You are on page 1of 23

1

Bertaraf olacağım…
Prof. Dr. Ali Demirsoy, Hacettepe Üniversitesi

Tarihten ders almayanlar

17.08.2010 tarihinde Başbakanımız Tayyip Erdoğan, Çorum’da


yaptığı konuşmada “Ey hayırcılar, ey evet demek için girişim
yapmayanlar; yarın tarafsızlığınızın ya da karşı koymanızın bedelini
ödeyeceksiniz; biz de o zaman sizin yanınızda olmayacağız; bitaraf
olan bertaraf olur” diyerek TUSİAD, sendikalar ve Türkiye’nin önemli
kuruluşlarını tartışmanın içine çektiği gibi, bir devlet adamı kimliğiyle, bir
referandumda oyların rengini belirtmede devlet gücünü tehdit olarak
kullanmaya başlamıştır.

Adnan Menderes’i ipe götüren en önemli nedenlerden biri kurmuş


olduğu “Vatan Cephesi” olarak bilinen zırvadır. Radyolarda her
haberden sonra Vatan Cephesine girenler isim isim sayılıyor; sadece
Vatan Cephesine kayıt olanlara zor bulunan gazyağı, pil ya da araba
lastiği veriliyordu. Türk vatandaşlarının siyasi görüşü nedeniyle ciddi
şekilde bölünmesi ve siyasi görüşlerin kan davasına dönüştürülmesi
“Vatan Cephesi” ile başlamıştır. Ne yazık ki bugün bu mantık Evet-Hayır
cephesine dönüşmüş görünmektedir. Ne çabuk unuttuk… Geçmişi
sadece sonuçlarıyla değil, nedenleriyle anımsamak ve anlatmak bu
ülkeye hizmet olacaktır… “Bitaraf olan bertaraf olur. Yarın geldiğinizde
bizi yanınızda bulamayacaksınız” tehditleri ne anlama geliyor? Vatan
Cephesine girmez isen o devrin en zor bulunan gazyağını alamazsın
tehdidinden çok daha ağır bir tehdit olarak görülüyor.
2

Rahibe tartışması – utanç verici bir tablo

2010 Anayasa Referandumu için yapılan konuşmaların içeriği yeni


kurulmuş ilkel bir ülke için bile utanç vericidir. Bunlardan en ilgi çekici
olanı, doğru ya da yanlış yapılmış olmasını bir tarafa bırakırsak,
İstanbul’da Avcılar Belediyesi tarafından asılmış olan bir afişteki şu yazı
olmuştur: Eğer evet oyu verirseniz, kadınlarımız rahibeler gibi
giyinecektir. Bu sözcük üzerine kızılca kıyamet koptu. İktidar, nasıl bu
örtünmeyi rahibelerinkine benzetirsiniz diye ağzına geleni meydanlarda
savurmaya başladı. CHP, süklüm püklüm, çok büyük bir gaf yapmış
gibi, özür dilemeye kalkıştı ve belediye başkanı hakkında soruşturma
açacağını belirtti. Hiç kimse kalkıp da şu soruyu sormaya yeltenmedi.

1. Bu örtü rahibelerinkine benzemiyor da kimlerin örtüsüne benziyor;


söyler misiniz?
Bakınız:

http://www.richardpettinger.com/blog/archive/2007/01/25/nuns_story_dvd

http://ekonomistler.blogcu.com/turban-ve-esarp-baglama-sekilleri/8634037

2. Dini nedenlerle örtünmenin simgesi rahibelerdir.1 Şu anda İslam


dünyasında ya da diğer dinlerin birçok kesiminde kadınların –aynı
makastan çıkmış gibi- örtünmesi de bu nedene dayanmaktadır.
Yüzlerce belge ve şekil bunun böyle olduğunu gösteriyor. Geçmiş
kültürlerin sergilendiği çok sayıdaki müzelerimizin birine bir defa
uğramış olsaydılar böyle bir yanılgıya düşmezdiler. Tarih bize bu tip
örtünmenin semavi dinlerden bile çok eskilere dayanan simgesel bir
biçimi olduğunu söylüyor.

1
Şehvet nazarı ile kadınlara bakmanın aynen zina olduğunu Îsâ Aleyhisselâm bildirmiş iken,
Hıristiyanlar kadınlarını örtmemişlerdir. Bugün ellerde dolaşan İnciller Hıristiyan kadınların
örtünmelerini emretmektedir. Bunun içindir ki, bütün kiliselerde, manastırlarda vazifeli olan kızlar,
rahibeler, Müslüman kadınları gibi örtünmektedirler. (Harputlu İshak Efendi): Dini terimler:
http://sozluk.ihya.org/dini-terimler/rahibe.html
3

3. Kaldı ki bizim de kutsal saydığımız semavi dinlerin –saygın dini


görevlisi olarak bilinen- örtülü kadınlarına rahibe denir ve kutsal
sayılır. Giyimini örnek aldığımız bu kadınlara benzetilmeyi neden
hakaret olarak algıladığımızı anlayan varsa öne gelsin. Tanrının
buyruklarını harfiyen yerine getiren kadınlara rahibe denir. Biz de
kadınlarımızdan zaten bunu istiyoruz. Bu nedenle örtünmelerini
öneriyoruz. Kaldı ki, rahibelerin giyimini –aşağılayarak-
yadırgayanların, güya girmeye çalıştığımız Avrupa birliğindeki halkın
çoğunun türbanlıları yadırgamasına göstereceği tepkiye kim
inanacaktır? Kaldı ki rahibeler ortalıkta dolaşmaz; siyasi girişimlerin
kuklaları olmazlar; kendilerini kutsal işlere adamışlardır.

2010.09.08 tarihinde AKP başkan yardımcısı ve meclisin kıdemli


milletvekili Bülent Arınç, anayasa referandum propaganda
konuşmasında, “CHP kadınlarımızı rahibelere benzetmekle onlara
tecavüz etmişlerdir” diyerek, her dinde kutsal sayılan rahibelere
tarihin en iğrenç hakaretini yapmış bulunmaktadır; sanki rahibeleri
tecavüz edilmiş kadınlarmış gibi göstererek (galiba başbakan
yardımcımız, rahibelerin çoğunun bakire olma gibi bir yükümlülüğünü
görmemezlikten gelerek).

Bu zevat, 2010.07.02 tarihinde, “batıdaki her erkek yasal eşine ek


olarak doğudan bir kadın almalıdır” diyen yandaşını (AKP’li Rize
Belediye Başkanı Halil Bakırcı’yı) ise suskunlukla belki de hayranlıkla
izlemiştir. Doğudaki kadınlar, satılık, yedek parça olarak kullanılacak,
pazardan alınabilecek adi bir mal mıdır sorusunu ne yazık ki kimse
sormadı. Korkarım ki, bu hakaretin objesi kadınlar, doğudaki kadınlar,
kendilerine bu kadar ağır hakaretlerde bulunmuş –ve bu kadar zaman
geçmesine karşın bu fikri ileri sürene karşı hiçbir ceza uygulamamış-
4

bir partinin suyundan giderek “Evet” oyu kullanacaklar… Bu nedenle


demokrasi erdemli, bilgili, bilinçli insanların rejimidir diyoruz… Bunun
doğruluğunu ise doğudan çıkacak evet ya da hayır oylarının oranı
gösterecektir…

Referandum ile gündeme gelen Dersim Hareketi – Bilgisizliğin


tescili-

Hırs bitmiyor, 16.08 2010 tarihinde, yine Tayyip Erdoğan, vergi


vermediler diye CHP (başka parti olmadığı için o günün Türkiye
Cumhuriyeti’ni kast ederek) ve onun başkanı İsmet İnönü (sayını
olmadan), Dersimde masum insanları bombalatarak katletmiştir gibi ağır
bir açıklamada da bulundu. Neresinden bakarsanız bakın bir hükümet
için utanç verici bir durum… Çünkü:

Dersimin bombalandığı 1937 tarihinde Cumhurbaşkanı Türkiye


Cumhuriyeti’nin kurucusu Gazi Mustafa Kemal, birinci Dersim Harekâtı
sırasında başbakan ise İsmet İnönü’dür. Birinci Dersim Harekâtını
bizzat Mustafa Kemal Yürütmüştür. Ancak Dersim ayaklanmasının
tümüyle temizlenmesi ve suçluların idam edilmesi sırasında başbakan
bugünkü sağ-gerici akımları kuluçkaya koyan hükümetlerin
cumhurbaşkanı Celal Bayar’dır (görev süresi: 25 Ekim 25 1937 – 25
Ocak 1939). Yani bir anlamda AKP’nin de dedesidir, hamisidir…
Mustafa Kemal Atatürk, çok hasta olduğu için, ikinci dersim harekâtını
bizzat yürütmüştür. Başbakan Celal Bayar Dersimdeki isyancılara karşı
saldırıyı onayladı ve İkinci Tunceli Harekâtı (2 Ocak - 7 Ağustos 1938)
başlatıldı.

Vergi vermediler onun için bombaladılar demesi de bir devlet


adamı için utanç vericidir; çünkü cehaletin en karasını sergilemektedir.
5

İngiliz ve Fransız arşivleri açıldı; durum aydınlandı. Devletimizin yetkili


yerlerindeki görevliler, rektörlerin, generallerin, yargıçların, yazarların,
bilim adamlarının telefonlarını dinleteceğine, tarihindeki temellerine
dinamit koyanları tanıması beklenilmez mi?

İngiliz, Fransa ve Türk arşivleri tarafsız ve bilimsel olarak


incelendiğinde Dersim Olayının nedenini anlamak mümkün olacaktır:
İngilizler Nusaybin, Siirt ve Hakkâri yöresinde bulunan Nasturi (bazen
Asuriler, Doğu Kilisesi, Doğu Süryanileri olarak da bilinir) ve daha sonra
Papanın zorlaması ile yine Hıristiyan olan Keldanileri (Nasturiler ve
Keldaniler bugün Katolik mezhebine bağlıdır) bahane ederek nüfusunun
neredeyse yarısı Nasturi ve Keladeni olan Hakkâri’yi Irak’a bağlamak,
daha doğrusu Musul ile Türkiye Cumhuriyeti arasında yeni bir devlet
kurmak üzere (o zaman Irak, İngilizlerin sömürgesiydi) talepte
bulununca, Kerkük’ü ve Musul’u Misak-i Milli sınırlarımız içinde sayan
Atatürk’ün bu bölgeye askeri hareket yapma kararlılığını anladı ve
böylece bugün terörizm altında hortlatıldığı gibi, geçmişte de Şeyh Sait
İsyanını başlattılar (yıl 1925). Böylece gücünü Dersim İsyanına
yoğunlaştıran Türkiye, Musul ve Kerkük hareketini rafa kaldırmak
durumunda kaldı; öyle de kaldı (zengin petrol yatakları da İngilizlere
kaldı). Atatürk için Türkiye’nin üç yumuşak bağrı vardı: Kerkük-Musul,
Kıbrıs ve Batı Trakya; bunlardan taviz verilemezdi. Bu ayaklanmaya
destek verdiği söylenen ve bu nedenle hakkında soruşturma açılan
Terakkiperver (İlerici) Cumhuriyet Fırkası (yani partisi) çok geçmeden
hükümet kararnamesiyle kapatıldı. Bu partinin kurucuları, Mustafa
Kemal Atatürk ve İsmet İnönü haricinde, Amasya Tamimi ile Milli
kurtuluş Savaşını başlatan diğer beş kişiydi (Kazım Karabekir, Rauf
Orbay, Ali Fuat Cebesoy, Refet Bele ve Adnan Adıvar). Bu partinin içine
İngiliz yanlısı kişilerin sızdığı ve din istismarı ile cumhuriyete karşı bir
6

direnç geliştirilmeye çalışıldığı birçok yerde vurgulanmaktadır. Nitekim


Atatürk, Nutuk'ta Terakkiperver Fırka kurucularını cumhuriyet
düşmanlığı, saltanatçılık, halifecilik, İngiliz yandaşlığı, isyan kışkırtıcılığı
ve vatan hainliği ile suçlar.

Bu gelişmenin sonunda Keldanilerin merkezi Diyarbakırken, önce


Musul’a daha sonra da Bağdat’a taşındı. Bu olay o günkü devlet
adamlarına Türkiye’deki her isyan ve ayaklanma hareketinin arkasında
o günün egemen gücünün parmağı olduğunu öğretmişti. Belli ki geçen
bunca zaman içinde belleğimizi yitirdiğimiz için – bu gün
yaşadıklarımızı- doğru değerlendiremiyoruz…

Daha sonra Hatay’ın Suriye’ye mi yoksa Türkiye’ye mi bağlanma


oylaması gündeme gelince, Fransa ve Suriye başta olmak üzere
batılıların onlarca isyanı kışkırttıkları gibi, o gün de yerli işbirlikçileri
kışkırtarak Dersim İsyanını çıkarttılar. Türkiye Musul ve Kerkük’teki gibi
bir daha böyle bir çıkmaza düşmeyi göze alamadı. Atatürk, İnönü
(Birinci Dersim Harekâtı) ve Celal Bayar (İkinci Dersim Harekâtı),
Fransa ve İngilizlerin bu oyununu yutmadılar; gerekli önlemleri
zamanında aldılar. Hatay’ın Türkiye’ye bağlanmasını sağladılar (23
Haziran 1939). Daha sonra Türkiye’nin başına dert olacak PKK
kalkışması başladığı zaman, yere göre koyamadığımız Turgut Özal gibi
“birkaç çapulcu işi” diyerek, hafife alıp, ülkenin geleceğini ateş yerine
çevirmediler.

Diyelim ki yabancılar kışkırtmadı; isyancı Seyit Rıza’nın talimatıyla


askeri birliklere saldırılarak çok sayıda insan öldürüldü ve vergi
vermeyeceklerini, askerlik yapmayacaklarını ilan ettiler. Böyle bir
hareketin tanımı her dilde isyandır. O zamanın yöneticileri, daha sonraki
gafiller gibi (1984’den bu yana olduğu gibi), birkaç çapulcu diyerek
7

hafife almadılar ya da sınır kapılarında bu işbirlikçileri davul zurnayla


karşılamadılar. Böylece neredeyse 50.000 yaklaşan insanın ölümüne
neden olmadılar. Ne yazık ki bu sefer İngiliz-Fransa Oyununun değil, bu
olayı çarpıtarak faturayı başkalarının üzerine yıkmaya çalışan Neo-
işbirlikçilerin tuzağına düşmek üzereyiz…

Kişi bilgisiz ve bilinçsiz olabilir. Ancak devlet, bu bağlamda devlet


adamları, tarihimizin geçmişindeki eylemler için bilgisiz ve bilinçsiz
olamaz; çünkü bir devletin yıllarca birikmiş istihbaratı, arşivi; olayları
günü gününe izleyen ilgili kurumları, gizli ve açık anlaşmalara ulaşma
yetkisi, yetkili danışmanları vardır. Buna karşın bir devlet adamı çıkıp da
doğru olmayan açıklamalarda bulunuyorsa ya kendine söylenenleri
anlamamıştır ya çevresine aptalları seçmiştir ya da seçtiği insanların
gizli bir amacı vardır ya da bu açıklamayı yapanların kısa vadeli
çıkarları vardır ya da bu düzeni yıkmak için ve elde edilenleri silip
süpürmek için gizli bir hedefleri vardır. Çünkü neresinden bakarsanız
bakınız yabancıların kışkırtmasını görmezden gelerek devletimizin önde
gelenlerinin suçlanması yenilir yutulur bir açıklama değildir…

Böyle bir açıklamaya tepkinin uygar bir ülkede olağan üstü


sertlikte olması beklenirken, bu ülkede birkaç politikacının –şeflerini
koruma güdüsüyle- haricinde cılız bir ses bile çıkmamıştır. En azından
üniversitelerimizin Tarihçi kadrosundan ya da İnkılâp Tarihçisi
kadrosundan maaş alan, güya unvanlı bilim adamlarınca açıklama
yapılması beklenirdi. Onlar da yaz aylarında kış uykusundalar....

Halkın önemli bir kısmı da tepki göstermemiştir. Çünkü üniversite


bitirenler bile bu gün Dersim’in yerini harita üzerinde gösteremediği gibi,
Dersim ile Tunceli (Hozat) arasındaki ilişki konusunda tek bir kelime bile
söyleyecek durumda değillerdir. Dersim olayları ile küresel sömürgecilik
8

arasındaki derin ilişkiyi ve bağlantıyı ise, bugün dolaylı bir şekilde


devamını acı bir şekilde yaşadığımız, her gün bir ya da birçok vatan
evladını toprağa verdiğimiz Hakkâri İlindeki olayların bir terör olayı mı,
yoksa bu isyanların rövanşı ile ilgili olup olmadığını, Hatay’ın Türkiye’ye
bağlanması ile ilgili olup olmadığını, devletin en başındaki yetkililerin
bile bilemediği bir ülkede bulunmanın utancını yaşıyoruz.

Bir ülkenin yöneticileri tarihinin önemli olayları yerine, karşı


partinin sülalesindeki kişilerin dinlerini, mezheplerini, ırklarını, hatta
boylarını postlarını araştırmaya daha çok zaman ayırmaya ve onu
uluorta konuşmaya başlamışsa o ülkenin başında karabulutlar
toplanmaya başlamış demektir.

Ancak burada gözden kaçan ve acı olan bir başka husus daha
vardır. Şimdilik geçerli olan anayasamız, bir insanın dinine hakaret
etmeyi ve ülkenin bütünlüğüne yönelik her türlü eylemi suç saymıştır
(yasayla değil, anayasa ile). Tarihi gerçekleri tahrif ederek ve olaylarla
ilgisi olmayan tarihi kişilikleri töhmet altında bırakarak halkın bir kısmını
galeyana getirmek anayasal bir suç oluşturmuyor mu? Bir dinin
mensuplarını bir çeşit fahişe olarak göstermek bir dine hakaret olmuyor
mu? Bunları kanıtlamak için de özel belge üretmeye ya da telefon
dinleyerek kanıt toplamaya gerek yok; bu beyanlar meydanlarda yapıldı.
Nerede cumhuriyeti ve anayasanın amir hükümlerini kollamakla-
korumakla yükümlü olan cumhuriyet savcıları, başsavcıları? Galiba
onlar rektörleri, yazarları, sendikacıları, parti başkanlarını, terörle
mücadele için yaşamını harcamış insanları sorgulamakla meşguller de
onun için…

Ekonomik bazı rakamları gündeme getirerek kalkınıyoruz


görüntüsü verme, yine tarihi birçok olayı bilmiyoruz demektir. Tarihte,
9

zenginleşen; ancak ahlak değerlerini ve adalet duygusunu yitiren birçok


toplumun ve devletin, zenginliğinin altında kaldığını biliyoruz. Ticareti ve
adaleti, kendi güdümüne göre yönlendiren ve yandaşlarına peşkeş
çeken tarihteki her ülkenin (Roma’nın, Bizans’ın Osmanlı’nın…) çöküşü
gibi bir çöküşü görmek istemiyoruz…

Akıllı olma, birçok olayın iç içe yaşandığı durumlarda doğru ile


yanlış birbirinden ayırma yetisidir.

Hiçbir zaman benimsemediğim 1982 Anayasası halkın oylarının


%92’ü ile kabul edildi (Aziz Nesin bunu farklı bir şekilde yorumlamıştı).
Kaldı ki o günlerde bugünkü gibi her düzeyde insanın ve makamın
dinlenmesi için teknolojik bir olanak olmadığı için, anayasanın kabulü
için gizli bir tehdit de söz konusu değildi. Eğer halkın kararına saygı
duyuluyorsa, 2010 tarihinde değiştirilecek anayasa maddelerinin
oylamasında evet oylarının toplamının %92’nin üzerine çıkması
durumunda halkın iradesi tecelli edecek demektir. Aksi takdirde 1982
anayasasına oy kullananlara saygısızlık yapılmış olacaktır –Eğer o gün
de bu gün de çıkan oylar iradeyi temsil ediyorsa-.

Kişisel olarak ben her ikisinin de halkın özgür ve bilinçli iradesi ile
çıktığına inanmıyorum. Çünkü 1982 anayasası oylanırken cunta başı
Kenan Evren, bu anayasa oylamasına hayır çıkarsa, bizi çok
beğeniyorsunuz diye anlar başta kalmaya devam ederiz diyerek, bizi
evet demeye zorlamıştır. 12 Eylül anayasa değişikliği oylamasının ise
özgür ve bilinçli irade ile nasıl yapıldığını, tüm bu tehditkâr
konuşmaların yanı sıra, devlet dairelerine dağıtılan hayır kelimesinin
kullanılmasının bir çeşit yasaklandığı tamimler, İstanbul Bağcılarda
2010.09.09 tarihinde gece yarısı aile başına dağıtılan 200 lira
10

civarındaki acil yardım (!) sırasında çıkan kargaşalık gözler önüne


sermektedir…

Daha da komik olanı, şu anda 1982 anayasasına sahip çıkan hiç


kimsenin olmamasıdır. AKP yöneticileri sürekli halkın en az %48’nin
oylarını almakla övünüyor. CHP ve MHP 1982 anayasasına sıcak
bakmıyor. Adama sormazlar mı, pekâlâ, 1982 anayasası %92 oy ile
kabul edilmiş ise, bu oylar nereden gelmiş diye? Uzaylılar oy kullandı da
bizim haberimiz mi olmadı? Senin %48 oya sahibim diye övündüğün
insanlar, o gün de o faşist-gerici unsurları içinde barındıran anayasanın
destekleyicisiydiler. Hangi halkın iradesinden bahsediyoruz? 1982
anayasası çıktığında –göstermelik ve yanlı olsa da- gericilik ve
bölücülük cezalandırılıyordu. Acaba henüz 30 yıl geçmeden değiştirilen
anayasanın yeni versiyonu, gerici ve bölücü kesime yeni olanaklar
sağlayacağı umudunu doğurduğu için mi kabul görecektir? Hamasi
söylemlerle yönlendirilen kamuoyunun kararı, ulusal iradeyi değil, olsa
olsa kısa vadeli çıkarları ve dogmanın sırtının sıvazlanmasını getirir…

Temel bilimlerde birçok kavram vardır; bir kuram beklenilen her


şeyi karşılar; ancak bir şeyi karşılamaz; o karşılamadığı şey de doğanın
işleyişine ya da fiziki kurallara ters olan bir şey ise, kuramın tümünün
çöpe atılmasına neden olur. Örneğin dünyanın güneşten kopması ile
oluşması yaklaşımı, şu andaki her sorumuza yanıt verebilecek
niteliktedir; ancak fiziğin bir kuralına “açısal momentum”un korunma
yasasına ters düştüğü için, aklı başında hiçbir bilim adamı tarafından
kabul edilemez.

12 Eylülde oylanacak anayasa değişikliğinin belli ki çoğu maddesi


bu ülkede yaşayan her insanın, istisnasız, isteklerine cevap verecek
nitelikte görünmektedir. Ancak bu beğenilen maddelerin arasına
11

“sinsice” iki madde sokuşturulmuştur ki, belirli bir vadede elde edilen
tüm getirileri bir kalemde götürecek niteliktedir. Açısal Momentumun
korunması gibi…

Bu nedenle anayasa değişikliğine oy verirken, size önerilen bir


hap olsun, bu hap midenize böbreğinize, karaciğerinize, kalbinize,
akciğerinize ve biri hariç belki tüm organlarınıza güç veren ve sağlıklı
olmasını sağlayan maddeleri içersin; ancak içindeki iki farklı madde
düşünme yeteneğiniz ortadan kaldıracak nitelikte olsun. Yeni anayasa
değişikliği oylaması sizi böyle zorlu bir tercihe itmiş bulunmaktadır. Hapı
yutup yutmama size kalmış…

Birçok partinin ve kesimin varlık nedeni (palazlanması) 1980


darbesidir

Amerikalıların bizim çocuklar dediği generaller, 12 Eylül 1980’de


darbe yaparak tüm siyasi parti ve dernekleri kapattılar. Gerçek
demokratlara karşı yoğun bir baskı uyguladılar. Zulüm ve işkence
doruğa çıktı. Ülkenin aydınlık birikimi üzerinden silindir gibi geçildi.

Konuşmalarında ümmet anlayışını ön plana çıkaran, günlük


konuşmalarını ayetlerle güçlendirdiğini zanneden gerici 12 Eylül’ün
darbesinin başı Kenan Evren, 10 Ağustos 1981 tarihinde Çanakkale’de
yaptığı konuşmada: “Muhterem din adamlarının elini öpeceğiz” diyerek
günümüze uzanan yolları açıyordu.

Cunta, 2842 sayılı yasayı 16.06.1983 tarihinde yürürlüğe koyarak


bu yasanın 10. maddesiyle İmam Hatip Lisesi mezunlarının
yükseköğretim kurumlarına girmelerini sağladı. Bununla da
yetinmeyerek, 1983 yılında 1739 sayılı yasanın 31. maddesinde yaptığı
12

değişiklikle, cami imamı olarak yetişenlerin okullarda öğretmen


olmalarına yasal dayanak hazırlandı. Bugünkü siyasilerin arka
bahçesini düzenliyorlardı…

Bugünkü ve bundan önceki tutucu söylemli partilerin siyasi


kadroları da bu dönemde yetiştirildi. Bugünkü AKP’nin kadrosunda bile
çok sayıda aktif politikacı, cuntanın ve cunta başkanı Kenan Evren’in
Cumhurbaşkanı olarak egemen olduğu dönemlerdeki hükümetlerin aktif
üyeleriydi.

12 Eylül’de gerçekleştirilen Amerikancı darbeden sonra


başbakanımızın sık sık hakaret ettiği İsmet İnönü’nün oğlu veto edilerek
seçimlere katılması önlenirken, Nakşibendî tarikatının mensubu olan
Turgut Özal’ın Çankaya’ya kadar tırmanmasının yolu açıldı. Bu yol
bugünkülerin de yürüdüğü yoldur…

Özal’ın 14.08.1987 tarihinde basına yansıyan şu açıklaması 12


Eylül 1980 darbesini bahane ederek demokrasi karşıtlarını güya
lanetleyenlerin soyunu ortaya koyuyor: “12 Eylül olmasaydı iktidara
gelemezdik”. Hiçbir dinde nankörlük kutsanmamıştır. Dini ön plana
çıkaranların varlık nedenini hazırlayan 12 Eylül darbesini en az
yukarıdaki nedenlerle lanetlemesini –eğer takiye yapmıyorlarsa- bu
nedenle anlamak mümkün değildir.

1980 darbesi sonuçları itibariyle özünde sol görüşlülere ve


Atatürkçülere karşı yapılmış bir darbedir. Dönün geçmişe bir bakın,
Türkiye’yi Amerikan (ve Avrupa) emperyalizminden korumaya çalışan,
bugünkü kargaşalıkları önceden tahmin eden, gidişin gidiş olmadığını
yazan-çizen insanlar ya öldürüldüler ya mahkûm oldular ya da başka
türlü kıyıma uğradılar. 1980 Darbesi –tutuklanan, yargılanan ve kıyıma
uğrayanları göz önüne aldığımızda- Atatürkçü eylem görüntüsü altında,
13

faşist, gerici ve emperyalist güçlerin Türkiye’deki çıkarlarını güvenceye


almak için yapılmış bir harekettir. 1980 Darbesinden önceki olayların
işbirlikçilerini, tetikçilerini, müsebbiplerini ortaya çıkarma Türkiye tarihine
ışık tutacaktır (1980 Darbesi gerçekleştiğinde, Amerika Başkanı
Nixon’a, danışmanlarının “bizim çocuklar başardı” sözcüğünün ne
anlama geldiğini açma ile başlamalarını öneririm). Türkiye’de kim ne
derse desin, bugün sol silinmiştir; kitle partisi olmaktan çıkmıştır.
CHP’nin varlığını sürdürmesi, bu arada partinin başına geçen
yöneticilerin ya da parti yönetiminin başarılı yönetimlerinden değil,
Atatürk ruhu taşıyan, laik, belirli ölçüde devletçi ve üniter devlet yapısını
savunan bir avuç gerçek milliyetçi-Atatürkçü insanın CHP’ye ve birkaç
küçük partiye sığınmak zorundan kalmasındandır.

Başka bir çelişki de 1980 darbesinde en çok işkence gören solcu


diye nitelendirilen kesim ile bugün MHP içinde yer alan ülkücü kesim,
bu anayasa referandumuna canhıraş bir şekilde hayır derken, kural
olarak o dönemde işkence görmeyen hatta sırtı sıvazlanan tutucu
kesimin 1980 anayasasına bu kadar karşı çıkmasıdır. Acaba, MHP ve
CHP, yağmurdan kaçayım derken, doluya tutulacaklarını gördükleri için
mi hayır diyorlar? Bu partiler anayasa değişikliğinin, bu millet için o
dönemde gördükleri işkenceden daha ağır sonuçlar doğuracağına
inandıkları için mi hayır diyorlar? Üzerinde dikkatle düşünülmesi gerekir.

Yeni darbeci bulmanıza gerek yok; gerçek darbeciler


kucağınızda…

1980 darbesini yapan cuntanın üyeleri en iyi şekilde korunan,


daha sonra bir çeşit darbe gibi muhtıra veren genelkurmay başkanına
hemen zırhlı araba verilerek baş tacı edilen bir ülkede, silahı ve gücü
14

olmayan, sadece yaptıkları telefon konuşmalarında –bir çeşit geyik


muhabbeti de olabilir- darbe içerikli sözlerin geçtiği söylenerek, –toplum
tarafından saygınlıkları tescil edilmiş- birçok insanın iki yıldan fazla bir
süredir gözaltında tutulması hangi adalet ve demokrasi aşkıyla izah
edilebilir. Her kesimin her partinin (nemasından yararlanan yöneticiler
hariç) şikâyet ettiği YÖK’ün yeni anayasa paketinde yer almaması bile
bu anayasa değişikliğinin arkasındaki niyeti açıklamaya yeterlidir…
Eğer görmek isterseniz…

Yandaşların ilginç açılmaları

Anayasa referandumu ile ilgili yapılan konuşmalar ve beyanlar da


ilginç; arka planda neler döndüğünü aydınlatacak nitelikte. Her konuda
fikir beyan eden, meclisteki irticai girişime koltuk olan, sarı saçlı köşe
yazarı bayan, aynı nitelikte hukukçu bir bayan başta olmak üzere her
devrin yandaş yazarları televizyonlarda şu açıklamaları yapıyorlar: Yeni
anayasa parti kapatmayı zorlaştırıyor, bu BDP’liler neden karşı
çıkıyorlar; anlamak mümkün değil. Anlayan anlıyor. Çünkü bugünkü
BDP’nin ve AKP’nin bir anlamda köken aldığı partiler, sırasıyla
bölücülük ve irticai faaliyetlerden dolayı kapatılmıştır. Darbelerde zaten
kimse neyi yaptığına bakmadan, yasaları da göz önüne almadan
partileri kapatmıştır; onlar için yasaya gerek yoktur. Bu açıklamalarla,
BDP’lilere şu mesaj iletiliyor: Yeni düzenleme ile istediğiniz kadar
bölücülük, ayırımcılık yapabilir; kargaşalık çıkarabilirsiniz; sizin bu
faaliyetleriniz yasal güvenceye alınıyor; daha ne istiyorsunuz? Çünkü
BDP’nin köken aldığı partiler geçmişte başka bir nedenle kapatılmadı ki.
Bu açıklamalar bile yasa karşısında bölücülük ile aynı kefede
tartılmalıdır. Neyse ki, niyetleri öyle olmadığı için ya da AKP’nin kurmuş
15

olduğu tuzağı algılamış olmalılar ki, BDP’liler seçmenlerine boykot


önerdiler. Çünkü seçmenlerine evet ya da hayır seçenekleri arasında bir
tercihe izin verseydiler, geçtikleri yolun bıraktığı izlerden dolayı, evet
oyları ağırlıklı çıkacaktı. Neyse ki, BDP’nin neden olduğu bu açığı
Diyanet İşleri Başkanlığı kapattı. Sanki üzerine vazifeymiş gibi, -insanın
temel hak ve özgürlüklerinden dem vurarak- 2010.09.09 tarihinde bir
açıklama yaparak, boykot caiz değildir diye bir fetva (!) verdi.

Bugünkü sistem içinde ve kompozisyonda köklü anayasa


değişikliği girişimleri ahlaki mi?

Temsil kusuru: Ancak bugünkü meclis bileşimiyle ve anayasanın


halen geçerli olan iki hükmü kaldıkça, yapılacak anayasa değişikliğine
olumlu bakmamız mümkün değildir. Çünkü bir girişimin iyi niyetli olup
olmadığını anlamak için amaç ile öncelikler arasındaki tutarlılığa
bakmamız gerekir. Kürsüye çıkan herkes halkın iradesinin
kutsallığından dem vuruyor. Evrensel açıdan doğrudur. Anti demokratik
unsurları bulundurduğu için hiç kimsenin onaylamadığı 1982
anayasasındaki seçim sistemine bu anayasa değişikliğinde hiç yer
verilmemiş. Egemen parti, toplam oyların yaklaşık %40’nı almasına
karşın, mecliste milletvekili olarak toplamın %60’nı temsil ediyor.
Anayasa değişikliği de bu %40’ın oylarıyla gündeme geliyor. Hâlbuki
anayasa hepimizin anayasası olmalıdır ve olabildiğince halkın iradesi
anayasalara yansıtılmalıdır. Bu düzen içinde yapılacak anayasalar,
sayısal olarak yeterliliği sağlamış görünmesine karşın, etik olarak
kusurlu olacaktır. 2010.09.08 tarihinde Büyük Millet Meclis Başkanı
Mehmet Ali Şahin, evet oyları tek bir oyla bile fazla çıksa, bu anayasa,
anayasa olacaktır, diyerek çoğulcu demokrasiden ve uyuşma
16

kültüründen ne anlamış olduğunu açık açık ifade etmiştir. Yarın oyların


%30-40’nı alıp da meclisteki çoğunluğu eline geçiren başka bir parti
geldiğinde o partinin anlayışına göre yeni bir anayasa için yine
sandıklara mı üşüşeceğiz? Bu nasıl demokrasi anlayışıdır; bu nasıl
halkın iradesine saygıdır? Eğer gerçekten halkın iradesine saygı
duyuyorsanız, öncelikle farklı düşüncelerin mecliste temsil edilmesini
sağlayacak seçim yasanızı değiştirmeniz gerekecekti. Hâlbuki sürekli
didiklediğiniz anti demokratik 1982 anayasasının arkasına sığınarak
tüm bunları gerçekleştirmeye kalkmanız demokratik de değildir, ahlaki
de değildir. Sürekli 1982 anayasasına çatmanız inandırıcı da değildir.
Bu nedenle iyi niyete inanmak mümkün değildir.

Aklanma sorunu: Yeni anayasal düzenlemede, yüksek yargı


organları üyelerinin bir kısmının seçimi milletvekillerine veriliyor. Batı
demokrasilerinde de böyle olduğu sık sık vurgulanıyor. Adaletli bir
seçim sisteminde böyle bir hakkın milletvekillerine verilmesinde bir
sakınca olmamalıdır. Ancak, bir koşulla; o meclisi oluşturan kişilerin
mahkemelerle bir alıp vereceği bulunmamak kaydıyla. Çünkü hiçbir
suçlu kendi yargıcını tayin etme yetkisine sahip olamaz. Dönüp, yüksek
mahkemelere ya da kurullara atama yapacak milletvekillerimizin adli
siciline bakıyoruz, -basından edindiğimiz bilgilere göre- çoğu yüz
kızartıcı suçlardan olmak üzere 600 küsur izlenmesi gereken dosya
çekmecelerde duruyor (neredeyse milletvekili başına 1,5 dosya). Niye?
Ahlaksızlığa, yolsuzluğa, vurguna, talana, bölücülüğü, irticaya zemin
hazırlayan dokunulmazlık zırhından dolayı. Öncelikle yüksek yargı
organlarına ya da kurullarına atanacak kişileri seçecek kişilerin adli
sicillerinin aklanmış olması gerekir. Suçluların kendilerini yargılayacak
yargıçları seçtiği hiçbir ahlaki düzen yoktur. Bu nedenle yeni anayasa
değişikliğindeki bu düzenlemeler de samimi gözükmemektedir. Eğer
17

kimsenin itiraz edemeyeceği bir düzen kurma peşinde iseniz, eğer


samimi iseniz, eğer ahlaki değerlere önem veriyorsanız, kürsü
dokunulmazlığı hariç (bu sizin hakkınız olabilir), meclisi halkın gözünde
yolsuzluklar yumağı olarak gösteren dokunulmazlık zırhınızı kaldırın.

Yargıcını seçen zanlı: Çeşitli isimler altında defalarca sahneye


çıkan köktenci-tutucu bir partimizin genel başkanı, sahtecilikten,
zimmete para geçirmeden ve benzeri suçlardan galiba 2,5 yıl hapis ve
trilyonlarca lira da para cezasına çarptırıldı. Yandaşları tarafından
çıkarılan bir anlamda özel bir yasa ile hapse girmesi önlendi. Ancak suç
hala baki… Ancak bu parti başkanının yardımcısı ve ikinci adam olan
kişi de aynı suçlamayla mahkemelere sevk edilmiş olmasına karşın,
dokunulmazlık zırhı nedeniyle dosyası bir türlü açılmadı; böylece bir
türlü aklanma fırsatını bulamadı (kişisel olarak başvurarak bu ayıptan
kurtulmaya engel bir durum görülmemesine karşın).
Cumhurbaşkanlığına oturtulan bu kişiye, yeni anayasa düzenlemesinde,
kendini aklamak için gideceği mahkemenin, yani anayasa
mahkemesinin üyelerini seçme ve başkaları tarafından seçilenleri de
onaylama hakkı veriliyor. Şimdi size soruyorum: Bunun neresi hukuk,
adalet, etik ve demokratik?

Kürsülerden sürekli bağıran politikacılarımız, Amerika’dan


örnekler vermeyi ve Türk demokrasisine model göstermeyi ihmal
etmezler. Amerika’da bu böyledir diye bilgiç bilgiç açıklamalarda
bulunurlar. Ancak milletvekillerinin ya da cumhurbaşkanının yüksek
mahkemeler tarafından yargılanmasına gelince, nedense, Amerika
demokrasi modeli birden bire silinir. Halkın oyarıyla seçilmiş kişileri nasıl
olur da birkaç yargıçtan oluşmuş mahkemeler yargılayabilir diye
bağırmaya başlarlar. Bu ülke yargıçlar ülkesi olamaz diye tarihi sözler
18

söylerler. Ancak, Amerika tarihinin en popüler ve en çok oyla seçilmiş


başkanı Clinton, başkanlığı devam ederken, bizim yasalarımızda
neredeyse suç bile oluşturmayan bir eyleminden dolayı bir yargıçlar
heyetinin (yüksek mahkemenin) karşısında değil, sadece sıradan bir
yargıcın karşısında 3,5 saat ayakta durarak ifade vermiştir. Aklanan
başkanlarını Amerika halkı her zaman ayakta alkışlamıştır. Ancak
sürekli demokrasiden dem vuran; ancak siyasi aklanmaya sığınıp,
hukuksal aklanmaya yanaşmayanlar ise her zaman –ahlaki değerleri
olan kesimlerce- kınanmıştır. Onun için Amerika bir hukuk devleti, buna
uymayanlar da kabile ya da aşiret devleti görüntüsü vermektedir.

Gerçekte neyi oyluyoruz? Geleceğimiz olmasın!!!

Şimdilerde okyanus ötesinde, Amerika’nın himayesinde oturan bir


cemaat liderinin “hedefinize varıncaya kadar kendinizi saklayın; zamanı
gelince de gerekeni yapın” mealindeki talimat yerine geliyor gibi
görünüyor. 10 Kasım 1938 tarihinden bu yana Atatürk ilkeleri ile temeli
atılmış Türkiye Cumhuriyetine karşı direniş, şu ya da bu şekilde 1980
yılına kadar su altında sinsice seyretti; 1980 darbesinde gerici ve
Amerikancı Suudilerin parasal desteği ile “Rabıta Projesinde” yeterince
yetkin elaman yetiştirildi; önemli yerlere getirildi ve sinsi hareket devletin
ayrıcalıklı destekleri ile palazlandırıldı (bir emniyet müdürümüzün yakın
zamanda yazmış olduğu kitapta ayrıntılar veriliyor). Denizin altında
sinsice seyreden bu denizaltının burnunu gösterme zamanı gelmişti;
belli ki seçilen tarih 13 Eylül oldu. Su üzerine çıkan geminin rotasını hep
birlikte göreceğiz; direğine asılan bayrağı (ya da bayrakları) da.
Amerikan ve Avrupa rotasında seyreden Gürcistan, kargaşalığa düştü
ve bayrağına bir haç koydu; İran 3.000 yıllık bayrağını değiştirerek dini
19

motiflerle süsledi; Irak bayrağı en az üç parça oldu. Batının bir türlü


hazmedemediği laik, üniter ve devletçi Atatürk Türkiye’sini 12 Mart
muhtırası da, 1980 darbesi ve anayasası da ve de daha sonra yapılan
bazı değişiklikler de istenen düzeyde ortadan kaldıramamıştı. Amerika
ve Avrupa’nın önde gelen ülkeleri, Adnan Menderes’in Amerika’ya gidip
parasal yardım talep etmesi ve talebinin de ret edilmesinden sonra,
Eylül ya da Ekim ayında Moskova’yı ziyaret etme isteğini bir çeşit şantaj
olarak algılayarak, Alpaslan Türkeş ağırlıklı 1960 darbesini
desteklemesine (ya da düğmeye basmasına) karşın; çağın en
demokratik anayasaları arasında sayılan 1961 anayasasının çıkacağını
tahmin edememişlerdi. Bu anayasanın yıpratılması için Türkiye’deki
tutucu ve gerici güçlerin seferber edilmesi gerekiyordu; öyle de yapıldı;
bu güçler akşam sabah 1961 anayasasını yıpratmak için ellerinden
geleni yaptılar. O dönemin egemen partisi Adalet Partisinin yetkilileri ve
ikinci başkanı olan Süleyman Demirel başta olmak üzere, Milli Hareket
Partisinin (yani bugünkü MHP’nin köken aldığı partinin), Milli Nizam
Partisinin (1970-1971) ve bu partinin kapatılmasından sonra yerine
açılan Milli Selamet Partisinin (1972-1980 ), daha sonra onun yerine
kurulan Refah Partisi (1983-1998)’nin (yani bugünkü Saadet -1981 ve
şimdiki yöneticileri ret etseler de AKP - 2001 partisinin) başkan ve
yetkilileri, kürsülerde “bu anayasa Türk Milletine bol gelmiştir” diyerek,
üniversitelere, sendikalara ve basına tam özerklik veren 1961
anayasasını, ellerinden gelen tüm imkânlarla yıpratmaya çalışmış ve bir
anlamda 1982 anayasasının hazırlanmasına zemin hazırlamışlardır.
Şimdi de kalkmış, özgürlükleri kısıtlıyor diye 1982 anayasasını yerden
yere vurmaktalar. Buradaki esas sorun 1961 anayasası yandaşlığa ve
yalakalığa taviz vermiyor; hükümetlerin ve milletvekillerin –ben yaptım
oldu- yaklaşımına da yasal izin tanımıyordu. Devleti öncelikle
20

milletvekillerinin ve onların biat ettiği başkanlarının devleti değil hukuk


devleti yapmayı öngörüyordu. Anayasa Mahkemesinin referandumdan
önceki tanımlanmış yetkileri ve düzenlenme şekli bu amaca yönelikti.
Padişahlık kültüründen gelen ve hala onun özlemini çekenler için
yetkileri sınırlayan böyle bir kurumsallaşma rahatsız ediciydi. Nitekim
Turgut Özal’ın “anayasayı bir defa delmeyle ne olacak?”; Süleyman
Demirel’in “yaptımsa yaptım, ne olacak?” sözleri gerçek niyetleri ortaya
koyuyordu; bu niyetlerin gerçekleşmesi AKP hükümetine ve evet oyu
verenlere nasip oldu. Hayırlı olsun…

Bütün bunlar yetmedi. Özellikle anadilleri farklı olsa da aynı dine


mensup azınlıklar ya da topluluklar arasındaki ilişki –farklı
mezheplerden olsalar bile- kolay kolay yıpratılacak kadar gevşek
değildi; kız alıp kız vermiş, ölülerini aynı mezarlığa gömmüşlerdi.
Bunların ayrışması için çok daha köklü bir değişikliğe gereksinme vardı;
işte bizim oyladığımız birkaç maddelik bir değişiklik değil, gelecekte (iç
ya da güç güçler tarafından tasarlanmış) çıkarılacak anayasanın yolu
üzerindeki olası taşları temizleme operasyonudur. Türkiye’de etnik
kimliklerin ve dini örgütlerin güçlendirilmesini, Atatürk fotoğraflarının
kaldırılmasını, askerin burnunun kırılmasını öneren bir zamanların
Avrupa Birliğinin genişlemesinden sorumlu olan şahsın, oylamadan
birkaç gün önce gelerek, bu oylamaya tam destek verdiğini beyan
etmesi kuşkularımızın yersiz olmadığını göstermektedir. Bütün bunları
nereden çıkarıyorsun diye düşünebilirsiniz: Dikkatle izlediğim
denizaltının seyrüsefer defterinden…

Aydınlar! Sorumluluktan kaçmayınız!


21

Burada, bu yazıyı okuyanlar, bu yazıyı yazanın fikrini öğrenmek


isteyebilirler. Bence bu yazıyı yazan kişinin, bunca laftan sonra
düşüncesini açıklamaktan kaçınması kişiliksizliğe örnek olabilir. Bu
nedenle ben de fikrimi söylemeliyim: Eğer bir toplum midesine girenlerle
düşünmeye alıştırılmış ise, örneğin patates ve unla oyunu veriyorsa,
ondan akıllı ve erdemli bir yargıyı bekleyemezsiniz (anketlere göre
neredeyse toplumun %48’ı neyi oylayacağını bilmiyormuş; bu nedenle
anayasa değişikliğine ve doğacak sonuçlarına alışın derim…);
demokrasi sözcüğü de politikacılar tarafından istismar için kullanılmaya
başlamış ve sadece kirli emellerini örten bir kılıf olmaktan öte anlam
taşımamaya başlamış ise, ülke sevgisini taşıyan ve mesuliyet
duygusunu taşıyan birilerinin açık açık fikrini söylemesi kaçınılmaz hale
gelmiş demektir.

Anayasa değişikliklerini halka kim anlattı?

Halkın neredeyse yarısı neyi oylayacağını bilmiyormuş; bildiğini


zannedenlerin de ayrıntıda ve sonuçlarını değerlendirme açısından
anladığını varsaymak safdillik olur. Uyar bir ülkede uzmanlar, bu
konuda çalışmış olanlar, bu konuda bir zamanlar yetkili olanlar çıkarak
tüm yönleriyle düşüncelerini anlatırlar. Anayasa Mahkemesi, Yargıtay,
Danıştay, Yarsav, Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK) başkan
ve üyeleri zaten taraf olarak ilan edildikleri için onların düşüncelerini
söylemeleri bir anlam taşımaz oldu. Bir zamanlar görsel basında sık sık
görmeye alıştığımız, emekli cumhuriyet başsavcılarını (örneğin Vural
Savaş, Sabit Kanadoğlu) ya da Yargıtay başkanlarını (örneğin Prof. Dr.
Sami Çelik) bu tartışmaların hiçbirinde göremedik; onların yerini her
konuda boy gösteren Ilıcak, Hatemi, malum gazetelerin köşe yazarları,
22

mevcut iktidarın yöneticileri ile geçmişte karmaşık ilişkiler içinde olan


yazarlar, okyanus ötesinden talimat alan gazetelerin yazarları halkı
aydınlattı (!). Başka anlatanlar oldu mu? Oldu. Politikacıların bizzat
kendileri. Dersim olayını, İnönü’nün bıyık şeklini, türbanı, bilmem ne
başkanının çekilmiş kasetini zaman zaman da yukarıda anlatmaya
çalıştığımız şekilde çarpıtarak ya da başbakanın evinin kapısının
kaplamasını gündeme getirerek… Uygulamadan gelen ve birikmiş
tecrübeleri olan insanlar niye ekranlara çıkmadı derseniz? Galiba
evlerinin barklarının Ergenekoncu diye gece yarıları basılıp
aranmasından ya da neredeyse tümüne yakını egemen iktidarın
yanında yer almış olan yayın organlarının bu kişilere yer
vermemesinden olmalı… Yine de karşı görüşler birileri tarafından
gündeme getirildi mi? Getirildi. Başkanı içeride olan İşçi Partisi’nin yayın
organı olarak bilinen “Ulusal TV”, Alevi vatandaşlarımızın sorunlarını
dile getirdiği bilinen “Cem TV”, başkanı tutuklu olan ve Kıbrıs’tan yayın
yapmak zorunda kalan bir sendikanın desteklediği “ART TV” ve belki
birkaç televizyon kanalı daha.

Atatürk cumhuriyetinin yetiştirmeye çalıştığı gençlik vicdanı hür,


düşüncesi hür… gençlikti. Yani her şeyi sorgulayan, düşünen, taşınan,
bilimsel verilere göre yoğuran ve ona göre karar veren gençlik. 10
Kasım 1938’den bu yana kasıtlı olarak ihmal edilen böyle bir gençliğin,
son otuz yıldır devletten de aldığı rüzgârla pupa yelken seyreden
cemaatlerden ve örgütlerden düşünmeden, bir anlamda biat ederek
emir alan ve gerektiğinde her türlü fedakârlığı yapabilen bir kesim
karşısında başarıya ulaşma şansı olacağını düşünmek zor. Kaldı ki
özellikle son 30 yıl içerisinde bu Atatürk İlkelerini içine sindirmiş olan
kesimin üzerinde üstü kapalı baskı uygulaması onları önemli ölçüde
eyyamcılığa da itmişse… Oylama sırasında sahillerde kumsallara
23

uzanmış insanların bu açıdan profilini çıkaracak bir anket yapılsaydı ne


demek istendiğini daha iyi anlayacaktık…

Ne yapmalıyım?

Ben böyle bir geri evrimleşmeye hazırlıklı değilim. Bu nedenle bir


ülkenin siyasi iradesinin de üstünde olması gerektiğine inandığım
yargıyı denetim altına alan maddeleri kabul etmenin tamir edilemez
sonuçlar doğuracağına inandığım için ve bu iki maddenin geçmesi için
uzatılan havuç niteliğindeki diğer maddelere kanmayarak –eğer seçim
sandığı listesinde adım çıkarsa- “Anayasa Referandumunda” hayır
diyeceğim.

Sevgilerimle

Prof. Dr. Ali Demirsoy

Sevgili kardeşim

Herkesin fikrini açıklamaya zorlandığı bir süreçte, suskun kalmam


beklenemezdi. Bertaraf olmayı göze alamayanlar, çocuklarının
geleceğini bertaraf edebilirler.

Bu vesile ile bayramınızı kutluyorum.

Saygılarımla

You might also like