You are on page 1of 35

OSMANLILARDA CİNSELLİK

HALÛK AKÇAM

Ropörtaj: A. Sümercan – Arşiv: G. Kazgan

Bravo dergisi, sayı 23-27 – 1983 Mayıs-Eylûl

1
Bölüm 1
"Sultan Osman'ın erkekliğinin pınarının musluk borusu..."

"... Erkeğin her bir çeşidine özlem içinde olan saray kadınları, zenci harem ağalarıyla
yatıp kalkıyorlardı. İçinde yirmi bin yabancı soylu kadının, bini aşkın zencinin, beş binden
fazla Sırp, Arnavut soylu bostancı ve içoğlanın hüküm sürdüğü bu büyük genelev, kendine
özgü dünyasında yine de her zamanki gibi pırıl pırıldı. İçki, saz ve söz alemlerinin tek nedeni,
cinsel içgüdülerini kamçılamak, elde edilecek zevki sonsuza ulaştırmaktı. Günah ise halk
içindi..."
Topkapı Sarayındaki yaşamla ilgili A. Kemal Meram'ın bu kısa tanımlaması belli bir
döneme, Lâle Devri'ne ait. Bugün cinselliğe bakışımızın, cinselliği yaşayış tarzımızın kökleri
araştırıldığında, insan ister istemez Lâle Devri'ne, hatta çok daha gerilere uzanmak zorunda
kalıyor...
"Geçmişi bilmeden bugünü anlamak ve geleceği düzenlemek mümkün değildir"
ilkesinden hareketle, hazırladığımız yazı dizimizde amacımız tarihimizin bir dönemini
yargılamak değil, fakat bugünümüzü etkilediği tartışma götürmez bir geçmişi, bölüm bölüm,
adım adım inceleyerek günümüze ışık tutmaya çalışmak. Yazı dizimizin bu sayımızdaki ilk
bölümünde, içine girdikçe karmaşası fark edilen konular arasında genel bir gezinti yapmayı
uygun gördük. Önümüzdeki sayılarda ise, Osmanlılarda cinsel yaşama damgasını vuran
kurum, töre ve yaşama biçimlerini teker teker ele alarak anlamaya, araştırmaya çalışacağız.

***

Anadolu, 11. yüzyılın ilk yarısında, Doğudan gelen uzun saçlı, atlı okçuların
akınlarıyla tanımıştır Türkleri ilk kez. Daha sonra, 1071'de Büyük Selçuklu Sultanı
Alparslan'ın Bizans ordusunu bir Ağustos gününde bozguna uğratmasıyla Türkleşmeye
başlayan Anadolu, yaklaşık 950 yıldan beri Türk-İslam kültürü içinde yuğrulmuş.
Anadolu bütünüyle ele alınacak olursa, Türklerin sokulmaya başladığı dönemde az nüfuslu bir
ülkeydi. Ayrıca, Türk öncesi Anadolu kültürünün yeni gelenler üzerinde belirgin bir etkisi
olduğu iddiası, başta Claude Cahen olmak üzere birçok tarih bilimcisi tarafından
reddedilmektedir.
13. yüzyılın bitiminde, Bizans İmparatorluğu'nun güneydoğu sınırında küçük bir
beylik olarak kendini gösteren ilk Osmanlıların da Türk Oğuzların Kayı boyundan
oldukları kesinleşmiştir. Ancak, 1453 baharında Konstantinopolis'i genç yaşta ele geçiren
Fatih Sultan Mehmed Han'a kadar Osmanlı hükümdarları sürekli olarak yabancı
toplumlardan kız alma alışkanlığında olduklarından ve bu eğilimin 20. yüzyıla kadar devam
etmesinden dolayı, Osmanlı İmparatorluğu'nda yönetici sınıfın Türklükle pek bir ilişkisi
olmadığı ileri sürülebilir. Bu bakımdan, Osmanlı dönemi Türk toplumunun saraylılarla
arasındaki kültürel kopukluğunun cinsel alanda da kendini göstermiş olması doğaldır.
Osmanlılardan günümüze cinselliğin gelişimi üzerine bir inceleme yapmanın sanıldığı
kadar kolay bir çalışma olmadığını araştırmalarımız boyunca gördüğümüzü de belirtmek
isteriz. İmparatorluk devrine ait politik ve sosyal olaylarla ilgili bir çok tarihsel belgenin gün
ışığına çıkarılmış ve kültürel etkisi olan sayısız yapıtın incelenmiş olmasına rağmen özellikle
cinsellik konusunda geçmişimizi aydınlatacak ayrıntılı bir araştırmaya belirli alanlarda sayısı
onu geçmeyen yapıt dışında rastlanmayışı ilginçtir. Öte yandan, toplum sağlığı konusunda
ülkemizde uzmanlaşmış bilim adamlarımızın bu konuyla ilgili görüşlerini okuyucularımıza

2
yansıtmak istediğimizde, aldığımız yanıtların ne denli düşündürücü olduğunu yazı serisi
içinde izleyebilirsiniz.
*
2. Osman olarak tarihe geçen Genç Osman öldürüldüğünde, Evliya Çelebi henüz
yeniyetme bir çocuk sayılırdı. Yazdığı ünlü "Seyahatname"sinin bir bölümünde bu olayı
bütün ayrıntılarıyla anlatmaktan kaçınmamıştır: Yeniçerilerle arası iyi gitmeyen padişah,
sonunda bu kuruluşu ortadan kaldırmayı planlar. Ama, saray içinde aynı görüşte olmayanlar
çoğunluktadır ve sonuçta bir ayaklanma olur ve 1. Mustafa'yı (tarihçiler hem deli hem de
kısır olduğunu söylerler) başa geçirirler. Vâlide Sultan'ın uyarısıyla göreve getirilen
cebecibaşı ve subaşı kethüdası beraberinde, diğer yüksek rütbeliler bir alay asiyle birlikte 2.
Osman'ı bir gece yarısı Yedikule zindanlarında bütün direnmesine rağmen boğup, kafasını
koparırlar. Ancak, daha önce sabık padişahın zorla ırzına geçmeyi de unutmazlar.
İşte bu olayı bütün ayrıntısıyla anlatan Evliya Çelebi'ye çok içerleyen ünlü Osmanlı
devri tarihçilerinden Necib Asım Bey, orijinal yazmayı 1896'da ilk defa yayımlayan kurul
içinde görevliyken, metnin cinsellikle ilgili bölümünü içeren bir sayfayı büyük bir
soğukkanlılıkla yırtıp yok etmiş ve ardından da gerekçe olarak şöyle demiştir:
"Tarihimiz için bu sayfa kara bir lekedir. Bunu gelecek kuşaklara
göstermek doğru olmadığı için yırttım!"
Kuşkusuz, 2. Osman'ı cezalandırmak için ırzına geçmenin de gerekli olduğuna karar
verenler anlık bir öfkeye kapılmışlardı. Nitekim, benzeri bir öfkenin 1970'li yılların başında
bir milletvekilinden geldiğini anımsıyoruz. Kompozisyon dersinde Atatürk ile Lenin'i
karşılaştırarak, Atatürk'ün daha üstün ve başarılı bir devlet adamı olduğunu kanıtlamak
isteyen bir ortaokul öğrencisi, kullandığı üsluptan dolayı yargılandığında, milletvekilinin
"Atsınlar içeri o... çocuğunu, orada bir güzel ırzına geçerler da anlar o zaman!" diye
hırslanarak duygularını dile getirmesi, kanımızca sadece basit bir rastlantı değildir.
Ancak, geçmişte ırza geçme olaylarının hepsinde de anlık bir öfkenin neden olduğunu
söyleyemeyiz. Örneğin, Bektaşi tarikatından olan 19. yüzyıl ozanımız Edib Harâbî bir
nefesinde, oğlanlara olan aşkını dile getirirken, eğer eline birisi düşerse onu hep birlikte ne
yapacaklarını divanında belirtmeden geçememiştir. Şöyle diyor ozan:
"Bektâşiyiz yâhû etmeyiz inkâr.
Şânımız söylenir dillerde her bâr.
Bizlere bir mahbûb olursa şikâr,
Kırk kişiyle ânı hemân s...riz."
İsmet Zeki Eyuboğlu, "Divan Şiirinde Sapık Sevgi" adlı yapıtında, hece vezniyle
yazılmış bu şiirin açıklama gerektirmediğini, ozanın söylemek istediğinin besbelli olduğunu
ekliyor. Ardından, divan şiirinde "sâkî" ve "mahbûb" gibi kavramların aslında ozanların
tutuldukları oğlanları dile getirmek için kullanılan üstü kapalı deyimler olduğunu vurguluyor.
Ancak, ünlü psikiyatri profesörümüz Sn. G. Koptagel'e göre divan şiirinde "oğlancılık" diye
bir şey yoktur. Cerrahpaşa Hastanesi'nde kendisiyle yaptığımız görüşmenin bir bölümünde,
bize divan şiirinin tümüyle sembolik olduğunu ve ozanların ince bir üslupla insan değerlerini
nasıl işlediklerinin özüne varılması gerektiğini anımsatması üzerine, aklımıza hemen
Nedim'in ünlü bir şarkısı geliyor:
"İzn alub cum'a nemâzına deyû mâderden,
Bir gün uğrılayalım çerh-i sitem-perverden.

3
Dolaşub iskeleye doğrı nihân yollardan,
Gidelim serv-i revânım yürü Sad'âbâde."
Günümüz Türkçesine olduğu gibi çevirirsek: "Anne(n)den cuma namazına (gideceğiz)
diye izin alıp zalim felekten bir gün çalalım. Issız yollardan iskeleye doğru dolaşıp, yürü uzun
boylu sevgilim Sadabad'e gidelim." Kadınlar cuma namazına gitmediklerine göre, Nedim'in
annesinden izin alıp cuma namazına götürüyorum diye ıssız yollarda kaybolmaya
heveslendiği uzun boylu genç sevgilisi, kimi ya da neyi sembolize ediyordu acaba...
Bugün Anadolu'dan gelen minibüs şoförü aracının ön kısmını "caka işleri" yapan bir
başka hemşerisine süsletirken, görünür bir yere iliştirdiği "bu kahrolası dünyayı senin için
çekiyorum" yazısıyla, sürekli dinlediği arabesk müziğin sarhoş eden "ölürsem kabrime gelme"
feryadında özlenen, bir kadın imajıdır kuşkusuz.
Ancak, 18. yüzyılda üç yıl saltanat sürmüş olan 3. Osman ne musikiden hoşlanırmış
ne de kadınlardan. Çağatay Uluçay, "Padişah Kadınları ve Kızları" adlı yapıtında, padişah
olduğunda yaşı 55'e ulaşmış olan 3. Osman'ın yaşamının yarım yüzyılını rutubetli, loş harem
odalarında tembellikle geçirmiş olduğunu belirtiyor.
Padişah olduğu zaman, haremde bulunan ne kadar hânende, sâzende ve rakkâse varsa
hepsini kovup atmış. Üstelik, haremde kadınlar ve cariyelerle karşılaşmamak için altına büyük
kabaralar çakılmış yüksek takunyalar ve ayakkabılar giyermış. Haremde dolaştığı zaman,
kadınlar ve cariyeler sesini duyunca onunla karşılaşmamak için çil yavrusu gibi dağılıp her
biri bir tarafa savuşurmuş.
İstanbul'da dolaşmaya çıktığı haftanın üç gününde kadınların sokağa çıkmalarını ve
evlerinde bile olsa süslenmelerini yasak etmiş. Topkapı Kitaplığı yazmalarından
Velâdetname-i Hibetullah Sultan Varak No. 2'de kendisinden şöyle söz edilir:
"... mağfur cennet-mekân Sultan Osman hazretlerinin lüle-i serçeşme-i
recüliyetleri isale-i selsâl-i tenasül etmede hûşkîde ve âtıl... ve lemyettehizu
veleden sırrına vâsıl olmağla zükür ve inastan mahrum olmağla..." (Allah
günahlarını affetsin, yeri cennet olsun, saygıdeğer Sultan Osman'ın erkekliğinin pınarının
musluk borusu (yani: penisi), üreme suyu akıtmakta kuru ve tembeldi. Böylece çocuksuz
ölmekle erkek ve kız çocuktan yoksun kalmıştır.)
Bu arada, bazı padişahların da kadınlarını öldürttükleri görülmektedir. Ama, bazı
Avrupalı yazarların belirttikleri gibi toptan öldürme olaylarına dair elimizde yeterli kanıtlar
yoktur, diyor Çağatay Uluçay. Örneğin 3. Murad ölünce, ondan hamile kalan yüzlerce
cariyenin çuvallara konup bostancıbaşı ile kızlarağası tarafından ağızlarına birer taş bağlanıp
Sarayburnu açıklarında sandallardan denize atıldığını iddia ederlermiş. Halbuki bizim
kaynaklar yalnız yedi cariyenin çuvallara tıkılıp denize fırlatıldığını yazıyormuş. Yine iddia
ederlermiş ki, Sultan İbrahim bir kriz anında (kendisinin ruh hastası olduğunu bütün
tarihçiler kabul etmektedir), eğlenmek ve neşesini bulmak için haremdeki bütün kadınların
öldürülmesini emretmiş. Kadınları denize atarak boğmuşlar. Halbuki, Sultan İbrahim hiçbir
zaman böyle bir işe kalkışmamıştır, deniyor. Tersine, kadınlara çok düşkün bir padişahmış.
Sultan İbrahim padişah olduğu zaman 25 yaşındaydı. Çocukken, ağabeyi 4.
Murad'ın üç kardeşini öldürmesinden sonra sıra kendisinin boğdurulmasına geldiğinde,
annesi Valide Kösem Sultan'ın girişimiyle canını kurtarmış ve sürekli hapiste yaşamaya
mahkûm edilmişti. Bu durum, Sultan İbrahim'in çıldırmasına yol açmıştı.
Tahta oturduğu zaman, Osmanlı hanedanında Deli Mustafa'dan başka erkek çocuk
yokmuş. (Mustafa'nın deli olduğunu tarihçiler belirtiyor.) Hanedanı yaşatmak için başta
annesi Kösem Sultan olmak üzere, devletin ileri gelenleri kendisine güzel cariyeler bulmak

4
için seferber olmuşlar. İbrahim de devlet işlerini annesi ve diğer kadınlara bırakarak kendini,
hanedanı yaşatma görevine adamış.
Hasekiler ve gözde cariyeler devlet işleriyle meşgul olup 4. Murad'ın kurduğu düzeni
çorbaya çevirirlerken, İbrahim sekiz yıllık saltanatı boyunca aklına gelen her türlü rezaleti
yapmış.
Sultan İbrahim cinsel isteklerini alevlendirmek için yatak odasının etrafına aynalar
kor ve bunlara bakarak cinsel ilişkide bulunurmuş. Her Cuma günü annesi ya da bir başka
saray görevlisi tarafından kendisine genç bir bakire sunulur, İbrahim de bununla birlikte
kendisine anlatılan yeni bir ilişki biçimini uygulayarak değişiklik yaparmış. En çok zevk
aldığı eğlencelerden biri de bütün kadınlarını soyup onları kısrağa benzetmesiymiş. Kendisini
bu durumda bir aygır olarak ilan edip üzerlerine saldırırmış.
*
Osmanlı Haremi'nin içindeki
kadınlar, İmparatorluğun her devrinde
sayıları yüzlerle anılacak kadar çoktur. Her
ne kadar İslamiyet dört kadından fazlasına
izin vermemişse de, köleler hakkındaki
hükümler sayesinde bir sürü cariyenin alınıp
satılmasına kimse ses çıkarmamıştır.
Özellikle Fatih Sultan Mehmed'e kadarki
devrede, belirli bir harem düzeninden söz
etmek mümkün değildir. İstanbul'a
yerleşildikten sonra, Saray ile birlikte
Harem de dikkati çekmektedir.
Haremin içinde bir ordu gibi
çoğunluğu oluşturanlar daima cariyelerdi.
Bunlar padişahın kölesi sayılırlar ve mal olarak değerlendirilirlerdi. İlk zamanlarda, cariyeler
savaşlarda elde edilen ganimet arasında saraya getirildi. İmparatorluğun genişleme devrinde
çok esir alındığı için, bunların güzelleri hareme seçilir, diğerleri satılırdı. Bu arada, Çerkez,
Gürcü ve Rus kölelere öncelik tanınırdı. Kafkasyalı kızlar, Osmanlı Beyliği'nin kuruluşundan
beri padişahlar tarafından beğenilir olmuştu. Duraklama ve gerileme devrinde savaş
ganimetleri yetersiz olmaya başlayınca, cariye bulmakta da güçlük çekilir oldu. Cariyeler
ayrıca devlet adamlarının padişaha armağanları arasında da gelirdi. Diğer yandan, Gümrük
Emini tarafından satın alınan seçme köleler de bir başka kaynaktı.
Esir pazarları hakkında, 15. yüzyılda yaşamış Osmanlı tarihçisi Âşık Paşazâde'nin
anlattıkları ilginçtir: Bursa'da ve Edirne'de çok büyük Esirhaneler ve esir pazarları varmış.
Her savaştan sonra, sefer dönüşü Osmanlı orduları en güzel kızları ve kadınları toplayıp
buraya getirir, satarlarmış. Yazarın da katılmış olduğu 2. Murad'ın Macar seferinde o kadar
çok Macar kızı esir alınmış ki, en güzeli bile 300 akçeden fazla etmez olmuş. 2. Murad'ın
Belgrad seferinde ise, esir alınan kızların değeri daha da düşmüş ve bir cariye bir çizmeyle
değiştirilir olmuş. 2. Murad, Âşık Paşazâde'ye de dokuz cariye vermiş. Paşa bunları 200-300
akçeye zor satabilmiş.
İstanbul'daki en işlek esir pazarı Kapalıçarşı'nın hemen dışında, Nur-u
Osmaniye'den Çemberlitaş'a giden yol üstündeki tek katlı, ortası avlulu bir hanmış. Fakat,
Kapalıçarşı içinde de insan alım satımı yapılırmış. Yabancı yazarların anlattıklarını uydurma
saymaya çalışsak bile, tarihçi ve şair Latîfî'nin "Risale-i Evsâf-ı İstanbul" adlı yapıtında, 16.
yüzyılda Bedesten'de görmüş olduğu esir satışını nasıl anlattığını belirtmeden geçemeyiz:

5
"Sıfat-ı Bezzezistân-ı Dilsitânda, Yusuf ruhsar ve Azra'izâr gılman ve hûran, her biri
nazir-i hûrî-ü-perî nihal âzâdeleri mânend-i serv-âzad iken, iktizâ-i takdirden kul olup, hüsn-ü
bahâ ile mezad olunurlar ve ol semen 'izâr ve dür-i seminler, vakt-i semende ol hüsn-ü bahâ
ile kıymet ve bahâ bulurlar."
"Bedesten denilen o güzelim yerde, güzel yüzlü tüysüz delikanlılarla el değmemiş
güzel kızların herbiri serbestçe büyüyen servi fidanı gibi güzeller iken, yazgıları gereği kul
olup iyi değerle satışa çıkarlar, tüm yasemin yanaklı ve değerli inciye benzeyenler iyi para
verildiğinde de satılırlar" diye olayı ballandırarak aktardıktan sonra parasızlığından yakınıp o
güzel oğlanlarla kızlardan alamadığını belirtir.
*
Esir pazarlarından alınıp
kullanıldıktan sonra yeniden satılan güzel
cariyelerin bu sürekli el değiştirişi bir tür
fuhuş anlamını taşımaktadır. Esir pazarından
güzel seçmek, ancak belirli bir gelir
düzeyinde olanlar için mümkündür.
Olanakları daha kısıtlı erkekler için de
"çamaşırcı" kadınların bu boşluğu
doldurduğunu görürüz. 16. yüzyılda
çıkarılan bir fermanda, "bekâr çamaşırı
yıkayan avratların dükkânlarına gelen kimi
leventleri uygunsuz kadınlarla
buluşturdukları bilindiğinden, bekâr
çamaşırı yıkamaları kesinlikle
yasaklanmıştır", deniyor.
3. Murad zamanında esir ticaretinin
fuhşa hizmet eden kurumlaşma biçimini
aldığını söyler Refik Ahmed Sevengil.
Erkek müşteriler için bu pazarlardan
günümüz deyimiyle "sermaye" toplamaya
alışmış bazı kadınlar, seçip beğendikleri
birkaç güzel kızı satın alıp uygun yerlerde
tuttukları evlerde gelenlere pazarlarlarmış.
Bu tür kadınlardan biri, 2. Abdülhamid
devrinde İstanbul'un en ünlü genelevini işleten Bahrî adındaki yosmadır. O devirde
genelevlere "koltuk" denilirmiş.
Eski İstanbul'da gizli fuhşun önüne geçmek için "mahalle namusu" denilen bir
kavramdan yararlanılmaktaydı. Mahalle içinde kuşku duyulan evler, başta mahalle imamı ve
subaşı olmak üzere, halk tarafından toplanan bir kalabalığın baskınına uğrardı. Önce kapıda
avaz avaza bağıran halk, sonunda içeri zorla girip zinâ halinde olanları yaka paça dışarı
atarmış. Bunlar hakkında verilen ceza da genellikle İstanbul dışına sürülmek olmuştur. Ölüm
cezası ancak "Müslüman bir kadınla gayri müslim bir adam" arasındaki zinâ durumunda
uygulanmaktaydı.
Benzeri bir olay, 17. yüzyılda Aksaray'da Murat Paşa Camii bitişiğindeki bir evde
olmuştur. Yeniçeri emeklilerinden Hasan Ağa'nın Gülnûş adındaki karısı, kocasının
yokluğundan yararlanıp, ipekçilikle uğraşan orta yaşlı bir Yahudi ile sevişmeye başlamış. Üç-
beş derken, mahallenin tepesi atınca, bir gün ansızın baskın yapmışlar ve Yahudiyle

6
emeklinin karısını zinâ halinde yakalamışlar. Her ikisini de ayrı ayrı eşeklere ters olarak
bindirip Rumeli Kazaskeri Ahmet Efendi'ye götürmüşler. Baskını yapan halk hep bir
ağızdan "bu günahkârları kılıç kında iken yakaladık" diye yemin edince, Kazasker Yahudinin
öldürülmesine ve kadının da "recm" edilmesine karar vermiş. Kara Mustafa Paşa da devrin
hükümdarına durumu bildirince, 1. Mahmud "bunu ben de göreyim" demiş ve herkesin
önünde, bir Cuma günü öğle namazından önce kadını Atmeydanı'na getirip recmetmişler, yani
taşa tutup öldürmüşler.
Fuhuşla ilgili olarak, 2. Selim devrinde kadınlar için şöyle bir ferman çıkarılmıştır:
"Yolsuzluk eden kadınlar cezalandırılacaktır. Mahallelerde edepsizlik eden kadınlar
çıkarılacaktır. Yolsuz kadınlarla (metinde - hapis olunan fahişeler - diye geçiyor) evlenmek
isteyenler, nikahtan sonra İstanbul'u terk edecekler ve dışarıya gideceklerdir. Eğer
gitmezlerse, aldıkları kadınla birlikte hapsolunacaklardır."
Tarihte sarhoşluğuyla ün yapmış olan 2. Selim, bu fermanı saltanatının ilk yılında
yazdırmıştır. 42 yaşında tahta çıkıp, 60'ında hamamda sarhoş bir halde cariye kovalarken
ayağı kayıp kafasını çarparak ölen bu padişah, gençliğinde Manisa'da rastladığı bir Yahudi
kızına tutularak saltanatında da bütün devlet idaresini bu Nurbanû Sultan adını verdiği
kadına bırakmıştır. Osmanlı tarihçileri, Nurbanû Sultan zamanında devlet işlerine bir sürü
Yahudinin karıştığını söylerler.
2. Selim'in fahişeleri İstanbul'dan uzaklaştırmak istemesine rağmen, Nurbanû'dan
olma oğlu 3. Murad, saraydaki kadınlarla yetinmeyecek kadar cinselliğe düşkün bir
padişahmış. Arasıra, hekimbaşının yaptığı özel kuvvet macunlarını atıştırıp sokağa çıkar ve
sokakta bulduğu gözüne hoş gelen bir kızı ya da evli kadını koynuna alırmış. Çağatay
Uluçay'a göre, 3. Murad öldüğünde haremindeki yüzlerce cariyeyi saraydan çıkarıp satmışlar,
kadınefendileri de uygun birisini bulup evlendirmişler. Yüz kadar çocuğunun içindeki kızların
da birilerine verilmiş olması gerekir.
Evlilik konusunda padişahların bazı tutumları ilginçtir. Özellikle Kösem Sultan
zamanında çocuk yaşta evlendirilen sultanlardan Gevher Sultan 3, Beyhan Sultan 2, Ayşe
Sultan 7, Fatma Sultan 5 yaşında nikâhlanmıştır. Bu örnekleri daha uzatmak mümkün.
Üstelik bu çocuklar devrin önde gelen ve azılı paşalarıyla evlendirilmişlerdir. 17. yüzyılda
başlayan bu garip durum, 2. Mahmud zamanına kadar sürdürülmüştür. 1. Ahmed'in kızı
Fatma Sultan ise ilk defa 13 yaşında evlenmiş ve bunu onbir evlilikle devam ettirerek
sultanlar tarihinde bir rekor kırmıştır. Melek Ahmet Paşa ile olan evliliği ise pek ilginçtir.
Kayıtlara bakılırsa bu paşa onuncu kocasıdır ve önceleri aşırı şişmanlığından dolayı "malak"
olan lakabı sonra rütbesinin artmasıyla birlikte "melek" olmuştur. Evlendiklerinde Fatma
Sultan ellilerindeymiş. İkisi de yaşlı olduğundan devamlı kavga ederlermiş, Fatma Sultan
Paşa'ya sürekli "bunak çenesiz" diye bağırırmış. Son kocası Kozbekçi Yusuf Paşa ile
evlendiğinde 62 yaşındaymış.
*
Harem yaşamının en çok sözü edilen tiplerinden biri de "hadım"lardır. Çağatay
Uluçay, "Harem" adlı yapıtında üç tür hadım olduğunu söyler:
"Hayaları ve erkeklik organı kesilenler, yalnız erkeklik organı kesilenler, yalnız
hayaları çıkarılanlar."
Ancak, hadımların cinsel ilişkide bulunmalarına pek bir engel olmuyormuş bu
durumları. 2. Ahmed padişah olur olmaz, bu ilişkiye bir son vermek için "haremağaları"nın
akşamdan sonra hareme girmelerini yasaklamış. Bu duruma canı sıkılan cariyelerle
haremağaları da kendi aralarında sözbirliği edip bir yol bulmuşlar:

7
Akşam olunca cariyeler "Koca gördük!" diye bağıracaklar, bunu duyan haremağaları
da bahçeye koşup sevdikleri cariyelerle buluşacaklarmış.
Yine bir akşam, cariyeler "Koca gördük" yaygarasını basmışlar, haremağaları da yalın
kılıç bahçeye koşmuşlar. O sırada bir bostancıyı ağaç üstünde bulup sille tokat aşağı almışlar
ve Darüssaade ağasının yanına götürerek, cariyeleri her zaman rahatsız eden bostancının bu
olduğunu söylemişler. Bunun üzerine bostancılarla haremağaları birbirlerine girince, 2.
Ahmed araya girip bostancıyı öldürterek olayı kapatmış.
Topkapı Sarayı arşivinde bulunan yazmaların birinde şöyle bir yakınmadan söz
edilmektedir:
"Ben de şehadet ederim ki bu kara kâfirlerin (zenci haremağaları) hıyanetleri o
derecedir ki, herbiri birer ikişer cariyeye âşık olurlar ve her ne kazanırlarsa onlara sarf
ediyorlar, fırsat buldukça da görüşüp sevişiyorlar. Eğer denirse ki bunlar hadım edilmiştir,
bunlarda şehvet yoktur, kadınla muhabbet edemezler; bu melunlar güzel oğlanlara da âşık
olup kendilerine yakın ederler ve bu kafirlerin o derece şehvetleri vardır ki, murdar vücutları
hep şehvet olmuştur. Herbiri ikişer üçer cariye alıp odalarına saklarlar ve birbirinden son
derece kıskanırlar, cariyelerime bakmışsın diye birbirleriyle kavga ederler."
*
Kadınlar arası cinsel ilişkilerde de
en yaygın yerlerden birisi kuşkusuz
hamamlardır. Kadınlar toplu olarak hamama
gider ve birbirlerini yıkarlarmış. Ancak,
hamamdaki bu içli dışlılık sonucu, kadınlar
arasında birbirini başka gözle görenler
çıkarmış. Birbirlerini yıkayıp masaj
yaparlarken, sıcağın ve çıplaklığın azdırdığı
şehvet duygularıyla ortaya çıkan istekler
sonunda sevicilik ilişkileri doğarmış. Bu tür
kadınlar, gözden uzak olmak amacıyla kendi
mahalleleri dışındaki hamamlara giderek,
güzel bir kızı bulduklarında ona
yaklaşmanın yollarını ararlar ve sonunda
isteklerini uygun bir durumda ortaya
koyarlarmış.
Lezbiyen ilişkilerde önemli bir yeri
olan "çengi"lerin, zengin hanımefendilerin
haremdeki durgunluklarına çeşni kattıkları
ve cilveli edalarıyla soyunurlarken çoğunun
kucağında sevişmeyle sanatlarını ortaya
koydukları bilinmektedir. Çengi denilen bu
kadın oyuncular gibi, "Köçek" adını alan
erkek oyuncular da kadın elbisesi giyip
kırıtarak dans ederlerken seyircileri çılgına çevirirlermiş.
Hamamlar konusunda erkeklerin de kadınlar kadar eşcinsel eğilimli olduklarını
görüyoruz. Evliya Çelebi Bursa kaplıcalarını anlatırken, "saldırgan suratlı, nalın giymiş
natırlar ve bunların sevgilisi olan tellaklar vardır... Sonbahar zamanı âşıklar daha çok olup,
hele Aralık ayı sonunda kaplıcaları çıralarla aydınlatarak herkes sevgilisiyle havuza girer,
kimi tavus kimi de kevser taklası atıp suya dalarlar, her gün eğlence düzenlerler." demektedir.

8
Ozanlar da hamam anılarını şiirlerinde ölümsüzleştirmişlerdir. Örneğin, Haşmet
Divanı'ndaki şu beyit ilginçtir:
"Sen kaplucanın zevkine bak, var mı nazîre,
Götgâh temaşasına gel sen havzu kebîre."
Benzeri özellikte bazı erkeklere Yeniçeri Ocağı'nda da rastlamak mümkündür.
Devşirme kanunu kaldırıldıktan sonra, yeniçeri adayları arasında "Civelek" adı verilen bir tür
için genellikle kız gibi genç ve güzel olanlar seçilirmiş. M. Zeki Pakalın "Osmanlı Tarih
Deyimleri" adlı yapıtında bu oğlanlar için şöyle diyor:
"Civelekler nadiren sokağa çıkarlardı. Genç ve güzel oldukları için münasebetsiz bazı
adamların tecavüzüne uğramamaları için yüzlerini bir saçak peçe ile örterlerdi. Ancak,
gözleri peçenin arasından pırıl pırıl parladığından, belki de bu hal daha çok dikkati çekerdi."
Anadolu'da çok daha değişik bir olayda, eskiden beri gelen gölge oyunumuz
Karagöz'de, cinsellik kavramının rahatlıkla işlenmiş olması ilgi çekicidir. Yerli kaynakların
bu konuda susmuş olduğunu belirten Metin And, "Gölge Oyunu" adlı yapıtında, Türkiye'ye
eskiden gelmiş birçok yabancının gördükleri Karagöz oyunlarında açık-saçık sahnelerin yer
aldığını anlattıklarını belirtiyor. Kadınların ve çocukların da izlediği bu oyunlarda, yeri
geldiğinde sertleşmiş penisiyle Karagöz'ün perdede görünmesini yadırgayan bir yabancı,
oraya iki kız çocuğuyla gelmiş yaşlı bir Türk'e, böyle utanmasız sahneleri niye çocuklara
seyrettirdiğini sorunca şu yanıtı almış: "Öğrensinler, ergeç bunları tanıyacaklar, onları
bilgisizlik içinde bırakmaktansa öğretmek daha iyidir."
13. yüzyılda Konya'da yaşayan ünlü İslam şairi Mevlâna Celaleddin tarafından
yazılmış olan "Mesnevi"nin Türk kültürü üzerindeki etkisi tartışılmayacak kadar büyüktür. Bu
ünlü yapıtın 5. cildindeki bir öyküyle insan nefsinin şehvetle nasıl azgınlaşarak kendisini
ölüme sürüklediğini belirtirken verdiği örnek ilginçtir. Eşekle ilişkide bulunan halayık ve
bunu gören ev sahibi kadının aynı şeyi yapayım derken bir hata yüzünden ölmesini anlatan
öykünün içindeki "açık-saçık" tanımlamalar, günümüz toplumunda bazılarına göre
"müstehcen" niteliği taşıyacak kadar "açık" bulunmaktadır. Ancak, yedi yüzyıldan beri
okunan bu yapıtın pornografik bir amaçla yazılmadığı aşikârdır.
*
İşte böyle; yakın geçmişimize şöyle bir uzandığında insan ne ilginç şeylerle
karşılaşıyor. Bizim amacımız, yazımızın başında da belirttiğimiz gibi yargılamak değil,
bugünün cinsel sorunlarına bakarken ayağımızı sağlam temellere bastırabilecek tek tek yapı
taşlarını okurlarımıza sunmak. Bu ay aralarında şöylesine gezindiğimiz taşları, gelecek
sayılarımızda tarihimizin bellibaşlı kesitlerinde aramaya devam edeceğiz.

9
Bölüm 2
"Nice âfet-i devrân ve yürek dağlayan kızlar..."

Geçen ay başladığımız yazı dizimizin


ilk bölümünde, konuya kuşbakışı bir giriş
yapmış ve daha sonraki sayılarda,
Osmanlılarda cinsel yaşama biçimlerini tek
tek ele alıp incelemeye çalışacağımızı
belirtmiştik. İşte şimdi, dizimizin bu ikinci
bölümünde "Harem"in gizemli dünyasına
doğru hayli uzun bir yolculuğa başlıyoruz.
Yolculuğumuzun "Harem"le ilgili bölümü
gelecek ay da devam edecek.
600 yıllık imparatorluğu ile Osmanlı
toplumunu yakından tanımaya çalışan
batılıları her dönem cezbetmiş olan Osmanlı
Haremi, geçmişi ile bağlarını yeniden
kurmaya çalışan günümüz Türkiyesi
insanının da "gerçek yönleriyle" ilgisini
çekmeye başladı. Harem, en güzel kızlar
arasından seçilerek saraya getirilen binlerce
cariyenin bir arada bulunduğu mekâna
verilen isimdi. Aralarından bazıları,
şanslarını ya da olanaklarını doğru
kullanarak padişaha çocuk doğurup Hanım
Sultan olmuş, ya da dünyaya getirdikleri
şehzade tahta çıktığında Valide Sultan olarak zaman zaman devlet yönetimini ellerine
geçirmişlerdi. Ancak, bir zamanlar Topkapı Sarayı cariyeler koğuşu kapısının iç tarafına
asılmış olan Arapça bir kitabe, cariyelerin kaderinin her zaman iç açıcı olmadığına işaret
eder: "Ey kapıları açan Tanrı, bize de kapıları aç!..."
Batılıların aklına "Osmanlılar" denince hemen "Harem" gelir. Çünkü eskiden beri
batılı yazarlar "Harem" konusunda olmadık öyküler yaratmışlardır. Bunların bir bölümünün
tümüyle uydurma olduğu biliyoruz artık. Ama içlerinde öyle ilginç olanları vardır ki, Saray
Arşivi'nde yapılan araştırmalar bunların doğruluğunu kanıtlayan belgeleri ortaya koydukça,
Osmanlıların gerçekten bir "Harem" yaratmış olduklarını anlıyoruz.
Osmanlı Sarayı hakkında çok sayıda araştırma türünden yapıt yayınlanmışsa da,
Haremle ilgili ayrıntılı bir bilgi edinmek çok zordur. Çünkü haremle ilgili konular, esas olarak
Osmanlı Hanedanı'nın özel yaşamına aittir. Günümüzde aile içinde cinsel yaşamın ne denli
gizlendiği göz önünde tutulursa, eskiden Sultanların da benzeri bir tutum içinde olmaları son
derece doğal karşılanabilir. Ama, eski saray tarihçilerinin notlarından padişahların
fermanlarına, şehzadelerin anılarından sultanların mektuplarına kadar tüm belgeler
incelendiğinde, aralara sıkışıp kalmış gerçek olayların ışığında Harem'in o loş ve cinsellik
kokan odalarının nasıl aydınlandığını görünce, bu ilginç yaşam biçimini sizlere de tanıtmayı
görev bildik.
*

10
Harem, girilmesi yasak yer anlamına gelir. Genellikle, ev reisinin kadınları, cariyeleri
ve çocuklarıyla yaşadığı yer demektir. Osmanlı sarayındaki haremin reisi de tahtta oturan
padişah hazretleriydi. "Türkiye İktisat Tarihi" adlı yapıtında Niyazi Berkes padişahları şöyle
tanıtıyor:
"... Ne meslekleri vardı, ne de aileleri. Anaları meçhul kişilerdi. Bunların doğuş ve
yükseliş döneminde şehzadelikleri sırasında önemli bölgelerin bir çeşit valiliğini yaptıkları
halde, sonraları tahta geçinceye kadar ahıra konmuş besili atlar gibi, ya da kafese konmuş
kuşlar gibi dünyadan ayrı bir hayat yaşarlar, sadece hizmetlerine verilmiş kuvvetlerle, ulema
ile, dalkavuklarla ve bugünkü deyimiyle metresleriyle temas ederlerdi."
İçine girilmesi yasaklanan bu yerin tek efendisi olan padişah da her erkek gibi
kadınlarla ilişki kurmuştur. Ama, tümüyle tek bir erkeğin cinsel yaşamına mutluluk katmak
için en az 400-500 kadının özenle seçilerek kapatıldığı yer eğer bir "yasak şehir" durumuna
gelip bütün dünya ile ilgisini keserse, içerde olan biten hakkında herkesde doğal olarak bir
merak uyanır.
Tarihçi B. Miller'in "Beyond the Sublime Porte" adlı Harem ile ilgili eserinde, bu
merakın padişah tarafından pek iyi karşılanmadığını görüyoruz: Eskiden, İstanbul'daki
Venedik Elçiliğinde çevirmen olarak çalışan Signor Grellot adında biri de merakını
yenemeyip Beyoğlu'ndaki evinin çatısına bir teleskop yerleştirmiş. Fırsat buldukça teleskopun
başına geçer ve heyecan içinde Harem dairesini gözetlermiş. Fakat, hükümet memurları
durumun farkına varmışlar ve bir gün Signor Grellot yine teleskopunun başına tünemiş
Harem'i seyrederken, adamı suç aletiyle birlikte yakalamışlar. Padişah da hemen idam
edilmesini emretmiş bu meraklının.
*
Özellikle batılıların harem yaşamına
ilgi duymasının nedeni, doğu ülkelerine
giden gezginlerin anlattıkları şaşırtıcı
öykülerdir. Harem yalnız Osmanlı
İmparatorluğu'nda görülen bir saray düzeni
değildir. Hindistan'da "Perde" veya
"Zenane", İran'da "Enderun",
Arabistan'da "Harem" adı altında aynı
düzenin var olduğunu biliyoruz. Osmanlı
saraylarına da İran ve Bizans haremi örnek
alınmıştır. Bizde haremin asıl adı
"Darüssaade", yani "mutluluk evi"dir.
Ancak, "Harem" deyimi daha yaygın olarak
kullanılmıştır.
Harem yaşamının gizli ve kapaklı
kalması, öncelikle saray kadınlarının dış
dünya ile ilişki kurmama kuralına bağlıdır.
Padişahlar, kendileri için seçilmiş bu
kadınları kimseye göstermezlerdi. 2.
Mahmud zamanına kadar çarşaf ve ferace
de takmadıklarından, toplu olarak saray
dışına çıkma özgürlükleri bile yoktu.
Kadınların yabancı erkeklerden
gizlenmesine bir örnek olarak, Fuad Carım

11
"Kanuni Devrinde İstanbul" adlı eserinde, hastalanan bir sultanın hekimle karşılaşmasını
şöyle anlatır:
Kanuni'nin kızı Mihrimah Sultan hastalanınca, esir bir İspanyol doktoru tedavi için
getirmişler. Doktor, sultanın nabzını yoklamak için kocası Rüstem Paşa'yı güç bela ikna
edebilmiş. Mihrimah Sultan'ın yatak odasına girmişler. Doktor yatağın kenarına geldiğinde,
çarşaf yığınının arasından çıkmış bir koldan başka bir şey görememiş. Doktor nabzı ölçüp
diğer kolu da tutmak isteyince, Rüstem Paşa'nın sabrı taşmış ve sinirlenip doktoru yakasından
tuttuğu gibi kapı dışarı atmış.
Harem kadınlarının kapalılığı, Osmanlı İmparatorluğu'nun son devirlerinde bile
geçerliydi. 1. Dünya Savaşı'nın sonunda, İstanbul'da Bulgar Kralı Boris ve eşi onuruna
verilen ziyafette, Sultan Mehmed Reşad'a da bir kadının eşlik etmesi gerektiği hatırlatılmış.
Sultan Reşad önce karşı koymuş, ama içinde bulunduğu 20. yüzyılın gereklerine uymak
zorunda olduğunu anlayınca, başkadını olan Kâmures Kadın'ı yanına almış. Son derece
şişman olan bu hanım da ziyafet boyunca hiç konuşmadan oturup devamlı yemek yemiş.
Topkapı Sarayı'nın yapımına kadar geçen devrede, aynı gizlilik önce Bursa'daki
Saray'da, daha sonra da Edirne ve Tunca'daki saraylarda geçerliydi. Fatih Sultan Mehmed
İstanbul'u alınca, önce bugünkü üniversitenin merkez binasının bulunduğu yere bir saray
yaptırdı. Sonra da Topkapı Sarayı inşa edildi.
*
Edirne'deki Cihannüma Kasrı'nın en gözde kişisi, Yıldırım Bayezid'in başkadını
olan Olivera Despina'dır. Padişah Kosova Meydan Savaşı'nı kazanınca, Sırp Kralı 1.
Lazar'ın kızı Despina ile evlenmiş. Osmanlı tarihçileri bu kadının başvezir Çandarlı Ali
Paşa ile birlikte, padişahı içkiye ve kızlı oğlanlı zevk âlemlerine alıştırdığını söylerler. A. K.
Meram, "Padişah Anaları" adlı yapıtında Bayezid'in haremini şöyle anlatır:
"... Bütün bu yabancı kanlı Hıristiyan kız ve oğlanlar Yıldırım'ın 'zevk ve sefa'
karargâhı durumuna getirdiği sarayını dolduran kız ve oğlan cariyelerinin küçük bir
bölümüydü. Çağın Osmanlı anlatımı ve diliyle, 'daha nice afet-i devran ve yürek dağlayan kız
ve oğlanlar' vardı sarayda..."
Yıldırım Bayezid, Ankara Meydan Savaşı'nda Timur'a yenilince, Despina iki
kızıyla birlikte esir alınmış. Timur, Kütahya'da bu kadını bir sâki gibi kullanarak Bayezid'i
herkesin gözü önünde küçük düşürmüş. Osmanlı padişahları da bu olaydan sonra nikâhla
kadın almaktan vazgeçmişler.
Fatih Sultan Mehmed İstanbul'u aldıktan sonra, yıkılan Bizans İmparatorluğu'nun
saray geleneklerinden çoğu Osmanlılarca benimsendi. Fatih'in yaptırdığı, bugünkü
Üniversite'nin bulunduğu yerdeki Saray, 3. Murad'ın kadınlarını Topkapı Sarayı'na
taşımasına kadar bir yüzyıl kullanılmıştır. Bu tarihten sonra, "Eski Saray" adıyla anılan
Fatih'in ilk yaptırdığı saray, cariyelerin ve kadınların sürgün edilip hapis yaşamı sürdürdüğü
bir yer olarak kalmıştır.
Eski Saray'daki harem bölümü 3. Murad'ın çok düşkün olduğu kadınlarına dar
geldiğinden, padişah bu cariyeler ordusuna daha geniş bir yer bulmak için, Mimar Sinan'a
Topkapı Sarayı'nın Harem bölümünü yaptırmıştır.
Kocalarının ve oğullarının saltanat sürdüğü yıllarda yaşamın zevkini çıkaran kadınlar,
padişahın ölümü veya tahttan indirilmesiyle bütün ayrıcalıklarından yoksun kalarak harem
dairesinden çıkarılırdı. Bunların çoğu "Eski Saray"a gönderilerek, ölünceye kadar orada hapis
hayatı yaşarlardı. Bu yüzden, Eski Saray'a "Gözyaşı Sarayı" denmiştir.

12
Topkapı Sarayı'nın "Enderûn" denilen bölümü
içindeki dörtyüze yakın odalı "Harem dairesi"nin
ortasında hükümdarın yatak odası bulunur. Çağatay
Uluçay'a göre, "Hükümdarlar bu yatak odalarında
Harem halkı ile cinsel ilişkilerini uygularlardı." Ancak,
geçmişe baktığımızda, padişahların bu tür ilişkilerini
daha çok saray hamamında çıplak cariyeleri kovalayarak
sürdürdüklerini görüyoruz.
Hünkârın yatak odasının yanında da Valide
Sultan'ın odası bulunur, bunların çevresinde cariyelerin,
kadınefendilerin ve şehzadelerin daireleri yer alırdı.
Oldukça büyük bir ailesi bulunan padişahın bu
"Mutluluk Evi"nde gece oldu mu, karanlık koridorlarda
pıtır pıtır koşuşturan cariyelerin kendilerini coşkuyla
bekleyen birisinin odasına dalmasıyla harem yaşamı
kapalı kapılar ardında devam ederdi. Bu odaların
çevresinde de haremağalarının yaşadıkları yerler vardı. Haremağaları, içerdeki "mutluluğun"
engellenmemesi için devamlı olarak nöbet tutarlardı.
Gece vakti haremağalarının haremde dolaşmaları yasaktı. Çünkü, hadım edilmiş
olsalar bile, yine de erkek sayılırlardı. İçerdeki yüzlerce cariye ile bunların ilişki kurmalarına
gecenin karanlığında her birinin peşine bir hafiye takarak engel olunamayacağı için,
haremağaları akşam olunca kapı dışarı edilirlerdi. İç kısmın düzeni de geceleri "haznedar
ustalar" tarafından sağlanırdı.
Harem'in gece yaşamı, 2. Süleyman zamanında değişik bir görünüm kazanmıştı. Bu
padişah 49 yaşında tahta geçtiğinde hastalıklı olduğundan kadınlarla ilişkide bulunamazmış.
Son devirlerinde büsbütün yatalak olup bedeni de şiştiğinden haremini tümüyle unutmuş,
Edirne'deki saraya gitmiş. Cariyeler, zaten çocuk yapamaz durumdaki bu padişahın bir de
başka saraya gittiğini öğrenince, haremağalarıyla olan ilişkilerini büsbütün hızlandırmışlar.
Ama, 2. Ahmed padişah olunca bu rezalete bir son vermek için haremağalarının akşamdan
sonra hareme girmelerini kesinlikle yasaklamış. Bunun üzerine düzenlenen kurnazlığı
Silahtar Tarihi'nin 2. bölümünden okuyalım:
"Padişah hazretlerinin bu fermanı hem haremağalarını hem de onlarla cinsel ilişki
kurmaya alışkın cariyeleri çok üzdü. Bir süre geceleri yalnız kalmanın sıkıntısına katlandılar.
Ama, azgınlıkları artınca kendi aralarında bir sözbirliği yapıp anlaştılar. Akşam vakti hava
kararınca cariyeler ortaya çıkıp "koca gördük!" diye bağırıştılar, sanki gerçekten hareme bir
erkek girmişcesine ortalığı ayağa kaldırdılar. Bunu fırsat bilen haremağaları da yalınkılıç
bekledikleri harem kapısından içeriye doluştular. Hasbahçede cariyelerle buluştular, o telaş
içinde sevdikleriyle karanlık bir yere çekildiler, rezilliklerine devam ettiler..."
*
Cariyeler, harem içinde efendilerinin her türlü isteklerini yerine getirmekle yükümlü
kölelerdi. İslam Hukuku'na göre Padişah istediği kadar köle alabilir, onları dilediğince
kullanabilir, istemediğini satabilir veya birine verebilirdi. Cinsel ilişkide kullanılan cariyeye
"odalık" denirdi.

13
Cariyeler, ilk zamanlarda savaş
ganimeti olarak alınırdı. Genişleme
zamanında ise, devamlı olarak ele geçirilen
ülkelerden toparlanıp getirilen küçük kızlar
ve kadınlar sayıca çok olduğundan,
padişahlar bunların güzellerini harem için
saklamışlar, geriye kalanları da satmışlar ya
da paşalara armağan olarak vermişlerdi. Bu
arada, Çerkez, Gürcü ve Rus kızları harem
için seçilenlerin başında gelirdi.
Kanuni Sultan Süleyman'ın ünlü
Hürrem Sultan'ı da bir akın sırasında esir
alınmış bir Rus papazının kızıydı. Miller'e
göre, Makbul İbrahim Paşa bu kızı esirler
arasından seçip padişaha yaranmak için
huzura çıkarmıştı. Kanuni, bu Rus papazının
kızını daha ilk gördüğü günün gecesi
yatağına almış. Asıl adı Roxelana olan bu
cilveli hatun, o sırada 14-17 yaşındaydı ve
Kanuni de kendisinden on yaş büyüktü.
Fakat, Hürrem aynı zamanda kurnaz bir
kadındı. Daha ilk gününden hamile kaldı ve
çocuğu doğurduktan sonra Kanuni'den
özgürlüğünü istedi. Kanuni istediğini yerine getirince de, özgür bir kadın olarak şeriat
yasalarına göre bir erkeğin koynuna girmesi günah olacağından, padişahın isteklerini yerine
getirmez oldu. Zavallı padişah, deli gibi sevdiği Rus kızını başkasına kaptırmak istemiyordu.
Hürrem de, "ya beni nikâhlarsın ya da avucunu yalarsın" dercesine Kanuni'yi sıkıştırıyordu...
Sonunda, bilindiği gibi her ikisi de dileğine kavuştu...
Aslında, padişahlar 2. Bayezid'den sonra Türk kızlarıyla evlenmekten vazgeçip
yabancı uyruklu cariyelerle ilişki kurdukları için nikâh yapmaktan kaçınmışlardı. Ancak,
Hürrem bu geleneği hiçe saydıran ender kadınlardandı. Sarhoşluğu ve çıkardığı rezaletlerle
ün yapmış 2. Selim'in annesi olan Hürrem Sultan, kölelikten gelip "Valide Sultan"lığa
yükseldikten sonra, başvezir yaptırdığı arkadaşı ve damadı Rüstem Paşa ile birlikte türlü
entrikalar çevirmiş ve çok sayıda devlet adamını öldürtmüştü.
*
Haremdeki kadınlar arasında hiyerarşik bir düzen vardı. Saraya cariye olarak giren bir
kız, padişahın yatağından geçtikten sonra "Odalık" olurdu. Daha sonra, eğer çocuk doğurursa
"İkbal" ve "Kadın Efendi" derecelerine yükselirdi. İlk erkek çocuğu doğuran da "Başkadın"
seçilirdi. Kanuni'nin Başkadını da Mahidevran adında enine boyuna, güzelce bir kadındı.
Ancak, Hürrem saraya girdikten ve Kanuni'yi kendisine âşık ettikten sonra, Mahidevran
Kadın kıskançlıktan bitkin bir duruma gelmişti.
Mahidevran Kadın, yine bir gün Kadınlar Dairesi'nden geçerken içerde Hürrem
Sultan'ı, yatağına uzanmış şuh kahkahalar içinde gördü. Mahidevran Kadın, bu duruma
dayanamayıp kendini kaybedercesine Hürrem'in odasına bir hışımla daldı ve üstüne atıldığı
gibi onu dövmeye, etlerini çimdiklemeye ve yüzünü tırmalamaya başladı. Cariyeler çığlıkları
işitip odaya gelene kadar, Hürrem Sultan Mahidevran Kadından unutamayacağı bir dayak

14
yemişti. Üstü başı yırtılan, saçları tutam tutam koparılan Hürrem'in eli yüzü kan içinde
kalmıştı. Durumu Kanuni'ye bildirdiler, o da sevgilisini yanına çağırttı. Hürrem:
"Huzurlarına çıkacak yüzüm yok. Ne yapacak benim gibi perişanı... Saçlarım yoluk,
yüzüm gözüm tırmık içinde. Nazarlarını rencide etmeyeyim!" diyerek nazlandı. Kanuni,
Hürrem'in yanına geldi ve halini görünce Mahidevran Kadına söylemedik söz bırakmadı.
Ardından da başkadını Mahidevran'ı saraydan sürdürdü.
Cariyelerin harem için satın alındığı devirlerde, Gümrük Emini bu işe bakardı.
Alınan kölelerle ilgili bir makbuzda özellikleri şöyle belirtilmiştir: "Çerkez duhter (kız),
tahminen 8 yaşında", "Abaza bakire, tahminen 10 yaşında", "Tahminen 5 yaşında Çerkez
bakire", "Çerkez kadın 1", "Seyyibe (dul kadın) Çerkez, tahminen 15-16 yaşında", "Orta
boylu Arap cariye", vb. Bu arada zenci kızlar da genellikle Kahire'den gelmekteydi.
Cariyeler üç sınıfa ayrılırdı: 1- Her türlü hizmeti görenler. 2- Satılmak için alınanlar.
3- Odalıklar. Bunların içinde en gözde olanları odalıklardı. Genellikle 5-7 yaşlarında saraya
girerlerdi. Büyüdükçe güzelleri ayrılır ve içlerinde zeki olanlara ud veya kanun çalması
öğretilirdi. Görgü kurallarıyla birlikte, bir erkeğin ilgisini çekmek için gerekli bütün naz ve
işve usulleri en ince ayrıntısına kadar bunlara öğretilirdi.
Hareme alınan cariyeler, önce ebeler ve "hastalar ustası" tarafından muayene edilirdi.
Hastalıklılar hemen geri yollanırdı. Bu arada şunu da belirtmek yerinde olur ki, padişahlar
hareme alınan her cariye ile cinsel ilişki kurmamışlardır.
Cariyeler de zaman zaman suç işlerlerdi. Padişahın yatağına gelmemek gibi büyük
suçlar ölümle, küçük bir ayna çalmak gibi önemsizleri de bodrum katındaki hiçbir hava deliği
olmayan küçük izbe odalara atılmakla cezalandırılırdı. Bazılarının da bilinmeyen suçlardan
dolayı taşraya sürüldüklerini görüyoruz. Ancak, bu sürülenlerin ne yaptıkları padişah
fermanlarıyla gizli tutularak açığa vurulmamıştır.
Sarayın bodrum katındaki ışık almaz küflü odalarda, duvarlara yazılmış suskun
feryatlar hâlâ oldukları yerde cariyelerin iniltisini heceleyip dururlar:
"İki yek guruşluk
Ayna kayboldu.
Bunda oturanı hırsız tuttu
Bu asrın âdemleri."
Cariyelere verilen adlar da ilginçtir: Her biri davranış ve görünümüne göre
adlandırılırdı. Bu adlar genellikle Farsçadır: Hoşnevâ (güzel sesli), Handerûy (güler yüzlü),
Lâligül (gül dudaklı), Ebrûnigâr (kalem kaşlı), Şevkiyâr (coşkulu sevgili) gibi. Bu adlar
herkes tarafından kolaylıkla bilinsin diye, ilk zamanlarda bir kâğıda yazılıp cariyenin göğsüne
iliştirilirdi.
Cariyelerin sayısı her devirde değişik olmuştur. 1. Mahmud devrindeki ilk listede
bunların 456 tane olduğu yazılıdır. Abdülmecid devrinde 688 tane olduğunu görüyoruz.
Abdülaziz zamanında 809 olmuştur. 3. Murad devrinde 500, Avcı Mehmed devrinde
700'den fazla, ama Fatih ve Kanuni devirlerinde ise 300'ü geçmediği belirtilmektedir. Bazı
kaynaklar 3. Murad devrinde cariye sayısının 1100-1200 dolayında olduğunu göstermektedir.
*
Cariyelerin cinsel yaşamlarında şehzadeler de önemli bir yer tutardı. Fakat,
şehzadelerin çocuk yapmaları yasak olduğu için, hamile kalan cariyeler türlü usullerle düşük
yapmaya zorlanırdı. 5. Murad, şehzadeliğinde kendisine sunulan ilk cariyeden şöyle söz eder:

15
"13-14 yaşlarındaydım. Bir gün marangozlukta meşgul oluyordum. Birdenbire
bulunduğum odanın yanından bir kadın fistanının feşafeşini işittim. Ellerim durdu, kalbim
daha çok çarpmaya başladı. Sonra, genç ve güzel bir Çerkez kızı gülerek içeriye girdi.
Anlatılmaz bir utangaçlık ve şaşkınlık içindeydim. Benim utanmam üzerine kız gülerek
elimdeki aleti aldı ve dedi ki, 'Efendim, bu işi bırakınız da beş on dakikalık şu fırsattan
faydalanınız. Bu dakikada bizi hiç kimse dinleyemez. Ağanızın da bilgisi vardır!..."
Eskiden, gerdeğe girecek delikanlılarla genç kızlara yaşlılar tarafından cinsel ilişki
biçimleri öğretilirdi. 2. Mustafa, kendisine Rifat Kadın olayında aracılık eden başvezirine
yazdığı bir hattı hümayunda şöyle der:
"Benim vezirim, bizim Rifat Kadınla konuşacak ve kadınlık öğretecek kadın
hangisiyse, onu iyice uyar ki şöyle desin: Öbürlerine bakma, (hünkarın) yanından ayrılma,
onun isteğini yap. Bu senin kocandır, ona sokul ve ayrılma. Gece gündüz avratçasına gereği
gibi yap. Söylerken de yumuşak davranmasın. Bilirler, biz gösteriş yapmayız."

16
Nizami'nin "Heft Peyker"inden, altın bölmedeki sevişme sahnesi (17. yüzyıl)

17
Bölüm 3
"Ruhşah'ım! Hamid'in sana kurban ola..."

"Bir kusur ile beni unutma! Benim bedenim toprak oluncaya ben senden
geçersem, Allah lâyıkımı versin efendim! Sen benim, ben senin, inşallah
ömrüm oldukça birlikte oluruz. Nazik ayağına yüzümü sürerek rica ederim."
Bu mektup, Osmanlı İmparatorluğu'na hükmeden bir padişahın, 1. Abdülhamid'in
haremindeki Başkadınına duyduğu aşkını dile getirmekte. Padişahlar da bazen böylesine
severlerdi. Her isteğinin vazgeçilmez bir emir sayıldığı hükümdarlar bile, âşık olduklarında
her erkek gibi duygularını dile getirmekten kaçınmamışlardır. Kimi I. Abdülhamid gibi ince
bir "Osmanlı üslûbu" ile ümitsiz aşkını mektuplarla ilân ederken, kimi de Abdülmecid gibi
delicesine sevdiği kadının çapkınlıklarına göz yumardı. Ama, yatağına gelmeyeni öldürten,
başkalarının karılarına göz diken padişahlar da vardı.
Geçen sayımızda başladığımız Harem gezimize devam ediyoruz. Ancak bu kez,
padişahların ve yakınlarının özel yaşamlarına eğilerek "yasak şehir"in kapalı kapıları
ardından sızanları değerlendirmeye çalışıyor ve cinselliğin bir başka yönünü, eşcinselliği ayrı
bir konu olarak işlemek üzere, haremin kapılarını yavaşça kapatıyoruz.
*
Padişahlar ve şehzadeler, 2. Bayezid devrinden başlayarak cariyelerle düşüp kalkmayı
âdet etmişlerdi. Padişahlara güzel kızlar devlet memurları veya kız kardeşleri tarafından
bulunduğu gibi, bazen kendileri de ününü duyduklarını başvezirden isterlerdi.
Örneğin, 5. Murad şehzadeliğinde cariyelerini kızkardeşleri aracılığıyla elde etmiştir.
"Harem Hayatının İçyüzü" adlı yapıtında Çağatay Uluçay olayı şöyle anlatıyor:
"Murad Efendinin en çok sevdiği cariyelerden biri, kız kardeşinin genç bir kalfası idi.
Her ne kadar kardeşine yazdığı mektuplarda açık açık bu kızın adından bahsetmemişse de,
ona bir ad takmıştı. Genç kadını her nedense Aba diye anıyor, sık sık onun gelmesini
bekliyordu. Gelmediği zaman üzülüyor, heyecanlanıyor, kız kardeşine mektup yazarak
istiyordu: 'Hamdolsun şimdi vücutça o kadar rahatsız değilim. Fakat, malum ya bilinen saat
bekleniyor. O kadar hatırımdan çıkarayım diyorum, bir türlü çıkar şey değil ki çıksın! Saat
yediyi çaldı mı bir heyecan ve helecan başlıyor. O kâfir gelmeyecek!..'"
93 günlük padişahlığı sırasında çok mutlu olan 5. Murad, tahta geçinceye kadar onbeş
yıl boyunca ablasının bulup yolladığı cariyelerle vaktini geçirmişti. Doktor raporu ile delirdiği
belirlendiğinden, hükümetin zoru ile tahttan indirilip Çırağan Sarayı'nda göz hapsine alındı.
Fazla içki içtiği için delirdiğini söylerler.
2. Mustafa da Rifat Kadın ile sadrazamın evindeki ilişkisini haremde sürdürmek
isteyince, sadrazamına şu hattı hümayunu göndermiş:
"Benim vezirim , kerimeniz ve valdeleri (kızın ve annesi) tarafına tenbih edesiz, bizim
avret için filanındır dimesünler. Keyfiyet bilinmesün, bir hanımındır, kimin kızıdır bilmeyüz
disünler. Zira biz sakladık, şimdi sual ederler. Hem bizim cariyemiz emanet olan kızı bile
getirsinler, bugün mü yarın mı gelürler? Ve hem Çimşirlik tarafından geleler, tenhadır. Öbür
kapı daima esvedinler (siyah haremağaları) ile doludur. Bizim avret için kız mıdır, seyyibe
(dul kadın) mıdır deyu sualleri olur. Bilmeziz disünler. Canım tenbih idesiz, bunu bilmektir
rica ederim."

18
Padişah, haremindeki cariyelerden birini canı çekerse, onun adını Başkadın'a söylerdi.
Başkadın da cariyeleri hükümdarın yanına gönderirdi.
Padişahın beğendiği cariye, artık "has odalık" oluyordu. Padişah, yeni seçtiği has
odalığa hediyeler gönderir. Kız güzelce yıkanır, süslenir, Geceyi de hünkârın yatak odasında
geçirirdi. Padişah soyunup yatağa girmeden önce hiçbir kadının içeri girmesine izin
verilmezdi. Hünkârın yatak odasına giren yeni odalık yerlere kapanır, sürüne sürüne padişahın
yatağına doğru ilerler, örtüyü hafifçe kaldırır, yavaş yavaş doğrularak padişahın hizasına
gelince de yatağa girermiş.
Has odalık padişaha çocuk verirse "İkbal" ve "Kadın Efendi" sınıfına yükselirdi. İlk
erkek çocuğu doğuran kadın da "Başkadın" olurdu. Padişah, küçük yaşlarda alınıp kendisi
için odalık olarak yetiştirilen körpe kızların tadına bakar ve beğenmediklerini boşuna haremde
tutmaz, biriyle evlendirip kendi hayatlarını yaşamalarına izin verirdi. Bu arada, haremde türlü
nedenlerle her yıl ölen veya dışarı verilen cariyelerden boşalan yerlere yenileri alınarak bu
düzen sürdürülürdü. Eğer hâlâ yerinde duruyorsa, cariyelerin koğuş kapısının iç tarafında asılı
duran bir Arapça kitabe, haremdeki cariyenin yaşamını bir tümceyle dile getirir özelliktedir:
"Ey kapıları açan Tanrım, bize de kapıları aç!"
*
Bazı padişahların kadınlarını delice sevdikleri görülmektedir. Bunlar arasında,
Kanuni'nin Hürrem'i, 2. Selim'in Nurbânu'su, 3. Murad'ın Safiye'si ve Deli İbrahim'in
Telli Haseki'si ünlüdür.
Ancak, içlerinde hiçbiri 1. Abdülamid'in başkadını Ruhşah Hatice Kadın gibi
padişaha naz yapmış olamaz herhalde. 1. Abdülhamid sevgili Ruhşah'ına deli gibi âşık
olmasına rağmen, kadını uzun bir süre yatağına gelmeye razı edememiş. Padişah,
yalvarmalarla dolu mektuplarında içine düştüğü acıklı durumu şöyle anlatır:
"Ruhşahım! Hamid'in sana kurban ola... Sana bende olmuş bir kulunum, ister bana
vur, ister öldür, sana teslimim. Bu gece gel, niyazımdır. Billahi sebebi illetim ve belki mevtim
(hastalığıma ve belki ölümüme neden) olursun. Ayağın altına yüzüm gözüm sürerek rica
ederim. Kendimi tutamıyorum, billahil azim."
Bir başka mektubunda: "Abdülhamid'in Ruhşah'ına kul kurban olsun. Bir kusur ile
beni unutma! Benim bedenim toprak oluncaya ben senden geçersem, Allah layıkımı versin
efendim! Sen benim, ben senin, inşallah ömrüm oldukça birlikte oluruz. Nazik ayağına
yüzümü sürerek rica ederim."
Bu kadarıyla da yetinmiyor: "Abdülhamid'in canı Ruhşah! Benim ateşimi ve yalvarıp
yakarmamı söndürürse ancak senin büyük acıyışın söndürür. Sen bana bu vaktimde
acımazsan kim acır. Hamid sana kurban olsun, teşrifinle kulunu ihya eyle!"
Ruhşah Kadın da pek nazlı ve inatçı kaçışına her gece devam ettikçe, Abdülhamid
küplere biniyormuş. Ama ne var ki, kadını saraydan çıkarıp başkalarına yâr etmek
istemediğinden, tekrar hırsla kâğıt kaleme sarılıp döktürürmüş:
"Fesuphânallah, ben kulun siz efendime bu kadar özlemle istek duyduğum halde
geceleri fıraşımıza (yatağımıza) gelmemeğe sebep ne ola? Vallahi, her gece sabahı çıkarırım!
Vallahi, sümme billahi benim halim pek fena oluyor. Billâ sabredicek halim kalmadı. Bu gece
kendimi güç tuttum. Ayağını öpeyim..."
Neyse ki sonunda Ruhşah Kadın nazlanmaktan vazgeçmiş ve Abdülhamid de her
gece yaşlılığının son demlerinde sabaha kadar yalvarmaktan kurtulmuş.

19
1. Abdülhamid tahta çıktığında, 49 yaşında cinsel bunalımları olan bir padişahtı.
Hekimlerine hazırlattığı kuvvet macunları bugün bile bilinmektedir. 64 yaşında felç olup
ölmesini bu macunları aşırı yemesine bağlayanlar vardır.
Abdülmecid'in ikinci ikbali Serfiraz Hanım'a olan tutkusu da bütün İstanbul'da
halkın dedikodusu olmuştu. Bu kadın Yıldız Kasrı'nda yaşar ve canı istemezse padişahı bile
köşke almazmış. Cevdet Paşa bunun hakkında şöyle diyor:
"Padişah, Serfiraz namında bir kadına tutuldu. Bu kadın istediği yerlerde gezip
tozardı, kimse de bir şey diyemezdi. Seyir yerlerinde ve Beyoğlu'nda ırz ve namusu hiçe
sayacak biçimde dolaşırdı. Şurada burada türlü rezaletler eder oldu..."
Serfiraz Hanım, 19. yüzyılın sonunda İstanbul'un en çok konuşulan kadını olmuştur.
Bir aralık Beşiktaş'ta Küçük Fesli diye bilinen bir Ermeni çocuğuna tutulmuş, ona çok para
ödemiş, rezaletleri dillere destan olmuş. Yıldız Kasrı'nda bu Ermeni delikanlısıyla gece
gündüz birlikte oluyormuş. Bu rezalete dayanamayanlardan bir Hırvat, Beyoğlu'nda Küçük
Fesli'yi sıkıştırıp tabanca ile yaralamış, ama öldürememiş. Bunun üzerine, ailesi Ermeniyi
Adalara kaçırmışlar. Bir ay sonra dayanamayıp tekrar geri döndüğünde de iki saraylı
tarafından Beşiktaş çarşısında dolaşırken öldürülmüş ve olay kapanmış.
Serfiraz Hanım, kendisini görmeye gelen Abdülmecid'i kabul etmeyip kızlarağası
Salih Ağa'ya: "Serasker Rıza Paşa'dan ruhsat teskeresi almış mı?" diye çıkışıp geri çevirmiş
padişahı. Abdülmecid de zorla kapıyı kırıp içeri girmiş ve neden açmadığını sormuş. Serfiraz
Kadın'ın yanıtı şöyle:
"Rıza Paşa gibi bir herif bizim edep ve terbiyemize memur olmuş. Bu suretle biz
edepsizmişiz demek oluyor. Edepsiz olanlar işte böyle edepsizlik dahi edebilirler!"
Abdülmecid, Serfiraz Hanım'dan çok çekmiş olmalı. Yaşamı boyunca giyinmeye,
süslenmeye, eğlenceye ve kadınlara olan düşkünlüğüyle bilinen padişahın Dolmabahçe
Sarayı'nı yaptırdıktan sonra içini bol para harcayarak Avrupa'dan getirttiği eşyalarla
doldurduğu ve her an içki içtiği söylenmektedir. İçip içip Çerkes güzellerinin ne âfet kadınlar
olduklarını bağıra çağıra anlatırmış. 2. Abdülhamid Han'ın annesi Tîrimüjgan Kadın'ın da
bir Çerkes olduğunu, Şapsih kabilesinden geldiğini söylerler. Ancak, bazı tarihçiler bu
kadının Esma Sultan'ın çalgıcılarından bir Ermeni oyuncu olduğunu öne sürerler.
2. Abdülhamid yedi yaşındayken annesi ölünce, Abdülmecid oğlunun devamlı
ağlamasına dayanamamış. Bir ay geçince, yine bir gece alışkın olduğu üzere içtikten sonra
oğluna uzun bir nutuk çekip hırkasının altına sıkıştırdığı gibi dördüncü kadını olan Perestu
Kadın'ın dairesine götürmüş. "Bak kadınım, sana güzel bir evlat getirdim" diyerek,
Abdülhamid'i hırkasının altından çıkarmış. Kadın Efendiye verip, oğluna "Bundan sonra
senin anan budur, öp bakalım elini" demiş. Ancak, "2. Abdülhamid'in Devr-i Saltanatı" adlı
eserde, Abülhamid'in analığına kötü davrandığını, "sarayda görevli hademelerle cinsel ilişkide
bulunuyor" diye onu Abdülaziz'e şikâyet ettiğini ve bu yüzden Perestu Kadın ile birbirlerine
girdiklerini okuyoruz. Kadın, bunun üzerine Nişantaşı'ndaki konağına çekilmiş. Ama, daha
sonra barışmışlar.
2. Abdülhamid'in "sübyancılığı" hakkında, Mehmed Reşad'ın başkâtibi Hâlid Ziya
Uşaklıgil, o pek ince İstanbul efendisi üslubuyla şöyle bir not düşmüş saray anılarına: "Bu
meyanda şehvani heveslerine pek mağlup olduğuna dair türlü hikâyeler işitilen bu
hükümdarın diğer emsali gibi kadın, daha doğru bir tabirle 'körpe kız' iptilası
zikrolunabilir..." 2. Abdülhamid Han hazretleri son ikbali Saliha Naciye'yi haremine
aldığında 62 yaşındaymış, kızcağız da 14'ünde!..
*

20
Bu arada, diğer padişahların da kadınlarını öldürttükleri görülmektedir. Örneğin
Kanuni, nöbetine gelmeyen Gülfem Kadın'ı, Fatih, kadınlarından İrene ile Anna'yı, 2.
Mahmud Peykidil Kadın'ı öldürtmüştü. 2. Abdülhamid ise bir iftar gecesi Servetsezâ
Kadın'ı zehirletmiştir. 3. Murad öldüğünde, ondan hamile kalan yedi cariye, çuvallara konup
denize atılarak boğdurulmuş. 3. Mehmed oğlu Mahmud ile birlikte annesini de
boğdurtmuştur.
Padişah, istediği kadınlarını geceleri nöbetle kabul ederdi. Nöbetin düzenlenmesi ve
uygulanması işiyle Haznedar Ustası uğraşırdı. Nöbet sırası gelen kadınların eğer padişahla
birlikte olmak istemediği bir an olursa, başlarına ne geleceğini Kanuni açıkça belirtmiştir.
Hürrem Sultan öldükten sonra, kadınları içinde en çok Gülfem Hatun'u severmiş. Artık çok
yaşlanan Kanuni'nin bir gece nöbetine her nedense bu hatun gitmek istememiş ve yerine
başkasını göndermiş. Kapıdan içeri başka bir kadının girdiğini gören Kanuni, sinirinden
sakalı titreyerek yatak odasından, "Bizim yatağımızı beğenmeyen ölür!" diye avazı çıktığı
kadar bağırarak Gülfem Hatun'un yazgısını çizivermiş hemen.
Sultanlarla evlenen damatlar, başka kadınlarla evlenemezler, cariyelerle düşüp
kalkmazlardı. Sultanın sözünden bir santim ayrılmazlardı. 1. Ahmed'in kızı, yaşlı Fatma
Sultan ile evlenen daha yaşlı Melek Ahmed Paşa, gerdek gecesinde Sultan "otur!"
demediğinden sabaha kadar ayakta beklemişti. İyi huylu olsun, geçimsiz olsun, damat bunlara
katlanmak zorundaydı. Damat, saray veya konaklara bir içgüveysi gibi girer, bir çeşit sığıntı
gibi yaşardı. Karısını boşama hakkı yoktu. Ama, Sultan kocasını beğenmezse ya da
geçinemezse hükümdardan izin alarak onu boşardı. Hükümdar da damada çok kızarsa onu
damatlıktan attığı olurdu. 5. Murad'ın kızı Hatice Sultan, Naime Sultan'ın kocası
Kemalettin Paşa ile sevişince, 2. Abdülhamid, Kemalettin Paşa'yı damatlıktan çıkardı ve
Bursa'ya sürdü. Bu rezaleti duymayan kalmadığı halde, Hatice Sultan'ın kocası, eşini
boşamaya cesaret edemedi. Bu boşanma ancak 2. Meşrutiyet'ten sonra olabildi ve bu halde
bile boşanmayı Hatice Sultan yaptı...
5. Murad'ın kızı Hatice Sultan, 31 yaşına kadar hiç kimseyle evlendirilmemiş. Bu
yaşa kadar ancak dayanan Sultan, sonunda padişaha bir haber gönderip, "velev ki sarayın
haremağalarından birine verilecek olsa bile" bu zindandan kurtulmak istediğini belirtmiş. Gel
zaman git zaman, kızın kısmeti çıkmamış. Sonunda, 2. Abdülhamid çaresiz kalıp alaydan
yetişme, ne idüğü belli olmayan, oldukça çirkin, uzun boylu, pala bıyıklı sorgu memuru Vasıf
Bey adında birine paşalık verip Sultan'ı nikahlamış. Hatice Sultan adamı görünce kızmış,
"beni bu adama mı uygun gördü, istemem!" diye huysuzlaşıp eşini yatak odasına almamış,
selamlıkta yatırmış. Sonra da komşusu Naime Sultan'ın kocasıyla gizliden sevişmeye
başlamış. 5. Murad, bu rezalet duyulduktan bir kaç ay sonra asabî şekerden ölmüş. Hatice
Sultan daha sonra da bir eğlence yerinde dolaşırken, kendisinden hayli küçük Rauf Bey
adında bir kâtip ile tanışmış ve onunla evlenmiş.
5. Murad'ın diğer kızı olan Fehime Sultan da ablasından aşağı kalmazmış. Üstelik
İstanbul'un işgalinde İngilizlerle epey macera yaşadığı belirtiliyor.
*
Harem'in yöneticileri arasında en çok dikkati çekenler "Haremağaları" ve "Kızlar
Ağası"dır. Bunlar, hadım edilmiş siyah ve beyaz erkeklerden oluşurdu. Osmanlı hareminde ilk
zamanlarda akağaların fazla, siyah ağaların daha az olduğu sanılmaktadır. Genişleme
zamanında, "ak hadımlar" daha çok esirler arasından seçilmekteydi. Fakat bunlar
dayanıksızdılar, üstelik hadım edildikten sonra çoğu ölüyordu. Bunun üzerine "zenci
hadımlar"ı denediler. Zenciler genellikle esir tüccarları tarafından Mısır, Habeşistan ve Orta

21
Afrika'dan getiriliyordu. 16. yüzyılın sonlarında, haremde 600-800 kadar hadım olduğu
belirtilmektedir.
"Kızlar Ağası" sarayın bütün iç ve Harem halkının başıydı. Derecesi
Şeyhülislam'dan ve Sadrazam'dan sonra gelirdi. Zenci hadımağaları, 16. yüzyılın ikinci
yarısında Harem'in yönetimini ele geçirdiler ve 17.-18. yüzyıllarda devlet yönetimini ellerinde
tutacak kadar güçlendiler.
Haremağalarının cariyelerle olan ilişkisini 2. Süleyman zamanında yaşamış olan
Silahtar Ağa şöyle anlatır:
"Harem-i Hümâyun'da olan kadınlar ile tavşi (hadım edilmiş) Arap taifesi âşık ve
mâşuk olurlardı (sevişirlerdi). Her biri nöbetçi olarak içerde kaldıkça, bazı edepsizlikleri
padişah hazretlerinin de malumu olurdu..."
2. Mahmud zamanında, üç ak hadımağasının erkeklik organlarının oluşup geliştiği
anlaşılınca, bunlar saraydan uzaklaştırılmıştır. Zenci haremağalarıyla sevişen cariyeler
arasında, sonradan çırak edilip satılarak saray dışında normal erkeklerle evlendirilenlerin türlü
nedenlerle kocalarıyla geçinemediklerini de görüyoruz.
Harem'de kadınlararası cinsel ilişkilerin ne denli yaygın olduğu hakkında belgesel bir
kanıt yok sayılır. Ancak, Topkapı Arşivi'ndeki 4002 evrak no.lu bir mektup ilginçtir. Bu
mektubu Feleksu adlı bir cariye, yaşlıyken evlenen bir hanım sultana yazmıştır.
Eşcinsel ilişkiler yalnız Harem içinde ve kadınlar arasında olmamıştır. Osmanlı
toplumunun saraydan halka kadar her kesiminde, padişahtan yeniçeriye kadar her sınıfında
eşcinsel ilişkinin varlığı bilinmektedir. Bu konuyu, Harem olayları kadar çeşitli ve zengin
olması bakımından, gelecek ayki bölümde ele almaya çalışacağız...

20. yüzyıl başında yapılmış bir ziynet kutusu kapağından detay

22
Bir kopyası Türk ve İslam Eserleri Müzesi'nde bulunan Ata'î'nin Hamse adlı eserinden alınma
bir minyatür (19. yüzyıl)

Bölüm 4
Eşcinsellik

23
Bugün, dünyanın birçok ülkesinde "eşcinsellik" üzerine araştırmalar yapılmakta, bu
konu enine boyuna tartışılmaktadır. Dünyanın her yerinde ve her zaman varlığını sürdürmüş
olan ve hâlâ da sürdüren eşcinselliğin bizim tarihimizde hangi aşamalardan geçtiğini
araştırdığımızda, atalarımızın dönem dönem bu konuyu bir ölçüde hoşgörüyle karşılayıp,
güzel sanatlardan edebiyata kadar her alanda işlemiş olduklarını görüyoruz. Günümüz
toplumunda ise, aynı konu küfürler ve ciddiye alınmayan gençlik sorunları arasında bir yere
sıkışmış kalmıştır. Ayrıca, Osmanlı dönemindeki eşcinsel ilişkiler üzerine, 60 yıllık
Cumhuriyet tarihimizde ayrıntılı bir bilimsel incelemenin yayınlanmamış olduğunu da bu
araştırmamız sırasında üzülerek tesbit ettik.
Sağlıklı bir toplumun - yalnız bedensel sağlığı yerinde insanlardan değil - aynı
zamanda cinsel sorunlarını çözümlemiş bireylerden oluşacağı, cinsel sorunların çözümünün
ise ancak bunları tarihi gelişimleri içinde kavramakla mümkün olacağı inancıyla, Osmanlı
toplumundaki "cinsel yaşamda sapmalar" konusuna eğiliyor ve geçen aylardaki "Harem"
gezimizden sonra, dizimizin bu bölümünde eşcinsellik konusunda geçmişten yankılanan
sedalara kulak vermeye çalışıyoruz.
Aynı dönem Hıristiyan Avrupası ile kıyaslandığında, cinsel açıdan çok daha sağlıklı
bir yapıya sahip olduğu izlenen bir toplumun bugününü anlamak için, geçmişi üzerine köklü
araştırmalara gerek olduğu kanısındayız. Dördüncüsünü yayınladığımız araştırma dizisi ile,
bu yolda küçük fakat önemli bir adım attığımıza inanıyoruz.
*
Dört ciltlik "Künh-ül Ahbar" adlı tarih kitabıyla ün yapmış Gelibolulu Mustafa Ali
Bey, "Divân"ında 16. yüzyıldan şöyle sesleniyor bize:
"Zenne rağbet eder mi âkil olan,
Tab-ı Ali civâne maildir."
"Aklı başında olan kadına eğilim gösterir mi? Ali'nin yaradılışında delikanlı gence
yöneliş vardır" diye kendisini örnek göstererek öğütler veren bu bilim adamına, 17. yüzyıldan
Hıfzı'nın da şu ilginç deyişiyle eşlik etmesi bir cinsellik anlayışını yansıtmaktadır:
"Zenne meyl eylemeyen,
kaht-ı recûl olsa bile!"
"Hiç erkek kalmasa bile kadına gönül veremem!" Divan Edebiyatı'mızın
sembolizmine ışık tutmak için, bir ozanımız da yüzyıllar öncesinden kadınlara karşı olan
genel tutumu şöyle özetlemiş:
"Şairiz şeyn verir şanımıza,
Giremez fâhişe divânımıza."
Aralarına cinsel ilişkide kadın girince ününe leke sürülen bu ozanların kadınlara
güvenemediklerini görüyoruz. Fatih'in hocası Akşemseddin'in oğlu Hamdullah Hamdi'nin:
"Er isen avrete inanma âhi,
Avret al etti enbiyaya dahi"
"Erkeksen kadına inanma arkadaş. Kadın, peygamberlere bile hile yaptı" şeklindeki
bu deyişinin özünde de aynı kuşku vardır. Bu örnekleri çoğaltmak kolay, ama bir toplumda
kadına karşı böylesine ters duyguların rağbet görmesini anlamak zordur.

24
15. yüzyılda, 2. Murad'ın emri üzerine Mercimek Ahmed'in Farsça'dan çevirdiği
Keykâvus'un "Kâbusname"sinde kadınlar hakkında daha değişik açıklamalar vardır:
"... ve yaz olunca avretlere meylet ve kışın oğlanlara, ta ki bedenen sağlam olasın.
Zira ki oğlan teni sıcaktır, yazın iki sıcak bir yere gelirse teni azıtır ve avret teni soğuktur,
kışın iki soğuk bir yere gelse teni kurutur vesselam."
2. Murad önce bu anlatımdan bir sonuç çıkaramamış ve çevirinin kötü olduğuna karar
verip İlyasoğlu Mercimek Ahmed'e çok dikkatli çevirmesini öğütlemiş. Sonuç yine aynı:
Yazın kadınlara, kışın da oğlanlara meyledilecek. Çünkü, sıcak-soğuk sorunu var. Fakat,
hamamların oldukça sıcak olmasına rağmen, oğlanlarla hamam sefası yapmaya bayılan
şairlerimizin azıtıp azıtmadıkları pek belli olmuyor.
"Sen kaplucanın zevkine bak, var mı nazîre
Götgâh temaşasına gel sen, havz-ı kebîre."
diyerek coşan Haşmet'in çağrısına koşanlardan Enderunlu Fâzıl, gördüğünü şöyle anlatıyor:
"Ol şehin ru-tab iken gördüm beğendim bir yerin,
Mu-miyanından öte zanudan-ü pa'dan beri."
Parlak yüzlü gencin ince belinin arkasında, dizinden yukarıdaki kısmını beğenmiş olan
Fâzıl'ın hamamda gördüğü bir başka olayı tasviri de şöyle:
"Ahmed ağa ki anın kameti bala (boyu uzun) amma,
Vericek vasla rıza (birleşmek isterken) geh uzanur geh kısalur."
Ahmet Ağa'nın hamamda ne yaptığını ayrıca açıklamaya gerek kalmıyor...
Eskilerin hamamla ilgili bir deyişi vardır: "Arife gecesi hamama gidilmez, yoksa
Bedevi Topuna girersin!" M. Zeki Pakalın, "Osmanlı Tarih Deyimleri" adlı kitabında
"Bedevi Topu"nu şöyle anlatır:
"Bedevi ayinleri yalın ayak, başı açık, belden kuşakla sıkılmış bir entariyle soyunuk
yapılırdı. Zikrin en ateşli sıralarında birbirlerine sarılarak ortalığı sarsan bir heyecanla
yaptıkları ayin için Bedevi Topu denir. Top haline geldiklerinde, birbirlerine arkadan ve
belden sarılırlardı. Olgun çağlardaki dervişler, taze genç dervişlere sarılırlar, en güzel
delikanlıları da topun ortasına geçirirlerdi. Mecâzi aşk adı altında, avami aşkın ilişki yoluna
pervasızca saptıklarını söyleyenler vardır."
Hay-huy arasında zikredenlerin, tekkelerde "ayin yapıyoruz" bahanesiyle çırılçıplak
soyunup birbirlerinin arkasına geçmelerinin, kuşkusuz ne dinle ne de imanla bir ilişkisi vardır.
*
Osmanlı padişahları, özellikle genişleme devrinde, İran'a sefere gidişlerinde hep bir
yenilik bularak dönmüşlerdir. Evliya Çelebi, "Seyahatname"sinin 1. cildinde, 4. Murad'ın
İran seferinde Revan Kalesi'ni ele geçirirken, aynı zamanda ilerde kendisine oğlancılık
konusunda büyük zevkler tattıracak bir Acem de bulmuş olduğunu yazar. Bu ünlü kale
kumandanı, daha sonra Padişah'ın en gözde adamları arasında sayılan Emirgûneoğlu Yusuf
Paşa adını alan bir eşcinseldir.

25
Padişah, bu adama olmadık
bağışlarda bulunmuştur. Boğaziçi'ndeki
şimdiki Emirgan semtine adını veren
Emirgûneoğlu'nun, zamanında koruluk olan
bu bölgede yaptırdığı konağında İstanbul'un
en hararetli âlemleri düzenlenmiştir. 4.
Murad yanına Musa Çelebi, Silahtar
Mustafa Paşa gibi azılı eşcinselleri de
alarak Emirgûneoğlu'nun konağında
oğlanlarla birlikte sabaha kadar oturak
âlemleri düzenlermiş. Evliya Çelebi,
Emirgûneoğlu Yusuf Paşa'nın oğlancılık
sanatında ender becerilere sahip bir adam
olduğunu belirtir.
Oğlanlardan söz ederken, saray
teşkilatında önemli bir yeri olan
"içoğlanı"nı da tanımak gerekir. Yıldırım
Bayezid zamanında, Padişah'a Hıristiyan
oğlanlar bulup içki âlemleri düzenleyen
Olivera Despina'nın devrinde, içoğlanı
denilen bir sınıf türemiştir. Avrupa
seferlerinde, savaşlarda ele geçirilen yabancı
çocuklardan en güzelleri seçilerek padişahın
"özel hizmeti" için hazırlanırdı. On sene
haremağalarının denetiminde yetiştirilen bu
oğlanlar, dikiş dikmek, yama yamamak,
çalgı çalmak, oda hizmeti gibi işlerde
eğitilirlerdi. Saten, atlas ve sırmalı
kumaşlardan elbiseler giyen bu oğlanların,
haremağalarından daha başka ne gibi özel
hizmetler öğrendiklerini bilemiyoruz. Bu
çocukların eğitim gördükleri yerlerden biri
de, bugünkü Galatasaray Lisesi'nin
bulunduğu binadır.
*
Seferlerde ele geçirilen çocukların
"devşirme" yöntemi ile ordunun "yeniçeri"
ocağında yetiştirildiği devirlerde de eşcinsel
ilişkiler yoğunluk kazanmıştır. 16. yüzyılın sonlarına doğru iyice bozulan Yeniçeri teşkilatı,
üçyüz yıllık varlığı boyunca türlü rezaletlere sebep olmuştur.
Devşirme yönteminin kaldırılmasından sonra yeniçeri ocağına alınan oğlanların
"köçek", "civelek", "peçeli" gibi orduyla, savaşla ilgisi olmayan sınıflara ayrıldığını görürüz.
Reşat Ekrem Koçu, civeleklerin kıvrak, cazibeli, alımlı ve kabına sığmaz delikanlılardan
seçildiğini söyler. Yeniçerilerin kışlalarından çıkıp bekâr odalarında yatmaya başladıkları
devirlerde, "... civelekler de müstakbel yoldaşlık yakınlığıyla, namzedi olduğu ortamın pençeli
bir kabadayısını kendisine hâmi bilerek, o haytanın koltuğuna sığınır ve onun odasında ve
yanında yatarak adeta gönüllü uşağı olurdu. Bunlar, falan ağanın, filan çorbacının civeleği
diye anılırlardı."

26
Alemdar Mustafa Paşa zamanında iyice çığrından çıkmış olan bu teşkilatın içine
türlü düzenbazlıklarla girmiş bir sürü serseri ve başıbozuk ayak takımı türemişti. Paşa'nın
sadaretinde, biri kahveci olmak üzere, üç yeniçeri Ahırkapı civarında sur üzerindeki bir
kahvehaneye yerleşmişler.. Yine bir akşam oradan geçen yorgancı esnafından taze bir civanı
zorla çekip içeri almışlar. Sabaha kadar zorla bu gence rakı içirip oynatmışlar ve sonra da
sırayla ırzına geçip sabah vakti, "var git selametle!" diye alay ederek kapı dışarı atmışlar.
Talihsiz delikanlı olayı babasına anlatmış, babası da sinir içinde oğlunu alıp sadrazama
şikâyete gitmiş. Alemdar Mustafa Paşa olanları duyunca hemen gidip kahvehaneyi basmış
ve yeniçerileri olay yerinde astırmış. Kahvehaneyi de olduğu gibi denize yuvarlatmış.
Meyhanelerde delikanlıları oynatıp eğlenmek, bir devrin en sık görülen olaylarındandı.
"Köçek" adı verilen bu erkek oyuncular genellikle kadın elbisesi giyerek, seyredenleri
çılgına çeviren cilvelerle dans ederlermiş.
Reşat Ekrem Koçu köçekleri bize şöyle anlatır:
"Genç ve yakışıklı delikanlılar meşkhanelerde (musiki öğretilen yerler) veya
oyunlarıyla ün yapan köçeklerin yanında, uzun zaman çalışmak suretiyle yetişirlerdi. Raksın
kendine göre birtakım usul ve kaideleri vardı: Kafa tutmalar, omuz titretmeler, bel kırmalar,
topuk çarpmalar, tırnak üstünde uçar gibi koşmalar... Köçeklerin bazen şehvetengiz kadın
elbiseleri giydikleri de olurdu. Raks, seyircileri çıldırtan bir temsildi: Müzikle gerilen sinirler,
güler yüzlü, kadın kıyafetli, kadın edalı yosmaların kışkırtıcı oyunlarından tahammülsüz bir
hale gelirdi."
*
Eşcinsel ilişkilerin yaygınlığı, ister istemez konunun gölge oyunlarında sergilenmesine
de yol açmıştır. Halk tiyatrosunun ünlü kahramanı Karagöz'ün Civan Nigar ile birlikte
hamamda basılmasına ilişkin sahneler, Evliya Çelebi'nin bile dikkatini çekmiş.
"Seyahatname"de bu oyun şöyle anlatılır:
"Nigar adındaki genç taze delikanlı, hamamda Karagöz ile birlikte çırılçıplak yakın
ilişki halindedir. Civan Nigar'ın ününü bilen Gazi Boşnak, hamamı basar ve Karagöz'le
Civan Nigar'ı suçüstü yakalar. Karagöz'ü çıplak bir halde, erkeklik organından iple
bağlayarak dışarı çıkarır."
Eşcinsel ilişkiler Meddah hikâyelerinde de yer alır. Eski İstanbul kahvehanelerinde bu
türden olanları sık sık anlatılırmış. Örneğin, 4. Murad devrinde geçtiği söylenen "Celal-
Cemal" hikâyesindeki iki çelebinin bir ziyafette tanışarak birbirlerine âşık olmaları ve
çevrelerindeki kişilerin onları birleştirmek için Boğaziçi'ndeki bir yalıyı bu işe hazırlamaları
en sık anlatılandır. Zaim Ahmed Ağa'nın Rumelihisarı'ndaki yalısında bu iki çelebinin nasıl
yalnız kalıp sabaha kadar birlikte oldukları konusu, dinleyicilerin en çok zevkle dinledikleri
bir bölümmüş...
Bir diğer meddah hikâyesi olan "Tanburi Bursavi"de de eşcinsellerin buluşma yeri
olan bir berber dükkânında karşılaşan iki Ahmed Çelebi'nin aralarındaki cinsel ilişki anlatılır.
Bu arada çelebilerden biri bir kadına meyledince, diğeri kıskançlığından onu bıçaklar.
*
Kadınlar arasındaki eşcinsel ilişkiler de Osmanlı toplumunda sık görülen bir durum.
Örneğin, tarihte "Cariye Olayı" adıyla geçen 19. yüzyıla ait bu tür bir ilişki, İstanbul'un kibar
aileleri arasında günlerce dedikodusu yapılan bir rezaletle sonuçlanmıştır.

27
Reşat Ekrem Koçu'dan öğrendiğimize göre, olay 1818'de geçmiştir. Kadınlardan biri,
Rumeli Kazaskeri Mekkizade Mustafa Asım Efendi'nin kızı ve Mekke Kadısı
Muradzade Mehmet Arif Efendi'nin eşi Lebibe Hanım; diğeri de, Reisülküttab Vasıf
Efendi'nin kızı ve Müderris Lofçalı Bekir Efendi'nin eşi Zaliha Hanım'dır. Kadınların her
ikisi de İstanbul'un kibar ulema ailelerinden gelmekte. Ancak, bu iki kadının evlilik yaşamı
mutsuzlukla geçmiş. Bu iki genç kadın, 1816'da Lebibe Hanım'ın yalısında tanışmışlar.
Zaliha, kiracı olarak komşu gelmiş ve birbirlerini ilk görüşte sevmişler. Kocalarında
bulamadıkları aşkı birbirlerinde bulmuşlar. Yalıları yan yana olduğu halde, dul Zaliha geceleri
Lebibe'sinin yanında kalmaya başlamış. Çok nazik olan Arif Molla, geceleri komşu hanımın
kendisine tercih edilmesini görmemezlikten geliyormuş.
Kadınlar bir süre bu ilişkiyi devam ettirmişler. Fakat, daha sonra kendilerine
benzemeyen üçüncü bir kadına gerek duymuşlar. Mekkizade, esir pazarına gidip bir Gürcü
kızı satın almış. R. Ekrem Koçu kızı şöyle tanımlar:
"Yüz güzelliği bir harikaydı. Uzun boylu, iri kemikli, büyük elli ve büyük ayaklıydı.
Perde arkasından yalnız ellerini ve ayaklarını gösterse, kız değil, taze civan yetenekli bir
kayıkçı sanılırdı."
"Sevici" denilen türden kadınlara sultanlar arasında da rastlanmaktadır. Örneğin, 1.
Abdülhamid'in kızı küçük Esma Sultan, gerek sarayda gerekse mesirelerde kalfaları,
ustaları ve cariyeleriyle birlikte olmaktan çok hoşlanırmış. 25 yaşında dul kalan ve çok zengin
olan bu sultan, evlendirilmekten kaçınmış ve yaşamı boyunca vaktini gözüne kestirdiği
cariyelerle geçirmiştir.
Sultan Mahmud, ablasının bu genç kız düşkünlüğünden bazen yakınırmış. Esma
Sultan'a, "Ya abla, sen eğer erkek olsaydın ben ne yapardım!" diye takıldığını söylerler. 2.
Mahmud, baş ikbali olan Hüsnümelek Hanım'ı, bu huyundan yakındığı ablasının gözdeleri
arasından seçmiştir. Esma Sultan, Hüsnümelek'i karşısına geçirip oynatmaktan pek
hoşlanırmış. Sultan Mahmud bir keresinde bu güzel rakkaseyi ablasına türlü cilveler yaparak
oynarken görünce, canı çekmiş. Esma Sultan da bu cariyesini kardeşine vermiş.
*
Anadolu'da eşcinsel ilişkilerin varlığını en çok dervişlerle ilgili açıklamalar arasında
görüyoruz. Örneğin Mevlana, oğlu Sultan Veled'i Şems-i Tebrizi'ye mürid olarak verirken:
"Oğlum ne esrar kullanır, ne de eşcinseldir." diyerek, diğerleri gibi olmadığını belirtmek
zorunda kalmıştır.
Öte yandan, Bektaşiler arasında özellikle Babagân kolundan olan "Mücerretler" hiç
evlenmezler ve kadınlarla ilişki kurmazlardı. Bunların kulaklarını deldirip küpe takmaları
yüzünden, Anadolu'da "küpeli sınıfından" olanlar arasında eşcinsel ilişkilerin geçerli olduğu
inancı yaygındı.
"Genç delikanlıların evlenme çağına gelmeden önce cinsel ilişki konusunda bilgi
edinmeleri için özellikle ustalaşmış bir oğlancıdan sevişme sanatını öğrenmeleri gerektiği"
inancı veya geleneği hakkında Güneydoğu Anadolu'da bazı yaklaşımların var olduğu
söylenmektedir.
Dr. E. Sümer'e göre: "Geleneksel toplumda, köy ve azgelişmiş bölgelerde erkek
çocuğa cesur, atılgan, erkekliğiyle mağrur olma öğretilirken, kız çocuk korkak, utangaç,
çekingen yetiştirilir... Anneye bu kadar uzun süre yakın olan erkek çocuğun erkek kişiliğini
kazanması kolay değildir. Üstelik, anne, erkek çocuğunu kendi eksikliğini tamamlayan bir
parçası olarak görüp ondan ayrılmasını ve onun büyümesini bilinç dışında istemez... Kızlar
ırza geçilme, erkekler ise homoseksüellik korkusu içinde yetiştirilir."

28
Böylesine bir tablo içinde gelişmiş olan toplumun eşcinsellik üzerine ne gibi
düşünceler besleyeceği ve gerçekte hangi denemelerden geçmiş olabileceğini araştırmak
uzmanlara kalmıştır. Yüzyıllar öncesinden bu konudaki düşüncesini belirten Mevlana
Celaleddin Rumi'ye bırakalım son sözü:
"Cinsiyet nedir? Bir çeşit bakış. Bununla, bir cinsten olanlar birbirlerine yol bulur,
birbirlerine kavuşurlar. Tanrı birisine verdiği bakışı sana da verirse, sen de onun cinsi
olursun. Erkekte kadın huyu oldu mu puşt olur, namussuzluk eder. Kadına erkek huyu verdi
mi, kadın kadını arar, sevici olur..."

Bölüm 5
Eskiden Hoşgörü Vardı

Günümüz toplumunun sosyo-ekonomik gelişmesinde tarihsel


geçmişinin önemi ne kadar değerliyse, cinsel konulara yaklaşım
biçimimizde de tarihin ışığında daha sağlıklı ve daha hoşgörülü
olabilme imkânımız var. Bu özellik başka toplumlarda bizdeki kadar
yapıcı ve verimli bir nitelik taşımıyor. Biz ise geçmişimizdeki
zenginliklerin farkında değiliz.
Cinsel sağlığa kavuşabilme konusunda, doğunun batıya
oranla şansı daha fazla. Biz bunu araştırmamızda gördük. Size de
gösterebildiysek, görevimizi yerine getirmişiz demektir...
*
Kanuni'nin ölümüne kadar, Osmanlı Devleti daima en
büyük ve en güçlü olmanın zevkini tatmıştır. Bu duygu, o
dönemlerde imparatorluk içinde yaşayan en basit köylüde bile yerleşmişti. Kurulu düzen iyi
çalışıyordu, bolluk getiriyordu. Avrupa'da Haçlı Seferleri'nin perişan ettiği yoksul halk
engizisyonun elinde kıvranırken, Osmanlı Devleti dine dayalı bir yönetimle halkın yaşamını
düzenliyordu.
17. yüzyılın başına kadar devlet düzeni iyi çalıştı. Sürekli savaşılıyor, toprak
kazanılıyor, ganimet toplanıyor ve zenginlik artıyordu. Tarım ekonomisiyle askeri teşkilatı
birlikte götüren "tımar" sistemi bozulana kadar her şey iyi gitti.
*
Osmanlı toplumunda, sarayda yaşayanlar ile "şehirliler" ve "köylüler" üç farklı yapı
oluşturmuştu. İlk üç yüzyıl boyunca bu farklılık kuşaktan kuşağa kendisini korudu. Bu arada,
cinsel alanda her kesim kendi yapısına göre şekillendi. Sarayın cinsellik açısından en çok
dikkati çeken bölümü kuşkusuz Harem'di.
Mimar Cengiz Bektaş'ın Topkapı Sarayı'na ait planlar üzerinde bize verdiği bilgiye
göre, padişahın gönül eğlencesi için yaptırıldığı zannedilen Harem dairesinin aslında çok ince
bir hesaba dayandığı ortaya çıkıyor:
"Harem dairesinin bölünüşüne dikkat edilirse, sultanın bulunduğu yerle cariyeler
kısmı arasında Valide Sultan'ın odaları yer almaktadır. Bunun sebebi de, Valide Sultanın

29
haberi olmaksızın padişahın herhangi bir cariye ile ilişki kurmasını önlemekti. Halbuki biz
zannederiz ki, vur patlasın çal oynasın, padişah dilediğini yapıyor... Haremi yanlış
yorumluyoruz.
Bir mimar olarak bu planı gördükten sonra, sultanın istediği cariyeyle ilişki
kuramayacağını anlıyorsunuz. Yıllarca Topkapı Sarayı'nda incelemeler yapmış olan Mualla
Eyüboğlu'nun düşüncesine göre, Harem bir çeşit okuldu. Burada cariyeler yetiştiriliyor ve
vezire veya Anadolu'ya tayin edilen valilere eş olarak veriliyordu. Böylece saraya bağlı
olarak bir çeşit 'entelijans' servisi kurulmuştu. Dolayısıyla, her zaman her şeyden haberdar
olunuyordu."
Sarayda yaşayanlar sayıca daha az, ama cinsel olay açısından daha hareketli bir ortam
içindeydiler. 2. Selim'e kadar olan ilk dönem için, cinsel bunalımdan söz etmek bile yanlış
olur. Şehirli sınıfı, örnek olarak kendine saray düzenini seçmişti. Köylerde ise, eski Türk
geleneğinin dıştan etkilenmeksizin devam ettiği söylenebilir.
Şehirliler, hareketli siyasi yaşamın başarılarından etkilenmiş ve getirilen kölelerle
köşkler ve konaklarda kalabalık bir aile düzeni kurmuşlardı. Bu ortamda yetişen bir delikanlı,
ilk cinsel deneyimini "odalık" sayesinde kazanarak evliliğe hazırlanırdı.
Kendi mesleğiyle ilgili olarak, sayın C. Bektaş'dan eski Türk evlerinde bulunan bazı
ilginç özellikleri sorduğumuzda da şu bilgileri aldık:
"Türk evinin en belirgin özelliği, yatak odasına açılan kapının yapılış biçimindedir.
Kapı açıldığında, odanın içini görmek mümkün değildir. Önce ya bir aralıktan veya dolabın
içinden geçersiniz, ya da kapı faresî, yani ters açılır. Sebebi de, odanın içinde herhangi bir
haldeyken, eğer çocuk içeri girerse birden içerisini görmesin diyedir. Erkeğin entari giymesi
de bundandır, birden toparlanması için.
Türk evlerinin bir başka özelliği de, yatak odasında seki altı denilen kısımda bir dolap
içinde bulunan 'yunmalık'tır. Buna bazı yerlerde 'gasilhane'de denir. İçerisi çinko kaplıdır ve
oturacak bir tabureyle birlikte temiz su dolu bir kova bulunur burada daima. Bu iki gelenek
Osmanlı yaşama biçimine aittir."
*
17. yüzyılın başlarında görülen büyük çaptaki ayaklanmaların temelinde, köylünün
mal ve can tehlikesi içinde olması vardır. Köylerden kaçanların büyük bir kısmı şehirlere göç
etti. Böylece, şehirli sınıfla köylü bir arada yaşamak zorunda kalmıştır.
Şehirlerde nüfusun artmasına ve beslenme sorunlarına sebep olan köylüler, en kötü
şartlarda yaşıyorlar ve toplumun en alt düzeyindeki işlerde çalışıyorlardı. Bu dönemde, kent
yaşamı yeni bir sorunla daha karşılaştı. Gittikçe yaygınlaşan fuhuştu bu...
*
Osmanlı toplumunda "bekârlar"ın cinsel yaşam üzerindeki etkileri de bu dönemde
ortaya çıkar. Köylerden şehirlere, özellikle İstanbul'a, "taşı toprağı altındır" diye gelen işsiz
güçsüz köylülere bu ad verilmiştir. Bazıları yanlarına oğullarını da alarak şehre göç eder ve
bir iş bulma ümidiyle başıboş gezinirlerdi.
Bunlar şehrin her yerinde yerleşebilme imkânından yoksundular. Kendileri için
ayrılmış "bekâr hanları" ve "bekâr odaları"nda yatıp kalkarlardı. 18. yüzyıla kadar şehrin
güvenlik teşkilatının kontrolünde tutulan bu yerler, daha sonraları her türlü kepazeliğin yuvası
haline gelmişti.

30
Devşirme kanunu kaldırıldığında, İstanbul'daki bekârların hemen hemen hepsi
Yeniçeri Ocağı'na girdi. Şehrin ayak takımı olarak bilinen bu eşkiya ruhlu insanlar, fuhuş ve
eşcinsel ilişkinin yayılmasında etkili olmuştur.
Ahmet Rasim, "Baskın" adlı makalesinde şöyle diyor:
"Yeniçeriliğin son yıllarında, bu asker ocağı bir haşarat haline gelmiş ve kayıkçı,
mavnacı, hammal gibi berâk uşakları yeniçeri yazılıp, Bahçekapı iskelesi ve civarını türlü
fuhuş ve rezaletin sokaklara taşdığı bir semt haline getirmişlerdi.
Kayıkhaneler ve kahvehanelerin üzerinde bekar odaları bulunurdu. Buraya 'Melek
Girmez Sokağı' denmişti. Veba salgını çıkınca buralara baskın yapıldı ve kapatıldı."
*
Devrin tarihçileri, şehir hayatına yerleşen fuhşun evler dışında her yere yayıldığını
anlatırlar:
"İstanbul surlarının harabelerinin içindeki inler, kovuklar, cami ve mescid
avlularındaki ayak yolları, sahiplerinin para karşılığı göz yumması sonucu bostanlar ve çiçek
bahçeleri, kayıklar, sandallar, duvarsız mezarlıklar çeşitli fuhuş yerleri olmuştur.
Ayrıca türlü suçlardan hapse giren gençler sübyan ve çocuk olmadığı için, verildikleri
koğuşlarda ağır cezalara mahkum olmuş müthiş adamların pençesinden kendilerini
kurtaramamış, iffetlerini koruyamamışlardır."
Şehir mahallelerinde halkın huzurunu bozan bu ayak takımının sebep olduğu gizli
fuhuş olaylarını önlemek için pratik bir yöntem geçerliydi. Mahalle halkı, kendi namusunu
korumakla vazifeli sayılmıştı. Mahalle içinde olup bitene dikkat edilir ve şüpheli görülenlerin
evi subaşı ile mahalle imamının ardında bir alay insan ile bir gece basılırdı. Devlet, baskınları
her zaman desteklemiştir. Baskınlarda yakalanan kadınlara verilen ceza, şehir dışına
sürülmekti.
*
Şehirlerde fuhşun artmasına sebep olan nüfus patlaması, işsizlik ve köyden gelen
bekârlar ordusuyla başa çıkmanın en kestirme yolunu devlet otoritesinde arayanların çabaları
var bu arada.
17. yüzyılın ortasında, Osmanlı ülkesinde bir tek gerçek vardı. Bunca yıllık
imparatorluk, en güçlü devlet olabilmeyi kendi geleneklerine bağlı kalmakla başarmıştı.
Öyleyse, eski gücüne kavuşması için eski kurumların işlerliğini sağlamak yeterli olacaktı. 4.
Murad'ın reformist hareketleri bu arayışın en başarılı örneğidir o devirde. Danışmanı Koçi
Bey'in öğütleri, "geleneksel Osmanlı kurumlarının üstünlüğü" ilkesine dayanmaktaydı.
Halkın gözünde bir "deli" olan Sultan İbrahim zamanında, saraydan ümidini kesenler
çoğunluktaydı. Babasının devrinde İstanbul'dan tekrar kırsal kesime kaçan köylü göçmenler,
şehirde edindikleri uyumsuzlukları da beraberlerinde taşımışlardı. Bu arada, Anadolu halkının
cinsel yaşamında büyük bunalımlar yaratan Celali İsyanları tekrardan ortaya çıkmıştı.
*
Anadolu'da halk bir yandan açlık ve eşkiya baskınıyla çılgına dönerken, devletin
mecbur tuttuğu vergiyi ödemekte de kusur etmiyordu. İşte bu vergilerle, İstanbul'un en gözde
yeri olan Kağıthane'de yeni bir eğlence başladı.

31
3. Ahmed'in sevgili sadrazamı Damat İbrahim Paşa, Sadabad Kasrı'nı yaptırarak
Lale Devri denilen çağı başlattı. Kasrın yapımında, Yirmisekiz Mehmet Çelebi'nin Paris'ten
getirdiği Fontainebleau Sarayı resimleri model olarak kullanıldı.
Bütün bu savurganlık ve zenginlik gösterisi yalnız İstanbul'da, padişah ve çevresindeki
yönetici sınıfın kapıldığı bir hastalık gibiydi. Ama, kültür açısından İstanbul'u ihya etti bu
hastalık. Mimarinin en zevkli ve ince sanat eserleri, edebiyatın en lirik terennümleri bu devre
aittir denebilir. Birçok yabancı eser tercüme edildi. Özellikle Fransa'nın toplum yapısını
tanımak için Mehmet Çelebi gönderildi. İstanbul'da ilk matbaa kuruldu.
Lale devrinin kaymağını yiyenler, yaz geceleri çırağan gösterilerinde, kış geceleri de
helva toplantılarında diz dize göz göze oturup masumane edebi sohbetlerle vakit
geçirmiyorlardı herhalde. Nedim, bir şiirinde şöyle der:
"Helvalara söz yok hepsi nazik ü şirin.
Hoş cümlesi ammaki efendim lebi dilber!"
"Helvalar iyi güzel de, amma yok mu o dilberin dudağı." İşte, aklı kalmış Nedim'in bir
kış gecesi o meclisde tattığında. Zengin sınıftaki bu genel davranış değişikliği, alt sınıflarda
da artan kahvehane ve meyhane sayısıyla kendini belli ediyordu.
*
Lale devri ile birlikte, Osmanlılarda batıya yöneliş başlamıştır. Matbaanın gelişiyle
basılan kitaplar bu akımı hızlandırdı. Bundan sonraki iki yüzyıl boyunca, Osmanlılar batı
dünyasından getirdikleri teknik uzmanlar ve Avrupalı danışmanlardan medet umma yolunu
seçtiler. Sonuçta da imparatorluk yıkıldı...
3. Selim'in "Yeni Düzen"i (Nizâm-ı Cedîd), bu doğrultuda atılmış ilk büyük adımdır.
Askerlere verilmiş evlenme izninin kaldırılması ve kışlalarda yaşama mecburiyetinin
konulması sonunda bir ölçüde disiplin sağlanmıştı. Kırsal bölgelerden kaçan köylüler
şehirlerden atıldı ve geriye sürüldü. Bunların yatıp kalktıkları hanlar, meyhaneler ve
kahvehaneler kapatıldı. Bunların sebep olduğu cinsel olaylar da kendileriyle birlikte taşraya
aktarıldı.
3. Selim'in reformları, şehir hayatına bir ölçüde huzur getirmiştir. Onun devrinde
fuhşun birden azalması buna bir örnek sayılır. Fransa'da o sırada beliren ihtilalin yandaşları,
3. Selim'in desteğini kazanmayı başardılar. Kahvehanelerde Türkçe ve Fransızca broşürler
dağıttılar. İnsan haklarından, özgürlük, eşitlik ve kardeşlikten bahsettiler. İstanbul halkında bu
yeni ortaya çıkan garip (!) fikirler önce reddedildi. Kimse benimsemedi.
Avrupa'dan gelen bu yeni laik düşüncelerin Osmanlı toplumu için zararlı olduğunu
düşünen din adamları, yeniçerilerle birleşip bir isyan başlattılar. Tarihe Kabakçı Mustafa
adıyla geçen bir yeniçeri yamağının ardından koşturan binlerce eski düzen yanlısı, padişahı
tahttan indirdi.
Anadolu'da bu dönemlere ait sosyal ilişkileri, halk edebiyatında yer alan ozanlar
anlatmaktadır. Mesela, Köroğlu olarak bilinen 16. yüzyılda yaşamış bir Celâlî reisi vardır.
Devlete ve onun beylerine başkaldırmıştır. Halk geleneğinde Köroğlu, bir özlemi dile getirir.
Zalimleri cezalandıran, fakirleri koruyan, eşitlik ve adalet düzeni kurmayı deneyen ideal bir
kahraman olarak efsaneleşmiştir:
"Benden selam olsun Bolu Beyi'ne,
Çıkıp şu dağlara yaslanmalıdır.
Ok gıcırtısından kalkan sesinden,

32
Dağlar gümbür gümbür seslenmelidir.
Kırat köpüğünden düşman kanından,
Çizme dolup şalvar ıslanmalıdır."
Köroğlu'nda yansıyan zulüm ve haksızlığa başkaldırış, Aşık Kerem ile Aslı'nın
hikayesinde din ayrılığının getirdiği zorlamaya karşı olur. Ermeni keşişin kızı Kara Sultan
(Aslı) ile Isfahan şahlarından birinin oğlu Ahmet Mirza (Kerem) üzerine kurulu bir aşk
hikayesi olan bu örnek de cinsel alandaki din ve gelenek baskısını en lirik bir biçimde anlatır:
"Aldı Aslı:
İşte kırdım putum ile haçımı
Yedi yılda duydum senin acını
Şimdi nuş eyledim Hak din ilacını
Aman Kerem, beni rüsvay eyleme.
Aldı Kerem:
Yedi yıldır ne getürdün başıma
Genç yaşımda ağu katdın aşıma
Sâil oldum düştüm senin peşine
Zalim, seni nice rüsvay etmeyim."
Bugün, yine Anadolu'nun bağrından kopup gelen taşralı delikanlının şehir hayatına
uyum göstermeye çalışırken, "arabesk" denilen bir müzik türüne öncülük etmesinde bu âşık
edebiyatının ne kadar etkisi olmuştur bilinmiyor...
*
Osmanlı İmparatorluğu, II. Mahmud ile bir dizi reformları denemişti. Bazı yazarlara
göre, bu bir "uyanış"tı. Aslında, padişah tebaasını değiştirmek istemiştir. Ancak, Türk-İslam
kültüründen birdenbire Batı-Hıristiyan kültürüne geçiş zorlaması, halkı sudan çıkmış balığa
döndürdü.
Tanzimat, Türk geleneğinden ne alınabileceğini, neye ihtiyaç duyulduğunu
düşünmeden, herhangi bir ayırım yapmadan, yüzeysel olarak Avrupa uygarlığının dış
görüntülerini kopya etmişti. Bunun yanı sıra, Osmanlı düzeninin geleneksel kurumlarını
ortadan kaldırmadan, laik bir sistemi araya sokarak tehlikeli bir ikilik yaratmıştı. Bu da,
idareci sınıfla halk arasındaki uçurumu daha da derinleştirmişti.
Ziya Gökalp'e göre, Osmanlı medeniyeti ile Batı medeniyeti uzlaşamazdı. Ama, Türk
kültürü ile Batı uygarlığını birlikte yaşatmak mümkündü. Daha sonra, Cumhuriyet devrinde
bu görüş önem kazanmıştır.
*
Batı kültürüyle ilgili olarak, Osmanlı toplumundaki cinsellik anlayışı üzerine sayın
Halid Refiğ ile yaptığımız sohbette, kendisi düşüncelerini şöyle dile getirdi:
"Geçmiş ve bugünkü cinsel yaşayışımıza ait bilgiler, aydın katında genel bir yanılgı
üzerine kuruludur. Aydın takımı, Avrupa'yı ilim-irfan kaynağı olarak görür ve onları yanılmaz
kabul eder. Bizim her şeyimizin de yanlış ve kötü olduğunu zanneder.

33
Osmanlılarda İslam kültürü, Batı Hıristiyanlığı'na göre zaten daha hoşgörülü ve
doğal. Zaten, doğu-batı farkında doğunun üstünlüğü bu. Nehirler etrafında kurulmuş doğu
kültürleri, insanla tabiat arasında bir uyumu gösterir. Batıya bakarsak, batının hayatı
yağmaya, alışverişe dayanır. Her taraf taş, ziraat yok.
Eşcinselliğin olmadığı toplum yoktur. Her toplumun kendine göre manyakları,
sapıkları vardır. Ama, biz bir Marquis de Sade yetiştirmedik! Genel anlamda, Osmanlı
toplumu cinsel bakımdan sapık, hasta değildir. Aksine, Osmanlılar kendi dünyası içinde cinsel
bakımdan diğer toplumlardan daha olgun ve hoşgörüye sahiptir."
*
Dizimizin bundan önceki dört bölümünde, Osmanlı tarihindeki saray ve edebiyata
yansıdığı biçimiyle, cinsel alandaki ilginç olayları sizlere aktarmaya çalıştık. Amacımız,
Türk-İslam kültürüne sımsıkı bağlı, gelenekleriyle altı yüzyıl devam ederek Türkiye
Cumhuriyeti'nin doğmasına yol açan bir imparatorluğun, cinsel alanda geçirmiş olduğu
hassas dönemleri hatırlatmaktı.
Bu bölümde de ekonomik ve siyasi yapının imparatorluğun son üç yüzyıllık
döneminde cinsel yaşamı nasıl etkilediğini özetlemeye çalıştık. Cumhuriyet döneminde
gençliğin cinsel sorunları hakkında yapılan araştırmalardan çıkardığımız notlarla dizimizi
bitiriyoruz.
O. M. Öztürk, 1969 yılında Anadolu toplumuyla ilgili şu kanıya yer vermiştir:
"Anadolu toplumunda penise ve erkekliğe aşırı değer kazandıran toplumsal etkenler,
bir yandan erkekliğe ilişkin eğilimleri şiddetlendirir, diğer yanda erkekliğe ilişkin bilinçaltı
korkuları, örneğin penise zarar geleceği korkularını uyarır." Öztürk'le birlikte aynı Nöro-
Psikiyatri kongresinde bulunan E. Sümer'e göre de: "Kızlar ırza geçirilme, erkek ise
homoseksüellik korkusu içinde yetiştirilir."
Aysel Ekşi, "günümüz gençlerinin cinsel yaşantısı" ile ilgili kitabında şu sonucu
veriyor:
"Toplumun kadına karşı tutumu, kadının bilinçaltı davranışını ve onun kendi çocuk
yetiştirme şeklini etkilemiş olur. Bazen cinselliği tümüyle reddeder bir tutum içine girer.
Erkeklerin fiziksel yaklaşımını büyük bir tehdit olarak algılayan, cinsel bakımdan
olgunlaşmamış kızlar ortaya çıkmaktadır. Kızlarımızın büyük çoğunluğunun bu konudaki
sorunu ise, karşı cinsle arkadaşlığında kendisi için 'doğru'nun ne olduğunu bulabilmek
konusunda yoğunlaşmaktadır."
Araştırmamızın sonunda, toplumumuzun cinsellik konusunda neyin "doğru"
olduğunu bulabilmesi için, geçmiş tarihimizde yer alan sayısız örneği materyal olarak
kullanabilme şansına sahip olduğu kanısına varıyoruz. Altıyüz yıllık imparatorluk tarihi
cinsellik açısından incelendiğinde, Osmanlı toplumundaki cinsel hoşgörü ve sağlıklı yaşam
içgüdüsünün Türk gelenekleri ve İslam kültürüyle birlikte uyumlu bir sonuca varmayı
sağladığı görülecektir.
–––oOo–––

34
Önemli not: Bravo dergisinin talebi
üzerine 1983 baharında teslim ettiğim bu
yazı dizisi, aslında farklı bir özellik
taşıyordu. Ancak, derginin yayın
yönetmeninin marifetiyle, yayınlanırken
hem büyük ölçüde sansüre uğramış hem de
fikrî bakımdan çarpıtılmış oldu. Bu
yetmezmiş gibi, dördüncü bölüm
yayınlandığında, dönemin Kültür bakanı –
tam hatırlamıyorum, belki de M. Eğitim
bakanıydı – yayın yönetmenine telefon edip
azarlamış, "Nedir bu yayınladığınız uydurma
şeyler! Türk-İslam kültüründe bunlar yok,
tarihimizin şanlı sayfalarını yazın. Yoksa,
fena yaparım haa!..." diye. Bunun üzerine
etekleri tutuşan yayın yönetmeni, korku ve telaş içinde yeni bir beşinci bölüm hazırlatmış.
Dizinin yayınlanmasında yardımcı olanlar da benim vaktiyle vermiş olduğum asıl metnin
içinden pasajlar alıp kendi kafalarına göre eklemeler yaparak bir derleme uydurmuşlar.
Sonunda da beşinci bölüm olarak okuduğunuz garabet şey çıkmış ortaya. Aslında bu beşinci
bölümde, Osmanlı'dan bu yana Anadolu kültüründeki cinsellik anlayışını ve özellikle
Güneydoğu yöresini etkileyen çarpık Acem ve Arap alışkanlıklarını belgelerle birlikte ortaya
koymuştum. Anadolu'ya bestialite, homoseksüalite, ensest ve pederastinin nereden geldiğini
ve nasıl yerleşerek bugünkü durumun ortaya çıktığını belgeleyen iyi bir araştırmaydı. Hiçbir
paragrafını yayınlamadıkları gibi, maalesef verdiğim orijinal metni de sonradan yırtıp
atmışlar!
–––

35

You might also like