You are on page 1of 58

56 SAFFAT SURESİ

GİRİŞ:

Adını birinci ayetteki “ ‫صّفات‬ّ ‫ال‬Saffat” sözcüğünden alan sure, Mekke’de 56.
sırada inmiştir. Surenin pasajları arasındaki ilişki, bu pasajları oluşturan necmlerin
-En’am suresinde olduğu gibi- yakın aralıklarla indiğini göstermektedir.
Surenin iniş senesi, ayı ve günü maalesef bilinmemektedir. Ancak içeriği göz
önüne alındığında, peygamberimizin ve çevresindeki Müslümanların sıkıntılı
günlerinde indiği anlaşılmaktadır. Dolayısıyla, surenin eksenini Kur’an ve
Kur’an’ın temel öğretisi olan tevhid ilkesi ile bu ilkenin yerleştirilmesi sürecinde
Rasûlüllah’ın ve Müslümanların motive edilerek desteklenmesi oluşturmaktadır.
Müşriklere birçok kez uyarı yapılan surede, müşrik ve muttakilere ilişkin ahirete ait
birçok tablo da sergilenmektedir. İbrahim peygamberin hayatından çok önemli
kesitlerin etkili bir üslupla verildiği surede, ayrıca Nuh, İbrahim, İsmail, Musa,
Harun, İlyas ve Lut peygamberlerin kıssalarına da değinilmektedir.
Saffat Suresi, ayet sayısı itibariyle Kur’an’ın beşinci uzun suresidir. Ayetleri
kısa olup her birinde ileri derecede edebi sanatlar sergilenmiştir.

1
MEAL:

RAHMAN RAHİM ALLAH ADINA

1 – 5 - O saflar halinde dizilenlere/ dizenlere, sonra da haykırıp sürükleyenlere,


sonra da (haykırıp sürükleyince de) öğüt okuyanlara kasem olsun ki, [bunlar, o
saflar halinde dizilenler kanıttır ki,] sizin İlahınız kesinlikle Bir Tek’tir. O, göklerin,
yerin ve aralarındakilerin Rabbidir. Doğuların da Rabbidir.
6- Gerçekten Biz en alt semayı ziynetlerle, yıldızlarla süsledik.
7- 10- Ve mele-i a’lâdan bir kırıntı kapan ve kendisini şihab-ı sakıp takip
edenler hariç, sürekli azap içinde olan, kovulmak için her taraftan taşlanan ve mele-i
a’lâya hiç kulak vermeyen ‘şeytan-ı marid’in tümünden koruduk. Ve asi inatçı
şeytanın tümünden koruduk.
11 - Şimdi onlara sor: “Yaradılışça kendileri mi daha çetin, yoksa Bizim
yarattığımız kimseler mi?” Şüphesiz Biz onları cıvık-yapışkan bir çamurdan
yarattık.
12 – Aslında sen hayret ettin, onlar ise eğleniyorlar.
13 - Kendilerine öğüt verildiği zaman öğüt kabul etmiyorlar.
14 – Ve bir ayet gördükleri zaman eğlenceye alıyorlar.
15 – 17- Ve onlar: “Bu apaçık büyüden başka bir şey değildir. Öldüğümüz ve
toprak, kemik olduğumuz zaman mı, gerçekten mi biz tekrar dirilecekmişiz? Önceki
atalarımız da mı?” diyorlar.
18 - De ki: “Evet, siz de çok aşağılanmış olarak...”
19, 20 - Artık o zorlu bir haykırıştan ibarettir. Bir de bakmışsın ki, onlar
karşıda duruverirler. Ve “Eyvah bizlere! İşte bu, Din Günü’dür!” derler.
21 – -“İşte bu, sizin yalanlamakta olduğunuz Ayırma Günü’dür!” -
22- 23 - Toplayın o zulmedenleri, eşlerini ve Allah’ın astlarından tapmış
oldukları şeyleri. Sonra da onları cahimin [cehennemin] yoluna kılavuzlayın.
24, 25 - Ve durdurun onları; şüphesiz onlar sorguya çekilecekler: “Ne oldu
sizlere de yardımlaşmıyorsunuz?”
26 - Aksine, bugün onlar teslim olmuşlardır.
27 – Ve onların bazısı bazısına, dönmüş [yüz yüze gelmiş] soruşuyorlar
[birbirlerini sorumlu tutuyorlar].
28 - Onlar: “Şüphesiz siz bize Yeminden [sağ elden, hak yoldan/ iyi
konumdan/ güçten kuvvetten] gelir dururdunuz” derler.
29 -32- Diğerleri derler ki: “Bilakis, siz müminler olmamıştınız. Bizim size
karşı bir gücümüz de yoktu. Bilakis siz azmış bir kavimdiniz. Onun için üzerimize
Rabbimizin Söz’ü hak oldu. Şüphesiz biz tadıcılarız. Sonra biz, sizi kışkırttık.
Çünkü biz kışkırtıcılar idik.”
33 – Şu halde şüphesiz onlar, o gün azapta ortaktırlar.
34- Şüphesiz Biz, günahkârlara böyle yaparız.
35, 36 – Şüphesiz onlar, kendilerine: “Allah'tan başka ilâh diye bir şey yoktur”
denildiği zaman büyüklük taslıyorlar ve “Şüphesiz biz, mecnun bir şair için
ilâhlarımızı bırakır mıyız?” diyorlar.
37 - Bilakis o, hak ile geldi ve bütün peygamberleri tasdik etti.
38, 39- Şüphesiz siz, o acı azabı tadacaksınız ve sadece yaptığınız
amellerinizle cezalandırılacaksınız.
40 - Allah'ın arıtılmış kulları müstesnadır.
41 – 49- İşte onlar [Allah’ın arıtılmış kulları], kendileri için belli bir rızık;
meyveler olanlardır. Naîm cennetlerinde karşılıklı olarak tahtlar üzerinde ikram
görenlerdir. İçenlere lezzet veren, pınardan doldurulmuş, kendisinde zararlı bir yön
olmayan, sarhoşluk da vermeyen bembeyaz bir kadehle onların etrafında dolaşılır.

2
Yanlarında da gözlerini kendilerine dikmiş iri gözlüler vardır. Korunmuş yumurta
gibidir onlar.
50 – Sonra da bazısı bazısına dönüp birbirlerine sorarlar.
51- 53- Onlardan bir sözcü der ki: “Şüphesiz benim ‘Sen gerçekten, kesinlikle
doğrulayanlardan mısın? Öldüğümüz ve toprak, kemik olduğumuz zaman mı,
gerçekten mi biz karşılık göreceğiz?’ diyen bir karinim [yaşıtım, yakın arkadaşım]
vardı.”
54 - Dedi ki: “Siz muttali olanlar mısınız [onu tanıyan, bilen biri misiniz]?”
55 - Derken kendisi muttali oldu da onu cahimin [cehennemin] ta ortasında
gördü.
56 -59- Dedi ki: “Allah'a yemin ederim ki, doğrusu sen az daha beni helak
edecektin. Rabbimin nimeti olmasaydı, kesinlikle ben de bu hazır
bulundurulanlardan olacaktım. Peki, nasılmış bak! Biz ilk ölümümüzden başka bir
daha ölmeyecek miymişiz? Biz azaba uğratılmayacak mıymışız?”
60 – Şüphesiz işte bu, büyük kurtuluşun ta kendisidir.
61 – Artık, çalışanlar, sadece bunun [büyük kurtuluşun] gibisi için çalışsınlar.
62 – İkram olarak bu mu daha hayırlı yahut zakkum ağacı mı?
63 – Şüphesiz Biz onu zalimler için bir fitne kıldık.
64, 65 – Şüphesiz o [zakkum ağacı], cehennemin dibinde çıkan bir ağaçtır.
Tomurcukları şeytanların [boynuzlu yılanların] başları gibidir.
66 – İşte, kesinlikle onlar, ondan yiyecekler de karınlarını bundan
dolduracaklardır.
67 – Sonra şüphesiz onlar için, bunun üzerine kaynar su karışımı bir içecek
vardır.
68 - Sonra da şüphesiz dönecekleri yer, kesinlikle Cahim’dir [cehennemdir].
69 - Şüphesiz onlar, atalarını sapık kimseler olarak buldular.
70 - Şimdi de kendileri onların izleri üzerinde koşturuyorlar.
71 – Ve ant olsun ki, onlardan öncekilerin çoğu sapıktı.
72 –Ant olsun Biz onların içlerinde uyarıcılar da gönderdik.
73, 74 – Şimdi bir bak, Allah’ın arıtılmış kulları dışındaki o uyarılanların sonu
nasıl oldu?
75 - Ve ant olsun ki, Nuh, Bize seslenip dua etmişti. –İşte Biz ne güzel cevap
verenleriz!-
76 - Biz de onu ve ehlini [ailesini, yakınlarını, inananlarını] o büyük sıkıntıdan
kurtardık.
77 - Ve onun neslini baki kalanların ta kendisi kıldık.
78 - Ve Biz sonradan gelenler içinde onun hakkında … bıraktık.
79 - -Âlemler içinde Nuh’a selam olsun!
80 – Şüphesiz Biz, iyilik yapanları işte böyle karşılıklandırırız.
81 - Şüphesiz o [Nuh], Bizim mümin kullarımızdandı.
82 - Sonra diğerlerini suda boğduk.
83- Hiç kuşkusuz İbrahim de onun [Nuh’un] grubundandı.
84- Hani o Rabbine selim bir kalple gelmişti.
85, 86 /88, 89- Çünkü o [İbrahim], yıldızlara öyle bir bakış baktı ki! Sonra da
‘Şüphesiz ben hastayım [sancılıyım, fikir sancısı çekiyorum]’ dedi.
87- 89/ 85- 87- Hani o, babasına ve toplumuna: “Siz neye kulluk ediyorsunuz?
Allah’ın astlarından birtakım uydurma ilahları mı istiyorsunuz? Peki, âlemlerin
Rabbi hakkında kanaatiniz nedir?” demişti.
90- Bunun üzerine onlar [babası ve kavmi], ondan [İbrahim’den] arkalarını
dönerek geri durdular [onunla ilişkiyi kestiler].
91, 92- Sonra da o, onların ilahlarına sokulup ‘Yemez misiniz/ nasiplenmez
misiniz? Neyiniz var ki, konuşmuyorsunuz?” dedi.
93- Hemen sağ eliyle/yemini nedeniyle bir vuruşla sokuldu.

3
94- Bir süre sonra, onlar [İbrahim’in halkı] koşarak İbrahim’le yüz yüze
geldiler.
95, 96- O [İbrahim]: ‘Elinizle yonttuğunuz şeylere mi tapıyorsunuz? Oysaki
sizi ve yaptığınız şeyleri Allah yaratmıştır’ dedi.
97- Onlar: “Şunun için bir bina yapın da bunu cahimin [çılgınca yanan ateşin]
içine atın!” dediler.
98- Onlar, ona [İbrahim’e] tuzak kurmak istediler de Biz onları aşağılıklar
kılıverdik.
99, 100- Ve o [İbrahim]: ‘Kuşkunuz ben Rabbime gideceğim, O, bana yol
gösterecek: Rabbim! Bana salihlerden birini lütfet!’ demişti.
101- Bunun üzerine Biz, İbrahim’e yumuşak huylu bir delikanlıyı müjdeledik.
102- Sonra ne zaman ki o [müjdelenen çocuk] onunla birlikte koşacak
duruma/onunla birlikte iş tutacak çağa geldi, o zaman o [İbrahim]: “Oğulcuğum!
Şüphesiz ben, uykumda; şüphesiz kendimi seni boğazlıyor [helak; perişan, mağdur
ediyor] görüyorum. Bak bakalım sen ne görürsün [sen ne düşünürsün]?” dedi. O
[Oğlu]: “Babacığım! Sen emrolunacağın şeyleri yap! İnşaallah beni (sen yokken
başıma gelecek tüm sıkıntılara, mağduriyetlere) sabredenlerden bulacaksın” dedi.
103- 105- Sonra ne zaman ki ikisi de İslamlaştılar ve O [İbrahim], onu alnı
üzere yatırdı [yüzüstü bıraktı, mağdur etti] ve Biz ona “Ey İbrahim! Sen o rüyayı
kesinlikle onayladın” diye seslendik, … -Şüphesiz Biz, muhsinleri [iyilik- güzellik
üretenleri] işte onun gibi karşılıklandırırız/ödüllendiririz.-
106- Şüphesiz bu [oğulu yüzüstü bırakma işi], kesinlikle apaçık bir beladır.
107- Ve Biz ona [İbrahim’e], bu boğazlayacağı [helak; perişan, mağdur
edeceği] çok büyük şey karşılığında/sebebiyle bedel [bahşiş] verdik.
108- Ve sonradan gelenler içinde onun hakkında ... bıraktık.
109- Selam olsun İbrahim’e!
110- İşte Biz iyilik- güzellik üretenleri onun gibi ödüllendiririz.
111- Şüphesiz o, Bizim inanan kullarımızdandır.
112- Ve Biz ona salihlerden bir peygamber olarak İshak’ı müjdeledik.
113 – Ona [İbrahim’e] ve İshak’a bereketler verdik. Her ikisinin neslinden de
iyilik- güzellik üreten ile açıkça kendi nefsine zulmeden vardır.
114, 115 – Ve ant olsun ki, Biz, Musa ile Harun'a da nimetler verdik. Ve o
ikisini ve kavimlerini o büyük sıkıntıdan kurtardık.
116 – Ve Biz, onlara yardım ettik de onlar galip gelenlerin ta kendileri oldular.
117 – Ve Biz, kendilerine o apaçık gösteren Kitap’ı verdik.
118 – Ve kendilerini dosdoğru yola kılavuzladık.
119 – Ve sonrakiler içinde o ikisine bıraktık.
120 - Selam olsun, Musa ve Harun'a!
121 – Şüphesiz Biz, Muhsinleri [iyilik-güzellik sergileyenleri] böyle
mükâfatlandırırız.
122 – Şüphesiz o ikisi Bizim mümin kullarımızdandır.
123 - Şüphesiz İlyas da kesinlikle gönderilenlerdendir [elçilerdendir].
124- 127 - Hani o, kavmine: “Siz takvalı davranmaz mısınız? Yaratanların en
güzeli, sizin Rabbiniz ve daha önceki atalarınızın Rabbi Allah'ı bırakıp da Baal’e mi
yalvarıyorsunuz?" demişti de onlar, onu yalanlamışlardı. Bu yüzden onlar kesinlikle
hazır bulundurulacaklardır.
128 - Ancak Allah'ın arıtılmış kulları müstesna.
129 – Ve sonradan gelenler içinde onun hakkında ... bıraktık.
130 - -Selam olsun İlyâsîn'e!-
131 - Şüphesiz Biz, Muhsinleri [iyilik-güzellik üretenleri] böyle
mükâfatlandırırız.
132 – Şüphesiz o, Bizim mümin kullarımızdandır.
133 - Şüphesiz Lût da gönderilenlerdendir [elçilerdendir].

4
134- 136 - Hani Biz, onu ve geride kalıp batanlar içinde kalan bahtsız kadın
hariç ehlinin tamamını kurtarmıştık. Sonra diğerlerini helak etmiştik.
137- 138 - Ve siz elbette sabahleyin ve geceleyin onların üzerine uğrayıp
duruyorsunuz. Hâlâ akletmiyor musunuz?
139- Elbette Yunus da gönderilenlerdendir [elçilerdendir].
140- Hani o, dolu bir gemiye doğru kaçak bir köle gibi kaçmıştı.
141-Sonra o, ok çekişti, sonra da kanıtı iptal edilenlerden [tezi
çürütülenlerden] oldu.
142- Sonra onu Hût [açgözlülük- bunalım] yutmuştu. O ise kınayıcıydı
[pişman olmuştu].
143, 144- Sonra eğer, şüphesiz o, Allah'ı tesbih edenlerden olmasaydı,
kesinlikle diriltilecekleri güne kadar onun [hût’un] karnında [karanlıklarda,
bunalımda] kalacaktı.
145- Sonra Biz, o hasta iken [fikir sancısı çekerken] onu sahile attık.
146- Onun üzerine geniş yapraklılardan bir ağaç bitirdik.
147- Ve onu, yüz bin hatta daha çok kişiye elçi olarak gönderdik.
148. Sonunda inandılar, bunun üzerine Biz de onları bir süreye kadar
yararlandırdık.
149 - Şimdi sor onlara: Kız çocuklar Rabbinin, oğlan çocuklar onların mı?
150 - Yoksa Biz melekleri dişi yaratmışız onlar da şahitler miymiş?
151,152 – Gözünüzü açın! Onlar, şüphesiz uydurdukları iftiralarından dolayı
“Kesinlikle Allah doğurdu” diyorlar. Ve hiç şüphesiz onlar, kesinlikle yalancıdırlar.
153 - O [Allah], kızları oğullara tercih mi etmiş?
154 - Size ne oluyor? Nasıl hüküm veriyorsunuz?
155 - Hala düşünmüyor musunuz?
156 - Yoksa sizin için açık bir güç mü/ kanıt mı var?
157 - O halde, eğer doğru kimseler iseniz getirin kitabınızı.
158 – Ve onlar, O’nun [Allah] ile cinler arasında bir nesep [hısımlık bağı]
kıldılar. Oysa ant olsun, cinler kendilerinin mutlaka hazır edilenler [mahşerde
toplananlar] olduklarını bilirler.
159 - Allah, onların nitelediği şeylerden münezzehtir.
160 - - Ancak Allah'ın arıtılmış kulları müstesna... (Onlar, Allah'ı böyle şirk ile
nitelemezler).
161- 163 - Artık siz ve taptıklarınız, kendiliğinden cehenneme saldıran
kimseden başkasını, O’na [Allah'a] karşı fitneye sürükleyemezsiniz [ateşe
atamazsınız].
164- 166 - Ve "Bizden her birimizin mutlaka belli bir makamı vardır. Ve biz
kesinlikle saf saf dizilenlerin/dizenlerin ta kendisiyiz. Biz, tesbih edenlerin de
[Allah’ı noksanlıklardan arındıranların da] ta kendisiyiz” derler.
167- 169 – Ve onlar kesinlikle diyorlardı ki: “Şüphesiz eğer yanımızda
öncekilerden bir öğüt/kitap olsaydı, elbette biz de Allah’ın arıtılmış kulları
olurduk.”
170 - Şimdi de onu inkâr ettiler. Artık yakında bileceklerdir.
171- 173 – Ve ant olsun ki gönderilen kullarımız [elçilerimiz] hakkında bizim
sözümüz geçmiştir: “Şüphesiz onlar, kesinlikle galip olanların ta kendisidir.
Şüphesiz Bizim ordularımız kesinlikle galip gelenlerin ta kendisidir.”
174, 175 - Artık sen, bir süreye kadar onlardan yüz çevir. Ve onları gözetle.
Onlar da yakında göreceklerdir.
176 - Ya şimdi onlar, Bizim azabımızı çabuk gelsin mi istiyorlar?
177 - Fakat o [azabımız], onların sahasına indiği zaman da uyarılanların sabahı
ne kötüdür!
178, 179 – Yine sen, bir zamana kadar onlardan yüz çevir ve onları gözetle!
Onlar da yakında göreceklerdir.

5
180 – İzzetin [güç, kuvvet, yenilmezlik, şan ve şerefin] Rabbi olan senin
Rabbin, onların nitelediği şeylerden münezzehtir.
181-Ve selam gönderilenleredir [elçileredir]!
182- Hamd de âlemlerin Rabbi Allah’adır.

TAHLİL:

1-5 - O saflar halinde dizilenlere/ dizenlere, sonra da haykırıp sürükleyenlere,


sonra da [haykırıp sürükleyince de] öğüt okuyanlara kasem olsun ki [bunlar; o
saflar halinde dizilenler kanıttır ki], sizin İlahınız kesinlikle Bir Tek’tir. O, göklerin,
yerin ve aralarındakilerin Rabbidir. Doğuların da Rabbidir.

Sure, tevhid ilkesine dikkat çekerek başlamıştır. Burada tevhide kanıt olarak,
bu ana kadar inmiş olan Kur’an ayetlerinin içerdiği mesajlar kanıt gösterilmiştir.
Ayetler “‫ ف‬fe” bağlacı ile geldiğinden cümle etkisel olarak birbirine bağlıdır.
Aslında bu zincirleme etki ile nitelen şey tek bir şeydir. Kasem edilerek başlayan
pasajda Kur’an’ın bazı özellikleri dikkatlere sunulmaktadır. Bu özellikler şunlardır:
Kur’an ayetleri insanları karşısında saflar halinde dizmekte veya insanları saflar
halinde karşısında hizaya sokmakta; içerdiği gerçekler ile kitleleri sürüklemekte,
karşıtlarını alt etmekte ve herkese öğüt vermektedir.
Bu özellikler Mürselat suresinde şu şekilde ifade edilmişti:

1. ‘Urf hâlinde [yığın yığın, öbek öbek, küme küme] gönderilmişlere


kasem olsun ki,
2. –dolayısıyla da büküp devirenlere–
3. canlandırdıkça canlandıranlara da (kasem olsun ki),
4. –dolayısıyla ayırdıkça ayıranlara–
5- 6. ve bir öğüt bırakanlara da (kasem olsun ki), –gerek özür, gerek uyarı
olmak üzere–
7. kesinlikle tehdit olunduğunuz şey elbette meydana gelecektir.

İlk inen ayetten konumuz olan bu pasajdakilere kadar tüm Kur’an ayetleri
dikkate alındığında, insanı rüşde erdirme, yol gösterme ve rahmet olma açısından
gerek afak ve enfüste [insanın çevresinde ve iç dünyasında] vermiş olduğu kanıtlar,
gerekse kendisine özgü mucizeliği ile “dizi dizi olma” veya “saf tutturma”, “hizaya
dizme”, ikna ederek, rüşde erdirerek “öğüt olma” özelliklerinin tümünü
içermektedir. Kur’an, işte böyle bir kitaptır.
Bu nedenle Kur’an, Allah’ın birliğinin ve O’nun göklerin, yerin ve
aralarındakilerin Rabbi olduğunun yegâne kanıtı olarak ortaya konmuştur.
Bu ayet gurubundaki bazı ifadelerin ayrıca tahlil edilmeleri yararlı olur:

O saflar halinde dizilenlere/ dizenlere

1- 3. ayetlerde geçen bu ifadeler, bazı gelenekçiler tarafından halk


kültüründeki cinsten “melekler” olarak anlaşılmıştır.
Süfyân es-Sevrî'nin A'meş kanalıyla... Abdullah İbn Mes'ûd (r.a.)’dan rivayetine göre; o, şöyle
söylemiş: Saf bağlayıp duranlar “melekler”dir. Haykırıp sürenler “melekler”dir. Zikir okumakta
olanlar da “melekler”dir. (İbn Kesir)

6
Bu durum, onların Kur’an’ı tanıyamamış olmalarından kaynaklanmıştır. Söz
konusu ifadelerin “melek” olarak değerlendirilmesi aslında yanlış bir yaklaşım
değildir. Ancak bu meleklerin halk kültüründeki melekler olarak değil, “haberci”
anlamındaki “melekler” olarak anlaşılması gerekir. Daha önceki tahlillerimizde de
belirttiğimiz gibi, Kur’an ayetleri bir bakıma “haberci melekler”dir. Nitekim bu
anlamı çağrıştıran ifadeler surenin 164- 166. ayetlerinde de gelecektir. Bu konuya
dair detayı daha evvel Necm ve Kadr surelerinde vermiştik. (Tebyinü’l Kur’an c. 1;
s.169, 419)
Kasem cümlesi ile ilgili önceki açıklamalarımızda “muksemün aleyhler”in
[kasem edilen şeylerin], ileri sürülecek tezin kanıtları olduğunu ifade etmiştik.
Arapçadaki bu kuraldan dolayı, üzerlerine kasem edilen şeylerin somut olma
zorunluluğu vardır. Soyut şeyler somut iddialara kanıt olamazlar. (Tebyinü’l
Kur’an; c:1, s:69)
Konumuz olan ayetlerde kendilerine kasem edilen üç ayrı nitelik, bir tek şeyin
sıfatıdır. O tek şey de Kur’an ayetleridir. Zira Kur’an ayetlerinin bazıları tevhidi,
bazıları Allah’ın niteliklerini, bazıları insanlar için öğütleri, bazıları Allah’ın afak ve
enfüsteki ayetlerini, bazıları kişisel ve toplumsal yaşam için gerekli ilkeleri, bir
kısmı da geçmişe yönelik bilgileri içerirler. Böylece her gurup bir “saf”
konumundadır.
Bu nedenledir ki, Kur’an’ı anlamaya cidden emek verenlerin bir kısmı bu
ayetlerde nitelendirilenlerin bilginler, mücahidler olduğunu söyleseler de, çoğu
Kur’an ayetleri olduğu yönünde kanaat belirtmişlerdir.

Klasik müfessirlerin çoğu, 1-3. ayetlerin meleklere işaret ettiğini ileri sürerlerken, Râzî'nin
naklettiğine göre, Ebû Muslim İsfehânî bu varsayımı reddetmekte ve bu pasajın insanlar arasındaki
gerçek müminlere işaret ettiğini söylemektedir. Fakat Râzî başka bir yorumda bulunmakta -bana
göre en ikna edici olanıdır- ve burada kastedilenin Kur’an'ın mesajları [âyât] olduğunu ileri
sürmektedir; ki, bu ayetler -müfessirin kendi ifadeleriyle- “çok çeşitli konulara değinmektedir. Bir
kısmı Allah'ın birliğinin yahut O'nun ilminin, kudretinin ve hikmetinin kanıtlarına değinirken diğer
bir kısmı ilahî vahyin veya yeniden dirilmenin kanıtlarını sergilemektedir. (Muhammed Esed;
Kur’an Mesajı)

Katade: Burada kastedilenler Kur'ân-ı Kerîm'in zecredici [yasaklayıcı, alıkoyucu]


buyruklarıdır, demiştir.
Katade de şöyle demektedir: Maksat yüce Allah'ın zikrini okuyan ve yazan herkestir.
Bir diğer açıklamaya göre; maksat Kur'ân-ı Kerîm'in âyetleridir. Yüce Allah bu ayetleri
okunmak ile nitelendirmiştir. Nitekim bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Gerçekten bu Kur'ân
İsrailoğullarına hakkında anlaşmazlığa düştükleri şeylerin çoğunu anlatır." (Neml/27 ve 76)
Kur'ân'ın âyetlerinin, "tâliyât [biri diğerinin ardından gelenler]" diye adlandırılması
mümkündür. Çünkü harflerin biri diğerinin arkasından gelir. Bunu da el-Kuşeyrî zikretmiştir.
(Kurtubi; el-Camiu li Ahkami’l-Kur’an)

sonra da haykırıp sürükleyenler

Kur’an ayetlerini niteleyen bu ifade ile Kur’an ayetlerinin eşsizliği, herkesi


ikna edebildiği, yalanlayıcıların ayetler karşısında tutunamamaları ve Kur’an
ayetlerinin insanlığı gelişime ve geleceğe doğru sürüp götürmesi, kötülüklerden
alıkoyması ifade edilmektedir.

sonra da [haykırıp sürükleyince] öğüt okuyanlar

Kur’an ayetlerinin diziler halinde duruşunun veya herkesi ikna etmesinin ya da


yıldırmasının ana nedeni, ayetlerin insanlara öğüt vermesi, onları ahiret hakkında

7
uyarmasıdır. Zaten Kur’an’ın yarıdan çoğu bunu ifade eden ayetlerden
oluşmaktadır.

Sizin ilahınız kesinlikle Bir Tek’tir. O, göklerin, yerin ve aralarındakilerin


Rabbidir. Doğuların da Rabbidir.

“Kanıtlarlarla sabittir ki, sizin ilahınız kesinlikle Bir Tek’tir” hükmü ile akıllı
insanların nasıl bir ilahın kulları olması gerektiğine vurgu yapılarak şu mesaj
verilmektedir: “Rabb olarak tanınacak olan O, göklerin, yerin ve aralarındakilerin
Rabbi, doğuların da Rabbi” olmalıdır. Bir sineği bile yaratmaktan aciz kişi ve
nesneler rabb olarak kabul edilmemelidir. Eğer bu yanlışa düşerseniz sonunda eliniz
boş kalır, emeğiniz boşa gider, üstelik kendinize de zulmetmiş olursunuz. Onun için
yanlış adrese gitmeyiniz.”
Rabbimiz Kendisini göklerin, yerin, ikisi arasındakilerin ve doğuların Rabbi
olarak tanıtmıştır.

RABB:

Rabb “Terbiye edip eğiten, yarattıklarını belirli bir programa uygun olarak bir
takım hedeflere götüren, gelişmeyi programlayıp yöneten” demektir. Rabb
sözcüğünün bu anlamı doğrultusunda, ayetteki ifadede de “yerde, gökte ve ikisi
arasındaki varlıkların, var olan sistemlerin hepsinin kör tesadüfe bağlı olmayıp
Allah’ın plan ve programı ile olduğu vurgulanmaktadır.
“Doğuların Rabbi” ifadesindeki çoğul kullanmla “doğu” kavramının
izafiliğine dikkat çekilmiştir. Gerek Güneş’in ve Dünya’nın dönüşleri, gerekse bu
iki gök cisminin doğuş yerleri mevsimler itibariyle sürekli değişmekte, buna bağlı
olarak da doğu yönü sabit bir nokta olmamaktadır.
“ ‫المششارق‬el-meşârık” sözcüğü, “gezegenlerin dünyaya göre doğuş noktaları”
anlamına gelmektedir. Bu doğuş noktaları daha çok Güneş için kullanılmaktadır.
Doğuş sözcüğü karanlığın yok olması sürecini ifade ettiği için özellikle Güneş için
kullanılan bir kavramdır. Senenin her gününde Güneş’in ayrı ayrı doğuş noktaları
olduğu gibi, dünyanın doğu ve batısı için de farklı doğuş noktaları vardır. Gerek
Güneş'in bu şekilde hareket etmesini, gerekse dünyanın Güneş etrafındaki dönerken
aldığı farklı pozisyonları gerçekleştiren güç Yüce Allah’tır. Bu nedenle O’na
“Doğuların Rabbi” denmektedir.
Rabbimiz, doğuların Rabbi olduğu gibi batıların da Rabbidir. Yüce Allah’ın
aynı zamanda “batıların da Rabbi” olduğunun ayette zikredilmemesinin nedeni, bu
gerçeğin ayetin bağlamından [kontekstten] anlaşılıyor olmasıdır.

Artık hayır! Doğuların ve batıların Rabbine kasem ederim ki, şüphesiz Biz kesinlikle güç
yetirenleriz. (Meâric/40)
(O) iki doğunun Rabbi ve iki batının Rabbidir. (Rahman/17)

Konumuz olan ayetin bu bölümü, Nahl suresindeki şu ayete benzemektedir.

Ve O [Allah], yarattıklarından sizin için gölgeler yaptı ve sizin için dağlardan barınaklar kıldı.
Sizi sıcaktan koruyacak elbiseler ve sizi kendi hışmınızdan koruyan elbiseler kıldı. İşte böylece,
Allah müslüman olasınız diye üzerinize nimetini tamamlamaktadır. (Nahl/81)

Görüldüğü gibi, elbise insanı hem sıcaktan hem de soğuktan korumasına


rağmen, Nahl/81’de elbisenin “sıcak”tan koruyacağı zikredilip “soğuk”tan
koruyacağı zikredilmemiştir.

8
Konumuz olan ayette “batılar”dan söz edilmeyerek sadece “doğular”
sözcüğünün kullanılmasını şöyle değerlendirmek de mümkündür: “Meşarik
[Doğular] sözcüğü aynı zamanda “ışığın parladığı yerler” anlamına da gelir. Bu
anlam bize Kur’an’ı çağrıştırmaktadır. Bu durumda “Rabbü’l-Meşrikayn”
ifadesinden “Kur’an ayetlerinin saçtığı ışıkla tüm zihinlerin aydınlanmasının da
Allah tarafından planlanıp uygulandığı” anlaşılır.

6- Gerçekten Biz en alt semayı ziynetlerle, yıldızlarla süsledik.


7- 10- Ve mele-i a’lâdan bir bir kırıntı kapan ve kendisini şihab-ı sakıp takip
edenler hariç, sürekli azap içinde olan, kovulmak için her taraftan taşlanan ve
mele-i a’lâya hiç kulak vermeyen ‘şeytan-ı marid’in tümünden koruduk. Ve asi
inatçı şeytanın tümünden koruduk.

Allah’ın varlığına, birliğine; O’nun göklerin, yerin, ikisi arasındakilerin ve


doğuların Rabbi olduğuna Kur’an ayetleri kanıt gösterildikten sonra, bu pasajda da,
Kur’an’ın “ ‫ المل اعلششى‬Mele-i a’lâ (En Yüce Depo)” olduğu üzerinden, insanın
zihinsel yapısı ve evren ile ilişkisi üzerinde durularak Allah’ın göklerin, yerin ve
ikisi arasındakilerin Rabbi olduğu somut bir örnekle ortaya konmuştur.

Hatırlanacağı üzere, bu pasajın ikizi deyebileceğimiz bir benzeri Hıcr


suresinde yer almıştı. Her iki pasajı “Kulak Hırsızlığı Yapan Şeytanlar” başlığı
altında ele alıp tahlil etmiştik. Ancak aynı konunun detaylı açıklaması daha önce
Cinn Suresi’nin tahlilinde yapılmıştı. (Tebyînü’l-Kur’an; c: 3, s: 221-225) Bu
nedenle, sadece pasajda yer alan bazı sözcüklerin tahlilini kısaca tekrarlamakla
yetiniyor, ilgili bölümün oradan okunmasını öneriyoruz.

AZ DA OLSA VAHYE KULAK VERME [KULAK HIRSIZLIĞI]:

Bu konu Kur’an’da Hicr suresinin 16–18. ayetleri ile Saffat suresinin 6–10.
ayetlerinde yer almaktadır. Mevcut meal ve tefsirlerin hemen hepsi konuyu aşağı
yukarı aynı anlam doğrultusunda açıklamışlardır. Ancak günümüz teknolojisi bu
ayetlerdeki bazı ifadeleri müteşabih sayılmaktan çıkarmış ve bugüne kadar bu
müteşabih ifadeleri açıklamak için uydurulmuş hikâyelere ters düşmesin diye bazı
dilbilgisi kurallarını ihmal etmeye veya bilerek yanlış kullanmaya artık gerek
kalmamıştır.
Hıcr suresinin 18. ayetindeki “‫ استرق‬isteraka” fiili, genellikle “kulak hırsızlığı
yapan” diye çevrilmiş olup, Kur’an’da sadece bu ayette geçer. Fiilin üç harfli hali
olan “‫ سرق‬seraka”nın anlamı; “çaldı, hırsızlık etti” demektir. Konumuz olan beş
harfli kalıptan anlamı ise; “kulak kabarttı, kulak misafiri oldu, kaş altından baktı,
çaktırmadan gözüyle izledi” demektir (Lisanül Arab cilt 4. S. 565). Yani “‫إستراق‬
istirak”, hem kulak hem de gözle sinsice bir şeyler öğrenmek demektir.
Bu fiil konumuz olan ayette “‫سمع‬ّ ‫ من استرق ال‬Men isteraka’s-sem’a (Sem’a kulak
kabartan” cümlesi içinde yer almıştır. Burada “‫ سمع‬sem’” sözcüğü tümleç yapılmış
olduğundan, “‫ اسششترق‬isteraka” fiili, (kulak kabartılarak ne kadar öğrenilebilirse)
“dinleme yoluyla az bir bilgi edinen, az bir şey öğrenen” demektir.
Konuyla ilgili olarak Şeytanı-ı Racim, Şeytan-ı Marid, Mele-i A’lâ, Şihab-ı
Mübin ve Şihab-ı Sakıp kavramları daha önce birkaç kez ayrıntılı olarak
açıklandığından, detayın o bölümlerden okunmasını öneriyoruz.

ŞİHABLARIN Bİ'SETTEN ÖNCE VARLIĞI

Bu ayetleri açıklamak için üretilen iddialardan biri de Rasülüllah’ın elçi


gönderilmesine kadar gökte yıldızın olmadığı; o gelince Kur’an’ı korumak için,

9
kulak hırsızlığı yapan şeytanları kovmak ve onlara ateş topu atmak üzere şihapların
yaratıldığı safsatasıdır. Bunu Hicr/16-18 ayetlerinin tahlilinde “Kulak Hırsızlığı
Yapan Şeytanlar” başlıklı detaylı yazımızda uzun uzadıya konu etmiştik. Bu konuya
dair bir nakil de Razi’den vermek yararlı olur:

Üçüncü Soru:
Bazıları şöyle derler: "Mütevatir tarihler, şihabların Hz. Peygamber (s.a.s) gelmezden önce de
var olduklarına delâlet etmektedir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s)'in gelmesinden uzun süre önce
yaşamış hakîm zatlar bundan bahsetmiş ve bu şihablar hakkında konuşmuşlardır. Bu hâdisenin Hz.
Peygamber (s.a.s)'in gelişinden önce de mevcudiyeti sabit olduğuna göre, bunu Hz. Peygamber
(s.a.s)'in gelişini gösteren bir hâdise saymak imkânsızdır."
Kâdî buna şöyle cevap vermiştir: Doğruya en yakın olan, "Bu durum, Hz. Peygamber (s.a.s)
gelmezden önce de vardı. Fakat Hz. Peygamber (s.a.s) zamanında çoğaldı. Bu çoğalması, Hz.
Peygamber (s.a.s) için bir mucize oldu" denilmesidir. ((Razi; el-Mefatihu’l-Gayb)

Klâsik anlayışta, bu ayetlerin Rasulüllah’ın kâhinlikle ilgisinin olmadığını;


yani vahyin şeytanların gökte meleklerden duyup da yerde kâhinlere ilettikleri
bilgiler olmadığını açıklamakta olduğu kabul edilir. Mevdudi’nin bu pasajla ilgili
açıklaması şöyledir:

“Bu ayetin tazammun ettiği anlamı iyice kavrayabilmek için Rasûlullah'a (s.a) peygamberlik
geldiği dönemde, Araplar arasında kehanetin çok makbul olduğunu bilmek gerekir. Öyle ki, o
dönemde her yer âdeta gaybten haber getirenler, gayb hakkında bilgi verenler ile kaynıyordu.
Araplar kendi geçmiş ve gelecekleri hakkında haber veren bu kimselere inanırlardı.
Bu kimseler [kâhinler] de, cin ve şeytanların kendi emirleri altında olduğunu, kendilerine
gaybten haberler getirdiklerini iddia ediyorlardı. Hz. Peygamber'e (s.a) ilk kez vahiy geldiğinde, o,
böyle bir atmosferde Kur'an'ın ayetlerini tebliğ etti ve bu ayetlerin kendisine Allah tarafından ve bir
melek aracılığıyla geldiğini söyledi. Bunun üzerine kâfirler Hz. peygamber'e (s.a) "kâhin" demeye
başladırlar. Öyle ki, şeytanın kâhinlere haber getirdiği gibi Hz. Peygamber'e de getirdiğini, onun da
bu bilgileri kendilerine vahiy diye aktardığını iddia ettiler. Kur'an bu iddiaları şu şekilde
cevaplamıştır. "Şeytan, kesinlikle, değil Mele-î A'lâ'ya yaklaşmak, Âlem-i Bâlâ'ya bile giremez.
Şayet şeytan Mele-i A'lâ'ya yaklaşmak için çabalayacak olsa, hemen onu delici bir ateş kovalar."
Bir diğer anlamı da şöyle olabilir: "Allah'ın emriyle melekler kâinatı idare etmektedirler.
Dolayısıyla onlar şeytan'ın kendilerine müdahalesinden korunmuşlardır. Şeytan bırakın onlara
müdahale etmeyi, yanlarına bile yaklaşamaz." (Mevdudi; Tefhimü’l-Kur’an)

Hâlbuki konumuz olan ayetlerde konu edilen vahiy değil, Allah’ın yer ve
göklerde kurduğu sistemin tanıtılmasıdır.

11 - Şimdi onlara sor: “Yaradılışça kendileri mi daha çetin, yoksa Bizim


yarattığımız kimseler mi?” Şüphesiz Biz onları cıvık- yapışkan bir çamurdan
yarattık.

Surenin başında Allah’ın “Bir Tek’liği; göklerin, yerin ve aralarındakilerin ve


Doğuların Rabbi oluşu” vurgulandıktan sonra, müşrikler akıllarını başlarına alıp
doğruyu bulmaları ve buna göre hareket etmeleri için düşünmeye, mukayese
etmeye, Allah’ın yarattıkları ile kendi uydurmaları arasında bir karşılaştırma
yapmaya davet edilmektedirler. Bu bağlamda, Allah’ın tüm evreni ve evrendeki
sayısız sistemi yaratmasının insanı yaratmasından daha çetin olduğu beyan
edilmektedir. İnsanları düşünmeye davet eden “Yaradılışça kendileri mi daha çetin,
yoksa Bizim yarattığımız kimseler mi?” sorusu, Kur’an’da başka ayetlerde de yer
almaktadır.

10
Elbette göklerin ve yerin yaratılması, insanların yaratılmasından daha büyüktür. Ama
insanların çoğu bilmiyorlar. (Mümin/57)

Yaratılışça siz mi daha çetinsiniz, yoksa gök mü? Onu [göğü] O [Allah] yaptı: Boyunu
yükseltti ve onu düzene koydu, gecesini kararttı ve kuşluğunu [ışığın parlaklığını] çıkarttı. Ve ondan
sonra yeryüzünü döşedi; yeryüzünden suyunu ve otlağını çıkardı, dağları da sabitledi [demirledi;
sağlam bir şekilde yerleştirdi], sizin ve hayvanlarınız için bir faydalanma olmak [yararlanmak] üzere.
(Naziat/27-33)

Gökleri ve yeri yaratan, onlar gibilerini de yaratmaya kadir değil midir? Evet [elbette kadirdir]!
Ve O çok mükemmel yaratandır, çok iyi bilendir. (Ya Sin/81)

Bu ayetlerde Rabbimizin insanları tekrar yaratabileceği gerçeğine de dikkat


çekilmiş olmaktadır.

cıvık- yapışkan bir çamur

İnsanı tekrar diriltmeye kadir olan Rabbimiz, bu ifadesiyle de insanın ilk


yaratılışına işaret etmektedir. Daha önce de açıkladığımız gibi, insanın toprak/çamur
olan menşeine atıfta bulunulması, insanın ilk olarak cansız maddeden yaratıldığı
anlamındadır. Ayetlerde insanın menşei toprak, cıvık çamur, seramik gibi ifadelerle
açıklanmaktadır. Bunlarla konu edilen maddenin değişkenliğidir.

12 – Aslında sen hayret ettin, onlar ise eğleniyorlar.


13 - Kendilerine öğüt verildiği zaman öğüt kabul etmiyorlar.
14 – Ve bir ayet gördükleri zaman eğlenceye alıyorlar.
15 – 17- Ve onlar: “Bu apaçık büyüden başka bir şey değildir. Öldüğümüz ve
toprak, kemik olduğumuz zaman mı, gerçekten mi biz tekrar dirilecekmişiz? Önceki
atalarımız da mı?” diyorlar.

İnsanın yaratılması ile evrenin yaratılması arasında mukayese yapılması


istendikten sonra, bu ayetlerde de peygamberimiz ile müşriklerin konumu ortaya
konmaktadır. Peygamberimizin Allah’ın sonsuz güç ve rahmetine hayran kalmasına
karşılık, müşriklerin oyunda, oynaşta oldukları bildirilerek bu tavırları
eleştirilmektedir. Bu eleştiri, aynı zamanda inkârcıların dinin gerçekliğinden ne
kadar uzak olduklarını da göstermektedir.
Kur’an’da aynı mesajları veren başka ayet ve ayet gurupları da vardır:

Allah, gökleri görüp durduğunu direkler olmadan yükselten Zat’tır. Sonra O, arş üzerine istiva
etti. Güneşe ve aya boyun eğdirdi. –Hepsi adı konmuş bir ecele akıp gidiyor. O, işi, Rabbinize
kavuşacağınız güne kani olursunuz diye ayetleri detaylandırarak yönetir.
O’dur ki, arzı uzattı, orada sabit dağlar ve ırmaklar var etti. Orada bütün meyvelerden iki çift
yarattı. Geceyi gündüzün üzerine örtüyor. Şüphesiz bunda tefekkür eden [düşünen] bir toplum için
ayetler vardır.
Ve yeryüzünde bir tek su ile sulanan birbirine komşu kıtalar var; üzümlerden bahçeler, ekinler,
çatallı ve çatalsız hurmalıklar vardır. Ve Biz meyvelerinde onların bazısını bazısı üzerine fazlalıklı
kılıyoruz. Şüphesiz aklını kullanan bir kavim için bunda bir takım deliller vardır.
Ve eğer şaşıyorsan, asıl şaşırtıcı, onların: “Biz toprak olunca mı, biz gerçekten yeni bir
yaratılışta mıyız?” sözleridir. İşte bunlar Rablerini inkâr etmiş kimselerdir. Ve işte bunlar,
boyunlarında demir halkalar bulunanlardır. Ve işte bunlar, ateşin ashabıdırlar, onlar orada sürekli
kalıcıdırlar. (Ra’d/2- 5)

11
Ve o insan [o kişi], kendisini bir nutfeden [bir damla sudan] yarattığımızı görmedi mi de şimdi
o, apaçık bir hasımdır [düşmandır].
Ve kendi yaratılışını dikkate almayarak Bize bir örnekleme yaptı. Dedi ki: “Kim diriltecekmiş
o kemikleri? Onlar çürümüş iken!”
De ki: “Onları ilk defa yaratan, onları diriltecektir. Ve O, her yaratmayı çok iyi bilendir. O,
size o yemyeşil ağaçtan bir ateş yapandır. Şimdi de siz ondan yakıp duruyorsunuz.
Gökleri ve yeri yaratan, onlar gibilerini de yaratmaya kadir değil midir? Evet [elbette kadirdir]!
Ve O, çok mükemmel yaratandır, çok iyi bilendir.
Şüphesiz ki O bir şeyi dilediğinde, O’nun buyruğu / işi o şeye “Ol!” demektir; o da hemen
oluverir. (Ya Sin/77- 82):

Öldüğümüz ve toprak, kemik olduğumuz zaman mı, gerçekten mi biz karşılık göreceğiz?
(Saffat/53)

Ama kendilerine içlerinden uyarıcı geldiğine şaşırdılar da kâfirler, “Bu şaşılacak bir şeydir!
Öldüğümüz ve bir toprak olduğumuz vakit mi? Bu uzak bir dönüştür” dediler. (Kaf/2, 3)

Ve onlar: “Biz yeryüzünde kaybolduğumuzda mı, gerçekten biz mi yeni bir yaratılışta
olacağız?” dediler. Aksine onlar, Rabblerine kavuşmayı [O’nun huzuruna varacaklarını] inkâr
ediyorlar. (Secde/10)

Ve onlar dediler ki: “Biz, bir kemik yığını olduğumuz ve ufalanıp toz olduğumuz vakit mi,
gerçekten biz, yeni bir yaratılışla diriltilecek miyiz?” (İsra/49)

Bu, ayetlerimizi inkâr etmiş olmaları ve: “Sahi bizler, bir yığın kemik ve ufalanmış toz
olduğumuz zaman mı, yeni bir yaratılışla diriltilmiş olacağız?” demiş olmaları nedeniyle onların
cezasıdır. (İsra/98)

Size, gerçekten siz öldüğünüz, toprak ve kemik olduğunuzda, mutlak surette sizin
çıkarılacağınızı mı vaat ediyor? (Mü’minun/35)

Bu konuyla ilgili olarak ayrıca Mü’minun/82, Vakıa/47 ve Naziat/11. ayetlere


de bakılmalıdır.

18 - De ki: “Evet, siz de çok aşağılanmış olarak...”

Bu ayette, müşriklerin 15- 17. ayetteki “Bu apaçık büyüden başka bir şey
değildir. Öldüğümüz ve toprak, kemik olduğumuz zaman mı, gerçekten mi biz tekrar
dirilecekmişiz? Önceki atalarımız da mı?” şeklindeki itirazlarına hem çok kısa, hem
de çok geniş anlamlar içeren tek bir cümleyle cevap verilmiştir: “Evet, siz de çok
aşağılanmış olarak…” Zaten inkârcılara yakışan da kendilerine böyle muamele
yapılmasıdır.

Ve onlar, o gün, Allah'a teslim bayrağını çekerler, uydurmuş oldukları şeyler de kendilerinden
uzaklaşıp gitmiştir. (Nahl/87)

Ve sizin Rabbiniz: “Bana yalvarın, dua edin ki size karşılık vereyim. Şüphesiz Bana ibadet
etmekten büyüklenen kimseler yakında horlanmış olarak cehenneme gireceklerdir” dedi.
(Mü’min/60)

19, 20 - Artık o zorlu bir haykırıştan ibarettir. Bir de bakmışsın ki onlar


karşıda duruverirler. Ve “Eyvah bizlere! İşte bu, Din Günü’dür” derler.
21 – -“İşte bu, sizin yalanlamakta olduğunuz Ayırma Günü’dür!” -

12
22- 23 - Toplayın o zulmedenleri, eşlerini ve Allah’ın astlarından tapmış
oldukları şeyleri. Sonra da onları cahimin [cehennemin] yoluna kılavuzlayın!”
24, 25 - Ve durdurun onları; şüphesiz onlar sorguya çekilecekler: “Ne oldu
sizlere de yardımlaşmıyorsunuz?”
26 - Aksine, bugün onlar teslim olmuşlardır.
27 – Ve onların bazısı bazısına, dönmüş [yüz yüze gelmiş] soruşuyorlar
[birbirlerini sorumlu tutuyorlar].
28 - Onlar: “Şüphesiz siz bize Yeminden [sağ elden, hak yoldan/ iyi
konumdan/ güçten kuvvetten] gelir dururdunuz” derler.
29 -32- Diğerleri derler ki: “Bilakis, siz müminler olmamıştınız. Bizim size
karşı bir gücümüz de yoktu. Bilakissiz azmış bir kavimdiniz. Onun için üzerimize
Rabbimizin Söz’ü hak oldu. Şüphesiz biz tadıcılarız. Sonra biz, sizi kışkırttık. Çünkü
biz kışkırtıcılar idik.”

Bu ayet gurubunda, üç ayrı sahne halinde müşriklerin “ahirette çok aşağılanmış


olarak haşredilecekleri” tasvir edilmiştir.

BİRİNCİ SAHNE [19- 21. Ayetler]:

Artık o zorlu bir haykırıştan ibarettir. Bir de bakmışsın ki onlar karşıda


duruverirler. Ve “Eyvah bizlere! İşte bu, Din Günü’dür” derler.
-“İşte bu, sizin yalanlamakta olduğunuz Ayırma Günü’dür” -

Bu sahnede inkârcılar, inkâr ettiklerinin aksine, kıyameti yaşamışlar ve


huzurda dikilmişlerdir. Yanıldıklarını itiraf edip “Eyvah bizlere! İşte bu, Din
Günü’dür” diye pişmanlıklarını dile getirmektedirler. Allah da onlara “İşte bu, sizin
yalanlamakta olduğunuz Ayırma Günü’dür ” diyerek gerçeği yüzlerine vurmaktadır.

Yevmü’d-Din

‫ " يوم الّدين‬Din Günü”, “Karşılık Günü” demektir. Bu ifadeyle “herkesin iyi ya
da kötü, yaptığı tüm edim ve eylemlerin karşılığını göreceği ahiret günü” kast
edilmektedir. Kavramın asıl açılımı bizzat Rabbimiz tarafından İnfitar/15-19’da
yapılmaktadır:

“Din Günü girerler oraya... Onlar ondan görülmeyecek şekilde uzaklaşmış değillerdir. Ve Din
Günü’nün ne olduğunu sana ne bildirdi? Sonra, Din Günü’nün ne olduğunu sana ne bildirdi? Bir
gündür ki o, hiç bir kimse başka bir kimse için hiç bir şeye güç yetiremez. Ve o gün buyruk yalnız
Allah’ındır.” (İnfitar/15-19)

Müşrikler, yaşadıkları mahşer anının “Din Günü” olduğunu itiraf ettikten


sonra, Rabbimiz de bu itiraflarını teyit ederek onlara o günün aynı zamanda “Ayırt
Etme Günü” olduğunu da ihtar etmektedir.

YEVMÜ'L-FASL [AYIRT ETME GÜNÜ]: ‫[ يششوم‬yevm] ve ‫[ الفصششل‬el-fasl]


sözcüklerinden oluşan bu ifade, “ayırt etme günü” anlamına gelen bir isim
tamlamasıdır.
Kıyâmet gününe, Yevmü'l-Fasl [Ayırt Etme Günü] denmesinin sebebi, o gün
hakk ile bâtılın, mümin ile kâfirin birbirinden ayrılacak olmasıdır. Bazılarının
“karar günü”, “hüküm günü” olarak çevirdikleri bu ifadenin yorumsuz olarak
sözcük anlamıyla çevrilmesi, bize göre en isabetli olanıdır.

13
“Yevmü’l-Fasl [Ayırt Etme Günü]” ile ilgili olarak daha evvel Mürselat
suresinde açıklama (Tebyinü’l-Kur’an; c: 2, s: 40-42) yapıldığından, detayın oradan
okunmasını öneriyoruz.

İKİNCİ SAHNE [22- 25. AYETLER]:

Toplayın o zulmedenleri, eşlerini ve Allah’ın astlarından tapmış oldukları


şeyleri. Sonra da onları cahimin [cehennemin] yoluna kılavuzlayın!
Ve durdurun onları; şüphesiz onlar sorguya çekilecekler: “Ne oldu sizlere de
yardımlaşmıyorsunuz?”

Bu sahnede, mahşerin birinci aşamasından sonraki durum tasvir edilerek


cehenneme sevk edilen inkârcılara “Ne oldu sizlere de yardımlaşmıyorsunuz?”
diye sorulacağı, böylece geçmişteki akılsızlıkları hatırlatılıp kendilerine psikolojik
yönden de azap edileceği bildirilmektedir.
Daha önce de belirtildiği gibi, Kur’an’da zulüm “şirk”, zulmeden kişiler de
“şirk koşan” kişilerdir.

Ve hani bir zaman Lokman, oğluna öğüt vererek, “Yavrucuğum! Allah’a ortak koşma, hiç
şüphesiz ki şirk [Allah’a ortak koşmak], kesinlikle büyük bir zulümdür. (Lokman/13)

Şu iman edenler ve imanlarına zulüm giydirmeyenler [şirk karıştırmayanlar]... İşte onlar;


güven kendilerinin olanlardır. Doğru yolu bulanlar da onlardır. (En’am/82)

Konumuz olan ayette zulmedenlerin “eşleri” olarak nitelenenler, müşriklerin


“şirk koşan arkadaşları”, özellikle de onları şirke götüren “iblisleri” demektir.
Ayetteki “Bilakis siz müminler olmamıştınız. Bizim size karşı bir gücümüz de yoktu.
Bilakis siz azmış bir kavimdiniz. Onun için üzerimize Rabbimizin Söz’ü hak oldu.
Şüphesiz biz tadıcılarız. Sonra biz, sizi kışkırttık. Çünkü biz kışkırtıcılar idik”
ifadesi açıkça bunu göstermektedir. Zira bu ifade, birçok yerde geçtiği üzere, İblise
ait bir ifadedir.

Ve iş olup bitince şeytan onlara şöyle diyecek: “Şüphesiz ki Allah size gerçek olanı vaad
etmişti, ben ise size vaad ettim, ama sonra caydım! Zaten benim size karşı bir gücüm yoktu. Ancak
ben sizi çağırdım, siz de hemen geldiniz. O halde beni kınamayın, kendinizi kınayın! Ben sizi
kurtaramam siz de beni kurtaramazsınız! Ben, önceden beni Allah'a ortak koşmanızı da kabul
etmemiştim." Şüphesiz zalimlere, onlar için acı bir azap vardır! (İbrahim/ 22)

[İblis,] “Öyle ise izzet ve şerefine yemin ederim ki, ben onların hepsini mutlaka azdıracağım,
ancak içlerinden arıtılmış kulların müstesna...” dedi.
[Allah] buyurdu ki: “Hakk budur. Ben de şu hakkı söylüyorum:
And olsun ki, cehennemi mutlaka senden ve onların sana uyanlarından; hepinizden
dolduracağım.” (Sad/82- 85)

O [İblis] dedi ki: “Rabbim! Beni Sen azdırdığın [beni azdırmak için yarattığın] için, mutlaka
ben de yeryüzünde onlara süsleyeceğim ve arıtılmış kulların hariç onların hepsini mutlaka
azdıracağım!”
O [Allah] dedi ki: “İşte bu Benim üzerime aldığım dosdoğru bir yoldur. Sana uyan azgınlardan
başka, kullarımın üzerinde hiçbir zorlayıcı gücün yoktur. Şüphesiz ki onların hepsine vaad edilen yer
de cehennemdir. Onun için yedi kapı vardır. O kapıların her biri için onlardan bir parça ayrılmıştır.”
(Hıcr/39- 44)

Buna göre, kâfir-müşrik o gün kâfir-müşrik ile, müşrik de iblisi ile

14
haşredilecektir.
Ayetteki “zulmedenlerin eşleri” ifadesini Ömer b. el-Hattab gibi “Zinakâr
zinakâr ile birlikte, içki içen içkici ile birlikte, hırsızlık yapan hırsızlık yapanla
birlikte [hasredilir]” şeklinde yorumlamak Kur’an’a aykırı olur. Zira imanlı ama suç
işlemiş, sonra da tevbe etmiş kişilerin cehenneme gitmesi söz konusu değildir.

Çoğaltma yarışı sizi eğlendirip oyaladı.


Kabirleri ziyaret edişinize dek.
Hayır… Hayır… Yakında bileceksiniz.
Sonra [bir müddet sonra], hayır… Hayır… Yakında bileceksiniz.
Hayır… Hayır… Eğer ki ılmelyakin [kesin bilgi] ile bilirseniz, cahimi [çılgınca yanan ateşi]
mutlaka görürsünüz.
Sonra [bir müddet sonra] onu aynelyakin [gözle görmüşçesine gerçek olarak] mutlaka
göreceksiniz.
Sonra o gün siz nimetten mutlaka sorulacaksınız. (Tekasür suresi)

ÜÇÜNCÜ SAHNE [26- 32. AYETLER]:

Aksine, bugün onlar teslim olmuşlardır.


Ve onların bazısı bazısına, dönmüş [yüz yüze gelmiş] soruşuyorlar
[birbirlerini sorumlu tutuyorlar].
Onlar: “Şüphesiz siz bize [uğurlu görünerek] sağdan gelir dururdunuz”
derler.
Diğerleri derler ki: “Bilakis, siz müminler olmamıştınız. Bizim size karşı bir
gücümüz de yoktu. Bilakis siz azmış bir kavimdiniz. Onun için üzerimize Rabbimizin
Söz’ü hak oldu. Şüphesiz biz tadıcılarız. Sonra biz, sizi kışkırttık. Çünkü biz
kışkırtıcılar idik.”

Bu sahnede müşriklerin hiçbir mazerete, itiraza güçlerinin kalmadığı; havlu


attıkları, tamamen tükendikleri ve birbiriyle tartışmaları görülmektedir.
28. ayette, cehennemliklerden bazılarının diğer bazılarına “Şüphesiz siz bize
yeminden [sağ elden/ hak yoldan/ iyi konumdan/ güçten kuvvetten] gelir
dururdunuz” dedikleri görülmektedir. Bu ifade genellikle “sağdan gelirdiniz”
şeklinde yüzeysel olarak anlamlandırılagelmiştir. Böylece ayetin işaret ettiği incelik
anlaşılmamıştır. Bu nedenle, ayetteki “yemin” ve “yeminden gelme, yaklaşma”
terkibini tahlil etmenin yararlı olacağını düşünüyoruz.

YEMİN: “ ‫اليمين‬Yemin” aslında bir organın adı olup “sağ el” demektir. (Rağıp
el-İsfehani; el Müfredat; ymn” mad.)
Ebu Mansur da “ ‫اليمين‬yemin” sözcüğü eş anlamlıdır. Sağ ele “yemin” derler.
Yemin kuvvettir, kudrettir. Yemin “iyi konum”dur, demiştir. (Lisanü’l-Arab; c: 9, s:
466-468)
Gerek lügatlerdeki bu bilgilerden, gerekse sözcüğün Kur’an’daki
kullanımından “yemin” sözcüğünün güç, kuvvet, insanın en çok değer verdiği, en
şerefli şey olduğu anlaşılmaktadır. Sağ ele “yemin” denmesi de, hem sağ elin sol ele
göre daha güçlü olması, hem de sol ele göre sağ ele daha fazla değer
verilmesindendir. İnsanın kendisine güç veren, destek olan birisine “o benim sağ
kolumdur” demesi de buradan gelmiştir.

YEMİNDEN GELME: Bu ifade Türkçemizde “sağdan yaklaşma” olarak


kullanılmaktadır. Anlamı “ahlâkî olarak yararlı bir tavsiyede bulunuyor görünmek”
demektir.

15
Ayetin geçtiği pasaj dikkate alındığında, bu sözü söyleyen cehennemliklerin,
muhataplarına şöyle demek istedikleri anlaşılmaktadır:
“Siz bize hak yoldan geldiniz. Bizi en çok değer verdiğimiz şeylerle
kandırdınız. Allah’ı, Peygamberi, dini, imanı, ahlâkı malzeme yaparak bizi aldatıp
müşrik duruma düşürdünüz. Demek ki, Allah ve Peygamber hakkında yalanlar
düzmüşsünüz. Biz de size güvenmiştik.”
Muhatapları olan ileri gelenlerin de cehennemliklerin bu ithamlarına “Bilakis,
siz müminler olmamıştınız. Bizim size karşı bir gücümüz de yoktu. Bilakissiz azmış
bir kavimdiniz. Onun için üzerimize Rabbimizin Söz’ü hak oldu. Şüphesiz biz
tadıcılarız. Sonra biz, sizi kışkırttık. Çünkü biz kışkırtıcılar idik” diye karşılık
verdikleri ve suçlamaları kabul etmedikleri görülmektedir.
Düşmanın “sağdan” gelerek yaklaşması bize Araf suresinde geçen şu sahneyi
hatırlatmalıdır:

(İblis:) “Öyleyse, beni azgınlığa itmene karşılık, and olsun ki, ben onlar için Senin dosdoğru
yoluna oturacağım; sonra yine and olsun ki, onların önlerinden, arkalarından, sağlarından,
sollarından onlara sokulacağım ve Sen, çoklarını şükredenler bulmayacaksın” dedi. (A’raf/16, 17)

Bu ayetten anlaşılacağı üzere, düşmanın insanı aldatmak için kullanacağı


zemin, “Allah’ın dosdoğru yolu”dur. Yani, Allah, peygamber, ahlak gibi yüce
değerlerdir. Bu değerleri kullanarak insanı Allah ile yani Allah’ı malzeme yaparak,
O’nun adına yalan, iftira düzerek aldatmaktadır.
Ayette konu edilen “Hak Söz” de rabbimizin müşrikler için aldığı “Bütün
insanlar ve cinlerden [herkesten] cehennemi elbette tamamen dolduracağım” ilke
kararıdır.

Ve eğer Biz dileseydik her nefse [kişiye] hidayetini verirdik. Velâkin Benden: “Bütün insanlar
ve cinlerden [herkesten] cehennemi elbette tamamen dolduracağım.” sözü hak olmuştur. (Secde/13)

(Allah) buyurdu ki: “Hakk budur. Ben de şu hakkı söylüyorum:


And olsun ki, cehennemi mutlaka senden ve onların sana uyanlarından; hepinizden
dolduracağım.” (Sad/84, 85)

“Rabbimizin Sözünün Hakk olması” konusu Kaf Suresi’nde (Tebyinü’l-


Kur’an; c: 2, s:110, 111) işlendiğinden, ilgili bölümün oradan okunmasını
öneriyoruz.
Üçüncü sahnenin de verilmesiyle, başta belirttiğimiz üç sahne de tahlil edilmiş
olmaktadır. Cehennemdeki bu tartışma sahneleri değişik surelerde de
tekrarlanmıştır:

Ve ateş içinde tartışırlarken, zayıf olanlar, büyüklük taslayanlara: “Şüphesiz bizler size uyan
kimseler idik. Şimdi siz bizden, ateşten bir bölümü savabiliyor musunuz?" derler.
Büyüklük taslayanlar: “Şüphesiz hep onun içindeyiz. Şüphesiz Allah, kullar arasında hükmünü
vermiştir.” dediler. (Mü’min/47, 48)

Ve şu, inkâr eden kimseler, “Biz kesin olarak, bu Kur'an'a inanmayız, ondan öncekine de.”
dediler. Sen o zulmedenleri, Rableri huzurunda tutuklanmış, sözü bazısının bazısına geri çevirdiğini
bir görsen! Za'fa uğratılan kimseler, büyüklük taslayan kimselere, “Eğer sizler olmasaydınız,
kesinlikle bizler mü'minler olurduk” diyecekler.
Büyüklük taslayan kimseler, zayıf düşürülen kimselere: “Size kılavuz geldikten sonra, sizi
ondan biz mi çevirdik? Bilakis, siz kendiniz suçlular oldunuz” derler.
O zayıf düşürülen kimseler de o büyüklük taslayan kimselere: “Bilakis gecenin ve gündüzün
tuzağı! Siz bize Allah’ı inkâr etmemizi ve O’na bir takım eşler kılmamızı emrediyordunuz.” derler.

16
Bunlar azabı gördükleri zaman pişmanlıklarını gizleyeceklerdir. Biz de o küfretmiş olan kimselerin
boyunlarına demir halkalar geçirmişizdir. Onlar sadece yapmış olduklarının karşılığını görüyorlar.
(Sebe/31- 33)

33- Şu halde şüphesiz onlar, o gün azapta ortaktırlar.


34- Şüphesiz Biz, günahkârlara böyle yaparız.

Bu ayetlerde Rabbimiz, şirk ve küfürde olanları [şirk koşanları ve şirke teşvik


edenleri] azapta ortak edeceğini, yani her iki gurubu da cezalandıracağını
bildirmektedir. Şirke yönelten, şirke teşvik eden, şirk koşmayı doğru işmiş gibi
gösterenlerin "Biz onları saptırmadık, onlar zaten dalâlette idiler” şeklindeki
itirazları işe yaramayacaktır. Rabbimizin bu iki gurubun birbirleriyle tartışmaları
hakkındaki tutumu ilk kez Kaf ve A’raf surelerinde konu edilmişti. İleride Ahzab
suresinde de konu edilecektir.

(Allah) buyurdu ki: “Benim huzurumda çekişmeyin! Ben size daha önce tehdit göndermiştim.”
(Kaf/28)

(Allah onlara): “Sizden önce geçmiş cinn ve insden [tanıdığınız, tanımadığınız] ateş içindeki
ümmetlerin [toplumların] içine girin!” dedi [der]. Her toplum girdikçe kardeşine lânet etti [eder].
Nihayet hepsi oraya toplandığında, sonrakiler öncekiler hakkında, “Rabbimiz! İşte şunlar bizi
saptırdı. Onlara ateşten kat kat azap ver” dediler [derler]. [Allah,] “Herkese kat kattır, fakat siz
bilmiyorsunuz” dedi [der]. (A’raf/38)

67, 68 – Ve dediler ki: “Ey Rabbimiz! Biz efendilerimize ve büyüklerimize itaat ettik de bizi
onlar yoldan saptırdılar. Ey Rabbimiz! Onlara azaptan iki kat ver ve kendilerini büyük bir lânet ile
lânetle!” (Ahzab/67, 68)

35, 36 – Şüphesiz onlar, kendilerine: “Allah'tan başka ilâh diye bir şey
yoktur” denildiği zaman büyüklük taslıyorlar ve “Şüphesiz biz, mecnun bir şair için
ilâhlarımızı bırakır mıyız?” diyorlar.

Bu ayetlerde, cehenneme yaklaştırılmış olan müşriklerin geçmişlerine atıfta


bulunularak daha evvel kendilerine tevhid önerildiğinde bunu reddettikleri ve
“Şüphesiz biz, mecnun bir şair için ilâhlarımızı bırakır mıyız?” diyerek inançlarına
sımsıkı sarıldıkları nakledilmektedir. Bu ifade Mekkeli müşriklere doğrudan bir
tariz niteliğini taşımaktadır.

37 - Bilakis o, hak ile geldi ve bütün peygamberleri tasdik etti.


38, 39- Şüphesiz siz, o acı azabı tadacaksınız ve sadece yaptığınız
amellerinizle cezalandırılacaksınız.

Bu ayet gurubunda, peygamberimiz için “mecnun”, “şair” diyenlere cevap


verilerek onun mecnun da şair de olmadığı; hakk ile geldiği, hakkı getirdiği ve daha
evvelki elçileri de tasdik ettiği bildirilmiştir. Müşriklere hitap edilerek onu ve
getirdiklerini inkâr etmelerinden dolayı şiddetli bir azapla cezalandırılacakları haber
verilmektedir.
Rasulüllah’ın peygamber olduğunun birçok delilinden biri kendinden önceki
peygamberleri doğrulamış olması, bir diğeri de önceki peygamberlere kendi
ümmetinin de inanmasını şart koşan bir kitap [Kur’an] tebliğ etmiş olmasıdır.
Hâlbuki Elçi hak peygamber olmasa, hem filozofların yaptığı gibi geçmişi
eleştirerek kendini ön plana çıkarmaya ve kişiliğini kabul ettirmeye çalışır, hem de

17
bundan maddi ve manevi çıkar sağlama yoluna giderdi.
38, 39. ayetlerde yalanlayıcılar “acı azap” ile tehdit edilmişlerdir. Zira
Şura/40’ta “Ve bir kötülüğün cezası, onun gibi bir kötülüktür. Ama kim affeder ve
düzeltirse onun ücreti Allah’a aittir. Şüphesiz ki O, zalimleri sevmez” denilerek
cezanın suça denk olması ilkesi ortaya konmuştur. Gerçeği tebliğ eden bir elçiye
“deli, şair” diyerek acı verenler, verdikleri acının karşılığını yine acı olarak
almalıdırlar. Denklik ancak böyle sağlanır.

40 - Allah'ın arıtılmış kulları müstesnadır.

Kur’an, öğretici bir yöntem olarak karşıtlık metodunu sıkça kullanan bir üsluba
sahiptir. Bu özelliğinin bir sonucu olarak önce inkârcıların ahiretteki pozisyonları
açıklanmakta, sonra da onların karşıtı olan “arıtılmış muttakilerin” durumu
sergilenmektedir.
Ayette geçen “ ‫ مخلششص‬Muhles” sözcüğü “arıtılmış” demektir. Kur’an’dan
öğrendiğimize göre, manevi olarak saflaştırma anlamına gelen “arıtma” işi, “fitne”
ve “bela” şeklindeki sınav araçları ile geçekleştirilmektedir. Durduk yerde kimsenin
arınması mümkün değildir.
Lisânü'l-Arab'da verilen bilgilere göre, fitne sözcüğü “ateşte yakmak”
anlamındaki fetn kökünden türemiştir. Anlamı, “altın, gümüş gibi kıymetli
madenlerin kendisiyle kaynaşmış olan değersiz maddelerinden [cürufundan]
ayrıştırılması, yani saflaştırılması amacı ile yüksek ateşte yakılması [potada
eritilmesi]” işlemidir.
‫[ الفتنششة‬fitne] sözcüğü sadece kıymetli madenlerin saflaştırma işleminin adı
olarak kullanılmakla kalmamış, kişilerin inançlarının, iç yüzlerinin ortaya
çıkarılmasında bir araç olan mal yokluğu [fakirlik], mal çokluğu [zenginlik] ,
hastalık, ölüm gibi durumlar ile körlük, topallık, sağırlık gibi bedensel kusurlar ve
kıtlık, savaş gibi toplumsal olaylar da fitne olarak isimlendirilmiştir.
Yüce Rabbimiz, gönderdiği elçiler dâhil herkesi [Müslümanları, insanları,
toplumları] fitnelendirmekte; onları ateşe atıp eritmekte, cüruflarını dışa attırıp saf,
arı-duru hâle getirmektedir. Rabbimiz, nimet veya külfet cinsinden sabır ve sebatı
gerçekleştirecek her şeyin fitne için bir araç olduğunu bildirmiştir:
Allah'ın fitnelendirmesi elçilerin, kişilerin ve toplumların olgunlaşmasına,
olumlu yönde değişmesine, gelişmesine yönelik olduğu için fitneler, tekâmül ve fiilî
eğitim işlevi görmektedir. Fitneden geçenler sabır ve sebat bakımından
güçlenmektedirler. Nitekim Kur’ân'da İblis'in ve diğer şeytanların etki edemediği
kullar olarak bildirilen “muhles kullar”, fitne ve belâlarla arıtılmış, saf, arı-duru
hâle getirilmiş kullardır.
Rabbimizin Kur’ân'da muhles olarak belirttiği peygamberlerden başka hiç
kimsenin muhles olmayacağını düşünerek bu niteliği sadece peygamberlere özgü
saymak isabetli bir kanaat değildir. Fitnelenen, belâ ve musibetlerle sınanmaya
sabreden, arınma isteğiyle kendini eğitip olgunlaştıran, tefekkür ve akletme gibi
zihnî donanımlarını güçlendirerek kendini yetiştiren herkes muhles’tir. Böyle
olanlar kendilerini İblis'in, kötü arkadaşın iğvalarından koruyabilir.
Bu konular Sad suresinin sonunda “Fitne” (Tebyinü’l-Kur’an; c:2, s:452-456)
başlığı altında ayrıntılı olarak tahlil edildiğinden, ilgili bölümün oradan okunmasını
öneriyoruz.

41 – 49- İşte onlar [Allah’ın arıtılmış kulları], kendileri için belli bir rızık;
meyveler olanlardır. Naîm cennetlerinde karşılıklı olarak tahtlar üzerinde ikram
görenlerdir. İçenlere lezzet veren, pınardan doldurulmuş kendisinde zararlı bir yön
olmayan, sarhoşluk da vermeyen bembeyaz bir kadehle onların etrafında dolaşılır.
Yanlarında da gözlerini kendilerine dikmiş iri gözlüler vardır. Korunmuş yumurta

18
gibidir onlar.
50 – Sonra da bazısı bazısına dönüp birbirlerine sorarlar.
51- 53- Onlardan bir sözcü der ki: “Şüphesiz benim ‘Sen gerçekten, kesinlikle
doğrulayanlardan mısın? Öldüğümüz ve toprak, kemik olduğumuz zaman mı,
gerçekten mi biz karşılık göreceğiz?’ diyen bir karinim [yaşıtım, yakın arkadaşım]
vardı.”
54 - Dedi ki: “Siz muttali olanlar mısınız [onu tanıyan, bilen biri misiniz?”
55 - Derken kendisi muttali oldu da onu cahimin [cehennemin] ta ortasında
gördü.
56 -59- Dedi ki: “Allah'a yemin ederim ki, doğrusu sen az daha beni helak
edecektin. Rabbimin nimeti olmasaydı, kesinlikle ben de bu hazır
bulundurulanlardan olacaktım. Peki, nasılmış bak! Biz ilk ölümümüzden başka bir
daha ölmeyecek miymişiz? Biz azaba uğratılmayacak mıymışız?”

Bu ayet gurubunda önce Allah’ın arıtılmış kullarının cennetteki konumları


anlatılmakta, arkasından da cennetteki bir müminin cehennemdeki tanıdıkları ile
diyalogları verilmektedir. Henüz gerçekleşmemiş olan bu ahiret sahneleri, insanlara
öğüt verme ve uyarma amacıyla anlatılmaktadır.
Arıtılmış, arınmış kimseler ayette belirtilen nimetler içinde safa sürmekte,
kendi aralarında da sohbet etmektedirler. İçlerinden biri, dünyadayken ahireti
yalanlayan bir tanıdığının akıbetini merak eder ve onu soruşturur. Sonunda o
yalanlayıcı kimseyi cehennemin ta ortasında görür ve ona cennetten seslenir:
“Allah'a yemin ederim ki, doğrusu sen az daha beni helak edecektin. Rabbimin
nimeti olmasaydı, kesinlikle ben de bu hazır bulundurulanlardan olacaktım. Peki,
nasılmış bak! Biz ilk ölümümüzden başka bir daha ölmeyecek miymişiz? Biz azaba
uğratılmayacak mıymışız?”

Böyle bir sahneyi daha evvel Müddessir suresinde de izlemiştik.

Sağın yâranı hariç.


Bahçelerdedirler. Soruşur dururlar,
suçlulardan.
“Sizi Sekar'a sürükleyen nedir?”
Dediler ki: “Biz musallînden/destekçilerden [sosyal yardım yapanlardan, sosyal destek
sağlayanlardan] değildik.
Miskini de yiyeceklendirmiyorduk.
Ve biz dalanlarla birlikte dalardık [boşa uğraşanlarla beraber boşa uğraşırdık].
Ve Din Günü'nü yalanlıyorduk.
Tartışılmaz ve karşı çıkılmaz olan bize gelene kadar.” (Müddessir/38- 47)

YENİLİP İÇİLECEKLER

Ayette cennette yenip içilecekler anlatılırken “lezzet veren, zararlı bir yönü
olmayan, sarhoşluk vermeyen” ifadeleri kullanılmıştır. Bu ifadeler, cennetteki
nimetlerin beslenmek için değil, sadece lezzet için verileceği izlenimini
vermektedir. Bu nimetler dünyadaki normal gıdalar gibi olmayacaktır. Çünkü
cennette açlık gibi bir duygu bulunmayacaktır.

Sonra da Biz; “Ey Âdem! Şüphesiz bu [İblis] sana ve eşine düşmandır. Sakın sizi cennetten
çıkarmasın, sonra bedbaht olursun, kesinlikle senin acıkmaman ve çıplak kalmaman oradadır
[cennettedir]. Ve sen orada susamazsın ve güneşin sıcağında kalmazsın” dedik. (Ta Ha/117- 119)

19
İçkiler de dünyadakiler gibi çürümüş meyve ve arpadan yapılmamıştır.
Oradaki içkiler nehir ve çeşmelerden akacaktır.

Onlara canlarının istediği meyveler ve etlerden bol bol sergiledik.


Orada kendisinde lağıv [boş söz, saçmalama] ve günaha sokma olmayan bir kadehi kapışırlar.
Ve kendilerine ait bir takım delikanlılar onların etrafında dönerler; sanki onlar sedefleri içine
gizlenmiş inci gibidirler.
Birbirlerinin yüzüne dönüp soruyorlar: “Gerçekte biz daha önce âilemiz içinde korkanlardan
idik. Allah bizi kayırdı ve bizi içe işleyen azaptan korudu. Şüphesiz biz daha önce, O’na yalvarıyor
idik. Gerçekten O, iyilik yapanın, acıyanın ta kendisidir. (Tur/22- 28)

Şüphesiz, ebrar/iyiler/yardımseverler, kâfur katılmış bir tastan içerler, fışkırtıldıkça


fışkırtılacak bir pınardan ki, ondan, verdikleri sözleri yerine getiren ve kötülüğü yayılan bir günden
korkan ve “Biz sizi, ancak Allah yüzü [Allah rızası] için doyuruyoruz ve sizden bir karşılık ve
teşekkür beklemiyoruz; evet, biz asık suratlı ve çatık kaşlı bir günde, Rabbimizden korkarız”
diyerek Allah sevgisi için, yiyeceği, yoksula ve öksüze ve tutsağa veren Allah’ın kulları, içerler.
Allah da, bu yüzden onları, o günün kötülüğünden korur; onlara aydınlık ve sevinç rastlayacak,
sabretmelerine karşılık onlara Cennet’i ve ipekleri verecek; orada tahtlara kurulmuş olarak
kalacaklar; orada bir güneş de, dondurucu bir soğuk da görmeyecekler ve bahçenin gölgeleri onların
üzerlerine sarkacak ve onların koparılması son derece kolaylaştırılacak. Ve aralarında gümüş bir kap
ve billûr kâseler dolaştırılacak, Kendilerinin ayarladığı billûrları gümüştendir. Ve orada, onlara
karışımı zencefil olan bir tastan sulanırlar. Orada, Selsebil denilen bir pınardan... Ve aralarında
büyümez, yaşlanmaz çocuklar dolaşır; onları gördüğünde, saçılmış birer inci sanacaksın! Orayı
gördüğünde, mutluluk ve büyük bir krallık [mülk ve yönetim] göreceksin; üzerlerinde ince, yeşil
ipekli, parlak atlastan giysiler olacak; gümüş bileziklerle süslenmiş olacaklar; Rabb’leri, onlara
tertemiz bir içecek içirecek.
Şüphesiz ki bu, sizin için karşılıktır. Çalışmalarınız da meşkûrdur [karşılık ödenecek
niteliktedir]. (İnsan/5 – 22)

Takvalı davranmışlara vaad edilen cennetin örneği: “Orada bozulmayan temiz sudan ırmaklar,
tadı değişmeyen sütten ırmaklar, içenlere lezzet veren şaraptan ırmaklar ve süzme baldan ırmaklar
vardır. Onlar için cennette her çeşit meyve ve Rablerinden bir bağışlanma vardır. Bunlar, ateşte
ebedî olarak kalacak olan ve bağırsaklarını parçalayacak kaynar su içirilen kimse gibi olur mu?
(Muhammed/15)

Öne geçenler de, öne geçenlerdir.


İşte onlar [öne geçenler], yaklaştırılanlardır.
İşte onlar [öne geçenler], Naim cennetlerindedirler.
Bir topluluk [çoğu] evvelkilerdendir, çok azı da sonrakilerdendir.
[Onlar] Yaptıklarına karşılık olarak; mücevherlerle işlenmiş tahtlar üzerindedirler. Karşılıklı
onların üzerinde yaslanırlar. Üzerlerinde [çevrelerinde], kaynağından doldurulmuş testiler, ibrikler,
kadehler -ki ondan ne başları ağrıtılır, ne de akılları giderilir- beğendiklerinden meyveler, canlarının
çektiğinden kuş eti ile; süreklileştirilmiş [hep aynı bırakılmış] çocuklar, saklı inciler gibi iri gözlüler
dolaşırlar. Orada lağv [boş söz, saçmalama] ve günaha sokan işitmezler. Sadece söz olarak:
“selâm!”, “selâm!”
Ve sağın yaranı, nedir o sağın yaranı! [Onlar], dikensiz kirazlar, meyve dizili
muzlar/akasyalar, uzamış gölgeler, fışkıran su, kesilmeyen [tükenmeyen] ve yasaklanmayan birçok
meyveler ve yükseltilmiş döşekler içindedirler.
Şüphesiz Biz onları [kiraz, muz, gölgeler, fışkıran su…] öyle bir inşa ile inşa ettik [yarattık].
Ki onları, sağın ashabı için albenili ve hepsi bir ayarda bakireler [dokunulmamışlar] kıldık [yaptık].
Bir cemaat [çoğu] öncekilerdendir. Bir cemaat da sonrakilerdendir. (Vakıa/10-40)

Rabbimiz cennetliklerin yiyip içeceklerinin ne tür şeyler olduğunu açıkladıktan

20
sonra, cennettekilerin eşlerini de açıklamıştır. Bu eşler nitelenirken üç nokta ön
plana çıkarılmıştır:

Bakışlarını yalnız zevçlerine dikmiş, saklanmış yumurta gibi, iri gözlü eşler.

Eşlerin “saklanmış yumurta”ya benzetilmesi, Araplarda böyle bir deyim


olduğundan dolayıdır. Yumurtanın dış yüzeyi sarıya çalan bir beyazlıktadır.
Dolayısıyla kiri, tozu hemen belli eder. Bu nedenle yumurta örtülüp saklandığında,
tozdan topraktan ve dumandan korunmuş olur. Araplar çok güzel kadınlara “saklı,
örtülü yumurta gibi” diye iltifat ederler.

60 – Şüphesiz işte bu, büyük kurtuluşun ta kendisidir.


61 – Artık, çalışanlar, sadece bunun [büyük kurtuluşun] gibisi için çalışsınlar.

Cennetteki arıtılmış kulların pozisyonları ve karşıtları ile olan diyalogları


aktarıldıktan sonra Rabbimiz tüm insanlara “Şüphesiz işte bu, büyük kurtuluşun ta
kendisidir. Artık, çalışanlar, sadece bunun [büyük kurtuluşun] gibisi için
çalışsınlar” diye uyarıda bulunarak insanları aklın gereği olan davranışa davet
etmektedir.

62 – İkram olarak bu mu daha hayırlı yahut zakkum ağacı mı?


63 – Şüphesiz Biz onu zalimler için bir fitne kıldık.
64, 65 – Şüphesiz o [zakkum ağacı], cehennemin dibinde çıkan bir ağaçtır.
Tomurcukları şeytanların [boynuzlu yılanların] başları gibidir.
66 – İşte, kesinlikle onlar, ondan yiyecekler de karınlarını bundan
dolduracaklardır.
67 – Sonra şüphesiz onlar için, bunun üzerine kaynar su karışımı bir içecek
vardır.
68 - Sonra da şüphesiz dönecekleri yer, kesinlikle Cahim’dir [cehennemdir].

Rabbimiz iki guruba dair verdiği açıklamalardan sonra bu iki zümreyi


karşılaştırarak “İkram olarak bu mu daha hayırlı yahut zakkum ağacı mı?” diye
sormaktadır. Yine karşıtlık metodunu kullanarak arıtılmış kullarına cennette ikram
edeceği nimetlerden sonra, bu kez de inançsızlara yedireceği “Zakkum”u ve
içireceği kaynar su karışımı içeceği tanıtmaktadır.
Ayette zakkum “cehennemin dibinde çıkan, tomurcukları şeytanların
[boynuzlu yılanların] başları gibi olan bir ağaç” olarak tanıtılmaktadır.
Arap Yarımadasının Kızıldeniz tarafındaki Tihame bölgesinde yetişen bir bitki
türü olan zakkum, kendiliğinden yetişen, kışın yapraklarını dökmeyen bodur bir
ağaçtır. Renkli ve alımlı çiçekleri olan türleri süs bitkisi olarak da yetiştirilir.
Zakkum ağacı zehirli bir özsu içerir. Kötü kokulu ve tadı çok acı olan bu özsu, insan
bedenine haricen [meselâ ağacın dallarının koparılması sırasında] bulaşması hâlinde
bile bir çeşit deri hastalığına yol açmaktadır. (Lisanü’l-Arab; c.4, s. 223, 383.
zakkum mad. Mevdudi; Tefhimü’l-Kur’an, Saffat Suresi)
Zakkum ağacının hangi ayetlerde geçtiği ile ilgili olarak Vakıa Suresi’nde
(Tebyînü’l-Kur’an; c: 3, s: 669) bilgi verildiğinden, konunun oradan okunmasını
öneriyoruz.
Ayette yer alan “zalimler” çevrelerine ufak tefek eziyette bulunan kimseler
değil, müşrik ve kâfirlerdir.

ZAKKUMUN ZALİMLERE FİTNE OLMASI

21
Daha önce de açıkladığımız gibi, “fitne” ateşte yanmak demektir. Buradan
anlaşıldığına göre, o dönemde “zakkum” konusu yüzünden birileri ateşe atılmış,
[sıkıntılara düşmüş, dengeli davranmayı kaybetmiş] olmalıdır. Ya da Kur’an’da bu
ifadeyi her gördüğünde ateşe atılmaktadır [sıkıntıya düşmekte, dengeli davranmayı
kaybetmektedir].

“Esbab-ı nüzul” kayıtlarına göre, bu ayet nazil olduğunda, “İbn Ziber’a adlı kişi, “Allah
evlerinizde zakkumu çoğaltsın" demiştir. Çünkü Yemenliler, hurmaya ve kaymağa "zakkum"
derlerdi. İşte bu sebeple, Ebû Cehil, cariyesine, "Bizi zakkumlandır" dediğinde, o ona hurma ve
kaymak getirirmiş. Ebucehil [arkadaşlarına], "Buyurun zakkumlanın!" demiştir.
Ayrıca bu ayeti duyanlar, "Ateş ağacı yaktığı halde cehennemde ağacın bitebileceği nasıl
düşünülebilir" demişlerdir. (İbni Cerir)

Çünkü inkârcılar, “henüz tevili gerçekleşmemiş” olan ayeti kendilerine


malzeme yapmışlardır. Bunu Rabbimiz Yunus suresinde şöyle açıklamıştır.

Bilakis, onlar bilgisini kavrayamadıkları ve tevili kendilerine henüz gelmemiş olan bir şeyi
yalanladılar. Bunlardan önceki kişiler böyle yalanlamışlardı. İşte bak zalimlerin akıbeti nasıl
olmuştur. (Yunus/39)

O [Allah], sana bu kitabı indirendir. Ondan [bu kitaptan] bir kısmı muhkem [yasa içerenler]
ayetlerdir ki, bunlar kitabın anasıdır. Diğerleri de müteşabihlerdir [benzeşen anlamlılardır]. Amma,
kalplerinde kaypaklık olan kimseler, fitne çıkarmak ve onu tevil etmek için onun müteşabih
olanlarının peşine düşerler. Hâlbuki onun tevilini ancak Allah ve -"Biz buna inandık, hepsi Rabbimiz
katındandır” diyerek- ilimde uzman olanlar bilirler. Ve sadece kavrama yeteneği olanlar öğüt alırlar.
(Âl-i Imran/7)

Ayetten anlaşılan odur ki, Rabbimiz bu ayetteki “zakkum” ile Ebucehillerin


zıkkımlandığı zakkumu kastetmiyordu. Nitekim yukarıda da belirttiğimiz gibi,
zakkum Hicazlıların tanımadığı bir bitkidir. Niteliklerini yukarıda belirttiğimiz bu
bitki, bizim kaktüs diye adlandırdığımız bitkiye benzemektedir.

Onlar kızışmış bir ateşe girerler, kızgın bir kaynaktan sulanırlar.


Onlar için beslemeyen ve açlığı gidermeyen kuru bir dikenden başka yiyecek yoktur.
(Gaşiye/44- 7)

Zakkumun fitne olmasına benzer diğer bir durum da Rabbimizin Bakara/24’te


bildirdiği bir konu hakkında gerçekleşmiştir:

Sonra, eğer bunu yapmadıysanız ve asla yapamayacaksınız; öyleyse inkârcılar


için hazırlanmış, yakıtı insanlar ve taşlar olan Ateş’ten korunun. (Bakara/24)

Yukarıdaki ayetle ilgili olarak o günün müşriklerinden Ebu Cehil şu eleştiriyi


yapmıştır:

Arkadaşınız [Muhammed], cehennem ateşinin, “Onun yakıtı taşlar ve insanlardır” diyerek


taşları bile yaktığını iddia ediyor. Sonra da kalkıp o cehennemin içinde bir ağacın yeşerdiğini
söylüyor. Hâlbuki ateş, ağacı yer, yakar, bitirir. Öyle ise o cehennemde nasıl o ağaç yeşerebilir?

Müteşabih ayetlerden henüz tevili yapılmamış olanlar hakkında Ebu Cehil gibi
ortalığı bulandırmak isteyenlerin olabileceğini haber veren Rabbimiz, Âl-i Imran
suresinde de, bu ayetlerin tevilinin kimler tarafından yapılması gerektiğini
bildirmiştir.

22
“ŞEYTANLARIN BAŞLARI”

Ayette geçen “şeytanların başları” ifadesindeki “şeytanlar”, halk kültüründeki


şeytan değil, boynuzlu, ibikli bir yılanın adıdır. Ayrıca çok kötü, çirkin bir bitkinin
de adıdır. (Lisanü’l-Arab; c: 5, s: 114 -116) Araplarda kötü, çirkin, iğrenç olan
şeyler bu yılana, bu bitkiye benzetilir. Yapılan şeytan tasvirleri de bu yılana
benzetmeden gelmektedir.
Kur’an'da cennet ve cehenneme yapılan bütün atıfların -ve insanların öteki
dünyadaki durumları ile ilgili bütün tasvirlerin- mecazî oldukları unutulmamalıdır.
Bizler üç boyutlu bir âlemin varlıklarıyız; idrakimiz de üç boyutla sınırlıdır. Cennet,
cehennem, kısacası öbür âlemin her şeyi başka bir boyuttadır. O boyutu ancak
örnekleme sanatıyla anlatmak mümkün olur. Öbür âlem bizim için gayb konusudur.

69 - Şüphesiz onlar, atalarını sapık kimseler olarak buldular.


70 - Şimdi de kendileri onların izleri üzerinde koşturuyorlar.

Aslında bu ayet gurubu 13-17. ayetler ile bağlantılıdır. Burada Peygamberin


muhatapları olan Mekkeli müşriklerin yeniden dirilmeye niçin inanmadıkları
açıklanmaktadır. Bu ahmaklar, bu konuda herhangi bir bilgiye ve şüpheye göre
değil, sapık atalarının inançlarını hiç sorgulamadan; Allah'ın verdiği aklı
kullanmayarak, takip ettikleri yolun doğru mu, yanlış mı olduğunu hiç düşünmeden
sürdürdüklerinden dolayı inanmamaktadırlar. Azabı da bundan dolayı hak
etmektedirler.

71 – Ve ant olsun ki, onlardan öncekilerin çoğu sapıktı.


72 – Ve ant olsun Biz onların içlerinde uyarıcılar de gönderdik.
73, 74 – Şimdi bir bak, Allah’ın arıtılmış kulları dışındaki o uyarılanların sonu
nasıl oldu?

Bu ayet gurubunda Mekke müşriklerinin durumu ve bu durumun azap


çekilmesine neden olacağı bildirildikten sonra onlara geçmişteki ataları
hatırlatılmak, geçmişteki sapıklıklardan somut örnekler verilip sonra da “Şimdi bir
bak, Allah’ın arıtılmış kulları dışındaki o uyarılanların sonu nasıl oldu?” denilmek
suretiyle uyarılar yapılmaktadır.
Bu ayetlerle giriş yapıldıktan sonra, birer ibret tablosu olan kıssalara
geçilmektedir.

75 - Ve ant olsun ki Nuh Bize seslenip dua etmişti. –İşte Biz ne güzel cevap
verenleriz!-
76 - Biz de onu ve ehlini [ailesini, yakınlarını, inananlarını] o büyük sıkıntıdan
kurtardık.
77 - Ve onun neslini bâki kalanların ta kendisi kıldık.
78 - Ve Biz sonradan gelenler içinde onun hakkında … bıraktık.
79 - -Âlemler içinde Nuh’a selam olsun!
80 – Şüphesiz Biz iyilik yapanları işte böyle karşılıklandırırız.
81 - Şüphesiz o [Nuh], Bizim mümin kullarımızdandı.
82 - Sonra diğerlerini suda boğduk.

23
Bir önceki ayet gurubunda inkârcılara geçmişteki ümmetlerin bir hatırlatılması
yapılmıştı. Bu ayet gurubunda ise ilk somut örnek olarak Nuh peygamber ve
kavminden bahsedilmektedir. Daha sonra başka örnekler de verilecektir.
Bu paragrafta, Nuh ve kavmi üzerinden, iyilik ve güzellik üretenlerin Allah
tarafından ödüllendirileceği, zulüm ve kargaşa üretenlerin de cezalandırılacağı
hükmü bildirilmektedir.
Nuh kıssası Hud suresinin 25- 48. ayetlerinde detaylı olarak verilmiş, surenin
tahlilinde de Kitab-ı Mukaddes’ten bazı bölümler aktarılarak konu çok yönlü olarak
incelenmişti. (Tebyinü’l-Kur’an; c: 5, s: Bu nedenle kıssa ile ilgili daha fazla
ayrıntıya girmiyor, ilgili bölümün oradan okunmasını öneriyoruz.

83- Hiç kuşkusuz İbrahim de onun [Nuh’un] grubundandı.


84- Hani o Rabbine selim bir kalple gelmişti.
85, 86 /88, 89- Çünkü o [İbrahim], yıldızlara öyle bir bakış baktı ki! Sonra da
‘Şüphesiz ben hastayım [sancılıyım; fikir sancısı çekiyorum]’ dedi.

Nuh peygamber ve kavminin anlatıldığı kıssadan sonra, geçmişe ait verilen


örneklerin ikincisi İbrahim peygamber ve kavmidir. İbrahim (as) ile ilgili pasajda
İbrahim’in kavmi ile olan mücadelesi ve kendi hayatına ait bölümler ayrı
paragraflar halinde verilmiştir. İbrahim ile ilgili bu pasajda anlatılanlar, arka arkaya
aynı zamanda olmuş olaylar değildir. Ayrıca olaylara çok kısa olarak sadece işarette
bulunulmuştur. Burada bir tek sözcüğün bile İbrahim’in hayatının çok uzun bir
safhasına işaret ettiği dikkatten kaçırılmamalıdır.
Pasajın girişinde Rabbimiz, İbrahim’i, Nuh’un şiasından [Nuh taraftarı,
Nuh’un gönüldeşi, inanç olarak onu izleyen] ve Rabbine “selim bir kalp” ile gelmiş
[sağlıklı duruma gelmiş, tam mutmain olmuş] biri olduğunu bildirmiştir.
Bu ayet gurubunda, İbrahim’in nasıl aklını kullandığı [tefekkür ettiği] ve
Allah’ı tanıyıncaya kadar nasıl fikir sancıları çektiği anlatılmakta, sonunda da
zihnindeki tüm istifhamları gidererek “kalb-i selim”e ulaştığı bildirilmektedir.
İbrahim’in (as) iman ve tevhid serüveni anlatılırken aynı zamanda her insanın da
Rabbini taklitle değil, tahkikle ve mutmain olarak tanıması gerektiğine işaret
edilmektedir.

Ve Biz [kanıt elde etmesi] ve kesin inananlardan olması için İbrahim'e göklerin ve yerin
melekûtunu böylece gösteriyorduk.
Bu nedenle o [İbrahim], üzerine gece bastırınca, bir yıldız gördü: “Bu, benim Rabb'imdir"
dedi. Sonra yıldız batınca: “Ben batanları sevmem” dedi.
Sonra Ay'ı doğarken görünce de “Bu, benim Rabb’imdir” dedi. O da batınca: “Ant olsun ki
Rabbim bana doğru yolu göstermeseydi, kesinlikle ben sapkınlar kavminden olurum” dedi.
Sonra Güneş'i doğarken görünce de: “Bu benim Rabb’imdir, bu daha büyük” dedi. Sonra o da
batınca: “Ey kavmim! Şüphesiz ben sizin ortak koştuğunuz şeylerden uzağım. Kesinlikle ben hanif
olarak yüzümü, gökleri ve yeri yoktan var edene/yok edecek olana çevirdim ve ben ortak
koşanlardan değilim” dedi. (En’am/75- 79)

Bir zamanlar İbrahim de: “Ey Rabbim! Ölüleri nasıl dirilttiğini bana göster!” demişti. (Allah):
“İnanmadın mı ki?” dedi [buyurdu]. (İbrahim): “İnandım, fakat kalbim iyice yatışsın diye” dedi.
(Allah) buyurdu ki: “Öyle ise kuşlardan dördünü tut da onları kendine alıştır. Sonra her dağın
üzerine onlardan bir parça kıl [bırak]. Sonra da onları çağır, koşa koşa sana gelecekler. Ve bil ki,
Allah gerçekten çok güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir. (Bakara/260)

Rabbi ona, “İslâm ol!” dediği zaman o [İbrahim], “Ben âlemlerin Rabbi için islâm oldum”
dedi. (Bakara/131)

24
KALB-İ SELİM: “Sağlam, hastalıksız, evrendeki mucizeler karşısında hiçbir
şüphesi ve zihinsel sancısı kalmamış, tamamen mutmain olmuş kalp” demektir. Bir
başka ifade ile; salih ve temiz, yani akidevî ve ahlâkî noksanlıklardan arınmış, şirk,
küfür, şek ve şüpheden, isyan ve itaatsizlikten uzak bir inanç, kanaat demektir.
Bu ayetlerde “sekım” ile “selim kalp” karşıt anlamlı olarak gösterilmiştir.
“ ‫سششقيم‬Sekım”, bedene özgü hastalık, illet demektir. Hastalık bedende de
olabilir, nefiste [zihinde] de... Nitekim Allah “Onların kalbinde hastalık vardır”
(Bakara/10) buyurmuştur. (Rağıp el-İsfehani; el Müfredat, tvd mad.)
Birçoğu “sekım” sözcüğünü bedensel hastalık olarak kabul ettiğinden,
“hastayım” sözünü rivayetlerle de destekleyerek İbrahim’in yalan söylediği
görüşünü ortaya atmıştır. Bu tertibi Buhari “Peygamberler”, “Sözleşmeler”, ve
“Nikâh” bölümlerinde; Müslim ise “Fezail” bölümünde nakletmiştir. Buhari’deki
rivayet şöyledir:

... Muhammed b. Sîrîn'den, o da Ebû Hureyre'den tahdîs etti. O şöyle demiştir: İbrahim
Peygamber yalnız üç defa yalan söylemiştir: Bunlardan ikisi Azîz ve Celîl olan Allah'ın zâtı ve rızâsı
içindir: Puta tapanlara "Ben hastayım" demesi ve "Belki putların şu büyüğü bu kırma işini işlemiştir"
demesi. Rasûlullah üçüncüsü için de şöyle demiştir: "İbrahim günün birinde (bir kadın güzeli olan
eşi) Sâre ile beraber ansızın cebbarlardan azılı bir zâlimin memleketine uğrayıvermişti. Adamları
tarafından o zalim hükümdara:
- Şehre yolcu bir kimse gelmiştir. Beraberinde insanların en güzeli bir kadın vardır, diye haber
verildi.
Zalim melik, İbrahim'e haber gönderdi. Geldiğinde Sâre'den söz ederek:
- Bu kadın kimdir? diye sordu. İbrahim:
- [Din yönünden] kız kardeşim, dedi. Sonra İbrahim, Sâre'nin yanına geldi ve:
- Yâ Sâre, yeryüzünde [bizim îmân ettiğimiz esâslara] benden ve senden başka îmân eden
hiçbir kişi yoktur. Bu melik bana seni sordu. Ben de ona senin benim kız kardeşim olduğunu haber
verdim. Sakın benim sözümü yalan çıkarma, dedi.
Arkasından zalim melik Sâre'ye elçi gönderip çağırttı. Sâre onun yanına girince melik eliyle
Sâre'ye uzanmaya davrandı, bu anda adam bir hâle yakalandı, nefesi boğuldu. Hemen Sâre'ye:
- Benim için Allah 'a duâ et, ben sana zarar vermeyeceğim, dedi. Sâre, Allah 'a (onun
çözülmesi için) duâ etti. Duanın akabinde adam o hâlden salıverildi. Sonra Sâre'ye ikinci defa
uzandı. Bu sefer de birincideki gibi yahut ondan daha şiddetli bir hâle yakalandı. Yine Sâre 'ye:
- Benim için Allah 'a duâ et, ben sana zarar vermeyeceğim, dedi. Sâre yine dua etti, o da yine
çözüldü ve kapıcılarından bâzısını çağırdı da:
- Sizler bana insan getirmediniz, sizler bana ancak bir şeytan getirdiniz, dedi.
Akabinde Hâcer'i Sâre'ye hizmetçi olarak hediye etti. Sâre, İbrahim’e geldi. İbrahim, dikelmiş
namaz kılıyordu. Eliyle "Mehye" yani “hâlin nedir?” diye işaret etti. Sâre:
- Allah kâfirin yâhut fâcirin tuzağını kendi göğsüne çevirdi ve Hâcer'i de bana hizmetçi verdi,
dedi."
Ebû Hureyre: İşte bu Hâcer sizin ananızdır, ey sema suyunun oğullan, demiştir.” (Buhari;
Peygamberler Kitabı, 11. Bab, 33. No’lu Hadis)

Bu konuya ait Razi’nin kanaati de şöyledir:

Bazı kimseler, İbrahim [a.s]'in bu sözünün yalan olduğunu ve bu hususta, Hz. Peygamber
[s.a.s]'in, "İbrahim ancak üç yalan söylemiştir" buyurduğunu rivayet etmişlerdir. Ben bu kimselere
bu hadisin kabul edilmemesi gerektiğini, çünkü Hz. İbrahim [a.s]'e yalan nisbet etmenin caiz
olamayacağını söylediğimde, bu kimse, "Sen nasıl olur da âdil râvinin yalan söylediğini
söylüyorsun?" deyince, ben de dedim ki: "Yalanın, râvi ile Allah'ın dostu İbrahim [a.s]'e nisbet
edilmesi hususunda bir tereddüt meydana geldiğinde, bu yalanın râviye nisbet edileceği zarureten
bilinen bir husustur. Hem sonra, hadisteki "yalan" ile, "yalana benzer bir haber" manasının
kastedilmiş olması niçin söz konusu olmasın?" (Razi; el-Mefatihu’l-Gayb)

25
Anlaşılıyor ki, İbrahim’in ayette konu edilen hastalığı, baş ağrısı, diş ağrısı,
mide ağrısı, grip ve nezle cinsinden bir hastalık değildir. Üstelik İbrahim (as) klasik
eserlerde yer aldığı gibi, “Ben hastayım!” derken yalan da söylememiştir. O
gerçekten hastadır; fikir sancısı çekmektedir:
İbrahim peygamber, melekût bilgisi sayesinde Allah’ı tanımış, bu tanıma
sürecinde de fikir işkencesi, zihinsel sancılar çekmiştir. Sonunda O’na teslim olmuş,
samimi ve sağlam bir gönül ile O'na yönelmişti. O bir hanif idi, gönlünde şirkten hiç
eser yoktu.
Dünyanın farklı köşelerinde afak ve enfüsteki ayetlere bakarak fikir işkencesi
çekmiş, sonunda da tek Allah inancına [tevhid akidesine] ulaşmış birçok düşünür,
edip kimseler çıkmıştır.

87- 89/ 85- 87- Hani o, babasına ve toplumuna: ‘Siz neye kulluk ediyorsunuz?
Allah’ın astlarından birtakım uydurma ilahları mı istiyorsunuz? Peki, âlemlerin
Rabbi hakkında kanaatiniz nedir?’ demişti.
90- Bunun üzerine onlar [babası ve kavmi], ondan [İbrahim’den ] arkalarını
dönerek geri durdular [onunla ilişkiyi kestiler].
91, 92- Sonra da o, onların ilahlarına sokulup: ‘Yemez misiniz/ nasiplenmez
misiniz? Neyiniz var ki, konuşmuyorsunuz?” dedi.
93- Hemen sağ eliyle/yemini nedeniyle bir vuruşla sokuldu.
94- Bir süre sonra, onlar [İbrahim’in halkı] koşarak İbrahim’le yüz yüze
geldiler.
95, 96- O [İbrahim]: ‘Elinizle yonttuğunuz şeylere mi tapıyorsunuz? Oysaki
sizi ve yaptığınız şeyleri Allah yaratmıştır’ dedi.
97- Onlar: “Şunun için bir bina yapın da bunu cahimin [çılgınca yanan
ateşin] içine atın!” dediler.
98- Onlar, ona [İbrahim’e] tuzak kurmak istediler de Biz onları aşağılıklar
kılıverdik.

Bu ayet gurubunda, İbrahim’in hayatında başka bir safhayı teşkil eden kavmi
ile arasındaki tevhid mücadelesi nakledilmiştir. İbrahim bir mizansen tertipleyerek
kavminin uyanmasını sağlamaya çalışmıştır. Ne var ki, kavmi akıllanmayıp mevcut
inadını sürdürmüştür. İbrahim’i cezalandırmaya kalkışmışlar, buna karşılık
Rabbimiz tuzaklarını bozup onları cezalandırmıştır.
Hazırladığı mizansende, İbrahim (as), alay olsun diye kavminin putlarına
yemek, para-pul sunmuş, “Yemez misiniz/ nasiplenmez misiniz? Neyiniz var ki
konuşmuyorsunuz?” diye bir de alaycı sorular yöneltmiştir.
93. ayette geçen “ ‫اليميششن‬el-yemin” ifadesinden “sağ eliyle”, “var gücüyle”
vurduğu anlaşılabileceği gibi, İbrahim’in bir yemini gereği vurduğu da anlaşılabilir.
“Sağ eliyle” anlamında ele alırsak, sağ elin sol elden daha güçlü olması nedeniyle
darbenin şiddetini artırmak için “sağ el” ifadesi kullanılmış olur. “Yemin”
anlamında ele alırsak, bu durumda da İbrahim’in putları kırmaya yemin etmiş
olmasından dolayı putları kırdığı anlaşılır. Saffat suresinde birer sözcükle işaret
edilen bu olayların detayı Enbiya suresinde verilmektedir.

Ve ant olsun ki, biz, daha önce İbrahim’e rüşdünü vermiştik. Ve Biz onu bilenler idik.
Hani o [İbrahim], babasına ve kavmine: “Israrla kendisine tapınıp durduğunuz bu heykeller
nedir?” demişti.
Onlar: “Biz atalarımızı bunlara tapanlar olarak bulduk” dediler.
O [İbrahim]: “Ant olsun ki, sizler ve atalarınız apaçık bir sapıklık içindesiniz” dedi.
Onlar: “Sen bize hakkı mı getirdin, yoksa sen oyun oynayanlardan mısın?” dediler.

26
O [İbrahim] dedi ki: “Bilakis, Rabbiniz göklerin ve yerin Rabbidir; ki, onları O yaratmıştır.
Ben de buna şahitlik edenlerdenim. Allah’a yemin ederim ki, siz arkanızı dönüp gittikten sonra, ben
putlarınıza kesinlikle bir tuzak kuracağım.”
Sonra da o [İbrahim], ona müracaat etsinler diye kendilerine ait büyükleri dışında bunları parça
parça etti.
Onlar [Kavmi], “Bizim tanrılarımıza bunu kim yaptı? Şüphesiz o, kesinlikle zalimlerdendir”
dediler.
Onlar [Bazıları] “Onları anıp duran bir genç duyduk. Onun için “İbrahim” deniliyor” dediler.
Onlar: “O halde ona tanık olmaları için onu [İbrahim’i] insanların gözleri önüne getirin”
dediler.
Onlar: “Ey İbrahim! Bunu tanrılarımıza sen mi yaptın?” dediler
O [İbrahim]: “Aksine, onu şu büyükleri yaptı. Konuşabiliyorlarsa haydiyin onlara sorun!”
dedi.
Bunun üzerine kendilerine [vicdanlarına] döndüler de: “Şüphesiz siz, zalimlerin ta
kendisisiniz” dediler.

Sonra onlar yine kendi kafalarına döndüler: “Ant olsun ki, bunların konuşmayacağını bilirdin”
dediler.
O [İbrahim]: “O halde, Allah’ın astlarından size hiçbir şeyce fayda vermeyen ve size zarar
vermeyen şeylere mi tapıyorsunuz? Size de, Allah’ın astlarından taptıklarınıza da üff [yazıklar
olsun]! Siz hâlâ akıllanmayacak mısınız?” dedi.
Onlar [kavmi]: “Eğer yapanlarsanız, şunu yakın ve tanrılarınıza yardım edin” dediler.
Biz: “Ey ateş! İbrahim'e karşı soğuk ve güvenli ol” dedik.
Ve ona bir düzen kurmak istediler de Biz kendilerini daha fazla hüsrana uğramışlar kıldık.
Onu da, Lût'u da, âlemler için, içinde bolluklar bulunan topraklara kurtardık.
Ve Biz ona İshak’ı, ilave olarak da Yakub’u bağışladık. Ve hepsini iyiler yaptık.
Ve biz onları, bizim emrimizle kılavuzluk yapan önderler kıldık. Ve Biz onlara hayırlar
işlemeyi, salâtı ikame etmeyi, zekâtı vermeyi vahyettik. Ve onlar, sadece Bize kulluk yapanlar idiler.
(Enbiya/51- 73)

Saffat Suresi’nde İbrahim’in (as) mücadelesine kısaca değinilmesinin amacı,


İbrahim soyundan olduklarını söyleyen ve bununla gurur duyan Mekkeli müşrik
Araplara, İbrahim’in (as) yolu ile Allah elçisi Muhammed’in (as) yolunun aynı
olduğunu bildirmek ve İbrahim’in kavmi gibi bir takım zorbalıklara başvurmanın
kendilerini kurtarmayacağı, mutlaka yenilgiye uğrayacakları mesajını vermektir.

99, 100- Ve o [İbrahim]: ‘Kuşkunuz ben Rabbime gideceğim, O, bana yol


gösterecek: Rabbim! Bana salihlerden birini lütfet!’ demişti.
101- Bunun üzerine Biz, İbrahim’e yumuşak huylu bir delikanlıyı müjdeledik.
102- Sonra ne zaman ki o [müjdelenen çocuk] onunla birlikte koşacak
duruma/onunla birlikte iş tutacak çağa geldi, o zaman o [İbrahim]: “Oğulcuğum!
Şüphesiz ben, uykumda; şüphesiz kendimi seni boğazlıyor [helak; perişan, mağdur
ediyor] görüyorum. Bak bakalım sen ne görürsün [sen ne düşünürsün]?” dedi. O
(Oğlu): “Babacığım! Sen emrolunacağın şeyleri yap. İnşaallah beni [sen yokken
başıma gelecek tüm sıkıntılara, mağduriyetlere] sabredenlerden bulacaksın” dedi.
103- 105- Sonra ne zamanki ikisi de islamlaştılar ve O [İbrahim], onu alnı
üzere yatırdı [yüzüstü bıraktı, mağdur etti] ve Biz ona: “Ey İbrahim! Sen o rüyayı
kesinlikle onayladın” diye seslendik. ... - Şüphesiz Biz, muhsinleri [iyilik- güzellik
üretenleri] işte onun gibi karşılıklandırırız/ödüllendiririz.-
106- Şüphesiz bu [oğulu yüzüstü bırakma işi], kesinlikle, apaçık bir beladır.
107- Ve Biz ona [İbrahim’e], bu boğazlayacağı [[helak; perişan, mağdur
edeceği] çok büyük şey karşılığında/sebebiyle bedel [bahşiş] verdik.
108- Ve sonra gelenler içinde onun üstüne bıraktık.

27
109- Selam olsun İbrahim’e!
110- İşte Biz iyilik- güzellik üretenleri onun gibi ödüllendiririz.
111- Şüphesiz o, Bizim inanan kullarımızdandır.
112- Ve Biz ona salihlerden bir peygamber olarak İshak’ı müjdeledik.
113 – Ona [İbrahim’e] ve İshak’a bereketler verdik. Her ikisinin neslinden de
iyilik-güzellik üreten ile açıkça kendi nefsine zulmeden vardır.

Bu ayet gurubunda da İbrahim peygamberin hayatından başka kesitler


verilmektedir. Tevilleri yapılamadığı için bu ayetlerden yola çıkılarak birçok yalan
senaryolar düzülmüştür. Yukarıda da belirttiğimiz gibi, İbrahim peygamber ile
ilgili olarak anlatılanlar kısa sürede, zincirleme olarak art arda gerçekleşmiş olaylar
değildir. Ayrıca kronolojik bir tertiple de anlatılmamıştır. O nedenle buradaki
işaretlerin gösterdiği olayları iyi kavramak ve her birini diğerinden ayrı tutarak
değerlendirmek gerekir.
Bilindiği gibi, Saffat Suresi’nin bu pasajı ile ilgili olarak dine, inanç ve
amellere aykırı, akla ve mantığa sığmayan birçok şey sokulmuştur. Hem bu
saçmalıkları bertaraf etmek hem de Kur’an’ı doğru anlamak için ayetlerde geçen
ifadeleri ve bunların işaret ettiği olayları doğru bilmek zorundayız.
99, 100. ayetlerde İbrahim’in (as) “Kuşkunuz ben Rabbime gideceğim, O,
bana yol gösterecek” diyerek Allah’a yöneldiği; kendini Allah’ın hizmetine adadığı
ve “Rabbim! Bana salihlerden birini lütfet!” diyerek salih bir evlat istediği
nakledilmiştir. İbrahim’in bu duasından o dönemde henüz çocuğu olmadığı
anlaşılmaktadır.

101. ayetteki “Bunun üzerine Biz, İbrahim’e yumuşak huylu bir delikanlıyı
müjdeledik” ifadesinden, duası üzerine İbrahim'e (as) hemen bir oğul müjdesi
verildiği anlamı çıkartılmamalıdır. Oğul müjdesi İbrahim peygambere yaşlılık
çağında verilmiştir.

İhtiyarlık halimde bana İsmail'i ve İshak'ı lütfeden Allah'a hamd olsun. Şüphesiz ki Rabbim
duamı çok iyi işitir. (İbrahim/39)

İbrahim, Kitab-ı Mukaddes’te yer alan bilgilere göre, İsmail olduğunda 86,
İshak olduğunda yüz yaşında bulunuyordu.

15 Hacer Avram'a bir oğlan doğurdu. Avram çocuğun adını İsmail koydu.
16 Hacer İsmail'i doğurduğunda, Avram seksen altı yaşındaydı. (Tekvin: 16/15, 16)

1 RABB, verdiği söz uyarınca Sara'ya iyilik yaptı ve sözünü yerine getirdi.
2 Sara hamile kaldı; İbrahim'in yaşlılık döneminde, tam Tanrı'nın belirttiği zamanda ona bir
oğlan doğurdu.
3 İbrahim Sara'nın doğurduğu çocuğa İshak adını verdi.
4 Tanrı'nın kendisine buyurduğu gibi oğlu İshak'ı sekiz günlükken sünnet etti.
5 İshak doğduğunda İbrahim yüz yaşındaydı. (Tekvin; 21/1-5)

102. ayette geçen bazı ifadeleri daha iyi anlamak için ayetin mealini tekrar
gözden geçirmek yararlı olur:

“Sonra ne zaman ki o [müjdelenen çocuk] onunla birlikte koşacak


duruma/onunla birlikte iş tutacak çağa geldi, o zaman o [İbrahim]: “Oğulcuğum!
Şüphesiz ben, uykumda; şüphesiz kendimi seni boğazlıyor [helak; perişan, mağdur
ediyor] görüyorum. Bak bakalım sen ne görürsün [sen ne düşünürsün]?” dedi. O

28
[Oğlu]: “Babacığım! Sen emrolunacağın şeyleri yap. İnşaallah beni [sen yokken
başıma gelecek tüm sıkıntılara, mağduriyetlere] sabredenlerden bulacaksın” dedi”

Ayetteki ifadeler içinde, üzerinde önemle durulması gereken sözcük, “kurban


kesmek” anlamıyla değerlendirilen “zebh” sözcüğüdür.

ZEBH

“ ‫ذبششح‬Zebh” sözcüğünün esas anlamı “şaklamak; herhangi bir şeyden parça


koparmak” demektir. Daha sonraları “boğazdan kesme” anlamında kullanılır
olmuştur. “Zebh” sözcüğü mecazen “helak” anlamında kullanılır. Zira boğazın
kesilmesi, bir canlıyı helake götürmenin en seri yoldur. (Lisanü’l Arab; c: 3, s: 486-
488 “zbh” mad.; Tacü’l-Arus, c: 4, s: 38-41 “zbh” mad.)

“ ‫ذبح‬Zebh” sözcüğünün mecaz anlamından açıkça bu sözcüğün “Kurban etme”


(Kurban kesme değil), “helak etme”, “mağdur etme”, “feda etme”, argo ifadeyle
“harcama” anlamlarında kullanıldığı anlaşılmaktadır.

Ayetten anladığımıza göre, İbrahim, henüz çocuk yaşta, bakıma, himayeye


muhtaç bir çağda olan oğlunu bırakıp gitme niyetindedir. Bu fikrini oğluna açarak
oğlunun tepkisini ölçmektedir. Baba ile oğul arasında şu diyalog geçer:
İbrahim;
- Oğulcuğum! Şüphesiz ben, uykumda; şüphesiz kendimi seni boğazlıyor
[helak; perişan, mağdur ediyor] görüyorum. Bak bakalım sen ne görürsün [sen ne
düşünürsün]?”
Oğlu:
- “Babacığım! Sen emrolunacağın şeyleri yap. İnşaallah beni [sen yokken
başıma gelecek tüm sıkıntılara, mağduriyetlere] sabredenlerden bulacaksın.”

Bu diyalogdan anlaşılmaktadır ki, İbrahim peygamberin elçilik görevine


başlarken kendisine ayak bağı olacak şeylerden uzaklaşması gerekmektedir.
Nitekim Rabbimiz Musa’ya (as) elçilik görevi lütfettiğinde şöyle buyurmuştu:

Sonra onun yanına geldiğinde seslenildi: “Musa! Ben, senin Rabbin olan Ben’im. Hemen iki
nalınını çıkar, şüphesiz sen temizlenmiş vadide, Tuva’dasın / iki kere temizlenmiş bir vadidesin. Ve
Ben seni seçtim; O hâlde vahyedilecek olan şeye kulak ver. Hiç şüphesiz ki Ben, Allah’ın ta
kendisiyim. İlâh diye bir şey yoktur Benden başka. O hâlde Bana kulluk et ve Beni anmak için salâtı
ikame et. Şüphesiz ki o saat [kıyamet] gelecektir. Onu Ben herkes emeğinin karşılığını alsın diye
neredeyse gizleyeceğim.” (Ta Ha/11- 15)

Mealini verdiğimiz Ta Ha/11-15’te konumuzla ilgili olarak dikkatimizi


çekmesi gereken ifade “iki nalın” sözcüğüdür. Ta Ha suresini işlerken “iki nalın”
ifadesini tahlil etmiş, bununla Musa’nın ailesinin [eşi ve çocuklarının] ve mal-
mülkün kastedildiğini, Musa’nın emri alır almaz ailesini ve davarlarını bırakarak
Firavun’a tebliğe koştuğunu açıklamıştık. (Tebyinü’l Kur’an; c: 3, s: 571, 572)

İbrahim peygamberin işaret edilen olayları İbrahim Suresi’nde detaylı olarak


verilmiştir:

Ve hani bir zaman İbrahim: "Rabbim! Bu şehri güvenli kıl! Beni ve oğullarımı putlara
tapmamızdan uzak tut! Rabbim! Şüphesiz onlar [putlar] insanlardan birçoğunu saptırdılar. Şimdi kim
bana uyarsa, artık o, şüphesiz bendendir; kim bana karşı gelirse, … Artık Sen şüphesiz çok

29
bağışlayan ve çok merhamet edensin. Rabbimiz! Ben çocuklarımdan bir bölümünü salâtı ikame
etmeleri için, senin dokunulmazlaşmış Ev’inin yanında, ekinsiz bir vadiye yerleştirdim. Rabbimiz!
Artık sen de insanlardan bir kısmının gönüllerini onlara meylettir. Ve onları bazı meyvelerden
rızıklandır. Umulur ki şükrederler [karşılığını öderler]. Rabbimiz! Şüphesiz Sen bizim gizlediğimiz
şeyleri ve açığa vurduğumuz şeyleri bilirsin. - Ve yerde ve gökte, hiçbir şey Allah'a gizli kalmaz. -
İhtiyarlık halimde bana İsmail'i ve İshak'ı lütfeden Allah'a hamd olsun. Şüphesiz ki Rabbim duamı
çok iyi işitir. Rabbim! Beni salâtı ikame eden kıl! Soyumdan da. Rabbimiz! Duamı da kabul et!
Rabbimiz! Hesabın kurulduğu günde benim, anam-babam için ve müminler için mağfirette bulun!"
demişti. (İbrahim/35- 41)

İBRAHİM’İN (as) OĞLUNUN TUTUMU

Ayette, oğlunun İbrahim’e “Babacığım! Sen emrolunacağın şeyleri yap.


İnşaallah beni [sen yokken başıma gelecek tüm sıkıntılara, mağduriyetlere]
sabredenlerden bulacaksın” dediği görülmektedir. Bu ifadede üzerinde durulması
gereken nokta şurasıdır:
Ayette “ ‫افعششل بمششا تششؤمر‬if’al bima tü’mer” ifadesi yer almaktadır. Bu ifade
genellikle “Emrolunduğun şeyi yap!” anlamıyla çevrilmektedir. İfadeye verilen bu
anlam bir de İsrailiyattan kalma bilgilerle Allah’ın İbrahim’e oğlunu boğazlamayı
emrettiği anlayışıyla birleştirilince, yukarıdaki ifade de “Madem Allah sana beni
kurban kesmeni emretti, hiç durma, beni kurban kes!” anlamına gelecek şekilde
bütün Müslümanların zihinlerine yerleşmiştir. Bu konuya dair asılsız söylentiler
pasajın sonunda toplu olarak verilecektir.
Hâlbuki ayette yer alan “ ‫تؤمر‬tü’mer” ifadesi Arapça deyimiyle “fiil-i müzari”;
Türkçe ifadesiyle “geniş zaman ve gelecek zaman” anlamlarını içeren siygadır.
Anlamı da “emrolunacağın” şeklindedir.
Bu durumda, “Babacığım! Sen emrolunacağın şeyleri yap. İnşaallah beni [sen
yokken başıma gelecek tüm sıkıntılara, mağduriyetlere] sabredenlerden
bulacaksın” şeklindeki ifadeden anlaşıldığına göre, oğlu, babasının elçilik görevini
öğrenmiş ve babasına:
- “Bundan sonra beni kafana takma! İnşallah senin yokluğunda, başıma
gelecek her sıkıntıya, perişanlığa, kurban edilmişliğe sabırlı davranacağım. Sen,
elçilik görevinde, tevhid mücadelende sana ne emrolunacaksa onları yap! Sen,
kendi görevini sürdür!” demiştir.
Burada konu edilen sabır, oğlun, İbrahim’in (as) kendisini keserken vereceği
acıya, ölüme katlanması değildir.
103- 105. ayetlerdeki “Sonra ne zamanki ikisi de islamlaştılar ve O [İbrahim],
onu alnı üzere yatırdı [yüzüstü bıraktı, mağdur etti] ve Biz ona: “Ey İbrahim! Sen o
rüyayı kesinlikle onayladın” diye seslendik, …” ifadesiyle İbrahim ve oğlu ile ilgili
bir başka safha anlatılmaktadır. Bu anlatımın önceki ayetlerle bağlantısı yoktur.
Sadece İbrahim’in oğlunu yüzüstü bıraktığına dair bir gönderme yapılmış,
hayatlarındaki o safha kısaca hatırlatılmıştır.
Bu ayetlerdeki “ ‫فلّما اسلما‬felemma eslema [ne zaman ki teslim oldular]” ifadesi
de “İbrahim (as) Allah’ın ‘oğlunu kurban kes!’ emrine, oğlu da kurban kesilme
emrine teslim oldular” şeklinde kabullenilmiştir. Hâlbuki ayetteki “ ‫اسلما‬eslema”
sözcüğünün “teslim olmak” anlamıyla hiç mi hiç ilişkisi yoktur. Sözcüğün anlamı
“ne zaman ki İslamlaştılar; Müslümanlaştılar” demektir.
Rabbimiz bu bir tek sözcükle İbrahim’in hayatının bir başka aşamasına daha
işaret etmiştir. Bu aşama aşağıdaki ayetlerde açıklanmaktadır:

30
Ve hani Rabbi İbrahim’i bir takım kelimeler ile belalandırmış [sınamış], o, onları tam olarak
yerine getirince (Rabbi ona) “Ben seni insanlara imam [önder] yapacağım” demişti. O da
“Zürriyetimden de [ yap!]” dedi. [Rabbi ona] “Benim ahdim zalimlere nail olmaz!” dedi.
Ve Biz bir zaman bu Beyt’i, insanlar için bir sevap kazanma ve bir güven yeri kılmıştık. Siz de
İbrahim’in makamından kendinize bir namazgâh edinin. Ve Biz İbrahim ile İsmail’e: “Beytimi, hem
tavaf edenler için, hem ibadete kapananlar için, hem de secde edişin hanifleri [Allah’a boyun eğmeyi
sağlayan hanifler] için tertemiz tutunuz” diye ahit almıştık
Ve bir zaman İbrahim “Rabbim, burasını güvenli bir belde kıl! Halkını; onlardan Allah’a ve
son güne inananları meyvelerle rızıklandır” demişti. O [Allah] dedi ki: “Küfreden kimseyi dahi çok
az kazançlandırırım, sonra da onu ateşin azabına sürüklerim. Ve ne kötü varılacak yerdir!”
Ve hani İbrahim, Beyt'ten temelleri yükseltirler: Rabbimiz, bizden kabul buyur, şüphesiz Sen
en iyi işitenin, en iyi bilenin ta Kendisisin. Rabbimiz! Bizim ikimizi Senin için teslim olanlar kıl.
Soyumuzdan da senin için teslim olan bir ümmet kıl [getir]. Ve bize kulluk yöntemlerini göster,
tövbemizi de kabul et. Şüphesiz Sen tövbeleri çokça kabul edenin ve çok merhametli olanın ta
Kendisisin. Rabbimiz, bir de onlara içlerinden bir peygamber gönder ki, onlara senin ayetlerini
okusun, onlara kitabı ve hikmeti [zulüm ve fesadı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve
ilkeleri] öğretsin, onları arındırsın. Hiç şüphesiz Aziz Sensin, hikmet sahibi [zulüm ve fesada engel
olacak yasaları koyan] Sensin.
Ve İbrahim’in milletinden kendini bilmezden başka kim yüz çevirir? Ve Biz onu dünyada
seçkin birisi yaptık. Hiç şüphesiz, o, ahirette de iyilerden biridir.
Rabbi ona “İslâm ol!” dediği zaman o [İbrahim], “Ben âlemlerin Rabbi için İslam oldum”
dedi.
Ve İbrahim, kendi oğullarına vasiyet etti: “Ey oğullarım! Şüphesiz ki, bu dini size Allah seçti.
Onun için uzak durun, yalnızca müslümanlar olarak can verin!” Yakub da (oğullarına vasiyet etti).
(Bakara/124- 132)

Görüldüğü gibi, Bakara/131’de Yüce Allah, İbrahim’e “İslâm ol!” demiş, o da


İslam olmuştur. Konumuz olan Saffat/103-105’in işaret ettiği gerçekler bunlardır.
Burada çok önemli bir noktaya daha dikkat çekmek durumundayız. 103-105.
ayetlerde “ ‫قلّممما‬felemma [ne zamanki]” edatıyla başlayan şart içerikli cümlenin
“ceza bölümü [ana yüklemi]” cümlede yoktur, hazfedilmiştir. Yani “onlar
İslamlaşınca, İbrahim oğlunu yüzüstü bırakıp gidince, İbrahim rüyasını
doğrulayınca, Allah İbrahim’e “Ey İbrahim!” diye seslenince, ne olduğu -bir
açıklama yapılmayarak- cevapsız bırakılmıştır. Ne var ki, başta bağlaçlı öğeleri
cümleye yüklem yapmak gibi yanlış değerlendirmeler olmak üzere, olur olmaz
birçok isabetsiz takdir yapanlar eksik olmamıştır.
Aşağıdaki yorumlar buna örnektir:

Ayetin başında yer alan “...ınca” lafzının cevabı, Basralılara göre mahzuf olup takdiri:
"Böylece ikisi de teslim olup onu alnı üzere yıkınca bir koçu ona fidye olarak verdik” şeklindedir.
Kufeliler ise cevabı: "O'na... seslendik" anlamındaki buyruktur, derler. (Kurtubi; el-Camiu li
Ahkami’l-Kur’an)

Bize göre ise, mahzuf [gizli bırakılan, sözle ifade edilmeden geçilen] cevap
Bakara suresindeki pasajda ifade edilmiştir. O pasajda “Ve hani Rabbi İbrahim’i,
birtakım kelimeler ile belalandırmış [sınamış], o, onları tam olarak yerine getirince
[Rabbi ona], ‘Ben seni insanlara imam [önder] yapacağım’ demişti” diye
nakledilmişti. Artık İbrahim eğitimi, arınmayı tamamladığına göre, “İmam/önder”
olma vakti gelmiş olmalıydı.
Bu durumda, konumuz olan ayetteki mahzuf cevabın takdiri de şöyle
olmaktadır: “Sonra ne zamanki ikisi de islamlaştılar ve O [İbrahim], onu alnı üzere
yatırdı [yüzüstü bıraktı, mağdur etti] ve Biz ona: “Ey İbrahim! Sen o rüyayı

31
kesinlikle onayladın” diye seslendik, artık İbrahim’i insanlara imam [önder]
kıldık.”
106. ayette “Şüphesiz bu [oğulu yüzüstü bırakma işi], kesinlikle, apaçık bir
beladır” buyrulmaktadır. Gerçekten de bu olay, yani baba açısından yardıma
muhtaç bir çocuğu kimsesiz bırakarak göreve gitmek, oğul açısından da yardıma
muhtaç bir çağda hamisiz kalmak insanı yıpratacak kadar zor bir durumdur, sabırla
insanı olgunlaştıracak, arıtacak bir imtihandır. “Bela” sözcüğü ile ilgili açıklama
daha önce yapılmıştı. (Tebyinü’l Kur’an, c.1, s.72,73)
107- 112. ayetlerde, Rabbimiz her muhsin, muhles kulunu ödüllendirdiği gibi,
İbrahimi de ödüllendirdiğini hatta ona bir çocuk daha [İshak’ı] verdiğini
bildirmiştir.
113. ayetteki “Ona [İbrahim’e] ve İshak’a bereketler verdik. Her ikisinin
neslinden de iyilik-güzellik üreten ile açıkça kendi nefsine zulmeden vardır”
ifadelerinde açıkça peygamber neslinden de zalimler, kâfirler çıkabileceği mesajı
verilmiştir. Nitekim Bakara/124’ün son kısmında, İbrahim peygamberin Yüce
Allah’a “... “Zürriyetimden de (imamlar yap)!” dediği; bu talebine karşı Allah’tan
da “Benim ahdim zalimlere nail olmaz!” şeklinde cevap aldığı nakledilmişti.
Buradan İslam dininde soysopun yerinin olmadığı anlaşılmaktadır. Nitekim
kimi müşrikin [Azer gibi] oğlu peygamber, kimi peygamberin [Nuh gibi] oğlu da
müşrik olmuştur. Kimi peygamberin [Lut ve Nuh gibi] eşi kâfir, kimi kâfirin
[Firavun’un] eşi de Müslüman olmuştur.

83–91. Ayetler:

Rabbim! Bana ‘hüküm’ ver ve beni iyilere kat.


Ve beni, sonra gelecekler için doğrulukla anılanlardan kıl.
Ve beni naim [nimeti bol] cennetin mirasçılarından kıl.
Ve babamı da bağışla, şüphesiz o sapıklardan oldu.
Ve yeniden diriltilen gün; mal ve oğulların sağlam bir kalple [gerçek imanla]
gelenlerden başkasına fayda vermediği ve cennetin muttakilere yaklaştırıldığı,
azgınlar için de cehennemin açılıp gösterildiği gün beni rezil etme” dedi.

İbrahim peygamberin Rabbinden taleplerinin sıralandığı bu ayet grubunda,


duanın nasıl yapılacağı, Allah’tan nelerin isteneceği gösterilmektedir.
İbrahim peygamber Rabbinden şunları istemiştir:
* Hüküm sahibi olmak
* Salihlere katılmak
* Lisan-ı sıdk [sonrakiler arasında iyi anılmak]
* Cennete vâris olmak
* Babasının affedilmesi
* Mahşerde rezil olmamak

Pasajda geçen “Kalb-i Selim” ifadesini kısaca hatırlamakta yarar vardır: “ ‫قلب‬
Kalp” sözcüğü ile ilgili ayrıntılar daha önce Kaf suresinin tahlilinde (Tebyinü’l
Kur’an; c.2. s.118-120) verilmişti. İbrahim peygamberin duasında geçen “Kalb-i
Selim” ise “sağlam, hastalıksız, evrendeki mucizeler karşısında hiçbir şüphesi ve
zihinsel sancısı kalmamış, tamamen mutmain olmuş kalp” demektir. Bu ifade ile
konumuz olan ayette “gerçek iman” kastedilmiştir. Çünkü “kalp hastalığı”
Kur’an’da “nifak, münafıklık” olarak tanımlanmıştır:

Kalplerinde hastalık vardır. Allah da hastalıklarını artırdı. Yalan söylemekte olduklarından


dolayı, onlar için acı bir azap vardır. (Bakara/10)

32
Ant olsun ki, eğer münafıklar ve kalplerinde bir hastalık olanlar ve Medine’de dedikodu
yapanlar, bu yaptıklarından vazgeçmezlerse, mutlaka seni onlara musallat ederiz. Sonra seninle
orada az bir zamandan fazla komşu kalamazlar. (Ahzab/60)

İbrahim peygamber Allah’ın huzuruna “kalb-i selim” ile gelmeyi başarmış ve


Rabbimiz de bunu Kur’an’da bildirmiştir:

Hani o Rabbine selim bir kalple gelmişti. (Saffat/84)

Kişilerin mahşerde rezil olmaları Kur’an’da şöyle açıklanmıştır:

Sonra kıyamet günü [Allah], onları rezil rüsva edecek ve “Hani uğrunda düşmanlık ettiğiniz
ortaklarım nerede?” diyecektir. Kendilerine ilim verilmiş olanlar: “Şüphesiz ki bugünün rezilliği ve
kötülüğü kâfirler üzerinedir” diyecekler. (Nahl/27)

Rabbimizin İbrahim peygamber ve sonra gelenler ile ilgili lütuflarından


bazıları şunlardır;

Ve sonradan gelenler içinde onun hakkında ... bıraktık. (Saffat/108)

Ve Biz onlara rahmetimizden lütuflarda bulunduk. Ve onlar için yüce bir doğruluk dili kıldık.
(Meryem/50)

KURBAN EDİLEN, MAĞDUR EDİLEN BU ÇOCUK KİMDİR?

Bilindiği gibi, İbrahim’in (as) kurban edilen, mağdur edilen oğlunun adı
Kur’an’da verilmemiştir. Kitab-ı Mukaddes’te bu çocuğun İshak olduğu yer
almaktadır. Bu konuda İslam bilginleri de net kanaat sahibi değildirler. Biz,
Bakara/124-132. ayetlerden oluşan pasajın delaletiyle bu çocuğun İsmail (as)
olduğu kanaatindeyiz.

Bu konuya dair eski müfessirlerce dile getirilen yorum ve görüşlerden bazıları


şöyledir:

Bu çocuk Hz. İsmail [a.s.]’dir. O, Hz. İbrahim [a.s.]’in müjdelenmiş olduğu ilk çocuktur.
Müslümanların ve kitap ehlinin ittifakı ile Hz. İsmail, Hz. İshak’tan daha büyüktür. Hatta onların
kitaplarında belirtildiğine göre, Hz. İsmail doğduğunda Hz. İbrahim 86 yaşındaymış. Hz. İshak’ın
doğumunda ise İbrahim'in yaşı 99 imiş. Yine onların kitaplarında belirtildiğine göre, Allah Teala Hz.
İbrahim'e tek olan oğlunu kurban etmesini [boğazlamasını] emretmiştir. Onların kitaplarının bir
nüshasında: “İlk çocuğunu boğazlaması emredildi” denilmektedir. Onlar burada yalan ve iftira
yoluna saparak boğazlanması emredilen çocuğun İshak olduğunu söylemişlerdir. Bu, asla caiz
değildir. Zira kendi kitaplarının metnine bile muhaliftir. Onların, boğazlanması emredilen çocuğun
İshak olduğunu söylemeleri, onun kendilerinin babaları, İsmail'in ise Arapların babası
olmasındandır. Onlar çekememezlik ederek kitaplarına ilâveler yapmış, «Yanında kimse olmaksızın»
anlamına gelecek şekilde kitaplarının metnini tahrif etmişlerdir. Zira Hz. İbrahim, oğlu İsmail ve
annesini Mekke'ye götürmüştü. Şüphesiz onların yaptığı bir yorum ve batıl bir tahriften ibarettir. Zira
Arapçada “biricik” anlamına gelen “vahiyd” kelimesi başka bir eşi olmayan şeye ıtlak olunur. Ayrıca
ilk çocuğun, ondan sonra gelecek diğer çocuklarda bulunmayan bir değeri vardır. Onun
boğazlanmasının emredilmesi deneme ve imtihan yönüyle daha beliğ, daha üstündür. (İbn Kesir)

İlim ehlinden bir topluluk, boğazlanması emredilenin İshak olduğu görüşündedirler.

33
Bundan da sonra: “Ona sâlihlerden bir peygamber olmak üzere İshak’ı müjdeledik”
buyurmuştur. Melekler Hz. İbrahim'e İshak’ı müjdelediklerinde: “Korkma, Biz sana bilgin bir oğlun
olacağını müjdelemeye geldik” (Hicr/53) demişlerdi. Allah Teâlâ da: “Biz de ona [İbrahim’in
hanımına] İshak’ı, İshak’ın ardından Yakup’u müjdeledik” (Hûd/71) buyurmuştur. Yani İbrahim ve
İshak hayatta iken, İshak’ın Yakup adındaki çocuğu doğacak ve böylece Hz. İshak’ın soyundan bir
nesil gelecektir. Daha önce de açıkladığımız üzere, bundan sonra [neslinin devam edeceği
bildirildikten sonra] küçükken boğazlanmasının emredilmesi tabiîdir ki caiz olmaz. Zira Allah Teâlâ
Hz. İbrahim ve İshak’a, İshak’ın neslinin devam edeceğini vaat etmiştir. Bundan sonra küçükken
boğazlanması nasıl emredilebilir? Ayrıca burada Hz. İsmail hilim sıfatıyla nitelenmiştir ki, bu,
makama son derece uygundur.
“O, kendisinin yanı sıra yürümeye başlayınca dedi ki: Ey oğulcuğum, doğrusu ben, rüyâda
iken seni boğazladığımı görüyorum. Bir bak, ne dersin?” Ubeyd b. Umeyr: “Peygamberlerin rüyası
vahiydir” demiş, sonra da: “Dedi ki: Ey oğulcuğum, doğrusu ben, rüyada iken seni boğazladığımı
görüyorum. Bir bak, ne dersin?” ayetini okumuş. İbn Ebî Hatim der ki: Bize Ali b. Hüseyn b.
Cüneyd'in ... İbn Abbas’tan rivayetine göre, Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurmuş: “Peygamberlerin
uykudaki rüyası vahiydir.” Hâdis bu şekliyle Kütüb-i Sitte'de bulunmamaktadır. Hz. İbrahim'in bunu
oğluna bildirmesi, ona durumunun daha kolay olması, bir de Allah'a ve babasına itaatte küçüklüğüne
göre sabrını, gücünü ve azmini denemek içindir. (İbn Kesir)

Şeytan Taşlama Hikâyeleri:

İmam Ahmed der ki: Bize Süreye ve Yunus’un... İbn Abbas’tan rivayetine göre; o, şöyle
anlatmış: Hz. İbrahim hacc farzlarını yerine getirmekle emrolunduğu zaman şeytan sa'y sırasında
karşısına çıkmış. Hz. İbrahim ile yarışmış ve İbrahim onu geçmiş. Sonra Cibril, Hz. İbrahim’i Akabe
cemresine götürmüş. Şeytan orada da karşısına çıkmış. Hz. İbrahim ona yedi taş atmış ve gitmiş.
Şeytan orta cemre yanında yine karşısına çıkmış, Hz. İbrahim yedi taş daha atmış. Ve orada oğlunu
alnı üzere yatırmış. İsmail'in üzerinde beyaz bir gömlek varmış. Hz. İbrahim'e: Ey babacığım, beni
kefenleyebileceğin başka bir elbisem yok. Bunu çıkar ki, beni onunla kefenleyesin, demiş. Hz.
İbrahim gömleği çıkarmaya çalışırken arkasından: “Ey İbrahim, sen rüyayı gerçekleştirdin” diye nida
edilmiş. Hz. İbrahim dönüp bir de bakmış ki, beyaz, boynuzlu ve iri gözlü bir koçla karşılaşmış. İbn
Abbas der ki: Biz bu çeşit koçları (kurban etmek suretiyle) ona uymaktayız. Râvi, el-Menâsik
bahsinde hadisi uzunca zikretmiştir. Ayrıca İmam Ahmed hadisi uzun bir şekilde Yunus kanalıyla...
İbn Abbas’tan rivayetle yukarıdakine benzer şekilde zikretmiştir. Ancak bu rivayette (Hz. İsmail
değil de) İshak’ın ismi geçmektedir. İbn Abbas’tan kurban edilenin kim olduğu konusunda iki
rivayet vardır ki, ileride de açıklaması geleceği üzere ondan gelen rivayetlerin kuvvetlisinde kurban
edilenin İsmail olduğu belirtilmektedir. Muhammed b. İshak’ın Hasan b. Dînâr kanalıyla... İbn
Abbâs'tan rivayetine göre; o, “Ve ona fidye olarak büyük bir kurbanlık verdik” âyeti hakkında şöyle
demiş: Hz. İbrahim'e cennetten bir koç geldi. Bundan önce [cennette] kırk sene otlamıştı. Hz.
İbrahim, oğlunu bırakarak koçun peşine düştü. Onu ilk cemrede buldu. Cemreyi yedi taşla
taşladıktan sonra orada koçu kaybetti. Orta cemreye geldiğinde koçu orada gördü. Bu cemreyi de
yedi çakılla taşladı, sonra koçu yine kaybetti. Büyük cemrenin yanında ona yetişti, bu cemreyi de
yedi taşla taşladı, koçu orada buldu, tuttu, Minâ'daki kurban kesme yerine getirip orada boğazladı.
İbn Abbas’ın nefsi kudret ellerinde olan [Allah]’a yemîn ederim ki, İslâm'ın başlangıcında o koçun
başı kurumuş halde Kâ'be'nin oluğunda boynuzlarından asılı olarak duruyordu. (İbn Kesir)

Abdürrezzâk der ki: Bize Ma'mer'in Zührî'den, onun da Kâsım'dan rivayetinde o, şöyle
anlatmış: Ebu Hüreyre ve Kâ'b bir araya gelmişlerdi. Ebu Hüreyre Hz. Peygamber (s.a.)’den, Kâ'b da
kitaplardan rivayet etmeye başladı. Ebu Hüreyre dedi ki: Hz. Peygamber (s.a.) şöyle buyurdu:
Şüphesiz her peygamber için icabet olunacak bir dua vardır. Ben duamı kıyamet günü ümmetime
şefaat olarak sakladım. Kâ'b da ona şöyle dedi: Sen bunu Allah Rasûlü (s.a.)’nden mi işittin? Ebu
Hüreyre, evet, dedi. Kâ'b da şöyle devam etti: Anam babam sana feda olsun -veya anam babam ona
feda olsun, demiştir- sana Hz. İbrahim (a.s.)’den haber vereceğim. Rüyasında oğlu İshak’ın
boğazlandığını [oğlu İshak’ı boğazladığını] gördüğünde şeytan: Şayet bunları bu sırada fitneye

34
düşüremezsem bir daha asla fitneye düşüremem, dedi. Hz. İbrahim boğazlamak üzere oğlunu çıkardı.
Şeytan gelip Sâra’nın yanına girdi ve ‘İbrahim oğlunu nereye götürdü?’ diye sordu. Sâra: Bazı
ihtiyâçları için götürdü, diye cevap verdi. Şeytan: Bir ihtiyacı için götürmedi, aksine onu boğazlamak
için götürdü, dedi. Sâra: ‘Onu niçin boğazlasın ki?’ diye sordu da şeytan: Bunu kendisine Rabbinin
emrettiğini sanıyor, dedi. Sâra: Rabbine itaat etmekle güzel iş yapmış, dedi. Şeytan, onların [İbrahim
ile İshak’ın] peşlerinden gidip çocuğa: ‘Baban seni nereye götürüyor?’ diye sordu. Çocuk: Bir
ihtiyacı için diye cevap verdi. Şeytan: Şüphesiz o seni bir ihtiyaç için götürmüyor, seni boğazlamak
için götürüyor, dedi. Çocuk: ‘Beni niçin boğazlasın?’ diye sordu da şeytan: Bunu kendisine Rabbinin
emrettiğini sanıyor, diye cevap verdi. Çocuk: Allah'a yemin ederim ki, şayet bunu ona Allah
emretmişse mutlaka yapacaktır, dedi. Şeytan ondan ümidini kesip İbrahim'e kavuştu ve ‘Oğlunu
nereye götürüyorsun?’ diye sordu. İbrahim: Bir ihtiyaç için, diye cevap verdi. Şeytan: Şüphesiz sen
onu bir ihtiyaç için değil, boğazlamak için götürüyorsun, dedi. İbrahim: ‘Onu niçin boğazlayayım?’
diye sordu da şeytan: Sana bunu Rabbinin emrettiğini sanıyorsun, dedi. İbrahim: Allah'a yemin
ederim ki, şayet bunu bana Allah emretmişse mutlaka yerine getireceğim, dedi. Şeytan kendisine
itaat olunmasından ümidini keserek onu bırakıp gitti. İbn Cerîr'in Yûnus kanalıyla... Amr ibn Ebî
Süfyân ibn Esîd ibn Câriye es-Sekâfî'den rivayet ediyor ki, Kâ'b, Ebu Hüreyre'ye şöyle demiş... Ve
râvî hadîsi uzunca zikretti. Ancak sonunda şu fazlalık vardır: Allah Teâlâ İshak’a: Şüphesiz Ben sana
bir dua bahşettim ki, bunda sana icabet edeceğim, diye vahyetti. İshak da şöyle dedi: Allah'ım, icabet
buyurman için Sana dua ediyorum: Sana hiç bir şeyle ortak koşmaksızın ilklerden ve sonlardan hangi
kul Sana kavuşacak olursa onu cennetine koy. İbn Ebu Hatim der ki: Bize babamın... Ebu
Hüreyre'den rivayetine göre, Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurmuş: Allah Teâlâ, ümmetinin yarısını
bağışlamak veya şefaatimi (kıyamet gününe) saklamak arasında beni muhayyer bıraktı, ben de
şefaatimi kıyamet gününe sakladım. Öyle sanıyorum ki, ümmetimden büyük bir topluluk
bağışlanacaktır. Şayet bunda [icabet edilecek duasında] sâlih kul benden önce geçmiş olmasaydı, bu
husustaki duamda acele ederdim. Allah Teâlâ, İshak’ın üzerinden boğazlanma durumunu
kaldırdığında ona: ‘Ey İshak! İste, sana verilecek’ buyurmuştu. İshak dedi ki: Nefsim kudret elinde
olan [Allah]’a yemin ederim ki şeytanın vesvese ile dürtmelerinden önce bu duada acele edeceğim:
Allah'ım, Sana hiç bir şeyle ortak koşmaksızın kim ölürse onu bağışla ve cennete koy. Bu, garip ve
münker bir hadîstir. Râvîlerden Abdurrahmân b. Zeyd b. Eslem'in hadîsi zayıftır. Hadîste ziyâde ve
sonradan olmasından korkarım ki, bu fazlalıklar sonuna kadar olmak üzere “Allah Teâlâ İshak’ın
üzerinden boğazlanma durumunu kaldırdığında...” kısmıdır. En doğrusunu Allah bilir. Her ne kadar
hadîs mahfuz bir hadîs ise de, hadîsin lâfzının Hz. İsmail hakkında serdedilmiş olması doğruya daha
yakın görünmektedir. Ancak daha önce de geçtiği üzere İsrâîloğulları, hasetlerinden bunu İshak ile
değiştirerek tahrif etmişlerdir. Yoksa hacc farzları ve kurban kesmenin yeri Mekke arazisindeki
Minâ'dır. Orada bulunan ise İshak olmayıp Hz. İsmail'dir. Zira Hz. İshak Şam arazisindeki Kenan
ülkesindeydi. (İbn Kesir)

“Biz, ona şöyle seslendik: Ey İbrahim! Sen rüyayı gerçekleştirdin.” Çocuğu boğazlamak üzere
yatırmanla rüyandan maksat hâsıl olmuştur. Süddî ve bir başkasının anlattığına göre, Hz. İbrahim,
çocuğun boynuna bıçağı sürtmüş de bıçak kesmemiş, aksine bıçakla boynu arasında bakırdan bir
tabaka kesmeyi engellemiş ve o sırada Hz. İbrahim'e: “Sen rüyayı gerçekleştirdin” diye seslenilmiş.
İmam Ahmed'in Süfyân kanalıyla... Safiyye Bint Şeybe'den rivayetine göre, o şöyle anlatmış:
Bana Süleym oğullarından bir kadının -bu kadın bizim ev ahâlîsinin hepsini doğurmuş olan kadındır-
haber verdiğine göre, Allah Rasûlü (s.a.) Osman İbn Talha'ya bir haber göndermiş. Bir keresinde
râvî şöyle anlatıyor: Bu kadın Osman İbn Talha'ya sormuş: Hz. Peygamber (s.a.) seni niçin
çağırmıştı? Osman dedi ki: Allah Rasûlü (s.a.) bana şöyle buyurdu: Ben Beyt [Kâbe]'e girdiğim
zaman o koçun iki boynuzunu görmüştüm. Onları örtmeni sana emretmeyi unutmuşum, onları ört.
Zira Kâbe'de namaz kılanı meşgul edecek bir şeyin olmaması gerekir. Süfyân der ki: O koçun iki
boynuzu Kâbe yanıncaya kadar orada asılı duruyordu. Kâbe yangınında onlar da yandı. Hz.
İbrahim'in boğazlaması emredilen oğlunun İsmail olduğuna bu da başlı başına bir delildir. Şüphesiz
Kureyş nesilden nesile, seleften halefe Allah Rasûlü (s.a.) peygamber olarak gönderilinceye kadar,
Hz. İbrahim'e oğlunun fidyesi olarak gönderilen o koçun boynuzlarını miras olarak saklamıştır.

35
Boğazlananın kim olduğuna dair seleften varit olan haberler:
Boğazlananın İshak Olduğunu Söyleyenler:

Hamza ez-Zeyyât'ın Ebu Meysere’den -Allah ona rahmet eylesin- rivayetine göre, o şöyle
demiştir: Hz. Yûsuf (a.s.) karşı karşıya geldiklerinde krala şöyle demiş: Benimle beraber yemek
yemekten mi kaçmıyorsun? Allah'a yemin olsun ki, benim babam Allah'ın peygamberi Yakûb'dur.
O, Allah'ın kurban edilmesini [boğazlanılmasını] emrettiği İshak’ın oğludur. O da Allah'ın dostu
İbrahim'in oğludur. Sevrî'nin Ebu Sinan'dan, onun da Ebu'l-Hüzeyl'den rivayetine göre, Hz. Yûsuf
(a.s.) krala böylece söylemiştir. Süfyân es-Sevrî'nin Zeyd b. Eslem'den, onun Abdullah b. Ubeyd İbn
Umeyr'den, onun da babasından rivayetine göre, o, şöyle anlatmış: Hz. Musa: “Ey Rabbim, ‘Ey
İbrahim, İshak ve Yakup’un ilâhı” diyorlar, bunu niçin söylüyorlar?” demişti. Buyurdu ki: Şüphesiz
ki İbrahim Bana bir şey ortak koşulduğu zaman mutlaka Beni ona tercih ederdi. İshak Benim için
boğazlanmak üzere seve seve boynunu uzatmıştı. Bunun dışındaki şeylerde de son derece cömertti.
Yakup’a gelince; Ben onun musibetini ne kadar arttırdımsa Benim hakkımdaki hüsnü zannı o derece
artmıştı.
Şu'be'nin Ebu İshâk'dan, onun da Ebu Ahvas'dan rivayetine göre; o, şöyle anlatıyor: İbn
Mes'ûd'un yanında birisi övünüp: Ben şerefli şeyhlerin oğlu filân oğlu filânım, demişti. Abdullah
dedi ki: Allah'ın dostu İbrahim'in oğlu Allah'ın boğazlanmasını emrettiği İshak’ın oğlu Yakup oğlu
Yusuf (böyle övünmemişti). İbn Mes'ûd'a kadar bu haberin isnadı sahihtir. Boğazlananın İshak
olduğunu İkrime, İbn Abbas’tan da rivayet etmektedir. Ayrıca boğazlananın İshak olduğu, İbn
Abbas’ın babası Abbas’tan ve Ali b. Ebî Tâlib'den de rivayet edilmiştir. İkrime, Saîd b. Cübeyr,
Mücâhid, Şa'bî, Ubeyd b. Umeyr, Ebu Meysere, Zeyd b. Eslem, Abdullah b. Şakîk, Zührî, Kasım b.
Ebu Bezze, Mekhûl, Osman b. Hâzır, Süddî, Hasan, Katâde, Ebu'I-Hüzeyl ve İbn Sabit de böyle
söylemiştir. İbn Cerîr de bu görüşü tercih ediyor. İbn Cerîr'in Kâ'b el-Ahbâr’dan rivayetine göre,
daha önce geçtiği gibi boğazlanan çocuk İshak’tır. İbn İshak’ın Abdullah b. Ebî Bekr kanalıyla...
Kâ'b el-Ahbâr'dan rivayetine göre, o, boğazlanan çocuğun Hz. İshak olduğunu söylemiştir. En
doğrusunu Allah bilir ama bu sözlerin hepsi Kâ'b el-Ahbâr'dan alınmıştır. Kâ'b, Hz. Ömer devrinde
müslüman olduğunda Hz. Ömer'e İsrail kitaplarından rivayette bulunmaya başlamıştı. Hz. Ömer
(r.a.) bazen onu dinlerdi. Böylece insanlar, onda bulunan şeyleri dinlemenin mubah olduğuna
inandılar ve değerli olsun veya olmasın ondan alarak naklettiler. Ancak bu ümmetin, -en doğrusunu
Allah bilir- onda bulunanlardan bir harfe bile ihtiyacı yoktur. Boğazlanan çocuğun Hz. İshak olduğu
görüşünü Beğavî ayrıca Hz. Ömer, Ali, İbn Mes'ûd ve Abbâs'tan; tabiin neslinden ise Kâ'b el-Ahbâr,
Saîd İbn Cübeyr, Katâde, Mesrûk, İkrime, Mukâtil, Ata, Zührî ve Süddî'den nakletmektedir.
Beğavî'nin belirttiğine göre, İbn Abbas’tan gelen iki rivayetten birisi de böyledir. Bu hususta bir de
hadîs varit olmuştur. Şayet hadîs sabit olsaydı, biz, başımız gözümüz üzere der, kabul ederdik. Ama
isnadı sahih değildir. İbn Cerîr der ki: Bize Ebu Küreyb'in... Abbas b. Abdülmuttalib'den, onun da
Hz. Peygamber (s.a.)’den rivayet etmiş olduğu bir hadîste Efendimiz: Boğazlanması emrolunan
çocuk, İshâk'dır buyurmuştur. Bu hadîsin isnadında iki tane zayıf râvî vardır. Bunlardan Hasan b.
Dînâr el-Basrî metruktür. Ali b. Zeyd b. Cüd'ân'ın hadîsi ise münkerdir. Hadîsi İbn Ebî Hatim de
babası kanalıyla... Ali b. Zeyd b. Cüd'ân'dan merfû olarak rivayet etmiştir. İbn Ebî Hatim der ki:
Hadîsi Mübarek b. Fudâle... Abbas’tan onun sözü olarak rivayet etmiştir. Bu, daha sıhhatli ve
doğruya daha yakın görünmektedir. (İbn Kesir)

Boğazlanması emrolunan çocuğun Hz. İsmail olduğu kesin ve sahih haberlerde varit olmuştur
ki, şimdi bu haberleri zikredelim:
İbn İshak der ki: Muhammed b. Kâ'b el-Kurazî'yi şöyle derken işittim: Allah Teâlâ'nın Hz.
İbrahim'e iki oğlundan boğazlanmasını emrettiği, İsmail'dir. Biz bunu Allah'ın kitabında
bulmaktayız. Şöyle ki: Allah Teâlâ, Hz. İbrahim'in iki oğlundan boğazlananla ilgili kıssayı
bitirdikten sonra: “Ona sâlihlerden bir peygamber olmak üzere İshak’ı müjdeledik” buyurmuştur.
Allah Teâlâ başka bir ayet-i kerime’de: “Biz de ona İshak’ı, İshak’ın ardından Yakup’u müjdeledik”
(Hûd/71) buyurmaktadır. Yani ona oğlunu ve bu oğlun oğlunu müjdelemiştir. Ondan da olacak bir
çocuk va'dolunmuşken elbette Allah Teâlâ İshak’ın boğazlanmasını emredecek değildir. Dolayısıyla
boğazlanması emredilen olsa olsa İsmail olabilir. İbn İshak’ın Büreyde b. Süfyân b. Ferve el-

36
Eslemî'den, onun da Muhammed b. Kâ'b el-Kurazî'den rivayetine göre, Ömer b. Abdülaziz’in
halifeliğinde onunla beraber Şam'da iken Muhammed b. Kâ'b bu konuyu halifeye anlatmış. Ömer,
Muhammed İbn Kâ'b'a: Bu, üzerinde hiç düşünmediğim bir konudur. Ben de senin söylediğin gibi
olduğunu sanıyorum, demiş. Sonra Şam'da daha önce yanında bulunan ve Yahudi iken müslüman
olup islâm'da ihlâslı ve samimî olan birisine haber göndermiş. Bu adamın Yahudi âlimlerinden
olduğuna inanırmış. Ömer b. Abdülaziz konuyu bu adama sormuş. Muhammed b. Kâ'b kendisinin de
Ömer b. Abdülaziz’in o sırada yanında olduğunu belirtiyor ki, Ömer b. Abdülaziz o kişiye: İbrahim,
iki oğlundan hangisini boğazlamakla emrolundu, diye sorduğunda adam: Ey Mü'minlerin emîri,
Allah'a yemin ederim ki, İsmail'dir, Yahudiler şüphesiz bunu biliyorlar. Allah'ın emrine sabretmesini
Allah'ın zikretmiş olmasından dolayı kazandığı üstünlük yüzünden boğazlanılması emredilen
çocuğun siz Arapların babası olması sebebiyle onlar sizi çekememektedirler. İşte bu yüzden bunu
inkâr etmekte ve İshak babaları olduğu için boğazlanılması emredilen çocuğun İshak olduğunu
sanmaktadırlar. Hâlbuki bu ikiden hangisi olduğunu en iyi Allah bilir. O ikiden her biri tertemiz,
Allah'a itaat eder kimselerdi, dedi. Abdullah b. İmam Ahmed İbn Hanbel -Allah ona rahmet eylesin-
der ki: Boğazlanması emredilen; İsmail mi, yoksa İshâk mı olduğunu babama sordum. İsmail’dir,
dedi. Abdullah b. Ahmed b. Hanbel, bu haberi Kitâbu’z-Zühd'de zikretmektedir. İbn Ebî Hatim
babasının şöyle dediğini işitmiş: Sahih olan, boğazlanılması emredilenin Hz. İsmail (a.s.) olduğudur.
Hz. Ali, İbn Ömer, Ebu Hüreyre, Ebu Tufeyl, Saîd İbn Müseyyeb, Saîd b. Cübeyr, Hasan, Mücâhid,
Şâ'bî, Muhammed b. Kâ'b el-Kurazî, Ebu Ca'fer Muhammed b. Ali ve Ebu Salih'ten rivayete göre,
onlar da boğazlanılması emredilenin İsmail olduğunu söylemişlerdir. Tefsirinde Beğavî der ki:
Abdullah b. Ömer, Saîd b. Müseyyeb, Süddî, Hasan el-Basrî, Mücâhid, Rebî' b. Enes, Muhammed b.
Kâ'b el-Kurazî ve Kelbî de bu görüştedirler. İbn Abbas’tan gelen bir rivayet de böyledir. Ayrıca
Beğavî bu görüşü Ebu Amr b. Alâ'dan da nakletmektedir. Bu konuda İbn Cerîr garîb bir hadis
rivayet eder ve der ki: Bana Muhammed İbn Ammâr er-Râzî'nin... Sunâbihî'den rivayetine göre; o,
şöyle anlatmış: Muâviye b. Ebu Süfyân'ın yanındaydık. Boğazlanması emredilenin İsmail mi yoksa
İshak mı olduğu konusu anıldı. Tam bilenine düştünüz deyip şöyle devam etti: Allah Rasûlü
(s.a.)’nün yanındaydık. Birisi ona geldi ve: Ey Allah'ın elçisi, ey iki boğazlanmışın oğlu, Allah'ın
sana bahşettiklerinden bana da ver, dedi. Allah Rasûlü (s.a.) güldüler. Muâviye'ye: ‘Ey mü'minlerin
emîri, iki boğazlanmış da nedir?’ denildi de o şöyle cevap verdi: Abdülmuttalib zemzemin
kazılmasını emrettiğinde, şayet Allah bu işi kendisine nasip ederse çocuklarından birini boğazlamayı
adamıştı. (Çocukları arasında çekilen) kur'a Abdullah'a çıktı. Dayıları (Abdullah'ın
boğazlanmasından) onu alıkoyarak: Oğlunun yerine yüz deve fidye ver, dediler. Abdülmuttalib
oğlunun fidyesi olarak yüz deve [kurban etti]. İkinci kurban ise İsmail'dir. Bu, gerçekten garîb bir
hadîstir. Ümevî'nin el-Meğâzî'de ashabından birisi kanalıyla... Sunâbihî'den rivayetine göre; o:
‘Muâviye'nin meclisinde bulunuyorduk. Topluluk İsmail ve İshâk'ı tartışıyordu ...’ diyerek hadîsi
zikretmiştir. Ayrıca bozulmuş [tahribe uğramış] bir nüshadan da bu şekilde yazdım, diye ilâve
ediyor. Boğazlanması emredilen çocuğun İshak olduğuna dair tercihinde İbn Cerîr, “Biz de ona
hilim sahibi bir oğul müjdeledik” ayetine dayanmaktadır. Böylece “Ona bilgin bir oğul sahibi
olacağını müjdelediler” (Zâriyât/28) ayetindeki Hz. İshak ile ilgili müjdeyi bu müjde ile aynı kabul
etmektedir. (Hz. İshak’ın ardından) onun Ya'kûb ile müjdelenmesi müşkiline de şöyle cevap veriyor:
Mümkündür ki, Hz. İshak, babasıyla beraber çalışabilecek bir çağa gelmişti ve yine mümkinâttandır
ki, Hz. Ya'kûb ile beraber onun başka çocukları da olmuştu. Kâbe'de asılı bulunan (iki koç) boynuzu
konusundaki müşkile ise o, bu boynuzların Şam ülkesinden Kâbe'ye getirilmiş olabileceği
ihtimaliyle cevap verir. Daha önce de geçtiği üzere bazı kimseler İshak’ın, orada [Şam ülkesinde]
boğazlanmış olduğu görüşündedirler. İbn Cerîr'in tefsirinde dayanağı budur. Ancak onun görüşü ne
bir mezheptir [gidilecek yoldur], ne de gereklidir. Aksine gerçekten uzak bir te'vîldir. Muhammed b.
Kâ'b el-Kurazî'nin, boğazlanması emredilenin Hz. İsmail olduğuna dair istidlali daha sabit, daha
sıhhatli ve daha kuvvetlidir. En doğrusunu Allah bilir. (İbn Kesir)

Başka nakiller:

Mücahid dedi ki: "Ne zaman ki o babasının yanı sıra yürümeye başlayınca" buyruğu genç bir
delikanlı olup yürümesi İbrahim'in yürümesine yetişince, demektir. el-Ferra dedi ki: O gün on üç

37
yaşında idi. İbn Abbas bundan kasıt buluğdur, Katade ise, babası ile birlikte yürüyünce, diye
açıklamıştır.
İlim adamları, boğazlanması emrolunan oğlun hangisi olduğu hususunda farklı görüşlere
sahiptirler. Çoğunluğu boğazlanması emrolunan İshak'tır demişlerdir. Bu kanaati belirtenler arasında
Abbas b. Abdu'l-Muttalib ile onun oğlu Abdullah da vardır. Abdullah [b. Abbas]'dan gelen sahih
rivayet de budur.
es-Sevrî ve İbn Cüreyc, İbn Abbas'ın sözü olarak: Boğazlanması emrolunan İshak'tır, dediğini
rivayet etmektedirler. Abdullah b. Mesud'dan sahih olarak gelen rivayet de böyledir. Buna göre bir
adam ona: ‘Ey şerefli, yaşlı-başlı adamların oğlu!’ diye hitabetmiş. Bunun üzerine Abdullah ona
şöyle demiş: O dediğin şahıs Allah'ın dostu İbrahim'in oğlu, Zebihullah [Allah'ın boğazlanmasını
emrettiği] İshak'ın oğlu Yakub'un oğlu Yusuf'tur.
Hammad b. Zeyd de Rasûlullah (sav)'a ait söz olmak üzere şöyle buyurduğunu rivayet
etmektedir: "Şüphesiz ki, kerim oğlu kerim oğlu kerim şahıs, İbrahim (a.s)'ın oğlu İshak'ın oğlu
Yakub'un oğlu Yusuf'tur
Ebu'z-Zubeyr de Cabir'den: Boğazlanması emrolunan kişi İshak'tır, dediğini rivayet
etmektedir. Aynı zamanda bu Ali b. Ebi Talib (r.a)'dan da rivayet edilmiştir. Abdullah b. Ömer'den
de boğazlanması emredilen kişi İshak'tır, dediği rivayet edilmiştir. Ömer (r.a)'ın görüşü de budur.
İşte ashab-ı kiramdan yedi kişinin bu kanaatte olduğunu görüyoruz.

Peygamberlerin Rüyası:

"Dedi ki: Oğulcağızım! Gerçekten ben rüyamda seni boğazladığımı görüyorum. Bak, artık sen
ne düşünürsün" buyruğu ile ilgili olarak Mukatil şöyle demektedir: İbrahim (a.s) bunu ardı arkasına
üç gece gördü.
Muhammed b. Ka'b dedi ki: Resullere Yüce Allah'tan vahiy uyanıkken de uykuda iken de
gelirdi. Çünkü peygamberlerin kalpleri uyumaz. Bu gerçek aynı zamanda Peygamber (sav)'a kadar
ulaştırılan merfu haberde de sabit olmuştur. Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: "Biz peygamberler
topluluğunun gözleri uyur, kalplerimiz uyumaz
İbn Abbas da: Peygamberlerin rüyası vahiydir demiş ve bu âyet-i kerimeyi delil göstermiştir.
es-Süddî dedi ki: İbrahim (a.s)'a İshak doğmadan önce doğacağı müjdesi verilince, o da: O
halde ben onu Allah için kurban edeceğim demişti. Rüyasında ona: Sen bir adakta bulunmuştun.
Haydi, adağını yerine getir, denildi.
Yine denildiğine göre; İbrahim (a.s) terviye [zülhicce'nin sekizinci] gecesinde birisinin ona:
Allah sana oğlunu boğazlamanı emrediyor, dediğini görmüştü. Sabah olunca kendi kendisine
düşünmeye başladı. Acaba bu rüya Allah'tan mıdır? Şeytandan mıdır, diye. İşte bu şekildeki
düşünmesi [terviyesi] dolayısı ile bugüne terviye günü adı verilmiştir. Ertesi gece aynı şekilde rüya
gördü ve ona: Verdiğin sözü yerine getir, denildi. Sabah olunca bu gördüğü rüyanın Allah'tan
olduğunu bildi [arefe]. O bakımdan bu güne "arefe günü" adı verildi. Üçüncü gece yine öyle bir rüya
gördü, bu sefer artık onu boğazlama [nahr] kararını verdi. Bundan dolayı bu güne "yevmu'n-nahr"
adı verildi.
Yine rivayet edildiğine göre oğlunu boğazlamaya başlayınca, Cebrail (a.s): "Allahuekber
Allahu ekber" dedi. Bu sefer boğazlanması istenen oğlu: "La ilahe illallah vallahu ekber" dedi.
İbrahim (a.s) da bunun üzerine: "Allahu ekber velhamdulillah" dedi. O bakımdan bu [şekilde tekbir
getirmek] bir sünnet olarak kaldı. (Kurtubi; el-Camiu li Ahkami’l-Kur’an)

Oğluna Karşılık Gönderilen Fidye:

"Biz de ona büyük bir kurbanlıkla fidye verdik" buyruğunda geçen " ‫ الّذبح‬Zibh [Kurbanlık]",
kurban edilen şeyin adıdır. Çoğulu da “Zebûh” diye gelir. Tıpkı "Tahn [Öğütülmüş]" lafzının
“Methûn [öğütülen] şeyin adı olması gibi. Sözcükteki "zel" harfi “Zebih” şeklinde üstün olursa,
mastar olur.
"Azîm [Büyük]" sözcüğü, kadru kıymeti büyük demektir. Yoksa bedenen büyük olduğu
kastedilmemiştir. Kadrinin büyüklüğü, boğazlanması emrolunan oğlunun yerine fidye olmasından

38
yahut da kabule mazhar oluşundan ötürüdür.
en-Nehhas dedi ki: Sözlükte “azim/büyük” kelimesi hem “bedenen büyük” hakkında hem de
soylu ve şerefli hakkında kullanılır. Tefsir bilginleri bu lafzın burada şerefli ya da kabule mazhar
olan hakkında kullanıldığını kabul etmektedirler.
İbn Abbas dedi ki: Bu koç Habil'in kurban olarak sunduğu koçtur. Bu koç cennette otluyordu.
Nihayet Allah onu İsmail'e fidye olmak üzere gönderdi. Yine ondan gelen rivayete göre, bu, Yüce
Allah'ın cennetten gönderdiği bir koçtu. Cennette kırk yıl süreyle otlamıştı.
el-Hasen dedi ki: İsmail'in fidyesi ona Sebir'den gelen bir dağ keçisinden başkası olmamıştır.
İbrahim onu oğluna fidye olmak üzere kesti. Ali (r.a)'ın görüşü de budur. İbrahim o dağ keçisini
görünce, onu alıp kesti ve oğlunu azad etti ve şöyle dedi: Oğulcağızım! Bugün sen bana bağışlanmış
bulunuyorsun.
Ebu İshak ez-Zeccac dedi ki: İbrahim'e fidye olarak bir dağ keçisi verildiği de söylenmiştir.
Ancak tefsir âlimleri ona fidye olarak verilen hayvanın koç olduğunu kabul etmektedirler.
(Kurtubi; el-Camiu li Ahkami’l-Kur’an)

Nebilerin Rüyasının Hükmü

"Hz. İbrahim (a.s) rüyasında onu kesiyor olarak gördü. Peygamberin rüyaları ise vahiy
türündendir. Bu görüşe göre rüyada görülen şey, sadece Hz. İbrahim (a.s)'in onu kesmesidir. Buna
göre, "Rüyada görülen her şeyin hak bir delil ve hüccet olduğu peygamberler nezdinde ya delil ile
sabittir veya değildir. Eğer birinci durum söz konusu ise, Hz. İbrahim (a.s) daha niçin bu hâdise
hakkında oğluna başvurmuştur? Tam aksine onun vazifesi, bu işi yerine getirmekle meşgul olması,
bu hususta oğluna müracaat etmemesi, ona, "Bak artık, ne düşünüyorsun?" dememesi ve bu işi,
çocuğunun kendisine, "Sana emredileni yap" demesine bağlamamasıdır. Bir de siz, Hz. İbrahim
(a.s)'in ilk gün bu işi düşünüp durduğunu söylediniz. Şayet, rüyada görülen her şeyin hak olduğu
[peygamberin nezdinde] delil ile sabit olmuş olsaydı, böyle bir düşünmeye ve tefekküre ihtiyaç
kalmazdı. Yok, eğer ikincisi, yani rüyada gördükleri şeyin hak olduğu, peygamberlerce delil ile
sabit değilse, Hz. İbrahim (a.s)'in, herhangi bir delilin, onun bir hüccet olduğuna delâlet etmediği,
sırf bir rüya ile o çocuğu kesmeye yönelmesi nasıl caiz olabilir?" denilirse, buna şu şekilde cevap
verilebilir: "Hz. İbrahim (a.s), gördüğü bu rüyadan dolayı, bu hususta mütereddit idi. Ancak ne var
ki, gördüğü bu rüya, açık bir vahiy ile desteklenmiştir" denilmesi mümkündür. Allah en iyisini
bilendir. (Razi; el Mefatihu’l-Gayb)]

Zebîh'în Kim Olduğu

Âlimler, kesilecek olan bu şahsın kim olduğu hususunda ihtilâf etmişlerdir. Bu cümleden
olarak, bunun İshak (a.s) olduğu ileri sürülmüştür ki, bu, Hz. Ömer, Hz. Ali, Abbas İbn
Abdulmuttalib, İbn Mes'ûd, Ka'bu'l-Ahbâr, Katade, Said İbn Cübeyr, Mesrûk, İkrime, Zühruf, Süddî
ve Mukatil (a.s)'in görüşüdür. Bunun, Hz. İsmail (a.s) olduğu da ileri sürülmüştür ki, bu da, İbn
Abbas, İbn Ömer, Said İbn el-Müseyyib, Hasan el-Basrî, Şa'bî, Mücahid ve Kelbî (a.s)'nin
görüşüdür.
İsmail (a.s) olduğunun delilleri: Bunun Hz. İsmail (a.s) olduğunu ileri sürenlerin delilleri
şunlardır:
1- Hz. Peygamber "Ben, iki kurbanlığın oğluyum" buyurmuştur. Ve yine, bir bedevî Hz.
Peygamber (s.a.s)'e, "Ey, iki kurbanlığın oğlu" demiş, o da bunun üzerine tebessüm etmiştir. Bu
husus, kendisine sorulduğunda da, "Abdülmuttalib, Zemzem kuyusunu kazarken, "Şayet Allah,
benim bu işimi kolaylaştırırsa, çocuklarımdan birini kurban edeceğim" diye Allah için bir adakta
bulunur. Derken, kesilmek için atılan kur'a neticesinde bu iş, Abdullah'a [Hz. Peygamber [s.a.sj'in
babasına] çıkar. Neticede, Abdullah'ın dayıları buna mani olmuş ve Abdulmuttalib'e "[Bu işten
dolayı] oğluna mukabil, yüz deve fidye ver!" demişler, o da bunun üzerine, yüz deve fidye vermiştir.
İkinci kurbanlık şahıs ise, İsmail (a.s)'dir" buyurmuş ve olayı anlatmıştır.
2- Esmâî'nin şöyle dediği nakledilmiştir: "Ebû Amr İbn el-A'lâ'ya zebîhin kim olduğunu

39
sordum da, o da "Ey Esmâî, aklın nerede? İshak (a.s) ne zaman Mekke'de bulunmuştur? Mekke'de
bulunan İsmail [a.s] olup, İsmail (a.s), babasıyla beraber Kâbe'yi yapan zattır. Kesme işine teşebbüs
edilen yer ise, Mekke'dir" dedi.
3- Allah Teâlâ, "İsmail'i, İdris'i, Zülkifl’i de yâdet" (Enbiyâ/85) emrinde, İshâk (a.s)'ı değil,
İsmail (a.s)'i sabırla vasfetmiştir. Ki, bu da Hz. İsmail [a.s]'in, kesilmeye karşı gösterdiği sabırdır.
Cenâb-ı Hak onu yine, "Kitap'da İsmail'i de yâdet. Çünkü o vaadinde sadıktı" (Meryem/54)
buyruğunda, vaadinde sadık olmakla nitelemiştir. Çünkü o, babasına kesilme hususunda
sabredeceğine dair vaadde bulunmuş ve bunu yerine getirmiştir.
4- Cenâb-ı Hak, "Biz de ona İshak’ı, İshak'ın ardından da Yakûb'u müjdeledik" (Hûd/71)
buyurmuştur. Şimdi biz diyoruz ki: Şayet kesilecek olan şahıs İshak (a.s) olmuş olsaydı, bu durumda
bu kesilme emri, ya İshak (a.s)'dan Ya'kûb (a.s) dünyaya gelmeden önce, ya da sonra olmuş oturdu.
Birincisi olamaz, zira Allah Teâlâ, ona İshak (a.s)'ı müjdeleyip bu müjdenin yanında, ondan Yakûb
(a.s)'un dünyaya geleceği de müjdelenmiş olunca, şimdi Yakûb (a.s)'un ondan meydana gelmeden
önce kesilmesinin emredilmesi mümkün olamaz. Aksi halde, Allah, "İshak'ın ardından da
Yakûb'u..." şeklindeki vaadinden dönmüş olur. İkincisi de olamaz, çünkü Cenâb-ı Hakk'ın "Artık o,
yanında çalışma çağına girince, [babası], "Evladım! Ben seni rüyamda, boğazladığımı görüyorum"
ifadesi, ayette bahsedilen bu çocuğun, sa'ye, koşmaya ve o fiile güç yetirme noktasına gelmeden,
Allah'ın, Hz. İbrahim (a.s)'e onu kesmesini emrettiğine delâlet eder ki, bu da, bu hadisenin bir başka
zamanda meydana gelmiş olmasına ters düşer. Böylece, kesilecek olan şahsın, İshak (a.s)
olamayacağı sabit olmuş olur.
5- Cenâb-ı Hak, Hz. İbrahim (a.s)'in, "Sen doğrusu Rabbime gidiciyim. O, bana yol gösterir"
(Saffat/99) dediğini, daha sonra da kendisinden, yalnızlığında, kendisiyle ünsiyet duyacağı bir
çocuk vermesini talep ederek, "Ya Rabbi, bana salih eviad ihsan et" (Saffatt/100) dediğini
nakletmiştir. Böyle bir istek ise ancak, Hz. İbrahim (a.s)'in çocuğunun bulunmaması halinde makul
ve yerinde olur. Çünkü onun, tek bir çocuğu bulunmuş olsaydı, bir çocuk talep etmezdi. Zira olanı
yeniden istemek, muhaldir. İbrahim (a.s)'in, “heb lî minessalihıyn” şeklindeki sözü, onun tek bir
çocuk istediğini ifade eder. Çünkü “minessalihıyn” ifadesinin başındaki min, ba'ziyyet bildirir.
Ba'ziyyetin en alt derecesi ise, tek oluştur. Buna göre sanki Hz. İbrahim (a.s)'in demesi, onun,
Allah'tan tek bir çocuk istediğini gösterir. Binaenaleyh, böyle bir istekte bulunmanın, ancak ortada
çocuk diye bir şey olmadığında yerinde olabileceği sabit olmuş olur. Bu sebeple de bu isteğin, Hz.
İbrahim (a.s)'in ilk çocuğu istemesi halinde yapıldığı kesinleşir. Halbuki insanlar, İsmail (a.s)'in
İshak (a.s)'dan daha önce dünyaya gelmiş olduğu hususunda müttefiktirler. Böylece, bu dua ve
talep ile istenenin, İsmail (a.s) olduğu sabit olmuş olur. Hem sonra, Allah Teâlâ, bu isteğin
peşinden, kesilme hâdisesini zikretmiştir. Şu halde, kesilecek olan şahsın, İsmail (a.s) olması
gerekir. (Razi; el Mefatihu’l-Gayb)

Kesme Yeri

Bil ki, onların kesme yerinin neresi olduğu hususundaki ihtilafları da, bizim daha önce
zikrettiğimiz hususa dayanmaktadır. Kesilecek olan şahsın İsmail (a.s) olduğunu söyleyenler,
kesme işine teşebbüsün Minâ'da yapıldığını; bunun İshak (a.s) olduğunu söyleyenler ise, kesme
işine teşebbüs edilen yerin Şam olduğunu söylemişlerdir. Bu yerin Beyt-i Makdis olduğu da ileri
sürülmüştür. Allah en iyisini bilendir. (Razi; el-Mefatihu’l Gayb)

40
Zebh Kıssası

Birinci Bahis: Bu hâdise hakkında anlatıldığına göre, İbrahim (a.s) oğlunu kurban etmek
İstediğinde, "Evladım, ip ve bıçağı al, falanca yere odun toplamaya gidelim. Onlar, kurban edilecek
yerin yolunu yarılayınca, babası ona, kendisine verilen emri haber verdi. Bunun üzerine o,
"Babacığım, çırpınmamam için ellerimi kollarımı iyice bağla. Kanımın sıçramaması ve annemin onu
görüp üzülmemesi için, elbisemi uzağa koy. Kolay gelmesi için, bıçağını iyice bile ve boğazımı
onunla hemen kes. Çünkü ölüm zor... Anneme selam söyle, eğer gömleğimi anama vermek istersen,
ver. Çünkü belki de bu ona bu işi kolaylaştırır" dedi. İbrahim (a.s) de, "Yavrum, Allah'ın emri
hususunda ne güzel yardımcısın!" dedi. Sonra onu bağlamış olduğu halde, her ikisi de ağlayarak onu
öpmek istedi, sonra bıçağı boğazına dayadı. Bunun üzerine oğlu, "Beni yüz üstü yatır. Çünkü
yüzüme baktığında, bana acıman tutar. Kalbin rikkate gelir. Böylece bu, senin Allah'ın emrini
yapmana mani olur" dedi. Hz. İbrahim (a.s) de böyle yapıp bıçağı ensesine dayadı, kesmek istedi,
ama bıçak kesmedi. Bunun üzerine, "İbrahim! Rüyana sadakat gösterdin ..." diye ona nida olundu.
(Razi; el-Mefatihu’l-Gayb)

Gökten Gönderilen Kurbanlık

İkinci Bahis: Âlimler, o oğulun yerine verilen kurbanın, koçun ne olduğu hususunda ihtilaf
etmişlerdir. Bunun, Hz. Âdem (a.s)’ın oğlu Habil'in kurban olarak Allah'a sunup, Allah'ın kabul edip
[göğe çektiği] koç olduğu; onu İsmail (a.s)'e karşılık fidye olarak gönderinceye kadar, cennette
otladığını söylemiştir. Bazıları da, "Allah Teâlâ, cennetten kırk yaz [yıl] otlamış bir koç gönderdi"
demişlerdir. Süddî ise şöyle demiştir: "İbrahim" diye seslenildiğinde, Hz. İbrahim (a.s) geriye döndü.
Bir de baktı ki, dağdan aşağı inen beyazımsı bir koç... İsmail (a.s)'in üzerinden kalktı, o koçu tutup
kurban etti. Oğlunun elini ayağını çözüp boynuna sarılarak, "Yavrum, sen bana işte bugün hibe
edildin" dedi."
Ayetteki, “azîm [büyük]” kelimesine gelince, bu kurbanlığın iriliğinden ve semizliğinden
ötürü bu adı aldığı söylenmiştir. Bu cümleden olarak, Sa'îd b. Cübeyr, "Cennette kırk yıl otlamış bir
kurbanlığın çok iri olması onun hakkıdır" der. Yine bu kurbana "büyük" denilmesinin onun
kıymetinin büyüklüğünden dolayı olduğu; çünkü Allah'ın onu Hz. İbrahim [a.s]'in oğluna bir fidye
olarak kabul etmiş olduğu söylenmiştir (Razi; el-Mefatihu’l-Gayb)

Yukarıda verilmiş olan alıntılarda da görüldüğü gibi, eskilerden birçok meşhur


zat İbrahim peygamber ve oğlu hakkında pek çok rivayet nakletmekte, ancak bu
nakiller hem birbirleriyle çelişmekte, hem de itibar edilemeyecek kadar garip
senaryolar içermektedir.
Konunun Kitab-ı Mukaddes’teki anlatımı da şöyledir:

İbrahim'in Sınanması

1 Daha sonra Tanrı İbrahim'i sınadı. "İbrahim!" diye seslendi. İbrahim, "Buradayım!" dedi.
2 Tanrı, "İshak'ı, sevdiğin biricik oğlunu al, Moriya bölgesine git" dedi, "Orada sana
göstereceğim bir dağda oğlunu yakmalık sunu olarak sun."
3 İbrahim sabah erkenden kalktı, eşeğine palan vurdu. Yanına uşaklarından ikisini ve oğlu
İshak'ı aldı. Yakmalık sunu için odun yardıktan sonra, Tanrı'nın kendisine belirttiği yere doğru yola
çıktı.
4 Üçüncü gün gideceği yeri uzaktan gördü.
5 Uşaklarına, "Siz burada, eşeğin yanında kalın" dedi, "Oğlumla birlikte tapınmak için oraya
gidip döneceğiz."
6-7 Yakmalık sunu için yardığı odunları oğlu İshak'a yükledi. Ateşi ve bıçağı kendisi aldı.
Birlikte giderlerken İshak İbrahim'e, "Baba!" dedi. İbrahim, "Evet, oğlum!" diye yanıt verdi. İshak,
"Ateşle odun burada, ama yakmalık sunu kuzusu nerede?" diye sordu.

41
8 İbrahim, "Oğlum, yakmalık sunu için kuzuyu Tanrı kendisi sağlayacak" dedi. İkisi birlikte
yürümeye devam ettiler.
9 Tanrı'nın kendisine belirttiği yere varınca İbrahim bir sunak yaptı, üzerine odun dizdi. Oğlu
İshak'ı bağlayıp sunaktaki odunların üzerine yatırdı.
10 Onu boğazlamak için uzanıp bıçağı aldı.
11 Ama RABB'in meleği göklerden, "İbrahim, İbrahim!" diye seslendi. İbrahim, "İşte
buradayım!" diye karşılık verdi.
12 Melek, "Çocuğa dokunma" dedi, "Ona hiçbir şey yapma. Şimdi Tanrı'dan korktuğunu
anladım, biricik oğlunu benden esirgemedin."
13 İbrahim çevresine bakınca, boynuzları sık çalılara takılmış bir koç gördü. Gidip koçu
getirdi. Oğlunun yerine onu yakmalık sunu olarak sundu.
14 Oraya, "Yahve-Yire" adını verdi. "RABB'in dağında sağlanacaktır" sözü bu yüzden bugüne
kadar söylenmektedir.
15 RABB'in meleği ikinci kez göklerden İbrahim'e seslendi:
16 "RABB diyor ki, kendi adıma ant içiyorum. Bunu yaptığın, biricik oğlunu esirgemediğin
için
17 seni fazlasıyla kutsayacağım; soyunu göklerin yıldızları, kıyıların kumu kadar
çoğaltacağım. Soyun düşmanlarının kentlerini mülk edinecek.
18 Soyunun aracılığıyla yeryüzündeki bütün uluslar kutsanacak. Çünkü sözümü dinledin."
19 Sonra İbrahim uşaklarının yanına döndü. Birlikte yola çıkıp Beer-Şeva'ya gittiler. İbrahim
Beer-Şeva'da kaldı. (Tekvin; 22. Bab)

114, 115 – Ve ant olsun ki, Biz Musa ile Harun'a da nimetler verdik. Ve o
ikisini ve kavimlerini o büyük sıkıntıdan kurtardık.
116 – Ve Biz onlara yardım ettik de onlar galip gelenlerin ta kendileri oldular.
117 – Ve Biz, kendilerine o apaçık gösteren Kitab’ı verdik.
118 – Ve kendilerini dosdoğru yola kılavuzladık.
119 – Ve sonrakiler içinde o ikisine bıraktık.
120 - Selam olsun, Musa ve Harun'a!
121 – Şüphesiz Biz Muhsinleri [iyilik-güzellik sergileyenleri] böyle
mükâfatlandırırız.
122 – Şüphesiz o ikisi, Bizim mümin kullarımızdandır.

Geçmiş toplumlara gönderilen peygamberlere verilen üçüncü örnek Musa (as)


ve Harun (as) ikilisidir. Bu iki peygamberin kıssası surede çok kısa olarak
verilmiştir. Adeta bundan evvelki surelerde verilen detaylar hatırlansın istenmiştir.
Ayette konu edilen “nimetlere mazhar olmaları” ve “büyük sıkıntıdan kurtulmaları”,
denizden salimen geçmeleri ve Mısırda iken çektikleri sıkıntılardan kurtulup bol
nimete ermeleridir. Bunların detayları Musa (as) kıssasının geçtiği diğer surelerde
verildiğinden bu kadarla yetiniyor, o surelerden alıntı yapmıyoruz.
117 ve 118. ayetlerde “Ve Biz, kendilerine o apaçık gösteren Kitab’ı verdik.
Ve kendilerini dosdoğru yola kılavuzladık” ifadesiyle kastedilen Tevrat’tır. Nitekim
başka bir ayette şöyle buyrulmaktadır.

Ve ant olsun ki, Musa ve Harun'a Furkan’ı, takva sahipleri için bir ışığı ve öğüdü verdik.
(Enbiya/48)

121. ayetteki “Şüphesiz Biz Muhsinleri [iyilik-güzellik sergileyenleri] böyle


mükâfatlandırırız” ifadesinden anlaşıldığına göre, önceki ayetlerde konu edilen
“kurtulma” ve “nimetlere kavuşma” olguları kurtulanların İbrahim soyundan gelmiş
olmalarından değil, kendi iman, iyilik ve iyileştirmelerinden kaynaklanmıştır.
Burada özet olarak değinilen husus, Musa (as), Harun (as) ve bu ikisine iman
etmiş kimselerin iman ve ihsanları sonucu belalardan kurtarılmaları, yardıma

42
mazhar olmaları ve bunların geride kalanlar için iyi birer örnek teşkil ettirilmiş
olmalarıdır.
Rabbimiz, daha evvel Nuh’a (as) ve İbrahim’e (as) selam ettiği gibi, burada da
Musa (as) ve Harun’a (as) selam etmektedir. Ödüllerin en büyüğü, hiç şüphesiz
Rabbimizin selamına nail olmaktır.
Ya Sin suresinde cennet ashabının Rabbimizin selamıyla şereflendiklerini
görmüştük:

Gerçekten cennetin ashabı [cennetlik olanlar] bugün bir meşguliyet içinde sefa sürmektedirler.
Kendileri ve eşleri gölgeler içinde koltuklar üzerine kurulmuşlardır.
Yalnızca onlara, orada bir meyve vardır. İsteyecekleri her şey de onlarındır.
Söz olarak [onlara] Rahîm Rabbden “selâm” [vardır]. (Ya Sin/55- 58)

123 - Şüphesiz İlyas da kesinlikle gönderilenlerdendir [elçilerdendir].


124- 127 - Hani o, kavmine: “Siz takvalı davranmaz mısınız? Yaratanların en
güzeli, sizin Rabbiniz ve daha önceki atalarınızın Rabbi Allah'ı bırakıp da Baal’e
mi yalvarıyorsunuz?" demişti de onlar, onu yalanlamışlardı. Bu yüzden onlar
kesinlikle hazır bulundurulacaklardır.
128 - Ancak Allah'ın arıtılmış kulları müstesna.
129 – Ve sonradan gelenler içinde onun hakkında ... bıraktık.
130 - -Selam olsun İlyâsîn'e!-
131 - Şüphesiz Biz, Muhsinleri [iyilik-güzellik üretenleri] böyle
mükâfatlandırırız.
132 – Şüphesiz o, Bizim mümin kullarımızdandır.

Geçmişten verilen örneklerin dördüncüsü İlyas peygamberdir. Bu ayet


gurubunda İlyas peygamberin bir elçi olduğu bildirilerek onun mümin ve muhsin
kullardan oluşu üzerinde durulmuştur.
İlyas peygamberin adı En’am/85’te de geçmiş, ancak orada “Zekeriyya,
Yahya, İsa ve İlyas’a da [doğru yolu gösterdik]. Hepsi salihlerdendir” bilgisinden
fazlası verilmemişti. Burada ise yürüttüğü tevhid mücadelesinden kısaca
bahsedilmekte ve “Siz takvalı davranmaz mısınız? Yaratanların en güzeli, sizin
Rabbiniz ve daha önceki atalarınızın Rabbi Allah'ı bırakıp da Baal’e mi
yalvarıyorsunuz?” şeklindeki sözleriyle kavmine uyarıda bulunduğu
nakledilmektedir.

İLYAS PEYGAMBER KİMDİR?

İlyas peygamberin kimliği ile ilgili birçok tez ortaya atılmıştır. Bu konuda
klasik kaynaklarda yer görüşler şöyledir:

Ayetteki "İlyas”ın kim olduğu hususunda iki görüş ileri sürülmüştür:


a- İbn Mes'ûd (r.a)'un, bunu “inne İdrise” şeklinde okuyup, "İlyas, İdris’tir" dediği rivayet
olunmuştur. Bu, İkrime'nin görüşüdür.
b- Müfessirlerin ekserisi, bunun İsrailoğullarına gönderilen peygamberlerden bir peygamber
olduğu ve Musa (a.s)'nın kardeşi Harun (a.s)'un soyundan gelen İlyas b. Yasin olduğu hususunda
ittifak etmişlerdir. (Razi; el-Mefatihu’l-Gayb)
Katâde ve Muhammed b. İshâk der ki: İlyâs'ın İdrîs olduğu söylenir. İbn Ebî Hâtim'in babası
kanalıyla... Abdullah b. Mes'ûd (r.a.)’dan rivayetine göre o, şöyle demiştir: İlyâs, İdrîs'tir. Dahhâk da
böyle söylemiştir. Vehb b. Münebbih onun nesebini şöyle verir: O; İlyas b. Yasin b. Finhas b. el-İzâr
b. Harun b. İmran’dır. Allah Teâlâ Hazkiyal (a.s)’dan sonra kendisini İsrâiloğulları içinde peygamber
olarak göndermiştir. Onlar, adına Ba’l denilen bir puta taparlardı. İlyas onları Allah'a çağırmış,
Allah'ın dışındaki şeylere tapınmaktan men etmiştir. Kralları önce ona iman etmişken sonra irtidat

43
etmiş ve onlar sapıklıklarında devam etmişlerdir. Onlardan hiç kimse, kendisine iman etmemiş ve
onlar hakkında Allah'a beddua etmesi üzerine üç sene yağmur yağdırılmamıştı. Sonra kendisinden bu
durumun giderilmesini isteyerek kendilerine yağmur yağdırılırsa iman edeceklerini vaat etmişlerdir.
Onlar için Allah'a dua etti de kendilerine yağmur yağdırıldı. Ancak daha önce üzerinde oldukları
küfürden daha çirkininde devam ettiler. Bunun üzerine İlyas, Allah Teâlâ'dan ruhunu kabzetmesini
istedi. El-Yesa' b. Uhtûb onun ellerinde yetişmişti. İlyas ona filân filân yere gitmesini emretti. Önüne
ne gelirse biner ve korkmazmış. Kendisine ateşten bir kısrak geldi de ona bindi. Allah Teâlâ ona bir
nur giydirdi ve telekler [uçmak için kanatlar] bahşetti. Meleklerle beraber semavî ve dünyevî bir
melek gibi uçardı. Vehb bunları Kitap Ehli’nden nakletmektedir. Sıhhatini da en iyi Allah bilir.
“Hani kavmine demişti ki: Siz (Allah'tan bir başkasına tapınmanızda Allah'tan) hiç korkmaz
mısınız? Yaratıcıların en güzelini bırakıp da Ba'l putuna mı taparsınız?” İbn Abbas, Mücâhid,
İkrime, Katâde ve Süddî; buradaki Ba'l kelimesi ile Rabb’in kastedildiğini söylerler. Katâde ve
İkrime bu kelimenin Yemen dilinden olduğunu söylerler. Katâde'den gelen bir rivayette ise o, bu
kelimenin Ezd Şenûe dilinde olduğunu söyler. İbn İshâk der ki: İlim ehlinden birisinin bana haber
verdiğine göre, onlar, adı Ba’l olan bir kadına tapınırlarmış. Abdurrahman b. Zeyd b. Eslem'in
babasından rivayetine göre bu, Ba'lebek adı verilen ve Şam'ın batısındaki bir kasaba ahalisinin
tapındığı putun ismiymiş. Dahhâk onun tapındıkları bir put olduğunu söyler. (İbn Kesir)

Kitab-ı Mukaddes'de İbranî Peygamberi Elijah'ın [Arapça'da İlyas] Ahab ve Ahaziah


zamanında -yani, M.Ö. 9. yüzyılda- Kuzey İsrail Krallığı'nda yaşadığı ve arkasından Elisha'nın
[Arapça'da el-Yese‘] geldiği anlatılır. (Muhammed Esed; Kur’an Mesajı)

İlyas’ın kavmine dediği “sizin Rabbiniz ve daha önceki atalarınızın Rabbi


Allah'ı bırakıp da Baal'e mi yalvarıyorsunuz?” şeklindeki sözlerden anlaşıldığına
göre, İlyas’ın kavmi “Ba’l” adında bir puta tapmaktadır.

“ ‫بعل‬BA'L”

“ ‫بعششل‬Ba'l” kelimesi aslında “yağmurun senede ancak birkaç kez düştüğü


yüksek arazi” demektir. (Lisanü’l-Arab; c. 1, s.459,460) Arapların anlayışında,
eşlerden erkek olana “ba’l” denir. Bir başkasına herhangi bir açıdan üstün olan her
şeye bu isim verilmiştir. Bu nedenle Araplar, Allah’a yaklaştırsınlar diye kulluk
ettikleri ilahlarının bir takım üstünlüğe sahip olduklarına inandıklarından onları
“Ba’l” diye adlandırırlardı. (el-İsfehani; el Müfredat, “ba’l” mad.)
Bu kelimenin türevleri Kur’an’da “koca” manasında kullanılmıştır
(Bakara/228, Hûd/72, Nûr/31).
“Ba’l” sözcüğü, konumuz olan Saffat/124’te özel isim olarak yer almıştır ve
Ba’l putunu ifade etmektedir. İlyas ve elçilik yaptığı kavmin putu olan Ba’l
hakkında birçok nakiller mevcuttur. Merhum Mevdudi bu nakilleri ele alarak gayet
veciz bir özet hazırlamıştır. Bu nedenle kaynaklardan alıntı yapmıyor, Mevdudi’nin
bu özetini sunuyoruz:

Sami toplumları kadim dönemlerde bu kelimeyi "ilâh" anlamında kullanmışlar ve bir tanrıya
özel isim olarak vermişlerdir. Bilhassa "Baal" Lübnan'daki Fenikelilerin en büyük erkek tanrısı
olarak şöhret bulmuştur. Karısı "İştir" ise büyük tanrıça idi. Araştırmacılar arasında "Baal" ile
Güneşin mi, Mars gezegeninin mi, "İştir" ile de Ay'ın mı, Zühre yıldızının mı kastedildiği ihtilaf
konusudur. Ancak her halükârda Babil'den Mısır'a kadar tüm Ortadoğu'da özellikle Lübnan, Şam
ve Filistin'de Baal'e tapmanın yaygın olduğu tarihçe sabittir. İsrailoğulları, Mısır'dan çıktıktan sonra
Filistin'e ve Doğu Ürdün'e geldikleri dönemde, Tevrat'ın şiddetle şirki reddeden bölümlerine ve
"müşriklerle evlenmeyiniz" şeklindeki apaçık hükmüne rağmen müşriklerle evlenmiş, onlarla
sosyal ilişkiler kurmuş ve dolayısıyla şirk hastalığı onlara da bulaşmıştır. Kitab-ı Mukaddes'in
açıklamasına göre, İsrailoğulları'ndaki bu ahlâkî ve dini çöküş, Hz. Musa'nın halifesi, Hz. Yeşu b.
Nun'un vefatını müteakip başlamıştır. (Mevdudi; Tefhimü’l-Kur’an)

44
İlyas, İsrailoğullarından gelen bir peygamberdir. Kur'an'da biri Saffat/123’te, diğeri de
En'am/85'te olmak üzere iki kez anılmıştır. Günümüz araştırmaları Hz. İlyas’ın (as) M.Ö. 875 ve
850'de yaşadığını kabul etmektedirler. Cil'ad, kadim dönemlerde Ürdün'ün kuzey bölgesi ve Yermuk
nehrinin güneyinde bulunmaktaydı. Kitab-ı Mukaddes'te Hz. İlyas'ın (as) ismi "İlya Tişbi" olarak
zikredilmektedir. Kısa tarihçesi şöyledir:
Hz. Süleyman'ın (as) ölümünden sonra, saltanatı, oğlu Rehobam'ın beceriksizliği ve
liyakatsizliği dolayısıyla ikiye parçalanmıştır. Kudüs ve Güney Filistin, Hz. Davud'un torunlarına
kalırken, Kuzey Filistin, merkezi Şamriya olmak üzere "İsrail" adıyla müstakil bir devlet haline
gelmiştir. Her iki devletin durumu da oldukça kötü bir mahiyet arz ediyordu. Öyle ki, İsrail devleti tâ
başlangıcında bile şirk, putperestlik, zulüm, fısk ve fücur içindeydi. Hatta İsrail hükümdarı, Ahyap,
Sayda [Lübnan] hükümdarının kızı Ezbil ile evlendikten sonra, bu fesat daha da çoğaldı. Bu müşrik
kraliçenin etkisiyle kendisi de şirke düşen Ahyab, İsrail'de Baal Tanrısı adına mabetler, adak yerleri
inşa ettirdi. Böylelikle Allah'ın yerine Baal Tanrısı'na tapılmaya başlanmış ve Baal Tanrısı için adak
adama, kurban kesme adet haline gelmiştir.
İşte böyle bir dönemde Hz. İlyas (as) ortaya çıktı ve Cil'ad'dan gelerek, "Şayet sen bu şirk
üzerinde ısrar edersen Yüce Allah sana su vermeyecek, hatta toprağına kırağı bile düşmeyecek"
diyerek hükümdar Ahyab'ı uyardı. Sonuçta Hz. İlyas Peygamber'in (as) bu uyarısı gerçekleşmiş ve
tam üç yıl hiç yağmur yağmamıştır. Bunun üzerine Ahyab, Hz. İlyas'ı bulmak için arattırmaya
başlamış ve onu bulduğunda kendisinden yağmur yağması için dua etmesini istemiştir. Hz. İlyas dua
etmeden önce şart koşarak İsrailoğullarının hepsini toplamış ve Allah ile Baal Tanrısı arasındaki
farkı göstermeye çalışmıştır. O "Baal Tanrısı'na tapanlar tanrıları için kurban kessinler, ben de Allah
için kurban keseceğim. Ateş kimin kurbanına gelirse, bilinsin ki o hak üzeredir" dedi ve hükümdar
Ahyab da bu şartı kabul etti. Bunun üzerine Karmal dağında İsrailoğullarıyla Baal'a tapan 850 kişi
toplandı. Sonuçta ateş Hz. İlyas'ın kestiği kurbana değince, Hz. İlyas (as) herkesin önünde Baal'ın
sahte bir tanrı olduğunu ve gerçek ilahın ise sadece Allah olduğunu ve kendisini peygamber olarak
görevlendirdiğini ispatlamış oldu.
Dolayısıyla Baal tanrısına tapanlar yenilmiş oldular ve Hz. İlyas da (as) onları öldürttü. Sonra
yağmur yağması için dua etti ve tüm ülke yağmurla sulandı. Fakat böyle bir mucize bile Ahyab'ı bir
müşrik olan karısının yıkıcı etkisinden kurtaramadı. Kraliçe, Hz. İlyas'a düşman olmuş ve tıpkı
Baal'e tapanların öldürülmesi gibi peygamberi öldürmeye yemin etmişti. Bu şartlar altında Hz. İlyas
ülkeyi terk etmek zorunda kaldı ve yıllarca Sina Dağı'nın eteklerindeki bir mağarada gizlendi. Bu
olayla ilgili olarak Allah'a figânı Kitab-ı Mukaddes'te şöyle yer alır: "İsrailoğulları ahdini bozdu;
sunaklarını alaşağı etti ve peygamberlerini kılıçtan geçirdi; yalnızca ben kaldım; şimdi de beni
öldürmek istiyorlar." (1 Krallar, 19:10)
Aynı dönemlerde Kudüs’teki Yahudi hükümdarı Jeroham, İsrail'in hükümdarı olan Ahyab'ın
kızıyla evlendi. Bu müşrik prensesin tesiriyle fısk ve fücur İsrail'de de yayılmaya başlayınca, Hz.
İlyas (as) Yahudi devletine karşı da görevini yerine getirmek için, hükümdar Jeroham'a bir mektup
yazdı. Bu mektup Kitab-ı Mukaddes'te şu şekilde kaydedilmiştir:
"Ve ona peygamber İlyas’tan şu yazı geldi: "Atan Davud'un Allah'ı Rab şöyle diyor: Madem
ki, baban Yehoşafat'ın yollarında ve Yahuda kralı Asa'nın yollarında yürümedin, fakat İsrail
krallarının yollarında yürüdün ve Yahuda'da ve Yerüşalim'de oturanlara, Ahab evinin yaptığı gibi
zina ettirdin ve baban evinde senden daha iyi olan kardeşlerini öldürdün; işte Rab, senin kavmini ve
oğullarını ve karılarını ve bütün malını büyük vuruşla vuracak ve hastalık yüzünden günden güne
bağırsakların çıkıncaya kadar bağırsak hastalığı ile ağır hastalanacaksan" (II. Tarihler: 21:12-15) .
Bu mektupta Hz. İlyas'ın söylediği her söz harfiyen doğru çıktı ve düşmanları hükümdar
Jeroham'ın saltanatını yerle bir ettiler, karılarını alıp götürdüler ve kendisi de bir iç hastalığa
yakalandı.
Birkaç sene sonra Hz. İlyas (as) yeniden İsrail'e döndü ve hükümdar Ahyab ile oğlu Ahya'yı
doğru yola getirebilmek için uğraştı. Ancak tüm uğraşlarına rağmen Şamriya hanedanına yayılan fısk
ve fücuru gidermek mümkün olmadı. Bunun üzerine Hz. İlyas "Allah'ım! Bu hanedanı yok et!" diye
dua etti ve daha sonra da Allah onu katına aldı.
Bu olayın ayrıntıları için Kitab-ı Mukaddes'in aşağıda yazılan kısımlarına bakınız. (1. Krallar

45
bölüm: 17,18,19,21; II. Krallar bölüm: 1,2; II. Tarih bölümü: 21)
"Baal" sahip, efendi, reis, koca anlamlarında kullanılır (Örneğin Bakara/128, Hûd/72, Nur/31).
Sami toplumları kadim dönemlerde de bu kelimeyi "ilâh" anlamında kullanmışlar ve bir tanrıya özel
isim olarak vermişlerdir. Bilhassa "Baal" Lübnan'daki Fenikelilerin en büyük erkek tanrısı olarak
şöhret bulmuştur. Karısı "İştir" ise büyük tanrıça idi. Araştırmacılar arasında "Baal" ile Güneşin mi,
Mars gezegeninin mi, "İştir" ile de Ay'ın mı, Zühre yıldızının mı, kastedildiği ihtilaf konusudur.
Ancak her halükârda Babil'den Mısır'a kadar tüm Ortadoğu'da özellikle Lübnan, Şam ve Filistin'de
Baal'e tapmanın yaygın olduğu tarihçe sabittir. İsrailoğulları Mısır'dan çıktıktan sonra Filistin'e ve
Doğu Ürdün'e geldikleri dönemde, Tevrat'ın şiddetle şirki reddeden bölümlerine ve "müşriklerle
evlenmeyiniz" şeklindeki apaçık hükmüne rağmen müşriklerle evlenmiş, onlarla sosyal ilişkiler
kurmuş ve dolayısıyla şirk hastalığı onlara da bulaşmıştır. Kitab-ı Mukaddes'in açıklamasına göre,
İsrailoğulları'ndaki bu ahlâkî ve dini çöküş, Hz. Musa'nın halifesi, Hz. Yeşu b. Nun'un vefatını
müteakip başlamıştır:
"İsrailoğulları Allah'ın huzurunda kötülük yaptılar ve Baal'e tapmaya başladılar. ... ve onlar
Allah'ı bırakarak Baal ve İştir'e tapmaya başladılar" (Hakimler 2:11-13)
"Böylece İsrailoğulları, Kenanlılar, Hititler, Asurlular, Farisîler ile evlenmeye ve onların
tanrılarına tapmaya başlamışlardır. (Hakimler 2:5-6) Yine Kitab-ı Mukaddes'in açıklamalarından
aynı dönemlerde İsrailoğulları arasında Baal'e tapmanın çok yaygın olduğunu anlıyoruz. Öyle ki
İsrailoğullarının putlara kurban kestikleri bir yerleşim bölgesinde, Allah'tan korkan bir İsrailli
dayanamayıp, bir gece oranın kurbangâhını yıkınca hemen ertesi gün halk toplanıp, sırf şirkin
mabedini yıktığı için o İsrailliyi öldürmeye kalkışmışlardır. (Hakimler 6:25-32)
Ancak daha sonraları Hz. Samuel, Hz. Talût, Hz. Davud ve Hz. Süleyman bu durumu
düzeltmişler ve sadece İsrailoğullarını ıslah etmekle kalmayıp tüm ülkeyi şirkten temizlemişlerdir.
Ancak Hz. Süleyman'ın ölümü üzerine bu fitne yine canlanmış ve özellikle Kuzey Filistin'deki
İsrail devletinde Baal'e tapınma yaygınlaşmıştır. (Mevdudi; Tefhimü’l-Kur’an)

133 - Şüphesiz Lût da gönderilenlerdendir [elçilerdendir].


134- 136 - Hani Biz onu ve geride kalıp batanlar içinde kalan bahtsız kadın
hariç ehlinin tamamını kurtarmıştık. Sonra diğerlerini helak etmiştik.
137- 138 - Ve siz elbette sabahleyin ve geceleyin onların üzerine uğrayıp
duruyorsunuz. Hâlâ akletmiyor musunuz?

Geçmişe ait örneklerin beşincisi Lut peygamberdir. Pasajda kısaca Lut’un (as)
da bir elçi olduğu; onun ve -bahtsız, zavallı kadın hariç- ailesinin kurtarılıp
diğerlerinin helak edildiği bildirilmektedir. Sonra da Kur’an indiği dönemde
yaşayanlara, bu kavme ait kalıntıların yanından sürekli gelip geçtikleri ve bu
kavmin akıbetlerini gördükleri hatırlatılmaktadır. Bu hatırlatmayla özellikle tevhid
çağrısına kulaklarını tıkayan müşriklere akıllarını başlarına almaları çağrısı
yapılmaktadır.
Ayetteki “geride kalıp batanlar içinde kalan bahtsız kadın” ifadesi ile; hicret
söz konusu olunca kavmini, oradaki malı mülkü, rahatı, akraba ve çevresini tercih
ederek kocasıyla gelmeyen ve böylece azaba müstahak olan Lût'un karısı kast
olunmaktadır. “Bahtsız kadın” olarak çevirdiğimiz “ ‫عجشششوز‬acuz” sözcüğü,
Hud/72’nin tahlilinde ele alınmış ve orada genişçe açıklanmıştır
Lut’un peygamber olarak gönderildiği kavmin “peygamberleri yalanlama” ve
toplumsal boyuttaki “cinsel sapkınlıkları”na bu surede değinilmemiştir. Konunun
detayı şu surelerdedir:
A'raf/80-84, Hud/77-83, Hicr/58-77, Enbiyâ/74-75, Şuarâ/160-175,
Ankebût/28-34 ve Neml/54-58.

139- Elbette Yunus da gönderilenlerdendir [elçilerdendir].


140- Hani o, dolu bir gemiye doğru kaçak bir köle gibi kaçmıştı.

46
141- Sonra o, ok çekişti, sonra da kanıtı iptal edilenlerden [tezi
çürütülenlerden] oldu.
142- Sonra onu Hut [açgözlülük- bunalım] yutmuştu. O ise kınayıcıydı
[pişman olmuştu].
143, 144- Sonra eğer, şüphesiz o, Allah'ı tesbih edenlerden olmasaydı,
kesinlikle diriltilecekleri güne kadar onun [hut’un] karnında [karanlıklarda,
bunalımda] kalacaktı.
145- Sonra Biz, o hasta iken;[fikir sancısı çekerken] onu sahile attık.
146- Onun üzerine geniş yapraklılardan bir ağaç bitirdik.
147- Ve onu, yüz bin hatta daha çok kişiye elçi olarak gönderdik.
148. Sonunda inandılar, bunun üzerine Biz de onları bir süreye kadar
yararlandırdık.
Geçmişten verilen örneklerin altıncısı Yunus peygamberdir. Burada Yunus ile
ilgili çok önemli bilgiler verilmiştir. Yunus kendisine verilen görevden bunalıp
sabredememiş, kaçak bir köle gibi kaçmıştır. Daha sonra yaşadığı zihinsel mücadele
sonucu hatasını anlayıp tövbe etmiş ve içine düştüğü bunalımlardan kurtulmuştur.
Sonra da Rabbimizin rahmeti ile görevine sarılıp elçilik görevini yerine getirmiştir.
Hatırlanacağı üzere, Rabbimiz, daha evvel ismini vermeden lakabıyla Yunus’a
değinmiş, peygamberimize de onun gibi yapmamasını, sabırla elçilik görevini
sürdürmesini tembihlemişti.

Öyleyse Rabbinin kararına karşı sabret; balık/bunalım arkadaşı gibi olma. Hani o bir kez aşırı
bunaldığında Rabbine seslenmişti.
Eğer Rabbinden ona bir iyilik ulaşmasaydı, kınanmış bir durumda, boş bir yere atılacaktı.
Ancak, Rabbi onu seçti, sonra da iyilerden kıldı. (Kalem/48- 50)

Konumuz olan pasajda, Yunus’un bu durumu kısa işaretler ile


nakledilmektedir.

Yunus kıssası İsrailiyat etkisiyle algılanmış ve bu hususta birçok efsane


oluşturulmuştur. Biz bu pasajda birçok noktayı tahlil edeceğiz. Ancak önce klasik
kaynaklardan birkaç nakil yapacağız:

Yunus (a.s.)'ın Balığın Karnındaki Durumu:

Taberî'nin rivayetine göre, Ebu Hureyre şöyle demiştir: Rasûlullah (sav) buyurdu ki: "Şanı
yüce Allah, Yunus'u balığın karnında hapsetmeyi murad edince, balığa onu al, fakat etini çizme,
kemiğini kırma, diye vahyetti. Balık onu aldı, sonra karnında olduğu halde denizdeki yerine kadar
indirdi. Denizin dibine ulaşınca, Yunus bir ses işitti. Kendi kendisine: Acaba bu ne? diye sordu. Şanı
yüce Allah balığın karnında olduğu halde ona: Bu denizdeki canlıların tesbihidir, diye vahyetti.
Bunun üzerine o da balığın karnında olduğu halde tesbih etti. Melekler de onun tesbihini
işittiklerinde: Rabbimiz, biz alışılmadık bir yerde zayıf bir ses duyuyoruz, dediler. Yüce Allah şöyle
buyurdu: Bu benim kulum Yunus'tur. Bana karşı geldi. Ben de onu denizde balığın karnında
hapsettim. Melekler: Her gün ve her gece kendisinin salih ameli sana yükselen o salih kul mu, diye
sordular. Yüce Allah: Evet diye buyurdu. O vakit ona şefaatte bulundular, Yüce Allah da balığa bu-
yurduğu gibi onu "hasta olduğu halde" kıyıya bırakmasını emretti. Yüce Allah'ın kendisini
nitelendirdiği hastalığı da, balığın onu sahile et ve kemiği yaratılmış, yeni doğmuş küçük bir çocuk
gibi bırakması idi."
Rivayet edildiğine göre, balık, gemi ile birlikte başını yukarı doğru kaldırarak yol alıyor ve
nefes alıyordu. Yunus da bu arada tesbih getiriyordu. Karaya varıncaya kadar balık o gemiden
ayrılmadı. Sağlam bir şekilde onu dışarı bıraktı. Onda hiçbir değişiklik olmamıştı. Bunun üzerine
müslüman oldular. Bunu da Zemahşerî Tefsir'inde zikretmiş bulunuyor.

47
İbnu'l-Arabî de dedi ki: Bana arkadaşlarımızdan birçok kişi İmamu'1-Ha-remeyn Ebu'l-
Mealî Abdu'l-Melik b. Abdillah b. Yusuf el-Cüveynî'den şöyle dediğini haber vermişlerdir: Ona
‘Yaratıcı herhangi bir cihette midir?’ diye sorulmuş. ‘Hayır, O bundan yüce ve münezzehdir’ diye
cevap vermiş. Ona: Buna delil nedir, diye sormuşlar. O da şöyle demiş: Buna delil Peygamber
(sav)'ın: "Benim Yunus b. Metta'dan daha faziletli olduğumu söylemeyiniz hadisidir. Ona: Bu
rivayette delil olacak taraf nedir, diye sorulunca, şöyle demiş: Bu açıklamayı benim şu misafirim
bin dinar alıp onunla bir borcunu ödeyinceye kadar yapmayacağım, dedi. Bunun üzerine iki kişi
kalkıp: Bu bin dinarı ödemeyi biz üzerimize alıyoruz, dediler. el-Cüveynî: Hayır, iki kişi buna kefil
olmasın. Çünkü bu ona ağır gelir, dedi. Birileri: Onu ödemeyi ben üzerime alıyorum, dedi. Bunun
üzerine el-Cüveynî şöyle cevap verdi: Yunus b. Metta kendisini denize attı ve balık onu yuttu.
Denizin dibinde üç karanlık içine gömüldü ve "Senden başka hiçbir ilâh yoktur. Seni tenzih ederim.
Şüphesiz ki ben zalimlerden oldum" diye -Yüce Allah'ın haber verdiği şekilde- seslendi.
Muhammed (sav) ise yeşil Refref'in üzerine oturup onunla meleklerin kalem cızırtılarını işiteceği
noktaya kadar yukarılara ulaşıp Rabbi onunla söyleşip vahyettiği şeyleri ona vahyettiği sırada,
denizin karanlıklarındaki balığın karnında Yüce Allah’a Yunus’tan daha yakın değildi. (Kurtubi; el-
Camiu li Ahkami’l-Kur’an)

Yunus (a.s)'ın Kendisini Denize Atması ve Kura Çekmek:

Taberî'nin naklettiğine göre, Yunus (a.s) gemiye bindiği vakit, gemi şiddetli bir fırtınaya
tutuldu. Gemidekiler: Bu sizden birinizin günahı sebebiyledir, dedi. Yunus bu günahı işleyenin
kendisi olduğunu bilerek: Bu benim günahım sebebiyledir, haydi beni denize atınız, dedi. Onlar ise
kura çekmeden böyle bir teklifi kabul etmediler. "Kura çekmişti de kaybedenlerden olmuştu."
Bunun üzerine onlara: Ben bu işin benim günahım sebebiyle olduğunu size söylemiştim, dedi.
Ancak onlar yine onu ikinci defa kura çekmeden atmayı kabul etmediler. İkinci kurada da o
yenilenlerden oldu. Fakat üçüncü bir defa daha kura çekmeden onu denize atmayı kabul etmediler.
Üçüncü kurada da yenilenlerden oldu. Bunu görünce kendisini denize attı. Bu iş gece karanlığında
olmuştu, onu balık yutmuştu.
Rivayet edildiğine göre, o, gemiye yüzünü örterek binmiş ve uzakça olmayan bir yerde
uyumaya çekilmişti. Tam bu esnada esen şiddetli bir rüzgâr neredeyse gemiyi batıracaktı.
Gemidekiler bir araya gelip dua ettiler ve ‘Şu uyuyan adamı da uyandırın, o da bizimle birlikte dua
etsin’ dediler. Onlarla birlikte Allah'a dua etti ve fırtına dindi. Arkasından Yunus tekrar yerine dönüp
uykuya daldı. Bir rüzgâr daha esti, nerdeyse gemi suda batacaktı. Yine onu uyandırdılar, Allah'a dua
ettiler ve rüzgâr dindi.
Onlar bu halde iken oldukça büyük bir balık onlara doğru başını kaldırdı ve gemiyi yutmak
istedi. Bunun üzerine Yunus onlara: Arkadaşlar bu benden dolayı oluyor. Beni denize atacak
olursanız, siz yolunuza devam edersiniz; rüzgâr da, sizi korkutan tehlikeler de biter. Onlar: Kura
çekmeden seni atmayız, dediler. Kura kime çıkarsa, onu denize atarız. Derken kura çektiler ve kura
Yunus'a çıktı. Arkadaşlar beni atınız, benden dolayı bu işler başınıza geliyor, dediyse de onlar:
Hayır, bir defa daha kura çekmeden bu işi yapmayız, dediler. Yine kura çektiler ve yine kura
Yunus'a çıktı. Onlara: Arkadaşlar beni denize atınız, benden dolayı bu işler başınıza geliyor, dedi.
İşte Yüce Allah'ın: "Kura çekmişti de kaybedenlerden olmuştu", yani ‘kura ona çıkmıştı’ buyruğu
bunu anlatmaktadır. Bunun üzerine Yunus'u alıp geminin baş taraflarına denize atmak üzere
götürdüler. Baktılar ki balık ağzını açmış bekliyor. Bu sefer geminin öbür kıyısına onu getirdiler,
yine balığı gördüler. Öbür tarafa onu götürdüler, yine balığın ağzını açmış beklediğini gördüler.
Yunus bu durumu görünce, o kendi kendisini attı ve balık da onu yakaladı. Yüce Allah balığa: Ben
onu sana rızık olarak vermedim. Senin karnını onun için bir kap kıldım, diye vahyetti. Balığın
karnında kırk gün kaldı. "O bakımdan karanlıklar içerisinde: "Senden başka ilâh yoktur, Seni tenzih
ederim. Gerçekten ben zulmedenlerden oldum" diye seslenmişti. Biz de duasını kabul edip kendisini
gamdan kurtarmıştık. Biz mü'minleri işte böyle kurtarırız." (Enbiya/87-88) Bu husus daha önceden
de geçmişti. Buna dair açıklamalar ileride de gelecektir. (Kurtubi; el-Camiu li Ahkami’l-Kur’an)

48
Kur’a’nın Kendisine Çıkması

İbn Abbas, Yûnus (a.s)'un kıssasıyla alâkalı olarak şunları anlatmıştır. "O, kavmiyle birlikte
Filistin'de oturuyordu. Derken, bir kral onlarla savaştı, onlardan dokuz buçuk kabile esir aldı.
Sonraları geriye sadece iki buçuk kabile kaldı. Hâlbuki Allah Teâlâ, İsrailoğullarına, "Düşmanınız
sizi esir alır veya başınıza bir musibet gelirse, bana dua edin, kabul edeyim" diye vahyetmişti. Onlar,
bunu unutup da esir düşünce, Allah Teâlâ bir müddet sonra, İsrailoğullarının peygamberlerinden
birisine, "Falanca kavmin kralına git ve ona İsrailoğullarına bir elçi [peygamber] göndermesini
söyle" diye vahyetti. Derken bu kral da, kuvvetinden ve emin bir zat oluşundan dolayı Yûnus (a.s)'u
seçti. Yûnus (a.s) da, "Allah bunu sana emretti" deyince, kral, "Hayır, ben, emin ve kuvvetli birisini
göndermekle emrolundum. Sen ise, işte tam bu vasıftasın" dedi. Bunun üzerine Yûnus (a.s),
"İsrailoğulları içinde, benden daha kuvvetlileri var. O halde ne diye onları göndermiyorsun?" dedi.
Kral onda ısrar edince, Yûnus (a.s) öfkelendi, çekip gitti. Derken, Rum Denizi [Akdeniz]'ne geldi ve
orada dopdolu bir gemi gördü. Derken, gemidekiler onu da gemiye aldılar. Gemi, denizin ortasına
gelince, neredeyse batacak oldu. Bunun üzerine gemiciler, "İçinizde günahkâr ve asi var. Eğer böyle
olmasaydı, herhangi bir fırtına ve apaçık bir sebep olmaksızın, böyle bir manzara gemide olmazdı!"
dediler. Tüccarlar da, "Bizim başımıza böylesi şeyler gelmiştir; binaenaleyh, biz böyle bir şeyle
karşılaştığımızda kur'a çekeriz. Kur'a kime isabet ederse, onu, suya atar boğardık. Çünkü tek bir
kimsenin boğulması, herkesin ve her şeyin suya gark olmasından daha hayırlıdır" dediler. Derken,
kur'a Yûnus (a.s)'a çıktı. Bunun üzerine tüccarlar, "Günah işlemeye biz, Allah'ın nebisinden daha
uygunuz" dediler. Bu işi ikinci, üçüncü kez tekrarladılar. Ama her defasında da kur'a Yûnus (a.s)'a
çıktı. Bunun üzerine Yûnus (a.s) "Durun, bu günahkâr benim" dedi, bir örtüye bürünerek kendisini
denize attı.
Derken o balık onu yuttu. Allah Teâlâ da o balığa, "Onun kemiklerini kırma ve mafsallarını
birbirinden koparma!" diye vahyetti. Derken bu balık, onu, önce Mısır'daki Nil nehrine, daha sonra
Fars denizine, oradan el-Betâik Denizi'ne, derken Dicle'ye götürüp, derken onun yüzüne çıkararak,
Nusaybin topraklarında düz ve geniş bir yere attı. Hz. Yûnus (a.s) bu sırada, üzerinde tüyü ve deri
bulunmayan yolunmuş bir civciv gibiydi. Derken Allah, onun üzerine "Yaktın" ağacı bitirdi. O,
hem bunun gölgesinden yararlanıyor, hem de, güçlenip kuvvetleninceye kadar onun mahsulünden
istifade ediyordu. Daha sonra o toprak, ağacı yedi bitirdi. Derken, kökünden yere devrildi. Yûnus
(a.s), buna son derece üzüldü. Bunun üzerine, "Ya Rabbi, bu ağacın altında güneşten ve rüzgârdan
korunuyor, onun ürününden yiyordum. Şimdi ise bu ağaç yere devrildi" deyince ona, "Yûnus! Sen,
bir anda biten ve bir anda kökünden koparak yere yıkılan ağaca üzüldün, bu kadar kederlendin ama
yüz bine ve daha fazlası insana üzülmedin. Onları bırakıp gittin. Onlara git!" denildi." Olayın
hakikatini en iyi bilen Allah’tır. (Razi; el Mefatihu’l-Gayb)

YUNUS’U HUT YUTMASI

Genellikle “onu balık yuttu” diye çevrilen sözcüğün mahiyeti ile ilgili olarak
Araf/163’ün tahlilini yaparken “hut” sözcüğü ile ilgili geniş bir açıklama
(Tebyînü’l-Kur’an: c: 3, s: 72-82) yapmıştık. Önemine binaen o açıklamamızın kısa
bir özetini burada tekrar veriyoruz. Ancak konunun daha iyi anlaşılabilmesi için o
bölümün tamamının okunmasının daha yararlı olacağını düşünüyor, ilgili bölümün
oradan okunmasını öneriyoruz.
“ ‫ حوت‬Hut” sözcüğü, dil bilimcilerinin bir kısmına göre “balık”, bir kısmına
göre de “büyük balık” demektir. Bu anlamıyla sözcük, tatlı ve tuzlu sularda yaşayan
soğukkanlı omurgalıların genel adı olmakla beraber, eski çağlardan beri bilinen
burçlar kuşağındaki bir takımyıldızın adı olarak da kullanılmaktadır.
Ancak Kur’an’ı doğru anlamak için sözcüklerin teamüldeki kullanımını değil,
gerçek anlamlarını bilmek gerekmektedir.
Bu sözcüğün kökü olan “‫ حوت‬hvt”, Arap dilinde “hut” ve “havt” olmak üzere
iki türlü okunur. Bu okunuşlara göre ortaya çıkan iki sözcüğün Bedeviler arasındaki
kullanımı ise şu anlamlara gelmektedir:

49
“Hut” sözcüğünün geçtiği eski şiirlerden biri “Ve Sahip lâ hayre fi şebabihi /
Hûten, izâ mâ zâdenâ / …” şeklindedir. Sözcük bu mısrada “ağır ağır da yutsa,
çabuk çabuk da yutsa, kendisine kâfi gelmeyen [doymayan, doyma duygusu
olmayan]” anlamında kullanılmıştır.
“Havt” sözcüğü ise “kuşun suyun çevresinde veya vahşî hayvanın bir şeyin
çevresinde dönüp durması, oradan ayrılmaması” anlamındadır. Buna da İslâm öncesi
ve sonrası dönemden birçok örnek mevcuttur. (Lisanü’l-Arab; c:2, s:644)
Bu temel açıklamadan anlaşıldığına göre, “hut” sözcüğü aslında doyma hissi
olmadığı ve doyduğunu bilmediği için balıklara yakıştırılmış bir sıfattır, balık demek
değildir. Nitekim herkesin bildiği gibi, sularda yaşayan balığın esas adı “semek”tir.
Balıklarda doyma hissinin olmaması, yemelerine ara verme sebebinin doymaları
değil de tıkanmaları olması bugün artık bilimsel bir bilgidir. Balıkların bu
özelliklerini bilmeyen amatör akvaryumcuların, günlük ihtiyacın üzerinde yemleme
yaptıkları takdirde çatlayarak ölen balıklarla karşılaştıkları, günlük hayata yansımış
bir gerçektir. Balık oburluğunun balık cinsleri itibariyle gösterdiği özellikler ise Su
Ürünleri Fakültelerinin araştırma raporlarına da girmiş durumdadır.
Buna göre, “hut” ve “havt” sözcüklerinin anlamlarını “hırs, doyumsuzluk”
olarak ifade etmek mümkündür.
“Hut” sözcüğünün Kur’an’da yer aldığı pasajlardaki anlatım dikkate
alındığında, sözcüğün daima “sebebiyet mecaz-ı mürseli” şeklinde kullanıldığı
görülmektedir. Yani, sebep olan “hırs ve doyumsuzluk” zikredilmekte fakat hırsın
insanda sebep olduğu “bunalım ve karamsarlık” kastedilmektedir.
Kur’an’ın anlatım özellikleri ve ayet çeşitleri dikkate alındığında, bazı
sözcüklerin mecaz anlamlarda kullanıldığı, dolayısıyla da Yunus peygamber ile
ilgili ifadelerin müteşabih olduğu anlaşılmaktadır:

1- Kalem/48’deki “makzum” sözcüğü aslında “boğazın tıkanması, sıkıntıdan


nefes alamamak” demektir. Sözcüğün bu anlamı Türkçeye “nefes nefese”, “soluk
soluğa”, “havasızlıktan boğulacak hâlde” deyimleriyle çevrilebilir. Ancak bu nefes
darlığı, içinde bulunulan dertten, sıkıntıdan, ıstıraptan da kaynaklanabilir. Nitekim
Yunus peygamberle ilgili diğer ayetler göz önüne alındığında, bu nefes darlığının
sözcüğün hakikat anlamına uygun olarak havasızlıktan değil, sıkıntıdan
kaynaklandığı anlaşılmaktadır.
2- Enbiya/87’de Yunus peygamberin “karanlıklar içinde” olduğu bildirilmiştir.
Buradaki karanlık da yine sözcüğün hakikat anlamına uygun olan “ışıksızlık” değil,
zihinsel bunalımdır. Bunu anlamak için Bakara/257’ye bakmak gerekir:

Allah, iman sahiplerinin Veliy’sidir [yol gösteren, yardım eden, koruyan yakınıdır]; onları
karanlıklardan aydınlığa çıkarır. Küfre sapanlara gelince, onların Yakın Kimseleri tağuttur ki,
kendilerini nurdan karanlığa çıkarır. Bunlar cehennem halkıdır. Orada sürekli kalacaklar onlar.
(Bakara/257)

Görüldüğü gibi, ne Yüce Allah karanlıkta kalanları kurtarmak için onlara ışık
tutacağını söylemekte, ne de Tağut, saptırdıklarını ışıklarını söndürmek suretiyle
karanlığa sürüklemektedir. Dolayısıyla nur “manevî aydınlık, mutluluk”; karanlık
da “zihinsel karanlık, bunalım” anlamına gelmektedir.
3- Enbiya/88’de Rabbimiz Yunus peygamberi “ğamm”dan kurtardığını
bildirmektedir. “Ğamm” sözcüğü ve türevleri hakikat manasında “bulut” demektir.
Fakat sözcük mecazen “keder, üzüntü, sıkıntı, bunalım, karanlık” anlamlarında da
kullanılır. Nitekim Türkçeye de bu anlamıyla geçmiştir. Dolayısıyla “ğamm”
sözcüğü bu ayette Yunus peygamberin buluttan kurtarıldığını değil, üzüntüden,
sıkıntıdan kurtarıldığını ifade etmektedir.

50
4- Saffat/142’deki “onu hut yutmuştu” ifadesi, Yunus peygamberle ilgili diğer
ayetler göz önüne alındığında, Yunus peygamberin üzüntüye boğulduğu, sıkıntıya
düştüğü, bunalıma girdiği anlamına gelmektedir. Yunus peygamberin dopdolu
[yükünü tamı tamına almış] bir gemiye doğru kaçtığı [gittiği] hatırlanacak olursa,
dopdolu olması sebebiyle gemiye binememesi onu üzmüş, bunalıma düşürmüş
olmalıdır.
Gerek “ ‫ ت تت‬hut” sözcüğünün esas anlamı, gerekse Yunus peygamber ile
ilgili ifadelerin müteşabih olması, Yunus peygamber ile ilgili ayetlerdeki “hut”
sözcüğünün “balık” anlamında kullanılmadığını göstermektedir. Buradan hareketle
denilebilir ki, Kehf/61 ve 63’te geçen Musa peygamberin “hut”u da Yunus
peygamberin “hut”u gibi balık değil, düşmüş olduğu bunalımdır, karamsarlıktır.
Üzerinde durulması gereken bir başka nokta da 141. ayette geçen “‫سمماهم‬
sâheme” ve “‫ المدحضين‬müdhadıyn” sözcükleridir. Genellikle ayet “Sonra o, kur’a
çekti ve kaybedenlerden oldu” şeklinde meallendirilmiştir. Oysa biz bu iki sözcüğün
konumuz olan ayete alışılmışın dışında bir anlam kazandırdığı kanaatindeyiz. Bu
nedenle her iki sözcüğü de daha yakından inceleyeceğiz:

“ ‫ساهم‬SÂHEME”: Bu sözcüğün kökü “ ‫سهم‬sehm” sözcüğüdür. “Sehme”, bazen


“nasip, haz” anlamında kullanılsa da, sözcüğün esas anlamı “ok”; kumarda, kur’a
çekiminde kullanılan ok demektir. Sözcük “yüzün değişmesi [hastalıktan, can
sıkıntısından, mahcubiyetten sararması, kızarması]” anlamında da kullanılır.
(Lisanü’l-Arab; c: 4, s: 730- 731)
Konumuz olan “Sâheme” ise, aynı kök fiilin Mufaale kalıbından gelen bir
sözcüktür. Mufaale kalıbı fiile “müşareket [işteşlik]” anlamı kazandırdığından,
“Sâheme” fiili de bu kalıpta “ok çekişti” anlamına gelmektedir.
141. ayete bu anlam gözetilerek bakıldığında, Yunus’un (as) bindiği gemide
birileri ile tartıştığı [karşılıklı okları çekiştikleri] ya da Yunus’un (as) kendi
kendisiyle mücadele edişi, aklı ile hissi arasındaki oklaşması, kavgası anlatılmak
istenmiştir. Zaten 145. ayette “o sakim iken [fikir sancısı çeker iken]” ifadesi yer
almaktadır. Müşareket her zaman çokluk arasında olmayıp tek kişide de olabilir.
Yunus’un (as) kendi kendine yapmış olduğu fikir jimnastiği de işteşlik içeren bir
eylemdir.

‫المدحضين‬MÜDHADIYN: Bu sözcüğün kökü “ ‫دحض‬dhd” fiili olup “kaygan bir


mahalden ayağı kaydı” demektir. Konumuz olan “müdhadıyn” sözcüğü bu fiilin
İf’al kalıbından gelmiştir ve anlamı “ayağın kaydırılması” demektir. Sözcük atın,
devenin ayağının kayması anlamında kullanıldığı gibi, kişinin tezi için ileri sürdüğü
delillerin iptal edilmesi, işe yaramaması anlamında da kullanılır. (Lisanü’l-Arab; c:
3, s: 306. “dhd” mad.) Buna göre, konumuz olan sözcüğün anlamı da “ayağı
kaydırılmışlardan”, “delili iptal edilmiş, tezi çürütülmüş olanlardan” demektir.

Sözcük, konumuz olan ayetten başka şu ayetlerde de kullanılmıştır:

Ve Biz, elçileri ancak müjdeciler ve uyarıcılar olarak göndeririz. Küfretmiş olan kişiler de
hakkı batılla iptal etmek [ortadan kaldırmak] için mücadele ediyorlar. Ve onlar, ayetlerimizi ve
korkutuldukları şeyleri alaya aldılar. (Kehf/56)

Onlardan önce Nuh kavmi ve onlardan sonraki bir takım hizipler yalanladı. Her ümmet, kendi
elçilerini yakalamak için teşebbüste bulundu; kendisiyle hakkı batılla gidermek için mücadele ettiler.
Ben de onları yakalayıverdim. İşte, azabım nasıl oldu? (Mümin/5)

Ve kendisine icabet edildikten sonra Allah hakkında tartışanlar; onların kanıtları Rableri
katında iptal edilmiştir. Ve onların üzerinde bir gazap vardır, çetin azap da onlar içindir. (Şura/16)

51
Artık anlaşılmış olmalı ki, Yusuf ne kur’a çekmiş, ne de kur’ada kaybetmiştir.
O, kaçış sebeplerinin gerekçelerinin geçerli olmadığını anlamıştır. Ya da birileri ona
bunu anlatmıştır.

KAÇMAK- HİCRET

Ayette Yunus’un kaçtığı, hem de sahibinden kaçan bir köle gibi kaçtığı
anlatılmaktadır. Bunun açık anlamı “görevden kaçmak”tır. Hicret ise üstlenilen
görevi, görevi verenin izni veya emri ile bir başka yerde sürdürmeye gitmektir.
Peygamberimiz Mekke’den ayrılırken görevden değil Mekkelilerden kaçıyordu.
Amacı üstlendiği görevi başka ortamlarda devam ettirmekti. Bu nedenledir ki,
Peygamberimizin hicreti hem emirle olmuş, hem de hicret edenler övgüye mazhar
olmuşlardır. Peygamberimizin hicreti ile Yunus peygamberin kaçışı arasındaki
temel fark budur.

Onların söylediklerine/söyleyeceklerine sabret! Ve güzelce ayrıl onlardan. (Müzzemmil/10)

Şüphesiz ki iman eden kimseler, hicret eden kimseler ve Allah yolunda gayret gösteren
kimseler, Allah'ın rahmetini umarlar. Ve Allah, çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir.
(Bakara/218)

Bunun üzerine Rableri onlara karşılık verdi: "Şüphesiz Ben, sizden erkek olsun, kadın olsun
-Ki bazınız bazınızdandır [hepiniz aynısınızdır]- çalışanın amelini zayi etmem. Binaen aleyh göç
edenler, yurtlarından çıkarılanlar, Benim yolumda eziyet edilenler, savaşanlar ve öldürülenler;
elbette onlardan kötülüklerini örteceğim ve Allah katından bir sevap olarak, onları altından ırmaklar
akan cennetlere koyacağım. Ve Allah, sevabın güzeli Kendi katında olandır. (Al-i Imran/195)

145. ayetteki “Sonra Biz, o hasta iken[fikir sancısı çekerken]...” ifadesinden,


Yunus peygamberin de İbrahim (as) gibi bir hayli fikir işkencesi, zihinsel çile
çektiği anlaşılmaktadır. İfadede geçen “Sekım” sözcüğü surenin 89. ayeti tahlil
edilirken incelenmişti.
142- 145. ayetlerden anlaşılan durum şudur: Yunus (as), Allah’a tevbe edip
yakarmış, Allah da onu içinde bulunduğu karanlıklardan, bunalımdan kurtarmıştır.
Yunus (as) daha sonra kavmine gitmiş, onları tekrar Allah’a çağırmıştır. Kavmi de
bu kez çağrısına kulak vermiş, yüz bini aşkın nüfusuyla Yunus’a iman etmiştir.
147. ayetteki “ ‫أو‬ev” edatı genellikle “veya” diye tercüme edilmiştir. Halbuki
bu edat, burada olduğu gibi “hatta” anlamında da kullanılır. (el-İtkan; s. 491, “ev”
edatı; el-Bürhan; c. 4, s. 209. “ev” edatı)
Bunu Bakara/74’te de görebiliriz:

Bundan sonra kalpleriniz katılaştı; taş gibi, hatta daha katı. Çünkü taşlardan öyleleri vardır ki,
onlardan ırmaklar fışkırır, öyleleri vardır ki yarılır, ondan su çıkar, öyleleri vardır ki Allah
korkusuyla yuvarlanır. Allah yaptıklarınızdan habersiz [gafil] değildir. (Bakara/74)

149 - Şimdi sor onlara: Kız çocuklar Rabbinin, oğlan çocuklar onların mı?
150 - Yoksa Biz melekleri dişi yaratmışız, onlar da şahitler miymiş?
151,152 – Gözünüzü açın! Onlar, şüphesiz uydurdukları iftiralarından dolayı:
“Kesinlikle Allah doğurdu” diyorlar. Ve hiç şüphesiz onlar, kesinlikle
yalancıdırlar.
153 - O [Allah], kızları oğullara tercih mi etmiş?
154 - Size ne oluyor? Nasıl hüküm veriyorsunuz?
155 - Hala düşünmüyor musunuz?

52
156 - Yoksa sizin için açık bir güç mü/ kanıt mı var?
157 - O halde, eğer doğru kimseler iseniz getirin kitabınızı.

Surenin ilk bölümünde Kur’an’a, insana ve evrendeki harikuladeliklere dikkat


çekildikten sonra, peygamberimizden de 11. ayette inkârcılara, öldükten sonra
dirilmeye inanmayanlara şöyle demesi emredilmişti:

“Şimdi onlara sor: ‘Yaradılışça kendileri mi daha çetin, yoksa Bizim


yarattığımız kimseler mi?’ Şüphesiz Biz onları cıvık-yapışkan bir çamurdan
yarattık.”
Sonra geçmişe ait kıssalara geçilmiş ve bu kıssalar üzerinden inkârcılara
akıllarını başlarına almaları uyarısında bulunulmuştu. Nihayet bu pasajda da
peygamberimizden inkârcılara tekrar sorması istenmiştir:

“Şimdi sor onlara: Kız çocuklar, Rabbinin; oğlan çocuklar onların mı? Yoksa
Biz melekleri dişi yaratmışız onlar da şahitler miymiş? Kesinlikle Allah doğurdu”
diyorlar. Ve hiç şüphesiz onlar, kesinlikle yalancıdırlar. O [Allah], kızları oğullara
tercih mi etmiş?”

Elçisine bu soruları sorduran Rabbimiz, daha sonra, şirke batmış olanlara


doğrudan kendisi seslenmektedir:

“Size ne oluyor? Nasıl hüküm veriyorsunuz? Hala düşünmüyor musunuz?


Yoksa sizin için açık bir güç mü/ kanıt mı var? O halde, eğer doğru kimseler iseniz
getirin kitabınızı.”

Bilindiği üzere, Mekkeli müşrikler, özellikle de Cuheyne, Huzaa, Benî


Muleyh, Benî Seleme ve Abdudüddar Oğulları, meleklerin Allah’ın kızları
olduğunu iddia etmekteydiler. Konumuz olan ayette bu inançtakiler azarlanarak
böyle bir inanışın herhangi bir mesnedinin olmadığı, ellerinde bu inanışa delil
olabilecek herhangi bir kitabın bulunmadığı vurgulanmakta, dolayısıyla bu inanışa
körü körüne saplanıp kaldıkları mesajı verilmektedir.
Rabbimiz onların bu cahilce inançlarından birçok yerde bahsetmekte ve onları
kınamaktadır.

Onlar, Allah’ın astlarından, yalnızca dişilere yakarırlar. Ve onlar ancak inatçı şeytana
yakarırlar. (Nisa/117)

Ve onlar Onlar, Allah’a kızlar isnad ediyorlar. – O [Allah], bundan münezzehtir. – Kendileri
için de iştahlandıkları şey [oğlan çocukları] vardır. (Nahl/57)

Rabbiniz, size oğulları tahsis etti de kendisi meleklerden dişiler mi edindi? Şüphesiz ki siz çok
büyük bir söz söylüyorsunuz. (İsra/40)

Erkek sizin için, dişi O'nun için mi?


İşte bu, bu şekilde olursa, eksik/haksız bir bölüştürmedir.
Bunlar, Allah haklarında bir kanıt indirmediği halde sizin ve atalarınızın taktığı isimlerden
başka şeyler değildir. Ant olsun, onlara Rabblerinden hidayet geldiği hâlde onlar, sadece zanna
[sanıya], bir de nefislerinin hoşlandığı şeylere uyuyorlar.
Yoksa insan için, her özleyip hayal ettiği mi var?
Son da, ilk de [ahiret de, dünya da] Allah'ındır.
Ve göklerde nice melekler var ki, Allah'ın, dilediği ve hoşnut olduğu kimse için izin
vermesinden sonraki durum hariç, şefaatleri hiçbir işe yaramaz.

53
O ahirete inanmayanlar, melekleri mutlaka dişilerin isimlendirilmesiyle isimlendiriyorlar.
Hâlbuki onların bu konuda hiçbir bilgisi yoktur. Onlar yalnızca zanna uyuyorlar. Zan [Sanı] ise
“Hakk”tan hiçbir şey kazandırmaz. (Necm/21-28)

Ve onlar, O’nun için kendi kullarından bir parça kıldılar. Şüphesiz şu insan kesinlikle apaçık
bir nankördür.
Yoksa O, yarattıklarından kızlar edindi de oğulları size mi seçti?
Onlardan biri, Rahman’a örnek vurduğu ile müjdelendiği zaman yüzü simsiyah kesilir. Ve o
yutkunan biridir.
Ve yoksa onlar, mücevherler içerisinde yetiştirilip de mücadelede apaçık olmayanı mı?
Onlar Rahman’ın kullarının ta kendisi olan melekleri de dişi kıldılar. Onlar, onların yaratılışına
tanık mı oldular? Onların tanıklıkları yazılacak ve onlar sorguya çekileceklerdir. (Zuhruf/15- 19)

158 – Ve onlar, O’nun [Allah] ile cinler arasında bir nesep [hısımlık bağı]
kıldılar. Oysa ant olsun cinler kendilerinin mutlaka hazır edilenler [mahşerde
toplananlar] olduklarını bilirler.
159 - Allah, onların nitelediği şeylerden münezzehtir.
160 - - Ancak Allah'ın arıtılmış kulları müstesna [onlar, Allah'ı böyle şirk ile
nitelemezler].

Bu ayetlerde yine müşriklerin durumlarına dönülüp bir başka batıl inançları


sergilenmektedir. Sözü edilen batıl inanç, onların “görünmez varlıklar, güçler” ile
Allah arasında bir nesep bağı olduğu şeklindeki inançlarıdır.
Burada konu edilen “neseb bağı”, daha evvel birçok yerde değinilen ve
özellikle de bir önceki pasajda konu edilen “meleklerin Allah’ın kızları olduğu”
şeklindeki inanca bir gönderme olarak anlaşılmıştır. Biz, bu pasajda bundan
bahsedilmediği, burada konu edilen şirkin başka bir şirk türü olduğu kanaatindeyiz.
Nitekim Razi de bu konuda şöyle demektedir:
Ben derim ki, bu görüş bana göre bir problem arz etmektedir. Çünkü Allah Teâlâ, Kureyş'in
''Melekler Allah'ın kızlarıdır" şeklindeki sözlerini çürütmüş, daha sonra da,"O'nunla cinler arasında
bir nesep uydurdular" cümlesini buna atfetmiştir. Hâlbuki atıf, “matuf”un “matufun aleyh”ten
başka olmasını gerektirir. Binaenaleyh, bu ayetten kastedilenin öncekinden başka olması gerekir.
Biz, Cenâb-ı Hakk'ın "Onlar, cinleri Allah'a ortak koştular" (En'âm/100) ayetini tefsir ederken, bir
grup zındığın "Allah ve İblis, iki kardeştirler. Allah, hayırlı ve iyi olan kardeş, İblis de adî ve şerli
olan kardeştir" dediklerini rivayet etmiştik. Binaenaleyh, buradaki "Onunla cinler arasında bir
nesep uydurdular" cümlesinden, işte bu inanç kastedilmiştir. Bana göre bu görüş, doğruya en yakın
olan görüş olup, Yezdan ve Ehrimen şeklinde ikili [düalist] sisteme inanan Mecûsilerin görüşüdür.
(Razi; el Mefatihu’l-Gayb)

ZERDÜŞTÇÜLÜKTE DÜALİZM

Zerdüştçülüğün genel olarak iki tanrılı bir din olduğu kabul edilir.
Tanrılardan biri “iyilik tanrısı”dır ve bütün iyiliklerin kaynağıdır. Avesta’da
ismi Ahura Mazda [Ormazad, Ormuz], Yezdan ya da sadece Ahura olarak geçer.
Diğeri ise bütün kötülüklerin kaynağı ve yöneticisidir; bu da metinlerde
Ahriman, Div, Drug ya da Angra Manyu şeklinde geçer. Ayrıca Ahura'nın yanında,
onun yarattığı ve onun yardımcısı olan altı tanrı daha vardır. Bunlara Imşas Pendler
[ebedi mukaddesler] denir.
Bu mukabil Ahriman’ın da böyle altı yardımcısı vardır: Bunlara da
Kamerikan denilir. (Ansiklopediler)
Burada konu edilen husus Sasanilerdeki “Ehrimen” ve “Yezdan” inançları ile
sınırlı değildir. Ayetin devamındaki “Oysa ant olsun cinler kendilerinin mutlaka
hazır edilenler [mahşerde toplananlar] olduklarını bilirler” bölümünden

54
anlaşıldığına göre, burada konu edilen, insanların kendi iblisleridir. Dolayısıyla,
“Ve onlar, O’nun [Allah] ile cinler arasında bir nesep [hısımlık bağı] kıldılar”
ifadesiyle akıllarını, ham fikirlerini ilah edinen ve bu fikri kendilerine veren iblisi
Allah’ın eşi kabul edenler kastedilmektedir.

Ve onlara: “Allah’ın astlarından taptığınız şeyler nerede? Size yardım ediyorlar mı veya
kendilerine yardımları dokunuyor mu?” denilmiştir.
Sonra da onlar [putlar ve azgınlar] ve İblisin askerleri toptan onun [cehennemin] içine
fırlatılmışlardır.
Onlar, onun içinde birbirleriyle çekişirlerken dediler ki: “Vallahi biz, gerçekten apaçık bir
sapıklık içinde idik. Çünkü biz sizi, âlemlerin Rabbi ile bir seviyede tutuyorduk. Ve bizi yalnızca o
günahkârlar saptırdı. Artık bizim için şefaatçilerden hiçbir kimse ve candan bir veliy yoktur. Ah
keşke bizim için bir geri dönüş olsaydı da biz de müminlerden olsaydık!” (Şuara/ 98)

Toplayın o zulmedenleri, eşlerini ve Allah’ın astlarından tapmış oldukları şeyleri. Sonra da


onları cahimin [cehennemin] yoluna kılavuzlayın. (Saffat/22,23)

Ve onlar, cinleri [görünmez güç ve varlıkları] Allah’a ortaklar kıldılar. Halbu ki onları O
yaratmıştır. Bilgileri olmadan da oğullar, kızlar uydurdular. —O’nun şânı onların nitelediği
şeylerden münezzeh ve yücedir. (En’am/100)

161- 163 - Artık siz ve taptıklarınız, kendiliğinden cehenneme saldıran


kimseden başkasını O’na [Allah'a] karşı fitneye sürükleyemezsiniz [ateşe
atamazsınız].

İkna edici deliller ile gerekli açıklamalar yapıldıktan sonra, bu ayette düz
anlatımdan vazgeçilip çevresindeki insanları saptırmak isteyen müşriklere canlı bir
seslenme yapılmıştır: “Artık siz ve taptıklarınız, kendiliğinden cehenneme saldıran
kimseden başkasını, O’na [Allah'a] karşı fitneye sürükleyemezsiniz [ateşe
atamazsınız].” Yani “Sizler ve mabutlarınız bir kimseyi yoldan çıkarma gücüne
sahip değilsiniz. Siz ve Allah’ın astlarından taptığınız şeyler, kötü niyetliler ve ateşi
hak edenler hariç, hiç kimseyi ne fitneye düşürebilir ne de saptırabilirsiniz”
denmektedir.
Kur’an’dan öğrendiğimize göre, toplumlar kimi zaman insanlara, kimi zaman
meleklere, kimi zaman da cinlere, şeytanlara veya belirli sembollere tapmışlardır.

Ve o gün O [Allah], onları hep birlikte toplayacak, sonra meleklere: “Şunlar mı size
tapıyorlardı?” diyecektir.
Onlar: “Seni tenzih ederiz. Onlara karşı bizim velimiz Sensin. Bilakis onlar cinlere
tapıyorlardı. Çoğu onlara inananlardı.” dediler.
Artık bu gün bazınız bazınıza yarar ve zarara malik olmaz. Ve Biz o zulmetmiş [şirke batmış]
kişilere: “Tadın bakalım o kendisini yalanlayıp durduğunuz ateşin azabını!” deriz. (Sebe/40- 42)

(İblis) “Öyleyse, beni azgınlığa itmene karşılık, and olsun ki, ben onlar için Senin dosdoğru
yoluna oturacağım, sonra yine and olsun ki onların önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından
onlara sokulacağım ve Sen, çoklarını şükredenler bulmayacaksın” dedi. (A'râf/16- 17)

O [İblis] dedi ki: "Şu benden üstün kıldığın şu kişiyi gördün mü? Yemin ederim ki, eğer beni
kıyamet gününe kadar ertelersen, pek azı hariç, onun zürriyetini kendi buyruğum altına alacağım."
O [Allah] dedi ki: "Git! Sonra onlardan kim sana uyarsa, bilin ki, şüphesiz ki, cezanız yeterli
bir ceza olarak cehennemdir. Onlardan gücünü yetirdiklerini sesinle sars. Ve atlılarınla ve
yayalarınla onların üzerine yaygara kopar! Mallarda ve çocuklarda onlara ortak ol! Ve onlara
vaatlerde bulun.” -Ve şeytan onlara aldatmadan başka bir şey vaad etmez.- Şüphesiz ki, Benim

55
kullarım; senin için onlar aleyhine hiçbir güç yoktur.” -Vekil olarak da Rabbin yeter.- (İsrâ/62- 65)

164- 166 - Ve "Bizden her birimizin mutlaka belli bir makamı vardır. Ve biz
kesinlikle saf saf dizilenlerin/dizenlerin ta kendisiyiz. Biz, tesbih edenlerin [Allah’ı
noksanlıklardan arındıranların] de ta kendisiyiz” derler.

Bağımsız bir necm olan bu ayetlerde, “İntak [konuşturma]” sanatı yapılmak


suretiyle Kur’an ayetleri dillendirilmektedir. İntak sanatıyla mesaj verme Kur’an’da
sık başvurulan bir yöntemdir. Meryem/64, Hud/1-4, Zariyat/50, 51. ayetler, intak
yapılan ayetlerden sadece birkaçıdır.
Bu ayetlerde Kur’an ayetlerinin işlevleri bildirilerek bir bakıma surenin
başındaki “‫ص شّفات‬
ّ ‫ ال‬essaffat” sözcüğü açıklanmaktadır. Oysa bazıları bu ayetteki
sözlerin melekler tarafından konuşulduğunu iddia etmişlerdir. Ne var ki, bu görüş
isabetli bir görüş olmaktan uzaktır.
Kur’an’da yer alan her ayetin belli bir işlevi vardır. Kimi aklı çalıştırır, kimi
ölü mesabesindeki kimliği canlandırır, kimi yanlışları düzelttirir, kimi kişiye onur
kazandırır, kimi bilgi verir, kimi uyarır, kimi de müjde verir.

167- 169 – Ve onlar kesinlikle diyorlardı ki: “Şüphesiz eğer yanımızda


öncekilerden bir öğüt/kitap olsaydı, elbette biz de Allah’ın arıtılmış kulları
olurduk.”
170 - Şimdi de onu inkâr ettiler. Artık yakında bileceklerdir.

Bu ayetlerde müşriklerin tutarsızlığı açıklanmaktadır. Müşrikler kendilerine


elçi gelmeden önce “Şüphesiz eğer yanımızda öncekilerden bir öğüt/kitap olsaydı,
elbette biz de Allah’ın arıtılmış kulları olurduk” dedikleri halde kendilerine elçi
gelince, kitap gönderilince onu inkâr etmişlerdir. Ayetin son bölümündeki “Artık
yakında bileceklerdir” ifadesi, tutarsız müşriklere açık bir tehdittir.
Müşriklerin tutarsızlıkları başka ayetlerde de belirtilmiştir:

Ve onlar var güçleriyle Allah’a yemin etmişlerdi ki, kendilerine uyarıcı bir peygamber
gelirse, mutlaka ümmetlerin her birinden daha doğru yolda olacaklardı. Buna rağmen ne zaman ki
kendilerine bir uyarıcı geldi, bu, yeryüzünde bir kibirlenme ve kötülük düzeni yönünden onların
sadece nefretlerini artırdı. Hâlbuki kötü düzen ancak kendi ehlini çepeçevre kuşatır. O hâlde
öncekilerin kanunundan başka ne gözetiyorlar? Onun için sen Allah’ın sünnetinde asla bir değişme
bulamazsın. Sen Allah’ın sünnetinde asla bir başkalaşma da bulamazsın. (Fatır/42, 43)

Ve bu [Kur'ân], “Kitap, sadece bizden önceki iki topluluğa [Yahudi ve Hıristiyanlara] indirildi;
Biz ise onların okumasından habersizdik [o kitapları okuyamıyor ve dillerini anlayamıyorduk” veya
“Eğer bize kitap indirilseydi, biz onlardan daha çok doğru yolda olurduk” demeyesiniz diye Bizim
indirdiğimiz bereketli bir kitaptır. O nedenle, rahmet olunmanız için ona uyun ve takvalı davranın.
İşte size de Rabbinizden açık delil, kılavuz ve rahmet gelmiştir. Öyleyse Allah’ın ayetlerini
yalanlayıp, onlardan yüz çevirenden daha zalim kim olabilir? Ayetlerimizden yüz çevirenleri, yüz
çevirmeleri sebebiyle azabın kötüsüyle cezalandıracağız. (Enam/155, 157)

171- 173 – Ve ant olsun ki, gönderilen kullarımız [elçilerimiz] hakkında bizim
sözümüz geçmiştir: “Şüphesiz onlar, kesinlikle galip olanların ta kendisidir.
Şüphesiz Bizim ordularımız kesinlikle galip gelenlerin ta kendisidir.”

Bu pasajda açıklanan hükümle 170. ayetteki “Artık yakında bileceklerdir”


tehdidine açıklık getirilmiştir. Bu hüküm, Rabbimizin şu kararıdır: Elçilere yardım
edilecek ve onlar galip geleceklerdir. Allah’ın orduları kesinlikle yenilmeyecektir.

56
Allah: ”Elbette Ben ve elçilerim galip geleceğiz” yazmıştır. Şüphesiz Allah Kaviyy’dir,
Aziz’dir. (Mücadile/21)

Ey iman etmiş kimseler! Eğer siz Allah'a yardım ederseniz O’da size yardım eder ve
ayaklarınızı sabit tutar. (Muhammed/7)

O, kendi imanları ile birlikte, imanca fazlalaşsınlar diye müminlerin kalplerine sekine [güven-
moral- mutluluk] indirendir. Göklerin ve yerin orduları da yalnızca Allah'ındır. Ve Allah, en iyi
bilendir, en iyi yasa koyandır. (Fetih/4)

Ve gevşemeyin, üzülmeyin! Ve eğer inananlar iseniz, en üstün olan sizsiniz. (Al-i Imran/139)

Şüphesiz Biz elçilerimize ve iman etmiş kişilere şu basit yaşamda ve şahitlerin kalktığı
[şahitlik edecekleri] günde [kıyamette] kesinlikle yardım ederiz. (Mümin/51)

Ayette konu edilen galibiyet, sadece savaş alanlarında alınacak galibiyetler


olarak değil, mümin toplumların siyasal, sosyal ve ahlaki alanlardaki üstünlükleri
olarak da anlaşılmalıdır. Tarihe bakıldığında, Nuh peygamberden bu yana, İslam
karşıtı düşünce ve inanışlar geçici bir süre rağbet görmüş olsalar da, kısa bir zaman
sonra silinip gitmişlerdir. Peygamberlerin getirdiği değerler dizgesi ise aradan
binlerce yıl geçmesine rağmen bugün de varlığını ve zindeliğini korumaktadır.
Ayrıca sosyolojik veriler açıkça göstermektedir ki, bu ilahî hakikatler insanlığın
gündeminden düşmeyecek, peygamber mesajları insanlık için kıyamete kadar
cazibe merkezi olmaya devam edecektir.

174, 175 - Artık sen, bir süreye kadar onlardan yüz çevir. Ve onları gözetle.
Onlar da yakında göreceklerdir.
176 - Ya şimdi onlar, Bizim azabımızı çabuk gelsin mi istiyorlar?
177 - Fakat o [azabımız], onların sahasına indiği zaman da uyarılanların
sabahı ne kötüdür!
178, 179 – Yine sen, bir zamana kadar onlardan yüz çevir ve onları gözetle!
Onlar da yakında göreceklerdir.

Bu ayet gurubunda peygamberimizden tutarsız, anlayışsız, üstelik karşı


mücadele veren müşriklere karşı biraz mesafeli davranması ve onları gözetlemesi
istenmiş, ardından da alaycı müşrik kitlesi uyarılmıştır.

179. ayetteki “Onlar da yakında göreceklerdir” ifadesi, daha önce geçen 175.
ayetteki gibi müşriklere doğrudan bir tehdit içermektedir. Bu tehdit, hem dünyada
tadacakları yenilgileri, hem de kendilerini ahirette bekleyen perişanlıkları
kapsamaktadır. Gerçekten de bu ayetlerin nüzulünden 15 yıl bile geçmeden
Mekke’deki malum Kureyşli müşrikler, Rasûlullah’ın Mekke'ye muzaffer olarak
girdiğini ve yine bir kaç yıl sonra Allah’ın mesajlarının sadece Arapları değil,
koskoca İmparatorlukları, Kayser ve Kisraları dahi etkilediğini, âlemlere yayıldığını
görmüşlerdir.
Ancak Rabbimiz, rahmeti gereği “Ya şimdi onlar, Bizim azabımızı çabuk
gelsin mi istiyorlar? Fakat o [azabımız], onların sahasına indiği zaman da
uyarılanların sabahı ne kötüdür!” diyerek yine de onları uyarmaktadır. Bilindiği
üzere, inkarcılar azabın inmesi hususunda alaycı alaycı konuşarak onun hemen
gelmesini istiyorlardı.

180 – İzzetin [güç, kuvvet, yenilmezlik, şan ve şerefin] Rabbi olan senin
Rabbin, onların nitelediği şeylerden münezzehtir.

57
181- Ve selam gönderilenleredir [elçileredir]!
182- Hamd de âlemlerin Rabbi Allah’adır.

Surenin bu son ayetlerinde, Yüce Allah öncelikle kendisini müşriklerin şirk


koşmalarından; ortak, oğul, kız edindiği gibi iftiralarından tenzih etmektedir.
Allah’ın münezzeh olduğu, elçilerin esenlik ve güvenlikte olduğu ve olacağı
bildirildikten sonra, hamdin de Allah’a mahsus olduğu bildirilmektedir. Böylece
doğru inanç ortaya konup bir anlamda herkes kendi tercihinde özgür
bırakılmaktadır.
180. ayetteki “izzetin Rabbi” ifadesi, izzetin [üstünlüğün, galibiyetin] plan ve
programının Allah’a ait olduğunu göstermektedir. Böylece hiç kimsenin kendi
kendine güce, şan ve şerefe nail olamayacağı vurgulanmaktadır.
Allah, doğrusunu en iyi bilendir.

58

You might also like