You are on page 1of 49

İnsanın Doğası

Mehmet Salih ÖZALP


 www.meytisi.com

2
“Olduğun yerde dur ama beni sev”
İÇİNDEKİLER

Lucy’nin Hikâyesi

GELENEK
Gizem
Tabu
Abartı
Arayış
Aydın
Değerler

DEĞİŞİM
İlk Adım
Sorgu
Tanrı
Ergenlik

TUTKU
Aşk ve Sezgi
Tümden Varım

İDEOLOJİ
Çöküş

EKLER

3
—Bir Hikâyenin Yorumu—

 Lucy’nin Hikâyesi

Anlatılan efsaneye göre: Yezidiler, üç medrese talebesini şehit etmişler. İlim


taliplerinin kızıl kanıyla meyve ağacı yeşermiş.

Zamanın doğurduğu “şehitlik ağacı” söylencesi halkı ağaca yönelmeye davet


etmişti. Henüz ergenliğe ermiş yakışıklı, zeki, olaylara dikkatini yoğunlaştıran Lucy;
baharın sevimli gülüşüyle arkadaşlarıyla hep beraber köyün çevresini dolaşırlar. İp
bağlarıyla, değişik renklerle süslenen kutsal ağaç, Lucy’nin dikkatini çeker. Ağaca
yaklaşırlarken arkadaşları birden duraksayıp selam verirler. Şuursuz da olsa, insanlara
üstün gelebilen basit bir ağaç, nice insanlara umut kaynağı olmuştu. Evlenemeyen
genç kızlar, çıkmaza giren biçare fukaralar, yolda gelip geçenler bu ağacı “Tanrı’nın
tecelligâhî” olarak algılamıştılar. Lucy, Yezidi diye bir topluluğun olduğunu ilk olarak
bu ağacın vesilesiyle tanır/duyar.

Lucy, gerek bölgenin kapalı/dünya ile kopuk halinden, gerekse de köy insanının
arayış ehli olmayışından(bölge insanlarının arayışları engellemesinden) bu basit
sorunun cevabını bile alamıyordu. “Bu ağaç neyin nesiydi?” Köyün genç delikanlısı
Ali, okul okumuş günün tabiriyle ciltler devirmiş, kalın kalın kitapları usanmadan
okumuş, birçok bilgiyi zihninde ihata etmiş bilinçli bir genç. Lucy’nin tek ümidi Ali…

Lucy’nin kafasında beliren felsefi, teolojik sorunları/soruları da


cevaplayacak/çözecek, bir anda yerle bir edecek biri lazımdı.

Ali’nin köye gelişi köylüleri hiç etkilememişti. Çünkü köy için Ali’nin işe
yarayacak bir fonksiyonu yoktu. Köyden bir ferdin gözüyle bakabilselerdi heyecanları
ortalığı kavuracaktı, bu göz de Lucy’nin gözüydü.

4
Günlerden bir gün gizemli ağacın altında oturmuş düşünüyordu! Tozu dumana
katan köyün yolunda biri görünüyordu. Beyaza bürünen, sade, lekesiz, saf, ermiş,
temiz, düzgün, bakımlı, sevimli ve yirmi beşine ulaşmış, olgun duruşlu biri
yaklaşıyordu. Rüzgâr gibi yaklaşıyordu. Lucy, karşısındakini görünce serinledi, durdu.
Sanki ilham alıyordu, bir şeyler seziyordu. Görülünce berraklaştı gözler, serinledi
gönüller. Lucy’nin soracağı sorular vardı. Artık soru sorulmuyor sorunun kendisi,
cevabın kendisi de yaşanıyordu. Kandil gibiydi Ali... Bir Ali olmak varmış deniyordu.
Ali bir kapıydı, bir nokta… Lucy’nin de, köyün de, gizlerin de, gizemlerin de
anlamıydı. Yezidilik’te sorulmuştu. Ali’nin bizzat kendisi vardı. Anlatan yoktu, bizzat
kendisi vardı. Ali bir ermişti. İşte veliyullah buna denirdi, insan’ı kamil. O bir Buda,
bir Zerdüşt, bir Muhammed, bir Ali Mirza. -O yaşayan Muhammed, o yaşayan
Sokrates, sezilen Krişnaydı.

Soru üstüne gelen sorular, zamanla Lucy’nin şahsında sorgu olarak belirmişti.
Sorgunun kendisi olmuştu, sırf soru sormak değildi onun mizacı. Sorularıyla yaşayandı
o. Gece olunca acaba diye bilendi. Sokrates’in “sorgulanmayan hayat yaşanmaya
deymez” sözünün pratiği olmuştu. Ergenliğe adımını atmıştı -erkeliğe ilk adım
derlerdi- ergenliğin verdiği değişim onda toplumda birey olma dünyasını yaşatıyordu.

İlköğretimini köyünde bitirdikten sonra; Servisle, bağlı oldukları il okuluna


gidiyordu. Daha önceleri hiç lüks okul görememişti. Köylerindeki mütevazı
sınıflarının yerine lüks sınıflar görebilmişti. İşte bu andan sonrası semadan içine düşen
bir sesin yeri, Esma diye bir güzele bırakılmıştı. Bakış! Bir bakış! Sadece bir bakış!
Nedir ki bir bakış? Tutkuya sebep olabilecek bir bakış! Aşka düşünceye sebep
olabilecek bir bakış! Sorguyu, tartıyı, ölçüyü kaldırabilecek bir bakış! “ben kimim?”
“niye varım?” gibi soruların yerine geçmişti bir bakış! İşte cinsel yaşamının doruğa
ulaşmasıydı bu bakış! Ey Sorguyu kaldıran, Kötülüğü acı bir sevince çeviren bakış sen
neydin? İnsanın tüm dikkatini kendine çeviren sonra eğip büken, sonra bıktırıp
çıldırtan, sonra dönüp sorgusuz kabul ettirten bakış! Sen neydin? Sen neydin ki
araştıran, kurcalayıp karıştıran bir gencin hayatına yön verdin.

5
Lucy, Lise yaşlarında birçok ideolojik grupla tanışmıştı. Onun toplumsal, siyasi
sorunlarla uğraşması kendisini meşgul etse de, hayatın anlamsız yüzü onu kasıp
kavurabiliyordu. Bir depresyonun sonucunda canına kıyıp zalim dünyadan kayıp olup
gitmişti.

İşte! Lucy’nin hikâyesi budur. Âşık olup atlatabilen… Sonra ideolojik, teolojik,
felsefi, bilimsel konulardan cevabını alamayınca, karamsar bir gözlükle olaylara
bakınca -bir ip onun hayatını bitirebilmişti.

6
***
GELENEK

Anlatılan efsaneye göre: Yezidiler, üç medrese talebesini şehit düşürmüşler.


İlim taliplerinin kızıl kanıyla meyve ağacı yeşermiş.

Zamanın doğurduğu “şehitlik ağacı” söylencesi halkı ağaca yönelmeye davet


etmişti. Henüz ergenliğe ermiş yakışıklı, zeki, olaylara dikkatini yoğunlaştıran
Lucy; baharın sevimli gülüşüyle arkadaşlarıyla hep beraber köyün çevresini
dolaşırlar. İp bağlarıyla, değişik renklerle süslenen kutsal ağaç Lucy’nin
dikkatini çeker. Ağaca yaklaşırlarken arkadaşları birden duraksayıp selam
verirler. Şuursuz da olsa, insanlara üstün gelebilen basit bir ağaç, nice insanlara
umut kaynağı olmuştu. Evlenemeyen genç kızlar, çıkmaza giren biçare fukaralar,
yolda gelip geçenler bu ağacı “Tanrının tecelligâhî” olarak algılamıştılar. Lucy,
Yezidi diye bir topluluğu ilk bu ağacın vesilesiyle tanır -daha doğrusu duyar-

 Gizem

Bazen bir kişi, bazen de bir simge, bazen bir söz, bazen bir şarkı, bazen bir şiir,
bazen bir olay, bazen bir safsata, bazen bir duyum, bazen bir duygu, bazen bir parıltı,
bazen bir düşünce, bazen bir fısıltı, bazen bir rüya, bazen bir gürültü sebep olur,
İnsanın arayışına. Ufukta gördüğünüz bir ışık sizi kendisine çeker ama arkasında
bambaşka ve bir o kadarda gizemli durumlar olabiliyor. Çünkü ağaç sizi kendisine
yaklaştırdı, yakınlık ise bambaşka bir şeye. Herhangi bir masalda anlatılan kahramanı
merak edersiniz; tarihi kimliğine yönelirsiniz bakarsınız ki söylence edilen ile görülen
arasında dağlar kadar fark vardır. Anlatılan biri hakkında bir şeyler his edersiniz
gördüğünüzde tam tersi olabiliyor veya aynısı ama olumlu-olumsuz anlatılan ile
görülen arasında; yaşanılan ile söylenen arasında her zaman farklar da olabiliyor.

Bütün dinlerin kutsal kitaplarında yer alan âdemin kıssasının kırılma noktası bir
söylenceden ibaret hale gelmiştir. Oysa tamamıyla yeşil bir diyarda yaşam âdemin

7
ağaca yaklaşmasına sebep olan fısıltıları yeni bir hayata sürükler. Ağaç âdem için
hayatın kendisi değildi ama hayatın bir simgesiydi. Çünkü hayatı tersyüz etmeye sebep
olan bir ağaç, sadece bir ağaç. Âdem adam olmuştu. İradesinin simgesidir ağaç.
Merakının sonucu, hayvansal duygulardan kurtuluşudur. Deyim yerindeyse ot gibi
yaşamaktan kurtuluştu. Uyanıştı…!

En yakın arkadaşınızı, eşinizi, sevgilinizi size yakınlaştıran nedir? Mutlaka bir


ağacınız vardır. Sevimli bir bakış mı sizi yöneltti sevgiliye? Onun gözlerini mi
sevdiniz, ahlakını, boyunu, parasını peki ya hangisini? Bir nesne, bir nesnedir sizi
buluşturan. Sadece bir objedir sizin yeni bir hayata sürükleyen. Neden ağzına değil de,
gözlerine âşık oldunuz? Çünkü bir şey takıldı dikkatinize. Tamda umudunuzu
kesmişken karşınıza geçip gülümseyen bir kişiye bakın. Gülümsemek, tebessüm etmek
insanların beklide birbirlerine ısınmalarını kılan en duygusal bağdır. Durup dururken
biri sizlere tebessüm ederse bir anlam verirsiniz ama o anlamı açıklayamazsınız.
İnsanlar tebessümden rahatsız olmazlar ama durup dururken kahkaha atan biri sıra dışı
algılanır. Sırıtan biri sinsi olarak algılanır çünkü gizem biter burada. Kahkahada gizem
biter. Gülüşün sesi ne kadar yükselirse o kadar anlamsız olur. Tanrı ne kadar çok
anlatılırsa o kadar boş anlaşılır. Kadının üzerindeki romantik elbise ona gizem katar.
Bakan biri romantizmin ötesini merak eder. Çıplak kadın gizemli değildir. Çünkü
açıklanır, değersiz olur. Çıplak kadın güdüleri, romantik ise beyni çalıştırır. Merakı
tetikler. Çıplağın ötesi yoktur. Kadından bıkmak gizemi yok etmek ve evlilikten,
cinsellikten bıkanlar evliliklerini çıplaklık üzerinde inşa etmiştirlerdir. Gizemi yok
etmişlerdir. Bu yüzden kadın gizemli algılanıyor. Kadını kendi şahsında gizem yok
çok açık ama üzerindeki yarı çıplak elbise onu gizemli kılar. Eğer tamamıyla kapalı
olursa gizemi biter çünkü sinyal gönderilemez az bir sinyal içgüdüleri harekete geçirir.
Seks ne kadar gizemli olursa o kadar tehlike kazanır. Pornografik dergilerin çok
satılması, videoların çok izlenmesi seksin gizemli oluşundandır.

İnsanların bilinçaltına yerleştirilen ile içgüdüleri çatıştığı için zihin ile güdüler
sürekli çatışma halinde o yüzden insanlar dergi, gazete, videoların peşinde. Yemek
yiyen biri hiç yemeği izler mi, görüntülerine iştahla bakar mı? Yasak edilen, lanetlenen

8
bir yemek izlenir merak edilir. Çünkü gizemli. Toplum, bilinçaltında cinselliği hep
lanetli gördüğünden yöneliyor. İnsan yasağı merak eder, çiğner. O yüzden yasaklar her
zaman zararlı oluyor. Gizem merak edilir, yasaklanan merak ise çiğnenir. Kutsal yasak
ise bir tabudur, aşılmaz; aşıldığı an bunalım meydana gelir, çünkü insan hafızasıyla
mücadele ediyor/kendisiyle. Âdem kutsal yasağı çiğnediği için ters köşe oluyor
günlerce kendine gelemiyor çünkü tabu aşılıyor ama ondan sonrası yasak tabudan
kalkıp yapılabilir duruma geliyor. İki çocuğundan biri diğerini öldürmekten
çekinmiyor, hatta âdem gibi bunalıma da ihtiyaç duymuyorlar.

Bilim adamlarının, ateistlerin çoğu din adamı veya din adamının çocukları
oluyor/oluyordu. En kaliteli ateistler, agnostikler ve deistler molla çocuklarıdır. Çünkü
mollalar/din adamları çocuklarını baskıyla, yıldırmayla, korkuyla ve kutsallarla
büyütüyorlar. Gizemli bir tabu oluşturmuşlar. Önbilginin bile olmadığı bir tabu…!
Sorgunun bittiği yer. Din adamlarının çocukları hep gizemle büyüdükleri için, belli bir
süre sonra bir ağaç değil bin ağaçla karşılaşabiliyorlar. İntiharın oluşması zaten
tabunun can çekişmesinden kaynaklanıyor. Tabu başka yolun mümkün olmayacağıdır.
Sonucunun cayır-cayır yanmak olduğu ve vazgeçilmesinin mürtet/aforoz olduğudur.

Darwin, “Türlerin Kökeni” adlı kitabını yayınlarken, ilk baskılarda bile Tanrıya
inancı görülüyordu. Kilisenin vurdumduymaz, acımasız linç girişimleriyle Darwin
agnostik duruşu sergiler. Tolstoy, çetin bir iç diyalogunun can çekişmesiyle kiliseye
tavır alırken, aforoz edilir.

İslam tarihinde, geleneğin gizemli tabusuna az ileri giden Filozoflar mürtet


sayılmışlar. Hıristiyanlarda aforoz edilir, İslam’da ise Mürtet ilan edilir. Mürtet’in malı
ve canı helal sayılır. Çünkü tabuların can çekişmesi söz konusuydu.

Samimi bir duruş sergileyen Tolstoy sonrasında ateizme kayar. Ömrünün sonunda
ise Tanrıya inandığı his edilse de kesin kararının olduğunu söyleyemiyorum. Tolstoy
samimiyetinin verdiği duygularının da karışımıyla kendisini intihar edeceğini açık
sözlerle kayıt etmişti. Hatta iplerin kendisinden uzak tutulmasını ani bir vakadan

9
korktuğunu belirtmişti. Rusya‘nın en popüler yazarlarından biri olmasına rağmen iç
diyaloglarının kendisini (iç âlemini)Cehenneme döndürdüğünü düşünün.

Eğer iç cehenneme gitmek istiyorsanız sorgulayın, tabuları yıkın, can çekişin ve


yolun yamacında da olsa bir parıltıyı gördüğünüzü görünce gerçekten cenneti
yaşayacağınızı anlayacaksınız. Musa’nın ateşi olun, Buda’nın sefaleti. Muhammed
“cehenneme girmeyecek yoktur” diyordu. Bu bir cehennemdir. Bu cehenneme atılan
huzura kavuşur.

Gazali cehenneme girdi çıktıktan sonra insanlara acıdı, çünkü onun gördüğü
cehennemi insanların kaldıramayacağından korkuyordu. Gazali bedenen cehenneme
girin dedi en sonunda. Çünkü Mistikler beyinsel cehennemden korktular, dediler ki;
burada kayma olur, öze dönüş güçleşir. Beyinsel fırtınaya kurban olmak isteyenler ise
ilerledikçe ilerlediler ama çıkmaza girdiler çünkü hayat açıklandıkça
anlamsızlaşıyordu. Anlayabilene olabildiğince gizemdir, esrarengizdir. Hayatın
açıklanabilirliği bir cühela grubunu “gizem bitti” deyişine getirmişse de, “hayat
açıklandıkça gizlenir” Tıpkı İnsanın gölgesini kovalaması gibidir. Kovaladıkça
uzaklaşır.

Eskiden beri gökler gizemliydi sonrasında dev teleskoplarla incelendi. Bu sefer gök
çözüldü ama yeni bir sorun oluştu “genişleyen gök” evrenin başlangıcı olmalı denildi,
neydi bu göğü başlatan? Denildi ve modern gizemler ortaya çıktı. İşte bitmez
tükenmez doğanın yaratıcı gücü açıklandıkça gizlenen bir tavrı sergiler.

 Tabu

Kabaya, kuralcıya, hukukçuya ve idareciye hayat sadece bir düzenden ibarettir.


Mistiğe göre; kural boş anlamsızdır gerçek ise ermektir. Ermiş hayatı çok iyi biliyor
ama hayat ermişi anlamıyor. Sessiz mistiktir. Sessizdir çünkü delidir. Deli sıra dışıdır.
Sebep sonucu takmayandır. Delinin ağacı yoktur. Çünkü deli de kayıt yoktur,
karışıktır.

10
Akıl; idrak ve karar makamıdır. Aklın elindeki malzeme tabulaşmışsa akıl dokunma
hakkını zihinden ister, zihin ise karşı çıkar, çünkü nemalandığı kaynak
donuşlaşmaktır/şartlanmaktır.

Tabu insanın derin devletidir. Her şeyi o yönetir. İçgüdüleri teslim alır yönetir,
zihni zorlar, düşünmeyi engeller bunalım Aklın mücadelesi ile oluşur. Bir ülkede derin
güç varsa rahat yoktur. Korkutuculuk bir zümrenin elindeyse insanlar özgürleşemez
çünkü düşünmek yasaklaşır. Bazen derin güçlerle savaş edilirken derin güçler devletli
çökeltir. —İşte! İntihar budur- Derin hislerin çıkmazı ve son darbeyi
vuruşudur(insana).

Bazen zihin aklı ikna etmeye çalışsa da, akıl veri(bilgi) topladıkça, zihin ezilir.
Hislerin en iyi yöntemi yasaktır. Önce veri alımını engellemeye çalışır. Eğer baş
edemezse aklı yanıltmaya çalışır. Bazen aklı kendi hizmetinde kullanır.

İnsanlar arasındaki savaşlarda tıpkı –iç savaşlar- gibidir. Saddam Hüseyin Irak-İran
savaşında kazanamayınca kim sayasal kulandı ve İran’ı böylece engelledi. Oysa ilk
saldıran oydu. Eğer kimyasal kullanmasaydı artık yenilmiş olurdu, ülkesine girip tahtı
revanı elinden alınırdı. Elindeki güç ona karşı kullanılırdı. Tıpkı ABD’nin Saddam’ın
heykelini Bağdat merkezinden indirip; Bayram sabahı tüm dünyanın gözleri önünde
Saddam’ı astığı gibi… ABD tehlikeyi engellemek için Hiroşima’yı yok etme yoluna
gitmişti. Kırk beş saniyede birlerce İnsanın hayatına son verdi. Çünkü Ülkenin
bağımsızlığı söz konuydu.

Bayrak, vatan, ordu savaş vb. her şey insan içindir. Sınır insan içindir! Peki, neden
insan bunları korumaya çalışırken insanlar kan kussun? Devlet insan için var iken,
bayrak insan için var iken, din, felsefe, ideoloji, mezhep, meşrep her şey ama her şey
insan için var iken “neden insan onlar için savaşsın?” Neden bizim için olan şeyler için
başkasını öldürelim? Başkası kimdir? Senin arka yüzün, diğer elin, diğer bacağın…
Aramıza sınırlar koyulmuş. Ve biz bu sınırlar için birbirimizi doğruyoruz. Teknolojiyi

11
var gücüyle silah yapımında kullanıyoruz. Neden? Çünkü hep biz diyoruz. İşte
Muhammed’in şu sözü tanımlıyor her şeyi “çokluk yarışı sizi oyaladı…” Neden yarış?
Dünya! Koskoca Dünya! Yetmiyor mu? Silaha verilen parayla yeni şehirler
kurulabilir. Denizlerde ülkeler inşa edilebilir. İnsanlar kanı ve sömürüyü, kibir ve
gücü, iktidar ve baskıyı içinden atıp, düşünememiştir. O yüzden savaşlar devam
edecek, ta ki beyinsel-toplumsal evrim tamamlanana dek. Katkımız ise sadece
farkındalık olabilir. Sınırsız, bağımsız, kuralsız ve esnek bir nesil yetiştirmektir çare!

İnsanın da içinde politikalar var tabular ile aklın savaşımı vardır. Akıl içgüdüler
özgürleşsin derken tabu hayır der. Bilginin-Verilerin alımında her zaman savaş olur.
Tabu tek kaynak der, Akıl karşılaştırır. Karşılaştırmak tabulaştırmanın kökünü kazır.
Çünkü tabuya karşı başka tabularda olunca iç yüzü anlaşılır. İslam tarihin de, ne
zaman ki tercümeler başladı (800–1400) Bilim parladı, İslam Medeniyeti kuruldu.
Engellendiği an gerileme başladı. Donuk bir toplum meydana geldi. Batıda da aynı
şekilde tercümeler başlar başlamaz reform yapıldı. Batı yeni bir batı oldu. Aydınlık ve
bilim çağı başladı.

Ne zamanki tercümeler, farklı kültürlerin okutulması engellense tabu oluşur. Din


adamı tabunun başıdırlar. Onlar her zaman toplumu korkutmakla görevlidirler. Bu
yüzden Muhammed Mekke bezirgânlarına karşı çıkarken, İsa rahiplere karşı çıkarken
işkenceye maruz kaldılar. İsa bir reformcuydu ama İsa’nın takipçileri olan Din
adamları tabu oluşturdular. Fark şudur çünkü İsa: kilisede kullanıldı. Muhammed ise
Hilafet makamında kullanıldı. Muhammed’din yerine Muhammed’din varisleri yer
aldı. Mevlana olmak güzeldir ama Mevlevi olmak tabudur, aşktır. Aşk ise acı bir
esarettir. Buda olmak, Lau Tzu olmak, Ali Mirza, Ahmet Gulam, Muhammed olmak
güzledir ama onlar-cı olmak tabudur. Çünkü Muhammed bir benliktir onu ancak o
yaşar. On-cu ise sadece adını ve şanını övebilir. Kendisi olsa zaten yeni bir birey
meydana gelir.

Düşünün! İsa, Yahudi din adamları çetelerine karşı çıkarken, roma


imparatorluğunun zalim ve sömürü düzenine karşı çıkıp İnsanları harekete geçirmek

12
için çalıştı; Roma emperyalizmi İsevi olup bu sefer İsa adına zulmüne devam etti. Ardı
sıra konsüller düzenleyerek farklı düşünenleri bastırdılar, Arius gibi farklı düşünenleri
aforoz ettiler. İsa bir yenilikçiydi ve yeni bir şey getirdiği için işkence edildi.
Karşısında ise tabu vardı. Galileo da yeni bir şey getirdi yine karşısında tabu vardı. Bu
tabu ise İsalı tabuydu. Tıpkı bizim namazlı sömürücü ve hırsızlar gibi. Allah adına
çalanlar. Muhammed Mekke paganizmine başkaldırırken işkence edildi. Yenilik oldu.
Sonrasında ise yenilikçi Filozoflar bu sefer Muhammedli işkenceye uğradılar. Yani
Muhammed Hüseyin’e kılıç oldu. Yezide ise güç olmuştu. Allah’ın gölgesi olmuştu
Yezit; Hüseyin ise asi… Oysa Muhammed “Yezit mantığını” devirmek için vardı.

Her filozof, peygamber, mistik birer akıl adamıdır. Bunun kitlesel-kaideleşmesi


olması tabudur. Kitlenin bir filozofa, mistiğe bağlanması tabudur. Aristo’nun Dünya
görüşü Felsefe zemininde atılırken Kilise bunu tabu yaptı/dokunulmaz kıldı. Filozofa
karşı çıkan yakıldı, işkence edildi. Felsefenin gözbebeği Sokrates Yunan Dinlerinin
temeline dinamit koyarken; idam edildi. Ona sus seni af edelim dediler, kabul etmedi.
Tabu Tarihin bel kemiğidir. Gelenek tabu, akıl ise yenirlikçidir. Akıl doğru-yanlış
aramaz, tabuyu sorgular, tabu sorgulandığı an doğrunun kokusu alınır.

Anlatılan efsaneye göre: Yezidiler, üç medrese talebesini şehit düşürmüşler.


İlim taliplerinin kızıl kanıyla meyve ağacı yeşermiş.

Zamanın doğurduğu “şehitlik ağacı” söylencesi halkı ağaca yönelmeye davet


etmişti.

Halk abartır. Pireyi deve eder. Bir masal anlatılır, halk bunu gerçeğe çevirebilen
bir anlayıştadır. Konfüçyüs kendi toplumunu aydınlamaya çalışıyordu fakat
ölümünden sonra kutsal kitabı, din adamları, toplumu oluştu. Zerdüşt bir filozoftu
kötülük sorununu anlattı. Bundan sonra Zerdüşt bir kutsal adam kıvamına sokuldu.
Muhammed bende sizin gibi biriyim, aramızdaki fark ermişliğimdir. Efsanelere
inanmayın, sermayeye karşı çıkın, kimseye kul olmayın, gerçeğe dönün birlik olun,
gelmiş-geçmiş tüm kitaplara, elçilere saygımız var inanırız, okuyun-araştırın diyordu.

13
Ben ölürsem beni kutsayıp, tapmayın. Sonrasında cisimsel-rasyonel Muhammed’den
buharlaşan bir Muhammed ortaya çıktı. Muhammed olmasaydı evren yaratılmazdı, o
bizi kurtaracak(şefaat edecek) diye bir tabu ortaya çıktı. İbni Arabî bizden olmayan
bizi okumasın bizim meşrebimiz ayrıdır. Bizi Kuran’a vurup değerlendirmeyin çünkü
biz bağımsız ve farkındayız. Hallaç gerçeğe ulaştım, tabuları yok ettim hakkım
tekleştim diyordu, Hallacı kül ettiler, yaktılar. Çünkü yenilik yaptı yeni bir ben
oluşturdu. Nazarında uçan hayal ürünü olan biri ortaya çıktı. Halk anlamadığının
simgesini gerçek anlamda anlar.

Lat, Uzza, Menat toplumun saygın insanlarıydı, öldüklerinde hatırlanmaları için


heykellerini yaptıkları sonra yavaş-yavaş tapmaya başladılar. Muhammed şimdi
gelseydi paraya kul olanlara seslenecekti, o zaman heykelciliği yasakladı ama bu
yasak tabu oldu ve sanat düşmanlığına çevrildi. Lanetlenen resim değildi, sanat
değildi. Din adamları korkuttu ve resim-i-sanatı lanetlediler. Tam tersine lanetlenen
halktı çünkü putlaştıran üreten halktı.

Buda, Kadınların müritlerine yaklaşmasını yasaklamıştı. Bu Kadının necisi olduğu


anlamına gelmezdi. Kadının aşağılık bir parça olduğu anlamına gelmiyordu. Tam
tersine erkeklerin meditasyondan kayacaklarını düşünüyordu. Çünkü dikkat dağılırdı.
Burada kadın sorun değildi, sorun olan müritlerdi. Din adamları Kadın düşmanlığına
çevirdiler. Manadan çok uygulamaya bakıyorlardı. İşte düzen ve sınırlamam budur.
İşlek aklın ortadan kalkıp metinsel taklidin verdiği zarar budur. Her dönemin filozofu
o dönemde bir hareketle ortaya çıkar. Zaten eskiden yeni hareketlere, ideolojilere veya
partilere din denilirdi. Bizim toplumumuzdaki dinsiz damgası gibi. Yeni Din demek.
Hıristiyanlar ilk ortaya çıktıklarında ateist olarak anılırken; Muhammed’in hareketine
de ateist deniliyordu. Çünkü dine karşı din vardı. Dinsizlikle mücadele değil din ile
mücadele vardı.

Birçok tarihi şahsiyet anlatmak istediğini mesellerle anlatır, öldükten sonra bu


meseller birer tarihi kayıt olur aklın karşısına put gibi dikilir. Âdem kıssası İnsanı
anlatırken “her çocuk bir âdemdir, her genç bir Yusuf’tur” denirken halk bunu bilimin

14
önüne geçirdi. Halkın anlayışı kalıpsaldır. O yüzden mecaz nedir, şiir nedir bilmez.
Halkın öndere, efendiye ihtiyacı olduğu için efendileri putlaştırır. Ulaşılmaz-
dokunulmaz; dogma sayar. İlim taliplerinin ölmesiyle ağacın yeşermesi arasındaki
bağlantıyı sevgisiyle pekiştirir. Sevdiklerini ulaşılmaz kılmak için onlara her türlü
bağlantıyı caiz görür.

Halkın çok sevdiği bir ahlak hocası vardı, öldüğünde millet zan ediyor ki; Dünyaya
bir darbe inecek. Ölürken güneş parıltısı görülmüştü sonra bu halk arasında yayıldı.
Bir yıl sonra, ölü şahsın, gökte görüldüğü diye halk arasında yayıldı- evirildi.
Muhammed yeter ki desin ben Tanrı ile görüştüm bunun üzerinde bin bir efsane
üretilir. Yeter ki İsa Baba desin bin bir masal uydurulur.

William Macdonald İsa’ya inandıktan sonra hayatının değiştiğini söylüyordu(diriliş


gerçeği) oysa bu bağlantıyı kuran kendisi. İnsan inancını değiştirirken zaten kendisine
döner bu yüzden çevreye karşı farklı davranır. Zaten biri Din değiştirirken veya bir
şeylere inanırken doğruyu bulduğunu sanır, bu yüzden sevinçli olur. Bu sevinci
hareketlerine de yansır. Tanrı’da insanın içinde bu bir sevinçtir bunun dışarıya vurumu
kavramlaşır sonra varlığa dönüşür. Muhammed “Tanrı şah damarınızdan size daha
yakın” diyordu. Millet anlayamıyordu. Sizdedir bunun kaynağı diyordu. Ama insanlar
Tanrıyı bir şey olarak gördüğü için bunu dışarıda arıyordu. Osho; İnsanların Tanrıyı
aradıkça uzaklaştığını çünkü Tanrının insanın içinde olduğunu sadece his edilmesini
gerektiğini söylüyordu. Hayatın gizini kanıtlamaya çalıştıkları an onu cisimleştirirler.

 Abartı

Zamanın doğurduğu “şehitlik ağacı” söylencesi halkı ağaca yönelmeye davet


etmişti. Henüz ergenliğe ermiş yakışıklı, zeki, olaylara dikkatini yoğunlaştıran
Lucy; baharın sevimli gülüşüyle arkadaşlarıyla hep beraber köyün çevresini
dolaşırlar. İp bağlarıyla, değişik renklerle süslenen kutsal ağaç Lucy’nin
dikkatini çeker. Ağaca yaklaşırlarken arkadaşları birden duraksayıp selam
verirler. Şuursuz da olsa, insanlara üstün gelebilen basit bir ağaç, nice insanlara

15
umut kaynağı olmuştu. Evlenemeyen genç kızlar, çıkmaza giren biçare fukaralar,
yolda gelip geçenler bu ağacı “Tanrının tecelligâhî” olarak algılamıştılar. Lucy,
Yezidi diye bir topluluğu ilk bu ağacın vesilesiyle tanır -daha doğrusu duyar-

Önce ağaca bir anlam yüklüyorlar, sonra süsleyip ilgi-alaka gösteriyorlar sonra
madem bu kadar değerli o halde bizlere yardımcı olur. Tanrıyı önce kutsuyorlar, sonra
onun bir varlık haline, sonra ise yeryüzündeki hatalarının nedeninin o olduğunu
düşünüyor. Böylece toplum kaderciliğe yöneliyor. Her şeyin sebebi odur o hatalıdır.
Oysa İnsandır neden ve sonuç. Muhammed “bir toplum kendisini değiştirmedikçe
Tanrı o toplumu değiştirmez” diyordu. Dert İnsanda, şifada İnsanda… İsa “Tanrı
dirilerin Tanrısıdır, ölülerin değil” derken Kilise ölüm ötesinde bile kimin nereye
gideceğini hesaplıyordu.

Şia’nın Gulat fırkası Ali’nin ölmediğini tam tersine bulutlarda gelen seslerin
kılıçlarının sesi olduğunu söylüyordu. Günlerden biri Ali’nin yanına biri gelir “Ey
Rabbimiz” der. Ali öyle sinirlenir ki; hemen -tövbe et- der. Adamlar diretince yaktırır
onları.

Ali’nin Muhammed’din akrabasından olması; buna rağmen haksızlıklara uğraması


Hüseyin’in Kerbela cehennemine tutsak edilişi elbette ki İslamlar arasında büyük bir
yankı uyandırmıştır. Nitekim bir sürü mezhep bu aile etrafında şekillenmiş İslam
mezheplerinin ana gövdesinde bile yerlerini almışlardır.
Avusturya’nın ilkel Dinlerinde gök tanrıları ilk yerlerini almışlardır verilere göre.
Gök Kavramı daha sonrasında gerek mecazen, gerek gerçek anlamda Dinler
tarihlerinde yerini almıştır. Gök Tanrının toplum arasında neden yerleştiğini anlamak
güç değildir. Çünkü yükseklik, ulaşmazlık, aşılmazlık her zaman kutsanır. “Bilginin
bitiği yerde İnançlar oluşur” demek yerinde olur. Gökteki yıldızlar, ay, güneş, bulutlar,
gökkuşağının oluşması, yağmur gibi birçok zaruriyetin, keyfiyetin gökte meydana
gelmesi ona gizemli bir güç katar. Oysa, Çağdaş Dünya’da gök gizemli değil ulaşılır,
aşılır olarak bilinir. İlkel dönemlerde bunun oluşması çok normal bir durumdur.
Şimdilerde ise gizem değil bilgi vardır ve bu bilgi açıklandığı an kutsallık biter.

16
Evlenen çiftler cinsellik bakımında on günlük bir süreçte karşıdakinin gizemini yok
eder. Çünkü başlarda talep edilen eş kapalı iken şimdi açılmıştır. “Biliyorsan konuş
âlim desinler, bilmiyorsan sus adam sansınlar” atasözü toplumun gizeme değer
verdiğini bilinçaltıyla yansıtır. Konuşmayan ne âlimdir, nede cahil. Gizemlidir,
kapalıdır, aşılmazdır ta ki bilinene dek. Bilindiği an merak biter. Gerçek sebep
olmadığı/bilinmediği sürece gizemli sebepler meydana gelir.

Okul öğrencilerinde alışkanlık haline gelen; aynı zamanda Kutsallığın nasıl


oluştuğu hakkında bir o kadar bilgi veren bir durum var: Öğrenciler ilk sınava
girdikleri kalemi bazen ikinci sınavda da kullanırlar. Kalemin uğurlu geldiği bu
yüzden kullanılmasında “başarı meydana geldiği” kanaati kimi zaman oluşur.
Toplumda çok önemli; sevilen, sayılan bir ahlak öğretmeni veya bir mistik bilinen kişi
öldüğünde toplum buna sevgisini ispatlamak için heykelini, resmini yapar daha sonra
bu resmin uğurlu olduğu sanılır. Zamanla bu üstün bir güç haline gelir böylece bundan
yardım dilenir. Teberrük sayılır, sevilir ta ki bu zamanla Tanrı olur veya küçük bir
Tanrı olur. Halk arasında beliren kutsal ağaç farkına varılmadan bir tabu/dogma
gelecek nesillere olarak verilir. İnsanlar kutsalları kabul etmekte sevinç duyar; tersyüz
ederlerken üzüntü duyarlar hatta intihara sürükleyecek bir bulanıma bile girebilirler.

Su çok önemli bir hayat kaynağı olduğu için ilkel toplumlar su tanrısı -Enki’yi
kutsamışlar. “Tarih tekerrürden ibaret” denir. Aslında oluşan bütün efsanelerin birer
örneğini Modern toplumlarda bile bulabilirsiniz. İnsan zihni bilgiye muhtaçtır bilginin
bittiği yerde ise birtakım inançlar yer alır.

 Arayış

Lucy; duyduğu “Yezidi kelimesinin” aslını astarını öğrenmek için kendi


çapında araştırma yapmaya çalışır.

17
İnsan; araştırma ve arayış ehlidir. Bu arayış engellendiği an önyargı veya tahminler
devreye girer. Bir düşünce, din, felsefe veya ideoloji kendi gözlüğüyle incelenmesi
lazımdır. Siz Komünizmi bir Kapitalist gözlüğüyle incelerseniz veya Kapitalizmi bir
Komünist gözlüğüyle gözlemlerseniz taraflı yaklaşmış olursunuz. Her ideoloji kendi
yöntemleriyle algılanır. Komünizmi öğrenmek için eleştirileri okumayın veya Sabiliği
okurken tersinden öğrenmeyin. Sakın Hıristiyanlığı Yahudilerden; Yahudiliği ise
Müslümanlardan öğrenmeyin. Önce var olan Tezi incelersiniz sonra eleştiri(antitezi),
daha sonra siz kendiniz bir kanaate varırsınız. Ali’yi Muaviye’den öğrenmeyin,
Muaviye’yi de Şia’dan öğrenmeyin bırakın herkes kendisini tanımlasın. Meşhur bir
Kürt atasözü var “Öküz burada izini niye arıyorsun?” her dinin bilgini, mensubu,
kutsal kitabı vardır. O yüzden her şeyi kendi akışına bırakın, sonra izleyin çok mutlu
olursunuz. Eğer padişahın sarayında, taş atanları sokak kavgalarını izlerseniz elbette
rahat bozan, fitne çıkaran bir kavim hayal edersiniz. Dişi ağrıyan birini dıştan
izlemeyin çünkü onun bağırışı sizi rahatsız edebilir. Sade bir saniye o olun
duygudaşlık kurun bakalım sorun kendiliğinden çözülür mü, çözülmez mi? Hüsnü’nün
bakkalcıya borcu var iken sen bakkalcıyla kavga eden Hüsnü’den bakkalcıyı duymak
istiyorsun. Yanlış yapıyorsun önce sorunun sahibine yönel araştır sonra dönüp
eleştirisini dinle.

Afrika halkı niye aç? Sen bu sorunu araştırmadan hemen eleştiriyorsun. Sorunların
biran bitmesi demek ağrı kesici kullanmak demektir. Sadece ağrının sana ulaşmasını
engeller ama kendi özünde büyür belki ilerde daha büyük bir şekilde önüne çıkar.
Tanrı’yı duymak istiyorsun, görmek istiyorsun. Çünkü hep duymakla iş yapmışsın.
Bilgi ile Bilmek arasındaki önemli nokta burada. Bilgi sadece zihnine iletilen
kelimelerdir. Bu kelimelerin yaşanması ile sana ulaşması arasında kopukluk vardır.
Sen kırmızı rengini duymuşsun sadece, bir de gör! İşte buna bilmek denir. Tanrı’yı bir
varlık bildin, bir şey o yüzden varlığını tartıştın. Oysa aranacak tek kişi var oda sen.
Yunus’un deyimiyle “sen kendini bilmesen bu nice okumaktır” Tanrı senin içinde,
sana senden daha yakın. Yeter ki dinle, sez. O senin özün. Bir de karşıdan bak
kendine. Tanrı’yı öğrenme, bil. Tanrı’yı Tanrıdan dinle başkalarından değil.

18
 Aydın

Sıdkı, bir yandan bölgenin kapalı/dünya ile kopukluk halinden, gerek köy
insanının arayış ehli olmayışından/engellenmesinden bu basit sorunun cevabını
bile alamıyordu. “bu ağaç neyin nesidir?” Köyün genç delikanlısı Ali, okul
okumuş günün tabiriyle ciltler devirmiş, kalın-kalın kitapları usanmadan
okumuş birçok bilgiyi zihninde ihata etmiş -bilinçli bir genç. Lucy’nin tek ümidi
Ali…

Lucy’nin kafasında beliren Felsefi, Teolojik sorunları/soruları da


cevaplayacak/çözecek; bir anda yerle bir edecek biri lazımdı.

Bir köy düşünün! Dünya’da teknoloji ilerlemiş, insanlar en üst seviyeye ulaşmış.
Gerek teknolojik gelişmeler, gerekse Modernizeye uğramış hukuki, teolojik -halkın
derin sorunları- köyün kulağına bile esinlenmemiş. İşte köyü medeniyete bağlayan bir
“Ali” var. Soruları cevaplayacak, İnsanlara haberleri iletecek, kitaplar devirecek, halkı
bilinçlendirecek, halkı sömürüden kurtaracak, halkı dinamik bir ruha kavuşturacak
“enerji dolu, modern” bir hayat öğretecek bir aydın var.

Halk aydınıyla vardır. Aydınlar oldukça toplum sömürüden, baskıdan kurtulur.


Aydın halkın göz ışığıdır. Mistikler İnsanın derin öğretmenleri(iç gözü) olduğu gibi
aydınlarda toplumun toplumsal gözleridir. Bir yerde aydın yoksa orada hiçbir şey yok
demektir. Aydın farkı öğreten, tabuları gösteren birer kandildirler. Her dönemde bir
Ali(aydın) vardır. Köyün Ali’si; Sıdkı’nın Dünya’ya ufkunu açacak kişiydi. Her
insanın aydını onu hareket verendir. Bazen bu bir simge olur, bazen de kişi vb…
Aydını olmayan gözü kapalı biridir. Aydın bilgi vermez sadece işaret eder seni açar.
Sorunu sana açmaz seni soruna açar. Sorunlar çok açıktır sadece bakmak yeterlidir.
Sorunlar sadece toplumsal değil kişisel sorunlar içinde aynı yöntem sağlıklıdır. Aydın
aydınlatır. Aydınlar politikacı, partici olursa aydın değildir. Aydın bağımsızdır. Lamba
odadaki bir kişiyi aydınlatırsa o lamba değildir. Lamba odayı eşit aydınlatır “ya tam
aydınlık, ya orta aydınlık, ya da hiç aydınlık”

19
Psikolojik sorunu olan biri, biraz kendini izlemesi ve sorunlarının kendi içerisinde
nasıl bir seyir izlediğini yaşaması onun bu soruna nasıl aldığını görecektir. Amaç
bağcıyı dövmek ise üzüm bahanedir sadece. Eğer üzüm yemek ise amaç çok basit.
Bahçıvanla biraz muhabbet edersin olayı incelersin hal olur gider.

Ülkeler arası; diplomaside hedef ülkenin taraflı çıkarı söz konusu olduğu için
konuşulan şartlarda Politik bir kavgaya dönüşür. Ülke yönetmek çok kolaydır söz
konusu parti, grup olunca olabildiğince güç olur. İnsanlığın amacı sorun çözmek
olsaydı sorun niye yaratırdı ki? Demek ki sorunlardan hoşlanıyorlar.

İşsizlik olmadan ucuza çalıştırılamaz. O yüzden işsiz bırakacaksın ki işçi


bulabilesin. Yoksa eşit hale gelirsiniz. İşte işsizliğin nedeni budur. Birileri boş kacak
ki birileri ucuza çalıştırılabilsin.

 Değerler

Ali’nin köye gelişi köylüleri hiç etkilememişti. Çünkü köy için Ali’nin işe
yarayacak bir fonksiyonu yoktu. Köyden bir ferdin gözüyle bakabilselerdi
heyecanları ortalığı kavuracaktı. Bu göz Lucy’nin gözüydü.

Kürt şairlerden Seyda Eliyé Fındıkî derki: “Merkep, Gülün kadrini ne bilir” İncil’in
kadrini ne bilir Yahudi, Kuran’ın değerini ne bilir Hıristiyan. Das Kapital’in kadrini ne
bilir sermayeci. Mecnuna demişler: Ey Mecnun! Bu çirkin kız mı seni çöllere sürdü?
Mecnun, evet budur ama siz benim gözümle bir bakabilseydiniz. Her insanın bir ilgi
alanı olur. Kimi arabesk için vücuduna jilet atarken; kimi rock müzik önünde kendisini
kayıp eder. Dinlenilen aynı şey ama dinleyenler farklı. Said-i Kurdi “gözünü kapatman
güneşin yokluğu demek değildir” Ali’nin köye gelmesi köylüler için önemli değildir
çünkü tarla sürecek, ot biçecek, hayvan güdecek bir yeteneği yoktur. Ali, aynı Ali ama
ona Lucy bakarken farklı bakar. İşte değerler böyledir. Herkesin değerine bu yüzden
saygı duyulmalı. Kürdün uzun hava çekmesi Türk için anlamsız gelebilir veya Türk’ün

20
bir halk müziği yorumlaması Çerkez için anlamsız olabilir, ama bu özünde anlamsız
değildir. Anlamsızlaştıran bakışlardır. Çünkü durulan yerler farlı. “Olduğun yerde dur
ama beni sev”

Mücevheri bir çocuğa verirseniz, onunla oynar ama sarrafçıya verseniz ona paha
biçilmez değer(ler) verir. Bir Zerdüşti’nin ateşe yönelmesi, Hindu’nun ineği
kutsaması, Müslüman’ın Kâbe’ye yönelmesi, Hıristiyan’ın haçı boynuna takması,
Yezidi’nin Laleş’i hac etmesi size anlamsız gelebilir ama bu (herkese göre)
anlamsızdır demeye hakkınız yoktur. Siz süt içerken biri gelip yahu niye bu sütü
içiyorsun diyebilir mi? Veya dans ederken? Çünkü benim isteklerim duygularım,
budur dersiniz, biter. Tartışma olabilir mi? Süt içme kola iç diyebilir mi sizlere,
diretme olabilir mi, hakaret olabilir mi, anlamsızdır denilebilir mi? İşte kimsenin
inancına, değerine de anlamsız denilemez. İnsanların istekleri, yöntemleri, duyguları
tartışılamaz ancak herkes ben buyum diyebilir. Siz sofrayı serin dileyen oturur. Ama
sofrayı kurmadan/kurarken illa peynir yiyeceksin diyemezsiniz. Çünkü sana düşen
sofrayı sermek. Eğer zorlarsan adamın midesi bulanabilir. Kusarsa fena kusar. Sana
kini artar bu adamla yaşanmaz denir.

İnancını yaşa, anlat. Ama diretme, kanıtlama ihtiyacında olma. Dinini anlatmayı
görev bilme.

21
***
DEĞİŞİM

Günlerden bir gün gizemli ağacın altında oturmuş düşünüyordu! Tozu


dumana katan köyün yollarında biri görünüyordu. Beyaza bürünen, sade,
lekesiz, saf, ermiş, temiz, düzgün, bakımlı, sevimli ve yirmi beşine ulaşmış, olgun
duruşlu biri yaklaşıyordu. Rüzgâr gibi yaklaşıyordu. Lucy; karşısındakini
görünce serinledi, durdu. Sanki ilham alıyordu, bir şeyler seziyordu. Görülünce
berraklaştı gözler, serinledi gönüller. Lucy’nin soracağı sorular vardı. Artık soru
sorulmuyor sorunun kendisi, cevabın kendisi de yaşanıyordu. Kandil gibiydi
Ali... Bir Ali olmak varmış deniyordu. Ali bir kapıydı, bir nokta… Lucy’nin de,
Köyün de, gizlerin-gizemlerin de anlamıydı. Yezidilikte sorulmuştu. Ali’nin
bizzat kendisi vardı. Anlatan yoktu bizzat kendisi vardı. Ali bir ermişti. İşte
veliyullah buna denirdi, İnsan’ı Kamil. O bir Buda, bir Zerdüşt, bir Muhammed,
bir Ali Mirza. -O yaşayan Muhammed, o yaşayan Sokrates, sezilen Krişnaydı

 İlk Adım

Bilge İnsan, zihnini birbirine katar. Karıştırır durur. Bulandırır, işte o an bunalım
olur. Karar Aklın elinden çıkar. Karar merkezi güdüler olur, nefis devreye girer. Zihin
pes eder sonuç; bir parça ip. İnsanı kurtaracak sevgi dolu bir söz gelirse veya
gülümsemelerden biri kapıyı çalarsa; zihin dağılır dikkat odaklaşır “tek yöne”. Zihin
örtülür cevap gülümsemenin kendisi olur. İşte o an ermiş tetiklenir devamında eritir.
Zihin devreye girse de nafile. Ama bir müddet sonra zihin yine toplanır ve
karmakarışık eder. Bilgi tespih boncuklarına benzer onları birbirlerine tutacak ip
olmayınca dağılır. Hangisine bakılırsa tespih denir ama tamamı ele alınamaz. Bilgiyi
tutacak, sadeleştirecek saf zihin oluşunca bilgi ete kemiğe bürünür. Odak tozu dumana
katan yollarda; bir Ali’nin belirmesi toz ile duman sadece manzara olur Ali ise odak
nokta. Yaklaştıkça yaklaşan, odaklaştıkça odaklaşan Meditasyon yapar. Bilginin
dağılmaması için odaklaştıkça odaklaş. Sonra dönüp kendine bir göz at. Ne kadar
değişim yaşadığını anlayacaksın.

22
 Sorgu

Soru üstüne gelen sorular, zamanla Lucy’nin şahsında sorgu olarak belirmişti.
Sorgunun kendisi olmuştu, sırf soru sormak değildi onun mizacı. Sorularıyla
yaşayandı o. Gece olunca acaba diye bilendi. Sokrates’in “sorgulanmayan hayat
yaşanmaya deymez” sözünün pratiği olmuştu. Ergenliğe adımını atmıştı -erkeliğe
ilk adım derlerdi- ergenliğin verdiği değişim onda toplumda birey olma dünyasını
yaşatıyordu.

Akademilerde hayatın amacının üzerinde kafa yoran “Bilgelik Sevdalıları”,


gökyüzüne bakıp sonsuzluğu düşünen kendine dönüp “ben neyim?” diyen. Hayatı
amaçsız bilip depresyona giren, hayatın anlamsızlığıyla yaşayanlar, tabir yerindeyse
düşünceyle-sorguyla ömrünü harcayanlar; ben kimim? Derlerken, henüz ergenliğine
ayak basmış sorgu insanıyla farklı mıdırlar? Aslında cevaplar aynı. Sadece duygular
farklı. Bilge biri de, bilgisiz biri de erdemin marifet olduğunun farkında. Sadece biri
erdemliği, erdemliğin çeşitlerini, kısımlarını bilir “bilinçli” diğeri ise yüzeyseldir. Aynı
şekilde genç-amatör bir sorgucu ile akademik; yıllarını sorguya veren bir sorgucu ile
bilgi düzeyinde aynı cevapları verirler. Tıpkı Matematikte ki bir sorunun cevabını
bilen ile onu detaylarıyla çeşitlendirip anlatabilen iki insan misali… İnsanlar
cevaplarını bilmedikleri, hayatlarına mal olan soruları hayatlarının sonlarında artık bir
bıkkınlık ile terk ederler. Bu sefer inanç veya toplumsal kaidelerle toplumdan biri
olurlar. Genç dinamik bir sorgucu ile yaşlı bir akademisyen arasındaki fark: heyecan
ile tecrübe gibidir. Olaylar karşısında nasıl yaşlı bilge daha sabırlı bir şekilde yaklaşır.
Aynı şekilde sorgunun sonunda oluşan cevapta yaşlıya sadece biraz daha alışılmışlık
gelir. Yoksa bir gençten daha mantıklı ve daha bir birikimli cevapta alınabilir.

Henüz ergenliğinde neşeli bir kişiden beklemedikleriniz bazen gerçekleşe de biliyor.


Heyecanlı ve yaramaz ataklarıyla göze çarpan biri aslında, kendi başına kalışında daha
hüzünlü ve içe kapanık olabilir. İlgi-alakadan kendini yoksun his edenler kendilerini
hayatın neresine bırakacaklarını bilemedikleri için her an -ani ataklara geçebilirler.
Kendilerini seven birileri olmadığı zaman yalnızlığa terk edilmeleri onlara büyük bir

23
işkence çektirebilir. Çocukluğun oyun dünyasından rasyonel-sorgucu dünyasına giriş
yapanlar, tıpkı büyük hayal kırıklığına uğrayan bir iş insanına benzerler. Tabir
yerindeyse her şeyi tos pembe zan edenler, bir de görmüşler ki hayat bir çift sözden,
atalardan ibaret değil amacı sorgulanması gereken bir muamma. Bu bir aşamadır. Bu
aşama gizemli ve göz ardı edilesi bir çağ değildir. Gururun, benliğin, egonun
şekillendiği devirdir. Hayata atılıştır. Aşk denilen göz boyaması da bunun gibi bir
şeydir. Aşk bir bakıştır sadece. Bir bakışla âşık olunur. Tamamıyla tos pembe bir
duyguyla nazar edilir. Bir gizlik vardır o yüzden âşık olunur. Bu âşıklar bir hafta
beraber kaldıkları an birbirleri hakkında peyderpey bilgi öğrenirler bu gizlik yavaş bir
tempoyla söner. Sonrasında hayal kırıklığı başlar. İnsan çocuk iken hayata âşıktır,
ergenlikte bunun hayal kırıklığını yaşar hayat boyunca ise bunun hesabını öder. Kimi
dönem iyi geçer, kimi devir kötü geçer.

Hayatta kalanlar tecrübe-bilgi toplar. Ölenler ise bu ihtiyacı atlatırlar. Bilgi


çoğaldıkça hayranlık azalır. Ben neyim? Denilir. Kısa bir sürede bu hayata malda
olabilir ama söneceği-bıkkınlık yaratacağı dönem olabileceği gibi güncel tabirle
“kafayı yeme” de olabilir. Bence “kafa yenilmez, kafa insanı yer.”

Hayatın amacını gelenekleştirip basitleştirenler bu sefer hayatın bir parçasından


tutup “parçacılık” yaparlar. Biri sermayeye, biri faşizmi, diğeri dinciliği… Kısaca:
insanlar kendileriyle olan sorunları dışa yansıtır suçlu aranır. İçindeki suçlu gizlenir bu
sefer “suçlu aranıyor!” pankartları açılır ve piyango kimin başına konarsa o harekete
geçer “suçlu bulundu” denilir. Herkes kurtulur çünkü uğraşacak bir şeyler meydana
gelir. Sorgusuzlar tabakası ise zaten içgüdüsel yaşamda oldukları için “geçmiş ile
gelecek arasında bir “gelenek paketi köprüsü olurlar” Bu gelenek arasında numuneler
ise bu halkın Bilgeleri, kurnazları Siyasetçileri, kendilerini kandıranlar ise hikâyeciler
olur. Hikâyeci geçmişi özler şimdiki zamanı suçlar -geçmişi kutsar. Bütün suçları
şimdiki zamanda ararlar. Bilginler ise en azından hayatın farkındalar. Bir sorun var
ama bu çözülmeli derler. Kendi kafalarındaki bilgi kirliğini halka pompalarlar.
Kurnazlar ise hikâyecileri kullanırlar en büyük amacın halkın tabularında saklı
olduğunun farkındalar. Arı deliğini de bilirler, koyun otlağını da. O yüzden arı deliğine

24
çomak sokmazlar sokanları ise yakarlar, yıkarlar. Halk efendi istediği için bu kutsal
insanları yaşatırlar. Bu kurbanlar ya Hallaç olur, ya Sokrates olur, ya çarmıhlara
gerilenler olur… Kurnazlar Mesih olur, mehdi olur, peygamber olur. Sıfatla ortaya
çıkarlar, maskeyle… Muhammed olamazlar çünkü o maskeyle değil varlığıyla vardı.
O “ben sizim” diyordu. İsa olamazlar çünkü o kendisine gelen zengine önce
mallarınızı/sermayenizi atın diyordu. Kurnazlar zenginlere mallını atın derler mi?
Çünkü onlara lazım olur. İsa bir limandaydı bir saat süre var diyordu gelin binin
derken kurnazlar sofrayı kurun geliyorum diyorlardı.

Ergenlik kırılma noktasıdır. İnsanlığa bir adımdır ve dünya evine girmektir. Dünya
evi ergenliktir. Çiftlerli yollara girip sonsuz kapıları aralamaktır, aralamak!

 Tanrı

Açın kulağınızı! bilgelik kitaplık değildir. Kütüphane hiç değildir. Bilgelik bilgi
kirliği veya kavram kargaşası değildir; unvan hiç değildir. Bilgelik bilinçtir farkına
varmaktır. Aklınızı çalıştıran bilgidir, ama bilgiyi değerlendiren zekâdır. Sorun
kitaplara “sen nesin?” Sorun bakalım! Diyecekler ki: biz birer mürekkep ve kâğıdın
yan yana gelip şekillerin ortaya çıkışıyız. Sorun İnsana “sen nesin?” Sorun bakalım.
Ben şuan, şuan yaşayanım diyecektir. Şuurluyum ve farkındayım. Bilgisayara sorun
“nesin?” Bilgisayar çok yüklüdür ama farkında değildir. Yükleyin merkebe bir ton
kitap sorun merkebe bu nedir? Ağırlık diyecektir. İnsana yükleyin ne diyecek? Ağırlık
ama yükleyin zihne, yükleyin zekâya, yükleyin akla yaşatın onu. İşte bilgi yazı
değildir. Eski Çin, Sümer yazılarına bakın küçük resimlerden ibaret. Çünkü insan
sadece bilgiyi resim ediyordu. Şuan ise daha ufak simgelerle…

Bir resme bakabilirsiniz ama ressam gibi bakabilir misiniz? Çünkü onun okuduğu
farklıdır. Tanrıyı bilgiye çevirmek budur işte. Onu tanımak yerine yaşamak lazımdır.
Bir insanı tanımak için ismin nedir diye sorarsınız. Ama bu sadece bir isim. Peki,
yeterli midir? Veya şeklini şemailini görürsünüz tamam bu bir şekildir. Arkadaşlık-
dostluk onu çözümler yani o olmalısınız duygudaşlık kurmalısınız. Sevgiyi tarif edilir

25
misiniz? İsim takarsınız, tanımlarsınız, kanıtlamaya çalışırsınız ama bir türlü
şekillendiremezsiniz. Çünkü şekli yok. Eğer şekillenirse sınırlık kazanır ve çabuk yok
edilebilir. Tanrı da aynen… Yaşanır eğer siz kötülüğü düşünürseniz sadece Tanrının
var olmadığını his edersiniz. Birini çok seversiniz hakkında bir şeyler duyarsanız
hemen soğu verirsiniz onun yaşanırlığı kayıp olur oysa o vardır ve aynı o’dur. Sevmek
için bilgi toplamayın. Onu sevmek için bilgi toplamayın çünkü sevmek için kıyas
yapıyorsun oysa sevgi kanıt istemez. Bir defasına dinle ve var deme sadece yaşa.
Kanıtlama ihtiyacı duyma çünkü bu bir kavramdır ve eylemin sonucudur. Tanrıyı da
bir varlık bilme bir kavram bil ve hayatına yerleştir bir bakarsın o olmuşsun ve içinde
kayıp olmuşsun ama maddesel olarak o olmamışsın sadece yaşıyorsundur. Çünkü sen
maddesin o ise maddeyi esir alandır. Seni yönlendiren duygularındır sen değil. Aklın
seni yönlendirebilse hemen ölürsün çünkü aklın başka bir şeyle meşgul olduğu an
kayıp olursun ve çökersin. Hiç nefesini yönetebilir misin? Hiç kalbinin atışlarını
bırakın kontrol etmeyi dinleyebilir misin? Yap yapacağını. Çünkü aklına teslim edilen
toplum da ortada, metada… İnsanları yan yana getirebiliyor musun? İnsanları
yekvücut edebiliyor musun? İşte akıl ile öz arasındaki fark budur. Akıl bunu farkına
varmaktır. Eğer sadece kalbinin sesini dinleyip, atışlarını yaşabilseydin o zaman ermiş
olurdun. Nefesini dinleyebilseydin artık aklın değil özün yönetirdi seni. Muhammed
“kişi sevdiğiyledir” derdi. İnsan eğer zihniyle beraber ise unutmak için kendini kayıp
etmenin yöntemlerini kollar. Oysa eğer nefesiyle, kalbiyle, vücuduyla beraber olsa ve
yaşasa his etse hayatın akışını dinlemeye yol alır.

Hala çözümleyememişler neden bin kere bu veya şu diyelim? Veya iki nefes arasını
yakalayalım? Çünkü onlar madde ile bakarlar sebep sonuç mekanizmasının sadece
görülebilen cisimlerde olabileceğini hesap etmişler. Oysa cisimlerin en küçüğü atom
değildir ve diyenler yanıldıklarını tarihe anlatılar. Çünkü atom parçalanabildi ve daha
ufağına ulaşıldı işte şimdi oluştu modern ilimler. Ve kimse kalkıp sevginin madde
olmadığını, Tanrının madde olmadığını o yüzden yok olduğunu zan etmesin çünkü
madde ufaldıkça ufalıyor. Yoğunlaşmasını düşünme çünkü ufalan farklılaşır.
Farklılaşan değişiklik kazanır ve bize görünmez olur. Bununla Kuantum Fiziği

26
ilgilenir. Tanrını yaratma! İçindeki Tanrıyı anlatma. Çünkü anlatmaya çalıştığın an
cisimleştirirsin.

 Ergenlik

Soru üstüne gelen sorular, zamanla Lucy’nin şahsında sorgu olarak belirmişti.
Sorgunun kendisi olmuştu, sırf soru

Ergenliğe adımını atmıştı -erkeliğe ilk adım derlerdi- ergenliğin verdiği değişim
onda toplumda birey olma dünyasını yaşatıyordu.

Çocuklar içgüdüyle hareket ederler. Bilinçsiz ve sade bir hayat yaşarlar. Plansız,
programsız tamamıyla bitkisel yaşamı sürdürürler. Teolojik kavramla “cennet hayatı”
yaşarlar. Ergenliğin verdiği olgunluk-ilk adım onları cennetten kovar. Âdem…
Yaşamış -geçmiş biri değil- tam aksiyle her insan bir âdemdir. Her doğan çocuk bir
âdemdir hayat cennetinden bilgi-şuur hayatına göçer-kovulur.

Neden günahkârlık değil de akıştır. İnsan sade ve masumdur. Nur topu gibi bir
çocuk nasıl günah işleyebilir ki? Teslisçi mantık bunu böyle algılamadı çünkü onlar
ilk günahın âdem ile dünyaya girdiğini söylüyordular. Hal böyle iken her insan kendini
aşağılık his ediyordu.

Çocuklar daha küçücük yaşlarda iken uçkuruna elini atığı an: “yapma çok ayıp
veya gözlerin kör olur” denildiğinde; Çocuk yalnızlaştığı zaman uçkuruyla oynadığı an
hem kendini alamaz hem de kendini aşağılık-ezik his eder. Bu davranışlarla büyüyen
tertemiz bir çocuk kendini kötü his etiği için de büyük düşünemez. Hep korkuyla
büyür ve kişisel-toplumsal açıdan hep geri planda olur. Kendisini aynı zamanda
ikiyüzlü davranışlarıyla gördüğü içinde kimseyle rahat bir şekilde konuşamaz.
Çocukluğun hayat cennetinden ergenlikle dışarıya atılan sade çocuklar birer âdemdir.
Muhammed’in, Musa’nın anlattığı kıssa budur. İsa’nın haykırdığı gerçek budur.

27
Âdemden önce bir değil binler vardı ama âdem bilgiye bulaştığı için İnsanlığın
hayvansal boyutundan bilgelik/akılsal boyutuna evirilir.

İnsanlığın ergenlik çağı evrimleştiği ilk çağlardır. Bu çağlarda artık aletler-


edevatlar kullanabilecek seviyeye ulaşır. Hırs-arzusal yaşama dönüşen hayvan türü
makineden çıkıp meraklı bir varlığa dönüşür. Bu merak ergenlik çağında başladı tabi
ürünü olarak “Sümer ile medeniyete” başladı.

Her düşüncenin de ergenlik çağı vardır. İslam ilk ortaya çıkışında Muhammed ve
karşıtlarının çekişmesi olarak görülürken Müslüman ile Anti-Müslüman vardı.
Yaşayan bir cennet çağı vardı ki, Muhammed ve dört halife devrine “altın çağ-
asrısaadet” denilir. Daha sonraları ikinci yüzyılda İslam ergenlik çağını yaşadı ve
“kelam” sehpasına alındı. Sonra Felsefe ile tahlil edildi ve sentezlendi. Ortaya Eş’ari-
Maturudi diliyle halkın yaşamına uygun bir şekilde ortaya konuldu. Mu’tezile
olamazdı, Selefiyun olamazdı çünkü bunlar halkın duygularını, yönetimin arzularını
bastırabilecek nitelikteydiler. Felsefe de olamazdı çünkü İslam’ın raydan çıkması söz
konusuydu. Bu nedenle Filozofları tatmin edebilecek bazı şartlarla onların yolunu
açacak biraz Felsefe, Kelamcıları doyurabilecek şekilde biraz Kelam, Rivayetçilerin
arzuladıklarından çıkmayacak ama birazda bastıracak biraz Akıl-Kıyas… İşte
Emeviler İslam’ın varlığı ile yokluğu arasında bir geçiştir. Hesaplaşma ve kavga
devridir. Abbasilerin ilk devirleri ise kafa yorma ve çözüm safhasıdır sonrası ise
keskin çizgigilleriyle tanımlanan mezhepler, meşrepler… En uç mezhepler Harici gibi
fırkalarda kendilerine bir çeki düzen verip İbadiye-İfrıkıyye gibi ılımlı mezheplere
dönüştüler. Şii’ler ise Sünniler karşısındaki kadim muhalefet olarak yerlerini
oluştururlar.

Hıristiyanlığın karşısında put gibi dikilen Roma imparatorluğu asırlar boyu


direndiler ve Mesihçileri ezdiler. Hıristiyanlığın ergenlik çağını kendisine zehir etti.
Uzun bir devir sonra Roma Pagan Dini ile Hıristiyanlık arasında bir sentez elde edildi.
Hıristiyanlığın direnen uç noktaları ise Kiliseye hedef alındı ve ardı sıra gelen
konsüllerle sorunların sözel derlemeleri elde edildi. Kilisenin mutlak hâkimiyeti ile

28
sentezlenen Hıristiyanlık; kendi içinde Katolik ve karşısındaki Ortodoksluğuyla tarihte
boy ölçtü. İkinci bir senteze tabi tutulan Hıristiyanlık; aydınlanma çağıyla Martin
Luther gibi ilim adamlarının çabasıyla din adamı otoritesi sarsıldı ve bilim zaferi elde
etti. İnsanlar bazen yıllarca sorgular sonra rahatlar, kimi kısa bir dönemde. Nasıllığı
konu değil ama bir sıkıntı devrinin olduğu malumdur-kesindir.

29
***
TUTKU

İlköğretimini köyünde bitirdikten sonra; Servisle, bağlı oldukları il okuluna


gidiyordu. Daha önceleri hiç lüks okul görememişti. Köylerindeki mütevazı
sınıflarının yerine lüks sınıflar görebilmişti. İşte bu andan sonrası semadan içine
düşen bir sesin yeri, Esma diye bir güzele bırakılmıştı. Bakış! Bir bakış! Sadece
bir bakış! Nedir ki bir bakış? Tutkuya sebep olabilecek bir bakış! Aşka
düşünceye sebep olabilecek bir bakış! Sorguyu, tartıyı, ölçüyü kaldırabilecek bir
bakış! “ben kimim?” “niye varım?” gibi soruların yerine geçmişti bir bakış! İşte
cinsel yaşamının doruğa ulaşmasıydı bu bakış! Ey Sorguyu kaldıran, Kötülüğü
acı bir sevince çeviren bakış sen neydin? İnsanın tüm dikkatini kendine çeviren
sonra eğip büken, sonra bıktırıp çıldırtan, sonra dönüp sorgusuz kabul ettirten
bakış! Sen neydin? Sen neydin ki araştıran, kurcalayıp karıştıran bir gencin
hayatına yön verdin.

İlköğretimini köyünde bitirdikten sonra; Servisle, bağlı oldukları il okuluna


gidiyordu. Daha önceleri hiç lüks okul görememişti. Köylerindeki mütevazı
sınıflarının yerine lüks sınıflar görebilmişti. İşte bu andan sonrası semadan içine
düşen bir sesin yeri, Esma diye bir güzele bırakılmıştı. Bakış! Bir bakış! Sadece
bir bakış! Nedir ki bir bakış? Tutkuya sebep

 Aşk ve Sezgi

Aşk bir dökümdür. Bir dönem ama dönüm değildir. Bir duygu ama yenilik/değişim
değildir. Odaklaşmaktır, hayranlıktır, tutkudur, bakıştır, inceliktir, yüksel sevgidir,
sevginin çığırından çıkmasıdır, sıçramadır, zihnin raydan çıkması; İnsanın bir an
donuklaşmasıdır.

Aşk bir seziş değildir. Sezgi değildir. Bilginin olgunluğu değildir. Ergenliğin
doğurduğu boşluğun doldurulmasıdır. Oyalanıştır, kaçıştır ve duruştur. Aklın, mantığın

30
ortadan kaldırılmasıdır ama ötesi değildir. Aklın algılamadığı değildir. Sezgi mantığın
ötesidir. Bilginin durduğu yerdir ama aşk bilginin durduğu yer değildir tam aksi
duyguların patlamasıdır. Sezginin anlamlığı ve sevimliliğiyle kıyaslanamaz. Çünkü
aşk tarife muhtaçtır. Aşk bir hastalıktır. Sevginin aşırıya kaçması ve duraksamasıdır.

Sadece kadına tek âşık olunmaz. Bir bilgeye, filozofa da âşık olunur. Allah’a,
Efsaneye de, ilkel bir nesneye de, rüyadaki bir hayalete de vb. her şeye âşık olunabilir.
Sezgi o değildir sadece sezmektir ve hayata değer vermektir. Sezgi bir devrimdir,
değişimdir, reformdur ve yeniliktir. Aşk yenilik değil duyguların duruklaşmasıdır.
Sezgiye; duygular, akıl ve mantık teslim olur onun yönetimine girer ama aşka;
duygular teslim olmaz. Onları cebren dışa çıkarır. Aşk insanın terörüdür. İnsanın
bedeninde fitne çıkarır. Akıl ve zihin aşkın cebriyesi ile dışarıya çıkar, donar. Sezgi
merhamet ve adalet ile teslim alır. Aşk ile sevgi arasındaki fark sevgidir.

Aşk acı bir sevgidir ve zorla sevmektir. Duyguların fedai durumuna girmesidir.
Alkolik olmaktır. Din aşka çevrildiği an sevimli bir acı olur. İşte o zaman “din afyon”
olur. Aşk afyondur. Dinin aşk tarafı afyondur. Aşk korkuyla, hayranlıkla bir o kadarda
acıyla teslim olmaktır. Sezgi akıl, gönül ve beden ile boyun eğmektir. Dininize âşık
olmayın çünkü dinine âşık oldun mu ayrımcılık yapıp kendi dinin ile başka din
arasında ki farkı göremezsin.

Âşık ile ahmak arasındaki tek fark; esarettir. Âşıkta akıl var ama esir, ahmakta akıl
yok ve özgür. Deli, özgürdür çünkü aklı yok. Ama âşık esir çünkü bilerek esirdir.
Allah düşmanıma vermesin derler ya işte aşk ta böyle bir şeydir.

Aşkın kadınlısı, kadınsızı yoktur. Aşkın akıllısı, akılsızı vardır. Akıllısına


üzülüyorum çünkü esirdir. Delisine üzülmüyorum çünkü özgürdür. Aşk
tanrıçalarına/tanrılarına imdadımızdır; yokluğunuzla varlığınızla yok olun.
Yokluğunuzdur insanlığın farkı. Aşk, farkın kaldırılmasıdır. Farkı ayrıcalığı
görememektir. Aşk hayvani bir duygu değildir çünkü hayvan âşık olacak kadar akıllı
değildir. Hayvan âşık olacak kadar deli de değildir.

31
Ey aşk tanrıçaları ve tanrıları! Aşk sizin en iyi maşanızdır. Sizde öyle bir maşa
vardır ki istediğiniz dini, felsefeyi, kadını yaftalarsınız. Siz öyle bir malzemeye
sahipsiniz ki hiçbir felsefenin başarmadığı diğer malzemeye sahipsiniz.

Hakikati inkârda aşk en iyi bahanedir. Aşk, hakikati anlatana bakar, anlaşılana değil.
Aşk, kimliklere, hareketlere, sicile bakar ve giz olana teslim olur. Aşk, geleneğin
tabularına tutkudur. Aşk, dindarın dini, aşk dinsizin dinidir. Aşk, sorgusuz teslimiyetin
simgesidir. Birazda aşk olsa denir ya, aşka başkadır denir ya işte kazığın en pahalısıdır
bu. Aşk, bilginin yok sayıldığı, aklın esarete maruz kaldığı alandır. “Aşkın gözleri var
ama görmez” çünkü kendisi yok. Yok, saymış insanı. Tın geçer insanı. İnsanın
bedenini bir kalkan sayar.

 Tümden Varım

Aşkın yok edilmesi için bilginin çoğalması lazımdır. Bilgi çoğaldıkça aşk alevlenir.
Tabuların can çekişmesi lazımdır. Maşukun sorguya alınıp hatalarının-iç
çamaşırlarının sergilenmesi lazımdır. Bir hafta sadece bir hafta… Bilimin olduğu
yerde aşk biter. Batlamyus’un kuramıdır aşka dönen. Kilisenin uğruna can çekiştirdiği
kuramdır. Çünkü “bilgi insanları” gözlemlediklerini derler. Aristoteles; Koperniği,
Galileoyu, Kepleri, Newtonu görseydi onların önünde eğilir el etek öperdi. Oysa
onlara karşı dikilen de oydu. Çünkü Aristo kiliseye aşk malzemesi olmuştu ve
tabulaşmıştı. Tabunun can çekişmesi bilginin ortaya çıkışıyla Aristo’ydu. Aydınların,
aydınlanmanın tetiklediği gerçektir tabuların can çekişmesi…

Tevrat’ta geçen şu söz ne manalar taşır, ne gerçekleri gizler, gizemler: Musa’nın


rabbi diyor ki “Çünkü onları yarattığıma pişman oldum” Neydi Musa tanrısını/Musa’yı
pişman ettiren? İnsandı. Aristo’nun ortaya attığı kuramı; Aristo şuan duysaydı pişman
olurdu. Kepleri, Koperniği görseydi pişman olurdu. Âdemi anlatan Musa anlattığına
pişman ettiler. Bilimin önüne set çektiler. İşte Tanrının pişmanlığı budur.

32
Yeryüzündeki hiçbir fert takip edilemez; dogmalaşamaz. Çünkü değişkendir
İnsan/evren. Değişenin kuralı, kaidesi olmaz/olamaz. Eğer takip edilen varsa ve doğru
belli ise o halde neden her doğan insan değişik? Her İnsan bir bireydir/varlıktır. Her
İnsan kendi başına bir değerdir ve dokunulmazdır. Örneğin; Bana Hümanist deyin,
Natüralist deyin, bana Monoteist veya Henoteist deyin bu beni zerre kadar etkilemez.
Bana dinsiz veya ateist deyin hiç etkilemez. Çünkü ben bir varlığım ve insanım.
Bunlar benim görüşlerim ve beni ben tanımlayacak. Kimse beni benim kadar iyi
tanımlayamaz. Seni de senin kadar ben iyi tanımlayamam. Eğer birini tanımak
istiyorsanız onu ondan öğrenin. Çünkü tek aracı girdimi şirk olur. Şirk budur işte:
“Birini başkasından öğrenmek”… Tek kabul etmek bütün ele almaktır, tevhit! Allah’ı
Allah’tan öğrenmektir ve tüm almaktır tevhit! İnsanları tanımak isterseniz onu tümüyle
bilin ve yorumlayın. Her insan bir güzelliktir ve kendi başına bir samimiyettir.
Kısımcılık yapmayın çünkü “o’culuk” veya “bu’culuk” yapmak ayırmaktır. Ayırıp,
kayırmayın çünkü tüme varamazsınız. Ya tümden varın, ya da tüme… Ama sakın
tümün bir bölümüne varmayın. Siz hiç yemek yaparken ayrım yapar mısınız? Yemeğin
oluşması için bir sebzeyi alırken diğerini atar mısınız? Veya mavi ile beyaz rengi
arasında ayrım yapılır mı? O güzel, bu güzel dediğiniz mi? Birleştirip başka bir
güzellik çıkartabilirsiniz. Tabloya bakıp manzaranın bir kısmına odaklanabilir misiniz?
İyi bir ressam her zaman tabloyu tüm değerlendirir ve tümden varır. Manzaraya
bakarken kısımsal değerlendirmek resmi katıl etmektir. Yapılan bir nesneyi tablodan
çıkartabilir misiniz? Eğer çıkartırsanız boşluk oluşur ve manzara bozulur. Siz hiç
dişiniz ağrırken “aman boş ver” dediniz mi? Bir dişinizin ağrısını es geçtiniz mi? Çok
küçük, küçücük bir ağrı bazen insanı sabahlara kadar uyutmaz. Sen onu tedavi
edeceğine deliyorsun, parçalıyorsun, kesiyorsun oysa bu bedenine zarar veriyor. Onu
sevdiğin için iyileştirmen lazım. Ona iyi bakman ve sevmen lazım. Yoksa tüm olarak
heba olursun. Bedeninin bir kısmını tutup kısımcılık yapabilir misin? Toplum bir
tablodur, bir insandır. Tek sorun tüm sorundur.

33
***
İDEOLOJİ

Lucy, Lise yaşlarında birçok ideolojik grupla tanışmıştı. Onun toplumsal,


siyasi sorunlarla uğraşması kendisini meşgul etse de, hayatın anlamsız yüzü onu
kasıp kavurabiliyordu. Bir depresyonun sonucunda canına kıyıp zalim dünyadan
kayıp olup gitmişti.

O kadarda uzağa gitmeye gerek yoktur. İdeoloji ithal etmeye de gerek yoktur.
İnsanın özüne dönmesi yeterlidir. Öz benliğine dönmesi, kimsenin emeğini
sömürmemesi sorunların çözümlenmesi demektir.

İnsan önce sorunlar çıkarır sonra açılımlar/çözümler üretir. Halk sadece akışı izler.
Başların bitmesi, yok olması yeterlidir. Eğer halk efendisiz, başsız yaşayabilirse bütün
sorunlar bitecektir. Şimdi diyeceksiniz “ya olur mu öyle anarşist yönetim?” bal gibi
olur. Fakat İnsanlığın bir bilinç evrimi geçirmesi yeterlidir. Kafasındaki tabuları,
ırkları, inançları, kültürleri silip süpürmesi, sonrasın da sade bir gönül ile özüne
dönmesi her şeyi hal eder.

Sıffin savaşında Ali ile Muaviye savaştıklarında bir grup İnsan dediler ki “neden
halifeler/imamlar için ölelim, onlara bir şey olmuyor olan bize oluyor” Halkın sürüden
çıkması gerek. Toplunun ormansı zihin yıkımına uğramasına ihtiyaç vardır. İslam
Felsefesinde buna “nefis tezkiyesi” de denir. Egoizmin yok olması yeterlidir. Eğer ego
yok olmazsa sömürü yaşanır. Sömürü ruhunun yok olması lazımdır. Paranın yok
olması lazımdır.

Muhammed diyor ki “ateş su ve mera ortak maldır” karın tokluğu için insanların
özelleşmesine gerek yoktur. Hep beraber çalışırlar elektrik, su, ekmek, telefon para ile
değil ortak kullanılır. Tıpkı bir ailenin her ferdin çalışıp akşam beraber bir sofrada
oturması gibi. İnsan ormanda büyüdüğü için zihninde hala orman yasaları vardır. O
yüzden yasalara ihtiyaç duyar. Bilin ki; bir insan “başsız nasıl yaşayabiliriz?”

34
diyebiliyorsa ki; herkes hemen-hemen öyle düşünüyor. İnsanlar henüz orman
yasalarını aşamamıştır.

Yazarlardan biri der ki “genç iken Dünyayı kurtarmak için çalışıyordum ve bana
basit geliyordu, sonra ülkemi, sonra şehrimi kurtarmak istedim ama olgulaşınca hiçbir
şey yapamazmışım dedim. Döndüm kendimi değiştirmeye karar verdim baktım ki her
şey değişti” Önce insan kendini değiştirsin dünya yıkılsa bile yüreği rahat olur. Çünkü
suç senin değil. Elinden geleni yapıyorsun o zaman kendi görevini yapacaksın. Hani
derler ya “her insan evinin önünü temizlerse her yer temiz olur”

Ufak sorunlar için büyük çözümler üretmeye gerek yoktur. Adamlardan birinin
tarlasına sinekler girmiş almış eline silahı kardeşiyle tarlaya gitmişler. Bir sinek
kardeşinin alnına konmuş vurmasıyla beraber kardeşi de, sinekte ölmüş. Adam; bir
bizden, bir onlardan” deyip geçiştirmiş. Dişiniz ağrıyorsa kafanızı kesmenize gerek
yoktur. Çözüm yolları çok basittir. Çünkü sorunları biz yaratıyoruz ve ufak sorunlar
büyüyorlar. Halka politika o kadar zor ve korkulu gösterilmiş ki her insan düşmüş
yalan dolanın peşine.

İnsan çocuk iken ailesinden politika, siyaset ve kandırmaca öğrenir. Okula gider
siyaset ve politika verilir. Sonra biz nasıl başsız idare ediliriz derler. Böyle bir zeminde
bir değil bin efendi yetmez. Önce halk tabanına ve çocuklara sevgi tohumları ekilmeli
ve beraber yaşama sanatı, kolektif yaşam modeli öğretilmeli/gösterilmeli. Bir kere
İnsanlar daha ufak iken birbirlerinden çekinirler. Rahat konuşamazlar. Evlerinde daha
rahat iken başka evde düşman gibiler.

Bu çok zor diyorsunuzdur. Doğru çünkü sizlere eğitim programları verilse sizde
aynı şeyleri öğreteceksiniz. Birinci göreviniz problemlerinizi anlatacaksınız. Önce
tarihteki düşmanlarınızı gösteriyorsunuz. Düşmanlarınızda! Sizi okullarında
öğretiyorlar. Sonra hedeflerinizi öğretiyorsunuz. Başka ülkeleri, ırkları canavar gibi
empoze ediyorsunuz. Daha çocuklarınız küçük yaşlarda iken sorunlu olduğunuz

35
arkadaşlardan, insanların eksiklerinden söz ediyorsunuz. Bir İnsanın zaafı varsa onu
bütün kamuya yansıtıyorsunuz.

Yazarlarınız kalkıp TV programlarında birbirleriyle horoz kavgası yapıyorlar. Biri


bir yazara nefretle bakarken, diğerine hayran... Çocuklarınızın kendisine sevgiyi bile
bırakmıyorsunuz. Hangi yazarları okumaması veya okuması için
tavsiyelerde/dayatmalarda bulunuyorsunuz. Çocuğu daha küçük iken sınırlıyorsunuz.
Çocuk nefretle ve birilerini yenmek için büyüyor. Hala kalkıp nasıl olabilir bu birlik
diyorsunuz. Hatta aile arasında bile ayrım yapıyorsunuz falancanın burnu eğri,
falancanın çenesi düşük, falancanın ağzı bozuk, falancanın şu eksiği var vb… Bu
çocukları daha ufacık iken taraflı büyütüyorsunuz. Yani arkanızda kendinizi bırakmak
istiyorsunuz. Çocuğun tamamıyla siz olmasını istiyorsunuz. Oysa onun zevkleri,
renkleri ayrı. O daha küçücük. Onun da kendisine has hayalleri var. Okula gönderirken
bile çocuk resim yaparken boş diyorsunuz. Falanca meslek paralı diyorsunuz. Hep
açlıkla, sefaletle korkutuyorsunuz.

Adolf Hitler’in çektiği zulmü anlıyorum. İşçilik yapmış, inşaatlarda çalışmış.


Yahudilerden horluk görmüş. Ve en son Dünya’ya zülüm damgasını vurmuş. Yani bir
zalim mazlumdan türüyor. Mazlumun çocuğu zalim oluyor. Mazlum zalimleşiyor.
Çünkü mazluma bile öğretilen zülümdür.

Bildiğin sermayeciler, kapitalistler gökten inmiyorlar ya. Senin çocuğun. Eğer sen
çocuğunu hor görerek büyütürsen sermayeci ve sömürgeci olur. Kendimizden
şikâyetçi değiliz çünkü biz sermaye kurmak istiyoruz.

Sorumluluk bağırmak değildir, eylem yapmak değildir. İki temiz çocuk topluma
teslim etmektir. Merhamet ve sevgiyle büyüyen bir çocuk... Çocuğun daha küçücük
iken ona her türlü şeyi dayatıyorsun sonra “zamanın çocukları” diyorsun. Suçlayacağın
son kişi başkası olsun. Eleştirini kendinle yap. Evinin önü temiz midir? Her gün kaç
sayfa kitap okuyorsun? Gündelik kaç tane farklı arkadaşla konuşuyorsun? Bulunduğun

36
bölge hakkında bildiklerin nedir? İşte senin ideolojin budur. Çünkü öyle ayağa kalkıp
bağırmana gerek yoktur. Bağırdıkça nefret saçarsın ve dolarsın.

 Çöküş

İşte! Lucy’nin hikâyesi budur. Âşık olup atlatabilen… Sonra ideolojik, teolojik,
felsefi, bilimsel konulardan cevabını alamayınca, karamsar bir gözlükle olaylara
bakınca -bir ip onun hayatını bitirebilmişti.

Sevgiden, merhametten, ilgiden uzak çocuğunun düşeceği durum Lucy’nin iple


buluşmasıdır. Eğer o iple buluşmasaydı karşısına dikilen bir Roma bulunurdu ve
çarmıha gerebilecek bir güç bulunabilirdi. O Dünya’yı seviyordu kendisini
sevmiyordu. Çünkü içerisinde öyle şeyler vardı ki; kurtaracak, düzeyde değildi.

Bir kere damgayı yemişti sizden “deli”… İşte benim ideolojim biraz deli
ideolojisidir. Ve biraz Akıllı ideolojisi... Yani, Deli olabilecek kadar Akıllı. Deli
olduğunu fark edebilecek bir Akıllı. Deli olmayı başardığın an kurtulursun. Saf zihin.
Veli ile Deli arasında tek fark var oda “farkındalıktır” Deli kimsenin diline,
duygularına, zevklerine veya inançlarına karışmaz. Her şeyi bir anda yapar. Uzun
hesapları yoktur. Neden Deli diyorum. Çünkü insanlık bir deli gibi yaşacak seviyede
bile değildir(henüz). En aptal hayvan emeği ve günlük ihtiyacı sömürülmezken; İnsan
gün ekmeğini sömürür.

Lucy’nin hikâyesi dünyanın hikâyesidir. Gâh krizlere girmiş gâh ayakta durmuş.
Bir gün tepelendikçe tepelenmiş. En son intihara kalkışmış. Dünya ya intihar edecek
son verecek ya da sosyal bir şekilde adalet ve barışla yaşamı paylaşacak/yaşayacak.

37
***
EKLER

 Tanrımız ve Tavrımız

Ali Şeriati gençliğinde binlerce modern genç gibi arayış ateşinden kavrulup
yanarken şöyle seslenir Tanrıya:

”Ey Tanrım sen var mısın, yok musun onu bilmem. Fakat sen şuan da bana lazımsın.”

Evrene baktım, doğaya baktım tanrıya yer bulamadım. Felsefede hiç yer
bulamadım. Sorgunun ve yargının ateşinden İbrahim’i bir sendeleyişle: “Tanrım
kimdir?” sorusunu sordum. Hz. Muhammed’in “Ben şüphede İbrahim’den daha
üstünüm” (Muvata) sözleri kulaklarıma esinlendi. Voltarie “Tanrı olmasa da onu var
etmek gerekir” demişti. Bakunin, Voltarie’nin sözlerine karşılık “Tanrı olsa da İnsanın
özgürleşmesi için yok etmek gerekir” demiştir. Benim tanrım yoktur fakat hiç Ateist
olmak istemedim. Aynı zamanda bana Teist denilmesini de hiç istemedim. Militan bir
Ateist ile Fanatik bir Teist’in “Tanrı var mıdır, yok mudur” tartışması ne kadar da
iğrenç. Teist sanki Tanrıyı; görmüş, deneylemiş ve bilmiş gibi mutlak derecede vardır
diyor. Ateist ise sanki varlığın bütün sırlarını bitirmiş gibi yoktur diyor. Tanrıya yer
bulamıyoruz, göremiyoruz, bilemiyoruz, his de edemiyoruz ama hayat nedir de
bilmiyoruz. Tanrıya yoksun diyorum çünkü bütün bir hayatı sarmalayan ve zapt u rapt
altına alan biri insanın özgürlüğünü yok eder. Nietzsche’nin iki özgür olamaz. Tanrı
varsa özgürlük yok olur teziyle yok dedim. Hayatın anlamını onun sarmalayan
coşkuyu da yok edemedim. Yaratan, yöneten, yargılayan bir tanrıyı görmüş gibi nasıl
var diyebilirdim ki?

İbrahim’den başladım. İbrahim topluma anlatamadı tanrıyı. O yüzden bütün


putları parçalayıp kentte anlatamama duygusunu ifade etti. Hem baltayı da en
büyüğünün omzuna vermişti. İbrahim’e Tanrısız ve Ateist diyeceklerdi elbette. Oysa
İbrahim Ateist olmadığı gibi Teist hiç değildi. Musa Firavunları yendi, denizi geçti ne
var ki halkına anlatamadı. En sonunda tanrı sözleri dediği levhaları yere vurarak
anlatamama duygusunu ifade etti. Ninova halkına yıllarca anlattı. Anlattı da anlattı
yine dinletemedi, anlatamadı. Yolu bir gemiye binip Asur’a kaçmak oldu. Yunus
halkından kaçmakta yolu buldu. Hz. Muhammed’e “Balık sahibi Yunus gibi kaçma
denildi.” Muhammed putları yıktı, toplumu değiştirdi fakat yine anlatamadı. Uhut
savaşında meğer “Muhammed Öldürüldü!” denilirken her biri bir tarafa kaçıştı. Ashap
dedikleri ortalıkta kayıp oldular. Ben diyeyim üç kişi sen söyle beş kişi kaldı etrafında.
Hz. Muhammed putların alaca karalığını anlattı. İbrahim putları kırdı, Musa putlara ve
heykellere tapmayacaksın dedi, İsa iki efendiye kulluk edilmez dedi. Nietzsche’de
putların alaca karanlığında savaş verdi. Putlaştırılan tanrıları söktü ve sildi. Hepsinin
ortak bir öyküsü vardı “Tanrıya karşı çıkmak, putları devirmek ve nasları-dogmaları
yok etmek”… Hz. Muhammed’e “Sabi/dönek, tanrılara karşı çıkan, dinsiz ve imansız”
deniliyordu. Meğerki İbn-i Rüşt sürgünlere uğrarken, Sühreverdi öldürülürken de

38
dinsiz denilerek öldürülmüştüler. İbn-i Arabî “Tanrınız Ayaklarımın altındadır” derken
ne demek istemişti?

Tanrının evlerini ziyaret ediyorlarmış! Ev sahibini ise hiç gören olmadı. Tanrıya
kurban ediliyor, ibadet ediliyor, dua edip yakarıyorlar binlerce yıldır tanrıdan hiç ses
çıkmadı. Onlar tanrıyı ev sahibi, göklerde, dua kutusu gibi sanmışlar meğerki…
Tanrıya hiç gizem demek istemedim. Aklıma gelen her şeyi o değildir dedim.
İmamlardan biri vaaz verirken:

—Tanrı ne cisimdir ne de cevher. Ne ruhtur ne de nur. Ne yerdedir ne de gökte…

Orada oturup dinleyen biri der ki:

—Hocam kısaca yok desene!

Vaaz veren ile dinleyen meğerki hep tanrıya bir yer istemiştirler. Kendilerine ya
Ateist demişler ya da Teist. Sözlüğe bakarsanız eğer; Teis, Ateist, Panteist, Deist her
biri iki cümle ile anlatılıp geçiştirilir. Oysa Tanrı anlatıldığı zaman bilmezler mi
mekân ve zamana hapis edilir. Kahrolası tanrıya ulaşmak bir maşuka ulaşmak değil ki;
dağları delmek ile ulaşılsın. Maşuka ulaşmak için belki delinecek bir dağ varda tanrıya
ulaşmak için o da yoktur. Kanıtla, kanıtla, kanıtla… Sonuç: 0

Var sayalım “vardır dedim” bu sadece bir sözcüktür. Birbirimizle aynı olduğumuzu
anlatmak için sadece “var diyoruz” ve birbirimize olan güvenimiz ortak oluyor. Var
sayalım “yok dedik” yine bir sözcüktür. Sadece insanların işaret ve gruplara bölmek
içindir bu sözcükler. Nice var diyenleri gördük her kötülüğü işler, işi de sadece kötü
bir leziz. Nice yok diyenleri gördük odaklanmışlar dinlere onların sökümü için ter
dökerler. Ne var diyen dürüst oluyor; ne yok diyen özgürleşiyor. Aksine
seslendirdikleri sözcükler onlara bir sınır kazıyıp etiketleniyor ve konuşmasına da sınır
getiriliyor.

Karnımın alt taraflarından bir coşku yükseliyor! Tabulaşan, sınırlanan dogma


sayılan dokunulmaz bir yerde bir coşku yükseliyor. Bütün varlığı anlamlı kılıyor. Her
şeyi güzelleştiriyor. Anlatmak için hiçbir sözcük bile gerektirmiyor. Vardır veya
yoktur demek için hiçbir nedenim kalmıyor. Doğanın karmaşık görüntüsü altında her
şey güzelleşiyor. Teist’in Tanrının sanatı demesi gerektiği, Ateist’in ise güzel varlık
demesi gerektiği bir şeylere odaklanıp onu eşsiz buluyorum. Ötesine geçmiyorum,
üstüne çıkmıyorum, sır aramıyorum ve öylece duruyorum. Ortak nokta bu olsa gerek!
Kolaydır sabahlara kadar bin salâvat çekip cenneti garantilemek! İşin zoru sonsuz bir
coşkudur. Sonsuz bir özgürlük! Özgürlüğü anlatanlar, onu sevenler, onu getirmek
isteyenler özgür değildir. Ben özgürlüğü devrim sonrasına bırakmak istemiyorum. Onu
ölüm ötesinde de aramıyorum. Onu yaşamak ve geçmiş ile gelecek arasındaki anı
yakalamak istiyorum!

Uğruna savaşılacak sadist tanrılara baş kaldırmak. Onun uğruna savaşıp tanrıcılık
yapmak istemiyorum. Benim tanrım sevgidir, senin tanrın zalimdir demek de

39
istemiyorum. O din benim bu din senin savaşını da vermek istemiyorum. Galiba İsa’yı
Antakyalı Saul anlamıştı meğerki o da yanlış anlamıştı. Anlatımla değil, anlamakla
oluyormuş. Tutku ile değil coşku ile oluyormuş. Müzik dinlemek, dans etmek,
saatlerce düşünüp doğaya hayran olmak senin yetmiş yıllık ibadetine bedelmiş.
Evrensel paradigması olan var mı? Evrensel paradigması olan özgürdür ve bir tanrısı
vardır. Peki, keyfi bir paradigması olan var mı? O zaman onun tanrısı yoktur onun
putu vardır.

 Kozmos ve Kaos

Yaklaşık 13.75 milyar yıl önce büyük bir patlamayla etrafa dağılan evrenimizde bir
kaosun olduğu; evrenin içerisindeki işleyişten anlaşılıyor. 8 milyar yıl önce
galaksilerin oluştuğu, dünyanın ise 4,5 milyar yıl önce güneşten bir gaz bulutu
şeklinde kopup; kabuklarında sertleşmenin meydana geldiği ve 3.5 milyar yıl önce
ilkel hücrelerin meydana geldiğini bugünkü bilimsel verilerden anlıyoruz. Kaosun var
olduğunu bilmek için burada kısa bir soru sormak yeterlidir: gaz bulutu halindeki
dünyanın düzenli olduğunu kim söyleyebilir? Neden dünya, güneş, galaksiler ve bir
bütün olarak evren; müthiş bir tasarım ile bir meydana gelmedi? Canlılık, güneş,
dünya ve bütün gördüğümüz yıldızlar bizim yaşadığımız zamanda alışık olduğumuz
bir görüntüdür. Yoksa 4 milyar yıl önce yerküremizde; tek bir tane bende ruh yoktu…
İnsan denilen tür ise çok daha sonra meydana geldi. Koskocaman şu gördüğümüz
dünyanın o dönemki durumunun bir amacı ve gayesi var mıydı?

Kaostan mı kozmos; kozmostan mı kaos doğar? Evrenin ilk evrelerine


baktığımızda büyük bir patlama ile etrafa yayıldığı ve daha sonra küçük küçük
kümelenmelerin olduğunu görüyoruz. Oluşan bu kümelenmeler ise sürekli bir değişim-
dönüşüm halindedir. Dünyamızda kaç kıtanın olduğunu ve bu kıtaların belli evrelerden
geçerek birbirinden ayrıldığını düşündüğümüzde yerküre dâhil evreninde bir dönüşüm
halinde olduğunu görüyoruz. Bizim kaç bin yıllık uygarlıklarımız ise sadece
milyarlarca yıldan ve milyarlarca yıldızdan sadece birinde gerçekleştiğini unutmamız
gerekir. Doğanın insan yapısı için uygun olmadığı da ortadadır. Görüyoruz ki insan
yerküre üzerinde belli mevsimleri yaşar. Yerküredeki bölgelerde bir düzen içinde
işlemez. Kutuplar dondurucu bir soğuğa sahip iken bazı yöreler ise kavurucu bir sıcağa
sahiptir. İnsan denilen tür, mevsimlere, bölgelere ve durumlara göre mücadele ederek
doğadaki karmaşa arasında korunduğu da gözler önündedir. Doğadaki afetler, tufanlar,
seller, depremler ve volkanik patlamalar sırasında insanların toplu doğa katliamlarına
maruz kalması sizce bir düzenin işaretimidir? Tam tersine kozmik bir doğanın var
olmadığı aksine insanın doğadaki bazı yerlere bakarak ona düzenli dediği anlaşılıyor.

Yerküremiz güneş yıldızına biraz daha yakın veya uzak olsaydı ne olurdu? Bu
sorunun cevabı çok basittir. İnsan; ya kutuplardaki gibi dondurucu bir soğuğa
dayanamayıp ölürdü. Ya da kavurucu bir sıcak altında ayıklamaya uğrar toplu bir
şekilde öldürdü. Mars, Jüpiter veya başka bir yıldızda/gezegende olmadığımız sadece
bir denkliktir. Dünyadaki gibi insan yapısına uygun elementler olmadığı veya yeterli

40
olmadığı için başka yıldızlarda olmamızda doğal olarak mümkün olmayacaktı... Bir
zamanlar dinozorlar yerkürenin hâkimleri konumunda iken; kaosun sonucunda
ayıklamaya uğramaları; zayıf kalanın ölüme terk olunduğunu bizlere gösteriyor.
Mücadelede ezik kalan canlılar zalim doğanın pençelerinden kurtulamazlar. Binlerce
insan donarak, kavrularak, susarak, aç kalarak veya doğal afetlere maruz kalarak diri-
diri can vermiştir/veriyor. İnsan yapısı kendisini koruyabildiği kadar ve mücadele
edebildiği kadar yaşayabilir. Sadece insan değil; diğer canlılarda eğer mücadelede
yetersiz kalırlarsa yenilirler. C. Darwin’in dediği gibi güçlü olan, büyük olan hayatta
kalır diğerleri ise ayıklanırlar.

İnsan yapısı da kozmik/düzenli bir yapıya sahip değildir. İnsanlar, kısa, uzun,
şişman, zayıf, sakat, hasta, kör, sağır, felçli ve daha binlerce eksikliklerle hayata
gözlerini açarlar. İnsanın gzöleri köpeğin gözleri kadar güçlümüdür ki; insan
mükemmel olsun? Hiçbir insan bütünüyle mükemmel değildir. Erkeğin kasları,
göbeğinin fazla olduğuda ortadadır. Hiçbir canlı düzenli bir yapıya sahip değildir. Bu
nasıl mükemmel tasarım ki; canlılar birbirlerini yiyip kesiyorlar? Akıllı düzende
insanlar birbirlerini kesip-doğruyorlar?! Kaosun içerisinde insanın psikolojisine veya
insanın yaratığı kendisine uygun yuvalarında bir kozmik düzenin var olduğu insana
ilham kaynağı sağlayabilir. Fakat bu sadece geçici ve yapmacıktır. Zaten kargaşanın
ortasında yalnız ve çaresiz kalan insan; doğaüstü güçlerin kollarına kendisini bırakı
vermiştir. Oysa evren kargaşayla işleyip gider. Kargaşanın ortasında bazı
kümelenmeler meydana gelir ve bu kümelerde kısa süreli iç bir düzeler meydana
getirirler. Daha sonra yine bozulur. Sonsuz zamandan beri oluş ve bozuluş devam
ederken, aralıklarla oluşan türler ben merkezli düşündükleri için evrenin kendileri
olduğu duygusunu yeşertir. Zaten ego dediğimiz şey mücadele esnasında oluşur.
Yoksa ego doğal olarak değil doğa karşısında savaşırken meydana gelir. Milyarlarca
yıllık evrenimizin, milyarlarca taşından sadece bir taşa denk gelen insan; çaresiz ve
yalnızdır. Sığınacak bir şeyler arıyor! Korktuğu için bir güce sığınmak istiyor!

 Kim Suçlu?

Hırsızlığın, çulsuzluğun, çaresizliğin, eğitimsizliğin, zulmün ve savaşın suçlusu


kimdir? Kimdir halkları birbirine düşürüp onlar üzerinde otoriteler yükselten? Kürtler
ve Türkler şu güzelim Anadolu’da birbirimizi doğrarken suçlusu kimdir? Canı çektiği
için tatlıcı dükkânından baklava çalıp hapis yatanın suçlusu kimdir? Kimdir orta
doğuda din savaşlarına neden olan? Filistin-İsrail’de halk arasında bombalar
patlatılırken, Gaza üzerinde füzeler uçurulurken suçlu kimdir? Göçmenler çadır
bulamayıp yağmurun ve karın altında can çekişirken, Afrika’da açlıktan insanlar
ölürken suçlu kimdir? Aleviler madımakta yakılırken, Sünniler Başlarbağ’da katliama
uğrarken suçlu kimdir? İş bulamayıp beş kuruşa bedenini-emeğini seferber eden
kölenin suçlusu kimdir? Kimdir insanların obezite hastalığına yakalanıp

41
yürüyememesinin nedeni? Motosiklet heybesine konan iki çocuğun hayatının riske
atılmasının suçlusu kimdir? Bir milyar insan aç iken suçlu kimdir?

Milyarlar ayaklansaydı da şu suçluları yaksaydı…!

Kürtler yerinde otursun, Filistinliler İsrail topraklarından çıksın, canı tatlı çeken
çocuk nefsini yensin, işsiz olanlar sessiz kalsınlar, güçsüz olan din mensubu din
değiştirsin, Alevilerde Sünni olsun, Motosiklet heybesine çocuk bırakan adamda
çocuklarını motora bindirmesin, çocukları yayan veya kucağına alarak ulaşacağı yere
ulaştırsın, obezite hastalığına yakalananlarda hiç yemesinler, aç kalanlar ise aç kalsın
ne olacak sonuçta öleceğiz.... Eğer kimse kimsenin keyfini bozmayarak susarsa sorun
çözülür!

Suçlu kim: “Ezilen Halklar”

Eğer ezilen halklar susarlarsa sorun çözülür! Çünkü görüntü kirliliği yaratan
onlar. Güzel yaşamak isteyen onlar!!!

Suçlu halk ise ne yapılmalı? Cezalar caydırıcı olmalı. Kafasını kaldıranı


vuracaksın sorun çözülür. Asker, polis, yargı, otorite güçlenmeli –gücünü artıracağınki
sussunlar pislikler!...

…ve bizim dünyamız yıllarca savaşlar, sömürüleri bu suçluları yakmak için


gerçekleştirdi. Binlerce yıldır savaşlar vardır. Suçluları yenmek için!

Suçlu kim: “Ezilen Halklar, Kafa Kaldıran Halklar”

Halk niye vardır ki; devleti, bayrağı, sınırı, iktidarı, orduyu ve rahat yaşayan
sınıfları güçlendirmek için. Ezilen halklar görevlerini iyi yapmadığı için onların
kafasını ezeceksin! Ezilen halklar güçlenip örgütlendiklerinde bu sefer o örgütlerle
anlaşacaksın ve bu sefer halkçı -aydınlar, siyasetçiler, iktidarlar, devrimciler, örgütler
ve din adamlarına- teşekkür etmek için; o otoriteyi ayakta tutmalı ve ona hizmet
ederek yaşamalı. Halk kafasını kaldırdığı zaman uçuracaksın çünkü onun için savaşan
devrimcilere kafa kaldırmıştır! Devrimcilerin heykellerini dikeceksin, halkın etrafına
sınırlar çizip halkları birbirine düşman edeceksin, her halk kendi kahramanını anacak,
sokaklara dökülüp onun için -can feda- olabilecek, okul girişlerinde ve her tarafında
kahramanların isimlerini andıracaksın. Ders kitaplarında sadece kendi tarihini kendi
kahramanınla başlayan tarihi anlatacaksın. Kahramanından önce ne olmuşsa hepsi kötü
gösterilecek ve diğer bütün halklar her zaman senin düşmanın olacak… İşte bu kadar
basit! Halkın yüzde doksanı halkçılık için çalışırken birbirini ezecek ve hepside en çok
“biz halkçıyız” diyecek. Halkı o kadar ezeceksin ki halk halkı değil halkı ezmek için
yarışacak ve güçlü-yıkılmaz bir otorite-sınıf olana dek yarışacak. Halk kahramanlardan
bıktığı zaman kahramanları tazeleyeceksin. Halkı birbirine kestireceksin ki suçlu belli
olmasın. Çünkü bütün sorunların nedeni onlardır. Onlar çalışıp otoriteyi-devleti
güçlendirmeli. Yoksa devlet-otorite yıkılır ve halk halka kalır.

42
Bakın insanlar mutluluğu düşünürken meğer bu kadar basitmiş. Geçen
patatesten mezun bir turşu profesörü kalmış diyor ki “iki çocuğunu motosiklet
heybesine bırakan adama caydırıcı ceza vermek lazım”. Örneğin öyle yapanların
çocuklarını alıp devlete teslim edilmeli. Kör olsun şu toplumun kanunu! adamın bir
Cipi olaydı da yumuşak koltuklara bırakaydı. Niye yoktur çünkü insanlar zaten karın
tokluğuna ekmek bulamıyor birde kalkıp Cip mi alsın? Hey mala miné… peheeey ne
kadarda basitmiş insan hayatını feda ederek o eski tüfek Motosikleti alana kadar kim
bilir ne cefalar çekmiştir. Kim çocuğunu Motosiklet heybesine bırakıp ölüme davetiye
gönderir? Çocuğu kucağına alacak değil ya, özel araba tutma gücü olsaydı zaten
Motosiklet’e binmezdi (binseydi bile kızlara hava atmak için belki binerdi); böyle
emekçi akşama kadar ter döken halktan birinden ne bekleyeceksiniz? Kalkıp onun
elinden tutacağınıza zaten onun emeğini ve ekmeğini sömürmüşsünüz birde çocuğunu
damı alacaksınız? Çocuğu da onun için değil belki cephelerde savaşmak, muhbirlik
yamak, üst sınıfın huzurunu bozacak bir olayı engellemek için yetiştireceksiniz…
Heybeye çocuğu bırakan adama herkes cahil-cühela diyecek! Çünkü onda imkân yok
ki füzeye bindirip Ay’a götürsün. Eğer okuma yazması olmasaydı sahillerde gözlük
takıp Rus manitalarla tur atsaydı işte o zaman medeniyetli olurdu.

Kim Suçlu: “İmkânı olmayan, ezilen, hor görülen, cahil görülen fakat
emeğinden yiyen; sonra “devletin ekmeğini yiyerek ihanet ediyorsun” azarlamasına
muhatap olan Ezilen Halklar!”

 Üst Değer

Canlılar dünyasına göz attığımızda ön ayakları boşlukta kalan tek varlık insandır.
Ön ayaktan kastım ellerdir. Emek denilen olgu ellerimizin boşlukta kalmasıyla ek
üretime geçmişizdir. Eller her zaman önemlidir. Dünyamızın zengin Mitolojilerinde
bile “el” kavramı ön plandadır. Tanrının elleri söylencelerde hep yer alır. Mitoloji bir
nevi tasavvur edilen hayatın kutsanmasıdır. Eski tanrıların soyları bile vardır.
Çocukları vardır, eşleri, soyu vardır, düşmanları vardır, ölümleri vardır. Canlılarda ön
planda olan birinci ilişki anne-çocuk ilişkisidir. Uygarlığında ilk dönemlerinde
anaerkil bir toplum gözleniyordu. Daha sonra ataerkil toplum ön plana çıktı. Bazı
toplumlar soy şeceresini anne tarafından sürdürür. Yahudi soyu şuan bile anne
tarafından belirlenir. Arap soyu ise baba tarafından belirlenir. Bunlar Uygarlıktan
bizlere kalan iki örnektir. Soy bağları İnsani ilişkilerde ilk kabul edilmiştir. Kardeş-
Anne-Baba kavramları her yerde duygusal kavramlar olarak kullanılır. Hıristiyanlıkta
Tanrıya Baba denilir. Anadolu’da devlete Baba denilir. Anne hakları, anne sevgisi ve
sevginin-merhametin en üst aşaması anne misaliyle özdeştir.

Ellerimiz boşlukta olduğu için evrimin ilk halkalarında alet kullanmamıza sebep
olmuştur. Önce mağaralara sonra kendisine duvarlar icat eden insan; daha sonra zırh-
silah vb. şeyler icat etmiştir. Her şey ihtiyaçtan kaynaklanmıştır. Sevginin bile kaynağı
ihtiyaçtandır. Anneye verilen değer tamamıyla ondan gelen iyiliklerdir. İyilik aslında
kollamak, yardımlaşmak, ön ayak olmanın simgeleşmiş kavramıdır. İnsan üretimde
kendisine destek olan güçlüye “iyi” kendisine yardımcı olamayana ise “kötü” yani

43
zayıf demiştir. Dayak atmanın, baskının kökeninde zayıfları çalıştırmaktır.
Korumanın-saldırmanın da kökeninde korku ve daha iyi yaşama ümidi yer alır. Üst
değer insan için “ahlak” değildir. “Din” değildir. “Bilim”de değildir. İnsan için önemli
olan güvenli bir hayattır. Hayata kalmak için araç olabilecek her şey değerlidir. Kılıç
değerlidir. Kılıç insan için kutsaldır. Silah kutsaldır. Çekiç kutsaldır. Kan kutsaldır.
Bazı bayraklarda “kan” vardır. Bazı bayraklarda “çekiç” vardır. Bazı bayraklarda “gök
cisimleri” vardır. Bazı bayraklarda “doğa” vardır. Gök cisimleri eski dinlerin gizemli
güçleriydi. Doğa hayatın vazgeçilmez alanıdır. Kan gücün temsilidir. Kan döken
güçlüdür, baskı yapan güçlüdür, silahı olan güçlüdür. O yüzden Charles Darwin “güçlü
olan halklıdır” demişti. Darwin bir ahlak öğretmeni değildi. Güçlü olan halkı olsun
demiyordu. Bir gözlem yapmıştı ve güçlünün haklı olduğunu gözlemlemişti. Darwin
haklıdır evet Darwin doğruyu söyledi. Çünkü güç haklı olmanın diğer adıdır. Güçlü
olduğunu katlamanın iki yolu vardır. Birincisi savaştır. İkincisi ise onu iyi
anlatabilmektir. Politika budur. Modern çağın güçlü olma yöntemi politika ve
siyasettir. Said-i Kurdi “siyasetten Allah’a sığınırım” derken Siyasetin ahlaksız ve
değersiz olduğunu anlatmaya çalışıyordu. Çünkü siyaset güçlü olduğunu kanıtlama
savaşıdır. Bilgi güç ile zayıfın durumunu anlatan kırıntılardır. Doğal bilgi yoktur.
Çünkü doğa ile savaşan insan durumunu sadece anlatıyor. Ahlak bağımsız değildir.
Hiçbir ahlak sistemi bağımsız değildir. Mutlaka bir araçtır. Saygı güçlünün zayıfı
boyunduruk altına alma yöntemidir. Saygı bağımsız değildir. Güçlü olanın karşısında
el bağlama ve susma sanatıdır. Makam yüksek olursa yaşın önemi yoktur. Saygı yaşa
göre değil güce göre belirir. Güç çatışmasının olduğu bir ortamda bağımsız ahlak
olamaz. Mümkün değildir. Din adamında olan saygı kesinlikle bağımsız değildir.
Otoritenin sağlanmasıdır. Orta çağda siyaset, güç, asker kilisenin-halifenin elindeydi.
Onlara karşı saygı kutsal bir şeydi. Şuan ise din yerine bilim geçti. Bilim adamı din
adamının yerine geçti. Çünkü artık din adamı yerine bilim adamı her şeye karar
veriyor. Aydın grupları akıl veriyor. O yüzden onlara karşı bir saygı oluştu. Din
adamları 15 ile 20 yy. arasında dalgaya alındı. Çünkü din zayıflamıştı.

 Ölümden Ötesinde Yaşam

En sık karşılaştığımız soru(n)dur. İnsanoğlu var olduğu süreden beri bu konu hakkında
tartışmıştır. Bilgeler, Filozoflar ve konunun uzmanları bile konuyu bırakın diğer
insanlara, kendi kendilerine bile açıklayabilmiş değiller. O yüzden sorulan bu soruyu
cevaplamak dikkat gerektirir. Konuyu daha iyi anlamak için ölüm kavramını
değerlendirmek gerekir.

Ölüm: İnsanın birden gözlerini kapayıp artık hayata sırtını dönmesidir. Can denilen ve
hala netlik kazanmamış bitiş veya bağımsız cevherin bedenden ayrılmasıdır. Teoloji
alanında tartışılan “ruh” kavramı önemlidir. Çünkü Yunan Felsefesinden etkilenen

44
İslam Bilginleri “ruhun bedenden ayrı bir cevher” olduğu konusunda müttefiktirler.
Ruh kavramı Kuran’da yaşam kaynağı anlamında net olarak ifade edilmez. Kuran’daki
ruh kavramı diğer anlamlara gelebileceği gibi vahiy anlamına da gelir. Ruhun
bedenden ayrı olduğuyla ilgili rasyonel veya somut tatmin edici bir yönü yoktur.
Bizim ruha inanmamızı gerektiren bir kanıt mevcut değildir. O yüzden ruh üzerinde
yapılacak tartışmalar sağlıklı değildir. Reenkarnasyon ruh denilen cevher ile ispat
edilebilir. Eğer ruh dediğimiz cevher mevcut değil ise tenasüh-reenkarnasyon(ruh
göçü) teorisi haliyle çöker.

Beden: İnsanın vücudu canlıdır, Canlı olmakla birlikte sürekli yenileniyor. İnsan
hücresi ile hayvan hücresi arasında hiçbir fark yoktur. Tamamıyla aynıdır. Hücreler
sürekli yenilenir. Bize ait/egomuza ait bir beden tasavvur edemeyiz. Bizim
bedenimizin tekrar var olması mümkün değildir. Hem dirilse bile bizim belli bir
bedenimiz yoktur. Çünkü aldığımız besinler tamamıyla vücudumuzu değiştirir. İnsan
yakıldığı veya kabre bırakıldığı zaman kemikleri hariç tümüyle dağılır. Kök hücre
üzerinde de bazı söylemler vardır.

Benlik: Anlaşıldığı gibi “ruh” denilen cevher ile “bedensel dirilişin” mümkün
olmayacağı görülüyor. Ruh denilen cevherin varlığı bile tartışılabilir. Ruha
inanmamızı gerektirecek ciddi bir kanıtta yoktur. Beden ise her gün yenileniyor. O
yüzden bizim bedenimiz yoktur. Tamamıyla doğa ile iç içe doğanın bir parçası vardır.
Aslında modern bir misal ile bazı şeyleri örneklendirebiliriz. Örneğin telefonlar vardır.
Bu telefonların her birinin bir numarası vardır. O numara hangi Hat’ın-telefonun
üzerine takılsa kimliği olur. Benlik kimdir? Benlik ismi ile tanınamaz. Örneğin benlik
“Ali, Ahmet, Mehmet, Hasan… Değildir” Çünkü o isim çevre tarafından verilmiştir. O
halde her benlik ancak “varlığının farkında olandır” diyebiliriz. O farkında olan benlik
tekrar dirilecek midir? İşte bu mümkün olabilir. Bu benliğe ruhta denilebilir. Bu
benliğe beden ile bitişik cevherde denilebilir.

Ölüm Ötesi: Ölüm ötesi eğer bu mantıkla gidersek yoktur. Çünkü ölüm yoktur. Benlik
şuuru yok olamaz ki. Rüya görebilir. Hafız kaybı yaşayabilir ama başka yerde değil

45
sadece farlı bir düşüncededir. Tanrı veya Tanrısız bir ölüm ötesi de olabilir. Fakat
Tanrı inancı bir kişide var ise ona ölüm ötesine inandıracak güçlü bir argüman daha
var olur. Bedenlerimizde sayılar gibi 1.2.3.4.5.6.7.8.9.0 tarzı parçacıklar olabilir. Yani
can denilen şey sayılar-parçacıklardan oluşabilir. Örneğin “632” “52147” “789” bu
kümelerin her biri bir benliktir. Bu sayılar dağıldığı zaman örneğin “6” “3” “2” bu üç
sayı bir benlik oluşturuyor ya, işte bu sayılar birbirlerinden ayıracak sebep olduğunda
şuur denilen bilinç kayıp olur. Bu sayıları yan yana gerektirecek bir sebep oluştu mu
tekrar yan yana gelirler ve bilinç oluşur. Ruhtan farkı ise ruh bozulmazdır bu sayılar
parçalanabilir. Üstelik bazen toptan yok olur. Evren içerisinde maddesel bir yaşam
sürekli devam edebilir. Tabi bu söylenenler net değildir. Mantık açısında kanıtlansalar
bile bilimsel olarak yetersizdirler. Felsefe ölümsüzlüğü kanıtlayabilir. Ama bilimsel
olarak ölüm ötesi sadece bir teori olabilir. Kuantum ile ölüm ötesini açıklayanlar da
vardır. Fakat ölüm ötesi hakkında söylenecek her söz rasyonel olsa da bilimsel olarak
“olabilir” fakat “olacak diye bir kaide oluşturmaz.”

Din: Dinler ölüm ötesini kesin olarak kabul ederler. Dinlerden kastım semavi
dinlerdir. Diğer dinler ise Budizm, Hindu vb. ruh göçünü kabul ederler. Sonuç
itibarıyla ölümden sonra bir bilinçten söz edilir. Örneğin Kıyamet Suresinde “onların
parmak uçlarını birleştirecek…” Parmak izleri/uçları hiçbiri birbirine benzemez. Bizim
söylediğimiz numaralı benliklere “658” “423” vb. bu ayet işaret edebilir. Bilimsel
araştırmalar sunanlarda vardır. Bazı tecrübeler noktasında eserler yazanlar vardır.
Ölüm Ötesi diye bir bilim dalının oluşturulmasında çabalar sarf eden bilim insanları da
vardır.

46
***
Sonsöz

Ermişlerden birinin müritlerinden biri arkadaşlarından birine gel seni bu gün


mürşidimle tanıştırayım der. Ermişin evine yaklaştıklarında arkadaşı döner…
Arkasından Ermişin talebesi koşarak niye geri döndün? Arkadaşı ona dönerek:

—Böyle ermiş mi olur! Adamın oturduğu eve bak, yere bak, dergâha bak sanki
halifenin sarayıdır.

Ermişin talebesi hiç tartışmaya girmeden doğruca Ermişe bu meseleyi açar.


Ermiş talebeye dönerek sakin ses tonuyla ona şöyle der:

—O bana gelmemişti. O bilge görmemişti hiç… Ancak içerisinde tasavvur ettiği,


hayal ettiği, hissinde canlandırdığı veli öyle olan üstü biriydi ki… O bana değil “His
Ettiği” bilgeye ulaşmak istiyordu. Oysa ermiş ermemişin hislerine göre hareket
edemez, ancak ermemiş ermişin hayatından hikmet arar.

***

Günün birinde Musa’ya git filanca köyde ermişlerden büyük bir ermiş vardır
onu ziyaret et. Musa köye gidip onun simini sorar. Ne var ki bütün köye halkı “Ey
güzel insan öyle adi bir insanla senin ne işin olabilir ki?” Musa olanlara anlam
vermeden yoluna devam eder. Ermiş denilen şahsın evine varır varmaz bakar ki yarı
çıplak biri tahtadan yapılmış karyolanın üstüne uzanmış vaziyette duruyor.

Musa:
—Selam

Ermiş:
—Ne var?

Musa:
—Misafir kabul buyurmaz mısın?

Ermiş:
—Gel o zaman sana yemek pişireyim.

Ermiş eline bir sopa alarak ev eve dolaşıp zorla her evden birer parça malzeme
alır. Ateşi de birinden alarak gelir.

Musa:
—Zoraki alınan bir yemeği nasıl yerim

47
Ermiş:
—Ses çıkarmadan ye…

Musa bir yandan yanlış yere mi geldim diye düşünürken diğer yanda gitmek
için hazırlanır. Musa Tur-i Sina dağına ayakkabılarını çıkararak gider ve:

—Ey Yüce Rab; Nedir bu işin sırrı?

Musa birden terler ve gönlüne şöyle sezinlenir bütün gerçekler:

—Ey Musa; Senin gittiğin köyde misafir giden herkes dışarıda kalır. Köy o
kadar gaddar ve azgınlaşmış ki bizde evliyalarımızı onlarında ayarında gönderdik.

****

Hz. Muhammed’in kendisine şöyle esin geldiğini söyler “Ben gizli bir
hazineydim bilinmek istedim İnsanı var ettim”. İnsan bedensel olarak hayvandan farkı
bulunamaz. Ancak düşünen, aletleri yapan, bakışlarını gözlere dikince konuşmadan
çok şeyi anlayan ancak yüreklerdeki sonsuz sezgiler sözcüklere döküldüğü an her şey
tarumar olup basitleşir.

****

Anlamak! Anlamak!.. Nedir ki Anlamak!


Anlamak değildir kesinlikle konuşmak! –Şşşş-
Anlamak olamaz ki zaten dinlemek!
Öyle görüyorum ki hiç değildir okumak!
Anlamak anlam çıkarmak değil, onun sırrına erişmekte değildir!
Yaşamın sırrı olmaz ki, belki vardır onu yaşamak
Yaşamak değildir soytarıca eğlenmek
Benzeşiktir, benzerdir, sesteştir ancak “Nüanstır”.

Coşku! Nedir ki Coşku!


Tabulaşan bölgede serin coşkunun yükselmesidir beynin en üst noktasına…
Coşku heyecan değildir.
Profil olsa gerek Heyecan!
Kadimdir, sonsuzdur, başsızdır ve anlıktır “Çoş”

***

Bi Coş,
Bi Héz,
Bi Rez û Bi Réz;
Rune Ber Xwe -Néztir û Néz-

48
Nézbe û Coşa Dil Vegere “Bé Ser û Bé Bin”

Gava Fehm û Ekil Vemir


Gava Coş û Dil Tev Saz kirin
Ev Çax Bibéj Ez Bum Azad û Azad!

Azad!... Azad! Çiye Azad!


Ne Kirina Her Tiştéye Azad!
Ne Bé Doz û Bi Biheşte
Bé Biheşte Belé Xwe Biheşte
Azad! Serkeftina Derunîyé ye…

***

Xweza

ol, él û ala mi
hebun û tinebuna mi
rast û rawestaya mi

:ez ji teme
ji te hati me
û béme bal te

49

You might also like