İslamcı güçler, devletin iktidar dengelerinin kendi lehlerine çevirdiklerinden emin görünüyorlar. En
azında önemli bir avantaj oluşturmuş olduklarına dair çok önemli veriler bulunuyor. Bunun en tipik
yansıması ise dış politikada belirgin olarak meydana gelmeye başlayan değişikliklerdir. Bürokrat
Davutoğlu’nun dışişleri bakanlığına getirilmesinden sonra, dış politikanın esası bölge coğrafyasına
ve özellikle İslam ülkeleriyle olan ilişkilere döndü. Hiç şüphesiz ki, bu sadece ‘ılımlı İslamcı’ AKP
iktidarının tek başına izlediği bir politika değildir. ABD-AB ittifakına dayanan, Ortadoğu Projesi
ekseninde bölgenin; kapitalist sistemin ihtiyaçlarına göre yeniden düzenlenmesi, öncelikli bir proje
olarak güncelliğini koruyor.
G-20’lere alınan Türkiye’nin bu sürece dâhil edilmesi ve hatta liderlik rolü verilmesi, bölgesel
dengelerle ilişkilidir. Uluslararası konjonktür durumu iyi değerlendiren İslamcı iktidar güçleri,
İslam’ın küreselleştirilmesi için çok yoğunluklu bir faaliyet yürütmektedirler. Özellikle hem ‘Milli
Görüş’ geleneği, hem de Gülen Cemaati bakımından önemsenen ‘küresel İslam birliği’ projesi çok
belirgin olarak uygulanmaya konulmuş bulunuyor. Türkiye’nin temel stratejisyeni ise bürokrat
dışişleri bakanı bu durumu şöyle tanımlıyor: “Bölgenin son jeopolitik, jeokültürel ve jeoekonomik
bütünlüğünün tarihî mirasçısı olan Türkiye, bu jeopolitik, jeokültürel ve jeokonomik parçalanmayı
aşabilen ve bölgeyi bir bütün olarak kuşatan bir stratejik yaklaşımı geliştirmek ve bu yaklaşımı
taktik bir esneklik içinde kademeli bir şekilde uygulamaya koymak zorundadır. Böylesi bir stratejik
yaklaşım, Türkiye’nin sadece bölge üzerindeki etkinliğini artırmakla kalmayacak, aynı zamanda,
küresel dengelerle bölgesel dengeler arasında hiç bir aktörün göz ardı etmesi mümkün olmayan bir
işlev üstlenmesini de sağlayacaktır.”
Bu genel eğilim bir çok İslamcı liderin görüşlerini yansıtmaktadır. Örneğin Gülen, Osmanlıların
tarihsel mirası üzerinde, ama ondan önemli oranda farklılaşan İslam modernitesini kurmayı
hedefliyor. Örneğin statükocu değildir, liberal piyasa ekonomisini açık olarak savunur, küresel
sermaye ile ilişkilerini geliştirir, diğer birçok İslami gruptan farklı olarak ‘Türk milliyetçiliğiyle
serbest piyasa ve modern eğitim temalarına vurgu birlikte yapar. “Türkiye’de yaşayan, Osmanlı
geçmişini kendi geçmişleri kabul eden ve kendilerini Türk olarak gösteren Türk kabul edilmelidir”
ve “Türk olmak için Osmanlı deneyimine sahip olmak ve kendisini Türk olarak görmek gerekir. Bu
yaklaşma göre Kazak ile Boşnak arasında bir fark yoktur. Ama Boşnak olanın Türkleşmesi daha
kolaydır. Öte yandan, bu geniş kapsamlı milliyet anlayışın sınırları Fars’ı ve Arapları içine almaz.
Gülen Arap ve İran İslam anlayışına çok sıcak bakmaz ve Türk Müslümanlığı deyimini bunlardan
ayırmak için sürekli kullanır.” Gülen hareketi, Türk-İslam sentezciliğini Türklerin egemenliğinin bir
aracı olarak kullanmaktadır. Dolayısıyla Nursi’nin genel İslamcılık perspektifi Gülen’de Osmanlı-
Türk sentezine dönüştürülür. Böylece Türk devletini ‘din ile millet arasındaki bağı sağlayacak ve
ideal Türk-İslam toplumunun yaratılmasının en önemli araçlarından biri’ olarak görür. Gülen’in
sürekli vurguladığı asr-ı saadet döneminin, çağımıza uygun bir tarzda düzenleyebilecek olan ideal
İslam toplumunun ancak Türk-İslam ülküsü tarafından sağlanabileceğini belirtir. Bir kısım
analizciler tarafından Neo-Osmanlıcılık olarak tanımlanan bu yaklaşım, Türkiye’nin bugünkü dış
politikasını da etkilemekte ve hatta yönlendirmektedir.
Başbakanlık eski Müsteşarı ve bugünkü AKP milletvekili Ömer Dinçer de cihadın sadece
Türkiye’de değil bütün İslam dünyasında kaçınılmaz olduğunu vurgularken, aslında ‘Küreselleşen
İslam’a dikkat çekmektedir: “İslam dünyasında bugün gerçekten bir enerji birikmiştir. Buna engel
oluşlar devam ettiği müddetçe İslami hareketlerin bir patlama yapacağını söyleyebiliriz. Eğer önü
açılmayacak olursa ‘Yeni Dünya Düzeni’de Türkiye’deki İslami gelişmeler karşısındaki bürokratik
mekanizma gibi aynı sonuçlarla karşı karşıya kalacaktır.” ‘İslam dünyasında biriken enerji’
Davutoğlu’nun oluşturduğu ‘yeni’ dış politika ile harekete geçtir. Patlama noktasına geldiğinde ne
gibi sonuçlar doğuracağını şimdiden kestirmek zordur. Ancak görülen şu ki, uluslar arası küresel
sermayenin de tam desteğini alan İslamcı AKP iktidarının uyguladığı dış politika ‘küresel İslam’
eksenli geliştirilen stratejinin uygulanmasıdır.
Türkiye’nin dış politika önceliklerinin Ortadoğu ve Avrasya’ya, dahası İslam dünyasına doğru
kayması, Osmanlı İmparatorluğuna benzer bölgesel bir egemenlik politikası olarak tanımlamak pek
gerçekçi değildir. Ancak, küresel güçlerin stratejik ihtiyaçlarına yönelik geliştirilen politikalar
ekseninde, bölgesel dengelerde etkin olmak isteyen ve buna bir biçimiyle, ‘Küresel Osmanlıcılık’
denilebilecek bir politika olarak tanımlanabilir. Bugünkü sürecin baş aktörü olan Davutoğlu’nun dış
politikasında Ortadoğu ve Avrasya-Hazar bölgesi önemli bir yer tutar. Kerkük’ün önemine dikkat
çeker ve Kürtlerin bu bölgeyi kontrol etmesini, Türkiye’nin stratejik çıkarları için ciddi bir tehdit
olarak görür. Türkiye’nin “Kerkük-Yumurtalık boru hattının sağladığı avantajları unutmaması”
gerektiğini sıklıkla vurgular. Özellikle “Basra körfezi ile Doğu Akdeniz bağlantısının Türkiye
üzerinde gerçekleşmesi vazgeçilmeyecek bir stratejik öncelik olarak devrede tutulmalıdır…
Türkiye-İran ilişkileri
Dikkat çeken bir başka önemli noktada Türkiye’nin İran’a yönelik izlediği politikadır. İki ülke
ilişkilerindeki gelişme, aynı zamanda dünya küresel güçlerinin de istediği bir durumdur.
Türkiye’nin arabulucu bir rol oynaması bölgedeki etkinliğinin artmasına da hizmet etmektedir.
“Türk-İran ilişkilerinin bölge iç dengeleri etkileyen üçüncü boyutu Ortadoğu bölgesinin bereketli
kuzey hilal hatırı oluşturan Mezopotamya-Basra ile ilgilidir. Osmanlı-İran dengelerinin de
şekillendiği bir hat üzerinde bulunan Irak’ın mezhep ve etnik nitelikleri itibarıyla taşıdığı iç
çelişkiler ve Soğuk Savaş sonrası dönemde Irak-eksenli yaşanan bunalım, Türk-İran ilişkilerini
gerek bu hattın jeopolitik geleceği, gerekse Irak’ın siyasi geleceği açısından önemli bir faktör haline
getirmiş bulunmaktadır…”
Türkiye’nin İran’a yönelik geliştirdiği dış politika açılımını iki yönlü değerlendirmek mümkündür.
Birincisi, Obama’lı ABD’nin Ortadoğu politikasında meydana gelen değişikliklerle ilgilidir.
ABD’nin İran ile ilişkilerini geliştirmek istemesi ve bölgedeki dengeleri yeniden belirlerken İran’a
görev verme istediğini sağlamak için Türkiye’yi bir aracı olarak kullanmaktadır. İkinci nokta ise,
Türkiye’nin bölgesel liderliğini kabul ettirmesinin öncelikli yolu, İran gibi güçlü ve stratejik öneme
sahip bir ülkeyi etkilemesi ve yönlendirmek istemesidir. Türkiye, İran ile olan ilişkilerini bir bakıma
Osmanlı-Pers ilişkileri gibi görüp algılamakta ve bölgesel bir denge ilişkisi kurmak istemektedir.
Ortadoğu’nun İslam ülkeleriyle olan ilişkilerin stratejik çıkarlar esası üzerine şekillendiğini belirten
Davutoğlu, Türkiye’nin ‘kendi iç çelişkilerini aşarak’ bölgede etkinliğini arttırmanın tek yolunun
‘İslam dünyası ile oluşturacağı tarihisel ilişkiler’ olduğunu sürekli vurgular. “İslam Dünya’sının
jeopolitik derinliği de Türkiye için son derece önemli stratejik unsurlar taşımaktadır. İslam
Dünyası’nın uluslar arası bunalımların yoğunlaştığı alanlarda oluşmasının temele sebebi de budur.
Türkiye’nin kendisinin de içinde bulunduğu bu jeopolitik alan içinde siyasi bir etkinliğe sahip
olması genellikle uluslar arası stratejik derinliğin önünü açacaktır. Bu alanı fazla yok farzetmek de,
bu dünyaya sırtını dönmek de jeopolitik geçiş alaları üzerinde bulunan Türkiye için sürdürülebilir
bir tavır olma niteliğini kaybetmektedir.”
Buna paralel olarak Türkiye’nin ‘hem kültürel, hem de siyasal alanda bölgede ciddi bir güç
olacağını’ vurgulamaktadır. Yani Türkiye ile İslam dünyası arasında çok kapsamlı ilişkilerin
geliştirilmesini fiilen uygulamaya koyan Davutoğlu, Hamas, Hizbullah, Müslüman Kardeşler
Örgütü, El Sadır gibi geleneksel İslam güçlerinin dışında kalan örgütlerle sıkı ilişkilerin
geliştirilmesinde ve onların meşru görülmesinde AKP hükümetinin izlemiş olduğu politikaların
stratejisyenidir. Özellikle son 7 yıldır, Arap patentli küresel sermayenin yoğunluklu olarak
Türkiye’ye akışını sağlayan planda dışişleri bakanının politik yönelimlerinin önemli bir etkisi vardı.
İngilizlerin bölgede işgalci bir güç olarak görülmesine karşılık Osmanlıların tersten bölgenin sahibi
olarak gösterilmesi, esasen, bugünkü işgalci politikaların meşru görülmesine yönelik olarak izlenen
bir politikadır. Davutoğlu, bölgesel ilişkilerde, Osmanlı yönetiminin izlediği politikaların kürsel
dünyadaki versiyonunu uygulayarak, İslam dünyasının liderliğine oynamayı amaçlıyor.
Obama’nın başkanı seçilmesi ile ABD’nin dış politikası da Afganistan-Pakistan bölgesinin giderek
ön plana çıktığı biliniyor. Özellikle Avrasya-Orta Asya ile bağlantılı olan bu bölgede Türkiye’nin
oynayacağı role dikkat çeken dışişleri bakanı şunları belirtiyor: “Hazar Denizi, Türkiye’nin Orta-
Asya’ya açılmasındaki kilit deniz havzasıdır. Azerbaycan, Kazakistan, Özbekistan ve Türkmenistan
arasında Hazar Denizi konusunda Rusya karşısında gerçekleştirilecek bir işbirliği Türkiye’nin Orta
Asya politikasının esaslarından biri olmak zorundadır. Türkiye’nin Kafkaslar-Hazar-Orta Asya
bağlantı politikasının üç temel taktik prensipten hareket etmek durumundadır: 1-Kuzey Kafkasya
cumhuriyetlerinin Rusya Federasyonu içindeki statülerinin kademeli bir şekilde güçlendirilmesini
temin etmek, 2- İran ile ideolojik gerilimlerle gölgelenen ilişkilerin dinamik ve rasyonel bir
ekonomik işbirliği çerçevesinde sağlamlaştırılarak Rusya’nın Orta-Asya ve Kafkaslar üzerindeki
etkisini dengelemek, 3- Orta-Asya ülkeleri arasında her türlü işbirliğini teşvik etmek…”
Türkiye’nin bölgesel saldırgan bir güç olması için ortaya konulan bu politikalar, ABD’nin bölgesel
stratejileriyle tam bir uyum içindedir. ABD, hem Ortadoğu’da hem de Avrasya kıtasında belirlediği
‘yeni’ politikalarda Türkiye’ye önemli görevler vereceği artık herkes tarafından biliniyor. Türkiye
dış politikada söz konusu bu görevleri yerine getirmek için nispeten daha saldırgan bir politika
izleyecektir.
Irak işgali sırasında ABD askerlerinin Türkiye üzerinde girilmesinin parlamento tarafından
reddedilmesinin yarattığı politik sonuçları çok açık olarak gören Davutoğlu, Afganistan için
Türkiye’den beklenenleri, dışişleri bakanı olarak mutlaka yerine getirecektir. Türkiye’nin ABD’nin
beklentilerine uygun olarak Afganistan’daki asker sayısını artırarak, Asya bölgesinde aktif rol
oynaması gerektiğini belirten çiçeği burnundaki dışişleri bakanı, NATO’nun saldırgan askeri küresel
stratejisine tam uyumlu bir politikayı savunmaktadır. Bu politik yönelim aynı zamanda
Genelkurmay tarafından da tamamen kabul edilmektedir.
SÜRECEK
MUSTAFA PEKÖZ
gokyuzu9@aol.com