğe ilişkin. 3. heavenly body ilahi, Tanrısal. gökcismi. heavily z. 1. ağır bir şekilde. 2. şiddetle. heaviness i. 1. ağırlık. 2. şiddet, yeğinlik. heavy s. 1. ağır. 2. şiddetli, kuvvetli (yağmur/rüzgâr/fırtına). 3. kalın heavy guns (kar ağır tabakası). silahlar. 4. çok miktarda (oy kullanımı). 5. (borsada) çok miktarda (alım satım). 6. kabarmış (deniz). 7. aşırı. 8. kalın heavy industry ağır sanayi. (elbise). 9. ciddi, önemli. 10. güç, zor (iş). 11. bulutlu, kapalı heavy industry ağır sanayi. (gök). 12. sıkıcı, ezici, usandırıcı. 13. sıkıntılı, üzücü. 14. kederli. 15. zarafetsiz, incelikten yoksun, kaba. 16. ağır, hazmı güç (yemek). 17. ağır, boğucu (koku). 18. derin (sessizlik). 19. uyku basmış, ağırlaşmış (göz). 20. fiz. ağır (izotop). 21. yoğun (trafik). heavy metals ağır metaller. heavy water kim. ağır su. heavy-duty s. dayanıklı, ağır iş için elverişli. heavy-handed s. eli ağır, beceriksiz, sakar. heavy-hearted s. üzgün, kederli. heavyweight i., s. ağırsıklet. Hebrew i., s. 1. İbrani. 2. İbranice. heck ünlem, argo Kahrolası. heckle f. (konuşmacının) sözünü kesmek, soru yağmuruna tutmak, hectare sıkıştırmak. i. hektar. hectic s. heyecanlı, telaşlı. hedge i. sık ağaçlardan/çalılardan oluşan çit; çalı çit. f. 1. etrafına çalı hedgehog dikmek, i. kirpi. çalı ile çevirmek. 2. kuşatmak, sarmak, çevirmek. 3. kaçamak cevap vermek. hedgerow i. ekilmiş çalılardan/ağaçlardan oluşan çit. heed f. dikkat etmek, dinlemek, önemsemek. i. dikkat, önemseme. heedless s. 1. dikkatsiz. 2. pervasız. heehaw i. eşek anırması, anırma. heel i. 1. topuk, ökçe. 2. argo alçak herif. heel f. ökçe takmak. hefty s., k. dili 1. oldukça ağır. 2. kuvvetli. 3. iriyarı. 4. bol. heifer i. düve, doğurmamış genç inek. height i. 1. yükseklik. 2. boy. 3. yükselti. 4. doruk, en yüksek nokta. heighten f. 1. yükseltmek; yükselmek. 2. artırmak; artmak. 3. çoğaltmak; heinous çoğalmak. s. tiksindirici, iğrenç, kötü, çirkin. heir i. vâris, mirasçı, kalıtçı. heiress i. kadın mirasçı. heirloom i. kuşaktan kuşağa geçen değerli şey. held f., bak. hold. helicopter i. helikopter. heliotrope i., bot. bambulotu. helium i. helyum. hell i. cehennem. ünlem Kahrolsun! hellebore i., bot. çöpleme. hellish s. kötü, berbat, korkunç. hello ünlem 1. Merhaba. 2. Alo. helm i., den. dümen yekesi; dümen. helmet i. 1. miğfer, tolga. 2. kask. helmsman çoğ. helms.men (helmz´mîn) i. dümenci. help f. 1. yardım etmek; katkıda bulunmak: I don´t see how I can help o.s. to help (kendiyou. Sana nasıl kendine servisyardım edeyim yaparak) bilemiyorum. (yiyeceklerden) 2. faydası almak: He olmak, fayda helped himself etmek; to a rahatlatmak; piece of the (acıyı) cake. dindirmek; Kekten bir (gergin/zor dilim aldı. help out yardımda bulunmak. bir durumu) yumuşatmak: I can lend you some money, if that´ll help s.o. out birineFaydası help. yardımolursa etmek:sana Canbiraz you help borç her out with Complaining verebilirim. her French? Help wanted. Fransızcasına won´t help. Eleman aranıyor. yardım Şikâyet edebilir etmek misin? fayda etmez. A little lemon juice´ll Help! help. Biraz ünlem İmdat! limon sıksan iyi olur. i. 1. yardım; katkı. 2. (çoğ. help) yardımcı; hizmetçi; hizmetkâr. 3. (çoğ. help) ırgat, rençper. helper i. yardımcı; muavin; çırak. helpful s. 1. faydalı, yararlı; kullanışlı. 2. yardımsever, yardımcı: You´re helping not i. 1. being yardım helpful. etme; Yardımcı olmuyorsun. katkıda bulunma. 2. ahçı. porsiyon. helpless s. âciz; savunmasız. helplessness i. aciz, âcizlik; savunmasızlık. helter-skelter z. alelacele, telaşla, apar topar. s. 1. karmakarışık. 2. gelişigüzel. hem i. elbise kenarı, baskı. f. (--med, --ming) kıvırıp kenarını hem in/about bastırmak. kuşatmak, içine almak, çevirmek. hemisphere i. yarıküre. hemline i., terz. elbise veya paltonun etek kenarı, etek boyu, etek. hemlock i. baldıran, ağıotu. hemoglobin i. hemoglobin. hemophilia i., tıb. hemofili. hemophiliac i., s. hemofil. hemorrhage i., tıb. kanama. hemorrhoid i., tıb. basur, emoroit. hemp i. kenevir, kendir. hemstitch i. ajur, antika, sıçandişi. hen i. 1. tavuk. 2. dişi kuş. hence z. 1. bu nedenle, bundan dolayı, dolayısıyla. 2. (belirli bir henceforth zaman) z. bundan sonra. 3. bundan böyle, buradan. sonra. henceforward z., bak. henceforth. hencoop i. kümes. henpeck f. başının etini yemek, vır vır etmek, dır dır etmek. henpecked s. kılıbık. hepatitis i., tıb. hepatit, karaciğer iltihabı. her zam., dişil onu; ona; ondan; onun: He loves her. Onu seviyor. He Her conscience pricked her. looked Vicdanıatkendisini her. Onarahatsız baktı. They etti. hated her. Ondan nefret ettiler. It pleased her. Onun hoşuna gitti. s. onun; kendi: It´s her book. herald i. 1. haberci, müjdeci. 2. protokol görevlisi, teşrifatçı. f. haber Onun kitabı. She gazed at her portrait. Kendi portresini seyretti. herb vermek, i. 1. ot. 2.ilan etmek. tat vermek için kullanılan bitki. 3. şifalı yemeklere herbal bitki. s. otlara ait; otlardan yapılan, bitkisel. herbicide i. herbisit, yabancı ot öldürücü. herbivore i. otçul hayvan. herbivorous s. otçul. Hercules i. Herkül. Hercules´ allheal çavşırotu, çavşır. herd i. 1. hayvan sürüsü, sürü. 2. avam, ayaktakımı. f. 1. gütmek. 2. herd instinct sürü sürühalinde içgüdüsü.gitmek. herdsman çoğ. herds.men (hırdz´mîn) i. çoban. here z. burada; buraya; burası. here and there orada burada, şurada burada. Here goes! İşte başlıyorum. Here goes! Başlıyoruz!/Haydi bakalım! Here you are. 1. Buyur, al. 2. Ha, geldin mi? 3. İşte! hereabouts z. buralarda. hereafter z. ileride, bundan sonra. hereby z. bu vesile ile. hereditary s. 1. miras yoluyla geçen. 2. kalıtsal, kalıtımsal, irsi. heredity i. kalıtım, soyaçekim, irsiyet. herein z. bunda, bunun içinde. heresy i. 1. dince kabul olunmuş inançlara aykırı düşünce, dalalet. 2. heretic hâkim i. kabulolan felsefi/siyasi olunmuş doktrinlere doktrinlere karşı karşı olan gelen düşünce. kimse. heretical s. kabul olunmuş doktrinlere karşı olan. heretofore z. şimdiye kadar, bundan önce. hereupon z. bunun üzerine. herewith z. 1. bununla. 2. ilişikte. heritage i. miras, kalıt. hermit i. münzevi, topluluktan kaçan, yalnız başına yaşayan kimse. hernia i. fıtık, kavlıç. hero i. (çoğ. --es) 1. kahraman, yiğit. 2. edeb. kahraman, baş heroic karakter. s. 1. kahraman, kahramanca, cesur. 2. güz. san. muazzam, heroical gerçek s., bak. boyutlarından heroic. çok büyük (heykel/resim). 3. edeb. kahramanlarla ilgili, destansı, epik. heroin i. eroin. heroine i. kadın kahraman. heroism i. kahramanlık. heron i. balıkçıl. herring i., zool. ringa. hers zam., dişil onunki; onun: Take hers. Onunkini al. That´s hers. O herself onun. Thatkendisi, zam., dişil damn goat of hers kendi; is eating my roses. Onun o kör bizzat. olası keçisi güllerimi yiyor. hertz i. (çoğ. hertz/--es) fiz. hertz. hesitant s. tereddütlü, ikircikli, ikircimli, kararsız, duruksun. hesitantly z. tereddütle, duraksayarak. hesitate f. tereddüt etmek, duraksamak; çekinmek. hesitation i. tereddüt, duraksama, ikircik, ikircim. heterogeneous s. heterojen. heterophyte i. tamasalak. heterosexual s. karşı cinse ilgi duyan, heteroseksüel. hew f. (--ed, hewn) 1. balta ile kesmek. 2. yontmak. 3. kesmek, hew down yarmak. (ağacı) kesip devirmek. hew out 1. yontarak şekil vermek. 2. zahmetle meydana getirmek. hewn f., bak. hew. hexagon i., geom. altıgen. hey ünlem 1. Hey!/Baksana! 2. Haydi! 3. A! heyday i. altın çağ, en parlak dönem. HH kıs. 1. His/Her Highness. 2. His Holiness. hi ünlem 1. Merhaba! 2. İng. Hey! hiatus i. (çoğ. --es/hi.a.tus) aralık, açıklık, ara, fasıla, boş yer. hibernate f. kış uykusuna yatmak. hibernation i. kış uykusu. hibiscus i. çingülü. hiccough i., f., bak. hiccup. hiccup i. hıçkırık. f. hıçkırmak. hick i., k. dili taşralı, hödük, hanzo, kıro. hickory i., bot. karya. hid f., bak. hide 2. hidden f., bak. hide 2. s. gizli, kapalı. hide i. hayvan derisi, deri; post. hide f. (hid, hid.den) saklamak, gizlemek; saklanmak, gizlenmek. hide away saklamak; saklanmak. hide out (polisten) saklanmak. in hiding saklı. hide-and-seek i. saklambaç. hideaway i. (polisten) saklanacak yer, yatak. hidebound s. dar görüşlü, eski kafalı. hideous s. çok çirkin, iğrenç, korkunç. hide-out i., bak. hideaway. hiding-place i. 1. saklanacak yer, gizlenecek yer. 2. zula. hierarchical s. hiyerarşik. hierarchy i. hiyerarşi. hieroglyph i. hiyeroglif. hi-fi i., s., bak. high fidelity. high s. 1. yüksek. 2. kibirli, kendini beğenmiş. 3. yüce. 4. müz. tiz, high and low yüksek perdeden. 1. her yerde. 5. lüks 2. zengin (yaşantı). fakir, 6. kokmuş (et). 7. coğr. herkes. kutuplara yakın. 8. coşkun, taşkın (neşe). 9. yüksek, fahiş high density bilg. yüksek yoğunluk. (fiyat). 10. şiddetli, sert (rüzgâr). 11. kabarık, azgın (deniz). 12. high fidelity 1. sesi argo çok doğaletkisi uyuşturucu bir şekilde altında.verme. 2. sesi çok doğal bir şekilde high frequency veren (radyo/pikap/hoparlör). yüksek frekans. high gear oto. en hızlı vites. high jinks şamata, cümbüş. high jump yüksek atlama. high jump yüksek atlama. high latitudes kutuplara yakın yerler. high living lüks hayat. high octane gasoline yüksek oktanlı benzin. high places yüksek mertebeler. high point en önemli/heyecanlı nokta. high price yüksek fiyat. high relief güz. san. yüksek kabartma. high school lise. high school lise. high seas enginler, açık deniz. high tech k. dili ileri teknoloji. high tide kabarma, met. high tide 1. met zamanı. 2. met hareketi, denizin kabarması; met hali. highbrow s., i. entelektüel. highchair i. (yüksek) mama iskemlesi. high-class s., k. dili kaliteli, birinci sınıf. high-density s., bilg. yüksek yoğunluklu. higher s. daha yüksek. higher education yükseköğrenim. high-grade s. kaliteli, üstün nitelikli, ekstra. highlands i., çoğ. dağlık yer. highlight i. 1. (resimde) ışıklı bölüm. 2. foto. parlak nokta. 3. ilgi çekici highly olay; en önemli z. 1. çok, pek çok,bölüm. f. 1. -i vurgulamak, son derece. -inolumlu 2. çok iyi; çok altını çizmek, -e bir şekilde. dikkati çekmek. 2. bilg. aydınlatmak. high-minded s. yüce gönüllü. highness i. yücelik. high-pitched s. çok tiz. high-pressure i. yüksek basınç. s. 1. zorla yapılan (satış). 2. zorlayıcı. high-rise s., i. yüksek (bina/apartman). highroad i. anayol. high-speed s. büyük hızla giden. high-speed train hızlı tren. high-strung s. sinirli, sinirleri gergin. high-tech s., k. dili ileri teknolojinin ürünleriyle donatılmış/yapılmış. high-water i. 1. azami kabarma. 2. taşkın. high-water mark 1. suyun azami kabarma noktası. 2. doruk, en üstün başarı highway düzeyi. i. anayol. highwayman çoğ. high.way.men (hay´weymîn) i. eşkıya, haydut. hijack f. 1. (uçak/gemi) kaçırmak. 2. (kamyon, tren v.b.´ni) soymak. hijacker i. 1. uçak korsanı. 2. (kamyon, tren v.b.´ni durdurarak soyan) hike soyguncu. f. 1. uzun yürüyüş yapmak. 2. (eteğini) toplamak. 3. (fiyatı) hiker yükseltmek, i. uzun yürüyüş artırmak. yapan i. 1. uzun ve çetin yürüyüş. 2. yükselme, kimse. artış. hilarious s. gürültülü ve neşeli. hilarity i. neşe, kahkaha. hill i. 1. tepe. 2. bayır, yokuş. hillside i. yamaç. hilltop i. doruk. hilly s. tepelik. hilt i. kabza, kılıç kabzası. him zam., eril onu; ona. himself zam., eril kendisi, kendi; bizzat. hind i. dişi geyik. hind s. (--er, --most/--er.most) arkadaki, geride olan, art. hind legs arka ayaklar. hind quarter but (et). hinder f. engellemek. hindermost s., bak. hindmost. Hindi i., s. Hintçe. hindmost s. en arkadaki, en gerideki, en sondaki. hindrance i. 1. engelleme. 2. engel. Hindu i. Hindu, dini Hinduizm olan kimse. s. Hindu; Hinduizme özgü; hinge dini i. 1. Hinduizm menteşe, olan. reze. 2. dayanak noktası. f. 1. menteşe takmak. hint 2. on/upon i. ima, üstü -e bağlısöz. kapalı olmak, -e etmek, f. ima dayanmak.çıtlatmak. hint at -i hissettirmek, -i üstü kapalı söylemek, -i dokundurmak, -i ima hinterland etmek. i. hinterlant, iç bölge. hip i. kalça. hipbone i., anat. kalça kemiği. hippie i. hippi. hippo i., k. dili suaygırı. hippopotamus çoğ. --es (hîpıpat´ımısız)/hip.po.pot.a.mi (hîpıpat´ımay) i. hire suaygırı. i. kira; ücret. f. 1. ücretle tutmak. 2. kira ile tutmak, kiralamak. hire o.s. out ücretle çalışmak. hire out -i kiraya vermek. hirsute s. 1. kıllı, tüylü. 2. saçlı sakallı. his zam., eril onunki; onun: I don´t want his. Onunkini istemiyorum. His All Holiness That Patrikdog´s his. O(Ekümenik Cenapları köpek onun. Take Patrik hiskullanılır.). için outside. Onunkini His bark is worse than his dışarıya çıkar. s. onun; kendi: It´s his car. Onun arabası. He likes k. dili Ne varsa dilindedir. bite. his handwriting. Kendi elyazısını beğeniyor. His blood is up. k. dili Bayağı kızdı. His eyes rested on it. Gözleri ona dikildi. His face became purple. Öfkeden mosmor kesildi. His face was wreathed in Yüzünde büyük bir tebessüm vardı. smiles. His hair stood on end. Tüyleri ürperdi. His head is spinning. Başı dönüyor. His heart is in the right İyi niyetlidir. place. His Holiness Papa Cenapları. his opposite number karşı tarafta aynı yeri işgal eden kimse. his strong point onun kuvvetli tarafı. His/Your Highness Ekselansları. hiss f. 1. tıslamak. 2. ıslıklamak, ıslık çalarak yuhalamak. i. 1. hiss s.o. off the stage tıslama. 2. ıslık. sahneden kovmak. birini ıslıklayarak hist kıs. historian, historical, history. histoid s. dokusal. histology i. dokubilim, histoloji. historian i. tarihçi. historic s. 1. tarihsel, tarihi. 2. önemli. historic moment dönüm noktası, tarihi an. historical s. tarihsel, tarihi, tarihle ilgili. historical novel tarihi roman. historically z. tarihe göre. history i. tarih. hit f. (hit, --ting) 1. vurmak, çarpmak. 2. isabet ettirmek; isabet hit below the belt etmek. 1. boksi.kemerden 1. vuruş, vurma, darbe. olarak aşağı usulsüz 2. isabet. 3. başarı. vurmak. 4. yerinde 2. mec. (birine) söz. kahpelik etmek. hit below the belt haksızlık etmek, kalleşlik etmek. hit it off anlaşmak, uyuşmak. hit man k. dili kiralık katil. hit one´s stride k. dili en yüksek hıza/dereceye ulaşmak. hit pay dirt k. dili (bir şeyi arayan biri) aradığını bulmak/kendisini çok hit the books umutlandıran k. dili ineklemek.bir şey bulmak. hit the bottle argo şişeyi devirmek. hit the ceiling argo tepesi atmak. hit the deck argo 1. yataktan kalkmak. 2. iki/bir seksen uzanmak. hit the high spots k. dili 1. ancak en önemli noktalara değinmek. 2. ancak en hit the jackpot önemli umulmadık şeyleri birgörmek. anda başarı kazanmak, turnayı gözünden hit the jackpot vurmak. k. dili turnayı gözünden vurmak; büyük bir başarı kazanmak. hit the mark 1. hedefi vurmak. 2. tahmini doğru olmak. hit the nail on the head 1. taşı gediğine koymak. 2. tam bilmek. 3. tam isabet hit the roof kaydetmek. k. dili küplere binmek, tepesi atmak. hit the sack argo yatmak. hit the sack/sack out k. dili yatmak. hit the spot k. dili (yiyecek/içecek) çok makbule geçmek. hit the trail k. dili yola koyulmak. hit upon rasgele bulmak. hit-and-run s. çarpıp kaçan (şoför). hitch f. 1. ip ile bağlamak; bağlamak, iliştirmek, takmak. 2. hitch on to topallamak. -e bağlamak. 3. çekelemek. i. 1. engel. 2. aksama. 3. bağlantı parçası. 4. volta, bağ, adi düğüm. hitch up 1. to (atı) -e koşmak. 2. yukarı çekmek. hitchhike f. otostop yapmak. hitchhiker i. otostopçu. hither z. buraya. s. beriki, beri yandaki. hither and thither/yon 1. oraya buraya, şuraya buraya. 2. bir ileri bir geri. hitherto z. şimdiye kadar, şimdiye dek. hive i. kovan; arı kovanı. hives i., tıb. ürtiker, kurdeşen. HMS kıs. His/Her Majesty´s Service, His/Her Majesty´s Ship. hoard i. biriktirilmiş şey, istif. f. biriktirmek, stok etmek, istiflemek. hoarder i. biriktirip saklayan kimse, istifçi. hoarding i. istifçilik. hoarfrost i. kırağı. hoarhound i., bak. horehound. hoarse s. 1. boğuk. 2. boğuk sesli. hoarsely z. boğuk sesle. hoarseness i. 1. boğukluk. 2. boğuk seslilik. hoary s. kır; ak, ağarmış. hoax i. 1. şaka, latife. 2. hile, oyun. f. aldatmak, oyun etmek, hobble işletmek. f. 1. topallamak, aksayarak yürümek. 2. bukağı vurmak, hobby kösteklemek. i. hobi, düşkü,3. topal özel etmek. i. 1. topallama, aksama. 2. bukağı, zevk. köstek. 3. dert. 4. ayak bağı, engel. hobgoblin i. 1. ifrit, gulyabani. 2. yersiz korku; saplantı. hobo i. (çoğ. --es/--s) 1. gezici rençper. 2. serseri, aylak, boş gezenin hock boş i., k.kalfası. dili rehin. f. rehine koymak. hockey i. hokey. hodgepodge i. 1. karmakarışık şey. 2. türlü yemeği. hoe i. çapa. f. çapalamak. hog i. büyük domuz. hog wild argo çılgın. hoist f. 1. yukarı kaldırmak; yukarı çekmek. 2. (bayrak) çekmek. i. yük hold asansörü. f. (held) 1. tutmak: Hold my hand. Elimi tut. 2. bırakmamak, hold zaptetmek. 3. içine2.almak: i. 1. gemi ambarı. gemininHow much water will this glass hold? iç tarafı. Bu bardak ne kadar su alır? 4. alıkoymak, salıvermemek, hold a child back a year çocuğa (okulda) aynı sınıfı tekrarlatmak. durdurmak. 5. sahip olmak, elinde tutmak. 6. (toplantı) hold a crowd back kalabalığı zaptetmek. düzenlemek. 7. (makam) işgal etmek. 8. (mevzi) savunmak, hold a postmortem korumak. (başarısız 9. bir(ağırlık) durumu) taşımak, ameliyatçekmek. masasına10.yatırmak. devam ettirmek. 11. hold a thing over s.o. inanmak; kabul etmek; düşünmek, birini bir şey ile durmadan tehdit etmek. saymak; karar vermek. 12. devam etmek. 13. (zamk) yapışmak. 14. dayanmak, sabit hold against 1. (suçu) olmak. 15.-etoyüklemek. 2. yüzüne -e sadık kalmak, -denvurmak. caymamak, -den hold aloof uzak durmak, yaklaşmamak, vazgeçmemek: He held to his decision. ilişki kurmamak. Kararından caymadı. 16. hold at bay değişmemek. arada mesafe17. devam etmek, bırakmak, arkası kesilmemek, ilerlemek. yaklaştırmamak. 18. durmak. i. 1. tutma, tutuş. 2. tutunacak yer. 3. tutamak. 4. hold by k. dili tutmak, inanmak. sığınacak yer, destek, dayanak noktası. 5. nüfuz, hüküm. 6. hold down 1. k. uzatma müz. dili (bir işi) yürütmek. 2. baskı altında tutmak. işareti. hold forth 1. önermek, öne sürmek. 2. nutuk söylemek, uzun uzadıya hold good konuşmak. geçerli olmak. hold good geçerli olmak. hold in tutmak, zaptetmek. hold in contempt hakir görmek, hor görmek. hold in esteem saymak, saygı göstermek. hold in leash yularını elden bırakmamak. hold in pledge rehin olarak tutmak. hold incommunicado kimseyle görüştürmemek, başkalarıyla görüşmesine izin hold no brief for vermemek. -in savunucusu olmamak, -in taraftarı olmamak. hold off 1. uzakta tutmak, yaklaştırmamak. 2. ertelemek. hold on 1. devam etmek, süregelmek. 2. tutmak. 3. dayanmak, hold on to direnmek. -i tutmak, 4. -e (telefonda) tutunmak. beklemek. Hold on! k. dili Dur!/Bekle! hold one´s ground durumunu korumak. hold one´s own eski durumunu korumak. hold one´s own yerini korumak. hold one´s peace susmak, bir şey söylememek. hold one´s peace/tongue dilini tutmak, konuşmamak. hold one´s tongue k. dili dilini tutmak, konuşmamak. hold out 1. dayanmak. 2. ileri sürmek. 3. yetmek. 4. ayak diremek. hold out on one birinden gizlemek. hold over ertelemek. hold s.o. back birinin ilerlemesini durdurmak/engellemek. hold s.o. in one´s arms birini kucağında tutmak. hold s.o./s.t. in high regard birine/bir şeye saygı duymak. hold still kıpırdamamak. hold sway egemen olmak. hold the field üstünlüğünü korumak. hold the line 1. değişikliğe karşı olmak. 2. telefonu kapatmamak. hold the pass geçidi tutmak. hold the purse strings of kasanın anahtarı (birinde) olmak, para (birinin) elinde olmak. hold together 1. bir arada tutmak. 2. ayrılmamak. 3. (ifade) tutarlı olmak. hold up 1. kaldırmak. 2. tutmak, yardımda bulunmak, korumak. 3. hold water geciktirmek; k. dili geçerliengellemek. olmak, makul 4. olmak. arzetmek, göstermek. 5. yolunu kesip soymak. hold with ile aynı fikirde olmak. Hold your horses! k. dili Dur!/Bekle! holder i. 1. içine bir şey konulan nesne/kap, içinde bir şey saklanabilen holding nesne/kap: i. 1. tutma. 2. candle holderkuruluşun (birinin/bir şamdan. cigarette holder sigara sahip olduğu) ağızlığı. 2. kulp, tutamak, hisseler/emlak/mülk/mallar. tutamaç. 3. kira ile tutulmuş4.arazi. 3. tutacak. huk. hamil, holding company holding. sahip. 5. kiracı. holdover i. from k. dili -den kalma bir şey/kimse. holdup i. 1. gecikme. 2. soygun. hole i. 1. delik. 2. boşluk. 3. çukur. 4. k. dili berbat yer. f. delik hole up açmak, saklanmak.delmek. holiday i. 1. tatil günü; tatil. 2. bayram günü; yortu günü. 3. İng. tatil, holidaymaker dinlenmek i., İng. tatileiçin çalışmadan çıkmış kimse. geçirilen süre. holiness i. kutsallık, kutsiyet. Holland i. Hollanda. holler f., k. dili bağırmak, haykırmak. i. bağırış, haykırış. hollow s. 1. içi boş, oyuk. 2. çukur, derin, çökük. 3. yankı yapan, hollow victory boşluktan gelen (ses).zafer, bir şeye yaramayan 4. yalan, sahte. i. oyuk, çukur. f. out boş başarı. oymak. holly i., bot. çobanpüskülü. hollyhock i., bot. gülhatmi. holocaust i. 1. imha. 2. büyük yangın. holster i. tabanca kılıfı. holy s. kutsal, mukaddes. Holy Scripture Kitabı Mukaddes. Holy Week Paskalyadan önceki hafta. homage i. (hükümdara v.b.´ne gösterilen) saygı, hürmet. home i. 1. ev, aile ocağı, yuva. 2. vatan, yurt, memleket. s. 1. ev ile home base ilgili, merkez,eve üs. özgü. 2. İng. içişlerine ait. home economics ev ekonomisi. Home Office İng. İçişleri Bakanlığı. home office (şirketin) idare merkezi. home port demirleme limanı. Home Secretary İng. İçişleri Bakanı. homebody i. evde oturmayı tercih eden kimse. homeland i. anavatan, anayurt. homeless s. evsiz, evsiz barksız. homelike s. ev gibi, rahat. homely s. 1. basit, sade. 2. çirkin. 3. İng. rahat; cana yakın; gösterişsiz. homemade s. evde yapılmış. homemaker i. ev kadını. homeroom i. (okulda) esas dershane. homesick s. gurbet çeken, vatan/ev hasreti çeken. homesickness i. gurbet çekme, sıla hasreti. homespun s. 1. evde dokunmuş. 2. basit, sade. homestead i. 1. ev ve eklentileri. 2. çiftlik ve eklentileri. homeward z. eve doğru. homeward bound memleket yolunda. homeward bound evine/vatanına dönmekte olan. homework i. ev ödevi, ödev. homicide i. adam öldürme, cinayet, katil. homogeneity i. homojenlik, bağdaşıklık, türdeşlik. homogeneous s. homojen, bağdaşık, türdeş. homogenise f., İng., bak. homogenize. homogenize f. 1. homojenleştirmek, bağdaşık hale getirmek. 2. dövüp homogenized kıvamına getirmek. s. homojenize: homogenized milk homojenize süt. homogenizer i. homojenleştirici. homologous s. homolog. homonym i., dilb. eşadlı. homosexual i., s. homoseksüel, eşcinsel. Hon kıs. Honorable. hon kıs. honorably, honorary. Honduran i. Honduraslı. s. 1. Honduras, Honduras´a özgü. 2. Honduraslı. Honduras i. Honduras. hone f. bilemek. honest s. 1. dürüst, namuslu. 2. hilesiz. honestly z. 1. sahiden, gerçekten. 2. dürüstçe, hilesizce. honesty i. dürüstlük, namus. Honesty is the best policy. Dürüstlük en iyi yoldur. Honesty, let alone honor, Şeref şöyle dursun, onda dürüstlük namına bir şey yoktu. was not in him. honey i. 1. bal. 2. k. dili sevgilim; canım. honey in the comb petek balı. honeybee i. balarısı. honeycomb i. (ballı/balsız) petek. f. honeymoon i. balayı. f. balayına çıkmak. honeysuckle i., bot. hanımeli. honk i. 1. yabankazı sesi. 2. klakson sesi. f. 1. kaz sesi çıkarmak. 2. honky-tonk klakson i., k. dili çalmak. pavyon; adi bar. honor i. 1. onur, şeref. 2. şöhret, nam, ün. 3. namus, iffet. f. 1. -i honor a debt şereflendirmek, borcunu ödemek. -e şeref vermek. 2. (bono/çek) kabul edip karşılığını ödemek. honor roll iftihar listesi. honorable s. şerefli. honorable mention mansiyon. honorable mention mansiyon. honorarium çoğ. hon.o.rar.i.a (anırer´iyı)/--s (anırer´iyımz) i. ücret, serbest honorary meslek sahibine s. 1. fahri, hizmet onursal. karşılığında 2. ücretsiz verilen para. yapılan. honour i., f., İng., bak. honor. honourable s., İng., bak. honorable. hood i. 1. kukuleta, başlık. 2. oto. motor kapağı, kaput. 3. kabadayı; hoodlum yeraltı dünyasından i. kabadayı; biri. yeraltı dünyasından biri. hoodwink f. aldatmak, göz boyamak. hoof çoğ. --s (hûfs)/hooves (huvz) i. toynak. f. hoof it k. dili 1. yaya gitmek, taban tepmek. 2. dans etmek. hoo-ha i., İng., k. dili şamata, patırtı. hook i. 1. kanca, çengel; kopça. 2. orak. f. 1. çengel ile yakalamak, hook and eye tutmak, erkek veçekmek, bağlamak. 2. olta ile (balık) tutmak. 3. çengel dişi kopça. şekline sokmak. 4. takılmak, asılmak. hook up 1. kancayla bağlamak. 2. birleştirmek. hook up with argo 1. ile ilişki kurmak. 2. ile evlenmek. hook, line and sinker k. dili tamamen, olduğu gibi: He swallowed my story hook, line hooka and sinker. i., bak. Masalımı olduğu gibi yuttu. hookah. hookah i. nargile. hooked s. 1. çengel şeklindeki; çengelsi. 2. çengelli. hooked nose gaga burun. hooker i., k. dili orospu, fahişe. hooky i. hooligan i., k. dili serseri, kabadayı. hoop i. çember, kasnak. f. çemberlemek. hoopoe i., zool. ibibik, hüthüt, çavuşkuşu, Upupa epops. hoopoo i., zool., bak. hoopoe. hooray ünlem, f., bak. hurrah. hoot f. 1. (baykuş) ötmek. 2. (korna, vapur/tren/sis düdüğü) ötmek, hoot of laughter çalmak. kahkaha.3. kah kah gülmek. i. 1. (baykuş, korna, vapur/tren/sis düdüğü için) ötüş. 2. yuhalama. hoot s.o. down birini yuhalayarak susturmak. hoover i., İng. elektrikli süpürge. f., İng. elektrikli süpürge ile hooves temizlemek. i., çoğ., bak. hoof. hop f. (--ped, --ping) sekmek, sıçramak. i. 1. sekme, sıçrama. 2. k. hop dili uçuş, uçak seferi. i. şerbetçiotu. hope i. ümit, umut. f. ümit etmek, ummak. hope against hope her şeye rağmen ümitli olmak. hope for the best hayırlısı demek. hopeful s. ümitli, ümit verici. hopefully z. 1. ümitle. 2. k. dili inşallah. hopeless s. 1. ümitsiz, umutsuz. 2. ümit vermeyen. hopper i. silo, sarpın. hopping mad k. dili çok öfkeli. hopping mad k. dili çok kızmış, köpürmüş. hopscotch i. seksek oyunu. horde i. 1. horda. 2. kalabalık. horehound i., bot. 1. karaısırgan, köpekotu. 2. köpekayası. horizon i. ufuk, çevren. horizontal s. yatay. i. yatay düzlem/çizgi. hormone i. hormon. horn i. 1. boynuz. 2. müz. boru. 3. klakson, korna. horn of plenty bereket boynuzu. hornbeam i. gürgen. hornet i. büyük eşekarısı. horns of a dilemma birinin seçilmesi gereken iki güç seçenek. horny s. 1. boynuzlu. 2. argo seks yapma arzusuyla yanıp tutuşan; horoscope abaza, abazan. i. 1. zayiçe. 3. nasırlı. 2. yıldız falı. horrendous s., k. dili korkunç. horrible s. 1. korkunç, dehşet verici, dehşete düşüren, dehşetli. 2. k. dili horribly berbat, z. 1. fena çok kötü,aşırı halde, iğrenç. 3. k. dili 2. bir şekilde. çokk. kötü, çok dili çok fena, kötü, çokkorkunç; fena; çok kaba çokk.kaba ve kırıcı. veçok kırıcı 4. k. dili bir şekilde.büyük, korkunç: He´s a horrible liar. horrid s., dili 1. kötü, çok fena,3.korkunç; korkunç/dehşetli çok kababirve şekilde. kırıcı. 2. O büyük bir yalancı. horridly berbat, z., k. diliçok çokkötü, kötü,iğrenç. çok fena; çok kaba ve kırıcı bir şekilde. horrific s. korkunç. horrify f. korkutmak. horror i. dehşet, yılgı, korku. hors d'oeuvre Fr. ordövr, çerez, meze. horse i. 1. at, beygir. 2. spor atlama beygiri, beygir. horse chestnut atkestanesi. horse mackerel istavrit. horseback i. at sırtı. horsebean i. bakla. horsehair i. 1. at kılı. 2. at kılından dokunmuş kumaş. horseman çoğ. horse.men (hôrs´mîn) i. binici; süvari. horsemanship i. binicilik. horseplay i. eşek şakası; hoyratlık. horsepower i., mak. beygirgücü. horseradish i., bot. bayırturpu. horseshoe i. 1. at nalı. 2. nal şeklinde şey. 3. çoğ. nal ile oynanılan oyun. horsewhip i. kamçı, kırbaç. f. (--ped, --ping) kamçılamak. hort kıs. horticulture. hortative s. 1. öğüt veren, nasihat dolu. 2. teşvik edici, gayret verici, hortatory yüreklendirici. s., bak. hortative. horticulture i. bahçıvanlık, bahçecilik, çiçekçilik. hose i. (çoğ. hose) çorap. hose i. (çoğ. --s) hortum. hosier i., İng. çorapçı. hosiery i. 1. çoraplar. 2. çorap fabrikası. 3. mensucat. 4. mensucat hospice fabrikası. i. 1. özellikle rahipler/rahibeler tarafından idare edilen hospitable misafirhane/yurt. 2. ölümcül hastaların s. konuksever, misafirperver; ikramcı. ölene kadar bakıldığı bakımevi. hospital i. hastane. hospitalise f., İng., bak. hospitalize. hospitality i. konukseverlik, misafirperverlik; ikramcılık. hospitalize f. hastaneye yatırmak. Host i., Hrist. (ekmek ve şarap ayinindeki) ekmek. host i. 1. ev sahibi; davet veren kimse. 2. sunucu. f. 1. ev sahipliği host yapmak, i. kalabalık,ağırlamak, çokluk. konuk etmek; davet vermek. 2. sunuculuk yapmak. hostage i. rehine, tutak. hostel i. 1. genç turistler için ucuz otel. 2. İng. öğrenci yurdu. hostess i. 1. ev sahibesi. 2. hostes. 3. garson kadın. 4. konsomatris. hostile s. düşman, düşmanca, saldırgan. hostility i. 1. düşmanlık. 2. çoğ. silahlı çatışmalar. hot s. (--ter, --test) 1. sıcak, kızgın. 2. acı (biber v.b.). 3. şiddetli, hot air sert. argo4. yüksek boş gerilimli atmasyon. laf, martaval, akım taşıyan (tel). 5. yeni, taze (haber v.b.). 6. radyoaktif. 7. kızışmış, şehvetli. 8. argo çalıntı/kaçak hot chocolate sütlü kakao. (mal). hot dog 1. bir çeşit sosis. 2. bu sosisle yapılan sandviç, sosisli sandviç. hot line 1. direkt telefon hattı (özellikle devlet başkanları arasında). 2. hot pepper her zaman cevap veren imdat telefonu. acı biber. hot plate elektrikli ocak; elektrik ocağı. hot spring kaplıca. hot-water bottle sıcak su torbası, buyot. hotbed i. 1. camekânda bulunan gübreli toprak. 2. hot-blooded (fesat/kötülük/huzursuzluk) s. 1. çabuk parlayan (kimse). kaynağı/yuvası. 2. (cinsel açıdan) ateşli. hotchpot i., bak. hodgepodge. hotchpotch i., bak. hodgepodge. hotel i. otel. hothead i. öfkeli kimse, çabuk kızan kimse. hothouse i. limonluk, sera, ser. hound i. 1. tazı, av köpeği. 2. k. dili it, alçak herif. f. 1. tazı ile ava hour gitmek. 2.2. i. 1. saat. k.vakit, dili peşini bırakmamak, izlemek. zaman. hour hand (saatte) akrep. hourglass i. kum saati. hourly z. saatte bir, saat başı. house i. 1. ev. 2. ev halkı, aile. 3. tiyatro. 4. hükümet meclisi. 5. gen. house b.h. f. 1. hanedan. barındırmak; 6. ticarethane. yerleştirmek: The government housed the house dog refugees ev köpeği. in tents. Hükümet sığınmacıları çadırlara yerleştirdi. 2. -de bulunmak: That room now houses our library. Şimdi o odada house martin evkırlangıcı, pencerekırlangıcı. kütüphanemiz bulunuyor. house of cards dayanıksız iş; derme çatma şey. housebound s. (hastalık v.b. nedeniyle) evde hapis olan. housebreaker i. ev hırsızı. housecoat i. sabahlık (giysi). housedress i. ev kıyafeti. houseguest i. gece yatısına gelen misafir. household i. ev halkı, aile. s. ev, eve ait. household word her gün kullanılan kelime. householder i. aile reisi, ev sahibi. housekeeper i. kâhya kadın. housekeeping i. ev idaresi. houseman çoğ. house.men (haus´mîn) i. 1. (evde temizlik v.b. işleri yapan housetop erkek) i. dam, hizmetkâr. çatı. 2. İng. stajyer doktor. housewarming i. yeni bir eve taşınmanın kutlanışı. housewife i. 1. çoğ. house.wives (haus´wayvz) ev hanımı. 2. (h^z´îf), çoğ. housework house.wives i. ev işi. (h^z´îfs) İng. dikiş kutusu. housing i. 1. barınacak yer. 2. konutlar. 3. barındırma, iskân. 4. mak. housing estate kutu, karter: İng. konut clutch sitesi; housing toplu debriyaj karteri. konutlar. housing project sosyal konutlar. hove f., bak. heave. hovel i. 1. derme çatma ev; (tahta) baraka. 2. açık ağıl. hover f. 1. fazla hareket etmeden üzerinde ve etrafında uçmak. 2. Hovercraft etrafında dolaşıp durmak. 3. tereddüt etmek. i., bak. hovercraft. hovercraft i. hoverkraft. how z. 1. nasıl: How did it happen? Nasıl oldu? How will he do this? How about it? Bunu nasıl yapacak? How does it work? Nasıl çalışıyor? 2. ne Ne dersiniz? kadar: How long must I wait? Ne kadar beklemem gerekiyor? How about that? 1. Çok ilginç, değil mi? 2. Çok güzel, değil mi? 3. Çok şaşırtıcı, How much did you pay for that? Ona ne kadar ödedin? 3. kaç: How are you? değil mi? 4. Çok kötü, değil mi? Nasılsınız? How old is she? Kaç yaşında? How many kilos of meat did you How come? buy? k. diliKaç kilo et aldın? Niye?/Nasıl olur? bağ. 1. nasıl: Tell me how to do it. Bana How did he measure up? nasıl Diğerlerine göre nasıldıHe yapıldığını anlat. o?knows how old she is. Onun kaç yaşında olduğunu biliyor. He told us how he used to make five How do you do? Nasılsınız? billion a month. Bize eskiden ayda nasıl beş milyar kazandığını How do you do? Nasılsınız? anlattı. 2. k. dili -diğini: He told us how he used to make five How ever ...? billion Nasıl ...?:month. a How everBizedid eskiden ayda it come beş milyar about? kazandığını Nasıl oldu? söyledi. i. yapma tarzı. How goes it?/How is it going? Ne var ne yok?/Ne âlemdesiniz?/İşler nasıl? How good of you! Çok naziksiniz. how much 1. ne kadar: No matter how much I try, I just can´t do it. Ne How so? kadar uğraşırsam Niçin?/Nasıl uğraşayım, yine de yapamam. How much olabilir? money do you need? Ne kadar para lazım sana? 2. kaça, ne How´s about ...? k. dili, bak. How about ...? (1). kadar: How much is that computer? O bilgisayar kaça? How´s it going? İşler nasıl gidiyor? howdy ünlem, k. dili merhaba. however z. 1. ama, bununla birlikte, ancak, yalnız. 2. nasıl. 3. ne kadar. howl f. ulumak; inlemek. i. uluma, inleme. howler i., k. dili gülünç hata, budalaca yanlışlık. HP kıs. high pressure, horsepower. HQ kıs. Headquarters. hr kıs. hour. hrs kıs. hours. HS kıs. high school, Home Secretary. ht kıs. heat, height. hub i. 1. poyra, tekerlek göbeği. 2. (of) merkez. hubble-bubble i. nargile. hubbub i. şamata, curcuna, hayhuy. hubby i., k. dili koca, eş. hubcap i., oto. jant kapağı. huckleberry i. kamburüzüm. huckster i. 1. reklamcı (Küçümseme belirtir.). 2. başlıca amacı para huddle kazanmak olan f. 1. bir araya kimse, tüccar. sıkışmak. 3. seyyar 2. birbirine satıcı. sokulup sarılmak. hue i. 1. renk. 2. (renk için) ton. 3. tür, çeşit. hue i. hue and cry bağrışma, bağrış çağrış. huff i. kızgınlık, öfke: She left the room in a huff. Hışımla odayı hug terketti. f. (--ged, --ging) 1. kucaklamak, sarılmak. 2. bağrına basmak, huge sımsıkı tutmak. s. kocaman; dev3.gibi; benimsemek. muazzam. i. kucaklama, sarılma. huh ünlem 1. Ne? 2. Ne olacak, ...! (Küçümseme belirtir.). hulk i. 1. hurda gemi. 2. çok büyük ve kaba gemi. 3. iri ve hantal hulking kimse/şey. f. up s. 1. iriyarı ve hantal2.bir hantal. şekildegibi. lenduha doğrulmak. hull i. 1. (ceviz, fıstık, bezelye v.b.´ne ait) kabuk. 2. den. tekne hullabaloo (geminin i. gürültü;temel hayhuy;bölümü). velvele;f. (içini çıkarmak için) (ceviz, fıstık, patırtı. bezelye v.b.´nin) kabuğunu ayıklamak. hum ünlem Hım .../Hı ... (Düşündürücü bir durumla karşılaşınca hum söylenir.). f. (--med, --ming) 1. vızıldamak. 2. (şarkı) mırıldamak, human mırıldanmak. s. beşeri, insani: 3. k. dili faaliyette human olmak: nature insan The office tabiatı. was human psychology humming. insan Büroda psikolojisi. herkes human arı gibi resources çalışıyordu. insan kaynakları. human human being insanoğlu, insan, beşer. rights insan hakları. i. insanoğlu, insan, beşer. human nature insan tabiatı. human rights insan hakları. humane s. insani, insanlığa yakışan. humanely z. insanca, insana yakışan bir şekilde. humanism i. hümanizm, insancılık. humanist i., s. hümanist. humanitarian s. insanlara yardım etmek isteyen; insani. i. insanlara yardım humanity etmek isteyen i. 1. insanlık, kimse. insan sevgisi. 2. insanoğlu, insanlık. 3. insan humankind kalabalığı. i. insanoğlu, 4.insanlık. insanlık, insaniyet, insanın doğasını oluşturan niteliklerin hepsi. the humanities konusu insan olan ilimler, humanly z. insanca, insan olarak. hümaniter bilimler. humble s. 1. alçakgönüllü, mütevazı. 2. hakir, âciz. f. kibrini kırmak, burnunu kırmak. humble apology alçakgönüllülükle özür dileme. humble s.o.´s pride birinin kibrini kırmak. humbleness i. alçakgönüllülük, tevazu. humbly z. alçakgönüllülükle, tevazu ile. humbug i. 1. yalan dolan; sahtekârlık; dolap, hile. 2. sahtekâr. 3. saçma, humdinger zırva. i. olağanüstü şey/kimse: That was one humdinger of a storm! O humdrum ne fırtınaydı tekdüze, s. monoton, öyle! yeknesak; sıradan, yavan. humid s. yaş, rutubetli, nemli. humidifier i. nemlendirici, rutubetlendirici. humidify f. nemlendirmek. humidity i. rutubet, nem. humidness i., bak. humidity. humiliate f. küçük düşürmek, rezil etmek, çok utandırmak. humiliation i. küçük düşürme, rezil etme, utandırma. humility i. alçakgönüllülük, tevazu. hummingbird i. sinekkuşu. humongous s., argo çok büyük, kocaman. humor i. 1. mizah, güldürü. 2. gülünçlük, komiklik. 3. nüktedanlık. 4. humorist keyif. 5. huy, i. 1. şakacı, tabiat. 6.2. nüktedan. kapris. f. suyuna güldürü yazarı. gitmek, kaprisine boyun eğmek, ayak uydurmak: You shouldn´t humor that spoiled brat. humorous s. gülünç, komik; mizahi. O şımarık veledin suyuna gitmemelisin. humour i., f., İng., bak. humor. hump i. 1. kambur. 2. hörgüç. 3. tümsek yer, tepe. f. 1. İng. taşımak. humpback 2. argo i. 1. sikişmek, kambur vuruşmak; sırt. 2. sikmek, binmek, kambur kimse. üstünden/üzerinden geçmek. 3. k. dili acele etmek. 4. k. dili humpbacked s. kambur. hızla/son sürat gitmek. humph ünlem 1. Hıh! (Bir şeyin/birinin hiç beğenilmediğini belirtir.). 2. humus Hım! i., bahç.(Kuşku belirtir.). humus. hunch f. hunch one´s shoulders/back kambur durmak; sırtını kamburlaştırmak. hunch over -in üstüne abanmak. i., k. dili sezinleme, sezinleyiş, sezinme, hunchback sezinti, i. 1. kamburiçedoğma, sırt. 2.içedoğuş. kambur kimse. hunchbacked s. kambur. hundred s. yüz. i. yüz, yüz rakamı (100, C). hundredfold s., z. yüz kat, yüz misli. hundredth s. yüzüncü. i. yüzde bir. hung f., bak. hang 2. s. asılmış, asılı. hung jury kararında oybirliğine varamayan jüri. Hungarian i., s. 1. Macar. 2. Macarca. Hungary i. Macaristan. hunger i. 1. açlık. 2. for -e duyulan büyük özlem/hasret. f. for -i çok hunger strike özlemek; açlık grevi. -i çok arzu etmek, -e susamak. hungrily z. 1. açlıkla. 2. büyük bir arzuyla. hungry s. aç, karnı aç, acıkmış. hunk i., k. dili 1. iri parça. 2. boylu boslu, yakışıklı adam. hunt f. 1. avlanmak; avlamak. 2. for -i aramak. hunt down yakalayıncaya kadar peşini bırakmamak. hunt out of season av mevsimi dışında avlanmak. hunt up/out 1. bulmak. 2. aramak. hunter i. 1. avcı. 2. arayıcı. 3. av atı/köpeği. hunting i. avcılık. s. av: hunting dog av köpeği. hunting knife av bıçağı. hunting season av mevsimi. hurdle i. 1. (yarışlarda) engel, mania. 2. çoğ. engelli yarış: high hurdles hurdle race 1. yüksek engel. engelli/manialı 2. yüksek koşu, engelli 110 metrelik koşu. low engelli. hurdles 1. alçak engel. 2. alçak engelli 200 metrelik koşu. hurdler i. engelli koşuya katılan yarışmacı, engelci, maniacı. hurdy-gurdy i. laterna. hurl f. 1. fırlatmak, savurmak. 2. (tehdit, küfür v.b.´ni) savurmak, hurrah yağdırmak. ünlem Yaşa! f. “Yaşa!” diye bağırmak. hurray ünlem, f., bak. hurrah. hurricane i. urağan, kasırga. hurricane lamp rüzgâr feneri, gemici feneri. hurried s. 1. aceleyle yapılan. 2. acele içinde olan. hurry f. 1. acele etmek; acele ettirmek. 2. aceleyle Hurry up! götürmek/getirmek. Acele et!/Çabuk ol!/Haydi!3. hızlandırmak, çabuklaştırmak. i. acele. hurt f. (hurt) 1. (bir uzva) zarar vermek, (bir uzvu) hurt one´s feelings yaralamak/incitmek/zedelemek: gücendirmek, hatırını kırmak. Are you hurt? Sana bir şey oldu mu? Is your leg hurt? Bacağına bir şey oldu mu? 2. acımak; hurt s.o.´s feelings birini kırmak/yaralamak. acıtmak. 3. zarar/ziyan vermek. 4. (ruhen) kırmak/yaralamak. i. hurt s.o.´s pride birinin 1. onuruna/haysiyetine (ruhsal) acı. 2. zarar, ziyan.dokunmak, birinin gururunu kırmak. hurtful s. kırıcı, yaralayıcı, acı veren. hurtle f. 1. son sürat gitmek, uçmak. 2. kuvvetle/hızla husband fırlatmak/atmak/uçurmak. i. koca. f. (gelecek zamana3. hızla düşmek/yuvarlanmak. kalması için) kullanmamak, idareli husbandry kullanmak. i. 1. çiftçilik. 2. idarecilik. 3. idareli kullanma. hush i. derin sessizlik. f. susmak; susturmak. hush money susmalık, sus payı. hush up örtbas etmek, kapatmak. Hush! ünlem Susun! hush-hush s., k. dili çok gizli. i. büyük gizlilik. husk i. 1. mısır başağının dış yaprakları. 2. (bazı tohum ve husky meyvelerde) s. 1. kabuklu.(dış) kabuk, 2. boğuk, kapçık. kısık 3.3. (ses). birk.şeyin işe yaramayan dili iriyarı, güçlü dış kısmı. kuvvetli.f. (mısır başağının) dış i. güçlü kuvvetli kimse. yapraklarını soymak; (çeltiğin) husky i. eskimoköpeği. kabuğunu ayıklamak; (bazı tohum ve meyvelerin) kabuğunu hussy i. 1. şırfıntı, ahlaksız kadın. 2. civelek kız, fındıkçı. çıkarmak. hustle i. hareketlilik, koşuşturma. f. 1. acele etmek, çabuk olmak; iki hustle and bustle ayağını bir pabuca hareketlilik, sokmak, acele ettirmek. 2. k. dili gözünü dört koşuşturma. açıp çok çalışmak. 3. argo fahişelik yapmak. hustle s.o. into birini apar topar (bir yere) sokmak. hustle s.o. off to birini apar topar (bir yere) götürmek. hustle s.o. out of birini apar topar (bir yerden) çıkarmak. hustler i. 1. argo üçkâğıtçı, numaracı, dümenci, hileci. 2. argo fahişe. 3. hut k. dili gözünü i. kulübe; dört açıp çok çalışan kimse. baraka. hutch i. tavşan kafesi. hyacinth i. sümbül. hyaena i., bak. hyena. hybrid i. melez hayvan/bitki, hibrit. s. melez, hibrit. hybridisation i., İng., bak. hybridization. hybridise f., İng., bak. hybridize. hybridization i. melezleşme, hibritleşme. hybridize f. melezlemek; melezleşmek. hydrangea i., bot. ortanca. hydrant i. yangın musluğu. hydrate i. hidrat. f. su ile karıştırarak bileşik meydana getirmek. hydraulic s. hidrolik. hydraulics i. hidrolik. hydro- önek suya ait, hidro-. hydrobiology i. hidrobiyoloji. hydrocarbon i., kim. hidrokarbon. hydrocephalic s., i., tıb. hidrosefal. hydrocephalus i., tıb. hidrosefali. hydrocephaly i., tıb., bak. hydrocephalus. hydrochloric s. klorhidrik. hydrochloric acid hidroklorik asit. hydrodynamic s. hidrodinamik. hydrodynamics i. hidrodinamik. hydroelectric s. hidroelektrik. hydrofoil i. deniz otobüsü. hydrogen i. hidrojen. hydrogen bomb hidrojen bombası. hydrogen peroxide hidrojen peroksit; oksijenli su. hydrologist i. hidrolog, subilimci. hydrology i. hidroloji, subilim. hydrolysis i. hidroliz. hydromechanics i. hidromekanik. hydrometer i. hidrometre, suölçer. hydrophobia i. hidrofobi, su korkusu. hydroplane i. deniz uçağı, suya inebilen uçak. hydroponics i. su içinde bitki yetiştirme. hydrosphere i. hidrosfer, suküre, suyuvarı. hydrotherapy i. hidroterapi, su tedavisi. hyena i. sırtlan. hygiene i. hijyen, sağlık bilgisi. hygienic s. hijyenik, sağlıksal. hygrometer i. higrometre. hygroscope i. higroskop. hymen i., anat. kızlık zarı, himen. hymn i. ilahi. f. ilahi okumak; ilahi okuyarak kutlamak veya ifade hymnal etmek. i. ilahi kitabı. hyper- önek aşırı, yüksek, hiper-. hyperbola çoğ. --e (haypır´bıli)/--s (haypır´bılız) i., geom. hiperbol. hyperbole i. abartma, mübalağa. hyperbolic s., geom. hiperbolik. hyperbolic s. abartmalı. hyperbolical s., geom., bak. hyperbolic 1. hyperbolical s., bak. hyperbolic 2. hyperboloid i., geom. hiperboloit. hyperboloidal s., geom. 1. hiperboloidal. 2. hiperboloit. hypercritical s. aşırı derecede eleştiren. hypersensitive s. 1. aşırı duyarlı. 2. alerjik. hypertension i., tıb. hipertansiyon, yüksek tansiyon. hyperthermia i. hipertermi. hypertrophy i., tıb. hipertrofi, irileşim, irileşme. f., tıb. irileşmek. hyphen i. tire, kısa çizgi. hyphenate f. tire ile birleştirmek/ayırmak. hyphenated s. tireli. hypnosis i. ipnoz, hipnoz. hypnotic s. uyutucu. i. uyuşturucu. hypnotise f., İng., bak. hypnotize. hypnotism i. ipnotizma, hipnotizma. hypnotist i. ipnotizmacı. hypnotize f. ipnotize etmek. hypochondria i., tıb. hastalık hastalığı. hypochondriac i. hastalık hastası. hypocrisy i. ikiyüzlülük. hypocrite i. ikiyüzlü kimse. hypocritical s. ikiyüzlü. hypodermic s. hipodermik. hypodermic needle enjeksiyon iğnesi, aşı iğnesi. hypodermic needle 1. enjektör iğnesi. 2. enjektör, iğne. hypodermic syringe 1. enjektör, iğne. 2. enjektör şırıngası. hypoglycemia i., tıb. hipoglisemi. hypotension i. hipotansiyon. hypotenuse i., geom. hipotenüs. hypothesis çoğ. hy.poth.e.ses (haypath´ısiz) i. varsayım, hipotez, faraziye. hypothetical s. varsayımlı, varsayımsal, hipotetik, farazi. hypothetically z. varsayımlı olarak. hyssop i., bot. çördükotu, zufaotu. hysteria i. isteri, histeri. hysteric s., bak. hysterical. hysterical s. 1. isterik, histerik. 2. k. dili çok komik: a hysterical joke çok hysterically komik bir şaka. z. 1. çılgınca, deli gibi. 2. isterik bir şekilde. hysterically funny k. dili çok komik. hysterics i., çoğ. isteri krizi, kriz. I Romen rakamları dizisinde 1 sayısı. I zam. ben. I shouldn´t think so. Zannetmiyorum. I am much obliged. Çok minnettarım. I am proud to know him. Onu tanımakla iftihar ediyorum. I beg your pardon. Affedersiniz. I can´t make head or tail of Hiçbir şey anlayamıyorum./İşin içinden çıkamıyorum. it. I can´t make heads or tails Ondan hiçbir şey anlayamıyorum. of it. seem to solve this I can´t Bu sorunu çözebileceğimi sanmıyorum. problem. I couldn´t help smiling. Kendimi gülümsemekten alamadım. I dare say zannedersem, sanırım, bana kalırsa. I dare say belki, diyebilirim ki. I dare you. Haydi yap bakalım. I don´t doubt that .... Hiç kuşkum yok ki .... I don´t feel like myself. İyi değilim./Keyfim yok. I don´t give a darn. Bana vız gelir. I don´t give a toot! k. dili Bana ne!/Bana vız gelir! I don´t like the sound of it. k. dili Bana iyi bir şey gibi gelmiyor. I don´t mind. 1. İtirazım yok. 2. İng. Benim için farketmez. I don´t think he´s all there. k. dili Bence bir tahtası eksik. I doubt whether .... ... pek sanmam./... pek sanmıyorum. I feel like resting. Canım dinlenmek istiyor. I feel refreshed. Kendime geldim. I for one I for one do not believe it. Kendi hesabıma ben inanmıyorum. I had better go. Gitsem iyi olacak. I have had enough of him. Burama kadar geldi. I have no idea. Hiçbir fikrim yok. I haven´t a penny to my Hiç param yok. name. I haven´t seen hide or hair of İzi tozu yok. him. I heard it on the grapevine. k. dili Kulağıma geldi. I hope so. İnşallah./Umarım öyle olur. I kind of expected it. Bunu biraz da bekliyordum. I myself am doubtful. Ben bile kuşkulanıyorum. I paid through the nose for it. Bana çok pahalıya mal oldu. I promise you! 1. Yemin ederim!/Vallahi doğru! 2. Orası kesin! 3. ... benden I say .... söylemesi/sana İng., k. dili Dinlesöyleyeyim: This plan ...! ...!/Bak ...!/Baksana won´t work, I promise you! Bu plan yürümez, benden söylemesi! I say! İng., k. dili 1. Fevkalade!/Harika! 2. Hayret! II seem shouldtohave hearliked .... ...: I ... işitir gibi oluyorum. should I shouldhavehaveliked you ...: thought to I Onu tanımış olmanızı isterdim. have known her. should have thought her to Daha yaşlı olduğunu zannederdim. Ibeshould older.like ...: I should like Senden özür dilemek istiyorum. I´d like to buy a novel. Roman to tell you I´m sorry. I should say so! almak Hem de istiyorum. nasıl! I should say so. Öyle zannediyorum./Herhalde. I should think so. Öyle zannediyorum./Herhalde. I swear .... Bir sözü pekiştirmek için kullanılır: I swear I didn´t do it! Vallahi I think so. yapmadım! Öyle zannediyorum. I thought as much. Zaten bunu bekliyordum./Hiç şaşırmadım. I treated myself to a new Paraya kıyıp kendime yeni bir elbise aldım. dress. I want a haircut. Saçımı kestirmek istiyorum. I want no more of it. Bu kadarı yeter./Sözü uzatma. I was on the verge of leaving O geldiğinde ben gitmek üzereydim. She is on the verge of when he arrived. I was under the impression accepting our job offer. İş teklifimizi kabul etmek üzere. Öyle zannediyordum ki ..../Bana öyle geliyordu ki .... that .... I will not labor the point. İşin ayrıntılarına girmeyeceğim. I won´t hear of it. Kabul etmem. I would like to take this Bu vesileyle hepinize teşekkür etmek istiyorum. occasion to thank you all. I would not know! Ne bileyim ben! I wouldn´t know. Hiçbir bilgim yok./Bilmiyorum. I, i i. İ, İngiliz alfabesinin dokuzuncu harfi. I`d kıs. 1. I had. 2. I would/should. I`ll kıs. I will/shall. I`m kıs. I am. I`ve kıs. I have. I´d just as soon stay here. Burada kalmayı tercih ederim. I´d sooner die! Ölmeyi tercih ederim! I´ll be buggered! İng., argo Hay Allah! I´ll be damned! Olur şey değil!/Allah Allah! I´ll be jiggered! k. dili Vay anasına! I´ll come in a minute or two. Bir iki dakikaya kadar geleceğim. I´ll do my level best. Elimden geleni yaparım. I´ll go along now. Gidiyorum artık. I´ll have his head/hide! k. dili Kellesini uçuracağım!/Derisini yüzeceğim! I´ve been had. I´ll thank you to keep out of k. dili Üçkâğıda geldim. k. dili Bu işe burnunu sokmazsan iyi olur! this! I´m buggered! İng., argo Pestilim çıktı!/Bittim! I´m on the horns of a Aşağı tükürsem sakalım, yukarı tükürsem bıyığım. dilemma. I´m pleased to meet you. Tanıştığımıza memnun oldum. I´m surprised at you. 1. Yaptığına şaşırıyorum. 2. Aşkolsun! I´ve a sinking feeling you´re Korkarım haklısın. right. I´ve half a notion to give you Sana dayak atasım geliyor! a hiding! I´ve never seen the like of Benzerini hiç görmedim. it./I never saw the likes of it. Iceland i. İzlanda. Icelander i. İzlandalı. Icelandic i. İzlandaca. s. 1. İzlanda, İzlanda´ya özgü. 2. İzlandaca. 3. ID card İzlandalı. kimlik kartı, kimlik. If he hasn´t done it again! Hay Allah, yine aynı şeyi yaptı. If I only knew! Keşke bilseydim! If it weren´t for you .... Siz olmasaydınız .... If it´s just the same to you, I Senin için farketmezse onlarla giderim. ´ll go with If you don´t them. like it you can k. dili Beğensen de bir, beğenmesen de. lump it. If you don´t mind, .... Müsaade ederseniz .../İzin verirseniz .../İzninizle .... ILO kıs. International Labor Organization (Uluslararası Çalışma IMF Örgütü). kıs. the International Monetary Fund (Uluslararası Para Fonu). Indeed! Öyle mi? Independence Day A.B.D. Bağımsızlık Günü (4 Temmuz). India i. Hindistan. India ink çini mürekkebi. Indian i. 1. Hintli. 2. Kızılderili. s. 1. Hint; Hindistan; Hindistan´a özgü. Indian corn 2. Hintli. İng. 3. Kızılderili, Kızılderililere özgü. 4. Kızılderili. mısır. Indian file tek sıra (yürüyüş). Indian hemp hintkeneviri. Indian lotus hintfulü. Indian meal İng. mıısır unu. Indian rice hintpirinci. Indian summer pastırma yazı. Indian yellow hintsarısı. Indochina i. Çinhindi. Indochinese i. (çoğ. In.do.chi.nese) Çinhintli. s. 1. Çinhindi, Çinhindi´ne özgü. Indo-European 2. Çinhintli. s. Hint-Avrupa dil ailesine ait. Indo-European languages Hint-Avrupa dilleri. Indonesia i. Endonezya, İndonezya. Indonesian i. Endonezyalı. s. 1. Endonezya, Endonezya´ya özgü. 2. Inner Mongolia Endonezyalı. İç Moğolistan. International Standard Book uluslararası standart kitap numarası. Number Internet i. Interpol i. İnterpol. IOU kıs. I owe you size olan borcum; borç senedi. Iran i. İran. Iranian i. İranlı. s. 1. İran, İran´a özgü. 2. İranlı. Iraq i. Irak. Iraqi i. Iraklı. s. 1. Irak, Irak´a özgü. 2. Iraklı. Ireland i. İrlanda. Irish i. İrlandaca. s. 1. İrlanda, İrlanda´ya özgü. 2. İrlandaca. 3. Irish coffee İrlandalı. üstüne kremşantiyi konulan viskili ve şekerli kahve, İrlanda Irish Gaelic kahvesi. İrlandaca. Irishman çoğ. I.rish.men (ay´rîşmîn) i. İrlandalı erkek, İrlandalı. Irishwoman çoğ. I.rish.wom.en (ay´rîşwîmîn) i. İrlandalı kadın, İrlandalı. Iron Curtain tar. Demirperde. Is he the man for the job? O bu işin adamı mı? ISBN kıs. International Standard Book Number (Uluslararası Standart Islam Kitap Numarası). i. İslam, Müslümanlık, İslamiyet. Islamic s. İslam, İslami, Müslüman. Islamise f., İng., bak. İslamize. Islamize f. İslamlaştırmak; İslamlaşmak. Israel i. İsrail. Israeli i. İsrailli. s. 1. İsrail, İsrail´e özgü. 2. İsrailli. It appeals to the eye. Göze hoş geliyor./Göze güzel görünüyor. It comes to the same thing. Aynı kapıya çıkar. It dawned on me. Kafama dank etti. It doesn´t matter. Önemi yok./Farketmez. It gives me a kick. Bana zevk veriyor./Hoşuma gidiyor. It has seen better days. Eskisi kadar işe yaramaz. It has seen better days. Artık eskidi. It is reported that .... -diği söyleniyor. It is an ill wind that blows Her işte bir hayır vardır. nobody good. It is beyond my power. Elimde değil. It is half past one. Saat bir buçuk. It is more than probable Büyük bir olasılıkla .... that .... It is neither here nor there. Onun önemi yok./Mesele onda değil. It is only a question of time. Sadece bir zaman meselesi. It is rumored that ..../Rumor Söylentiye göre .... has it that .... It is usual to do so. Böyle yapmak âdettir. It isn´t done. Yakışık almaz./Hiç hoş bir şey değil. It isn´t worth a farthing. Beş para etmez. It leaves me cold. Beni etkilemiyor./Bana vız gelir. It looks like rain. Yağmur yağacağa benziyor. It makes my flesh creep. Tüylerimi ürpertiyor. It makes no difference. Farketmez. It never rains but it pours. 1. Aksilikler hep üst üste gelir. 2. Allah verince yağdırır. It requires qualification. Kısmen doğru. It rings a bell (with me). k. dili Tanıdık gibi geliyor./Bana bir şey hatırlatıyor. It says here that .... Burada (gazete, kitap v.b.´nde) diyor ki .... It seems as if/as though .... Sanki .../Galiba .../... imiş gibi. It serves him right! Müstahaktır!/Oh olsun! It serves him right! Müstahaktır!/Oh olsun!/Ettiğini buldu! It stands to reason (that) .... Kuvvetle tahmin edilen bir şey için kullanılır: “Will she It stands to reason that .... come?” “It stands Mantık diyor ki ...,to -ereason shekiwill.” göre tabii “Gelecek ...: Unless youmi?” pay “Tabii, him a neden decent gelmesin?” salary, it stands to reason he won´t work hard. Ona It still hasn´t penetrated. k. dili Jeton hâlâ düşmedi. It was just one of those makul bir maaş vermedikçe tabii ki gayretle çalışmaz. Ne yapalım? Kısmet! things. It was like this. Böyleydi. It was nothing of the kind! Hiç de öyle değildi! It would seem that .... ... gibi görünüyor. It´s a bit thick of you to ask İng., k. dili Benden bunu istemen biraz fazla, değil mi? me to do this, isn´t it? It´s a change for the better. İyi ettiniz! (Cevaben söylenir.). It´s a cinch! k. dili Çok kolay bir şey!/İşten bile değil! It´s a crying shame! Yazıklar olsun! It´s a deal! Anlaştık! It´s a pleasure. Benim için bir zevktir. It´s a real pity! Çok yazık! It´s a sure thing! k. dili Yüzde yüz olacak bir şey!/Sağlam bir iş bu! It´s a wonder she´s still Onun hayatta kalması bir mucize. alive. It´s about time! Nihayet! (Sitem belirtir.). It´s all very well but .... Hepsi iyi hoş ama .../Her şey iyi güzel de .... It´s anybody´s guess. Kesin olarak kimse bilmiyor. It´s become indispensable. Artık onsuz olmaz. It´s Greek to me. Hiç anlayamıyorum. It´s high time. Tam vakti./Zamanı geldi de geçti bile. It´s just the thing! k. dili Tam aradığımız şey! It´s my treat. Ben ısmarlıyorum. It´s no go. Olmuyor.: It´s no go; he won´t change his mind. Olmuyor; It´s no joke. kararından vazgeçmiyor.yok. Şakaya gelmez./Şakası It´s no joke. Kolay iş değil./Şakaya gelmez. It´s no laughing matter. İşin şakası yok./Şakaya gelmez. It´s no skin off my nose! k. dili Bana ne! It´s no wonder he took to Kendini içkiye vermesi şaşılacak bir şey değil. drink. It´s not humanly possible. k. dili İnsanoğlu bunu yapamaz. It´s not my cup of tea. k. dili O bana göre değil. It´s not within her capacity. Kapasitesi ona yetmez. It´s not within reach. El altında değil. It´s nothing special. Pek bir özelliği yok./Ahım şahım bir şey değil. It´s one o'clock. Saat bir. It´s outside the city proper. Aslında şehrin sınırları dışında. It´s plain sailing from here k. dili Bundan sonrası kolay. on. It´s prohibitively expensive. O kadar pahalı ki kimse alamaz./Yanına yaklaşılmaz. It´s six of one and half a k. dili Aralarında hiç fark yok aslında./İkisi aynı kapıya çıkar./Ha dozen of the other. It´s the rage these days! Ali Hoca,çok O şimdi ha moda! Hoca Ali. It´s time for It´s time for school. Okul zamanı geldi. It´s your turn. Sıra sende. Italian i., s. 1. İtalyan. 2. İtalyanca. Italy i. İtalya. IUD kıs. intrauterine device. Ivorian i. Fildişi Kıyılı. s. 1. Fildişi Kıyısı, Fildişi Kıyısı´na özgü. 2. Fildişi Ivory Kıyılı. i. ice i. 1. buz. 2. buzlu şerbetten yapılan tatlı. f. 1. dondurmak; ice cream donmak. dondurma. 2. (over/up) ice-creambuzlanmak. 3. buzdakülahı. cone 1. dondurma soğutmak. 4. üzerine 2. dondurmayla krema dolu sürmek. külah: She 5. wasargo öldürmek. eating an ice-cream cone. Külah içinde ice cube küçük buz kalıbı. dondurma yiyordu. ice field isfilt. ice hockey buz hokeyi. ice hockey buz hokeyi. ice pack buz torbası. ice pick buz kıracağı. ice rink buz pateni alanı. iceberg i. aysberg, buzdağı. icebound s. 1. etrafı buzlarla çevrili (gemi). 2. buzlarla kaplı, buz tutmuş icebox (liman). i., k. dili buzdolabı. icebreaker i. buzkıran. icecap i. buzul. ice-cold s. buz gibi. ice-cream soda üstüne soda dökülmüş dondurma. iced s. 1. buzlu: iced tea buzlu çay. 2. üzerine krema sürülmüş iced-tea (pasta/kek). s. iced-tea spoon uzun saplı tatlı kaşığı. icicle i. buz, saçak buzu, buz saçağı, buz salkımı, kar dişi. icing i. (pasta ve kek üzerine sürülen) krema v.b. icon i. ikona, ikon. iconoclasm i. 1. yerleşmiş inanç, gelenek veya kurumlara karşı iconoclast çıkma/saldırma. 2. b.h., i. 1. yerleşmiş inanç, tar. ikonoklazm, gelenek ikon kırıcılık. veya kurumlara karşı iconoclastic çıkan/saldıran kimse. 2. b.h., tar. ikonoklast, s. 1. yerleşmiş inanç, gelenek veya kurumlara karşı ikon kırıcı. icy çıkan/saldıran. s. 1. buz gibi. 2.2.buzlu, b.h., tar. buz ikonoklast, kaplı. ikon kırıcı. idea i. fikir, düşünce. ideal i. ideal, ülkü. s. 1. ideal, ülküsel. 2. ideal, mükemmel. idealise f., İng., bak. idealize. idealism i., fels. idealizm, ülkücülük. idealist i. idealist, ülkücü. idealistic s. idealist, ülkücü. idealize f. idealleştirmek. ideally z. ideal olarak. idée fixe saplantı, sabit fikir, idefiks. identical s. 1. (with/to) (ile) aynı. 2. mat., fels. özdeş. identical twins özdeş ikizler. identically z. aynen, aynı şekilde. identification tag ask. (kolye zincirine takılı) künye. identify f. 1. -in kim/ne/kimin olduğunu tespit identify s.o./s.t. with etmek/saptamak/söylemek. 2. with kendini birinin/bir şeyin ... ile ilgili olduğunu (biriyle) düşünmek. özdeşleştirmek, (biriyle) özdeşleşmek. identity i. 1. kimlik, hüviyet. 2. mat., fels. özdeşlik. identity card kimlik kartı, kimlik cüzdanı. identity crisis ruhb. kimlik bunalımı. identity disk ask. künye. ideological s. ideolojik. ideologist i. ideolog. ideology i. ideoloji. idiom i. 1. deyim, tabir. 2. (bir gruba özgü) dil, ağız. idiomatic s. (bir dilin) ifade tarzına uygun. idiomatically z. (bir dilin) ifade tarzına uygun olarak. idiosyncracy i. tuhaf özellik, tuhaflık, eksantriklik, ayrıksılık. idiot i. geri zekâlı; dangalak. idiotic s. geri zekâlı; dangalak. idle s. 1. işsiz, aylak. 2. tembel. 3. boş, asılsız (söz/vaat/tehdit). 4. idle away time boşta, zamanişlemeyen öldürmek.(makine). 5. boş (vakit). f. (motor) rölantide/avarada çalışmak. idle hours boş vakit. idler i. 1. boş gezen kimse. 2. mak. avara dişlisi. 3. mak. avara idol kasnağı. i. 1. put, sanem. 2. çok sevilen kimse/şey. idolater i. putperest. idolatry i. putperestlik. idolise f., İng., bak. idolize. idolize f. 1. tapınmak. 2. putlaştırmak. idyl i., bak. idyll. idyll i. idil. idyllic s. idilik; sanki bir idilden alınmış; pastoral. ie kıs. id est yani, demek ki. if bağ. eğer, ise, şayet. i. şart. if ever şayet. if need be gerekirse. if not aksi takdirde, değilse, olmazsa. if only keşke: If only I had known. Keşke bilseydim. if perchance eğer, şayet. if push comes to shove/if it k. dili çok gerekirse. comes to the push if worst comes to worst en kötü ihtimal gerçekleşecek olursa/gerçekleşirse: If worst if you please comes to worst, 1. lütfen, we can2.always rica ederim. live in the cave. En kötü ihtimal isterseniz. gerçekleşecek olursa mağarada yaşayabiliriz. iffy s., k. dili şüpheli; belirsiz. igneous s. püskürük (kütle). ignite f. tutuşturmak, yakmak, ateşlemek; tutuşmak, yanmak, ateş ignition almak. i. 1. tutuşma; tutuşturma, ateşleme. 2. oto. ateşleme tertibatı. ignition key oto. kontak anahtarı. ignition switch oto. kontak, ateşleme düzeninin açılıp kapanmasını sağlayan ignoble aygıt. s. 1. alçak, aşağılık, bayağı. 2. soysuz, şerefsiz. ignominious s. 1. alçakça, namussuzca. 2. yüz kızartıcı. ignominy i. rezalet, alçaklık. ignoramus i. cahil. ignorance i. cehalet, cahillik, bilgisizlik. ignorant s. 1. pek bilgisi olmayan, cahil, bilgisiz. 2. bilgisizlikten ileri ignore gelen. f. 1. aldırmamak, boş vermek. 2. bilmezlikten gelmek. iguana i., zool. iguana, hintkertenkelesi, Iguana iguana. ileum çoğ. il.e.a (îl´iyı) i., anat. kıvrımbağırsak. ilex i., bot. 1. pırnal, pırnar, yeşilmeşe. 2. çobanpüskülü. ill s. (worse, worst) 1. hasta, rahatsız. 2. kötü, fena. 3. ters, ill at ease uğursuz. huzursuz, i. içi kötülük, fenalık, zarar. rahat olmayan. ill will kötü niyet. ill will husumet. ill-adapted s. uymayan, uygun olmayan. ill-advised s. yanlış, sakıncalı. ill-bred s. terbiye görmemiş. ill-disposed s. 1. kötü huylu. 2. düzensiz. illegal s. 1. yasadışı, illegal. 2. yolsuz. illegibility i. okunaksızlık. illegible s. okunaksız. illegitimate s. 1. gayrimeşru, evlilikdışı. 2. yasadışı, yolsuz. ill-fated s. bahtsız, talihsiz. illiberal s. 1. cimri. 2. dar görüşlü. 3. kültürsüz, bilgisiz. illicit s. 1. yasadışı. 2. haram; caiz olmayan. illiterate s. okumamış, kara cahil, okuma yazma bilmeyen. ill-judged s. yanlış; yanlış düşünülmüş/tasarlanmış. ill-mannered s. terbiyesiz, kaba. ill-natured s. huysuz, ters, serkeş. illness i. hastalık, rahatsızlık. illogical s. mantıksız, mantığa aykırı. ill-omened s. uğursuz. ill-starred s. bahtı kara, talihsiz. ill-timed s. vakitsiz, zamansız, mevsimsiz. ill-treat f. kötü davranmak. illuminate f. 1. aydınlatmak, ışıklandırmak. 2. (kitabı/yazıyı) tezhip etmek. illuminating 3. (birini/bir konuyu) aydınlatmak. s. aydınlatıcı. illumination i. 1. aydınlatma. 2. tezhip. illusion i. 1. yanılsama, illüzyon. 2. hayal. illusive s. aldatıcı, asılsız. illusory s. aldatıcı, asılsız. illustrate f. 1. örneklemek. 2. resimlemek. illustration i. 1. örnek. 2. resim, illüstrasyon. illustrative s. örnekleyen. illustrator i. çizer, illüstratör. illustrious s. 1. ünlü, meşhur. 2. şanlı, şerefli. illuvium çoğ. il.lu.vi.a (îlu´viyı)/--s (îlu´viyımz) i., jeol. ilüvyon. image i. 1. imaj. 2. görüntü. 3. hayal, imge. 4. put. imagery i. betimleme. imaginable s. hayal edilebilir, göz önüne getirilebilir. imaginary s. imgesel, hayal ürünü, hayali. imagination i. 1. hayal gücü. 2. imgelem. 3. hayal. 4. kuruntu. imaginative s. 1. hayal gücü kuvvetli, yaratıcı. 2. iyi planlanmış. imaginatively z. hayal gücüne dayanarak. imagine f. 1. hayal etmek, imgelemek; tasarımlamak. 2. sanmak, imagism zannetmek. i. imgecilik. imagist i., s. imgeci. imbalance i. dengesizlik. imbecile s., i. geri zekâlı, aptal. imbecility i. geri zekâlılık, aptallık. imbibe f. 1. içmek. 2. soğurmak, emmek. 3. öğrenmek, kapmak; imbue özümsemek. f. with (fikir) aşılamak. imitate f. 1. taklit etmek, taklidini yapmak. 2. (birini) örnek almak. imitation i. 1. taklit. 2. taklit etme. immaculate s. 1. lekesiz, tertemiz. 2. kusursuz. immaculately z. lekesiz olarak, tertemiz bir şekilde. immanence i., fels. içkinlik. immanent s., fels. içkin. immaterial s. 1. önemsiz. 2. konu dışı. 3. maddi olmayan. immature s. 1. olgunlaşmamış. 2. ham, olmamış. 3. toy, gelişmemiş. immaturity i. 1. olgun olmama. 2. hamlık. 3. toyluk. immeasurable s. ölçülemez; ölçülemeyecek kadar büyük/çok, tahmin immediate edilemeyecek s. 1. şimdiki. 2.boyutlarda; sonsuz. acil. 3. yakın. immediate cause (bir şeye) doğrudan yol açan neden. immediately z. 1. hemen, derhal. 2. doğrudan doğruya. immense s. çok büyük, kocaman; uçsuz bucaksız. immensely z. gayet, pek çok. immensity i. çok büyük olma; uçsuz bucaksız olma. immerse f. daldırmak, suya batırmak. immersed in thought dalgın, derin düşüncelere dalmış. immersion i. 1. dalma, batma; daldırma, batırma. 2. İng., k. dili elektrikli su immersion heater ısıtıcısı. İng. elektrikli su ısıtıcısı. immigrant i. göçmen, muhacir. immigrate f. göç etmek. immigration i. göç etme. imminent s. yakında olmasından korkulan, yakın. immobile s. 1. kımıldatılamaz. 2. hareketsiz. immobilise f., İng., bak. immobilize. immobility i. hareketsizlik. immobilize f. kımıldayamaz duruma getirmek, tespit etmek. immoderate s. aşırı, ölçüsüz. immodest s. 1. utanmaz, arsız. 2. açık saçık. 3. haddini bilmez. immoral s. 1. ahlaksız, edepsiz. 2. ahlaka aykırı. immorality i. ahlaksızlık. immortal s. ölümsüz, ebedi, sonsuz. i. ölümsüz varlık. immortalise f., İng., bak. immortalize. immortality i. ölümsüzlük. immortalize f. ölümsüzleştirmek, ebedileştirmek. immovable s. 1. kımıldamaz, yerinden oynamaz, sabit. 2. değişmez. 3. immune kolay s. to -eetkilenmez. 4. huk. karşı bağışık; gayrimenkul, from/to -den muaf.taşınmaz. immunise f., İng., bak. immunize. immunity i. 1. bağışıklık. 2. huk. dokunulmazlık. immunize f. (against) (-e karşı) bağışık kılmak. immutable s. değişmez, sabit. imp i. 1. küçük şeytan. 2. afacan çocuk, şeytanın art ayağı. impact f. sıkıştırmak, pekiştirmek. impact i. 1. vuruş. 2. çarpışma. 3. etki. impacted tooth dişçi. çene kemiğine kaynamış diş. impair f. bozmak, zayıflatmak. impale f. kazıklamak, kazığa oturtmak, kazığa vurmak. impart f. 1. (to) (-e) bildirmek, söylemek. 2. to -e vermek. impartial s. tarafsız, yansız. impartiality i. tarafsızlık, yansızlık. impassable s. geçilmez, aşılmaz, geçit vermez. impasse i. çıkmaz, açmaz, kördüğüm. impassion f. 1. hırslandırmak, kızdırmak, çileden çıkarmak. 2. coşturmak, impassioned heyecanlandırmak. s. ateşli, coşkulu, heyecanlı. impassive s. duygularını açığa vurmayan. impatience i. sabırsızlık. impatient s. sabırsız, tez canlı. impatiently z. sabırsızlıkla. impeach f. (devlet memurunu) mahkeme önünde suçlandırmak; impeccable suçlamak. s. kusursuz. impecunious s. parasız. impede f. engellemek. impediment i. 1. engel, mâni. 2. özür, engel. impel f. (--led, --ling) sürmek, itmek, sevketmek. impending s. olması yakın. impenetrable s. 1. delinmez. 2. to (yağmur/hava) geçirmez. 3. içinden impenitence geçilmez i. pişman (orman). olmama, 4. girilmesiduymama. pişmanlık imkânsız (kale). 5. çözülemeyen (sav, söz, sır v.b.). 6. koyu, zifiri (karanlık). impenitent s. pişman olmayan, pişmanlık duymayan. imperative s. 1. zorunlu, mecburi. 2. emreden. 3. dilb. emir belirten. i. 1. imperceptible zorunlu şey. 2. s. görülmez, zorunluk, seçilmez, zorunluluk.hissedilmez; farkedilmez, 3. emir. belli belirsiz. imperfect s. 1. eksik, noksan, kusurlu. 2. defolu. 3. dilb. bitmemiş bir imperfection eylemi i. kusur,gösteren eksiklik. (zaman/fiil). i. imperial s. 1. imparatora özgü; imparatorluğa ait. 2. şahane. i. keçisakalı. imperialism i. 1. imparatorluk sistemi. 2. emperyalizm, yayılımcılık. imperialist i. emperyalist, yayılımcı. imperialistic s. emperyalist, yayılımcı. imperil f. (--ed/--led, --ing/--ling) tehlikeye atmak. imperious s. emretmeyi seven, buyurgan; amirane. imperishable s. bozulmaz, çürümez, yok olmaz. impermanent s. geçici, kalıcı olmayan. impermeable s. 1. sugeçirmez; hava geçirmez. 2. geçirimsiz (toprak). impersonal s. kişisel olmayan, kişilikdışı. impersonate f. 1. taklit etmek. 2. canlandırmak, temsil etmek. impersonation i. 1. taklit etme. 2. canlandırma. impertinence i. küstahlık; münasebetsizlik. impertinency i., bak. impertinence. impertinent s. terbiyesiz, küstah; münasebetsiz. imperturbable s. ağırbaşlı, temkinli, istifini bozmayan, soğukkanlı. impervious s. 1. to (su, hava v.b.´ni) geçirmez. 2. nüfuz edilemeyen. 3. to impetuous (öğüt, eleştiri2. s. 1. aceleci. v.b.´ne) kulak asmaz, düşünmeden yapılan.(öğüt, eleştiri 3. sert, v.b.´ni) şiddetli. 4. çabuk, dinlemez. hızlı. 4. to (korku, acı v.b.´nden) etkilenmez. impetus i. 1. güç, zor, şiddet. 2. uyarı; dürtü; güdü. impiety i. Allaha karşı saygısızlık. impinge f. on/upon -i etkilemek. impious s. Allaha karşı saygısız. implacable s. 1. yatıştırılmaz (öfke, nefret v.b.). 2. amansız (düşman). implant f. 1. dikmek. 2. aklına sokmak, aşılamak. 3. tıb. implantasyon implant yoluyla aşılamak/dikmek. i., tıb. implantasyon. implantation i. 1. tıb. implantasyon. 2. mim. aplikasyon. implement i. alet, araç. implement f. 1. (taahhüt, plan v.b.´ni) yerine getirmek, uygulamak. 2. implementation (yasa, karargetirme, i. 1. yerine v.b.´ni) yürütme. yürürlüğe2. koymak. yürürlüğe koyma. implicate f. (birini) (olumsuz bir şeye) karıştırmak. implication i. 1. (bir şeyin içinde) saklı olan anlam. 2. (birini) (olumsuz bir implicit şeye) karıştırma. s. 1. ifade edilmeden anlaşılan, saklı. 2. ima edilen, dolaylı implicitly olarak anlaşılan. z. 1. dolaylı olarak. 3. 2. tam, kesin: implicit trust tam güven. tamamıyla. implore f. yalvarmak. imply f. 1. (dolaylı olarak) göstermek, ima etmek, -e işaret etmek. 2. impolite içermek: Smoke s. terbiyesiz, implies fire. Duman ateşi içerir. 3. beraberinde kaba. getirmek: Privileges imply duties. Ayrıcalıklar beraberinde impolitely z. terbiyesizce, kaba bir şekilde. görevleri getirir. impoliteness i. terbiyesizlik, kabalık. impolitic s. uygunsuz, isabetsiz. imponderable s. tartıya gelmez, ağırlığı olmayan, ölçülemeyen. i. önceden import kestirilemeyen f. ithal etmek. etken. import i. 1. ithal malı. 2. anlam. 3. önem. import duty ithalat vergisi. import license/permit ithal izni. import permit permi, ithalat izni. import quota ithalat kotası. importance i. 1. önem. 2. etki, nüfuz, itibar. important s. 1. önemli. 2. etkili, nüfuzlu, itibarlı. importation i. ithalat, dışalım. importer i. ithalatçı. imports and exports ithalat ve ihracat. importunate s. isteğinde çok ısrar eden; çok ısrarlı. importune f. ısrarla istemek. impose f. on/upon 1. -e (vergi) koymak. 2. zorla kabul ettirmek, empoze imposing etmek. 3. rahatsız s. heybetli, görkemli.etmek. 4. zahmet vermek. 5. (ceza) vermek. 6. (zorla) yüklemek. 7. hile ile kabul ettirmek. 8. etkilemek. imposition i. 1. (vergi) koyma. 2. zorla kabul ettirme. 3. zahmet. 4. ceza. 5. impossibility yük. 6. hile. 7. imkânsızlık. i. olanaksızlık, haksız talep. impossible s. olanaksız, imkânsız. impossibly z. imkânsız bir şekilde. impost i. vergi; resim, harç. impost i., mim. üzengitaşı. impostor i. sahtekâr, dolandırıcı. impotence i. 1. güçsüzlük. 2. iktidarsızlık. impotency i., bak. impotence. impotent s. 1. güçsüz, âciz, zayıf. 2. iktidarsız (erkek). impound f. 1. haczetmek, kanunen el koymak. 2. ağıla kapamak. impoverish f. 1. yoksullaştırmak, fakirleştirmek. 2. kuvvetini kesmek. impracticable s. 1. yapılamaz. 2. uygulanamaz. 3. kullanışsız, elverişsiz, pratik impractical olmayan. 4. geçilmez, s. 1. yapılamaz. çetin (yol). 3. elverişsiz, pratik olmayan, 2. uygulanamaz. imprecise mantıksız. 4. beceriksiz. s. 1. kesin olmayan. 2. dikkatsiz, titiz olmayan, özensiz. impregnable s. 1. zaptedilemez. 2. kazanılamaz. impregnate f. 1. gebe bırakmak, döllemek. 2. kim. emdirmek, emprenye impress etmek. 3. with (fikir) f. 1. etkilemek. aşılamak. 2. on/upon aklına sokmak. 3. (damga) basmak. impression i. 1. etki. 2. izlenim. 3. damga. 4. baskı. impressionable s. 1. aşırı duyarlı, hassas. 2. kolayca etkilenen. impressionism i. izlenimcilik, empresyonizm. impressionist i. izlenimci, empresyonist. impressionistic s. izlenimci, empresyonist. impressive s. duyguları etkileyen, etkileyici. impressively z. etkileyici bir şekilde, şaşırtıcı derecede. imprint i. 1. baskı. 2. damga. 3. iz. 4. etki. 5. izlenim. 6. (kitapta) imprint yayınevinin adı. f. (on) 1. (damga/mühür) basmak. 2. (zihnine) sokmak, imprison nakşetmek. f. hapsetmek. imprisonment i. 1. hapsetme. 2. hapis. improbable s. ihtimal dışı, olmayacak. impromptu s. (hazırlık yapılmadan) o anda yapılan, hazırlıksız; improper doğaçtan/irticalen yapılan. z. çirkin. s. 1. uygunsuz. 2. yakışıksız, hazırlıksız olarak, hazırlıksız; doğaçtan, irticalen. impropriety i. uygunsuzluk. improve f. 1. düzeltmek, yoluna koymak; düzelmek, yola girmek: Özhan improvement ´s health i. 1. is improving. düzelme; düzeltme.Özhan´ın sağlığıgelişme. 2. geliştirme; düzeliyor. 2. 3. ilerleme. geliştirmek, ilerletmek; gelişmek, ilerlemek: He is trying to improvise f. 1. anında uydurmak, uydurup yapmak. 2. doğaçtan çalmak. improve his Latin. Latincesini ilerletmeye çalışıyor. 3. imprudence i. tedbirsizlik, ihtiyatsızlık. değerlendirmek; değerlenmek. imprudent s. tedbirsiz, ihtiyatsız. imprudent s. tedbirsiz, ihtiyatsız. impudence i. küstahlık, yüzsüzlük, arsızlık. impudent s. küstah, yüzsüz, arsız. impugn f. yalancı çıkarmak. impulse i. 1. tepi, itki. 2. itici güç. 3. ani bir istek. impulsive s. 1. düşüncesizce davranan. 2. ruhb. tepisel. impulsively z. düşünmeden, birdenbire. impunity i. cezadan muaf olma. impure s. 1. kirli, pis, murdar. 2. karışık, katışık. 3. iffetsiz. impurity i. 1. kirlilik, pislik, murdarlık. 2. katışıklık. 3. saflığı bozan şey, impute yabancı madde, f. 1. atfetmek. 2.katışkı. üstüne yıkmak, yüklemek. 3. vermek. in acknowledgment of -in karşılığı olarak: in acknowledgment of his years of service in yıllarca verdiği -de, edat 1. içinde, hizmetin karşılığı -da: in the boxolarak. kutuda. in the envelope zarfın in içinde. 2. içine, -e, -a: Put it in z. 1. içeride; içeriye; içine. 2. evde. 3.your pocket. görevCebine başında.koy. 4. 3. içinde, mevsimi -de, -da, durumunda, halinde: in poverty yoksulluk in s. 1. iç. 2.gelmiş. 5. moda, iktidardaki. gözde.4. içeri doğru yönelen. 5. çok 3. elinde. içinde. in panic panik halinde. 4. iken, -ken: in writing the book in moda i. olan.kişi. 2. k. dili torpil, piston. 1. yetkili kitabı yazarken. 5. ile: in anger öfkeyle. in haste aceleyle. 6. in a bad way olarak: k. dili 1.He wrote kötü bir an article in durumda. 2.response tehlikede.to3.his çokcritics. hasta.Kendisini in a big way eleştirenlere k. dili büyük çapta.cevap olarak bir makale yazdı. 7. bakımından, açısından, -ce, -ca: In quality, his writings surpass those of his in a breeze kolaylıkla. contemporaries. Onun yazıları nitelik açısından in a coon´s age k. dili çoktandır, epeydir. çağdaşlarınınkinden üstün. 8. -den yapılmış: The book was in a daze bound sersem insepelek. leather. Kitabın cildi deriden yapılmış. 9. ile, kullanarak: written in pencil kurşunkalemle yazılmış. in a ferment k. dili kargaşalık içinde. upholstered in blue mavi renkle döşenmiş. 10. -li, -lı: in a fur in a flash yıldırım coat kürkhızıyla. mantolu. in uniform üniformalı. in a good light (bir şeyi) iyimser olarak (görmek). in a hurry aceleyle, çabuk çabuk. in a jiffy hemen. in a lather k. dili heyecanlı. in a lump sum peşin ve taksitsiz olarak: I can pay for it in a lump sum. in a manner of speaking Parasının bir anlamda. hepsini peşinen ödeyebilirim. in a monotone monoton bir şekilde, sesini alçaltıp yükseltmeden. in a nutshell az ve öz olarak. in a roundabout way 1. dolambaçlı yoldan. 2. dolaylı yoldan, dolaylı olarak. in a sense bir anlamda, yani. in a slapdash manner gelişigüzel, baştan savma. in a small way karınca kararınca; azıcık. in a small way k. dili küçük çapta. in a state of undress çıplak. in a trice k. dili bir anda, çabucak, bir çırpıda. in a twitter/all in a twitter k. dili heyecan içinde. in a way bir bakıma. in a word sözün kısası. in a/one body hep birlikte/beraber. in absolute privacy tamamen aralarında kalmak üzere. in abundance bol/çok miktarda: There were pears in abundance. Çok miktarda in accord with armut -e uyarak.vardı. in accordance with -e göre, -e uygun olarak: Is this in accordance with your in actuality wishes? gerçekten, Bu isteklerinize hakikaten. göre mi? I acted in accordance with your instructions. Talimatınıza göre hareket ettim. in addition to -e ilaveten, -e ek olarak, ayrıca, fazla olarak. in advance 1. önde, ileride. 2. peşin olarak. in aid of yararına, menfaatine, -e yardım için. in all hepsi, tamamı. in all toplam olarak, toplam. in all probability büyük bir ihtimalle/olasılıkla. in alphabetical order 1. alfabetik olarak dizilmiş. 2. alfabetik sıraya göre. in an advisory capacity danışman olarak. i. uyarı niteliğinde bülten/duyuru. in and out kâh içeride, kâh dışarıda. in anticipation of (bir şeyin gerçekleşebileceği) düşüncesiyle. in any case 1. ne olursa olsun, her halükârda, her halde: In any case you be in any case there. Ne olursa herhalde, olsun ne olursa sen orada ol. 2. zaten: In any case you olsun. couldn´t have seen her. Zaten onu göremezdin. in any event 1. ne olursa olsun, her halükârda, her halde: In any event I´ll in any shape or form see youşekilde. hiçbir at Billur´s dinner. Her halükârda Billur´un yemeğinde görüşürüz. 2. zaten: In any event I wouldn´t have told you. in apple-pie order çok düzenli bir şekilde. Zaten sana söylemezdim. in bad/ill repair kötü durumda. in between aralarında: two houses with a yard in between aralarında bir in black and white bahçe olan iki k. dili yazılı ev. olarak. in bloom çiçek açmış, çiçekte. in brief kısaca, özetle. in broad daylight güpegündüz. in broad daylight güpegündüz. in bulk 1. açık, ambalajsız. 2. toptan. in camera huk. gizli celsede. in case takdirde: In case it´s necessary, I can work late. Gerektiği in case of takdirde halinde: geç vakte In case of kadar çalışabilirim. fire press this button. Yangın anında bu in case of emergency düğmeye basın. acil bir durumda. in case of emergency acil durumda. in cipher şifreli. in cold blood kılını kıpırdatmadan. in cold blood soğukkanlılıkla. in command amir, sözü geçen. in commission 1. sefere hazır (gemi). 2. işe hazır. in company with ile beraber, birlikte. in comparison with -e nazaran, -e göre. in compliance with -e uygun olarak, mucibince. in concert uyum içinde, birlik içinde. in conclusion son olarak. in conference toplantıda, meşgul. in conjunction with ile beraber, ile birlikte, ile bir arada. in connection with ile ilgili olarak. in consequence of sonucunda, nedeniyle. in danger tehlikede. in days of yore çok eskiden. in deep water 1. başı dertte. 2. şaşkınlık içinde. in deep water k. dili başı dertte, zor durumda. in default of yokluğunda, yokluğundan dolayı. in defiance of 1. -i hiçe sayarak, -e meydan okuyarak. 2. -e aykırı olarak. in despite of -e karşın, -e rağmen. in detail ayrıntılı olarak, ayrıntılarıyla. in diameter çap olarak. in disrepair tamire muhtaç, harap. in doubt kuşkulu, şüpheli, henüz belli olmayan. in due course zamanı gelince; zamanla. in due course zamanı/vakti gelince. in duplicate iki suret halinde. in earnest 1. ciddi olarak, ciddi, gerçekten. 2. bayağı, çok. in easy circumstances/on hali vakti yerinde, varlıklı. easy street in effect 1. aslında. 2. yürürlükte. in excess of -den fazla, -i geçen. in fact aslında, doğrusu. in fact gerçekte, aslında. in favor of -in lehinde, -in lehine, -den yana, -in taraftarı. in fine fettle keyfi yerinde. in flagrante delicto z. suçüstü, cürmü meşhut halinde. in flames alevler içinde. in focus iyi odaklanmış. in front önde. in front of önünde: in front of the building binanın önünde. in full retreat tam çekilme durumunda. in full view tam göz önünde. in fun şakadan. in future bundan sonra, bundan böyle. in general genellikle, genel olarak. in good company iyi arkadaşlarla. in good faith sadece birinin sözüne güvenerek. in good repair iyi durumda. in good season tam zamanında. in good spirits keyfi yerinde. in good time 1. biraz erken. 2. vaktinde, önceden belirlenen zamanda. 3. in good trim süresi k. dili gelince. iyi durumda/vaziyette, formda. in great demand çok revaçta, çok aranan, büyük rağbet gören, tutulan. in great request çok aranan, çok rağbette. in hand 1. elde. 2. hazırlanmakta. 3. kontrol altında. in harness iş başında. in haste aceleyle, telaşla. in his/her own backyard kendi çevresinde. in hock rehinde. in honor of şerefine. in imitation of -i taklit ederek. in irons zincire vurulmuş; eli kelepçeli. in itself/in and of itself özünde, kendisi, bizatihi: In itself it´s not a problem. Kendi in jeopardy of his life başına 1. idambir problem cezası değil. karşı karşıya. 2. hayatı tehlikede. tehlikesiyle in jest şaka olarak. in leaf yapraklanmış. in less than no time/in no çok çabuk, çabucak, çabucacık. time/in no time at all in lieu of -in yerine, -e bedel olarak. in line for -e aday, için sırada. in luck talihli, şansı açık. in memory of -in anısına, -in hatırasına. in mesh birbirine girmiş. in miniature ufak çapta, minyatür. in motion hareket halinde. in my book bana göre. in my judgment fikrimce, bana kalırsa. in my opinion kanımca, bana göre; bana kalırsa. in my opinion bence, bana göre, kanımca. in name sözde, ismen. in no time hemen, derhal. in no uncertain terms sert bir şekilde/açıkça (söylemek). in no way hiç, kesinlikle: He was in no way responsible. O hiçbir şekilde in no way. out of the way sorumlu 1. sapa, değildi. yol üstü olmayan. 2. alışılmışın dışında. in nothing flat k. dili çok çabuk. in one go bir kerede, bir seferde: He drank all the beer in one go. Biranın in one sense tümünü bir dikişte bir anlamda, içti. bir taraftan. in one´s mind´s eye hayalinde, kafasında. in one´s pocket nüfuzu altında, avucunun içinde. in one´s spare time boş vaktinde: Do it in your spare time! Onu boş vaktinde yap! in operation yürürlükte. in order that diye, ta ki. in order that -sin diye: in order that he may see görsün diye. in order to için: in order to see görmek için. in order to keep up ele güne karşı rezil olmamak için. appearances in other words yani, demek. in our midst aramızda. in part kısmen. in particular özellikle. in parts parça parça, kısım kısım. in passing 1. geçerken. 2. tesadüfen. in patches kısmen, yer yer. in pawn rehinde. in perpetuity ebediyen, her zaman için, daima. in person şahsen, bizzat. in place yerinde. in place of -in yerine. in plain English açıkçası. in plain English 1. açıkça. 2. açıkçası. in play şaka olarak. in point of bakımından. in point of fact aslında, gerçekte. in position tam yerinde. in practice pratikte, uygulamada. in press baskıda, basılmakta. in private 1. gizlice, gizli olarak. 2. başkaları yokken, baş başa. in process of construction inşa halinde, yapılmakta. in proportion to -e oranla, -e göre. in protest against -e protesto olarak. in public alenen, açıkça, herkesin önünde. in pursuance of yerine getirirken, peşinde koşarken, gerçekleştirmeye in regard to çalışırken: He sacrificed bak. with regard to. his wealth in pursuance of his ideals. İdeallerinin peşinde koşarken servetini feda etti. in relation to ... hakkında: She said nothing in relation to that matter. O in reply to mesele -e cevap hakkında olarak. hiçbir şey söylemedi. in respect of 1. -e gelince. 2. ile ilgili olarak. in respect to 1. ile ilgili olarak. 2. ile ilgili. in response to -e karşılık; -e karşılık olarak. in retrospect geçmişe bakarak. in return for -e karşılık olarak, -in karşılığında. in revenge for -den öç almak için. in s.o.´s stead birinin yerine, birinin namına: Çetin can go in his stead. Onun in search of yerine aramaya; Çetin gidebilir. peşinde. aramakta, in self-defense kendini korumak için. in sequence 1. sırayla. 2. art arda. in seventh heaven çok mutlu. in shore kıyıya yakın. in short kısaca, sözün kısası. in short course kısaca. in short order çabuk. in short order çarçabuk. in sight görünürde. in single file tek sıra halinde. in so far as -diği kadar/derecede. in so many words açık seçik bir şekilde, açıkça. in some ways bazı bakımlardan. in some measure bir dereceye kadar, kısmen. in spite of -e rağmen, -e karşın: He´s carrying on in spite of the difficulties. in stock Zorluklara tic. mevcut.rağmen devam ediyor. in sum sözün kısası, kısaca. in tandem 1. art arda dizilmiş bir şekilde. 2. koordinasyon içinde, birbirine in ten seconds flat bağlı tam on olarak; ortaklaşa, birlikte, beraber. saniyede. in terms of 1. ... açıdan: Don´t look at the situation in those terms! Duruma in that o-diğinden, açıdan bakma! 2. k.dolayı; -diğinden dili -e gelince, -ce/-çe: çünkü; -diğine In terms göre, of money mademki, she´s well fixed. Paraca iyi durumda. madem. in that case o takdirde. in the absence of -in yokluğunda: In the absence of any guidelines this is what we in the abstract came kavram upolarak: with. Bize yol gösterecek He approves of it inbir theşeyler olmadığı abstract, içininancak but not bunu yapabildik. practice. Onu uygulamada değil, kavram olarak beğeniyor. in the aggregate toplam olarak. in the background ikinci planda. in the bag k. dili emin, garantili; çantada keklik. in the cards k. dili muhtemel, olası. in the circumstances bak. under the circumstances. pomp and circumtance tantana, in the clouds debdebe. hayal âleminde, dalgın. in the course of sırasında, esnasında. in the course of sırasında, esnasında. in the course of time zamanla. in the crunch k. dili paçası sıkışınca. in the dark 1. karanlıkta. 2. habersiz. in the end sonunda, eninde sonunda. in the event of takdirde, halinde. in the extreme son derece. in the eyes of -in gözünde. in the face of karşısında. in the family way k. dili gebe, hamile. in the flesh bizzat. in the hole k. dili borçlu; para kaybetmiş durumda. in the interest of ... yararına, ... için. in the interim aradaki zamanda. in the land of the living sağ, hayatta. in the large bütün kapsamı ile. in the light of the facts olayların gelişmesine göre, olayların ışığı altında. in the long run uzun vadede; eninde sonunda. in the long run zamanla, eninde sonunda. in the long term uzun vadede. in the lump bütünüyle, bütün olarak. in the main çoğunlukla, çoğu. in the matter of ... konusunda. in the meantime o/bu arada, o/bu süre içinde. in the midst of -in ortasında, -in arasında. in the morning sabahleyin. in the name of 1. adına, namına, yerine. 2. başı için, hakkı için, aşkına. in the nature of things doğal olarak, tabiatıyla. in the neighborhood of yaklaşık olarak, civarında. in the nick of time tam zamanında. in the nick of time tam zamanında (Gecikmeye hiç yer olmayan durumlar için in the nude kullanılır.): çıplak olarak,Reinforcements çıplak. arrived in the nick of time. Takviyeler tam zamanında vardı. in the offing yakında, pek uzak olmayan (olay). in the open açık havada. f. 1. açmak; açılmak. 2. başlamak; başlatmak. 3. in the presence of yaymak, sermek. 4. açığa vurmak. in the presence of a large (birinin) önünde/yanında/huzurunda: in the process of time company zamanla, büyük zamanbir topluluk önünde. Don´t say that in her geçtikçe. presence! Onun yanında söyleme! You are in the presence of in the raw 1. doğal halde, işlenmemiş. 2. k. dili çıplak. the emperor. İmparatorun huzurunda bulunuyorsunuz. in the rough 1. kaba taslak durumda. 2. işlenmemiş durumda. in the same breath bir solukta, aynı zamanda. in the second place ikinci olarak, ondan sonra. in the short haul/term kısa vadede. in the short run kısa vadede. in the short term kısa vadede. in the thick of the battle muharebenin en şiddetli yerinde. in the vicinity of 1. dolaylarında, civarında: She lives in the vicinity of Taksim. in the wake of Taksim civarında 1. -in ardında, -inoturuyor. peşinde. 2. 2. k. -indili aşağı yukarı, ardından, yaklaşık -den sonra; ... olarak: sonucunda.His salary is in the vicinity of two billion a month. Ayda in the world k. dili Allah aşkına, Allahı/Allahını seversen (Soru zamirleriyle aşağı yukarı iki milyar maaş alıyor. in this connection kullanılır.): What inbu bu münasebetle, the world is that? O ne, Allahını seversen? hususta. How in the world did you do that? Onu nasıl yaptın Allah aşkına? in three months üç aya kadar. in time 1. vaktinde, zamanında (yetişmek/yetiştirmek): Can you finish in total this in time? 1. toplam Bunu 2. olarak. vaktinde yetiştirebilir bütünüyle, tamamıyla.misiniz? We can´t get there in time. Yetişemeyiz. 2. zamanla: In time you too will in tow k. dili beraberinde: He had his girl friend in tow as well. become a general. Zamanla sen de general olursun. in triplicate Beraberinde üç kopya olarak. kız arkadaşı da vardı. in truth hakikaten, gerçekten. in tune akortlu. in turn 1. sıra ile; sırasıyla; nöbetleşe: Each charge was mowed down in two in ikiturn by their kısma, ikiye deadly fire. Hücuma kalkan her grup onların (kesmek/bölmek/ayırmak). öldürücü ateşiyle helak oldu. 2. kâh ... kâh ...: She was cutting in two shakes (of a lamb´s tail) k. dili hemen, bir çırpıda, bir lahzada. and tender in turn. Kâh kırıcı, kâh şefkatliydi. in unison 1. birlikte, beraber (yapmak). 2. hep bir ağızdan, hep beraber. in vain boş yere, boşuna. in view görünürde, ortada. in view of -den dolayı, ... yüzünden, -i göz önünde tutarak. in/at a pinch gerektiğinde, gereğinde; sıkışınca. inability i. yetersizlik, ehliyetsizlik; yeteneksizlik; güçsüzlük; inaccessible beceriksizlik. s. yanına varılmaz, erişilmez. inaccurate s. yanlış, kusurlu, hatalı. inaction i. hareketsizlik. inactive s. 1. hareketsiz. 2. kim. etkisiz. 3. tic. durgun. inactivity i. 1. hareketsizlik. 2. kim. etkisizlik. 3. tic. durgunluk. inadequate s. 1. yetersiz. 2. eksik, noksan. inadmissible s. kabul olunmaz, uygun görülmez. inadvertent s. kasıtsız, elde olmayan. inalienable s. 1. (kişinin) elinden alınamayacak (hak). 2. satılamaz, inane devrolunamaz. s. 1. boş, anlamsız. 2. budala, aptal; budalaca, aptalca. inanimate s. 1. cansız, ruhsuz, ölü. 2. donuk, sönük. inappropriate s. uygunsuz, yersiz, münasebetsiz. inapt s., bak. inept. inarticulate s. 1. kendini iyi ifade edemeyen. 2. anlaşılmaz. 3. dilsiz. 4. iyi inasmuch ifade z. edilmemiş. inasmuch as 1. -diğine göre, mademki. 2. -diği derecede/kadar. inattention i. dikkatsizlik. inattentive s. dikkatsiz. inattentiveness i. dikkatsizlik. inaugural s. açılış töreni ile ilgili. inaugurate f. 1. resmen işe başlatmak, (birini) törenle bir göreve getirmek. inauguration 2. törenle i. 1. resmenaçmak, açılış töreniyle işe başlama. başlatmak. 2. göreve 3. başlamak; başlama töreni. 3. açılış başlatmak, töreni, -in başlangıcı olmak. açılış. inauspicious s. uğursuz, meşum. inborn s. 1. (birinin) tabiatında olan, doğuştan gelen. 2. irsi, kalıtsal. inbound s. 1. limana/havaalanına giren (gemi/uçak). 2. şehir merkezine inbred doğru s. uzungiden zaman (tren, otobüs boyunca v.b.). edinilegelmiş. incalculable s. hesap edilemez, hesaplanamayan; haddi hesabı olmayan. incandescence i. akkorluk. incandescent s. akkor. incandescent lamp elektrik ampulü. incandescent lamp ampul. incapable s. yeteneksiz, kabiliyetsiz; âciz, güçsüz. incapacitate f. güçsüz duruma getirmek; iş yapamaz duruma getirmek. incapacity i. güçsüzlük, yeteneksizlik. incapacity for (bir şeyi) yapamama. incarcerate f. hapsetmek. incarnate s. 1. cisimlenmiş. 2. insan şekline girmiş. incase f., bak. encase. incautious s. dikkatsiz, tedbirsiz, düşüncesiz. incendiary s. 1. kasten yangın çıkaran. 2. kışkırtıcı, karışıklık çıkaran. i. incendiary bomb kundakçı. yangın bombası. incense i. günlük, buhur, tütsü. incense f. kızdırmak, öfkelendirmek. incentive i. 1. isteklendiren ödül; özendirici şey. 2. dürtü, güdü. incentive pay teşvik primi. inception i. başlama, başlangıç. incessant s. devamlı, sürekli, ardı arkası kesilmeyen. incessantly z. sürekli olarak, ardı arkası kesilmeden. incest i. ensest, yakın akraba ile cinsel ilişki kurma. inch i. inç, parmak, 2,54 cm. inch along 1. yavaş yavaş ilerlemek. 2. yavaş yavaş hareket ettirmek. incidence i. of (bir şeyin) meydana gelmesi: The incidence of cholera has incident been declining. i. olay, Kolera hadise, vaka. s. vakaları to -e ait azalmakta. olan, -e özgü; ile beraber gelen. incidental s. 1. ikinci derecede olan/sayılan: incidental expenses yan incidentally masraflar. 2. tesadüfen meydana gelen, tesadüfi. 3. to -e ait z. aklıma gelmişken. olan, -e özgü; ile beraber gelen: problems incidental to divorce incinerate f. yakıp kül etmek. boşanmanın yol açabileceği sorunlar. incinerator i. çöp fırını; fırın. incipient s. henüz başlamakta olan, yeni başlayan. incise f. hakketmek, oymak, kazımak. incision i. 1. yarma, deşme. 2. tıb. ensizyon. incisive s. 1. keskin. 2. zeki. incisor i. kesicidiş. incite f. kışkırtmak, tahrik etmek; teşvik etmek. incitement i. kışkırtma, tahrik; teşvik. incivility i. 1. kabalık, nezaketsizlik. 2. kaba davranış. inclement s. sert, fırtınalı (hava). inclination i. 1. eğilim, meyil; istek, heves. 2. eğim, eğiklik. incline f. 1. -e yöneltmek, -e sebep olmak: It inclined him to support us. incline Onu bizi eğim. i. meyil, desteklemeye yöneltti. 2. to eğiliminde olmak: His thought inclines to the radical. Düşüncesinde radikalliğe bir incline one´s ear kulak kabartmak. eğilim var. 3. eğilmek, meyletmek. 4. to (renk) -e çalmak. incline one´s head başını eğmek. inclined plane eğri yüzey. inclose f., bak. enclose. inclosure i., bak. enclosure. include f. 1. içine almak, içermek, kapsamak. 2. dahil etmek, katmak. included s. dahil. inclusion i. 1. dahil etme, katma; dahil olma, katılma. 2. içindeleme. 3. inclusive katılan s. 1. of şey. -i kapsayan, dahil: The charge is thirty million liras incognito inclusive of service. z. takma adla; Hesap, servis dahil otuz milyon lira tuttu. 2. kılık değiştirerek. içlemci. incoherence i. tutarsızlık. incoherency i., bak. incoherence. incoherent s. 1. anlaşılmayan, anlaşılmaz (sözler/sesler). 2. tutarsız, income rabıtasız, bağlantısız (sözler/fikirler). i. gelir, kazanç. income tax gelir vergisi. incoming s. 1. giren, ele geçen. 2. yeni (hükümet/yıl). incommensurate s. 1. oransız. 2. yetersiz. incommunicado z. incommunicative s. bildiğini başkalarına söylemeyen, ketum. incomparable s. 1. eşsiz, emsalsiz. 2. with/to ile karşılaştırılamaz, ile incompatibility kıyaslanamaz. i. uyuşmazlık, bağdaşmazlık. incompatible s. 1. birbirine uymayan, birbirine zıt. 2. uyuşmaz, bağdaşmaz. incompetence i. beceriksizlik, yetersizlik. incompetency i., bak. incompetence. incompetent s. 1. beceriksiz, yetersiz, gereken yetenekte olmayan. 2. huk. incomplete ehliyetsiz. s. eksik, noksan, bitmemiş; kusurlu. incomprehensible s. anlaşılmaz, akıl almaz. incomprehension i. anlayışsızlık, kavrayamama. inconceivable s. kavranılmaz, anlaşılmaz. inconclusive s. 1. bir sonuca varmayan, sonuçsuz. 2. inandırıcı olmayan. 3. incongruity etkisiz. i. 1. uyuşmazlık, bağdaşmazlık. 2. uygunsuzluk, yersizlik. 3. incongruous uyuşmayan s. 1. uyuşmaz, kısım/şey. bağdaşmaz. 2. uygunsuz, yersiz. inconsequent s. 1. tutarsız. 2. mantıksız. 3. konu dışı. inconsequential s. 1. yersiz. 2. önemsiz. inconsiderate s. düşüncesiz, saygısız. inconsistent s. tutarsız; yaptıkları birbirini tutmayan (kimse); her zaman aynı inconsolable seviyeyi tutmayan s. avutulamaz, (iş).edilemez; tesellisiz, tesellisi olmayan. teselli inconspicuous s. 1. farkedilmeyen, göze çarpmayan. 2. önemsiz. inconstant s. 1. kararsız, değişken. 2. vefasız. incontestable s. tartışılmaz, itiraz edilemez, su götürmez. incontinent s. 1. kendini tutamayan. 2. idrarını tutamayan. incontrovertible s. yadsınamaz, inkâr edilemez. incontrovertibly z. yadsınamayacak şekilde. inconvenience i. güçlük, zahmet, rahatsızlık. f. zahmet vermek, rahatsız etmek. inconvenient s. 1. uygunsuz. 2. zahmetli, müşkül. 3. elverişsiz. incorporate f. 1. içermek, kapsamak. 2. into/in -e dahil etmek, -e katmak. 3. incorporated anonim s. anonim.şirket haline getirmek. 4. birleştirmek; birleşmek. 5. cisimlendirmek. incorrect s. 1. yanlış. 2. düzeltilmemiş. 3. biçimsiz. incorrigible s. adam olmaz, yola getirilemez, düzelmez (kimse). incorruptible s. 1. rüşvet kabul etmez. 2. ahlakı bozulmaz. 3. bozulmaz, increase çürümez, f. 1. artmak,kokuşmaz. çoğalmak; artırmak, çoğaltmak. 2. büyümek, increase gelişmek; verimli olmak; büyütmek, i. 1. artış, artma, çoğalma. 2. ürün. 3.geliştirmek. kâr. 4. hâsılat. increasingly z. gittikçe artarak: become increasingly difficult gittikçe incredible zorlaşmak. s. 1. inanılmaz, akıl almaz. 2. k. dili harika. incredulity i. 1. inanmazlık. 2. kuşku. incredulous s. 1. inanmayan. 2. kuşkulu, kuşkulanan. incredulousness i., bak. incredulity. increment i. artış, artma, çoğalma. incriminate f. suçlamak. incrust f., bak. encrust. incubate f. 1. kuluçkaya yatmak. 2. civciv çıkarmak. 3. kafasında (plan) incubation kurmak. i. kuluçka dönemi. incubator i. 1. kuluçka makinesi. 2. kuvöz. inculcate f. öğretmek, tekrarlayarak kafasına sokmak, aşılamak. incumbency i. 1. görev, vazife. 2. görev süresi. incumbent s. incur f. (--red, --ring) 1. uğramak, maruz kalmak, girmek. 2. üstüne incur a debt çekmek, uyandırmak. borçlanmak, borca girmek. incurable s. onulmaz, amansız, şifasız. incurious s. 1. meraksız. 2. ilgisiz, kayıtsız. incursion i. akın, hücum, saldırı. indebted s. 1. borçlu. 2. teşekkür borçlu, minnettar. indecent s. 1. yakışıksız, edepsiz, kaba. 2. huk. toplum töresine aykırı. indecipherable s. okunmaz, çözülmez, sökülmez. indecision i. kararsızlık. indecisive s. 1. kararsız. 2. kesin olmayan. indecorous s. uygunsuz, münasebetsiz, yakışıksız, yakışık almayan. indecorum i. 1. uygunsuz davranış/söz, uygunsuzluk. 2. uygunsuzluk, indeed uygunsuz olma. hakikaten. 2. doğrusu, doğrusu istenirse, z. 1. gerçekten, indefatigable gerçeği söylemek s. yorulmaz, gerekirse. yorulmak bilmez. indefensible s. savunulamaz. indefinable s. 1. anlatılması zor; anlatılması imkânsız. 2. belli olmayan, belirsiz. 3. tanımlanması zor. indefinite s. 1. belirsiz. 2. dilb. belgisiz. indefinite article dilb. belgisiz sıfat: bir (İngilizcede a, an). indefinite pronoun dilb. belgisiz zamir. indefinite pronoun belirsizlik zamiri. indelible s. 1. silinmez, çıkmaz, giderilmez (leke/iz). 2. silinmez, kalıcı indelible ink (izlenim/etki/duygu). sabit mürekkep. 3. sabit (boya/mürekkep). indelible pencil kopya kalemi. indelicacy i. 1. uygunsuzluk. 2. kabalık. indelicate s. 1. uygun olmayan. 2. kaba, nazik olmayan, nezaketsiz. indemnify f. 1. zararını ödemek. 2. zarar görmeyeceğine dair peşinen kefil indemnity olmak. i. 1. tazminat, ödence. 2. kefalet, teminat, güvence. indent f. 1. içerlek yazmak, paragraf başı yapmak. 2. çentmek. 3. (for) indent İng. -i sipariş i., İng. etmek; 1. sipariş. sipariş vermek. 4. (for) İng. -i talep etmek; 2. talep. talepte bulunmak. 5. on/upon İng. (para fonundan/malzemeden) indentation i. 1. içerlek yazma. 2. (satır için) içerlek olma. bir miktarı çıkarıp kullanmak. 6. on/upon İng. -e sipariş vermek. indenture i. 7.sözleşme. on/upon İng. f. kontratla/senetle bağlamak. -den talepte bulunmak. independence i. bağımsızlık. independent s. 1. bağımsız. 2. başına buyruk. 3. (ekonomik açıdan) bağımsız, independently kendi geliri ile olarak. z. 1. bağımsız geçinebilen. 4. pol. 2. birbirini bağımsız. i., pol. bağımsız. etkilemeden. indescribable s. tanımlanamaz, anlatılmaz. indestructible s. yıkılmaz, yok edilemez. indeterminate s. 1. sınırsız, belirsiz, bellisiz. 2. kuşkulu. index çoğ. --es (în´deksîz)/in.di.ces (în´dısiz) i. 1. dizin, indeks, fihrist. index card 2. katalog. 3. gösterge. f. 1. (kitap) için dizin hazırlamak, fiş. (kitabın) indeksini yapmak. 2. işaret etmek, göstermek. index finger işaretparmağı. indicate f. işaret etmek, göstermek, imlemek. indication i. 1. bildirme, anlatma, gösterme. 2. belirti, delil, gösterge, indicative işaret. s. indicator i. gösterge, ibre. indict f. for ile suçlamak. indictment i. 1. iddianame, savca. 2. suçlama. 3. dava açma. indifference i. ilgisizlik; aldırmazlık. indifferent s. 1. ilgisiz; aldırmaz, umursamayan. 2. vasat, sıradan. indigenous s. 1. yerli. 2. to (bir yere) özgü, (bir yerde) doğal olarak indigent bulunan/yetişen. s. yoksul, fakir. indigestible s. hazmedilemez. indigestion i. sindirim güçlüğü, hazımsızlık, mide fesadı. indignant s. (haksızlıktan dolayı) kızgın, öfkeli. indignation i. (haksızlıktan dolayı) kızgınlık, öfke. indignity i. küçük düşürücü hareket, hakaret; onur kırıcı durum. indigo i. 1. çivit rengi, çivit mavisi. 2. bot. çivitotu, indigo, Indigofera indigo plant tinctoria. s. çivit bot. çivitotu, rengi, indigo, çivit mavisi, Indigofera çividi. tinctoria. indigo blue çivit rengi, çivit mavisi. indigo-blue s. çivit rengi, çivit mavisi, çividi. indirect s. 1. dolaylı. 2. dolaşık, dolambaçlı. indirect cost dolaylı masraf. indirect lighting dolaylı ışıklandırma. indirect object dilb. dolaylı tümleç, -e halindeki isim. indirect object dilb. dolaylı tümleç. indirect tax dolaylı vergi. indirectly z. dolaylı olarak. indiscernible s. seçilemez, ayırt edilemez, farkedilemeyecek. indiscreet s. 1. düşünmeden davranan; boşboğaz. 2. düşüncesizce yapılan. indiscrete s. kısımlara bölünmemiş, toplu halde. indiscretion i. 1. düşünmeden davranma; boşboğazlık. 2. düşüncesiz bir indiscriminate davranış; düşüncesizce s. gelişigüzel, söylenen rasgele; ayırt söz. karışık. edilmemiş, indispensable s. vazgeçilmez; zaruri. indispose f. 1. hevesini kırmak, soğutmak. 2. rahatsız etmek. indisposed s. 1. rahatsız, hasta, keyifsiz. 2. isteksiz. indisposition s. 1. rahatsızlık, keyifsizlik. 2. isteksizlik. indisputable s. su götürmez, kesin, tartışılmaz. indistinct s. belirsiz, müphem, iyice görülmeyen. indistinguishable s. ayırt edilmesi olanaksız, seçilemez. individual s. 1. her ... kendi ...: This decision will be up to the individual individualism agencies. Bu konuda her acente kendi kararını verecek. The i. bireycilik. individual tiles are each a work of art. Her çini başlı başına bir individualist i. bireyci. sanat eseri. 2. bireysel, kişisel: individual differences kişisel individuality i. bireysellik. farklılıklar. 3. tek kişilik. i. 1. birey, fert. 2. kişi, kimse, şahıs. individually z. tek tek, ayrı ayrı. indivisible s. bölünmez. indoctrinate f. 1. bir düşünce sisteminin esaslarını öğretmek. 2. -in beynini indoctrinate s.o. with yıkamak. birine (bir fikri) aşılamak/telkin etmek. indolent s. 1. tembel, üşengen, üşengeç. 2. tıb. ağrısız. indomitable s. yılmaz, boyun eğmez. indoor s. 1. iç mekânlara uygun; iç mekânlarda kullanılan: indoor shoes indoors iç z. mekânlarda içeride; içeri,giyilen içeriye:ayakkabılar. Stay indoors!2. kapalı: İçeride indoor kal! Shetennis wentcourt kapalı indoors. tenis kortu. İçeri gitti. 3. iç mekânlarda yapılan: He´s got an indoor indorse f., bak. endorse. job. Onun işi içeride çalışmasını gerektiriyor. 4. tiy. iç mekânda induce f. 1. neden geçen olmak. 2. ikna etmek, kandırıp yaptırmak. (sahne). inducement i. 1. neden, vesile. 2. ikna, teşvik. induct f. induct s.o. into birini resmen -in üyesi yapmak. induct s.o. into the army birini askere almak. induction i. 1. göreve getirme. 2. man. tümevarım. 3. sonuç çıkarma. 4. inductive elek. indüksiyon, s. 1. man. indükleme. tümevarımsal. 2. elek. indükleyen, indüksiyon yapan. inductive reasoning tümevarımlı usavurma. indulge f. 1. (sakınılması gereken bir şeye) teslim olmak: She indulged indulgence her i. 1. desire for candy. yüz verme, Şeker yeme müsamaha. arzusuna(bir 2. in kendine yenildi. 2. in kendine şey yapma) izni bir şey verme. yapma izni vermek: I haven´t indulged in a cigarette for indulgent s. yüz veren, müsamahakâr. a week. Bir haftadır sigaradan uzak duruyorum. 3. (arzu, rica industrial s. endüstriyel, v.b.´ni) yerine sınai, işleyimsel. getirmek. 4. -e yüz vermek: Don´t indulge that industrial action naughty İng. grev;child. O yaramaz çocuğa yüz verme. 5. k. dili içki işi yavaşlatma. industrial arts içmek. endüstriyel sanatlar. industrial engineer endüstri mühendisi. industrial estate İng. organize sanayi bölgesi. industrial school endüstri meslek lisesi. industrialise f., İng., bak. industrialize. industrialist i. sanayici. industrialize f. sanayileştirmek. industrious s. çalışkan, gayretli. industry i. 1. sanayi, endüstri, işleyim. 2. çalışkanlık, gayret. inebriate f. sarhoş etmek, mest etmek. inedible s. yenmez. ineffable s. 1. sözü edilmez, ağza alınmaz (kutsal). 2. tarifsiz, anlatılmaz. ineffective s. 1. etkisiz (çare, ilaç v.b.). 2. beceriksiz (yönetici, işçi v.b.). ineffectual s. 1. etkisiz (çare, ilaç v.b.). 2. başarısız; beceriksiz (yönetici, işçi inefficient v.b.). s. 1. istenilen etkiyi uyandırmayan, etkisiz. 2. zaman ve enerjiyi inelegant ekonomik bir şekilde s. zarif olmayan, kullanmayan, incelikten yoksun. verimsiz, randımansız (iş yöntemi, makine v.b.). ineligible s. ineluctable s. kaçınılmaz. inept s. 1. uygunsuz, yersiz, yakışıksız. 2. beceriksiz, hünersiz. ineptitude i. 1. uygunsuzluk. 2. beceriksizlik. 3. gaf, pot. inequality i. 1. eşitsizlik, farklılık. 2. değişebilirlik, değişkenlik. inequitable s. haksız, insafsız. inequity i. haksızlık, insafsızlık. inert s. 1. hareket edemeyecek durumda olan; hareketsiz. 2. yavaş inertia işleyen. i. 1. fiz., 3. kim.yavaş harekete atalet, geçen;2.uyuşuk, süredurum. tembel. uyuşukluk, 4. fiz., kim. tembellik. atıl, süreduran, inert. inescapable s. kaçınılmaz. inessential s. gereksiz. inestimable s. 1. hesaba sığmaz, hesapsız. 2. paha biçilmez, çok değerli. inevitable s. kaçınılmaz, çaresiz. inevitably z. kaçınılmaz şekilde. inexact s. 1. tam doğru olmayan, yanlış, hatalı. 2. kesin olmayan. inexcusable s. bağışlanamaz, affedilmez. inexcusably z. affedilmeyecek şekilde. inexhaustible s. 1. tükenmez, bitmez tükenmez. 2. yorulmaz. inexorable s. 1. amansız, insafsız, acımasız. 2. değiştirilemez. inexpedient s. amaca uygun düşmeyen, elverişsiz. inexpensive s. ucuz, pahalı olmayan; masrafı az. inexpensively z. ucuza. inexperience i. tecrübesizlik, deneyimsizlik, acemilik. inexperienced s. tecrübesiz, deneyimsiz, acemi. inexpert s. 1. tecrübesiz, deneyimsiz, acemi. 2. beceriksiz. 3. yetersiz, inexplicable usta işi olmayan. s. nedeni anlaşılmaz, açıklanamaz; muammalı, esrarengiz. inexplicably z. açıklanamayacak şekilde. inexpressible s. anlatılmaz, ifade edilemez. inexpressibly z. anlatılamayacak derecede. inexpressive s. bir anlam/düşünce ifade etmeyen. inextricable s. 1. içinden çıkılmaz. 2. çözülmez. 3. ayrılmaz; girift. inextricably z. içinden çıkılamayacak şekilde. infallibility i. yanılmazlık. infallible s. yanılmaz, şaşmaz, hata yapmaz. infallibly z. yanılmadan. infamous s. 1. adı kötüye çıkmış, (kötü bir şeyden dolayı) meşhur. 2. rezil. infamy 3. ayıp, çok i. rezalet, çirkin. alçaklık. infancy i. 1. bebeklik, çocukluk. 2. küçüklük. 3. (tasarı, iş v.b.´nin) infant başlangıç aşaması, i. bebek, küçük emekleme çocuk. dönemi. s. küçük. infantile s. 1. çocuğa özgü. 2. çocukça. 3. bebeksi, çocuksu, bebek gibi, infantile paralysis ufak bir çocuk tıb. çocuk felci.gibi. infantilism i., ruhb. bebeksilik. infantry i. 1. piyadeler, piyade sınıfına ait askerler. 2. piyade, piyade infantryman sınıfı. çoğ. in.fan.try.men (în´fıntrimîn) i. piyade, piyade askeri. infatuate f. aklını çelmek, çıldırtmak. infatuation i. (with) (-e) hayranlık, delicesine âşık olma. infect f. bulaştırmak, geçirmek. infection i. 1. iltihap. 2. enfeksiyon. 3. bulaşma; bulaştırma. infectious s. 1. bulaşıcı. 2. başkalarına kolay geçen (gülme/neşe). infelicitous s. hoş olmayan/nahoş (söz/davranış). infelicity i. hoş olmayan/nahoş söz/davranış. infer f. (--red, --ring) (from) (-den) 1. çıkarmak, anlamak. 2. sonuç inference çıkarmak. i. 1. sonuç çıkarma. 2. man. çıkarım. inferior s. 1. (to) (-den) aşağı, daha aşağı bir nitelikte olan. 2. kalitesiz. inferiority i. 1. daha aşağı bir nitelikte olma. 2. kalitesizlik. inferiority complex aşağılık duygusu/kompleksi. inferiority complex aşağılık kompleksi. infernal s. 1. cehenneme ait. 2. iğrenç. inferno i. 1. cehennem. 2. cehennem gibi yer. infertile s. 1. çorak, verimsiz. 2. kısır. infertility i. 1. verimsizlik. 2. kısırlık. infest f. (bit/kurt/fare) istila etmek, etrafı sarmak. infestation i. (bit/kurt/fare) istila etme, etrafı sarma. infested s. infidel i. kâfir. infidelity i. 1. sadakatsizlik. 2. zina. 3. imansızlık, küfür. infiltrate f. (örgüt, kuruluş v.b.´ne) sızmak/gerçek kimliğini gizleyerek infiltrate s.o. into girmek. birini -e sızdırmak. infiltration i. (örgüt, kuruluş v.b.´ne) sızma/gerçek kimliğini gizleyerek infinite girme. s. 1. sonsuz, sınırsız. 2. bitmez, tükenmez. 3. muazzam bir, çok infinite pains büyük sonsuzbir (sabır, dikkat v.b.). gayret. infinitely z. son derece, çok. infinitesimal s. 1. mat. infinitezimal, sonsuzküçük. 2. ölçülemeyecek kadar infinitive küçük. i., dilb. mastar. infinity i. sonsuzluk, sınırsızlık. infirm s. zayıf, kuvvetsiz, halsiz. infirmary i. 1. (okulda/fabrikada) revir. 2. hastane. 3. klinik. infirmity i. 1. zayıflık. 2. hastalık. 3. sakatlık inflame f. 1. tutuşturmak, alevlendirmek; tutuşmak; alevlenmek. 2. inflammable kışkırtmak, tahrik etmek. s. 1. kolay tutuşan, 3. öfkelendirmek. parlayıcı. 4. tıb. 2. kolay kızdırılır. iltihaplandırmak. inflammation i., tıb. 1. kızarma. 2. iltihaplanma, iltihap, yangı. inflammatory s. kışkırtıcı, tahrik edici. inflate f. 1. (hava ile) şişirmek. 2. (fiyatları) suni olarak yükseltmek, inflation şişirmek. i. enflasyon,3. piyasaya çok miktarda kâğıt para çıkarmak. para şişkinliği. inflect f. 1. ses tonunu değiştirmek. 2. dilb. çekmek. inflection i. 1. sesin yükselip alçalması. 2. dilb. çekim. inflexible s. 1. eğilmez, bükülmez. 2. hiç esnek davranmayan, katı, sert. inflexion i., İng., bak. inflection. inflict f. (on) (birini) kötü bir şeye uğratmak: inflict pain acı çektirmek. inflict punishment on -e ceza vermek/verdirmek. inflorescence i., bot. çiçek durumu. inflow i. içeriye akış. influence i. etki, tesir, nüfuz. f. 1. etkilemek, tesir etmek. 2. sözünü influential geçirmek. s. nüfuzlu, sözü geçen. influenza i., tıb. grip, enflüanza. influx i. 1. içeriye akma. 2. akın. inform f. 1. (of/about/that) -den haberdar etmek, hakkında bilgi informal vermek, -i bildirmek: s. resmi olmayan; I informed him that I would not come teklifsiz. tomorrow. Ona yarın gelmeyeceğimi bildirdim. 2. informality i. resmi olmama; teklifsizlik. bilgilendirmek. 3. against/on -i ihbar etmek. informally z. gayri resmi olarak; teklifsizce. informant i. bilgi veren kimse. information i. 1. bilgi, haber. 2. danışma. information booth danışma, müracaat, danışma yeri. information desk danışma, danışılan yer. informative s. bilgilendirici, aydınlatıcı, öğretici, eğitici. informed s. bilgili, haberli. informer i. jurnalci, ihbarcı, muhbir. infraction i. (kuralları) bozma, ihlal. infrared s. kızılötesi, kızılaltı, enfraruj. infrastructure i. altyapı, enfrastrüktür. infrequent s. seyrek. infringe f. 1. (anlaşma, antlaşma v.b.´ni) bozmak, ihlal etmek. 2. infringement on/upon -e tecavüz i. 1. (anlaşma, etmek. antlaşma v.b.´ni) bozma. 2. on/upon -e tecavüz infuriate etme. f. gazaba getirmek, çileden çıkarmak. infuse f. 1. with -i aşılamak; into -e aşılamak. 2. into içine infusion dökmek/akıtmak. 3. (çay)içine i. 1. içine dökme/akıtma; demlemek, dökülme.demlendirmek. 2. demleme, ingenious demlendirme. s. 1. çok becerikli, hünerli, maharetli, mahir. 2.4.usta 3. demlenmiş içecek (çay/ilaç). tıb. işi, damara zerketme, içitim. mahirane. ingeniously z. ustalıkla, mahirane bir şekilde. ingenuity i. ustalık, maharet, hüner. ingenuous s. 1. saf, masum. 2. açıkyürekli, samimi, candan. inglorious s. 1. utandırıcı, yüz kızartıcı. 2. şerefsiz. 3. tanınmamış. ingoing s. 1. iktidara yeni gelen (hükümet). 2. kabaran (deniz). ingot i. külçe. ingrate i. nankör kimse. ingratiate f. ingratiate o.s. with s.o. birinin gözüne girmek; birinin gözüne girmeye çalışmak. ingratitude i. nankörlük. ingredient i. (karışımdaki) madde, malzeme: What are the ingredients in ingrowing this s. içecake? doğruBu kekin malzemesi ne? büyüyen. inguinal s. kasıksal, kasığa ait. inguinal gland anat. kasık bezi. inhabit f. -de oturmak. inhabitable s. içinde oturulur, oturmaya elverişli. inhabitant i. (bir yerde) oturan kimse, sakin. inhalation i. 1. nefes alma. 2. (sigara dumanı v.b.´ni) içine çekme. inhale f. 1. nefes almak. 2. (sigara dumanı v.b.´ni) içine çekmek. inherence i. (bir şeye/birine) özgü olma. inherency i., bak. inherence. inherent s. 1. in (bir şeye/birine) özgü/has. 2. esas, asıl, öz: inherent inherit rights f. temel (from) haklar. -e (-den) miras kalmak, -e (-den) kalmak, (bir şeyin) inheritance mirasçısı/vârisi olmak: She i. 1. miras, kalıt. 2. biyol. inherited kalıtım, it from her grandfather. soyaçekim. Ona dedesinden kaldı. inheritance tax veraset vergisi. inherited s. 1. irsi, kalıtsal. 2. miras kalan. inheritor i. mirasçı, vâris. inhibit f. -e ket vurmak. inhibit s.o. from birinin (bir şey yapmasına) ket vurmak. inhibited s. duygularını pek dışa vuramayan. inhibition i. 1. ket vurma/vurulma. 2. ruhb. inhibisyon, inhibe etme. inhospitable s. 1. konukseverlik göstermeyen. 2. yaşanması zor olan inhuman (yer/iklim). s. 1. insanlıktan çıkmış; acımasız, zalimane. 2. çok soğuk, robot inhumane gibi. 3. insana s. zalim, göre yapılmamış/olmayan. merhametsiz. inhumanity i. insaniyetsizlik. inimical s. 1. to -e düşman: That village is inimical to strangers. O köy inimitable yabancılara düşman. 2. s. 1. taklit edilemez. 2. eşsiz. to -e ters düşen, -e karşıt; -e zararlı: His plan is inimical to our interests. Onun planı bizim çıkarlarımıza iniquity i. 1. günah. 2. kötülük. 3. haksızlık, adaletsizlik. ters düşüyor. initial s. baştaki, birinci, ilk. i. birinin adı veya soyadının baş harfi. f. (-- initially ed/--led, --ing/--ling) z. ilkin, başta, parafe önce. başlangıçta, etmek. initiate f. 1. başlatmak. 2. into -e alıştırmak, -i göstermek. 3. into -i initiate törenle i. üyeliğe üyeliğe kabuledilmiş yeni kabul etmek.kimse. initiation i. 1. üyeliğe kabul töreni. 2. başlatma. initiative i. 1. inisiyatif. 2. girişim, teşebbüs. initiator i. başlatan kimse. inject f. 1. şırınga etmek, enjeksiyon yapmak. 2. katmak, vermek. injection i. enjeksiyon, iğne. injudicious s. akılsızca; aklını kullanmayan. injunction i., huk. (birinin bir şey yapmasını/yapmamasını emreden, injure mahkemece f. 1. (bir uzva) verilen) karar. (bir uzvu) zarar vermek, injured yaralamak/incitmek/zedelemek. s. yaralı. 2. zarar/ziyan vermek: It could injure your reputation. Adına halel getirebilir. injurious s. 1. zararlı, dokunur. 2. kırıcı, yerici, aşağılayıcı. injury i. 1. yara; zarar. 2. zarar, ziyan. 3. eza, üzgü. 4. haksızlık. injustice i. haksızlık, adaletsizlik. ink i. mürekkep. inkling i. 1. işaret, ipucu. 2. seziş. inkpad i. ıstampa. inkwell i. mürekkep hokkası. inky s. 1. mürekkeplenmiş, mürekkepli. 2. zifiri. inlaid s. kakma, kakmalı, işlemeli. inland i. ülkenin denizden uzak yerleri; ülkenin iç kısmı. s. denizden inland revenue uzak, iç. z. İng. yurt denizden içinde tahsiluzakta, iç kısımlarda; iç kısımlara doğru. edilen vergi. inland sea kapalı deniz, içdeniz. inland sea içdeniz. inland waters iç sular. in-law i., k. dili evlilik dolayısıyla yakın akraba olan kimse. inlay f. (in.laid) içine kakmak, kakma yapmak. i. 1. kakma işi. 2. dişçi. inlet dolgu. i. 1. koy, küçük körfez. 2. giriş, giriş yeri. inmate i. 1. hapishanede/akıl hastanesinde bulunan kimse. 2. sakin. 3. inn başkası ile aynı evde oturan kimse. 4. birlikte oturan kimse. i. han, otel. innards i., çoğ., k. dili iç kısımlar, iç organlar. innate s. 1. (bir şeyin) temelinde/özünde olan. 2. (birinin) inner tabiatında/özünde s. 1. iç, dahili. 2. iç,olan. 3. irsi, ruhsal. kalıtsal. 3. gizli, saklı4.(anlam fels. doğuştan v.b.). olan. inner city şehrin merkezinde yoksulların oturduğu mahalle. inner resources manevi kuvvet. inner significance derin/gizli anlam. inner tube iç lastik. innermost s. en içerideki, en içteki. inning i., beysbol her iki takımdaki oyuncuların birer vuruş sırası. innings i. 1. kriket bir takımdaki on oyuncunun oyun dışı edilinceye innkeeper kadar i. hancı,vuruş sıraları. 2. sıra, nöbet. otelci. innocence i. 1. masumluk, suçsuzluk. 2. saflık. innocent s. 1. masum, suçsuz. 2. zararsız. 3. saf, safdil. i. 1. masum innocent amusement kimse/çocuk. zararsız eğlence.2. aptal kimse. innocuous s. zararsız, incitmeyen. innovate f. yenilik çıkarmak, değişiklik yapmak. innovation i. 1. değişiklik yapma; yenilik getirme. 2. yenilik; değişiklik. 3. innovator yeni metot/alet, i. yenilik yeni şey. yapan kimse. innuendo i. olumsuz bir şey ima eden söz, taş, kinaye. innumerable s. sayısız, hesapsız, pek çok. inoculate f. aşılamak. inoculation i. 1. aşı. 2. aşılama. inoffensive s. zararsız, incitmeyen. inoperable s. 1. ameliyat edilemez. 2. çalıştırılamaz; uygulanamaz. inoperative s. işlemeyen, çalışmayan. inopportune s. zamansız, mevsimsiz, uygunsuz, sırasız. inordinate s. 1. aşırı. 2. düzensiz. inorganic s. inorganik. inorganic chemistry inorganik kimya. inpatient i. hastanede yatan hasta. input i. 1. (birinden gelen) düşünceler/sözler. 2. ekon., elek. girdi. 3. input data bilg. bilg.girdi, girdi,giriş. giriş 4. katma, verme. verileri. input device bilg. girdi aygıtı. input-output s., bilg. girdi-çıktı, giriş-çıkış. inquest i. (resmi) soruşturma; (nedeni bilinmeyen ölüm hakkında adli) inquire soruşturma. f. 1. about -i sormak, ... hakkında bilgi almak istemek. 2. into inquire after s.o. hakkında birinin halsoruşturma/tahkikat ve hatırını sormak, yapmak, soruşturma yaparak -i birini sormak. araştırmak. 3. (of) (-e) sormak. inquiring s. 1. soru sorar gibi (bakış/yüz ifadesi). 2. öğrenmeye hevesli. inquiry i. 1. araştırma. 2. soruşturma, tahkikat. I received a lot of inquisition inquiries i. sorguyaabout çekme. the new tax law. Yeni vergi yasası hakkında epey soru soran oldu. make inquiries (about) (hakkında) bilgi inquisitive s. meraklı, başkaları hakkında bilgi edinmeyi seven. edinmeye çalışmak. inroad i., gen. çoğ. akın, baskın. insane s. 1. akıl hastası, deli. 2. delice, anlamsız. insane person deli. insanitary s. hijyenik olmayan, sağlığa zararlı. insanity i. delilik, cinnet. insatiability i. doymazlık, açgözlülük. insatiable s. 1. doymak bilmez, doymaz, kanmaz. 2. açgözlü, obur. insatiableness i., bak. insatiability. inscribe f. 1. yazmak, kaydetmek. 2. (yazıt) yazmak, hakketmek. 3. inscription to/for (bir yapıtı i. 1. kitabe, yazıt,imzalayarak) -e3. yazı. 2. ithaf. ithaf etmek. madalya veya para üzerindeki inscrutable yazı. s. 1. ne düşündüğü belli olmayan. 2. ne anlama geldiği belli insect olmayan. i. böcek. insecticide i. böcek ilacı. insectivorous s. böcekçil. insecure s. 1. emniyetsiz; tehlikede olan; sağlam olmayan: He feels insecurity insecure i. here. Burada 1. emniyetsizlik; kendini tehlikede emniyette olma; sağlamhissetmiyor. olmama. 2. 2. ruhb. ruhb. kendine kendine güveni güveni olmayan. olmama. inseminate f. 1. döllemek. 2. aşılamak, telkin etmek. insemination i. dölleme. insensible s. 1. hissedilemeyecek kadar ufak. 2. baygın. insensitive s. düşüncesiz, başkalarını düşünmeyen. inseparable s. ayrılmaz. inseparables i. ayrılmaz dostlar. insert f. 1. (in) (-e) sokmak. 2. (into) (-e) koymak. 3. arasına koymak. insert i. 1. araya eklenen şey. 2. kitap ortasına eklenen sayfalar. 3. insertion dergi/gazete i. 1. ekleme. 2. arasına eklenen konulan ek. şey. 3. bir ilanın gazeteye bir kez inshore konması. s. kıyıya yakın. z. kıyıya doğru. inside i. iç, iç taraf: the inside of the box kutunun içi. inside s. iç, içteki. inside z. içeride; içeriye. inside edat içine, içerisine; içinde, içerisinde: The mouse is hiding inside information inside içeridenthat piano. sızan Fare o piyanonun içinde saklanıyor. haberler. inside of an hour bir saate kadar. inside out tersyüz. insider i. içeriden biri, iç yüzünü bilen kimse. insides i., k. dili bağırsaklar; iç organlar, iç kısımlar. insidious s. 1. sinsi, gizlice fırsat kollayan. 2. hain, hilekâr. insight i. anlayış, bir şeyin iç yüzünü kavrama. insignia i., çoğ. (rütbeyi/makamı simgeleyen) işaretler, alametler. insignificant s. 1. anlamsız. 2. önemsiz. 3. pek az. 4. ufak. 5. değersiz, insincere değmez. s. samimiyetsiz, içtenliksiz, ikiyüzlü. insincerity i. samimiyetsizlik, içtensizlik. insinuate f. (kötü bir şey) demek istemek, demeye getirmek, (kötü bir insinuation şeyi) üstükapalı i. 1. üstü kapalı(kötü) söylemek: Are söz. 2. youkapalı üstü insinuating that she´s a söyleme. liar? O yalancı mı demek istiyorsun? insipid s. 1. sönük. 2. tatsız, yavan, lezzetsiz. insist f. (on/upon) (-de) ısrar etmek, (-de) direnmek, (için) diretmek, (- insistence de) ayak i. ısrar, diremek, ayak direme.-i tutturmak: She insisted on buying the red dress. Kırmızı elbiseyi almakta ısrar etti. He insisted that there insistent s. 1. ısrar edici, direngen. 2. ısrarlı. be an immediate investigation. Derhal bir soruşturma açılması insofar z. için diretti. insofar as -diği derecede/kadar. insolence i. küstahlık. insolent s. küstah, terbiyesiz, arsız. insoluble s. 1. çözülmez, halledilmez (problem v.b.). 2. erimez, çözünmez. insolvency i., huk. aciz hali. insolvent s., tic. ödeme aczine düşmüş; iflas etmiş, batkın. i. ödeme insomnia aczine düşmüşuyuyamazlık, i. uykusuzluk, kişi/şirket; müflis uyku kimse, yitimi. batkın. insomniac i. uykusuzluk çeken kimse. insomuch z. insomuch as 1. -diğine göre, mademki. 2. -diği derecede/kadar. insomuch that o kadar ki. inspect f. teftiş etmek, denetlemek; kontrol etmek, yoklamak. inspection i. teftiş, denetleme; kontrol, yoklama. inspector i. müfettiş; denetleyici, denetçi, denetimci, kontrolör. inspiration i. 1. ilham, esin. 2. aşılama, telkin. inspire f. 1. ilham etmek, esinlemek. 2. (öfke, sevgi v.b.´ni) inst uyandırmak. 3. solumak. kıs. instant, institute, institution. instability i. istikrarsızlık. install f. 1. (bir aygıtı) (bir yere) takmak; (kalorifer, elektrik v.b.) install o.s. in/on tesisatı döşemek; (bilgisayar v.b. sistemi) kurmak. 2. (yeni -e oturmak. seçilmiş/atanmış birini) törenle makamına getirmek. installation i. 1. (bir aygıtı) (bir yere) takma; (kalorifer, elektrik v.b.) tesisatı installment döşeme; i. 1. taksit.(bilgisayar v.b. sistemi) kurma. 2. ask. tesis, kuruluş. 2. kısım, bölüm. installment plan taksit usulü. instalment i., İng., bak. installment. instance i. 1. örnek. 2. kere, defa. 3. durum. instant s. 1. ani, hemen olan, derhal olan. 2. acil, ivedi. 3. şimdiki. 4. su instantaneous katılarak hemen hazırlanan s. hemen/anında (yiyecek/içecek). meydana gelen, i. an, dakika: at ani, enstantane. this instant bu anda. the instant I came ben gelir gelmez. instantly z. hemen, derhal. instead z. of -in yerine, -ecek yerde, -eceğine: He came here instead. instep Oraya i. ayağıngideceğine üst kısmı,buraya ağım. geldi./Başkasının yerine kendisi buraya geldi. instigate f. kışkırtmak, tahrik etmek, teşvik etmek. instigation i. kışkırtma. instigator i. kışkırtıcı. instil f., İng., bak. instill. instill f. 1. in/into -e yavaş yavaş aşılamak/telkin etmek. 2. with -i instillation yavaş yavaş aşılamak/telkin etmek. i. fikir aşılama. instinct i. içgüdü. instinctive s. içgüdüsel. instinctively z. içgüdüsel olarak. institute i. 1. kuruluş, müessese. 2. enstitü, okul. 3. bilimsel kurum. f. 1. institution kurmak, tesis etmek. i. 1. yerleşmiş 2. 2. gelenek. atamak, kurum,tayin etmek. müessese. institutional s. 1. kuruluşa/kuruma ait. 2. kurumsal. institutionalise f., İng., bak. institutionalize. institutionalize f. 1. kurum haline getirmek, kurumlaştırmak. 2. âdet haline instruct getirmek. f. 1. okutmak,3. akıl hastanesi, öğretmek, ıslahevi2.v.b.´ne eğitmek. talimatyerleştirmek. vermek, yol instruct a solicitor göstermek. İng. avukat tutmak. instruction i. 1. öğretme, eğitim. 2. öğrenim. 3. bilgi; ders. instructions i. direktif, yönerge; açıklama. instructive s. öğretici, eğitici. instructor i. 1. öğretmen, eğitmen. 2. asistan; okutman. instrument i. 1. alet. 2. araç. 3. enstrüman, çalgı. 4. huk. belge. 5. belgit, instrument panel senet. kontrol paneli, pano. instrumental s. 1. yararlı, etkili. 2. yardımcı, aracı olan. 3. müz. enstrümantal. instrumental music enstrümantal müzik. instrumentalist i. çalgı çalan müzisyen. insubordinate s. asi, itaatsiz, kafa tutan, baş kaldıran. insubordination i. baş kaldırma. insubstantial s. 1. asılsız, temelsiz, hayali. 2. zayıf; hafif. insufferable s. çekilmez, katlanılmaz. insufficient s. eksik, yetersiz. insufficiently z. yetersiz derecede. insular s. 1. adaya ait, adaya özgü. 2. ayrılmış, ayrı. 3. dar görüşlü. insulate f. izole etmek, yalıtmak. insulating tape elek. izole bant, yalıtım insulation sargısı. i. 1. izolasyon, yalıtım. 2. yalıtım maddesi. insulator i. izolatör, yalıtkan. insulin i. ensülin. insult f. hakaret etmek, aşağısamak, hor görmek. insult i. hakaret, onur kırma, aşağısama. insuperable s. 1. başa çıkılmaz, yenilemez. 2. geçilemez. insurance i., ekon. sigorta. insurance broker sigorta simsarı. insurance company sigorta şirketi. insurance policy sigorta poliçesi. insurance premium sigorta primi. insure f. 1. against -e karşı sigorta etmek; sigorta olmak. 2. emin insurgent olmak; sağlamak, s. asi, baş kaldıran,temin kafa etmek: tutan. i.I isyancı, called the asi.hotel to insure that I had a reservation. Rezervasyonumun yapıldığından emin olmak insurmountable s. yenilmez, geçilemez, başa çıkılmaz, üstesinden gelinemez. için otele telefon ettim. My investments insure that I have insurrection i. isyan, ayaklanma. sufficient income. Yatırımlarım bana yeteri kadar gelir sağlar. int kıs. intelligence, interest, interior, interjection, internal, intact international, s. bozulmamış,interval, intransitive. dokunulmamış, el sürülmemiş; sağlam, eksiksiz. intake i. 1. (yemek) yeme. 2. İng. (bir kuruluşa/camiaya) yeni girenler. intake valve oto. emme supabı/valfı. intangible s. 1. fiziksel varlığı olmayan, elle tutulamaz, dokunulamaz. 2. integer kavranamaz. i., mat. tamsayı. integral s. 1. bir bütünün ayrılmaz bir parçası olan. 2. parçalardan integral calculus oluşan. integral i., mat. integral. hesabı/kalkülüsü. integral equation integral denklemi. integrate f. 1. tamamlamak, bütünlemek. 2. with ile birleştirmek. 3. into integration -e katmak: i. 1. He integrated bütünleşme, birleşme,the letters intoentegrasyon. integrasyon, his book. Mektupları 2. mat. kitabına integrasyon.kattı. integrity i. 1. doğruluk, dürüstlük. 2. bütünlük. intellect i. 1. akıl, zihin, idrak, anlık, entelekt, intelekt. 2. akıl sahibi. intellectual s. 1. zihinsel, entelektüel, akla ait. 2. entelektüel, aydın. 3. intellectualism yüksek zekâ sahibi. i., fels. anlıkçılık, i. entelektüel,intelektüalizm. entelektüalizm, aydın. intelligence i. 1. akıl, zekâ, anlayış. 2. zekâ sahibi. 3. haber; bilgi. 4. intelligence bureau istihbarat. istihbarat bürosu. intelligence quotient zekâ bölümü. intelligence service istihbarat teşkilatı. intelligence test zekâ testi. intelligent s. akıllı, zeki, anlayışlı. intelligible s. anlaşılır. intemperate s. 1. taşkın, aşırı. 2. sert, fırtınalı, bozuk (hava). 3. sert, şiddetli intend (söz). f. 1. kastetmek, demek istemek: That´s not what she intended intense to 1. s. say. Demek şiddetli, istediği keskin, kuvvetli, o değil.hararetli. 2. niyetinde olmak,3. 2. gergin. niyetlenmek; ciddi olan kararlı (kimse). olmak: I don´t intend to speak to him ever again. Onunla intensely z. 1. şiddetle. 2. yoğun bir şekilde. bir daha konuşmamakta kararlıyım. 3. tasarlamak, planlamak: intensify f. şiddetlendirmek, He intends to build yoğunlaştırmak; a summer houseşiddetlenmek, in Kalkan. Kalkan´da bir intensity yoğunlaşmak: yazlık yapmayı The storm tasarlıyor. is intensifying. i. 1. keskinlik, şiddet. 2. yoğunluk. Fırtına şiddetleniyor. They intensified their search for the lost child. Kayıp çocuğu intensive s. 1. şiddetli. 2. yoğun. bulmak için aramalarını yoğunlaştırdılar. intensive care tıb. yoğun bakım. intensive care unit tıb. yoğun bakım servisi. intent i. amaç, maksat, niyet. s. intention i. 1. niyet, amaç, maksat: His intention is to help you. Amacı intentional size yardım s. kasıtlı, etmek. kasti, He has maksatlı, nobile bile intention of isteyerek yapılan, coming. Gelmek yapılan. niyetinde değil. 2. anlam, mana: That´s not the intention of the intentionally z. kasten, bile bile, isteyerek, mahsus. poem. Şiirin anlamı öyle değil. 3. kasıt. inter f. (--red, --ring) gömmek, defnetmek. interact f. birbirini etkilemek. interaction i. 1. birbirini etkileme, etkileşim. 2. kim., fiz. interaksiyon, intercede etkileşim. f. araya girmek, aracılık etmek. intercellular s., biyol. hücrelerarası, gözelerarası. intercept f. yolunu kesip durdurmak, yolunu kesip yakalamak. intercession i. araya girme, aracılık. intercessor i. aracı, arabulucu. interchange f. değiştirmek, değiş tokuş etmek. i. değiştirme, değiş tokuş interchangeable etme. s. birbiriyle değiştirilebilir. interconnect f. birbirine bağlamak. interconnecting rooms birbirine açılan odalar. interconnection i. 1. birbirine bağlı olma. 2. elek. interkoneksiyon. intercontinental s. kıtalararası. intercourse i. 1. görüşme, konuşma; ilişki. 2. cinsel ilişki. interdependence i. karşılıklı dayanışma. interdependent s. birbirine bağlı olan. interdict i. yasak. interdict f. yasaklamak, menetmek. interest i. 1. in -e ilgi, merak. 2. hisse, pay. 3. çıkar. 4. kâr, kazanç. 5. interesting faiz. f. 1. enteresan. s. ilginç, ilgilendirmek. 2. merakını uyandırmak. interface i. 1. arayüzey. 2. bilg. arabirim. interfere f. 1. in -e karışmak, -e burnunu sokmak, -e müdahale etmek. 2. interference with ile çatışmak. i. 1. karışma, 3. with2. müdahale. -i çatışma. engellemek. 3. engel. 4. radyo parazit. interim i. aralık, ara, fasıla. s. geçici. interior s. içerideki, iç, dahili. i. 1. iç, dahil. 2. iç yerler, iç kısım. interior decoration içmimarlık. interior decorator içmimar. interject f. arada (söz) söylemek. interjection i. 1. ünlem. 2. arada söyleme. interlace f. 1. birbirine dolanmak; birbirine dolamak. 2. birbirine geçmek; interlock birbirine f. birbirinegeçirmek. bağlamak, 3. birbirine with -e yer yer serpiştirmek: kenetlemek; birbirineHe interlaced his writings with bağlanmak, aphorisms. birbirine Yazılarına yer yer özdeyişler kenetlenmek. interlope f. başkasının işine karışmak. serpiştirdi. interloper i. başkasının işine burnunu sokan kimse. interlude i. 1. ara dönem. 2. tiy., sin., konser ara, antrakt. 3. tiy. ara intermarriage oyunu. i. 1. çeşitli aileler/milletler arasında evlenme. 2. yakın akrabalar intermediary arasında evlenme.aracılık eden. i. aracı, arabulucu. s. arada bulunan, intermediate s. ortadaki, aradaki, orta. interment i. (ölüyü) gömme, defnetme. intermezzo i., müz. intermezzo. interminable s. sonsuz, bitmez tükenmez. intermission i. 1. sin., tiy., konser ara, antrakt. 2. futbol ara, haftaym. 3. intermittent voleybol, basketbol s. kesik kesik, ara, mola. aralıklı. intermittent current elek. kesikli akım. intermittent fever tıb. belirli aralıklarla gelen ateş. intermittently z. kesik kesik, aralıklı olarak. intern f. 1. enterne etmek, gözaltına almak. 2. (bir gemiyi bir limanda) intern hapsetmek. i. 1. staj yapan tıp öğrencisi, intern. 2. staj yapan kimse. internal s. 1. iç, dahili. 2. içilir (ilaç). 3. içten. internal affairs içişleri. internal combustion engine iç yakımlı motor. internal inflection dilb. içbükün. internal medicine tıb. dahiliye. internal migration içgöç. internal organs iç organlar. internal revenue devlet geliri. internal structure iç bünye, iç yapı. international s. uluslararası, milletlerarası, enternasyonal. international law uluslararası hukuk. international law uluslararası hukuk. internationalism i. enternasyonalizm, uluslararasıcılık. internationalist i. enternasyonalist, uluslararasıcı. interpenetrate f. 1. tamamen içine geçmek, nüfuz etmek. 2. birbirinin içine interplay geçmek. i. karşılıklı etkileme. interpolate f. 1. yazıya sözcük/cümle ekleyerek asıl metni değiştirmek. 2. iki interpolation şey i. 1. arasına başka bir şey ekleyerek yazıya sözcük/cümle sokmak. asıl metni değiştirme. 2. interpose metne f. 1. iki eklenmiş şeyin arasınasözcük/cümle, koymak. 2.eklenti. 3. araya bir şey sokma. araya girmek. 4. mat. interpolasyon. interpret f. 1. yorumlamak. 2. çevirmek, tercüme etmek. 3. çevirmenlik interpret s.t. strictly yapmak. bir şeyi tam yazıldığı/söylendiği gibi yorumlamak, hayal gücünü interpretation kullanarak (bir şeye) başka bir anlam yüklemeye kalkmamak. i. yorum, açıklama. interpreter i. 1. yorumcu. 2. çevirmen, tercüman. interracial s. ırklararası. interrelated s. birbiriyle ilgili. interrelation i. karşılıklı ilişki. interrogate f. 1. sorguya çekmek. 2. soru sormak. interrogation i. 1. sorguya çekme. 2. soru sorma. interrogative s. sorulu, soru ifade eden. i. soru zamiri; soru sözcüğü. interrogative pronoun soru zamiri. interrogator i. 1. sorgu yargıcı. 2. soru soran kimse. interrupt f. 1. yarıda kesmek. 2. engellemek. 3. (birinin) sözünü kesmek. interruption i. ara, kesinti, kesilme. intersect f. 1. kesişmek. 2. katetmek, kesmek, ikiye bölmek. intersection i. 1. kesişme. 2. kavşak. 3. geom. arakesit. intersperse f. arasına serpmek, karıştırmak. interspersion i. serpiştirme. interstate s., A.B.D. eyaletlerarası. i., A.B.D. eyaletler arasından geçen intertwine otoyol. f. 1. birbirine sarılmak, birbirine geçmek. 2. with -e sarmak, -e interuniversity dolamak. s. üniversitelerarası. interval i. 1. aralık, ara. 2. süre. 3. müz. iki ses arasındaki perde farkı, intervene enterval. f. 1. araya girmek. 2. in -e karışmak. intervention i. 1. aracılık. 2. karışma. interview i. 1. görüşme, mülakat. 2. röportaj. f. 1. ile görüşme/mülakat interweave yapmak. 2. ile röportaj f. (in.ter.wove, yapmak. in.ter.wo.ven) 1. beraber dokumak. 2. birbirine intestinal karıştırmak. s. bağırsaklara ait. intestine i., anat. bağırsak. intimacy i. samimilik, samimiyet. intimate s. 1. samimi, çok yakın (arkadaş). 2. çok yakın, sıkı: There is an intimate intimate relationship f. üstü kapalı söylemek, between love and ima etmek, hate. Aşk imlemek, ve nefret çıtlatmak. arasında çok yakın bir ilişki var. 3. derin, ayrıntılı (bilgi). 4. özel, intimately z. 1. içtenlikle, samimiyetle. 2. çok yakından: He´s a distant mahrem. i. 1. samimi arkadaş. 2. sırdaş. intimation relative; I don´t i. üstü kapalı know him söyleme, ima.intimately. O uzak bir akraba; kendisini yakından tanımıyorum. The two subjects are intimidate f. gözünü korkutmak, sindirmek, yıldırmak; gözdağı vermek. intimately related. İki konu birbiriyle yakından ilgili. 3. intimidation i. gözünü korkutma, derinlemesine, yıldırma, çok iyi: sindirme; gözdağı She is intimately familiar verme. with Bach´s into music. Bach´ın edat içine; içeri;müziğini -e, -ye. derinlemesine biliyor. into the bargain üstelik, caba. intolerable s. çekilmez, dayanılmaz. intolerance i. hoşgörüsüzlük. intolerant s. of -e karşı hoşgörüsüz. intonation i. 1. ses tonunun yükselip alçalma şekli, tonlanma, titremleme. intoxicant 2. müz. entonasyon, s. sarhoş tonötüm. edici. i. sarhoş eden madde. intoxicate f. 1. sarhoş etmek. 2. mest etmek. 3. tıb. zehirlemek. intoxication i. 1. sarhoşluk. 2. mest olma. 3. tıb. zehirlenme. intractable s. 1. inatçı, serkeş, yola getirilemeyen. 2. kolay kontrol intramuscular edilemeyen. s. kasiçi. intransigence i. uzlaşmazlık. intransigent s. uzlaşmaz, uzlaşması olanaksız. intransitive s., dilb. geçişsiz, nesnesiz (fiil). intransitive verb geçişsiz fiil. intrauterine device tıb. spiral. intravenous s. damariçi. intrepid s. yılmaz, korkusuz, cesur. intricate s. karışık, çapraşık, girişik, girift. intrigue f. 1. merakını uyandırmak, ilgisini çekmek; şaşırtmak. 2. entrika intrigue çevirmek, i. 1. entrika,dalavere hile. 2. çevirmek. 3. gizlice sevişmek. gizli aşk macerası. intrinsic s. asıl, esas, kendine özgü. intrinsical s., bak. intrinsic. intrinsically z. aslında, özünde. introduce f. 1. to ile tanıştırmak: She introduced him to her mother. Onu introduction annesiyle i. 1. tanıtım.tanıştırdı. 2. to -itakdim. 2. tanıştırma, tanıtmak: This book introduces 3. başlangıç, giriş, önsöz. preschool children to biology. Bu kitap okulöncesi çocuklarına introductory s. 1. tanıtıcı. 2. başlangıç ile ilgili. biyolojiyi tanıtıyor. 3. ortaya koymak, ileri sürmek, öne sürmek: introspection i. I´miçgözlem, about toiçebakış. introduce new evidence in support of my thesis. introspectionism Tezimi desteklemek için yeni kanıtlar ortaya koymak üzereyim. i. içebakışçılık. introspectionist 4. into i., s. -e sunmak: The bill was introduced into the Grand içebakışçı. National Assembly. Yasa tasarısı Büyük Millet Meclisine sunuldu. introspectionistic s. 5. içebakışçı. into (soyut bir şeyi) -e (ilk olarak) getirmek, -e tanıtmak: He introspective s. içgözlemsel. introduced double-entry accounting into that firm. O firmaya çift introvert kayıt defter tutma yöntemini o tanıttı. 6. into (somut bir şeyi) -e i. içedönük kimse. (ilk olarak) getirmek/götürmek: The English introduced rabbits intrude f. 1. zorla içeriye sokmak; zorla girmek. 2. istenilmeyen bir yere into Australia. Avustralya´ya tavşanı ilk olarak İngilizler getirdi. izinsiz i. ve davetsiz girmek. intruder 7.1. zorla into giren içine kimse. sokmak: 2. davetsiz The misafir. the needle into the nurse introduced intrusion vein with difficulty. i. 1. zorla Hemşire girme. 2. izinsiz veiğneyi damara davetsiz girme.sokmakta zorlandı. intrusive s. 1. zorla giren. 2. izinsiz ve davetsiz giren. intuition i. sezgi, sezi, içe doğma. intuitionism i., fels. sezgicilik. intuitionist i., s., fels. sezgici. intuitionistic s., fels. sezgici. intuitive s. sezgiyle anlaşılan/öğrenilen, sezgisel. intuitive knowledge sezgiyle edinilen bilgi. intuitively z. sezgiyle. inundate f. 1. su basmak, sel basmak. 2. garketmek. invade f. 1. saldırmak, hücum etmek. 2. istila etmek. invader i. istilacı. invalid s. 1. hasta. 2. yatalak. 3. sakat. invalid s. geçersiz, hükümsüz. invalidate f. geçersizleştirmek, hükümsüz kılmak. invaluable s. çok değerli, paha biçilmez. invariable s. değişmeyen, değişmez, sabit kalan. invariably z. 1. değişmeyerek. 2. aynı şekilde. 3. her zaman. invasion i. istila, saldırı, akın. invective i. ağır hakaret, sövüp sayma, küfür. inveigh f. against -i şiddetle eleştirmek; -i paylamak. invent f. 1. icat etmek, yaratmak. 2. uydurmak. invention i. buluş, icat. inventive s. yaratıcı. inventor i. icat eden, yaratıcı. inventory i. 1. envanter. 2. deftere kayıtlı eşya, demirbaş. inverse s. ters, aksi. i., mat. ters sonuç. inversion i. 1. ters dönme, altüst olma. 2. tersine dönmüş şey. 3. ters invert çevirme. f. 1. tersine4. müz. tersine çevirmek, çalış, etmek. tersyüz enversiyon. 2. dilb., müz. sırasını invertebrate değiştirmek. s. omurgasız. i. omurgasız hayvan. inverted s. 1. tersine çevrilmiş, tersyüz edilmiş. 2. dilb., müz. sırası inverted commas değiştirilmiş. İng. tırnak işaretleri. inverted commas İng. tırnak işaretleri, tırnaklar. invest f. 1. in -e (para) yatırmak. 2. in (bir proje için) investigate (para/emek/zaman) harcamak. 3. with f. 1. hakkında tahkikat/soruşturma (bir makama) yapmak: getirmek. The detective was 4. with (sorumluluk, investigating the yetki murder. v.b.´ni) Dedektif vermek. cinayet 5. (with) hakkında (belirli tahkikatbir) investigation i. 1. tahkikat, soruşturma. 2. araştırma, inceleme. hava vermek: His voice invests what he says yapıyordu. 2. araştırmak, incelemek: They were investigatingwith authority. investigator i. 1. dedektif. Sesi 2. araştırıcı. söylediklerine otoriter bir hava veriyor. 6. ask. kuşatmak, the problem. Problemi araştırıyorlardı. investment muhasara i. 1. yatırım, etmek. envestisman. 2. (sorumluluk, yetki v.b.´ni) verme. investor i. yatırımcı. inveterate s. 1. kökleşmiş, yerleşmiş. 2. müzmin; düşkün, tiryaki. invidious s. 1. kıskandırıcı. 2. haksız. 3. tiksindirici. invigorate f. canlandırmak, güçlendirmek. invincible s. yenilmez. inviolable s. 1. dokunulmaz. 2. bozulamaz, çiğnenemez. inviolate s. bozulmamış, çiğnenmemiş. invisibility i. görünmezlik. invisible s. 1. görülmez, görünmez, gözle seçilemez. 2. çabuk invisibleness kestirilemez. 3. mal. resmi hesaplarda gözükmeyen. i., bak. invisibility. invitation i. 1. davet, çağrı. 2. davetiye. invite f. 1. davet etmek, çağırmak: He invited only his close friends to invite s.o. in the biriniexhibit. buyur Sergiye sadece etmek, birini en yakın içeriye davetarkadaşlarını etmek. davet etti. 2. rica etmek: He invited me to apply for the job. İşe başvurmamı inviting s. çekici, cazip, hoş; davetkâr. rica etti. 3. davet etmek, yol açmak: Carelessness invites invoice i. fatura. f.Dikkatsizlik criticism. faturasını çıkarmak. eleştiriye yol açar. i., k. dili davet. invoke f. 1. (yardım, koruma v.b.´ni) istemek. 2. (Allaha) yakarmak, involuntary yalvarmak. 3. (ruh) s. 1. gayriihtiyari, çağırmak. 4. istemeyerek başvurmak: yapılan, istemsiz.He invoked 2. ruhb. his diplomatic istençsiz, immunity. iradedışı, Diplomatik gayriiradi. dokunulmazlığına başvurdu. involve f. 1. gerektirmek, istemek: Expertise involves practice. Ustalık He invoked Plato in defense of his thesis. Tezini savunmak için involvement pratik i. ister. 1. ilgi, 2. 2. ilişki. in karışma, -e karıştırmak, -e bulaştırmak, bulaşma. 3. k. dili aşk -e sokmak: Don ilişkisi. Eflatun´a başvurdu. ´t involve me in your illegal activities. Beni yasadışı işlerinize invulnerable s. 1. zarar görmekten veya yaralanmaktan tamamen korunmuş. bulaştırmayın. 3. içermek, kapsamak: This problem involves inward 2. fethedilemez; s. 1. içeride ele geçirilmez bulunan, iç. 2.başka (yer). ruhsal, 3. gayet manevi. i. içsağlam: kısım. His other problems. Bu sorun sorunları içeriyor. position in the firm is invulnerable. Firmadaki yeri gayet inward z. 1. içeriye doğru. 2. fikir veya ruhun derinliğine doğru, içe sağlam. inwards doğru. z., bak. inward 2. iodic s. iyotlu. iodine i. iyot. iodisation i., İng., bak. iodization. iodise f., İng., bak. iodize. iodised s., İng., bak. iodized. iodization i. iyotlama. iodize f. iyotlamak. iodized s. iyotlu, iyotlanmış. ion i. iyon. ionic s. iyonik. ionisation i., İng., bak. ionization. ionise f., İng., bak. ionize. ionization i. iyonlaşma, iyonlanma. ionize f. iyonlaştırmak; iyonlaşmak. ionosphere i. iyonyuvarı. iota i. zerre, nebze: There´s not an iota of truth in it. Onda zerre irascible kadar s. çabukgerçeklik öfkelenen,yok.sinirli, huysuz. irate s. öfkeli, hiddetli, kızgın. ire i. öfke, hiddet, kızgınlık. iridescent s. yanardöner. iris i. 1. anat. iris. 2. bot. süsen, iris, Iris. irk f. 1. bıktırmak, usandırmak. 2. canını sıkmak, sinirlendirmek. irksome s. can sıkıcı, bıktırıcı, usandırıcı. iron i. 1. demir. 2. ütü. 3. maden uçlu golf sopası. s. 1. demir, iron foundry demirden dökümhane, yapılmış. 2. demir gibi. f. ütülemek. demirhane. iron gray demirkırı. iron out 1. ütüleyerek (buruşuklukları) gidermek. 2. (pürüz, sorun v.b. ironic ´ni) gidermek. s. inceden inceye alay eden, alaylı, ironik. ironical s., bak. ironic. ironing i. 1. ütüleme: Have you done the ironing? Çamaşırları ütüledin ironing board mi? 2. ütülenecek çamaşırlar: She´s got a lot of ironing to do. ütü tahtası/masası. Çok ütü işi var. 3. ütülenmiş/ütülü çamaşırlar. ironmonger i., İng. nalbur. ironwork i. (bir şeye ait) demir kısımlar, demirler. ironworks i. demirhane. irony i. 1. ironi, istihza. 2. insana alay gibi gelen bir tesadüf. irony of fate kaderin cilvesi. irrational s. 1. akılsız, mantıksız. 2. akıldışı, usdışı, irrasyonel. irrationalism i., fels. usdışıcılık, irrasyonalizm. irrationally z. mantıksızca. irreconcilable s. uzlaştırılamaz, barıştırılamaz. i. 1. uzlaşmaz kimse. 2. çoğ. irrecoverable uyuşmayan fikirler.2. geri alınamaz. s. 1. düzeltilemez. irredeemable s. 1. kurtulamaz. 2. paraya çevrilemez. 3. bedeli ödenerek irrefutable kurtarılamaz. 4. çaresiz. s. aksi iddia edilemez, su götürmez, çürütülemez. irregular s. 1. düzensiz, kuralsız. 2. yolsuz, usulsüz. 3. çarpık, düz irrelevant olmayan. s. konu dışı;4. başıbozuk to ile ilgisi (asker). olmayan. 5. dilb. kuraldışı. irremediable s. 1. çaresiz. 2. tedavisi olanaksız. irreparable s. onarılamaz, tamir olunamaz; onulmaz, çaresiz. irreplaceable s. yeri doldurulamaz. irrepressible s. 1. bastırılamayan, frenlenemeyen, önüne geçilemeyen. 2. irreproachable zaptolunmaz, s. kusur bulunamaz,gemlenmez. aleyhinde söylenecek bir şey olmayan, irresistible kusursuz. s. karşı konulmaz, dayanılmaz, çok çekici. irresolute s. kararsız, ikircimli, mütereddit. irresolvable s. çözülemez. irrespective s. of -e bakmaksızın. irresponsibility i. sorumsuzluk. irresponsible s. sorumsuz. irretrievable s. 1. bir daha ele geçmez. 2. telafi edilemez. irreverence i. saygısızlık. irreverent s. saygısız. irreversible s. 1. ters çevrilemez. 2. değiştirilemez, geri alınamaz. 3. kim., irrevocable fiz. tersinmez. s. geri alınamaz, değişmez, değiştirilemez. irrigate f. 1. (toprağı) sulamak. 2. tıb. yıkamak, lavaj yapmak. irrigation i. 1. (toprağı) sulama. 2. tıb. yıkama, lavaj. irritable s. çabuk kızan, sinirli. irritant s. 1. sinirlendirici. 2. tahriş edici. i. 1. tahriş edici şey. 2. irritate sinirlendirici şey. f. 1. sinirlendirmek. 2. tahriş etmek. irritating s. 1. sinirlendirici. 2. tahriş edici. irritation i. 1. kızgınlık, öfke. 2. tahriş, kaşındırma. is bak. be. island i. ada. islander i. adalı. isle i. ada. islet i. adacık. isn`t kıs. is not. isobar i. izobar, eşbasınç. isolate f. 1. yalnız bırakmak, izole etmek. 2. ayırmak; tecrit etmek. 3. isolated mahsur s. bırakmak. 1. tenha. 4. kim. 2. yalnız, ayırmak. tek başına kalmış; tek. 3. tek tük: isolated isolation instances of cholera tek tük kolera vakaları. i. 1.tenhalık; yalnızlık. 2. yalnız bırakma, 4.etme. izole mahsur3. kalan. ayırma; isomer tecrit etme. i., kim. izomer. 4. kim. ayırma. isomeric s. izomerik. isomerism i. izomerizm. isomorph i. izomorf, eşbiçim. isomorphic s. izomorfik, eşbiçimli. isomorphism i. izomorfizm, eşbiçimlilik. isosceles s. ikizkenar. isosceles triangle geom. ikizkenar üçgen. isotherm i. izoterm, eşsıcak. isotope i. izotop, yerdeş. issue f. 1. yayımlama, yayım, basım. 2. konu. 3. sorun, mesele. 4. issue of shares sonuç, netice.ihracı. hisse senedi 5. sayı, nüsha. 6. boşalma yeri. 7. boşalma, çıkış. 8. dağıtım. 9. huk. çocuklar, füru. 10. mal. piyasaya sürme, isthmus i., coğr. kıstak, berzah. emisyon. it zam. o; onu; ona. i. (oyunlarda) ebe. it`d kıs. 1. it had. 2. it would. it`ll kıs. it will. it`s kıs. 1. it is. 2. it has. italic s. italik. i., gen. çoğ. italik. italicise f., İng., bak. italicize. italicize f. italik harflerle basmak. itch f. kaşınmak, kaşıma isteği duymak. i. 1. kaşıntı, kaşınma. 2. itch mite arzu, istek. uyuzböceği. itchy s. 1. insanı kaşındıran, teni dalayan (kumaş/giysi). 2. kaşınan, item kaşıntısı i. 1. parça,olan. kalem, adet. 2. madde, fıkra. 3. gazet. haber. 4. itemise hesapta tek rakam. f., İng., bak. itemize. itemize f. ayrıntılarıyla yazmak. itinerant s. dolaşan, gezgin, seyyar. i. gezginci, seyyar kimse. itinerary i. 1. yol. 2. seyahat programı. 3. yolcu rehberi. s. 1. yola ait. 2. its yolculukla zam. onun ilgili. (it´in iyelik hali). itself zam. kendi, kendisi. ivory i. 1. fildişi. 2. fildişi rengi. ivory tower fildişi kule. ivy i., bot. duvarsarmaşığı, ağaçsarmaşığı, sarmaşık, hedera. J, j i. J, İngiliz alfabesinin onuncu harfi. jab f. (--bed, --bing) 1. dürtmek, itmek. 2. saplamak. i. 1. dürtme. 2. jabber saplama. f. 1. çabuk3.çabuk İng., k. dili iğne, iğne konuşmak. yoluyla verilenşekilde 2. anlaşılmayacak ilaç. jack konuşmak. i. 1. oto. kriko, kaldırıcı. 2. adam; köylü. 3. gemici. 4. bocurgat. jackal 5. isk. oğlan, i., zool. çakal,bacak, vale. 6. (bazı oyunlarda) top. 7. argo para. Canis aureus. 8. elek. priz. 9. den. cıvadra sancağı. 10. erkek eşek. 11. erkek jackass i. 1. erkek eşek. 2. ahmak adam, eşek herif, marsıvan eşeği. tavşan. 12. çoğ. beş taş oyunu. f. up 1. kriko ile kaldırmak. 2. jackboot i. 1. kaba kuvvet. bocurgatla 2. kaba kaldırmak. kuvvet 3. bir kimseyekullanan kimse, görevini zorba. f. kaba hatırlatmak. jackdaw kuvvetle başkasını boyun i., zool. küçükkarga, eğmeye cücekarga, zorlamak. Corvus s. kaba kuvvete monedula. dayanan. jacket i. 1. ceket. 2. şömiz. 3. mak. silindir ceketi. jackknife çoğ. jack.knives (cäk´nayvz) i. büyük çakı. jack-of-all-trades i. elinden her iş gelen kimse, on parmağında on marifet olan jackpot kimse. i., isk. pot, ortada biriken para. jade i. yeşim. jade i. 1. hafifmeşrep kadın. 2. yaşlı ve işe yaramaz at, düldül. f. çok jaded yormak. s. 1. çok yorgun, bitkin. 2. isteksiz, bıkkın. Jaffa i. yafa, yafa portakalı. Jaffa orange yafa, yafa portakalı. jag i. 1. viraj, keskin dönüş. 2. diş, sivri uç. f. (--ged, --ging) diş diş jagged etmek, çentmek.sivri uçlu. s. dişli, çentikli, jaguar i. jaguar, jagar. jail i. hapishane, mahpushane. f. hapse atmak, hapsetmek. jailbird i., k. dili 1. mahkûm, mahpus. 2. (vaktiyle hapis yatmış) sabıkalı. jailbreak i. firar, hapishaneden kaçma. jailer i. gardiyan. jailhouse i. hapishane, mahpushane. jaloppy i., argo, bak. jalopy. jalopy i., argo külüstür otomobil, düldül. jam f. (--med, --ming) 1. tıkmak, sıkıştırmak. 2. hıncahınç doldurmak; jam tıkmak: They are going to jam all of us into that small room. i. reçel, marmelat. Hepimizi o küçük odaya tıkacaklar. 3. sıkışmak, kilitlenmek, jam on the brakes frene kuvvetle basıvermek. kenetlenmek; sıkıştırmak, kilitlemek, kenetlemek: The paper jam session cazcıların keeps bir araya jamming betweengelip the doğaçtan rollers.çaldığı Kâğıt hacazbire müziği. merdanelerin jam session arasına cazcılarınsıkışıyor. bir arayaI jammed my finger gelip doğaçtan in thecaz çaldığı door. Parmağımı müziği. Jamaica kapıya sıkıştırdım. 4. radyo parazit yapmak, yayını bozmak. i. 1. i. Jamaika. tıkanıklık, sıkışıklık. 2. kalabalık, izdiham, yığılışma. 3. sıkışma, Jamaican i. Jamaikalı.kenetlenme. kilitlenme, s. 1. Jamaika, 4.Jamaika´ya özgü. 2. k. dili zor durum. 5. Jamaikalı. radyo parazit. jamb i. kapı veya pencerenin dik yanı veya kenar pervazı. jamboree i., argo cümbüş, eğlenti, gırgır. jam-packed s. dopdolu, hıncahınç dolu, tıklım tıklım. Jan kıs. January. jangle f. 1. ahenksiz ses çıkarmak. 2. kavga etmek, çekişmek. i. 1. janissary ahenksiz i. yeniçeri. ses. 2. gürültü. janitor i. kapıcı; odacı. janizary i., bak. janissary. January i. ocak ayı. Jap kıs. Japan, Japanese. Japan i. Japonya. Japanese i. 1. (çoğ. Jap.a.nese) Japon. 2. Japonca. s. 1. Japon. 2. Japonca. Japanese cedar bot. kriptomerya, Cryptomeria japonica. Japanese maple bot. japonakçaağacı, Acer palmatum. Japanese persimmon bot. trabzonhurması, Diospyros kaki. Japanese plum bot. maltaeriği, yenidünya, Prunus salicina. Japanese quince bot. japonayvası, Chaenomeles lagenaria. japonica i., bot. japonayvası, Chaenomeles lagenaria. jar f. (--red, --ring) 1. kulak tırmalayıcı bir ses çıkarmak. 2. jar zangırdatmak; i. kavanoz. zangırdamak. 3. (with) (-e) ters düşmek, (ile) çatışmak. 4. on/upon sinirlendirmek. 5. sarsmak; sarsılmak. i. 1. jargon i. 1. anlaşılmaz dil. 2. meslek argosu. 3. özel dil. sarsıntı; şok. 2. zangırtı. jasmine i., bot. yasemin, Jasminum. jaundice i. 1. tıb. sarılık. 2. hoşnutsuzluk; karamsarlık; düşmanlık; jaundiced kıskançlık; s. 1. sarılıkönyargı. olmuş. 2. hoşnutsuz; karamsar; düşmanca; jaunt kıskançlık dolu; önyargılı. f. gezmek. i. gezinti. jauntily z. kaygısızca, fütursuzca. jaunty s. 1. neşeli, şen, kaygısız. 2. gösterişli, şık. Java i. Cava. Javan i. Cavalı. s., bak. Javanese. Javanese i. 1. (çoğ. Jav.a.nese) Cavalı. 2. Cavaca. s. 1. Cava, Cava´ya javelin özgü. i. cirit.2. Cavaca. 3. Cavalı. javelin throw cirit atma, cirit. jaw i. 1. çene. 2. çoğ. ağız. 3. argo çene çalma, laflama. f., argo 1. jawbone çene çalmak, i., anat. laflamak. çenekemiği. 2. dırlanmak. f., argo tehditle baskı yapmak. jawbreaker i., k. dili 1. çok sert akide şekeri. 2. söylenişi zor sözcük. jay i., zool. alakarga, kestanekargası, Garrulus glandarius. jaywalk f., k. dili (yaya) yaya geçidi olmayan bir yerde karşıdan karşıya jaywalker geçmek; i. caddeyi(yaya) trafik kurallarına trafik kurallarına uymadan uymadan geçenkarşıdan kimse. karşıya geçmek. jazz i., s. caz. jazz band cazbant. jazz up argo canlandırmak, hareketlendirmek. jealous s. kıskanç. jealously z. kıskançlıkla. jealousy i. kıskançlık. jean i. cin kumaş. --s i. cin, cin pantolon; blucin. jeep i. cip. jeer f. (at) bağırarak/kahkahalar atarak (ile) alay etmek. i. alaylı jell bağırış/kahkaha. f. 1. donmak, pelteleşmek. 2. k. dili biçimlenmek, jello belirginleşmek. i. (meyve tadında, pelteye benzeyen) jöle. jelly i. 1. (reçel veya marmelada benzeyen) jöle. 2. İng., bak. jello. f. jellybean pelteleştirmek; i. içi jöleli fasulyepelteleşmek. biçiminde bir şeker. jellyfish i. 1. denizanası, medüz. 2. k. dili kararsız kimse. jeopardise f., İng., bak. jeopardize. jeopardize f. tehlikeye atmak, tehlikeye sokmak. jeopardy i. 1. tehlike, nazik durum. 2. huk. yargılanan sanığın cezaya jerboa çarpılma olasılığı.çölfaresi, çölsıçanı, Dipus. i., zool. cırboğa, jerk i. 1. şiddetli ve ani çekiş. 2. silkinme; silkme. 3. büzülme, jerk burkulma. f. 4. k. ve 1. birdenbire dilişiddetle pis/aşağılık herif.2. silkip atmak. 3. fırlatmak. çekmek. jerk off 4. sarsıla sarsıla gitmek. argo otuz bir çekmek, abaza çekmek, mastürbasyon yapmak. jerk out kesik kesik ve hızlı söylemek. jerkily z. sarsıntılarla, sarsarak. jerky s. 1. sarsıntılı. 2. spazmodik. 3. argo aptal, salak. jerry i., İng., k. dili lazımlık, oturak. jerry-built s. kötü malzemeyle yapılmış. jersey i. 1. jarse. 2. İng. kazak, süveter, pulover. Jerusalem i. Kudüs. Jerusalem artichoke yerelması. Jerusalem artichoke yerelması. jessamine i., bot., bak. jasmine. jest i. şaka, latife, alay. f. latife etmek, şaka söylemek; şaka etmek. jester i. soytarı, maskara. Jesus i. Hz. İsa. Jesus! ünlem Allah Allah! jet s. simsiyah, kapkara. jet f. (--ted, --ting) 1. fışkırtmak; fışkırmak. 2. jetle yolculuk jet lag yapmak. (uzun biri.uçak 1. jet. 2. fışkırma. 3.sonra) yolculuğundan fıskıye. zaman farkından doğan jet plane uyku düzensizliği, yorgunluk jet uçağı, jet, tepkili uçak. v.b. jet propulsion tepkili çalıştırma, jetli sürüş. jet setter jet sosyeteden bir kimse. jet-black s. simsiyah. jet-propelled s. 1. tepkili (uçak). 2. jet gibi hızlı. 3. enerjik, hareketli. jettison f. (tehlike anında gemiyi hafifletmek için) (yükü) denize atmak. jetton i. jeton. jetty i. 1. dalgakıran, mendirek. 2. kâgir iskele. Jew i., s. Musevi, Yahudi. jewel i. 1. değerli taş, cevher, mücevher. 2. cep saatinin içindeki taş. jeweled 3. değerli taşla/taşlarla s. değerli kimse/şey. f. süslü. (--ed/--led, --ing/--ling) değerli taşlarla süslemek. jeweler i. kuyumcu, mücevherci. jewelled s., İng., bak. jeweled. jeweller i., İng., bak. jeweler. jewellery i., İng., bak. jewelry. jewelry i. mücevherat, mücevher. jewelry store kuyumcu dükkânı. Jewish s. Musevi, Yahudi. jib i., den. flok yelkeni. f. (--bed, --bing) İng. (at) (-e) karşı gelmek, jibe itiraz etmek; f. 1. den. (bir ile bumba şeyi yapmaktan) seren çekinmek; veya yelkeni rüzgâr(bir şey hakkında) yönünde tereddüde giderken kapılmak. kavanço etmek. 2. with k. dili -e uymak, ile uyuşmak. jiff i., bak. jiffy. jiffy i., k. dili an, lahza. jiggered s. jiggery-pokery i., İng., k. dili katakulli, oyun, hile. jiggle f. salınmak, dingildemek, ırgalanmak; sallamak. i. 1. titreme. 2. jigsaw hafif sallantı. i. motorlu oyma testeresi. jigsaw puzzle kesilmiş parçaları birleştirerek oynanan resim-bilmece. jihad i. cihat. jilt f. (sevgilisini) terketmek. i. sevgilisini terkeden kız. jimmy i. (hırsızların kullandığı) ufak levye. f. (hırsızların kullandığı) ufak jimsonweed levye ile şeytanelması. i. tatula, açmak. jingle i. 1. şıngırtı; çıngırtı; şıkırtı. 2. (tekerleme gibi) kısa şiir. 3. jinks tekerlemeli i. şarkı. f. şıngırdatmak; çıngırdatmak; şıkırdatmak. jinni i. cin. jinx i., argo uğursuz şey/kimse, uğursuzluk. f. uğursuzluk getirmek. jitters i., k. dili the aşırı sinirlilik. jittery s., k. dili çok sinirli. jiujitsu i., bak. jujitsu. job i. iş, görev, vazife, memuriyet. job work götürü iş. jobber i. 1. toptancı, toptan mal satan tüccar, toptan dağıtımcı. 2. jobless parça s. işsiz.başına çalışan işçi. jockey i. cokey. jockey f. dalavere ile kandırmak. jockey for position (bir yarışta) daha avantajlı bir yere geçmeye çalışmak. jockstrap i. suspansuvar. jocular s. 1. şakalı, şaka yollu. 2. şakacı. jocularity i. şakacılık. jocularly z. şaka olarak. jog f. (--ged, --ging) 1. itmek, sarsmak, dürtmek. 2. yavaş koşmak, jog s.o.´s memory jogging (bir şeyiyapmak. i. 1. için hatırlatmak dürtme. ipucu2.vererek) yavaş koşma. birinin belleğini jogging canlandırmak. i. yavaş koşma, jogging. joggle f. 1. hafifçe sarsmak, yavaşça sallamak; hafifçe join sarsılmak/sallanmak. f. 1. (kulüp, parti v.b.´ne)2. geçme ile tutturmak. katılmak. 2. buluşmak.i. 1.3.birden birleştirmek; dürtme, birleşmek. sallama. 4. 2. sarsıntı. bağlamak; 3. geçme. bağlanmak. 5. k. dili bitişmek. 6. in -de join battle çarpışmaya başlamak. yer almak, -e katılmak. i. 1. bitişme noktası. 2. birleşme; join battle savaşa girişmek. bitişme. join hands el ele tutuşmak. join up k. dili 1. asker yazılmak. 2. üye yazılmak. joiner i. 1. birçok derneğe/gruba üye olan kimse; birçok yere üye olma joinery meraklısı. 2. İng. doğramacı; i., İng. doğramacılık; marangoz. marangozluk. joint i. 1. anat. eklem, mafsal. 2. ek. 3. ek yeri. 4. kasap. büyük et joint parçası. 5. bot. bitişmiş. s. 1. birleşmiş; düğüm, boğum. 2. ortak,6.müşterek. argo gece kulübü; bar; lokanta. 7. argo afyon çekilen veya kumar oynanan batakhane. joint account tic. müşterek hesap. 8. argo esrarlı sigara. f. 1. bitiştirmek, eklemek, raptetmek. 2. joint account müşterek ek veya oynakhesap. yeri yapmak. 3. (eti) oynak yerlerinden ayırmak. joint creditors müteselsil alacaklılar. joint debtors müteselsil borçlular. joint heir mirasta ortak. joint owner mülkiyette/tasarrufta ortak; paydaş. joint-stock company tic. joint surety anonim müteselsil şirket. kefil. jointed s. eklemli, mafsallı. jointly z. ortaklaşa, birlikte. joist i. kiriş; putrel. joke i. şaka, latife, nükte. f. şaka yapmak, şaka etmek. joker i. 1. şakacı kimse. 2. isk. joker. jokingly z. şaka ederek, şakayla. jolly s. 1. şen, neşeli. 2. neşe verici. 3. İng., k. dili hoş, güzel. z., İng., jolly a place up k. birdili bayağı, yeri gerçekten:bir neşelendirmek; This yereis sevimli jolly good! İng. Bu bir hava bayağı iyi! vermek. Jolly good! Çok iyi!/Aferin! f., İng. jolly s.o. along birini tatlı sözlerle teşvik etmek. jolly s.o. into tatlı sözlerle birini (bir şeye) ikna etmek. jolly s.o. out of tatlı sözlerle birini (bir şeyden) vazgeçirmek. jolly well Bir sözü pekiştirmek için kullanılır: He´ll jolly well have to. jolt Yapmaktan f. 1. sarsmak; başka çaresi yok. sarsılmak. 2. şaşkına çevirmek, şoke etmek. i. 1. jonquil sarsma, sarsıntı. 2. şok. i., bot. fulya, zerrin, Narcissus jonquilla. Jordan i. Ürdün. Jordanian i. Ürdünlü. s. 1. Ürdün, Ürdün´e özgü. 2. Ürdünlü. josh f., k. dili takılmak, şaka etmek, alay etmek. jostle f. itip kakmak, itelemek, dürtüklemek. i. itip kakma. jot f. (--ted, --ting) down yazmak, not etmek. i. zerre, nebze: I won ´t change a jot of it! Bir noktasını bile değiştirmem! Don´t you miss a jot or a tittle! En ufak bir noktayı kaçırma! joule i., fiz. jul. journal i. 1. günlük, günce. 2. dergi; gazete. 3. den. seyir defteri. 4. tic. journalism günlük defter, yevmiye defteri. i. gazetecilik. journalist i. gazeteci. journey i. yolculuk, gezi, seyahat, sefer, yol. f. yolculuk etmek. journeyman çoğ. jour.ney.men (cır´nimîn) i. ustabaşı. jovial s. şen, neşeli. joviality i. şenlik, neşe. jovialness i., bak. joviality. jowl i. çene kemiği, alt çene. joy i. sevinç, keyif, haz, neşe. joyful s. sevinçli, sevindirici, neşeli, neşeyle dolu. joyfully z. neşeyle. joyous s. sevinçli, keyifli, neşeli. joyride i. otomobil gezintisi; çalıntı araba ile gezme. joystick i. 1. uçakta manevra kolu. 2. bilg. kumanda kolu. JP kıs. Justice of the Peace. Jr kıs. Junior. jubilant s. sevinçli, coşkun. jubilation i. coşkulu sevinç, coşku. jubilee i. 1. herhangi bir olayın ellinci yıldönümü. 2. evlilikte altın yıl. 3. Judaism jübile. i. 1. Musevilik, Musevi dini. 2. Musevi olma, Musevilik. 3. Musevi Judas âlemi. i. Judas tree bot. erguvanağacı, erguvan, Cercis siliquastrum. Judeo-German i., s., bak. Yiddish. Judeo-Spanish i., s. Yahudi İspanyolcası. judge i. 1. yargıç, hâkim. 2. hakem. 3. bilirkişi. f. 1. yargılamak. 2. judge by externals hakemlik görünüşeetmek. dayanarak3. hüküm hükmevermek; varmak.hükmetmek. 4. tahmin etmek. judgement i., bak. judgment. judgment i. hüküm, karar, yargı. Judgment Day kıyamet günü. judicial s. adli, hukuki, türel. judiciary s. adli, hukuki; yargılama ile ilgili. i. 1. adliye. 2. yargıçlar. judicious s. akıllıca, tedbirli, sağgörülü, mantıklı. judo i. judo. judoist i. judocu. jug i. 1. testi. 2. İng. (kulplu) sürahi. 3. argo hapishane, kodes. juggle f. 1. hokkabazlık yapmak. 2. el çabukluğu ile marifet yapmak. 3. juggle the books hile yapmak. aldatmak için4.hesap aldatmak. i. 1. hokkabazlık. defterlerini 2. hile. karıştırıp hazırlamak. juggler i. 1. hokkabaz, jonglör. 2. hilekâr kimse. Jugoslav i., s., bak. Yugoslav. Jugoslavia i., bak. Yugoslavia. Jugoslavian i., s., bak. Yugoslavian. Jugoslavic s., bak. Yugoslavic. jugular s. boyuna ait. jugular vein şahdamarı. juice i. 1. özsu. 2. sebze/meyve/et suyu. 3. argo cereyan, elektrik. 4. juiceless argo benzin.olmayan, s. özü/suyu 5. argo kuvvet, kuru. enerji. juicy s. 1. özlü, sulu. 2. k. dili herkesin merak ettiği (ayrıntılar); jujitsu herkesin merak ettiği ayrıntılarla dolu. i., spor jiujitsu. jujube i., bot. hünnap, çiğde. jukebox i. para ile plak çalan otomatik pikap. Jul kıs. July. July i. temmuz. jumble i. 1. düzensiz karışım; karmakarışık şey; karışıklık, düzensizlik. jumble sale 2. İng.İng. dini/hayırsever dini/hayırsever birbir kurum kurum yararına yararına satılmak yapılan üzere eşya kullanılmış biriktirilen kullanılmış eşya. 3. İng. dini/hayırsever bir kurum satışı. jumbo s. çok büyük, kocaman. yararına yapılan kullanılmış eşya satışı. f. düzensiz bir şekilde jump i. 1. atlama, sıçrama. 2. (parayla ilgili bir miktarda) ani karışmak/karıştırmak. jump yükselme, fırlama. f. 1. atlamak, sıçramak, zıplamak; sıçratmak, zıplatmak, jump a train fırlatmak, atlatmak. 2. üzerinden atlamak. 3. (fiyat) fırlamak. trene atlamak. jump around hoplayıp zıplamak. jump at (fırsattan) hemen faydalanmaya bakmak; (teklifi/daveti) hemen jump at a conclusion kabul acele etmek. hüküm vermek. jump down s.o.´s throat k. dili birini haşlamak/azarlamak. jump down s.o.´s throat k. dili birini sert bir şekilde azarlamak, birini haşlamak, birine jump for joy sapartayı göbek atmak,vermek. çok sevinmek. jump on s.o. birini terslemek, birine çıkışmak. jump one´s bail kefalet altındayken duruşmaya gelmemek. jump out of (bir yerden) (dışarı) atlamak. jump out of one´s skin k. dili hayretle yerinden sıçramak; ödü kopmak, ödü patlamak, jump out of the frying pan yüreği ağzına gelmek: I nearly k. dili yağmurdan kaçıp doluyajumped out of my skin! Ödüm tutulmak. into the fire koptu!/Yüreğim ağzıma geldi! jump over -in üstünden atlamak, -den atlamak. jump rope ip atlamak. jump seat oto. straponten. jump ship (tayfa) gemiyi haber vermeden terketmek. jump the gun başlanması gereken zamandan önce başlamak. jump the gun k. dili 1. vaktinden evvel davranmak. 2. işaret verilmeden jump the queue başlamak. 3. (yarışta) İng. hakkı yokken hatalı sırada çıkış yapmak. bekleyenlerin önüne geçmek. jump the track (tren) hattan çıkmak. jump the track (tren) raydan çıkmak. jump to conclusions her şeyi bilmeden/yeterince düşünmeden hemen bir jump to one´s feet sonuca/karara ayağa fırlamak.varmak. jump up and down hoplayıp zıplamak. jumping-off place 1. dünyanın öbür ucu. 2. jump/get on the bandwagon başlama noktası, başlangıç k. dili başkalarının yeri/noktası. yaptığı bir eyleme katılmak. jump/skip bail k. dili (kefaletle tahliye edilen sanık) hazır bulunması gereken jumper duruşmaya i. 1. atlayangelmemek. kimse. 2. delgi. 3. elek. geçici olarak kullanılan jumper bağlantı teli. i. 1. bluz/kazak üzerine giyilen kolsuz elbise. 2. çocuklara jump-start giydirilen pantolonlu f. aküsü bitmiş motorun ceket, tulum. 3.başka aküsünden İng. (kadın için) kazak, bir motorun aküsüne süveter, tel pulover. bağlayarak (aküsü bitmiş olanın motorunu) çalıştırmak. jumpy s. sinirli, sinirleri gergin, diken üstünde. Jun kıs. June, Junior. junction i. 1. bitişme, birleşme. 2. birleşme yeri, kavşak. 3. d.y. makas. junction box elek. buat, kutu. juncture i. 1. bitişme, bağlantı. 2. oynak yeri. 3. dikiş yeri. 4. önemli an. June 5. aralık, zaman. i. haziran. June bug zool. haziranböceği, Phyllopertha. Juneberry i., bot. kayaarmudu, Amelanchier canadensis. jungle i. cengel, cangıl. junior s. 1. yaşça küçük. 2. kıdemce aşağı, ast. 3. iki kişiden küçük junior college olanı. 4. b.h. küçük üniversitenin birinci(Babasıyla aynıöğretim ve ikinci sınıf adı taşıyan kimsenin adına programını eklenir.). uygulayan 5. spor genç. iki senelik i. 1. yaşça küçük kimse. 2. mevki veya okul.7., 8. ve 9. sınıfları kapsayan junior high school ilkokul ile lise arasındaki ortaokul. kıdemce küçük olan kimse. 3. lise veya üniversitede sondan bir önceki sınıf öğrencisi. juniper i. ardıç. junk i. Çin yelkenlisi. junk i. 1. atılacak eşyalar; hurdalar: That car´s a piece of junk. O junk food arabanın tadı güzel,hurdası çıkmış.az besin değeri 2.olan tapon mal. 3. argo uyuşturucu yiyecek. maddeler; uyuşturucu; eroin: Get off that junk! O zıkkımı bırak junk heap argo hurdası çıkmış araba. artık! f., k. dili çöpe atmak. junk mail reklam olarak gelen posta. junkie i., argo keş, uyuşturucu bağımlısı; eroinman. junkman çoğ. junk.men (c^ngk´mîn) i. eskici; hurdacı. junkyard i. hurda deposu, hurdalık. junta i. cunta. Jupiter i., gökb. Jüpiter, Erendiz. jurisdiction i. 1. huk. yargı hakkı, yargılama hakkı. 2. yetki. 3. hükümet, jurisprudence hükümetin i. hukuk ilmi, nüfuz dairesi. hukuk. jurist i. hukuk ilmi uzmanı; hukukçu. juror i. jüri üyesi. jury i. 1. jüri, yargıcılar kurulu. 2. jüri, seçiciler kurulu, seçici kurul. just s. 1. adaletli, adil. 2. haklı, yerinde, doğru. just z. 1. tam: just across from us tam karşımızda. just at that spot Just a sec! tam o noktada. k. dili Bir saniye!just in time tam vaktinde. That´s just what I´ve been looking for. O tam aradığım şey. 2. hemen, şimdi, biraz just about 1. -mek üzere: I was just about to leave. Tam çıkmak önce: She has just arrived. Şimdi geldi. I was just going out the just like üzereydim. aynı, when 2. hemen tıpkı: Fehmi looks hemen: just We´re like just about his father. Fehmi finished. Hemen tıpkı babasına door the telephone rang. Tam kapıdan çıkıyordum ki hemen bitirdik. benziyor. That´s She´s just acted like in justisn´t Behzat, about it? every O tam play you can Behzat´ça bir just my luck telefon tam benim çaldı.şansıma. 3. ancak, yalnız, sadece: There are just two new thinkdeğil şey, of. Hemen mi? hemen bildiğin her oyunda rol aldı. just now students 1. şimdi. this year.önce: 2. biraz Bu seneTheyancakwere iki here yeni öğrenci just var. 4. now. Biraz anca, önce ancak, zorla, buradaydılar. güçlükle, güçbela: From that window you can just just so 1. seeçok düzenli a bit of thebir halde: Galata She keeps Tower. her houseGalata O pencereden just so. Evini çok kulesinin just so muntazam belirli bir azıcık tutuyor. bir kısmını şekilde/bir anca2.sisteme çok dikkatli göre bir görebilirsin. Herşekilde: düzenlenmiş. house is When just you´re with within the them city you limits. have to behave just so. Onlarla beraberken çok just the same 1. yine de, Evi bunaanca şehrin2.sınırları rağmen. tıpatıpiçinde aynı. kalıyor. dikkatli davranman lazım. 3. şartıyla: Go where you will, just so just the same 1. gene you de, yine get back herede: by She six. described Nereye gitmek the apartment´s istersen git,condition, ancak her just then but just halükârda the same altıda I would burada tam o sırada; tam o anda. like ol. to see it for myself. Dairenin durumu hakkında bilgi verdi ama yine de kendim görmek just there tam orada. istiyorum. Thanks just the same. Gene de teşekkür ederim. 2. Just think! Bir tıpkıdüşün!/Düşünsene!: eskisi gibi: ´´Has the Just think! town This time ´´No, changed?´´ tomorrow we´ll it looks justbe just to spite in the Tibet! same.´´ -e inat: Düşünsene! He´s´´Kasaba doing this Yarın değişti bu saatte just tomi?´´ Tibet´de spite´´Hayır, olacağız! tıpkı eskisi them. Onlara gibi inat bunu Just try and catch me! gözüküyor.´´ yapıyor. k. dili Haydi, yakala bakalım! just under the wire k. dili son anda, ucu ucuna. Just what the fuck do you Ne demek istiyorsun be? mean? justice i. 1. adalet, hak. 2. haklılık, yerindelik, doğruluk. justice of the peace sulh hâkimi. justice of the peace sulh hâkimi. justification i. 1. haklı çıkarma/çıkma. 2. haklı neden, gerekçe. 3. matb., bilg. justify metnin sağ kenarını f. 1. doğrulamak, hizalama. haklı çıkarmak. 2. suçsuzluğunu kanıtlamak, justly temize çıkarmak. 3. matb., bilg. z. 1. adaletle, adil bir şekilde. 2.metnin sağ kenarını hizalamak. haklı olarak. jut f. (--ted, --ting) 1. out çıkıntı yapmak, çıkık olmak. 2. çıkmak, jute uzanmak. i. jüt, muhliye. juvenile s. 1. genç; gençliğe özgü. 2. olgunlaşmamış, çocuksu. i. genç; juvenile court çocuk. çocuk mahkemesi. juvenile delinquency çocuğun suç işlemesi. juvenile delinquent çocuk suçlu. juvenile delinquent suçlu çocuk. juxtapose f. birbirine yakın koymak; yanyana koymak. juxtaposition i. 1. birbirine yakın koyma; yanyana koyma. 2. birbirine yakın k bulunma/bulundurma; kıs. kilogram, karat; elek. yanyana bulunma/bulundurulma. capacity. K, k i. K, İngiliz alfabesinin on birinci harfi. Kaaba i. Kâbe. kale i. karalahana. kaleidoscope i. çiçek dürbünü, kaleydoskop. Kampuchea i. Kampuçya, Kamboçya, Kamboç. Kampuchean i. 1. Kampuçyalı, Kamboçyalı, Kamboçlu. 2. Kampuçça, kangaroo Kamboçça. s. 1. Kampuçya, i., zool. kanguru, Kampuçya´ya özgü. 2. Kampuçça. Macropodidae. 3. Kampuçyalı. kaput s., argo mahvolmuş. karat i. ayar, altın ayarı. karate i. karate. Karelia i. Karelya. Karelian i. 1. Karelyalı. 2. Karelyaca. s. 1. Karelya, Karelya´ya özgü. 2. karyokinesis Karelyaca. 3. Karelyalı. i., biyol. karyokinez, mitoz. Kashmir i. Keşmir. Kashmir´i i., s. Keşmirli. Kashmir´ian s. 1. Keşmir, Keşmir´e özgü. 2. Keşmirli. i. Keşmirli. Kazak i., s., bak. Kazakh. Kazakh i., s. 1. Kazak. 2. Kazakça. Kazakhstan i. Kazakistan. Kazakstan i., bak. Kazakhstan. keel i. gemi omurgası, karina. f. alabora etmek. keel over 1. alabora olmak. 2. birden devrilip düşmek. keelage i. liman resmi. keen s. 1. keskin, sivri. 2. acı. 3. sert, şiddetli, keskin. 4. kuvvetli, keenly yoğun. 5. keskin z. 1. şiddetle. (göz/zekâ). 6. gözü açık, zeki. 7. İng., k. dili çok 2. şevkle. hevesli. 8. kıyasıya (rekabet). 9. doymak bilmez (iştah). keenness i. 1. keskinlik. 2. şiddet. 3. düşkünlük, merak. 4. zekâ, akıllılık. keep f. (kept) 1. tutmak:.It´ll keep you warm. Seni sıcak tutar. She keep keeps a diary. i. 1. geçim. Günlük tutuyor. 2. himaye. He keeps the books. Defter 3. içkale. keep a civil tongue in one´s tutuyor. 2. tutmak, saklamak. 3. (dükkân) sahibi olmak, k. dili terbiyeli bir şekilde konuşmak: I´ll thank you to keep a head işletmek. 4. (hayvan) beslemek. keep a close watch on civil -i sıkıtongue in your bir gözetim head!tutmak. altında Terbiyeni takın! keep a journal günlük tutmak. keep a low profile k. dili dikkati çekmemeye çalışmak, sivri olmamaya çalışmak, keep a low profile göze k. dilibatmamaya çalışmak. göze çarpmamaya çalışmak. keep a secret sır saklamak. keep a secret sır saklamak. keep a stiff upper lip cesaretini kaybetmemek, metin olmak. keep a stiff upper lip k. dili şikâyet etmeden soğukkanlılıkla karşılamak; metanet keep a straight face göstermek. k. dili hiç gülmemek, ciddiyetini korumak, istifini bozmamak. keep abreast of 1. (son gelişmeler hakkında) bilgi sahibi olmak, (son keep account of gelişmelerden) -i aklında tutmak. haberdar olmak. 2. ile atbaşı (beraber) gitmek. keep an account of -in kaydını tutmak, -i kaydetmek, -i not etmek. keep an ear to the ground kulağı kirişte olmak, kulağı tetikte olmak. keep an eye on -e göz kulak olmak, gözü -in üstünde olmak. keep an eye out for (bir şey için) göz kulak olmak. keep away uzak durmak. keep back saklamak, gizlemek. Keep back! Uzak dur! keep bankers´ hours k. dili 1. günde pek az saat açık olmak. 2. günde pek az saat keep company with çalışmak. ile arkadaşlık etmek. keep count (of) -in sayısını tutmak. keep dark saklamak, sır vermemek. keep early hours eve erken dönmek; erken yatmak. keep fit formunu korumak. keep going 1. devam etmek. 2. ilerlemek. 3. sürdürmek, devam ettirmek. keep good time (saat) her zaman zamanı doğru göstermek: My watch keeps keep house good time. ev idare Kol saatim zamanı hep doğru gösterir. etmek. keep in 1. içeride kalmak. 2. içeride alıkoymak, saklamak. keep in mind akılda tutmak, unutmamak. keep in view 1. gözden kaybetmemek; gözden uzak tutmamak. 2. göz keep in with önünde ile dost tutmak. kalmak. keep it up sürdürmek, devam etmek. keep o.s. aloof from kendini -den uzak tutmak. keep off 1. -i yaklaştırmamak, -i uzak tutmak. 2. -den uzak kalmak. keep on devam etmek. keep one´s balance dengesini korumak. keep one´s balance kendine hâkim olmak, dengesini kaybetmemek. keep one´s counsel sır saklamak. keep one´s distance from -den uzak durmak, ile arasına mesafe koymak. keep one´s end up kendine düşen görevi yerine getirmek; kendine düşen payı keep one´s eyes ödemek. gözünü açmak, gözünü dört açmak, tetikte olmak. open/peeled/skinned keep one´s eyes peeled tetikte olmak. keep one´s figure vücut hatlarını korumak. keep one´s head kendine hâkim olmak. keep one´s mouth shut k. dili ağzını sıkı tutmak, çenesini tutmak. keep one´s nose to the k. dili durmadan çalışmak. grindstone keep one´s nose to the durup dinlenmeden çalışmak. grindstone keep one´s own counsel fikirlerini kendine saklamak. keep one´s promise sözünü tutmak. keep one´s promise/word sözünü yerine getirmek, sözünü tutmak, sözünden dönmemek. keep one´s seat 1. oturduğu yerden kalkmamak. 2. parlamentodaki yerini keep one´s shirt on korumak. k. dili 1. sinirlenmemek, patlamamak. 2. sabırsızlanmamak. 3. keep one´s temper telaşa öfkeyekapılmamak. kapılmamak; öfkesini yenmek; itidalini muhafaza etmek. keep one´s trap shut k. dili çenesini tutmak, gagasını kısmak. keep one´s wits about one. 1. -e ne dersin/dersiniz?: How about a game of tennis? Tenis How about ...? keep one´s word oynamaya ne dersin? 2. -den ne haber? How about Çetin? What sözünü tutmak. ´s he doing? Çetin´den ne haber? Ne yapıyor? 3. -e/-i ne keep order disiplini korumak. yapacağız/yapmalıyız? How about that damp basement? O keep out 1. dışında rutubetli kalmak.ne bodruma 2. yapacağız? dışarıda bırakmak. 4. ... hakkında/için ne keep out of mischief düşünüyorsun/düşünüyorsunuz?: yaramazlıktan kaçınmak. How about Ayşe´s plan? Ayşe keep out of sight ´nin planı hakkındahiç hiç görünmemek, negözükmemek. düşünüyorsun? Keep out! 1. Girilmez. 2. Yaklaşma! keep pace with -e ayak uydurmak. keep s.o. advised of birini -den haberdar etmek, birini (bir konuda) bilgilendirmek. keep s.o. at a distance well-advised birine soğuk s. tedbirli, akıllı. davranmak. keep s.o. at arm´s length (biriyle samimi olmamak için) ona çok mesafeli davranmak. keep s.o. at arm´s length birini pek yaklaştırmamak, birinin samimi olmasına izin keep s.o. away vermemek. birini uzak tutmak. keep s.o. company birine refakat etmek, birini yalnız bırakmamak. keep s.o. down birinin ilerlemesine mâni olmak/ket vurmak. keep s.o. engaged birini meşgul etmek. keep s.o. from doing s.t. birini bir şey yapmaktan alıkoymak. keep s.o. guessing birini doğru dürüst haberdar etmemek. keep s.o. under surveillance birini sürekli olarak gizlice izlemek. keep s.o. waiting birini bekletmek. keep s.o. waiting birini bekletmek. keep s.o./s.t. in sight (izlerken) gözünü/gözlerini birinden/bir şeyden ayırmamak. keep s.t. a secret from s.o. bir şeyi birinden saklamak. keep s.t. from s.o. birinden bir haberi saklamak/gizlemek. keep s.t. in perspective bir şeye bir bütün olarak bakmak, bir şeyi bir bütünsellik içinde keep s.t. under wraps ele almak. k. dili bir şeyi gizli tutmak. keep s.t. under one´s hat bir şeyi gizli tutmak. keep s.t. under one´s hat k. dili bir şeyi gizli tutmak. keep score (puan) saymak. keep silent susmak, sessiz kalmak. keep step with -e ayak uydurmak. keep tabs on/keep a tab on -i takip etmek, -i izlemek; -i gözetlemek. keep the accounts hesap tutmak, defter tutmak. keep the ball rolling iyi bir işi sürdürmek. keep the lid on k. dili 1. -i gizli tutmak, -i gizlemek. 2. (çığırından çıkmaması keep the peace için) huk.-isulhu denetim altında tutmak. bozmamak. keep time tempo tutmak. keep time 1. tempo tutmak. 2. spor (bir yarış, maç v.b.´nde) zaman keep to tutmak. 3. (saat) her zaman zamanı doğru göstermek. -e bağlı kalmak. keep to the straight and k. dili doğru yoldan ayrılmamak, ahlaklı bir şekilde yaşamak. narrow keep touch with ile ilişkiyi sürdürmek. keep track of -i izlemek, -i takip etmek. keep track of 1. (bir şeyi) aklında tutmak. 2. (bir şeye) dikkat etmek, (bir keep up şeyi) takip etmek. 1. devam etmek; 2. (birinin) yüksekizini kaybetmemek: You ought to tutmak. keep track of what´s going on. Neler olup bittiğine dikkat keep up with 1. ile aynı hızda/tempoda gitmek, -e ayak uydurmak. 2. etmelisin. keep up with the times (çağa/zamana) çağın gerisinde ayak uydurmak. kalmamak, çağa3. -i takip ayak etmek, -i izleyerek uydurmak. bilgi sahibi olmak. 4. ile aşık atmak, ile yarışmak, -den geri keep watch bekçilik etmek, nöbet tutmak/beklemek. keep/hold s.o./an animal at kalmamak. birini/bir hayvanı korkutarak yaklaşıp zarar vermesini önlemek, bay keep/stay in the background birini/bir arka plandahayvanı sindirmek. kalmak, kendini göstermemek. keeper i. 1. bekçi. 2. gardiyan. 3. bakıcı. keeping i. 1. tutma, koruma. 2. geçim, geçimini sağlama. 3. himaye. 4. keepsake uyum. i. yadigâr, andaç, anmalık, hatıra. keg i. küçük fıçı, varil. kelp i. esmer suyosunu, varek. Kelt i., bak. Celt. Keltic i., s., bak. Celtic. ken f. (--ned, --ning) İskoç. bilmek, anlamak, tanımak. i. 1. görüş kennel alanı; görüşkulübesi. i. 1. köpek açısı. 2. 2. bilgi alanı. köpek yetiştirilen yer. --s i., çoğ. köpek Kenya yetiştirilen i. Kenya. yer. Kenyan i. Kenyalı. s. 1. Kenya, Kenya´ya özgü. 2. Kenyalı. kept f., bak. keep. kerb i., İng. (yol kenarındaki) bordür, bordür taşları. kerbstone i., İng. bordür taşı. kerchief i. 1. başörtüsü, eşarp. 2. boyun atkısı. 3. mendil. kerfuffle i., İng., k. dili şamata; gürültü patırtı; telaş. kermes i. kırmız. kermes mineral madenkırmız, kırmız madeni. kermes oak kırmızmeşesi. kernel i. 1. tahıl tanesi. 2. çekirdek içi. 3. iç. 4. öz, cevher, esas, ruh. kerosene i. gazyağı, gaz. kerosene lamp gaz lambası. kettle i. 1. çaydanlık. 2. güğüm. kettledrum i., müz. timbal. key i. 1. anahtar. 2. kurgu, zemberek kurgusu. 3. çözüm yolu. 4. key cevap anahtarı,2. f. 1. kilitlemek. şifre to -ecetveli. 5. (klavyede) göre ayarlamak, tuş. 6. duruma -e uygun müz. anahtar. 7. ses getirmek,perdesi. s. baş, -e yetkili uydurmak. ana, en önemli. 3. akort etmek. key position önemli yer; mevki. key ring anahtar halkası. key up 1. heyecanlandırmak, coşturmak. 2. müz. perdesini key word yükseltmek. (sözlükte/ansiklopedide) madde, madde başı sözcük. keyboard i. klavye. keyhole i. anahtar deliği. keynote i. 1. müz. ana nota. 2. temel düşünce, ilke, dayanak. keynote address toplantıyı açış konuşması. keystone i. 1. anahtar taşı, kilit taşı. 2. temel taşı, ana ilke, temel. kg kıs. keg(s), kilogram(s). khaki s., i. (koyu) bej. khakis i. 1. (koyu) bej pantolon. 2. (koyu) bej üniforma. Khyber i. Hayber. kibla i., bak. qibla. kiblah i., bak. qibla. kick f. 1. tekmelemek, tekme atmak; çifte atmak. 2. (silah) geri kick tepmek, i. 1. tekme.seğirdim yapmak. 2. k. dili 3. k. dili karşı gelme. 3. karşı durmak.kuvvet, argo (içkide) 4. sertlik; tekmeleyerek (uyuşturucu kovmak. kamçılama etkisi: This drink´s got a kick maddenin) kick a goal topa vurup gol atmak. to it. Bu içki bayağı sert. 4. argo heyecan, zevk, keyif: That´s a kick around k. dili 1. kötüye kullanmak. 2. ihmal etmek. 3. diyar diyar real kick! Büyük bir zevk o! 5. argo kuvvet, enerji, çeviklik, dolaşmak. k. dili 6. 4. düşünüp bazılarına dünyanıntaşınmak. kaç kick ass şevk. argo merak, heves. 7.bucak olduğunu geri tepme, göstermek. seğirdim. 8. topa kick at vurma. tekme vurmak. kick back 1. (tüfek) geri tepmek. 2. argo rüşvet vermek. kick off 1. futbol oyuna başlamak. 2. argo nalları dikmek, mortoyu kick over the traces çekmek, ölmek. koparmak. k. dili dizginleri kick s.o. out birini kapı dışarı etmek; birini işten çıkarmak. kick the bucket argo nalları dikmek, mortoyu çekmek, ölmek. kick the habit k. dili uyuşturucu bağımlılığından/sigara tiryakiliğinden kick up a row/fuss kurtulmak. k. dili kavga çıkarmak, hır çıkarmak. kick up a row/make a row kıyameti koparmak, çıngar çıkarmak. kick up one´s heels eğlenmek, hoşça vakit geçirmek. kick up one´s heels kendini zevke vermek, eğlenceye dalmak. kickback i., argo rüşvet, komisyon. kicker i. 1. vuran şey/kimse. 2. k. dili şikâyetçi, yakınan kimse. 3. argo kickoff konuyu/tartışmayı etkileyecek i. 1. futbol oyuna başlama gizli2. vuruşu. nokta. k. dili başlama. kid i. 1. oğlak, keçi yavrusu. 2. k. dili çocuk. f. (--ded, --ding) 1. k. kid brother dili takılmak, k. dili ufak erkekişletmek, kardeş. dalga geçmek. 2. oğlak doğurmak. kid sister k. dili ufak kız kardeş. kiddie i., k. dili, bak. kiddy. kiddy i., k. dili çocuk. kid-glove s. fazla nazik. kid-gloved s., bak. kid-glove. kidnap f. (--ped/--ed, --ping/--ing) (fidye için) (birini) kaçırmak. kidney i. böbrek. kidney bean bir tür barbunya fasulyesi, barbunya. kidney machine böbrek makinesi, diyaliz makinesi. kill f. 1. öldürmek, katletmek. 2. mahvetmek, yok etmek. 3. argo kill off çok güldürmek, hepsini öldürmek, gülmekten öldürmek. 4. etkisiz hale getirmek. kılıçtan geçirmek. 5. (zamanı) boşa geçirmek, öldürmek. 6. veto etmek, kill the fatted calf k. dili büyük bir karşılama töreni hazırlamak. kill the goose that lays the reddetmek. i. 1. öldürme. 2. avda öldürülmüş hayvan, av. k. dili altın yumurtlayan kazı kesmek. golden egg kill time zaman öldürmek. kill two birds with one stone bir taşla iki kuş vurmak, iki işi birden görmek. killer i. 1. öldüren şey/kimse. 2. argo çok çekici kimse. killing i. 1. öldürme, katil. 2. vurgun (av). 3. k. dili vurgun, büyük kiln kazanç. s. 1. ocağı, i. tuğla/kireç öldürücü. 2. k. dili çok komik. 3. yorucu, yıpratıcı. fırın. kiln-dry f. ocakta kurutmak. kilo i. kilo, kilogram. kilocalory i. kilokalori. kilocycle i. kilosikl. kilogram i. kilogram, kilo. kilogram-force i., fiz. kilogramkuvvet. kilogramme i., İng., bak. kilogram. kilogram-meter i., fiz. kilogrammetre. kilohertz i., fiz. kilohertz. kilojoule i., fiz. kilojul. kiloliter i. kilolitre. kilolitre i., İng., bak. kiloliter. kilometer i. kilometre. kilometre i., İng., bak. kilometer. kilowatt i. kilovat. kilt i. fistan, İskoç erkeklerinin giydiği eteklik. kin i. (çoğ. kin) akraba. kind i. çeşit, cins, tür, nevi. kind s. iyi, iyiliksever, iyilikçi; sevecen; merhametli. kindergarten i. anaokulu. kindhearted s. iyi kalpli. kindle f. 1. tutuşturmak, yakmak; tutuşmak, yanmak, ateş almak. 2. kindly uyandırmak; s. 1. iyi niyetli,uyanmak. iyilikten kindling (wood) kaynaklanan. 2. çıra. iyi, iyiliksever; sevecen; kindness merhametli. z. 1. iyi; müşfik/merhametli bir şekilde. i. 1. iyilik, iyilikseverlik, iyilikçilik; sevecenlik; 2. lütfen:2. merhametlilik. Will you iyilik, kindly open the door? Kapıyı lütfen açar mısınız? lütuf. kindred i. 1. akraba, akrabalar. 2. soy. 3. akrabalık. s. akraba olan; kinetic birbirine s. kinetik.benzer; aynı soydan; aynı türden. kinetic art kinetik sanat. kinetic energy kinetik enerji. kinetics i., fiz., kim. kinetik, hızbilim. king i. 1. kral. 2. başta olan kimse. 3. bir konuda en usta kimse. 4. king orange isk. king,papaz. kink. 5. satranç şah. kingdom i. 1. krallık. 2. biyol. âlem. kingfisher i. yalıçapkını, iskelekuşu. kingpin i., k. dili en nüfuzlu kişi, en önemli kişi; kilit noktasında bulunan king-size kimse. s., k. dili olağandan daha büyük; çok büyük. king-sized s., k. dili, bak. king-size. kink i. 1. halat, tel veya ipin dolaşması. 2. garip fikir, kapris. kinky s. 1. kıvırcık (saç). 2. dolaşık, karışık. 3. İng., k. dili seksle ilgili garip eğilimleri/fikirleri olan. kinship i. 1. akrabalık, yakınlık. 2. birbirine benzerlik. kiosk i. 1. İng. kulübe: newspaper kiosk gazete kulübesi. telephone kip kiosk i., telefon İng., k. dili kulübesi. 1. (birinin2. (parkta kaldığı) bulunan ve(birinin yer/ev/oda; büyük yattığı) bir kameriyeye yatak. 2. benzeyen) uyku. f. pavyon. (--ped, --ping) İng., k. dili (down) (on) (bir yere) kipper i. çiroz. f. (balığı) tuzlayıp tütsülemek/kurutmak. yatıp uyumak; (bir yerde) yatıp uyumak. Kirghiz i. 1. (çoğ. Kir.ghiz) Kırgız. 2. Kırgızca. s. 1. Kırgız. 2. Kırgızca. Kirghizia i., tar. Kırgızistan. Kirghizistan i., bak. Kyrgyzstan. Kirgiz i., s., bak. Kirghiz. Kirgizia i., bak. Kirghizia. Kirgizistan i., bak. Kirghizistan. kiss f. 1. öpmek; öpüşmek. 2. hafifçe dokunmak. i. 1. öpüş, öpücük, kiss and be friends buse. 2. hafif temas. 3. şeker, şekerleme. barışmak. kiss away the hurt ağrıyı öpücükle geçirmek. kiss the dust 1. boyun eğmek, mağlup olmak. 2. vurulup ölmek. kit i. 1. (belirli bir iş için kullanılan) malzeme/alet takımı: first-aid kit kitchen ilkyardım i. mutfak. çantası. 2. monte edilmemiş takım. kitchen cabinet mutfak dolabı. kitchen garden sebze bahçesi. kitchen sink eviye, bulaşık teknesi. kitchen sink eviye. kitchenette i. ufak mutfak. kite i. 1. uçurtma. 2. zool. çaylak. kitten i. 1. yavru kedi, enik, encik. 2. tavşan yavrusu. kitty i. pisi, pisipisi, kedi. kittycat i., bak. kitty. kiwi i. 1. zool. kivi. 2. bot. kivi. kiwifruit i. kivi (meyve). kleptomania i. kleptomani. kleptomaniac i. kleptoman. klutz i., argo saloz, dangalak. km kıs. kilometer(s). knack i. 1. ustalık, marifet, hüner. 2. ustalıklı iş. knackered s., İng., k. dili bitkin, hoşaf gibi, çok yorgun. knapsack i. sırt çantası. knave i. 1. hilekâr kimse. 2. isk. bacak, vale, oğlan. knead f. 1. yoğurmak. 2. masaj yapmak. knee i. diz. knee joint diz eklemi. knee-deep s. diz boyu derinliğinde. knee-high s. dize kadar yükselen, diz boyunda. knee-high to a grasshopper k. dili çok kısa boylu. knee-jerk s. düşünmeden yapılan, tepke olarak yapılan. kneel f. (knelt/--ed) 1. diz çökmek. 2. diz üstü oturmak. 3. diz büküp knell selamlamak. i. 1. matem çanı. 2. ölüm haberi, kara haber. 3. herhangi bir knelt şeyin f., bak.yok olacağı haberi. kneel. knew f., bak. know. knickerbockers i., çoğ. diz altından büzgülü bol pantolon, golf pantolonu. knickers i. 1. golf pantolonu. 2. İng. kadın külotu. knickknack i. biblo, süs eşyası. knife i. (çoğ. knives) bıçak, çakı. f. 1. bıçakla kesmek. 2. bıçaklamak. 3. argo arkadan vurmak. knife grinder bıçak bileyici. knife sharpener bıçak bileyici alet, bileği. knight i. 1. şövalye. 2. satranç at. knit f. (--ted/knit) 1. örmek. 2. sıkı sıkıya bağlamak, birleştirmek. 3. knit goods (kaşları) örme eşya; çatmak: triko He knit his brows. Kaşlarını çattı. 4. (kemik) eşya. kaynamak: The bone has knit. Kemik kaynamış. knit one, purl one bir düz, bir ters örmek. knitted s. örme, örülmüş. knitting i. 1. örme. 2. örgü. knitting machine örgü makinesi. knitting needle örgü şişi, şiş. knitting needle örgü şişi. knitting work örgü işi. knitwear i. örme eşya/giysiler. knives i., çoğ., bak. knife. knob i. 1. top, yumru. 2. topuz, tokmak. 3. tepecik, yuvarlak tepe. 4. knobby İng. s. 1. ufak parça: yumrulu, a knob yumru of butter yumru. bir parça 2. tokmak gibi.tereyağı. f. (--bed, --bing) yumrulaştırmak. knock f. 1. vurmak, çarpmak. 2. tokuşmak. 3. at/on -i çalmak, -e knock about vurmak. 1. tekrar4.tekrar mak.,vurmak, oto. vuruntu/detonasyon şiddetle sarsmak,yapmak. 5. 2. k. tartaklamak. against/into dili oradan -e çarpmak. oraya 6. argo kusur bulmak, eleştirmek. i. 1. dolaşmak. knock at the door bak. knock on the door. vurma, vuruş. 2. kapı çalınması. 3. oto., mak. vuruntu, knock down 1. yumrukla yere devirmek. 2. mezatta çekici vurup malı son detonasyon. knock off fiyatı verenin 1. k. dili üzerine bırakmak. işi bırakmak, paydos etmek,3. (fiyatı) tatil indirmek. etmek. 2. şıpınişi knock off work yapıvermek. 3. argo öldürmek. 4. argo k. dili (geçici olarak) işi bırakmak; paydos soymak. etmek; mola vermek. knock on the door kapıyı çalmak. knock out k. dili (elektriği, telefon hattını v.b.´ni) kesmek. knock over devirmek. knock s.o. out 1. birini (bir darbeyle) yere yıkmak/nakavt etmek. 2. k. dili knock s.o. up (ilaç) 1. argobirini uyutmak. birini hamile 3. k. dili birini bırakmak. hayran 2. İng., etmek/mest k. dili etmek. birini uyandırmak. knock s.t. off the price 3. İng., indirim fiyatta k. dili birini çok yormak, birinin pestilini/canını çıkarmak. yapmak. knock together birbirine çarpmak. knock up İng., k. dili yapıvermek, çabucak hazırlamak. knock-down-drag-out s., k. dili kıran kırana (dövüş). i., k. dili kıran kırana dövüş. knocker i. 1. kapı tokmağı, tokmak. 2. argo (kadında) göğüs, meme, far, knock-kneed ampul, s. çarpıkçıngırak, bacaklı,çan. yürürken dizleri birbirine çarpan. knockout i., boks nakavt. s. 1. sersemletici. 2. ask. düşmana çok zarar knoll veren (saldırı). 3. k. dili çok güzel, muhteşem. i. tepecik. knot i. 1. düğüm. 2. güçlük, zorluk. 3. rabıta, bağ. 4. küme. 5. budak, knotty boğum. 6. den.düğüm s. 1. düğümlü, deniz mili: düğüm.twenty knots saatte 2. karışık, dolaşık.yirmi mil. f. (--4. 3. budaklı. ted, boğum --ting) 1. boğum. düğümlemek, düğümle bağlamak. 2. düğüm know f. (knew, --n) 1. bilmek. 2. tanımak. 3. seçmek, farketmek. 4. atmak, düğümlemek. 3. düğümlenmek, düğüm olmak. 4. know haberi olmak, i. bilgi, malumat. haberdar olmak. karmakarışık etmek. 5. budaklanmak. 6. (kaslar) boğum boğum know all the wrinkles olmak. k. dili işin bütün yönlerini bilmek. know how to -i bilmek, -in usulünü bilmek: Do you know how to swim? know one´s own mind Yüzmeyi biliyor kendi fikrini musun? bilmek, ne istediğini bilmek. know one´s own mind emin olmak, kararlı olmak. know one´s stuff k. dili ilgilendiği konuyu iyi bilmek. know one´s way around a k. dili bir yerin girdisini çıktısını bilmek. place know s.o. by sight only birini sadece yüzünden tanımak. know s.t. cold bir şeyi eksiksiz bir şekilde bilmek. know the ropes usulünü bilmek, çaresini bilmek. know the ropes k. dili ne yapılması gerektiğini iyi bilmek. know the score k. dili dünyada olup bitenleri bilmek. know what´s what uyanık olmak, dünyada olup bitenleri bilmek. know which side one´s bread k. dili gerçek çıkarının nerede olduğunu bilmek. is buttered on know-how i., k. dili bilgi; yetenek; bilgi ve tecrübeden doğan güç. knowing s. 1. bilgisi olan. 2. çok bilmiş, şeytan. 3. kurnaz, açıkgöz. 4. bir knowingly şeyleri bildiğini z. bilerek, ima kasten. bile bile, eden (bakış). knowledge i. 1. bilgi, malumat. 2. haber. knowledgeable s. bilgili, zeki. known f., bak. know. s. bilinen. i. knuckle i. parmağın oynak yeri, boğum. knuckle down işe koyulmak. knuckle under teslim olmak, boyun eğmek. knuckledusters i., k. dili demir muşta. kohlrabi i. (çoğ. --es) alabaş. kook i., argo antika kimse. kooky s., k. dili antika. Koran i. Kuran. Koranic s. Kuran´a ait; Kuran´da bulunan; Kuran´ın buyurduklarına Korea göre/uygun. i. Kore. Korean i. 1. Koreli. 2. Korece. s. 1. Kore, Kore´ye özgü. 2. Korece. 3. Kos Koreli. i. İstanköy. kosher s. 1. turfa olmayan, kaşer. 2. k. dili dürüst. kowtow f. to -e yaltaklanmak. kraut i. bir çeşit lahana turşusu. Kremlin i. kudos i. övgü, övücü sözler. kudzu i. japonsarmaşığı. kumquat i., bot. kumkat. kung fu spor kung fu. Kurd i. Kürt. Kurdish s., i. 1. Kürt. 2. Kürtçe. Kuwait i. Kuveyt. Kuwaiti i. Kuveytli. s. 1. Kuveyt, Kuveyt´e özgü. 2. Kuveytli. Kyrgyz i. 1. (çoğ. Kyr.gyz) Kırgız. 2. Kırgızca. s. 1. Kırgız. 2. Kırgızca. Kyrgyzstan i. Kırgızistan. L Romen rakamları dizisinde 50 sayısı. L kıs. Latin. l kıs. latitude, law, league, left, length, line, lira, lire, liter(s). L, l i. L, İngiliz alfabesinin on ikinci harfi. la i., müz. la notası, müzik gamında altıncı nota. lab i., k. dili laboratuvar. lab kıs. laboratory. labdanum i. laden reçinesi. label i. 1. etiket. 2. nitelendirici isim/cümlecik. f. (--ed/--led, --ing/-- labor ling) i. 1. etiketiş, 1. çalışma, yapıştırmak, emek. 2. işçietiketlemek. 2. sınıflandırmak. sınıfı. 3. doğum 3. sancısı. 4. zahmet. nitelendirmek, 5. den. fırtınada...geminin damgasını vurmak. şiddetle çalkalanması. f. 1. çalışmak, labor dispute iş anlaşmazlığı. çabalamak. 2. uğraşmak, emek vermek. 3. güçlükle ilerlemek. labor exchange iş ve işçi bulma kurumu. 4. den. denizlerde çalkalanmak, çok hırpalanmak. 5. doğurma labor relations 1. iş ilişkileri. halinde olmak.2.6.işçi ağrıveçekmek. işveren 7.ilişkileri. emekle meydana getirmek. labor under a misconception yanlış kanıda olmak. labor union işçi sendikası. laboratory i. laboratuvar. labored s. rahat/tabii olmayan. labored breathing zor nefes alma. laborer i. işçi, rençper. labor-intensive s. yoğun işgücü gerektiren. laborious s. 1. zahmetli, emekli, yorucu. 2. çalışkan. laboriously z. zahmetle, emek vererek. laborsaving s. zahmeti azaltan, kolaylaştırıcı, daha az emek isteyen. labour i., f., İng., bak. labor. labourer i., İng., bak. laborer. Labrador i. 1. coğr. Labrador. 2. labradorköpeği. Labrador retriever labradorköpeği. Labradorean i. Labradorlu. s. 1. Labrador, Labrador´a özgü. 2. Labradorlu. Labradorian i., s., bak. Labradorean. laburnum i., bot. sarısalkım. labyrinth i. labirent. lace i. 1. dantel. 2. şerit. 3. kaytan. 4. kordon. 5. (ayakkabı için) bağ, lace bağcık. f. 1. (ayakkabıya) bağlarını geçirmek. 2. up (ayakkabı, bot v.b. lacerate ´ni) f. 1. bağlamak. 3. dantelle2.süslemek. yırtmak, yaralamak. 4. into k. (kalbini) kırmak, dili -e yumrukla (duygularını) saldırmak. incitmek, 5. into k. dili -i fena halde haşlamak, -e fırça çekmek, üzmek. laceration i. 1. yırtma, yaralama. 2. incitme. -i şiddetle azarlamak. 6. renklerle çizgilemek. 7. (içkiye) hafif lachrymal s., bak. alkol lacrimal. katmak. lachrymatory i., bak. lacrimatory. lack i. 1. of -sizlik, yokluk; yoksunluk: lack of water susuzluk. lack of lackadaisical money parasızlık. s. 1. canından lack gibi, bezmiş of love sevgisizlik. cansız. 2. eksiklik. 2. uyuşuk, tembel.f. bulunmamak; -e sahip olmamak; -den yoksun kalmak. lackey i. uşak. lacking s. lackluster i. donukluk, cansızlık. s. donuk, cansız. lacklustre i., s., İng., bak. lacklustre. laconic s. az ve öz, özlü, veciz. lacquer i. vernik, laka. f. verniklemek. lacrimal s. gözyaşı ile ilgili, lakrimal. lacrimal gland gözyaşı bezi. lacrimal sac gözyaşı kesesi. lacrimatory i. gözyaşı testisi. lactate i. laktik asidin tuzu/esteri. f. 1. süt salgılamak. 2. meme vermek, lactation emzirmek. i. 1. süt salgılama. 2. meme verme, emzirme. lactic s. lactic acid laktik asit. lactose i. laktoz, süt şekeri. lacuna çoğ. --e (lıkyu´ni)/--s (lıkyu´nız) i. boşluk, aralık, boş yer, lacustrine eksiklik. s. 1. gölsel. 2. gölcül. lacy s. 1. dantel gibi. 2. dantelli. 3. dantelden yapılmış. lad i. 1. erkek çocuk; delikanlı, genç. 2. çoğ., İng. (erkekleri ladanum kastederek) arkadaşlar: Tell the lads! Arkadaşlara söyle! Come i., bak. labdanum. on, lads! Haydi beyler! ladder i. 1. merdiven, portatif merdiven. 2. İng. çorap kaçığı. ladder stitch iğneardı teyel, çapraz teyel. lade f. (--d, --d/--n) yüklemek. laden f., bak. lade. s. yüklü. lading i. yükleme. Ladino i., s. Yahudi İspanyolcası, Yahudice. ladle i. kepçe. f. kepçe ile doldurmak/boşaltmak. ladleful i. kepçe dolusu. lady i. 1. bayan, hanım, hanımefendi. 2. b.h. Leydi. 3. sevilen kadın, lady in waiting sevgili. kraliçenin/prensesin nedimesi. lady of the house evi idare eden kadın. ladybird i., bak. ladybug. ladybug i. hanımböceği, gelinböceği. lady-killer i. kadın avcısı. ladylike s. hanımca, hanıma yakışır, hanım gibi, zarif. lag f. (--ged, --ging) 1. behind -den geri kalmak. 2. oyalanmak. i. lag end geri geç kalma, gerilik. s. ağır, geri. kalan, son. lager i., İng. sarı renkli bir bira. laggard s. 1. tembel, ağır. 2. geri kalan. i. ağır hareket eden kimse. lagoon i. lagün, denizkulağı, kıyı gölü. laic s. laik. laicise f., İng., bak. laicize. laicize f. laikleştirmek. laid f., bak. lay. lain f., bak. lie. lair i. 1. in. 2. gizli barınak, yatak. laissez-passer i. lesepase. laity i. 1. papazdan başka bütün halk. 2. meslekten olmayanlar. lake i. göl. lamb i. 1. kuzu. 2. kuzu eti. 3. kuzu gibi masum ve zayıf kimse. lamb chop kuzu pirzolası. lamb´s wool kuzu yünü. lamblike s. kuzu gibi, iyi huylu, yumuşak başlı. lambskin i. kuzu derisi. lame s. 1. topal, ayağı sakat. 2. eksik, kusurlu. f. topal etmek. lame excuse sudan bahane, kabul edilmez özür. lamebrain i., k. dili aptal, kuş beyinli, beyinsiz. lament f. ağlamak, dövünmek. lamentable s. acınacak, esef edilecek. lamentation i. ağlama, dövünme. lamina çoğ. --e (läm´ıni)/--s (läm´ınız) i. 1. ince tabaka, yaprak. 2. bot. laminate yaprak f. 1. inceayası. tabakalara ayırmak. 2. lamine etmek. lamination i. tabaka, varak, yaprak. lamp i. lamba. lamp chimney lamba şişesi. lamp shade abajur. lampblack i. lamba isi. lamplight i. lamba ışığı. lampoon f. taşlamak, yermek. i. taşlama, yergi. lamppost i. sokak lambası direği. lance i. mızrak. land i. 1. kara. 2. toprak, yer, arsa. 3. ülke, memleket. 4. emlak, land agent arazi. f. 1. karaya çıkarmak/çıkmak. 2. yere indirmek/inmek: emlakçı. That airplane is about to land. O uçak inmek üzere. 3. (gemiden land bank emlak bankası. yük, yolcu v.b.´ni) indirmek. 4. (balık) tutup karaya çıkarmak. 5. land breeze karaetmek, elde meltemi.kazanmak. 6. (yumruk) indirmek. land force ask. kara kuvveti. land grant hükümet tarafından okul binası yapımı gibi işler için verilen toprak. land mine kara mayını. land tax arazi vergisi. landed s. arazisi olan, arazi sahibi. landing i. 1. hav. iniş. 2. iskele. 3. karaya çıkma/çıkarma. landing craft çıkartma gemisi. landing field havaalanı. landing gear hav. iniş takımı. landing place/stage iskele. landing strip (uçaklar için) iniş pisti. landlady i. 1. pansiyoncu kadın. 2. evini kiraya veren mal sahibi kadın, ev landlocked sahibesi. s. kara ile kuşatılmış. landlord i. evini kiraya veren mal sahibi, ev sahibi. landmark i. 1. sınır işareti. 2. herhangi bir şeyin yerini gösteren işaret. 3. landmass dönüm noktası. i. kıta, büyük kara parçası. landowner i. emlak ve arazi sahibi. landscape i. kır manzarası, peyzaj. landscape architect bahçe mimarı. landscape architecture bahçe mimarlığı; peyzaj mimarlığı. landscape garden manzara bahçesi. landscape gardener bahçeyi düzenleyen kimse. landslide i. 1. toprak kayması, yer göçmesi, kayşa, heyelan. 2. seçimde landslip oyların i. toprakçoğunu kayması, kazanma. yer göçmesi, kayşa, heyelan. lane i. 1. dar yol, dar sokak, dar geçit. 2. oto. şerit. 3. spor kulvar. 4. lang den., hav. rota. kıs. language. language i. dil, lisan. language laboratory dil laboratuvarı. languid s. 1. ruhsuz, gevşek, yavaş, ağır. 2. isteksiz. languish f. zayıf düşmek, takati kesilmek. languish in prison hapishanede çürümek. languor i. bitkinlik, dermansızlık, kuvvetsizlik. languorous s. bitkin, dermansız, kuvvetsiz. lanky s. leylek gibi, sırık gibi. lanolin i. lanolin. lantana i., bot. ağaçminesi. lantern i. fener. lantern-jawed s. çene kemiği ince ve uzun olan. Lao i., s. 1. Lao. 2. Laoca. Laos i. Laos. Laotian i. Laoslu. s. 1. Laos, Laos´a özgü. 2. Laoslu. lap i. 1. kucak. 2. etek. lap f. (--ped, --ping) (yarışta) (rakibini) bir devirlik mesafe ile lap geçmek. f. (--ped, i., spor 1. --ping) tur. yalayarak içmek. 2. (dalga) hafif hafif lap dog çarpmak. kucağa alınan ufak köpek, fino. lap of luxury servet ve konfor. lapel i. klapa. lapful i. kucak dolusu. lapidary i. kıymetli taş kesicisi. s. 1. kıymetli taş kesme sanatına ait. 2. Lapland taşlara i. Laponya.ait. 3. özlü. 4. yazıta elverişli. Laplander i. Laponyalı. Lapp i., s. 1. Lapon. 2. Laponca. lapse i. 1. (zaman) geçme. 2. yanılma. 3. yanlış (söz/yazı). 4. sapma. lapse into silence 5. (adalette) sessizliğe kusur. 6. kullanılmaz duruma gelme. f. 1. geçmek. gömülmek. 2. kullanılmaz durumda olmak. 3. sapmak. 4. yanılmak, hata laptop computer dizüstü bilgisayar. etmek, kusur etmek. 5. bir süre için inanç ve prensiplerinden lapwing i. kızkuşu. vazgeçmek. larceny i. hırsızlık. larch i., bot. melezçam, melez. lard i. domuz yağı. f. 1. domuz yağı ile yağlamak. 2. with larder (yazıyı/sözü) i. kiler. (tumturaklı kelimelerle) süslemek. large s. 1. büyük. 2. geniş. 3. iri. 4. bol. large as life ta kendisi. large intestine kalınbağırsak. largehearted s. iyi kalpli, cömert ruhlu. largely z. 1. büyük bir ölçüde. 2. çoğunlukla. large-minded s. geniş fikirli, geniş görüşlü. largeness i. 1. büyüklük. 2. genişlik. 3. bolluk. 4. irilik. larger-than-life s. epik ve efsanevi özellikleri olan. largess(e) i. 1. bahşiş, büyük hediye. 2. cömertlik. largish s. irice, büyücek. lariat i. kement. lark i. tarlakuşu. lark i. 1. şaka, muziplik. 2. eğlence, eğlenti, cümbüş. larkspur i. hezaren çiçeği. larva çoğ. lar.vae (lar´vi) i., zool. tırtıl, kurtçuk. larval s. tırtıla ait. larviphagic s., bak. larvivorous. larvivorous s. kurtçul. laryngitis i., tıb. larenjit. larynx çoğ. lar.ynx.es (ler´îngksîz)/la.ryn.ges (lerîn´ciz) i., anat. gırtlak. lasagna i., ahçı. lasanya. lascivious s. 1. şehvetli. 2. şehvete düşkün. 3. şehvet uyandırıcı. lasciviously z. şehvetle. lasciviousness i. şehvet. laser i., fiz. lazer. laser printer bilg. lazer yazıcı/printer. lash i. 1. kamçı darbesi. 2. acı söz. 3. vuruş, vurma. 4. kirpik. f. 1. lash kamçı ile vurmak, kamçılamak. 2. kınamak, ayıplamak. 3. f. bağlamak. azarlamak. 4. taşlamak, yermek. 5. (dalga) şiddetle çarpmak. 6. lash out at -e sert ve ani çıkış yapmak. sözle/yazıyla saldırmak. 7. vurmak, çarpmak. lash s.o. into a fury birini galeyana getirmek. lash together iple birbirine bağlamak. lass i. 1. kız, genç kadın. 2. sevgili. lassitude i. dermansızlık, halsizlik, bitkinlik, yorgunluk. lasso i. kement. f. kementle tutmak. last s. 1. son, en sonraki, en gerideki, sonuncu: When does the last last boat f. leave? Son 1. sürmek, vapur devam ne zaman etmek. kalkıyor? 3. 2. dayanmak. 2. yetmek, geçen, önceki, evvelki: last week geçen hafta. 3. sabık. z. en son, son olarak: bitmemek. last but not least son fakat aynı derecede önemli. When did you last see Emin? Emin´i en son ne zaman gördün? i. last ditch son en son, çare.son. last for many hours saatlerce sürmek. last mentioned en son olarak söylenen. last night dün gece. last resort son çare. lasting s. 1. uzun süren. 2. dayanıklı. lastly z. son olarak. latch i. kapı mandalı. f. mandallamak; mandallanmak. latch onto k. dili 1. -i elde etmek/bulmak/almak. 2. -e takılmak, sık sık ... latchkey child ile beraber anne olmak. ve babası çalışan çocuk. late s. 1. geç. 2. gecikmiş. 3. sabık, eski. 4. ölü, merhum, rahmetli, late müteveffa. z. 1. geç. 2. son zamanlarda. late for dinner yemeğe geç kalmış. late in the day 1. günün sonuna doğru. 2. geç kalınmış. latecomer i. geç gelen, geç kalan. lately z. son zamanlarda. latent s. gelişmemiş, belirti göstermeyen, gizil, potansiyel. later on daha sonra. lateral s. 1. yana ait. 2. yanal. 3. yandan gelen. 4. yana doğru. lateral thinking etraflıca düşünme. latex i. lateks. lath i. lata, tiriz. lathe i. torna tezgâhı. lather i. sabun köpüğü. f. 1. sabunlamak. 2. köpürmek. lathery s. köpüklü. Latin s., i. 1. Latince. 2. Latin. Latin alphabet Latin alfabesi. latitude i. 1. enlem. 2. serbestlik, tolerans, hoşgörü. latter s. 1. ikisinden sonuncusu, ikincisi. 2. son. lattice i. pencere kafesi, kafes. Latvia i. Letonya. Latvian i. 1. Leton; Letonyalı. 2. Letonca. s. 1. Leton. 2. Letonca. 3. laud Letonyalı. i. 1. övme, yüceltme. 2. övgü, methiye. f. övmek, yüceltmek. laudable s. övgüye değer. laudative s., bak. laudatory. laudatory s. övücü, övgü dolu. laugh f. gülmek; kahkaha atmak. i. gülme, gülüş; kahkaha. laugh at -e gülmek. laugh away gülerek konuyu kapatmak, gülerek geçiştirmek. laugh down gülerek susturmak. laugh off gülerek geçiştirmek. laugh on the other side of burnu sürtülmek. the laughmouth on the wrong side of gülerken ağlamak. one´s mouth laugh s.o. down gülerek birini susturmak. laugh up one´s sleeve içinden gülmek, için için gülmek, bıyık altından gülmek. laughable s. 1. gülünç, gülünecek, gülünür. 2. tuhaf, acayip. laughing s. gülen; güldüren. i. gülme, gülüş. laughing gas güldürücü gaz. laughingstock i. gülünecek kişi, alay konusu, maskara. laughter i. gülme, gülüş, kahkahalar. launch f. 1. (gemiyi) kızaktan suya indirmek. 2. (roket) fırlatmak. 3. launch forth (yeni 1. yolaişi)koyulmak. başlatmak.2.4. mızrak gibibaşlamak. konuşmaya atmak. i. 1. (gemiyi) kızaktan suya indirme. 2. (roketi) uzaya fırlatma. 3. den. kik; launch into -e başlamak. işkampaviye. launch/launching pad fırlatma rampası, atış rampası. launder f. 1. (çamaşır) yıkamak. 2. yıkayıp ütülemek. 3. çamaşır yıkamak. launderette i. (selfservis) çamaşırhane. laundromat i. (selfservis) çamaşırhane. laundry i. 1. çamaşır, kirli çamaşır. 2. çamaşırhane (ticari kuruluş). laundry room (evde) çamaşırlık, çamaşırhane. laurel i. 1. defne. 2. çoğ. şeref, şan, şöhret. lava i. lav, püskürtü. lavatory i. 1. lavabo (el ve yüz yıkamaya yarayan tekne). 2. İng. tuvalet, lavatory paper lavabo, hela.kâğıdı. İng. tuvalet lavender i. lavanta. lavish s. 1. savurgan. 2. bol, pek çok. f. bol bol harcamak, savurmak. lavish gifts on s.o. birine bol bol hediye vermek, birini hediyelere boğmak. lavishness i. savurganlık. law i. 1. kanun, yasa. 2. kural. 3. hukuk. law and order yasa ve düzen. law court mahkeme. law court mahkeme. law enforcement officer polis. law of supply and demand ekon. sunu ve istem kuralı, arz ve talep kanunu. law school hukuk fakültesi. law-abiding s. yasalara uyan, kanuna itaat eden. lawbreaker i. kanunları ihlal eden kimse, suçlu. lawful s. meşru, yasal, yasalara uygun, kanuni. lawfully z. yasalara uygun bir şekilde. lawgiver i. yasa yapan kimse. lawless s. 1. kanunların hükmü geçmeyen (yer). 2. kanunları hiçe sayan. lawlessness 3. kanunsuz, yasalara i. kanunsuzluk, aykırı. kanun tanımazlık. lawmaker i. meclis üyesi. lawn i. (sürekli biçilen) çimlerle kaplı alan. lawn mower çim biçme makinesi. lawsuit i. dava. lawyer i. avukat. lax s. 1. gevşek, laçka. 2. savsak, ihmalci. laxative i., s. müshil, laksatif. laxity i. gevşeklik. laxness i., bak. laxity. lay s. 1. belirli meslekten olmayan; alaylı. 2. laik. lay f. (laid) 1. (dikkatle) koymak. 2. yatırmak; sermek. 3. (tuğla) lay örmek. 1. arazi 4. (halı)2. yapısı. döşemek.. 5. yatıştırmak. 6. (yumurta) durum, vaziyet. yumurtlamak; yumurtlamak. 7. (iddiada) bulunmak. 8. (suç) lay f., bak. lie. yüklemek. 9. (teklif) sunmak. 10. yaymak. 11. (sofra) kurmak, lay about one sağına soluna hazırlamak. 12.vurmak. (plan, tuzak v.b.´ni) kurmak. 13. den. (bir yöne) lay an ambush gitmek. pusu kurmak. lay aside 1. bir yana koymak. 2. -i terketmek, -den vazgeçmek. 3. lay at one´s door biriktirmek. -in üstüne atmak, -e yüklemek. lay at s.o.´s door (bir suçu) birine yüklemek, birinin üstüne atmak. lay awake gözüne uyku girmemek. lay away 1. bir yana koymak. 2. ayırmak, saklamak. lay bare açmak, açıkça ortaya koymak. lay by biriktirmek, yığmak. lay down one´s arms savaşmaktan vazgeçmek; teslim olmak. lay down one´s arms silahlarını bırakmak, teslim olmak. lay down one´s life canını feda etmek. lay down the law direktif vermek, zart zurt etmek. lay for -e pusu kurmak, -i pusuda beklemek. lay great store on -e çok değer vermek. lay hands on 1. -i bulmak; -i yakalamak. 2. (cezalandırmak/dövmek için) lay hands on yakalamak, 1. -i yakalamak.ele geçirmek. 2. -e el sürmek, -e dokunmak, -e zor lay hold of kullanmak. 1. -i ele geçirmek. 2. -in yakasına yapışmak. lay into 1. argo -i dövmek, -e dayak atmak. 2. -i haşlamak, -i lay it on thick azarlamak. çok pohpohlamak. lay low 1. yatağa düşürmek. 2. k. dili gizlenmek. lay off 1. (işçiye) geçici olarak yol vermek. 2. k. dili -i rahat bırakmak. lay on 1. üzerine atılmak, saldırmak. 2. üstüne sürmek. lay one´s cards on the table k. dili, bak. put one´s cards on the table. lay one´s hand on -i bulmak. lay one´s hands on 1. (cezalandırmak/dövmek için) yakalamak, ele geçirmek. 2. -e lay open sahip olmak, 1. açmak, -i elde etmek. açıklamak. 3. -iiçini 2. kesip bulmak. açmak. lay out 1. sermek. 2. sergilemek. 3. ölüyü gömülmeye hazırlamak. 4. lay s.o. to rest harcamak. 5. tasarlamak. cenazeyi toprağa vermek. lay s.o. to rest birini gömmek/defnetmek. lay s.o. up k. dili birini yatağa düşürmek/yatağa mahkûm etmek. lay siege to -i kuşatmak. lay siege to (bir yeri) kuşatma altına almak. lay stress on -i vurgulamak. lay the groundwork for (bir iş için) ön hazırlık yapmak. lay up biriktirmek, toplamak, saklamak. lay waste to -i yakıp yıkmak, -i yerle bir etmek. lay waste to -i yakıp yıkmak, -i yerle bir etmek. lay/put/set store by/on -i önemsemek, -e önem vermek. lay/spread/pour it on thick k. dili 1. fazlasıyla övmek. 2. fazlasıyla eleştirmek, (birinde) layer fazlasıyla i. 1. tabaka, kabahat katman; bulmak. kat. 2.3.bot. fazlasıyla bahane daldırma, ileri sürmek. daldırma yöntemiyle layer cake daldırılan dal. kat kat kremalı pasta. layering i., bot. daldırma. layman çoğ. lay.men (ley´mîn) i. 1. papaz/rahip sınıfından olmayan layoff erkek. 2. bir i. işçilerin mesleğin/ilmin geçici olarak iştenyabancısı. çıkarılması. layover i. (uçak, otobüs, gemi veya trenle yolculuk ederken) (bir yerde) layperson bekleme; konaklama. çoğ. lay.peo.ple (ley´pipıl) i. 1. papaz/rahip/rahibe sınıfından laywoman olmayan Hristiyan. çoğ. lay.wom.en (ley´wîmîn) 2. bir mesleğin/ilmin yabancısı. i. 1. papaz/rahibe sınıfından laziness olmayan kadın. 2. bir mesleğin/ilmin i. tembellik, haylazlık; miskinlik, uyuşukluk. yabancısı olan kadın. lazy s. tembel, haylaz; miskin, uyuşuk. lazy Susan döner tepsi. lazybones i. tembel kimse. lb kıs. pound. lead i. 1. kurşun. 2. (versatil kalem için) uç, min. 3. grafit. 4. den. lead iskandil. f. (led) 1. yol göstermek, rehberlik etmek, götürmek. 2. lead yönetmek, idarerehberlik. i. 1. kılavuzluk, etmek. 3.2.-eönde önderlik etmek, bulunma. 3. -e liderlik önde etmek; gelme, -in baştabaşında olmak, olma,çekmek, -in başını ileride bulunma. çekmek: Gandhi led the 4. tiy. başrol. 5. tiy. başrol resistance lead a dog´s life çok sıkıntı sürünmek. to British rule oyuncusu, in India. Gandi, başoyuncu. 6. elek.Hindistan´daki İngiliz bağlama teli. 7. k. diliyönetimine ipucu. lead a happy life mutlu karşı bir yaşam direnişe sürmek. önderlik etti. 4. to -e yol açmak. 5. (yaşam) lead a life of pleasure sürmek. zevk ve 6. to sürmek. sefa -e gitmek: This road leads to the university. Bu yol lead off üniversiteye başlamak. gidiyor. lead pencil kurşunkalem. lead poisoning kurşun zehirlenmesi. lead s.o. a dance/lead s.o. a birini çok uğraştırmak; birini çok zahmete sokmak; birini çok (merry) chase lead s.o. astray yormak. birini kötü yola saptırmak, birini ayartmak. lead s.o. astray birini baştan çıkarmak/ayartmak. lead s.o. by the nose birini parmağında oynatmak/çevirmek, birinin yuları elinde lead s.o. on olmak. birini kandırmak/ayartmak. lead the way yol göstermek, kılavuzluk etmek, öne düşmek. lead up to 1. -in kapısını yapmak, -e zemin hazırlamak. 2. -e yol açmak. leaden s. 1. kurşundan, kurşun. 2. kurşun renginde, kurşuni. 3. ağır, leader kurşun i. gibi. 4. 1. kılavuz, kasvetli. rehber. 2. önder, lider, baş. 3. orkestra/bando/koro leadership şefi. 4. İng. gazetenin i. 1. başkanlık; öncülük, görüşünü önderlik,yansıtan liderlik. makale. 2. lidere yakışan lead-free vasıflar. 3. liderler, s. kurşunsuz (benzin). önde gelenler. leading s. önde olan, yol gösteren, kılavuzluk eden. leading article İng. başmakale. leading lady başrol oyuncusu kadın. leading man başrol oyuncusu erkek. leading question belirli bir cevaba yönelten soru. leaf i. (çoğ. leaves) 1. yaprak. 2. ince madeni tabaka. 3. (masada) leaf through kanat. (kitaba)f. göz yaprak vermek, yapraklanmak. gezdirmek. leaf through (kitap, dergi v.b.´nin) sayfalarına göz atmak. leaflet i. 1. broşür, kitapçık; bildiri; el ilanı. 2. ufak yaprak, yaprakçık. leafstalk i. yaprak sapı. league i. 1. birlik, cemiyet. 2. spor lig. leak i. 1. su sızdıran delik/çatlak. 2. sızıntı. f. 1. sızdırmak, kaçırmak; leakage sızmak: i. sızıntı,The tire is leaking air. Lastik hava kaçırıyor. 2. out (sır) sızma. dışarı sızmak, ifşa olunmak. leaky s. akan (dam, kova v.b.). lean s. 1. zayıf, sıska. 2. yağsız. lean f. (--ed/leant) 1. on/against -e dayanmak. 2. eğri durmak, yana leaning yatmak, i. eğilim. eğilmek. 3. on/upon -e güvenmek. leanness i. 1. zayıflık. 2. yağsızlık. leant f., bak. lean. leap f. (--ed/leapt) sıçramak, atlamak, fırlamak, hoplamak; sıçratmak. leap in the dark i. 1. atlama, sonu belirsiz sıçrama. iş. 2. atlanılan yer. 3. atlanılan uzaklık. leap year artıkyıl. leap year artıkyıl. leapfrog i. birdirbir oyunu. leapt f., bak. leap. learn f. (--ed/learnt) 1. öğrenmek. 2. haber almak, öğrenmek. learn by heart ezbere öğrenmek, ezberlemek. learn by rote tekrarlaya tekrarlaya ezberlemek. learn s.t. from the ground up bir şeyi her yönüyle öğrenmek. learned s. bilgili. learning i. ilim, irfan. learnt f., bak. learn. lease i. 1. kira sözleşmesi. 2. kiralama. f. 1. kiralamak. 2. kiraya leaseholder vermek. i. kiracı. leash i. tasma kayışı. least s. en ufak, en küçük, en az, asgari. z. en az derecede. i. 1. en az least common denominator derece. 1. mat. 2. enen az miktar. küçük 3. en önemsiz ortak payda. kimse/şey. 2. ortalama seviye. 3. asgari least common multiple müşterek mat. en küçük ortakkat. leather i. deri; kösele; meşin. s. deriden yapılmış, deri. leatherette i. suni deri. leave i. 1. izin. 2. veda, ayrılma. leave f. (left) 1. bırakmak, terketmek. 2. (taşıt) kalkmak. 3. ayrılmak. leave a good/bad impression 4. (miras olarak) bırakmak. 5. vazgeçmek. with s.o. leave a place (in) a shambles bir yeri darmadağınık bir halde bırakmak. leave for He has left for India. Hindistan´a hareket etti. leave in the lurch yarı yolda bırakmak, yüzüstü bırakmak. Leave it alone! Elleme!/Bırak! Leave me alone! Beni rahat bırak! leave no stone unturned k. dili her çareye başvurmak. leave nothing undone yapılmamış hiçbir şey bırakmamak. leave of absence izin. leave off 1. -i giymemek. 2. -i takmamak. 3. -den vazgeçmek, -i leave out bırakmak. -i atlamak. leave over ertelemek. leave s.o. in the lurch birini yüzüstü bırakmak, birini yarı yolda bırakmak. leave s.o. out in the cold 1. birine hiç haber vermemek. 2. birine hiçbir şey vermemek. leave s.o. short birini -siz bırakmak: The factory owner´ll hire her and leave me leave s.o. to his own devices birini akendi short maid.haline Fabrikatör onu işe alıp beni hizmetçisiz bırakacak. bırakmak. That leaves me three million liras short. Ondan dolayı leave s.t. undone bir şeyi yarıda bırakmak. hesabımda üç milyon liralık bir eksiklik var. Leave the house! Defol! leave word with s.o. birine haber bırakmak. leave/put s.o./s.t. in the birini/bir şeyi gölgede bırakmak. shade leaven i. hamur mayası. f. mayalandırmak. leaves i., çoğ., bak. leaf. leave-taking i. ayrılma, veda. leavings i., çoğ. artıklar. Lebanese i. (çoğ. Leb.a.nese) Lübnanlı. s. 1. Lübnan, Lübnan´a özgü. 2. Lebanon Lübnanlı. i. Lübnan. lecher i. zampara. lecherous s. şehvet düşkünü, zampara. lectern i. kürsü. lecture i. 1. konferans, konuşma. 2. (üniversitede) ders. 3. azarlama. f. lecturer 1. konferans i. 1. konferans vermek. 2. (üniversitede) veren kimse, ders konferansçı, vermek. 3. konuşmacı. 2. -e nutuk çekmek; okutman, -i azarlamak. lektör. led f., bak. lead. ledge i. 1. düz çıkıntı. 2. resif. ledger i. ana hesap defteri, defteri kebir. lee i., den. rüzgâr altı, boca, poca. leech i. 1. sülük. 2. tufeyli, asalak, parazit (kimse). leek i. pırasa. leer f. pis pis gülümsemek. i. pis bir gülümseme. leery s. leeward s. boca yönündeki. z. boca yönüne. leeway i. 1. rahatça kımıldanacak yer, bol yer. 2. den. rüzgâr altına left düşme. s. sol, soldaki. i. sol, sol taraf. z. sola. left f., bak. leave. s. left hand 1. sol el. 2. sol taraf. left luggage (office) İng. emanet (bavul v.b.´nin bırakıldığı yer). left wing pol. sol kanat. left winger solaçık. left-handed s. solak. left-handed compliment acemice veya samimi olmayan kompliman. left-handedness i. 1. solaklık. 2. gizli anlamı olma. leftist i., pol. solcu. leftover s. artan, artık. leftovers i. artan yemekler. lefty s. 1. solak. 2. İng., k. dili solcu. leg i. 1. bacak. 2. (mobilyada/pergelde) ayak. 3. (pantolonda) leg of lamb bacak. kasap. kuzu budu. leg of mutton koyun budu. legacy i. kalıt, miras. legal s. 1. yasal, legal, kanuni, meşru. 2. adli. 3. hukuksal, hukuki. legal error adli hata. legal holiday resmi tatil günü. legal science hukuk ilmi. legal separation evli bir çiftin ayrı yaşaması. legalise f., İng., bak. legalize. legality i. yasallık, kanunilik, yasaya uygunluk, meşruluk. legalize f. yasallaştırmak, meşrulaştırmak. legally z. 1. yasal olarak, kanunen. 2. hukuken. legation i. ortaelçilik. legend i. 1. efsane, söylence. 2. sikke/harita üzerindeki yazı. legendary s. efsanevi, söylencesel. legging i., gen. çoğ. tozluk, getr. leggy s. uzun bacaklı. legibility i. okunaklılık, açıklık. legible s. okunur, açık, okunaklı. legibleness i., bak. legibility. legibly z. okunaklı olarak. legion i. 1. tar. (Romalılarda) lejyon. 2. kalabalık, alay. legions of bir sürü (kişi). legislate f. kanun yapmak, yasa çıkarmak, yasamak. legislation i. 1. kanun yapma, yasama. 2. yasa, kanunlar. legislative s. kanun koyan, yasamalı. legislative immunity milletvekilliği dokunulmazlığı. legislative power yasama gücü. legislator i. parlamenter, millet meclisi üyesi. legislature i. yasama meclisi, parlamento. legitimate s. 1. yasal, türel. 2. meşru olarak doğmuş, meşru. 3. kabul legitimate edilmiş kurallara uygun. f. 1. yasallaştırmak. 2. (çocuğun) nesebini tashih etmek. legitimatise f., İng., bak. legitimatize. legitimatize f., bak. legitimize. legitimise f., İng., bak. legitimize. legitimize f. 1. yasallaştırmak. 2. haklı göstermek, mazur göstermek. 3. legume (çocuğun) nesebini tashih i., bot. 1. baklagiller etmek. bitkinin tanesi/tohumu. 2. familyasından leisure baklagiller i. boş zaman. familyasından bitki. leisurely s. 1. acelesiz iş yapan. 2. acelesiz yapılan. z. acele etmeden. lemon i. 1. limon. 2. limon ağacı. 3. argo değersiz kimse/şey, moloz, lemon balm gazoz. bot. oğulotu, kovanotu, melisa. lemon peel limon kabuğu. lemonade i. limonata. lend f. (lent) 1. ödünç vermek. 2. borç vermek. lend a hand yardım etmek. lend an ear kulak vermek, dinlemek. lend an ear kulak vermek, dinlemek. lend itself to -e uygun olmak, -e elverişli olmak. lend o.s. to -e yardım etmek. lend/give a hand to -e yardım etmek, -e elini uzatmak. length i. 1. uzunluk, boy. 2. süre. lengthen f. uzatmak; uzamak. lengthways z., bak. lengthwise. lengthwise z. uzunlamasına. lengthy s. uzun, fazlasıyla uzun. lenience i., bak. leniency. leniency i. yumuşaklık, müsamaha. lenient s. yumuşak davranan, müsamahakâr. leniently z. yumuşaklıkla. lens i. 1. mercek. 2. göz merceği. 3. foto. objektif. Lent i. Paskalyadan önce gelen büyük perhiz. lent f., bak. lend. lenticel i., bot. kovucuk. lentil i. mercimek. Leo i., astrol. Aslan burcu. leopard i. leopar, pars. leopardess i. dişi leopar. leotard i., gen. çoğ. dansçıların giydiği mayo. leper i. lepralı/cüzamlı kimse. leprosy i. lepra, cüzam. leprous s. 1. lepralı, cüzamlı. 2. cüzam gibi. Lesbian i. Midillili. s. 1. Midilli, Midilli´ye özgü. 2. Midillili. lesbian i., s. lezbiyen, sevici. lesbianism i. lezbiyenlik, sevicilik. Lesbos i. Midilli. lesion i., tıb. 1. lezyon, doku bozukluğu. 2. yara, bere. Lesotho i. Lesoto. less z. daha az: less attractive daha az çekici. Eat less! Daha az ye! -less s. daha-siz. sonek az: Eat less cake! Daha az kek ye! i. daha az: He gave me less. Bana daha az verdi. She found less than fifty. Elliden lessen f. küçültmek, eksiltmek, azaltmak; küçülmek, azalmak. daha az buldu. edat eksi: Three less two equals one. Üç eksi iki lesser s. 1. daha eşittir bir. az; daha küçük. 2. ikinci derecedeki; daha az önemli. lesson i. 1. ders. 2. ibret: Let it be a lesson to you. Size ibret olsun. lest bağ. 1. -mesin diye. 2. korkusu ile. let f. (let, --ting) 1. izin vermek: Let him through. Geçmesine izin Let go! verin. Bırak!2. İng. kiraya vermek. 3. -elim, -sin, -sinler (birinci/üçüncü şahıs emir kipi): Let´s go. Gidelim. let alone şöyle dursun: He can´t support himself, let alone two relatives. let alone/be İki akraba şöyle karışmamak, dursun, kendi kendisini haline bile geçindiremiyor. bırakmak. Let be! Bırak!/Öyle kalsın!/Dokunma!/Bozma! Let bygones be bygones. Geçmişi unutalım./Olan oldu./Geçmişe mazi derler. let down 1. indirmek. 2. boşa çıkarmak, hayal kırıklığına uğratmak. let down one´s hair samimi davranmak. let fall düşürmek. let fly 1. salıverip uçurmak. 2. fırlatmak. 3. ateş etmek. let go 1. bırakmak, koyuvermek. 2. serbest bırakmak. Let him have his say. Bırak, diyeceğini desin. let in kapıyı açıp içeriye almak. Let it be. Bırak./Öyle olsun. as it were gibi, sanki, güya. let loose serbest bırakmak. let loose salıvermek, çözüp koyvermek. Let me have a whack at it! İng., k. dili Bir deneyeyim bakalım! Let me see. Bakayım./Dur bakalım./Düşüneyim. let o.s. go 1. kendini bırakıp coşmak. 2. kendini kapıp koyuvermek, let o.s. in kendini bırakmak,açıp kapıyı anahtarla kendine içeriyeözen göstermemek. girmek. let off 1. cezasını affetmek, cezasını hafifletmek. 2. dışarı vermek. let off steam k. dili deşarj olmak, içini dökerek rahatlamak. let on sırrı başkasına söylemek, sırrı ifşa etmek. let one´s hair down içini dökmek. let out 1. dışarıya bırakmak, koyuvermek, kaçmasına izin vermek. 2. let s.o. down gently (ip, kablo birini yavaşv.b.´ni) yavaşgevşetmek, genişletmek. alıştırarak hayal 3. uğratmak. kırıklığına (elbiseyi) genişletmek. 4. İng. kiraya vermek. let s.o. have it birine dünyanın kaç bucak olduğunu göstermek; birini let s.t. go by the board haşlamak. Rumor has 1. fırsatı kaçırmak. 2. it birthat the government şeyden vazgeçmek.will fall. Söylentiye göre hükümet düşecek. let s.t. slide k. dili işi oluruna bırakmak. let s.t. slip k. dili 1. bir şeyi ağzından kaçırıvermek. 2. fırsatı kaçırmak. let s.t./s.o. slip through one bir şeyi/birini elinden kaçırmak. ´s fingers let sleeping dogs lie k. dili fincancı katırlarını ürkütmemek. let slide vazgeçmek. let slip 1. ağzından kaçırmak. 2. (fırsatı) elinden kaçırmak. let the cat out of the bag k. dili sırrı açıklamak, baklayı ağzından çıkarmak. let the cat out of the bag k. dili baklayı ağzından çıkarmak. let the side down İng., k. dili bekleneni yapmayarak arkadaşlarını büyük bir hayal Let the water stand for two kırıklığına uğratmak. Suyu iki gün dinlendir. days. Let things stand for now. Şimdilik her şey olduğu gibi kalsın. Tears stood in her eyes. let up Gözleri yaşla dolmuştu. 1. yumuşamak, sertliğiniThe sweat stood kaybetmek. out on his brow. 2. (yağmur) Alnında boncuk kesilmek/dinmek. boncuk terler birikmişti. Let us part friends. Dost olarak ayrılalım./Dost kalalım. let well enough alone olanla yetinmek. Let x equaly. X´in 2y´ye eşit olduğunu farzedelim. let/leave s.o./s.t. alone olduğu gibi bırakmak, kendi haline bırakmak; dokunmamak, Let´s call it quits! rahat Haydi bırakmak. bırakalım artık!/Paydos edelim!/Haydi vazgeçelim! Let´s do it; nobody´ll be any k. dili Onu yapalım. Kimsenin haberi olmaz. the wiser. Let´s get this show on the Haydi başlayalım! road! Let´s meet at ten past three. Üçü on geçe buluşalım. lethal s. öldürücü. lethargic s. 1. uyuşuk. 2. tıb. letarjik. lethargy i. 1. uyuşukluk. 2. tıb. letarji. Lett i. 1. Let. 2. Letonca. letter i. 1. harf. 2. mektup. 3. çoğ. bilim; edebiyat. 4. spor takım letter box üyelerine verilen şeref arması. f. kitap harfiyle yazmak. mektup kutusu. letter carrier İng. postacı. letter of condolence başsağlığı mektubu. letter of credit tic. akreditif. letter of credit akreditif, kredi mektubu. letter opener mektup açacağı. lettered s. okumuş, tahsilli. letterhead i. antet. letterhead stationery antetli kâğıt. lettering i. harfle belirtme. Lettic s., bak. Lettish. Lettish i. Letonca. s. 1. Let. 2. Letonca. lettuce i. yeşil salata; kıvırcık salata. letup i. 1. azalma. 2. sakinleşme. 3. ara. leucocyte i., biyol., bak. leukocyte. leukemia i., tıb. lösemi, kan kanseri. leukocyte i., biyol. akyuvar, lökosit. Levant i. Levantine s. 1. Levanten. 2. Doğu Akdeniz bölgesine/halkına özgü. i. 1. level Levanten. i. 1. düzey,2.seviye. Doğu Akdenizli. 2. düzeç, kabarcıklı düzeç, su terazisi. 3. level at düzlük, düz yer. s. 1. 1. (silahı) -e doğrultmak. düzlem, yatay.-e2.yüklemek. 2. (suçu) hemzemin, bir seviyede olan. 3. ölçülü, dengeli. f. (--ed/--led, --ing/--ling) 1. düzeltmek, level crossing İng., d.y. hemzemin geçit. düzlemek. 2. yıkmak, yerle bir etmek. 3. eşit düzeye getirmek. levelheaded s. 4. aklı withbaşında, k. dili -e dengeli. doğruyu söylemek. lever i. manivela, kaldıraç. leverage i. manivela gücü. levitate f. 1. havada durmak. 2. ispritizma gücü ile veya rüyada havaya levity yükselmek/yükseltmek. i. şakalaşma, gülüşme. levulose i., kim. levüloz, meyve şekeri. levy i. 1. zorla (asker) toplama. 2. zorla toplanan asker. 3. (vergi) levy war on toplama. f. zorla (birine karşı) toplamak. savaş açmak. lewd s. kaba bir şekilde cinsel hareketleri/organları akla getiren, kaba lexicographer bir şekilde seksi i. sözlükçü, akla getiren. leksikograf. lexicography i. sözlükçülük, leksikografi. lexicologist i. sözlükbilimci, leksikolog. lexicology i. sözlükbilim, leksikoloji. lexicon i. sözlük. liability i. 1. sorumluluk, yükümlülük. 2. tic. borç. 3. k. dili dert; birine liable yük s. olan kimse; dert kaynağı olan şey. liaison i. 1. bağlantı, irtibat, liyezon. 2. gizli (cinsel) ilişki. liaison officer irtibat subayı. liar i. yalancı. lib i., k. dili özgürlük, kurtuluş. lib kıs. liberal, librarian, library. libel i. 1. yayın yoluyla hakaret. 2. iftira. f. (--ed/--led, --ing/--ling) 1. liberal yayın yoluylaerkinci. s. 1. liberal, hakaret 2.etmek. 2. iftira açık fikirli, etmek. geniş gönüllü. 3. cömert, eli liberalism açık. i. liberal. i. liberalizm, erkincilik. liberality i. 1. cömertlik. 2. liberallik. liberate f. 1. azat etmek, serbest bırakmak, salıvermek. 2. argo çalmak. liberation i. 1. azat etme, serbest bırakma. 2. kurtuluş, özgürlük. liberator i. kurtarıcı. Liberia i. Liberya. Liberian i. Liberyalı. s. 1. Liberya, Liberya´ya özgü. 2. Liberyalı. liberty i. özgürlük, hürriyet. liberty of conscience vicdan özgürlüğü. liberty of speech konuşma özgürlüğü. liberty of the press basın ve yayın özgürlüğü. Libra i., astrol. Terazi burcu. librarian i. kütüphaneci. library i. kütüphane, kitaplık. Libya i. Libya. Libyan i. Libyalı. s. 1. Libya, Libya´ya özgü. 2. Libyalı. lice i., çoğ., bak. louse. licence i., İng., bak. license. license i. 1. izin belgesi, ruhsatname, lisans. 2. ehliyet. 3. izin, ruhsat. f. license number 1. izinplaka oto. vermek. 2. izin belgesi vermek. 3. yetkilendirmek. numarası. license plate/tag oto. plaka. license tag oto. plaka. licentious s. ahlaksız, şehvet düşkünü. licentiousness i. ahlaksızlık. lichen i., bot. liken. lick f. 1. yalamak. 2. alev gibi yalayıp geçmek. 3. k. dili dayak lick clean atmak. yalayıp4. k. dili üstün gelmek, yenmek. i. yalama, yalayış. temizlemek. lick into shape biçim vermek. lick one´s chops düşündükçe ağzı sulanmak. lick s.o.´s boots birinin elini eteğini öpmek, birine dalkavukluk etmek. lick the dust 1. öldürülmek. 2. yere serilmek, yeri öpmek, iki seksen licorice uzanmak. 3. el etek öpmek, çanak yalamak. i. meyan, meyankökü. lid i. 1. kapak. 2. gözkapağı. lie i. 1. yalan. 2. yalan söyleme. f. (--d, ly.ing) yalan söylemek. lie f. (lay, lain, ly.ing) 1. yatmak, uzanmak. 2. durmak, kalmak, lie behind olmak. i. 1. yatış. -in ardında yatmak,2. duruş. 3. mevki. -in ardında gizli olmak. lie down yatmak, uzanmak. lie fallow boş kalmak. lie in ambush pusuya yatmak. lie in one´s teeth korkunç yalanlar söylemek. lie in ruins harap olmak. lie in wait pusuda beklemek. lie in wait pusuya yatmak. lie like a trooper çok yalan söylemek. lie low 1. ortalıkta görünmemek. 2. göze batmamaya çalışmak. lie off den. alargada yatmak. lie one´s way out of s.t. yalan söyleyerek bir işten sıyrılıvermek. lie sick hasta yatmak. Liechtenstein i. Lihtenştayn. s. Lihtenştayn, Lihtenştayn´a özgü. Liechtensteiner i. Lihtenştaynlı. lieu i. lieutenant i. 1. ask. teğmen. 2. den. yüzbaşı. 3. vekil. lieutenant colonel yarbay. lieutenant commander ön yüzbaşı, kıdemli yüzbaşı. lieutenant general korgeneral. lieutenant governor vali vekili. lieutenant, junior grade den. teğmen. lieutenant, senior grade yüzbaşı. life i. (çoğ. lives) 1. yaşam, hayat, dirim; ömür. 2. canlılık. 3. can. 4. life assurance yaşam tarzı.sigortası. İng. hayat life belt cankurtaran kemeri. life buoy cankurtaran simidi. life expectancy ortalama ömür. life expectancy ortalama ömür uzunluğu, beklenimli yaşam süresi. life imprisonment ömür boyu hapis cezası. life insurance hayat sigortası. life insurance hayat sigortası. life jacket cankurtaran yeleği. life line 1. cankurtaran halatı. 2. avuç içinde görülen yaşam çizgisi. life preserver cankurtaran. life sentence ömür boyu hapis cezası. life span ömür. lifeboat i. cankurtaran sandalı. lifeguard i. (plajlarda) can kurtaran görevli, cankurtaran. lifeless s. cansız, ölü. lifelike s. canlı gibi görünen. lifelong s. ömür boyu. lifesaver i. 1. (plajlarda) can kurtaran görevli, cankurtaran. 2. imdada life-size yetişen s. doğal şey. büyüklükte (resim/heykel). life-sized s., bak. life-size. lifestyle i., k. dili yaşam biçimi. lifetime i. ömür. lift f. 1. kaldırmak, yükseltmek. 2. k. dili çalmak, yürütmek, lift off aşırmak. 3. (sis/duman) (roket) havalanmak, dağılmak. 4. (kulakları) dikmek. i. 1. kalkmak. kaldırma, yükseltme; yükselme. 2. İng. asansör. lift up one´s voice bağırmak, sesini yükseltmek. liftoff i. (roket) havalanma, kalkma. ligament i., anat. bağ. ligate f., tıb. (kan damarını) bağlamak. ligation i. bağlama; bağlanma. ligature i. 1. bağ. 2. bağlama, raptetme. 3. tıb. kan damarını bağlamak light için i. 1. kullanılan iplik. ışık, aydınlık. 2.4. müz. ışık bağ. veren şey: Turn off the lights. Lambaları light kapatın. 3. (sigara v.b. için) f. (--ed/lit) 1. yakmak, tutuşturmak; ateş: Doyanmak, you havetutuşmak. a light? Ateşiniz 2. var mı? 4. aydınlatmak, dünyaya ışık ışık vermek. saçan kimse. 5. anlama. 3. neşelendirmek, 6. bir resmin canlandırmak. light f. (--ed/lit) 1. konmak. 2. üzerine düşmek. 3. (attan/arabadan) aydınlık kısmı. 7. gün ışığı, gündüz. light inmek. s. 1. hafif. 2. eksik. 3. önemsiz. 4. ince. 5. yüksüz, yükü hafif. 6. light comedy az, ufak. hafif 7. iyi mayalanmış. 8. endişesiz. 9. çevik, ayağına tez. komedi. 10. açık (renk). z. 1. hafif bir şekilde. 2. az eşya ile, az yükle, az light fixtures (duvara/tavana yerleştirilen) lamba armatürleri. bagajla: travel light az eşyayla/bagajla seyahat etmek. light in the head k. dili 1. başı dönmüş, sersemlemiş. 2. budala, ahmak. 3. deli. light industry hafif sanayi. light into k. dili -e saldırmak. light literature eğlendirici, kolay okunan hafif kitaplar. light meal hafif yemek. light meter ışıkölçer. light opera operet. light out k. dili aceleyle yola çıkmak, yola düzülmek. light sleeper uykusu hafif kimse. light up 1. -i aydınlatmak; aydınlanmak. 2. (sigara/puro/pipo) yakmak. light year ışık yılı. lighten f. aydınlatmak, ışık saçmak. lighten f. 1. hafifletmek, yükünü azaltmak; hafiflemek, yükü azalmak. 2. lighter neşelendirmek; i. 1. yakan kimse. neşelenmek. 2. yakıcı alet; tutuşturucu şey. 3. çakmak. lighter i. mavna, salapurya, layter. light-fingered s. hırsızlığı benimsemiş, eli uzun. light-footed s. çevik, zarif. lightheaded s. başı dönen, sersemlemiş. lighthearted s. kaygısız, endişesiz, tasasız, neşeli, şen. lighthouse i. fener, deniz feneri. lighting i. aydınlatma, ışıklandırma. lightly z. 1. hafifçe. 2. kolayca, kolaylıkla. 3. ciddiye almadan, lightness umursamazca. i. hafiflik. 4. neşeyle. lightning i. şimşek; yıldırım. lightning bug ateşböceği, yıldızböceği. lightning conductor İng. yıldırımsavar, paratoner. lightning rod yıldırımsavar, paratoner. lightweight s. 1. hafif. 2. önemsiz. i. 1. spor tüysıklet, hafifsıklet. 2. light-year yeteneksiz i., gökb. ışıkkimse. yılı. lignite i. linyit. lignum vitae peygamberağacı. ligustrum i., bot. kurtbağrı. likable s. hoşa giden, hoş. -like sonek -imsi, gibi, benzer: lifelike, workmanlike. like edat gibi, -e benzer. s. 1. benzer. 2. aynı. i. benzeri. like f. hoşlanmak, sevmek; beğenmek. like a bolt out of the blue k. dili beklenmedik bir şekilde, birdenbire. like a drowned rat k. dili sırsıklam, sırılsıklam. like a house afire 1. son süratle, son sürat. 2. gül gibi (geçinmek), ballı börekli like a shot (olmak). 1. derhal, hemen, hiç tereddüt etmeden. 2. şimşek gibi, yıldırım like a streak of lightning gibi, çabucak. k. dili yıldırım gibi. like all get-out k. dili son sürat, delicesine, deli gibi: They were working like all like clockwork get-out. saat gibi,Eşek çokgibi çalışıyorlardı. düzenli, tıkır tıkır.He was running like all get-out. Deli gibi koşuyordu. Like father, like son! k. dili Tıpkı babası!/Babasına çekmiş! like hell k. dili 1. deli gibi: He was running like hell. Deli gibi koşuyordu. like lightning 2. hiç; aksine. şimşek gibi, yıldırım gibi, çok çabuk. like mad k. dili çılgınca, çılgın gibi. like mad deli gibi, çılgınca. likeable s., bak. likable. likelihood i. olasılık, ihtimal. likely s. 1. olası, muhtemel. 2. uygun: a likely day for a picnic pikniğe likeminded uygun bir gün. 3. geleceği parlak: a likely candidate geleceği s. hemfikir. parlak bir aday. 4. inanılır: a likely story inanılır bir hikâye. z. liken f. to -e benzetmek. muhtemelen. likeness i. 1. suret, kılık. 2. resim, portre. 3. benzerlik, benzeşme. likes and dislikes (bir kimsenin) sevdiği ve sevmediği şeyler. likewise z. 1. aynı biçimde, aynen; keza. 2. ayrıca, ve de. liking i. 1. hoşlanma, sevme; beğenme. 2. sevgi. 3. ilgi; eğilim. lilac i. 1. leylak. 2. leylak rengi, açık mor, lila. s. leylak rengindeki, lilt açık i. (sesmor, lila. hoş bir iniş çıkış. tonunda) lily i. zambak. lily of the valley müge, inciçiçeği. lily-livered s. korkak, ödlek, yüreksiz. lily-white s. bembeyaz, zambak gibi beyaz. lima i. lima bean limafasulyesi. limb i. 1. kol ve bacak gibi vücuda eklemle bağlı organ. 2. ağacın ana limber dalı. f. up 3. kol,bedeni spor dal. ısıtmak, ısınma hareketleri yapmak. s. eğilir limbo bükülür, oynak i., b.h. Araf. (özellikle kol ve bacaklar). lime i. kireç. lime i., İng. ıhlamur ağacı, ıhlamur. lime i. misket limonu. limekiln i. kireç ocağı. limelight i. 1. kireç lambası. 2. İng., tiy. spot, spotlu lamba. 3. ilgi limestone merkezi, ilgi odağı. i. kireçtaşı. limit i. sınır, had, limit, uç. f. sınırlandırmak, sınırlamak, kısıtlamak. limitation i. sınırlama, kısıtlama. limited s. 1. sınırlı, kısıtlı; az, sayılı. 2. çevrili. 3. ekspres (tren). 4. İng. limited liability company limitet, limitet sınırlı şirket.sorumlu (şirket). limitless s. sınırsız, sonsuz. limousine i. limuzin. limp f. topallamak, aksamak. i. topallama. s. yumuşak, bükülgen, limpid gevşek. s. berrak, şeffaf, duru. linchpin i. 1. tekerleğin dingil çivisi. 2. kilit adam; temel taşı. linden i. ıhlamur ağacı, ıhlamur. linden tea ıhlamur. line i. 1. çizgi. 2. yol, hat. 3. ip, sicim. 4. satır; dize, mısra: There are line fifty-four lines on this page. Bu sayfada elli dört satır var. a line f. astarlamak. of poetry bir şiir dizesi. 5. dizi, sıra; saf: a line of oaks bir sıra line of defence 1. ask. savunma hattı. 2. savunma tezi. meşe. Stay in line! Sıradan çıkmayın! The worshipers were line of least resistance en kolayin arrayed yol. lines. Müminler saf bağlamışlardı. 6. kuyruk, sıra: We line of vision stood görüşin that line for hours. O kuyrukta saatlerce bekledik. 7. hattı. lineage kısa i. soy,mektup, pusula, not. 8. hiza. 9. k. dili iş, meslek. 10. nesil, silsile. (telefon, telgraf, tren, gemi v.b. için) hat. 11. olta. 12. seri, dizi. lineament i., 13.çoğ. yüzbir belirli hatları. cins/marka mal. 14. çoğ., tiy. rol. 15. soy. 16. argo linear s. 1. çizgisel. kandırıcı sözler, 2. doğrusal. martaval, masal. 17. çoğ. ana hatlar. 18. ask. linear measure hat; saf: line uzunluk of retreat ricat hattı. front line cephe hattı. line of ölçüsü. communications ulaşım hattı. f. 1. çizgilerle göstermek. 2. çizgi lineman çoğ. line.men (layn´mîn) i. hat bekçisi; hat döşeyicisi. çekmek. 3. up dizmek, sıralamak. 4. up sıraya girmek. linen s. keten. i. 1. keten kumaş, keten. 2. masa örtüleri ve yatak linen closet çarşafları. 3. iç çamaşırı, çamaşır. çamaşır dolabı. liner i. 1. yolcu gemisi. 2. yolcu uçağı. lineup i., spor oyun başlamadan oyuncuların yerini alması. linger f. 1. (gitmesi gerekirken) kalmak, ayrılamamak. 2. on kolay lingerie kolay i. kadıngeçmemek. iç çamaşırı ve gecelik. lingo i. (çoğ. --es) dil; yabancı dil. lingua franca anadili farklı insanların konuştuğu ortak dil. linguist i. dilbilimci, dilci, lengüist. linguistic s. 1. dile ait. 2. dilbilimsel. linguistical s., bak. linguistic. linguistics i. dilbilim, lengüistik. lining i. astar. link i. 1. halka, zincir baklası. 2. bağ, bağlantı. 3. radyo, TV link. f. link up birbirine bağlamak, bağlamak, birleştirmek, birleştirmek; zincirlemek; bağlanmak, birbirine birleşmek. bağlanmak, birleşmek, zincirlenmek. linkage i. 1. bağlama, bağlayış. 2. mak. bağlantı. linnet i. ketenkuşu. linoleum i. muşamba, linolyum. linotype i., matb. linotip. linseed i. ketentohumu. linseed oil beziryağı. lint i. 1. keten tiftiği. 2. yaraları sarmak için kullanılan yumuşak bir lion madde. i. 1. aslan. 2. cesur kişi, aslan yürekli adam. 3. ünlü kişi, şöhret. lioness i. dişi aslan. lionhearted s. aslan yürekli, cesur. lip i. 1. dudak. 2. kenar, uç. 3. argo küstahlık, yüzsüzlük. lip service sahte bağlılık. lipid i., biyokim. lipit. lipide i., biyokim., bak. lipid. lipoma çoğ. --s (laypo´mız)/ --ta (laypo´mıtı) i., tıb. lipom, yağ uru. lipstick i. ruj, dudak boyası. liquefaction i. sıvılaştırma; sıvılaşma. liquefy f. eritmek, sıvılaştırmak; erimek, sıvılaşmak. liqueur i. likör. liquid s. 1. sıvı, akıcı, akışkan. 2. şeffaf, berrak. 3. hemen paraya liquid measure çevrilebilir; sıvı ölçeği. likit. i. sıvı. liquid measure sıvı oylum ölçüsü. liquid quart A.B.D. 0,946 litre; İng. 1,136 litre. liquidate f. 1. (borcu) ödeyip kapatmak, tediye etmek. 2. (bir ticaret liquidation kuruluşunu) i. tasfiye, işi kapatmak, tasfiye etmek, likide etmek. 3. argo kapatma, likidasyon. öldürmek, temizlemek. liquidity i. 1. sıvılık. 2. ekon. likidite. liquor i. 1. içki, alkollü içecek. 2. et suyu. liquorice i., İng., bak. licorice. lira i. 1. lira. 2. liret. lisp f. peltek konuşmak. i. pelteklik. list i. liste, cetvel, dizin, fihrist. f. listeye geçirmek, deftere yazmak. list f. yan yatmak. i. yan yatma. list price katalog fiyatı; liste fiyatı. listen f. to -i dinlemek, -e kulak vermek. listen in başkasının konuşmasını dinlemek, kulak misafiri olmak. listen to reason mantığa kulak vermek. listless s. neşesiz, halsiz. listlessness i. neşesizlik, halsizlik. lit f., bak. light. s. 1. yanmış, tutuşturulmuş. 2. aydınlatılmış. lit kıs. literally, literary, literature. liter i. litre. literacy i. okuryazarlık. literal s. 1. kelimesi kelimesine, harfi harfine. 2. gerçek. literally z. 1. harfi harfine. 2. gerçekten. literary s. edebi, yazınsal. literate s., i. okuryazar. literature i. edebiyat, yazın. lithe s. kolay eğilip bükülebilen, kıvrak. lithium i., kim. lityum. lithograph i. taşbasması resim, taşbasması, taşbaskı, litografya, litografi. lithographer i. litografyacı, taşbaskıcı. lithography i. litografya, litografi, taşbaskı, taşbasması. lithology i. taşbilim, litoloji. lithosphere i. taşyuvarı, taşküre, litosfer. Lithuania i. Litvanya. Lithuanian i. 1. Litvanyalı. 2. Litvanyaca, Litovca. s. 1. Litvanya, Litvanya litigant ´ya özgü. 2. Litvanyaca, Litovca. 3. Litvanyalı. i. davacı/davalı. litigate f. 1. mahkemeye başvurmak. 2. dava etmek, dava açmak. litigation i. 1. dava etme. 2. dava. litmus i. turnusol. litmus paper turnusol kâğıdı. litmus paper turnusol kâğıdı. litre i., İng., bak. liter. litter i. 1. (yere atılan) çöp, çerçöp. 2. bir defada doğan yavrular. 3. litter bag tahtırevan. çöp torbası.4. sedye. 5. hayvanları yatırmak için serilen saman veya kuru ot. f. 1.yere çöp atmak. 2. darmadağın etmek. 3. litter up karmakarışık etmek. saçmak, dağıtmak. 4. doğurmak, birden çok yavru doğurmak. 5. litterbin i., İng. (umumi ahırda hayvanınyerlerde) çöp kutusu. altına yataklık ot sermek. litterbug i., k. dili yere çöp atan kimse. little s. (--r, --st) 1. küçük, ufak. 2. az: There´s little time left. Az little by little zaman azar azar,kaldı. 3. cici. yavaş 4. önemsiz, değersiz. i. 1. az miktar, az: He yavaş. ´s content with little. Azla yetinir. There´s little left. Az kaldı. 2. Little did I think. Aklımdan geçirmedim. ufak şey. 3. az zaman. z. (less, least) az: He likes us as little as little or nothing hiçlike we denecek him. Bizkadar az, ne ondan hemen hemen kadar hiç. az hoşlanıyorsak o da bizden o Little pitchers have big ears. kadar az hoşlanıyor. Çocukların kulağı delik olur. littoral s. sahile yakın. i. sahil boyu. liturgical s. 1. liturjiye ait, liturjik. 2. liturjisi olan, liturjik (kilise). 3. liturgy liturjiye i. liturji, göre yapılan, liturjik (ayin). liturya. live f. 1. yaşamak. 2. oturmak, ikamet etmek. 3. (yaşam/ömür) live sürmek, s. 1. canlı, geçirmek, (hayat) diri. 2. zinde, yaşamak. hayat dolu. 3.4.yanan. on ile beslenmek. 5. on 4. elektrik yüklü, ile geçinmek. cereyanlı (tel, 6. off ile ray v.b.). geçinmek, geçimini -den sağlamak. 5. patlamamış (bomba). 6. radyo, TV live a double life ikiyüzlü bir hayat yaşamak. canlı (yayın). live a lie sahte hayat geçirmek. live among -in içinde/arasında yaşamak. live and learn yaşadıkça öğrenmek. live by one´s wits (geçinmek için) uyanık ve kurnaz olmak. live embers sönmemiş ateş korları. live fast hızlı yaşamak. live fast hızlı yaşamak. live from hand to mouth elden ağıza yaşamak, kıt kanaat geçinmek. live in s.o.´s shadow daha güçlü/ünlü birinin gölgesinde kaybolup gitmek. live in sin nikâhsız olarak beraber yaşamak. live like a lord k. dili lort gibi lüks içinde yaşamak. live off the fat of the land bir eli yağda, bir eli balda yaşamak. live out sonuna kadar yaşamak. live through 1. (bir zamanı/olayı) yaşamak. 2. (zor bir durumdan) sağ olarak live up to one´s reputation çıkmak, şöhretinisağ salim çıkmak. doğrulayacak bir yaşam sürmek. live wire 1. cereyanlı tel. 2. k. dili başkalarını harekete getirme yeteneği live with olan çok enerjik ile birlikte kimse. yaşamak. live-in s. 1. işyerinde oturan. 2. işyerinde oturmayı gerektiren (iş). livelihood i. 1. geçim, geçinme. 2. geçim yolu. 3. rızk. livelong s. bitmez tükenmez, bütün. lively s. 1. canlı, neşeli. 2. parlak (renk). lively hope güçlü umut. liven f. up canlanmak, hareketlenmek. liven s.t. up bir şeyi daha canlı bir hale getirmek. liver i. karaciğer, ciğer. livery i. 1. özel üniforma. 2. hizmetçi sınıfı. 3. kılık, kıyafet. lives i., çoğ., bak. life. livestock i. çiftlik hayvanları. livid s. 1. k. dili çok öfkeli, kanı beynine sıçramış. 2. kurşuni. living i. 1. yaşam. 2. yaşam tarzı. 3. geçim yolu. living s. 1. yaşayan, canlı, diri, sağ. 2. yaşayanlara özgü. living image of -in tıpkısı. living language yaşayan dil. living picture canlı tablo. living room oturma odası. living wage geçindirebilecek maaş. lizard i. kertenkele. llama i. lama. LLD kıs. Doctor of Laws. loach i. çoprabalığı. load i. 1. yük. 2. ağırlık. 3. endişe, üzüntü, kaygı. 4. mak. direnç. 5. load elek. yük, şarj. yüklemek. 2. with (hediye) yağdırmak. 3. (zar) f. 1. yükletmek; load up doldurmak. -i yükletmek. 4. (silah) doldurmak. 5. (fotoğraf makinesine) film koymak. loaded s. 1. dolu. 2. hileli (zar). 3. argo sarhoş, yüklü. 4. argo zengin, loaded question yüklü. şaşırtıcı soru. loading i. 1. yükleme. 2. yük. loads i., k. dili çok miktar, yığın: loads of love pek çok sevgiler, kucak loadstar dolusu i., bak. sevgiler. lodestar. loaf çoğ. loaves (lovz) i. ekmek somunu, somun. loaf f. aylakça vakit geçirmek, aylaklık etmek, boş gezmek; haylazlık loafer etmek. i. 1. aylak, boş gezen; haylaz kimse. 2. mokasen. loam i. 1. kil, kum ve çürümüş bitkisel maddelerden oluşan toprak. 2. loan pahsa, i. 1. ödünçsamanlı verme.balçık, kerpiçalma, 2. ödünç çamuru. 3. killi toprak. borçlanma. 3. ödünç para. f. loan shark 1. k. özellikle faiz karşılığında ödünç para vermek. 2. ödünç dili tefeci. vermek. loanword i. başka bir dilden alınan sözcük. loath s. loathe f. -i hiç sevmemek, -den hiç hoşlanmamak. loathing i. hiç sevmeme, hiç hoşlanmama; nefret. loathsome s. pis, nahoş. loaves i., çoğ., bak. loaf. lob f. (--bed, --bing) havaya atmak, havaya doğru vurmak. i. havaya lobby atılmış top, koridor, i. 1. dehliz, havaya doğru vurulmuş geçit. 2. top. antre. 3. bekleme salonu, lobi. 4. lobe kulis yapanlar, lobi. 5. kulis faaliyeti. f. kulis yapmak. i. 1. yuvarlakça kısım. 2. anat. lop. 3. kulakmemesi. lobed leaf bot. oymalı yaprak. lobelia i., bot. lobelya. lobster i. ıstakoz. local s. 1. yerel, yöresel, mahalli. 2. dar, sınırlı. 3. tıb. lokal. i., k. dili local call 1. yerli. şehir içi2. İng. bar. konuşma. local color güz. san., edeb. yöresel özellikler. local government yerel yönetim. locale i. (bir olayın geçtiği) yer. localisation i., İng., bak. localization. localise f., İng., bak. localize. locality i. yer, semt, lokalite. localization i. 1. lokalizasyon, -in (belirli bir yerden) çıkmasını önleme. 2. lokalizasyon, -in yerini tayin etme/saptama. localize f. 1. -i lokalize etmek, -in (belirli bir yerden) çıkmasını önlemek. locate 2. -in(bir f. 1. yerini tayin yerde) etmek/saptamak, iskân -i lokalize etmek, yerleştirmek. etmek.saptamak, 2. yerini location yerini i. keşfetmek, 1. yer, mahal, konum,bulmak. mevki. 2. sin., TV lokasyon, stüdyo locative dışındaki çekim yeri. 3. yerini s., dilb. -de halindeki. i. -de halindekisaptama, bulma. sözcük. loch i., İskoç. 1. göl. 2. körfez, haliç. lock i. 1. saç lülesi. 2. çoğ. saçlar. lock i. 1. kilit. 2. silah çakmağı. 3. güreş birkaç çeşit yakalama lock yöntemi. 4. kilitlenme. f. 1. kilitlemek; 5. lok, kilitlenmek. 2. yükseltme havuzu.kenetlenmek. birbirine geçmek, lock s.o. in 3. bilg. kilitleyerek kapıyı kilitlenmek.birini (bir yere) hapsetmek; birinin üzerine lock s.o. out kapıyı kapıyıkilitlemek. kilitleyerek birini dışarıda bırakmak; of kapıyı kilitleyerek lock s.o. up birinin (bir 1. birini hapseyere)tıkmak. girmesini engellemek. 2. birini tımarhaneye kapatmak. lock s.t. up/away bir şeyi kilit altında tutmak. lock up kapıyı/kapıları kilitlemek. lock, stock and barrel baştan başa, tamamen. locker i. 1. (soyunma odasında/okul koridorunda) kilitli dolap. 2. den. locker room dolap, ambar.elbiselerini bıraktığı) dolaplı oda, soyunma odası. (sporcuların locket i. madalyon. lockjaw i., k. dili tetanos, kazıklıhumma. locknut i. emniyet somunu, kilit somunu. lockout i. lokavt. locksmith i. çilingir. lockup i., k. dili hapishane. loco s., argo deli, çılgın. locomobile i. lokomobil. locomotion i. hareket. locomotive s. 1. harekete ait. 2. hareket edebilen. 3. hareket ettiren. i. locus lokomotif. çoğ. lo.ci (lo´say) i. yer, mahal, konum, mevki. locust i. 1. çekirge. 2. ağustosböceği. 3. akasya, yalancı akasya, locust bean salkımağacı. bak. carob. locution i. 1. anlatış tarzı. 2. deyim, tabir. lode i. maden damarı. lodestar i. 1. Çobanyıldızı. 2. Kutupyıldızı. 3. yol gösterici rehber/ilke. lodge i. 1. tekke. 2. mason locası. 3. (kırlardaki) küçük otel. 4. rüstik lodge ev, f. 1.kulübe. 5. kapıcı/bahçıvan (pansiyoner/kiracı) kulübesi. -de kalmak; with6.(pansiyoner/kiracı) hayvan ini. -in lodger evinde kalmak. 2. İng. i., İng. pansiyoner, kiracı. -e oda kiralamak. 3. in (bir şey) -e takılıp kalmak; -e saplanmak. 4. (dilekçe v.b.´ni) arzetmek, sunmak. 5. lodging i. (geceyi geçirmek için) kalacak yer; kiralık oda. barındırmak. lodging house İng. pansiyon; kiralık oda bulunan ev. lodgings i., çoğ., İng. kiralık oda. loess i., jeol. lös. loft i. 1. İng. tavanarası. 2. tavanarası odası. 3. güvercinlik. 4. (ahır lofty üstündeki) s. 1. yüksek, samanlık. yüce. 2. 5. kilise balkonu. azametli, çalımlı. log i. logaritma. log i. 1. kütük (kesilmiş ağaç gövdesi). 2. den. parakete. 3. den. log jurnal, f. (--ged,seyir jurnali. --ging) 1. den. seyir jurnaline kaydetmek. 2. belirli bir log cabin mesafe katetmek. kütüklerden yapılmış kulübe. log in/on (to) bilg. (-e) girmek. log off bilg. -i sonlandırmak. logarithm i., mat. logaritma. logbook i., den. seyir jurnali/defteri. loge i. loca, tiyatro locası. loggerhead i., zool. adi denizkaplumbağası, Caretta caretta. logic i. mantık ilmi, mantık, eseme. logical s. 1. mantıki, mantıksal. 2. mantıki, mantıksal, mantıklı, mantığa logically uygun. z. mantığa3. mantıklı (kimse). göre, mantıklı olarak. logician i. mantıkçı. logistics i. lojistik. logo i. logo. logos i. logos, deyi. loin i. 1. bel. 2. fileto. loincloth i. peştemal. loiter f. yolda oyalanmak, aylakça dolaşmak. loiterer i. aylakça dolaşan kimse. loitering i. aylak aylak dolaşma. loll f. 1. in/on -de tembel tembel oturmak; against -e sırtını lollipop dayamak. 2. out i. lolipop; saplı (dil) ağzından dışarı sarkmak. şeker. Lombardy i. Lombardiya. Lombardy poplar karakavak. London i. Londra. London pride bot. taşkıran. lone s. yalnız, tek. lone wolf yalnızlığı seven kimse. loneliness i. yalnızlık. lonely s. 1. yalnız (kimse). 2. ıssız, tenha. loner i. yalnızlığı seven kimse. lonesome s. yalnız, yapayalnız. long s. 1. uzun: a long corridor uzun bir koridor. a long table uzun bir long masa. f. 1. çok2.istemek, uzun, uzun süren: What arzulamak, a longçekmek: hasretini speech!I Ne longuzun bir to go. konuşma! Gitmeyi z. çok, çoközlemini uzun istiyorum. zaman: The meeting won´t last long. He longs for freedom. Özgürlük hasreti long after a friend bir dostun çekmek. Toplantı çekiyor. 2. uzun for sürmez. She left here long ago. Buradan çok -i özlemek. long for -i özlemek. zaman önce gitti. long hours uzun çalışma saatleri. long in the tooth k. dili yaşlanmış. show one´s teeth k. dili dişlerini göstermek, long johns tehdit k. dili etmek. uzun paçalı don. long jump uzun atlama. long play uzunçalar, longpley. long since çoktan beri, epey zamandır. long since çoktan: I´ve long since forgotten his name. İsmini çoktan Long time no see! unuttum. k. dili Epeydir görüşemedik! long-distance s. 1. uzun mesafeli. 2. şehirlerarası/uluslararası (telefon long-distance call konuşması). şehirlerarası konuşma; milletlerarası konuşma. long-drawn-out s. çok uzun süren. longevity i. uzun ömürlülük. longhand i. el yazısı. longing i. özlem, hasret. longitude i. boylam. long-lived s. uzun ömürlü. long-playing s. uzun devirli (plak). long-playing record uzunçalar, longpley. long-range s. uzun menzilli (top). long-range plan uzun vadeli plan. long-sighted s. uzağı gören. long-suffering s. uzun süre birinin kahrını çeken. long-term s. uzun vadeli. long-winded s. sözü bitmez. loo i., İng. yüznumara, tuvalet. look f. 1. bakmak. 2. görünmek, gözükmek: He looks ill. Hasta look about görünüyor. i. 1. bakış, etrafına bakmak, bakma, nazar. 2. görünüş. 3. (birinin bakınmak. yüzündeki) ifade. look after -e bakmak, -i gözetmek, ile ilgilenmek. look ahead ileriye bakmak, geleceği düşünmek. look alive acele etmek. look around 1. bakınmak. 2. araştırmak. look at s.o. askance birine yan bakmak. look at s.t. in perspective bir şeye geniş bir açıdan bakmak. look back arkaya bakmak. look back 1. geriye bakmak. 2. geçmişe bakmak, geçmişi düşünmek. Look before you leap! Başlamadan/Hareket etmeden önce iyice düşün! look daggers at -e kötü kötü bakmak. look daggers at s.o. birine öfke ile bakmak. look down on -i hor görmek, -e tepeden bakmak. look down one´s nose at -i hor görmek. look for 1. -i aramak. 2. -i beklemek. look for a needle in a saman yığınında iğne aramak, olanaksız şeyi bulmaya haystack look forward to çalışmak. -i dört gözle beklemek, -i sabırsızlıkla beklemek, -i iple çekmek; Look here! -e can bak! Bana atmak. Look here. Buraya bak./Baksana. look in on -e kısa bir ziyaret yapmak. look into -e bakmak, -i araştırmak, -i incelemek, -i soruşturmak. look kindly upon -i hoş görmek/karşılamak. look like 1. -e benzemek. 2. -e benzemek, -cek gibi olmak: It looks like Look lively! rain. AceleYağmur yağacağa et!/Çabuk ol! benziyor. look on 1. seyretmek, izlemek. 2. başkası ile aynı kitaptan okumak. look on the bright side iyimser olmaya çalışmak. look onto -e bakmak, -e nazır olmak. look out 1. -den dışarı bakmak. 2. sakınmak. 3. for -e dikkat etmek, -i Look out for number one. gözetmek. Kendi çıkarına bak. Look out! Dikkat! look over -e şöyle bir bakmak. look s.o. in the face birinin yüzüne bakmak. look sharp 1. dikkat etmek, gözünü dört açmak. 2. şık olmak: You´re Look sharp! looking Dikkat et!sharp today. Bugün şıksın. look the other way görmezlikten gelmek. look the worse for wear k. dili pek iyi bir halde olmamak, pek iyi gözükmemek: You look look through the worse 1. -den for wear bakmak. 2.today. Bugün -i gözden seni pek geçirmek, iyi görmüyorum. -i incelemek. Look to your manners! Davranışlarına dikkat et!/Kendine gel! look up 1. yukarıya bakmak. 2. -i aramak; -i arayıp bulmak. 3. -i ziyaret look up to etmek, -i yoklamak. 1. -e saygı 4. iyileşmek, duymak/beslemek. 2. düzelmek. -e hayranlık duymak; -i örnek looking glass almak. ayna. looking-glass s. 1. ters yönde olan. 2. karmakarışık. lookout i. 1. gözetleme yeri, gözleği. 2. gözetleme; gözleme. look-see i., k. dili bakma. loom i. dokuma tezgâhı. loom f. belirmek, görünmek. loom large in -de ağır basmak, -de -in önemli bir yeri olmak. loop i. 1. ilmik; ilik halkası. 2. hav. takla. 3. bilg. döngü. 4. elek. loophole kapalı devre. kaçamak noktası. 2. mazgal deliği, mazgal. i. 1. kaçamak, loose s. 1. gevşek. 2. dağınık, seyrek. 3. serbest, aslından uzak loose change (çeviri, madeniyorumparalar.v.b.). 4. bol, dökümlü (giysi). 5. sallanan (diş). 6. yumuşak (öksürük). 7. ahlakı düşük, serbest, hafifmeşrep. loose ends yarım kalmış işler. loose living ahlak kurallarına aykırı olarak yaşama. loose-leaf s. sayfaları çıkarılıp tekrar takılabilen (kitap/defter). loosely z. gevşek, gevşek bir biçimde. loosely made bol yapılmış, gevşek örülmüş (elbise). loot i. 1. ganimet; çalıntı mallar. 2. yağma. 3. argo mangır, para. f. lop talan etmek. f. (--ped, --ping) (ağacın dallarını) kesmek, budamak. lop money off k. dili parayı (bütçeden) kesmek. lope f. 1. uzun adımlar atarak gitmek. 2. (at) eşkin gitmek. i. 1. uzun lopsided adımlarla s. 1. bir yanayürüme. eğik. 2. 2. eşkin gidiş. orantısız. loquacious s. konuşkan, dilli. loquat i. maltaeriği, yenidünya. Lord i. 1. Hrist. Rab, Allah, Tanrı. 2. Hrist. Rab, Hz. İsa. lord i. 1. lort. 2. efendi, sahip, mal sahibi. 3. hâkim, hükümdar. f. lort lord it over s.o. payesi vermek. birine amir gibi davranmak. lordly s. 1. amirane, lortvari, lorda yaraşır. 2. gururlu. lore i. ilim, bilgi, irfan (özellikle eski zaman bilgileri). lorry i. 1. İng. kamyon. 2. alçak, yanları açık ve dört tekerlekli yük lose arabası. f. (lost) 1. kaybetmek, yitirmek; kaybettirmek. 2. kaçırmak, lose a vote of confidence elden kaçırmak. güvenoyu 3. yenilmek, kaybetmek: ´´Did your team win? almamak. ´´ ´´No, it lost.´´ ´´Sizin takım kazandı mı?´´ ´´Hayır, kaybetti. lose control (of) (duruma/kendine) hâkim olamamak. ´´ 4. tic. zarar/ziyan etmek. 5. (saat) geri kalmak. lose count hesabını şaşırmak; of -in sayısını hatırlamamak. lose face saygınlığını yitirmek, itibarını kaybetmek. lose face k. dili itibarını kaybetmek. lose ground 1. (askerler) geri çekilmek. 2. (hastanın durumu) kötüye lose ground gitmek. 3. kayıplara uğramak. geri çekilmek. lose heart k. dili morali bozulmak; umudunu yitirmek. lose o.s. k. dili kendini kaybetmek, kendinden geçmek. lose o.s. in k. dili -e dalmak. lose one´s appetite iştahı kesilmek. lose one´s balance dengesini kaybetmek. lose one´s bearings şaşırmak, pusulayı şaşırmak. lose one´s footing ayağı kaymak, ayağı sürçmek. lose one´s grip 1. tutunamamak, eli kaymak/kurtulmak. 2. artık işlerin lose one´s head üstesinden kendinden gelememek, geçmek, aklı ipin ucunugitmek. başından kaçırmak. lose one´s head k. dili itidalini kaybetmek. lose one´s heart to k. dili (birine) gönlünü kaptırmak. lose one´s life hayatını kaybetmek. lose one´s marbles argo aklını kaçırmak. lose one´s mind aklını kaçırmak/oynatmak. lose one´s nerve cesaretini kaybetmek. lose one´s reason aklı başından gitmek. lose one´s seat yerini kaybetmek. lose one´s shirt k. dili parasının tümünü/çoğunu kaybetmek, parasız pulsuz kalmak. lose one´s shirt k. dili meteliksiz kalmak. lose one´s stake (kumarda) koyduğu parayı kaybetmek. lose one´s temper k. dili tepesi atmak. lose one´s temper tepesi atmak, öfkeye kapılmak; itidalini kaybetmek. lose one´s train of thought ne dediğini/düşündüğünü unutmak. lose one´s way yolunu şaşırmak. lose out k. dili 1. zarara uğramak. 2. yenilmek, kaybetmek. lose out on k. dili -i kaybetmek. lose sight of 1. -i gözden kaybetmek. 2. -i unutmak. lose sight of 1. (birini/bir hayvanı) gözden kaybetmek: At that moment I lost lose the toss sight of her. kaybetmek. yazı turada O an gözden kaybettim. 2. -i unutmak. lose time 1. zaman/vakit kaybetmek. 2. (saat) geri kalmak. You´ve lost lose track of me. k. dili 1. (bir Kafamı şeyi) aklındakarıştırdın./Ne tutmamak. 2. demek istediğini (bir şeye) dikkatanlayamadım. etmemek, lose weight (bir kiloşeyi) vermek,takipzayıflamak. etmemek; (birinin) izini kaybetmek. loser i. 1. kaybeden kimse. 2. zarar eden kimse. 3. k. dili başarısızın losing teki. s. kazançlı olmayan, zarar gören. loss i. 1. tic. zarar, ziyan. 2. kayıp. 3. ask. kayıp, ölü. lost f., bak. lose. s. 1. kaybolmuş, kayıp, yitik, kaybedilmiş. 2. boşa lost cause gitmiş (zaman). kaybedilmiş 3. harap dava, olmuş. ümitsiz dava.4. yolunu şaşırmış, kaybolmuş. lost in -e tamamen dalmış, -e dalıp gitmiş. lot i. 1. arsa. 2. grup; parti (mal). 3. nasip, kısmet. 4. tic. (mal) lotion parti. i. losyon. lottery i. piyango. lotus i. nilüfer, lotus. loud s. 1. yüksek (ses). 2. gürültülü, patırtılı. 3. çok parlak, çiğ, cart loudly (renk). z. 1. yüksek z. 1. yüksek sesle. 2.sesle. 2. gürültüyle. gürültüyle. loudmouthed s. ağzı kalabalık. loudspeaker i. hoparlör. loud-voiced s. yüksek sesli. lough i., İrlandaca 1. göl. 2. körfez, haliç. lounge f. 1. tembelce uzanmak, yayılıp oturmak. 2. aylaklık etmek, lounge away aylakça (zamanı) vakit geçirmek. tembelce i. 1. lobi; fuaye. 2. (okulda/işyerinde) geçirmek. oturma salonu. 3. İng. (evde) oturma odası/salonu. 4. İng. lounge suit İng. takım elbise. kanepe. lounger i. tembelce yaşayan kimse, aylak. louse çoğ. lice (lays) i. bit. lousy s. 1. bitli. 2. k. dili kötü, berbat. 3. k. dili alçak, iğrenç. lout i. hödük. love f. sevmek, âşık olmak. i. 1. sevgi. 2. sevi, aşk. 3. sevgili. 4. tenis love affair sıfır. aşk macerası. love affair aşk macerası. love letter aşk mektubu. love potion aşk iksiri. love seat iki kişilik kanepe. love story aşk hikâyesi. love vine bot. küsküt, şeytansaçı. lovebird i. muhabbetkuşu. lovely s. güzel, hoş, sevimli. lover i. âşık, sevgili, yâr, dost. lover of art sanat âşığı. lovesick s. aşk hastası, sevdalı. loving s. 1. seven. 2. sevecen, müşfik. loving-kindness i. şefkat. lovingly z. sevgi ile. low f. (inek/öküz) böğürmek. i. böğürme. low s. 1. alçak; alt, alçaktaki. 2. düşük (fiyat/sıcaklık). 3. low frequency alçakgönüllü. alçak frekans.4. hakir, hor. 5. az. 6. ucuz, adi. 7. yavaş, alçak (ses). 8. müz. pes. 9. güçsüz, zayıf. 10. aşağılık, alçak. 11. kısa, low gear birinci vites. bodur. 12. karamsar. 13. neşesiz, üzgün. z. 1. alçak sesle. 2. low life yoksulluk.3. ucuza. 4. müz. pes olarak. i. birinci vites. alçaktan. low pressure alçak basınç. low pressure trough alçak basınçlı dar ve uzun hava sahası. low price düşük fiyat. low relief hafif kabartma. low tide cezir, inik deniz. low tide 1. cezir zamanı. 2. cezir hareketi, denizin alçalması; cezir hali. lowbrow i. hiç entelektüel olmayan kimse. s. hiç entelektüel olmayanlara lowdown hitap eden; i., k. dili hiç entelektüel hakikat, işin içyüzü.olmayan birine uygun. low-down s., k. dili 1. alçak, ahlaksız. 2. alçakça yapılan. lower f. 1. indirmek; inmek. 2. azaltmak, eksiltmek, alçaltmak; lower case azalmak, küçük harf, eksilmek, minüskül.alçalmak. 3. (gurur) kırmak; alçaltmak. 4. zayıflatmak. 5. (güneş) batmak. s., z. 1. daha aşağı. 2. daha lower case minüskül, küçük harf. alçak. lower class aşağı tabaka. lower class alt tabaka. lower deck ikinci güverte, tavlun. lowermost s. en aşağı, en alt, en aşağıdaki. lowland s. alçak (bölge). lowlands i., çoğ. alçak bölgeler. lowliness i. alçakgönüllülük. lowly s. 1. rütbece/mevkice aşağı. 2. alçakgönüllü. z. ikinci derecede, lownecked aşağı. s. açık yakalı (elbise), dekolte. lowpitched s. 1. pes sesli. 2. heyecansız. 3. az eğimli (çatı). low-pressure s. alçak basınçlı, alçak basınç. low-rise s. asansörsüz ve alçak (bina). low-spirited s. neşesiz, keyifsiz, üzgün. low-water mark 1. alçak su seviyesi işareti. 2. bir şeyin en alçak/düşük noktası. loyal s. sadık, vefalı. loyally z. sadakatle. loyalty i. sadakat, vefa, bağlılık. lozenge i. 1. pastil. 2. eşkenar dörtgen. löss i., bak. loess. LP kıs. long-playing record. i., k. dili uzunçalar, longpley. lube i. lube oil k. dili, bak. lubricating oil. lubricant i. yağlayıcı madde. lubricate f. yağlamak. lubricating oil makine yağı, motor yağı. lubrication i. yağlama. lubricator i. 1. yağ pompası, gresör. 2. yağlayıcı madde. 3. yağlama işi lucid yapan kimse. s. 1. kolay anlaşılır, açık. 2. aklı başında. 3. duru, berrak. 4. lucidity şeffaf. i. 1. açıklık. 2. berraklık. 3. sağduyu. lucidness i., bak. lucidity. luck i. 1. talih, şans, baht. 2. uğur, yom. f. luck out k. dili talih (birine) gülmek. luckily z. çok şükür, bereket versin ki, talihine. luckless s. talihsiz, şanssız. lucky s. 1. talihli, şanslı. 2. uğurlu. lucky day uğurlu gün. lucky dog k. dili talihli adam. Lucky dog! k. dili Şanslı kerata! lucrative s. kârlı, kazançlı, yararlı. ludicrous s. 1. gülünç, güldürücü, komik. 2. saçma. lug f. (--ged, --ging) 1. çekmek, sürüklemek. 2. güçlükle taşımak. luggage i. bagaj, eşya. luggage rack bagaj rafı. luggage van İng. eşya vagonu. lugubrious s. mahzun, kederli. lukewarm s. 1. ılık. 2. soğuk, kayıtsız. lukewarmness i. 1. ılıklık. 2. kayıtsızlık. lull f. 1. yatıştırmak. 2. (fırtına, rüzgâr v.b.) dinmek. 3. (konuşmada) lull s.o. into a false sense of geçici birine bir sessizlik sahte olmak. bir güven i. 1. geçici duygusu bir durulma/dinme. 2. vermek. security durgunluk, kesatlık. lull s.o. to sleep birini ninni söyleyerek uyutmak. lullaby i. ninni. lulu i., k. dili 1. fevkalade bir gaf/falso. 2. facia, felaket, püsküllü lumbago bela: i., tıb.She´s a reallumbago. bel ağrısı, lulu. Tam bir facia. lumber f. hantal hantal yürümek. lumber i. 1. kereste. 2. İng. hurdası/canı çıkmış eşyalar. f. 1. kereste lumber mill kesmek. 2. ormanda kereste kesme yeri. ağaç kesmek. lumber s.o. with birine (tatsız bir iş) yüklemek. lumberjack i. ormanda ağaç kesen kimse. lumberroom i., İng. hurdası çıkmış eşyanın depolandığı oda. lumberyard i. kereste deposu. luminary i. 1. ışık veren cisim (özellikle güneş ve ay). 2. (belirli bir luminescence meslekte) şöhret, önde i. gazışı, lüminesans; gelen kişi. ışıldama, ışıltı. luminescent s. gazışıl; ışıldayan. luminescent paint fosforlu boya. luminous s. 1. (fosforlu boya gibi) karanlıkta ışık saçan/ışıldayan. 2. çok luminous paint aydınlık, ışık dolu. fosforlu boya. lump i. 1. parça, topak, yumru. 2. küme, öbek. 3. şişkinlik, şiş. 4. lump yığın, toptan f., k. dili şey. kahrını 5. hantal kimse; abullabut kimse. f. 1. yığmak. çekmek. 2. bir araya toplamak. 3. hantal hantal dolaşmak. lump everything together her şeyi bir araya koymak. lump s.o. together with birini (başkalarıyla) aynı tutmak, birini (başkalarıyla) aynı kefeye lump sugar koymak, kesmeşeker.birini (bir gruptan) saymak. lump sum bir defada yapılan ödeme, toptan ödenen para. lumpen s. lümpen. lumpen proletarian lümpen proleter. lumpen proletariat lümpen proletarya. lumpy s. yumrulu, yumru yumru, topak topak. lunacy i. delilik, cinnet. lunar s. aya ait, ay. lunar eclipse ay tutulması. lunar month kameri ay. lunar year ay yılı. lunatic s. 1. deli, çılgın. 2. delice, çılgınca. i. deli. lunatic fringe (siyasal/toplumsal/dinsel bir gruptaki) fanatikler. lunch i. öğle yemeği. f. öğle yemeği yemek/yedirmek. lunch counter büfe. lunch hour öğle tatili. luncheon i. (davet olarak verilen) öğle yemeği. f. öğle yemeği yemek. lung i. akciğer, ciğer. lunge i. at -in üzerine hücum/saldırı. f. at -in üzerine hücum lungs etmek/saldırmak. i., çoğ. akciğer. lupine i. acıbakla, yahudibaklası. lupus i. deri veremi. lurch i. 1. sallantı, sarsıntı. 2. birdenbire sallanma. f. 1. sallanmak. 2. lurch yalpalamak, i. sendelemek. lure i. 1. yem. 2. cazibe; tuzak. f. cezbetmek, çekmek, ayartmak. lurid s. 1. korkunç, dehşetli, heyecan uyandıran. 2. cart, fazlasıyla lurk parlak (renk). 3. donuk, f. 1. (about/around) sinsiuçuk renkli.gizli dolaşmak. 2. pusuda sinsi/gizli luscious beklemek; saklanmak, s. 1. pek tatlı, gizlenmek. çok lezzetli. 3. in -de 2. fazla tatlı. saklı okşayan. 3. zevki olmak, -de gizli olmak. lush s. 1. gür (ot/çayır/bitki). 2. yemyeşil, otları/bitkileri gür olan lush (yer). i., argo3.ayyaş. k. dili lüks. f. 1. içki içmek. 2. (içki) içmek. lust i. 1. şehvet. 2. çok şiddetli arzu. f. for/after -i şehvetle arzu luster etmek. i. 1. parlaklık, parıltı. 2. cila. 3. şaşaa, göz alıcılık. 4. şöhret. lustful s. şehvet dolu, şehvetli. lustre i., İng., bak. luster. lustrous s. parlak. lusty s. 1. kuvvetli (darbe). 2. gürbüz; kanlı canlı. lutanist i. lavtacı, lavta çalan kimse. lute i., müz. lavta. lute i. lök, lökün. Lutheran s., i. Lüteriyen. luting i. lök, lökün. lutist i. 1. lavtacı, lavta çalan kimse. 2. lavtacı, lavta yapan kimse. luxate f. eklemden çıkarmak; yerinden çıkarmak; burkmak. Luxembourg i. Lüksemburg. Luxembourger i. Lüksemburglu. Luxembourgian s. Lüksemburg, Lüksemburg´a özgü. Luxemburg i., bak. Luxembourg. Luxemburger i., bak. Luxembourger. Luxemburgian s., bak. Luxembourgian. luxmeter i. lüksmetre, aydınlıkölçer. luxometer i., bak. luxmeter. luxuriant s. 1. gür (yeşillik/sakal/saç). 2. çok süslü. luxuriate f. 1. lüks içinde yaşamak. 2. in -den pek çok zevk almak, -den luxurious tat s. 1.almak. lüks. 2.3.zevk in -inverici, zevkiniçokçıkarmak, rahat. -in tadını çıkarmak. 4. iyi yetişmek/gelişmek. luxury i. lüks şey, lüks. s. lüks. lye i. küllü su, boğada suyu. lying i. yalan söyleme, yalancılık. lymph i. lenf, lenfa, akkan. lymph node lenf boğumu, akkan düğümü. lymphatic s. 1. lenfatik. 2. ağır kanlı, uyuşuk. lymphatism i., tıb. lenfatizm. lymphocyte i., biyol. lenfosit. lymphoduct i., anat. lenf damarı. lynch f. linç etmek. lynch law linç kanunu. lynx i. vaşak. lyre i., müz. lir. lyric s. lirik. i. lirik şiir. lyrical s. lirik. lyrics i., çoğ. (şarkıya ait) sözler. M Romen rakamları dizisinde 1000 sayısı. M, m i. M, İngiliz alfabesinin on üçüncü harfi. m, m kıs. meter(s). MA kıs. Master of Arts. ma i., k. dili anne. ma`am i. madam, efendim, hanımefendi (Bir cevap/cümle sonunda mac kullanılır.). i., İng., k. dili yağmurluk. macaber s., bak. macabre. macabre s. 1. ölümü hatırlatan. 2. dehşetli, korkunç. macadam i. makadam, şose. macadamise f., İng., bak. macadamize. macadamize f. makadam yöntemi ile şose yapmak. macaroni i. düdük makarnası. macaroni and cheese fırında makarna. macaroon i. 1. koko. 2. acıbadem kurabiyesi. Mace i. yüze püskürtülünce insanı sersemleten bir kimyasal madde. mace f. (birinin) yüzüne Mace püskürtmek. mace i. 1. ortaçağda kullanılan ağır topuz. 2. süslü asa. mace i. küçükhindistancevizi meyvesinin toz haline getirilmiş kabuk Macedonia içi. i. Makedonya. Macedonian i. 1. Makedonyalı. 2. Makedonca. s. 1. Makedonya, Makedonya macfarlane ´ya özgü. 2. Makedonca. 3. Makedonyalı. i. makferlan. machete i. büyük bir çeşit bıçak. machinate f. düzenbazlık etmek, dolap çevirmek, entrika çevirmek. machination i., gen. çoğ. entrika, dolap. machine i. 1. makine. 2. motorlu araç. 3. mekanizma. 4. politika çarkı. s. machine gun 1. makineyle makineli ilgili. tüfek, 2. makine makineli, ile yapılmış. f. makine ile yapmak mitralyöz. veya şekil vermek. machine oil makine yağı. machine operator makinist, makine işleten kimse. machine shop 1. makine atölyesi. 2. tornacı dükkânı. machine-made s. makine işi. machinery i. 1. makineler. 2. makine aksamı. 3. mekanizma, sistem, machinist düzenek. i., İng. makinist, makine işleten kimse. mack i., İng., k. dili yağmurluk. mackerel i. uskumru. mackintosh i., İng. yağmurluk. macramé i. makrame. macro i., bilg. makro. macro- önek makro-, büyük. macrocephalic s., bak. macrocephalous. macrocephalous s. makrosefal. macrocephalus çoğ. mac.ro.ceph.a.li (mäkrosef´ılay) i. makrosefal. macrocephaly i. makrosefali. macroeconomics i. makroiktisat. mad s. (--der, --dest) 1. deli. 2. çılgın. 3. k. dili çok kızmış, kudurmuş. mad as a hatter/mad as a 4. kuduz. 5. delice, deli gibi. zırdeli. March hare Madagascan i. Madagaskarlı. s. 1. Madagaskar, Madagaskar´a özgü. 2. Madagascar Madagaskarlı. i. Madagaskar. Madagascarian s. 1. Madagaskar, Madagaskar´a özgü. 2. Madagaskarlı. madam i. 1. bayan, madam. 2. hanımefendi. 3. genelev işleten kadın, Madame mama, çaça. çoğ. Mes.dames (meydam´) i. Madam. madcap s. delişmen, ele avuca sığmaz. madden f. 1. delirtmek; delirmek. 2. sinirlendirmek. maddening s. 1. çıldırtıcı, delirtici. 2. sinirlendirici, can sıkıcı. madder i. 1. bot. kökboyası, kökboya, kızılkök. 2. kökboyası, kökboya, made kökkırmızısı, f., bak. make.alizarin. s. yapılmış: made of wood ağaçtan yapılmış. made to measure ısmarlama yapılmış (elbise). made-to-order s. ısmarlama. made-up s. 1. uydurma. 2. makyajlı. madhouse i. tımarhane. madly z. delice. madman çoğ. mad.men (mäd´men) i. deli. madness i. delilik. madrigal i., müz. madrigal. madrona i., bot. kocayemiş ağacı. madrona apple kocayemiş. magazine i. 1. dergi, magazin, mecmua. 2. depo. 3. cephanelik. 4. şarjör. magazine rack mecmualık. maggot i. kurt, kurtçuk, larva. maggoty s. kurtlu. magic i. 1. sihirbazlık. 2. sihir, büyü. 3. gözbağcılık, hokkabazlık. s. 1. magic marker sihirle keçeli ilgili, kalem.büyücülükte kullanılan. 2. sihirli, büyülü. magic wand sihirli değnek. magical s. fevkalade, çok güzel. magically z. büyülü bir şekilde, büyüleyerek. magician i. 1. sihirbaz, büyücü. 2. gözbağcı, hokkabaz. magistracy i. 1. yargıçlık, hâkimlik. 2. yargıçlar, hâkimler. 3. bir yargıcın magistrate nüfuz i., İng.bölgesi. sulh yargıcı. magma i., jeol. magma. magnanimity i. yüce gönüllülük. magnanimous s. yüksek ruhlu, yüce gönüllü. magnanimously z. cömertçe. magnate i. 1. nüfuzlu kimse. 2. gazet. patron. 3. büyük işadamı. magnesium i. magnezyum. magnet i. mıknatıs. magnetic s. manyetik. magnetic field manyetik alan. magnetic needle pusula iğnesi. magnetise f., İng., bak. magnetize. magnetism i. manyetizma. magnetize f. mıknatıslamak. magneto i. (çoğ. --s) manyeto. magnification i. büyütme, büyütüm. magnificence i. ihtişam, görkem. magnificent s. 1. görkemli, ihtişamlı. 2. harika, nefis, fevkalade. magnify f. 1. büyütmek, büyük göstermek. 2. abartmak, büyütmek. magnifying glass büyüteç, pertavsız. magnitude i. 1. büyüklük, boy. 2. önem. 3. gökb. kadir. magnolia i. manolya. magnum opus i., edeb., güz. san. başyapıt, şaheser. magpie i. saksağan. mahaleb i. mahlep, kokulukiraz. mahaleb cherry mahlep, kokulukiraz. mahogany i. 1. maun, akaju (ağaç/kereste): a mahogany table maun bir mahonia masa. i., bot. 2. maun/akaju mahunya, rengi. mahonya. maid i. 1. hizmetçi, hizmetçi kadın. 2. evlenmemiş genç kız. maid of honor baş nedime. maiden i. evlenmemiş genç kız. s. 1. evlenmemiş (kadın). 2. ilk: maiden maiden name effort ilk girişim. bekârlık maiden soyadı, kızlık voyage (gemi için) ilk sefer. adı. maidenhair i. baldırıkara. maidenhair fern baldırıkara. maidenhair tree kızsaçı, gingko. maidenhead i. bekâret, kızlık. maidenhood i. genç kızlık çağı. maidservant i. hizmetçi, hizmetçi kadın. maigre i., zool. 1. sarıağız. 2. işkine. mail i. zırh. mail i. 1. posta. 2. posta arabası. f. postalamak, postaya vermek, mail carrier posta postacı.ile göndermek. mail order posta ile sipariş. mail route postacının güzergâhı. mail train posta treni. mailbag i. 1. postacı çantası. 2. posta torbası. mailbox i. posta kutusu. mailed fist saldırı tehdidi, baskı. mailman çoğ. mail.men (meyl´men) i. postacı. mail-order s. posta siparişiyle alınan. mail-order house posta ile sipariş alan mağaza. maim f. sakat etmek, sakatlamak. main i. ana boru. main s. asıl, esas, başlıca, ana, temel. main body ask. asıl kuvvet. main deck den. baş güverte. main dish baş yemek. main road anayol. Main Street 1. ana cadde. 2. taşra gelenekleri. mainframe computer bilg. merkezi işlem birimi. mainland i. anakara. mainly z. en çok: His support comes mainly from the provinces. Onu mainspring destekleyenlerin çoğu ana i. 1. büyük zemberek, taşralı. yay. 2. asıl neden, baş etken. mainstay i. başlıca dayanak. maintain f. 1. sürdürmek, devam ettirmek. 2. korumak: maintain one´s maintenance reputation şöhretini i. 1. mak. bakım. korumak,3.adını 2. koruma. bozmamak. sürdürme. 3. beslemek, 4. geçim. 5. huk. bakmak, nafaka. geçindirmek: 6. iddia. maintain a family aile geçindirmek. 4. maize i., İng. mısır. mak. bakımını sağlamak. 5. iddia etmek: maintain that it is so majestic s. görkemli, böyledir diyeşahane, muhteşem, heybetli. iddia etmek. majestically z. görkemli bir şekilde. majesty i. 1. görkem, haşmet, heybet. 2. b.h. kral veya eşine verilen major unvan: Your/His/Her i. 1. binbaşı. 2. müz. Majesty majör. 3.Majesteleri, Majeste, (üniversitede) Haşmetmeap. asıl branş. major f., A.B.D. in (üniversitede) -i asıl branş olarak almak. major s. 1. büyük. 2. başlıca, asıl. 3. müz. (gam) majör. 4. ergin, reşit. major general tümgeneral. major key majör perdesi. major offense büyük suç. major premise man. büyük önerme. major premise man. büyük terim. major scale müz. majör gam. major term man. büyük terim. Majorca i. Mayorka. Majorcan i. Mayorkalı. s. 1. Mayorka, Mayorka´ya özgü. 2. Mayorkalı. majority i. 1. çoğunluk. 2. oy çoğunluğu. 3. erginlik, rüşt. majuscule i. büyük harf, majüskül. s. 1. büyük (harf), majüskül. 2. büyük make tracks harfle k. dili yazılmış. 1. çıkıp gitmek. 2. hızla gitmek. make (s.t.) good 1. telafi etmek; (zararını) ödemek. 2. yerine getirmek: He made make good his promise. i. 1. yapılış, Sözünü yapı, biçim. 2. yerine marka.getirdi. 3. verim, randıman. make f. (made) 1. yapmak, etmek. 2. yaratmak. 3. olarak atamak, make a go of yapmak: The başarılı (bir işyerini) board made him president bir şekilde of the company. idare etmek. Yönetim kurulu onu şirketin başına getirdi. 4. anlamak, anlam make a bed yatak yapmak. çıkarmak: I can´t make anything of this poem. Bu şiirden hiçbir make a beeline for/to -e hemen anlam gitmek. çıkaramıyorum. 5. göstermek. 6. girişmek. 7. kazanmak, make a big splash elde etmek: make money k. dili büyük bir sükse yapmak; para kazanmak. 8. etmek, dikkatleri üzerine tutmak: çekmek. make a bolt for Two plus three makes five. fırlayıp (bir yere) doğru koşmak. İki artı üç, beş eder. 9. hesap etmek. 10. hazırlamak, düzenlemek, yapmak: Who made this plan? Bu make a botch of (bir planıişi) kimberbat/rezil yaptı? 11. etmek. zorlamak, mecbur etmek, yaptırmak: They make a clean breast of k. dili me made içinido dökmek. it. Onu bana yaptırdılar. 12. sağlamak. 13. olmak. make a clean breast of it 14. herbaşarıya şeyi itirafulaştırmak: etmek. This will either make you or break you. Bu seni ya başarıya ulaştıracak, ya da batıracak. 15. (yol) make a commitment (to) (-e) söz vermek. almak, katetmek. 16. varmak, ulaşmak: The bus driver hopes make a decision karar he canvermek, karar almak. make Antalya by ten o´clock tonight. Otobüs şoförü make a detour Antalya´ya varyanttanbu gece saat onda varabileceğini umuyor. 17. gitmek. make a difference yetişmek: farketmek. I wasn´t able to make the eight-thirty boat. Sekiz otuz vapuruna yetişemedim. 18. erişmek. 19. elek. (devreyi) make a display gösteriş yapmak. kapatmak, tamamlamak. 20. inşa etmek. make a face yüzünü gözünü buruşturmak. make a face suratını buruşturmak, somurtmak. make a faux pas pot kırmak, falso yapmak. make a fire ateş yakmak. make a fool of (birini) maskaraya çevirmek, rezil etmek. make a fuss about -i mesele yapmak. make a fuss over -in üzerine titremek; -i baş tacı etmek. make a good/bad impression birinde iyi/kötü bir izlenim bırakmak. on s.o. make a grab for -e elini atmak. make a hash of k. dili -i bozmak, -i iyice karıştırmak; -i yüzüne gözüne make a hit bulaştırmak. 1. üstün başarı sağlamak. 2. çok beğenilmek. make a mess of 1. (bir yeri) dağıtmak. 2. -i berbat etmek. make a mistake yanlış yapmak, hata etmek/işlemek. make a motion önerge vermek, teklifte bulunmak. make a mountain out of a habbeyi kubbe yapmak, pireyi deve yapmak. molehill make a mountain out of a habbeyi kubbe yapmak, pireyi deve yapmak. molehill make a muck of İng., k. dili -i berbat etmek. make a name for o.s. ad yapmak. make a night of it sabaha kadar eğlenmek. make a night of it k. dili felekten bir gece çalmak. make a nuisance of o.s. baş belası olmak. make a pass at (birine) duyulan erotik hisleri belli etmek, pas vermek. make a play for k. dili 1. -i ayartmaya çalışmak. 2. -i kazanmaya çalışmak. make a point mim koymak. make a point bak. make a point of (bir şey yapmaya) dikkat etmek; (bir şey yapmayı) ihmal make a practice of doing s.t. etmemek. bir şeyi âdet edinmek. make a profit (on) (-den) kâr etmek. make a show of ... gibi yapmak, -mişçesine davranmak: They made a show of make a stab at resistance. Karşı koyar k. dili -i denemek: gibi yaptılar. He made a stab at conversation. Sohbet make a stand etmeyi (against) denedi. (düşmana karşı) direnmek, direnerek savaşmak. make a swing through k. dili (bir bölgede) küçük bir tur yapmak. make a travesty of -i gülünç/rezil bir hale sokmak. make a vow to do s.t. bir şey yapmaya ant içmek. make a wish dilekte bulunmak; niyet tutmak. make a wry face yüzünü ekşitmek/buruşturmak. make after k. dili takip etmek, kovalamak. make allowance for -i hesaba katmak. make amends to s.o. for s.t. 1. bir şeyin zararını telafi etmek. 2. birinden bir şey için özür make an example of dilemek. ibret olsun diye -i cezalandırmak. make an example of s.o. birini ibret olsun diye cezalandırmak. make an exhibition of o.s. kendini rezil etmek. make as if yapar gibi görünmek. make away with -i alıp götürmek, -i yürütmek. make believe -i (bir şey) olarak düşünmek/hayal etmek: Make believe you´re make bold acüret king.göstermek, Kendini kralcesaret olarak etmek. düşün. make bold to -e cesaret etmek, -e cüret etmek. make both ends meet geliri gidere denkleştirmek. make both ends meet kazancı masrafına yetişmek, idare etmek. make capital of -i kendi çıkarına kullanmak, -i istismar etmek. make common cause with (bir uğurda) ... ile birlikte hareket etmek. make do with ile idare etmek, ile yetinmek. make do with ile yetinmek, ile idare etmek. make eyes at -e kaş göz etmek. make eyes at gözle flört etmek. make faces alay ederek yüzünü gözünü tuhaf şekillere sokmak. make for home evin yolunu tutmak, eve koşmak. make free with 1. (başkasının malı olan bir şeyi) izin almadan kullanmak. 2. (bir make friends with kadına) fazlaolmak. ile arkadaş samimi davranmak. make fun of ile eğlenmek, ile alay etmek. make fun of/poke fun at (bir kimse) ile alay etmek. make good başarılı olmak. make good 1. on (sözü) yerine getirmek. 2. (zararı) ödemek. 3. başarılı olmak. make good one´s charge iddiasını kanıtlamak. make good one´s escape kaçmayı başarmak. make good time (yolu) hızla katetmek: We made good time between Edremit make great strides and k. diliBurhaniye. Edremit´le (bir işte) hızla Burhaniye ilerlemek, çok yolarasındaki katetmek.yolu hızla katettik. make haste acele etmek. make havoc of -i harabeye çevirmek. Make hay while the sun Yağmur yağarken küpünü doldur. shines. make headway ilerlemek. make heavy weather of k. dili (bir işi) fazlasıyla büyütüp bin bir güçlükle yapmak. make inroads in -de ilerleme kaydetmek. make inroads on 1. -i azaltmak: It´s made inroads on our stock. Stokumuzu make it azalttı. 2.yetişmek, k. dili 1. (bir piyasanın) bir payını zamanında elde etmek. varmak. 3. (soyut 2. başarmak. bir 3. hayatta şeye) başarılızarar vermek, olmak; darbe indirmek. Make it snappy! k. dili Çabuk ol!köşeyi dönmek. make life miserable for (birine) çok çektirmek, (birinin) ensesinde boza pişirmek. make light of -e önem vermemek, -i hafife almak. make like argo taklidini yapmak. make little of -i küçümsemek, -i önemsememek. make love sevişmek, aşk yapmak. make love 1. sevişmek, aşk yapmak. 2. to -e kur yapmak. make mention of -den bahsetmek, -den söz etmek, -in sözünü etmek, -i anmak. make merry eğlenmek. make mincemeat of -i paramparça etmek. make much of 1. -in fazlasıyla üstünde durmak, -i fazlasıyla önemsemek. 2. make no bones about (birine) k. dili -itezahürat yaparak sevgisini belirtmek. açıkça söylemek. make no bones about k. dili 1. -e hiç itiraz etmemek. 2. -i hiç gizlememek, -i make no pretensions to gizlemeye ... iddiasındaçalışmamak. olmamak. 3. -de hiç tereddüt etmemek, -den hiç çekinmemek. make noises about k. dili -den bahsetmek. make nothing of 1. -e önem vermemek. 2. -i anlayamamak. make o.s. conspicuous dikkati üzerine çekmek. make o.s. presentable kendine bir çekidüzen vermek: I went upstairs to make myself make o.s. scarce presentable k. dili ortadan before the guests arrived. Misafirler gelmeden önce kaybolmak. yukarı çıkıp kendime çekidüzen verdim. make of 1. -den anlamak: What do you make of this? Bundan ne make off anlıyorsunuz? sıvışmak, kaçmak. 2. -e anlam vermek: I couldn´t make anything of his behavior. Onun davranışına hiçbir anlam veremedim. make off with -i aşırmak, -i çalıp kaçmak. make one´s blood boil k. dili çok kızdırmak, çok öfkelendirmek, kanına dokunmak. make one´s blood run cold k. dili tüylerini ürpertmek. make one´s deposition yeminle yazılı ifade vermek. make one´s eyes water gözlerini yaşartmak. make one´s heart bleed -in kalbini kırmak, -i üzmek. make one´s living geçimini kazanmak. make one´s mark ün kazanmak, isim yapmak. make one´s mouth water ağzını sulandırmak, imrendirmek. make one´s mouth water ağzını sulandırmak. make one´s point ne demek istediğini yeterince anlatmak: You´ve made your make one´s presence felt point; varlığınınow sit down! Ne demek istediğini anladık; otur artık! hissettirmek. make one´s rounds 1. (doktor) viziteye çıkmak: The doctor is making his rounds. make one´s toilet Doktor viziteye tuvaletini yapmak.çıktı. 2. (bekçi) devriye gezmek: The watchman is making his rounds. Bekçi devriye geziyor. make one´s way ileri gitmek, ilerlemek. make one´s will vasiyetini yazmak/yazdırmak. make or break ya kazanmak ya da batırmak. make out 1. (ne olduğunu) kestirmek, çıkarmak; seçmek, farketmek. 2. make out a case for anlam çıkarmak, (bir iddianın) anlamak. 3. okumak, savunulabilecek yanlarınıçözmek. bulmak.4. yazmak. 5. başarmak. 6. geçinmek, idare etmek. make over 1. yenilemek. 2. to -e devretmek. make overtures 1. to -e girizgâhta bulunmak. 2. for -e razı olduğunu belirten make peace bazı adımlar atmak. barışmak. make peace with ile barışmak. make progress 1. ilerlemek. 2. (hasta) iyiye doğru gitmek. make ready for (bir şey için) hazırlamak. make redundant 1. işten çıkarmak. 2. gereksiz kılmak. make reference to -den söz etmek, -den bahsetmek. make room for -e yer açmak. make room for s.o. biri için yer açmak. make s.o. a curtsy (kadın) birine reverans yapmak. make s.o. a proposition birine bir teklifte bulunmak. make s.o. look sick k. dili birini gölgede bırakmak, birini çok geride bırakmak, birinin make s.o. see reason pabucu damabaşına birinin aklını atılmak. getirmek. make s.o. see stars k. dili birini bir yumrukla sersemletmek. make s.o. sick 1. birini hasta etmek. 2. birinin midesini bulandırmak. 3. k. dili make s.o. thirsty birini birinikızdırmak. susatmak. 4. k. dili birini tiksindirmek, birinin midesini bulandırmak. make s.o. turn in his grave (mezarında) birinin kemiklerini sızlatmak. make s.o.´s acquaintance biriyle tanışmak. make s.o.´s hackles rise birini öfkelendirmek. make s.t. clear bir şeyi belli etmek, bir şeyi belirtmek. make s.t. into bir şeyi -e dönüştürmek: Don´t make this into a big deal! Bunu make s.t. over to mesele bir şeyiyapma! (birinin) üstüne yapmak. make s.t. public bir şeyi herkese/halka/kamuya bildirmek; bir şeyi ilan etmek. make s.t. tingle 1. bir şeyi tatlı bir şekilde ürpertmek: Such music makes one´s make sail flesh sefere tingle. Bu tür müzik insana tatlı bir ürperti veriyor. 2. bir çıkmak. şeyi çınlatmak. make sense 1. anlamı olmak: Does this poem make sense? Bu şiirin anlamı make sense out of var -denmı? 2. mantıklı anlam çıkarmak.olmak. make shift varolanla idare etmek. make shift with ile idare etmek. make short work of 1. -i çabucak bitirmek. 2. -i bir çırpıda yemek. 3. -i çabucak make short work of yenmek, -i birşeyi) k. dili 1. (bir hamlede alt etmek. yiyivermek, 4. (birinin) çabucak yemek, problemini silip süpürmek. çabucak 2. çabuk halletmek. bitirmek. 3. (biri) (biriyle) olan işini çabucak make small talk k. dili havadan sudan konuşmak, hoşbeş etmek. bitirmek/halletmek: He made short work of those salesmen. O make sure emin olmak için gerekeni yapmak: Make sure the door is pazarlamacılarla olan görüşmesini çabucak bitirdi. 4. (birini) make sure of locked! Kapıyıdoğru 1. (bir şeyin) kontrol et!/Kapı olup kilitli mi, emin olmadığından bir bak! Make olmak. 2.sure Emrihe kolaylıkla pes ettirmek/yenmek. doesn´t pekiştirmek come! Ne yapıp için kullanılır:yapıp onun gelmesini engelle! Make sure she´s here at eight! Ne make the best of azami derecede yararlanmak. make the best of a bad yapıp edip onun saat sekizde burada olmasını sağla! Make sure kötü bir durum karşısında idare etmeye çalışmak. situation the door is locked before you go to bed! Yatmadan önce kapının make the fur fly k. diliolduğundan kilitli 1. adamakıllı dövmek, emin ol! dayak atmak. 2. sert bir şekilde make the grade azarlamak, başarmak. haşlamak, zılgıt vermek. make the most of s.t. bir şeyden azami derecede faydalanmak. make the supreme sacrifice canını feda etmek. make things lively for s.o. birinin başına iş açmak. make time (with) k. dili (biriyle) flört etmek. make to order ısmarlama yapmak. make up 1. düzenlemek, hazırlamak. 2. oluşturmak. 3. uydurmak, icat make up for lost time etmek. kaybedilen4. birzamanı araya getirmek, toplamak, tamamlamak. 5. for -i telafi etmek. telafi etmek. 6. makyaj yapmak, boyanmak. make up for lost time kaybedilen zamanı telafi etmek. make up one´s mind 1. karara varmak. 2. to -i aklına koymak, -e karar vermek. make up one´s mind 1. karara varmak. 2. to -i aklına koymak, -e karar vermek. make up to/with k. dili -in gözüne girmeye çalışmak, ile barışmak. make use of -i kullanmak, -den yararlanmak. make water k. dili su dökmek, işemek. make waves k. dili problem yaratmak. make way (for) yol vermek, yol açmak. make way for -e yol açmak, -e yol vermek. Make yourself at home. 1. Kendi evinizdeymiş gibi hareket edin. 2. Rahatınıza bakın. make/strike a bargain anlaşmaya varmak, mutabık kalmak. make-believe i. hayal, hayal ürünü. s. hayali, hayal ürünü olan. makeshift i. geçici çare. s. geçici, eğreti. makeup i. 1. makyaj. 2. karakter, özyapı; yaradılış. 3. matb. mizanpaj, makeup exam sayfa düzeni. bütünleme 4. k. dili bütünleme, ikmal, bütünleme sınavı. sınavı. making i. makings i., çoğ. malzeme. malabsorption i. kötü emilim. maladjusted s. uyumsuz, intibaksız. maladjustment i. uyumsuzluk, intibaksızlık. maladministration i. kötü yönetim. maladroit s. beceriksiz, eli işe yakışmaz, sakar. malady i. hastalık. Malagasy i. (çoğ. Mal.a.gas.y), s. 1. Malgaş. 2. Malgaşça. malaise i. kırıklık, keyifsizlik. malaria i. sıtma, malarya. Malawi i. Malavi. Malawian i. Malavili. s. 1. Malavi, Malavi´ye özgü. 2. Malavili. Malay i., s. 1. Malay. 2. Malayca. Malaysia i. Malezya. Malaysian i. Malezyalı. s. 1. Malezya, Malezya´ya özgü. 2. Malezyalı. malcontent s. hoşnutsuz, memnun olmayan, tatmin olmayan. i. hoşnutsuz Maldive kimse. i. the --s çoğ. Maldiv Adaları. Maldivian i. Maldivli. s. 1. Maldiv, Maldiv Adaları´na özgü. 2. Maldivli. male s., i. erkek. male chauvinism erkek şovenizmi. male prostitute erkek fahişe. malediction i. lanet, beddua. malefactor i. 1. suçlu kimse. 2. kötülük eden kimse. malevolence i. kötü niyet. malevolent s. kötü niyetli, hain. malevolently z. kötü niyetle. malformation i. kusurlu oluşum, sakatlık. Mali i. Mali. Malian i. Malili. s. 1. Mali, Mali´ye özgü. 2. Malili. malice i. kötü niyet. malicious s. kötü niyetli. maliciously z. kötü niyetle. malign s. 1. kötü, zararlı. 2. kötücül (kimse). 3. kötücül, habis malignant (ur/hastalık). s. 1. kötücül, f. kötülemek, kötü hakkında yürekli. 2. uğursuz.kötü sözler 3. tıb. söylemek. kötücül, habis. malignant tumor kötücül ur. mall i. 1. kapalı alışveriş merkezi, kapalı çarşı. 2. ağaçlık yol. mallard i., zool. yeşilbaş. malleable s. 1. dövülgen (maden). 2. yumuşak başlı, uysal. mallet i. 1. tokmak. 2. spor sopa. mallow i., bot. ebegümeci. malnutrition i. 1. yetersiz beslenme. 2. kötü beslenme, dengesiz beslenme. malodorous s. pis kokulu. malpractice i. 1. yolsuzluk, görevi kötüye kullanma. 2. büyük hata yaparak malpractice suit hastaya/müvekkile zarar verme. huk. mesleki hata davası. malt i. çimlendirilmiş arpa, malt. f. 1. (arpa veya başka tahıldan) malt Malta yapmak. i. Malta. 2. malt haline gelmek. Malta fever maltahumması. Maltese i. 1. (çoğ. Mal.tese) Maltalı. 2. Maltaca. s. 1. Malta, Malta´ya maltose özgü. 2. Maltaca. 3. Maltalı. i. maltoz. maltreat f. kötü davranmak, eziyet etmek. maltreatment i. kötü davranma. mama i., k. dili anne. mamma i., k. dili, bak. mama. mammal i. memeli hayvan. mammoth i., zool. mamut. s. devasa, muazzam. man çoğ. men (men) i. 1. adam, erkek. 2. insan, insanoğlu. 3. (erkek) man hizmetkâr. ünlem, k. dili 4. 1. biri, Birkimse, erkeğeşahıs, hitapkişi. 5. satranç, ederken dama bir sözü taş. vurgulamak man için f. (--ned, --ning) (belirli bir iş için) yeterince insan olmak: Dobir kullanılır: Man, what a game! Aman Allahım, ne harika you maç! have 2. Hitap soldiers enough edilen erkeğin to man ismi yerine those kullanılır: defenses? O Look man, tahkimatı man about town tiyatro ve gece kulübüne sıkça giden adam. you can´t do savunmak içinthat! Bak oğlum, yeterince onu askerin varyapamazsın! mı? Hey man, what Man alive! Yahu!/Be ´s happening?adam! Ne oluyor lan? man and wife karı koca. man of letters 1. yazar; edebiyatçı, yazıncı. 2. bilim adamı. man of letters 1. yazar; edebiyatçı, yazıncı. 2. bilim adamı. man of substance zengin adam. man of the world görmüş geçirmiş adam. Man overboard! Yetişin! Adam denize düştü. man to man erkek erkeğe, samimi olarak, açıkça. manacle i., gen. çoğ. kelepçe. f. kelepçe takmak, kelepçelemek. manage f. 1. yönetmek, idare etmek. 2. -i becermek; to -i -ebilmek, -i manage money becermek: parayı idareHow´detmek. you manage to get here? Sen buraya nasıl gelebildin? 3. kullanmak. 4. (ev, insan v.b.´ni) çekip çevirmek. manageable s. 1. yönetilebilir, idare edilebilir. 2. kontrol edilebilir. 3. 5. (hayvan) terbiye etmek. 6. düzenlemek. 7. kontrol etmek. 8. kullanışlı. i. 1. yönetim,4. gerçekleştirilebilen, idare. yerine getirilebilen. 5. şekle management işini uydurmak, işini 2. yönetim 9. çevirmek. kurulu. idare etmek, geçinip gitmek, girebilen (saç). manager şöyle i. böyle geçinmek. 1. yönetmen, müdür, direktör. 2. yönetici, idareci. 3. menajer, managerial bir sanatçı veya spor takımının işlerini yöneten kimse. s. yönetimsel. managerial decision yönetim kararı. managerial position yönetim mevkii. managerial staff yönetim kadrosu. Manchu i., s. 1. Mançu. 2. Mançuca. Manchuria i. Mançurya. Manchurian i. Mançuryalı. s. 1. Mançurya, Mançurya´ya özgü. 2. Mançuryalı. mandarin 1. mandalina. 2. king, kink. mandarin duck çinördeği. mandarin orange 1. mandalina. 2. king, kink. mandate i. 1. emir, ferman. 2. pol. manda. mandatory s. mecburi, zorunlu. i. 1. mandater, mandacı. 2. vekil. mandolin i. mandolin. mandrake i., bot. adamotu, kankurutan, adamkökü, abdüsselamotu, mane hacılarotu, i. yele. köpekelması. maneuver i. 1. manevra. 2. hile, dolap. f. 1. manevra yaparak/birtakım maneuvers hareketlerle -i (belirli bir yere) getirmek: He maneuvered the i., çoğ., ask. manevralar: car into the parking space. Manevra yaparak arabayı park manful s. cesur, mert, yiğit, erkekçe. yerine soktu. 2. (bir amaca ulaşmak için) birtakım manevralar manfully z. cesaretle, mertçe, yiğitçe, erkekçe. yapmak. manganese i. manganez, mangan. mange i. (hayvanlarda) uyuz hastalığı. manger i. (ahırda) yemlik. mangle f. 1. korkunç bir şekilde yaralamak. 2. parçalamak. 3. bozmak. mango i. (çoğ. --es/--s) hintkirazı, mango. mangosteen i., bot. mangostan. mangrove i., bot. mangrov, rizofora, hindistansakızağacı. mangy s. 1. uyuz (hayvan). 2. pis, iğrenç, tiksinti veren. manhandle f. 1. tartaklamak. 2. kol kuvvetiyle/var kuvvetiyle (bir şeyi) manhole çekmek/hareket i. rögar, baca, kontrol ettirmek/götürmek/taşımak. deliği, bakmalık. manhole cover rögar kapağı. mania i. 1. ruhb. mani. 2. for -e aşırı düşkünlük, -e tutku. maniac s., i. manyak, çılgın, deli. maniacal s. 1. çılgın. 2. manyakça. manic-depressive s., i., ruhb. manik-depresif. manicure i. manikür. f. manikür yapmak. manicurist i. manikürcü. manifest i. manifesto, gümrük bildirgesi. manifest s. belli, açık. f. açıkça göstermek, belirtmek. manifest itself kendini belli etmek, kendini göstermek. manifestation i. 1. alamet, belirti, gösterge. 2. açıkça gösterme. 3. gösteri. manifestly z. açıkça. manifesto i. (çoğ. --es) 1. bildiri, tebliğ, beyanname. 2. pol. parti programı. manifold s. türlü türlü, pek çok ve çeşitli. i., oto. manifolt. manikin i. manken. manipulate f. 1. elle hareket ettirmek. 2. kullanmak, hareket ettirmek, manipulation çalıştırmak, i. 1. elle hareketişletmek. 3. kendi ettirme. çıkarlarıhareket 2. kullanma, için kullanmak. ettirme, 4. hile yaparak çalıştırma, (fiyatları) istediği şekilde değiştirmek. manipulative s. 1. kendi çıkarları için başkalarını kullanan, çıkarcı4. işletme. 3. kendi çıkarları için kullanma. hile (kimse). 2. yaparak çıkarcı (fiyatları) (davranış). istediği 3. hileli.şekilde 4. el değiştirme. becerisine ait. 5. elle hareket mankind i. insanlık, beşeriyet, insanoğulları. ettirmeye özgü. manly s. 1. erkeğe yakışan, erkekçe. 2. mert, yiğit. manmade s. insan işi; fabrika işi; insan tarafından yapılan. mannequin i. manken. manner i. 1. tavır. 2. usul. 3. çeşit. 4. çoğ. görgü, terbiye. 5. çoğ. örf, manner of life töre. yaşam biçimi, yaşayış tarzı. mannered s. yapmacıklı, yapma tavırlı. mannerism i. bir kişiye özgü hareket, tavır veya ifade tarzı. mannerly s. terbiyeli. manoeuvre i., f., İng., bak. maneuver. manoeuvres i., çoğ., İng., ask., bak. maneuvers. man-of-war çoğ. men-of-war (men´ıvwôr´) i. 1. iri bir tür denizanası. 2. tar. manor savaş gemisi. i. malikâne, köşk. manor house malikâne, köşk. manpower i. 1. insan gücü. 2. işgücü. 3. işçi sayısı, personel. mansard i. mansard roof mansart çatı, mansart. manse i. papaz lojmanı, papaz evi. manservant çoğ. men.ser.vants (men´sırvınts) i. uşak; (erkek) hizmetkâr. mansion i. konak; kâşane; köşk; malikâne. manslaughter i. önceden tasarlamadan adam öldürme, kasıtsız cinayet. mantle i. 1. kolsuz manto. 2. örtü, örten şey. 3. lüks gömleği. 4. jeol. manual çekirdek kabuğu. s. 1. ele ait. 2. elle5.yapılan; anat. örtenek. elle çalıştırılan. i. 1. elkitabı, kılavuz. manual labor 2. müz. (orgda) klavye. 1. amelelik. 2. ağır iş. manually z. el ile. manufacture i. 1. imal, yapım. 2. mamul, yapılmış eşya/yiyecek. f. 1. imal manure etmek, i. gübre.yapmak. 2. (bahane) uydurmak. f. gübrelemek. manuscript i. 1. yazma, el yazması. 2. müsvedde. Manx i. Manca. s. 1. Man, Man Adası´na özgü. 2. Manca. Manx cat mankedisi. Manxman çoğ. Manx.men (mängks´mîn) i. Manlı erkek, Manlı. Manxwoman çoğ. Manx.wom.en (mängks´wîmîn) i. Manlı kadın, Manlı. many s. (more, most) çok, bir hayli. i. bir çoğu. many a time çok kere. Many thanks! k. dili Çok teşekkür!/Çok mersi! Many´s the time .... Çok kez ...: Many´s the time I´ve wanted to call you. Çok kez many-colored sana s. çoktelefon renkli, etmek istedim. rengârenk. manyplies i., zool. kırkbayır. many-sided s. 1. mat. çokyüzlü; çokkenar. 2. çok yönlü. map i. harita, plan. f. (--ped, --ping) 1. haritasını yapmak. 2. out maple ayrıntılarıyla planlamak. i. akçaağaç, isfendan. maple sugar akçaağaç şekeri. maple syrup akçaağaç pekmezi. maquis i., bot. maki. mar f. (--red, --ring) bozmak, mahvetmek. Mar kıs. March. marabou i. (çoğ. --s/mar.a.bou) murabutkuşu, murabut, marabut. marabou stork murabutkuşu, murabut, marabut. marabout i. 1. murabıt, murabut. 2. murabutkuşu, murabut, marabut. maraschino i. 1. maraskino, marasken (likör). 2. maraska, marask, maraska maraschino cherry kirazı. maraska, marask, maraska kirazı. marathon i. maraton. maraud f. çapulculuk amacıyla akın etmek, çapulculuk etmek. marauder i. çapulcu, yağmacı. marble i. 1. mermer. 2. bilye, misket. 3. çoğ. misket oyunu. s. mermer, marbled mermerden s. 1. ebrulu. yapılmış. 2. mermer f. döşeli. ebrulamak. March i. mart ayı. march i. 1. (topluca) yürüyüş. 2. ilerleme, gidiş. 3. müz. marş. f. 1. marchioness (topluca) i. markiz, yürüyüş markininyapmak. karısı. 2. ilerlemek. march-past i. geçit töreni. mare i. kısrak. margarine i. margarin. margin i. 1. kenar, sınır. 2. tic. maliyet fiyatı ile satış fiyatı arasındaki margin of safety fark. 3. tic. emniyet ihtiyat payı, havaakçesi, payı. marj. 4. sayfa kenarındaki boşluk, marj. marginal s. 1. kenarda olan. 2. kenarda yazılı, marjinal. 3. pek az: It is of marigold marginal importance. Pek az önemi var. 4. ekon., sosyol., ruhb. i., bot. kadifeçiçeği. marjinal. marijuana i. 1. marihuana. 2. bot. hintkeneviri, kenevir, kendir. marina i. yat limanı, marina. marinate f. (eti yumuşatmak için) zeytinyağlı salamurada bırakmak. marine s. 1. denize ait, denizle ilgili. 2. denizciliğe ait. 3. deniz mariner kuvvetlerine i. 1. gemici. 2.ait. i. 1. denizcilik. 2. denizci, deniz askeri. denizci. mariner´s compass gemici pusulası. marital s. evlenmeye ait, evlilikle ilgili. marital rights evlilikte karı kocaya tanınan haklar. marital status medeni hal. maritime s. 1. deniz kıyısında olan; denize yakın. 2. denizle ilgili; maritime law denizcilikle deniz hukuku.ilgili. 3. denizciye özgü. marjoram i., bot. mercanköşk, merzengûş, şile. mark i. 1. işaret, marka, alamet. 2. damga. 3. iz. 4. nişan, hedef. 5. mark norm, f. standart. 6.2.ün, 1. işaretlemek. şöhret. damga 7. (derste) vurmak, not, numara. damgalamak. 8. leke; 3. göstermek, çizik. 9. yara belirtmek. 4. yeri, çizmek, iz. 10. spor başlama yazmak. 5. not çizgisi. 6. vermek. 11. k. dilietmek, dikkat av, saf mark i. mark, Alman markı. kimse. dikkate almak, hesaba katmak. 7. etiketlemek. mark down 1. -in fiyatını indirmek. 2. not etmek, kaydetmek. mark off sınırlarını çizmek. mark out 1. sınırlarını çizmek. 2. planını yapmak. 3. seçip ayırmak. mark time yerinde saymak. mark up 1. çizmek. 2. -in fiyatını yükseltmek/artırmak. marked s. 1. göze çarpan, belirgin. 2. işaretli. markedly z. önemli derecede. marker i. 1. markacı. 2. işaret, damga. market i. 1. pazar, çarşı. 2. piyasa. 3. for -e talep, -e rağbet. f. 1. market garden pazarlamak. bostan. 2. satışa çıkarmak. 3. çarşıda alışveriş etmek. market value piyasa değeri, piyasa fiyatı. market value piyasa fiyatı. marketable s. 1. pazarlanabilir. 2. kolaylıkla satılabilir. marketing i. 1. alışveriş. 2. pazarlama. marketplace i. pazar yeri. marksman çoğ. marks.men (marks´mîn) i. nişancı. marksmanship i. nişancılık. markup i. 1. alış ve satış fiyatları arasındaki fark. 2. fiyat artışı. marl i., jeol. marn, pekmez toprağı. marmalade i. marmelat. marmot i., zool. dağsıçanı, marmot. maroon i., s. kestane rengi, maron. maroon f. (birini) ıssız bir adaya/kıyıya bırakmak. marquee i. 1. (kapı önündeki) markiz. 2. büyük çadır, otağ. marquess i., bak. marquis. marquis i. marki. marquise i. markiz. marriage i. 1. evlenme. 2. evlenme töreni. 3. evlilik. 4. birleşme. marriage certificate evlenme cüzdanı. marriage licence nikâh kâğıdı, evlenme izni. marriage vows evlilik sözü. marriageable s. evlenecek yaşta, yetişmiş. married s. 1. evli. 2. to ile evli. 3. evliliğe/evlilere özgü. married life evlilik yaşamı. marrow i. 1. anat. ilik. 2. öz. 3. İng. sakızkabağı, kabak. marrowbone i. iliği çok olan kemik. marry f. 1. evlenmek; evlendirmek. 2. evermek. 3. birleşmek; Mars birleştirmek. i., gökb. Merih, Mars. marsh i. bataklık. marsh crocodile hinttimsahı. marshal i. 1. ask. mareşal. 2. teşrifatçı, protokol görevlisi. 3. polis marshmallow müdürü. i. 1. hatmi.f. (--ed/--led, --ing/--ling) 2. lokuma benzer 1. sıraya koymak, sıralamak, şekerleme. dizmek. 2. önüne düşüp götürmek. marshy s. 1. bataklığa özgü. 2. bataklık gibi. 3. bataklı. marsupial s., zool. keseli. i. keseli hayvan. mart i. çarşı, pazar. marten i. 1. zool. ağaçsansarı, zerdeva. 2. zerdeva kürkü. martial s. 1. savaşa özgü. 2. askeri. 3. savaşçı, savaşkan. martial law sıkıyönetim, örfi idare. martial law sıkıyönetim. martin i. kırlangıç. martinet i. disipline son derece önem veren amir, kurallara aşırı derecede martini bağlı olan amir. i. martini. martyr i. şehit. f. şehit etmek. marvel i. harika, mucize. f. (--ed/--led, --ing/--ling) hayret etmek, marvelous şaşmak. s. olağanüstü; harika. Marxism i. Marksizm. Marxist i., s. Marksist. masc kıs. masculine. mascara i. rimel, maskara. mascot i. maskot. masculine s. 1. erkeğe özgü, erkeksi. 2. dilb. eril. i., dilb. 1. eril cins. 2. eril masculinity sözcük. i. erkeklik. mash i. 1. lapa. 2. bira yapmak için ezilmiş arpa ile su karışımı. f. mashed potatoes ezmek, patatespüre püresi.yapmak. masher i., argo askıntı, kadınlara askıntı olan erkek. mask i. maske. f. maskelemek, gizlemek. masked ball maskeli balo. masochism i. mazoşizm. Mason i. mason, farmason. mason i. duvarcı; taşçı. Masonry i. masonluk, farmasonluk. masonry i. duvarcılık; taşçılık. masque i. maskeli balo. masquerade i. 1. maskeli balo. 2. maskeli balo kostümü. 3. (sahte bir) mass gösteri. f. asve i. 1. ekmek kendini şarap ... gibikudas. ayini, göstermek, 2. bu kendini ... olarak ayine özgü müzik. tanıtmak. mass i. 1. kütle, kitle, parça, yığın, küme. 2. fiz. kütle. mass media medya, kitle iletişim araçları. mass meeting kitlesel miting. mass movement kitle hareketi. mass production toptan/seri üretim. massacre i. katliam, kırım, toplukıyım. f. katletmek, kırıp geçirmek. massage i. masaj. f. masaj yapmak. masseur i. masajcı, masör. masseuse i. kadın masajcı, masöz. massif i. dağ kitlesi. massive s. 1. büyük ve ağır. 2. çok büyük, kocaman, koca; heybetli; mass-produce büyük çapta, üretmek. f. seri olarak muazzam. 3. iriyarı, irikıyım. 4. şiddetli (deprem, kalp krizi v.b.). mast i. direk, gemi direği. master i. 1. efendi, sahip, patron, amir. 2. üstat. 3. İng. erkek öğretmen. master 4. yönetici. s. ana, 5. örnek. temel, 6. kopya esas, asıl, baş. edilecek şey. 7. küçük bey. 8. kaptan. master f. 1. yenmek, üstesinden gelmek. 2. hükmetmek. 3. iyice master builder öğrenmek, mimar; kalfa. uzmanlaşmak: Sezen´s mastered Chinese. Sezen Çinceyi çok iyi öğrendi. master copy orijinal, orijinal kopya, asıl. master key ana anahtar. master key ana anahtar. Master of Arts hümaniter bilimlerde master derecesi/yüksek lisans. master of ceremonies 1. protokol görevlisi, teşrifatçı. 2. sunucu, takdimci. Master of Science fen bilimlerinde master derecesi/yüksek lisans. master plan ana plan. master switch elek. ana anahtar. master touch 1. usta eli. 2. yerinde söz/davranış. masterful s. 1. amirane, buyurucu. 2. ustaca, ustalıklı. masterly s. ustaca, ustalıklı. mastermind i. bir işin beyni. f. (bir işin) beyni olmak. masterpiece i. 1. şaheser, başyapıt. 2. harika. masterstroke i. 1. mükemmel bir çözüm; (tartışmada) çok etkileyici bir cevap. mastery 2. kesin i. 1. başarı.hâkim olma, hâkimiyet. 2. ustalık. üstünlük, mastic i. 1. damlasakızı, sakız, mastika, sakızağacından çıkarılan mastic tree reçine. 2. mastika, sakız bot. damlasakızağacı, rakısı. 3. bot. damlasakızağacı, sakızağacı. sakızağacı. masticate f. çiğnemek. mastication i. çiğneme. mastiff i. mastı (köpek). masturbate f. mastürbasyon yapmak. masturbation i. mastürbasyon. mat i. 1. hasır. 2. paspas. 3. altlık. 4. keçeleşmiş saç, kıllar, lifler v.b. mat 5. (saç, kıl, lif i. paspartu, v.b.´nde) resim düğüm. ve çerçeve f. (--ted, karton arasındaki --ting) 1. hasırf.ile kenar. (--ted, örtmek. --ting) 2. keçeleştirmek; (resmin etrafına) keçeleşmek. paspartu 3. geçirmek. düğümlenmek, s. mat, donuk. matador i. matador, boğa güreşçisi. birbirine dolaşmak. match i. 1. eş, benzer, akran, denk. 2. uygun eş. 3. evlenme. 4. maç, match karşılaşma. i. kibrit. f. 1. (birbirine) uymak; (birbirine) uydurmak: That tie doesn´t match your suit. O kravat elbisene uymuyor. 2. bilg. matchbox i. kibrit kutusu. eşlemek, eşleştirmek, eşlendirmek. 3. karşılaştırmak. 4. matchless s. eşsiz, emsalsiz, (birinden/bir şeyden)rakipsiz. aşağı kalmamak, (biriyle) at başı gitmek. matchmaker 5. evlenmek; evlendirmek. i. çöpçatan. matchmaking i. çöpçatanlık. mate i. 1. eş, misil. 2. karı, koca, eş. 3. arkadaş. 4. ikinci kaptan, maté muavin. f. 1. eşlemek. i. mate, Paraguay çayı.2. evlendirmek; evlenmek. 3. çiftleştirmek; çiftleşmek. 4. uymak. 5. satranç mat etmek. material s. 1. maddi, özdeksel. 2. bedensel. 3. önemli. 4. to -e değgin. i. material well-being 1. madde, maddi özdek. 2. materyal, gereç, malzeme. 3. bez, dokuma, refah. kumaş. materialise f., İng., bak. materialize. materialism i. materyalizm, maddecilik, özdekçilik. materialist i. materyalist, maddeci, özdekçi. materialistic s. materyalist, maddeci, özdekçi. materialize f. 1. maddileşmek; maddileştirmek. 2. gerçekleşmek. 3. maternal (hortlak/ruh) s. 1. anneliğegörünmek, peydahlanmak. özgü. 2. anneye yakışır. 3. anne tarafından. maternal aunt teyze. maternal grandmother anneanne. maternal uncle dayı. maternity i. analık, annelik. maternity clothes hamile kıyafetleri/giysileri. maternity dress hamile elbisesi. maternity hospital doğumevi, doğum hastanesi. math i., k. dili matematik. math kıs. mathematical, mathematician, mathematics. mathematical s. 1. matematiksel, matematikle ilgili. 2. kesin, tam. mathematician i. matematikçi. mathematics i. matematik. maths i., İng., k. dili matematik. matinée i. matine. mating i. çiftleşme; çiftleştirme. mating season çiftleşme mevsimi. matriarch i. aile reisi sayılan kadın. matriarchal s. anaerkil, matriarkal, maderşahi. matriarchy i. anaerki, maderşahilik. matriculate f. 1. kaydetmek. 2. (özellikle üniversiteye) öğrenci olarak matriculation kaydedilmek. i. 1. öğrenci kaydı. 2. üniversite giriş sınavı. matrimony i. evlenme, evlilik. matrix çoğ. ma.tri.ces (mey´trîsiz)/--es (mey´trîksız) 1. bir nesneye matrix printer biçim veren veya bilg. matrisli dayanak olan şey. 2. anat. dölyatağı, rahim. 3. yazıcı. mat., bilg., matb. matris. 4. dişi kalıp. matron i. 1. (özellikle çocuğu olan) orta yaşlı evli kadın. 2. matronly (hapishanede/yetimhanede) s. 1. ana gibi, anaç. 2. toplu, kadın yönetici. dolgun. 3. başhemşire. 3. ağırbaşlı (kadın). matter i. 1. madde, özdek. 2. mesele, sorun; konu, iş; durum. 3. önem. matter 4. of/for neden. f. önemi olmak, önem taşımak, farketmek. matter-of-fact s. 1. gerçekçi. 2. sakin, heyecandan uzak. mattress i. yatak, döşek, şilte. mature f. 1. olgunlaşmak; olgunlaştırmak. 2. erginleşmek. s. 1. olgun, maturity ergin. 2. iyi hazırlanmış i. 1. olgunluk, erginlik. 2.(plan, vade.eser v.b.). 3. vadesi gelmiş, vadesi dolmuş. maudlin s. aşırı duygusal. maul f. 1. pençe atarak yaralamak. 2. çok hırpalamak; dövmek. Mauritania i. Moritanya. Mauritanian i. Moritanyalı. s. 1. Moritanya, Moritanya´ya özgü. 2. Moritanyalı. Mauritian i. Morityuslu. s. 1. Morityus, Morityus´a özgü. 2. Morityuslu. Mauritius i. Morityus. mausoleum i. mozole, anıtmezar. mauve i. leylak rengi. s. leylak renginde olan. maverick i. 1. damgalanmamış ve sahipsiz dana. 2. k. dili toplum maw kurallarına uymayan i. 1. mide; boğaz; kimse. ağız. 3. partibir 2. (korkunç disiplinine uymayan yere açılan) ağız. politikacı. mawkish s. 1. tiksindirici. 2. aşırı duygusal. max kıs. maximum. maxi i., k. dili maksi etek/palto. maxim i. özdeyiş, özlü söz, vecize. maximal s. maksimal. maximum çoğ. --s (mäk´sımımz)/max.i.ma (mäk´sımı) i. maksimum, azami May derece, i. mayıs,en yüksek mayıs ayı.düzey. s. maksimum, maksimal, azami. may yardımcı f. (might) -ebilmek, -meli, -malı (İzin/olanak/olasılık May Day belirtir.): 1 Mayıs. May I have a drink of water? Bana bir bardak su verir May I trouble you for the misin? He may or may not come tomorrow. Yarın gelebilir de, Tuzu verebilir misiniz? salt? gelmeyebilir de. May I venture a suggestion? Bir teklifte bulunabilir miyim? maybe z. belki, olabilir. Maybe it´s all for the best. Belki de böylesi daha iyi olur. Mayday i. Mayday (telsizle yapılan uluslararası imdat çağrısı). mayhem i. kargaşa. mayonnaise i. mayonez. mayor i. belediye başkanı. mayoress i. kadın belediye başkanı. Maypole i. 1 Mayıs´ta kızların etrafında dans ettiği çiçeklerle süslü direk. maypop i., bot. çarkıfelek. maze i. 1. labirent. 2. şaşkınlık, hayret. mazourka i., bak. mazurka. mazurka i. mazurka. MC i. protokol görevlisi, teşrifatçı. MC kıs. Master of Ceremonies. McCoy i. MD kıs. Doctor of Medicine. mdse kıs. merchandise. me zam. beni; bana. mead i. mayalandırılmış bal ve sudan yapılan alkollü bir içki. meadow i. çayır. meager s. 1. yetersiz, eksik, az. 2. yavan, tatsız. 3. zayıf. meagre s., İng., bak. meager. meal i. 1. elenmemiş kaba un. 2. una benzer şey. meal i. yemek. mealtime i. yemek zamanı. mealy-mouthed s. samimiyetsiz. mean f. (--t) 1. ... anlamına gelmek: Does that mean she´ll be late? mean Yani s. geç mi 1. adi, gelecek? aşağı, bayağı. To2.the egress kötü means kötü (davranış); to the exit. Mahrece davranan; zalim, demek çıkışa acımasız. 3. demek. İng. cimri, 2.pinti. amaçlamak, 4. k. dili niyet etmek, huysuz. 5. k. niyetlenmek: dili zor, güç. mean s. orta, vasat; ortalama. i. orta; ortalama. He had şahane, 6. argo meant tonefis. come early. Erken gelmeyi amaçlamıştı. He mean business çok ciddi really meansolmak, to doşaka yapmamak: it. Onu yapmayaThis time she azmetti. meansistemek, 3. demek mean daily temperature business. kastetmek: Bu kez What ciddidir. do günlük ortalama sıcaklık. you mean? Ne demek istiyorsun yani? 4. mean distance for (sözü) (birine) ortalama uzaklık. yöneltmek: Did you mean that for me? O sözü bana mı yönelttin? 5. for (bir şeyi) (biri) için yapmak/hazırlamak. mean little -in değeri/önemi az olmak: That prize means little to her. Onun mean pressure gözünde ortalamaobasınç. ödülün pek az önemi var. mean solar time ortalama güneş zamanı. mean well -in niyeti iyi olmak. meander f. 1. dolanmak, dolana dolana gitmek. 2. avare dolaşmak, meaning gezinmek. i. anlam, mana. meaningful s. anlamlı, manalı. meaningless s. 1. anlamsız, manasız. 2. boş, abes. means i. 1. araç, vasıta, bir sonuca ulaşmak için kullanılan şey. 2. means of support servet, varlık. 3. gelir, birini geçindiren para. iş/para. means of transport ulaşım araçları, taşıtlar. means to an end araç, vasıta. meant f., bak. mean. meantime i. meanwhile z. bu arada. measles i. kızamık. measly s. 1. kızamıklı. 2. k. dili çok az. 3. k. dili adi, değersiz. measure i. 1. ölçü, miktar. 2. ölçüm, ölçme. 3. önlem, tedbir. 4. derece. 5. measure şiir f. 1.ölçü, vezin. ölçmek; 6. müz.almak: ölçüsünü ölçü. 7.Measure ölçüt, kriter. the height of that door measure out right ölçüpnow! O kapının yüksekliğini hemen ölç! The tailor is ayırmak. measuring me for a new suit. Terzi yeni bir elbise için ölçümü measure up 1. istenilen ölçülere göre/uygun olmak. 2. to ... kadar iyi olmak: alıyor. They´re going to measure Zeki´s intelligence. Zeki´nin Aynur doesn´t s. 1. ölçülü. measuredüzenli. 2. düzgün, up to Hülya. 3. ... Aynur, Hülya kadar iyi hesaplı, measured zekâsını ölçecekler. 2. -in ölçüleri olmak:ölçülü. That piece of paper değil. Her performance that day didn´t measure up to her measureless measures ten centimeters s. ölçüsüz, sınırsız, hesapsız. by twelve centimeters. O kâğıdın ability. O günkü performansı asıl yeteneğinin gerisinde kaldı. measurement ölçüleri on çarpı on iki i. 1. ölçü. 2. ölçme, ölçüm. santimetre. measuring i. ölçme, ölçüm. measuring cup ölçü kabı. measuring spoon ölçü kaşığı. meat i. 1. yenecek et, et. 2. öz. meat loaf rulo köfte. meat packing toptan kasap işi. meat pie etli börek. meaty s. 1. etli. 2. özlü, dolgun. Mecca i. Mekke. mech kıs. mechanical, mechanics, mechanism. mechanic i. motor tamircisi. mechanical s. 1. mekanik. 2. makineye ait. mechanical drawing teknik resim. mechanical engineer makine mühendisi. mechanical engineering makine mühendisliği. mechanical pencil versatil kalem. mechanically z. mekanik olarak. mechanics i., fiz. mekanik. mechanise f., İng., bak. mechanize. mechanism i. 1. mekanizma. 2. işleyiş. 3. fels. mekanikçilik, mekanizm. mechanization i. makineleştirme; makineleşme. mechanize f. 1. makineleştirmek. 2. ask. mekanize etmek. mechanized s. 1. makineleştirilmiş. 2. ask. mekanize. meconium i. ilkdışkı, mekonyum. med kıs. medicine, medieval, medium. medal i. madalya. medalist i. 1. madalya yapan kimse. 2. madalya kazanan kimse. medallion i. madalyon. meddle f. karışmak, burnunu sokmak. meddler i. herkesin işine karışan kimse, her şeye burnunu sokan kimse, meddlesome işgüzar. s. her şeye burnunu sokan, her işe karışan, işgüzar. medfly i., zool. akdenizmeyvesineği. media i., çoğ. araçlar, vasıtalar. mediaeval s., bak. medieval. medial s. 1. orta. 2. ortada olan. median s. orta. i. 1. orta. 2. medyan. 3. geom. kenarortay. 4. (yolda) median strip refüj. (yolda) refüj. mediate f. 1. aracılık etmek, arabuluculuk etmek, aracı olmak, araya mediate girmek. 2. ara s. 1. dolaylı bulmak. ilgisi olan, doğrudan doğruya olmayan. 2. ortada mediation olan, ikisi ortası. i. aracılık, arabuluculuk. mediator i. arabulucu, aracı. medical s. 1. tıbbi, tıbba ait. 2. iyileştirici. Medicare i., A.B.D. (yaşlılar için) devlet sağlık sigortası. medicate f. 1. ilaçla tedavi etmek. 2. ilaçlamak; içine ilaç katmak. medicated s., tıb. ilaçlı. medication i., tıb. 1. ilaç. 2. ilaçla tedavi. medicinal s. ilaç özelliği olan, iyileştirici, tedavi edici, tıbbi. medicine i. 1. ilaç. 2. tıp, hekimlik. medicine chest ilaç dolabı. medieval s. ortaçağa ait, ortaçağa özgü. Medina i. Medine. mediocre s. sıradan, alelade, ne iyi ne kötü, orta karar. mediocrity i. sıradanlık, aleladelik. meditate f. 1. (on) (-i) derin derin düşünmek. 2. meditasyon yapmak. meditation i. 1. derin derin düşünme. 2. meditasyon. 3. derin düşüncelerin Mediterranean ürünü olan yazı. s. Akdeniz, Akdeniz´e veya Akdeniz bölgesine özgü. Mediterranean fruit fly akdenizmeyvesineği. medium çoğ. --s (mi´diyımz)/me.di.a (mi´diyı) i. 1. orta. 2. çevre, ortam. medium 3. araç,--s) i. (çoğ. vasıta, bir sonuca ulaşmak için kullanılan şey. s. 1. orta. medyum. 2. ortalama. medium frequency radyo orta dalga. medium-sized s. orta boy. medlar i. muşmula, döngel, beşbıyık. medley i. 1. karmakarışık şey. 2. müz. potpuri. medulla oblongata çoğ. me.dul.la ob.lon.ga.tas (mîd^l´ı ablông.ga´tız)/me.dul.lae meek ob.lon.ga.tae s. 1. fazla uysal, (mîd^l´i ablông.ga´ti) hiç sesini çıkarmayan.anat.2. soğancık. alçakgönüllü. meekly z. uysalca. meekness i. uysallık. meek-spirited s. alçakgönüllü. meerschaum i. 1. eskişehirtaşı, lületaşı, denizköpüğü, manyezit. 2. lületaşı meet pipo. f. (met) 1. -e rastlamak, -e rast gelmek, ile karşılaşmak: I met meet Deniz by chance i. (atletizm on my ve yüzme way to work. dallarında) İşe giderken karşılaşma, Deniz´e yarışma. rastladım. 2. karşılamak: They plan to meet him at the bus stop. meet one´s match hakkından gelebilecek birine rastlamak. Onu otobüs durağında karşılamayı tasarlıyorlar. 3. tanışmak: I meet one´s Waterloo k. met dilihim büyük yenilgiye for the uğramak. first time last year. Onunla geçen yıl tanıştım. meet the requirements of 4. -in(masraf, borç v.b.´ni) gerekli gördüğü ödemek, şartlara uymak; karşılamak. -in gerekli5.gördüğü spor meeting karşılaşmak: niteliklere The sahip two olmak. teams will meet i. 1. toplantı. 2. birleşme, bitişme. 3. miting. again on Saturday. İki takım cumartesi günü yeniden karşılaşacak. 6. buluşmak: Let´s meeting place 1. toplantı meet yeri. in front 2. buluşma of the restaurantyeri. at nine o´clock. Saat dokuzda megahertz i., fiz. megahertz. lokantanın önünde buluşalım. 7. toplanmak: The staff will meet megalomania in i., the ruhb. conference megalomani, room. Personel büyüklük toplantı odasında toplanacak. hastalığı. 8. with (kötü bir durum) ile karşılaşmak: He met with several megalomaniac i., s., ruhb. megaloman. problems. Birkaç sorunla karşılaştı. 9. with (kötü bir şeye) megaphone i. megafon. uğramak: He met with an accident. Kazaya uğradı. 10. with ile megaton görüşmek: i. megaton.I met with him over lunch. Onunla öğle yemeğinde megawatt görüştüm. i. megavat. melancholy i. melankoli, karasevda. s. 1. melankolik. 2. kasvetli. Melanesia i. Melanezya. Melanesian i. Melanezyalı. s. 1. Melanezya, Melanezya´ya özgü. 2. mélange Melanezyalı. i. karışık şey, karışım. melba i. melba toast bir çeşit gevrek. meld f. birbirine karışmak. melee i. meydan kavgası. meliorate f. düzeltmek, iyileştirmek; düzelmek, iyileşmek. mellow s. 1. olgun. 2. yıllanmış (şarap). 3. yumuşak, tatlı (ses/renk). 4. melodious cana yakın. 5.2.keyifli. s. 1. ahenkli. melodik,6. yumuşak ezgili. (toprak). f. 1. olgunlaşmak. 2. yumuşatmak; yumuşamak. melodrama i. melodram. melodramatic s. 1. melodram türünden. 2. aşırı duygusal. melody i. melodi, ezgi. melon i. 1. karpuz; kavun. 2. argo havadan gelen kâr. melt f. (--ed, --ed/eski mol.ten) 1. eritmek; erimek. 2. yumuşatmak; melt into tears yumuşamak. gözyaşlarına 3. away yok etmek; yok olmak, kaybolmak. 4. into boğulmak. -in içine karışmak. melting point erime noktası. melting pot 1. pota. 2. çeşitli ırk ve ulustan insanların kaynaştığı yer. member i. 1. üye, aza. 2. organ. member of parliament milletvekili. membership i. 1. üyelik. 2. üyeler. membrane i. zar, örtenek. memento i. (çoğ. --s/--es) yadigâr, hatıra, andaç, anmalık. memo i., k. dili kısa not. memoir i. 1. biyografi. 2. inceleme yazısı, rapor. memoirs i. anılar, hatırat. memorabilia i., çoğ. (meşhur birinden/bir olaydan) kalma şeyler. memorable s. hatırlanmaya/anmaya değer. memorandum çoğ. --s (memırän´dımz)/mem.o.ran.da (memırän´dı) i. 1. memorial muhtıra. 2. not. s. hatırlatıcı. i. 1.3.anıt. huk.2.layiha. muhtıra, önerge. memorial service anma töreni. memorialise f., İng., bak. memorialize. memorialize f. 1. takdirle anmak. 2. anma töreni yapmak. memorise f., İng., bak. memorize. memorize f. ezberlemek, ezbere öğrenmek. memory i. 1. bellek, hafıza. 2. hatır. 3. hatıra, anı. men of weight nüfuzlu adamlar, kodamanlar. menace i. 1. tehdit, gözdağı. 2. tehdit eden şey. f. tehdit etmek, gözdağı menagerie vermek. i. 1. (canlı) hayvan koleksiyonu. 2. yabanıl hayvanların mend sergilendiği f. 1. onarmak, yer.tamir etmek. 2. düzeltmek. 3. iyileşmek. mend i. onarım, tamir. Mend your ways. Davranışlarına dikkat et. mendacious s. 1. yalancı. 2. yalan. mendacity i. yalancılık. mendicant s. 1. dilencilik eden, dilenen. 2. dilenciye özgü. i. dilenci. menial s. 1. hizmetçiye ait. 2. köleye yakışır. 3. bayağı, adi, aşağılık. 4. meningitis küçük, önemsiz (iş). i. hizmetçi. i., tıb. menenjit. menopause i. menopoz. menstrual s. âdetle ilgili, aybaşına ait, menstrüel. menstruate f. âdet görmek, aybaşı olmak. menstruation i. menstrüasyon, âdet, aybaşı. mental s. 1. zihinsel, zihni, akıl ile ilgili. 2. argo deli, kaçık. mental age ruhb. zekâ yaşı. mental age akıl yaşı. mental arithmetic akıldan yapılan hesap. mental geri zekâlılık, zekâ geriliği, zihinsel özür. deficiency/retardation mental hospital akıl hastanesi. mentality i. 1. zihniyet, düşünüş. 2. anlak, zekâ. mentally z. aklen, zihnen. mentally deficient geri zekâlı, zihinsel özürlü. mentally retarded geri zekâlı. menthol i. mentol. mentholated s. mentollü. mention i. bahsetme, söz etme, anma. f. -den bahsetmek, -den söz mentor etmek, i. rehber, -indanışman; sözünü etmek, -i anmak. akıl hocası, yol gösterici. menu i. yemek listesi, menü. meow i. miyav. f. miyavlamak. mercantile s. ticarete ait, ticari. mercenary s. 1. kâr gözeten, çıkarcı, paragöz. 2. (yabancı orduda hizmet mercer eden) i., İng. paralı (asker). kumaşçı, kumaş i. (yabancı satıcısı. orduda hizmet eden) paralı asker. mercerise f., İng., bak. mercerize. mercerised s., İng., bak. mercerized. mercerize f. merserizelemek. mercerized s. merserize. merchandise i. ticari eşya, emtia, mal. f. alıp satmak, -in ticaretini yapmak. merchandize f., bak. merchandise. merchant i. tüccar. s. ticari. merchant marine ticaret filosu. merchant prince çok zengin tüccar. merchantman çoğ. mer.chant.men (mır´çıntmîn) i. ticaret gemisi. merciful s. 1. merhametli. 2. acı çektirmeyen. merciless s. merhametsiz, amansız, acımasız. mercurial s. 1. cıvalı. 2. canlı, cıva gibi. 3. birdenbire değişen/parlayan; Mercury ruhsal i., gökb. durumu Merkür.birdenbire değişen; değişken. mercury i., kim. cıva. mercy i. 1. merhamet. 2. insaf. Mercy! ünlem Aman!/Allah aşkına! mere s. 1. yalnızca, yalnız, sadece, ancak. 2. katkısız, saf. 3. önemsiz. merely z. yalnızca, yalnız, sadece, ancak. merest s. en az, en ufak. merge f. 1. birleşmek; birleştirmek. 2. içine karışıp kaybolmak. merger i. 1. birleşme; birleştirme. 2. iki veya daha çok şirketin meridian birleşmesi. i. 1. meridyen. 2. doruk, zirve. s. meridyen. meringue i., ahçı. 1. beze. 2. (turtanın üzerine konulduktan sonra pişirilen) merino çırpılmış i. merinos. yumurta akı, şeker v.b. karışımı, mereng. merino wool merinos yünü, merinos. merit i. 1. değer. 2. erdem, fazilet. f. -i hak etmek, -e layık olmak; -e merit system değmek. devlet memurluğunda başarıya göre atama ve terfi sistemi. meritorious s. övgüye değer, saygıya değer. merlon i. mazgal dişi/siperi. mermaid i. denizkızı. merrily z. neşeyle. merriment i. 1. eğlence, keyif, şenlik. 2. neşe, keyif. merry s. 1. şen, neşeli, keyifli. 2. neşe verici, keyiflendirici. merry-go-round i. atlıkarınca. merrymaking i. cümbüş, eğlence. mesa i. mesa, masatepe. mesh i. 1. ağ gözü. 2. ağ, şebeke. 3. çark dişlerinin birbirine girmesi. f. mesmerise 1. f., ağ ilebak. İng., tutmak. 2. (çark dişlerini) birbirine geçirmek; birbirine mesmerize. geçmek. mesmerize f. 1. ipnotizmayla uyutmak. 2. büyülemek, gözünü bağlamak. Mesopotamia i. Mezopotamya. mess i. 1. karışıklık, düzensizlik, dağınıklık. 2. karışık durum, mess about güç/utandırıcı durum. İng., k. dili, bak. mess3.around. pislik, kirlilik. 4. ask. yemekhane. f. 1. with (birinin işine) müdahale etmek, karışmak. 2. with (biriyle) mess around k. dili 1. vakit geçirmek; avarelik etmek. 2. with ile arkadaşlık alay etmek. 3. with (bir şeyle) oynamak. 4. up işi/işleri berbat mess call etmek. ask. yemek3. with -e müdahale etmek. 4. with ile meşgul olmak. borusu. etmek. 5. ask. yemek yemek. mess hall ask. yemekhane. mess s.t. up 1. bir yeri dağıtmak. 2. bir şeyi bozmak. message i. 1. mesaj, haber. 2. resmi bildiri. messenger i. 1. haberci, ulak. 2. kurye. Messiah i. messiah i. kurtarıcı. met f., bak. meet. metabolic s. metabolik. metabolism i., biyol. metabolizma. metal i. metal, maden. s. madeni, metal, metalik. metallic s. madeni, metalik. metallurgical s. metalurjik, metalbilimsel. metallurgy i. metalurji, metalbilim. metamorphic s. başkalaşmış, metamorfik. metamorphose f. başkalaştırmak; başkalaşmak. metamorphosis çoğ. met.a.mor.pho.ses (met´ımôr´fısiz) i. başkalaşma, metaphor başkalaşım, i. mecaz. metamorfoz. metaphoric s., bak. metaphorical. metaphorical s. mecazi. metaphorically z. mecazen. metaphysical s. metafizik, doğaötesi, fizikötesi. metaphysics i. metafizik, doğaötesi, fizikötesi. metaplasia i., biyol. dönüşüm, metaplazi. metapsychic s. ruhötesi, metapsişik. metapsychics i. ruhötesi, metapsişik. metastasis çoğ. me.tas.ta.ses (mıtäs´tısiz) i. metastaz. metathesis çoğ. me.tath.e.ses (mıtäth´ısiz) i., dilb. göçüşme, yer mete değiştirme, f. out vermek. metatez. metempsychosis çoğ. me.tem.psy.cho.ses (mıtemsıko´siz) i. ruh göçü. meteor i. akanyıldız, meteor. meteoric s. 1. akanyıldıza ait. 2. akanyıldıza benzer. 3. parlak, göz meteorite kamaştırıcı. 4. çok hızlı. i. göktaşı, meteortaşı, meteorit. meteorological s. meteorolojik. meteorologist i. meteoroloji uzmanı. meteorology i. meteoroloji. meter i. 1. metre. 2. sayaç, saat. 3. şiir vezin, ölçü. 4. müz. ölçü. f. saat methane ile ölçmek. i., kim. metan. method i. 1. yöntem, metot, usul, yol. 2. düzen. methodical s. 1. yöntemli, metotlu. 2. düzenli, sistemli. methodically z. düzenli olarak. methodological s. metodolojik, yöntembilimsel. methodology i. metodoloji, yöntembilim. meths i., çoğ., İng., k. dili mavi ispirto. meths drinker İng., k. dili ispirtocu. methyl i. metil. methyl alcohol metil alkol. methylated s. methylated spirits İng. mavi ispirto. meticulous s. çok titiz, çok dikkatli. meticulousness i. titizlik. metre i., f., İng., bak. meter. metric s. 1. metrik, metre ile ilgili. 2. metrik, metre sistemini kullanan. metrical 3. şiirşiir s. 1. vezinli, ölçülü. vezinli, ölçülü. 2. metrik, metre ile ilgili. 3. metrik, metro metre sistemini s., k. dili anakente kullanan. ait, metropoliten. i. (İngiltere hariç, Avrupa metronome ´da bulunan) i., müz. metro. metronom. metropolis i. anakent, büyükşehir, metropol. metropolitan s. 1. anakente ait, metropoliten. 2. Hrist. metropolite ait. i., mettle Hrist. metropolit. i. 1. huy, mizaç. 2. yüreklilik, atılganlık. mew f. 1. miyavlamak. 2. (martı) miyavlar gibi ses çıkarmak. i. miyav. Mexican i. Meksikalı. s. 1. Meksika, Meksika´ya özgü. 2. Meksikalı. Mexico i. Meksika. mezzanine i. asmakat. miaow i., f., bak. meow. mica i. mika, evrenpulu. mice i., çoğ., bak. mouse. Michaelmas i., Hrist. başmeleklerden Mikâil´in 29 Eylül´de kutlanan yortusu. Michaelmas daisy bot. saraypatı, aster. micro- önek mikro-, küçük. microbe i. mikrop. microbial s. mikrobik. microbic s. mikrobik. microbiologist i. mikrobiyolog. microbiology i. mikrobiyoloji. microcephalic s. mikrosefal. microcephalous s., bak. microcephalic. microcephalus çoğ. mi.cro.ceph.a.li (maykrosef´ılay) i. mikrosefal. microcephaly i. mikrosefali. microchip i., bilg. mikroçip, yongacık. micrococcus çoğ. mi.cro.coc.ci (maykrokak´say) i. mikrokok. microcopy i. mikrokopya. microeconomics i. mikroiktisat. microfiche i. mikrofiş. microfilm i. mikrofilm. micrometer i. mikrometre. micron i. mikron. Micronesia i. Mikronezya. Micronesian i. Mikronezyalı. s. 1. Mikronezya, Mikronezya´ya özgü. 2. microorganism Mikronezyalı. i. mikroorganizma. microphone i. mikrofon. microscope i. mikroskop. microscopic s. 1. mikroskobik. 2. çok ufak. microsecond i. mikrosaniye. microsurgery i. mikrocerrahi. microwave i. mikrodalga. microwave oven mikrodalga fırın. mid s. orta, ortadaki. mid- önek orta, ortadaki. mid-air s. havadaki. midday i. öğle, gün ortası. middle s. 1. orta, vasat. 2. ortadaki, aradaki. i. orta, orta yer. middle age orta yaş. middle C müz. do. middle class orta sınıf. middle class orta sınıf, burjuva. middle-aged s. orta yaşlı. middle-class s. orta sınıftan, burjuva; orta sınıfa özgü. middleman çoğ. mid.dle.men (mîd´ılmen) i. komisyoncu, aracı. middlemost s. en ortadaki. middle-of-the-road s. ılımlı bir yol/politika izleyen, ılımlı. middle-sized s. orta boy. middleweight i. ortasıklet, ortaağırlık. middling s. 1. orta, iyice. 2. orta sınıfa özgü. z., k. dili şöyle böyle. midget i. cüce. midi i., k. dili midi etek/palto. midland s. ülkenin iç kısmında bulunan. i. bir ülkenin iç kısmı. midmost s. en orta yerdeki, tam ortadaki. midnight i. gece yarısı. midpoint i. orta yer, orta, göbek. midriff i. 1. k. dili göbek, karın. 2. anat. diyafram. midst i. 1. orta, orta yer. 2. edat ortasında. midstream i. nehrin orta yeri. midsummer i. yaz ortası. midterm i. 1. sömestr ortası. 2. sömestr ortasında yapılan sınav. midway s. yarı yolda olan. z. yarı yolda. midweek i. hafta ortası. Midwest i. midwife çoğ. mid.wives (mîd´wayvz) i. ebe. midwifery i. ebelik. midwinter i. kış ortası, karakış. midyear s. sene ortasındaki. i. sene ortasında yapılan sınav. mien i. 1. surat, çehre. 2. eda, tavır. might i. güç, kuvvet, kudret. might f., bak. may. mighty s. 1. güçlü, kuvvetli, kudretli. 2. güçlü, büyük. z., k. dili bayağı, mignonette çok. i., bot. muhabbetçiçeği. migraine i. migren. migrant i. göçmen. migrate f. göç etmek. migration i. göç. migratory s. 1. göçmen, göçebe, göçer. 2. göçle ilgili. migratory bird göçmen kuş. mihrab i. mihrap. mike i., k. dili mikrofon. mil kıs. military. milage i., bak. mileage. milch s. süt veren, sağmal. mild s. 1. yumuşak başlı, ılımlı. 2. hafif. 3. ılıman (iklim). mildew i. 1. küf. 2. mildiyu. f. küflendirmek; küflenmek. mildly z. 1. kibarca. 2. biraz. mile i. mil (uzaklık ölçü birimi). mileage i. mil hesabı ile uzaklık. mileometer i., İng. mil sayacı. milestone i. 1. kilometre taşı. 2. önemli bir olay, dönüm noktası. milfoil i., bot. 1. binyaprak. 2. civanperçemi, kandilçiçeği. milieu i. (çoğ. --s/--x) ortam, çevre. militant s. 1. kavgacı. 2. militan. i. militan. military s. askeri. i. military police askeri inzibat. military policeman inzibat, inzibat eri. military service askerlik, askerlik hizmeti. military training askeri eğitim. military uniform asker üniforması, üniforma. militate f. militate against -in aleyhine olmak, -e engel olmak. militate in favor of -in lehine olmak, -e yararlı olmak. militia i. milis. milk i. süt. f. 1. sağmak. 2. sömürmek; sağmak. milk jug İng. (sürahi şeklinde) sütlük. milk shake milkşeyk. milk shake milkşeyk (süt ve dondurma karışımı bir içecek). milk sugar laktoz, süt şekeri. milk teeth sütdişleri. milk thistle bot. meryemanadikeni. milker i. 1. süt sağan kimse, sağıcı. 2. sağma makinesi. 3. sağmal milking hayvan, i. sağma,sağmal. sağım. milking machine sağma makinesi. milkmaid i. sütçü kız. milkman çoğ. milk.men (mîlk´men) i. (erkek) sütçü. milkweed i., bot. ipekotu. milky s. 1. süt gibi, süte benzer. 2. sütlü. mill i. 1. değirmen. 2. el değirmeni. 3. fabrika, yapımevi, mill wheel imalathane. f. 1. değirmende öğütmek, çekmek. 2. değirmen çarkı/dolabı. değirmenden geçirmek. 3. (paranın kenarını) diş diş yapmak. 4. millennium çoğ. --s (mîlen´iyımz)/mil.len.ni.a (mîlen´iyı) i. 1. milenyum, bin around k. dili dolanıp durmak. miller yıllık devre. 2. bininci yıldönümü. 3. mutluluk çağı. i. değirmenci. millet i. darı. milligram i. miligram. milligramme i., İng., bak. milligram. milliliter i. mililitre. millilitre i., İng., bak. milliliter. millimeter i. milimetre. millimetre i., İng., bak. millimeter. million i. milyon. millionaire i. milyoner. millionth s., i. 1. milyonda bir. 2. milyonuncu. millipede i. kırkayak. milometer i., İng., bak. mileometer. mimbar i., bak. minbar. mime i., tiy. 1. mim sanatçısı. 2. mim. f. mimle anlatmak. mimic s. taklit eden. i. 1. taklitçi. 2. taklit. f. (--ked, --king) 1. taklidini mimicry yapmak. 2. taklit i. 1. taklitçilik. etmek, 2. biyol. kopya etmek. 3. zool. benzemek. benzeme. minaret i. minare. minbar i. minber. mince i., İng. kıyma, kıyılmış et. f. 1. kıymak, ince ince doğramak. 2. mincer ufak adımlarla i., İng. kırıta kırıta yürümek. without mincing kıyma makinesi. words/matters dobra dobra, sakınmadan, açıkça. mind i. 1. akıl, zihin, bellek. 2. hatır. 3. fikir, düşünce. 4. zekâ, anlak. mind 5. istek, f. 1. arzu. dikkat etmek: Mind you don´t step on those rotten boards! Mind you, .... Sakın o çürük Aslında, ...: Mind tahtalara basma! you, I don´t for2. a -e bakmak, minute ilehe´ll think meşgul olmak: agree. She can´t Doğrusunu come to istersen the phone right now. She´s minding the Mind your own business! Sen kendi işine bak!kabul edeceğini hiç sanmıyorum. baby. Kendisi şimdi telefona gelemez. Bebekle meşgul. 3. -in Mind your own business! Sen kendi sözünü işine bak! dinlemek, -e kulak asmak: He won´t mind me. Benim Mind your p´s and q´s. sözümü dinlemez o. 4.dikkat Söz ve hareketlerine itiraz et. etmek: Do you mind if I shut the Mind your step! door? Kapıyı kaparsam olur mu? Dikkat et! (Yürüyen birine söylenir.). mindful s. dikkatli, dikkat eden. mindless s. 1. akılsız. 2. dikkatsiz. 3. of -e aldırış etmeyen. mine i. 1. maden, maden ocağı. 2. hazine, kaynak. 3. ask. mayın. f. 1. mine mad. kazıp çıkarmak. zam. benim; benimki: 2. yeraltında It´s (lağım/yol) kazmak. 3. mine. O benim./Benim. araştırıp bulmak. 4. ask. mayın dökmek, mayınlamak. mine detector mayın dedektörü. mine shaft maden kuyusu. minefield i. mayın tarlası. miner i. madenci. mineral s. 1. madensel, madeni. 2. mineral. i. 1. maden, mineral. 2. mineral oil maden madenifilizi. yağ,3. çoğ., İng., mineral yağ.k. dili madensuyu. mineral water madensuyu. mineralogist i. mineralog. mineralogy i. mineralbilim, mineraloji. minesweeper i. mayın tarama gemisi. mingle f. 1. katıp karıştırmak. 2. birbirine karıştırmak; katmak; mini katılmak. i., k. dili mini etek. s. mini. mini- önek mini-, küçük. miniature i. minyatür. s. minyatür, çok ufak. miniature camera 35 mm.´lik veya daha dar bir film kullanan fotoğraf makinesi. miniaturise f., İng., bak. miniaturize. miniaturist i. minyatürcü. miniaturize f. (bir şeyin) daha küçüğünü yapmak; -i minyatürleştirmek. minibus i. minibüs. minimal s. en az, asgari, minimal, minimum. minimise f., İng., bak. minimize. minimize f. 1. mümkün olduğu kadar azaltmak/ufaltmak. 2. minimum önemsememek, küçümsemek.(mîn´ımı) i. en az miktar, en ufak çoğ. --s (mîn´ımımz)/min.i.ma minimum wage derece, minimum. s. asgari, minimum, en az, en küçük, en asgari ücret. aşağı. minimum wage asgari ücret. mining i. 1. madencilik. 2. maden kazma. 3. ask. mayın dökme, mining engineer mayınlama. maden mühendisi. mining engineering maden mühendisliği. minion i. 1. yardakçı. 2. buyruk altında olan biri. miniskirt i. mini etek. minister i. 1. pol. bakan. 2. (Protestanlıkta) papaz. 3. ortaelçi. minister f. to -e bakmak, -e yardım etmek, -e hizmet etmek. ministration i. özenli bakım, ihtimam. ministry i. 1. bakanlık. 2. (Protestanlıkta) papazlık. mink i. vizon, mink. minnow i. 1. (yem olarak kullanılabilen) ufak balık. 2. golyan balığı. minor s. 1. küçük. 2. ikincil, önemi az. 3. müz. minör. i. 1. ergin minor league olmayan spor ikincikimse, lig. rüştünü ispat etmemiş kimse. 2. (üniversitede) yardımcı branş. 3. müz. minör. f. in (üniversitede) -i yardımcı minor premise man. küçük önerme. branş olarak almak. minor premise man. küçük terim. minor scale müz. minör gam. minor term man. küçük terim. Minorca i. Minorka. Minorcan i. Minorkalı. s. 1. Minorka, Minorka´ya özgü. 2. Minorkalı. minority i. 1. azınlık. 2. ergin olmama, reşit olmama. minster i., İng. 1. manastır kilisesi. 2. büyük kilise, katedral. minstrel i. ozan, âşık, halk şairi. mint i. nane. mint i. 1. darphane. 2. büyük miktar (özellikle para). f. (para) minuet basmak. i. menuet. minus s., mat. eksi. minus edat 1. eksi, -den ... çıkarsa: Three minus one equals two. Üçten minus seven degrees bir eksiçıkarsa iki kalır./Üç eksi bir iki eder. 2. -siz; -den yoksun: the yedi derece. price minus the discount indirimli fiyat. He is minus his hat. minus sign eksi işareti. Şapkası yok./Şapkasız. minus an arm bir kolunu kaybetmiş. minuscule i. küçük harf, minüskül. s. 1. küçük harfle yazılı. 2. ufacık, minute küçücük. 3. cüzi. i. 1. dakika. 2. an. 3. tutanak, zabıt. minute s. 1. çok ufak. 2. önemsiz. 3. titiz, çok ince. 4. sıkı. minute book tutanak defteri. minutes i., çoğ. tutanak, zabıt. minutiae tek. mi.nu.ti.a (mînu´şîyı) i., çoğ. ufak ayrıntılar. miracle i. mucize, harika. miraculous s. mucizevi, mucize türünden, harikulade, hayret verici. mirage i. serap, ılgım, yalgın. mire i. 1. çamur, batak. 2. kir, pislik. f. 1. çamura saplamak; çamura mire down saplanmak. yarıda kalmak, 2. çamur bulaştırmak. başarısızlığa uğramak. mirror i. ayna. f. yansıtmak, aksettirmek. mirth i. neşe, sevinç. mirthful s. şen, neşe dolu, neşeli, sevinçli. mirthless s. neşesiz. miry s. 1. çamurlu. 2. kirli, pis. mis- önek yanlış, kötü, hatalı. misadventure i. başa gelen olay; talihsizlik. misadvise f. yanlış öğüt veya bilgi vermek. misanthrope i. 1. insanlardan nefret eden kimse; insanlara güvenmeyen misanthropist kimse. i., bak. 2. insanlardan kaçan kimse, merdümgiriz kimse. misanthrope. misapply f. yanlış uygulamak. misapprehend f. yanlış anlamak. misapprehension i. yanlış anlama. misappropriate f. zimmetine geçirmek, haksız olarak almak. misbehave f. 1. yaramazlık etmek; terbiyesizlik etmek. 2. kötü davranmak. misbehavior i. 1. yaramazlık; terbiyesizlik. 2. kötü davranış. misbehaviour i., İng., bak. misbehavior. misc kıs. miscellaneous, miscellany. miscalculate f. yanlış hesap etmek. miscalculation i. yanlış hesaplama. miscarriage i. 1. (istem dışı) düşük yapma, çocuk düşürme. 2. işin boşa miscarriage of justice çıkması, adli hata. işin ters gitmesi, başarısızlık. 3. yanlış yere sevketme. miscarry f. 1. başaramamak. 2. (plan) istenilen sonucu vermemek. 3. miscast (istem dışı) düşük f. (mis.cast) yapmak, tiy., sin. çocuk yanlış rol düşürmek. 4. yanlış yere vermek. götürülmek. miscellaneous s. 1. çeşitli, muhtelif, karışık. 2. çok yönlü. miscellany i. derleme. mischance i. talihsizlik, kaza. mischief i. 1. yaramazlık, haylazlık. 2. fesat, kötülük. 3. zarar. 4. haylaz mischief-maker kimse. i. fitneci,5. fitçi, fesatçı. arabozucu, fesatçı, fesat kumkuması. mischievous s. 1. yaramaz, uslu durmayan; haşarı. 2. zarar verici. misconceive f. yanlış kavramak; yanlış yorumlamak; yanlış anlamak. misconception i. yanlış kavram; yanlış yorum; yanlış kanı/fikir. misconduct i. 1. suiistimal, yetkisini kötüye kullanma. 2. zina; ahlaksızca misconstrue davranma. f. yanlış anlamak, yanlış yorumlamak. miscount f. yanlış saymak, yanlış hesap etmek. i. yanlış hesap. misdate f. yanlış tarihlendirmek, yanlış tarih koymak. misdeed i. kötülük, kötü ve ahlaksızca hareket, günah. misdirect f. 1. yanıltmak. 2. yanlış yere/adrese göndermek. 3. yanlış yön miser göstermek. i. cimri kimse, pinti kimse. miserable s. 1. çok kötü, berbat; çok mutsuz, insanı mutsuz eden, insanın miserly keyfini s. cimri,kaçıran: pinti. I feel miserable. Kendimi çok kötü hissediyorum. What a miserable winter that was! O kış herkesi perişan etti. misery i. 1. çok acı bir durum, çok kötü bir durum, perişanlık. 2. sefalet. The weather is miserable. Hava berbat. Sahir turned into a 3. İng. f. 1. hep şikâyet (silah) ateş eden kimse. almamak. 2. (içten misfire miserable old man. Sahir huysuz veyanmalı mutsuz motor) iyi oldu. bir ihtiyar misfit çalışmamak. What i. 1. uygun 3. hedefe a miserable gelmeyiş.life 2.isabet this iyiis! ettirememek. Ne uymayançekilmez i.hayat (mîs´fayr) biruyumsuz şey. 3. ateş bukimse. böyle! almama. You´ll die miserable. Büyük bir mutsuzluk içinde öleceksin. 2. misfortune i. 1. talihsizlik, şanssızlık. 2. kaza, bela, felaket. aşağılık, çok kötü, alçakça (davranış). 3. cüzi, çok az (bir misgiving i., gen. çoğ. miktar). 1. şüphe, 4. sefil; sefalet kuşku, çeken; endişe. sefalet2.kokan. korku. misguide f. 1. saptırmak, azdırmak, baştan çıkarmak. 2. yanıltmak. misguided s. yanlış (fikir/plan). mishandle f. 1. kötü kullanmak. 2. kötü yönetmek. 3. (bir işi) yanlış bir mishap yöntemle yapmak. i. 1. ufak kaza. 2. aksilik, talihsizlik. mishmash i. güzel olmayan karışım. misinform f. yanlış bilgi/haber vermek. misinformation i. yanlış bilgi/haber. misinterpret f. yanlış yorumlamak, yanlış anlamak. misinterpretation i. yanlış yorum. misjudge f. 1. yanlış hüküm vermek. 2. yanlış anlamak. 3. yanlış fikir mislay edinmek. f. (mis.laid) yanlış yere koymak, kaybetmek. mislead f. (mis.led) 1. yanlış yoldan götürmek. 2. yanıltmak. misleading s. yanıltıcı. mismanage f. kötü yönetmek, kötü idare etmek. mismanagement i. kötü yönetim, kötü idare. misplace f. yanlış yere koymak, kaybetmek. misplace one´s confidence yanlış kimseye güvenmek. misprint f. yanlış basmak. i. (mîs´prînt) baskı hatası. mispronounce f. yanlış telaffuz etmek, yanlış söylemek. mispronunciation i. yanlış telaffuz, yanlış söyleyiş, yanlış söyleniş. misquotation i. yanlış aktarma. misquote f. yanlış aktarmak, (birinin sözünü) yanlış tekrarlamak. misread f. (mis.read) (mîsred´) 1. yanlış okumak. 2. yanlış yorumlamak. misrepresent f. bile bile yanlış bir şekilde tanıtmak. misrepresentation i. bile bile yanlış bir şekilde tanıtma. Miss i. Bayan, Matmazel, Mis (Evlenmemiş kadınların soyadından miss önce kullanılır.): i., k. dili genç kız.Miss Joy Bayan Joy. miss f. 1. isabet ettirememek, ıskalamak, vuramamak; isabet miss fire etmemek, ateş almamak. vurmamak: You missed the target. Hedefi ıskaladın. By some miracle the bullet missed me. Mucize eseri kurşun miss the mark 1. hedefi tutturamamak. 2. tahmini yanlış çıkmak. bana isabet etmedi. 2. (fırsat, tren v.b.´ni) kaçırmak. 3. gözden miss the point birinin ne kaçırmak, kaçırmak, demek istediğini anlamamak/kaçırmak. yanlışlıkla atlamak: You´ve missed a misshape number of mistakes. f. kötü biçim vermek. Birçok hatayı gözden kaçırmışsın. 4. misshapen kaçırmak, duymamak. s. deforme olmuş, biçimsiz. 5. özlemek, aramak: They´re going to miss her greatly. Onu çok özleyecekler. i. 1. hedefi vuramama, missile i. 1. füze. isabet 2. mermi. karavana, ettirememe, 3. atılan şey. ıska. 2. başarısızlık. missing s. eksik, olmayan, kayıp: There is a page missing. Bir sayfa mission eksik. i. 1. özel görev. 2. ask. uçuş. 3. pol. misyon. 4. misyoner heyeti, missionary misyon. i. 5. elçilik; 1. misyoner, sefarethane. dinyayar, dinyayıcı. 2. misyoner, misyon sahibi missive kimse. s. misyoner. i. uzun mektup. misspell f. (--ed/mis.spelt) imlasını yanlış yazmak. misspelled s. imlası bozuk, yanlış yazılmış. mist i. 1. sis, duman, pus. 2. buhar, buğu. 3. karartı. f. 1. sisle mistake kaplamak, sis basmak. i. yanlış, hata, yanlışlık.2. buğulamak; buğulanmak. 3. çiselemek. mistake f. (mis.took, mis.tak.en) 1. yanlış anlamak. 2. for yanlışlıkla -e mistaken benzetmek, f., bak. mistake.ile karıştırmak: I mistook s. yanlış, yanlış them for students. fikre dayanan, hatalı. Onları öğrencilerle karıştırdım. mistakenly z. yanlışlıkla. Mister i. Bay, Mösyö (Soyadından önce gelir.). mistletoe i., bot. ökseotu, burç, göğce. mistook f., bak. mistake. mistranslate f. yanlış çevirmek, yanlış tercüme etmek. mistranslation i. yanlış çeviri. mistreat f. 1. hor/kötü kullanmak. 2. kötü davranmak. mistress i. 1. hanım, sahibe. 2. metres. 3. İng. kadın öğretmen. mistrust i. güvensizlik, kuşku, şüphe. f. -e güvenmemek, -den mistrustful kuşkulanmak/şüphe s. güvensiz, kuşkulu,etmek. şüpheli. misty s. 1. sisli, dumanlı. 2. bulanık. misunderstand f. (mis.un.der.stood) yanlış anlamak, ters anlamak. misunderstanding i. 1. yanlış anlama. 2. anlaşmazlık. misunderstood f., bak. misunderstand. s. yanlış anlaşılmış. misuse f. 1. yanlış kullanmak. 2. kötüye kullanmak. misuse i. 1. yanlış kullanma. 2. kötüye kullanma. mite i., zool. akar. miter i. piskoposluk tacı. mitigate f. 1. yatıştırmak. 2. hafifletmek, azaltmak. mitigation i. hafifletme, azaltma. mitosis i., biyol. mitoz, karyokinez. mitral s., anat. mitral. mitral insufficiency tıb. mitral yetersizlik. mitral valve anat. mitral kapakçık, ikili kapacık. mitre i., İng., bak. miter. mitt i. 1. beysbol eldiveni. 2. tek parmaklı eldiven, kolçak. 3. argo el. mitten 4. argo i. tek boks eldiveni. parmaklı eldiven, kolçak. mix f. 1. karıştırmak, birbirine karıştırmak; karışmak: Oil and water mix up won´t mix. Yağ, su ile karışmaz. 2. karmak. 3. into -e katmak. 4. karıştırmak. melez elde etmek için çiftleştirmek. 5. kaynaşmak, uyuşmak, mixed s. 1. karışık. 2. karma. bağdaşmak: They do not mix well. mixed doubles tenis karışık çiftler. Anlaşamıyorlar./Uyuşamıyorlar. mixed economy karma ekonomi. mixed group karma grup. mixed marriage değişik dinden/ırktan kişilerin evlenmesi. mixer i. 1. karıştırıcı. 2. mikser. mixture i. 1. karıştırma; karışma. 2. karma. 3. katma. 4. karışım: a mix-up mixture of salt i. karışıklık, and durum, karışık flour tuzanlaşmazlık. ve un karışımı. mizzenmast i., den. mizana direği, mizana. mm kıs. millimeter(s). mnemonic s. hatırlamaya yardımcı olan, belletici, bellemsel. i. belleteç. mnemonics i. mnemotekni. mnemotechnics i. mnemotekni, belletmece. moan f. inlemek. i. inilti. moat i. (kaleye ait) hendek. mob i. 1. kalabalık, izdiham. 2. ayaktakımı, avam. 3. k. dili gangster mobile çetesi. f. (--bed,hareket s. 1. devingen, --bing) güruh eden. 2. halinde kolay saldırmak. değişen (çehre). 3. mobilise değişken (fikir). f., İng., bak. mobilize.4. ask. seyyar (ordu). mobility i. 1. devingenlik. 2. değişkenlik. mobilize f. seferber etmek, harekete geçirmek; seferber olmak, harekete mobster geçmek. i., k. dili mafya üyesi. moccasin i. mokasen. mocha i. moka, Yemen kahvesi. mock i. 1. alay, eğlenme. 2. taklit, sahte şey. s. 1. yapmacık, sahte. 2. mock orange taklit. f. 1. taklidini bot. filbahri, yaparak (biriyle) alay etmek. 2. ile alay filbahar. etmek. mockery i. 1. alay. 2. taklit. 3. alay konusu. mod kıs. moderate, modern. mode i. 1. müz. makam. 2. dilb. kip. 3. usul, tarz, üslup, şekil. model i. 1. model, örnek, maket. 2. manken, model. 3. güz. san. model o.s. on model. -i kendine 4. örnek, örnek kimse/şey. 5. model, tip. s. örnek, örnek almak. model. f. (--ed/--led, --ing/--ling) 1. (çamur, mum v.b.´nden) model s.t. on -i örnek alarak bir şeyi yapmak. (heykel) yapmak/yaratmak; into (çamur, mum v.b.´ne) şekil modem i., bilg. modem. vererek (heykel) yapmak. 2. mankenlik yapmak; (defilede) moderate (belirli s. bir giysiyi) 1. ılımlı. 2. orta;giymek. ne büyük ne küçük olan; ne az ne çok olan: moderate He´s a moderate eater. f. 1. yatıştırmak, yumuşatmak, O ne azazaltmak, ne çok yer. 3. makul/ehven hafifletmek; yatışmak, (fiyat). yumuşamak, 4. vasat, orta azalmak, karar. i. ılımlı hafiflemek. kimse. 2. başkanlık etmek. 3. fiz. moderation i. 1. yatıştırma, yumuşatma, azaltma, hafifletme; yatışma, ılımlamak. yumuşama, moderator i. 1. toplantı azalma, başkanı.hafifleme. 2. ılımlılık. 2. fiz. ılımlayıcı. modern s. modern, çağcıl; çağdaş. i. modern kimse, çağcıl kimse. modernise f., İng., bak. modernize. modernistic s. sözümona modern. modernity i. modernlik, çağcıllık. modernize f. modernleştirmek, modernize etmek, çağcıllaştırmak, modest yenileştirmek. s. 1. alçakgönüllü, mütevazı. 2. gösterişsiz. 3. ılımlı. 4. namuslu, modesty iffetli. 5. az (bir miktar). i. 1. alçakgönüllülük, tevazu. 2. ılımlılık. 3. iffet. modicum i. modification i. 1. küçük değişiklik. 2. biraz değiştirme. modifier i. 1. değiştiren şey. 2. dilb. niteleyen sözcük/cümlecik. modify f. 1. biraz değiştirmek. 2. azaltmak, hafifletmek. 3. dilb. modulate nitelemek. f. 1. (konuşma ve şarkı söylemede) ses perdesini gereğine göre module değiştirmek, i. 1. modül. 2.bir tondan ölçü başka bir tona geçmek. 2. (sesi) birimi. yumuşatmak, hafifleştirmek, tatlılaştırmak. 3. radyo modüle moggy i., İng., k. dili kedi. etmek. mohair i. 1. tiftik. 2. tiftik kumaş. Mohammed i., bak. Muhammad. moist s. 1. nemli, rutubetli. 2. ıslak. 3. yaşlı (göz). moisten f. nemlendirmek, ıslatmak; nemlenmek, ıslanmak. moisture i. nem, rutubet. molar i. azıdişi. molasses i. 1. pekmez. 2. melas. mold i. kalıp. f. şekil vermek, biçimlendirmek. mold i. küf. f. küflendirmek; küflenmek, küf bağlamak. mold public opinion kamuoyu oluşturmak. Moldavia i., tar. Moldavya. Moldavian i., tar. Moldavyalı. s., tar. 1. Moldavya, Moldavya´ya özgü. 2. moldiness Moldavyalı. i. küf, küflülük. molding i. tiriz; pervaz; korniş; silme. Moldova i. Moldova. Moldovan i. Moldovalı. s. 1. Moldova, Moldova´ya özgü. 2. Moldovalı. moldy s. küflü, küf bağlamış. mole i. ben, leke. mole i. 1. zool. köstebek, körsıçan. 2. k. dili köstebek, casus. mole i. dalgakıran, mendirek. mole bean 1. hintyağıbitkisinin tohumu. 2. bot. hintyağıbitkisi, keneotu. mole cricket zool. danaburnu, kökkurdu. molecular s. moleküler, özdeciksel. molecule i. molekül, özdecik, tozan, zerre. molehill i. molest f. -e cinsel tacizde bulunmak. molestation i. 1. cinsel taciz. 2. engelleme. molester i. cinsel tacizde bulunan kimse. mollify f. yumuşatmak, yatıştırmak. mollycoddle i. muhallebi çocuğu, hanım evladı. f. üstüne titremek. Molotov i. Molotov cocktail molotofkokteyli. molt f. 1. tüylerini dökmek. 2. deri değiştirmek. molten f., eski, bak. melt. s. 1. erimiş. 2. dökme. Molucca s. Molük, Molük Adaları´na özgü. Moluccan i. Molüklü. s. 1. Molük, Molük Adaları´na özgü. 2. Molüklü. mom i., k. dili anne. moment i. 1. an. 2. önem. 3. fiz. moment. moment of truth karar anı, kritik an. momentary s. 1. bir an süren, bir anlık. 2. geçici, çok az süren. momentous s. çok önemli, ciddi. momentum çoğ. --s (momen´tımz)/mo.men.ta (momen´tı) i., fiz. momma momentum. i., k. dili anne. mommy i., k. dili anne, anneciğim. Monacan i. Monakolu. s. 1. Monako, Monako´ya özgü. 2. Monakolu. Monaco i. Monako. monarch i. kral, hükümdar. monarchy i. monarşi, tekerklik. monastery i. manastır. monastic s. manastıra veya manastır hayatına özgü. i. keşiş. monasticism i. manastır hayatı/sistemi. Monday i. pazartesi. Monegasque i. Monakolu. s. 1. Monako, Monako´ya özgü. 2. Monakolu. monetary s. parayla ilgili, parasal, para .... monetary unit para birimi. money i. para. money belt para taşımaya elverişli kuşak. Money is no object. İş parada değil./Para önemli değil. money market para piyasası. money on deposit bankadaki para, mevduat. money order posta havalesi. money order para havalesi. money plant bot. denizlahanası, ayotu. moneybags i., argo zengin kimse, para babası. moneychanger i. dövizci, döviz alıp satan kimse, sarraf. moneyed s. paralı. moneylender i. faiz karşılığı borç para veren kimse, faizci. moneyless s. parasız. moneymaker i., k. dili para getiren iş. moneymaking s., k. dili para getiren/kazandıran. monger i., İng. satıcı. -monger sonek satıcı: ironmonger, fishmonger. -monger sonek, aşağ. yapan kimse, karışan kimse: scandalmonger, Mongol warmonger. i. Moğol, Moğol halkından biri. s. Moğol, Moğollara özgü. Mongolia i. Moğolistan. Mongolian i. 1. Moğol, Moğolistan halkından biri. 2. Moğolca. s. 1. Moğol. 2. mongolism Moğolca. i., tıb. mongolizm. mongrel i. melez köpek; melez hayvan. s. melez (köpek/hayvan). monism i., fels. monizm, tekçilik. monist i., fels. monist, tekçi. monitor i. 1. bilg., TV monitör. 2. sınıf başkanı. 3. izleme/gözlem sistemi. monk i. keşiş. monkey (about/around) with ile oynamak, -i ellemek. monkey i. maymun. monkey f., k. dili monkey about/around vakit geçirmek. monkey business dalavere, dolap, düzenbazlık. monkey puzzle bot. şiliarokaryası. monkey wrench ingilizanahtarı. monkfish i., zool. kelerbalığı. monkshood i., bot. kurtboğan, fırtınakülahı. mono i., k. dili intani mononükleoz, monositli anjin. mono- önek tek, bir. monobloc i. tekgövde, monoblok. monochromatic s. tekrenkli, monokrom. monochrome i. tekrenkli resim. s. tekrenkli, monokrom. monochrome monitor bilg. tek- renkli monitör. monochromous s., bak. monochromatic. monocle i. tekgözlük, monokl. monogamous s. tekeşli, monogam. monogamy i. tekeşlilik, monogami. monogenesis i. tekkaynakçılık. monogram i. monogram. monograph i. monografi, tekyazı. monolog i. monolog. monologue i., İng., bak. monolog. mononuclear s. tekçekirdekli. mononucleosis çoğ. mon.o.nu.cle.o.ses (manonukliyo´siz, manınukliyo´siz) i., monopolise tıb. 1. intani f., İng., mononükleoz, monositli anjin. 2. mononükleoz. bak. monopolize. monopolist i. tekelci. monopolistic s. tekelci. monopolize f. tekeline almak. monopolize the conversation başka kimseyi konuşturmamak. monopoly i. tekel, inhisar, monopol. monotheism i. tektanrıcılık, monoteizm. monotheist i. tektanrıcı, monoteist. monotheistic s. tektanrıcılıkla ilgili. monotone i. monotonous s. tekdüze, monoton. monotony i. tekdüzelik, monotonluk. monotype i. monotip. monsoon i. muson. monster i. 1. canavar. 2. ucube. 3. dev gibi şey/kimse. s. çok büyük, monstrosity koskoca, muazzam; i. ucube, devasa dev çirkin ve çok gibi. şey. monstrous s. 1. acayip/korkunç derecede büyük; devasa ve çok çirkin, montage ucube gibi. 2. çok i. 1. fotomontaj. 2.korkunç, korkunç derecede kötü. sin., TV montaj. Montenegrin i. Karadağlı. s. 1. Karadağ, Karadağ´a özgü. 2. Karadağlı. Montenegro i. Karadağ. month i. ay. monthly s. 1. ayda bir olan. 2. aylık. i. aylık dergi. z. ayda bir. monument i. 1. anıt, abide. 2. eser. monumental s. 1. anıtsal. 2. muazzam, koskoca. 3. güz. san. aslından büyük. moo f. böğürmek. i. böğürme. mood i., dilb. kip. mood i. 1. ruhsal durum, haleti ruhiye. 2. atmosfer, hava. 3. çoğ. moody terslik, huysuzluk, s. birdenbire karamsarlık. canı sıkılabilen. moon i. ay. f., k. dili 1. düşüncelere dalıp hayal dünyasında gezinmek, moonbeam dalıp kendi hayalleriyle başbaşa kalmak. 2. around/about dalgın i. ay ışını. dalgın dolanıp durmak. moonlight i. ay ışığı, mehtap. f., k. dili asıl işinden başka bir işte de moonlighting çalışmak. i., argo asıl işinden başka bir işte de çalışma. moonrise i. ayın doğması. moonshine i., k. dili 1. ruhsatsız yapılıp satılan viski. 2. İng. saçma, zırva. moonstruck s. aysar, çılgın, deli. moonwalk i. ayda yürüyüş. moor i., İng. engebeli ve ağaçsız arazi. moor f. demir atmak, palamarla bağlamak; palamarla bağlanmak. moorings i. 1. palamar takımı. 2. geminin bağlanacağı yer. moose i. (çoğ. moose) zool. mus. moot s. tartışmalı: That´s a moot point. Orası tartışmalı./Kesin değil o. mop f. (bir i. 1. meseleyi) paspas, saplıortaya tahta atmak, bezi. 2.(bir fikri)veöne karışık sürmek. saç. f. (-- taranmamış mop one´s brow ped, --ping) alnının terinipaspas silmek. yapmak, paspaslamak. mop the floor with argo (bir tartışmada/oyunda) -i bozguna uğratmak. mop up 1. paspaslamak. 2. ask. düşmanı temizlemek. mope f. 1. üzüntülü olmak. 2. üzmek. moraine i., jeol. moren, buzultaş. moral s. 1. ahlaksal, ahlaki, törel. 2. ahlaklı, prensip sahibi, dürüst. 3. moral defeat ahlak manevi kurallarına yenilgi. uyan. 4. (cinsel açıdan) namuslu. moral principle ahlak kuralı. moral support manevi destek. moral victory manevi zafer. morale i. moral, içgücü. moralise f., İng., bak. moralize. moralize f. 1. olayların ahlaki yönü hakkında nutuk çekmek. 2. ahlakını morals düzeltmek. i., çoğ. ahlak. morass i. 1. bataklık, batak. 2. güçlük, engel. moratorium i. moratoryum. moray i., zool. murana. moray eel murana. morbid s. 1. ürkütücü/marazi konulara aşırı ilgi duyan. 2. ruhsal açıdan mordant sağlıklı olmayan, s. acıtıcı, acı veren,marazi (düşünce/merak). keskin. more s. 1. daha çok, daha fazla: He needs more money. Daha çok more or less paraya ihtiyacı 1. oldukça, var. 2. az çok. 2. aşağı daha: yukarı. one more time bir kez daha. two more oranges iki portakal daha. z. (than) 1. (-den) daha. 2. (- More power to him! Allah gücünü artırsın!/Tebrikler! den) daha çok. more than one birden fazla. Morea i. Morean i. Moralı. s. 1. Mora, Mora´ya özgü. 2. Moralı. morello cherry vişne. moreover z. bundan başka, ayrıca, üstelik. morgue i. morg. moribund s. 1. ölmek üzere olan, can çekişen. 2. çok sönük, zayıf. morning i. sabah. morning coat jaketatay, ceketatay. morning dress jaketatay ve çizgili pantolon. morning glory bot. kahkahaçiçeği, gündüzsefası, Ipomoea purpurea. morning sickness hamilelikte sabah bulantısı. morning star sabah yıldızı. mornings z., k. dili sabahları. Moroccan i. Faslı. s. 1. Fas, Fas´a özgü. 2. Faslı. Morocco i. Fas. moron i. 1. kısmen geri zekâlı kimse. 2. k. dili gerzek, salak. moronic s., k. dili çok aptalca, salakça. morose s. somurtuk; somurtkan; suratını asıp suspus olan. morpheme i., dilb. morfem, biçimbirim. morphine i., kim. morfin. morphological s. morfolojik. morphology i., biyol., dilb. biçimbilim, yapıbilim, morfoloji. Morse i. Morse code Mors alfabesi. morsel i. lokma, parça. mortal s. 1. ölümlü, fani. 2. öldürücü. 3. ölümcül. i. insan, insanoğlu. mortal enemy can düşmanı. mortality i. 1. ölümlülük, fanilik. 2. büyük ölçüde can kaybı. 3. ölüm oranı. mortality rate ölüm oranı. mortar i. kireçli harç. f. harç ile sıvamak. mortar i. 1. havan. 2. ask. havan topu. mortar shell havan mermisi. mortgage i. ipotek. f. ipotek etmek. mortice i., bak. mortise. mortician i. cenaze levazımatçısı. mortification i. 1. küçük düşme. 2. çile. 3. tıb. kangren. mortify f. 1. rezil/kepaze etmek, yerin dibine batırmak/geçirmek. 2. tıb. mortify the flesh kangrenleştirmek; kangren nefsin isteklerini kırmak. beolmak. mortified rezil/kepaze olmak, yerin mortise dibine batmak/geçmek. i. zıvana, yuva. mortuary i. morg. mosaic i., s. mozaik. Moslem s., i., bak. Muslim. mosque i. cami, mescit. mosquito i. sivrisinek. mosquito net cibinlik. mosquito netting cibinlik kumaşı. moss i. yosun. mossy s. yosunlu. most s. 1. çoğu, pek çok: Most of these people spend their evenings Most of it is true. watching Büyük birtelevision. Bu insanların kısmı doğru./Çoğu çoğu gece televizyon izler. 2. doğru. en çok, en fazla: Who´s got the most money? En çok para Most people think so. Çoğu kimse böyle düşünüyor. kimde? z. 1. en çok: Which one did you like most? En çok mostly z. 1. çoğunlukla, hangisini çoğu beğendin? 2.kez. 2. genellikle. en: That´s the most3. en çok. one I´ve beautiful mote ever seen. i. zerre, Şimdiye tanecik, kadar gördüklerimin en güzeli o. 3. k. dili parçacık. motel çok. i. i. motel. en fazla miktar, en büyük kısım. moth i. 1. güve. 2. pervane. mothball i. naftalin topu. f. (gemiyi) kullanımdan çıkarıp tekrar moth-eaten kullanılıncaya s. güve yemiş.kadar muhafaza altında tutmak; (fabrikanın) faaliyetine son verip tekrar kullanılıncaya kadar muhafaza mother i. anne, ana. f. -e anne gibi davranmak, -e annelik etmek. altında tutmak. mother country anayurt, anavatan. mother tongue anadili. Mother´s Day Anneler Günü. motherboard i., bilg. ana levha. motherhood i. annelik, analık. mother-in-law i. kayınvalide, kaynana. motherly s. 1. ana gibi. 2. anaya yakışır. mother-of-pearl i. sedef. mothproof s. güve yemez. motif i. motif. motion i. 1. hareket, devinim. 2. teklif, önerge. f. el ile işaret etmek. motion picture (sinemada gösterilen) film. motionless s. hareketsiz. motivate f. motive etmek, harekete geçirmek, sevketmek. motivation i. 1. harekete getirme. 2. motivasyon, güdülenme. 3. güdü. motive i. 1. insanı motive eden şey, güdü, saik. 2. müz. motif. s. 1. motley hareket s. ettirici, devindirici, 1. birbirinden itici. 2. güdüsel. çok farklı kişilerden/şeylerden oluşan (grup, motor takım, v.b.). 2. karışık renkli, alaca, rengârenk. i. 1. motor. 2. İng. otomobil. s. 1. hareket ettirici. 2. motorlu. 3. motor launch tıb. hareket motorlu kaslarına sandal, ait. 4.motor. motorbot, devimsel, hareki. f., İng. otomobille gitmek; otomobille götürmek. motor police motosikletli polis. motor torpedo boat hücumbot. motorbike i. moped, motorlu bisiklet. motorboat i. motorbot, deniz motoru, motor. motorcade i. araba konvoyu. motorcar i., İng. otomobil. motorcycle i. motosiklet. motorise f., İng., bak. motorize. motorist i., oto. sürücü. motorize f. motorize etmek, motor ile donatmak. motorman çoğ. mo.tor.men (mo´tırmîn) i. vatman. motorway i., İng. otoyol, otoban. mottle f. beneklemek, alacalamak. mottled s. değişik renklerdeki; değişik renk tonlarındaki; abraş; alaca, motto benekli; ebruli. parola, düstur. i. (çoğ. --s/--es) mould i., f., İng., bak. mold 1, mold 2. mouldiness i., İng., bak. moldiness. moulding i., İng., bak. molding. mouldy s., İng., bak. moldy. moult f., İng., bak. molt. mound i. 1. tümsek, tepecik, küme. 2. höyük. 3. yığın. mount i. dağ, tepe. mount i. 1. binek hayvanı. 2. (mücevher için) yuva. 3. kaide, taban, mount a production of duraç, (oyunu) ayaklık, sahneye ayak. 4. çerçeve. f. 1. tırmanmak, çıkmak. 2. koymak. üzerine çıkmak. 3. (at, bisiklet v.b.´ne) binmek; bindirmek. 4. mount an attack against -e karşı saldırıya geçmek. asmak. 5. takmak. 6. monte etmek, kurmak. 7. (fotoğraf, pul mount an exhibition sergi düzenlemek/açmak. v.b.´ni) karton v.b.´nin üzerine yerleştirmek; (mikroskopta mount guard incelenecek nöbet tutmak. örneği) lamın üzerine yerleştirmek. 8. başlatmak. 9. Mount Sinai yükselmek, Sina Dağı. artmak, çoğalmak. mountain i. 1. dağ. 2. yığın. mountain chain dağ silsilesi. mountain chain sıradağ, sıradağlar. mountain range dağ silsilesi. mountaineer i. 1. dağcı. 2. dağlı kimse. mountaineering i. dağcılık. mountainous s. 1. dağlık. 2. dağ gibi, çok büyük, çok iri. mounted s. 1. ata binmiş, atlı. 2. takılı, hazır. 3. kakılmış, kakma. mounted gem kakma taş. mounted police atlı polis. mounted policeman atlı polis. mounted troops süvari, atlı asker. mourn f. 1. yas tutmak, matem tutmak. 2. kederlenmek. mourner i. yaslı kimse. mournful s. 1. kederli, üzgün. 2. yaslı. 3. acıklı, dokunaklı. mourning i. 1. yas tutma. 2. yas, matem. 3. matem elbisesi. 4. yas süresi. mouse çoğ. mice (mays) i. 1. fare, sıçan. 2. bilg. fare. mousetrap i. 1. fare kapanı. 2. tuzak. mouth i. 1. ağız. 2. ağız, akarsuyun denize/göle döküldüğü yer. 3. giriş mouth yeri. f. 1. söylemek. 2. dudaklarını oynatarak (bir şey) söyler gibi mouth organ yapmak. mızıka, armonika. mouthful i. 1. ağız dolusu: He spit out a mouthful of cherries. Ağzına mouthpiece doldurduğu i. 1. ağızlık. 2. kirazları sözcü.tükürdü. 2. lokma: He couldn´t eat another mouthful. Bir lokma daha yiyemedi. 3. k. dili söylenişi güç mouthwash i. gargara. sözcük. movable s. 1. kımıldayabilen, hareket edebilen. 2. seyyar, taşınabilir. 3. movable feast tarihi Hrist.değişen (yortu).bir her yıl değişik 4. tarihe huk. menkul, rastlayan taşınır. yortu.i., çoğ., huk. menkuller, taşınır mallar. move f. 1. kımıldatmak, oynatmak, hareket ettirmek; kımıldamak, move down oynamak, (öğrenciyi)hareket etmek: bir alt sınıfa My rightbir indirmek; legaltis sınıfa paralyzed; inmek.I can´t move it. Sağ bacağım felç oldu; hareket ettiremiyorum. Don´t move heaven and earth mümkün olan her şeyi yapmak. move! Kımıldama! 2. taşımak, nakletmek; taşınmak: She plans move heaven and earth toher çareye move thisbaşvurmak. table into the kitchen. Bu masayı mutfağa taşımayı move in düşünüyor. Derya 2. 1. eve taşınmak. has moved içeri girmek.to her summer place in Çeşme. move on Derya, Çeşme´deki ileri gitmek. yazlığına taşındı. 3. önermek, teklif etmek: I move that the meeting be adjourned. Toplantının sona move out 1. evden taşınmak. erdirilmesini öneriyorum.2. dışarı çıkmak. 4. duygulandırmak, mütehassis move up (öğrenciyi) etmek; bir üst dokunmak: etkilemek, sınıfa yükseltmek; His storybirdeeply üst sınıfa yükselmek. moved me. Onun moveable öyküsü beni s., i., bak. derinden etkiledi. 5. gayrete getirmek. 6. harekete movable. getirmek. 7. (satranç/dama taşını) yürütmek, sürmek. 8. movement i. 1. hareket, kımıldanma. 2. akım, hareket: the women´s (bağırsaklar) işlemek; (bağırsakları) işletmek. 9. satmak; liberation i. (sinemada movement gösterilen) kadınların özgürlüğü hareketi. 3. ask. movie sattırmak: It´s difficult tofilm. move these high-priced books. Bu manevra. 4. saatin makinesi/parçaları. 5. müz. bölüm. 6. movie camera pahalı kitapları satmak 1. sin. kamera. 2. kamera,zor.film 10. makinesi. kalkmak, ilerlemek, ileri gitmek. bağırsakların işlemesi. movie house/theater i.sinema, 1. hareket, kımıldanma. sinema salonu. 2. taşınma. 3. satranç, dama taş sürme. 4. satranç, dama oynama sırası. moving s. 1. hareket eden, devingen, oynak. 2. ilerleyen. 3. harekete moving day geçiren. taşınma 4. insanı duygulandıran; etkileyici, dokunaklı. günü. moving picture sin. film. moving platform hareket eden platform. movingly z. etkileyici bir şekilde, dokunaklı olarak. mow f. (--ed, --n) 1. (çim/ot) biçmek. 2. down (top/tüfek ateşiyle) mown toptan f., bak. öldürmek/biçmek. mow. Mozambican i. Mozambikli. s. 1. Mozambik, Mozambik´e özgü. 2. Mozambikli. Mozambique i. Mozambik. Mozambiquean i. Mozambikli. s. 1. Mozambik, Mozambik´e özgü. 2. Mozambikli. MP i. 1. ask. inzibat, inzibat eri. 2. askeri inzibat. 3. İng. milletvekili, MP parlamenter, mebus. kıs. Military Police. MP kıs. Member of Parliament. Mr i. Bay (Soyadından önce kullanılır.): Mr. Green Bay Green. Mrs i. Bayan (Evli kadının soyadından önce kullanılır.): Mrs. Crawford MS Bayan Crawford. kıs. Master of Science. Ms i. Bayan (Evli veya evli olmayan kadının soyadından önce MS, ms kullanılır.): kıs. manuscript.Ms. Pembroke Bayan Pembroke. Mt, mt kıs. mount, mountain. much s. (more, most) çok, epey, hayli: There´s much work still to be much as done. her neHâlâ kadaryapacak epey ... ise de, iseişde: var.Much z. 1. as çok, epey,like I would hayli, to pek: I´m I can´t feeling go. much Gitmek better. istesem Kendimi dewalk, gidemem. çok daha iyi hissediyorum. She is much less şöyle dursun: I can´t much less run. Koşmak şöyle much admired. Çok beğeniliyor. I didn´t much like that play. O Much obliged. dursun, yürüyemiyorum. k. dili Teşekkür ederim. 2. aşağı yukarı, hemen hemen. i. 1. oyunu pek beğenmedim. much the same çok hemenşey,hemen çok miktarda aynı. şey. 2. önemli şey. muck i. 1. pislik. 2. çamur. 3. gübre, yaş gübre. f. 1. gübrelemek. 2. muck s.o. about about/around İng., İng., k. dili birine k. diliyapmak. kapris oyalanmak; vakit geçirmek. 3. in İng., k. dili işe katılmak, çalışmak. muck s.t. up İng., k. dili bir şeyi berbat etmek. muckrake f. (önemli birine) çamur atmak. mucous s. sümüksel; sümüksü. mucous membrane anat. sümükdoku, mukoza. mucus i. 1. sümük. 2. balgam. mud i. 1. çamur. 2. kötü söz veya iftira. muddle f. 1. karmakarışık etmek. 2. sersemletmek. 3. up yüzüne gözüne muddle along/on bulaştırmak. i. 1. etmek, 1. iyi kötü idare karışıklık, düzensizlik. iyi kötü geçinip2. sersemlik. gitmek. 3. 2. yanılmalara karmakarışık karşın bir işteniş.sıyrılıp çıkmak. muddle through İng. bu/o işi iyi kötü/düşe kalka yapmak/halletmek. muddleheaded s. 1. aptal; beceriksiz. 2. aptalca; beceriksizce. muddy s. 1. çamurlu. 2. bulanık, kirli, pis. 3. karışık. f. 1. çamurlamak, mudguard çamura bulamak. 2. bulandırmak. i. çamurluk. mudslinger i., pol. rakibine çamur atan kimse. muezzin i. müezzin. muff i. manşon, el kürkü. muff f. 1. (bir işi) yapamamak, becerememek, yüzüne gözüne muffin bulaştırmak. 2. sporbenzeyen i. şamkurabiyesine (topu) kaçırmak. bir tür ufak ekmek. muffle f. 1. in/with -e sarınmak. 2. up sarınıp sarmalanmak; sarıp muffle o.s. up sarmalamak. 3. (bir şeyi) ses çıkarmayacak bir şekilde sarınıp sarmalanmak. örtmek/sarmak. muffler i. 1. susturucu. 2. atkı, kaşkol. mufti i. müftü. mug i. 1. kupa, kulplu büyük bardak. 2. bardak dolusu. mug i., argo surat, faça. mug f. (--ged, --ging) saldırıp soymak. mugger i. soyguncu, saldırıp soyan kimse. mugger i. hinttimsahı. muggy s. sıcak ve rutubetli, kapalı, sıkıntılı (hava). Muhammad i. Hz. Muhammed. mulatto i. beyaz ile zenci melezi kimse. mulberry i. dut. mule i. 1. katır. 2. k. dili çok inatçı kimse. mulish s. inatçı, katır gibi. mulishly z. inatla. mull i. ince muslin kumaş. mull f. mull s.t. over bir şeyi iyice düşünmek; bir şeyi düşünüp taşınmak. mullah i. molla. mullein i., bot. sığırkuyruğu. mullion i. pencere tirizi. f. tirizlerle ayırmak. multi- önek çok, mülti-. multicellular s. çokgözeli, çokhücreli. multidimensional s. çokboyutlu. multifarious s. çok çeşitli, türlü türlü. multiform s. çokbiçimli, çokşekilli. multilateral s. 1. çok yanlı, çok taraflı. 2. huk. çok taraflı. multilingual s. çokdilli, çok dil bilen. multimillionaire i. mültimilyoner. multinational s. çokuluslu. multiple s. 1. birçok, çok yönlü. 2. katmerli. i., mat. katsayı. multiplicand i., mat. çarpılan. multiplication i. 1. çoğaltma; çoğalma. 2. mat. çarpma, çarpım. multiplication table çarpım tablosu. multiplicity i. çokluk, çeşitlilik. multiplier i., mat. çarpan. multiply f. 1. çoğaltmak, artırmak; çoğalmak, artmak. 2. mat. çarpmak. multitude 3. biyol. i. 1. üremek. kalabalık, halk yığını. 2. çokluk. multitudinous s. çok, pek çok. multi-user i., bilg. çoklu kullanıcı. mum s. susmuş, suskun. ünlem Sus! mum i., İng., k. dili anne. Mum´s the word! k. dili Hiç kimseye söyleme! Mum´s the word. Sakın kimseye söyleme. mumble f. mırıldanmak. i. mırıltı. mummification i. 1. mumyalama, mumya yapma. 2. mumyalaşma. mummify f. 1. mumyalamak. 2. mumyalaşmak. mummy i. mumya. mummy i., İng., k. dili anne, anneciğim. mumps i., çoğ., tıb. kabakulak. munch f. kıtır kıtır yemek, hapır hupur yemek. mundane s. 1. günlük, olağan, sıradan. 2. dünyaya ait, dünyevi. municipal s. belediyeye ait, belediye. municipality i. belediye. munificence i. cömertlik. munificent s. cömert, eliaçık. munitions i., çoğ. savaş gereçleri. mural s. 1. duvara ait. 2. duvara asılan. 3. duvar gibi. i. duvar resmi. murder i. 1. cinayet, adam öldürme. 2. k. dili baş belası, işkence. f. 1. murder in the first degree (yasaya kasten adam aykırı öldürme. olarak) (birini) öldürmek, katletmek. 2. k. dili bozmak, berbat etmek: murder a piece of music bir müzik murder mystery cinai roman. parçasını berbat etmek. murderer i. katil. murderess i. kadın katil. murderous s. 1. öldürücü, ölüm saçan, kanlı. 2. tehlikeli. murk i. karanlık, kasvet. murky s. 1. karanlık, kasvetli. 2. bulutlu, bulanık. 3. belirsiz, anlaşılması murmur güç. i. 1. mırıldanma, mırıltı. 2. söylenme, şikâyet. 3. çağıltı; uğultu. muscle 4. hırıltı, i. kas, üfürüm. f. 1. mırıldanmak. 2. söylenmek, adale. homurdanmak. 3. çağıldamak; uğuldamak. muscular s. 1. kaslı, adaleli. 2. kasa ait. Muse i. Müz. muse i. esin perisi, ilham perisi. muse f. düşünceye dalmak, derin derin düşünmek. museum i. müze. mush i. 1. mısır unu lapası. 2. lapa gibi şey. 3. k. dili aşırı duygusallık. mushroom i. mantar. s. mantarımsı. f. hızla büyümek, mantar gibi mushroom cloud büyümek; (yapılar)patlama (özellikle nükleer mantar sonucunda) gibi bitmek. mantar şeklinde mushroom growth yükselen birdenbire bulut. büyüyüp yayılma, mantar gibi büyüme. mushy s. 1. lapa gibi. 2. k. dili aşırı duygusal. music i. müzik; musiki. music box müzik kutusu. music hall 1. müzikhol. 2. İng., tiy. vodvil. music stand nota sehpası. musical s. 1. müziğe ait; müzikle ilgili, müzikal. 2. ahenkli, uyumlu. 3. musician müziksever. i. 1. müzisyen. 4. 2. bestelenmiş. çalgıcı. i. müzikal. musicologist i. müzikbilimci, müzikolog. musicology i. müzikbilim, müzikoloji. musk i. 1. misk. 2. misk kokusu. musk ox zool. misköküzü, misksığırı. musket i. (eski model) tüfek. muskmelon i. şamama, miskkavunu. muskrat i., zool. misksıçanı, miskfaresi. Muslim i., s. Müslüman. muslin i. muslin. muss i. karışıklık. f. (up) k. dili 1. (saçı) bozmak. 2. (giysiyi) mussel buruşturmak. i. midye. must yardımcı f. 1. Şart belirtir: You must do it. Onu yapman şart. 2. must Gereklilik belirtir: You must do it. Onu yapman lazım. 3. Kuvvetli i. küf; küflülük. bir tahmin belirtir: You must be freezing. Dondun herhalde. mustache i. bıyık. Ertuğrul must have done it. Herhalde Ertuğrul yaptı./Ertuğrul mustang i. (A.B.D.´nin yaptı demek. batısına özgü) 4. Kızgınlık/ yabani at. yakınma/istihza belirtir: Despite being mustard warned i. hardal.she must go and try it. İhtar edilmesine rağmen yine de mustard greens gidip hardal onu denedi. 5. Kararlılık belirtir: If you must go, do so after yaprakları. the children have gone to bed. Gitmeyi kafana koydunsa bari muster f. 1. toplamak; çocuklar toplanmak. yattıktan sonra git.2.6.ask. içtima -meli, yapmak. -malı: i., ask. You must comeiçtima. to mustn't kıs. must see us. Bizinot. ziyaret etmelisin. i., k. dili şart, zaruri bir şey: In the musty summer s. küflü; küfa mosquito kokulu. net is a must. Yazın cibinlik şart. mutable s. 1. değişebilir, değişken. 2. dönek, kararsız. mutant s., biyol. mutasyona uğramış. i. mutasyona uğramış mutate hayvan/bitki. f., biyol. mutasyona uğramak; mutasyona uğratmak. mutation i. 1. değişme, dönüşme. 2. biyol. değişinim, değşinim, mutationism mutasyon. i., biyol. değişinimcilik, değşinimcilik, mutasyonizm. mute s. 1. sessiz, suskun. 2. dilsiz. i. dilsiz kimse. f. sesini kısmak. mutilate f. 1. (vücudun bir uzvunu) (bütünüyle) kesmek. 2. sakatlamak, mutilation kötürüm etmek. i. 1. (vücudun bir3.uzvunu) önemli (bütünüyle) kısımları çıkararak kesme.bozmak. 2. kötürüm etme. mutineer 3. bozma. asi. i. isyancı, mutinous s. isyankâr, asi. mutiny i. (gemi kaptanına karşı/askeri yetkeye karşı) isyan, mutt başkaldırma, ayaklanma. f. (gemi kaptanına karşı/askeri i., k. dili it, köpek. yetkeye karşı) isyan etmek, başkaldırmak, ayaklanmak. mutter f. 1. söylenmek, homurdanmak. 2. mırıldanmak. i. 1. homurtu. mutton 2. mırıltı.eti, koyun. i. koyun mutton chop koyun pirzolası. mutual s. 1. iki taraflı, karşılıklı: mutual love karşılıklı sevgi. 2. ortak, muzzle müşterek: i. 1. hayvanmutual burnu.friend ortak dost. 2. burunsalık. 3. top/tüfek ağzı. f. 1. my burunsalık takmak. 2. susturmak. zam. benim. ünlem O, ...! (Hayret belirtmek için kullanılır.): My, My flesh creeps. my, how nice Tüylerim you look! O, bu ne güzellik böyle! ürperiyor. my lord efendim. my off day 1. izin günüm. 2. fena günüm. myalgia i., tıb. kas ağrısı. Myanmar i. Myanmar. mycology i. mantarbilim, mikoloji. myeloid s., anat. iliksel. myocardial s. myocardial infarction miyokard enfarktüsü. myocarditis i., tıb. miyokardit, kalp kası iltihabı/yangısı. myocardium i., anat. miyokard, kalp kası. myology i. kasbilim. myoma çoğ. --s (mayo´mız)/--ta (mayo´mıtı) i., tıb. miyom, kas uru. myopia i. miyopluk. myopic s. miyop. myriad s. çok büyük sayıda, sayısız, çok. myrrh i. 1. (reçine olarak) mürrüsafi. 2. laden reçinesi; laden myrtle reçinesiyle mürrüsafiden oluşan bir karışım. i., bot. mersin. myself zam. kendim, bizzat, ben: I will come myself. Kendim mysterious geleceğim./Bizzat geleceğim. s. 1. esrarengiz, esrarlı, I do gizemli. 2.not akılregard ermez,myself as a 3. anlaşılmaz. mathematician. garip. Kendimi matematikçi saymıyorum. mysteriously z. esrarengiz bir şekilde, gizemli bir şekilde. mystery i. gizem, sır, esrar. mystic s. 1. mistik, mistisizmle ilgili, gizemsel. 2. gizemli, esrarengiz. i. mystical mistik, s. mistik,gizemci. gizemsel. mysticism i. mistisizm, gizemcilik, tasavvuf. mystify f. 1. kafasını bulandırmak; aklını karıştırmak. 2. anlaşılmasını myth güçleştirmek. i. 1. mit, söylence, efsane, mitos. 2. hayali kimse/şey. mythic s., bak. mythical. mythical s. 1. mitlere özgü, söylencesel, efsanevi. 2. uydurma; hayali. mythological s. mitolojik, söylencebilimsel. mythology i. mitoloji, söylencebilim. Mytilene i., bak. Lesbos. N kıs. Nationalist, Navy, New, Noon, Norse, North, Northern, n November. i., mat. n, belirsiz bir sayı. n kıs. name, nephew, net, neuter, new, nominative, noon, north, N northern, note, kıs. nitrogen, noun, north, number. northern. N, n i. N, İngiliz alfabesinin on dördüncü harfi. nab f. (--bed, --bing) k. dili 1. yakalamak, ele geçirmek, tutuklamak. nacre 2. kapmak. i. sedef. nadir i. 1. gökb. ayakucu. 2. en aşağı nokta. nag i., k. dili yaşlı ve güçsüz at. nag f. (--ged, --ging) 1. -in başının etini yemek; dırdır etmek. 2. nail rahatsız i. 1. çivi, etmek. mıh. 2. tırnak. 3. (hayvanlarda) pençe, toynak. f. 1. to nail brush -e tırnak fırçası. -e mıhlamak. 2. sıkı sıkı bağlamak, kavramak. 3. çivilemek, argo tutmak; yakalamak. 4. argo (bir yalanı) meydana çıkarmak. nail down 1. -i çivilerle sabitleştirmek. 2. -i garantiye almak. 5. argo çalmak. 6. argo vurmak. nail file tırnak törpüsü. nail polish oje, tırnak cilası. nail s.t. to bir şeyi -e çivilemek. nail scissors tırnak makası. nail up -i çivileyerek kapatmak. naive s., bak. naïve. naïve s. 1. toy, tecrübesiz. 2. saf. 3. naif (resim). naively z., bak. naïvely. naïvely z. safça. naivete i., bak. naïveté. naiveté i., bak. naïveté. naïveté i. 1. toyluk. 2. saflık. naivety i., bak. naïveté. naïvety i., bak. naïveté. naked s. 1. çıplak. 2. yalın, açık. 3. çaresiz, savunmasız. nakedness i. 1. çıplaklık. 2. yalınlık. 3. çaresizlik. name i. 1. ad, isim. 2. şöhret, ün. f. 1. -e ... adını/ismini koymak: They named her Rüya. Ona Rüya ismini koydular. 2. -in adını/ismini söylemek/ilan etmek. 3. -i ... seçmek/tayin etmek; -i aday göstermek. name tag isim kartı. Name your price. Düşündüğünüz fiyatı söyleyin. name-dropping i., k. dili kendine paye vermek için ünlü isimlerden söz etme. nameless s. adsız, isimsiz. namely z. yani, şöyle ki. namesake i. adaş. Namibia i. Namibya. Namibian i. Namibyalı. s. 1. Namibya, Namibya´ya özgü. 2. Namibyalı. nanny i. 1. İng. dadı. 2. dişi keçi. nanny goat dişi keçi. nap f. (--ped, --ping) uyuklamak, hafif uykuya dalmak, kestirmek, nap şekerleme i. hav. yapmak. i. hafif kısa uyku, şekerleme. nape i. ense. naphthalene i., kim. naftalin. naphthaline i., kim., bak. naphthalene. napkin i. 1. peçete, peşkir. 2. İng. çocuk bezi. napkin ring peçete halkası. nappy i., İng., k. dili çocuk bezi. narcissism i. narsisizm, narsislik, özseverlik. narcissist i. narsist, özsever. narcissus çoğ. nar.cis.sus/nar.cis.si (narsîs´ay) i., bot. sim; nergis, zerrin. narcosis i. narkoz. narcotic s., i. uyuşturucu, narkotik. narcotic drug uyuşturucu ilaç. narrate f. hikâye etmek, öykülemek, anlatmak. narration i. 1. anlatım, anlatış. 2. hikâye, öykü. narrative i. hikâye, öykü. s. hikâye türünden. narrator i. anlatıcı, anlatan. narrow s. 1. dar, ensiz. 2. sınırlı, kısıtlı. 3. dar görüşlü. 4. darlık içinde narrow circumstances olan. 5. cüzi, fakirlik, az. 6. darlık. parasızlık, sıkı, dikkatli. i. 1. dar geçit. 2. çoğ. dar boğaz. f. 1. daraltmak; daralmak, çekmek, ensizleşmek. 2. narrow escape darı darına kurtulma, ucuz kurtulma. sınırlamak. 3. kısmak. narrowly z. dar, güçbela, darı darına. narrow-minded s. dar görüşlü. nasal s. 1. buruna ait. 2. dilb. genizsi, genzel. i., dilb. genizsi ses, nasal cavity genizsil. burun boşluğu. nascent s. gelişmeye başlayan, yeni oluşan. nasturtium i., bot. latinçiçeği. nasty s. 1. pis, tiksindirecek kadar kirli; tiksindirici, iğrenç. 2. kötü, nasty blow çirkin. 3. ayıp, ağır darbe, müstehcen. tehlikeli vuruş. nasty sea fırtınalı deniz. nasty story müstehcen hikâye. nat kıs. national, natural. natal s. 1. doğuma ait; doğumla ilgili. 2. doğuştan olan/gelen, nation doğumda var olan, doğumsal. i. ulus, millet. national s. ulusal, milli. i. vatandaş, yurttaş, uyruk. national anthem milli marş. national anthem milli marş. national bank ulusal banka. national debt devlet borcu. national monument ulusal anıt. national park milli park. national/public debt devlet borcu. nationalise f., İng., bak. nationalize. nationalism i. ulusçuluk, milliyetçilik. nationalist i. ulusçu, milliyetçi. nationalistic s. ulusçu, milliyetçi. nationality i. milliyet, uyrukluk, tabiiyet. nationalize f. ulusallaştırmak, devletleştirmek, millileştirmek. nation-wide s. ülke çapında olan. native s. 1. yerli. 2. doğal. 3. doğuştan olan. i. yerli. native ability Allah vergisi yetenek. native citizen doğuştan uyrukluk hakkı olan kimse. native land anayurt, anavatan. native language anadili. native-born s. doğma büyüme, yerli. nativity i. doğuş, doğum. natural s. 1. doğal, tabii. 2. doğuştan olan. i., k. dili doğuştan yetenekli natural child kimse. evlilikdışı çocuk. natural color doğal renk, asıl renk. natural selection doğal ayıklama/ayıklanma. naturalise f., İng., bak. naturalize. naturalist i. doğabilimci. naturalize f. 1. vatandaşlığa kabul etmek. 2. (yabancı bir sözcüğü) dile naturally almak. 3. (bir z. 1. doğal bir bitkiyi/hayvanı) yeni iklime biçimde. 2. doğuştan. alıştırmak. 3. doğal olarak, tabii, naturalness kuşkusuz, i. doğallık, şüphesiz. tabiilik. nature i. 1. doğa, tabiat. 2. huy, mizaç, tabiat. naught i. 1. hiç, hiçbir şey. 2. sıfır. naughtily z. yaramazca, haylazca. naughtiness i. yaramazlık. naughty s. 1. yaramaz, haylaz. 2. k. dili açık saçık. Nauru i. Nauru. Nauruan i. Naurulu. s. 1. Nauru, Nauru´ya özgü. 2. Naurulu. nausea i. 1. bulantı, mide bulantısı. 2. tiksinme, iğrenme. nauseate f. 1. midesini bulandırmak. 2. iğrendirmek, tiksindirmek. nauseous s. mide bulandırıcı, tiksindirici. nautical s. denizcilikle ilgili, deniz; gemicilikle ilgili. nautical mile deniz mili (1852 metre). naval s. 1. deniz kuvvetlerine ait, deniz. 2. savaş gemilerine ait. naval academy deniz harp akademisi. naval base deniz üssü. naval forces deniz kuvvetleri. naval officer deniz subayı. nave i. dingil başlığı, tekerlek poyrası. nave i. (kilisede) nef. navel i. 1. göbek. 2. merkez. navel cord tıb. göbek kordonu. navel orange vaşington (portakal). navigable s. seyredilebilir, deniz taşıtlarının seyrine elverişli. navigate f. 1. (kaptanlık ederek) gemiyi/tekneyi götürmek, dümen navigation tutmak. i. 1. gemi2.seferi, (gemi/tekne) seyretmek. gemi yolculuğu. 2. gemicilik; denizcilik. navigator i. rotacı; deniz subayı. navy i. 1. deniz kuvvetleri. 2. donanma. navy blue lacivert, koyu mavi. nay z. hayır, yok. i. 1. ret. 2. olumsuz oy. 3. olumsuz oy veren kimse. Nazi i., s. Nazi. Nazism i. Nazizm. nd kıs. no date. NE kıs. Near East, Northeast. near z. 1. yakın, yakında. 2. hemen hemen, az daha, az kaldı, az near at hand kalsın, yakın. neredeyse: He came near to falling. Az daha düşecekti. 3. aşağı yukarı, yaklaşık olarak: The soldiers number near a nearby s. yakın. z. yakında. thousand. Yaklaşık bin tane asker var. s. 1. yakın. 2. samimi, nearly s. 1. az3.daha, yakın. sadıkneredeyse, (çeviri). 4. hemen soldaki hemen. (araba/at). 2. yakından. 5. cimri, elisıkı. nearness edat -e bitişik, i. yakınlık. -e yakın, -in yakınında. f. yaklaşmak, nearsighted yakınlaşmak. s. miyop. neat s. 1. temiz, derli toplu, düzgün. 2. İng. sek (içki). 3. k. dili harika. neatly z. temizce. neatness i. temizlik, düzgünlük. nebula çoğ. --s (neb´yılız)/--e (neb´yıli) i., gökb. bulutsu, nebülöz. nebulous s. 1. bulutlu, dumanlı. 2. belirsiz, bulanık. necessarily z. 1. ister istemez. 2. muhakkak. necessary s. 1. gerekli, lüzumlu, lazım olan; zorunlu, zaruri. 2. kaçınılmaz. necessitate f. gerektirmek, icap ettirmek. necessity i. 1. gerekli şey. 2. gereksinim, ihtiyaç. 3. zorunluluk. neck i. 1. boyun. 2. (elbisede) yaka. 3. (şişede) boyun, boğaz. 4. (telli neck and neck çalgılarda) (yarışta) atsap. başı5.beraber. coğr. kıstak. f., k. dili (iki sevgili) sarmaş dolaş öpüşmek. neckband i. (giyside) dik yaka. neckerchief i. boyun atkısı. necking i., k. dili (iki sevgili) sarmaş dolaş olup öpüşme. necklace i. kolye, gerdanlık. necktie i. kravat, boyunbağı. necromancer i. büyücü, sihirbaz. necromancy i. 1. ölülerle haberleşerek fala bakma. 2. büyücülük, sihirbazlık. nectar i. 1. mit. nektar. 2. balözü, nektar. nectarine i. tüysüzşeftali, nektarin. need i. 1. gereksinim, gereksinme, ihtiyaç; gerek, gereklik, gereklilik, need to lüzum: gerekmek, Whatlazım are your olmak;needs? İhtiyaçlarınız zorunda olmak, -enedir? mecbur a need olmak:forI money need to para leavegereksinimi. soon. YakındaThere´s gitmemno need to hurry. gerekiyor. I Acele don´t need to needful s. gerekli, lüzumlu, lazım olan. etmeye obey hisgerek orders.yok. 2. yoksulluk. Emirlerine itaat f. 1. -e zorunda etmek ihtiyacı olmak, değilim.-e needle i. 1. iğne, ihtiyaç dikiş iğnesi. duymak, 2. örgü şişi. -i gereksemek, 3. tığ. 4. ibre. -e -i gereksinmek, 5. muhtaç bot. needlefish iğneyaprak. olmak; f. gerekmek, 1. iğne ile gerekli dikmek. i. (çoğ. nee.dle.fish/--es) zargana. olmak: 2. I k. needdilia iğnelemek, better sataşmak. computer. needless Daha iyi bir bilgisayara s. gereksiz, lüzumsuz. ihtiyacım var. 2. istemek, gerektirmek: That plant needs water. O bitki su ister. This work needs time. needlessly z. Bugereksizce, gereksiz yere. iş zaman gerektiriyor. needn't kıs. need not. needy s. yoksul, fakir. ne'er-do-well s., i. hiçbir işi beceremeyen (kimse). nefarious s. çok kötü, menfur. negate f. 1. reddetmek, inkâr etmek. 2. çürütmek, boşa çıkarmak. negation i. 1. ret, inkâr. 2. doğru ol madığını kanıtlama. 3. boşa çıkarma. negative 4. 1. s. yokluk. olumsuz, negatif. 2. aksi, ters. i. 1. olumsuz söz/yanıt. 2. negative evidence foto. olumsuznegatif. kanıt. negative sign eksi işareti, eksi. negative vote aleyhte verilen oy. negativism i., fels. yadsımacılık. neglect f. 1. ihmal etmek, savsaklamak, boşlamak. 2. bakmamak, neglectful aldırmamak. i. 1. ihmal, s. ihmalci, ihmalkâr, savsaklama, boşlama. 2. bakmama, savsak. aldırmama. negligé i., bak. negligee. negligee i. (uzun ve süslü) sabahlık. negligée i., bak. negligee. negligence i. ihmal, ihmalkârlık, savsaklama. negligent s. ihmalci, ihmalkâr, savsak. negligible s. önemsemeye değmez, önemsiz. negotiate f. 1. müzakere etmek/yapmak, görüşmek. 2. müzakere ederek -i negotiation sonuca bağlamak. i. 1. müzakere, 3. (zor 2. görüşme. bir(zor durumu) atlatmak; bir durumu) (engeli) atlatma; aşmak. (engeli) 4. (çek/bono) aşma. ciro 3. (çek/bono) etmek. 5. (senet) kırdırmak. ciro etme. 4. (senet) kırdırma. negotiator i. 1. delege. 2. arabulucu. Negro i., s., aşağ. zenci. negro i., s., aşağ., bak. Negro. neigh f. kişnemek. i. kişneme. neighbor i. komşu. neighborhood i. 1. civar, yöre. 2. semt, mahalle. neighboring on -e komşu, -e yakın. neighborly s. komşuya yakışır, dostça. neighbour i., İng., bak. neighbor. neighbourhood i., İng., bak. neighborhood. neighbourly s., İng., bak. neighborly. neither s. ikisinden hiçbiri, ne bu ne öteki: Neither of them knows. neither fish nor fowl Hiçbirinin haberi yok. hiçbir kategoriye bağ. ne, girmeyen; ne de: garip bir neither kişi/şey.white nor red nor black ne beyaz, ne kırmızı, ne de siyah. neither more nor less ne fazla ne eksik, tam öyle, tam o kadar. nemesis i. 1. hak edilen ve kaçınılmaz ceza. 2. güçlü rakip. neolithic s. neolitik. neolithic age cilalı taş devri. neologism i. yeni sözcük. neology i., bak. neologism. neon i., kim. neon. neon lamp/light neon lambası. Nepal i. Nepal. Nepalese i. (çoğ. Nep.a.lese) Nepalli. s. 1. Nepal, Nepal´e özgü. 2. Nepalli. Nepali i. 1. Nepalli. 2. Nepalce. s. 1. Nepal, Nepal´e özgü. 2. Nepalce. nephew 3. Nepalli. i. erkek yeğen. nephritis i., tıb. böbrek iltihabı, nefrit. nepotism i. akrabalara yapılan iltimas, akraba kayırma. Neptune i., gökb. Neptün. nerve i. 1. sinir. 2. soğukkanlılık, cesaret. 3. küstahlık. f. cesaret nerve center vermek. kalp, merkez: Istanbul is the economic nerve center of Turkey. nerve gas Türk sinir ekonomisinin gazı. kalbi İstanbul´da atıyor. nerve o.s. cesaretini toplamak. nerve-racking s. sinir bozucu. nerve-wracking s., bak. nerve-racking. nervous s. 1. heyecanlı. 2. endişeli, kaygılı. 3. sinirleri gergin. 4. sinirsel. nervous sinir argınlığı, nevrasteni. breakdown/prostration nervous system sinir sistemi. -ness sonek -lik, -lık: fulness i. doluluk. kind-heartedness i. iyi kalplilik. nest i. yuva. f. yuva yapmak. nestle f. 1. birbirine sokulmak. 2. gömülmek, yerleşmek; gömmek, net koymak. i. 1. ağ. 2.3.tuzak. bağrına 3. basmak. ağ, şebeke. f. (--ted, --ting) 1. ağ ile tutmak. net 2. ağ ile örtmek. s. net, kesintisiz. f. (--ted, --ting) 1. kazanmak, kâr etmek. 2. net curtains kazanç İng. tül getirmek, kâr getirmek. perdeler, tüller. net income net gelir. net profit net kâr. nether s. alt, alttaki. Netherlands i. netting i. 1. örme, ağ örme. 2. ağ. 3. cibinlik. nettle i., bot. ısırgan, ısırganotu. f. kızdırmak, sinirlendirmek. nettle tree bot. çitlembik. network i. ağ, şebeke. neural s. sinirsel, sinire ait, sinirle ilgili. neural tissue anat. sinirdoku. neuralgia i., tıb. nevralji, sinir ağrısı. neurasthenia i., tıb. nevrasteni, sinir argınlığı. neurogenic s., tıb. sinir kökenli. neurologist i. nörolog, sinir hastalıkları uzmanı. neurology i. nöroloji, sinirbilim. neuropath i. nevropat. neuropathic s. nevropatik. neuropathy i., tıb. nevropati. neurosis i. nevroz, sinirce. neurotic s. 1. nevrotik, nevrozla ilgili. 2. nevrozlu, nevrotik, sinir hastası. neuter i. s. nevrotik kimse, cinssiz. 1. dilb. yansız, sinir hastası. 2. dilb. geçişsiz (fiil). 3. biyol. cinsliksiz, neutral cinsiyetsiz, s. 1. tarafsız, yansız. 2. nötr. i.cinssiz eşeysiz. i. 1. dilb. sözcük. 1. tarafsız 2. iğdiş edilmiş kimse/ülke. 2. oto. boş hayvan. vites. 3. biyol. cinsiyetsiz hayvan/bitki. neutralise f., İng., bak. neutralize. neutrality i. tarafsızlık, yansızlık. neutralize f. 1. etkisiz duruma getirmek. 2. tarafsız kılmak, neutron yansızlaştırmak. i. nötron. 3. kim. nötrleştirmek, nötralize etmek. never i. hiç, hiçbir zaman, asla, katiyen. Never fear. Korkma, öyle bir tehlike yok. never in the world k. dili dünyada, asla, hiçbir zaman: I´d never in the world think Never mind. of doingyok./Boş Zararı somethingver.like that. Öyle bir şey yapmayı dünyada düşünmem. Never mind. Zararı yok./Boş ver. Never say die. Davandan asla vazgeçme. never-ending s. hiç bitmeyen, bitmez tükenmez. nevermore z. asla, hiçbir zaman. nevertheless z. yine de, bununla birlikte. new s. 1. yeni. 2. taze. new- önek yeni. New Guinea Yeni Gine. New Guinean 1. Yeni Gineli. 2. Yeni Gine, Yeni Gine´ye özgü. new moon yeniay, ayça, hilal. New Year yeni yıl. New Year´s Day 1 Ocak, Yılbaşı. New Year´s Eve 31 Aralık; 31 Aralık gecesi; Yılbaşı gecesi. New Zealand 1. Yeni Zelanda. 2. Yeni Zelanda, Yeni Zelanda´ya özgü. 3. Yeni New Zealander Zelandalı. Yeni Zelandalı. newborn s. yeni doğmuş. newcomer i. yeni gelen. new-fangled s., k. dili yeni ve tuhaf. Newfoundland i. 1. coğr. Ternöv. 2. Ternöv köpeği, Ternöv. s. 1. Ternöv, Ternöv Newfoundlander ´e özgü. 2. Ternövlü. i. Ternövlü. newly z. 1. yakın zamanlarda, geçenlerde, yeni. 2. yeniden. news i. haber. news agency haber ajansı. newsagent i., İng. gazete bayii. newsboy i. gazete satıcısı, gazeteci. newscast i. haber yayını. newspaper i. gazete. newspaper rack gazetelik. newspaperman çoğ. news.pa.per.men (nuz´peypırmen) i. 1. gazeteci. 2. gazete newsprint sahibi. i. gazete kâğıdı. newsstand i. gazete satış yeri/kulübesi. newsworthy s. bahsedilmeye değer. next s. 1. bir sonraki, sonraki: the next street bir sonraki sokak. 2. next door ertesi: the next kapı komşu, day ertesi gün. 3. gelecek: next year gelecek yakın. yıl. z. sonra, ondan sonra, daha sonra, hemen sonra. edat en next door yandaki evde, bitişikte. yakın. next door neighbor kapı komşu. next of kin huk. en yakın akraba. next of kin en yakın akraba. next to 1. -in yanında, -e bitişik; -in yakınındaki. 2. hemen hemen. next to nothing hiç denecek kadar az, hemen hemen hiç. next to nothing hemen hemen hiç. next-door s. 1. yandaki evde oturan. 2. yandaki, bitişikteki, bitişik. nib i. kalem ucu. nibble f. 1. kemirmek. 2. azar azar yemek, çöplenmek. i. 1. kemirme. nibble at 2. -i ufak lokma. dişlemek. Nicaragua i. Nikaragua. Nicaraguan i. Nikaragualı. s. 1. Nikaragua, Nikaragua´ya özgü. 2. nice Nikaragualı. s. 1. hoş, güzel, cazip, iyi. 2. nazik. 3. latif, tatlı. nicely z. güzel bir şekilde, güzelce, iyi. niceties i., çoğ. nicety i. incelik, hassaslık, titizlik. niche i. 1. (heykel v.b. için) duvarda oyuk. 2. niş. 3. mevki, uygun yer. nick i. diş, çentik, kertik. f. 1. çentmek, kertik yapmak. 2. İng., k. dili nickel çalmak, yürütmek. i. 1. nikel. 2. A.B.D. 3. İng., beş argopara. sentlik tutuklamak. nickname i. lakap, takma ad. f. lakap takmak. nicotine i. nikotin. niece i. kız yeğen. nifty s., k. dili 1. şık. 2. hoş. 3. kullanışlı. Niger i. Nijer. Nigeria i. Nijerya. Nigerian i. Nijeryalı. s. 1. Nijerya, Nijerya´ya özgü. 2. Nijeryalı. Nigerien i. Nijerli. s. 1. Nijer, Nijer´e özgü. 2. Nijerli. Nigerois i. (çoğ. Ni.ge.rois) Nijerli. s. 1. Nijer, Nijer´e özgü. 2. Nijerli. niggard i. cimri kimse. niggardly s. 1. cimri, eli sıkı. 2. çok az. niggle f. 1. about/over (cüzi şeyler/ufak kusurlar) üzerinde durmak/ile niggling uğraşmak. 2. at (bir s. 1. çok önemsiz. 2.şey) ufak-in kafasını insanı ayrıntıları hep kurcalamak. çok uğraştıran (iş). 3. night insanın kafasını i. 1. gece. hep kurcalayan. 2. akşam. night and day gece gündüz. night blindness gece körlüğü. night nurse gece hemşiresi. night owl gece kuşu, geceleri geç yatmayı âdet edinen kimse. night school gece okulu. night school 1. akşam okulu. 2. gece bölümü. nightcap i. 1. gece başlığı, takke. 2. yatmadan önce içilen içki. nightclub i. gece kulübü. nightfall i. akşam vakti, akşam karanlığı. nightgown i. gecelik (kadın giysisi). nightingale i. bülbül. night-light i. gece açık bırakılan loş ışık. nightlong z., s. gece boyunca (süren). nightly z. 1. geceleyin. 2. her gece. nightmare i. kâbus, karabasan. nightshirt i. gecelik entarisi (erkek giysisi). nightspot i., k. dili gece kulübü. nightstick i. cop. nighttime i. gece vakti, gece. nighty i., k. dili gecelik (kadın giysisi). nihilism i. nihilizm, hiççilik, yokçuluk. nihilist i. nihilist, hiççi, yokçu. nil i. hiç. nimble s. 1. çevik, atik. 2. uyanık, zeki, açıkgöz. nimbus çoğ. nim.bi (nîm´bay)/--es (nîm´bısız) i. 1. nimbus, karabulut. 2. nincompoop hale, ayla. kuş beyinli. i. dangalak, nine s. dokuz. i. dokuz, dokuz rakamı (9, IX). nineteen s. on dokuz. i. on dokuz, on dokuz rakamı (19, XIX). nineteenth s., i. 1. on dokuzuncu. 2. on dokuzda bir. ninetieth s., i. 1. doksanıncı. 2. doksanda bir. ninety s. doksan. i. doksan, doksan rakamı (90, XC). ninny i. ahmak, budala, sersem. ninth s., i. 1. dokuzuncu. 2. dokuzda bir. nip f. (--ped, --ping) 1. ısırmak. 2. çimdiklemek, kıstırmak. 3. nip kırpmak, kesmek. i. damla, içim, 4. (soğuk) azıcık sızlatmak. (alkollü içki). 5. (don/kırağı) f. (--ped, (bitkileri) --ping) azıcık içki yakmak, içmek. kavurmak, haşlamak. 6. argo çalmak, aşırmak. 7. argo nip in the bud başlangıçta durdurmak/bastırmak. yakalamak. 8. İng., k. dili hızlı gitmek; bir koşu gitmek. i. 1. nipper i. 1. çoğ. ısırık. kıskaç. 3. 2. çimdik. 2. kesip yengeç veya ıstakozun koparma. 4. ayaz. kıskacı. 3. İng., k. dili 5. soğuktan nipple erkek çocuk, yanma/kavrulma. i. 1. meme oğlan. başı. 4. çoğ.,söz. 2.6.(biberon iğneli argo kelepçe. için) emzik. 3. (boru için) nipel. nit i. bit yumurtası, sirke. niter i. güherçile. nitpick f., k. dili ufak kusurlar aramak. nitrate i. nitrat. nitrogen i. nitrojen, azot. nitroglycerin i. nitrogliserin. nitroglycerine i., bak. nitroglycerin. nitty-gritty i. bir konunun özü; asıl mesele. nitwit i. kuş beyinli, beyinsiz. NNE kıs. north-northeast. NNW kıs. north-northwest. no kıs. number. no z. hayır, yok, değil, olmaz: ´´Would you like some tea?´´ ´´No, No admittance. thank you.´´ ´´Çay içer misiniz?´´ ´´Hayır, teşekkür ederim.´´ Girilmez. ´´Is there any film in the camera?´´ ´´No, there isn´t.´´ no better than -den daha iyi olmayan. ´´Fotoğraf makinesinde film var mı?´´ ´´Yok.´´ ´´It´s a beautiful No dice. argoisn´t day, Olmaz./Olmayacak. it?´´ ´´No, it isn´t.´´ ´´Güzel bir gün, değil mi?´´ no doubt ´´Değil.´´ hiç kuşkusuz,´´Can hiçyou finish the şüphesiz, work in an hour?´´ ´´No, I can´t. elbette. no end of talk ´´ ´´İşi bir saat sonu gelmez laf. içinde bitirebilir misiniz?´´ ´´Olmaz, bitiremem. ´´ s. hiç, hiçbir. i. 1. (çoğ. --es/--s) yok cevabı. 2. olumsuz No ifs or buts! İtiraz yok! oy/karar. 3. olumsuz oy veren kimse: The noes have it. Aleyhte no laughing matter şakaya oy gelmez verenler durum, gülünmeyecek şey. kazandı. no man´s land 1. iki cephe arasındaki sahipsiz toprak. 2. çok tehlikeli bölge. no matter how difficult .... ne kadar güç olursa olsun .... no matter what k. dili ne olursa olsun. No matter. Önemi yok./Zararı yok. no mean cook çok iyi bir aşçı. no more than -den daha çok değil. No offense! Gücenmek yok!/Alınmak yok! no respecter of persons kişilere rütbesine göre değer vermeyen kimse. no soap k. dili imkânsız, imkânı yok. no sooner ... than ... -er -mez: He´d no sooner begun to speak than the lights No sooner said than done. went out. Konuşmaya Söz ağızdan başlar çıkar çıkmaz başlamaz ışıklar söndü. yapılır. No Trespassing Girilmez./Girmek yasak. no way k. dili, bak. No way! k. dili Asla!/Katiyen! no wonder hiç garip değil, pek tabii, tabii ki. No, indeed! Hiç de öyle değil!/Yok canım! Noah i. Nuh peygamber. Noah´s ark Nuh´un gemisi. Noah´s ark Nuh´un gemisi. nobility i. soyluluk, asalet. noble s. 1. soylu, asil. 2. âlicenap, yüce gönüllü. 3. yüce, ulu. i. soylu, nobleman asilzade. çoğ. no.ble.men (no´bılmîn) i. asilzade. noblewoman no.ble.wom.en (no´bılwîmîn) i. soylu kadın. nobody zam. hiç kimse. i. önemsiz biri, hiç. nocturnal s. geceye özgü; geceleyin olan. nocturnal emission tıb. uyurken belsuyunun boşalması, düş azması. nod f. (--ded, --ding) 1. baş sallamak. 2. off uyuklamak, kestirmek. i. node baş i. 1. sallama. düğüm. 2. bot. düğüm, nod. 3. tıb. nod, yumru, şiş. 4. fiz. nodule boğum. 5. bilg. i., tıb., bot. düğüm. nodül, yumrucuk, düğümcük. noggin i. 1. k. dili kafa. 2. ufak bardak. 3. ufak bir içki ölçüsü. noise i. ses, gürültü, patırtı, şamata. f. about/around/abroad etrafa noise pollution yaymak, ilan etmek. gürültü kirliliği. noiseless s. sessiz, gürültüsüz. noiselessly z. sessizce. noisome s. 1. iğrenç, pis kokulu. 2. zararlı. noisy s. 1. sesli, gürültülü. 2. gürültücü, yaygaracı. nomad s., i. göçebe. nomadic s. göçebe, göçerkonar, göçer. nomenclature i. 1. adlar dizgisi, adlandırma. 2. terminoloji. nominal s. 1. saymaca, itibari, nominal. 2. ismen var olan, sözde. 3. nominal value önemsiz (fark, derece v.b.), çok düşük (fiyat, rakam v.b.). nominal değer. nominalism i. nominalizm, adcılık. nominalist i., s. nominalist, adcı. nominally z. ismen. nominate f. 1. aday göstermek. 2. atamak, görevlendirmek. nomination i. aday gösterme. nominative s., dilb. yalın, nominatif. nominee i. aday. non- önek gayri-, -siz. nonalcoholic s. alkolsüz. nonchalance i. lakaytlık, kayıtsızlık, umursamazlık. nonchalant s. lakayt, kayıtsız, umursamaz. noncombatant i., ask. 1. geri hizmetlerde görevli kimse. 2. savaş zamanında noncommissioned sivil olan kimse. s. resmen görevli olmayan. noncommissioned officer astsubay. noncommittal s. 1. tarafsız, yansız. 2. belirsiz, müphem. 3. ne olumlu, ne de noncompliance olumsuz (cevap, söz i. with (emredilen birv.b.). şeye) uymama. nonconductor i. yalıtkan madde. Nonconformist i., İng. Anglikan kilisesine bağlı olmayan kimse. nonconformist i. topluma ayak uydurmayan kimse. Nonconformity i., İng. resmi kiliseye uymama. nonconformity i. uymayı reddetme. nondescript s. ne idüğü belirsiz; kolay tanımlanamaz, sınıflandırılamaz. none zam. hiçbiri, hiç kimse. z. hiç, asla, hiçbir biçimde. nonentity i. 1. önemsiz kimse. 2. değersiz şey. 3. hiçlik, yokluk. nonetheless z. bununla birlikte, her şeye karşın, gene de, yine de. nonexistence i. yokluk, varolmama. nonexistent s. varolmayan. nonfiction i. kurgusal olmayan düzyazı. nonfigurative s. nonfigüratif. nonintervention i. başka devletlerin işine karışmama politikası. nonleaded s. kurşunsuz (benzin). no-no i., k. dili yapılmaması gereken şey. nonpartisan s. 1. partizan olmayan. 2. tarafsız, yansız. nonplus i. şaşkınlık, hayret. f. şaşırtmak, hayrete düşürmek. nonproductive s. verimsiz. nonprofit s. kâr amacı gütmeyen. nonresident s., i. 1. görevli bulunduğu yerde oturmayan (kimse). 2. okuduğu nonrestrictive yerin yerlisi olmayan (öğrenci). 3. ülkesi dışında yaşayan s. kısıtlamayan. (kimse). nonsectarian s. bir mezhebe bağlı olmayan. nonsense i. 1. saçma, zırva, boş laf. 2. saçmalık. nonsensical s. saçma, saçma sapan, anlamsız, abuk sabuk, ipe sapa gelmez. nonstop s. 1. direkt giden, hiçbir yerde durmayan, direkt. 2. aralıksız, nonunion sürekli. z. 1. duraklamadan, s. sendikaya direkt. 2. durmadan, sürekli, bağlı olmayan, sendikasız. aralıksız. noodle i. 1. erişte, şerit halindeki makarna. 2. k. dili kafa. nook i. kuytu yer, köşe. noon i. öğle. noose i. ilmik, bağ. f. ilmiklemek. nope z., k. dili Yok./Hayır. nor bağ. ne de, ne: His answer was neither positive nor negative. norm Cevabı i. norm,ne olumlu, düzgü, ne de olumsuzdu. standart, örnek. normal s. normal, düzgülü. normal price normal fiyat. normal-angle lens foto. olağan açılı mercek. normalise f., İng., bak. normalize. normalize f. normalleştirmek; normalleşmek. normally z. normal olarak; genellikle, çoğunlukla. north i. kuzey. s. 1. kuzey. 2. kuzeyden esen/gelen. 3. kuzeye bakan. northeast z. i., 1. kuzeye doğru. 2. kuzeyde, kuzey tarafta. s. kuzeydoğu. northeastern s. 1. kuzeydoğuda olan. 2. kuzeydoğudan esen/gelen. northern s. kuzeye ait, kuzey. Northern Ireland Kuzey İrlanda. northerner i. kuzeyli kimse, kuzeyli. northward z. kuzeye doğru. northwest i., s. kuzeybatı. northwestern s. 1. kuzeybatıda olan. 2. kuzeybatıdan esen/gelen. Norway i. Norveç. Norway maple bot. çınar yapraklı akçaağaç, sivriakçaağaç. Norway spruce bot. avrupaladini. Norwegian i. 1. Norveçli. 2. Norveççe. s. 1. Norveç, Norveç´e özgü. 2. nose Norveççe. i. 1. burun.3. 2.Norveçli. koklama duyusu. 3. burun gibi çıkıntı. 4. (uçakta) nose dive burun. 1. pike. 2. ani düşüş. nose out -i kıl payı farkla yenmek, -i az bir farkla yenmek. nosebleed i. burun kanaması. nose-dive f. 1. pike yapmak. 2. aniden düşmek. nostalgia i. 1. nostalji, geçmişe duyulan özlem. 2. vatan özlemi. nostalgic s. nostaljik, özlem dolu. nostril i. burun deliği. nosy s., k. dili başkasının işine burnunu sokan, meraklı. not z. değil, olmayan. not a bit hiç de değil, asla. not a little epey. not a single one of them onlardan bir kişi/tane bile, onlardan bir tek bile: Not a single not at all one of them hiç: This housecame to her is not aid. at all Onlardan suitable. Bu bir tek uygun ev hiç kişi biledeğil. Not yardımına at all!asla, koşmadı. Bir şey değil! (Thank you! sözüne karşılık). not at all hiç, katiyen. Not at all. Bir şey değil./Rica ederim. Not bad! k. dili Fena değil!/Oldukça iyi! not by a long shot k. dili hiç. Not by a long shot! Bir işte birinin başarıdan çok uzak kaldığını belirtir: ´´Did she not for love or money pass k. dilithe test?´´ asla, ´´Not ölsem, by a long dünyada, shot!´´ ´´İmtihanı verdi mi?´´ hayatta. ´´Fena halde çaktı.´´ not give the least sign en küçük bir işaret vermemek. not half bad hiç de fena olmayan. Not half bad. Çok iyi./Hiç fena değil. not in the least hiç. Not just yet. Yok, şimdi değil./Şimdi değil./Henüz değil./Henüz vakti değil. not one tittle en ufak hiçbir şey: Not one tittle of it will be changed. En ufak not only this bir noktası yalnız bile değiştirilmeyecek. bu değil. Not that I know of. Bildiğime göre, değil/yok. Not that it matters but .... Önemli değil ama .... not to be able to make heads k. dili bir şeyi/birini hiç anlayamamak. or tails of s.t./s.o. not to be about to 1. -memek üzere olmak: I wasn´t about to go out the door. not to be advisable Kapıdan akıl kârı çıkmak üzere değildim. 2. k. dili -i asla/katiyen bir iş olmamak. -memek, -e hiç niyeti olmamak: I´m not about to loan you my not to be fit to be seen k. dili insan içine çıkacak durumda olmamak. car! Arabamı sana katiyen ödünç vermem! not to be long for this world k. dili yakında bu dünyadan gitmek, yakında ölmek: He´s not not to to be be worth sure a hill of long eminfor this world. olmamak, tam Yakında olarak bu dünyadan bilmemek: göçecek. I´m not sure how to do not this. Bunun nasıl yapılacağını beans/a toot/a damn/a tinker k. dili beş para bile etmemek. tam olarak bilmiyorum. She´s not ´s sure where he is. Onun nerede olduğunu tam olarak bilmiyor. notdamn to be worth a shit beş para etmemek; değersiz bir şey olmak, boktan bir şey not to be worth one´s keep (biri/bir aşağılık olmak; hayvan)bir şey olmak. masrafına değmemek. not to care a whit (birinin) hiç umurunda olmamak. not to give a fuck (about) (-i) siklememek, (-e) hiç değer/önem vermemek. not to give a shit (birinin) umurunda olmamak. not to have a care in the k. dili (birinin) hiç derdi olmamak. world not to have a good word to -i hiç beğenmemek, -i hep tenkit etmek. say for not to have a stitch on k. dili çırılçıplak olmak. not to let s.o./an animal out birini/bir hayvanı gözünden hiç kaçırmamak. of one´s sight not to lift a hand k. dili parmağını kıpırdatmamak, en ufak bir gayret not to make a peep göstermemek. k. dili gık dememek, gıkı çıkmamak. not to say hem de .... not to sleep a wink k. dili hiç uyumamak, göz kırpmamak. not to turn a hair kılını kıpırdatmamak. not to turn a hair kılını bile kıpırdatmamak, aldırış etmemek. not worth a red cent 1. beş para etmez, değersiz. 2. meteliksiz. not worth considering düşünmeye değmez. not worth his salt masrafını karşılamaz, beş para etmez. not/without excepting de dahil olmak üzere: Everybody´s going to be affected by this, notable not s. 1.excepting göze çarpan; Füsun. Füsun önemli. 2.da dahil ileri olmak gelen, üzere herkes tanınmış. 3. unutulmaz. bundan i. 1. ileri etkilenecek. gelen/tanınmış kimse. 2. çoğ. ileri gelenler. notably z. 1. özellikle, bilhassa. 2. dikkati çekecek bir şekilde. 3. notarise gerçekten, f., İng., bak.bayağı, notarize.oldukça. notarize f. 1. notere onaylatmak, notere tasdik ettirmek. 2. (noter) notary onaylamak, i. noter. tasdik etmek. notary public noter. notation i. 1. bir sistemi oluşturan işaretler: musical notation nota notch sistemi. 2. simgelenim, i. 1. çentik, kertik, diş. 2.notasyon. 3. not dar ve derin etme, dağ kayıt. geçidi. 3. k. dili note derece. i. 1. not, pusula, betik. 2. müz. nota; ses. 3. piyano2.tuşlarından f. 1. çentmek, kertiklemek, diş diş etmek. (oku) yaya yerleştirmek. biri. note f. 1. 4. pol. etmek, dikkat nota. 5.önem senet.vermek. 6. ün, şöhret, itibar. 7. İng. 2. işaretlemek, işaret(okulda) etmek. not, 3. numara. -den söz 8. belirti. etmek, anmak.9. İng. banknot, kâğıt para. note down not etmek, kaydetmek. notebook i. defter, not defteri. noted s. meşhur, ünlü, tanınmış. notepad i. bloknot. notepaper i. mektup kâğıdı. noteworthy s. dikkate değer, önemli. nothing i. 1. hiçbir şey. 2. sıfır. 3. önemsiz şey/kimse, hiç: Your problems nothing but are nothing 1. sırf, yalnız.compared to mine. 2. -den başka bir Senin şey. sorunların benimkilerin yanında hiç kalır. 4. hiçlik, yokluk. z. hiç, hiçbir biçimde, asla, Nothing doing. k. dili Olmaz./Ben karışmam. katiyen. nothing else başka hiçbir şey: He said nothing else. Başka hiçbir şey nothing like söylemedi. benzemez, hiç de değil. nothing loath seve seve. noth-ing more than yalnız, sadece. nothing short of -den başka hiçbir şey: He will accept nothing short of an apology. Kendisinden özür dilenilmesinden başka hiçbir şeyi kabul etmez. nothingness i. yokluk, hiçlik. notice i. 1. (yazılı) ilan, duyuru, bildiri. 2. ihbarname. 3. uyarma, ikaz. noticeable 4. dikkat, s. belli, önemseme. f. 1. farketmek, farkına varmak; dikkat açık. etmek. 2. saygı göstermek. 3. -den söz etmek, anmak. notification i. bildirme, haber verme. notify f. bildirmek, haber vermek. notion i. 1. düşünce, fikir, inanç. 2. heves; ani fikir: She goes whenever notions she takes i., çoğ. a notion. Aklına estiği zaman gidiyor. 3. düşünce, fikir, tuhafiye. inanç. 4. delice fikir: Don´t you go getting any such notions! Sen notoriety i. şöhret, ün (kötü anlamda). sakın öyle delice fikirleri kafana koyma! notorious s. adı çıkmış, kötülüğüyle ün salmış, dile düşmüş. notwithstanding z. gene de, yine de. edat -e karşın, -e rağmen. nought i., İng. sıfır. noumenon çoğ. nou.me.na (nu´mını) i., fels. numen. noun i. isim. nourish f. 1. beslemek, gıda vermek. 2. (duygu, umut v.b.´ni) beslemek. nourish false hopes gerçekleşemeyecek umutlar beslemek. nourishing s. besleyici. nourishment i. 1. besin, gıda, yemek. 2. besleme, beslenme. Nov kıs. November. nova i., gökb. nova. novel i. roman. novel s. 1. yeni, yeni çıkmış. 2. orijinal, değişik, alışılmışın dışında novelist olan. i. romancı. novelties i., çoğ. (turistik yerlerde satılan) hediyelik eşya. novelty i. 1. yenilik. 2. yeni çıkmış şey. 3. orijinallik, orijinalite, November değişiklik. i. kasım. novice i. 1. acemi çaylak. 2. çırak. 3. keşiş adayı; rahibe adayı. 4. now kiliseye z. şimdi.yeni giren zaman. i. şimdiki kimse. Now ... now .... Bazen/Kâh ... bazen/kâh .... now and again ara sıra, zaman zaman, bazen. now and again/now and then ara sıra, zaman zaman. now that mademki. now then şu halde, öyle ise. Now we are in for it. Çattık belaya! nowadays z. bugünlerde, günümüzde. nowhere z. hiçbir yerde; hiçbir yere. noxious s. 1. zehirli, zehirleyici. 2. zararlı. nozzle i. (hortum için) ağızlık, meme. NP kıs. notary public. NT kıs. New Testament. nt wt kıs. net weight. nth s. 1. mat. n derecesinde olan. 2. k. dili son, sonuncu. nuance i. nüans, ince fark, ayırtı. nub i. 1. yumru. 2. k. dili öz, nüve: the nub of the story hikâyenin nubile özü, hikâyenin s. evlenecek nüvesi. yaşa gelmiş, gelinlik. nuclear s. nükleer, çekirdeksel. nuclear energy nükleer enerji. nuclear family çekirdek aile. nuclear physics nükleer fizik. nuclear power plant nükleer santral. nuclear reactor nükleer reaktör. nuclear reactor nükleer reaktör. nuclear warhead nükleer harp başlığı. nuclear waste nükleer artık. nuclear weapons nükleer silahlar. nucleon i., fiz. nükleon. nucleus çoğ. nu.cle.i (nu´kliyay) i. çekirdek, öz, nüve. nude s. çıplak. i., güz. san. nü, çıplak. nudge f. dirsek ile dürtmek. i. dürtme. nudist i. çıplaklık yanlısı, nüdist. nudist colony çıplaklar kampı. nudity i. çıplaklık. nugget i. (altın) külçe. nuisance i. baş belası. nuke i., k. dili atom bombası. f. -e atom bombası atmak. null s. 1. geçersiz, hükümsüz. 2. değersiz, önemsiz. null and void huk. hükümsüz, geçersiz. nullify f. 1. huk. -i hükümsüz kılmak. 2. -i etkisiz bırakmak; -i boşa num çıkarmak. kıs. number, numeral. numb s. 1. hissiz, duygusuz. 2. uyuşuk, uyuşmuş. f. uyuşturmak. number i. 1. sayı, rakam: fractional number kesirli sayı. Add up these number numbers. Bu sayılarınumara f. 1. numaralamak, topla. 2. numara: koymak. 2.room number sayısını oda sınırlandırmak. numarası. 3. (belirli telephone bir sayıda) numberThey olmak: telefon numarası. numbered some 3. sayı, twentymiktar: men. number plate oto. plaka. a largeyirmi Onlar numberkadarof adamdı. books çok Wesayıda numberkitap. fiftythe men.number of pages Elli kişiyiz. number s.o./s.t. among 1. birini/bir sayfa sayısı.şeyi -den 4. çoğ. saymak: çokluk. He doesn´t 5. müzik number Batu among parçası. numberless his friends. Batu´yu s. sayısız, hesapsız. arkadaşlarından saymıyor. 2. birini/bir şeyi -in arasına katmak: Most critics number Halit Ziya among the numbness i. uyuşukluk, uyuşma. greatest writers of this century. Çoğu eleştirmen Halit Ziya´yı numbskull i., bubak. numskull. yüzyılın en büyük yazarları arasına katıyor. numeral s. sayısal, sayı. i. sayı, rakam. numerator i. 1. mat. pay. 2. sayıcı. numerical s. sayısal. numerous s. çok, pek çok. numismatics i. nümismatik. numismatist i. nümismat. numskull i. mankafa, dangalak. nun i. rahibe. nunnery i. rahibe manastırı. nuptial s. evlenmeye/düğüne ait. i., çoğ. nikâh; düğün. nurse i. 1. hemşire, hastabakıcı. 2. sütnine, sütanne, sütana. 3. dadı. f. nurse a grudge 1. kin(hastaya) beslemek. bakmak. nursing2.bottle emzirmek. biberon. nursing home 1. şifa nursemaid yurdu, i. dadı. huzurevi. 2. İng. küçük özel hastane, özel klinik. nursery i. 1. fidanlık. 2. kreş, çocuk yuvası. 3. çocuk odası. nursery rhyme çocuk şiiri; çocuk şarkısı. nursery school anaokulu. nursing i. hemşirelik, hastabakıcılık. nursing sister İng. hemşire. nurture i. 1. yetiştirme. 2. terbiye, yetişme. 3. eğitim. 4. besleyen şey, nut gıda. f. 1. (özenle) i. 1. fındık, yetiştirmek. fıstık, ceviz 2. eğitmek. gibi kabuklu yemiş. 2. 3. bot. beslemek. kapçık meyve. nutcracker 3. mak. somun. i. fındıkkıran. 4. k. dili çatlak kimse, kafadan kontak kimse. 5. k. dili kafa, baş. nutmeg i. küçükhindistancevizi. nutrient s. besleyici. i. besleyici madde; besin, gıda. nutriment i. besin, gıda. nutrition i. beslenme; besi, besleme. nutritious s. besleyici. nutritive s., bak. nutritious. nuts s., argo nutshell i. fındık, fıstık, ceviz gibi yemişlerin kabuğu. nutter i., İng., k. dili çatlak kimse, kafadan kontak kimse. nutty s. 1. k. dili deli, çatlak. 2. fındık, fıstık, ceviz v.b. tadında olan. 3. nux vomica fındık, fıstık, ceviz v.b. ile dolu. bot. kargabüken. nuzzle f. 1. burunla eşmek/eşelemek; burun sürtmek. 2. yanaşmak, nylon sokulmak. i. naylon. nylons i., çoğ., k. dili naylon çorap. nymph i. su perisi; orman perisi. nymphomania i. nemfomani. nymphomaniac i. nemfoman, nemfomanyak. s. nemfomanyak. O ünlem Ey: O poet! Ey şair! O kıs. ohm, Old. O kıs. Ocean, October. O, o i. 1. O, İngiliz alfabesinin on beşinci harfi. 2. sıfır. oaf i. hödük, hırbo. oafish s. hödük gibi; kaba saba. oak i. meşe. oakum i. üstüpü, kalafat üstüpüsü. oar i., den. kürek. f. kürek çekmek. oarsman çoğ. oars.men (orz´mîn) i., den. kürekçi. oasis çoğ. o.a.ses (owey´siz) i. vaha. oath i. 1. yemin, ant. 2. küfür, lanet. oatmeal i. yulaf ezmesi. oats i., çoğ. yulaf. obbligato i., müz. obligato. obdurate s. 1. inatçı, boyun eğmez, dik başlı. 2. sert, katı, kırıcı. obedience i. itaat, söz dinleme; boyun eğme. obedient s. itaatli, itaatkâr, söz dinleyen. obeisance i. 1. reverans, saygıyla eğilme. 2. saygı, hürmet. obelisk i. dikilitaş, obelisk. obese s. aşırı şişman. obesity i. aşırı şişmanlık. obey f. itaat etmek; -e uymak, -e riayet etmek. obfuscate f. 1. örtmek, gizlemek, perde çekmek. 2. şaşırtmak. obfuscation i. 1. örtme, gizleme, perde çekme. 2. şaşırtma. obituary i. 1. bir ölü hakkında yazılan kısa biyografi. 2. ölüm ilanı. s. obj birinin ölümüne kıs. object, ait. objective. objection, object i. 1. nesne, obje, şey, cisim. 2. amaç, gaye, maksat, hedef: object Money´s f. (to) (-e)her object. itiraz etmek,Onun (-e)amacı para. 3. dilb. nesne. karşı çıkmak. object at issue 1. anlaşmazlık konusu. 2. iddia olunan şey. object lesson ibret. objection i. 1. itiraz; itiraz etme. 2. itiraz nedeni. objectionable s. itiraz edilebilir, nahoş, uygunsuz, münasebetsiz: His actions objective were s. objectionable. nesnel, objektif. i. Terbiyesizce 1. amaç, gaye,davrandı. maksat, hedef. 2. objektif, objectively mercek. z. nesnel olarak. objectivity i. nesnellik, objektiflik. obligate f. zorlamak, mecbur etmek. obligation i. 1. zorunluluk, zorunluk, mecburiyet; yüküm, yükümlülük; farz. obligatory 2. senet, borç. s. mecburi, gerekli, zorunlu. oblige f. 1. mecbur etmek, zorlamak. 2. -e iyilik etmek, -e yardım obliging etmek, s. yardım -i memnun etmek. etmeye hazır. oblique s. 1. eğik, yatık, meyilli. 2. dolaylı. oblique angle geom. yatık açı. obliterate f. yok etmek, silmek. obliteration i. yok etme, silme. oblivion i. 1. unutma; unutulma. 2. kayıtsızlık, ilgisizlik. oblivious s. unutkan. oblong s. 1. dikdörtgen biçiminde olan, boyu eninden fazla. 2. bot. obnoxious oblong, s. iğrenç, yumurta biçiminde (yaprak). tiksindirici. oboe i. obua. oboist i. obuacı. obs kıs. observation, observatory, obsolete. obscene s. 1. müstehcen, açık saçık. 2. ağza alınmaz (söz). 3. k. dili obscenity korkunç, i. insanı şoke 1. açık saçıklık, eden. müstehcenlik. 2. açık saçık laf. 3. k. dili obscure korkunçluk, korkunç durum. s. 1. pek az tanınan, pek tanınmayan. 2. sıradan, hiç dikkati obscurity çekmeyen; mütevazı. i. 1. az tanınmışlık. 3. az kişinin 2. belirsizlik. 3. anlayacağı, karanlık. anlaşılması zor. 4. bulutlu, karanlık. f. 1. örtmek; saklamak. 2. karartmak. obsequious s. 1. dalkavukluk eden; yaltak; şakşakçı. 2. dalkavukça; observance yaltakça. i. of 1. (kurallara/kanunlara) uyma/riayet etme. 2. (özel bir observances günü) i., çoğ.kutlama. 3. (bir âdeti) yerine getirme. tören; kutlamalar. observant s. 1. dikkatli. 2. itaatli. observation i. 1. gözlem, gözleme. 2. gözetleme, gizlice bakma. 3. ileri observation post sürülen düşünce/fikir. ask. gözetleme noktası/yeri. observatory i. gözlemevi, rasathane, observatuar. observe f. 1. gözlemlemek, gözlemek. 2. gözetlemek, gizlice bakmak. 3. observer (kural, yasa, v.b.´ne) uymak. 4. (bir âdeti) yerine getirmek. 5. i. gözlemci. (bayramı) kutlamak. 6. (oruç) tutmak. 7. ileri sürmek. obsess f. -in aklına takılmak, -in kafasına takılmak. obsession i. 1. akla takılan düşünce, takınak. 2. sürekli endişe. obsolescence i. eskime. obsolescent s. modası geçmekte olan (sözcük/makine). obsolete s. kullanılmayan, modası geçmiş (sözcük, makine, görenek v.b.). obstacle i. engel, mâni. obstacle race engelli koşu. obstetrician i. doğum uzmanı. obstinacy i. inatçılık, dik başlılık. obstinate s. inatçı, direngen, dik kafalı. obstinately z. inatla. obstreperous s. 1. gürültücü, yaygaracı. 2. ele avuca sığmaz, haylaz. obstruct f. 1. engellemek, engel olmak, mâni olmak. 2. tıkamak, obstruction kapamak. i. 1. engelleme. 2. engel, mâni, set. obstructive s. engelleyici. obtain f. 1. elde etmek, almak, edinmek, sağlamak, ele geçirmek. 2. obtainable geçerli olmak. s. elde edilebilir, bulunabilir, mevcut. obtrude f. upon -e empoze etmek. obtrusive s. rahatsız edici; göze batan; kendini fazlasıyla hissettiren/belli obtuse eden. s. 1. kalın kafalı. 2. geom. geniş. obtuse angle geom. geniş açı. obtuse angle geom. geniş açı. obviate f. gereksiz kılmak; önünü almak, önüne geçmek, önlemek. obvious s. belli, açık, apaçık, aşikâr. obviously z. besbelli, apaçık: This one´s obviously the best. En iyisinin bu occasion olduğu apaçık. i. 1. zaman: I wasn´t there on that occasion. O zaman orada occasional değildim. 2. şatafatlıgelen. s. ara sıra meydana kutlama. 3. neden, sebep. 4. gerek, lüzum. f. -e yol açmak, -in sebebi olmak. occasionally z. ara sıra, zaman zaman. Occident i. Occidental s. 1. Batı´ya özgü. 2. Batılı. i. Batılı. occult s. 1. büyücülükle ilgili; medyumlukla ilgili. 2. esrarengiz, esrarlı, occupant gizli, bilinmez. i. 1. (ev, bina, oda v.b.´nde) oturan kimse, sakin. 2. (koltuk, occupation masa v.b.´nde) i. 1. iş, meslek. 2. oturan uğraş,kimse; (yatakta) meşguliyet. yatan zorla 3. işgal, kimse: The alma. occupants of these beds are heart patients. Bu yataklardakiler occupational s. 1. mesleki, meslek dolayısıyla meydana gelen: occupational kalp hastaları. occupy disease f. 1. meşgulmesleki etmek;hastalık. occupational (zamanını) almak. 2.hazard mesleki (ev, bina, odatehlike. v.b. 2. işgal ´nde) kuvvetleriyle oturmak. 3. ilgili. masa v.b.´nde) oturmak; (yatakta) (koltuk, occur f. (--red, --ring) 1. olmak, meydana gelmek, vuku bulmak. 2. yatmak. bulunmak, 4. olmak. (belirli bir yerde) bulunmak: A fountain occupies the occur to s.o. birinin aklına gelmek. center of the garden. Bahçenin ortasında fıskıyeli bir havuz var. occurrence i. 1. 5. (meydana (yer) gelen tutmak: işgal etmek, herhangiYourbir) firm olay.occupies 2. meydana a lotgelme. of this 3. ocean bulunma, i. okyanus.olma. building´s space. Firmanız bu binada epey yer işgal ediyor. ocean current Which okyanus bedakıntısı. do you occupy? Hangi yatak senin? You´re occupying my seat. Benim yerime oturmuşsunuz. The hotel is fully ocean sunfish zool. aybalığı, occupied. Otelpervanebalığı. tamamen dolu. 6. işgal etmek, ele geçirmek; Oceania i. Okyanusya. işgal altında tutmak: The army occupied the city for three years. Oceanian Ordu i. şehri üç yıl Okyanusyalı. s.boyunca işgal altında 1. Okyanusya, tuttu. Okyanusya´ya özgü. 2. oceanography Okyanusyalı. i. oşinografi, denizbilim. o'clock z. saate göre. OCR kıs. optical character recognition. ocrea i., bot. kın. Oct kıs. October. octagon i., geom. sekizgen. octahedron çoğ. --s (aktıhi´drınz)/oc.ta.he.dra (aktıhi´drı) i., geom. octane sekizyüzlü. i. oktan. octave i., müz. oktav. October i. ekim. octopus i. ahtapot. ocular s. göze ait, gözle ilgili, göz. i. oküler. oculist i. 1. göz doktoru. 2. gözlükçü. odd s. 1. garip, tuhaf, acayip, bambaşka. 2. tek: odd number tek odd or even sayı. tek miodd sock çift tek çorap. 3. küsur: ten thousand odd dollars on mi oyunu. bin küsur dolar. 4. ara sıra meydana gelen. oddball i. tuhaf biri. s. tuhaf. oddity i. 1. tuhaflık, acayiplik. 2. garip özellik. 3. garip kimse/şey. oddly enough İşin tuhafı şu ki .... odds i., çoğ. ihtimal: The odds are very much in our favor. Başarı odds and ends ihtimalimiz yüksek. ufak tefek şeyler, The odds are against us. Başarı ihtimalimiz öteberi. düşük. odds and ends ufak tefek şeyler, ıvır zıvır. ode i., edeb. od; kaside; gazel. odious s. tiksindirici, iğrenç, nefret uyandıran. odometer i. yol sayacı, mil/kilometre sayacı. odor i. koku. odoriferous s. 1. hoş kokulu. 2. kötü kokan. odorless s. kokusuz. odour i., İng., bak. odor. odourless s., İng., bak. odorless. oeil-de-boeuf çoğ. oeils-de-boeuf (öydıböf´) i., mim. gözpencere. of edat 1. -in: the properties of light ışığın özellikleri. the works of of a different kind Shakespeare başka tür. Shakespeare´in eserleri. 2. -li: a man of talent hünerli bir adam. 3. -den: make mention of -den söz etmek. be of a piece with ... ile aynı, -in tıpkısı. afraid of -den korkmak. made of -den yapılmış. 4. hakkında, ile of age reşit,speak ilgili: rüştünü ispat etmiş. of hakkında konuşmak. write of ile ilgili yazı yazmak. Of all their loyal servants Onların sadık hizmetkârlarından hiçbiri ondan daha sadık none was more so than he. of course olamazdı. tabii, elbette. of course tabii, elbette. of high standing çok itibarlı. of late son zamanlarda. of late son zamanlarda. of long standing çok eski. of long standing çok eski. of necessity zaruri olarak. of no account önemsiz, değersiz. of no consequence önemsiz. of no earthly use hiçbir faydası olmayan, beş para etmez. of one´s own accord kendi rızasıyla. of one´s own free will kendiliğinden: He did it of his own free will. Kendiliğinden yaptı. of one´s own volition kendi iradesiyle, isteyerek, gönüllü olarak. of sorts bir çeşit: It´s a game of sorts. Bir çeşit oyun. of the first water çok iyi, birinci sınıf: She´s a poet of the first water. O çok iyi bir of the old school şair. eski He´s kafalı.an idiot of the first water. Dangalağın teki o. of yore 1. çok eskiden: Here lived of yore an archduchess. Çok eskiden off burada bir arşidüşes z. 1. uzağa; uzakta. 2.yaşardı. ileriye; 2. eski zaman, ileride. eski: 3. öteye; I miss ötede. s. those 1. uzak. Bairams 2. kapalı. of 3. yore. kesat O eski (iş). 4.bayramları yanlış özlüyorum. (ölçü). 5. uzak, zayıf, az (bir off and on arada sırada, ara sıra. olasılık). 6. sağdaki. edat 1. -den, -dan. 2. -den uzak: It´s three off and on 1. kesintili. 2. arada sırada, zaman zaman. That´s/This´s not kilometers off the main road. Anayoldan üç kilometre uzakta. off base on! İng., yanlış k. diliyanılmış. yolda; Doğru olmaz!/Olmaz! off chance zayıf bir ihtimal. off color kaba, müstehcen, münasebetsiz (hikâye/şaka). off duty izinli. off limits yasak bölge. off one´s feed k. dili iştahsız. off one´s head/out of one´s k. dili deli, çıldırmış. head off shore den. açıkta. off the beam yanlış yolda; yanlış. off the coast of ... sahillerine yakın. off the cuff argo doğaçtan, irticalen. off the hook (sıkıntıdan/sorumluluktan) kurtulmuş. off the map ortadan kaybolmuş. off the press baskıdan çıkmış. off the record 1. gizli. 2. açıklanmamak şartıyla. off the top of one´s head k. dili hiç düşünmeden, hemen. Off with you! Defol! offal i. 1. kasaplık hayvanların yenilmeyen kısımları. 2. İng. sakatat. offbeat 3. s., çerçöp, süprüntü. k. dili bayağı değişik, orijinal, olağandışı. off-color s. 1. doğal renkte olmayan. 2. açık saçık. offence i., İng., bak. offense. offend f. 1. gücendirmek, darıltmak, incitmek. 2. -e itici gelmek. 3. against -e aykırı davranmak/olmak. offender i., huk. suçlu. offense i. 1. suç, kusur, kabahat. 2. saldırı, hücum, tecavüz. 3. offensive gücenme, s. darılma, 1. itici, çok nahoş, incinme. 4. spor2. çirkin, iğrenç. ofans, hücum. saldırıya özgü, hücuma offer ait. f. 1. teklif etmek, önermek. 2. vermek, sağlamak.i.3.saldırı, 3. yakışmaz. 4. hakaret edici. 5. spor ofansif. sunmak, hücum. takdim etmek, arzetmek. 4. ikram etmek, sunmak. i. 1. teklif, offer battle savaş açmak. öneri. 2. fiyat teklifi. offer for sale satılığa çıkarmak. offer resistance karşı koymak. offer/return thanks Allaha şükretmek, Allaha şükranlarını sunmak. offering i. 1. sunma. 2. teklif, öneri. 3. sunulan şey. 4. Hrist. (ayin offhand sırasında s. düşünmedencemaatten toplanan) yapılmış, rasgele para, bağışlar. yapılmış. z. düşünmeden, office rasgele. i. 1. büro, yazıhane, işyeri, daire, ofis. 2. makam. 3. iş, office hours memuriyet. 4. görev, vazife. çalışma saatleri. office hours çalışma saatleri. officeholder i. devlet memuru. officer i. 1. subay. 2. makam sahibi. 3. memur. 4. polis memuru. official s. 1. resmi. 2. memuriyete ait; memura yakışır. i. memur. official minute book kararname defteri. officially z. resmen. officiate f. 1. (din görevlisi) ayin yönetmek. 2. resmi bir görevi yerine officious getirmek. s. işgüzar. officiously z. işgüzarlık ederek. offing i. off-licence i., İng. içki dükkânı. off-line s., bilg. çevrimdışı. offprint i. ayrıbasım. offset f. (off.set, --ting) 1. telafi etmek, karşılamak; dengelemek. 2. offshoot ofset basmak. i. 1. dal. 2. yani.,kuruluş. matb. ofset. 3. yan çalışma; yan ürün. offshore s. 1. kıyıdan uzak. 2. kıyıdan esen. offside s. 1. spor ofsayt. 2. İng. sağ taraftaki, sağ. offside lane İng. (karayolunda) sollama şeridi. offspring i. 1. döl, evlat. 2. ürün. often z. sık sık, çoğu kez. ogle f. arzuyla/iştahla bakmak. i. arzuyla/iştahla bakma. ogre i. 1. insan yiyen dev. 2. canavara benzer kimse. Oh ünlem 1. Ay! (Korku/şaşkınlık belirtir.). 2. Ay!/Ah!/Of! (Ağrı/acı Oh yeah? belirtir.). 1. Bir sözün3. Ah! (Pişmanlık/özlem küçümsendiğini belirtir.). belirtir: 4. Oh!/O! “I´m going to beat you.” (Beğenme/sevinç/hayranlık “Oh yeah?” “Sana pes belirtir.). 5.“Yap dedirteceğim.” Of!/Öf! da görelim!” 2. Oh, for wings! Keşke kanatlarım olsaydı! (Kızgınlık/hoşnutsuzluk Söylenen belirtir.).şüphe şeyin doğruluğundan 6. Birine seslenirken edildiğini kullanılır: belirtir: “She ohm i., Oh,elek. om, Will waiter! ohm. you bring us the bill? Garson, bize hesabı was at the concert.” “Oh yeah?” “O konserdeydi.” “Öyle getirir oho misin? ünlem Ooo!mi?” mi?”/“Sahi (Biraz şaşırtıcı bir haber ilk kez öğrenildiğinde oil söylenir.). i. 1. yağ, sıvıyağ: olive oil zeytinyağı. corn oil mısıryağı. 2. oil field petrol. petrol 3. yağlıboya. f. 1. yağlamak. 2. yağ çekmek, sahası. pohpohlamak. oil filter oto. yağ filtresi. oil gauge yağ basınçölçeri, yağ basınç manometresi. oil lamp kandil. oil painting yağlıboya resim. oil pan yağ deposu. oil s.o.´s hand/palm birine rüşvet vermek. oil slick (göl, deniz v.b. üzerinde yüzen) yağ tabakası. oil tanker akaryakıt tankeri. oil well petrol kuyusu. oilcan i. yağdanlık. oilcloth i. muşamba. oilstone i. yağtaşı. oily s. yağlı. ointment i. merhem. OK, OK z. Peki!/Tamam!/Olur!/Oldu! s. 1. geçer. 2. iyi. 3. doğru. i. onay, okay tasdik. z., s., i.,f.f., (OK´d/O.K.´d, bak. OK. OK´ing/O.K.´ing) peki demek, onaylamak, tasdik etmek, kabul etmek. okra i. bamya. old s. 1. eski. 2. yaşlı, ihtiyar. 3. deneyimli, tecrübeli. 4. modası old age geçmiş. yaşlılık, 5. sevgili (dost). ihtiyarlık. old bird k. dili ihtiyar kurt, tecrübeli kimse. Old Church Slavonic Slavonca. old fellow ünlem azizim. old fogy eski kafalı kimse. Old Glory Amerikan bayrağı, A.B.D. bayrağı. old hand tecrübeli kimse, usta. old hat modası geçmiş. old lady argo 1. anne, kocakarı. 2. karı, kocakarı. old maid 1. evlenmemiş yaşlı kız. 2. argo fazla titiz kimse. old salt tecrübeli denizci, deniz kurdu. old salt k. dili deniz kurdu. old scratch şeytan. old standby eskiden beri kullanılıp popüler olan şey. old timer yaşlı adam. old wives´ tale batıl itikat. old-clothesman çoğ. old-clothes.men (old´kloz´-men) i. eskici. olden s., eski eski zamana ait, eski. old-fashioned s. eski moda, modası geçmiş. oldish s. 1. oldukça yaşlı. 2. eskice. oldster i., k. dili yaşlı kimse, yaşlı. oleander i., bot. zakkum, ağıağacı. oleaster i. iğde. olfactory s. koklama duyusuna ait. oligarchy i. 1. oligarşi, takımerki. 2. bütün siyasi gücü elinde tutan olive grup/kişiler. i. zeytin. olive branch 1. (barış sembolü olan) zeytin dalı. 2. barış sembolü olarak olive oil kullanılan zeytinyağı. herhangi bir şey. olive tree zeytin ağacı. Olympic s. Oman i. Umman. Omani i. Ummanlı. s. 1. Umman, Umman´a özgü. 2. Ummanlı. omasum çoğ. o.ma.sa (omey´sı) i., zool. kırkbayır. omelet i. omlet. omelette i., bak. omelet. omen i. (bir olayın gerçekleşeceğini önceden belirten) alamet, işaret. ominous s. uğursuz, meşum; hayra yorulamayan, kara; insanın keyfini omission kaçıran, kaygıatlama. i. 1. eksiklik; verici. 2. of koymama, -in içine almama; koymayı omit unutma. f. 3. ihmal, (--ted, --ting) boşlama, savsama. 1. koymamak, -in içine almamak; koymayı omnipotence unutmak; from -in i. her şeye gücü yetme. dışında tutmak. 2. to (bir şeyi) yapmamak/ihmal etmek: You´ve omitted to sign this letter. Bu omnipotent s. her şeye gücü yeten. mektuba imza atmamışsınız. omnipresent s. her yerde ve her zaman hazır. omniscience i. her şeyi bilme. omniscient s. her şeyi bilen. omnivorous s. 1. her şeyi yiyen. 2. zool. hepçil. omnivorous reader ne bulursa okuyan kimse. on edat 1. üzerinde, üstünde; üzerine, üstüne: on the end table on a level with sehpanın 1. ile aynıüstünde. düzeyde. on2.theile wall aynı duvarın hizada. üstünde. Don´t write on the wall. Duvarın üzerine yazma. 2. -de: on the bus otobüste. on on a line aynı hizada, bir sırada. the list listede. on the first of June bir haziranda. on the on a regular basis düzenli olarak, governing boardmuntazaman. yönetim kurulunda. 3. hakkında, konusunda, on a shoestring üstünde, az parayla. üzerinde, üstüne, üzerine, ile ilgili: a talk on friendship on a vast scale arkadaşlık geniş ölçüde. hakkında bir konuşma. research on the Battle of Manzikert Malazgirt Savaşı üzerine araştırmalar. 4. durumunda, on a weekday hafta halinde: arasında/içinde, on the defensive hafta arasında/içinde savunma bir gün: durumunda. Let´s on the meet move on account on a weekday. krediyle,halinde. hareket Hafta veresiye. içinde buluşalım. on the offensive hücum halinde. 5. ile: live on on account of five -dendollars dolayı,a için. day günde beş dolarla geçinmek. buy on credit taksitle satın almak. 6. kenarında; kıyısında: a house on the on all fours dört ayak üzerinde. river nehrin kıyısında bir ev. z. 1. ileri, ileriye; ileride, ilerde: on alternate days günaşırı, walk iki gitmek. on ileri günde bir.The next gas station is five kilometers on. on and on Bundan sonraki durmadan; durup benzin istasyonu beş kilometre ilerde. 2. dinlenmeden. on approval durmadan, aralıksız: beğenilmediği takdirde geriShe sang on. Durmadan verilmek şartıyla.şarkı söyledi. 3. -ince: on receiving the gift hediyeyi alınca. on hearing this bunu on behalf of -in namına, duyunca. -in adına. 4. üstüne, üzerine; üstünde, üzerinde, giyilmiş: have a on bended knee yalvararak, coat on üzerindediz çökmüş bir palto durumda. olmak. on board gemide; trende. on call hazır. on condition that şartıyla, koşuluyla: You can stay here on condition that you on consignment look after olarak. konsinye the animals and the garden. Hayvanlara ve bahçeye bakma şartıyla burada kalabilirsin. on contract sözleşmeli, mukaveleli, mukavele ile. on credit tic. veresiye. on demand mal istenildiğinde. on duty görev başında. on file dosyaya geçirilmiş (evrak). on foot yaya olarak. on hand elde; hazır. on his/her merits değerine göre. on horseback atla, ata binmiş olarak, at sırtında. on ice argo yedekte. on leave izinli. on loan ödünç olarak. on no account asla, katiyen. on occasion ara sıra, zaman zaman. on one´s conscience vicdanını rahatsız eden. on one´s mind aklında, hatırında. on one´s own kendi başına, başkasından yardım görmeden. on one´s own initiative kendi inisiyatifini kullanarak. on paper kâğıt üzerinde kalan. on parole şartlı olarak tahliye edilmiş. on purpose mahsus, bile bile, kasten. on record kaydedilen, kayıtlı, kaydı olan. on request rica/istek üzerine; istenildiği zaman. on schedule tam zamanında, vaktinde, tarifede belirtilen zamanda. on second thought iyice düşündükten sonra. on second thought 1. Yok, ... (Az önce verilmiş bir karardan vazgeçince söylenir.): On second thought, let´s not go. Yok, gitmeyelim. 2. Düşündüm de ...: On second thought, maybe you should buy that house. Düşündüm de, o evi alsan iyi olur galiba. on shore kıyıda. on suspicion of zannıyla: He was arrested on suspicion of murder. Cinayetten on that score tutuklandı. 1. o nedenle. 2. o konuda. on the average ortalama olarak. on the beam doğru yönde; doğru, tam. on the bias verevine, verev. on the chance that ümidiyle. on the contrary bilakis, tersine, aksine. on the contrary tersine, aksine, bilakis. on the cuff argo veresiye. on the decrease azalmakta. on the dot k. dili dakikası dakikasına, tam zamanında. on the face of it dış görünüşe bakılırsa. on the high seas açık denizlerde, enginlerde. on the hour saat başında. on the increase gittikçe artmakta. on the job iş başında, görev başında. on the line peşin (ödeme). on the loose serbest. on the move hareket halinde. on the nail 1. hemen, derhal. 2. söz konusu. on the occasion of ... nedeniyle, ... dolayısıyla. on the one hand/on the other diğer taraftan. hand on the order of tarzında. on the part of -in tarafından. on the pretext of ... bahanesiyle. on the rise artmakta, yükselmekte. on the run 1. kaçmakta. 2. geri çekilmekte. 3. koşarken. on the scout keşif görevi yapmakta, keşfe çıkmış. on the side ikinci bir iş olarak: He´s a grocer, but he fixes radios on the on the sly side. Bakkal, gizli gizli, ama ikinci bir iş olarak radyo tamiratı yapıyor. gizlice. on the spot k. dili hemen, derhal. on the spur of the moment k. dili anında, o anda. on the strength of -e dayanarak; -in yüzünden. on the wagon k. dili içkiyi bırakmış durumda. on the water denizde. on the whole 1. her şeyi düşünürsek, her şey hesaba katılırsa: It is, on the on thin ice whole, a good job. bir çok nazik/müşkül Herdurumda; şeyi düşünürsek iyiriske büyük bir bir iş.girmiş. 2. genellikle. on Thursday perşembe günü. on time zamanında, vaktinde, vakitli: She´s always on time. Her zaman on tiptoe/tiptoes vaktinde ayaklarınıngelir. ucuna basarak. on top of -e ek olarak, -in yanı sıra, ile beraber: He´s doing this on top of on welfare his regular ihtiyaç job. Bunu dolayısıyla asıl kuruluştan resmi işinden ayrıyardım olarak alan. yapıyor. He asked for a promotion, and on top of that he wanted a raise. Terfiini once z. 1. bir kez, bir defa. 2. bir zamanlar, eskiden. bağ. 1. bir -se ..., istedi; bir de üstüne üstlük bir maaş artışı talep etti. once again bir bir-di mi ...: daha, birOnce he´s tekrar. kez daha, started you can´t get him to stop. Bir başladı mı onu durdurmak imkânsız. 2. -ir -mez: We can start once for all ilk ve son defa olarak. once he arrives. Gelir gelmez başlayabiliriz. i. bir kez, bir kere. once for all 1. son olarak. 2. ilk ve son olarak. once in a blue moon k. dili kırk yılda bir. once in a while arasıra, arada bir. once in a while arada bir. once more bir kez daha. once or twice bir iki kere. once upon a time bir varmış bir yokmuş. Once upon a time .... Bir varmış bir yokmuş ... (Masal anlatmaya başlarken söylenir.). once-over i. oncology i. onkoloji. oncoming s. yaklaşmakta olan. i. yaklaşma. one s. 1. bir: Give me one loquat. Bana bir maltaeriği ver. One one after another hundred and twentysıra birbiri arkasından, people ile. came. Yüz yirmi kişi geldi. One half of them were crazy. Onların yarısı deliydi. She came here one one after another/the other birbiri ardından, birbiri peşi sıra, peş peşe, arka arkaya. day in April. Nisan ayında bir gün buraya geldi. 2. tek: It´s the one and all hepsi; one lakeherkes; that´s her not biri. polluted. Suları kirlenmemiş tek göl o. 3. one and only adında biri:her tek: It was While oneyou andwere only out one Onun desire. Nihat tek Tekin called. Siz arzusuydu. one and the same dışardayken aynı, bir, tek: They´re one and the same person.4.Onlar Nihat Tekin adında biri telefon etti. aynı,aynı bir, kişi. tek: The writer of the play and his main character are one. Oyunun one another birbirini, yazarı ve yekdiğerini. başkişisi aynı. They shouted with one voice. Hep bir one another birbiri, birbirleri ağızdan bağırdılar.(Hep çekimli zam. birbir 1. biri; şekilde kullanılır.): tane: One of them You mustmust have one by one get been along you. with one Onlardan birer birer, teker teker. another. biri Birbirinizle herhalde sendin.iyi geçinmeniz I´d like one oflazım. those Don´t flowers. killOone another. bir çiçeklerden Birbirinizi öldürmeyin. tane istiyorum. 2. Genellemelerde one fine day günün birinde. kullanılır: One doesn´t go there alone. Oraya tek başına one foot in the grave bir ayağı 3. gidilmez. çukurda. insan (Kibar konuşmalarda bazen ben veya biz one hundred percent zamirleri yüzde yüz. yerine kullanılır.): One dislikes having to talk with such one of his redeeming persons. Öyle insanlarla konuşmak zorunda olmak insanın hiç iyi taraflarından biri. features hoşuna gitmiyor. i. 1. (belirli) biri/bir tane: Which one? Hangisi? I one or two birkaç. ´d like the one with the variegated flowers. Çiçekleri ebruli olanı one´s besetting sin birinin istiyorum.en kötü huyu. That´s the one I want. Benim istediğim o. That´s a one´s native soil lovely anavatan.one. Çok güzel o. Give me just one. Bana sadece bir tane ver. 2. (sayı olarak) bir: Put a one to the left of that zero. O s. düşsel. oneiric sıfırın soluna bir bir koy. 3. saat bir; saat on üç: Let´s meet here oneirology i. atdüşbilim. one. Birde burada buluşalım. one-man s. one-man show tek kişilik sergi. onerous s. zahmetli, meşakkatli, külfetli, eziyetli. oneself zam. 1. kendi, kendisi, bizzat. 2. kendi kendini; kendi kendine. one-sided s. tek taraflı. one-track s. one-way s. tek yönlü. one-way ticket gidiş bileti; dönüş bileti. ongoing s. devam eden. onion i. soğan. on-line s., bilg. çevrimiçi. onlooker i. seyirci. only s. bir tek, eşsiz, biricik, yegâne. z. 1. yalnız, ancak. 2. daha: She onomatopoeia was here i., dilb. only yesterday. yansıma, onomatope. Daha dün buradaydı. bağ. yalnız, ancak. onrush i. hücum; üşüşme. onset i. 1. başlama, başlangıç. 2. saldırı, hücum. onshore s. kıyıya doğru. z. kıyıda. onslaught i. şiddetli saldırı/hücum. on-the-job s. hizmetiçi, işbaşında (eğitim). onto edat üstüne, -e. ontology i. varlıkbilim, ontoloji. onus i. sorumluluk, yükümlülük. onward s. ileriye doğru giden, ilerleyen. onward z. ileriye doğru, ileri; ileride. onwards z., bak. onward 2. onyx i. oniks. oops ünlem Ay! ooze i. 1. sulu çamur, balçık; batak. 2. sızma. 3. sızıntı. f. sızmak; opal sızdırmak. i. opal, panzehirtaşı. opaque s. ışık geçirmez, donuk, saydam olmayan. open s. 1. açık. 2. serbest. 3. aşikâr, meydanda olan. 4. kapanmamış, open air ödenmemiş açık hava. (borç). 5. çözülmemiş (sorun). 6. ağaçsız. i. open end wrench somun anahtarı. open fire ateş açmak. open-heart surgery açık kalp ameliyatı. open into/out on/onto -e açılmak. open s.o.´s eyes (to) (bir konuda) birini aydınlatmak, birinin gözünü açmak. open s.o.´s eyes birinin gözünü açmak, birini uyarmak, birini haberdar etmek. open sea açık deniz. open to the public halka açık, umuma açık. open-ended s. sonuca bağlanmamış, açık bırakılmış. openhanded s. eliaçık, cömert. openhearted s. açık yürekli, açık kalpli, samimi. opening i. 1. açıklık, delik. 2. açılış: opening day açılış günü. 3. açma; openly açılma. z. açıkça,4. açıktan (kadroda) boşalan yer. 5. fırsat. açığa. open-minded s. açık fikirli. openness i. açıklık, gizlilikten kaçınma. opera i. opera. opera glasses opera dürbünü. operate f. 1. mak. işlemek, çalışmak; işletmek, çalıştırmak. 2. operate on s.o. (ticari/sınai bir kuruluşu) birini ameliyat etmek. işletmek, yönetmek, idare etmek. 3. ameliyat yapmak. 4. (borsada) alışveriş yapmak. 5. etkilemek. operation i. 1. mak. işleme, çalışma. 2. (ticari/sınai bir kuruluşu) işletme, operational yönetme. 3. iş,işletimsel. s. 1. işlemsel; çalışma. 4. 2.ameliyat, operasyon. kullanılmaya hazır. 5. (borsada) alışveriş. 6. etki. 7. ask. harekât; tatbikat. 8. mat. işlem. operative s. 1. işleyen, çalışan, faal. 2. yürürlükte olan. 3. etkin, etkili. 4. operator ameliyata i. ait. 2. 1. operatör. 5. teknisyen. ameliyat edilebilir. i. 1. usta 3. ticari/sınai işçi. 2. teknisyen. bir kuruluşun 3. casus, ajan. 4. 4. sahibi/yöneticisi. dedektif. santral, santral memuresi/memuru, santral. operetta i. operet. 5. argo lüpçü. ophthalmia i., tıb. göz iltihabı/yangısı. ophthalmologist i. göz doktoru/hekimi, oftalmolog. ophthalmology i. oftalmoloji, gözbilim, göz hekimliği. ophthalmoscope i. oftalmoskop, göz aynası. opiate s. 1. afyonlu. 2. uyuşturucu, uyku getirici, sersemletici. i. opinion afyonlu i. görüş,ilaç. fikir, düşünce. opinionated s. önyargılı; inatçı, fikrinden dönmeyen, dik kafalı. opium i. afyon. opium poppy haşhaş. opopanax i. (reçine olarak) çavşır. opoponax i., bak. opopanax. opossum i., zool. opossum, sarig. opp kıs. opposed, opposite. opponent i. 1. düşman. 2. rakip. opportune s. 1. elverişli, uygun. 2. tam zamanında olan, vakitli. opportunely z. tam zamanında. opportunism i. fırsatçılık, oportünizm. opportunist i. fırsatçı, oportünist. opportunity i. fırsat, elverişli durum. oppose f. 1. -e karşı olmak; karşı çıkmak, karşı koymak, direnmek. 2. karşılaştırmak. opposite s. 1. karşıki, karşı. 2. karşıt, ters, zıt, aksi. i. 1. karşıt olan opposite angle şey/kimse. geom. tersaçı.2. karşıda olan şey/kimse. z., edat 1. karşı karşıya. 2. karşılıklı. 3. karşısında. opposite leaves bot. karşılıklı yapraklar. opposition i. 1. pol. muhalefet. 2. karşıtlık, zıtlık. 3. karşı koyma, karşı oppress çıkma. f. 1. sıkmak, sıkıştırmak, baskı yapmak. 2. eziyet etmek, oppression zulmetmek. i. 1. baskı. 2.3.eziyet, bunaltmak, zulüm.sıkıntı vermek. 3. sıkıntı, ağırlık. oppressive s. 1. ezici, zulmedici. 2. bunaltıcı, sıkıcı, ağır. oppressor i. zalim kimse. opt f. opt for -i seçmek. opt out (of) (-den) çekilmek, (-den) vazgeçmek, (-i) yapmamaya karar opt to vermek. -e karar vermek. optative s. istek belirten. i., dilb. istek kipi. optic s. optik, görsel. optic nerve anat. görme siniri. optical s. 1. optikle ilgili. 2. görsel. optical character reader bilg. optik karakter okuyucu. optical character recognition bilg. optik karakter tanıma. optical illusion görsel yanılsama. optical scanner bilg. optik tarayıcı. optician i. gözlükçü. optics i. optik. optimise f., İng., bak. optimize. optimism i. iyimserlik, optimizm. optimist i. iyimser, optimist. optimistic s. iyimser. optimistically z. iyimserlikle. optimize f. en iyi şekilde kullanmak. optimum i. en uygun durum, optimum. s. en uygun, optimum. option i. 1. seçme. 2. seçme hakkı, tercih. 3. seçenek, şık. 4. tic. option key opsiyon. bilg. seçme tuşu. option to purchase satın alma opsiyonu. optional s. zorunlu olmayan, isteğe bağlı, seçmeli. opulence i. 1. servet, zenginlik. 2. bolluk. opulency i., bak. opulence. opulent s. 1. zengin. 2. bol. opulently z. bolca. opus i. 1. yapıt, eser. 2. müz. opus. or bağ. veya, ya da, yahut; yoksa: one or two bir veya iki. Are you or else joking, yoksa: orGohave now you really or else taken you´ll offense? miss Şaka the train. mı söylüyorsun, Şimdi git, yoksa yoksakaçıracaksın. treni gerçekten gücendin mi? or so kadar, civarında, yaklaşık: It´s twenty miles or so from here. or so I think Buradan yirmi mil kadar uzakta. zannedersem. or whatever k. dili veya öyle bir şey, veya onun gibi bir şey. oracle i. 1. kehanet. 2. kâhin. oracular s. 1. kehanetle ilgili. 2. gizli anlamlı. oral s. 1. sözlü, ağızdan söylenen. 2. ağıza ait. 3. oral, ağızdan alınan orally (ilaç). 4. ruhb.2. z. 1. ağızdan. oral. sözlü olarak. orange i. 1. portakal. 2. portakal rengi, turuncu. s. portakal renginde orange blossom olan, turuncu. portakal çiçeği. orange marmalade turunç/portakal marmeladı. orangoutan i., zool., bak. orangutan. orangoutang i., zool., bak. orangutan. orangutan i., zool. orangutan. orangutang i., zool., bak. orangutan. orate f. nutuk çekmek. oration i. söylev, nutuk, hitabe. orator i. hatip, nutuk çeken kimse. oratorical s. hatipliğe ait. oratory i. 1. hatiplik, hitabet. 2. belagat, dil uzluğu. orbit i. yörünge. f. -in etrafında bir yörüngede dönmek. orchard i. meyve bahçesi. orchestra i. 1. müz. orkestra. 2. tiy. orkestra. 3. tiy. parter. orchestrate f. 1. orkestra için müzik parçası yazmak. 2. planlamak, orchid düzenlemek. i., bot. orkide. ordain f. 1. emretmek, buyurmak; (Tanrı) takdir etmek. 2. (birine) ordeal törenle i. insanapapaz unvanını çok sıkıntı vermek. çektiren iş, ateşten gömlek. order i. 1. düzen, tertip. 2. sıra, dizi. 3. yöntem, usul. 4. emir, buyruk. order of precedence 5. ısmarlama, kıdem sırası. sipariş. 6. tarikat. 7. şeref rütbesi. 8. cins, çeşit, tür. 9. mimari üslup. 10. biyol. takım. f. 1. emretmek, emir orderly s. düzenli, derli toplu, düzgün. i. 1. emir eri. 2. hastane vermek: Who ordered you to shoot that cat? O kediyi vurmanı hademesi. s. 1. emretti? sıra/derece gösteren. 2. sipariş biyol. takıma ordinal kim 2. ısmarlamak, etmek:ait. The tea that I ordinal numbers ordered still hasn´t mat. sıra sayıları. come. Ismarladığım çay hâlâ gelmedi. That ordinance company ordered one thousand pairs of i. 1. düzen, kural. 2. emir. 3. yasa; yönetmelik.snakeskin boots from South Africa. O firma Güney Afrika´dan bin çift yılan derisi ordinarily z. genellikle, çizme sipariş normal olarak. etti. 3. düzenlemek, sıraya koymak, tertip etmek: ordinariness i. sıradanlık. We have ordered the words alphabetically. Sözcükleri alfabetik ordinary sıraya s. göre dizdik. 1. sıradan, alelade: an ordinary house sıradan bir ev. 2. ordnance olağan, alışılmış, i. 1. savaş gereçleri. her 2. zamanki, ordonat.normal, tipik: his ordinary way of speaking her zamanki konuşma biçimi. 3. huk. doğal (hak). i. ore i. maden cevheri. alışılmış şey. oregano i. keklikotu, güveyotu, güveyiotu. org kıs. organic, organization, organized. organ i. 1. org, erganun. 2. anat. organ, örgen, uzuv. 3. organ, kuruluş; organ bank yayın organorganı. bankası. organ grinder laternacı. organdie i., bak. organdy. organdy i. organze. organic s. organik, örgensel. organic chemistry organik kimya. organic disease organik hastalık. organic substance organik madde. organically z. organik olarak. organisation i., İng., bak. organization. organise f., İng., bak. organize. organism i. organizma, örgenlik. organist i. orgcu. organization i. 1. kuruluş, müessese, organizasyon; örgüt, teşkilat. 2. düzen, organize tertip. 3. düzenleme, f. 1. düzenlemek, hazırlama, hazırlamak, organizasyon. organize etmek. 2. örgütlemek, orgasm teşkilatlandırmak. i. orgazm. orgy i. 1. âlem, çılgınca eğlence, sefahat âlemi. 2. aşırı düşkünlük. Orient i. orient f. orient o.s. (kendinin) tam olarak nerede bulunduğunu saptamak. Oriental s. 1. Doğulu. 2. Doğu´ya özgü. i. Doğulu. Oriental poppy bot. doğuhaşhaşı. Oriental rug Şark halısı, Ortadoğu veya Orta Asya´da dokunan halı. Oriental rug Şark halısı. Orientalist i. doğubilimci, şarkiyatçı, oryantalist. orientate f., İng., bak. orient. orientation i. bir yere/çevreye alışma/intibak. orifice i. delik, ağız. orig kıs. origin, original, originally. origanum i., bak. oregano. origin i. 1. köken, kaynak, asıl. 2. nesil, soy. original s. 1. ilk, asıl: Who was the original owner of this car? Bu originality arabanın ilk özgünlük. i. orijinallik, sahibi kimdi? 2. orijinal, asıl, kopya olmayan: Is this an original painting? Bu resim orijinal mi? 3. özgün, orijinal. i. originally z. 1. ilk başta; başlangıçta. 2. özgün bir biçimde, orijinal bir orijinal, asıl. She read Crime and Punishment in the original. Suç şekilde. f. 3. aslen: She´s getirmek, originally from Edirne. O aslen Edirneli. originate veicat etmek, Ceza´yı meydana yazıldığı dilde okudu. çıkarmak, yaratmak; originator meydana i. yaratan gelmek, çıkmak, kimse, icat eden kaynaklanmak. kimse. ornament i. süs. ornament f. süslemek, donatmak. ornamental s. 1. süs olarak kullanılan. 2. süsleyici; dekoratif. ornamental plants süs bitkileri. ornamentation i. 1. süs. 2. süsleme. ornate s. çok süslü, şatafatlı, gösterişli. ornately z. çok süslü bir biçimde. ornery s. 1. huysuz, aksi. 2. inatçı. 3. alçak, aşağılık. ornithologist i. kuşbilimci, ornitolog. ornithology i. kuşbilim, ornitoloji. orogenesis i., bak. orogeny. orogeny i. dağoluş, orojeni. orography i. dağbilgisi. orology i. dağbilgisi. orphan i., s. öksüz. f. öksüz bırakmak. orphanage i. yetimhane, öksüzler yurdu. orthodontics i. ortodonti. Orthodox i. (çoğ. Or.tho.dox) Ortodoks. s. Ortodoks. orthodox s. 1. ortodoks. 2. geleneksel, göreneksel. orthopedic s. ortopedik. orthopedics i., tıb. ortopedi. orthopedist i. ortopedist, ortopedi uzmanı. oscillate f. 1. salınmak. 2. kararsız olmak, tereddüt etmek, bocalamak. osmosis i., kim. geçişme, geçişim, ozmos. osprey i., zool. balıkkartalı, deniztavşancılı. Osset i., bak. Ossete. Ossete i. Oset. Ossetia i. Osetya, Osetiya. Ossetian i., s. Oset. Ossetic i. Osetçe. s. 1. Oset. 2. Osetçe. ossicle i., anat. kemikçik, küçük kemik. ossification i. 1. kemikleşme; kemikleştirme. 2. katılaşma; katılaştırma. ossify f. 1. kemikleşmek; kemikleştirmek. 2. katılaşmak; katılaştırmak. osteitis i., tıb. kemik iltihabı/yangısı. ostensible s. görünüşteki, görünen. ostensibly z. görünüşte, görünürde. ostensive s. görünüşte olan. ostentation i. gösteriş, gereksiz gösteriş. ostentatious s. dikkati çeken, gösterişli, fiyakalı, cakalı. ostentatiously z. gösterişli bir biçimde. osteogenesis i. kemik oluşumu. osteoid s. kemiksi. i. kemiksi doku. osteology i. osteoloji, kemikbilim. osteolysis i., tıb. kemik erimesi. osteoporosis çoğ. os.te.o.po.ro.ses (astiyopıro´siz) i., tıb. osteoporoz. ostracise f., İng., bak. ostracize. ostracism i. 1. toplum dışına itme; dışlama; aforoz etme, kovma. 2. sürme, ostracize sürgüne f. 1. toplum gönderme. dışına itmek; dışlamak; aforoz etmek, kovmak. 2. ostrich sürmek, i. devekuşu. sürgüne göndermek. ostrichlike s. devekuşu gibi. OT kıs. Old Testament. other s. başka, diğer, öbür. zam. başkası, diğeri, öbürü. otherwise z. 1. başka türlü. 2. yoksa, olmazsa, aksi takdirde. otter i., zool. susamuru. Ottoman s., i. (çoğ. --s) Osmanlı. ottoman i. 1. otoman, koltuklu sedir; sedir, kanepe. 2. (büyük) ayak ouch iskemlesi. 3. otoman (kumaş). ünlem Ah!/Of!/Aman! ought yardımcı f. -meli, -malı (Gereklilik ve zorunluluk belirtir.): I ought oughtn't to kıs.go. Gitmeliyim. ought not. It ought not to be allowed. Buna izin verilmemeli. You ought to know better. Bu hareketin fena ounce i. ons, 28,3 gram. olduğunu bilmeniz gerekir. I ought to have stayed. Kalmalıydım. our Izam., oughts.to bizim. go. Gitmeliyim. ours zam. bizimki. ourselves zam., çoğ. kendimiz, bizler: We ourselves will help. Biz kendimiz oust yardım f. edeceğiz. oust s.o. from birini (bir yerden) çıkarmak/ekarte etmek. ouster i. of birini (bir yerden) çıkarma/ekarte etme. out z. 1. Belirli bir yerden gitme/gönderme anlamındaki fiillerle out at the elbows birlikte kullanılır: 1. kılıksız, hırpani, They üstüstarted out at dawn. başı dökülen. Şafak(giysi). 2. eskimiş sökerken yola çıktılar. Take him out! Onu dışarı çıkar! She´s gone out for out back k. dili binanın/bir yerin arkasındaki yer, arka: I´ll meet you out lunch. Öğle yemeği için dışarı çıktı. She was sent out to India. back k. diliin ten minutes. binanın/bir yerin Seni on dakika sonra önündeki binanın arka tarafında out front Hindistan´a gönderildi. The tide´syer, ön: out. going He´s standing Deniz out 2. alçalıyor. bulurum. front. Binanın önünde duruyor. out loud dışarı; dışarıda; sesli; yüksek dışarıya: No sooner had she hung out the sesle. out loud laundry than itduyulacak yüksek sesle; began to rain. Çamaşırı dışarıya asar asmaz bir şekilde. yağmur yağmaya başlamıştı. His shirttails were hanging out. out of 1. -den (Yerietekleri Gömleğinin değişen birinin/bir nesnenin pantolonunun üzerinden çıkış yerini bildirir.): sarkıyordu. Don´t out of action Take your 1. işlemeyecek stick hands your tongue out hale of your out!gelmiş. pockets! Ellerini 2. saf dışıHe Dilini çıkarma! ceplerinden (oyuncu/asker). took out his çıkar! 2. dışında: checkbook. It´s out of Çek defterinirange. Menzil dışında. That´s çıkardı. We´ll smoke him out. Onu out of my out of breath soluğu kesilmiş, soluk soluğa. sphere. dumanlaBilgi dışarıalanımın dışında çıkarırız. o. 3. It´s nice out-den uzak, today. dışında: Dışarısı It´s güzel out of commission 1. görev twenty yapamaz out kilometers durumda. of town. 2. bozuk. yirmi kilometre uzakta. bugün./Bugün hava güzel. Let´sŞehirden sit out. Dışarıda oturalım. 3. out of control 4. 1.-den dolayı, çığrından Birinin/Bir için, çıkmış, şeyin -den: merkez He did bir kontrolden sayılan it out çıkmış; ofzaptedilemez. yerden love. uzakSevdiği olduğunu için 2. yaptı. out of curiosity She did (öfkeden) it out meraktan.kendini göstermek of necessity. kaybetmiş. için kullanılır: Mecbur kaldığı için yaptı. They live way out in Gebze. Onlar He went ta to them Gebze´deout of desperation. Çaresizlikten onlara gitti. oturuyor. 4. Bazı fiilleri pekiştirmek için kullanılır:5. arasından: out of danger tehlikeyi Out ofitthreeatlatmış. hundred candidates Write all out! Hepsini yaz! Sing they selectedsesle out! Yüksek her. söyle! Üç yüzI´m aday out of date 1. modası arasından geçmiş, onu demode. seçtiler. 2. tarihi geçmiş. tuckered out. Pestilim çıktı. 5. k. dili (Birinin belirli bir şey out of deference to -e riayeten,yorulduğunu yapmaktan -e uyarak. göstermek için kullanılır.): I´m out of doors meetinged 1. dışarıya;out. Toplantılara dışarıda. 2. açık gitmekten havada. yoruldum artık. edat -den (dışarıya/öteye): demode, modası geçmiş. He looked out the window. Pencereden out of fashion baktı. Don´t throw him out the door! Onu kapı dışarı etme! out of favor gözden Drive outdüşmüş. that road for thirty kilometers. O yoldan otuz kilometre git. i., k. dili çare; bahane; mazeret. f. (bir şey) kendini belli etmek, ortaya çıkmak, meydana çıkmak: Sooner or later the truth will out. Hakikat ergeç meydana çıkar. out of focus odaklanmamış, flu. out of hand 1. hemen, derhal. 2. kontrolden çıkmış; çığırından çıkmış. out of harm´s way emniyette, emin yerde. out of hearing işitemeyecek uzaklıkta. out of his/her senses aklı başından gitmiş, çıldırmış. out of joint 1. çıkık, çıkmış. 2. çığırından çıkmış. out of line 1. with -e uymayan. 2. itaatsiz (kimse). 3. uygunsuz out of luck (söz/davranış). talihsiz. out of pity merhameten, acıyarak. out of position yerinden çıkmış. out of proportion oransız, orantısız. out of regard for/to -in hatırı için. out of spite inadına: She did it out of spite. Onu inadına yaptı. out of stock tic. elde kalmamış, mevcudu tükenmiş. out of the blue k. dili aniden, damdan düşer gibi. out of the blue birdenbire. out of the corner of one´s gözünün ucuyla (bakmak). eye out of the ordinary olağandışı. out of the question imkânsız, olamaz, söz konusu olamaz. out of trim k. dili 1. kötü durumda, fena vaziyette. 2. idmansız. out of tune 1. akortsuz. 2. ahenksiz, uyumsuz. out of turn sıra beklemeden, sırası gelmeden. out of use geçersiz, kullanılmayan. out of wedlock evlilik dışı, gayrimeşru. out of whack k. dili bozuk, çalışamaz/işleyemez durumda. out of/beyond one´s depth boyunu aşan, bilgi ve yeteneği dışında. Out with it! Söylesene! Out you go! Haydi çık! Out! ünlem Çık dışarı! out-and-out s., k. dili tam, düpedüz: He´s an out-and-out fraud. O tam bir outbid sahtekâr. f. (out.bid, --ding) (açık artırmada) (-den) daha fazla fiyat outboard vermek. s., den. takma motorlu, dıştan motorlu. outboard motor takma motor. outbreak i. 1. (istenmeyen bir olay) (birdenbire) ortaya çıkma, patlak outburst verme. 2. salgın. i. 1. (birinin birdenbire söylediği) öfkeli/acı sözler. 2. birdenbire outcast meydana gelme, patlama. i. toplum dışına itilmiş kimse; aforoz edilmiş/kovulmuş kimse. s. outclass toplum dışına itilmiş; f. -den çok üstün/iyi olmak.aforoz edilmiş/kovulmuş. outcome i. sonuç, netice. outcrop i. 1. (istenmeyen bir olay) ortaya çıkma, çıkma, baş gösterme, outcropping patlama. i., jeol. bir2.kayacın jeol. biryeryüzüne kayacın yeryüzüne çıkmış çıkma, çıkmış uzantısı, uzantısı, çıkma, çıkıntı. çıkıntı. outcry i. 1. haykırış, çığlık, bağırış. 2. (büyük çapta) protesto, yaygara. outdated s. 1. modası geçmiş, demode. 2. günün şartlarına uymayan, outdistance zamana uymayan, f. -i geride bırakmak, köhne; çağın gereksinimlerini karşılamayan. -i geçmek. 3. eski (teknoloji, makine v.b.). outdo f. (out.did, --ne) -i çok geride bırakmak, -den çok daha iyi bir outdoor performans göstermek; s. dışarıda yapılan, -i geçmek, -i bastırmak. açık hava. outdoors z. 1. dışarıya. 2. dışarıda, açık havada. i. açık hava. outer s. 1. dıştaki, dış. 2. dışarıdaki. Outer Mongolia Dış Moğolistan. outermost s. en dıştaki. outfit i. 1. kıyafet. 2. donatı; gereçler. 3. k. dili askeri birlik. 4. k. dili ekip, takım. 5. k. dili kuruluş; şirket. f. (--ted, --ting) donatmak, gereçlerini sağlamak. outfitter i. 1. teçhizatçı. 2. giyim eşyası satıcısı. outflank f., ask. (düşmanın) yanından dolanıp arkasına geçmek. outgoing s. 1. sempatik, cana yakın. 2. girgin. 3. giden, çıkan. 4. ayrılan, outgrow kalkan. i. gidiş, f. (out.grew, --n)çıkış. 1. küçük gelmek: The child has outgrown his outgrowth clothes. Giysileri i. 1. bir başka şeyden çocuğa artık küçük gelişerek geliyor. büyüyen şey.2.2.(büyüyünce) fazlalık. 3. -den doğal vazgeçmek. bir sonuç/gelişme. outing i. gezinti. outlandish s. 1. tuhaf, acayip, garip. 2. yabancı. 3. uzak. outlast f. -den çok daha kalıcı olmak, -den çok dayanmak. outlaw i. 1. haydut, yasaya karşı gelen kimse. 2. yasal haklardan outlay yoksun i. masraf,bırakılmış giderler,kimse. harcama.f. 1. yasaklamak. 2. yasadışı ilan etmek. 3. yasal haklardan yoksun bırakmak. outlet i. 1. dışarı çıkacak yer, çıkış yeri, çıkış, kapı, çıkak, çıkıt. 2. yol, outline çıkış yolu. 3.2.satış i. 1. kontur. yeri.kroki. taslak; 4. elek. priz. 3. of -in ana hatları. f. -in ana outlook hatlarını şema halinde göstermek; i. 1. (on) (-e) bakış, (-i) görüş. 2. bakış -in ana hatlarını açısı, çizerek görüş açısı. 3. anlatmak. gelecek: Thebulunan, outlook for the2.company is good. Şirketin geleceği outlying s. 1. uzakta uzak. çevredeki, etraftaki. olumlu. 4. manzara. outmoded s. 1. modası geçmiş, demode. 2. günün şartlarına uymayan; outnumber çağın gereksinimlerini f. (sayıca) -den çok olmak. karşılamayan. 3. eski (teknoloji/makine v.b.). out-of-date s. 1. günün şartlarına uymayan; çağın gereksinimlerini out-of-doors karşılamayan. z. dışarıda, açık2.havada. modası i.geçmiş, demode. açık hava. out-of-the-way s. sapa. outpatient i. ayakta tedavi edilen hasta. outpost i. ileri karakol. outpour i. dökülme, taşma, akma. output i. 1. üretim; hâsıla; randıman, verim. 2. ürün, çıktı. 3. elek. çıkış. outrage 4. bilg. i. 1. çıkış, açıkça hakların çıktı. çiğnenmesi; büyük hakaret; büyük ayıp. 2. outrageous (büyük s. bir haksızlıktan/hakaretten 1. korkunç, çok fazla, ölçüyü aşan, kaynaklanan) öfke. şoke edici. 2. f. çok fazlasıyla öfkelendirmek. frapan; acayip. outrageous price fahiş fiyat. outrank f. -den daha yüksek rütbede olmak. outreach f. aşmak, geçmek. i. sosyal yardım. outreach program sosyal yardım programı. outright z. 1. açıkça, kesin olarak. 2. tamamen, resmen. 3. hemen, outrun derhal. 4. peşin f. (out.ran, olarak, out.run, bir ödemede: --ning) 1. -den daha Hehızlı bought the house koşmak. 2 -i outright. geçmek, Parayı -i aşmak:bastırıp This evi year aldı. s. income 1. kesin; outran tam, resmen, expenses. Bu yıl outset i. başlangıç. düpedüz. gelir gideri2.aştı. yalnızca, karşılıksız (bir hediye/bağış/yardım). outshine f. (out.shone) (başkasını) gölgede bırakmak, -den daha fazla outside parlamak. i. 1. dış, dış taraf. 2. dış görünüş. s. 1. dış. 2. en fazla, en outside of yüksek, azami. k. dili -den z. 1. dışarıda; dışarıya. 2. açık havada. 3. dıştan. başka. edat -in dışında. outsider i. yabancı, bir grubun dışında olan kimse. outsize i. büyük boy. s. büyük boyda olan, büyük. outskirts i. (bir yer için) etraf, çevre; varoşlar, dış mahalleler. outsmart f., k. dili -den daha kurnazca davranmak; -i kurnazlıkla yenmek. outspoken s. sözünü sakınmayan, açıksözlü. outstanding s. 1. üstün, seçkin. 2. göze çarpan. 3. ödenmemiş; kalmış outstanding account (borç). tic. vadesi geçmiş borç. outstay f. -den daha fazla kalmak. outstay one´s welcome (misafir) fazla kalmak. outstretch f. aşmak, geçmek. outstretched hand uzatılan el. outstrip f. (--ped, --ping) 1. (yarışta) geçmek. 2. -den üstün çıkmak. outward s. dış. z. 1. dışarıya doğru. 2. görünüşte, dıştan. outwardly z. 1. dıştan. 2. dışa doğru. 3. dış görünüşe göre, görünüşte. outwards z. dışarıya doğru. outweigh f. 1. -den daha ağır gelmek. 2. -den daha önemli olmak, -den outwit daha ağır--ting) f. (--ted, basmak. -i kurnazlıkla yenmek. outworn s. 1. fazla eskimiş. 2. günün şartlarına uymayan; çağın oval gereksinimlerini s. oval. i. oval şey. karşılamayan. ovary i., anat. yumurtalık. ovation i. coşkunca alkış. oven i. fırın. oven cloth İng. tutacak. oven glove İng. fırın eldiveni. oven gloves İng. tutacak. over z. 1. -e, -e doğru (Bir yerden başka bir yere/tarafa doğru over- yapılan/olan önek 1. aşırı,bir hareketi fazla. belirtir.): 2. üstüne, He ran üzerine; over toüzerinde; üstünde, the tree. Ağaca üstünden, doğru koştu. üzerinden. Let´s swim 3. öteye, over to the ötesine. 4. üst-.other side. Karşı over again tekrar, yeniden, baştan, bir daha. tarafa yüzelim. He suddenly fell over. Birdenbire yere düştü. He over and above k. dili -den knocked theayrı olarak, table over.-den Masayıbaşka. devirdi. 2. Birinin/Bir şeyin over and over başka defalarca,bir yerde tekrarbulunduğunu tekrar. gösterir: She lives over in overact Bakırköy. Bakırköy´de f. (rolü) abartmalı oturuyor. bir şekilde It´s only two blocks over from oynamak. here. Buradan ancak iki blok ötede. 3. Misafir olarak bir yere overall s. 1. baştan başagösterir: gidişi/çağrılmayı olan, bir Come uçtan over bir ucathisolan. 2. kapsamlı, evening! Bu akşam overalls ayrıntılı. bize gel! 4. üzerinde, üstünde: Only those whotulumu. i. iş tulumu.i. 1. İng. iş önlüğü, önlük. 2. A.B.D. iş are twenty-one overarch years of age f. üzerinde or over kemer will be admitted. meydana getirmek. Ancak yirmi bir yaşındakiler veya yirmi bir yaşın üzerindekiler girebilir. You´re overawe f. korkutup hareketsiz bırakmak. one second over. Gereken zamanı bir saniye aştın. 5. tekrar, overbalance f. 1. ağır basmak. yeniden, bir daha,2. dengesini yine: bozmak, You´ll have to dodevirmek; it over. Onu dengesini tekrar overbearing kaybetmek. yapman s. lazım. 1. herkese 6. iyice, dikkatli hükmeden; herkese birhükmetmeyi şekilde: We need seven; tozorba talk this overblown over. tavırlı, Bunu iyice otoriter. konuşmamız 2. s. abartmalı, şişirilmiş. ezici. gerek. Think it over. Bunu iyice düşün. edat 1. üstünde, üzerinde; üstünden, üzerinden; üstüne, overboard z. üzerine: It was suspended over the heads of the audience. overbook f. fazla rezervasyon Dinleyicilerin üstünde yapmak. asılı duruyordu. We´re now flying over overburden the f. 1.Sea of Marmara. Şu anfazla -e taşıyabileceğinden Marmara Denizi´nin2. yük yüklemek. üzerinden -e fazla iş uçuyoruz. vermek. 3. Don´t -in lean over kapasitesini s. bulutlu, kapalı (hava). the railing! zorlamak/aşmak; Korkuluktan-e fazlaaşağı yük olmak. overcast sarkma! 2. -den fazla, -den çok, -in üstünde, -i aşkın: It costs overcharge f. 1. -den over twenty fazla para/fiyat million liras. istemek. Fiyatı yirmi 2. elek., milyonmak. liradanfazla yüklemek, fazla. He´s overcoat fazla i. doldurmak. palto. i. 1. fazla fiyat. 2. elek., mak. lived there for over sixty years. Orada altmış yılı aşkın bir süre fazla yük. overcome oturdu. 3. üzerine, f. (o.ver.came, üstüne: She o.ver.come) threw a shawl -in üstesinden over her gelmek; -i yenmek. shoulders. Omzuna bir şal attı. He pulled the quilt over his head. overcompensate f. for (zayıf bir tarafını) fazlasıyla telafi etmek. Yorganı başının üstüne çekti. 4. -in (her) yerinde/tarafında; -in overconfident s. 1. fazla (her) emin. 2. kendine yerine/tarafına: They´re fazla güvenen. found all over Italy. İtalya´nın her overcrowd yerinde bulunur. etmek. f. fazla kalabalık 5. aracılığıyla, -de, -den: We talked over the overcrowded telephone for two hours. İki saat telefonda konuştuk. I heard it s. fazla kalabalık. over the radio. Onu radyodan duydum. 6. -in öte tarafında: The overdo f. (o.ver.did, village --ne) lies over 1. -de that hill.aşırıya kaçmak,ötesinde. Köy o tepenin dozunu kaçırmak. 7. boyunca, 2. overdose (tuzu/baharatı) i. 1. aşırı doz. süresince: A lot fazla 2. has fazlakullanmak. miktardaover happened 3. gereğinden ilaç verme, the pastdozu fazla pişirmek. aşma. f. ten years. (with) Son on overdraft (birine) yıl i. 1.içindefazla epey hesaptan miktarda çekilen ilaç vermek. şeyler oldu. fazla 8. (bir2. para. sürenin) hesaptan sonuna fazla kadar: Stay para çekme. with us over Sunday and then leave on Monday. Pazar günü overdraw f. (o.ver.drew, --n) 1. abartmak. 2. hesaptan fazla para çekmek. bizde kal; pazartesi sabahı gidersin. 9. hakkında, ile ilgili: They overdrive i., felloto. outoverdrayv, fazla of over that piece hızlandırma mekanizması. land. O toprak parçası yüzünden overdue anlaşmazlığa düştüler. 10. s. 1. gecikmiş. 2. vadesi geçmiş. (belirli bir şeyi yapar) iken: We´ll talk overeat about it over o.ver.eat.en) f. (o.ver.ate, lunch. Onu öğle yemeğinde gereğinden konuşuruz. fazla yemek yemek;s. fazla, tıka fazladan: basa After yemek. paying her rent she was left with nothing over. overestimate f. 1. -i olduğundan fazla yetenekli görmek, -in Kirasını ödedikten sonra kendisine hiçbir şey kalmadı. overexpose yeteneğini/yeteneklerini abartmak. 2. (bir tahmin yaparken) -in f., foto. (filme) aşırı poz vermek. masrafını/değerini fazla yüksek tutmak. overexposed s., foto. sürekspoze. overexposure i., foto. 1. sürekspozisyon. 2. sürekspoze fotoğraf. overflow f. (--ed, --n) 1. taşmak. 2. çok bol olmak. i. 1. taşma. 2. fazlalık. overflow pipe 3. taşma taşma borusu. borusu. overgrow f. (o.ver.grew, --n) (bitkiler) birbirini örtecek derecede büyümek. overgrown s. yaşına göre fazla büyümüş. overhang f. (o.ver.hung) 1. üzerine süslü şeyler asmak. 2. üzerine sarkmak. 3. (tehlike v.b.) tehdit etmek. i. 1. çıkıntı. 2. çıkıntı derecesi. overhaul f. 1. -i revizyondan geçirmek, -i gözden geçirerek gereken overhead tamirleri/değişiklikleri yapmak. i. genel giderler. s. 1. baştan 2. arkasından yukarıda olan. 2.yetişip önüne yukarıdan geçen. geçmek. 3. genel giderlerle ilgili. z. baştan yukarı, yukarıda, üstte. overhear f. (o.ver.heard) kulak misafiri olmak. overjoyed f. overkill i., k. dili 1. gereğinden fazla silah. 2. fazlalık, aşırılık. overladen s. fazlasıyla yüklenmiş. overland s. karayolu ile yapılan. z. karada; karadan. overlap f. (--ped, --ping) üst üste bindirmek; üst üste binmek, binişmek. overlay f. (o.ver.laid) kaplamak. i. (o´vırley) 1. örten tabaka, örtü. 2. overload kaplama. f. 1. -e fazla yük yüklemek; (bagaj, küfe v.b.´ne) fazla yük overlook koymak: Don´tkaçmak: f. 1. gözünden overloadI him! Sırtına that. overlooked fazla O yük koyma! 2. gözümden kaçtı. 2. (elektrik -e göz hatlarına/sistemine) yummak, -i görmezliktenfazla yüklenmek. gelmek. 3. -e nazır olmak, -e overmuch z. gereğinden fazla. hâkim olmak, -e bakmak. overnight z. 1. geceleyin, bir gece içinde. 2. birdenbire. s. bir gecelik. overpass i. üstgeçit. overpay f. (o.ver.paid) fazla ödemek. overplay f. büyütmek, abartmak. overplay one´s hand kendi olanaklarına fazla güvenmek. overplus i. fazlalık. overpopulation i. nüfus fazlalığı. overpower f. 1. kaba kuvvet kullanarak (birini) etkisiz hale getirmek. 2. (bir overpowering duyguya) hâkim olamamak. s. 1. zaptedilemeyen (duygu).3. 2. çokçoketkilemek. kuvvetli (bir neden/sanı). overprice 3. iç bayıltan, bayıltıcı f. fazla yüksek fiyat koymak.(koku). 4. insanı bunaltan, bunaltıcı, bayıltıcı (sıcak). overproduce f. gereğinden fazla üretmek. overproduction i. aşırı üretim. overprotect f. -i gereğinden fazla korumak. overrate f. -i olduğundan fazla iyi/önemli saymak. overreach f. 1. yetişip geçmek. 2. ötesine geçmek. 3. aldatmak, overreach o.s. dolandırmak. altından kalkamayacak kadar çok iş üstlenmek. override f. (o.ver.rode, o.ver.rid.den) 1. (bir sorun) (hepsinden) önemli overriding olmak. 2. yetkisini s. her şeyden önemli kullanarak (başka birinin kararını) geçersiz olan (neden/amaç). kılmak. 3. -e baskın çıkmak/gelmek, -i bastırmak, -e üstün overrule f. yetkisini kullanarak (başka birinin kararını) geçersiz gelmek, -e engel olmak: His emotions overrode his judgment. overrun kılmak/iptal f. (o.ver.ran, etmek. o.ver.run, --ning) engel 1. istila etmek; kaplamak. 2. Duyguları aklını kullanmasına oldu. 4. (atı) fazla binerek overseas geçmek, yormak. aşmak. s., z. denizaşırı. oversee f. (o.ver.saw, --n) nezaret etmek, bakmak. overseer i. 1. (fabrikada/inşaatta) şef; ustabaşı, çavuş. 2. çiftlik kâhyası. overshadow 3. f. -idenetçi, nezaretçi. gölgelemek, -e gölge düşürmek. 2. -i gölgede bırakmak, -i overshoe aşmak, -i geçmek. i. lastik, galoş, kaloş, şoson. overshoot f. (o.ver.shot) 1. hedeften öteye atmak. 2. geçmek. 3. aşırılığa oversight kaçmak. i. 1. dikkatsizlik. 2. yanlış, kusur. 3. gözetim, bakım; yönetim. oversimplification i. fazla basitleştirme. oversimplify f. fazla basitleştirmek. oversize s. fazla büyük. oversleep f. (o.ver.slept) fazla uyumak; uyuyakalıp gecikmek, geç overspend uyanmak. f. (o.ver.spent) fazla masraf yapmak, bütçeyi aşmak. overstate f. abartmak. overstatement i. abartma, abartı. overstay f. fazla kalmak. overstay one´s welcome (misafir) fazla kalmak. overstay/wear out one´s fazla kalıp tadını kaçırmak, ziyareti uzatıp bıktırmak. welcome overstep f. (--ped,--ping) geçmek, aşmak. overstep the bounds/limits of -in sınırlarını aşmak. overstep the mark haddini aşmak, aşırı gitmek. oversupply i. fazlalık. overt s. açık olarak yapılan, açıktan açığa olan, ortada olan. overtake f. (o.ver.took, --n) 1. yetişmek, yakalamak. 2. İng. (taşıtı) overtax sollamak, f. 1. (vücudungeçmek. 3. birdenaşırı bir organını) karşısına derecede çıkmak. yormak/zorlamak. 2. overthrow -den fazla vergi almak. 3. -e fazla vergi f. (o.ver.threw, --n) (hükümet v.b.´ni) devirmek, koymak. yıkmak, overthrow the government düşürmek. i. devirme, yıkma. hükümeti devirmek. overtime i. 1. fazla mesai. 2. fazla mesai için ödenen ücret. overtly z. açık bir biçimde, açıkça. overtone i. ima edilen fikir. overture i. 1. öneri, teklif. 2. müz. uvertür. overturn f. devirmek, altüst etmek, bozmak. overweening s. 1. kendinden fazla emin. 2. aşırı, sonsuz. overweight i.1. fazla ağırlık. 2. fazla kilo. 3. fazla kilolu olma. s. (ovırweyt´) overwhelm fazla kilolu (kimse). f. 1. (büyük bir orduyla) ağır bir yenilgiye uğratmak. 2. istila overwork etmek, f. fazla çalıştırmak;3.fazla kaplamak. (manen) mahvetmek. çalışmak. 4. şaşkına çevirmek. i. fazla çalışma. 5. with (iltifat, iyilik, hediye v.b.´ne) boğmak, garketmek. overwrought s. 1. sinirleri bozuk. 2. aşırı heyecanlı. ovulate f., biyol. yumurtlamak. ovulation i., biyol. yumurtlama. owe f. borcu olmak, borçlu olmak: How much do I owe you? Sana ne owl kadar borcum var? That company owes us a billion liras. O i. baykuş. şirketin bize bir milyar lira borcu var. owing to nedeniyle, -in own s. kendine özgü, özel, kendinin, kendi: her own book onun kendi sayesinde, yüzünden, -den dolayı. own kitabı. f. 1. -inasahibi/malı character of its own olmak: Dokendine you ownözgü this bir şahsiyet. house? Bu evin own s.t. in common sahibi aynı siz şeye misiniz? sahip 2. kabul olmak: We etmek, own itiraf this etmek. building in common. Bu own up to binanın ortak sahibiyiz. k. dili (bir suçu) itiraf etmek, kabul etmek. owner i. sahip, iye, malik. ownership i. 1. (arazi/bina için) mülkiyet: The ownership of this vineyard is ox in çoğ.dispute. Bu bağıni.mülkiyeti ox.en (ak´sın) öküz. ihtilaf konusu oldu. 2. sahip olma, sahiplik, iyelik: The ownership of that railroad has been oxalis i. ekşiyonca. transferred to the state. O demiryolu devletleştirildi. oxcart i. öküz arabası, kağnı. oxeye i., mim. gözpencere. oxidation i. oksitlenme, oksidasyon. oxide i., kim. oksit. oxidise f., İng., bak. oxidize. oxidize f. oksitlemek; oksitlenmek. oxygen i., kim. oksijen. oxygen tent oksijen çadırı. oyster i. istiridye. oyster bed istiridye yatağı. oz kıs. ounce(s). ozone i. ozon. ozonosphere i. ozonyuvarı. p kıs. piano. p kıs. page, participle, past, penny, population. P, p i. P, İngiliz alfabesinin on altıncı harfi. Mind your p´s and q´s. pa Davranışlarına i., k. dili baba. dikkat et. PA kıs. power of attorney. pa kıs. per annum. pace i. 1. (yürürken atılan) adım. 2. bir adımda alınan yol. 3. gidiş, yürüyüş. 4. yürüyüş hızı. 5. hız, tempo, gidiş. f. 1. adımlamak. 2. bir aşağı bir yukarı yürümek/dolaşmak, volta atmak; -i arşınlamak. 3. (yarışçının) hızını ayarlamak. pace back and forth/pace up bir aşağı bir yukarı yürümek/dolaşmak, volta atmak. and down pacemaker i. 1. örnek alınan kimse. 2. (geçici) kalp pili, kalbin atış hızını Pacific ayarlayan i. aygıt. pacific s. 1. uzlaştırıcı, barıştırıcı. 2. sakin. pacification i. 1. barışı sağlama. 2. of (karışıklıklara sahne olan bir yerde) pacifier asayişi i. emziksağlama. 3. kontrol altına alma. 4. barıştırma, (kauçuk meme). uzlaştırma; barışma, uzlaşma. pacifism i. barışseverlik, barışçılık. pacifist i. barışçı kimse. pacify f. 1. (karışıklıklara sahne olan bir yerde) asayişi sağlamak. 2. pack barıştırmak, i. uzlaştırmak. 1. bohça, çıkın. 2. denk.3.3.yatıştırmak, (sigara için)sakinleştirmek. paket. 4. sırt çantası. pack 5. (köpek veya kurtlardan oluşan) sürü. 6. f. 1. -i bohçalamak. 2. -i denk etmek, -i denklemek.İng., isk. deste. 3. 7. tıb. kompres; tampon. (bavulunu/bavullarını) hazırlamak; eşyaları taşınmaya hazır bir pack a wallop argo bomba gibi patlamak. duruma getirmek; (bavulu) hazırlamak; -i bavuluna koymak. 4. -i pack a wallop k. dili çok etkili olmak. ambalajlamak, -i ambalaj yapmak; -i paketlemek. 5. -i tıka pack animal yük hayvanı. doldurmak. 6. (silah) taşımak. basa/hıncahınç pack off göndermek, defetmek, kovmak. pack up 1. -i bavula/sandığa koymak. 2. (makine) durmak. package i. 1. paket. 2. bohça. 3. ambalaj. package deal tic. paket teklif. package store içki dükkânı. package tour paket tur, grup turu. packed s. 1. paketlenmiş. 2. ağzına kadar dolu. packed like sardines sardalye gibi istif edilmiş. packer i. ambalajcı; paketçi. packet i. 1. paket. 2. bohça, çıkın. packhorse i. yük beygiri. packing i. 1. ambalajlama; paketleme, paket etme. 2. ambalaj. 3. packing box/case salmastra, eşya sandığı. tıkaç, conta. packinghouse i. büyük mezbaha. packsaddle i. semer. pact i. pakt, antlaşma; sözleşme. pad i. 1. yumuşak bir maddeden yapılmış koruyucu şey: kneepad pad dizlik. saddle f. (--ded, padsessizce --ding) semer yastığı. yürümek.desk pad sumen. 2. bloknot, kâğıt destesi. 3. bazı hayvanların yumuşak tabanı. f. (--ded, padding i. 1. dolgu maddesi. 2. vatka. 3. fodra. 4. abartma. --ding) 1. (yumuşak bir madde ile) doldurmak. 2. (konuşma, yazı paddle i. 1. (kanoya v.b.´ni) ait) kürek. 2. (masatenisi için) raket. 3. (çocukları şişirmek. paddle dövmek f. 1. sığ suda gezinmek.ucu için kullanılan yassı oynamak. 2. suda ve yayvan) 3.sopa. 4. tokaç. f. 1. (çocuk/ihtiyar) kürekle (kanoyu) sendeleyerek ileri/geri yürümek. götürmek; kürekle kanoyu ileri/geri paddle steamer yandan çarklı vapur; kıçtan çarklı vapur. götürmek. 2. (çocuğa) dayak atmak. paddle wheel vapur çarkı, çark. paddle-wheeler i. yandan çarklı vapur; kıçtan çarklı vapur. paddock i. 1. İng. (atlar için etrafı çevrili, küçük) çayır. 2. padok. paddy i. çeltik tarlası. padishah i. padişah. padlock i. asma kilit. f. asma kilitle kilitlemek, asma kilit vurmak. paeony i., İng., bot., bak. peony. pagan i., s. 1. pagan; putperest. 2. dinsiz. paganism i. 1. paganizm; putperestlik. 2. dinsizlik. page i. sayfa. f. (bir yazının) sayfalarını numaralamak. page i. 1. (otelde) komi. 2. içoğlanı. 3. uşak. f. hoparlör ile çağırmak. page through sayfalarını çevirmek; sayfalarını çevirip göz atmak. pageant i. 1. törensel oyun. 2. geçit töreni. pageantry i. şatafat, tantana, debdebe. paginate f. (bir yazının) sayfalarını numaralamak. pagination i. (bir yazının) sayfalarını numaralama. paid f., bak. pay. pail i. kova. pailful i. bir kova dolusu. pain i. 1. ağrı, acı, sızı. 2. acı, ıstırap. 3. dert, keder. 4. çoğ. özen, pain in the neck ihtimam, baş belası. itina. 5. çoğ. doğum sancıları. f. 1. canını yakmak, eziyet etmek. 2. üzmek. painful s. 1. ağrılı. 2. zahmetli, güç. 3. acıklı, üzücü. painkiller i., k. dili ağrı kesici ilaç, ağrı kesici. painless s. 1. acısız, ağrısız. 2. zahmetsiz. painstaking s. 1. titiz, özenli, itinalı. 2. özen/itina isteyen (iş). paint i. 1. boya. 2. allık. 3. makyaj. f. 1. -i boyamak. 2. (boyayla) -in paintbox resmini/portresini i. boya kutusu. yapmak. 3. -i tasvir etmek, -i betimlemek, -i resmetmek. 4. makyaj yapmak. paintbrush i. boya fırçası. painter i. 1. boyacı, badanacı. 2. ressam. painting i. 1. resim, tablo. 2. boyacılık, badanacılık. 3. ressamlık. 4. resim pair sanatı. i. (çoğ. --s) çift. f. çiftleştirmek, eşleştirmek. pair of compasses pergel. pair of compasses pergel. pair of pajamas pijama. pair of pants pantolon. pair of scissors makas. pair of trousers pantolon. pair of trousers pantolon. pair off eşleşmek; eşleştirmek. pajamas i. pijama. Pakistan i. Pakistan. Pakistani i. Pakistanlı. s. 1. Pakistan, Pakistan´a özgü. 2. Pakistanlı. pal i., k. dili arkadaş, dost. palace i. saray. palatable s. 1. lezzetli. 2. yenilebilir, yenebilir. 3. içilebilir. 4. hoşa giden, palate hoş. i. 1. damak. 2. tat alma duyusu. 3. (for) damak zevki. palatial s. saray gibi. palaver i. 1. boş laf, palavra. 2. pohpohlama. f. 1. boş laf etmek, palavra pale atmak. 2. pohpohlamak. i. 1. kazık. 2. (tahta) parmaklık çubuğu. 3. sınır, limit. pale s. 1. soluk, solgun, renksiz. 2. açık, uçuk (renk). 3. donuk. f. beti paleness benzi atmak, sararmak; i. 1. solgunluk. 2. (renkte) sarartmak. açıklık, uçukluk. 3. donukluk. paleography i. paleografi. paleontologist i. paleontolojist, taşılbilimci. paleontology i. paleontoloji, taşılbilim. Palestine i. Filistin. Palestinian i. Filistinli. s. 1. Filistin, Filistin´e özgü. 2. Filistinli. palette i. 1. (boya için) palet. 2. palet, bir ressama özgü renkler. paling i. 1. çit yapmaya özgü kazık. 2. (tahta) parmaklık çubuğu. 3. palisade kazık çit, çit. i. 1. savunmada kullanılan ve sivri kazıklardan yapılmış çit; kazık pall çit; kazık duvar. i. 1. (siyah çuha veya2. çoğ. (ırmak boyunca kadifeden) uzanan) tabut örtüsü. 2. kayalık uçurum örtü, tabaka: A dizisi. pall of f. etrafına thick mist sivri kazıklar covered the dikerek city. çit Kenti çevirmek. koyu bir sis tabakası pallet i. 1. çömlekçi spatulası. 2. (yük kaldırmada/taşımada kullanılan) örtmüştü. palet. palliate f. 1. (hastalık, zorluk v.b.´ni) hafifletmek. 2. (kabahat, hakaret pallid v.b.´ni) s. solgun, önemsizmiş soluk. gibi göstermek. pallor i. solgunluk, beniz sarılığı. palm i. 1. avuç içi, aya. 2. palmiye. 3. hurma ağacı. f. avuç içinde palm branch saklamak. zafer simgesi olan hurma dalı. palm oil hurma yağı. palm s.t. off on s.o. birine bir şeyi hile ile kabul ettirmek. Palm Sunday paskalyadan önceki pazar günü. palmetto i. (çoğ. --s/ --es) bot. sabal. palmist i. el falına bakan kimse. palmistry i. el falı. palpable s. 1. hissedilir, dokunulabilir. 2. aşikâr, açık. palpably z. 1. el ile hissedilerek. 2. aşikâr olarak, açıkça. palpitate f. (kalp) hızlı atmak, çarpmak. palpitation i. çarpıntı. palsy i. 1. inme, felç, nüzul. 2. titreme, sürekli titremeye yol açan paltriness hastalık. f. felce i. değersizlik, uğratmak. önemsizlik. paltry s. 1. çok az, cüzi (Küçümseme belirtir.). 2. değersiz, önemsiz. pampa i. pampa. pampas grass bot. pampaotu, tüykamışı. pamper f. 1. -in ihtiyaçlarını karşılarken aşırıya kaçmak, şımartmak: Don pamphlet ´t pamperrisale. i. broşür, him! Onu şımartma! 2. pohpohlamak. pan i. 1. tepsi. 2. tava. 3. kefe, terazi gözü. f. (--ned, --ning) 1. pan- toprağı yıkayarak önek bütün, tüm. altın çıkarmak. 2. k. dili hakkında olumsuz eleştiri yazmak. pan holder İng. tutacak; fırın eldiveni. pan out k. dili 1. sonuç vermek. 2. başarıya ulaşmak. panacea i. her derde deva. Panama i. Panama. Panamanian i. Panamalı. s. 1. Panama, Panama´ya özgü. 2. Panamalı. pancake i. krep; gözleme. pancreas i., anat. pankreas. panda i., zool. panda. pandemonium i. kıyamet, kargaşa, velvele. pander i. pezevenk. f. 1. to (çıkar amacıyla) (birinin olumsuz bir panderer eğilimini) i. pezevenk. tatmin etmeye çalışmak: He is pandering to their reactionary tendencies. Onların gerici eğilimlerini tatmin pane i. pencere camı. etmeye çalışıyor. 2. pezevenklik etmek. panegyric i. birini/bir şeyi göklere çıkaran yazı/söylev, övgü. panel i. 1. mim. panel. 2. kapı aynası. 3. pano, duvar panosu. 4. panel discussion (göstergelerin bulunduğu) (dinleyiciler önünde pano. yapılan) 5. (dinleyiciler önünde belirli panel. bir konuyu tartışmak için seçilen) tartışmacı grubu. 6. jüri pang i. ani ve şiddetli ağrı, sancı, spazm. heyetinin isim listesi. 7. jüri heyeti. f. (--ed/--led, --ing/--ling) 1. panhandle i. 1. tava mim. sapı. 2.kaplamak. panellerle ileri doğru2. uzanan dar süslemek. panolarla kara parçası. f., k. dili panic dilenmek. i. panik, ürkü. f. (--ked, --king) paniğe kapılmak; paniğe panicky kaptırmak. s. 1. paniğe kapılmış. 2. kolayca paniğe kapılan. panic-stricken s. paniğe kapılmış. Panjab i. Panjabi i. 1. Pencapça. 2. Pencaplı. s. 1. Pencapça. 2. Pencap, Pencap´a panorama özgü. 3. Pencaplı. i. panorama. panoramic s. panoramik. pansy i., bot. hercaimenekşe, alacamenekşe, Viola tricolor hortensis. pant f. 1. nefes nefese kalmak, solumak. 2. after/for -e can atmak, -e pantechnicon içi gitmek, ... kullanılan i. (taşınırken için yanıp büyük) tutuşmak. 3. (kalp) şiddetle çarpmak, kamyon. hızla atmak. pantheism i. panteizm, tümtanrıcılık, kamutanrıcılık. pantheist i. panteist, tümtanrıcı, kamutanrıcı. panther i., zool. 1. panter, pars, leopar. 2. puma, yenidünyaaslanı. panties i., çoğ. kadın külotu. pantograph i. pantograf, leylekgagası. pantomime i. pantomim. f. pantomim oynamak. pantry i. kiler. pants i., çoğ. 1. pantolon. 2. İng. külot, don. pantyhose i. külotlu çorap. pantywaist i. 1. pantolonu ve bluzu birbirine düğmelenen çocuk tulumu. 2. pap argo kadınsı i. lapa; papara;adam, mama.efemine erkek. papa i. (özellikle çocuk dilinde) baba. papacy i. papalık. papal s. papaya/papalığa ait. papaw i. 1. şişeağacının meyvesi. 2. şişeağacı. 3. kavunağacının papaya meyvesi. 4. kavunağacı. i. 1. kavunağacının meyvesi. 2. kavunağacı. paper i. 1. kâğıt. 2. gazete. 3. kâğıt, yazılı kâğıt. 4. herhangi bir yazı, paper clip tez, ataş.bildiri, tebliğ. 5. duvar kâğıdı. 6. yazılı ödev. 7. sınav kâğıdı. 8. mal. değerli kâğıt. 9. çoğ. bir kimsenin toplu mektup, günce paper clip ataş, kâğıt maşası. ve diğer yazıları. 10. çoğ. kimlik. s. 1. kâğıt, kâğıttan yapılmış. 2. paper credit vadeli kâğıt senet ilekalan. üzerinde kredi.f. 1. üzerine kâğıt kaplamak, kâğıtlamak; paper mill kâğıt kâğıtyapıştırmak. fabrikası. 2. duvar kâğıdı ile kaplamak. paper money kâğıt para, banknot. paper mulberry kâğıtdutu, kâğıtağacı. paper profits kâğıt üzerindeki kâr. paper tiger güçlüymüş gibi görünen ama aslında zayıf kimse/kuruluş/ülke. paperback s., i. karton kapaklı, ciltsiz (kitap). paper-bag i. kesekâğıdı. paperhanger i. duvar kâğıdı yapıştıran kimse. paperknife i., İng. kitap açacağı; mektup açacağı. paper-mâché i., bak. papier-mâché. paperweight i. prespapye. papier-mâché i. ezilmiş kâğıt, tutkal v.b.´nden oluşan ve kalıplara dökülerek papist çeşitli i., aşağ.eşya yapılan madde, kâğıt ezmesi; kartonpiyer. Katolik. papoose i. (Kızılderili) bebek. pappy i., k. dili baba. paprika i. tatlı bir tür kırmızı biberin tozuyla yapılan baharat. Papua i. Papua. Papua New Guinea Papua-Yeni Gine. Papuan i. Papualı. s. 1. Papua, Papua´ya özgü. 2. Papualı. papyrus çoğ. --es (pıpay´rısîz)/pa.py.ri (pıpay´ri) i. papirüs. par i. par value tic. yazılı değer, saymaca değer. parable i. içinde gerçek payı olan kısa alegorik hikâye, mesel. parabola i., geom. parabol. parabolic s. 1. alegorik. 2. geom. parabolik. parabolical s., bak. parabolic. paraboloid i., geom. paraboloit. parachute i. paraşüt. f. 1. paraşütle atlamak. 2. paraşütle indirmek. parachutist i. paraşütçü. parade i. 1. geçit töreni, alay. 2. gösteriş. 3. gezinti yeri, gezi. f. 1. geçit parade ground töreni yapmak.alanı. ask. merasim 2. belirli bir sıra halinde/belirli bir düzen içinde geçmek. 3. (around) dolaşmak. 4. teşhir etmek, sergilemek, ilan paradigm i. 1. örnek, numune. 2. dilb. çekim örneği. 3. paradigma, dizi. etmek, -in reklamını yapmak. paradise i. cennet. paradox i. paradoks. paradoxical s. paradoksal. paradoxically z. paradoksal olarak. paraffin i. 1. parafin mumu, petrol mumu. 2. İng. gazyağı, gaz. 3. kim. paraffin wax parafin. parafin mumu. paragon i. mükemmel olduğu kabul edilen örnek, numune. paragraph i. 1. paragraf. 2. huk. paragraf, fıkra; bent, madde. Paraguay i. Paraguay. Paraguayan i. Paraguaylı. s. 1. Paraguay, Paraguay´a özgü. 2. Paraguaylı. Paraguayan tea Paraguay çayı, mate. parakeet i. muhabbetkuşu. parallax i. paralaks, ıraklık açısı. parallel s. 1. paralel, koşut. 2. aynı, benzer. 3. aynı doğrultuda olan. f. 1. parallel bars paralel olmak. spor paralel 2. paralel bar, paralel.olarak koymak. 3. -e benzetmek, ile karşılaştırmak. parallel port bilg. paralel kapı, paralel port. parallelepiped i., geom. paralelyüz. parallelogram i., geom. paralelkenar. paralyse f., İng., bak. paralyze. paralysis i. felç, inme. paralytic s. felçli, inmeli. i. felçli kimse. paralyze f. 1. felç etmek; kötürüm etmek. 2. felce uğratmak. parameter i. parametre. paramount s. 1. üstün, en önemli, başlıca. 2. rütbece üstün olan. paranoia i. paranoya. paranoiac s., i. paranoyak. paranoid s., i. paranoit. parapet i. 1. siper. 2. korkuluk, korkuluk duvarı, parapet. 3. parmaklık. paraphasia i., tıb. söz karışıklığı, kelime karışıklığı, parafazi. paraphernalia i., çoğ. 1. kişisel eşyalar. 2. donatı, teçhizat. paraphrase i. başka sözcüklerle anlatma. f. başka sözcüklerle anlatmak. parapsychology i. parapsikoloji, ruhbilim ötesi. parasite i. asalak, parazit. parasitic s. 1. asalak, parazit. 2. asalaksal. parasitical s., bak. parasitic. parasitology i. asalakbilim, parazitoloji. parasol i. güneş şemsiyesi. paratrooper i. paraşütçü asker. paratroops i., çoğ., ask. paraşüt birlikleri. paratyphoid i., tıb. paratifo. parboil f. yarı kaynatmak. parcel i. 1. paket. 2. bohça, çıkın. 3. parsel. f. 1. out -i parsellemek. 2. parch out -i eşit kısımlara f. kavurmak, yakmak.ayırıp dağıtmak, -i üleştirmek. 3. up -i paketlemek. parchment i. 1. parşömen, tirşe. 2. parşömen kâğıdı. pardon f. affetmek, bağışlamak. i. af, bağışlama. Pardon me. Pardon. pardonable s. affedilebilir, bağışlanabilir. pare f. 1. (kabuğunu) soymak. 2. (tırnak, peynir kabuğu v.b.´ni) parenchyma kesmek. 3. down azaltmak, i., biyol. özekdoku, parenkima.kısmak. parent i. 1. anne/baba. 2. ata, cet. 3. çoğ. ana baba, ebeveyn: My parents and your parents are old friends. Bizim ana babalarımız eski dost. the parents of the children çocukların ana babaları. parentage i. 1. ana babalık. 2. soy, nesil. parental s. ana babaya ait. parenthesis çoğ. pa.ren.the.ses (pıren´thısiz) i. parantez, ayraç. put s.t. in parenthetical parentheses s. parantez içi.bir şeyi parantez içine almak. pariah i. 1. parya. 2. toplum dışı bırakılmış kimse. paring i. 1. kabuk, soyuntu. 2. kabuğunu soyma. parish i., Hrist. 1. (bir kilise ve papazının sorumlu olduğu) parishioner mahalle/semt. i. parish´te oturan2. bu mahallede/semtte oturanlar. kimse. parity i. 1. eşitlik. 2. tic. parite. park i. park. f. park etmek. parka i. parka. parking lot park yeri, otopark. parking meter park saati. parkway i. bulvar. parl kıs. parliament, parliamentary. parlance i. 1. deyiş, dil. 2. deyim. parlay f. (kazanılan parayı) bir sonraki yarışa yatırmak. parlay one thing into another bir şeyi başka bir şeye dönüştürmek: She parlayed that idea parley into a fortune. i. görüşme, O fikirden müzakere. birwith f. 1. servet ile yarattı. görüşmek, ile müzakere parliament yapmak. 2. i. parlamento. barış görüşmeleri yapmak. parliamentarian i. parlamenter. parliamentarianism i., bak. parliamentarism. parliamentarism i. parlamentarizm. parliamentary s. parlamentoya ait. parliamentary procedure parlamento usulleri. parlor i. oturma odası, salon. parlour i., İng., bak. parlor. Parmesan i. Parmesan cheese parmıcan. parochial s. 1. (bir kilise ve papazının sorumlu olduğu) mahalleye/semte parochial school ait. dini2.bir dar görüşlü; dar (görüş). kuruluşun/grubun yönetimindeki özel okul. parochial school dini bir kuruluş veya grubun yönetimindeki özel okul. parody i. 1. parodi. 2. gülünç bir taklit. f. 1. parodisini yazmak. 2. parole gülünç i. şartlı bir taklidini tahliye. yapmak. şartlı olarak serbest bırakmak. f. (mahkûmu) parquet i. parke. f. parke döşemek. parrot i. papağan. f. papağan gibi tekrarlamak. parry f. 1. (darbeyi) bertaraf etmek. 2. kaçamak cevap vermek. parsimonious s. cimri, pinti, hasis, eli sıkı. parsimony i. cimrilik, pintilik, hasislik. parsley i. maydanoz. parsnip i. yabanhavucu, yabanihavuç, karakavza. parson i. papaz. parsonage i. papaz evi. part kıs. participle, particular. part i. 1. parça, bölüm, kısım. 2. hisse, pay. 3. rol. 4. görev. 5. semt, part taraf. 6. saç ayrımı. f. 1. parçalamak, 7. katkı. ayırmak; z. kısmen. bölmek. 2. parçalanmak, ayrılmak; part company bölünmek. 1. birbirinden ayrılmak. 2. with ile ilişkisini kesmek. part company with -den ayrılmak. part from -den ayrılmak. part owner hissedar. part with -i bırakmak. partake f. (par.took, par.tak.en) 1. in -e katılmak. 2. paylaşmak. partake of 1. -i yemek; -i içmek. 2. -in niteliğinde olmak, -i andırmak. parthenogenesis i., biyol. kendiliğinden türeme/üreme, partenogenez. partial s. 1. kısmi; kısmen etkili. 2. taraf tutan, tarafgir. 3. to -e meyilli. partiality i. 1. taraf tutma, tarafgirlik. 2. tarafgirlikten ileri gelen haksızlık. partially 3. yeğleme. z. 1. kısmen.4. 2.düşkünlük, tarafgirlikle, özel birsevgi. tarafı tutarak. participant i. katılan, iştirakçi. s. paylaşan, katılan. participate f. in -e katılmak. participation i. 1. katılma. 2. ortaklık. participle i., dilb. sıfat -fiil, sıfat-eylem, ortaç, partisip. particle i. 1. zerre, parçacık, partikül. 2. dilb. edat; ek, takı. particular s. 1. özel, -e özgü: his particular style onun üslubu. 2. özel, particular to değışik, -e özgü.farklı. 3. özel; dikkate değer; istisnai. 4. titiz, meraklı. i. 1. madde, husus. 2. çoğ. ayrıntılar. particularly z. özellikle. parting i. 1. ayrılma. 2. veda. s. ayrılırken yapılan. parting of the ways ayrılma noktası; yol ayrımı. parting shot giderayak atılan taş (söz). parting shot giderayak söylenen iğneli laf, son taş. partisan i. 1. partizan, tarafgir. 2. ask. gerillacı, partizan. s. partizan. partisanship i. partizanlık. partition i. 1. bölme; bölünme. 2. bölme, perde. 3. bilg. bölüntü. 4. müz. partitur partisyon. f. 1. bölmek, ayırmak. 2. bilg. bölüntülemek. i., müz. partisyon. partitura i., müz., bak. partitur. partizan i., s., bak. partisan. partizanship i., bak. partisanship. partly z. kısmen, bir dereceye kadar. partner i. 1. ortak; arkadaş. 2. eş, partner. 3. dans arkadaşı, partnership kavalye/dam. i. ortaklık. partridge i., zool. keklik. parts of speech dilb. sözbölükleri. part-time s. parttaym. parturition i. doğurma. party i. 1. parti, eğlence. 2. pol. parti. 3. grup, takım. 4. huk. taraf. 5. party line katılan. 6. k. dili benimsediği partinin/grubun kişi, şahıs. fikirler. party organ parti organı. pasha i. paşa. Pashto i., s. Peştuca, Afganca. Pashtu i., s., bak. Pashto. pass i. 1. geçiş, geçme. 2. paso, şebeke. 3. sınavda geçme. 4. boğaz, pass geçit. 5. ask. hatlardan f. 1. geçmek; geçirmek:geçme When theizni.car 6. durum, passed hal. us we7. were spor pas. doing pass an examination one hundred and eighty sınavı geçmek, imtihanı vermek. kilometers an hour. Araba bizi geçtiğinde biz saatte yüz seksen kilometre yapıyorduk. We pass away 1. ölmek. 2. sona ermek. passed through Germany on our way to France. Fransa´ya pass by yanındanAlmanya´dan giderken geçmek. geçtik. Time passes quickly when you´re pass for having fun. bakılmak, ... gözüyle Eğlenceli saatler ... diye çabuk geçer. 2. ileri gitmek, kabul edilmek. pass in review aşmak. 3. onaylamak; geçit töreni yapmak. onaylattırmak: When will the Grand National Assembly pass this new tax law? Büyük Millet Meclisi pass judgment huk. bu hüküm yeni vergivermek. yasasını ne zaman onaylayacak? 4. sınavda pass judgment geçmek.hüküm 1. huk. vermek. 5. (birine) (sahte 2. para, on ... karşılıksız hakkında yargıya varmak. çek) vermek. 6. pass muster bitmek, k. sona ermek, dili (yapılmış bir iş)geçmek: istenildiğiYou should gibi olmak:stay Thisinside won´t until passthe storm muster. passes. Olmamış Fırtına bu. geçene kadar içeride kalmalısın. 7. to -e pass muster yeterli olmak, geçmek. miras kalmak. 8. spor pas vermek; paslaşmak. 9. briç “pas” demek. 10. sırasını atlatmak. 11. vermek, uzatmak: Would you please pass the salt? Tuzu verir misiniz lütfen? pass o.s. off as ... diye geçinmek, kendini ... diye satmak. pass on 1. vefat etmek. 2. to (başka bir konuya) geçmek. pass out 1. bayılmak, kendinden geçmek. 2. dağıtmak. pass over 1. atlayıp geçmek, üstünden geçmek. 2. öbür tarafa geçmek. 3. pass s.t. on to ihmal bir şeyietmek, görmemek. (başkasına) 4. göz yummak. vermek/geçirmek. pass the ball (to) spor (-e) pas vermek. pass the buck sorumluluğu başkasına yüklemek. pass the buck sorumluluğu başkasının üzerine atmak. pass the hat parsa toplamak. pass the hat yardım toplamak. pass the time vakit geçirmek. pass the time of day 1. muhabbet/hasbıhal etmek. 2. selamlaşıp hoşbeş etmek. pass through 1. içinden geçmek. 2. nüfuz etmek. pass through one´s mind aklından geçmek. pass up k. dili yararlanmamak, fırsatı kaçırmak. passable s. 1. geçirilebilir, geçer. 2. kabul edilir, geçerli. 3. geçit verir passage (yol). i. 1. geçme, gitme. 2. yol; boğaz, geçit. 3. pasaj. 4. yolculuk. 5. passageway koridor, i. pasaj, dehliz. geçit. 6. metin parçası, parça, pasaj. 7. (tasarı) kabul edilip yürürlüğe girme. passbook i. hesap cüzdanı. passenger i. yolcu. passe-partout çoğ. --s (päspırtuz´, paspartuz´) i. paspartu. passerby çoğ. pass.ers.by (päs´ırzbay) i. yoldan geçen kimse. passing s. geçen: I heard the sound of a passing train. Geçen bir trenin passing grade sesini geçerduydum. not. It was but a passing fancy. Gelip geçici bir hayalden başka bir şey değildi. i. 1. geçme. 2. vefat. passion i. 1. güçlü duygu; tutku; hırs. 2. sevda, aşk. 3. şehvet. 4. hiddet, passionate öfke. s. 1. aşırı tutkulu. 2. heyecanlı, hararetli, ateşli. 3. çabuk passionately öfkelenen, z. 1. tutkuyla.hiddetli. 2. hararetle. passionflower i., bot. çarkıfelek, fırıldakçiçeği. passionless s. tutkusuz, ruhsuz. passive s. 1. pasif, eylemsiz, edilgin. 2. dilb. edilgen. passive resistance pasif direniş, eylemsiz direniş. passive resistance pasif direniş. passively z. pasif olarak. passiveness i. pasiflik, edilginlik. passivity i. pasiflik, edilginlik. passport i. pasaport. password i. parola. past s. geçmiş, geçen, olmuş, sabık. i. 1. geçmiş, mazi. 2. bir past participle kimsenin geçmişi. geçmiş zaman 3. dilb. geçmiş zaman kipi. z. geçerek. edat 1. sıfat-fiili. -den daha ötede/öteye. 2. ötesinde. past perfect tense dilb. -miş´li geçmiş zaman. pasta i. makarna. paste i. 1. beyaz tutkal. 2. kola. 3. macun. 4. lapa, ezme. f. 1. pasteboard (tutkalla) i. mukavva. yapıştırmak. s. mukavva, 2. mukavvadan argo yumruk yapılmış. atmak. pastel i. 1. pastel boya. 2. pastel resim. pasteurisation i., İng., bak. pasteurization. pasteurise f., İng., bak. pasteurize. pasteurization i. pastörizasyon. pasteurize f. pastörize etmek. pasteurized milk pastörize süt. pastille i., tıb. pastil. pastime i. eğlence. pastor i. (Protestanlıkta) papaz. pastoral s. 1. pastoral, çobanlara/kır hayatına ait. 2. papazlığa ait. i., pastorale edeb. i., müz. pastoral. pastoral. pastrami i. sığır pastırması. pastry i. 1. hamur; yufka. 2. hamur tatlısı/tatlıları. pastry shop pastane. pasturage i. otlak, mera. pasture i. otlak, mera. f. otlamak; otlatmak. pasty s. 1. hamur gibi, macun kıvamında. 2. solgun. pat f. (--ted, --ting) (takdir/sevgi belirtisi olarak) elle pat hafifçe/yumuşakça s. basmakalıp: a patvurmak; answer okşamak, basmakalıp sıvazlamak. bir cevap. i. (takdir/sevgi belirtisi olarak) elle hafifçe/yumuşakça vurma; pat on the back tebrik etmek. okşama, sıvazlama. patch i. 1. yama. 2. benek. 3. toprak parçası. f. 1. yamamak, patch s.o. up yamalamak, yamatedavi birinin yaralarını vurmak. 2. eğreti bir şekilde tamir etmek. etmek. patch s.t. up/together bir şeyi eğreti bir şekilde tamir etmek. patch things up aradaki anlaşmazlığı gidermek. patchwork i. 1. kumaş artıklarından dikilmiş yorgan. 2. uydurma iş. 3. yama pate işi. i., alay baş, kafa. patent i. 1. patent, imtiyaz. 2. imtiyazlı arazi. s. patentli. f. patentini patent almak. s. açık, aşikâr, belli. patent leather rugan (deri). patent medicine hazır ilaç, müstahzar. patent medicine hazır ilaç, müstahzar. patent rights patent hakkı. patentee i. patent sahibi. patently z. açıkça, aşikâr olarak. paternal s. 1. babaya ait. 2. babacan. 3. baba tarafından olan. 4. paternalism babadan i. kalma. (devletin/hükümetin/bir kuruluşun/patronun) kendine bağlı paternally bireylere karşı z. baba gibi. babanın çocuğuna davrandığı gibi davranması. paternity i. babalık. paternity suit huk. babalık davası. paternity test babalık testi. path i. 1. yol. 2. patika. path kıs. pathological, pathology. pathetic s. 1. acıklı, dokunaklı, etkili, patetik. 2. k. dili gülünç: What you pathfinder ´ve written i. çığır açan is so bad kimse, it´s pathetic! Yazdıkların o kadar berbat kâşif. ki ... gülünç buluyorum! pathogen i., tıb. patojen mikrop. pathological s. patolojik. pathologist i. patolog. pathology i. patoloji. pathos i. acınma duygusu uyandıran nitelik. pathway i. yol: the pathway to success başarıya giden yol. patience i. 1. sabır, dayanç, tahammül. 2. bot. labada. patience dock bot. labada. patient s. sabırlı. i. hasta. patiently z. sabırla. patio i. 1. avlu, hayat. 2. taraça, teras, veranda. Patmian i. Patmoslu. s. 1. Patmos, Patmos´a özgü. 2. Patmoslu. Patmos i. Patmos. patriarch i. 1. aile reisi sayılan adam. 2. yaşlı ve saygıdeğer adam. 3. patriarchal patrik. s. 1. ataerkil, patriarkal, pederşahi. 2. yaşlı ve saygıdeğer patriarchate (adam). 3. patriğe i. 1. patrikhane. 2. ait. patriklik. patriarchy i. ataerki, pederşahilik. patrician i. en yüksek sınıftan adam, aristokrat. patricide i. 1. babayı öldürme. 2. baba katili. patriot i. yurtsever, vatansever, ulussever. patriotic s. yurtsever, vatansever, ulussever. patriotism i. yurtseverlik, vatanseverlik, ulusseverlik. patrol i. 1. devriye, karakol. 2. devriye gezme. f. (--led, --ling) devriye patrol car gezmek. devriye arabası. patrolman çoğ. pa.trol.men (pıtrol´mîn) i. devriye polis. patron i. 1. hami, koruyucu. 2. devamlı müşteri. patronage i. koruma, himaye, yardım. patronise f., İng., bak. patronize. patronize f. 1. korumak, himaye etmek. 2. -in müşterisi olmak, -den patter alışveriş f. 1. bıcıretmek. bıcır konuşmak. 2. durmaksızın ve monoton bir patter biçimde konuşmak. f. pıtırdamak, tıpırdamak. i. pıtırtı, tıpırtı. pattern i. 1. örnek, model; patron. 2. biçim düzeni. 3. şablon. f. 1. pattern o.s. on/after s.o. modele görealmak. birini örnek yapmak. 2. şekillerle süslemek. patty i. 1. yassı köfte. 2. küçük börek. paucity i. azlık, kıtlık, yetersizlik. paunch i. (şişman) göbek. paunchy s. göbekli. pauper i. yoksul, fakir. pauperise f., İng., bak. pauperize. pauperize f. dilenecek duruma getirmek, dilenci durumuna getirmek. pause i. 1. durma; durgu. 2. mola, fasıla, ara. f. 1. durmak, pave duraklamak. f. (with) (yolu) 2.(asfalt, mola vermek. taş v.b. 3. ile)duraksamak, kaplamak. tereddüt etmek. pave the way for -e zemin hazırlamak; -in yolunu açmak. pavement i. 1. yol yüzeyi, kaldırım. 2. İng. kaldırım, yaya kaldırımı, trotuar. pavilion i. 1. (parklarda) büyük kameriye. 2. (fuarda) pavyon. 3. paving (hastanede) pavyon. i. 1. yol döşeme. 2. yol yüzeyi, kaldırım. paving stone kaldırım taşı. paw i. 1. hayvanın pençeli ayağı; pati. 2. k. dili el. f. 1. (at/boğa) pawn (yeri) eşelemek; i. 1. satranç piyon,eşinmek. piyade, 2. (hayvan) paytak. patisiyle 2. maşa, (birpiyon, kukla, yeri) alet. tırmalamak. 3. pençe atmak. 4. k. dili (kadına) el atmak, (kadını) pawn i. 1. rehin, rehine. 2. rehine koyma. f. 1. rehine koymak. 2. ellemek. pawn broker tehlikeye atmak. rehin karşılığı borç para veren kimse; tefeci. pawn shop tefeci dükkânı. pawn ticket rehin makbuzu. pawpaw i., bak. papaw. pay i. ücret, maaş. f. (paid) 1. (birine) (para, borç v.b.´ni) ödemek: pay a compliment Haven´t you paid iltifat etmek, him yet? kompliman Parasını daha ödemedin mi? You yapmak. have to pay your taxes next month. Gelecek ay vergilerini pay a premium for -i pahalıya almak. ödemen lazım. 2. (hatanın/suçun) bedelini ödemek, cezasını pay a visit to -i ziyaretYou´ll çekmek: etmek. pay heavily for this. Bunu ağır ödersin. 3. -in pay an arm and a leg for yararına -e olmak: patlamak: çok pahalıya Who says You´ll crime doesn´t pay? pay an arm Suça işlemenin and leg for it. pay as one goes faydasını Sana çok kim inkâr pahalıya edebilir patlayacak. peşin parayla alışveriş etmek. ki? It´ll pay you to listen to this. Buna kulak asarsan iyi olur. 4. (bir iş) birine para getirmek; (bir pay attention dikkat işin) etmek. maaşı (belirli bir nitelikte) olmak: This job pays well. pay court to -e kur yapmak. Dolgun maaşlı bir iş bu. pay day maaş günü. pay dearly for pahalıya mal olmak. pay for 1. -in parasını ödemek; -in masrafını/hesabını ödemek/çekmek, pay for itself -in faturasını kendi masrafınıödemek. 2. (hatanın/suçun) bedelini ödemek, çıkarmak. cezasını çekmek. pay in advance peşin ödemek, teslim almadan önce parasını ödemek. pay in kind ayni olarak ödemek. pay interest (hesap, bono v.b.) faiz getirmek. pay lip service to -e inanır gibi yapmak. pay off 1. (borcu) tamamıyla ödemek. 2. k. dili faydalı olmak. pay one´s dues 1. aidatını ödemek. 2. argo (stajyerlik/çıraklık dönemlerine pay one´s respects özgü) 1. (to)sıkıcı işler yapmak. (-e) ziyarette 3. argo2.bir bulunmak. şeyin (-e) cezasını saygı çekmek. ziyaretinde pay one´s way bulunmak. kendi masraflarını kendi ödemek. pay one´s whack İng., k. dili payına düşeni ödemek. pay out 1. (parayı) ödemek. 2. (ip, zincir v.b.´ni) vermek; den. kaloma pay phone etmek. k. dili umumi/ankesörlü telefon. pay regard to -i dikkate almak. pay s.o. a call birini ziyaret etmek. pay s.o. a compliment birine iltifat etmek. pay s.o. a visit birini ziyaret etmek. pay s.o. back 1. birine olan borcu ödemek: I´ll pay you back tomorrow. pay s.o. off Borcumu size yarın ödeyeceğim. 1. birine ücretini/maaşını 2. (güzel verip işine bir şeye2.karşı) son vermek. birinebirine karşılıkta rüşvet bulunmak: How can I pay you back for such a pay s.o.´s way birininvermek. masraflarını karşılamak/ödemek. wonderful meal? Böyle güzel bir yemeğe karşı size ne pay station bak. pay telephone. yapabilirim? 3. (kötülük yapan birinden) intikam almak; (kötülük pay telephone yapan birinin) hakkından umumi/ankesörlü telefon.gelmek. pay telephone jetonlu telefon. pay the piper k. dili yaptığının/yaptıklarının sonuçlarına katlanmak: He did it, Pay the piper and call the but it´s veren me who´s going to have to pay the piper. O yaptı, fakat Parayı düdüğü çalar. tune. ceremesini çekecek olan benim. pay through the nose k. dili -e çok pahalıya patlamak: You´ll pay through the nose. pay under protest Sana itirazçok pahalıya ederek patlayacak. ödemek. pay up (borcunu) ödemek; borcunu ödemek. pay/do obeisance to -e saygı göstermek. payable s. 1. ödenebilir. 2. ödenmesi gereken, ödenecek. payable at sight görüldüğünde ödenecek. payable on demand ibrazında ödenecek. payable to bearer hamiline ödenecek. payable to cash hamiline. payable to order emre ödenecek. payday i. maaş günü; ödeme günü. payee i. alacaklı. paying guest pansiyoner. paymaster i. mutemet. payment i. 1. ödeme. 2. ücret, maaş. 3. taksit. payoff i. 1. ücret ödeme. 2. k. dili ödül. 3. k. dili ceza. 4. k. dili sonuç, payroll netice. 5. çıkış noktası. i. 1. maaş/ücret 6. argo bordrosu. rüşvet. 2. maaşların/ücretlerin toplamı. PC kıs. personal computer. pd kıs. paid. pea i. bezelye. pea green bezelye yeşili, açık yeşil. pea soup bezelye çorbası. pea souper k. dili koyu sis. peace i. 1. huzur, sükûn, rahat, asayiş. 2. barış. Peace be with you. Selamünaleyküm. peace offering barış ve uzlaşma amacıyla verilen hediye. peaceable s. 1. barışsever. 2. sakin. peaceful s. huzurlu, sakin. peacemaker i. barıştırıcı, uzlaştırıcı. peacetime i. barış zamanı. peach i. şeftali. peach blossom şeftali baharı. peach fuzz 1. şeftalinin üstündeki tüyler. 2. ayva tüyü, insan vücudundaki peach Melba ince sarı tüyler. peşmelba. peach tree şeftali ağacı. peacock i., zool. tavus. peahen i., zool. dişi tavus. peak i. 1. tepe, doruk, zirve. 2. (kaskette) siper, siperlik. peak load en büyük yük. peak traffic hours trafiğin en sıkışık olduğu saatler. peaked s. 1. zayıf, bitkin. 2. tepeli. 3. siperli (kasket). peal i. 1. birkaç çanın birlikte/art arda çalınması. 2. yüksek ve peanut devamlı ses. 3.2.top/gök i. 1. yerfıstığı. çoğ., k.gürlemesi gibimiktarda dili önemsiz ses. f. (çan) para.çalınmak. peanut brittle yerfıstığıyla yapılan bir şekerleme. peanut butter yerfıstığı ezmesi, fıstık ezmesi. peanut gallery k. dili (tiyatrodaki) en üst balkon. pear i. armut. pearl i., s. inci. pearl onion çok ufak arpacıksoğanı. peasant i. 1. köylü. 2. k. dili köylü, çemiş. peasantry i. köylüler, köylü sınıfı. peat i. turba. peat bog turbalık, turba bataklığı. pebble i. çakıl taşı, çakıl. pebbly s. çakıllı. pêche melba peşmelba. peck i. 1. hacim ölçüsü birimi (0,009 metre küp). 2. büyük bir miktar. peck f. 1. gagalamak. 2. gaga ile toplamak. i. gagalama. peck at kuş gibi az yemek. pectin i. pektin. pectoral s. göğüs boşluğuna ait; göğse ait, pektoral. pectoral fin göğüs yüzgeci. pectoral muscle göğüs kası. peculiar s. 1. to -e özgü: a disease peculiar to children çocuklara özgü bir peculiarity hastalık. 2. özel: i. 1. özellik. a peculiar circumstance özel bir durum. 3. 2. acayiplik. acayip, garip, tuhaf. peculiarly z. 1. özel olarak. 2. alışılmışın dışında. 3. acayip bir şekilde. pecuniary s. parayla ilgili, parasal, para. pedagog i., bak. pedagogue. pedagogic s. eğitimsel, pedagojik. pedagogical s., bak. pedagogic. pedagogue i. 1. eğitimbilimci, eğitimci, pedagog. 2. dar görüşlü öğretmen. pedagogy i. eğitimbilim, eğitbilim, pedagoji. pedal i. pedal, ayaklık. f. (--ed/--led, --ing/--ling) 1. pedalla işletmek. 2. pedant pedal çevirmek. i. 1. bilgiçlik taslayan kimse. 2. gereksiz ayrıntılar üzerinde ısrarla duran bilim adamı. pedantic s. bilgiçlik taslayan. pedantry i. bilgiçlik taslama. peddle f. kapı kapı/sokak sokak dolaşarak satmak. peddler i. seyyar satıcı. pederast i. oğlancı. pederasty i. oğlancılık. pedestal i. 1. heykel/sütun tabanı, kaide. 2. esas, temel. pedestrian i. yaya. s. 1. yürümeye ait. 2. yaya giden, piyade. 3. ağır, sıkıcı. pedestrian crossing yaya geçidi. pedestrian subway (yayalar için) altgeçit. pediatric s., tıb. pediatrik, pediyatrik. pediatrician i. çocuk doktoru. pediatrics i., tıb. pediatri, pediyatri. pedicel i., bot. sapçık. pedicure i. pedikür. pedigree i. 1. soy. 2. soyağacı, şecere. pedigreed s. şecereli (hayvan). pedlar i., İng., bak. peddler. pedology i. çocukbilim, pedoloji. pedology i. toprakbilim, pedoloji. pedophile i. pedofil, sübyancı. pedophilia i. pedofili, sübyancılık. peduncle i., bot., anat. sapçık. pedunculus i., anat. sapçık. pee i., k. dili çiş. f. işemek. peek f. gizlice bakmak, gözetlemek, dikizlemek. i. gizlice bakma, peel gözetleme, dikiz. f. 1. (meyvenin/sebzenin) kabuğunu soymak, (meyveyi/sebzeyi) peel off one´s clothes soymak. soyunmak, elbiselerini çıkarmak.çıkarmak. 3. (ağacın kabuğu, 2. (karidesin) kabuğunu insanın derisi, boya v.b.) sıyrılmak. i. meyve/sebze kabuğu: Pick peeling i. (soyulmuş) meyve/sebze kabuğu: Throw those apple peelings up those banana peels! O muz kabuklarını topla! peep out thecik” f. “cik window! O elma diye ses kabuklarını çıkarmak. pencereden i. civciv sesi. at! peep f. gizlice bakmak, gözetlemek, dikizlemek, röntgencilik etmek. i. peep of day gizlice bakma. gün ağarması. pee-pee i., ç. dili çiş. f., ç. dili çiş yapmak. peephole i. gözetleme deliği. peeping Tom röntgenci. peer i. 1. akran, emsal. 2. İng. dük/marki/kont/vikont/baron unvanlı peer kimse. f. 1. into/at -e dikkatle bakmak. 2. out aralıktan dışarı bakmak. peerless s. eşsiz, emsalsiz. peeve f., k. dili sinirlendirmek. i. peevish s. sinirli, huysuzluğu üstünde. peg i. 1. ağaç çivi. 2. askı, kanca. 3. gerekçe; bahane. 4. k. dili peg away (at) derece. İng. (bir5.işte) müz. mandal. sebatla f. (--ged, --ging) 1. ağaç çiviyle çalışmak. çivilemek. 2. up İng. (çamaşırı) mandallayarak asmak. 3. (fiyat, pejorative s. aşağılayıcı, yermeli, pejoratif. i. aşağılayıcı sözcük, yermeli ücret v.b.´ni) sabit tutmak. 4. k. dili atmak. pelican sözcük. i., zool. kaşıkçıkuşu, pelikan. pellet i. 1. küçük topak. 2. saçma tanesi. 3. hap. pellmell z., bak. pell-mell. pell-mell z. paldır küldür, aceleyle. Peloponnese i. Peloponnesian i. Peloponezli. s. 1. Peloponez, Peloponez´e özgü. 2. Peloponezli. Peloponnesus i. pelt i. post. pelt f. 1. with ... yağmuruna tutmak: They pelted him with rotten pelvis tomatoes. Onu leğen. i., anat. pelvis, çürük domates yağmuruna tuttular. They pelted her with questions. Onu soru yağmuruna tuttular. 2. down pen i. 1. (çevresi çit veya tel örgüyle çevrili, üstü açık) ağıl. 2. k. dili (yağmur) bardaktan boşanırcasına yağmak. pen cezaevi. f. (--ned/pent, i. (kurşunkalem dışında--ning) herhangi bir) kalem; dolmakalem; pen an animal up tükenmezkalem; tüy kalem. f. (--ned,çevrili, hayvanı çevresi çit veya tel örgüyle --ning)üstü kalemi açıkele bir alıp yazmak; yazmak. yere/ağıla koymak/kapatmak. pen name edeb. takma ad. pen point kalem ucu. pen s.o. up (in) birini (bir yere) kapatmak/hapsetmek. penal s. ceza ile ilgili, cezai. penal code ceza kanunları. penal colony mahkûmların gönderildiği sürgün yeri. penal servitude ağır hapis cezası. penalise f., İng., bak. penalize. penalize f. cezalandırmak. penalty i. 1. ceza. 2. spor penaltı. penance i., Hrist. 1. günah çıkarma ve papazın önerdiği kefareti yerine pen-and-ink getirme. 2. bir günahı s. dolmakalemle bağışlatmak için papazın önerdiği kefaret. yazılmış/çizilmiş. pen-and-ink drawing mürekkeple yapılan resim/lavi. pence i., İng., çoğ., bak. penny. penchant i. pencil i. kurşunkalem. f. (--ed/--led, --ing/--ling) kurşunkalemle pencil box yazmak/çizmek. kalem kutusu, kalemlik. pencil sharpener kalemtıraş. pend f. askıda kalmak, muallakta olmak. pendant i. 1. asılı şey. 2. pandantif; küpe ucundaki süs. pending s. 1. kararlaştırılmamış, bir karara bağlanmamış, askıda. 2. penduline gelen, s. ufukta gözüken. edat 1. sırasında, esnasında. 2. -inceye kadar; -e kadar. penduline titmouse zool. çulhakuşu. pendulous s. sarkan, asılı. pendulum i. 1. sarkaç, rakkas. 2. sürekli değişen şey. peneplain i., jeol. peneplen, yontukdüz. penetrate f. 1. girmek; delmek; içine işlemek, nüfuz etmek. 2. etkilemek. penetrating 3. delip s. 1. içe geçmek. 4. iyice işleyen, nüfuz kavramak/anlamak. eden. 5. sızmak, 3. 2. keskin (zekâ/koku/ses). gizlice girmek. anlayışlı. penetration i. 1. girme; delme; içine işleme, nüfuz etme. 2. etki. 3. delip penguin geçme. 4. sızma, gizlice girme. 5. iyice kavrama/anlama. i., zool. penguen. penholder i. 1. kalem sapı. 2. kalemlik, kalem koyacağı. penicillin i. penisilin. peninsula i. yarımada. peninsular s. yarımadaya ait. penis çoğ. --es (pi´nîsız)/pe.nes (pi´niz) i. penis, erkeklik organı. penitence i. tövbekârlık, tövbekâr olma. penitent s. tövbekâr. i., Hrist. bir günahı bağışlatmak için papazın penitentiary önerdiği kefareti i. hapishane, yerine getiren kimse. cezaevi. penknife çoğ. pen.knives (pen´nayvz) i. çakı. penmanship i. 1. elle yazı yazma sanatı. 2. el yazısı. pennant i. flama, flandra. penniless s. parasız, meteliksiz, cebi delik. pennon i. 1. flandra, flama. 2. kanat. penny çoğ. pen.nies (pen´iz)/İng. pence (pens) i. 1. sent. 2. İng. peni. 3. az miktarda para. penny pincher cimri kimse. penny-wise and pound-foolish ufak şeylerde pennyroyal tutumlu, i. yarpuz,büyükhabak.şeylerde müsrif (kimse). pennyweight i. yirmi dört buğday ağırlığında ölçü birimi (1,56 gram). pension i. emekli aylığı/maaşı. f. emekli aylığı vermek, aylık bağlamak. pension s.o. off birini emekliye ayırmak. pensioner i., İng. emekli kimse. pensive s. dalgın, düşünceli. pent s. pent up 1. bir yere kapatılmış, hapsedilmiş. 2. bastırılmış (duygu). pentagon i., geom. beşgen. pentagonal s. beş köşeli. pentathlon i., spor pentatlon. Pentecost i. 1. Hrist. Hamsin yortusu, Hamsin, Gül Paskalyası. 2. Musevilik penthouse Hamsin bayramı. i. çatı katı, çekmekat. penultimate s. sondan önceki, sondan bir evvelki. penurious s. aşırı yoksul. penury i. aşırı yoksulluk. peony i., bot. şakayık. people i. 1. birileri: Be quiet! There are people in the next room. Sus! pep Yandaki i. 1. kuvvet,odada birileri enerji. var. Aref.there 2. canlılık. (--ped,people in up --ping) thecanlandırmak, next room? Bitişikteki odada hareketlendirmek. kimse var mı? Do those people really believe pep pill amfetaminli hap. that? Onlar gerçekten ona inanıyor mu? Most people from that pep talk k. diliare area moral like verici kısa konuşma. that. Oralıların çoğu öyle. All the people in the pepper village i. biber;came. Tüm köy karabiber; halkı geldi. kırmızıbiber. 2. (toz/pul) f. -e insanlar,biber insanoğlu: koymak;People pepper mill are like üzerine that. biber biber değirmeni. İnsanlar ekmek, öyle. 3. Bazı biberlemek. genellemelerde kullanılır: People will say she did it on purpose. Mahsus yaptığını pepper s.o. with buckshot birinin üzerine kurşun söyleyecekler. yağdırmak. 4. (belirli bir ülkede yaşayan/belirli bir soydan pepper s.o. with questions birini soru gelen) halk:yağmuruna He wishestutmak. to serve his people. Halkına hizmet pepper s.t. with etmek bir şeyeistiyor. 5. aile, bir kimsenin yakınları. 6. çoğ. uluslar, ... serpiştirmek. milletler, kavimler. f. (insanlar) (bir yere) yerleşmek; insanları pepper-and-salt s. karyağdı (kumaş); ak düşmüş (saç/sakal). (bir yere) yerleştirmek; (bir yeri) iskân etmek. peppercorn i. karabiber tanesi. peppermint i. 1. nane. 2. naneşekeri. peppery s. 1. biberli. 2. hemen parlayan (kimse). 3. iğneli, iğneleyici peppy (sözler). s. canlı, enerjik. pepsin i., biyokim. pepsin. per edat 1. ... başına, her bir ... için: two per person kişi başına iki per annum tane. (än´ım) 2. vasıtasıyla, yıllık, her yıleliyle; tarafından. için; yılda. per capita (käp´ıtı) kişi başına. per diem (di´yım) günlük; günde. per se (sey´) kendi başına, aslında, haddi zatında. Pera i., tar. Beyoğlu, Pera. perambulate f. 1. (bir yerde) gezinmek, gezmek, dolaşmak. 2. çevresini perambulator dolaşmak. i., İng. çocuk arabası. perceive f. 1. algılamak. 2. farketmek, anlamak; kavramak; sezmek. percent i., s. yüzde: ten percent of his salary maaşının yüzde onu. a two percentage percent i. 1. yüzde,price hike oranı. yüzde yüzde2. ikipay, oranında hisse,bir zam. 3. k. dili yarar, yüzdelik. perceptible avantaj, kâr. s. 1. algılanabilir. 2. farkedilebilir, anlaşılır. perception i. 1. algılama. 2. farketme, anlama; sezme. 3. algı, idrak. 4. perceptive sezgi, feraset.kuvvetli, ferasetli. 2. çok akıllıca, zekice. s. 1. sezgileri perch i., zool. tatlısulevreği. perch i. 1. tünek. 2. oturulacak yüksek yer. f. (on) (-e) 1. tünemek, perchance tüneklemek, z. konmak. 2. oturmak, tünemek. percolate f. süzmek, filtreden geçirmek; süzülmek, sızmak. percolation i. süzme; süzülme. percolator i. filtreli kahve makinesi. percussion i. 1. vurma, çarpma. 2. vurma çalgılar. 3. tıb. perküsyon. percussion cap çatapat. percussion instrument vurma çalgı. percussion instrument vurma çalgı. peregrinate f. 1. yolculuk etmek, seyahat etmek. 2. katetmek, aşmak. peregrination i. yolculuk, seyahat. peremptorily z. kesin olarak, tartışmaya yer bırakmayacak şekilde. peremptory s. 1. kesin, mutlak. 2. otoriter, amirane, buyurucu, diktatörce. perennial s. 1. yıllarca süren, sürekli, daimi. 2. çok yıllık (bitki). i. çok yıllık perfect bitki. s. 1. mükemmel; kusursuz; tam: perfect circle tam daire. perfect perfect f. specimen kusursuz2.örnek. 1. mükemmelleştirmek. 2. k. dili geliştirmek. 3.tam, sapına kadar: bitirmek, perfect nonsense tam bir saçmalık. tamamlamak. perfection i. 1. mükemmellik, mükemmeliyet, kusursuzluk. 2. perfectly mükemmelleştirme. 3. bitirme, tamamlama. z. 1. tamamen. 2. mükemmelen, kusursuz bir biçimde. perfidious s. hain; vefasız; kalleş. perfidiously z. haince; vefasızca; kalleşçe. perfidy i. hıyanet, hainlik; vefasızlık; kalleşlik. perforate f. 1. delmek. 2. bir dizi delik açmak. 3. içine işlemek, nüfuz perforation etmek. i. 1. delik, bir dizi delikten biri. 2. delme, perforaj. 3. bir dizi perforce delik açma. 4. tıb. perforasyon. z. mecburen. perform f. 1. -in performansı ... olmak: The car performed well. Arabanın performance performansı i. 1. performans.iyiydi. 2. 2. (oyuncu/sanatçı) temsil, oynamak. gösteri. 3. (oyunu) 3. (oyunu) oynama; (oyun) oynamak; oynanma. (müzik eserini) çalmak, icra eseri) çalınma, icra You etmek. 4. yapmak: performer i. 1. yerine4. çalma,kimse. getiren icra etme; (müziksanatçı. 2. oyuncu; ´ve edilme.performed a miracle. 5. yapma, icra. Bir mucize yarattınız. Who´s perfume i. parfüm, esans; performing güzel koku. the marriage? f. parfüm Nikâhı sürmek.He performs his kim kıyacak? perfunctorily duties well. Görevlerini z. 1. formalite gereği. 2.iyi bir şekilde baştan dikkatsizce, yerine getiriyor. savma. perfunctory s. 1. mekanik olarak yapılan. 2. dikkatsiz, baştan savma. 3. perfusion sıkıcı, i., tıb. formalite gereği yapılan. sıvı içitimi. pergola i. çardak. perhaps z. belki, muhtemelen. peri i. peri. pericardium çoğ. per.i.car.di.a (perıkar´diyı) i., anat. perikard. perigee i., gökb. yerberi. perigon i., geom. tam açı. peril i. tehlike; tehlikeye uğrama. f. (--ed/--led, --ing/--ling) tehlikeye perilous atmak. s. çok tehlikeli. perimeter i. çevre. period i. 1. devir: the Ottoman period Osmanlı devri. 2. dönem, devre: periodic a s. period süreli, of political unrest siyasi kargaşaların olduğu bir dönem. periyodik. 3. süre, müddet: for a brief period kısa bir süre için. 4. jeol. periodic table kim. öğeler çizelgesi, periyodik cetvel. devir, çağ. 5. âdet, aybaşı. 6. dilb. nokta. periodical i. süreli yayın. s. süreli, periyodik. periodically z. 1. belirli aralıklarla. 2. belirli zamanlarda. periphery i. dış sınır çizgisi, çevre. periscope i. periskop. perish f. 1. ölmek; (hayvan) helak olmak. 2. yok olmak. 3. İng. perishable çürütmek; çürümek.dayanıksız (yiyecekler). 2. ölümlü, fani. i., s. 1. kolay bozulur, perishing çoğ. çabuk/kolay bozulabilen gıda maddeleri. s., İng. peritoneum çoğ. --s (perıtıni´yımz)/per.i.to.ne.a (perıtıni´yı) i., anat. peritonitis karınzarı, periton. i., tıb. karınzarı yangısı/iltihabı, peritonit. periwinkle i., bot. cezayirmenekşesi. perjure f. yalan yere yemin ettirmek; yalancı tanıklık etmek. perjure o.s. yalan yere yemin etmek. perjury i. yeminli yalan; yalancı tanıklık. perk f. perk up neşelenmek, canlanmak; neşelendirmek, canlandırmak. perky s. neşeli, canlı. perm i. perma, permanant. f. perma yapmak. permanence i. kalıcılık, daimilik; süreklilik, devamlılık. permanency i., bak. permanence. permanent s. kalıcı, daimi; sürekli, devamlı: permanent scar kalıcı iz. permanent press permanent ütü istemez. solution kalıcı çözüm. permanent chairman daimi başkan. permanent job sürekli iş. She seems to have a permanent wave perma, permanant. permanent smile on her face. Sanki yüzündeki tebessüm hiç permanently z. kalıcı bir şekilde; eksilmiyor. i. perma,sürekli olarak, devamlı olarak. permanant. permanganate i., kim. permanganat. permeability i. geçirgenlik, geçirimlilik, permeabilite. permeable s. geçirgen, geçirimli, permeabl. permeate f. nüfuz etmek, içine işlemek. permissible s. izin verilebilir, hoş görülebilir. permission i. 1. izin; müsaade. 2. ruhsat. permissive s. aşırı hoşgörülü, fazla müsamahakâr. permit f. (--ted, --ting) 1. izin vermek; müsaade etmek. 2. ruhsat permit vermek. 3. in -itezkere; i. izin belgesi, (bir yere) almak/sokmak: izin; ruhsat; permi.She won´t permit him in her house. Onu evine sokmaz. 4. elvermek, müsaade etmek, permutation i. 1. permütasyon; değişim; değiştirim. 2. mat. permütasyon, uygun olmak. pernicious devşirim. s. 1. zararlı, tehlikeli. 2. öldürücü. pernicious anemia tıb. kötücül kansızlık. perniosis çoğ. per.ni.o.ses (pırniyo´siz) i., tıb. soğuk ısırması. peroxide i. 1. kim. peroksit. 2. oksijenli su. f. (saçı) oksijenlemek. perpendicular s. düşey, dikey. i., mat. dikme. perpetrate f. (suç v.b.´ni) işlemek. perpetrator i. (suç) işleyen kimse. perpetual s. 1. sürekli, devamlı, daimi, aralıksız. 2. ebedi, ölümsüz. perpetual motion devamlı hareket. perpetual motion fiz. sürgit devinim. perpetually z. sürekli olarak, daima. perpetuate f. sürekli kılmak, sürdürmek, devam ettirmek. perpetuity i. perplex f. 1. kafasını bulandırmak, zihnini karıştırmak, şaşırtmak, allak perplexed bullak s. kafasıetmek. 2. karıştırmak, çapraşık bulandırılmış/bulanmış, duruma şaşkın, getirmek. şaşırmış. perplexing s. insanın kafasını bulandıran, şaşırtıcı. perplexity i. 1. kafa bulanıklığı, şaşkınlık. 2. insanın kafasını bulandıran persecute durum. 3. karışıklık, f. zulmetmek, eziyetçapraşıklık. etmek, canını yakmak. persecution i. zulüm, eziyet, eziyet etme, canını yakma. perseverance i. sebat, direşme. persevere f. sebat etmek, direşmek. persevering s. sebatlı, direşken. Persia i. İran. Persian i. 1. Farsça. 2. tar. İranlı. 3. tar. Pers. s. 1. Farsça. 2. tar. İran, Persian carpet/rug İran´a özgü. 3. tar. İranlı. 4. tar. Pers. İran halısı. Persian cat irankedisi. Persian rug İran halısı, Acem halısı. persimmon i. trabzonhurması, japonhurması. persist f. 1. in -de ısrar etmek, -de ayak diremek, -de inat etmek. 2. persistence devam etmek, i. 1. ısrar, inat. sürüp 2. devamgitmek. etme, sürüp gitme. persistent s. 1. ısrarlı, inatçı. 2. devamlı, sürekli, sürüp giden. persistently z. 1. ısrarla, üzerinde durarak, inatla. 2. devamlı olarak, sürekli. person i. 1. kimse, kişi, şahıs. 2. dilb. şahıs. person of note önemli biri. person to person call ihbarlı konuşma, davetli konuşma. persona i. persona non grata Lat. istenmeyen kişi. personable s. hoş, çekici, cana yakın. personage i. şahsiyet, önemli kişi. personal s. kişisel, özel. personal computer kişisel bilgisayar. personal effects özel eşya. personal estate huk. menkuller. personal pronoun dilb. şahıs zamiri. personal pronoun şahıs zamiri. personality i. 1. kişilik, şahsiyet. 2. şahsiyet, önemli kişi. personally z. 1. şahsen, bizzat. 2. kendine gelince. personify f. 1. (somut bir şeyin) ta kendisi olmak, canlı bir örneği olmak: personnel He personifies i. personel, courage. O cesaretin ta kendisi. 2. edeb. -i kadro. kişileştirmek. perspective i. 1. (resimde) perspektif. 2. bakış açısı, açı. 3. uzaklık duygusu perspicacious veren s. çok manzara resmi.çok akıllıca. akıllı, ferasetli; perspiration i. 1. ter. 2. terleme. perspire f. terlemek, ter dökmek. persuade f. 1. ikna etmek, inandırmak: I persuaded him that he was persuasion wrong. i. 1. ikna Onu yanıldığına etme, inandırma.inandırdım. 2. ikna 2. ikna etme, etmek, razı etme.razı etmek: I 3. kanaat, persuaded him to go. Onu gitmeye razı ettim. inanç. persuasive s. ikna edici. persuasively z. ikna edici şekilde. persuasiveness i. ikna edici olma. pert s. arsız, şımarık, yılışık; küstah. pertain f. to 1. -e ait olmak; ile ilgili olmak, -e ilişkin olmak; ile ilgisi pertinacious olmak: This forest s. direngen; kararlı,doesn´t azimli. pertain to that estate. Bu orman o malikâneye ait değil. His remarks pertained only to legal pertinaciously z. kararlılıkla, azimle. matters. Sözleri yalnızca yasal sorunlarla ilgiliydi. This privilege pertinacity i. direngenlik; doesn´t pertain kararlılık, to you. Buazim. ayrıcalığın seninle ilgisi yok. 2. -e pertinent özgü s. olmak, -ea has 1. yerinde: olmak:remark pertinent That characteristic pertains yerinde bir söz. only This 2. geçerli: to perturb vertebrates. book is still O özellik pertinent. yalnızca Bu kitap omurgalılara hâlâ geçerli. özgüdür. f. 1. endişelendirmek. 2. zihnini karıştırmak, rahatsız etmek. 3. Peru altüst i. Peru.etmek. perusal i. 1. inceleme, tetkik etme. 2. okuma. peruse f. 1. incelemek, tetkik etmek. 2. okumak. Peruvian i. Perulu. s. 1. Peru, Peru´ya özgü. 2. Perulu. pervade f. istila etmek, kaplamak, her tarafına yayılmak, sarmak, pervasive bürümek; -de hâkim s. 1. her tarafa olmak: yayılan. Silence 2. her zamanalways pervaded the house. hissedilen. Evde her zaman sessizlik hâkimdi. perverse s. 1. aksi, ters, huysuz. 2. sapık; sapkın. perversion i. 1. of -i yanlış yola saptırma, -i yoldan çıkarma, -i doğru yoldan perversity ayırma. 2. ruhb. i. 1. aksilik, sapıklık. terslik, 3. (of)2.(sözü/anlamı) huysuzluk. sapıklık. çarpıtma. pervert f. 1. -i yanlış yola saptırmak, -i yoldan çıkarmak, -i doğru yoldan pesky ayırmak. 2. (sözü/anlamı) s., k. dili insanın çarpıtmak. peşini bırakmayıp i. (pır´vırt) rahatsız eden;(cinsel) sapık. sırnaşık; belalı. pessimism i. kötümserlik, karamsarlık. pessimist i. kötümser, karamsar. pessimistic s. kötümser, karamsar. pessimistically z. karamsarlıkla. pest i. 1. insanın başına bela olan şey/biri, baş belası, püsküllü bela, pester musibet. 2. bitkilere f. -e musallat olmak, zarar veren -i sürekli küçük etmek, rahatsız hayvan,-in böcek, peşinimantar v.b. bırakmamak. pesticide i. böcek ilacı. pestilence i. 1. salgın ve öldürücü hastalık, kıran. 2. veba. pestilent 1. bulaşıcı hastalık getiren. 2. tehlikeli, öldürücü. 3. ahlaka pestle zararlı. 4. k. dili sıkıcı. i. havaneli. pet i. 1. evde beslenen hayvan. 2. gözde: teacher´s pet öğretmenin pet aversion/hate gözdesi. s. 1. evcil. en çok nefret edilen2.şey/kimse. gözde, en çok sevilen. f. (--ted, --ting) sevmek, okşamak. pet peeve başlıca şikâyet konusu. petal i., bot. taçyaprağı, petal. petiole i., bot. yaprak sapı. petit s. küçük, ufak. petit bourgeois küçük burjuva. petit four pötifur. petite s. ufak, ince, narin, minyon. petition i. 1. rica. 2. dilek, dua. 3. dilekçe. f. 1. for için rica etmek, için petrify ricada bulunmak. 2. f. 1. taşlaştırmak; dilekçe vermek. taşlaşmak. 2. çok korkutmak, ödünü petrochemistry koparmak. i. petrokimya.3. aklını başından almak. be petrified (korkudan) donakalmak, donup kalmak, donmak, taş kesilmek, taşlaşmak. petrography i. taşbilgisi, petrografi. petrol i., İng. benzin. petrol bomb İng. molotofkokteyli. petrol station İng. benzin istasyonu. petrolatum i. petrolatum. petroleum i. petrol. petroleum jelly vazelin. petroleum jelly petrolatum. petrology i. taşbilim, petroloji. petticoat i. jüpon, iç etekliği. pettiness i. 1. küçük şeylerle uğraşma. 2. küçüklük. pettish s. huysuz, aksi. petty s. küçük, önemsiz, cüzi, ufak tefek. petty cash 1. küçük kasa. 2. küçük masraf. petty cash küçük kasa. petty larceny adi hırsızlık. petty officer deniz astsubayı. petty officer den. astsubay, erbaş. petulance i. huysuzluk, aksilik. petulancy i., bak. petulance. petulant s. huysuz, aksi. petulantly z. huysuzca, aksice. petunia i., bot. petunya. pew i. (kilisede oturacak) sıra. pew ünlem Öf!/Püf! (Pis bir koku duyunca söylenir.). pewit i., zool. kızkuşu. pewter i. 1. kurşun ve kalay alaşımı. 2. bu alaşımdan yapılan kap. pf kıs. pfennig, preferred. pfennig i. fenik (Alman markının yüzde biri). pH i., kim. pH. phagocyte i., biyol. yutargöze, fagosit. phagocytosis i., biyol. gözeyutarlığı, fagositoz. phantom i. 1. hayal. 2. hayalet. 3. görüntü, aldanış. Pharaoh i. firavun. pharmaceutic s., bak. pharmaceutical. pharmaceutical s. 1. eczacılığa ait. 2. ilaç kullanımına ait. pharmaceutical company ilaç şirketi. pharmaceutics i. eczacılık. pharmacist i. eczacı. pharmacologist i. farmakolog. pharmacology i. farmakoloji, ilaçbilim. pharmacy i. 1. eczacılık. 2. eczane. pharyngitis i., tıb. farenjit, yutak iltihabı. pharynx i., anat. yutak. phase i. 1. evre, safha. 2. elek. faz. f. (bir şeyi) evreler halinde phase s.t. in hazırlamak/sunmak. bir şeyi yavaş yavaş kullanıma sokmak/uygulamaya geçirmek. phase s.t. out bir şeyi yavaş yavaş kullanımdan/uygulamadan kaldırmak. PhD kıs. Doctor of Philosophy. pheasant i. sülün. phenomenal s. 1. doğal olaylarla ilgili. 2. olağanüstü, fevkalade, harikulade. phenomenalism i., fels. olaycılık, fenomenizm. phenomenology i., fels. olaybilim, fenomenoloji. phenomenon çoğ. phe.nom.e.na (fînam´ına) i. 1. olgu, fenomen. 2. fels. philander fenomen, görüngü. f. kadın peşinde koşmak, zamparalık etmek. philanderer i. zampara, çapkın erkek. philanthropic s. iyilikçi, iyiliksever, hayırsever, yardımsever. philanthropical s., bak. philanthropic. philanthropist i. hayırsever, yardımsever. philanthropy i. hayırseverlik, yardımseverlik. philatelist i. filatelist, pul koleksiyoncusu. philately i. filateli, pul koleksiyonculuğu. philharmonic s. filarmonik. philharmonic orchestra filarmoni orkestrası. Philippine s. 1. Filipin, Filipin Adaları´na özgü. 2. Filipinli. philodendron çoğ. --s (fîlıden´drınz)/phil.o.den.dra (fîlıden´drı) i., bot. philologist filodendron. i. filolog, dil bilgini, dilci. philology i. 1. filoloji. 2. dilbilim. philosopher i. filozof, felsefeci. philosophic s., bak. philosophical. philosophical s. 1. felsefi. 2. filozofça. philosophise f., İng., bak. philosophize. philosophize f. 1. filozofça konuşmak/düşünmek. 2. felsefeyle meşgul olmak. philosophy i. felsefe. phlebitis i., tıb. flebit, filibit, toplardamar yangısı. phlegm i. 1. balgam. 2. kayıtsızlık, ilgisizlik. 3. soğukkanlılık. phlegmatic s. soğukkanlı, sakin, kendine hâkim. phlox i., bot. alevçiçeği. phobia i. fobi, yılgı, korku. phoenix i. Anka, Zümrüdüanka. phone i., k. dili telefon. f., k. dili telefon etmek. phoneme i. fonem, sesbirim. phonetic s. fonetik, sesçil. phonetic alphabet fonetik alfabe, sesçil abece. phonetic spelling fonetik yazım. phonetically z. fonetik olarak. phonetics i. fonetik, sesbilgisi. phonograph i. fonograf. phonology i. sesbilim, fonoloji. phony s., argo 1. sahte, düzme, düzmece. 2. yapmacık. i. 1. sahte şey. phosphate 2. sahtekâr, i., kim. düzenbaz. fosfat. phosphorescent s. fosfor gibi ışıldayan. phosphorous s., kim. fosforlu. phosphorus i. fosfor. phot kıs. photograph, photography. photo i., k. dili foto, fotoğraf. photo finish fotofiniş. photocell i. ışıkgözü. photochemistry i. fotokimya, ışılkimya, fotoşimi. photocopier i. 1. fotokopi makinesi. 2. fotokopici. photocopy i. fotokopi, tıpkıçekim. f. fotokopisini çekmek/çıkarmak. photocopyist i. fotokopici. photoelectric s. fotoelektrik. photoelectric cell ışıkgözü. photoelectricity i. fotoelektrik, ışılelektrik. photogenic s. fotojenik. photograph i. fotoğraf. f. fotoğrafını çekmek: He is photographing his photographer daughter. i. fotoğrafçı.Kızının fotoğrafını çekiyor. photography i. fotoğrafçılık. photogravure i. fotogravür. photometer i. fotometre, ışıkölçer. photometry i. fotometri, ışıkölçümü. photosphere i. fotosfer, ışıkküre, ışıkyuvarı. photosynthesis i., biyokim. fotosentez, ışılbireşim. phototaxis i., biyol. fototaksi, ışığagöçüm. phototaxy i., bak. phototaxis. phototropism i., biyol. fototropizm, ışığayönelim, ışığadoğrulum. phrase i. 1. ibare. 2. deyim, tabir. 3. müz. cümle. f. 1. cümle veya phrase book sözcüklerle yabancı dil anlatmak. kılavuzu. 2. müz. (bir parçayı) cümlelemek. phraseology i. söyleniş; söyleyiş. phrenology i. frenoloji. phyllo i. 1. yufka. 2. yufka hamuru. phyllo dough 1. yufka. 2. yufka hamuru. phylogeny i., biyol. filogenez, filojenez, soyoluş. phylum çoğ. phy.la (fay´lı) i., biyol. filum. physic i., eski müshil. physic nut hintfıstığı, kürkas. physical s. 1. fiziksel, fiziki. 2. maddi. 3. bedensel. i., k. dili sağlık physical education muayenesi, beden eğitimi. çekap. physical examination sağlık muayenesi, çekap. physical therapist fizyoterapist. physical therapy fizik tedavisi, fizyoterapi. physician i. doktor, hekim. physicist i. fizikçi. physics i. fizik. physiognomy i. fizyonomi. physiologic s., bak. physiological. physiological s. fizyolojik, işlevbilimsel. physiology i. fizyoloji, işlevbilim. physiotherapist i. fizyoterapist. physiotherapy i. fizyoterapi, fizik tedavisi. physique i. bünye, fizik yapısı. pi i., mat. pi. pianissimo s., z., müz. pianissimo, çok hafif (sesle). pianist i. piyanist. piano i. piyano (çalgı). piano s., z., müz. piano, hafif (sesle). pianoforte i. piyano. piazza i. 1. (İtalyan şehirlerinde) meydan; pazar yeri. 2. balkon, picarel veranda. i., zool. istrongilos. picayune s. çok önemsiz, çok değersiz. piccolo i., müz. pikolo, küçük flüt. pick i. 1. (sivri) kazma. 2. kürdan. 3. mızrap. f. 1. seçmek. 2. (meyve, pick a fight çiçek kavgav.b.´ni) toplamak, koparmak; (meyveyi) devşirmek. 3. çıkarmak. delmek, kazmak. 4. (sivri aletle/tırnaklarla) çıkartmak. 5. (kilidi) pick a quarrel kavga çıkarmak. anahtarsız açmak. 6. müz. (telli çalgıyı) mızrapla/parmaklarla pick and choose titizlikle seçmek. çalmak. pick apart 1. çekiştirmek, insafsızca eleştirmek. 2. (savı) çürütmek. pick at 1. -i çekelemek. 2. k. dili -i kızdırmak, ile uğraşmak. pick at one´s food tabağındaki yemekten pek az yemek. pick holes in -de kusur bulmak. pick holes in (bir savı) çürütmek. pick o.s. up (yere düşmüşken) ayağa kalkmak. pick off -i koparmak. pick on 1. seçmek. 2. k. dili ... ile uğraşmak, -e kötü davranmak. pick one´s nose burnunu karıştırmak. pick one´s teeth kürdan v.b.´yle dişlerini temizlemek. pick one´s way through -in arasından dikkatle ve yavaş yavaş ilerlemek. pick out 1. seçmek, ayırmak. 2. ayırt etmek. 3. çıkarmak. 4. müz. ağır pick over ağır nota (satılık çıkarmaya malları) çalışmak. karıştırarak incelemek. pick people/animals off insanları/hayvanları teker teker (silahla) vurmak/öldürmek. pick s.o./s.t. to pieces birini/bir şeyi kıyasıya eleştirmek. pick s.o.´s brains k. dili birine çok soru sormak. pick s.o.´s pocket birinin cebindekileri yürütmek. pick up 1. (daha aşağı bir yerde duran birini/bir şeyi) kaldırmak; (daha pick up s.o.´s/an animal´s aşağı (takip bir yerde edilen) duran şeyleri) birinin/bir kaldırmak/almak/toplamak. hayvanın izini bulmak. 2. (bir trail yere gelip/gidip) (birini) almak: I´ll pick you up at eight. Sekizde pick up speed hızlanmak. gelir seni alırım. 3. (birini/kargoyu) (arabaya) almak: He picked pickaback z. upomuzda, sırtta. Otostopçuyu arabasına aldı. 4. (polis) (birini) the hitchhiker. pickax karakola götürmek; (polis) (birini) tutuklamak. 5. k. dili (birini) i. (sivri) kazma. picket birlikte i. 1. çit kazığı. 2.razı olmaya etmek; nöbetçi (birini) asker, tavlamak. nöbetçi; 6. (bir bir grup şeyi) asker. nöbetçi rasgele/şans 3. grev gözcüsü; bir grup grev gözcüsü. f. 1. kazıklarla etrafını7. eseri (satın) almak/edinmek/öğrenmek/bulmak. k. dili -i (satın) çevirmek. almak. 8. (dağınık 2. nöbetçi/karakol bir yeri) koymak. toplamak, 3. grev düzeltmek. gözcülüğü 9. (radyo/televizyon yapmak. istasyonunu, telsiz sinyalini) almak. 10 . k. dili (hesabı) ödemek. 11. (tempoyu) hızlandırmak. 12. (bırakılan bir yerden) devam etmek: We´ll pick up where we left off. picket fence kazık çit. pickings i., çoğ. toplanılacak artıklar. pickle i. 1. turşu: She bought a jar of tomato pickles. Bir kavanoz pickled domates s. 1. turşuturşusu aldı. 2. salatalık/hıyar haline getirilmiş (sebze/meyve): turşusu; kornişon. pickled 3. beets pancar dekapaj turşusu. solüsyonu. f. 1. -den turşu yapmak. 2. (metal bir pickling i. 1. -den2. k. dili turşu zilzurna yapma. 2. sarhoş, dekapaj.fitil s. gibi. turşuluk. nesneyi) dekape etmek. pickling tank dekapaj teknesi. picklock i. 1. hırsız. 2. maymuncuk. pick-me-up i., k. dili kuvvet verici ve canlandırıcı içecek/yiyecek. pickpocket i. yankesici. pickup i. 1. oto. hızlanma kapasitesi, çabuk hızlanma kapasitesi: This pickup arm car´s pikap got kolu.no pickup. Bu arabanın hızlanma gücü sıfır. 2. kamyonet, pikap. 3. k. dili bir gecelik aşk için eve alınan/otele pickup truck kamyonet, pikap. götürülen kimse. 4. (pikap kolundaki) kafa, pikap kafası. 5. picky s., k. dili çok (ticarette) seçen (biri). canlanma. 6. (çöpü/postayı/yollanan malları) picnic toplama: i. 1. piknik.They only make giden 2. kolay/hoşa one garbage pickup iş. f. (--ked, a week --king) here. pikniğe pictorial Burada gitmek, çöpü piknikancak yapmak.haftada bir kez topluyorlar. s. 1. resimle ilgili. 2. resimli. 3. resim gibi. i. resimli dergi. picture i. 1. resim. 2. betimleme. 3. -in tıpatıp benzeri, kopya. 4. k. dili picture book film, sinema resimli kitap.filmi. 5. görüntü. f. 1. betimlemek, resmetmek. 2. canlandırmak, hayal etmek. picture frame resim çerçevesi. picture gallery resim galerisi. picture postcard kartpostal. picture tube TV resim tüpü, resim lambası. picturesque s. pitoresk, resim konusu olmaya elverişli. pie i. 1. ahçı. turta. 2. argo kolay şey. 3. argo rüşvet. piebald s. alacalı (at, kuş v.b.). piece i. 1. parça, kısım, bölüm. 2. dama taşı. 3. satranç piyadeden piece yüksek f. taş. 4. tüfek, top. 5. müz. parça. 6. oyun, piyes. 7. resim. 8. örnek. piece goods tic. metreyle satılan kumaş. piece on eklemek. piece out parça ekleyerek tamamlamak. piece s.t. together bir şeyin parçalarını bir araya getirmek. piecemeal z. parça parça, yavaş yavaş. s. parça parça yapılan, kademeli. piecework i. parça başı iş. piecrust i., ahçı. turta hamuru. pied s. benekli, alaca. piedmont i., coğr. sıradağların eteklerindeki bölge. s., coğr. sıradağların pieplant eteklerindeki. i., bot., k. dili ravent. pier i. 1. iskele, rıhtım. 2. kemer/köprü payandası. pierce f. 1. delmek. 2. delip geçmek. 3. içine işlemek, nüfuz etmek. piety i. 1. Tanrıya hürmet. 2. dindarlık. pig i. 1. domuz. 2. k. dili obur. 3. k. dili pis herif, domuz. 4. k. dili pig iron şırfıntı, yelloz. pik, dökme demir, font. pig Latin bir tür kuşdili (Birinci ses kelimenin sonuna getirilir ve ay pigeon eklenir: igpay atinlay.). i. güvercin. pigeonhole i. 1. güvercin yuvası. 2. yazı masasında kâğıt gözü. f. 1. k. dili piggyback yazı masasının z. omuzda, kâğıt gözüne yerleştirmek. 2. sınıflandırmak. 3. sırtta. k. dili bir kenara bırakmak, rafa kaldırmak. pigheaded s. inatçı, dik kafalı. pigment i. 1. renk maddesi, boya maddesi. 2. toz boya. 3. biyol. pigment. pigmentation i., biyol. pigmentasyon. Pigmy i., s., bak. Pygmy. pigmy i., s., bak. pygmy. pigpen i. domuz ağılı. pigskin i. 1. domuz derisi. 2. k. dili Amerikan futbol topu. pigsty i. 1. domuz ağılı. 2. domuz ağılı gibi pis ev/oda, mezbele. pike i. kargı, mızrak. pike i., zool. turnabalığı. pike i. 1. anayol. 2. paralı yol. pike perch uzunlevrek. pilaf i. pilav. pile i. temel direği, kazık. pile i. 1. yığın, küme. 2. fiz. atom reaktörü. 3. tüy, hav. 4. argo pile driver servet, şahmerdan.dünyalık. 5. çoğ. emoroitler. f. yığmak, kümelemek. pile in doluşmak. pile off/out inmek, hep birlikte inmek. pile on 1. üşüşmek. 2. tepeleme doldurmak. pile up 1. yığmak, biriktirmek; yığılmak, birikmek. 2. k. dili kazada pilfer çarpıp f. çalmak,ezmek. aşırmak, yürütmek. pilgrim i. hacı. pilgrimage i. hac. piling i. 1. temel direği, kazık. 2. kazık çakma. pill i. hap. pillage i. 1. yağma, talan. 2. ganimet. f. yağma etmek, yağmalamak, pillar talan i., mim. etmek. sütun, kolon; direk; dikme. pillar box İng. (açık yerlerde bulunan umumi) posta kutusu. pillory f. elâleme rezil etmek. pillow i. yastık. pillowcase i. yastık yüzü. pilot i. 1. pilot. 2. den. kılavuz, kılavuz kaptan. 3. den. dümenci. 4. pilot burner kılavuz, ateşlemerehber. 5. TV deneme yayını. f. 1. (uçak) kullanmak. 2. brülörü. kılavuzluk etmek, yol göstermek. pilot film deneme filmi. pilot light 1. (şofben, fırın v.b.´nde) pilot alevi, ateşleme brülörü. 2. işaret pilot project lambası. deneme projesi. pilothouse i. kaptan köşkü. pimento i. bir tür tatlı kırmızıbiber. pimento cheese içine bu tür biber katılmış çok yumuşak bir peynir. pimiento i., bak. pimento. pimp i. pezevenk. f. pezevenklik etmek. pimple i. sivilce. pin i. 1. topluiğne. 2. broş, iğne. 3. müz. (telli çalgılarda) akort pin down mandalı. f. (--ned,tespit k. dili saptamak, --ning) 1. topluiğne ile tutturmak. 2. etmek. iliştirmek. 3. kıpırdayamaz hale sokmak. pin s.o. down on s.t. k. dili birini (bir konudaki niyetini) açıklamak zorunda bırakmak. pin s.o.´s ears back k. dili birini haşlamak/azarlamak. pin s.t. on s.o. k. dili 1. bir şeyi birinin üstüne atmak, birini bir şeyle suçlamak. pinafore 2. birininönlüğü, i. çocuk bir suçu işlediğini kanıtlamak. göğüslük. pinball i. langırt. pinball machine langırt makinesi. pincers i., çoğ. kerpeten, kıskaç. pinch f. 1. çimdiklemek. 2. kıstırmak. 3. (ayakkabı) vurmak, sıkmak. 4. pinchbug k. i., dili zool.aşırmak, yürütmek. makaslıböcek, i. 1. çimdik. 2. tutam: a pinch of salt yereşeği. bir tutam tuz. 3. sıkıntı, darlık. pincushion i. iğnedenlik, iğnelik. pine i. çam. pine f. 1. away erim erim erimek, eriyip solmak. 2. for -in özlemiyle pine cone yanıp tutuşmak, -in hasretini çekmek. çam kozalağı. pine needle çam iğnesi. pine nut çamfıstığı. pineal s. kozalaksı. pineal body/gland anat. kozalaksı bez. pineapple i. ananas. ping f. (motor) detonasyon yapmak. i. detonasyon. ping-pong i. pingpong, masatenisi. pinion i. 1. zool. kanat. 2. iri kanat tüyü. f. 1. (kuşun uçmasını pinion engellemek i., mak. küçük için) kanatlarının dişli ucunu kesmek. 2. (bir kimsenin) çark, pinyon. elini kolunu bağlamak. 3. bağlamak. pink i. 1. pembe renk. 2. (bir çeşit ufak) karanfil. s. pembe. pinna çoğ. --s (pîn´ız)/--e (pîn´i) i., zool. pines. pinnacle i. 1. mim. bina üzerindeki sivri tepeli kule. 2. doruk, tepe, zirve. pinpoint i. 1. iğne ucu. 2. ufacık nokta. f. kesin olarak yerini belirtmek. pinprick i. 1. iğne batması. 2. sinir bozucu ufak bir şey. pins and needles karıncalanma, uyuşma. pinstripe i. (kumaşta) ince çizgi. pinstripe suit ince çizgili takım elbise. pinstriped s. ince çizgili (kumaş/giysi). pint i. yarım litrelik sıvı ölçü birimi, bir galonun sekizde biri, A.B.D. pintail 0,473 i., zool.litre, İng. 0,550 litre. kılkuyruk. pinwheel i. fırıldak (oyuncak); çarkıfelek. pioneer i. öncü. f. -de öncülük etmek. pious s. dindar, mütedeyyin, dini bütün. pip i., İng. (elma, portakal v.b.´nde) çekirdek. pip i., İng. bip, bip sesi. pip pipe i. 1. boru. 2. kaval, düdük. 3. pipo. f. 1. düdük çalmak. 2. düdük Pipe down! çalarak emretmek/çağırmak. k. dili Kıs sesini! 3. boru hattıyla/borularla getirmek/iletmek/nakletmek. 4. to hoparlörlerle (odalara) pipe dream boş hayal, hulya. vermek. 5. (radyo/televizyon programı v.b.´ni) kablo ile iletmek. pipe organ borulu 6. (çocukorg. sesi gibi) tiz bir sesle söylemek. 7. (elbiseyi) şeritle pipe up süslemek. k. dili birden sesini çıkarmak, birden konuşmak. pipeline i. 1. boru hattı/yolu, payplayn. 2. iletişim hattı. piper i. 1. gayda çalan kimse, gaydacı. 2. kavalcı. pipestem i. pipo sapı. pipet i., bak. pipette. pipette i. pipet. piping i. 1. boru sistemi; (boru sistemine ait) borular. 2. kordone, piping kordon. s. piping hot çok sıcak, dumanı üstünde. piquant s. 1. hoş bir acılığı olan (tat/koku). 2. insanın kafasını çalıştıran pique (yazı v.b.). f. 1. gücendirmek. 2. uyandırmak: You´ve piqued i. gücenme. piracy my curiosity. Beni meraklandırdın. i. korsanlık. pirate i. 1. korsan. 2. korsan gemisi. pirate publisher korsan yayımcı. pirate radio station korsan radyo istasyonu. pirate ship korsan gemisi. pirouette i. parmak uçlarında veya topuk üzerinde dönüş yapma. f. Pisces parmak i., astrol.uçlarında veya topuk üzerinde dönüş yapmak. Balık burcu. piss i., kaba sidik. f., kaba işemek. piss down İng., kaba (yağmur) bardaktan boşanırcasına yağmak. Piss off! İng., kaba Defol! piss s.o. off kaba birini sinirlendirmek/sinir etmek/kızdırmak. pissed s., kaba pistachio i. 1. fıstık, antepfıstığı, şamfıstığı. 2. fıstıkağacı, pistil antepfıstığıağacı. i., bot. pistil, dişiorgan. pistol i. tabanca. piston i. piston. piston ring segman, piston segmanı. piston rod biyel, biyel kolu. pit i. 1. çukur: rifle pit avcı çukuru. target pit hedef çukuru. pit orchestra pit etli i. şeftali gibi orkestra çukuru. meyvelerin 2. kısmen çekirdeği. f. yere gömülü (--ted, --ting) sera. 3. pit one person/thing against (ciltte kalan çekirdeğini çiçek çıkarmak.izi gibi) iz. 4. İng. maden kuyusu. f. (--ted, 1. iki kişiyi/şeyi karşı karşıya getirip dövüştürmek/yarıştırmak. another person/thing --ting) 1. (bir yerde) çukurlar açmak. 2. (hastalık) (birinin pita 2. i. (iki şey) birbiriyle yarışmak/boy ölçüşmek: Zeki´s pitted his pide. yüzünü) çopurlaştırmak. brains against Yavuz´s brawn. Zeki´nin zekâsıyla Yavuz´un pitch i. zift. kuvvetli cüssesi çarpışıyor. pitch f. 1. atmak, fırlatmak. 2. (çadır) kurmak. 3. müz. tam perdesini pitch in vermek. 4.grup k. dili (bir düşmek, birdenbire çalışana) yardım düşmek. etmek; 5. den. (gemi) (yardım etmekbaş kıç üzere) vurmak. gelmek: 6. beysbol Why don´t atıcılık you yapmak. pitch in and 7. aşağıya help? Neden meyletmek. gelip i. 1. yardım pitch-black s. simsiyah, zifiri karanlık. atış, atım. etmiyorsun? 2. eğim. 3. müz. perde. 4. den. geminin baş kıç pitch-dark s. zifiri karanlık. vurması. 5. k. dili satış için önceden hazırlanan sözler. pitched battle büyük kavga, büyük münakaşa. pitched battle 1. meydan savaşı. 2. yakın muharebe. pitcher i. (kulplu) sürahi. pitcher i., beysbol topu atan oyuncu. pitcher´s mound beysbol atıcının durduğu tümsek yer. pitchfork i. yaba. piteous s. yürekler acısı, yürek parçalayıcı. pitfall i. 1. tuzak. 2. gizli tehlike. pith i. 1. öz, esas. 2. bot. süngerdoku. pith helmet güneş kaskı. pithy s. 1. özlü. 2. kuvvetli, etkileyici, az ve öz. pitiable s. acınacak, acıklı. pitiful s. 1. acınacak, acıklı. 2. (acınacak ve horlanacak kadar) gülünç, pitifully acınası, zavallı. z. 1. acıklı bir şekilde. 2. acınacak kadar. 3. gülünç derecede. pitifulness i. acınacak durum. pitiless s. acımasız, merhametsiz, taşyürekli. pitilessly z. acımasızca, merhametsizce. pitilessness i. acımasızlık, merhametsizlik. pittance i. çok düşük ücret. pituitary s., biyol. 1. balgam salgılayan. 2. sümüksü. i., anat. hipofiz. pituitary gland anat. hipofiz. pity i. acıma, merhamet. piuri i. hintsarısı. pivot i. mil, eksen, mihver. f. 1. mil üzerine yerleştirmek. 2. on pivotal mil/eksen üzerinde s. 1. mile ait. 2. çokdönmek. önemli. pizza i. pizza. pkg kıs. package. pl kıs. place, plural. placable s. kolay yatışır, kolay affeder. placard i. afiş; döviz. placate f. (taviz vererek) -i memnun etmek/yatıştırmak/susturmak. place i. 1. yer, konum, mevki: Put it back in its place. Onu yerine koy. place This f. is koymak, 1. -i a beautiful place. -i bir yereBurası koymak, güzel bir yer. All the -i yerleştirmek. 2.places -e iş in this row are bulmak. 3. -i taken. atamak, Bu-isıradaki tayin tüm yerler etmek. 4. dolu.vermek, (para) 2. k. dili yer; ev; place a bet bahse girmek. işyeri, yatırmak. dükkân. 5. -in3.kimküçük sokak/meydan. olduğunu çıkarmak, 4. semt, şehir, -i tanımak: kasaba. Although we place an order (with) -ekoltuk, 5. sipariş yer. vermek. 6. görev, vazife. 7. memuriyet, mevki. had met before I couldn´t place him. Daha önce tanışmamıza place card davetlilerin karşın sofradakiçıkaramadım. kim olduğunu yerlerini gösteren 6. sporkart. (birinci/ikinci/üçüncü) place great demands on gelmek. -in kapasitesini zorlamak. place in the sun iyi durum. place mat Amerikan servis. place of delivery tic. teslim yeri. place s.t. out of s.o.´s reach 1. bir şeyi birinin erişemeyeceği/yetişemeyeceği bir yere place setting koymak. (tek kişilik)2. servis bir şeyitakımı. biri için imkânsız hale getirmek. place/put s.o. under arrest birini tutuklamak. placement i. koyma, yerleştirme. placenta i., anat. son, plasenta, etene. placid s. sakin, yumuşak, uysal. plagiarise f., İng., bak. plagiarize. plagiarism i. aşırma, aşırmacılık. plagiarist i. aşırmacı. plagiarize f. (başkasının sözlerini/fikrini) aşırmak. plagiary i. aşırma, aşırmacılık. plague i. 1. (hastalıktan/haşarattan kaynaklanan) salgın. 2. veba. 3. k. plague s.o. with dili başbir (belirli belası, dert. f. 1.birini şey yaparak) (dert)sürekli (birini)rahatsız rahatsızetmek. etmek. 2. eziyet vermek. Plague take it!/Plague on it! Allah belasını versin! plaice i. (çoğ. plaice) pisibalığı. plaid s. ekose. i. 1. ekose kumaş. 2. ekose desen. plain s. 1. düz: I want a plain rather than a patterned cloth. Desenli plain dealing değil, açiklık,düz birdavranma. açık kumaş istiyorum. 2. sade, süssüz, basit: The ceremony was not elaborate; it was plain. Tören görkemli plain living sade yaşam/yaşayış. değildi, sadeydi. 3. açık, belli: Its meaning is plain. Anlamı açık. plain-dealing s. 4. açık, açık davranan. baharatsız, sade (yiyecek). z. 1. sadece. 2. açıkça. i. düzlük, plainspoken ova, geniş ve düz yer. s. açıksözlü. plaintiff i., huk. davacı. plaintive s. hazin, hüzün dolu. plait i. 1. saç örgüsü, örgü. 2. pli, kırma. f. örmek. plan i. 1. plan. 2. kroki, taslak. 3. plan, düşünce, niyet, maksat. f. (-- plane ned, --ning) 1. planını çizmek. 2. tasarlamak, planlamak. 3. i. çınar. düzenlemek. plane i. 1. geom. düzlem. 2. düzey, seviye: on an intellectual plane plane entelektüel bir düzeyde. i. rende, el planyası, 3. uçak. planya. s. 1. düz (yüzey). f. rendelemek; 2. düzlem, planyalamak. düzlemsel: plane figure geom. düzlem şekil. plane geometry plane tree çınar. düzlem geometri. f. 1. uçmak. 2. (suyun yüzünde) uçar gibi planer i. 1. planya makinesi, planya. 2. planyacı; rendeleyici. gitmek. planet i. gezegen. planetarium i. planetaryum, gökevi, yıldızlık. planetary s. gezegenlere özgü; gezegenlerle ilgili. planetoid i., gökb. küçük gezegen. planing i. planyalama; rendeleme. planing mill planyalama atölyesi. planisphere i. düzlemküre. plank i. 1. (enli) tahta. 2. pol. (parti programında) ana madde. plankton i. plankton. planner i. plan yapan kimse, plancı. plant i. 1. bitki, ot. 2. fabrika. 3. demirbaş. 4. teçhizat. 5. argo hile, plant louse oyun, tuzak. 6. şakşakçı. 7. seyircilerin arasında oturup rol fidanbiti. yapan oyuncu. f. 1. (bitki) dikmek; (tohum) ekmek: Villagers plantain i., bot. sinirotu. planted those plane trees. O çınarları köylüler dikti. 2. (direk) plantain i. bir tür muz. dikmek: He planted the stake in the ground. Kazığı yere dikti. 3. plantation kurmak: The English planted colonies in North America. i. plantasyon. planter İngilizler i. 1. ekici.Kuzey Amerika´da 2. tohum sömürgeler serpme makinesi. 3.kurdu. 4. in sahibi; plantasyon (polisi/bombayı) plantasyon gizlice işletmecisi. (bir yere) yerleştirmek: They planted plaque i. 1. süs spies tabağı. in the 2. plaka,organization. intelligence plaket, madeni levha. 3. İstihbarat diş taşı, diş örgütüne plash kiri. f. su sıçratmak; ajanlar (suyu)5.sıçratmak. yerleştirdiler. -i yerleştirmek: He planted his foot on plasma the second i. plazma. step. Ayağını ikinci basamağa yerleştirdi. 6. in -e (fikir) aşılamak, (kafasına) (fikir) sokmak. 7. argo in/on -e (tokat) plasmolysis i. plazma bozulumu. indirmek, -e (tokadı) yapıştırmak. plaster i. 1. mim. sıva. 2. alçı. 3. tıb. yakı. 4. İng. yara bandı, bant. f. 1. plaster cast sıvamak. tıb. alçı. 2. yakı yapıştırmak. 3. yapıştırmak. 4. k. dili yumruk indirmek. plaster of Paris alçı. plastered s., k. dili sarhoş, küfelik. plastic s. 1. plastik, naylon. 2. plastik, biçimlenebilir, esnek. i. plastik. plastic arts plastik sanatlar. plastic surgery plastik ameliyat. plate i. 1. tabak. 2. plak, plaka, madeni levha. 3. kupa, şilt. 4. dişçi. plate glass damak, dökme takma cam. diş, protez. 5. beysbol kale işareti. f. with -i madeni levhalarla kaplamak. plate rack tabaklık. plateau çoğ. --s/--x (plätoz´) i. plato. plated s. kaplamalı, kaplama, kaplı. plateful i. bir tabak dolusu. platform i. 1. kürsü: The speaker used a crate as his platform. Konuşmacı platinum kürsü i., kim.olarak platin.bir sandık kullandı. 2. platform, yüksekçe yer. 3. peron. 4. pol. platform, parti programı. 5. plan, tasarı. platinum blonde platin saçlı kadın. platitude i. 1. yavan söz, basmakalıp söz. 2. yavanlık, tatsızlık. Plato i. Eflatun, Platon. Platonic s. Eflatun veya felsefesine ait, Platonik. platonic s. platonic love platonik sevgi. Platonism i. Eflatunculuk, Platonculuk. platoon i. müfreze, takım. platter i. servis tabağı. plausible s. akla yakın, makul. play f. 1. oynamak; oynatmak. 2. (çalgı/müzik) çalmak. 3. tiy. play a joke on s.o. oynamak, birine şaka canlandırmak. yapmak, birine i. 1. oyun. oyun 2. sahne oyunu, piyes. 3. oynamak. şaka. 4. hareket serbestliği. 5. mek. (hareket eden bir play a part bir rolü oynamak. elemanda) gevşeklik, laçkalık, gevşeme. play at (çocuklar) -cilik oynamak. play back (kaydı) yeniden göstermek/dinlemek. play ball 1. top oynamak. 2. k. dili birlikte çalışmak. play ball 1. oyuna başlamak. 2. with k. dili ... ile işbirliği yapmak. play both ends against the kendi çıkarı için başkalarını birbirine düşürmek. middle play down hafifsemek, önemsememek. play fair doğru/hilesiz oynamak. play fast and loose with 1. -i aldatmak. 2. -i çarpıtmak. play fast and loose with ... ile oynamak, -i hafife almak. play havoc with -i harap etmek. play havoc with -i mahvetmek. play hooky k. dili okulu asmak. play house evcilik oynamak. play into the hands of -in ekmeğine yağ sürmek. play it smart k. dili akıllı olmak, akıllıca davranmak. play off berabere kalan bir oyunu sonradan tamamlamak. play on durmadan çalmak, çalmaya devam etmek. play on s.o.´s affections karşısındakinin hislerine hitap etmek. play on s.o.´s feelings birinin duygularını sömürmek/istismar etmek. play one´s trump card kozunu oynamak. play politics siyasi çıkarlarına göre davranmak. play possum 1. uyur gibi yapmak. 2. ölü numarası yapmak. play s.o. false birini aldatmak, birine oyun oynamak. play s.t. by ear 1. notasız çalmak. 2. olayların seyrine göre hareket etmek. play s.t. down bir şeyi önemsizmiş gibi göstermek. play second fiddle ikinci derecede rol oynamak. play second fiddle ikinci derecede rol oynamak. play second string to k. dili (birinin) gölgesinde kalmak. play the devil´s advocate (kendi görüşlerinin doğruluğunu ölçmek için) karşıt görüşlerin play the field savunmasını k. dili birden yapmak. fazla kimseyle aynı zamanda flört etmek. play the fool ahmakça davranmak. play the game dürüstçe hareket etmek. play the market spekülasyon yapmak. play up -in üzerinde durmak, -i vurgulamak. play up to -e yaltaklanmak. play with ... ile oynamak. playbill i. 1. tiyatro afişi. 2. oyun programı. playboy i. zampara, çapkın; safa pezevengi. play-by-play s. 1. dakikası dakikasına veren. 2. ayrıntılı. played out 1. bitkin. 2. modası geçmiş. 3. işe yaramaz. player i. 1. oyuncu. 2. aktör. 3. çalgı çalan kimse, çalgıcı. 4. eğlenceyle playfellow vakit i. oyun geçiren kimse. 5. k. dili bir işle meşgul olanlardan biri. arkadaşı. playful s. şakacı, şen; gülüp oynayan. playgoer i. tiyatro meraklısı. playground i. (ilköğretim okulunda) bahçe, oyun alanı. playhouse i. 1. tiyatro. 2. (çocukların içinde oynadıkları) küçük ev. playing card oyun kâğıdı, iskambil kâğıdı. playmate i. (çocuğun) oyun arkadaşı. playoff i., spor rövanş maçı, rövanş. playpen i. portatif çocuk parkı. plaything i. oyuncak. playwright i. oyun yazarı. plaza i. meydan, çarşı yeri. plea i. 1. yalvarma, rica. 2. huk. iddia, ifade. 3. huk. dava. 4. huk. plead itiraz. 5. bahane, f. (--ed/pled) mazeret, özür. 1. yalvarmak, rica etmek. 2. huk. dava açmak. 3. plead guilty iddia huk. etmek. 4. mazeret suçu kabul etmek. olarak göstermek, bahane etmek. plead not guilty huk. suçu reddetmek. pleasant s. hoş, güzel, tatlı, latif. pleasantry i. latife; hoş söz. exchange pleasantries hoşbeş etmek. please f. 1. sevindirmek, hoşnut etmek, memnun etmek. 2. hoşuna please o.s. gitmek. canının z. lütfen:gibi istediği Please giveetmek, hareket me thehoşuna salt./Please pass gideni the salt. yapmak. Lütfen tuzu verir misiniz? please the eye göze hoş görünmek, gözü okşamak. pleased s. memnun. pleasing s. hoş, sevimli, tatlı. pleasure i. 1. zevk; haz; keyif. 2. fels. haz. 3. lütuf, şeref: May I have the pleat pleasure of f.this i. pli, plise. pli dance? yapmak. Bu dansı bana lütfeder misiniz? Will you do me the pleasure of accepting this invitation? Bu daveti kabul plebiscite i. plebisit. buyurur musunuz? Bedri Bey requests the pleasure of your plectrum çoğ. plec.tra company at the(plek´trı) i., müz. wedding of hismızrap, çalgıç. daughter. Bedri Bey kızının pled nikâhını onurlandırmanızı rica ediyor. f., bak. plead. pledge i. 1. ant, söz, vaat. 2. işaret: It was a pledge of their friendship. plenary Arkadaşlıklarının s. 1. tam; sınırsız:bir işaretiydi. plenary 3. teminat; authority rehin. tam yetki. 2. 4. bütün üyelerin bağışlanacağına hazır dair söz verilmiş olan para. f. 1. ant içmek, söz plenipotentiary s. tambulunduğu yetkisi olan.(toplantı/kurul). i. tam yetkili temsilci. vermek, vaat etmek. 2. (belirli bir miktar para) bağışlamaya söz plenteous s. çok, bol, vermek. 3. bereketli. -i teminat/rehin olarak vermek; -i rehine koymak. plentiful s. 1. çok, bol. 2. bereketli, verimli. plenty i. bolluk. plenty of bol miktarda, bol. pleura çoğ. --e (plûr´i)/--s (plûr´ız) i., anat. plevra, göğüs zarı. pliable s. 1. esnek, bükülgen. 2. uysal, yumuşak. pliant s. 1. uysal, yumuşak. 2. esnek, bükülgen. pliers i., çoğ. kerpeten, pense, kıskaç. plight i. kötü durum. plod f. (--ded, --ding) (along) ayaklarını sürümek, ağır adımlarla plod away at yürümek. (bir işte) şevksiz bir şekilde çalışmak; (bir işi) hevessizce plop sürdürmek. f. (--ped, --ping) into -e cup diye düşmek, -e cumbadak düşmek. plop o.s. down on i.(bir cupyere) sesi,lop cumburtu, suya düşen ağır bir cismin çıkardığı ses. z. diye oturmak. cup diye, cumburlop, cumbadak. plop s.t. down on (bir şeyi) -in üzerine pat diye koyuvermek. plot i. 1. arsa, parsel. 2. hikâyenin konusu. 3. komplo, entrika, gizli plotter plan. f. (--ted,entrikacı. i. komplocu, --ting) 1. planını çizmek; haritasını çıkarmak. 2. komplo kurmak, entrika çevirmek. plough i., f., İng., bak. plow. plow i. saban, pulluk. f. 1. (toprağı/tarlayı) sabanla/pullukla sürmek. plow into 2.k. through dili 1. -e-ihızla yarıpçarpmak. geçmek,2. yol -eaçıp arasından geçmek. girişmek. plow money back into k. dili parayı tekrar (bir işe) yatırmak. plow money into k. dili parayı (bir işe) yatırmak. plow through a book bir kitabı güçlükle okuyup bitirmek. plowshare i. saban demiri, pulluk demiri. ploy i. manevra, hile, taktik. pluck f. 1. yolmak. 2. (telli çalgıyı) parmaklarla çalmak. 3. (çiçek, pluck meyve i. yürek,v.b.´ni) cesaret. koparmak. pluck one´s eyebrows kaşlarını almak. pluck out one´s gray hairs beyaz saç tellerini koparmak. pluck up by the root kökünden sökmek. pluck up one´s courage cesaretini toplamak. plucky s. yürekli, cesur. plug i. 1. tapa, tıkaç, tampon. 2. elek. fiş. 3. oto. buji. 4. tütün plug away at parçası. 5. k. sebatla -in üzerinde dili reklam. f. (--ged, --ging) 1. tıkamak, tıkaçla çalışmak. kapamak. 2. k. dili durmadan reklamını yapmak. plug for k. dili (birini) desteklemek, (birinin) tarafını tutmak. plug s.t. in bir şeyin fişini prize sokmak: Plug in the television. plum Televizyonun fişini prize sok. i. 1. erik. 2. arzulanacak şey; kıyak iş. plumage i. (kuşa ait) tüyler. plumb i. 1. çekülün ucuna bağlı olan kurşun. 2. iskandil kurşunu. s. plumb bob çekülün ucuna bağlı olan kurşun. plumb line çekül, şakul. plumb the depths son raddeye varmak. plumber i. (sıhhi) tesisatçı. plumbing i. 1. (binadaki) (sıhhi) tesisat. 2. (sıhhi) tesisatçılık. plumbing fixtures (bir yapının sıhhi tesisatını oluşturan) borular ve boru bağlama plume parçaları. i. (kuşa ait) tüy. f. 1. tüylerle süslemek. 2. (kuş) tüylerini plume o.s. on düzeltmek. k. dili ... ile övünmek. plummet i. 1. iskandil kurşunu. 2. çekülün ucuna bağlı olan kurşun. 3. plump çekül, şakul. s. dolgun, f. (dikine tombul; ve büyük balıketi, bir hızla) düşmek, düşüvermek. balıketinde. plump f. 1. down oturuvermek. 2. in girivermek. 3. out çıkıvermek. 4. plump down on one´s knees for -i desteklemek. dizlerinin 5. for İng. -e karar vermek, -i seçmek. 6. (up) üzerine çöküvermek. (yastık v.b.´ni) vurarak kabartmak. plump o.s. down on (bir yere) lop diye oturmak. plump s.o. into birini pat diye -e oturtuvermek. plump s.t. down on bir şeyi pat diye -in üzerine koyuvermek. plunder f. yağmalamak, yağma etmek. i. yağma. plunge f. 1. into içine dalıvermek. 2. (down) (dikine ve büyük bir hızla) plunger düşmek, i. 1. lavabo düşüvermek. pompası. 2.3.plançer, forwardhareketli (ileriye doğru) göbek,atılıvermek. 4. dalıcı piston. into hemen (bir şeyi anlatmaya) başlamak. i. 1. dalış, dalma. 2. plunk f., k. dili 1. (telli bir çalgıyı) tıngırdatmak, zımbırdatmak. 2. pat suya atlama. 3. k. dili tehlikeli girişim. plunk down money diye parayı düşmek; bastırmak.düşüvermek. 3. pat diye koymak/bırakmak; koyuvermek, bırakıvermek. 4. for -i desteklemeye karar plunk o.s. down on (bir yere) oturuvermek, kendini (bir yere) vermek. plunk s.t./s.o. down on atıvermek/bırakıvermek. bir şeyi/birini pat diye (bir yere) bırakmak/koymak; bir pluperfect şeyi/birini (bir yere) s., dilb. -miş´li bırakıvermek/koyuvermek. geçmiş. i. plural s., i., dilb. çoğul. pluralism i. çoğulculuk, plüralizm. pluralist i., s. çoğulcu, plüralist. plurality i. 1. adaylar arasında en fazla oy alma. 2. seçimi kazanan plus kimsenin ikinci gelen edat 1. artı.Two kişiden plus three is fazla olarak five. İki aldığı artı üç beşoy sayısı. eder. 3. 2. ve çokluk. ayrıca, ve, ve de. s. 1. fazla. 2. artı, pozitif. i. artı işareti (+). plus fours golf pantolon. plus sign artı işareti (+). plush i. pelüş. s. 1. pelüş. 2. k. dili lüks. Pluto i., gökb. Plüton. plutocracy i. plütokrasi, zenginerki, varsılerki. plutonium i., kim. plutonyum. ply i. 1. kat, tabaka. 2. eğilim. ply f. 1. işletmek, kullanmak. 2. etmek, yapmak. 3. (between) ply s.o. with liquor (arasında) birine durmadandüzenliiçki seferler içirmek.yapmak, gidip gelmek, işlemek. plying between New York New York ile Londra arasında işleyen (gemi/uçak). and London plywood i. kontrplak. PM, pm kıs. post meridiem öğleden sonra (12.00-24.00 arasındaki pneumatic saatler s., mak.için kullanılır.): havalı, pnömatik.2:30 P.M. saat 14.30. 12 P.M. saat 24.00. pneumonia i. zatürree. PO kıs. Post Office. poach f. 1. (bir şeyi) (kaynama derecesinin biraz altındaki bir sıvıda) poach pişirmek. 2. (bir şeyi) f. yasak bölgede (bir tür benmaride) pişirmek. avlanmak. poacher i. bir tür benmari. poacher i. kaçak avlanan kimse. pock i. çiçek hastalığının kabarcığı. pocked s. 1. kabarcıklı. 2. çukurlarla dolu. pocket i. 1. cep. 2. çukur. f. 1. cebe yerleştirmek, cebe koymak. 2. iç pocket calculator etmek. cep hesap 3. gizlemek, makinesi.saklamak. pocket knife çakı. pocket money cep harçlığı. pocketbook i. 1. el çantası. 2. İng. cep defteri. 3. İng. cüzdan. pocketknife i. çakı. pockmark i. çiçek hastalığının kabarcığı. pockmarked s. çiçekbozuğu, çopur. pod i., bot. 1. (baklagillerde) tohum zarfı. 2. baklamsı meyve. podium çoğ. --s (po´diyımz)/po.di.a (po´diyı) i. podyum. poem i. şiir, koşuk. poet i. şair, ozan. poetaster i. şair bozuntusu. poetess i. kadın şair. poetic s. 1. şairliğe özgü: poetic talent şiir yazma yeteneği. 2. poetical manzum: I like his poetic works. Onun şiirlerini beğeniyorum. 3. s., bak. poetic. şiirsel, şairane: a poetic turn of phrase şiirsel bir ifade tarzı. poetically z. şiirsel bir biçimde, şairane. poetry i. 1. şiir, koşuk, nazım. 2. şiir sanatı. 3. şiirler. 4. şiirsellik. pogrom i. soykırım; Yahudi soykırımı. poignancy i. 1. acılık, keskinlik. 2. dokunaklılık; acılık. poignant s. 1. acı, keskin. 2. şiddetli. 3. dokunaklı; acı. poikilothermal s., zool. soğukkanlı. poinciana i., bot. cennetağacı, cennetçiçeği. poinsettia i., bot. Atatürkçiçeği. point i. 1. uç, sivri uç. 2. nokta: boiling point kaynama noktası. point lace freezing iğne oyası. point donma noktası. point of intersection kesişme noktası. 3. nokta, noktalama işareti. 4. amaç, anlam, yarar: point of honor şeref meselesi. There´s not much point in going there personally. Oraya bizzat point of no return dönüşü olmayan gitmenin pek anlamı nokta. yok. 5. anlatmak istenilen şey: That´s not point of view my bakışpoint. Demek açısı, görüşistediğim açısı. o değil. the point of the story pointed hikâyenin s. 1. sivri uçlu. 2. anlamlı. şey. 6. coğr. burun. 7. sayı, puan: anlatmak istediği win/lose on points sayı ile kazanmak/kaybetmek. 8. pusula pointedly z. anlamlı kertesi. 9. olarak. mat. tamsayı ile kesiri ayırmak için aralarına konulan pointer i. 1. işaret eden kimse/şey. nokta [Türkiye´de 2. işaret bunun yerine değneği. virgül 3. ibre, kullanılır: gösterge. four point six pointillism 4. puanter (4.6) i., resim (bir tür dörtnoktacılık. av köpeği). virgül altı (4,6)]. 10. matb., bilg. punto. 11. İng. priz. 12. borsa puan. 13. ferma. f. 1. at -e doğrultmak, -e çevirmek: pointillisme i., resim, bak. pointillism. He pointed his telescope at the moon. Teleskopunu aya çevirdi. pointillist i., resim 2. at/out/tonoktacı. -i işaret etmek, -i göstermek: She pointed at her left pointilliste foot. Sol ayağını i., resim, işaret etti. 3. out -e dikkati çekmek: He pointed bak. pointillist. pointless out the problem to s. 1. uçsuz. 2. anlamsız. us. Soruna dikkatimizi 3. amaçsız. çekti. 4. ucunu 4. puansız. sivriltmek. 5. (av köpeği) ferma yapmak, fermaya oturmak. poise f. 1. dengelemek; dengelenmek. 2. hazırlamak; hazırlanmak: poise The i. 1. general poised his army itidal, soğukkanlılık. for battle. General 2. (hareketlerdeki) askerlerini güzellik, letafet. savaşa hazırladı. 3. hareketsiz tutmak; hareketsiz durmak: The poise s.t. on bir şeyi -in üzerine dengeli bir şekilde gull hung poised in the air. Martı havada hareketsiz duruyordu. koymak/yerleştirmek/oturtmak: i. She poised the water jar on her poison 4.zehir. f. zehirlemek. -i (belirli bir şekilde) tutmak: The dancer poised her arm head. Testiyi dengeli bir şekilde başının üzerine koydu. poison gas gracefully zehirli gaz.over her head. Balerin kolunu zarif bir şekilde başının poison hemlock üzerinde tuttu.ağıotu. bot. baldıran, poison ivy bot. bir tür zehirli sumak. poison oak bot. bir tür zehirli sumak. poison sumac bot. bir tür zehirli sumak. poisonous s. zehirli. poke i., k. dili kesekâğıdı. poke i., bot. 1. şekerciboyasının yeni çıkan yaprakları. 2. poke şekerciboyası. i. dürtme. f. 1. dürtmek. 2. yavaş gitmek. 3. İng., kaba sikmek. poke about/around in (bir yerde) (bir şeyi aramak veya merakını gidermek için) etrafı poke along karıştırmak: What are you doing poking around in here? Etrafı aylak aylak dolaşmak. ne karıştırıyorsun? poke one´s nose in/into -e burnunu sokmak. poke one´s nose into s.t. bir işe burnunu sokmak. poke out of -den çıkmak. poke s.t. at bir şeyi -e uzatmak. poke s.t. out bir şeyi -den dışarı uzatmak/çıkarmak. poke sallet k. dili 1. şekerciboyasının yeni çıkan yaprakları. 2. bu pokeberry yapraklarla yapılan birmeyvesi. i. 1. şekerciboyasının yemek. 2. bot. şekerciboyası. poker i. ölçer, ocak süngüsü. poker i., isk. poker. pokeweed i., bot. şekerciboyası. pokey i., argo hapishane, kodes. poky s. 1. delirtecek kadar yavaş. 2. İng. daracık, fazla küçük. Poland i. Polonya. polar s. kutupsal, kutup: polar lights kutup ışıkları. polar bear kutupayısı. Polaris i., gökb. Kutupyıldızı. polarisation i., İng., bak. polarization. polarise f., İng., bak. polarize. polarity i., fiz. polarite. polarization i. polarizasyon, polarma, ucaylanma. polarize f. 1. polarmak, kutuplanmak. 2. kutuplaştırmak; kutuplaşmak. Polaroid i. polaroit. Polaroid camera polaroit, polaroit fotoğraf makinesi. Polaroid photograph polaroit fotoğraf. Pole i. Polonyalı; Leh. pole i. sırık, direk, kazık. pole i. 1. coğr. kutup. 2. fiz. kutup, ucay. pole vault sırıkla (yüksek) atlama. polecat i., zool. kokarca, kırsansarı. polemic s. tartışmalı. i. polemik, sert tartışma. polemical s. tartışmalı. polemics i. tartışma sanatı, polemik. polestar i., gökb. Kutupyıldızı, Demirkazık. pole-vault f., spor sırıkla atlamak. police i., çoğ. polisler, polis memurları. f. 1. polis kuvvetiyle güvenliği police commissioner sağlamak. 2. denetlemek, komiser, polis komiseri. kontrol etmek. police force polis (kuruluş). police officer polis. police squad polis müfrezesi. police station polis karakolu, karakol. police station karakol. policeman çoğ. po.lice.men (pılis´mîn) i. (erkek) polis. policewoman çoğ. po.lice.wom.en (pılis´wîmîn) i. kadın polis. policlinic i. poliklinik. policy i. siyaset, politika. policy i. poliçe: life insurance policy hayat sigortası poliçesi. polio i. çocuk felci. poliomyelitis i. çocuk felci. Polish i. Lehçe, Polca. s. 1. Polonya, Polonya´ya özgü; Leh. 2. Lehçe, polish Polca. 3. Polonyalı; f. 1. cilalamak, Leh. parlatmak; cilalanmak, parlamak. 2. (ayakkabı) polish off boyamak. 1. (işi) çabucak bitirmek. 2. i.(yemeği) 3. terbiye etmek. 1. cila. 2. incelik, silip nezaket, süpürmek, bir terbiye. çırpıda temizlemek. polish up 1. iyice parlatmak. 2. çalışarak ilerletmek. polite s. kibar, nazik, terbiyeli. politeness i. kibarlık, nezaket, terbiye. politic s. 1. akla uygun, akıllıca: I don´t think that´s politic. Bence o iş political akıl s. 1.kârı değil. 2. kurnaz,ait. devlete/hükümete becerikli. 3. siyasal, 2. politik, sağgörülü; tedbirli, siyasi. ihtiyatlı. 4. politik, siyasal. political science siyasal bilgiler. politician i. politikacı, siyasetçi, siyasi. politics i. 1. politika, siyaset. 2. politikacılık. 3. entrikalar. polity i. yönetim biçimi, hükümet şekli. polka i. polka (dans/müzik). polka dot (kumaşta) büyük puan. poll i. 1. anket. 2. oylama. 3. oy sayısı. f. 1. anket yapmak. 2. oy polled toplamak. s. boynuzsuz 3. oy vermek, oyunu kullanmak. (hayvan). pollen i. çiçektozu, polen. pollinate f., bot. tozlaşmak. pollination i., bot. tozlaşma. pollster i. anketçi. pollutant i. kirletici madde. pollute f. kirletmek. pollution i. 1. kirletme; kirlenme. 2. kirlilik. polo i. polo, çevgen. poly- önek çok. polyandrous s. çokkocalı. polyandry i. çokkocalılık, poliandri. polyester i. polyester. polyethylene i., kim. polietilen. polygamist i. çokeşli erkek, poligam erkek. polygamous s. çokeşli, poligam. polygamy i. çokeşlilik, poligami. polyglot s. 1. çok dil bilen, poliglot. 2. birçok dili kapsayan. i. çok dil bilen polygon kimse. i., geom. çokgen, poligon. polygynous s. çokkarılı. polygyny i. çokkarılılık. polyhedral s., geom. çokyüzlü. polyhedron i., geom. çokyüzlü. Polynesia i. Polinezya. Polynesian i. Polinezyalı. s. 1. Polinezya, Polinezya´ya özgü. 2. Polinezyalı. polynomial i., mat. çokterimli. polyp i., zool., tıb. polip. polyphasal s., elek. çokfazlı. polyphase s., elek. çokfazlı. polyphonic s., müz. çoksesli, polifonik. polyphony i., müz. çokseslilik, polifoni. polypore i., bot. katranköpüğü. polysemous s. çokanlamlı. polysemy i. çokanlamlılık. polytheism i. çoktanrıcılık, politeizm. polytheist i. çoktanrıcı, politeist. polyurethane i. poliüretan. polyuria i., tıb. sıkişeme. pomade i. briyantin; pomat, merhem. pomegranate i. nar. pommel f. (--ed/--led,--ing/--ling) bak. pummel. pomp i. tantana, debdebe, görkem. pomposity i. 1. çalım, kurum, fiyaka. 2. tantana, debdebe. pompous s. 1. fiyakacı, çalımcı. 2. tantanalı, debdebeli, görkemli. pond i. gölcük, gölet; havuz. pond lily nilüfer, gölotu. pond lily bot. nilüfer, gölotu. ponder f. düşünüp taşınmak, zihninde tartmak, uzun uzun düşünmek. ponderous s. 1. ağır, hantal. 2. sıkıcı, tatsız. ponderously z. 1. ağır ağır. 2. sıkıcı bir şekilde. pong i., İng., k. dili (pis) koku. f., İng., k. dili (pis) kokmak. pongy s., İng., k. dili (pis) kokan. pontiff i. 1. papa. 2. piskopos. pontoon i. duba, tombaz. pontoon bridge dubalı köprü. pony i. midilli. pooch i., argo it. poodle i. kaniş. pooh-pooh f., k. dili küçümsemek. pool i. 1. gölcük; havuz. 2. su birikintisi. 3. yüzme havuzu. pool i. 1. isk. ortaya konulan para. 2. on beş top ile oynanan bir çeşit pool hall bilardo. 3. tic. rekabeti önlemek için fiyatları kontrol altında bilardo salonu. tutan tüccarlar birliği. 4. çalışma grubu, ekip. f. 1. tic. ortak fona poolroom i. bilardo salonu. koymak, havuzda toplamak. 2. bir araya getirmek, birleştirmek. poop i., den. pupa, kıç. poop i., ç. dili kaka. f. 1. ç. dili kaka yapmak; on -i kakalamak, -e kaka poop yapmak. 2. k. dilitakatini f., argo yormak, pırt yapmak, osurmak. kesmek. poop i., argo haber, bilgi, malumat. poop deck kıç kasarası. pooped s. bitkin, bitap, takati kesilmiş. poo-poo i., ç. dili kaka. f., ç. dili kaka yapmak; on -i kakalamak, -e kaka poor yapmak. s. 1. yoksul, fakir. 2. zayıf. 3. az. 4. kuvvetsiz. 5. verimsiz, kısır. poor fellow 6. zavallı, zavallı biçare. 7. kötü, beklenen düzeyde olmayan. i. adam. Poor fellow! Vah zavallı! poor sport mızıkçı. poorly z. kötü bir şekilde; başarısızlıkla. pop i. 1. hafif bir patlama sesi, hafif bir patlama. 2. gazoz. f. (--ped, pop --ping) s. pop: 1.poppatlamak; patlatmak. concert pop konseri.2.pop (mısır) music patlatmak. pop müzik. pop pop in singer pop şarkıcısı. k. dili uğramak. i. pop müzik. pop out 1. ağızdan kaçmak. 2. fırlamak, birdenbire çıkmak. pop the question k. dili evlenme teklif etmek. pop the question k. dili evlenme teklif etmek. popcorn i. 1. patlamış mısır. 2. cinmısırı. pope i. papa. popeyed s. patlak gözlü. poplar i. kavak. poplin i. poplin. popper i., İng., k. dili çıtçıt, fermejüp. poppy i., bot. gelincik; haşhaş. poppy seed haşhaş tohumu. poppycock i., k. dili saçma, saçmalık, zırva. populace i. halk, kitle. popular s. 1. popüler, herkesçe sevilen. 2. rağbette olan. 3. halkın popularise zevkine uygun, f., İng., bak. halka hitap eden. 4. yaygın, genel. 5. herkesçe popularize. anlaşılabilir. 6. halkın kesesine elverişli, ucuz. popularity i. popülerlik, popülarite. popularize f. yaygınlaştırmak, çoğu kimsenin tanımasını sağlamak, populate popülerleştirmek. f. 1. (bir yeri) iskân etmek. 2. yaşamak, oturmak. population i. nüfus. population explosion nüfus patlaması. populous s. kalabalık, yoğun nüfuslu. porcelain s. porselen. porch i. 1. hayat, (bir yanı/yanları açık) veranda. 2. (kapı önündeki, porcupine yanları i., zool. açık) sundurma, örtme; (kapı önündeki) giriş, portik, oklukirpi. portiko. pore i. gözenek. pore f. over -i incelemek, -i tetkik etmek. pore fungus/mushroom bot. katranköpüğü. pork i. domuz eti. pork sausage domuz sosisi. porn i., k. dili pornografi. porno i., k. dili, bak. porn. pornographic s. pornografik, müstehcen. pornography i. pornografi. porosity i. gözeneklilik, porozite. porous s. gözenekli. porous plaster yakı. porphyry i. porfir, somaki. porpoise i., zool. 1. domuzbalığı. 2. yunusbalığı. porridge i., İng. suyla/sütle pişirilen lapa. port i. liman; liman kenti. port i., den. 1. lombar. 2. lomboz. port i., den. iskele, geminin sol yanı. port i. porto şarabı. port i., bilg. port, kapı. port authority liman idaresi. port of call den. uğranılacak liman. port of entry 1. giriş limanı. 2. gümrük kapısı. portable s. taşınabilir, portatif. portal i. ana kapı. portend f. -e alamet olmak, -e işaret etmek. portent i. 1. belirti, alamet, işaret, haberci. 2. mucize, harika. porter i., İng. kapıcı. porter i. 1. hamal, taşıyıcı, yükçü. 2. d.y. yataklı vagon görevlisi. porterage i. 1. hamallık. 2. hamal ücreti. portfolio i. 1. (ressamın yapıp bir araya getirdiği) resimler. 2. borsa porthole portföy. i. 1. den.3.lomboz. evrak çantası; resim çantası. 4. makam, görev. 2. kale mazgalı. portion i. 1. kısım, parça, bölüm, cüz. 2. porsiyon, bir tabak yemek. 3. portly pay, hisse. 4. s. iri yapılı, kader,şişman. cüsseli, nasip. f. out -i bölüştürmek. Porto Rican bak. Puerto Rican. Porto Rico bak. Puerto Rico. portrait i. portre. portrait painter portre ressamı. portray f. 1. resmetmek, resmini yapmak. 2. betimlemek, tanımlamak. portrayal 3. rolünü i. 1. oynamak. resmetme. 2. betimleme. 3. rolünü oynama. Portugal i. Portekiz. Portuguese i. 1. (çoğ. Por.tu.guese) Portekizli. 2. Portekizce. s. 1. Portekiz, Portuguese man-of-war Portekiz´e (birkaç tür)özgü.renkli2.vePortekizce. 3. Portekizli. büyük medüz/denizanası. pos kıs. position, positive, possessive. pose i. 1. poz, duruş. 2. tavır; yapmacık tavır. f. 1. poz vermek. 2. pose as ortaya kendine (bir ...soru) süsü atmak. vermek,3....(sorun) kılığınayaratmak. girmek: The 4. yerleşmek; burglar, posing yerleştirmek. as a policeman, knocked on the door. Hırsız kendine polis süsü poseur i. pozcu. vererek kapıyı çaldı. posh s., İng., k. dili 1. şık; lüks. 2. kibar; sosyetik. position i. 1. yer, mevki. 2. durum, vaziyet, pozisyon. 3. tutum, görüş. 4. position o.s. (to do s.t.) konum. 5. toplumsal 1. -e uygun pozisyona durum, girmek:sosyal The pozisyon. 6. duruş. football player 7. ask. positioned mevzi. 8. himself foriş,a görev, goal. memuriyet. Futbolcu gol f. 1. yerleştirmek. pozisyonuna girdi. 2. 2. (bir (bir yerde) şey positive s. 1. olumlu, pozitif: a positive development olumlu bir gelişme. durmak: yapabilmek He için) positioned zemin himself next He hazırlamak: to the is window. Pencerenin positioning himself to positive sign 2. kesin, mutlak: toplama positive işareti, artı proof işareti (+).kesin delil. 3. gerçek: a positive önünde become durdu. president. Cumhurbaşkanı seçilebilmek için kendine difference gerçek bir fark. 4. belli, açık: It´s positive that she positivism i., fels.hazırlıyor. zemin pozitivizm, olguculuk. was mistaken. Yanıldığı belli. 5. emin: Are you positive? Emin positivist i., s., fels. misin? 6. tam: pozitivist, olgucu. a positive nuisance tam bir bela. 7. mat., elek., possess foto. f. pozitif. 1. -e sahip 8. kim. artı, olmak, pozitif.He -si olmak: 9. possesses tıb. pozitif.two 10. cars. dilb. olumlu. İki i. possessed 1. pozitif arabası resim. var. 2. 2. kesin hükmetmek. şey, kati şey. s. 1. deli; mecnun. 2. çılgın. 3. sahipli. 4. soğukkanlı. possession i. 1. mal. 2. iyelik, sahip olma. 3. huk. zilyetlik. 4. cin çarpması, Possession is nine points of cinnet, delilik. mülkiyet hakkının en büyük delilidir. huk. Zilyetlik the law. possessive s. 1. iyelik gösteren, iyelik .... 2. paylaşmak istemeyen. possessive pronoun iyelik zamiri. possessor i. 1. mal sahibi. 2. huk. zilyet. possibility i. 1. olanak, imkân. 2. olasılık, ihtimal. possible s. 1. mümkün, olabilir, imkân dahilinde. 2. olası, muhtemel. possibly z. belki, olabilir. possum i., k. dili opossum, sarig. f., k. dili 1. uyur gibi yapmak. 2. ölü post- numarası önek sonra. yapmak. post i. kazık, destek, direk. f. 1. (ilan) yapıştırmak. 2. afişle ilan post etmek. i. 1. memuriyet, görev. 2. ordugâh. 3. kol, karakol. 4. polis post noktası. i., İng. 1.5.posta. yabancıların 2. postakurduğu alışveriş servisi. 3. yeri. f. 1. posta kutusu. 4.koymak, postane. f. yerleştirmek. 1. İng. 2. tayin postalamak, etmek,vermek. postaya atamak;2.görevlendirmek, (kayıtları) günlük post office postane. post-office box posta kutusu. vazifelendirmek. defterden ana deftere geçirmek. postage i. posta ücreti. postage due taksa. postage-due stamp taksa pulu. postage stamp posta pulu. postal s. postayla ilgili. postal clerk postane memuru. postal money/order posta havalesi. postcard i. kartpostal. postdate f. üzerine ileri bir tarih atmak. postdated check tic. vadeli çek. poster i. poster, afiş. posterior s. 1. sonra gelen, sonraki. 2. gerideki. 3. anat. kıça yakın. i. kıç, posterity popo, kaba i. 1. döl, etler. soy. 2. gelecek kuşaklar. post-free s. 1. posta ücretine tabi olmayan. 2. İng. posta ücreti ödenmiş. postgraduate s., İng. üniversite sonrası öğrenimle ilgili. i., İng. master/doktora posthaste öğrencisi. z. büyük bir hızla, çok acele. posthumous s. 1. babasının ölümünden sonra doğmuş. 2. yazarın ölümünden sonra yayımlanmış. 3. öldükten sonra gelen/olan/meydana gelen. posthumously z. ölümden sonra. postman çoğ. post.men (post´mîn) i. postacı. postmark i. posta damgası. postmaster i. postane müdürü. postmistress i. postane müdiresi. postmortem s. öldükten sonraki, ölüm sonrası. i. otopsi. postnatal s. doğum sonrası. postpaid s., z. posta ücreti ödenmiş (olarak). postpartum s. doğum sonrası. postpone f. ertelemek. postponement i. erteleme. postscript i. (mektubun altındaki) not; dipnot. postulate i. man., mat. postulat, konut, koyut. f. (pas´çıleyt) farzetmek, posture varsaymak. i. 1. duruş, poz. 2. durum, hal. 3. tutum, tavır. pot i. 1. toprak kap, çömlek. 2. tencere. 3. argo haşiş. 4. göbek. 5. pot holder bir kap dolusu: tutacak; a pot of tea bir çaydanlık dolusu çay. a pot of fırın eldiveni. soup bir tencere çorba. 6. (kumarda ortaya konan) toplam para. potable s. içilebilir. 7. argo klozet. potassium i., kim. potasyum. potato i. (çoğ. --es) patates. potato chip cips. potbellied s. şişman göbekli, göbekli. potbelly i. 1. k. dili şişman göbek, göbek. 2. bir tür soba. potency i. 1. etki. 2. kuvvet, güç. 3. yetki. 4. nüfuz. 5. iktidar, cinsel güç. potent s. 1. etkili. 2. kuvvetli, güçlü. 3. yetkili. 4. nüfuzlu. 5. cinsel potentate iktidarı olan. i. 1. hükümdar, kral. 2. büyük yetki sahibi, otorite. potential s. 1. olası, muhtemel. 2. fiz. gizil, potansiyel. i. potansiyel. potential energy fiz. gizilgüç. potentially z. potansiyel olarak: That man is potentially dangerous. O adam pothole tehlikeli olabilir. arabaların yol açtığı) çukur. i. (yol yüzeyinde potion i. 1. ilaç dozu. 2. iksir. potpourri i. 1. çeşitli çiçeklerin güzel kokulu yapraklarıyla baharattan potsherd oluşan ve kavanozda i. kırık çömlek parçası.saklanan bir karışım. 2. birbirinden epey farklı şeylerden oluşan karışım. 3. müz. potpuri. potshot i. (ateşli silahla yapılan) rasgele vuruş. potter i. çömlekçi. potter f., bak. putter. potter´s clay çömlekçi çamuru. potter´s wheel çömlekçi çarkı. pottery i. 1. çanak çömlek. 2. çömlek imalathanesi. 3. çömlekçilik. potty i., ç. dili 1. lazımlık. 2. klozet. s., İng., k. dili deli, çatlak. potty chair lazımlıklı iskemle. pouch i. 1. kese, torba. 2. göz altında oluşan torbamsı şişlik. 3. zool. poulter kese. i., İng.,4.bak. zool.poulterer. avurt. poulterer i., İng. 1. kümes hayvanlarının etini satan kasap. 2. kümes poultice hayvanlarını i. yara lapası.yetiştirip satan kimse. poultry i. 1. kümes hayvanları. 2. kümes hayvanlarının eti. poultryman çoğ. poul.try.men (pol´trimîn) i. 1. kümes hayvanlarının etini pounce satan kasap. i. saldırış, 2. kümes atılım, hamle.hayvanlarını yetiştirip f. at/on/upon satan adam. birden üstüne atılmak. pound i. 1. libre. 2. İng. sterlin, pound. pound i. 1. başıboş hayvanların muhafaza edildiği yer. 2. yasak yere pound park eden araçların f. 1. vurmak, dövmek.çekildiği otopark. 3. 3. 2. yumruklamak. k. (gemi) dili cezaevi. dalgaya çarpmak. 4. (kalp) küt küt atmak. 5. ağır adımlarla yürümek. pound sterling İng. sterlin, pound. pound sterling sterlin, İngiliz lirası. pour f. 1. dökmek, akıtmak; dökülmek, akmak. 2. bardaktan pour cold water on boşanırcasına yağmak. ... umudunu söndürmeye çalışmak, ... hevesini kırmaya pour concrete çalışmak; (olumsuz beton dökmek. bir şekilde) eleştirmek, tenkit etmek. pour money down the drain parayı sokağa/denize atmak. pour oil on troubled waters ortalığı yatıştırmaya çalışmak. pour one´s heart out içini dökmek, deşarj olmak. pout f. surat asmak, somurtmak. i. surat asma, somurtma. poverty i. 1. yoksulluk, fakirlik, ihtiyaç. 2. yetersizlik, eksiklik. poverty-stricken s. çok fakir, yoksul. POW kıs. Prisoner of War. powder i. 1. toz. 2. pudra. 3. barut. f. 1. pudralamak. 2. toz haline powder horn/flask getirmek; barutluk. toz haline gelmek. powder puff pudra ponponu. powder room bayanlara ait tuvalet. powdered s. toz: powdered milk süttozu. powdered sugar pudraşeker. powdered sugar pudraşeker, pudraşekeri. powdery s. 1. toz gibi. 2. tozlu. power i. 1. güç, kuvvet: air power hava kuvveti. nuclear power nükleer power cut güç. physical (planlı) elektrik power fiziksel güç. 2. yetenek: the power to learn kesintisi. öğrenme yeteneği. 3. etki: The medicine has lost its power. İlaç power failure (arıza nedeniyle) elektrik kesintisi. etkisini kaybetti. 4. nüfuz: His power in political circles is power of attorney vekâlet,Siyasi limited. temsilçevrelerdeki yetkisi. nüfuzu sınırlı. 5. yetki: the power to power of attorney hire vekâletname. alma ve işten çıkarma yetkisi. 6. mat. üs, üst, and fire işe power of life and death güç, idamkuvvet: etme veya Raise af ityetkisi. to the tenth power. Onu onuncu kuvvete yükselt. power plant elektrik santralı. power politics kuvvet politikası. power station İng. elektrik santralı. power struggle pol. iktidar mücadelesi. powerful s. 1. güçlü, kuvvetli. 2. etkili. 3. nüfuzlu. powerless s. 1. güçsüz, kuvvetsiz. 2. çaresiz. 3. beceriksiz. 4. nüfuzsuz. powwow i., k. dili toplantı; görüşme. f. görüşmek, konuşmak. pp kıs. pages, pianissimo. PR kıs. public relations. practicability i. yapılabilirlik, uygulanabilirlik. practicable s. 1. yapılabilir, uygulanabilir. 2. kullanışlı, elverişli. practical s. 1. pratik, kullanışlı, elverişli. 2. pratik, uygulamalı, tatbiki. 3. practical joke pratik (kimse). eşek şakası. practical joke eşek şakası. practicality i. pratiklik. practically z. 1. gerçekte. 2. hemen hemen. 3. pratik bir şekilde. practice i. 1. uygulama, tatbikat. 2. pratik, egzersiz, alıştırma. 3. practice antrenman, f. (bir maharet, idman;yetenekegzersiz, çalışma: v.b.´ni soccer geliştirmek practice için) futbol çalışmak, pratik antrenmanı. yapmak, 4. tiy., müz. prova: choir practice koro egzersiz yapmak: You must practice the piano every provası. 5. practice economy tasarruf yapmak. âdet, alışkanlık: It´s now become a common day for one hour. Her gün bir saat piyano çalmanız lazım. Youpractice. Artık âdet Practice makes perfect. Meşk kemale haline geldi. 6.a erdirir. (hekime must practice lot. Çok gelen) hastalar; (avukata pratik yapmanız lazım. Shegelen) is practicing Practice what you preach! müvekkiller: Verdiğin her Italian. He´s kendin nasihatı got a big İtalyancasını practice. uygula! ilerletmek Çok için hastası/müvekkili egzersiz var. yapıyor. 2. spor practiced idman yapmak, s. deneyimli, tecrübeli.antrenman yapmak, egzersiz yapmak. 3. -lik practise yapmak: i., İng., bak.He practice is practicing 1. law. Avukatlık yapıyor. She is practicing medicine. Hekimlik yapıyor. practise f., İng., bak. practice 2. practised s., İng., bak. practiced. practitioner i. (belirli bir işi) uygulayan kimse, pratisyen. pragmatic s. pragmatik. pragmatism i. pragmacılık, pragmatizm. pragmatist i. pragmacı, pragmatist. prairie i. (ağaçsız, otlarla kaplı, geniş) düzlük, ova. praise f. 1. övmek, methetmek. 2. (Allaha) hamdetmek, şükretmek. i. praiseworthy övgü, meth, medih. s. övülmeye değer. pram i., İng. çocuk arabası. prance f. (at) sıçrayıp oynamak; (atı) sıçratıp oynatmak. prank i. eşek şakası; oyun. prate f. gevezelik etmek. i. gevezelik. prattle f. 1. çocukça konuşmak. 2. laflamak, gevezelik etmek. i. 1. prawn çocukça konuşma. 2. laflama, gevezelik, önemsiz konuşma. i., İng. karides. pray f. 1. dua etmek. 2. namaz kılmak. prayer i. 1. dua. 2. namaz. prayer beads tespih. prayer book dua kitabı. prayer meeting dua meclisi. prayer rug seccade. prayer rug seccade. praying mantis zool. peygamberdevesi. pre- önek önce, ön. preach f. vaaz etmek; vaaz vermek. preach against aleyhinde va´zetmek. preach to -e va´zetmek. preacher i. vaiz. preamble i. başlangıç, önsöz. preanimism i. preanimizm. prearrange f. önceden düzenlemek. precarious s. 1. güvenilmez. 2. kararsız, şüpheli. 3. tehlikeli; rizikolu; nazik. precariously z. tehlikeli bir şekilde. precaution i. önlem, tedbir. precede f. -den önde olmak, -den önce gelmek. precedence i. 1. önce gelme. 2. üstünlük. 3. önce olma. precedent i. 1. örnek oluşturan durum. 2. âdet, gelenek. preceding s. -den önceki; önde bulunan. precept i. 1. emir. 2. ahlaki kural, ilke. 3. yönerge. precinct i. 1. (şehir içinde) bölge; yöre. 2. çevre. 3. seçim bölgesi. precious s. 1. değerli, kıymetli. 2. çok pahalı. 3. aziz. 4. fazla nazik. 5. k. precious metals dili rezil. (altın, z., k. dili gümüş, çok,gibi) platin pek:kıymetli There ismadenler. precious little time left. Pek az zaman kaldı. precious stone kıymetli taş, mücevher. precipice i. 1. uçurum. 2. sarp kayalık. precipitant i., kim. çökeltici, çöktürücü. s., bak. precipitate. precipitate i., kim. çökelti, çökel. s. 1. aceleci. 2. düşüncesiz. 3. aceleyle precipitate yapılan. f. 1. neden 4. ani. olmak, başlatmak. 2. kim. çökeltmek; çökelmek. 3. precipitation (yağmur/kar i. 1. yağış. 2. şeklinde) yere düşmek, kim. çökelme; çökeltme. yağmak. precipitous s. 1. dik, sarp. 2. atılgan, aceleci. précis i. özet. precise s. 1. tam, kesin: a precise definition of the word sözcüğün tam precision karşılığı. at the i. 1. kesinlik. 2. precise doğruluk. moment of his 3. dikkat, arrival tam dikkatlilik. geldiği anda. 4. (saatte) 2. dakiklik. 5. (alette) hassasiyet. s. hassas: a precision4. çok dikkatli, titiz (kimse). 3. titizlikle yapılmış (iş). dakik instrument (saat). 5. hassas hassas bir alet. (alet). preclude f. 1. -i imkânsız kılmak, -i imkânsızlaştırmak, -i olanak dışı precocious bırakmak, -i olanaksızlaştırmak. 2. -i dışarıda bırakmak. s. erken gelişmiş. preconceived s. eski, yerleşmiş (fikir). preconception i. eski/yerleşmiş fikir. precondition i. önkoşul. precursor i. 1. haberci, müjdeci. 2. of -in ilk şekli/başlangıcı. predate f. 1. erken tarih atmak. 2. -den daha önce gelmek. predator i. yırtıcı hayvan. predatory s. 1. yırtıcı: predatory animal yırtıcı hayvan. 2. çapulcu, predecessor yağmacı: i. 1. selef,aöncel. predatory tribe 2. ata, cet.çapulcu bir kabile. 3. başkalarının eşine/malına göz koyup elinden almaya çalışan. predestination i. 1. Allahın, kişinin cennete/cehenneme gideceğini doğmadan predestine önce tayin(birinin) f. 1. (for) etmesi.(cennete/cehenneme 2. Allahın, kişinin hayatıyla ilgili her gideceğini) şeyi önceden önceden tayin tayin etmek. 2. etmesi, öncel (birinin) belirleme. (yaşarken başına 3. takdiri ilahi. gelecekleri) önceden predetermine f. 1. önceden tayin etmek/belirtmek. 2. önceden kararlaştırmak. tayin etmek. predicament i. 1. zor durum, bela. 2. durum, hal, vaziyet. predicate i., dilb., man. yüklem. s. yüklemle ilgili. predicate f. 1. doğrulamak. 2. belirtmek. predict f. 1. önceden söylemek: That economist predicted the present predilection recession. i. yeğleme,Otercih. ekonomist şimdiki durgunluğun olacağını önceden söylemişti. 2. -e dair/hakkında kehanette bulunmak: The predispose f. to 1. -e önceden hazırlamak. 2. -e yatkınlaştırmak. fortune-teller predicted that she would marry young. Falcı genç predisposition i. to/towards yaşta -e meyil/eğilim/yatkınlık. evleneceğine dair kehanette bulundu. predominance i. 1. hâkim olma, ağır basma. 2. çoğunluk. predominant s. 1. hâkim olan, ağır basan: the predominant color hâkim olan predominantly renk. 2. çoğunlukta z. genelde, çoğu: The olan. 3. en nüfuzlu:were representatives the predominant predominantly group in the European.meeting toplantıdaki en nüfuzlu Temsilcilerin çoğu Avrupalıydı. grup. 4. en etkili. predominate f. 1. (sayı/nüfuz/kuvvet/etki/derece açısından) üstün olmak. 2. preeminence hâkim olmak. 3. çoğunlukta olmak. 4. galip gelmek. i. üstünlük. preeminent s. en önde gelen, rakipsiz, üstün. preempt f. 1. önceden ayırmak. 2. herkesten önce ele geçirmek. preemption i. herkesten önce satın alma hakkı, önalım hakkı; önalım. preemptive s. önceden satın alma hakkı olan. preemptive strike karşı tarafın muhtemel saldırısına karşı önceden yapılan saldırı. preen f. 1. (kuş) gagasıyla (tüylerini) düzeltmek; gagasıyla tüylerini preen o.s. düzeltmek. saçını başını2.özenle (kedi, düzeltmek. köpek v.b.) (tüylerini) yalamak; tüylerini yalamak. 3. saçını başını özenle düzeltmek. preexist f. önceden var olmak. pref kıs. preface, prefix. prefab i., k. dili prefabrik yapı. prefabricate f. parçalarını önceden hazırlamak. prefabricated s. prefabrik, prefabrike. prefabrication i. prefabrikasyon. preface i. önsöz. f. 1. önsöz ile başlamak. 2. önsözünü yazmak. 3. -e ile prefatory başlamak. s. önsöz niteliğindeki. prefer f. (--red, --ring) 1. yeğlemek, tercih etmek. 2. huk. sunmak, preferable arzetmek. s. tercih edilir, daha iyi. preferably z. tercihen. preference i. 1. yeğleme, tercih. 2. tercih edilen şey. preferential s. tercihli; ayrıcalıklı. preferred stock tic. tercihli hisse senedi. prefix f. (sözcük başına) önek koymak. i. (pri´fîks) önek. pregnancy i. hamilelik, gebelik. pregnant s. 1. hamile, gebe. 2. with ile dolu. 3. anlamlı. preheat f. önceden ısıtmak. prehistoric s. tarihöncesi, tarihten önceki, prehistorik. prehistory i. tarihöncesi, prehistorya. prejudge f. peşin hüküm vermek, peşin yargıda bulunmak. prejudice i. 1. önyargı. 2. kayırma, taraf tutma, tarafgirlik. 3. zarar, ziyan. prejudice s.o. against f.birini 1. haksız hüküm çevirmek, -in aleyhine verdirmek.birine 2. zarara uğratmak. -e karşı olumsuz fikirler prejudice s.o. in favor of aşılamak. birini -in lehine çevirmek, birine -in lehine olumlu fikirler prejudice s.o.´s chances aşılamak. birinin şansını azaltmak. prejudicial s. preliminary s. hazırlayıcı, hazırlık, ilk, ön. i. 1. eleme maçı. 2. ön sınav, prelude yeterlik sınavı. giriş. i. 1. başlangıç, 3. çoğ.2. ön hazırlıklar. müz. prelüd. premature s. 1. zamanından önce olan/gelişen, erken. 2. mevsimsiz, prematurely zamansız. z. zamanından 3. erken önce,doğmuş, mevsimsizprematüre (bebek). olarak, erken. premeditate f. önceden tasarlamak. premeditated s. önceden tasarlanmış. premier s. 1. birinci, ilk. 2. baş, asıl. i. başbakan. premiere i. gala. premiership i. başbakanlık. premise i., man. öncül; terim. premises i. (bir kuruma/kişiye ait) bina/arazi. premiss i., man., bak. premise. premium i. 1. prim. 2. ödül. 3. ikramiye. 4. sigorta primi. 5. tic. acyo, premonition prim. i. 1. önsezi. 2. uyarma. prenatal s. doğum öncesi. preoccupation i. with zihni ... ile meşgul olma. preoccupy f. zihnini meşgul etmek. be preoccupied with zihni ... ile meşgul prep olmak. s., k. dili hazırlayıcı, hazırlık. i., İng. ev ödevi. prep kıs. preparatory, preposition. prep school 1. kolej, özel ortaokul ve lise. 2. İng. koleje hazırlayan özel okul. prepaid f., bak. prepay. preparation i. 1. hazırlama. 2. hazırlık. 3. preparat, hazır ilaç. preparative s. hazırlayıcı, hazırlık. i. hazırlayıcı şey. preparatory s. hazırlayıcı, hazırlık. z. to -den önce: preparatory to leaving the preparatory school country kolej, özelülkeden çıkmadan ortaokul ve lise.önce. preparatory to sending it gönderilmesi için hazırlık olarak. prepare f. 1. hazırlamak; hazırlanmak. 2. düzenlemek. 3. donatmak. 4. prepare for the worst yapmak. en kötü ihtimale karşı hazırlanmak. prepared s. hazır, önceden hazırlanmış. preparedness i. hazırlık, hazır olma. prepay f. (pre.paid) parasını önceden vermek, peşin ödemek. prepayment i. peşin ödeme. preponderance i. 1. çoğunluk, üstünlük. 2. ağır basma; hâkim olma. preponderant s. ağır basan, üstün gelen; hâkim olan. preponderate f. 1. ağır basmak, üstün gelmek, baskın çıkmak. 2. hâkim olmak. preposition i. edat, ilgeç. prepositional phrase edat ve isimden oluşan söz öbeği. prepossess f. 1. olumlu bir şekilde etkilemek. 2. zihnini meşgul etmek. prepossessing s. alımlı, çekici. preposterous s. akıl almaz, inanılmaz, saçma, abes. preposterously z. mantıksızca. prepuce i., anat. sünnet derisi. prereligion i. dinöncesi. prerequisite s. önceden gerekli olan. i. önkoşul, önşart. prerogative i. 1. hak, yetki. 2. ayrıcalık, imtiyaz. presage i. alamet, işaret. f. -e alamet olmak, -e işaret etmek. presbyope i., tıb. presbit. presbyopia i., tıb. presbitlik. presbyopic s. presbit. Presbyterian i., s. Presbiteryen. preschool i. anaokulu. s. okulöncesi. prescience i. ileri görüş. prescient s. ileri görüşlü. prescribe f. 1. (doktor) (ilaç) vermek/yazmak; (doktor) (bir tedavi yöntemi) prescription tavsiye i. 1. tıb. etmek. reçete. 2.2. (şartları/kuralları) emir. belirtmek/tayin etmek. presence i. huzur, hazır bulunma, varlık, var olma: The test results do not presence of mind indicate the presence aklı başında olma. of nitrogen. Test sonuçlarına göre nitrojen yok. presence of mind soğukkanlılık. present s. 1. şimdiki: the present worth of -in şimdiki değeri. 2. bulunan, present hazır, mevcut: i. hediye, the animals present in this region bu bölgede armağan. bulunan hayvanlar. 3. dilb. şimdiki zamanı gösteren. i. present f. 1. sunmak, takdim etmek: present a petition dilekçe sunmak. present a bold front 2. takdimgöstermek, cesaret etmek, tanıtmak: yürekli He presented me to the queen. Beni gözükmek. kraliçeye takdim etti. 3. göstermek, sergilemek, teşhir etmek. 4. present arms ask. selam durmak. bildirmek, sunmak. present company excepted söz meclisten dışarı, hâşâ huzurdan/huzurunuzdan. present itself (fırsat) olmak/çıkmak/düşmek. present o.s. bulunmak, hazır bulunmak, gelmek. present one´s compliments saygılarını sunmak. present one´s compliments selam söylemek. present participle durum ortacı, faaliyet ismi. present s.o. with birine -i sunmak/takdim etmek. present s.o. with a problem birini bir problemle karşı karşıya bırakmak. presentable s. prezantabl. presentation i. 1. sunma, sunuş, takdim; sunulma, sunuluş. 2. takdim etme; present-day takdim edilme. s. bugünkü, 3. gösterme; zamanımıza gösterilme. ait, şimdiki, 4. temsil, oyun. günümüzün. presentiment i. önsezi. presently z. 1. birazdan, yakında. 2. k. dili şu ara, halihazırda. 3. k. dili şu preservation an. i. 1. saklama; saklanma. 2. koruma, muhafaza; korunma. preservative s. saklayan, koruyan, koruyucu. i. koruyucu madde. preserve i., bak. preserves. preserve f. 1. korumak, muhafaza etmek. 2. saklamak. 3. sürdürmek. 4. preserves reçelini yapmak. i., çoğ. reçel; 5. konservesini yapmak. şekerleme. preside f. at/over -e başkanlık etmek. presidency i. başkanlık. president i. 1. başkan. 2. cumhurbaşkanı. 3. rektör. presidential s. başkanlığa ait. press i. 1. basın, medya. 2. yayınevi. 3. basın mensupları. 4. matbaa, press basımevi. f. 1. basmak: 5. baskı/matbaa makinesi. Press the button. Düğmeye6. pres, bas.cendere, 2. sıkmak, suyunu mengene. ezmek. çıkarmak; 7. sıkıştırma. 8. kalabalık. 9. (elbise/çamaşır için) press f. into -i (hizmete) zorlamak; -i zorla (askere) almak:The 3. sıkıştırmak, sıkıştırarak itmek: Thesoldiers dolap/yüklük. pressed the 10. (giyside) crowd into the ütü. small square. Askerler kalabalığı press agent government basın sözcüsü. pressed the villagers into military service. Hükümet küçük köylülerimeydana sıkıştırdı. zorla askere aldı.4. sıkıştırmak, baskı yapmak, press association basın kurumu. zorlamak: 5. in upon -in sınırına dayanmak, -in sınırını zorlamak: press conference The basınenemy pressed in upon the city. Düşman kentin sınırına toplantısı. press corps dayandı. gazeteciler. 6. ütülemek. 7. (cam, çelik, tuğla v.b.´ni) preslemek, preste sıkıştırmak, prese etmek. press for ... için baskı yapmak, -i ısrarla istemek: They are pressing for more time. Onlara daha çok zaman verilmesi için baskı yapıyorlar. press forward hızla ilerlemek. press money into s.o.´s hand birinin eline para sıkıştırmak. press on devam etmek. press one´s advantage avantajından mümkün mertebe yararlanmak. press one´s luck şansına fazla güvenmek, şansını zorlamak: Don´t press your press release luck. basınŞansına bildirisi.güvenme./Şansını zorlama. press s.o. for s.t. ısrarla birinden bir şey istemek, bir şey için birini sıkıştırmak. press s.o. into service birini seferber etmek, birini işe koşmak. press s.o. to birinin (bir şey yapması) için ısrar etmek, birine (bir şey press s.o.´s hand yapması) birinin elini için baskı yapmak: He is pressing me to accompany sıkmak. him to Ankara. Onunla birlikte Ankara´ya gitmem için beni press s.t. into service bir şeyi hizmete sokmak. sıkıştırıyor. press s.t. on s.o. birine bir şeyi ısrarla kabul ettirmeye çalışmak: He pressed the press s.t. upon s.o. money birine biron şeyi me. ısrarla Parayı vermeye bana zorla kabul ettirdi. çalışmak. press the shutter foto. deklanşöre basmak. pressed s. prese, preste sıkıştırılmış: pressed steel prese çelik. pressing s. 1. acil, ivedi, ivedili. 2. ısrarlı; sıkboğaz eden. pressure i. 1. basınç, tazyik: atmospheric pressure hava basıncı. high pressure cooker pressure yüksek basınç. low pressure alçak basınç. 2. (manevi) düdüklü tencere. baskı: work under pressure baskı altında çalışmak. f. (birine) pressure gauge basıölçer, manometre. baskı yapmak, (birini) sıkıştırmak. pressure group baskı grubu. pressure loss basınç kaybı. pressurise f., İng., bak. pressurize. pressurize f. 1. hav. (uçaktaki kabinin) havasını yeterli basınçta tutmak. 2. prestige İng. (birine) i. prestij, baskı yapmak, saygınlık, itibar. (birini) sıkıştırmak. presto z., müz. presto. prestressed s. öngerilmeli: prestressed concrete öngerilmeli beton. presumably z. herhalde, zannedersem. presume f. 1. sanmak, zannetmek, tahmin etmek: I am presuming that it presumption will i. 1. cost cüret,around fifty million küstahlık. 2. zan, liras. sanı, Yaklaşık tahmin. 3. ellifarz, milyon liraya mal varsayım. olacağını tahmin ediyorum. 2. (haddi olmayan bir şeyi) yapmak, presumptive s. 1. olası, muhtemel. 2. varsayımsal. (-e) kalkmak, (-e) yeltenmek: How can you presume to sit in presumptuous s. cüretli, küstah, judgment on her? haddini Onu ne bilmez. yüzle yargılayabilirsin? She presumed presuppose to correct her teacher. Öğretmeninin f. 1. (bir şey) mantıken (başka bir şeyi) yanlışını düzeltmeye gerektirmek, -in var presupposition kalktı. oluşuna 3. i. 1. -in varsaymak, dayanmak: varsaymak, olduğunuPrayer addetmek, presupposes farzetme. 2. önceden farzetmek: God. Dua içinThey farzedilen Allahın şey. presume varlığı him This gerek. guilty. Onu suçlu course sayıyorlar. presupposes We shouldofpresume a knowledge Latin. Bu pretence i., hisİng., bak. pretense. innocence. Onun suçsuz olduğunu varsaymalıyız. ders için Latince bilmek gerek. 2. -in var olduğunu farzetmek, -i pretend f. 1. rolüne girmek, olmak: You pretend to be the cat and I´ll be varsaymak. pretend to the mouse. Sen ... iddiasında kedi ol, olmak, ben de -i iddia fare olayım. etmek, 2. -miş ... taslamak: I´mgibi not davranmak,to pretending -mezlikten be an gelmek; expert. yalandan Uzmanlık yapmak, iddiasında ... numarası değilim. He´s pretend to the throne tahtta hak iddia etmek. yapmak: Hetoisbe pretending pretending a scholar.that he doesn´t Bilginlik taslıyor.know. Bilmiyormuş pretense i. gibi1. davranıyor. rolüne girme. 2. oyun, He´s numara, pretending yalan: to be sick.make Hastaa numarası pretense of pretension illness yapıyor. hasta numarası yapmak. 3. bahane: on i. 1. (bir şeyde) iddia. 2. hak iddiası. 3. gösteriş, kurum. the slightest pretense en ufak bahane ile. 4. to ... iddiası. pretentious s. 1. kendisinde aslında olmayan bir şeyin var olduğunu iddia pretentiously eden; kendisinde aslında olmayan bir şeyin var olduğu z. gösterişle. izlenimini vermeye çalışan. 2. iddialı, gösterişli. 3. gösterişçi, pretentiousness i. gösterişçilik. kurumlu. pretext i. bahane. pretty s. 1. sevimli, güzel, hoş. 2. iyi. z. oldukça, epeyce, hayli. pretty difficult epey zor, hayli güç. pretty much k. dili hemen hemen. pretty much the same hemen hemen aynı, yine öyle. pretty nearly/well k. dili hemen hemen. prevail f. 1. üstün/galip gelmek, galebe çalmak; over/against -i yenmek, prevailing -den baskın s. 1. galip çıkmak. gelen, 2. (among/in) üstün (-de) en gelen. 2. hüküm çok hâkim süren, ... bulunmak, olan. 3.enen çok -e rastlanmak, yaygın olmak: rağbette olan, en geçerli, en çok tutulan. That species prevails there today. Bugün orada en çok o türe rastlanmaktadır. 3. hüküm sürmek, hâkim olmak. 4. başarmak. 5. on/upon -i ikna etmek, -i razı etmek. prevalence i. 1. hüküm sürme, hâkim olma. 2. yaygınlık. prevalent s. 1. yaygın, çok rastlanan. 2. olagelen, hüküm süren, hâkim prevaricate olan. 3. en çokcevaplar f. 1. kaçamak tutulan. vermek. 2. k. dili yalan söylemek. prevarication i. 1. kaçamak cevaplar verme. 2. k. dili yalan; yalan söyleme. prevent f. önlemek, engellemek, mâni olmak; -den alıkoymak. preventable önlenebilir, önüne geçilebilir. prevention i. önleme, engelleme. preventive s. önleyici, engelleyici. i. 1. önleyici şey. 2. önlem, önleyici preventive measures tedbir. önleyici tedbirler. preventive medicine koruyucu hekimlik. preventorium çoğ. --s (privıntor´iyımz)/pre.ven.to.ri.a (privıntor´iyı) i. preview prevantoryum. i. 1. sin. ilk oynatım. 2. sin. fragman. 3. of (muhtemel bir şeyin) previous habercisi. s. 1. önceki, evvelki: the previous day evvelki gün. 2. eski, previous knowledge of sabık: a previous ... hakkında husband of hers eski kocalarından biri. önbilgi. previous to -den önce. previously z. önceden, evvelce. prewar s. savaş öncesi: prewar politics savaş öncesi politika. prey i. av. f. on 1. -i avlayıp yemek. 2. (bir kaygı, üzüntü v.b.) -in içini prey on s.o.´s mind kemirmek, -i rahatv.b.) (bir kaygı, üzüntü bırakmamak. 3. (bir yeri/insanları) -in içini kemirmek, haraca -i rahat bırakmamak. kesmek. 4. -i avlayıp/ağına düşürüp soymak. prezzie i., İng., k. dili hediye. prezzy i., İng., k. dili, bak. prezzie. price i. 1. fiyat, eder, paha. 2. karşılık, bedel. f. 1. fiyat koymak, paha price ceiling biçmek. 2. k. dili fiyatını sormak. fiyat tavanı. price cutting fiyat kırma. price list fiyat listesi, tarife. price o.s./s.t. out of the bir malın fiyatını fazla yüksek tutarak ona ait piyasayı market price range kaybetmek: fiyat dağılımı. You´ve priced yourself out of the market in that line. O serinin fiyatlarını fazla yüksek tutmakla piyasayı price tag 1. fiyat etiketi. 2. fiyat. kaybettin. priceless s. 1. değer biçilmez. 2. k. dili çok komik, gülünç. pricey s., İng., k. dili pahalı. prick i. 1. iğne v.b.´nin batmasından ileri gelen acı. 2. sivri bir şeyin prick of conscience açtığı vicdan delik. 3. argo penis, yarak. 4. k. dili pis herif. f. 1. sivri bir azabı. şeyi -e batırmak; sivri bir şey -e batmak. 2. (deriye batan diken prick s.t. on bir uzva (sivri bir şeyi) batırmak; (sivri bir şey) bir uzva batmak: v.b.) acıtmak/batmak. 3. (delik) açmak. 4. (vicdanı) (kendisini) prick up its ears I(hayvan) keep pricking my hand kulaklarını on these thorns. Bu dikenler hep elime dikmek. rahatsız etmek. batıyor. prick up one´s ears kulak kabartmak. prick up one´s ears kulak kabartmak. prickle i. 1. ufak diken. 2. ufak diken v.b.´nin batmasından ileri gelen prickly acı. s. 1.3. iğnelenme; dikenli. karıncalanma. 2. dalayan 4. (kumaş/giysi) (kumaş/giysi). dalama. 3. huysuz, aksi. f. 1. 4. zor, (ufak çapraşık diken v.b.) (mesele). batmak. 2. iğnelenmek; karıncalanmak. 3. prickly heat isilik. (kumaş/giysi) dalamak. prickly juniper bot. katranardıcı, Juniperus oxycedrus. prickly pear 1. bot. frenkinciri, hintinciri, firavuninciri, Opuntia ficus-indica. pride 2. i. 1.frenkinciri, hintinciri, gurur, kıvanç, firavuninciri iftihar, övünç: He (meyve). takes prideprickly-pear in his work. cactus İşinden bot., gururbak. prickly duyuyor. 2.pear (1). özsaygı, izzetinefis, onur, haysiyet, pride o.s. on s.t. bir şey ile övünmek, bir şeyden kıvanç duymak. şeref, gurur. 3. gurur, kibir: His pride prevents him from pride of place en yüksek mevki. admitting his mistake. Kibri, yanlışını kabul etmesine engel priest i. papaz.f. (kuş) tüylerini kabartmak. oluyor. prig i. ahlaken kendini üstün gören kuralcı kişi, herkese ahlak prim hocalığı yapanbiçimci, s. fazla resmi, kimse. çok ciddi; çok dikkatli ve ağırbaşlı. prim and proper dikkatli ve kuralcı. prima donna 1. primadonna. 2. k. dili hep ön planda olmak isteyen kişi. primacy i. öncelik, üstünlük. primarily z. 1. aslında, esasen: It´s primarily an exporting firm. O firmanın primary asıl s. 1.işi ilk,ihracat. birinci,2. en çok: birincil: They export primary stage primarily figs. En çok incir of development ihraç ediyorlar. gelişmenin primary color ana renk. ilk aşaması. 2. en önemli, başlıca; temel, ana, asıl: primary problem en önemli sorun. primary aim başlıca amaç. primary colors ana renkler. the primary elements of a just peace adil bir barışın temel primary school ilkokul. 3. fiz., elek. primer. öğeleri. primate i. 1. başpiskopos. 2. zool. primat. prime i. (birinin/bir şeyin) en güzel/parlak dönemi; (birinin) en prime verimli/başarılı s. 1. önemli; başlıca: dönemi; This(birinin) formunun has become zirvesinde a prime concern.olduğu Önemli dönem. bir mesele oldu bu. That´s the prime reason why she´s come. prime f. 1. hazırlamak. 2. (topa/tüfeğe) ağızotu koymak. 3. astar Onun gelmesinin astarlamak. vurmak/sürmek, başlıca nedeni o. 2. ennasıl 4. içine (birine) iyi, birinci cevapkalite: prime vermesi prime a pump (çalıştırmadan önce) pompanın su akıtmak. beef en iyi sığır eti. gerektiğini önceden söylemek; (tanığa) ne söyleyeceğini prime cost üretim maliyeti. öğretmek. prime meridian başlangıç meridyeni. prime minister başbakan. prime number asal sayı. prime s.o. about birini (bir konuda) aydınlatmak, birine (bir şey) hakkında bilgi prime the pump vermek. (devlet) çeşitli yatırımlarla ekonomiyi canlandırmaya çalışmak. prime time televizyonun en çok izlendiği saatler. primer i. 1. astar; astar boya. 2. ağızotu. primer i. okuma kitabı. primeval s. tarihöncesi çağlara ait. primitive s. ilkel, primitif. primitively z. ilkelce. primitiveness i. ilkellik. primitivism i. ilkelcilik, primitivizm. primitivist i. ilkelci, primitivist. primordial s. başlangıçta var olan. primrose i., bot. çuhaçiçeği, Primula. primula i., bot., bak. primrose. prince i. prens. princely s. 1. prense yakışır. 2. cömert, asil. 3. şahane. princess i. prenses. principal s. baş, ana, başlıca, en önemli, belli başlı. i. 1. müdür, okul principality müdürü. i. prenslik. 2. huk. müvekkil. 3. tic. sermaye, anamal, anapara. principally z. 1. en çok, çoğunlukla. 2. aslında, esasen. principle i. prensip, ilke. principled s. prensip sahibi. Prinkipo i., tar. (Kızıl Adalardan) Büyükada. print i. 1. bası, tabı. 2. basma, matbua. 3. matbaa harfleri. 4. iz: print s.t. out footprint bilg. 1. birayak şeyiizi. 5. foto. printere fotoğraf, negatiftenbasmak. yazdırmak/printerde yapılmış2. resim. 6. gravür/taşbaskı (printer) (resim). 7. emprime; bir şeyi yazmak/basmak. basma, basma kumaş. 8. printed s. basılı, matbu. basma kalıbı. f. 1. basmak, tabetmek. 2. yayımlamak. 3. foto. printed matter basma, matbua. negatiften (fotoğraf) basmak/tabetmek. 4. matbaa harfleriyle printed matter yazmak. matbua, basma. printer i. 1. basımcı, matbaacı. 2. bilg. yazıcı, printer. printer´s ink baskı mürekkebi. printing i. 1. basma, tab, tabetme. 2. baskı. 3. baskı sayısı. 4. matbaa printing press harfleriyle yazma. baskı makinesi. matbaa makinesi, print-out i., bilg. yazılı çıkış/çıktı. prior s. 1. önceden planlanmış. 2. önceki, evvelki, sabık. prior to -den önce: prior to his death ölümünden önce. prioritise f., İng., bak. prioritize. prioritize f. -e öncelik tanımak. priority i. öncelik. prism i. prizma. prison i. hapishane, cezaevi. prison breaker hapishane kaçağı. prisoner i. 1. tutuklu, mahkûm, mahpus: political prisoner siyasi tutuklu. prisoner of war 2. tutsak, savaş esir. esiri. prissy s., k. dili müşkülpesent ve burnu havada. pristine s. bozulmamış, saf. privacy i. 1. mahremiyet: The English value their privacy. İngilizler private mahremiyetlerine çok önem s. 1. özel, hususi, kişisel: verir. private car2. özel gizlilik. araba. private life özel private detective yaşam. private özel dedektif. ownership özel iyelik. private property özel mülk. private school özel okul. 2. gizli: a private telephone private enterprise ekon. özel teşebbüs. conversation gizli telefon konuşması. i. ask. er, asker. private eye k. dili özel dedektif. private parts edep/ut yerleri. private school özel okul. private secretary özel sekreter. private sector özel sektör. private soldier er, asker. privates i., çoğ., k. dili edep/ut yerleri. privation i. yoksunluk, sıkıntı. privatise f., İng., bak. privatize. privatization i. özelleştirme. privatize f. özelleştirmek. privilege i. ayrıcalık, imtiyaz. privileged s. ayrıcalıklı, imtiyazlı. privy i. 1. (su tesisatı olmayan kulübe içindeki) ayakyolu, apteshane. privy council 2. tuvalet. özel meclis. s. prize i. 1. ödül, mükâfat. 2. çok istenilen şey. 3. ikramiye. f. 1. -e çok prize değer vermek. f. manivela 2. paha biçmek. s.kanırtmak. ile kaldırmak/açmak, 1. ödül olarak verilen. 2. ödül i. ganimet. kazanan. 3. tam: a prize idiot/fool tam bir enayi. prize possession en değerli şey, en gözde şey: That old typewriter is his prize prize s.t. open possession. bir şeyi (manivelaO eski görevini daktilo onun görenenbirsevdiği şeyle)eşyası. açmak. prize s.t. up bir şeyi (manivela görevini gören bir şeyle) kanırtmak. pro i. (bir meseleye ait) olumlu/yararlı bir yan: Every issue has its pro pros i., s., and itsprofesyonel. k. dili cons. Her meselenin olumlu ve olumsuz yanları vardır. z. lehte. s. lehine olan. pro- önek ... taraftarı, ... yanlısı, -in tarafını tutan: He´s pro-French. 1. pro and con O, Fransızların lehte ve aleyhte. tarafını tutuyor. 2. O, Fransızcadan yanadır. pro forma s. pro forma invoice proforma fatura. pro forma invoice tic. proforma fatura. prob kıs. probable, probably, problem. probability i. ihtimal, olasılık. probable s. muhtemel, olası, olasılı. probably z. herhalde, büyük bir ihtimalle/olasılıkla. probation i. 1. şartlı tahliye, meşruten tahliye. 2. deneme süresi. probation officer şartlı tahliye edilmiş kimseyle ilgilenen memur. probationer i. şartlı tahliye edilmiş kimse. probe f. 1. (birine) soru sorarak sondaj yapmak. 2. (sonda v.b. ile) probity yoklamak; i. doğruluk,sondalamak, dürüstlük. sondaj yapmak. 3. irdelemek; incelemek, araştırmak. i. 1. irdeleme; inceleme, araştırma. 2. problem i. 1. sorun, mesele, problem. 2. mat. problem. s. problemli, tıb. sonda, mil. 3. insansız uzay roketi. problem: problem child problem çocuk. problematic s. 1. şüpheli, tartışmaya açık, tartışmalı, problematik. 2. şüpheli: problematical Is.,think bak.that´s quite problematic. Bence orası hiç belli olmaz. 3. problematic. zor, güç, bayağı sorun yaratan. procedure i. 1. yol, yöntem, metot, prosedür. 2. işlem: There are a number proceed of f. 1.steps to -etogeçmek; be followed in this ilerlemek. -e gitmek; procedure.2.Bu işlemde with izlenecek -e devam birkaç etmek. basamak 3. olan var. to -ebitenler, başlamak: When I asked them to lower proceedings i., çoğ. 1. olup bitenler. 2. tutanak, zabıt. their 3. voices they (resmi/hukuki) proceeded işlemler. to speak even more loudly. Seslerini proceeds i., çoğ. gelir, hâsılat, kazanç. kısmalarını istediğim zaman daha da yüksek sesle konuşmaya process i. 1. yöntem, başladılar. 4. metot, from -den yol:kaynaklanmak; a production process bir gelmek. -den ileri üretim procession yöntemi. i. alay; dizi, sıra: funeral procession cenaze alayı. süreci. 3. 2. süreç, proses: growth process büyüme işlem; tretman: the steps in the production process üretim proclaim f. 1. ilan etmek, duyurmak. 2. belli etmek, açığa vurmak. işlemindeki aşamalar. f. işlemden/işlemlerden geçirmek. proclamation i. 1. ilan, duyuru. 2. bildiri. proclivity i. eğilim, meyil. procrastinate f. 1. işleri daha sonraya bırakmak. 2. sürüncemede bırakmak, procreate ağırdan almak,yaratmak. f. 1. üretmek; geciktirmek. 3. ertelemek. 2. üremek; -in çocuğu olmak. Perhaps procure this f. 1. pair eldecan procreate etmek, edinmek, the sağlamak. species. Bu2.çift belki seks (birine) türü devam için (birini) ettirebilir. bulmak. procurer i. pezevenk. prod f. (--ded, --ding) 1. dürtmek. 2. teşvik etmek. i. 1. dürtme. 2. prod s.o. into action üvendire. birini harekete geçirmek. prodigal s. 1. savurgan, müsrif. 2. çok bol. i. savurgan/müsrif kimse. prodigious s. 1. çok büyük, kocaman. 2. şaşılacak, müthiş, fevkalade. prodigy i. 1. dâhi, deha, harika: child prodigy dâhi çocuk, harika çocuk. produce musical f. 1.üretmek,prodigy müzik 2. yapmak. dehası. 2. harika, vermek. (meyve/sebze) olağanüstü şey. 3. hazırlamak, produce yapmak. 4. göstermek, ibraz etmek; çıkarıp i. 1. ürün. 2. zerzevat, sebze ve meyve; tarım ürünleri. göstermek, çıkarmak. 5. (oyunu) sahneye koymak. 6. (film) yapmak. 7. -e producer i. 1. üretici. 2. sin. yapımcı, prodüktör. yol açmak; -i meydana getirmek, -e neden olmak. 8. (hayvan) producer goods tic. sermaye doğurmak. 9. malları. (faiz) getirmek. product i. 1. ürün. 2. sonuç, netice. 3. mat. çarpım. production i. 1. üretim; imalat. 2. ürün. 3. eser, yapıt. 4. sin. yapım, production line prodüksiyon. üretim/imalat5. tiy. sahneye koyma. hattı. productive s. verimli, bereketli; üretken. productive capacity üretim kapasitesi. productivity i. verimlilik; üretkenlik; prodüktivite. prof i., k. dili prof, profesör. prof kıs. professor. profane s. 1. Allaha karşı son derece saygısız olan. 2. dünyevi. 3. adi, profanity bayağı. i. 1. kutsal f. son derece şeylere saygısızca saygısızlık. 2. davranarak küfür, sövme, (birsövgü; yerin) ağız kutsiyetini bozukluğu. bozmak. profess f. 1. itiraf etmek, açıkça söylemek; ilan etmek. 2. iddia professed etmek, s. 1. itiraf... edilmiş. iddiasında 2. bulunmak, iddia edilen. ileri sürmek. 3. (inancını) ikrar 3. sözde. etmek, açıkça söylemek. profession i. 1. meslek; sanat; işkolu. 2. iddia, ileri sürme. 3. itiraf. 4. professional inancın açıklanması. s. 1. mesleğe ait, mesleki. 2. profesyonel. i. profesyonel. professionalism i. profesyonellik. professor i. profesör. proffer f. 1. (elle) sunmak, uzatmak. 2. teklif etmek, önermek. i. teklif, proficiency önerme. i. ehliyet, beceri, ustalık, maharet. proficient s. ehliyetli, becerikli, usta, maharetli. profile i. 1. profil. 2. kısa biyografi, karakter portresi. 3. grafik, çizge. f. profit 1. i. 1.-inkâr, profilini kazanç.yapmak. 2. -in 2. yarar, kısa f.biyografisini fayda. by/from -den yazmak. profit and loss account yararlanmak/faydalanmak/istifade kâr ve zarar hesabı. etmek. profit motive kâr güdüsü. profit sharing kâr dağıtımı. profitable s. 1. kârlı, kazançlı; ekon. rantabl. 2. yararlı, faydalı. profiteer f. vurgunculuk yapmak. i. vurguncu. profitless s. 1. kârsız. 2. yararsız, faydasız. profligate s. 1. savurgan, müsrif; hovarda. 2. sefih, ahlaksız. profound s. 1. derin; büyük; yoğun: a profound impression büyük bir profuse etki/derin bir iz. s. 1. bol, çok. 2. a profound3. savurgan. mystery cömert.büyük bir sır. a profound remark büyük bir söz. a profound respect derin bir saygı. a profusion i. çok büyük miktar, çokluk, bolluk. profound silence derin bir sessizlik. I feel a profound sympathy progenitor i. cet, for ata, her. Onudede. çok iyi anlıyorum. 2. meselelerin özünü kavrayan; progeny sorunların derinliğine i. 1. soy; torunlar. inen.yavrular. 2. zool. prognosis çoğ. prog.no.ses (pragno´siz) i. 1. tıb. prognoz. 2. tahmin. prognosticate f. 1. (gelecekte bir şey olacağı) tahmininde bulunmak. 2. prognostication (gelecek i. hakkında 1. (gelecekte bir şeye) bir şey işaret olacağı) etmek. bulunma. 2. (gelecek tahmininde program hakkında) işaret, belirti. i. program, izlence. f. programlamak, programa bağlamak. program i., bilg. program. f. (--med/--ed) bilg. programlamak. programer i., bilg. programcı. programme i., f., İng., bak. program 1. programmer i., İng., bilg., bak. programer. progress i. 1. ilerleme, gelişme. 2. (fiilen) ilerleme, ileriye gitme, yol progress alma. f. 1. ilerlemek. 2. (hasta) iyiye doğru gitmek. 3. to -e doğru progression gitmek/ilerlemek; i. 1. ilerleme. 2. mat. -e varmak. dizi: arithmetical progression aritmetik progressive dizi. geometrical progression s. 1. gitgide artan. 2. ilerleyen, geometrik ilerleyici dizi. (hastalık). 3. tedrici. 4. progressive assimilation ileri düşünceli, ilerici. dilb. ilerleyici benzeşme.i. ileri düşünceli kimse, ilerici. progressive paralysis tıb. ilerleyici felç. progressive tax artan oranlı vergi. prohibit f. yasak etmek, yasaklamak, menetmek. prohibit s.o. from 1. birini (bir şey yapmaktan) menetmek. 2. birinin (bir şey prohibited yapmasını) s. yasak. imkânsızlaştırmak/imkânsız kılmak. prohibition i. 1. yasak. 2. yasak emri. 3. içki yasağı. prohibitionist i. içki yasağı taraftarı. prohibitive s. 1. yasaklayıcı. 2. engelleyici. 3. fahiş, satın alınmasını prohibitively imkânsız z. kılan yükseklikteki (fiyat). prohibitory s., bak. prohibitive. project f. 1. tahmin etmek, düşünmek, beklemek. 2. planlamak; project tasarlamak. i. 1. proje, iş;3.plan, fırlatmak, tasarı.atmak. 2. sosyal4. from -densosyal konutlar, dışarı çıkmak, konutlardan -den oluşan dışarı uzanmak. 5. (sesini) başkalarının site. makinesiyle) bir şeyi -e yansıtmak. duyabileceği kadar project s.t. onto (projeksiyon yükseltmek. 6. ruhb. (on/onto) (kendi olumsuz projectile i. mermi, atılan cisim. duygularını/düşüncelerini) (başkasına) yüklemek. projection i. 1. tahmin. 2. foto., sin. projeksiyon, gösterim. 3. fırlatma, projection booth atma. 4. çıkıntı. sin. makine 5. geom. izdüşüm, izdüşümü. dairesi. projectional s., geom. izdüşümsel. projectionist i., sin. makinist. projector i. 1. projektör, projeksiyon makinesi, gösterici. 2. ışıldak, proletarian projektör. i. proleter, emekçi. s. proleter, proletaryaya özgü, emekçi. proletariat i. proletarya, emekçi sınıf. prolific s. 1. doğurgan. 2. bereketli, verimli. 3. üretken. prolificacy i. 1. doğurganlık. 2. bereketlilik, verimlilik. 3. üretkenlik. prolix s. 1. uzun, ayrıntılı. 2. yorucu, sıkıcı. prolog i. 1. prolog, öndeyiş. 2. to (başka bir olayın) habercisi/provası. prologue i., İng., bak. prolog. prolong f. uzatmak, devam ettirmek, sürdürmek. prolongation i. uzatma, devam ettirme, sürdürme. prom i. 1. öğrenci balosu. 2. İng., k. dili (deniz kenarındaki) gezinti promenade yeri, kordon. f. piyasa 3. İng., etmek; k. dili, bak. gezinmek. promenade i. 1. piyasa; concert. gezinti, gezinme. 2. gezi, gezinti yeri; İng. (deniz kenarındaki) gezinti yeri, kordon. promenade concert İng. dinleyicilerin müziği ayakta dinledikleri konser. promenade deck gezinti güvertesi, üst güverte. prominence i. 1. herkesçe tanınma, ün. 2. göze çarpan şey. 3. çıkıntı; uzantı. prominent s. 1. önde gelen (kimse); ünlü, önemli. 2. dikkati çeken, göze promiscuity çarpan. i. rasgele3.cinsel çıkıntılı, çıkık;bulunma. ilişkide profili çok belirgin olan: prominent lips etli dudaklar. promiscuous s. rasgele cinsel ilişkide bulunan. promise i. 1. söz, vaat. 2. umut verici şey. f. 1. söz vermek, vaat etmek, promise s.o. the moon vadetmek: Promise birine olmayacak me you´ll vaatlerde come! Geleceğine söz ver! You bulunmak. promised to do it. Onu yapmayı vadettin. 2. (belirli bir duruma) promise s.t. to s.o. bir şeyi birine vereceğini/bırakacağını söylemek. işaret etmek, -eceğe benzemek: She promises to be tall. Boylu promising s. umut verici, olacağa geleceği benziyor. parlak, gelecek This weather promisesiçin birYağmur rain. şeyler vadeden. promissory yağacağa s. benziyor. This promises to be a good game. İyi bir promissory note maç bono.olacağa benziyor. promontory i., coğr. burun. promote f. 1. terfi ettirmek. 2. (to) daha üst (bir sınıfa/lige) geçirmek. 3. promoter reklamını/tanıtımını yapmak. 4.kimse; i. 1. destekleyici, destekleyen desteklemek; geliştirmek, teşvik eden kimse. 2. ilerletmek. girişimci, 5. -e kurucu. katkıda 3. bulunmak; reklamcı, teşvik tanıtımcı. 4. etmek. spor organizatör. promotion i. 1. terfi. 2. (to) daha üst (bir sınıfa/lige) geçme/geçirme. 3. tic. prompt promosyon, reklam, tanıtım. s. 1. işlerini zamanında/gecikmeden/hemen yapan; dakik. 2. prompter zamanında/gecikmeden/hemen i., tiy. suflör. yapılan. 3. çabuk, acele. 4. hazır. i. sahnede oyuncuya hatırlatılan söz. f. 1. -e yol açmak, -e promptly z. 1. zamanında, vaktinde; gecikmeden; hemen. 2. (zaman için) sebep olmak: What prompted that question? O sorunun ardında tam: f. It endedilanpromptly at ten. Tam 2.onda bitti. promulgate ne1.var? resmen etmek, 2. to (birini) duyurmak. (bir şey yapmaya)huk. (yasayı) yürürlüğe pron koymak. kıs. pronoun, 3. (inanç, sevketmek/itmek/yöneltmek,düşünce v.b.´ni) pronunciation. (birinin)yaymak. (bir şey yapmasına) yol prone açmak: His curiosity prompted s. 1. yüzükoyun yatmış. 2. eğilimli. him to open the red box. Merakı onu kırmızı kutuyu açmaya itti. What prompted you to go there? prong i. Seni1. çatal orayadişi. 2. sivri gitmeye uçlu iten alet. 3. neydi? 3. (birine) sivri uç.unuttuğu bir şeyi pronoun i., dilb. zamir,(birine) hatırlatmak; adıl. unuttuğu sözleri sufle etmek. pronounce f. 1. telaffuz etmek, söylemek. 2. huk. (kararı) bildirmek. pronounce absolution Hrist. (papaz) bir günahkârın Allah tarafından affedildiğini pronounced söylemek. s. 1. belirgin. 2. kesin. pronouncement i. 1. resmi açıklama; resmi bildiri. 2. huk. (kararı) bildirme. pronto z., k. dili hemen, derhal. pronunciation i. telaffuz, söyleniş, söyleyiş. proof i. 1. delil, kanıt, tanıt. 2. matb. prova. 3. foto. ayar. 4. alkol -proof derecesi. 5. mat. soundproof sonek geçirmez: sağlama; ispat, kanıtlanım. sesgeçirmez. waterproof proof positive sugeçirmez. kesin bir delil; kesin deliller. proof sheet matb. prova. proofread f. (proof.read) (pruf´red) provasını okumak. proofreader i. düzeltmen. prop f. (--ped, --ping) (belirli bir vaziyette) tutmak. He propped up her prop leg i., k.with pillows.dekorunda dili (sahne Bacağını alttan yastıklarla kullanılan) eşya,besledi. aksesuar.The houses were propped on stilts. Evler direklerin üzerine kurulmuştu. Prop prop i., k. dili uçak pervanesi. the door open with that book. O kitabı dayayarak kapıyı açık tut. prop s.t against i.bir şeyi -edayak, destek, dayamak/yaslamak. payanda. prop up 1. (bir şeyi) düşmemesi için propaganda desteklemek/dayaklamak/payandalamak. i. propaganda. 2. (bir kuruluşu, düzeni, hükümeti) desteklemek, arkalamak. propagandise f., İng., bak. propagandize. propagandist i. propagandacı. propagandize f. propaganda yapmak. propagate f. 1. üretmek, çoğaltmak; üremek. 2. yaymak. propane i., kim. propan. propel f. (--led, --ling) 1. ileriye doğru sürmek. 2. itmek, sevketmek. propeller i. pervane. propensity i. (for/to) (-e) eğilim/meyil. proper s. 1. uygun, münasip, yakışır: the proper time uygun zaman. 2. proper fraction görgü kurallarına çok bağlı. 3. doğru, kurallara uygun. 4. İng., k. basit kesir. dili gerçek, hakiki; tam: He´s a proper fool! O tam bir dangalak! proper name özel ad. proper noun özel isim. proper noun dilb. özel ad/isim. properly z. 1. esaslı bir şekilde. 2. doğru dürüst; gerektiği gibi, layıkıyla; properly speaking doğru/uygun aslında, gerçekte.bir şekilde; kurallara uygun bir şekilde 3. İng., k. dili adamakıllı, bayağı. property i. 1. mal. 2. mülk, emlak; arazi. 3. (sahne dekorunda kullanılan) property tax eşya, emlakaksesuar. vergisi. 4. özellik. prophecy i. 1. kehanet. 2. tahmin. prophesy f. 1. (bir olayın gerçekleşeceğini) önceden haber vermek. 2. prophet kehanette i. 1. peygamber,bulunmak, gaipten yalvaç, nebi. haber 2. kâhin.vermek. 3. tahminde bulunmak. prophetess i. kadın peygamber. prophetic s. 1. kehanetle ilgili; kehanet gibi. 2. gelecekten haber veren prophylactic (söz/yazı). 3. kâhince. s., tıb. hastalıktan 4. isabetli koruyan, (tahmin). koruyucu, 5. peygambere profilaktik. i. 1. tıb. özgü. prophylaxis koruyucu ilaç. 2. prezervatif. çoğ. pro.phy.lax.es (profıläk´siz) i., tıb. profilaksi. propitiate f. 1. yatıştırmak. 2. gönlünü almak. propitious s. 1. uğurlu, hayırlı. 2. uygun, elverişli. propman çoğ. prop.men (prap´men) i., tiy. aksesuarcı. proponent i. taraftar, destekçi. proportion i. 1. oran, orantı, nispet: the proportion of births to population proportional nüfusa göre doğum oranı. 2. miktar, kısım, kadar. 3. mat. orantı. s. orantılı. 4. hisse, pay. 5. oran, uygunluk, tenasüp. 6. çoğ. boyutlar. f. proportionate s. orantılı. oranlamak. proposal i. 1. öneri, teklif. 2. evlenme teklifi. propose f. 1. önermek, teklif etmek. 2. niyet etmek. 3. (to) (-e) evlenme propose a toast teklifinde I´d like tobulunmak. propose a toast to Fatoş. Kadehlerimizi Fatoş´un proposition şerefine kaldıralım./Fatoş´un şerefine i. 1. öneri, teklif. 2. k. dili iş; girişim. 3.içelim. man. önerme. 4. k. dili propound birlikte olma/sevişme teklifi. f., k. dili (birine) f. ileri sürmek, öne sürmek, ortaya atmak, önermek. birlikte olma/sevişme teklifinde bulunmak. proprietary s. 1. birinin mülkü olan, özel. 2. mal sahibine ait. 3. sicilli, proprietor tescilli, patentli. i. 1. ticari 4. sahipsahibi: bir kuruluşun çıkan,Who´s sahiplik taslayan. the proprietor of this propriety store? Bu dükkânın sahibi kim? 2. arazi/mülk i. 1. görgü kurallarına uyma. 2. görgü kuralları, sahibi. adabımuaşeret. propulsion 3. uygunluk, münasebet. the proprieties i. 1. ileriye doğru sürme. 2. itici güç. görgü kuralları, adabımuaşeret. prorate f. belirli bir oranda bölüştürmek/paylaştırmak. pros and cons lehte ve aleyhte olanlar. prosaic s. 1. sıkıcı, tekdüze, monoton; yavan. 2. hayal prosaical gücünden/şiirsellikten s., bak. prosaic. yoksun. 3. alelade. proscribe f. 1. -i yasak etmek, -i yasaklamak. 2. medeni haklarını elinden prose almak. i. 1. düzyazı, nesir. 2. İng. (öğrencinin egzersiz olarak yaptığı) prosecute tercüme. s. düzyazı f. 1. huk. ... aleyhineşeklinde yazılmış. dava açmak, -i mahkemeye vermek. 2. -i prosecution sürdürmek, -e devam etmek. prosecuting i. 1. huk. savcılık, savcının temsil ettiği taraf. attorney 2. huk.savcı. davacı prosecutor taraf. 3. huk. dava, kovuşturma. i., huk. 1. savcı. 2. davacı. 4. sürdürme; sürdürülme. 5. yerine getirme, uygulama. proselyte i. dinini değiştiren kimse. f. başkasını kendi dinine proselytise çevirmek/çevirmeye f., İng., bak. proselytize. çalışmak; (başkasını) kendi dinine çevirmek/çevirmeye çalışmak. proselytism i. başkalarını kendi dinine çevirme/çevirmeye çalışma. proselytize f. başkasını kendi dinine çevirmek/çevirmeye çalışmak; prosody (başkasını) kendi dinine çevirmek/çevirmeye çalışmak. i. prosodi, ölçübilim. prospect i. 1. ihtimal, olasılık: The prospect of his finding a job is poor. İş prospective bulma ihtimali az. s. 1. beklenen, 2. çoğ. umulan. 2.başarı şansı:olası. muhtemel, Her prospects are excellent. Onun geleceği parlak. 3. muhtemel müşteri/aday. 4. prospector i. maden arayıcısı. geniş manzara. f. for (maden) aramak. prospectus i. prospektüs, tanıtmalık. prosper f. 1. -in işleri iyi/rast gitmek; -in geliri artmak; -in refah düzeyi prosperity yükselmek; zenginleşmek. i. 1. refah, gönenç. 2. gelişmek. 2. başarı. prosperous s. 1. müreffeh, gönençli; zengin. 2. başarılı. prostate i. prostat. prostate gland prostat. prosthesis çoğ. pros.the.ses (prasthi´siz) i. protez. prostitute i. fahişe, orospu. f. (yeteneğini v.b.´ni) kendine layık olmayan prostitute o.s. bir işte kullanmak. kendine layık olmayan bir işte çalışmak. prostitution i. 1. fahişelik. 2. (yeteneğini v.b.´ni) kendine layık olmayan bir prostrate işte s. 1.kullanma. yüzükoyun yatan; yüzükoyun kapanmış. 2. halsiz, bitkin, prostrate o.s. güçsüz. f. 1. (birini) yere sermek, yere yıkmak. 2. halsiz secde etmek. bırakmak, güçsüz düşürmek. prostrate o.s. before -in ayağına kapanmak. prostration i. 1. yere kapanma, secde. 2. bitkinlik. prosy s. 1. düzyazı türünden; düzyazı gibi. 2. can sıkıcı, ağır; sıradan, prot- yavan. önek birinci, ilk, baş. protagonist i. 1. edeb., tiy. başkişi, başkahraman. 2. öncü, önder. 3. taraftar, protasis destekçi. çoğ. prot.a.ses (prat´ısiz) i., dilb. koşullu yantümce. protect f. korumak, muhafaza etmek. protecting s. koruyan. protection i. koruma, muhafaza. protectionism i. yerli sanayii koruma politikası. protective s. koruyucu. protector i. koruyucu. protectorate i. güçlü bir devletin koruma ve denetimi altında olan devlet. protégé i. haminin yardım ettiği kimse. protégée i., dişil, bak. protégé. protein i. protein. protest f. 1. protesto etmek, karşı çıkmak; itiraz etmek. 2. iddia etmek. Protestant i. i.,(pro´test) protesto, karşı çıkma; itiraz. s. Protestan. protestant i. itiraz eden kimse. s. itiraz eden. Protestantism i. Protestanlık. protestation i. 1. protesto etme; itiraz. 2. iddia. proto- önek, bak. prot-. protocol i. 1. protokol. 2. tutanak. proton i., kim., fiz. proton. protoplasm i. protoplazma. prototype i. prototip, ilkörnek. protozoan i., zool. birgözeli hayvan, birgözeli. s., zool. birgözeli (hayvan). protract f. 1. (süreyi) uzatmak. 2. anat., zool. dışarıya uzatmak. protractor i. iletki, açıölçer. protrude f. çıkıntı yapmak, dışarı çıkmış/uzanmış olmak; pırtlamak; dışarı protrusion çıkarmak. i. 1. çıkıntı. 2. dışarı çıkmış/uzanmış olma. protuberance i. şiş, çıkıntı, yumru, tümsek. protuberant s. şiş, dışarı çıkmış/uzanmış/fırlamış, fırlak, yumru gibi, tümsek, proud çıkık. s. 1. gururlu, mağrur. 2. kibirli: He´s too proud to apologize. O proudly kadar kibirliiftiharla. z. gururla, ki özür bile dilemez. prove f. (--d, --d/--n) 1. ispatlamak, kanıtlamak, tanıtlamak. 2. provenance denemek, sınamak. 3. sonunda ... çıkmak: The news proved i. kaynak, köken. false. Haber asılsız çıktı. This car has proved to be more reliable proverb i. atasözü. than I had expected. Bu araba umduğumdan daha sağlam çıktı. proverbial s. 1. atasözü Events proved türünden; atasözü otherwise. gibi; Olaylar atasözünde durumun geçen. 2. öyle olmadığını herkesçe gösterdi. bilinen, ünlü, meşhur. provide f. 1. sağlamak, temin etmek, tedarik etmek; getirmek: Oğuz provide against provided the drinks. -e karşı hazırlıklı Meşrubatı Oğuz getirdi. 2. -i şart koşmak. olmak. provide for 1. -i geçindirmek, -in geçimini sağlamak, -in rızkını temin etmek. provide s.o. with 2. -i hesaba birine almak/katmak, -i düşünmek: She´s provided for -i sağlamak/getirmek. that as well. Onu da hesaba kattı. The will provides for that. provided that koşuluyla, şartıyla: I will lend you the money provided that you Vasiyetnamede var o. Providence pay me Tanrı. i. Allah, back tomorrow. Yarın bana iade etmeniz şartıyla size parayı veririm. providence i. 1. Tanrının inayeti, takdiri ilahi, ilahi takdir. 2. vaktinde gerekli provident tedbirleri s. vaktinde almayı gereklibilme, tedbirlilik. tedbirleri almayı bilen, tedbirli. providential s. 1. Allahın inayetiyle olan/meydana gelen. 2. talihli. providentialism i. kayracılık, providansiyalizm. providentialist i. kayracı, providansiyalist. providentially z. 1. Allahın inayetiyle. 2. şans eseri. provider i. 1. sağlayan kimse. 2. aile geçindiren kimse. province i. 1. il, vilayet; eyalet. 2. bilgi/yetki alanı. provincial s. 1. illere/ile ait, vilayete ait. 2. taşralı. 3. görgüsüz. provincialism i. taşraya özgü âdet veya deyiş özelliği. provision i. 1. for/against için/-e karşı tedbir. 2. koşul, şart. 3. sağlama, provisional temin, s. geçici,tedarik. f. yiyecek muvakkat; nihai veya gerekli şeyleri sağlamak. olmayan. provisions i., çoğ. erzak; azık. proviso i. (çoğ. --s/--es) huk. (sözleşmeye konulan) kayıt, koşul, şart. provocation i. 1. kışkırtma, tahrik, dürtme. 2. provokasyon, kışkırtma. 3. kız- provocative dırma, sinirlendirme. s. 1. kışkırtıcı, tahrik edici. 2. kızdırıcı, sinirlendirici. 3. tahrik provoke edici, seksi. f. 1. kışkırtmak, tahrik etmek, dürtmek. 2. kızdırmak, provost sinirlendirmek. i. 1. resmi amir.3. 2.-e yol açmak, dekan. -e neden olmak. 3. (İskoçya´da) belediye başkanı. provost guard askeri polis karakolu. provost marshal inzibat amiri, adli subay. prow i., den. pruva, baş. prowess i. 1. yiğitlik, cesaret. 2. hüner; maharet. prowl f. 1. sinsi sinsi dolaşmak. 2. etrafı kolaçan etmek. i. 1. sinsi sinsi prowl car dolaşma. 2. arabası. k. dili polis etrafı kolaçan etme. proximity i. yakınlık. proxy i. 1. vekil. 2. vekillik, vekâlet. 3. vekâletname. prude i. (cinsel konularda) dar görüşlü ve aşırı ahlakçı kimse. prudence i. 1. tedbirlilik, sağgörü. 2. tutumluluk. prudent s. 1. tedbirli, sağgörülü. 2. tutumlu, hesabını bilir. prudery i. (cinsel konularda) dar görüşlü ve aşırı ahlakçı olma. prudish s. (cinsel konularda) dar görüşlü ve aşırı ahlakçı. prune i. kurutulmuş/kuru erik. prune f. 1. budamak. 2. fazla kısımları atmak; kısaltmak; azaltmak. pruning i. budama. pruning knife budama bıçağı. pruning shears bahçıvan makası, bahçe makası. prurient s. 1. sekse dayanan. 2. aklı fikri sekste olan, şehvet düşkünü. 3. pruritic istekli, arzulu. s. kaşıntılı. pruritus i., tıb. kaşıntı. Prussia i., tar. Prusya. Prussian i., tar. Prusyalı. s., tar. 1. Prusya, Prusya´ya özgü. 2. Prusyalı. pry f. into -in gizlisini saklısını araştırmak. pry i. manivela, kaldıraç. f. pry into s.o.´s affairs birinin işlerine burnunu sokmak. pry s.t. open bir şeyi (manivela görevini gören bir şeyle) açmak. pry s.t. up bir şeyi (manivela görevini gören bir şeyle) kanırtmak. PS kıs. postscript. psalm i. 1. mezmur. 2. ilahi. pseud- önek, bak. pseudo-. pseudo s. sahte, yalancı, kalp. pseudo- önek sahte, yalancı. pseudonym i. takma ad. psoriasis çoğ. pso.ri.a.ses (sıray´ısiz) i., tıb. sedef hastalığı. psych f. psych kıs. psychological, psychologist, psychology. psych- önek, bak. psycho-. psych s.o. up (for) birini (-e) psikolojikman hazırlamak. psychasthenia i., ruhb. psikasteni. psyche i., ruhb. ruh. psychiatrist i. psikiyatr, psikiyatri uzmanı. psychiatry i. psikiyatri. psychic s. ruhsal, psişik. psychical s., bak. psychic. psycho s., i., k. dili ruh hastası. psycho- önek 1. akıl. 2. ruh. psychoanalyse f., İng., bak. psychoanalyze. psychoanalysis i. psikanaliz. psychoanalyst i. psikanalist. psychoanalyze f. psikanaliz yapmak. psychologic s., bak. psychological. psychological s. ruhbilimsel, psikolojik. psychologically z. psikolojik bakımdan, psikolojikman. psychologist i. psikolog, ruhbilimci. psychology i. psikoloji, ruhbilim. psychopath i. ruh hastası, psikopat. psychopathologic s., bak. psychopathological. psychopathological s. psikopatolojik. psychopathology i. psikopatoloji. psychopathy i. psikopati. psychosis çoğ. psy.cho.ses (sayko´siz) i. akıl hastalığı, psikoz. psychosomatic s. psikosomatik. psychotherapist i. psikoterapist. psychotherapy i. psikoterapi. psychotic s. 1. psikozdan ileri gelen. 2. psikoza dönüşmüş. 3. psikoza pt girmiş. kıs. part, past tense, payment, pint, point, port. PTA kıs. Parent-Teacher Association. ptosis çoğ. pto.ses (to´siz) i., tıb. kıpıklık. pub i., İng., k. dili bar, pub. pub kıs. public, publication, publisher. puberty i. ergenlik çağı, buluğ çağı. pubic s. kasığa ait. public s. 1. umumi, halka ait. 2. halka/herkese açık. 3. açık, aleni. i. 1. public convenience halk, ahali, kamu, İng. umumi umum. 2. seyirciler. public-address system tuvalet/hela. (havaalanı, alışveriş merkezi v.b.´nde) hoparlör sistemi. public debt devlet borçları. public domain 1. kamu arazisi. 2. halkın malı. public enemy halk düşmanı. public health halk sağlığı. public holiday resmi tatil günü. public house 1. İng. bar, pub. 2. han, otel. public law kamu hukuku, amme hukuku. public library halk kütüphanesi. public nuisance kamu için zararlı olan davranış. public opinion kamuoyu. public prosecutor savcı. public relations halkla ilişkiler. public revenue devlet geliri. public revenues devlet geliri. public school 1. devlet okulu. 2. İng. özel okul. public school 1. devlet okulu. 2. İng. özel okul. public sector kamu kesimi/sektörü. public servant devlet memuru. public servant memur, devlet memuru. public service kamu hizmeti. public service kamu hizmeti. public utilities (elektrik, su idaresi gibi) kamu hizmeti kuruluşları. public works bayındırlık işleri. publication i. 1. yayımlama, yayım. 2. yayın. publicise f., İng., bak. publicize. publicity i. 1. umuma açık olma. 2. açıklık, alenilik. 3. şöhret. 4. tanıtım, publicize reklam; ilan. yapmak. 2. ilan etmek. f. 1. tanıtımını publicly z. alenen, açıkça, herkesin önünde. public-spirited s. yardımsever. publish f. 1. yayımlamak; yayımlatmak. 2. (kitap, dergi v.b.´ni) publish the banns basmak/bastırmak. 3. ilan evleneceklerini bir çiftin belirli bir tarihte etmek, açıklamak. ilan etmek, nikâh publisher kâğıtlarını i. yayımcı. askıya çıkarmak. publishing i. 1. yayımlama. 2. yayımcılık. publishing house yayınevi. puce s., i. patlıcan rengi. pucker f. 1. buruşturmak, kırıştırmak; buruşmak, kırışmak. 2. pud (dudaklarını) i., İng., k. dili büzmek; (yemeğin(dudakları) büzülmek. sonunda yenilen) tatlı. pudding i. 1. muhallebi, puding. 2. İng. (yemeğin sonunda yenilen) tatlı. puddle i. su birikintisi, gölcük. pudgy s. 1. tombul. 2. kısa boylu ve tombul, tıknaz, bodur. puerile s. çocukça, çocuksu. Puerto Rican 1. Porto Riko, Porto Riko´ya özgü. 2. Porto Rikolu. Puerto Rico Porto Riko. puff i. 1. ani bir esinti. 2. sık aralıklarla çıkan duman/buhar puff s.o. up kümelerinden biri: abirini k. dili 1. övgülerle puff şımartmak. of smoke bir 2.duman kümesi. birini çok 3. nefes: övmek. He took a puff on his cigarette. Sigarasından bir nefes çekti. 4. puffball i. 1. bot. kurtmantarı. 2. olgunlaşmış karahindiba tohumlarının beze, yumurta akıyla yapılan kurabiye. 5. pudra ponponu. 6. saç çiçek sapından i., zool. kopmadan önceki beyaz ve tüy gibi top hali. puffin lülesi. 7.kutupmartısı. (bir tür) yorgan. f. 1. solumak, sık sık nefes almak; puffy nefes s. şiş, nefese şişmiş, olmak. şişkin. 2. soluk soluğa/nefes nefese (belirli bir pug yöne doğru) yürümek. i. buldoğa benzeyen ufak 3. (at/on) bir cins-iköpek. tüttürmek, -i tüttürerek içmek. 4. from (duman v.b.) -den sık aralıklarla çıkmak. 5. pug nose ucu kalkık üflemek. 6. basık burun. (lokomotif/vapur) dumanlar çıkararak (belirli bir pugilism i. boksörlük. yöne doğru) ilerlemek. 7. out (tüylerini/göğsünü) kabartmak. 8. out üfleyerek söndürmek. 9. up şişmek. 10. nefes nefese (bir şey) demek. pugilist i. boksör. pugnacious s. kavgacı, kavga etmeyi seven; kavga etmekten hiç pugnaciously çekinmeyen. z. hırçınlıkla. pugnaciousness i. kavgacılık. pugnacity i. kavgacılık. puke f., k. dili kusmak; kusturmak. i., k. dili kusma. pull f. 1. çekmek: Six dogs were pulling the sled. Kızağı altı köpek pull a boner çekiyordu. büyük bir gaf Who pulled the yapmak, büyüktrigger? bir potTetiği çeken kimdi? Don´t kırmak. pull that rope! O ipi çekme! 2. k. dili becermek, başarmak. i. 1. pull a fast one k. dili oyun oynamak, katakulli yapmak; numara yapmak. çekiş, çekme. 2. tutamaç. 3. dayanıklılık. 4. k. dili torpil, arka, pull a gun on -e silah iltimas, piston, çekmek. kayırma. 5. uğraşma, gayret. pull a long face suratını asmak. pull a long face surat asmak. pull a muscle adaleyi fazla çekerek incitmek. pull a tooth diş çekmek. pull an all-nighter bütün gece çalışmak. pull at 1. -i çekmek/çekelemek. 2. (pipodan) nefes çekmek. pull at/tear at/tug at one´s -i çok duygulandırmak; -in yüreğini cız ettirmek. heartstrings pull away 1. hareket etmek, yola çıkmak. 2. (bir yerden) uzaklaşmak: Pull pull down away from the curb 1. aşağıya/aşağı a little.2.Arabayı çekmek. kaldırımdan İng. (binayı) yıkmak. azıcık uzaklaştır. 3. geri çekilmek. pull for s.o. k. dili 1. birinin arkasında olmak, birinin iyiliğini istemek. 2. pull in (yarışan) 1. (motorlu birini/bir grubu taşıt) (bir yere) tutmak. gelmek/girmek; (sürücü) arabasını pull in one´s horns (bir yere) sürmek: Pull in k. dili 1. (çalımından vazgeçerek) over there. Arabayı hizaya oraya2.çek./Oraya gelmek. kemerini gir. 2. sıkmak, (dizginleri, tasarruf ipi v.b.´ni) etmeye çekmek. başlamak. 3. k. dili (belirli bir pull o.s. away kendini (bir yerden) (zor) ayırmak/koparmak. miktarda parayı/maaşı) kazanmak. 4. k. dili (müşteri) çekmek. pull o.s. together kendini toparlamak/toplamak, toparlanmak. pull off 1. çekip çıkarmak. 2. (giysiyi) çıkarmak; (ağacın kabuğunu) pull on soymak. 3. çekip indirmek. 1. -i çekmek/çekelemek. 2. 4. k. dili (yasaklanmış (pipodan) nefes çekmek. bir şeyi) (raftan) indirmek. 5. k. dili (bir şeyi) becermek/başarmak. pull one´s leg biriyle dalga geçmek, birini işletmek. pull one´s rank üstünlüğünü kabul ettirmek. pull one´s weight kendi işini başkasının/başkalarının sırtına yüklememek. pull out 1. çıkarmak; çekip çıkarmak. 2. (motorlu taşıt) (bir yere) pull out all the stops çıkmak; k. dili (bir(sürücü) arabasını işte) hiçbir (bir yere) fedakârlıktan sürmek: He suddenly kaçınmamak/kaçmamak. pulled out in front of me. Aniden önüme çıktı. 3. hareket etmek, pull out all the stops k. dili elinden geleni yapmak. yola çıkmak. 4. of (bir işten) çıkmak, (bir işi) bırakmak. pull over (sürücü) arabayı yolun kenarına çekmek. pull rank (birinin üzerinde) otoritesini kullanmak. pull rank on k. dili (birine) kendisinden üstün bir unvana/makama sahip pull s.o. in olduğunu 1. birini (birhatırlatmak. yerin içine) çekmek: Don´t pull her in the water! pull s.o. over Onu suya çekme!doğru 1. birini kendine 2. k. dili (polis) çekerek sorgulamak yere üzere birini yıkmak/düşürmek. 2. karakola (polis) götürmek. (arabayı sürmekte olan) birini yolun kenarına çekmek. pull s.o. through k. dili birini (zor/vahim bir durumdan) kurtarmak. pull s.o. through k. dili birini ağır bir hastalıktan sağ salim kurtarmak. pull s.o. up k. dili birini azarlamak. pull s.o./s.t. away birini/bir şeyi (bir yerden) çekerek uzaklaştırmak. pull s.o./s.t. through 1. k. dili birini/bir şeyi zor bir durumdan kurtarmak. 2. birini/bir pull s.o.´s leg şeyi birine(bir yerden) birini takılmak, çekmek. işletmek, biriyle dalga geçmek. pull s.o.´s leg biriyle dalga geçmek, birini işletmek. pull s.t. (on) k. dili (birine) oyun oynamak, katakulli yapmak. pull s.t. apart 1. bir şeyi (çekerek) parçalara ayırmak. 2. bir şeyi (çekerek) pull s.t. over aralamak. 1. bir şeyi çekerek yaklaştırmak; bir şeyi yaklaştırmak: Pull that pull s.t. over one´s head chair over here. (kazak/tişört gibi)Obir iskemleyi buraya çek. giysiyi başından 2. bir şeyi kendine geçirmek. doğru çekerek devirmek. pull s.t. to bir şeyi çekmek, bir şeyi çekerek kapamak: Pull the door to. pull s.t. to pieces Kapıyı bir şeyiçek.parçalara ayırmak. pull strings k. dili (bir şeyi yapmak için) nüfuzunu/nüfuzlu tanıdıklarını pull the door to kullanmak; nüfuzlu birine/birilerine işini yaptırmak. kapıyı kapamak/kapatmak. pull the rug out from under k. dili birini desteklemekten vazgeçerek işini bozmak; birinin s.o. pull the wool over s.o.´s işini k. dilibozmak. birini (yalan dolanla) kandırmak/oyuna getirmek. eyes pull the wool over s.o.´s k. dili birini aldatmak, birine oyun oynamak. eyes pull through k. dili 1. (ağır hasta olan biri) iyileşmek: Will he pull through? pull through Bunu k. diliatlatacak mı? 1. (ağır bir 2. (tehlikeyi hastalıktan) sağ atlatarak) düze/düzlüğe salim kurtulmak. çıkmak. 2. (zor bir pull together durumdan) kurtulmak. birlik içinde çalışmak/hareket etmek. pull two people apart iki kişiyi (zorla) ayırmak. pull up 1. (bitkiyi) kökünden sökmek. 2. durmak. Pull up a chair and sit down! Bir iskemle çekip otur! pull up at (sürücü) arabasını (bir yerde) durdurmak: Pull up at that gas pull up stakes station (başka over yere there. Arabayı taşınmak şu pılıyı üzere) benzin istasyonuna pırtıyı çekiver. toplayıp gitmek. pull up stakes k. dili (başka yere taşınmak üzere) pılıyı pırtıyı toplayıp gitmek. pull votes oy toplamak. pulley i., mak. makara; kasnak. pullover i. kazak, pulover, süveter. pulmonary s. 1. akciğere ait; akciğeri etkileyen. 2. akciğeri olan. pulp i. 1. (bazı etli meyvelerde) et, öz. 2. odun hamuru; kâğıt pulpit hamuru; i. (kilisede)selüloz. 3. ezilmiş vaiz kürsüsü, meyveye benzeyen bir şey, posa. s. kürsü. ucuz kâğıda basılmış sansasyonel (roman/dergi). f. hamur haline pulpy s. etli, özlü. getirmek. pulsate f. 1. (kalp) atmak, (yürek) çarpmak. 2. (kan) kalp atışlarıyla pulse ahenkli bir nabız i. 1. nabız, şekilde (damarlarda) atışı. dolaşmak. 2. genel eğilim. 3. (motor, f. 1. (kan) makine kalp atışlarıyla v.b.) ahenkliuğuldamak. bir şekilde 4.(damarlarda) dolaşmak. 2. (su) gürül bir (müzik) (belirgin bir ritimle) yüksek sesle gürül pulverise f., İng., bak. pulverize. çalmak/gümbürdemek. 5. with ile dolup taşmak, akmak. 3. with ile dolup taşmak, ile dopdolu olmak: It was a ile dopdolu pulverize f. (ezip)Those olmak: toz haline getirmek; mountains (ezilip) pulsate toz with haline O beauty. gelmek. dağlar place that pulsed with life. Orası cıvıl cıvıl bir yerdi. puma güzelliklerle i., zool. puma, dolup taşıyor. yenidünyaaslanı. pumice i. süngertaşı, ponza. f. süngertaşıyla temizlemek/parlatmak, pummel ponzalamak. f. (--ed/--led, --ing/--ling) yumruklamak, dövmek. pump i. 1. pompa. 2. tulumba. f. 1. pompalamak. 2. tulumbayla pump handle çekmek. pompa kolu.3. out (bir yerdeki) sıvıyı (pompayla) boşaltmak. 4. k. dili ağzını aramak. pump up -i pompayla şişirmek. pumping station pompalama istasyonu. pumpkin i. balkabağı, helvacıkabağı, kestanekabağı. pumpkin pie balkabağı turtası, balkabaklı turta. pun i. sözcük oyunu, cinas. f. (--ned, --ning) sözcük oyunu yapmak. punch i. zımba, delgi, matkap. f. zımbalamak; zımba ile (delik) açmak. punch f. yumruklamak, yumruk atmak. i. 1. yumruk, yumruklama. 2. punch kuvvet, i. punç. etki. punch bowl punç kâsesi. punching bag boks armuttop. punctilious s. (ayrıntılar ve resmiyette) fazla titiz. punctiliously z. titizlikle. punctual s. dakik, vaktinde gelen. punctuality i. dakiklik. punctuate f. noktalamak, noktalama işaretleri koymak. punctuation i., dilb. 1. noktalama. 2. noktalama işareti. punctuation mark noktalama işareti. puncture i. 1. (lastikte) patlak. 2. ufak delik. 3. delme. f. 1. delmek. 2. pundit (lastik, i. uzman. balon v.b.´ni) patlatmak. 3. söndürmek, değersizliğini/anlamsızlığını ortaya koymak. pungent s. 1. sert, acı, keskin. 2. iğneleyici. punish f. cezalandırmak. punishable s. cezalandırılabilir. punishment i. 1. ceza. 2. cezalandırma. punitive s. cezalandırıcı, cezai. Punjab i. the Pencap. Punjabi i. 1. Pencaplı. 2. Pencapça. s. 1. Pencap, Pencap´a özgü. 2. punk Pencaplı. i., k. dili 1.3.çocuk, Pencapça. sübyan, kopil. 2. punkçu. s. punkçu. puny s. 1. çelimsiz, sıska, cılız, zayıf. 2. önemsiz, ufak. pup i. 1. köpek yavrusu, enik, encik. 2. kurt yavrusu. 3. fok yavrusu. pup tent f.iki(--ped, kişilik --ping) (köpek, kurt, fok v.b.) yavrulamak. ufak çadır. pupa çoğ. pu.pae (pyu´pi)/--s (pyu´pız) i., zool. pupa. pupil i. öğrenci. pupil i., anat. gözbebeği. puppet i. kukla. puppet government kukla hükümet. puppet show/play kukla oyunu, kukla. puppeteer i. kuklacı. puppetry i. kuklacılık. puppy i. köpek yavrusu. purchase i. 1. satın alma, alım. 2. satın alınan şey. 3. sıkı tutma, kavrama. purchaser f. 1. satın almak. i. müşteri, alıcı. 2. ele geçirmek, kazanmak. 3. manivela ile kaldırmak/çekmek. purchasing power satın alma gücü. pure s. 1. saf, arı; som, has. 2. kötülükten uzak. 3. masum. pure and simple sadece, yalnızca. purebred s., i. safkan. purée i. püre. f. -i püre haline getirmek. purely z. 1. sadece, yalnızca. 2. tamamen, bütünüyle. purgative i., s. müshil, pürgatif. purgatory i. Araf. purge f. 1. temizlemek, arındırmak. 2. pol. tasfiye etmek. purification i. arındırma; arınma. purify f. 1. temizlemek, arındırmak; arınmak. 2. temize çıkarmak. 3. puritan sadeleştirmek. i., s. püriten. puritanical s. püriten. purity i. 1. temizlik, saflık, arılık, safiyet. 2. masumluk. purl i. 1. (yün örgüsünde) ters örme. 2. sırma; sim iplik. f. ters purl örmek. f. çağıldayarak akmak. purloin f. çalmak, aşırmak. purple i., s. mor; lila; eflatun; erguvani. purple language küfür. purple passage süslü yazı. purport i. anlam, mana. f. ... görünümünde olmak, gibi görünmek; ... purpose iddiasında olmak. amaç. 2. kararlılık, azim. i. 1. niyet, maksat, purposeful s. 1. maksatlı. 2. anlamlı. purposeless s. 1. maksatsız. 2. anlamsız. purposely z. kasten, bile bile. purr f. 1. (kedi) mırlamak. 2. (motor) hırıldamak. purse i. 1. (kadınların kullandığı) el çantası. 2. İng. bozuk para çantası. purse snatcher 3. İng. para cüzdanı. 4. hazine: public purse devlet hazinesi. 5. kapkaççı. para ödülü. 6. para bağışı. f. 1. (dudaklarını) büzmek. 2. keseye purslane i. semizotu. koymak. pursuance i. pursuant z. to -e göre. pursue f. 1. kovalamak, peşine düşmek, izlemek, takip etmek. 2. pursuit sürdürmek: i. 1. kovalama, Sheizleme, is pursuing takip.her studiesiş. 2. uğraş, there. Öğrenimini 3. peşinde olma,orada sürdürüyor. gerçekleştirmeye 3. peşinde olmak, gerçekleştirmeye çalışmak. çalışma. purulence i. cerahat toplama, irinlenme. purulent s. cerahatli, irinli. purvey f. sağlamak, tedarik etmek. purveyor i. satıcı; sağlayan kimse. purview i. 1. alan (Soyut anlamda kullanılır.): That´s not within the pus purview i. cerahat, of irin. the Tax Office. Vergi Dairesi´nin yetki alanına girmiyor o. Does that come within your purview? O senin bilgi push f. 1. itmek, dürtmek. 2. sürmek, sevketmek, yürütmek. 3. alanına giriyor mu? 2. (bir yasanın) hüküm alanı. push ahead (düğme k. dili 1. v.b.´ne) ilerlemek, basmak. 4. sıkıştırmak, ilerlemeye zorlamak. devam etmek. 5. özellikle 2. devam etmek. -i sattırmaya/kabul ettirmeye çalışmak. 6. k. dili yasadışı yoldan push away itip defetmek. (uyuşturucu) satmak. i. 1. itiş, itme, sürme. 2. hücum. 3. gayret, push back geriye4.itmek. çaba. kampanya. push down aşağı itmek. push for -i ısrarla istemek. push forward k. dili, bak. push ahead. push in itip içeri sokmak. push off 1. den. avara etmek. 2. k. dili gitmek, kaçmak. Push off! İng., k. dili Defol! push on k. dili, bak. push ahead. push one´s luck k. dili şansını zorlamak, şansına fazla güvenmek. push one´s way k. dili ite kaka ilerlemek. push s.o. around k. dili birine amir gibi davranmak. push s.o. out 1. of birini iterek -den çıkarmak. 2. birini safdışı/bertaraf etmek. push s.t. on s.o. bir şeyi birine zorla kabul ettirmek. push s.t. through bir şeyi kabul ettirmek. push the panic button k. dili paniğe kapılmak. push up artırmak, yükseltmek. push up daisies argo gebermek. pushchair i., İng. puset. pushover i., k. dili 1. mis gibi kolay olan iş. 2. kolaylıkla aldatılabilen Pushto kimse, yemlik. i., s., bak. Pushtu. Pushtu i., s. Peştuca, Afganca. pusillanimous s. korkak, ödlek, yüreksiz. puss i., k. dili kedi, pisi. puss i., argo yüz, surat, faça. pussy i., k. dili kedi, pisi, pisipisi. pussy i., kaba 1. *am. 2. cinsel ilişki. pussycat i., k. dili kedi, pisi, pisipisi. pussyfoot f. 1. kendi fikrini belirtmemek/belirtmekten çekinmek. 2. pussyfooter gerekeni yapmaktan kimse. i. fikrini belirtmeyen çekinmek. pustule i. sivilce; irinli kesecik. put f. (put, --ting) koymak, yerleştirmek. put a bold face on (zor bir durum) karşısında cesaret göstermek. put a call through telefon etmek. put a crimp in k. dili -e engel olmak. put a flea in one´s ear ihtar etmek, kulağını bükmek. put a spoke in s.o.´s wheel k. dili birini engellemek, birinin tekerine çomak/taş koymak. put a stop to -e son vermek, -i kesmek. put a stop to -e son vermek. put a whammy on s.o. k. dili birine uğursuzluk getiren bir büyü yapmak. put about 1. (gemi) yön değiştirmek. 2. (geminin) başını çevirmek. put all one´s eggs in one her şeyini tek bir şeye/kişiye bağlamak, tüm umutlarını tek bir basket put all one´s eggs in one şeye/kişiye bağlamak.bir kişiye/şeye bağlamak. k. dili tüm umutlarını basket put an animal away bir hayvanı merhametten dolayı öldürmek. put an animal down bir hayvanın hayatına son vermek. put an animal out of its hayvanı öldürerek acılarına son vermek. misery put an animal to sleep hayvanı iğneyle verilen ilaçla öldürmek. put an embargo on -e ambargo koymak. put an end to -e son vermek. put an end to -e son vermek. put back 1. geri koymak. 2. eski yerine koymak. 3. ilerlemesine engel put by olmak. 4. (saati) ilerisi için saklamak.geri almak. 5. reddetmek. 6. den. yoldan geri dönmek. put down at/in/on (uçak) -e inmek. put forth 1. (yaprak, çiçek, filiz v.b.´ni) vermek. 2. ileri sürmek. 3. put forward çıkarmak, ileri sürmek.yayımlamak. put forward 1. önermek. 2. (saati) ileri almak. put in 1. içeri koymak, sokmak. 2. arzetmek. 3. takmak. 4. limana put in a good word for s.o. girmek. biri için 5. iyi(bir iş için) şeyler (zaman) harcamak. söylemek. put in an appearance kısa bir süre kalıp gitmek, görünmek. put in an appearance boy göstermek, çok kısa bir süre kalmak. put in for ... için başvurmak/müracaat etmek. put in one´s two cents worth k. dili fikrini söylemek, görüşünü belirtmek. put in pledge rehine koymak. put in prison hapsetmek. put in time on (bir iş için) belirli bir zaman harcamak. put into commission 1. sefere hazırlamak. 2. tamir etmek. put into effect uygulamak. Put it down, please! İng. Hesabıma yazın lütfen! (Veresiye alınan bir şey için Put it in reverse! söylenir.). Geri vitese al! put it/the car/the motor in -i boşa/rölantiye almak. neutral put money on (bir konuda) bahse girmek: Will you put a million on that? Bir put o.s. in another´s place milyona bahse gireryerine kendini başkasının misin?koymak. put off den. -den ayrılmak. put off an appointment bir randevuyu ertelemek. put on 1. giymek. 2. (ışığı, radyoyu v.b.´ni) açmak. 3. atfetmek, put on a mask üzerine yüklemek. 4. (oyunu) sahneye koymak; (oyunu) maske takmak. oynamak. 5. (kilo) almak. 6. k. dili poz yapmak/kesmek. put on a scene olay çıkarmak, kıyameti koparmak. put on airs çalım satmak, hava atmak, hava basmak, poz takınmak. put on airs caka satmak. put on an act poz yapmak. put on the feedbag argo yemek yemek. put on the map k. dili meşhur etmek, ismini duyurmak. put one´s best foot forward iyi bir tesir bırakmak için elinden geleni yapmak. put one´s cards on the table k. dili samimi olarak açıklamak. put one´s cards on the table k. dili düşüncelerini/durumunu açıkça belirtmek. put one´s feet up k. dili dinlenmek. put one´s finger on k. dili -in üstüne/üzerine basmak, en doğru olanı söylemek. put one´s foot down ayak diremek. put one´s foot down k. dili artık hiç taviz vermemeye kararlı olmak. put one´s foot in it k. dili pot kırmak, gaf yapmak. put one´s foot into it/put one pot kırmak, gaf yapmak. ´s foot in one´s mouth put one´s hand/hands on k. dili -i bulmak. put one´s head in the lion´s tehlikeye atılmak, kellesini koltuğuna almak. mouth put one´s house in order k. dili işlerini düzene sokmak. put one´s nose to the k. dili gerektiği gibi çalışmak; görevini layıkıyla yapmak. grindstone put one´s shoulder to the gayretle çalışmaya başlamak. wheel put out 1. söndürmek. 2. (ışığı) kapamak. 3. çıkarmak, yaymak: That put out feelers chimney´s k. dili sondaj putting out a lot of smoke. O bacadan çok duman yapmak. çıkıyor. 4. (ısı) vermek. 5. üretmek, çıkarmak: Do they also put put out feelers k. dili (bir durumu anlamak için) sondaj yapmak. out a newspaper? Gazete de mi çıkarıyorlar? put out of commission 1. işlemez hale getirmek. 2. yıkmak, mahvetmek. put pen to paper yazmaya başlamak. put pressure on (birine) baskı yapmak, (birini) sıkıştırmak. put s.o. away k. dili 1. birini tımarhaneye kapamak. 2. birini içeri/hapse put s.o. down atmak. 1. birini indirmek/yere koymak; birini daha aşağı bir yere put s.o. in a flutter koymak. 2. k. dilidüşürmek. birini heyecana birini küçümsemek; birini tenkit etmek. 3. as birinin ... olduğunu zannetmek. 4. for (bir listede) birinin adının put s.o. in his/her place k. dili birine göstermek, birine dünyanın kaç bucak olduğunu yanına ... yazmak: I put you down for two tickets. Adının yanına göstermek, k. birine Hanya´yı Konya´yı göstermek, getirmek: birine haddini put s.o. in mind of iki dili bilet -eyazdım. birini hatırlatmak, 5. for (okul,birini aklına üniversite v.b.´ne) She put him in bildirmek. mind of his aunt. Ona teyzesini hatırlattı. put s.o. in the picture kaydetmek/yazmak/kaydettirmek/yazdırmak. k. dili birine durumu anlatmak, birini aydınlatmak. put s.o. off 1. birini bahanelerle atlatmak/başından savmak. 2. birini put s.o. on şaşırtmak. 1. birini (bir 3.işle) birinigörevlendirmek. (bir şeyden) vazgeçirmek; birinin 2. k. dili birini hevesini işletmek, kırmak.dalga biriyle 4. birinin (başkasından) geçmek; birine hoşlanmamasına numara yapmak. yol açmak. put s.o. on a diet birini perhize sokmak. put s.o. on the shelf birini kızağa çekmek; birini emekliye ayırmak. put s.o. on the spot k. dili birini zor bir duruma sokmak. put s.o. on the spot k. dili birini zor bir duruma sokmak/düşürmek, birini zor bir put s.o. onto durumda bırakmak. k. dili 1. birini (birine) yollamak/göndermek. 2. birine (bir şeyi) put s.o. out tavsiye etmek/salık k. dili 1. birini zahmete vermek. sokmak; birini rahatsız etmek. 2. birini put s.o. out of his/her misery kızdırmak. 1. birini öldürerek acılarına son vermek. 2. birinin çaresine put s.o. out of the way bakmak, birini k. dili birini öldürmek. öldürmek, 3. birini birini sıkıntılı ortadan bir durumdan kaldırmak. kurtarmak. put s.o. out to pasture birini emekliye ayırmak. put s.o. straight (about s.t.) k. dili (yanlış düşünen) birine işin doğrusunu put s.o. through (to) anlatmak/söylemek. (santral memuru) birini (telefonla) (-e) bağlamak. put s.o. through his/her bir kimsenin yeteneğini denemek. paces put s.o. through the wringer k. dili anasından emdiği sütü burnundan getirmek, birine put s.o. to bed güçlük/sıkıntı birini yatırmak. çektirmek; birinin imanını gevretmek; birini cendereye sokmak/koymak, birini çok sıkıştırmak. put s.o. to death birini idam etmek. put s.o. to shame k. dili 1. birini gölgede bırakmak. 2. birini utandırmak/mahcup put s.o. to shame etmek; 1. birinibirini rezil etmek. utandırmak/mahcup etmek; birini rezil etmek. 2. birini put s.o. to sleep gölgede bırakmak. birini uyutmak; birine uyku vermek. put s.o. to the test birini zora koşmak. put s.o. up birini misafir etmek. put s.o. up to k. dili birini (kötü bir işe) azmettirmek/koşmak. put s.o. wise (to) k. dili birini (birinden/bir şeyden) haberdar etmek; birine (bir put s.o./s.t. to the test şeyi) çaktırmak. birini/bir şeyi denemek/sınamak; birinin/bir şeyin nasıl/ne mene put s.o./s.t. to use biri/bir birinden/birolduğunu şey göstermek/meydanaetmek. şeyden yararlanmak/istifade çıkarmak. put s.o.´s nose out of joint birinin pabucunu dama attırmak. put s.o.´s nose out of joint birinin pabucunu dama atmak. put s.t. about k. dili bir haberi etrafa yaymak. put s.t. across k. dili 1.bir şeyi etkili bir şekilde put s.t. away iletmek/anlatmak/açıklamak/söylemek. 1. bir şeyi ortadan kaldırmak/saklamak.2.2.bir birşeyi yutturmak. kenara para 3. bir şeyi kabul ettirmek. koymak. 3. k. dili çok yemek yemek; yemeği midesine/gövdeye indirmek. put s.t. back 1. bir şeyi eski yerine koymak. 2. bir şeyi geciktirmek. 3. to put s.t. by toplantıyı/randevuyu bir kenara para koymak. (önceki bir tarihe/saate) almak; toplantı/randevu tarihini/saatini öne almak. put s.t. down 1. bir şeyi (indirerek) bırakmak/yere koymak; bir şeyi (aşağı bir put s.t. forward to yere) koymak. 2. bir şeyi toplantıyı/randevuyu (dahakaydetmek/not etmek/yazmak. ileri bir tarihe/saate) almak; 3. kaparo vermek/bırakmak. toplantı/randevu 4. to tarihini/saatini bir şeyi -e vermek/yormak: I put put s.t. in s.o.´s mind bir şeyi birinin aklına koymak. ileri almak/ertelemek. it down to his being old. Onu yaşlılığına verdim. 5. k. dili bir şeyi put s.t. in storage bir şeyi depoya küçümsemek; birkoymak. şeyi tenkit etmek. put s.t. into orbit bir şeyi yörüngeye oturtmak. put s.t. into practice bir şeyi uygulamak/uygulamaya koymak. put s.t. into s.o.´s head k. dili bir fikri birinin aklına/kafasına koymak, bir fikri birine put s.t. off aşılamak. bir şeyi ertelemek. put s.t. on 1. bir şeyi giymek. 2. -e bir fiyat koymak; -e bir değer biçmek. 3. put s.t. on paper (bir toplamı, bir şeyi maliyeti) belirli kâğıda/yazıya dökmek. bir miktar artırmak. put s.t. on the back burner k. dili bir şeyi şimdilik askıya almak. put s.t. on the market bir şeyi satışa çıkarmak. put s.t. out of one´s head bir şeyi unutmak/unutturmak. put s.t. out of the way k. dili (uygunsuz bir yerde duran) bir şeyi başka bir yere put s.t. over kaldırmak. 1. bir şeyi etkili bir şekilde put s.t. over on s.o. iletmek/anlatmak/açıklamak/söylemek. k. dili birine bir şey yutturmak, birine bir 2.oyun to biroynamak. şeyi -e ertelemek/bırakmak. put s.t. plainly bir şeyi açıkça söylemek. put s.t. through bir şeyin onaylanmasını/kabul edilmesini sağlamak; bir yasa put s.t. to a vote tasarısını (meclisten) geçirmek. bir şeyi oylamaya/oya koymak, bir şeyi oya sunmak. put s.t. to a vote bir şeyi oya/oylamaya koymak. put s.t. to one side bir şeyi bir kenara bırakmak. put s.t. to rights bir durumu düzeltmek/yoluna koymak. put s.t. to s.o. k. dili birine bir şey teklif etmek/sormak. put s.t. to shame k. dili bir şeyi gölgede bırakmak. put s.t. to shame bir şeyi gölgede bırakmak. put s.t. together k. dili 1. bir şeyi hazırlamak. 2. bir ekibi oluşturmak. 3. bir şeyi put s.t. up for auction monte bir şeyietmek/kurmak. açık artırma ile satışa çıkarmak. put s.t. up for sale bir şeyi satışa çıkarmak. put s.t./s.o. out of one´s bir şeyi/birini aklından çıkarmak/unutmak. mind put the blame on kabahati/suçu (birinin) üzerine atmak. put the cart before the horse tersine iş görmek. put the finger on -i ihbar etmek, -i gammazlamak, -i ele vermek. put the screws on k. dili (birini) sıkıştırmak. put the shot spor gülle atmak. put the wind up s.o. k. dili 1. birini korkutmak. 2. birini sinirlendirmek. put their heads together baş başa verip düşünmek. put through a call to -e telefon etmek. put to bed yatırmak. put to death öldürmek. put to flight kaçırmak. put to sea denize açılmak. put to use kullanmak. put too much stress on 1. -i fazlasıyla vurgulamak. 2. (bir yapıdaki eleman) -e fazla yük put two and two together olmak/bindirmek. k. dili (olaylar arasında bağlantı kurarak) durumun ne olduğunu put two and two together anlamak. k. dili düşünerek bir sonuç çıkarmak. put under a ban yasaklamak. put up 1. inşa etmek, yapmak. 2. (çadır) kurmak. 3. (birini) misafir put up a fight etmek. mücadele 4. at (otel v.b.´nde) kalmak. 5. (fiyat, kira v.b.´ni) etmek. yükseltmek, artırmak. 6. konservesini/reçelini/kompostosunu yapmak. 7. (bir işi finanse etmek için) para vermek. 8. for -e adaylığını koymak. put up a poor show başarılı olmamak, yaptığı iyi olmamak. put up for sale satılığa çıkarmak. put up with -i çekmek, -e katlanmak/tahammül etmek. Put up your hands! Eller yukarı! put upon -i sömürmek, -i kullanmak. put words into s.o.´s mouth uydurup birinin ağzından konuşmak. put words into s.o.´s mouth birinden izin almadan onun adına konuşmak. put/get/have the cart before k. dili işi tersinden yapmak. the horse put/lay s.t. to rest (nahoş bir olayı) unutmak (ve sanki olmamış gibi davranmak). put/set one´s house in order kendi işlerini/hayatını düzene koymak. put/set s.o. on a pedestal birine fazla değer vermek, birine âdeta tapınmak. put/set s.o. right (about) (yanılmış olan) birine (bir şeyin) gerçekten nasıl put/set s.o./s.t. over against olduğunu söylemek: birini/bir şeyi I´m going (başkasıyla) to go over there this etmek. karşılaştırmak/mukayese minute and set him right! Oraya hemen gidip ona neyin ne olduğunu put/set s.t. to rights bir şeyi düzene sokmak/koymak; bir şeyi yoluna koymak. anlatacağım. put/set the record straight k. dili herhangi bir yanılgıyı gidermek için olayı doğru bir put/step on the brake/brakes şekilde anlatmak. frene basmak. putative s. farzedilen, varsayılan. put-down i., k. dili küçümseyici/tenkit dolu laf. putrefy f. 1. çürüyüp kokmak, taaffün etmek, kokuşmak. 2. çürütmek; putrid kokutmak. 3. kangren s. çürüyüp kokan, olmak. taaffün eden, kokuşmuş, kokuşuk. putridity i. 1. çürüklük. 2. kokuşma. putridness i., bak. putridity. putt i., golf topu deliğe sokmak için hafif vuruş. f. (topa) hafifçe putter vurmak. f. about ufak tefek işlerle meşgul olmak, oyalanmak. putty i. camcı macunu. f. macunlamak. putty knife macun ıspatulası. put-up s. danışıklı. put-up job danışıklı dövüş. puzzle i. 1. bilmece; bulmaca. 2. mesele, sorun. 3. şaşkınlık, hayret. 4. puzzle over anlaşılmaz kimse. f. şaşırtmak, hayrete düşürmek; şaşırmak, -i çok düşünmek. hayrete düşmek. puzzle s.t. out 1. bir şeyin anlamını bulmaya çalışmak; bir şeyi çözmeye puzzling çalışmak. 2. bir s. 1. şaşırtıcı. 2. şeyin anlamını bulmak; bir şeyi çözmek. muammalı. Pygmy i. Pigme. s. Pigme, Pigmelere özgü. pygmy i., s. cüce. pyjamas i., İng., bak. pajamas. pylon i. çelik direk, pilon. pyoderma i., tıb. irinli deri, piyodermit. pyogenesis i., tıb. irinlenim, irinlenme, piyogeni, piyogenez. pyogenic s., tıb. irinyapan, piyogenik. pyopoiesis i., tıb. irinlenim, irinlenme. pyorrhea i., tıb. piyore, dişeti iltihabı. pyracantha i., bot. ateşdikeni. pyramid i. piramit. pyre i. ölüyü yakmaya özgü odun yığını. pyrethrum i., bot. pireotu, pirekapan, nezleotu. Pyrex i. payreks. pyrite i., min. pirit. pyrography i. dağlama resmi, yakma resim, pirogravür. pyrogravure i., bak. pyrography. pyrosis i., tıb. mide ekşimesi. pyrotechnic s. piroteknik. pyrotechnics i. 1. piroteknik, pirotekni. 2. ask. piroteknik mühimmat. 3. Pyrrhic piroteknik s. gösteri. Pyrrhic victory fazla pahalıya mal olan zafer; büyük kayıplarla kazanılan python başarı. i., zool. piton. Q kıs. quarto, queen, question. q kıs. quart(s), quarter, quarterly, question. Q, q i. İngiliz alfabesinin on yedinci harfi. Qatar i. Katar. Qatari i. Katarlı. s. 1. Katar, Katar´a özgü. 2. Katarlı. qibla i. kıble, namazda yönelinen yön. qiblah i., bak. qibla. qt kıs. quantity, quart(s). qu kıs. question. quack f. vaklamak, vakvaklamak, ördek sesi çıkarmak. i. ördek sesi, quack vak i., s.vak. şarlatan. quack doctor şarlatan hekim. quadrangle i. 1. avlu. 2. geom. dörtgen. quadrilateral s., geom. dört kenarlı. quadruped s. dört ayaklı. i. dört ayaklı hayvan. quadruple s. dört kat: I want quadruple this amount. Bu miktarın dört quaff katını istiyorum. f. içmek, kana kana içmek. i. içim. quagmire i. batak, bataklık. quail i. bıldırcın. quail f. yılmak; sinmek, ürkmek. quaint s. antika, yabansı, acayip, tuhaf. quaintly z. acayip bir şekilde. quaintness i. antikalık, acayiplik, tuhaflık. quake f. 1. titremek. 2. sarsılmak. Quaker i. bir Protestan tarikatı üyesi, Kuveykır. qualification i. 1. nitelik, özellik: He has all the qualifications. Bütün qualified niteliklere sahip. s. 1. kalifiye, 2. şart, nitelikli, kayıt: vasıflı, with many ehliyetli: qualifications a qualified workerbirçok kalifiye şartlarla. bir1.işçi. 3. dilb. niteleme. qualify f. hak2.kazanmak, ehliyetli, ehliyeti ehliyet olan: a qualified kazanmak; driver ehliyetli hak kazandırmak. 2.bir şoför. 3. şartlı, kısıtlamak, kısıtlı, sınırlı.3. nitelendirmek. 4. hafifletmek. 5. sınırlandırmak. qualitative s. niteliksel, nitel. dilb. nitelemek. quality i. 1. nitelik, vasıf. 2. kalite, nitelik: average quality orta nitelik. qualm high quality i. vicdan yüksek kalite. poor quality düşük kalite. quality azabı. control kalite kontrolü. 3. özellik: a person´s good qualities bir qualms of conscience vicdan azabı. kimsenin iyi özellikleri. 4. üstünlük. 5. meziyet. quandary i. 1. şüphe, ikircim; hayret, şaşkınlık. 2. ikilem. quantify f. miktarını belirtmek; miktarını belirlemek, ölçmek. quantitative s. nicel. quantitatively z. nicel olarak. quantity i. 1. nicelik: Quality is more important than quantity. Nitelik quantum nicelikten çoğ. quan.ta daha önemlidir. (kwan´tı) i. 1.2. miktar: miktar, a negligible tutar. quantity 2. pay, hisse. 3. fiz. önemsiz kuantum, bir miktar. 3. çoğ. miktar: in small quantities az quantum leap önemli birnicem. atılım. miktarda. He buys in large quantities. Külliyetli miktarda satın quarantine i. karantina. f. karantinaya almak. alır. quarrel i. kavga, münakaşa, çekişme. f. (--ed/--led, --ing/--ling) quarrelsome kavga/münakaşa etmek, çekişmek. s. kavgacı; ters, huysuz. quarry i. av. quarry i. taşocağı. f. 1. (from) taşocağından çıkarmak. 2. taşocağı quart açmak. i. galonun dörtte biri, kuart. quarter i. 1. dörtte bir, çeyrek: a quarter of the amount miktarın dörtte quarter hour biri. çeyrek2. çeyrek: saat. It´s quarter to two. İkiye çeyrek var. 3. çeyrek dolar, çeyrek, 25 sent değerindeki madeni para. 4. yılın dörtte quarter note müz. dörtlük. biri, üç aylık süre. 5. öğretim yılının dörtte biri. 6. mahalle, semt. quarterback i., 7. Amerikan yön, taraf.futbolu 8. çoğ. oyunu idare kışla. 9. çoğ.eden oyuncu. konut, mesken,f., k. dili -i idaref. ikametgâh. quarterdeck etmek. 1. dörde ayırmak, i., den. kıç güverte. dörde bölmek. 2. (in/with) (birini) (bir quarterfinal yere/birinin i. çeyrek final.yanına) yerleştirmek: They quartered him with an engineer´s family. Onu bir mühendis ailesinin yanına quarterly s. üç ayda bir verilen/olan. i. üç ayda bir yayımlanan süreli yerleştirdiler. quartermaster yayın. i., ask. z. üç ayda levazım bir. müdürü; levazım subayı. quartet i., müz. dörtlü, kuartet. quartette i., İng., müz., bak. quartet. quartz i. kuvars. quartz crystal kuvars kristali. quash f. 1. huk. iptal etmek, feshetmek, kaldırmak, bozmak. 2. (isyan quasi v.b.´ni) z. 1. güya,bastırmak; sanki. 2.(duygu, hemen umuthemen.v.b.´ni) yok s. gibi, -e etmek: benzer.We shall quash those hopes of his. O umutlarının kökünü kazıyacağız. quasi- önek benzeri. quassia i. 1. bot. acıağaç, kavasya. 2. acıağaç/kavasya tentürü. quatrain i., edeb. dörtlük, kıta. quaver f. 1. titremek. 2. titrek sesle şarkı söylemek veya konuşmak. i. quay 1. titreme. i. rıhtım, 2. ses titremesi. iskele. queasy s. 1. midesi bulanmış. 2. mide bulandırıcı. 3. midesi kolayca Queen bulanan. i. queen i. 1. kraliçe. 2. arıbeyi, anaarı. 3. satranç vezir. 4. isk. kız. 5. Queen Anne´s lace argo (çoğ. ibne. Queen Anne´s lace) kırlarda yetişen beyaz çiçekli bir queen bee havuç arıbeyi,türü. anaarı. queen consort kralın karısı olan kraliçe. queen dowager dul kraliçe. queen mother ana kraliçe. queenlike s. kraliçe gibi. queenly s. 1. kraliçe gibi. 2. kraliçeye yakışır. queer s. 1. acayip, tuhaf, garip. 2. argo homoseksüel. f. queer fish garip bir kimse, tuhaf bir kimse, antika, kaşmerdikoz. queer s.o.´s pitch İng., k. dili birinin işini/planlarını bozmak. quell f. 1. (isyan v.b.´ni) bastırmak. 2. (korku, endişe v.b.´ni) quench gidermek/yatıştırmak. f. 1. (susuzluğu) gidermek. 2. (ateş, yangın v.b.´ni) söndürmek. quench one´s thirst 3. (isyan v.b.´ni) susuzluğunu bastırmak; (duygu, umut v.b.´ni) yok etmek. 4. gidermek. (çeliğe) su vermek. querulous s. şikâyetçi, titiz, aksi. query i. 1. soru. 2. kuşku, şüphe. f. 1. (birine) soru sormak. 2. -in quest doğruluğunu sormak.f. for -i aramak, -i araştırmak. i. arama, araştırma. question i. 1. soru, sual. 2. sorun, mesele. 3. kuşku, şüphe. f. 1. soru question mark sormak. 2. sorguya soru işareti, çekmek: The police are questioning the soru imi. suspect. Polisler sanığı sorguya çekiyorlar. 3. -den şüphe etmek: questionable s. 1. kuşkulu, şüpheli. 2. kesin olmayan. I question his honesty. Dürüstlüğünden şüphe ediyorum. questionnaire i. 1. anket, sormaca. 2. form, belge. queue i., İng. sıra, kuyruk. f., İng. 1. kuyruğa girmek. 2. kuyruk olmak. queue up İng. kuyruğa girmek. quibble i. 1. baştan savma cevap, kaçamaklı söz. 2. ufak itiraz/şikâyet. f. quibble about/over kaçamaklı cevap üzerinde) (önemsiz şeyler vermek. münakaşa etmek. quick s. 1. çabuk, hızlı: as quick as I can elimden geldiği kadar çabuk. quick on the trigger quick k. dilireturns çabuk 2. 1. eli tetikte. gelen kazanç. kafası hazırcevap, 2. (anlatılanı) çabuk çabuk işler. kavrayan, kavrayışlı. i. tırnağın altındaki hassas et. quick on the uptake k. dili 1. hazırcevap. 2. uyanık. quicken f. 1. çabuklaştırmak, hızlandırmak; çabuklaşmak, hızlanmak. 2. canlandırmak, diriltmek; canlanmak, dirilmek. quickie i., k. dili 1. çabuk içilen/içilmiş içki. 2. çarçabuk sevişme/aşk quicklime yapma. i. sönmemiş3. çabuk kireç.yapılan/yapılmış şey. s. çabuk yapılan/yapılmış. quickly z. çabuk, çabucak, süratle, hızla. quickness i. çabukluk, sürat, hız. quicksand i. bataklık kumu. quick-tempered s. çabuk kızan. quick-witted s. (durumu) çabuk kavrayan, kavrayışlı; (durumu) çabuk quid kavrayıp i., İng., k.hemen dili (bir)gerekeni sterlin. yapan. quid i. bir çiğnemlik tütün. quid pro quo i. (verilen bir şeye) karşılık: If we give this to them we must quiescent insist on a quid s. hareketsiz, pro quo. Bunu onlara verirsek, karşılığını sakin. istememiz şart. quiet s. 1. sessiz, sakin. 2. hareketsiz, dingin. 3. rahat. 4. yumuşak quiet down huylu, sessiz, 1. susmak. 2.uslu. 5. gösterişsiz. yatışmak, i. 1. sessizlik, sükût. 2. rahat, sakinleşmek. huzur, sükûnet, asayiş. f. 1. susturmak. 2. yatıştırmak, quietism i. dingincilik. sakinleştirmek. quietly z. yavaşça, sessizce, hareketsizce. quill i. 1. kuş kanadının büyük tüyü, yelek, telek, teleke; kuyruk quill pen teleği. 2. içi boş olan tüy sapı. 3. tüy kalem. 4. kirpi oku. tüy kalem. quilt i. yorgan. quilted s. kapitone. quince i. ayva. quinine i. kinin. quintal i. kental, 100 kilogramlık ağırlık birimi. quintessence i. 1. öz, cevher. 2. en mükemmel örnek: She´s the quintessence quintessential of beauty. O güzelliğin s. mükemmel, tam: This taiskendisi. quintessential mediocrity. quintet Sıradanlığın i., müz. kuintet,ta kendisi beşli. bu. That´s a quintessential mark of good breeding. Terbiyenin esaslarından biridir o. quintette i., İng., müz., bak. quintet. quintillion i. kentilyon. quintuple s. beş kat, beş misli. quintuplet i. 1. beş şeyden meydana gelen takım, beşli. 2. beşizlerden biri. quip i. 1. espri, nükte, latife. 2. taş, şakayla karışık iğneli söz. f. (-- quirk ped, --ping) 1. 2. i. 1. acayiplik. espri tuhafyapmak. 2. taş davranış. atmak, 3. mim. şakayla karışık kabartmalı süslemede iğneli söz söylemek. girinti. quit f. (quit/--ted, --ting) 1. bırakmak, vazgeçmek: He quit smoking quit the scene cigarettes. sahneden veya Sigara içmekten olay yerinden vazgeçti./Sigarayı çekilmek. bıraktı. 2. kesilmek, durmak, dinmek: The motor suddenly quit. Motor quite z. 1. tam, tamamen: I´m not quite through yet. Henüz tam duruverdi. It´s quit raining. Yağmur dindi. 3. -i terketmek, -den Quite (so). bitirmiş değilim. I don´t quite know what to say. Ne diyeceğimi İng. Tabii. çekip gitmek: They quit the town. Kasabadan çekip gittiler. 4. bilemiyorum. “Is it ready?” “Not quite.” “Hazır mı?” “Az kaldı.” I quite a bit ayrılmak: He quitgrown 1. epey: You´ve his job.quite İşinden ayrıldı. a bit. Epey büyüdün. I haven´t ´d quite forgotten it. Onu tamamen unuttum. Quite right, sir! quite a few seen birçok.her for quite a bit. Epeydir görmedim onu. 2. sık sık: They Çok haklısınız beyefendi! He´s not quite the man for the job. go there quite a bit. Oraya sık sık gidiyorlar. quite a/an Tam 1. Neo ...! işin(Beğeni adamı değil. Not quite ve şaşkınlık all of them belirtir.): She´shave quitecome yet. a woman! quitter Henüz Ne hepsi kadındır o!gelmedi. That was2. bayağı, quite a pek: party! i., k. dili işleri hep yarıda bırakan kimse. She´s Ne quite partiydi good ama! at2. her epey job. miktar): (bir İşinde bayağı I saw iyidir quite o.a few parrots there. Orada epey quiver i. ok kılıfı, sadak. papağan gördüm. 3. bayağı: He´s developed into quite a quiver f. titremek; hunter. titretmek. Bayağı i. titreme. iyi bir avcı oldu. quixotic s. donkişotça, donkişotvari. quixotical s., bak. quixotic. quixotism i. donkişotluk. quiz i. 1. kısa sınav, küçük imtihan. 2. sorgu. f. (--zed, --zing) (birine) quiz show çok soruTV radyo, sormak, (birini) sorguya çekmek. bilgi yarışması. quizzical s. 1. sorgulayıcı (bakış, tavır v.b.). 2. alaylı ve keyifli (gülüş, quorum bakış v.b.). i. yetersayı. quota i. 1. hisse, pay. 2. kontenjan. 3. kota. quotation i. 1. alıntı, iktibas. 2. alıntılama, aktarma. 3. (teklif olarak verilen) fiyat. quotation marks tırnak işaretleri. quote f. 1. alıntılamak, alıntı yapmak, aktarmak, iktibas etmek. 2. quoth (birinin) f., söylediklerini eski dedim; dedi (Butekrarlamak. 3. -eyoktur. fiilin başka kipi (teklif Özne olarak) fiyat daima vermek. fiilden i., k.gelir: sonra dili 1.quoth alıntı,I,iktibas. quoth 2. (teklif olarak verilen) fiyat. he). quotient i., mat. bölüm. R, r i. R, İngiliz alfabesinin on sekizinci harfi. rabbet i. 1. yiv, oluk. 2. lambalı geçme. rabbi i. haham. rabbinate i. 1. hahamlık. 2. hahamhane. 3. hahamlar. rabbit i. tavşan. rabbitfish i. denizkedisi. rabble i. insan kalabalığı, insan sürüsü, güruh, derinti. rabid s. 1. kudurmuş, kuduz. 2. öfkeden kudurmuş. 3. fanatik. rabies i. kuduz. raccoon i., zool. rakun. race i. 1. yarış, koşu. 2. akıntı. f. 1. yarışmak; yarıştırmak. 2. hızlı race gitmek; koşmak. i. 1. ırk. 2. soy. 3.3. (atı) döl, dörtnala koşturmak; (aracı) hızlı nesil. sürmek. 4. (avaradaki motoru) hızlı çalıştırmak. race against time zamanla yarışmak. race won by a length bir at/kayık boyu ile kazanılan yarış. racecourse i. 1. İng. (at için) parkur. 2. İng. hipodrom. 3. parkur. 4. yarış racehorse pisti. i. yarış atı, koşu atı. racer i. 1. koşucu. 2. yarış atı. 3. yarış arabası. 4. yarış yatı. racetrack i. 1. yarış pisti. 2. (at için) parkur. 3. hipodrom. rachitic s., tıb. raşitik. rachitis i., tıb. raşitizm. racial s. ırksal. racialism i., İng. ırkçılık. racialist i., s., İng. ırkçı. racism i. ırkçılık. racist i., s. ırkçı. rack i. 1. (otobüs, tren ve vapurda) (çubuklardan oluşan) raf; rack (otomobilin i. üstünde) portbagaj. 2. bir çift geyik boynuzu. 3. mak. dişli çubuk. rack and ruin yıkım, harabiyet. rack one´s brains k. dili bayağı düşünmek, kafa patlatmak, beyin patlatmak. rack one´s brains kafa patlatmak, çok düşünmek. racket i. raket. racket i. 1. gürültü, patırtı, şamata. 2. k. dili hileli iş, düzenbazlık. 3. k. racketeer dili i. 1.haraççılık. sahtekâr, 4. argo meslek, düzenbaz. iş. 2. haraççı; mafya üyesi. racquet i., bak. racket 1. racy s. 1. komik ve biraz açık saçık. 2. canlı, renkli (üslup). radar i. radar. radar signal radar sinyali. radial s. radyal, ışınsal. radian i., geom. radyan. radiance i. parlaklık, aydınlık. radiancy i., bak. radiance. radiant s. 1. ışın yayan, parlak. 2. neşe saçan. radiate f. 1. ışın yaymak. 2. ışın halinde yayılmak. 3. yaymak, saçmak. radiation i. yayılma, radyasyon, ışınım. radiational s. ışınsal. radiator i. radyatör. radical s. 1. köke ait, köksel. 2. esaslı, köklü, kökten, radikal. 3. radikal, radicalism köktenci. i. radikalizm,i. radikal, köktenci. köktencilik. radicel i., bot. kökçük. radicicolous s. köklerin üzerinde yaşayan. radicivorous s., zool. kökçül, köklerle beslenen. radicular s. köksel. radio i. 1. radyo. 2. telsiz telgraf/telefon. f. 1. -i radyo ile yayımlamak. radio frequency 2. -i telsizle radyo haber vermek: We radioed for help. Telsizle yardım frekansı. istedik. 3. telsizle haberleşmek. s. radyo. radio link radyolink. radio operator telsizci. radio station radyo istasyonu. radio transmitter radyo vericisi. radio wave radyo dalgası. radioactive s. radyoaktif, ışınetkin. radioactivity i., fiz. radyoaktivite, ışınetki, ışınetkinlik. radiogram i. radyogram. radiography i. radyografi, ışınçekim. radiologist i. radyolog, ışınbilimci. radiology i. radyoloji, ışınbilim. radiometer i. radyometre, ışınölçer. radiophoto i., bak. radiophotograph. radiophotograph i. radyofoto. radioscopy i. radyoskopi. radiotelegraph i. telsiz telgraf, radyotelgraf. radiotelephone i. telsiz telefon, telsiz, radyotelefon. radiotherapy i. radyoterapi. radish i. kırmızıturp. radium i., kim. radyum. radius çoğ. ra.di.i (rey´diyay)/--es (rey´diyısız) i. 1. yarıçap. 2. anat. raffle önkol kemiği, i. piyango, döner çekiliş. f. kemik. (off) piyangoda (hediye olarak) dağıtmak, raft piyangoda vermek. i. sal. f. 1. salla gitmek. 2. sal kullanmak. 3. -i salla taşımak. raft i., k. dili yığın, büyük miktar. rafter i. çatı kirişi, kiriş. raftsman çoğ. rafts.men (räfts´men) i. salcı. rag i. 1. paçavra, çaput, eski bez parçası. 2. çoğ. yırtık pırtık giysi. 3. rag k. dili adi --ging) f. (--ged, gazete.k. dili 1. (şaka yaparak) -e takılmak. 2. rag doll/baby azarlamak, bez bebek. paylamak. 3. İng. eşek şakası yapmak. i., İng. 1. gürültü, şamata. 2. eşek şakası. 3. üniversite öğrencilerinin rag rug pala. bağış toplamak amacıyla yaptığı komik gösteriler. ragamuffin i. üstü başı perişan çocuk. rag-and-bone s. rag-and-bone man İng. eskici. rage i. 1. öfke, gazap, hiddet, köpürme; hırs; hışım. 2. coşku, ragged heyecan. s. 1. yırtık3. moda, pırtık. 2. çok rağbet hırpani, görenkılıklı, perişan şey. f.giysileri 1. öfkelenmek, yırtık pırtık; hiddetlenmek, pejmürde:with köpürmek; hırsla a ragged räg´mîn) appearanceveryansın etmek/verip pejmürde kılıklı. 3. ragman çoğ. rag.men (räg´men, i. eskici. veriştirmek. kenarları eğri2.büğrü(bir olay) şiddetle kesilmiş, devam tırtıklı; etmek: pürüzlü, The storm pürtüklü: The was raid i. 1. baskın; raging without.polis baskını.fırtına Dışarıda 2. akın. f. şiddetiyle 1. baskın yapmak.ediyordu. 2. akın pages of the book have raggedtüm edges. Kitabındevamsayfa kenarları raider etmek. i. 1. baskıncı. 2. akıncı. tırtıklı. rail i. 1. (tahta parmaklıktaki yatay) sırık. 2. küpeşte; tırabzan rail küpeştesi, f. sövüp saymak.merdiven küpeştesi; parmaklık küpeştesi. 3. den. küpeşte. 4. d.y. ray. 5. demiryolu. f. off -i parmaklıkla çevirmek. rail at/against -e sövüp saymak. railing i. 1. küpeşte; tırabzan küpeştesi; parmaklık küpeştesi. 2. parmaklık, korkuluk; tırabzan. 3. (tahta parmaklıktaki yatay) sırık. railroad i. demiryolu. railroad station tren istasyonu. railroad system demiryolu şebekesi. railway i., bak. railroad. rain i. yağmur. f. 1. yağmur yağmak. 2. yağmur gibi boşanmak. 3. rain cats and dogs yağmur bardaktan gibiboşanırcasına yağdırmak. yağmak, gök delinmek, yağmur rain check boşanmak. 1. yağmur yüzünden iptal edilen maç, gösteri, konser v.b. rain forest yerine yağmur ilerisi için verilen bilet. 2. Çekici bulunan bir davet ormanı. reddedildiği zaman kullanılır: I´ll take a rain check./Give me a rain gauge yağışölçer, yağmurölçer. rain check. Alacağım olsun. rain or shine ne olursa olsun. rainbow i. gökkuşağı. rainbow chaser hayal peşinde koşan kimse. rainbow trout çelikbaş alabalık. raincoat i. yağmurluk. raindrop i. yağmur damlası. rainfall i. yağış miktarı. rainstorm i. sağanak. rainwater i. yağmur suyu. rainy s. yağmurlu. rainy day sıkıntılı zaman, dar gün. raise f. 1. (yukarı) kaldırmak: raise a hand el kaldırmak. 2. raise Cain/hell/the devil yükseltmek, artırmak: k. dili 1. kıyameti raise prices koparmak. fiyatları 2. küplere yükseltmek. raise binmek. one´s voice sesini yükseltmek. 3. inşa etmek; dikmek: raise a raise hell karışıklık çıkarmak, kıyamet koparmak. building bir bina inşa etmek. raise a telephone pole telefon raise s.o.´s curiosity birinindikmek. direği merakını 4. uyandırmak, (para) toplamak.birinin 5. dikkatini çekmek. (hayvan/ekin) yetiştirmek; raise the roof (çocuk) çok gürültü büyütmek, yapmak. yetiştirmek. 6. -e neden olmak: It raised a raise/lift a blockade laugh ablukayı among them. Onları güldürdü. Don´t raise a dust! Etrafı kaldırmak. tozutma! You´ve raised our hopes. Bizi umutlandırdınız. raise a raisin i. kuru üzüm. problem sorun çıkarmak. 7. ileri/öne sürmek, söylemek: Don´t rajah i. raca. raise any objections! Hiçbir itirazda bulunma! raise a question rake soru i., sormak. bahç. tırmık, tarak. f. 1. tırmıkla toplamak. 2. (toprağı) rake in money tırmıklamak/taraklamak. çok para kazanmak. 3. through -i taramak, -i dikkatle gözden geçirmek. 4. ask. (ateşle) taramak. rake s.o. over the coals birini şiddetle azarlamak, birini haşlamak. rake up the past eski defterleri karıştırmak. rakeoff i. 1. kazançtan alınan (yasadışı) pay, (yasadışı) komisyon, anut; rakish avanta. s. rahat 2. vekazançtan alışılmışın alınan dışındapay, olan.kâr payı. rally f. 1. (birilerini) toplamak; toplanmak. 2. harekete geçirmek; RAM canlandırmak. i., kıs. Random-Access3. moralMemory. vermek, cesaretlendirmek. 4. (düştükten sonra) (fiyatları) artırmak; (fiyatlar) artmaya Ram i., astrol. Koç burcu. başlamak. 5. to/around (birinin) yardımına koşmak; (bir davayı) ram i. 1. zool. koç. 6. desteklemek. 2. (hasta/yorgun mak. şahmerdan. kişi)f.kendini (--med,toparlamak. --ming) 1. çoki. 1. ram s.o./s.t. down s.o.´s kuvvetle (birilerini) vurmak. toplama; 2. toslamak. toplanma. 2. (düşüşten sonra) (fiyatlarda) k. dili birine birini/bir şeyi zorla kabul ettirmek. throat ram s.o./s.t. down s.o.´s artış. k. dili3.birini/bir (hasta/yorgun kişi)zorla şeyi birine kendini kabultoparlama. ettirmek,4.birinin (birini/bir gırtlağına throat davayı desteklemek için yapılan) toplantı; miting. 5. oto. ralli. Ramadan basarak i. Ramazan. birini/bir şeyi kabul ettirmek. Ramazan i., bak. Ramadan. ramble f. 1. gezinmek, dolaşmak, dolanmak. 2. konuyu dağıtmak. 3. rambler (bitki) gelişigüzel i. 1. gezen kimse. 2.yayılıp büyümek. sarmaşık gülü. i. 1. gezinme, gezinti. 2. dolambaçlı yol. rambunctious s., k. dili 1. neşeli, gürültülü. 2. delişmen; ele avuca sığmaz. ramification i. 1. bot. dallanma. 2. kol, şube, dal. ramify f. 1. dallanmak, dal budak salmak. 2. dallanıp budaklanmak. 3. ramp kollara i. rampa. ayrılmak. rampage i. yakıp yıkma. rampant s. 1. dal budak salmış, her tarafa yayılmış; fışkırmış; azgın (bitki): This trumpet vine´s gotten quite rampant. Bu acemborusu bayağı azdı. 2. aşırı boyutlara varmış, alıp yürümüş, gemi azıya almış, kol gezen: Theft is rampant here. Burada hırsızlık kol geziyor. rampart i. kale duvarı, sur; siper. f. sur ile çevirmek. ramshackle s. harap, yıkık. ran f., bak. run. ranch i. hayvan çiftliği. ranch house çiftlik evi. rancher i. çiftlik sahibi. rancid s. ekşimiş, kokmuş, küflü (yağ). rancor i. garaz, kin. rancorous s. garazlı; garaz dolu. rancour i., İng., bak. rancor. rancourous s., İng., bak. rancorous. random s. rasgele, gelişigüzel, tesadüfi. random shot rasgele ateş. Random-Access Memory bilg. rasgele erişimli bellek. rang f., bak. ring. range f. 1. dizmek, sıralamak; dizilmek. 2. dolaşmak, gezinmek. 3. range otlatmak. 4. over i. 1. alan, saha. 2.bot. mera,(birotlak. yerde)3. yetişmek; (bitki veyazool. (bir yerde) hayvanın doğal bulunmak. olarak 5. dağılmak. yetiştiği) alan/alanlar: Its range is confined to the range far geniş kapsamlı olmak. mountainous regions of northeast Turkey. Yalnız kuzeydoğu range finder telemetre. Türkiye´nin dağlık yörelerinde bulunur. 4. sıra, dizi. 5. erim, rank i. 1. sıra,The menzil: dizi, saf.was deer 2. ask. nowrütbe. within3.the derece, rangemertebe, mevki, of his gun. Geyik rank above aşama; artık makam. tüfeğinin f. menzili1. derecelendirmek, içindeydi. 6. sıraya (yemek -den daha yüksek rütbede olmak, rütbece -den üstün olmak. koymak: pişirmeye The yarayan teacher üstü ranks ocaklı) herkuzine, fırın; students according kuzina. 7. to theirdağılım. istatistik grades. Öğretmen rank below (birinden) aşağı bir rütbede olmak. öğrencilerini notlarına göre derecelendiriyor. 2. (belirli bir rank next to rütbece/mevkice grubun) içinde olmak, ikinci(belirli gelmek.bir gruptan) biri sayılmak: He ranking ranks s. 1. ask. en yüksek rütbeli.scientists among the greatest 2. en yüksekin themevkide/makamda world today. rankle Dünyanın olan. en büyük f. acısı unutulmamak. bilim adamlarından biri sayılıyor. ransack f. 1. iyice araştırmak, altını üstüne getirmek. 2. yağma etmek. ransom i. 1. fidye, kurtulmalık. 2. fidye ile kurtarma. f. 1. fidye ile rant kurtarmak. f. 1. heyecanlı 2. fidye alarakbağırarak bir şekilde serbest bırakmak. konuşmak. 2. bağırarak atıp rant and rave tutmak/yüksekten 1. heyecanla bağıra atmak, çağırayüksek perdeden konuşmak. konuşmak. 2. bağırıp çağırarak atıp rap tutmak/yüksekten atmak. i. 1. hafif vuruş; tıklatma. 2. argo suç, kabahat. 3. argo ceza. f. rapacious (--ped, --ping) s. 1. yırtıcı. hafifçe vurmak; 2. açgözlü, doymaktıklatmak. bilmez. rapaciousness i. açgözlülük. rape f. -in ırzına geçmek, -e tecavüz etmek. i. 1. ırza geçme, tecavüz. rape 2. yağmalayıp i. kolza; yakıp yıkma. 3. yağmalama. küçükşalgam. rapid s. çabuk, hızlı, tez, süratli. rapidity i. hız, sürat. rapidly z. hızla, süratle. rapidness i., bak. rapidity. rapids i., çoğ. bir akarsuyun hızla akan türbülanslı kısımları. rapier i. meç, düz ve uzun kılıç. rapine i. yağmacılık, çapulculuk. rapist i. tecavüz eden adam. rapprochement i. uzlaşma. rapt s. 1. kendinden geçmiş. 2. çok dalmış. rapture i. kendinden geçme, aşırı sevinç. rapturous s. kendinden geçmiş. rare s. 1. nadir, seyrek, az bulunur. 2. yoğun olmayan (hava/gaz). rarefy f. 1. yoğunluğunu azaltmak. 2. seyrekleştirmek; seyrekleşmek. rarely 3. inceltmek. z. nadiren, 4. kalitesini seyrek olarak. yükseltmek. 5. arıtmak, tasfiye etmek. rarity i. 1. nadirlik, seyreklik. 2. nadir şey. rascal i. yaramaz; maskara; kerata. rase f., bak. raze. rash i., tıb. döküntü; kurdeşen. rash s. fazla aceleci, atılgan, telaşçı, düşüncesiz. rasp f. 1. raspalamak, eğelemek, törpülemek. 2. (törpü sesine raspberry benzeyen) i. ahududu,kulak tırmalayıcı ağaççileği, bir sesle söylemek/konuşmak. 3. frambuaz. (ses) -in kulaklarını tırmalamak, -i rahatsız etmek. i. 1. raspa, rasping s. kulak tırmalayıcı, rahatsız eden (ses). eğe, (iri dişli) törpü. 2. (törpü sesine benzeyen) kulak tırmalayıcı raspy s., bak. rasping. ses. rat i. sıçan. f. (--ted, --ting) 1. fare tutmak. 2. on argo -i rat race gammazlamak. argo keşmekeş,3.koşuşturma. argo oyunbozanlık etmek. ratchet i. 1. (mandallı çark için) mandal, cırcır. 2. mandallı çark, cırcırlı ratchet wheel makara. mandallı çark, cırcırlı makara. rate i. 1. oran, nispet; sıklık: death rate ölüm oranı, ölüm sıklığı. rate rate of exchange of interest döviz kuru,faiz oranı. 2. kambiyo değer, fiyat, ücret: hourly rate saat kuru. başına ücret. 3. hız, sürat: at a slow rate yavaş bir hızla. 4. sınıf, rate of interest faiz oranı. çeşit. 5. İng. emlak vergisi oranı. 6. İng. emlak vergisi. f. 1. rather z. 1. -mektense: değer biçmek. 2.I saymak, decided farzetmek, to visit a friend rather olarak than Igo görmek: home. rate him Rather! Eve gitmektense a(rädh´ır´) friend. Onu bir arkadaş arkadaşı sayıyorum.ziyaret 3. ünlem, İng., k. dili Hem de nasıl! etmeye among karar -den biriverdim. 2. sayılmak: -den He ziyade, rates among -denthe çok: This best place is like composers of a museum our time. rather thanen Günümüzün a ratification i. onaylama; onaylanma. house. Burası, evden iyi bestecilerinden biriziyade müzeye sayılıyor. benziyor. 3. oldukça, 4. değerlendirmek: How do you ratify f. onaylamak, epeyce, rate him bir antasdik as hayli: He´s athlete?etmek. getting Onu sporcualongolarak rathernasıl well with his fellow rating workers. İş arkadaşlarıyla i. 1. sınıflama. değerlendiriyorsun? 2. sınıf, oldukça iyi geçiniyor. 5. kategori. sınıflandırmak: The company4. daharates its ratio doğrusu. employees 5. i. oran, nispet.tercih etmek: according to I had/would their productivity.rather go. Şirket Gitmeyi işçilerini tercih ederim./Bana kalırsa giderim. I had rather not randımanlarına göre sınıflandırıyor. 6. k. dili hak etmek: She do it. Yapmamayı ration i. 1. pay, hisse. 2. vesika ile tercih verilen iyi. Imiktar. 3. would tayın, rather er azığı. f. rates aederim./Yapmasam promotion. Terfii hak dahaediyor. think he die! rational vesika s. Bence ile 1. akıl dağıtmak; sahibi, ölmeyi karneye mantıklı, tercih bağlamak. eder!makul. 2. ussal, rasyonel. 3. mat. rational number rasyonel. mat. rasyonel sayı, oranlı sayı. rationalisation i., İng., bak. rationalization. rationalise f., İng., bak. rationalize. rationalism i. usçuluk, akılcılık, rasyonalizm. rationalist i. usçu, akılcı, rasyonalist. rationality i. 1. ussallık, rasyonalite. 2. mantıklılık. rationalization i. 1. bahane. 2. ussallaştırma, rasyonalizasyon. 3. modernleşme. rationalize 4. mat. f. 1. rasyonelleştirme. bahane bulmak. 2. mantığa göre açıklamak. 3. rationally ussallaştırmak, z. mantıkla. mantıklı kılmak. 4. İng. modernleştirmek. 5. mat. rasyonel sayıya çevirmek. ratlin i., den., bak. ratline. ratline i., den. iskalarya. rattan i. hezaren, hintkamışı. rattle f. takırdamak, tıkırdamak; takırdatmak, tıkırdatmak. i. 1. takırtı, rattle off tıkırtı. ezbere2.söylemek. çıngırak, çıngırdak. rattle on cır cır ötmek, durmadan konuşmak. rattlebrain i. kuş beyinli kimse. rattlebrained s. kuş beyinli, tın tın. rattlesnake i., zool. çıngıraklıyılan. rattling s. 1. takırdayan, tıkırdayan. 2. İng., k. dili büyük (hız). z., İng., k. rattrap dili sonkapanı. i. fare derece, çok. raucous s. yüksek ve bet/nahoş (ses). ravage f. yakıp yıkmak, kasıp kavurmak, harap etmek. rave f. 1. çılgınca bağırıp çağırmak, hezeyan etmek. 2. about -i rave review göklere çıkarmak, (kitap, film -e bayılmak. v.b. hakkında) övgüi.dolu 1. çılgınca yazı. bağırma. 2. çılgınlık. s. övgü dolu. ravel f. (--ed/--led, --ing/--ling) açmak, çözmek, sökmek. ravel out açmak, çözmek, sökmek; açılmak, çözülmek, sökülmek. raven i., zool. kuzgun. ravenous s. 1. çok aç. 2. yırtıcı hale gelmiş. ravenously z. aç kurt gibi. ravine i. dar ve derin vadi. raving s. çılgın, gözü dönmüş, kudurmuş. i. deli saçması, abuk sabuk ravioli söz. i. İtalyan usulü mantı. ravish f. 1. esritmek; çok sevindirmek, kendinden geçirmek, ravishing büyülemek. s. enfes, müthiş 2. ırzına güzel;geçmek, büyüleyici. tecavüz etmek. ravishingly z. büyüleyici bir şekilde. raw s. 1. çiğ, pişmemiş: raw meat çiğ et. 2. ham, işlenmemiş: raw raw material material hammadde. hammadde. raw silk ham ipek. 3. terbiye edilmemiş. 4. olgunlaşmamış. 5. soğuk. 6. acemi, toy, tecrübesiz. raw sewage arıtılmamış pissu. raw spirits saf ispirto. rawboned s. bir deri bir kemik kalmış, kaburgaları çıkmış, çok zayıf. rawhide i. ham deri. ray i. ışın, şua. ray i., zool. vatoz; tırpana, rina. rayon i. suni ipek. raze f. yıkıp yerle bir etmek. razor i. 1. tıraş makinesi. 2. ustura. razor blade jilet. razor strop ustura kayışı. razorback i., zool. bir domuz türü. razor-sharp s. çok keskin, jilet gibi. rcd kıs. received. rd kıs. road, rod(s), round. RE kıs. Right Excellent. re- önek 1. geri, geriye doğru: recall, retrace. 2. tekrar, yeniden: reach readdress, rearm, restate. f. 1. out (elini/kolunu) uzatmak; uzanmak: He reached out and reach ahead took ileriyemyuzanmak. hand. Uzanıp elimi tuttu. 2. out for (almak üzere) -e uzanmak. 3. -e yetişmek: I´m not tall enough to reach that reach an accord (with) (ile) anlaşmaya/mutabakata varmak. shelf. Boyum o rafa yetişmez. I wasn´t able to reach the reach down elini aşağıya ferryboat uzatmak. on time. Vapura zamanında yetişemedim. 4. uzanmak, reach for erişmek: The new (almak/dokunmak üzere) road will-ereach all the way uzanmak/elini from Istanbul to uzatmak. reach for one´s gun Ankara. Yeni yol silahına davranmak. İstanbul´dan ta Ankara´ya kadar uzanacak. 5. varmak, ulaşmak, gelmek: We´ll reach Kaş before nightfall. react f. (to) kararmadan Hava (-e) tepki göstermek, tepkimek. Kaş´a varacağız. i. 1. uzatma. 2. uzanma, reaction i. 1. tepki, erişme. 3. reaksiyon. erim. 2. kim. reaksiyon, tepkime. 3. pol. reactionary gericilik. s., i. gerici. reactionism i. gericilik. reactivate f. tekrar yürürlüğe koymak, tekrar çalıştırmak. reactive s. 1. tepkisel. 2. kim., fiz. tepkin. reactor i. reaktör. read f. (read) (red) 1. okumak: read a book kitap okumak. 2. İng. read okumak, ... eğitimi f., bak. read. s. görmek: read law hukuk okumak. 3. anlamak, yorumlamak: I read his reply as a refusal. Cevabını ret read between the lines bir yazıdaki kapalı anlamı keşfetmek. olarak yorumladım. Do you read me? Beni anlıyor musun? 4. -de read between the lines kapalıolmak: yazılı anlamını How keşfetmek. does that article of the contract read? read over Sözleşmenin 1. baştan başa o maddesinde okumak. 2. tekrar ne yazılı? 5. -i göstermek: The okumak. read s.o. the riot act thermometer reads zero degrees. Termometre k. dili birine dünyanın kaç bucak olduğunu göstermek, sıfır dereceyi birini gösteriyor. sert bir 6. şekilde çözmek: I azarlamak. can´t read that coded message. O read s.o. to sleep kitap mesajı şifreli okuyarak birini uyutmak. çözemiyorum. i., k. dili 1. okuma. 2. okuma süresi. read s.o.´s mind birinin ne düşündüğünü yüzünden okumak. read s.o.´s thoughts birinin düşüncesini okumak. read s.t. through bir şeyin tamamını okumak. readability i. 1. okunaklılık. 2. okunmaya değer olma. readable s. 1. okunaklı. 2. okunmaya değer, ilginç. reader i. 1. okuyucu, okur. 2. yayımlanacak eserleri eleştiren kimse. 3. readership düzeltmen. 4. okuma kitabı. i. okurlar, okuyucular; okur sayısı. readily z. 1. seve seve, isteyerek. 2. kolayca, kolaylıkla. reading i. 1. okuma; okunma. 2. okunuş. 3. okunacak metin. 4. reading desk göstergenin kitap sehpası; kaydettiği kürsü. ölçüm. 5. yorum. s. okumaya elverişli. reading lamp masa lambası. reading matter okunacak şey. reading room okuma salonu. readjust f. 1. tekrar düzeltmek, yeniden düzenlemek/ayarlamak. 2. readjustment yeniden i. 1. yenialışmak. şartlara alışma. 2. alıştırma. 3. yeniden readmit düzenleme/ayarlama. f. (--ted, --ting) tekrar (üyeliğe/öğrenciliğe) kabul etmek. Read-Only Memory bilg. salt okunur bellek. ready s. 1. hazır. 2. istekli. 3. yetenekli. ready cash kasa mevcudu. ready money nakit, hazır para; peşin para. ready money hazır para, nakit. ready-made s. hazır. ready-to-wear s. hazır (giyim eşyası). i. hazır giyim eşyası, konfeksiyon. reaffirm f. tekrar doğrulamak, tekrar teyit etmek. reagent i., kim. ayıraç, miyar. real s. 1. gerçek, hakiki: real image gerçek görüntü. real number real estate gerçek sayı. 2. asıl: the huk. gayrimenkuller, real problem asıl sorun. his real aim mülk. onun asıl amacı. 3. samimi, içten: His concern is real. Gösterdiği real estate huk. taşınmaz mal, gayrimenkul mal, mülk. ilgi içten. real estate agent emlakçı. real property huk. mülk. real wages reel ücret. realisation i., İng., bak. realization. realise f., İng., bak. realize. realism i. gerçekçilik, realizm. realist i. gerçekçi, realist. realistic s. gerçekçi; gerçeğe uygun. realistically z. gerçekçi bir şekilde; gerçeğe uygun olarak. reality i. 1. gerçeklik, hakikat, realite. 2. gerçek, realite. realization i. 1. farkında olma; farkına varma, farketme, anlama. 2. of realize gerçekleştirme. 3. paraya f. 1. farkında olmak; çevirme. farkına varmak, farketmek, anlamak: I didn really ´t realize z. gerçekten.that you were a doctor. Doktor olduğunuzun farkında değildim. Someday you will realize that you´re mistaken. Bir Really! ünlem Hay Allah! gün yanıldığını anlayacaksın. 2. gerçekleştirmek: realize a plan Really? Öyle bir mi?/Ciddi planı mi?/Cidden3.mi? gerçekleştirmek. tic. paraya çevirmek. realm i. 1. krallık. 2. ülke, memleket. 3. alan: This is not within the realtor realm of possibility. Bunun imkânı yok. realm of authority yetki i. emlakçı. alanı. 4. dünya, âlem: the realm of the imaginary hayal âlemi. realty i., huk., bak. real estate. ream i. 480/500 tabakalık kâğıt topu. ream f. -i raybayla genişletmek. reamer i. rayba, pürüzalır. reams of k. dili çok miktar. reanimate f. yeniden canlandırmak. reanimation i., tıb. reanimasyon. reap f. 1. (ekin) biçmek. 2. semeresini almak. reaper i. 1. orakçı. 2. biçerdöver. reappear f. yeniden görünmek, yeniden ortaya çıkmak. rear i. 1. arka, geri. 2. kıç. 3. ask. artçı. s. arkadaki, arka, geri. rear f. 1. yetiştirmek, büyütmek. 2. kaldırmak, yükseltmek, dikmek; rear admiral yükselmek. 3. inşa etmek. 4. şahlanmak. den. tuğamiral. rear guard ask. artçı. rear sight (tüfekte) gez. rearm f. yeniden silahlandırmak; yeniden silahlanmak. rearmament i. yeniden silahlandırma; yeniden silahlanma. rearmost s. en geri, en sonraki. rearrange f. yeniden düzenlemek. rearrangement i. 1. yeniden düzenleme. 2. yeni düzenleme; yeni düzen. rearview mirror oto. dikiz aynası. reason i. 1. neden, sebep: There are several reasons why I´m not reason s.t. out going. bir şeyiGitmemem akıl yoluylaiçin birkaç neden var. çözmek/çözmeye The reasons you´ve çalışmak. given won´t do. Sebep gösterdiğiniz şeyler kâfi değil. That´s the reasonable s. 1. makul. 2. makul ölçüleri aşmayan. 3. orta derecede, çok da reason he´s not here. O yüzden burada değil. 2. akıl, us, fena olmayan: z. 1. makul bir You´ve a2.reasonable şekilde. orta chancewas derecede: of being accepted reasonably muhakeme, mantık: Reason will be of no It use toreasonably you. Akıl sana by that university. entertaining. CanımızıO üniversiteye kabul edilme şansın fena reasoned fayda s. iyiceetmez. düşünülmüş vesıkmadı. f. 1. (mantıklı bir şekilde) düşünmek, muhakeme mantıklı. sayılmaz. reasoning etmek. 2. with muhakeme; i. 1. düşünme, (mantık yoluyla) -i ikna mantık: etmeye I like çalışmak. your reasoning. reassurance Mantığını beğeniyorum. i. 1. (birinin) 2. fels. uslamlama, şüphelerini/endişelerini usavurma, tekrar giderme veya muhakeme. gidermeye çalışma. 2. bak. reinsurance. reassure f. 1. (birinin) şüphelerini/endişelerini tekrar gidermek; (birinin) rebate şüphelerini/endişelerini tekrar gidermeye i. indirim, ıskonto, geri ödenen kısım. çalışmak. 2. bak. reinsure. rebel s. ayaklanan, baş kaldıran. i. isyancı, asi. rebel f. (--led, --ling) isyan etmek, ayaklanmak; karşı gelmek. rebellion i. isyan, ayaklanma. rebellious s. isyankâr, asi, serkeş. rebirth i. yeniden doğma. reborn s. yeniden doğmuş. rebound f. geri sekmek. rebound i. 1. geri sekme. 2. spor ribaunt. 3. k. dili hayal kırıklığından rebroadcast sonraki tepki. (radyo/televizyon programı). s. tekrarlanan rebuff i. 1. ret. 2. ters cevap. 3. (saldırıyı) püskürtme. f. 1. reddetmek. rebuke 2. ters cevap paylamak. f. azarlamak, vermek. 3. i.(saldırıyı) püskürtmek. azar, paylama. rebut f. (--ted, --ting) çürütmek, boşa çıkarmak. rebuttal i. delillerle çürütme. rec kıs. receipt, record, recorder. recalcitrant s. inatçı, serkeş. recall f. 1. geri çağırmak. 2. hatırlamak, anımsamak; hatırlatmak, recall anımsatmak. 3. geri i. 1. geri çağırma. 2. almak. hatırlama, anımsama. 3. geri gelme recant işareti/emri. f. sözünü geri almak, vazgeçmek, caymak. recap f. (--ped, --ping) (lastiği) kaplamak/kaplatmak. i., k. dili kaplama recap lastik, kaplama. f. (--ped, --ping) k. dili özetlemek. i. özet. recapitulate f. özetlemek. recapitulation i. özet. recapture f. 1. geri almak, yeniden ele geçirmek. 2. hatırlatmak. recast f. (re.cast) 1. yeniden dökmek. 2. yeni bir biçime sokmak. recd kıs. received. recede f. geri çekilmek. receipt i. 1. makbuz, alındı; fiş. 2. reçete. receive f. 1. almak: He received the report on time. Raporu zamanında aldı. 2. kabul etmek: He is not receiving visitors today. Bugün ziyaretçi kabul etmiyor. 3. anlamak, kavramak. 4. taşımak, kaldırmak: This table will not receive that heavy a load. Bu masa o kadar ağır bir yükü kaldıramaz. 5. (kötü bir şeye) receive/win a vote of güvenoyu almak. confidence receiver i. 1. alıcı, reseptör. 2. ahize. recent s. yeni, yakında olmuş, son. recently z. geçenlerde, son zamanlarda, yakınlarda. receptacle i. 1. kap, koyacak. 2. depo; hazne. reception i. 1. alma; alınma. 2. kabul. 3. kabul töreni, resepsiyon. 4. reception desk radyo, TV yayını alma. resepsiyon. reception room 1. İng. (mutfak, banyo ve yatak odası dışındaki) misafir kabul receptionist edilebilen i. resepsiyon oda/salon. memuru. 2. bekleme odası. receptive s. 1. alır, kabul eder. 2. yeni düşüncelere açık. receptor i., anat. reseptör. recess i. 1. teneffüs, ara; paydos; tatil. 2. (rîses´) girinti, oyuk. 3. (rîses recess ´) gen. f. 1. çoğ. gizli ara (toplantıya) yer,vermek. iç taraf. 2. (rîses´) girinti yapmak, oymak. recession i. 1. geri çekilme. 2. ekon. durgunluk. recipe i. 1. yemek tarifi. 2. formül, yöntem. recipient i. alan kimse, alıcı. reciprocal s. karşılıklı, iki taraflı. reciprocate f. 1. -e karşılık vermek, -e karşılıkta bulunmak: reciprocate a reciprocity kindness iyiliğe karşılık vermek. 2. misillemede bulunmak. 3. i. karşılıklılık. mak. ileri geri çalışmak. 4. karşılıklı alıp vermek. recital i. 1. ezberden okuma. 2. anlatma. 3. müz. resital. recitation i. 1. ezberden okuma. 2. ezberden okunacak parça. recite f. 1. ezberden okumak. 2. (öğrenci) ders anlatmak. 3. sayıp reckless dökmek, s. 1. dünyayıanlatmak. umursamayan, pervasız, gözü kara. 2. dikkatsiz, reckon aldırışsız, kayıtsız. f. 1. saymak, hesaplamak. 2. saymak, gözüyle bakmak. 3. reckon on/upon sanmak. -e güvenmek. reckon with -i hesaba katmak, -i dikkate almak. reckoning i. 1. hesap, sayma. 2. sayma, gözüyle bakma. 3. sanma. reclaim f. 1. geri istemek, iadesini istemek. 2. (rîkleym´) recline (araziyi/ormanı) f. 1. boylu boyunca ıslah etmek. 3. uzanmak. 2.(rîkleym´) (bataklığıyaslanmak. arkaya dayanmak, kurutarak, denizi doldurarak) arazi kazanmak. 4. (rîkleym´) (nehri) recluse s. başkalarıyla görüşmeden yalnız yaşayan, münzevi. i. temizlemek. 5. (rîkleym´) (birini) ıslah etmek, yola getirmek. recognise başkalarıyla görüşmeden yalnız yaşayan kimse, münzevi. f., İng., bak. recognize. recognition i. 1. tanıma; tanınma. 2. farkında olma; farkına varma. 3. haklı recognize olarak f. kabul edilme. 1. tanımak: 4. kabul; recognize an oldonay. friend5.eski takdir. bir arkadaşı tanımak. recoil 2. farkında olmak; farkına varmak: recognize f. 1. geri çekilmek. 2. (silah) geri tepmek. 3. geri the gelmek. facts gerçeklerin farkında olmak. come to recognize that one is wrong recoil i. 1. geri çekilme. 2. (silah) geri tepme. yanıldığının farkına varmak. 3. kabul etmek, haklı bulmak: recollect f. hatırlamak. recognize a claim bir iddiayı haklı bulmak. 4. onaylamak, recollection tanımak: recognize i. 1. hatırlama. a new government yeni bir hükümeti 2. hatıra. recommend onaylamak. f. tavsiye etmek, salıketmek, 5. takdir vermek:(önemini/gerçekliğini/değerini) recommend a good doctor iyi bir anlamak. doktor 6. söz hakkı vermek. recommendation i. 1. tavsiye; övme. 2. tavsiye mektubu;that tavsiye etmek. I recommended she stayiyihome. bonservis, Evde iş belgesi, kalmasını iş tavsiye başarı belgesi. ettim. recompense f. karşılığını vermek; ödüllendirmek; cezalandırmak; tazminat reconcile vermek. i. karşılık; f. 1. uzlaştırmak, ödül; ceza; aralarını barıştırmak, tazminat. bulmak. 2. razı etmek. reconciliation i. uzlaşma, barışma. recondite s. 1. derin (ilim). 2. anlaşılması güç, anlaşılmaz, muğlak. recondition f. tamir edip yenilemek. reconnaissance i., ask. keşif. reconnaissance plane ask. keşif/gözcü uçağı. reconnoissance i., ask., bak. reconnaissance. reconnoiter f., ask. keşif yapmak, incelemek. reconnoitre f., İng., ask., bak. reconnoiter. reconsider f. yeniden incelemek, yeniden düşünmek. reconstitute f. 1. yeniden kurmak. 2. yeniden oluşturmak. reconstruct f. 1. yeniden yapmak, yeniden düzenlemek. 2. kalıntılarından record eski durumunu f. 1. yazmak, anlamaya 2. kaydetmek. çalışmak. banda almak. 3. kaydını yapmak. record i. 1. kayıt, vesika. 2. sicil, defter. 3. plak. 4. tutanak. 5. rekor. s. record player rekor pikap;kıran, rekor yapan, en yüksek, en çok. fonograf. record prices rekor fiyatlar. record-breaking s. rekor kıran. recorder i. 1. blok flüt. 2. teyp. 3. kayıt tutan kimse, yazıcı. recording i. (kaset, plak v.b.´ne ait) kayıt. recording session plak/bant kaydı için yapılan toplantı. recount f. anlatmak, hikâye etmek. recount f. yeniden saymak. i. (ri´kaunt) yeniden sayma. recoup f. 1. telafi etmek. 2. zararını ödemek. recoup one´s losses zararını telafi etmek. recourse i. 1. başvuru, yardım dileme. 2. başvurulacak yer/kimse. recover f. 1. yeniden ele geçirmek, geri almak. 2. yeniden bulmak. 3. re-cover telafi etmek. döşemek. f. 1. yeniden 4. iyileşmek. 5. kendine 2. tekrar gelmek. kapatmak. 3. döşemesini recover damages yenilemek. tazminat almak. recover lost time kaybolan vakti telafi etmek. recover one´s voice eski sesine kavuşmak, sesi düzelmek. recovery i. 1. geri alma. 2. yeniden bulma. 3. telafi. 4. iyileşme. recreate f. 1. canlandırmak, dinlendirmek, eğlendirmek. 2. eğlenmek. re-create f. yeniden yaratmak. recreation i. eğlence. recriminate f. (birbirini) suçlamak. recrimination i. karşılıklı şikâyet. recruit f. 1. asker toplamak; askere almak. 2. iyileşmek, düzelmek. i. 1. rectangle acemi i., geom.er.dikdörtgen. 2. yeni üye. rectangular s. dikdörtgen şeklinde, dikdörtgen. rectifier i., elek. doğrultmaç. rectify f. 1. düzeltmek, doğrultmak. 2. tasfiye etmek. 3. elek. (dalgalı rectitude akımı) doğrudoğruluk. i. dürüstlük, akıma çevirmek. rector i. 1. papaz. 2. rektör. rectum i., anat. rektum. recumbent s. 1. boylu boyunca uzanmış, yatan. 2. yan yatan. 3. yaslanan. recuperate f. iyileşmek. recur f. (--red, --ring) (hastalık) depreşmek, nüksetmek; (olay) tekrar recurrence olmak, tekrarlamak, i. (hastalık) depreşme, yinelemek. nüksetme; (olay) tekrar olma, recurrent tekrarlama, yineleme. s. depreşen, nükseden (hastalık); tekrar tekrar olan, recycle tekrarlanan, f. (kullanılmışyinelenen maddeleri) (olay). yeniden işleyip kullanılır duruma recycled paper getirmek, geri kazanmak. geri kazanılmış kâğıt. red s. (--der, --dest) i. 1. kırmızı, kızıl, al. 2. gen. b.h. kızıl, komünist. red deer kızıl geyik. red flag 1. kızıl bayrak. 2. isyan bayrağı. 3. tehlike işareti. red herring ilgiyi başka yöne çekmek için öne sürülen konu. red light (trafik lambasında) kırmızı ışık. red mulberry kırmızı dut. red pepper kırmızıbiber. red pepper kırmızıbiber. red tape kırtasiyecilik, bürokrasi. red-blooded s. 1. güçlü kuvvetli. 2. mert, erkekçe. redbud i., bot. erguvan. redden f. kırmızılaştırmak; kırmızılaşmak. reddish s. kırmızımsı, kırmızımtırak. redeem f. 1. bedelini verip geri almak, rehinden kurtarmak. 2. fidye redeemer vererek kurtarmak. i. kurtarıcı kimse. 3. (borcunu) ödemek. redemption i. 1. kurtarma; kurtarılma. 2. rehinden kurtarma. 3. paraya redemptive çevrilme. s. kurtarıcı, kurtaran. red-handed s. suçüstü. redhead i. kızıl saçlı kimse. red-hot s. 1. kızgın. 2. yepyeni, taze (haber). 3. son derece öfkelenmiş, rediscount ateş saçan. f. tekrar ıskonto etmek, reeskont etmek. i. reeskont. red-letter s. çok önemli, unutulmaz. red-light s. red-light district genelevlerin bulunduğu semt, genelevler. redo f. (re.did, --ne) yeniden yapmak. redolent s. 1. güzel/keskin kokulu. 2. of/with ... kokan. 3. of/with -i redouble anımsatan, -i hatırlatan, f. 1. iki misline çıkarmak....2.kokan. tekrarlamak; tekrarlanmak. redouble one´s efforts daha fazla gayret sarfetmek. redoubtable s. yaman, çetin, yavuz; güçlü ve gözü pek. redound f. 1. to -i artırmak: This will redound to your credit. Herkesin redress gözünde senin kıymetini f. 1. düzeltmek, doğrultmak.artırır. 2. on/upon 2. telafi etmek. -i i.etkilemek, -e 2. 1. düzeltme. dokunmak, tazminat. -e yansımak: Whatever Şule does will eventually redskin i., aşağ. Kızılderili. redound on you. Şule´nin her yaptığı eninde sonunda sana reduce f. 1. azaltmak, indirmek, düşürmek; küçültmek. 2. to (belli bir dokunur. reduce s.o. to silence duruma) getirmek,birinin birini susturmak, sokmak, düşürmek: sesini reduce to poverty kestirmek. yoksulluğa düşürmek. reduce to despair umutsuzluğa reduced price indirimli fiyat. düşürmek. 3. to -e çevirmek, -e döndürmek: reduce s.o. to a reducer i., kim. redüktör, laughing indirgen. stock birini maskaraya çevirmek. 4. kilo vermek, reducing zayıflamak. i., bak. reduction. s., kim.indirgemek. 5. kim., mat. indirgeyici. reducing agent kim. redüktör, indirgen. reduction i. 1. azaltma, indirme; küçültme; azalma. 2. indirim, ıskonto. 3. redundant küçültülmüş s. 1. gerekenden şey; fazla azaltılmış olan,şey. 4. kim., gereksiz. 2. mat. fazla redüksiyon, sözle ifade indirgeme. edilmiş, ağdalı. 3. İng. işinden çıkarılan. reed i. 1. kamış. 2. saz. 3. kamış düdük; kaval. 4. (üflemeli çalgılarda) reeducate dil. f. 1. yeniden eğitmek. 2. eğiterek ıslah etmek. reef i. resif. reefer i. kruvaze kalın ceket. reefer i., argo esrarlı sigara. reek f. (of) (fena koku) yaymak: reek of carrion leş kokmak. i. fena reel koku. i. makara. f. makaraya sarmak. reel f. 1. dönmek, çabuk dönmek. 2. (başı) dönmek. 3. bozguna reel off uğramak. 4. yalpalamak, k. dili ezbere anlatmak; peş sendelemek. peşe sıralamak. reelect f., pol. yeniden seçmek. reelection i. yeniden seçilme. reel-to-reel s. iki makaralı (teyp). reenforce f., bak. reinforce. reenter f. 1. yeniden girmek. 2. yeniden katılmak. 3. yeniden reevaluate kaydetmek. f. 1. yeniden değerlendirmek. 2. yeniden göz önüne almak. reexamine f. 1. yeniden imtihan etmek. 2. yeniden değerlendirmek. 3. ref tekrar sorguya kıs. referee, çekmek. reference. refectory i. 1. manastır yemekhanesi. 2. üniversite yemekhanesi. refer f. (--red, --ring) to 1. -e göndermek, -e havale etmek: He referred me to a specialist. Beni bir uzman hekime gönderdi. 2. -e başvurmak, -e bakmak: When he doesn´t know a word he refers to the dictionary. Bir sözcüğü bilmediğinde sözlüğe bakıyor. 3. -den söz etmek, -den bahsetmek: She did not refer referee i. hakem. reference i. 1. gönderme, havale etme. 2. başvurma. 3. söz etme, reference library bahsetme. 4. referans. araştırma kütüphanesi. referendum çoğ. --s (refıren´dımz)/ref.er.en.da (refıren´dı) i. referandum, refill halkoylaması. i. 1. yedek. 2. yedek kalem içi, kartuş. refill f. yeniden doldurmak. refine f. 1. arıtmak, tasfiye etmek, rafine etmek: refine sugar şekeri refined rafine etmek. 2. s. 1. arıtılmış, rötuş rafine etmek:2.refine edilmiş. kibar,a ince, piecezarif. of writing bir yazıyı rötuş etmek. 3. incelik vermek, incelik kazandırmak: refine one refinement i. 1. arıtma, rafine etme. 2. rötuş etme. 3. kibarlık, incelik, ´s manners tavırlarına incelik vermek. refinery zariflik. i. 1. rafineri, arıtımevi. 2. dökümhane. refit f. (--ted, --ting) (gemiyi) yeniden donatmak. reflect f. 1. yansıtmak, aksettirmek; yansımak, aksetmek. 2. on/upon -i reflect poorly on derinlemesine -e leke sürmek. düşünmek. reflection i. 1. yansı, akis. 2. yansıma, aksetme. 3. derinlemesine reflective düşünme. 4. düşünce, s. 1. yansıtan; yansıyan. fikir. 2. düşünceli. reflector i. yansıtaç, reflektör. reflex s. tepkesel, tepkeli, refleks. i. tepke, yansı, refleks. reflexion i., İng. yansıma, aksetme. reflexive s., dilb. dönüşlü. i., dilb. 1. dönüşlü fiil. 2. dönüşlü zamir. reflexive pronoun dilb. dönüşlü zamir. reflexive pronoun dönüşlü zamir. reflexive verb dilb. dönüşlü fiil. reforestation i. yeniden orman haline getirme, yeniden ağaçlandırma. reform f. ıslah etmek, iyileştirmek, düzeltmek; ıslah olmak, iyileşmek, re-form düzelmek; f. 1. yeniden reform kurmak.yapmak. i. reform, 2. yeniden ıslah, sıraya düzeltme. dizmek. 3. yeni bir reform school biçime ıslahevi. sokmak. reform school ıslahevi. Reformation i. the Reformasyon. reformation i. ıslah, düzeltme, iyileştirme; ıslah, düzelme, iyileşme. reformatory s. düzeltici, iyileştirici. i. ıslahevi. reformer i. reformcu, ıslahatçı. reformism i. reformculuk, ıslahatçılık. reformist i. reformcu, ıslahatçı. refract f. (ışınları) kırmak. refraction i., fiz. kırılma, kırılım, refraksiyon. refractor i. ışıkkıran, refraktör. refractory s. 1. inatçı, itaatsiz. 2. kolay işlenemez, erimez. 3. tıb. tedavisi refrain güç, tedaviye i., müz. cevap vermeyen. nakarat. refrain f. from -den çekinmek, -den sakınmak; kendini tutmak. refresh f. 1. tazelemek: Can I refresh your drink? İçkini tazeleyeyim mi? refresh s.o.´s memory of 2. ...(güç verip)birinin hakkında canlandırmak, diriltmek, ihya bilgisini tazelemek; etmek. 3. ... hakkında birine bir mutlulandırmak, şeyler hatırlatmak.mutlandırmak. refresher course takviye kursu. refreshing s. 1. (canı sıkkın veya oldukça umutsuz birine) çok hoş gelen refreshments veya i., çoğ.umut veren. 2.ikram (misafirlere canlandırıcı, diriltici, ihya edilen kurabiye, çay edici. gibi) hafif yiyecek refrigerate ve içecekler. f. soğutmak, dondurmak. refrigeration i. soğutma, dondurma. refrigerator i. buzdolabı, soğutucu. refrigerator car frigorifik vagon. refuel f. (--ed/--led,--ing/--ling) yeniden yakıt almak. refuge i. sığınacak yer, sığınak, barınak. refugee i. mülteci. refugee camp mülteci kampı. refund f. (alınmış parayı) geri vermek, geri ödemek. refund i. 1. geri ödeme. 2. geri ödenen para. refurbish f. 1. yeniden cilalamak, yeniden perdahlamak, yeniden refusal parlatmak. i. 1. ret, kabul2. yeniden etmeme.döşemek, yeniden tefriş 2. kabul etmeme etmek. veya reddetme hakkı. refuse f. kabul etmemek, reddetmek, geri çevirmek: He refused to see refuse me. Beni görmeyi i. döküntü; artıklar;reddetti. çöp. The company refused our offer. Şirket teklifimizi geri çevirdi. refuse collector İng. çöpçü. refuse container çöp kutusu. refuse on principle prensiplerine aykırı olduğu için reddetmek. refuse tip İng. çöplük. refute f. yalanlamak, çürütmek. refute an argument bir savı çürütmek. reg kıs. regent, region, register, regular. regain f. tekrar ele geçirmek, yeniden kazanmak. regal s. 1. krala ait; krala yakışır. 2. şahane, muhteşem. regale f. 1. eğlendirmek. 2. ziyafetle ağırlamak; ziyafet çekmek. regalia i. (belirli bir durumda/zamanda giyilen) kıyafet, kılık. regally z. kral gibi. regard f. 1. dikkatle bakmak. 2. saymak, ... gözüyle bakmak: I regard regard s.t. as good riddance him as auzaklaştırılmasını, (birinin friend. Onu arkadaş birsayıyorum. 3. ilgilendirmek; şeyin yok edilmesini) hoş ile ilgili olmak: karşılamak. This problem regards all of us. Bu sorun hepimizi regarding edat ... hakkında; -e ilişkin. ilgilendiriyor. This criticism regards Hasan. Bu eleştiri Hasan´la regardless z. 1. her ilgili. şeye rağmen; 4. dikkate almak, ne olursa hesaba olsun. 2. katmak: Heoffailed -e aldırmayarak, to regard -e regenerate bakmayarak. these f. problems. 1. yeniden Bu sorunları dikkate almadı. yapmak/üretmek/oluşturmak; 5. dikkat yeniden etmek,2. oluşmak. regent kulak ıslah vermek, i. kraletmek, aldırmak: iyileştirmek; naibi. düzeltmek, She failed to ıslah regard the warning. olmak, düzelmek, Uyarıya aldırmadı. iyileşmek. 3. yeniden i. 1.canlandırmak/hayat bakış, nazar. 2. saygı, hürmet. vermek. 4. manen regime i. rejim, yönetim, sistem. yeniden doğmak. regimen i. 1. tıb. perhiz, rejim. 2. yönetim, idare. regiment i., ask. alay. regiment f. 1. ask. alay oluşturmak. 2. (toplum, kurum v.b.´ni) sıkı bir region düzene i. 1. yöre, sokmak. bölge. 2. alan, çevre. 3. tabaka: in the upper regions regional of the atmosphere s. bölgesel. havanın üst tabakalarında. regionally z. bölgeye göre. register i. 1. kütük, kayıt defteri: register of births doğum kütüğü. 2. registered sicil: register office s. 1. taahhütlü: sicil dairesi. registered letterf.taahhütlü 1. kaydetmek, mektup. deftere 2. kayıtlı: geçirmek. registered 2. göstermek: nurse kayıtlı The thermometer hemşire. registers ten registrar i. 1. (üniversitede) kayıt memuru. 2. sicil memuru. degrees. Termometre on dereceyi gösteriyor. 3. (mektubu) registration i. 1. kayıt; olarak taahhütlü tescil. göndermek. 2. oto. ruhsat. 4. kaydolmak, yazılmak. registry i. 1. kayıt; tescil. 2. sicil dairesi. regress f. gerilemek. regression i. gerileme. regressive s. gerileyen, gerileyici, regresif. regressive assimilation dilb. gerileyici benzeşme. regret f. (--ted, --ting) 1. pişmanlık duymak: She regrets having sold regretful her s. 1.home. pişman.Evini sattığına pişman. 2. -e üzülmek, -e hayıflanmak, 2. üzüntülü. -e yerinmek: I regret the disappearance of trees in our regrettable s. üzücü, acınacak. neighborhood. Mahallemizdeki ağaçların yok oluşuna regular s. 1. düzenli, i.muntazam; üzülüyorum. 1. pişmanlık. kurallı, kurallara 2. esef, uygun. 2. düzgün. 3. üzüntü. regular verb normal; her zamanki. dilb. kurallı fiil. 4. devamlı (müşteri). 5. k. dili tam: a regular lie tam bir yalan. 6. k. dili -in teki: a regular idiot salağın regularise f., İng., bak. regularize. teki. regularity i. 1. düzenlilik, düzen. 2. düzgünlük. 3. kurala uygunluk. regularize f. 1. düzene koymak. 2. resmileştirmek, yasallaştırmak. regularly z. düzenli olarak, muntazaman. regulate f. -in işleyişini/çalışmasını düzenlemek/regüle regulation etmek/ayarlamak/denetlemek. i. 1. kural, kaide. 2. of -in işleyişini/çalışmasını düzenleme/regüle regulator etme/ayarlama/denetleme. i. düzenleyici, regülatör. 3. çoğ. tüzük; yönetmelik. regurgitate f. 1. (kusarak) çıkarmak: She regurgitated the contents of her regurgitation noontime i. 1. kusarakrepast onto 2. çıkarma. mytıb. shoulder. Öğle (sıvı) geri yemeğinde yediklerini akma. omzuma çıkardı. 2. tıb. (sıvı) geri akmak. rehabilitate f. 1. ıslah etmek, iyileştirmek. 2. onarmak. 3. namus veya rehabilitation itibarını iade etmek, eski haklarını iade etmek. i. rehabilitasyon. rehash f. (başka birinin yazdıklarını/söylediklerini) farklı bir biçimde rehearsal yazmak/söylemek. i. 1. tiy., müz. prova.i. of 2. (yazılı/söylenen tekrarlama. bir şeyin) az çok tekrarı. rehearse f. 1. (oyun, müzik v.b.´ni) prova etmek. 2. tekrarlamak. reign i. 1. saltanat. 2. devir. f. 1. saltanat sürmek. 2. hüküm sürmek. reimburse f. reimburse s.o. for birine (yaptığı masrafları) ödemek, birinin (masraflarını) reimbursement karşılamak. i. 1. (birinin masraflarını karşılayan) ödeme/para. 2. for rein (masrafları) i., gen. çoğ. ödeme. dizgin, yular. f. in/up dizginini çekip durdurmak. reincarnate f. yeni bedene girmek; (ruhu) yeni bedene sokmak. reincarnation i. ruhun bir bedenden diğerine geçmesi, reenkarnasyon. reindeer i. (çoğ. rein.deer) rengeyiği. reinforce f. 1. takviye etmek, desteklemek. 2. kuvvetlendirmek, reinforced sağlamlaştırmak, 1. takviye edilmiş,pekiştirmek. desteklenmiş. 2. kuvvetlendirilmiş, reinforced concrete sağlamlaştırılmış, betonarme. pekiştirilmiş. reinforcement i. 1. takviye, destek. 2. kuvvetlendirme, sağlamlaştırma, reinstate pekiştirme. f. 1. in (birini) tekrar (bir makama) getirmek. 2. -i geri getirmek, reinsurance -i yeniden sağlamak. i. reasürans. reinsure f. reasürans yapmak/yaptırmak. reinvest f. (parayı/geliri) yeniden yatırmak. reissue f. 1. yeniden basmak. 2. yeniden çıkarmak; yeniden çıkmak. i. reiterate yeni baskı. f. tekrarlamak. reject f. 1. kabul etmemek, reddetmek. 2. ıskartaya çıkarmak, atmak. rejection i. kabul etmeme, ret; kabul olunmama. rejoice f. (at/over) (-e) çok sevinmek, (-den dolayı) sevinçten uçmak, rejoin dünyalar f. onun olmak, 1. tekrar/yeniden düğün bayram birleştirmek. etmek. tekrar/yeniden 2. (ricoyn´) He rejoices in the name of Uçuk. Ona katılmak/iştirak Uçuk etmek. 3.diye hitap cevap (rîcoyn´) ediyorlar. vermek. rejoinder i. cevap. rejuvenate f. 1. gençleştirmek; gençleşmek. 2. canlandırmak, ihya etmek. rejuvenation i. 1. gençleştirme; gençleşme. 2. canlandırma, ihya etme. relapse f. 1. eski (ve kötü) haline dönmek; into (eski ve kötü haline) relate dönmek. i. eskinakletmek. f. 1. anlatmak, (ve kötü) haline dönme. 2. (olaylar/durumlar/insanlar) related arasında s. (onunla) bağlantı kurmak: ilgili; (ona) I can´t orelate benzeyen; türden.those two events. O iki olay arasında bağlantı kuramıyorum. 3. to ile ilgili olmak, ile relation i. 1. ilgi, alaka, bağlantı, rabıta, ilişki, münasebet. 2. akraba, ilgisi olmak: That doesn´t relate to the matter in hand. Onun relationship hısım. i. 3. fels. bağıntı, 1. akrabalık bağı, izafet. 4.2.man. akrabalık. ilişki,bağıntı, bağlantı.münasebet. 3. (insanlar5. konumuzla ilgisi yok. 4. to ile iyi ilişki kurmak: They don´t relate anlatma, arasındaki) anlatış, ilişki; nakletme, naklediş. relative very i. well to akraba, other hısım. s.arkadaşlık; people. 1. göreli,Diğerdostluk. kişilerle görece, pek iyi göreceli, ilişkiler izafi, bağıl, rölatif, relative clause kuramıyorlar. nispi. 2. fiz., 5. kim.,to k. mat.dili -i bağıl,iyi anlamak: nispi, I izafi: can relate relative dilb. (who, which veya that gibi ilgi zamirini içeren) ilgileme to his art. humidity bağıl Onun nem. cümlesi.sanatını relative iyi anlıyorum. density bağıl yoğunluk. relative pronoun ilgi zamiri. relative pronoun dilb. (who, which veya that gibi) ilgi zamiri, bağlama zamiri, ki relative to bağlacı. ile ilgili olarak: She wrote to him relative to Nedim´s retirement. relatively Nedim´in z. diğerlerineemekli oluşuna izafeten göre/nazaran; her şey ona gözmektup önünde yazdı. tutulursa, relativism nispeten: Their casualties i., fels. bağıntıcılık, görecilik,were relatively few. Her şey göz rölativizm. önünde tutulursa zayiatları azdı. relativist i., fels. bağıntıcı, göreci, rölativist. relativity i. görelilik, izafiyet, bağıllık, rölativite. relax f. 1. gevşetmek; gevşemek. 2. yumuşatmak, hafifletmek; relay yumuşamak, i. 1. vardiya. 2.hafiflemek. spor bayrak3. dinlenmek. koşusu. 3. elek. röle. f. (rîley´) 1. relay (birinden f. (re.laid)alınan yeniden haberi) iletmek, bildirmek, aktarmak. 2. sermek/döşemek. rölelerle iletmek/aktarmak. relay station röle istasyonu. release f. 1. serbest bırakmak, salıvermek; huk. tahliye etmek. 2. release s.o. on bail kurtarmak. 3. duyurmak. 4. birini kefaletle/kefaleten (yenietmek. tahliye film, plak v.b.´ni) piyasaya çıkarmak. i. 1. salıverme; huk. tahliye. 2. kurtarma. 3. af. 4. relegate f. duyurma. 5. (yeni film, plak v.b.´ni) piyasaya çıkarma. relegate s.o./s.t. to birini/bir şeyi (daha aşağı bir kategoriye) koymak. relent f. 1. yumuşamak. 2. acıyıp merhamet göstermek. 3. (fırtına) relentless hafiflemek. s. 1. amansız, acımasız. 2. durmak bilmeyen (şey). 3. devamlı, relevance aralıksız. i. (belirli bir konuyla olan) ilgi. relevant s. 1. to ile ilgili. 2. konuyla ilgili, yerinde. 3. güncel konularla reliability ilgili; yararlı. i. güvenirlik. reliable s. güvenilir, emin, sağlam. reliableness i., bak. reliability. reliance i. on -e güven, -e itimat, -e bel bağlama. relic i. 1. bir peygamberin/azizin bedeninden artakalan parça veya relief özel i. eşyası, 1. iç rölik. 2.ferahlama. rahatlaması, kalıntı. 3. yadigâr. 2. kurtarma. 3. yardım, imdat. 4. relief map avuntu. 5. nöbeti devralan yükseklikleri gösteren harita. kimse. 6. heyk. kabartma, rölyef. 7. rölöve. 8. (devletin afetzedelere, işsizlere yaptığı) yardım. relieve f. 1. gönlünü ferahlatmak. 2. kurtarmak. 3. nöbetini devralmak. religion i. din. religious s. 1. dindar, mütedeyyin. 2. dini, dinsel. 3. çok dikkatli. relinquish f. -den feragat etmek, -den vazgeçmek; -i bırakmak. relish i. 1. güzel tat, lezzet, çeşni. 2. zevk, keyif. f. -den zevk/keyif reluctance almak. i. gönülsüzlük, isteksizlik; tereddüt. reluctant s. gönülsüz, isteksiz; tereddütlü. reluctantly z. istemeyerek, gönülsüzce; tereddüt içinde. rely f. on -e güvenmek, -e itimat etmek, -e bel bağlamak. remain f. 1. kalmak, durmak. 2. artakalmak. 3. olduğu gibi kalmak. remain true to (one´s word/friends) (sözüne/arkadaşlarına) sadık kalmak. remainder i. kalıntı, artan; bakiye. f. (elde kalan kitapları) ucuza elden remains çıkarmak. i. 1. kalıntılar. 2. ceset. remake f. (re.made) yeniden yapmak. remand f. 1. geri göndermek, iade etmek. 2. (cezaevine/ıslahevine) iade remark etmek. f. 1. söylemek, demek. 2. -i farketmek. i. 1. söz, laf. 2. dikkat remark on/upon etme. ... hakkında bir şey söylemek/yazmak. remarkable s. 1. dikkate değer. 2. olağanüstü. remarry f. yeniden evlenmek. remedial s. 1. iyileştirici, tedavi edici. 2. düzeltici. remedy i. 1. çare. 2. ilaç, deva. f. 1. çaresini bulmak. 2. düzeltmek. remember f. hatırlamak, anımsamak, anmak. Remember me to him. Ona benden selam söyleyin. remind f. hatırlatmak, anımsatmak. reminder i. 1. hatırlatma. 2. hatırlatıcı şey. reminisce f. about 1. ... hakkındaki anılarını anlatmak. 2. -i hatırlamak. reminiscence i. 1. hatırlama, anımsama. 2. hatıra, anı. reminiscent s. of -i anımsatan, -i andıran. remiss s. 1. ihmalci, ihmalkâr. 2. dikkatsiz. 3. üşengeç, tembel. remission i. 1. af. 2. hafifletme, azaltma; hafifleme, azalma. remit f. (--ted, --ting) 1. (para) göndermek, yollamak, havale etmek. 2. (ceza v.b.´nden) vazgeçmek. 3. (günah, suç v.b.´ni) affetmek, bağışlamak. 4. hafifletmek, azaltmak; hafiflemek, azalmak. 5. huk. (davayı) (üst mahkemeden alt mahkemeye) iade etmek. remittance i. 1. gönderilen para. 2. of (para) gönderme/gönderilme; havale. remnant 3. (ceza i. 1. v.b.´nden) kalıntı, vazgeçme. artık; bakiye. 2. parça4. (günah, kumaş. suç v.b.´ni) affetme, bağışlama. 5. hafifletme, azaltma; hafifleme, azalma. remodel f. (bir yerde) tadilat yapmak; -e yeni bir biçim vermek. remonstrance i. itiraz; şikâyet. remonstrate f. remonstrate against -i protesto etmek. remonstrate with s.o. about birine bir şey hakkındaki itirazlarını/şikâyetlerini söylemek: I s.t. remorse remonstrated i. vicdan azabı,with büyükthepişmanlık. judge about his decision. Hâkime kararı hakkındaki itirazlarımı söyledim. remorseful s. çok pişman. remorseless s. merhametsiz, amansız; acımasız. remote s. 1. uzak. 2. ücra, sapa. 3. pek az. remote control uzaktan kontrol, uzaktan kumanda. remote-control s. remote-control switch kumanda cihazı, kumanda. remotely z. 1. uzaktan. 2. hiç (Olumsuz bir fiille birlikte kullanılır.). remoteness i. uzaklık. removal i. 1. çıkarma; çıkarılma. 2. kaldırma, alıp götürme; kaldırılma. 3. remove taşınma, f. nakil. He 1. çıkarmak: 4. yol verme,his removed işinden shoes.çıkarma. 5. (ameliyatla) Ayakkabılarını çıkardı. 2. alma. 6. giderme. kaldırmak: Remove the flowers from the table. Çiçekleri remunerate f. 1. (for) (birine) (yaptığının karşılığını) vermek/ödemek. 2. masadan (with) kaldır. (bir3.şeyle) (ameliyatla) almak: He removed the wart. remunerative s. kârlı,(birini) kazançlı. ödüllendirmek. Siğili aldı. 4. çıkarmak, gidermek: She was unable to remove the Renaissance i. stain in her dress. Elbisesindeki lekeyi çıkaramadı. 5. ortadan renascence kaldırmak, yok etmek: We have been unable to remove the i. yeniden doğma. renascent causes of poverty. s. 1. yeniden oluşmaya Yoksulluğun başlayan, nedenlerini ortadan2. yeniden yeniden uyanan. kaldıramadık. doğan. 6. işten çıkarmak. 7. to -e taşınmak; -i -e taşımak: rend f. We (rent) have1.removed yırtmak;to yırtılmak. Bursa for2.the parçalamak; summer. Yaz parçalanmak. mevsimi için3. render yarmak; f. 1. yarılmak. kılmak, Bursa´ya taşındık.... duruma getirmek, -leştirmek: render possible render a verdict mümkün (hâkim/jüri)kılmak. kararrender vermek, unnecessary karara varmak.gereksiz kılmak. render defenseless savunmasız duruma getirmek. render helpless render accounts (müşterilere) hesap ekstresi göndermek. çaresiz bırakmak. render s.o. unable to do s.t. birini bir şeyi render payment ödeme yapmak. yapamayacak duruma getirmek. 2. (sanat eserini) icra render s.t. into etmek/yorumlamak: bir şeyi (başka bir dile) She rendered that sonata çevirmek/tercüme etmek.beautifully. O render thanks sonatı güzel şükretmek. icra etti. 3. (iyilik/hizmet/yardım/teşekkür) etmek: You´ve rendered me a service. Bana iyilik ettin. 4. (yağı) eritip rendezvous çoğ. saf birren.dez.vous (ran´dıvuz) i. buluşma hale getirmek/saflaştırmak. (yeri), 5. (hesap, birrandevu (yeri). şeyin dökümü rendition f. sözleşip v.b.´ni) buluşmak. i. 1. icra,sunmak, yorumlama. vermek.2. çeviri, tercüme. 6. anlatmak/ifade etmek/tasvir renegade etmek/betimlemek/resmetmek/canlandırmak. i. 1. dininden dönen kimse. 2. kaçak kimse. s. 1. dininden renege dönen. 2. kaçan. f. 1. sözünden 3. hain.2. on -den caymak. dönmek. renege on a/one´s promise sözünden dönmek. renew f. 1. yenilemek, onarmak. 2. canlandırmak, gençleştirmek. 3. renewal (pasaport v.b.´nin) i. 1. yenileme; süresini2.uzatmak. yenilenme. of süresini uzatma; süresinin renounce uzatılması. f. 1. (bir iddiadan) vazgeçmek; (bir imtiyazdan) renovate vazgeçmek/feragat f. yenilemek: renovate etmek. 2. terketmek. a building bir binayı3.yenilemek. reddetmek, tanımamak. renown i. ün, şöhret. renowned s. ünlü, meşhur, şöhretli. rent i. kira, kira bedeli. f. 1. kiralamak, kiraya vermek: She is going rent to rent her f., bak. rend.apartment to a foreigner. Dairesini bir yabancıya kiralayacak. 2. kiralamak, kira ile tutmak: I rented the car from rent s.t. by the week bir şeyi haftalığına kiralamak. a car rental agency. Arabayı kiralık oto acentesinden kiraladım. rental i. 1. kira, kira bedeli. 2. kiralama. s. 1. kiralık. 2. kira ile ilgili. rental agency emlak acentesi. renter i. kiracı. rent-free s. kirasız, bedava. rentier i., ekon. rantiye. renunciation i. 1. vazgeçme, feragat. 2. terketme. 3. ret, tanımama. reorder f. 1. yeniden ısmarlamak. 2. yeniden düzenlemek. reorganise f., İng., bak. reorganize. reorganize f. yeniden düzenlemek. rep kıs. report, representative. repair f. 1. tamir etmek, onarmak. 2. düzeltmek. i. 1. tamir, onarma. 2. repair shop çoğ. tamirat, tamirci dükkânı. onarım. repairman çoğ. re.pair.men (rîper´men) i. tamirci. reparations i. savaş tazminatı. repartee i. hazırcevap sözlerle dolu konuşma. repatriate f. (birini) uyruğunda olduğu ülkeye geri göndermek/iade etmek. repay f. (re.paid) 1. geri vermek, ödemek. 2. karşılığını vermek. repeal f. (yasayı) yürürlükten kaldırmak, ilga etmek. repeat f. 1. tekrarlamak, tekrar etmek, yinelemek; tekrarlanmak, repeated tekerrür etmek,tekrar s. tekrarlanan, yinelenmek. 2. ezberden söylemek. i. 1. edilen, yinelenen. tekrarlama, yineleme; tekrarlanma, tekerrür, yinelenme. 2. repeatedly z. tekrar tekrar; defalarca. müz. tekrar. repel f. (--led, --ling) 1. itmek, itelemek. 2. defetmek, kovmak. 3. repent (düşmanı) f. 1. pişman geri olmak.püskürtmek. 2. tövbe 4. reddetmek. 5. tiksindirmek, etmek. iğrendirmek. repentance i. 1. pişmanlık. 2. tövbe. repentant s. 1. pişman. 2. tövbekâr. repercussion i. 1. geri tepme. 2. yankı. repertoire i. repertuar. repertory i. 1. tiy. repertuar. 2. zengin kaynak. repetition i. 1. tekrarlama, tekrar etme, yineleme; tekrarlanma, tekerrür, repetitious yinelenme. s. 1. tekrarlarla 2. ezberden dolu. 2. hep okuma. kendini tekrar eden. repetitive s., bak. repetitious. rephrase f. başka bir şekilde ifade etmek. replace f. 1. yenilemek, yenisiyle değiştirmek: We need to replace all replenish this old machinery. f. tekrar doldurmak.Bu eski makinelerin hepsini yenilememiz lazım. 2. başkasıyla değiştirmek, sağlamıyla değiştirmek. The replenishment i. tekrar dolma; tekrar doldurma. vase you sold me has a fault in it. Will you replace it? Bana replete s. 1. doymuş. sattığınız vazo2.defoluwith ile dopdolu. çıktı. Bir başkasıyla değiştirir misiniz? 3. repletion -in i. 1.yerine yenisini aşırı tokluk; almak: I will doygunluk. replace the broken statue. Kırılan 2. dolgunluk. replica heykelin yerine i. ikinci nüsha, kopya. yenisini alacağım. 4. yerini doldurmak; yerine geçmek, yerini almak: Nothing can ever replace books. reply f. (to) (-e) yerini Kitapların cevap/yanıt/karşılık hiçbir şey dolduramaz. vermek; to He-ihas replaced the report cevaplamak/yanıtlamak. f. 1. bildirmek, salesman who was haber fired. i. vermek:cevap, İşten Today´s yanıt, karşılık. paper atılan satıcının reports that 5. yerine geçti. report card workers iade etmek,in Berlin ödemek: karne, öğrenci karnesi. have Hegone is on going strike. to Bugünkü replace the gazete money Berlin he stole. ´deki Çaldığıişçilerin parayı greve gittiğini6.bildiriyor. iade edecek. 2. anlatmak, geri koymak; söylemek: yerine koymak: reporter i., gazet., radyo, TV muhabir. She reported Replace the bookwhaton sheitshad shelf.seen. KitabıGördüklerini anlattı. raftaki yerine koy.3. (birini) repose f. 1. dinlenmek. şikâyet etmek. 4. 2.to on-e-in üstünde durmak/bulunmak/yatmak; gitmek/gelmek: Report to your boss forin repository -de i. 1. bulunmak. new instructions. kap. 2. depo, i. 1. dinlenme, Yeni ambar. talimatı istirahat. 3. sırdaş.almak için 2. amirinize sükûn, huzur. gidin. 5. -de reprehend hazır bulunmak: f. azarlamak, paylamak. You´re to report here at ten o´clock sharp! Tam onda burada olacaksın! i. 1. rapor. 2. bildiri. 3. haber. 4. reprehensible s. menfur; söylenti, ayıp, ayıplanacak. rivayet. 5. top sesi; patlama sesi. represent f. 1. göstermek, betimlemek, tasvir etmek: This painting represent o.s. as ... represents a village kendini ... olarak in Anatolia. tanıtmak: Bu tablo Anadolu´daki He represented himself as a birgenius. köyü betimliyor. Kendini 2. -i simgelemek, bir dâhibetimleme, olarak tanıttı. -i temsil etmek: The Greek letter representation i. 1. gösterme, tasvir etme. 2. simgeleme, temsil omega represents infinity. Yunan alfabesindeki omega harfi representation of o.s. as ... etme; kendini temsil ... edilme. olarak 3. temsil etme, temsilcisi olma. 4. (rolünü) tanıtma. sonsuzluğu temsil ediyor. 3. -i temsil etmek, -in temsilcisi oynama. 5. anlatma, açıklama. representative olmak: s. tipik, Which örnek.company i. temsilci, domümessil. you represent? Hangi şirketi temsil repress ediyorsunuz? 4. -in sonucu f. baskı altında tutmak, bastırmak. olmak, -in ürünü olmak: This book represents two years of work. Bu kitap iki yıllık bir çalışmanın repression i. 1. baskı ürünü. altında 5. ... rolünetutma, çıkmak; bastırma. ... rolünde 2. pol. baskı. 3. oynamak, ruhb. baskı; -i oynamak. 6. repressive itilim, s. itilme. baskıcı; baskı uygulayan. anlatmak, açıklamak, belirtmek: He was unable to represent his reprieve plan f. clearly. Planını 1. (birinin) cezasınıaçıkça anlatamadı. ertelemek. 2. (kötü bir şeyi) ertelemek, reprimand geciktirmek. i. azar, paylama. i. 1. (cezayı) erteleme, tecil etme. 2. (cezayı) erteleme kararı. 3. (kötü bir şeyi) erteleme, geciktirme. reprimand f. azarlamak, paylamak. reprint f. tekrar basmak. reprint i. yeni baskı. reprisal i. misilleme. reproach f. sitem etmek: She reproached me for being late. Geciktiğim reproachful için banadolu, s. sitem sitem etti. i. 1. sitem. 2. leke, yüzkarası. 3. sitemli söz. sitemli. reprobate s. namussuz, ahlaksız. i. namussuz/ahlaksız kimse. reprocess f. tekrar işlemek. reproduce f. 1. doğurmak, yavrulamak. 2. üremek, çoğalmak; üretmek, reproduction çoğaltmak. i. 1. üreme, 3. aynını/kopyasını çoğalma; yapmak, taklit üretme, çoğaltma. etmek. 4. yeniden 2. röprodüksiyon, oluşturmak. kopya. 3. aynını/kopyasını yapma. 4. yeniden oluşturma. reproof i. azar, paylama. reprove f. azarlamak, paylamak. reptile i. sürüngen. reptilian s. 1. zool. sürüngenlere özgü. 2. sürüngensi; donuk; soğuk. 3. republic aşağılık, pis (kimse). i., zool. sürüngen. i. cumhuriyet. Republican i., A.B.D. Cumhuriyetçi, Cumhuriyetçi Parti üyesi/taraftarı. s., republican A.B.D. Cumhuriyetçi. i. cumhuriyetçi. s. 1. cumhuriyete ait. 2. cumhuriyetçi. repudiate f. 1. reddetmek, tanımamak. 2. kabul etmemek, geri çevirmek. repugnant s. 1. iğrenç, tiksindirici, çirkin. 2. to -e zıt, -e karşıt. repulse f. 1. geri püskürtmek. 2. (suçlama v.b.´nin) haksız olduğunu repulsion kanıtlamak. i. 1. iğrenme,3.tiksinme. reddetmek, geri 2. fiz. çevirmek. i. 1. geri püskürtme. geritepki. 2. ret, geri çevirme. repulsive s. iğrenç, tiksindirici, itici. repulsiveness i. iğrençlik, iticilik. reputable s. saygın. reputation i. ad, ün; itibar. repute i. ad, şöhret. reputed s. 1. varsayılan, farzolunan; sözde. 2. saygın. request i. rica, istek, dilek. f. rica etmek, dilemek. require f. 1. gerektirmek, icap ettirmek, istemek: work requiring requirement patience sabır isteyen i. 1. gereksinim, ihtiyaç. iş.2.2.talep. -e ihtiyacı olmak, 3. gerek, -e gereksinimi icap. olmak: We require help. Yardıma ihtiyacımız var. 3. istemek, requisite s. gerekli. i. gerekli şey. talep etmek: My boss required me to work overtime. Amirim requisition i. talep. fazla f. talep mesai etmek.istedi. yapmamı requite f. karşılığını vermek. rescind f. (yasa, anlaşma v.b.´ni) iptal etmek, feshetmek, yürürlükten rescue kaldırmak. f. kurtarmak. i. kurtarma; kurtuluş. research i. araştırma. f. araştırmak. resection i., tıb. rezeksiyon. resemblance i. benzerlik. resemble f. benzemek, andırmak: He resembles his father. Babasına resent benziyor. This basket resembles those made in North Africa. Bu f. -e kızmak/sinirlenmek. sepet Kuzey Afrika´da yapılanları andırıyor. resentful s. kızgın. resentment i. kızgınlık. reservation i. 1. yer ayırtma, rezervasyon: Did you make a reservation at reserve this f. 1. hotel? ayırtmak:Bu otelde rezervasyon I reserved a table foryaptırmış mıydınız? four at the 2. restaurant. tereddüt; kuşku, Lokantada dört şüphe: kişilik birI masa have some reservations ayırttım. 2. saklamak,about this I ayırmak: reserve judgment hüküm vermeyi uzatmak. plan. Bu planla will reserve thisilgili book bazı for kuşkularım var. 3. huk. you until tomorrow. Bu ihtiraz kaydı. kitabı sizin 4. için reserve officer yedek subay. Kızılderililer için ayrılmış arazi. yarına kadar saklayacağım. 3. ertelemek: She will reserve her reserved s. 1. ayrılmış, decision saklanılmış. until after the meeting 2. rezerve next edilmiş. 3. ağzıgelecek week. Kararını sıkı. reserves haftaki i. 1. yedektoplantıdan kuvvet. 2. sonraya ihtiyaterteledi. akçesi. 3.i. yedek 1. ihtiyat olarak 4. askerler. saklanan ask. reservoir şey, yedek yedek. ikmal 2. ağız sıkılığı. maddeleri. 3. spor yedek i. 1. baraj gölü, baraj. 2. depo, hazne, birikim. oyuncu. reside f. 1. oturmak, ikamet etmek. 2. in -e ait olmak: The authority resides in him. Yetki ona aittir. 3. in -e bağlı olmak, -e dayanmak: The ability to plan resides in the imagination. Tasarlama yeteneği hayal gücüne bağlıdır. residence i. 1. oturma, ikamet. 2. ev, konut, mesken, ikametgâh. residence permit ikamet tezkeresi. residence permit ikamet tezkeresi, oturma belgesi/izni. residency i., tıb. ihtisas dönemi. resident s. 1. oturan, sakin. 2. aslında bulunan. 3. yerli (kuş). i. sakin, bir residential yerde oturan kimse. s. 1. oturmaya ayrılmış (alan/mahalle/semt). 2. özel konutların residual bulunduğu (mahalle/semt). s. artan, artakalan, 3. ikametgâh artık. i. artık, artan şey. ile ilgili. residue i., kim. çözünmez artık; tortu, çökelti. resign f. 1. istifa etmek, (işten) ayrılmak, çekilmek: resign one´s post resign o.s. to görevinden (boyun eğerek) istifa-e etmek. 2. feragat katlanmak: etmek, We have vazgeçmek, resigned ourselves to terketmek, the bırakmak: government´s new resign policy.a Hükümetin claim iddiadanyeni vazgeçmek. politikasına 3. to resignation i. 1. istifa, çekilme. 2. istifa mektubu. 3. feragat, vazgeçme, -e teslim boyun etmek, -e vermek; -e emanet etmek: I resign my eğdik. resilience terketme, i. 1. direnç, birakma. 4. (boyun dirençlilik. 2. çabuk eğerek) katlanma; iyileşme tevekkül.. gücü; zorlukları yenme children to your care. Çocuklarımı sana emanet ediyorum. resiliency gücü. 3. esneklik. i., bak. resilience. resilient s. 1. dirençli. 2. çabuk iyileşen; kendini çabuk toparlayan; resin güçlükleri i. reçine. yenme yeteneği olan. 3. esnek, elastiki. resist f. 1. direnmek, karşı durmak, karşı koymak: resist an enemy resistance düşmana i. 1. direnme, karşıdireniş, koymak. 2. dayanmak: karşı durma, karşı resist koyma.pain2.acıya fiz. direnç, dayanmak. rezistans. resistant s. 1. direnen, karşı koyan. 2. to -e dayanıklı/dirençli. fire- resistivity resistant s. ateşe dayanıklı. water-resistant s. suya dayanıklı. i., fiz. özdirenç. resole f. (ayakkabıya) pençe vurmak. resolute s. kararlı, azimli. resolutely z. kararlı olarak, kararlılık içinde, azimle. resolution i. 1. kesin karar. 2. kararlılık, azim. 3. çözüm. 4. fiz., kim. çözme. resolve 5. teklif, f. 1. önerge. -e kesin karar vermek: She resolved to give -e azmetmek, resolve on up -e cigarettes. karar vermek, Sigarayı bırakmaya -i kafasına koymak.karar verdi. 2. çözmek, halletmek; ortadan kaldırmak: resolve the problem sorunu resolved s. 1. kararlı, azimli. 2. karar vermiş; kararlaştırılmış. çözmek. resolve a doubt bir kuşkuyu ortadan kaldırmak. 3. resonance i. 1. tını. 2. ses gürlüğü. kararlaştırmak, 3. fiz. rezonans, karar vermek: seselim. The committee 4. çınlama, resolved to write resonant yankılanma. a letter to the President. Komite, s. 1. çınlayan, yankılanan. 2. tınlayan. Cumhurbaşkanına mektup resonate yazmayı kararlaştırdı. f. 1. çınlamak; 4. fiz., 2. yankılanmak. kim. çözmek. i. 1. kararlılık, azim. tınlamak. 2. kesin karar. resonator i., fiz. rezonatör, çınlaç. resort f. to 1. -e gitmek. 2. -e başvurmak. i. 1. uğrak. 2. tatil yeri. 3. resort to violence çare. şiddete başvurmak. resound f. 1. çınlamak, yankılanmak. 2. dillere destan olmak. resource i. 1. kaynak: natural resources doğal kaynaklar. 2. olanak. 3. resourceful çare. 4. yetenek; beceriklilik; kuvvet, güç. 5. eğlence. s. becerikli. resp kıs. respective, respectively, respondent. respect i. 1. saygı, hürmet: have respect for -e saygı duymak. pay one´s respectable respects to -e saygılarını s. 1. saygıdeğer. 2. saygın. sunmak. 2. bakım, 3. namuslu. yön, açı, 4. epeyce, husus: hayli. This plan is flawed in two respects. Bu plan iki bakımdan hatalı. respectful s. saygılı. f. 1. saygı göstermek. 2. -e uymak, -e riayet etmek: respect a respective s. kendi: law They went bir yasaya uymak. to their respective homes. Her biri kendi respectively evine gitti. Ayşe, Neşe, and Tuğçe are five, six, and seven years z. sırasıyla: respiration of age respectively. i. nefes alma, solunum. Ayşe, Neşe ve Tuğçe sırasıyla beş, altı ve yedi yaşında. respiratory s. solunumla ilgili. respiratory system anat. solunum sistemi/aygıtı. respire f. nefes almak, solumak. respite i. 1. mühlet, süre. 2. erteleme. 3. ara; tatil, paydos. 4. dinlenme, resplendent soluk alma. s. parlak, without şaşaalı, göz––kamaştırıcı. hiç durmadan. respond f. 1. cevap vermek, yanıt vermek; to -i cevaplamak/yanıtlamak. response 2. (to) i. 1. (-e) tepki cevap, yanıt.göstermek. 2. tepki; karşılık. responsibility i. sorumluluk, mesuliyet. responsible s. 1. sorumlu, mesul: They are responsible to me for the results. responsive Onlar s. sonuçlardan bana karşı sorumludur. 2. güvenilir. rest i. 1. dinlenme. 2. rahat, huzur, sükûn. 3. dinginlik, hareketsizlik. rest 4. i. uyku. 5. müz. es. 6. dayanak. f. 1. dinlenmek, nefes almak; dinlendirmek: We have been working for ten hours without rest assured emin olmak. resting at all. On saattir hiç dinlenmeden çalışıyoruz. 2. rahat Rest assured .... Emin ol/olun/olunuz etmek. 3. on/against.... -e dayanmak, -e dayalı olmak; -e rest room dayamak, tuvalet, W.C. -e yaslamak: The ladder was resting against that wall. restaurant Merdiven i. lokanta,orestoran. duvara dayalıydı. 4. with -e kalmak, -in elinde olmak: The final decision rests with you. Son karar size kaldı. 5. restaurant car İng., on -ed.y. yemekli koymak, vagon, vagon -e dayamak: Don´t restoran. rest your elbows on the table. restaurateur i. lokantacı. Dirseklerinizi masaya koymayın. restful s. 1. rahat, sakin, huzurlu. 2. dinlendirici, rahatlatıcı, huzur restitution verici. i., huk. 1. istirdat, geri alma/alınma. 2. sahibine iade etme. 3. restive zararı ödeme. s. 1. inatçı. 2. sabırsızlanan, yerinde duramayan, huzursuz. restless s. 1. kıpırdak. 2. huzursuz, rahatsız. 3. vesveseli. 4. uykusuz restoration (gece). i. 1. restorasyon, onarım. 2. restore etme, onarma. 3. yeniden restorative kurma; yeniden s. 1. (sağlık, güçyürürlüğe koyma;kazandıran. v.b.´ni) yeniden geri getirme.2. 4. eskiiade, geri durumuna verme. getiren. 5. eski i. insanagörevine iade güç verip etme. 6. bir canlandıran/insanışeyin asıl şeklini dirilten restore f. 1. yeniden kurmak; yeniden yürürlüğe koymak; gerimadde. getirmek. gösteren model. restore s.o./s.t. to 2. iade etmek, birini/bir geri vermek. şeyi yeniden (belirli3. birrestore duruma)etmek, onarmak, getirmek. yenilemek. 4. yeniden canlandırmak. restore s.t. to its owner bir şeyi sahibine iade etmek. restrain f. 1. tutmak, zaptetmek, dizginlemek. 2. sınırlamak, kısıtlamak. restrain s.o. from birinin (bir şey yapmasını) engellemek, birini (bir şey restrained yapmaktan) alıkoymak.ılımlı, ölçülü, itidalli. 2. gösterişsiz, sade. s. 1. sakin, soğukkanlı, restraint i. 1. kendini tutma/zaptetme, itidal. 2. sınırlama, kısıtlama. 3. restrict sıkılma, çekinme. f. kısıtlamak, sınırlamak. restriction i. 1. koşul, şart. 2. kısıtlama, sınırlama. restrictive s. kısıtlayıcı, sınırlayıcı. result f. 1. in -e yol açmak, -e sebep olmak. 2. from -den resultant kaynaklanmak, s. meydana gelen, -den meydana -den gelmek, çıkan, -den -den-in doğan, çıkmak, sonucu-denolan. doğmak. 3. meydana gelmek, olmak, vuku bulmak. i. 1. sonuç, resume f. 1. kaldığı yerden -e devam etmek. 2. -e yeniden başlamak. 3. netice. 2. son, akıbet. 3. semere, ürün. résumé geri almak. i. özet. resumption i. of 1. -in kaldığı yerden devam etmesi. 2. -in yeniden resurge başlaması. 3. -in geri gelmek, f. 1. tekrar meydana alınması.yeniden başlamak. 2. yeniden resurgence dirilmek. i. 1. of -in tekrar meydana gelmesi, -in yeniden başlaması. 2. resurgent yeniden s. yeniden dirilme. dirilen. resurrect f. 1. yeniden diriltmek. 2. yeniden canlandırmak. 3. yeniden resurrection ortaya çıkarmak, i. 1. diriliş, yeniden hortlatmak. dirilme. 2. yeni hayat bulma, yeniden resuscitate canlanma. f. 1. dirilmek, yeniden ortaya 3. yeniden çıkarma, canlanmak; hortlatma. diriltmek, yeniden retail canlandırmak. 2. yaşama döndürmek. 3. i. perakende satış. s. perakende. f. perakende satmak;yeniden ortaya çıkarmak, perakende hortlatmak. satılmak. retailer i. perakendeci. retain f. 1. (ısı, su v.b.´ni) tutmak; (sıvıyı) sızdırmamak/dışarıya retaining fee vermemek. avukata peşin 2. korumak; sürdürmek, olarak ödenen ücret. devam ettirmek: They´ve retained that custom. O âdeti devam ettiriyorlar. 3. (avukat, retaining wall istinat duvarı. danışman v.b.´ni) ücretle tutmak. 4. aklında tutmak, retaliate f. 1. misilleme yapmak, dengiyle karşılamak. 2. öç almak, unutmamak. retaliation intikam almak. kısas. 2. öç, intikam. i. 1. misilleme, retard f. geciktirmek, yavaşlatmak. retarded s., ruhb. geri zekâlı. retch f. kusmaya çalışmak, öğürmek. retell f. (re.told) 1. tekrar/yeniden anlatmak. 2. tekrar/yeniden retention saymak. i. 1. (ısı, su v.b.´ni) tutma; (ısı, su v.b.) tutulma; (sıvıyı) retention of urine sızdırmama/dışarıya tıb. idrar tutulması. vermeme; (sıvı) sızdırılmama. 2. aklında tutma, unutmama; akılda tutulma, unutulmama. retentive s. 1. (sıvıyı) sızdırmayan. 2. (sıvıyı) tutan. 3. hatırda iyi tutan. retentive memory güçlü bellek, kuvvetli hafıza. rethink f. (re.thought) -i yeniden düşünmek, -i yeniden düşünüp rethought taşınmak. f., bak. rethink. reticent s. 1. sır saklayan, ağzı sıkı. 2. pek konuşmaz, suskun. retina çoğ. --s (ret´ınız)/--e (ret´ıni) i., anat. ağtabaka, retina. retinue i. maiyet. retire f. 1. emekliye ayrılmak, emekli/tekaüt olmak; emekliye ayırmak. retired 2. çekilmek, s. 1. emekli. bir köşeye 2. bir çekilmek. köşeye çekilmiş.3. yatmaya gitmek. retirement i. 1. emeklilik. 2. geri çekilme. 3. bir köşeye çekilme. retirement pension emekli aylığı/maaşı. retiring s. çekingen, utangaç, sıkılgan, mahcup. retort f. 1. sert cevap vermek. 2. çabuk cevap vermek. 3. karşılık retort vermek. i. 1. sert cevap. 2. çabuk verilen cevap. 3. karşılık. i., kim. karni. retouch f. rötuş etmek. retrace f. 1. (bir çizginin üstünü) tekrar çizmek. 2. izini takip ederek retrace one´s steps kaynağına aynı yoldangitmek. geri gitmek. retract f. 1. sözünü geri almak. 2. geri çekmek; geri çekilmek. retraction i. 1. sözünü geri alma. 2. geri çekme; geri çekilme. retreat f. 1. ask. ricat etmek. 2. geri çekilmek. 3. geri adım atmak. i. 1. retrench ask. ricat. 2. geri f. (masrafları) çekilme. 3. kalabalıklardan uzak dinlenme kısmak/azaltmak. yeri. retrenchment i. (masrafları) kısma/azaltma. retribution i. 1. cezalandırma. 2. ceza. retrieval i. 1. tekrar ele geçirme, kurtarma. 2. yeniden kazanma. 3. retrieve yeniden f. 1.almak;düzeltme. tekrar ele4. geçirmek; telafi etme. 5. bulup getirme. kurtarmak. 2. yeniden retriever kazanmak. 3. yeniden düzeltmek. i. vurulan avı bulup getiren köpek. 4. telafi etmek. 5. bulup getirmek. retroactive s. geçmişteki bir süre için de geçerli olan; geçmişteki bir süreyi retrograde de s. 1.kapsayan. geriye doğru giden, gerileyen. 2. kötüye giden; yozlaşan. retrogress f. 1. gerilemek, geriye gitmek. 2. bozulmak, yozlaşmak. retrogression i. 1. gerileme, geriye gitme. 2. bozulma, yozlaşma. retrogressive s. 1. gerileyen, gerileyici. 2. kötüye giden; yozlaşan. retrospect i. geçmişe bakış. retrospective s. 1. geçmişle ilgili. 2. geçmişi hatırlayan. 3. huk. geçmişi retry kapsayan. i. retrospektif sergi, retrospektif. f. yeniden yargılamak. return f. 1. geri dönmek, geri gelmek, geri gitmek: return home eve return a verdict of dönmek. huk. (jüri)return to normal suçsuz/suçlu normalekarar olduğuna dönmek. 2. geri vermek, vermek. innocent/guilty iade etmek: Have you returned the pencil you borrowed? Ödünç return address gönderenin adresi. aldığınız kalemi iade ettiniz mi? 3. geri göndermek; geri return game/match rövanş maçı. getirmek: The company returned my check. Şirket çekimi geri return ticket gönderdi. 4. (kâr) 1. dönüş bileti. 2. getirmek/sağlamak. İng. gidiş dönüş bileti. 5. İng., pol. return ticket (milletvekilini) seçmek. İng. gidiş dönüş bileti. 6. tenis (topu) geri vurmak. 7. resmen bildirmek. i. 1. dönüş. 2. geri verme, iade. 3. geri gönderme; returnable s. geriiade edilebilir: getirme. returnable 4. kâr, kazanç;bottle faiz. 5.depozitli çoğ. kâr,şişe. kazanç. 6. çoğ. reunion i. yenidencetveli. istatistik bir araya gelme. 7. vergi beyannamesi, bildirge. rev f. (--ved, --ving) up (motorun) hızını artırıvermek. Rev kıs. Revelation, the Reverend. rev kıs. revenue, reverse, review, revised, revision, revolution. revaluation i. 1. yeniden değer biçme. 2. değer yükseltimi, revalüasyon. revalue f. 1. yeniden -e değer biçmek/biçtirmek. 2. değerini yükseltmek, revamp revalüe f. etmek. revizyondan geçirmek. 2. ayakkabının yüzünü 1. yenilemek, reveal değiştirmek. f. 1. ortaya/açığa çıkarmak; ortaya koymak, gözler önüne revealing sermek; ele bir s. 1. (belirli vermek; durumu)ifşaaçığa etmek, açığa vurmak: vuran/belli reveal2.one´s eden (söz). kadın plans planlarını açıklamak. reveal corruption yolsuzluğu vücudunun genelde örtülü olan kısımlarını sergileyen (giysi). açığa vurmak. reveal one´s secret sırrını açmak. 2. göstermek: reveal oneself kendini göstermek. 3. ilham yoluyla bildirmek. reveille i., ask. kalk borusu. revel f. (--ed/--led, --ing/--ling) 1. cümbüş/âlem yapmak, eğlenmek. 2. revelation in -den i. 1. zevk açığa almak. çıkma; i. cümbüş, açığa çıkarma, âlem. keşif. 2. vahiy. revelry i. cümbüş, âlem, eğlenti, şenlik. revenge f. revenge o.s. on -den öç almak, -den intikam almak. i. öç, intikam. revenue i. 1. gelir. 2. devletin geliri. revenue stamp damga pulu. reverberate f. 1. yankılanmak, yankı yapmak. 2. yansıtmak, aksettirmek; revere yansımak, f. -e büyük aksetmek. saygı duymak; -i saymak, -e saygı göstermek. reverence i. 1. büyük saygı, ihtiram. 2. huşu. 3. saygı gösteren bir hareket. reverend 4. s. papaz efendi (İrlanda´da his, your veya their ile kullanılan bir unvan): Bring their reverences some tea! Papaz efendilere çay reverent s. çok saygılı. getir! f. 1. -e büyük saygı duymak. 2. -e saygı gösteren bir reverential s. 1. saygıdan hareket yapmak. ileri gelen. 2. saygı uyandıran. 3. saygılı, saygı reverentially dolu. z. saygı içinde. reverently z. çok saygılı bir şekilde. reverie i. 1. derin düşünme. 2. hayale dalma. reversal i. 1. tersine çevirme. 2. of huk. (kararın) bozulması. 3. şanssızlık. reverse s. 1. aksi, arka, ters: reverse side ters taraf. 2. tersine dönmüş. reverse gear f.oto. 1. ters geriçevirmek; vites. tersyüz etmek. 2. tersine döndürmek/dönmek. 3. yerlerini değiştirmek. 4. oto. (geri vitese reverse o.s. on (daha önce savunduğunun) tersini savunmaya başlamak. alarak) geri gitmek; geri vitese almak. 5. huk. (kararı) bozmak, reverse the charges İng. iptalödemeli telefon konuşması etmek, feshetmek. yapmak/yaptırmak. i. 1. ters, aksi. 2. ters taraf, ters, arka reversed-charges call taraf, ödemeliarka. 3. zıt olan şey. 4. terslik, aksilik. 5. oto. geri vites. konuşma. reversible s. 1. tersine çevrilebilir. 2. kim., fiz. tersinir. reversion i. 1. (eski durum, alışkanlık, inanç v.b.´ne) dönme. 2. biyol. revert birkaç kuşak f. to (eski bir boyunca duruma) görünmeyen dönmek. birtakım özelliklerin yeniden ortaya çıkması, atavizm. 3. huk. yeniden intikal; eski sahibine review i. 1. tekrar gözden geçirme, yeniden inceleme. 2. eleştiri. 3. intikal. reviewer teftiş. 4. edebiyat ve fikir dergisi. f. 1. tekrar gözden geçirmek, i. eleştirmen. yeniden incelemek. 2. (kitap, film v.b.´nin) eleştirisini yazmak. revile f. sövmek, küfretmek. 3. (askeri kuvvetleri) teftiş etmek. revise f. 1. (fikrini/planını) değiştirmek: He has revised his opinion of revision me. Hakkımdaki i. 1. (metni) gözdenfikrini değiştirdi. geçirerek 2. (metni) gözden geçirerek değiştirme/düzeltme; of (metnin) değiştirmek/düzeltmek. gözden geçirilerek 3. İng. (öğrenmek amacıyla) değiştirilmesi/düzeltilmesi. 2. tekrar (metnin) revisionism i. revizyonizm. tekrar okumak. değiştirilmiş/düzeltilmiş şekli. 3. İng. (öğrenmek amacıyla) revisionist i., s. revizyonist. tekrar tekrar okuma. revitalise f., İng., bak. revitalize. revitalize f. yeniden canlandırmak, diriltmek. revival i. 1. yeniden canlanma, dirilme; yeniden canlandırma, diriltme. revive 2. uyanma, f. 1. yenidenuyanış. 3. (eski canlanmak, bir oyunu) dirilmek; yeniden yeniden oynama/sahneye canlandırmak, koyma. diriltmek. 4. Hrist. inancı pekiştirmek 2. (merakı/hatırayı) ve yaymak uyandırmak.düzenlenen için revoke f. 1. iptal etmek, feshetmek. 2.yeniden geri almak. 3. (eski bir bir dizi toplantı. oyunu) yeniden oynamak/sahneye koymak. 4. (bir geleneği) revolt f. 1. (at/against) (-e karşı) isyan etmek, ayaklanmak. 2. diriltmek, tekrar uygulamaya başlamak. revolting tiksindirmek. s. tiksindirici, i.iğrenç. isyan, ayaklanma. revolution i. 1. devrim; ihtilal; inkılap: Industrial Revolution sanayi devrimi. revolutionary 2. dönme, i., s. devrimci;devir: revolution of a wheel tekerleğin devri. ihtilalci. revolutionise f., İng., bak. revolutionize. revolutionize f. -de devrim yapmak, -i kökten değiştirmek. revolve f. 1. (about/around) (etrafında) döndürmek, çevirmek; dönmek. revolver 2. around ...tabanca. i. revolver, hakkında olmak, ile ilgili olmak: Our conversation revolved around her. Konuşmamız onunla ilgiliydi. revolving s. döner: revolving door döner kapı. revolving fund döner revue sermaye. i. revü. revolving light döner fener. revulsion i. tiksinme. reward f. 1. ödüllendirmek. 2. karşılığını vermek. i. 1. ödül, mükâfat. 2. karşılık, bedel. reword f. başka bir şekilde ifade etmek. rewrite f. (re.wrote, re.writ.ten) yeniden yazmak. rewritten f., bak. rewrite. rewrote f., bak. rewrite. Rhaeto-Romanic i., s. Reto-Romanca. rhapsody i. 1. müz. rapsodi. 2. heyecanlı ve duygusal konuşma. rheostat i., elek. reosta. rhetoric i. 1. söz sanatı, belagat, retorik. 2. abartmalı dil/yazı. rhetorical s. 1. söz sanatına özgü. 2. etkileyici bir şekilde söylenen. 3. rhetorical question tumturaklı. cevabı beklenmeyen soru. rhetorical question cevabı beklenmeyen ve etkili olmak için sorulan soru. rheumatism i. romatizma. rhinestone i. suni elmas. rhino i. (çoğ. --s/rhi.no) k. dili gergedan. rhinoceros çoğ. --es (raynas´ırısız)/rhi.noc.er.os/rhi.noc.eri (raynas´ıray) i. rhizome gergedan. i., bot. köksap. Rhodes i. Rodos. Rhodian i. Rodoslu. s. 1. Rodos, Rodos´a özgü. 2. Rodoslu. rhododendron i., bot. ormangülü, komar. rhombus çoğ. --es (ram´bısız)/rhom.bi (ram´bay) i., geom. eşkenar rhubarb dörtgen. i. ravent. rhyme i. uyak, kafiye. f. 1. (with) (ile) kafiyeli olmak. 2. kafiyeli şiir rhythm yazmak. i. ritim, tartım, dizem. rhythmical s. ritmik, tartımlı, dizemli; tartımsal, dizemsel. rib i. 1. anat. kaburga, eğe. 2. pirzola, kotlet. 3. bot. yaprak damarı. ribald f. s. (--bed, --bing) ağzı bozuk, k. dili (kendisini küfürbaz, bayağı. kızdırmayacak bir şekilde) -e takılmak, -i gırgıra almak. ribbed vault mim. kaburgalı tonoz. ribbon i. 1. kurdele; şerit. 2. şerit: printer ribbon yazıcı şeridi. rice i. 1. pirinç. 2. çeltik. 3. pilav. rice flour pirinç unu. rice plant çeltik. rice pudding üzümlü bir çeşit sütlaç. rich s. 1. zengin, varlıklı: a rich man zengin bir adam. a rich source riches of protein zengin i. zenginlik, servet.protein kaynağı. 2. pahalı ve güzel. 3. bitek, verimli: rich soil verimli toprak. 4. bol, çok: That man is rich in rickets i., tıb. raşitizm. knowledge. O adam çok bilgili. 5. kalorisi yüksek, ağır (yiyecek). rickety s. 1. 6. gür,çökecek gibi,7.çürük tok (ses). koyu çarık (şey). ve güzel 2. sarsak, titrek (kimse). (renk). ricochet i. sekme, sekerek sıçrama. f. sekmek, sekerek sıçramak. ricochet fire sekme atışı. rid f. (rid/--ded, --ding) rid o.s. of kendini (bir düşünce v.b.´nden) kurtarmak. rid s.t. of bir şeyi -den kurtarmak; bir şeydeki -i yok etmek. riddance i. ridden f., bak. ride. s. riddle i. bilmece, muamma. riddle i. kalbur. f. 1. kalburdan geçirmek. 2. kalbura çevirmek. ride f. (rode, rid.den) 1. (bisiklet, motosiklet v.b.´ne) binmek: Can ride a high horse you ride a taslamak. büyüklük bicycle? Bisiklete binebilir misin?/Bisiklete binmeyi biliyor musun? 2. ata binmek: He can ride well. Ata iyi biner. 3. ride a wave dalga üzerine binerek sürüklenmek. (at, bisiklet, araba ile) gitmek, yolculuk etmek: We´ve been ride bareback ata ridingeyersiz thesebinmek. horses since daybreak. Şafak söktüğünden beri bu ride for a fall atlarla felakete yolculuk ediyoruz. They rode through the park in an open sürüklenmek. car. Üstü açık bir arabayla parktan geçtiler. 4. k. dili çıkışmak, azarlamak. 5. k. dili takılmak, alay etmek. i. 1. binme, biniş. 2. (at/bisiklet/araba ile yapılan) gezinti/yolculuk. 3. gezinti yolu. ride on 1. -e binmek. 2. k. dili (gelecekte olabilecek bir şey) -e bağlı ride roughshod over olmak/dayanmak. (birinin duygularını/isteklerini) hiçe sayarak bildiğini okumak. ride s.t. out k. dili olumsuz bir şeyi iyi kötü idare etmeye çalışmak; olumsuz rider bir i. 1.şeyi iyi kötü binici. atlatmak. 2. huk. (evrak veya yasaya) ek, ilave, zeyil. ridge i. 1. coğr. (iki vadiyi birbirinden ayıran yayvan) sırt. 2. dağ sırtı. ridgepole 3. çatı sırtı. i. mahya kirişi. ridicule i. alay, makaraya alma, eğlenme. f. ile alay etmek, -i makaraya ridiculous almak, ile eğlenmek. s. 1. gülünç. 2. tuhaf, saçma: Don´t be ridiculous! Saçmalama! riding That´s ridiculous! Çokriding i. 1. biniş. 2. binicilik: saçma!school binicilik okulu. s. binek. riding breeches binici pantolonu, külot. riding for a fall riding habit binici kıyafeti. rife s. riffraff i. ayaktakımı. rifle f. 1. through (bir şeyi ararken) -i altüst/karmakarışık etmek. 2. rifle içindeki i. tüfek. şeyleri altüst ederek -i talan etmek. rift i. 1. yarık, gedik, çatlak. 2. ara bozukluğu, ara açılması; rig anlaşmazlık: f. (--ged, --ging) There´s a growing 1. donatmak. 2.rift up in k. their dili -irelationship. uydurup Araları gittikçe açılıyor. i. 1. donanım, arma. 2. takım. 3. (römorklu) yapmak/kurmak. rig f. (--ged, --ging) (bir şeyi) (yasalara aykırı olarak) kendi çıkarına kamyon. göre 4. k. dili(seçime) ayarlamak; kıyafet, kılık. 5. sondaj kulesi. hile karıştırmak/katmak; (maçta) şike rig the market belirli bir hisse senedini büyük miktarlarda satın alarak yapmak. piyasanın kontrolünü geçici olarak ele geçirmek. rigging i., den. donanım, arma. right s. 1. (ahlakça) doğru: Do what´s right! Doğru olanı yap! 2. right angle doğru, geom. yanlış dik açı. olmayan: What you said is right. Dediğiniz doğru. That´s not the right answer. O cevap doğru değil. 3. haklı: You right angle geom. dik açı. ´re right. Haklısın. 4. uygun; istenildiği gibi olan: He´s not the right away hemen, right manderhal. for this job. O, bu işin adamı değil. It´s still not right; right away move hemen, it aderhal. little to the left. Hâlâ olmadı; biraz sola kaydır. 5. sağ: Right face! on ask.the rightdön! Sağa side of the road yolun sağ tarafında. 6. geom. dik. 7. İng., k. dili tam bir (Bazen alaylı bir şekilde kullanılır.): A right right of assembly toplanma friend you hakkı. are! Ne biçim arkadaşsın sen! z. 1. sağa, sağa doğru: right of assembly toplanma Turn right on hakkı. the next street. Sağdan bir sonraki sokağa sap. 2. right of asylum doğru, sığınma doğru hakkı, olarak: iltica You hakkı.guessed right. Doğru tahmin ettin. Are we going right? Doğru yolda mıyız? 3. tam: right in the middle right of eminent domain huk. istimlak hakkı. tam ortada. Go right to the end of the road. Yolun tam sonuna right of sanctuary sığınma kadar hakkı, gidin. iltica hakkı. 4. (ahlakça) doğru: Don´t worry; you did right. Onu right of search dert huk.etme; aramadoğru hakkı.yaptın. 5. doğru, doğruca, dosdoğru: She went right of way right 1. huk.home. geçitDoğru hakkı.evine gitti.geçiş 2. trafik 6. doğru; hakkı.düzgün; uygun bir şekilde: Tie it right! Onu doğru dürüst bağla! 7. hemen: I´ll be right of way 1. huk. right geçit back. hakkı,dönerim./Hemen Hemen irtifak hakkı. 2. oto. yol hakkı. gelirim. We left right after right off hemen, derhal. breakfast. Kahvaltıdan hemen sonra çıktık. The clerk said to the right on time customer, tam zamanında, “I´ll betamrightvaktinde, with you.”tamTezgâhtar belirlenen müşteriye zamanda: “Size You´re hemen right on bakarım,” time. Tam Tam isabet. Devam et. dedi. 8. tamamen, anlaştığımız tamamıyla, zamanda geldin. büsbütün: The Right on. apple was rotten right through. Elma tamamen çürüktü. i. 1. right triangle geom. (ahlakça) dikdoğru üçgen.olan şey: He´s old enough to know the right wing pol. sağ kanat, difference betweensağcılar. right and wrong. Doğru ile yanlışı ayırt right winger edebilecek sağaçık. bir yaşta. 2. doğruluk, doğru olma, yanlış olmama. 3. hak: He has a right to vote. Oy kullanma hakkı var. legal right Right you are! İng., k. dili Hay hay!/Tamam! yasal hak. 4. yetki: She has the right to hire and to fire. İşe alma Right! ünlem ve iştenHaklısınız!/Doğrudur! çıkarma yetkisi var. f. düzeltmek, doğrultmak; righteous düzelmek, s. 1. dürüst,doğrulmak. erdemli, doğru. 2. adil. rightful s. 1. (birinin) hakkı olan. 2. gerçek, yasal: Who´s the rightful rightfully owner? Gerçek This z. haklı olarak: sahibiis kim? rightfully yours. Bu senin doğal hakkın. right-hand s. 1. sağdaki, sağ. 2. güvenilen: right-hand man en çok right-handed güvenilen s. kimse, 1. çoğu işini sağsağ kol.yapan, sağ elini kullanan. 2. sağ elle eliyle rightist yapılan. 3. sağ s., i., pol. sağcı. elle kullanılmak için yapılmış. 4. soldan sağa dönen. rightly z. 1. haklı olarak. 2. doğru olarak. rightminded s. 1. iyi niyetli. 2. kafası normal bir şekilde çalışan, normal; aklı rigid başında; s. 1. katı,sağduyulu. sert. 2. eğilmez, bükülmez, katı, dimdik. 3. sert, rigidity şiddetli. s. katılık, sertlik. rigor i. 1. sertlik, katılık. 2. titizlik, özen, ihtimam, dikkat. 3. çoğ. rigor mortis güçlükler, zorluklar. tıb. ölü katılığı. rigorous s. 1. sert, şiddetli. 2. titiz, özenli, ihtimamlı, dikkatli. rigour i., İng., bak. rigor. rile f., k. dili 1. sinirlendirmek, kızdırmak. 2. bulandırmak. rim i. 1. kenar: the rim of a circle bir çemberin kenarı. 2. jant, ispit: rime rim of a wheel jant. i. kırağı. rime i., f., bak. rhyme. rind i. kabuk: lemon rind limon kabuğu. cheese rind peynir kabuğu. ring f. kuşatmak, çember içine almak, etrafını çevirmek. i. 1. halka, ring daire, f. çember. (rang, rung) 1. 2.(zili/çanı) yüzük: engagement ring nişan çalmak; (zil/çan) yüzüğü. çalmak/çalınmak. 2. wedding İng. ringetmek. telefon alyans.3. ring finger yüzük çınlamak. i. 1. çanparmağı. sesi, zil 3. boks sesi. 2. ring. çınlama ring binder klasör. sesi. ring false k. dili (sözler) gerçek gibi gelmemek. ring for a servant hizmetçiyi çağırmak. ring hollow k. dili, bak. ring false. ring in İng. (dışarıdan) (işyerini/evi) (telefonla) aramak. ring mold ahçı. halka şeklindeki kalıp. ring off İng. telefonu kapamak/kapatmak. ring road İng. çevre yolu. ring s.o. up İng. birine telefon etmek. ring s.t. up (kasaya) bir şeyi yazmak/kaydetmek. ring the changes on (aynı şeyi) tekrar tekrar söylemek. ring true k. dili (sözler) doğru gibi gelmek. ring true k. dili doğru gibi gelmek. ringleader i. çete başı, elebaşı. ringlet i. 1. (saç için) lüle. 2. ufak halka. ringmaster i. sirk yöneticisi. ringside s., i. ringe veya sirk sahnesine yakın (yer). ringworm i., tıb. mantar hastalığı. rink i. paten sahası. rinse f. 1. çalkamak, çalkalamak, durulamak. 2. suyla yıkayarak -i riot temizlemek: i. 1. kargaşa,Rinse the soap karışıklık, off your2. ayaklanma. hands. cümbüş,Ellerindeki eğlenti. sabunu f. suyla kargaşa çıkar. i. 1. çıkarmak, çalkama, çalkalama, ayaklanmak. durulama. 2. (saçı hafifçe rip f. (--ped, --ping) 1. yırtmak; yırtılmak. 2. yarmak; yarılmak. i. 1. boyamak için kullanılan) boya. rip cord yırtık. paraşütü2. yarık. açan 3. ip.dikiş söküğü. rip s.o. off k. dili birine kazık atmak, birinden fazla para almak. rip s.t. off 1. (iplikle dikilmiş) bir şeyi çekip koparmak/söküp atmak. 2. k. rip s.t. open dili bir bir şeyişeyi aşırmak/yürütmek/çalmak. yırtarak açmak. rip s.t. up bir şeyi yırtmak. ripe s. 1. olmuş, olgun (meyve). 2. tam vakti gelmiş. ripen f. (meyveyi) olgunlaştırmak; (meyve) olgunlaşmak. ripoff i., argo hile, üçkâğıtçılık. ripple i. 1. dalgacık. 2. hafifçe dalgalanma. f. hafifçe dalgalanmak; rise hafifçe f. (rose,dalgalandırmak. --n) 1. yukarı çıkmak, yükselmek. 2. yükselmek, rise above artmak: Prices are 1. -in üstesinden rising. Fiyatlar gelmek. artıyor. doğmak/yükselmek. 2. -in üstünden 3. kalkmak, ayağa kalkmak: The students rose when the teacher entered the rise to the occasion gerektiğinde lazım geleni yaparak işin üstesinden gelmek. room. Öğretmen odaya girince öğrenciler ayağa kalktı. 4. risen f., bak. rise. kalkmak, yataktan kalkmak: He rises early. Sabahları erken rising kalkar. 5. (ekmek, i. ayaklanma, isyan.hamur v.b.) kabarmak. 6. (güneş/ay) doğmak. 7. ortaya çıkmak, gözükmek, belirmek: The mountains rose up before him. Önünde dağlar belirdi. 8. (nehir) doğmak, çıkmak. 9. (rüzgâr) kuvvetlenmek, hızı artmak. 10. up ayaklanmak, isyan etmek. i. 1. artış, yükseliş. 2. yükselme. 3. risk i. 1. tehlike, risk, riziko. 2. sigorta edilen kimse/şey. f. 1. risk one´s neck tehlikeye atmak. 2.koymak. hayatını tehlikeye göze almak. risk one´s neck k. dili hayatını tehlikeye atmak. risky s. tehlikeli, rizikolu. rite i. ayin, dinsel tören. ritual s. 1. ayine ait, dinsel törene ait. 2. âdet edinilmiş. i. 1. ayin. 2. rival âdet, alışkı. i. rakip. s. rakip olan; birbiriyle rekabet eden. f. (--ed/--led, river --ing/--ling) i. ırmak, nehir.... kadar ... olmak, ile rekabet etmek, ile aşık atmak: Its winters rival those of Erzurum. Oranın kışları Erzurum´unki river bed ırmak yatağı. kadar soğuk. No one can rival her for speed. Kimse onun kadar rivet i. perçin. hızlı değil.f. perçinlemek, perçinle tutturmak. rivet one´s eyes on gözlerini/gözünü -e dikmek. riveting s., İng., k. dili harika, büyüleyici. Riviera i. rivulet i. çay, dere. roach i. hamamböceği; karafatma; kaloriferböceği. road i. yol. roadblock i. barikat. roadside i. yol kenarı. roadway i., İng. yolun ortası, platform, yolun taşıtlara özgü kısmı. roam f. dolaşmak, gezinmek. roar f. 1. gümbürdemek; gürlemek. 2. (aslan) kükremek. 3. çok roaring bağırmak, gürlemek. s., k. dili çok; 4. kahkaha büyük: roaring drunkilezilzurna gülmek.sarhoş. i. 1. gümbürdeme; gürleme. 2. kükreme. 3. bağırma, gürleme. 4. kahkaha. roast f. 1. (fırında/ateşte) kızartmak. 2. (kahve v.b.´ni) kavurmak. i. 1. roasted chickpea rosto, leblebi.kızarmış et parçası. 2. rostoluk/kızartmalık et parçası. s. 1. kızarmış, kızartılmış. 2. kavrulmuş (kahve v.b.). roaster i. (et kızartmaya yarayan kapaklı) rosto tenceresi. roasting s., k. dili çok sıcak. z., k. dili çok (sıcak). rob f. (--bed, --bing) 1. soymak. 2. yağmalamak, talan etmek. rob Peter to pay Paul birine olan borcu ödemek için başkasının hakkını yemek. robber i. soyguncu, hırsız; haydut. robbery i. soygun, hırsızlık. robe i. 1. robdöşambr; sabahlık. 2. cüppe, biniş. 3. kaftan. robot i. robot. robust s. gürbüz, çok sağlıklı, dinç, zinde. rock i. 1. kaya; kaya parçası. 2. taş. 3. kaya gibi kuvvetli şey. 4. argo rock büyük mücevher, f. sallamak, elmas. sarsmak; 5. İng. akide sallanmak, şekeri. sarsılmak. rock i. rock, rock müziği. rock bottom 1. kaya tabakası. 2. en aşağı nokta: Prices have hit rock rock candy bottom. Fiyatlar en alt seviyeye düştü. akide şekeri. rock crusher konkasör. rock crystal neceftaşı. rock dove zool. kayagüvercini, Columba livia. rock garden 1. kayalık yerde bulunan bahçe. 2. dağ çiçekleri yetiştirmek için rock partridge düzenlenen kayalık zool. kınalıkeklik, bahçe. graeca. Alectoris rock pigeon zool., bak. rock dove. rock reef kaya döküntülü kıyı. rock salt kayatuzu. rock the boat k. dili (var olan) durumu bozmak. rocker i. 1. (beşik veya salıncaklı sandalye altındaki) kavisli ayak. 2. rocker arm salıncaklı külbütör. sandalye. rocket i. 1. roket, füze. 2. havai fişek. rocket i., bot. roka, Eruca sativa. rocking chair salıncaklı sandalye. rocking horse salıncaklı at. rockrose i., bot. laden, Cistus ladaniferus. rocky s. 1. kayalık. 2. kaya gibi. rod i. (demirden/ağaçtan yapılmış) çubuk: stadia rod stadya. rode f., bak. ride. rodent i. kemirgen hayvan. rodeo i. rodeo. roe i. roe i. balık yumurtası. roe deer zool. karaca, Capreolus capreolus. rogue i. 1. hilekâr, düzenbaz, dolandırıcı. 2. çapkın, kerata. 3. yaramaz roguish kimse. 4. azgın 2. s. 1. düzenbaz. fil. çapkın. 3. yaramaz. rôle i., bak. role. role, rôle i. rol. roll f. 1. yuvarlamak; yuvarlanmak: rolling ball yuvarlanan top. 2. up roll call -i(okulda/toplantıda sarmak; sarılmak:yapılan Roll up sözlü) the hose. Hortumu sar. 3. up -i yoklama. dürmek: Roll up the carpet. Halıyı dür. 4. out (dürülmüş şeyi) roll call yoklama. açıp sermek: Roll out the carpet on the floor. Halıyı yere ser. 5. roll out the red carpet for k. dili gürlemek. (gök) -i şatafatlı 6. bir(gözlerini) şekilde karşılayıp devirmek.ağırlamak. 7. silindirle düzlemek. roll out the welcome mat 8. on/by ağırlamak. (zaman) geçip gitmek. 9. dalgalanmak. i. 1. yuvarlama; roll up one´s sleeves yuvarlanma. 2. kollarını sıvamak. tomar: roll of paper kâğıt tomarı. 3. rulo; top: roll of cloth kumaş topu. 4. liste, sicil, kayıt: call the roll yoklama rolled oats yulaf yapmak, ezmesi. listedeki isimleri okumak. 5. gök gürlemesi. 6. yalpa: rolled oats yulaf the rollezmesi. of a ship geminin yalpası. 7. argo para tomarı, para. roller i. 1. silindir. 2. merdane. 3. büyük dalga. 4. bigudi. roller skate tekerlekli paten. roller-skate f. tekerlekli patenle kaymak. roller-skating i. tekerlekli patenle kayma. rollick f. neşeli ve gürültülü bir biçimde davranmak. rollicking s. gürültülü, şamatalı. rolling s. 1. yuvarlanan. 2. inişli yokuşlu (arazi). 3. dalgalı (deniz). rolling pin oklava, merdane. roll-neck s., İng. balıkçı yakalı (giysi). roly-poly s. tıknaz, bodur. ROM i., bilg. Read-Only Memory. Romaic i., s. (halkın konuştuğu) Rumca. romaine i. marul. romaine lettuce marul. Roman i. 1. Romalı. 2. tar. (eski) Romalı, Romen. s. 1. Roma, Roma´ya Roman alphabet özgü. 2. tar. (eski) Roma, (eski) Roma´ya özgü, Romen. 3. Latin alfabesi. Katolik. Roman candle bir tür havai fişek. Roman Catholic Katolik. Roman Catholicism Katoliklik. Roman law Roma hukuku. Roman nose kemerli burun. Roman numeral Romen rakamı. Romance s. romance i. 1. aşk üstüne kurulmuş ilişki; aşk. 2. romantiklik. 3. aşk ve Romance languages macera dolu hikâye/roman. Romen dilleri, Latince kökenli diller. Romanesque s. Roman, Romanesk. Romania i. Romanya. Romanian i. 1. Rumen; Romanyalı. 2. Rumence. s. 1. Rumen; Romanya, Romansh Romanya´ya özgü. 2. Rumence. 3. Romanyalı. i., s. Romanşça. romantic s. 1. romantik; aşki; duygusal. 2. romantik, romanesk, aşk ve romanticise macera dolu.romanticize. f., İng., bak. 3. fantastik. 4. edeb. romantik, romantizme özgü. i., edeb. romantik. romanticism i. romantizm. romanticize f. -i romantik bir şekle sokmak, -i romantikleştirmek. Romany i., s. 1. Romanca, Çingenece. 2. Roman, Çingene. Rome i. Roma. romp f. (about/around) sıçrayıp oynamak. i. 1. hoyratça ve gürültülü rompers oyun. i. (kısa2.paçalı) k. dili çocuk kolayca kazanılan şey. tulumu. roof i. 1. dam; çatı. 2. çatı örtüsü. 3. İng., oto. saç tavan. f. 1. -in roof garden damını/çatısını çatı bahçesi. yapmak. 2. -in çatısını örtmek. roof of the mouth damak. roofing i. 1. çatı yapma. 2. çatı örtüsü. rook i., zool. ekinkargası. f. 1. hile ile kapmak. 2. dolandırmak, rook aldatmak; kazıklamak. i., satranç kale. rookie i., k. dili 1. acemi çaylak, acemi. 2. acemi er. 3. yeni polis. 4. room acemi oyuncu. i. 1. oda. 2. yer. f. oturmak. room and board tam pansiyon. roomer i. pansiyoner. roommate i. oda arkadaşı. roomy s. geniş. roost i. tünek. f. tünemek. rooster i. horoz. root i. kök. f. kökleştirmek, tutturmak; kökleşmek, tutmak. root and branch tamamıyla, kökten, toptan, hepsi. root directory bilg. kök rehber, kök dizin. root for k. dili -i desteklemek. root out/up kökünden sökmek. rootless s. köksüz. rootlet i. kökçük. rootstalk i., bot. köksap. rope i. 1. ip. 2. halat. 3. idam. 4. kement. f. 1. iple bağlamak. 2. rope in kementle tutmak. k. dili -i kandırmak. rope ladder ip merdiven. rope off -i iple ayırarak girişi engellemek. ropy s., İng., k. dili kötü, berbat. Roquefort cheese Rokfor peyniri. rosary i. (dua okurken kullanılan) tespih. rose i. 1. bot. gül. 2. gül rengi, açık pembe. 3. hortum süzgeci. rose f., bak. rise. rose acacia bot. kırmızı akasya, kırmızı yalancı akasya, kırmızı salkımağacı. rose geranium bot. ıtır. rose hip kuşburnu. rose jam gül reçeli. rose of Sharon bot. 1. ağaçhatmi. 2. kılıçotu. rose petal gül yaprağı. rose water gülsuyu. rosebud i. gül goncası. rosebush i. gül ağacı. rose-colored s. gül rengi, gül renkli. rosemary i. biberiye. rosin i. (katı) reçine, kolofan. roster i. 1. ask. subayların nöbet sırasını gösteren liste/defter. 2. isim rostrum listesi. çoğ. --s (ras´trımz)/ros.tra (ras´trı) i. kürsü. rosy s. 1. gül gibi. 2. gül rengi, gül renkli; kırmızı, al. 3. güzel, hoş; rot ümit verici. f. (--ted, 4. şen. --ting) çürümek; çürütmek. i. 1. çürüme. 2. çürük. 3. rota İng. saçma, zırva. i., İng. nöbet listesi. rotary s. dönen, döner, dönel: rotary harrow döner tapan. rotary rotary press engine rotatif, dönel devimli motor. i. göbek, göbekli kavşak. dönerbasar. rotate f. 1. dönmek; döndürmek. 2. sırayla çalışmak; sırayla rotation çalıştırmak: i. 1. dönme. rotate2. devir.the3.watch sırayla nöbet tutmak. 3. rotasyon. dönüşümlü olarak ekmek: rotate crops sırayla farklı ekinler rote i. yetiştirmek. rotor i. 1. rotor, döneç. 2. helikopter pervanesi. rotten s. çürük, bozuk, çürümüş, kokmuş; cılk (yumurta). rotten to the core (ahlakça) temelden çürük, kokuşmuş. rotund s. 1. yuvarlak, toparlak. 2. tombul. 3. dolgun ve kuvvetli (ses). rotunda i. rotond, üstü kubbeli yuvarlak bina/oda. rouge i. allık. f. allık sürmek. rough s. 1. pürtüklü, pütür pütür; tırtıklı, tırtık tırtık: This lemon has a rough it rough skin. (bir süre Bu ilkel için) limonun şartlarkabuğu içindepürtüklü. yaşamak. The cliffs are rough. Kayalıklar pütür pütür. rough boards üstü tırtıklı tahtalar. 2. rough up -i hırpalamak. kaba: rough paper kaba kâğıt. rough wool kaba yün. 3. kaba rough usage hoyratça biçilmiş kullanma. (çimen). 4. bozuk (yol/kaldırım). 5. engebeli (arazi). 6. roughage dalgalı (deniz/su). i. çok selülozlu 7. fırtınalı (hava); şiddetli (rüzgâr). 8. kaba, yiyecek. rough-and-tumble görgüsüz (kimse). i. boğuşma: He dislikes 9. kaba,the incelikten yoksun. 10. rough-and-tumble zor, sıkıntılı: of politics. Siyasi He´s hayatın had a rough boğuşmalarındanday. Zor bir hiç gün geçirdi. hoşlanmıyor. 11. kaba, son şeklini roughcast i. kabaalmamış: henüz sıva. f. (rough.cast) rough draft1.müsvedde. taslağını yapmak. 2. kaba rough outline sıva ile kaba roughen sıvamak. f. 1. pürüzlendirmek; taslak. rough estimatepürüzlenmek. kaba hesap. 2. 12.kabartmak; kulağa hoşkabarmak. gelmeyen, roughhewn kulağı s. kabarahatsız yontulmuş, eden. i. külhanbeyi. tasarlanmış, taslanmış. roughhouse i., k. dili gürültü patırtı. f., k. dili gürültü patırtı çıkarmak. roughly z. 1. kabaca. 2. aşağı yukarı, yaklaşık olarak. roughneck i., k. dili külhanbeyi. roughshod s. roulette i. rulet. Roumania i., bak. Romania. Roumanian i., s., bak. Romanian. Roumelia i., tar., bak. Rumelia. Roumelian i., s., bak. Rumelian. round s. 1. yuvarlak: round shape yuvarlak şekil. 2. yuvarlak, toparlak: round bracket a calculation İng. parantez,given ayraç. in round figures yuvarlak hesap. 3. tam: a round dozen tam bir düzine. 4. tombul: a round person tombul round number mat. yuvarlak sayı. kimse. z. etrafta; etrafında: Don´t go through the building; go round table conference yuvarlak round masa toplantısı. it. Binanın içinden geçme, etrafından dolaş. edat -in round the clock etrafına; gece gündüz. -in etrafında. i. 1. yuvarlak şey, daire. 2. round trip (seçimde/yarışmada) gidiş dönüş. tur: She was only elected in the fourth round of voting. Ancak dördüncü turda seçildi. The chess player round trip gidişdefeated was dönüş. in the second round. Satranç oyuncusu ikinci roundabout i., İng.yenildi. turda göbek, 3. göbekli birkaçkavşak. s. dolambaçlı. sesin belirli aralıklarla birbirini izleyerek rounder söylediği şarkı. 4. boks i., k. dili sefa pezevengi, sefih. raunt. 5. sıra: It´s your round. Sıra sende. f. 1. yuvarlaklaştırmak; yuvarlaklaşmak. 2. (köşeyi/virajı) roundly z. 1. adamakıllı. 2. sakınmadan, dobra dobra. 3. azarlayıcı bir dönmek. 3. off (sayıyı) yuvarlak yapmak. 4. off/out -i round-the-clock şekilde. s. gece gündüz5.yapılan. tamamlamak. up (hayvanları/insanları) toplamak; (suçluları) round-trip yakalamak: s. gidiş dönüş The police rounded up all the members of the gang. (bileti). Polis çetenin tüm üyelerini yakaladı. 6. on birdenbire (sözlerle/fiilen) -e saldırmak. 7. toplamak, şişmanlamak. round-trip ticket gidiş dönüş bileti. roundup i. (hayvanları/insanları) toplama; (suçluları) yakalama. rouse f. 1. uyandırmak; uyanmak. 2. canlandırmak. 3. kışkırtmak. rousing s. 1. uyandırıcı. 2. heyecan verici. 3. canlı. 4. büyük. rout i. bozgun, hezimet. f. bozguna uğratmak, hezimete uğratmak. route i. yol; rota; güzergâh. f. (belirli bir yolla) göndermek. routine i. 1. âdet, usul. 2. iş programı. s. alışılmış, her zamanki. roux çoğ. roux (ruz) i. unla tereyağını karıştırıp pişirerek yapılan bir rove karışım. f. avare dolaşmak. rover i. 1. serseri kimse. 2. korsan. roving s. gezici, dolaşan. row i. 1. sıra, saf, dizi. 2. sıra evler. 3. sıra evleri olan sokak. row f. kürek çekmek. i. sandal gezintisi. row i. gürültülü kavga, çıngar, hırgür. f. gürültülü bir şekilde kavga row against the tide etmek. akıntıya karşı kürek çekmek, güçlüklere karşı çabalamak. rowboat i. kayık, sandal. rowdy i. külhanbeyi. s. 1. gürültülü ve kavgalı. 2. gürültücü ve kavgacı. rower i. kürekçi. rowlock i., İng. kürek ıskarmozu, ıskarmoz. royal s. krala ait, krala yakışır. royalist i. kralcı. royalty i. 1. kraliyet ailesi bireyleri. 2. imtiyaz ücreti; patent ücreti; telif rpm, rpm hakkı ücreti. kıs. revolutions per minute dakikada devir. rps, rps kıs. revolutions per second saniyede devir. RR kıs. Railroad, the Right Reverend. RSVP kıs. Répondez s´il vous plaît. Lütfen cevap veriniz. Rt Hon kıs. the Right Honorable. Rt Rev kıs. the Right Reverend. Ruanda i., bak. Rwanda. rub f. (--bed, --bing) 1. ovmak, ovalamak. 2. against/on -e rub away sürtünmek. 1. aşındırmak, i. 1.yemek. ovma, ovalama; 2. aşınmak.ovunma. 2. sürtme. 3. sürtünme. 4. k. dili problem. rub down masaj yapmak. rub elbows with ile bir arada olmak; ile bir araya gelmek, ile karşılaşmak. rub in 1. (merhem v.b.´ni) ovarak yedirmek. 2. k. dili yüzüne vurmak. rub it in k. dili yüzüne vurmak. rub off/out 1. silip çıkarmak. 2. sürtünmeyle çıkmak, dökülmek. rub out argo öldürmek. rub s.o. the wrong way k. dili birini kızdırmak/sinirlendirmek. rub s.t. against bir şeyi -e sürtmek. rub s.t. on bir şeyi -e sürmek. rub shoulders with bir arada bulunmak. rub shoulders with ile görüşmek, -e rastlamak. rubber i. 1. kauçuk, lastik. 2. (yağmurlu havalarda ayakkabı üzerine rubber band giyilen) lastik. 3. İng. silgi. 4. k. dili prezervatif. lastik bant. rubber check argo karşılıksız banka çeki. rubber stamp 1. lastik mühür, ıstampa. 2. şahsiyetsiz kimse. rubber tree bot. kauçuk ağacı, kauçuk. rubberise f., İng., bak. rubberize. rubberize f. 1. lastik kaplamak. 2. kumaşı su geçirmez hale koymak. rubber-stamp f., k. dili düşünmeden onaylamak. rubbing alcohol tuvalet ispirtosu. rubbing alcohol tuvalet ispirtosu. rubbish i. 1. çerçöp, süprüntü, döküntü. 2. saçma, saçmalık. 3. İng. çöp. rubbish bin İng. çöp kutusu. rubble i. 1. moloz. 2. blokaj için kullanılan taşlar, blokaj taşları. rubella i., tıb. kızamıkçık. Rubicon i. rubric i. 1. eski kitaplarda kırmızı harflerle basılan kısım. 2. yasa ruby tasarısı başlığı. i. 1. yakut. 3. bölüm 2. yakut rengi.başlığı. 4. bölüm. s. kırmızı, lal. 5. kırmızı renk. rucksack i. sırt çantası. ruckus i., k. dili çıngar; arbede. ruction i., k. dili çıngar, gürültülü kavga: There´ll be ructions if that rudd shipment doesn´t get here today. O parti buraya bugün i., zool. kızılkanat. gelmezse çıngar çıkacak. rudder i. dümen. ruddy s. 1. kırmızı, al. 2. al yanaklı. 3. İng., k. dili Vurgulamak için rude kullanılır: s. 1. kaba.That ruddy doorbell! 2. terbiyesiz, edepsiz. O körolası zil! z.,4. 3. kaba saba. İng., k. 5. ilkel. dilisert, Vurgulamak şiddetli. için kullanılır: You can ruddy well try! Hiç olmazsa rudimentary s. 1. temel. 2. gelişmemiş. deneyebilirsin! rudiments i. en temel bilgiler/kurallar. rue f. esef etmek; esefle anmak. rue i., bot. sedefotu. rue the day one was born doğduğuna pişman olmak. rueful s. 1. yalandan hüzünlü. 2. üzücü; hazin; hüzünlü. ruffian i. kabadayı, külhanbeyi. ruffle f. 1. (kuş) (tüylerini) kabartmak. 2. karıştırmak. 3. (suyu) ruffle s.o.´s feathers dalgalandırmak. 4. (rüzgâr) (ağacın yapraklarını) oynatmak. 5. k. dili birini kızdırmak. rahatını bozmak, rahatsız etmek. i. fırfır, farbala. rug i. 1. halı. 2. yaygı (kilim, cicim v.b.). rugby i., spor rugbi. rugged s. 1. engebeli, arızalı. 2. düzensiz. 3. sert, haşin. 4. kaba. 5. rugger sağlıklı, kuvvetli. i., İng., spor, 6.rugbi. k. dili dayanıklı, sağlam. 7. fırtınalı, sert. ruin i. 1. harabe; virane. 2. harabiyet, harabelik. 3. çok kötü durum, ruinous çöküş, s. 1. çok batış: zararIt veren, causedmahvedici, his ruin. Mahvolmasına sebep tahrip edici. 2. harap, oldu. 4. yıkık; iflas, viran. batkı. 5. (birini/bir şeyi) mahveden şey/kimse: It will be the ruins i., çoğ.3.harabeler, fahiş: ruinous interest yıkıntılar: Wefahiş walked faiz. among the ruins of ruin of you! O seni mahvedecek! f. 1. mahvetmek; bozmak; rule Ephesus. f. Efes harabeleriniolmak; 1. hükümdarı/yöneticisi gezdik.yönetmek, idare etmek. 2. -e harap etmek, tahrip etmek. 2. iflas ettirmek, batırmak. rule of thumb hükmetmek. 3. egemen olmak, yaklaşık hesap, göz kararı, pratik hâkim olmak. iş görme 4. (on) huk. usulü. (hâkim) (-e) karar vermek. 5. cetvelle çizmek. i. 1. yönetim, ruler i. 1. hükümdar. 2. cetvel. idare; hükümet; saltanat. 2. kural: Everyone should follow these ruling i., huk.Herkes rules. (hâkimin bu verdiği) kurallarakarar. s. 1. uymalı. 3. iktidardaki: ruling âdet, usul: As party a rule he rum iktidar works partisi. for i. 1. rom. one 2. 2. enbefore hour içki. güçlü, breakfast. başlıca. Genellikle kahvaltıdan Rumania önce i., bak.birRomania. saat çalışıyor. One of my rules is to have breakfast at seven. Âdetlerimden biri saat yedide kahvaltı etmek. Rumanian i., s., bak. Romanian. rumble f. 1. gürlemek, gümbürdemek. 2. gurlamak, guruldamak. i. 1. Rumelia gürleme, gümbürtü. 2. gurlama, gurultu. i., tar. Rumeli. Rumelian i. Rumelili. s. 1. Rumeli, Rumeli´ye özgü. 2. Rumelili. ruminant i. gevişgetiren hayvan. s. 1. gevişgetiren. 2. düşünceli. ruminate f. 1. geviş getirmek. 2. over/about/on üzerinde derin derin rummage düşünmek. f. altüst edip aramak. rummage out araştırarak bulmak. rummage sale 1. yardım dernekleri yararına yapılan kullanılmış eşya satışı. 2. rumor elde kalan rivayet. i. söylenti, malların satışı. rumour i., İng., bak. rumor. rump i. 1. but. 2. bakiye, geri kalan parça. rump roast kasap. but. rump session bir toplantının dağılmasından sonra çoğunluğun olmadığı rumple gayriresmi f. devamı.2. (saçı) karıştırmak, karmakarışık etmek. i. 1. buruşturmak. rumpus kırışık, buruşukluk. i., k. dili çıngar; arbede. rumpus room evde oyun salonu. run f. (ran, run, --ning) 1. koşmak: He can run very fast. Çok hızlı run koşabilir. i. 1. koşuş, 2.koşma. işlemek, 2. çalışmak; (çorapta) işletmek, çalıştırmak: kaçık. 3. tic. Who is talep, istem, running rağbet: this machine? Bu makineyi kim işletiyor? 3. uzanmak, run a blockade ablukayıThere´s yarmak.a run on foreign novels. Yabancı romanlar çok gitmek: rağbette.The road runs 4. gezi, gezinti.from5. here to Edirne. yol, rota. Yol7.buradan 6. akış. Edirne spor koşu. 8. run a blockade ablukayı ´ye kadar yarmak. uzanıyor. 4. akmak, dökülmek; akıtmak, dökmek: The sin. gösterim süresi. 9. balık akını; akın. run a boundary river sınırıruns into the sea. Nehir denize dökülüyor. 5. gidip gelmek, geçmek. run a risk işlemek: riske girmek.This bus runs between Kadıköy and Taksim. Bu otobüs Kadıköy ile Taksim arasında işliyor. 6. (çorap) kaçmak. 7. run a temperature ateşi çıkmak. yarışmak; yarıştırmak: Are the horses running today? Bugün run a temperature (birinin) atlar ateşi mu? yarışıyor olmak, vücut ısısı fazla 8. yönetmek, idareolmak. etmek: He runs a small run about engineering koşuşturmak,firm. öteyeKüçük bir koşmak. beriye mühendislik firmasını yönetiyor. 9. (balık) akın etmek. 10. kaçırmak, ... kaçakçılığı yapmak: run run across 1. -e rastlamak, -e rast gelmek. 2. -in bir kenarından öbür drugs esrar kaçırmak. 11. adaylığını koymak; aday göstermek: run after kenarına -in peşindenkoşmak, koşmak.-i koşarak geçmek. She will be running in these elections. Bu seçimlerde adaylığını run against koyacak. 12. -e yönelmek. 1. ile karşılaşmak, -e çatmak.13. 2. (yağ) erimek. 14. (renk) akmak. -e çarpmak. run aground 15. (makyaj) karaya oturmak. akmak. 16. (yaradan) irin akmak. 17. tiy. (oyun) (belirli bir süre boyunca) oynanmak: The play only ran for two run along k. dili gitmek: weeks. I´d better Piyes ancak run along. iki hafta boyuncaArtık gitmeliyim. oynandı. Run along 18. bilg. run amok now! Haydi, 1. çıldırmak. (programı) şimdi yürütmek. git! (Çocuklara söylenir.). 2. insanları öldürmek amacıyla sağa sola run an errand saldırmak. bir iş için bir yere gitmek. run away kaçmak, firar etmek: Upon seeing me the burglar ran. Hırsız run away with beni 1. -i görünce kaçtı.2. (âşığı) ile kaçmak. 3. (bir konuda) en çok alıp kaçmak. run circles around s.o. başarı k. dili, kazanan bak. run biri ringsolmak. around s.o. run counter to -in aksine gitmek. run down 1. çarpıp yere düşürmek, çarpmak: That taxi ran down an old run dry man. kurumak.O taksi yaşlı bir adama çarpıp yere düşürdü. 2. (bir tekne) (başka bir tekneye) çarpıp batırmak. 3. yermek, kötülemek. 4. run errands ayak işleri yapmak; ayak işlerine bakmak. arkasından koşup yakalamak. 5. (saat) (kurgusu bittiği için) run for one´s life kaçıp kurtulmak. durmak. 6. (konuşma) yavaşlayıp dinmek. 7. kuvvetten düşmek. run hard 8. arayıp hızlı bulmak. koşmak. run into 1. -e rast gelmek. 2. -e çarpmak. run into debt borca girmek. run into debt borca girmek. run low azalmak. run off 1. kaçmak. 2. matb. basmak. 3. (yarışta/oyunda) beraberliği run on çözmek. 1. devam 4.etmek. with -i 2. çalmak, devamlı-i aşırmak. konuşmak. 5. with (âşığı) ile kaçmak. run on the rocks 1. (gemi) kayalara oturmak. 2. k. dili iflas etmek, batmak. run out 1. dışarı koşmak. 2. (süre) bitmek. 3. tükenmek. 4. of -den run out of time dışarı atmak, (birinin) vakti-den kovmak.We´ve run out of time. Vaktimiz kalmamak: run out on kalmadı. (birini) terketmek. run over 1. çarpıp üstünden geçmek; ezmek, çiğnemek: The truck ran run rampant over the turtle. 1. (kötü Kamyon bir durum) aşırıkaplumbağayı ezdi. kol boyutlara varmak, 2. to (bir yere) gezmek. 2. gidivermek. (bitki) dal 3. budak tekrarlamak. salmak, her 4. gözden tarafa geçirmek. yayılmak; 5. taşmak. fışkırmak; azmak. run rings around s.o. k. dili birini cebinden çıkarmak, birine taş çıkarmak; birini run riot gölgede bırakmak, 1. deli gibi birinin pabucunu koşup bağırmak. 2. (bitki)dama atmak. azmak, dal budak salıp run s.o./s.t. to earth her yeri sarmak. birini/bir şeyi arayıp tarayıp bulmak. run short (of) tükenmek: We´re running short of time. Vaktimiz tükeniyor. run short of (malzemesi) tükenmek, kıtlaşmak. run the gamut her çeşidi/türü olmak. run the gauntlet sıra dayağı yemek. run the risk of ... tehlikesini göze almak. run through 1. israf etmek. 2. içinden geçirmek. 3. çabucak gözden run through geçirmek. 1. k. dili (bir şeyi) çabucak tüketmek; (bir şeyi) israf etmek. 2. run true to form (bir taşıt) (durulması kendisinden gereken beklenildiği bir yerden) durmadan hızla gibi davranmak. geçmek: He ran through the red light. Kırmızı yanarken hızla run up 1. (ödenecek bir faturayı) yüklü bir hale getirmek: You´ve run geçti. 3. (kılıç, süngü v.b.´ni) bir vuruşta (birinin) gövdesinden run upon up -e quite a bill this rastlamak. Theymonth. ran outBuofayki faturan money. epeykaldılar. Parasız yüklü. 2. geçirmek. artırmak. 3. (bayrak) çekmek. 4. dikivermek. run wild 1. (çocuk) taşkınca davranmak, azmak. 2. (bitki) azıp çok runaway yayılmak. i., s. kaçak. rundown i. özet. run-down s. 1. köhne, harap. 2. yorgun, hastalıklı, zayıf. rung f., bak. ring. rung i. 1. portatif merdiven basamağı. 2. iskemlenin basamak run-in değneği. 3. tekerlek i., k. dili atışma, parmağı. 4. kademe, basamak. anlaşmazlık. runner i. 1. koşucu. 2. yol halısı. 3. ayak işlerini yapan kimse, ayakçı. 4. runner bean bot. sürüngen sap. 5. İng., k. dili çalıfasulyesi. İng. çalıfasulyesi. runner-up i., spor ikinci gelen yarışmacı/takım. running i. 1. koşuş, koşma. 2. yönetim, yönetme, idare, idare etme. 3. running account spor koşu. tic. cari s. 1. koşan. 2. koşmaya elverişli. 3. sarılgan, hesap. sürüngen (bitki). 4. sürekli, devamlı, aralıksız. 5. akan, akar: running account 1. cari hesap. 2. anında verilen haber. running water akar su. 6. kolay geçen. 7. üst üste. 8. art arda. running board oto. marşpiye. 9. işleyen. 10. bitişik (elyazısı). 11. tıb. akıntılı, sızıntılı. 12. düz. running light 13. cari, seyir geçer. 14. tekrarlanmış. 15. koşarak yapılan. feneri. running mate 1. aynı takımda yarışan at. 2. aynı partiden seçime katılan run-of-the-mill aday. s. olağan, bayağı, alelade, sıradan. run-time i., bilg. yürütme süresi. runway i. (havaalanında) pist. rupture i. 1. kopma, kırılma. 2. (ilişkilerde) kopma, kopukluk. f. 1. rural koparmak, s. 1. kırsal, kırmak; köye ait.kopmak, kırılmak. 2. (ilişkiyi) koparmak, 2. tarımsal. bozmak. ruse i. hile, oyun. rush i. saz, hasırotu. rush f. 1. koşmak, acele etmek; koşturmak, acele ettirmek. 2. rush a bill through saldırmak. 3. hızla akmak. bir kanun tasarısını 4. meclisten acele ile aceleyle yapmak. geçirmek. i. 1. koşma, acele etme. 2. hücum, hamle. 3. koşuşturma. 4. üşüşme. rush hour (iş gününde) trafiğin en yoğun olduğu zaman. rush order acele sipariş. rush order acele sipariş. rush out of the room odadan fırlayıp çıkmak. Russia i. Rusya. Russia turnip şalgam. Russian i., s. 1. Rus. 2. Rusça. Russian roulette Rus ruleti. Russian turnip şalgam. rust i. 1. pas. 2. pas rengi. f. paslanmak; paslandırmak. rustic s. 1. köye/kıra özgü. 2. kaba, yontulmamış. 3. rüstik, sade, basit. rustle i. f. basit ve kaba kimse. 1. hışırdamak; hışırdatmak. 2. k. dili (davar/at) çalmak. i. rustler hışırtı. i., k. dili davar/at hırsızı. rusty s. 1. paslı, paslanmış. 2. körelmiş, paslanmış: My English is rut rusty. İngilizcem i. 1. tekerlek kullanılmaya izi. 2. kullanılmaya rutin; monoton epey ve sıkıcı bir zayıfladı. yaşam/çalışma rut tarzı: You´ve i. (hayvan) gotten kösnüme. kızışma, into a rut. Hayatın çok monotonlaştı. f. (-- ted, --ting) tekerleklerle iz yapmak. rutabaga i. şalgam. ruthless s. merhametsiz, acımasız, insafsız. ruthlessly z. insafsızca. ruthlessness i. insafsızlık. Rwanda i. Ruanda. Rwandan i. Ruandalı. s. 1. Ruanda, Ruanda´ya özgü. 2. Ruandalı. rye i. çavdar. rye bread çavdar ekmeği. rye whisky çavdar viskisi. ryegrass i., bot. 1. delice. 2. karaçayır. S, s i. S, İngiliz alfabesinin on dokuzuncu harfi. s.o.´s pride and joy birinin çok sevdiği kimse/şey, birinin medarı iftiharı. Sabbath i. sabbatical i. üniversitedeki öğretim üyesine tanınan uzun ve maaşlı izin. saber i. süvari kılıcı. saber rattling savaş tehdidi. sable i. 1. samur. 2. samur kürk. 3. siyah. s. siyah. sabot i. sabo. sabotage i. sabotaj, baltalama. f. sabotaj yapmak, sabote etmek, saboteur baltalamak. i. sabotajcı. sabre i., İng., bak. saber. saccharin i. sakarin. saccule i., anat. kesecik. sachet i. saşe, (çamaşırların arasına konulan) içi hoş kokulu kuru bitki sack v.b. ile dolu i. torba, bezf. kese. çuval. 1. çuvala koymak. 2. İng., k. dili kovmak, işten sack atmak, sepetlemek. f. 1. yağmalamak. 2. soyup soğana çevirmek. i. yağma. sacking i. çuval bezi, çul. sacrament i., Hrist. Hz. İsa´dan kaynaklanan ve papaz aracılığıyla yapılan sacred kutsal bir işlem. s. 1. kutsal. 2. dinsel, dini. sacred ibis zool. mısırturnası. sacrifice i. 1. kurban. 2. fedakârlık, özveri. 3. feda etme, kurban etme. f. sacrifice sale 1. kurbansatış. zararına etmek, kurban olarak kesmek: sacrifice a sheep koyun kurban etmek. 2. feda etmek: sacrifice one´s fortune sacrilege i. kutsal bir şeye karşı saygısızlık. servetini feda etmek. sacrilegious s. kutsal bir şeye karşı saygısız. sacrosanct s. 1. çok kutsal. 2. dokunulmaz. sad s. 1. kederli, üzgün: sad person kederli kimse. 2. üzücü, acıklı: sadden sad news üzücü haber. f. kederlendirmek, 3. çok üzmek; kötü: a sadüzülmek. kederlenmek, state of affairs çok kötü bir durum. 4. donuk (renk). saddle i. 1. eyer. 2. semer. 3. (bisiklette) sele. f. eyerlemek. saddle s.o. with a task birine zor bir iş yüklemek. saddler i. saraç. sadism i. sadizm. sadist i. sadist. sadistic s. sadist. sadistically z. sadistçe. sadomasochism i. sadomazoşizm. safari i. safari. safe s. emin, emniyetli, güvenli, sağlam; güvenilir; tehlikesiz: in safe safe and sound hands eminsapasağlam. sağ salim, ellerde. a safe neighborhood emniyetli bir mahalle. a safe building sağlam bir bina. a safe politician güvenilir bir safe-conduct i., ask. yasak bölge izin belgesi. politikacı. i. kasa. safe-deposit s. safe-deposit box (bankadaki) kiralık kasa. safeguard i. 1. koruma. 2. against -e karşı koruyucu şey. f. against -e karşı safekeeping korumak. i. saklama, koruma. safety i. güvenlik, emniyet. safety belt emniyet kemeri. safety lamp madenci feneri. safety lamp madenci lambası. safety lock 1. emniyet kilidi. 2. (silahta) emniyet tertibatı. safety lock emniyet kilidi. safety pin çengelliiğne. safety razor tıraş makinesi. safety razor tıraş makinesi. safety valve emniyet valfı/supabı. safety-deposit s., bak. safe-deposit. safflower i. yalancısafran, aspur, papağanyemi. saffron i. safran. sag f. (--ged, --ging) 1. eğilmek, bükülmek, çökmek, bel vermek; saga sarkmak. i. destan. 2. (kıymet/fiyat) yavaş yavaş düşmek. sagacious s. ferasetli; zeki. sagacity i. feraset, zekâvet, zekâ. sage i. adaçayı. sage s. bilge; ferasetli; bilgece. i. bilge. Sagittarius i., astrol. Yay burcu. sago i. sagu, hintirmiği. sago palm bot. sikas, sago palmiyesi. Sahara i. Saharan s. Sahra, Sahra´ya özgü. said f., bak. say. sail i. 1. yelken. 2. yelkenli. 3. deniz yolculuğu. f. 1. gemi ile yola sail close to the wind çıkmak. k. dili 1. 2. gemi ile tehlikeli birgitmek. 3. (gemi) yolda gitmek, kullanmak. tehlikeli 4. havada bir şekilde hareket uçurmak. etmek. 2. 5. süzülmek. (yazının/sözün) açık saçık olmasına ramak kalmak. sail into k. dili 1. -e büyük bir şevkle girişmek. 2. -i fena halde sail under false colors azarlamak, olduğundan-i başka haşlamak. türlü görünmek. sailboat i. yelkenli, yelkenli tekne. sailcloth i. yelken bezi. sailer i. yelkenli gemi; yelkenli. sailing i. 1. yelkencilik. 2. gemi ile yolculuk. 3. gemicilik. 4. den. kalkış sailing boat saati. yelkenli, yelkenli tekne. sailing orders sefer talimatı. sailor i. gemici. saint s. aziz. i. aziz, evliya, eren. f. azizler mertebesine çıkarmak. Saint-John's-wort i., bot. binbirdelikotu, kılıçotu. saintly s. 1. aziz gibi. 2. azizlere yakışır. 3. kutsal. sake i. hatır, uğur: for my sake hatırım için. for the sake of peace salability barış uğruna. satılma şansı. i. satılabilme, salable s. satılabilir. salableness i., bak. salability. salacious s. 1. şehvetli. 2. müstehcen. salad i. salata. salad days gençlik/acemilik günleri. salad dressing salata sosu. salamander i., zool. semender. salami i. salam. salangane i., zool. salangan. salaried s. maaşlı, aylıklı, ücretli. salary i. maaş, aylık, ücret. f. maaş vermek, ücret vermek, aylık salary deduction bağlamak. ücret kesintisi. sale i. 1. satış. 2. indirimli satış, ucuzluk, tenzilatlı satış. saleable s., bak. salable. sales clerk tezgâhtar, satış elemanı. salesman çoğ. sales.men (seylz´mîn) i. satıcı, satış elemanı; tezgâhtar. salesmanship i. satıcılık. salesroom i. satış yeri. saleswoman çoğ. sales.wom.en (seylz´wîmîn) i. satıcı kadın; kadın tezgâhtar. salient s. 1. göze çarpan, dikkati çeken. 2. çıkıntılı. saline s. 1. tuzlu. 2. tuz gibi. salinity i. tuzluluk. saliva i. salya, tükürük. salivate f. 1. salya akıtmak. 2. ağzı sulanmak. sallow s. benzi sararmış, soluk yüzlü; soluk, solgun (beniz). sally i. 1. kuşatma sırasında askerin hücuma geçmesi. 2. ani salmon hareket/hamle. i. som balığı. 3. gezinti. 4. espri, nükteli söz. f. forth/out 1. dışarı fırlamak. 2. hücuma geçmek. 3. geziye çıkmak. salmon trout dağalası. salon i. salon, dükkân: beauty salon kuaför salonu. saloon i. 1. bar, meyhane. 2. İng. (körüksüz) binek arabası. 3. İng. saloonkeeper salon, dükkân: billiards saloon bilardo salonu. 4. (yolcu i. meyhaneci. gemisinde) salon. salt i. 1. tuz. 2. lezzet, tat. s. 1. tuzlu. 2. tuzlama, tuzlanmış: salt fish salt away/down tuzlu balık, tuzlama 1. -i tuzlamak, balık. -i tuza salt beef yatırmak. tuzlanmış 2. (para) sığır eti.istif biriktirmek, salt cellar etmek. tuzluk. salt flat (deniz/göl kenarındaki) tuzla. salt lake tuzlu göl, tuz gölü. salt mine (kayatuzu çıkarılan) tuzla. salt pan tuzla tavası. saltcellar i. (kapağı deliksiz) tuzluk. saltpeter i. güherçile. saltpetre i., İng., bak. saltpeter. saltshaker i. (kapağı delikli) tuzluk. saltwater s. tuzlu suya özgü; tuzlu suda yaşayan. saltworks i. tuzla. salty s. tuzlu. salubrious s. sağlığa yararlı. salutary s. 1. sağlığa yararlı. 2. yararlı, hayırlı. salutation i. 1. selamlama. 2. selam. salute f. selam vermek, selamlamak. i. 1. selamlama. 2. selam. salvage i. kurtarılan mal. f. (eşya) kurtarmak. salvation i. 1. kurtuluş. 2. kurtarılma; kurtarma. salve i. 1. merhem. 2. övme. f. 1. merhem sürmek. 2. acısını salve one´s conscience dindirmek, acısına merhem olmak. vicdanını rahatlatmak. salvo i. (çoğ. --s/--es) 1. yaylım ateşi; salvo, topçu bombardımanı. 2. Sam Hill selam the -- k.topu. dili 3. alkış Allah tufanı.What in the Sam Hill do you think you aşkına: same ´re s. 1.doing? Sen ne aynı, tıpkı: theyaptığını zannediyorsun same thing Allah aynı şey. John aşkına? speaks Just in the who same the Sam way´´I Hill aswant do you his father. think you are? Kendini ne Same here. Ben de.: a cup John tıpkı babası of coffee.´´ gibihere.´´ ´´Same konuşuyor. ´´Bir 2. eşit: kahve zannediyorsun Both amounts Allah are theaşkına? same. Her iki miktar eşit. Samian istiyorum.´´ i. Sisamlı. s. 1.´´Ben Sisam,de.´´ Sisam´a özgü. 2. Sisamlı. Samoa i. Samoa. Samoan i. 1. Samoalı. 2. Samoaca. s. 1. Samoa, Samoa´ya özgü. 2. Samoaca. 3. Samoalı. Samos i. Sisam. Samothrace i. Semadirek, Semendirek. Samothracian i. Semadirekli. s. 1. Semadirek, Semadirek´e özgü. 2. sample Semadirekli. i. örnek, numune; model; mostra; eşantiyon. f. örnek olarak San Marinese denemek. 1. çoğ. San Mari.nese (sän märıniz´)/San Mar.i.ne.si (sän San Marino märıney´zi) San Marino. San Marinolu. 2. San Marino, San Marino´ya özgü. sanatorium çoğ. --s (sänıtôr´iyımz)/san.a.to.ri.a (sänıtôr´iyı) i. sanatoryum. sanctify f. 1. kutsallaştırmak. 2. kutsamak. sanctimonious s. dindarlık taslayan, sahte sofu. sanctimoniously z. dindarlık taslayarak. sanction i. 1. onay, tasdik. 2. hukuku ihlal nedeniyle verilen ceza. 3. sanctity yaptırım, i. kutsallık. müeyyide. f. onaylamak, tasdik etmek. sanctuary i. 1. tapınak, mabet. 2. kutsal yer. 3. sığınak. sand i. 1. kum. 2. çoğ. kumluk, kumsal. 3. çoğ. ömrün dakikaları. sand dune kumul. sand martin kumkırlangıcı. sandal i. sandal, sandalet. sandalwood i. 1. sandalağacının odunu/kerestesi. 2. bot. sandalağacı, sandbag sandal. i. kum torbası. sandbar i. kıyı dili, sahil kordonu. sandblast f. kum püskürterek temizlemek. sandman çoğ. sand.men (sänd´men) i. çocukların gözlerine kum serperek sandpaper uykularını i. zımpara getirdiği kâğıdı. f. varsayılan peri. ile) zımparalamak. (zımpara kâğıdı sandstone i. kumtaşı. sandstorm i. kum fırtınası. sandwich i. sandviç. f. (between) (iki şeyin) arasına sıkıştırmak. sandy s. 1. kumlu. 2. saman sarısı (saç). sane s. 1. aklı başında. 2. mantıklı. sang f., bak. sing. sanguinary s. 1. kanlı. 2. kana susamış, kan dökücü. sanguine s. 1. umutlu; iyimser. 2. neşeli. 3. kan gibi kırmızı, kan renginde sanitarium (beniz). çoğ. --s (sänıter´iyımz)/san.i.tar.i.a (sänıter´iyı) i., bak. sanitary sanatorium. s. 1. sağlıkla ilgili. 2. sağlıklı, temiz. sanitary napkin hijyenik kadın bağı. sanitation i. 1. sağlığa uygun bir duruma getirme. 2. sağlık önlemleri. sanitation system sıhhi tesisat. sanity i. aklı başında olma. sank f., bak. sink. Sanskrit i., s. Sanskritçe. Santa i., k. dili Noel Baba. Santa Claus Noel Baba. sap i. 1. özsu, usare. 2. canlılık, enerji, dirilik. 3. argo aptal, avanak. sap f. f. (--ped, (--ped, --ping) --ping) azaltmak: sapkazıp ask. temelini one´s strength yıkmak; takatını altına kesmek, sıçanyolu kuvvetini kazarak azaltmak. ilerlemek. sapling i. 1. (epey boy atmış) fidan. 2. delikanlı, genç çocuk. saponification i. sabunlaşma. saponify f. sabunlaşmak; sabunlaştırmak. sapper i., İng., ask. istihkâmcı. sapphire i. gökyakut, safir. sappy s. 1. özlü. 2. canlı. 3. argo ahmak, budala. 4. toy, acemi. saprophyte i. çürükçül, saprofit. saprophytic s. çürükçül, saprofit. Sarawak i. Saravak. Sarawakese i. (çoğ. Sa.ra.wa.kese) Saravaklı. s. 1. Saravak´a özgü. 2. sarcasm Saravaklı. i. istihza. sarcastic s. iğneleyici, alaylı, müstehzi. sarcastical s., bak. sarcastic. sarcastically z. alay ederek. sarcolemma i., anat. kas zarı. sarcoma çoğ. --s (sarko´mız)/--ta (sarko´mıtı) i., tıb. sarkom. sarcophagus çoğ. sar.coph.a.gi (sarkaf´ıgi)/--es (sarkaf´ıgısız) i. lahit. sardine i. sardalye, ateşbalığı. Sardinia i. Sardinya. Sardinian i. 1. Sardinyalı. 2. Sardinyaca. s. 1. Sardinya, Sardinya´ya özgü. sardonic 2. Sardinyaca. 3.küçümseyici, s. küçümseyen, Sardinyalı. alaylı, alaycı. sarsaparilla i., bot. saparna. sash i. kuşak. sash i. pencere çerçevesi. f. pencere çerçevesi takmak. sash window sürme pencere. sass i., k. dili küstahlık. sassy s. arsız, küstah, haddini bilmez. sat f., bak. sit. Satan i. Şeytan. satchel i. okul çantası. sate f. doyurmak. sateen i. saten taklidi pamuklu kumaş. satellite i. uydu. satiate f. doyurmak. satiation i. doyma; doyum, doygunluk. satiety i. doyum, doygunluk. satin i. saten, atlas. satire i. hiciv, taşlama, yergi, yerme. satiric s., bak. satirical. satirical s. hicivli, hicivsel. satirise f., İng., bak. satirize. satirize f. hicvetmek, yermek, taşlamak. satisfaction i. 1. hoşnutluk, memnuniyet. 2. tatmin, doyum. 3. doygunluk. satisfactory s. 1. hoşnut edici, memnun edici. 2. tatmin edici, doyurucu, satisfy yeterli. f. 1. hoşnut etmek, memnun etmek: Nothing satisfies him; he is saturate always complaining. Hiçbir şeyden hoşnut değil; hep şikâyet f. doyurmak. ediyor. He is not satisfied with the quality of the goods which saturated s. doymuş, doygun. we sold to him. Kendisine sattığımız malların kalitesinden saturation i. doyma, değil. memnun doygunluk. 2. tatmin etmek, doyurmak. 3. gidermek: That Saturday bread did not satisfy my hunger. O ekmek açlığımı gidermedi. 4. i. cumartesi. Saturn inandırmak, i., gökb. Satürn,iknaZühal. etmek: He has satisfied me that he can do the job. İşi yapabileceğine ikna oldum. be satisfied with -den hoşnut saturnine s. asık suratlı, somurtkan. olmak. sauce i. 1. salça, sos, terbiye. 2. tat, lezzet. 3. k. dili terbiyesizce sauce for the goose söylenmiş What´s saucesöz; küstahlık. f. 1. is for the goose salça ilave sauce for etmek, sos koymak. the gander. Senin 2. k. banadili terbiyesizlik yaptığını etmek, küstahlık etmek. ben de sana yapamaz mıyım? sauceboat i. salçalık, sos kabı. saucepan i. uzun saplı tencere. saucer i. çay tabağı, fincan tabağı. saucy s. arsız, sulu, sırnaşık; küstah. Saudi i., s. Suudi. Saudi Arabia Suudi Arabistan. Saudi Arabian 1. Suudi Arabistanlı, Suudi. 2. Suudi Arabistan, Suudi, Suudi saunter Arabistan´a f. aylak aylaközgü. dolaşmak, avare avare dolaşmak. i. aylak aylak sausage dolaşma. i. sosis; sucuk. savage s. 1. vahşi, yabanıl, yabani. 2. acımasız, zalim. i. 1. vahşi adam. savageness 2. zalimsavagery. i., bak. ve canavar ruhlu kimse. f. (hayvan) vahşice ısırmak/tepelemek/parçalamak. savagery i. vahşilik, yabanıllık, yabanilik, vahşet. save f. 1. kurtarmak: save s.o.´s life birinin hayatını kurtarmak. 2. save korumak: edat, bağ.He fought -den to ... başka, save his homeland. dışında, ... hariç. Anavatanını korumak için savaştı. 3. saklamak, ayırmak: I am saving these books for save face görünüşü kurtarmak. my children. Bu kitapları çocuklarıma saklıyorum. 4. biriktirmek: save for ... hariç. She is saving money for her vacation. Tatili için para biriktiriyor. save one´s face 5. on -i idareli (itibarını kullanmak, -den zedeleyebilecek tasarruf etmek: bir durumdan) Weakıyla yüzünün are trying to save one´s skin save çıkmak. on electricity. Elektrikten k. dili postunu kurtarmak. tasarruf etmeye çalışıyoruz. 6. bilg. kaydetmek. save that ancak, yalnız. saving edat, bağ. -den başka, ... dışında, ... hariç. saving your presence hâşâ huzurdan, sözüm yabana, sözüm meclisten dışarı. savings i. biriktirilmiş para; tasarruflar. savings account tic. tasarruf hesabı. savings account tasarruf hesabı. savings bank tasarruf sandığı, tasarruf bankası. savings bank tasarruf bankası; tasarruf sandığı. savior i. kurtarıcı. saviour i., İng., bak. savior. savor i. 1. tat, lezzet, çeşni. 2. zevk, tat. f. 1. of tadı olmak, lezzeti savoriness olmak. 2. çeşni vermek; lezzet vermek. 3. kokusu olmak. 4. i. lezzetlilik. zevk almak, tadına varmak. savory s. 1. lezzetli. 2. hoş kokulu. i. 1. ballıbabagillerden, yaprakları savour bahar olarak i., f., İng., kullanılan) bak. savor. sater, zater. 2. İng. yemeğin başında/sonunda yenen bir yemek. savouriness i., İng., bak. savoriness. savoury s., i., İng., bak. savory. saw i. testere, bıçkı. f. (--ed, --ed/--n) testere ile kesmek. saw i. atasözü, darbımesel. saw f., bak. see 1. sawdust i. bıçkı tozu, testere talaşı. sawfish i., zool. testerebalığı. sawmill i. bıçkıhane, bıçkıevi. sax i., k. dili saksofon. saxophone i. saksofon. saxophonist i. saksofoncu. say f. (said) demek, söylemek. i. 1. denilen şey, söz. 2. söz sırası. say a mouthful k. dili taşı gediğine koymak. say a word about -den bahsetmek/konuşmak. say one´s say söyleyeceğini söylemek. say s.t. under one´s breath k. dili bir şeyi alçak sesle söylemek, bir şeyi fısıldamak. say the word k. dili (bir şeyin yapılması için) haber vermek: If you ever need Say uncle! aTeslim ticket,ol!just say the word and I´ll get you one. Bilete ihtiyacın olursa bana bildirmen yeter. When I say the word you´ll all Say Uncle! argo Pes de! stand up. Ben söyleyince hepiniz ayağa kalkacaksınız. Say when. k. dili Kâfi gelince söyle. Say! ünlem, k. dili Hey, bana bak! saying i. 1. söz, laf. 2. atasözü; özdeyiş. say-so i., k. dili 1. keyfi karar, dayanaksız hüküm. 2. karar verme hakkı. sc kıs. scale, scene, science, scientific. scab i. 1. yara kabuğu. 2. k. dili greve katılmayan veya grevcilerin scabbard yerine i. (kılıç çalışan için) kın.işçi. f. (--bed, --bing) 1. (yara) kabuk bağlamak. 2. k. dili grevcilerin yerine çalışmak. scads i., çoğ., k. dili büyük miktar. scaffold i. 1. yapı iskelesi. 2. darağacı, sehpa; (idam mahkûmlarının scaffolding başının i. 1. yapıkesildiği iskelesiyüksek) kurmak platform. f. yapı için kullanılan iskelesi2.kurmak. kereste. yapı iskelesi. scald f. 1. haşlamak, kaynar su veya buhardan geçirmek. 2. (kaynar scale sıvı veyasürüngen i. (balık, buhar ile)v.b.´nde) yakmak, pul.haşlamak. 3. (kaynar f. pullarını sıvı veya ayıklamak. güneş) yakmak. i. (kaynar sıvı veya buhardan ileri gelen) yanık, scale i. 1. terazi gözü, kefe. 2. çoğ. terazi. f. tartmak. yara. scale i. 1. derece. 2. ölçek, ölçü. 3. dereceli cetvel. 4. müz. gam. f. 1. scale down tırmanmak: küçültmek; scale a wall duvara tırmanmak. 2. (bir ölçeğe göre) indirmek. ayarlamak: Their wages were scaled according to their scale up büyütmek; yükseltmek. productivity. Maaşları randımanlarına göre ayarlandı. 3. bilg. scaled in The boxer scaled in at 87 kilos. Boksör 87 kilo geldi. ölçeklendirmek. scallion i. 1. yeşil soğan, taze soğan. 2. yabanisarımsak, scallop yabanisarmısak. 3. pırasa. f. 1. tarak kabuğu şeklinde i., zool. tarak, deniztarağı. scalp kesmek/süslemek. i. 1. kafa derisi. 2. zafer2. üstüne ekmek simgesi. f. 1.kırıntıları serpip kafa derisini sos içinde yüzmek. 2. k. pişirmek. dili karaborsadan (bilet) satmak. 3. k. dili (kâr amacı ile) (hisse scalpel i., tıb. neşter, bisturi. senedi v.b.´ni) alıp satmak. 4. k. dili bozguna uğratmak. scaly s. pul pul, pullarla kaplı, pullu. scammony i., bot. mahmude. scamp i. haylaz, yaramaz; şeytanın art bacağı. scamp f. baştan savma yapmak. scamper f. 1. about/around koşuşturmak. 2. koşmak, kaçmak. i. acele scan kaçış. f. (--ned, --ning) 1. inceden inceye gözden geçirmek; taramak. scandal 2.1. i. üstünkörü skandal, gözden rezalet. geçirmek. 3. vezne 3. 2. iftira, dedikodu. göre okumak. rezil, kepaze, 4. vezin kurallarına uymak. 5. bilg. taramak. yüzkarası. scandalise f., İng., bak. scandalize. scandalize f. rezalet çıkararak (birini) utandırmak. scandalmonger i. dedikoducu kimse. scandalous s. rezil, kepaze, lekeleyici, utanılacak, çok ayıp. Scandinavia i. İskandinavya. Scandinavian i. İskandinavyalı, İskandinav. s. 1. İskandinav, İskandinavya´ya scanner özgü. i., bilg.2.tarayıcı, İskandinavyalı, skaner. İskandinav. 3. İskandinav dillerine özgü. scant s. 1. az, kıt, dar. 2. yetersiz. 3. sınırlı. scantily z. kıt olarak, eksik olarak. scanty s. 1. pek az, kıt, dar. 2. yetersiz, eksik. scapegoat i. günah keçisi; şamar oğlanı. scar i. iz, yara izi. f. (--red, --ring) iz bırakmak. scarce s. 1. seyrek, nadir, az bulunur. 2. kıt. scarcely z. hemen hemen, neredeyse, ancak; pek: He scarcely knows a scare word of Italian.ürkütmek. f. korkutmak; Hemen hemen hiç İtalyanca i. ani korku, panik. bilmiyor. It´s scarcely more than a kilometer from here. Buradan orası bir scare away/off -i korkutup kaçırmak. scare s.o. out of his/her kilometreyi pek geçmez. I scarcely know her. Onu pek birinin ödünü koparmak/patlatmak. wits/scare the wits out of s.o. tanımıyorum. It´s scarcely nine o´clock. Saat ancak dokuz daha. scare up He´d k. diliscarcely entered the yoktan bulup buluşturmak; room when she flung a plate at him. var etmek. scarecrow Odaya henüz girmişti i. korkuluk, bostan korkuluğu.ki ona bir tabak fırlattı. I could scarcely have said such a thing to him, could I? Hiç ona öyle bir şey scarf çoğ. --s (skarfs)/scarves söyleyebilir miyim? You could (skarvz) i. eşarp; scarcely haveboyun hoped atkısı, for akaşkol. better scarf f. down/up result than k. dili Ondan that. hapır hupur daha yemek. iyi bir sonuç bekleyemezsin scarlet herhalde. i., s. al, kırmızı. scarlet fever tıb. kızıl. scary s. 1. korku veren, korkunç. 2. korkak, ürkek, ödlek. scat f. (--ted, --ting) k. dili çekilmek, gitmek. Scat! ünlem, k. dili Pist!/Hoşt!/Git! scathing s. sert, kırıcı. scatter f. dağıtmak, yaymak; serpmek; saçmak; dağılmak, yayılmak. scatterbrain i. kafası dağınık kimse. scatterbrained s. kafası dağınık. scattered s. dağınık. scavenge f. for çöpleri karıştırarak (yiyecek, işe yarayacak şey) aramak. scavenger i. 1. leşle beslenen hayvan, leşçil. 2. çöpleri karıştırarak işe scenario yarayacak i. senaryo. şeyler arayan kimse. 3. İng. çöpçü. scenarist i. senarist, senaryocu, senaryo yazarı. scene i. 1. tiy., sin., TV sahne: the second scene of a play bir oyunun scenery ikinci sahnesi. i. 1. doğal 2. sahne, manzara. manzara, 2. tiy. dekor. görünüm, görüntü: The picture depicts a hunting scene. Resim bir av sahnesini scenic s. manzaralı, güzel manzaraları olan. canlandırıyor. 3. olay yeri: the scene of a crime bir suçun scent f. 1. kokusunu işlendiği yer. 4.almak, sezmek. tiy. dekor. 2. güzel 5. olay, koku hadise: saçmak. Don´t make3.a scene! scepter koklayarak Hadise izini aramak; çıkarma!/Olay i. asa, kral asası. koklayarak çıkarma! bulmak. i. 1. (güzel) koku. 2. İng. parfüm; kolonya; koku. 3. iz kokusu. 4. (hayvanın) sceptic i., bak. skeptic. koklama duyusu. sceptre i., İng., bak. scepter. schedule i. 1. program: I have a very busy schedule at the office today. schematise Bugün f., İng.,ofisteki iş programım çok dolu. 2. liste: His name is not bak. schematize. on today´s schedule of appointments. Adı bugünkü randevu schematize f. sistemli bir biçimde düzenlemek. listesinde yok. 3. tarife: boat schedule vapur tarifesi. f. 1. scheme i. 1. gizli düzen, programa koymak, entrika, dolap. 2. İng. programlamak. plan, proje. 2. listesini 3. düzen, yapmak: We are schemer tertip, drawing uyum. a f. up dolap i. entrikacı, new1. çeviren dolap scheduleçevirmek, entrika of prices. kimse, Yeni çevirmek. düzenbaz. 2. plan bir fiyat listesi yapmak. yapıyoruz. schism i. 1. hizipleşme, klikleşme. 2. hizip, klik. schismatic s., i. hizipçi, klikçi. schismatical s. hizipçi, klikçi. schist i., jeol. şist. schizophrene i., ruhb. şizofren. schizophrenia i., ruhb. şizofreni. schizophrenic s., ruhb. şizofrenik. i. şizofren. schnitzel i. şnitzel. scholar i. bilgin, âlim. scholarly s. bilimsel, ilmi, bilgine yakışır. scholarship i. 1. bilim, ilim, irfan. 2. burs. scholarship holder bursiyer. scholastic s. 1. okulla ilgili; eğitsel. 2. skolastik. school i. 1. okul. 2. (üniversitede) fakülte: school of business school administration i. (balık, balina işletme v.b. için)fakültesi. 3. ekol: sürü. f. (balık) school sürü of philosophy halinde yüzmek. felsefe ekolü. school age okul çağı. school board okul yönetim kurulu. school year ders yılı, öğretim yılı. school year ders yılı, öğretim yılı. schoolbook i. ders kitabı. schoolboy i. erkek öğrenci. schoolgirl i. kız öğrenci. schoolhouse i. okul binası. schooling i. eğitim, öğretim. schoolmate i. okul arkadaşı. schoolmistress i. kadın öğretmen. schoolroom i. sınıf, dershane. schoolteacher i. öğretmen. schoolwork i. okul ödevi. schoolyard i. okulda oyun sahası. schooner i. 1. den. ıskuna. 2. k. dili büyük bira bardağı. 3. İng. büyük sciatic şarap bardağı. s. siyatik, siyatik sinirine ait. sciatic nerve anat. siyatik, siyatik siniri. sciatica i., tıb. siyatik, siyatik hastalığı. science i. 1. fen, ilim, bilim. 2. bilim dalı. science fiction bilimkurgu. scientific s. 1. bilimsel. 2. sistematik, sistemli. scientist i. bilim adamı/kadını. scilla i., bot. maviyıldız. scimitar i. enli kılıç, pala. scintilla i. 1. çakım, kıvılcım. 2. zerre. scintillate f. parıldamak, ışıldamak. scion i. 1. çocuk, evlat. 2. bot. aşı kalemi. scissors i. (kesmek için kullanılan) makas. scissors kick makaslama (yüzüş). sclerosis çoğ. scle.ro.ses (sklıro´siz) i., tıb. skleroz, sertleşim, sertleşme. scoff f. (at) (ile) alay etmek. i. 1. alay. 2. küçümseme. scoff f., İng., k. dili hapır hupur yemek. i., İng., k. dili yiyecek. scold f. azarlamak, paylamak. i. herkesi azarlayan şirret kadın. scollop i., f., bak. scallop. sconce i. aplik, duvar lambası/şamdanı. scone i. ufak ve yuvarlak bir tür hamur işi. scoop i. 1. kepçe: ice-cream scoop dondurma kepçesi. 2. k. dili, gazet. scooter atlatma. f. 1. 2. i. 1. trotinet. kepçe ile çıkarmak. skuter, 2. k. dili, gazet. (haber) küçük motosiklet. atlatmak. scope i. 1. saha, alan; faaliyet alanı. 2. olanak, fırsat. 3. kapsam. 4. k. scorch dili f. 1.teleskop; yakmak, mikroskop. kavurmak; yanmak, kavrulmak. 2. acı sözlerle score incitmek. i. 1. (oyunda) sayı, puan, skor: What´s the score? Kaça score a goal kaç?/Durum gol atmak. nedir? 2. yirmi sayısı. 3. çizgi, çentik, kertik. 4. müz. partisyon. 5. çoğ. çok sayıda: scores of people çok sayıda score out üstünü karalamak, üzerine çizgi çizmek. insan, birçok insan. 6. konu: I have nothing to say on that score. scorn i. tepeden O bakma, horbir konuda diyeceğim görme, şey yok.küçük görme. 7. hınç: f. küçümsemek, settle a score with s.o. scornful hor görmek. birinden hıncını almak. pay off/settle old scores eski bir hıncın s. küçümseyen. Scorpio acısını çıkarmak, i., astrol. hesaplaşmak. f. 1. (puan) saymak. 2. spor Akrep burcu. (sayı) yapmak, (gol) atmak. 3. çentmek. 4. değerlendirmek. 5. scorpion i. akrep. başarı kazanmak. 6. müz. orkestralamak. 7. k. dili şiddetle scorpion fish iskorpit. eleştirmek. 8. argo esrar almayı başarmak. Scot i. İskoç. Scotch i. 1. İskoç viskisi, İskoç. 2. bir bardak İskoç viskisi. 3. İskoç scotch İngilizcesi. i. (tekerlek s. 1. İskoç. için) takoz.2.f. çok tutumlu; pinti. 1. takozlamak. 2. ket vurmak, Scotch fir engellemek. bot. sarıçam. Scotch pine bot. sarıçam. Scotch plaid ekose. Scotch tape seloteyp. Scotch terrier İskoç teriye. Scotch tweed İskoç tüvidi. Scotch-Irish s. Kuzey İrlanda´ya yerleşmiş İskoç kökenli insanlara özgü. Scotchman çoğ. Scotch.men (skaç´mîn) i., bak. Scotsman. Scotchwoman çoğ. Scotch.wom.en (skaç´wîmîn) i., bak. Scotswoman. scot-free s. Scotland i. İskoçya. Scotland Yard Londra Emniyet Müdürlüğünün Dedektif Masası. Scots i. İskoç İngilizcesi. s. İskoç. Scotsman çoğ. Scots.men (skats´mîn) i. İskoçyalı erkek, İskoçyalı. Scotswoman çoğ. Scots.wom.en (skats´wîmîn) i. İskoçyalı kadın, İskoçyalı. scottie i. İskoç teriye. Scottish s. İskoç. Scottish Gaelic i., s. İskoçça. scoundrel i. hergele, dürzü. scour f. 1. ovalayarak temizlemek. 2. süpürüp götürmek. scour f. taramak, sıkı bir şekilde aramak. scourge f. 1. kırbaçlamak, kamçılamak. 2. şiddetle cezalandırmak. i. 1. scout kırbaç, i. 1. izci,kamçı. gözcü,2.keşifbela,kolu. felaket. 2. casus (asker/gemi/uçak). f. keşif scout around yapmak, keşfe arayıp taramak. çıkmak. scout plane keşif uçağı. scouting i. izcilik. scowl f. kaşlarını çatmak; at -e kaşlarını çatıp bakmak. i. kaş çatma. scrabble f. 1. eşelemek; tırmalamak. 2. karalamak, çiziktirmek. scrag i. 1. çok zayıf kimse, iskelet, teneşir kargası. 2. koyun etinin scraggly yavan gerdan s. düzensiz, kısmı. çarpık çurpuk. scraggy s., İng., k. dili sıska, cılız. scram f. (--med, --ming) k. dili sıvışmak, tüymek. Scram! ünlem Toz ol!/Git! scramble f. 1. up -e tırmanmak. 2. for için kapışmak. 3. karıştırmak. 4. scrambled eggs ask. (düşman çırpılıp yağdauçaklarının yolunu kesmek için) acele pişirilmiş yumurta. havalanmak. 5. radyo (konuşmayı gizli tutmak için) sinyali scrap i. 1. ufak parça. 2. artık; kırıntı; kırpıntı; hurda. 3. çoğ. artık. f. (-- değiştirmek. i. 1. kapışma, kapma; koşuşma. 2. kargaşa, scrap heap ped, --ping) kırpıntı yığını;ıskartaya çıkarmak, atmak. hurda yığını. hercümerç, karışıklık. 3. sürünerek tırmanma. scrap iron hurda demir. scrapbook i. gazete kupürleri veya resim yapıştırmaya özgü defter. scrape f. 1. kazımak: scrape a surface bir yüzeyi kazımak. 2. sıyırmak: scrape along scrape zar zorone´s knee dizinietmek. geçinmek/idare sıyırmak. 3. (ayak) sürtmek. 4. raspa etmek, raspalamak. i. 1. sıyrık. 2. zor durum. scrape away/off 1. kazıyarak silmek. 2. kazıyarak çıkarmak; raspa etmek. scrape through güçbela atlatmak. scrape together/up güçlükle bir araya getirmek. scraps of news bölük pörçük haberler. scratch f. 1. çizmek, çizerek zarar vermek/berelemek: He ruined its scratch out surface 1. çizmek, by scratching üstünü çizmek,it with a sharp object. karalamak. Keskin bir 2. kazıyarak yokşeyle etmek. çizerek yüzeyini bozdu. 2. tırmalamak, tırmıklamak, scratch paper karalama kâğıdı, müsvedde kâğıdı. tırnaklamak: That cat scratched me. O kedi beni tırmaladı. 3. scratch s.o.´s back k. dili birine kaşımak; yağcılıkThe kaşınmak: etmek.dog is scratching itself. Köpek scratch test kaşınıyor. 4. eşelemek; tıb. cilt üzerinde alerji testi. eşelenmek, eşinmek: The chicken is scratch the surface scratching and scrabbling. Tavuk eşeleniyor. 5. k. dili yarış ilk adımı atmak. listesinden çıkarmak. 6. together zar zor (para) biriktirmek. 7. scrawl f. kötü bir el make cızırdamak: yazısıyla yazmak, karalamak, a scratching çiziktirmek. sound cızırdamak. i. kötü el i. 1. çizik, scrawny yazısı. s. sıska, sıyrık; cılız. 2. spor başlama çizgisi. 3. cızırtı. tırmık. scream f. 1. at -e bağırmak. 2. feryat etmek, acı acı haykırmak, çığlık screech atmak. f. 1. acı i.veferyat, ince birçığlık. çığlık atmak. 2. tiz bir ses çıkarmak. i. 1. acı screen ve ince çığlık. 2. i. 1. ekran; beyazperde. tiz bir ses. 2. paravana, bölme. 3. elek, kalbur. 4. screenplay perde, örtü: i., sin. senaryo. A screen of pines runs along the north side of the field. Çamlar tarlanın kuzey kenarında bir perde oluşturuyor. f. screw i. 1. vida. 2. uskur, pervane. f. 1. vidalamak. 2. argo düzmek; 1. off önüne bir şey koyarak (bir yeri/bir şeyi) örtmek/kapatmak/ screw around/off düzüşmek. argo 3. argo kazıklamak. vakit öldürmek; aylaklık etmek.sağlamak. 2. siper etmek; ( bir yerin/bir şeyin) gözükmemesini screw nut korumak: cıvata somunu.He screened her with his body. Gövdesini ona siper screw on etti. 3. vidalamak.örtmek, gizlemek. 4. elekten/kalburdan geçirmek, elemek. 5. (iyiyi kötüden ayırt etmek amacıyla) taramak/incelemek. 6. (sinek v.b.´ne karşı) (pencere v.b.´ne) tel takmak. 7. sin. (filmi) göstermek. screw up argo bir işin içine etmek, bir işi berbat etmek; (bir işin) içine screw up one´s courage etmek, cesaretini (birtoplamak. işi) berbat etmek. Screw you! argo Siktir! screwball i., argo kafadan kontak kimse, üşütük. screwdriver i. 1. tornavida. 2. portakal suyu ve votkayla yapılan kokteyl. screwed-up s., argo kompleksli, manyak, çok problemli. scribble f. karalamak, çiziktirmek, çabuk ve kötü bir el yazısıyla yazmak. scribe i. i. karalama, yazıcı, kâtip. çiziktirme, kötü el yazısı. scrimp f. 1. fazla veya dar kesmek. 2. aşırı tutumlu olmak, cimrilik scrimpy etmek. s. 1. çok kıt, eksik. 2. cimri. script i. 1. bitişik harflerle yazılan yazı. 2. el yazısı. 3. matb. el yazısı Scripture biçiminde i. the --/--sharf. Kitabı4.Mukaddes. (oyun/nutuk için) yazılı metin. 5. sin., TV senaryo. 6. yazı. scripture i. kutsal yazılar. scrofula i., tıb. sıraca. scroll i. parşömen tomarı. scrotum çoğ. scro.ta (skro´tı)/--s (skro´tımz) i. haya torbası. scrub i. 1. çalılık, fundalık, maki. 2. bodur insan/hayvan/bitki. 3. spor scrub birinci f. (--bed,takıma --bing)alınmayan 1. ovmak, oyuncu. fırçalayarak temizlemek. 2. argo iptal scrub brush etmek. i. tahta fırçası.ovma, fırçalama. scrubwoman çoğ. scrub.wom.en (skr^b´wîmîn) i. temizlikçi kadın. scruff i. scruffy s., İng., k. dili 1. kirli ve üstü başı perişan; pasaklı; kılıksız. 2. scrumptious kirli s., k.vedilipejmürde çok güzel, (giysiler). 3. kirli harikulade, ve dağınık şahane, enfes.(yer). scruple i. (vicdanın elvermemesinden ileri gelen) tereddüt, şüphe. f. 1. scrupulous vicdanı s. elvermemek. 1. vicdanının sesini 2. tereddütvicdanlı. dinleyen, etmek. 2. dürüst. 3. dikkatli, scrutinise titiz. f., İng., bak. scrutinize. scrutinize f. dikkatle bakmak, incelemek. scrutiny i. dikkatle bakma, inceleme. scuff f. 1. ayaklarını sürümek. 2. ayaklarını sürüyerek aşındırmak. scuff one´s shoes (kazara şuraya buraya çarparak) ayakkabılarının scuffle cilasını/boyasını f. boğuşmak; itişip bozmak. kakışmak. i. boğuşma; itişip kakışma. scull i. 1. küçük sandal. 2. kıçtan kullanılan tek kürek, boyna. f. boyna scullery etmek. i. mutfak yanındaki bulaşık yıkanan ve kap kacak konulan oda. sculptor i. heykeltıraş. sculptress i. kadın heykeltıraş. sculpture i. 1. heykel. 2. heykeltıraşlık. f. oymak; heykel yapmak. scum i. 1. (kaynayan/mayalanan sıvının yüzeyinde oluşan) köpük. 2. scumbag (suyun i., argo üzerinde çok aşağılık yüzen) pislik/alg kimse, çok kötü tabakası. kimse, 3. maden cürufu. 4. pislik. pislik. scurf i. kepek; konak. scurfy s. kepekli (baş/saç). scurrilous s. 1. kabalıklarla/çirkinliklerle dolu, aşağılık. 2. kaba, küfürlü. 3. scurry ağzı bozuk, f. acele küfürbaz. etmek, koşmak; koşuşturmak. scurvy i., tıb. iskorbüt. Scutari i., tar. (İstanbul´daki) Üsküdar. scuttle i. kömür kovası. scuttle f. hızla ilerlemek/yürümek, seğirtmek. i. seğirtme, hızla gitme. scuttle f. 1. -den vazgeçmek; -i iptal etmek; -i bırakmak. 2. -i scythe mahvetmek, -i bozmak. i. tırpan. f. tırpanla biçmek, tırpanlamak. SE kıs. Southeast. sea i. 1. deniz, derya. 2. dalga. sea anemone bot. denizşakayığı. sea bream zool. 1. mercanbalığı. 2. izmarit. sea breeze denizden esen rüzgâr, imbat. sea captain kaptan, süvari. sea cucumber zool. denizhıyarı. sea dog deniz kurdu. sea foam denizköpüğü, lületaşı. sea food deniz ürünü. sea green mavimsi yeşil, camgöbeği. sea gull martı. sea horse zool. denizatı. sea legs fırtınalı havalarda güvertede dolaşabilme becerisi. sea level deniz seviyesi. sea monster deniz canavarı. sea nettle zool. denizısırganı. sea power donanması güçlü devlet. sea salt deniz tuzu. sea snake zool. denizyılanı. sea urchin zool. denizkestanesi. seaboard i. sahil, kıyı, yalı boyu. s. kıyıya yakın. seacoast i. deniz kıyısı, sahil. seafarer i. gemici. seafaring s. 1. denizcilikle/gemicilikle uğraşan. 2. deniz yoluyla seyahat seafront eden. i. sahil.i. 1. deniz yolculuğu. 2. denizcilik; gemicilik. seagoing s. açık denize çıkmaya elverişli (gemi). seal i., zool. fok, ayıbalığı. f. fok avlamak. seal i. 1. mühür, damga. 2. onay. f. 1. mühürlemek, mühür basmak, seal one´s fate damga yazgısını basmak. önceden2. tayin onaylamak, etmek.tasdik etmek. 3. off/up -i kapamak. seal ring mühür yüzüğü. sealed orders denize çıktıktan sonra açılmak üzere kaptana verilen kapalı zarf sealing wax içindeki mühür mumu,emir. kırmızı balmumu. seam i. 1. dikiş yeri. 2. iki tahtanın yan yana birleştiği çizgi, bağlantı seam together yeri. 3. den. birbirine armuz. 4. jeol. damar, tabaka, yatak. dikmek. seaman çoğ. sea.men (si´men) i. 1. denizci, gemici. 2. deniz eri. seamanship i. gemicilik. seamed with ... izleriyle kaplı, ile çizili (yüz). seamstress i. kadın terzi. seamy s. 1. dikişli. 2. çirkin görünüşlü, biçimsiz. 3. ahlaksız, aşağılık, séance çirkin. i. seans. seaplane i. deniz uçağı. seaport i. liman. sear f. 1. (kızgın demir gibi bir şey) (başka bir şeyi) yakmak. 2. (bir et search parçasının yüzeyini) f. 1. araştırmak, şöyleWe aramak: bir are kızartmak. searching for an inexpensive Search me! apartment. Ucuz bir k. dili Ne bileyim daire arıyoruz. They searched the house ben! from top to bottom but could not find the missing book. Evi search out araştırıp öğrenmek. baştan aşağı aradılar, ama kayıp kitabı bulamadılar. The search party kayıp arama customs ekibi. officials searched all of our suitcases. Gümrük search warrant memurları bavullarımızın huk. arama emri. hepsini aradı. 2. yoklamak, üstünü searching aramak: s. 1. araştırıcı, inceden inceye everyone That guard searches araştıran.who enters 2. nüfuz this 3. eden. building. keskin. O bekçi, bu binaya giren herkesin üstünü arar. 3. searchlight i. projektör. taramak, gözlemek: search the horizon ufku taramak. seascape i. deniz manzarası. seashell i. deniz kabuğu. seashore i. deniz kıyısı. seasickness i. deniz tutması. seaside i. sahil. s. sahile ait. season i. 1. mevsim: summer season yaz mevsimi. 2. zaman, mevsim: season ticket Cherries abonman are in season now. Şimdi kiraz mevsimi. 3. mevsim, kartı. sezon, etkinlik dönemi: tourist season turizm sezonu. f. 1. seasonable s. 1. mevsime uygun; tam zamanında olan. 2. tam baharat katmak; çeşnilendirmek. 2. alıştırmak; alışmak. seasonably yerinde/zamanında yapılan. z. mevsimine göre, mevsiminde, zamanında. seasonal s. bir mevsime özgü, mevsimlik. seasoning i. çeşnilik, baharat. seat i. 1. oturacak yer, iskemle, sandalye. 2. tiy., sin. koltuk. 3. kıç. 4. seat belt pantolon emniyet kıçı. 5. koltuk, mevki, makam, yer: He lost his seat in kemeri. the Grand National Assembly. Büyük Millet Meclisi üyeliğini seaward s. 1. denize doğru giden. 2. denizden esen. z. denize doğru. kaybetti. 6. merkez: Ankara is the seat of Turkey´s national seaweed i. deniz yosunu; government. varek.Türkiye´nin hükümet merkezidir. 7. mak. Ankara, seaworthy yatak. s. denize f. oturtmak, yerleştirmek. elverişli, denize açılabilir. sebaceous s. sebaceous cyst yağ kisti. sebaceous gland anat. yağbezi. sec i., k. dili saniye. sec kıs. second, secondary, secretary, section. secede f. (siyasal/dinsel bir örgütten, bir devletten/federasyondan) secession ayrılmak. i. (siyasal/dinsel bir örgütten, bir devletten/federasyondan) secessionist ayrılma. i. (siyasal/dinsel bir örgütten, bir devletten/federasyondan) seclude ayrılma f. from -iyanlısı. -den ayırmak. seclude o.s. in (bir yere) çekilmek/kapanmak; -de inzivaya çekilmek: He has secluded secluded s. 1. sapa,himself tenha, in his study. kuytu: Çalışma a secluded odasına spot in the kapandı. forest ormanda seclusion tenha bir yer. 2. kaçınık: live a secluded life i. (bir yere) çekilme/kapanma; inzivaya çekilme, inziva.kaçınık yaşamak. second i. saniye. second s. 1. ikinci: a second time ikinci defa. 2. bir daha: Please give second best him ikincia second en iyi. helping of soup. Ona bir porsiyon daha çorba verir misiniz? i. 1. ikinci kimse/şey. 2. düelloda şahit/yardımcı. 3. oto. second childhood bunaklık. ikinci vites. 4. çoğ. ikinci kalite mal. f. (bir öneriyi) desteklemek. second class 1.ikinci z. ikinciolarak. sınıf/derece. 2. ikinci mevki. second floor 1. A.B.D. birinci kat. 2. İng. ikinci kat. second hand saniye ibresi. second hand (saat kadranında) saniye ibresi. second lieutenant teğmen. second lieutenant ask. teğmen. second nature alışkanlık, alışkı, âdet. second nature kökleşmiş huy. second sight önsezi. second thoughts sonradan akla gelen düşünceler. second wind yeniden kazanılan güç/enerji. secondarily z. ikinci derecede, ikinci olarak. secondary s. ikincil, ikinci derecede olan. secondary education ortaöğretim. secondary road tali yol. secondary school orta ve lise seviyesinde okul. secondhand s. 1. kullanılmış, elden düşme: secondhand car elden düşme secondly araba. z. ikinci2.olarak, dolaylı. z. dolaylı olarak: learn about s.t. secondhand saniyen. bir şey hakkında dolaylı olarak haber almak. second-rate s. 1. ikinci derecede olan. 2. ikinci sınıf. second-string s., k. dili yedek (oyuncu). secrecy i. 1. sır saklama, sır tutma. 2. gizlilik. secret s. gizli, saklı. i. sır. secret police gizli polis teşkilatı. secret service gizli haber alma teşkilatı. secret service gizli polis teşkilatı. secret society gizli cemiyet. secretarial s. sekreterliğe ait. secretary i. sekreter, yazman. Secretary of State Dışişleri Bakanı. secrete f. gizlemek, saklamak. secrete f., biyol. salgılamak. secretion i. gizleme, saklama. secretion i., biyol. 1. salgılama. 2. salgı. secretive s. ağzı sıkı, kapalı kutu. secretly z. gizlice, el altından. sect i. mezhep. section i. 1. kısım, parça, bölüm. 2. şube, dal, kol. 3. tıb. operasyon. 4. sector (yataklı vagonda) i. 1. bölüm, kesim,kompartıman. sektör: private5.sector kesme, kesiş. özel 6. geom. sektör. kesit. 2. geom. 7. bölge. kesme. 8. 3.2. huk. ask. paragraf. f. bölge, mıntıka. 1. kısımlara ayırmak/bölmek, secular s. 1. laik. dünyasal, dünyevi.4. bilg. dilim, sektör. kesimlemek. 2. kesmek. secularise f., İng., bak. secularize. secularism i. laiklik. secularize f. 1. laikleştirmek. 2. dünyevileştirmek. secure s. emin, güvenli, sağlam. f. 1. korumak. 2. sağlamlaştırmak. 3. securely bağlamak. 4. iyice z. 1. emniyetle. kapamak. 5. ele geçirmek, elde etmek. 2. sımsıkı. security i. 1. güvenlik. 2. güvence, teminat. 3. rehin, emanet. 4. tic. sedan menkul kıymet, i. (körüksüz) taşınır binek değer. arabası. sedan chair tahtırevan. sedate s. ağırbaşlı, sakin. sedation i. (ilaçla) yatıştırma. sedative s. yatıştırıcı. i. yatıştırıcı ilaç. sedentary s. 1. oturarak yapılan; oturarak geçirilen. 2. bir yere yerleşmiş, sediment yerleşik. i. 1. tortu, çökelti, posa. 2. çökel. sedimentary s. tortul. sedimentation i. 1. çökelme, sedimantasyon. 2. tortulaşma, tortullaşma, sedition sedimantasyon. i. 1. fesat, fitne. 2. kargaşalık. 3. isyana teşvik, kışkırtma. 4. seditious ayaklanma, isyan. isyana teşvik eden. s. fitneci, kışkırtıcı, seduce f. 1. ayartmak, azdırmak, baştan çıkarmak. 2. iğfal etmek. seducer i. iğfal eden adam. seduction i. 1. ayartma, baştan çıkarma. 2. iğfal. seductive s. ayartıcı, baştan çıkaran, çekici. seductress i. ayartıcı kadın. sedulous s. gayretli, sebatlı. see f. (saw, --n) 1. görmek: If you shut your eyes you won´t see see anything. Gözlerini kaparsan hiçbir şey görmezsin. 2. anlamak: i. piskoposluk. Do you see what I mean? Ne demek istediğimi anlıyor musun? see a thing through bir işi başarmak, tuttuğunu koparmak. 3. bakmak. 4. görüşmek, kabul etmek: He went to see his boss. see about icabına bakmak, Amiriyle görüşmeye bir gitti. yolunu 5. bulmaya geçirmek:çalışmak. We have seen some hard see double times. şeşi beşZorgörmek, günler geçirdik. biri iki görmek. see eye to eye tamamen aynı fikirde olmak. see eye to eye aynı fikirde olmak, her konuda anlaşmak. see fit (to) -i uygun görmek. see how the land lies işlerin ne durumda olduğuna bakmak, nabız yoklamak. see in the New Year yeni yılı karşılamak. see one through yetmek, idare etmek: This money will see us through until next see one´s way month. çaresiniBu para bizi önümüzdeki aya kadar idare eder. This bulmak. much food will see us through this journey. Bu kadar yemekle see red son derece öfkelenmek, gözü dönmek, gözü dumanlanmak, bu yolculuğu çıkarırız. see red gözünü kan bürümek. çok öfkelenmek, gözünü kan bürümek. see s.o. home birini evine bırakmak. see s.o. off birini geçirmek, birini uğurlamak, birini yolcu etmek. see s.o. out/to the door birini kapıya kadar geçirmek. see s.t. through bir şeyin sonunu getirmek. see s.t. through/out bir işin sonunu getirmek, bir işi bitirmek. see service hizmet görmek. see the light anlamak: You´ve finally seen the light! Nihayet anladın! see the light of day 1. doğmak, dünyaya gelmek. 2. gerçekleşmek, meydana see the world through rose- gelmek. dünyayı tozpembe görmek. colored glasses see things hayal görmek. see through s.o./s.t. birinin/bir şeyin kim/ne olduğunu anlamak. see to ile ilgilenmek, -in icabına bakmak. see which way the wind is k. dili gidişatın nasıl olduğunu görmek, gidişatı görmek; gidişata blowing See ya! bakmak. argo Bay-bay! See you later. Görüşürüz./Hoşça kal. seed i. 1. tohum: flower seeds çiçek tohumları. 2. çekirdek: the seeds seedbed of a fruit bir meyvenin çekirdekleri. 3. asıl, kaynak. 4. döl, i. fidelik. zürriyet, evlatlar. 5. meni, sperma. s. tohumluk. f. 1. tohum seedless s. çekirdeksiz. ekmek. 2. tohumu/çekirdeği çıkarmak. seedling i. fide. seedy s. 1. yırtık pırtık, pejmürde, kılıksız. 2. keyifsiz. seeing bağ. (that) -eceğine göre; -diğine göre; hazır ...; madem, seeing as mademki: k. dili, bak.Seeing seeingyou´re bağ. going to get her mail, would you mind getting mine too, please? Onun postasını alacağına göre, Seeing Eye Dog rehber köpek, gözleri görmeyen birine rehberlik eden köpek. benimkini de alır mısın lütfen? s. seek f. (sought) 1. aramak; araştırmak. 2. çabalamak. seek solace in teselliyi (bir şeyde) aramak. seem f. 1. ... görünmek, ... gözükmek, -e benzemek: He seems well. seemly İyi gibi görünüyor. s. yakışık Shez.seems alır, uygun. yakışıklike alıran birhonest person. Dürüst bir biçimde. insana benziyor. 2. ... gibi gelmek: It seems impossible to me. seen f., bak. see 1. Olmaz gibime geliyor. seep f. sızmak, sızıntı yapmak. seepage i. sızıntı. seer i. gaipten haber veren kimse. seesaw i. 1. tahterevalli. 2. iniş çıkış. s. aşağı yukarı (hareket). f. 1. seethe aşağı yukarı sallanmak, f. 1. haşlamak, çöğünmek. kaynatmak; haşlanmak,2. kararsız olmak. kaynamak. 2. segment köpürmek, i. 1. parça, bölüm, kısım, dilim. 2. geom. parça. 3. zool.gibi çok öfkeli olmak. a seething crowd karınca bölüt. kaynaşan bir kalabalık. segment f. kesimlemek. segmentation i. kesimleme. segregate f. ayırmak, tecrit etmek. segregate s. ayrılmış. segregation i. fark gözetme, ayrı tutma, ayrım: racial segregation ırk ayrımı. segregationist i. ırk ayrımı yanlısı. seismal s., bak. seismic. seismic s. sismik, depremsel, depremle ilgili. seismic wave deprem dalgası. seismic zone deprem bölgesi. seismograph i. sismograf, depremyazar, depremçizer. seismologist i. sismolog, deprembilim uzmanı. seismology i. sismoloji, deprembilim. seismometer i. depremölçer. seize f. 1. tutmak, yakalamak. 2. el koymak, zaptetmek, müsadere seizure etmek, i. 1. tutma,gaspetmek. yakalama. 3. kavramak, 2. el koyma, anlamak. haciz; müsadere. 3. tıb. seldom inme, felç; nöbet; kriz. z. nadiren, pek az, seyrek. seldom if ever kırk yılda bir. select s. seçme, seçkin. f. seçmek, ayırmak. selection i. 1. seçme, ayırma. 2. seçme şey. selective s. seçici, ayıran. selectman çoğ. se.lect.men (sîlekt´mîn) i. belediye meclisi üyesi. self çoğ. selves (selvz) i. 1. öz, kendi. 2. taraf, yön: his better self -self onun sonekiyi tarafı. kendi: He3.isruhb. not inkişilik, controlşahsiyet. 4. kişisel of himself. çıkarlar, Kendine sahipkendi: değil. He Iönek has no will speak thought of self. Kendini hiç düşünmez. self- 1. kendi, kendine, kendinden, kendini. 2. öz, özün. 3. We with him myself. Onunla kendim konuşacağım. are supporting otomatik. ourselves. Kendi kendimizi geçindiriyoruz. self-addressed s. gönderenin adına. self-appointed s. kendi kendini tayin etmiş. self-assured s. kendinden emin. self-centered s. hep kendini düşünen, bencil. self-centred s., İng., bak. self-centered. self-confidence i. özgüven, kendine güven. self-confident s. kendine güvenen, özgüven sahibi. self-conscious s. 1. utangaç, sıkılgan, mahcup. 2. kendi halini çok düşünen. self-contained s. 1. kendine güvenen ve başkalarına pek ihtiyaç duymayan. 2. self-control işlemesi i. kendinebaşka hâkim makineleri gerektirmeyen. olma, özdenetim. self-defence i., İng., bak. self-defense. self-defense i. kendini savunma. self-denial i. özveri, feragat. self-denying s. özverili. self-determination i. 1. hür irade. 2. kendi geleceğini saptama. self-educated s. kendi kendini yetiştirmiş, özöğrenimli. self-education i. özöğrenim. self-effacing s. kendini geri planda tutan. self-employed s. serbest çalışan. self-esteem i. özsaygı, izzetinefis, onur. self-evident s. aşikâr, açık, belli. self-examination i. kendi kendini inceleme. self-governing s. özerk, kendi kendini yöneten. self-government i. özerklik. self-help i. kendi kendine yetme, kendi başına yapabilme. self-induction i., fiz. özindükleme. self-indulgence i. kendi isteklerini frenlememe. self-indulgent s. kendi isteklerini hiç frenlemeyen. self-interest i. kişisel çıkar, bencillik. selfish s. bencil. selfishly z. bencilce. selfishness i. bencillik. selfless s. özgecil, özgeci. self-pity i. kendini zavallı hissetme, kendi kendine acıma. self-portrait i. bir ressamın çizdiği kendi portresi. self-possession i. kendine hâkim olma. self-preservation i. kendini koruma. self-propelled s., fiz. özitmeli. self-propelling s., bak. self-propelled. self-propulsion i., fiz. özitme. self-reliance i. kendine güven. self-reliant s. kendine güvenen. self-respect i. özsaygı, izzetinefis. self-righteous s. kendini üstün gören. self-rule i. özerklik, otonomi. self-sacrifice i. özveri, fedakârlık. self-sacrificing s. özverili. self-satisfied s. kendi halinden memnun. self-seeking s. yalnız kendi çıkarını gözeten. self-service s. selfservis. self-sufficient s. 1. kendine güvenen. 2. kendi kendine yeten. self-support i. kendini geçindirme. self-sustaining s. kendi kendini geçindiren. self-taught s. kendi kendini eğitmiş. self-will i. inatçılık, benlikçilik. self-winding s. otomatik olarak kurulan (saat). sell f. (sold) 1. satmak; satılmak. 2. satışta rağbet görmek. 3. sell a drug over the counter beğendirmek; beğenilmek: sell oneself kendini beğendirmek. 4. ilacı reçetesiz satmak. kabul ettirmek: He succeeded in selling this idea to the board of sell like hot cakes kapışılmak. directors. Bu fikri yönetim kuruluna kabul ettirmeyi başardı. sell like hot cakes k. dili kapışılmak, kapış kapış gitmek, çok satılmak. sell off hepsini satıp bitirmek, elden çıkarmak. sell out 1. bütün malını satmak. 2. argo kişisel çıkar için ele vermek, sell s.o. short satmak. (birinin ismini) deyip de geçmek: Don´t sell Mahir short! Mahir sell s.t. at a loss deyip bir şeyidezararına geçme! satmak. sell s.t. at a profit bir şeyin satışından kâr etmek. sell s.t. under the counter bir şeyi el altından satmak. sell short 1. henüz elde olmayan malı ileride teslim etmek üzere satmak. seller 2. küçümsemek. i. 1. 3. desteklemek. satıcı. 2. satılan şey: best seller çoksatar. Sellotape i., İng. seloteyp. f., İng. bantlamak, seloteyple sellout yapıştırmak/tutturmak/tamir i. 1. elden çıkarma, elde bulunanıetmek.satma. 2. k. dili kapalı gişe. 3. selves k. dili ihanet. i., çoğ., bak. self. semantic s. anlamsal. semantics i. anlambilim, semantik. semblance i. 1. biçim. 2. benzerlik. 3. dış görünüş. semeiology i. semiyoloji, imbilim, göstergebilim. semester i. sömestr, yarıyıl, dönem. semi- önek 1. yarı, yarım. 2. kısmi. semiannual s. altı aylık, altı ayda bir olan. semicircle i. yarım daire. semicivilized s. yarı uygar. semicolon i. noktalı virgül. semiconductor i., fiz. yarıiletken. semiconscious s. yarı uyanık, yarı bilinçli. semidetached s., İng. yarı müstakil (ev). i., İng. yarı müstakil ev. semifinal i. yarıfinal. seminal s. yeni ufuklar açan (fikir). seminar i. seminer. seminary i. ilahiyat fakültesi. semiofficial s. yarı resmi. semiology i., bak. semeiology. semiotic s. semiyotik, imbilimsel, göstergebilimsel. semiotics i. semiyotik, imbilim, göstergebilim. semipermeable s. yarıgeçirgen. semiprecious s. ikinci derecede değerli (taş). semiprivate s. yarı özel. semiprivate room (hastanede) iki yataklı oda. semiskilled s. az maharetli. semisphere s. yarıküre. semitransparent s. yarısaydam. semiweekly s. haftada iki defa çıkan (yayın). semolina i. irmik. sen kıs. senate, senator, senior. senate i. senato. senator i. senatör. senatorial s. 1. senatoya ait. 2. senatörce. 3. senatörlerden oluşan. senatorship i. senatörlük. send f. (sent) 1. göndermek, yollamak. 2. fırlatmak, atmak. 3. argo send about one´s business coşturmak, yol vermek,kendinden kovmak. geçirmek. send away başka bir yere göndermek, kovmak. send away kovmak, uzaklaştırmak. send back geri göndermek, iade etmek. send down İng. üniversiteden ihraç etmek. send for -i çağırtmak; -i getirtmek. send forth yaymak, neşretmek, çıkartmak. send in 1. göndermek, yollamak. 2. içeri göndermek. send off 1. yollamak. 2. uğurlamak, yolcu etmek. send one´s regrets davete gidemeyeceğini bildiren mesaj yollamak. send one's compliments He sends his compliments. Selamlarını gönderdi. send out 1. göndermek, dışarı göndermek. 2. dağıtmak, neşretmek. send packing k. dili pılıyı pırtıyı toplatıp kovmak. send s.o. packing birini sepetlemek, pılısını pırtısını toplatıp birini defetmek. send s.o. to his/her glory birini öldürmek. send up k. dili hapis cezası vermek. send word haber göndermek. The telegram sent the household into a send word to dither. (birine)Telgraf haber evdekileri şaşkına çevirdi. göndermek/yollamak. sender i. gönderen, gönderici. Senegal i. Senegal. Senegalese i. (çoğ. Sen.e.gal.ese) Senegalli. s. 1. Senegal, Senegal´e özgü. senile 2. Senegalli. s. bunak. senility i. bunaklık. senior s. 1. yaşça büyük. 2. kıdemli. 3. son sınıfla ilgili. 4. üst. i. 1. senior citizen yaşça büyük kimse. 2. kıdemli kimse. 3. son sınıf öğrencisi. yaşlı kimse. senior high school on, on bir ve on ikinci sınıfların karşılığı olan okul, lise. seniority i. 1. yaşça büyüklük, kıdemlilik. 2. kıdem. senna i. sinameki (bitki veya meyvesi). sensation i. 1. duyu, duyum, duygu, his; duyarlık. 2. heyecan uyandıran sensational olay, sansasyon. s. 1. duygusal. 2. heyecan verici, sansasyonel. sensationalism i., fels., ruhb. duyumculuk. sensationalist i., fels., ruhb. duyumcu. sense i. 1. duyu, his: the five senses beş duyu. 2. akıl, zekâ: bring s.o. sense of humor to 1. his sensesgülünç olayların bir kimsenin yönünüaklını görme başına getirmek. yeteneği. 3. fikir,anlama 2. şakadan düşünce: yeteneği. What is your sense of yesterday´s meeting? Dünkü sense perception duyum. toplantı hakkındaki fikriniz ne? 4. anlam, mana: In what sense is senseless s. 1. he baygın, using this kendinden geçmiş. hangi word? Bu sözcüğü 2. akılsız. 3. saçma, anlamda anlamsız, kullanıyor? senselessly manasız. z. anlamsız 4. olarak, mantıksız. anlamsızca. senselessness i. 1. baygınlık. 2. saçmalık, anlamsızlık. sensibility i. 1. duyarlık, hassasiyet. 2. ayırt etme yetisi. 3. çoğ. anlayış. sensible s. 1. mantıklı, akla uygun: a sensible decision mantıklı bir karar. sensitive 2. 1. s. aklı tobaşında: -e duyarlı,a sensible person -e hassas. aklı başında 2. duygulu, duyar,bir kişi. 3. 3. içli; duygun. hissedilir,4.sezilir, alıngan. farkına varılır. 4. hisseden. 5. duyarlı, hassas, duygusal. sensitive plant bot. küstümotu. etkilenebilir. 6. anlayışlı, akıllı. sensitivity i. (to) (-e) duyarlılık, (-e) hassaslık, (-e) hassasiyet. sensory s. duyusal; duyumsal. sensual s. 1. tensel. 2. tensel/erotik zevklere düşkün. sensualism i. tensel zevklere fazlasıyla düşkün olma. sensualist i. tensel zevklere fazlasıyla düşkün kimse. sensuous s. 1. duyulara hitap eden. 2. tensel; erotik düşünceler/hisler sent uyandıran. f., bak. send. sentence i. 1. cümle, tümce. 2. huk. karar, hüküm. f. mahkûm etmek. sententious s. 1. tumturaklı (söz/yazı/konuşma). 2. anlamlı sözlerle dolu. sentient s. sezgili, hisseden. sentiment i. 1. duygu, his; seziş. 2. aşırı duyarlık. 3. fikir, düşünce. sentimental s. duygusal. sentimentalise f., İng., bak. sentimentalize. sentimentality i. aşırı duygusallık. sentimentalize f. aşırı hassasiyet göstermek. sentinel i. nöbetçi, gözcü. sentry i. nöbetçi, nöbetçi asker. sentry box nöbetçi kulübesi. sepal i., bot. çanakyaprak, sepal. separable s. ayrılabilir. separate f. 1. ayırmak; ayrılmak. 2. bölmek. separate s. ayrı, ayrılmış. separately z. ayrı ayrı, başka başka, bağlantısız olarak, bağımsız olarak. separation i. 1. ayrılma; ayırma. 2. huk. ayrı yaşama. separatism i. ayrılıkçılık. separatist i. ayrılıkçı. September i. eylül. septic s., tıb. mikroplu. septic tank fosseptik, lağım çukuru, septik çukur. septicemia i., tıb. septisemi. sepulcher i. mezar, kabir. sepulchre i., İng., bak. sepulcher. sequel i. 1. devam: He is writing a sequel to this book. Bu kitabın sequence devamını yazıyor. i. 1. ardışıklık, 2. son, birbiri sonuç. ardından gelme, birbirini izleme. 2. sıra, sequester düzen; seri, dizi. f. 1. ayırmak. 2. haczetmek, el koymak. sequester o.s. tenha bir yere çekilmek. sequestrate f. haczetmek, el koymak. sequin i. pul, payet. sequoia i., bot. sekoya. seraglio i. 1. saray. 2. harem dairesi. Serb i. Sırp. Serbia i. Sırbistan. Serbian i. 1. Sırpça. 2. Sırp. s. 1. Sırp. 2. Sırpça. Serbo-Croat i., s., bak. Serbo -Croatian. Serbo-Croatian i. 1. Sırp-Hırvat dili. 2. Sırp-Hırvat dilini konuşan kimse. s. 1. serenade Sırp-Hırvat i. serenat. f.dilinde serenat yazılan/konuşulan. çalmak/söylemek, 2.serenat Sırp-Hırvat dilini yapmak. konuşan. 3. Sırp-Hırvat dilini konuşanlara özgü. serene s. 1. sakin. 2. yüce. serenity i. sükûnet, dinginlik, huzur. serf i. serf. sergeant i. 1. ask. çavuş. 2. komiser muavini. sergeant at arms parlamentoda güvenlik görevlisi. sergeant major ask. başçavuş. serial s. 1. seri halinde olan. 2. tefrika halinde yayımlanan, devamı serial number olan. i. tefrika. seri numarası. serial port bilg. seri kapı, seri port. serialise f., İng., bak. serialize. serialize f. tefrika halinde yayımlamak. sericiculture i., bak. sericulture. sericulture i. ipekböcekçiliği, ipekçilik. series i. (çoğ. se.ries) 1. sıra: a series of shops bir sıra dükkân. 2. seri, serious dizi: s. 1. a series ciddi, of events ağırbaşlı: bir dizi serious olay. ağırbaşlı kimse. 2. önemli, person sermon ciddi: a serious i. 1. vaaz. problem 2. diskur, önemli nutuk, vaaz.bir sorun. 3. tehlikeli, ağır, ciddi: a serious disease tehlikeli bir hastalık. sermonette i. kısa vaaz. sermonise f., İng., bak. sermonize. sermonize f. diskur/nutuk çekmek, vaaz vermek. serpent i. yılan. serpentine s. yılankavi. i. 1. serpantin (kâğıt şerit). 2. yılantaşı, serpantin. serrate s. testere dişli (yaprak/bıçak). serrated s., bak. serrate. serum çoğ. --s (sîr´ımz)/se.ra (sîr´ı) i. serum. servant i. hizmetçi, uşak. servant boy uşak. servant girl hizmetçi kız. serve f. 1. hizmet etmek: serve one´s homeland vatanına hizmet serve a summons etmek. celpnameyi2. as eline ... vazifesini vermek.görmek: Turkey serves as a bridge between Europe and Asia. Türkiye Avrupa´yla Asya arasında serve a summons on (birinin eline) celpname vermek. köprü vazifesi görüyor. 3. yardım etmek: He is serving in the serve notice bildirmek. kitchen. O mutfakta yardım ediyor. 4. üye olmak: serve on a serve notice committee hizmetinden komite üyesi bildirmek. çıkacağını olmak. 5. servis yapmak: When should serve one´s sentence Icezasını serve the salad? Salata (hapiste) doldurmak.servisini ne zaman yapayım? 6. işe yaramak: Will this book serve your purpose? Bu kitap işinize serve out dağıtmak, yarar mı? 7.taksim (hapisetmek. cezası) çekmek. 8. spor servis atmak. serve s.o.´s purpose birinin ihtiyacını görmek. serve the same purpose aynı işi görmek. serve time hapis cezasını çekmek. serve up (yemeği) sofraya koymak, servis yapmak. Servia i., bak. Serbia. Servian i., s., bak. Serbian. service i. 1. hizmet, görev. 2. iş. 3. ayin, ibadet. 4. askerlik. 5. yarar, service yardım. f. 6. memuriyet. 1. bakımını sağlamak,7.onarmak. spor servis.2. yardım etmek. 3. (erkek service hayvan) -e aşmak, i. 1. kayaarmudu. 2. üvez.(dişisiyle) çiftleşmek. service book dua kitabı. service station benzin istasyonu. serviceable s. 1. işe yarar, elverişli. 2. dayanıklı. serviceberry i. kayaarmudu. serviceman çoğ. ser.vice.men (sır´vîsmen) i. 1. asker. 2. tamirci. serviette i., İng. peçete. servile s. 1. köle gibi; kul köle olan. 2. köleye yakışır. 3. aşağılık. serving i., ahçı. porsiyon. s. serving fork servis çatalı. serving spoon servis kaşığı. servitude i. kölelik. sesame i. susam. sesame oil susam yağı, şırlağan. session i. oturum, celse. session man sesi kaydedilen bir şarkıcıya eşlik eden kayıt stüdyosunda set görevli çalgıcı.1. koymak, komak: Set it over there! Oraya koy! f. (set, --ting) set 2. tayin i. 1. takım.etmek, tespit 2. mat. etmek, küme. saptamak: 3. grup, küçük Have you4. topluluk. set a date? duruş, Bir tarihChange oturuş: tayin ettin the mi? set 3. your of (birine) hat!(bir ödev) vermek. Şapkanın duruşunu 4. değiştir! (saati) set s. 1. belirli, muayyen; önceden belirtilmiş, önceden tayin ayarlamak. 5. eğilim, 5. (sofrayı) meyil. 6. kurmak. (rüzgârın 6. (kırık estiği veya bir kemiğin akıntının uçlarını) aktığı) yön. 7. set a boat afloat edilmiş. tekneyi 2. değişmeyen; sabit. yüzdürmek. yerine (sıvı koyup veya sarmak; plastik madde (kırık birkatılaşma, için) kemiğin uçları) (birbirine) sertleşme, donma. 8. set a clock/a watch back kaynamak: saati tiy., geriye sin. Have dekor. 9.you almak.sin. set the10. plato. bone yet?voleybol tenis, Kemiğinset. uçlarını yerine 11. fide, set a clock/a watch forward koyup soğan. sardınız saati ileriye almak.mı? The bone has set. Kemik kaynadı. 7. -e yol açmak: His remark set her to thinking. Onun lafı düşünmesine set a good example iyi örnek yol açtı. Theolmak. tremor set the clock running. Sarsıntı saatin set a high value on -e çok kıymet işlemesine yol vermek. açtı. 8. (reçel, pelte, muhallebi v.b.´ni) jöle set a match to kıvamına -i yakmak. getirmek, koyulaştırmak; (reçel, pelte, muhallebi v.b.) jöle kıvamına gelmek, koyulaşmak. 9. (rengi) sabitleştirmek; set a place in order bir yeri düzene sokmak, bir yeri derleyip toplamak. (renk) sabitleşmek. 10. (dişi kuşu) kuluçkaya oturtmak; (dişi set a poem to music bir şiiri kuş) bestelemek. kuluçkaya yatmak. 11. (gökcismi) batmak. 12. matb. set a price on s.o.´s head (harfleri) aranılan dizmek. 13. (ıslak bir kimsenin saçı)fiyat kellesine bir şekle sokmak, sarmak; biçmek. set a trap for (saça) fön çekmek; -e tuzak kurmak. (saç) şekle girmek. 14. in (kıymetli bir taşı) (bir yüzük v.b.´ne) takmak, oturtmak. 15. (meyve/tohum) set a watch 1. saati ayarlamak. vermek; (meyve/tohum) 2. bekçi koymak. oluşup gelişmek. 16. (bir hikâye v.b. set about başlamak, ´ni) girişmek, (belirli bir mekân koyulmak. ve zaman içinde) geçirmek. 17. (av set an animal loose köpeği) bir hayvanıfermaya geçmek. salıvermek/serbest bırakmak. set an animal on bir hayvanı (birine) saldırtmak/salmak. set apart ayırmak, bir tarafa koymak, tahsis etmek. set at -in üstüne saldırmak, -e hücum etmek. set at liberty serbest bırakmak. take liberties (with) (-e) saygısızlık etmek. set at naught hiçe saymak, önem vermemek. set back from (bir yerden) içerlek bir yerde bulunmak: The house sets back set eyes on from the street. Ev caddeden içerlek. -i görmek. set fire to -i tutuşturmak/yakmak; -i ateşe vermek. set fire to/set on fire -i tutuşturmak, -i yakmak; -i ateşe vermek. set foot in -e ayak basmak. set foot in (bir yere) ayak basmak. set forth 1. ileri sürmek; izah etmek. 2. yola çıkmak. set free serbest bırakmak, azat etmek. set in başlamak. set off 1. yola çıkmak. 2. patlatmak. 3. başlatmak. 4. (bir şeyin) güzelliğini ortaya çıkarmak: That dress really sets off her red hair. O elbise kızıl saçlarını bayağı ortaya çıkarıyor. set one´s heart on -i çok istemek. set one´s mind on -i çok arzu etmek, -i kafasına koymak. set one´s sights on -i amaçlamak. set s.o. against s.t. birini bir şeyin aleyhine çevirmek. set s.o. an example birine örnek olmak. set s.o. apart (belirli bir şey) birini başkalarından ayırmak/sivriltmek. set s.o. at ease birini rahatlatmak. set s.o. at large bir mahpusu serbest bırakmak. set s.o. back 1. bir oyuncuya puan kaybettirmek. 2. k. dili birine (belirli bir set s.o. down miktar para) birini (bir kaybettirmek. yere) indirmek. 3. birini (belirli bir zaman için) geciktirmek. set s.o. in motion birini harekete geçirmek. set s.o. right birinin yanlış bilgisini düzeltmek, birini düzeltmek. set s.o. straight k. dili (birinin) yanlışını gidermek için kendisine gerçeği set s.o. to work anlatmak. birini işe koşmak. set s.o. up in birinin (bir iş) yapmaya başlamasını sağlamak. set s.o. up on a throne birini bir tahta geçirmek. set s.o./an animal free birini/bir hayvanı azat etmek/serbest bırakmak. set s.o./s.t. beside birini/bir şeyi (başka biriyle/bir şeyle) karşılaştırmak. set s.o.´s mind at rest birinin kuşkularını ortadan kaldırmak; birini rahatlatmak. set s.o.´s teeth on edge birini sinirlendirmek, birinin sinirlerini bozmak. set s.t. afloat bir şeyi yüzdürmek. set s.t. apart bir şeyi bir tarafa ayırmak. set s.t. aside 1. bir şeyi bir tarafa ayırmak. 2. bir şeyi bir kenara/yana set s.t. at naught bırakmak. bir şeyi hiçe3. bir şeyi kale almamak, bir şeyi önemsememek. 4. saymak. huk. (kararı) bozmak, feshetmek. set s.t. back 1. bir şeyi aksatmak; bir şeyi engellemek; bir işi (bir süre için) set s.t. down geciktirmek. 1. bir şeyi (bir2. yere) from bir şeyi (başka bir şeyden) bırakmak/koymak. (belirli bir 2. bir şeyi mesafe) geriye yazmak/kaydetmek. koymak. set s.t. in motion bir şeyi başlatmak. set s.t. on end bir şeyi dikine koymak. set s.t. on fire bir şeyi tutuşturmak/yakmak; bir şeyi ateşe vermek. set s.t. on foot 1. bir şeyi başlatmak. 2. (plan) yapmak. set s.t. right bir şeyi düzeltmek. set s.t. to music -i bestelemek. set sail yelken açmak. set the fashion modada öncülük etmek. set the pace örnek olmak. set the pace for (bir grup sporcunun) temposunu ayarlamak: He sets the pace set the table for us. Okurmak. sofrayı bizim tempocumuz. set the world on fire k. dili harikalar yaratıp şan ve şöhrete kavuşmak. set theory mat. kümeler kuramı. set to work işe girişmek, işe koyulmak. set up shop dükkân açmak; yazıhane açmak. set/turn loose serbest bırakmak, salıvermek. setback i. 1. aksama. 2. başarısızlık, yenilgi. setsquare i., İng. gönye. settee i. kanepe. setter i. seter (av köpeği). setting i. 1. ortam. 2. edeb. zaman ve mekân. 3. tiy. (oyunun bir settle sahnesine f. ait) dekor. 1. (insanları) 4. (mücevher (bir yere) yerleştirmek;için)(insanları) yuva ve tırnakları. 5. (boş bir yere) beste. iskân 6. (bir kişilik) etmek; -e yemek 2. yerleşmek. takımı (bir veya (bir şeyi) çatal bıçak yere) takımı; (bir oturtmak; -e settle a score with s.o. k. dili biriyle kozunu paylaşmak, biriyle hesaplaşmak; birinden yemek oturmak: masasına He settledait)himself tabak çanak in his ve çatal bıçak. armchair. 7. ayar. Koltuğuna 8. oturdu. settle accounts (bir şeyin) acısını çıkarmak. hesaplaşmak. gökb. 3. (kuş)gurup, batma. konmak. 4. (sinirleri) yatıştırmak; (mideyi) rahatlatmak; yatışmak; rahatlamak. 5. (binada) tasman meydana gelmek: This building has settled a little. Bu binada ufak çapta bir tasman meydana geldi. 6. (kahveyi) berraklaştırmak. 7. (sıvının içindeki katı maddeleri) çökeltmek. 8. (sıvının içindeki katı settle accounts hesaplaşmak, hesap görmek. settle an account 1. hesabı ödemek. 2. hesabını görmek. settle an account bir hesabı kapatmak. settle down 1. uslanmak, yola gelmek. 2. sakin olmak. 3. rahat bir şekilde settle for oturmak. 4. to kendini -e razı olmak, -i kabul (bir işe) vermek, (bir işi) cidden yapmaya etmek. başlamak. 5. in (bir işe) alışmak. settle on/upon -e karar vermek. settle one´s affairs bütün işlerini halletmek. settle out of court mahkemeye başvurmadan uzlaşmak. settle s.o. down 1. birini uslandırmak, birini yola getirmek. 2. birini settle s.o. in a place sakinleştirmek. 3. in birini (rahat bir birini bir yere yerleştirmek/iskân yere) oturtmak. etmek. settle s.o.´s hash k. dili birinin hakkından gelmek. settle s.t. on s.o. bir şeyi birine bırakmak/bağışlamak. settle the dust tozu bastırmak, tozu gidermek. settle up with s.o. birine karşı olan borcu ödemek. settlement i. 1. yerleştirme; iskân; yerleşme. 2. (iskân edilerek oluşturulan) settler köy. 3. çökelme. i. iskân edilen bir4. (binada yere oluşan) tasman, oturma. yerleşen/yerleştirilen kimse. 5. (anlaşmazlığı/davayı) halletme. 6. hesabı kapatma; hesabı set-to i. kavga; ağız kavgası; dövüşme. kapatmak için ödenen para. 7. (birine) (bir şeyi) setup i., k. dili 1. düzen, sistem: bırakma/bağışlama; What´s (birine) the bırakma/bağışlama (bir şeyi) setup like there? Oradaki seven düzen belgesi; nasıl? 2. tuzak: It´s s. yedi. i.bırakılan/bağışlanan a setup by 1. yedi, yedi rakamışey/şeyler. the police. (7, VII). 2. isk. Polisin kurduğu yedili. bir tuzak o. sevenfold s., z. yedi kat, yedi misli. seventeen s. on yedi. i. on yedi, on yedi rakamı (17, XVII). seventeenth s., i. 1. on yedinci. 2. on yedide bir. seventh s., i. 1. yedinci. 2. yedide bir. seventieth s., i. 1. yetmişinci. 2. yetmişte bir. seventy s. yetmiş. i. yetmiş, yetmiş rakamı (70, LXX). sever f. 1. kesmek. 2. ayırmak. 3. kopmak, ikiye ayrılmak. several s. 1. birkaç. 2. ayrı, tek. severance i. 1. kesme. 2. ayırma, ayırım. 3. kopma, ikiye ayrılma. severance of relations ilişkileri kesme. severance pay işten ayrılana ödenen tazminat. severe s. 1. sert; haşin; katı. 2. çok acıtan, şiddetli. 3. büyük (zarar). 4. severity zor, i. 1. güç (birhaşinlik; sertlik; şey). 5. çok sade, katılık. yalın. ait) şiddet. 3. (zarara ait) 2. (ağrıya Seville büyüklük. i. Sevil. 4. zorluk, güçlük. 5. sadelik, yalınlık. Seville orange turunç. sew f. (--ed, --n/--ed) dikmek; dikiş dikmek. sew s.t. on (bir giysiye) bir şey dikmek. sew s.t. up 1. bir şeyi dikip kapatmak; kesik yeri dikmek. 2. bir işi sağlam sewage kazığa i. pissu,bağlamak. lağım suyu. sewer i. dikici. sewer i. lağım. sewer system kanalizasyon. sewerage i. 1. pissu, lağım suyu. 2. kanalizasyon. sewing i. 1. dikme, dikim. 2. dikiş; dikilecek şey. sewing cotton pamuk ipliği, tire. sewing machine dikiş makinesi. sewn f., bak. sew. sex i. 1. cinsiyet, cins. 2. seks, cinsel ilişki. sex appeal seksapel, cinsel cazibe. sex film seks filmi. sex life seks hayatı, cinsel yaşam. sexology i. seksoloji, cinslikbilim. sextant i. sekstant. sexton i. zangoç. sexual s. cinsel, cinsi. sexual harassment cinsel taciz. sexual intercourse cinsel ilişki. sexual organs cinsel organlar. sexuality i. cinsiyet, cinsellik. sexy s., k. dili seksi. Seychelles s. Seyşel, Seyşeller´e özgü: the Seychelles Islands Seyşel Seychellois Adaları. i. (seyşelz´) Seyşelli erkek, Seyşelli. s. 1. Seyşel, i. (çoğ. Sey.chel.lois) Seychelloise Seyşeller´e çoğ. özgü. 2. Seyşelli. Seychelloises (seyşelwaz´) i. Seyşelli kadın, Seyşelli. shabby s. 1. eski püskü, yırtık pırtık, pejmürde. 2. hırpani, üstü başı eski shack püskü olan. i. baraka. f. 3. aşağılık, adi; pespaye; seviyesiz. 4. çok az, cüzi. shack up (with) k. dili (ile) evli olmadan beraber yaşamaya başlamak. shackle i. 1. engel, mania, zincir, boyunduruk, insanı shadberry engelleyen/hapseden i. kayaarmudu. şey. 2. pranga. f. prangaya vurmak. shadblow i. kayaarmudu. shadbush i. kayaarmudu. shade i. 1. gölgelik, gölge, gölgeli yer. 2. abajur. 3. stor. 4. göz siperi. shade into/shade off into 5. (resimde) (bir şey) (başkagölge:bir In this painting şeyden) farksızthe artistbaşlamak: olmaya has used shade The realto good shades effect. Bu tabloda into the unreal. ressam Gerçek gölgeyi iyi kullanmış. hayaldenkoruyan farksız olmaya 6. (renge shade tree geniş gölgesiyle altındakileri güneşten ağaç. ait) ton. 7. nüans, ince fark, ayırtı. 8. çoğ., k. dili güneş gözlüğü. başlıyor. shadow i. 1. f. 1. gölge: The shadows siper etmek; güneşten of the trees had korumak; gölgebegun etmek:to lengthen. He shaded shadow cabinet Ağaçların his İng.eyes gölge gölgeleri with his hand. kabine, uzamaya başlamıştı. Elini gözlerine muhalefet 2. (of) kabinesi.siper etti.zerre Shadekadar, thoseen ufak plants!birO...: There´s bitkileri not a shadow güneşten koru! of justification Don´t shade meforwith what he´s that shadow play gölge oyunu. doing. umbrella! Yaptığını haklı çıkaracak O şemsiyeyle bana gölgeen ufak bir 2. etme! sebep yok. f. 1. (resimde) shadowbox f. (boksör) gölge gölgelemek, gölgelemek. gölge çalışması yapmak. etmek, gölgelendirmek. 2. gölgelendirmek, shadowy bozmak. 3. gizlice takip etmek. s. 1. belli belirsiz, belirsiz, müphem. 2. tayin edilmesi zor olan. shadowy figure 3. kimgölgeler olduğuiçinde olan. belli olmayan, hayatı hakkında az şey bilinen kimse. shady s. 1. gölgeli, gölgeler içinde. 2. gölge veren. 3. şüpheli; shaft kanunsuz, kanuna i. 1. şaft, mil. aykırı; 2. gövde, üçkâğıtçı, sütun hilebaz, başlığıyla kaide sahtekâr: arasındakiHe´s got kısım. a 3. shady (mızrak,reputation. ok(tekstil); Adı v.b.´ne ait) kötüye sap. çıktı. 4. (teleğe shaggy s. kaba tüylü kaba (sakal v.b.). ait) eksen. 5. (atlı arabaya ait) ok. 6. ışın, şua. f., argo (birinin) canını yakmak. shah i. şah. shake f. (shook, --n) 1. sarsmak: The explosion shook my house. shake Patlama evimi i. 1. sarsıntı. 2.sarstı. (sıvıyı)The news shook çalkalama; (katıthem. Haberler maddeyi) onları sallama. 3. sarstı. Nothing (başı/yumruğu) can shake sallama. her 4. faith. silkeleme.İnancını 5. hiçbir serpme. şey sarsamaz. shake a leg acele etmek, pergelleri açmak. She took him by the shoulders and shook him hard. Onu Shake a leg! k. dili Çabuk ol! omuzlarından tutup sert bir şekilde sarstı. 2. (sıvıyı) çalkalamak; shake down (katı k. dilimaddeleri) alışmak, uyum sallamak: Shake the contents well. İçindekileri sağlamak. shake hands iyice çalkalayın. el sıkışmak. 3. (başı/yumruğu) sallamak; (memeleri) hoplatmak; (kalçaları) çalkalamak. 4. titremek: She was shaking shake o.s. silkinmek, with anger.silkelenmek. Öfkeden tir tir titriyordu. 5. silkelemek: Don´t shake shake s.o. down argorug that birinden while my parawindow´s sızdırmak. open! Pencerem açıkken o halıyı shake s.o. off silkeleme! Shake birinden kurtulmak. the scorpions out of those boots! O çizmelerdeki akrepleri silkele! 6. serpmek: She was shaking shake s.o. up birini (ruhen) sarsmak. flour onto the heads of the passersby. Geçenlerin başına un shake s.t. down bir şeyi silkeleyip serpiyordu. düşürmek: 7. off -den kurtulmak.Shake those persimmons down! O shake s.t. off hurmaları düşürsene! bir şeyden silkinmek/kurtulmak. shake s.t. out bir şeyi silkmek. shake s.t. up sıvıyı çalkalamak; katı maddeyi sallamak. shakedown i., argo birinden para sızdırma. shakedown flight deneme uçuşu. shaken f., bak. shake 1. shaker i. çalkalama kabı. shakeup i., k. dili reorganizasyon. shaky s. 1. titrek; sarsak. 2. sağlam olmayan, sakat. shale i. killi şist, killi yapraktaşı. shale oil killi şistten elde edilen petrol. shall yardımcı f. (should) 1. Gelecek zaman kipinde kullanılır: I shall shallot bolt the door. Kapıyı sürgüleyeceğim. i. 1. yabanisarımsak, yabanisarmısak. 2. 2. Kararlılık belirtir: yeşil soğan, taze I pledge soğan. my life that they shall be free. Hür bırakılacaklarına shallow s. 1. sığ, sığlık. 2. yüzeysel, derine inmeyen, basit. i. sığ yer, hayatım üzerine ant içerim. 3. Söz verme durumunda kullanılır: sığlık. i. 1. shall yapmacık, sahtelik. sham You have what you2. oyun, need. hile; Size nedanışıklı gerekirse dövüş. s. sahte, vereceğim. 4. shamble suni; Emir yalandan. belirtir: f. ayaklarını Youf. shall (--med, sürüyerek not--ming) (bir şey) yapar gibi kill. Öldürmeyeceksin. yürümek. 5. yapmak; yalandan Kaçınılmazlık yapmak. belirtir: Whatever shall be shambles i. 1. darmadağın bir yer, karmakarışık bir.... Neyıkıntı. yer; olacaksa2. .... shame hercümerç, i. utanç, hicap: karışıklık. Are they3. devoid mezbaha. of shame? Utançtan yoksun mu shamefaced onlar? s. 1. utangaç, mahcup, çekingen.rezil Shame on you! Utan! f. 1. etmek. 2. utanç 2. gölgede içinde. bırakmak. 3. (birini) utandırarak (bir şey yapmaya) mecbur shameful s. utanç verici, yüz kızartıcı, utandırıcı, utanılacak, ayıp; rezil. etmek: She´ll shame him into going there. Onu utandırarak onu shameless s. utanmaz; oraya gitmeye yüzsüz; mecbur utançtan eder. yoksun. shammy i. (madeni yüzeyleri parlatmak için kullanılan) güderi parçası. shampoo i. şampuan. f. şampuanla yıkamak. shamrock i. yonca. Shangri-la i. 1. hayal ülkesi; ütopya. 2. cennet, çok güzel ve rahat bir yer. shank i. 1. baldır; incik. 2. kasap. incik. shan't kıs. shall not. shanty i. baraka. shape i. 1. biçim, şekil. 2. hal: All things considered he´s in excellent shape up shape. Her (biri) iyi birşey gözolmak; yolda önünde (iştutulursa sıhhati çok v.b.) iyi gitmek: iyi. are Things Thatshaping firm´s in bad up(like) shape. O well. şeklinde, firmanın İşler iyi gidiyor. durumu kötü. f. 1. -i bir şekle sokmak, shaped s. biçiminde: heart-shaped kalp şeklinde. It´s -e bir şekil vermek. 2. into -den (bir şey) yapmak: He shaped shaped s. like a pyramid. Şekli piramide benziyor. shapeless thebiçimsiz, clay intoşekilsiz; kalıpsız. a pot. Çamurdan bir çömlek yaptı. shapely s. biçimli, biçimi güzel olan. share i. 1. pay, hisse, parça. 2. hisse senedi, aksiyon. f. 1. paylaşmak. Share and share alike 2. anlatmak, eşit bir şekilde söylemek. paylaşmak. 3. (bir fikre) katılmak. share in -de payı olmak. sharecropper i. ortakçı, maraba. shareholder i. hissedar, paydaş. Shari'a i. shark i. 1. zool. köpekbalığı. 2. k. dili açgözlünün teki. 3. k. dili sharp dolandırıcı. s. 1. keskin. 2. sivri uçlu. 3. keskin (gözler, görme duyusu). 4. sharp practice zehir hileli gibi, çok üstün (zekâ); zekâsı zehir gibi. 5. keskin, sert, acı. bir iş. 6. ani (yükseliş/düşüş/dönüş). 7. çok net. 8. şiddetli (sancı). 9. sharp practices hileli işler, dalavere. sert (vuruş/itiş). 10. sert, ters (sözler/söz). 11. kurnaz; kurt. 12. sharpen f. 1. zarif, şık, (bıçağı) bilemek. güzel. 13. tiz2.(ses). (kalemi) sivriltmek, 14. müz. diyez:açmak. F sharp3. Fa(ağrıyı) diyez. i., sharper şiddetlendirmek. müz. diyez: Pay 4. (zekâyı) attention i. dolandırıcı, üçkâğıtçı. to geliştirmek. the sharps! 5. (sesi) Diyezlere tizleştirmek. dikkat et! sharp-eyed s. keskin gözlü. sharpie i. dolandırıcı, üçkâğıtçı. sharpshooter i. keskin nişancı. sharp-witted s. zekâsı zehir gibi. Shasta i. Shasta daisy bot. margarit. shatter f. 1. paramparça etmek, tuzla buz etmek. 2. mahvetmek; shattered bozmak. s. 1. paramparça. 2. mahvolmuş; bozulmuş. 3. İng. çok yorgun, shave canı f. çıkmış, (--d, bitkin. --d/--n) 1. (off) (sakalı/kılları) tıraş etmek: He won´t shave shaven off his beard. f., bak. shave. Sakalını tıraş etmez. She shaved her legs and under her arms. Bacaklarındaki ve koltuk altlarındaki kılları tıraş shaver i. elektrikli tıraş makinesi. etti. 2. sakal tıraşı olmak: He hasn´t shaved for five days. Beş gündür tıraş olmadı. 3. (buz kalıbından) buz kazımak. 4. sıyırmak. 5. rendelemek. i. tıraş: Give me a shave! Beni tıraş et! shaving i. 1. tıraş etme; tıraş olma. 2. (bir) rende talaşı. 3. çoğ. rende shaving brush talaşı. tıraş fırçası. shaving cream tıraş kremi. shaving lotion tıraş losyonu. shawl i. şal, atkı. she zam., dişil o. s. dişi: she-goat keçi. She entered the director´s Müdürün odasına endişe içinde girdi. Their spirits sank. Neşeleri office with a sinking feeling. She has lots of friends. kayboldu. Pek çok dostu var. She is herself again. Kendine geldi. She is sixty if a day. En aşağı altmış yaşında olmalı. She said it herself. Bizzat kendisi söyledi. She wasn´t born yesterday! k. dili O kaçın kurası!/Onu kolay kolay kandıramazsın! She´s a hoot! k. dili Çok matrak biri o. She´s a riot! k. dili O bir âlem!/Çok matrak biri o! She´s an excellent manager. İşleri çok iyi çekip çeviriyor. She´s got a heart of gold. 1. Gönlü çok zengin. 2. Çok merhametli./Altın yürekli. She´s on the air. Radyoda söylüyor. She´s pushing seventy. k. dili Yaşı yetmişe dayandı. sheaf çoğ. sheaves (şivz) i. bağlam, demet; deste. shear f. (--ed/shorn) 1. (hayvanın tüylerini) çok kısa kesmek, kırkmak, shears kırpmak. i., çoğ. 1. 2. (bir(kırkmaya kırkı çitin dallarını) kısaalet). yarayan budamak. 3. of -den 2. bahçıvan mahrum makası; çit etmek. 4. off kopmak, iki parçaya ayrılmak. makası. shearwater i., zool. yelkovankuşu, yelkovan. sheath i. 1. (bıçak, kılıç için) kın. 2. bot. kın. 3. anat. kılıf. sheathe f. 1. kınına sokmak, kınlamak. 2. with ile kaplamak. shebang i., k. dili she'd kıs. 1. she had. 2. she would. shed f. (shed, --ding) 1. (yaprak/gözyaşı/tüy) dökmek; tüy dökmek. 2. shed (su) geçirmemek. i. (odun, kömür, bahçe3. (yılan) (gömlek) aletleri değiştirmek. v.b. konulan ufak) kulübe. shed blood kan dökmek. shed light on (konuyu) aydınlatmak. shed/throw light on -i aydınlatmak, -i açıklamak. sheen i. parlaklık. sheep i. (çoğ. sheep) koyun. sheep dog çoban köpeği. sheep/sheep´s sorrel bot. kuzukulağı. sheepfold i. ağıl. sheepish s. gülünç bir şekilde utangaç; kabahatinden dolayı utangaç. sheepskin i. 1. pösteki, koyun postu. 2. k. dili üniversite diploması. sheepskin coat napa palto/ceket. sheer s. 1. şeffaf ve ince (kumaş). 2. sırf; bütünüyle: It was sheer luck. sheet Şanstan i. 1. yatak başka bir şey çarşafı, değildi. çarşaf. That´s sheer 2. (kâğıt/yufka nonsense! için) yaprak. 3. (buz Bütünüyle için) tabaka:saçma The o! lake3. sarp, was dik. covered with a sheet of ice. Göl bir sheet iron sac, saç. buz tabakasıyla kaplıydı. sheet metal saç, sac. sheeting i. çarşaflık, yatak çarşafı yapmaya uygun kumaş. sheik i., bak. sheikh. sheikh i. şeyh, kabile reisi. shelf çoğ. shelves (şelvz) i. 1. raf. 2. coğr. şelf. she'll kıs. she will. shell i. 1. (sert) kabuk; kavkı: sea shell deniz kabuğu. walnut shell shell ceviz kabuğu. egg f. 1. kabuğunu shell yumurta soymak, kabuğunukabuğu. çıkarmak.tortoise shell 2. (kurumuş mısır kaplumbağa kabuğu, bağa. 2. mermi. 3. (fişeğe tanelerini) koçanından ayırmak. 3. -i top ateşine tutmak. ait) kovan. 4. 4. outiçi yok olmuş bir şeyin k. dili (para) vermek. dışı: I saw only the burnt-out shells of buildings. Ancak yanık binaların dış duvarlarını gördüm. 5. (kürekli) yarış teknesi. shellac i. gomalak. shellfish i. kabuklu deniz ürünleri. shelter i. 1. sığınak; barınak; korunak. 2. siper: They took shelter under sheltered a s. tree. Bir ağacın 1. mahfuz; siperine kuytu, siper. sığındılar. 2. kötü ve f.tatsız 1. korumak. şeylerden 2. korunmuş, barındırmak; kötü ve tatsız barınmak. 3. şeylerden uzak. saklanmak; sığınmak; siperlenmek. shelve f. 1. rafa koymak/kaldırmak. 2. rafa koymak/kaldırmak, şimdilik shelves vazgeçmek. i., çoğ., bak. shelf. shenanigan i., k. dili 1. maskaralık, saçmalık, saçma şey, komik şey. 2. shepherd yaramazlık, yaramaz davranış. i. çoban. f. (rehber/refakatçi 3. oyun, olarak) hile,getirmek/götürmek, (birini) numara. sherbet (birine) i. bir çeşitrefakat meyveli etmek. dondurma. sheriff i. şerif (bir polis amiri). sherry i. bir çeşit beyaz İspanyol şarabı. she's kıs. 1. she is. 2. she has. Shetland i. shetland i. şetlant. Shetland pony midilli. shetland wool şetlant. Shi'a i. shield i. 1. kalkan. 2. siper; koruyucu şey. f. korumak; siper etmek: He shift shielded his eyes with f. 1. kımıldanmak: his hand. He shifted Eliniuneasily about gözlerine in siper etti. the doorway. shift Kapının eşiğinde i. 1. (rüzgâr için) endişeyle kımıldandı. yönünü değiştirme. 2.2. (rüzgâr) vardiya. 3.yön çok sade bir değiştirmek, çeşit kadın (rüzgârın) elbisesi. yönü değişmek. 3. (araçtaki yük) bir shift down into (belirli bir vitese) almak. tarafa kaymak. 4. (bir şeyi) (bir yerden başka bir yere) shift for o.s. kendi geçirmek;hayatını kazanmak. -in yerini değiştirmek: He shifted the suitcase from shift gears his right vites hand to his left. Bavulu sağ elinden sol eline geçirdi. değiştirmek. shift gears Let´s vites shift the furniture around. Mobilyaların yerlerini değiştirmek. değiştirelim. shift one´s attention dikkatini çevirmek. shift one´s ground savunduğu konuyu başka birtakım gerekçelere dayatmak. shift the blame onto suçu (birinin) üstüne atmak, (suçu) (birine) yüklemek. shift up into (belirli bir vitese) geçmek. shiftless s. haylaz, tembel, miskin. shifty s. dalavereci, hilekâr. Shi'i i., s., bak. Shi´ite. Shi'ism i. Şiilik. Shi'ite i., s. Şii. shilling i. şilin, eski İngiliz gümüş parası. shilly-shally f. 1. tereddütten dolayı harekete geçmemek; kararsızlık içinde shimmer dönüp f. yumuşakdolaşmak. 2. vakit ve titrek öldürmek. bir ışıkla parıldamak. i. titrek ışık. shin i., anat. incik kemiği, incik. f. (--ned, --ning) shin down (ağaç, direk v.b.´ne) (sarılıp bedenini kaydırarak) inmek. shin up (ağaç, direk v.b.´ne) (sarılıp bedenini yukarı çekerek) shinbone tırmanmak. i., anat. incik kemiği. shindig i., k. dili şatafatlı bir parti. shine f. (shone/eski --d) 1. parlamak, ışık saçmak. 2. parlatmak. 3. (bir shine shoes ışığı) (bir yere) ayakkabı çevirmek. 4. (biri) (belirli bir konuda) çok başarılı boyamak. olmak. i. parlaklık. shingle i. tahta çatı kiremidi, padavra, hartama, yarma (Çatıyı örtmek shingles veya bina i., çoğ., tıb.duvarını zona. kaplamak için kullanılır.). f. (çatıyı/duvarı) padavrayla kaplamak. shinny f., k. dili shinny down bak. shin down. shinny up bak. shin up. shiny s. parlak. ship i. gemi; vapur. f. (--ped, --ping) 1. (bir şeyi) (bir nakliyat aracıyla) göndermek, yollamak: Haven´t you shipped that order yet? O siparişi daha göndermedin mi? 2. (bir şeyi) gemiyle yollamak. 3. (kürekleri) fora edip teknenin içine koymak. ship out 1. yola çıkmak. 2. gemiyle gitmek. ship water (teknenin) içine su girmek: We´re shipping water. Teknenin shipment içine i. su giriyor. mal/sipariş. 2. (bir şeyi) (bir nakliyat aracıyla) 1. gönderilen shipowner yollama. 3. nakliyat, nakliye, taşıma. i. gemi sahibi. shipper i. 1. siparişi alıp gönderen. 2. nakliyatçı, nakliyeci, taşımacı. shipping i. 1. gemiler. 2. siparişi alıp gönderme. 3. nakliyat, nakliye, shipping agent taşıma. nakliyeci, nakliyatçı. shipping charge nakliye, nakliye ücreti; navlun. shipping clerk bir şirketin ambalaj ve nakliyat işlerine bakan kimse. shipping company nakliyat şirketi. shipshape s. düzgün, muntazam. shipwreck i. 1. gemi enkazı. 2. geminin kazaya uğraması. shipwrecked s. 1. gemi kazası geçirmiş, kazazede. 2. yıkılmış, tuzla buz shipyard olmuş (ümitler v.b.). i. tersane. shire i. İngiltere´de kontluk (idare bölgesi). shirk f. yan çizmek; kaytarmak. shirt i. gömlek. shirt stud plastron düğmesi. f. (--ded, --ding) shirting i. gömleklik kumaş, gömleklik. shirttail i. gömlek eteği. shirtwaist i. erkek gömleği biçiminde kadın bluzu. shirty s., İng., k. dili kızgın, öfkeli. shish kebab şiş kebap. shit i., kaba 1. bok. 2. aşağılık herif. Shit! ünlem Kahrolsun! shitty s., kaba aşağılık, pis, alçak. shiver f. ürpermek. i. ürperti: It sent shivers down my spine. Tüylerimi shoal diken i. büyük diken etti. balık sürüsü. shock f. 1. şoke etmek, çok şaşırtmak, sarsmak, dehşete düşürmek. 2. shock (elektrik) çarpmak. i. ekin yığını 3. elektrik (dikey duran şoku vermek. bağlanmış i. 1. demeti). birçok ekin şok: The news of their victory came as a shock to me. Onların zafer haberi shock i. çalı gibi gür saç. bende şok etkisi yarattı. 2. ruhb. şok, sarsıntı. 3. sarsıntı: The shock absorber amortisör shock (cihaz). of the earthquake cracked the wall. Zelzeleden ileri gelen shock therapy sarsıntı duvarı çatlattı. 4. sadme, çarpma, çarpış: The shock of şok tedavisi. shocker the waves i. insanı crashing şoke against the cliffs could be heard for miles. eden şey. Dalgaların kayalara şiddetle çarpışı kilometrelerce öteden shocking s. 1. insanı çok duyuluyordu. 5.şaşırtan, şoke eden,The elektrik çarpması: sarsıcı. 2. frapan current gave me(renk): a shod shocking f., bak. Beni shock. pink çingene pembesi. shoe.elektrik çarptı. 6. k. dili amortisör (cihaz). shoddy s. kalitesiz, tapon; kavaf işi, gelişigüzel yapılmış. shoe i. 1. ayakkabı, pabuç. 2. nal. f. (shod/--d, --ing) nallamak, nal shoe polish çakmak. ayakkabı boyası. shoe repairer ayakkabı tamircisi. shoebill i., zool. pabuçgagalı. shoehorn i. ayakkabı çekeceği, çekecek. shoelace i. ayakkabı bağı, bağcık. shoemaker i. ayakkabıcı, ayakkabı yapan kimse. shoeshine i. ayakkabı boyama, lostra. shoeshine boy ayakkabı boyacısı. shoeshine parlor lostra salonu. shoestring i. ayakkabı bağı, bağcık. shoetree i. ayakkabı kalıbı. shone f., bak. shine. shoo ünlem Defol!/Kışt!/Hoşt!/Pist! f. away kovmak. shook f., bak. shake. shoot f. (shot) 1. (kurşun/ok/top) atmak. 2. (bir hedefi) (silahla) shoot a glance at vurmak. k. dili -e 3. from -den fışkırmak. bakıvermek, -e göz atmak.4. (bir şeyi) tükürüvermek. 5. (ağrı) (belirli bir yer boyunca) yayılıvermek: The pain shot shoot ahead hızla öne geçmek. through my arm. Ağrı bütün koluma yayılıverdi. 6. (sinema shoot at 1. -e ateş etmek. kamerasıyla) (film)2.çekmek. k. dili -i 7. amaçlamak. (misket/bilardo) oynamak: Let´s shoot back at s.o. shoot some 1. birinin pool. Bilardo ateşine karşılık oynayalım. vermek. 2. 8. k. (kapının dili birinesürgüsünü) cevap shoot by çekmek; yetiştirmek.(kilidin dilini) yıldırım hızıyla geçmek. çevirmek. i. 1. filiz, sürgün. 2. av, avlama: duck shoot ördek avı. shoot down ateş edip düşürmek. shoot down (uçağa) ateş edip düşürmek. shoot for k. dili -i amaçlamak. shoot heroin damardan eroin almak. shoot it out (bir meseleyi halletmek için) karşılıklı ateş etmek. shoot on location sin., TV stüdyo dışında çekim yapmak. shoot one´s bolt k. dili elinden geleni yapmak. shoot one´s mouth off k. dili patavatsızca konuşmak. shoot one´s wad k. dili parasının hepsini harcamak. shoot out fırlamak. shoot past yıldırım gibi geçmek. shoot s.o. a question birine soru soruvermek. shoot s.o. down birine ateş edip öldürmek. shoot the ball spor şut atmak, şut çekmek, topu şutlamak. shoot the breeze argo yarenlik etmek, çene çalmak. shoot the breeze/bull k. dili çene çalmak, kaynatmak; yarenlik etmek. shoot up 1. (birinin boyu) hızla uzamak. 2. hızla yükselmek. 3. (alev) Shoot! parlamak. k. dili Haydi 4. anlat! damardan uyuşturucu almak. 5. her tarafa ateş etmek; her tarafa rasgele ateş etmek. shooting i. 1. ateş, ateşli silahların atılması: The shooting stopped. Ateş shooting brake kesildi. 2. (ateşli silahla) birinin yaralanması/öldürülmesi. 3. İng. steyşın. (hedefi) (silahla) vurma. 4. sin. çevirim. shooting of a film filmin çevirimi. shooting range atış poligonu, poligon. shooting script sin. çevirim senaryosu. shooting star gökb. akanyıldız, ağan. shooting star gökb. akanyıldız, ağma. shooting war gerçek savaş. shoot-out i. silahlı çatışma. shop i. 1. (perakende satış yapılan) dükkân: flower shop çiçekevi. 2. shop around (zanaatçıya ait) atölye; en uygun fiyatların tamirhane: peşinde carpenter´s çarşı pazar dolaşmak.shop marangozhane. automobile repair shop otomobil tamirhanesi. 3. shop assistant İng. tezgâhtar. (ortaokul ve liselerde) zanaat dersi. f. (--ped, --ping) (for) (belirli shopkeeper i. çarşı esnafı, şeylerin peşinde)esnaf, çarşıdükkâncı. pazar dolaşmak. shoplift f. dükkânlardan (mal) aşırmak; dükkânlardan mal aşırmak. shoplifter i. dükkânlardan mal aşıran kimse. shoplifting i. dükkânlardan mal aşırma. shoppe i. (perakende satış yapılan) dükkân. shopper i. alışveriş eden kimse. shopping i. (belirli şeylerin peşinde) çarşı pazar dolaşma. shopping center alışveriş merkezi, çarşı. shopping list alışveriş listesi. shopwindow i. vitrin, camekân (sokaktan camla ayrılan sergileme yeri). shopworn s. (rafta satılmadan uzun zaman kalıp) eskimiş (mal). shore i. sahil, kıyı. shore f. up 1. (bir şeyin çökmesini önlemek için) bir tarafına destek shoreline koymak, desteklemek, payanda vurmak. 2. (fiyatları) i. kıyı şeridi. desteklemek. shorn f., bak. shear. short s. 1. kısa. 2. kısa boylu, kısa. 3. ters, sert, gönül kırıcı. i., elek. short and sweet kısa az vedevre. öz. short circuit kontak, kısa devre. short circuit elek. kısa devre. short cut kestirme yol. short measure eksik ölçü. short of -den başka: She tried everything short of firing him. Onu short story sepetlemekten hikâye, öykü. başka her şeyi denedi. short wave radyo kısa dalga. shortage i. eksiklik; kıtlık. shortbread i. bir çeşit kurabiye. shortcake i. 1. gevrek, yassı bir tür hamur işi. 2. bu hamur işiyle yapılan shortchange meyveli ve tatlı f. 1. (birine) bir yiyecek. paranın üstünü eksik olarak vermek. 2. (birini) (bir short-circuit şeyden) mahrum bırakmak; f. 1. elek. kısa devre yapmak. (birine) (bir şeyi) 2. (aradaki gerekli şeyleri) miktarda atlayıp vermemek. geçmek. short-coming i. kusur, eksik, noksan. shortcut i. kestirme, kestirme yol. shorten f. kısaltmak; kısalmak. shortening i. (hamur yapımında kullanılan) katı yağ. shortfall i. açık, eksik. shorthand i. stenografi, steno. shorthanded s. shortlived s. kısa ömürlü. shortly z. 1. kısa bir zamanda. 2. az bir mesafeden sonra: It´s shortly shortness beyond that2. i. 1. kısalık. house. O evin biraz kısa boyluluk. ötesinde. 3. terslik, 3. kısaca, sertlik. az ve öz bir 4. eksiklik. şekilde. 4. ters bir şekilde. shortness of breath nefesin çabuk kesilmesi. short-range s. 1. kısa vadeli. 2. kısa menzilli. shorts i., çoğ. 1. şort. 2. (erkek için) külot. shortsighted s. 1. miyop. 2. öngörüsü olmayan. short-tempered s. çabuk kızan; hemen parlayan. short-term s. kısa vadeli. shortwave i. kısa dalga. short-winded s. nefesi çabuk kesilen. shot i. 1. (mermi, roket için) atım, atış; (top için) vuruş; (top için) şut. shot 2. (çifte s. 1. namlulu av yanardöner, tüfeğijanjan şanjan, için) saçma. (kumaş). 3. 2. spor gülle. k. dili 4. k. dili kullanılmaz fırsat. hale 5. sin. gelmiş, çekim. 6. k. dili fotoğraf. 7. iğne, iğne yoluyla shot f., bak. shoot.tamamıyla bozulmuş: This motor´s shot. Bu verilen motordailaç: He got iş yok. a shot. 3. kötü bir İğne halde: oldu. His Give nerves herarea shot shot.ofSinirleri shot put spor 1. gülle penicillin. Onaatma. bir 2. gülle iğnesi penisilin atışı. yap. They don´t like shots. altüst oldu. shotgun İğne sevmezler. i. 1. çifte, çifte namlulu av tüfeği. 2. bütün odaları arka arkaya shotgun wedding sıralanan k. dili (kadıntek hamile bir oda kaldığı genişliğindeki ev. mecburi nikâh. için yapılan) shot-putter i., spor gülleci. should yardımcı f. 1. Manevi zorunluluk gösterir: I think I should go. shoulder Gitsem i. 1. omuz.iyi olur galiba. 2. dağ Why shouldn´t yamacının üst bölümü.I go?3.Niçin kasap.gitmeyeyim. kürek, kürek You 4. eti. should banket. apologize. f. 1. Özür almak, omzuna dilemelisin. omzunaYou vurmak, should have said omuzlamak. shoulder arm dipçikli silah. “No!” 2. (bir “Hayır!” demeliydin. işi/bir görevi) How should yüklenmek, she have omuzlamak. known he was 3. omuzlamak, shoulder bag aomuz rogue?çantası. SerseriHe olduğunu ne bilsindi. omzuyla itmek: shouldered his way2.through İhtimalthegösterir: crowd.The shoulder blade weather anat. kürek Kalabalığı should be kemiği. omuzlayarak nice. Herhalde ilerledi. hava güzel olur. She should shoulder strap easily get that prize. O ödülü (kadın giysisinde) askı, omuz askısı. kolaylıkla kazanması lazım. 3. Bazı şartlı cümlelerde kullanılır: You can use the house should the shoulder to shoulder 1. omuz turn weather omuza,bad.yanHavayana. 2. omuz bozarsa omuza, evden dayanışma içinde. yararlanabilirsiniz. If I shoulder weapon dipçikli were silah. person I should invite you to stay for dinner. Nazik a polite bir kişi olsaydım akşam yemeğine buyurun derdim. If he were here now I´d kill him. Şimdi karşımda olsa öldürürdüm. 4. Şaşkınlık belirtir: At that moment who should telephone but Hikmet himself! O an kim telefon etse beğenirsin? Hikmet´in ta shouldn't kıs. should not. shout f. bağırmak; haykırmak. i. bağırtı, bağırış; haykırı, haykırış. shout s.o. down bağırarak birini konuşturtmamak. shove f. (sert bir şekilde) itmek: He shoved the man to one side. shove off Adamı 1. den.bir kenara avara itti. i.2.itiş. etmek. gitmek, çıkmak, palamarı çözmek. shove s.t. into bir şeyi (bir yere) sokmak. shovel i. kürek. f. (--ed/--led, --ing/--ling) kürekle atmak, küreklemek, shovel food into one´s küremek, kürümek. k. dili yemeği hapır hupur yemek/atıştırmak. mouth shovelbill i., zool., bak. shoveler. shoveler i., zool. kaşıkçın, kaşıkgaga. show f. (--ed, --n) 1. göstermek. 2. görünmek, gözükmek. i. 1. radyo, show business/biz TV program,artistlik. oyunculuk; izlence. 2. şov, revü. 3. sergi. 4. gösteri: air show uçuş gösterisi. 5. müsamere. 6. gösteriş, sahte davranış. 7. k. show dirt kir tutmak. dili iş; kuruluş: Who´s running this show? Burasını kim show disrespect for -e saygısızlıkta bulunmak. yönetiyor? Show me the hows and the Bana işin nedenlerini anlatın. whys of it. show of strength kuvvet gösterisi. show off gösteriş yapmak. show off 1. gösteriş yapmak, fiyaka satmak, caka satmak. 2. gururla show one´s face göstermek. kendini göstermek. show one´s face gözükmek, görünmek. show one´s hand niyetini açığa vurmak. show one´s hand niyetini açıklamak. show one´s teeth diş göstermek. show one´s true colors asıl karakterini açığa vurmak. show promise (biri) gelecek için bir şeyler vadetmek/gelecek için bir umut show s.o. around olmak. birini gezdirmek, birine rehberlik etmek. show s.o. in birini içeri almak, birini buyur etmek, birini içeriye buyur etmek. show s.o. out birini kapıya kadar uğurlamak. show s.o. the door birini kovmak, birine kapıyı göstermek. show s.o. the door birine kapıyı göstermek, birini kapı dışarı etmek. show s.o. the way to do s.t. birine bir şeyin nasıl yapıldığını göstermek. show s.o. up 1. birinin foyasını ortaya çıkarmak. 2. birini utandırmak. show s.t. up bir şeyi açıkça göstermek. show signs of (birinde) (belirli bir şeyin) belirtileri gözükmek. show up k. dili 1. gelmek. 2. çıkagelmek. showcase i. camlı dolap, vitrin, camekân. showdown i. bir kavganın galibini belirleyecek olay: This debate will turn shower into a showdown i. 1. kısa between süren yağmur. 2. Asaf and yapma. duş, duş Esat. Bu3.tartışma duş, duşAsaf ile yapma Esat yeri. arasında 4. duş bir duş,yapma. kavgaya duş yapmayı dönüşecek. shower bath 1. duş, 2. duş,sağlayan duş yeri.aygıt. 5. geline/bebeğe hediye verilen parti. f. 1. yağmur yağmak. 2. yağmak. 3. shown f., bak. show. yağdırmak. 4. duş yapmak/almak. showoff i. gösteriş yapan kimse, fiyakacı, cakacı. showroom i. galeri (bir malın sergilendiği salon). showy s. gösterişli; göz boyayan. shrank f., bak. shrink. shrapnel i., ask. şarapnel. shred i. 1. ince şerit. 2. ufak parça, parçacık: We haven´t a shred of shrew evidence. En ufak bir i. 1. zool. sivrifare. delilimiz 2. şirret yok.şirret. kadın, f. (--ded, --ding) 1. dilmek; ditmek. 2. lime lime etmek. shrewd s. kurnaz; açıkgöz, hinoğlu. shrewish s. şirret. shriek f. çığlık atmak; feryat etmek. i. çığlık; feryat. shriek with laughter gülmekten katılmak. shrill s. tiz (ses), tiz sesli; kulak tırmalayıcı. shrimp i. 1. karides. 2. argo bücür kimse, bücür, bızdık. shrine i. tapınak, mabet. shrink f. (shrank/shrunk, shrunk/shrunk.en) 1. (kumaş) çekmek, daralıp shrink from kısalmak; (korkudan) (kumaşı) çektirmek. 2. (bir şeyin) suyu çekilmek; (bir -den çekinmek. şeyin) suyunu çektirmek. 3. azalmak; azaltmak. 4. (bir şeyin) shrinkage i. 1. (kumaşta) çekme. 2. fire. değeri azalmak; (bir şeyin) değerini azaltmak. 5. sinmek, shrivel f. (--ed/--led, pusmak. i., k.--ing/--ling) kuruyup dili psikiyatr, buruş buruş olmak; büzüşmek. ruh doktoru. shroud i. 1. kefen. 2. örtü; tabaka. f. kaplamak; örtmek; gizlemek. Shrove Tuesday Hrist. büyük perhizin arife günü. Shrovetide i., Hrist. apukurya, etkesimi. shrub i. çalı. shrubbery i. 1. çalılar. 2. çalılık. shrug f. (--ged, --ging) omuz silkmek. i. omuz silkme. shrunk f., bak. shrink. shrunken f., bak. shrink. shuck i. mısır koçanını saran yapraklar. f. (mısır) soymak, (mısır Shucks! koçanı) ünlem, soymak. k. dili Hay Allah! shudder f. ürpermek; titremek. i. ürperti; titreme, titreyiş. shuffle f. 1. (iskambil kâğıtlarını) karıştırmak, karmak. 2. (bir şeyleri) bir shuffle one person/thing in yerden alıp başka yere koymak. 3. (ayaklarını) sürümek, birini/bir şeyi başkalarına katmak. among/with others sürüklemek; ayaklarını sürüyerek yürümek. i. 1. iskambil shun f. (--ned, --ning) -den uzak durmak, -e yaklaşmamak. kâğıtlarını karıştırma. 2. ayaklarını sürüyerek yürüme. shunt f. 1. d.y. (vagonu/katarı) bir hattan başka hatta geçirmek; shush (vagonu/katarı) f., k. dili susmak;barınma hattına veya manevra hattına almak. 2. susturmak. (önemli bir yerden) (önemsiz bir yere/makama) tayin etmek. i., shut f. (shut, --ting) kapatmak, kapamak; kapanmak: The door won´t elek. şönt. shut down shut. Kapıişyeri (fabrika, kapanmıyor. The schools have been shut for a month. v.b.´ni) kapatmak. Okullar bir aydır kapalı. shut down kapatmak; kapanmak. shut o.s. (up/away) in (bir yere) kapanmak. shut off 1. (ışık, gaz, makine v.b.´ni) kapatmak, kapamak; (ışık, makine shut one´s ears to v.b.) kapanmak. -e kulaklarını 2. from -den uzak tutmak; -den ayırmak; -den tıkamak. yoksun bırakmak. shut one´s eyes to -e göz yummak, -i görmezlikten gelmek. shut out kapatmak; kesmek, girmesini engellemek: The trees shut out shut s.o. up the sun. k. dili Ağaçlar birini güneşi birinin susturmak, kapattı.çenesini kapatmak. shut s.o. up in birini (bir yere) kapatmak. shut s.t. in/on bir şeyi (bir yere) sıkıştırmak: She shut the door on her finger. shut up Parmağını kapıya sıkıştırdı. 1. k. dili susmak. 2. (bir yeri) kapatmak. Shut your trap! k. dili Kapat çeneni!/Kıs gaganı! shutdown i. fabrikayı kapatma. shuteye i., k. dili uyku. shut-in s., i. evinden çıkamayan hasta/yaşlı (kimse). shutout i. 1. taraflardan birinin hiç puan kazanmadığı oyun. 2. lokavt. shutter i. 1. panjur. 2. kepenk. 3. foto. obtüratör, örtücü. shutter speed foto. poz süresi. shuttle i. 1. iki yer arasında sürekli sefer yapan yolcu aracı. 2. shuttle diplomacy dokumacılık mekik. f. iki/birkaç yer arasında getirip götürmek; mekik diplomasisi. iki/birkaç yer arasında gidip gelmek, mekik dokumak. shuttlecock i., badminton uçucu, paraşütlü top. shy s. 1. çekingen, sıkılgan, tutuk, utangaç, mahcup, ürkek. 2. shy insanlardan f. (at) ürkmek. kaçan, insanlara pek yaklaşmayan, ürkek (hayvan). shy away from -den çekinmek, -den kaçınmak. shyness i. çekingenlik, sıkılganlık, tutukluk, utangaçlık, mahcubiyet, ürkeklik. shyster i., k. dili 1. üçkâğıt-çı avukat/politikacı. 2. üçkâğıtçı, sahtekâr. si i., müz. si notası, gamın yedinci notası. Siam i., tar. Siyam. Siamese i. 1. (çoğ. Si.a.mese) tar. Siyamlı. 2. Siyamca, Tayca. 3. (çoğ. Siamese cat Si.a.mese) siyamkedisi. siyamkedisi. s. 1. Siyam, Siyam´a özgü. 2. Siyamca, Tayca. 3. tar. Siyamlı. Siamese twins yapışık ikizler. Siberia i. Sibirya. Siberian i. Sibiryalı. s. 1. Sibirya, Sibirya´ya özgü. 2. Sibiryalı. sibilant s., dilb. ıslıklı. i., dilb. ıslıklı ünsüz. sibling i. kardeş. sic f. (--ced, --cing) on (köpeği/birini) (birine) saldırtmak: He sicced Sicilian his lawyerss.on i. Sicilyalı. 1.me. Avukatlarını Sicilya, Sicilya´ya bana özgü.saldırttı. Sic´em! Saldır! 2. Sicilyalı. (Köpeğe söylenir.). Sicily i. Sicilya. sick s. 1. hasta, rahatsız. 2. ruhen hasta. i., İng. kusmuk. f. up İng., k. sick dili kusmak. f., bak sic. sick at heart üzgün, kederli. sick bay revir. sick leave hastalık izni. sickbed i. hasta yatağı. sicken f. 1. tiksindirmek, midesini bulandırmak. 2. hastalanmak. 3. sickening midesi s. 1. midebulanmak; midesini bulandırıcı. bulandırmak. 2. iğrenç, 4. of -den mide bulandırıcı, illallah tiksindirici. 3. demek. korkunç. sickle i. orak. f. orakla biçmek. sickly s. 1. hastalıklı. 2. solgun ve nahoş (renk/tebessüm). 3. mide sickness bulandırıcı. i. 1. hastalık. 4.2.sağlıklı olmayan (iklim). mide bulantısı. sickroom i. hasta odası. side i. 1. yan, taraf: Which side of the box has a label on it? Kutunun side hangi tarafı etiketli? f. 1. against The house -e karşı olmak. was -in 2. with on tarafını the sidetutmak. of a hill. Ev bir tepenin yamacındaydı. We entered the building from the side. side by side yan yana. Binaya yan tarafından girdik. On the right side of the street you side dish baş ´ll seeyemek dışındaki a grocery store. yiyecek. Sokağın sağ kolunda bir bakkal side effect göreceksin. yan etki, yan One side of the sheet was blank. Sayfanın bir yüzü tesir. side street boştu. Look at the matter from all sides. Meseleye her yönden yan sokak. bak. Only the front side of the building has been restored. Yalnız sideboard i., İng. büfe binanın (bir mobilya). ön cephesi restore edildi. I´ve got a pain in my right sideboards i., çoğ., İng., side. Sağ yanımda bak. sideburns. bir ağrı var. He´s Turkish on his father´s side. sideburns Baba i., çoğ.tarafından Türktür. 2. den. borda. 3. kenar: He was favori (sakal/saç). standing by the side of the road. Yolun kenarında duruyordu. 4. sidecar i. (motosiklete ait) sepet. taraf: Which side are you for? Hangi tarafı tutuyorsun? 5. İng., sided s. yanlı, spor taraflı: takım. an eight-sided 6. İng., k. dili kibir,figure kurum, sekiz yanlı hava. biryan, s. 1. şekil. a ikinci sidekick many-sided derecede person olan, i., k. dili arkadaş, çokside ikincil: yardımcı.yönlü bir ikincil issue kişi. mesele. 2. bir yanda sideline bulunan, i. 1. futbol,yan: side door basketbol yanyan kapı. çizgi. 2. asıl işten farklı ikinci bir gelir sidelong kaynağı z. yandan:olan Heiş.looked sidelong at her. Ona yan gözle baktı. s. sidestep yandan f. (--ped, --ping)sidelong olan: a glance yan 1. -den kaçmak, yan çizmek. -e yan bakma. 2. boks (birine sideswipe karşı) ayak oyunları yapmak, saydsteps yapmak. i. 1. yandan çarpma. 2. eleştiri, eleştirici söz. f. (bir şeye) sidetrack yandan çarpmak. i., d.y. barınma hattı; rampa hattı. f. 1. (birini) asıl amacından sidewalk saptırmak; (birini) lafa boğmak. i. yaya kaldırımı, kaldırım, 2. d.y. -i barınma hattına almak. trotuar. sidewall i. (otomobil lastiğine ait) yanak. sideways z. 1. yandan. 2. yan yan: Move sideways! Yan yan git! 3. side-wheeler yanlamasına, i. yandan çarklıyan. 4. yana. vapur, yandan çarklı. siding i. 1. d.y. kör hat; barınma hattı; rampa hattı. 2. (binanın dış sidle yüzünü f. 1. yanoluşturan) (ahşap/metal) yan gitmek. kaplama. 2. (biri) yanaşmak. 3. yan yan getirmek; sidle up to (gemiyi) yanaştırmak. (birinin) yanına yaklaşmak, (birine) yanaşmak. siege i. kuşatma, muhasara. Sierra Leone Sierra Leone. Sierra Leonean 1. Sierra Leoneli. 2. Sierra Leone, Sierra Leone´ye özgü. sieve i. elek; kalbur. f. elekten geçirmek, elemek; kalburdan sift geçirmek, f. 1. elekten kalburlamak. geçirmek, elemek; kalburdan geçirmek, sifter kalburlamak. 2. (through) i. (mutfakta kullanılan) un incelemek, eleği. tetkik etmek, inceleyerek okumak. 3. (out) from inceleyerek (bir grubu) (başka bir sigh f. 1. iç çekmek, içini çekmek, iç geçirmek, ahlamak, göğüs gruptan) ayırmak: It´s been hard to sift out the truth from the geçirmek. -in hasretini 2. (rüzgâr) hafifçe inlemek. i. iç çekme, göğüs sigh for lies. Doğruyuçekmek. yalandan ayırmak zor oldu. geçirme. sight i. 1. görüş, görme yetisi. 2. görünüş, manzara: What a lovely sight sight you are! f. (aranan Bu neşeyi) birini/bir güzellik böyle! 3. çoğ. görülecek yerler, görmek. turistik yerler. sighted s. gözleri gören. sightless s. gözleri görmeyen, kör, görmez. sight-see f. turistik yerleri gezmek. sight-seeing i. turistik yerleri gezme. sight-seer i. turist. sign i. 1. işaret: plus sign artı işareti. minus sign eksi işareti. the sign signs of the zodiac f. 1. imzalamak, burç imza işaretleri. etmek, imzathe sign 2. atmak. of spor the cross (yeni haç bir işareti. oyuncuyla)2. levha; kontrattabela: yapmak.road sign trafik işareti. I saw a sign with sign away kendi imzasıyla (bir şeyi) (başkasına) devretmek. that firm´s name written on it. Üstünde o firmanın ismi yazılı bir sign for 1. (başka tabela birinin) gördüm. 3. namına imza atmak. belirti, alamet, emare: 2. This (bir şeyi) alabilmek is a sign that he´s sign in için imza improving. atmak: You must Bu, onundeftere (bir yere girerken) sign iyileştiğine for imzaalamet.this parcel. Bu paketi atmak. There was no sign of alabilmeniz his için buraya havingspikeri) stayed here. imza Burada atmanız kalmışlazım. olduğuna dair sign off 1. (radyo programının bittiğini söylemek. 2. k.hiçbir dili emare mektubu yoktu. bitirmek, mektubu noktalamak. sign on 1. ekibe (sözleşmeli olarak) katılmak: He signed on as a cook. sign one´s name Ekibe ahçıatmak. imzasını olarak katıldı. 2. ekibe (sözleşmeli olarak) almak: Let ´s sign him on! Onu ekibimize alalım! sign out (bir yerden çıkarken) deftere imza atmak. sign over kendi imzasıyla (bir şeyi) (başkasına) devretmek. sign s.o. on (birini) kontratla takıma almak. sign s.o. up (for) (-e) (birinin) kaydını yapmak/yaptırmak, birini sign up kaydetmek/kaydettirmek. (for) (-e) kendi kaydını yapmak/yaptırmak, kaydolmak, signal yazılmak. i. işaret; sinyal: signal flag işaret flaması. signal flare işaret signal fişeği. s. büyük,f. (--ed/--led, üstün, göze--ing/--ling) işaretçeken. çarpan, dikkati etmek; işaret vermek: With a nod of his head he signaled them to come in. Başıyla signal tower d.y. manevra kulesi, kumanda kulesi. işaret ederek onların girmesini istedi. signalise f., İng., bak. signalize. signalize f. -i göstermek, -e işaret etmek. signalman çoğ. sig.nal.men (sîg´nılmîn) i., d.y. işaret memuru, işaretçi. signatory i. (anlaşma) imzalayan devlet. signature i. 1. imza. 2. imzalama, imza atma. 3. matb. forma. signature tune radyo sinyal müziği. signboard i. tabela. signer i. imza eden, imza atan. signet i. mühür, kaşe, damga. signet ring mühür yüzüğü. significance i. 1. önem. 2. anlam. significant s. 1. kayda değer, önemli, mühim; dikkate değer. 2. anlamlı, signification manalı. i. anlam, mana. signify f. 1. ... anlamına gelmek, -i göstermek: What does this signify? signpost Bu negösteren i. yol anlama geliyor? 2. (birdireği. levha; işaret hareketle) işaret etmek, belirtmek. silence i. sessizlik, sükût: They sat in silence. Sessizlik içinde oturdular. Silence ensued. f.Onu susturmak. sessizlik izledi. silencer i. 1. (tabanca/tüfek için) susturucu. 2. İng. susturucu, egzoz. silent s. sessiz. silent movie sessiz film. silent partner kuruluşun idaresine karışmayan ortak. Silesia i. Silezya. Silesian i. Silezyalı. s. 1. Silezya, Silezya´ya özgü. 2. Silezyalı. silhouette i. siluet, gölge görüntü. silica i. silis. silicon i., kim. silisyum. silicone i., kim. silikon. silk i. ipek. silk tree bot. gülibrişim. silken s. 1. ipek gibi. 2. ipekli, ipekten yapılmış. silkworm i. ipekböceği. silky s. 1. ipek gibi. 2. kadife gibi (ses/ten). sill i. 1. (pencere için) denizlik. 2. (kapı için) eşik. silly s. 1. aptal, ahmak. 2. gülünç, saçma. silo i. silo. silt i. çökelme sonucu oluşan çamur ve kum tabakası. f. up kum ve silver çamurla i. 1. gümüş.doldurmak/dolmak. 2. gümüş eşya. 3. (sofrada kullanılan) çatal, bıçak silver ve f. 1.kaşıklar. gümüşle 4.kaplamak. gümüş para. s. 1. gümüşten 2. gümüş yapılmış, gümüş. 2. renge dönüştürmek. gümüş gibi parlayan. silver fox gümüş tilki, renar arjante. silver jubilee evliliğin yirmi beşinci yıldönümü. silver-plate f. gümüşle kaplamak. silver-plated s. gümüş kaplama. silverware i. (sofrada kullanılan) çatal, bıçak ve kaşıklar. silvery s. 1. gümüşi. 2. berrak (ses). similar s. 1. benzer, benzeş: It´s similar to that. Ona benzer bir şey. similarity These two things i. benzerlik, are similar. benzeyiş, benzeşlik. Bu iki şey birbirine benziyor. Okan and Kaan are similar to each other in certain ways. Okan ve similarly z. 1. birbirine benzer bir şekilde. 2. aynı şekilde. Kaan´ın benzer tarafları var. 2. geom. benzer. simile i. benzetme, benzeti, teşbih. similitude i. benzerlik. simmer f. 1. (kaynama noktasının biraz altında bir derecede) Simmer down! pişmek/pişirmek. k. dili Sakin ol! 2. (gizli bir iş) kaynamak. 3. with (öfke v.b. duygularla) (için için) kaynamak, dolu olmak. simmon i., k. dili trabzonhurması. simpatico s. sempatik. simper f. aptal aptal sırıtmak, pişmiş kelle gibi sırıtmak. i. aptalca sırıtış. simple s. 1. sade, süssüz: a simple style sade bir stil. 2. simple sentence anlaması/yapılması dilb. yalın cümle. kolay, kolay, basit: a simple solution kolay bir çözüm. 3. kendi halinde, sıradan (kimse). 4. saf, kolayca simpleminded s. 1. basit, saf, kurnaz olmayan (kimse). 2. fazla basit (çare, aldatılabilen. 5. geri zekâlı; bunak. 6. Bir şeyin tekliğini simpleton cevap i. aptal,v.b.). 3. geri zekâlı. avanak. vurgulamak için kullanılır: It´s a desire for revenge, pure and simplicity simple. Bir intikam i. 1. sadelik, alma2.hırsından süssüzlük. basitlik. 3.başka bir şey4. sıradanlık. değil. saflık, simplification kolayca aldatılabilme. i. 1. basitleştirme, yalınlaştırma; basitleşme, yalınlaşma. 2. simplify kolaylaştırma. f. 1. basitleştirmek, yalınlaştırmak. 2. kolaylaştırmak. simply z. 1. sade bir şekilde, gösterişsiz bir şekilde. 2. açık ve samimi simulate bir f. 1.şekilde. 3. Biryapmak; -in taklidini şeyin tekliğini ... gibi vurgulamak yapmak: Sheiçin kullanılır: He simulated writes concern. simply because İlgi gösterir he likes to. Yazı yazmasının tek sebebi simultaneous s. aynı zamanda olan,gibi aynı yaptı. 2. -in meydana zamanda benzerini gelen, yapmak. 3. -e simültane, hoşuna gitmesi. benzemek. eşanlı. I simply can´t! Bunu yapamam! 4. basit bir simultaneous equations eşzamanlı, mat. eşanlı denklemler. şekilde, kolay bir şekilde: Can´t you put it more simply? Onu simultaneous translation daha basit bir simültane şekilde çeviri, anlatamaz anında çeviri. mısın? 5. k. dili çok, tek sin kelimeyle: i. 1. günah. 2. büyük hata: magnificent! They´re simply Bunlar It´s a sin for you tek kelimeyle to throw that bread muhteşem. away! O ekmeği atma, işlemek; günah! günaha girmek. sin f. (--ned, --ning) günah sin of omission ihmal suçu. Sinai i. Sina. since z. o zamandan beri, ondan sonra: He left Wednesday, and I since when haven´t o zamandan seen beri: him since. Çarşamba He suffered a fallgitti; o zamandan last May, beri he´s since when görmedim. been They confined to started the a wheelchair. work then Geçen and Mayıs have been at itve ever Since when ...? Ne zamandan beri ...?: Since when have youayında düştü been doing this?o since. İşe oberi zamandan zaman başladılar tekerlekli ve o zamandan sandalyeye mahkûm bu yana oldu. Bunu ne zamandan Ne zamandan beri yapıyorsun? Since when? yapıyorlar. edatberi? -den beri, -den itibaren. bağ. 1. -eli, -eli beri, sincere -eliden s. içten,beri: Since samimi, she´s come we´ve seen nothing of you. O candan. sincerely geleli z. içtenlikle, samimiyetle.They´ve grown a lot since I saw them. seni hiç görmedik. Ben görmeyeli onlar çok büyümüş. I haven´t written poetry Sincerely yours, Saygılarımla. since I left high school. Liseden çıktım çıkalı şiir yazmadım. 2. sincerity i. içtenlik, -diğine samimiyet. göre, mademki, madem: Since you´re so wealthy why Sind don´t i. Sint. you just buy the whole building? Mademki bu kadar zenginsin, neden binanın hepsini almıyorsun? Sindhi i. 1. (çoğ. --s/Sin.dhi) Sintli. 2. Sintçe. s. 1. Sint, Sint´e özgü. 2. sine Sintçe. i., mat. 3. Sintli. sinüs. sinecure i. kolay ve iyi maaşlı bir iş. sinew i. 1. kas kirişi, sinir. 2. kuvvet, güç. sinewy s. 1. adaleli. 2. kuvvetli, güçlü. 3. sinirli (et). sinful s. günahkâr, günahlı (kimse); günah olan (bir şey). sing f. (sang, sung) 1. (şarkı) söylemek. 2. (kuş/böcek) ötmek; (kuş) sing a baby to sleep şakımak. bebeği ninni söyleyerek uyutmak. sing a different tune k. dili ağız değiştirmek. Singapore i. Singapur. Singaporean i. Singapurlu. s. 1. Singapur, Singapur´a özgü. 2. Singapurlu. singe f. (--ing) azıcık yakmak. i. hafif yanık. singer i. şarkıcı. singing i. 1. şarkı söyleme. 2. ötme; şakıma. single s. 1. tek: She hasn´t a single enemy. Onun tek bir düşmanı yok. single If.can´t think of a single out (diğerlerinden) example. (birini) seçmek,Tek ayırmak. bir örnek gelmiyor aklıma. 2. bekâr, evlenmemiş. 3. tek kişilik. 4. yalınkat (çiçek); çiçekleri single file tek sıra halinde. yalınkat olan (bitki). i., İng. gidiş bileti; dönüş bileti. single ticket İng. gidiş bileti; dönüş bileti. single-breasted s. tek sıra düğmeli (ceket). single-handed s. tek başına yapılan. z. tek başına, kendi başına, yalnız başına, single-handedly yardımcısız. z. tek başına, kendi başına, yalnız başına, yardımcısız. single-minded s. tek bir amaç güden. singleness i. singleness of purpose kendini tek bir amaca verme. singlet i., İng. atlet fanilası, atlet. singly z. 1. tek tek, teker teker, bir bir. 2. tek başına, kendi başına, singular yalnız başına. s. 1. dilb. tekil. 2. büyük, fevkalade. 3. nadir. 4. tuhaf. singularity i. 1. tuhaflık. 2. dilb. tekillik. Sinhalese i. 1. (çoğ. Sin.ha.lese) Singala. 2. Singalaca. s. 1. Singala. 2. sinister Singalaca. s. netameli; kötü. sink f. (sank/sunk, sunk/sunk.en) 1. batmak; batırmak. 2. batmak, sink mahvolmak; i. 1. eviye. 2.batırmak, lavabo. mahvetmek. 3. azalmak; (bir şeyin) değeri azalmak. 4. (kötü bir şey yapmaya) tenezzül etmek. 5. sink fast (ağır hasta) son günlerini yaşamak, günleri sayılı olmak, (kuyu, maden ocağı v.b.´ni) açmak. 6. into gitgide (kötü bir sink into a chair günlerini bir koltuğa saymak. çökmek. şeyin) pençesine düşmek: The country was sinking into sink into a deep sleep anarchy. derin bir Ülke uykuyagitgide anarşinin pençesine düşüyordu. 7. in k. dalmak. sink into a depression dili -e (para) harcamak/yatırmak/koymak; depresyona girmek. -e (emek) harcamak. 8. in (on) kafasına dank etmek: Hasn´t it sunk in on you yet? sink low 1. Hâlâ(güneş/ay) kafana dank çok alçalmak. etmedi mi? 2. (fiyat) çok düşmek. sink one´s troubles in drink içkiyle dertlerini unutmak. sink their differences aralarındaki anlaşmazlıkları bertaraf etmek. sink to one´s knees diz çökmek, dizlerinin üzerine çökmek. sink without a trace sırra kadem basmak. Her heart sank. Birdenbire umutsuzluğa düştü. sinker i. (olta için) kurşun. sinless s. günahsız. sinner i. günahkâr, günahlı. sinuous s. yılankavi, dolambaçlı. sinus i., anat. sinüs. sinusitis i., tıb. sinüzit. sip f. (--ped, --ping) yudumlamak, yudum yudum içmek. i. yudum. siphon i. sifon borusu. f. 1. sifon borusuyla (bir şeyi) Sir çekmek/boşaltmak. i. İng. Sör ... (birinin 2. ilk(off) çekmek, adından veyaalmak. ilk adıyla soyadından önce sir kullanılan i. efendim, bir asalet beyefendi. unvanı): Sir Walter Raleigh Sör Walter Raleigh. sire i. 1. baba, peder. 2. bir hayvanın babası: Arap´s sire was siren Karabaş. i. 1. siren,Arap´ın canavar babası düdüğü. Karabaş´tı. 2. Yunan3.mit.eskisiren. Majesteleri. (Krala 3. büyüleyici hitap ederken güzellikte kullanılırdı.). bir kadın. f. -in babası olmak: He´s sired sirloin i. sığır filetosu. twenty children. Yirmi çocuğun babası. sirup i., bak. syrup. sis i., k. dili kızkardeş. sissy i. hanım evladı. Sister i. 1. Sör (rahibelerin ilk adından önce kullanılan unvan): Sister sister Maria Sör Maria. 2. İng. Sör (hastalara bakan hemşirenin ilk i. kızkardeş. adından veya ilk adıyla soyadından önce kullanılan unvan): sisterhood i. kızkardeşlik. Sister Eileen. sister-in-law i. görümce; yenge; baldız. sisterly s. kızkardeşe yakışır. sit f. (sat, --ting) 1. oturmak. 2. (bir yerde) kalmak, durmak; sit and twiddle one´s thumbs bulunmak: k. dili oturup The statue´s hiçbir been sitting in that corner for years. şey yapmamak. Heykel yıllardır o köşede duruyor. Their house sits well above sit cross-legged 1. bağdaş kurmak; bağdaş kurarak oturmak. 2. bacak bacak the village. Onların evi köyden epey yukarı bir yerde. 3. on sit down üstüne oturmak. atarak oturmak. (heyete) üye olmak. 4. (resmi bir meclis, kurul v.b.) toplantı sit in for halinde (birine) olmak: vekâletThe court sat for three weeks. Mahkeme üç etmek. sit in on hafta boyunca sürdü. 5. İng. (imtihan) dinleyici olarak (bir toplantıya) katılmak.olmak, (sınava) girmek; (sınavda) olmak: When will she sit her exams? Sınavlarına ne sit on 1. (bir şeyi) zaman alıp Ihiçbir girecek? can´t şey come yapmamak: He´s then; I´ll be been sitting mysitting exams.on Oour sit on the fence report 1. for tarafsız months. kalmak. Raporumuzu 2. kararsız aldı olmak. ama zaman gelemem; sınavda olacağım. 6. (tavuk) kuluçkaya aylardır onunla ilgili hiçbir şey yapmadı. 2. -i azarlamak, -i haşlamak. oturmak/yatmak. sit s.o. down birini oturtmak. sit s.o. up yatan birini oturtmak. sit through s.t. bir şeyi sonuna kadar oturarak izlemek. sit tight sıkı durmak. sit up 1. dik oturmak. 2. (gece) yatmamak; for (gece) yatmayıp sit up straight (birini) beklemek: Don´t sit up for me! Beni bekleme! dik oturmak. sit well with (birinin) hoşuna gitmek; (bir şeyi) uygun bulmak: That doesn´t sitcom sit very i., k. dili,well TV, with radyo me. Onu pek komedi uygun bulmuyorum. programı. sit-down strike oturma grevi. site i. yer: picnic site piknik yeri. lakefront building sites göl sit-in kenarındaki arsalar. archaeological i. (protesto amacıyla) bir yerde yapılan site oturma arkeolojik kazı yeri. eylemi. sitter i. çocuk bakıcısı. sitting i. 1. oturma, oturuş. 2. oturum, celse. sitting duck k. dili kolaylıkla aldatılabilen kimse; kolaylıkla saldırılabilecek sitting room kimse. İng. oturma odası, salon. situated s. situation i. 1. durum, vaziyet: How long can this situation continue? Bu six durum s. altı. i.ne kadar altı, altı devam rakamı edebilir? (6, VI). 2. yer: The situation of the garden should not be an inaccessible one. Bahçe ulaşılması zor six by nine altıya dokuz ebadında. bir yerde olmamalı. 3. iş; görev; ekmek kapısı. sixfold s., z. altı kat, altı misli. sixgun i., bak. sixshooter. six-pack i. altı kutuluk paket; altı kutuluk karton: He bought a six-pack of six-shooter beer. Altı kutuluk bir paket bira aldı. i. altıpatlar. sixteen s. on altı. i. on altı, on altı rakamı (16, XVI). sixteenth s., i. 1. on altıncı. 2. on altıda bir. sixth s., i. 1. altıncı. 2. altıda bir. sixth sense altıncı his. sixth sense altıncı his. sixtieth s., i. 1. altmışıncı. 2. altmışta bir. sixty s. altmış. i. altmış, altmış rakamı (60, LX). sizable s. oldukça büyük. size i. 1. büyüklük. 2. (ayakkabı için) numara; (elbise için) beden; sizeable (şişe/kutu için)boy: What size shoe do you want? Kaç numara s., bak. sizable. ayakkabı istiyorsun? These shoes are a size too big. Bu sizzle f. cızırdamak, cızıldamak. i. cızırtı, cızıltı. ayakkabılar bir numara büyük. f. up -i anlamaya çalışmak, -i sizzler i., k. dili ölçüp çok sıcak biçmek, bir gün;-in -i tartmak; çok sıcak nasıl birbir şey. olduğunu anlamak. şey/biri skate i. paten. f. patinaj yapmak. skate on thin ice k. dili çok nazik bir durumda bulunmak; çok rizikolu bir işin skater içinde bulunmak. i. patinajcı. skating i. patinaj. skating rink patinaj alanı. skedaddle f., k. dili koşup gitmek, tüyüp gitmek. skein i. (yün, ip v.b. için) çile, kangal. skeleton i. 1. iskelet. 2. iskelet, karkas. skeleton crew çekirdek kadro. skeleton in the closet utanılacak bir sır. skeleton key (kilit açmak için) maymuncuk. skeptic i. şüpheci kimse. skeptical s. 1. kuşkulu, şüphe içinde: I´m skeptical about this. Bu konuda skepticism birtakım i. 1. şüphecişüphelerim yaklaşım, var. 2. şüpheci, şüpheci tavır. kuşkucu, septik. 2. şüphecilik, kuşkuculuk, sketch septisizm. i. 1. taslak, eskiz, eskis; kroki. 2. skeç. f. -i taslak halinde sketchy çizmek; s. yarım taslak yamalak,çizmek. oldukça eksik. skew s. 1. eğri, çarpık. 2. birbirine paralel olmayan. i. 1. eğrilik, skewer çarpıklık. i. (şiş kebap 2. bükülme. f. 1. eğriltmek, v.b. için kullanılan) şiş. f. çarpıtmak. 2. (bir şeyin -i şişe geçirmek. anlamını) çarpıtmak. ski i. kayak, ski. f. kayak yapmak. ski boot kayak ayakkabısı. ski jump 1. kayakçının yaptığı sıçrama/atlama. 2. atlama tepesi. ski jumping kayakla atlama. ski lift kayakçıları tepeye çıkaran teleferik. ski pole kayak sopası. skid i. 1. (araba için) kayma, patinaj. 2. tersane kızak, kızak ızgarası. skid chain 3. tekerlek patinaj pabucu. f. (--ded, --ding) (araba) kaymak, patinaj zinciri. yapmak; kaydırmak, patinaj yaptırmak. skid mark patinaj izi. skid to a halt (araba) kayarak durmak; (arabayı) kaydırarak durdurmak. skiddoo f., k. dili gitmek, tüymek. skier i. kayakçı. skiff i., den. skif. skiing i. kayak, ski, kayak yapma; kayakçılık. skilful s., İng., bak. skillful. skill i. beceri, maharet, ustalık, hüner, marifet. skilled s. teknik bilgisi iyi olan; işini iyi yapan. skilled worker kalifiye işçi. skillet i. tava. skillful s. becerikli, marifetli. skim f. (--med, --ming) 1. (off) (bir sıvının yüzeyinden) (kaymak, yağ skim/skimmed milk v.b.´ni) almak: yağsız süt, Skimsüt. az yağlı the cream off the milk! Sütün kaymağını al! 2. through/over (bir şeyi) çabuk ve üstünkörü okumak, -e göz skimmer i. kevgir. gezdirmek. 3. (bir şeyin) üstüne dokunurmuşçasına alçaktan skimp f. 1. on gerekenden uçmak. 4. across (taş) az (suyun) bir miktarı kullanmak/vermek, üstünde seke seke gitmek;-i (taşı) skimpy esirgemek. (suyun) s. 1. yemeği 2.azlüks üstünde olmayan (sofra). bazı sektirmek. olan masraflardan 2. eksik, kaçınarak yetersiz. 3. dar ve kısa, tasarruf düttürü. yapmak. skin i. 1. cilt, deri, ten. 2. (hayvana ait) deri; post: bearskin ayı postu. skin 3. kabuk:--ning) f. (--ned, banana1.skin muz kabuğu. -in derisini yüzmek. 4. (süt, yoğurt v.b.´nin 2. sıyırmak; hafif üstünde yaralamak: oluşan) kaymak. He fell and skinned his knee. Düştü ve dizi sıyrıldı. skin diver aletsiz dalgıç. 3. (kabuğunu, dış zarını) soymak, çıkarmak. 4. (alive) k. dili çok skin diving aletsiz dalış. azarlamak, haşlamak; cezalandırmak; dövmek: If you do that skin-deep s. derine again I´ll gitmeyen, skin you alive! yüzeysel, sathi. Bir daha yaparsan seni öldürürüm! 5. k. skinflint dili kazıklamak, i. pinti, cimri. dolandırmak. 6. up (ağaç, direk v.b.´ne) skinny tırmanmak, s. sıska. tırmanarak çıkmak. 7. down (ağaç, direk v.b.´nden) inmek. 8. through (dar bir yerden) güçbela/ancak geçmek. 9. skinny-dip f. (--ped,güçbela through --ping) çıplak yüzmek: They went skinny-dipping in the başarmak/becermek. skintight lake last night. Dün s. vücuda âdeta yapışan, çok gece gölde darçıplak yüzdüler. (giysi). skip f. (--ped, --ping) 1. hoplaya zıplaya yürümek. 2. bir şeyleri skip atlayarak i., İng. çöp(başka bir konuya) geçmek; (bir konudan) (başka bir konteyneri. konuya) atlayarak geçmek; -i atlayarak geçmek, atlamak. 3. skip lunch öğle yemeğini yememek. (gidilmesi gereken bir toplantıya/yere) gitmemek. 4. aniden (bir skip rope ip atlamak. yerden) gitmek. 5. off/out k. dili kaçıp gitmek, tüymek. skipper i., den. kaptan. skirmish i., ask. çarpışma, çatışma. f., ask. kısa bir süre çarpışmak. skirt i. 1. etek. 2. çoğ. (yer için) sınırlar; (şehir için) varoşlar, skirting banliyöler, (dağ için)sıvadibi. i. 1. İng. süpürgelik, etekler. 2. f. 1. (bir yerin) eteklik kumaş.etrafından geçmek. 2. -den uzak durmak, -e dokunmamak. skirting board İng. süpürgelik, sıvadibi. skit i. skeç. skittish s. 1. havai, delişmen, hoppa. 2. ürkek (at). skittles i., çoğ. dokuz kuka oyunu. skive f., İng., k. dili (off) kaytarmak, işten kaçmak. skivvy i., İng., k. dili hizmetçi. f. hizmetçilik yapmak. skulduggery i. dalavere, numara, entrika. skulk f. gizlice gitmek; hırsız gibi dolanmak. skulk away gizlice uzaklaşmak. skull i. 1. kafatası. 2. kurukafa, baş iskeleti. skullcap i. takke. skullduggery i., bak. skulduggery. skunk i. 1. kokarca. 2. k. dili yaramaz kimse: You´re a little skunk! Seni sky gidi seni! 3.gök, i. gökyüzü, k. dili pis herif, ipe gelesi herif. f., k. dili (bir oyunda) sema. bozguna uğratmak, fena halde bastırmak. sky blue gök mavisi. praise s.o. to the skies birini göklere çıkarmak, sky-blue birini s. gökaşırı derecede övmek. mavisi. skyjack f. (hava korsanı) (uçağı) ele geçirmek. skyjacker i. hava korsanı. skylark i., zool. tarlakuşu, toygar, çayırkuşu. skylight i. çatı penceresi. skyline i. (binalar, dağlar v.b.´nin ufukta çizdiği) siluet: New York´s skyrocket skyline i. havai is famous. fişek. New York f. birdenbire şehrinin silueti meşhur. yükselmek/artmak, fırlamak; skyscraper birdenbire i. gökdelen. yükseltmek. skyward z. göğe doğru. skywards z., bak. skyward. slab i. 1. (bina, kat, dans pisti, taraça, beton yol v.b.´nin döşemesini oluşturan) beton parçası, plak. 2. taş levha. 3. (masaya ait) tabla; (kasabın üstünde et kestiği kalın tahta) tezgâh. 4. (ekmek/kek için) kalın dilim. slack s. 1. gevşek. 2. laçka; özensiz, gelişigüzel. 3. durgun, kesat: slack off Business 1. (işler) is slack. İşler kesat. durgunlaşmak, i. kesatlaşmak. 2. işi gevşetmek. slacken f. 1. yavaşlatmak; azaltmak; yavaşlamak; azalmak. 2. (halatı) slacker boşaltmak, i. kaytarıcı. laçka etmek, gevşetmek. 3. hızını kaybetmek. slacks i. pantolon. slag i. cüruf, dışık. slag s.o. off İng., k. dili birini (olumsuz bir şekilde) tenkit etmek. slain f., bak. slay. slake f. 1. (susuzluğunu) gidermek. 2. (kireci) söndürmek. slaked lime sönmüş kireç. slalom i., spor slalom. slam f. (--med, --ming) 1. (kapıyı/kapağı) çarparak kapatmak, slam the door in one´s face çarpmak. k. dili kaba 2. bir (down) (hızlı şekilde ve gürültülü bir şekilde) indirmek: He reddetmek. got angry and slammed the money on the table. Kızıp parayı slander i. iftira. f. -e iftira etmek, -e kara çalmak, -i karalamak. masanın üstüne çaldı. He slammed down the receiver. Ahizeyi slanderous s. iftira hızla niteliğinde. çarptı. 3. ağır bir şekilde eleştirmek. slang i. argo. slant f. yana yatmak, yana eğilmek, meyletmek, meyilli olmak, eğik slant line olmak, taksimeğimliişareti,olmak. taksim. i. 1. eğim, meyil. 2. taksim işareti, taksim. 3. bakış açısı, görüş açısı: What´s your slant on this matter? Bu slant-eyed s. çekik gözlü. mesele hakkındaki görüşün ne? Let´s look at this from a new slap f. (--ped, slant. Buna --ping) yeni 1. birsille açıdan atmak, tokat atmak, tokatlamak; şamar bakalım. slap paint on atmak, şamarlamak. -e gelişigüzel boya vurmak. 2. çarpmak, vurmak: The waves were slapping against the dock. Dalgalar rıhtıma çarpıyordu. 3. on slapdash s., i. (bir şeyi) gürültülü bir şekilde (bir yere) koyuvermek. 4. slapstick i. abartılı hareketler, (gelişigüzel) koyuvermek:düşüpHe kalkmalar slapped v.b.´yle a piece of oynanan cheesekomedi. slash between the two slices of bread. İki f. 1. (kesici bir aleti kuvvetle savurarak) kesmek: He dilim ekmeğin arasına slashedbirthe slash mark parça bushes peynir taksim with işareti, koyuverdi. histaksim. i. sille, tokat; şamar. machete. Palasını savurarak çalıları kesti. 2. kamçılamak. 3. (fiyatları, bütçeyi v.b.´ni) çok indirmek. 4. slat i. (pencere kafesini oluşturan) ahşap çubuk; lata; bağdadi çıtası; across/against (yağmur) -e kuvvetle vurmak. i. 1. (kılıç, bıçak slate çıta, i. tiriz. 1. ile kayağantaş, arduvaz.darbe. 2. kayağantaş levhası, arduvaz v.b. indirilen) kuvvetli 2. uzun kesik, uzun yara. 3. slattern levhası, yırtmaç. arduvaz. 4. (fiyat 3. taş v.b.´nde i. pasaklı kadın, bitli kokuş. tahta. 4. yapılan) (seçim büyük için) aday indirim. listesi. 5. taksim slatternly işareti, taksim. s. pasaklı (kimse); kirli ve düzensiz (yer). slaughter i. 1. (kasaplık hayvanı) kesme, kesim. 2. öldürme, katil. f. 1. slaughterhouse (kasaplık i. mezbaha, hayvanı) kesimevi.kesmek. 2. katletmek. 3. k. dili (rakip takımı) büyük bir yenilgiye uğratmak, mahvetmek. Slav i. İslav. slave i. köle, esir. f. (away) köle gibi çalışmak. slaver f. 1. salya akıtmak, salyası akmak. 2. over -i büyük bir zevkle slavery dinlemek/okumak. i. kölelik, esirlik, esaret. 3. after -i şehvetle arzulamak, -e ağzının suyu akmak. i. ağızdan akan salya. Slavic s. İslav. slavish s. köle gibi, köleye yakışır. slavish imitation körü körüne taklit etme. Slavonia i. Slavonya. slay f. (slew, slain) öldürmek. sleaze i. 1. adilik, bayağılık; pespayelik. 2. hırpanilik, derbederlik. sleazy s. 1. ucuz ve pis (yer). 2. adi, bayağı; pespaye. 3. derme çatma, sled çürük, i. kızak.çerden çöpten. f. (--ded, --ding) 1. kızakla gitmek. 2. -i kızakla taşımak. sledge i. 1. yük kızağı. 2. İng. kızak. f. 1. -i yük kızağıyla taşımak. 2. İng. sledge -i i., kızakla taşımak. 3. İng. kızakla gitmek. bak. sledgehammer. sledgehammer i. balyoz, varyos; şahmerdan. sleek s. 1. parlak (saç, tüy); saçı/tüyleri parlak olan. 2. hatları ince ve sleep (s.t.) off zarif olan. etkisini/bir duyguyu) uyuyarak geçiştirmek. (bir şeyin sleep i. uyku. sleep f. (slept) uyumak. sleep around k. dili dilediği kişiyle düşüp kalkmak, çeşitli insanlarla yatmak. sleep in (uykudan) geç kalkmak. sleep like a log k. dili derin derin uyumak. sleep like a top k. dili çok iyi uyumak. sleep through s.t. bir şey olup biterken uyumak: She slept through the explosion. sleep with Patlama (biriyle) oldu düşüpbitti ve o hiçyatmak. kalkmak, uyanmadı. sleeper i. 1. uyuyan kimse. 2. d.y. yataklı vagon. 3. İng., d.y. travers. 4. sleeping pijama; i. uyuma. bebek tulumu. s. uyuyan. sleeping bag uyku tulumu. Sleeping Beauty Uyuyan Güzel. sleeping car İng. yataklı vagon. sleeping pill uyku hapı. sleepless s. uykusuz. sleepwalk f. uykuda gezmek. sleepwalker i. uyurgezer. sleepwalking i. uyurgezerlik. sleepy s. 1. uykusu gelmiş, uykulu. 2. çok sakin, çok hareketsiz (yer). sleet i. sulusepken kar. f. sulusepken kar yağmak/düşmek. sleeve i. 1. (giysi için) kol. 2. (boru için) manşon, ek bileziği; rakor. 3. sleeve coupling İng. (boru(plak için)için) karton. manşon, ek bileziği; rakor. sleeve link İng. kol düğmesi. sleeveboard i. kol tahtası. sleeved s. kollu. sleeveless s. kolsuz. sleigh i. (atla çekilen) yolcu kızağı. sleight i. sleight of hand 1. el çabukluğu, hokkabazlık. 2. kurnazlıkla yapılan hile. slender s. 1. ince, narin; hatları ince ve güzel. 2. az. 3. yetersiz. slept f., bak. sleep 2. sleuth i. dedektif. slew f., bak. slay. slew i., k. dili büyük miktar: She´s got a slew of children. Onun bir slice sürü i. çocuğu dilim. var. We f. (ekmek, picked kek, slews peynir of loquats v.b.´ni) this year. dilimlemek; Bu sene (havuç, yığınlarla patates maltaeriği v.b. sebzeyi) topladık. doğramak: Will you slice me a piece of 4. slick s. 1. kaygan. 2. kurnaz; cerbezeli. 3. görünümü çekici, içi kof. bread? usta Bana işiiki (şey). bir dilim i. subir ekmek yüzündeki keser misin? slick o.s. up k. dili dirhem çekirdek yağ tabakası. giyinmek. slick one´s hair back/down (with) briyantin/su sürerek saçlarını arkaya/yana tarayıp slicker yatırmak: i. yağmurluk. He slicked his hair back with water. Su sürerek saçlarını arkaya tarayıp yatırdı. slid f., bak. slide 1. slide f. (slid) 1. kaymak; kaydırmak. 2. sessizce gitmek/geçmek. 3. slide into (bir şeyi)kayış; i. 1. kayma, belli etmeden (araba için)(birpatinaj. yere) koymak. 2. düşüş.4.3.over/around kaydırak (bir meseleyi) (çocuklar için ustalıkla oyun atlatmak/geçiştirmek. aracı). 4. dia, diyapozitif, 5. along slayt. karnı 5. (mikros- slide projector diyapozitif projeksiyon makinesi, slayt göstericisi. üzerinde kopta sürünmek. kullanılan) lam. sliding door sürme 6. heyelan, toprakkapı. kayması. slide rule hesap cetveli. slight s. 1. az; küçük. 2. ufak (bir bahane). 3. önemsiz; yüzeysel. 4. slight ufak f. adamve ince yerineyapılı; ince. koymamak; önemsememek. i. adam yerine slim koymama; önemsememe. s. (--mer, --mest) 1. ince. 2. zayıf, az (ihtimal/ümit). slim f. (--med, --ming) 1. kilo vermek. 2. inceltmek; ince bir görünüm slim pickings vermek. k. dili kıtlık, darlık, imkânsızlık. slime i. 1. suyun yüzeyinde duran alg/bakteri tabakası. 2. sümük. slimy s. 1. sümükle kaplı, sümük bulaşmış. 2. sümük gibi, sümüksü. 3. sling alçak, pis, i. 1. (taş iğrenç. atmak için) sapan. 2. (yük kaldırmak için) izbiro, sapan. 3. (kırık kol v.b. için) askı. f. (slung) 1. (ağ) atmak. 2. sapanla (taş) atmak. 3. (giysiyi) (omzuna) atmak. slingshot i. sapan. slink f. (slunk) sinsi sinsi gitmek/yürümek. slinky s. 1. sinsi (hareket). 2. vücuda çok hoş bir şekilde oturan (rop). slip f. (--ped, --ping) 1. kaymak: My foot slipped. Ayağım kaydı. 2. slip away/out i. 1. kayma, dikkati kayış.çekmeden sessizce 2. ufak yanlış; gitmek; falso. in dikkati (kadın iç 3. kombinezon çekmeden çamaşırı). sessizce girmek. 4. den. kızak; 3. inşaat off (giysiyi) kızağı; çıkarmak; onarım kızağı. on/into 5. den. iki slip i. 1. (köklendirilmek üzere kesilen) çelik. 2. uzunca kâğıt (giysiyi) giymek. 4. (değer) uzun iskele arasındaki yanaşma yeri. düşmek: They´ve slipped in my slip from s.o.´s mouth parçası. k. dili birinin ağzından kaçmak. opinion. Gözümden düştüler. 5. up hata yapmak, yanlış yapmak. slip of the tongue 6. dilbelli etmeden sürçmesi, (birlisan. sürçü şeyi) (bir yere) koymak, sıkıştırmak, slip of the tongue tutuşturmak. dil sürçmesi. 7. out of (bir yerden) belli etmeden çıkmak, sıvışmak. 8. (hayvan) (kendini bağlayan bir şeyden) kurtulmak. slip one´s mind k. (durum) 9. dili unutmak, kötüye aklından gitmek.çıkmak: It slippedakıp 10. by (zaman) my gitmek. mind. Onu slip one´s shoulder unuttum. omzu çıkmak. slip s.o.´s notice k. dili birinin gözünden kaçmak. slipcover i. koltuk/kanepe kılıfı. slipknot i. ilmik, bağlandığı yerde aşağı yukarı inip çıkan düğüm. slipped disk tıb. yerinden kaymış disk. slipper i. terlik; pantufla. slippery s. 1. kaygan. 2. hiç sağlam olmayan (durum). 3. güvenilmez, slipshod kaypak, hilebaz. üstünkörü. s. yarımyamalak, slipstream i., hav. pervane arkasındaki hava akımı. slipup i. hata, yanlış, falso. slit f. (slit, --ting) yarmak, yarık açmak; uzunluğuna kesmek. i. slither yarık; uzun ve dar f. 1. dengesini bir kesik/delik;kaymak; kaybetmişçesine yırtmaç.düşe kalka ilerlemek. sliver 2. sürünerek i. 1. kıymık. 2.gitmek; yılan3.gibi ince dilim. darsürünüp ve uzunca gitmek. şey. slob i., k. dili kaba saba kimse, hödük. slobber f., k. dili ağzından salya akmak. i., k. dili ağızdan akan salya. sloe i. çakaleriği. slog f. (--ged, --ging) k. dili 1. (çamurda yürür gibi) bata çıka slogan ilerlemek. i. slogan. 2. durmadan çalışmak, harıl harıl çalışmak. i., k. dili 1. zor yürüyüş. 2. uzun ve zor çalışma. slop i. 1. (hayvana verilen) yemek artıklarından oluşan sulu yiyecek. slope 2. dışkı i. 1. ve yokuş, bayır, sidik. 3.rampa. tadı yavan olanf.sulu 2. eğim. yemek. 4. meyletmek, aşırı duygusal eğimli olmak. söz/yazı. f. (--ped, --ping) 1. (bir sıvıyı) kazara dökmek: You´ve slope down inmek, aşağıya doğru meyletmek. slopped your drink all over the bar. İçkini tezgâhın hemen her slope up çıkmak,döktün. tarafına yukarıya 2.doğru meyletmek. (hayvanlara) sulu bir hale getirilmiş yemek sloppy artıkları s. 1. yarımvermek. yamalak, baştan savma yapılmış. 2. hiç titiz slosh olmayan, son derece f. 1. çalkalanmak, dikkatsiz.çalkalamak, çalkanmak; 3. şapşal (giysi). 4. çok2.dalgalı çalkamak. (deniz). dökmek; 5. aşırı duygusal sıçratmak. (söz). sloshed s., k. dili sarhoş. slot i. 1. dar ve uzun yiv/açıklık; delik. 2. k. dili yer. slot machine 1. kumar makinesi. 2. meşrubat otomatı; yiyecek otomatı. sloth i. 1. tembellik. 2. zool. tembelhayvan. slothful s. tembel. slouch f. 1. yorgun argın ve tembel tembel yürümek, oturmak veya bir slouch hat yere genişyaslanarak kenarlı fötrdurmak. şapka. 2. (omuzlarını) çökertmek. 3. sarkmak. i. 1. aylak, haylaz. 2. yorgun ve tembel yürüyüş, oturuş/duruş slough i. 1. bataklık; batak; çamurluk. 2. durgun, batak gibi koy. 3. tarzı. slough bataklık çayı/deresi. f. off 1. (yılan) (gömleğini) değiştirmek. 2. -i bir tarafa atmak; -i Slovak gidermek. i., s. 1. Slovak. 2. Slovakça. Slovakia i. Slovakya. Slovakian i. 1. Slovakyalı. 2. Slovak. s. 1. Slovakya´ya özgü. 2. Slovakyalı. sloven 3. Slovak. i. 1. pasaklı kimse, çapaçul kimse; bitli kokuş. 2. tembel, haylaz, Slovene aylak. i., s. 1. Sloven; Slovenyalı. 2. Slovence. Slovenia i. Slovenya. Slovenian i., s. 1. Sloven; Slovenyalı. 2. Slovence. slovenly s. 1. pasaklı ve tembel. 2. dikkatsizlik yüzünden hatalı (bir şey). slow 3. hiçyavaş; s. 1. titiz olmayan, savruk, ağır, yavaş giden; çok dikkatsiz, uzun süren; savsak, çok ihmalkâr. yavaş yavaş 4. pasaklı, etkileyen: çapaçul (giyiniş/kılık). a slow train yavaş giden bir tren. a slow slow motion sin. yavaşlatılmış hareket. convalescence uzun süren bir nekahet. a slow poison yavaş slowdown i. 1. yavaşlama; (işlerde) durgunluk, durgunlaşma. 2. yavaş etkileyen zehir. 2. geç anlayan, zor anlayan. 3. kesat, slowly yavaşlatma z. yavaş 4. grevi, yavaş; yavaşlatma. ağır ağır. durgun. geri (saat). z. yavaş, yavaş yavaş; ağır. f. (down/up) slowness yavaşlamak; yavaşlatmak. i. 1. yavaşlık; ağırlık. 2. kesatlık, durgunluk. 3. (saat için) geri slowpoke kalma. i., k. dili işi ağırdan alan kimse, yavaş giden kimse. slowwitted s. zor anlayan, kalın kafalı. slowworm i. köryılan. sludge i. 1. (motorda oluşan) tortulaşmış yağ. 2. (su/pissu arıtma slue işleminde oluşan) i., k. dili, bak. slewtortul 2. atık. 3. (kuyu açarken çıkarılan) çamur. 4. (akarsu/deniz yatağındaki) tortu, çamur. slug i. sümüklüböcek. slug i. 1. kurşun. 2. sahte jeton. 3. k. dili (içkiden) yudum. slug i. yumruk, yumruk darbesi. f. (--ged, --ging) 1. (birine) okkalı bir sluggard yumruk i. miskin,atmak/indirmek. uyuşuk. 2. (beysbol topuna) kuvvetle vurmak. 3. yumruklaşmak. 4. on (zorluklara rağmen) gayret etmek, çaba sluggish s. 1. yavaş giden, yavaş, durgun. 2. kesat, durgun. 3. ağır kanlı. göstermek. sluice 4. ağır i. 1. işleyen. oluk; savak; üstü açık büyük boru. 2. bent kapağı; oluk sluice gate kapağı; savak kapağı. savak kapağı. sluiceway i. savak yatağı. slum i. halkı yoksul, binaları derme çatma olan mahalle/semt. slumber f. uyumak; hafif uyumak. i. uyku; hafif uyku. slump i. 1. (fiyat, oy, müşteri sayısı v.b.´nde) düşüş, düşme. 2. iktisadi slung bunalım. f. 1. onto/to/over -in üstüne çöküvermek. 2. into -e f., bak. sling. çöküvermek. 3. -e yığılmak: He slumped to the floor. Yere slunk f., bak. slink. yığıldı. 4. (fiyat, oy, müşteri sayısı v.b.) düşmek. slur f. (--red, --ring) 1. over -i geçiştirmek, üstünde durmadan slurp geçivermek. f. höpürdetmek, 2. (tane höpür tane söyleyeceğine) höpür içmek. hecelerini karıştırmak; -in hecelerini karıştırmak. i. hakaret; iftira. slush i. 1. erimeye başlamış kar, eriyen kar. 2. aşırı duygusallık. slush fund rüşvet fonu, rüşvet olarak dağıtılmak üzere ayrılan fon. slut i. 1. kaltak, paçoz, orospu. 2. pasaklı kadın, bitli kokuş. sly s. (--er/slier, --est/sliest) sinsi. smack i. 1. şapırtı, şapırdama, öpme sesi. 2. şap sesi. 3. şaplak, sille, smack tokat. f. of 1.4. küt sesi. (soyut f. 1. kokmak, bir şey) şapırdatarak öpmek/içmek, -in kokusu şapır olmak: This smacks of şupur/şapır treachery. şapır öpmek/içmek. 2. on -e şaplak atmak, -e (belirli tokat smack in/into/on/onto 1. tam: HeBu wasihanet kokuyor. sitting smack in 2. the (bir middle yiyecekte/içecekte) of the row. Sıranın şaplatmak: bir şeyin) Shebir hafif smacked tadı him on olmak: Thisthe mouth. coffee Ağzına smacks of bir şaplak cardamom. tam ortasında dudaklarını oturuyordu. 2. kuvvetle: The truck ran smack into smack one´s lips attı. Bu 3. downşapırdatmak. on küt diye (birtadı yere) vurmak: He smacked the thekahvede hafif wall. Kamyon bir kakule büyük bir hızla var. duvara çarptı. smack one´s lips book down on dudaklarını the table. Kitabı masaya küt diye vurdu. şapırdatmak. smack-dab z. tam: The statue was smack-dab in the middle of the square. small Heykel meydanın s. 1. küçük; tam ufak. 2. ortasındaydı. cömertlikten yoksun, yalnızca kendi small arms çıkarlarını düşünen, hafif silahlar. çok bencil. small change bozuk para, bozukluk. small fry 1. çocuklar, ufaklıklar. 2. önemsiz kimseler. small hours gece yarısından sonraki üç dört saat. small intestine incebağırsak. small letter küçük harf, minüskül. small letter küçük harf. small talk havadan sudan konuşma, hoşbeş. small-minded s. 1. cömertlikten yoksun, yalnızca kendi çıkarlarını düşünen, smallpox çok bencil. i., tıb. çiçek2. dar kafalı. hastalığı, çiçek. smalls i., çoğ., İng., k. dili iç çamaşırı, çamaşır. small-time s. küçük, ufak çapta. smarmy s., İng., k. dili yağcı, pohpohlayıcı. smart f. 1. acımak; acıtmak: My finger´s smarting. Parmağım acıyor. smart That medicine s. 1. zeki, akıllı.smarts. O ilaç3.canımı 2. şık; zarif. acıtıyor. hızlı (bir 2. kuvvetli şey). 4. (bir şeyin) (bir acısını şey). çekmek. 5.bilgiç; incitici, i. acıma, kırıcı, acı acı. (söz). 6. arsızca ve zekâ dolu (bir şey). smart aleck ukala, kendini bir şey zanneden kimse. smart answer arsızca cevap. smartass i., s., argo ukala, bilgiç. smarten f. smarten s.o./a place up birine/bir yere çekidüzen vermek. smarten up kendine çekidüzen vermek. smash f. 1. paramparça etmek; paramparça olmak, tuzla buz olmak. 2. smash s.o.´s face in (in) (kuvvetli k. dili birinin bir darbeyle) façasını almak, kırmak: birininHe smashed çenesini the doorI´ll dağıtmak: in. Kapıyı kırdı. smash your 3. through face in! (bir şeyi) Façanı alırım (kuvvetle) ha! atarak (başka bir smasher i. 1. k. dili harika bir şey, süper bir şey. 2. spor smaçör. şeyi) kırmak: She smashed a stone through the window. Taş smashing s., İng., atıp camı k. kırdı. dili harika, 4. (up)süper. mahvetmek; dağıtmak; tarumar etmek. smashup 5. spor smaçlamak, smaç i., k. dili 1. (iki taşıt arasındaki) vurmak, smaç yapmak. çarpışma. 2. çöküş;6.iflas. (birinin bir smattering yerine) yumruk atmak: He smashed him one i. (belirli bir konuda) azıcık bir bilgi: She has a smattering of in the jaw. Çenesine Greek. bir tane Azıcık Rumcası patlattı. var.i. 1. kuvvetli bir yumruk/darbe. 2. küt smear f. 1. on/with sesi. (yağlı, 3. paramparça kolayca olma. 4.dağılan şangırtı. veya yapışkan 5. (iki bir şeyi) (bir taşıt arasındaki) smell yere) çarpışma. sürmek: f. (--ed/smelt) He´s 6. k.1.dili smeared koklamak; iflas. 7. k.-in paint on kokusunu dili me! büyük hit, Üstüme duymak/almak: büyük sükse boya yapan sürdü! Bend She down smeared film/müzikand smellthe parçası. bread those8. with roses! spor honey. Eğilip smaç. oEkmeğe gülleri bal kokla! sürdü. I smell2. smell a place up bir yeri kokutmak. bulaştırmak: coffee. KahveYou´ve kokususmeared duyuyorum. these Shelines cansono much longer I can´t smell. read smell a rat k. them.dili bir Bu katakullinin satırlara kokusunu elini o kadar almak.kurşunu bulaştırmışsın ki sürüp Artık burnu koku almıyor. 2. -in kokusundan (bir şeyi) anlamak: I smell to high heaven okuyamıyorum. smell that 3. pis kokmak. could bulaşmak: they had gone Don´t bad.touch that wall; Kokusundan the paint´ll onların bozuk smelling salts smear. olduğunu O duvara amonyumanladım. dokunma; tuzu, amonyum3. -i sezmek,boyası bulaşır. -in kokusunu karbonat, 4. -e amonyakalmak. tuzu, sürmek, leke 4. (of) -i nışadır. lekelemek, (belirli -i karalamak, bir şeyin) kokusu olmak;(birininkokmak: elinde delil Youyokken) smell of whisky. smelly s. pis kokan. (başkasına) suç yüklemek. 5. tamamıyla yenmek, Sen viski kokuyorsun. This place smells of the sea.ezmek,Burası işini deniz smelt f., bak. smell. bitirmek. kokuyor. i. 1. (yağlı/yapışkan Those flowers smell good. bir şeyin yaptığı)güzel O çiçekler leke. kokuyor. 2. 5. smelt karalama, f. (maden (kötü) delileThat külçesini) kokmak: dayanmayan kaletmek, toilet smells suçlama. (maden to high 3.heaven. tıb. mikroskop külçesini) ergiterek O tuvalet altında çok incelemek (madeni) kötü için alınmış yabancı kokuyor. organik doku. maddelerden ayırmak. smidgen i., k. dili azıcık bir miktar. smile f. 1. gülümsemek, tebessüm etmek. 2. gülümseyerek (bir şeyi) smirch göstermek: She smiled f. 1. -e leke sürmek, her pleasure. -i lekelemek, Gülümseyerek -i karalamak. 2. kirletmek; memnuniyetini bulaştırmak. i. gösterdi. leke. 3. on (talih, doğa v.b.) -e gülmek: Fate smirk f. (kendinden memnun bir şekilde) sırıtmak. i. (birinin kendinden has finally smiled on us. Nihayet talih bize güldü. i. gülümseme, smite memnun f. (smote,olduğunu smit.ten) gösteren) 1. sert bir sırıtış. şekilde vurmak. 2. öldürmek; tebessüm. smith mahvetmek, i. 1. nalbant. batırmak; 2. demirci,cezaya çarptırmak. demir eşya be smitten yapan/onaran kimse. 1. with birdenbire (birine) vurulmak, -e gönlünü kaptırmak, -e âşık smithereens i., çoğ. ufacık parçalar. olmak. 2. with/by (güzel bir şeye) kapılıvermek, (güzel bir smithy i. 1. nalbant şeyden) çok dükkânı, hoşlanmak. nalbandın 3. with işyeri. birdenbire 2. demirci dükkânı, (bir hisse) kapılmak: smitten demircinin He was f., bak. smite. işyeri. smitten with terror. Dehşete kapıldı. At that moment smock she wasvesmitten i. (ilikli with remorse. kollu) önlük, iş önlüğü. O an pişmanlık duydu. smog i. kirli hava, kirli hava kütlesi; dumanlı sis. smoke i. 1. duman. 2. k. dili sigara. 3. duman rengi, füme. f. 1. sigara smoke bomb içmek; (sigara, pipo, puro, afyon v.b.´ni) içmek. 2. tütmek; sis bombası. duman çıkarmak; dumanı geri vermek. 3. (eti/balığı) füme smoke s.o./an animal out içinde bulunduğu yeri dumanla doldurarak birini/bir hayvanı etmek, tütsülemek, dumana tutmak, dumanlamak. 4. (arıları) smoke s.t. out dışarı bir şeyi çıkarmak. meydana çıkarmak. dumanla sersemletmek. 5. (bir yeri) dumanlandırmak, smoke screen sislendirmek, sis perdesi. sislemek. smoke tree bot. boyacısumağı, kotinus. smoking jacket erkeklerin evde smoke-colored giydiği s. duman rahat rengi,ve zarif füme.ceket. smoking tobacco sigaralık/puroluk/pipoluk tütün. smoked s. füme, tütsülenmiş (et/balık): smoked tongue füme dil. smokeless smoked s. dumansız; salmon dumanfümeçıkarmayan. som, somon füme. smoker i. 1. sigara/puro/pipo içen kimse. 2. d.y. sigara içilebilen vagon. smokestack 3. arıcı körüğü. i. (vapura/fabrikaya ait) baca. smoky s. 1. tüten, duman çıkaran. 2. duman gibi, dumana benzeyen. 3. smolder dumanlı. f. 1. için için4. duman yanmak; rengi, alevfüme. çıkarmadan yanmak. 2. (birinin) smooch gözleri f., k. diliyuvalarından öpüşmek; sarılıp fırlamak, için için kızmak. 3. (kavga, öpüşmek. kızgınlık v.b.) dışa vurulmadan devam etmek. smooth s. 1. pürüzsüz, düzgün, düz, yüzeyinde girinti çıkıntı olmayan: smooth away smooth -i gidermek.road düzgün yol. smooth skin pürüzsüz cilt. 2. içinde katı parçalar bulunmayan (sıvı). 3. rahat, sarsıntısız. 4. çalkantısız (deniz). 5. rahat, problemsiz, sorunsuz. 6. tadı hoş olan, acı/kekre olmayan (içki). 7. hoş fakat aldatıcı. 8. hoş tavırlarıyla insanları kandıran; cerbezeli. 9. çok hoş ve insanı rahatlatan. f. 1. düz bir hale getirmek, düzlemek, tesviye etmek; smooth down one´s hair saçlarını yatırmak. smooth the way for s.o. k. dili birinin işini kolaylaştırmak. smooth things over between (people) k. dili -in aralarını bulmak/düzeltmek; -i barıştırmak. smoothbore s. namlusu yivsiz (silah). i. namlusu yivsiz silah. smoothie i., k. dili 1. kadınları kolaylıkla tavlayan adam. 2. hoş tavırlarıyla smoothly insanları z. problem kandıran çıkarmadan,kimse;güzel cerbezeli kimse.You bir şekilde: 3. çok hoş vethat handled insanı very rahatlatan Onu smoothly. kimse.çok güzel bir şekilde idare ettin. smoothy i., k. dili, bak. smoothie. smote f., bak. smite. smother f. 1. (duman/havasızlık) boğmak/bunaltmak/boğarak öldürmek; smoulder (dumandan/havasızlıktan) f., bak. smolder. boğulmak/bunalmak/boğularak ölmek. 2. (yastık, battaniye v.b. ile) (birini) boğmak, boğarak smudge i. (bulaşmış) leke. f. (üstüne) leke bulaşmak/bulaştırmak; öldürmek. 3. in/with (birini) -e boğmak, -e garketmek: She smug lekelenmek: s. (--ger, --gest) Don´t rub it; you´ll kendinden memnun,smudge it! Elini kendini üstüne sürme; beğenmiş. smothered him in kisses. Onu öpücüklere boğdu. 4. (birinin/bir leke yaparsın! smuggle şeyin) gelişmesini engellemek; -i bastırmak: f. (birini/bir şeyi) (bir ülkeye veya yurtdışına) kaçırmak; He smothered his smuggler rage. kaçakçılıkÖfkesini i. kaçakçı. yapmak. zaptetti. 5. (yangını) havasız bırakarak söndürmek. smuggling i. kaçakçılık. smut i. 1. kurum tanesi, is tanesi. 2. müstehcen söz/resimler. 3. smutty sürme, rastık, is (ekin s. 1. müstehcen, hastalığı). açık saçık. 2. sürmeli, rastıklı, isli (ekin). snack i. (yemek aralarında yenilen) tatlı, çerez, meyve v.b. f. hafif snack bar şeyler yemek, çerezlenmek; (müşterilerinin on (tatlı,önünde bar gibi bir tezgâhın çerez, meyve oturduğu) v.b.´ni) ufak yemek. lokanta; büfe. snafu i., k. dili problem, sorun, pürüz. snag i. 1. k. dili problem, sorun, pürüz. 2. koparılmış/kırılmış bir şeyin snail çıkık, pürüzlü ve keskin ucu. f. (--ged, --ging) -e takılmak: My i. salyangoz. fishing line´s gotten snagged on that bush. Oltam o çalıya snake i. 1. yılan. 2. sinsi ve hain kimse. f. 1. yılan gibi sessizce takıldı. snake in the grass ilerlemek. k. dili sinsi2.ve yılan haingibi kıvrılmak. kimse. snake plant bot. kaynanadili, tavşankulağı, sansevieria. snakebit s. yılanın soktuğu (kimse). snakebite i. yılan sokması. snakebitten s., bak. snakebit. snakey s., bak. snaky. snaky s. 1. yılan gibi, yılana benzeyen. 2. yılankavi. 3. yılan dolu. snap f. (--ped, --ping) 1. at -i ağzıyla kapmaya çalışmak. 2. at (köpek) snap into action -ik.ısırmaya dili hemen çalışmak. harekete 3. kopmak; geçmek. koparmak. 4. (kırbacı) şaklatmak; (sert bir rüzgârda dalgalanan bayrak gibi) şap diye snap one´s fingers at k. dili -i hiç önemsememek, -i takmamak. ses çıkarmak. 5. up (alıcı) (satılan malı) kapmak, hemen satın snap out of it k. dili kötü almak. 6. çatbirdiye ruhsal durumdan kapanmak. 7. kurtulmak: When he bir (bir şeyi) ters/kızgın began şekilde snap s.o.´s head off whining söylemek; about k. dili birine at çokthat (birini) to me I tersterslemek.told him to snap out of it. 8. k. dili (fotoğraf) çekmek. 9. bir cevap vermek. Bana ondan (göz) yakınmaya başladığında, kendisine bundan vazgeçmesini snap to k. diliparlamak. 10. 1. acele etmek, (parmaklarını) çabuk olmak: şakırdatmak. Snap to! Haydi 11. k. dili aklını kımılda! 2. söyledim. oynatmak. 12. çıtırdamak; çatırdamak. i. 1. çıtçıt, fermejüp. 2. snap up an offer işe k. başlamak: dili bir teklifiSnap hemen to it! Haydi kabul iş başına! etmek. gevrek bir bisküvi. 3. k. dili gayret, şevk. 4. çok kolay iş. 5. k. snapdragon i., bot. dili aslanağzı.enstantane fotoğraf. 6. çıtırtı, çıtırdama, çıt. 7. enstantane, snappish şak sesi, şak. 8. s., k. dili aksi, ağzıyla kapmaya çalışma. 9. (köpek) ısırmaya ters. çalışma. s. ani, aniden yapılan: snap decision ani karar. snappy s., k. dili 1. çok canlı. 2. kuru ve soğuk (hava). 3. şık. snapshot i. enstantane, enstantane fotoğraf. snare i. tuzak. f. 1. tuzağa düşürmek. 2. (çok istenilen bir şeyi) elde snare drum etmek, trampet. kapmak. snarl f. (up) karmakarışık hale gelmek, arapsaçına dönmek; snatch karmakarışık f. kapmak; at bir hale getirmek. kapmaya çalışmak. i. i. karmakarışık 1. kapış. 2. kısahal, arapsaçı. süre; kısa sneak parça: He only heard snatches of their conversation. f. 1. sinsice ve sessizce ilerlemek/gitmek. 2. in/on/into/onto -e Konuştuklarının gizlice sokmak; ancak -e bazı gizlice bölümlerini girmek. duydu. 3. off/out of -den gizlice sneak attack ask. baskın taarruzu. çıkarmak; -den gizlice çıkmak. 4. (bir şeyi) gizlice yapmak: She sneak up on -e gizlice yaklaşmak. sneaked a glance at the book. Kitaba kaçamakla baktı. 5. sneaker i. tenis ayakkabısı. aşırmak, yürütmek, çalmak. 6. İng., k. dili gammazlık etmek; on sneaky -i s.,ihbar k. dilietmek. i., k. dili sinsi kimse. sinsi; sinsice. sneer f. 1. dudağını bükmek. 2. at -e dudak bükmek, -i küçümsemek. sneeze f. 1. aksırmak, hapşırmak. 2. at -i hor görmek, -i küçümsemek: snicker Don´t sneeze f. kıs kıs at Selma´s gülmek. i. kıs kıs paintings; gülüş. she makes millions from them. Selma´nın resimlerine gülüp geçme; onlardan milyonlar snide s. şaka gibi görünen iğneli/kırıcı (söz). kazanıyor. i. aksırık, hapşırık. sniff f. 1. koklamak. 2. at -e burun kıvırmak. 3. around k. dili (bir sniff out yerde) k. dili 1.dolanmak. bulmak. 2.4.(birinin/bir dudak bükerek şeyin)söylemek. i. 1.öğrenmek. ne olduğunu nefes, içe çekilen hava. 2. burun kıvırma. sniffle f. burnunu çekmek. snigger f., i., bak. snicker. snip f. (--ped, --ping) makasla kırpmak/kesmek. i. 1. makasla snipe kırpma/kesme. 2. kırpılmış parça, kırpıntı. i., zool. batakçulluğu. snipe f. 1. at -e gizli bir mevziden ateş açmak. 2. üstü kapalı bir sniper şekilde eleştirmek, laf atmak, taş atmak. i. pusu nişancısı. snippet i. ufak parça. snivel f. 1. burnu akmak. 2. burnunu çekmek. 3. burnunu çekerek snob ağlamak. i. snop. 4. yakınmak, sızlanmak, ağlamak. snobbery i. snopluk. snobbish s. snop. snobbism i. snopluk, snobizm. snobby s. snop. snooker i. bir çeşit bilardo. snoop f., k. dili casusluk yapmak; gizlice gözetlemek; gizlice bilgi snoot toplamaya çalışmak. i., k. dili burun. snooty ., k. dili snop. snooze f. şekerleme yapmak, kestirmek. i. şekerleme, kısa uyku. snore f. horlamak. i. horultu, horlama. snorkel i. şnorkel. snort f. 1. (at) kuvvetle burnundan hava çıkarmak. 2. snot kızgınlıkla/küçümseyerek i. 1. kaba sümük. 2. k. dili söylemek. alçak herif. 3. k. dili pis snop. snotty s. 1. kaba sümüklü. 2. k. dili pis, alçak. 3. k. dili snop. snout i. hayvanın uzun burnu. snow i. kar. f. kar yağmak. snow bunting zool. karkuşu. snow goggles kar gözlüğü. Snow White Pamuk Prenses. snowball i. 1. kar topu. 2. bot. kartopu. snowbird i., zool. karkuşu. snowbound s. kar yüzünden mahsur kalmış. snow-capped s. kar kaplı (dağ/tepe). snowdrift i. kar yığıntısı, kürtün. snowdrop i., bot. kardelen. snowflake i. 1. kar tanesi. 2. zool. karkuşu. snowman çoğ. snow.men (sno´men) i. kardan adam. snowplow i. kar temizleme makinesi. snowshoe i. kar ayakkabısı, kar raketi, raket, leken. snowstorm i. kar fırtınası, tipi. snow-white s. bembeyaz, kar gibi. snowy s. 1. karlı. 2. bembeyaz, kar gibi. 3. with kar yağmış gibi (bir snub şeyle) f. dolu. (--bed, --bing) hiçe saymak, hakir görmek, küçümsemek, snub-nosed adam yerine s. küçük ve kalkıkkoymamak. i. hiçe sayma, hakir görme. burunlu. snuff i. enfiye. snuffle f. burnunu çekmek. snug s. (--ger, --gest) 1. rahat ve sıcacık. 2. üste iyi oturan (giysi). snuggle f. sokulmak, yanına sokulmak: She snuggled up to him. Ona so sokuldu. z. 1. böyle, böylece; şöyle, şöylece; öyle, öylece: While I was so so doing bağ. 1.the bu/o doorbell yüzden, rang. Böyle yaparken bundan/ondan kapı dolayı; zili çaldı. Hold the bunun/onun knife just sonucunda: so. Bıçağı I was şöyle sitting tut. in the So she says. Öyle diyor. the 2. bu so s. böyle; şöyle; öyle: That´s justback, so IÖyle not so! couldn´t değil,seeefendim! stage If kadar; şu well. Arkada kadar; o kadar: oturuyordum; “The table´s bu yüzden so long,” sahneyi he said. iyi göremedim. “Masa so as to that´s 1. -mek so, I´ll için: have He didto go. that Öyleyse so as to gitmeye annoy me. mecburum. Beni kızdırmak için şu He kadar told me uzun,” to go, dedi. so I Did did. you Bana ever git see dedi.a Bu tree so lovely yüzden as this gittim. 2. yaptı. one?IHiç 2. -ecek bu kadarbirthis şekilde: He coughed so asmü?to attract Selmin´s so as to -mek için: için: gave Hehim didan güzel so bir apple as ağaç so to gördünüz heprevent wouldn´t theft. Bunu, go hungry. It wasAç so big it hırsızlığı attention. wouldn´t Selmin´in fit in the dikkatini çekecek bir şekilde öksürdü. So be it. önlemek kalmaması Olsun./Öyle içiniçin onabox. yaptı. olsun. Kutuya bir elma sığmayacak verdim. 3. E?/Ne kadar büyüktü. olacak?: He´sGive me only made a so much.So? mistake. Bana Birancak hata o kadar yaptı. Ne ver. 3. de, olacak? 4.da: Bir “I hope keşifte so far 1. şimdiye they´ll win.” kadar. “I hope 2. so belirli too.”bir“Onların yere kadar; belirli bir umuyorum.” kazanacağını mesafe: bulununca They can kullanılır: So now I know what you were up to! Şimdi So far, so good. “Ben ne de.”only Şimdiye/Buraya yaptığını “They gokadar so fara have biliyorum! before herdog.” they şey “So dorun yolunda. out“Onların we.” of gas. Benzin köpeği var.” tükeninceye “Bizim 4.kadardiliancak çok, obelirli bir mesafe gidebilirler. so help me vallahi,de.”yemin k. ediyorum: kadar She waski:also You´ve beenso wearing, sohelp kind.me, Çoka nezaket mink gösterdin. She´s so beautiful! O kadar güzel ki! 5. So help me God. Allahcoat. şahidim Bir de, olsun.vallahi, vizon bir palto giymişti. Başkasının iddiasını yalanlamak için kullanılır: “I didn´t do it.” So long! Hoşça “You didkal! so.” “Yapmadım.” “Yaptın.” so many/much belirli bir miktar. So much the better. Daha iyi!/İyi ya!/İsabet! So there! k. dili ... işte! (Kızgınlıkla söylenen bir sözü pekiştirmek için so to speak kullanılır.): tabir caizse. Furthermore, I shall have your electricity cut off. So there! Elektriğini de kestireceğim işte! So what? E?/Ne olacak? soak f. 1. suya bastırmak, suda bırakmak, ıslatmak; suda kalmak. 2. soak in suya k. diligirmek, (bir şey) suda kalmak; kafaya danksuyaetmek. sokmak, suda tutmak: He was soaking in the bathtub. Küvetteki suyun içine uzanmıştı. 3. soak out suya bastırarak (bir şeyi) çıkarmak. through -den sızmak: Blood was soaking through the bandage. soak up emmek, soğurmak, Sargıdan kan sızıyordu. içine4. çekmek. into (bir sıvı) (bir yere) derinlemesine soaking rain girmek/süzülmek. 5. sırsıklam toprağı derinlemesine ıslatan yağmur. etmek; sırsıklam olmak. 6. k. dili soaking wet (birinden) çok fazla sırsıklam, sırılsıklam. para istemek, (birini) kazıklamak. so-and-so i. 1. filan kişi; bilmem kim. 2.k. dili herif; aşağılık adam/kadın, soap pis i. 1.yaratık. sabun. 2. TV, radyo melodram dizisi. f. sabunlamak. soap bubble sabun köpüğü. soap dish sabunluk, sabun tası. soap opera TV, radyo melodram dizisi. soap powder toz sabun, sabun tozu. soapbox i., k. dili nutuk çekerken kürsü yerine kullanılan şey, kürsü. soapstone i. sabuntaşı. soapsuds i., çoğ. sabun köpüğü. soapwort i., bot. çöven, sabunotu, helvacıkökü. soapy s. 1. sabunlu. 2. sabun gibi. 3. k. dili yaldızlı (söz); soar pohpohlamalarla f. 1. hızla yükselmek. dolu.2.4.hızla TV, radyo uçmak. melodram 3. havadadizilerine süzülmek. yakışan. 4. SOB beyond -i aşmak; -in ötesine i., k. dili alçak herif, şey ettiğim herif. gitmek: His imagination soared beyond the mountains that enclosed his village on every side. sob f. (--bed, --bing) hıçkıra hıçkıra ağlamak, hıçkırmak; hüngür Hayal gücü köyünü çevreleyen dağların ta ötesine gitti. 5. (bir sober hüngür ağlamak, s. 1.üzerinde/bir ciddi, ağırbaşlı.hüngürdemek. 2.yükselmek: i. hıçkırık; 3. süssüz, gösterişsiz. hüngürtü. içkinin etkisi yer yere) The mountain soared above sober s.o. up altında the olmayan; valley. birini ayık. f. 1. ayıltmak. Dağ vadi üzerinde yükseliyordu. ayıltmak. 2. durgunlaştırmak, düşünceli bir hale sokmak. sober up ayılmak. sobriety i. 1. ciddiyet, ağırbaşlılık. 2. süssüzlük, gösterişsizlik. 3. içkinin sobriquet etkisi i. lakap,altında takma olmama; ad. ayıklık. so-called s. sözde: so-called painters sözde ressamlar. soccer i. futbol, ayaktopu. sociable s. girgin, sokulgan. social s. 1. toplumsal, sosyal. 2. başka insanlarla beraber olmayı social security seven sosyal(kimse); sigorta. kendi türünden başka hayvanlarla beraber olmayı seven (hayvan). 3. girgin, sokulgan. 4. sosyetik. i. parti, social service toplumsal hizmet, sosyal hizmet. eğlence. socialisation i., İng., bak. socialization. socialise f., İng., bak. socialize. socialism i. sosyalizm, toplumculuk. socialist i. sosyalist, toplumcu. s. sosyalist, toplumcu, sosyalizme özgü. socialite i. sosyetik kimse, sosyeteden biri. socialization i. 1. sosyalizasyon, kamulaştırma, devletleştirme; socialize toplumsallaştırma, f. 1. kamulaştırmak,sosyalleştirme. devletleştirmek;2. ruhb. sosyalleşme, toplumsallaştırmak, toplumsallaşma; sosyalleştirmek. sosyalleştirme, 2. ruhb. toplumsallaştırma. sosyalleştirmek, society i. 1. toplum; topluluk. 2. dernek, cemiyet. toplumsallaştırmak. 3. sosyete. sociological s. sosyolojik, toplumbilimsel. sociologist i. sosyolog, toplumbilimci. sociology i. sosyoloji, toplumbilim. sock i. kısa çorap, şoset. sock i., k. dili yumruk, yumruk darbesi. f., k. dili yumruk sock away atmak/indirmek, k. dili bir kenara yumruklamak. (para) koymak: He´s socked a little money socket away. Bir kenara birazeye i. 1. anat. oyuk, yuva: parasocket koymuş. göz yuvası. 2. elek. duy. 3. sod içine bir şey geçirilen delik/oyuk. i. 1. (bir alanı kaplayan) çim. 2. (bir alandan toprağıyla birlikte soda alınan) çim parçası. i. 1. kabartma tozu, f. (--ded,bikarbonat. sodyum --ding) (bir alanı) (böyle) 2. soda, maden çim sodası. parçalarıyla 3. üstüne kaplamak, çimlemek. soda dökülmüş dondurma. 4. gazoz. soda cracker tuzlu bisküvi. soda fountain (mağazanın/eczanenin bir köşesinde bulunan, dondurma, gazoz soda pop v.b. satılan) büfe. gazoz. soda water soda, maden sodası. sodden s. 1. iyice ıslanmış; sırılsıklam. 2. içi iyi pişmemiş (ekmek, sodium hamur, kek, tart v.b.). i., kim. sodyum. sofa i. kanepe. soft s. 1. yumuşak. 2. alçak (ses). 3. ılık, yumuşak (hava). 4. fazla soft drink parlak alkolsüzolmayan içecek.(ışık). 5. hafif (rüzgâr/yağmur). 6. yumuşak, tatlı, hoş, gönül okşayıcı (söz). 7. k. dili kolay. 8. hamlamış, soft drink 1. kola; gazoz; soda. 2. alkolsüz içecek. hamlaşmış, ham (vücut); formunda olmayan, formunu soft furnishings İng. mefruşat. korumamış (sporcu). 9. hatları net görünmeyen. 10. saf, kolayca soft lens aldatılan. yumuşak lens. soft palate anat. yumuşak damak. soft shoulders düşük banket. soft soap k. dili yağcılık, iltifat. soft spot zayıf nokta. soft water yumuşak su, az kireçli su. softball i. 1. bir çeşit beysbol. 2. bu oyunda kullanılan top. soft-boiled s. rafadan, alakok (yumurta). soft-cover s., i. karton kapaklı (kitap). soften f. yumuşatmak; yumuşamak. soften water suyu yumuşatmak. softhearted s. yumuşak kalpli, müşfik. softie i., k. dili, bak. softy. soft-soap f., k. dili yağcılık ederek (birini) kandırmaya çalışmak; into tatlı soft-spoken sözlerle s. yumuşak (birini) sesli(bir şey yapmaya) ikna etmek. (kimse). software i., bilg. yazılım. software package yazılım paketi. software system yazılım sistemi. softy i., k. dili yufka yürekli kimse. soggy s. iyice ıslanmış, ıpıslak. soil i. toprak. soil f. kirletmek; kirlenmek. soil erosion toprak aşınması, erozyon. sojourn i. (bir yerde) kalma; ikamet. f. (in) (bir yerde) kalmak; ikamet solace etmek. i. teselli. f. 1. teselli etmek. 2. (bir üzüntüyü) hafifletmek, solar azaltmak. s. 1. güneşle ilgili, güneşsel. 2. güneşe göre hesaplanan. 3. solar calendar güneşin etkisiyle meydana gelen. güneş takvimi. solar eclipse güneş tutulması. solar eclipse gökb. güneş tutulması, gün tutulması. solar system gökb. güneş sistemi. solar year güneş yılı. solarium i. evin bir yanında bulunan ve üç yanı camla çevrili çok güneşli sold oda, solaryum. f., bak. sell. solder i. lehim. f. lehimlemek. soldering iron havya. soldier i. asker; er. f. 1. askerlik yapmak. 2. on metanetle devam soldierlike etmek. s. asker gibi; askere yakışır. soldierly s. asker gibi; askere yakışır. sole i. 1. (ayağa ait) taban. 2. (ayakkabıya ait) taban; pençe. f. sole (ayakkabıya) i. dilbalığı. pençe vurmak, (ayakkabıyı) pençelemek. sole s. tek, yegâne. solemn s. 1. çok ciddi; ağırbaşlı. 2. görkemli bir şekilde yapılan (dini solemnise tören/devlet töreni). 3. huk. resmi bir şekilde yapılan. f., İng., bak. solemnize. solemnity i. 1. büyük ciddiyet; ağırbaşlılık. 2. görkemli tören. 3. görkem, solemnize ihtişam. 4. huk. f. 1. (nikâh) resmi kıymak. 2.işlem, formalite. törenle kutlamak. solicit f. 1. (para, yardım, bir iyilik v.b.´ni) istemek. 2. (fahişe) sokakta solicitor müşteri aramak. i., İng. avukat. solicitous s. solicitude i. ilgi, merak: Your solicitude for my health amazes me. solid Sağlığıma gösterdiğiniz s. 1. katı, sıvı olmayan. 2.ilgisom beni(metal); hayretemasif düşürüyor. (ağaç/tahta); solid fuel yekpare katı yakıt.ve içi dolu (madde). 3. tam, kesintisiz, aralıksız, fasılasız. 4. sağlam, dayanıklı. 5. sağlam, güvenilir; muteber. 6. solid geometry katı geometri. geom. katı. i. katı, katı madde. solid state fiz. katı hal. solid-state physics katı hal fiziği. solidarism i., sosyol. dayanışmacılık, solidarizm. solidarist i., sosyol. dayanışmacı, solidarist. solidarity i. dayanışma, solidarite. solidify f. katılaşmak; katılaştırmak. solidity i. 1. katılık. 2. sağlamlık, dayanıklılık. 3. sağlam olma, solidly güvenirlik; z. muteber olma. soliloquy i. monolog, oyuncunun kendi kendine yaptığı konuşma. solipsism i., fels. tekbencilik, solipsizm. solipsist i., s. tekbenci, solipsist. solitaire i. 1. mücevheri süsleyen tek taş. 2. tek taşlı mücevher: Her solitary earrings s. 1. yalnız,were diamond kendi solitaires. başına. Küpeleri 2. tek bir: birer Can you givepırlantaydı. 3. me a solitary tek kişilik example? iskambil oyunu. Tek kapatma. bir örnek verebilir misin? 3. tenha, ıssız. solitary confinement huk. hücreye solitude i. 1. yalnızlık, kendi başına olma. 2. tenha yer, tenhalık. solo i. 1. müz. solo. 2. dans tek başına yapılan gösteri. solo flight tek başına yapılan uçuş. soloist i., müz. solist, solocu. solstice i., gökb. gündönümü. solubility i., kim. çözünürlük. soluble s., kim. çözünür, çözülebilir. solute i., kim. çözünen. solution i. 1. çözüm, çözüm yolu, çare. 2. mat. çözüm. 3. kim. çözelti, solve solüsyon, f. çözmek,eriyik. 4. kim. çözünme, çözülme. 5. çözme, halletme, halletmek. hal. solvent i., kim. çözücü, solvent. s. 1. kim. çözücü. 2. bütün borçlarını Somalia ödeyebilen i. Somali. (kimse/kuruluş). Somalian i. Somalili. s. 1. Somali, Somali´ye özgü. 2. Somalili. somber s. 1. kasvetli. 2. çok ciddi, ağırbaşlı. sombre s., İng., bak. somber. some s. 1. (belirsiz) bir miktar: He owns some apartment buildings. some day Onun bir gün,apartmanları günün birinde. var. Make us some coffee. Bize kahve yapsana. 2. bazı, kimi: Some roses have no scent. Bazı güllerin some day or other günün birinde, bir gün. kokusu yoktur. 3. bir: Just think up some good excuse. İyi bir somebody zam. bahane biri, birisi,Let´s uydur. bir kimse: Somebody do it some other telephoned you. Biri time. Bunu başka birsana someday telefon zaman z. bir gün.etti. i., yapalım. k. dili Some önemli woman biri, hatırı telephoned.sayılır biri. Bir kadın telefon etti. somehow 4. epey, bir hayli, oldukça çok: The flowers lasted z. nasılsa, her nasılsa, bir yolunu bulup: We´ll do it somehow. for some time. Bir Çiçekler yolunu bulup epey zaman canlılığını korudu. 5. k. dili Ne yaparız. someone zam. biçimbiri, ...?: birisi, Somebir kimse. friend you are! Ne biçim arkadaşsın böyle? 6. k. someone else başka dili hiçbiri, bir başkası. bir (kimse/şey): That was some lecture! unutulmayacak someplace Hiç z., k.unutulmayacak dili bir yerde; bir bir yere; konferanstı bir yer:o.Do7. you k. dili harika, have süper, to someplace olağanüstü. stay? Kalacak zam. (belirsiz) bir miktar; bazı: Some of those somersault i. takla, taklak;bir yerin var perende. mı? We´re f. takla atmak. someplace south of fabrics areBalıkesir´in Balıkesir. very expensive. O kumaşlardan güneyinde bir yerdeyiz.bazıları çok pahalı. something i. She1. bir wantedşey: some She wants apples,something so I gavebrighter. her some. Daha frapan Elma renkli istedi; bu something else bir şey yüzden 1. başkaonaistiyor. bir bir Can şey.miktar I get you verdim. 2. k. dili something insanıThere to drink? aredüşüren hayrete some who Size içecek won´t kimse/şey. bir şey getirebilir approve miyim? of this. Bunu 2. k. dili insanı hayrete düşüren onaylamayacak bazı kişiler var. Some of kimse: something else again k. dili bambaşka bir şey. You´re you willreally become something! generals.Vallahi harikasın! Bazılarınız general3. olacak. k. dili önemli bir z. 1. aşağı Something´s up! k. dili şey, yukarı, Bir yabana şeyatılmayacak kadar: oldu!/Bir There were şeyler bir dönüyor! şey. thirty some people present. Otuz Something´s up. Bir şeyler kadar dönüyor. kişi vardı. 2. biraz: He´s feeling some better. Kendini biraz sometime daha iyi hissediyor. z. bir zaman; bir gün: It was sometime last year. Geçen sene sometimes içinde z. bazen. bir zamandı. Come see us sometime! Bir gün bize gel! someway z., k. dili nasılsa, her nasılsa, bir yolunu bulup. somewhat z. oldukça; biraz. somewhere z. bir yerde; bir yere; bir yer: Let´s go somewhere. Bir yere somnambulism gidelim. That´s somewhere in Thrace, isn´t it? Trakya´da bir i. uyurgezerlik. yerde, değil mi? somnambulist i. uyurgezer. somnambulistic s. uyurgezer. somnolent s. 1. uykusu gelmiş, uyku basmış, uykulu. 2. uyku getiren. son i. oğul, erkek evlat. son of a bitch kaba it oğlu it, it herif, it, eşşoğlu eşek. son of a gun k. dili 1. Hay Allah! 2. Seni pezevenk seni! sonar i. sonar. sonata i., müz. sonat. song i. şarkı. songbird i. ötücü kuş. songster i. 1. şarkıcı. 2. ötücü kuş. songstress i. şantöz. sonic s. ses dalgalarıyla ilgili, sonik. sonic boom ses duvarını aşan bir uçağın yol açtığı patlama sesi. sonics i. akustik, ses bilgisi. son-in-law i. damat. sonnet i., edeb. sone. sonorous s. 1. gür (ses). 2. tumturaklı. soon z. biraz sonra, birazdan, çok geçmeden, az zaman içinde. sooner or later er geç, erken veya geç. sooner or later er geç. soot i. is; kurum. soothe f. 1. sakinleştirmek, yatıştırmak. 2. teselli etmek. 3. (ağrıyı) soothing hafifletmek, s. azaltmak; 1. sakinleştirici, (ağrıyan yatıştırıcı. bir yeri) 2. teselli rahatlatmak. edici. 3. (ağrıyı) hafifletici; soothsayer (ağrıyan bir i. kâhin; falcı.yeri) rahatlatıcı. sooty s. isli; kurumlu. sop f. (--ped, --ping) in (bir şeyi) (bir sıvıya) batırmak. i. 1. birini sop s.t. up with hoşnut bir şeyiedecek şey. banarak (bir sıvıya) 2. (süt, yemeğin salçası v.b.´ne) o şeyi soğurmak: Sop upbanılmış that gravy ekmek with lokması. some bread! O salçaya ekmek banıp ye! Sop up that water sophism i. sofizm, bilgicilik. with this sponge! O suyu bu süngerle temizle! sophist i. sofist, bilgici. sophisticated s. 1. dünya/hayat hakkında çok şey bilen (kimse). 2. ince zevkli sophistication kişilere hitap eden. i. 1. dünya/hayat hakkında çok şey bilme. 2. ince zevk. sophistry i. safsata. sophomore i. lisede/üniversitede ikinci sınıf öğrencisi. soporific s. uyku getiren, uyutucu. i. uyku veren ilaç. sopping wet sırılsıklam, sırsıklam. soppy s. 1. sırılsıklam, sırsıklam; ıpıslak. 2. çok yağmurlu. 3. İng. aşırı soprano duygusal. i., müz. soprano. s. sopranoya ait. sorbet i., İng. 1. (kar pekmezi kıvamında) dondurulmuş şerbet. 2. sorcerer meyveyle i. büyücü, yapılan sihirbaz.bir tür dondurma. sorceress i. büyücü kadın. sorcery i. büyücülük. sordid s. 1. alçak, iğrenç, menfur. 2. pis, çok kirli. sore s. 1. ağrıyan; ağrılı; acıyan. 2. hassas (bir nokta/bir konu). 3. k. sorghum dili i. 1.kızgın; sorgum.gücenik, küs,pekmezi. 2. sorgum dargın, küskün. i. yara. sorority i. (üniversite öğrencisi kızlara özgü) sosyal kulüp. sorrel i., bot. kuzukulağı. sorrel i. al donlu at. sorrow i. keder, acı. f. keder çekmek. sorrowful s. 1. kederli. 2. keder veren. sorry s. 1. üzgün. 2. pişman. 3. kötü, berbat, kepaze. Sorry! 1. Affedersiniz!/Pardon! 2. Üzgünüm! sort i. çeşit, tür, nevi. sort f. (bir şeyleri) (başka şeylerden) ayırmak; tasnif etmek, sort s.o. out bölümlemek, sınıflamak. İng., k. dili birine göstermek; birine dünyanın kaç bucak sort s.t. out olduğunu göstermek. İng. bir şeye çözüm bulmak, bir şeyi halletmek. sortie i., ask. 1. ani bir saldırıda bulunmak üzere tahkimattan çıkma. 2. SOS (uçağın yaptığı)halinde i. SOS (tehlike çıkış, sorti, sefer. verilen imdat sinyali). so-so s. şöyle böyle, ne iyi ne kötü. sot i. ayyaş. soufflé i., ahçı. sufle. sough i. (rüzgârın yaptığı) uğultu. f. (rüzgâr) uğuldamak. sought f., bak. seek. soul i. 1. ruh. 2. gerçek duygu, içtenlik. 3. kimse, biri: He´s a good soul music old soul. İyizencilerin Amerikalı kalpli bir yarattığı ihtiyardırbiro. müzik 4. (bir türü. şeyin) ta kendisi: He´s the soul of generosity. Cömertliğin ta kendisidir. 5. Amerikalı soulful s. duygulu; duyguları yansıtan. zencilerin yarattığı bir müzik türü. soulless s. ruhsuz; duygusuz. soul-searching i. iç değerlendirme, kendini motive eden şeyleri gözden sound geçirme. s. 1. sağlam; esaslı. 2. derin ve rahat (uyku). 3. sağlıklı, sıhhatli. sound 4. akıllıca (bir davranış). 5. sağlam, güvenilir. i. ses. sound f. 1. çalmak: Sound your horn! Kornayı çal! The wake-up bell sounded at six. Uyandırma zili saat altıda çaldı. 2. ... gibi gelmek: That sounds good to me. Bana iyi gibi geliyor. 3. iskandil etmek, (suyun) derinliğini ölçmek. sound barrier ses duvarı. sound effects efektler. sound track ses bandı. sound wave ses dalgası. sounding i., k. dili iskandil etme, iskandil. soundproof s. ses geçirmez. soup i. çorba. soup kitchen yoksullara parasız yemek verilen yer, aşevi, aşhane. soup up k. dili, oto. (motorun) gücünü artırmak. soupy s. 1. çorba gibi. 2. k. dili aşırı duygusal. sour s. ekşi. f. ekşitmek; ekşimek. sour cherry vişne. sour cherry vişne. sour cream smetana. sour cream smetana. sour orange turunç. sour/bitter/Seville orange turunç. source i. kaynak; köken. soursop i. tarçınelması. souse f. 1. suyun içine batırmak/daldırmak. 2. sırılsıklam etmek. 3. -e south (su) dökmek, i. güney. (suyu)güneyden s. güney, üstüne boca etmek: He soused a bucket of gelen. water in his face. Yüzüne bir kova su attı. 4. salamuraya South Africa Güney Afrika. yatırmak. i. salamura domuz kafası/paçası/kulağı. South African 1. Güney Afrikalı, Güney Afrikalı kimse. 2. Güney Afrika, Güney South America Afrika´ya Güney Amerika.özgü. 3. Güney Afrikalı (kimse). South American 1. Güney Amerikalı, Güney Amerikalı kimse. 2. Güney Amerika, South Sea Güney Amerika´yagüney Büyük Okyanusun özgü. 3. Güneyözgü. kısmına Amerikalı (kimse). southbound s. güneye giden. southeast i. güneydoğu. s. güneydoğu, güneydoğudan gelen. southeaster i. keşişleme, akçayel. southeastern s. güneydoğu ile ilgili. southerly s. 1. güney, güneyden gelen. 2. güney, güney tarafında southern bulunan. s. güney, güneye ait. southerner i. güneyli. southernmost s. en güneydeki. southernwood i., bot. karapelin. southwards z. güneye doğru. southwest i. güneybatı. s. güneybatı, güneybatıdan gelen. southwester i. lodos, akyel, bozyel. southwestern s. güneybatı ile ilgili. souvenir i. hatıra, andaç, yadigâr. sovereign s. 1. özerk (devlet). 2. en büyük siyasi iktidara sahip, egemen. sovereignty 3. mutlak, i. 1. sınırsız. egemenlik. i. 1. hükümdar. 2. özerklik. 2. bir çeşit İngiliz altını (para). 3. hükümdarlık. Soviet s., tar. Sovyet, Sovyetler Birliği´ne özgü. Soviet Russia Sovyet Rusya. sow f. (--ed, sown/--ed) (tohum) ekmek; (bir yere) tohum ekmek. sow i. dişi domuz. sow discord anlaşmazlık yaratmak, mesele çıkarmak. sow one´s wild oats k. dili (gençliğinde) çılgınlıklar yapmak, çılgınca yaşamak. sow one´s wild oats k. dili (genç bir insan) çılgınca yaşamak. sow one´s wild oats k. dili (gençliğinde) çılgınlıklar yapmak, çılgınca yaşamak. sox i., çoğ. şosetler. soy i. soy sauce soya sosu. soybean i. soya. spa i. kaplıca. space i. 1. yer, alan: parking space park yeri. Is there space for our space age display? uzay çağı.Sergimize yer var mı? 2. mesafe: in the space of ten miles on millik bir mesafe içinde. 3. boşluk: He was gazing into space capsule uzay kapsülü. space. Boşluğa bakıyordu. 4. uzay, feza. 5. süre, müddet. 6. space shuttle uzay mekiği. aralık, espas: Leave a space between each word and each line. space shuttle Her uzay sözcük ve her satır arasında bir aralık bırak. 7. mat. uzam. mekiği. space station uzay istasyonu. space travel uzay yolculuğu. space walk uzayda yürüyüş. spacecraft i. uzay gemisi. spaceflight i. uzay uçuşu. spaceship i. uzay gemisi. spacious s. geniş. spade i., bahç. bel. f. bellemek, bel ile kazmak. spade i., isk. maça. spadework i. 1. ön hazırlık, ön çalışma. 2. zor ve sıkıcı hazırlıklar. spaghetti i. uzun ve ince makarna, spagetti. Spain i. İspanya. span i. 1. süre, müddet: a span of seven years yedi yıllık bir süre. 2. spangle (kemer/köprü i. pul, payet. f.ayakları arasındaki) 1. pullarla süslemek, açıklık. 3. genişlik: pullamak. 2. withthe span (pırıltılı of the şeylerle)road yolun süslemek. genişliği. the span of his knowledge bilgisinin Spaniard i. İspanyol. kapsadığı alanlar. the span of the deer´s antlers geyiğin spaniel i. spanyel. boynuzlarının genişliği. 4. karış. f. (--ned, --ning) 1. (kemer) Spanish (yolun) i. üstünden İspanyolca. s. 1.geçmek; İspanyol;(köprü) İspanya, (birİspanya´ya yerin) üstünden geçmek. özgü. 2. Spanish America 2. kapsamak. İspanyolca. 3. (bir çağın belirli bir dönemini) yaşamak: Kuzey, Orta ve Güney Amerika´daki İspanyolca konuşan ülkeler. His life spanned the entire Victorian era. O, Viktorya çağının tümünü Spanish bayonet bot. avizeağacı. yaşadı. Spanish fly 1. zool. kuduzböceği. 2. afrodizyak olarak kullanılan kurutulmuş Spanish moss kuduzböceği tozu. bot. bir tür tillandsia. spank f. (birinin) kıçına şaplak atmak. i. kıça atılan şaplak. spanker i., den. randa. spanking s. şiddetli (rüzgâr). i. kıçına şaplak atma. spanner i., İng. somun anahtarı; ingilizanahtarı. spar i., den. seren; direk. spar f. (--red, --ring) 1. boks yapmak. 2. ağız kavgası etmek, atışmak, spare dalaşmak. s. 1. yedek. 2. boş (zaman). 3. boş, kullanılmayan (oda). 4. spare zayıf; ince. 5. yemekleri f. 1. kıymamak, az ve basit 2. canını bağışlamak. olan (beslenme (sıkıcı tarzı). 6. bir şeyden) fazla (para): kurtarmak: Do Spareyou have any spare cash? Fazla paran yourself the trouble. Kendini o zahmetten var mı? i. Spare no expense! Masraftan hiç kaçınma! yedek. kurtar. 3. (tatsız bir şeyi) söylememek. 4. (birine) (zamanını, spare parts yedek parçalar. yardımcı, para v.b.´ni) vermek: I haven´t enough money to spare parts yedekyou. spare parçalar. Sana verebilecek kadar param yok. spare tire 1. yedek lastik, stepne. 2. k. dili hafif (şişman) göbek. sparerib i. az etli domuz pirzolası. sparing s. spark i. kıvılcım. f. 1. kıvılcım saçmak. 2. off -e neden olmak, -e yol spark plug açmak: oto. buji.What sparked it off? Ona yol açan neydi? 3. (birini) (bir şeye) teşvik etmek, sevketmek: What sparked your interest in sparkle f. 1. pırıldamak. 2. (şarap) köpürmek. i. 1. pırıldama. 2. painting? Seni resim yapmaya yönelten şey neydi? sparkler (şaraptaki) i. maytap. köpürme. sparkling s. 1. pırıldayan. 2. köpüklü (şarap). sparrow i. serçe. sparrow hawk atmaca. sparse s. seyrek. spasm i., tıb. spazm, kasınç, kasılım, kasılma. spasmodic s. 1. spazmodik, kasınçlı, kasımlı. 2. spazmı andıran. 3. spastic istikrarsız. s. spastik. i. spastik kimse. spat f., bak. spit. spat i. getr, tozluk. spat i., k. dili (kısa süren) ağız kavgası, atışma, dalaş, dalaşma. spate i. büyük miktar. spatial s. 1. uzamla ilgili, uzamsal. 2. uzayla ilgili, uzaysal. spatter f. 1. sıçratmak, damlatmak: Don´t spatter paint on the floor! spatula Yere boya damlatma! 2. sıçramak: The grease was spattering i. ıspatula. on the wall. Yağ duvara sıçrıyordu. spawn f. 1. (balık) yumurtlamak. 2. üretmek, yaratmak, doğurmak. spay f. (dişi hayvanı) kısırlaştırmak. speak f. (spoke, spo.ken) 1. konuşmak. 2. (gerçeği/sözü) söylemek: He speak about couldn´t (bir konu) speak a word. hakkında Hiçbir söz söyleyemedi. konuşmak. speak for 1. (birinin) lehinde konuşmak. 2. (birinin) yerine konuşmak. speak for itself/themselves (bir şeyin/şeylerin) ne olduğu meydanda/ortada/aşikâr olmak: speak ill of The sound job ... hakkında of restoration kötü konuşmak.that´s been done here speaks for itself. Burada yapılan restorasyonun ne kadar iyi olduğu speak in sign language el kol hareketleriyle konuşmak. meydanda. It speaks for itself. Ne menem bir şey olduğu belli. speak of 1. -den söz etmek, -den bahsetmek. 2. -i göstermek, -e işaret speak on etmek: (bir konu)It speaks hakkındaof careful planning. Dikkatli bir ön çalışma konuşmak. yapıldığını gösteriyor. speak one´s mind ne düşündüğünü açıkça söylemek. speak one´s mind ne düşündüğünü açıkça söylemek. speak one´s piece kendi fikrini belirtmek. speak out 1. ne düşündüğünü açıkça söylemek. 2. daha yüksek sesle speak out against konuşmak. -in aleyhinde konuşmak. speak up 1. daha yüksek sesle konuşmak. 2. ne düşündüğünü açıkça speak up for söylemek. -in lehinde konuşmak. speak well/ill for (biri/bir şey) için olumlu/olumsuz bir puan olmak. be spoken for speak with conviction (satılık inançlabir şey) biri için ayrılmak: Those books have already konuşmak. been spoken for. O kitaplar biri için ayrıldı. speaker i. 1. konuşmacı. 2. sözcü. 3. pol. meclis başkanı. 4. radyo, TV spear spiker. i. mızrak,5. kargı; hoparlör. zıpkın. f. mızrakla vurmak, kargılamak; spearmint zıpkınlamak. i., bot. kıvırcıknane, yeşilnane. special s. özel, normal olmayan. i. 1. özel bir program. 2. (normal special case tarifede özel durum.bulunmayan) özel bir tren. 3. (fiyatta) özel bir indirim. 4. (lokantada her zaman yapılmayan) yemek: Today´s special is special delivery ekspres mektup. potato soup. Bugünkü özel yemeğimiz patates çorbası. special edition özel baskı. specialisation i., İng., bak. specialization. specialise f., İng., bak. specialize. specialist i. mütehassıs, uzman. speciality i. 1. özel nitelik. 2. İng., bak. specialty. specialization i. 1. (birçok alan/iş yerine) tek bir alanda çalışma/tek bir iş specialize yapma; f. in 1. -inuzmanlaşma. 2. biyol.ilgi uzmanlık alanı/özel özelleşme. alanı (belirli bir şey) olmak: specialty That i. 1. uzmanlık alanı, özel ilgi alanı, firmanın firm specializes in tax law. O uzmanlık ihtisas, branş. alanı vergi 2. (lokantada) hukuku. spesiyalite.2. ihtisas yapmak: She is specializing in pediatrics. species i. (çoğ. spe.cies) biyol. tür. Pediyatri ihtisası yapıyor. He is specializing in Ottoman history. specific s. 1. belirli. Osmanlı 2. kesin tarihi ve apaçık. üzerinde ihtisas 3. fiz., kim. özgül. yapıyor. specific gravity özgül ağırlık. specific gravity fiz. özgül ağırlık. specific heat fiz. özgül ısı. specification i. 1. şartname. 2. patent almak için yazılan ayrıntılı açıklama. 3. specifications (şartnamedeki) madde. i., çoğ. (teknik şartnamedeki) maddeler/ayrıntılar. specify f. belirtmek. specimen i. örnek, numune. specious s. aldatıcı, sahte. speck i. benek, ufak leke, nokta. speckle i. ufak benek. speckled s. benekli. specs i., çoğ., k. dili gözlük. spectacle i. 1. (genellikle açık havada yapılan) büyük gösteri/tören. 2. spectacles görülecek şey: Her return was a real spectacle. Onun dönüşü i., çoğ. gözlük. görülecek şeydi. 3. gülünç bir manzara: Don´t make a spectacle spectacular s. 1. muhteşem, harikulade, görkemli. 2. çok büyük (fiyat of yourself! Kendini rezil etme! spectator artışı/düşüşü). i. seyirci. specter i. hayalet; hortlak. spectral s. hayalete benzeyen; hortlak gibi. spectre i., İng., bak. specter. spectroscope i. spektroskop, tayfölçer. spectroscopy i. spektroskopi, tayfölçümü. spectrum çoğ. spec.tra (spek´trı) i., fiz. tayf, spektrum. speculate f. 1. (about) (hakkında) tahminlerde bulunmak. 2. fels., tic. speculation spekülasyon yapmak. i., fels., tic. spekülasyon. speculative s., fels., tic. spekülatif. speculator i., tic. spekülasyon yapan, spekülatör. sped f., bak. speed. speech i. 1. konuşma, söz söyleme. 2. konuşma tarzı. 3. konuşma, speechless nutuk, söylev. s. dili tutulmuş. speed i. hız, sürat; çabukluk. f. (sped/--ed) çabuk gitmek, hızla gitmek, speed limit süratle gitmek. azami sürat; asgari sürat. speed up hızlandırmak; hızlanmak. speedboat i. sürat motoru. speedometer i. hızölçer, kilometre saati, hız saati. speedway i. yarış pisti. speedwell i., bot. yavşanotu, veronika. speedy s. hızlı, süratli, çabuk. speleologist i. mağarabilimci. speleology i. mağarabilim. spell f. (--ed/spelt) 1. (imla kurallarına göre) (kelimeyi) doğru yazmak. spell 2. (kelimenin) harflerini söylemek. i. büyü. spell i. 1. süre, müddet. 2. nöbet. f. kendisiyle nöbet değiştirerek spell s.t. out (birini) (for) k. serbest bırakmak. dili (birine) bir şeyi ayrıntılarıyla açıklamak. spellbind f. (spell.bound) büyülemek. spellbound f., bak. spellbind. s. büyülenmiş. speller i. imla öğreten kitap. spelling i. imla, yazım. spelt i. kılçıksız buğday. spelt f., bak. spell. spend f. (spent) 1. harcamak, sarfetmek. 2. (vakit) geçirmek. spend itself (fırtına) hızını kaybetmek. spend money like water k. dili su gibi para harcamak. spend o.s. bütün gücünü tüketmek. spend time in the society of arkadaşlarıyla vakit geçirmek. one´s friends spending money cep harçlığı. spendthrift s., i. müsrif, savurgan, tutumsuz. spent f., bak. spend. s. 1. çok yorgun, bitkin. 2. kullanılmış (kurşun). sperm i. 1. biyol. sperma. 2. bel, atmık, sperma. spermatozoon çoğ. sper.ma.to.zo.a (spırmıtızo´wı) i. spermatozoit, sperma spew hayvancığı. f. 1. (out) şiddetli bir şekilde fışkırtmak, püskürtmek; fışkırmak, sphagnum püskürmek. 2. k. dili kusmak. i., bot. sfagnum. sphenoid s., anat. sfenoit. i., anat. temel kemiği. sphenoid bone anat. temel kemiği. sphere i. 1. küre. 2. alan. sphere of influence etki alanı. spherical s. küresel. sphincter i., anat. büzgen. sphinx i. sfenks, isfenks. spice i. bahar, baharat. f. spice a food up baharat katarak bir yemeği daha lezzetli yapmak. spice s.t. up k. dili ilginç bir şeyler katarak bir şeyi canlandırmak. spicebush i., bot. 1. kadehçiçeği, kalikant. 2. lindera. spices i., çoğ. baharat, baharatlar, baharlar. spick-and-span s. tertemiz, pırıl pırıl. spicy s. 1. baharatlı. 2. açık saçık. spider i. örümcek. spider crab denizörümceği. spiel i., k. dili (satış için) önceden hazırlanmış ikna edici spiffy konuşma/sözler. s., k. dili zarif, şık, iki dirhem bir çekirdek. spigot i. musluk. spike i. 1. sivri uç; sivri uçlu çubuk. 2. (spor ayakkabısının spike heel tabanındaki) sivri ökçe. kabara. 3. başak. 4. büyük çivi. spike s.o.´s guns birinin çanına ot tıkamak. spike s.o.´s guns k. dili birinin çanına ot tıkamak. spill f. (--ed/spilt) 1. kazara dökmek. 2. over into (bir yere) kadar spill blood yayılmak. kan dökmek. 3. k. dili (bir sırrı) söylemek, ifşa etmek, açığa vurmak. 4. (at) (biniciyi) sırtından yere atmak. i. kazara dökülen spill the beans k. dili her şeyi ifşa etmek, her şeyi ortaya dökmek; baklayı sıvı. spillway ağzından çıkarmak. i. taşma savağı. spilt f., bak. spill. spin f. (spun, --ning) 1. (yün, pamuk v.b.´ni) eğirmek. 2. (örümcek) spin a yarn (ağ) hikâyeörmek; (ipekböceği) uydurup anlatmak. (koza) örmek. 3. (topaç v.b.´ni) döndürmek; (topaç v.b.) dönmek. 4. along hızla gitmek. 5. k. dili spinach i. ıspanak. kafadan atmak, uydurmak. spinal s. belkemiğine ait. spinal column anat. belkemiği, omurga. spinal cord anat. omurilik. spinal marrow anat. omurilik. spindle i. iğ, kirmen. spindly s. 1. sağlıksız ve boyu fazla uzun (bitki). 2. uzun ve zayıf spindly legged (bacak). k. dili leylek gibi, leylek bacaklı. spin-dryer i. santrifüjlü çamaşır kurutma makinesi. spine i. 1. anat. omurga, belkemiği. 2. diken. 3. (kitapta) sırt. spineless s. 1. karaktersiz ve tabansız. 2. anat. omurgasız, belkemiği olmayan. 3. dikensiz. spinning i. eğirme. spinning mill iplikhane. spinning wheel çıkrık. spinster i. 1. huk. hiç evlenmemiş kadın. 2. hiç evlenmemiş yaşlı veya spiny yaşlanmaya s. dikenli. yüz tutmuş kadın. spiraea i., bot. keçisakalı, erkeçsakalı, ispirya. spiral s. helezoni, helisel, sarmal, spiral. i. helis, helezon, sarmal. f. (-- spiral downwards ed/--led, --ing/--ling) döne döne gitmek/hareket etmek. hızla inmek. spiral staircase döner merdiven. spiral upwards hızla yükselmek. spire i. kulenin sivri uçlu tepesi, kule ucu, kule külahı. spirit i. 1. ruh. 2. peri; cin; hayalet. 3. gayret, şevk, heves, canlılık. 4. spirit niyet: I hope f. away/off you understand dikkati çekmeden the spirit kaldırıp çabucak which underlies götürmek; what I gizlice said. Dediklerimin kaçırmak. ardındaki niyeti anladığını ümit ediyorum. 5. spirit lamp ispirtoluk, ispirto ocağı, kamineto. fels. ruh, tin. 6. ecza. ruh: spirit of peppermint naneruhu. 7. spirit level kabarcıklı düzeç, damıtılarak tesviyeruhu. elde edilen alkollü sıvı. spirited s. canlı, heyecanlı. spiritless s. 1. cansız, ruhsuz, miskin. 2. keyifsiz. spirits i., çoğ. 1. ecza. damıtılarak elde edilen alkollü/alkolsüz sıvı: spiritual methylated s. 1. ruhsal, spirits mavi ispirto. ruhi, ruhani, 2. İng. ruhla ilgili. alkollü içkiler. 2. dinsel, dini. 3. fels. spiritualism manevi, i. 1. ispritizma. 2. fels. spiritüalizm, tinselcilik. Amerikalı tinsel. 4. dini değerlere önem veren. i. zencilerin yarattığı bir ilahi türü. spiritualist i. 1. ispritizmacı. 2. fels. spiritüalist, tinselci. spirituality i. 1. ruhilik, ruhanilik. 2. dini değerlere önem verme. spirituous s. alkollü. spirt f., bak. spurt. spit i. 1. şiş. 2. coğr. dil. f. (--ted, --ting) 1. (eti) şişe geçirmek. 2. spit (birini) şişle öldürmek, f. (spit/spat, şişlemek; 2. --ting) 1. tükürmek. süngüyle öldürmek, (kar) serpelemek, süngülemek. serpiştirmek, atıştırmak.2.3.küplere (kedi) tıslamak. i. tükürük. spit cotton k. dili 1. çok susamak. binmek, çok kızmak. Spit it out! k. dili Haydi söylesene! spit up k. dili kusmak. spite i. garaz, garez, kin; nispet. f. nispet yapmak/vermek. spiteful s. garazlı, kinci; nispetçi. spitfire i., k. dili çabuk öfkelenen kimse. spittle i. tükürük. spittoon i. tükürük hokkası. splash f. 1. on/with -e (su, çamur v.b.´ni) sıçratmak: You´ve splashed splash down me (uzaywith water./You´ve gemisi) splashed water on me. Bana su sıçrattın. denize düşmek. 2. (yüzüne) su çarpmak. 3. (fıskıyeden püskürtülen su) splashdown i. uzay gemisinin denize inmesi. şırıldayarak dökülmek. i. sıçratılan suyun sesi. splatter f. on/with -e (su, çamur v.b.´ni) sıçratmak; -e (su) çarpmak; -e splay (boya) damlatmak. f. out açmak; yaymak; yayılmak. spleen i., anat. dalak. splendid s. 1. şahane, fevkalade, mükemmel. 2. muhteşem, görkemli, splendor şatafatlı. i. ihtişam, görkem. splendour i., İng., bak. splendor. splice f. (iki ucu) birbirine bağlamak; (bant/film uçlarını) birbirine splint yapıştırmak. i., tıb. cebire, süyek, koaptör. splinter f. 1. paramparça etmek; paramparça olmak. 2. ufak gruplara split bölmek; ufak gruplara f. (split, --ting) 1. kırmak;bölünmek. yarmak;i.çatlatmak; kıymık. kırılmak; yarılmak; split çatlamak. i. 1. çatlak;2.yarık; into -e ayırmak; kırık. -e ayrılmak. 2. ayrılık: 3. bölmek. split in opinion görüş4.ayrılığı. paylaşmak, 3. bölünme. üleşmek. 4. (dikiş 5. k.üzerindeki) yeri dili sıvışmak, tüymek. sökük, sökük yer. split- split hairs k. dili kılı kırk yarmak. level house odaları değişik seviyelerde olan ev. split infinitive dilb. “to quickly report” cümleciğindeki gibi zarf ile ikiye bölünmüş mastar. split one´s sides k. dili gülmekten kasıkları çatlamak, gülmekten split pea çatlamak/kırılmak, kahkahadan kurutulup kendiliğinden yerlerebezelye ikiye ayrılmış yatmak.tanesi: She split peas bought some split peas. Kuru bezelye aldı. kırık bezelye. split second an, lahza. split up k. dili (bir çift) birbirinden ayrılmak; beraber yaşamaktan split-second vazgeçmek; s. bir anlık. birbiriyle flört etmekten vazgeçip ayrılmak. splitting s. şiddetli: splitting headache şiddetli baş ağrısı. splotch i. leke, benek. f. lekelemek, bulaştırmak. splurge i. (bir şeyi almak için) epey para harcama. f. (epey para) splutter harcamak; f. on -e epey para (öfkeden/şaşkınlıktan) harcamak. tükürür gibi konuşmak/tükürür gibi (bir spoil şeyler) söylemek. f. (--ed/--t) 1. bozmak. 2. (süt v.b.) bozulmak. 3. (birini) spoiled child şımartmak. şımarık çocuk. spoils i., çoğ. ganimet. spoilsport i. başkalarının keyfini kaçıran; mızıkçı, oyunbozan. spoilt f., bak. spoil. spoke i. tekerlek parmağı. spoke f., bak. speak. spoken f., bak. speak. s. 1. sözlü: spoken message sözlü mesaj. 2. spokesman konuşulan. çoğ. spokes.men (spoks´mîn) i. sözcü. spokeswoman çoğ. spokes.wom.en (spoks´wîmîn) i. kadın sözcü. sponge i. 1. sünger. 2. k. dili otlakçı, beleşçi, bedavacı. 3. İng. sponge cake pandispanya. pandispanya.f. 1. süngerle temizlemek/ıslatmak/sürmek; up süngerle temizlemek. 2. k. dili (bir şeyi) otlakçılıkla elde etmek; sponge s.t. dry bir şeyi süngerle kurulamak. on (birinin) sırtından geçinmek. sponger i., k. dili otlakçı, beleşçi. spongy s. sünger gibi, süngersi. sponsor i. 1. radyo/televizyon programının veya bir sanat faaliyetinin sponsorship maliyetini karşılayan i. 1. sponsorluk. firma,kefalet. 2. kefillik, sponsor. 2. Hrist. vaftiz babası; vaftiz annesi. 3. kefil. f. 1. (radyo/televizyon programının veya spontaneity i. 1. kendiliğinden olma, kendiliğindenlik. 2. anında yapılma. bir sanat faaliyetinin) maliyetini karşılamak, sponsorluğunu spontaneous s. 1. kendiliğinden yapmak. olan, spontane. 2. Hrist. (çocuğa) 2. spontane, anında vaftiz babalığı/anneliği yapılan. yapmak. 3. -e spontaneously kefil z. 1. olmak. kendiliğinden, spontane. 2. spontane, anında. spoof i. (of/on) k. dili (birini/bir şeyi) hafif tertip alaya alan parodi. f. 1. spook (birini/bir şeyi) i. 1. hayalet. 2. hafif k. dilitertip ajan,bir parodiyle casus. alaya almak. f. ürkütmek, 2. k. dili ile korkutmak. dalga geçmek, -i gırgıra almak. spooky s. 1. ürkütücü, ürkünç, perili. 2. acayip, garip, tuhaf (kimse). 3. spool ürkek, kolay ürkütülen. i. makara. spoon i. kaşık. f. 1. into kaşıkla -e dökmek/aktarmak. 2. out -i kaşıkla spoonbill dağıtmak. 3. (up)kaşıkgaga. i., zool. kaşıkçın, kaşıklamak, kaşıkla yemek. spoonfeed f. (spoon.fed) 1. (bebek, hasta v.b.´ni) kaşıkla beslemek. 2. spoonful (birinin) düşünmesini gerektirmeyecek bir şekilde ders vermek; i. kaşık dolusu. birinin düşünmesini gerektirmeyecek bir şekilde ders vermek. spoor i. vahşi hayvanın izi. sporadic s. ara sıra meydana gelen; ara sıra gözüken. sporangium çoğ. spo.ran.gi.a (spırän´ciyı) i., bot. sporkesesi. spore i., bot. spor. sport i. spor. sport coat (erkek için) spor ceket. sport shirt spor gömlek. sporting s. sporla ilgili, spor. sports car spor araba. sportsman çoğ. sports.men (spôrts´mîn) i. sporcu, sportmen. sportsmanlike s. sportmence. sportsmanship i. sportmenlik. sportswear i. spor giysi. sportswoman çoğ. sports.wom.en (spôrts´wîmîn) i. kadın sporcu. spot i. 1. benek, nokta, puan. 2. leke. 3. yer: We chose a shady spot. spot Gölgeli f. (--ted,bir yer seçtik. --ting) That seçmek; 1. görmek; city has long been a ayırt farketmek, trouble spot.2. etmek. O şehir uzun lekelemek; zamandan leke yapmak. beri karışıklıklara sahne oluyor. 4. sivilce. spot-check f. rasgele kontrol etmek; rasgele kontrolde bulunmak. 5. İng. az bir miktar: a spot of azıcık, biraz. 6. projektör, ışıldak; spotless s. tertemiz, spot, lekesiz. spot lamba. spotlight i. projektör, ışıldak; spot, spot lamba. spotted s. 1. benekli, noktalı. 2. lekeli. spotter i. gözcü, gözleyici; gözetleyici. spotty s. 1. ancak ara sıra iyi olan; ancak yer yer iyi olan: Her spot-weld performance f. nokta/puntawas spotty. kaynağı Performansı yapmak. ancak yerkaynağı. i. nokta/punta yer iyiydi. 2. İng. sivilceli. spouse i. eş, koca/karı. spout f. 1. fışkırtmak; fışkırmak. 2. k. dili cafcaflı bir şekilde (bir şeyler) sprain söylemek. f. burkmak.3.i. k. dili (bir şeyler) döktürmek, kolaylıkla burkulma. söyleyivermek. i. 1. (çaydanlık v.b.´nde) emzik, ibik. 2. fıskıye. sprain one´s ankle ayağı burkulmak, ayağını burkmak: She´s sprained her ankle. sprain/twist one´s ankle Ayağı ayağını burkulmuş. burkmak, ayak bileğini burkmak. sprained ankle burkulan ayak. sprang f., bak. spring. sprat i., zool. çaçabalığı. sprawl f. 1. yayılıp yatmak, sere serpe uzanmak; yayılarak oturmak. 2. spray çok i. 1. geniş incecik birdamlacıklar alana yayılmak: The su halindeki cityserpintisi. sprawls along the river. 2. (serpinti Şehir nehirsprey. halindeki) boyunca f. yayılıyor. (püskürteçle/boya tabancasıyla/spreyle) spray gun pistole, tabanca. püskürtmek, sıkmak: Spray those roses with an insecticide! O sprayer i. 1. püskürteç, pülverizatör; pistole, tabanca. 2. sıvı püskürten güllere böcek ilacı sık! He sprayed paint on the wall. Duvara spread kimse. f. (spread) 1. yaymak; sermek; yayılmak: Spread that rug on the boya püskürttü. spread ground. i. O halıyı 1. yayılma. yere 2. iki uç yay. The news arasındaki is spreading. Haber genişlik/uzunluk: What´s the yayılıyor. spread of 2. this(gübre tree? v.b.´ni) Bu ağacın(tarlaya) dökmek. dallarının 3. (bir yayıldığı alan şeyi) (başka ne kadar? spread its wings (kuş) kanatlarını açmak/germek. bir şeyin What üstüne) is the spread sürmek. of this 4. (sofrayı) eagle´s kurmak. wings? Bu kartalın kanat spread like wildfire büyük bir hızla yayılmak. uzunluğu ne kadar? These grades show a wide spread. Bu spread o.s. thin k. dili birensürü notların işle meşgul küçüğüyle olmak,arasında en büyüğü kırk taraktaepeybezifarkolmak. var. 3. spread one´s arms wide çiftlik. 4. alabildiğine kollarını k. dili zenginaçmak.bir sofra. 5. (gazetede bir konu veya ilana spread rumors ayrılan) dedikodu yer. 6. (ekmek v.b.´ne kolayca sürülen) spred, ezme. 7. çıkarmak. yatak örtüsü. spread s.t. thin bir şeyi ince bir tabaka halinde sürmek. spread-eagle f. kol ve bacaklarını yana açarak yatmak/yatırmak. spreadsheet i., bilg. 1. (tablolama programıyla hazırlanan) tablo. 2. tablolama spreadsheet program programı. bilg. tablolama programı. spree i. çılgınca/aşırı derecede yapılan bir şey: While she was on a sprig shopping i. ufacık dal spree he went parçası; on aShe filizcik: drinking decoratedspree.theO salad çılgınca alışveriş with sprigs yaparken of parsley. kendisi Salatayı demaydanoz deli gibi içmeye başladı. parçalarıyla süsledi. sprightly s. canlı, hareketli. spring f. (sprang/sprung; sprung) 1. over/across bir sıçrayışta (bir spring şeyin) üstünden i. 1. pınar; kaynak, geçmek, memba. (bir2.engeli) bahar, sıçrayarak ilkbahar. 3.aşmak: yay; He sprang zemberek. over the wall. 4. esneklik, Bir sıçrayışta duvarı aştı. 2. up birdenbire spring a leak akmaya başlamak: Theelastikiyet. barrel´s sprung 5. sıçrayış: a leak.He cleared Fıçı akmaya the meydana gelmek, türemek. 3. from -den kaynaklanmak, ditch in one spring. Bir sıçrayışta hendeği atladı. 6. canlılık. -den başladı. k. dili birdenbire canlanıp harekete spring into life gelmek. 4. from -den fışkırmak. 5. upgeçmek. (bitki) bitmek. 6. spring mattress çatlatmak; yaylı yatak.çatlamak. 7. birdenbire açılmak/kapanmak; spring onion birdenbire i., İng. yeşilaçmak/kapatmak. soğan, taze soğan. 8. from (belirli bir aileden/sınıftan) doğmak, gelmek: He sprang from a family of earls. Bir kont spring to one´s feet ayağa fırlamak. ailesinden geliyordu. 9. (bir his) ortaya çıkmak, belirmek: Hope spring towards the door kapıya fırlamak. springs eternal in the human breast. İnsanın yüreğinde her spring/vernal equinox zaman bir umutilkbahar bahar noktası, filizlenir.noktası 10. (adaleyi) (21 Mart´a burkmak. 11. on rastlayan (birine) ekinoks). (bir şeyi) pat diye söyleyivermek. 12. k. dili (hapishaneden) springboard i. tramplen, atlama/sıçrama tahtası. (birinin) salıverilmesini sağlamak; (hapishaneden) (birini) springtime i. ilkbahar,13. kaçırmak. bahar mevsimi.esmeye başlamak. up (rüzgâr) sprinkle f. 1. serpmek; ekmek; serpiştirmek. 2. (yağmur) serpmek, sprinkler çiselemek. i. su serpmei. aleti; 1. serpme. arozöz, 2.arazöz. (yağmur için) serpinti, çisenti. sprinkler system yağmurlama tesisatı, yangına karşı su serpme tesisatı. sprinkling i. 1. serpme. 2. azıcık bir miktar, bir nebze. 3. serpinti, çisenti. sprinkling can süzgeçli kova. sprint f. tam hızla koşmak. i. 1. tam hızla koşma. 2. sürat koşusu, sprinter sprint. i., spor sürat koşucusu. sprite i. peri; cin. sprout f. filizlenmek, sürmek; (tohum/tüy/sakal/saç) bitmek. i. 1. filiz, spruce tomurcuk, i. ladin. sürgün. 2. İng. brüksellahanası. spruce s. temiz ve zarif. f. spruce o.s. up k. dili kendine çekidüzen vermek. sprung f., bak. spring. spry s. (--er/sprier, --est/spriest) çevik, faal. spue f., bak. spew. spume i. köpük. spun f., bak. spin. spunk i. cesaret, yürek. spunky s. cesur, yürekli. spur i. 1. mahmuz. 2. teşvik eden bir şey. 3. d.y. kör hat; barınma spur s.o. on hattı; birini rampa hattı. 4. (iki koyak arasındaki) çıkıntı. f. (--red, teşvik etmek. --ring) mahmuzlamak. spurge i., bot. sütleğen. spurious s. sahte. spurn f. reddetmek. spur-of-the-moment s., k. dili anında yapılan. spurt f. fışkırmak; püskürmek; fışkırtmak; püskürtmek. i. 1. fışkırma; spurt püskürme. i. atılım, hamle, 2. parlama. atak. f. atılım yapmak, hamle yapmak; spor sputter finişe geçmek/kalkmak. f. 1. heyecanla söylemek. 2. (motor) öksürmek, öksürüğe sputter out benzeyen 1. (motor)ses çıkarmak. öksürüp stop 3. (alev)2.sönecek etmek. gibi titremek. (alev) titreyip sönmek. sputum çoğ. spu.ta (spyu´tı) i. balgam, tükürük. spy i. casus, ajan. f. casusluk etmek. spyglass i. küçük dürbün. squabble f. çekişmek, didişmek, atışmak, ağız kavgası yapmak. i. squad çekişme, i. 1. takım, didişme, ekip. 2.atışma, ağız kavgası. ask. manga. squad car (polise ait) devriye arabası. squadron i. 1. (yüz yirmi ile iki yüz kişiden oluşan) süvari birliği. 2. ufak squalid gemi filosu. s. 1. pis, çok3. hava kirli. 2. filosu. (ahlak açısından) iğrenç. squall i. bora; ani fırtına. squall f. (bebek) çok yüksek sesle ağlamak; cıyaklamak, cıyak cıyak squalor bağırmak. i. 1. pislik. 2. (ahlak açısından) iğrençlik, iğrenç olma. squander f. israf etmek, çarçur etmek. square i. 1. kare. 2. geom. kare, dördül. 3. (şehirdeki bina veya square sokakların f. 1. mat. (bir oluşturduğu) meydan. sayının) karesini 4. mat. almak. (bir sayının) 2. with karesi. 5. ile bağdaşmak, -e k. dili uymak; örümcek -i ile kafalı bağdaştırmak.kimse; çok 3. k. tutucu/resmi dili (hesabı) davranan görmek, kimse. square s. 1. kare, kare şeklinde olan. 2. (metre) kare: four square kapatmak. meters 4. k. dilikare. rüşvet 3. vererek (birini) yola getirmek; rüşvet square accounts (with) k.dört dili metre hesaplaşmak, k. dili örümcek kozlarını kafalı; paylaşmak; çok acısını kuyruk vererek tutucu/resmi (bir durumu) davranan. (istenilen şekilde) halletmek. 5. spor square bracket çıkarmak. İng. köşeli eşitlemek. parantez/ayraç. (puanları) 6. karelemek, karelere ayırmak. 7. off (bir square dance şeyin dörder kenarlarını) çiftten oluşan dörtgrupların köşeli hale getirmek. yaptığı bir dans. square meal k. dili doyurucu bir öğün yemek. square one´s jaw k. dili (birine meydan okumaya hazırlanıyormuş gibi) çenesini square one´s shoulders gerip uzatmak. omuzlarını dikleştirmek. square peg in a round hole mevkiine uygun olmayan kimse. square root mat. karekök. square s.o. away k. dili 1. birini hizaya getirmek, birini yola getirmek. 2. gereken square s.t. away her şeyi k. dili birbirine anlatmak. şeyi yoluna koymak; bir şeyi düzene sokmak. squash f. 1. ezmek; ezilmek. 2. (isyan v.b.´ni) bastırmak. 3. into (dar bir squash yere) sıkışmak. 4. susturmak. i. 1. bir odada oynanan tenise i. kabak. benzer bir oyun. 2. İng. şekerli meyveli bir içecek. 3. kalabalık, squat f. (--ted, --ting) 1. çömelmek. 2. (kendi malı olmayan bir mülkte) izdiham. squatter kanuna aykırıolmayan i. kendi malı olarak oturmak. bir mülkte i. 1. çömelme; kanuna aykırıçömeliş. 2. İng. olarak oturan kanuna aykırı olarak mesken tutulan bina. kimse. squatty s. 1. çömelmiş. 2. bodur, kısa ve tıknaz (kimse). 3. alçak, basık squawk ve f. 1.çirkin (bina). cıyak cıyak bağırmak. 2. k. dili şikâyet etmek, cıyaklamak, squeak bağırmak. i. 1. cıyaklama. f. 1. gıcırdamak. 2. k. 2. (fare) cik cikdili şikâyet. ötmek. i. 1. gıcırtı, gıcırdama. 2. squeak through (farenin k. dili kılçıkardığı) cikkazanmak/atlatmak. payı farkla sesi. squeaky s. gıcırtılı. squeal f. 1. çok tiz bir ses çıkarmak: The pig began to squeal. Domuz squealer acı i., k.acı dilibağırmaya ihbarcı. başladı. 2. k. dili ötmek, sır vermek; on -i ihbar etmek, -i ele vermek. i. çok tiz bir ses: The girl let out a squeamish s. 1. kolayca tiksinen, çok titiz; ahlak açısından çok titiz. 2. squeal. Kız çığlık kopardı. squeegee midesi i. lastik kolayca şeritli vebulanan. 3. midesi bulanmış. saplı silecek. squeeze f. 1. (meyve, ıslak bez v.b.´ni) sıkmak: Squeeze me a glass of squeezer orange i. sıkacak,juice. Bana bir bardak portakal suyu sık. She squeezed pres. some toothpaste out of the tube. Tüpten biraz diş macunu sıktı. squelch f. 1. (muhalefet v.b.´ni) bastırmak/susturmak. 2. vıcık vıcık bir 2. into/in -e sıkıştırmak: Can you squeeze this into your squid yerden i. kalamar;yürürken ayak sesi çıkarmak. mürekkepbalığı, supya. schedule? Bunu programınıza sıkıştırabilir misiniz? I squeezed squill myself i., bot. 1.with difficulty 2. adasoğanı. into the crowded car. Kendimi kalabalık maviyıldız. squinch vagonun i., mim. tonoziçine bingi, zor sıkıştırdım. tromp. 3. sıkıştırmak, zor bir duruma sokmak: Inflation´s squeezing us. Enflasyon bizi sıkıştırıyor. i. 1. squint f. gözlerini sıkma, kısarak sıkış. bakmak, 2. sıkım, kısık sıkılan bir defada gözlerle bakmak; miktar. (gözlerini) 3. kıtlık; squire kısmak. i., İng. (bir4. kısıtlama. köyün/kırsal bir bölgenin) kıtlıktan/kısıtlamadan toprak ileri gelenağası. zor durum. squirm f. kıpırdanmak; kıpır kıpır kıpırdanmak. i. kıpırdanma. squirrel i. sincap. squirt f. fışkırtmak; fışkırmak. i. 1. fışkırtılan sıvı: He sent a squirt of squirt gun tobacco juice all the way across the room. Tütünlü tükürüğünü su tabancası. odanın ta öte tarafına püskürttü. 2. k. dili küçük çocuk, küçük. squirting cucumber bot. eşekhıyarı, cırtatan. Sri Lanka Sri Lanka. Sri Lankan 1. Sri Lankalı. 2. Sri Lanka, Sri Lanka´ya özgü. 3. Sri Lankalı St Lucie (kimse). St Lucie cherry mahlep, kokulukiraz. stab f. (--bed, --bing) 1. bıçaklamak. 2. batırmak; saplamak; delmek: stab s.o. in the back He stabbed k. dili birini the meatvurmak, arkadan with his birine fork. Çatalını kalleşlikete sapladı. i. etmek. stabilisation i., İng., bak. stabilization. stabilise f., İng., bak. stabilize. stabiliser i., İng., bak. stabilizer. stability i. 1. istikrar. 2. sağlamlık. 3. stabilite, sabitlik. 4. denge. stabilization i. stabilizasyon. stabilize f. stabilize etmek. stabilized road stabilize yol. stabilizer i. stabilizatör; stabilizör. stable s. 1. sağlam, kolayca sarsılmaz; güvenilir. 2. dengeli (kimse). 3. stable fiz. stabil, kararlı. 4. istikrarlı. i. ahır. stable equilibrium kararlı denge. staccato z., s., müz. staccato, stakkato. stack i. 1. tınaz, ekin yığını. 2. çatılmış bir grup (silah), çatı: a stack of stack up rifles k. dilibir 1. tüfek çatısı. (trafik) 3. (üst tıkanıp üste 2. durmak. konulmuş şeylerin yığılmak; birikmek. 3. oluşturduğu) (işler) ... yığın. gitmek: f. 1. yığmak; That´s how istifstack things etmek. up 2. (silah) today. çatmak. Bugün işler stacking swivel (tüfekteki) çatı kancası. böyle. 3. against ile karşılaştırıp sonuç çıkarmak: How does this stadia i. stadya. brand of soap stack up against that one? Bu marka sabun o markaya göre nasıl? stadium çoğ. --s (stey´diyımz)/sta.di.a (stey´diyı) i. stadyum, stat. staff i. 1. (çoğ. --s/staves) değnek. 2. (çoğ. --s/staves) (bayrak için) staff officer gönder, kurmay direk. subay.3. (çoğ. --s/staves) asa. 4. (çoğ. --s/staves) müz. porte. 5. (çoğ. --s) (kuruluştaki) personel; (devlet kuruluşundaki) staff officer ask. kurmay subay, kurmay. kadro. stag i. erkek geyik. stag beetle zool. makaslıböcek, yereşeği. stag party k. dili erkekler için düzenlenen eğlence/parti. stage i. 1. sahne. 2. aşama, safha, mertebe, evre, basamak, merhale. stage fright f.sanatçıda sahneye sahneye koymak, çıkmadan sahnelemek. hemen önce başlayan korku ve stage manager heyecan. sahne amiri. stagecoach i. posta arabası, menzil arabası (atlı bir taşıt). stagehand i. sahne görevlisi. stagestruck s. oyuncu olma hevesine kapılmış. stagflation i. stagflasyon, durgunluk içinde enflasyon. stagger f. 1. sendelemek. 2. hayrete düşürmek; şoke etmek. 3. (bir işi) staging posta postakoyma, i. sahneye yaptırmak. i. sendeleme. sahneleme. stagnant s. 1. durgun ve pis (su). 2. durgun, hiç ilerlemeyen/gelişmeyen. stagnate f. durgunlaşmak, hiç ilerlememek/gelişmemek. stagnation i. durgunluk. staid s. ciddi, ağırbaşlı. stain f. 1. lekelemek. 2. (kimyasal maddeyle) koyulaştırmak. i. 1. stained glass leke. vitray.2. koyulaştırıcı kimyasal madde. stained-glass s. vitray. stainless s. lekesiz. stainless steel paslanmaz çelik. stair i. 1. (merdivene ait) basamak. 2. çoğ. merdiven. staircase i. (iki katı birbirine bağlayan) merdiven. stairway i. (iki katı birbirine bağlayan) merdiven. stake i. 1. kazık; (bitki için) ispalya, sırık, herek. 2. tic. pay, hisse: You stalactite ´ll have adamlataş, i. sarkıt, stake in this company. stalaktit, Bu şirkette senin payın olacak. istalaktit. f. 1. kazığa bağlamak; sırığa/ispalyaya bağlamak. 2. off stalagmite i. dikit, stalagmit, istalagmit. kazıklarla (bir yerin) sınırlarını belirtmek. 3. on (kumarda) stale s. bayat. şeye) (para) koymak. 4. on (umudu/geleceği/hayatı) (birine/bir stalemate (birine/bir i. kazanan şeye) bağlamak. olmadığı durum, yenişememe. veya kaybedenin stalk i. (bitkiye ait) sap. stalk f. 1. sezdirmeden (ava) yaklaşmak. 2. uzun adımlarla yürümek. stalklet 3. ava yaklaşır i., bot. sapçık. gibi yürümek. 4. uzun bacaklı su kuşu gibi yürümek. stall i. 1. (ahırda tek bir büyükbaş hayvana ait) bölme. 2. (umumi stall yerlerde bölmelerle f. 1. (hayvanı) ayrılmış) ahırdaki bölmeye duş/tuvalet kapatmak. yeri. 3. İng. 2. (motor) (pazarda/sergide) arızalanarak tezgâh, stop etmek; stand. (motorun) arızalanıp stop etmesine yol stall s.o. off k. dili birini uydurma bahanelerle başından savmak. açmak. 3. k. dili (vakit kazanmak için) (birini) oyalamak/işi stallion i. aygır. savsaklamak; oyalamaya/savsaklamaya çalışmak. stalwart s. 1. sağlam, güvenilir, sadık, davadan dönmeyen. 2. güçlü stamen kuvvetli (kimse). 3. ercik, i., bot. erkekorgan, yürekli, cesur. stamen. stamina i. dayanma gücü. stammer f. pepelemek; kekelemek. i. pepemelik; kekemelik. stammerer i. pepeme, pepe; kekeme. stamp f. 1. (ayağını) hızla yere vurmak; tepinmek, ayaklarını hızla yere stamp collecting vurmak. 2. damga pul toplama, vurmak, damgalamak. 3. pul yapıştırmak. 4. filateli. preste kesmek. i. 1. posta pulu; damga pulu; pul. 2. damga; stamp collector pul koleksiyoncusu, filatelist. mühür; kaşe (alet veya bu aletle basılan işaret). 3. ıstampa (alet stamp pad ıstampa. veya bu aletle basılan işaret). 4. ayak vuruşu. 5. tür, çeşit, nevi, stamp s.o. as tip. (bir6. iz, damga: şey) (birinin) This poem (belirli bears ait bir gruba theolduğunu) stamp of genius. Bu göstermek. şiirde deha izi var. stampede i. çılgınca koşuşma/kaçışma. f. (bir grubun) çılgınca stamping ground koşuşmasına/kaçışmasına yol açmak. k. dili uğrak yeri, sıkça gidilen yer: Beyoğlu is his principal stance stamping ground. i. 1. spor duruş Beyoğlu (biçimi). onun başlıca uğrak yeri. 2. tutum. stanch f. (kanı) durdurmak; -den akan kanı durdurmak. stanch s., bak. staunch 1. stand f. (stood) 1. ayakta durmak, durmak; ayakta kalmak. 2. (up) stand ayağa kalkmak.salonundaki) i. 1. (mahkeme 3. -in boyu/yüksekliği kürsü. 2. (belirli bir miktar) (açık havada bulunan olmak: He stands geçici) five feet eleven inches. Boyu beş fit on ait) durak.4.5. bir inç. stand a chance (of) -in sahne. 3. stand şansı olmak: Does(sergi yeri). 4. he stand (taksilere a chance of winning? (belirli sehpa; bir durumda) dayanak: music olmak/bulunmak: As things now stand, stand I´m stand as it is/was Kazanma olduğu şansı gibi var mı? standEverything kalmak/durmak: nota sehpası. umbrella stands as it was. Her to leave tomorrow. Şimdiki duruma göre yarın şemsiyelik. 6. ağaç topluluğu: That´s a nice stand of pines. O gitmem şey eskisi gerekiyor. kenara gibi. He stands accused of larceny. Hırsızlıkla itham stand aside güzel birçekilmek, çamlık. 7.yol çoğ.,vermek. spor tribün. stand at ediliyor. On this subject he (ısı v.b.) (belirli bir derecede) olmak:stands alone. TheBu konuda yalnız thermometer kaldı. stood at 5. (belirli 40°C. bir yerde) Termometre olmak: 40°C´ı Where does gösteriyordu. Trabzonspor stand in stand at attention esas the duruşta olmak. rankings? Trabzonspor klasmanda kaçıncı sırada yer alıyor? stand back çekilmek, The churchkenara stood at çekilmek. the top of the hill. Kilise tepenin başında stand behind duruyordu. 1. -in arkasında 6. (birdurmak. şey) (belirli birşeyin) 2. (bir yerde)iddia durmak: That edildiği gibistatue´s stood there olduğuna forgaranti dair years. vermek. O heykel3. orada yıllardır (birini) bütünüyleduruyor. 7. (su) stand by 1. beklemek; hazır beklemek. 2. (birini) bırakmamak, (bir yerde) kalmak, durmak: Water stood in the low places for desteklemek. terketmemek, k. diliSu, amacından (birine) destek olmak; hiç şaşmamak; (birine/bir şeye) sadık stand by one´s guns days. alçak yerlerde günlerce inancından/fikrinden kaldı. 8. çekmek; tahammül kalmak. vazgeçmemek; 3. (kötü bir olaya) kararından seyirci caymamak.kalmak. 4. (birinin yakınında) stand by one´s word etmek, sözünden katlanmak, dönmemek. dayanmak: I can´t stand this. Bunu hazır bulunmak. stand clear çekemem. (of) (bir şeyden)He can´tzarar stand to see that görmeyecek areabir kadar now. Artık o durmak, mesafede semti görmeye uzak tahammül edemiyor. 9. yürürlükte kalmak; geçerli stand clear of -den durmak. olmak: uzak durmak, My offer still (birinden) uzak kalmak, stands. Teklifim ile temas hâlâ geçerli. 10. stand close examination etmemeye ısmarlamak, çalışmak; yakından incelemeye (bir şeyi) kullanmamak, gelmek, kurcalamaya (birine) (verilecek bir şeyin) parasını -denödemek: gelmek: sakınmak. His pastI´ll stand corrected won´t stand stand you a close dinner. yanıldığını kabul etmek. examination. Sana bir akşamGeçmişini yemeği kurcalamaya ısmarlarım. gelmez. 11. (for) İng. (-e) aday olmak; (-e) adaylığını İng. (bulunduğu makama) bir daha aday olmamak. koymak: He´s standing for stand down the presidency. Başkanlığa adaylığını koydu. 12. koymak; stand erect dik durmak. dayamak: Stand that statue by the door. O heykeli kapının stand fast/firm 1. geri koy. yanına çekilmemek; Stand those teslim olmamak; paintings againstpes the etmemek. wall. O 2. tabloları stand for inancından/fikrinden duvara daya. She stood 1. -i simgelemek. 2. vazgeçmemek; (birthe child on ülkünün) kararından her shoulders. savunucusu caymamak. olmak.Çocuğu 3. ayakları üzerinde (tahammül omzuna bir edilemeyecek aldı. şeye) müsaade etmek, izin stand guard (korumak/gözetmek için) nöbet tutmak. stand head and shoulders vermek. -den çok daha iyi olmak, -den çok üstün olmak. above stand high with (birinin) gözüne girmiş olmak. stand idle 1. (makine) kullanılmamak. 2. (biri) hiçbir şey yapmadan stand in for durmak: Don´t just (birine) vekâlet stand there idle; help us! Orada öyle boş etmek. durma; bize yardım et! stand in line kuyrukta beklemek. stand in line kuyrukta beklemek. stand in s.o.´s way 1. birine mâni olmak, birine engel olmak, birini engellemek. 2. stand on ceremony birinin yolunu kapamak: As he was standing in my way I couldn resmi davranmak. ´t get out the door. Yolumu kapadığı için kapıdan dışarı stand on ceremony resmi kurallara göre davranmak, protokolcü olmak. çıkamadım. stand on one´s own two feet k. dili kendi yağıyla kavrulmak, kimseye muhtaç olmamak. stand one´s ground davasından vazgeçmemek. stand one´s ground 1. ask. üstünde bulunduğu yeri başarıyla savunmak. 2. stand out savunduğundan göze çarpmak. vazgeçmemek. stand over (birinin) başında durmak. stand pat k. dili 1. kararını değiştirmeyi reddetmek. 2. yerinde saymak, stand s.o. in good stead hiç değişmemek, işine yaramak. hiç ilerlememek. stand s.o. in good stead birinin işine yaramak, faydasını görmek: This´ll stand you in stand s.o. up good stead later randevuya on. Sonradan gelmeyerek bunun faydasını birini boşuna bekletmek. göreceksin. stand still kıpırdamadan/kımıldamadan/hareket etmeden durmak. stand to gain (muhtemelen) kazanabilmek: What do we stand to gain from stand to lose this? Bunun sonucunda (muhtemelen) ne kazanacağız? kaybedebilmek: What does she stand to lose? stand trial Ne kaybedebilir? yargılanmak. stand up for -i savunmak, -i desteklemek. stand up to 1. (birine) karşı gelmek, kafa tutmak. 2. (bir şeye) dayanmak, (bir şeye karşı) dayanıklı olmak. standard i. 1. standart: standard of living hayat standardı, yaşam düzeyi. standard 2. ahlaki s. 1. değer: standart. 2.She has high standards. Onun ahlaki değerleri normal. yüksek. 3. standart, ölçün. 4. sancak, bayrak. 5. ekon. para standard deviation standart sapma. standardı. standard lamp İng. ayaklı lamba, abajur. standard of living yaşam standardı, yaşam düzeyi. standard-bearer i. 1. bayraktar, sancaktar, alemdar. 2. bayraktar, önder. standardisation i., İng., bak. standardization. standardise f., İng., bak. standardize. standardization i. standartlaştırma, standardizasyon. standardize f. standartlaştırmak, standardize etmek. standby i. (çoğ. --s) 1. yedek. 2. ekon. stand-by, her an kullanılabilecek stand-in kredi. i. dublör. standing s. her zaman geçerli olan. i. durum, pozisyon; statü. standing committee daimi komisyon. standing order 1. çoğ. içtüzüğün kuralları. 2. çoğ. hastanedeki hastalar için standing ovation geçerli ayaktaolan kurallar. yapılan 3. belirli aralıklarla gönderilen sipariş, alkışlama. süreli sipariş. 4. henüz gönderilmemiş sipariş. standing room ayakta duracak yer. standing start spor ayaktayken yapılan depar. standing water durgun ve akmayan su. standoffish s. soğuk, sıcak davranmayan. standout i. üstünlüğünden dolayı göze çarpan. standpoint i. açı: Let´s look at the matter from her standpoint. Konuya standstill onun i. açısından bakalım. stank f., bak. stink. stanza i. şiir kıtası. staple i. 1. başlıca ürün. 2. temel gıda maddesi. 3. (birinin/bir staple hayvanın) i. zımba teli,temel yiyeceği: tel. f. Grass is a staple of a zebra´s diet. Ot (telle) zımbalamak. zebranın temel yiyeceklerinden biridir. stapler i. tel zımba. star i. 1. yıldız. 2. sin., tiy., müz. yıldız, star: She´s become a movie star star. Sinema f. (--red, yıldızı --ring) 1. -inoldu. yanına yıldız işareti koymak. 2. (belirli bir star filmin) yıldızı olmak: This s. en iyi; üstün: star role en film stars Charlie önemli rol. Chaplin. Bu filmin yıldızı Şarlo. Charlie Chaplin starred in many movies. Şarlo star system sin., tiy., müz. star sistemi. birçok filmin yıldızıydı. starboard i. (geminin) sancak tarafı, sancak. s. sancağa ait. starch i. 1. kola. 2. nişasta. 3. resmiyet, resmilik, resmi tavırlar. f. starched kolalamak. s. kolalı, kolalanmış. stare f. (at) (dikkatle) bakmak. i. (uzun ve dikkatli) bakış. starfish i. (çoğ. star.fish/--es) zool. denizyıldızı. stark s. 1. ıssız; boş; çıplak: stark mountain peaks çıplak dağ zirveleri. stark naked 2. çok sadeanadan çırılçıplak, (üslup);doğma. gerçekleri hiç yumuşatmayan (anlatım). 3. katıksız, saf, tam: stark madness tam delilik. z. büsbütün, stark raving mad kudurmuş, delirmiş. tamamen: stark raving mad zırdeli. stark naked çırılçıplak, starlet i., sin. yıldız adayı, yıldızcık; yıldız olmayı uman genç aktris. çırçıplak. starlight i. yıldız ışığı. starling i., zool. sığırcık, çekirgekuşu. starlit s. yıldızlarla aydınlanmış, yıldızlı. star-of-Bethlehem çoğ. stars-of-Beth.le.hem (starz´ıvbeth´lîhem) i., bot. starred tükürükotu. s. yıldız işaretli, yıldızlı. starry s. yıldızı çok olan, çok yıldızlı. starry-eyed s. hiç olmayacak bir şeye kapılıp gitmiş; hiç olmayacak bir şeyin start (on) a new bottle of peşinde yeni bir koşan. şişe şaraba başlamak. wine start (to) work işe başlamak. start f. 1. başlamak; başlatmak: It started to rain. Yağmur yağmaya start başladı. They´ve i. 1. başlangıç. 2. started fighting. yola çıkma: Let´sDövüşmeye get an early başladılar. Prices start. Erken start yola at fifteen million liras. Fiyatlar on beş milyon liradan start a car oto. çıkalım. 3. spor start, depar, çıkış. 4. spor çıkış çizgisi. 5. motoru çalıştırmak. başlıyor.He irkilme: The E 5 superhighway awoke starts inuyandı. with a start. İrkilerek Edirne. E 5 karayolu start a fire 1. yangın başlıyor. Edirne´de çıkarmak:We´ll Do you think start withan arsonist you. Seninlestarted this fire? başlayacağız. start a meeting Sence Who bu started yangını toplantıyı açmak. this? bir Bunukundakçı kim mı çıkardı? başlattı? 2. 2. in (out/off)-i yakmak; yola ateş yakmak: They´ve started çıkmak/koyulmak: We set aout firefor in Mersin. the fireplace. Şömineyi Mersin´e hareket ettik. start back geri dönmek, dönmek. yaktılar. 3. (back)Let´s startürküp irkilmek, a fire.gayriihtiyari Ateş yakalım. bir hareket yapmak. 4. start from one´s sleep uykusundan from (bir yerden) sıçrayarak uyanmak. birdenbire ayağa sıçramak. 5. from (bir start from scratch hiçten başlamak, yerden) fışkırmak. sıfırdan başlamak. 6. (at) spor (maçın başlangıcında) (takımda) start legal proceedings yer almak: He´s starting for Fenerbahçe at forward. Bu maçta (-e karşı) dava açmak/hukuki yollara başvurmak. (against) Fenerbahçe takımında forvet olarak yer alacak. start off başlamak: We started off fine, but after a month things began start out as to ... go wrong olarak betweenbaşlamak: çalışmaya us. İyi başladık, fakatout He started bir as ay asonra cabinaramız boy bozulmaya and now he´syüz a tuttu. captain. Miço olarak çalışmaya başlayıp şimdi start out to do s.t. belirli bir amaç güderek yola çıkmak: He started out to be a kaptan doctor oldu. start s.o. in business birinin but ended up iş hayatına as a writer. atılmasına Hekim yardım olacağım diye işe etmek. başladı, fakat sonunda yazar olup çıktı. start s.o. out/in (as ...) birini (belirli bir işte) çalışmaya başlatmak: We´ll start start s.t. going/up you out 1. bir in the packing makineyi department. çalıştırmak. 2. bir şeyiSeni ambalaj bölümünde işe başlatmak. başlatacağız. start signal spor start. start something k. dili kavga çıkarmak: Are you trying to start something? start the ball rolling Kavga mı çıkarmaya çalışıyorsun? işi başlatmak. start to one´s feet birdenbire ayağa sıçramak. starter i. 1. yarışa katılan kimse/at. 2. başlayan kimse. 3. spor starter, starter´s pistol çıkışçı, başlama spor yarış hakemi. 4. oto. marş. 5. k. dili başlangıç. 6. İng. tabancası. ordövr, meze. 7. maya. starting line spor çıkış çizgisi. starting point başlangıç/çıkış/hareket noktası. startle f. irkiltmek. startling s. çok şaşırtıcı. starvation i. açlık çekme; açlıktan ölme. starve f. 1. açlık çekmek; açlıktan ölmek. 2. (birini) aç bırakmak. 3. k. starve s.o. out dili çokaçacıkmak. birini bırakarak 4. teslim for (birolmaya şeyin) eksikliğini/yokluğunu zorlamak. çok starve s.o./an animal to duymak. birini/bir hayvanı açlıktan öldürmek. death stash i., k. dili 1. zula. 2. zulada saklanan şey. 3. bıyık. f. (away) (in) stat (bir yere) saklamak: kıs. immediately, He stashed static, it away stationary, in a cupboard. statistics, statute. Onu bir dolaba sakladı. state i. 1. durum, vaziyet, hal: state of war savaş hali. the state of his state health f. ifadeonun etmek, sağlık durumu. söylemek, a state ofbeyan bildirmek, emergency etmek;acil bir durum. belirtmek. in an unconscious state baygın bir halde. state of mind ruhsal state of mind ruhsal durum, haleti ruhiye. durum/ruh haleti. This state of affairs can not go on. Bu durum state school İng. devlet devam okulu.The roads here are in a bad state of repair. edemez. stateless Buradaki yollar tamire muhtaç. 2. devlet: a state secret bir s. uyruksuz, tabiiyetsiz. stately devlet sırrı. state s. haşmetli, görkemli. affairs devlet işleri. a self-governing state özerk bir devlet. 3. eyalet: The U.S.A. is made up of fifty states. stately home İng. büyük A.B.D. bir çiftlikte elli eyaletten bulunan ibaret. malikâne. s. devlet tarafından yapılan (tören, statement i. 1. ifade; ziyafet demeç, beyanat. 2. hesap özeti: bank statement v.b.). stateside bankanın s. A.B.D.´de müşterisine verdiğiait; olan; A.B.D.´ye hesap özeti. gelen. z. 1. A.B.D. A.B.D.´den statesman ´ye. 2. A.B.D.´de. çoğ. states.men (steyts´mîn) i. 1. devlet adamı. 2. kendi statesmanlike partisinden s. devlet adamınaçok devletin yakışır.yararını düşünen siyaset adamı. static s. 1. ilerleme/gelişme göstermeyen, statik. 2. fiz. statik, duruk. i. static electricity 1. radyo statik parazit. 2. statik elektrik. elektrik. statics i. statik (bilim dalı). station i. 1. d.y. istasyon/gar; otogar, garaj; (metroya ait) durak. 2. station in life radyo, sosyal TV istasyon. 3. istasyon (araştırma kuruluşu): agricultural durum. experiment station tarım istasyonu. 4. yer, mahal, mevki. f. in 1. station to station call normal konuşma, santral aracılığıyla konuşma. (birini) (bir yere) tayin etmek, atamak. 2. (birini) (bir yere) station wagon steyşın. (geçici bir süre için) yerleştirmek, koymak. stationary s. 1. hareket etmeyen, hareketsiz. 2. işlemeyen, çalışmayan (makine). 3. sabit, durağan. stationer i. kırtasiyeci. stationery i. 1. mektup kâğıdı ve zarf. 2. kırtasiye. stationmaster i. istasyon şefi. statistical s. istatistiksel, istatistiklere dayanan. statistician i. istatistik uzmanı, istatistikçi. statistics i. istatistik, sayımbilim. statuary i. heykeller. statue i. heykel. statuesque s. 1. heykel gibi. 2. endamlı ve güzel, heykel gibi (kimse). stature i. 1. boy, endam, uzunluk. 2. itibar, prestij. status i. 1. statü, durum, hal, vaziyet; pozisyon. 2. statü, itibar, prestij. statute i. kanun, yasa. statutory s. yasaya uygun, yasal, kanuni. statutory rape huk. reşit olmayan bir kızla cinsel ilişkide bulunma. staunch s. sadakatli, sadık. staunch f., İng., bak. stanch 1. stave f. (--d/stove) (in) kırarak delik açmak; çökertmek. stave off (geçici olarak) savmak, atlatmak; uzaklaştırmak, defetmek. stay f. 1. kalmak: I can´t stay here any longer. Burada daha fazla stay kalamam. i. 1. kalmaStay süresi; where yousüresi, ziyaret are! Bulunduğun yerde kal! How ziyaret: a three-week stay long üç are interest haftalık bir rates ziyaret. going 2. to balina:stay up? collar Faiz stay oranları yaka ne kadar balinası. corset stay an order huk. kararı durdurmak. zaman stay korse böyle yüksek kalacak? It´s stayed cold for weeks. Hava balinası. stay away (from) haftalardır(-den) uzakStay soğuk. durmak. as you are! Olduğun gibi kal! Can´t you stay for/to dinner stay sober for akşam/öğle just one day? yemeğine kalmak.Tek bir gün ayık kalamaz mısın? 2. stay in (misafir olarak) kalmak: 1. içeride kalmak, dışarı çıkmamak; He stayed with evin them forkalmak. içinde months.2. (bir Aylarca yerde/bir onlarda kaldı. She´s staying at a hotel. Otelde kalıyor. stay late geç 3. saateişte) yavaşlatmak; kadar çalışmaya kalmak. devam durdurmak. 4. etmek: He´s going to stay (açlığı) bastırmak. in teaching. Öğretmenliğe devam edecek. stay mum k. dili kimseye bir şey söylememek, ağzını açmamak, stay one jump ahead konuşmamak. k. dili, bak. be one jump ahead. stay out 1. of -den uzak durmak. 2. dışarıda kalmak; dışarıda gezip stay put tozmak. yerinden kımıldamamak. stay put k. dili bulunduğu/istenilen yerde kalmak: This picture won´t stay the course stay yarışınput; it keeps veya zor bir falling. olayınBu resimkadar sonuna taktığım yerde durmuyor; dayanmak. hep düşüyor. stay up until (belirli bir saate) kadar yatmamak. staying power dayanma gücü, metanet. stead i. steadfast s. 1. sadakatli, sadık. 2. sabit, değişmeyen. 3. sözünden steady dönmeyen. s. 1. titremeyen; sağlam. 2. değişmeyen; durmayan, devamlı. 3. steak durmadan i. biftek. aynı şekilde akan (su). 4. sabit (bakış). 5. sağlam, pusulayı şaşırmayan (kimse). 6. tutarlı, istikrarlı, güvenilir. 7. steal f. (stole, sto.len) 1. çalmak, aşırmak; hırsızlık etmek: He stole all sağlam (sinirler): He´s got steady nerves. Sinirleri sağlam. 8. k. the money. Paranın k. dili hepsini çaldı. 2. (birbırakmadan şeyi) gizliceöpüvermek. veya steal a kiss from dili bir (birinin) başkasıyla itiraz etmesine çıkmayan/flört hiçetmeyen vakit (erkek/kız arkadaş). f. dikkati çekmeden yapmak: He stole into the room. Hırsızlama steal s.o.´s thunder 1. k. (bir dili şeyin) titremesini (kazara/kasten) durdurmak. (birinden) önce 2.davranarak sakinleştirmek. onun3. odaya girdi. She stole a glance at them. Onlara hırsızlama bir stealth istikrar beklediği i. bulmak. gizli attı. ilgi, tutma; övgü4. dikkati doğru v.b.´niyola getirmek; kendisinden çekmeden yapma. (birini) çalmış doğru gibi yolda bakış i., k. dili kelepir. tutmak. olmak/çalmak. stealthy s. hırsızlama yapılan. steam i. 1. buhar: Steam was coming out of the kettle. Çaydanlıktan steam buhar f. çıkıyordu. 1. buharda 2. islim, pişirmek. 2. istim: The locomotive (bir şeyden) is powered buhar çıkmak; (bir by steam. Lokomotif şeyden) buhar islimle halinde çalışıyor. çıkmak: The 3.soup buğu: wasThe windowpane steaming. steam bath buhar banyosu. was covered Çorbadan withçıkıyordu. buhar steam. Pencerenin Our breathcamı buğulanmıştı. steamed in the cold. steam engine buhar makinesi. Soğukta nefeslerimiz buhar halinde çıkıyordu. 3. istimbotla veya steam heating buharlılokomotifin buharlı kalorifer. çektiği trenle gitmek. steam iron buharlı ütü. steam s.t. off bir şeyi buhara tutarak çıkarmak. steam s.t. open bir şeyi buhara tutarak açmak. steam shovel ekskavatör, kazı makinesi. steam up (cam v.b.) buğulanmak. steamboat i. istimbot. steamer i. vapur. steamroller i. (motorlu araç olarak) silindir. steamship i. vapur. steamy s. 1. buharlı; buharla dolu. 2. buğulu. 3. k. dili şehvet dolu, stedfast şehvetli, erotik. s., bak. steadfast. steed i., edeb. at, küheylan. steel i. çelik. s. 1. çelikten yapılmış, çelik. 2. çelik üretimine ait, çelik. steel o.s. 3. çok güçlü. metin olmak.f. steel wool çelikpamuğu, çelik tel yumağı. steelworks i. çelik fabrikası, çelikhane. steely s. 1. çelikten yapılmış, çelik; içinde çelik bulunan. 2. çelik gibi, steelyard sert. i. kantar, el kantarı. steep s. 1. dik, sarp. 2. yüksek (fiyat). steep f. 1. (çayı) demlemek; (çay) demlenmek. 2. (in) (sıvıya) bastırıp steep o.s. in bekletmek; bir konuda (sıvıya) bastırılıp bekletilmek. derinleşmek. steeple i. (kiliseye ait) sivri uçlu kule. steeplechase i., spor engelli koşu, engelli. steer f. 1. direksiyonda olmak, direksiyon kullanmak. 2. den. steer dümende olmak, i. iğdiş edilmiş dümen kullanmak. 3. into -e yöneltmek: What boğa. steered you into medicine? Sizi tıbba yönelten neydi? 4. through steer clear of 1. k. dili -den uzak durmak. 2. -i (bir yerlere) çarpmadan -i (bir yerden) geçirmek: He steered the ship through the strait. steer s.o./s.t. away from götürmek. birini/bir şeyi -dengeçirdi. başka tarafa çekmek/yöneltmek. Gemiyi boğazdan 5. for den. (belirli bir yere) giden steering column rotayı izlemek, direksiyon mili. (belirli bir yere) doğru gitmek. steering wheel 1. direksiyon. 2. den. dümen dolabı tekerleği. stein i. büyük bira bardağı. stellar s. 1. yıldızlarla ilgili. 2. yıldız gibi. stem i. 1. (bitkide) sap/gövde. 2. (kadehte) sap. 3. (pipoda) beden. f. stem the tide of (--med, --ming) -i1.engellemek, ile baş etmek, (akışı) durdurmak/yavaşlatmak. -i durdurmak. 2. from -den kaynaklanmak. stemlet i., bot. sapçık. stench i. pis koku. stencil i. 1. şablon: lettering stencil yazı şablonu. 2. şablonla yazılan stencil paper yazı; mumlu şablonla kâğıt. çizilen desen. f. şablonla (yazı) yazmak; şablonla (desen) çizmek. stenographer i. stenograf. stenography i. stenografi. stenotype i. stenotip. step f. (--ped, --ping) 1. adım atmak: Step ten paces to the left! Sola step on i. 1.adım adım,at!ayak 2. teraslamak, sekilemek. atışı: It´s about five steps away from you. step by step Senden adım adım, basamak basamak. ayak sesi. 3. çok kısa bir beş adım kadar ötede. 2. mesafe: It´s just a few steps away. Sadece iki adım ötede. 4. step down 1. inmek. 2. istifa etmek; emekliye ayrılmak. basamak: How many steps does this staircase have? Bu step forward 1. bir adım öne merdivende kaç çıkmak. basamak2.var?öne 5.doğru adım atmak. basamak, etap, aşama. step in 1. içeri gelmek/girmek; içeri gitmek. 2. araya girmek, müdahale step off etmek. -den inmek: He stepped off the train. Trenden indi. step on -e ayak basmak; -e (ayakla) basmak; -i (ayakla) ezmek. Step on it! 1. Gaza bas! 2. k. dili Çabuk ol!/Çabuk! step on s.o.´s toes/corns k. dili, bak. birinin nasırına basmak; birinin kuyruğuna basmak. Step on the gas! Gazla!/Gaza bas! step over 1. (yürüyerek) -in üzerinden geçmek. 2. -e gelmek/gitmek: Will step s.t. off you stepadımlamak/adımla bir yeri over here for a minute? ölçmek. Bir dakika buraya gelir misin? step up 1. on/onto -e çıkmak: He stepped up onto the stage. Sahneye stepbrother çıktı. i. üvey2.erkek artırmak; hızlandırmak; hızlanmak. 3. terfi ettirmek; terfi kardeş. etmek. stepchild çoğ. step.chil.dren (step´çîldrın) i. üvey çocuk. stepdaughter i. üvey kız (evlat). stepfather i. üvey baba. stepladder i. seyyar merdiven. stepmother i. üvey anne. steppe i. step, bozkır. steppingstone i. 1. atlama taşı. 2. atlama tahtası, meslekte bir ilerleme aracı. stepsister i. üvey kızkardeş. stepson i. üvey oğul. stereo s. stereo, stereofonik. i. stereo, stereofonik ses sistemi. stereobate i., mim. oturtmalık. stereophonic s. stereofonik. stereophony i. stereofoni. stereoscope i. stereoskop. stereotype i. şablon, basmakalıp örnek, stereotip. f. -i basmakalıp bir stereotyped kategoriye s. basmakalıp.sokmak. sterile s. 1. steril. 2. verimsiz. sterilisation i., İng., bak. sterilization. sterilise f., İng., bak. sterilize. steriliser i., İng., bak. sterilizer. sterility i. 1. sterillik. 2. verimsizlik. sterilization i. sterilizasyon. sterilize f. sterilize etmek. sterilizer i. (sterilizasyonda kullanılan) otoklav. sterling i. 1. sterlin, İngiliz lirası. 2. som gümüş. sterling silver som gümüş. stern s. 1. müsamahasız, sert (kimse). 2. sert (bakış/yüz). stern i. (gemide/teknede) kıç. sternum çoğ. sternums (stır´nımz)/ster.na (stır´nı) i., anat. göğüs kemiği. stern-wheeler i. arkadan çarklı istimbot, arkadan çarklı. steroid i., biyokim. steroit. stethoscope i., tıb. stetoskop. Stetson i. geniş kenarlı fötr şapka. stevedore i., den. yükleme/boşaltma işçisi. stew f. 1. hafif ateşte kaynatmak; kaynamak. 2. over k. dili hakkında steward endişe i. 1. den. etmek, kamarot.-i dert 2. etmek; (uçakta)-in yüzünden (erkek) kabin telaşa düşmek. i. görevlisi. etli/sebzeli sulu yemek; yahni; güveç; buğulama; türlü. stewardess i. (uçakta) hostes, (kadın) kabin görevlisi. stick i. 1. (ağaçtan/çalıdan koparılmış) ince dal. 2. baston. 3. değnek, stick sopa. 4. (şerit f. (stuck) halindeki 1. in/into çiklet/tebeşir/mobilya batırmak; saplamak; saplanmak: için) parça: Give She stuck me the a stick needle of gum. Bana in the cloth. bir çiklet ver. He hasn´t got a stick İğneyi kumaşa batırdı. The splinter stuck of stick around k. dili gitmemek, kalmak. furniture. Bir tek mobilyası yok. in his finger. Kıymık parmağına saplandı. 2. in -e dikmek, -e stick at (bir iş) üzerinde sebatla çalışmaya devam etmek, (bir işi) dikine saplamak: He stuck the stakes in the ground. Sırıkları stick by bırakmamak. 1. (birini) terketmemek, (birine) sadık kalmak. 2. under (inanca) sadık toprağa dikti. 3. -e sokmak; -e koymak: Stick this your stick in one´s craw kalmak. arm. k. diliBunu koltuğunun (bir şey) altına sok. Just birini gücendirmek, (birstick it in the trunk. Onu şeyin) stick in one´s gizzard bagaja koyuver. yutulması/hazmedilmesi 4. (on) (-e) zor yapıştırmak; olmak. 1. kursağında kalmak. 2. gücüne gitmek, ağırına (-e) yapışmak: gitmek:HeIt stuck stuck the stamps on the package. Pulları pakete gitti./Ağırıma5. yapıştırdı. stick in one´s mind k. diliin sıkışmak; myşey) (bir gizzard. birinin takılmak: Hazmedemedim./Gücüme aklından This drawer çıkmamak. always sticks. Bu çekmece her gitti. stick like a leech sülük gibi zaman yapışmak. sıkışıyor. 6. out -den dışarı çıkmak/uzanmak; -i (dışarı) stick one´s neck out çıkarmak/uzatmak: k. dili kendini tehlikeye The board atmak,was sticking kendini zor out of the car´s bir duruma sokmak. window. Tahta, arabanın penceresinden dışarı çıkıyordu. Don´t stick your arm out the window! Kolunu pencereden çıkarma! She stuck her tongue out at me. Bana dilini çıkardı. 7. in through -den içeri girmek/uzanmak; -den içeri sokmak/uzatmak: The bowsprit was sticking in through the window. Cıvadra stick out like a sore thumb k. dili kötü bir şekilde göze çarpmak. stick s.o. with k. dili (külfet sayılan bir işi) birine yüklemek, birinin başına stick to bırakmak; (istenilmeyen 1. (bir şeye) sadık kalmak.birini) birinin sadık 2. (birine) başınakalmak, bırakmak. (birini) stick to one´s guns terketmemek. 3. -e yapışmak. savunduklarını sürdürmek, savunduklarından vazgeçmemek. stick to one´s guns k. dili savunduklarından vazgeçmemek. stick to one´s ribs k. dili (yemek) doyurucu olmak. stick together 1. dayanışarak tek bir cephe oluşturmak. 2. birbirine yapışmak. stick up for -i savunmak. stick with 1. (biriyle) beraber kalmak. 2. (bir iş) üzerinde sebatla sticker çalışmaya devam etmek, (bir işi) bırakmamak. get stuck 1. in i. etiket; çıkartma. (çamur, kum v.b.´ne) saplanıp kalmak. 2. in (bir yerde) sıkışıp sticking s. kalmak. 3. on -e yapışıp kalmak. 4. k. dili bir problemin içinden sticking plaster İng. yara bandı. çıkamamak, çıkmaza girmek. 5. with k. dili (külfet sayılan bir stick-in-the-mud iş/istenilmeyen i., k. dili inatçı ve biri) (birinin) geri başına kalmak. 6. on k. dili (birine) kafalı kimse. stickler tutulmak, âşık olmak. i. for (belirli bir konuda) titizlik gösteren kimse. stickup i., k. dili soygun. sticky s. 1. yapışkan. 2. nemli, rutubetli (hava). 3. k. dili zor ve hassas sticky tape (iş/problem). İng. (yapıştırıcı) bant. stiff s. 1. katı, sert (bir şey). 2. kaskatı, gergin (kas). 3. koyu, koyu stiff breeze bir sertkıvamda olan. 4. zor, güç, müşkül. 5. resmi, soğuk esen rüzgâr. (davranış). i., argo morto, ceset. stiff dose of kuvvetli dozda (bir ilaç). stiff drink büyük miktarda ve hiç sulandırılmamış içki. stiff neck tutulmuş boyun. stiff price yüksek fiyat. stiffen f. 1. sertleşmek, katılaşmak; sertleştirmek, katılaştırmak. 2. stiff-necked (kıvamı) s. dik başlı,koyulaşmak; çok inatçı.(kıvamını) koyulaştırmak. 3. (bir duygu) pekişmek, kuvvetlenmek; (bir duyguyu) pekiştirmek, stifle f. 1. boğmak, (birinin) soluk almasını zorlaştırmak/engellemek; kuvvetlendirmek. 4. (rüzgâr) artmak. stigma boğulmak. çoğ. stig.ma.ta 2. (bir duyguyu/isyanı) (stîgma´tı)/--s bastırmak. (stîg´mız) 3. boğmak, i. 1. utanç (bir verici bir şeyin) şeyin gelişmesini başkaları engellemek. stifling heat boğucu üzerinde yarattığı etki: He couldn´t escape thesıcaklık. stigmatise f., İng., bak. stigmatize. stigma of his crime. İşlediği suçun başkaları üzerinde yarattığı stigmatize f. as -e (belirli bir şeyin) damgasını vurmak, -i (belirli bir şekilde) etkiden kurtulamıyordu. 2. bot. tepecik. stile damgalamak: They stigmatized i. (çit gibi bir bölmenin üstündentheir protest geçmek içinas disobedience. yapılmış) çifte Onların merdiven. protestosuna itaatsizlik damgasını vurdular. stiletto i. küçük hançer. stiletto heel (kadın ayakkabısında) ince ve sivri uçlu ökçe. still s. 1. hareketsiz. 2. dingin. 3. rüzgârsız; esintisiz. 4. durgun (su). still 5. sessiz. z. 1. hâlâ,6. köpüksüz daha: (şarap). Is he still here? i. O 1. hâlâ sessizlik, burada sükût; dinginlik. mı? 2. daha da: 2. fotoğraf. The f. 1. (fırtına v.b.´ni) dindirmek. 2. durdurmak. 3. still bağ.next bununladay beraber, it grew hotter still.birlikte: bununla Ertesi gün I´m daha sorry da sıcak about oldu. this. susturmak. still Still, I´m sure that in the end it´s for the best. Üzgünüm. i. imbik. Bununla beraber bundan iyi bir sonuç çıkacağına inanıyorum. still another bir ... daha: Here is still another example of this monotonous still life rhythm. güz. san. İşte bu monoton ritimden bir örnek daha. natürmort. stillborn s. ölü doğmuş. stillness i. 1. hareketsizlik. 2. dinginlik. 3. sessizlik. 4. (sularda) stilt durgunluk. i. eşas. 5. sessiz yer. stilted s. çok resmi, doğallıktan yoksun. stimulant i. 1. ecza. uyarıcı madde, uyarıcı. 2. teşvik unsuru, teşvik edici stimulate unsur. f. 1. uyarmak. 2. teşvik etmek. stimulation i. 1. uyarma. 2. teşvik. stimulus çoğ. stim.u.li (stîm´yılay) i. uyarıcı unsur, uyarıcı. sting f. (stung) 1. (arı v.b.) sokmak: The bee stung him. Arı onu soktu. stinger 2. (bitki) i. arı ısırmak. 3. (biber/duman) yakmak. 4. (söz) (birinin) iğnesi. yüreğini cızlatmak. i. 1. (arının) soktuğu yer. 2. yanma, arı stinginess i. cimrilik. sokmasına benzeyen acı. 3. acı, acılık, yakıcılık. stingy s. cimri, eli sıkı, hasis, pinti. stink f. (stank/stunk, stunk) pis kokmak; kokuşmak, taaffün etmek. i. stink of pis fenakoku. halde (bir şey) kokmak: You stink of raki. Sen fena halde stink up rakı kokuyorsun. kokutmak. stinking s. pis kokan. z., k. dili çok (zengin/sarhoş): He came home stint stinking f. masraftan drunk. Eve zilzurna kaçınmak. sarhoş i. (belirli bir geldi. işe ait) süre, müddet: He did stint o.s. amasraftan stint as a kaçınmak postman. Bir süre postacılık için kendini mahrum yaptı. bırakmak. stint on (bir konuda) cimrilik etmek. stipend i. 1. (papaz için) maaş. 2. (bursiyer için) yaşamsal stipulate gereksinmelerini f. şart koşmak. karşılayacak para; aylık. stipulation i. 1. şart. 2. şart koşma. stipule i., bot. kın. stir f. (--red, --ring) 1. karıştırmak: If you don´t stir it, it´ll burn. Onu stir karıştırmazsan i. dibi yanar. 2. kımıldamak. 3. heyecanlandırmak. 4. (belirli bir duyguyu) uyandırmak: It stirred his conscience. stir o.s. kalkıp bir şeyler yapmaya başlamak. Vicdanını uyandırdı. 5. harekete geçirmek; harekete geçmek; stir s.t. in bir şeyi (başka bir hareketlenmek: şeye) katmak/karıştırmak. It stirred him to action. Onu harekete geçirdi. stir up The hens began sebep 1. uyandırmak; to stir.olmak: Tavuklar Arehareketlenmeye you trying to stir başladı. i. 1. up a fight? stir up a hornet´s nest karıştırma. Kavga mı 2. hareketlenme, çıkarmaya hareket, çalışıyorsun? He çalkantı. yıldırımları üstüne çekmek; arının yuvasına çöp dürtmek. a was trying3. heyecan. to stir up rebellion. Halkı ayaklandırmaya çalışıyordu. 2. stir up trouble fesat karıştırmak, olay çıkarmak, ortalığı karıştırmak. heyecanlandırmak; coşturmak, galeyana getirmek. stirring s. heyecanlandırıcı, heyecan verici. stirrup i. üzengi. stitch i. 1. dikiş. 2. (örgüde) ilmik. 3. (böğürde) ani sancı. f. (iplikle) stock dikmek: i. 1. stok,Stitch depodakithe ends together. mallar. Uçları We 2. envanter: birbirine don´tdik. have She that in stitched our stock. up the rent. Envanterimizde Kesik yeri yok dikti. o. 3. miktar: You´d better lay in a stock f. 1. stokta bulundurmak: Do you stock compact discs? Sizde good kompakt stock of wood. Epey odun alıp depona disk bulunur mu? We don´t stock pornography. koymalısın. He´s stock certificate hisse senedi. added nothing Pornografik to ourbulundurmuyoruz. yayınlar stock of knowledge. Bilgi dağarcığımıza 2. üremesi için (bir yere) stock exchange borsa.katkısı olmadı. 4. ekon. hisselerin tümü: That´s a good hiçbir koymak: We´ve stocked this lake with trout. Üreyip çoğalması stock exchange/market stock. menkul için buOgöle hisselerin kıymetler alabalık değeri borsası, koyduk. hep3.artıyor. borsa. 5. soy, (bir yerde) nesep. 6. -i bulundurmak: She stockade (hayvan/bitki always i., stocks ask. 1. için) cins. 7. her barsavunma (genellikle bahç. with whiskey. (aşı yapılan) Barındakazık için yapılan) gövde. her zaman 8. etrafı çit. 2. bahç. viski kendinden bulundurur. kazık devamlı onçelik 4. upyer. çitle çevrili kesilençok -i oldukça bitki. 9. çiftlikte miktarda yetiştirilen satın almak. stockbreeder i. büyükbaş hayvanların yetiştiren tümü. 10. çiftçi. bağ kütüğü, kütük, omça. 11. (tüfekte) stockbroker i. borsacı. kundak. 12. bot. şebboy. 13. et suyu. s. her zamanki, (birinin) stockholder her zaman söylediği (cevap/şaka). i. hissedar. stocking i. çorap. stockpile f. stoklamak, çok miktarda biriktirmek; stokçuluk yapmak, stockroom istifçilik i. depo. yapmak. stock-still z. hiç kımıldamadan. stocky s. kısa boylu ve gürbüz. stockyard i. satılacak/kesilecek hayvanların geçici olarak muhafaza edildiği stodgy yer. s. 1. geri kafalı. 2. sıkıcı; monoton. 3. yavaş hareket eden, Stoic hareketleri ağır olan. s., i., fels. stoacı. stoic s., i. başına gelenler karşısında itidalini kaybetmeyen/metanet stoical gösteren s. başına (kimse). gelenler karşısında itidalini kaybetmeyen/metanet Stoicism gösteren. i., fels. stoacılık. stoicism i. itidalini kaybetmeme, itidal; sabır, metanet. stoke f. (ateşe/fırına) kömür/odun atmak; with (ateşe/fırına) stoker (kömür/odun) atmak. i. 1. ateşçi. 2. fırına kömürü otomatikman atan cihaz. stole f., bak. steal. stole i. etol. stolen f., bak. steal. s. çalınmış, çalıntı. stolid s. hiçbir şeyden heyecanlanmayan, vurdumduymaz. stomach i. 1. mide: He´s sick at his stomach. Midesi bulanıyor. 2. karın: stomachache She i. midewasağrısı. lying on her stomach. Yüzükoyun yatıyordu. f. dayanmak, tahammül etmek. stomp f. 1. ayağını yere vurmak; tepinmek. 2. ayakla ezmek. 3. k. dili stomp on (bir maçta)ezmek. 1. ayakla (bir takımı) ağır birtepinmek. 2. üzerinde yenilgiye uğratmak, ezmek. stone i. 1. taş. 2. (mücevhere ait) taş. 3. İng. (etli meyvelerde) stone çekirdek. 4. (böbrekte/safrada f. 1. taşlamak, taşa tutmak. 2. İng. oluşan) (etlitaş. 5. mezar taşı. s. bir meyvenin) taştan yapılmış, çekirdeğini taş, kâgir. stone crusher konkasör. çıkarmak. stone pine fıstıkçamı. stone quarry taşocağı. stone s.o./an animal to death birini/bir hayvanı taşlayarak öldürmek; birini recmetmek. stone wall taş duvar. stonecrop i., bot. damkoruğu. stonecutter i. taşçı. stoned s., k. dili 1. çok sarhoş, zilzurna sarhoş, zom. 2. uyuşturucu stonemason etkisinde i. duvarcı,olan, zom. ören kalifiye işçi. taş duvar stoneware i. 1. çok dayanıklı bir seramikten yapılan tabak, çanak. 2. çok stony dayanıklı bir seramik s. 1. taşı çok olan; taşlık.türü.2. k. dili sert, katı, duygusuz. stonyhearted s. taş yürekli. stood f., bak. stand. stool i. 1. tabure. 2. dışkı, kazurat; gaita. stool pigeon k. dili ispiyon, ispiyoncu, gammaz, muhbir. stoop f. 1. (öne) eğilmek; öne eğmek; over -in üstüne stoop eğilmek/abanmak. i. (binanın dışında, birkaç2. omuzları çökük/düşük basamakla çıkılan olmak/durmak, üstü kapalı) hafif kambur olmak: He stoops. Omuzları çökük. 3. to -e tenezzül sahanlık. stop f. (--ped, --ping) 1. durmak; stop/istop etmek; durdurmak; etmek: I didn´t think she´d stoop to doing that. Onu yapmaya stop stop/istop i. ettirmek: 1. mola;edeceğini duraklama. The2. train has stopped. Tren durdu. My durak. tenezzül zannetmezdim. i. hafif kambur. watch has stopped. Saatim durdu. It´s stopped snowing. Kar stop at nothing k. dili (istediğini elde etmek için) hiçbir şeyden çekinmemek. durdu. Stop the train! Treni durdur! He stopped the machine. stop by (bir yere)istop Makineyi uğramak. ettirdi. It´ll stop the bleeding. Kanamayı stop in durdurur. 1. uğramak: 2. (bir Stop şeyi yapmaktan) in on vazgeçmek, your way home. -i bırakmak, Eve giderken uğra.-i2. stop off kesmek: İng. Stop dışarı going çıkmamak, there. evde (in) (bir yerde) durmak; mola vermek. Oraya kalmak. gitmekten vazgeç. I do wish he´d stop complaining. Şikâyeti bir bıraksa. He´s stopped stop over in (bir yerde) smoking. mola vermek, Sigarayı bıraktı. 3.durmak. engellemek: It´ll stop the wind from stop round uğramak. coming in. Rüzgârın girmesini engeller. 4. İng. kalmak: Will you stop s.o. from stop with(bir 1. birini us for şeysupper? yapmaktan) Akşam yemeğine kalır vazgeçirmek. mısın?(bir 2. birinin 5. (çekin) şey ödenmesini yapmasını) durdurmak. engellemek. stop short aniden durmak. stop short birdenbire/ansızın durmak, duruvermek. stop short at 1. (bir yerde) birdenbire durmak. 2. işi (belirli bir yere) stop short of vardırmamak: He stopped işi (belirli bir yere) short atShe vardırmamak: betrayal. stoppedİşi short ihaneteof vardırmadı. murdering him. İşi onu öldürmeye vardırmadı. stop up 1. tıkamak; tıkanmak. 2. İng. (belirli bir saate kadar) stop work yatmamak. mola vermek; paydos etmek. stopcock i. vana. stopgap i. geçici tedbir. stoplight i. trafik lambası. stopover i. 1. mola; yolculuğu kesip bir yerde geçici olarak kalma. 2. stoppage konaklama i. 1. durdurma. yeri.2. (maaştan yapılan) kesinti. 3. (grev yüzünden stoppage at source meydana gelen) kesinti, stopaj, vergilerin kaynağındaişlerinkesilmesi. durması; grev. 4. tıkanma, tıkanıklık. stopper i. tıkaç, tapa, tıpa. f. tıkaçlamak, tapalamak, tıpalamak. stopwatch i. kronometre, süreölçer. storage i. 1. depoya koyma, depolama. 2. ardiye, depo ücreti. 3. bilg. storage battery bellek. akümülatör, akü. storax i. 1. bot. ayıfındığı. 2. ayıfındığı balsamı. 3. sığla balsamı. store i. 1. dükkân; mağaza. 2. stok, hazne. f. 1. (bir şeyi) (bir yerde) storehouse saklamak; (bir şeyi) bir depoya koymak. 2. up içine atmak, i. hazne, kaynak. biriktirmek: Don´t store up grudges! Hıncını içine atıp storekeeper i. dükkâncı, dükkân işleten kimse. biriktirme! storeroom i. sandık odası; depo, ardiye. storey i., İng., bak. story 2. storeyed s., İng., bak. storied. storied s. katlı: a two-storied house iki katlı bir ev. stork i. leylek. storm i. fırtına; sağanak. f. 1. şiddetli bir şekilde hücum ederek (bir storm of applause yeri) alkışfethetmek; tufanı. şiddetli bir şekilde hücum etmek. 2. çok öfkeli bir halde gitmek/hareket etmek. 3. bağırıp çağırmak. 4. fırtına storm petrel zool. fırtınakuşu, denizördeği. esmek: It´s storming outside. Dışarıda fırtına var. stormy s. 1. fırtınalı; sağanak yağışlı. 2. fırtınalı, kavgalı, çekişmeli. story i. 1. hikâye, öykü. 2. makale. 3. k. dili yalan, maval. story i. (binada) kat. storybook i. (çocuklar için) hikâye kitabı. storyteller i. 1. hikâye anlatan kimse, masalcı. 2. k. dili yalancı. stout s. 1. tombul, toplu, şişman. 2. dayanıklı, sağlam, güçlü. 3. cesur, stove yürekli. i. 1. fırın4. sadık, (üstü sağlam ocak, (destekçi). altı fırın i. koyu olan mutfak renkli aleti). 2.bir çeşit bira. soba. stove f., bak. stave. stovepipe i. soba borusu. stow f. 1. (away) in (bir şeyi) düzenli bir şekilde (bir yere) koymak. 2. stowaway away çok (yemek) i. saklanarak kaçakyemek. yolculuk 3.yapan away in/on kimse, (bir taşıtta) kaçak kaçak yolcu. yolcu olarak saklanmak: In order to get to England he decided straddle f. 1. (ata biner gibi) bacaklarını açarak (bir şeyin) üstüne to stow away on a freighter. İngiltere´ye gitmek için şilepte strafe binmek; f. yalama (bir uçuşşeyin) üstünde yaparak ata binmiş makineli tüfekle gibi oturmak. 2. (bir yer) taramak. kaçak yolcu olarak saklanmaya karar verdi. (her iki tarafında) bulunmak. 3. (biri) (her iki tarafı) straggle f. 1. in/back (gruptaki çoğu kimse veya sürüdeki çoğu hayvan desteklemek. straggler geldikten sonra) ayrı ayrı i. 1. gruptan/sürüden gelmek/dönmek. ayrılarak kendi başına2.kalmış (bir dal) (diğerlerinden kimse/hayvan. ayrı ve biçimsiz 2.straight ask. döküntü. bir şekilde) büyümek. 3. düzensiz straight s. 1. doğru; düz: road düz yol. straight line düz çizgi. 2. bir şekilde etrafa dağılmış olmak. straight ahead doğru, dosdoğru, yalan olmayan: a straight answer doğru bir cevap. 3. peş dümdüz. straight from the horse´s peşe, arka arkaya: five straight wins peş peşe beş galibiyet. 4. en yetkili ağızdan öğrenilmiş. mouth aralıksız, fasılasız, ara vermeden: They´ve been working for straight from the shoulder dobrahours eight dobra, hiçbir şey straight. Sekizsaklamadan (konuşmak). saattir aralıksız çalışıyorlar. 5. sek straight from the shoulder (içki). k. dili dobra dobra, hiçbir şeyi örtbas etmeden z. 1. tam; 6. ciddi (bakış). 7. k. dili eşcinsel olmayan. straight off doğru, düz: Look (konuşmak/söylemek). k. dili hemen, straight in front of you! Tam önüne bak! Go derhal. straight ahead. Dümdüz git. 2. doğru, hiçbir yere sapmadan: He straight out k. dilistraight went sakınmadan. to his office. Doğru bürosuna gitti. 3. hemen: He straight razor ustura. got straight to the point. Hemen konuya girdi. 4. doğru dürüst, straight razor doğru, ustura.iyi: I can´t think straight right now. Şimdi doğru dürüst düşünemiyorum. straightaway z. hemen, derhal. straightedge i. cetvel, çizgilik. straighten f. doğrultmak. straighten out düzeltmek; düzelmek. straighten s.o. out k. dili birini doğru yola getirmek. straighten up 1. (bir yeri) bir düzene sokmak. 2. doğrulmak, dik bir duruma straightforward gelmek. s. 1. apaçık, hiçbir şeyi gizlemeyen. 2. açıksözlü. strain f. 1. kendini zorlamak; (kaslar) gerilerek zorlanmak; ıkınmak. 2. strain (kası) zorlayarak i. 1. (bitki için) tür;incitmek. (hayvan3. (bircins, için) şey yapmaya) soy. 2. müz. kendini ses; nağme. strain at a gnat and swallow zorlamak/çok 3. özellik; irsi gayret özellik. etmek: 4. tarz. She strained to reach the high önemsiz bir şeyi mesele yapıp önemli bir şeye hiç aldırmamak; a camel strain at a gnat and swallow notes. Tiz notaları söylemek için sesini zorladı. They strained to ufak k. dilibir kabahati oldukça meseleyanlış/hata/kusur yapıp büyük bir yanlışa aldırmamak. a camel hear what wasküçük being bir said. Söylenenleri duymak üzerinde içindurup çok çok gayret strain every nerve daha ettiler. elindenönemli 4.gelenibiryapmak, yanlışa/hataya/kusura -i süzgeçten geçirmek, çabaitiraz büyük birsüzmek. etmemek. göstermek. strain one´s ears duymaya/dinlemeye çalışmak. strain one´s eyes gözlerine zarar vermek. strain s.t. out of (bir sıvıyı) süzgeçten geçirip ondan bir şey çıkarmak: I´ll strain strainer them out. Onları süzme yoluyla çıkaracağım. i. süzgeç. strait i. (denizde) boğaz. straitened s. straitjacket i. deli gömleği. straitlaced s. ahlak kurallarını çiğneyenleri sert bir dille eleştiren, ahlak strand konusunda i. kıyı, sahil,çok katı f.davranan. kenar. strand i. halatın bir kolu; ipliğin bir teli. strange s. 1. tuhaf, garip, acayip. 2. yabancı. stranger i. yabancı. strangle f. boğmak; boğulmak. strangulation i. boğma; boğulma. strap i. 1. kayış. 2. (kadın elbisesini omuza tutturan) askı. f. (--ped, strap s.o. in/down --ping) (birini) bağlamak. birini kayışla kayışla dövmek. strap s.t. on/to bir şeyi -e kayışla bağlamak. strapless s. askısız (kadın elbisesi/mayo). strapping s., k. dili sağlıklı ve iriyarı. strata i., bak. stratum. stratagem i. taktik, manevra, oyun. strategic s. stratejik, gengüdümsel. strategist i. strateji uzmanı. strategy i. strateji, gengüdüm. stratification i., jeol. katmanlaşma. stratify f., jeol. katmanlaşmak; katmanlaştırmak. stratocumulus i. yığınbulut. stratosphere i. stratosfer, katyuvarı. stratum çoğ. stra.ta (strät´ı, strey´tı)/--s (strät´ımz, strey´tımz) i. stratus tabaka, katman. çoğ. stra.ti (strät´ay, strey´tay) i. katmanbulut, stratus. straw i. saman. straw color saman rengi. straw hat hasır şapka. strawberry i. çilek. strawberry bush/shrub bot. kadehçiçeği, kalikant. strawberry tree bot. kocayemiş ağacı. stray f. from 1. dolaşarak (bulunması gereken yerden) ayrılmak. 2. stray bullet (konuşurken) serseri kurşun. (asıl konudan) ayrılmak. i. yolunu şaşırmış hayvan/çocuk. streak i. 1. çevresinden farklı renkte olan ince çizgi: Her hair has stream streaks i. 1. dere;of çay. gray 2. in sel: it. Saçında Streamsgri ofçizgiler water ranvar.down It made the asteps. streak of light Sular in the sky. Gökte çizgi halinde bir ışık bıraktı. merdivenlerden aşağı sel gibi akıyordu. People were 2. özellik, stream with perspiration çok terlemek. taraf, coming yön: andHe´s going gotinastreams. stubbornİnsanlar streak. akın Onunhalinde inatçı bir yönü var. gelip streamer i. 1. f. 1. ince uzun yıldırım bayrak, gibi flama. 2. (renkli geçmek/koşmak. 2. kâğıttan (bir yüzeyde)yapılmış) renkli çizgiler gidiyordu. All I got was a stream of abuse. Bir sürü küfürden serpantin. yapmak: street başka bir cevap alamadım. 3. (akarsuda) akıntı: They were sarı i. sokak; I shall cadde; streak yol. this painting with yellow. Bu tabloya street door çizgiler rowing koyacağım. against sokak kapısı. 3. (saça)Akıntıya the stream. meç yapmak. karşı kürek çekiyorlardı. f. street sweeper 1. akmak. 2. akın halinde sokakları süpüren kimse/makine. gitmek, sel gibi akmak. 3. (saç/bayrak) dalgalanmak. street vendor işportacı. streetcar i. tramvay. streetwalker i. fahişe, orospu. strength i. kuvvet, güç. strengthen f. kuvvetlendirmek, güçlendirmek; sağlamlaştırmak; takviye strengthen s.o.´s hand etmek; pekiştirmek, birinin eline koz vermek.artırmak; kuvvetlenmek, kuvvet bulmak: It will strengthen him. Onu kuvvetlendirir. It only strengthened strenuous s. 1. yorucu, ağır, zor (iş). 2. gayretli. their resistance. Sadece onların direnişini pekiştirdi. streptococcus çoğ. strep.to.coc.ci (streptıkak´say) i. streptokok. streptomycin i. streptomisin. stress i. 1. gerilim. 2. stres. f. vurgulamak. stretch f. 1. germek: They stretched a wire between the two houses. İki evin arasına bir tel gerdiler. 2. esnetmek; esnemek: My sweater has stretched. Kazağım esnedi. Rubber will stretch. Kauçuk esner. Sometimes they had to stand for two hours at a stretch. Bazen iki saat boyunca ayakta kalmak zorundaydılar. 3. stretch a rule kuralı harfi harfine uygulamamak, kuralın bir kısmını stretch the truth görmezlikten abartmak. gelmek. stretcher i. sedye. stretcher-bearer i. sedyeci, sedye taşıyan kimse, teskereci. stretchpants i. streç pantolon, streç. strew f. (--ed, --ed/--n) saçmak, yaymak. strewn f., bak. strew. striated s. striated muscle anat. çizgili kas. striated rock jeol. çizgili/çizikli taş. stricken f., bak. strike. s. with/by -e uğramış, -e yakalanmış, -e tutulmuş: strict stricken s. 1. sert,by poverty katı, fakir birkurallara çok kuralcı, hale düşmüş. çok bağlı: He´s a strict strictly teacher. z. O sert bir öğretmen. 2. tam; sıkı: strict secrecy tam bir gizlilik. strict control sıkı bir kontrol. strictly speaking kurallara bakılırsa. stridden f., bak. stride. stride f. (strode, strid.den) 1. uzun adımlarla yürümek. 2. over bir stride out of adımda -in üstünden uzun adımlarla geçmek. yürüyerek -deni. çıkmak. uzun adım. strident s. 1. gürültülü; tiz, rahatsız edici (ses). 2. rahatsız edici (renk). 3. strife katı, sert (ifade). i. 1. savaş; çatışma. 2. kavga; çekişme; arbede. strike f. (struck, struck/strick.en) 1. vurmak. 2. çarpmak: The ship strike struck the 2. i. 1. grev. iceberg. Gemivuruş: ask. saldırı, aysberge çarptı.havadan air strike 3. (yıldırım) düşmek. vuruş. 3. 4. (kibriti) keşif, çakmak, yakmak: Strike a match! Kibrit çak! He keşfetme. strike a balance uzlaşmak. struck the match on the rock. Kibriti taşa sürterek yaktı. 5. strike a bargain (pazarlıkta) anlaşmayatuşlarına) (piyanonun/daktilonun varmak, mutabık basmak. kalmak. 6. (saat) (belirli bir strike camp zamanı) çalmak: The clock´s struck çadırı bozarak/sökerek gitmeye hazırlanmak. one. Saat biri çaldı. 7. strike home (birinde) canevinden izlenim bırakmak: How does this idea strike you? Bu vurmak. fikir sende nasıl bir izlenim bıraktı? 8. (madeni parayı) basmak. strike it rich k. grev 9. dili birdenbire yapmak. 10. zengin olmak. (birinin) aklına gelmek; birdenbire strike on (bir şeyi) keşfetmek. birdenbire anlamak: It suddenly struck me that I was right. strike one´s flag Birdenbire teslim olmak, haklı olduğumu yenilgiyi kabulanladım. etmek.11. into (bir şeyi) (başka bir şeye) saplamak, vurmak. strike out 1. for -e doğru gitmek. 2. sağa sola vurmak, sağa sola yumruk strike out on one´s own yağdırmak. k. dili kendi yoluna gitmek. strike s.o. a blow birine bir yumruk indirmek. strike s.o. down 1. birini yere yıkmak. 2. birini öldürmek. strike s.t. off bir darbeyle bir şeyi kesmek. strike s.t. out (iptal etmek için) bir şeyi çizmek. strike sail yelkenleri mayna etmek. strike terror into (birini) dehşete düşürmek. strike the colors bayrağı indirmek. strike the right note yerinde söz söylemek, lafı gediğine oturtmak. strike up a conversation sohbet etmeye başlamak. strike up a friendship arkadaşlık kurmak. strike up a tune (bando, orkestra v.b.) bir parça çalmaya başlamak. strike while the iron is hot k. dili fırsatı yakalamışken ondan istifade etmek. Strike while the iron is hot. Demir tavında dövülür. strikebreaker i. grev kırıcı. strikebreaking i. grev kırıcılığı. striker i. 1. grevci. 2. ofansif oynayan futbolcu. striking s. göze çarpan, dikkati çeken; frapan. string i. 1. ip; sicim. 2. (telli çalgılarda) tel/kiriş; (piyanoda) tel. 3. bilg. string dizgi. f. (strung) 1. (telli çalgıya/piyanoya) tel takmak. 2. (boncuk v.b. string along ´ni) (with)ipek.dizmek. 3. (fasulyenin dili 1. (ile) kılçığını) çıkarmak. beraber gitmek/gelmek. 2. (birine) uymak; (birinin) dediklerini yapmak. string bag file. string bean çalıfasulyesi. string instrument telli müzik aleti, telli çalgı. string out -i ipe asmak. string s.o. along k. dili 1. birine umut vererek aldatmak, birini oyalamak. 2. string s.o. up (vakit k. dili kazanmak için) birini oyalamak. birini ipe çekmek. stringcourse i., mim. sarak. stringed s. telli: stringed instrument telli çalgı. stringent s. 1. sert/sıkı/zor (şey). 2. buruk. strings i. telli çalgılar. stringy s. 1. tel gibi. 2. tel tel. strip f. (--ped, --ping) 1. (off) soymak; çıkarmak; kazımak: Don´t strip strip the bark off that branch. O dalın kabuğunu soyma. He stripped i. şerit. the paint off the door. Kapının boyasını kazıdı. 2. soymak, strip mine açık kömür ocağı. giysilerini çıkarmak; soyunmak: They stripped the suspects. strip s.o. of birinden soydular. Sanıkları (bir şeyi) almak, The women birinididn´t (bir şeyden) mahrum etmek. strip. Kadınlar strip tobacco soyunmadılar. kurutulmuş tütün 3. (motoru/tüfeği/makineyi/otomobili) yapraklarını saplarından koparmak.söküp stripe parçalara ayırmak. i. 1. (renkli) çizgi, yol: 4. (vitesin) This cloth dişlerini has redkoparmak/kırmak; stripes in it. Bu (vidanın) kumaşta burmalarını ezmek/yok etmek. striped s. çizgili: kırmızı striped çizgiler pajamas var. It resembles çizgili pijama. a zebra which has no stripes. Çizgileri olmayan bir zebraya benziyor. 2. ask. stripling i. genç delikanlı. (üniformanın koluna dikili, rütbe gösteren) şerit, sırma. 3. tür: I stripper i. 1. verniği/boyayı don´t like dogmatists çıkaran of any madde. stripe. 2. k. dilitürden Hangi striptizci. olursa olsun, striptease dogmacıları i. striptiz. sevmem ben. strive f. (strove, --n) çabalamak, gayret etmek, uğraşmak. striven f., bak. strive. strode f., bak. stride. stroke i. 1. vuruş, darbe: He cut it with two strokes of his ax. İki balta stroll vuruşuyla f. (around)onu kesti. With dolaşmak, a fewgezinmek: gezmek; strokes of Haveher brush she you strolled changed around the mood of the painting. Birkaç fırça darbesiyle stroller i. puset.the garden? Bahçeyi dolaştın mı? i. dolaşma, gezme; tablonun gezinti. havasını değiştirdi. He came at the stroke of ten. Saat strong s. 1. çalarken onu kuvvetli, geldi. güçlü.Nimet 2. dayanıklı; can´t swim sağlam. 3. şiddetli a stroke. Nimet hiç yüzme strong language (rüzgâr/darbe). bilmiyor. küfür, ağır söz, 4. She´s hadsert sert (içki); of adil. stroke koyu (kahve); luck. Talih ona demli, koyu güldü. 2. (çay). felç, 5. kesin inme: (görüş); He´s had sert a (söz); derinden stroke. Ona inme gelen, inmiş. şiddetli f. (duygu). 6. çok okşamak, strongbox i. ufak kasa. inandırıcı, sıvazlamak. kuvvetli (kanıt). 7. kesif, kuvvetli, ağır (koku). 8. stronghold i. kale. (borsadaki değerler için) yüksek. 9. Belirli bir sayı için kullanılır: strong-minded The army was ten thousand s. bildiğinden şaşmaz, strong. Ordu düşüncesinde on iradesi kararlı, bin askerden kuvvetli. strong-willed ibaretti. z. s. iradesi kuvvetli; inatçı. strop i. ustura kayışı, berber kayışı. strove f., bak. strive. struck f., bak. strike. structural s. yapısal, strüktürel. structuralism i. yapısalcılık, strüktüralizm. structuralist i., s. yapısalcı, strüktüralist. structure i. yapı. f. düzenlemek, biçimlendirmek, şekillendirmek. struggle f. çabalamak, uğraşmak, mücadele etmek. i. çabalama, strum uğraşma, mücadele. f. (--med, --ming) (telli çalgıyı) tıngırdatmak. strumpet i. fahişe, orospu. strung f., bak. string 2. strut f. (--ted, --ting) kasılarak yürümek. i. 1. (çatıda) göğüsleme. 2. stub kasılarak yürüme. i. 1. kullanılmış bir şeyden kalan parça: cigarette stub sigara stub a cigarette out izmariti. (on) sigarayı (birstub candle şeye) kısacık mum söndürmek. bastırarak parçası. pencil stub kısacık kurşunkalem. 2. koçan: check stub çek koçanı. ticket stub bilet stubble i. 1. anız (biçilmiş ekinin yerde kalan sapları). 2. bir/iki günlük koçanı; (tiyatro, sinema v.b.´ne girdikten sonra müşterinin stubborn tıraş, s. tıraştan inatçı, sonraki bir iki gün içinde uzayan sakal. dik başlı. elinde kalan) bilet parçası. f. (--bed, --bing) (ayak parmağını) stubbornness (sert bir şeye) çarparak incitmek. i. inatçılık. stuck f., bak. stick 2. stuck-up s., k. dili burnu havada olan, kendini beğenmiş. stud i. 1. (bina duvarlarının iskeletinde kullanılan) dikme, direk. 2. iri stud başlı çivi. i. 1. bir grup damızlık at. 2. hara. 3. aygır. 4. k. dili seksi erkek; student iyi seks i. öğrenci, yapan erkek. talebe. studhorse i. aygır. studied s. 1. iyice düşünülmüş. 2. önceden prova edilmiş gibi. studio i. stüdyo. studious s. 1. ders çalışmayı seven; bir konu üzerinde araştırma yapmayı study seven. i. 1. ders 2. çalışma; dikkatli, özenli. araştırma. 2. çoğ. dersler; araştırmalar. 3. study çalışma odası. 4. f. 1. (ders) çalışmak: I´veeskiz, taslak. got to5.study müz. mathetüt. tonight. Bu gece study for the ministry matematik papaz olmak çalışmam için okumak, gerek. 2. okumak, papazlık eğitimi... öğrenimi görmek. görmek: He ´s studying Spanish. İspanyolca okuyor. 3. at (bir yerde) eğitim study hall (ortaokul veya liselerde) çalışma salonu. görmek; under (belirli bir hocanın) nezaretinde stuff i. 1. madde: What do çalışmak/okumak. you call 4. about k. that dili -ioily iyicestuff? O yağlı Let düşünmek: maddenin me Stuff and nonsense! adı study ne? 2. k. dili about (belirli bir tipe özgü) karakteristikler: it a little. Bunu biraz düşüneyim. Ne saçma! He´s the stuff of which dictators are made. Onun hamurundan pekâlâ bir diktatör Stuff it! k. dili Haydi oradan!/Zırvalama! çıkar. 3. eşya; bagaj: He carried all his stuff downstairs. Pılısını stuff o.s. k. dili tıkınmak, pırtısını aşağıya tıka basa 4. götürdü. yemek k. diliyemek. içki, alkollü içecek. 5. k. dili stuffing ilaç. i. 6. argo 1. dolgu uyuşturucu, maddesi, dolgu.uyuşturucu 2. (bir yiyeceğemadde.doldurulan) 7. k. dili yazılar: I stuffy like the malzeme; stuff you dolma write. içi. Senin yazdıkların s. 1. havasız. 2. tıkalı (burun). 3. fazla resmi davranan; hoşuma gidiyor. 8. fazla argo resmi, (belirli ağır.heves, inisiyatif v.b.´ni) yavaş yavaş yok etmek.of2. -i bir) davranış: I don´t want any funny stuff out stultify f. you!1. (şevk, Sakın bir tilkilik yapmaya kalkma! No rough stuff! Metazori stultifying çıkmaza yok! f. 1.sokmak. s. insanın inisiyatifini (with) yavaş yavaş (ile) doldurmak: She yok eden; itboğucu. stuffed with feathers. stumble Onu f. kuştüyüyle 1. (on) (birinin)doldurdu. 2. tahnit etmek. tökezlemek: ayağı takılmak/sürçmek; 3. in -e (bir şey)He tıkıştırmak: stumbled on Don´t her stuff foot anything and fell. Onunelseayağına in that bag! takılıpO düştü. bavula2. stump i. 1. kütük, kesilmiş ağacın toprakta kalan bölümü. 2. kesilmiş başka birsesle) (yüksek şey tıkıştırma! 4. up (birinin okurken/söylerken yanlış burnunu) yapmak; tıkamak; (bir dili sürçmek. stun bir uzvun--ning) f. (--ned, bedende kalan bölümü. 3. 1.kapatmak, sersemletmek. 2. aşınmış/ucu -i şoke etmek, kopmuş (birinde)bir şok deliği) 3. doldurarak sendelemek. 4. across/on/upon tıkamak.rasgele bulmak, tesadüfen dişin etkisi ağızda kalan bölümü. f. 1. gürültülü bir şekilde yürümek, stung f., bak.yaratmak, bulmak; sting. tesadüf -i çok şaşırtmak. etmek.2.i. (oysürçme. stumbling block engel.için) paldır küldür yürümek. toplamak/destek sağlamak stunk f., bak. stink. her yerde bir nutuk çekerek (bir bölgeyi) dolaşmak. 3. (birine) stunning cevap veremeyeceği s., k. dili çok güzel, harika, bir soru sormak; hiç cevap bulamamak. 4. enfes. stunt (ayak parmağını) bir şeye f. -in büyümesini/gelişmesini önlemek. çarparak incitmek. stunt i. 1. hüner gösterisi. 2. (para/reklam için yapılan) dikkat çekici stunt man gösteri/faaliyet. sin. tehlikeli sahnelerde aktörün yerine oynayan dublör. stunted s. bodur, gelişmesi önlenmiş. stupefy f. 1. sersemletmek, serseme çevirmek. 2. şoke etmek, çok stupendous şaşırtmak. s. 1. dehşet verici, müthiş, hayrete düşüren. 2. muazzam, çok stupid büyük. s. 1. aptal, kalın kafalı, ahmak, budala, enayi, dangalak. 2. stupidity saçma, aptalca. i. aptallık. stupor i. uyuşuk hal, uyuşukluk; sarhoş hal, sarhoşluk. sturdy s. 1. sağlam, dayanıklı. 2. gürbüz, sağlıklı. sturgeon i. (çoğ. stur.geon/--s) zool. mersin, mersinbalığı. stutter f. pepelemek; kekelemek. i. pepeleme; kekeleme. sty i. 1. domuz ahırı. 2. çok pis ve düzensiz yer. sty i. (gözkapağında) arpacık, itdirseği. stye i., bak. sty 2. style i. 1. üslup, biçem; stil; tarz, biçim: style of writing yazı üslubu. styliform the Empire style ampir stili. his style of acting onun oyunculuk s. iğnemsi. tarzı. 2. zarif ve özgün bir tarz; lüks bir tarz: She dresses with stylise f., İng., bak. stylize. style. Zarif ve özgün bir tarzda giyiniyor. They always travel in stylish s. şık. Hep lüks içinde seyahat ediyorlar. 3. moda: Styles come style. stylism and go. Modalar i. üslupçuluk, gelip geçer. 4. model, tip; çeşit: We carry biçemcilik. stylist ladies´ shoes in three styles. i. 1. (bir şeye) (belirli bir) Bizde kimse, stil veren üç model kadın stilist: ayakkabısı hair stylist saç var. f. modelleri 1. (bir şeye) yaratan (belirli kimse. bir) 2. stil belirli vermek. bir 2. üslubu (birine) olan (belirli bir yazar; stylistics i. ad)1. takmak/vermek: üslupbilim, biçembilim. 2. dilb. They styled himanlatıbilim, “the Bear.”deyişbilim, Ona Ayı ismini üslupçu, stilistik. biçemci. stylize f. üsluplaştırmak, biçemlemek, stilize etmek. taktılar. styloid s., bak. styliform. styptic s. stiptik, kanın akmasını durduran (madde). i. stiptik, stiptik suave madde. s. 1. hoş tavırlı ve rahat; rahat ve kendinden emin. 2. hoş sub tavırlarıyla i., k. dili sub-insanları önekiylekandıran. başlayan3.bazı hoş sözcüklerin fakat aldatıcı. kısası: sub- subaltern, submarine, subordinate, subscription, substitute. önek 1. alt: submarine denizaltı. 2. ikincil, alt: subcommittee subaltern altkurul. 3. yakın: i., İng., ask. teğmen.subtropical astropikal. subclass i., biyol. altsınıf. subcommittee i. altkurul. subconscious s. bilinçaltı, şuuraltı. i. subcontinent i. kıtaya yakın büyüklükte bir yer: the Indian subcontinent subcontract Hindistan Yarımadası. f. 1. (işi) taşerona vermek. 2. taşeron olarak (işi) almak. 3. subcontractor taşeronluk etmek. i. taşeron, ikinci üstenci. subdivide f. 1. tekrar bölmek. 2. (araziyi) parselleyip üzerine ev subdivision yapmak/yaptırmak. i. parsellenip üzerine3.evlerparsellemek; parsellenmek. yapılmış/yapılacak olan yer. subdue f. 1. (bir yeri/halkı) zor kullanarak kontrol altına almak. 2. (birini) subgroup hizaya getirmek. 3. (bir isteği/korkuyu) bastırmak. i. alt grup. subhead i. 1. altbaşlık; sürmanşet. 2. bölüm başlığı. 3. ikinci müdür. subheading i. 1. altbaşlık; sürmanşet. 2. bölüm başlığı. subject i. 1. (hükümdarlığa tabi olan) vatandaş: a British subject subject Britanya vatandaşı. s. hür olmayan, 2. konu, mevzu. 3. (okul, lise veya hürriyetsiz. üniversitede belirli bir bilim dalına ait) ders: I´m taking three subject f. to 1. (birini) (olumsuz bir şeye) maruz bırakmak: Don´t subjects this fall: English, math, and chemistry. Bu sonbahar üç subject to review subject yourself to şartıyla. ileridegireceğim: değiştirme this. Kendini buna maruz bırakma. 2. (birine) derse İngilizce, matematik ve kimya. 4. hedef; (olumsuz bir şey) yapmak: They subjected him to torture. Ona subjection kurban; i. kobay: 1. buyruğu He was altına the alma; subjectaltına kontrolü of heralma. vindictiveness. 2. bağımlılık, işkence ettiler. 3. -i buyruğu altına almak; -in buyruğu altına Kinciliğinin özgürlükten s. 1. öznel, hedefiydi. yoksunluk. Whom are you going to make the subject subjective girmek: Thesübjektif. Romans 2. hayali. the Greeks to their rule. subjected of your experiment? Kimi, deneyinizin kobayı yapacaksınız? 5. Romalılar, i. öznellik, Yunanlıları kendi buyruğu altına aldılar. Don´t subject subjectivity dilb. özne. sübjektiflik. subjugate yourself to them! f. 1. (bir halkı) Onların buyruğu buyruğu altına altına almak; (bir girme! yeri) kontrolü altına subjunctive almak. i., dilb. 2. boyun istek kipi.eğdirmek, ramkipine s., dilb. istek etmek. ait. sublease f. kiracının kiracısı olmak; to (asıl kiracı) (kiraladığı yeri) (bir sublet başkasına) kiralamak; f. (sub.let, --ting) from (bir yeri) (asıl kiracıdan) kiralamak, bak. sublease. kira ile tutmak. sublet i. asıl kiracı tarafından kiraya verilen yer. sublimate f. 1. kim. süblimleştirmek; süblimleşmek. 2. ruhb. (eğilimi/isteği) sublimate yüceltmek. i., kim. süblime. sublime s. yüce, ulu. submachine gun makineli tabanca. submarine s. 1. denizaltı. 2. denizaltında yetişen. submarine i. denizaltı (gemi). submerge f. 1. -i suyun içine batırmak/daldırmak; suyun içine submerse batmak/dalmak. f., bak. submerge. 2. sular (bir yeri) kaplamak; sular altında kalmak. submission i. 1. arz, arz ediş, sunuş, bildirme. 2. arzedilen şey, sunulan şey, submissive maruzat; bildirilen s. uysal, itaatli, görüş. 3. teslimiyet, boyun eğme. itaatkâr. submissiveness i. uysallık. submit f. (--ted, --ting) 1. teslim olmak, boyun eğmek. 2. arzetmek, subnormal sunmak, s. normalden bildirmek, aşağı, göndermek, vermek. 3. (fikir) ileri sürmek. normalin altında. suborder i., biyol. alttakım. subordinate s. -den aşağı kalan; -den sonra gelen; (başka bir şeye göre) subordinate daha f. to 1.az(bir önemli şeyi)olan; (başka başkasının bir şeyin)emrinde olan (kimse). hâkimiyetine sokmak:i. She başkasının subordinated emrinde olan kimse. her passion to her reason. Tutkusunu yenerek subordinate clause dilb. yancümle. aklının dediklerine göre hareket etti. 2. (birini/bir şeyi) subpena i., f., huk., bak. subpoena. (başkasından) daha önemli saymak. 3. (birini) (başkasının) emri subpoena i., huk.koymak. altına çağrı, birini mahkemeye çağıran resmi yazı. f., huk. subscribe (birini) f. to 1. (dergi, gazeteçağırmak, mahkemeye (birine)olmak. v.b.´ne) abone mahkeme çağrısı 2. (bir görüşü) yollamak. paylaşmak, (bir görüşe) taraftar olmak. 3. -e bağışta bulunmak; -e bağışta bulunmayı vadetmek. subscriber i. 1. (dergi/gazete/telefon için) abone. 2. bağışçı, bağış yapan subscription kimse; bağış yapmayı i. 1. abonman, abone olma. vadeden kimse. 2. abonman, abonman ücreti. 3. subsequent bağışta s. sonraki, bulunma. sonra gelen, (belirli bir olayı) takip eden. subsequently z. sonradan. subservient s. uşakvari, uşak gibi davranan, fazlasıyla itaatli. subside f. 1. (fırtına/rüzgâr/yağmur) dinmeye başlamak/dinmek; (dalgalı subsidiary deniz) durgunlaşmaya s. 1. yardımcı, ek; ikincil, başlamak/durgunlaşmak. yan: subsidiary company 2. yan (öfke, kavga şirket. 2. v.b.) bitmeye tamamlayıcı, yüz tutmak/bitmek. bütünleyici: subsidiary 3. (talep) details azalmak. tamamlayıcı 4. (ateş) subsidise f., İng., bak. subsidize. düşmek. ayrıntılar.5.i. (selle gelen sular) çekilmeye başlamak/çekilmek. 6. yan kuruluş. subsidize f. 1. -i sübvansiyonla (toprak) çökmek. 7. (bina) desteklemek. oturmak,2.(binada) -e para tasman yardımında olmak. subsidy bulunmak. i. 1. sübvansiyon; (devlet bütçesinde) tahsisat. 2. para yardımı. subsist f. on ile geçinmek; ile yaşamak. subsistence i. 1. kendini geçindirme. 2. birini geçindiren şey; ekmek kapısı; subsoil birini kıt kanaat geçindiren şey. 3. nafaka, geçimlik. i. toprakaltı. substance i. 1. madde. 2. gerçek, hakikat. 3. esas, asıl, öz. 4. asıl anlam. 5. substandard esaslılık, s. standardın önem: The speech altında olan. lacked substance. Konuşmada önemli hiçbir şey yoktu. substantial s. 1. çok doyurucu (yemek). 2. çok tatmin edici (maaş). 3. substantiate sağlam ve dayanıklı. f. ispat etmek, kanıtlamak.4. büyük. 5. sağlam, önemli (sebep, kanıt v.b.). 6. oldukça zengin. 7. fels. tözel. substantive i., dilb. isim. substitute i. 1. (geçici bir süre için) başkasının yerine geçen/konuşan substitute player kimse; yedek başkasının oyuncu. görevini yapan kimse; başkasına vekâlet eden kimse, vekil; başkasının yerine geçirilen kimse. 2. başka substitute teacher vekil öğretmen. bir şeyin yerine kullanılan/kullanılabilen şey. 3. yedek öğretmen. substitution i. 4.1. (geçici yedek bir süre oyuncu. s. için) (birini) 1. (geçici bir(başkasının) yerine çalıştırma. süre için) başkasının yerine 2. subterfuge (geçici bir geçen/çalışan, süre i. 1. hile, manevra. için) başkasının(bir şeyi) 2. hileye (başka görevini başvurma. bir şeyin) yerine yapan; başkasına vekâlet kullanma. 3. eden;sporbaşkasının (yedek oyuncuyu)yerine (başka bir2.oyuncunun) geçirilmiş. başka bir şeyin yerineyerine subterranean s. yeraltı. oynatma. 4. kim. sübstitüsyon, ornatma, kullanılan/kullanılabilen. f. for 1. (geçici bir süre için) yerdeğiştirme. 5. subtitle i. 1. altbaşlık. biyol., mat., fiz. (başkasının) 2. ornatma, yerinesin.çalışmak; altyazı. ikame.(başkasına) vekâlet etmek; -i subtle s. 1. ince, hafif, (başkasının) hemen yerine göze çarpmayan: çalıştırmak; -i (başkasına) a subtle difference vekâlet ettirmek; subtlety ince -i bir fark. (başkasının) 2. meselenin yerine ince geçirmek. taraflarını 2. -i (başka i. 1. incelik: There´s a subtlety in his work. Onun eserlerinde bir şeyin) yerine kavrayabilen/anlayabilen: kullanmak. hemen 3.çarpmayan spor (yedek She hasincelikler oyuncuyu) a subtle (başka mind. bir 2. İnce (bir bir oyuncunun) subtract f., mat. göze çıkarma birtakım işlemi yapmak; var. from (bir sayıyı) (başka bir zekâya yerine sahip. oynatmak. meseleye/düşünceye 3. ince bir şekilde hazırlanmış, ince bir zekâyı subtraction sayıdan) i., mat. çıkarmak. ait) ince taraf, incelik. 3. ince fark. 4. çıkarma. yansıtan meselenin (plan incev.b.). taraflarını kavrayabilme yeteneği. subtropic s., bak. subtropical. subtropical s. astropikal. subtropics i., çoğ. suburb i. varoş, dış mahalle. suburban s. 1. banliyöye ait. 2. banliyöde oturanlara özgü. suburbanite i. banliyöde oturan kimse. suburbia i. banliyö. subvention i. 1. sübvansiyon. 2. tahsisat; para bağışı. subversion i. (insanların güvenini/inancını sarsarak) (devleti/bir kurumu) subversive çökertme/yıkma. s. (insanların güvenini/inancını sarsarak) (devleti/bir kurumu) subvert çökerten/yıkan. f. (insanların güvenini/inancını sarsarak) (devleti/bir kurumu) subway çökertmek/yıkmak. i. 1. metro (treni): When´s the next subway? Gelecek metro subway platform kaçta? metro 2. metro, metro şebekesi. 3. (yayalar için) altgeçit. peronu. subway station metro istasyonu. succeed f. 1. başarılı olmak, başarmak; in (bir şeyi yapmayı) başarmak, success becermek: i. 1. başarı, Did you succeed başarılmış in gettingbaşarı. iş. 2. başarma, it back? 3.Onu geri olan başarılı almayı başardın kimse. mı? 2. takip etmek, izlemek, -den sonra gelmek: successful s. başarılı, muvaffak. Spring succeeded winter. Kışı bahar izledi. 3. (birinin) yerine succession i. 1. of (birbirini geçmek; (birinin) takip halefi eden) olmak;bir to sürü (kimse); (birinin (birbirini yerine/bir takip şeye) successive eden) s. peş bir halef/vâris peşe, dizi (şey): olarak arka Thisolmak: sahip arkaya, place has Willhad üst üste: a succession he succeed They´ve wonhis of owners. uncle? three Bu yerin biryerine Amcasının successive sürü sahibi games. Arkaoldu. geçecek mi? arkayaHe experienced Will üç he succeed maç a to succession kazandılar. the family´sof successor i. halef; vâris. victories. Bir dizi zafer kazandı. property? Ailenin mülkü ona mı kalacak? 2. birbirini takip etme: The succinct s. veciz,took events kısaplace ve öz,inaz ve öz. rapid succession. Olaylar hızla birbirini takip etti. 3. (birinin yerine/bir şeye) halef/vâris olarak sahip olma. 4. huk. halef olma. 5. halef olma hakkı. 6. halefler. succor f. imdat etmek, imdadına yetişmek. i. imdat, yardım. succotash i. birlikte haşlanmış fasulye ve mısır taneleri. succour f., İng., bak. succor. succulent s. 1. taze ve sulu (meyve/sebze). 2. lezzetli, kart olmayan (et). succumb f. (to) 1. dayanamamak, direnememek, yenilmek; such dayanamayarak zam. 1. öyle/şöyle/böylekarşı gelmekten vazgeçmek: bir kişi/şey; He succumbed to öyle/şöyle/böyle her entreaties.It´s kişiler/şeyler: Yalvarmalarına his philosophy, dayanamadı. if it may be 2.called (bir hastalığa) such. Onun such a one böyle biri; öyle biri. karşı direnemeyip felsefesidir, eğer ona ölmek, yenik felsefe düşmek: demek He succumbed doğruysa. His request to was the such and such 1. filan fever. şey, filan,yenik Hummaya falan şey, falan. 2. filan, falan. such that it couldn´t bedüştü. refused. Onun ricası geri çevrilecek such as he/she/it is Küçümseme cinsten değildi.belirtir: Such is The doctors, life. İşte hayatsuchböyle. as they were, Such washadnotnever my suchlike heard intention.of benzer. s., k. dili ether. Niyetim Hekimöylegeçinenlerin zam. değildi. 2. ...lokmanruhundan gibi: Fruits such as haberi bile yoktu. My ideas,blackberries raspberries such as theydon´t are, are sometimes deemed ve suck f. 1. emmek:and The baby was sucking keep for long.breast. its mother´s Ağaççileği Bebek worthy böğürtlen of application. gibi meyveler Benim çabuk naçiz fikirlerim bozulur. s. 1. bazen öyle; tatbike şöyle; layık böyle: suck s.o./s.t. down annesinin birini/bir memesini şeyi aşağı emiyordu. çekmek. Don´t suck your thumb! görülüyor. Such things are easy for her. Böyle şeyler ona kolay geliyor. I Başparmağını emme! He was sucking a rooster-shaped lollipop. suck up to k. dili (birine) haven´t heard yağcılık such etmek. music in years. Yıllardır böyle müzik Horoz şekeri emiyordu. Suck it through a straw! Onu kamışla sucker dinlemedim. i. em! 1. k. 2. dili It enayi, k. dili appears (bir aptal. to (horoz 2. şey) berbat be olmak. such. Öylegibi şekeri görünüyor. emilerekI yenen) haven´t heard such çubuklu şeker.a funny 3. story for (bitkinin a long time. dibinden çıkan) Çoktandır sürgün, böyle piç. fışkın, komik 4. suckle f. -i emzirmek, -e meme vermek. bir hikâye zool. çekmen, duymadım. vantuz. Don´t be such 5. (lastik) vantuz. an ass! Budalalık etme! 2. suction i. emme. öyle, o kadar; şöyle, şu kadar; böyle, bu kadar: He wrote with suction fan such emicispeed that he finished it in three days. O kadar çabuk vantilatör. Sudan yazdı i. Sudan, Sudaniçinde ki üç gün onu bitirdi. It wasn´t such a hard test. O Cumhuriyeti. kadar zor bir sınav değildi. 3. -e benzeyen, -e benzer: It´s a Sudanese i. (çoğ. Su.da.nese) muskrat or some such Sudanlı; thing.Sudan Cumhuriyetli. Miskfaresi veya ona s. 1. Sudan, benzer bir şey. sudden Sudan s. ani.got twenty such roses. Onda bunun gibi yirmi gülözgü. He´s Cumhuriyeti´ne özgü. 2. coğr. Sudan, Sudan´a 3. var. You Sudanlı; ´ll Sudan do no such aniden,Cumhuriyetli. thing! Öyle bir şey yapamazsın!/Hayır, suddenly z. birdenbire, ansızın. yapamazsın! s., ecza. terletici.You can consult me about such matters. Bu gibi sudorific meselelerde bana danışabilirsiniz. 4. Ne ...!/Ne kadar ...!: It´s suds i., such çoğ. 1. (sabunlu beautiful suyunBu weather! üstündeki) ne güzel hava köpükler. böyle!2. Such argo bira. vulgarity! sudsy s. köpüklü. Ne adilik! He´s such a dodo! Ne gerzektir o! Such nice people! sue Ne1.hoş f. insanlar! (birini/bir It was dava kurumu) such a sweet(birine/bir etmek, little house! Ne kadar kuruma) dava şirin bir evcikti! açmak. 2. for -i talep etmek. suede i. podüsüet, süet. s. podüsüetten yapılmış, podüsüet, süet. suet i. (sığır/koyun) içyağı. Suez i. Süveyş. suffer f. 1. ıstırap çekmek, acı çekmek; -i çekmek; from (belirli bir suffer attrition hastalıktan) zayiat vermek. mustarip olmak; from -in sıkıntısını çekmek; for -in acısını çekmek: She´s suffered a lot of sadness. Çok üzüntü suffer the consequences -in cezasını çekmek. çekti. He´s suffered a lot of difficulties. Çok sıkıntı çekti. Aytül sufferance i. suffers from migraine headaches. Aytül migrenden mustarip. sufferer This i. (birstudent is suffering hastalıktan) from mustarip a lack olan of self-confidence. kimse, Bu olan (bir illetin) hastası suffering öğrenci kimse. kendine güvensizliğin sıkıntısını çekiyor. She´s i. ıstırap, acı; dert; kahır; mihnet; eziyet, cefa; çile. s. ıstırap suffered a lot. Çok çeken; acı çekti.içinde dert/sıkıntı They´ll suffer for this. Bunun acısını olan. suffice f. kâfi gelmek, çekerler. 2. (kötüyetmek: Two bir şeye) cases of champagne uğramak: shouldbig The firm suffered suffice. sufficiency İki kasa şampanya i. 1. yeterlilik, losses. kâfi gelmeli. yeterlizararlara Firma büyük There´s olma. 2. uğradı. yeterli bir enough miktar. 3. eski food here to seviyesinden aşağı suffice düşmek: an army. Burada bir orduyu doyuracak kadar yemek var. sufficient s. yeterli,His work has suffered as a result of this. Bunun kâfi. Suffice it to say that I was not pleased. sonucunda işi eski seviyesinden aşağı düştü. Sadece memnun suffix i., dilb. sonek. olmadığımı söylemek yeter herhalde. suffocate f. boğmak; boğulmak. suffocating s. boğucu. suffocation i. boğma; boğulma. suffrage i. oy hakkı. suffuse f. yayılarak (belirli bir renge) boyamak; kaplamak; doldurmak: Sufi Happiness i. mutasavvıf, suffused sofi. her face. Yüzünden mutluluk akıyordu. The rising sun was suffusing the hills with red. Doğan güneş tepeleri Sufism i. tasavvuf. kızıla boyuyordu. The light suffused the room with red. Işık sugar i. şeker. odayı f. şekerboyadı. kırmızıya katmak. sugar basin İng. şekerlik, şeker kabı. sugar beet şekerpancarı. sugar bowl şekerlik, şeker kabı. sugar refinery şeker fabrikası. sugar tongs şeker maşası. sugarcane i. şekerkamışı. sugarcoat f. 1. şekerle kaplamak. 2. (kötü bir şeyi) güzel ve masum bir sugary kisve altında tatlı. s. 1. şekerli; saklamak. 3. (zor/tatsız 2. abartılı/sahte bir bir şeyi) daha çekilir tatlılığı/şirinliği olan. bir hale sokmak. suggest f. 1. (fikir) ileri sürmek, öne sürmek; teklif etmek, önermek. 2. suggestion (bir i. 1. şey) (başka bir ileri sürülen şeyi) fikir; aklaöneri. teklif, getirmek. 2. belli3.belirsiz (belirli bir) izlenim bir şey: There bırakmak, was a ... hissini suggestion of vermek: malice inHis her manner tone. suggested Onun ses tonunda belli suggestive s. açık saçık; açık saçık şeyleri ima eden. haughtiness. belirsiz bir garazTavrı kendisinin vardı. kibirli 3. (fikir) ileri biri olduğu sürme; izlenimini teklif etme. 4. (bir suicidal s. 1. intihar etme isteğinden kaynaklanan. 2. intihara doğru uyandırdı. şey) (başka bir şeyi) akla getirme. 5. ruhb. telkin. suicide giden. 3. intiharla i. 1. intihar. eşanlamlı. 2. intihar 4. kendini/kurumu eden/etmeye kalkan kimse. yok edecek (bir karar, bir hareket v.b.). suit i. 1. (erkek için) takım elbise; (kadın için) döpiyes. 2. tek, iki suit o.s. veya kendidaha fazla istediği parçadan gibi yapmak. oluşan giysi: track suit eşofman. bathing suit mayo. suit of armor zırh takımı. 3. isk. takım. 4. Suit yourself! Nasıl istersen! huk. dava. f. 1. uygun gelmek; (birinin) zevkine/ihtiyacına göre suitability i. uygunluk. olmak: It suits his needs. İhtiyaçlarını karşılar. Will it suit her? suitable Onun s. uygun;zevkine münasip,göre mi? 2. (birine) müsait; yerinde; yakışmak, elverişli.(birine) göre suitcase olmak: i. bavul. That jacket doesn´t suit you. O ceket sana göre değil. 3. (bir şeyin) adamı olmak: He´s not suited to this job. O, bu işin suite i. 1. (mobilya adamı değil. 4. için) takım: to (bir bedroom şeyi) (başka bir suite yatak şeye) odasıbir uygun takımı. hale 2. suiting birkaç odalı daire: honeymoon i. takım elbiselik/döpiyeslik kumaş. getirmek. suite balayı dairesi. 3. müz. süit. 4. maiyet. suitor i. talip, kadınla evlenmek isteyen erkek: Hayal has four suitors. Sukkoth Hayal´in i., Musevilik dörtÇardaklar talibi var.Bayramı. sulfate i., kim. sülfat. sulfur i., kim. kükürt. sulfuric s., kim. sülfürik. sulfuric acid sülfürik asit, zaçyağı, karaboya. sulk f. somurtmak, surat asmak. i. sulky s. somurtkan, somurtuk, asık suratlı. sullen s. 1. öfke dolu fakat sessiz. 2. (fırtınaya gebe bir havaya özgü) sully kurşuni, f. kirletmek,karanlık (gök/bulutlar). lekelemek; gölge düşürmek: This carnival sulphur atmosphere sullies i., İng., kim., bak. sulfur. the charm of the town. Bu panayır havası şehrin o güzelim atmosferine gölge düşürüyor. sultan i. sultan (erkek hükümdar). sultana i. 1. İng. sultani kuru üzüm. 2. bot. camgüzeli. 3. sultan (sultanın sultry karısı/annesi/kızkardeşi/kızı). s. 1. sıcak ve nemli (hava). 2. şehvet uyandıran; şehvetli; sum şehvet dolu. yekûn, mecmu. 2. para miktarı, meblağ, tutar. 3. i. 1. toplam, sum s.t. up çoğ. 1. biraritmetik: She wasThat şeyi özetlemek: good at sums. sums it up.Aritmetikte O söz durumu iyiydi. 4. gerçekten zirve, doruk: özetliyor. 2. It was bir durumuthe very sum of folly. Aptallığın anlamak/kavramak: She son summed up sumac i. 1. sumak, somak; boyacısumağı; sepicisumağı. 2. sumak, raddesiydi. the situation f. immediately. (--med, --ming) Durumu hemen anladı. sumach somak i., bak. (baharat sumac. olarak kullanılan dövülmüş sepicisumağı meyvesi). Sumatra i. Sumatra. Sumatran i. Sumatralı. s. 1. Sumatra, Sumatra´ya özgü. 2. Sumatralı. summarise f., İng., bak. summarize. summarize f. özetlemek. summary i. özet. s. 1. özet halinde olan; çok kısa, detaylı olmayan. 2. summer fazlasıyla i. yaz, yazçabukmevsimi. yapılan. f. yazı geçirmek. summer house yazlık, sayfiye. summer resort sayfiye, yazlık. summer savory bot. (ballıbabagillerden, yaprakları bahar olarak kullanılan) summerhouse sater, zater. çardak. i. kameriye; summersault i., f., bak. somersault. summertime i. yaz, yaz mevsimi. summer-weight s. yazlık (kumaş/giysi). summery s. yaz gibi; yazı akla getiren. summit i. 1. zirve, doruk. 2. pol. zirve, zirve toplantısı. summit meeting pol. zirve toplantısı. summit meeting zirve toplantısı. summon f. 1. (birini) resmen emirle çağırmak; (birini) çağırtmak. 2. summons (toplantının) i. (çoğ. --es) 1.yapılması için emircelp, huk. celpname, vermek. çağrı.3.2.(up) çağrı. (gücünü/cesaretini) toplamak. sump i., İng., oto. karter. sumptuous s. 1. çok görkemli; çok şatafatlı; lüks. 2. çok masraflı. sun i. 1. güneş. 2. güneş ışığı. f. (--ned, --ning) güneşlenmek; sun o.s. güneşletmek, güneşlenmek.güneşlendirmek. sunbaked s. güneşte kurutulup sertleştirilmiş. sunbath i. güneş banyosu. sunbathe f. güneş banyosu yapmak. sunbeam i. güneş ışını. sunburn i. (ciltteki) güneş yanığı. f. (--ed/--t) (birinin) cildi güneşten sunburned yanmak: sun.burntShe sunburnsf.,easily. (s^n´bırnt) Onun cildi bak. sunburn. s. güneşten güneşten kolayca yanmış. yanar. sundae i. üstü şurup, krema, ceviz v.b.´yle kaplı dondurma. Sunday i. pazar günü, pazar. sundial i. güneş saati. sundown i. güneş battığı zaman: He came at sundown. Güneş batınca sun-dried geldi. s. güneşte kurutulmuş. sundries i., çoğ. çeşitli ufak şeyler. sundry s. 1. çeşitli. 2. birkaç. sun-dry f. güneşte kurutmak. sunflower i. ayçiçeği, günebakan. sung f., bak. sing. sunglasses i., çoğ. güneş gözlüğü. sunk f., bak. sink 1. sunken f., bak. sink 1. s. 1. batık, suya gömülmüş. 2. çökük sunlamp (gözler/yanaklar). i. ultraviyole lambası. sunlight i. güneş ışığı. sunlit s. güneşli. Sunna i. Sunnah i., İslam, bak. Sunna. Sunni i. 1. Sünniler, Sünni. 2. Sünni. Sunnite i. Sünni. sunny s. 1. güneşli. 2. neşeli. sunrise i. 1. güneş doğduğu zaman. 2. güneşin doğması. sunset i. 1. güneş battığı zaman. 2. güneşin batması, gurup. sunshine i. güneş ışığı. sunstroke i. güneş çarpması. suntan i. (güneşin ciltte meydana getirdiği) bronzlaşma: You´ve got a sunup good i. güneşsuntan. doğduğuÇok zaman: güzel bronzlaşmışsın. We started out at sunup. Güneş sup doğduğu i. yudum. zaman yola çıktık. super s. 1. k. dili harika, çok güzel, süper. 2. fazlasıyla, aşırı derecede: superabundant super s. çok secrecy bol. aşırı gizlilik. i., k. dili 1. şef, amir; nezaretçi. 2. kapıcı. superannuated s., İng. 1. yaş haddinden dolayı emekliye ayrılmış. 2. yaşlılıktan superb dolayı s. enfes,birfevkalade, işi gerektiği gibi çok yapamayan. 3. eskimiş, köhne; miadı güzel. dolmuş; modası geçmiş. supercede f., bak. supersede. supercharger i. aşırı doldurma kompresörü. supercilious s. başkalarına tepeden bakan; (birinin/bir şeyin) ne kadar hor supercool görüldüğünü belirten. f., kim. aşırı soğutmak. superdooper s., k. dili, bak. superduper. superduper s., k. dili süper, harika. superego i., ruhb. üstben, üstbenlik. superficial s. 1. derin olmayan, yüzeysel: superficial wound yüzeysel yara. superfluity 2. esaslı olmayan, i. lüzumundan fazlayüzeysel, bir miktar.sathi; üstünkörü, gelişigüzel. 3. hiç derinlemesine düşünmeyen. superfluous s. lüzumsuz, gereksiz. superheat f., kim. aşırı derecede ısıtmak. superhighway i. otoyol, otoban. superhuman s. insanüstü. superimpose f. on/over (bir şeyi) (başka bir şeyin) üstüne koymak/bindirmek, superintendent -e uygulamak. i. 1. şef, amir; nezaretçi. 2. kapıcı. superior s. 1. daha yüksek rütbeli; yüksek (rütbe/sınıf). 2. üstün nitelikli, superiority üstün kaliteli, üstün. 3. daha kuvvetli. 4. daha çok. 5. kendini bir i. üstünlük. şey zannettiğini gösteren: He wore a superior smile. Yüzünde, superiority complex üstünlük duygusu/kompleksi. kendini bir şey zannettiğini gösteren bir tebessüm vardı. i. amir. superlative s. en iyi, mükemmel. superlative degree dilb. enüstünlük derecesi. superman çoğ. su.per.men (su´pırmen) i. 1. süpermen. 2. üstinsan. supermarket i. süpermarket. supernatural s. doğaüstü, tabiatüstü. i. superpower i. süper devlet. supersede f. (yeni bir şey) (eski bir şeyin) yerini almak: The computer has supersonic superseded s. süpersonik, the typewriter. Bilgisayar daktilonun yerini aldı. sesüstü. superstar i., sin., müz., tiy. büyük yıldız, süperstar. superstition i. boş inanç, batıl itikat, hurafe. superstitious s. 1. boş inançtan kaynaklanan. 2. boş inançlara inanan; boş superstructural inançların s. üstyapısal.etkisinde olan. superstructure i. üstyapı, süperstrüktür. supertanker i. çok büyük tanker (gemi). supertax i. (başka verginin üstüne) bindirilen vergi. supervene f. (bir olay/bir durum sürerken) (başka bir şey) meydana supervise gelmek; f. gözetip(bir olay/bir durum denetleyerek idaremeydana geldikten etmek, gözetip sonra) (başka denetlemek. bir şey) meydana gelmek. supervision i. gözetip denetleyerek idare etme, gözetim ve denetim. supervisor i. şef, amir; nezaretçi. supine s. 1. sırtüstü yatan. 2. miskin, pasif, inisiyatiften yoksun. supp kıs. supplement. supper i. akşam yemeği. supplant f. 1. (birinin) ayağını kaydırıp yerine geçmek. 2. (yeni bir şey) supple (eski bir şeyin) hareket s. 1. çeviklikle yerini almak. edebilen, çevik. 2. yumuşak ve esnek. 3. supplement yeni durumları i. ilave, ek. çabuk kavrayıp onlara alışabilen (zekâ). 4. akıcı ve hoş (üslup). supplement f. by (belirli bir şey yaparak) (bir şeyin) eksikliklerini gidermek; supplementary by s. ek(belirli olan,birek.şey yaparak) (bir şeyi) artırmak; with (belirli bir şeyle) (bir şeyi) artırmak: He supplements his income by giving supplementary angles mat. bütünler açılar. private lessons. Özel ders vererek gelirini artırıyor. suppliant i. yalvaran kimse. supplicant i., bak. suppliant. supplicate f. yalvarmak. supplication i. yalvarma, yalvarış. supplier i. mal sağlayan kimse/firma. supply f. with (birinin ihtiyacını) karşılamak; (bir şeyi) bulup (müşteriye) supply and demand ulaştırmak: ekon. arz ve He supplies talep, sunuus vewith tobacco. Tütün ihtiyacımızı istem. karşılıyor. Can you supply us with it by Monday? Onu bulup bize support f. 1. desteklemek, arka olmak: He doesn´t support that party. O pazartesiye kadar ulaştırabilir misiniz? i. 1. (ileride kullanılmak partiyi desteklemiyor. They supported him throughout that üzere hazır olan) miktar: We´ve got a good supply of sugar. period. O müddet boyunca ona destek oldular. 2. (birini) Stokta yeterli miktarda şeker var. 2. çoğ. gereçler, malzeme, geçindirmek. 3. taşımak; payandalamak; (-in ağırlığını) materyal. kaldırmak: The arches support the bridge. Kemerler köprüyü support unit ask. destek birliği. supporter i. (birini/bir şeyi) destekleyen kimse, destekçi; taraftar. supporting cast sin. yardımcı oyuncular. supporting fire ask. destek ateşi. supportive s. destekleyici, destek verici. suppose f. 1. zannetmek, sanmak: I suppose they´re in Muğla by now. supposed Şimdi Muğla´da s. zannedilen, olduklarını zannediyorum. I suppose so. Galiba farzedilen. öyle. They supposed themselves to be defending democracy. supposedly z. güya, sözümona: He´s supposedly a great scholar. Güya Kendilerinin demokrasiyi savunduklarını zannettiler. 2. supposition büyük bir âlim.varsayım, faraziye. i. zan, tahmin, farzetmek, varsaymak: Let´s suppose that the monarchy has suppository been i., tıb.abolished. Krallığın supozituvar, fitil. lağvedilmiş olduğunu farzedelim. suppress f. 1. bastırmak, durdurmak; yok etmek. 2. gizli tutmak. 3. (bir suppression haberin/yayının) çıkmasınıyok i. 1. bastırma, durdurma; yasaklamak. 4. ruhb. etme. 2. gizli tutma.(bilinçli 3. (birolarak) (duyguyu/isteği) haberin/yayının) bastırmak/bilincinden çıkmasını yasaklama. suppurate f. 1. (yaradan) irin/cerahat akmak: The 4. ruhb.was wound (bilinçli olarak) suppurating. uzaklaştırmak/zaptetmek. (duyguyu/isteği) bastırma. supremacy Yaradan i. üstünlük;cerahat akıyordu. 2. (yara) irin/cerahat toplamak, egemenlik. irinlenmek. supreme s. 1. en büyük, üstün; üstün derecedeki. 2. en yüksek rütbeli. 3. Supreme Being en önemli. Allah, Tanrı, Cenabı Hak. Supreme Being Allah. supreme court yargıtay, en yüksek mahkeme. supt kıs. superintendent. sura i. (Kuran´da) sure. surah i., bak. sura. surcharge i. 1. ek ücret. 2. fazla yük. 3. (pula yapılan) sürşarj. surcharge f. 1. (birinden) ek bir ücret istemek. 2. fazlasıyla yüklemek. 3. sure (pula) sürşarj s. 1. emin: Areyapmak. you sure? Emin misin? I´m sure they´ll stay. sure enough Kalacaklarından gerçekten. eminim. She´s sure of this. Bundan emin. 2. kesin, muhakkak: It´s sure to happen. Onun olacağı kesin. One sure enough gerçekten: There he was, sure enough. Gerçekten oradaydı. thing is sure: he won´t appoint Ebru. Kesin olan şu: Ebru´yu Sure thing! k. dilietmez. tayin Tabii!/Hayhay! It´s a sure thing. Kesin bir şey. z., k. dili 1. Sure thing! Tabii!/Hayhay!: k. dili Tabii!/HaySure!hay!Tabii! “Will you come?” “I sure will.” surefire “Gelecek s., k. dili kesin. “Tabii ki geleceğim.” 2. bayağı, epey: They misin?” sure are hardworking! Onlar bayağı çalışkan!/Onlar ne kadar surefooted s. ayağı hiç kaymaz, sürçmez. çalışkan! surely z. muhakkak: Surely you know each other, don´t you? surety Muhakkak birbirinizi i. 1. kefil. 2. tanıyorsunuz, (para olarak) kefalet. değil mi? surf i. 1. kıyıya çarpıp çatlayan dalgalar. 2. kıyıya çarpıp çatlayan surface dalgaların i. 1. yüzey,sesi. satıh.3. 2. kıyıya çarpıp çatlayan (suya/sıvıya ait) yüz:dalgalarda on the surface oluşan of the beyaz water köpükler. suyun f. 1. yüzünde. spor 3. sörf dış yapmak. yüz, dış 2. bilg. görünüş. (İnternet f. 1. surface features coğr. yüzey şekilleri, yer biçimleri. üzerinde) sörf yapmak. (balık/denizaltı) suyun yüzüne çıkmak. 2. (yolu) (bir maddeyle) surface mail kara veya denizden giden posta. kaplamak. 3. k. dili görünmek, gözükmek, ortaya çıkmak. surfboard i. sörf tahtası. surfeit i. 1. fazlalık. 2. fazlasıyla (yemek) yeme/içme. f. fazlasıyla surfer yedirmek/içirmek/doldurmak. i. sörfçü. surfing i. 1. spor sörf. 2. bilg. (İnternet üzerinde) sörf yapma. surge f. 1. (deniz) kabarmak, kaynamak. 2. against (dalga) yükselip -e surgeon çarpmak. 3. up (dalga) şiddetle yükselmek. 4. (elektrik i. cerrah, operatör. cereyanı, fiyatlar, satışlar v.b.) aniden yükselmek. 5. hürya surgery i. 1. cerrahi; cerrahlık, operatörlük. 2. İng. muayenehane. 3. İng. etmek, akın akın gitmek. 6. dalgalar halinde yayılmak. 7. up (milletvekilinin İng. muayenehanenin seçim bölgesinde kendi seçmenleriyle yaptığı) surgery hours birdenbire (birinin) içiniaçık (bir olduğu saatler. his) kaplamak/doldurmak: Anger görüşme. surgical surged s. up within 1. cerrahi, her. Birdenbire cerrahiye içini öfke kapladı. ait. 2. ameliyatlarda i. 1.3. kullanılan. (bir his) surgical spirit aniden ameliyatlave şiddetle yapılan. İng. tuvalet ispirtosu. belirme. 2. dalgalar halinde yayılma. 3. (elektrik cereyanı, fiyatlar, satışlar v.b.) aniden yükselme. 4. Surinam i. Surinam. (insanlar/hayvanlar için) akın, akın halinde gitme. Surinamese i. (çoğ. Su.ri.nam.ese) Surinamlı. s. 1. Surinam, Surinam´a özgü. surly 2. Surinamlı. s. sinirli ve nobran, aksi ve kavgacı. surmise i. tahmin, zan, sanı. f. tahmin etmek, zannetmek, sanmak; sanısına kapılmak: I surmised that she was unhappy. Mutsuz olduğu sanısına kapıldım. surmount f. 1. üstesinden gelmek, hakkından gelmek. 2. -in üstünden surname yükselmek. i. soyadı. 3. -in üstünde durmak. surpass f. (üstünlük açısından) geçmek; geride bırakmak: He surpassed surpassing all the other s. eşsiz, students in Latin. Latincede diğer öğrencilerin emsalsiz. hepsini geçti. surpassingly z. son derece: She´s surpassingly lovely. O son derece güzel. surplus i. artakalan miktar; üretim fazlası: The U.S. has a surplus of surprise wheat thisşaşkınlık; i. sürpriz; year. Bu hayret. sene A.B.D.´nde fazla f. 1. (birine) buğday sürpriz üretildi. yapmak; s. (birini) fazla, fazla şaşırtmak. miktarda: surplus military supplies levazım fazlası. surprise attack ask. baskın2.taarruzu. (birini) gafil avlamak; (bir yere) baskın yapmak. surprising s. şaşırtıcı. surreal s. gerçeküstü. surrealism i. gerçeküstücülük, sürrealizm. surrealist s., i. gerçeküstücü, sürrealist. surrender f. 1. teslim etmek; teslim olmak. 2. -den feragat etmek; vermek, surrender o.s. to bırakmak. kendini (bir i. 1. teslim. şeye) 2. feragat; verme, bırakma, terk. vermek. surreptitious s. 1. hırsızlama yapılan. 2. gizlice ve kanunsuzca yapılan. surrey i. fayton, payton. surrogate i. 1. vekil. 2. başkasının yerini tutan/başkasının yerine kullanılan surround kimse/şey. f. 1. çevrelemek,s. başkasının çevirmek, yerini -in tutan/başkasının yerine 2. ask. etrafını çevirmek/sarmak. kullanılan kuşatmak, (kimse/şey). sarmak. surrounding s. çevredeki, etraftaki: There are many vineyards in the surroundings surrounding i., çoğ. çevre,area. muhit;Etrafında ortam. çok bağ var. surtax i. ek vergi. surveillance i. (birinin faaliyetlerini) gizlice izleme. survey f. 1. gözden geçirmek, incelemek. 2. göz gezdirmek, şöyle bir survey bakmak. i. 1. anket. 3. 2. (bir yeri) ölçmek, gözden geçirme, mesaha inceleme.etmek. 4. anket 3. genel yapmak bakış. 4. için soru ölçüleme; sormak. yerölçme. eden kimse, yerölçmeci. surveyor i. yeri ölçen/mesaha survival i. 1. hayatta kalma: They´re fighting for their survival. Yok survive olmamak f. 1. hayatta içinkalmak; savaşımsağ veriyorlar. kalmak. 2.2. kalıntı, ayakta artakalan kalmak: It´s şey. survivor survived i. 1. sağ kalanfor five hundred kimse. years.kalan 2. ayakta Beş yüzşey.yıl3.boyunca k. dili zor ayakta durumları kaldı. göğüsleyip3. (birinden) uzun kimse. etkilenen; duygularınazor yaşamak. atlatabilenkolaylıkla 4. (afet, kaza veya bir susceptible s. çevresindekilerden kolaylıkla durumu) atlatmak. suspect kapılan f. 1. kuşku (biri). duymak, şüphe etmek: I suspect his motives. Onun suspect niyetlerinden s. kuşkulu, şüpheli, kuşkuşüphe duyuyorum. All ofsakıncalı; uyandıran; us suspected mimli. him. i. sanık, Hepimiz zanlı. ondan şüphe ediyorduk. 2. (bir şeyin olacağını) tahmin suspend f. 1. asmak; sarkıtmak: They suspended the chandelier from the etmek: I suspected something like this would happen. Böyle bir ceiling. i. Avizeyi tavana 1. (pantolonun astılar. düşmesini 2. (from) önlemek geçici askı:olarak suspender şeyin olacağını tahmin ediyordum. 3. için) zannetmek, I want a pairShe sanmak: of uzaklaştırmak, suspenders. Bir tardetmek. tane 3. (cezayı) pantolon askısı ertelemek, istiyorum. 2. tecil İng. etmek. jartiyer. 4. suspense ´s smarter i., sin. süspans,than geciktirim. we suspected. Zannettiğimizden daha akıllı. I geçici olarak durdurmak, kesmek; ara vermek; tatil etmek. 5. suspenseful suspect you´re right, s., sin.olarak süspans dolu. actually. Aslında senin haklı olduğunu geçici yürürlükten kaldırmak; askıya almak. 6. kim. sanıyorum. suspension süspansiyon halinde tutmak. i. 1. asma, sarkıtma; asılma, sarkıtılma. 2. geçici olarak suspension bridge uzaklaştırma/uzaklaştırılma. asma köprü. 3. (cezayı) erteleme; (ceza) ertelenme. 4. geçici olarak durdurma/durdurulma. 5. geçici suspicion i. 1. kuşku, şüphe. 2. ipucu. 3. ufak bir belirti. olarak yürürlükten kaldırma/kaldırılma; askıya alma/alınma. 6. suspicious s. 1. kuşku kim. dolu; şüphe süspansiyon, asıltı.içinde; 7. oto.kuşku duyan: You seem süspansiyon. sustain suspicious. Şüphe ediyor gibisin. f. 1. ayakta tutmak; -in yaşamasını sağlamak; He´s suspicious by nature. -in çökmesine Şüpheci engel biri o.devam olmak; 2. şüpheli, şüphe ettirmek, uyandıran.2. (ağırlığı) çekmek. sürdürmek. sustained s. 1. başından sonuna kadar aynı güçle sürdürülen. 2. başından 3. doğrulamak, sonuna kadar aynı tasdik etmek. 4. kaldırmak, kalitede/seviyede katlanmak. 5. huk. sürdürülen. sustaining wall istinat duvarı. (hâkim) (bir şeyin) doğru olduğunu kabul etmek. 6. (kötü bir sustenance i. 1. yiyecek şeye) uğramak: bir şey/şeyler, That army had yiyecek/yiyecekler. 2. (bir yiyeceğin sustained two defeats. O ordu iki suture içindeki) yenilgiye i., besleyici yeri,maddeler. uğramıştı. tıb. 1. dikiş 3. ayakta dikiş. 2. dikişte tutma;iplik/tel. kullanılan yaşamasını 3. dikiş sağlama; çökmesine engel olma. 4. ayakta tutan şey. atma. svelt s., bak. svelte. svelte s. ince ve zarif, narin. SW kıs. southwest. swab i. 1. ufak bir çubuğun ucuna takılı hidrofil pamuk/bez parçası. 2. swaddle ask. harbinin f. (bebeği) ucuna takılan kundağa sarmak,çaput. 3. den. sopanın kundaklamak. swaddling ucuna takılı clothes tahta kundak bezi, paspas. bezleri. f. (--bed, --bing) 1. (pamuklu çubukla) swagger f. 1. kasıla kasıla yürümek. 2. sallana sallana yürümek. temizlemek. 2. (çaputlu harbi ile) temizlemek. 3. den. paspaslamak. swallow f. 1. yutmak. 2. yutmak, sesini çıkarmadan sineye çekmek. 3. k. swallow dili yutmak, i., zool. kanmak, aldanmak, inanmak. 4. yutkunmak. i. kırlangıç. yudum. swallow one´s pride gururunu bir yana bırakmak. swallow one´s words 1. kelimeleri yutmak, kelimeleri net bir şekilde telaffuz swallow s.t. hook, line, and etmemek. 2. yanılmış olduğunu itiraf k. dili bir yalanı tamamen yutmak, biretmek; yalanatükürdüğünü tamamen sinker yalamak. swallow s.t. up inanmak. bir şeyi yok etmek. swam f., bak. swim. swamp i. bataklık. f. 1. suyla doldurmak: The high waves were swampy swamping s. bataklık,the boat. Yüksek dalgalar yüzünden tekne suyla batak. doluyordu. 2. (bir şeylerin aşırı miktarda olması) sıkışık/zor bir swan i. kuğu. duruma sokmak: They´re swamping us with orders. Bizi swan song 1. efsaneyeboğuyorlar. siparişlere göre kuğunun ölmeden Such buildingsönceki son ve güzel are swamping the ötüşü. swank 2. bir suburbs.sanatçının s., k. dili, Böyle son eseri/gösterisi. binalar banliyöleri âdeta istila ediyor. 3. k. dili bak. swanky. swanky (spor s., k. dili şık ve lüks. ezmek, ezici bir yenilgiye uğratmak. yarışmasında) swap f. (--ped, --ping) k. dili değiş tokuş etmek, trampa etmek, swarm değiştirmek, i. 1. oğul, toplutakas etmek: haldeki We2. arılar. swapped sürü: A coats. swarmPaltolarımızı of people değiş gathered tokuş ettik. around I´ll the swap well. you Kuyununtwenty marbles etrafında for bir thatinsan sürü canary. swarthy s. esmer (kişi/ten). Yirmi misketimi senin kanaryanla trampa ederim. toplandı. f. 1. (arılar) oğul halinde kovandan ayrılmak. 2. akın I´ll swap with swashbuckler i. afiliDeğiş you. kabadayı. tokuş edebiliriz. i., k. dili değiş tokuş, trampa, takas. etmek, akın halinde gitmek. 3. (with) kaynamak, çok miktarda swashbuckling s. 1. afili bir kabadayıyığılmak, toplanmak/birikmek, gibi. 2. macera yığışmak:doluThe ve place heyecan wasverici swastika (hikâye, swarming roman i. gamalı haç. v.b.). with cops. Orada polis kaynıyordu. swat f. (--ted, --ting) (sineklik, dürülmüş gazete, beysbol sopası veya swatch elle) vurmak. kumaş/deri/kâğıt parçası, eşantiyon, numune. 2. i. 1. numunelik swath parça, yer:halinde i. 1. (şerit Here and there alan, uzanan) you could şerit.see swatches 2. tırpan, of red. biçme Yer makinesi yer kırmızılıklar v.b.´nin görünüyordu. bir geçişte kestiği yer. swathe f. in (sargı/giysi/örtü/kumaş) ile sarmalamak, ile sarıp swatter sarmalamak, ile sarmak. i. sineklik, sinek öldürmeye yarayan saplı alet. sway f. 1. (dik duran bir şey/biri) (bir yandan öbür yana) sallanmak; Swazi sallamak: She was swaying i. 1. (çoğ. --s/Swa.zi) to the 2. Swazi, Svazi. music. Kendini Swazice, müziğin Svazice. s. 1. etkisine Swazi, bırakarak Svazi, Swazi sallanıyordu. halkına özgü. The 2. wind was Swazice, swaying Svazice. the Swaziland i. Swaziland, Svaziland. palms. Rüzgâr palmiyeleri sallıyordu. 2. (birini) etkileyerek swear f. (swore, sworn) yönlendirmek; 1. küfretmek, (birini) (bir karara) sövmek. 2. yemin yöneltmek: etmek, In the end itant was swear at içmek; Alev´s (birine) (birine)greed yemin for küfretmek. money verdirmek, that swayed ant Sungur. içirmek. Eninde sonunda swear by Sungur´un kararını belirleyen şey Alev´in para hırsıydı. Can he -e çok güvenmek. be swayed by a pretty face? Güzel bir çehre onu bir karara swear like a trooper k. dili sövüpmi? yöneltebilir saymak, kalayı basmak. i. 1. sallanma. 2. nüfuz. 3. egemenlik, swear off (bir şeyi yapmamak hâkimiyet, hükümranlık. için) tövbe etmek. swear s.o. in 1. birine ant içirerek bir makama geçirmek. 2. birine ant swear s.o. to içirmek. (belirli bir konu) hakkında (birine) yemin ettirmek: We´ve swearword sworn i. küfür, him to silence. Hiçbir şey söylemeyeceğine dair yemin sövgü. ettirdik. sweat i. 1. ter. 2. (soğuk bir yüzeyin üstünde oluşan) damlalar, ter. 3. sweat blood ter dökme. k. dili 1. çokf. çalışmak, 1. terlemek. epey2. (cam, bardak2.v.b.) ter dökmek. çok terlemek, endişe etmek. buğulanmak. 3. k. dili endişe etmek. 4. (içindeki su) ter şeklinde sweat it out k. dili 1. (zor bir duruma) dayanmak: You´ll just have to sweat sızmak, terlemek. sweat s.t. out itter out! Ona dayanmaktan dökerek başka çaren bir şeyi vücudundan atmak. yok! 2. endişe içinde beklemek: We sweated it out for a week. Bir hafta boyunca sweat suit eşofman. endişe içinde bekledik. sweater i. kazak, hırka, süveter, pulover. sweaty s. 1. terli. 2. ter kokan. 3. terleten, terletici (hava). Swede i. İsveçli. swede i., İng. şalgam. swede turnip şalgam. Sweden i. İsveç. Swedish i. İsveççe. s. 1. İsveç, İsveç´e özgü. 2. İsveççe. sweep f. (swept) 1. süpürmek: Sweep the kitchen! Mutfağı süpür! She sweep s.o. off his/her feet swept k. dili the kitchen birini kendine floor clean. Mutfağın sırsıklam âşık etmek. yerini süpürerek temizledi. 2. away yok etmek; silip süpürmek; alıp götürmek; sweep up (bir yeri) süpürmek. sürüklemek: The wind has swept all the leaves away. Rüzgâr yaprakların hepsini silip süpürdü. 3. (bir yerin) üzerinden geçmek; istila etmek: Fire swept the area. Yangın bölgeyi kasıp kavurdu. Fear swept the country. Ülkeyi korku sardı. 4. kendinden emin bir şekilde hızla/hışımla yürümek. 5. taramak: sweeper i. 1. elektrik süpürgesi. 2. süpürme makinesi/aracı. 3. süpürücü. sweeping s. 1. çok kapsamlı, çok geniş, büyük çapta. 2. fazla genel, sweepings yeterince fark gözetmeyen. 3. geniş, panoramik (manzara). i., çoğ. süprüntü. sweepstakes i. ödenen paraların tümünü bir/birkaç kişinin kazanabileceği bir sweet bahis türü/piyango. s. 1. tatlı; şekerli: sweet wine tatlı şarap. sweet orange tatlı sweet alyssum/alison portakal. Do bot. beyaz deliotu,you take yourkuduzotu. beyaz coffee sweet? Kahvenizi şekerli mi içersiniz? This jam´s too sweet. Bu reçel fazla tatlı. 2. tatlı, hoş; sweet basil bot. fesleğen, reyhan. sevimli, şirin: sweet sounds hoş sesler. a sweet lady tatlı bir sweet bay bot. defne. hanım. a sweet little village şirin bir köycük. i. 1. çoğ. şekerli sweet corn yiyecekler. tatlı bir mısır 2.türü. İng. şeker. 3. İng. (yemeğin sonunda yenilen) sweet gum tatlı. 1. bot. amerikansığlası. 2. bot. anadolusığlası. 3. sığla balsamı. sweet marjoram bot. mercanköşk, merzengûş. sweet pea bot. ıtrışahi, ıtırşahi. sweet pepper tatlı biber. sweet pepper dolmalık biber; çarliston biberi. sweet potato tatlıpatates, sarmaşıkpatatesi. sweet shop İng. şekerci dükkânı, şekerci. sweet shrub bot. kadehçiçeği, kalikant. sweet water tatlı su. sweet william bot. hüsnüyusuf. sweet woodruff bot. kokulu asperula. sweetbread i., kasap. uykuluk. sweetbriar i., bot. kokulu bir gül türü. sweetbrier i., bot., bak. sweetbriar. sweeten f. 1. tatlılaştırmak, tatlı yapmak, şeker tadı vermek. 2. daha hoş sweetener yapmak; daha hoş bir i. (yiyeceği/içeceği) hale tatlı getirmek, yapan madde, tatlılaştırmak, tatlandırıcı. daha çekici yapmak; iticiliğini azaltmak. sweetening i. 1. tatlılaştırma, tatlı yapma. 2. daha hoş yapma; tatlılaştırma, sweetheart daha çekici yapma; iticiliğini azaltma. 3. (yiyeceği/içeceği) tatlı i. sevgili. yapan madde, tatlandırıcı. sweetie i., k. dili 1. sevgili. 2. çok şeker biri/hayvan; çok hoş bir şey. 3. sweetmeat İng. (akide şekeri gibi) şeker. i. şekerleme. sweetsop i. 1. bot. kaymakağacı, hintayvaağacı. 2. hintayvası (meyve). sweet-talk f., k. dili (birini) tatlı sözlerle ikna etmek/kandırmak. swell f. (--ed; --ed/swol.len) 1. şişmek, kabarmak; şişirmek: Her ankle swelling ´s swollen. i. 1. şişkinlik, Ayak bileği şişlik, şiş, şişti. şişmiş The rain yer. 2. has swelled şişme; the door. şişirme. Yağmur kapının tahtalarını şişirdi. 2. artmak; artırmak: It´ll swell swelter f. (sıcaktan) terleyerek bunalmak: We sat there sweltering for our tax revenues. Vergi gelirlerimizi artırır. It swelled the flood two s. hours. Orada iki saatçokboyunca ter içinde oturduk. i. sweltering of 1. (sıcaklığıyla) protests. Protestoinsanı yağmurunu terletip bunaltan. şiddetlendirdi. 2.3.bunaltıcı, den. (yelken) swept boğucu (rüzgârla) (sıcak). f., bak. sweep.dolmak/şişmek; (rüzgâr) (yelkeni) swerve doldurmak/şişirmek. f. 1. birdenbire başka4.bir k.tarafa dili (öfke v.b.) kabarmak: yönelmek; He swelled (taşıtı) birdenbire with başka anger. bir yöne Öfkesi kabardı. sürmek: At Pride that swelled point the within her. road swerves Göğsüto the swift s. 1. çabuk, kabardı. i. 1.hızlı, ölü süratli.2. dalga. 2.dalgalanma. k. dili akıllı; makul; 3. artma,zeki. artış. s., k. west. O noktada yol batıya yöneliyor. He swerved the car todili the swift i., zool. çok harika, 1. karasağan. güzel. 2. k. dili kırlangıç. right to avoid hitting the dog. Köpeğe çarpmamak için swiftness i. çabukluk, hız, direksiyonu birdensürat. sağa kırdı. 2. (hedeften/fikirden/inançtan) swig ayrılmak, sapmak. f. (--ged, --ging) i. 1.içmek. k. dili birdenbire başka bir tarafa i. yudum. swill yönelme/yöneliş; (taşıtı) başka f. 1. çok içmek. 2. (domuza) sulandırılmış bir yöne sürme. yemek2.artıkları (hedeften/fikirden/inançtan) ayrılma, sapma. swill a liquid around/about in vermek. (bir kabı)3.(birüstüne su dökerek sıvıyla) (bir yeri) temizlemek. çalkalamak/çalkalayarak i. (domuza temizlemek. yedirilen) sulandırılmış yemek artıkları. swim f. (swam, swum, --ming) 1. (suda) yüzmek: They were swim against the tide swimming egemen olan in the creek. görüşe Çayda karşı yüzüyorlardı. 2. (akarsu, göl v.b. gelmek. ´ni) yüzerek geçmek. 3. (bir şey içinde) yüzmek; (bir şeyle) dolu swim with the tide egemen olan görüşe uymak. olmak; (bir şeye) bol miktarda sahip olmak: These beans are swimming i. yüzme. in grease. Bu fasulye yağ içinde yüzüyor. She was swimming swimming costume swimming mayo. in money. Para içinde yüzüyordu. 4. (birinin başı) swimming pool dönmek: His yüzme havuzu. head was swimming. Başı dönüyordu. 5. yüzdürmek; -in yüzmesine yardım etmek: He swam the horse swimming trunks (erkekler across theiçin) river.mayo: He boughtnehirden Atı yüzdürerek a pair of geçirdi. swimming trunks. i. yüzüş, Mayo aldı. yüzme: Where do you take your morning swim? Sabahları nerede yüzüyorsun? s. yüzmekle ilgili; yüzerken kullanılan/giyilen. swimmingly z. swimsuit i. mayo. swindle f. dolandırmak, dolandırıcılık etmek. i. dolandırma; dolandırıcılık. swindler i. dolandırıcı. swine i. (çoğ. swine) 1. domuz. 2. k. dili pis herif. swing f. (swung) 1. (sarkaç gibi) sallanmak; sallamak: The lamp was swing into action swinging k. dili hareketein the geçivermek. wind. Lamba rüzgârda sallanıyordu. She was swinging in the hammock. Hamakta sallanıyordu. Swing her in swinging s., k. dili çok hareketli ve neşeli. the swing. Onu salıncakta salla. He swung his arms as he swinging door çarpma Yürürken walked. kapı. kollarını sallıyordu. 2. (bir yöne) çevirivermek: swinish He s. çokswungkaba; hishayvani, gun towards me. Tüfeğini bana doğru çeviriverdi. hayvanca. swipe 3. f. 1. k. dili çalmak, aşırmak,hammock asmak: They swung the araklamak, between yürütmek.two 2.oaks. Hamağı çarpmak, iki meşe vurmak. arasına 3. girdap astılar. at (birine) 4. yumruk (beysbol savurmak;veya golf sopası, (bir şeyi) tenis -e doğru swirl f. dönmek; raketi, orak v.b.´ni) gibi dönmek, sallamak; helezonlaşarak (baltayı) indirmek; dönmek; şöyle döndürmek;bir sallamak: He swiped at the bee with his book. Kitabını swish f. 1. (havadagirdap (sopayı/bastonu) hareket gibi savurmak. döndürmek; ederken) 5. ıslık k. helezonlaştırarak diligibi (bir ses çıkarmak. şeyin) sonucunu 2. tayin arıya döndürmek.doğru şöyle bir i. dönme; salladı. girdap i. vurmak gibi i.dönme, amacıyla yapılan Swiss (yapraklar, etmek. i. (çoğ. Swiss) hareket; k.ipek 6.yumrukdili v.b.) hışırdamak. başarmak, İsviçreli. savurma; becermek: s. 1.(bir İsviçre, Canhelezoni 1. ıslık şeyi)İsviçre´ye sallama: gibi you keskin swing özgü. She dönüş; bir 2.a made ses.car new 2. İsviçreli. a swipe girdap, hışırtı. on your helezon; present helezoni salary? kıvrım. Şimdiki maaşınla yeni bir araba satın Swiss cheese at the fly İsviçre with the rolled newspaper. Dürülmüş gazeteyi peyniri. alabilir karasineğe misin?doğru7. around şöyle bir dönüvermek: salladı. He swung around and Swiss steak biftek found ile yapılan himself facesebzeli, to facesalçalı with his bir oppressor. yemek. Dönüverince switch karşısında i. 1. elektrik kendisine zorbalık edeni anahtarı/düğmesi, buldu. anahtar, The car düğme, swung komütatör; switch off around şalter. (düğmesini the corner. 2. d.y.çevirerek) Araba köşeyi makas. 3.(elektrikli (uzun bir)bir dönüverdi. postiş. aygıtı) 8. (geniş 4.kapatmak. değiştirme, bir yay çizerek) (bir değişiklik. 5. yöne doğru) (kesilmiş) çokdönmek: ince dal. Atf.that point the army swung 1. değişmek; switch on (düğmesini north. Oradaçevirerek) ordu kuzeye (elektrikli bir aygıtı)başladı. doğru dönmeye açmak. 9. (bir şeye değiştirmek: Let´s switch places. Yerlerimizi değiştirelim. He´s switchblade i. sustalı bıçak, tutunarak) switched to(bir sustalı. yerden) another (başka brand. Artık birbaşka yere)bir atlamak/sıçramak: marka kullanıyor. 2. -i switchboard Tarzan ince birwas i. telefon dalla swinging dövmek.on santralı. 3.vines (hayvan)from(kuyruğunu) one tree to the (bir other. yandan öbür Tarzan yana) sarmaşıklara sallamak; tutunarak (hayvanın kuyruğu) santralcı, santral; santral memuru/memuresi. ağaçtan (birağaca yandan atlıyordu. öbür He yana) switchboard operator swung himself into the saddle. Hafif bir sıçrayışla ata bindi. He sallanmak. Switzerland i. İsviçre. swung himself down from the wall. Ellerinin yardımıyla duvarın swivel i. 1. fırdöndü, üstünden indi.serbest 10. (birbir eksenle bağlanmış durumdan) (başka bir çift halka. 2. (tüfek) duruma) swivel chair çatı döner kancası. geçivermek: sandalye; f. (--ed/--led, She swungkoltuk. döner --ing/--ling) from pessimism around dönüvermek; to optimism. döndürüvermek. Kötümserlikten iyimserliğe geçiverdi. 11. salına salına swivet i. yürümek/gitmek. 12. at k. dili (birine) yumruk savurmak: He swob i., swungf., bak. swab. at me. Yumruğunu bana doğru savurdu. 13. (kapı, köprü swollen v.b.) f., bak. swell. s. üzerinde) (bir eksen şişmiş, şiş. dönmek; -i döndürmek: She was swoon swinging on the gate. f. bayılmak. i. bayılma, baygınlık, Kapının üzerinde baygınbir ileri bir geri hal. sallanıyordu. The door swung to. Kapı kendiliğinden kapandı. swoop f. 14. (down) k. dili (kuş) asılarakbirdenbire inmek. asılmak: You´ll swing for this. idam edilmek, swoop down on 1. birdenbire Bunun için seni (birinin) üstüne i.çullanmak. sallandırırlar. 1. (beysbol2.sopası, birdenbire tenisinip/çıkıp raketi, swop (birini) orak yakalamak. v.b.´ni) sallama, f., i., k. dili, bak. swap. i. 1. ani iniş. sallayış; 2. baskın, (baltayı) polis indirme, baskını. indiriş; (sopayı/bastonu/yumruğu) savurma, savuruş. 2. (sarkaç gibi) sword i. kılıç. sallanma, sallanış; sallama, sallayış. 3. (bir durumdan) (başka swordfish i. bir(çoğ. duruma)sword.fish/--es) geçiverme.kılıçbalığı. 4. salıncak. swordplay i. kılıç kullanma. swordsman çoğ. swords.men (sôrdz´mîn) i. iyi kılıç kullanan kimse. swordsmanship i. kılıç kullanmakta ustalık. swordtail i., zool. kılıçkuyruk. swore f., bak. swear. sworn f., bak. swear. swot f. (--ted, --ting) İng., k. dili çok ders çalışmak, ineklemek. swot up İng., k. dili (dersi) çok çalışmak, inek gibi çalışmak. i., İng., k. swum dili 1. inek, f., bak. swim. çok ders çalışan öğrenci. 2. çok çalışma, çok çabalama. swung f., bak. swing. sycamore i., bot. amerikançınarı. sycamore maple bot. dağakçaağacı. sycophancy i. dalkavukluk. sycophant i. dalkavuk. syllabication i. 1. hecelere ayırma. 2. heceleme. syllabification i., bak. syllabication. syllabify f. 1. hecelere ayırmak. 2. hecelemek. syllable i. hece, seslem. syllabus i., çoğ. --es (sîl´ıbısız)/syl.la.bi (sîl´ıbay) özet. syllogism i., man. tasım, kıyas. sylph i. 1. havada yaşayan peri, hava perisi. 2. ince ve güzel kız. sylphlike s. ince güzel, güzel ve ince (kız/kadın). sylvan s. 1. ormanda yaşayan/bulunan. 2. ormana özgü. 3. ormanlık; symbiont ormanla kaplı; orman gibi. i., biyol. ortakyaşar. symbiosis i., biyol. sembiyoz, ortakyaşama, ortakyaşarlık. symbiotic s. sembiyotik, ortakyaşar. symbol i. sembol, simge. symbolic s. sembolik, simgesel. symbolic logic simgesel mantık. symbolise f., İng., bak. symbolize. symbolism i. sembolizm, simgecilik. symbolist i. sembolist, sembolizm yanlısı, simgeci. s. sembolist, symbolize sembolizmle ilgili, simgeci. f. 1. -in sembolü/simgesi olmak, -i simgelemek. 2. symmetric sembolleştirmek, s., bak. symmetrical. simgeleştirmek. symmetrical s. 1. simetrik, simetrili. 2. mat. simetrik, bakışımlı, bakışık. symmetry i. simetri, bakışım. sympathetic s. 1. birinin duygularını anlayıp paylaşan, anlayışlı, halden sympathetic strike anlayan. 2. sempatik, sempati grevi, destek sıcakkanlı. grevi. 3. olumlu, iyi. sympathise f., İng., bak. sympathize. sympathiser i., İng., bak. sympathizer. sympathize f. with 1. (birinin) duygularını anlayıp paylaşmak, halini sympathizer anlamak. 2. (görüşü/fikri) anlayıp paylaşmak/desteklemek. i. sempatizan. sympathy i. 1. anlayış, halden anlama: He´s gone there to get sympathy sympathy strike from sempatiher.grevi, Orayadestek onun anlayışına grevi. arousesığınmaya gitti. Don´tfor s.o.´s sympathies look for birinin any sympathy (birinden/bir from her! Ondan hiç anlayış bekleme! şeyden) yana olan duygularını uyandırmak. You won´t symphonic s., müz. senfonik. get any sympathy from them! Haline hiç anlayış göstermezler! symphony i., 2. müz. senfoni.sempati. 3. çoğ. (belirli bir şeyden yana olan) duygudaşlık, symphony orchestra görüşler: His sympathies are definitely with the monarchy. senfoni orkestrası. symposium Görüşleri monarşiden çoğ. sym.po.si.a yana. (sîmpo´ziyı)/--s (sîmpo´ziyımz) i. sempozyum. symptom i. 1. tıb. semptom, bulgu, belirti. 2. işaret, alamet, belirti. symptomatic s. of 1. tıb. -in semptomu olan, -in belirtisi olan. 2. -e işaret olan, synagogue -in belirtisi havra. i. sinagog, olan. sync f., k. dili, bak. synchronize. i., k. dili synch f., i., k. dili, bak. sync. synchromesh i. senkronizör tertibatı. synchronic s. eşzamanlı, senkronik. synchronisation i., İng., bak. synchronization. synchronise f., İng., bak. synchronize. synchroniser i., İng., bak. synchronizer. synchronism i. eşzamanlılık, senkronizm. synchronization i. 1. senkronize etme, senkronik/eşzamanlı bir hale getirme. 2. synchronize sin. f. 1. senkronizasyon, senkronize etmek, eşleme. senkronik/eşzamanlı bir hale getirmek. synchronizer 2. sin. senkronize i. senkronizör. etmek, eşlemek. syncline i., jeol. ineç, tekne. syncopate f., müz. senkoplamak. syncopated s., müz. senkoplu. syncopation i., müz. senkop. syncope i. 1. tıb. senkop, bayılma, baygınlık geçirme. 2. dilb. içses syncretism düşmesi. i. 1. dilb. ikili çatı. 2. fels. senkretizm. syndicate i. 1. gazetelere bant-karikatür/karikatür/makale/haber satan syndrome ajans. 2. bir yönetim altında bulunan aynı türden bir grup ticari i., tıb. sendrom. kuruluş: a newspaper syndicate aynı yönetim altında bulunan synergism i., bak. synergy. gazeteler grubu. 3. yasadışı işler çeviren örgüt. f. (sîn´dıkeyt) 1. synergy i. görevdeşlik, bir sinerji.(bant-karikatür, karikatür, makale veya ajans aracılığıyla synesthesia haberi) i. duyumbirçokikiliği,gazeteye sineztezi.satarak gazetelerde sürekli synod yayımlanmasını i., Hrist. 1. sinod,sağlamak. toplantı. 2. 2.sinod, (aynı türden seçilmiş birkaç ticari oluşan üyelerden kuruluşu) grup haline topluluk/kurul. getirmek, aynı yönetim altında birleştirmek. synonym i. eşanlamlı sözcük, eşanlamlı, sinonim. synonymous s. eşanlamlı, anlamdaş, sinonim. synopsis çoğ. syn.op.ses (sînap´siz) i. özet. syntactic s., dilb. sözdizimsel, sentaktik. syntactical s., dilb., bak. syntactic. syntagm i., dilb. dizim, sentagma. syntagma i., dilb., bak. syntagm. syntax i., dilb. sözdizimi, sentaks. synthesis çoğ. syn.the.ses (sîn´thısiz) i., fels., kim. sentez, bireşim. synthesise f., İng., bak. synthesize. synthesize f. 1. sentez haline getirmek. 2. kim. sentez yoluyla synthetic yapmak/meydana s. 1. sentetik, sentez getirmek. yoluyla yapılan. 2. suni, yapay. syphilis i., tıb. frengi, sifilis. syphon i., f., bak. siphon. Syria i. Suriye. Syriac i., s. Süryanice. Syrian i. 1. Suriyeli. 2. Süryani. s. 1. Suriye, Suriye´ye özgü. 2. Süryani. syringe 3. Suriyeli. i. 1. şırınga, iğne, enjektör. 2. şırınga, bir yere sıvı doldurmaya syrup yarayan i. 1. pekmez pompa. 3. püskürteç, kıvamındaki pülverizatör. tatlı sıvı, f. 1. şırıngayla şurup, melas: beet syrupiçine su fışkırtarak pancar melası. (kulağı) lemon temizlemek. syrup limon 2. (bitkinin) şurubu. üstüne chocolate su syrup system i. 1. sistem, dizge: solar system güneş sistemi. philosophical püskürtmek. çikolatalı sos. 2.dizgesi. (ilaç olarak) şurup: cough syrup öksürük systematic system felsefe s. 1. sistemli, dizgeli. 2.digestive system fels. sistematik, sindirim dizgesel. sistemi. şurubu. nervous system sinir sistemi. 2. sistem, düzen: political system systematisation i., İng., bak. systematization. siyasi düzen. system of education eğitim sistemi. electoral systematise f., İng., bak. system seçim systematize. sistemi. 3. sistem, tertibat, düzen: heating systematization system ısıtma i. sistemleştirme, sistemi. cooling system soğutma tertibatı. dizgeleştirme. systematize electrical system elektrik f. sistemli bir hale getirmek, sistemi. computer system sistemleştirmek, bilgisayar dizgeleştirmek. sistemi. 4. sistem, şebeke, ağ: railroad system demiryolu systemic s. sistemikriver şebekesi. (ilaç).system akarsu ağı/şebekesi. telephone system systems analysis sistem sistemi. telefon analizi. 5. vücut, bünye: Too much sugar is bad for your systems analyst system. Fazla şeker yemek bünyeye zararlı. 6. düzenlilik, düzen. sistem analisti. systole i., tıb. kasım, sistol. systolic s., tıb. kasımlı, sistolik. T square T cetveli. T, t i. T, İngiliz alfabesinin yirminci harfi. to a T tam bir şekilde, tam: Ta It suits you ünlem, İng.,to k.adili T. Sağ Tamol! sana göre bir şey. tab i. 1. (dosyanın uzun kenarındaki tasnif numarası/yazısı yazılı) tabby çıkıntı. s. 2. (sayfa kenarına yapıştırılan) indeks etiketi. 3. (bir ucu giysiye dikili öbür ucu çıtçıtla/düğmeyle tutturulan dar ve kısa) tabby cat tekir kedi. bez bant: This shirt has a tab collar. Bu gömleğin yaka uçları table i. 1. masa. çıtçıtlı 2. masa, bir bantla masadakiler, birbirine aynı masada tutturuluyor. oturanların 4. alüminyum table d'hôte hepsi, sofra, kutunun/pet çoğ. ta.bles d´hôtesofradakiler. şişenin(täb´ılz 3. kapağını çizelge, açmaya dot´) cetvel, tablo, yarayantabldot. (lokantada) liste: periodic kulp/halka. 5. k. table dili elementler fatura, hesap: çizelgesi. Let me multiplication pick up the tab table this çarpım time. Bu tablosu. defa table linen (bezden yapılmış) sofra örtüleri ve peçeteler. chronological hesabı ben ödeyeyim.table kronoloji Can you tablosu. foot thetable tabofforlogarithms this? Bunun table of contents (kitabın başında logaritma masrafını tablosu.bulunan ödeyebilir f. misin? ve alfabetik dizin (bir tasarı/mesele) olmayan) içindekiler. hakkındaki table salt görüşmeyi/tartışmayı sofra tuzu. ileri bir tarihe bırakmak. table tennis masatenisi, masatopu, pingpong. tablecloth i. sofra örtüsü, masa örtüsü. tableland i., coğr. plato. tablespoon i. 1. büyük kaşık, servis kaşığı. 2. (ölçü birimi olarak) çorba tablet kaşığı. i. 1. bloknot. 2. tablet, hap, komprime. 3. (taştan) levha. tableware i. (sofrada kullanılan) tabak çanak, çatal bıçak gibi eşya. tabloid i. 1. tabloit gazete; tabloit ek. 2. sansasyonel gazete. s. 1. taboo tabloit. i. tabu. s.2. tabu sansasyonel; olan, tabu.boyalı basına özgü. tabu i., s., bak. taboo. tabular s. çizelge/tablo/liste halinde olan. tabulate f. cetvel haline koymak, tablo haline getirmek. tachometer i. takimetre, dönüşölçer. tachycardia i., tıb. taşikardi. tacit s. 1. sözsüz. 2. sözle/yazıyla belirtilmeden ifade olunan, açıkça taciturn söylenmemiş/yazılmamış. s. suskun, çok az konuşan. tack i. 1. ufak çivi; raptiye, pünez. 2. (bir yelkenlinin/bir hareketin/bir tack s.t. down düşüncenin takip ettiği) yön: The ship bir şeyi çivileyerek/raptiyeleyerek was on a portetmez açılmaz/hareket tack. Gemi bir iskeleden duruma gidiyordu. getirmek. He suddenly set the conversation on a tack s.t. on 1. bir şeyi çiviyle/raptiyeyle (bir yere) asmak. 2. (to) bir şeyi different tack. Birdenbire sohbetin mecrasını değiştirdi. You sonradan i. 1. den. gelişigüzel palanga. bir şekilde (biryakalama. şeye) eklemek. tackle ought to try a new 2. (birini) tack with sıkıca her. Ona başka bir f. 1. (bir problemi) tarzda tackle s.o. about s.t. ele almak, yaklaşmalısın. çözmeye zor/hassas bir 3. den. konu çalışmak: How (yelkenlinin, hakkında are we seyrini biriyle going to değiştirmek konuşmak. tackle için this problem? yaptığı) Bu problemi nasıl çözeceğiz? 2. (birini) sıkıca tiramola: We can get there in two tacks. İki tiramolayla tacky s. yapışkan. yakalamak/tutmak. oraya varırız. 4. terz. teyel. f. 1. den. (yelkenli) volta vurmak, tacky s., k. dili 1. adi, tiramolayla bayağı. 2. yükselmek, çok zevksiz; tiramola ederekçok rüküş.2. terz. gitmek. tact i. takt, ince bir teyellemek, anlayış, teyelle ince bir nezaket. tutturmak. tactful s. takt sahibi, nazik ve çok anlayışlı, ince. tactic i. 1. ask. (belirli bir amaç için başvurulan) taktik. 2. taktik, tactical manevra, s. taktiğe ait,başvurulan taktik. yol ve yöntem. tactician i. taktikçi. tactics i. taktik. tactile s. 1. dokunma duyusuyla algılanabilen. 2. dokunma duyusuyla tactless ilgili, dokunsal. s. takttan yoksun, patavatsız, inceliksiz. tad i., k. dili azıcık bir miktar. Tadjik i., s., bak. Tajik. Tadjiki i., s., bak. Tajiki. Tadjikistan i., bak. Tajikistan. tadpole i., zool. iribaş. Tadzhik i., s., bak. Tajik. Tadzhiki i., s., bak. Tajiki. Tadzhikistan i., bak. Tajikistan. taffeta i. tafta; canfes. taffy i. kaynamış şekerle tereyağından yapılan şekerleme. tag i. 1. etiket, yafta. 2. kovalamaca. f. (--ged, --ging) 1. tag along etiketlemek, 1. (after/behind)yafta-in koymak. 2. (kovalamaca arkasından gitmek/gelmek, oyununda) peşine(ebe) (başka takılmak. oyuncuya) dokunmak. 2. (after/with) 3. (after/behind) veyaarkasından -in tag s.o. as ... birine (belirli bir) damga(sırf meraktan vurmak, birinedolayı ... damgası bir çıkar elde vurmak. gitmek/gelmek, peşine takılmak. etme umuduyla) (biriyle) beraber gitmek/gelmek, (birinin) tag s.o. with (bir şeyi) birine yüklemek, birinin üstüne atmak. peşine takılmak. Tahiti i. Tahiti. Tahitian i. 1. Tahitili. 2. Tahitice. s. 1. Tahiti, Tahiti´ye özgü. 2. Tahitice. tail 3. Tahitili. i. 1. (hayvana ait) kuyruk. 2. arka kısım, kuyruk; son bölüm: in tail away the bak. tailofoff. tail the procession kafilenin son bölümünde. the tail of the airplane uçağın arka kısmı. the tail of a kite uçurtmanın tail end k. dili 1. en son kısım. 2. kıç. kuyruğu. 3. k. dili kıç, makat. 4. k. dili sivil polis, birini izlemekle tail lamp oto., görevli bak. taillight. kimse. 5. çoğ. yazı, madeni bir paranın resimsiz yüzü. 6. tail off çoğ. frak. 7. azalmak; (giysiyekaybolmak; azalarak ait) etek: You´re azalarak standing on theyavaş sona ermek; tail of my coat. yavaşPaltomun kaybolmak: eteğine basıyorsun. The sound of theirf.,voices k. dili tailed yakından off in the izlemek/takip woods aroundetmek. them. Sesleri kendilerini çevreleyen ormanın içinde yavaş yavaş kayboldu. tail wind hav. arka rüzgârı; den. pupa rüzgârı. tailgate i. (yük arabasına/steyşına ait menteşeli) arka kapak. f., k. dili taillight başka i., oto. bir stoparabanın lambası, arkasından stop, kuyruk çoklambası, az bir mesafe bırakarak arka lamba. gitmek/gelmek, başka bir arabanın hemen arkasından tailor i. terzi. f. (belirli bir amaca göre) (bir şeyi) yapmak/değiştirmek. gitmek/gelmek; (başka bir arabanın) arkasından çok az bir tailor-made s. terzinin mesafe yaptığı (giysi). bırakarak gitmek/gelmek: He´s tailgating me. Üstüme tailspin çıkacakmış i. 1. (uçağın girdiği) vril.arkamdan gibi hemen geliyor. It almost put him in a 2. k. dili bunalım: taint tailspin. i. (ahlakça kötü bir şeyin bıraktığı) leke. f. 1. This Onu az kaldı bunalıma düşürecekti. will send lekelemek. 2. the economy (yemeği) into a tailspin. Bu, ekonomiyi bunalıma sokar. Taiwan i. Tayvan.bozmak. Taiwanese i. (çoğ. Tai.wan.ese) Tayvanlı. s. 1. Tayvan, Tayvan´a özgü. 2. Tajik Tayvanlı. i., s. Tacik. Tajiki i., s. Tacikçe, Taciki. Tajikistan i. Tacikistan. take f. (took, tak.en) 1. almak; götürmek: Be sure to take a sweater! take Yanına i. 1. sin.kazak çekim. almayı 2. (para ihmal etme! olarak) Will you hâsılat. 3. k.take dilithe dog to the (hırsızların vet? Köpeği çalarak elde veterinere ettiği) götürür müsün? 2. (bir sayıyı) çıkarmak: kazanç. take a bearing den. kerteriz almak. Take five from ten. Ondan beşi çıkar. 3. almak, çalmak, take a bite of s.t. bir şeyden aşırmak. 4.bir lokma almak, ısırmak, bir fethetmek, eleşeyden geçirmek. bir ısırık almak. 5. almak, elde take a break etmek, -e mola vermek. sahip olmak: They took first prize. Birinci ödülü take a chance aldılar. 6. (elle/ellerle) riske girmek; rizikoyu almak: Take these glasses! Bu bardakları göze almak. al! He took her by the hand. Onu elinden tuttu. She took the take a chance on (riskli dog in bile olsa) -iKöpeği her arms. denemek. kucağına aldı. 7. almak, kabul etmek: take a devious route arka We yollardan don´t dolanarakchecks. take traveler´s gitmek;Seyahat dolana dolana gelmek. She çeki almıyoruz. take a dim view of took the blame -i doğru bulmamak. for it. Suçu üzerine aldı. Go on and take it! Alsana! Will you take a salary cut? Maaşınızın azaltılmasını take a dislike to -den soğumak. kabul eder misiniz? 8. katlanmak, tahammül etmek; dayanmak: take a fancy to -den hoşlanmak. She´s taken a lot from him. Ondan çok çekti. Can it take such take a fancy to rough treatment? Böyle -den hoşlanmaya başlamak. hor kullanıma dayanabilir mi? 9. take a gander at karşılamak: k. dili -e bir How will he -e göz atmak, takebirthis news? Bu haberi nasıl bakmak. karşılayacak? 10. (bir şeyi/birini) dinleyip ona göre hareket take a hard line with -e sert Take etmek: davranmak. her advice! Onun sözünü dinle! She can´t take a take a heavy toll (of) hint.(bir şey) sözden Dolaylı (-e) çokbir zarar şeyvermek; anlamaz.büyük bir kayba 11. almak, içinesebep sığmak: take a hint olmak: The This canal last won´t campaign´s take a ship taken that a big. heavy dolaylı bir sözden anlam çıkarıp ona göre hareket etmek.O kadar toll of büyük our men. bir gemiBu son kanala seferde sığmaz. çok12.adam kaybettik.(belirli bir zaman) sürmek: This (iş/yolculuk) take a joke şaka kaldırmak, şakaya gelmek. job will take us one day. Bu iş bir gün ister. The trip´ll take you take a journey yolculuk six hours.etmek. Yolu altı saatte alırsın. 13. (bir şeyin take a leaf out of s.o.´s book birini örnek almak, birinin izinden çalıştırılması/tamamlanması yürümek. için) (belirli bir şey) gerekmek: Will take a liking to that telephone take -den hoşlanmaya başlamak. coins? O telefon madeni parayla çalışır mı? What size shoe does she take? Ona kaç numara ayakkabı lazım? take a load off one´s mind endişesini gidermek. This verb takes a direct object. Bu fiil nesne alır. 14. istemek, take a look at -e bir göz atmak, gerekmek: That´ll -e takebir abakmak. lot of work. O çok iş ister. How many take a picture men fotoğrafwill it take to do it? O iş kaç adam ister? 15. (ders) almak: çekmek. take a piss ´´What kaba işemek.are you taking this semester?´´ ´´I´m taking Latin.´´ ´´Bu sömestr hangi dersleri alıyorsun?´´ ´´Latince alıyorum.´´ take a place by storm ask. 16. (birşiddetli yemeğe) bir hücum yaparak birbir (tat verebilecek yeri almak/ele geçirmek. madde) take a place by surprise beklenmedik bir saldırı/baskın ile koymak/katmak/ekmek/sıkmak; bir yeri eleDo kullanmak: geçirmek. you take sugar take a powder in your coffee? Kahveyi argo toz olmak, tüymek. şekerli mi içiyorsun? She doesn´t take milk. Süt kullanmıyor. 17. (bir taşıtı) kullanmak: She takes the take a punch at k. dili -e bir yumruk atmak. train to work. İşe gitmek için trene biniyor. Take a taxi! Taksiyle take a rain check 1. kötü git! hava şartlarından 18. (belirli bir yöne) sapmak: dolayı (birinin Take a davetini right at thekabulcorner. take a seat etmeyince) oturmak.sağa sapın. 19. ölçmek; ölçerek elde etmek: istemek. Köşeden daha ileri bir tarihte tekrar davet edilmek They took 2. my iptal edilmiş birDerecemi temperature. maç, konser v.b.´nin aldılar. The daha took tailor ileri bir histarihteki take a shine to k. dili (birinden) hoşlanmak. tekrarı için verilen measurements. bileti Terzi onunalmak. ölçülerini aldı. Let´s take a vote. take a shine to k. dili -den hoşlanmak. Oylama yapalım. 20. (down) almak, yazmak, not etmek: Take take a shot at -e (bir his name el)andateşaddress! etmek. Onun adını ve adresini al! I´ll take notes take a shot at for you. Senin 1. (tüfekle) -e için bir elnot alırım. ateş 21. 2. etmek. ... k. gibi dilianlamak, -e almak: She -i bir denemek. take a shower doesn´t take duş yapmak/almak. him seriously. Onu ciddiye almıyor. I took your silence to mean approval. Sessizliğinizi bir onay olarak anladım. take a sounding iskandil What do etmek. you take me for? Beni ne zannediyorsun? I take it you take a stand bir moving. ´re görüşü benimseyip Bundan taşınma savunmak. niyetinde olduğunu anlıyorum. 22. take a stand (bir köşeyi) dönmek; (bir durum almak, (bir olay karşısında) virajı) almak; (birbir belirli engelin üstünden) tavır almak. geçmek: This car takes the curves well. Bu araba virajları güzel alıyor. 23. (aşı) tutmak: Did the vaccination take? Aşı tuttu mu? take a swing at k. dili (birine) bir yumruk savurmak. take a swipe at 1. (birine) (sözle) çatmak. 2. (birine) yumruk savurmak; (bir take a trip şeyi) -e doğru 1. yolculuk şöyleseyahat etmek, bir sallamak. etmek. 2. argo uyuşturucu madde take a turn for the kullanmak. (-in) durumu iyiye/kötüye doğru gitmeye başlamak. better/worse take a turn for the worse (işler) kötüye gitmeye başlamak, kötü olmak, kötüleşmek; take a vacation (hasta) kötüleşmek. tatil yapmak. take a vote oylama yapmak. take a vote of confidence güvenoyu için oylama yapmak. take a vow to do s.t. bak. make a vow to do s.t. take vows rahibe olmak. take a walk yürüyüş yapmak, gezmek: Let´s take a walk. Yürüyüşe çıkalım. take action bir harekette bulunmak. take advantage of 1. (birini) istismar etmek, (birinin) zaafından faydalanmak. 2. take advantage of (bir şeyden) 1. -den faydalanmak, istifade etmek. etmek. 2. (birini) faydalanmak/yararlanmak/istifade take after istismar etmek, (fiziki olarak) (birinin) (birine) iyi niyetini benzemek; kötüye (biri) gibi kullanmak. davranmak. take aim nişan almak. take aim (at) (-e) nişan almak. take along yanına almak, beraberinde götürmek. take an examination (in) -den imtihan olmak; imtihana girmek. take an interest in ile ilgilenmek, -e ilgi göstermek: He takes an interest in his wife take an oath ´s work.etmek, yemin Eşinin ant işine ilgi gösteriyor. içmek. take an order 1. birinden emir almak. 2. birinden sipariş almak. take apart sökmek, parçalara ayırmak. take away 1. (birini/bir şeyi) (başka bir yere) götürmek. 2. from (birini/bir take back şeyi) 1. geri(başka birinden/başka götürmek. bir yerden) 2. geri almak: Take back ayırmak. what 3.youfrom said!(bir sayıyı) (başka Söylediğini bir sayıdan) geri dikkat store refuses to take back the coat.5. (bir al! Theetmek. çıkarmak. 4. (desteği) çekmek. take care dikkatli olmak, hakkı) elinden almak. Mağaza paltoyu geri almıyor. 6. from 3.-e (to) gölge düşürmek. (birinin) düşüncelerini take care of 1. -e bakmak, -in bakımıyla meşgul olmak: She´s taking care of (geçmişte bir zamana) götürmek: That song takes me back. O her daughter. 1. Dikkat Kızına bakıyor. 2. -i karşılamak: This money Take care! şarkı beni et! 2. geçmişe Kendine iyi bak! götürüyor. should take care of your expenses. Bu para masrafınızı Take care! 1. Dikkat et!/Dikkatli ol! 2. Ayağını denk al! karşılamalı. 3. (bir meseleyi) halletmek. 4. k. dili (kanuna aykırı take chances/take a chance riske bir girmek, şekilde) (birkendini riske atmak; işin) çaresine bakmak; riski(birini) göze almak. ayarlamak, take charge memnun 1. idareyietmek. 5. k. dilihükmetmeye ele geçirmek; -i öldürmek, -in işini bitirmek, başlamak. 2. -i take coals to Newcastle temizlemek. sorumluluğu üstüne almak. k. dili, bak. carry coals to Newcastle. take cognizance of 1. -e dikkat etmek, -i göz önüne almak. 2. -e önem vermek. take control başa geçmek; (of) (-in) yönetimini ele geçirmek. take courage cesaretlenmek, yüreklenmek. take cover sığınmak, gizlenmeye çalışmak: We took cover behind the rock. take effect Kayayı kendimize yürürlüğe girmek.siper ettik. take effect yürürlüğe girmek. take exception to -e kızmak. take exception to -e itiraz etmek. take flight uçmaya başlamak. take heart cesur olmak, cesaretlenmek. take heart morali yükselmek; cesaret almak; kendine güveni artmak. take heed of/pay heed -e dikkat etmek, -e kulak asmak. to/give heed to take hold 1. (of) (-i) (elle) tutmak, kavramak; yakalamak. 2. of (birini) take in a garment etkisi altınadaraltmak. bir giysiyi almak: This feeling took hold of him. Bu his onu etkisi altına aldı. take in money para tahsil etmek. take into account hesaba katmak, dikkate almak, göz önünde tutmak. take into consideration göz önünde bulundurmak, dikkate almak, hesaba katmak, take issue with düşünmek. -e itiraz etmek. take issue with -e itiraz etmek. Take it easy. Yavaş yavaş./Kendini yorma./Kolayına bak./İşi hafiften al./Kızma. take it easy k. dili 1. keyif çatmak, keyfine bakmak. 2. on -i hor Take it easy! kullanmamak. 3. on (biriyle) k. dili 1. Ağır ol!/Sakin ol! 2. uğraşmamak, Ağır ol!/Yavaş -e kötü etme! ol!/Acele davranmamak. 4. on (biriyle) sert bir şekilde oynamamak. 5. on take it kindly Azra didn´t take it kindly. Azra´nın hoşuna gitmedi. -i az kullanmak. take it´s toll on s.o. birine zarar vermek. take its course olacağına varmak. take kindly Servet doesn´t take kindly to people asking him for money. take kindly to İnsanların kendisinden -den hoşlanmak, para istemesi -i memnuniyetle Servet´in -i karşılamak, pekhoşhoşuna karşılamak. gitmiyor. take leave ayrılmak, veda etmek. take leave of one´s senses delirmek, aklını kaçırmak. take leave of one´s senses k. dili delirmek. take long uzun sürmek. take measures önlem/tedbir almak. take note of -e önem vermek, -e dikkat etmek. take note of -e dikkat etmek. take notes not almak. take notice of -i dikkate almak, -e aldırmak. take notice of -i dikkate almak; -e aldırmak, ile ilgilenmek, -i umursamak. take off 1. (uçak/kuş) havalanmak. 2. k. dili birdenbire çıkıp gitmek; take off from work yola çıkmak. izin alarak işe gitmemek. take off from work (geçici olarak) işi bırakmak: He took off from work for an hour take offense in order to go gücenmek, to the dentist. darılmak, incinmek;Dişçiye gitmek için bir saatliğine işi alınmak. bıraktı. take offense at -e kızmak, -e gücenmek. take office (yüksek bir görevli/memur) resmi olarak göreve başlamak. take on 1. (taşıt) (kargoyu/yolcuyu) almak. 2. (birini) işe almak. 3. take one´s breath away (biriyle) insanın uğraşmak/meşgul nefesini kesmek. olmak. 4. (biriyle) dövüşmek/vuruşmak. 5. (biriyle) boy ölçüşmek. 6. (biriyle/bir take one´s choice istediğini seçmek. takımla) yarışmak; (biriyle/bir takımla) oynamak/karşılaşmak. 7. take one´s medicine hak kabul (işi) ettiği etmek; cezaya (sorumluluğu) boyun eğmek. üstüne almak. 8. edinmek; take one´s time benimsemek. (on) 9.istediği (bir iş için) k. dili bağırıp çağırmak; kadar zaman ağlayıp Take harcamak: sızlamak. your time! take one´s time Acele etme! acele etmemek. take out 1. (sigorta poliçesini) satın almak. 2. yola çıkmak. 3. after -i take over kovalamaya 1. yönetimi ele başlamak. almak; 4. after -in yönetimi peşinden ele gitmek, geçirmek; -i takip yönetimi etmek. üstlenmek: Will you take over for etmek. me here while I´m in Kayseri? take pains özen göstermek, özenmek, itina Ben Kayseri´deyken buranın yönetimini üstlenir misin? 2. take pains çok özen göstermek; çok uğraşmak; çok zahmete girmek. (biri/bir şey) (başkasının/başka bir şeyin) yerine geçmek; take part in -e katılmak, (nöbeti) -e iştirak devralmak. 3. etmek. egemen olmak. 4. kendine mal etmek, take pity on benimsemek. -e merhamet etmek. take pity on -e acımak, -e merhamet etmek. take place olmak, meydana gelmek. take place olmak, meydana gelmek, vuku bulmak; geçmek: Their take pleasure in marriage took place almak. -den zevk/haz/keyif on a Friday. Onların nikâhı bir cuma günü kıyıldı. The story takes place in Edirne. Hikâye Edirne´de take possession of 1. -in sahibi olmak. 2. -e el koymak. geçiyor. take precautions önlem almak, tedbir almak. take precedence over (daha önemli olduğu için) -den önce gelmek/ele alınmak. take pride in -den gurur/övünç duymak, ile iftihar etmek, ile övünmek. take refuge in -e sığınmak. take responsibility for -in sorumluluğunu üstlenmek. take revenge on -den öç almak. take root kök salmak; tutunmak. take root 1. (bitki) kök salmak. 2. (bir şey) iyice yerleşmek, kök salmak. take s.o. aback birini çok şaşırtmak. take s.o. at his/her word birine inanmak. take s.o. by storm birinin kalbini fethetmek, birini büyülemek. take s.o. by surprise 1. birini gafil avlamak. 2. birini çok şaşırtmak. 3. baskın yaparak take s.o. down a peg birini yakalamak. bir kimseyi küçük düşürmek. take s.o. down a peg or two k. dili birine dünyanın kaç bucak olduğunu göstermek. take s.o. for a ride k. dili birini aldatmak/dolandırmak. take s.o. for granted birinin varlığını kendisine verilmiş bir hak gibi görmek. take s.o. hostage birini rehin almak. take s.o. in 1. (polis) birini karakola götürmek; birini tutuklamak. 2. birini take s.o. in tow içeriye götürmek; k. dili birini himayesinebirini içeriye almak. almak: He took her in to dinner. Onu içeriye yemeğe götürdü. He took her in. Onu içeriye aldı. 3. take s.o. into custody birini tutuklamak. birini kapsamak/içermek/ihtiva etmek. 4. birini take s.o. out (flört ettiği) birini gezmeye/bir yere götürmek. aldatmak/dolandırmak. take s.o. over birini tekeline almak: You´ve just taken Saadet over this take s.o. to one side evening, birini bir haven´t yana çekmek. you? Saadet´i bu akşam tekeline aldın değil mi? take s.o. to task birini azarlamak/paylamak. take s.o. to task birini azarlamak/paylamak. take s.o. to the cleaners k. dili birini soyup soğana çevirmek. take s.o. under one´s wing k. dili birini kanadı altına almak, birinin üstüne kanat germek; take s.o. up on his/her offer birininkılavuzluk birine teklifini kabuletmek. etmek: I´ll take you up on that. O teklifini take s.o./an animal in kabul ediyorum. birini/bir hayvanı almak, barındırmak: She´s always taking in take s.o./s.t. for stray cats.şeyi) (birini/bir Sokak kedilerini (başka hep evine biri/başka alıyor. bir şey) They´ve started to sanmak/zannetmek. take in lodgers. Eve pansiyoner almaya başladılar. take s.o./s.t. into account birini/bir şeyi hesaba katmak. take s.o./s.t. off s.o.´s hands birini (yük sayılan) birinden/bir şeyden kurtarmak. take s.o./s.t. wrong birini/bir şeyi yanlış anlamak, birini/bir şeyi yanlış bir şekilde take s.o.´s advice yorumlamak. birinin sözünü dinlemek, birinin sözüne uymak. take s.o.´s breath away k. dili (çok güzel biri/bir şey) birini büyülemek, birini çok take s.o.´s measure etkilemek: The view took my breath birinin karakterini/yeteneğini sınamak.away. Manzara beni büyüledi. take s.o.´s pulse birinin nabzını saymak/almak/ölçmek. take s.o.´s time birinin vaktini almak. take s.o.´s word for it birinin sözüne inanmak. take s.o.´s/s.t.´s place 1. birinin/bir şeyin yerini doldurmak. 2. birinin/bir şeyin yerini take s.t. amiss işgal etmek. gücenmek. take s.t. for granted 1. otomatikman bir şeyin (belirli bir şekilde) olduğunu take s.t. hard düşünmek: bir şeye pek I took it for granted that she´d be with you. Seninle çok üzülmek. beraber olacak sanmıştım. 2. bir şeyi bir hak gibi görmek: He take s.t. in 1. bir şeyi içeri almak/çekmek: The boat´s taking in water. takes for granted everything I do for him. Kendisi için yaptığım Tekne k. dili su alıyor. bir şeyin Take in that rope! Obir ipi şeyi çek!mesele 2. bir şeyi take s.t. in one´s stride her şeyi bir hak üstünde gibi görüyor. durmamak, yapmamak. kapsamak/içermek/ihtiva etmek. 3. (konser, oyun, turistik yer, take s.t. in stride bir şeyin üzerinde durmamak, bir şeyi mesele yapmamak. müze v.b.´ne) gitmek, (oyun, turistik yer, müze v.b.´ni) take s.t. in the right spirit bir şeyin4.ardındaki görmek. iyi niyeti kavrayarak5.kızmamak. bir şeyi anlamak/kavramak. bir şeyi take s.t. lying down farketmek/görmek. hiç karşı gelmeden bir şeyi kabul etmek. take s.t. off 1. (bir sayıyı) (belirli bir miktarda) indirmek: I´ll take ten take s.t. on faith percent off the total. kanıt olmadan bir şeye Toplamdan inanmak.yüzde on indiririm. 2. (oyunu/bir taşıtın seferini/vergiyi/sınırlamayı) kaldırmak: We´re take s.t. out (of) bir şeyi (bir yerden) çıkarmak: Take the milk out of the going to take that train off. Trenin o seferini kaldıracağız. They take s.t. out on fridge. Sütü buzdolabından öcünü/hıncını (birinden) çıkar.Don´t take it out on him! almak: ´ve taken the tax off radios. Radyolardan vergiyi kaldırmışlar. 3. take s.t. to heart Hıncını (belirli bir şeyi ondan bir süre ciddiye çıkarma! için) almak.izin almak; mola/ara vermek: You can take take s.t. up a1. giysiyi kısaltmak/daraltmak. 2.bir month off if you like. İsterseniz ay izin sıvıyı alabilirsiniz. emmek. 3. with Let´s bir take twenty meseleyi minutes (biriyle) off. konuşmak. Yirmi dakika mola verelim. Take some take s.t. upon/on o.s. bir işioff time kendiliğinden and travel! İzin yapmak. alıp seyahat et! take s.t. with a pinch/grain of k. dili bir şeye pek inanmamak, bir şeyi ihtiyatla dinlemek. salt take s.t./s.o. off 1. bir şeyi/birini çıkarmak/indirmek: He took off his hat. take sanctuary Şapkasını sığınmak,çıkardı. They took the elephant off the stage. Fili iltica etmek. sahneden çıkardılar. Take her off the wall! Onu duvardan indir! take service with -in hizmetine girmek. 2. (bir yere) götürmek: They handcuffed him and took him off to jail. Ellerine kelepçe vurup hapishaneye götürdüler. take shape (bir şeyin) çizgileri belli olmaya başlamak, biçimlenmeye take shape başlamak. esas şeklini almaya başlamak; esas şeklini almak; (işler) yoluna take shelter girmek. siperlenmek. sığınmak; take shelter behind -i siper almak: He took shelter behind the wall. Duvarı siper take sick aldı. hastalanmak. take sick hastalanmak. take sides taraf tutmak. take sides taraf tutmak. take solace in -de teselli bulmak. take steps girişimlerde bulunmak, önlem almak: We must take steps to take steps see (bir that şeyi justice önlemek is done. Adaletin için) tedbir yerine gelebilmesi için bazı almak. girişimlerde bulunmamız lazım. take stock 1. envanter yapmak, sayım yapmak. 2. durumu/kendini take the trouble to do s.t. değerlendirmek; zahmet edip bir şey of (durumu/kendini) yapmak: You´ve değerlendirmek. taken the trouble to come take the air here for her dışarıya çıkıpbirthday. dolaşmak, Zahmet hava edip onun doğum günü için almak. buraya geldiniz. take the bull by the horns bir işe cesaretle girişmek. take the bull by the horns k. dili meseleyi pervasızca ele almak. take the cake k. dili birinci gelmek. take the edge off 1. -i körletmek. 2. (iştahı) kapamak; (keyfi) kaçırmak; (öfke v.b. take the floor ´ni) azaltmak. mecliste söz almak. take the helm 1. dümen başına geçmek. 2. yönetimi üstlenmek. take the initiative inisiyatifini kullanmak, ilk adımı atmak, ön ayak olmak. take the law into one´s own hakkını kendi eliyle almak, intikamını almak. hands take the lead 1. başa geçmek. 2. in -e önayak olmak. take the liberty cesaret etmek. take the liberty of doing s.t. izin istemeden bir şeyi yapmak: I took the liberty of ordering take the place of you a coffee. -in yerine Sormadan geçmek, sanaalmak: -in yerini bir kahve Thesesöyledim. new machines are take the pledge taking the place of yemin etmek, söz vermek. the old ones. Bu yeni makineler eskilerin yerine geçiyor. take the rap argo suçu üstüne almak. take the shortcut kestirmeden gitmek. take the stand huk. (sanık/şahit) mahkemede avukatların sorularına cevap take the wind out of s.o.´s vermek. k. dili birinin fiyakasını bozmak. sails take the wind out of s.o.´s k. dili birinin fiyakasını/süksesini bozmak. sails take the witness stand (tanıklık etmek üzere) tanık kürsüsüne çıkmak. take time vakit almak; vakit istemek: This´ll take a long time. Bu çok take time off vakit ister. Itizne izin almak, tookçıkmak: a lot ofTake time.some Çok zaman aldı. time off! Bir müddet izne take to çık! 1. (bir yere) gitmek: She took to her bed and stayed there all take to flight week. kaçmak. Yatağına girip bütün hafta orada yattı. 2. (bir şeyi yapmaya) başlamak: Their dog´s taken to biting visitors. Onların take to one´s heels koşarak kaçmak, tabanları yağlamak. köpeği ziyaretçileri ısırmaya başladı. He´s taken to drink. take to one´s heels k. dili koşarak Kendini kaçmaya içkiye verdi. başlamak, 3. -den tabanları hoşlanmaya yağlamak. başlamak: That cat´s take trouble really taken to you. O kedi senden bayağı 1. zahmete katlanmak, zahmet etmek. 2. dikkat etmek. hoşlanmaya başladı. take turns (at) (bir şeyi) sırayla yapmak: Take turns riding the pony! take turns Midilliye nöbetleşe sırayla yapmak,bininiz! sıra ile yapmak. take umbrage at -e gücenmek. take up a lot of room çok yer tutmak. take up a quarrel kavgaya katılmak. take up arms silaha sarılmak. take up room/space yer işgal etmek/tutmak/kaplamak: That wardrobe takes up too take up s.o.´s time much birininroom. vaktiniO gardrop almak. fazla yer kaplıyor. take up the gauntlet meydan okuyanın çağrısını kabul etmek. take up the slack halatın boşunu almak. f. 1. azaltmak; azalmak. 2. (halatı) boşaltmak, laçka etmek, gevşetmek. take up time vakit/zaman almak. take up with (biriyle) arkadaş olmak. take vengeance on -den öç almak. take wing kanatlanmak, uçmaya başlamak. take/run risks kendini tehlikeye atmak. takeaway i., İng. başka yerde yenilmek üzere sıcak yemekleri paketlenmiş take-home olarak i. satan dükkân. s. 1. paketlenmiş olarak hazırlanan (sıcak yemek). 2. sıcak yemeklerin paket halinde satıldığı take-home pay net maaş. (dükkân/tezgâh). taken f., bak. take 1. takeoff i. 1. havalanma. 2. (komik) taklit; parodi. take-out s. 1. paketlenmiş olarak hazırlanan (sıcak yemek). 2. sıcak takeover yemeklerin i. ele geçirme. paket halinde satıldığı (dükkân). taking i. talc i. 1. talk. 2. talk pudrası. talcum powder talk pudrası. tale i. 1. masal; hikâye. 2. yalan. talebearer i. dedikoducu kimse. talent i. kabiliyet, yetenek; hüner; Allah vergisi. talented s. kabiliyetli; hünerli. talisman i. (çoğ. --s) tılsım. talk f. 1. konuşmak: She taught her parrot how to talk. Papağanına talk a period of time away konuşmayı öğretti. belirli bir süreyi Be quiet geçirmek. konuşarak when I´m talking to you! Seninle konuştuğum zaman sus! 2. -den söz etmek, hakkında talk about -den bahsetmek, -i konuşmak: They´re talking about you. Seni konuşmak, -i konuşmak: We talked history until midnight. Gece talk away konuşuyorlar. durmadan konuşmak. yarısına kadar tarih konuştuk. 3. (bir dili) konuşmak: She can talk back talk (to) Spanish. k. dili (-e)İspanyolca konuşabiliyor. sert karşılık vermek. i. 1. konuşma: That was talk behind one´s back a nice talk you gave birinin arkasından konuşmak. us. Bize yaptığınız konuşma güzeldi. 2. sohbet, konuşma. 3. lakırdı, söz, laf: It´s just a lot of idle talk. talk big k. Birdili yüksekten sürü boş laftan atmak, başkafart bir furt etmek; büyük söylemek. şey değil. talk big k. dili yüksekten atmak, fart furt etmek, böbürlenmek. talk down to k. dili yüksekten bakan bir tavırla (biriyle) konuşmak; (birine talk in one´s sleep karşı) uykuda fazlasıyla sayıklamak.basit bir dil kullanmak. talk nonsense saçmalamak. talk nonsense saçmalamak. talk s.o. into s.t. birini bir şeyi yapmaya ikna etmek. talk s.o.´s head off k. dili birinin kafasını şişirmek/ütülemek. talk s.t. out bir şeyi bütün ayrıntılarıyla konuşmak/görüşmek. talk s.t. over bir şeyi konuşmak/görüşmek. talk sense makul konuşmak. talk shop mesleki işleri konuşmak. talk through one´s hat palavra atmak, kafadan atmak. talk through one´s hat k. dili atmak, kafadan atmak. talk to s.o. like a Dutch uncle k. dili birini paylamak/azarlamak. talk turkey k. dili ciddi bir şekilde iş konuşmak; ciddi bir şekilde konuşmak. talkative s. konuşkan, çeneli. talking-to i., k. dili azarlama, azar, paylama. tall s. uzun boylu, uzun: He´s 1.7 meters tall. Boyu 1,70. tallow i. donyağı. tally i. hesap; skor: You must keep a tally of how many trucks come tallyho in. Gelen ünlem kamyonların(tilkiyi Haydi!/Yallah! sayısını tutmanavcının görünce lazım. köpekleri f. 1. (up) saymak. 2. birbirine için koşturmak uymak; birbirine söylediği söz).uydurmak; with (bir şey) (başka bir talon i. pençe. şeye) uymak; with (bir şeyi) (başka bir şeye) uydurmak: What tamale i. mısır she saysunu ile kıyma doesn´t tallyve kırmızıbiberle with the evidence yapılan Meksika we have. yemeği. Söyledikleri, elimizdeki kanıtlara uymuyor. tamarind i. demirhindi. tamarisk i., bot. ılgın. tambourine i. tef. tame s. 1. evcilleştirilmiş, evcil. 2. uysal, munis. 3. heyecan tamer vermeyen, i. terbiyeci: heyecansız, lion tamer aslansıkıcı;terbiyecisi. yavan. f. 1. evcilleştirmek. 2. uysallaştırmak, uslandırmak. Tamil i., s. 1. Tamil. 2. Tamilce. tamp f. down bastırıp sıkıştırmak. tamper f. with 1. kanuna aykırı olarak (bir şeyi) değiştirmek/(birini) tampon etkilemeye i., tıb. tampon.çalışmak. 2. -i değiştirerek f. tamponlamak, tampon bozulmasına koymak. yol açmak. 3. -i karıştırmak, -i ellemek, -e dokunmak; ile oynamak, -i tam-tam i., bak. tom-tom. kurcalamak. tan f. (--ned, --ning) 1. tabaklamak. 2. (cilt) (güneşte) tan s.o.´s hide bronzlaşmak/kararmak; birine dayak atmak, birini (cildi) bronzlaştırmak/karartmak. i. 1. pataklamak. sarımsı kahverengi. 2. (ciltte) bronzlaşma: What a nice tan you tan s.o.´s hide k. dili birine dayak atmak, birini dövmek. have! Ne güzel yanmışsın! s. sarımsı kahverengi. tandem i. tandem bicycle ikili bisiklet, tandem, çifte. tang i. keskin bir tat/koku. Tanganyika i. Tanganika, Tanganyika. Tanganyikan i. Tanganikalı, Tanganyikalı. s. 1. Tanganika, Tanganyika, tangent Tanganika´ya özgü. 2. Tanganikalı, Tanganyikalı. i., s. teğet, tanjant. tangerine i. mandalina. tangible s. 1. elle dokunulur/tutulur. 2. somut. tangible assests maddi aktifler. tangle f. 1. (ip, iplik, tel, zincir, saç v.b.´ni) karıştırmak, dolaştırmak, tangled karmakarışık etmek; s. karışık, dolaşık, (ip,girişik, girift, iplik, tel, zincir, saç v.b.) karışmak, karmaşık. dolaşmak, dolanmak. 2. with k. dili ile kavga etmek. i. 1. tango i. tango. karışıklık, dolaşıklık. 2. k. dili kavga; münakaşa; ihtilaf. tangy s. keskin (tat/koku). tank i. 1. depo; tank: gas tank benzin deposu. water tank su deposu. tank car fish d.y.tank akvaryum. sarnıç vagonu. 2. ask. tank. f. up (with) (taşıtın benzin deposunu) doldurmak. tanked up k. dili istimini almış, sarhoş. tanker i. 1. tanker. 2. ask. tankçı. tanner i. tabak, sepici. tanner´s sumac bot. sepicisumağı. tannery i. tabakhane. tantalise f., İng., bak. tantalize. tantalize f. (birinde) boş ümitler uyandırmak: The belly dancer was tantamount tantalizing s. all the men in the group. Dansöz gruptaki tüm erkekleri tahrik ediyordu. tantrum i. (hiddetten) bağırıp çağırıp tepinme. Tanzania i. Tanzanya. Tanzanian i. Tanzanyalı. s. 1. Tanzanya, Tanzanya´ya özgü. 2. Tanzanyalı. Taoism i. Taoizm. Taoist s., i. Taoist. tap i. musluk. f. (--ped,--ping) 1. (bir şeyi) delerek içindeki sıvıyı tap akıtmak. 2. fıçının f. (--ped, --ping) tapasını hafifçe çekerek vurmak; (içindeki sıvıyı) tıkırdatmak. i. hafifakıtmak. vuruş; 3. -i kullanmaya/işletmeye tıkırtı. başlamak: They haven´t yet tapped tape i. 1. bant: magnetic tape manyetik bant. adhesive tape those oil reserves. O petrol rezervlerini henüz işletmeye tape deck (yapıştırıcı) bant. 2. (dolu) bant, bant kaydı: Do you have a tape teyp; kasetçalar. başlamadılar. 4. (dinlemek amacıyla) (birinin telefon hattına) tel of her last concert? Onun son konserinin bant kaydı var mı tape deck bağlamak. teyp; kasetçalar. sende? f. 1. bantlamak, bantla tutturmak. 2. banda tape measure mezura, mezür, şerit almak/kaydetmek; bantmetre. doldurmak. tape measure çelik metre; mezura, şerit metre. tape player teyp; kasetçalar. tape recorder teyp. tape recording 1. bant, bant kaydı. 2. banda alma/kaydetme. taper i. çok ince mum. f. 1. gittikçe incelmek; gittikçe inceltmek. 2. off tape-record gitgide f. bandaazalıp son bulmak. 3. off gitgide azaltmak. almak/kaydetmek. tapestry i. (genellikle duvara asılan, halıya/kilime benzeyen) resimli örtü, tapeworm goblen. i. tenya, şerit. tapioca i. tapyoka. taproot i., bot. kazık kök. taps i., çoğ., ask. yat borusu. tar i. katran. f. (--red, --ring) katranlamak, katran sürmek, katranla tarantula kaplamak. çoğ. --s (tırän´çılız)/--e (tırän´çıli) i., zool. tarantula. tarboosh i. fes. tardy s. 1. geç, geç gelen/olan. 2. yavaş olan; yavaş hareket eden. tare i. dara. target i. 1. hedef, nişan. 2. hedef, amaç, gaye, maksat. f. 1. -i target date amaçlamak. amaçlanan tarih. 2. -i hedef almak. target disk bilg. hedef disk. target practice ask. atış talimi. target practice atış talimi. target range poligon, atış yeri. tariff i. 1. (ithalat/ihracat üzerine konulan) vergi. 2. tarmac (otel/motel/pansiyon i. 1. İng. asfalt. 2. İng.için) tarife. asfalt yol; asfalt pist. 3. (madde olarak) tarnish katranlı makadam. 4. katranlı f. 1. (madeni bir yüzeyi) karartmak; makadamdan (madeni yapılmış bir yüzey) kaldırım/yol. kararmak. 2. f. (--ked, (birinin --king) adını İng. v.b.´ni)asfaltlamak. lekelemek, kirletmek. i. tarp i., k. dili (branda bezinden yapılmış) tente, branda. (madeni yüzeyde) kararma. tarpaper i. katranlı karton/mukavva. tarpaulin i. (branda bezinden yapılmış) tente, branda. tarragon i., bot. tarhun. tarry s. 1. katrana ait; katran gibi, katrana benzeyen: The room had a tarry tarry smell. f. 1. vakit Oda katranoyalanmak. kaybetmek, kokuyordu.2. 2.beklemek. katranlı. 3. (bir yerde) tart kalmak. s. 1. ekşi; mayhoş. 2. acı, keskin, iğneli (söz). tart i. 1. ahçı. tart. 2. k. dili fahişe, orospu, paçoz. tart s.o./s.t. up İng., k. dili birini/bir şeyi allayıp pullamak. tartan i. ekose kumaş/desen. s. ekose. tartar i. 1. tartar. 2. kefeki, pesek. tartrate i., kim. tartarat. task i. iş, görev, vazife; ödev. task force 1. ask. özel görev kuvveti. 2. geçici bir süre için işbirliği taskmaster yapanlardan i. amir, başkan. oluşan grup. Tasmania i. Tasmanya. Tasmanian i. Tasmanyalı. s. 1. Tasmanya, Tasmanya´ya özgü. 2. tassel Tasmanyalı. i. püskül. taste f. 1. -i tatmak, -in tadına bakmak; -in tadını almak: Will you taste taste theI soup? i. 1. tat: liked theÇorbayı taste tadar of that mısın? tea. OI can´t çayın taste the mint. tadı hoşuma gitti. It Nanenin had a tadını bitter alamıyorum. taste. Acı bir tadı2. (bir vardı. şeyin) 2. tat (belli alma bir) tadı olmak: duyusu. 3. tasteful s. zevkli, güzel bir zevki yansıtan. This lemonade tadımlık: Give me tastes justgreat. BuSadece a taste! limonatanın tadı çok bir tadımlık güzel. ver! 3. -i 4. zevk, tasteless s. 1. tadı olmayan, yaşamak, -i tatmak: tatsız, She´d yavan never (yemek). before 2. zevksiz. tasted such freedom. beğeni: He´s really got no taste. O gerçekten zevkten yoksun. tasty Daha s. 5. tadı önce zevk,güzel, böyle merak, bir hürriyeti lezzetli. düşkünlük: hiç yaşamamıştı. She´s got some expensive tastes. tatter Pahalı zevkleri var. 6. deneme, tecrübe: That day he had his i. tattered first s. 1. taste yırtık of battle. pırtık, limeO lime. gün savaşı 2. üstüilkbaşı kezyırtık tattı. pırtık. tattle f. on (birinin) ortaya dökülmesini istemediği bir şeyi başkasına tattler söylemek: Don´tdökülmesini i. birinin ortaya you tattle on me! Benibir istemediği gammazlama! şeyi başkasına tattletale söyleyen kimse, gammaz. i. birinin ortaya dökülmesini istemediği bir şeyi başkasına söyleyen kimse, gammaz. tattoo i., ask. ışık söndür borusu/trampeti. tattoo i. dövme. f. (birinin) vücuduna dövme yapmak; on (vücuduna) taught (belirli f., bak. bir şeyin) dövmesini yapmak. teach. taunt f. alay ederek sataşmak. i. (sataşmak için söylenen alaylı) laf. Taurus i., astrol. Boğa burcu. taut s. 1. gergin, iyice gerilmiş (ip, tel v.b.). 2. gergin (sinirler). tavern i. meyhane, bar. tawdry s. adi bir şekilde gösterişli, cafcaflı. tawny s. sarımsı kahverengi. tax i. 1. (tahsil edilen/koyulan) vergi. 2. (birinin takatını, sabrını v.b. taxable ´ni) zorlayan s. vergiye şey: This is a real tax on my patience. Sabrımı tabi. zorlayan bir şey bu. f. 1. -den vergi almak; -e vergi koymak; -i taxation i. 1. of -den vergi alma; -e vergi koyma; -i vergilendirme. 2. vergilendirmek: They´re going to tax us heavily this year. Bu vergi tahsilatı, vergi. s. vergiden tax-deductible sene bizdendüşülebilen. çok vergi alacaklar. This government won´t tax taxexempt books. Bu hükümet s. vergiden muaf. kitaba vergi koymayacak. Will they really tax-free tax the queen? s. vergiden muaf.Kraliçeyi gerçekten vergilendirecekler mi? 2. (takat, sabır v.b.´ni) zorlamak: This will tax your strength. Bu taxi i. taksi. f. takatını 1. taksiyle gitmek; (birini) taksiyle götürmek. 2. (uçak) zorlayacak. taxi driver pist taksi şoförü. ilerlemek; (uçağı) pist üzerinde ilerletmek. üzerinde taxi rank İng. taksi durağı. taxi stand taksi durağı. taxicab i. taksi. taximeter i. taksimetre, taksi saati. taxis çoğ. tax.es (täk´siz) i., biyol. göçüm. taxpayer i. vergi veren kimse, vergi mükellefi. TB, tb kıs. tuberculosis. tea i. 1. çay. 2. çay partisi; çay: She´s giving a tea tomorrow. Yarın teach bir çay partisi f. (taught) verecek. Will 1. öğretmek. you come for 2. öğretmenlik tea thisders yapmak; afternoon? vermek.Bu öğleden sonra çaya gelir misin? teacher i. öğretmen, hoca. teaching i. 1. öğretme, öğretim. 2. öğreti, ilke. teacup i. çay fincanı. teahouse i. çayevi, çayhane. teak i. 1. tikağacı, tik. 2. (kereste olarak) tik. teakettle i. çaydanlık. team i. 1. takım; ekip; ask. tim: Their soccer team´s doing well this team spirit year. takımBu seneekip ruhu, onların ruhu,futbol ekip takımı halindeiyi oynuyor. çalışma They´re a good ruhu. team of workers. Onlar iyi bir işçi ekibi. 2. çift; birlikte koşulan teamwork i. takım çalışması, ekip çalışması. birkaç hayvan: a team of mules bir çift katır. a team of four teapot i. çay dört oxen demliği, demlik. öküzden oluşan bir takım. f. up bir birlik oluşturmak, tear birlik f. olmak. (tore, torn) 1. yırtmak; yırtılmak: She tore the paper in two. tear Kâğıdı yırtarak ikiye ayırdı. You´ve torn a hole in one of your i. gözyaşı. trouser legs. Pantolonunun paçalarından biri bir şeye takılıp tear a place apart k. dili bir yerin birliğini mahvetmek, bir yerdeki birlik yırtılmış. 2. yarmak: It tore a gash in his leg. Bacağını yardı. 3. tear down duygusunu yıkmak. mahvetmek. büyük bir hızla koşmak: She tore down the hall. Koridordan tear gas büyük bir hızlagaz. göz yaşartıcı koşarak geçti. i. yırtık, yırtık yer. tear into k. dili 1. birdenbire (birine) sözlerle saldırmak. 2. birdenbire tear limb from limb (birine) saldırmak. etmek. k. dili paramparça tear off k. dili büyük bir aceleyle gitmek, birdenbire koşmaya başlamak. tear one´s hair k. dili 1. çok endişeli olmak, endişe içinde olmak. 2. saçını tear s.o. (away) from başını k. dili yolmak. birini (birinden/bir yerden) ayırmak/zorla ayırmak: It was tear s.o. apart time 1. k. dilitear to myself birini away from çok üzmek; that birinin lovelyparamparça kalbini view. Ne kadar zor 2. etmek. da olsa birinio güzelim manzaradan ayrılmamın zamanı gelmişti. tear s.o. up k. dili paralamak/parçalamak. birini çok üzmek; birinin kalbini paramparça etmek. tear s.o./s.t. down k. dili birini/bir şeyi şiddetle tenkit etmek/eleştirmek. tear s.t. (away) from bir şeyi (birinden/bir hayvandan) almak/kapmak. tear s.t. off/out bir şeyi (bir yerden) (yırtarak) koparmak. tear s.t. open bir şeyi yırtarak açmak. tear s.t. up bir şeyi yırtarak parça parça etmek/parçalara ayırmak. be torn tearful between two choices s. 1. gözyaşları içinde iki cami arasında olan/yapılan, yaşlıkalmış beynamaza gözlerle yapılan. 2. dönmek. ağlayan, be torn gözyaşı by conflicting döken. 3. emotions ağlamaklı. zıt duygular içinde tease f. 1. şaka yollu takılmak. 2. alay ederek sataşmak. 3. (saçı) olmak. tease s.t. apart (tarakla) bir şeyinkabartmak. i. ayırmak. tellerini lif lif başkalarına takılmayı seven kimse, takılgan kimse. teasel i., bot. tarakotu. teasle i., bot., bak. teasel. teaspoon i. çay kaşığı. teaspoonful i. çay kaşığı dolusu. teat i. meme. teazel i., bot., bak. teasel. teazle i., bot., bak. teasel. tech kıs. technical, technology. technical s. 1. teknik. 2. teknik detaylarla dolu (yazı/konuşma). 3. sadece technicality kurallara i. 1. teknik dayanan; detaylara sadece dayanma.kuralların ayrıntı- 2. teknik larına detay. dayanan: 3. ayrıntı, Theirs detay. was only a technical victory. Onlarınki sadece kurallara technician i. tekniker, teknisyen, teknikçi, uygulayımcı. dayanan bir zaferdi. technique i. teknik, yöntem, uygulayım. technocracy i. teknokrasi. technocrat i. teknokrat. technology i. teknoloji, uygulayımbilim. teddy bear oyuncak ayı. tedious s. sıkıcı, can sıkan; usandırıcı. tedium i. can sıkıntısı, sıkıntı. teem f. with (hayvan) ile dolu olmak: This lake´s teeming with fish. Bu teenage gölde s. on üçbalıklar ile on kaynıyor. dokuz yaşlar arasındaki devreye ait, gençlere ait. teenager i. on üç ile on dokuz yaşlar arasındaki kimse; genç, delikanlı; teens genç kız. i., çoğ. on üç ile on dokuz arasındaki yaşlar. teeny s., k. dili ufacık, minicik. teeny-weeny s. minimini, minnacık. teeter f. sendelemek; sallanmak. teeter-totter i. tahterevalli. teeth i., bak. tooth. teethe f. diş çıkarmak. teething ring (bebeklerin dişlerini kaşıması için teetotaler plastik) i. ağzınahalka. içki almayan kimse, yeşilaycı. teetotaller i., İng., bak. teetotaler. tel kıs. telegram, telegraph, telephone. telamon i., mim. heykelsütun, telamon, atlant. telecast f. (tel.e.cast/--ed) televizyonla yayımlamak. i. televizyon yayını. telecommunication i. telekomünikasyon, uziletişim. telegram i. telgraf, telgrafla gönderilen mesaj. telegraph i. telgraf, telgraf cihazı. f. telgraf çekmek; -e (bir mesajı) telegrapher telgrafla göndermek. i. telgrafçı. telegraphic s. 1. telgrafla ilgili; telgraf sistemine ait. 2. çok kısa, veciz. telegraphist i., bak. telegrapher. telegraphy i. telgrafçılık. telelens i. teleobjektif, uzakçeker. telemeter i. telemetre, uzaklıkölçer. teleobjective i. teleobjektif, uzakçeker. teleology i. teleoloji, erekbilim. telepathic s. telepatik. telepathy i. telepati, uzaduyum. telephone i. telefon. f. telefon etmek. telephone book/directory telefon rehberi. telephone booth telefon kulübesi. telephone booth telefon kulübesi. telephone central/exchange santral. telephone directory telefon rehberi. telephone line telefon hattı. telephone pole telefon direği. telephone switchboard santral. telephoto i. telephoto lens foto. ırak merceği, teleobjektif. telephoto lens teleobjektif, uzakçeker. teleprocessing i., bilg. teleişlem. telescope i. teleskop, ırakgörür. f. 1. (teleskopun elemanları gibi) iç içe teletype geçmek; i. teletip, (bir elemanı) teletayp, (başka telem, bir elemanın) içine geçirmek. 2. uzyazar. ezilip iç içe geçmek; ezip iç içe geçirmek. televise f. televizyonla yayımlamak. television i. televizyon. television screen televizyon ekranı. television set televizyon, televizyon alıcısı. television set televizyon, televizyon alıcısı. television tube televizyon tüpü. telex i. 1. teleks makinesi, teleks. 2. teleksle gönderilen mesaj, tell teleks. f. (told)f.1.-esöylemek; teleksle mesaj göndermek; anlatmak: I told her -e the (birnews. mesajı) Onateleksle haberi göndermek. söyledim. I told her he was here. Onun burada olduğunu tell (the) time 1. saatin kaç olduğunu anlamak: Can Tekin tell the time yet? kendisine Tekin şimdi söyledim. Tell saatinaleyhinde kaç me whatanlayabiliyor olduğunu happened. Neler mu? 2. olduğunu (saat) tell against (bir şey) (birinin) olmak. bana anlat. She doesn´t tell lies. Yalan zamanı göstermek: This clock doesn´t tell the time very söylemez. Tell mewell. a Bu tell apart birbirinden story! Bana ayırmak, bir masal ayırt anlat!etmek. I told you he´d botch things up, saat pek iyi çalışmıyor. I told you so! Sana demedim mi? tell fortunes didn´t I? İşleri berbat edeceğini söyledim, değil mi? I can´t tell fal açmak/bakmak. tell in s.o.´s favor you (bir şey) vile how birininit was. Onun lehinde ne kadar kötü olduğunu sana olmak. anlatamam. Don´t tell me you´re now a doctor! Gerçekten Tell me another one! k. dili Haydi hekim olduğuna oradan!/Hadi inanamam! hadi!/Hadi To tell you canım sen de!/Külahıma the truth, I can´t stand tell of anlat! 1. -iguy. the anlatmak, Doğrusunu -den istersen bahsetmek: The nefret heriften book tells of his I won´t ediyorum. tell on s.o. adventures tell a soul. k. dili birinin inyaptığı Scotland. Kimseye Kitap bir söylemem. olumsuz onun You İskoçya´daki şeyican´t tell him söylemek: (başkasına) anything. Ona He maceralarından hiçbir ´s gone şeyto tell thebahsediyor. dinletemezsin.teacher 2.me. (birHocaya Something on şeyin) belirtisi tells mene we´reolmak: yaptığımılost. That tell one to one´s face birinin yüzüne karşı söylemek: Tell him what you think of him garden Yolumuzu söylemeye tells of much kaybettiğimizi gitti. Don´t thought and care. hissediyorum. you tell O 2. bahçenin göstermek; epey anlatmak: tell one´s fortune to -inhis face. falına Kendisi bakmak. hakkında neon me! Ne düşündüğünü yaptığımı yüzüne kimseye karşı düşünce ve özenin ürünü olduğu belli. This book tells you how to fix clocks. Bu kitap sana saatlerin söyleme! söyle. tell people/things apart tamirini öğretir. Thebirbirinden insanları/nesneleri firing of the cannon ayırt etmek.tells you the fast has tell s.o. a thing or two ended. Topun atılması k. dili birine çıkışmak. orucun bittiğine işaret ediyor. 3. tell s.o. a thing or two/tell söylemek, anlamak: Can you tell whether or not it´s malaria? k. dili olup Sıtma biriniolmadığını haşlamak,anlayabildiniz birine dünyanın mi?kaç bucak I can´t olduğunu tell which is s.o. where to get off tell s.o. off göstermek. k. dili birini which. azarlamak/haşlamak. Hangisinin hangisi olduğunu kestiremiyorum. 4. tell s.o.´s fortune söylemek, birinin falına emretmek: bakmak: Will Are you asking tell herme or telling fortune? Onun me? Benden falına rica bakar mı ediyorsun, mısın? yoksa bana birine bir şeyi hiç sakınmadan söylemek. emir mi veriyorsun? I told them tell s.t. to s.o. straight to wait. Beklemelerini söyledim. 5. (bir şey) etkisini göstermek: tell which is which hangisinin Quality always hangisi tells.olduğunu İyi kalite ayırt etmek:kendini her zaman I couldn´t bellitell which eder. The teller was strain which. i. 1. (bankada) Hangisinin was beginning veznedar. hangisi 2. on to tell olduğunu anlatan/söyleyen ayırt edemedim. kimse, him. Sıkıntının izleri ondaanlatıcı. telling belirmeye başlıyordu. s. etkili; etkileyici; 6. (bir şey hakkında) emin olmak: On the çarpıcı. other hand he just might win. You never can tell! Gene de telltale i. başkalarının sırlarını açığa vuran kimse. s. durumu/gerçeği bakarsın galip gelir. Hiç belli olmaz! telly açığa i., İng.,vuran k. dili(şey): There was a telltale smudge of lipstick on his televizyon. collar. Yakasında durumu açığa vuran bir ruj lekesi vardı. temerity i. cüret, ataklık. temper f. 1. yumuşatmak, hafifletmek, azaltmak, etkisini azaltmak: The temper breeze tempered i. 1. mizaç, the sun huy, tabiat, a bit. Rüzgâr yaradılış. güneşin etkisini 2. menevişleme sonucundabiraz azalttı. çelikte 2. to oluşan -e göre ayarlamak; sertlik.yaradılış. -e alıştırmak. 3. with 3. (bir maddeyi kıvamına getirmek için (bir şeyi temperament i. mizaç, huy, tabiat, katarak) kıvama eklenen) katkı maddesi. getirmek. 4. (çeliği) menevişleme işlemine tabi tutmak. 5. (zor bir olay) (birine) güç kazandırmak. temperamental s. 1. kaprisli; saati saatine uymayan. 2. yaradılıştan gelen: He temperance has i. 1. aaşırıya temperamental aversionkaçmama, gitmeme, aşırılığa to such people. ölçüyüYaradılışı aşmama.gereği 2. hiç öyle içki insanlardan hoşlanmaz. temperate s. 1.kullanmama. ılımlı, aşırılığa kaçmayan. 2. ılıman. Temperate Zone coğr. Ilıman Kuşak/Bölge. temperature i. 1. ısı derecesi, derece: Yesterday Istanbul had a high temperature inversion temperature of 35°C.sıcaklık sıcaklık inversiyonu, Dün İstan- bul´daki en yüksek sıcaklık evrilmesi. 35°C idi. 2. ısı, sıcaklık, hararet: What´s the temperature of the tempest i. fırtına; bora. water? Suyun ısısı ne? 3. ateş, yüksek vücut ısısı: You´ve got a tempestuous s. fırtınalı. temperature. Ateşin var. temple i. şakak. temple i. tapınak, mabet, ibadethane. tempo çoğ. --s (tem´poz)/tem.pi (tem´pi) i. 1. müz. tempo. 2. tempo, temporal gidiş. s. 1. dünyevi; dini olmayan. 2. zamana ait. temporary s. geçici, muvakkat. temporise f., İng., bak. temporize. temporize f. karar vermeyerek vakit kazanmaya çalışmak, savsaklamak. tempt f. 1. (birini) ayartmaya çalışmak, doğru yoldan saptırmaya temptation çalışmak: i. 1. birininHe tempted meyol ayartılmasına with the promise açabilen of an birinin şey/kimse, earldom. Bir doğru kontluk yoldan vadederek sapmasına beni ayartmaya çalıştı. 2. birinin sebep olabilen şey/kimse. 2. birini ayartmayakendi tempting s. çok çekici, çok cazip. nefsiyle mücadele çalışma; etmesine yol birinin ayartılmasına açmak: The beautiful weather çalışılma. ten s. on. i. 1.me tempted on,noton even rakamıto (10, go toX). the2.office. isk. onlu. Hava öyle güzeldi ki tenable işe gitmemeyi bile s. savunulabilir; düşündüm. The smell of that cake really makul. tenacious tempts s. 1. bir me. işin O kekin kokusu arkasını bırakmayan,beni gerçekten imrendiriyor. I´m bir işten vazgeçmeyen. 2. çok tempted kuvvetli not (bağ).to go at all. Şeytan diyor ki hiç gitme./Hiç tenacity i. bir işin arkasını bırakmama, bir işten vazgeçmeme, gitmeyesim geliyor. They were tempted to take the money. kararlılık. tenancy i. 1. (bir yerde) Akıllarından kiracı parayı olma, almak kiracılık; kiracılık süresi. 2. (bir geçti. tenant makamda) i. kiracı. memur olma, memurluk; memurluk süresi. tench i. (çoğ. tench/--es) kilizbalığı. tend f. 1. (to) (birine) bakmak, (birinin) bakımıyla meşgul olmak. 2. tend (to) f. 1. (hayvana/bitkiye) eğiliminde olmak:bakmak.She tends 3. to (belirli do thebirwashing yere) aitonişlerle meşgul Mondays. olmak: He tends bar in a hotel. Bir otelde barmenlik Genellikle çamaşırı pazartesileri yıkıyor. He tends to tendency i. eğilim, meyil. yapıyor. exaggerate. Onun mübalağa etme eğilimi var. 2. -e yol açmak, tender s. 1. kolaylıkla incinen, hassas, duyarlı: The skin around the -e neden olmak: Such measures tend to promote inflation. wound i. is very tender. müteahhidin Yarayı çevreleyen cilt çok 2. hassas. 2. tender Genellikle böylesunduğu önlemler iş enflasyonu teklifi. f. 1. artırır. arzetmek. ödemek şefkatli, üzere müşfik, sevecen. 3. yumuşak, sert olmayan (et, sebze, tender i., d.y.(para) tender. vermek. meyve v.b.). tenderfoot çoğ. --s (ten´dırfûts)/ten.der.feet (ten´dırfit) i. acemi çaylak, tenderhearted acemi s. yufka kimse. yürekli. tenderise f., İng., bak. tenderize. tenderize f. (eti) yumuşatmak. tenderloin i. fileto. tenderness i. 1. şefkat, sevecenlik. 2. kolaylıkla incinme, hassaslık, tendon duyarlılık, duyarlık. 3. (et, sebze, meyve v.b. için) yumuşaklık, i., anat. kiriş. sert olmama. tendril i. asma bıyığı, sülük. Tenedos i., tar. Bozcaada. tenement i. büyük ve harap apartman. tenet i. prensip, ilke; öğreti. tenfold s., z. on kat, on misli. tennis i. tenis. tennis ball tenis topu. tennis court tenis kortu. tennis net tenis ağı. tennis player tenisçi. tenon i. zıvana dili. tenor i. 1. genel anlam. 2. gidiş, gidişat, akış: the tenor of events olayların akışı. the tenor of the times çağın gidişi. 3. müz. tenor. tense i., dilb. fiil zamanı, zaman. tense s. 1. gergin, gerilmiş. 2. endişeli, stres içinde. 3. stresli, tension gerilimli. i. gerilim.4. gergin, elektrikli. tent i. çadır. tent peg çadır kazığı. tent pole çadır direği. tentacle i. dokunaç. tentative s. 1. kesin olmayan. 2. farazi, deneysel. 3. tenterhook mütereddit/çekingen/kararsız i. (bir hareket). tenth s., i. 1. onuncu. 2. onda bir. tenuous s. 1. çok ince (şey). 2. sağlam olmayan, temelleri sağlıksız. 3. tenure müphem, i. 1. (toprağa belliait) belirsiz. mülkiyet. 2. (belirli bir makamda) bulunma: I tepid see no s. ılık. reason why there cannot be a joint tenure of the throne. Tahtın iki hükümdar tarafından paylaşılmasını engelleyebilecek terebinth i., bot. menengiç, melengiç, terebentinsakızağacı. bir neden görmüyorum. 3. memuriyet süresi, memuriyet. 4. term i. 1. dönem, (öğretim devre. 2. süre, görevlisinin) kontratımüddet. 3. terim, yenilemeden ıstılah. 4. mat. makamında kalma terminal terim. hakkı. 5. çoğ. (kontrata ait) şartlar, koşullar. s. 1. ölümcül (hastalık). 2. son veya uçta bulunan. f. -e ...i. demek, -e ... terminal. adını vermek: They can´t term it stupidity. Ona aptallık terminate f. -e son vermek, -i bitirmek; sona ermek, bitmek. diyemezler. terminology i. terminoloji. terminus çoğ. ter.mi.ni (tır´mınay)/--es (tır´mınısız) i. (ulaşım, boru v.b. termite hattına i., zool. ait) uç, bitiştermit. akkarınca, veya başlangıç noktası/yeri. tern i., zool. denizkırlangıcı. terrace i. 1. (evin bitişiğindeki/yakınındaki tabanı döşeli) taraça, teras. terrain 2. (damdaki) i. arazi, yerey;taraça, bölge,teras. mıntıka.3. seki, set, taraça, teras. 4. İng. sıraevler. 5. İng. sıraevlerin bulunduğu sokak. f. (bir yamaçta) terrapin i., zool. (bir çeşit) su kaplumbağası. sekiler yapmak, (yamacı) sekilemek, teraslamak. terrarium i. teraryum. terrestrial s. 1. yeryuvarlağına ait. 2. karasal; karada yaşayan. terrible s. 1. korkunç: The side effects of this drug are terrible. Bu ilacın terrier yan etkileri i. terye, korkunç. 2. çok kötü; berbat: He´s got a terrible teriye. cough. Çok kötü öksürüyor. His poems are terrible. Şiirleri terrific s. 1. k. dili fevkalade, harika, müthiş, çok güzel. 2. çok sert, çok berbat. What terrible weather! Ne berbat bir hava! The food terrify şiddetli. f. 3. büyük (hız). çokterrible. korkutmak, dehşete düşürmek. was Yemekler berbattı. territorial s. belirli bir bölgeye ait. territorial waters karasuları. territory i. (belirli bir devlet, grup, kişi, hayvan v.b.´ne ait) terror toprak/alan/bölge. i. 1. terör, tedhiş, korku salma. 2. dehşet: They looked on in terrorise terror. f., İng.,Dehşet içinde seyrettiler. 3. dehşet saçan kimse. bak. terrorize. terrorism i. terörizm, tedhişçilik. terrorist i. terörist, tedhişçi. terrorize f. şiddet kullanarak yıldırmak. terry i. terry cloth havlu kumaş. terse s. kısa ve özlü (söz). tertiary s. 1. üçüncü. 2. kim. üçüncül, tersiyer. 3. tıb. üçüncül, üçüncü test derecede i. 1. sınav,olan. imtihan, test: French test Fransızca sınavı. Rorschach test match test İng. Rorschach uluslararası testi. 2. maçı. kriket tıb. test, laboratuvar araştırması: blood test kan tahlili. 3. tıb. (belirli bir) muayene: eye test göz test pilot deneme pilotu. muayenesi. 4. deneme, deney: nuclear tests nükleer test s.o.´s mettle birinin cesaretini denemeler. ve ataklığını test flight deneme sınamak. uçuşu. 5. (bir kanunun) geçerli test s.o.´s patience olup birinin sabrını sınamak, birinin sabrınındeneme. olmadığını öğrenmek için yapılan sınırlarınıf. zorlamak. 1. denemek, test tube denemeden geçirmek. 2. sınava deney tüpü. test-tube baby tüp bebek. sokmak, imtihana tabi tutmak, sınamak. 3. tahlil etmek; ölçmek. 4. (bir kanunun) geçerli olup testament i., huk. vasiyetname. olmadığını deneme yoluyla öğrenmek. testicle i., anat. erbezi, testis, husye, haya. testify f. 1. tanıklık/şahadet/şahitlik etmek; testimonial tanıklıkta/şahadette/şahitlikte i. 1. birinin/birilerinin şükranınıbulunmak. simgeleyen 2.şey. ispatlamak, 2. referans, kanıtlamak; bonservis. to -i göstermek. 3. şahadet, kanıt, delil. 4. tanıklık, testimony i. 1. tanıklık, ifade. 2. kanıt,şahadet. delil. testis çoğ. tes.tes (tes´tiz) i., anat. erbezi, testis, husye, haya. testy s. 1. (ufak şeylere) çabuk kızan, hırçın. 2. sinirlilikten tetanus kaynaklanan, i., tıb. tetanos,hırçın. kazıklıhumma. tetchy s., İng. alıngan, kırılgan. tête-à-tête i. sadece iki kişi arasında geçen sohbet/konuşma. z. baş başa. tether i. hayvanın sınırlı bir alan içinde serbestçe hareket etmesini text sağlayan ip. f. (hayvana) böyle bir ip bağlamak. i. metin, tekst. textbook i. ders kitabı. textile i. dokuma, tekstil. textile industry tekstil/mensucat sanayii. textual s. 1. metne ait. 2. kelimesi kelimesine. texture i. 1. doku. 2. özyapı, karakter. 3. (belirli bir) nitelik, özellik. 4. Thai (sıvı için) kıvam. i. 1. (çoğ. --s/Thai) Tay. 2. Tayca. s. 1. Tay. 2. Tayca. Thailand i. Tayland. Thailander i. Taylandlı. than bağ. 1. -den ...: She likes him better than you. Onu senden daha thank fazla seviyor. f. teşekkür Hülya´s more beautiful than she. Hülya ondan etmek. güzel. Can you work faster than Hasan? Hasan´dan hızlı Thank God! Allaha şükür!/Şükür Allaha! çalışabilir misin? I know no one more talkative than you. Senden Thank goodness! Çok şükür!/Şükürler daha konuşkan bir kimse olsun!tanımıyorum. That´s easier said than Thank heaven! done. Onu söylemek, yapmaktan daha kolay./Onu söylemek Çok şükür! thank one´s (lucky) stars başka, yapmak k. dili kendini çokbaşka. şanslıWe´ve saymak, more than doubled şükretmek: You canour output. thank your Üretimimizi lucky iki katın starsederim./Sağ üstüne you didn´t go. Gitmediğine şükretmelisin.nothing. çıkardık. It´s better than Thank you. Teşekkür olun./Mersi. Hiç yoktan iyi. Have you seen anyone other than him? Ondan thankful s. 1. minnet başkasını dolu, mü? gördün şükran dolu; no There´s minnettar, more than müteşekkir. three left.2.Üç thankless memnun: taneden I´m fazla thankful kalmadı. she 2. wasn´t -mektense: there I´d s. 1. kimsenin takdir etmediği, takdire layık görülmeyen then. ratherİyidie ki than o zamango (iş): orada there. That´s değildi Oraya o. gitmektense ölmeyi tercih ederim. thanks i., çoğ. a thankless Thanks! task. k. dili Öyle bir iş ki onu yapana teşekkür Teşekkürler!/Mersi! etmek kimsenin aklından geçmez. 2. nankör (kimse). Thanks a lot! k. dili Çok teşekkür!/Çok mersi! thanks to ... sayesinde: Thanks to you we´ve gotten this done. Sayende thanksgiving bunu bitirdik. i. şükran, şükür, şükretme. Thanksgiving Day Şükran günü. Thasian i. Taşozlu. s. 1. Taşoz, Taşoz´a özgü. 2. Taşozlu. Thasos i. Taşoz. that zam. (çoğ. those) 1. o, şu: Did you see that? Onu gördün mü? That cat has been up to her This is a verbena and that´s a lantana. Bu mineçiçeği, o da O kedi yine marifetini göstermiş. old Thattricks. child knows a trick or ağaçminesi. After that he went to bed. Ondan sonra yatağa O çocuk ne kurnazdır! two. That glass of beer´s got girdi. The best yarn is that spun by hand. En iyi iplik elle O bardaktakiHe´s bükülendir. biranın oneüstünde of thoseçok whoköpük think var. that they know quiteisa not That head on it. what I bargained everything. Her şeyi Ne umuyordum, ne buldum. bildiğini zannedenlerden biri o. 2. öyle: “Is for. she clever?” “That she is.” “Zeki mi?” “Öyledir.” 3. ki: I´d like to that is to say yani, demek ki. see the cow that jumped over the moon, please. Ayın üzerinden That is to say .... Yani ...:ineği atlayan That görmek is to sayistiyorum, you´re notlütfen. coming?Are Yani gelmiyorsun, you the man that That player´s got a good öyle mi? O oyuncuthe invented iyi zamanlama yapıyor. cotton gin? Çırçırı icat eden adam siz misiniz? s. sense of timing. That settles it! (çoğ. Tamam! those) o: Where´s (Genellikle that söylenir.): kızınca cat? O kedi nerede? That settlesI like those it! I´m going houses. to O evler hoşuma gidiyor. bağ. ki: He´s drunk so much That speaks volumes. O give himifade çok şey a piece of my mind! Tamam! Şimdi ağzının payını ediyor. that he can´t see straight. O kadar içti ki doğru dürüst vereceğim. That story won´t wash. İng., k. dili She göremiyor. O masalı madekimse it clearyutmaz. that she wouldn´t come. That takes the cake! Gelmeyeceğini k. dili Pes vallahi! açık seçik belirtti. He can come provided that he That was a close shave! doesn´t k. dili Kılmake trouble. Mesele çıkartmaması şartıyla gelebilir. I payı kurtulduk! That was just what the am sorry that you should think so. Böyle düşündüğünüzden Canıma değdi. dolayı üzgünüm. doctor ordered. That will do. Kâfi./Yetişir. That´ll do the trick. O işimizi görür. That´s a fine kettle of fish! Ne âlâ! (Hiç istenmeyen bir durum karşısında söylenir.). That´s a fine kettle of fish. k. dili Ayvayı yedik!/Hapı yuttuk! That´s all right. Ziyanı yok./Önemi yok. (Özür dileyen birine söylenir.). That´s just what the doctor Çok makbule geçti. ordered. That´s life! k. dili İşte hayat böyle! That´s neither here nor Bunun konu ile ilgisi yok. there. That´s outside my range. O benim bilgi alanım dışında./Ben o işten anlamam. They have That´s rich! ak.small number dili Çok komik! of books which cover a wide range of topics, whereas Esma has a large number of books which cover a That´s that! k. dili Mesele kapandı!/Bitti bu iş!/Tamam, bitti! narrow range of topics. Onlardaki kitapların sayısı az ama çeşitli That´s the last straw! k. dili Yeter konular üstüneartık! yazılmış. Esma´nın kitapları ise sayıca çok, That´s the limit! ancak belirli şey argo Çekilir birkaç konuyukadarı değil!/Bu kapsıyor. da fazla! That´s the stuff! k. dili Aferin! That´s the ticket! k. dili 1. Gereken o! 2. Aferin! thatch i. 1. (dam örtüsü olarak kullanılan) saz/saman. 2. k. dili gür thaw saçlar. f. (donmuş şey) erimek, çözülmek. i. kar ve buzların erimesi; kar the ve buzların Belirli erimeye durumlarda başladığı isimden öncezaman. kullanılır: The mail hasn´t come The tide´s coming in. yet. Posta henüz Deniz kabarıyor. gelmedi. Where´s the school? Okul nerede? Which of you´s the boss? Hanginiz patron? The more I get to the ablative dilb. -den hali, çıkma durumu, ablatif. know them the better I like them. Onları tanıdıkça daha çok the ablative case bak. the ablative 2. seviyorum. the absurd saçma, abes. the accusative dilb. -i hali, yükleme durumu, akuzatif. the accusative case bak. the accusative 2. the active (voice) dilb. etken çatı. the Aegean Sea Ege Denizi. The air is very polluted. Hava çok kirli. the Almighty Allah. the Anglican Church Anglikan Kilisesi. the Antarctic i. Antarktika. the Antarctic Circle Güney Kutbu dairesi, Antarktik daire. the Antipodes Avustralya ve Yeni Zelanda. the Apostles´ Creed Hrist. Havariler Amentüsü. the apple of one´s eye k. dili gözbebeği. the Archipelago Adalar Denizi, Ege Denizi. the Arctic Arktik bölge. the Arctic Circle Kuzey Kutbu dairesi, Arktik daire. the Arctic Ocean Kuzey Buz Denizi. the Argentine Arjantin. the Atlantic Atlas Okyanusu. the Atlantic Ocean Atlas Okyanusu. The ayes have it. Lehte oy kullananlar kazandı. The boys had themselves a time. the back of beyond Çocuklar k. dili dağeğlendiler. başı, çok ücraWe had news. Haber aldık. bir yer. the Bahama Islands Bahama Adaları. the Bahamas Bahama Adaları. the Baltic Sea Baltık Denizi. the Baltic States Baltık Devletleri. the bane of one´s başının derdi, baş belası. existence/life the beaten path herkesin geçtiği yol, işlek yol. the bends (dalgıçlarda) vurgun. the best part yarısından fazla, çoğu: the best part of the day günün çoğu. the better part yarısından fazla, çoğu: the better part of the night gecenin çoğu. the Big Bear/Dipper gökb. Büyükayı. the Big Dipper gökb. Büyükayı. the Black Sea Karadeniz. the blahs can sıkıntısı. the Blessed Sacrament/the (komünyonda kullanılan) kutsanmış ekmek. Sacrament the blind körler. the blue şiir 1. gök, sema. 2. deniz. 3. mavilik. the blues müz. bir çeşit caz müziği. the bomb k. dili atom bombası. the Book of Psalms (Kitabı Mukaddes´teki) Mezmurlar Kitabı. the boondocks çoğ. taşra. the boonies çoğ., k. dili taşra. The boot is on the other foot. k. dili Durum tam tersine döndü. the bottom line k. dili 1. en önemli şey. 2. sonuç, netice. the break of day günün ağarması. the British çoğ. Britanyalılar. The burglar has gone; we´re Hırsız gitti; artık kurtulduk. safe now. The car won´t start. Arabanın motorunu çalıştıramıyorum. the Caribbean Karayip Denizi. the Caribbean Sea Karayip Denizi. the Caspian Sea Hazar Denizi. the Caucasus Kafkasya. the Central African Republic Orta Afrika Cumhuriyeti. the chancellor of the İng. Maliye Bakanı. exchequer the chances are muhtemelen. the cinema sinema endüstrisi. the clap argo belsoğukluğu. the clink k. dili kodes, hapishane. the close of the day günün sonu. f. 1. kapamak, kapatmak; kapanmak. 2. tıkamak, the cloth doldurmak. rahipler. 3. son vermek, bitirmek; sona ermek, bitmek. The coast is clear. Kimse yok./Meydan boş. The cold has penetrated my Soğuk iliğime işledi. bones. the common people halk. the Commonwealth İngiliz Milletler Topluluğu. the comparative dilb. üstünlük derecesi. the Confederacy bak. the Confederate States of America. the Confederate States of tar. Amerika Konfedere Devletleri. America the Congo Kongo. s. Kongo, Kongo´ya özgü. the construction business inşaatçılık, müteahhitlik. the Continent Avrupa kıtası, Avrupa. the controls kumanda aygıtı/cihazı. the country kent dışındaki yerler, kırsal bölgeler, taşra. the Crimea Kırım. the Crusades Haçlı Seferleri. the cut of one´s jib k. dili dış görünüş; yüz ifadesi. the Czech Republic Çek Cumhuriyeti. the Dardanelles Çanakkale Boğazı. the Dark Ages Karanlık Devirler, ortaçağın ilk yarısı. the dative -e hali, datif. the dead ölüler. the dead of night gecenin körü. the dead of winter kışın ortası. the deaf sağırlar. The deal is off. 1. Anlaşmadan vazgeçtiler. 2. Anlaşmadan vazgeçtik. the deceased merhum, rahmetli. the Declaration of A.B.D. Bağımsızlık Beyannamesi. Independence the Department of State/the Dışişleri Bakanlığı. State Department the depths derinlikler. The die is cast. Ok yaydan çıktı. the digestive tract anat. sindirim sistemi/aygıtı. the direct opposite tam aksi. the dishes bulaşık. the Dominican Republic Dominik Cumhuriyeti. the dregs of society ayaktakımı, döküntü. the Dutch çoğ. Hollandalılar. The early bird gets the Erken kalkan yol alır, er evlenen döl alır. worm. the East Doğu, Şark. the Eastern Hemisphere Doğu Yarıküre. the Eastern Orthodox Church Rum Ortodoks Kilisesi. the English İngilizler. the English Channel Manş Denizi. the epitome of -in ta kendisi: the epitome of loveliness güzelliğin ta kendisi. the Establishment k. dili toplumdaki nüfuzlu kurumlar. the Eucharist Hrist. Komünyon, şarap ve ekmek yeme ayini; bu ayin için the Euphrates takdis edilen şarap ve ekmek. Fırat nehri. the European Economic Avrupa Ekonomik Topluluğu. Community the European Avrupa Birliği. Union/Community The exception proves the İstisna kuralı bozmaz. rule. the exchequer İng. Maliye Bakanlığı. the fair sex kadınlar, cinsi latif. the faithful müminler, bir dine iman edenlerin tümü. the Far East Uzak Doğu. the Far East Uzakdoğu. The fat is in the fire. Şimdi kıyamet kopacak. the Federal Bureau of A.B.D. Federal Araştırma Bürosu. Investigation the Fiji Islands Fiji Adaları. the Fijis Fiji Adaları. the Flemish Flamanlar. the flesh nefis; beden. the Flood tufan. the Foreign Office İng. Dışişleri Bakanlığı. the Foreign Secretary İng. Dışişleri Bakanı. the free Churches İng. Anglikan olmayan Protestan kiliseleri. the French çoğ. Fransızlar. the funnies (gazetede) bant-karikatürler. the future tense dilb. gelecek zaman. the Gambia Gambiya. the general run of -in çoğunluğu, -in büyük kısmı. the genitive -in hali, genitif. the gift of the gab konuşma yeteneği, cerbeze. the Godhead Allah, Tanrı. the good iyi insanlar. the Grand National Assembly Büyük Millet Meclisi. the Grand Old Party A.B.D. Cumhuriyetçi Parti. the graphic arts. grafik sanatlar. the Great Bear gökb. Büyükayı. the greater part çoğunlukla. the Green Party Yeşiller Partisi. the Gregorian calendar Gregoryen takvimi, Miladi takvim. the groundbreaking temel atma töreni. the Gulf Stream golfstrim. The hall will seat fifty people. Salon elli kişiliktir. the haves and the have-nots zenginler ve fakirler, varlıklılar ve yoksullar. the hereafter öbür dünya, ahret. the hiccups hıçkırık tutma. the Holocaust Nazilerin yaptığı Musevi katliamı. the Holy Father Papa. the Holy Ghost Kutsal Ruh. the Holy Ghost/Spirit Kutsal Ruh, Ruhülkudüs. the Holy Land Hrist. (İsrail ve Ürdün´deki) Kutsal Topraklar. the Holy See papalık. the House A.B.D. Temsilciler Meclisi. the House of Commons İng. Avam Kamarası. the House of Lords İng. Lortlar Kamarası. the House of A.B.D. Temsilciler Meclisi. Representatives the human race beşeriyet, insanoğlu. the Indian Ocean Hint Okyanusu. the Indian Subcontinent Hint Yarımadası. the Inland Revenue (Britanya´daki milli) vergi dairesi. the Inquisition Engizisyon. the International Date Line gündeğişme çizgisi. the International Monetary Uluslararası Para Fonu. Fund the Internet bilg. İnternet. the Irish İrlandalılar. the Irish Republic İrlanda Cumhuriyeti. the Irish Sea İrlanda Denizi. the Iron Age Demir Devri. the Iron Curtain tar. demirperde. the Isle of Man Man Adası. the Ivory Coast Fildişi Kıyısı, Fildişi Sahili. the ice age buzul devri. the imperative (mood) dilb. emir kipi. the imperfect (tense) dilb. bitmemiş bir eylemi gösteren zaman. the indicative mood dilb. bildirme kipi. the inner man ruh, vicdan. the jet set k. dili jet sosyete. the Khyber Hayber Geçidi. the Khyber Pass Hayber Geçidi. the kids 1. çocuklar. 2. bizimkiler. 3. arkadaşlar. the kissing disease öpüşme hastalığı, intani mononükleoz. the known mat. bilinen. the Kremlin Kremlin. the Labor Party İng. İşçi Partisi. the last day mahşer günü, kıyamet günü. the Last Judgment kıyamet. the last rites cenaze töreni. the last straw bardağı taşıran damla. the last two son ve sondan önceki. the last word 1. son söz. 2. son model. 3. en mükemmel şey. the last word in k. dili (bir şeyin) en çağdaş, en geliştirilmiş veya son model the last word on the matter örneği: It´s the last konu hakkında son word in computers. ve kesin söz. Bilgisayarların en modern olanı. the law k. dili polis. The leopard cannot change Huylu huyundan vazgeçmez./Huy canın altındadır./Can its spots. the lesser of two evils çıkmayınca ehvenişer. huy çıkmaz. the lesser of two evils ehvenişer. the Levant Doğu Akdeniz bölgesi. the lie of the land İng. arazinin dış görünümü; arazinin engebeleri. the line 1. ekvator. 2. ordu; donanma. the line of least resistance en kolay yol. the lion´s share aslan payı. the Little Bear/Dipper gökb. Küçükayı. the Little Dipper gökb. Küçükayı. the liturgy Hrist. ekmek ve şarap ayini, kudas. the living yaşayanlar. the LLords İng. Lortlar Kamarası. the locative -de hali, lokatif. the logic of events olayların gerektirdiği. the Logos Hrist. Logos. the long and the short of it uzun lafın kısası, eni sonu. The long and the short of it İşin gerçeği bu! is this! The Lord knows how. Nasıl olduğunu ancak Allah bilir. the Lord´s Day Hrist. pazar günü. the Lord´s Prayer İsa´nın öğrettiği dua. the Lord´s Supper Hrist. ekmek ve şarap ayini, kudas. the lot (of) (-in) hepsi/tümü: The whole lot of them are like that. Onların the Low Countries hepsi öyle.Belçika ve Lüksemburg. Hollanda, the main chance kişisel çıkar. the Malagasy Malgaş halkı, Malgaşlar. the Malagasy Republic Malgaş Cumhuriyeti. the Malay Peninsula Malakka Yarımadası. the man in the street sokaktaki adam, sıradan kimse. the Manx Manlılar, Man halkı. the march of events olayların seyri. The market is flat. Piyasa durgun. the masses halk kitleleri. the media medya, kitle iletişim araçları. the Mediterranean Akdeniz. the Mediterranean Sea Akdeniz. the mending onarılacak çamaşırlar. the Messiah Mesih, Hz. İsa. the metric system metre sistemi, metrik sistem. the Middle East Ortadoğu. the Middle West A.B.D.´nin orta bölgesi. the Midwest A.B.D.´nin orta bölgesi. the military silahlı kuvvetler, ordu. the Milky Way gökb. Samanyolu. the Ministry of Agriculture Tarım Bakanlığı. the Ministry of Commerce Ticaret Bakanlığı. the Ministry of Ulaştırma Bakanlığı. Communications the Ministry of Culture and Kültür ve Turizm Bakanlığı. Tourism the Ministry of Customs and Gümrük ve Tekel Bakanlığı. Monopolies the Ministry of Defense Milli Savunma Bakanlığı. the Ministry of Development İmar ve İskân Bakanlığı. and Housing the Ministry of Education Milli Eğitim Bakanlığı. the Ministry of Energy and Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı. Natural Resources the Ministry of Finance Maliye Bakanlığı. the Ministry of Foreign Dışişleri Bakanlığı. Affairs the Ministry of Forestry Orman Bakanlığı. the Ministry of Health Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı. the Ministry of Industry and Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı. Technology the Ministry of Justice Adalet Bakanlığı. the Ministry of Labor İng. Çalışma Bakanlığı. the Ministry of Labor Çalışma Bakanlığı. the Ministry of Public Works Bayındırlık Bakanlığı. the Ministry of the Interior İçişleri Bakanlığı. the Ministry of Village Affairs Köy İşleri Bakanlığı. the Ministry of Youth and Gençlik ve Spor Bakanlığı. Sports the minute hand saat yelkovanı. the missing savaşta kayıp askerler. the mob k. dili mafya. the Molucca Islands Molük Adaları. the Moluccas Molük Adaları. the Morea Mora, Mora Yarımadası. the Most Reverend Hrist. Pek Muhterem (başpiskoposun isminden önce kullanılan the movies unvan): sinema, the Mostsanatı. sinema Reverend Michael Ramsey Pek Muhterem Michael Ramsey. the Muslim calendar Hicri takvim. the naked eye çıplak göz. the naked truth salt gerçek. the name of the game asıl sorun. the Nativity Hrist. Hz. İsa´nın doğuşu. The nays have it. Reddedildi. the Near East Yakın Doğu. The needle skips a lot on this Bu plakta iğne sık sık atlıyor. record. the needy yoksullar. the Netherlands Hollanda. the New Testament Hrist. Yeni Ahit. the New Testament Hrist. Yeni Ahit. the New World Yeni Dünya. the New Year yeni yıl. the Nicene Creed Hrist. İznik Amentüsü. the niceties ince noktalar, incelikler. the nick İng., k. dili hapishane, kodes, delik. the North Pole Kuzey Kutbu. the North Pole Kuzey Kutbu. the North Sea Kuzey Denizi. the North Star Kutupyıldızı. the Northern Hemisphere Kuzey Yarıküre. the objective case dilb. -i hali, akuzatif, yükleme durumu. the Occident Batı. the old country göçmenin anayurdu. the Old Testament Hrist. Eski Ahit. the Old Testament Hrist. Eski Ahit. the Old World Eski Dünya. the Olympic Games olimpiyat oyunları, olimpiyatlar. the Olympics çoğ. olimpiyat oyunları, olimpiyatlar. the Orient Doğu (genellikle Asya ülkeleri). the other day geçen gün, birkaç gün önce. the other day geçen gün. the ozone layer ozon tabakası. the Pacific Büyük Okyanus. the Pacific Ocean Büyük Okyanus. the Panama Canal Panama Kanalı. the Panjab bak. the Punjab. the party in power iktidar partisi. the past tense dilb. geçmiş zaman. the Peloponnese Peloponez. the Peloponnesus Peloponez. the Pentagon A.B.D. 1. Milli Savunma Bakanlığı. 2. Milli Savunma Bakanlığı the People´s Republic of binası. Çin Halk Cumhuriyeti. China the perfect tense dilb. görülen geçmiş zaman. the Persian Gulf Basra Körfezi. the phases of the moon ayın evreleri. the Philippine Islands Filipin Adaları. the Philippines Filipinler. the pictures İng. sinema. the pill doğum kontrol hapı. the pluperfect dilb. -miş´li geçmiş. the pluses and minuses of bir şeyin olumlu ve olumsuz tarafları. s.t. the point in question söz konusu. The point is that .... Mesele şöyle .... the police 1. polisler, polis memurları. 2. polis (kuruluş). the polls 1. oylama, oy verme. 2. oy verilen yer. 3. anketler. the pools İng. sportoto; sporloto. the poor yoksullar, fakir fukara. the popular vote halkoyu. the possessive case dilb. -in hali, genitif. the powers that be baştakiler, başta olanlar; kodamanlar, büyükler. the preceding bundan önceki, yukarıda gösterilen. the present 1. bugün, içinde bulunduğumuz zaman. 2. dilb. şimdiki zaman. The pressure is down. Basınç azaldı. the prevailing winds (bir yerde) hâkim olan/en çok esen rüzgârlar: There the the prime of life prevailing hayatın enwinds aredönemi. verimli from the north. Orada rüzgâr genellikle kuzeyden eser. the prime of life hayatın en dinç ve güzel devresi. the Princes´ Islands Adalar, Prens Adaları, Kızıl Adalar. the Privy Council İng. Danışma Meclisi. The proof of the pudding is Bir şeyin değeri kullanıldığında anlaşılır. in the eating. the Prophet Hz. Muhammed. the provinces taşra, dışarlık. the Psalms (Kitabı Mukaddes´teki) Mezmurlar. the quick and the dead diriler ve ölüler. the rabble ayaktakımı. the rains (tropikal ülkelerde) yağmur mevsimi. the rank and file 1. erler, erat. 2. yönetilenler; alt tabaka. the real McCoy orijinal, gerçek. the real thing orijinal, gerçek şey. the Red Crescent Kızılay. the Red Cross Kızılhaç. the Red Sea Kızıldeniz. the regular practice alışkanlık, âdet. the Renaissance Rönesans. the Republic of China Tayvan. the Republic of Ireland İrlanda Cumhuriyeti. the Republic of the Filipinler Cumhuriyeti. Philippines the Republican Party A.B.D. Cumhuriyetçi Parti. the rest kalan miktar, kalanlar, geri kalan, artan. the Resurrection Hrist. Diriliş. the reverend Hrist. Sayın (papazın isminden önce kullanılan unvan): the the rich Reverend zenginler.John Donne Sayın John Donne. i., k. dili papaz efendi. the right 1. sağ taraf, sağ. 2. pol. sağ. the right of asylum pol. sığınma hakkı. the Right Reverend Hrist. Çok Muhterem (piskoposun isminden önce kullanılan the Riviera unvan): Riviera. the Right Reverend J. B. Lightfoot Çok Muhterem J. B. Lightfoot. the rod oto. rot, bağlama/sevk çubuğu. the Roman Catholic church Katolik kilisesi. the Roman Empire Roma İmparatorluğu. the Romany Romanlar, Çingeneler. the Rosary Hrist. belirli bir dizi dua. the Sabbath 1. Musevilik çalışılmaması gereken gün, cumartesi günü. 2. the Sahara Hrist. Sahra.çalışılmaması gereken gün; (çoğu Hristiyan için) pazar günü; (bazı Hristiyanlar için) cumartesi günü. the Samoa Islands Samoa Adaları. The samples range from bad Örnekler kötü ile mükemmel arasında değişiyor. to excellent. the Scotch İskoçlar, İskoçya halkı. the Scotch-Irish Kuzey İrlanda´ya yerleşmiş İskoç kökenliler. the Scots İskoçlar, İskoçya halkı. the scruff of the neck ense. the scum of the earth baş belası, ayaktakımı. the seamy side of life hayatın güçlüklerle dolu tarafı. the Seychelles Seyşeller, Seyşel Adaları. the Shari'a şeriat. the Shi'a Şia, Şiiler. the signs of the zodiac astrol. burçlar, on iki burç. the Sinai Peninsula Sina Yarımadası. the small hours gece yarısından sonraki ilk saatler. the small of the back sırtın en dar kısmı. the sniffles k. dili hafif nezle. the social sciences toplumsal bilimler. the social sciences toplumsal bilimler, sosyal ilimler. the South Pole Güney Kutbu. the South Pole Güney Kutbu. the South Sea tar. Büyük Okyanus. the South Sea Islands Büyük Okyanusun güney kısmındaki adalar. the Southern Cross gökb. Güneyhaçı. the Southern Hemisphere Güney Yarıküre. the Soviet Union Sovyetler Birliği. the Soviets Sovyetler, Sovyetler Birliği´nin halkı/liderleri/silahlı kuvvetleri. the Spanish İspanyollar, İspanya halkı. the Spice Islands bak. the Molucca Islands. the stacks (kütüphanedeki) kitaplıklar. the staff of life ekmek. the stalls İng., tiy. parter. the States k. dili Amerika (Amerika Birleşik Devletleri). the status quo statüko. the sticks k. dili taşra, dağ başı gibi yer: He lives out in the sticks. Dağ the Stone Age başı gibi bir yerde oturuyor. taş devri. the straits çoğ. (denizde) boğaz. the straw that broke the k. dili bardağı taşıran son damla. camel´s back the subconscious bilinçaltı, şuuraltı. the subtropics astropika. the suburbs banliyö. the Sudan 1. coğr. Sudan. 2. Sudan, Sudan Cumhuriyeti. the Suez Canal Süveyş Kanalı. the sum total of -in toplamı: The sum total of their debts amounted to fifty The sun is going down. million Güneş liras. Borçlarının toplamı elli milyon lira. batıyor. the Sunna İslam sünnet (Hz. Muhammed´in Müslümanlarca uyulması the superlative gereken (degree) davranış ve sözleri). dilb. üstünlük derecesi. the supernatural doğaüstü olaylar. the Swazi Swaziler, Swazi halkı. the Swedish İsveçliler, İsveç halkı. the Swiss İsviçreliler, İsviçre halkı. the Syrian Orthodox church Süryani Ortodoks kilisesi. the system kurulu düzen. the tabloid press boyalı basın. the takings (para olarak) hâsılat. the talk of the town k. dili herkesin diline dolanan konu. the Ten Commandments On Emir. the Ten Commandments (Hz. Musa´ya Allah tarafından verilen) On Emir. the theory of relativity görelilik kuramı, izafiyet teorisi. the Third World/the third Üçüncü Dünya. world The tide´s going out. Deniz alçalıyor. the Tigris Dicle. the Tonga Islands Tonga Adaları. the Torrid Zone coğr. Sıcak Kuşak. The train leaves at four o Tren saat dörtte kalkar. ´clock. the Transfiguration Hrist. Hz. İsa´nın başkalaşımı. the Treasury Maliye, Maliye Bakanlığı. the Trinity Hrist. teslis. the Trojan horse Truva atı. the Tropic of Cancer Yengeç Dönencesi. the Tropic of Capricorn Oğlak Dönencesi. the tropics tropika, tropikal kuşak, dönencelerarası kuşak. the Trucial States bak. the United Arab Emirates. the tube k. dili televizyon. the turf 1. at yarışçılığı. 2. hipodrom, koşu alanı. the Turkmen Türkmenler, Türkmen halkı. the Twins astrol. İkizler burcu. the UK Birleşik Krallık. the Ukraine Ukrayna. the ultimate deterrent nükleer silah; hidrojen bombası. the unconscious ruhb. bilinçdışı. the underprivileged imkânları kıt olanlar. the undersigned imza sahibi; imza sahipleri. the unemployed i. işsizler. the Union of Soviet Socialist tar. Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği. Republics the United Arab Emirates Birleşik Arap Emirlikleri. the United Kingdom Birleşik Krallık (Büyük Britanya ve Kuzey İrlanda Birleşik the United Kingdom of Great Krallığı). Büyük Britanya ve Kuzey İrlanda Birleşik Krallığı. Britain and Northern Ireland the United Nations Birleşmiş Milletler. the United Nations´ Security Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi. Council the United States Amerika Birleşik Devletleri. the United States of America Amerika Birleşik Devletleri. the US Amerika (Amerika Birleşik Devletleri). the USA Amerika (Amerika Birleşik Devletleri). the USSR tar. Sovyetler Birliği. the Uzbek Özbekler, Özbek halkı. the vagaries önceden tahmin edilemeyen/kestirilemeyen the Vale of Kashmir şeyler/davranışlar/olaylar. Keşmir Vadisi. the Vatican 1. Vatikan, papalık. 2. (papanın resmi konutu olan) Vatikan the vault of heaven sarayı. gök kubbe. the venerable Hrist. Saygıdeğer (başdiyakozun isminden önce kullanılan the vernacular unvan): the Venerable 1. konuşulan William dil. 2. anadili. Paley Saygıdeğer 3. yaşayan dil. 4. ağız,William lehçe, Paley. dil. s. The very idea! 1. konuşulan Ne kadar tuhaf!dile ait; konuşulan (dil). 2. anadilinin kullanıldığı; anadilinde yazılan/söylenen. 3. konuşulan dilde kullanılan. The very idea! Olacak şey mi?/Olacak şey değil!/Ne biçim şey bu! the Very Reverend Hrist. Muhterem (katedral dekanının isminden önce kullanılan the Virgin unvan): the Very Reverend Jonathan Swift Muhterem Jonathan Hazreti Meryem. Swift. The walls have ears. k. dili Yerin kulağı var. the wee hours gece yarısından sonraki zaman, sabahın erken saatleri. the Welsh Galliler, Galler Ülkesi halkı. the West Batı. the West Indies Batı Hint Adaları. the Western Hemisphere Batı Yarıküre. the wet yağmur: the wherewithal para: Just how do I get the wherewithal to do all this? Bütün bu the White House işleri Beyaz yapacak Saray. parayı nasıl bulayım? the white of an egg yumurta akı. the white of the eye gözakı. the whole ball of wax k. dili her şey. the whole kit and caboodle k. dili takım taklavat, topu, hepsi birden. the whole lot hepsi. the whole of -in bütünü: That sentence sums up the whole of their the whole shebang philosophy. hepsi, tümü, O bütünü. cümle felsefelerinin bütününü özetliyor. the whole shoot hepsi, tümü, bütünü. the whole shooting match hepsi, sürü sepet. the wild ıssız yer, dağ başı, kır. The wind is down. Rüzgâr hafifledi. the World Bank Dünya Bankası. the worse for liquor oldukça sarhoş. the worst en kötüsü, en fenası: This is the worst I´ve seen. Gördüklerimin the wounded en çoğ.kötüsü bu. I think we´re through the worst of it. En kötüsünü yaralılar. atlattık galiba. z. en kötü şekilde: Who played worst? En kötü the Yemen Yemen. oynayan kimdi? She´s the worst dressed woman here. Buradaki the young gençler. en kötü giyinmiş kadın o. the youth gençler, gençlik. theater i. tiyatro. theatre i., İng., bak. theater. theatrical s. 1. tiyatroya ait. 2. doğal olmayan, abartılı, teatral. theft i. hırsızlık, çalma. theine i. tein. their s. onların. theirs zam. onlarınki. theism i. teizm, Tanrıcılık. them zam. onları; onlara. theme i. tema, tem. themselves zam. kendileri; kendilerini; kendilerine. then z. 1. o zaman: We were young then. O zaman gençtik. They´ll thence have come byo then. z. 1. oradan, yerden.O zamana kadarona 2. o yüzden, gelmiş olacaklar. What´ll dayanarak. happen then? O zaman ne olacak? 2. ondan sonra, sonra: Finish theocracy i. teokrasi, dinerki. your homework and then you can go to the movie. Ev ödevini theocratic s. teokratik, bitir, dinerkil. gidebilirsin. 3. o halde, o durumda, o sonra sinemaya theologian zaman: Go to i. ilahiyatçı, the party yourself; tanrıbilimci, teolog. then you won´t have to worry. theology Partiye i. ilahiyat, tanrıbilim, teoloji. endişe etmene gerek kalmayacak. If kendin git; o zaman he didn´t do it then who did? Kendisi yapmadıysa o halde kim theorem i., mat., man. teorem, kanıtsav. yaptı? theoretic s., bak. theoretical. theoretical s. teorik, kuramsal. theorise f., İng., bak. theorize. theorist i. kuramcı. theorize f. kuram ortaya koyma. theory i. teori, kuram. therapeutic s. tedavi edici, sağaltıcı. therapist i. terapist, sağaltımcı. therapy i. tedavi, terapi, sağaltım: shock therapy şok tedavisi. there z. 1. orada; oraya: They´re staying over there tonight. Bu gece There are a variety of orada .... ... kalacaklar. Why´d hakkında çeşitli you go teoriler there? Niçin oraya gittin? 2. İşte var. theories about ...: There she goes! İşte gidiyor! zam. 1. Öznesi fiilden sonra gelen cümlenin başında kullanılır: There´s a fly in the ointment. Merhemde sinek var. There´s no telling when they´ll be back. Onların ne zaman döneceği hiç belli olmaz. 2. Birinin ismi yerine kullanılır: Hi there! Merhaba! i. ora (Edatla birlikte kullanılır.): There is a call for you. Sizi telefondan arıyorlar. There is no love lost k. dili Birbirlerini hiç sevmezler./Birbirlerinden nefret ederler. between them. There is no room for doubt. Şüpheye yer yok. There is nothing like .... -den iyisi yok./-in üstüne yok./-in yerini hiçbir şey tutamaz. There isn´t a ghost of a En ufak bir ihtimal bile yok. chance. There will be the devil to Kıyamet kopacak. pay. There you are! k. dili İşte!: There you are! A new mink coat! İşte sana yeni bir There you go! vizon k. dilipalto! There 1. İşte!: Thereyou are! you Didn´t go, I tell in meddling you youpeople´s other were wrong? İşte! Sana business yanıldığını again!böyle. söylemedim mi? İşte gene işgüzarlık yapıyorsun. 2. Buyur! There, there. k. dili Üzülme (Birine bir şey verirken söylenir.): There you go! I hope you There´ll be hell to pay. Kıyamet kopacak./Çekeceğimiz var. There´s a nip in the air enjoy it! Buyur! Afiyet olsun! Bugün hava bayağı soğuk. today. There´s a screw loose k. dili Bir yerde bir bozukluk var. somewhere. There´s no help for it. Onun çaresi yok. There´s no telling! k. dili Hiç belli olmaz!: “Do you think she´ll do it?” “There´s no There´s not a scintilla of telling!” “Onuyok./Tamamen yapar mı dersin?” “Hiç belli olmaz!” Gerçek payı yalan. truth in it. thereabout z., bak. thereabouts. thereabouts z. 1. o civarda; o civardaki: The mountains thereabouts are thereafter beautiful. O civardaki z. sonra; ondan sonra.dağlar güzel. 2. ona yakın bir zamanda/tarihte: She came at five o´clock or thereabouts. Saat thereby z. 1. öylece, öylelikle, o suretle. 2. onunla ilgili: Thereby hangs a beşte veya beş sularında geldi. 3. ona yakın bir miktarda. therefore tale. Onunla o z. o yüzden, ilgili bir hikâye var. nedenle. thereupon z. 1. onun üzerine. 2. hemen, derhal. thermal s. ısıl, termik. thermal spring (sıcak) kaynarca. thermal waters termal sular. thermochemistry i. termokimya. thermodynamics i. termodinamik. thermoelectric s. termoelektrik. thermoelectricity i. termoelektrik. thermometer i. termometre, sıcaklıkölçer, sıcakölçer. thermonuclear s. termonükleer. thermos i. termos. thermos bottle termos. thermosphere i. ısıyuvarı, termosfer. thermostat i. termostat, ısıdenetir. thesaurus çoğ. the.sau.ri (thısôr´ay)/--es (thısôr´ısız) i. eşanlamlılar these sözlüğü. (tek. this) zam. bunlar. s. bu: These apples aren´t ripe. Bu thesis elmalar olgun çoğ. the.ses değil. i. 1. (yazılı eser olarak) tez. 2. fels. tez, (thi´siz) they sav. zam. onlar: So they´re saying “If only she were here!” Demek They treated me to a “Keşke burada olsaydı,” diyorlar. They both talk so much you Beni sinemaya götürdüler. movie. can´t get a word in k. dili Her ikisi o kadar çok konuşuyor ki senin konuşmana hiç edgewise. They differ in kind. fırsat kalmıyor. Çeşitleri ayrı. They left him to sink or Onu kendi kaderine terkettiler. swim. They won´t come on time; Vaktinde gelmezler, gör bak! you mark my words. they'd kıs. 1. they had. 2. they would. they'll kıs. they will. they're kıs. they are. they've kıs. they have. thick s. 1. kalın: a thick layer kalın bir tabaka. This stratum´s three thick accent meters thick. Bu tabaka üç metre kalınlığında. 2. koyu; yoğun, koyu şive. kesif: thick yogurt koyu yoğurt. thick fog yoğun sis. 3. sık olan, thicken f. 1. kalınlaştırmak; kalınlaşmak. 2. koyulaştırmak; sık; ağaçları/çalıları sık olan (orman). 4. çok, dolu: On that beach yoğunlaştırmak; koyulaşmak; yoğunlaşmak. the shells were thick. O sahilde deniz kabukları çoktu. 5. İng., k. dili kalın kafalı, gabi. 6. k. dili sıkı fıkı, canciğer, samimi. 7. boğuk, kısık (ses). 8. k. dili (içkiden dolayı) serseme dönmüş ve ağrılar içinde olan (kafa). z. 1. kalın bir halde, kalınca. 2. çok thicket i. sık çalılık. thickness i. 1. kalınlık. 2. koyuluk; yoğunluk. 3. tabaka, katman. thickset s. 1. kalın yapılı (kimse). 2. sık dikilmiş, birbirine çok yakın thick-skinned dikilmiş (bitkiler). s. vurdumduymaz. thief çoğ. thieves (thivz) i. hırsız. thieve f. hırsızlık yapmak. thievery i. hırsızlık. thievish s. 1. hırsızlık yapan; hırsızlık yapmaya eğilimli. 2. hırsızvari; thigh hırsız i. but; gibi. uyluk. thimble i. 1. yüksük. 2. den. radansa. thimbleflower i., bot. yüksükotu. thin s. 1. ince, kalın olmayan. 2. zayıf, kuru; sıska. 3. fazlasıyla ince, thin içine su katılmış f. (--ned, --ning) 1. gibi (sıvı).inceltmek. (sıvıyı) 4. az, seyrek (bir topluluk): 2. (bitkileri) a thin 3. seyreltmek. crowd (saç) az bir kalabalık. 5. hafif (sis/duman/toz). 6. zayıf, yetersiz; thin down/out k. dili seyrelmek. (kalabalık) azalmak. inandırıcı olmayan: a thin excuse zayıf bir bahane. a thin thine s., eski senin. possibility zayıf zam., eski seninki. bir ihtimal. thing i. 1. şey, nesne: What´s that thing? O ne? How do you start the thingamabob thing? i., k. dili,Bunu bak.nasıl çalıştırıyorsun? Get that thing out of here this thingamajig. minute! Onu buradan hemen çıkar! 2. şey, olay: A funny thing thingamajig i., k. dili şey, zımbırtı, zırıltı. happened to me this morning. Bu sabah bana tuhaf bir şey oldu. Things are looking up. k. 3. dili İşlerşey: (soyut) iyiyeWhatgidiyor.a nice thing to say! Ne nazik bir söz! 4. Things are picking up. şey, k. dilikonu, İşler mevzu: I only want to talk about two things. Sadece iyiye gidiyor. Things look bad for you. iki şeyden İşiniz söz etmek istiyorum. 5. insan, kişi: Poor little thing! kötü./Yandınız. Zavallıcık! 6. giysi: Where have you put your winter things? Things look bad. k. dili giysilerini Kışlık Durum hiçnereye iyi görünmüyor. koydun? 7. çoğ. işler: How are things think f. (thought) going at the1. düşünmek: office? Ofisteki Shut işlerup! I´m 8. nasıl? thinking. Sus! How are çoğ. ilişkiler: think about Düşünüyorum. things between What you are and you İrem? thinking? İrem´le 1. -i düşünmek, -i aklına getirmek: Do you ever think Neyi aranız düşünüyorsun? nasıl? çoğ. I´m 9.about thinking eşya: me? Wherehow Benigetirmek, ridiculous can hiç düşünüyorI store this all is. these Bunun things?ne kadar Tüm gülünç bu musun? 2. -i uzun uzun düşünmek, olduğunu eşyaları -i think back on -i aklına -i hatırlamak. düşünüyorum. nerede I don´t saklayabilirim? think it´ll happen. iyice düşünmek. 3. aklına gelmek; (bir şey yapmayı) düşünmek, Bence olmayacak. I think better of düşünüp think fikrini I´ll get some değiştirmek, fresh air. (bir şeyi) Biraz hava yapmaktan alsam vazgeçmek. tasarlamak: We thought about doing that. Onuiyi olur. yapmayı I think I´ll think better of take a walk. (bir şeyin düşündük. 4.Ben akıl birolmadığını ...kârı hakkındayürüyüşe çıkayım. düşünerek) düşünmek: 2. zannetmek, What -den does sanmak, vazgeçmek. Gani think think highly of beklemek, about -e saygı ummak:onun He it? duymak/beslemek. Gani thinks he´s hakkında something. Kendini bir şey ne düşünüyor? zannediyor. Who would have thought they´d choose that novel? think in terms of Ok.romanı dili -i tasarlamak: seçeceklerini Youkim seem to be thinking beklerdi? You´d thinkin terms he wasof a the think little of palace. 1. -e değer priest. Sen galiba Onunvermemek, bir papaz olduğunu saray yapmayı -i önemsiz planlıyorsun. saymak.3. zannederdin. 2.inanmak, duraksamamak, aklına think much of tereddüt sığdırmak, -e göre pek etmemek. aklı almak: Iolmak: iyi/değerli can´t thinkI don´tthey´re think building much of their house him. Benim there. gözümde Onların pek orada ev yapmasını aklıma sığdıramıyorum. 4. think nothing of 1. (bir şey) -indeğerli gözünde biribüyük değil. bir iş olmamak, -e göre mesele saymak, addetmek: Do as you think fit. Nasıl uygun Think nothing of it! olmamak: k. dili Bir şey He thinks nothingdeğil! değil!/Önemli of running ten kilometers a day. görüyorsanız öyle yapın. If you think it´s worth doing then do it! Onun için günde on kilometre koşmak işten bile değil. 2. (birini) think of Yapmaya değer diye 1. aklına gelmek; (birdüşünüyorsan şey yapmayı)yap. düşünmek, tasarlamak: hiçe saymak. think of s.o./s.t. as They´re birini/bir şeyi ... olarak düşünmek: She nevertaşınmayı thinking of moving to İznik. İznik´e thought of herself düşünüyorlar. as an artist. 2. hakkında Kendini hiç düşünmek: ressam olarak What do you think of düşünmedi. think of s.o./s.t. in terms of birini/bir şeyi (belirli bir şekilde) düşünmek/görmek: He only him? Onun hakkında ne düşünüyorsun? 3. -i hesaba katmak, -i thinks of Selmaçok k. dili (birine) in terms değer of her beautiful body. vermek, Selma´yı sadece think the world of düşünmek: You must think of your(birini) familyçok sevmek. as well. Aileni de güzel bir vücut olarak görüyor. thinker düşünmen i. düşünür. lazım. 4. -i düşünmek, -i aklına getirmek: Just think of thinking it! Onu bir düşün! i. düşünme; düşünüş. s. düşünen. thinner i. tiner; inceltici. thin-skinned s. alıngan, kırılgan. third s., i. 1. üçüncü. 2. üçte bir. z. üçüncü olarak. third-rate s. kalitesi çok düşük, tapon, üçüncü sınıf. Third-World s. Üçüncü Dünya´ya ait: Third-World Countries Üçüncü Dünya third-world Ülkeleri. s., bak. Third-World. thirst i. 1. susuzluk hissi, susuzluk hissetme. 2. arzu, istek. f. for -i çok thirstily arzu z. kanaetmek, kana.-i çok istemek, -e susamak. thirsty s. 1. susamış. 2. kurak. thirteen s. on üç. i. on üç, on üç rakamı (13, XIII). thirteenth s., i. 1. on üçüncü. 2. on üçte bir. thirtieth s., i. 1. otuzuncu. 2. otuzda bir. thirty s. otuz. i. otuz, otuz rakamı (30, XXX). this zam., s. (çoğ. these) bu. this branch of knowledge ilmin bu dalı. This doesn´t suit his Bu midesine dokunur. stomach. This house doesn´t have Bu evde su tesisatı yok. running This is a water. brand-new ball k. dili Bu yepyeni bir şey/durum. game. This is good enough for me. Bu bana yeter. This job surpasses my Bu iş benim yeteneğimin dışında. ability. This machine also has its Bu makinenin yapamayacağı şeyler de var. limitations. This organization´s rife with Bu kuruluşta rüşvet aldı yürüdü. corruption. This will serve my turn. Bu benim işimi görür. This won´t weigh very Onun gözünde pek önemli bir şey değil bu. heavily with her. This´ll be the making of you! Bu seni adam eder! thistle i., bot. eşekdikeni; devedikeni. thither z. oraya. thole i. (kürek takılan) ıskarmoz. tholepin i., bak. thole. thong i. 1. sırım. 2. tokyo; (tokyo biçimindeki) terlik: Where are my thorax thongs? çoğ. --esTokyolarım nerede? (thor´äksîz)/tho.ra.ces (thor´ısiz) i., anat. göğüs, thorn toraks. i. 1. diken. 2. alıç. 3. (hakiki) akasya. 4. çok dikenli çalı/ağaç. thorn apple 1. tatula, şeytanelması. 2. alıç. thorny s. 1. dikenli. 2. çok zor, çok sıkıntılı. thorough s. 1. tam, esaslı: a thorough piece of research esaslı bir thoroughbred araştırma. s. safkan. i.2.safkan esaslı at, iş yapan safkan. (kimse). 3. tam: He´s a thorough idiot. Tam bir dangalak. thoroughfare i. yol, geçit. thoroughgoing s. 1. tam, esaslı. 2. tam: a thoroughgoing aristocrat tam bir those aristokrat. zam., s., çoğ., bak. that. Those teachers have a sense O öğretmenlerde görev aşkı var. of vocation. thou çoğ. ye (yi) zam., eski sen (-in hali thy, thine; -i hali thee; çoğ., though -in bağ. hali 1. your; çoğ., -iise -diği halde, hali de;you). -e rağmen/karşın: Though they know thought he´s a fool, f., bak. think. they still like him. Aptal olduğunu bilmelerine rağmen onu seviyorlar. 2. fakat: It´s a beautiful, though thought i. 1. düşünme: He was lost in thought. Düşünceye dalıp gitmişti. unimaginative, building. Güzel fakat özgünlükten yoksun bir 2. s. düşünce, 1. düşünceli,fikir. 3. felsefe: French thought Fransız felsefesi. thoughtful bina. z. yine de,anlayışlı, gene de,başkalarını düşünen, bununla beraber: nazik. That´s no2.excuse, thoughtless düşünceli, though, fordüşünceye s. düşüncesiz, violence. başkalarını dalmış. Yine de şiddete başvurmaya düşünmeyen, nezaketsiz. bir mazeret thousand değil. They praise him for s. bin. i. bin, bin rakamı (1000, M).it though. Yine de onun için kendisini övüyorlar. thousandfold s., z. bin kat, bin misli. thousandth s., i. 1. bininci. 2. binde bir. Thrace i. Trakya. Thracian i. Trakyalı. s. 1. Trakya, Trakya´ya özgü. 2. Trakyalı. thrash f. 1. (birini) dövmek. 2. büyük bir yenilgiye uğratmak. thrash about (hummalı bir hasta gibi) çırpınıp durmak. thrash s.t. out k. dili bir şeyi tartışarak halletmek. thrashing i. 1. dayak, dövme. 2. büyük yenilgi/mağlubiyet. thread i. 1. iplik. 2. (vidada) yiv. f. 1. -e iplik geçirmek: Will you thread thread one´s way through this (bir needle, yerden)please? Lütfen geçmek. zorla/dikkatle bu iğneye iplik geçirir misiniz? 2. film şeridini (projeksiyon makinesine) takmak. threadbare s. 1. (yıpranarak) tel tel olmuş/havı dökülmüş (kumaş, halı v.b.). threadworm 2. yıpranmış i., zool. giysileroksiyür. sivrikuyruk, içinde olan. threat i. 1. tehdit, korkutma, gözdağı. 2. tehlike: This poses a threat to threaten our f. 1.silk industry. tehdit etmek,İpek sanayimiz korkutmak, için birvermek. gözdağı tehlike bu. 2. -e işaret etmek, -in habercisi olmak: These clouds are threatening rain. Bu bulutlar yağmura işaret ediyor. three s. üç. i. 1. üç, üç rakamı (3, III). 2. isk. üçlü. three doors off üç ev ötede. three-dimensional s. üç boyutlu. threefold s. 1. üç bölümden oluşan. 2. üç kat, üç misli. z. üç kat, üç misli. threesome i. üçlü. thresh f. (harman) dövmek. thresher i. 1. harmanı döven kimse. 2. harman dövme makinesi. threshing floor harman yeri. threshing machine harman dövme makinesi. threshold i. (kapıya ait) eşik. threw f., bak. throw. thrice z., eski üç kere. thrift i. tutum, ekonomi, idare. thrifty s. tutumlu, idareli. thrill f. çok heyecanlandırmak; büyük heyecan duymak. i. büyük thriller heyecan. i., k. dili çok heyecan verici ve süspans dolu kitap/film/piyes. thrilling s. çok heyecan verici, nefes kesici. thrips i. (çoğ. thrips) zool. kirpikkanatlı böcek, kirpikkanatlı. thrive f. (throve/--d, --d/--n) 1. çok iyi gelişmek/büyümek: These thrive on geraniums are thriving. (bir şey) (birine/bir şeye)Bu iyisardunyalar gelmek: She çok iyi gelişiyor. seems to thrive2.on (işler) hard çok work. iyi gitmek, tıkırında olmak. Çok çalışmak ona iyi geliyor galiba. throat i. boğaz, gırtlak. throb f. (--bed, --bing) 1. zonklamak. 2. (kalp) çarpmak, hızla vurmak. throes 3. (makine) i., çoğ. hafif birkeşmekeş, çalkantılar, hırıltıyla durmadan kargaşa: The işlemek/çalışmak. country´s in the i. 1. zonklama. throes 2. (kalbe of a revolution. ait) çarpıntı. Ülke bir devrimin çalkantılarını yaşıyor. thrombosis çoğ. throm.bo.ses (thrambo´siz) i., tıb. tromboz. throne i. taht. throng i. kalabalık. f. kalabalık bir halde throttle ilerlemek/gitmek/gelmek/toplanmak/beklemek: i. (motorda) klape, kelebek. f. 1. boğmak. 2. klapeyle People(bir wereşeyin) thronging akışını the kısmak. streets. 3. down Sokaklar klapeyle insanlarla (aracın) dolup hızını taşıyordu. azaltmak. through edat 1. -den, içinden, bir yanından öbür yanına: She walked through and through through 1. baştan the building. aşağı, tepedenBinanın içinden tırnağa; yürüdü. sapına kadar: HeHe´scamea in through the through monarchist chimney. andBacadan through. içeriye Sapına girdi. kadar 2. arasından: monarşist I 2. o. through the agency of aracılığıyla, vasıtasıyla. peered tamamen: outWe through were the leavesthrough drenched but could andsee nothing. through. İliklerimize through the medium of aracılığıyla,arasından Yaprakların vasıtasıyla. dışarıya baktım fakat hiçbir şey kadar ıslandık. through thick and thin göremedim. 3. aracılığıyla, k. dili iyi günde kötü günde, vasıtasıyla: iyi günde kara I purchased it through a günde, olumlu throughout real olumsuz edat estate agent. her durumda. 1. boyunca: throughout the night gece boyunca.He Bir emlakçı vasıtasıyla aldım onu. 2.spoke her through tarafına; an her interpreter. tarafında: Tercüman You can seearacılığıyla it throughout konuştu. the 4. state. Onu throughway i., bak. thruway. yüzünden; eyaletin hersayesinde: It was throughz.no tarafında görebilirsiniz. 1.fault of yours. tamamıyla; Sizin tamamen: throve f., bak. thrive. yüzünüzden Its petals aredeğildi. Theythroughout. a pale blue got this place through hard Taçyaprakları work. Çok tamamıyla throw çalışarak f. (threw, açık buraya mavi.--n) sahip 2. başından oldular. 1. atmak;sonunafırlatmak: 5. boyunca: Throw kadar: He me He wasthe studied thereball! German Bana throughout. topu all at! through 2. Başından the uzatıvermek: sonuna summer.He Bütün threw kadar köpürmek, hisyazarm boyunca out oradaydı. tepesi atmak. in Almanca front of her çalıştı. at once.6. throw a fit k. dili küplere binmek, (bir öğenin) Hemen kolunu içinden: He could onun önüne fly through uzatıverdi. the air. Havada 3. (sözü/bakışı) (birine) throw a game spor şike yapmak. uçabilirdi. 7. arasında: 4. I found this while I was looking through throw a monkey wrench in çevirmek, yöneltmek. (güreşçi/at) (birini) yere atmak. 5. some k. dili old across bir letters. halt edip (nehrin) Bazı eski işi bozmak, üzerinde mektuplara (köprü) işin içinegöz yapmak; atarkeniçinde etmek. (nehrin) bunu (baraj) the works throw a party buldum. yapmak. 8.-den 6. (birine) k. dili parti -in sonuna vermek, davet kadar: (yumruk) atmak. vermek. We´re7. k.open from dili çok nine to six şaşırtmak. i. Monday atma, through atış; fırlatma, Saturday. fırlatış. Pazartesi ile Pazar günleri arasında throw a vehicle into gear arabanın saat motorunu dokuzdan altıyavitese kadar almak: açığız. Throw her into second! 9. (bir gürültünün) arasında, throw away İkinciye (bir al! 1. (istenilmeyen gürültüye) rağmen: bir şeyi) Heatmak: could hear Throw away her voice those old shoes! through the throw caution to the wind O roareski of ayakkabıları the waterfall. at! 2. k. Çağlayanın dili israf etmek. gürültüsü k. dili ihtiyatı elden bırakmak, tedbirli davranmaktan 3. k. arasında dili (bir onun fırsatı) sesini boş vererek duyabiliyordu. vazgeçmek. değerlendirmemek. throw cold water on eleştirerek (bir şeyin) çekiciliğini azaltmak. throw dice zar atmak. throw down the gauntlet meydan okumak. throw in k. dili -i katmak, -i eklemek, -i ilave etmek. throw in one´s lot with k. dili -e katılmak: He decided to throw in his lot with their throw in the towel party. k. dili Onların pes demek. partisine katılmaya karar verdi. throw in the towel/sponge k. dili (bir işten) vazgeçmek; pes demek. throw light on (bir konuyu) aydınlatmak. throw mud at k. dili (birine) çamur atmak/sıçratmak. throw o.s. kendini (bir yere) atmak: They threw themselves onto the sofa. throw o.s. at Kendilerini kanepeye k. dili (birine) attılar. apaçık bir He threw şekilde himself kendinden off the cliff. hoşlandığını Kendini belirtmek: kayalıktan aşağı It´s disgusting attı. He threw himself the way girişmek, Nermin isbüyük on his herself throwing knees. throw o.s. into k. dili (bir işe) büyük bir gayretle bir hevesleat Dizüstü Şadiye´s çöküverdi. husband. Nermin´in Şadiye´nin kocasıyla açıkça flört throw off atılmak. 1. -den kurtulmak, -i başından atmak. 2. (giysiyi) çıkarıvermek. etmesi iğrenç bir şey. throw off one´s mask 3. -den vazgeçmek: maskesini He threw atmak, gerçek off all yüzünü caution. açığa İhtiyatı büsbütün vurmak. elden bıraktı. 4. (duman) çıkarmak. 5. k. dili (birinin) yanlışlık throw on (giysiyi) giyivermek. yapmasına neden olmak; (makinenin) hata yapmasına yol throw one´s weight around amirane(hesabın) açmak; davranmak; zartçıkmamasına doğru zurt etmek. yol açmak. 6. k. dili -i throw one´s hat into the ring şaşırtmak. (politikada)7.yarışa on k. dili (biri/bir şey) için küçümseyici laflar girmek. throw one´s voice söylemek. (vantrilok gibi) karnından konuşmak. throw open 1. -i açıvermek. 2. to (bir yeri) (birine) açmak; (bir kuruluşa) throw out (birini) kabul şeyi) 1. (birini/bir etmek/almak. (bir yerden) atmak: Throw that nincompoop throw s.o. a smile out! birineO dangalağı tebessüm at dışarı! 2. (bir şeyi) rahatlıkla etmek. söyleyivermek/ortaya atmak. 3. -i geçerli saymamak. throw s.o. into a panic/tizzy k. dili birini telaşa düşürmek. throw s.o. into jail birini hapse atmak. throw s.o. off balance 1. birinin dengesini kaybetmesine sebep olmak. 2. birini throw s.o. out of work şaşırtmak. birinin işsiz kalmasına sebep olmak. throw s.o. over k. dili biriyle olan duygusal ilişkiyi/flörtü sona erdirmek, birini throw together sepetlemek. 1. (bir şeyi) gelişigüzel yapmak. 2. (birilerini) bir araya throw up getirmek. 1. k. dili kusmak. 2. bırakmak. 3. (pencere, stor v.b.´ni) thru kaldırıvermek. edat, bak. through. 4. (binayı) gelişigüzel yapmak. 5. (önemli biri) (bir yerden/aileden) çıkmak: Once in a blue moon this university thrush i., zool. ardıçkuşu. throws up a real scholar. Kırk yılda bir bu üniversiteden gerçek thrust f. (thrust) bir 1. intoçıkar. bilim adamı (bir şeyi) 6. to (başka (birininbir şeyin içine) sokmak: hatasını/zaafını) yüzüneHe thrust o.s. forward thrust hisöne right vurmak/çarpmak. kendini hand into his pocket. Sağ elini cebine soktu. 2. çıkarmak. into -e saplamak, -e batırmak: He thrust the knife into her chest. thrust o.s. on (birine) kendini ısrarla kabul ettirmek. Bıçağı göğsüne sapladı. 3. -i itmek: They thrust him aside. Onu thruway i. otoyol, bir kenaraotoban. ittiler. He thrust his way through the crowd. İte kaka thud kalabalığı yardı. i. ağır bir şeyin yere 4. (birini) düşünce zorla (bir duruma) çıkardığı ses. sokmak: They thug thrust him into i. gangster; cani. the presidency. Onu zorla başkan yaptılar. i. 1. sokma. 2. saplama, batırma. 3. iğneli laf. 4. ask. saldırı. 5. itme thumb i. 1. başparmak. kuvveti. 6. eskrim 2.dürtüş, (eldivende) vuruş. başparmak. 7. mim. itki.f. through (kitap, thumb a lift/ride dergi v.b.´nin) sayfalarını k. dili otostop yapmak. karıştırmak. thumb index sayfa kenarlarındaki girintilerde harf etiketi bulunan bir indeks thumb notch türü, harf indeksi. harf indeksine ait girinti. thumb one´s nose at k. dili 1. -e nanik yapmak. 2. -i küçümsemek, -i hor görmek, -e thumb-index burun kıvırmak. f. (kitapta) sayfa kenarlarına başparmağın girebileceği thumbtack büyüklükte girintiler açarak indeks yapmak. i. raptiye, pünez. thump f. 1. (ağır ve gürültülü bir şekilde) vurmak/indirmek; -e yumruk thunder indirmek/patlatmak. 2. gümbür i. 1. gök gürlemesi/gürültüsü: gümbür I heard hareket thunder. Göketmek: The gürültüsü boys duydum. thumped down the stairs. Oğlanlar merdivenden gümbür thunderbolt i. yıldırım.2. gümbürtü. f. 1. (gök) gürlemek: That dog gets gümbür scared when indiler. 3. (kalp) güm it thunders. Gök güm vurmak.oi.köpek gürlediğinde 1. ağırkorkar. ve sesli2.bir thunderclap i. gök gürlemesi/gürültüsü. vuruş/indiriş; yumrukla yapılan vuruş. 2. ağır bir vuruşun gümbür gümbür hareket etmek: The horsemen thundered down thundercloud çıkardığı i. thefırtına ses, road.bulutu. güm. Atlılar yoldan gümbür gümbür geçtiler. 3. (sözle) thunderous gürlemek, s. kalın veThe 1. gümbürtülü: gürthunderous ses çıkarmak: “Downwith applause withwhich the that thunderstorm monarchy!” speech was he thundered. greeted i. gök gürültülü sağanak. still “Monarşiye rings in her son!” ears. O diye nutkun gürledi. 4. yol açtığı gümbürdemek; alkış tufanı hâlâ gürlemek: kulaklarında The guns thundered çınlıyor. away allItnight. 2. gök gürültülü: was a thunderstruck s. Toplar bütünevening. gece gümbürdedi. 5. at/on -e güm güm vurmak, -i thunderous Gök gürültülü bir akşamdı. Thursday i. perşembe. He was thundering at the door. Kapıya güm güm gümletmek: thus vuruyordu. z. 1. bu şekilde,His fist thundered böyle, böylece; onşu the table. Yumruğu şekilde, masayı şöyle, şöylece; o gümletti. şekilde, thus and so/thus 1. filan şey. 2. bu şekilde, böyle, böylece; şu şekilde, şöyle, yıl öyle, öylece: Things continued thus for ten years. On boyunca şöylece; işler böyleöyle, gitti.öylece. 2. bu yüzden; o yüzden: There´s no thus far şimdiye o şekilde, kadar; bu zamana kadar; o zamana kadar; buraya electricity; thus we can´t use the organ. Elektrik yok; bu yüzden thwack kadar; f. oraya kadar. kütkullanamıyoruz. diye vurmak. i. 1. küt diye ses çıkaran vuruş. 2. küt. orgu thwart f. engellemek; kösteklemek; karşı gelmek. thy s., eski senin. thyme i. kekik. thymus i., anat. timüs. thyroid i., anat. tiroit. Tibet i. Tibet. Tibetan i. 1. Tibetli. 2. Tibetçe. s. 1. Tibet, Tibet´e özgü. 2. Tibetçe. 3. tic Tibetli. i., tıb. tik. tick f. 1. (saat) tik tak etmek, işlemek, çalışmak. 2. off (listede tick bulunan bir maddenin) yanına işaret koymak: I need to tick off i., zool. kene. his name. Onun ismini işaretlemem lazım. 3. along (işler) iyi tick i. 1. (şilte, yatak veya yastığı kaplayan) yüz. 2. şilte; (şilte olarak gitmek; (biri) mutlu bir şekilde yaşamak, hayatından memnun tick s.o. off kullanılan) k. dili birini yatak. sinirlendirmek/kızdırmak. olmak: “How´s Tayfun?” “He´s ticking right along.” “Tayfun ticker nasıl?” i. 1. argo “Yuvarlanıp kalp, yürek. gidiyor.” 2. borsa i. 1. (işleyenkâğıt fiyatlarını saatin çıkardığı) şeride kaydedentik tak ticker tape sesi, cihaz. tik 3.tak. argo 2. listede saat. bulunan maddenin (borsa fiyatlarını kaydeden cihazda kullanılan) kâğıt şerit. yanına konulan işaret ( š ). ticket i. 1. bilet. 2. fiyat etiketi. 3. trafik cezası verilen kimseye ticket booth cezasının bilet gişesi. mahiyetini bildiren resmi kâğıt. 4. (seçimde) bir partinin aday listesi. f. 1. etiketlemek, etiket koymak. 2. (birine) ticking i. şilte, yatak veya yastığın yüzünü yapmaya elverişli kumaş. trafik cezası yazmak. tickle f. gıdıklamak: She tickled the baby´s feet. Bebeğin ayaklarını ticklish gıdıkladı. s. 1. kolayca Thatgıdıklanan feather tickles.(kimse). O tüy beni gıdıklıyor. 2. gıdıklanınca hemen ürperen tidal (yer). 3. çok dikkat isteyen, nazik (mesele). s. 1. gelgite/meddücezre ait. 2. gelgitten/meddücezirden ileri tidal wave gelen. deprem 3. dalgası, gelgitten/meddücezirden tsunami. etkilenen. tidbit i. 1. lezzetli bir lokma (yiyecek). 2. k. dili birinin ilgisini çekecek tide bir haber.meddücezir. i. gelgit, tide s.o. over birini (bir zaman boyunca/bir zamana kadar) geçindirmek. tidings i., çoğ. haberler. tidy s. 1. düzenli, derli toplu, muntazam. 2. oldukça büyük, hatırı tidy o.s. up sayılır kendine (birbir miktar). çekidüzen f. (up) (dağınık vermek, bir yeri üstünü veyadüzeltmek. başını eşyayı) toplamak, bir düzene sokmak, -e bir çekidüzen vermek: Let´s tie f. (--d, ty.ing) 1. bağlamak: They tied him to a tree. Onu bir tidy up this room. Bu odayı toplayalım. He tidied up his papers. tie ağaca bağladılar. i. 1. kravat, boyunbağı.2. (düğüm)2. bağ, atmak; bir şeyi(kravat) başka bağlamak; bir şeye tutturmak Kâğıtlarını bir düzene soktu. (ayakkabının için kullanılan bağını) nesne. (ile)bağlamak: 3. bağ, They´ve rabıta, olmak; learned bağlantı: The how ties to thattiehad their tie in (with/to) (-e) uymak; bağlantısı (-e) uydurmak; (ile) shoelaces. bound them Ayakkabılarını together began bağlamayı to what loosen. öğrendiler. Let me tie my tie s.o. down bağlantı k. dili 1. kurmak: (şartlar) It ties birini in with bir yerde heOnları kalmaya said birbirine earlier. mecbur etmek, bağlayan Daha önce birini tie. bağlarKravatımı çözülmeye bağlayayım. başladı. That´s 4. a hard eşitlik: beraberlik, knot toThe tie. Atması game zor dediklerine (bir yere)iple uyuyor. mıhlamak; How does (şartlar) that birinin tie in başkawith this? birthe şey Onunla yapmasına tie s.o. up bir endeddüğüm 1. biriniin a o. tie.3.Maç bağlanmak: bağlayarak berabere An etkisiz apron hale bitti. 5. ties bağ. at getirmek. müz. 2. 6.back. k. Önlükler dilitravers. d.y. (bir iş) bunun izin arasında His vermemek: ne bağlantı job var?him has tied Howdown. can I İşi tie yüzünden this in to what bir yereI tie the knot arkadan birini k. dili bağlanır. başka nikâhla şey4.yapamayacak birbağlanmak. berabere kalmak; kadar(bir takım/biri) meşgul etmek. puan said gidemezearlier? oldu. Daha 2. to önce söylediklerime (bir şey) hakkında berabere bunu nasıl (birinden)kalmak: söz almak: kazanarak (başka takımla/başkasıyla) tie the knot bağlayabilirim? k. dili evlenmek. They´ve tied Beşiktaş tied him down to aBeşiktaş, Galatasaray. rent of five puan hundred kazanarak dollars. Kiranın tie up beş yüz k. dili 1.dolar Galatasaray´la olacağına (trafiği) aksatmak. berabere dair söz 2. kaldı. aldılar ondan. (telefonu) meşgul etmek. tie-in i. bağlantı, rabıta. tiepin i. kravat iğnesi. tier i. 1. (üst üste dizilmiş şeylerde) dizi, sıra: He selected a cask tie-up from i. 1. k.the dilitopmost tier. En (işte/trafikte) üst sıradaki aksama. bir fıçıyırabıta. 2. bağlantı, seçti. The amphitheater has forty tiers of seats. Açık hava tiyatrosunda tiff i. ufak bir kavga/anlaşmazlık. basamak basamak yükselen kırk sıra var. 2. katman, tabaka. tiger i. kaplan. tiger lily pars zambağı, kaplan postu. tight s. 1. sıkışmış: The lid of the jar is so tight I can´t open it. tighten Kavanozun f. (vida v.b.´ni) kapağı öyle sıkışmış sıkıştırmak; (kemer ki açamıyorum. v.b.´ni) sıkmak; 2. iyice (adale, ip gerilmiş, v.b.´ni) gergin: germek; The drumhead gerilmek, gerginleşmek. was quite tight. Davulun derisi tighten one´s belt kemerleri sıkmak. çok gergindi. 3. dar/sıkı (giysi): a tight collar sıkı bir yaka. What tighten one´s belt kemerini tight pants! sıkmak, Ne dardaha tutumlu davranmak. bir pantolon! This sport coat´s too tight. Bu tighten up on ceket (kanunu)benidahasıkıyor. 4. bir etkili aralarında az aralıksertleştirmek. hale getirmek, bulunan, sık (saflar). 5. tightfisted k. dili sıkı, cimri. s. eli sıkı, cimri. 6. k. dili sarhoş. 7. temin edilmesi zor (bir malzeme). z. sıkı, sıkı bir şekilde: Hold on tight! Sıkı tutun/sarıl! tightlipped s. ağzı sıkı, ağzı pek, ağzı kilitli, sır saklayan, ketum. tightrope i. cambazların üzerinde yürüdüğü sıkı gerilmiş ip. tightrope walker ip cambazı. tights i., çoğ. 1. leotar. 2. İng. külotlu çorap. tightwad i., k. dili cimri. tigress i. dişi kaplan. Tigris i. tile i. 1. kiremit. 2. karo; karo fayans, fayans; karo seramik, till seramik; edat, bağ.karo mozaik; -e kadar: tillçini. 3. künk. Friday cumaya f. 1. (damı) kadar. tillkiremitle Antalya Antalya kaplamak. ´ya kadar. 2. (duvarı/yeri) karoyla kaplamak. till i. para çekmecesi, kasa. till further notice yeni bir talimat verilene kadar, yeni bir duyuruya kadar. till further orders başka emir gelinceye kadar. Till when? k. dili, bak. tiller i. (dümene takılan) yeke. tilt f. 1. (bir şeyi) (bir yöne) yatırmak/eğmek: He tilted his chair tilt over back. Sandalyesini yan yatarak arkaya doğru yatırdı. She tilted her head to devrilmek. one side. Başını bir yana eğdi. 2. yan yatmak, bir yöne doğru tilt s.t. over bir şeyi yan yatırarak devirmek. eğilmek: The rowboat tilted to one side as soon as he got in it. tilt the balance O(bir şey)binmez biner (başkasandal bir şeyin) sonucunu bir yana doğruetkilemek: Your vote eğildi. i. meyil, eğim:has I timber tilted don´t i. the balance like the2.tilt 1. kereste. in kalas;our of your favor. Oyunuz hat. Şapkanın kadron; sayesinde meyli kiriş. 3. den. bence (ağaç sonuç bizim güzel değil. teknedeki) lehimize kaburga, oldu. eğri. 4. yetişmekte olan Timber! Ağaca dikkat! (Çevredekilere yenikerestelik kesilen birağaçlar. ağacın düşeceğini timberland haber i. vermek kerestelik için söylenir.). ağaçların yetiştiği arazi. timberline i. ağaç sınırı. timbre i. tını, tınnet, özel ses tonu. time i. zaman, vakit: It´ll take a long time. Çok zaman ister. It´s time time for f. 1.bed. Artık yatma zamanlamak, zamanı (belirli bir geldi. zamana)Now´s denk exactly the right time! getirmek, Şimdi tam rastlatmak, zamanı! We had a good time. İyi vakit geçirdik. What time after time defalarca. (belirli bir zamana göre) ayarlamak, planlamak: He time´re they coming? Ne zaman geliyorlar? What timed it so that he´d arrive just as they were leaving. Kendi time is it? time and again tekrar Saat kaç?tekrar. I don´t have the time to do it. time Onu yapacak zamanım varışını onların çıkışına rastlattı. They´d their visits to time and again yok. Life defalarca. was simpler back in their time. Onların coincide with suppertime. Ziyaretlerini akşam yemeğine denk zamanında time bomb hayat saatli daha getirirlerdi. bomba.basitti. 2. -in zamanını ölçmek. 3. -in hızını ölçmek. time deposit vadeli mevduat. time deposit vadeli mevduat. time exposure foto. 1. uzun süre poz verme. 2. uzun süre poz verilmiş Time is money. fotoğraf. Vakit nakittir. Time is pressing. Vakit dar. time of life yaş. time signature müz. zaman işareti. time zone saat dilimi. time zone saat dilimi. Time´s up! Zaman bitti! time-consuming s. vakit alan. timekeeper i. zaman hakemi; saat hakemi. timeless s. 1. belirli bir zamana/çağa ait olmayan. 2. ebedi, hiç bitmeyen. timely s. 1. zaman açısından yerinde, zamanına uygun: That was a time-out timely i., spor remark. Zaman açısından (oyun sırasında yerindeverilen) özel bir nedenle bir sözdü o. 2. mola. zamanında yapılan; belirtilen zaman içinde teslim timepiece i. saat. edilmiş/verilmiş: a timely tax return vaktinde gönderilmiş vergi times edat kere, çarpı: Five times ten equals fifty. Beş kere on elli beyannamesi. times table eder. çarpım tablosu. timetable i. 1. İng. (tren, otobüs, vapur, uçağa ait) tarife. 2. belli zaman timid dilimlerine ayrılmış program. s. ürkek, korkak. timidity i. ürkeklik, korkaklık. timing i. 1. zamanlama, (bir şeyi) en uygun zamanda yapma. 2. Timor zamanlama, i. Timor. ayarlama, rastlatma. 3. (motorda) avans ayarı. 4. zamanını ölçme. 5. hızını ölçme. timorous s. ürkek, korkak. timpani i., müz. timpani. timpanist i., müz. timpanist. tin i. 1. kalay. 2. teneke. 3. İng. teneke kutu, teneke. f. (--ned, tincture --ning) i. tentür. 1. kalaylamak, kalay tabakasıyla kaplamak. 2. İng. (bir şeyi) teneke kutu içine koymak, kutulamak. s. teneke, tincture of iodine tentürdiyot. tenekeden yapılmış. tincture of iodine tentürdiyot. tinder i. (kav gibi) kuru ve çabuk tutuşan madde. tine i. (çatala ait) diş. tinfoil i. folyo. ting i. çınlama sesi. f. çınlamak; çınlatmak. tinge f. 1. with -i hafif bir şekilde (bir renge) boyamak: The dawn was tingle tingeing f. 1. tatlı the easternürpermek; bir şekilde horizon with pink. Şafak (vücutta bir yer)ufkun doğusunu karıncalanmak: pembeye Her cheeks boyuyordu. were tingling 2. with (-in in the coldkokusu) hafifçe air. Soğuk, (havaya) yanaklarını tinker i. (gezici) tenekeci. f. 1. (tamirci olmayan biri) bir şeyi tamir yayılmak; ısırıyordu. (-in 2. tadı) (bir i. çınlamak. yemekte) 1. tatlı azıcık bir bulunmak: ürperti; (vücudun Thebir tinkle etmeye f. çalışmak; çıngırdamak; bir şeyi düzeltmeye çıngırdatmak. i. çıngırtı. çalışmak. 2. denemeler magnolias yerinde) tinged karıncalanma. the air with 2. their çınlayış, fragrance. çınlama. Manolyaların yaparak bir sonuca varmaya çalışmak. 3. with (bir şeyi) tamir tinner kokusu i. kalaycı. hafifçe havaya yayılıyordu. 3. with -e biraz ... katmak: etmeye çalışmak; (bir şeyi) düzeltmeye çalışmak. 4. with tinny He tinged s. 1. teneke hisgibi. strictures 2. tiz vewith humor. çirkin (madeniTenkitlerine ses). biraz da mizah (tamir/düzeltme amacıyla) -i kurcalamak, -i ellemek: Don´t go kattı. i. (bir şeyden) azıcık bir miktar: That gray has a tinge of tinkering i. (kısa with my car! Arabamı kurcalamasana! tinsel blue in kesilmiş) it. O gridegümüşi şeritler. azıcık bir mavi var. tint i. 1. (renkte) açık bir ton: lavender tints açık morlar. 2. renk: a tiny reddish s. ufacık,tint kırmızımsı küçücük, bir renk. minicik, f. (bir minimini. minnacık, şeyi) (bir rengin açık bir tonuna) boyamak: Pervin tints her hair blue. Pervin saçına mavi tip i. 1. uç: Buds were forming on the tips of the branches. Dalların bir ton veriyor. tip uçlarında goncalar f. (--ped, --ping) çıkıyordu. 1. bir She looked at the yana yatırmak/eğmek; birtips yanaof her fingers. Parmaklarının yatmak/eğilmek. 2. overuçlarına devirmek;baktı. 2. (bir şeyin devrilmek: Did ucuna you takılan) tip that tip i. bahşiş. f. (--ped, --ping) bahşiş vermek. başlık;Onu over? uç: Isen need mi to put a rubber devirdin? 3. İng.tip on my boca walking etmek, stick. dökmek, tip i. 1. tavsiye, nasihat, Bastonumun öğüt.takmam 2. tüyo,lazım. herkesin bilmediği pen has bir boşaltmak. i.,ucuna İng. 1.lastik çöplük. 2. çok dağınık This yer. a felt tip. tip haber/bilgi. Bu kalemin f. ucu (--ped, keçeden--ping) (off) yapılmış. tüyo vermek, f. (--ped, --ping) hafif hafif vurmak. i. çok hafif vuruş. herkesin bilmediği bir haber/bilgi vermek: He´s tipped her off about the tip one´s hat (saygıyla/nezaketle) şapkasını kaldırıp tekrar başına koymak. tip the scales against s.o.´s inspection. Teftiş hakkında ona tüyo verdi. durumu birinin aleyhine çevirmek. favor tip the scales at k. dili (tartılınca) (belirli bir ağırlık) çekmek: He tipped the tip the scales in s.o.´s favor scales durumu at birinin one hundred kilos. Yüz kilo lehine çevirmek: Thisçekiyor. event tipped the scales in tip-off our i., k.favor. dili tüyo,Bu olay durumu herkesin lehimize bilmediği birçevirdi. haber/bilgi. tipsy s. çakırkeyif, yarı sarhoş. tiptoe f. ayaklarının ucuna basarak ilerlemek. i. tiptop s., k. dili çok iyi, harika; en kaliteli, birinci sınıf. tirade i. atıp tutma, verip veriştirme, ver yansın etme. tire f. 1. yormak; yorulmak. 2. bıktırmak; of -den bıkmak, -den tire usanmak. i., oto. lastik; dışlastik. tire chain lastik zinciri. tire s.o. out birini çok yormak. tired s. yorgun. tireless s. 1. yorulmak bilmez (kimse). 2. bitmez tükenmez (enerji). tirelessly z. yorulmadan, bıkmadan, usanmadan. tiresome s. can sıkıcı, sıkıcı, bezdirici, bıktırıcı. tissue i. 1. biyol. doku. 2. bir tür ince ambalaj kâğıdı. 3. kâğıt mendil. tit i., zool. baştankara. tit i. tit i., kaba 1. meme. 2. meme başı. tit for tat k. dili misilleme, (birbirine) aynı biçimde karşılık verme. titbit i., bak. tidbit. tithe i. bir Hristiyanın kiliseye vermek üzere ayırdığı gelirinin yüzde titillate onu. f. içinif. gıcıklamak; gelirinin yüzde onunu zevkini kiliseyezevk okşamak, vermek. vermek. titivate f., bak. titillate. title i. 1. (kitap, piyes, film v.b.´ne ait) isim, ad; (bir yazı, kitap title deed bölümü v.b. için) tapu senedi, tapu.başlık. 2. unvan. 3. şampiyonluk, şampiyon unvanı: He now holds the world tennis title. Şimdi dünya tenis title page başlık sayfası. şampiyonu unvanına sahip. 4. tapu senedi, tapu. titmouse çoğ. tit.mice (tît´mays) i., zool. baştankara. titrate f., kim. titre etmek; titrasyon yapmak. titration i., kim. titrasyon. titter f. kıkır kıkır gülmek, kıkırdamak. i. kıkır kıkır gülme, kıkırdayış, tittle kıkırdama. i. tittle-tattle i. ufak dedikodu, laklak, laklakıyat. titular s. 1. sadece unvanı/adı olan. 2. adı var kendisi yok, ismi var tizzy cismi yok. i., k. dili gereksiz telaş/heyecan. to edat 1. -e; -e doğru: They went to Samsun. Samsun´a gittiler. to a degree Give the money bir dereceye to her! kadar, Parayı ona ver! 2. -e, -e kadar: The snow biraz. came up to our knees. Kar dizlerimize kadardı. She stayed here to a fault aşırı derecede. from May to September. Mayıstan eylüle kadar burada kaldı. to a man hepsi, from hepsi birden; beginning to end herkes. başından sonuna kadar. How far is it to a man/woman from here onların to Beykoz? hepsi: To a man Burası theyBeykoz´dan ne kadarhepsi were for it. Onların uzak?onu3. -e to all appearances göre: To my destekliyordu. görünüşe göre. knowledge he´s never had measles. Bildiğim kadarıyla hiç kızamık olmadı. His story sounds fishy to me. to and fro ileri geri, bir Anlattıkları ileriyalan bana bir geri. gibi geliyor. 4. (zamanla ilgili) -e kala; -e: to and fro bir yandan Come öbür yana; at a quarter bir aşağı to eight. birçeyrek Sekize yukarı:kala We walked gel. It´stoa and fro to be able to along quarter the to platform. nine. Peron Dokuza boyunca çeyrek -ebilmek: to be able to go gidebilmek. var. volta 5. ... attık. başına, ... karşılığında (Belirli bir miktarı belirtmek için kullanılır.): The current to be concluded devamı var, arkası var. exchange rate´s six hundred thousand liras to the dollar. to be continued devamı Şimdiki kuravar. göre doların değeri altı yüz bin lira. This car gets to be sure forty kilometers to the liter. Bu araba litre başına kırk kilometre muhakkak. to boot yapar. bir de, 6.hem ila,de: arasında: I´ll giveThat you cistern´s a pony, and fiveato six meters billion liras todeep. boot.O sarnıcın Sana derinliği bir midilli, beş ila üstüne in altı dethe metre. bir years 7. -e milyartolira (Maçlarda vereceğim. kazanılan She´s bad- to come önümüzdeki, puanları söylemekgelecek: come gelecek yıllarda. tempered, and uglyiçin kullanılır.): to boot. Kendisi“What´s huysuz,the birscore?” de çirkin. to date bugüne kadar. “Fenerbahçe is leading, four to nothing.” “Kaça kaç?” to give s.o. his due “Fenerbahçe doğruyu söylemek önde,gerekirse. dörde sıfır.” 8. -mek, -mak (mastarın bir öğesi): to go gitmek. iyi sonuç vererek, yararlı z. biçimde. to good purpose To hell with it. Boş ver. to let İng. kiralık: Do you have a room to let? Kiralık odanız var mı? to make matters worse işin daha da kötüsü, üstüne üstlük. to make matters worse üstüne üstlük: To make matters worse, she´s bringing Pınar to my face with her. karşı. yüzüme Üstüne üstlük beraberinde Pınar´ı getiriyor. to my knowledge bildiğim kadarıyla, bildiğime göre. to my mind kanımca, benim düşünceme göre. to my way of thinking bence, bana göre. to no purpose boşuna, boş yere. to one´s cost kendi zararına: To my cost, I learned he was a swindler. Kendi to one´s dismay zararıma korktuğuonungibi. dolandırıcı olduğunu öğrendim. to one´s heart´s content canının istediği kadar, doyasıya, doya doya, kana kana. to one´s heart´s content doya doya, kana kana. to one´s name kendine ait. to say nothing of ... de caba. to say the least en azından. to some extent bir yere kadar: I agree with you to some extent. Bir yere kadar to spare seninle fazla: I hemfikirim. had only five million liras to spare. Bende ancak beş to speak of milyon lira bahsetmeye kalmıştı. değer, önemli: We´ve had no snow to speak of all to start with winter. Kış boyunca 1. başlangıçta. hiç doğru 2. ilkin, evvela.dürüst kar yağmadı. to that effect o anlamda. to the accompaniment of ... eşliğinde: They left the room to the accompaniment of loud wails. Feryat figan eşliğinde odayı terkettiler. to the bearer tic. hamiline. to the best advantage en faydalı şekilde. to the best of his/her ability elinden geldiği kadar, yapabildiği kadar, yeteneğinin elverdiği to the contrary kadar. 1. -e rağmen. 2. tersine, aksine. to the core tam, tam bir, sapına kadar, katıksız, halis muhlis. to the end that gayesi ile, amacıyla. to the full extent of his elinden geldiği kadar. power to the good 1. iyi, faydalı. 2. lehinde: That goal put us four points to the to the last good. sonuna O gol bize dört puan kazandırdı. kadar. to the letter harfi harfine. to the nth degree son derece: It was boring to the nth degree. Son derece can to the point sıkıcıydı. tam yerinde, isabetli. to the purpose isabetli, yerinde. to the tune of 1. melodisiyle. 2. k. dili tutarında. to the utmost alabildiğine, son derece. to top it (all) off üstüne üstlük. to wit yani, demek ki. to/for all intents and haddi zatında, aslında. purposes to/of no avail faydası yok; boşuna. toad i., zool. karakurbağası, otlubağa. toadstool i., bot. 1. şapkalımantar. 2. k. dili zehirli mantar. toady i. dalkavuk, kuyruk sallayıcı, yağcı. f. (to) (-e) dalkavukluk toast etmek, i. (dilim kuyruk halinde)sallamak, kızarmış yağ çekmek. ekmek: He ate four pieces of toast. toast Dört i. (birinin) sıhhatine/şerefine içme.1. dilim kızarmış ekmek yedi. f. f. (ekmek (birinin) dilimi v.b.´ni) sıhhatine/şerefine kızartmak; içmek: (ekmek They ekmek dilimi the queen. Kraliçenin sıhhatine v.b.´ni) v.b.) toastedkızartıcısı. kızarmak. 2. (el, ayak içtiler. toaster i. (elektrikli) (ateş v.b.´nin önünde) ısıtmak; ısınmak. tobacco i. tütün. tobacconist i. tütüncü (sigara, puro, tütün v.b.´ni perakende olarak satan Tobagan kimse). i. Tobagolu. s. 1. Tobago, Tobago´ya özgü. 2. Tobagolu. Tobago i. Tobago. Tobagonian i., bak. Tobagan. toboggan i. bir tür alçak kızak. f. kızakla kaymak/gitmek. today z. 1. bugün. 2. bu günlerde, şimdi. i. 1. bugün. 2. bugün, içinde toddle bulunduğumuz f. (yeni yürümeye çağ/zaman. başlayan çocuk) sendeleye sendeleye toddler yürümek/ilerlemek. i. yeni yürümeye başlayan çocuk. toddy i. bir tür sıcak içki. to-do i. şamata, curcuna, hayhuy, gürültü. toe i. 1. ayak parmağı. 2. (ayakkabıda) burun. 3. (çorapta) uç. toe the line bir kanuna/kurala itaat etmek/ettirmek. toe the line/mark kendisinden istenilenleri/beklenilenleri yapmak, kurallara toehold uymak. i. ayak basacak yer. toenail i. ayak tırnağı. toffee i. bir tür şekerleme. tog i., çoğ. (belirli bir kullanım için) giysiler: beach togs plaj giysileri. together z. beraber, birlikte: Shall we go together? Beraber gidelim mi? toil s., f. 1.k.(at/over) dili dengeli vesıkına/ıklaya ıkına aklı başında sıklaya (kimse).çalışmak. 2. ıkıl ıkıl toilet ilerlemek/yürümek. i. 1. klozet, alafranga i. hela ıkınataşı; sıkına/ıklaya hela taşı, sıklaya alaturka çalışma. hela. 2. toilet bowl tuvalet, apteshane, ayakyolu, klozet, alafranga hela taşı. hela. 3. tuvalet, yıkanıp giyinip taranma işi. toilet paper tuvalet kâğıdı. toilet seat klozet üstüne tutturulan oturma yeri. toilet table tuvalet masası. toiletries i. (sabun, diş macunu, kolonya gibi) tuvalet malzemeleri. token i. 1. simge, sembol, işaret. 2. hatıra, yadigâr. 3. jeton; marka. 4. told bir şeyin f., bak. satın alınmasında para yerine geçen belge: gift token tell. hediye çeki. s. 1. simgesel, sembolik. 2. göstermelik, mostralık, told in confidence sır olarak söylenmiş. yapmacık: Hiring her was only a token gesture. Onun işe tolerable s. 1. tahammül alınması olunabilir.başka göstermelikten 2. kabul olunabilir. bir şey değildi.3. ne iyi ne kötü, tolerance orta derecede olan. i. 1. hoşgörü, müsamaha, tolerans. 2. (organizma v.b.´ne özgü) tolerant tahammül, s. hoşgörülü, dayanma. 3. tolerans, müsamahakâr, özür payı. müsamahalı, toleranslı. tolerate f. 1. izin vermek, müsaade etmek. 2. hoş görmek, müsamaha toleration etmek; i. 1. izingöz yummak. verme, 3. (organizma müsaade v.b.) -e tahammül etme. 2. tahammül, dayanma. etmek, -e dayanmak. toll i. 1. geçiş ücreti: The toll for this bridge is five hundred toll thousand f. (çan) ağır liras. ağırBu köprünün çalmak; geçiş (çanı) ağırücreti beş yüz bin lira. 2. ağır çalmak. şehirlerarası/milletlerarası telefon ücreti. toll call ücrete tabi konuşma. toll road paralı yol. tom i., k. dili erkek kedi. tomato i. (çoğ. --es) domates. tomato juice domates suyu. tomato paste (koyu) domates salçası. tomb i. 1. lahit; türbe. 2. mezar, kabir. tomboy i. erkeksi kız, erkek Fatma, erkek Ayşe. tombstone i. mezar taşı. tomcat i. erkek kedi. tome i. büyük kitap. tomfoolery i. ahmaklık, saçmalık, aptallık, aptalca davranış/söz. tomorrow z., i. yarın. tom-tom i. tamtam. ton i. ton (1000 kg.). tone i. 1. (ses veya renge ait) ton. 2. müz. aralık, iki nota arasında tone ses f. farkı. 3. form, istenilen ve olması gereken durum. 4. (bir yere özgü manevi) hava, atmosfer. tone deafness müz. ton sağırlığı. tone s.t. down bir şeyin rengini/ifade tarzını yumuşatmak. toner i. (yazıcıda/fotokopi makinesinde kullanılan) toner, tonlandırıcı. toner cartridge toner kartuşu. Tonga i. Tonga. Tongan i. 1. Tongalı. 2. Tongaca. s. 1. Tonga, Tonga´ya özgü. 2. tongs Tongaca. i., çoğ. maşa:3. Tongalı. Use a pair of tongs instead of your fingers! tongue Parmaklarını i. 1. anat. dil. 2. dil, lisan. maşa kullan! kullanacağına tongue depressor tıb. dil basacağı, abeyslang. tongue in cheek k. dili bıyık altından gülerek. tongue twister söylenmesi dile zor gelen uzun sözcük/cümle. tongue-and-groove joint zıvana lambalı geçme. tongue-in-cheek s., k. dili bıyık altından gülerek söylenen. tongue-lash f., k. dili azarlamak, haşlamak. tongue-tied s. (utanç, heyecan, korku v.b.´nden) dili tutulmuş. tonic i. 1. tonik, kuvvet verici ilaç. 2. (bazı içkilere katılan) tonik. 3. tonight müz. tonik. z., i. bu gece. tonka bean hintbaklası, çinbaklası. tonnage i. tonaj. tonsil i., anat. bademcik. tonsillitis i., tıb. bademcik iltihabı. too z. 1. fazla, gereğinden çok: It´s too early to go. Gitmek için fazla erken. 2. de: You too can learn Arabic. Sen de Arapça öğrenebilirsin. You have to get rid of that house and the Mercedes too! O evi, bir de Mercedes´i elden çıkarman şart! 3. k. dili (Cümleyi vurgulamak için kullanılır.): “I didn´t sock him!” Too bad! Ne yazık! too good to be true inanılmayacak kadar iyi. too late fazla geç. too much fazla: You´ve given me too much change. Bana fazla para took verdin. Don´t1.eat too much. Fazla yeme. They praise him too f., bak. take much. Onu fazla övüyorlar. tool i. 1. alet, el aleti. 2. araç, vasıta. 3. piyon, başkasının istediği toot gibi kullandığı kimse. 4. kaba f. (kornayı/düdüğü/boruyu) penis, (korna/düdük/boru) çalmak; alet, babafingo. f. arabadaçalmak. gitmek; (arabayı) i.k.korna/düdük/boru sürmek; sesi. (birini) (arabada) (bir yere) götürmek. toot one´s own horn dili kendi reklamını kendi yapmak, kendini övmek. tooth çoğ. teeth (tith) i. diş. tooth and nail k. dili kıyasıya, var gücüyle, çok şiddetli bir şekilde. by the skin toothache of one´s i. diş teeth k. dili ancak, güçbela. ağrısı. toothbrush i. diş fırçası. toothpaste i. diş macunu. toothpick i. kürdan. toothsome s. lezzetli. toots i., k. dili güzelim, tatlım (Kadına hitap ederken kullanılır.): Hi, tootsie toots! Merhaba i., k. dili, güzelim! bak. tootsy. tootsy i., k. dili 1. güzelim, tatlım (Kadına hitap ederken kullanılır.). 2. top ayak. i. 1. en üst bölüm, tepe, baş, üst: on the top of the hill tepenin top başında. f. (--ped, He stood --ping) 1. on (birtiptoe yerin)and peered over the tepesine/başına top of(bir varmak; the wall. Ayaklarının şeyin) tepesinde/başında/üstünde bulunmak: That song hastop ucuna basıp duvarın üstünden baktı. It´s at the top i. topaç. of the page. topped the charts Sayfanın başında. for weeks. O 2. en üst şarkı kat: Helistelerin haftalarca lives at the top top boot ofuzun the çizme, house. uzun Evin konçlu en üst çizme. oturuyor. 3. üst yüzey, üst: katında başında kaldı. 2. (bir yerin) üstünden geçmek. 3. (bir şeyin) top brass Dust k. dilithe üstüne en top yüksek sürmek: of that table! toppedOen rütbeliler; She masanın theüstcake üstündeki makamdakiler; with whipped tozu al! 4. Kekin kodamanlar. cream. top dog kapak: üstüne Where´s çırpılmış k. dili zirvedeki kimse. the krema top of this sürdü. jar? 4. (birBu kavanozun bitkinin) üst kapağı kısmını nerede? 5. en yetkili5.makam. kesmek/koparmak. -den fazlas. 1. en üst: olmak, the top -den -i aşmak; floor iyisini en üst top hat silindir kat. 2. en şapka. yapmak; -iiyi: She was gölgede among the bırakmak: You´vetop ten students topped in her Onun his record. class. top s.t. off (with) Sınıfının birenşeyiiyi (... on ile) noktalamak/tamamlamak: öğrencisinden biriydi. 3. rekorunu aştın. Do you know a story that can top his? Onunkine üstün, They en topped iyi: top off top s.t./s.o. up the qualityevening en İng.çıkartacak taş iyiwith kalite. (birinin kısmen a walk 4. enthrough boşalmış bir hikâye büyük; the çok kabını) biliyor musun? park. büyük: Parkta top bir speed gezintiyle (bir sıvıyla) doldurmak: azami geceyi hız. Will top you noktaladılar. prices top up enheryüksek glass fiyatlar. with lemonade? Boşalan bardağını top secret çok gizli. limonatayla doldurur musun? topaz i. topaz. topcoat i. 1. hafif palto. 2. (boyanmış yüzeyde) son kat boya, son kat. topdrawer s., k. dili çok şık, çok kibar, en seçkin zümreye ait/yakışan. top-heavy s. 1. havaleli, yıkılacak gibi. 2. gerekenden fazla yönetici topic bulunan (bir yönetim). i. konu, mevzu. topical s. güncel, aktüel. topless s. 1. üstsüz, göğsü/memeleri örtülü olmayan (kadın). 2. kadının topmost göğsünü/memelerini s. en üstteki. örtmeyen (giysi). top-notch s. en iyi kalite, birinci sınıf, üstün. topographer i. topograf. topography i. topografya. topple f. (over/down) (havaleli bir şey) devrilmek/yıkılmak; (havaleli bir topsy-turvy şeyi) devirmek/yıkmak. z. 1. altüst, baş aşağı. 2. karmakarışık bir durumda. s. 1. altüst torch olmuş. 2. karmakarışık, karman i. 1. meşale. 2. İng. el feneri, çorman. fener. tore f., bak. tear 1. toreador i. boğa güreşçisi, toreador, torero. torment i. 1. ıstırap, azap. 2. işkence. 3. eziyet çektiren kimse; eziyet torment veren şey. yakmak, eziyet etmek, azap çektirmek. 2. işkence f. 1. canını tormenter etmek. i., bak. tormentor. tormentor i. eziyet eden kimse. torn f., bak. tear 1. torn to ribbons lime lime olmuş. tornado i. (çoğ. --es/ --s) tornado. torpedo i. (çoğ. --es) ask. torpil. f. 1. torpillemek, torpil ile tahrip torpedo boat etmek/batırmak. 2. baltalamak; 1. hücumbot. 2. torpidobot, mahvetmek; ziyan etmek. torpido. torpid s. uyuşuk. torpor i. uyuşukluk. torque i. eğilme momenti, moment. torrent i. sel, taşkınca akan su. torrential s. çok şiddetli yağan (yağmur). torrid s. 1. çok sıcak. 2. sevda dolu, ihtiras dolu. torsion i. burulma, torsiyon. torsion bar torsiyon çubuğu. torso i. 1. (insana ait) gövde. 2. gövde heykeli. tort i., huk. haksız fiil. tortoise i., zool. kara kaplumbağası, kaplumbağa. tortoiseshell i. bağa, kaplumbağa kabuğu veya bunu andıran bir madde. s. tortuous bağadan yapılmış, s. 1. yılankavi, çok bağa. dolambaçlı. 2. dolaşık, çapraşık torture (yöntem/hareket). i. 1. işkence, işkence dalavereli. 3. etme/yapma. 4. fazlasıyla 2. ıstırap, komplike, çetrefil. azap, işkence. f. toss işkence f. etmek/yapmak.atmak/fırlatmak/saçmak: He tossed the 1. (yavaşça/rasgele) toss a coin children yazı turapeppermints. atmak. Çocuklara naneşekeri saçtı. 2. on çabucak ve gelişigüzel giymek, sırtına geçirivermek. 3. bir toss a salad salatanın malzemelerini hafifçe karıştırmak. yandan öbür yana şiddetle sallamak: The waves were really toss and turn (uzanmışken/uykudayken) tossing our small rowboat. Dalgalarbir yandan öbürsandalımızı küçük yana dönmek. bir toss for yandan yazı tura öbür yana atarak bayağı (bir şeyi) sallıyordu. 4. in (bir yiyeceği) (bir karara bağlamak. toss one´s hat into the ring sıvıyla) adaylığınıhafifçe ilan karıştırmak: etmek. She tossed the Brussels sprouts in butter. Brüksellahanasını tereyağıyla hafifçe karıştırdı. 5. (bir toss s.o. for s.t. bir şeyi tepki kazanmak olarak) (başını) için biriyle yazı birdenbire tura doğru arkaya atmak.savurmak/ toss s.o. out k. dili 1. birini dışarı atmak, birini kapı (burnunu) kıvırmak: She tossed her head angrily dışarı etmek. and2.walked birini out toss s.t. about/around işten of k. the atmak/çıkarmak. dili room. (birkaçBaşını öfkeyle kişi) bir konuyuarkaya doğru tartışıp savurup odadan çıktı. konuşmak. 6. (at) (biniciyi) sırtından atmak. 7. off (sanki işten bile değilmiş toss s.t. in k. dili bir fikri ortaya atmak. gibi) (bir şeyi) yaratıvermek. 8. (uzanmışken/uykudayken) bir toss s.t. off k. dili 1.öbür yandan bir içkiyi yana yuvarlayıvermek. dönmek. 9. k. dili 2. birşeyi) (bir şeyiçöpe yapıvermek. atmak. i.3.1. toss s.t. out bir bir şeyi spor (top, şeyi döktürüvermek, gülle çöpe v.b. için) bir atmak. şeyiatış: atma, söyleyivermek/yazıvermek. That was a good toss. İyi4.bir bir giysiyi atıştı o. 2. çıkarıvermek/fora (bir havaya tepki olarak) etmek. birdenbire arkaya doğru (başını) toss s.t./s.o. up in the air bir şeyi/birini atmak/fırlatmak. savurma. 3. (yazı tura) atma, (yazı turada) atış: He won the first toss-up i. 1. kimin toss. kazanacağı İlk atışta o kazandı. hiç belli olmayan bir durum. 2. hangi tot seçeneğin daha iyi olduğu i. 1. küçük çocuk. 2. (içki için) hiç azıcık belli olmayan bir durum. miktar, azıcık, 3. yazı damla. tura atma. tot f. (--ted, --ting) up k. dili toplamak. total s. tam, eksiksiz; ilgili olan her şeyi içeren: total darkness zifiri total amount karanlık. tutar. total harmony tam bir uyum. total cost toplam maliyet. total loss tam hasar. total amount toplam. i. toplam; totalitarian s. totaliter. bütün; tutar. f. (--ed/--led, --ing/--ling) 1. toplamak, toplamını totalitarianism i. totalitarizm. bulmak. 2. -in toplamı (belirli bir miktar) olmak: Their value totality totaled i. bütün,one million toplam: in dollar. Onların its totality toplam değeri bir milyon bütünüyle. totally dolardı. z. tamamen. 3. k. dili çok hasar vererek kullanılmaz hale getirmek. tote f., k. dili taşımak. totem i. totem, ongun. totemism i. totemcilik. totter f. sallanmak; sendelemek. toucan i., zool. tukan. touch f. 1. dokunmak; değmek; temas etmek: Don´t touch the touch paintings! i. 1. dokunma, Tablolara dokunma! dokunuş, temas.My head´s vurma, 2. hafifçe touching thevuruş. hafif ceiling.3. Başım az bir tavana değiyor. derece/miktar: He2. (içki/sigara/uyuşturucu) has a touch of fever. kullanmak: Azıcık ateşi var.He touch a sore spot/point hassas bir konuya/noktaya dokunmak. never There´s touches a touch alcohol. Hiçiniçki of spring theiçmez. 3. yemek/içmek: air today. Bugün havada Hebaharı didn touch base (with) ´t touch k. his dili food. (biriyle) görüşmek, Yemeğini ağzınakonuşmak: sürmedi. I 4. need to touch base kıyaslanmak, ... akla getiren bir şey var. 4. (birine) özgü davranma/çalışma tarzı: touch bottom with kadar 1. heriyi on ayaklarını that olmak: matter. Their suyun O mesele book dibine can´t hakkında touch değdirmek: I hers. can´t onunla Onların touch görüşmem kitabı bottom. The décor showed her touch. Dekor onun zevkini yansıtıyordu. lazım. onunki kadar iyi değdiremiyorum. olamaz./Nerede onların touch down Ayaklarımı 5. ayrıntı, (uçak) dibe detay: (yere/denize) It´s done inmek. apart from thekitabı, 2. (fiyat) en altnerede finishing düzeyeonunki! inmek. touches. 5. en 3. duygulandırmak, kötü aşamaya Tamamlayıcı detaylar dokunmak. gelmek/varmak:6. hafifçe hariç, bitti. vurmak: They´ve He touched touched bottom thefar as horse with professional as their the whip. Kırbaçla ata hafifçe vurdu. life is concerned. Onların7. ellemek, mesleki el sürmek, hayatına elle karıştırmak: gelince durum bundan Don´t youolamaz. kötü touch that radio while I ´m gone! Ben yokken o radyoya elini sürme! 8. ile ilgilenmek, ile meşgul olmak: I wouldn´t touch that job if I were you. touch s.t. off bir şeyi başlatmak, bir şeye sebep olmak. touch s.t. up 1. sadece gereken yerlere boya vurarak bir şeyin görünümünü touch-and-go düzeltmek, bir şeyibelli s. belirsiz, sonucu boyayla rötuş etmek: Just touch up the olmayan/şüpheli. scratches and it´ll look O.K. Sadece çiziklere boya vurursan touchdown i. (Amerikan futbolunda) gol. yeter. 2. bir şeyi rötuş etmek. touched s., k. dili kafadan kontak, kafası bir hoş. touching s. insanı duygulandıran, insanın içine işleyen, dokunaklı; insanın touch-me-not yüreğine dokunan. i., bot. kınaçiçeği. touchstone i. mihenk, denektaşı. touchtone i. touchtone telephone tuşlu telefon. touchtype f. tuşlara bakmadan daktiloda/bilgisayarda yazı yazmak. touchy s. 1. alıngan, kırılgan. 2. hassas (durum/konu). tough s. 1. dayanıklı. 2. kart (et); sert (kösele v.b.). 3. sert; ödün toughen vermeyen; f. müsamahaalıştırarak) 1. -i (zor durumlara etmeyen: daha You need to take a tough dayanıklı/güçlü yapmak; stance (zor when it comes durumlara alışarak)to daha murderers. Katillere karşı dayanıklı/güçlü olmak.sert 2. bir tour i. 1. tur; dolaşma. 2. turne. f. dolaşmak. tutum göstermen sertleştirmek; lazım. 4. zor (iş/kimse). 5. kanunları hiçe sertleşmek. tour of duty ask. (belirli sayan bir yerdeki) insanların görev çok olduğu vesüresi. sık sık suç işlenen (yer). 6. tourism saldırgan i. turizm. ve sık sık kaba kuvvete başvuran (kimse). i. kabadayı. tourist f. out k. i. turist. dili dişini sıkıp -e karşı dayanmak: You have to tough it out for another year. Bir yıl daha dişini sıkıp dayanmak tourist class (uçakta/gemide) turistik sınıf. zorundasın. touristic s. turistik. tournament i. turnuva. tourniquet i. turnike, kanamayı durdurmaya yarayan bir tür sargı. tousle f. (saçı) karıştırmak, dağınık bir hale getirmek: He tousled his tow son´s hair. Oğlunun saçını f. 1. (halatla/zincirle) karıştırdı. çekmek; yedeğe almak, yedekte çekmek, tow truck/car yedeklemek. 2. (gemi) (bir/birkaç mavnayı) itmek. i. 1. oto. çekici, kurtarıcı. halatla/zincirle çekilen şey. 2. itilen birkaç mavna. 3. çekme toward edat 1. -e doğru, -in yanına doğru: toward the river nehre doğru. halatı/zinciri; yedekleme halatı. towards 2. -e doğru, edat, -e yakın (bir zaman): toward noon öğleye doğru. 3. bak. toward. -e karşı, için, hakkında: What´s her attitude toward him? Ona towel i. havlu. karşı tavrı ne? 4. doğrultusunda, yönünde: Some progress has towel rack havluluk. been made toward the establishment of a new grading system. towel rack Yeni bir not havluluk, verme havlu sisteminin kurulmasında biraz ilerleme asacağı. toweling kaydedildi. 5. (bir şeyin) i. havluluk kumaş, havluluk. ödenmesi için: That money can go toward what you owe me. O para senin bana olan borcunu towelling i., İng., bak. ödemek için toweling. kullanılabilir. tower i. kule. f. 1. (up) yükselmek. 2. over/above -in üstünden tower block yükselmek. İng. yüksek apartman; yüksek büro binası. towering s. 1. çok yüksek: towering pines çok yüksek çamlar. 2. büyük: town towering financial strength büyük mali güç. 3. şiddetli, aşırı: He i. şehir, kent. flew into a towering rage. Çok öfkelendi. town council belediye meclisi. town hall belediye binası. town house (sıraevlere ait) ev, sıraev. townspeople i. şehir halkı. toxic s. zehirli, toksik. toxicologist i. toksikolog. toxicology i. toksikoloji. toxicomania i. toksikomani. toxicomaniac s. toksikoman. toxin i. toksin. toy i. oyuncak. f. with 1. -i yarı ciddi bir şekilde düşünmek. 2. ile toy shop oynamak, oyuncakçı-idükkânı. elinde evirip çevirmek. tr kıs. transitive, translated, translation, translator, treasurer, trace troop. i. 1. iz, eser. 2. ufacık bir miktar. f. 1. (bir şeyin) üzerine şeffaf bir kâğıt koyup kopyasını çıkarmak. 2. to bazı izleri/ipuçlarını takip ederek (birinin/bir şeyin) (nerede) olduğunu keşfetmek/saptamak; bazı ipuçlarını takip ederek (bir olayı) (belirli bir sebebe) bağlamak; bırakılan ipuçları (birini) (belirli bir trace i. trachea çoğ. tra.che.ae (trey´kiyi)/--s (trey´kiyız) i., anat. nefes borusu, tracheotomy soluk i., tıb. borusu. trakeotomi, soluk borusu açımı. trachoma i., tıb. trahom. tracing i. şeffaf kâğıt üzerine çıkarılan kopya. tracing paper aydınger kâğıdı; şeffaf kopya kâğıdı. track i. 1. iz: He followed the bear´s tracks. Ayının ayak izlerini takip track and field etti. 2. ray, hat. 3. spor (yarışların yapıldığı) pist. 4. patika. 5. atletizm. takip edilen yol: the track of a hurricane urağanın takip ettiği track events spor pist yarışları. yol. 6. (plaktaki belirli bir) bant. 7. (tank v.b. tırtıllı araçlara ait) track light raya palet. tırtıl, monte f. edilen lamba.takip etmek. 2. down -in izlerini takip 1. -in izlerini track lighting edip raylarayakalamak: monte edilenThey lambalarla tracked down the murderer. Katili izleyip aydınlatma. track record yakaladılar. 3. (up) ayak izlerini (bir yerde) k. dili (bir işte belirli bir süre boyunca gösterilen) bırakmak: You´ve performans. tracked mud all over the house. Evin her tarafında çamurlu ayak track suit eşofman. izlerini bıraktın. Don´t track up my kitchen floor! Mutfağımda tract i. ayak1. geniş arazi. 2.Your izi bırakma! tıb. sistem, aygıt, are muddy boots cihaz. tracking. Çamurlu tract botların iz bırakıyor. i. (özellikle din/siyaset 4. konusunda (hareket edenbir) birini/bir şeyi) takip makale/kitapçık. etmek, izlemek. tractable s. söz dinler, yumuşak başlı, uysal. traction i. 1. çekme; çekilme. 2. çekme/çekiş gücü; sabit bir yüzeye tractor temas ederek harekete geçen bir cismin o yüzeye temasında i. traktör. oluşan sürtünüm kuvveti/direnç. 3. tıb. traksiyon, çekme trade i. 1. ticaret. 2. zanaat, iş. f. 1. ticaret yapmak. 2. (for) trampa gücüyle yaratılan gerginlik: His broken leg´s in traction. Bacağı trade etmek, i., k. dilideğiş alize. tokuş etmek: I´ll trade you this horse for that pony traksiyona alındı. of yours. Bu atı senin midilliyle trampa ederim. 3. with trade deficit/gap ticaret açığı. (birinden) alışveriş etmek; at (bir yerden) alışveriş etmek: She trade on (bir şeyi) always kendi trades yararına with Fehmi.kullanmak. Hep Fehmi´den alışveriş ediyor. trade route ticaret yolu. trade s.t. in (for/on) bir şeyi verip onun değerini başka bir şeyin bedelinden trade school düşürerek meslek okulu. (o şeyi) satın almak. trade school meslek okulu; teknik okul; sanat enstitüsü. trade secret mesleki sır, meslek sırrı. trade union İng. işçi sendikası, sendika. trade wind alize. trademark i. ticari marka, alameti farika. trade-off i. bir şeyi elde etmek için başka bir şeyden vazgeçme. tradesman çoğ. trades.men (treydz´mîn) i. (bir) esnaf; dükkâncı; zanaatçı. tradesman´s entrance servis girişi/kapısı. tradition i. gelenek, anane. traditional s. geleneksel, ananevi. traffic i. 1. trafik: The traffic´s heavy right now. Şu an trafik yoğun. 2. traffic accident ticaret: narcotics traffic uyuşturucu ticareti. f. (--ked, --king) in trafik kazası. (yasalara aykırı bir şekilde) (bir şeyin) ticaretini yapmak. traffic circle göbekli kavşak, dönel kavşak. traffic engineer trafik mühendisi. traffic engineering trafik mühendisliği. traffic holdup trafik tıkanıklığı. traffic jam trafik tıkanıklığı. traffic jam trafik tıkanıklığı. traffic light/signal trafik lambası. traffic snarl trafik tıkanıklığı. tragacanth i. kitre, kestere. tragedy i. 1. tiy. trajedi, tragedya, facia, ağlatı. 2. facia, çok üzüntü tragic veren acıklı s. 1. feci, çokolay. üzücü ve acıklı, trajik. 2. tiy. trajik, trajediye ait. tragicomedy i. trajikomedi. tragicomic s. trajikomik. trail f. 1. (hafif şeyleri) sürümek, sürüklemek; sürünmek, trailer sürüklenmek: He trailed his leg as i. 1. römork; (kamyona/traktöre he walked. takılan) treyler. Yürürken 2. karavan. bacağını 3. sürüklüyordu. fragman, Her skirt was trailing along the ground. Eteğinin train i. 1. tren. tanıtma 2. katar;filmi.kafile.4.3.yere çokyatay uzun olarak bir eteğinuzanan yerde bitki; sürünen uçları yerlerde sürüngen bitki. sürünüyordu. 2. yavaşça gezdirmek: They trailed kısmı. f. 4. dizi, 1. eğitmek, silsile, zincir: A long train of 2. events has brought us train their fingertipsterbiye through etmek, yetiştirmek. the water. antrenman/idman Parmak uçlarını suyun to this yapmak. juncture. 3.yavaşça Bu on hayvan (ateşli vardığımız silah, noktanın fotoğraf ardında makinesi, uzun projektör birv.b.´ni) olaylar trainer yüzeyinde i. 1. terbiyeci, gezdirdiler. terbiyecisi. 3. 2. gelişigüzel antrenör.uzanıp3. İng.gitmek: tenis The zinciri -e var. çevirmek, -e yöneltmek. 4. (bir bitkiyi) (belirli bir yöne training honeysuckle ayakkabısı. was trailing over the rotten i. 1. eğitim, terbiye, yetiştirim. 2. antrenman, idman. log. Hanımeli çürük doğru/belirli kütüğün üstünde bir biçimde) büyütmek:4.You uzanıp gidiyordu. ought takip izlemek, to train a etmek. 5. traipse f., k. dili yürümek. magnolia (başkalarının) against that wall. gerisinde O duvarı olmak: Their bir sonmanolyayla was trailing all the trait kaplamalısın. i. özellik, others. hususiyet. Onların oğlu hepsinin gerisindeydi. 6. along after traitor (birinin) peşine i. hain, hıyanet eden takılmak.kimse. 7. along yavaş yavaş/yorgun argın gitmek/yürümek. 8. off (ses) azalmak; (bir şey) canlılığını traitorous s. hain; haince; hıyanet içeren. yitirmek: His voice trailed off to a whisper. Sesi azalarak fısıltıya trajectory i. 1. mermi dönüştü. Ouryolu. 2. yörünge. discussion trailed off into trivialities. Asıl tram konumuzdan i., İng. 1. tramvay. ayrılarak birtakımvagonu. 2. tramvay önemsiz konulara takıldık. 9. tram driver sarkmak, İng. vatman. uzanmak, düşmek: A curl trailed across her forehead. Alnına bir perçem düşmüştü. 10. süzülmek: The smoke from tramline i., theirİng.chimney tramvaywas hattı. trailing up towards the head of the cove. tramlines i., çoğ., İng. tramvay Bacalarından çıkan duman rayları. derin vadinin başına doğru tramp süzülüyordu. i. 1. patika, f. 1. kuvvetli adımlarla yürümek. keçiyolu.2.2.down (birinin (birardında şeyi) ayak bıraktığı) altında izler: çiğnemek.The tramp gemi. wounded 3. yürümek, lion left a dolaşmak;trail of blood (bir yeri) behind dolaşmak. him. Yaralı i. 1. tramp ship/steamer aslan berduş, ardında serseri, kan izleri 2. kopuk. bıraktı. k. dili3. (birinin sürtük, peşinde/arkasında orospu. 3. kuvvetle trample f. (down/on) bıraktığı) şey:ayak They altında left a çiğnemek. trail of dust behind them. Arkalarında atılan adımların sesi; rap rap. 4. yürüyüş. trample s.o. to death ayak bir tozaltında bulutu çiğneyerek bıraktılar. Abirini öldürmek. thin blue trail of smoke was coming trampoline from the i. trampolin. chimney. Bacadan, ince, mavi bir helise benzeyen bir duman geliyordu. trance i. 1. kendinden geçme hali, vecit hali. 2. hipnoz, ipnoz. tranquil s. sakin, huzurlu, sükûnetli. tranquility i. sakinlik, sükûnet, sükûn. tranquilize f. sakinleştirmek, yatıştırmak. tranquilizer i., tıb. sakinleştirici, yatıştırıcı, müsekkin. tranquillise f., İng., bak. tranquilize. tranquilliser i., İng., tıb., bak. tranquilizer. tranquillity i., İng., bak. tranquility. transact f. transact business iş görmek. transaction i. transaction of business iş görme. transactions i. (kuruma/derneğe ait) tutanak, zabıt. transatlantic s. 1. Atlas Okyanusunun ötesindeki. 2. Atlantik´i aşan/geçen, transcend transatlantik. f. -in sınırını aşmak/geçmek; -den büyük/üstün olmak: It transcendent transcends human understanding. s. 1. hepsini/başka her şeyi geçen/aşan: İnsanların kavrama yetisi The poem´s dışında. This error transcendent beauty transcends can all ofbe scarcely your felt previous in that ones. Bu hata translation. transcendental s. 1. deneyüstü, transandantal, deneyin/insan bilincinin sınırını daha önce Şiirin üstün yaptıklarının güzelliği o hepsinipek çeviride geçiyor. hissedilmiyor. 2. kozmosun transcendental meditation aşan; doğaüstü. transandantal meditasyon.2. mat. transandantal, aşkın. dışında ve üstünde olan. 3. deneyüstü, transandantal, transcendentalism i. deneyüstücülük, deneyin/insan transandantalizm. bilincinin sınırını aşan. transcribe f. 1. (bir şeyin) kopyasını yazmak. 2. yazmak, kaydetmek, transcript zaptetmek. i. kopya, suret, 3. (for) nüsha. müz. (bir eseri) (bir çalgıya) uyarlamak/adapte etmek. transcription i. çevriyazı, transkripsiyon. transept i. transept, çapraz sahın. transfer f. (--red, --ring) 1. -i nakletmek; -i (bir yerden) (başka bir yere) transfer geçirmek/tayin etmek; (başka i. 1. (bir mal) üzerindeki bir yere) geçmek: The company´s hakkı (başkasına) going to transfer geçirme/devretme/devir; him to Zonguldak. Şirket(bironuyerden) Zonguldak´a transference i., ruhb. transfer, aktarma,temlik. 2. nakil; duyguların psikolojik olarak(başka bir bir tayin yere) edecek. He geçirme/tayin decided etme. to 3. transfer (bir to yerden) the University (başka bir of Adana. yere) transfiguration başkasına i. yönelmesi. Adana geçen/tayinÜniversitesine edilen kimse. geçmeye4. spor karar verdi.olan transfer 2. (bir mal)5. kimse. transfigure üzerindeki f. (into) -e hakkı yüce (başkasına) bir nitelik geçirmek/devretmek; kazandırmak, aktarma bileti. 6. (zamklı kâğıt/resim olarak) çıkartma. -e bir yücelik temlik vermek: 7. ruhb. transfix etmek. Pain and transfer, f. 3. spor geçişim, 1. -i (sivri transfer suffering uçlu bir had intikal. etmek; transfigured transfer her. olmak. Acı ve silahla/aletle) (delerek) yere mıhlamak.ıstırap ona bir2. yücelik mıhlamak, vermişti. dondurmak, -i kıpırdayamaz hale (başka getirmek: Her eyes transform f. 1. (biçimini) değiştirmek. 2. into (bir şeyi) bir şeye) had transfixed dönüştürmek. him. Gözleri onu mıhlamıştı. 3. delmek. transformation i. 1. (şeklen) değiştirim; değiştirilme; değişim, transformasyon. transformer 2. dönüştürüm; dönüştürülme; i. transformatör, dönüştürücü. dönüşüm, transformasyon. transformism i. transformizm, dönüşümcülük. transformist i., s. transformist, dönüşümcü. transfusion i., tıb. transfüzyon, aktarım, nakil. transgress f. 1. ihlal etmek, bozmak. 2. (sınırını) aşmak/geçmek. transgression i. 1. günah işleme, günah. 2. ihlal, bozma. 3. (sınırını) transhumance aşma/geçme. i. hayvanları ilkyaz yaylaya çıkarıp sonbaharda yayladan transhumant indirme, yaylacılık. s., i. yaylacı. transient s. 1. çabuk geçen; fani, gelip geçici, ölümlü. 2. kısa bir süre transistor kalan, i., elek.çabuk gelip geçen (kimse). i. kısa bir süre kalan kimse. transistor. transistor radio transistorlu radyo. transit i. 1. ulaşım, (birini/bir şeyi) (bir yerden) (başka bir yere) transit lounge aktarma. 2. toplu (havaalanında) taşıma; transit toplu yolcu taşıma araçları. 3. gökb. geçiş, salonu. geçme. 4. teodolit, takeometre. transit system toplu taşıma sistemi. transit visa transit vizesi. transition i. geçiş, geçme; değişim. transition period geçiş dönemi. transitive s., dilb. geçişli. transitive verb dilb. geçişli fiil. transitive verb geçişli fiil. transitory s. geçici; fani, ölümlü. translate f. 1. (into) (-e) çevirmek, tercüme etmek; (-e) çevrilmek, translation tercüme i. 1. çeviri,edilmek: çevirme, Can you translate tercüme. thistercüme, 2. çeviri, from French into çevrilmiş Turkish? yazı/söz. Bunu Fransızcadan 3. dönüştürüm. Türkçeye çevirebilir misiniz? That translator i. tercüman, çevirici, sözlü/yazılı çeviri yapan kimse; çevirmen, word doesn´t translate easily. O kelime kolay kolay çevrilmez./O transliterate mütercim, f. yazılı into (bir çevirisi dile aitçeviri bir yapan(başka yazıyı) kimse.bir dilin harfleriyle) yazmak: kelimenin kolay değil. 2. çevirmenlik/tercümanlık transliteration Can yapmak.you transliterate 3. into -eharf i. transliterasyon, this Turkish word into Arabic characters? dönüştürmek. çevirisi. Bu Türkçe kelimeyi Arap harfleriyle yazabilir misiniz? translucent s. yarışeffaf, yarısaydam. transmigrate f. (ölümden sonra) (ruh) (bir bedenden başka bir bedene) göç transmigration etmek/geçmek. i. transmigration of the soul ruh göçü, ölümden sonra ruhun bir bedenden başka bir bedene transmissible göç s. 1.etmesi/geçmesi. geçirilebilir, geçirilmesi mümkün. 2. bulaşıcı, sirayet edici transmission (hastalık). i. 1. (motordaki) şanzıman, şanjman, transmisyon sistemi: There transmit ´s something f. (--ted, --ting)wrong with dalgaları, 1. (radyo my car´s telgraf transmission. Arabamın sinyalleri v.b.´ni) şanzımanında yaymak. 2. bir iletmek; bozukluk götürmek.var. 2. 3. transmisyon, to -e geçirmek; motor -e içinde bir aktarmak. transmitter i. 1. radyo, TV verici. 2. (telgrafa ait) iletici. hareketin iletilmesi. 3. (radyo 4. (hastalığı) (birine) bulaştırmak. dalgaları, telgraf sinyalleri v.b.´ni) transmitting station verici istasyon. yayma, yayım; yayılma. 4. iletme; götürme; iletilme; götürülme. transmogrify 5. into f. (hastalık) bulaştırma/bulaşma. -i (acayip/gülünç 6. (radyo,Only bir şekle) sokmak: telgraf v.b.´nden) a brief transmute yayılan associationdalga, withsinyal them v.b. sufficed f. into -e dönüştürmek; tamamen değiştirmek. to transmogrify her into a hippie. Onlarla kısa bir temas bile onu hippiye dönüştürmeye yetti. transom i. vasistas. transparency i. 1. şeffaflık, saydamlık. 2. diyapozitif, slayt. transparent s. 1. şeffaf, saydam. 2. açık, belli. transpire f. 1. ortaya çıkmak, belli olmak: It later transpired that there transplant was f. 1. no bridge (bitkiyi) biratyerden all. Hiçbir köprünün çıkararak başkaolmadığı bir yere sonradan dikmek; ortaya çıktı. 2. (bitkiyi) through (bir yerden) (su/nem) (belirli bir yerden) çıkmak; (bitki) transport f. (bir yerden) (başkaçıkarıp bir yere)(başka bir yere) götürmek, dikmek: taşımak, Transplant nakletmek. yapraklarından buhar halinde nem vermek, these geraniums from their pots into the bed in front of terlemek: Plants the transport i. 1. ask. nakliye transpire moisture gemisi. through 2. nakliye aracı.Bitkiler their leaves. 3. taşıma, nakliye; yapraklarından pool. Bu sardunyaları saksılarından çıkarıp havuzun önündeki taşınma, buhar nakledilme: halinde nem bir public3.transport çıkarır. toplu2. taşıma. 4.gelmek, çoğ. transportation i. 1. taşıma, tarha dik. 2. nakliye; (bitki) yerdenk. taşınma, dili olmak, nakledilme. çıkarılıp başka meydana nakliye bir yerearacı. dikilmeye kuvvetli vuku bir bulmak. duyguya kapılma, kendinden geçme: The news sent transpose elverişli f. 1. (bir olmak. şeylerin) 3. sırasını tıb. (doku/organ) değiştirmek: nakletmek. 4. -i (birthe If you transpose yerden) her into transports of joy. Haber ona göbek attırdı. transverse (başka letters s. enine, birçapraz. in yere) the wordtemelli “on” olarak i. çapraz you şey.getgötürmek: He transplanted “no.” On kelimesindeki his harflerin family to sırasını Fethiye. Ailesini değiştirirseniz temelli sonuç olarak no olur. Fethiye´ye 2. to (bir şeyi) götürdü. (başka biri. transvestite i. travesti, diğer (träns´plänt) cinsin 1. tıb. (dokugiysilerini giyip oilgili) veya organla cinsten biri gibi nakil, yere) koymak/aktarmak. Transylvania davranan kimse. i. Transilvanya. cornea transplant kornea nakli. kidney transplantasyon: transplant böbrek nakli. 2. başka bir yere yerleştirilen kimse/şey. Transylvanian i. Transilvanyalı. s. 1. Transilvanya, Transilvanya´ya özgü. 2. trap Transilvanyalı. i. 1. tuzak, kapan, kapanca. 2. hile, desise, dolap, tuzak. 3. argo trap ağız, f. gaga. (--ped, f. (--ped, --ping) --ping) 1.bezemek. 1. süslemek, tuzağa düşürmek. 2. kapan 2. (ata) süslü ile koşum tutmak/yakalamak. takımı geçirmek; 3. engel (ata) süslü olmak, çul set çekmek. örtmek. trapdoor i. (tavanda/çatıda/yerde) kapak şeklinde kapı. trapeze i. trapez. trapezoid i., geom. yamuk. trapper i. tuzakçı, kürklü hayvanları tuzakla yakalayan avcı. trappings i., çoğ. 1. süslü koşum takımı. 2. süs. trapshooting i., spor trap. trash i. 1. çerçöp, süprüntü. 2. çalı çırpı. 3. çöp. 4. k. dili avam, trashy ayaktakımı. s., k. dili adi,5.değersiz. k. dili değersiz şey. 6. k. dili saçma, boş laf, zırva. 7. bilg. çöp kutusu. f., argo yıkmak, kırıp dökmek, tahrip etmek. trauma çoğ. trau.ma.ta (trô´mıtı, trau´mıtı)/--s (trô´mız, trau´mız) i. 1. traumatic tıb. s. 1.yara, incinme, sarsıntı travma. doğuran, 2. ruhb. sarsıcı, travma, travmatik. sarsıntı. 2. tıb. yaraya ait, traumatology yaradan ileri gelen. i. travmatoloji. travel f. (--ed/--led, --ing/--ling) 1. yolculuk etmek, seyahat etmek. 2. travel agency gezmek, dolaşmak. 3. k. dili hızlı gitmek. i. 1. seyahat etme. 2. seyahat acentesi. çoğ. yolculuk, seyahat, gezi. 3. çoğ. seyahatname. traveled s. 1. çok seyahat etmiş. 2. seyahat konusunda deneyimli. traveler i. 1. yolcu, seyyah, gezgin, gezmen. 2. (gezici) satış temsilcisi. traveler´s check seyahat çeki. traveler's-joy çoğ. trav.el.er´s-joys (träv´ılırzcoyz´) i., bot. akasma, filbahar, traveler's-tree filbahri. çoğ. trav.el.er´s-trees (träv´ılırztriz´) i., bot. yolcuağacı, traveling salesman ravenala. (gezici) satış temsilcisi. travelled s., İng., bak. traveled. traveller i., İng., bak. traveler. travelog i. bir seyahat hakkında konferans/film. travelogue i., İng., bak. travelog. traverse i. 1. travers. 2. çapraz duran şey. 3. karşıdan karşıya geçme. s. traverse çapraz. f. 1. bir yandan öbür yana geçirmek; bir yandan öbür yana travertin geçmek: He traversed the desert in a single day. Tek bir günde i., bak. travertine. çölün bir ucundan öbür ucuna geçti. 2. bir yandan öbür yana travertine i. traverten. uzanmak: The railway traverses the country. Demiryolu, ülkenin travesty i. birson derece öbür yanından beceriksizce yapılmış bir yanına uzanıyor. taklit, karikatür, 3. üstünden geçmek: parodi, The trawl travesti. Galata f. Bridgegülünç/rezil traverses bir the hale sokmak. Golden Horn. Galata Köprüsü f. 1. trol ile balık avlamak. 2. trol ile denizin dibini taramak. Haliç 3. tray ´in üstünden oltayla i. tepsi,balık geçiyor. avlamak. i. 1. trol. 2. kayık arkasından çekilen çok sini; tabla. çengelli olta. treacherous s. 1. hain. 2. arkadan vuran, kalleş. 3. korkulur, tehlikeli. treachery i. hainlik, ihanet. treacle i., İng. şeker pekmezi. tread f. (trod, trod.den/trod) 1. on -e basmak, -in üzerine basmak: tread down tread -i ayakon a nail çiğnemek. altında çiviye basmak. 2. on -e basmak, -i çiğnemek: Don´t tread on the flowers. Çiçekleri çiğneme. 3. yürümek. i. 1. tread in s.o.´s footsteps birini örnek almak, birinin izinden yürümek. ayak basışı. 2. yürüyüş. 3. merdiven basamağının döşeme tread on air k. dili sevinçten tahtası. ayakları 4. oto. lastik yere değmemek. tırtılı. tread on eggs k. dili fazlasıyla ölçülü davranmak. tread on s.o.´s heels k. dili birinin peşine düşmek, birini yakından takip etmek. tread on s.o.´s toes/corns k. dili, bak. step on s.o.´s toes/corns. tread under foot ayak altında çiğnemek. tread water el ve ayakların hafif hareketiyle su içinde dik durmak. treadle i. pedal, ayaklık. treadmill i. 1. ayak değirmeni. 2. sıkıcı ve monoton iş. treason i. 1. vatana ihanet. 2. ihanet, hıyanet, hainlik. treasonable s. vatana ihanet türünden. treasure i. 1. hazine. 2. define. 3. değerli şey. f. çok değerli saymak, üzerine titremek. treasure hunt saklanmış bir şeyi bulma oyunu. treasure trove sahipsiz hazine/define. treasure up biriktirmek. treasurer i. haznedar, veznedar. treasury i. 1. hazine. 2. bilgi hazinesi (kitap). treasury bill (kısa vadeli) hazine bonosu. treat f. 1. davranmak, muamele etmek: treat s.o. generously birine treat of cömert -den söz davranmak. etmek, -den 2. bahsetmek. tedavi etmek: treat a patient hastayı tedavi etmek. 3. (konuyu) işlemek, ele almak. 4. (ham ya da ara treat s.o. like dirt k. dili birini hiçe saymak, birini hor görmek. malları) işlemden geçirmek, fiziksel, kimyasal değişikliklerle treat s.t. as a joke işi dahaşakaya uygun, vurmak. kullanılır duruma getirmek. treat s.t. seriously işi ciddiye almak. treat s.t. with skepticism bir şeye şüpheli bir gözle bakmak. treat with ile görüşmek. treated sewage arıtılmış pissu. treatise i. bilimsel inceleme, tez. treatment i. 1. davranış, muamele. 2. tedavi. 3. (konuyu) ele alış biçimi, treaty işleyiş. 4. kim. işlem. i. antlaşma. treble s. 1. üç misli, üç kat. 2. müz. tiz. i., müz. 1. soprano ses. 2. treble clef soprano sesli çalgı/kimse, soprano. f. üç misli artırmak; üç misli sol anahtarı. artmak, üç kat olmak. treble clef müz. sol anahtarı. tree i. ağaç. tree creeper zool. ormantırmaşıkkuşu. tree fern bot. çanakeğrelti. tree frog/toad zool. ağaçkurbağası, yeşilbağa. tree of heaven bot. aylandız, kokarağaç. tree of life 1. bot. hayatağacı. 2. Tubaağacı. tree sparrow zool. dağserçesi. trefoil i. 1. bot. yonca, korunga. 2. mim. üçlü yonca. trek i. uzun ve zorlu bir yolculuk; seyahat, yolculuk. trellis i. kafes işi. f. 1. kafes işi yapmak. 2. dallarını kafese sarmak. tremble f. 1. titremek. 2. ürpermek. i. 1. titreme. 2. ürperme. tremble for k. dili ... için endişe etmek, ... için kaygılanmak. in fear and tremendous trembling s. korkudan 1. çok büyük, titreyerek. kocaman, muazzam. 2. k. dili çok iyi, şahane, tremendously harika. z. çok, son derece. tremor i. 1. titreme. 2. ürperme. 3. sarsıntı. tremulous s. 1. titrek. 2. ürkek. trench i. 1. çukur, hendek. 2. ask. siper. trench coat trençkot. trench warfare siper harbi. trenchant s. 1. keskin: a trenchant mind keskin zekâ. 2. etkili, kuvvetli, trend ikna edici: a trenchant f. yönelmek, argument eğilim göstermek. i. kuvvetli sav. 3. eğilim; akım: ansert, upward trend dokunaklı, in sales acı: satışlardatrenchant artış words eğilimi. sert sözler. trepidation i. 1. korku. 2. endişe, heyecan. trespass f. 1. (on/upon) (başkasının arazisine) izinsiz girmek, tecavüz trespass on s.o.´s time etmek. 2. on/upon birinin zamanını -i kötüye kullanmak, -i istismar etmek: almak. trespass on s.o.´s hospitality birinin konukseverliğini istismar tress i. saç lülesi, belik, bukle. etmek. trestle i. 1. masa ayaklığı, sehpa. 2. demir iskeletli köprü. trial i., huk. 1. duruşma, yargılama, muhakeme. 2. deneme; trial and error denenme. çeşitli yolları3. deneme, dert, baş sınama belası: He ve is a trial to his mother. Annesi yanılma. için bir baş belası. s. deneme: trial period deneme devresi. trial balance muh. mizan. trial balloon halkın tepkisini öğrenmek için bir plan hakkında verilen ön haber. trial heat spor tecrübe koşusu. trial jury yargıçlar kurulu, jüri. triangle i. üçgen. triangular s. 1. üçgen, üçgen biçiminde. 2. üçlü. tribal s. kabileye ait. tribe i. 1. kabile, boy; aşiret, oymak. 2. aynı sınıftan kimseler, grup. 3. tribesman biyol. takım; sınıf;(traybz´mîn) çoğ. tribes.men familya. i. kabile/aşiret üyesi erkek. tribulation i. 1. felaket, musibet. 2. dert, keder, büyük sıkıntı. tribunal i. 1. mahkeme. 2. yargıç kürsüsü. tribune i. kürsü, platform; tribün. tributary s. 1. vergi veren. 2. bağımlı. 3. haraç olarak verilen. 4. bir tribute ırmağa i. 1. övme,karışan (ayak). sitayiş, takdir.i. ırmak ayağı.3. vergi. 4. haraç. 2. hediye. trice i. trichromatic s. üçrenkli. trick i. 1. hile, oyun, dolap, numara: She uses tears as a trick to gain trickery sympathy. i. 1. hile. 2.Kendini acındırmak için ağlama numarası yapıyor. hilekârlık. play a trick on s.o. birine oyun oynamak, birine azizlik etmek. 2. trickle f. 1. damla damla akmak; damla damla akıtmak. 2. azar azar sır: The trick to being on time is to set one´s watch ahead. Bir trickster gelmek. i. hilekâr, i. düzenbaz, damla damla akan şey. üçkâğıtçı. yere vaktinde gitmenin sırrı saati ileri almakta yatar. trick of the tricky trade meslek s. 1. hileli. sırrı. 3.isteyen. 2. ustalık âdet: Turks have an usta, 3. becerikli, interesting hünerli.trick; they tricycle raise their eyebrows to i. üç tekerlekli bisiklet, üçteker. express disagreement. Türklerin ilginç bir âdeti var; bir şeyi onaylamadıklarını belirtmek için kaşlarını trident i. 1. üç dişli4.gladyatör kaldırırlar. şaka: He mızrağı. played a2.trick üç çatallı on me.zıpkın. Bana s. üç çatallı. şaka yaptı. f. tried f., aldatmak, 1. bak. try. s.kandırmak, güvenilir, güvene layık. 2. out/up -i süslemek. hile yapmak. trifle i. 1. önemsiz şey. 2. az miktar, cüzi şey. 3. ucuz ve adi süs trifling eşyası. 4. İng. ufak, s. 1. önemsiz, pandispanya, cüzi, az. kremşantiyi 2. değersiz, ve işemeyve yaramaz.ile yapılan bir tatlı. f. 1. with/over ile oynamak: Don´t trifle with your trig i., k. dili trigonometri. health. Sağlığınızla oynamayın. 2. away (para, zaman v.b.´ni) trigger i. 1. tetik. boşuna 2. foto. deklanşör. harcamak, çarçur etmek. f. 1. başlatmak; -e neden 3. with -i ciddiye olmak,-i-e almamak, triggerfish yol hafifeaçmak. i., zool.almak: 2. infilak ettirmek, patlatmak. 3. tetiği çotira.He is not a man to trifle with. O hafife alınacak çekip (silahı) bir ateşlemek. kimse değildir. 4. boş şeyler konuşmak. 5. oyalamak; triggerman çoğ. trig.ger.men (trîg´ırmen) i., argo tetikçi. oyalanmak. trigonometric s. trigonometrik. trigonometrical s., bak. trigonometric. trigonometry i. trigonometri. trihedral s., geom. üçdüzlemli. trihedral angle geom. üçdüzlemli açı. trill f. 1. sesi titremek; sesi titretmek. 2. titrek sesle söylemek. 3. trillion titrek sesle trilyon, i. 1. A.B.D. şakımak. i. 1. 2. 1012. ses titremesi. İng. 1018. 2. müz. titrek ses. 3. “r” sesinin titretilerek söylenmesi. trilogy i. üçlü eser, üçlü, triloji. trim s. (--mer, --mest) temiz ve yakışıklı, biçimli, şık. f. (--med, trimming --ming) i. 1. süs,1.süsleyici (daha düzgün şey. 2.bir biçim çoğ. vermek garnitür. amacıyla 3. çoğ. bitkiyi) kırpıntı. 4. k. dili budamak. yenilgi, 2. (saç, mağlubiyet. sakal v.b.´ni) kırkmak, kesip düzeltmek. 3. trimonthly s. üç ayda bir olan/yapılan/çıkan. (dantel, perde v.b.´ni) süslemek, donatmak. 4. den. yükü Trinidad i. Trinidad. düzgün istif ederek (gemiyi) denklemek. 5. (yelkeni) rüzgâra Trinidad and Tobago göre düzeltmek. Trinidad ve Tobago. 6. hav. ayarlamak. 7. k. dili yenmek, mağlup Trinidadian etmek. 8. aldatmak. i. Trinidadlı. s. 1. Trinidad, 9. azarlamak. Trinidad´a 10.özgü. den. 2.denk olmak. i. 1. Trinidadlı. düzen, tertip. 2. durum, hal, vaziyet. 3. süs. 4. artık. 5. den. Trinity i. (gemide) denge. 6. kıyafet, kılık. trinket i. 1. (yüzük/düğme gibi) değersiz süs. 2. biblo. 3. ufak oyuncak. trio i. üçlü. trip f. (--ped, --ping) 1. (on/over) ayağı (bir şeye) takılıp düşmek; tripartite tökezlemek. s. üç bölümden 2. (up) -e çelme oluşan, üçlü. takmak/atmak; -i çelmelemek: The wrestler tripped his opponent. Güreşçi rakibine çelme taktı. 3. tripe i. 1. işkembe. 2. k. dili saçma, saçmalık. up şaşırtmak, yanıltmak, yanlışını/yalanını yakalamak: The triphase s., elek. clever üç fazlı. interrogator tripped up the suspect. Zeki sorgu yargıcı triple sanığı s. 1. üçtongaya bastırdı. kat, üç misli. 4. yanlış 2. üçlü. f. üçyapmak, yanılmak, misli yapmak; hataolmak. üç misli etmek. i., beysbol5. hafif adımlarla üç kalelik bir topdans etmek/koşmak. 6. argo vuruşu. uyuşturucu madde etkisinde olmak, uçmak. i. 1. kısa yolculuk; gezi, gezinti. 2. hata, yanlış. 3. ayağı (bir şeye) takılıp düşme; tökezleme. 4. argo uyuşturucu madde etkisi, uçuş. triplet i. 1. üç şeyden oluşan takım, üçlü. 2. üçüzlerden biri. triplicate s. 1. üç kat, üç misli. 2. üç kopyadan oluşan. i. üçüncü kopya, tripod üçüncü nüsha. i. üç ayaklı sehpa, fotoğraf sehpası. trite s. basmakalıp, klişe, bayat. triumph i. 1. zafer, utku, yengi; parlak başarı. 2. zafer alayı. f. 1. zafer triumphal kazanmak, s. zafere ait,galip gelmek, yenmek. 2. zaferi kutlamak. zafer. triumphal arch zafer takı. triumphal column zafer abidesi, zafer sütunu. triumphant s. 1. galip, utkulu, muzaffer; başarılı. 2. zaferiyle övünen. trivet i. 1. nihale. 2. sacayağı, sacayak. trivia i., çoğ. önemsiz şeyler; fasa fiso; ıvır zıvır. trivial s. 1. saçma, abes. 2. bayağı, sıradan. 3. cüzi, önemsiz. triviality i. 1. saçmalık. 2. fasa fiso. trod f., bak. tread. trodden f., bak. tread. Trojan i. Truvalı. s. 1. Truva, Truva´ya özgü. 2. Truvalı. troll f. oltayı suda sürükleyerek balık tutmak. troll i. mağaralarda/tepelerde bulunduğu farzolunan dev/cüce. trolley i. 1. tramvay. 2. İng. el arabası, yük arabası. 3. İng. drezin. 4. trolley bus İng. tekerlekli servis masası. troleybüs. trolley car tramvay. trolleyman çoğ. trol.ley.men (tral´imîn) i. 1. vatman. 2. tramvay biletçisi. trombone i., müz. trombon. troop i. 1. kıta, birlik. 2. grup, takım. 3. (izcilikte) oymak. 4. çoğ. trooper kıtalar, birlikler,karayollarını i. (şehirlerarası askerler. denetleyen) (motorize) polis. troopship i. asker gemisi. trophy i. 1. hatıra, andaç. 2. kupa, ödül. 3. ganimet. tropic i. dönence, tropika. s. tropikal. tropical s. tropikal. tropical year gökb. dönencel yıl. tropism i., biyol. doğrulum, yönelim, tropizm. troposphere i. troposfer. trot f. (--ted, --ting) 1. tırıs gitmek. 2. koşmak. i. 1. tırıs. 2. koşuş. trot out k. dili ileri sürmek, öne sürmek: You always trot out the same trotter old excuses. i. paça: sheep´sHeptrotter aynı bahaneleri koyun paçası. ileri sürüyorsun. trouble f. 1. rahatsız etmek, tedirgin etmek: The approaching storm trouble spot troubled the ship´s crew. Yaklaşan 1. pol. karışıklıklara/çatışmalara fırtına sahne geminin olan yer. 2.tayfasını sorun tedirgin etti. yaratan/zayıf The principal nokta, sık sık can´t be arızalanan troubled yer. with all the petty troublemaker i. ortalık karıştırıcı, fitneci, mesele çıkaran kimse. problems. Müdür ufak tefek meselelerle meşgul olamaz. 2. troubleshooter i. aksaklıkları üzmek: The newssaptayıp of hisçözümleyen kimse. troubled me. illness has greatly troublesome Hastalığı hakkındaki haber beni çok s. 1. zahmetli, sıkıntılı, belalı. 2. üzüntülü. üzdü. 3. baş sıkmak, başını belası, can troublous ağrıtmak: sıkıcı. His deafness s. karışık, güç, sıkıntılı. troubles him. Sağırlığı canını sıkıyor. 4. rahatsız etmek, zahmete sokmak, zahmet vermek: Sorry to trough i. 1. tekne, trouble you.yalak. 2. oluk. verdiğim Size zahmet 3. iki dalgaiçinsırtı özürarasındaki çukur. dilerim./Size zahmet trounce f. 1. bozguna/büyük oldu. i. 1. sıkıntı, üzgü,bir üzüntü, yenilgiye uğratmak. ıstırap. 2. mesele, 2. dert, dövmek,aksilik, troupe pataklamak. iş, bela: What´s the trouble? Derdin ne?/Mesele ne?/Ne var? in i. trup. trouble başı belada. 3. karışıklık: Trouble in the neighboring trouper i. trup üyesi. country closed the border. Komşu ülkede çıkan karışıklık sınırın trouser s. pantolona ait: kapanmasına trouser neden oldu.buttons pantolon 4. zahmet: Don´t düğmeleri. go to any trouble on trousers my account. i., çoğ. Benim için zahmete girmeyin. 5. mak. bozukluk, pantolon. trousseau arıza. 6. rahatsızlık, çoğ. --x/--s (tru´soz, hastalık. trusoz´) i. çeyiz. trout i. (çoğ. trout/--s) alabalık. trowel i. mala. f. (--ed/--led, --ing/--ling) mala ile sıvamak, malalamak. trowsers i., çoğ., bak. trousers. Troy i. Truva. troy i. kuyumcuların kullandığı tartı sistemi. troy weight kuyumcu tartısı. truant i. okul kaçağı. truce i. ateşkes, mütareke. Trucial s., tar. Birleşik Arap Emirlikleri´ne özgü. Trucial Oman bak. the United Arab Emirates. truck i. 1. kamyon. 2. iki tekerlekli el arabası. 3. yük vagonu. f. 1. truck kamyon f. ile yük değiş tokuş taşımak. etmek, takas2. el arabası etmek, ile yük trampa taşımak. etmek. i. 1.3. argo değiş yürümek, tokuş, gitmek. takas, trampa. 2. (satmak için yetiştirilen) sebzeler. truck farm bostan. truck farming bostancılık. trucking i. 1. kamyonculuk, kamyonla taşıyıcılık. 2. değiş tokuş. 3. truckle bostancılık. f. to -e yaltaklanmak; -e boyun eğmek, -e baş eğmek. truculent s. 1. kavgacı, saldırgan. 2. vahşi, gaddar. trudge f. güçlükle yürümek; yorgun argın yürümek. i. güçlükle yürüme; true yorgun argıngerçek: s. 1. doğru, yürüme. Is what she said true? Onun söylediği doğru true colors mu? içyüz.2. hakiki, som: Is this true or imitation leather? Bu deri hakiki mi, yoksa taklit mi? 3. sadık, samimi: a true friend sadık true to life gerçek hayatta olduğu gibi. arkadaş. 4. asıl, gerçek: the true meaning of a word bir true to life yaşanmış.asıl anlamı. 5. tam, aslına uygun: a true copy aslına sözcüğün true-blue uygun bir kopya. s. pek sadık, sözünün6. meşru, eri. asıl: the true heirs asıl mirasçılar. 7. truelove samimi, i. sevgili.içten: true concern içten merak. truffle i., bot. domalan, yermantarı. truism i. herkesçe bilinen gerçek. truly z. 1. gerçekten, hakikaten. 2. doğrulukla. 3. sadakatle. 4 trump samimiyetle. i. 1. isk. koz. 2.5. k. tamamen, doğruf.,olarak. dili iyi adam. isk. 1. koz kırmak, koz trump card oynamak. isk. koz. 2. koz oynayarak almak. trump up uydurmak, icat etmek. trumpet i. 1. boru. 2. borazan. 3. boru sesi. f. 1. boru çalarak ilan etmek. trumpet vine/creeper 2. ilanacemborusu. bot. etmek, yaymak. 3. boru gibi ses çıkarmak. truncate f. ucunu/tepesini kesmek. truncheon i. 1. kısa ve kalın sopa. 2. İng. cop. trundle f. 1. (tekerlekli taşıt) gelmek/gitmek. 2. (tekerlekli taşıtı) trunk itmek/çekmek. i. 1. gövde, beden. 2. (seyahat ederken kullanılan) sandık. 3. trunk call oto. İng.,bagaj. 4. zool. hortum. bak. long-distance 5. ağaç gövdesi, gövde. call. trunk call İng. şehirlerarası/uluslararası telefon konuşması. trunk room sandık odası. trunks i., çoğ. erkek mayosu, şort. truss i. 1. tıb. kasık/fıtık bağı. 2. (köprü/çatı için) makas (kiriş sistemi). truss bridge 3. kuru ot/saman (üçgen) demeti. 4. bağlam, demet. f. 1. sıkıca kirişli köprü. bağlamak. 2. destek koymak. truss up bağlamak, iple bağlamak. trust i. 1. güven, itimat. 2. umut. 3. emanet. 4. sorumluluk; görev, trust in God vazife. Allaha 5. mütevellilik; tevekkül etmek,mutemetlik. 6. vakıf. 7. tröst. f. 1. tevekkül etmek. güvenmek, itimat etmek: The child trusts its mother. Çocuk trustee i. mütevelli. annesine güveniyor. She trusts her husband to do the shopping. trustful s. başkalarına Alışveriş güvenen/inanan. için kocasına itimat ediyor. 2. emanet etmek: trust s.t. trusting to s., s.o./trust s.o. with s.t. bir şeyi birine emanet etmek. 3. bak. trustful. trustworthiness inanmak: I trust his statement. İfadesine inanıyorum. 4. in -e i. güvenirlik. güveni olmak: He trusts in his own abilities. Kendi yeteneklerine trustworthy s. güvenilir. güveni var. truth i. 1. gerçek, doğru, hakikat: What she said is the truth. Onun try söylediği doğrudur. f. 1. çalışmak, 2. doğruluk, uğraşmak: They aregerçeklik: trying toTruth finishisthe relative. project on Doğruluk görelidir. 3. dürüstlük, doğruluk. time. Projeyi zamanında bitirmeye çalışıyorlar. 2. kalkışmak, girişmek: Don´t you dare try to reprogram that computer. Sakın o bilgisayarı yeniden programlamaya kalkışma. 3. denemek, sınamak: Try this new medicine. Bu yeni ilacı dene. 4. yormak: try for -i elde etmeye çalışmak. try on prova etmek, giyip denemek. try one´s fortune şansını denemek. try one´s hand at (bir şeyi yapmayı) denemek. try one´s hand at -i denemek, -e el atmak. try one´s luck şansını denemek. try one´s wings öğrendiklerini denemek: Let me have the wheel! I´d like to try try out my wings. şeyi) (birini/bir Direksiyonu denemek.bana ver! Öğrendiklerimi denemek istiyorum. try s.o.´s patience birinin sabrını tüketmek. trying s. 1. yorucu, zor, sıkıntılı. 2. bıktırıcı, sıkıcı. tryout i. deneme, sınama. tsar i., bak. czar. tsetse i. tsetse fly zool. çeçe. T-shirt i. tişört. tsunami i. tsunami, denizaltı depremlerinin ortaya çıkardığı büyük dalga. tub i. 1. tekne, leğen. 2. banyo küveti. 3. k. dili tekne. tuba i., müz. tuba. tubby s. şişman ve bodur, fıçı gibi, bıdık. tube i. 1. ince boru. 2. tüp: a tube of toothpaste bir tüp diş macunu. tubeless 3. s., TV tüp; oto. radyo olmayan. iç lastiği lamba. 4. oto. iç lastik, şambriyel. 5. İng. metro. tuber i., bot. yumrukök, yumru. tuberculosis i., tıb. tüberküloz, verem. tuberose i., bot. sümbülteber. tubing i. (bir bütün olarak) boru/borular: I´ll take ten meters of that tubular plastic s. 1. borutubing. O plastik şeklindeki. borudan3.on 2. borulu. metre boru sesialacağım. gibi. We need to replace the still´s tubing. İmbiğin borularını yenilememiz tuck f. 1. in içine tıkmak, içine sokmak: Tuck your shirt in! gerek. tuck in Gömleğinin eteğini yemeye İng., k. dili yemek beline sok! 2. under altına koymak: Tuck it başlamak. under your arm! Onu koltuğunun altına koy! i. kırma, pli. tuck s.o. in (gece uykusuna yatırılan) çocuğun üstünü örtmek. tuck s.t. away bir şeyi saklamak/gizlemek. tuckered s. Tuesday i. salı. tuft i. 1. (bir) tutam (saç); (bir) öbek (ot). 2. (kuşun tepesindeki) tufted sorguç. s. 1. sorguçlu (kuş). 2. tüfte (halı). tufting i. tafting. tufting machine tafting makinesi. tug f. (--ged, --ging) kuvvetle çekmek. i. 1. kuvvetli çekiş. 2. tug of war römorkör. 1. halat çekme oyunu. 2. şiddetli rekabet. tugboat i. römorkör. tuition i. 1. okul ücreti. 2. öğretim. tulip i., bot. lale. tulip poplar bot. laleağacı. tulip tree bot. laleağacı. tulle i. tül. tumble f. 1. düşmek, yıkılmak; düşürmek, yıkmak. 2. yuvarlanmak; tumble about yuvarlamak. yuvarlanmak. 3. takla atmak. 4. karıştırmak, altüst etmek. 5. örselemek. 6. (to) İng., k. dili (-i) çakmak, anlamak, kavramak. i. tumble down düşmek; düşürmek. 1. düşüş. 2. takla. tumble out of bed yataktan fırlamak. tumbledown s. yıkılacak gibi, yıkılmak üzere, yarı yıkık. tumbler i. 1. (sapsız, kısa ve genişçe) bardak. 2. hacıyatmaz. tummy i., k. dili karın, mide. tumor i. tümör, ur. tumour i., İng., bak. tumor. tumult i. gürültü, karışıklık, kargaşalık, kargaşa. tumultuous s. 1. düzensiz. 2. gürültülü, kargaşalı. 3. fırtınalı, çalkantılı. 4. tuna coşkun. i. (çoğ. tu.na/--s) 1. zool. tonbalığı, orkinos. 2. (konserve) tuna fish tonbalığı. (konserve) tonbalığı. tundra i. tundra. tune i. melodi, ezgi, nağme. f. 1. çalgıyı akort etmek. 2. (motoru) tune in ayar radyo etmek, ayarlamak. 1. dalgayı ayarlamak. 2. (belirli bir istasyonu) açmak. tuneful s. ahenkli, hoş sesli, nağmeli. tuneless s. 1. ahenksiz, nağmesiz. 2. sessiz, müziksiz. tuner i. akortçu. tune-up i. (motoru) ayarlama. tungsten i. tungsten, volfram. tuning i. akort. tuning fork diyapazon. Tunisia i. Tunus. Tunisian i. Tunuslu. s. 1. Tunus, Tunus´a özgü. 2. Tunuslu. tunnel i. tünel. f. (--ed/--led, --ing/--ling) tünel açmak. tunny i., zool. orkinos, tonbalığı. turban i. 1. sarık. 2. türban. turbaned s. 1. sarıklı. 2. türbanlı. turbid s. 1. bulanık, çamurlu. 2. karışık, düzensiz. turbidity i. türbidite, bulanıklık. turbine i. türbin. turbot i. (çoğ. tur.bot/--s) zool. kalkan. turbulence i. 1. karışıklık, kargaşalık. 2. (suda/havada) türbülans. turbulent s. 1. gürültülü patırtılı, çok çalkantılı. 2. kavgacı; karışıklık Turcoman çıkaran. i., s., bak.3.Turkoman. türbülanslı (su/hava). 4. kaynayan (duygular). turd i. 1. kaka, bok. 2. argo it herif; kaltak karı. tureen i. büyük çorba kâsesi. turf i. (çoğ. --s/turves) 1. çimenlik, çim. 2. kesek. 3. k. dili turf s.o. out yetki/uzmanlık İng., k. dili birinialanı. kapı 4. k. dili, dışarı Birinin mahallesini, şehrini v.b.´ni etmek/atmak. şaka yoluyla belirtir: This is my turf! Burası benim yerim! turgid s. 1. şişmiş, şişkin. 2. abartmalı, şişirilmiş, tumturaklı. (Burada benim sözüm geçer.). f. çimlendirmek. turgor i., biyol. turgor. Turk i. Türk. Turkestan i., bak. Turkistan. Turkey i. Türkiye. turkey i. (çoğ. --s/ tur.key) 1. hindi. 2. argo aptal/tuhaf görünümlü turkey buzzard kimse, zool. birşaban. 3. argo beceriksizin teki, işleri yüzüne gözüne tür akbaba. bulaştıran kimse. Turkey carpet 1. Türk halısı. 2. Şark halısı. Turkey oak bot. saçlımeşe, anadolumeşesi. Turkey red kökkırmızısı, kökboyası. Turki s. Türki, Orta Asyalı Türklere veya dillerine özgü. i. Türki, Orta Turkic Asyalı Türk. s. 1. Türk dillerine ait, Türk. 2. Türk dillerinden birini Turkish konuşanlara i. Türkçe. s. 1. ait, Türk. Türk: Turkish carpet Türk halısı. Turkish tobacco Turkish bath Türk tütünü. (alaturka) 2. Türkçe: Turkish lesson Türkçe dersi. hamam. Turkish coffee Türk kahvesi. Turkish delight lokum. Turkistan i. Türkistan. Turkman çoğ. Turk.men (tırk´mîn) i. Türkmen. Turkmen i. 1. (çoğ. Turk.men) Türkmen. 2. Türkmence. s. 1. Türkmen. 2. Turkmenian Türkmence. s. Türkmen. Turkmenistan i. Türkmenistan. Turkoman i., s. 1. Türkmen. 2. Türkmence. turmeric i. zerdeçal, hintsafranı. turmoil i. karışıklık, kargaşa. turn f. 1. döndürmek, çevirmek: What turns the wheels? Tekerlekleri turn ne1.döndürüyor? i. dönüş, devir, He turned2. dönme. the telescope sapma, towards sapış. 3. viraj,the stars. 4. dönemeç. Teleskopu kıvrım, yıldızlara dirsek. 5. k. doğru dili çevirdi.ödünü korkutma, 2. dönmek: The wheel koparma. 6. is gezme, turn a cartwheel yanlamasına takla atmak. turning. Tekerlek dolaşma. 7. sıra. 8. dönüyor. değişim, My head 9. nöbet. is yetenek. turning. Başım dönüyor. 10. biçim. 11. turn a deaf ear kulak 3. asmamak, aldırmamak. saptırmak; yön. 12. k. dilisapmak, sarsıntı, dönmek: We´ll turndeğişim. şok. 13. değişiklik, the river into a new turn a deaf ear to channel. -e kulak Nehri asmamak, yeni bir mecraya saptırırız. -e kulaklarını tıkamak. Don´t turn left at the turn a deaf ear to bakery; go straight. Fırına gelince -i işitmezlikten gelmek, -e kulak asmamak, sola dönmeyin; düz gidin. 4. -e kulaklarını yönünü tıkamak. değiştirmek: Upon reaching the village he turned and turn a neat phrase hoş bir üslupla headed towardsyazmak. the mountains. Köye ulaşınca yönünü değiştirip turn a somersault takla atmak. dağlara doğru yöneldi. 5. aklını çelmek; caydırmak. 6. ekşitmek, turn a somersault bozmak; takla atmak.ekşimek, bozulmak: The milk has turned. Süt bozuldu. 7. bulandırmak; bulanmak: His stomach turns at the sight of turn about 1. öbür tarafa dönmek. 2. evirip çevirmek. turn about/turn and turn blood. Kan görünce midesi bulanıyor. nöbetleşe, nöbetle, sıra ile. about turn adrift başıboş bırakmak. turn against aleyhine dönmek; aleyhine döndürmek. turn an honest penny dürüstçe ve alın teri ile para kazanmak. turn an honest penny namusu ile ekmeğini kazanmak. turn aside 1. bir yana dönmek. 2. saptırmak, vazgeçirmek. turn away 1. başka tarafa yöneltmek. 2. kovmak. 3. dönüp gitmek, turn back sapmak. 4. vazgeçmek. 1. geri çevirmek. 2. geri dönmek. turn bad 1. (hava) bozmak. 2. (süt, et, yumurta v.b.) bozulmak. turn color renk değiştirmek. turn down 1. reddetmek, geri çevirmek. 2. (radyo, televizyon v.b.´ni) turn down kısmak. 1. kıvırmak, bükmek. 2. reddetmek, geri çevirmek. 3. (iskambil turn in kâğıdının) yüzünü aşağı 1. içine kıvırmak, içeriyeçevirmek. 4. kısmak. doğru çevirmek. 2. teslim etmek. 3. k. turn inside out dili yatmak. içini dışına çevirmek, tersyüz etmek. turn into 1. olmak, kesilmek, -e dönmek, -e dönüşmek. 2. -e çevirmek, -e turn loose dönüştürmek, salıvermek, serbest-e değiştirmek. bırakmak.3. -e tercüme etmek, -e çevirmek. turn of mind zihniyet, düşünce tarzı. turn of phrase anlatım tarzı, üslup. turn off 1. kapamak. 2. kesmek. 3. lafa boğmak, sözü çevirip cevapsız turn on bırakmak. 1. açmak. 4. 2. den sapmak. çevirmek. 3. 5. İng. argo işine son vermek,esritmek; heyecanlandırmak, yol vermek. Turn on the lights to save 6. argo canını merakını/ilgisini sıkmak. uyandırmak. 4. açın. bağlı olmak, bakmak. 5. Gözlerinizi yormamak için ışığı your eyes. düşman olmak. 6. saldırmak. 7. k. dili cinsel istek uyandırmak. turn one´s ankle ayak bileğini burkmak. turn one´s back on -e sırt çevirmek. turn one´s back on s.o./s.t. birine/bir şeye sırt çevirmek. turn one´s head -in başını döndürmek, -i gururlandırmak. turn one´s/a hand (fiziki) iş yapmak: He won´t turn his hand. Parmağını bile turn one´s/a hand to kıpırdatmaz. (bir işle uğraşmaya) başlamak, (bir işe) el atmak: He´s turned turn out his hand toetmek. 1. tersyüz journalism. Gazeteciliğe 2. dışarı el attı. 3. otlatmak için atmak, kovmak. turn over dışarıya çıkarmak. 1. çevirmek, 4. dışına devirmek. dönmek. 2. havale 5. yapmak, etmek, çıkarmak, teslim etmek. 3. üretmek, devretmek. meydana 4. zihnindegetirmek. evirip 6. söndürmek. çevirmek. 7. 5. altüstkatılmak. olmak, 8. k. turn over a new leaf hayatını daha iyi bir yola koymak, yeniden başlamak. dili yataktan devrilmek, kalkmak. dönmek. 6. 9. olmak, (mal) alıpçıkmak. satmak. turn over a new leaf yeni bir hayata başlamak. turn pale sapsarı kesilmek. turn round çevirmek; çevrilmek, dönmek. turn s.o. around one´s little k. dili birini parmağında oynatmak. finger turn s.o.´s head birinin başını döndürmek. turn s.t. down low ateşi, lambayı, radyoyu v.b.´ni kısmak. turn s.t. to good account bir şeyi değerlendirmek. turn s.t. to one´s purpose bir şeyden yararlanmak. turn signal (otomobilin hangi yöne döneceğini gösteren) işaret turn tail lambası/sinyal k. dili cesaretinilambası. yitirip kaçmak. turn tail kaçmak, tüymek, toz olmak. turn tail and run k. dili cesaretini yitirip gerisin geriye kaçmak. turn the tables (on) k. dili durumu tersine çevirmek: They really turned the turn the corner tables on him!atlatmak, kritik noktayı Durumu bayağıköşeyi tersine dönmek. çevirdiler! turn the corner 1. köşeyi dönmek. 2. krizi geçirmek, tehlikeyi atlatmak. turn the scales sonuca bağlamak, durumu değiştirmek. turn the tables (on) durumu tersine çevirmek. turn the tide olayların gidişini yüzde yüz/bütünüyle değiştirmek. turn the trick işi halletmek. turn thumbs down on -i reddetmek. turn to 1. -e başvurmak, -in yardımını istemek. 2. (aklını/dikkatini) -e turn to sugar vermek. (reçel, bal3. v.b.) (belirli bir sayfayı) açmak. şekerlenmek. turn traitor hain olmak, hainlik etmek. turn turtle den. alabora olmak, altüst olmak, ters dönmek. turn up 1. yukarı çevirmek, çevirip kaldırmak. 2. açmak, çevirmek. 3. turn up one´s nose at ortaya 1. -i horçıkmak. görmek,4. -e gelmek. burun 5. bulunmak. bükmek, -e burun kıvırmak, -i turn upside down beğenmemek. 1. altüst etmek; 2. altüst -i reddetmek. olmak. 2. devrilmek. turnabout i. 1. atlıkarınca. 2. aksi yöne/fikre dönüş. turncoat i. dönek adam, prensip değiştiren kimse. turning i. 1. dönüş, dönme. 2. yoldan sapma/çıkma. 3. dönemeç, dönüş turning point yeri. dönüm noktası. turnip i. şalgam. turnout i. katılanlar, toplantı mevcudu. turnover i. 1. devrilme. 2. tic. sermaye devri. 3. tic. iş hacmi. 4. meyveli turnpike turta. i. paralı otoyol. turnstile i. turnike. turn-up i., İng. (pantolonda) kıvrık paça, paçanın kıvrık kısmı. turpentine i. terebentin. turpentine tree bot. menengiç, melengiç, terebentinsakızağacı. turquoise i. firuze, türkuvaz. s. türkuvaz, yeşile çalan mavi. turret i. 1. mim. ufak kule. 2. ask. döner taret. turtle i., zool. kaplumbağa. turtledove i., zool. kumru. turtleneck i. 1. balıkçı yaka. 2. balıkçı kazağı. tusk i. 1. fildişi. 2. mors veya yabandomuzunun uzun azıdişi. tussle f. (with) 1. (ile) dövüşmek. 2. (ile) mücadele etmek, tut cebelleşmek, ünlem Tut, tut! uğraşmak. i. 1. dövüşme, dövüş. Bir şeyin onaylanmadığını 2. mücadele, vurgulamak için uğraşma. söylenir: tutelage i. 1. vasilik, vesayet. 2. koruma, himaye. 3. vesayet altındamail! Tut, tut, you shouldn´t be reading other people´s A, başkalarının olma. 4. (özenli)mektuplarını öğretim. okumamalısın böyle! tutor i. 1. özel öğretmen. 2. İng. öğretmen. f. 1. özel ders vermek. 2. tux ders vermek. i., k. dili smokin. tuxedo i. smokin. TV i. televizyon, TV. twaddle f. boş laf etmek, saçmalamak, zırvalamak. i. boş laf, saçma, twang zırva. f. 1. tıngırdamak; tıngırdatmak. 2. genizden konuşmak/ses tweak çıkarmak. f. i. 1. tıngırtı. 2.çekivermek. 1. (elle) büküvermek, genizden çıkan ses.makas almak, -den 2. -den twee kesme almak. i. 1. (elle) s., İng., k. dili şirin ama yapmacık.büküverme, çekiverme. 2. makas alma, kesme alma. tweed i. tüvit. tweezers i., çoğ. cımbız. twelfth s., i. 1. on ikinci. 2. on ikide bir. twelve s. on iki. i. on iki, on iki rakamı (12, XII). twentieth s., i. 1. yirminci. 2. yirmide bir. twenty s. yirmi. i. yirmi, yirmi rakamı (20, XX). twice z. 1. iki kez, iki kere, iki defa. 2. iki kat, iki misli. twice a day günde iki kez. twiddle f. twiddle one´s thumbs 1. başparmaklarını birbirinin etrafında çevirmek. 2. k. dili vakit twig öldürmek. i. ince dal, sürgün. twig f. (--ged, --ging) k. dili çakmak, anlamak, kavramak. twilight i. alacakaranlık. twin s. 1. ikiz: twin brother/sister ikiz kardeş. 2. çift: twin beds çift twin set yatak. i. ikiz:için) İng. (kadın Shekazakgave birth to twins. ve hırka takımı. İkiz doğurdu. twine i. 1. sicim. 2. sarma, bükme. f. sarmak, dolamak, bükmek; twinge sarılmak, f. birdenbire dolanmak. sancı vermek; birdenbire sancılanmak. i. 1. (birden twinkle saplanan) şiddetli f. 1. pırıldamak, sancı. 2. 2. ışıldamak. azap, üzüntü, (gözler) sızı. parlamak. 3. göz twirl kırpıştırmak. i. 1. pırıldama. 2. pırıltı, ışıltı. f. hızla dönmek, fırıldanmak; hızla döndürmek, fırıldatmak, 3. göz kırpıştırma. in hızla the twinkling çevirmek. of an eye göz açıp kapayıncaya kadar; kaşla göz twist f. 1. bükmek, sarmak, burmak; bükülmek, sarılmak, burulmak. arasında. twist off 2. ters anlam büküp koparmak. vermek, çarpıtmak. i. 1. bükülme, sarılma, twist s.o. around one´s little burulma. 2. ibrişim; sicim. 3. düğüm. 4. dönme, dönüş. 5. tvist birini parmağında oynatmak/çevirmek. finger twist s.o. around one´s little dansı. 6. değişiklik. k. dili birini parmağında oynatmak. finger twist s.o.´s arm k. dili birini zorlamak/mecbur etmek. twist s.o.´s words birinin sözlerini çarpıtmak. twist the lion´s tail İngilizlerin damarına basmak. twist up büküp bırakmak. twisted s. 1. bükülmüş. 2. çarpık, sapkın. twister i. 1. büken şey/kimse. 2. döne döne giden top. 3. k. dili kasırga; twit hortum. f. (--ted, --ting) İng. takılmak, sataşmak. i., İng. 1. takılma, twitch sataşma. f. 1. kapıp2. k. dili salak, çekmek. dangalak. 2. seğirmek; seğirtmek. twitter f. cıvıldamak. i. cıvıltı. two s. 1. iki. 2. çift. i. 1. iki, iki rakamı (2, II). 2. isk. ikili. two cents worth k. dili görüş, fikir: get/put in one´s two cents worth fikrini Two from ten leaves eight. söylemek. Ondan iki çıkarsa sekiz kalır. two-bit s., k. dili iki paralık, beş para etmez, beş paralık. two-cycle s. iki zamanlı. two-dimensional s. iki boyutlu. two-edged s. 1. iki ağızlı, iki yüzü keskin. 2. iki anlamlı. 3. iki etkili. two-faced s. 1. iki yüzlü. 2. ikiyüzlü, riyakâr. two-fisted s., k. dili kuvvetli ve saldırgan. twofold s., z. iki kat, iki misli. two-phase s., elek. iki fazlı. two-piece s. iki parçalı: two-piece bathing suit bikini. two-piece dress two-seater döpiyes. i. iki kişilik araba/uçak. twosome i. çift, ikili, iki kişi. two-way s. 1. iki yönlü: two-way traffic iki yönlü trafik. 2. iki doğrultuda. -ty sonek -lik, -lık. tycoon i., k. dili çok zengin ve nüfuzlu işadamı, kral. tympanic s., anat. kulakzarına/ortakulağa ait. tympanic membrane anat. kulakzarı. tympanites tym.pa.ni.tis (tîmpınay´tîs) i., tıb. mide genişlemesi, timpanizm. type i. 1. çeşit, cins, tür, tip: The three of them are different types of type up people. Üçü de üç daktilo etmek; ayrı tip insan. bilgisayarda of the yazmak: Heclassic type to was going klasik type up türden. his notes 2. numune, on his örnek. computer. 3. sınıf, Notlarını kategori. 4. ideal bilgisayarında örnek. 5. yazacaktı. typescript i. daktilo ile yazılmış yazı. matb. basma harf/harfler; hurufat. f. 1. daktilo etmek: She can typesetter i. dizgici, type one mürettip. hundred words a minute. Dakikada yüz sözcük daktilo typewriter edebiliyor. i. daktilo. 2. daktiloda yazmak: He has been typing since this typhoid morning. i., tıb. tifo,Bu sabahtan beri daktiloda yazıyor. 3. tipini/türünü karahumma. saptamak; belirli bir kategoriye ayırmak. typhoid fever tıb. tifo, karahumma. typhoon i. tayfun. typhus i., tıb. tifüs, lekelihumma. typical s. 1. tipik. 2. tipine özgü. typically z. 1. tipik olarak. 2. tipik derecede. 3. genellikle. typify f. 1. -in tipik örneği olmak: His attitude typifies the problem. typist Onun tutumu sorunun tipik bir örneğidir. 2. -in simgesi olmak, -i i. daktilograf. simgelemek: National flags typify the patriotic spirit. Milli typo i., k. dili baskı hatası; dizgi yanlışı/hatası. bayraklar vatanseverlik ruhunu simgeler. typographic s. basımla ilgili, tipografik. typographic error baskı hatası; dizgi yanlışı/hatası. typographical s., bak. typographic. typography i. 1. baskı, basılı şeyin biçimi/görünümü. 2. basımcılık, tyrannic tipografya. s., bak. tyrannical. tyrannical s. zalim, zorba, gaddar. tyrannise f., İng., bak. tyrannize. tyrannize f. (over) -e zulmetmek, -i ezmek. tyrannous s. zalimce, zorbaca. tyranny i. 1. zulüm, zorbalık, gaddarlık, despotluk. 2. zorbalık yönetimi; tyrant zorba hükümet. i. 1. zorba, zalim. 2. tiran, zorba hükümdar, despot. tyre i., İng., oto., bak. tire 2. tzar i., bak. czar. tzetze i., bak. tsetse. U, u i. 1. U, İngiliz alfabesinin yirmi birinci harfi. 2. U şeklinde şey. ubiquitous s. aynı zamanda her yerde bulunan. U-boat i. Alman denizaltısı. U-bolt i. U harfi biçiminde iki ucu yivli cıvata. udder i. inek memesi. UFO kıs. unidentified flying object. Uganda i. Uganda. Ugandan i. Ugandalı. s. 1. Uganda, Uganda´ya özgü. 2. Ugandalı. ugh ünlem Of!/Öf! (Nefret/tiksinme belirtir.). ugly s. 1. çirkin. 2. iğrenç. 3. kötü, tatsız, nahoş. 4. k. dili ters, UK huysuz. 5. fırtınalı. kıs. the United Kingdom (of Great Britain and Northern Ireland) Ukraine Büyük i. Britanya ve Kuzey İrlanda Birleşik Krallığı. Ukrainia i. Ukrayna. Ukrainian i. 1. Ukraynalı. 2. Ukraynaca. s. 1. Ukrayna, Ukrayna´ya özgü. 2. ulama Ukraynaca. i. ulema. 3. Ukraynalı. ulcer i. 1. ülser. 2. irinli yara. ulcerate f. ülsere dönüşmek, ülserleşmek; ülsere dönüştürmek, ulcerous ülserleştirmek. s. 1. ülserli. 2. ülser türünden. 3. ülsere dönüşmüş, ülserleşmiş. ulema i., bak. ulama. ulterior s. 1. gizli, açığa vurulmamış, itiraf edilmemiş: ulterior motive ultimate gizli s. 1. amaç. 2. sonraki. son, nihai, en son:3.ultimate öte yandaki, realityötedeki. son gerçek. 2. esas, ultimately temel: ultimate z. eninde sonunda. principles temel ilkeler. 3. en büyük, en yüksek: the ultimate good en büyük iyilik. ultimatum çoğ. --s (^ltımey´tımz)/ul.ti.ma.ta (^ltımey´tı) i. ültimatom. ultra s. aşırı, son derece. i. aşırıcı, aşırıcılık yanlısı. ultraconservative s. aşırı derecede tutucu/muhafazakâr. ultramodern s. son derece modern, ültramodern, çağüstü. ultrared s. kızılötesi, enfraruj. ultrasonic s. ültrasonik. ultrasound i. ültrason. ultraviolet s. ültraviyole, morötesi. umber i. ombra. umbilical s. 1. göbeğe ait. 2. göbeğe yakın. umbilical cord anat. göbek kordonu. umbra çoğ. --s (^m´brız)/--e (^m´bri) i. 1. gölge. 2. gökb. tam gölge. 3. umbrage zool. minakop, alınma. i. 1. gücenme, taşlevreği, gölgebalığı. 2. gölge. 3. gölge yapan şey (ağaç). umbrella i. şemsiye. s. bütünü kapsayan. umbrella pine bot. fıstıkçamı. umbrella stand şemsiyelik. umbrine i., zool. minakop, taşlevreği, gölgebalığı. umlaut i ünlü harf üzerine konulan çift nokta. umpire i. hakem. f. hakemlik yapmak. umpteen s., k. dili sayısız, pek çok. UN kıs. the United Nations BM (Birleşmiş Milletler). un- önek -siz, -sız, gayri. unable s. 1. yapamaz, elinden gelmez. 2. beceriksiz. unabridged s. kısaltılmamış, tam. unacceptable s. kabul edilemez. unaccommodating s. kendi rahatını feda edemeyen. unaccompanied s. 1. yanında kimse olmayan, eşlik edilmeyen, yalnız. 2. müz. unaccountable eşlik edilmeyen, s. 1. nedeni refakatsiz. anlaşılmaz, garip. 2. sorumsuz, anlaşılamayan, unaccustomed hesabı verilmeyen. s. alışılmamış, 3. olağanüstü. alışılmadık. unaffected s. 1. yapmacıksız, doğal, tabii. 2. etkilenmemiş. unaided s. yardımsız, kendi başına, yalnız başına. unalterable s. değiştirilmesi imkânsız, değiştirilemez. unanimity i. oybirliği, ittifak. unanimous s. aynı fikirde, müttefik. unanimously z. oybirliğiyle, ittifakla. unanswerable s. 1. cevaplandırılamaz, yanıtlanamaz. 2. çürütülemez; itiraz unappealing edilemez. s. zevksiz, 3. sorumlu çekici tutulamaz. olmayan, nahoş. unapproachable s. 1. yaklaşılmaz. 2. eşsiz, emsalsiz. unarmed s. silahsız. unashamed s. unassailable s. doğruluğundan şüphe edilemez; su götürmez, çürütülemez. unassisted s. yardımcısız; yardımsız. z. yalnız başına, yardım görmeden. unassuming s. alçakgönüllü, mütevazı, gösterişsiz. unattached s. 1. bağlı olmayan. 2. eşi/nişanlısı olmayan, bekâr. unattainable s. elde edilemez, ulaşılmaz. unattended s. 1. bakılmamış, yapılmamış (iş). 2. ihmal edilmiş. 3. yalnız, unattractive refakatsiz. 4. başıboş. s. çekici olmayan, sevimsiz, cazibesiz. unauthorized s. 1. yetkisiz. 2. izinsiz. 3. resmi olmayan. unavailable s. mevcut olmayan, bulunmayan. unavailing s. boş, nafile, beyhude, yararsız, faydasız. unavoidable s. kaçınılmaz, önüne geçilmez. unaware s. unawares z. unbalance f. dengesini bozmak. unbalanced s. 1. dengesiz. 2. akli dengesi bozuk. unbalanced budget açık veren bütçe. unbearable s. çekilmez, dayanılmaz. unbeaten s. 1. yenilmemiş, namağlup. 2. kırılmamış (rekor). 3. ayak unbecoming basılmamış (yol). s. 1. yakışıksız, uygunsuz, yakışık almayan: unbecoming unbeknown behavior uygunsuz davranış. s. to 1. -in haberi olmadan, 2. yakışmayan: -den Herbilinmeyen, habersiz. 2. -ce new dress is-ce unbecoming. meçhul. Yeni elbisesi ona yakışmamış. Unbeknown to us, they had already bought the house. unbeknownst s., bak. unbeknown. Bizim haberimiz olmadan evi almışlardı bile. unbelievable s. inanılmaz. unbeliever i. 1. Allaha inanmayan kimse, imansız, inançsız. 2. (bir unbelieving şeye/birine) s. 1. inanmayan,inanmayan şüpheci.kimse. 2. iman etmeyen, imansız, inançsız. unbending s. kararından dönmez, boyun eğmez. unbiased s. taraf tutmayan, tarafsız, yansız. unbidden s. 1. davetsiz. 2. kendiliğinden gelen (fikir). unbleached s. ağartılmamış. unbleached muslin amerikanbezi. unblemished s. lekesiz, kusursuz. unblushing s. utanmaz, yüzsüz. unblushingly z. utanmadan. unborn s. 1. doğmamış, henüz dünyaya gelmemiş. 2. gelecek, unbound müstakbel. s. ciltlenmemiş, ciltsiz. unbowed s. eğilmemiş, baş eğmemiş, boyun eğmemiş. unbridled s. 1. dizginsiz, dizgin vurulmamış (at). 2. aşırı, dizginsiz, ölçüsüz. unbroken s. 1. kırılmamış, bütün. 2. sürekli, aralıksız. 3. boyun eğmemiş. unbuckle 4. yarıda kesilmemiş. f. tokasını açmak. 5. terbiye edilmemiş, alıştırılmamış (at). unburden f. 1. yükten kurtarmak. 2. derdini dökmek. unbusinesslike s. iş düzenine aykırı. unbutton f. düğmelerini çözmek. uncalled-for s. 1. gereksiz, lüzumsuz, istenilmeyen. 2. yersiz, yerinde uncanny olmayan. 3. haksız. s. 1. acayip. 2. esrarengiz, olağanüstü. 3. tekin olmayan. uncap f. (--ped, --ping) kapağını açmak. uncared-for s. bakımsız. unceasing s. 1. sürekli, aralıksız. 2. sonsuz, bitmez tükenmez. unceremonious s. 1. nezaketsizce yapılan, kaba. 2. teklifsiz. 3. resmi olmayan. uncertain s. 1. şüpheli. 2. belirsiz. 3. kesin olmayan. 4. güvenilmez. 5. uncertainty kararsız. 6. şüphe, i. 1. kuşku, değişken, dönek.2. belirsizlik. 3. kesinsizlik. tereddüt. unchangeable s. değişmez. unchanged s. değişmemiş. unchanging s. değişmez, değişmeyen. uncharitable s. 1. acımasız, sert, katı yürekli. 2. bağışlamaz, affetmeyen. 3. uncharted kusur bulan. yapılmamış. 2. bilinmeyen, meçhul. s. 1. haritası unchecked s. 1. kontrol edilmemiş; önü alınmamış. 2. başıboş bırakılmış, unchristian kontrolsüz. s. 1. Hristiyan olmayan. 2. Hristiyanlığa aykırı, Hristiyana uncircumcised yakışmaz. 3. acımasız, merhametsiz. 4. nazik olmayan, kaba. s. sünnetsiz. uncivil s. kaba, nezaketsiz. uncivilised s., İng., bak. uncivilized. uncivilized s. 1. medeniyetsiz. 2. vahşi. unclaimed s. sahibi çıkmamış. unclasp f. 1. (sıkılan eli) bırakmak. 2. (tokayı) açmak. uncle i. 1. amca: paternal uncle amca. 2. dayı: maternal uncle dayı. 3. Uncle Sam enişte: AuntAmca k. dili Sam Rosa´s husband (A.B.D. için is birone ad).of my uncles. Rosa Teyze ´nin kocası eniştelerimden biri. 4. amca, yaşlı adam. 5. argo unclean s. 1. kirli, pis. 2. murdar. 3. ahlaksız, günahkâr. tefeci. unclear s. 1. bulanık. 2. zor anlaşılır. 3. karışık. unclench f. (sıkılmış eli) açmak/açtırmak; (sıkılmış el) açılmak. unclinch f., bak. unclench. uncloak f. 1. örtüsünü kaldırmak. 2. meydana çıkarmak, açığa vurmak, unclog ortaya dökmek. f. (--ged, --ging) (tıkanık bir şeyi) açmak: This substance will unclose unclog the bathtub drain. Bu madde banyo küvetindeki f. açmak; açılmak. tıkanıklığı giderir. uncoil f. (halka şeklinde sarılı bir şeyi) açmak/çözmek; (halka şeklinde uncomfortable sarılı bir şey) s. 1. rahat açılmak/çözülmek. olmayan, rahatsız. 2. rahatsız edici, nahoş. uncommitted s. 1. taahhüt altına girmemiş. 2. bağımsız. 3. fikrini söylememiş. uncommon s. 1. nadir, seyrek. 2. olağanüstü, fevkalade. uncommonly z. 1. olağanüstü bir şekilde. 2. nadiren. uncommunicative s. ketum, ağzı sıkı, az konuşan. uncomplaining s. şikâyet etmeyen, sabırlı. uncompromising s. 1. düşünce, ilke veya kararlarından vazgeçmez. 2. uzlaşmaz, unconcealed uyuşmaz. s. açıkta olan,3. sözünden dönmez. 4. katı, sert. açık, gizlenmemiş. unconcern i. umursamazlık, lakaytlık, kayıtsızlık, ilgisizlik. unconcerned s. umursamaz, lakayt, kayıtsız, ilgisiz. unconditional s. kayıtsız şartsız. unconditionally z. kayıtsız şartsız olarak. unconfirmed s. doğrulanmamış. uncongenial s. 1. uyuşamayan. 2. sıkıcı, tatsız. unconnected s. 1. birbirine bağlı olmayan, ayrı. 2. tutarsız. unconscionable s. 1. mantıksız, makul olmayan, aşırı; fahiş (fiyat). 2. vicdansız; unconscious insafsız. s. 1. farkında olmayan, habersiz: He is unconscious of the unconstitutional seriousness s. anayasayaofaykırı. our environmental problems. Çevresel sorunlarımızın ne kadar ciddi olduğunun farkında değil. 2. unconstitutionality i. anayasaya aykırılık. baygın: The patient is unconscious. Hasta baygın. 3. bilinçsiz, unconstrained s. zorlanmamış, şuursuz. i. serbest. uncontrollable s. zaptedilemeyen, frenlenemeyen. uncontrolled s. kontrol altına alınmamış, kontrolsüz, denetimsiz: uncontrolled unconventional population s. geleneklere growth kontrol altına alınmamış nüfus artışı. uymayan. uncooked rice pirinç. uncork f. (şişenin) mantarını/tapasını çıkarmak. uncorrected s. düzeltilmemiş. uncorroborated s. doğruluğu kanıtlanmamış. uncouth s. 1. kaba, inceliksiz. 2. tuhaf. uncover f. 1. örtüsünü kaldırmak, açmak: He removed the bandage in uncritical order to uncovertenkit s. eleştirmeyen, the wound. Yarayı etmeyen, açmak için sargıyı değerlendirici çıkardı. 2. olmayan. meydana çıkarmak, ortaya çıkarmak, açığa çıkarmak: A police uncultivated s. 1. işlenmemiş (toprak). 2. kültürsüz, yontulmamış. investigation uncovered his crime. Polis soruşturması suçunu uncut s. 1. kesilmemiş. ortaya çıkardı. 2. kenarları açılmamış (sayfalar). 3. kısaltılmamış, kesilmemiş, hiçbir bölümü çıkarılmamış (kitap/oyun/film). undamaged s. zarar görmemiş. undamped s. 1. azaltılmamış, söndürülmemiş (duygu): His ardor remained undampened undamped. Ruhundaki ateş sönmemişti. 2. ıslatılmamış. s., bak. undamped. undated s. tarihsiz. undaunted s. korkusuz, yılmaz, cesur. undecided s. 1. karar verilmemiş, sallantıda, askıda. 2. kararsız, karar undecipherable vermemiş, s. okunamayan, tereddüt içinde. çözülemeyen, deşifre edilemeyen. undeclared s. 1. açığa vurulmamış. 2. bildirilmemiş, beyan edilmemiş. undefined s. 1. belirsiz, belli olmayan. 2. tanımlanmamış, tarif edilmemiş. undeniable s. inkâr edilemez, su götürmez. undeniably z. inkâr edilemeyecek bir şekilde: That´s undeniably true. Onun under doğruluğu edat 1. altına;inkâr edilemez. altında; altından: They hid under the table. under- Masanın önek 1. altında, altındaki. 2.They altına saklandılar. wereeksik, yetersiz, sittingaz. under the 3. aşağısında. 4. umbrella. ikinci, Şemsiyenin muavin, altında yardımcı. oturuyorlardı. under an oppressive under a cloud 1. şüphe altında. 2. gözden düşmüş. regime zorba bir yönetim altında. Go around the ladder, not under age reşit olmamış, under rüştünü it. Merdivenin ispat etmemiş. etrafından dolan, altından geçme. 2. -den under arms aşağı, -den eksik, -den az, -den küçük: He can run that distance silahlanmış. under cover in 1.under twenty gizlenmiş. 2. seconds. sığınmış. O 3. mesafeyi yirmi saniyeden az bir zarf içinde. zamanda koşabilir. All of the children are under twelve years of under cover of perdesi age. altında,hepsi Çocukların kisvesi onaltında. iki yaşından küçük. 3. yönetimi altında, under cultivation işlenmiş (toprak). yönetiminde, idaresinde: Iraq prospered under Ottoman rule. under duress Irak baskıOsmanlıların altında. yönetimi altında bayındırlaştı. z. 1. daha aşağı: Every book on this table sells for two million liras and under. Bu under false colors sahte bir kimlikle. masadaki her kitap iki milyon liraya veya daha aşağıya satılıyor. under foot ayak 2. dahaaltında. küçük, altında: This school is for children who are five under lock and key years old and under. Bu okul beş yaş ve altındaki çocuklar için. kilit altında. under no circumstances s. alt, aşağıdaki: hiçbir şekilde. the under layers alt tabakalar. under one´s breath alçak sesle, fısıldayarak. under one´s nose burnunun dibinde. under one´s nose burnunun dibinde. under one´s very eyes gözünün önünde. under police escort 1. polis gözetiminde. 2. polis korumasıyla. under protest protesto ederek. under sail yelkenleri fora edilmiş olarak, seyir halinde. under seal mühürlenmiş, mühürlü. under separate cover ayrı bir zarfta. under the auspices of himayesinde. under the circumstances bu durumda, hal böyle olunca. under the circumstances öyle ise, o halde, bu durumda, bu şartlar altında. under the cloak of kisvesi altında. under the influence k. dili sarhoş. under the open sky açık havada, gök kubbe altında. under the seal of secrecy gizli tutmak kaydıyla. under the table k. dili el altından, gizlice. under weigh hareket halinde, yolda. underage s. underarm s. koltuk altında olan, koltuk altı. underbid f. (un.der.bid, --ding) (başka bir kimse veya firmadan) daha underbrush aşağı fiyat teklif etmek.büyük ağaçların altında yetişen) çalılar i. (ormandaki/korudaki undercarriage ve i. 1.ağaççıklar, çalılık. oto. şasi. 2. hav. iniş takımı. undercharge f. gerekenden düşük fiyat vermek/teklif etmek; gerekenden undercharge az/eksik para istemek/almak. i. gerekenden düşük fiyat. underclothes i., çoğ. iç çamaşırlar. undercoat i. astar, astar boyası. undercover s. 1. gizli yapılan, gizli. 2. gizli çalışan. undercurrent i. 1. altakıntı. 2. gizli eğilim. undercut f. (un.der.cut, --ting) 1. (başkasının önerdiği fiyattan) ucuza underdevelop satmak. 2. (başkasının f., foto. eksik develope önerdiği fiyattan) etmek, düşük düşük fiyat açındırmak. vermek/teklif etmek. underdeveloped s. 1. azgelişmiş (ülke). 2. foto. eksik develope edilmiş, düşük underdeveloped country açındırılmış azgelişmiş ülke.(film). underdog i. 1. kazanma şansı az olan kimse/takım. 2. güçsüz/zayıf underdone durumda s., İng. azolan pişmiş,kimse/grup/ülke. içi pişmemiş (et). underemployed s. yeterli derecede çalıştırılmayan. underestimate f. gerçek değerinin altında paha biçmek: The jeweler has underestimate underestimated i. gerçek değerinin thealtında value of your paha ring. Kuyumcu yüzüğüne biçme. gerçek değerinin altında paha biçmiş. underexpose f. (filmi) düşük ışıklamak, az ışıklamak. underexposed s. düşük ışıklı (film). underexposure i. 1. (filmi) düşük ışıklama, az ışıklama. 2. düşük ışıklılık. underfoot z. ayaklar altında. undergarment i. iç çamaşırı. undergird f. 1. desteklemek. 2. alttan desteklemek. undergo f. (un.der.went, --ne) 1. geçirmek; görmek; -e uğramak: He undergone underwent surgery last year. Geçen yıl ameliyat geçirdi. This f., bak. undergo. building´s now undergoing repair. Bu bina şimdi tamirat undergrad i., s., k. dili, bak. undergraduate. görüyor. It must be bottled before it´s undergone fermentation. undergraduate i. üniversite öğrencisi. Fermantasyona s. üniversite uğramadan öğrencisine önce şişelenmesi ait. Right now gerek. underground he´s undergoing2.a gizli z. 1. yeraltında. physical examination. Şu anda doktor olarak. underground muayenesinden geçiyor. 2. (sıkıntı) s. 1. yeraltı. 2. gizli. i. 1. yeraltı. 2. İng. çekmek; metro.(katlanılması zor bir şeye) maruz kalmak: She´s undergone a lot of suffering. Çok undergrowth i. (ormandaki/korudaki sıkıntı çekti. büyük ağaçların altında yetişen) çalı, underhand ağaççık v.b.´nden oluşan z. el altından, gizlice, sinsice, bitkihile örtüsü. ile. underhanded s. el altından yapılan, hileli. underlain f., bak. un.der.lie. underlay f., bak. un.der.lie. underlie f. (un.der.lay, un.der.lain, un.der.ly.ing) -in altında underline bulunmak/yatmak, f. altını çizmek. -in temelinde yatmak, -in asıl nedeni olmak, -in temelini oluşturmak. undermine 1. (yavaş yavaş/sinsice) zarar vermek: Years of dissipation had undermost undermined s. en alttaki. hisz. 1.health. Yıllarca en altta; altta.süren 2. en sefahat sağlığına zarar alta; alta. vermişti. Their activities are undermining the authority of the underneath z., edat altına; altında. state. Onların faaliyetleri devletin otoritesini sarsıyor. 2. (bir undernourished s. iyi beslenmemiş. şeyin) altındaki toprağı kazarak çıkarmak; (bir şeyin) altındaki underpaid toprağı oymak. f., bak. underpay. s. hak ettiğinden az para alan. underpants i., çoğ. külot, don; slip. underpass i. altgeçit. underpay f. hak ettiğinden az para vermek. underpin f. (--ned, --ning) 1. (bir şeyin) temelini oluşturmak: Logic underprivileged underpins s. başkalarına this sağlanan thesis. Buimkânları tez mantık üzerine kurulu. 2. payanda olmayan. vurmak, payandalamak, desteklemek. underrate f. gerçek değerinden az değer vermek, küçümsemek. underscore f. 1. altını çizmek. 2. vurgulamak, üstünde durmak, altını undersecretary çizmek. i. bir sözcüğün altına çizilmiş çizgi. i. müsteşar. undersell f. (un.der.sold) fiyat kırarak satmak; -den ucuza satmak. undershirt i. atlet fanilası, atlet, fanila. undershoot f. (un.der.shot) hedefe isabet ettirememek; hedefe undershot erişememek. f., bak. undershoot. underside i. alt taraf, alt. undersigned s. altında imza bulunan. i. underskirt i. jüpon. undersold f., bak. undersell. understaffed s. personel eksikliği olan: We are understaffed. Bizde bir understand personel eksikliği1.var. f. (un.der.stood) anlamak, kavramak: I understand what they understandable are saying. Söylediklerini s. anlaşılır, anlaşılması mümkün, anlıyorum. I cannot understand the kavranılır. meaning of infinity. Sonsuzluğun anlamını kavrayamıyorum. 2. understanding i. 1. anlayış, anlama, kavrayış; kavrama gücü. 2. anlaşma: We iyice bilmek, -den anlamak: He understands machines. understate have f. come to an olduğundan understanding. eksik/hafif Bir anlaşmaya vardık. He göstermek. Makinelerden anlıyor. 3. işitmek, duymak: I understand that he attends the meetings on the understanding that he may neither understatement has i. birchanged his plans.hafif şeyi olduğundan Planlarını değiştirdiğini gösteren ifade. duydum. 4. speak nor vote. Konuşmaması ve oy kullanmaması şartıyla anlam vermek, f., bak. understand. yorumlamak: They understood anlaşılan,his message to understood toplantılara katılıyor.s.3.söylenilmeden bilgi: My understanding farzedilen. of physics is mean that he did not wish to see them. Mesajını, onları görmek understudy limited. i., Fizik oyuncu. tiy. yedek bilgim sınırlı. 4. anlayış, halden anlama; birbirini istemediği şeklinde yorumladılar. 5. anlayış göstermek: When anlama: It´s f. (un.der.took, an organization that works to promote international undertake people come to--n) pour1.out üzerine their almak, problems üstlenmek. to her she2.tries girişmek. to understanding. Ülkelerin birbirini daha iyi anlamaları için çalışan undertake a journey understand uzun them. İnsanlar ona bir yolculuğa hazırlanıp çıkmak.dertlerini dökmeye geldikleri bir kuruluştur. zaman onlara anlayış göstermeye çalışıyor. undertaken f., bak. undertake. undertaker i. 1. müteahhit, üstenci. 2. girişimci. undertaker i. cenaze levazımatçısı, para karşılığı cenaze işlerini üstlenen undertaking kimse. i. 1. iş. 2. proje, girişim. 3. üzerine alma, üstlenme. undertone i. 1. alçak ses tonu, fısıltı. 2. bir söz, yazı veya eylemde sezilen undertook duygu: There was an undertone of sadness in his remarks. f., bak. undertake. Söylediklerinde hüzün vardı. undertow i. deniz yüzündeki akıntıya ters giden dip akıntısı. undervalue f. 1. gerçek değerinden az değer vermek. 2. küçümsemek. underwater s. su altında olan/kullanılan, sualtı. underwear i. iç çamaşırı. underweight s. gereken ağırlığın altında olan. underwent f., bak. undergo. underworld i. 1. mit. ölüler diyarı. 2. yeraltı dünyası, yeraltı. underwrite f. (un.der.wrote, un.der.writ.ten) 1. sigorta etmek. 2. (bir underwritten girişimi) finanse etmeyi üstlenmek. f., bak. underwrite. underwrote f., bak. underwrite. undeserved s. hak edilmemiş. undesirable s. 1. istenilmeyen. 2. sakıncalı. i. istenilmeyen kişi. undetected s. farkedilmemiş. undeterred s. yılmayan, azimli. undeveloped s. 1. gelişmemiş. 2. işlenmemiş (toprak). 3. foto. banyo undeviating edilmemiş. s. yolundan sapmayan. undid f., bak. undo. undisciplined s. 1. disiplinsiz. 2. ele avuca sığmaz, zaptedilmez. undisclosed s. açığa vurulmamış, gizli. undisguised s. gizlenmemiş, açık. undisputed s. karşı gelinmez, tartışılmaz. undo f. (un.did, --ne) 1. çözmek, açmak: undo a knot düğümü undo the harm that has been çözmek. 2. bozmak, iptal etmek: The opposition party plans to yapılan zararı telafi etmek. done undo the reforms made by the party in power. Muhalefet partisi undoing i. mahvolma nedeni: Drink was his undoing. Mahvolmasına yol iktidar partisinin yaptığı reformları iptal etmeyi planlıyor. 3. undone açan f., bak.şey içkiydi. undo. s. 1. yapılmamış. 2. açılmış, çözülmüş. mahvetmek, felakete sürüklemek: It was his own stubbornness undoubted which s. undid kesin, him. şüphesiz. Onu mahveden kendi inatçılığıydı. undoubtedly z. hiç kuşkusuz, hiç şüphesiz, kesinlikle; hiç kuşku yok. undreamed-of s. akla hayale gelmez. undress f. 1. giysilerini çıkarmak, soymak; soyunmak. 2. sargısını açmak. undressed i. s. 1. çıplak. 2. işlenmemiş (deri). 3. sosu/terbiyesi olmayan undue (yemek). s. 1. aşırı: undue strictness aşırı sertlik. 2. yasaya aykırı, usule undulate aykırı: undue seizure f. dalgalandırmak; yasaya aykırı el koyma. 3. uygunsuz, dalgalanmak. yakışıksız, yersiz: undue criticism yersiz eleştiri. 4. vadesi gelmemiş. undulate s. dalgalı. undulation i. 1. dalgalanma. 2. dalga. unduly z. 1. aşırı derecede. 2. boş yere, gereksiz yere. 3. haksız yere. undying 4. yersiz olarak. s. ebedi, ölümsüz, ölmez, sonsuz. unearth f. 1. toprağı kazıp çıkarmak. 2. meydana çıkarmak, keşfetmek. unearthly s. 1. doğaüstü. 2. k. dili acayip, garip, uygunsuz. unease i. tedirginlik; huzursuzluk. uneasiness i. tedirginlik; huzursuzluk; endişe, kaygı. uneasy s. 1. tedirgin; huzursuz; endişeli, kaygılı. 2. rahatsız eden. 3. uneducated endişelendirici, kaygılandırıcı. s. eğitimsiz, okumamış, 4. her an bozulabilecek (bir tahsil görmemiş. barış/koalisyon). unemotional s. duygusuz. unemployable s. çalıştırılması için gerekli vasıfları olmayan. unemployed s. 1. işsiz, boşta. 2. kullanılmayan. unemployment i. işsizlik. unending s. sonsuz, bitmez tükenmez. unendurable s. dayanılmaz, çekilmez. unequal s. 1. eşit olmayan. 2. düzensiz. 3. to için yetersiz: In the end he unequaled proved s. eşsiz,unequal to the job. eşi bulunmaz, Sonunda işin üstesinden emsalsiz. gelemeyeceği belli oldu. unequalled s., İng., bak. unequaled. unerring s. 1. hata yapmaz, hatasız, yanılmaz, şaşmaz. 2. tam, uneven mükemmel. s. 1. düz olmayan, inişli yokuşlu, engebeli; pürüzlü: uneven unevenly ground z. 1. düzdüz olmayan toprak.bir olmayan/engebeli steep and uneven biçimde. piece of bir 2. eşit olmayan land engebeli biçimde. arazi parçası. uneven surface pürüzlü yüzey. 2. eşit uneventful s. olaysız, hadisesiz, sakin. olmayan: The legs of the chair are uneven. Sandalyenin ayakları unexampled s. eşideğil. eşit görülmemiş, benzerinumber 3. tek: uneven olmayan,tekeşsiz. sayı. 4. düzensiz; unexceptional istikrarsız. s. sıradan, olağan. unexpected s. beklenmedik, umulmadık. unexpectedly z. beklenmedik bir biçimde, umulmadık bir biçimde. unexplained s. açıklanmamış. unexplored s. keşfedilmemiş. unexpurgated s. müstehcen/sakıncalı bölümleri çıkarılmamış (kitap, oyun v.b.). unfading s. solmaz. unfailing s. 1. hiç eksilmeyen, her zaman var olan (bir nitelik): She unfair embarked s. 1. haksız, upon the task adaletsiz. 2. with hileli.her unfailing enthusiasm. Hiç eksilmeyen şevkiyle işe girişti. 2. (birinin) hiç bıkmadığı (bir unfaithful s. 1. vefasız, hakikatsiz; sadakatsiz: unfaithful friend vefasız şey): For her reading is an unfailing source of pleasure. Onun arkadaş. unfaithful s. alışılmadık; spouse sadakatsiz eş. 2. güvenilmez, yanlış: bilinmedik, unfamiliar için okumak hiç bıkmadığıyabancı. bir zevktir. 3. her zaman unfaithful translation güvenilmez çeviri. unfashionable güvenilebilen, yanılmaz: s. demode, modaya uymayan, It´s anmoda unfailing test. Yüzde olmayan; yüz rağbette unfasten güvenilir olmayan. bir test. 4. çok sadık: She´s an unfailing f. çözmek, gevşetmek, açmak; çözülmek, gevşemek, açılmak. supporter of reform. Reformun sadık bir destekçisidir. unfathomable s. 1. kavranılamaz, sırrına varılamaz. 2. ölçülemez. unfavorable s. 1. olumsuz: His reaction was unfavorable. Gösterdiği tepki unfeeling olumsuzdu. s. 1. duygusuz. 2. uygun olmayan, 2. zalim, elverişsiz: unfavorable weather katı kalpli. elverişsiz hava. unfeigned s. 1. yapmacıksız, samimi. 2. gerçek, hakiki. unfertile s. verimsiz. unfinished s. bitmemiş, tamamlanmamış. unfit s. 1. uygun olmayan: He is unfit for this job. Bu işe uygun biri unflagging değil. 2. sağlık açısından s. 1. yorulmaz. 2. bitmez uygun olmayan; tükenmez, formunda olmayan. sonsuz. unflappable s., k. dili soğukkanlılığını/itidalini kaybetmeyen, sinirleri kuvvetli. unflinching s. cesur, korkusuz, gözü yılmaz. unfold f. 1. (katlanmış bir şeyi) açmak; (katlanmış bir şey) açılmak. 2. unforeseen açıklamak, s. beklenmedik, belirtmek. 3. (yavaş yavaş) görünmek/baş umulmadık. göstermek. unforgettable s. unutulmaz. unforgiven s. affedilmemiş; affedilmeyen. unforgotten s. unutulmamış; unutulmayan. unfortunate s. 1. şanssız, talihsiz, bedbaht; zavallı. 2. kötü, olumsuzluk unfortunately getiren. z. ne yazık3. kötü, uygun olmayan. ki, maalesef. unfounded s. temelsiz, asılsız, boş. unfriendly s. dostça olmayan, düşmanca. unfurl f. (yelken, bayrak gibi sarılı bir şeyi) açmak. unfurnished s. mobilyasız, möblesiz, döşenmemiş. ungainly s. 1. hantal; kaba; biçimsiz, çirkin. ungenerous s. cömert olmayan, cimri. ungentlemanly s. kaba, nezaketsiz, centilmence olmayan. unglued s. ungodly s. 1. k. dili korkunç, ürkütücü. 2. k. dili acayip, olmayacak: Why ungovernable arezaptolunamaz; s. you calling mezaptolunamayan; at such an ungodly hour? Gece yarısı ne diye frenlenemez; telefon ediyorsun bana? What an ungodly combination! Ne frenlenemeyen. ungraceful s. zarif olmayan, inceliksiz, kaba. acayip bir karışım! 3. Allahı inkâr eden; Allahın buyruklarını ungracious s. 1. nazik olmayan, kaba, nezaketsiz. 2. sevimsiz. 3. nahoş. çiğneyen. ungrammatical s. dilbilgisi kurallarına aykırı. ungrateful s. 1. nankör. 2. nahoş, tatsız. ungratefully z. nankörce. ungratefulness i. nankörlük. unguarded s. 1. muhafazasız, koruyucusuz, korumasız. 2. tedbirsiz, unhappy ihtiyatsız, s. 1. mutsuz, gafil. 3. patavatsızca bedbaht. 2. uygunsöylenen (söz). olmayan/düşmeyen; uygunsuz, unhealthy münasebetsiz: an unhappy remark uygun düşmeyen s. 1. sağlığı bozuk, sağlıksız. 2. sağlığa zararlı. bir laf. 3. şanssız, talihsiz: an unhappy event talihsiz bir olay. 4. tatsız, unheard-of s. duyulmadık, duyulmamış, işitilmemiş. nahoş; uğursuz, meşum. 5. beceriksiz. unheeded s. aldırış edilmemiş, önemsenmemiş, ihmal edilmiş: His unheeding warnings went s. aldırışsız, unheeded. Uyarılarına kulak asan yoktu. önemsemeyen. unholy s., k. dili 1. korkunç; çok kötü, şeytani; insanı dehşete düşüren. unhook 2. acayip, f. 1. olmayacak: çengelden çıkarmak;What are you doing çengelden here çıkmak. 2. at this unholy çengelini hour? çıkarmak.Gecenin bu saatinde burada işin ne? unhoped-for s. umulmadık, beklenmedik. unhurried s. telaşsız, acelesiz, rahat, sakin. unhurt s. zarar görmemiş, incinmemiş. uni- önek bir, tek. unicellular s. tekgözeli, birgözeli, tekhücreli. unicorn i., mit. tek boynuzlu ve at şeklindeki hayali bir hayvan. unidentified s. ne olduğu saptanamamış. unidentified flying object UFO. unification i. birleşme; birleştirme. unified s. birleştirilmiş; birleşmiş. uniform s. 1. birörnek, tekbiçimli, tekşekilli, aynı: All the boxes are of a uniformity uniform i. aynılık,size, shapebenzerlik. birbirine and weight. Bütün kutuların boyu, biçimi ve ağırlığı aynı./Kutuların hepsi birörnek. 2. değişmez, aynı: How unify f. birleştirmek. can we maintain a uniform temperature in this room? Bu odanın unilateral s. tektaraflı, ısısını tekyanlı. nasıl hep aynı derecede tutabiliriz? i. üniforma. unimaginative s. hayal gücü olmayan; hayal gücü kıt; hiçbir hayal gücü belirtisi unimpaired göstermeyen. s. zarar görmemiş. unimpeded s. engellenmemiş. unimportant s. önemsiz. unimproved s. 1. geliştirilmemiş. 2. sürülmemiş (toprak). 3. iyileştirilmemiş. unimproved road toprak yol. uninformed s. haberdar edilmemiş, habersiz. uninhabited s. ıssız, boş, tenha. uninjured s. 1. yaralanmamış, incinmemiş. 2. zarar görmemiş. uninspired s. hayal gücünden yoksun. uninspiring s. 1. ilham vermeyen, insanın hayal gücünü çalıştırmayan, uninsured insanın hayal gücünü harekete geçirmeyen. 2. insanda (belirli s. sigortasız. bir) heves/istek uyandırmayan: He´s an uninspiring teacher. unintelligent s. akılsız. Öğrencilerinde öğrenme hevesi uyandırmayan bir hoca o. unintelligible s. anlaşılmaz. unintentional s. istemeyerek yapılan, kasıtsız. unintentionally z. istemeyerek, kazara. uninterested s. ilgisiz, ilgi duymayan, lakayt; meraksız. uninteresting s. ilginç olmayan, çekici olmayan. uninterrupted s. aralıksız, kesintisiz. uninvited s. davetsiz, davet edilmemiş. union i. 1. birleşme; birleştirme. 2. pol. birlik. 3. sendika: trade union Union Jack sendika. İngiliz bayrağı. unionise f., İng., bak. unionize. unionize f. sendikalaştırmak; sendikalaşmak. unique s. 1. tek, yegâne. 2. eşsiz, benzersiz, emsalsiz. unisex s., i. üniseks. unison i. birlik, ahenk, uyum. unit i. 1. birim: unit of measurement ölçü birimi. 2. tertibat: heating unit price unit birimısıtma fiyatı.tertibatı. 3. ask. birlik. 4. (üniversitede) puan. unite f. 1. birleştirmek; birleşmek. 2. evlenmek, nikâhlanmak; united evlendirmek. s. birleşmiş, birleşik. unity i. 1. birlik. 2. bütünlük. 3. uyum, ahenk, dayanışma. univ kıs. university. univalent s., kim. tekdeğerli, tekdeğerlikli. universal s. 1. evrensel: universal language evrensel dil. 2. genel, umumi: universal joint universal oto. kardan suffrage genel oy hakkı. 3. man. tümel: universal mafsalı. proposition tümel önerme. 4. oto. üniversal: universal joint universe i. evren, kâinat, âlem, cihan. kardan mafsalı/kavraması. university i. üniversite. university degree yükseköğrenim diploması. univocal s., i. tekanlamlı (sözcük). unjust s. haksız, adaletsiz. unjustly z. haksız olarak. unkempt s. 1. taranmamış, dağınık (saç). 2. derbeder, hırpani. unkind s. kırıcı, incitici, sert: unkind words kırıcı sözler. unkind unknowable treatment s. bilinemez; sert davranış. bilinemeyen. unknowing s. habersiz; farkında olmayan. unknown s. bilinmeyen, meçhul, yabancı. unlace f. bağlarını/bağcıklarını çözmek/açmak. unladylike s. bir hanıma yakışmaz. unlatch f. mandalını açmak, açmak. unlawful s. kanunsuz, yolsuz. unlawfully z. kanunsuzca. unleaded s. kurşunsuz: unleaded gasoline/petrol kurşunsuz benzin. unleash f. serbest bırakmak, salıvermek. unleavened s. mayasız (hamur/ekmek). unleavened bread hamursuz. unless bağ. -mezse, -medikçe, meğerki: We cannot go unless she unlike comes. Gelmezse s. birbirine gidemeyiz. benzemeyen, Unless farklı. the government edat -den farklı olarak:makes This cuts in its expenditures inflation will increase. painting is unlike her others. Bu resim onun diğer Devlet resimlerinden harcamalarında farklı. His Turkish, kesinti unlikeyapmadıkça enflasyon mine, is excellent. yükselecek. Benimkinin You tersine, can´t catch the bus onun Türkçesi mükemmel. unless you run. Otobüse yetişemeyeceksin, meğerki koşasın. unlikely s. 1. olası olmayan. 2. başarı olasılığı olmayan. unlimited s. sınırsız, sonsuz. unlisted s. 1. listeye girmemiş, listede olmayan. 2. rehberde olmayan unload (telefon numarası). f. 1. yükünü boşaltmak; (yük) boşaltmak. 2. (derdini) dökmek. 3. unlock (silahı) f. 1. kilidini açmak: 4. boşaltmak. k. unlocked She dili (eldekithe malı) satarak door. Kapıyıelden açtı./Kapının çıkarmak. kilidini açtı. 2. ortaya çıkarmak: His translations have unlocked unlooked-for s. beklenmedik. for us a treasure trove. Çevirileri bize bir hazinenin kapılarını unloose f. 1. serbest bırakmak. 2. çözmek. açtı. unloosen f. 1. gevşetmek. 2. çözmek. 3. serbest bırakmak. unlovely s. sevimsiz; nahoş. unluckily z. şanssızlık eseri. unluckiness i. şanssızlık, talihsizlik. unlucky s. 1. şanssız, talihsiz, bahtsız. 2. uğursuz. unmanageable s. idaresi güç, idare edilemez. unmanned s. 1. mürettebatsız. 2. insansız çalışan. unmannerly s. nezaketsiz, saygısız, kaba. unmarried s. evlenmemiş, bekâr. unmask f. 1. maskesini çıkartmak. 2. gerçek kişiliğini/kimliğini ortaya unmatched çıkarmak, maskesini kaldırmak. s. eşsiz, emsalsiz unmeant s. istenmeden yapılmış, kasıtsız. unmentionable s. ağza alınmaz, sözü edilmez. unmerited s. haksız, hak edilmeyen. unmindful s. unmistakable s. yanlış anlaşılmaz, açık. unmistakably z. şüphe götürmez bir şekilde. unmitigated s. tam: an unmitigated liar tam bir yalancı. unmolested s. rahatsız edilmemiş. unmounted s. 1. atsız, ata binmemiş. 2. çerçevelenmemiş. 3. oturtulmamış. unmoved 4. monte edilmemiş, takılmamış. s. etkilenmemiş. unnamed s. 1. isimsiz, adsız. 2. adı geçmeyen, bahsedilmeyen. unnatural s. 1. doğal olmayan, doğaya aykırı, anormal. 2. tuhaf, garip, unnecessarily anormal. 3. yapmacık. z. boş yere, gereksiz yere, boşu boşuna. unnecessary s. gereksiz, lüzumsuz. unneeded s. gereksiz. unnerve f. cesaretini kırmak, güvenini sarsmak. unobjectionable s. 1. nahoş olmayan. 2. aleyhinde bir şey denilemez. unobstructed s. 1. engellenmemiş. 2. açık, tam. 3. tıkanmamış. unobtrusive s. 1. dikkati çekmeyen, göze çarpmayan. 2. alçakgönüllü. unoccupied s. 1. boş, işgal edilmemiş. 2. işsiz, boşta gezen. unofficial s. gayriresmi. unopposed s. 1. karşı gelinmemiş. 2. muhalefetsiz. 3. rakipsiz. unorthodox s. doğru kabul edilene aykırı olan, ortodoks olmayan. unostentatious s. gösterişsiz, dikkati çekmeyen. unpack f. (bavul v.b.´ni) açıp boşaltmak. unpaid s. 1. ödenmemiş: unpaid bill ödenmemiş fatura. 2. ücretsiz: We unpalatable are s. 1.seeking volunteersyenilmesi/içilmesi yenilmez/içilmez; willing to do the unpaid zor. 2. jobs. Ücretsiz nahoş, tatsız. işleri yapmaya razı olan gönüllüler arıyoruz. 3. ücreti unparalleled s. eşsiz, emsalsiz, benzeri olmayan. ödenmemiş: The unpaid workers are on strike. Ücretleri unpardonable s. affedilemez. ödenmeyen işçiler grev yapıyor. unpleasant s. nahoş, hoşa gitmeyen, tatsız. unpleasantly z. nahoşça. unpleasantness i. nahoşluk, tatsızlık. unplug f. (--ged, --ging) 1. (fişi) prizden çekmek. 2. (elektrikli aygıtın) unpopular fişini prizden s. popüler çekmek. olmayan, 3. (tıkanmış rağbet lavabo görmeyen, v.b.´ni) açmak. tutulmayan. unprecedented s. (daha önce) görülmemiş, o zamana kadar karşılaşılmamış, unprejudiced benzeri görülmemiş. s. önyargısız, yansız, tarafsız. unpremeditated s. 1. kasıtsız. 2. önceden tasarlanmamış. unprepared s. 1. hazırlıksız. 2. önceden hazırlanmamış. unpretentious s. alçakgönüllü, iddiasız, yapmacıksız. unprincipled s. ahlak kurallarını hiçe sayan, ahlaksız, karaktersiz, prensipsiz. unproductive s. verimsiz. unprofessional s. 1. meslek ahlakına ters düşen; meslek ahlakına göre hareket unprofitable etmeyen. s. 1. kârsız,2.kazanç profesyonel olmayan. getirmez. 3. amatörce. 2. yararsız, faydasız. unprovided s. 1. with -den yoksun. 2. for gereksinimleri karşılanmamış. unprovoked s. kışkırtılmamış. unpublished s. basılmamış, yayımlanmamış. unqualified s. 1. gerekli niteliklere sahip olmayan (kimse); niteliksiz, unquenchable vasıfsız, ehliyetsiz: s. söndürülmez, unqualified worker vasıfsız işçi. unqualified bastırılamaz. driver ehliyetsiz şoför. 2. tam, mutlak: an unqualified success unquestionable s. tartışılmaz, şüphe götürmez, kesin. tam bir başarı. unquestionably z. şüphesiz olarak. unravel f. (--ed/--led, --ing/--ling) 1. (örülü bir şeyi) sökmek; (örülü bir unread şey) sökülmek. s. 1. cahil, 2. (zor 2. okumamış. birokunmamış şeyi) çözmek; (zormektup (kitap, bir şey)v.b.). çözülmek. unreal s. gerçekdışı, hayali. unrealistic s. gerçekçi olmayan, hayali. unreasonable s. 1. mantıksız, akılsız, makul olmayan. 2. aşırı, fahiş (fiyat). unrefined s. 1. arıtılmamış. 2. kaba. unreflecting s. 1. yansımasız. 2. derin düşünmeyen. unrelenting s. 1. acımasız, amansız. 2. boyuneğmez. 3. gevşemeyen. unreliable s. güvenilmez, inanılmaz. unremitting s. durmadan devam eden, sürekli, aralıksız. unrequited s. karşılık görmeyen, karşılıksız. unresponsive s. tepki göstermeyen. unrest i. 1. tedirginlik, rahatsızlık. 2. (ülkede/kuruluşta/örgütte) unrestrained huzursuzluk, çalkantı. s. zaptedilmemiş, zaptedilmeyen, frenlenmemiş, frenlenmeyen, unrestricted denetimsiz, serbest. s. sınırsız, kısıtsız. unrighteous s. haksız, adaletsiz. unripe s. ham, olmamış. unrivaled s. rakipsiz; eşsiz, emsalsiz. unrivalled s., İng., bak. unrivaled. unroll f. açmak, yaymak, sermek; açılmak, yayılmak, serilmek. unruffled s. 1. buruşuksuz. 2. sakin, telaşsız, soğukkanlı. unruly s. 1. ele avuca sığmaz, idaresi zor, zaptedilmez. 2. serkeş, azılı. unsaid s. söylenmemiş, bahsedilmemiş. unsalable s. satılamaz. unsaleable s., bak. unsalable. unsatisfactory s. 1. istenilen düzeyde olmayan; istenildiği gibi olmayan; unsatisfied yetersiz, tatmin etmeyen. s. 1. ödenmemiş. 2. memnun2. umulan sonuçları edilmemiş; vermeyen; memnun kalmamış; umulduğu hoşnutsuz. gibi 3. olmayan. tatminsiz kalmış. 4. giderilmemiş (şüphe/merak). unsavory s. 1. tatsız, lezzetsiz, yavan. 2. nahoş, kötü; dürüst olmayan. 5. yerine getirilmemiş (şart). unsavoury s., İng., bak. unsavory. unscathed s. yaralanmamış, yarasız beresiz, sağ salim. unscientific s. bilimsel olmayan. unscrew f. 1. vidalarını çıkarmak. 2. çevirerek açmak. unscrupulous s. 1. prensip sahibi olmayan, ahlaki değerleri hiçe sayan; unseasonable vicdansız. s. 1. (mevsim 2. ahlaka aykırı. olmayan (hava). 2. mevsimsiz, için) normal unseasoned zamansız, s. vakitsiz. 1. baharatsız. 2. acemi, tecrübesiz: unseasoned worker acemi unseat işçi. 3. yaş (tahta). f. 1. İng. (eski bir milletvekilini) seçimde yenerek makamına unseaworthy sahip olmak. s. denize 2. (önemli çıkmaya bir yerde olan birini) yerinden etmek. 3. elverişsiz. attan düşürmek. unseemly s. yersiz, münasebetsiz, yakışıksız, uygunsuz, nahoş, çirkin. unseen s. 1. göze görünmeyen. 2. görülmemiş. 3. gizli. unselfish s. cömert, kendi çıkarını düşünmeyen. unsettle f. 1. (inanç, ekonomi v.b.´ni) sarsmak: It had unsettled him. Onu unsettled ruhen s. sarsmıştı. 1. tedirgin, 2. tedirgin huzursuz. etmek, huzurunu 2. karışıklık kaçırmak: içinde, çalkantılı; The karışık: newssituation´s The of the uprisingstill unsettled Durum unsettled. us. Ayaklanma hâlâ hakkındaki karışık. haber unsettled unshakable s. sarsılmaz, sağlam. huzurumuzu political kaçırdı. situation 3. yerinden karışık çıkarmak: siyasal durum. The earthquake 3. kararlaştırılmamış, unshakeable s., bak. unshakable. unsettled the statue in an theunsettled park. Deprem parktaki heykeli bir halledilmemiş, askıda: matter halledilmemiş unsheathe yerinden f. kınından sorun. çıkardı. 4. bozmak: The war has unsettled çıkarmak. kapanmamış: unsettled debt ödenmemiş 4. ödenmemiş, our travel unship plans. borç. Savaş f. (--ped, seyahat 5. değişken: --ping) gemiden planlarımızı unsettled bozdu. weathergemiden indirmek, değişken hava. 6. yerleşik çıkarmak. unshrinking olmayan. 7. s. geri çekilmez. meskûn olmayan: unsettled land meskûn olmayan arazi. unsightliness i. çirkinlik. unsightly s. göze hoş görünmeyen, nahoş, çirkin. unskilful s., İng., bak. unskillful. unskilfully z., İng., bak. unskillfully. unskilled s. 1. maharetsiz. 2. özel maharet istemeyen, kaba. unskilled worker vasıfsız işçi. unskillful s. maharetsiz, beceriksiz, acemi. unskillfully z. beceriksizce, acemice. unsnap f. (--ped, --ping) -in çıtçıtını açmak. unsociable s. girgin olmayan, insanlardan uzak duran. unsocial s. 1. girgin olmayan, insanlardan uzak duran. 2. toplumsal unsophisticated ilişkileri engelleyen. s. 1. sofistike olmayan; dünyadan pek haberi olmayan, saf ve unsound tecrübesiz. 2. s. 1. sağlam olmayan:sade (birunsound üslup). 3. basit body (aygıt). sağlam olmayan vücut. unsparing unsound s. investment 1. esirgemeyen. 2.sağlam olmayan çok, bol: yatırım. energy with unsparing 2. çürük: unsound büyük bir argument3. gayretle. çürük sert, sav. 3. derme çatma, çürük: unsound structure amansız. unsparingly z. esirgemeden. derme çatma yapı. 4. bölük pörçük, hafif (uyku). unspeakable s. 1. ifade edilemez, tarifsiz; tarif edilemeyecek kadar korkunç. unspoiled 2. ağza s. 1. alınmaz, çok bozulmamış. kötü. 2. şımarmamış (çocuk). unspoken s. söylenmemiş; zımni. unstable s. 1. sağlam olmayan; dengesiz; oynak. 2. istikrarsız; dengesiz. unsteady 3. kim. s. 1. instabil, (sağlam kararsız. olmadığı için) sallanan, oynak: unsteady table unstinting sallanan masa. s. bol, cömert. 2. titrek: unsteady hand titrek el. 3. istikrarlı olmayan, istikrarsız; değişken, güvenilmez: The economy´s unstintingly z. esirgemeden. growth has been unsteady. Ekonomi istikrarlı bir şekilde unstop f. (--ped, --ping) büyümedi. unsteady1. (tıkanmış yeri) açmak. temperament değişken2. tıkaç huy. veya kapağını unstrap çıkarmak. f. (--ped, --ping) kayışını çıkarmak/gevşetmek. unstring f. (un.strung) tellerini çıkarmak/gevşetmek. unstrung f., bak. unstring. s. 1. telleri gevşetilmiş. 2. sinirleri bozuk, unsubstantial sinirli. s. 1. temelsiz, asılsız, çürük. 2. sağlam olmayan. 3. hayali. unsuccessful s. başarısız. unsuitable s. uygunsuz, uygun olmayan. unsurpassed s. eşsiz, emsalsiz. unsuspected s. 1. kuşkulanılmayan, şüphelenilmeyen. 2. var olduğu unsuspecting bilinmeyen. s. bir şeyden kuşkulanmayan. unsystematic s. sistemsiz. untangle f. (karışık bir şeyi) açmak, çözmek. untapped s. kullanılmamış (tabii kaynaklar v.b.). untenable s. savunulamaz (sav, teori v.b.). unthinkable s. düşünülemez, imkânsız. unthinking s. 1. düşüncesiz. 2. düşüncesizce yapılan. unthinkingly z. düşünmeden. untidily z. düzensizce. untidiness i. düzensizlik, dağınıklık; tertipsizlik. untidy s. düzensiz, dağınık; tertipsiz. untie f. çözmek, açmak. until edat, bağ. -e kadar, -e değin, -e dek. until when o zamana kadar: She will come on 31 December, until when I Until when ...? advise Ne zamanayou just to be kadar ...?patient. O 31 Aralık´ta gelecek. O zamana kadar sadece sabretmeni tavsiye ederim. until when. Until when? Ne zamana kadar? Until when? till when k. dili, bak. untimely s. 1. yerinde olmayan, münasebetsız. 2. zamansız, vakitsiz, untiring mevsimsiz. s. yorulmak z. mevsimsizce, uygunsuz zamanda. bilmez. untiring efforts büyük gayretler. untold s. 1. tahmin edilemeyecek kadar çok, hesapsız, sayısız. 2. untoward anlatılmamış. s. 1. tatsız, nahoş. 2. aksi, ters. 3. uygunsuz, münasebetsiz. 4. untreated sewage huysuz. arıtılmamış pissu. untried s. 1. denenmemiş. 2. muhakeme edilmemiş, yargılanmamış. untroubled s. 1. sakin, durgun. 2. sıkıntısız, dertsiz. untrue s. 1. doğru olmayan, yanlış. 2. yalan, uydurma, sahte. 3. untrustworthy vefasız, sadakatsiz. s. güvenilmez, dönek.4. eğri. untruthful s. 1. yalan, uydurma, sahte. 2. yalancı. unused s. kullanılmamış. unused s. to -e alışık/alışkın olmayan. unusual s. 1. görülmedik, nadir, ender. 2. değişik, farklı. 3. acayip, tuhaf, unutterable anormal. s. tarifsiz,4. alışılmamış, ifade edilemez, olağandışı. anlatılmaz.5. olağanüstü, fevkalade, müstesna. unutterably z. anlatılamayacak derecede. unvarnished s. 1. cilasız. 2. süssüz. unveil f. 1. örtüsünü kaldırmak/açmak. 2. (ilk kez olarak) göstermek. 3. unvoiced ortaya çıkarmak. s. 1. ifade edilmemiş. 2. ünsüz, sessiz. unwanted s. istenilmeyen. unwarranted s. 1. kanunsuz, kanuni dayanağı olmayan; haksız. 2. sağlam bir unwary temele s. uyanık dayanmayan. olmayan, gafil, dikkatsiz, tedbirsiz. unwelcome s. 1. hoş karşılanmayan, istenmeyen (kimse): unwelcome guest unwell istenmeyen misafir. s. rahatsız, hasta: 2. nahoş, I feel unwelltatsız: today.unwelcome Bugün kendiminewsiyi tatsız haber. hissetmiyorum. unwholesome s. (ahlaki/sağlıksal/ruhsal açıdan) zararlı, zarar verici. unwieldy s. 1. taşınması zor; lenduha gibi; hantal. 2. uygulanması zor. 3. unwilling yönetilmesi s. 1. hevessiz, zor. isteksiz, gönülsüz. 2. boyun eğmeyen, inatçı, unwillingly kafasının z. istemeyerek. giden. dikine unwillingness i. razı olmama; istememe, isteksizlik. unwind f. (un.wound) 1. (sarılı bir şeyi) çözmek/açmak; (sarılı bir şey) unwise çözülmek/açılmak. s. 2. k. dili 1. akıl işi/kârı olmayan, dinlenmek, akılsızca. yorgunluğunu 2. akıllıca gidermek. davranmayan, unwisely akılsız. z. akılsızca. unwitting s. 1. ne yaptığının farkında olmayan: an unwitting helper unwittingly yardımcı olduğunun z. bilmeyerek, farkında farkında olmayan bir yardımcı. 2. olmadan. isteyerek/mahsus yapılmamış/yaratılmamış; kasıtsız. unwound f., bak. unwind. unwrap f. (--ped, --ping) (sarılı bir şeyi) açmak; (sarılı bir şey) açılmak. unwritten s. yazılmamış. unwritten law örf ve âdet hukuku. unyielding s. 1. sert. 2. direngen, boyun eğmez, inatçı; yılmaz. 3. yol unzip vermez. f. (--ped,--ping) (fermuarı) açmak; -in fermuarını açmak; unzipped fermuarı açılmak. s. 1. fermuarı açılmış. 2. k. dili posta kodu olmayan. up z. 1. yukarı, yukarıya; yukarıda: go up yukarı/yukarıya gitmek. up Hold edat 1. your hand up. yukarısında: yukarısına; Elini yukarıda Hetut. was2. climbing to -e kadar up (Azami the tree.bir miktarıtırmanıyordu. Ağaca belirtir.): ThisThey plantwent can turn up outhill. the up Tepeye to threeçıktılar. hundred Plant up s. cars it a month. farther up the Buhill. fabrikanın aylık üretim Onu yokuşun kapasitesi üç daha yukarısında biryüz yere dik. up i. otomobil. It´s furtherThe up school willNehrin the river. acceptdaha up toyukarısında one hundred birnew yerde o. 2. up students f. (--ped, from this year. --ping) -in ilerisinde: Bu yıl 1. We liveokul yükseltmek: yüz up fromup kadar the yenifiyatı the price mosque. öğrenci kabul yükseltmek. Caminin up in arms edecek. 2. 1.k. 3. Belirli dili püskürmeye ilerisinde ateş -vermek: oturuyoruz.bir yeri, Thehazır. özellikle girl upped yukarıda/kuzeyde and slapped 2. ayaklanmış. him. Kız onubir 3. öfkelenmiş.olan yeri gösteren tokatlayıverdi. edatlı söz öbeğini niteler: Bring them up to my up in the air karar verilmemiş; place. Onları benimsonu eve henüz belli olmamış. getir. He´s gone up to Sinop. Sinop´a up to date günümüze gitti. uygun, çağdaş; Many Americans go upmodaya to Canada uygun. to shop. Birçok Amerikalı up to one´s ears in work alışveriş etmek fazla meşgul. için Kanada´ya gidiyor. He´s up in the attic. O tavanarasında. He´s living up in the center of town. O kasabanın up to snuff iyi; makbul. merkezinde yaşıyor. She works up at the Ministry of Justice. O up to the elbows çok meşgul, Adalet işi başından Bakanlığında aşkın. çalışıyor. He´s an American working up in up-and-coming Canada. s. faal veOgeleceği Kanada´da çalışan bir Amerikalı. 4. dik: Hold your parlak. up-and-up head i. up. Kafanı dik tut. 5. sonuna kadar, tamamen: Don´t use up all the water! Suyun hepsini kullanma! dry up tamamen upbeat s., k. dili iyimser. kurumak. Fill it up! Tamamen doldur! 6. Fiilleri pekiştirir: They upbraid f. azarlamak. divided up the estate among themselves. Mirası aralarında upbringing paylaştılar. Have you locked the house up? Evi kilitledin mi? i. yetişme, terbiye. Wrap up! İyice s., k. dili sahilden sarınıp uzak.sarmalan! clean up temizlemek. wash up upcountry yıkanmak. 7. to yanına; önüne: go up to someone birinin yanına upcountry z. iç kesimlere gitmek. Move itdoğru.up to the window! Onu pencerenin önüne çek! update f. 1. -i the Move en son chair olaylardan/gelişmelerden up to the table. Sandalyeyi haberdar masaya etmek. 2. -i en yaklaştır. upend son teknolojiyle donatmak; -de f. 1. dikine çevirmek. 2. baş aşağı etmek. en son teknikleri uygulamaya geçmek; -i son modaya uygun bir duruma getirmek. 3. -i upgrade i. 1. yokuş. 2. bir ürünü daha yüksek performans özelliklerine güncelleştirmek, -de en son değişiklikleri yansıtmak. upgrade sahip z. yokuş yeni bir ürün ile değiştirerek bir sistemin performansını yukarı. artırma. upgrade f. geliştirmek. upheaval i. 1. karışıklık, kargaşa; ayaklanma; devrim. 2. büyük ve ani upheld değişiklik. f., bak. uphold.3. jeol. yerkabuğunun kabarması. uphill z. yokuş yukarı. s. 1. yukarıya giden. 2. güç, çetin, zahmetli: uphold uphill struggle f. (up.held) güç birkaldırmak. 1. yukarı mücadele.2. (bir hakkı/prensibi) upholster savunmak. f. 1. (koltuk 3. tutmak, v.b.´ni) tarafını sünger v.b.tutmak, desteklemek. ile doldurup kumaşla4. kaplamak. onaylamak, 2. tasdik etmek. döşemek. 3. donatmak. upholsterer i. döşemeci. upholstery i. 1. döşemecilik. 2. döşemelik kumaş; döşeme. upkeep i. 1. bakım. 2. bakım masrafı. uplift f. 1. yükseltmek, yukarı kaldırmak. 2. moralini yükseltmek; uplift yüceltmek. 3. daha i. 1. yükseltme, iyi bir yukarı duruma2.getirmek, kaldırma. kalkındırmak. moralini yükseltme; upmost yüceltme. s. en yukarı, 3. en daha iyi bir duruma yukarıki, en üst. getirme, kalkındırma. upon edat, bak. on. Upon my life! Allah aşkına! upper s. üst, üstteki, yukarıdaki: upper berth (trende/vapurda) üst upper case yatak. büyük upper deck üst güverte. i. ayakkabı yüzü. harf, majüskül. upper case majüskül, büyük harf. upper class 1. zenginler sınıfı. 2. sosyoekonomik üstünlüğü olan sınıf. upper crust k. dili üst tabaka, yukarı sınıf, yüksek tabaka. upper hand üstünlük. Upper Volta bak. Burkina Faso. uppercut i., boks aşağıdan yukarıya doğru vuruş. uppermost s. 1. en üst, en yukarıdaki. 2. ilk sırada olan, en başta gelen. uppity s., k. dili (kendini bir şey zannettiğinden dolayı) küstah; haddini bilmez. upright s. 1. dikey, dik. 2. dürüst, doğru. z. dik, dimdik. i. direk. uproar i. gürültü, velvele, şamata, curcuna. uproarious s. gürültülü, curcunalı. uproot f. 1. kökünden sökmek. 2. (birini) oturduğu yerden/çevresinden ups and downs ayırmak. hayattaki3. yok iniş etmek. çıkışlar. upset f. (up.set, --ting) 1. devirmek: upset a vase vazoyu devirmek. 2. upset bozmak, altüst 2. s. 1. devrilmiş. etmek: altüstupset a plan olmuş, planı bozmak. bozulmuş. 3. (favori 3. üzüntülü, üzgün; rakibi) sinirli. yenmek. 4. 4. bozulmuş, (mideyi) bozuk bozmak. (mide). 5. üzmek; sinirlendirmek: upset i. 1. devrilme. 2. altüst olma. 3. beklenmedik yenilgi. News of the accident has upset him. Kaza hakkındaki haber onu upset the applecart k. dili 6. üzdü. iyialabora bir durumu/işi etmek: bozmak, birupset The storm çuvalthe inciri boat.berbat etmek. Fırtına upshot sandalı i., k. dilialabora etti. sonuç, netice. upside-down s. 1. tepetaklak duran, baş aşağı duran. 2. altüst. z. tepetaklak, upstairs başaşağı. z. yukarıya, üst kata; yukarıda, üst katta. s. 1. yukarıdaki, üst upstanding kattaki. s. 1. doğru,2. üst kata ait. dürüst. i. üst kat. 2. dik. upstart i., s. türedi, sonradan görme, zıpçıktı. upstream z. 1. akıntıya karşı, akış yukarı. 2. ırmağın yukarı kısmına doğru. upsurge s. ırmağın i. (ani yukarısındaki. ve hızlı) artış. upswing i. artış, artma. uptake i. uptight s. 1. sinirli. 2. telaşlı. 3. biçimci, tutucu. up-to-date s. 1. en son teknolojiyi/teknikleri kullanan; son modayı uptown yansıtan. 2. en son dışında. z. kent merkezinin değişiklikleri s. kentkapsayan: This merkezinin is an up-to-date dışındaki. i. kent dictionary. Dildeki merkezinin dışı. en son değişiklikleri kapsayan bir sözlük bu. upturn i. yükselme, iyiye doğru gitme, düzelme: an upturn in the upward economy ekonomide z. yukarı doğru, biryukarıya. yukarı, düzelme. upward s. 1. yukarıya doğru giden. 2. yukarıya dönük/yönelik. upward of k. dili, bak. upwards of. upwards z., bak. upward 1. upwards of k. dili 1. -den daha fazla, -den yukarı, -in üstünde. 2. yaklaşık uranium olarak, -e yakın, civarında. i., kim. uranyum. urban s. kentsel, kente ait; kentte bulunan; kentte oturan. urban renewal kent yenileme. urban sociology kent toplumbilimi. urban sprawl kentin düzensiz yayılması. urbane s. nazik, ince, kibar, görgülü. urbanisation i., İng., bak. urbanization. urbanise f., İng., bak. urbanize. urbanism i. urbanizm. urbanist i. urbanist, kentçilik uzmanı. urbanity i. nezaket, naziklik, incelik, kibarlık. urbanization i. kentleşme, şehirleşme. urbanize f. kentleştirmek, şehirleştirmek. urbanologist i. kentbilimci. urbanology i. kentbilim. urchin i. afacan. Urdu i., s. Urduca. urea i., biyokim. üre. uremia i., tıb. üremi. ureter i., anat. sidik borusu. urethra çoğ. --s (yûri´thrız)/--e (yûri´thri) i., anat. idrar yolu, sidikyolu, urethritis siyek. çoğ. u.re.thrit.i.des (yûrıthrît´ıdiz) i., tıb. sidikyolu yangısı, idrar urge yolu iltihabı. (birine/bir hayvana) (bir şey) yaptırmaya f. 1. (sözlerle) çalışmak: She urged them not to go to Antakya. Onları Antakya ´ya gitmekten vazgeçirmeye çalıştı. Do not urge him to stay! Ona sakın kalması için ısrar etme! She then began to urge them to stay. O zaman onlara kalın diye tutturdu. 2. on (bir aletle) (bir urgency i. 1. acele, ivedilik. 2. önem. urgent s. 1. acil, ivedi. 2. ısrar eden. urgently z. 1. aceleyle, ivedilikle. 2. ısrarla. uric s. idrara ait, ürik. uric acid ürik asit. urinal i. 1. pisuar. 2. idrar kabı, ördek. urinary s. idrara ait. i. idrar kabı, ördek. urinary bladder anat. sidiktorbası, idrar torbası. urinary disease sidikyolu hastalığı. urinate f. işemek. urine i. idrar, sidik. urn i. 1. ayaklı vazo. 2. kupa. 3. ölünün küllerinin saklandığı kap. 4. urology semaver. i., tıb. üroloji. Uruguay i. Uruguay. Uruguayan i. Uruguaylı. s. 1. Uruguay, Uruguay´a özgü. 2. Uruguaylı. us zam. bize; bizi. US kıs. the United States (of America) ABD (Amerika Birleşik USA Devletleri). kıs. the United States of America ABD (Amerika Birleşik usable Devletleri). s. kullanılabilir, elverişli. USAF kıs. the United States Air Force ABD Hv. Kuv. (Amerika Birleşik usage Devletleri i. 1. kullanış, Hava Kuvvetleri). kullanım, kullanma. 2. (bir sözcüğün) kullanılış use biçimi. f. 1. kullanmak: He âdet. 3. görenek, used the money to buy a new car. Parayı use yeni bir otomobil i. 1. kullanma, almak için kullanım. kullandı. hakkı: 2. kullanma 2. tüketmek, She haskullanmak: the use of a We used helicopter two bars belonging of soap to herlast week. company. Geçen hafta Şirketine ait iki kalıp sabun helikopteri use bad language küfür etmek. tükettik. kullanma hakkı var. 3. yarar, fayda: There is no use in yourThey 3. (birini) kullanmak, sömürmek, istismar etmek: use one´s chump İng., used k. dili her aklını/kafasını for their kullanmak. arguing with him; own ends. he won´t Onu kendi change amaçlarına his mind. Onunla ulaşmak için used kullandılar. s. kullanılmış; 4. davranmak: elden düşme, He uses eski: Hepeople sells badly. tartışmanın yararı yok; fikrini değiştirmeyecek. 4. alışkı,Eski used İnsanlara books. kötü kitap âdet. used davranıyor. satıyor. I 5. don´t (sigara, want a içki used v.b.´ni) car. içmek, Kullanılmışkullanmak: s. to -e alışık, -e alışkın: I´m used to it. Ona alışığım. araba He´s istemem. using drugs. Uyuşturucu kullanıyor. 6. up tüketmek, harcamak. 7. to useful s. yararlı, Geçmiş faydalı. zaman ekiyle kullanılır. Geniş zamanın hikâyesini useless s. gösterir: Hefaydasız. yararsız, used to go there every week. Eskiden her hafta user-friendly oraya s., giderdi. k. dili He used kullanılması to beaauser-friendly kolay: farmer. Eskiden çiftçiydi. computer program usher kullanılması kolay olan bir bilgisayar programı. i. 1. (kilisede/tiyatroda) yer gösteren kimse. 2. teşrifatçı. f. 1. in USSR içeri getirmek. kıs., tar. the Union2. yerini göstermek: of Soviet SocialistThe waiter ushered Republics them to SSCB (Sovyet their seats. Sosyalist Garson onlara Cumhuriyetleri yerlerini gösterdi. Birliği).her zamanki. 3. başlatmak, usual s. 1. alışılmış, mutat. 2. olağan, açmak: usher in a new age yeni bir çağ açmak. usurer i. tefeci. usurp f. gaspetmek, zorla almak, el koymak. usurper i. gaspeden kimse. usury i. 1. aşırı yüksek faiz. 2. tefecilik. utensil i. 1. kap. 2. alet. uterus çoğ. u.ter.i (yu´tıray) i., anat. rahim, dölyatağı. utilisation i., İng., bak. utilization. utilise f., İng., bak. utilize. utilitarian s. faydacı, yararcı. i. faydacı kimse. utilitarianism i., fels. faydacılık, yararcılık. utility i. 1. yarar, fayda, işe yararlık. 2. kamu hizmet kuruluşu (elektrik utility pole şirketi, elektriktelefon direği.şirketi v.b.). 3. fels. çoğunluğun mutluluk ve çıkarı. utility room kalorifer dairesi; çamaşır odası; sandık odası. public utilities utilization kamu hizmet i. kullanım, kuruluşları. yararlanma. utilize f. kullanmak, yararlanmak, istifade etmek. utmost s. 1. en uzak, en son. 2. en büyük, en yüksek, en fazla. utopia i. 1. ideal yer/durum. 2. ütopya. utopian s. ülküsel, hayali, ütopik. i. ütopyacı, ütopist. utter s. 1. bütün bütün, tam. 2. kesin, mutlak. utter f. 1. söylemek, dile getirmek. 2. (çığlık v.b.´ni) atmak, basmak, utterance koparmak. 3. (inilti/ses) i. 1. söz söyleme. çıkarmak. 2. ifade, söyleyiş. 3. (inilti/ses) çıkarma. 4. U-turn söz; ses. i. 1. U dönüşü. 2. geriye dönüş. uvula çoğ. --s (yu´vyılız)/--e (yu´vyıli) i., anat. küçükdil. Uzbeg i., s., bak. Uzbek. Uzbek i. 1. (çoğ. --s/Uz.bek) Özbek. 2. Özbekçe. s. 1. Özbek. 2. Uzbekistan Özbekçe. i. Özbekistan. V Romen rakamlar dizisinde 5 sayısı. V kıs. velocity, volt. v kıs. verb, versus, volt, volume. V neck V şeklindeki yaka, V yaka. V, v i. V, İngiliz alfabesinin yirmi ikinci harfi. V-8 oto. V şeklinde sekiz silindirli motor. vacancy i. 1. boşluk. 2. boş yer. 3. (otel, pansiyon v.b.´nde) boş oda. 4. vacant boş s. 1.olan boş:memuriyet v.b.; boş/açık a vacant apartment kadro. boş bir daire. 2. açık (iş). 3. vacant lot dalgın, (şehirde)boşboş (bakış). arsa. 4. boş, yapılacak iş olmayan: vacant hours boş saatler. vacate f. 1. terketmek. 2. boşaltmak. 3. feshetmek. vacation i. tatil: summer vacation yaz tatili. vacation school yaz okulu. vaccinate f. aşılamak, aşı yapmak. vaccination i. 1. aşı. 2. aşılama. vaccine i. aşı. vacillate f. tereddüt etmek, bocalamak, kararsız olmak. vacuous s. 1. boş. 2. aptal. 3. anlamsız. vacuum çoğ. --s (väk´yumz)/vac.u.a (väk´yuwı) i. boşluk, vakum. f., k. vacuum bottle dili elektrik süpürgesiyle temizlemek. termos. vacuum cleaner elektrik süpürgesi. vacuum cleaner elektrik süpürgesi. vacuum concrete vakumlu beton. vacuum flask İng. termos. vacuum pump boşluk pompası, boşaltaç. vacuum tube elek. radyo lambası. vacuum-packed s. vakumlanıp paketlenmiş. vagabond s., i. serseri, avare. vagaries i., çoğ. vagary i. kapris, garip davranış. vagina çoğ. --s (vıcay´nız)/--e (vıcay´ni) i., anat. dölyolu, vajina. vaginal s. dölyoluna ait, vajinal. vagrant s., i. 1. yersiz yurtsuz, serseri. 2. boşta gezen. vague s. belirsiz, müphem, muğlak; bulanık. vaguely z. belirsiz bir şekilde; belli belirsiz; hayal meyal: I vaguely vagueness remember i. belirsizlik,him. Onu hayal müphemlik, meyal hatırlıyorum. müphemiyet. vain s. 1. kendi görünüşünü çok beğenen; kibirli, kendini beğenmiş, vainglory mağrur. 2. about/of i. aşırı derecede ile çok kendini övünen. 3. boş beğenmişlik, boş,gurur. nafile: a vain hope boş umut. vainly z. boşuna, boş yere. valance i. 1. (kumaştan yapılan) sayvan. 2. (perde rayını gizleyen) vale korniş. i. vadi. valence i., kim. valans, değerlik. Valencia i. valensiya, valensiya portakalı. Valencia orange valensiya portakalı. valency i., kim., bak. valence. valentine i. 1. on dört şubatta kendisine kart gönderilen veya hediye Valentine´s Day/St. verilen (on dörtsevgili. şubata2. on dört şubatta rastlayan) sevgiliye Sevgililer Günü. gönderilen Valentine´s Day kart/hediye. valerian i., bot. kediotu. valet i. uşak, erkek oda hizmetçisi. valiant s. yiğit, cesur. valid s. 1. geçerli: valid passport geçerli pasaport. 2. doğru, sağlam: validate valid evidence f. 1. geçerli sağlam kılmak. kanıt. 3. yasal, 2. onaylamak, meşru: tasdik valid heir yasal etmek. mirasçı. validity i. 1. geçerlilik, geçerlik. 2. sağlamlık, doğruluk. 3. yasallık, validness yasaya uygunluk. i., bak. validity. valise i. valiz, küçük bavul. valley i. vadi. valonea i., bak. valonia. valonia i. (palamutmeşesinin) kurutulmuş palamut yüksükleri/kadehleri, valonia oak palamut. bot. palamutmeşesi. valor i. yiğitlik, cesaret. valorous s. yiğit, cesur. valour i., İng., bak. valor. valuable s. değerli, kıymetli. i., çoğ. kıymetli şeyler; mücevherat. value i. 1. değer, kıymet: the value of money paranın değeri. 2. önem: value judgment the değervalue of rest dinlenmenin önemi. 3. değer: ethical values yargısı. ahlaki değerler. f. 1. değer biçmek. 2. değer vermek. value system değer dizgesi/sistemi. value-added s. value-added tax katma değer vergisi. valve i. 1. supap; valf; vana; klape. 2. anat. kapakçık, kapacık. 3. İng. vamoose (radyodaki) tüp. f., k. dili sıvışmak, toz olmak; defolmak. va.mose (vämos´) vamp ünlem, i. saya. k. dili Çek arabanı!/Toz ol!/Defol! vamp i. vamp. vampire i. vampir. van i. 1. minibüs. 2. karavan. 3. (arkası kapalı) kamyon. 4. İng. vandal kamyonet. i. vandal. 5. İng., d.y. yük vagonu; furgon; marşandizin sonuna takılan cumbalı vagon. vandalism i. vandallık, vandalizm. vane i. 1. yelkovan, rüzgâr fırıldağı, fırıldak. 2. yeldeğirmeni kanadı. vanguard 3. pervane i., ask. öncükanadı. kıta, öncü. vanilla i. vanilya. vanilla bean vanilya tohumu. vanilla extract vanilya esansı. vanillin i. vanilin. vanish f. 1. gözden kaybolmak. 2. ortadan kaybolmak, kayıplara vanish into thin air karışmak. k. dili sırra3.kadem yok olmak, tarihe karışmak. basmak. vanish without a trace sırra kadem basmak. vanity i. 1. kendi görünüşünü çok beğenme; kibir, kendini beğenmişlik; vanity case aşırı makyajgurur/övünç. çantası. 2. boş şey, abes şey, beyhudelik. vanquish f. yenmek, mağlup etmek, yenilgiye/mağlubiyete uğratmak, vantage hakkından i. 1. (iyi bir)gelmek. seyretme yeri/bakış noktası. 2. avantajlı vantage point durum/mevki. (iyi bir) seyretme3. avantaj. yeri/bakış noktası. vapid s. 1. canlılıktan yoksun, cansız, sönük, donuk, ruhsuz; boş, vapor anlamsız. 2. tatsız, i. buhar, buğu; yavan. duman. vaporisation i., İng., bak. vaporization. vaporise f., İng., bak. vaporize. vaporiser i., İng., bak. vaporizer. vaporization i. buharlaştırma; buharlaşma. vaporize f. buharlaştırmak; buharlaşmak. vaporizer i. buharlaştırıcı, buğulaştırıcı. vapour i., İng., bak. vapor. vapourisation i., İng., bak. vaporization. vapourise f., İng., bak. vaporize. vapouriser i., İng., bak. vaporizer. vapourization i., İng., bak. vaporization. vapourize f., İng., bak. vaporize. vapourizer i., İng., bak. vaporizer. variability i. değişkenlik. variable s. 1. değişken. 2. kararsız. i. 1. değişken şey. 2. mat. değişken. variance i. 1. değişme, değişiklik. 2. uyuşmazlık. 3. çelişki, ayrılık. variant s. farklı, değişik. i. değişik biçim, başka şekil. variation i. 1. değişme; değişiklik. 2. değişim; fark. 3. müz. çeşitleme, varicose varyasyon. s. varisli (damar). varicosis çoğ. var.i.co.ses (verıko´siz) i., tıb. varis. varied s. 1. çeşitli, türlü. 2. değişik. variegated s. 1. renk renk, ebruli, alaca. 2. çeşitli. variety i. 1. değişiklik, farklılık. 2. çeşit, tür. variety show varyete. variety store tuhafiye dükkânı. various s. çeşitli, türlü, muhtelif: for various reasons çeşitli nedenlerden varmint dolayı. i., k. dili 1. hayvan. 2. herif. varnish i. vernik. f. verniklemek. varsity i., spor (okulda/üniversitede) birinci takım, en iyi takım: He´s vary made the varsity. f. 1. değişmek; Birinci takıma değiştirmek: The girdi. temperature of the house vase varies i. vazo. between eighteen and twenty degrees. Evin sıcaklığı on sekiz ile yirmi derece arasında değişiyor. He never varies his Vaseline i., tic. mark. vazelin. habits. Alışkanlıklarını hiç değiştirmez. 2. from -den ayrılmak, vassal i. 1. vasal. -den 2. tebaa. farklı olmak. 3. 3. kul, köle. s. çeşitlemek, köle gibi. çeşitlendirmek. vast s. 1. çok geniş; engin. 2. çok büyük, muazzam; çok büyük vastly miktarda. z. çok. vastness i. 1. büyük genişlik; enginlik. 2. büyüklük; çokluk. 3. çok VAT geniş/uçsuz bucaksız arazi/bölge; kıs., İng. value-added tax KDV (katma (denizde) değerenginlik. vergisi). vat i. (sıvı için) tekne; fıçı. f. (--ted, --ting) tekneye koymak; Vatican fıçılamak, i. fıçıya koymak. Vatican City Vatikan Devleti. vaudeville i. vodvil. vault i. 1. tonoz. 2. mahzen. 3. kasa. 4. (yeraltında) kemerli mezar vault odası. f. 1.atlayış. i. atlama, tonozlaf.örtmek. atlamak, 2.sıçramak. kemer yapmak. vaulting horse spor atlama beygiri. vaunt f. övünmek; övmek. veal i. 1. süt danası; dana eti, dana. 2. buzağı; dana. vector i. 1. mat. vektör. 2. biyol. taşıyıcı. veer f. sapmak, dönmek, yön değiştirmek; döndürmek. veer round den. dönüp aksi yöne gitmek. veg i. (çoğ. veg) İng., k. dili sebze: For lunch they give you meat and two veg. Öğle yemeği olarak et ve iki çeşit sebze veriyorlar. vegetable i. 1. sebze. 2. bitki, nebat. s. bitkisel, nebati. vegetable dye bitkisel boya. vegetable garden bostan, sebze bahçesi. vegetable kingdom bitkiler âlemi. vegetable marrow sakızkabağı, kabak. vegetable marrow bot. kabak, sakızkabağı. vegetable oil bitkisel yağ, nebati yağ. vegetarian i., s. vejetaryen, etyemez. vegetarianism i. vejetaryenlik, etyemezlik. vegetate f. ot gibi yaşamak, kuru ve anlamsız bir hayat sürmek. vegetation i. bitkiler, yeşillik. veggie i., k. dili sebze. vegie i., k. dili, bak. veggie. vehemence i. hararetlilik, ateşlilik; şiddet. vehement s. hararetli, ateşli; şiddetli: a vehement speaker ateşli vehicle konuşmacı. i. araç, taşıt,avasıta. vehement protest şiddetli protesto. veil i. 1. peçe; yaşmak: She raised her veil. Peçesini açtı. 2. örtü, vein perde: i. a veil 1. anat. of dust damar, toz perdesi.2.behind toplardamar. a veilHe tarz, şekil: ofcontinued secrecy bir in gizlilik this perdesi vein for at ardında. least an 3. maske: hour. En He az pursues bir saat his self-interests boyunca bu şekilde velleity i. istemseme. behind konuşmaya a veildevam of charity. Hayırseverlik etti. 3. öğe, unsur:maskesi There´s altında a vein ofkendi velocity i. hız, sürat. çıkarlarını kolluyor. f. 1. peçe ile örtmek. 2. gizlemek, saklamak, pessimism in that book. O kitapta bir kötümserlik var. velvet maskelemek. i. kadife. s. 1. kadife; kadife kaplı. 2. kadifemsi, kadife gibi. velveteen i. velveten. venal s. rüşvet yiyen, satın alınır. vend f. satmak. vender i., bak. vendor. vendetta i. kan davası. vending machine (para ile çalışan) satış otomatı. vendor i. satıcı. veneer i. 1. (ahşap) kaplama. 2. kisve, maske, sahte bir görünüm: veneering beneath i. kaplama. that veneer of politeness o kibar görünüm altında. f. ahşap kaplama ile kaplamak. venerable s. 1. yaşlı ve saygıdeğer, muhterem. 2. saygı uyandıran; ulu. 3. venerate evladiyelik, f. 1. çok saygı çokduymak/beslemek. eski. 2. kutsal saymak. 3. (bir venereal hareketle) s. zührevi: -e saygısını venereal göstermek. disease zührevi hastalık. Venetian s. Venetian blind jaluzi. Venetian sumac boyacısumağı, kotinus. Venezuela i. Venezuela. Venezuelan i. Venezuelalı. s. 1. Venezuela, Venezuela´ya özgü. 2. vengeance Venezuelalı. i. intikam, öç. vengeful s. 1. intikamcı, intikam peşinde olan. 2. intikam isteğinden venial kaynaklanan. s. büyük sayılmayan (hata/günah). venison i. geyik eti. venom i. (yılan, akrep, arı v.b.´ne özgü) zehir, ağı. venomous s. 1. zehirli (yılan, akrep, arı v.b.). 2. çok zararlı, zehirli, zehir vent saçan. i. 1. hava3. zehir saçan; menfezi, kin dolu; menfez. nefret 2. (gaz dolu. veya sıvının giriş çıkışını vent stack sağlayan) (sıhhi tesisata ait) havalık, hava borusu. menfezi açmak. 2. delik. 3. yırtmaç. f. 1. -de hava (gaz veya sıvının giriş çıkışını sağlamak için) delik açmak. 3. on ventilate f. havalandırmak. ventilating brick delikli tuğla. (öfke, hınç v.b.´ni) -den çıkarmak: Don´t vent your anger on ventilation i. me!havalandırma, Öfkeni benden vantilasyon. çıkarma! 4. dışa vurmak, belli etmek, ventilation shaft göstermek: havalandırma Hekuyusu. never vents his anger in public. Öfkesini ventilator herkesin içinde i. vantilatör, asla belli etmez. havalandırma aygıtı. ventricle i., anat. karıncık. ventriloquism i. vantrilokluk. ventriloquist i. vantrilok. venture i. 1. tehlikeli iş, tehlikeli girişim. 2. şans işi. 3. tic. teşebbüs, venture upon/on girişim: -e girişmek.joint venture ortak girişim. f. 1. -i tehlikeye atmak: venture one´s life hayatını tehlikeye atmak. 2. -i göze almak: venturesome s. 1. cüretli, atak, atılgan. 2. rizikolu, riskli. venture a beating dayağı göze almak. 3. -e cüret etmek: venue i. 1. toplantı venture yeri. 2. mahkeme an objection itiraza cüret yeri. 3. olay yeri/mahalli. etmek. Venus i. 1. mit. Venüs. 2. gökb. Çobanyıldızı, Çulpan, Zühre. venus's-flytrap çoğ. ve.nus´s-fly.traps (vi´nısız.flay´träps) i., bot. sinekkapan. veracity i. 1. dürüstlük, doğruluk. 2. gerçeklik, doğruluk. veranda i. veranda, hayat (üstü kapalı, üç yanı açık ve evin bir verb cephesinde boydan boya uzanan balkon). i., dilb. fiil, eylem. verbal s. 1. sözlü, şifahi: verbal contract sözlü anlaşma. 2. sözel. 3. verbal noun kelimesi kelimesine, harfi harfine: verbal translation harfi dilb. isimfiil. harfine çeviri. 4. dilb. fiile ait, fiil türünden. verbalise f., İng., bak. verbalize. verbalize f. dile getirmek, ifade etmek. verbally z. sözlü olarak, şifahen, ağızdan. verbatim z. kelimesi kelimesine, aynen, harfi harfine. s. kelimesi verbena kelimesine yapılmış, i., bot. mineçiçeği, tam. mine. verbiage i. laf kalabalığı. verbose s. 1. fazlasıyla uzun konuşan/yazan. 2. gerekenden çok fazla verbosity sözle ifade edilen. i. fazlasıyla uzun ifade/konuşma/yazma; laf kalabalığı. verdant s. 1. yemyeşil (tarla, orman v.b.). 2. yeşil, taze. 3. toy, verdict pişmemiş. i. 1. jüri kararı. 2. hüküm, karar. 3. fikir, kanı. verdigris i. 1. bakır pası. 2. bakır yeşili. verge i. 1. kenar; sınır: on the verge of a cliff uçurumun kenarında. on verifiable the verge of kanıtlanabilir. s. gerçekliği the swamp bataklığın bittiği/başladığı yerde. 2. eşik: on the verge of war savaşın eşiğinde. on the verge of verification i. doğrulama, gerçekleme, teyit etme, tasdik etme. insanity deliliğin eşiğinde. 3. İng. banket; çimle kaplı banket. verify f. doğrulamak, gerçeklemek, teyit etmek, tasdik etmek. veritable s. gerçek, hakiki; ... gibi bir şey: This place is a veritable vermicelli museum. Burası müze gibi bir yer. i. tel şehriye. vermilion i. 1. al renk, kızıl. 2. sülüğen. s. al, kızıl. f. sülüğen sürmek. vermin i., çoğ. 1. haşarat. 2. fareler; sıçanlar. 3. haşarat, aşağılık ve vermouth zararlı i. vermut.kimseler. vernacular i. vernal s. 1. ilkbahara ait. 2. ilkbaharda olan. vernal equinox gökb. bahar noktası, ilkbahar noktası (21 Mart´a rastlayan versatile ekinoks). s. 1. çok yönlü, birçok iş yapabilen, elinden her iş gelen. 2. verse birçok işe mısra: i. 1. dize, uygun the (alet/makine). first three verses of the poem şiirin ilk üç versify dizesi. f. 1. şiir haline koymak. in 2. koşuk, nazım: 2. verse şiir ilerather than in 3. ifade etmek. prose düzyazıdan şiir yazmak. ziyade koşuk olarak. 3. ayet: a verse from the Koran Kuran´dan version i. 1. tür, çeşit, biçim, versiyon. 2. versiyon, sürüm: A new bir ayet. vertebra version çoğ. --e of this word-processing (vır´tıbri)/--s program (vır´tıbrız) i., recently anat. omur, came on the vertebra. market. Son zamanlarda bu kelime işlem programının yeni bir vertebrate s. omurgalı. i. omurgalı hayvan. versiyonu piyasaya çıktı.3. yorum, anlatış: This version of what vertical s. was düşey, said indikey. i. 1. düşey the meeting doğru. 2. düşey is incorrect. düzlem. Toplantıda söylenenlerin vertigo bu çoğ. yorumu yanlış. 4. edisyon. 5. çeviri, tercüme: the English vertigoes version of that book o kitabın (vır´tıgoz)/ver.tig.i.nes İngilizce (vırtîc´ıniz) çevirisi. i. baş dönmesi. verve i. canlılık. very z. 1. çok, pek, gayet: very good çok iyi. very warm pek sıcak. He Very good! speaks English very well. İngilizceyi gayet iyi konuşuyor. 2. tam: İng. Tamam! You just said the very opposite. Demin bunun tam tersini Very good, sir! Tamam, efendim. söyledin. We have the very same table. Bizde o masanın aynı var. He used the very same words as you. Senin kullandığın kelimelerin aynını kullandı. 3. en: Give me the very best! Bana en iyisini ver! I did my very best. Elimden gelen her şeyi yaptım. s. Nitelediği sözcüğü vurgulamak için kullanılır: That´s the very very image of/spitting image tıpkısı, benzeri, aynı, hık demiş burnundan düşmüş. of very late çok geç. Very truly yours, Saygılarımla,/Hürmetlerimle, (İş mektubunun sonunda imzadan vessel hemen önce i. 1. tekne, yazılır.). gemi. 2. kap, tas. 3. anat. damar: blood vessel kan vest damarı. i. 1. yelek. 2. İng. atlet fanilası, atlet. f. 1. with (yetki, hak v.b. vested interest ´ni) vermek. 1. çıkar, 2. in -e menfaat. 2.vermek: Thehak. kazanılmış Constitution vests legislative 3. çıkar grubu. power in the Grand National Assembly. Anayasa yasama vestibule i. 1. giriş, antre. 2. vagonlar arasındaki kapalı geçit. yetkisini Büyük Millet Meclisi´ne veriyor. vestige i. kalıntı, iz, eser, işaret. vestment i. 1. resmi elbise. 2. cüppe. vestry i. 1. giyinme odası. 2. (bazı kiliselerde) yönetim kurulu. vet i., k. dili 1. veteriner, baytar. 2. eski asker, eski muharip, gazi. f. vet (--ted, --ting) veterinarian, kıs. veteran, İng. dikkatle incelemek, veterinary. kontrol etmek. veteran i. 1. eski asker, eski muharip, gazi. 2. (belirli bir alanda) çok veterinarian tecrübeli i. veteriner, kimse. s. çok tecrübeli. baytar. veto i. veto. f. veto etmek. veto power veto hakkı. vex f. canını sıkmak, sinirlendirmek, kızdırmak. vexation i. 1. sinirlenme, kızma. 2. sinirlendirici şey, aksilik, sıkıntı. vexatious s. sinirlendirici, can sıkıcı. VIP kıs. very important person. i. (vi.ay.pi´) k. dili çok önemli kimse. via edat 1. ... yolu ile, -den geçerek, ... üzerinden: We came via via airmail Çanakkale. uçakla. Çanakkale yoluyla geldik. 2. ... vasıtasıyla, ... aracılığıyla, ... ile: via air mail uçakla. viable s. 1. yaşayabilecek durumda olan (yaratık/organizma). 2. viaduct (toplumsal/siyasal/ekonomik i. viyadük. açıdan) kendi ayakları üzerinde durabilen, varlığını bağımsız olarak sürdürebilen. 3. gelişip yeni vial i. ufak şişe. bir organizmaya dönüşebilecek (tohum, yumurta v.b.). 4. k. dili vibrant s. 1. titrek, pratik, titreşimli. 2. canlı, hayat dolu, enerjik. 3. ateşli, uygulanabilir. vibrate coşkun. 4. with ... ile dolu. 5. canlı (renk). 6. gür, dolgun (ses). f. titremek; titretmek. vibration i. titreme, titreşim. viburnum i., bot. kartopu. vicar i., Hrist. 1. (Anglikan kilisesinde) papaz. 2. vekil. vicarage i. (Anglikan kilisesinde) papaza tahsis edilen ev/lojman. vicarious s. 1. hayal ederek/hayalen yapılan; başkasının yaşantısına vice- katıldığını önek hayalmuavin, yardımcı, ederek duyulan. 2. başkasının ikinci: vice-chairman yerine yapılan. yardımcı başkan. vice vice-consul ikinci konsolos, konsolos yardımcısı, viskonsül. i. 1. kötü alışkanlık: Cigarette smoking is a vice. Sigara içmek vice- president kötü birbak. başkan yardımcısı, alışkanlıktır. ikinci başkan. 2. ahlaksızlık (özellikle fuhuş ve uyuşturucu vice i., İng., vise. ticareti). vice squad ahlak zabıtası ekibi. vice versa viceroy i. (krallığı temsil eden) genel vali. vicinity i. dolay, civar, etraf, çevre, havali. vicious s. 1. çok saldırgan, tehlikeli. 2. çok kötü. 3. korkunç. 4. şiddetli, vicious circle sert. kısır 5. kusurlu, bozuk. 6. ahlakı bozuk. 7. kötü niyetli. döngü. vicious circle kısırdöngü, fasit daire. victim i. kurban: victims of war savaş kurbanları. victimise f., İng., bak. victimize. victimize f. 1. (haksız yere) kurban etmek. 2. gadretmek, zulmetmek. 3. victor hile ile soymak, i. galip, fatih. aldatmak. victorious s. muzaffer, utkulu, zafer kazanmış/kazanan, galip gelen; victory muzafferane. i. 1. zafer, utku, yengi. 2. başarı. victual i. 1. yiyecek. 2. çoğ. erzak; yemek; kumanya. f. (--ed/--led, video --ing/--ling) i., s. video. erzak sağlamak. videotape i. videoteyp. vie f. (--d, vy.ing) with ile yarışmak, ile rekabet etmek: They were Vietnam vying with each other for the championship. Şampiyonluk için i. Vietnam. birbirleriyle yarışıyorlardı. Vietnamese i. 1. (çoğ. Vi.et.nam.ese) Vietnamlı. 2. Vietnamca. s. 1. Vietnam, view Vietnam´a özgü.of i. 1. bakış: point 2.view Vietnamca. 3. Vietnamlı. bakış açısı. 2. görüş, fikir, düşünce: viewpoint exchange of views fikir i. bakış açısı, görüş açısı. alışverişi. 3. görünüm, manzara: This house has a wonderful view of the Bosporus. Bu evin harika bir vigil i. 1. uyanık kalma. 2. gece nöbet tutma. 3. çoğ. arife gecesi Boğaz manzarası var. 4. maksat, amaç: It was done with a view vigilance yerine getirilen i. uyanıklık, ibadetler. tetiklik, dikkat, ihtiyat. to establishing closer business ties. Daha yakın iş ilişkileri vigilant kurmak amacıyla yapıldı. s. uyanık, tetikte, dikkatli, ihtiyatlı, tedbirli. vigor i. kuvvet, enerji, zindelik; dinçlik. vigorous s. kuvvetli, enerjik, zinde; dinç. vigour i., İng., bak. vigor. vile s. 1. iğrenç, berbat, pis. 2. aşağılık, alçak, rezil. 3. k. dili kötü, vilify berbat: f. vile weather 1. -e alenen berbat-ihava. iftira etmek, açıktan açığa karalamak. 2. -in villa saygınlığına zarar i. yazlık köşk, villa. vermek; -in saygınlığını azaltmak. village i. 1. köy. 2. köy halkı. villain i. 1. kötü adam; hain. 2. edeb. kötü adam. 3. problem yaratan villainous şey/durum. s. 1. alçak, hain. 2. çok kötü, berbat. villainy i. alçaklık, hainlik. vindicate f. 1. haklı çıkarmak, temize çıkarmak. 2. kanıtlamak. vindication i. 1. haklı çıkarma, temize çıkarma. 2. kanıtlama. vindictive s. kinci; intikamcı. vine i., bot. asma, üzüm asması. vinegar i. sirke. vinegary s. sirke gibi. vineyard i. bağ, üzüm bağı. vintage i. 1. bağbozumu. 2. yaş; devir. s. 1. belirli bir yılın ürünü olan viola (şarap). 2. kaliteli. 3. iyi, seçkin. 4. klasik, klasikleşmiş. i., müz. viyola. violate f. 1. ihlal etmek, bozmak, çiğnemek: violate an agreement bir violation anlaşmayı i. 1. bozma,bozmak. ihlal. 2. 2. -in ırzına tecavüz, geçmek, ırzına geçme.-i kirletmek, -e tecavüz etmek: violate a woman bir kadının ırzına geçmek. 3. -in violence i. 1. şiddet, sertlik. 2. zor, cebir. 3. zorbalık. kutsallığını bozmak: violate an altar bir sunağın kutsallığını violent s. 1. şiddetli, sert, zorlu. 2. hemen şiddete başvurabilen. He bozmak. violet resorted i. to violent measures. 1. bot. menekşe. 2. menekşeŞiddeterengi. s.başvurdu. menekşe renkli, violin menekşe i. keman. rengi, menekşe. violinist i. kemancı, viyolonist. violist i. viyolacı. viper i. 1. zool. engerek. 2. yılan gibi hain kimse. viral s., tıb. viral, virüsün yol açtığı. virgin i. 1. bakire, kız. 2. bakir (erkek). s. 1. bakire. 2. bakireye özgü. virginal 3. bakir s. 1. (erkek). bakireye 4. kullanılmamış, özgü. 2. el değmemiş, dokunulmamış. bakir. 5. hiç işlenmemiş: virgin soil hiç işlenmemiş toprak/topraklar. 6. el virginity i. bakirelik; bakirlik; bekâret. değmemiş, bakir: virgin forest bakir orman, balta girmemiş Virgo i. 1. gökb. Başak takımyıldızı. 2. astrol. Başak burcu. orman. virile s. 1. erkekçe, erkeğe yakışan; güçlü, kuvvetli. 2. erkeklik virility görevini i. yerine 1. erkekçe birgetirebilen. özellik; güçlülük, kuvvetlilik. 2. erkeklik, cinsel virtual güç, iktidar. s. 1. gerçekte etkili olan, fiili, gerçek, asıl; gayriresmi (Resmen virtual memory kabul edilmemiş bilg. sanal bellek.fakat fiilen olmuş bir şeyi niteler): This is a virtual abandonment of the city to the enemy. Aslında bu, şehri virtually z. 1. neredeyse, hemen hemen. 2. aslında, esas itibarıyla; düşmana terketmek demek. 2. sanal. virtue âdeta: i. We´re 1. erdem, virtually fazilet: done. is Humility Bitirdik sayılır. of the essence We had entered virtue. what was virtually Alçakgönüllülük a treasure erdemin house. özüdür. 2. Âdeta birOne meziyet: hazineye of the virtues virtuoso çoğ. --s (vırçuwo´soz)/vir.tu.o.si (vırçuwo´si) i. virtüöz. girmiştik. of this type of printer is its speed. Bu tip yazıcının virtuous s. 1. erdemli, faziletli. 2. iffetli, namuslu. meziyetlerinden biri hızıdır. 3. yarar, fayda, avantaj: There´s virtue in knowing a second language in today´s world. Günümüzde ikinci bir dil bilmekte yarar var. 4. yararlı özellik, değerli özellik, önemli özellik: One of the virtues of married life is companionship. Evlilik yaşamının önemli özelliklerinden biri virtuously z. erdemli bir şekilde. virtuousness i. erdemlilik. virulent s. 1. çok tehlikeli, öldürücü (mikrop, zehir v.b.). 2. kötücül. 3. virus çok derin/büyük (nefret, husumet v.b.). i. virüs. visa i. vize. vis-à-vis z. karşı karşıya. edat 1. -e göre, ... açısından; ile viscosity karşılaştırıldığında. i. viskozite. 2. -in karşısında. viscous s. yapışkan, ağdalı. vise i. mengene. visé i., bak. visa. visibility i. 1. görünürlük. 2. görüş uzaklığı. visible s. 1. görülebilir, görünür. 2. açık, belli, gözle görülebilir. visibly z. gözle görülür bir şekilde, farkedilir bir şekilde. vision i. 1. görme; görüş: The operation restored his vision. Ameliyat visionary yeniden görmesini s. 1. hayali, düşsel.sağladı. field 2. hayalci, of vision görüş hayalperest. alanı. 2. öngörü. 3. öngörülü. 4. 3. önsezi. önsezili. i. 4. 1. hayal hayalci,gücü, imgelem. hayalperest. 5. 2. hayal, düş, öngörülü rüya.3.6.önsezili kimse. çok visit f. 1. -i ziyaret etmek, -i görmeye gitmek. 2. -e misafir olmak: I güzel kimse. kimse/şey: That woman is a vision. O kadın çok güzel. visitation ´m i. 1.going ziyaret.to visit my friends 2. felaket, bela. in Florence for a day or two. Bir iki gün Floransa´daki arkadaşlarıma misafir olacağım. 3. -e visiting s. ziyaret eden. uğramak, -e gitmek/gelmek. 4. (doktor) (hastayı) muayeneye visiting card kartvizit. gitmek, yoklamak. 5. sık sık gitmek, dadanmak: The mayor is visiting day known to visit bars and gambling houses. Belediye başkanının kabul günü. visiting hours meyhanelere ziyaret saatleri. ve kumarhanelere sık sık gittiği bilinir. 6. (with) k. dili (ile) sohbet/muhabbet etmek. i. 1. ziyaret. 2. misafirlik. 3. visitor i. 1. vizite. tıb. ziyaretçi. 4. k.2.dili misafir, sohbet,konuk. muhabbet. visor i. siperlik, siper, güneşlik. vista i. manzara, görünüm. visual s. 1. görmeye ait, görsel. 2. görülebilir. visual arts görsel sanatlar. visualise f., İng., bak. visualize. visualize f. hayalinde canlandırmak, gözünün önüne getirmek. vital s. 1. çok önemli; hayati, hayati önem taşıyan. 2. hayati, vital signs yaşamsal. tıb. hayati 3. yaşam için gerekli. 4. canlı. 5. dirimsel. belirtiler. vital statistics doğum ve ölüm istatistikleri. vitalise f., İng., bak. vitalize. vitality i. 1. canlılık, dirilik, zindelik, enerji. 2. yaşama/dayanma gücü. vitalize f. canlandırmak, güç vermek. vitally z. hayati derecede, son derece. vitamin i. vitamin. vitiate f. 1. gücünü/etkisini azaltmak; halel getirmek/vermek, bozmak. viticulture 2. yozlaştırmak. 3. (tamamen/kısmen) hükümsüz/geçersiz i. bağcılık. kılmak. viticulturist i. bağcı. vitreous s. 1. cam türünden. 2. camdan yapılmış. 3. camsı, cama benzer. vitriol i., kim. 1. sülfürik asit; zaç. 2. herhangi bir maden sülfatı. 3. vituperate iğneleyici söz/yazı. f. sövüp saymak, şiddetle azarlamak; şiddetle kötülemek. vituperation i. sövüp sayma, şiddetle azarlama; şiddetli kötüleme. viva ünlem Yaşa!/Çok yaşa! vivacious s. hayat dolu, capcanlı. vivaciousness i., bak. vivacity. vivacity i. canlılık. vivid s. 1. parlak: a vivid color parlak bir renk. 2. etkili, canlı: a vivid vivify description f. canlandırmak. etkili bir anlatım. 3. kuvvetli, canlı: a vivid imagination kuvvetli bir hayal gücü. vixen i. 1. dişi tilki. 2. şirret kadın, huysuz kadın. vizier i. vezir. vizierial s. 1. vezire ait. 2. vezir tarafından verilen. vizor i., bak. visor. Vlach i. Valak, Vlak. V-necked s. V yakalı, V yaka. vocabulary i. 1. sözcük hazinesi, söz dağarcığı, kelime hazinesi, bir vocal kimsenin s. 1. insankullandığı sesine ait. sözcükler. 2. (bir dilde bulunan) 2. sesini çıkarmaktan bütün sesi hiç çekinmeyen; sözcükler/kelimeler. hep çıkan, 3. ek sözlük, lügatçe. düşüncesini hep duyuran. 3. dilb., müz. vokal. vocal cords anat. ses telleri/kirişleri. vocal music vokal müzik. vocal music vokal müzik, ses müziği. vocalisation i., İng., bak. vocalization. vocalise f., İng., bak. vocalize. vocalist i. şarkıcı, okuyucu; şantöz; şantör; vokalist. vocalization i. 1. seslendirme. 2. dilb. ünlüleşme. vocalize f. 1. seslendirmek, sesli duruma getirmek. 2. dilb. ünlüye vocation dönüştürmek. i. 1. ilahi (bir göreve/misyona) çağrı; ilahi bir görev, misyon: He vocational has a vocation s. mesleki, mesleğeto theilişkin. priesthood. Allah onu papaz olmaya çağırdı. 2. (belirli bir işe yönelik) eğilim, istidat, yetenek: He´s vocational guidance meslek rehberliği. no vocation for that job. O işe hiç istidadı yok. 3. iş; görev; vocational school meslek okulu. meslek. vociferous s. 1. çok gürültülü bir şekilde konuşan, çok yüksek sesle vodka konuşan: i. votka. He was vociferous in his complaints. Şikâyetlerini bağırarak söyledi. 2. bağırarak söylenen. vogue i. 1. moda. 2. rağbet. voice i. 1. ses, seda: the human voice insan sesi. 2. söz hakkı, voiced konuşma s. 1. sesli.yetkisi: 2. sesleThe ifadeworkers edilmiş,want dileagetirilmiş. voice in the 3. company´s ötümlü, management. titreşimli. İşçiler şirketin yönetiminde söz sahibi olmak voiceless s. 1. sessiz. 2. ötümsüz, titreşimsiz. 3. söz hakkı olmayan. 4. istiyorlar. 3. dilb. çatı: active voice etken çatı. passive voice dilsiz. s. 1. of -siz, void edilgen çatı.-den yoksun, 4. sözcü. f. 1.-den mahrum: anlatmak, Hisetmek, ifade ideas were dile void of Voivodina common getirmek. sense. i. Voyvodina. Fikirleri sağduyudan yoksundu. 2. ses tellerini titreştirerek oluşturmak; 2. geçersiz, hükümsüz. ötümlüleştirmek.3. boş, hali, ıssız. 4. yararsız, faydasız. i. 1. boşluk. 2. vol kıs. volcano, volume, volunteer. boş yer. f. 1. geçersiz/hükümsüz kılmak. 2. feshetmek; iptal volatile s. 1. uçucu etmek. (madde). 2. 3. boşaltmak. 4.patlamaya bırakmak, hazır (durum). terketmek. 3. havai, 5. çıkarmak, volcanic değişken; atmak. istikrarsız; çabuk etkilenip s. yanardağa özgü; yanardağ gibi; volkanik. aniden değişebilen. volcanic cone yanardağ konisi. volcano i. (çoğ. --es/--s) yanardağ, volkan. volition i. irade. volley i. 1. yaylım ateşi. 2. yağmur: a volley of questions soru volleyball yağmuru. i. voleybol.a volley of protests protesto yağmuru. 3. tenis, futbol, kriket vole. volt i. volt. voltage i. voltaj. voltmeter i. voltölçer, voltmetre. voluble s. 1. uzun uzadıya konuşan. 2. cerbezeli. 3. hararetle konuşan. volume i. 1. hacim, oylum: volume of a sphere kürenin hacmi. 2. ses, volumetric ses gücü:ölçümüyle s. hacim Turn downilgili; the volume of your radio! hacim ölçmeye yarayan. Radyonun sesini kıs! 3. miktar, sayı: Our accounts show that the volume of our volumetric flask balonjoje, ölçü toparı. sales has increased. Hesaplarımız satışlarımızın yükseldiğini voluminous s. 1. hacimli, gösteriyor. 4.pek cilt:büyük, muazzam: The complete set aconsists voluminous building of twelve volumes. voluntarily muazzam Tam takımbir z. isteyerek, bina. onkendi 2. çokoluşuyor. iki ciltten miktarda, iradesiyle, gönüllü pek çok: voluminous olarak. records çok miktarda kayıt. 3. bol, çok geniş. voluntary s. 1. isteyerek yapılan, isteğe bağlı, kendiliğinden yapılan; volunteer ihtiyari: He made i. 1. gönüllü, bir işiagönüllü voluntary confession olarak üstlenen of kimse. his crime. Suçunu 2. gönüllü kendiliğinden asker. itiraf s. gönüllülerden etti. voluntary oluşan, effort gönüllü. isteyerek f. 1. gösterilen to/for (bir işi 2. voluptuous s. 1. cinsel istek uyandıran; buram buram cinsiyet kokan. çaba. yapmayı)In some countries teklif kendiliğinden military service etmek. 2. is voluntary, for -e gönüllü not olarak vomit bedensel f. 1. kusmak,istekleri tatmin2.eden. çıkarmak. 3. çok (magma (yanardağ) haz/keyifv.b.´ni) veren; compulsory. Bazı ülkelerde katılmak. 3. kendiliğinden askerlik isteğe söylemek. bağlı, zorunlu değil. haz/sefa/keyif püskürtmek. i. dolu. 1. 4. keyfine kusma. 2. son derece düşkün; zevküsefaya kusmuk. voodoo 2. gönüllü: voluntary service gönüllü hizmet. 3. istemli: i. vodu. düşkün. voracious voluntary s. doymaz,and involuntary doymak bilmez,bodily obur:movements istemli ve He has a voracious istemsiz appetite bedensel hareketler. 4. gönüllülerin for chocolate. Çikolataya doyamıyor. emek ve bağışlarıyla desteklenen (kurum). 5. bile bile yapılan: His rudeness was voluntary. Bile bile kabalık etti. voracious reader kitap okumaya doymayan okuyucu. vortex çoğ. --es (vôr´teksîz)/vor.ti.ces (vôr´tîsiz) i. anafor, burgaç, vote çevri. i. 1. oy, rey. 2. oy hakkı. f. oy vermek: Everyone is obliged to vote against vote in these elections. -in aleyhinde oy vermek. Bu seçimlerde herkes oy vermek zorunda. vote for -in lehinde oy vermek. vote of confidence güvenoyu. vote of no confidence güvensizlik oyu. vote s.o. in birine oy vererek göreve getirmek. vote s.o. out birine oy vermeyerek görevden uzaklaştırmak. vote s.t. down aleyhinde oy kullanarak bir şeye engel olmak. voter i. seçmen. vouch f. for 1. (bir şeyin) doğru, güvenilir v.b. olduğunu temin etmek. voucher 2. (birinin) i. 1. makbuz; doğru, güvenilir fiş; belge. v.b. biri olduğunu temin etmek. 3. -i 2. kefil. doğrulamak, -i teyit etmek. 4. -i garanti etmek. 5. -e kefil olmak. vouchsafe f. lütfedip yapmak/vermek. vow i. 1. yemin, ant; vaat. 2. adak. f. yemin etmek, ant içmek; vowel vadetmek. i. 1. ünlü, sesli. 2. sesli harf. vowel harmony ünlü uyumu. voyage i. deniz yolculuğu; sefer. vp kıs. vice-president. V-shaped s. V şeklinde. vulcanise f., İng., bak. vulcanize. vulcanised s, İng., bak. vulcanized. vulcanize f. (kauçuğu) vulkanize etmek. vulcanized s. vulkanize. vulg kıs. vulgar. vulgar s. 1. müstehcen, edebe aykırı. 2. adi, bayağı; görgüsüz. vulgar fraction bayağı kesir. vulgarism i. 1. amiyane söz. 2. müstehcen söz. vulgarity i. 1. müstehcenlik. 2. adilik, bayağılık; görgüsüzlük. vulnerability i. saldırı veya tenkide açık/maruz olma. vulnerable s. saldırı veya tenkide açık/maruz olan. vulnerable point zayıf nokta. vulture i., zool. akbaba. vulva çoğ. --e (v^l´vi)/--s (v^l´vız) i., anat. ferç, vulva. vv kıs. verses. W kıs. watt(s), wolfram. W kıs. Wednesday, West, Western. w kıs. watt(s). w kıs. watt(s), week(s), weight, west, wide, width, word. W, w i. W, İngiliz alfabesinin yirmi üçüncü harfi. wacko s., k. dili kaçık, çılgın, çatlak. i., k. dili kaçık/çılgın/çatlak kimse. wacky s., k. dili kaçık, çılgın, çatlak. wad i. 1. tomar: a wad of money bir tomar para. 2. k. dili çok/bir waddle deste f. badipara. 3. topak. 4. badi yürümek, tıkaç,paytak paytak tapa. 5.yürümek. tüfek sıkısı. f. (--ded, i. badi badi --ding) 1. tıkaç koymak. 2. tomar haline getirmek. yürüyüş. wade f. 1. sığ suda/çamurda yürümek. 2. sığ suda oynamak. wade into k. dili -e hemen girişmek. wade through 1. (sığ su/çamur) içinden yürüyerek geçmek. 2. ağır ağır ve wafer güçlükle ilerlemek. 3. zorla tamamlamak. i. ince bisküvi. waffle i. gofre (bir çeşit gözleme). waffle f., İng., k. dili 1. (on) abuk sabuk/saçma sapan konuşmak. 2. kem küm ederek görüşünü açıkça belirtmekten kaçınmak; kem küm ederek belirli bir tarafı desteklemekten kaçınmak. i., İng., k. dili abuk sabuk laflar. waffle iron gofre ızgarası. waft f. (rüzgâr/dalga) sürüklemek; (rüzgârla/dalgayla) sürüklenmek. wag i. f. 1. hafif --ging) (--ged, koku. 2. hafif esinti. sallamak; sallanmak. i. sallama. wage (a) war/a battle/a fight savaşmak. wage i. ücret. wage f. 1. sürdürmek: wage a feud kan davasını sürdürmek. 2. (savaş wage earner v.b.´ni) ücretli. açmak: They have decided to wage war on/against their enemies. Düşmanlarına savaş açmaya karar verdiler. wage freeze ücretlerin dondurulması. wage rise ücret artışı. wage war against/on/with -e karşı savaşmak, ... ile savaşmak. wager i. bahis. f. bahse girmek. wages i. ücret: daily wages yevmiye, gündelik. weekly wages haftalık, wageworker haftalık i. ücretli.ücret. waggle f. sallanmak; sallamak. i. sallayış; sallanış. waggon i., İng., bak. wagon. wagon i. 1. dört tekerlekli yük arabası. 2. dört tekerlekli, üstü açık waif oyuncak araba. i. 1. kimsesiz 3. İng., çocuk. d.y. yük hayvan/eşya. 2. sahipsiz vagonu. wail f. 1. feryat etmek. 2. (rüzgâr) uğuldamak, inlemek. i. 1. feryat. wainscot 2. inilti. 1. tahta lambri. 2. lambri. 3. eteklik, yarım lambri, alçak i., mim. wainscoting lambri. i., mim. f.1.1.eteklik, lambri yarım kaplamak. lambri,2. alçak eteklik/yarım lambri lambri. 2. kaplamak. lambri. waist i. 1. bel. 2. bir şeyin orta kısmındaki girinti. 3. kadın elbisesinin waistband üst kısmı. i. (etek, 4. bluz. v.b.´nde) pantolon 5. geminin orta bel, kısmı, bel. kemer. waistcoat i., İng. yelek. waistline i. 1. bel. 2. bel genişliği. wait f. 1. (for) -i beklemek: I´m waiting for my friend. Arkadaşımı Wait a little. bekliyorum. Biraz bekle. Wait your turn. Sıranı bekle. Wait here. I´ll be right back. Burada bekle. Hemen döneceğim. 2. durmak, kalmak: Wait a minute! Bir dakika! Wait! Let´s go together. Dur! Birlikte gidelim. 3. bekletmek: Don wait at table İng. ´t waitservis yapmak. supper for me. Yemek için benim gelmemi bekleme. i. wait for a sight of bekleme, -i görmekbekleyiş. için beklemek. wait in ambush pusuda beklemek. wait on 1. -e hizmet etmek. 2. -e servis yapmak. 3. -in ziyaretine wait on s.o. hand and foot gitmek. k. dili birinin etrafında dört dönmek. wait on table servis yapmak. wait tables garsonluk yapmak. wait up for s.o. yatmayıp birini beklemek. waiter i. garson. waiting list yedek liste, bekleyenler listesi. waiting room bekleme odası/salonu. waitress i. kadın garson. waive f. 1. (belirli bir durumda, yetkisini kullanarak) (kural, yasa v.b. waiver ´ni) i. 1. uygulatmamak/(birini) huk. feragat belgesi. 2.(kural, of huk.yasa -denv.b.´ne) feragattabi tutmamak/ etme. 3. of (birini) (belirli (kural, bir yasa durumda, v.b.´nden) yetkisini muaf tutmak: kullanarak) In your (kural, yasacase I´m v.b.´ni) wake f. (woke/--d, --d/wok.en) 1. (up) uyanmak. 2. (up) -i uyandırmak. going to waive uygulatmama/(birini) this requirement. (kural, yasa Sizi bu şarta v.b.´ne)acı tabitabi tutmama/(birini) wake 3. canlandırmak: i. dümen suyu. 2.wake painful memories anıları tutmayacağım. (kural, yasa huk. -den v.b.´nden) muaf feragat tutma. etmek, -den vazgeçmek. canlandırmak. wakeful s. 1. uyanık, tetikte olan. 2. uykusuz. wakefulness i. uyanıklık. waken f. 1. uyandırmak; uyanmak. 2. uyarmak, ikaz etmek. Walach i., bak. Vlach. Walachia i., bak. Wallachia. Wales i. Galler Ülkesi. walk f. 1. yürümek, yürüyerek gitmek: We walked all the way from Üsküdar to Kadıköy. Üsküdar´dan ta Kadıköy´e kadar yürüdük. I didn´t come by car; I walked. Arabayla gelmedim; yürüyerek geldim. 2. dolaşmak, gezmek: She went out to walk in the park. Parkta dolaşmaya çıktı. 3. dolaştırmak, gezdirmek: He is walking walk away from 1. -i rahatlıkla yenmek, -i kolayca geçmek. 2. (kazadan) ucuz walk away with kurtulmak. k. dili 1. -i kazanmak. 2. -i yürütmek, -i çalmak. walk file tek sıra yürümek. walk for two miles iki mil yürümek. walk in içeri girmek. walk in one´s sleep uykuda gezmek. Walk in. İçeri buyurun. walk of life (toplumsal) sınıf, kesim: People from every walk of life were walk off there. Orada her kesimden insan vardı. çekip gitmek. walk off with k. dili 1. -i kazanmak. 2. -i yürütmek, -i çalmak. walk on air k. dili (sevincinden) ayakları yere değmemek. walk out 1. çekip gitmek. 2. greve gitmek. walk out on k. dili (birini) terketmek. walk over -i kolayca yenmek. walk the streets 1. sokaklarda sürtmek. 2. sokak sokak dolaşmak. walk the wards viziteye çıkmak. walkie-talkie i. telsiz telefon. walking i. 1. gezme, yürüme. 2. yürüyüş (tarzı). walking dictionary canlı sözlük. walking library ayaklı kütüphane. walking papers k. dili işten kovulma kâğıdı. walking stick baston. walk-on i., tiy. önemsiz rol. walkout i., k. dili grev. walkover i., k. dili kolay kazanılan yarış. walkup s., k. dili asansörsüz. i., k. dili asansörsüz bina/daire. walky-talky i., bak. walkie-talkie. wall i. 1. duvar. 2. sur: the walls of the old city eski kentin surları. f. wall plug etrafına elek. duvarduvar çekmek. prizi. Wallach i., bak. Vlach. Wallachia i. (bölge olarak) Eflak. Wallachian i. 1. Eflak, Eflak halkından bir kimse. 2. bak. Vlach. s. Eflak. wallet i. cüzdan, para cüzdanı. wallflower i. 1. bot. sarışebboy. 2. k. dili dansa kaldırılmadığı için bir wallop kenarda kalan kadın. f., k. dili dayak atmak, dövmek, pataklamak. i. dayak. walloping s., k. dili çok büyük, muazzam. wallow f. 1. (in) (çamur, su v.b.´nde) ağnamak, yuvarlanmak. 2. in ... wallpaper içinde i. duvaryüzmek: kâğıdı. wallow in wealth servet içinde yüzmek. i. 1. (çamur, su v.b.´nde) ağnama, yuvarlanma. 2. hayvanın wall-to-wall s. duvardan duvara. ağnadığı/yuvarlandığı çamurlu yer, ağnak. walnut i. 1. ceviz. 2. ceviz ağacı. 3. cevizin kerestesi. 4. ceviz rengi. walrus i. (çoğ. wal.rus/--es) zool. mors. waltz i. vals. f. vals yapmak. waltz through k. dili -i kolayca başarmak. wan s. solgun, benzi sararmış. wand i. 1. değnek. 2. asa. wander f. 1. dolaşmak, gezinmek. 2. (from) -den sapmak/ayrılmak: wander around wander from the 1. dolaşmak. subject dolaşmak. 2. başıboş at hand ele alınan konudan ayrılmak. wander off (başkalarından ayrılarak) kendi başına dolaşmak. wanderer i. başıboş dolaşan kimse. wandering s. başıboş dolaşan/gezen. wandering Jew bot. telgrafçiçeği. wanderlust i. yolculuk tutkusu. wane f. 1. azalmak, eksilmek, zayıflamak. 2. batmak, sönmek. 3. wangle sonuna f., k. diliyaklaşmak. hileyle eldei.etmek, sızdırmak, koparmak: He´s trying to wank wangle money f., İng., kaba otuzoutbir of çekmek, me. Benden para sızdırmaya mastürbasyon yapmak. çalışıyor. i., İng., want kaba otuz bir, otuz bir çekme, mastürbasyon. i. 1. yokluk, -sizlik: want of good manners terbiyesizlik. We were want unable to takearzu f. 1. istemek, a vacation etmek: for Whatwantdo of youmoney. want? Parasızlıktan Ne istiyorsunuz? tatil yapamadık. 2. 2. eksiklik, noksan. 3. house wants looking after.pek istek: a man of few wants want ad k. istemek, -e ihtiyacı olmak: dili (gazetede/dergide) Thisilan. küçük Bu az isteği olan bir adam. We can supply evin bakıma ihtiyacı var. 3. gerekmek, lazım all your wants. olmak: YouBütün want to want for -e ihtiyacı olmak, -e ihtiyaç4. isteklerinizi duymak. see a doctorkarşılayabiliriz. as soon as possible. arzuBiredilen an öncegerekli şey: gitmen doktora We can Want to bet? supply Bahse all gireryour misin?wants. Size gerekli olan her gerek. It wants no investigation. Hiçbir araştırma yapmayaşeyi sağlayabiliriz. 5. wanton ihtiyaç, gerek s. gereksinim: yok. This 1. ahlaksız, This work wants iffetsiz: roof is to be a wanton in want of done with woman repair. care.bir ahlaksız Bu damın Bukadın. işin özenle 2. tamire yapılması nedensiz: ihtiyacı a var. 6. gerekiyor. wanton yoksulluk, attack fakirlik: nedensiz bir live in i.want saldırı. 1. yoksulluk ahlaksız war i. 1. savaş, içinde harp, muharebe. 2. mücadele. f. (--red, --ring) yaşamak. kimse. 2. serkeş. (against/with) 1. (ile) savaş halinde olmak. 2. (ile) savaşmak, war clouds savaş bulutları. mücadele etmek. war correspondent savaş muhabiri. war crime savaş suçu. war criminal savaş suçlusu. war cry savaş narası. war game ask. savaş oyunu. war god savaş tanrısı. war of nerves sinir harbi. warble f. ötmek, şakımak. i. 1. kuş ötüşü. 2. nağme, ezgi. ward i. 1. servis, koğuş: maternity ward doğum servisi. hospital ward -ward hastane sonek -e koğuşu. doğru, ... 2.yönünde. bölge, semt: city ward kentin semtlerinden biri. 3. huk. vesayet altında bulunan kimse. f. ward off 1. (darbeyi) engellemek, savuşturmak, etkisiz hale getirmek, warden (darbenin) i. 1. hapishane etkisini azaltmak; müdürü. (darbeden) 2. memur; korunmak. görevli: game warden 2. (kötü bir şeyi) defetmek, (resmi) av bekçisi.savmak. air-raid warden hava alarm görevlisi. warder i., İng. gardiyan. wardrobe i. 1. bir kimsenin tüm giysileri, gardırop. 2. gardırop, giysi -wards dolabı. sonek, bak.3. tiyatro -ward. kostümleri. wardship i., huk. vasilik, vesayet. warehouse i. depo, ambar. f. -i depolamak, -i ambarlamak, -i wares depoya/ambara i., çoğ. satılık mallar. koymak. warfare i. savaş, savaşma, savaşım. warhead i. (büyük bir mermiye ait) başlık: nuclear warhead nükleer war-horse başlık. i. 1. savaş atı. 2. çok tecrübeli biri, eski kurt, eski tüfek. 3. (sık warlike sık/fazlasıyla s. 1. savaşkan, icra edildiğicengâver. savaşçı, için) artık2.eskisi savaşagibiait, etkiaskeri. 3. uyandırmayan savaşla tehdit bir eden.sanat eseri. warm s. 1. ılık. 2. sıcak (hava): warm front sıcak hava kütlesi. 3. ısıtan, warm-blooded sıcak tutansıcakkanlı. s. 1. zool. (giysi, battaniye 2. enerjik.v.b.). 3. 4. candan, hararetli, sıcak: a tutkulu. warm welcome sıcak bir karşılama. 5. yüreği sıcak, sevgi dolu; warmhearted s. 1. yüreği sıcak, sevgi dolu. 2. sıcak, dostça. cana yakın, samimi (kimse). 6. sıcakkanlı. 7. sıcak (renk). f. 1. warmonger i. savaş (up) çığırtkanlığı ısıtmak, kızdırmak; yapan kimse.Please warm this milk. Lütfen ısınmak: warmth bu sütü ısıtın. The weather i. 1. sıcaklık, ılıklık. 2. hararet, is warming coşkunluk. up.3. Hava ısınıyor. içtenlik, 2. samimiyet. warn to/towards -e ısınmak, -e alışmak: He is warming f. 1. uyarmak, ikaz etmek; tembih etmek: He warned us not to to the work. İşe touchısınıyor. the wet 3. paint. up (yarışmadan Islak boyaya önce) hafifsürmememiz elimizi idman yapmak. için 4. up warning i. 1. uyarma, ikaz; tembih. (konserden/temsilden önce) 2.son uyarı. bir 3. ibret: yapmak. hazırlık Let this be 5. aup bizi uyardı. warning The doctor to you. Bu warned sana ibret himolsun. against overeating. Doktor onu warp f. 1. eğrilmek, canlanmak, çarpılmak; eğriltmek, çarpıtmak.is2. doğru yoldan fazla yemek kızışmak, yememesicoşmak: The 2. için uyardı. discussion haber vermek: warming up. He warned warped saptırmak. Tartışma s. 1. eğrilmiş,i. 1.eğri, eğrilik, canlanıyor. çarpıklık. çarpık. 2. 2. çözgü, sapık, sapkın. arış. us of the approaching storm. Fırtınanın yaklaştığını bize haber warplane verdi. i. savaş uçağı. warrant i. 1. gerekçe; haklı neden; yetki: The army cited civil unrest as warrant officer its warrant gedikli subay.for declaring martial law. Ordu sıkıyönetime gerekçe olarak toplumdaki huzursuzluğu gösterdi. 2. garanti, garanti warrant officer ask. gedikli subay. belgesi. 3. kefalet. f. 1. gerektirmek, icap ettirmek. 2. izin warranty i. 1. garanti, vermek, yetkigaranti vermek: belgesi. The law 2. huk. kefalet. warrants the 3. kefaletname. 4. government´s warren yetki; hak; intervention. i. 1. çok tavşanhaklı Yasa neden. hükümete bulunan müdahale yer. 2. kalabalıkyetkisini mahalle.veriyor. The law doesn´t warrant this. Kanunlar buna izin vermez. 3. mazur göstermek: No excuse can warrant this misbehavior. Hiçbir özür bu kötü davranışı mazur gösteremez. 4. haklı çıkarmak, desteklemek: The evidence does not warrant your claim. warrior i. savaşçı, muharip, asker. warship i. savaş gemisi. wart i. siğil. warthog i., zool. afrikadomuzu. wartime i. savaş zamanı. warts and all k. dili olduğu gibi, olumsuz yanlarını saklamadan. warty s. siğilli. wary s. sakıngan, ihtiyatlı; tedbirli. was f., bak. be. wash f. 1. yıkamak; yıkanmak. 2. temizlemek. 3. ıslatmak. 4. (dalga) wash away yalamak. 1. (su/dalga)5. ince alıpmaden/boya götürmek. 2.tabakasıyla kaplamak; -i temizlemek. 3. -i aşındırmak. wash one´s dirty linen in yaldızlamak. 6. (kumaş) yıkanmaya dayanmak. i. 1. yıkama; kirli çamaşırlarını ortaya dökmek. public yıkanma. 2. (yıkanmış/kirli) çamaşır. 3. dalga sesi. 4. dalgaların wash one´s hands of 1. ile ilişiğini kıyıya kesmek. 5. attığı süprüntü. 2. losyon. -den el 6.çekmek, -den elini eteğini ince maden/boya tabakası. wash one´s hands of çekmek. k. dili 1. ile ilişiğini kesmek. 2. -den el çekmek, -den elini wash out eteğini çekmek. 1. yıkayarak çıkarmak. 2. içini yıkamak. 3. k. dili başarısızlığa wash up uğramak. 1. elini yüzünü yıkamak. 2. İng. bulaşıkları yıkamak. washable s. yıkanabilir. wash-and-wear s. ütü istemeyen (hazır giysi). washateria i., bak. washeteria. washbasin i. 1. lavabo (el ve yüz yıkamaya yarayan tekne). 2. (el ve yüz washbowl yıkamaya i. (el ve yüz yarayan) yıkamaya leğen. yarayan) leğen. washcloth i. sabun bezi. washed-out s. 1. solmuş, solgun, soluk. 2. k. dili çok yorgun, bitkin. 3. washed-up batkın, s., k. dilimüflis. 1. yıldızı sönmüş, bitmiş. 2. bitkin düşmüş. washer i. 1. yıkayıcı. 2. mak. conta; rondela, pul. 3. çamaşır makinesi. washeteria i. (selfservis yöntemiyle çalışan) çamaşırhane. washing i. 1. yıkama; yıkanma. 2. (kirli/yıkanmış) çamaşır. washing machine çamaşır makinesi. washing powder tozsabun; toz deterjan. washing soda çamaşır sodası, soda. washing soda çamaşır sodası, soda. washing-up i., İng. bulaşıklar. washing-up bowl İng. bulaşık tası. washing-up cloth İng. bulaşık bezi. washing-up liquid İng. (sıvı) bulaşık deterjanı. washout i., k. dili fiyasko. washrag i. sabun bezi. washroom i. lavabo, tuvalet. washtub i. leğen, çamaşır leğeni. wasn't kıs. was not. WASP i., A.B.D., k. dili beyaz ırktan, Anglosakson soyundan ve Wasp Protestan i., A.B.D., k.mezhebinden olan kimse. dili, bak. WASP. wasp i., zool. eşekarısı, yabanarısı. wasp waist ince bel. waspish s. kırıcı; kusur bulan/arayan; tenkitçi; sinirliliği üstünde olan. waste s. 1. artık, işe yaramaz. 2. kullanılmış, atılacak (kâğıt). 3. boş, waste away ıssız, hali. 4. viran, harap.eriyip 1. (hastalıktan/açlıktan) i. 1. ziyan bitmek.etme, heder 2. ağır ağıretme; ziyan, azalmak. heder, waste heba; bin boşa İng. çöp harcama; israf, sepeti/kutusu. çarçur. 2. döküntü, artık; fire. waste one´s breath nefesini boşuna tüketmek. 3. boş arazi. 4. ıssız yer. 5. harabe, virane. f. 1. ziyan etmek, waste one´s breath k. dili etmek, heder çenesiniheba boş yere yormak, etmek; boşuna nefes boşa harcamak; israftüketmek. etmek, çarçur wastebasket etmek: i. (kâğıt Hev.b.has wasted atılan) çöpthe money. Parayı israf etti. I have sepeti/kutusu. wasted my whole day. Bütün günümü heba ettim. 2. harap etmek, viraneye çevirmek: The invaders wasted the city. İstilacılar kenti harap etti. 3. iyi kullanmamak, boşa harcamak: The company is wasting his talents. Şirket onun yeteneklerini wasted s. 1. ziyan edilmiş, heba olmuş, boşa gitmiş; israf edilmiş, çarçur wasteful edilmiş. s. savurgan,2. (hastalıktan/açlıktan) tutumsuz; boşuna ziyan eriyip bitmiş. eden, ziyankâr. wastepaper i. atılacak kâğıt, atık kâğıt. wastepaper basket (kâğıt v.b. atılan) çöp sepeti/kutusu. wastrel i. 1. işe yaramaz kimse, hayta, serseri. 2. çok müsrif kimse. watch i. 1. kol saati; cep saati. 2. nöbet; vardiya. 3. nöbet yeri/süresi. watch chain 4. nöbetçi. 5. nöbetçilik, nöbet tutma. 6. gözetleme, tarassut. f. köstek. 1. bakmak, izlemek, seyretmek: watch television televizyon watch chain saat kösteği. seyretmek. 2. dikkat etmek, bakmak: Watch what he does and watch glass kol saati learn. camı. dikkat et ve öğren. 3. for -i beklemek, -i Yaptığına watch one´s step kollamak, 1. (yürüyen -i gözlemek. 4. gözetlemek: biri) (adımlarına/bastığı The dikkat yere) police etmek. are watching 2. watch out him. Polisler dikkatli olmak, dikkat etmek. onu gözetliyor. ayağını denk 5. bakmak, almak. gözetmek: Who watches her children while she´s at the office? O bürodayken Watch out/it! Dikkat et!/Dikkatli çocuklarına ol! kim bakıyor? 6. -de bekçilik etmek, -de nöbet watch television televizyon tutmak, seyretmek. -e göz kulak olmak: The guard is watching the gate. Watch your step! Bekçi kapıda 1. Dikkat et! nöbet tutuyor. (Yürüyen birine söylenir.). 2. Dikkatli ol!/Kendine watchband mukayyet ol!/Ayağını i. saat kayışı. denk al! watchdog i. 1. bekçi köpeği. 2. (yolsuzluklara karşı) bekçilik eden kimse. f. watchful (--ged, s. tetik,--ging) uyanık.(yolsuzluklara karşı) -e bekçilik etmek. watchmaker i. saatçi. watchman çoğ. watch.men (waç´mîn) i. bekçi. watchtower i. gözetleme kulesi. watchword i. 1. parola. 2. düstur. water i. su. f. 1. sulamak: water the flowers çiçekleri sulamak. 2. water ballet (koyun, su balesi.inek v.b.´ne) su vermek, -i suvarmak. s. suda yetişen; suda yaşayan. water bed su yatağı. water blister içi su dolu kabarcık. water buffalo zool. manda, camız. water chestnut bot. sukestanesi. water closet tuvalet, hela, yüznumara, apteshane (kıs. W.C.). water down 1. sulandırmak, su katmak. 2. hafifletmek. water down 1. sulandırmak. 2. hafifletmek, yumuşatmak. water heater su ısıtıcısı; termosifon; şofben. water hyacinth bot. susümbülü. water ice dondurulmuş şerbet. water level su seviyesi/düzeyi. water lily nilüfer. water lily bot. nilüfer. water main (su şebekesine ait) isale hattı/anaboru. water meter su sayacı. water meter su saati/sayacı. water mill su değirmeni. water pick basınçlı su ile dişleri temizleme aygıtı. water pipe 1. su borusu. 2. nargile. water pistol su tabancası. water power su kuvveti. water rights su kullanma hakkı. water ski su kayağı (araç). water snake zool. suyılanı. water softener su yumuşatıcı. water table jeol. tabansuyu düzeyi, yeraltı suyu düzeyi. water tower su kulesi. water vapor su buharı. water-bearer i. sucu, saka. waterborne s. 1. yüzen. 2. su yoluyla taşınan. 3. su yoluyla bulaşan. watercolor i. 1. suluboya. 2. suluboya resim. watercolour i., İng., bak. watercolor. watercooled s. suyla soğutmalı (motor). watercourse i. 1. akarsu mecrası. 2. (ark/kanal gibi üstü açık) suyolu. 3. watercress akarsu. i., bot. suteresi. watercress i., bot. suteresi, Nasturtium officinale. watered s. hareli, muare. watered silk hareli ipek kumaş, ipekli hare. waterfall i. çağlayan, şelale. waterfowl i. 1. su kuşu. 2. çoğ. su kuşları. waterfront i. yalı boyu, yalı, kıyı. s. yalı boyundaki, kıyıdaki. watering i. 1. sulama. 2. suvarma. 3. (kumaşta) hare. watering can bak. watering pot. watering hole 1. hayvanların su içmesine elverişli yer, suvat. 2. doğal bir su watering place kaynağı. 3. k. dili 1. hayvanların subar; meyhane. içmesine elverişli yer, suvat. 2. kaplıca, watering pot termal. 3. süzgeçli kova.kıyıda bulunan tatil yeri. 4. doğal bir su kaynağı. watering trough yalak. waterless s. susuz. waterline i. 1. (yeraltında) su borusu. 2. den. su kesimi/hattı. waterlogged s. fazla su çekmiş (tahta, toprak v.b.); fazla su almış (gemi). Waterloo i., k. dili büyük yenilgi/mağlubiyet. watermark i. 1. karada suyun yükseldiği düzeyi gösteren çizgi/işaret. 2. watermelon filigran. i. karpuz. f. filigran basmak. waterpower i. su gücü. waterproof s. su geçirmez. f. -i su geçirmez hale getirmek. water-repellent s. su çekmez. watershed i. 1. iki nehir havzası arasındaki set. 2. boşaltma havzası. waterside i. sahil, kıyı, yalı. s. 1. sahilde yaşayan. 2. su kenarında biten. 3. water-ski sahile özgü; yapmak. f. su kayağı sahilde bulunan. 4. sahilde çalışan. water-skiing i. su kayağı (spor). water-soluble s. suda eriyen. waterspout i. 1. deniz hortumu. 2. oluk. watertight s. 1. sugeçirmez. 2. k. dili zayıf noktası olmayan, sapasağlam waterway (plan/sözleşme/sav). i., den. (seyre elverişli) suyolu. waterwheel i. sudolabı. waterworks i. 1. su arıtma ve dağıtma tesisi. 2. pompa istasyonu. watery s. 1. sulu. 2. fazla su katılmış, fazla sulu. 3. sulak, suyu bol. 4. su watt gibi. i. vat.5. tatsız, lezzetsiz. 6. solgun (renk/ışık). 7. zayıf, sudan. watt-hour i. vat saat. wattle i. 1. bot. (hakiki) akasya. 2. zool. (bazı kuşlarda) gerdandaki wattmeter kırmızı uzantı. i. vatmetre, vatölçer. wave i. 1. dalga. 2. el sallama. 3. of (el, mendil v.b. için) sallayış, wave band sallama. radyo dalga.4. (saçta) dalga. f. 1. el sallamak. 2. (mendil, kılıç, tabanca v.b.´ni) sallamak. 3. (rüzgârda) dalgalanmak; (rüzgâr) wave s.o. away el sallayarak birine git demek. dalgalandırmak: The flag is waving in the wind. Bayrak rüzgârda wave s.o. on el sallayarak 4. dalgalanıyor. birine geç demek. (saçlarda) dalga yapmak. wave s.o./a vehicle down el sallayarak birini/bir taşıtı durdurmak. wavelength i. dalga uzunluğu, dalga boyu. waver f. 1. (karara vardıktan sonra) tereddüde düşmek. 2. (iki wavy seçenek/durum s. dalgalı, dalga arasında) dalga. bocalamak. 3. (alev) titremek. 4. sallanmak, sendelemek. i. 1. tereddüde düşme. 2. bocalama. 3. wax i. 1. mum; parafin mumu, petrol mumu; balmumu. 2. (parlatma (alev için) titreme. 4. sallanma, sendeleme. wax işlerinde kullanılan f. 1. büyümek; bir tür)2.cila; gelişmek. mumgelişmek; artmak; cilası. 3. kulak uzamak.kiri.3. f. 1. cilalamak, (gittikçe) cila sürmek; mum cilası sürmek. 2. mumlamak. ... olmak: It was waxing late. Vakit geç olmuştu. 4. wax paper parafinli kâğıt. birden ... olmak, -lenmek, -leşmek: He waxed angry at that wax plant bot. mumçiçeği, hoya. remark. O laf üstüne hiddetlendi. waxed s. 1. mumlanmış; parafinli. 2. cilalı, cilalanmış. waxed paper parafinli kâğıt. waxen s. 1. beti benzi kalmamış, çok solgun. 2. mum gibi, muma way benzeyen. i. 1. yol: on3. themumdan yapılmış. way to Bolu Bolu yolu üzerinde. 2. yön, yan, way back taraf: Let´s go that way. O k. dili çok eskiden, uzun zaman önce.tarafa gidelim. 3. tarz, biçim, şekil: in a polite way terbiyeli bir biçimde. 4. mesafe, uzaklık: That place way in giriş, girilecek yol. is a long way from here. Orası buradan çok uzakta. 5. çare, yol, way station d.y. ara usul: findistasyon. a way to do something bir şeye çare bulmak. look for wayfarer a way toyaya i. yolcu, do something yolcu. bir şeyin çaresine bakmak. do something wayfaring the s. yolculuk eden. i. yolculuk. göre yapmak. 6. yön, bakım: He right way bir şeyi usulüne resembles his father in two ways. İki bakımdan babasına waylaid f., bak. waylay. benziyor. 7. durum, hal: Hakan is in a bad way. Hakan çok waylay f. (way.laid) hasta. yolunu 8. âdet: kesmek; the ways of the pusuya Turksyatıp yolunu Türklerin kesmek. âdetleri. way-out s., k. dili aşırı bir uçta bulunan; çok eksantrik, çok garip. wayside i. yol kenarı. s. yol kenarındaki. wayward s. hep kafasının dikine giden, hep kendi bildiğini okumak WC isteyen; kıs. water dik başlı, i.inatçı, closet. W.C., ters. tuvalet. we zam. biz. We are running out of time. Fazla zamanımız kalmadı. We cannot allow the matter Bu meseleyi burada bırakamayız. to Werest here. help the plane couldn´t Uçağın gecikmesi bizim kabahatimiz değildi! being late! We might as well stop. Dursak iyi olur./Bıraksak iyi olur. We were on the verge of Az daha çarpışacaktık. colliding. We´ll eat whatever there is. Ne varsa onu yiyeceğiz. We´ll see you soon, we trust. İnşallah yakında görüşürüz. We´re going to do it, sink or Ya herrü, ya merrü, onu yapacağız! swim! We´re in a pretty scrape. Ayıkla şimdi pirincin taşını. We´re in for it now! Şimdi çattık belaya! We´re off now! 1. Haydi gidiyoruz!/Haydi çıkıyoruz! 2. Artık yola çıktık. We´re up against it now! k. dili Çattık belaya! We´ve got a full house Bu gece tiyatromuzda boş yer yok. tonight. weak s. 1. zayıf, güçsüz, kuvvetsiz: weak nerves zayıf sinirler. a weak weaken nation güçsüz bir zayıf f. 1. zayıflatmak, millet. 2. dayanıksız, düşürmek; sağlamzayıf zayıflamak, olmayan, düşmek.zayıf: 2. a weak structure hafifletmek; dayanıksız hafiflemek: bir yapı. 3. etkileyici ve The storm is weakening as it movesinandırıcı weakhearted s. yüreksiz, korkak, ödlek. olmayan, zayıf.ülke inland. Fırtına 4. yetersiz, zayıf: His içlerine doğru Italian hafifliyor. ilerlerken is weak. İtalyancası weak-kneed s. 1. dizleri zayıf. 5. açıkzayıf. 2. zayıf karakterli. (çay/kahve). 3. yüreksiz, 6. sulu, yavan tabansız. (çorba v.b.). weakling i. 1. cılız kimse. 2. iradesi/karakteri zayıf kimse. s. cılız, güçsüz. weak-minded s. 1. iradesiz. 2. aklı zayıf. weakness i. 1. zayıflık. 2. zaaf. weal i., eski refah. wealth i. 1. zenginlik, servet, varlık. 2. bolluk. wealthy s. zengin, varlıklı, servet sahibi. wean f. 1. sütten kesmek. 2. from/of k. dili -den vazgeçirmek. weapon i. silah. weaponry i. silahlar: nuclear weaponry nükleer silahlar. wear f. (wore, worn) 1. giymek: wear a dress elbise giymek. He isn´t wear and tear wearing any socks. sonucu normal kullanılma Ayağında çorap aşınma eskime; yok. 2. ve(gözlük, kolye, küpe yıpranma. v.b.´ni) takmak. 3. göstermek; -i olmak: He wears his age well. Yaşını göstermiyor. I don´t think the meeting went well; he isn´t wearing a smile on his face. Toplantının iyi gittiğini sanmıyorum; yüzü gülmüyor. 4. (silah) taşımak: If he isn´t wearing a gun, he ´s not a real cowboy. Tabanca taşımıyorsa gerçek kovboy değil. wear away 1. aşındırmak; aşınmak. 2. yıpratmak; yıpranmak. 3. tükenmek. wear down 1. azar azar gücünü tüketmek, yavaş yavaş wear o.s. down to a shadow yıpratmak/yıpranmak. kendini helak etmek, erim 2. aşındırmak; erim erimek.aşınmak. wear off yavaş yavaş azalmak, yavaş yavaş yok olmak. wear on 1. yavaş ilerlemek/geçmek. 2. can sıkmak. wear the trousers k. dili reislik etmek. wear thin 1. aşınıp incelmek, aşınmak, incelmek. 2. k. dili (sabır) wear well tükenmek, azalmak. 1. iyi dayanmak. 3. uymak. 2. iyi k. dili (şaka v.b.) sıkıcı 3. uygun gelmek.olmaya başlamak. 4. süregelmek. wearable s. giyilebilir. wearisome s. bıktırıcı, usandırıcı, sıkıcı; yorucu. weary s. 1. bitkin, çok yorgun. 2. yorucu, yoran. 3. bıkkın, bıkmış, weasel usanmış. i. 1. zool. f. 1. çok yormak; gelincik. çok yorulmak. 2. k. dili sinsi 2. bıkmak, kimse, kurnaz kimse, usanmak, çakal. f. bezmek; bıktırmak, usandırmak, bezdirmek. weasel out of k. dili -den kurnazlıkla sıyrılmak. weather i. hava, hava durumu. f. 1. (güçlük, tehlike v.b.´ni) weather bureau atlatmak/savuşturmak. meteoroloji bürosu. 2. (güneş, yağmur v.b.) soldurmak/aşındırmak. 3. (güneş, yağmur v.b. nedenlerle) weather forecast hava tahmin raporu, hava raporu. solmak/aşınmak. weather forecast hava raporu. weather map hava haritası, meteoroloji haritası. weather station meteoroloji istasyonu. weather strip/stripping pencere bandı, tecrit şeridi. weather vane yelkovan, fırıldak. weather-beaten s. 1. her türlü kötü hava şartlarına maruz kalmış, fırtına yemiş. weather-bound 2. yanıkhava s. kötü ve kırış kırış (yüz). şartlarından dolayı limanda mahsur kalmış (gemi). weathercock i. (horoz şeklinde) yelkovan, fırıldak. weatherise f., İng., k. dili, bak. weatherize. weatherize f., k. dili (binayı) soğuğa karşı izole etmek. weatherman çoğ. weath.er.men (wedh´ırmen) i., k. dili 1. meteoroloji weatherproof uzmanı. s. her türlü2. radyo, TV hava durumu hava şartlarına sunucusu. karşı dayanıklı, rüzgâr/yağmur/soğuk weather-strip geçirmez. f. pencere bandı yapıştırmak. weatherworn s. hava etkisiyle bozulmuş/aşınmış. weave f. (wove, wo.ven) 1. dokumak. 2. örmek. 3. kurmak, yapmak, weaver icat etmek. i.çulha. i. dokumacı, 1. dokuma: This carpet has a loose weave. Bu halının dokuması seyrek. 2. örgü. web i.1. örümcek ağı. 2. ağ, şebeke. 3. dokuma. 4. anat., zool. zar, webbing perde. i. kalın dokuma kayış. wed f. (--ded/wed, --ding) 1. ile evlenmek; ile evlendirmek. 2. we'd birleştirmek. kıs. 1. we had. 3.2. bağlanmak; bağlamak. we would/should. wedded f., bak. wed. s. 1. nikâhlı. 2. to (bir fikri) iyice benimsemiş; wedding kendini i. nikâh,(bir şeye) adamış. düğün. wedding cake düğün pastası. wedding march düğün marşı. wedding ring alyans. wedge i. kıskı, kama, takoz. f. 1. sıkıştırmak: He wedged himself into wedlock the backevlilik. i. nikâh, seat. Kendini arka koltuğa sıkıştırdı. 2. (kıskı, takoz v.b. ile) sıkıştırmak: Wedge the door open with that piece of wood. Wednesday i. çarşamba. Kapının altına o tahta parçasını sıkıştır ki açık kalsın. wee s. (we.er, we.est) ufacık, minicik, küçücük. wee f., ç. dili çiş etmek, işemek. i., ç. dili çiş. weed i. 1. (bahçede/tarlada) yabani ot, istenmeyen bitki. 2. argo weed out haşiş. k. dili f. yabani otları ayıklamak, ayıklamak, çıkarmak, istenmeyen otları/bitkileri elemek. çıkarıp temizlemek. week i. hafta. week in week out haftalarca. weekday i. hafta arasındaki gün, hafta içindeki gün, cumartesi ve pazar weekend dışında herhangi bir gün, işgünü. i. hafta sonu. weekly s. haftalık. z. haftada bir; her hafta. i. haftalık yayın. weeks ago haftalarca önce. weep f. (wept) 1. ağlamak, gözyaşı dökmek. 2. sızmak, damlamak. weeping willow bot. salkımsöğüt. weevil i., zool. buğdaybiti. wee-wee f., ç. dili çiş etmek, işemek. i., ç. dili çiş. weft i. atkı, argaç. weigh f. 1. tartmak: Please weigh these pears. Bu armutları tartar weigh mısınız? i. yol. 2. (up) iyice tartmak/düşünmek, ölçüp biçmek, teraziye vurmak. 3. (belirli bir ağırlıkta) olmak, (belirli bir ağırlık) weigh against -in aleyhine olmak. çekmek/gelmek: How much do you weigh? Kaç kilosun? That weigh anchor demir almak. suitcase weighed thirty kilos. O bavul otuz kilo çekti. How much weigh anchor do den.you thinkalmak. demir it´ll weigh? Sence kaç kilo gelir? weigh in 1. (uçağa binmeden önce) (bagajı) tarttırmak. 2. (cokey) yarış weigh in at sonunda tartılmak. (tartıldığında) 3.bir (belirli önce tartılmak. ağırlıkta) olmak. weigh in s.o.´s/s.t.´s favor birinin/bir şeyin lehine olmak. weigh on 1. -in içine dert olmak. 2. -e ağır gelmek, -e yük olmak. weigh one thing against (karar vermeye çalışırken) bir şeyi başka bir şeyle another weigh one´s words karşılaştırmak. sözlerini tartarak konuşmak. weigh one´s words sözlerini tartarak konuşmak. weigh out 1. (paketlemek/satmak üzere) (bir şeyden belirli bir miktar) weighing machine tartmak: Weigh me kantar; baskül; tartı.out two kilos of apples. Bana iki kilo elma ver. 2. (cokey) yarıştan önce tartılmak. weight i. 1. ağırlık, sıklet. 2. tartı. 3. yük, sıkıntı. 4. etki, önem. 5. nüfuz, weight lifter itibar. halterci. weight lifting halter kaldırma, halter. weightless s. ağırlıksız. weighty s. 1. ağır. 2. çok önemli (konu/karar). 3. nüfuzlu, itibarlı. weir i. su seddi, bent. weird s. 1. garip, acayip, tuhaf. 2. esrarengiz. weirdo i., argo çok eksantrik kimse, çok tuhaf bir kimse. welcome f. 1. hoş karşılamak, memnuniyetle karşılamak: He welcomed welcome s.o. with open arms the news birini çokof his son´s sıcak marriage. bir şekilde Oğlunun nikâh haberini hoş karşılamak. karşıladı. 2. (misafiri) nezaketle karşılamak. i. 1. hoş karşılama. weld f. 1. kaynak yapmak, kaynak yaparak birleştirmek, kaynatmak; 2. nezaketle karşılama. s. 1. hoş karşılanan. 2. hoşa giden. welder kaynamak. i. kaynakçı. 2. sıkıca birleştirmek. i. 1. kaynak yeri. 2. kaynak. welfare i. 1. refah, mutluluk ve sağlık içinde yaşama. 2. yoksullara welfare state yardım. refah/gönenç devleti. welfare worker sosyal yardım görevlisi. we'll kıs. we will/shall. well i. 1. kuyu: artesian well artezyen kuyusu, artezyen. oil well well petrol kuyusu. z. (bet.ter, best) 2.1. kaynak, pınar, The iyi; yolunda: memba. new 3. merdiven computer is working boşluğu/evi/yuvası; well. Yeni bilgisayar asansör iyi boşluğu/kuyusu/yuvası. çalışıyor. Everything is going f.well. 1. (out) Her well ünlem Pekâlâ!/Ya!/Hayret!/Olur şey değil!/Sahi!/Eh!/Haydi! (sıvı) (bir yerden) fışkırmak, kaynamak. 2. up in/within şey yolunda gidiyor. 2. iyice: Shake it well before using it. well and good kabul, tamam, peki;ileiyidolmak: (gözyaşı/bir hoş (ama). Kullanmadanduygu) önce iyice çalkalayın. Tears 3. welled up is hayli: He in well her eyes. on in life. Well done! Gözleri Yaşı hayli ilerlemiş. All of the administrators are well Birden doldu. Aferin!/Bravo! Anger suddenly welled up within him. past forty. well made öfkesi biçimli,kabardı. Yöneticilerin hepsi kırkını hayli geçmiş. well up on the list iyi yapılı. well read listenin başlarında. çok okumuş, çok bilgili. 4. pekâlâ: He understood me (very) well. Beni pekâlâ anladı. 5. haklı olarak: You may well ask that well to do zengin, hali question. vakti yerinde. O soruyu sormakta haklısın. s. (bet.ter, best) 1. iyi; well traveled (road) işlek (yol). yolunda: I don´t feel well. Kendimi iyi hissetmiyorum. All is well. Well, as I was saying .... Her Ha!şey yolunda. Diyordum ki 2. ....iyi, uygun, yerinde; elverişli (Would ile kullanılır.): It would be well to make an appointment before you Well, well! Vah vah!/Aman efendim!/Hayret! go to see him. Onu görmeye gitmeden önce randevu alsanız iyi olur. well-balanced s. dengeli (biri/beslenme). well-behaved s. uslu, terbiyeli. well-being i. refah, iyilik, mutluluk. well-bred s. iyi terbiye görmüş, terbiyeli, kibar. well-built s. boyu bosu yerinde. well-connected s. nüfuzlu arkadaşları olan. well-done s. 1. başarılı, iyi yapılmış. 2. iyi pişmiş. well-fixed s., k. dili paralı, zengin, hali vakti yerinde. well-founded s. sağlam bir nedene/nedenlere dayalı: Your suspicions are well- well-groomed founded. s. bakımlıŞüphelerinde (kimse). haklısın. well-heeled s., k. dili zengin, para babası. wellie i., İng., k. dili lastik çizme. well-informed s. epey bilgi sahibi olan: I´m well-informed about him. Onun wellington hakkında epey i., İng. lastik bilgim var. çizme. well-intentioned s. iyi niyetli. well-known s. ünlü, tanınmış, meşhur. well-mannered s. terbiyeli. well-meaning s. iyi niyetli. well-nigh z. hemen hemen, neredeyse. well-off s. hali vakti yerinde, zengin. well-read s. (bir konuda/çeşitli konularda epey kitap okuduğu için) bilgili. well-rounded s. 1. çok yönlü, geniş kapsamlı. 2. dolgun, balık etinde. well-said s. yerinde söylenmiş. well-spring i. kaynak. well-thumbed s. kullanıla kullanıla sayfa kenarları yıpranmış. well-timed s. iyi zamanlanmış, zamanlı. well-to-do s. hali vakti yerinde, zengin. well-wisher i. başkasının iyiliğini isteyen kimse. well-worn s. 1. iyice eskimiş, çok giyilmiş. 2. basmakalıp: a well-worn welly expression basmakalıp i., İng., k. dili, bak. wellie.bir deyim. Welsh i. Galce. s. 1. Gal, Galler Ülkesi´ne özgü. 2. Galce. 3. Galli. welsh f., argo 1. borcunu ödememek, dolandırmak. 2. sözünü welsh on one´s promise tutmamak. sözünü tutmamak. Welshman çoğ. Welsh.men (welş´mîn) i. Galli erkek, Galli. Welshwoman çoğ. Welsh.wom.en (welş´wîmîn) i. Galli kadın, Galli. welt i. 1. kösele şerit. 2. (vurulan kamçının/değneğin bıraktığı) iz. f. welter 1. şerit f. 1. koymak. ağnamak, 2. k.yuvarlanmak. yatıp dili vurup iz bırakmak. 2. dalga gibi kabarıp welterweight yuvarlanmak. i. 1. i., boks yarı ortasıklet.yuvarlanma. 2. karmakarışık bir sürü (şey): a welter of details bir sürü ayrıntı. wench i. 1. genç kız. 2. hizmetçi kız. wend f. wend one´s way gitmek; yol almak. went f., bak. go. wept f., bak. weep. were f., bak. be. we're kıs. we are. weren't kıs. were not. werewolf çoğ. were.wolves (wir´wûlvz) i., mit. 1. kurt şekline girmiş insan. west 2.batı, i. kurt garp. şeklines. girebilen kimse. batı. z. batıya doğru: go west batıya doğru West Indian gitmek. 1. Batı Hint Adalı, Batı Hint Adalı kimse. 2. Batı Hint Adaları´na westbound özgü. 3. Batı s. batıya doğruHint Adalı (kimse). giden. westerly z. 1. batıdan. 2. batıya doğru. s. 1. batıya bakan. 2. batıdan western esen s. batı, (rüzgâr). batısal, batıya ait. i. batılı. Western Samoa Batı Samoa. westernise f., İng., bak. westernize. westernize f. batılılaştırmak. westward s. 1. batıya yönelen. 2. batıya bakan. z. batıya doğru, batı westwardly yönünde. z. 1. batıya doğru. 2. batıdan. s. 1. batıya yönelen. 2. batıdan westwards esen z. batıya(rüzgâr). doğru, batı yönünde. wet s. (--ter, --test) 1. yaş, ıslak. 2. yağmurlu: a wet day yağmurlu wet behind the ears bir gün. k. dili 3. k. toy, dili içki acemi, yasağı acemi olmayan (yer). f. (wet/--ted, --ting) çaylak. 1. ıslatmak; ıslanmak. 2. -e işemek, -i ıslatmak: Small children wet blanket k. dili neşeyi kaçıran/şevki kıran kimse. sometimes wet the bed. Küçük çocuklar bazen yatağını ıslatır. i. wet nurse sütnine, yaşlık, nem,sütanne, rutubet. sütana. wet nurse sütnine. wet to the skin iliklerine kadar ıslanmış. wetness i. ıslaklık, nem, rutubet. wet-nurse f. 1. -e sütninelik etmek. 2. -e özenle bakmak. we've kıs. we have. whack f., k. dili 1. pat/küt diye vurmak; tokat atmak. 2. (off) kesmek. i., whacked k. dili 1.İng., s. (out) kuvvetli darbe/vuruş; k. dili çok yorgun,kuvvetli tokat.gibi. bitkin, pestil 2. kuvvetli bir darbe/tokat sesi; pat; küt. whacking s., İng., k. dili 1. çok büyük, kocaman. 2. çok: That´s a whacking whale big car!--s/whale) i. (çoğ. Kocaman zool. bir araba o! balina. whale f., k. dili 1. dövmek. 2. kuvvetli bir şekilde vurmak. 3. out whale in and ... kuvvetli gayretlebir (birşekilde vurarak çıkarmak: işe) başlamak: She whaled She inwas andwhaling the dust fixed supper for out the of the whole carpets. push of Halılara ´em. pat Kalkıp pat vurarak onların hepsinetozunu akşamçıkarıyordu. yemeği wham i. 1. kuvvetli darbe/vuruş. 2. kuvvetli bir darbenin sesi; pat; küt. hazırladı. f. whammy i. (--med, --ming) 1. pat/küt diye vurmak. 2. pat/küt diye çarpmak; pat diye patlamak. z. pat diye: I was sitting at my whap f. (--ped, --ping) bak. whop. desk writing when wham, in walks Gülşen! Ben çalışma whapper i., bak. whopper. masamın başında yazı yazarken pat diye Gülşen giriyor içeri! whapping s., bak. whopping. wharf çoğ. wharves (hwôrvz) i. iskele; rıhtım. what zam. 1. ne: What´s this? Bu ne? Tell me what she said. Bana ne What a pity! dediğini Ne yazık! söyle. What do you think I am? Beni ne zannediyorsun? Don´t forget what she said! Onun dediğini unutma! I´ve no What a shame! Ne yazık! What a sour face he´s money but what you see here. Burada gördüğünden başka k. dili Bugün param ne kadar yok. Their suratsız production o! is not what it was. Onların today wearing today! what about ... şimdiki 1. ya ...: üretimi You´ve eskisi givengibiherdeğil. some2.money, Şaşkınlıkbutbelirtir: What,me? what about no What about ...? lunch? Ona para Ne diyorsun? verdiniz. bak. How about ...? Ya Öğle bana?yemeği 2. yok mu?/Ne, Tekliflerde öğle kullanılır: yemeği What yok about mu? a walk?s. 1.Yürüyüşe ne; hangi: What news çıkmaya have you had from them? ne dersin? What about it? k. dili, bak. Onlardan ne haber? What time is it? Saat kaç? What books have What do you have to say for Şimdi you readkendini savun bakalım! this summer? Bu yaz hangi kitapları okudun? What yourself? What does it matter? money I have is in Ne önemi var?/Ne olur ki?/Nethe safe. Nefarkeder? kadar param varsa kasada. 2. ne; ne kadar çok; ne kadar büyük (Şaşkınlık, hoşnutluk, öfke What for? Niçin?/Neden? v.b. duyguları pekiştirmek için kullanılır.): What beautiful trees! What for? k. dili Ne güzelNiye?/Niçin? ağaçlar! What a delightful spot! Ne güzel bir yer! With What if .... what joy did I hand ... farzedelim: Whather if it over toYa rains? them! Kendisini yağmur onlara ne büyük yağarsa? what if ...? bir sevinçle teslim ettim, bir bilsen! ya ... ise?: What if it rains? Ya yağmur yağarsa?He remembered what great sadness he´d felt then. O zamanki hüznünün ne kadar büyük What makes him tick? k. dili Onuhatırladı. olduğunu ayakta tutanWhatşey ne? Şu karışıklığa bak! a mess! What of it? k. dili E, ne olacak?/Ne önemi var?/Ne çıkar?/Ne zararı var? What of it? What ever ...? k. dili (Şaşkınlık belirtir.): What ever can she mean? Ne demek What on earth are you doing istiyor Allah aşkına? Burada ne işin var Allah aşkına? here? What the heck! Kahrolsun! What the hell are you doing? Ne halt ediyorsun yahu? What the hell! 1. Boş ver!/Olsun! 2. Allah Allah! what the hell/heck k. dili 1. Boş ver!: Let´s go, what the hell! Boş ver, gidelim! 2. Neden/Niye olmasın?: What the hell, let´s do it. Niye olmasın? Haydi yapalım! 3. Allah kahretsin! 4. Kızgınlık belirtir: What the hell do you think you´re doing? Ne halt ettiğini zannediyorsun? what with k. dili -in yüzünden, -den dolayı: What with this, that and the What´s at stake? other Bu işten I haven´t managed to ne kazanırız?/Bu get işte neit kaybederiz? done. Çeşitli şeyler yüzünden onu yapamadım. What´s cooking? Ne var, ne yok? What´s done can´t be Olan oldu. undone. What´s eating you? k. dili Nen var? What´s it to you? Sana ne? What´s that lout doing here? O ayının burada ne işi var? What´s the good of it? Neye yarar? What´s the matter? Ne var?/Ne oldu? What´s up? k. dili 1. Ne var?/Ne oldu?/Ne oluyor? 2. Ne haber? what´s what 1. neyin ne olduğu: I can´t tell what´s what. Neyin ne oldu What´s with her? ğunu k. diliseçemiyorum/göremiyorum. Nesi var onun?/Niye bozuk çalıyor?/Niye 2. gerekli olan bilgiler: kızgın o? As he ´s just begun working here he´s not yet had time to learn what What´s with him/her? k. dili Nesi var?/Derdi ne? ´s what. Burada yeni çalışmaya başladığı için henüz her şeyi What´s your line? Ne işle uğraşıyorsunuz? öğrenmeye vakti olmadı. what-do-you-call- i. şey (İsmi akla gelmeyen bir kimseyi/şeyi belirtmek için him/her/it/them whatever kullanılır.): zam. 1. herWhat-do-you-call-him ne, ne: Take whatever ...you Fettah ... what´s want. he doing Ne istersen al. now? Whatever Şey ... Fettah happens, ... o don´t şimdi panic!ne yapıyor? Ne olursa olsun paniğe whatnot i. etajer. kapılma! Whatever´s been done before may be done again. what's-his/her/its/their-name i., bak. what-do-you-call-him/her/it/them. Önceden ne yapıldıysa tekrar yapılabilir. 2. k. dili Benim için whatsoever zam. her ne, ne: Do whatsoever farketmez./Farketmez. you please! 3. k. dili, bak. What ever Ne dilersen onu ...? s. 1. ne; what-you-call- yap! hangi: s. 1. ne; hangi: Use it for whatsoever purpose you see fit. i., bak. Take whatever documents you want. Belgelerden what-do-you-call-him/her/it/them. him/her/it/them what-you-may-call- Sana hangisini göreistersen hangi amaçal. Use uygunsa whatever onun için kullan. means are 2. herhangi necessary. Ne bir: i., bak. what-do-you-call-him/her/it/them. him/her/it/them If you´ve any gerekirse onu doubts yap. 2. whatsoever, herhangi bir:don´t If theredo is it.any Herhangi problem bir wheat i. buğday. şüphen whatever, varsa onu yapma. telephone In no case me. Herhangi birwhatsoever problem olursaare youbana to tell wheat germ her. buğday telefon Ne edin. olursa Atolsun tohumunun no timeona söylemeyeceksin. embriyon whatever kısmı.are you to leave the base. wheedle Hiçbir f. zaman üsten çıkmayacaksın. wheedle one´s way into dil dökerek (bir yere, bir işe v.b.´ne) girmek. wheedle s.o. into dil dökerek birini (bir şey yapmaya) ikna etmek. wheedle s.t. out of s.o. dil dökerek birinden bir şey koparmak. wheel i. 1. tekerlek. 2. direksiyon, direksiyon simidi/volanı. 3. den. wheel dümen f. dolabı. 1. daireler 4. ask.dönmek: çizerek çark. Gulls wheeled above us. wheel alignment Üzerimizde (motorlu taşıta ait) tekerleklerin2.ayarlanması. martılar dönüyordu. (around/round/about) birdenbire dönmek, dönüvermek: She wheeled round and wheel and deal k. dili 1. (bir işi gerçekleştirmek için) görüşmeler ve pazarlıklar looked him in the eye. Birdenbire dönüp gözlerinin içine baktı. yapmak. k. (tekerlekli dili ileri2.sürmek, iş çevirmek. öne gitmek; sürmek: (tekerlekli He alwaysbir wheels wheel out 3. bir araçla) araç)that example gitmek, wheel s.o. in/out out in order ilerlemek; (tekerlekli to support (tekerlekli sandalye, birhis bebek case. aracı) Kendi sürmek: arabası iddiasını He wheeled v.b.´ndeki) desteklemek birinithe taxi içeri için right hep up o örneği to getirmek/dışarı the önedoor. front çıkarmak:sürüyor. Taksiyi As he ta slowly ön kapıya wheeled kadar him sürdü. in everyone wheelbarrow i. el arabası. They in thewheeled room fellaroundsilent. the Onucity all day sandalyesiyle tekerlekli in the black Mercedes. yavaş yavaş wheelbase i., Bütünoto. gün dingil açıklığı/mesafesi. siyah Mercedes´le şehri dolaştılar. 4. ask. çark içeri sokarken odadakilerin hepsi sustu. wheelchair i. tekerlekli etmek; çarksandalye. ettirmek. wheeler-dealer i., k. dili 1. (bir işi gerçekleştirmek için) kurnazca görüşmeler ve wheeze pazarlıklar f. hırıldamak, yapan kimse.hırıltılı hırlamak, 2. iş çeviren bir ses kimse. çıkarmak. i. hırıltı, hırıltılı wheezy ses. s. hırıltılı, hırıldayan. whelp i. 1. enik, encik, yavru. 2. küstah bir genç. f. eniklemek, when enciklemek, z. ne zaman:yavrulamak.When will they return? Ne zaman dönecekler? bağ. When did you see him last? 1. -diğinde; -diği Onu son kez ne zaman zaman;gördünüz? -ince; -diği (gün, saat v.b.): You have to get up when the bugle blows. Boru çaldığında kalkman lazım. When When ever ...? he finished the course k. dili (Soruyu vurgulamak için kullanılır.): When ever will you Start when you please. İstediğin zaman başla. When Faruk he was none the wiser than be Kurs on bittiğinde time? Senhiçbir ne zaman vaktinde geleceksin? şey öğrenmemişti. arrived she was still dressing. Faruk vardığında hâlâ giyiniyordu. he whenwas when heis began it. You zamanı shouldn´t gelince. be thinking of such things when you´re about to When thethistime becomes ripeknown it ´ll really set tongues kick k. dilithe bucket. Etrafa İnsan nalları yayılınca herkesin dikeceği zaman böyle diline pelesenk şeyleri olacak. wagging. düşünmemeli. There were times when he felt like killing her. when you please ne Onuzamanöldüresi isterseniz. geldiği zamanlar olurdu. We´ll hit the road when whence bağ. 1. nereden: the sun goes down. Send it back Güneş to theyola batınca place whence çıkarız. it came. I wonder whenOnu whenever geldiği she´llne bağ. yere come. zaman geri gönder. Ne...zaman ise, her 2. gelecek bu yüzden, acaba? ... -diğinde: bundan May´s when Whenever dolayı: I seethe He herroses I think couldn´t are of at their that answer day. best. any Mayıs Kendisini ofne my ayı zamanquestions tam gül görsem correctly; zamanıdır. o günü 2.whence I -diği zaman, düşünürüm. whensoever bağ., bak. whenever. concluded iken, -ken: he Whenwasprince an impostor. regent he Hiçbir ruled sorumu doğru well. Naip the country cevaplayamadı. prensken ülkeyi Bu yüzden sahtekâr iyi yönetti. We saw them olduğunawhenkarar verdim. we were in z., eski Venice. nereden: Whence come Venedik´teyken onları you? Nereden gördük. geliyorsunuz? 3. -diğine göre: How can he buy a yacht when all he makes is four hundred million liras a month? Ayda sadece dört yüz milyon lira kazandığına göre nasıl where z. nerede; nereye; nereden: Where do you live? Nerede Where do you hail from? oturuyorsun? Nerelisin?/Nereden Wheregeldin? are you going? Nereye gidiyorsun? Where Where does he rank in the ´d you get that shirt? O gömleği nereden aldın? bağ. 1. İsim Hiyerarşideki yeri ne? hierarchy? olarak kullanılan yancümlenin başında bulunur: That´s where he Where ever ...? Nerede/Nereye/Nereden sits. Oturduğu yer orası. That´s ... Allah whereaşkına?: you´reWhere wrong.everOhas she noktada Where in heaven have you gotten to? yanılıyorsun. O nereye I told himgitti Allah where aşkına? it came from. Ona onun nereden Neredeydin Allah aşkına! been? geldiğini where it´s at argo çoksöyledim.şık/moda You olanhaven´t bir yer/şey, yet taken çok rağbet me where edilenI want bir to go. Beni yer/şey. gitmek istediğim yere henüz götürmedin. 2. Sıfat where s.o. is concerned -e gelince: olarak You´re kullanılan very solicitous yancümlenin başında where she´s concerned. bulunur: I saw manyOna whereabouts gelince plantations çok z. nerede; nerelerde;ilgi gösteriyorsun. where sugarcane nereden;isnerelerden; grown. Şekerkamışı nereye; nerelere: yetiştirilen whereas Whereabouts çok plantasyon is he gördüm.from? Nereli 3. Zarf bağ. 1. oysa; iken, -ken: She loves his novels, whereas hero? olaraki. (birinin/bir kullanılan şeyin) yancümlenin bulunduğu/olduğu başında husband bulunur: loathes yer: His I have to gowhereabouts where she remain goes. Onun unknown. gittiği Onun yere whereby bağ. onunla, onunthem. Kendisi vasıtasıyla onunolarak (Sıfat romanlarını kullanılan seviyor, oysa nerede ben de olduğu gitmek kocası onlardan hâlâ bilinmiyor. zorundayım. nefretbulunur.): Put ediyor. He it back speaks where you no English, found it. whereas Onu wherefore yancümlenin z. niye, neden. başında bağ. bu yüzden, This bundan is adolayı, plan whereby bu nedenle.we can bulduğun she speaks yere bırak. no French. He planted O hiç acacias İngilizce bilmezken where he should öbürü de hiç have reduce inflation. Bu planla enflasyonu azaltabiliriz. wherein planted bağ. (Sıfat Fransızca blackolaraklocusts. bilmiyor. Akasya kullanılan 2. -diği dikilmesi yancümlenin için; -diğine göre: gereken başında yere Whereas mimoza bulunur.): he is noHe whereof dikti. looked longer Where at the legally she´s window concerned, competent, whereinI have I shewon´tsat. appointed bağ. (Sıfat olarak kullanılan yancümlenin başında bulunur.): The give Onun an inch. oturduğu you his Ona gelince, guardian. hiç Artık taviz pencereyekanunenvermeyeceğim. baktı.yetkiShow sahibime Where thebeen olmadığı he once paragraphiçin owned wherein tenthisfactories, point is whereupon wine bağ. now whereof bunun he only they üzerine: owns drank one. had SixVaktiyle months later on thesizi poisoned. fabrikaya dukeona vasi İçtikleri died, sahipken tayin şaraba whereupon şimdi ettim. mentioned. zehir katılmıştı. Bu noktanın Theto bahsedildiği man whereof paragrafı you speak göster. is dead. wherever the bağ. ancak dukedom (Zarf went olarak bir fabrikası var.his kullanılan Younephew. go Altı yancümlenin aybaşında sonra dük vefat bulunur.): etti. Go Bahsettiğin Bunun üzerine adam düklüköldü. She can yeğenine knows geçti. where whereof youshe please. speaks. İstediğin wherewith wherever yere bağ. onunla, you gidebilirsin. like. onun Nereye zam. nere: vasıtasıyla istersen He´s git. from (Sıfat olarak Wherever God knows kullanılan possible where. she O Bahsettiği konu hakkında gerçekten bilgi sahibi. tries nereli, toAllah yancümlenin help.bilir./Nereli Şartlar başında elverdiğince olduğunu bulunur.): Weyardımda Allah lacked bilir. bulunmaya the çalışıyor. tools wherewith wherewithal i., k. dili z., k. dili, bak. Where ever ...? to do the job. İşin gerektirdiği aletler bizde yoktu. whet f. (--ted, --ting) 1. bilemek, keskin bir hale getirmek: He was whet one´s appetite whetting iştahını açmak. his knife. Bıçağını biliyordu. 2. (istek, heves, gayret v.b.´ni) artırmak: Their lust for gold has whetted their exertions. whet s.o.´s appetite birinin iştahını açmak. Altın hırsı gayretlerini artırdı. whether bağ. 1. “-mek veya -memek,” “-ip -mediğini,” “-ip -meyeceğini” whether he goes or not gibi gitse fiildeşekillerinin gitmese de. kullanıldığı durumlarda kullanılır: The only question facing us is whether we´re to stay or to go. whetrock i., bak. whetstone. Önümüzdeki tek sorun kalmak ya da gitmek. He couldn´t decide whetstone i. bileğitaşı. whether to sign or not. İmza atıp atmayacağına karar veremedi. whew They asked ünlem me whether 1. Rahatsızlık theyOf!/Aman! belirtir: could bring 2.her. Bana onu söylenir: Rahatlayınca getirip whey getiremeyeceklerini Oh! 3. Şaşkınlık i. kesilmiş sütün suyu. sordular. belirtir: Hayret!/Uf I wonder be! whether I should go now. Şimdi mi gitsem acaba? I don´t care a fig whether you love her which s. or hangi: not. Onu Whichsevip dictionary sevmediğin do you bana want? vız gelir.Hangi 2. sözlüğü “-se de -mese whichever istiyorsun? zam. de” gibi hangisi Which fiil şekilleriyle ones did ... ise: I´ll kullanılır: you take a kilo select? I´mof going, Hangilerini either the seçtiniz? apples whether youor come the Which pears, or not. trees whichever Sen 2. did gelsen they isde cut cheaper.down? gelmesen Elma Hangi de ya ben ağaçları dagidiyorum. kestiler? armut farketmez,3. “...She´ll ya da,” whiff i. 1. esinti. koku. return hangisi “... olsun at five, ucuzsa by which ondan ... olsun,” birtime “ister kilo Ialacağım. ... ister should bes.finished hangi ... ...” şekillerinde with ise:this. You Saat kullanılır: can All while i. müddet, beşte dönecek süre:kiShe listenedkadar o zamana to them buHangi forbitirmiş işi a while,olmalıyım. but then she have whichever governments, camellia whether you want. autocratic or democratic,kamelyayı deal zam. mustistersen with got 1. bored. hangi: Onları Which ofbir müddet those houses dinledi,are fakat sonra yours? sıkılmaya while bağ. onu this 1. iken, alabilirsin. problem. -ken: Her While hükümet, he wasotokratik ya da O in Antalya, evlerden Hülya stayed demokratik, hangileri buwith başladı. sizin? You´ve Which been girls ofAntalya´dayken those awayisquite your adaughter? while. Epey zamandır Owhether kızlardan burada while away her mother. problemle (vakti) geçirmek:O uğraşmak They zorunda. whiled Hülya I´ll away getthe annesinde it done, afternoon kaldı. athangisi Every playing the yoktun. senin morning He kızın? left while Whichjust running ofa little you while have inbriç the park ago. had some I see Ancakoneof biraz this evvel tea? particular çıktı. Hanginiz deer. Her f. while away the time office bridge. vakit or at Öğleden geçirmek.home. Büroda sonrayı olsun, oynayarak evde olsun, bunu bitireceğim. geçirdiler. bu çaydan içtiniz? Which of you wants sabah parkta koşarken bir geyiği görüyorum. 2. iken, -ken, -diği tea? Kimler çay istiyor? whilst bağ., 2. Sıfat halde, İng., olarak -mekle bak.birlikte; while 2.oysa: kullanılan yancümlenin While what başında you say bulunur: is true of From whim there Güven, we i. birininit´s went aklına to not esen the true of museum, Kerem. şey; kapris, which Dedikleriniz is geçici heves. located in Beşiktaş. Güven için geçerli Oradan Beşiktaş´ta olmakla birlikte Kerem bulunan için müzeye geçerli gittik. değil. She´sIt´s anot just meat blonde, whimper f. 1. hafifçe/yavaşça inlemek, hafif iniltiler çıkarmak. 2. while which her is expensive. sister´s a brunette. PahalıO olan sadece sarışın, oysa et değil. kız kardeşi They´re esmer. talking sızlanmak, s. sızlamak, hafif hafif yapmaktan yakınmak. i.hoşlanan. 1. hafif inilti, whimsical of 1. garip,both making tuhaf. of 2.themgariplikler empress, which is nonsense. 3. Her ikisini inleme. değişken, 2. birdenbire sızıltı, sızlanma. değişen. whimsy de1.imparatoriçe i. garip şeylerden yapmaktan hoşlanma bahsediyorlar huyu. 2. garip ki, şey. bu tamamıyla 3. garip whine saçma. fikir/heves. f. 1. inlemek, ağlamak, iniltiler çıkarmak. 2. sızlanmak, whinge sızlamak, yakınmak. f., İng. sızlanmak, 3. (kurşun) sızlamak, ağlamak, vınlamak. 4. (sivrisinek) vızıldamak, vızlamak. vızıldamak. i. 1. inilti, inleme. 2. sızıltı, sızlanma. 3. (kurşuna ait) whinny f. hafifçe kişnemek. i. hafif bir kişneme. vınlama. 4. (sivrisineğin çıkardığı) vızıltı. whip f. (--ped, --ping) 1. (kamçı, kayış, baston v.b. ile) vurmak; whip kamçılamak; i. 1. kamçı, kırbaç. kırbaçlamak; 2. (yumurta (birinin v.b.kıçına) şaplak indirmek; için) çırpacak. dayak atmak. 2. out çıkarıvermek, birdenbire çıkarmak: He whip s.o. away/off birini götürüvermek. whipped out his knife. Birdenbire bıçağını çıkardı. 3. whip s.o./s.t. into shape k. dili birini/bir şeyi istenilen şekle/duruma around/round/across/off/over çabucak/bir koşu getirivermek: gitmek: He´ll In two whip s.t. away weeks whip bir şeyi he´d round whipped his team into shape. to the grocer´s and get it. Bir koşu bakkala gidip kapıvermek. İki hafta içinde takımını alır. 4. oynamaya hazır bir duruma around/round/across/over getirivermişti. (rüzgâr) şiddetle esmek. 5. whip s.t. off bir giysiyi çıkarıvermek. (sütün yüzünde toplanan kremayı, yumurtayı v.b.´ni) çırpmak. whip s.t. on birtamamıyla 6. giysiyi giyivermek. mağlup etmek, bozguna uğratmak. 7. up (bir whiplash i. 1. kamçıuyandırmak/kışkırtmak; duyguyu) vuruşu/darbesi. 2. kamçı ipi. 3. araba8.kazasında kamçılamak. up kafa whipped cream ve omurganın yapıvermek/yaratıvermek: kremşantiyi. şiddetle sarsılmasından She can whip ileriup gelen a cake travma. in no time flat. Bir çırpıda bir kek yapabilir. 9. in girivermek. 10. out çabucak çıkmak, çıkıvermek. 11. back çabucak dönmek. 12. İng., k. dili aşırmak, yürütmek, çalmak. whippersnapper i., k. dili kendini bir şey zanneden genç. whipping i. 1. kırbaçlama, kamçılama. 2. birinin kıçına şaplak indirme; whipping boy dayak. şamar oğlanı. whippoorwill i., zool. Kuzey Amerika´ya özgü bir tür çobanaldatan. whip-round i., İng., k. dili whipstitch i., k. dili an, lahza. whir f. (--red, --ring) 1. (kuş) pır diye uçmak, pır pır uçmak. 2. whirl vınlamak. i. 1. f. 1. fırıl fırıl pır sesi.hızla dönmek, 2. vın sesi, vınlama. dönmek; fırıl fırıl döndürmek, hızla whirl s.o. away/off döndürmek. 2. (about/around) dönüvermek: birini hızla götürmek; birini kapıp hızla götürmek. She whirled around and gave me a slap on the face. Birden dönüp yüzüme bir tokat whirlpool i. (suda oluşan) girdap, anafor, burgaç, çevrinti. attı. 3. büyük bir hızla geçmek; vızır vızır geçmek. i. 1. fırıl fırıl whirlwind i. (hava akıntısının dönme, hızlı dönüş;oluşturduğu) çevrinti. fırıl fırıl döndürme, hızlı döndürüş. 2. küçük whirlybird çevrinti: Trout can be found near the whirls in the stream. i., k. dili helikopter. whirr Alabalık, f., i., İng.,çaydaki bak. whir.küçük çevrintilerin yakınında bulunabilir. 3. koşuşturma. 4. heyecan. 5. hızlı geçiş; vızır vızır geçiş. whish f. 1. (su) fışıldamak, fışırdamak. 2. (rüzgâr) uğuldamak. 3. whisk (kumaş) hışırdamak. f. 1. (kuyruğu) 4. hızla sallamak: The geçmek. i. 1. fışıltı, horse whisked fışırtı. its tail a few2. times. uğultu. 3. At, hışırtı. kuyruğunu whisk broom ufak süpürge; birkaç elbise kez salladı. 2. (away/off) götürüvermek: fırçası. The airplane whisked them to Rome in only a few hours. Uçak whisker i. 1. sakal teli. 2. çoğ. sakal. 3. çoğ. (kedi v.b. hayvanlara ait) onları yalnızca birkaç saat içinde Roma´ya götürüverdi. 3. whiskey bıyık. i., bak. whisky. (yumurta v.b.´ni) çırpmak. 4. off süpürüvermek: She whisked whisky the crumbs off the tablecloth with a brush. Ekmek kırıntılarını i. viski. whisper bir fırçayla masa f. fısıldamak; örtüsünden fısıldaşmak: Shealıverdi. whispered to him that she was whist going to resign. i. vist (bir iskambilOna istifa edeceğini fısıldadı. What are you oyunu). whispering about? Ne hakkında fısıldaşıyorsunuz? i. fısıltı. whistle i. 1. düdük. 2. düdük sesi. 3. ıslık. f. 1. düdük çalmak. 2. ıslık whit çalmak. 3. to -i ıslıkla çağırmak; ıslıkla -in dikkatini çekmeye i. zerre, parçacık. çalışmak: He whistled to a passing taxi. Yoldan geçen bir taksiyi white s. 1. beyaz, ak. 2. beyaz ırktan olan, beyaz. 3. beyaz ırktan ıslıkla çağırdı. 4. at (birinin) arkasından ıslık çalmak: Did you just white ant olanlara akkarınca, ait,termit. beyazlara ait: a white neighborhood beyazların whistle at Buket? Demin Buket´in arkasından ıslık mı çaldın? oturduğu bir semt. i. 1. beyaz renk, beyaz, ak. 2. beyaz ırktan white elephant artık sahibinin işine yaramayan bir şey; vaktiyle işe yarayan olan kimse, beyaz. white elephant fakat artık şimdi dertişine sahibinin olanyaramayan bir şey. bir şey; vaktiyle işe yarayan white goods fakat şimdi beyaz eşya. dert olan bir şey. white heat 1. fiz. beyazın ısısı. 2. (bir olayda) en ileri safha, en kızışık an, white horehound zirve: while the battle was at white heat muharebe en şiddetli bot. köpekayası. safhasındayken. white lead üstübeç. white lie zararsız yalan. white meat beyaz et. white mouse beyaz fare. white mulberry beyaz dut. white plague verem. white poplar bot. akkavak. White Russia Beyaz Rusya. white sauce ahçı. beyaz sos. white tie frakla birlikte takılan beyaz papyon. white wine beyaz şarap. white-collar s. 1. beyaz yakalı, kol gücü yerine kafa gücünü kullanarak white-hot çalışan s. akkor.(kimse). 2. beyaz yakalılar grubuna ait. whiten f. beyazlatmak, ağartmak; beyazlaşmak, ağarmak. whiteness i. beyazlık, aklık. whitethorn i. alıç. whitewash i. 1. beyaz renkli kireç badana. 2. k. dili hileyle suçlu birini whither suçsuz z., eski gibi gösterme. nereye: Whither f. are 1. -i you kireç badanayla going? Nereyebeyaza boyamak. gidiyorsun? 2. k. dili bağ., eskihileyle 1. İsim(suçlu olarakbirini) suçsuzyancümlenin kullanılan gibi göstermek. başında Whitsunday i., Hrist. paskalyadan sonraki yedinci pazar gününe rastlayan bir bulunur: yortu. She knows whither you go. Nereye gittiğini biliyor. 2. whittle f. 1. (ağaç/tahta parçasını) yonta yonta ufaltmak. 2. (ağaç/tahta Sıfat olarak kullanılan yancümlenin başında bulunur: The place parçasını) yontmak. 3. away (at) azaltmak. whither they´ve gone is not far from here. Gittikleri yer buradan uzak değil. 3. Zarf olarak kullanılan yancümlenin başında bulunur: Go whither you will. İstediğin yere git. whittle s.t. down bir şeyi azaltmak/ufaltmak. whiz f. (--zed, --zing) (by/past) 1. çok hızlı geçmek, vızır vızır geçmek. whiz kid 2. k. vınlamak: dili çok genç Bullets yaşta whizzed past. belirli bir Kurşunlar konuda vın diye geçiyordu. uzmanlaşmış kimse. i. hızla geçen bir şeyin çıkardığı ses, vın sesi. whizz f., i., İng., bak. whiz. WHO kıs. World Health Organization Dünya Sağlık Teşkilatı. who zam. 1. kim: Who are you? Kimsiniz? “Who went to the party?” Who ever ...? “Deniz Şaşkınlık and Yeliz went belirtir: Who to thecan ever party.” this “Partiye be? Bu kim kimler gitti?” olabilir Allah “Partiye aşkına? Deniz ve Yeliz gitti.” “Who lives there?” “Yunus lives whoa ünlem Dur!/Çüş! (Binek hayvanını durdurmak için söylenir.). there.” “Orada kim oturuyor?” “Orada Yunus oturuyor.” 2. Sıfat who'd kıs. 1. who olarak had. 2. kullanılan who would. başında bulunur: Şeyda, who is yancümlenin whodunit from Isparta, i., k. dili wants dedektif to be polisiye romanı; a doctor.roman. Ispartalı olan Şeyda doktor whoever olmak istiyor. Yasemin spoke zam. 1. kim/her kim ... ise: Come out at oncefor women, who,whoever she claimed, you are! hated Her kim the system. isen hemen Kadınların ortaya sözcülüğünü çık! The same üstlenen punishment Yasemin, will be whole s. 1. tam; onların bütün, tüm: sistemden nefretHeettiklerini stayed there iddia for a whole etti. To me,week. who Tamhave a meted bir hafta out to orada whoever kaldı. else infringes She trivial. talked Bana these the whole laws. Bu time. Hep kanunları konuştu. whole number mat. knowledge tamsayı.of it, it seems sorarsanız, ki onun başka Give me kim bozarsa your whole aynı cezayaTüm attention! tabi olacak. dikkatini2.bana k. dili, ver!bak.TheWho wholehearted hakkında s. eversamimi, ...? bilgi içten,sahibiyim, candan. bu önemsiz bir şey gibi geliyor. 3. İsim whole olarak group came. kullanılan Gruptakilerin yancümlenin tümü bulunur: başında geldi. 2. Ibütün, know tam: Can who you wholesale s. you 1. knock toptancı back(tüccar). a whole 2.bottle? büyük çapta Bütün olan. bir z. toptan. şişeyi f. toptan devirebilir are. Sizin kim olduğunuzu biliyorum. wholesale price satmak. misin? toptani.fiyat.bütün: Two halves make a whole. İki yarım bir bütünü wholesale trade oluşturur. toptan satışlar. wholesaler i. toptancı. wholesome s. 1. ahlak açısından hiçbir sakıncası olmayan. 2. erdemli, whole-wheat faziletli. s. kepekli3.unlasağlığa yararlı. yapılan. whole-wheat flour kepekli un. who'll kıs. 1. who will. 2. who shall. wholly z. tamamıyla, bütünüyle. whom zam. 1. kimi; kime; kimden; kimde: Whom do you mean? Kimi whoop kastediyorsun? To whom f. haykırmak. i. haykırı, did you give it? Onu kime verdiniz? haykırış. From whom did you take it? Onu kimden aldın? In whom do you whoop it up k. dili gürültülü patırtılı bir şekilde eğlenmek. see that quality? O niteliği kimde görüyorsunuz? 2. Sıfat olarak whooping cough boğmaca.yancümlenin başında bulunur: Doğan, whom you kullanılan whop know as Dodo, f. (--ped, --ping)will notkuvvetle k. dili be there.vurmak. Dodo diye tanıdığınız i. kuvvetli Doğan darbe/vuruş. whopper orada bulunmayacak. Do you know the person to i., k. dili 1. kocaman bir şey: I´ve caught a whopper. Kocaman whom I sent it? bir Onu tane yolladığım kişiyi tanıyor musunuz? 3. İsim olarak whopping s., k. dili yakaladım. kullanılan çok büyük. That´s yancümlenin z. çok: aThey başında whopper! Kocaman got whopping bulunur: bir şey o!night. I knowdrunk whomlast you 2. kuyruklu Dün gece yalan. zilzurna whore i. orospu, mean. Kimi fahişe. f.oldular. orospuluk kastettiğini yapmak. anlıyorum/biliyorum. whorehouse i. genelev. whose zam. 1. kimin: Whose house is that? O ev kimin? Whose shoes whosoever are zam., those? Onlar kimin ayakkabıları? 2. Sıfat olarak kullanılan bak. whoever. yancümlenin başında bulunur: Füsun, whose sad end I have why z. 1. niye, niçin: Why did you say that? Onu niçin söyledin? 2. Why on earth did you do already related to you, was not present. Hazin sonunu size daha İsim Onuolarak niçin kullanılan yaptın Allahyancümlenin aşkına? başında bulunur: I don´t that? önce anlattığım Füsun orada bulunmuyordu. 3. İsim olarak know why she said it. Onu niye söylediğini bilmiyorum. Can you wick kullanılan i. (mum, kandilyancümlenin v.b.´nde) başında fitil. bulunur: I think I know whose give me just one reason why you did it? Niye yaptığına dair tek woods s. these are. Bu ormanların kimin olduğunu bildiğimi wicked bir1.neden kötü ruhlu, ruhunda söyleyebilir kötülük misin bana?besleyen, kötülük peşinde sanıyorum. olan. wicker s. ince2.dallardan çok kötü/fena (şey). örülmüş. wide s. 1. geniş; engin: a wide road geniş bir yol. This road´s twenty wide-angle meters s. genişwide. Bu yolun genişliği yirmi metre. 2. geniş, kapsamlı. açılı (mercek). wide-angle lens foto. geniş açılı mercek. wide-awake s. tamamen uyanık. widen f. genişletmek; genişlemek. widespread s. yaygın. widow i. dul kadın, dul. widower i. dul erkek. width i. genişlik; en. wield f. kullanmak. Wiener s. wiener i. sosis. Wiener schnitzel Viyana şnitzeli, şnitzel. wienie i., k. dili sosis. wife i. (çoğ. wives) karı, eş: She´s my wife. O benim eşim. wig i. peruk. f. (--ged, --ging) sertçe azarlamak, haşlamak. wiggle f. oynamak, hareket etmek; kımıldamak; oynatmak, hareket wild ettirmek; s. 1. vahşi.kımıldatmak. 2. yabani, yabanıl,i. oynama; yaban.kımıldama; 3. çılgın.oynatma; 4. asi, serkeş. 5. kımıldatma. k. dili harika, süper, çok güzel. wild animal vahşi hayvan, yabani hayvan. wild boar yabandomuzu. wild card argo kendisinden ne bekleneceği kestirilemeyen kimse/şey. wild flower kır çiçeği, yabani çiçek. wild goose yabankazı, sakarmeke. wild-goose chase k. dili boşuna Wild horses couldn´t drag koşuşma; Dünyada beyhude oraya gitmem!bir arayış. me there! wild life sanctuary yabanıl hayvanların korunduğu alan. wild pear ahlat. wildcat i., zool. amerikayabankedisi; yabankedisi. wilderness i. ıssız yer/bölge, kırlar. wildfire i. wildflower i., bak. wild flower. wildlife i. yabani/yabanıl hayvanlar. wile i. 1. kurnazlık; oyun. 2. çoğ. naz, cilve: She used her wiles to wilful ensnare s., İng., bak.him.willful. Onu elde etmek için tüm cazibesini kullandı. will yardımcı f. (would) 1. Gelecek zaman kipinde kullanılır: They will will leave tomorrow. i. 1. irade, istenç.Yarın gidecekler. 2. 2. vasiyetname, İkramda vasiyet. bulunurken f. 1. to (bir şeyin) Will you come with us? I´d kullanılır: (birine) Will you bırakılmasını have a banana? etmek, vasiyet yoluyla 3. Muz alır mısınız? “Bizimle gelir misin?”vasiyet“Gelmeyeyim.” (bir şeyi) just Will as yousoon givenot. that to me in Tercih/rıza/teklif/rica/vaat (birine) bırakmak: She willed belirtir: themI her won´t go. Gitmeyeceğim. house. Evini onlara If Onudo you bana this yazılı job olarak well, I´ll verir give misiniz? you a raise. Bu işi iyi yaparsanız writing? vasiyet etti. 2. iradesini kullanmak; iradesini kullanarak (bir willful maaşınızı s. 1. isteğinde şeyi) artıracağım. inat eden; 4. Tekrarlanan düşüncesinde gerçekleştirmek/gerçekleştirmeye durumları inat eden; çalışmak. belirtir: He bir çok bencil 3. willies would şekilde amaçlamak. sit there inatçı. i., çoğ., k. dili 4. for 2. hours. kasıtlı, (Allah) Orada mahsus buyurmak. saatlerce yapılan. otururdu. 5. Yeterlik belirtir: Those shoes will no longer fit you. O ayakkabılar artık willing s. 1. rızaolmaz. ayağına gösteren; It´llistekli; suit myhevesli: needs. He was a verykarşılar. İhtiyaçlarımı willing 6. willingly accomplice. z. isteyerek. Kuvvetli Suç ortağı olmaya dünden razıydı. bir tahmin veya zannı belirtir: This´ll be Bora. She wasBu a Bora willing source olmalı. of information You will have for heard them. Onlara this ve piece seve seveBu haberibir Are of news.benzeyen bilgi verdi. will-o'-the-wisp i. 1. bataklıklarda gece görülen yakamoza they willing duymuşsundur. workers? Onlar 7. Kaçınılmazlık çalışmaya hevesli belirtir: mi? Accidents 2. will happen! willow parıltı. i. söğüt.2. ham hayal, gerçekleşmesi imkânsız bir şey. içten/gönülden gelen: He served him Kaza herkesin başına gelir. What God wills will come with a willing obedience. to pass. willowy Gönülden s. fidan gelen gibi, fidanbir itaatle boylu ona (kadın).hizmet etti. Allahın dediği olur. What will be, will be. Ne olacaksa o olur./İş willpower olacağına varır. 8. Emir belirtir: The ceremony will be carried i. irade, istenç. willy-nilly out z. ister istemez. with his Majesty´s orders. Tören, in accordance majestelerinin emirlerine göre yapılacak. 9. Kararlılık/ısrar/inat wilt f. (bitki/çiçek) belirtir: boynunu “You won´t bükmek, do that, solmak; will you?” (bitkiyi/çiçeği) “Indeed I will!” “Onu wily soldurmak. s. kurnaz. yapmayacaksın, değil mi?” “Gör bak, nasıl yapacağım!” You will wimp be rudeçok i., argo to our guests! pısırık kimse, Misafirlerimize pısırığın teki.karşı ille bir kabalık yapacaksın! f. (won, --ning) 1. kazanmak;it(yarışma f. istemek: Call what youveya will. başka Ona ne birdemek uğraşı win istersen sonucunda) de. Let elde him etmek:do what Who he wonwill. theNe yapmak contest? isterse Yarışmayı yapsın. kim win by default hükmen galip sayılmak. kazandı? Utku´s won the prize. Ödülü Utku kazandı. They´ve win hands down k. dili kolaylıkla kazanmak/galip gelmek. finally won his support. Nihayet onun desteğini sağladılar. 2. win in a walk kolayca kazanmak. (muharebede) galip gelmek: France won the war. Savaşta win out Fransa galip geldi. (over) sonuçta galip i. çıkmak. galibiyet. win s.o. over/round birini ikna ederek kendi tarafına çekmek; birini ikna ederek win s.o./s.t. back desteğini sağlamak: birini/bir şeyi yeniden We also won him round to our point of kazanmak. view. Kendisini ikna edip davamıza onun da desteğini sağladık. win s.o.´s affection bir kimsenin sevgisini kazanmak. win the toss yazı turada kazanmak. win the toss yazı turada kazanmak. win through sonuçta galip çıkmak. wince f. (korkunç bir manzara karşısında veya acıyla) biraz geri çekilmek/irkilmek/yüzünü buruşturmak. winch i. vinç. f. vinçle çekmek. wind i. 1. rüzgâr. 2. k. dili boş laflar, lafügüzaf, fasarya. 3. İng. (mide wind ve(wound) f. bağırsaktaki) 1. (up)gaz. f. -i nefessiz (zemberek v.b.´nibırakmak; çevirerek) -i nefes (saati,nefese bırakmak. gramofonu v.b.´ni) kurmak: Will you wind the grandfather wind instrument nefesli çalgı, üflemeli çalgı. clock? Sandıklı saati kurar mısın? 2. sarmak: Wind the thread wind instrument müz. nefesli çalgı. onto the spool. İpliği makaraya sar. The trumpet vine was wind its way (yol, nehir, winding kafile up the v.b.) pole. kıvrıla kıvrıla/döne Acemborusu döne yukarı direğe sarılıp gitmek.doğru wind one´s way into s.o.´s yükseliyordu. She wound the scarf around her neck. Eşarbı k. dili birinin gönlüne girmek. affections wind s.o. round one´s little boynuna sardı. 3. (yol, nehir, kafile v.b.) kıvrıla kıvrıla/döne döne k. dili birini parmağında oynatmak. finger gitmek: The procession wound through the streets to the wind s.t. into a ball bir şeyiKafile, harbor. yumakdolambaçlı yapmak, bir şeyi sarmak. sokaklardan kıvrılarak limana vardı. wind s.t. up 1. saat/gramofon gibi zemberekli The road wound up through olive groves. bir şeyi Yol, kurmak. 2. k. dili bir zeytinliklerin wind up şeyi bitirmek/tamamlamak: arasından kıvrıla kıvrıla k. dili 1. bitmek, sona ermek: They yukarı The wound doğru show up the gidiyordu. wound 4. meeting upup with a (kol, with Altan song. Toplantıyı manivela“Han reciting v.b.´ni bir şarkıyla çevirerek) Duvarları.” bitirdiler. You (bir şeyi) Altan´ın Müsamere, need to çekmek/kaldırmak:wind up your Wind Han Duvarları´nı windbag i., k. dili (fart furt eden) lafebesi. personal up the affairs bucket this from week. the well.Şahsi işlerinizi Çıkrığı çevirip bu hafta kovayı okumasıyla sona erdi. 2. (sonuçta) (belirli bir yerde/durumda) bitirmeniz kuyudan çek. windbreak i. rüzgâr lazım. 5. (kol, siperi, birv.b.´ni) manivela yeri rüzgârdan çevirmek. koruyan i. 1. engel. (kol, manivela v.b.´ni) bulunmak: The pair of them wound up in jail. Onların her ikisi windbreaker çevirme. i. (giysi hapsi 2. dönemeç, olarak) boyladı. viraj; Ifrüzgârlık. you keep on(nehirdeki) kıvrım. like this you´ll wind up bankrupt. windcheater Böyle i., İng.,devam edersen iflas edersin. bak. windbreaker. winded s. windfall i. beklenmedik bir para/hediye/yardım. windflower i., bot. anemon, dağlalesi. winding s. dolambaçlı, yılankavi. winding sheet kefen. windlass i. çıkrık, bocurgat, ırgat. windless s. rüzgârsız; esintisiz. windmill i. yeldeğirmeni. window i. pencere. window dressing 1. vitrin dekoru. 2. vitrin dekorasyonu. 3. k. dili göz boyamak window frame için yapılan pencere bir şey. kasası. window shade stor. windowpane i. pencere camı. window-shop f. (--ped, --ping) vitrin gezmek. windowsill i., mim. denizlik. windpipe i. nefes borusu. windscreen i., İng., oto., bak. windshield. windshield i., oto. ön cam. windshield wiper oto. silecek. windstorm i. fırtına. windsurfing i. rüzgâr sörfü. windswept s. rüzgârlı; rüzgâra açık. windward s. 1. rüzgârın estiği yöne doğru giden. 2. rüzgârın estiği (taraf). windy i. s. rüzgârın estiği 1. rüzgârlı. taraf/yön. 2. uzun ve boş laf eden; uzun ve boş laf dolu. wine i. şarap. f. wine and dine -e ziyafet vermek. wine and dine yedirip içirmek. wine cellar şarap mahzeni. wineglass i. şarap kadehi. winegrower i. üzüm yetiştirip şarap yapan kimse; bağcı. winepress i. üzüm cenderesi. wing i. 1. (kuş, uçak, bina, ordu, futbol veya siyasi partiye ait) kanat. wing commander 2. çoğ., İng., tiy.yarbay. ask. kulis. 3. futbol açık (oyuncu). 4. İng., oto. çamurluk. f. 1. uçmak. 2. (kuşu) kanadından vurmak. 3. yaralamak, wing it k. dili 1. durumu idare etmeye çalışmak; (eldeki imkânlarla) vurmak. wing nut idare kelebek etmek. somun.2. bir konuşmayı irticalen/doğaçtan yapmak. winger i., futbol açık (oyuncu). wink f. 1. (at) (-e) göz kırpmak, (-e) göz kırparak işaret etmek. 2. at winless (bir şeyi) görmezlikten s. galibiyetsiz, gelmek,olmayan. hiçbir galibiyet (bir şeye) göz yummak. 3. İng. (farları) çabuk açıp kapamak. 4. (ışık) biteviye sönüp parlamak, winner i. 1. galip; kazanan: Who was the winner of the match? Maçı kim çakmak. 5. (ışık) ışıldamak, parıldamak. i. 1. göz kırpma. 2. kazandı?/Maçın s. 1. galip, galibi kim? She was the winner of the Nobel kazanan. winning lahza. 3. ışıltı, parıltı.2. hoş, tatlı. i. 1. galip gelme, kazanma. 2. Prize çoğ. in 1928. (para olarak)1928 yılında Nobel ödülünü kazanan oydu. 2. k. kazanç. winnow f. 1. (samandan ayırmak için) (tahıl tanelerini) havaya dili çok iyi/üstün kimse/şey. winsome savurmak; harman s. sevimli, tatlı, hoş.savurmak. 2. out (istenmeyeni) ayıklamak, elemek, çıkarmak. winter i. kış. f. in kışı (bir yerde) geçirmek, kışlamak; kışlatmak. winter savory bot. (ballıbabagillerden, yaprakları bahar olarak kullanılan) bir winter sports geyikotu türü. kış sporları. wintertime i. kış zamanı, kış. wintry s. kış gibi, kışa yakışan. wipe f. 1. silmek: Wipe your nose! Burnunu sil! He wiped his shoes on wipe s.t. clean the bir doormat. şeyi silerek Ayakkabılarını temizlemek. paspasa sildi. 2. away/up silerek yok etmek, silmek. 3. off silerek temizlemek. 4. out yok etmek, wipe s.t. dry bir şeyi silerek kurulamak. silmek. 5. out k. dili iflas ettirmek, topu attırmak. i. silme: Give wipe the floor with k. dili the 1. (birini) table a wipe.adamakıllı Masayı birdövmek, sil. yerden yere wiper vurmak/çalmak. 2. i., bak. windshield wiper. (birini) ağır bir mağlubiyete uğratmak, hezimete uğratmak. wire i. 1. (metal) tel: barbed wire dikenli tel. telephone wire telefon wire brush teli. 2. telgraf; telgraf sistemi; telgrafla gönderilen mesaj. f. 1. tel fırça. (bir binanın) elektrik tesisatını kurmak; (bir binanın) elektrik wire s.t. together bir şeyi telle bağlamak. kablolarını/hatlarını döşemek; (bir aygıtın) elektrik tellerini wire service haber ajansı. takmak. 2. (birine) telgrafla (bir haberi) bildirmek: Wire him the wireless news. i. Haberi 1. telsiz; onatelefon; telsiz telgrafla bildir. telsiz telgraf. 2. İng. radyo. s. 1. telsiz, wiretap teli olmayan. 2. telsiz, telsiz telefona/telgrafa i. 1. konuşmaları gizlice dinlemek için telefon hattına ait. 3. İng. tel radyoya bağlama. ait. 2. konuşmaları gizlice dinlemek için telefon hattına wiring i. 1. (bir binadaki) elektrik tesisatı; (bir binadaki) elektrik takılan aygıt. kabloları/hatları; f. (--ped, --ping) telefon hattına tel bağlayarak (bir aygıttaki) elektrik telleri. 2. (bir binanın) wiry s. sırım gibi. (birinin elektrik konuşmalarını) tesisatını kurma; gizlice dinlemek; (bir binanın) (birinin telefon hattına) elektrik wisdom i. telirfan; hikmet,konuşmalarını bağlayarak bilgelik. gizlice dinlemek; konuşmaları kablolarını/hatlarını döşeme; (bir aygıtın) elektrik tellerini wisdom tooth gizlice akıldişi, takma. dinlemek yirmi yaş için telefon hattına tel bağlamak. dişi. wise s. arif, irfan sahibi; bilge, hikmet sahibi. wise f. wise guy k. dili ukala. wise s.o. up to k. dili birine (birinin) ne yaptığını bildirmek; birine (durumun) ne wise up olduğunu bildirmek. k. dili 1. gözünü açıp gerçeği görmek. 2. to (birinin) ne wiseacre yaptığının i. ukala. farkına varmak, (birinin) ne yaptığını çakmak; (durumun) ne olduğunun farkına varmak, (bir durumun) ne wisecrack i., k. dili şakayla karışık iğneli laf; taş. f. şakayla karışık iğneli olduğunu çakmak. 3. on (bir şey) hakkında bilgi edinmek, (bir wish laflar f. söylemek; 1. Dilek belirtir:taş atmak. I wish you´d shut up. Sen bir sussan. I wish konuda) bilgilenmek. wish a wish they´d come today. Bugün dilekte bulunmak; niyet tutmak. bir gelseler. I wish they were coming today. Gönül ister ki bugün gelsinler. I wish I were president. wish for istemek, arzu etmek, arzulamak. Keşke başkan olsaydım. She wishes she were queen. Kendisi wish on/upon a star yıldıza olmak kraliçe bakarak niyet 2. isterdi. tutmak. (birine) (iyi bir şey) dilemek, temenni wish s.o./s.t. (off) on/upon etmek: We wish you istenmeyen birini/bir şeyi a happy birthday. Size (başkasının) mutlu başına bir doğum bırakmak. wishbone günü diliyoruz. i. lades kemiği. They wished him good health. Ona sağlık dilediler. 3. istemek, arzu etmek: Do you wish to be left alone? wishful s. Yalnız kalmak ister misiniz?/Ben çıkayım mı? Do you still wish wishful thinking hüsnükuruntu. them to go? Hâlâ gitmelerini istiyor musunuz? I´ll do it now, if wishing well you wish. Arzu ederseniz onu şimdi yaparım. At that moment dilek kuyusu. she wished them anywhere but there with her. O an onların wishy-washy s., k. dili 1. kararsız, kararlılıktan yoksun. 2. zayıf, güçsüz, oradan başka herhangi bir yerde olmalarını istedi. Do as you yavan. i. 3. yavan; 1. uzunca birkaç tatsız; fazla2.sulu belli(yemek). wisp wish. İstediğin gibi tel (saç). yap. Take whatever belirsiz you bir şey: wish. Every Canın now neyi wistaria and then isterse i., bot., onua wisp bak.al. of smoke blew past the i. istek, arzu; dilek; temenni. wisteria. window. Arada sırada ince bir duman pencerenin önünden esip gidiyordu. the wisp of wisteria i., bot. morsalkım. a smile belli belirsiz bir tebessüm. a little wisp of an old lady wistful s. ufaközlem tefekdolu, hasret ihtiyar dolu. bir kadın. wit i. 1. espritüellik, nüktedanlık, nüktecilik. 2. espritüel kimse, wit nüktedan f. kimse. witch i. 1. büyücü kadın; cadı. 2. cadaloz kadın, cadı. witch doctor büyücü hekim. witch hazel bot. güvercinağacı, hamamelis. witchcraft i. (kötü amaçla yapılan) büyücülük. witch-hunt i. (iktidardakilerin farklı düşünenlere karşı yürüttüğü) karalama witching ve s. 1.sindirme büyücülük kampanyası. yapmaya uygun. 2. büyüleyici. with edat 1. ile beraber/birlikte, ile: She´s living with her aunt. with a grain of salt Teyzesiyle beraber oturuyor. Will you come with us? Bizimle ihtiyat kaydıyla. gelir misin? Wisdom can sometimes come with age. İnsan bazen with a high hand amirlik taslayarak. yaşlanınca akıllanır. Heat the milk with the honey. Sütü balla with a vengeance 1. büyükısıt. beraber bir 2. şiddetle. 2. son derece, ile, aracılığıyla, ziyadesiyle, vasıtasıyla: alabildiğine. Cut it with a knife. with a will Onu bıçakla kes. You can´t buy much with five million liras. Beş gayretle. with all due respect milyon kusura lirayla bakmayın pek ama bir şey ...: alamazsın. With all due3.respect -li; -i olan: Where´s I think you´rethe woman wrong. with the green parrot? Yeşil papağanlı Kusura bakmayın ama bence yanılıyorsunuz. kadın nerede? with all my heart bütündon´t They kalbimle. want someone with no experience. Tecrübesiz birini with an eye to -i göz önündeShe´s istemiyorlar. tutarak, -i düşünerek. a woman with a past. Geçmişi şüpheli bir with aplomb kadın o. 4. -den yana: soğukkanlılıkla, istifiniAre you with us? Bizden yana mısın? I´m bozmadan. with you. Seni destekliyorum. 5. -e rağmen/karşın: With all his with bated breath nefesi kesilerek. faults, she still likes him. Bütün kusurlarına rağmen onu hâlâ with child hamile. 6. yüzünden: How can I go to a movie with all this work seviyor. with difficulty I´ve got tozorlukla. güçlükle, do? Yapmam gereken bu kadar iş varken ben nasıl with ease sinemaya kolaylıkla. gideyim? With winter almost here you´d better get your roof fixed. Kış kapıya dayanmışken damını tamir with flying colors çok başarılı bir şekilde. ettirmelisin. with flying colors çok başarılı bir şekilde. with great relish büyük bir zevkle/keyifle. with impunity ceza görmeden. with it argo çok moda. with kid gloves tatlılıkla, yumuşak bir şekilde. with lightning speed yıldırım hızı ile. with might and main var kuvvetiyle/gücüyle, olanca kuvvetiyle. with my compliments 1. selamlarımla. 2. parasız, hediye olarak. with no strings attached k. dili kayıtsız şartsız. with one accord hep birlikte. with one voice hep bir ağızdan. with one´s tail between one k. dili süklüm püklüm. ´s legs with open arms dostça, candan. with pleasure memnuniyetle. with reference to -e ilişkin olarak, ile ilgili olarak, -e gelince. with regard to -e gelince. with respect to 1. -e gelince. 2. ile ilgili olarak. 3. ile ilgili. with that onu söyledikten sonra; onu yaptıktan sonra. with the best of them (bir alanın) en iyi olanlarıyla: He can fence with the best of with/in dismay them. dehşetEniçinde, iyi eskrimcilerle dehşetle. eskrim yapabilir. withdraw f. (with.drew, --n) 1. geri çekmek, çekmek: He withdrew his withdraw one´s eyes from hand. Elini(birinden/bir gözlerini geri çekti. 2.şeyden) from (parayı) (hesaptan/bankadan) başka tarafa çevirmek. çekmek. 3. from (bir şeyi) (bir yerden) çıkarmak: He withdrew withdraw one´s objection itirazını geri almak. the papers from his briefcase. Kâğıtları evrak çantasından withdraw one´s support desteğini çıkardı. 4. çekmek. from (birini) (bir yerden) almak: He withdrew his withdrawal daughter i. from that 1. geri çekme, school. çekme. Kızını(birini) 2. from o okuldan (bir aldı. 5. çekilmek, yerden) alma. 3. withdrawal symptoms uzaklaşmak: çekilme. 4. Every evening (hesaptan/bankadan) he uyuşturucudan kesilince oluşan belirtiler.would para withdraw çekme. to 5. his study. Her akşam çalışma odasına (hesaptan/bankadan) çekilirdi. çekilen The cavalrymen withdrew from para. withdrawn f., thebak. withdraw. battlefield. s. içinesavaş Süvariler kapanık. alanından çekildi. 6. (from) (- withdrew f., bak. withdraw. den) çekilmek, (-e) katılmaktan vazgeçmek: She withdrew from wither the f. 1.contest. solmak; Yarışmadan soldurmak. 2. çekildi. 7. (from) susturmak, (-den) ayrılmak, (-i) sindirmek. bırakmak: Don´t withdraw from college! Üniversiteden ayrılma! withheld f., bak. withhold. 8. içine kapanmak/çekilmek, kabuğuna çekilmek. withhold f. (with.held) 1. (from) (-den) -i saklamak; (-e) -i vermemek: Don withhold judgment ´t withhold yargıda any information bulunmamak: from me. Benden I´m withholding judgmenthiçbir for şey the time saklama. being. 2. Şimdilikfor (bir şeyi) bir yargıda (birine) ayırmak: bulunmuyorum. She withheld nothing withhold one´s consent onaylamayı reddetmek: He withheld his consent until the last for herself. Kendine bir şey ayırmadı. 3. from -den kesmek: I´ll withhold payment minute. ödeme Son dakikaya yapmamak; kadar onaylamayı ödemeyi durdurmak: reddetti. They´rekeseceğim. withholding withhold this from your salary. Bunu maaşından within payment until further notice. Başka bir talimat gelinceye z. 1. içeride; içeriye: They painted the house within and without. kadar ödeme Evin yapmayacaklar. hem içerisini, hemYou dışarısını boyadılar. Inquire within. Az within an ace of az kalsın, neredeyse: were within an ace of drowning. İçeriyeboğulacaktın. kalsın müracaat edin. 2. içinde; içinden: Although outwardly within an inch of his life ölümüne ramak kalmış. calm, he was cursing within. Dıştan sakin görünmekle birlikte within call seslenildiği içinden zaman duyulabilecek uzaklıkta. küfrediyordu. within hearing işitebilecek yakınlıkta. within limits belli bir dereceye kadar, belli sınırlar içinde. within my ken 1. gözümün seçebildiği yerde. 2. bildiklerim arasında. within one´s province yetkisi içinde, yetki alanında. within reach erişilebilir. within reason makul düzeyde, makul ölçüde; makul bir sınırı aşmadan. within sight The city´s not yet within sight. Şehir henüz görünmüyor./Şehri without henüz edat 1.göremiyoruz. -siz: You can´t live without money. Parasız yaşanmaz. without a break He won´t ara vermeden. go without her. Onsuz gitmez. It´s merely sound without sense. Sadece anlamsız sesler. 2. -meden: Don´t act without a hitch aksamadan, pürüzsüz. without thinking. Düşünmeden harekete geçme. He was fired without ceremony teklifsizce. without explanation. Hiçbir açıklama yapılmadan işinden without demur çıkarıldı. Can we get in without being seen? Kimse görmeden itiraz etmeden. without doubt içeri girebilir miyiz? 3. dışında: They had encamped without the kuşkusuz, şüphesiz. city. Şehrin dışında ordugâh kurmuşlardı. z. 1. dıştan. 2. eski without exception ayrım dışarı, yapmaksızın. dışarıda: It was raining without. Dışarıda yağmur without fail mutlaka. yağıyordu. without further ado hemen, ses çıkarmadan. without number sayısız, hesapsız. without number sayısız, sayılamayacak kadar çok. without price paha biçilmez. without protest itiraz etmeden. without question kuşkusuz, şüphesiz, tartışmasız, muhakkak. without reference to -i hesaba katmayarak. without regard to -e bakmadan, -e aldırmadan. without reservation tamamen. without rhyme or reason mantıksız. without stint 1. sınır koymadan. 2. pek çok. without the exception of ... dışında. withstand f. (with.stood) -e dayanmak: The city withstood the siege. Şehir withstood kuşatmaya dayandı. f., bak. withstand. witless s. akılsız; aptal. witness i. tanık, şahit. f. 1. bizzat görmek, -e tanık/şahit olmak: Did you witness stand witness (mahkemede)that event? tanığınO olayı ifadebizzat verdiğigördün mü? These yer, tanık/şahit walls have kürsüsü. witnessed a lot of history. Bu surlar birçok tarihi olaya tanık witter f., İng., k. dili (on) durmadan konuşmak. oldu. 2. to -e tanıklık/şahitlik etmek: He witnessed to having witticism i. espri, seen thenükte. murder. Tanıklık ederek cinayeti gördüğünü söyledi. 3. wittingly (to) (bir şeyin) kanıtı/delili olmak, (bir şeye) delalet etmek, (bir z. bilerek, bile bile. witty şeye) işaret etmek: s. 1. espritüel, nüktedan, Her absence nükteci.at 2.the ceremony esprili, witnessed her nükteli. disapproval. Törende hazır bulunmaması, onaylamadığına işaret wives i., çoğ., bak. ediyordu. wife. bulunarak (bir şeye) resmen şahit olmak, 4. hazır wiz i., k. dilietmek: tanıklık çok usta kimse. Can you witness Hikmet´s will? Hikmet´in wizard vasiyetnamesine tanıklık i. 1. büyücü, sihirbaz. 2. çok eder misin? usta kimse: She´s a wizard at wizened math. Matematikte s. pörsük, pörsümüş. çok usta. wobble f. 1. dingildemek, sallanmak, oynamak; dingildetmek, sallamak, wobbly oynatmak. 2. (ses)sallanan, s. 1. dingildeyen, titremek. i. 1. dingildeme, oynayan. sallanma, 2. titrek (ses). 3. sağlam oynama. 2. (seste) titreme. olmayan. 4. kararsız, istikrarsız. wodge i., İng., k. dili woe i. acı, ıstırap. O woe is me! Vay başıma gelenler vay! woebegone s. acıklı, kederli. woeful s. 1. keder dolu. 2. keder verici, acıklı. 3. korkunç, feci: What woke woeful f., bak. ignorance! wake. Ne korkunç bir cehalet! woken f., bak. wake. wolf i. (çoğ. wolves) kurt. f. down aç kurt gibi (yemek) yemek, hapır wolfram hupur i., kim.yemek, volfram, atıştırmak. tungsten. wolves i., çoğ., bak. wolf. woman çoğ. wom.en (wîm´în) i. kadın. womanise f., İng., bak. womanize. womanish s. kadınsı. womanize f. zamparalık etmek. womankind i. kadınlar. womanly s. kadınca, kadına yakışır. womb i. rahim, dölyatağı, karın. women i., çoğ., bak. woman. women´s lib kadınların özgürlük hareketi. women´s lib k. dili, bak. women´s liberation Kadınların Özgürlüğü Hareketi. movement women´s liberation. women Kadınların Özgürlüğü Hareketi. ´s liberation women´s rights kadın hakları. won f., bak. win. wonder i. 1. hayret, şaşırma. 2. harika: the seven wonders of the world wonderful dünyanın s. çok iyi, yedi harikası. şahane, She´s a wonder. O harika bir insan. f. 1. harika. (at) (-e) hayret etmek, şaşırmak. 2. (about/if) (-i) merak etmek, wont i. âdet, alışkanlık, itiyat. anlamak/öğrenmek istemek: I wondered what it meant. Ne won't kıs. will not. anlama geldiğini merak ettim. I wonder who she really is. Onun wonted gerçek s. her zamanki,nedir kimliği acaba? alışılmış, I wonder what she´s doing right mutat. woo now. Şu anda f. kur yapmak. ne yapıyor acaba? “He´ll win the prize.” “I wonder.” “Ödülü kazanır.” “Acaba?” 3. (about/if) (-den) şüphe wood i. 1. odun. etmek: 2. orman; I wonder aboutkoru. his 3. ağaç; tahta: intentions. That table´s Niyetlerinden made of şüphe wood glue wood. tutkal. ediyorum.O masa 4. düşünmek: He wondered what to do. Ne of wood. ağaçtan yapılmış. The staircase is made Merdivenler yapacağını tahtadan. The house is made of wood. Ev ahşap. s. düşündü. woodcut i. tahta kalıpla basılmış estamp. tahta; ahşap. wooded s. ağaçlarla kaplı, ağaçlık; ormanlık. wooden s. 1. ağaçtan yapılmış, ağaç; tahtadan yapılmış, tahta; ahşap: woodland wooden i. ağaçlıkbed ağaç karyola. arazi/alan, wooden ağaçları spoon bol olan yer. tahta kaşık. s. ağaçlık wooden alanlara house özgü. ahşap ev. 2. k. dili cansız, ruhsuz. woodpecker i., zool. ağaçkakan. woods i., çoğ. orman; koru. woodsy s. ormansı; korumsu. woodwind i., müz. ağaçtan yapılmış nefesli çalgı. woodwork i. (binanın iç tarafındaki) kapı ve pencere çerçeveleri; ahşap woody doğrama/doğramalar. s. odunsu. woof i. hav hav (havlama sesi). f. havlamak. wool i. yün. woolen s. 1. yünden yapılmış, yün. 2. çoğ. yünlüler, yünlü giysiler. woolen mill yün fabrikası. wool-gather f. hayale dalmak. woolgathering i. hayale dalma. woollen s., İng., bak. woolen. woolly s. 1. yün gibi, yüne benzeyen. 2. çok tüylü. 3. net olmayan, wooly belirsiz. i. 1. s., i., bak. İng. kazak, süveter. 2. yün fanila; yün iç çamaşırı. woolly. woozy s., k. dili sersem, tam ayık bir halde olmayan. word i. 1. kelime, sözcük. 2. söz, laf: I´m sick of your fine words. word for word Güzel kelimesi sözlerinden kelimesine, bıktım harfiartık. Do you harfine, know motamo. harfiyen, the words to this Word has it you´re moving song? Bu şarkının sözlerini biliyor musun? Put your feelings into k. dili İzmir´e taşınacağını söylüyorlar. to İzmir. words. Duygularını söze dök. Don´t expect a word of praise word of honor şerefhim. from sözü. Ondan hiçbir aferin bekleme. word processing bilg. kelime işlem. word processor bilgisayar. wording i. ifade; ifade tarzı. Words fail me. Söyleyecek söz bulamıyorum. Words failed him. Ne diyeceğini şaşırdı. wordy s. fazla uzun (yazı/ifade); fazlasıyla uzun konuşan (kimse). wore f., bak. wear. work i. iş; emek: He´s gone to work. İşe gitti. Do you like your work? work İşini f. seviyor musun? 1. çalışmak; (birini)They´re çalıştırmak:at work now. Onlar He works hard.şimdi işte. That Çok çalışıyor. ´s going Don´t workto take them atoo lot of work. hard. O çok Onları çokişfazla ister.çalıştırma. She´s put 2. a lot of work a buttonhole iliğin kenarlarını dikmek. work işlemek, intoçalışmak; this. Buna(bir çokşeyi) emek harcadı.çalıştırmak: işletmek, They´re notThis afraid of machine work a miracle bir mucize hard work. yaratmak. Zor işlerden geri durmazlar. Is this your own work? ´s working fine. Bu makine iyi işliyor. How do you work this work at Bu (birişişey) machine? kendinBu mi için emek yaptın? makineyi harcamak, için çaba göstermek. nasıl çalıştırıyorsun? 3. (plan/fikir) work at peak capacity başarılı olmak, iyiçalışmak. tam kapasiteyle sonuç vermek: This plan won´t work. Bu plan work camp yürümez. çalışma kampı. Your idea´s worked. Senin fikrin sayesinde istediğimiz oldu. Do you think it´s going to work? Sence bu iş olacak mı? 4. work force çalışanlar: He´s (matematik now part problemini) of the mill´s çözmek. workv.b.´ni) 5. (hamur force. Artık yoğurmak. work like a demon fabrikada çok 6. (bir çalışanlardan çalışmak. biri o. yeri) işletmek: They´re no longer working that quarry. O work like a Trojan taşocağını k. dili ırgatartıkgibi işletmiyorlar. çalışmak, var 7. (bir şeyin gücüyle üzerine) işleme çalışmak. yapmak; on (bir şeyin üzerine) (bir şeyi) işlemek, nakışlamak. 8. work load iş miktarı. k. dili ayarlamak, düzenlemek: I can work it for you. Sana onu work loose gevşemek. ayarlayabilirim. 9. (sıvı) mayalanmak, tahammür etmek. work o.s. into 1. giderek (belirli bir hale) girmek: You´re working yourself into work o.s. out of a job a(bilerek/bilmeyerek) rage. Öfken kabara kendi kabara galeyana geliyorsun. çabalarıyla 2. (biri) hale kendi işini lüzumsuz çalışmalarıyla getirmek; kendini ispatlayarak (bir işe) (bilerek/bilmeyerek) kendi çabalarıyla kendini girmek veya işinden (bir work of art sanat eseri. mevkie) etmek. gelmek: He´s worked himself into a job. Çalışmalarıyla work off (çalışarak/hareket kendini ispatlayarakederek)kendine (bir birşeyi) gidermek: He worked off iş edindi. work on his 1. -ianger by running etkilemek, in the -e tesir park2.for etmek. a couple (birini) iknaof hours. çalışmak. etmeye İki saat work one´s fingers to the parkta 3. -i koşarak yapmak; -i öfkesini hazırlamak; giderdi. -in üzerinde çalışmak; -in yapımıyla k. dili çok çalışmak, paralanmak, yırtınmak. bone uğraşmak/meşgul olmak: He´s still working on that map. Hâlâ o work one´s way 1. (öğrenci) çalışarak (okul/üniversite) ücretlerini karşılamak. 2. harita üzerinde çalışıyor. They´re working on our new house into yavaş yavaş (bir yere/gruba) 1. antrenman/idman girmek: Shev.b.) worked her way work out today. Bugün yeni evi-yapmak. 2. (plan, mizin yapımıyla proje uğraşıyorlar. başarılı 4. -in into olmak their veyaclub. Yavaş yavaş iyi bir şekilde kendini sonuçlanmak. onların kulübüne kabul work permit tamiriyle çalışma uğraşmak: izni. They´re working on 3. at/to the car.(belirli Arabanın bir ettirdi. 3.gelmek: miktara) up çalışmalarıyla Your 5. share kendini ispatlayarak worksvermek: out at fifty dereceliras. million derece work s.o. over tamiriyle k. dili 1. birini çok dövmek, birinin pestilini çıkarmak. 2. work uğraşıyorlar. -e ağırlık You need to birinion terfi Senin etmek. payına elli milyon lira düşüyor. 4. (bir plan v.b.´ni) your iyice French. tartaklamak.Fransızcaya ağırlık vermen gerek. work s.o./s.t. in birini/bir şeyi zaten dolu They hazırlamak/düzenlemek: olan programına worked out sokmak. a compromise. Bir work s.t. in uzlaşmaya vardılar. 5. (problemi/sorunu) 1. bir şeyi yer yer katmak. 2. bir şeyi ovarak sürmek. çözmek, halletmek. 6. work s.t. loose (bir aygıtın/makinenin bir şeyi yavaş yavaş gevşetmek. parçası) yerinden/yuvasından çıkmak. work s.t. out (of) bir şeyi (bir yerden) çıkarmak. work up 1. (ilgi, heves, heyecan v.b.´ni) uyandırmak. 2. (birinin) work/do overtime duygularını fazla mesaigiderek yapmak. doruğa çıkarmak: She worked the crowd up into a frenzy. Kalabalığı giderek çılgın bir hale getirdi. 3. hareket workable s. uygulanabilir. ede ede (susamış/acıkmış/terlemiş) bir hale gelmek: You´ve workaday s. sıradan, worked up olağan. a sweat. Hareket ede ede terledin. They had worked workaholic up i., k. dili işkolik. Hareket ede ede iştahları açılmıştı. 4. into (bir an appetite. workaholism şeyi) geliştirerek i., k. dili işkoliklik.(başka bir şey) yapmak: Maybe they can work it up into a book. Belki onu geliştirip kitap haline getirebilirler. 5. workbench i. to(üzerinde giderek (bir iş görülen) yere) varmak:tezgâh: carpenter´s The symphony´s workbench last movement workbook marangoz i. (öğrenciler works tezgâhı. up to aiçin) alıştırmaconclusion. magnificent kitabı. Senfoninin son bölümü work-brittle yavaş yavaş s., k. dili işinemuhteşem alışıp iyi işbir bitişe yapar dönüşüyor. duruma gelmiş (kimse). workday i. işgünü. worker i. 1. işçi; emekçi. 2. k. dili çalışkan kimse: She´s a real worker! workhorse Çok i., k. çalışkan biri o. kimse; ırgat gibi çalışan kimse. dili çok çalışan workhouse i. ıslahevi, ıslahhane. working i. 1. işleme tarzı. 2. çoğ. kazılar, hafriyat, kazılmış yerler. working agreement geçici anlaşma. working breakfast iş görüşmesi yapılan kahvaltı. working capital döner sermaye. working capital döner sermaye. working class işçi sınıfı. working day işgünü. working draft (yazılı) taslak. working hours iş/mesai saatleri. working hypothesis geçici varsayım. working lunch iş görüşmesi yapılan öğle yemeği. working majority yeterli çoğunluk. working-class s. işçi sınıfına ait. workingman çoğ. work.ing.men (wır´kîng.men) i. işçi; emekçi. workman çoğ. work.men (wırk´mîn) i. işçi. workmen´s compensation workmanlike insurance iş kazasıyapılmış, s. ustalıkla/ustaca sigortası,ustalıklı. iş yerindeki kaza yüzünden işçinin uğradığı zararın tazminatını karşılayan sigorta. workmanship i. işçilik, bir işe verilen emeğin niteliği: The workmanship in this workout snuffbox is excellent. i. antrenman, idman. Bu enfiye kutusunun işçiliği çok iyi. workshop i. 1. (zanaatçıya ait) atölye, işlik. 2. (üniversite dışında yapılan) work-shy seminer. s., k. dili çalışmaya pek yanaşmayan, işten kaçan. workstation i., bilg. iş istasyonu. workweek i. bir haftadaki toplam işgünü veya çalışma saati: We have a world five-day i. dünya,workweek âlem, cihan. here. Burada haftada beş gün çalışıyoruz. He has a forty-hour workweek. Haftada kırk saat çalışıyor. world view dünya görüşü, hayat felsefesi. world war dünya savaşı. world-class s., k. dili 1. üstün nitelikli, üstün, çok iyi. 2. dünyadaki en worldliness iyilerden sayılan. i. maddecilik. worldly s. dünyevi, maddi; maddeci. worldly-wise s. dünyayı anlayan, dünyanın kaç bucak olduğunu anlayan. worldwide s. dünya çapındaki, dünyadaki herkesi/her ulusu kapsayan. z. worm bütün dünyada, i. 1. kurt; solucan.dünyanın 2. k. diliher tarafında. aşağılık kimse. worm f. 1. (bir hayvanın) bağırsaklarındaki kurtları düşürmek. 2. worm one´s way out of/worm through kıvrıla kıvrıla veya döne dolaşa -den geçmek. 3. into k. k. dili -den kurnazlıkla sıyrılmak. o.s. out of dili sinsice/kurnazlıkla -e girmek. 4. out of k. dili kurnazlıkla -den worm one´s way through kıvrıla kıvrıla veya döne dolaşa -den geçmek. sıyrılmak. worm s.t. out of s.o. k. dili 1. sabır ve kurnazlıkla birinden bir şey öğrenmek, bir şeyi worm-eaten birinin s. kurt ağzından yemiş. kapmak; birinin ağzından laf almak/çekmek. 2. wormone´s way into/worm (zamanla) birini kandırarak/ikna ederek bir şeyi elde etmek. k. dili -e sinsice/kurnazlıkla girmek. o.s. into wormwood i., bot. pelin. wormy s. 1. kurtlu, kurtlanmış. 2. kurt yemiş. worn f., bak. wear. s. 1. aşınmış. 2. yorgun, yorulmuş. worn to a frazzle bitkin, çok yorgun. worn-out s. 1. çok kullanılmaktan işe yaramaz duruma gelmiş; yıpranmış; worried eskimiş; s. merak partal; köhne. içinde olan, 2. k. kaygılı. tasalı, dili çok yorgun, bitkin, pestil gibi. worrier i. kolaylıkla kaygılanan kimse; evhamlı kimse. worrisome s. kaygı verici, kaygılandırıcı. worry f. 1. (about) merak/kaygı içinde olmak, merak etmek; worry beads kaygılanmak, tespih. üzülmek; -i merak içinde bırakmak, -i kaygılandırmak, -i rahatsız etmek: Don´t worry about it! Onu worrying s., bak. worrisome. merak etme! What´s worrying you? Seni kaygılandıran ne? That worrywart i., k. dili worry doesn´t kolaylıkla me kaygılanan kimse; at all. O beni evhamlı hiç rahatsız kimse. Don´t etmiyor. worry! Merak etme!/Üzme canını! 2. -e musallat olmak, -e tebelleş olmak. i. 1. kaygı, tasa, merak. 2. dert, sorun. worse s. daha kötü, daha fena, beter: He´s worse today. Bugün worse still durumu daha kötüsü,daha kötü.işin dahai. daha kötü,The kötüsü: daha fena, beter: electricity´s offThat and,was bad worse enough, still, but worse thezamankinden heating´s not was to follow. working. O Cereyanyeterince kötüydü. kesikthanve daha Fakat worse than ever 1. her çok: It´s dripping worse ever kötüsü now. ondan kötüsü kalorifer gelecekti. z. daha kötü, daha fena: She thought çalışmıyor. Şimdi f. her zamankinden çok damlıyor. 2. her zamankinden kötü: worsen fardaha worse kötü olmak, of him than kötüleşmek, Didem did.kötüye gitmek; (hasta) Onun hakkında Didem´den He´s behaving kötüleşmek; daha worse than kötü bir1. ever. hale Her getirmek,zamankinden kötü kötüleştirmek. worship çok daha kötü f. (--ed/--ped, düşünüyordu. --ing/--ping) Osman´s tapmak; worse ibadet educated etmek; than tapınmak: davranıyor. worshiper Salman. His i. ibadet Osman, fathereden worshiped Salman´dan kimse, God; Allaha da hetapınan kötü worships bir öğrenim money. kimse; tapan görmüş. Babası kimse;Allaha tapardı; kimse. tapınan kendisi paraya tapıyor. They´ve worshiped there for worshipper i., bak. worshiper. years. Yıllarca orada ibadet ettiler. 2. tapınmak, taparcasına worst s. en kötü, sevmek: Heen fena. i. her. Ona tapınıyor. i. ibadet; tapma; worships worsted tapınma. i. 1. kamgarn iplik, kamgarn. 2. kamgarn kumaş, kamgarn. worth i. kıymet, değer: It´s of very little worth. Kıymeti pek az. Give worthless me s. 1.five hundreddeğersiz. kıymetsiz, thousand 2.liras´ worth of 3. işe yaramaz. cheese. (ahlakça)Bana beşbeş yüz para bin liralık etmez. peynir ver. edat worthwhile s. zaman harcamaya değer; zahmete değer; yararlı, faydalı. worthy s. 1. kıymetli, değerli; saygıdeğer. 2. uygun, münasip. i. ileri would gelenlerden yardımcı f. 1.biri: We talked Geçmişe ait bir with the town´s gelecek zamanı worthies. Şehrin belirtir: The day ileri gelenleriyle when he would konuştuk. depart was drawing near. Gideceği gün Would you rather go? Gitmeyi mi tercih edersin? yaklaşıyordu. They told us they would resign. Bize istifa would-be s. 1. (bir şeye) özenen, (bir şey) taslağı, (bir şey) olmak isteyip edeceklerini söylediler. He would learn the truth much later. wouldn't beceremeyen: kıs. would not. It was a haunt of would-be poets. Şairliğe Gerçeği çok daha sonra öğrenecekti. We plied him with lots of özenenlerin uğrak yeriydi. 2. muhtemel: would -be aggressors wound wine i. yara.sof.that he´d forget about his troubles. Dertlerini unutsun yaralamak. muhtemel saldırganlar. wound diye şarap f., bak. wind. kadehini hiç boş bırakmadık. She selected music that would cheer everyone up. Herkesi neşelendirecek bir müzik wounded s. yaralı, seçti. yaralanmış. 2. Bazı ifadeleri yumuşatmak için kullanılır: Would you wove f., bak. hand please weave. me that book? Lütfen o kitabı bana verir misiniz? woven Would f., bak.youweave.like me to leave the room? Odadan çıkmamı ister misiniz? Wouldn´t you say so? Hemfikir değil misiniz? He was, it wow ünlem 1. Oh, ...!/O, ...!/Harika! (Hayranlık belirtir.). 2. would seem, a charlatan. Meğer şarlatanmış. 3. Niyet belirtir: wrack Vay!/Hayret i. said he´dbir şey!/Vay anasını! (Hayret belirtir.). f., k. dili He inform me by Friday. Cumaya kadar bana (birini) hayran etmek, mest etmek. wraith bildireceğini i. hayalet. söyledi. He decided he´d do it. Onu yapmaya karar wrangle verdi. f. 1. ağız4. İstek/seçim/tercih kavgası yapmak. 2. belirtir: münakaşa I wasetmek. hoping 3. she´d come. münakaşa Geleceğini ederek (bir şey) elde etmek. 4. (kovboy) sığır veya atlarahiç umuyordum. I´d hate to have to do that. Onu wrangler i. kovboy. yapmak bakmak.istemezdim. i. ağız kavgası; If only ağızyou´dkavgası help me! Ah bana bir yardım yapma. wrap f. (--ped/--t, etsen! He´d --ping) have fired (paket them v.b.´ni) sarmak: last year if he Do youhave. could want Elinde me to wrap wrap olsa i. this? Bunu onları geçensarayım 1. (palto/ceket/şal sene gibi) mı? işten atardı. soğuğa They´d karşı have the whole dış giysi/örtü. 2. ambalaj section kâğıdı. 1. (paket done awaysarmak. v.b.´ni) with! Bütün bölümükarşı) 2. (soğuğa lağvederler! If he´d do kalın giyinmek, wrap up his part, sarınıp we´d get this done. Kendine düşen işi yapsa bunu wrapper i. 1. (birsarmalanmak. nesneye bitirebiliriz. She´dsarılmış) 3. k. ambalaj prefer not dili (toplantıyı/işi) to go. kâğıdı. Gitmemeyi bitirmek. 2. (kitap tercih için) ceket, eder. I´d wrapping şömiz. i. ambalaj be 3. (giysi glad to!kâğıdı. olarak) sabahlık. Memnuniyetle! 5. İnat/ısrar/kararlılık belirtir: She wrapping paper would ambalaj keep correcting me! Yanlışlarımı düzeltip dururdu. You kâğıdı. would go and tell her, wouldn´t you? Yine de gidip ona söyledin, wrappings i., çoğ. 1. ambalaj kâğıdı. 2. kisve, örtü. değil mi? Nimet really got everybody´s dander up. But then she wrath i. gazap, would, büyük öfke. wouldn´t she? Nimet herkesi çileden çıkardı. Fakat hep wrathful öyle s. gazaba gelmiş;mi? yapar, değil He would gazaplı; gazap go, say what I might. Ne dolu. wreak dediysem f. olmadı, ille gidecekti. I would not answer her. Ona cevap vermeyi reddettim. 6. Âdet edinilen bir durumu belirtir: wreak damage on -e hasar Every nightvermek. he would spend an hour looking at the stars. Her wreak havoc on -e çok gece birzarar saatinivermek; yıldızlara -i kasıp bakarak kavurmak, geçirirdi. -i mahvetmek. 7. İmkân belirtir: wreak havoc with That space -i altüst etmek. would have contained no more than two playing fields. O alanda en fazla iki oyun sahası bulunabilirdi. They wreak one´s anger on öfkesini -den çıkarmak, hıncını -den almak. would not have sold for two million liras each. Tanesi iki milyon wreak vengeance on -den öç/intikam liraya satılamazdı. almak. The handle wouldn´t turn. Kol çevrilmiyordu. wreath The motor wouldn´t start. Motor çalışmıyordu. The piano wouldn i. çelenk. wreathe ´t 1. f. stay (birinşeyin) tune. üstünü Piyanonun örtmek;akordu habireMist sarmak: bozuluyordu. wreathed 8. the Beklenti/ihtimal peaks. Dağların belirtir: Isisle tepeleri expected he would sarılıydı. 2. behave (duman) dönelikedöne that. wreck i. 1. trafik kazası. 2. gemi kazası. 3. gemi enkazı. 4. enkaz haline Onun öyle davranacağını bekliyordum. He was convinced he yükselmek. gelmiş i. kazadan şey,geri enkaz, harabe. 5. kazaya enkaz. uğrama. f. 1. kaza wreckage wouldn´t come.kalan Onunparçalar, gelmeyeceğine kanaat getirdi. That geçirmek; kazaya uğratmak. 2. yıkmak. 3. bozmak; mahvetmek. wrecker wouldn´t 1. yıkmacı, beyıkıcı. Fevzi,2.would it? O Fevzi oto. kurtarıcı, olmasın? That would have çekici. wren been our Fatoş. i., zool. çalıkuşu. O herhalde bizim Fatoş´tu. I think they´d now be playing tennis. Bence şimdi tenis oynuyorlardır. They left wrench i. 1. (somun early for fearveyatheyvidaların would meet sıkıştırılıp gevşetilmesi him. Onunla için karşılaşacaklarından wrench s.o.´s heart kullanılan) birinin yüreğini korkarak anahtar. erken sızlatmak. 2. sert bir çekiş. 3. yüreği çıktılar. 9. Bazı şartlı cümlelerde kullanılır: buran olay: It If was you a wrench for him to see them go. were in my position what would you do? Benim yerimde olsanOnların gidişini görmek yüreğini ne yaparsın? burdu. f. 1. If he weresertto bircome şekilde you´dçekmek. tell us, 2.wouldn´t (bir uzvu)you? burkmak, (bir uzuv) burkulmak; (adaleyi) Gelecek olursa bize söylersin değil mi? If he were here right fazla çekerek incitmek: now she would She´skill wrenched him. Şu her ankle. Ayağını an burada olsa onuburktu./Ayağı öldürecek. If they burkuldu. wrench s.t. (away) from s.o. bir şeyi birinden zorla çekip almak. wrest f. from 1. (bir şeyi) (birinden) zorla çekip almak. 2. (bir şeyi) wrestle -den zorlukla elde etmek. f. güreşmek. wrestler i. güreşçi. wrestling i. güreş. wretch i. 1. biçare kimse, zavallı kimse. 2. alçak herif, pis alçak. wretched s. 1. çok kötü, çok rahatsız: She feels wretched. Kendini çok wriggle kötü hissediyor. 2. f. 1. kıpırdamak, perişan, zavallı, kıpırdanmak, acınacak (bir yerde) durumda rahat olan. 2. durmamak. 3. berbat eğilip bir halde olan, son derece sefil/yoksul. 4. berbat, çok wriggle out of k. dili bükülerek kurnazlıklageçmek; kendini kıvrıla kıvrıla gitmek. 3. oynatmak: -den kurtarmak/sıyırmak: He wriggled kötü. Wriggle 5. kör your olası, toes. lanet. Ayak parmaklarını oynat. i.o1. kıpırdama, wring out f. of that (wrung) boring 1. dinner. (çamaşırı) Kurnazlıkla sıkmak/burmak. kendini 2. sıkıcı (boynunu) yemeğe burarak kıpırdanma; gitmekten kıpırtı. 2. kıvrılma, kıvrılış. 3. oynatma, oynatış. kurtardı. wring one´s hands (bir hayvanı) öldürmek. 3. (birinin elini) (acı, üzüntü veya çaresizlikten) ellerini ovuşturmak. kuvvetlice sıkmak. wring s.o.´s heart birinin yüreğini sızlatmak. wring s.t. out of/from k. dili bir şeyi -den zorla almak. wringer i. (çamaşır sıkmak için) mengene. wringing wet sırılsıklam, sırsıklam. wrinkle i. 1. buruşukluk, kırışıklık, kırışık. 2. k. dili yöntem. f. wrinkled buruşturmak, s. buruşuk, kırışık. kırıştırmak; buruşmak, kırışmak. wrist i. bilek, el bileği. wristwatch i. kol saati. writ i. (adli bir merciden gelen) yazılı emir. write f. (wrote, writ.ten) 1. yazı yazmak: He´s learning to write. Yazı write down yazmayı yazmak,öğreniyor. kâğıda dökmek. 2. (bir şeyi) yazmak: Can you write your name? İsmini yazabilir misin? 3. k. dili (birine) mektup yazıp write off for mektup göndererek (bir şey) istemek. göndermek, mektup yazmak: He writes her every day. Her gün write s.o. back k. dili ona 1. birinin mektup mektubuna yazıyor. 4. k. dilicevap yazıp (birine) göndermek, mektup yazmak.birinin 5. write s.o. off mektubuna yazmak, birinin işe cevap yazarlık yaramaz yazmak. yapmak: olduğuna 2. He birinin writes karar mektubuna for a vermek.living. cevap Hayatınıyazmak. write s.t. down yazarak kazanıyor. bir şeyi yazmak/kaydetmek. write s.t. off 1. tic. tahsil edilmesi imkânsız borcu veya telafi edilmesi write s.t. out imkânsız mali zararı bir şeyi yazıya dökmek.defterden silmek. 2. bir şeyin işe yaramaz olduğuna karar vermek. write s.t. up 1. notları rapor, kitap v.b. haline sokmak: I´ll write up these write-off notes i. tahsillater. Bu notları edilmesi daha imkânsız sonra borç; esaslı telafi bir şekle edilmesi sokarım. imkânsız 2. bir mali fikri zarar.hikâye, kitap v.b.´ne dönüştürmek. 3. birini/bir olayı makale write-protect f., bilg. yazmayı engellemek. konusu yapmak. write-protected s., bllg. yazma engelli. writer i. yazar; müellif. write-up i., k. dili (gazete veya dergide eleştiri, makale gibi) yazı. writhe f. (ağrı, sancı veya manevi bir ıstıraptan) kıvranmak. writing i. 1. el yazısı. 2. yazılı eser, yazı. 3. yazı yazma. writing materials yazı gereçleri/malzemesi. written f., bak. write. s. yazılı, yazılmış. wrong s. 1. yanlış, gerçeğe uymayan: He gave the wrong answer. wrongdoer Yanlış i. 1. suç cevap işleyenverdi. We´re kimse. on the wrong road. Yanlış yoldayız. 2. günahkâr. We boarded the wrong train. Yanlış trene bindik. I´ve dialed the wrongdoing i. suç/günah işleme. wrong number. Yanlış numara çevirdim. 2. yanılmış: You´re wrongful s. 1. haksız. wrong about2. kanuna that. Ondaaykırı. yanılıyorsun. 3. dince/ahlakça suç wrongheaded sayılan: Stealing is wrong. s. 1. yanlış bir fikre inatla bağlı Hırsızlık olan,günah. yanlış4.biruygunsuz, uygun 2. fikirde direnen. wrongly olmayan; yanlış. uygun sayılmayan: That was the wrong z. 1. haksız bir şekilde. 2. uygun olmayan/yanlış bir şekilde. way to broach 3. that subject. yanlış/hatalı O bir konuyu şekilde. o şekilde açmak yanlıştı. This is the wrote f., wrongbak.time. write.Şimdi zamanı değil. You´ve really said the wrong wrought s. yapılmış. thing. Sen bayağı çam devirdin. He runs around with the wrong wrought iron sort dövmepeople. of demir, Uygunsuz insanlarla düşüp kalkıyor o. He was işlenmiş demir. seen in the wrong place at the wrong time. Uygunsuz bir saatte wrought iron dövme demir, ferforje. uygunsuz bir yerde görüldü. 5. birine göre olmayan: This is the wrung f., wrongbak.job wring. for you. Bu sana göre bir iş değil. 6. yanlış, wry başvurulması s. eğri, çarpık.yanlış olan: You´ve consulted the wrong people. Yanlış insanlara danışmışsın. She´s looked at the wrong schedule. Yanlış tarifeye bakmıştır. 7. sakıncalı, mahzurlu: There ´s nothing wrong with that. Onun hiçbir sakıncası yok. I see nothing wrong with it. Onda bir sakınca görmüyorum. Do you wt kıs. weight. X Romen rakamlar dizisinde 10 sayısı. X mat. x. X, x i. 1. X, İngiliz alfabesinin yirmi dördüncü harfi. 2. yanlış işareti. xenophobia 3. öpücük i. 1. yabancıişareti. korkusu; yabancılardan nefret etme; yabancı xenophobic düşmanlığı. 2. s. 1. yabancılardanyabancı olandan korkan; korkma/nefret yabancılardan etme. nefret eden. 2. xerophyte yabancı olandan i. kurakçıl bitki. korkan; yabancı olandan nefret eden. 3. yabancı düşmanlığı güden (yazı, yasa v.b.). xerophytic s. kurakçıl. Xerox i. fotokopi, fotokopiyle yapılmış kopya. f. -in fotokopisini Xerox machine çekmek. fotokopi makinesi. Xmas i., bak. Christmas. X-rated s. on yedi yaşından küçüklerin seyretmesi yasak olan (film). X-ray i. 1. X ışını, röntgen ışını. 2. röntgen filmi, röntgen. f. -in xylophone röntgenini çekmek. i., müz. ksilofon. Y, y i. Y, İngiliz alfabesinin yirmi beşinci harfi. yacht i., den. yat. yachting i., den. 1. yatçılık. 2. yatla seyahat. yak i., zool. yak. yak f. (--ked, --king) k. dili çan çan etmek, çene çalmak. yam i. tatlı patates. yammer f., k. dili yakınıp durmak, sızlanıp durmak. Yank i., İng., k. dili Amerikalı. s., İng., k. dili 1. Amerikalı. 2. Amerikan. yank f., k. dili birden ve kuvvetle çekmek, kuvvetle çekivermek. i., k. yank s.o. out of dili kuvvetli k. dili çekiş. birini (bir yerden) alıvermek/çıkarıvermek. yank s.t. out of k. dili bir şeyi -den kapmak/çekivermek. Yankee i., k. dili 1. Amerikalı. 2. Amerika Birleşik Devletlerinin kuzey yap eyaletlerinde f. (--ped, --ping)doğup (ufakbüyüyen/yaşayan köpek) (kesik ve biri, kuzeyli. tiz bir sesle) s., k. dili 1. i. havlamak. Amerikalı. kesik 2. ve tiz 2. Amerikan. birden. havlama. 3. (A.B.D.´de) kuzeyli. 4. (A.B.D.´de) yard i. 1. yarda. seren. kuzeye ait, kuzey. yard i. 1. (binaya ait) bahçe. 2. İng. avlu. yard sale evin bahçesinde yapılan istenmeyen eşya satışı. yardstick i. 1. bir yarda uzunluğundaki ölçü aracı. 2. ölçü, ölçüt, mihenk, yarn denektaşı, miyar. i. 1. yün ipliği. 2. tekstil iplik. 3. k. dili (uydurulmuş) hikâye. yarrow i., bot. civanperçemi. yawn f. 1. esnemek. 2. derin bir çukur gibi bir boşluk/açıklık yawp bulunmak/belirmek/açılmak: f. bağırmak. i. bağırtı, bağırma, If he hadn´t stopped right then, he bağırış. wouldn´t have seen the chasm yawning before him. Tam o anda yaws i., tıb. piyan. durmasaydı önündeki uçurumu görmeyecekti. i. esneme. yd kıs. yard. yea ünlem Yaşa!/Ole!: Yea, Galatasaray! Cim bom bom! yeah z., k. dili evet. year i. yıl, sene. year in year out her yıl; yıllar yılı. yearbook i. yıllık. yearling i. bir yaşında hayvan yavrusu. yearlong s. yıl boyunca devam eden. yearly s. yılda bir olan, yıllık, senelik. z. yılda bir. yearn f. çok arzu etmek. yearning i. arzu. year-round s. bütün yıl devam eden. yeast i. maya. yell f. bağırmak; nara atmak. i. bağırma, bağırış; nara. yellow s. 1. sarı, sarı renkli. 2. k. dili ödlek, korkak. i. 1. sarı, sarı renk. yellow fever 2. yumurta sarısı. f. sararmak; sarartmak. sarıhumma. yellow jacket zool. gövdesi sarı ve siyah renkli bir tür yabanarısı. yellow journalism sansasyonel gazetecilik. yellow poplar bot. laleağacı. yellow-bellied s., k. dili ödlek, korkak. yellowish s. sarımtırak, sarımsı. yelp f. kesik ve acı bir sesle havlamak. i. kesik ve acı bir havlama. Yemen i. Yemen. Yemeni i. Yemenli. s. 1. Yemen, Yemen´e özgü. 2. Yemenli. Yemenite i., s., bak. Yemeni. yen i. (çoğ. yen) yen (Japon para birimi). yen i., k. dili arzu. f. (--ned, --ning) k. dili arzu etmek, arzulamak. yeoman çoğ. yeo.men (yo´mîn) i. 1. küçük çiftlik sahibi çiftçi. 2. den. yes bazı z. evet.astsubaylara verilen bir i. (çoğ. --es/--ses) unvan. olumlu cevap/oy. Yes, indeed! Elbette!/Gayet tabii! yes-man çoğ. yes-men (yes´men) i., k. dili evet efendimci. yesterday i., z. dün: yesterday morning dün sabah. yesterday´s yet newspaper z. 1. daha; henüz; dünkü gazete. hâlâ: Theythehaven´t day before come yesterday yet. Daha önceki gün. yew gelmediler. “Can I come in?” “Not yet.” “Girebilir miyim?” i., bot. porsukağacı. “Henüz değil.” I have yet to receive them. Onları hâlâ almadım. Y-fronts i., çoğ., İng., k. dili slip (erkek çamaşırı). They haven´t done anything yet. Daha bir şey yapmadılar. 2. Yiddish i., s. Yahudi şimdi: Are they Almancası, here yet?Yiddiş. Geldiler mi? 3. hâlâ, gene de, yine de: yield They f. may bring it off yet. 1. (ürün/vergi/sonuç) Onu hâlâ vermek; becerebilirler. (kâr/kazanç) 4. daha getirmek: Thatda: yield the right of way Make tree it lighter always yet! yielded (trafikte) yol vermek. Onu a lotdaha of da fruit. açık O yap! ağaç He hep had çok yet meyve another verirdi. booknew This to showlevy us. willBize yieldgöstermek us a lot of istediği revenue. birBu kitabı yenidaha vergivardı. bize yield to temptation şeytana bağ. fakat, uymak. buna 2.rağmen: It looks teslim edible,olmak. yet it isn´t. Yenilebilir çok para getirir. teslim etmek; 3. to (başkasına) yip f. gibi(--ped, vermek, --ping)fakat görünüyor bırakmak. (ufak köpek) 4.yenilmez. (bir şeyinkesik doğruve olduğunu) tiz bir seslekabul havlamak. etmek.i. i. yipe kesik 1. ve tiz ürün,k.mahsul; ünlem, bir havlama. verim. 2. hâsılat, gelir. dili Ay!/Of! yippee ünlem, k. dili Ah, ne güzel!/Ah, ne iyi!/Yaşasın! (Sevinince yob söylenir.). i., İng., k. dili hödük, maganda, hanzo. yobbo i. (--s/--es) İng., k. dili, bak. yob. yoga i. yoga. yoghurt i., bak. yogurt. yogurt i. yoğurt. yoke i. 1. boyunduruk. 2. of boyundurukla bağlanmış bir çift (hayvan): yokel three yoke of i. (taşradan oxen hödük. gelen) üç çift öküz. 3. (sırık hamallarının kullandığı) sırık. 4. terz. (gömlekte) roba; (etekte) üst kısım, basen kısmı. f. yolk i. yumurta sarısı. (hayvanlara) boyunduruk geçirmek; with (bir hayvanla) (başka yon s., bir eski oradaki; hayvanı) aynışuradaki. z., eski boyunduruğa orada; to koşmak; şurada. (bir hayvanı) bir yonder boyundurukla s. (bir araca) oradaki; şuradaki; koşmak. ötedeki. z. orada; şurada; ötede; oraya; yoo-hoo şuraya; ünlem, k. öteye: They´re dili Hey! Burayaover yonder. Onlar orada. zam. ora; bak! şura; öte. yore i. you zam. 1. sen; siz; sizler; seni; sizi; sana; size: Hey you! Come You bet! here! k. diliHey sen, buraya Elbette!/Hay hay!gel! You children don´t be late! Çocuklar, You can thank your lucky siz geç kalmayın! What´s it to you? Sana ne? 2. Genellemelerde k. dili Sen olmadığın için talihine şükret! star it wasn´t you! kullanılır: You don´t go there alone. Oraya tek başına gidilmez. You can´t be serious! Ciddi olamazsın! You devil! Seni şeytan seni! You don´t say! k. dili Yok canım! You flatter yourself. O senin hüsnükuruntun. You get good value for your Orada ödediğin para karşılığında iyi mal alırsın. money there. You look a sight! k. dili Aman, bu ne hal böyle? You mean everything to me. Sen benim her şeyimsin. You rascal you! Seni gidi seni!/Ah seni seni! You scratch my back and I´ll k. dili Al gülüm, ver gülüm./Sen bana yardım et, ben de sana scratch yours. You see .... ederim. 1. Yani .../İşte .... 2. Gördün mü? You were wrong not to have Gitmemekle doğru etmedin. gone. You would tell her, wouldn´t 1. Gidip ona yetiştirirsin, değil mi? 2. İlle ona söylersin, değil you? you`d mi? kıs. 1. you had. 2. you would. you`ll kıs. you will/shall. you`re kıs. you are. you`ve kıs. you have. You´re a sight! k. dili 1. Ah, seni seni! 2. Aman, bu ne hal böyle? You´re a mess! k. dili 1. Üstünü başını berbat etmişsin! 2. Seni gidi seni! You´re a sight for sore eyes! k. dili Ah, seni görmek ne kadar güzel! You´re another! Sen de! You´re welcome to try. Bir deneyin isterseniz./Buyrun deneyin. You´re welcome. Bir şey değil./Rica ederim./Estağfurullah. You´ve every reason to be Kızmakta çok haklısın. mad. You´ve picked up a cold. k. dili Şifayı kapmışsın./Nezle olmuşsun. you-all zam., k. dili sizi; size (Birden fazla kişiye hitap ederken young kullanılır.). s. 1. genç. 2. körpe. i. young and old herkes. ´´How old will Emre, who was born on 1 January 2000, youngster be on 1 January i. çocuk; genç. 2050?´´ ´´He will be fifty years old.´´ ´´1 Ocak 2000´de doğan Emre, 1 Ocak 2050´de kaç yaşında olacak?´´ your s. senin; sizin. Your guess is as good as ´´Elli yaşına basmış olacak.´´ Aslında ikimiz de bir şey bilmiyoruz. mine. Your presence is requested. Hazır bulunmanız rica olunur. Your/His Honor 1. Sayın Yargıç. 2. Sayın Başkan (belediye başkanı). yours zam. seninki; sizinki. Yours truly, Saygılarımla, (mektubun sonunda). Yours truly, Saygılarımla. yourself çoğ. your.selves (yûrselvz´, yôrselvz´) zam. kendin; kendiniz: youth Don´t kill yourself! i. 1. delikanlı, genç,Kendini öldürme! genç adam. Do it yourself! Onu kendin 2. gençlik. yap! Pull yourself together! Kendine gel! You yourself know this youth hostel gençlik yurdu (gençler için ucuz otel). is true. Bunun doğru olduğunu kendin biliyorsun. You don´t youthful s. 1. gençlere/gençliğe seem to be yourself today.özgü. 2. genç. Bugün her 3. genç bir zamanki havaya gibi sahip, değilsin. yowl genç bir insanı f. ulumak. andıran (yaşlıca/yaşlı kimse). 4. taze. i. uluma. yo-yo i. 1. yoyo. 2. k. dili aptal kimse, dangalak. yr kıs. year, younger, your. yucca i., bot. avizeağacı. yuck ünlem, k. dili Öf! (Tiksinti belirtir.). f. yuck it up k. dili şakalaşmak, gülüşüp eğlenmek. yucky s., k. dili iğrenç. Yugoslav i., s. Yugoslav; Yugoslavyalı. Yugoslavia i. Yugoslavya. Yugoslavian i., s. Yugoslav; Yugoslavyalı. Yugoslavic s., bak. Yugoslav. yuk ünlem, f. (--ked, --king) k. dili, bak. yuck. Yule i. Noel yortusu. Yuletide i. Noel mevsimi. yummy s., k. dili lezzetli. yuppie i., argo yupi, hırslı ve maddi şeylere önem veren meslek sahibi yuppy genç. i., argo, bak. yuppie. Z, z i. Z, İngiliz alfabesinin yirmi altıncı harfi. Zaire i. Zaire. Zairean i. Zaireli. s. 1. Zaire, Zaire´ye özgü. 2. Zaireli. Zairian i., s., bak. Zairean. Zambia i. Zambiya. Zambian i. Zambiyalı. s. 1. Zambiya, Zambiya´ya özgü. 2. Zambiyalı. zany s. delidolu. Zanzibar i. Zengibar. Zanzibari i. Zengibarlı. s. 1. Zengibar, Zengibar´a özgü. 2. Zengibarlı. zap f. (--ped, --ping) k. dili 1. vurmak. 2. ateş ederek öldürmek, Zarathustra öldürmek. 3. TV kanal değiştirmek, zapping/zaping yapmak, i., bak. Zoroaster. zaplamak. zeal i. 1. gayret, şevk. 2. coşkunluk, ateşlilik. zealot i. 1. gayretkeş kimse. 2. fanatik. zealotry i. 1. gayretkeşlik. 2. fanatizm. zealous s. 1. gayretli. 2. ateşli, hararetli. zebra i. (çoğ. ze.bra/--s) zebra. zebra crossing İng. (çizgili) yaya geçidi. zed i., İng. Z harfi. zee i. Z harfi. zenith i. 1. gökb. başucu noktası. 2. doruk, zirve. zephyr i. hafif rüzgâr, esinti. zeppelin i. zeplin. zero i. sıfır. f. zero in on k. dili dikkatini (bir şeyin) üstüne çevirmek; tüm dikkatini (bir zest şeyin) üzerinde i. 1. zevk, toplamak. haz, keyif, lezzet: They still have a zest for living. zestful Onlar s. 1. hâlâ keyifli, hayattan zevkli, zevk lezzetli.alabiliyor. 2. şevkli.That it wascanlı. 3. renkli; illicit only added to its zest. Kurallara aykırı oluşu zevkini daha da artırdı. 2. şevk: zigzag i. zikzak. f. (--ged, --ging) 1. zikzak çizmek/yapmak. 2. zikzaklar She works with zest. Şevkle çalışıyor. 3. azıcık keskin/acı bir zilch çizerek i., k. diligitmek. sıfır. çeşni: The cinnamon adds zest to it. Tarçın ona azıcık keskin bir zillion çeşni i. katar. 4. renklilik; canlılık; çeşni, lezzet: Zerrin´s presence zillions of always adds k. dili kıyamet zest to the proceedings. kadar/gibi, milyonlarca. Zerrin´in varlığı, toplantıya hep bir renk katar. Zimbabwe i. Zimbabve. Zimbabwean i. Zimbabveli. s. 1. Zimbabve, Zimbabve´ye özgü. 2. zinc Zimbabveli. i. çinko. zing i. 1. vınlama, vızıltı. 2. k. dili canlılık, zindelik; şevk. 3. k. dili zinger renklilik, çeşni. i., k. dili çok 4. k. dili şaşırtıcı bir azıcık şey. keskin/acı bir çeşni. f. vınlamak, vızıldamak. zingy s., k. dili 1. canlı, hayat dolu. 2. frapan. 3. renkli, çarpıcı. 4. tadı zinnia azıcık i., bot.keskin/acı zinya, zenya. (yiyecek/içecek). Zionism i. Siyonizm. Zionist i., s. Siyonist. zip i. 1. k. dili canlılık, zindelik; şevk. 2. vınlama, vızıltı. f. (--ped, zip --ping) i., İng., 1. bak.k. dili çabucak zipper. gitmek/geçmek; f. (--ped, çabucak --ping) İng., bak. geçirmek. 2. zipper. vınlamak, vızıldamak. zip i., k. dili posta kodu. zip along k. dili çabucak gitmek/ilerlemek. zip code posta kodu. zip s.t. up k. dili 1. bir hareketi hızlandırmak. 2. bir şeyi daha zipper neşeli/hareketli/oynak i. fermuar. f. bir hale getirmek. zipper one thing into another bir şeyi başka bir şeye fermuarla takmak. zipper s.t. open bir şeyin fermuarını açmak. zipper s.t. up bir şeyin fermuarını kapamak/çekmek. zippy s., k. dili 1. canlı, hayat dolu, zinde. 2. frapan. 3. spor, sportif bir zit havaya i., k. dili sahip sivilce.(şey). zizz i., İng., k. dili şekerleme, kestirme, kısa uyku. zodiac i., astrol. zodyak, burçlar kuşağı. zone i. 1. bölge, mıntıka: zone of fire ateş bölgesi. zone of operations zone defense harekât spor bölgebölgesi. 2. coğr. kuşak: temperate zone ılıman kuşak. savunması. frigid zone kutup kuşağı. 3. kentbilim bölge, zon. f. (bir bölgede) zoning i., kentbilim (bir bölgede) ancak (belirli bir faaliyete/birtakım ancak (belirli bir faaliyete/birtakım faaliyetlere) izin vermek, (bir zonked faaliyetlere) diliizin s. (out) k.(belirli 1.birverme, çok (bir bölgeyi) yorgun, (belirli pestil gibi. 2. çok birsarhoş, faaliyet/birtakım zom, bölgeyi) faaliyet/birtakım faaliyetler) için ayırmak: faaliyetler) bulut, fitil. için ayırma, zoning. zoo They´ve i. zonedbahçesi. 1. hayvanat it a commercial 2. k. dili area. Orayı çok farklı ticari bölge mizaçtaki ilan insanların zoological ettiler. bulunduğu s. zoolojik. yer; birtakım tuhaf insanların bulunduğu yer. zoological garden hayvanat bahçesi. zoologist i. zoolog, hayvanbilimci. zoology i. zooloji, hayvanbilim. zoom f. 1. k. dili büyük bir hızla gitmek, tam gazla gitmek. 2. k. dili zoom lens büyük bir hızla foto. değişir artmak. odaklı 3. in zoom mercek, on sin.objektifi. zum/kaydırma yaparak -i birden çok yakından göstermek. 4. away from sin. zoom lens zum merceği. zum/kaydırma yaparak -i birden uzaktan göstermek. Zoroaster i. Zerdüşt. Zoroastrian i., s. Zerdüşti. Zoroastrianism i. Zerdüştçülük, Zerdüştlük. zoster i., tıb. zona. zucchini i. bir tür sakızkabağı. zwieback i. bir çeşit peksimet. zygote i., biyol. zigot. zzz Horrr! (Karikatürlerde birinin uyuduğunu/horladığını göstermek için kullanılır.).