Professional Documents
Culture Documents
Turgut Özakman
Giriş
Mustafa filminin 28 Ekim Salı günkü Ankara galasına, erteleme şansımın olmadığı bir toplantı nedeniyle
katılamadım. Cumhuriyet Haftası dolayısıyla 1 Kasıma kadar her gün doluydum; filmi izleyemeden, kitap fuarına ve
bazı etkinliklere katılmak için İstanbul’a gittim. Film hakkındaki tartışmalar başlamıştı. Tepki giderek
yoğunlaşıyordu.
Programım öyle sıkışıktı ki İstanbul’da da fırsat bulup filmi göremedim. Görüşümü soran değerli yayıncılardan,
filmi izleyemediğimi söyleyerek af diliyordum.
Filmi izlemediğimi bilen sevgili Uğur Dündar, Atatürk ve Milli Mücadele hakkındaki yalan ve yanlış genel
iddialar hakkında bir program yapmayı önerdi. Yakın tarihimizle ilgili sahte tarihler, hatta ansiklopediler var. Tarihini
böylesine çarpıtan, gerçeğin yerine sahtesini geçirmeye çalışan bir başka millet var mıdır? Bu, bize özgü, utanç verici
bir durum. (Bu konuda 750 sayfalık bir çalışmam var: Vahidettin, M. Kemal ve Milli Mücadele). Son zamanlarda yeni
kuşak iddiaların da üretildiğini görmekteydim. Öneriyi memnunlukla kabul ettim. Arena programında eski, yeni bazı
uydurma iddiaları sordular, ben de yanıtladım. Program 10 Kasım Pazartesi gecesi yayımlandı.
11 Kasım Salı günü Ankara’ya döndüm.
Bilgisayarıma büyük çoğunluğu Mustafa filmini kınayan 400’den fazla mail yağmıştı. Bazılarına göz attım.
Şaşırdım. Çok düşündürücü iddialar ileri sürülüyordu. Birikmiş gazetelere baktım. Aynı gün Kanal D’den telefon
ettiler, 32. Gün için çağırdılar. Konu Mustafa filmiydi, Can Dündar’la filmi konuşacaktık. Yeniden İstanbul’a
gidemeyecek kadar yorgundum. Af diledim. Sayın M. Ali Birand anlayış gösterdi, “Öyleyse biz Ankara’ya geliriz”
dedi.
“Daha filmi göremedim ki.”
“Can Dündar yarın sabah filmin cd’sini alıp size, eve gelecek. Birlikte izlemenizi istiyor. Sonra programı
çekeriz.”
“Peki.”
Ertesi sabah bir televizyon kanalında programım vardı. Öğlene doğru eve döndüm. Az sonra da sevgili Can
Dündar geldi. Kucaklaştık. Filmin cd’sini getirmişti. Ekranın karşısına geçtik. Televizyondan bir de kameraman
göndermişler. Birkaç dakika bizi filmi izlerken çekti.
Can Dündar’ın sayın annesi ile Basın Yayın Genel Müdürlüğü İç Basın Şubesinde birkaç yıl birlikte çalışmıştık.
Çok nazik, çok seviyeli bir genç hanımefendiydi. Kadromuz bir aile gibiydi. Can Dündar’ı bu nedenle biraz da
evladımız gibi severiz.
Film Atatürk’ü işleyen iddialı, tartışmalı bir filmdi. “Bak..” dedim, “..Beğenmezsem söylerim. Ona göre.”
“Elbette hocam.”
Filmi izlemeye başladık. Yaklaşık 20 dakika sonra, ilk kanımı söylemek için filmi durdurmasını rica ettim. Bu
noktaya kadar filmde, yazılan ve maillerde yer alan ağır eleştirilere, büyük suçlamalara hak verdirecek hiçbir sahne
yoktu. Çekimleri, yönetimi de beğenmiştim.
Filmin başında M. Kemal’in, üç yaşındayken ölen kardeşinin cesedinin çakallar tarafından parçalandığını
yansıtan bir korku filmi sahnesi vardı. Bu sahne ve anlatım beni tedirgin etmişti ama bunun olumlu bir anlama
dönüştürüleceği umuduyla sustum. Bu konuya yeniden döneceğim.
İzlediğimiz noktaya kadar suçlanacak, eleştirilecek bir sahne görmemiştim. Bu bölümle ilgili eleştiriler bana
haksız geldi.
Ama M. Kemal’in Sofya’ya askeri ataşe olarak gönderildiğinin açıklanmasından sonra filmde yanlışlar,
abartılar, eksikler, saptırmalar, haksızlıklar, yersizlikler, küçültücü anlatımlar, resimler belirmeye başladı. Sona doğru
arttı. Son bölüm şaşırtıcıydı. Her duyarlı insanı yaralamıştır sanıyorum.
1
Filmdeki güzellikleri, teknik başarıları da, yanlışları, olumsuzlukları da, ilk görüşte görebildiğim, anlayabildiğim
kadar, söyledim. Düzeltmesini istedim. Bazı olumsuzlukları ise program çekimine geç kalmamak için not etmekle
yetindim. Program çekiminde değinirim diye düşündüm.
Can Dündar beni çok efendice dinledi, değindiğim hususları kabul etti, yanlışları düzelteceğine de söz verdi.
Doğrusu da buydu. Türkiye’de Milli Mücadele, Cumhuriyet dönemi ve Atatürk hakkında insafsız, kuyruklu,
çıngıraklı, rezilce yalanlar söylenip yazılırken Atatürk ve dönemi yanlış ve eksik anlatılamazdı. Yanlış anlatım
yalancıların, sahte tarihçilerin, kara çalıcıların ekmeğine yağ-bal sürmek olurdu. Tarihimizin ve 20. yüzyılın en büyük
insanlarından biri söz konusuydu. Hele eser, ‘belgesel’ diye nitelenen bir film ise, her kare ve her sözcük, tarihe ve
gerçeğe dayanmalıydı.
Can büyük bir içtenlikle, “Keşke size danışsaymışım” demek inceliğini gösterdi.
Saat 15.00’e doğru filmi izleme sona erdi. Can gitti. Pek az sonra da televizyondan yollanan araç geldi.
Dinlenemeden çekim yapılacak yere gittim.
Ben sayın M. Ali Birand’ın yönetiminde Can’la benim katılacağım ikili bir program yapacağımızı sanıyordum.
Bu genişçe konuşulacak, olumlu sonuçlar verecek bir program olurdu. Programa 6 kişinin katılacağını orada
öğrendim. İlke olarak böyle kalabalık programlara katılmam. Hiç katılmadım. Gerçekler, laflamalarının altında ezilip
kalıyor. Geri dönmek şık olmayacaktı, programa katıldım.
Çekim yapıldı.
Payıma düşen süre içinde filmin eksiklerini, yanlışlarını yumuşak bir üslup içinde, emeğe saygımı koruyarak,
özetledim.
Program ertesi günü, Perşembe gecesi yayımlanacaktı.
Perşembe sabahı, daha gazetelere bakamadan, telefonum ardarda çalmaya başladı. Can Dündar’ın Milliyet
gazetesinde bir gün önce filmi birlikte izlediğimizi anlatan bir yazısının yayımlandığını bildiriyorlardı. Yazıdan filmi
beğendiğim anlaşılıyor olmalı ki ısrarla şunu soruyorlardı: Sahi filmi o kadar beğenmiş miydim?
Yazı, filmi birlikte izlediğimizi gösteren iki de resimle süslenmişti. İlk paragrafı şöyleydi: “Geçen gün Turgut
Özakman’ı televizyonda bizim Mustafa filminden sahneler üzerinde yorum yaparken görünce çok üzülmüştüm.
Çünkü filmi izlemediğini biliyordum.”
İddiasına göre ben filmi izlemeden ‘Mustafa filminden sahneler üzerinde yorum yapmışım’. Oysa evde, söz
açılınca, Arena programında sadece bana sorulan yeni, eski yalan ve yanlış iddialara yanıt verdiğimi kendisine
anlatmıştım. Buna rağmen 32. Gün’ün çekimi sırasında da ayıp ederek bu yakışıksız iddiayı yinelemiş, beni bu
gerçeği program içinde bir daha açıklamak zorunda bırakmıştı. Durumu iki kez açıklamış olmama rağmen yazısının
başında, bu iddiayı yine ileri sürüyordu. Kendisine duyduğum güven solup gitti. Kimi efendi insanlar direksiyona
geçince canavarlaşır, kimi kaleme sarılınca böyle saygısız olur!
Yazının girişi ve genel havası, filmi çok beğendiğim izlenimini vermekteydi. Can filmi eleştirdiğimi de
belirtiyordu ama neleri, nasıl, ne kadar eleştirdiğimi sessiz geçmişti.
Bu reklam kokan yazıdan olağanüstü rahatsız olduğumu belirtmeliyim. Bu benim hiç hoş görmeyeceğim bir
cinlik. Asla çiğnenmeyecek nezaket, saygı ve güven kuralları vardır.
Gece yarısından sonra yayımlanacak olan programı izleyebilenler doğruyu öğreneceklerdi ama izleyemeyenler,
ne düşüneceklerdi? Hâlâ telefonla, maille sorup duruyorlar: “Siz, Can Dündar’ın yazdığı gibi sahiden filmi beğendiniz
mi?”
16 Kasım Pazar akşamı (19.00 seansı), filmi telaş etmeden, bir daha ve büyük perdede seyretmek için eşimle
birlikte sinemaya gittim, çok dikkatle, not alarak izledim.
İlk izleyişte, belki yoğun İstanbul günlerinin yorgunluğundan, belki Can’la dostça konuşa konuşa izlediğimizden,
bazı hususları atlamışım. Bu izleyişte, dikkatimden kaçmış büyük boşluklar ve yeni olumsuzluklar fark ettim.
Bilgilerimi, izlenimlerimi birleştirdim.
Film genel yaklaşımı, yanlışları ve eksikleri ile beni düşündürdü. Artarak, şaşırtarak, üzerek, ürküterek
düşündürmeyi sürdürüyor.
Bu yazıyı yazmak için Can’ın röportajlarını ve açıklamalarını buldum. Genç Bakış ve 32. Gün’ün kayıtlarını
birkaç kez izledim.
Bu yazıyı film hakkındaki düşüncelerimi genişçe açıklamak, Can’ı bir kez daha uyarmak ve özellikle sevgili
öğretmenlerimizi ve öğrencilerimizi bilgilendirmek için yazıyorum.
Yazımı gerektikçe soru-yanıt biçiminde sürdüreceğim.
2
“Mustafa” Adlı Film
Filmin anlatım sanatı bakımından çok ciddi bir eksikliği var: Filmde tema (anafikir) yok. Tema, kural olarak, bir
yargı cümlesidir. Eser temayı kanıtlamak, anlatmak için var edilir. Tema bütün esere yön verir, konuyu çerçeveler,
anlatımı toparlar, sanatsal disiplin altına alır. Mustafa’da genel bir tema yok, denilebilir ki her aşamada değişen
temalar, motifler var. Omurgasızlığın, dağınıklığın, eksikliklerin, iç çelişkilerin, konunun gelişip ilerleyememesinin,
final coşkusuna yürüyememesinin ana nedeni bu.
Anlatım sanatı, kurallarına uymayanları cezalandırır.
Film yaklaşık 2 saat sürüyor. Dramatik çatışma içermeyen, düz bir çizgi halindeki bir filmin iki saat ilgiyle
izlenmesi zordur. Oysa M. Kemal kargalarla, parasızlıkla, karanlıkla, yalnızlıkla değil, çok önemli, etkili, büyük
güçlerle çatışmıştır: İstibdat, emperyalizm, komitacılık, Alman subayları, ortaçağlık, bağnazlık, ilkellik, gericilik,
yoksulluk, bilgisizlik, teslimiyetçilik, işbirlikçilik, hainlik, barbarlık, Batı karşısında duyulan aşağılık duygusu,
nankörlük vb. Hiçbir aşamada bu çatışmalar yer almıyor. Hele emperyalizmden hiç söz edilmiyor. Emperyalizm yok
sayılarak yakın tarihimiz nasıl anlatılabilir ve anlaşılabilir? Kimlerle mücadele ettiğimizi anlatmadıkça, mücadelenin
müthişliği, zaferlerin büyük anlamı nasıl anlaşılacak?
Nitekim anlaşılmıyor.
Kısacası, filmin konusu dümdüz ilerleyen bir çizgi halinde. Dramatik anlamda ne çatışma var, ne kırılma. Bunun
sonucu olarak merak da yok. Kural olarak finale doğru gelişim yoğunlaşır, hızlanır ve yükselir. Bu filmde tersi oluyor.
Yükselmiyor, düşüyor ve sonunda sürünüyor.
İkinci izleyişimde 200 kişilik salonda 27 kişi vardı. Kimse bırakıp gitmedi ama kıpırtılar, öksürükler, mısır
yemeler, fısıldaşmalar ilginin gevşekliğini belirtiyordu.
Çekimler güzel, bazı yerlerde çok güzel, kurgu ustaca, teknik olanaklar akıllıca kullanılmış. Yerli, yabancı
arşivlerden yararlanılarak etkili siyah-beyaz otantik filmler, fotoğraflar sağlanmış. Bu önemli, değerli bir başarıdır.
İkinci izleyişte beni müzik de düşündürdü. Fazla Balkanlı geldi. Besteci, bir büyük imparatorluğun acı veren
ölümünü, ‘yeni Türkiye’nin önsözü Çanakkale’yi, yenilgiyi, işgalleri, Anadolu’yu, Milli Mücadele mucizesini, o
çılgınca yurtseverliği, yeni bir devletin doğuşunu, kurtuluşu, bağımsızlığı, bir hayat hamlesi olan çağdaşlaşma
çabalarını, yani devrimleri, Anadolu aydınlanmasını, bu emsalsiz destanı nereden bilsin? Aydınlarımızın çoğu bile
bilmiyor. Doğrusu Muammer Sun, Fazıl Say, Çetin Işıközlü gibi değerli bestecilerimizi aradım.
Filmin anlatıcısı Can Dündar. Türkçesi temiz. Ama bu film dramatik anlatım istiyor. Can bir haber spikeri gibi
yorumsuz, heyecansız anlatıyor. Hiç duygulanmıyor, Anadolu yanıp yıkılıyorken hiç acımıyor, kızmıyor. Zaferlere hiç
sevinmiyor, coşmuyor. Düzayak, tekdüze bir seslendirme.
4
– Uzun yıllardır tarihimiz okullarda doğru ve yeterli okutulmuyor. Tarihimizi doğru öğrenmediğimiz, okumaya
da meraklı olmadığımız için, genel izleyici bakımından birçok bilginin yeni olduğu söylenebilir. Ama bu,
değerlendirme çıtasını yerden sadece bir karış yukarda tutmak demektir. Çok değil, biraz tarih bilenler için yeni bir
bilgi, belge yok. Sadece iki Fransız gazetesi var. Biri hastalığından söz ediyor. Öteki Atatürk’ü diktatör olarak
niteliyor. Birçok olumlu, yüceltici yabancı gazete haberi, yazı, açıklama var; ekip nedense bu yazıyı seçmiş! Filmde
bu haksız nitelemeye karşı, kısa da olsa bir yanıt yer almalıydı. Çünkü diktatörlük bambaşka, korkunç bir şeydir.
Nitekim Can Dündar Genç Bakış programında diyor ki: “Fransız gazetesinin diktatör nitelemesine karşı bir
duruşumuz olmalıydı.” (5 Kasım gecesi, Kanal D)
Filmde böyle bir karşı duruşun zerresi yok. Tersine, bu iddiayı destekleyen ifadeler var. Aşağıda belirteceğim.
– O dönemde birçok yabancı yazar, düşünür, bilim adamı ve politikacının, özellikle de mazlum milletler
liderlerinin Atatürk ve dönemi hakkında yazıp söylediği birçok övücü, gurur verici açıklamalar var. Neden hiçbirine
yer verilmemiş de bu Fransız gazetesinin nitelemesi seçilmiş?
– Bu soruyu Can Dündar’ın ve ekibinin yanıtlaması gerekecek. Düşündükçe birçok şey zihnimi kemirip
duruyor. Nedensiz ne yaprak kımıldar, ne de bir seçim yapılır. Bu konuda Mustafa’cılara dört değerli kaynağı
hatırlatmak istiyorum: Bilâl N. Şimşir, Doğunun Kahramanı Atatürk; Özer Ozankaya, Dünya Düşünürleri Gözüyle
Atatürk ve Cumhuriyeti; S. Çiller, Atatürk İçin Diyorlar ki (Varlık Yayınevi, 1965); Atatürk’e Saygı (TDK, 1969).
– Umarım okurlar.
– Bir de dayanaksız iddialar, yakıştırmalar var ki bunlara yeni bilgi demek bilgiyi aşağılamak olur.
– Ya Atatürk’ün not defterleri?
– Atatürk’ün not defterlerinden ikisi Şükrü Tezer ve Afet İnan tarafından yayımlanmıştır. Harp Tarihi
Dairesi’ndeki not defterleri 21 tanedir. Yeni ortaya çıkmış belgeler değildir, uzun yıllardan beri biliniyor,
yayımlanıyor. Meraklılar bilir. (Toplu bilgi için: Ali Mithat İnan, Atatürk’ün Not Defterleri, Gündoğan Y., Ankara,
1969)
Hangi Atatürk?
– Can Dündar, Hürriyet’te sayın Ayşe Arman’a şöyle diyor: “Benim bildiğim, benim okuduğum adam, bana
anlatılan adama uymuyor. Benim oğluma anlatılan da benim bildiğim adam değil.” (9 Kasım, Pazar eki, 8. sayfa) Bu
konuda ne düşünüyorsunuz?
– Can Dündar’ın Atatürk’ü, Mustafa filminde anlattığı Atatürk ise, bu Atatürk’ün gerçek Atatürk’le pek az
ilgisi var.
Can, Atatürk ve dönemini parça parça incelemiş. Geneli görmemiş. Ormana bakmıyor, ağaç dallarıyla
ilgileniyor. Mesela Atatürk’ün laiklik anlayışını din karşıtlığı gibi algılıyor. Atatürk’ün içkisine, yalnız bırakıldığına
takıntılı. Hele Cumhuriyet dönemini hiç anlamamış. Atatürk’ün sofracısı Cemal Granda’nın şişirilmiş, uyduruk
anılarını ve benzeri anıları, doğru ile yalanı daha ayırdedemediği için gerçek sanıyor. Bu arada zaman zaman yeni
tribünlere oynadığı izlenimini de alıyorum.
Bir de şu var: Atatürk’ü psikolojisi ile anlatmak istiyor. Yararlı bir yaklaşım. Ama bunu bir psikolog ya da ciddi
bir hoby olarak psikolojiyi seçmiş olan biri yapabilir. Can psikoloji bilmiyor. Vamık D. Volkan ile Norman
İtzkowitz’ın yazdığı Ölümsüz Atatürk adlı kitaptan yararlanmış. Kitabı çok başarılı buluyor. (Hürriyet, 10 Kasım,
s.6) Bir psikoloğumuz bu kitabı inceleseydi şaşırtıcı, akıl karıştırıcı, bilimselliği çok şüpheli, Atatürk’ü acayip
kalıplarla çözümlemeye çalışan, tuhaf, esrarengiz bir kitap olduğu açığa çıkardı. Atatürk’ü anlamak için başvurulacak
bir kitap olmadığını söyleyip bu konuyu kapatacağım.
Psikoloji, amatörler için çok kaygan, karmaşık bir alandır. İnsanı gülünç eder. Dikkat!
(Bu kitabın etkisiyle Can diyor ki: “Babasız büyümek, bir ülke için baba figürüne dönüşmenizde etken olabilir.”
[Hürriyet, 10 Kasım, s.6] Söz konusu kitapta işte buna benzer birçok yakıştırma var. Mesela Atatürk’ün yurtseverliği
şöyle anlatılıyor: “M. Kemal anasına duyduyu sevgiyi, anasının ölümü üzerine vatanına yöneltmiştir.” (Bağlam Y.,
1998, s.290) Nasıl? Ne kadar bilimsel değil mi?)
Atatürk’ü anlamaya, anlatmaya, açıklamaya, çözümlemeye çalışan birçok dürüst, doğru, değerli çalışma var. Can
bunlardan yararlanmak yerine bu komik kitaba takılıp kalmış. (Kendisine aydınlatıcı, dürüst, baba bir kitap tavsiye
edeyim: Prof. Dr. Şerafettin Turan, Mustafa Kemal Atatürk, Bilgi Yayınevi, Ankara, 2004)
5
Bu nedenlerle filmde ortaya, değişik bir Atatürk çıkmış. Ben oğlunun bildiği Atatürk’ün –bilgisini koruyorsa–
gerçek Atatürk’e daha yakın olduğuna inanıyorum. Çünkü özellikle sevgili, sayın öğretmenler Atatürk’ü saygıyla,
özenle, ona yaraşır, yakışır bir dille anlatıyorlar. Ne yapacaklardı yani? Öğrencilerine, Atatürk’ü, filmdeki gibi
özetle, ‘içkici, kadına düşkün, yalnız bırakılmış, arkadaşsız, diktatör, unutulmaktan ödü patlayan, Mussolini’yi
çağrıştıran, emeklilik psikozu içinde birtakım işlere kalkışan bir adamcağız’ diye mi anlatacaklardı?
Bu mudur Atatürk?
İnsaf!
Can Dündar da, ekibi de, danışmanları da, bence Atatürk’ü hiç anlamamışlar. Atatürk olgusunun yüzeyinde,
uzağında kalmışlar. Bilgi yetersizliğinden kaynaklanan bazı önyargıları var ve bütün filmde hiç sevgi yok.
Büyük insanlara, meraklı komşu gibi, paparazi gibi, hele softa gözüyle bakılamaz. Can nerede durduğunu,
kendisini savunan ve alkışlayan bazı kalemlere bakarak kavrayabilir.
Fatih Sultan Mehmet, Kadırgalı Abdullah Molla anlatılır gibi anlatılamaz. Tersi de olmaz. Biçim öze uymalı.
Bu kural anlatım sanatının temel kuralıdır.
Ayrıca takt diye birşey vardır ki Türkçeye denlilik, incelik diye çevrilebilir. Bu yazık ki genç kuşakların örneğini
pek az gördükleri bir tutum. Bir şeyi incelikle anlatamıyoruz. Kabalık yaygınlaştıkça yaygınlaşıyor. Oysa bilginin
üslubu nazik, sesi sakindir.
– Can Dündar Atatürk’ün Armstrong’un Bozkurt kitabını hoşgörüyle karşıladığını anlattıktan sonra genele
seslenerek diyor ki: “Böyle hoşgörülü Atatürk’ten siz sansürcü, ceberrut bir portre yaratmışınız ve bize onu
yutturmaya çalışıyorsunuz. Ben o Atatürk’ü benim liderim saymıyorum. Ben kendi tanıdığım lideri anlatmaya
çalışıyorum.” Siz ne diyorsunuz?
– ‘Sansürcü Atatürk’ ne demek anlamadım. Lafın gelişi söylemiş olmalı. ‘Ceberrut Atatürk’e gelince: Hiçbir
uygar, vicdanlı, sağduyulu, gerçeğe saygılı insan, Atatürk’ü ceberrut diye nitelememiş, tanıtmamıştır. Şimdi de
Atatürk’ü öyle anlatan ciddi, gerçekçi tek bir inceleme, araştırma, hikâye yok. Kimse Atatürk’ü Can’ın iddia ettiği
gibi ‘ceberrut diye yutturmaya’ kalkışmıyor.
Atatürk’ü yakından tanıyan birçok kimse anılarını yazarak Atatürk’ü anlatmıştır. Birkaçı: Yunus Nadi, Falih
Rıfkı Atay, Y. Kadri Karaosmanoğlu, Ruşen Eşref Ünaydın, Kılıç Ali, Salih Bozok, M. Müfit Kansu, Ali Fuat
Cebesoy, İsmet İnönü, Celal Bayar, Damar Arıkoğlu, Fahrettin Altay, Hasan Rıza Soyak, Hüsrev Gerede,
Kâzım Özalp, Afet İnan, Sabiha Gökçen, Süreyya Ağaoğlu, Y. Kemal Tengirşenk, Aralov, J. Grew, Madame
Gaulis, General Sherill vb...
Hiçbirinde Atatürk ceberrut olarak anlatılmaz, anılmaz, ima bile edilmez. Hiçbir okul kitabında da böyle bir
niteleme yoktur. Çünkü Atatürk ceberrut değildi. (Ceberrut= acımasız, zorba)
Can’ın ‘ceberrut Atatürk’ iddiasının ciddi bir dayanağı yok. Kendi ileri sürüyor, kendi karşı çıkıyor. Gölge
boksu yapıyor.
– Atatürk’ün ceberrut olduğunu yazmaya yeltenen hiç kimse yok mu?
– İstisnasız kural olur mu? Birkaç kişi var.
– Kimler?
– Bunlar Can Dündar’ı ve Mustafa filmini alkışlayanlar arasında yer alıyorlar. Atatürk’e, “diktatör, bütün
yetkileri elinde topladı, söylediği kanundu, muhaliflerini temizledi” filan diyen, Mussolini gibi kepaze bir adamı
anıştıran da Can Dündar’ın kendi ve ekibi. Filmde bir-iki sahne dışında, Atatürk’ün büyük, güzel özelliklerini
anlatan, yansıtan bir hava yok. Ne kadar sevgisiz bir işleyiş. Film gittikçe karamsarlaşan, olumsuzlaşan, durgunlaşan
bir havayla sürüyor, final tüy dikiyor.
Can’ın yaptığı ile söyledikleri birbirini tutmuyor. Şimdiye kadar, birkaç dinci ve Armstrong’tan başka hiç kimse
Atatürk’ü, Mustafa filmi gibi anlatmadı. Resmi anlatımın gölgesinde kalmayayım derken, gerçeğin çok dışına,
uzağına düşülmüş. Bu asla unutulmayacak bir talihsizlik.
– Can Dündar Atatürk’e sansür uygulandığından yakınıyor.
– Atatürk’ü sansürlemek akla ve ahlaka aykırı bir şey. Ama koca bir hayatın içinden cımbızla birkaç cümle,
birkaç ayrıntı seçip de bunları bir karakterin anahtarı diye ileri sürmek de sansür kadar akla ve ahlaka aykırı bir
davranış olur.
Atatürk Filmleri
6
– Can Dündar Hürriyet’teki Ayşe Arman röportajında diyor ki: “Kimsenin bir Atatürk filmi yapma niyeti yok.
Yapsalar 70 yıldır yaparlardı. Kimse bir şey yapma derdinde değil..” Sizce doğru mu söylüyor?
– Konuya uluslararası maceracılardan söz ederek gireyim. Biri Laurence Olivier’nin oğluydu. Allahtan bunlara
bir Atatürk filmi çektirilmedi. Yalan yanlış olacağına hiç olmaması daha iyidir. Mustafa filmi bu konuda uyarıcı bir
örnek. Bilmeyen, anlamayan, dersine çalışmayan bu konuya elini sürmesin!
Rahmetli Behlül Dal Atatürk’le ilgili beş-altı kısa film yaptı, Devlet Tiyatrosu sanatçıları da oynadı. Zaman
zaman televizyonlarda yayımlanıyor.
Kültür Bakanlığı 1992’de Atatürk’le ilgili bir dizi film yaptıracaktı. Bu yararlı düşünceyi gerçekleştirmek için
birçok yazara senaryo ısmarlandı. Fakat neden bilmem yalnız biri filmleşti: Refik Erduran’ın Metamorfoz’u.
Yönetmeni Feyzi Tuna. Bu film de TRT’de yayımlanmıştır.
Son olarak TRT 1990’larda sayın Ziya Öztan’a iki dizi (ve film) yaptırdı: Kurtuluş ve Cumhuriyet. Bu çalışmalar
1921 ile 1933 arasındaki en yoğun, anlamlı, eşsiz dönemi kapsıyor. Bunlar Ziya Öztan’ın bilgisini, bilincini ve
ustalığını kanıtlayan, işlediği dönemi dürüstçe ve sanatlıca anlatan çalışmalar. Çekimleri toplam üç yıla yakın sürmüş,
on binlerce insanın katkısıyla var olmuşlardır. Çok büyük yankı uyandırdıklarını söylemem gereksiz.
Özellikle bu iki önemli çalışmayı bir kalemde silip geçmesini, Can Dündar’a hiç yakıştıramadım. Ustaya,
emeğe, gerçeğe saygı lütfen!
Ama Mustafa filminin bir yararı oldu. Atatürk filmi yapmak için çeşitli grupların çalışmalara başladığını
duydum, çok sevindim. Atatürk’ü doğru anlatmak, bu olumsuz, tuhaf, gerçeğe aykırı çalışmalar, çabalar, yorumlar
karşısında, bir vatan görevi, bir ahlak borcu oluyor.
– Ek olarak “Biri yapsa da beynine binsek diye bekliyorlar” diyor, eleştirileri ‘linç’ diye niteliyor.
– Bazı hususlardaki eleştirilerin haksızlığını, filmde karşılıklarının bulunmadığını ben de kabul ediyorum..
Bunlara tepki göstermekte haklı. Kendisine bu nedenle ‘sabır’ dilemiştim. Ama birçok ciddi eleştiri, uyarı, yerme var
ki, onları ‘linç’ diye nitelemek kesinlikle doğru olmaz.
Mustafa filminin bazı sahnelerinde, bir milletin tarihi boyunca en çok saygı duyduğu, arkasından en çok
ağladığı bir kahramanın anısı ve saygınlığı, yaralanıyor, incitiliyor.
Asıl linç bu.
Buna tepki gösterilmemesi, doğruların açıklanmaması çok hazin, rezil, acı bir şey olurdu. Can Dündar, bu
tepkilere, eleştirilere, suçlamalara katlanmalı ve hiç gecikmeden bu yanlışlıkları, eksiklikleri düzeltip filmi gerçeğe
uygun, kahramanına saygılı hale getirmelidir. Yani bana verdiği sözü tutmalıdır.
– Can Dündar diyor ki: “Atatürk’ün özel hayatını anlattığımız söyleniyor. Ama aslında film onu anlatmıyor.
Başka bir mücadele var Atatürk’ün hayatında, ben onu fark ettim ama gelen tepkilere bakıyorum da filme çok
yedirememişim.”
– Fark ettiğini söylediği mücadeleyi açıklamayı biraz sonraya bırakalım, önce şu sözlerini konuşalım.
Atatürk’ün özel hayatını anlatmıyorsa, filme bazı alışkanlıklarını, bazı nitelemeleri sokuşturmasının nedeni, anlamı
ne? Ne kazandırıyor bunlar filme, Atatürk’e, Cumhuriyet’e, genç kuşaklara, çocuklara?
İncelikten, denlilikten yoksun bu üslup pek çok insanı incitiyor.
Bazı öğrencilerin filmden etkilenerek söyledikleri Atatürk aleyhindeki sözleri duyuyor ve ürperiyorum. Film
bütün okullara pazarlanıyor. Can filmin öğrencilere pazarlanacağını bilmiyor muydu? Bilmemek olur mu? Asıl hedef
kitle öğrenciler! Para ordan gelecek. Pazarlanınca bazı sahnelerin, sözlerin, nitelemelerin çocukları nasıl olumsuz
etkileyeceğini hiç mi hesaba katmadı? 32. Gün’de iki kişi, bu anlatımı, resmi söylem dışında özel bir eser olmanın
gereği gibi savundu.
Resmi söylem dışında, özel bir eser olmak, kalın, kaba, hoyrat, sorumsuz olmayı mı gerektiriyor? Haksız davanın
savunucusu olmak ne güç. İnsanı yanlışın arkasında durmaya zorluyor.
Sanatçının önüne malzeme yığılır. Sanatçı aklı, sağduyusu, zevki ve bilinciyle bu yığını ayıklayıp seçmesini bilen
kişidir. Yoksa çalışma, deli kızın çeyiz bohçasına döner ya da saatli bombaya ya da zehir çanağına.
Mustafa adı verilen filmin büyük kusuru şu:
Atatürk olgusu iki saate sığdırılamaz elbette ama film bu olgunun özünü yansıtmalıydı, o yok. Bu olguyu iki
sözcükle özetleyeyim: Kurtuluş ve çağdaşlaşma.
7
Dört yandan işgal edilmiş yoksul, çağdışı bir ülke. Para yok, silah yok, örgüt yok, galipler yüz yıllık
hazırlıklarının ürünü olan Sevr Andlaşması’nı dayatarak Türkiye’yi parçalamak ve ebediyen denetim altında tutmak
istiyorlar. Anadolu’yu 400.000 silahlı kuvvet işgal ediyor. Teslimiyetçi ve işbirlikçi İstanbul yönetimi Sevr’e,
parçalanmaya, denetim altında yaşamaya razı olmuş. On yıl süren savaşlar halkı bitirmiş. Atatürk işte bu yaman
koşullar içinde kurtuluş ve bağımsızlık bayrağını açıp milletiyle birlikte vatanını kurtaran adamdır.
Bu kadar mı? Hayır.
Dahası var: Bağımsızlığın kazanılmasından sonra her alanda çağdaşlaşmayı ve kalkınmayı başlatır. Bu, bir büyük
hayat hamlesi, sömürücü Batıya karşı da çok ciddi bir önlemdir. Büyük ve ebedi kurtuluş budur. Sömürüden,
horlanmaktan, bilgisizlikten, ilkellikten, bağnazlıktan, kurbanlık koç olmaktan, Batı karşısında elpençe divan
durmaktan, maddi manevi kölelikten kurtuluş!
Bu hamle iki ayaklıdır: Birinci ayak sosyal, kültürel, manevi kalkınma, ortaçağdan yeni çağa geçiş, kadının eşit
haklar kazanması, aklın ve vicdanın özgürlüğe kavuşmasıdır, milletleşmedir, yani Anadolu rönesansı ve
hümanizmasıdır.
İkinci ayak maddi kalkınmadır. 1923’te yüz küsur fabrika vardı, 1933’te, on yıl içinde, fabrika sayısı iki bin
küsur olmuştur. Durgun, çağdışı bir köylü toplumu Cumhuriyet’le birlikte silkiniyor, üretici, çağa açık, yaşayan bir
toplum olmaya başlıyor. 15 yıllık kalkınma hızı ortalaması %10, sanayileşme oranı % 19’dur ki dünya rekorudur.
Atatürk işte bu müthiş hayat hamlesinin de öncüsü, mimarıdır. Bugün neyimiz varsa hemen hepsini kendisine borçlu
olduğumuz insan.
Açıkçası, dünyada hiç benzeri olmayan biri!
Mustafa filminde bu yok işte, Atatürk yok!
Başka? Emperyalizm yok, kapitülasyonlar yok, Sevr yok, Lozan yok, çağdaşlaşma yok, devrimler yok,
laiklik yok, millet mektepleri yok, halkevleri yok, eğitim destanı yok, demiryolcular yok, sağlık mücadelesi yok,
Medeni Kanun yok, aklın özgürleşmesi yok, gençlik yok, konservatuar yok, sanat yok, öğretmene verilen büyük
önem yok, üniversite yok, fabrikalar yok, Atatürk’ün bağımsızlık ve uygarlık bayrağı altında toplanan halk, o
fedakâr, çalışkan, bilinçli millet yok, o canlılık, saygınlık, umut, güven, yaşama sevinci, birlik ve dirlik yok.
Vatan padişahın mülküydü, milletin oldu; saltanat hanedanın hakkıydı, millete geçti; halk padişahın kuluydu,
vatandaş oldu. Bu bir Doğu ülkesi için hayal bile edilemez, emsalsiz, olağanüstü, mucize gibi bir devrimdir.
Atatürk bunlar demektir.
Filmi ruhsuz, özsüz, etkisiz, eksik yapan bunların olmaması, kurtuluşu ve atılımı yansıtmamasıdır. Bunlarla ilgili
birkaç sözcük yok değil. Ama bir kurtuluş destanı ve büyük hayat hamlesi bir-iki fırça dokunuşuyla anlatılamaz.
Filmdeki bu ruhsuzluk, Atatürk’ü küçültmeye, Milli Mücadele’yi önemsizleştirmeye, Cumhuriyet’i yermeye çalışan
kafa ve kalemleri sevindirmiş, memnun etmiş görünüyor. Bu durum Can gibi çağdaş bir Cumhuriyet genci için iftihar
edilecek bir durum değil.
– Atatürk’ü neden anlamakta, anlatmakta zorlanıyoruz?
– Biz dâhisi az bir milletiz de ondan. Bir dâhiyi anlamanın, kavramanın, açıklamanın, yorumlamanın,
çözümlemenin, tanımlamanın, betimlemenin acemisiyiz. Deneyimimiz çok az. Biz Fatih Sultan Mehmet gibi bir
dâhiyi de gerektiği gibi yorumlayabilmiş, açıklayabilmiş değiliz. Atatürk’ü, tarihin bir döneminde var olmuş ünlü bir
asker, bir siyasi lider gibi anlamak ve böyle anlatmak, Atatürk’ü hiç anlamamış olmak demektir. Bir dağ gibi
yaklaştıkça büyüyor, görme alanımızın dışına taşıyor. F. Rıfkı Atay diyor ki: “Bir fıkrasından, bir hikâyesinden, bir
yazı veya nutkundan hemen anladığımızı sandığımız Gazi, aradıkça yeni bir sır verir.” (Çankaya, s.686)
Şimdi neyi fark ettiğine gelelim.
– Fark ettiği hususu şöyle açıklıyor: “Asıl mücadele, ne Yunanlılara, ne asi Kürtlere, ne de gericilere karşı
veriliyor. Atatürk’ün asıl mücadelesi, ‘iktidarı gökyüzünden yeryüzüne indirme meselesi.’ Ben bütün mücadelesini
topyekûn elden geçirdiğimde bunu gördüm...”
– Akşamdan sonra sabahlar hayrolsun! Bu anlattığı şey, çağdaşlığın, cumhuriyetin, özgürlüğün ve milliliğin
özünü oluşturan laiklik. Şu bildiğimiz laiklik. Fransız devriminden ve TBMM’nin Ocak 1921’de kabul ettiği
anayasanın ilk maddesinin yürürlüğe girmesinden beri dünyada ve Türkiye’de geçerli olan devlet niteliği. 1921
Anayasası’nın ilk maddesi şöyle: “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir.” Böylece ilahi egemenliğin yerini halk
egemenliği alır. Egemenliğin kaynağı gökten yere iner. Bunu doğal olarak saltanatın kaldırılması, Cumhuriyet’in
ilanı, hilafete son verilmesi, eğitimin birleştirilmesi, Medeni Kanun’un kabulü, laikliği güçlendiren öteki devrimler,
kurumlar ve kanunlar izleyecektir. Şunu da belirteyim, Atatürk’ün asıl mücadelesi çağdaşlaşmadır. Laiklik
çağdaşlaşmanın bir parçası, olmazsa olmaz özelliğidir. Türkiye’nin uygar yüzünü çağdaşlaşma çabası oluşturur.
8
Kısa bir ek yapayım: Laiklik dinsizlik değildir, din karşıtlığı da değildir, Cumhuriyet’in ve Atatürk’ün din ile,
dindarlar ile hiçbir sorunu olmamıştır. Cumhuriyet’in ve Atatürk’ün karşı olduğu husus din ticareti, din
aktörlüğüdür; dini çıkar, iktidar, siyaset, halkı kandırmak için kullanmak, sömürmektir, insanlarımızı aldatmaktır,
hurafelerdir. Bu sömürüye, aldatmaya kuşkusuz her gerçek dindar da karşıdır. Din sömürücüleri o zaman da sorundu,
bugün de sorundur, yarın da sorun olacaktır.
Can Dündar Mustafa filminde laikliği, onun hayati önemini, demokrasinin altyapısı olduğunu anlatıyor mu?
Hayır. Konuşmasında üzerinde duruyor ama filmde önem bile vermiyor. Filmde Atatürk’ün laikliği tanımlayan,
anlatan, açıklayan, savunan, yerleştirmeye çalışan, güçlendiren birçok sözünden bir-ikisini kullanıyor, röportajlarında
bu sözleri din karşıtı söylemler gibi yorumluyor. Hatta Ayşe Arman’la yaptığı konuşmada diyor ki: “Bütün insanlık
tarihinde dinin, tamamen siyasal ve toplumsal hayattan silinmesinden söz ediyor. Bu kadar radikal bir lider.”
Koskocaman bir yanlış!
Atatürk –ve arkadaşları– dünyadan ve tarihimizden ders ve ibret alarak, dini vicdanlara emanet etmiş, din ile
siyasal hayatı ve devlet işlerini birbirinden ayırmışlardır. Ama toplumsal hayattan silinmesini istememişlerdir. Dini
toplumsal hayattan silmek istemek, düpedüz yasaklamak demektir. Hepsi buna güçlerinin yetmeyeceğini bilecek kadar
akıllı ve dine saygılı insanlardı.
Atatürk ve arkadaşları dini, ibadeti, ezanı, kurbanı, orucu, fitreyi, zekatı, dini bayramları, mevlidi, imamları,
müezzinleri, müftüleri yasakladı mı? Hayır! Camileri, mescitleri kapattı mı? Hayır! Atatürk, Elmalılı M. Hamdi
Yazır’a kendi cebinden para vererek Kuran’ı çevirtmiş ve yorumlatmış mıdır? Evet! Öyleyse Atatürk’ü bu taş gibi
gerçekleri dikkate almadan anlatmaya, açıklamaya çalışmak, iyi niyetle, gerçeğe saygı ile bağdaşır mı?
Atatürk’ün aklıyla vicdanı arasında kaldığı anlar olabilir. Arayışlardan geçen iman daha güçlü, bilinçli imandır.
Ben din bakımından Atatürk’ün kişisel durumu konusunda, ölene kadar yakınında bulunmuş olan Hafız Yaşar
Okur’a inanırım. O, Atatürk’ü inançlı, saygılı bir Müslüman olarak anlatıyor. Yabancı gazetelerde çıkan uydurma
röportajlara, hele bizim sahte tarihçilere hiç inanmam. Ben Atatürk dönemini yaşadım. Hiçbir iddia, hayattan,
gerçeklerden daha güçlü olamaz. (Meraklısı için: Hafız Yaşar Okur, Atatürk’le On Beş Yıl, Sabah Yayınları,
İstanbul, 1962)
İnsan Atatürk
Filmin Adı
Yanlışlar
10
– Yanlışlıklara, kusurlara geçelim mi?
– Peki. Önce, şu başlangıçtaki mezar sahnesine değineyim. Bir kurtarıcının hayatının anlatıldığı bir filmin bir
korku filmi gibi başlaması açıklanamaz bir tutum. İlk izlediğimde bu kara sahne ile başlayan film giderek açılacak,
aydınlanacak ve öyle bitecek umudunu taşımıştım. Film bu ilk sahneyi çağrıştıran karamsar, karanlık bir sona doğru
yürüdü ve bitti. Özensiz, bilinçsiz, karanlık, zevksiz bir yaklaşım.
– Atatürk’ün kardeşi Ahmet’in cesedinin çakallar tarafından parçalandığı doğru mu?
– Yazan Şevket Süreyya Aydemir. Yazıyor ama gerçek demiyor, söylenti (nakil) olduğunu belirtiyor. (Tek
Adam, 1. c., s.29) Söylentiyi şöyle aktarıyor: “3 yaşında ölen Ahmet sahilde kumluk bir mezara gömülmüş, gece
dalgalar cesedi açığa vurmuş, çakalların saldırısına uğramış.”
Söylenti olduğu şuradan da belli ki Müslüman mezarları deniz kıyısında, kumsalda olmaz. Ölü toprağa gömülür.
Bu söylenti filme ne katıyor? Hiç. Filmden ne götürüyor? Çok şey. Destansı bir hayatın filmi böyle başlar mı?
Çanakkale
– Gelelim Çanakkale’ye.
– Filmde Sofya’dan sonra Çanakkale savaşına geçiliyor ama pat diye. Filmde diyor ki: “Kendini Çanakkale’de
buldu.” Kendini savaşta bulmadı, cephede bir görev alabilmek için Harbiye Nezareti’ne cephede görev verilmesi için
ısrarla yazmış, sonunda 19. Tümen’e atanmıştır.
Gelibolu Yarımdası’nın bir çıkarmaya karşı ilk savunma düzenini Atatürk kurmuştur. Liman von Sanders Paşa
bu düzeni tersine çevirmiş, kuvvetleri, silahları geriye çektirmiş, bu yanlış, binlerce Türkün kanıyla kapatılabilmiştir.
Filmde anlamca deniyor ki: “Savaşta, Bulgaristan’da edindiği askeri bilgilerden yararlanacaktı.” Bulgaristan’da
askerlik bakımından Atatürk’ün bilemediği, öğreneceği ne vardı acaba? Can ve ekibi anladığım kadarıyla Atatürk’ün
askerliğin büyük sanatçısı olduğunu bilmiyorlar.
– Çanakkale nasıl anlatılıyor?
– Hiç anlatılmıyor desem yeridir. Oysa Çanakkale’nin Türk tarihinde çok büyük, kutsal bir yeri vardır. Atatürk
de tarih sahnesine Çanakkale’de çıkar. Orada, iki yüz yıldır karşısında titrediğimiz emperyalizmi yendik.
Atatürk Çanakkale’de dört büyük zaferin kahramanıdır: Arıburnu, 1. Anafartalar, 2. Anafartalar ve Conkbayırı.
Savaşın geneline, düşmanlara, subay-asker Çanakkale kahramanlarına ve bu zaferlerin ilk üçüne hiç değinilmiyor.
Sadece iki şeye yer veriliyor: Atatürk’ün Madam Corinne’e yazdığı bir aşk mektubundan birkaç satır (Hoş bir
mektup ama Corinne’den okumak için roman istediği mektup daha anlamlıydı. Atatürk’ü daha iyi anlatıyordu) ve
Conkbayırı Savaşı’na kısa bir dokunuş. Conkbayırı Savaşı da ne yazık ki doğru, iyi, güzel aktarılmıyor. Tarihteki son
büyük süngü savaşıdır. Çanakkale Savaşı’nın dönüm noktasıdır. Bu savaşta düşmanı kovalayan askerlerimize ‘Uçan
Türkler’ denilmiştir. Filmde Atatürk’ün askerlere yaptığı ünlü konuşma verildikten sonra uydurma bir parça geliyor.
Güya savaş sona erince bir komutan Atatürk’e sormuşmuş, “Ordularınız nerede?” diye; Atatürk de ‘ceset tarlalarını
göstererek’ demişmiş ki: “İşte ordularım!”
Ne böyle bir soru, ne de böyle bir cevap var. Yabancı ve yalancı bir kaynaktan alınmış uydurma bir diyalog. Biz
‘ceset tarlası’ demeyiz, şehitlerimize saygımız vardır, olsa olsa ‘şehitler’ deriz. Nereden buluyorlar böyle uydurma
lafları? Magazinci bakış böyle bir şey olmalı.
Conkbayırı Savaşı’nda ‘ordular’ yoktu. Conkbayırı Savaşı’nı iki kahraman alay başlatmıştır. Conkbayırı
Savaşı’nın tarihi de rumi takvime göre veriliyor, 28 Temmuz diye. Güncelleştirilmesi gerekirdi. Conkbayırı Savaşının
tarihi 10 Ağustostur, böyle bilinir.
– “İstanbul’da işi ve parası bitince Anadolu’ya geçti” gibi bir cümle var mı filmde?
– Tam anımsamıyorum ama buna yakın bir anlatım var. Salt bu cümle var mı yok mu diye doğrusu filmi bir daha
izlemeye katlanamam. Anlaşılan Can ve ekibi, Atatürk’ün Kasım 1918’den Mayıs 1919’a kadarki süre içinde
İstanbul’da ne yaptığını bilmiyor. Alev Coşkun’un Samsun’dan Önce Bilinmeyen 6 Ay adlı son çalışmasına bir göz
atmalarını dilerim.
11
Vahidettin Sahnesi
Samsun’a Gidiş
12
– Filmde Atatürk’ün Erzurum’da, askerlikten istifa ettikten sonra K. Karabekir’in bir bölükle geldiğini görünce
tutuklamaya geldiğini sanarak heyecanlandığı, korktuğu anlatılıyor. K. Karabekir Atatürk’ü selamlayarak,
“Emrinizdeyim Paşam, ben, subaylarım ve erlerimle emrinizdeyim” diyor. Bunun üzerine Atatürk rahatlıyor. Bu
sahne doğru mu?
– Hayır. Bu sahne bu haliyle sadece Rauf Orbay’ın Atatürk’ün ölümünden sonra, 1941’de K. Karabekir’e
yazdığı özel bir mektupta yer almaktadır. O günü yaşayan birçok insan var: Başta K. Karabekir, Kâzım Dirik, Cevat
Abbas, Hüsrev Gerede, M. Müfit Kansu, Süreyya Yiğit ve Refik Saydam. R. Saydam’ın dışında hepsi anılarını
yazmıştır. Hiçbirinin anısında Rauf Orbay’ın anlattığı gibi bir sahne yok. Zaten Atatürk’ün tutuklanacağını sanarak
heyecanlanması, korkması için bir neden de yok. Çünkü hepsi üç gün önce, 6 Temmuz 1919 Pazar günü toplanmış, her
durumda emirlerini dinlemek üzere, baş olarak Atatürk’ü seçmişlerdir. Verdiği sözü çiğneyerek, İngilizlerin uşağı
İstanbul’un emri ile Atatürk’ü tutuklamaya gelmesi Karabekir Paşa için şerefsizlik olurdu. Bu sahne özellikle
Karabekir Paşa’ya hakarettir.
Atatürk’ün, o kadar sevdiği, kutsal saydığı askerlikten ayrıldığı için üzüntülü olması doğaldır. Bu hava içinde
Karabekir Paşa gelir, Atatürk’ü teselli eder. Anılarında bu sahneyi şöyle yazıyor: “Ben kendisine hürmet ve
samimiyette kusur etmeyeceğimi pek samimi ve ciddi bildirdim. Hazır ol vaziyetinde selamla, ‘Bundan sonra dahi ne
emirleriniz varsa yapmayı şeref bilirim’ dedim.” (Karabekir, İstiklal Harbimiz, 1969, s.71; Rauf Bey’in mektubunu
hatıraların sonuna ekleyen Karabekir Paşa değil, kitabın yayıncısıdır. Aynı sayfada notu var.) Gerçek budur, bu
kadardır.
– Rauf Orbay’ın bu güzel sahneyi böyle abartmasının, olmayan duygularla gölgelemesinin nedeni nedir?
– Bu uzun bir konu. Özetin özeti olarak Rauf Orbay’ı abartıcı, duygucu diye tanımlamakla yetineyim.
Yakın tarihimizi ve kahramanlarını anlatmaya soyunan bir insan ya da bir ekip, önce alan taraması yapar, önemli
bütün eserleri bulup inceler, fişler, bir olaylar ve kişiler çizelgesi çıkarır, kaynaklar arasındaki çelişkileri, yanlışları,
tutarlılıkları saptar, akışa ve güvenilir kaynaklara uymayanları ayırır, doğru verilerden yararlanarak, gerçeğin resmini
belirler.
Türkiye’yi yakından ilgilendiren bir belgesel filme bu kadar yanlış ve eksik nasıl sığdırılır?
Bu özel bir marifet.
TBMM’nin Açılışı
– Filmde Atatürk’ün Meclis’i, 23 Nisan 1920’de birçok dini değeri kullanarak açtığı söylendikten sonra deniyor
ki: “Dayandığı bu güçlerle ilerde hesaplaşacaktı.” Böyle mi oldu gerçekten?
– Meclis’i açarken o dönemin kurumlarından, eğilimlerinden yararlanmaktan daha doğal ne olabilir? 600 yıllık
bir düzene karşı çıkılacaktı. TBMM bir ihtilal kuruluşudur. Ama Atatürk ve Cumhuriyet, ilerde, din ile değil, irtica
ile, ortaçağ ile, yobazlıkla, bunlara kucak açanlarla hesaplaştı. Altını çize çize söylüyorum, Atatürk’ün de,
Cumhuriyet’in de dinle, dindarla bir sorunu olmamıştır.
Birçok olaylar uydurarak tersini iddia edenler Atatürk karşıtı dincilerdir. Şimdi bu iddiayı paylaşan forması
başka Atatürk karşıtları da vardır. Doğru tarihi bilselerdi, hiçbiri Atatürk karşıtı olmazdı. Sahte tarihler ve maksatlı
söylentilerle yetiştiler. Bu yüzden Atatürk’e karşılar. İnanıyorum ki bir gün doğru tarihi öğrenecekler ve bu yapma,
tehlikeli ikilik bitecek.
Can Dündar bu yanlış, haksız, sonradan uydurma iddiaların izinde görünüyor. Umarım daha fazla yürümeden
durur ve düşünür.
Atatürk ve Karanlık
14
Can Dündar eleştirilince, geri çekildi, korktuğunu iddia etmediğini söyledi, kendini savunmak için bu sahneyi
‘mum alacak paraları bile olmadığını belirtmek için yazdığını’ söyledi. Bu açıklama doğru değil. Çünkü Ali Metin
Çavuş anısında para bittiği için değil, Ankara’da mum bulunmadığı için mum alamadığını anlatıyor.
Atatürk için ‘karanlıktan korkuyordu’ demek komik olur ama çekindiği, görmek, yaşamak istemediği şeyler
vardı: Mesela kurban kesimine, kana bakamıyor; arkadaşlarının ölümüne zor katlanıyor; çocuk ağlamasına
dayanamıyor; sarhoştan çekiniyor; dalkavukluktan, yalandan, ikiyüzlülükten, dedikodudan iğreniyor. Bir de korkusu
var: Kız kardeşinin açıklamasına göre, kü-çüklüğünde, çoğumuz gibi o da fareden korkarmış.
Bence bu filmde bir sırasını düşürüp çocuklara verilebilecek en yararlı, güzel mesaj Atatürk’ün şu açıklaması
olurdu: “Çocukluğumda elime iki kuruş geçse, birini kitaba verirdim.” Karga, çakal ve korku hikâyelerinden bin kat
yararlı bir mesaj olurdu.
– Can Dündar soruyor: “Biz yeri asla dolmayacak, dogmalaştırılmış bir kutsal önder peşinde miyiz, herkesin
onun gibi olmasını isteyeceği bir örnek kişilik mi?” Ne diyorsunuz?
– Atatürk’ü dogmalaştıranlar, abartılı anlatımlarla uçuranlar var. Fakat bunların sayısı yok denecek kadar az.
Üstelik bu yaklaşım çok geride, geçmişte kaldı. Atatürk’e haksızlık edenler, onu çocuklara, gençlere, bin türlü yalan
söyleyerek yanlış tanıtanlar ise hayli çok. Sahte tarihler, ansiklopediler insanın midesini bulandırıyor. Bu iki ucun
arasında, Atatürk’e minnet ve saygı duyan, gerekli saygının gösterilmesini isteyen vefalı, kadirbilir, vicdanlı,
sağduyulu, sağlıklı milyonlar var.
Bu milyonlar için Atatürk dogma değil, ilah da değil. Ama çok değerli bir insan. Atatürk’ü dogma gibi
gösteren, benzersiz, eşsiz olması. Değerine, büyüklüğüne yaklaşan kimse yok. Keşke benzerleri, ona yaklaşanlar olsa.
Sorunlarımızı çözse, onurumuzu tazelese, dik durmamızı sağlasa, bizi yeniden yekpare bir millet yapsa. Süpermen de
değil elbette ama onu eleştirenlerle karşılaştırınca insanın gözüne süpermenden de daha güçlü, daha büyük ve harika
görünüyor. 32. Gün çekiminin yapıldığı gün, kendim dahil, katılanlara baktım: Atatürk’ün yanında nokta bile
değildik ve Atatürk’ü tartıyorduk.
Rahmetli Atatürk’ü kıyısından köşesinden, sofrasından yatağından didiklemeye yeltenmek, insanca yaklaşmak,
insanca anlatmak değildir. Bu palavraya, ucuzluğa, basitliğe bir son verelim.
Atatürk’ün örnek alınacak, saygı duyulacak, imrenilecek birçok niteliği var. Okul kitaplarını bilirim. Üç yıldır da
okul okul geziyorum. Okullarda, okul kitaplarında Atatürk’e ait şu güzel, insanca nitelikler anlatılıyor: Doğaya
saygısı, bir çınar ağacının bir dalının kesilmemesi için kendisi için Yalova’da yapılan evi raylar üzerinde kaydırtarak o
tek dalı kurtarması, çocuk sevgisi, hayvan sevgisi, okumaya merakı, yurt sevgisi, kurtarıcılığı, insanlara, milletine,
annesine, kadınlara, öğretmenlere saygısı vb. Hiçbir kitapta Atatürk ulaşılmaz, erişilmez insan-üstü bir insan olarak
anlatılmıyor. Ama elbette saygıyla, sevgiyle, övülerek, gururla anılıyor.
Can Dündar’a soruyorum:
Oğlum, Mustafa filmi ile Atatürk’ü, ‘herkesin onun gibi olmasını isteyeceği bir örnek kişilik’ olarak mı işledin?
Bize böyle bir Atatürk mü sunuyorsun?
Bir düşün, iyi düşün, çok iyi düşün!
Latife Hanım
– Latife Hanım’ın Atatürk’ü köşküne davet ettiği söyleniyor. Bunun yanlış olduğunu sanıyorum.
– Haklısın, yanlış. Yüzbaşı Armstrong’un uydurmalarından biri de bu. Masala bayıldığımız için birçok
kitabımızda bu masal yer alıyor. Filmde de yer almış. İzmir yangını dolayısıyla kalınabilecek evler gezilirken
Uşakizadeler’in beyaz köşküne de bakılır. Atatürk ve Latife Hanım ilk kez bu vesile ile karşılaşmışlardır.
Kürtlere Özerklik
– Atatürk 1923 yılında İzmit’te bazı gazetecilerle yaptığı toplantıda bir soru üzerine ‘Kürtlük sorununa’
değinerek bilgi vermiştir. Filmde yer alan Atatürk’ün açıklaması tartışma yarattı.
– Evet, çünkü Atatürk’ün açıklaması iyi özetlenmemiş. Özetten salt Kürtlere yerel özerklik verildiği anlamı
çıkıyor. Atatürk Kürtlere özerklik vaadetmiyor. Kürtlük adına bir sınır çizmenin mümkün olmadığını söylüyor. Sonra
da TBMM’nce kabul edilmiş olan 1921 Anayasası’nın 11. maddesine değiniyor. Bu maddeye göre illerin ve
15
nahiyelerin tüzel kişilikleri ve yerel konular bakımından özerklikleri var. Atatürk bunu belirttikten sonra Türklerin
de, Kürtlerin de, öteki unsurların da bazı yerel konularda illerini, nahiyelerini özerk olarak yöneteceklerini söylüyor.
(Suna Kili, Ş. Gözübüyük, Türk Anayasa Metinleri, s.106-107; M. Kemal, Eskişehir-İzmit Konuşmaları, s.105
[eksiksiz metin], Kaynak Y., 1998; Prof.Dr. Ş. Turan, Türk Devrim Tarihi, 3. Kitap, 1. Bölüm, s.109 vd.)
Mustafa filminde Atatürk’ün açıklaması, tartışmalara, yanlış anlamalara, kuşkulara yer bırakmayacak biçimde
aktarılmalıydı. Bu da düzeltilmesi gereken sahnelerden biri.
Cumhuriyet Dönemi
18
Birdenbire 10. Yıla ve Atatürk’ün coşku, sevinç, gurur dolu 10. Yıl söylevine geçiliyor. Hani Türkiye’de her şey
berbattı, perişandı, Atatürk’ü kandırmışlardı? Biri yalan söylüyor. Atatürk mü, Can Dündar ve ekibi mi? Filmin
geneline bakarak kararı sizler verin!
Yine filmde “Devrim çocuklarını yedi” deniyor. Suikastçılara ceza verilmesini “Devrim çocuklarını yedi” diye
anlatmak yakışıksız bir yakıştırma olur.
İttihatçılar davasında idam edilen dört İttihatçıdan biri dışındakiler Anadolu’ya geçmiş, Milli Mücadele’ye
katılmış bile değillerdi. Hiçbiri devrimin içinde, yanında yer almadı. Bunlar için de ‘devrimin çocukları’ demek komik
kaçar.
“Devrim çocuklarını yedi” deyişiyle Kâzım Karabekir, Rauf Orbay, Refet Bele, Ali Fuat Cebesoy
düşünülüyorsa, gerçek şudur: Bu isimler Milli Mücadele döneminin önemli isimleridir. Hizmetlerini büyük saygıyla
anarız. Fakat Cumhuriyet’in ilanı üzerine muhalefete geçerler. Çağdaşlaşma atılımında, bu amaçlı devrimlerde
emekleri ve kararları yoktur. Devrim çocuklarını yememiş, bu kimseler baş seçtikleri Atatürk’ü asıl kurtuluş yolunda
terk etmişlerdir. Birkaç bilgicik: Karabekir Paşa ve söz konusu kimseler, ‘kendilerinden oluşacak bir olağanüstü
kurul tasarlamış, her şeyin bu özel kurulun onayı ile yapılmasını’ istemişlerdir. Yasal anlayışa aykırı olan bu öneri
elbette kabul edilmemiştir. (İnönü, Hatıralar, 2. c., s.171 vd.) Karabekir’in anılarında çok saydığım askeri kişiliğine
hiç yakıştıramadığım birçok siyasi saptırma ve çarpıtma var. Siyaset bazı askerlere hiç yaramıyor. (Meraklısı için:
Vahidettin, M. Kemal ve Milli Mücadele, s.617-639) Rauf Orbay padişahlıktan yanaydı. Refet ve Ali Fuat Paşa’lar,
Büyük Taarruz öncesi kendilerine önerilen ordu komutanlığını reddetmiş, kıyıda kalmayı istemişlerdir. Tarihin
akışını hiç anlamamışlardı. Atatürk’e küsen Halide Edip Adıvar bile Sabiha Sertel’e, “M. Kemal Paşa haklıymış”
diyecektir (Aktaran: Yıldız Sertel, Cumhuriyet gazetesi, 4 Şubat 1997).
Refet ve Ali Fuat Paşa’lar daha sonra Atatürk’e sokularak, milletvekili olmuş, sofrasında yer almışlardır.
Atatürk’ün Sofrası
Bu Nasıl Yalnızlık?
– Filmi savunan genç bir bilim adamı da, filmdeki iddiaya ek olarak, ‘Atatürk’ün son 7 yılını yalnız geçirdiğini’
söylüyor. Ne dersiniz?
– Bu son 7 yılda neler olmuş, hızla ve kuşbakışı bakalım mı? Başlıca olayları saymaya başlıyorum: 1931 Türk
Tarih Kurumu’nun kuruluşu, tarih çalışmaları, Afet Hanım’la birlikte Vatandaş İçin Medeni Bilgileri yazması; 1932
ilk Türkçe Kuran’ın okunuşu, Türkçe ezan, Halkevlerinin kuruluşu, 1. Tarih Kongresi, Türk Dil Kurumu’nun
kuruluşu, dil çalışmaları, 1. Dil Kurultayı; 1933 üniversite reformu, Cumhuriyet’in 10. yıldönümü; 1934 Balkan
Antantı’nın imzalanması, 1. Beş Yıllık Sanayi Planının uygulanmaya başlaması, 2. Dil Kurultayı, yeni devrim
kanunlarının çıkarılması, kadınlara seçme-seçilme hakkının verilmesi ; 1935 Türkkuşu’nun, Dil ve Tarih-Coğrafya
Fakültesi’nin, MTA’nın, Etibank’ın kurulmaları, köy eğitmenliğinin kurulması; 1936 DTC Fakültesi’nin eğitime
başlaması, 1. Sanayi Kongresi, Konservatuarın açılması, Montreux Sözleşmesi’nin imzalanması, 3. Dil Kurultayı;
1937 Hatay sorunu, ağır sanayinin kurulması, 2. Tarih Kongresi, Atatürk’ün bütün varlığını hazineye bırakması;
1938, Hatay sorunu dolayısıyla Mersin’e gelmesi, S. Gökçen’in Balkan turu, hastalığının artışı, Savarona’da kalması,
iki kez Bakanlar Kurulu’na başkanlık etmesi, Savarona’dan Dolmabahçe’ye geçmesi, vasiyetini yazması, C.
Bayar’dan 2. Dört Yıllık Plan hakkında bilgi alması, 10 Kasım 1938 sonsuzluğa göçmesi.
Sonuç: Hiçbir yılı hareketsiz, sessiz ve de yalnız geçmemiştir. Bu yıllar Atatürk’ün en yoğun, en hareketli, en
canlı, en verimli yıllarıdır. Maddi ve manevi büyük atılımın, gelişimin önderi, yol göstericisi, destekleyicisidir.
– Genç bilim adamı bunları bilmez mi?
– Bildiği halde öyle diyorsa, hayret. Bilmiyorsa daha hayret!
– Filmdeki iddiaları savunan başkaları da var. Onlar için ne diyorsunuz?
20
– Okuyorum, bazılarını anlamaya çalışıyorum, bazılarına şaşıyorum. Hele bazıları ilginç: Bunlara göre Atatürk
ve dönemi hakkında yalan yanlış her şey söylenebilir. Ama gerçeklerin savunulmasını demokrasi karşıtlığıymış gibi
görüyor, gösteriyorlar. Kemalizm’i tek particilik gibi sergilemeye çalışıyorlar. Demek ki Kemalizm hakkında
topluiğne başı kadar bir şey bilmiyorlar. Prof.Dr. Sina Akşin’in kitaplarını okumalarını dilerim. Bazıları Osmanlı
özlemi içinde, Osmanlı tarihini iyi bilmiyor. Kimi gözü kapalı Batı hayranı, bunlar da Batı tarihini bilmiyorlar. Bu
karışık durum sağlıklı bir çizgide olmadığımızı gösteriyor. Atatürk de elbette tartışılır, eleştirilir. Ama bunu
uydurmadan, çarpıtmadan, saptırmadan, gerçeklere saygı göstererek, uygar, düzeyli bir üslupla yapmalıyız.
Vatanımızı borçlu olduğumuz bir insan olarak bu kadarcık bir saygıyı, özeni, inceliği hak etmiştir sanıyorum.
– Can Dündar bunca açıklama, eleştiri, kınama ve benzeri tepkiden sonra ne diyor acaba?
– 15 Kasım günü saat 17.30’da Kanaltürk’te, Kırmızı Halı programında konuşuyordu. Şöyle dedi: “Eksiğimiz
çok ama yanlışımız yok.”
– Film neredeyse baştan aşağı yanlış. Hayret kere hayret!
Oğlum, filmini iki kez izleyerek, gördüğüm eksikleri ve yanlışları, 60 yıllık emeğime, bilgime, çabama dayanarak
açıkladım. Hiçbir akımın takımın adamı olmadığımı herhalde bilirsin.
Amacım sadece doğruyu belirtmek, gerçeği savunmak.
Filmine ilişkin inciten, şaşırtan, üzen, çok düşündüren eksikleri ve yanlışları, bu yazıyla ayrıntılı olarak bilgine
sunuyorum. Filmin bu haliyle gösterimde kalması kesinlikle doğru değil. Zaten sorunlar içinde olan halkımıza yeni
sorunlar ekleme. Filmi gösterimden çekerek, eksiklerini tamamlayacağına, yanlışları düzelteceğine, incelikten yoksun
anlatımları temizleyeceğine güveniyorum. Evde bana verdiğin sözden dolayı değil, sana hâlâ inanmak ihtiyacını
duyduğum için güveniyorum.
Filmi böylece, bu haliyle korursan, gerekli değişiklikleri yapmazsan, yanlışta ısrar edersen, hele filmi
değiştirmeden dış ülkelere yollayıp da gariban Türkleri incitirsen, bölersen, Türkiye karşıtlarını, Atatürk’ün iki kez
yenip denize döktüğü gözü doymaz emperyalistleri sevindirirsen, bu güvenimi sürdürmeyi başaramam.
Can,
Mustafa’nın senaryosunun yayımlanacağını açıklamıştınız. Senaryoyu bir an önce yayımla ki filmi eksiksiz
değerlendirebilelim. Daha gözden ve dikkatten kaçmış birçok eksik ve yanlış olduğunu sanıyorum. Yayımlanırsa okur,
eksikleri, yanlışları saptayıp açıklayarak sana yine yardımcı olurum.
32. Gün bir açıkoturum gibi oldu. Sayın Mehmet Ali Birand’ın oturum yöneticisi olarak tarafsız olması
gerekirdi. Genç yardımcısını ve filmi korumak için çaba gösterdi. Dostluğu anlarım ama kurallar dostluktan daha
önemlidir. Çok mütevazı bir açıklamada bulunmama izin veriniz. Yaşayan eski bir-iki yayıncıdan biriyim. Yayın
türlerinin kurallarını ilk kez yazılı olarak saptayan, açıklayan da benim. Bu tür programları yönetenlerin tarafsızlığı
programa güvenirlik ve düzey sağlar. Bu hususu belirtmeden geçemedim.
Sayın Baskın Oran’ın programa niye katıldığını anlamadım. Dersine hiç çalışmadan gelmişti, önceden edinilmiş
ciddi bir birikimi de yoktu. Program boyunca söylediklerinin büyük çoğunluğu tarihe, gerçeklere aykırıydı. Mustafa
filmi hakkında bir program izlemek isteyen izleyicilerin haklarını yememek için susmayı tercih ettim. Ciddi kitaplara
bakarak doğruları öğreneceğini umut ederek burada da susacağım.
Ama bir noktaya değinmemek olmayacak. Sayın Baskın Oran Atatürk hakkında ucuzun ucuzu bir fıkrayı
yineledi. Atatürk çok uzun boylu, gür sesli bir babayiğit olarak anlatılırmış. Bir gün bu abartıların yapıldığı yerden
geçmiş.. Boyu kısa, sesi de inceymiş, üstüne üstlük bir de sütlü kahve istemişmiş filan. Bu tek fıkrayı Atatürk
hakkındaki abartıların, Atatürk’ü totemleştirmenin tipik örneği olarak ileri sürdü. Özetle dedi ki: ‘Atatürk böyle
büyütülerek anlatılırsa, Atatürk’ün böyle olmadığı anlaşıldığı zaman büyük hayal kırıklığı yaratır.’
21
On binlerce kitaptan oluşan Atatürk edebiyatını ve Atatürk gerçeğini bu ucuz fıkraya indirgeyerek anlatmak ve
eleştirmeye yeltenmek, akla ziyan bir tutum. Bu ucuz şakadan yola çıkarak Atatürk’ün totemleştirildiğini, İsa gibi
yarı-tanrı olarak anlatıldığını söyledi ve ekledi: “Mustafa filmi Atatürk’ü insanlaştırıyor, totem olmaktan çıkarıyor.”
Çocuklarımıza, gençlerimize Atatürk böyle, bu ucuz fıkradaki gibi mi anlatılıyor? Ey öğretmenler, Atatürk’ü
böyle dev gibi ya da yarı-tanrı gibi mi anlatıyorsunuz? Ey bilenler, böyle inceleme kitabı, ders kitabı, yardımcı ders
kitabı, hikâye kitabı, gençlik ansiklopedisi var mı?
Yoksa sayın Oran öğrencilerine de yakın tarihimizi böyle mi anlatıyor?
Ne Olur!
Çanakkale’yi, Milli Mücadele’yi bilmeyenler bunları anlatmasın ne olur! Anadolu’nun o tarihteki durumunu,
devrimlerin amacını, anlamını bilmeyenler de, doğru ile yanlışı, yalanı, uydurmayı ayırdedemeyenler de
Cumhuriyet’i anlatmasın ne olur! Atatürk’ü bütün yönleri ile özenle, saygıyla inceleyip kavramamış olanlar
Atatürk’ü de hiç anlatmasın ne olur!
Bilmeyenler bu konulardan elini, dilini çeksin, çocuklarımızın aklını ve yüreğini kirletmesin, ne olur!
Atatürk’e Yakarış
Ey sevgili Atatürk!
Sana padişah/halife olman teklif edilmişti. Kabul etseydin haremin olacaktı, hazinen olacaktı, sarayların olacaktı,
mutluluk ve keyif içinde bir ömür sürecek, içkini (afiyet olsun!) sarayında, gizli içeceğin için kimse de bu konuda olur
olmaz konuşmayacaktı. Ama sen bu teklifi elinin tersiyle ittin. Milletinin geleceği için devrimler yolunu açtın. Bu
nedenle kaç kez ölüm tehlikesi atlattın, iftiralara uğramayı göze aldın. İstedin ki yurttaşların bağımsız olsun,
ilkellikten, bilgisizlikten, onursuzluktan, yoksulluktan, hurafelerden, din ve çıkar sömürücülerinden kurtulsun,
ilerlesin, gelişsin, her alanda kalkınsın, ortaçağdan çıksın, çağının ve hayatın güzelliklerini paylaşsın, dilediği gibi
ibadet etsin, huzur içinde yaşasın, bir daha da Batının kölesi olmasın.
Ama biz seni, idealini, başarılarını, halkımıza, gençlerimize anlatmayı beceremedik. Araştırıp öğrenebilirlerdi
ama doğruyu, gerçeği araştırma hevesini de, alışkanlığını da veremedik.
Bu konudaki beceriksizliğimizin son örneği de Mustafa adlı film. Bu filmi yapanlara, destekleyenlere, övenlere,
seni, Milli Mücadele’yi, Cumhuriyet’in neleri başardığını öğretemediğimiz anlaşılıyor.
Geleceği emanet ettiğin gençlerin birçok akımların, farklı düşüncelerin etkisi altında kalmalarını, bölünmelerini
engelleyemedik. Gençlerimiz tarihsiz ya da sulandırılmış ya da tersine çevrilmiş bir tarihle yetişiyor. Kendi
kahramanlarını unutturduk, çocuklarımızın başkalarının kahramanlarına hayranlık duymalarına yol açtık.
Aaah.
Senden sonra birçok zikzaklar çizdik. İzinden ayrıldık. Borçla kalkınmaya çabaladık. Bağımsızlığın milli
ekonomi ile olan ilgisini unuttuk. Bağımsızlık duygusu zayıfladı. Anadolu aydınlanması gittikçe kararıyor.
Emperyalizm konuşulmaz oldu. Batı karşısındaki aşağılık duygumuz yeniden hortladı. Kendimize güvenimiz sarsıldı.
Senin , özü yurtseverlik, toprak , tarih ve yazgı kardeşliği olan milliyetçilik görüşünü canlı tutamadık. Birliğimiz,
dirliğimiz sorunlar içinde. Seni de sana benzemeyen büstlere dönüştürdüler. Bu gidişin nelere mal olacağını tarih
açıklıyor ama kimse tarihe kulak vermiyor.
Bütün bunlardan dolayı senden, aziz anından, derin bir utanç içinde özür diliyorum.
Bizi affet.
Aralık 2008
22