Geleceği Geçmişten
Geçmişi Gelecekten
Kurtarmak
Denemeler
415
Denemeler
KÖKSÜZ YAYINLAR
DİVANYOLU CAD. NO 54
ERÇEVİK İŞHANI 102
34110 EMİNÖNÜ
TEL/FAKS:+90.(0)212.519 56 35
koksuz@yahoo.com.tr
GELECEĞİ GEÇMİŞTEN
GEÇMİŞİ GELECEKTEN KURTARMAK - DENEMELER
BİRİNCİ BASIM
OCAK 2010
ISBN 978-605-60414-2-6
416
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak
Geleceği Geçmişten
Geçmişi Gelecekten
Kurtarmak
Denemeler
Demir Küçükaydın
417
Denemeler
Demir Küçükaydın
1949’da Balıkesir’in Savaştepe ilçesinde doğdu. Lisede kompozisyon dersinde “Ana-
dilinizi neden seversiniz?” sorusunu, “Soru yanlış, anadilimi sevmek zorunda değilim”
diye yanıtladığı için okul değiştirmek zorunda kaldı. Soğuk demircilik mesleğini
öğrendi. İzmir’de TİP Karşıyaka İlçe örgütünde ve mensucat fabrikasında çalıştı.
İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sosyoloji bölümünde okudu. 1968 üniversite
işgallerine katıldı. Samsun-Ankara yürüyüşünde yer aldı. Deniz Gezmiş’in önderi
olduğu Devrimci Öğrenci Birliği’ne girdi. Yapı İşçileri Sendikası’nda İsmet Demir’le
çalıştı. Aliağa rafineri inşaatı örgütlenmesine katıldı. Dev-Genç’in İstanbul yönetimine
seçildi. Filistin’e gitti, Demokratik Halk Kurtuluş Cephesi’nde askeri eğitim aldı.
Dönerken sınırda yakalandı, işkence gördü. Nizip ve Antep cezaevlerinde 2,5 ay yattı.
Çıkınca tekrar işçi örgütlenmelerinde çalıştı. Aliağa grevlerinin örgütlenmesinde yer
aldı. Necmettin Giritlioğlu yanı başında öldürüldü. Dev-Genç davasından tutuklandı,
beş ay hapis yattı. Çıkınca tekrar fabrika ve işçi örgütlenmelerinde çalıştı. TSİP’i kuracak
olanların çizgisine karşı çıktığı için tecrit edildi ve kendi başına örgütlenmeye başladı.
TKP’nin yeniden örgütlenmesi faaliyetlerine katıldı. Bunun organı Kıvılcım gazetesini
çıkardı. Altı sayı sonra gazete kapatıldı ve tutuklandı. Gazetedeki yazılarından dolayı
önce yüz üzerinden 36, sonra 17 yıla mahkûm oldu. On yıl hapis yattı. Hapiste teorik
çalışmalar yapıp çeşitli kitap ve makaleler yazdı. Hapisten kaçmak için tünel kazmaya
katıldı. Tünel yakalanınca tekrar ceza aldı. 1984’te Malatya E Tipi cezaevinden
tahliye oldu. Mevcutlu olarak askere götürüldü. Tebdilihava alınca askerden firar etti.
Fransa’da politik mülteci oldu. Dördüncü Enternasyonal Fransız seksiyonunda (LCR)
çalıştı. Almanya’ya gitti ve Alman seksiyonunda (GİM) çalıştı. Ne Yapmalı dergisi ve
Devrimci Marksist Tartışma Defterleri’nin redaksiyonunda yer aldı. Ayrıca Almanca
SoZ Magazin adlı teorik derginin redaksiyonunda çalıştı. Türkiye’de Kuruçeşme Süreci
diye bilinen tartışmalarına Avrupa’da katıldı. Bu çalışmalarını Birlik mi Rekompozisyon
mu adlı kitapta topladı. Hamburg’da taksi şoförü olarak çalışmaya başladı. Özgür
Gündem’de haftalık denemeler yazmaya başladı. Sosyalizmin Sorunları dergisinin
yayınında çalıştı. Bu dönemde yeni sosyal hareketler, Marksizm’in devrimci ve eleştirel
geleneğini sürdüren damarların (Kıvılcımlı, Troçki, Benjamin) sentezi, ulus teorisi,
dünyanın siyah-beyaz bölünmüşlüğü, süreksiz devrim gibi teorik sorunlar üzerinde
yoğunlaştı. Yabancılara yönelik Köxüz dergisi ve teorik Yeni Zamanlar’da yazdı.
İnternet yaygınlaşınca Demirden Kapılar sitesinde ve çeşitli forumlarda tartışmalara
katıldı ve yazılarını yayınladı. Özgür Politika ve Özgür Gündem gazetelerinde yazarlık
yaptı. 2001’de Kıvılcımlı Sempozyumu’nun örgütlenmesine katıldı. Radikal demokrat
çizgide bir politik dergi için girişimlerde bulundu. Bunlardan sonuç çıkmayınca halen
yazarı olduğu Köxüz sitesinin kuruluşuna katıldı. Son yıllarda ulus, din, üstyapı teorileri
alanında yoğunlaştı.
418
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak
Annem ve Babama...
419
Denemeler
420
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak
İçindekiler
Önsöz .......................................................................................................... 1
Kıvılcımlı’nın Mirası .................................................................................. 9
Hayat Hızlı Gideni Cezalandıracaktır.......................................................15
Politik Olan Özeldir ...................................................................................19
Geleceği ve Geçmişi Kurtarmak .............................................................. 25
1 Mayıs’ın Doğuşu, Bugünü ve Geleceği Üzerine Düşünceler ................41
Türk Nedir?................................................................................................51
Azınlıklar ve Demokrasi ...........................................................................55
Tarihin Laneti ............................................................................................59
Kötü Olabilme ve Yanlış Yapabilme Hakkı ............................................. 63
Hatalar Sizden Hızlı Koşarlar ...................................................................67
Hayat ve Ölüm ...........................................................................................71
1 Mayıs Düşünceleri..................................................................................75
Taşralılık ................................................................................................... 83
Kendiliğindenliğe Övgü ........................................................................... 87
Politik İslam Nedir? ...................................................................................91
Requiem ve 11 Eylül ................................................................................. 97
Kıyafet Kavgasının İlk Anlamı ................................................................ 99
Umutsuzluk İlkesi....................................................................................107
Doğu ve Batı ............................................................................................ 111
Eurovizyon, Modernleşme ve Demokratikleşme ...................................115
421
Denemeler
Bonapartizm ............................................................................................119
Sıfırın Değeri ...........................................................................................125
Minima Politika .......................................................................................129
“Almanların En İyisi” Olarak Marks veya
Yenilgide Zaferi Kutlamak ......................................................................141
Fizikte Bunalım: Karanlık Madde ve Karanlık Enerji ...........................155
Ararat .......................................................................................................161
Kemalizm ve İslam ..................................................................................165
Sabetaycılar, Yahudiler, Anti-Semitizm ve Kemalizm ...........................169
Doğu Toplumları ve Ütopya ....................................................................177
Saçma Dünya ...........................................................................................185
Polemik Yapmak ya da Unutulmuş Bir Politik Kültürün
İzlerinin Ardında .....................................................................................189
Zina Özgürlüğü........................................................................................197
Teori ve Politika .......................................................................................201
Şu Azınlıklar Tartışması ........................................................................ 205
Che’nin Che Olmadan Önceki Yolculukları .......................................... 209
Türklüğü ve Ulusu Yeniden Tanımlamanın Farkı ..................................215
Kürt Olduğu İçin Vurulan 5-C Öğrencisi
Uğur’un Anısına ......................................................................215
Doğa ve Toplum.......................................................................................219
1905 – Özel Görelilik ve Sürekli Devrim .............................................. 223
Kurban Bayramının Ekonomi Politiği ................................................... 227
‘‘Pardus – Ulusal İşletim Sistemi” ..........................................................237
Avrupa Merkezcilik ve Çok Kültürlülük
veya
“Çok Kültürlü Toplum” Sloganı
Niçin Gericidir? .......................................................................................247
Avrupa-Merkezcilik Nedir? .................................................... 248
Kültür Nedir? .......................................................................... 256
Kültürün “Çok kültürlülük” Bağlamındaki Anlamı...............261
422
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak
Almanların En Meşhuru..........................................................................267
Kuş Gribi (Tavuk Vebası), Globalleşme,
Kapitalizm ve Ulusal Devletler ...............................................................271
Ek 1 – Basına ve Kamuoyuna ............................................... 284
Ek 2 – Grip Kuş ve... ............................................................... 289
Mal Varlıkları, Özel Hayat, Devlet Sırları, Ticari Sırlar.........................291
Marksist Kültür ve Uygarlık Kavramları ve
Uygarlıklar/Kültürler Çatışması..............................................................301
Yaradılış Teorisi, Tanrı ve Ulusçuluk ..................................................... 311
Jakobenizm Nedir? Osmanlı’da Kim Jakobendi?
Bugün Kimdir? ........................................................................................315
Bir Anlık Gecikme ..................................................................321
Bir Lâhza-i Teahhur .................................................................322
Da Vinci Şifresi’nin Şifresi......................................................................325
Dünya Kupası’nın Düşündürdükleri .......................................................331
Sol Neden “Ofsayt”ta?.............................................................................335
Futbol Şampiyonası, Alman Politikası ve Sol .........................................341
Spor ve Futbol Üzerine Değinmeler ........................................................353
İşçi Sınıfı ve Futbol..................................................................353
Uluslar, Spor ve Politika ..........................................................354
Gerici Ulusçuluk ve Spor ........................................................359
Sosyalizm, Sosyalist Ülkeler ve Spor ......................................362
Napolyon’un Sözleri ................................................................362
Türkler, Güvercinler ve İnsanlar .............................................................367
İnsan Olmak, Demokrat Olmak ve Yenilgicilik .....................................371
Türban’ın Diyalektiği ..............................................................................375
Şu “Ötekileştirmek” Meselesi .................................................................387
Özür Dilemenin Sorunları ve
Her Şeye Rağmen
Niçin Kampanyaya Destek? ................................................................... 403
Tarih ve Demokrasi ................................................................................ 409
423
Denemeler
424
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak
Önsöz
Yirminci yüzyılın son çeyreğinde doğmak ve 90’larla sonu ilan edilen tari-
hin tek kutuplu muzaffer dünyasında devrimci Marksizm’i savunmak. Ne
Ekim Devrimi, Doğu Avrupa devrimleri, Sovyetler Birliği’nin çözülüşü,
ne de ’68 sürecinin toplumsal hareketlenmesi, Kızıl Tugaylar, Deniz’lerin
idamı, Mahir’lerin, Kaypakkaya’ların katledilişi. Bunların hiçbirinde bir
anlam bulmayan ve hiçbirine aşina olmayan yeni jenerasyonun imaj ve
markalarla sınırlı dünyasında genç bir sosyalist olarak giderek yalıtılmak,
yalnızlaşmak.
Bir banka şubesinde güneşin doğuşundan batışına dek zamanını bilgi-
sayardaki rakamlara harcayan bankacılar, kilometrelerce uzayan şehir tra-
fiğinde saatlerini yitiren yolcular, bir ömür karın tokluğuna çalışıp ev sahi-
bi olmaktan yoksun işçiler, oranı giderek artan işsiz, yoksul, aç, sefil yığın-
lar, yeryüzü ölçeğinde geri dönülemez etkiler yaratan eriyen buzullar, in-
sanlığı pençesine alan depresyonun tescilli yeni ruh hastaları ve hastalıkla-
rı, işlenen akıl almaz nefret cinayetleri, göçmen karşıtlığı, ırkçı katliamlar,
şoven yükseliş: İşte yirmi birinci yüzyılın ilk çeyreğinden birkaç fotoğraf.
Ancak sayılan bu irrasyonel olgulardan daha da vahimi, toplumun tüm bu
olanları hayatın olağan bir parçasıymış gibi normalize etmesi ve meşrulaş-
tırması. İşte benim 1984’lü çağım.
Sanırım ne Hikmet Kıvılcımlı’nın ne de Demir Küçükaydın’ın yitik ku-
şağı, modern uygarlığımızın bugün giderek içinden çıkılamaz hale gelen
1
Denemeler
2
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak
3
Denemeler
4
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak
5
Denemeler
6
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak
poetik, fazla ’68’li, fazla huysuz ve fazla ihtiyar; üslubu fazla kavgacı ve
katı… Ancak bunların hangisi gerçekliği kalbinden vuran sözlerine ve söy-
lediklerinin ardındaki muazzam metodolojiye halel getirebilir?
Önceki yüzyıl sosyalizmin ulusçulukla girdiği ensest ittifakın ortak
kan bağından gelen bozuk ve patolojik mantığının zaferiydi. Şimdiki mese-
le, yeryüzü ölçeğinde tüm siyasetimize sirayet eden bu patolojinin daha sü-
rüp sürmeyeceğidir. İnsanlık ya ulusçuluk denilen patolojinin pençesinde
bölünüp yok olacak ya da bu patolojinin tecridi yoluyla komünizm bir Anka
kuşu gibi özgürlüğü, eşitliği küllerinden yeniden yaratacaktır.
Küçükaydın’ın elinizdeki kitapla cisimleşmiş tüm çabası kuşkusuz bu
barbarlığın görünümlerine dikkat çekmeyi ve bundan çıkış yollarını hangi
somut program aracılığıyla bulabileceğimizi göstermektir.
İyi okumalar…
Birol Dinçel
Aralık, 2009.
7
Denemeler
8
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak
Kıvılcımlı’nın Mirası
9
Denemeler
tutmak. Böyle bir hayat için kendini adamak. Evet, bu gelecek kuşaklara
kalabilecek bir niteliktir Kıvılcımlı’dan, ama bazı kayıtlarla.
Kıvılcımlı’nın adanmışlığını sağlayan ruh hali ve gerekçeler bizlerin ve
gelecek kuşakların adanmışlığının gerekçesi olamaz.
Onlar insanları daha güzel bir dünya umudu için savaşa çağırıyorlardı,
bizler ise daha da kötüsünü engellemek için, hiç bir umut kalmadığı için
savaşa çağırmak ve savaşmak zorundayız.
Kıvılcımlı ve kuşağı, çağrılarına bilimsel gerekçeler bulabiliyorlardı.
Örneğin kapitalizmin ömrünü doldurduğunu, sosyalist bir toplum için nes-
nel koşulların var olduğunu söyleyebiliyorlardı. Bizler ise kapitalizmin öm-
rünü doldurup doldurmadığının önemli olmadığını; aksine eğer gençliği-
ni yaşıyorsa bile insanlık için çok daha büyük bir tehlike olduğunu ve bel-
ki tam da ömrünü doldurmadığı için ona karşı savaşmak gerektiğini söyle-
mek ve savaşmak zorundayız.
Bizler ve gelecek kuşaklar adanmışlığı tamamıyla ahlaki bir tavır alışa
bağlamak zorundayız. Bizler ve gelecek kuşakların devrimcileri Kıvılcımlı
ve kuşağından farklı olarak “Ezen var ezilen var, ben ezilenden yanayım.
Tarihsel süreç ezilenlerin kurtuluşu için koşulları olgunlaştırmış mı, ol-
gunlaştırmamış mı? Bunun hiç bir önemi yok. Hatta eğer olgunlaştırma-
mışsa ve kapitalizm eğer hala gençliğini soluyorsa tehlike daha büyüktür
ve insanlığın yok oluştan kurtulabilmesi için daha büyük bir kendini ada-
mışlık gerekmektedir” demek ve öyle yapmak zorundayız.
Kıvılcımlı ve kuşağı için devrimler “tarihin lokomotifleri” idi, bizler ve
sonraki kuşaklar için “imdat frenleridir”.
***
Kıvılcımlı’nın politik eyleminden gelecek kuşaklara bir tecrübe olmanın öte-
sinde, ibret verici bir örnek olmanın ötesinde pek bir şey kalacağı söylenemez.
İnsanların son eylemleri bir bakıma onların vasiyetleri kabul edilebilir.
Kıvılcımlı’nın ölümünden önceki son iki eylemi İstanbul’daki Sıkıyönetim
Mahkemesine ve SBKP genel Sekreteri L. Brejnev’e yazdığı mektuplardır.
Bugün ne Sovyetler Birliği var, ne SBKP, ne de onlara şikâyet edilen
TKP. Hepsi pazar ekonomisinin faziletlerini keşfetmekle meşguller.
Sıkıyönetim Mahkemelerine yazdığı mektuplarda Kıvılcımlı, “Ordu
Gençliğinin” “Anti-emperyalizmi”ni okşuyordu. O “anti-emperyalizmin”
nereye vardığı, bugün en açık biçimde, İlhan Selçuk ve benzerlerinin, Kürt
ulusunun yüzde yüz haklı direnişi karşısında takındıkları, anti-emperyalist
gerekçeli şovenizmlerinde görülebilir.
10
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak
11
Denemeler
12
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak
13
Denemeler
***
Kıvılcımlı’nın politik tavır alışları Tarih Tezi’nin ya da metodolojik katkı-
larının mantıki bir sonucu değildir. Hele kimilerinin iddia ettiği gibi o poli-
tikalara teorik bir zemin bulma çabası hiç değildir. Öyle olsaydı, bilime bi-
lim dışı kaygılarla yaklaştığı için alçak diye nitelenmesi gerekirdi.
Kıvılcımlı’nın tarih ve metodoloji alanındaki katkılarıyla ve bunların
gerçekten devrimci özüyle politik tavırları arasında daima bir çelişki ol-
muştur. Resmi Sovyet görüşü ve bu görüşün Türkiye’deki savunucuları
bu çelişkiyi çok iyi sezdikleri için Kıvılcımlı’nın gelecek kuşaklara miras
kalacak bu esas eleştirel ve devrimci yanını yok saymaya, küçümsemeye
hatta deli saçması gibi göstermeye çalışmışlardır.
Aslında Kıvılcımlı’nın tarih alanındaki katkılarıyla politikası arasın-
da Hegel’deki yöntem ve sistem çelişkisine benzer bir çelişki vardır. Nasıl
Marks, Hegel’in devrimci çekirdeğini, yöntemini benimsedi ise, gelecek ku-
şakların devrimcileri de Kıvılcımlı’nın tarih çalışmalarında ihtiyaçları olan
devrimci özü bulabileceklerdir. Ama öyle görülüyor ki, şimdi Kıvılcımlı’yı
anan ve geçmişin yükünü sırtında bir kâbus gibi taşıyan sosyalistler onun
tutucu kabuğunda oyalanıyorlar.
11 Ekim 1992
14
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak
İnsanın hiç bir zaman bugünkü kadar çok zamanı olmadı, ama hiç bir za-
man da bugünkü kadar zaman sıkıntısı çekmedi. Geçen yüzyılda iş saatle-
ri haftada 80 saati buluyordu; bugün birçok ülkede 48 saat yasalaşmış du-
rumda, hatta birçok ileri ülkede 40 veya 35 saatlik iş haftaları giderek ku-
ral oluyor. Buna rağmen günümüzün insanının en büyük problemlerinden
biri sürekli zaman kıtlığı çekmek; modern toplumda herkes zamanın çok
süratli akıp gittiğinden şikâyetçi.
Yeryüzündeki insan sayısından daha fazla üretilmiş tek sofistike tüke-
tim aracı belki de saat. Modern şehirlerde hemen hiç bir büyük alan, istas-
yon, salon yoktur ki orada bir kocaman saat bulunmasın. Zamanı kontrol
altına almak için yatırılmış bu muazzam emeğe rağmen insanın zamana
köleliği giderek pekişiyor.
Bir toplumun refah düzeyinin ve günlük yaşamdaki ortalama hızın art-
ması insanların daha bol zamana sahip olmalarına değil; bir zaman kıtlığı
içinde yaşamalarına yol açıyor. Modern toplumun en büyük sorunlarından
biri zamansızlık. Son yılların en ilginç tarih ve sosyoloji araştırmalarının
özellikle zaman kavramı üzerinde yoğunlaşmaları; Dali’den M. Ende’ye
kadar birçok sanatçının insanın zamanın kölesi oluşunu estetik imgelerle
ele almaları bu problemin yansımalarıdır.
Yeni bir yıla giriş, zaman üzerinde düşünmek için bir fırsat olamaz mı?
***
Zaman fiziksel bir kavram olarak, Newton’un “dışındaki herhangi bir nes-
neyle ilişkisi olmadan, doğası gereği eşit şekilli ve kendi kendine akan mut-
15
Denemeler
16
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak
17
Denemeler
18
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak
19
Denemeler
20
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak
21
Denemeler
22
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak
23
Denemeler
24
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak
25
Denemeler
26
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak
27
Denemeler
28
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak
lecek bir geçmiş olmadan giriyor. Tam da bu ruh hali, bin yıl dönüşünün so-
rusunu belirliyor. Ancak geleceğin ve geçmişin yitirildiği bir çağın eşiğin-
de, geleceği ve geçmişi birbirinden kurtarmak akla gelebilir ve sorulabilir.
Ve o gelecek artık öylesine bir lanetle damgalıdır ki, sahneye yalnız-
ca kendisi çıkamamakta, kendisine yönelecek şiddeti ve laneti biraz olsun
azaltabilmek, saptırabilmek için, kardeşi geçmişin çirkinliğinin ardına giz-
lenmektedir.
Bu bağlamda, geleceği ve geçmişi birbirinden kurtarmak sorusu, felse-
fi kabuklarından ve imgelerden soyulduğunda, umut vadeden bir gelecek
için, geleceği yeniden kazanabilmek için ne yapmak gerekir sorusundan
başka bir anlama gelmez. Bu anlamda, programatik ve politik bir sorudur.
Bizzat kendisi bir programdır.
***
Sadece geçmiş ve geleceği mi yitirdik? Bir de o geçmiş ve gelecek arasın-
da, insan psikolojisi ve algılamasına göre üç saniyelik bir dönemi kapsadı-
ğı söylenen incecik bir zar gibi şimdi var. İster bu psikolojik boyutuyla, is-
ter çeşitli kriterlere göre tanımlanabilecek başka tarihsel ve sosyolojik bo-
yutlarıyla bir de şimdi var.
Bir zamanlar sadece şimdi vardı. Augustinius, sadece şimdide yaşadı-
ğımızı ve bu şimdinin, “geçmiş şeylerin şimdisi, şimdiki şeylerin şimdisi ve
gelecek şeylerin şimdisi” gibi boyutları olduğunu söylüyordu.
Parisli isyancılar, ebedi olmasını istedikleri an için saatlere kurşun sı-
kıyorlardı. Bugün ise ne saatleri yıkmayı ve onlara kurşun sıkmayı düşü-
nebilecek bir hayal gücümüz, ne de öyle durup ebedi olmasını isteyeceği-
miz bir an var.
Bir bakıma geçmiş ve gelecek yok olmuş ortalığı şimdi ele geçirmiş du-
rumda. Haberleri bir sprinter gibi okuyan spiker, hava raporunu hızla ge-
çip giden bir bahar yağmuru gibi anlatan meteorolog, son liste başı parçayı
çalacağı müzikten daha hızlı bir tempoyla tanıtan DJ, gazetelerin başlıkla-
rı, geçip giderken görülen reklam afişleri, her şey, tarihsiz ve geleceksizce
bir an için yaşıyor ve yok oluyor, buhar olup uçuyor. Tıpkı ömürleri saniye-
nin bile çok küçük bir bölümü kadar süren radyoaktif reaksiyonlar sonucu
ortaya çıkan tanecikler gibi. Sanki gelecek ve geçmiş yok olmuş durumda,
her şey şimdi için var. Bir şimdi diktatörlüğü hüküm sürüyor.
Ama şimdinin bu toplumsal egemenliği, kişi ve algılayışı açısından,
şimdinin yitirilişinden başka bir şey değil. Hayat hiç bir zaman yaşanma-
mış, yaşanmayacak, tadına varılmamış şimdilerden oluşuyor. Her şimdi
sadece bir sonraki randevu için var. Şimdi geleceğin bir hizmetçisi. Ama
29
Denemeler
30
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak
yıkıntılardan ibaret bile olsa tüm insanlığın geçmişini; ama aynı zamanda,
unuttuğumuz için de, unutturulduğu için de yitirdik.
Her hatırlama aynı zamanda başka bir şeylerin unutulması, unutulmaya
terk edilmesidir; her olayın öne çıkarılışı, başka bir olayın arda itilişidir; en
açık gibi görünen her tartışma, tartışılmayana karşı bir susuş komplosudur.
Gerçek Tarih henüz yazılmamış olandır. Var olan tarih ezilenlere karşı
bir susuş komplosudur. Tarih, galiplerin, üstün gelenlerin veya daha baş-
tan üstün olanların tarihidir. Ve bu tarihte sadece iğrençlikler kalmaktadır.
Uygarlıkların doğuşuyla birlikte, tarihi sadece iğrençlikler ve çöküş kap-
lamaktadır. Kahramanlık dönemlerinin tarihi kadar olsun, örnek alınacak
bir erdem yoktur ortada. Böylece ezilenlere karşı bu komplo yüzünden in-
sanlık da tarihinde örnek alacak hiç bir şey göremez olmakta; eski uygar-
lıklar kadar olsun, geçmişiyle barışık olamamaktadır. Geçmiş ezenlerin ve
galiplerin tarihi olarak onlar tarafından yazıldığı için onurunu da yitirdi.
Zafer sarhoşluğu içindeki modern batı uygarlığı, bu zaferini ebedi kılabil-
mek, başka olası bir dünyanın ve hayalin bütün anılarını hafızalardan sile-
bilmek için, onun erdemli yanını unutuyor ve unutturuyor.
Tarih sadece Konsantrasyon Kampları değildir; ona karşı direnenlerdir
de. Sadece savaşlar değildir; barış için savaşanlar, asker kaçaklarıdır; sade-
ce uzlaşanlar, eyyam efendileri, teslim olanlar değildir; uzlaşmayanlar, di-
renenlerdir. Sadece galiplerin zafer arabasına bağladığı yığınların tarihi de-
ğildir; bir inancı sürdüren marjinal, küçük grupların da tarihidir; sadece ki-
lisenin değil, Katarların da tarihidir; sadece engizatörler yoktur, engizatör-
lerin yaktığı ateşte yanarak ışık verenler de vardır; sadece çürüyen Abbasi
ve Emevi halifeleri yoktur, Nesimi’ler, Hallacı Mansur’lar da vardır.
Tarihin bütün dikkati ve enerjisi, geçmiş üzerine bütün bildiklerimiz
hep birinciler üzerine odaklanmıştır, diğerleri unutulmaya ve unutturulma-
ya terk edilmiştir. Ama onlar hep vardılar, varlar ve var olacaklar. Nasıl her
şeylere kadir tanrı bir topal şeytanla baş edemez, onu yok edemez ise öyle.
O şeytanların da bir tarihi var ve yazılmamış gerçek tarih, bizlerden çalı-
nan geçmiş, o şeytanların tarihidir.
Bu anlamda geleceği geçmişten kurtarmak, o unutulan geçmişi hatırla-
mak, geçmişe erdemli ve yiğit yanını geri vermek, kazandırmak demektir.
Tarihle barışmak demektir.
***
Bir an için geleceği bir yana bırakalım. Unutulmuş ve çalınmış bir geçmiş
ve yaşamadığımız bir şimdi var. Geleceği geçmişten kurtarmak için, unu-
31
Denemeler
32
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak
33
Denemeler
34
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak
35
Denemeler
36
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak
37
Denemeler
38
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak
Ancak hayallerin ışığı altında gerçekliğin akıl ve insanlık dışılığı daha iyi
görülebilir, onun daha derin bir kavranışına ulaşılabilir.
Herkes, kuyuya düşmemek için önüne bakıyor, kimse yıldızlara bak-
mayı aklından geçirmiyor bile. Kafalar yukarıya kaldırılsa, kuyunun ağzı
görülebilecek ve belki o zaman kuyudan çıkma çabasına girilebilecek.
Hayallerin ufku olmaksızın gerçekliğin daha tam bir kavranışı olamaz.
***
Gerçekliğin hayallerin ışığında gerçekçi bir değerlendirilişi ise şunu gös-
terir: durum umutsuzdur. Öylesine umutsuzdur ki artık ciddi bile değildir.
Belki çoktan insanın var oluşunu sağlayan koşullar tahrip oldu geri dö-
nüşsüzce. Bir gökdelenin tepesinden aşağı düşene yere çakıldığı ana kadar
bir şey olmaz, belki insanlık bu durumda.
Paraşütün ipini çekecek, ya da uçuruma doğru hızla giden trenin imdat
frenini çekecek bir güç de görülmüyor ortada. Tarihin tersinden açılan yu-
mağının yol açtığı Gordiyon Düğümü’nü kesecek, İskenderler de yok artık.
Modern uygarlık bütün insanlığı kendi zafer arabasına bağlamış, geçmişi
çalmış, unutmuş ve unutturmuş.
Yapılacak ilk iş, durumun böyle olduğunu görmektir, durum hakkında
sahte umutlar ve hayaller yaymamaktır. Durumun umutsuzluğu görülme-
li ve gerçeğin gözlerinin içine cesaretle bakılabilmeli. Gerçekliği görebil-
mek için hayal görebilmek; umutsuzluğu görebilmek için gerçekçi olmak
gerekiyor.
Hiç bir umudun ve kaybedecek bir şeyin olmaması; bunun görülme-
si ve kabulü çok sağlam bir hareket noktası sağlar. Çok radikal ve eleşti-
rel bir tutumun koşullarını sağlar. Bu radikalizm yine aynı ölçüde radikal;
ne umuda, ne başarıya bir referans noktası olarak bakmayan bir ahlaki ta-
vır alış gerektirir.
Ezen var ezilen var, galip var mağlup var, üstteki var, alttaki var, kadın
var erkek var, siyah var, beyaz var. Bunlarda hep lanetlilerden yana olmak
gerekir, hep öyle olmaya çalışmak gerekir; tarihin ve geleceğin, baskının
ve sömürünün olmadığı bir dünya için bir olanak vaat edip etmediğinin
önemi yoktur. Gişenin ve barikatın bu tarafında olmak, ahlaki bir ilke ol-
malı. İnsan hayatına anlam veren şey, onun amacıdır. Amaç ise, sömürüsüz
ve baskısız bir dünyaya ulaşabilmek içir azami olanı yapmaktan başka bir
şey olamaz.
Hayal gücüyle gerçekliğin rezaletinin kavranışı; gerçekçilikle umutsuz-
luğun kabulü ve umut ve umutsuzluğa bir anlam yüklemeyen ahlaki bir se-
çimle konumun belirlenişi.
39
Denemeler
40
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak
1 Mayıs’ın Doğuşu,
Bugünü ve Geleceği Üzerine Düşünceler
Modern toplum tarihindeki ulusla sınırlı ulusal bayramlar bir yana, bütün
büyük bayramların kökeninde dinsel bayramlar ve onların kökeninde de
insanlık tarihindeki, avcılık ve toplayıcılıktan göçebeliğe veya tarımcılığa
geçiş gibi, büyük devrimler yer alır.
Gerek ulusal, gerek dinsel bütün bu bayramları kutlayanlar ya da kutla-
maya çağrılı olanlar bir ulusun ya da dinin taraftarlarıyla sınırlıdır. 1 Mayıs,
tarihte, tüm uluslardan, kavimlerden, dinlerden, “ırk”lardan, cinslerden,
yaşlardan insanların kutladığı ilk ve tek “bayram” olma özelliğini koruyor.
(8 Mart Kadınlar Günü, uluslar, “ırk”lar ve dinler üstü olma özelliğine
sahipse de ve 1 Mayısın aksine, son yıllarda kutlanışı nicel ve nitel olarak
yükselme eğilimi gösteriyorsa da, onu kutlayan öznenin ezilen cinsle sınırlı
olması onu 1 Mayısa göre daha sınırlı kılıyor. Ancak, 8 Mart’ın 1 Mayıstan
daha uzun ömürlü olacağı düşünülebilir. Kadının üzerindeki baskının kök-
leri çok daha derinlerdedir ve sınıfsız bir toplumla ortadan kalkmayacak-
tır. Belki sınıfsız bir toplum, bu en eski ve köklü bölünme ve baskı biçimi-
ne karşı mücadelenin yükselişi için yepyeni olanaklar da sunup ona büyük
bir atılım gücü de kazandırabilir.) 1 Mayıs’ın bütün dinler, uluslar, kavim-
ler, “ırk”lardan insanlar tarafından kutlanması onun mesajının tüm insan-
lık için bir mesaj olmasıyla ilgilidir ve insanlığın ulusal, dinsel vb. bölün-
me ve düşmanlıklar olmadan da var olabileceğinin sadece bir umut değil,
bir olanak olduğunun da en esaslı kanıtını oluşturur. O ulusal, dinsel, ırk-
41
Denemeler
42
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak
43
Denemeler
44
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak
45
Denemeler
attı ve beş polis memuru öldü. Bunun üzerine de polis kalabalığa ateş açıp
on kişiyi öldürdü.
(Bombayı atan bulunamamıştır, ama daha sonra bütün kuşkular anarşist
rolü yapan polis ajanı Rudolph Schnaubelt üzerinde toplanmıştır. Benzer
senaryolar bütün ülkelerde görülür. Türkiye’deki 1 Mayıslar da tipik bir ör-
nektir. 1976 1 Mayısının kitleselliğine ve Türkiye tarihindeki en büyük po-
litikleşme ve radikalleşme dalgasına karşı 1977 1 Mayısında burjuvazinin
yaptığı aynıdır).
Burjuvazi böylece, işçi hareketine gözdağı vermek ve ezmek için gerek-
li bahaneyi bulmuş ve daha doğrusu kendisi yaratmış olur. Tutuklananların
hepsi herkesin gözü önünde daha önceden konuşmalarını yapıp gitmiş veya
olayın olduğu sırada kürsüde konuşan genellikle Anarşist inançlı işçi ön-
derleridir. Olayla hiç bir ilgileri bulunmamasına rağmen idama mahkûm
edilirler. Bu hukukun ayaklar altına alındığı resmi cinayete karşı protes-
tolar yükselir. Tutuklananlardan biri hapishanede intihar eder, sadece ikisi
vali tarafından affedilir ve geri kalan dördü 1887 Kasım’ında idam edilirler.
Bu açık intikam eylemi, daha sonra bizzat yine burjuvazi tarafından iti-
raf edilmiştir. 1893’te Illinois eyaletinin yeni valisi, dosya üzerinde altı ay
çalıştıktan sonra “sanıkların hiç bir suçunun sabit olmadığını” açıklar ve
geri kalan hayattaki üç sanığı serbest bırakır. Böylece yaşamını yitirmiş
beş işçi önderinin hukuk dışı yöntemlerle öldürülmüş olduğu da resmen
saptanmış olur.
Bu olaylarla birlikte, Amerikan işçi hareketi tarihinde bir dönem (Emek
Şövalyeleri dönemi) biter ve yeni bir dönem (AFL dönemi) başlar. Ama
bu aynı zamanda, Amerikan kapitalizminin emperyalizme dönüşmesinin,
Amerikan işçisinin giderek Amerikan burjuvazisiyle iş birliğine yönelişi-
nin tarihidir. Bu dönüşümü en açık biçimde, Samuel Gompers sembolize
eder. Samuel Gompers hem 1 Mayısın “işçilerin uluslar arası birlik, müca-
dele ve dayanışma günü” olmasına yol açan kişidir hem de daha sonra sen-
dikalarda işçilerle işverenlerin işbirliği siyasetinin dünya çapında teorisyen
ve pratisyeni olmuştur.
Gompers başlangıçta Amerikan işçi hareketindeki Marksistlerin görüş-
lerine yakındır. Lassale’cıların daha etkin olduğu Emek Şövalyeleri karşı-
sında FOTLU’nun kurulması ve AFL’ye dönüşmesine öncülük edenler ara-
sında yer alır. AFL’nin kuruluşundan sonra, bu örgütün tek ücretli persone-
li olur. Daha sonra da, Sınıf işbirliği sendikacılığının teorisini ve pratiğini
geliştirir. Örneğin Türk-İş, İsmet İnönü’nün adamı ve MİT ajanı Sabahattin
Selek’in, 1946’daki işçi ve sosyalist yükselişe karşı kullandığı adamlarına,
Amerika’da Gompersizm şırıngası yapılarak oluşturulmuştur.
46
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak
47
Denemeler
48
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak
49
Denemeler
50
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak
Türk Nedir?
51
Denemeler
da, ilk yaptıkları iş, Batılı beyaz adamın kendilerine verdiği adları reddet-
mek oldu ve kendilerini ve ülkelerini kendi verdikleri adlarla adlandırmayı
denediler; ülkelerine “Zaire”, “Zimbabwe” dediler. Ama Türkler, ülkelerini
ve kendilerini Batılının verdiği isimle anmakta bugüne kadar hiç bir sorun
görmediler.
Aşağı yukarı her ulus uydurulmuş bir tarih ve unutulması gereken bir
geçmişe sahiptir. Çünkü ulusların tarihi yoktur ve bunun yaratılması ge-
rekir. Bütün uluslar için normal olan bu özellik Türk ulusunda saçmalığın
zirvelerine varır ve hasta, şizofrenik bir ruha yol açar. Kimi insanlar vardır,
daha doğarken hasta ve sakat olarak doğarlar, kimi uluslar da öyle.
Alman Emperyalizminin Hint yolu ve Rusya’yı güneyden çevir-
me planlarının ihtiyaçlarına uygun bir uydurmadır Orta Asya Türklüğü.
Egemenliğini sürdürecek son çare olarak bu Türklüğe sahiplenen Osmanlıya
egemen Müslüman devlet kastının ne soyca ne de kültürce Anadolu’daki
Türkmen ve Yörükler kadar olsun bu dünyayla bağlantısı yoktur. Osmanlı,
Bizans’ı fethettiğinde onun tarafından fetih edilmiştir ve Bizans’ın deva-
mıdır. Bu fatihler sadece daha önce İslamlık zırhıyla kuşandıkları için,
Bizans tarafından din ve dil olarak fethedilemediler. Onun haricinde, mü-
zikten mimariye, mutfaktan vücut diline kadar her şey Bizanslıdır bu dev-
lete egemen kastta. Ve son olarak Türklük, liman şehirlerinde palazlanan,
Rum ve Ermeni burjuvazisiyle rekabet içinde, dayanacağı bir ulus yarat-
mak ve ona dayanmak ihtiyacındaki Yahudi burjuvazisinin ihtiyaçlarına da
cuk oturmuştur. Bu nedenle en ateşli Türk milliyetçilerinin Yahudilerden
çıkması bir rastlantı değildir. Bu burjuvazinin kültürü de, tıpkı Müslüman
ve devlete egemen kast gibi tipik Doğu Akdeniz-Bizans kültüründen baş-
ka bir şey değildir. Alman Emperyalizmi, Bizanslı Müslüman devlet kastı
ve Levant’ın Yahudi burjuvazisinin çakışan ihtiyaçlarına uygun olarak ya-
ratılmış bir ulustur Türkler.
İtalyan siyası birliği gerçekleştiğinde d’Azeglio’nun: “İtalya’yı yarattık,
şimdi de İtalyanları yaratmalıyız” dediği gibi, Osmanlıya egemen Müslü-
man devlet kastı, önce Türkiye’yi yarattı ve sonra, Allah’ın insanı kendi su-
retinde yaratması gibi, Türk ulusu denen şeyi kendi suretinde yarattı. Türk
ulusunun suretinde yaratıldığı; ona karakterini veren nedir?
Bizans kültürü demek ise, her şeyden önce, Rum ve Ermeni kültürü de-
mektir. Bugün bile dünyanın her hangi bir yerinde bir Rum ve Ermeni ile
karşılaşan şunu görür: Din ve dil haricinde (Hatta dil bile ortaktır, çoğu
Türkçe bilir ve konuşur.) Türkleri Rum ve Ermenilerden ayırmak olanak-
sızdır. Yani önce Türkiye’yi sonra da kendi suretinde Türk ulusunu yaratan
52
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak
Müslüman devlet kastı, tıpkı Rum ve Ermeni gibi bir Bizanslıdır ve dolayı-
sıyla bu kastın kendi örneğinde yarattığı Türk de.
Ancak bu ulus, var oluşunu Rum ve Ermenileri yok etmeye borçlu oldu-
ğundan, gerçek kimliğini unutmak ve hafıza kaybına uğramak zorundadır.
Bu da ona hasta ve şizofrenik bir karakter verir.
Türklük denen şey, yüzde doksanıyla hafıza kaybına uğramış yaşayan
Rumluk ve Ermenilikten başka bir şey değildir. Ya da hafıza kaybına uğ-
ramış yaşayan Bizanslılıktır. Ama o, varlığını bu gerçeği inkâr ve unut-
ma üzerine temellendirmiştir. Diğer bir deyişle Türk, aslını inkâr eden bir
haramzadedir. İnanmayan, Türk ve Müslüman burjuvazinin servetlerinin
kaynağını araştırsın. Hepsinin kaynağında Rum ve Ermenilerin imhası,
sürgünü ile edinilmiş bir ilkel sermaye birikimi vardır.
Türklerin bir ulus olarak bu şizofrenik ruh hastası durumundan kurtu-
labilmeleri, kendi geçmişlerini inkardan ve unutmadan kurtulmaları için
ulus olarak bir tür toplumsal terapi görmeleri gerekiyor. Ama günahları ile
öylesine bütünleşmiş ve onların öylesine esiri olmuş bulunuyorlar ki, kendi
güçleriyle bu çürüme çemberinden çıkmaları olanaksız. Bu yönde küçük
kimi kültürel hareketler dışında hiç bir toplumsal ve siyasi hareket yok.
O küçük kültürel hareketler de varlığını her şeyden önce yükselen Kürt
hareketine borçlu.
Kürt hareketi demokratikleşme ve Orta Doğu projelerinde bir başarıya
ulaşabilirse, bu Türklerin hafıza kaybından kurtulup kendi gerçek kimlik-
leriyle barışmasının yolunu açabilir. Dünyadaki ve bölgedeki iktisadi ge-
lişmeler ve zorunluluklar bu değişimi zorluyor, ama o kendi egemenliği-
ni sürdürebilmek için Türklüğü yaratan ve hala gücünü koruyan Osmanlı-
Bizans’ın devlet kastı bu değişikliğin en büyük engeli olmaya; kendi hasta-
lığını tüm topluma zorla bulaştırmaya devam ediyor. Türkler’in olağan bir
sağlıklı gelişim için “baba katili” olmaları gerekiyor. “Baba”yı öldürmeden
bağımsız bir kişilik gelişemez.
26 Eylül 2000
53
Denemeler
54
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak
Azınlıklar ve Demokrasi
55
Denemeler
56
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak
ğunluk olarak yine azınlığın haklarını iptal etme kararı alabilir. Burada da
yine, azınlığın haklarını yok etmenin getireceği karların, zararlardan fazla
olmasının önemli bir rol oynadığı seziliyor. Yani azınlık hakları ile toplum-
daki refah düzeyi arasında bir ilişki bulunuyor. Tabii bu çok genel bir eği-
lim, somut tarihte, binlerce kırılma ve etki buna ekleniyor.
Bu bağlamda ulusal azınlıklar konusuna da kısaca değinmek gereki-
yor. Son dönem tarihine baktığımızda iki eğilim görülür. Ulusal devletlerin
oluşması ve bunların bütün yeryüzünü kaplamaları dönemi. Bu dönemde,
azınlıkların hakları pek gündeme gelmemekte, standartlaşma, dolayısıy-
la azınlıkların imha, sürgün, katliam, özümleme yoluyla yok edilmesinin,
modern standart üretime uygun standart dili konuşan ulusların oluşumunun
belirleyici olduğu görülüyor. Bu sanayi devrimiyle başlıyor ve fordizmde
zirvesine ulaşıyor. Adeta uluslar bir banttan çıkan ürünlere benzetiliyor.
Ancak son on yıllarda, tersi bir eğilim de ortaya çıkıyor. Bir kere, şimdi-
ye kadar bu standartlaşma sağlandığından, artık kapitalist üretimin işleyişi
için ciddi bir problem oluşturmuyor. Ama bütün buna rağmen, hiç bir dev-
let, yüzde yüz bir saflığa ulaşamıyor. Azınlıklar var olmaya devam ediyor.
Buna ilaveten modern işgücü göçleri de yeni azınlıklar yaratıyor ve hatta
eski azınlıklara yeniden bir canlanma getiriyor. Diğer yandan bilgisayar ve
buna bağlı olarak üretim tekniğindeki gelişme ve esneklikler, eski bir ör-
nek üretimin yerine, gerçi yine o bir örneklik çerçevesinde, ama daha fark-
lılıklar gösterebilen ürünlere olanak sağlıyor. Bu durumda, eski standart-
laşmayı sürdürmek hem anlamsız hem de gereksiz hale geliyor. Bunun ye-
rine standartlaşmayı “çok kültürlülük”, “çok etnilik”, “çok renklilik” gibi
esnekliklerle donatmak, kapitalist üretimin daha sancısız gelişmesi bakı-
mından zorunlu hale geliyor. Bu nedenledir ki, son on yıllarda azınlıkların
ve onların haklarının ön plana çıkması bir rastlantı değildir.
Bu da bir tek dil ya da etniye dayanan veya bunu ideal olarak koyan ulu-
sal devlet anlayışı yerine, Amerika’da olduğu türden, dil ve kültürü politik
alanın dışına iten, ulusu başka ortaklıklarla tanımlayan, ulusal devletlerin
ilk doğum döneminin anlayışlarının yeniden itibar bulmasına yol açıyor.
Bugünün Türkiye’sindeki temel mücadele, bu ulusçuluğun eski biçi-
mi ile yeni biçimi arasındaki bir mücadele olarak da kavranabilir. Türkiye
Cumhuriyeti, klasik standardize edici dönemin damgasını taşımaktadır.
Kürtler ise, bugünün dünyasına uygun, esnek, dili ve kültürü ulusun tanımı
dışına iten, yeni ulusçuluğa uygun bir projeyle ortaya çıkmış bulunuyorlar.
6 Ekim 2000
57
Denemeler
58
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak
Tarihin Laneti
59
Denemeler
60
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak
61
Denemeler
62
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak
Son yıllarda, “beton” kafalı Türk ve Sünni çoğunluğu, başka din, inanç, ulus
ve dilden insanlara karşı “toleranslı” olmaya çağıran yine çoğunluktan olan
“mozaik” kafalıların temel argümanları, onların ne kadar iyi oldukları; on-
ların varlığının kendilerini de zenginleştireceği gibi noktalarda toplanıyor.
Ne var ki, bu argümanın kendisi, ırkçılığı yeniden üretmektedir. Yani
kendilerini zenginleştirmese hiç de gerekmeyeceği zımnen kabul edilmekte-
dir. Ya da “azınlıklar” iyi insanlar olmasa, hiç de gerekmeyecektir onlara
karşı “toleranslı” olmak.
“Azınlıklar”, yani çoğunluğu oluşturan ulustan, dinden olmayanlar, her
zaman “iyi insanlar”dır. Türkiye’de Rumlar, Ermeniler, Yahudiler, Süryani-
ler, Aleviler, Kürtler hep “iyi insanlar”dır. Çünkü onlar “iyi” olmak zorun-
dadırlar. Çoğunluğun şiddetini çekmemek için her davranışını kılı kırk yara-
rak yapmak, her zaman haklı bir durumda bulunmak zorundadırlar. Çünkü
“iyi olmak” onların biricik savunma silahıdır. Bu kahredici çoğunluk bu in-
sanları “iyi” olmaya zorlamaktadır. Onların iyi olmama hakları yoktur.
Bir Türk’ün cinayet işleme, hırsızlık yapma, her hangi bir kötülük yap-
ma hakkı vardır. Bir Türk cinayet işlediğinde, o belli bir insanın eylemi
olarak mahkûm edilir. Hiç bir yayın organı onun aynı zamanda bir Türk
olduğunu belirtmez. Ama maazallah bir Ermeni bir suç işlese, önünde bir
de Ermeni sıfatı olmadan adının anılması mümkün değildir. Hatta adının
bile önemi yoktur, o bir Ermeni’dir.
63
Denemeler
64
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak
65
Denemeler
66
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak
67
Denemeler
68
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak
69
Denemeler
70
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak
Hayat ve Ölüm
71
Denemeler
72
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak
73
Denemeler
74
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak
1 Mayıs Düşünceleri
Kendilerine sol diyenlere egemen olan bir stil vardır. Hep kendi gücünü ve
yeteneklerini övmek, hataları, zayıflıkları ve zorlukları görmezden gelmek.
Ne var ki, bir harekete bu stil, bu meşrep egemen olduğu zaman o hareke-
tin hiç bir başarı şansı yoktur. Gerçekten yaptığı işi ciddiye alanlar ise, tam
aksine, hep yetersizlikleri, zaafları, yanlışları vurgularlar.
Bu farkın farkına ilk kez Türkiye’de işçi hareketinin yetiştirdiği gerçek
bir işçi önderi olan; Zapataların, Panço Villa’ların hamurundan yoğrulmuş
İsmet Demir’de varmıştım. TİP’liler, sosyalistler işçilerle ilişki kurduk-
larında, onların ne kadar iyi, ne kadar cesur ve güçlü olduklarını onlara
anlatmaya kalkarlardı. Bizim İsmet Demir ise, tam tersini yapardı, onlara
beş para etmediklerini, bir işe yaramadıklarını söylerdi. Ve işçiler de bi-
zim İsmet Demir’e güvenirlerdi, o diğerlerine değil. Çünkü onlar İsmet
Demir’in kendi içlerinden biri olarak onlara doğruyu söylediğini biliyor-
lardı.
Burjuva sosyalizmi ile işçi sosyalizmi arasında böyle bir fark vardır.
Burjuva sosyalizmi, ezilenleri, işçiyi, halkı idealize eder, kutsar ve bunlar
hep onun dışından bir övgü ve kutsamadır. Bu stilin en uç örneği Ruhi
Su’dur. Bu nedenle Ruhi Su, burjuva sosyalizminin türkücüsüdür; emek-
çilerin, halkın ezilenlerin değil, onun dışından ona ilan-ı aşk edenlerin.
Ama tutkularının kör ettiği bu âşıklar, âşık olduklarının gözlerinin badem
75
Denemeler
76
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak
77
Denemeler
kendiliğinden işçi bilinci olan sendikacılığı aşamamış tek tük işçiler olur
ki, bunların olduğu yerde işçi olmaz. Dolayısıyla gerçek bir işçi hareketi
ancak bugün işçi hareketi diye ortalığı kaplayanların ortadan kaybolmasıy-
la ya da sürülmesiyle mümkündür. Gerçek işçi hareketinin olduğu yerde,
işçilerin kendilerine yönelik, kendileri için bir şey isteyen, kendilerini öven
sloganları olmaz. Tüm topluma yönelik sloganlar olur. Burada kopmaz bir
bağ vardır, kendine karşı gaddarlık, toleranssızlık ve eleştirellik ile tüm
toplumu değiştirmeye yönelik, sadece kendine ilişkin düzenlemeler iste-
meyen, kendine övgü düzmeyen slogan ve hedeflerin birliği. Tersi de bir
bütündür, kendini hayranlık, kendine ilişkin sloganlar bir bütündür.
Olaylara bu açıdan bakılınca, solun varlığının, kendiliğinden bir işçi
hareketlenmesinin bile önünde bir engel olduğu görülür. Bu stillerin ege-
menliği, işçilerin gösterilerden uzak durmasına yol açıyor. Bugün dünyada
duvarla birlikte, soldan ne kalmışsa onlar da yıkılsaydı, örneğin dinozorla-
rın bir kozmik felaketle yok olması gibi, memeli hayvanların gelişimi için
bir fırsat doğması gibi, yepyeni ve canlı bir sol harekete olanaklar açılabi-
lirdi. Maalesef olmadı. Bizlerin kuşağının bir şekilde yok olması gerekiyor
solun yeniden canlanabilmesi için.
Solu inleten problem aynen burjuvazide de var. Ama burjuvazi daha tec-
rübeli. Yavaş yavaş eski kuşaklarını değiştiriyor. Ecevit’lerin, Yılmaz’ların,
Demirel’lerin kuşağı gidiyor ve yerine Derviş, Sezer, Pişkinsüt’lerin kuşa-
ğı geliyor. Burjuvazi bunu yolsuzluk dosyalarıyla, skandallarla adım adım
gerçekleştiriyor. Koşullar biraz daha olgunlaştıktan sonra, bambaşka parti-
ler ve tiplerle bir seçim yapabilirse sonraki yirmi otuz yılı götürür. Şimdiki
bunalım bu kabuk değişiminin sancıları.
İşte bu kabuk değiştirdiği an sistemin en zayıf anıdır. Şimdi bir şey ba-
şarıldıysa başarıldı, yoksa yeni sistemin sağlayacağı olanaklarla bir kaç on
yıl daha sistem kendine sürdürecek gücü bulur. İnönü’nün çok partili ha-
yata geçiş reformu olmasaydı; 27 Mayıs olmasaydı ve Özal’ın reformları
olmasaydı bu sistem çoktan çökerdi. Bunların her biri en azından sonraki
on veya on beş yılı götürmeyi sağladı.
İşte bu kabuk değiştirme anında gördüğümüz ne? Burjuvazi bile kuşak
değişimini yaparken, solun içinde giderek taşlaşmanın yaşandığı. Elbette
ortalama olarak solun yaşı küçük olduğundan biyolojik bakımdan fazla
yaşlı sayılmaz sol. Ama problematikler olarak baktığımızda, sosyolojik
olarak yaşlıdır. Duvar sonrasının solu değildir bugün Türkiye’ye egemen
olan. Duvar sonrasının bir solu da yok. Dolayısıyla duvar öncesinin kuşa-
ğı damgasını vuruyor.
78
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak
79
Denemeler
80
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak
81
Denemeler
82
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak
Taşralılık
83
Denemeler
84
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak
85
Denemeler
86
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak
Kendiliğindenliğe Övgü
87
Denemeler
88
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak
89
Denemeler
90
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak
Politik İslam da tıpkı Ulusal kurtuluş savaşları gibi, son duruşmada, tari-
hin yumağının ters ucundan çözül(eme)mesinin, diğer bir deyişle, sosya-
lizm çocuğunun ayakları önde geldiği için doğamamasının sancılarının yol
açtığı bir çığlıktır.
Diğer bir deyişle, İslam dinine inanan toplumların modernleşmesi illa
ki kapitalizm çerçevesinde, sömürgecilik koşullarında olacak diye bir zo-
runluluk yoktur tarihte, bu ülkeler pekala, zengin ve ileri ülkelerde iktidarı
almış, sömürme gibi bir derdi olmayan, bilgisini ve zenginliğini bu ülkele-
rin refahını yükseltmeye aktaran bir işçi sınıfının desteğiyle, kapitalist ya
da sömürgeci olmayan, bu yaşanan acıların hepsine yabancı olarak, tıpkı
normal bir doğumun olağan sancılarıyla da modernleşebilirlerdi. Böyle bir
dünyada, sömürü, baskı olmayacağından, ne ulusal hareketler, ne de politik
İslam olmazdı.
Yaşanan tarihin iğrençliği ve gerçek anlamı ancak hayallerin aynasında
görülebilir, olası başka tarihlerin hayali olmadan da yaşadığımız bu tarih
ve ona has olgulardan biri olan politik İslam anlaşılamaz.
Politik İslam’ın ve onun temelindeki Müslüman Kardeşler’in, İşçi ha-
reketinin devrimci geleneklerinin bir bürokratik kastın terörüyle tümüyle
silinip süpürüldüğü, işçi hareketinin İspanya ve Almanya örneklerindeki
gibi peş peşe tarihindeki en büyük yenilgilerini aldığı otuzlu yıllarda doğ-
ması bir rastlantı değildir.
***
91
Denemeler
Politik İslam, ilk bakışta, sanki arkaik bir hareket gibi görülür. Kendisinin
iddiası da budur üstelik. Moderniteye ve onun sonuçlarına karşı olduğunu,
geçmişteki, ideal bir İslam’a dönme gerektiğini söyler. Televizyonlarda,
hiç de modern giyinişli olmayan entarili, şalvarlı, sarıklı, sakallı, kadınları
örtülü oraya buraya saldıran insan resimleri de bu ön yargıya çürütülmez
kanıtlar sunar sanki.
Bu yargıyı yaratan her şeyden önce, modernliğin parlamenter demokra-
si, din ve devlet işlerinin ayrılması, eski kurum ve adetlerden kurtulma bi-
çimini alacağı yönündeki, Batı modernleşmesini modernleşmenin biricik
yolu ve tarihi düz ve aşamalı bir süreç olarak gören burjuva aydınlanmacı
ideolojinin etkisidir. Hâlbuki bu şema bile gerçeğin çarpıtılmasıdır. Batı mo-
dernleşmesi bile, Calvin ve Luther’lerin din bayraklı partilerinin açtığı yol-
dan, İngiltere’de Cromwell’in Püriten devrimi olarak uzun bir yol almıştı.
Politik İslam modern toplumun ürünü bir hareket olduğu gibi aynı za-
manda modernist bir harekettir. Bu anlamda kültürel bir boyutu vardır ve
kültürel bir değişimin ifadesidir. Müslümanlar, modernizme karşı bir söy-
lemle modernleşmektedirler. Politik İslam’ın taraftarlarının, bizzat son ikiz
kuleler saldırısında da görüldüğü gibi, modern toplumun ürünü, modern
topluma en iyi entegre olmuş, onun tekniğini, ilişkilerini, kurumlarını en
iyi tanıyan insanlar olması bir rastlantı değildir. Şehir modern toplumun
ürünüdür. Politik İslam şehirli bir harekettir. Yoksullaşan şehirli orta sı-
nıflar ve batı tekniğini bilen okumuşlar politik İslam’ın militanlarının te-
mel kaynağıdır. Politik İslam, sosyalizm bayraklı Çin’deki Mao’nun geril-
lalarından, hatta Kürt Ulusal hareketinin gerillalarından bile daha şehir-
li bir harekettir.
***
Gerek ulusal, gerek sosyalist hareketler, kültür ve inancı kendi konuları ola-
rak görmemelerine rağmen, pratikte kültür ve inanç pratiklerinin bir ara-
cı haline gelmektedirler. Politik İslam ise, daha baştan bu alanı da kapsar.
İnanç, gelenek, günlük yaşam ve politik faaliyet ayrılmaz bir bütün olur.
Geri ülkelerdeki sosyalist ve Ulusal hareketlerin, olayların zorlamasıyla fi-
ilen vardığı nokta, onda daha baştan kabul edilmiştir ve ona önemli bir
avantaj sağlar. Bu bakımdan, politik İslam’ın modern toplumdaki insanla-
rın günlük yaşam ve kültürlerine ilişkin sorunlarına da cevap sunmak gibi
bir fonksiyonu da vardır, tıpkı aynı noktaya olayların zorlamasıyla varan
sosyalist ve ulusal hareketler gibi.
***
92
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak
Politik İslam ile şeriatı devlet dini yapan devletler ile bunların maddi des-
teğiyle ayakta duran ve toplumsal bir direniş hareketine tekabül etmeyen
örgütleri karıştırmamak gerekir. Pakistan’ın generalleri, Kaddafi, Suudi
Krallığı gibi devlet ve rejimler politik İslam’ı ifade etmezler. Bu gibi dev-
letlerle, politik ve İslami hareketler arasında kimi yakınlıklar destekleme-
ler olabilir. Bu tıpkı bir zamanlar Üçüncü dünyadaki ulusal kurtuluş hare-
ketleri veya işçi hareketlerinin, o dönemin sosyalist denen ülkelerindeki
bürokratik kastlarla ilişkilerine benzer. Bu bürokratik kastlarla bu hareket-
ler nasıl hep sosyalizmden söz etmelerine rağmen, birbirinden çok ayrı ve
zıt toplumsal güçleri ifade ediyorlardı ise, politik İslam’ın da İslam’ı bayrak
yapan rejimlerle ilişkisi benzer bir karakter taşır. Bu rejimler bu hareket-
leri dış politikalarının aracı olarak kullanmaya çalışırlar. Hatta zaman za-
man kullanırlar da. Örneğin Bin Laden’ın Taliban’larla ilişkisi, biraz aşiret
toplumunda sosyalizm kurduğunu iddia eden Enver Hoca’nın partisinin,
Brezilya, Türkiye veya Almanya’daki Arnavutluk çizgisindeki modern ve
şehirli partilerle ilişkisine benzer. Aynı kavram ve bayraklara sahip, ama
iki ayrı dünya, iki ayrı toplumsal güç vardır ortada
***
Politik İslam, her şeyden önce emperyalist sömürü ve baskıya, onların o ül-
kelerdeki işbirlikçilerine direnişin partisi olarak ortaya çıkmıştır. Güçlene-
bilmesi için de ulusal bayraklı ya da sosyalizm bayraklı ulusal direniş ha-
reketlerinin sırasını savması gerekmiştir. Dünün ulusal ya da kızıl bayrak-
larla yürüyenleri bugün İslam bayrağıyla yürümektedirler. Hatta bu sadece
dayanılan toplumsal kesim bakımından değil, bizzat kişiler düzeyinde de
böyledir. Dünün ulusçu ya da sosyalistleri bugünün politik Müslümanları
olmuştur.
***
Modern toplumda her şeyden önce, burjuvazi, küçük burjuvazi ve işçi sı-
nıfı olmak üzere üç sınıf vardır. İktisadi ve politik tavır alış bakımından,
küçük burjuvazi, işçi sınıfı ile burjuvazi arasında yer almakla birlikte, kül-
türel ve tarihi olarak burjuvazinin altında yer alır. Sınıfların ekonomik ve
tarihsel konumlanışı özdeş değildir. Küçük burjuvazi, geçmiş üretimin
yadigârı veya modern üretimin zorunlu sonucu olmayan tabakaları kapsar.
Bu onların kültürel bakımdan, işçi sınıfına burjuvaziden bile daha uzak ol-
ması sonucuna yol açar. Burjuvaziden bile daha geri bir dünyayı yansıtıyor
olması, onun burjuvazinin ufkunu aşan bir program geliştirmesini olanak-
sız kılar. Proletarya bağımsız bir programla ve güç olarak çıkıp kendi ar-
93
Denemeler
94
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak
Kaynağa, gerçek İslam’a dönüş ideali, gerçekten sonuna kadar gider, kendi
sonuçlarından korkmaz, bu araştırmayı politik konumları meşrulaştırma-
nın bir aracı olarak görmezse, sosyalizmle, Marksizm’le buluşma potansi-
yeli taşır. Hatta buna buluşma bile denemez, kendisi onu yeniden yaratır,
kendisi o olur. Yani mantık sonuçlarına varmış politik İslam, Marksizm ve
Sosyalizm olmak zorundadır.
Çünkü İslam’ın bozulmamış halinin ne olduğu ve o bozulmanın niye
gerçekleştiğinin ve mekanizmalarının anlaşılması, sınıflar savaşı ve tari-
hin maddeci kavranışıyla mümkün olabilir. Bu nedenle, saf teori bakımın-
dan, gerçek İslam’a dönüş hedefi, o İslam ve Tarihi tahrif edildiği için, po-
litik İslam için potansiyel bir yıkıcılık taşır. Bu nedenle, gerek kadınlar, ge-
rek sınıflar alanında İslam’daki tahrifatları gösterip, en kaynağına giden-
lerin, politik İslam’ın aynı zamanda en büyük şiddetini çekmeleri bir rast-
lantı değildir.
Ama bu mantık sonuçlarına gitme ve sonuçlarından korkmama, ancak
kaybedecek bir şeyi olmayanlar, araştırmasının sonuçları kimi imtiyazları-
nı tehdit etmeyenler ya da bu sonuçlarla ters düşecek imtiyazı olmayanlar
başarabilir. Bu nedenledir ki, gerçek devrimcidir ve devrimci sınıf gerçeği
aramak zorundadır.
20 Ekim 2001
95
Denemeler
96
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak
Requiem ve 11 Eylül
97
Denemeler
Burjuvazi nasıl Che’yi bir pop ikonu yaptıysa, şimdi de Requiem’i, bir
medya gösterisine dönüştürme kararı almış. 11 Eylül’ün yıl dönümünde,
bütün ülkelerde Mozart’ın bu Requiem’i çalınacakmış. 20 zaman diliminde
40 ülkedeki koro ve solistler, Requiem’e bir dünya turu yaptıracaklarmış.
Requiem’in seçilmesi elbette biçimsel, sadece devasa anıtsal özellikleri
nedeniyle göz alıcı bir gösteri için uygun olması değildir, Hıristiyan dinine
ait bir müzik formudur Requiem. Ölünün ardından söylenen İlahi; daha da
doğrusu Ağıt’ın Katolik kilisesindeki karşılığıdır. Yani dünya insanlığının
büyük bölümünün gözünde, kapitalizm ve emperyalizmle özdeşleşmiş bir
dine ait biçimdir.
Sınıflar savaşı ile ordular savaşı arasındaki temel fark, ordular sava-
şında cephelerin ve tarafların kesinliği, sınıflar savaşında ise baştan üstte
olanın ancak bu sınır ve taraflar bin bir yanılsamayla karıştırıldığı takdirde
üst konumun sürdürülebileceğinde toplanır.
Requiem’in seçilmesi bu tercihin değiştiğini gösteriyor. Ezilenlerin kafa-
sını karıştırmaya yönelik bir seçim, örneğin, farklı kültürlerin ve ulusların
kendi ilahi ve ağıtlarının tüm dünya medyasında 11 Eylül’ün anısına icra
edilmesi biçiminde olabilirdi. Bu 11 Eylül’ün hedefi olan Emperyalizmin,
bir cepheyi genişletme; karşı tarafı içinden bölme ve tarafları karıştırarak
egemenliğini sürdürme yolunu seçtiği anlamına gelirdi.
Ama Requiem’e dünya turu yaptırmak, kulağı bambaşka bir ses düzen-
lemesine göre şekillenmiş; Mozart’ın Requiem’inin teneke gürültüsünden
farklı bir etki yaratmayacağı uzak doğunun milyardan fazla; Hint alt kıta-
sının bir milyar, İran, Arap ve Akdeniz’in “makamat müziği”ne göre şe-
killenmiş yine milyarlara yakın insanının ruhunda zerrece titreşim yarat-
maz. Bu şu demektir: Dünyanın ezilenlerini ikna değil, imha anlayışı seçil-
miş bulunuyor. Requiem’in seçilmesi, Irak’a ve onu takiben ABD’nin dün-
ya egemenliği için başka ülkelere de saldırılacağının habercisidir.
Ezilenler için, karşı tarafın böyle aptallıklar yapması iyidir. Saflar netle-
şir. Onun karşısında bizlerin yükseltmesi gereken, ezilenleri bölecek İslam
veya Hindu, Budist ilahileri değil; Requiem’in dinsel biçimi değil, devrimci
ve yoksuldan yana özüdür; Requiem’in mesajının o kültürlerin müziklerin-
deki karşılıklarıdır.
Biçim onların olsun, öz bizim. Ağıt yakan kadınlar aslında ölene değil,
kendi kaderlerine ağlarlar. Belki de Requiem’in seçilmiş olması, Kapitaliz-
min farkına varmadan, ölümünü görüp kendi kaderine ağlamasıdır?
10 Eylül 2002
98
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak
99
Denemeler
100
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak
burjuvazi, çok küçük bir azınlıktır; buna karşılık ücretliler ve diğer emek-
çiler çok büyük çoğunluk.
Bunun mahzurlarını ortadan kaldırmak için burjuvazi, kapitalizm ön-
cesinin tamamen tersi bir savaş yöntemi izler ve kendisi ve ezilen sınıflar
arasındaki bütün biçimsel dil, giyim, yaşam alanı gibi farklılıkları ortadan
kaldırır. Ancak bu koşulda kendisinin ayrı bir sınıf olduğunu gizleyip ege-
menliğini sürdürebilir. Bu ideolojiden kıyafete kadar her alanda yapılır.
Bunu anlamak için modern toplumdaki sınıflar savaşı ve ordular savaşı-
nın zıtlığını göz önüne getirelim. Ordular savaşında her ordunun ayrı bay-
rakları, ayrı siperleri, ayrı kıyafet ve parolaları vardır. Her şey kesin ola-
rak ayrıdır. Modern sınıflar savaşında böyle olsaydı, burjuvazi bir saniye
bile iktidarını sürdüremezdi. Bu ancak bin bir parçaya bölünmüş kapita-
lizm öncesi uygarlıklarda mümkündü. O halde burjuvazinin, egemeni ol-
duğu ulusun; sömürdüğü işçilerden biçimsel özellikler bakımından (giyim,
yaşam tarzı, yaşam yerleri vb.) farklı olmamasının, onun egemenliğini sür-
dürmesi için hayati bir önemi vardır.
Burada Türkiye’nin özgüllüğüne geliyoruz. Osmanlı İmparatorluğu,
Bizans adlı Doğu Roma’yı fethetmiş Oğuz boylarından çıkmıştır. Eğer bu
boylar, uygarlıkla ilk ilişkilerini, Karadeniz üzerinden gelen Oğuz boyla-
rı veya yeterince uygarlığa bulaşmamış, Osmanlı ve Selçuklu’nun “Cahil
Türkler” dediği Karamanlılar gibi, Bizans aracılığıyla kursalardı; fethet-
tikleri Hıristiyan Bizans uygarlığı tarafından fethedilirler, onun dinine ge-
çerlerdi.
Ama Oğuz boyları, Müslümanlaşmış Pers ve İslam uygarlıkları aracılı-
ğıyla daha önce uygarlığın gerektirdiği kavram sistemi ile zırhlandıkların-
dan Hıristiyanlaşmadılar. Bizans’ı fethettiklerinde, müziğinden yemeğine,
vücut diline kadar bu uygarlıkça fethedildiler, ama bu fetih din alanına iş-
lemedi. İşlemediği için de dilleri, Pers ve İslam Uygarlıklarının dili oldu,
Bizans’ın dili değil.
Böylece nüfusunun çoğu binlerce yıldır uygarlaşmış Hıristiyan’lara ege-
men, onları Pers ve İslam uygarlıklarının kendine kazandırdığı kurumsal
ve kavramsal araçlarla yöneten batılıların “Türk” dediği Müslüman bir kast
oluştu. İşin ilginci, bu Kast kastlaştıkça, yani devletleştikçe, uygarlaştıkça,
silahlı eşit Oğuz boylarının içinde birinci olmaktan çıkmak, onları silah-
sızlandırmak ve kendine bağlı silahlı özel birlikler oluşturmak zorunda
kalmıştır. Muaviyelerin, Stalinlerin yaptığını yapmıştır. Yani giderek dev-
şirmelerden oluşan, Müslümanlaştırılmış Hıristiyan çocuklarından oluşan
bir devlet kastıdır bu. Yani batılının Türk dediği egemen Müslüman kastın,
Oğuzluk veya “Türklük”le hiç ilgisi de yoktur.
101
Denemeler
102
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak
103
Denemeler
104
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak
105
Denemeler
106
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak
Umutsuzluk İlkesi
107
Denemeler
Ama devrimci bir işçi hareketinin fiili yokluğu sadece devrimci demok-
rasinin var oluşunun koşullarını yaratmamış, aynı zamanda, onun kendi-
sini sosyalist bir hareketmiş gibi algılamasına ve sosyalist ideolojiye sahip
çıkmasına da yol açmıştır. Eğer yüzyılın başında olduğu gibi, sosyalist
ve devrimci bir işçi hareketi, devrimci demokrasinin yanında var olsaydı:
devrimci demokrasi, devrimci işçi hareketin sosyalizmine karşı her zaman
soğuk ve bağışık kalırdı.
Ama devrimci demokrasi tarafından Ekim Devrimi’nin prestiji nede-
niyle benimsenen sosyalizm, artık milliyetçi, bütün devrimci ve demokra-
tik özünden soyulmuş, bir bürokratik kastın çıkarlarını savunan sosyalizm
olduğu için, devrimci demokrasi burjuva devrimlerinin devrimci demok-
rasisi bile değildi artık.
Devrimci demokratik idealler, yani sınırsız bir örgütlenme ve fikir öz-
gürlüğü ve partiler; dil veya etniye değil, yurttaşlığa, tüm dillerin ve ulus-
ların eşitliğine dayanan rejimler, devrimci işçi hareketini ezerek iktidar ol-
muş bürokrasinin çıkarlarıyla uyuşmazdı. Bu nedenle paradoksal gibi gö-
rünebilir, ama yirminci yüzyıla damgasını vurmuş bütün sosyalist devrim-
ler ve hareketler sosyolojik olarak devrimci demokratik (yani köylülüğe da-
yanan), ama politik, programatik ve ideolojik olarak demokratik bile olma-
yan hareketler ve rejimlerdir.
Böylece sosyalist ve devrimci bir işçi hareketi olmadığı için, var olabi-
len ve kendilerini sosyalist olarak tanımlayan devletler, yine aynı nedenle
devrimci demokratik değildirler. Ama bu devrimci demokratik olmama,
onu içinde taşıyarak aşma anlamında, yani işçi hareketindeki anlamında
değil, devrimci demokrasiden geriye düşme anlamındadır.
Dolayısıyla yirminci yüzyılı sadece devrimci bir işçi hareketinin yoklu-
ğu değil, gerçek bir devrimci demokratik hareketlerin ve rejimlerin yokluğu
da karakterize eder. Bu nedenle yirminci yüzyılın bütün büyük devrimleri,
sosyalist oldukları ölçüde devrimci demokratik olmaktan uzaktırlar.
Bugün, o dönemin (Yirminci Yüzyılın) kalıntısı olarak var olan bütün
sosyalist hareketler, yüzyılın ilk üçte birinde yok olmuş işçi hareketinin
değil, bu yok oluş sayesinde var olup kendini sosyalist olarak tanımlama
olanağı bulmuş, artık devrimci demokratik bir programı bile olmayan bir
hareketin kalıntılarıdırlar.
Örgütlü işçiler veya gelişmiş ülkelerdeki sosyalist hareketler ise, sendi-
ka ya da parti bürokrasilerinin, reformizmin, burjuva sosyalizminin ifade-
leri ve kalıntılarındandırlar.
Yüzyılın başında yok olmuş devrimci işçi hareketinin kalıntıları, sa-
dece, burjuva kültürünü özümleyerek aşmış, işçi hareketinin devrimci ge-
108
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak
109
Denemeler
110
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak
Doğu ve Batı
111
Denemeler
112
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak
113
Denemeler
114
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak
Eurovizyon, Modernleşme ve
Demokratikleşme
115
Denemeler
116
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak
vence vermediği için biraz da bir kaza olarak hayır oyu verilmesinin bir
karşılığı olarak diğer Avrupa ülkelerinden gelen oylar da eklenince böyle
bir sonuç ortaya çıktı.
Bu politik olarak şu demektir. ABD’nin Irak işgaline kadar, Türkiye
ABD’nin dengesiydi ve Avrupa bu büyük ülkeyi üye almaz, kapısında
bekletirdi. Ama ABD’nin Irak işgali ile dengeler değişmiş bulunuyor ve
Avrupa Türkiye’ye, oyunun dışında kalmamak için biraz daha açık kapı
bırakabilir. Berlusconi’nin fikir jimnastikleri, Eurovizyon’da alınan birin-
cilik ve Cannes’te “Uzak”a verilen ödül, bu tür göz kırpmalar anlamına
gelmektedir. Avrupa ABD’ye karşı yeni ittifaklar ve stratejiler arayışı içine
girmiş bulunuyor. Eurovizyon’da alınan ödül, bu arayışlarda opsiyonları
geniş tutmanın bir ifadesi. ABD’nin yanında saf tutan doğu Avrupalılara,
bakın Türkiye bile sizden bize daha yakın politik mesajı.
Ama en iyi koşulda bile bu Türkiye’nin gerçekten demokratikleşme-
si veya kelimenin gerçek anlamında Avrupalılaşması anlamına gelmez.
Avrupa ancak kelimenin gerçek anlamında Avrupalı değil, şarklı bir
Türkiye’ye kapılarını açar. Modern görünüşlü, ama şarklı. Tıpkı şarkı ya-
rışması birincisi gibi, bütün o taklitler Modernleşmeyi demokratikleşme ile
karıştıran şarklılığın bir yansımasından başka bir şey değildir.
Eğer Avrupalılık, sadece modernleşme değil, demokratik gelenekler
ve burjuvazinin son beş yüz yılda biriktirdiği kültür birikimi anlamında
anlaşılırsa, Türkiye’nin bu Avrupalılıkla hiç bir ilişkisi yoktur. Bir Çehov,
bir Tolstoy, bir Çaykovsky veya Şostokoviç, bir Pavlov hatta bir Lenin ol-
madan Avrupa, yani Burjuva uygarlığı tasavvur edilemez. Bu anlamda
Rusya Avrupa kültürünün, bu uygarlığın bir parçasıdır. Ama Türkiye’nin
ve Türklerin bir tek sanatçı, bilim adamı veya düşünürü yoktur, Avrupa,
yani burjuva uygarlığının, olmasa bugün eksikliğini hissedebileceği. Ama
bunun yokluğu Avrupa’yı Avrupa yapan devrimci ve demokratik bir gele-
neğin Türkiye’deki yokluğudur. Rus köylüsünün Narodniklerden Sosyalist
Devrimcilere kadar uzanan devrimci demokratik gelenekleri veya geç ve
güçlü doğmuş işçilerinin dünyayı allak bullak eden partileri ile Tolstoy
veya Sostokoviç’ler arasında derin bağlar vardır. Türkiye’de ne devrimci
demokratik bir köylü hareketi vardır ne diğeri.
Yani kültürel olarak Avrupalı olmak, Avrupalılaşmak demek radikal
demokratik hareketleri yaratan ve besleyen bir toplumsal yapı demektir.
Ancak bu çerçevede onun kültürel ifadeleri de ortaya çıkarlar ve toplu-
mun kültürel hayatının derinliklerinde, iktidara gelememiş olsalar bir yer
edinirler. Yunan İç savaşı, İki savaş arasının büyük komünist direnişle-
ri, bu toplumsal mücadelelerin birikiminin ürünü olan Theodorakis’ler,
117
Denemeler
118
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak
Bonapartizm
119
Denemeler
120
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak
121
Denemeler
madı baştan, ama bu sefer dizleri üzerinde kat etmek zorunda tekrar ba-
ğımsız bir sınıf olarak ortaya çıkabilmek için. Artık ne bağımsız bir ide-
olojisi, ne bağımsız bir programı, ne de örgütlülüğü var. Bu durumdan ne
zaman çıkacağı da belirsiz. Bu durumda işçiler burjuvazi için bir tehlike
olmaktan çıkmış bulunuyor. Zaten ezilen sınıflar burjuvaziyi korkutacak
hiçbir şey yapamıyor ve yapmıyor. Güney Afrika’dan Doğu Almanya’ya
ya da Nikaragua’dan Brezilya’ya işçiler ve ezilenler hiçbir yerde kapita-
lizmi yıkmaya cesaret edemiyor. Kapitalizme bir alternatifi düşünmüyor-
lar bile. İçiler realist insanlardır, bugünkü koşullarda böyle bir şeye giriş-
tikleri takdirde hiçbir şanslarının olmadığını herkesten daha iyi bilmekte-
dirler. En fazla istedikleri kapitalizm çerçevesinde daha adil ve demokra-
tik bir düzen.
Buna karşılık burjuvazi, bu arada hem büyümesi ve güçlenmesi; hem
de tarihsel zaferi ve işçi sınıfının sıfırlanması nedeniyle, tekrar kendine
güvenini kazanıyor. Ezilen sınıflardan eskisi kadar korkmuyor. Artık güçlü
bir devlete dayansa da, burjuvazi iktidarı parlamenter araçlarla sınıf olarak
sürdürebilmek için daha elverişli koşullara sahip bulunuyor.
İşçi sınıfının bir tehlike olmaktan çıkması ve artık burjuvazinin on-
dan korkmaması; hatta kriz dönemlerinde kestaneleri ateşten çıkarmak
için ona kısmen politik iktidarı bile bırakacak güce ve esnekliğe ulaşması;
buna karşılık işçilerin iktidarı almaktan ve sosyalist dönüşümler yapmak-
tan korkması, bütün dünyada adeta bütün devrimci hareketler ve toplumsal
hareket canlanmaları sosyal devrimlerden ziyade, parlamenter rejimlere
dönüşmelerle yol alıyor. Bonapartizmin bu tarihsel konjonktürdeki sosyal
temelinin yok oluşu ve parlamenter rejimlerin yaygınlaşması, yüzeyde bir
değerlendirmeyle, zamandaşlığa bakarak, onun globalleşmenin bir ürünü
gibi görülmesine yol açıyor. Bunların bambaşka toplumsal ve ekonomik
güçlere bağlı, süreçler olduğu görülmüyor. Ama bizzat bu yaygın kanının
kendisi de burjuvazinin artan gücü ve ideolojik egemenliğinin bir ifadesin-
den başka bir şey değildir. Dünya burjuvazisindeki bu kendine güvenin en
son örneği, ABD’nin Irak’ta atadığı konseye bir de Komünist almasıdır.
Bu genel tablo içinde, Türkiye’deki Bonapartizm en çok direnenlerden
biri. Bu direnişte elbette onun müthiş esnekliği, parlamentarizmi iyi kulla-
nabilmesi ve Türkiye’nin uluslar arası dengelere oynamaya iyi imkân sağ-
layan stratejik konumu gibi etkenler var. Bunun yanı sıra, Türkiye’deki sı-
nıflar ve politik güçler de hala, “üzerlerine bir kâbus gibi çöken geçmişin
mirasıyla” davranıyorlar. İşçiler ve sosyalistler Sovyet bürokrasisinin dış
politika ihtiyaçlarına uyan ve bir zamanlar iyi kötü yine de Emperyalizme
karşı dengeleyici bir işlev gören eski bağımsızlık ve anti-emperyalizm pa-
122
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak
123
Denemeler
124
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak
Sıfırın Değeri
125
Denemeler
126
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak
Sıfır olmasa, o imgede kullanılan oyun teorileri dâhil hiçbir şey olmaz-
dı. Çünkü her kazanç bir kayıptır da. Piyangodan çıkacak kazanç kimin
kaybı olacaktır? Yine o oyun teorilerine göre, toplamı sıfır olan bir oyun
olmayacak mıdır bu?
Bugün yapılması gereken aslında tam da sıfırın değerini bilmektir.
Ancak o takdirde eksilerden artılar âlemine geçilebilir. Sonu tüm insanlık
ve bölge halkları bakımından sıfır kazançlı bir kumardan ise, bunların hep-
sinin kazanacağı başka modeller de vardır.
Örneğin Irak’taki bütün Türk kuvvetleri derhal çekilmeli. Türkiye’deki
Kürtlere tüm özgürlükler tanınmalı. Derhal politik bir af çıkarılarak,
Öcalan ve gerillaların yasal olarak politika yapma olanakları sağlanmalı;
ulus dil, kültür ya da etniyle değil, yurttaşlıkla tanınmalı. Diyanet derhal
kapatılıp, dini görevlilerin maaşlarının, tıpkı Alevi dedeleri gibi, cemaatle-
rin özgür bağışlarıyla karşılanmaları sağlanmalı. Orduda derhal büyük öl-
çüde asker indirimi yapıp harcamalar yatırımlara, eğitim ve sağlığa akta-
rılmalı. Kaymakamlık, valilik gibi Osmanlı kurumları lağvedilip, mahal-
li yetki seçilmiş yöneticilere ve meclislere geçmeli, vb. bunlar uzatılabilir.
Bunlar yapıldığında hem kumar oynanmamış olur hem de sadece Tür-
kiye’de değil, Orta doğu’da refah, özgürlük, kardeşlik ve iyimserlik, önleri-
ne, o beğenilmeyen sıfırlar geldiğinden, on misli, yüz misli büyür.
Kumara gerek yok. Sıfırı hiç kabul edenler, eksiler âlemindeki rakamla-
rı kazanç sanırlar. Bilmezler ki o âlemde rakamlardaki büyüme eksilerdeki
bir büyümedir. Çünkü onlar sıfırın öbür tarafında bir artılar âlemi olduğu-
nu bilmezler.
127
Denemeler
128
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak
Minima Politika
129
Denemeler
130
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak
131
Denemeler
132
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak
133
Denemeler
134
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak
135
Denemeler
136
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak
137
Denemeler
tik devrimlerin insanlık için kaçırılmış bir fırsat olarak kalması gibi, Orta
Doğu için, kaçırılmış bir fırsat olarak kalır.
***
Kitapçı’da yeni çıkan kitaplar arasında Eric Hobsbawm’ın yeni çıkan otobi-
yografisi vardı, “Tehlikeli Zamanlar–Yirminci Yüzyılda Bir Hayat”. Adorno
ile ilgili bir kitap mı alayım yoksa Hobsbawm’ın otobiyografisini mi alayım
diye epey düşündüm.
Kitapçıda düşündüğüm gibi Adorno’yla ilgili, çıkmış bütün yeni yayın-
lardan bir köşe yapılmıştı. Tek tek ve uzun uzun karıştırdım. Birden bire
kitaplardan birinde, Adorno’nun doğum tarih dikkatimi çekti: 11 Eylül.
Demek yarın. Sonra birden bire 11 Eylül’ün 11 Eylül olduğunu da hatırla-
dım. Ne kadar ilginç bir tesadüf. Kitaplardan hiç biri çekmedi. Bunun üze-
rine Hobsbawm’da karar kıldım.
Ayrıca Adorno ile ilgili bir yazıyı kısa dönemde bitiremeyeceğimi fark
ettim. Ama bir şeyler de yazmak istiyordum. Sonra birden bire, biraz önce
konuştuğum Kürt işçiye verdiğim söz aklıma geldi. Bu dediklerini yaza-
cağım demiştim. Nasıl bir biçim içinde yazılabilirdi böyle bir konuşma.
Günlük hayatın sıradan gibi görünen konuşmaları. Bu sıradanlık ve günlük
hayat birden bire, Adorno’nun Minima Moralia’sını çağrıştırdı. O kitapta
aforizmalar, kısa değinmeler şeklinde, günlük hayatın en sıradan, en mah-
rem ilişkilerinden hareketle kapitalizmi eleştirmiyor muydu?
Benzer bir yöntem niye şu içinde yaşadığımız politik ortamı yorumla-
mak ve onunla mücadele etmek için kullanılmasın? Damlaya damlaya göl
olur. Yavaş yavaş, arada sırada, en sıradan, en alışılmış söz ve davranışları
ele almak denenemez mi? Niye olmasın?
Böylece hem o Kürt işçiye verdiğim sözü tutmuş, hem bir şekilde Ador-
no’yu anmış olur ve de Eric Hobsbawm’ın kitabını tercih edebilirdim.
Bu nedenle, Adorno’nun Minima Moralia’sından ilhamla arada sırada
yazılacak bu yazılara Minima Politika başlığını koyalım dedik.
***
Demek Adorno da 11 Eylül’de doğmuş. Şili’de darbe de 11 Eylül’de olmuş-
tu. Ama artık, iki yıldır, 11 Eylül denince, akla 11 Eylül geliyor.
11 Eylül sadece Çifte Kulelere ve Pentagon’a yapılan eylemleri değil, o ey-
lemlerden daha fazlasını, bir dönüm noktasını da işaret ediyor. İkinci Dünya
Savaşı’nın 1 Eylül’ü gibi. Ama onlardan daha fazlası. O gün başlayan savaş
bir dönemin sonunu işaret etmiyorlardı. Sadece verili bir dönem içindeki ba-
rışın sonuydu. 11 Eylül ise daha derinden değişimin işaret noktası gibi.
138
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak
Her halde hiçbir tarih böyle çok kısa bir süre içinde, o tarihte gerçekle-
şen, o tarihin işaretlediği olayların tümünü işaret eden bir kavram özelliği
kazanmamıştır. Bu adlandırma bile, onda o gün televizyonlarda seyredilen-
lerden daha fazla bir şeyler olduğunun bilinçsiz bir ifadesi gibidir. 11 Eylül
adeta, “o gün” gibi bir anlama sahiptir şimdiden. O gün, yani 11 Eylül.
Bugün bir anlamı olan birçok tarih, o gün onu yaşayanlarca öyle önemli
görülmemişti. Hatta çoğu kez, o gün daha sonra hatırlanacak bir tarih ola-
rak belirlenmiştir. 1 Eylül eğer daha sonradan “Dünya Barış Günü” olarak
tanımlanmasıydı, kim hatırlardı ki 1 Eylül’ü ve 1 Eylül’de insanlar nasıl bir
şeyin kendilerini beklediğinin ne ölçüde farkındaydılar.
Ama 11 Eylül öyle değil. En sıradan insan bile, o gün olağandışı bir
şey yaşadığının ve bunun televizyon ekranlarında izlediğinin farkındaydı.
Sadece izlediğinin değil, kendi yaşamıyla bunun çok yakın bir ilişki içinde
olduğunun da.
Gerçi henüz bu kadar yaygın değildi televizyon, ama yine de insanlığın
büyük bir çoğunluğu, örneğin insanın Ay’a ilk ayak basışını da bir şekilde
canlı olarak televizyon olmasa radyodan izlemişti. Ama orada böyle bir kı-
rılma noktası görmüyordu kimse. O günün hangi tarih hatta hangi yıl ol-
duğunu bilen kim var? O günün adı o günün tarihinden çıkmıyor. O gün,
“insanın aya ayak bastığı gün”, tarihin kendisiyle değil eylemin kendisiyle
anılıyor. Hatta tarihin bile önemi yok. Olayın kendisi önemli, insanın aya
ayak basması. Ama 11 Eylül söz konusu olduğunda öyle değil. Belki iler-
de 11 Eylül’ün hangi yılda olduğu bile tam hatırlanmayacak, ama 11 Eylül
denince herkes aynı 11 Eylül’ü anlayacak. 11 Eylül, tıpkı insanın Ay’a ayak
basması gibi bir olay anlamına sahip. Ama bu olayın ne olduğu bile tam bi-
linmiyor. O gün çok, çok önemli bir şeyler oldu. Olanların neler olduğu-
nu böyle sıcağı sıcağına anlama yeteneğinde değiliz, bunu anlayabilecek ve
anlamak için de yaşayabilecek bir zamana ihtiyaç var demek gibi bir anla-
ma da sahip 11 Eylül.
Hani bazı pis, mahrem, korkunç şeyler vardır, insanlar onların adını an-
mak istemezler, onları çağrıştıran kelimeler kullanırlar, sanki o kelimeler
kullanılırsa bir uğursuzluk gelecek gibi düşünülür. 11 Eylül adı biraz böy-
le. O ne olduğu da bilinmeyen lanetli şeyin adını anmayarak lanetten kaç-
ma çabası gibi biraz da.
11 Eylül galiba ilk dünya tarihsel olayı. Gerçi, diyelim ki, büyük san-
sasyonel olaylar, olimpiyatlar vb. de milyonlarca insan tarafından izleniyor.
Ama oralarda hem bütün insanlığın bir ilgisi söz konusu değil, hem de in-
sanlar bir seyirci.
139
Denemeler
140
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak
***
Elbette böyle bir yarışma birçok bakımlardan ele alınabilir.
Örneğin, şimdi hemen her ülkenin televizyonunda da tekrarlanan, “Al-
manya (veya her hangi bir ülke de olabilir bu) süper starını arıyor” tarzın-
daki aptallaştırıcı bir medya gösterisinin özgül bir versiyonu olarak ele alı-
141
Denemeler
142
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak
143
Denemeler
144
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak
145
Denemeler
Ama esas yenilgiye gelmedik daha, şimdiye kadar olayın nesnel, top-
lumsal anlamı alanındaydık, Sosyolojik boyutundaydık. Araçların tarafsız
olamayacağı boyutundaydık. Bu boyutlarda bile bir yenilgi olduğuna kısa-
ca değinmeye çalıştık.
***
Ama bir de ideolojik, programatik yenilgi var, daha doğrusu yenilgi de de-
ğil, teslimiyet, karşı tarafa geçmişlik ve bunun bile bilincinde olmamak var.
Esas korkunç olan bu. Daha korkunç olan bu yenilgiyi kutlamak. Ama on-
dan da korkunç olanı sosyalistlerin kendilerinin yenilgisi için savaşması.
Ama esas yenilgiye geçmeden önce, yarışmanın adının bir analizini de
yapmak gerekiyor ki, daha sonra söyleneceklerde bir karışıklık olmasın.
Yarışmanın adı: “Almanların En İyisi”dir. Niye bu ad? Ve bu ad ne de-
mek? Niye “en iyisi” de “en büyüğü” değil? Önce bunu anlayalım. Ondan
sonra, “Almanlar”a geçelim.
“İyi” kendi başına ele alındığında, ahlaki bir kategori olarak, kötünün
zıddıdır. İyilik denen eylemi yapan ya da o şeye (iyiliğe) sahip olandır. İyi,
insanın önündeki bir sıfat olarak, daima kötünün zıttı olarak, ahlaki bir
kategori olarak kullanılır ve anlaşılır.
Ama “iyi” sözcüğü, sıfat olarak bir dizilişte nicelik ya da nitelik bakı-
mından üst bir konumu belirlemek için de kullanılır. Örneğin en iyi ko-
şucu, en iyi koşandır. Ama her şey böyle nicel ölçülebilir olmadığından,
bu anlamda, derecelemedeki üst durumu ifade etmek anlamında iyi yerine
büyük sözcüğü kullanılmaktadır. En büyük koşucu denildiğinde, herkes
bundan en iyi koşucu kastedildiğini anlar. Bu nicelik olarak ölçülebilir bir
iyiliktir. Ama sanat ya da bilimde böyle değildir örneğin. En büyük mü-
zisyen dendiğinde, bundan en yaratıcı, en güzel eserleri vermiş müzisyen
kastedildiğini açıklamaya gerek yoktur. Burada nesnel bir ölçü aramak
mümkün değildir. Bu kişiye göre değişebilir.
Ama bu bize şunu gösterir, iyi, insan hariç başka niteliklerin önünde
sıfat olarak kullanıldığında, özellikle “en iyi” olarak kullanıldığında, “en
büyük” anlamını taşımaktadır. Ahlaki bir kategori olarak “iyi” olmakla bir
ilişkisi bulunmamaktadır. Yani iyi bir müzisyen veya koşucu olmanız sizin
iyi ahlaklı bir müzisyen olduğunuz anlamına gelmez. İyi müzisyen dendi-
ğinde, bundan o kişinin müzikal bakımdan iyiliği anlaşılır, insani olarak
iyiliği değil. Bir müzisyenin insani, ahlaki olarak iyiliğinden söz edilece-
ği zaman, “iyi insan” denir. Çünkü her hangi bir alanda iyi olmak ile iyi
ahlaklı veya iyi insan olmak arasında kanıtlanmış bir ilişki yoktur. (Tabii
burada iyi insanın ne olduğu konusunu bir tarafa bırakıyoruz.)
146
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak
147
Denemeler
148
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak
149
Denemeler
150
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak
151
Denemeler
152
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak
Einstein’ın kendisini Alman kabul ettiğine dair ortada hiçbir veri yok-
ken, bir ihtimal Yahudi veya Amerikalı iken, ama daha büyük bir ihtimalle
o da ulussuz, kendini hiçbir ulustan kabul etmeyen bir insanken, yarışmada
o da en büyük Almanlardan biri olarak tartışılıyor. Ve bırakalım Allah’ın
bir tek kulunu Allah’ın bir tek sosyalisti bile buna da itiraz etmiyor.
Burada açık ki, milliyetçilerin insanlık tarihini, bilim tarihini ezilenle-
rin tarihini soyuşu söz konusudur. Bu anlaşılır bir şey. Ama sosyalistlerin
buna bir ses çıkarmaması ve bu hırsızlığa hiçbir itirazda bulunmayarak,
hatta Marks’ı da Alman yapıp burjuvazinin ve milliyetçiliğin çalmasına
yardım etmesi ve sonra da bu hırsızlığı sosyalizmin bir zaferi olarak kut-
laması anlaşılamaz.
Elbet bunun da anlaşılamayacak bir yanı yoktur. Tek yapılması gereken
şey sosyalistlerin milliyetçilerin millet anlayışlarını paylaştıklarını, yani
milliyetçi olduklarını kabul etmektir. O zaman her şey yerli yerine otur-
maktadır.
9 Aralık 2003
153
Denemeler
154
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak
155
Denemeler
deki boşlukta nasıl yol alıyordu? Bunun için içinde yol alacağı bir “ortam”,
bir “şey” gerekirdi. Bunun için sistemi kurtarmak üzere “Esir” ya da “Eter”
denen bir “şey”in var olduğu düşünülerek bu soruna bir çözüm arandı.
Ama ışık ikinci bir azizlik daha yaptı. O zamana kadar, Newton
Fiziği’nin mantığına göre, hareket halindeki maddeye bir güç uygulanırsa,
sürtünme de yoksa onun hızı sonsuza doğru artmalıydı. Yani hızın bir sı-
nırı olmaması gerekiyordu. Ama deneyler, ışık söz konusu olduğunda, du-
rumun bu kabule hiç de uymadığını gösteriyordu. Işık, kaynağının hızı ne
olursa olsun, ister bize yaklaşsın, ister bizden uzaklaşsın, hep aynı hızla gi-
diyordu boşlukta. Önce ölçümler mi yanlış diye bakıldı. Sonra böyle olma-
dığı kesinlik kazanınca, var olan fiziğin temelleri sarsılmaya başladı.
İşte ışığın bu iki azizliği, biraz basitleştirilmiş bir ifadeyle 20. yüzyıl
fiziğine damgasını vuran ve fizikte devrim anlamına gelen iki büyük teorik
sistemin kurulmasıyla aşıldı.
Aşırı bir basitleştirmeyle denebilir ki, Kuvantum Teorisi ile ışığın ve di-
ğer parçacıkların garip, örneğin hem dalga hem parçacık olma gibi davra-
nışlarını anlama ve hesaplamanın yolu açıldı.
İzafiyet Teorisi ile de ışığın hızının yol açtığı sorun çözüldü. Newton
Fiziği’nde Hız değişken, Kütle ve Zaman sabit iken, bu sefer hız değişmez
sabit olarak alınıyor (Işık Hızı), ama bu sefer Kütle ve Zaman değişiyordu.
Örneğin kütle artıyor saatler yavaşlayabiliyordu. Aslında çözüm çok sa-
deydi. Sabit ve değişkenlerin yeri değiştirilmiş, her şey başka bir ışık altın-
da görülmüştü. Sağduyuya aykırı gelse de büyük hızlar ve uzaklıklarda de-
neyler bu yeni teoriyi doğruluyordu.
Kuvantum ve İzafiyet Teorileri her ne kadar ortak bir kavram sistemi için-
de birleşmiş değilseler de esas olarak, yine yuvarlak olarak söylersek, Ku-
vantum, atom-altı âlemde; İzafiyet astronomik âlemde, harika bir tutarlılıkla
olguları açıklamayı mümkün kıldılar. Ve birkaç yıl öncesine kadar gelindi.
Hatta son yıllarda, bu iki alanı ve teorik inşayı bir tek teoride birleştire-
cek, “Evren Formülü” ya da “Birleşik Alanlar Kuramı” denen alanda bü-
yük ve umut verici atılımlar yapıldı. Zayıf ve Kuvvetli Güçlerin birliği gös-
terildi. Geriye Elektromanyetik Kuvvetin ve Çekim Kuvvetinin de bu çe-
kirdek kuvvetleriyle birliği gösterilmesi kalıyordu. Ayrıca matematik mo-
deller kullanarak on veya daha çok boyutlu ipliksilerden oluşan bir evren
modeliyle dört temel kuvveti bir tek teoride birleştirme yönünde umut ve-
rici teorik ilerlemeler kaydedilmişti. Hâsılı yine fiziğin “sonuna” gelinmiş
gibi görünüyordu.
Tam bu sırada, on dokuzuncu yüzyılın sonunda var olan fiziğe ışığın
yaptığı azizliği bu sefer yirminci yüzyılın sonunda çekim gücü yapıyor ve
156
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak
bütün teorik sistemi alt üst eden yeni gözlemler yapılıyordu. Bu gözlemle-
re bağlı olarak, nasıl on dokuzuncu yüzyılın sonunda, hiçbir şekilde varlığı
kanıtlanamayan, ama dalganın boşlukta gidemeyeceği var sayımıyla “Esir”
denen şeyin varlığını kabul ederek sorun çözülmeye çalışılmışsa, bu sefer
de benzer şekilde “Karanlık Madde” ve “Karanlık Enerji” denen şeyler ile
sorun çözülmeye çalışılmaktadır.
Şimdi, önce bu Karanlık Madde ve Karanlık Enerji’nin var sayılmasına
yol açan gözlemleri anlatalım. Önce Karanlık Maddeden başlayalım.
Gezegenlerin yörüngelerini ve hareketlerini tanımlayan “Rotasyon
Eğrisi” vardır. Bunun esası Kepler Yasasıdır. Bu yasa en kabaca şöyle ifade
edilebilir: Bir gezegenin Güneş’e olan uzaklığı arttıkça hızı azalır. Yani ör-
neğin Güneş’e yakın olan Merkür, çok uzak olan Neptün’den çok daha hız-
lı döner. Dış çeperdeki gezegenler, daha yavaş dönerler.
Fizik yasaları her yerde aynıdır. Yani bu yasa sadece Güneş Sistemi için
değil, bütün başka sistemler, hatta galaksiler için de geçerli olmalıdır.
Dolayısıyla galaksilerin spiral kollarında da aynı yasaya uygun olarak,
dışa doğru gittikçe, merkez etrafındaki dönüş hızının yavaşladığı düşünü-
lüyordu. Ne var ki, gözlemler gerçeğin hiç de bu beklentiye uygun olma-
dığını gösterdi. Rotasyon eğrisi uzaklıkla azalmıyor, sabit kalıyordu. Yani
galaksinin merkezinden uzaktaki cisimler de tıpkı daha içte olanlarla aynı
hızla hareket ediyorlardı. Uzaklık arttıkça hızın azalması görülmüyordu.
Öyle hızlıydılar ki, normal olarak, merkezkaç kuvvetinin etkisiyle galak-
sinin çekim alanından fırlayıp gitmeleri gerekiyordu. Ne var ki, hiç biri bu
davranışı da göstermiyordu.
O zaman, onları orada tutan bir çekim gücü olmalıydı. Galaksinin bü-
tün görünür maddesi toplandığında ise, fırlamayı engellemek için gerekli
olan kütlenin sadece yüzde onunun var olduğu görülüyordu. Yani galak-
silerdeki kara delikler, pulsarlar, beyaz veya kahverengi cüceler, yıldızlar,
gezegenler, tozlar, gazlar, hâsılı bilinen her şey toplandığında ortaya çıkan
değer, gerekli olan kütlenin ancak yüzde onu kadar çıkıyordu. Peki, bu ga-
laksilerin dağılmasını engelleyen çekim gücü nereden geliyordu? Bu kendi
varlığını sadece çekim gücüyle göstermekte olan, elektromanyetik ışıma-
larla hiçbir iletişim içinde bulunmayan şeye “Karanlık Madde” denildi.
Kaldı ki “Karanlık Madde” varsayımını gerektiren gözlemler sadece
galaksilerin dönüşünde görülmüyordu, başka gözlemler de bu var sayımı
zorunlu kılıyordu.
Einstein’dan beri, çekim gücünün etkisiyle uzayın veya ışığın yolunun
eğrildiği önce ön görülmüş sonra da kanıtlanmıştı. Tabii burada hemen
şöyle bir olanak ortaya çıkar, mademki büyük kütleler, daha arkadaki bir
157
Denemeler
158
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak
evrenin giderek artan bir hızla genişlediği, bütün astrofizikçiler için kabul
edilmiş bulunuyor. Zaten 2003 yılında, Science (Bilim) dergisinin yılın en
büyük buluşu seçtiği şey, bunun artık kanıtlanmış oluşudur. Evrenin ço-
cukluk döneminin (400 bin yaşındaki hali, evren 13,7 milyar yaşında), arka
plan ışımasıyla çıkarılan çok hassas resimleri, evrenin artan bir hızla ge-
nişlediğini kanıtlıyor.
İşte bu genişlemeyi yaratan bir güç olması gerekiyor. Ama bu gücün de,
ne olduğu hakkında, en küçük bir fikrimiz yok. İşte, tıpkı karanlık madde
gibi, hakkında en küçük bir fikrimiz olmayan bu güce de “Karanlık Enerji”
deniyor.
Ama hesaplamalara göre, Karanlık Enerji, evrenin yüzde yetmiş üçünü
oluşturuyor. Yani aşağı yukarı karanlık maddeden de üç misli fazla. Yüzde
yirmi üçünü de Karanlık madde oluşturuyor. Geriye kalan yüzde dört de
bildiğimiz bütün maddeden oluşuyor. Yani fiziğin dediği şu oluyor: Yüzde
doksan altısının ne olduğu hakkında hiçbir şey bilmediğimiz bir evrende
yaşıyoruz. Bu, fiziğin iflasının utangaç bir şekilde ilanından başka bir şey
değildir.
Burada fiziğin karşısında iki yol görünüyor. İlk olasılık, bu Karanlık
Madde ve Enerjinin bir şekilde mahiyetinin kavranması olabilir. Örneğin,
diyelim ki, nötrinoların kütlesi varsa, bu, en azından karanlık madde için
bir açıklama sunabilir.
Ama diğer bir olasılık da fizikçilerin tıpkı bir zamanlar var olan teo-
rik sistemi kurtarmak için “Esir” ya da “Eter”i varsaymaları gibi; (o da
doğrudan gözlemlenemeyen, ışık dalgalarının boşlukta gidemeyeceğin-
den çıkarılan bir varsayımdı) “Karanlık Madde” ve “Karanlık Enerji”yi
varsayma durumunda oluşlarıdır. Belki yapılması gereken, “Esir” benzeri
“Karanlık Madde ve Enerji”nin aranması değil, bu varsayımlara ihtiyaç bı-
rakmayacak yeni bir teorik sistemin aranması olmalıdır. Tıpkı bir zamanlar
Einstein’ın her şeyi bambaşka bir ışık altında görmesi gibi, her şeyi bam-
başka bir ışık altında görmektir gereken.
Kanımızca, “Karanlık Madde” ve “Karanlık Enerji” kavramları, var
olan teorik sistemin yıkılışını engellemeye yönelik payandalardan; reform
çabalarından başka bir şey değildir. Kanımızca sorun, Karanlık Madde ve
Enerji’nin araştırılmasında değil; o kavramları gereksiz kılacak yeni bir
teori ve bakış açısındadır. Astronomlar ve fizikçiler kafalarını, Karanlık
Enerji veya Karanlık Madde’nin ne olabileceğine yormaktan ziyade, baş-
ka bir bakış açısı ve teorik sisteme yorsalar, çok daha iyi ederler. En azın-
dan fizik biliminin tarihinin dersleri, bunun daha büyük bir olasılık oldu-
ğunu ima ediyor. Bu imayı ciddiye almak gerekir, en azından boşlamamalı.
159
Denemeler
160
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak
Ararat
161
Denemeler
gördüğüm bir zaafı üzerine bir yazı yazmak isterdim. Ama böyle bir yazı
yazamam.
Çünkü Türkiye’de devlet ve toplumun büyük çoğunluğu, bir Ermeni,
Süryani katliamı olduğunu inkâr ediyor.
Çünkü bu film Türkiye’de oynatılamıyor. (Osmanlı’da oyun çok.
Baktılar doğrudan yasaklasalar olmayacak, önce serbest bıraktılar, sonra
iyi saatte olsunlar faşist çeteler piyasaya sürülüp, “halkın tepkisi” nedeniy-
le sinemaların oynatmaması sağlandı. Hâlbuki demokratik bir ülkede, dev-
letin görevi o “halkın tepkisi”ne karşı, bir tek kişinin bile o filmi seyretme
hakkını savunmak olur.)
Ne zaman Türkiye’de Ermeni-Asuri katliamı inkar edilmez ve üzerine
açıkça tartışılır; ne zaman bu film Türkiye’de serbestçe oynar ve her hangi
bir engelleme girişimine karşı devlet güçleri insanların bu filmi seyretme
özgürlüğünü garantiye alır, ancak o zaman Egoyan’ın filmi üzerine her tür-
lü politik kaygıdan azade olarak bir yazı yazılabilir.
Yani bir Türk olarak, bu film üzerine bir yazı yazma özgürlüğüm bu-
lunmamaktadır. İnkâr edilen bir olay üzerine çevrilmiş yasaklanmış bir
film üzerine yazı yazmak, elleri bağlı ve savunmasız bir insana vurmaktan
farklı olmaz.
***
Bu vesileyle Türkiye’nin sosyalistlerine bir çağrı.
Politikadan ve demokratik görevlerden kaçmak için, işçilere bilinç gö-
tür meyi; emekçi halkın sıkıntılarından bahsetmeyi; globalizme karşı dün-
yanın bilmem neresindeki gelişmelerin ateşiyle ısınmayı falan bırakın ar-
tık. Nasıl olsa işçiler ve halk sizi dinlemiyor. Ama başka bir şekilde işe ya-
rayabilirsiniz. Örneğin politik sonuçları olan kültürel ve kalıcı etkiler bıra-
kan çalışmalara yönelebilirsiniz.
Örneğin, Atom Egoyan’ın filmi faşistlerin gösterisiyle oynatılmıyor mu?
Bu filmin gösterilmesi için, “Ararat’ı seyretme özgürlüğümü savunmayan
devleti protesto ediyorum” diye filmin oynatılması için kampanya başlata-
bilirsiniz.
Emin olun böyle bir şey yapmanın, yüz işçi grevi örgütlemek; bin işçiyi
sendikalı yapmak; on işçiyi sosyalist yapmak kadar sevabı vardır.
Bu filmin oynatılıp oynatılmaması üzerine, toplumda bir tartışma baş-
latmanız, filmin oynatılması sağlanamasa bile, başlı başına bir zafer olur.
Ya da örneğin, dedelerinizin, babalarınızın Ermeni Süryani katliamın-
da, nerelerde ne yaptığını ifşa eden, alttan bir hareket başlatabilirsiniz.
Herkes tek tek ailesini araştırır, dedelerinin bu katliamlar sırasında ne yap-
162
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak
tığını. Ailesinde bu katliamlardan gelen bir gayrı menkul, bir servet, ahret-
lik türünden bir ev kölesi vb. olanlar bunları kamuoyu önünde anlatıp, bu
katliamı lanetleyebilir.
Ermeni, Süryani ve Rum katliamları, sürgünleri ve mübadeleleri dev-
let ve ilk sermaye birikimini bu kanlı olaylarla sağlamış zengin sınıflar ta-
rafından inkâr dilmektedir, ama sıradan halk bu katliamı ve somut olayla-
rı bilmektedir. Bu halkın anlattıkları derlenerek, devletin ve egemen sınıf-
ların ve gerici Türk milliyetçilerinin inkârlarına karşı, aşağıdan bir hare-
ket başlatılabilir.
Hâsılı birçok şey yapılabilir. Sosyalistler, böyle çabaların başını çeker-
lerse, tekrar altmışlı yıllardaki gibi, demokratik mücadelenin önüne geçip,
küçük güçlerine rağmen toplumun gündemini belirlemeyi başarabilirler.
Yani sadece sevabı yok, politik bir işlev ve anlam da kazandırır sosya-
listlere.
Değmez mi böyle girişimlere?
4 Mayıs 2004
163
Denemeler
164
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak
Kemalizm ve İslam
165
Denemeler
166
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak
167
Denemeler
168
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak
169
Denemeler
170
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak
demokratik cumhuriyetçi bir ulusçuluk mu; ulusu dile dine, etniye soya
göre tanımlayan bir ulusçuluk mu çatışmasını, bütün dünyada olduğu gibi,
Yahudiler arasında da, bugün Siyonizm kazanmış gibi görünmektedir.
Ama unutmamalı, yirminci yüzyılın başlarında da Sosyalizm karşısında
Siyonizm’in en küçük bir şansı görülmüyordu. İslam ülkelerinde Yahudi
düşmanlığının ve Siyonist komplo teorilerinin yankı bulması Irkçı, İsrail
devletinin kuruluşundan sonradır ve Arap ve Müslüman burjuvazinin eği-
limlerini yansıtır.
Batı’nın emperyalistlerinin artık bir anti-semitizme ihtiyacı yoktur, ak-
sine, Orta Doğu petrollerini garantilemek için, İsrail devletinin varlığı ve
ona destek hayati önemdedir. Avrupa ve Almanya için, Nazi’lerin yaptığı
Yahudi soykırımı karşısındaki lanet törenleri, bu politikayı meşrulaştırma-
nın bir aracıdır. Nasıl Türkiye’nin solcuları anti-emperyalizm adına genel-
kurmay politikalarının destekçiliğini yaparlarsa; Alman solcuları da; Nazi
vahşetinin lanetlenmesi adına, Siyonist ırkçılığı, İsrail devletinin yaşama
hakkı diye desteklerler ve hatta kendine “anti-Nasyonalist” diyen kimileri,
İsrail ve Amerikan bayraklarıyla yürüyüşler düzenlerler.
Ama aynı zamanda anti-semitizm ithamı, ABD karşısında Arap ülke-
lerini destekleyerek bir denge kurmaya çalışan Avrupalı emperyalistlere
ve güçlere karşı, ABD emperyalizminin ve ırkçı İsrail Siyonizmi’nin on-
ları hizaya getirmeye yarayan bir sopasıdır. Örneğin bu çatışma geçen yıl
Almanya’da, Araplarla daha yakın ilişkileri savunan bir politikacının, İsrail
tarafından manevi olarak öldürülmesi ve onun da dayanamayıp intihar et-
mesine karşılık, Siyonist bir talk showcunun, kirli çamaşırlarının ortaya çı-
karılarak yine manevi olarak saf dışı edilmesinde olduğu gibi, “bir bizden
bir sizden” mesajlarıyla, zaman zaman çok sert biçimlerde sürmektedir.
Arap ve İslam ülkelerindeki anti-semitizm İsrail’in varlığıyla doğru-
dan bağlıdır ve ondan sonra ortaya çıkmıştır. Siyonizm’e karşı Arap ve
Müslüman burjuvazinin bir karşı tepkisi olarak. Osmanlı’da burjuva dev-
rimlerinde ve Türk ulusunun yaratılmasında, yani Türk modernleşmesinde
Yahudilerin oynadığı çok özel rol nedeniyle, Türkiye’deki anti-semitizm ve
Komplo teorileri daha eskilere gider ve çok ayrı sebepleri vardır.
Osmanlı’da Müslüman devlet sınıfları, bütün fatih kavimler gibi, haraç-
la yaşadıklarından ve devleti oluşturduklarından bunlar arasında, ticaret
ve zanaat, “haşa min huzur tüccar taifesinden” denerek aşağılanmıştır. Bu
nedenle, ticaret ve zanaat Hıristiyan nüfusun işi olmuştur. Dolayısıyla da
burjuvazi ilk kez Hıristiyanlar arasından çıkmıştır. Ama bu burjuvazi orta-
ya çıktığında, artık burjuvazi, demokratik ve cumhuriyetçi insan ve yurttaş
haklarına dayalı ulusçuluğu çoktan terk etmiş; dile, dine, etniye dayanan
171
Denemeler
172
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak
173
Denemeler
174
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak
175
Denemeler
176
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak
177
Denemeler
Ama doğu, sadece coğrafi bir kavram değil, aynı zamanda sosyolojik
ve tarihsel bir kavramdır. Bütün kapitalizm öncesi uygarlıklar, Çin, Hint,
Pers, Doğu Akdeniz uygarlıklarının hepsi, Kapitalizmin doğduğu Batı
Avrupa’ya göre doğuda olduğu için, doğu sözcüğü aynı zamanda, bu uy-
garlıkların tarihinden gelen, bu uygarlıklara ilişkin anlamında da kullanı-
lır. Bu uygarlık alanları, tam da pre-kapitalist uygarlık alanları oldukları
için daha sonra kapitalizm karşısında geri kalıp sömürgeleştiğinden, doğu
sözcüğü aşağılayıcı bir anlama da sahiptir. Daha sonra kurtuluş savaşları-
nın yükselişinin bir yansıması olarak, buralarda yaşayan halkların dilinde
Doğu, bu sefer, var olan durumda pek övünülecek bir yan olmadığından,
eski uygarlık beşiği geçmişe bir gönderme içerir ve olumlu bir anlam yü-
küyle kullanılır olmuştur.
Bu değer yüklü anlamlardan soyutladığımızda, Doğu, pre-kapitalist uy-
garlıkların yayıldığı yerler anlamına gelir. Ne var ki, bunun yerine Doğu
sözcüğünün kullanılması, sık sık anlam kaymalarına ve karışıklıklara yer
açar. Coğrafi doğu kavramı, bu sosyolojik Doğu kavramının yerini alır.
En tipik örnek Japonya’dır. Japonya, coğrafi olarak Doğu’nun doğusunda-
dır, ama sosyolojik ve tarihsel olarak bir “Doğu Toplumu” değildir. Çünkü
Japonya, tıpkı Britanya Adaları gibi uygarlığa çok geç girmiş, Doğulu olma
fırsatı bulamamış ve tam da bu sayede Doğulu olamadığı için batılı olmuş
bir ülkedir.
Yirmici yüzyılın başında, Japonya’nın Çarlık Rusya’sına karşı kazandı-
ğı askeri zaferi, Doğu’nun Batı’ya karşı bir zaferi olarak selamlayan Lenin
gibi Marksistler bile, ezilenlere sempatilerini belirtmek için bu coğrafi ve
sosyolojik anlamlar arasında kayma yaptıklarını fark etmezler. Japonya’nın
Rusya’ya karşı zaferi, Doğu’nun Batı’ya değil; yine Batı’nın Doğu’ya karşı;
Kapitalizmin Asyalılığa karşı bir zaferiydi. Çarlık Rusya’sı, coğrafi olarak
daha Batıda olmasına rağmen; sosyolojik olarak, Japonya’ya göre çok daha
Doğulu ve Asyatik bir ülkeydi ve de tam bu nedenle yenilmişti Japonya
karşısında.
Fas ve Cezayir, bugün Batılı denen birçok ülkeden çok daha batıdadır-
lar coğrafi olarak, ama onlar tarihsel ve sosyolojik olarak, ta Fenikelilerden
beri, pre-kapitalist uygarlıklar çemberine girdiklerinden doğuludurlar.
Özetle, Doğu demek, sosyolojik olarak, pre-kapitalist uygarlık demektir.
***
O halde soruyu şöyle koymak gerekir: pre-kapitalist uygarlıklarda ütopya
var mıydı?
178
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak
179
Denemeler
180
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak
181
Denemeler
182
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak
içinde belki sadece Yeni Atlantis, Batı’nın, burjuva uygarlığının daha açık
bir damgasını taşır. Gerisi, tamamen Doğu’nun ürünüdür. Doğu’nun ütop-
ya geleneğinin devamıdır.
Peki, Doğu’nun ütopya geleneği nedir?
Doğu’nun dönen zaman kavrayışı içinde, geleceğe ilişkin bir ütopya
yoktur. Hele geleceğin geçmişten daha iyi olacağı yönünde bir inanç ve ka-
bul de pek yoktur. O halde, Doğu’da, yani kapitalizm öncesi uygarlıklarda,
Ütopyanın kaynağı Geçmişte olabilir ve de öyledir.
Ama bu geçmiş, sınıf çelişkileri içinde parçalanmış çürüyen medeniyet
olamaz. Komün’ün “Cahiliye” denen sınıfsız toplumu da olamaz. O zaman,
sınıfsız toplumdan sınıflı topluma geçilen Kent (Cite, Medine); Kıvılcım-
lı’nın deyişiyle “Barbar (sınıfsız toplum, Komün) kurdunun, medeniyet ke-
lebeğine dönüştüğü koza” olan Kent olabilir Ütopyalara ilham verebilecek
geçmiş. Orada henüz sınıfsız toplumun erdemleri yaşamaktadır, ama aynı
zamanda Uygarlığın zenginliğine de ulaşılmıştır.
Bu nedenle, aslında bütün ütopyalar genellikle bir Kent’ten ötesini ha-
yal edemez, Kral olsa Soğanın cücüğünden başka şeyi yemeyi akıl edeme-
yen çoban gibi.
Platon’un Devlet’i, bir Kent’i anlatır. Ona ilham veren Isparta kentidir.
Farabi’nin Medinetü’l Fadıla’sı (Erdemli Şehir) da bir Kent’i anlatır.
Campanella’nın Güneş Ülkesi de aslında bir Kent’i anlatır.
Morus’un Ütopya’sı da, bir ada söz konusu olmakla birlikte, toplumsal
örgütlenme olarak bir Kent’in örgütlenmesine sahiptir.
O halde, bütün bu Ütopyalar, bugün Doğu denen kapitalizm öncesi uy-
garlıkların ürünüdürler. Geleceğin toplumunu değil, ideal toplumu anlatır
ve bu toplum, henüz uygarlaşmamış, uygarlığın eşiğindeki Kent’ten başka
bir şey değildir.
Klasik uygarlıklarda, bir de dinlerin içine sızmış bir ütopya daha var-
dır. O da, geleceğe değil, geçmişe aittir: Sınıfsız toplum, tarih öncesi, yani
Cennet.
O halde, toparlarsak, bugün Batılılara ait olduğu düşünülen Ütopya ki-
tapları aslında tamamen Klasik Uygarlıkların damgasını taşırlar, yani on-
lar Doğuludur.
Doğu’nun Ütopyası, yani klasik kapitalizm öncesi ticarete ve tarih ve ta-
rım temeli üzerinde üretime dayanan toplumların ütopyaları, ilhamını geç-
mişin Kent’inde bulur.
21 Haziran 2004
183
Denemeler
184
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak
Saçma Dünya
Klasik uygarlıkların geliştirdiği, esas olarak lüks mallara dayalı dünya ti-
careti bile, büyük imparatorlukları ve evrensel karakterli dinleri zorunlu
kılıyordu.
Modern burjuva uygarlığında, yani kapitalizmde ise, dünya ticaretinin
en temel ihtiyaçları bile kapsaması ve inanılmaz boyutlara ulaşmasına rağ-
men, bu uygarlık, ulusçuluk dini ve ulusal devlet politik biçimi ile antik
uygarlıklar kadar olsun bu temele uygun bir üstyapı kurma yeteneği gös-
terememektedir. Bu üretim ve ticaretin dünya çapındaki karakteri ile üst-
yapıların ulus denen son derece küçük ve sınırlı biçimi arasındaki derin
çelişki, 20. yüzyılın ve günümüzün kanlı savaşlarının temel nedenidir.
Burjuva uygarlığı, rasyonalizm ile klasik uygarlıkların üstyapısı-
nın temelini politika dışı alana itiyor, ama nasyonalizm ile onlardan daha
da irrasyonel bir din ve siyasi biçimi biricik alternatif olarak sunuyordu.
Nasyonalizm, ne insanlar arası ilişkileri düzenleyecek bir ahlak için refe-
rans noktası sunar, ne klasik dinler kadar bir iç tutarlılığı vardır, ne de üre-
tici güçlerin gelişimine uygun bir siyasi biçim sunar.
Modern toplumun dini olan nasyonalizmden hangi insani ilişkiyi dü-
zenleyecek ahlaki ilke çıkarılabilir? Hiçbir şey. Bu nedenle, bütün nasyo-
nalistler, bir zamanlar akıl dışı deyip politika dışına, özel dedikleri alana
ittikleri dinlerde bu eksikliği giderecek bir can simidi ararlar.
185
Denemeler
186
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak
187
Denemeler
188
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak
189
Denemeler
190
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak
191
Denemeler
192
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak
193
Denemeler
194
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak
195
Denemeler
yan ve tüm dillere eşitlik tanıyan bir programı bayraklarına yazmaya daha
eğilimli olacaklardır.
Ve gerek dünyada gerek Türkiye ve Kürdistan’da bu programları bay-
raklarına koyacak olanlar, ihtiyaçları olan politik kültürün geleneğini,
Marks’ların, Lenin’lerin, Kıvılcımlı’ların, 68’lerin politik kültüründe bu-
lacaklardır.
Bizlere düşen görev, bu geleneği unutulmaktan kurtarmak ve yeni gele-
cek olanlara aktarmaktır.
Bu da somut bir biçim olarak, polemiklerin geri dönüşünde ve polemi-
ğin tekrar eski, diyalektik ve fikirlere dayanan anlamını kazanışında kendi-
ni gösterecektir. Köylülüğe ve doğuya kayış fiilen polemiği yok etmiş, onu
kişiselleştirmiş ve kişisellik anlamı vermişti. Şimdi tekrar şehirlere doğu
dönüş, ona eski unutulmuş anlamını tekrar kazandıracak ve polemikler de
gerçekten öyle olacaktır.
196
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak
Zina Özgürlüğü
197
Denemeler
198
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak
199
Denemeler
200
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak
Teori ve Politika
Teori demek, yüzey akıntısı değil dip akıntısı; görünen değil, görünenin
zıttı biçimindeki özü; birbiriyle ilgisiz görünen olgular arasındaki görün-
mez ortaklık demektir. Teori demek genelleme demektir.
Gericilik dönemlerinde insanlar genelleme yeteneklerini yitirirler. Diğer
bir deyişle teoriye olan ilgi kaybolur. Kaybolur çünkü bilimlerin ilerleme-
sine pratik ihtiyaçlar yüzlerce üniversiteden daha büyük atılım verirler.
Toplumsal bir hareketlenme, bir mücadele yoksa teoriye ihtiyaç, dolayısıyla
genelleme yeteneği de yok olur.
Bu nedenle toplum bilimleri alanında bütün büyük ilerlemeler her za-
man modern işçi sınıfının hareketlerinin ayak izleri üzerinde gerçekleşir.
Marksizm, Fransa, İngiltere ve Almanya’daki işçi hareketinin yükseli-
şinin çocuğudur.
Bir benzeri hala gelmemiş, o her biri bir zirve ve teorisyen olan ve o
zirvelerin içinden Lenin, Troçki gibi daha büyük zirveleri çıkarmış Rus
Devrimcileri kuşağı, Rusya’nın genç ve yükselen işçi sınıfı ve onun hare-
keti olmadan tasavvur bile edilemezdi.
Türkiye sosyalist hareketinin hala aşılamayan iki önemli ismi olan Hik-
met Kıvılcımlı ve Nazım Hikmet, doğrudan 1917–23 dönemindeki dün-
yada bir eşi daha bulunmayan işçi hareketi yükselişinin çocuğudurlar.
1960’larda önce DİSK’i, DİSK’ten önce TİP’i yaratan işçi hareketleri
olmasaydı, Türkiye tarihinde bir eşi benzeri daha gelmemiş, o altmışlı yıl-
ların teoriye olan açlığı ve teorik tartışmaları düşünülemezdi bile.
201
Denemeler
202
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak
203
Denemeler
204
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak
Şu Azınlıklar Tartışması
205
Denemeler
laik değildir ve Sünni İslam’ın özel bir yorumu devletin gayrı resmi dini-
dir. Devlet, tüm vatandaşlardan aldığı paralarla, camilere imam atar, onla-
rın maaşını verir, İmam Hatip okulları açar vb.. Bütün bunların laiklikle
hiçbir ilgisi yoktur.
Şimdi böyle bir devlette, Alevilerin de tanınması, yani örneğin Cemev-
lerinin de Camiler gibi tanınması; dedelere maaş bağlanması gibi, Sünnilere
tanınan ayrıcalıkların aynen Aleviler için de geçerli olduğunu var sayalım.
Bu “çözüm” gerici bir “çözüm”dür. Bu çözüm, devletin inanç alanına
karışmasını sorgulamaz. Sadece somut olarak devletin tanıdığı ya da des-
teklediği din veya dinler değişmiş olur.
Devrimci ve demokratik çözüm, devletin Alevileri de tanıması değil,
dini tümüyle özel bir sorun olarak görmesi, sadece onların arasındaki eşit-
liği, inanç özgürlüğünü savunmasıdır. Yani örneğin İmamların maaşının,
yetiştirilmesinin vb. de tıpkı şimdi Alevilerde olduğu gibi bütünüyle cema-
atin gönüllü katkılarıyla sağlanmasıdır. Devletin görevi, çoğunluk dininin,
azınlık inançlarını baskı altına almasını engellemek olur. Yani örneğin, en
Sünni semtte bile, isteyenin ramazanda güpegündüz yemek yeme hakkını
savunmak olur.
Türkiye’de bir Politik İşçi Hareketi, dolayısıyla Devrimci Demokrasi
bulunmadığı için, bu alandaki bütün tartışmalar, gerici çözüm çerçevesin-
de yapılmakta, Burjuvazin ile bürokrasi arasındaki o kayıkçı dövüşü ve
zımni uzlaşma teşhir edilememektedir.
Bugün mazlum rolü oynayan, politik İslam bayraklı Anadolu Burjuvazisi,
hiçbir şekilde böyle bir tutarlı laikliği savunmamaktadır. Onun sorunu,
devletin resmi İslam’ının kendi savunduğu İslam olmamasıdır. Tersinden
Aleviler de, çoğu kez gerçek bir laiklikten ziyade, ya politik İslam’a karşı
resmi İslam la ittifaka girmekte ve bürokrasinin yedeği olmaktadırlar ya da
Aleviliğin de tanınması gibi gerici talepler ileri sürmektedirler.
Hâlbuki gerçek bir laiklik programı, sadece Alevilerin değil, Ateistler,
Ezidiler, Hıristiyanlar gibi tüm diğer inançların da sorunlarını bir çırpıda
ve kökten çözer.
***
Sorun aynen ulusal sorunda da görülmektedir. Şimdi Kürtler “biz asli unsu-
ruz” diyerek aslında tıpkı, Alevilerin de gerçek bir laiklik yerine Sünnilerle
aynı haklardan yararlanma politikasına benzer bir politika izlemektedirler.
Yani devletin Türk devleti olmaktan çıkıp, Türk-Kürt devleti olmasını is-
temektedirler. Evet, bu da bir “çözüm” olabilir, ama tıpkı Alevilerin diya-
nette yer alması gibi bir “çözüm”dür. Demokratik bir Cumhuriyet ile böy-
206
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak
le bir talebin ilişkisi olmaz. Sorun devletin Kürt-Türk devleti olması değil,
Türk devleti olmaktan çıkarılmasıdır. Demokratik bir Cumhuriyette, dev-
letin nasıl dini olmazsa, din nasıl bütünüyle özel bir sorun olarsa, devletin
dili, etnisi, soyu, tarihi “ulusu” da olmaz.
Politik olanın, devletin ya da ulusun tanımı, bunlarla değil, insan hakla-
rıyla yapılır. Örneğin tüm dillerin ve kültürlerin eşitliği, herkesin ana dilin-
de eğitim hakkı. Böyle bir toplumda, her hangi bir dil ya da kültür imtiyazlı
olmayacağından, her hangi bir etnik, kültürel ya da dilsel politik azınlık da
olmaz. Tıpkı gerçek bir laiklikte devletin dini olmadığı için herhangi bir
dinsel politik azınlık da olmayacağı gibi.
Her hangi bir veya birkaç dilin, bir ortak konuşma dili olarak seçimi ise,
teknik bir çözümdür ulusun tanımına ilişkin değildir. Bu dilin en büyük
çoğunlukların, örneğin Türklerin ve Kürtlerin dili olması bile gerekmez,
pek ala o ülkede hiç konuşulmayan bir dil, örneğin İngilizce bile seçilebilir.
En devrimci demokratik eğilimleri dile getiren Kürt hareketi bile, hala so-
runu kurucu asli unsur çerçevesinde tartışmakta; ulusun dile ve etniye göre
tanımlanmasını sorgulamamakta; tutarlı bir devrimci demokrasi progra-
mını ortaya koyamamaktadır.
Ama bu geri çekilişten dolayı Aleviler gibi Kürtler de suçlanamaz. Bunun
baş suçlusu, böyle bir programı bayraklarına yazmayan sosyalistlerdir.
Türkiye’de veya Orta Doğu’da ulusu dil, etni, din, kültürle tanımlamayı
reddeden ve buna karşı mücadele eden gerçek bir Demokratik Cumhuriyeti
savunan politik işçi hareketi olmadığı için, Kürt hareketi de kendi devrim-
ci demokratik eğilimlerini ifade edememektedir.
Görev, inancın, dilin, kültürün kişisel bir sorun olduğu, bütün dil, inanç,
kültür ve dillerin eşit olduğu gerçek bir Demokratik Cumhuriyet’i savuna-
cak devrimci demokratik bir politik akım, bir hareket ve politik bir örgüt ve
güç yaratmaktır. Ancak böyle bir program ve çizgi, bugün ortalığı kapla-
mış güçlerin, gerici ve uzlaşmacı niteliklerini görmeyi sağlayan bir mihenk
taşı olabilir ve devrimci demokrasiyi daha tutarlı bir çizgiye çekebilir.
18 Ekim 2004
207
Denemeler
208
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak
İlk bakışta her yolculuğa bir hedefe varmak için çıkılır; yol ve yolculuk o
hedefe varmak için bir araçtır. Ama derinden ve sonuçlara bakılınca, hede-
fin kendisi yola çıkmak için bir araçtır. Yolun kendisinde yolcu ve amaçlar
da değişir. Yol bu oluş, bu gidiş, bu değişimin metaforu olarak görüldüğün-
de, yolun ve yolculuğun kendisidir gerçek amaç.
Bu nedenle Marks, proletaryanın devrime, yani toplumsal ilişkileri de-
ğiştirmesine, her şeyden önce bu mücadelenin kendisinde yol açacağı deği-
şiklikler için ihtiyacı olduğunu söyler.
209
Denemeler
210
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak
211
Denemeler
212
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak
213
Denemeler
214
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak
Geçen haftaki “Türk Nedir?” başlıklı, aslında dört yıl önce yazılmış yazı,
hem çok tepki, hem de çok takdir aldı. Ama her iki taraf da yazıda ne an-
latıldığını anlamamışlardı. Yazı Türkler tarafından Türk ulusunun yeniden
tanımlanması olarak anlaşıldı.
Anlaşılamamasının nedeni şudur: Bugün dünyadaki insanların nere-
deyse tamamı, (ki buna en hızlı komünist ve enternasyonalistler de dahil-
215
Denemeler
dir) ulusçudurlar ve bunun dışında başka bir var oluşu tasavvur bile ede-
mezler. Ama sadece bu kadar değil. Bir de bunun çifte kavrulmuşu var.
Dile, dine, kültüre, etniye dayanan gerici ulusçular da bu ulusçuların yüz-
de doksanını oluştururlar.
Ulusçular ulusun ne olduğunu anlayamazlar. Çifte kavrulmuşlar ise
bırakalım ulusçuluğu, demokratik bir ulusçuluğun bile ne olduğunu an-
layamazlar. Bizim yazılarımızın trajedisi de buradadır. Neredeyse bütün
okuyucuları, ezen ya da ezilen ulustan olsun, kendine ister sosyalist ister
milliyetçi desin, ulusçu ya da gerici ulusçu olanlara ulusun ve ulusçuluğun
ne olduğunu anlatmaya çalışmaktadırlar.
Bu beyhude işe devam edip bir başka açıdan daha anlatmayı deneyelim.
Özellikle son zamanlarda güçlenmiş şöyle bir akım var. Bugün Türki-
ye’de Türk denenler aslında, Bizans ve Osmanlı’nın mirasçısıdırlar, kültür-
ce onların devamcısıdırlar. Bizans da esas olarak Rumluk ve Ermenilik ola-
rak tanımlanabileceğinden, Orta Asya’daki uluslar değil, ama Rumlar ve
Ermeniler Türklerin en yakın kardeşleridirler.
Diyelim ki bu akım güç kazandı, devletin resmi ideolojisi haline gel-
di. Tarih kitaplarında bu yönde değişiklikler yapılıyor, Ermenistan ve Yu-
nanistan’a vizeler kaldırılıyor. Türk başbakanları gidip, 1915’te katledil-
miş Ermenilerin anıtı önünde Willy Brandt gibi özür dileyip, Türklüğü
İslamiyet ve Orta Asya Türklüğü ile tanımlayan anlayışların bu katliamla-
ra yol açtığını söyleyip mahkum ediyorlar, vb.
Kendini böyle tanımlamış bir Türk ulusçuluğu, elbette, gerçek duruma
daha yakın olduğu için, en azından bugünkü hafıza kaybına dayanan kişi-
lik parçalanmasına uğramış karakterinden bir parça olsun kurtulmuş olur.
Bu aynı zamanda, bugünkü dünya dengelerinin ve Türk burjuvazisinin ve
hatta egemen devlet kastının ihtiyaçlarına daha uygun bir Türk ulusçuluğu
olur, ama gerici bir ulusçuluk olma karakterini yitirmez.
Çünkü burada yeniden tanımlanan Türkiye toprakları üzerinde yaşayan
ulus değil, Türklüktür. Ulusun Türklüğe göre tanımlanması değişmemiş,
sadece Türklüğün tanımı değiştirilmiş olur. Hâlbuki demokratik bir Cum-
huriyette ya da ulusçulukta, ulusun tanımı değiştirilir, Türklüğün, Kürt-
lüğün ya da her hangi bir şeyin, şöyle ya da böyle tanımlanmasının hiçbir
politik anlamı ya da sonucu olmaz. Bunlar insanların özel sorunu olur.
Diyelim ki Anayasasında, “Türkiye Ulusu (Bu Anadolu Ulusu veya
başka bir şey de olabilir. Türkiye burada coğrafi bir alanı tanımlar, devletin
egemen olduğu alanı) Türkiye Cumhuriyeti denen devletin yurttaşların-
dan oluşur. Devletin ve ulusun, dini, dili, soyu, kültürü, etnisi yoktur. Her
yurttaş eşittir. Herkesin istediği dilde ve ana dilinde eğitim hakkı vardır.
216
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak
217
Denemeler
218
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak
Doğa ve Toplum
219
Denemeler
220
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak
221
Denemeler
222
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak
223
Denemeler
224
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak
225
Denemeler
226
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak
227
Denemeler
yi aracı etmedikçe hiçbir canlı ateşi kullanamadıysa; ateşte ortaya çıkan ısı
enerjisini de mekanik enerjiye dönüştürebilmek ve onu işte yani emek üret-
kenliğini artırmakta kullanabilmek için de hem bu yönde bir ihtiyaç hem de
belli bir teknik gelişme düzeyini gerekiyordu. İhtiyacı ve teknik düzeyi dün-
ya ticareti ve kapitalist geniş yeniden üretim binlerce yıl sonra yaratabildi.
Bu nedenle, neredeyse modern sanayi devrimine kadar ateş, üretim sü-
reçlerinde, mekanik hareketlere dönüştürülerek emek üretkenliğini arttıran
bir enerji kaynağı olarak kullanılamamıştır. Kullanımı doğrudan ısı ve ışık
kaynağı olmakla ve madenlerin arıtılmasında veya kimi yiyeceklerin ha-
zırlanmasında olduğu gibi kimyasal dönüşümlerin aracı olmakla veya on-
ları hızlandırmakla sınırlı kalmıştır. Modern sanayi devrimine kadar olan
dönemde, emek üretkenliğini arttırmada enerji kaynağı olarak insanın kas
gücüne sadece hayvan, su ve rüzgâr gücü eklenebilmiştir.
Hayvan gücünün kullanımı, hayvanların ehlileştirilmesini yani neolitik
devrimi; su ve rüzgâr gücünün kullanımı ise, büyük miktarda ürünleri ve
yerleşikliği, yani tarıma dayanan üretimi ve belli bir ticaret düzeyini, şehir-
leri, hâsılı uygarlığı ön koşul olarak gerektirir.
Homo Sapiens’in yuvarlak hesap yüz bin yıldır var olduğunu ve Neolitik
devrimin de yuvarlak hesap on bin yıl önce gerçekleştiğini düşünürsek,
modern insan türünün ortaya çıkışından, neolitik devrime kadar geçen za-
man, yani doksan bin yıl; yani homo sapiensin var oluşunun onda dokuzu;
sadece kas gücüne dayanan son derece düşük bir emek üretkenliği düze-
yinde; dolayısıyla sürekli bir kıtlık ve açlık tehdidi altında geçmiştir.
İnsanın sadece kol gücüne, kaslarının gücüne dayanarak yaptığı üretim,
esas olarak avcılık ve toplayıcılığa denk gelir. Ok, yay, mızrak, balta gibi
bütün üretim araçları hep insanın kas gücüne dayanırlar ve bu gücü birikti-
rerek kullanmak ve belli bir noktada yoğunlaştırmak işlevine dönüktürler.
Böylece insan bir yandan ateş sayesinde ilk mezarı olan, sanatı olan, bir
toteme dayanan toplumsal üstyapısı ve örgütlenmesi olan bir canlı haline
gelirken dolayısıyla mezarı olan ilk canlı olurken, yani ölüleri bile toplu-
mun bir parçası olurken, aynı zamanda esas olarak kendi kaslarının gücüne
dayanarak üretim yaptığından yani emek üretkenliği son derece düşük ol-
duğundan, sürekli bir kıtlık halinde yaşamıştır.
Ama kıtlık demek, canlının yaşayabilmek için birbiriyle rekabeti demek-
tir; insanın insana rekabeti demektir. Aç bir insanı, diğer hemcinslerini, ço-
cuklarını, yaşlılarını yemekten alıkoyacak bir örgütlenme demektir. Hem
kıtlıkta yaşamak, hem de birbirini, özellikle güçsüz çocukları ve yaşlıla-
rı yemeyip dayanışabilmek. Dişinin soyun devamı için gerekli analık içgü-
düleri bunu bir ölçüde engellese bile, erkekler için nasıl engellenecektir bu?
228
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak
Totem, yani soy, kardeşlik ve kutsallık bu çelişkiyi çözen bir üstyapı sağ-
lamıştır. Bunun temeli ise, neredeyse bütün dinlerin “nefsine hâkimiyet”
diye sonradan da kutsayacağı ve sınıflı toplumun eşitsizlikleri karşısında
kişisel bir çıkış yolu olarak önereceği içgüdülere hâkimiyettir. İçgüdüler
toplum, yani “totem” ya da “tanrı” için kurban edilebilmelidir ki toplum
varlığını sürdürebilsin. Bugün bizlere mazoşizm veya işkence gibi gelebi-
lecek bütün “ilkel” toplumlarda görülen acılı imtihanlar, hep parçanın bü-
tüne; nefsin, içgüdülerin topluma tabi olması eğitimine yöneliktirler.
Bugün bizlerin yamyamlık dediğimiz şey, Aydınlanma’nın insan kavra-
mına dayanır. Bu kıtlık döneminde insanlar aynı kabile ya da soydan olan-
lardan ibaretti; onlar başka kabileleri veya insanları öldürüp yediklerinde,
başka insanları değil; başka canlıları yiyorlardı. Ama buna karşılık hiç-
bir kandaş toplum kendi kandaşına, yani insanlara dokunmazdı. Aksine,
kandaşı ya da soyu ve kabilesi için kendini feda toplumsal örgütlenmenin
temelini oluşturmuştur. Toplum için feda, içgüdülere egemenlik, parçanın
bütüne (toteme, soya) tabi olması, eşit haklı bir kandaş olabilmek için acılı
imtihanlar (ki sünnet vb. bunun bir kalıntısıdır) bütün bu toplumların hep-
sinde ortak özellikler olagelmişlerdir.
Kıtlıkta çocukların özellikle aç erkeklerce yenmesi bu mekanizmayla
engellenmiştir, ama kıtlık var olmaya ve çocuklar da birçok durumda ya
açlığa mahkûm olmaya (ama totemin soyundan gelenler arasında dayanış-
ma ve parçanın bütüne tabi olması esas olduğundan ve hiç kimse aç bıra-
kılamayacağından) doyurulduğu takdirde, kabilenin açlıktan ölmesine yol
açabilecek bir tehlike olmuştur.
Bu koşullarda insan, tek tek canlılar olarak çocuk ve yaşlıları yememiş,
ama onları toplum adına “kurban” etmek ve böylece hep parçanın bütüne
tabi olması ilkesini yaşatmak hem de kabile olarak varlığını sürdürmek ola-
nağı bulabilmiştir.
Bu nedenle, kıtlığın, yani neolitik devrim öncesinin bütün toplumları
aynı zamanda çocuk kurban etmişlerdir. Denebilir ki, bugünkü insan soyu
istisnasız çocuk katillerinin ahfadıdır.
Bu nedenle, insanlık var oluşunun onda dokuzu boyunca, doksan bin
yıl boyunca, çocukları da kurban etmiştir. Bu kıtlık döneminin kalıntıla-
rı, uygarlığa ve daha yüksek bir emek üretkenliğine daha geç geçen haklar-
da çok yakın zamanlara kadar yaşamıştır. Fenikeliler, uygarlaştıktan sonra
bile Molok’a çocuklarını kurban ediyorlardı. Çocuk kurban etme geleneği,
ta Roma çağına, Kartacalılara kadar devam etmiştir. Bugün Amerika’dan
tekrar dünyaya yayılan Hallowen, Keltlerden kaynaklanır ve Keltlerdeki
çocuk kurban etme âdetinin Ortadoğu’daki Kurban Bayramı benzeri bir
229
Denemeler
şekilde bırakılışını, ama aynı zamanda bunun yakın zamanlara kadar yaşa-
dığının kanıtını temsil eder.
Araplarda, daha İslamiyet’in doğuş döneminde bile, kız çocuklarının
kurban edilmesi âdeti yaşıyordu ve bizzat Kurban bayramı çocuk kurbanı-
nın bir kanıtıdır.
İnsanlığın, sürekli kıtlıktan kurtulması, hayvanları ve bitkileri ehlileş-
tirmesiyle mümkün olabilmiştir. Hayvanların ve bitkilerin ehlileştirilme-
si, yani özünde neolitik devrim, dünya tarihinde gelmiş geçmiş en büyük
devrimdir ve bugünkü uygarlığın en büyük keşifleri bile bu devrimin ya-
nında birer cüce gibi kalır. Bugünkü bütün yaşamımız hala bu devrimin
kazanımlarına dayanmaktadır. Temel gıdamızı oluşturan bütün hayvanlar
ve bitkiler; giydiklerimiz (Dokumacılık); yemek yediğimiz tabaklar ve yi-
yecekleri içinde koruduğumuz kaplar (çömlekçilik) hemen her şey bu dev-
rimin bulduklarıdır özünde.
Neolitik devrim bir bakıma, güneş enerjisiyle çalışan organik robotların
keşfi ve kullanımı gibi tanımlanırsa onun çapı ve emek üretkenliğinde yap-
tığı muazzam sıçrama anlaşılabilir. Böylece insanın çalışması esas olarak
bu robotların bakımı, ürünlerinin toplanması gibi eylemlerde yoğunlaş-
mıştır. Kol emeği artık ehlileştirilmiş bitki ve hayvanlarda biriken güneş
enerjisinin kontrol altına alınmasına yönelik olarak işlev görür. Dolayısıyla
enerji kaynağındaki bu muazzam artış, aynı zamanda üretkenlikte muaz-
zam bir artış bu da sürekli kıtlık ve açlık tehlikesinden kurtuluş demektir.
Böylece avcılık ve toplayıcılığın kıtlık ekonomisinin yerini; hayvan ye-
tiştirmenin ve gelgeç bahçeciliğin bolluk ekonomisi almıştır. Bu durumda,
kabilenin ya da toplumun yaşaması için çocukları kurban etmek gereği kal-
mamıştır.
Kurban bayramının ortaya çıkışını anlatan söylence, aslında, gerçek ta-
rihin doğru bir tasvirinden başka bir şey değildir. Avcılığa ve toplayıcılığa
dayanan kıtlıkta çocuklar kurban edilirken, hayvanların ehlileştirilmesine
geçişle birlikte, çocuk yerine hayvan kurban edilmesine geçişi; yani ne-
olitik devrimi; emek üretkenliğindeki bu devasa artışı; bu artışa paralel
olarak üstyapının da yeni alt yapıya uygun hale gelişini; insanların sürekli
bir açlık ve kıtlık tehlikesinden kurtuluşunu sembolize eder. Bu muazzam
devrim ne kadar kutlansa yeriydi ve yeridir.
Daha sonra İslam bu Sami göçebeliğinin geleneğini almış, onu uygarlı-
ğın sınıflı toplumunda; zenginlik ve yoksulluk farklılıklarının bulunduğu
toplumda, zenginlerin kurban kesmesi ve bunu fakirlere dağıtması dolayı-
mıyla, bu farklılıkları nispeten ılımlılandırmanın bir aracı yapmıştır.
230
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak
231
Denemeler
yapıyorlardı. O çocuk kurbanları bir cinayet değil, bir ibadetti; bugün iba-
det diye hayvan kesenlerin yaptığı ise ibadet değil cinayettir.
***
Modern toplumda, bugünkü geniş yeniden üretim yordamında, tüm değer-
leri yaratan işçinin iş gücüdür. Sömürü oranını iş gücünün fiyatı belirler. İş
gücünün örgütlenmesi ve fiyatının yükselmesi, modern toplumu bir parça
yaşanır kılan biricik ilaçtır.
Ama iş gücünün örgütlenmesi ve haklar elde edebilmesi için, işçilerin
demokratik özgürlüklere; fikir, örgütlenme, bir araya gelip çıkarlarını ko-
rumak için birlikler oluşturma; partiler kurma özgürlüklerine ihtiyaçları
vardır. Bu nedenle, demokrasi denen şeyin biricik garantisi ve sağlayıcısı,
işçi sınıfı ve hareketidir.
Ama işçi hareketi de ancak demokrasi mücadelesi içinde toplumdaki tüm
ezilenleri ve gayrı memnunları birleştirip, sadece işçiler için ekonomist bir
hareket olmaktan çıkıp, devrimci ve demokratik bir karakter kazanabilir.
Sadece bütün Avrupa ve dünyanın modern tarihi değil, Türkiye’nin ya-
kın tarihi de bunu kanıtlar. 1960’lar ve 70’ler işçi hareketinin hem yükseldi-
ği hem de demokratik talepleri toplumun gündemine taşıdığı bir dönemdi.
Son çeyrek yüz yıl ise, ortalıkta hem işçi hareketi yoktur hem de devrimci
ve demokratik talepler.
İşçi hareketi örgütlendiği ve demokratik haklar elde ettiği takdirde, top-
lumdaki zenginlik ve yoksulluk farkları azalır. Çünkü ezilenler bu haklara
dayanarak kapitalistler karşısında pazarlık güçlerini yükseltirler; vergiler
aracılığıyla ulusal gelirin yeniden dağıtımında ağırlıklarını koyarak, zen-
ginlik ve yoksulluk farklarını nispeten daha ılımlandırıcı tavizler kopara-
bilirler. Böylece toplumda, tümüyle çürümeye ve çözülmeye yol açan, kor-
kunç yoksulluk ve zenginlik farkları azalır.
Böyle bir toplumda, et yiyebilmek için kurban bayramını bekleyen yok-
sullar olmaz. Böyle zenginlik ve yoksulluk farkları ve bunun yarattığı çü-
rümeler olmayınca, böylesine gösterişli hayvan katliamları da olmaz.
Batı ile doğunun farkı buradadır. Doğu’da insanların hiçbir zaman hak-
ları olmaz. Orada avane kliyen ilişkileri geçerli olur. Zengin olan, üstün
olan, yetkisi olan, “adamlarını” korur, onlara “kıyak” yapar. Alttakiler de
ona karşı sürekli gebe ve mahkûm kalırlar.
Demokraside ise, insanların hakları olur. Kimse bu hakları için kimseye
minnet etmek zorunda değildir. Böyle bir toplumda, birbirinin elini öpen,
yağcı, garibanın karşısında Allah kesilip güçlünün karşısında köpekleşen
insanlar yer bulamaz ya da daha da azalır.
232
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak
233
Denemeler
234
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak
235
Denemeler
insanlık” diyen devrimci özü; vatanı ve milleti, belli bir din, dil, etni, soy
ile sınırlayan gerici milliyetçilik tarafından olmamışa çevrilmiştir.
Burjuva devriminin bu idealine, enternasyonalizm adı altında işçi ha-
reketi sahiplenmiştir. Enternasyonalizmin bayramı olan 1 Mayıs, aslında,
sosyalizmin değil; “vatanım yeryüzü milletim insanlık” diyen, ihanete uğ-
ramış ve unutulmuş burjuva devriminin bayramıdır.
Ne yazık ki, 1 Mayıs bile, burjuva devriminin bu idealini terk etti. O da,
bürokrasinin egemenliği altında, burjuvazinin yoluna girdi. 1 Mayıslar, tıp-
kı gerici burjuvazinin tanklı toplu ulusal bayramları gibi, bürokrasinin sos-
yalist veya enternasyonal isimli ulusal bayramları; yani karşı devrimlerin
bayramları oldular. Böylece Enternasyonalizm biçiminde varlığını sürdü-
ren burjuva devrimlerinin idealleri bile unutuldu.
Bugünün dünyasında, gerici milliyetçilikle çizilmiş sınırlara karşı bir
hareket, yani bir yeryüzü çapında tüm insanların eşitliğine dayanan bir ha-
reket ve onun başarısı ancak modern toplumun adına layık bir bayram oluş-
turabilir. Ama bu bayram bile sosyalist bir bayram değil, modern burjuva
uygarlığının, sanayi uygarlığının bayramı olur. 1 Mayıs modern toplumun
bayramı olmaya adaydır. Ama 1 Mayısın modern toplumun bayramı olabil-
mesi için, bugünkü gerici ulus ve ulusçulukların ve onların bayramlarının
yeryüzünden silinmesi gerekmektedir. Burjuva toplumunun ve uygarlığı-
nın bayramı işçiler eliyle oluşabilir. İşçiler bu bayramın, sınıfsız toplumun
değil, işçilerin, yani burjuva toplumunun, yani kapitalist toplumun has ürü-
nünün bayramı olduğunu bildikleri ölçüde, bu mücadele gününü bir bay-
ram yapma şansına sahip olabilirler.
Sosyalizm ise sınıfsız toplumdur. Sosyalizmin bayramı hiç olmayacak-
tır. Çünkü orada devlet olmayacaktır. Çünkü orada sınıf ayrımları ve sö-
mürü olmayacaktır. Meta üretiminin ve devletin yarattığı yabancılaşmalar
olmayacaktır.
Bunların olmadığı yerde ise, hayat bir bayram olur. Hayat bir bayram
olunca da bayramların var oluşunun bir anlamı kalmaz.
Bu anlamda sosyalizm için mücadele, bayramları yok etme ve anlam-
sız kılma mücadelesidir.
10 Ocak 2006
236
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak
237
Denemeler
238
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak
239
Denemeler
240
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak
241
Denemeler
242
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak
243
Denemeler
244
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak
245
Denemeler
246
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak
247
Denemeler
Avrupa-Merkezcilik Nedir?
Bu kavramın ilk kelimesi olan Avrupa’dan başlayalım.
Avrupa nedir?
Bir yeri tanımlayan coğrafi bir kavram olarak Avrupa son derece yeni bir
kavramdır. Bir bakıma kapitalizm ile birlikte doğmuştur. Kapitalizm önce-
sinde Avrupa yoktu. Avrupa adının kaynaklandığı mitolojideki Avrupa’nın
ve Greklerin Avrupa dediği bölgenin bugünkü Avrupa ile bir ilgisi yoktu.
Bugün Avrupa diye bilinen yerler, Grekler için bırakalım Avrupa kavramı-
nın içinde olmayı bir yana, var olduğu bile bilinmeyen, söylencelerin ardın-
da, bilinen dünyanın ötesindeki yerlerdi. Romalılar için de bir Avrupa de-
ğil, Galler, Germanya, Britanya vardı, ama bugünkü gibi bir Avrupa yoktu.
İslam Uygarlığı için de aynı durum söz konusuydu.
Belli bir bölgeye Avrupa adını verenler ve onun bir kıtanın coğrafi adı
olarak kullananlar yine bizzat “Avrupalı”lardır.
Ama bu adlandırmanın kendisi bizzat, o “Avrupalı” denenlerin tarihsel
ve toplumsal eğilimlerini yansıtır aynı zamanda. “Avrupalı” da “Avrupa”
248
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak
249
Denemeler
Yani Avrupa Kıtası, tamamen keyfi olarak, bir kıta olmanın kriterleri-
ne uymamasına rağmen, güneyinde ve doğusunda bu kriterler ayaklar al-
tına alınarak sınırları çizilmiş, kıtalığa terfi ettirilmiş bir bölgedir coğra-
fi olarak. Doğusunda, Asya’dan ayırmak için; güneyinde, Akdeniz veya
Afrika’yı Avrupa’ya katmak için, bir kıta olmanın kriterleri ayaklar altına
alınarak yaratılmış bir kıtadır Avrupa.
Eğer kıtalar plakalara göre tanımlanıyorsa veya jeolojik anlamda kıta-
lar böyle ise, kıtalar içinde bir tek Avrupa böyle tanımlanmayı hak etme-
mektedir. Böyle tanımlanmayı hak eden Hindistan ve Amerika’lar bile ayrı
kıtalar olarak tanımlanmazken, Avrupa hiç hak etmediği halde kıta kabul
edilmiştir.
Görüldüğü gibi, Avrupa kavramı, bu coğrafi kavram ve bu kavramın
kapsadığı alan, coğrafi kriter ve kaygılara göre belirlenmemiştir.
***
O halde şu soru hala ortada durmaktadır: Niçin Asya’nın bu, batı ucunda-
ki yarımadada yaşayan insanlar, bulundukları yere örneğin Batı Asya gibi
bir isim vermemişlerdir de, yani coğrafi olarak gerçeği daha iyi yansıtan bir
isim vermemişler, o kıtanın bir uzantısı olduklarını belirtmemişlerdir de,
coğrafi ya da jeolojik bakımdan hiç de kıta kriterlerine denk düşmeyen bir
bölgeyi ayrı bir kıta olarak, Avrupa olarak; Kendilerini de Avrupalı olarak
tanımlamışlardır ve tanımlamaktadırlar?
Peki, acaba coğrafi olmamakla birlikte, kültürel, tarihsel sınırlar ve ay-
rım çizgileri mi vardır da, coğrafya bu sınırları kabartılandırmak için ona
kıta dedi? O halde kültürel ve tarihsel sınırlara bakalım.
Tarihsel ve kültürel sınırlar arandığında ise keyfilik zirveye yükselir.
Alp dağlarının veya Pirene Dağları’nın güneyi veya Balkanlar ve Güneyi,
kültürel ve tarihsel olarak Avrupalıdan çok Akdenizlidir. Zaten tarih bo-
yunca, Akdeniz uygarlığı Fenikelilerden beri kültürel ve ticari bakımdan
ve büyük imparatorlukların ortaya çıkışıyla birlikte de siyasi bakımdan
bir bütün olagelmiştir. Roma, Bizans, Osmanlı aynı uygarlık bölgesinin
siyasi ve üstyapı birliğini sağlamışlardır veya bu yöndeki çabalardır. Hatta
Hıristiyanlık ve İslamiyet bile, bu uygarlık alanının farklı aşamalardaki
üstyapıları olarak görülebilirler. Bunların ortaklıkları, Kuzey Avrupa’da
yaşayanlarla ortaklıklarından çok daha fazladır. Bir İskenderiyeli ile bir
Yunanlının tarihsel, kültürel ortaklıkları, bir Yunanlının bir Almanla or-
taklıklarından çok daha fazladır. Bir Endülüslünün bir İzmirli ile tarihsel
ve kültürel ortaklıkları, bir Endülüslü ile bir Parisliden çok daha fazladır.
Aşağı yukarı aynı yemekleri yerler; aynı müziklerden zevk alırlar. Bu tak-
250
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak
dirde, niçin Yunanistan Avrupa’dır da, Asya değildir veya İskenderiye niye
Afrikalıdır da Avrupalı değil?
Bunun da tarihsel, kültürel veya toplumsal bir ölçüsü yoktur. Demek
ki, eğer kıtalar kültürel ya da tarihsel ortaklıklara göre tanımlanacaksa,
Avrupa, burada da bütün kuralları ayaklar altına almaktadır.
Bu kültürel sınırlardaki keyfilik karşısında da Avrupa, Avrupa’nın ve
Avrupalılığın coğrafi bir kavram olduğunu söyler.
Ama yukarıda değinildiği gibi, coğrafi bir kavram olarak da geçerliliği
yoktur ve orada da sıkışınca, bu açmazdan kurtulmak için tarihsel ve kül-
türel bir kavram olduğu söylenmektedir.
Deve Kuşu gibidir Avrupa kavramı. Deve misin? Kuşum. Kuş musun?
Deveyim. Tarihsel ve kültürel misin? Coğrafiyim. Coğrafi misin? Tarihsel,
Kültürelim.
Demek ki, daha, Avrupa-merkezcilik kavramının iki sözcüğünden esas
önemli olanının kendisinde çok ciddi bir sorun var. Avrupa nedir? Neye
denk düşer belli değildir? Ne coğrafi ne de tarihsel veya kültürel bir ayrıma
denk gelmez. Tamamen keyfi olarak belirlenmiş görünmektedir.
***
Bu keyfiliği tespit etmek, bir olgu olarak belirlemek yetmez. Onu anlamak,
açıklamak gerekir. Niçin böyle bir keyfilik vardır, niye böyle bütün kıtalar-
dan farklı olarak Avrupa kıtası ya da Avrupa denen şey, tüm nesnel ölçüler
ayaklar altına alınarak suni ve keyfi olarak yaratılmıştır. Bu keyfiliği yara-
tan zorunluluk nedir?
Ayrıca bir kavram gerçekliği açıklamanın aracı değilse, aksine onu çar-
pıtıyorsa, bu onun sosyolojik değil ideolojik; yani belli çıkarları korumaya
yarayan, onlara hizmet eden, onları gizleyen bir işlevi olduğu anlamına ge-
lir. Peki, bu çıkarlar veya imtiyazlar nelerdir? Şimdi bu keyfiliğin ardındaki
zorunluluğu araştıralım.
Avrupa kavramı, coğrafi, kültürel ya da tarihsel kriterler ayaklar altı-
na alınarak ortaya çıktığına göre, Avrupa aslında neyin karşılığıdır? O bir
başka “şey”in karşılığı olmalıdır ki, o başka “şey” coğrafî ya da kültürel-
miş gibi görünebilsin.
Peki, nedir bu “şey”? Bunu anlamak için Avrupa kavramının kullanı-
mındaki hileleri iyi anlamak gerekir.
Yukarıda görüldü ki, Avrupa ne jeolojik, ne de kültürel bir kavram ola-
rak bilimsel bir değere sahip değildir. O bu anlamlarda, ideolojik bir kav-
ramdır. Aslında hep, coğrafi ya da kültürel anlamları olduğu söylenerek, fi-
ilen siyasi bir kavram olarak kullanılmaktadır. Yani aslında siyasi olan bu
251
Denemeler
252
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak
253
Denemeler
254
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak
Kapitalizm dışında bir Avrupa veya Batı kavramı, sadece başka ülke-
lerdeki kapitalizmin ve burjuvazinin çıkarlarını savunmanın aracıdır ve
aynı Avrupa Burjuvazisinin çıkralarını kullanmak için kullandığı anlam-
lara sahiptir.6 Yani Avrupa ve Avrupalılığın ya da Batılılığın, coğrafi ya da
kültürel bir ayrımın karşılığı olduğu varsayımına dayanır. Böyle olsaydı
bile, yani Avrupa, örneğin Hindistan gibi, farklı coğrafi ve kültürel sınırla-
ra denk gelseydi bile, bu onun ideolojik niteliğini gizlemiş olurdu. Çünkü
coğrafi kavramlar sosyolojik kavramlar değildirler.
Avrupa kavramının, sosyolojik olarak kapitalizm anlamına gelmesi,
ama burjuvazinin onu hep kültürel veya coğrafi anlamlarına atıf yaparak
bilimsel bir kavram gibi kullanıyor olması, tıpkı, aslında biyolojik bir kav-
ram olan, “sosyal bir hayvan” olarak insan kavramını, sanki sosyolojik bir
kavram gibi kullanmasına ve onun ideolojik niteliğini gizlemesine; episte-
molojik olarak inanç kavramının ardına gizlenerek dinleri sosyolojik olarak
“inanç” olarak tanımlamasına benzemektedir.
Bütün bunlar burjuva uygarlığının ve ideolojik egemenliğinin köşe taş-
larıdır ve bunların hepsinde aynı “hile” yapılmaktadır. Kavramın başka
bir bağlamdaki anlamına gönderme yapılarak, bilimsel veya sosyolojik
bir kavram olduğu yanılgısına yol açılmaktadır. Din’e “İnanç” denirken;
İnsan’a “sosyal hayvan” denirken; Avrupa’ya “Kıta” denirken, hep İnanç’ın
Epistemolojik; İnsan’ın Biyolojik; Avrupa’nın Coğrafi anlamlarının ardına
gizlenerek, onların bilimsel bir kavram olduğu, dolayısıyla sosyolojik kav-
ramlar olduğu yanılsaması yaratılarak, onların hukuki, politik ve ideolojik
kavramlar; yani burjuva uygarlığının üstyapısının dayandığı kavramlar ol-
duğu gizlenmekte ve egemenlik pekiştirilmektedir.
Tam da bu gizleme eyleminin kendisi, kapitalizmi ya da burjuva uygar-
lığının egemenliğini kurmakta, bizleri kapitalizm veya burjuva uygarlı-
ğı merkezli, tam da bu anlamda Avrupa-merkezci (dikkat edilsin, burada
Avrupa kapitalizm anlamındadır) bir bakış açısına hapsetmektedir.
İşçi hareketi ve sosyalizm bu kanallardan teslim alındı. Böylece işçi
hareketinin ve sosyalizmin burjuva uygarlığına ve onun üstyapısına karşı
başka bir uygarlık ve üstyapı tasavvuru geliştirilmesinin önüne geçildi.
Toparlarsak, coğrafi ya da kültürel olarak var olduğu imasına dayanan
bir Avrupa-merkezcilik eleştirisinin kendisi, sosyolojik olarak Avrupa-mer-
255
Denemeler
Kültür Nedir?
Kültür sosyolojik olarak, insanın doğaya kattığı her şeydir. Yani toplumsal
olan, insanı insan yapan, diğer hayvanlardan ayıran “şey” demektir.
Elbette, yüksek memelilerin sürüler halinde oldukça karmaşık bir ilişki-
ler sistemi içinde yaşayanlarında da kültürün tohumları, en ilkel biçimleri
görülmektedir. Bunun için şöyle bir örnek fikir verebilir: Afrika’daki rezer-
vatlardan birinde, fillerin soyu tükenir. Fakat soyları tükenmeden önce ora-
daki filler gergedanlarla aynı alanları paylaşmalarına rağmen gergedanlara
saldırmazlar, bir bakıma “barış içinde bir arada” yaşarlar.
Filler tükendikten sonra, içinde gergedan olmayan, fillerin gergedanları
tanımadığı, başka bir rezervattan, genç filler, soyu tükenmiş fillerin yeri-
ne getirilir ve bırakılırlar. Ancak yeni getirilen filler sürekli olarak gerge-
danlara saldırmaktadır. Bunun üzerine, yine gergedanlarla fillerin “barış
içinde bir arada” yaşadıkları başka bir rezervattan, bir yaşlı fil getirildikten
sonra, genç filler de, gergedanlara saldırmayı bırakırlar. Yaşlı ve tecrübe-
li fil, onlara fillerin gergedanlara saldırmaması gerektiğini, gergedanlarla
“barış içinde bir arada” yaşamaları gerektiğini, fillerin tarihsel tecrübesi-
nin bu dersini, bu bilgisini aktarmıştır. Gergedanlara saldırmamak, genetik
ya da içgüdüsel değil; öğrenilen bir özelliktir.
Bu gözlem, en azından, yüksek memeliler arasında, genlerle aktarılan-
dan öte, başka bir şeylerin de aktarıldığını göstermektedir: Bu anlamda çok
ilkel biçim içinde olsa da, yüksek memelilerde de kültürün bir tohumunun
varlığından, çok ilkel bir biçiminden söz edilebilir.
Tersinden bir örnek olarak da “kurt çocuklar” düşünülebilir. Olağanüstü
rastlantılar sonucu çok küçük yaşta, kurtlar, ayılar, maymunlar vb. tarafın-
256
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak
dan bir şekilde büyütülmüş insan yavruları; genlerinde tüm olanaklar ol-
masına rağmen, konuşmayı, hatta iki ayak üzerinde yürümeyi bile becere-
memekte; tam anlamıyla, bir kurt, bir ayı, bir maymun gibi davranmakta-
dırlar. Bu bakımdan “Tarzan”lar olanaksızdır ve Afrika’yı sömürgeleştiren
beyaz adamın imgesinden başka bir şeye denk düşmezler.
Bu nedenle, insan doğduğunda, aslında toplumun rahmine düşmüş bir
tohum olarak da tasavvur edilebilir. İnsan ancak erişkin bir insan oldu-
ğunda, (bu erişkinlik genellikle biyolojik erişkinlikte çakışmasına rağmen
onunla karıştırılmamalıdır) yani toplum binlerce yıllık birikimini rahmine
düşmüş insan yavrusuna aktardığında, insan insan olarak doğar.
O halde, sosyolojik olarak, bizi insan yapan her şey kültürü oluşturdu-
ğundan, aşağı yukarı kültür ve toplum aynı “şey”i karşılayan kavramlardır.
Dolayısıyla bu anlamda, kültür “ideolojik”, “politik”i de içerir bu sosyolo-
jik anlamıyla. Lenin’ler çağının tartışmalarında örneğin aşağı yukarı böyle
anlaşılıyor ve bu anlamı veri kabul edilerek tartışılıyordu.
Örneğin Lenin, kültür denen şeyin içinde politik ve ideolojik olanın bu-
lunmasından ötürü, bunu ayırmak mümkün olamayacağı için ve tam da bu
gerekçeyle, “kültürel özerklik” talebine karşı çıkıyor, bu ayrım mümkün
olmadığından; “kültürel özerkliğin” ideolojik özerklik anlamına geleceği;
bir toplumda egemen sınıfın ideolojisinin egemen ideoloji olduğu; dolayı-
sıyla; kültürel özerkliğin fiilen egemen sınıfın ideolojik egemenliğinin bir
aracı olacağı noktasından hareketle, “kültürel özerklik” talebini reddedi-
yordu.
Yani Lenin’ler, kültürü tam da sosyolojik anlamıyla kabul ettikleri için
“kültürel özerklik” talebini reddediyorlardı. İdeolojiden ve politikadan ayrı
bir kültür kavrayışı olamazdı.
Bu, onların, bugün çok kültürlülük kullanımında kültür sözcüğüne yük-
lenen anlamdaki talepleri desteklemedikleri ya da savunmadıkları anlamı-
na gelmiyordu. Aksine, bugün “çok kültürlülük” ya da “kültürel zenginlik”
bağlamında savunulan hakları çok daha esaslı olarak savunuyorlardı.
Örneğin bugün, Kürtçenin de tanınması, insanların Türkçenin yanı sıra
ana dillerini de öğrenmesi türündeki talepler, çok kültürlülük bağlamında
savunulmaktadırlar. Lenin’ler bu hakkı, çok daha radikal olarak, hiç de
çok kültürlülük bağlamında değil, demokrasi ve demokratik cumhuriyet
bağlamında savunuyorlardı. Ve bu savunuş bugünkünden bin kat daha ile-
ri ve doğruydu ve bugün de doğrudur.
Lenin’ler çağının işçi hareketi için, “bütün dillerin eşitliği” talebi var-
dı. Onlar için demokratik bir cumhuriyet, bir ulusu, her hangi bir dil, din,
etni, soy ile tanımlamazdı, burjuva devriminin ve Aydınlanma’nın progra-
257
Denemeler
258
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak
259
Denemeler
dile göre tanımlanmamış “ulus”; bir “kültüre göre tanımlanmamış, bir kül-
türü olmayan bir ulus; bir dine göre tanımlanmamış, bir dini olmayan ulus;
tüm dinlere, kültürlere; dillere aynı hakkı tanıyan; bunların hiçbir politik
anlamının olmadığı bir ulus; yine aynı şekilde kendini hiçbir dil, din, soy,
kültürle tanımlamamış bir ulustan ayrılabilir. Zaten bu hakkı garanti eden
de, Engels’in de ifade ettiği gibi, bir tek köyün bile, ayrılma hakkı olma-
sı; ulusun özgür komünlerin birliği olmasıdır. Eğer o köy, köyü veya ulusu,
her hangi bir soy, boy, etni, dil, tarih, din vb. ile tanımlıyorsa, bu “ulusların
kendi kaderini tayin hakkı” değil; ulusu gerici ve ırkçı bir ayrımla tanımla-
ma hakkı olur ki, bu hakkı tanımaz demokratik bir cumhuriyet.
Lenin özünde soruna böyle yaklaşıyordu. O bu anlamda demokratik
cumhuriyetin bu hakkı içerdiğini söylüyordu.8 Ama aynı zamanda ulusun
ne olduğu konusundaki belirsizlik ve ulusçuların ulus kavramını kabul et-
mesi durumundaki çelişki, demokratik cumhuriyetin içine giren mikrop
gibi önce onu hastalandırdı, sonra da yok etti.
Görüldüğü gibi kültür kavramı, 20. yüzyılın hayaleti olan ulus kavra-
mıyla, dolayısıyla burjuva toplumunun dini ve üstyapısıyla yakından ilişki-
lidir. Kültür kavramının şu veya bu şekilde tanımlanışı ve kavranışı, bütün
bir siyasi programı ve stratejiyi belirlemektedir.
Şimdi tekrar kültür ve çok kültürlülük kavramlarının analizine geri dö-
nelim.
Bugün çok kültürlülükten, kültürel renklerden ve zenginlikten söz edi-
lirken acaba kültür hangi anlamda kullanılmaktadır. Kültür kavramına
nasıl bir anlam verilmektedir ve bu anlam hangi sınıfın çıkarlarını koru-
manın aracıdır?
8 “Ulusların kaderlerini tayin hakkı, demokratik bir düzeni zorunlu kılar; öyle
ki, bu düzende yalnızca genel olarak demokrasi ile yetinilemez, burada, özel ola-
rak ayrılma sorununun demokratik olmayan yoldan çözüme bağlamak olanaklı
değildir. Demokrasi genel anlamıyla, savaşçı ve ezici bir milliyetçilikle bağdaşa-
bilir.” (Lenin)
260
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak
261
Denemeler
262
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak
263
Denemeler
9 Veya daha ziyade, sanatın, yüksek bir eğitimin karşılığı olarak da kullanıyor-
du başka bağlamlarda. Ama bu başka bir sorundur.
264
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak
265
Denemeler
266
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak
Almanların En Meşhuru
Daha önce “Almanların En İyisi” diye bir yazı yazmıştık. Bu yazıda Al-
manların aslanda Alman olmayan veya kendini Alman kabul etmeyenle-
ri nasıl Alman olarak damgaladıklarını ve “en iyi” Almanlar arasına sok-
tuklarını; bu bağlamda solun da nasıl bir milliyetçilik yarışı içinde Marks’ı
“en iyi” Almanlar arasına sokmak için çırpındığını ve üçüncülüğü bir zafer
olarak kutladığını göstermiş ve eleştirmiştik.
Bu yarışmada, Almanlar, sağcısı ve solcusuyla hep birlikte Marks gibi,
soyu itibariyle Yahudi; kendini kozmopolit bir dünya vatandaşı gören; ulus-
ların ve ulusçuluğun düşmanı bir devrimciyi Alman yapmışlardı.
Einstein gibi, yine aslen Yahudi ve İsviçreli, faşizmden kaçıp Amerikan
vatandaşı olmuş. Yahudi asıllı olduğu için İsrail cumhurbaşkanlığı öneril-
diğinde bunu reddetmiş; ulusal devletlerin yerine bir dünya hükümeti ve
vatandaşlığı projeleri geliştirmiş yirminci yüzyılın en büyük bilim adam-
larından birini de Alman yapmışlardı.
Luther ki kendisi Alman milleti ve milliyetçiliğinden önce yaşamış;
kendini Almanlıkla değil; Hıristiyanlıkla tanımlayarak Protestanlığın ku-
ruculuğunu yapmış biri olarak bu yarışma ile Alman yapılmıştır.
Aslında bu Alman yapma, sadece modern ve yakın tarihle de ilgili de-
ğildi. Çok önceden, Germen kabileleri ile Roma arasındaki savaşlara kadar
uzatılmıştı. Öyle ki, aslında kendisi bir Roma generali olan ve Romalılara
karşı Germen kabilelerini örgütleyen Arminius, Hermann adıyla Alman
ulusunun atası olarak vaftiz edilmişti; Alman ulusal kahramanı olarak adı-
na anıtlar dikilmişti.
267
Denemeler
268
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak
269
Denemeler
270
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak
271
Denemeler
272
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak
hukuki sistemle, üstyapı ile) bir çelişkiye ve çatışmaya girerler. Bu, sınıflar
mücadelesinde ifadesini bulur. Ama ortada bir devrimci sınıf yoksa veya bu
devrimci sınıf bu ilişkileri değiştirecek yetenek gösteremezse; (yani Allah’a
gönül verenler zafer kazanamazsa), bir çöküş ve yok oluş (kıyamet) aksi du-
rumda ise devrim (Hakkın Zaferi) gerçekleşir diyordu. Yani kullar, yani in-
sanlar, Allah’ın dediklerine, yani Doğa ve Toplum yasalarına uygun davran-
malıdırlar; uygun davranılmazsa, o yasalar uymayanı cezalandırır.
İşte şimdi yaşadığımız bu felaketler, hep bu, Allah’ın dediklerine uygun
bir yaşam ve toplum düzeni olmamasından dolayı ve bunlar hep Allah’ın,
yani doğa ve toplum yasalarının insanları Marks’ın dediğine uygun olarak
cezalandırması.
Ne demişti Marks? Toplumsal yaşayışın yani hukuki, siyasi vb. siste-
min, yediğin, içtiğin, giydiğin, barındığın şeyleri üretme biçimine (üretici
güçlerinin düzeyine, dolayısıyla üretim ilişkilerine) denk olsun.
Bugünkü dünyaya bakalım ne görüyoruz? Bırakalım elektronik ma-
ğazalarını bir kenara; köşe başındaki bakkala gitsen artık ne görürsün?
Dünyanın dört bir köşesinden gelen mallar, Brezilya mangoları, Orta
Amerika muzları, Yeni Zelanda kivileri, İsrail avokadoları, Uzak Asya’nın
adı sanı bilinmez egzotik meyveleri vb. rafları doldurmaktadır. Eskiden her
sebze ya da meyvenin yendiği ve bulunduğu bir zaman olurdu, şimdi dört
mevsim her şey bulunabilir. Bu küçücük gözlem bize neyi gösterir?
Gören göz için şunu: Üretici güçler öylesine gelişmiş ki, artık bu ge-
lişkinlikle, dünya küçük bir köye dönmüştür. Ama buna mukabil, yüzler-
ce küçük devlet bu dünyanın biricik var oluş tarzı olmaya devam ediyor.
Peygamber Marks’ın dediğine göre, dünya ticaretinin ve üretici güçlerin
böyle gelişmişlik düzeyine ulusal devletler (yani bu mülkiyet ve hukuk iliş-
kileri, yani bu üstyapı) uymaz. Onun bir tek dünya devleti olması, bütün
ulusal sınırların kalkmış olması gerekir. Keza yine Peygamber Marks’ın
dediğine göre, bu kadar toplumsallaşmış bir üretime özel mülkiyet ve kâra
dayanan bir ekonomi de dar gelir. Bugünkü dünyada, Allah’ın dediklerine
uygun bir düzen, Hakka dayanan bir düzen; yani doğanın ve toplumun ya-
salarına uyan bir düzen; bütün ulusal devletleri yıkmış; özel mülkiyet ve
kar ekonomisine son vermiş bir düzen olabilir.
“Allah’ın vahyi” ya da doğa ve toplum yasalarının, yani Tarihsel Madde-
ciliğin, Marksizm’in dediği budur.
Böyle bir düzen olmazsa veya kurulamazsa, kıyamet habercisi felaket-
ler ve belirtiler görülmeye başlar ve insanlar doğru yola, yani doğa ve top-
lum yasalarının kendilerine bu söylediği şekilde bir toplum düzeni kurma-
yı başaramazsa, yıkılış, yani kıyamet kaçınılmazdır.
273
Denemeler
274
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak
275
Denemeler
276
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak
277
Denemeler
Memeliler şunun şurası topu topu 65 milyon yıldır onların yerini aldılar ve
her şey bunun birkaç yüz yıl içinde son bulacağını gösteriyor.
Mikroplar ve virüsler ise, sadece var olmaya değil, çeşitlenmeye de de-
vam ediyorlar.
Doğada sürekli olarak mutasyonlar olmaktadır, bu mutasyonlar sonucu
daha farklı özellikleri olan canlılar ortaya çıkmaktadır. Ama bunların çok
küçük bir bölümü onlara yaşam savaşında bir üstünlük sağlayabildiğinden,
diğer kuşaklara aktarılabilmektedir.
Çok yüksek bir öldürücülük ve kolay yayılma, yaşam savaşında mik-
roplara uzun vadede büyük bir üstünlük sağlamaz. Hızla yayılan çok öl-
dürücü bir mikrop, üzerinde var olup yayılacağı canlıları yok ettiğinden
aslında, tıpkı bugünkü insanlar gibi, kendi var oluş koşullarını da ortadan
kaldırırlar. Dolayısıyla, öldürdüğü canlılarda hiç bir direncin oluşmadığı
koşulda bile, bu kendi sınırlarına toslar.
Ancak hiçbir canlı türü tümüyle dirençsiz değildir mikrop ve virüslere
karşı. Daima, yine çok önceleri farklı bir mutasyona uğramış, ama bir işle-
vi yokmuş gibi görünen o mikroplara karşı bağışıklığı olan, şerbetli canlı-
lar, yani sürünün içinde bir kara koyun daima vardır. Tüm nüfus yok oldu-
ğunda, o mikroba dayanıklı “kara koyunlar” yaşarlar, bu sefer, o kara ko-
yunlardan türeyen ve o mikroba karşı bağışıklığı olan kuşaklar yaşadıkla-
rından, o hastalık fiilen yeni kuşaklar açısından eski öldürücü özelliğini yi-
tirmiş olur.
Milyonlarca yıldır bu süreç işlemektedir. Dolayısıyla bugün yaşayan
türler, hastalıklara karşı belli dirençler geliştirmiş türlerdir. Elbette sürekli
mutasyona uğrayan yeni mikrop ve virüs kuşaklarında bu süreç tekrarlan-
maktadır.
Mikropların tür atlamaları da tıpkı mutasyonlar gibi görülebilir.
Ne var ki, kapitalizm denen geniş üretim yordamıyla birlikte bu süreç
çok özgül bir nitelik kazanmış bulunmaktadır. Artık sorun biyolojik değil,
toplumsal bir sorun olarak ortaya çıkar.
Kapitalizm geniş yeniden üretim yordamıdır. Yani aynı üründen mil-
yonlarcasının üretilmesi, mümkünse bütün dünya pazarına o ürünün ege-
men olmasıdır. Böylece binlerce canlı, doğanın ritminin de dışına çıkarıla-
rak, hormonlar, ışık hileleri vb. aracılığıyla, sermayenin devir hızını arttı-
racak ve dolayısıyla kâr oranının düşme eğilimini azaltacak şekilde üreti-
lir. Böylece olağan koşullarda doğada hemen hemen hiç bulunmayacak şe-
kilde, aynı türden binlerce, yüz binlerce canlı bir arada bulunmaktadır. Öte
yandan, geniş yeniden üretim, yani kapitalizm standardizasyon demektir.
Bu nedenle aynı tohumdan, aynı türden, aynı özelliklere sahip milyonlar-
278
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak
279
Denemeler
280
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak
281
Denemeler
nat alır. Zarar sosyal olarak ödenir. Bu, onun için yoksulluk ve açlık anla-
mına gelmez.
Ama geri ülkenin küçük üreticisi ya gizlenen hastalığın kurbanı olur ya
da elindeki iki üç tavuk da alınıp açlığın ve yoksulluğun iyice pençesine dü-
şer. Türkiye’deki Kuş gribinde bütün bunlar görüldü. Türkiye’yi kapısın-
da tutmak isteyen Avrupa bunu bahane ederek, yeni tedbirler geliştirirken;
bundan korkan ve bunları engellemek isteyen Türk burjuvazisi ve devle-
ti, önce hastalığı gizledi, sonra da mızrak çuvala sığmayınca abartılı im-
halara girişti ve yoksul insanların soluk borusu olan birkaç tavuğunu yok
etti. Burada o insanların kaderi kimseyi ilgilendirmiyordu; ülkenin imajı,
yani Türk ürünlerinin yolunun tıkanmaması ve politik olarak Avrupa’nın
eline koz vermeme biricik kaygı olarak ortaya çıkıyordu. Haberlerdeki abar-
tılı görüntüler insanların yaşamları ve sağlıkları için değildi, Türk malları-
nın ve devletinin imajını korumaya yönelikti. Ama Türkiye’de bu akıl dışı-
lık zirvelere ulaştı. Hükümet ve devlet, kümes hayvancılığını yok etmek10
için bir vesile yaptı bu kuş gribini. (Bkz. Ek 1) Aslında kümes hayvancılığı,
282
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak
kuş gribi gibi felaketlere karşı en emin savunma alanıyken, kitlesel imhala-
rı engellemenin en iyi yoluyken ve binlerce yıldır böyle engellenmişken, bu
ekonomi dışı cebir ile olağan rekabet ile değil, yasalarla, tedbirlerle küçük
üreticilerin, yoksul insanların soluk borularını tıkamanın yoluna da girildi.
Böylece, şarklı usullerle, ekonomi dışı cebir aracılığıyla, yani kapitalizm
öncesi ve dışı yöntemlerle kapitalizmin yayılışı gündeme geldi. Kümes ve
bahçe tavukçuluğunun olağan rekabet yöntemleriyle yok edilmesi için bile
sabredemedi Türkiye’nin Müslüman ve Laik sermayesi.
Türkiye gibi geri bir ülkenin sömürgesi olan Kürdistan’daysa kuş gribi
Batı’dakinden ayrı boyutlarda yaşandı. (Bkz. Ek 2)
Ve sadece bu kadar da değil, kuş gribi, Kürtlere karşı bir ırkçı silah ola-
rak kullanıldı. O güne kadar, binlerce yıldır olduğu gibi hayvanlarla iç içe
yaşamış insanlar, uygarlıktan uzak pis vahşiler olarak gösterildi. Özel sa-
vaş dairesinin bir psikolojik savaş aracı olarak Türk orta sınıflarını yedek-
te tutması için kullanıldı.
Toparlarsak, kuş gribi örneğinde görüldüğü gibi, özel mülkiyet, kâr
ekonomisi klasik doğal felaketleri birer modern kıyamet alametine çevir-
mektedir. Bunu önlemenin tek yolu kâr ekonomisini ortadan kaldırmaktır.
Ancak gerçekte var olan, ulusal devletlere bölünmüş, zengin ve yoksul
ülkelerin olduğu bir kapitalizmde bunun şiddeti katlanmaktadır. Soyut ola-
rak pekâlâ yeryüzü ölçüsünde, Aydınlanma’nın ideallerine uygun olarak
bir tek kapitalist ülke mümkün iken, bugünkü kapitalizmin var oluşu için,
ulusal devletler ve zengin demokratik/gerici baskıcı devletler ayrımı siste-
min devamı için ayrılmaz bir koşul haline geldiğinden; gerçekte var olan
kapitalizmde felaketlerin şiddeti katlanmaktadır.
O geri ülkelerin sömürgesinde ise, Kürdistan örneğinde görüldüğü gibi,
bir sömürgeci savaş aracına ve ekonomi dışı zorla küçük üreticiliğin yok
edilmesine dönüşmektedir.
Sağlık Bakanı, kuş gribi virüsünün yarattığı ve yaratacağı tehlikenin artık Türk
insanının kültürünü değiştirmeye zorlayacak boyutta olduğunun altını çiziyor.
Hayvanlarla iç içe yaşama, kümes hayvanlarını sevme, onlarla temas etme, ço-
cukların oynamasına ve sevmesine izin verme gibi kültürel alışkanlıkların da
bırakılmasını salık veriyor.
Akdağ, bu konuya hükümetin çok ciddi biçimde eğildiğine bir örnek olarak son
Bakanlar Kurulu toplantısında, ilkokullarda çocukların kümes hayvanlarıyla
temas etmelerinin ne gibi tehlikeler taşıdığının bir ders gibi verilmesi üzerinde
de durulduğunu vurguluyor. Çocukların bu hayvanlarla temasının kesilmesi-
nin, kesin ve kalıcı önlemlerin başında geldiğine işaret ediyor.”
283
Denemeler
284
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak
Ek 1
Basına ve Kamuoyuna
Başından bu yana yeterli önlem alınmadığı için felakete dönüşen kuş gribi
olayını bir film şeridi gibi üzülerek izliyor, yetkililerin bazı açıklamalarını,
yönlendirmelerini taraflı, endişe verici ve çağdışı buluyoruz.
Yaşananları tek cümleyle anlatacak olursak; köy tavukçuluğuna karşı
meydan muharebesi uygulanmaktadır, diyebiliriz.
Başka bir deyişle, hükümet bazı uzmanlar tarafından da destekle köy ta-
vukçuluğunu yok edecek olan tek yanlı bir savaş ilan etmiş, savaşın adı da:
“Tavuk meydan muharebesi..”
Hükümet ve yetkililer “biz zamanında önlem almadığımız için has-
talık yayıldı” diyemedikleri için tavukların hemen hepsini (hastalıklı-
hastalıksız) ayrımsız bir biçimde öldürmekte, bütün insanlığın gözleri
önünde diri, diri gömmektedirler. Bu tutumun arkasında endüstriyel/fab-
rikasyon olarak üretilmiş tavuk eti ve yumurtaların üretimine destek olun-
ması vardır. Söz konusu entegre tesislerde üretilen tavukları tüketmenin
uygun/doğru olacağı vatandaşa öğütlenerek, niyetlerini ve politik tercihle-
rini açığa çıkarmaktadırlar.
Bir yandan köylünün besin ve geçim kaynağı olan tavuklar, kazlar, ör-
dekler, hindiler yok edilmekte, yoksul köylüyü daha da yoksullaştıracak tu-
tumlar içine girilmekte, diğer yandan kuş gribinden köy tavukçuluğu yapa-
rak geçinen ve beslenenlerin zararı yokmuş, olmayacakmış gibi bir tutum
sergilenebilmektedir.
Zarar gören kesimin sadece “zulüm endüstrisi” olan endüstriyel tavuk
yetiştiricilik sektörüymüş gibi basın açıklamaları yapılmakta, köy tavuk-
çuluğunun artık terk edilmesi gerektiği bakanlar düzeyinde açıklanabil-
mektedir.
285
Denemeler
286
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak
287
Denemeler
288
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak
Ek 2
Köxüz sitesinde Ümit’in yaptığı karşılaştırmaları içeren şu yazı bir fikir ve-
rir:[*]
emid=87>
289
Denemeler
290
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak
291
Denemeler
Çok namuslu, temiz, kire bulaşmamış görünen ordu (ki bu sadece görü-
nüştür, her hangi bir denetim olanağı bulunmadığı için, yapılan her şey as-
keri sırlar örtüsünün altına gizlendiği için, kol kırılır yen içindedir) aslında
bütün bu yolsuzluk, irtikâp ve çürümenin gerçek sorumlusudur.
Sorumlusudur çünkü insanların demokratik haklarının olmadığı; fikir
ve örgütlenme özgürlüklerinin olmadığı; her şeyin açık veya gizli devlet
organlarının kontrolü altında olduğu bir ülkede, işçi sınıfı ve diğer ezilen-
lerin kendi öz örgütlenmelerini yaratma; politik hayata ağırlıklarını koyma
olanağı olmaz; kendilerini sermayenin ve devletin saldırılarına karşı koru-
maları olanağı olmaz. Bu da zenginlik ve yoksulluk farklarının korkunç
boyutlara varmasına, demokratik denetim mekanizmalarının hiçbir şekilde
oluşma ve gelişme olanağı bulamamasına; bürokratik keyfiliğin sonsuz art-
masına yol açar. Bütün bunlar da ezen ve ezilen sınıfların tamamında kor-
kunç bir çürümeye; bu çürüme de tekrar bu olumsuzlukların pekişmesine,
umutsuzluğun yaygınlaşmasına, işini halledebilmek için ahbap, tanıdık,
torpil ilişkilerinin güçlenmesine vb. yol açar. Böylece, kendi kendini bes-
leyen bir çürüme, anti demokratikleşme, aşırı bir yoksulluk ve zenginlik
çemberi ortaya çıkar.
Türkiye’de doksanların başından beri yaşanan tamı tamına böyle kendi
olumsuzluklarını besleyen bir süreçtir. Bu süreci başlatan, duvarın yıkılışı
oldu. Bu yıkılış, 12 Eylül şokunu atıp toparlanmaya başlayan toplumsal
muhalefeti birden bire demoralize etti ve sıfırladı. Bürokratik oligarşinin
egemenliğini korumak için özel savaşı başlatabilmesi, Kürt sorununda tam
bir inkâr ve baskı politikasına yönelmesi; az çok reform düşünen burju-
vaziyi tamamen tasfiye edebilmesi (Özal’ın öldürülmesi); kendi içinde de
benzer politikaları önerenleri tasfiyesi (Eşref Bitlis’in öldürülmesi) müm-
kün oldu. Bundan sonra mekanizma artık zaten kendi kendini üretir oldu.
Ne var ki, bu tasfiyede, devlet bürokrasisinin en önemli silahlarından
biri, yolsuzluklar oldu. Burjuvazide her zaman bulunan yolsuzluklar oldu.
Ne devlet bürokrasisi, ne de burjuvazinin diğer kesimleri yolsuzluklardan
daha azade değildir. Ama bürokratik oligarşi burada istediği yolsuzlukları
gündeme getirebilmek gibi bir üstünlüğe sahiptir. Devletin bütün gizli ser-
visleri emrindedir ve zaten o oligarşinin sert çekirdeğinin örgütlenmesidir.
Bu nedenle yolsuzluklar alanı, burjuvazi ile bürokratik oligarşi arasındaki
kayıkçı dövüşünde, burjuvazinin elleri kolları bağlı olarak kaldığı ve sü-
rekli dayak yediği bir alandır. Ve bu, devlet bürokrasisinin geniş yığınları
kendi arabasına bağlamasının etkili bir araçlarından biridir.
Bürokrasi kontrolü dışına çıkma eğilimi gösteren her politikacıyı, yol-
suzluklar sopasıyla kendi çıkarlarının ve egemenliğinin bir koruyucusu-
292
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak
293
Denemeler
294
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak
295
Denemeler
296
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak
297
Denemeler
298
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak
299
Denemeler
300
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak
301
Denemeler
Bugüne kadar insanlık sadece iki türlü uygarlık görmüştür. Klasik Pre-
kapitalist Uygarlık ve Modern Kapitalist Uygarlık. 5000 yıldan beri var
olan Klasik uygarlıkların ortak özelliği, artı ürüne, ekonomi dışı zorla el
koyulmasıdır (haraç, vergiler, ganimet vb.).
Bu klasik uygarlıklarda, sermaye, tefecilik ve bezirgânlık yoluyla bir artı
değer elde eder, ama bu oldukça arızidir ve artı değer elde edildiğinde top-
lumun toplam zenginliğinde bir değişme olmaz. Yani sermayenin üretim-
le bir ilgisi yoktur ve üretimin gelişmesi veya yöntemleri onu ilgilendirmez.
Modern kapitalist uygarlık ise 500 yıl kadar önce, sisli ve soğuk İngilte-
re’de doğdu. Kapitalist sömürü için ekonomi dışı zora gerek yoktur. Serma-
ye, üretimle, dolayısıyla onun gelişmesi ve yöntemleriyle doğrudan ilgilidir,
artı değeri üretim sürecinin kendisinde elde eder. Kapitalist uygarlıkta, kla-
sik uygarlıktan farklı olarak, artı değer elde edildiğinde toplumda toplam
bir zenginleşme ortaya çıkar. Onun klasik uygarlıklardan temel farkı budur.
Gerçek anlamda, bir “Uygarlıklar Çatışması” 17. ve 20. yüzyıllar ara-
sında, klasik ve modern uygarlıklar arasında yaşandı. Bunların hepsinde,
modern kapitalist uygarlık bu klasik uygarlıkları yerle yeksan etti ve son
kalıntılarını birinci dünya savaşının sonunda, bir daha geri gelmemek üze-
re yeryüzünden sildi.
O halde, Birinci Dünya Savaşı’nın bitiminden beri dünyada bir tek uy-
garlık vardır: Modern Kapitalist Burjuva Uygarlığı. Bundan başka hiç bir
uygarlık yoktur bugün yeryüzünde. Bu bakımdan günümüzde bir uygar-
lıklar çatışmasından sosyolojik olarak söz edilemez.
***
Kapitalizm öncesi uygarlıklarda, farklı uygarlıklardan söz edilebilirdi.
Neredeyse her subtropikal ırmak boyunda, aynı ekonomi temeline dayan-
makla birlikte birbirinden farklı üstyapı şekillenmelerine (dinlere) de denk
düşen farklı bir uygarlığın varlığından söz edilebilirdi. Bu bakımdan Çin,
Hint, Mısır ve Mezopotamya farklı uygarlıklar olarak görülebilirdi. Keza
klasik uygarlıklar esas olarak, İbn-i Haldun’un uygarlık kuşakları biçimin-
de de sınıflandırılabilir.
Birinci Kuşak Uygarlıklar: Esas olarak Tunç’a dayandıklarından zo-
runlu olarak subtropikal ırmak boylarına hapsolmuş bulunuyordu. Bunlara
Kıvılcımlı “Bitkisel Uygarlıklar” demektedir.
İkinci Kuşak Uygarlıklar: Demir’in keşfinden sonra, uygarlık bu ırmak
boylarından kurtulup, İran ve Anadolu yaylarına, Çin ve Hindistan’ın daha
geniş ve yüksek alanlarına yayılma olanağı buldu. Demir’in keşfi, İran’ı
302
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak
303
Denemeler
304
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak
305
Denemeler
bir “Uygarlıklar Savaşı” değil, bir “Barbar Akını” idi ya da tersinden bir ör-
nek verirsek, Oğuzların Bizans’ı yıkması ve Balkanlara doğru yayılışı bir
uygarlıklar çatışması değil, uygarlığa yapılan bir barbar akınıydı. Bu akının
İslam veya Hıristiyanlık bayrağıyla yapılmış olması onun gerçek sosyolojik
ve tarihsel anlamını değiştirmez.
Bugün de, biz savaşan güçleri onların bayraklarıyla değil, o bayrakları
kullanan güçlerle değerlendirebiliriz ve bunlar kendi iddialarının aksine
ayrı uygarlıklar veya kültürleri değil, bugünün kapitalist dünyasının somut
bölünmelerini ifade eden somut güçlerdir.
Politik İslam’ın veya ulusçuluğun göstermek istediğinin aksine, bir
Hıristiyan ve İslam uygarlığı ve bunlar arasında bir çatışma yoktur. Gerici
modern ulusçuluğu savunanların iddialarının aksine de modern burjuva
uygarlığının Aydınlanması ile Aydınlanma öncesinin uygarlığının bir ça-
tışması da yoktur.
Çünkü bu güçler yokturlar artık, ama olayları ve çatışmaları böyle gös-
termekten çıkarlı güçler vardır. Kuzeyin zengin ülkelerinin burjuvazisi, ça-
tışmayı böyle gösterebilmelidir ki zengin ülkelerin emekçilerini, modern
uygarlığın değerlerini savunma adına savaşa sürebilsin veya uzaktan ata-
cağı bombalarla işleyeceği cinayetler onaylansın. Aynı şekilde, geri yoksul
ülkelerin egemenleri de böyle gösterebilmelidir ki, geniş kitlelerdeki mem-
nuniyetsizliği kendi gücünü koruyup pekiştirebilmek ve pazarlık gücünü
arttırabilmek için kullanabilsin.
Aydınlanma’yı savunduğunu söyleyenler yalan söylüyorlar. Aydınlanma
insanları şu veya bu devletin yurttaşı olarak tanımlayarak haklardan yok-
sun etmeyi savunmuyordu. Yurttaş ve insan özdeş kavramlar olarak görü-
lüyor ve tüm dünya ölçüsünde bir tasavvur bulunuyordu: Vatanım yeryüzü,
milletim insanlık idealiydi Aydınlanma’nın ideali.
Bugün kendilerini Batılı, Aydınlanma’nın değerlerini savunmakla ta-
nımlayanlar ulusal devlet ve sınırların bir numaralı savunucularıdırlar ve
bu ayrımlar sayesinde dünya kuzey ve güney olarak bölünmektedir. Keza
İslam’ı savunduğunu söyleyenler, İslam’ın ulusal devletlerle bir arada ola-
mayacağını unutmuş bulunuyorlar. İslam, bugünün putları olan ulusal bay-
raklar ve onların devletlerine karşı bir cihat demektir her şeyden önce. Her
hangi bir ulusal bayrağın dalgalandığı her yer, hatta bu ulusal bayrak şe-
riata göre tanımlanmış bir İslam ulusunu bile temsil etse kâfir toprağıdır,
“Dar-ül Harp”tir.
Yani her ikisi de doğuşlarındaki insancıl ve yeryüzü ölçüsündeki ideal-
lerini terk etmiş, zıddına dönmüş; kurtuluşun değil baskının aracı olmuş,
gericileşmiş dini savunuyorlar ideolojik olarak. İdeolojik düzeyde, gerek
306
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak
307
Denemeler
308
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak
Bu suç ortaklığı somut olarak karikatür üzerine gelişmelerde çok açık gö-
rülmektedir. Karikatürlerin ırkçı olduğu çok açıktır. Zengin ülkelerin ne
yöneticileri ne aydınları ne de sosyalistleri şöyle bir davranış gösterme-
di: “Bu karikatürler ırkçıdırlar, Muhammed’i sembol olarak kullanarak,
İslam’a inanan yoksul ülkelerin insanlarını ve onların şahsında da bu yok-
sul ülkelerin halklarını, insanlık düşmanı teröristler olarak göstererek, zen-
gin ülkelerin işçi ve emekçilerini bu halklara karşı psikolojik ve ideolo-
jik olarak sefere hazırlamakta, ırkçılık yapmaktadırlar, bunu protesto ve
mahkûm ediyoruz. Irkçılığı savunan ideolojilere karşı yasaklamalarla mü-
cadele edilemez, çünkü yasaklar bütün dünya tarihi göstermiştir ki daima
gericiliğin işine yarar. Tartışmayı fikir özgürlüğü ile onu reddedenler gibi
koymak yanlıştır. Burada bizlere düşen ırkçılığa karşı mücadele etmektir.
Bunun ilk şartı da bu ırkçılığı mahkûm etmektir. Irkçılığı temelinden yok
etmek ancak politik olanın tanımından ulusun tanımından sadece dil, din,
etniyi değil her türlü bölgesel sınırlamayı dışlamakla olabilir. Bu ise bu-
günkü ulusların ve ulusal sınırların ortadan kaldırılmasını gerektirir.”
Beyazlar karikatürlerin ırkçılığını mahkûm ve teşhir etme yerine, soru-
nu bir fikir özgürlüğü sorun gibi koydular. Karikatürlerin ırkçılığından de-
ğil, provokatifliğinden söz ettiler. Ama bu bakış da zaten dünyanın, zengin-
yoksul; güney-kuzey, siyah-beyaz olarak bölünüşünün bir yansıması ve zen-
ginin, beyazın, kuzeyin, merkezin kendi çıkarını korumasının aracıydı.
Buna karşılık karikatürleri protesto eden ve karşı çıkan “siyahlar” veya
“güney”dekiler de “Bu ırkçı karikatürleri protesto ve mahkûm ediyoruz,
tüm insanları da buna davet ediyoruz; bu ırkçılığa karşı yasaklarla değil, so-
mut tavır alışlarla, onların ırkçılığını göstererek mücadele edilebilir” gibi bir
yaklaşım içinde olmadı hiç bir zaman, böyle sesler duyulmadı. Bütün tartış-
ma, “benim kutsal değerlerime laf söyletmem” alanına taşındı. Yani burju-
vazinin ve ulusal hükümetlerin çıkarına gerici bir noktadan tepki gösterildi.
Bu da beyazlara, kuzeylilere, “benim kutsalım da hiçbir şeyin kutsal
olmadığıdır” deme olanağı sağladı. Ortada sanki ırkçılık ve ona duyulan
tepkiler yokmuş da, bir yanda Muhammed’i dokunulmaz görenler, bir yan-
da hiçbir şeyi dokunulmaz görmeyenler gibi; sanki iki değer sistemi ve
bunların çatışması varmış gibi; ortada sanki farklı değerler, yani farklı uy-
garlıklar çatışması varmış gibi görünüm ortaya çıktı.
21 Şubat 2006
309
Denemeler
310
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak
Son günlerde Harun Yahya olduğu söylenen Adnan Hoca vesilesiyle ya-
radılış ve evrim teorileri sorunu gündeme geldi. Ne var ki, bu sorun ka-
nımızca yanlış tartışılmaktadır. Çok temel bir yöntembilimsel hata yapıl-
maktadır. Sosyolojik bir sorun, sanki biyoloji veya fiziğin konusu bir so-
runmuş gibi tartışılmaktadır. Örneğin bugünkü Radikal’de İsmet Berkan
TÜBİTAK’ın çevirdiği bir kitaptan alıntılarla yaradılış teorisine karşı ar-
gümanlar getirmektedir. Muhtemelen birçok sosyalist de materyalist ola-
rak bu tür tartışmalara girmeye ve “bilimsel” veya “materyalist” açıklama-
lar yapmaya çok eğilimlidir.
Ne var ki, biz burada, bu yöntemin yanlışlığını tartışacağız. Yaradılış
Teorisi de önü sonu bir teoridir, tıpkı evrim teorisi gibi. Onunla tartışma biz-
zat olgular ve bunların tutarlı bir açıklaması düzeyinde yapılabilir. Tıpkı,
belli bir konudaki iki farklı bilimsel teori arasındaki tartışma gibi olabilir bu.
Yani yaradılış teorisini öne sürenlere karşı, yine onların da kabul et-
tiklerini söyledikleri olgular ve mantıki çıkarsamalarla cevap verilebilir.
Çünkü yaradılış teorisini en son bilimsel verilerle kanıtlamaya çalışanlar,
aslında bilimsel düşünce ve kanıtlama yöntemlerini zımnen kabul etmiş
olmaktadırlar. Onlar kanıtlarını bu ölçülere uygun olduğu iddiasıyla getir-
mektedirler. Burada yapılması gereken, yine bizzat olgular ve iç tutarlılığı
olan çıkarsamalarla bunun böyle olmadığını göstermektir.
Elbette bir bilim alanında bir parça bilgisi olanlar, ortaya atılan her teo-
riyi ciddiye almazlar. Çünkü dünya bir sürü otodidakt amatörlerle doludur
ve bu tür teorilerin çoğu daha ilk adımda temel eğitim görmüş bir insanın
bile yapmayacağı olgusal ve mantıksal hatalarla maluldürler.
311
Denemeler
312
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak
313
Denemeler
314
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak
Jakobenizm Nedir?
Osmanlı’da Kim Jakobendi?
Bugün Kimdir?
315
Denemeler
Burada yapılan oyunun niteliği çok açıktır. Aynı şekilde, silah ve savaş
aracına başvurdukları için, sosyolojik olarak tamamen farklı karakterdeki,
farklı sınıfların ve tarihsel dönemlerin ifadesi olan kişi ve hareketler, sadece
silaha başvurmalarından hareketle aynı sepete atılmaktadır. Bay Perinçek,
İslam peygamberinin büyüklüğünü onun başarısında, başarısını da silah
kullanmasında bulmaktadır. Muhammed’in büyüklüğü Perinçek’in başa-
rısını bağladığı silah kullanmasında değildir, aslında Muhammed başarılı
da olamamıştır kurmak istediği düzen göz önüne getirilirse, daha ölümüy-
le birlikte, cesedi soğumadan, Mekke eşrafı subaşlarını kesmiş ve adım
adım birkaç on yıl içinde, İslam’ı tipik bir uygarlık ve devlet dini yapmıştır.
Tümü silahlı ve eşit Müslümanların camide toplanarak ortak kararlar al-
dıkları ilk günlerin yerini, Müslümanların silahsız olduğu, silahın sade-
ce devlet ve onun asker ve zaptiyelerinde bulunduğu; camilerin devletin
başındakilerin kararlarının halka duyurulma ve bu karar ve uygulamaları
meşrulaştırmanın aracı olduğu, namaz saflarında sembolize olan hukuksal
eşitliğin yerine aşılmaz sınıf farklarının geçtiği İslam namlı bir gericilik,
soygun ve zulüm düzeni almıştır.
Muhammed’in büyüklüğü başarısında değil, tam da o başarısız kaldı-
ğı noktadadır. Eğer Muhammed ile bugün arasında bir paralellik kurmak
gerekirse, bugünün Muhammed’i, tüm ulusal devletlere, özellikle bunlar
içinde bir ulusu dil, din, etni, soy, tarih vb. ile tanımlayan devletlere karşı,
“vatanım yeryüzü milletim insanlık” parolasıyla bu devletleri yıkmak için
mücadele eden olabilir. O günün putları ve aşiretleri ve soy kardeşliği ne ise
ve nasıl Muhammed o soyları, aşiretleri ve onların putlarını parçaladı ise,
bugünün Muhammed’i de bugünün dünyasının aşiretleri olan ulusları, bu-
günün dünyasının putları olan ulusal bayrakları; bugünün soydaşlığı olan
ulusçuluğa ve ulus kardeşliğine kutsal cihat açan, bütün ulusal devletleri
“dar ül harp” olarak görendir.
Eğer Muhammed’in silah kullanması ile günümüz arasında bir bağ kur-
mak gerekirse, bugün bütün ulusal devletleri, dolayısıyla öncelikle de vatan-
daşı olduğu ulusal devleti yıkmak için silah kullanmak Muhammed’in yap-
tığına benzer. Muhammed silahı kendi içinden çıktığı kabileye (Kureyş’e)
ve şehre (Mekke’ye) karşı kullanıyordu. Mekkeliliğin ve Kureyşliliğin ye-
rine Müslümlüğü, yani insan kardeşliğini geçiriyordu. Allah, tüm insanlı-
ğın ifadesini bulduğu genel kavramdı. Ruhunu Allah’a teslim etmek, yani
Müslüman olmak, tüm insan kardeşliğine inanca teslim olmak anlamına
geliyordu. Bir Türkiyeli veya Türk için Muhammed’in Kâbe’ye girip put-
ları yakmasının bugünkü karşılığı, Ankara’yı ele geçirip, Türk bayrağını
316
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak
317
Denemeler
318
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak
319
Denemeler
320
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak
321
Denemeler
Orijinal dilinde:
322
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak
323
Denemeler
324
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak
Polisiye roman, akla bir övgüdür. Eğer yeterli veriler varsa, doğru bir akıl
yürütmeyle, bağlantılar göz önüne alınarak bilinenlerden bilinmeyene ula-
şılabileceğinin bir kanıtıdır her klasik polisiye roman.
Da Vinci Şifresi ise, her ne kadar bir polisiye romana benziyorsa ve ro-
man daha ilk satırlarında bir cinayetle başlıyorsa, ilk bakışta suçsuz biri-
ni suçlu gibi gösteren deliller görülüyorsa da, romanın gerçek kahramanı,
polisiye romanların klasik kahramanı polis müfettişi değildir. Polis müfet-
tişinin yanıltıcı delilleri ayıklayıp, çelişki ve tutarsızlıkları göz önüne ala-
rak gerçek bir suçluyu ortaya çıkarışının romanı değildir. Bu, sadece roma-
nın akışının arkasına takılmış, arada sırada bir göz atıverilen, önemsiz bir
ayrıntıdır.
Da Vinci Şifresi polisiye roman değil, bir komplo teorisidir. Komplo
teorileri, büyük çaplı tarihsel ve toplumsal olayları, gizli örgütlerin, ilişki-
lerin bir sonucu olarak açıklar. Tarihsel süreç, gerçek toplumsal güçlerin,
sınıfların, zümrelerin, tabakaların çıkarları, konumları ve karakterleriyle
değil; gizli örgüt ve ilişkilerin düşünce ve davranışlarıyla açıklanır.
Böylece polisiye roman ve komplo teorileri bir bakıma, tarihsel olarak
karşı uçlarda yer alırlar. Aydınlanma ve rasyonalizm tarihsel ve toplumsal
gerçekliğin ancak iktisadi ilişkiler ve onların üzerinde yükselen sınıfların
çıkar ve konumlarıyla açıklanabileceği gibi bir varsayıma sahipken; (po-
lisiye romanda hiçbir zaman tarihsel gidişin açıklanması kaygısı yoktur)
325
Denemeler
326
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak
siden gericiliğe olan yönelişi gibi genel ve tarihsel eğilimler. Daha spesifik
ve döneme özgü bir canlanma söz konusudur.
Komplo teorileri ile post modern durum arasında bir ilişki var gibi gö-
rünmektedir. İşçi hareketinin ve kitle hareketlerinin genel gerileyişi ve çö-
küşü; “büyük anlatıların sonu” da bu komplo teorilerinin güncelliğinde
bir yere sahip gibidir. Bir bakıma, büyük anlatılar, artık komplo teorileri
olarak ortaya çıkmaktadırlar. Bu gidiş en açık biçimde Umberto Eco’nun
Gülün Adı ve Foucault’un Sarkacı adlı romanlarının arasındaki ilişkide gö-
rülebilir. (Da Vinci Şifresi’nin iki başkahramanından birinin de Eco gibi bir
sembol bilim uzmanı olması rastlantı olmasa gerektir. Aslında, Da Vinci
Şifresi, Foucault’un Sarkacı’nın vülger, kitle tüketimine uyarlanmış bir
versiyonu olarak da görülebilir.) Gülün Adı romanı rasyonalizmin ortaçağ-
daki köklerine bir göndermedir. Roman sadece klasik bir polisiye roma-
nının bütün özelliklerine sahip değildir; aynı zamanda sembollerle bizzat
onun bu genel özelliklerine de bir gönderme yapar. Romanın başkahramanı
olan Basrkerville’li Williams, sadece Aydınlanma’nın bir müjdecisi değil-
dir. Onun bizzat adının başındaki Baskerwille’li eki, polisiye romanın do-
ğuşuna, Conan Doyle ve Şerlok Holmes’e bir göndermedir (Baskerville’nin
Köpeği). Williams ise Ortaçağ’ın meşhur, Occamlı (Usturacı) Willams adlı
filozofuna göndermedir (ki modern aydınlanmanın atalarından biridir).
Eco’nun bu kendisi bizzat rasyonalizmin doğuşuna bir gönderme olan
ve bizzat kendisi akla bir övgü olan ve klasik polis romanının bütün özel-
liklerini taşıyan ilk romanını izleyen ikinci romanı ise tam tersine, tüm
tarihi komployla açıklayan bir roman olarak ortaya çıkar. Bu romanın aynı
zamanda post modern roman olması da anlamlıdır.
Aynı eğilim Türkiye’de Orhan Pamuk’ta da görülür. Cevdet Bey ve Oğulları
gibi ilk romanları, tümüyle klasik romanın bütün özelliklerini taşır. Ama
Kara Kitap tamı tamına Eco’nun Focault’un Sarkacı gibidir. Kahramanlar
sırların peşindedir ve hep bir takım ipuçlarına rastlarlar. Orhan Pamuk da
bir bakıma Kara Kitap ile Türkiye’nin ilk post modern romanını yazmış
olarak görülebilir.
Hâsılı gerek Eco, gerek Pamuk, bir tarihsel eğilimi hem görmüşler hem
de eserlerinde o eğilimi yansıtmışlardır.
Komplo teorilerini komplo teorileriyle açıklamayacaksak eğer, komplo
teorilerinin bu yaygınlaşması, örneğin Eco ve Pamuk’taki ilk ve kaliteli,
tarihsel bir eğilimi yansıtan örnekleri göz önüne alındığında doğrudan
doğruya, Doğu Avrupa’nın dağılışı, işçi hareketi, sosyalist hareket gibi bü-
yük kitle hareketlerinin çöküşü; küreselleşmenin hızlanması ve buna bağlı
327
Denemeler
olarak farklı kültürlere olan ilgi ve yaklaşımların değişmesi ile yakından il-
gili görünmektedir.
Türkiye’de komplo teorilerinin özellikle son yıllarda yükselişi ise, her
şeyden önce, burjuvazinin bir kesimi ve ABD ile Türkiye’ye egemen as-
ker bürokratik oligarşinin yollarının ayrılmasıyla ilgilidir. Komplo teorile-
ri, özellikle Sabetaycılar bağlamında, bürokratik oligarşinin inkâr ve imha
politikalarının çıkışsızlığına direnme eğilimi gösteren burjuvaziyi sindirme-
nin bir aracı olarak; doğrudan doğruya psikolojik savaşın ve dezenformasyo-
nun bir aracı işlevi görmektedirler. Ayrıca sundukları basit ve kolay açıkla-
malarla hem geniş kitleleri aptallaştırmanın hem de onları askeri bürokratik
oligarşi politikaları çerçevesinde mobilize etmenin de iyi bir aracıdırlar.
Aslında komplo teorileriyle açıklanan bütün tarih ve olaylar gerçek sı-
nıf ilişkileriyle de açıklanabilirler. Zaten her zaman olduğu gibi, komplo te-
orilerinde de daima bir gerçek tohumu vardır. Ama bu gerçek tohumu, or-
taya çıkarılacak bir sonuç olarak değil, gerçeği gizlemenin bir aracı ola-
rak çıkar ortaya. Örneğin elbette, burjuva devrimlerini yapan mason örgüt-
lerinde de, sosyalist partilerde de, Türkiye Cumhuriyeti’ni kuranlarda da
Yahudiler veya Sabetaycılar genel nüfus içindeki oranlarından fazladırlar.
Ama bu gizli bir komplo olarak değil, pekâlâ genel sosyolojik eğilimlerin
bir sonucu olarak da açıklanabilir.
Örneğin, klasik uygarlıklarda, artı değerin kaynağının “değer transferi”
olması nedeniyle, ticaretin Yahudiler gibi belli kavimlerin elinde yoğunlaş-
ması; bu nedenle bunların burjuva gelişimindeki özgül rolleri. Burjuva
devrimlerinin Yahudileri gettodan kurtarmasının Yahudilerin, bu devri-
min ideallerinin en tutarlı savunucusu sosyalist ve işçi hareketine akması-
na yol açması; keza Yahudi dininin Mesih geleneğinin, yani adil düzenin
bir gün bu dünyada kurulacağı anlayışının, kurtuluşçu bir dünya görüşü
için bir tek toprak oluşturması, sosyalist öğretilerle gönül yakınlığı içinde
bulunması gibi olgu ve gerçeklerden hareketle de o Sabetaycı veya Yahudi
komplosu gibi görünen olayları daha doğru ve kapsamlı olarak açıklamak
mümkündür. Maria Magdalena’dan, Tapınak Şövalyelerine, Da Vinci’den
Mason localarına kadar bütün Da Vinci Şifresi’nde anlatılan tarihi de aynı
şekilde bir komplo olarak değil, sosyolojik olarak açıklamak mümkündür.
Hıristiyanlık, Yahudilik içinde bir sekt olarak doğmuştu. Bütün sektler
gibi ezilenlere dayanan muhalif bir hareketti ve bütün muhalif sektler gibi,
komünün güçlü izlerini taşıyordu ve kısmen de komünün uygarlığa bir di-
renişiydi. Elbette bu ilişkiler içinde, kadının yeri yüksek olacaktı. Tarih hiç
şaşmaz bir biçimde, uygarlıkla birlikte kadının toplumdaki yerinin alçaldı-
ğını, kadının lanetli bir şeytana dönüşünü gösterir.
328
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak
329
Denemeler
Böyle bir yaklaşım içinde, bir komplo olarak görülen tarih sosyolojinin
kavramlarıyla, tarihin unutulmuş zembereği ve kayıp halkası olan, komün
ve uygarlık diyalektiği; ilişki ve çelişkileriyle de açıklanabilir.
Dan Brown’un kitabı ve film, aslında tapınakçılarla kilisenin mücade-
lesinde tapınakçıların aynı zamanda hem sırrı açıklaması hem de sırrı her-
kesin gözü önüne koymasıdır. Evet Maria Magdalena’nın naaşı, Paris’te
Louvre’nin orta bahçesindeki piramidin altındadır. Onun orada olduğu tüm
insanlığa da duyurulmuştur. Sır açıklanmıştır ve bu öylesine şık yapılmış-
tır ki, hiçbir aklı başında insan, bu piramidin altını kazalım bakalım Maria
Magdalena’nın naaşı orada mı diye soramaz, kahkahalara konu olmak ve
akıl hastası diye diye tımarhaneye kapatılmak istemiyorsa.
Kilise ise tam bir panik içinde, bir buhrana düşmüş bulunuyor. Son ak-
şam yemeğindeki Maria Magdalena’nın bir erkek olduğunu ve faaliyetle-
ri Bâtınilikten farklı olmayan Da Vinci’nin sadık bir Hıristiyan olduğu ya-
lanını yaymak için, TV istasyonları ve basındaki gücünü kullanıyor. Ama
bütün bunlar milyonlarca Hıristiyan’ın bir inanç buhranına girmesini, aklı-
na acaba sorusunun takılmasını engelleyemiyor.
Gerçekten de, kendi tarihleri üzerine bu kitap ve filmle tapınakçılar,
hem binlerce yıllık vasiyeti yerine getirdiler, sırrı açıkladılar ve kiliseyi bile
sırrı korumaya mecbur ettiler. Papa bile cesaret edemez artık, Louvre’un
bahçesindeki piramitin altına bakılmasını.
Evet, şah ve mat.
24 Mayıs 2006
330
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak
Almanya’da bir festival havası var. Sadece futbol maçlarının yapıldığı şe-
hir ve statlar değil, her yer bir festival görünümünde. Her şehirde bir veya
birkaç yere, büyük ekranlar, bu ekranların civarına içecek, yiyecek ve ha-
tıra eşyası satan sergiler kurulu. Ama sadece bu kadar da değil. Neredeyse,
her lokanta, her Kneipe (İngilizlerin Pub’u ya da Fransızların Cafe’sinin
Almanya’daki karşılığı denebilir), hatta her büfe bir televizyon ekranı ko-
yuyor içeriye. Bütün arabalarda, evlerde başta Alman bayrağı olmak üzere
bayraklar, yine aynı ulusal renkler ile boyanmış yüzler, t-shirt’ler, şapkalar.
Bu sadece Almanya’da böyle değil, neredeyse bütün ülkeler, dünyanın
her yerindeki insanlar çeşitli derecelerde benzer bir havanın içinde. Her
yerde neredeyse temel konuşma konusu bu. Bu atmosferin dışına çıkmak
mümkün değil. Biraz kafa yormanın zamanıdır. Ulusçular ulusun ne ol-
duğunu tanımlamaya çalışırlarken, bunların içinde bir eğilim ulusların
tarihten geldiğini, unutulmuş ve uyutulmuş ulusal bilincin uyandırılması
gerektiğini söylerler, bu daha ziyade daha gerici ulusçuluğun bir alâmeti-
farikasıdır.
Nispeten daha demokratik ulusçular ise, geçmişten ziyade, fiziksel ya
da kültürel özelliklerden ziyade, geleceğe yönelik bir tanımda yoğunlaşır-
lar, ortak bir ülkü birliğinin bir ulusu ulus yaptığını söylerler. Bunların yanı
sıra, ortak bir kaderin ve yaşantının da bir ulusu ulus yaptığını söyleyen
bir ekol daha vardır özellikle “Avusturya Marksizmi” kökenli. Tabii bir
de bunların hepsini birden veya çeşitli kombinasyonlarını bir ulusun, ulus
olmasının koşulu olarak (örneğin Stalin’in ulus tanımı göz önüne getirilsin)
getirenler de vardır. Bu “teori” ve bu kriterlerin hiç birisi nesnel olarak ulu-
331
Denemeler
332
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak
sınıflara göre çok daha net ve açık olarak görülebilen ulus diye bir “şey”
olduğu, bunun tamamen doğal bir şey olduğu; başka bir var oluşun müm-
kün ve tasavvur edilebilir olmadığı fikrini ortaya çıkarır. Ve bu korkunç
bir yanılsamaya yol açar. Aslında bu yaşantı birliğini, kader birliğini (ulu-
su) yaratan devletin, politikanın kendisi iken; sanki devleti ve politik olanı
yaratanın o ortak bir kaderi ve yaşantıyı paylaşan topluluk (ulus) olduğu
görüşü yayılır.
Böylece ulusu ulusçuların yarattığı; ulusların ulusçular olduğu için var
olduğu gerçeği; kendi zıddı biçiminde görünür. Ortada bir ulus olduğu için
ulusçuların olduğu biçiminde görülür.
Bu nedenle, ulusu nesnel olarak belli kriterlerle tanımlama yolundaki
her girişim, aslında bütünüyle kendi zıddı biçiminde ortaya çıkan görü-
nümden hareket ettiği için metodolojik olarak idealizmle damgalıdır. Yani
ilk bakışta ulusu, tıpkı sınıflar gibi nesnel kriterlerle tanımlama girişimleri,
çok materyalist görünmelerine rağmen, aslında düşüncenin varlığı belirle-
diği bir anlayışı hareket noktası yapmış olurlar; yani ulusçuların ulus anla-
yışlarını, ulus tanımları olarak kabul etmiş olurlar.
Şu ortak yaşantı ve kader birliği kriterine dönüp bir an için, birer ulus-
çu olalım ve ulus olmanın en temel ölçülerinden birinin ortak bir yaşantı ve
kader birliği olduğunu varsayalım. Bugünkü dünyada, bugünkü globalleş-
me çağında, bu kriterin büyük ölçüde aşındığı görülmekte. Çünkü bütün
dünyada, milyarlarca insan, aynı fabrikadan çıkmış televizyon ekranların-
dan aynı programları ve maçları izliyor, aynı sahneleri görüyor; aynı at-
mosferler içinde yaşıyor. Bu, Dünya Şampiyonası, Olimpiyatlar, savaşlar,
büyük felaketlerde özellikle çok netleşiyor.
Örneğin Türkiye’de bir zamanlar, geçmişte yaşanmış bir “Erzincan
Zelzelesi” vardı. Bu Türkiye’de yaşayan insanların ortak hafızasına kazın-
mıştı. Türk ulusunun ortak yaşantı ve kader birliğini yaratan bir olay ola-
rak görülebilirdi. Ama son tsunami örneğin, neredeyse tüm uluslardan her-
kesin ortak hafızasına aittir. Yani ulusun “din” gibi değil de “sınıf” gibi
nesnel olarak kriterleri sıralanabilir nesnel bir “şey” olduğu düşüncesine
yol açan, ortak kader ve yaşantı birliği bile, kökünden sarsılmaktadır. Evet,
hala devletler belirlemektedir politik gelişmeleri, hala devletlerin bayrak-
larını asmaktadır insanlar, ama herkesin “kendi” devletinin veya ulusunun
bayrağını asması olayının kendisi bir ortak yaşantıdır. Bu ortak yaşantı
aynı devletin (ulusun) takımı kazandığı veya kaybettiğinde o ulustan olan-
ların duyduğu sevinç veya üzüntüden daha az önemli değildir. Bir ulusun
içinde bile, farklı takımları tutanlar kazanç veya kayıplarda benzer farklı-
333
Denemeler
334
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak
335
Denemeler
336
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak
palı da bir Sosyalist (veya İnsan) olamaz. Ancak uluslara karşı mücadeleyi
gündeminin başına koymuş, tüm insanları uluslar, ulusal devletleri ve ulu-
sal sınırları yıkmaya çağıran bir hareket, bu gericiliği görebilir, teşhir ede-
bilir ve ona karşı mücadele edebilir.
Avrupa Birliği karşısında, solun temel açmazı tam da budur. Bütün dün-
yada, ulus perspektifinin ötesine gidememiş sol, Avrupa Birliği sorununa
hiçbir çözüm önerememektedir örneğin. Bir ülkede sol Avrupa Birliği’nden
yana iken diğerinde karşıdır. Avrupa Birliği karşıtları genellikle, en tutu-
cu ve gerici milliyetçilerle, bürokratik ve askeri oligarşilerle; AB yandaşı
olanlar da globalizm hayranlarıyla, liberallerle yan yanadır.
Ama eğer bugünkü en demokratik biçimiyle bile ulusal devletin artık
yeryüzü çapında ırkçılığın bir aracı olduğu gerçeğinden yola çıkıyor ve
İnsanları uluslara ve ulusal devletlere karşı bir savaş çağrısı yapıyorsanız;
Türkleri, Almanları, Fransızları, Rusları, Amerikalıları ya da Avrupalıları,
Türklüğe, Fransızlığa, Amerikalılığa, Rusluğa, Amerikalılığa, Avrupalılığa
karşı savaşa, Türklüğü, Almanlığı, Avrupalılığı, Amerikalılığı bırakıp İn-
san olmaya çağırıyorsanız, hiç de yukarıdaki gibi açmazlar içinde kalmaz-
sınız. Aksi takdirde bu ırkçı sistemi yaşatma ve pekiştirme yönündeki yak-
laşımları bir ilerleme ve demokratikleşme olarak görürsünüz.
Tam da şu Dünya Futbol Şampiyonasının yapıldığı günlerde, Der
Spiegel dergisi, Yeni Uluslar Göçü, “Yoksulların Akını” kapağıyla bir sayı
yayınladı. Konu, yoksul ülkelerden insanların zengin ülkelere kapağı atma-
larıydı. Dikkat edilsin, bizzat bu başlığın kendisi ırkçıdır. Ama bu ırkçılığı,
bir Alman, bir Türk, bir Avrupalının görmesi mümkün olmadığı gibi, biz-
zat onlar bunu yaratırlar ve savunurlar.
Bir Alman; bir Türk, bir Avrupalı, yeni uluslar göçünden, yoksulların
bir “akın”ından söz edebilir ve edecektir. Ama tüm insanların eşitliğini, bı-
rakalım gerçek ekonomik eşitliğini, yani kapitalizmin ilgasını bir yana, for-
mel, hukuki eşitliğini, savunan bir İnsan için, bu ulusların “akın”ını, yok-
sulların kapatıldıkları hapishaneden firarı; o hapishanenin ve duvarların dı-
şına kaçma, o duvarları bilinçsiz bir yıkma çabası olarak görülür.
Ulusçuya, yani bir Türk, Alman veya bir Avrupalıya, bir saldırı, bir
“akın” olarak görülen, insana bir öz savunma olarak görülür. Ulusçu bu
akını durdurmaya çalışır. Yumuşak ulusçular, üçüncü dünyaya daha fazla
yatırım yaparak ve yardım ederek bu akını azaltalım der, sert ulusçular,
yeni ve daha sağlam engeller çıkaralım duvarlar örelim der. Farklı yöntem-
lere rağmen ikisinin de muradı aynıdır: “Akını” durdurmak!
Ama bir insana, bu aynı hareket, uluslara karşı, ulusal sınırlara karşı bi-
linçsiz ve bireysel bir direniş olarak görünür; insanların kapatıldıkları re-
337
Denemeler
338
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak
339
Denemeler
340
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak
341
Denemeler
sunmuş oluyor. Yazını başlığı bile ilginç: “Almanya Gök Kuşağının Altından Geçi-
verdi.” (10/07/2006, Radikal)
“Dünya Kupası’nı kaybettiler. Pek ümitlenmişlerdi, Dortmund’ta yarı finalde
gelen yenilgi sonrası gözyaşlarını tutamadılar. Çok sürmedi, gülümsediler. Bu
kupanın ‘galibi’ Almanlar oldu. Bir aylık futbol festivaline hoşgörüyle ev sahip-
liği yaptıkları, sportmenlikleriyle yeşil sahalarda ırkçılığa prim vermedikleri,
memleketlerinin dört bir yanını altın sarısı-kırmızı-siyah bayraklarıyla donat-
makla kalmayıp, Togo’nun yeşil-sarı-kırmızısına da bürünebildikleri için... Ve
1980’lerin çelik disiplinli Panzerleri’ne, göçmenlerin topçularını katabildikleri,
Polonyalı Klose ve Podolski, Fransız aksanlı Neuville, yarı Ganalı Odonkor’lu
bir takım kurabildikleri için...
Yıllardır uyum sorunları yaşadıklarını konuşsak da, bir şekilde sığdıkları ge-
niş göçmen kitlelerinin, kendiliklerinden bu üç renge bürünerek canı gönülden
Almanya’yı desteklemiş olması bir işaret olsa gerek. Göçmenlerin, özellikle de
Müslüman nüfusun giderek arttığı Avrupa’da Hollanda ve Danimarka gibi hoş-
görü timsali gösterilen pek çok memlekette aşırı sağ güçlenirken, Almanya’da
marjinal görülüyor. Yer gök altın sarısı-kırmızı-siyah renklere boyanırken, yıl-
lardır bu renkleri tekellerine almış aşırı sağcıların çareyi Reich’ın beyaz-kır-
mızı-siyah renklerine sığınmakta bulması pek manidar değil mi? İşte bundan
ötürü, Dünya Kupası boyunca Almanya’da yaşanan coşkunun ‘Nazizm ruhunu
hortlatacak bir milliyetçi hissiyat’ olduğu iddiası pek komik. Zira Anglo-Sakson
medyasının pek sevdiği milliyetçi yakıştırmalar, Almanya’nın her zaferi sonrası
Berlin sokaklarına üşüşen, Alman bayrağına ay-yıldız konduran Türkleri açık-
lamıyor. Yahut da Der Spiegel’in yayımladığı altın sarısı-kırmızı-siyah renklere
bürünmüş başörtülü Müslüman kızların fotoğrafını... Bu başka bir fotoğraf ol-
malı! Belki de basitçe şu saptamayı yapmak lazım: Almanlar artık kendilerini
iyi hissediyor, dakika başı özür dilemek gerektiği fikri sabitinden kurtuluyor.”
342
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak
Alman medyasında, esas vurgu hep, artık bütün milletler gibi Almanların
da kendi bayraklarından utanmamayı öğrendikleri ve onunla rahat bir iliş-
ki kurabildikleri gibi noktalarda yoğunlaşıyordu. Ve hemen hemen bütün
haber ve resimlerde genellikle Almanlar başka uluslardan insanlarla birlik-
te eğlenirken haber yapılıyordu. Maç dolayısıyla gelenlerle yapılan söyle-
şi ve haberlerde öne çıkarılan, ziyaretçilerin Almanlar hakkında hep kabız,
aşırı ırkçı, milliyetçi, gülmez insanlar gibi yargıları olmasına rağmen bura-
da bambaşka bir durumla karşılaşmış olmaları gibi noktalardı.
Bir de en çok Alman bayrağıyla Alman milli takımının başarılarını kut-
layan yabancılar, özellikle Türkler ve siyahlar göze batırılmaya çalışılıyor-
du. Hatta Türklerin Alman bayrağının kırmızı şeridinin ortasına ay yıldız
koymaları özellikle öne çıkarılan haberler arasındaydı. (Buna gerici Türk
milliyetçiliği, aynısının yarın Türkiye’de de olabileceği, yani Kürtlerin,
yeşil, sarı ve kırmızının ortasına bir ay yıldız koyabilecekleri korkusuyla
hemen karşı çıktı. Tabii Almanlarınkine koyulmasına temelden itirazı yok.
Ona itirazı eşeğin aklına karpuz kabuğu düşürebilir diye)
Yani Fatih Akın’ın tavrı, an azından yabancılar ve solcular yaygın olan
genel bir eğilimin ifadesinden başka bir şey değil. Solcuların ve yaban-
cıların önemli bir kısmı eski reflekslerin anlamının kalmadığını düşünü-
yor ve artık Alman bayrağından utanmamayı veya Almanya’yı tutmayı
öğreniyor. Geçenlerde “Sol Neden “Ofsayt”ta?” yazısında anlattığımız ve
tartıştığımız küçük sahneler, aslında genel bir eğilim ve dönüşümün tipik
görünümleriydi.
Aslında bu yeni durum bizzat PDS’in (Demokratik Sosyalizm Partisi)
yıldızı olan, Gregor Gysi’nin aşağıdaki sözlerinde en açık biçimde yansıyor:
“Ulusal futbol takımları için Almanlar tarafından dışa vurulan ulu-
sal gurur, Meclis sol grup başkanı Gregor Gysi’nin görüşüne göre,
olumlu yurtseverliğin bir işareti. Gysi Tageszeitung’a verdiği demeç-
te, Almanya’da genç kuşak arasında ‘Ana vatanlarına (Türklerde va-
tan ana metaforuyla, Almanlarda baba metaforuyla bağlantılıdır.
Tam çevirisi “baba vatan” olurdu) karşı tamamen normal, kabız ol-
mayan’ bir ilişki gelişiyor ve bu dünya futbol şampiyonasını ‘biricik
büyük bir şölen yapıyor’ dedi. Buna karşılık, bizzat kendi kuşağı-
nın ise, ‘ulusal sorunla hastalıklı bir ilişki’si olduğunu ve bu neden-
le yurtseverlik tartışmasında ‘ağzını kapaması’ gerektiğini söyledi.
Gysi, ‘Burada ilk defa, kendi ulusuna karşı bağımsız, kabız olma-
yan, normal bir ilişki oluşuyor’ dedi. Eski PDS Başkanının argü-
manına göre, toplumda herkesin kendisini bütüne karşı sorumlu his-
343
Denemeler
sedebilmesi için, kabız olmayan ve normal bir ulusal bağ bir ön ko-
şuldur. Gysi’ye göre, ‘sağ taraftaki Totaliter anti komünizm tıpkı so-
lun bir kesimindeki totaliter anti nasyonalizm gibi bunu şimdiye ka-
dar engelledi.’
Gysi partisinin bir bölümündeki ritüelleşmiş ‘Almanya, bir daha
asla!’ parolasını da eleştirdi. ‘İnsan istemediği bir ulusu yönetemez’
dedi. Bunun kafada ve yürekte bir çelişki olduğunu söyledi. Solcular
ve kendi kuşağının tutucuları, 50’li ve 60’lı yıllarının tecrübeleriyle
genç kuşakların canını sıkmamalı. ‘Biz kendiliğinden daha iyi geli-
şeni yolundan saptırmamalıyız. Normalleşmeye bizim katkımız bu
olabilir.’ dedi.”12
Gysi’nin bu sözleri, bu futbol şampiyonasının Alman kapitalizminin
gerçek bir zaferi olduğunun en büyük delilidir. Eski milliyetçiliğin kar-
şısında olan solcular yeni milliyetçiliğin savunucularıdırlar. Bir burjuvazi
için, bundan daha büyük bir kazanç olabilir mi? Ofsaytta kalmak isteme-
yen solcular ve yabancılar (Gysi veya F. Akın) bu yeni milliyetçiliğin se-
lamlayıcıları, taraftarı ve savunucusu olarak ortaya çıkıyorlar.
Milliyetçiliğin ne olduğunu anlamayanlar, bugünkü dünyada en demok-
ratik milliyetçiliğin bile aslında dünya çapında bir ırk ayrımcısı apartheit
sisteminin aracı olduğunu anlamayanlar, böyle yaparken, ırkçılıktan kur-
tuluş ve ona karşı çıkış adına, fiilen bu ırkçı sistemin savunucuları olarak
ortaya çıkıyorlar.
Ama sadece sol mu böyle? Aynı bölünmenin Alman sağı, arasında da
yaşandığı görülüyor. Die Zeit gazetesinin haberine göre, Alman faşistleri
arasında da bir bölünme varmış. Bir kısmı, bu “yeni yurtseverliği” milliyet-
çiliğin yaygınlaşması olarak selamlarken, diğerleri bunun “pazar günü mil-
liyetçiliği” olduğunu söyleyip bu milliyetçiliğe karşı tavır alıp onunla ken-
di arasına sınır çizmeye çalışıyormuş. Bunlar etrafı dolduran siyah, kırmı-
zı ve sarı renkli Alman bayraklarına da karşı çıkıp, siyah, beyaz ve kırmızı
renkli bayrağın Alman milliyetçiliğinin bayrağı olduğunu söylüyorlarmış.
Böylece Alman burjuvazisi, solcuları, yabancıları (ve hatta faşistler ara-
sındaki bölünmenin gösterdiği gibi) faşistlerin bir bölümünü yeni milli-
yetçiliğinin destekçileri haline dönüştürmüş bulunuyor. Elbette bu yeni
biçim milliyetçilik, Batı Almanya’da eski Doğu Almanya olan eyaletler-
den, büyük şehirlerde taşralı, genç kuşaklar arasında yaşlılardan daha güç-
12 Bkz: <de.news.yahoo.com/21062006/286/gysi-begruesst-deutschen-fussball-
patriotismus.html>
344
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak
lü ve yaygındır. Eski biçim hala özellikle eski Doğu Almanya’da çok güç-
lüdür, ama bu, geleceğe damgasını vuran bir eğilim değildir. Bütün Doğu
Avrupa’da olduğu gibi, orada zaman bir süre durmuştu ve duvarın yıkılı-
şından beri kaldığı yerden devam ediyor. Doğu ve Batı (yaşlılar ve gençler;
büyük şehirler ve taşra) aslında bu milliyetçiliğin birbirini izleyen iki aşa-
masını, zamansal bir dizilişi, mekânsal biçimde yansıtmaktadırlar.
Alman kapitalizmi için Avrupa’daki başka ulusları ve toprakları işgal
ile yayılmanın, başka ulusları köleleştirmenin ideolojik temellerini atan
klasik ırkçı milliyetçilik bir intihar olur. Ayrıca buna ihtiyacı da yoktur.
Hitler’in “Avrupa Kalesi”ni Alman burjuvazisi, bizzat Doğu Avrupalı halk-
ların Avrupa Birliği’ne katılmak için yaptıkları ayaklanmalarla ve gönüllü
katılımlarıyla kurmuş bulunmaktadır. Alman burjuvazisinin ihtiyacı, bu
yeni duruma uygun bir milliyetçilikti. Eski kuşakların şekillenmeleri, ge-
lenekler, yerleşmiş eski yapı bu yeni duruma uygun bir milliyetçiliğin ege-
men olmasının önünde bir engel oluşturuyordu. Bu futbol şampiyonası, bu
eski milliyetçiliğin kabuğunun kırılması; Alman politik kültürü ve egemen
resmi milliyetçilik için küçük bir “devrim” oldu.
Ama eskisinin yerine gelen, en az eskisi kadar tehlikeli bir ırkçılıktır ya
da günümüz dünyasına uygun bir ırkçılıktır. Bu kavranmazsa, dünyadaki
hiçbir gelişme karşısında doğru tavır alınamaz. 1936 Berlin Olimpiyatları
biyolojik ayrımlara dayanan bir milliyetçiliğin ve ırkçılığın bir gösterisiydi.
2006 Dünya futbol şampiyonası, “çok kültürlü” bir milliyetçiliğin ve ırkçı-
lığın gösterisidir, Alman politik kültüründe ikincisinin birincisinin yerini
almasıdır. Bunun nasıl bir ırkçılık olduğunu ise her hangi bir şekilde milli-
yetçi olanlar anlayamazlar.
Bunun ırkçılık olduğunu anlayabilmek ve görebilmek için, yeryüzünde
ulusal sınırların ve milletlerin demokrasi ve insan haklarının önündeki en
büyük engel olduğunu kavramak; bu çok kültürlü milliyetçiliğin de bu ulu-
sal sınırları ve ırk ayrımcısı sistemi yaşatmayı ve güçlendirmeyi amaçla-
dığını görmek gerekir. Bugünkü globalleşme çağında, gelişmiş ülkelerde,
gerek yaşlanan nüfus dolayısıyla, genç nüfuslu üçüncü dünyadan gelecek
iş gücüne duyulan ihtiyaç nedeniyle; gerek iş gücünün yeniden üretiminin
fiyatını düşük tutmak dolayısıyla kar oranlarını yükseltmek için özellikle
gastronomi, temizlik, sağlık gibi alanlarda göçmen iş gücüne duyulan ih-
tiyaç nedeniyle ve nihayet belli alanlarda (özellikle programlama, elektro-
nik) işgücü ithal edebilmek ve çekebilmek için klasik kana, etniye, kültüre
dayanan milliyetçilik, burjuvazi için bir engel oluşturur.
Ama sadece bunlar değil, Alman burjuvazisi gibi sabıkalı bir burjuvazi
için, klasik milliyetçilik, ekstradan prangadır politik, ideolojik ve kültürel
345
Denemeler
346
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak
347
Denemeler
348
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak
349
Denemeler
350
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak
351
Denemeler
352
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak
353
Denemeler
354
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak
Spor ancak kapitalizmde var olabilir. Sporun bir tek işlevi vardır kapita-
list toplumda, işgücünün üretiminin ve yeniden üretiminin sosyal masraf-
ların kısmak, kar oranlarını yükseltmek. Sağlık sisteminin de, ailenin de,
tatil yerleri ve günlerinin de hepsinin temel işlevi budur.
Spor yapan bir işçi, işgücünü daha kolay yeniler; modern üretim ve ya-
şam süreçlerinin yarattığı fizyolojik ve ruhsal yorgunlukları, yıpranmaları,
gerilimleri daha kolaylıkla atıp kendini yenileyebilir. Bu da iş gücünün dü-
zenli ve istikrarlı kullanımını, onun kendini yenilemesi için gerekli sosyal
masrafların azalmasını getirir. Spor yapmayan bir toplumda, işçiler, yani
işgücü denen metaı satanlar, daha çok hasta olacaklar, iş yerlerindeki ve-
rimlilikleri daha az olacak, hayatlarının daha kısa bir döneminde bir iş
gücü olarak onlardan yararlanılabilecektir. Bu da kar oranlarında bir düş-
me demektir.
Modern kapitalizm aileyi de aynı amaçla korur. Kadının ödenmemiş
emeği, işgücünün üretimi ve yenden üretiminin sosyal masrafların azaltır,
ücretlerin düşük tutulmasını sağlar dolayısıyla kar oranlarını yüksek tutar.
Sporun ya da tatilin işlevi, ailenin işlevi gibidir, kapitalist toplumun kendi
işleyişi açısından.
Kapitalizm öncesinde ise spor yoktur, çünkü üretim veya sömürünün
temeli, işgücü denen metaın kullanım değerinin gerçekleşmesi değildir.
Gerek komünde gerek klasik uygarlıklarda, bugünkü spora benzeyen et-
kinlikler, bedenin sağlığına, yani işgücünün yeniden üretilmesine değil,
her şeyden önce ruhun eğitimine, nefsin kontrolüne yöneliktir. Oyunlar ise,
bütün memelilerde olduğu gibi yine bir eğitimdir.
Bu nedenle kapitalizm öncesinde tatil veya spor yoktur. Cuma, cumar-
tesi veya pazar günlerinin tatil olması, işgücünün yeniden üretilmesinin
değil, toplumsal yaşamın yeniden üretilmesinin ve ruhsal eğitimin aracıdır.
Kiliseye pazar, camiye cuma günü yani tatilde gidilir. Bugünkü spora ben-
zeyen etkinlikler de aynı şekildedir. Baştan aşağı dinseldirler. Sporlar ma-
nastırlarda, tarikat ayinlerinde, dini günlerde yapılır. Dinin dışında bir spor
yoktur. Ve sporun amacı bugünkü toplumdakinin tam tersinedir. Beden de-
ğil, ruhu eğitmektir. İyi bir komündaş, iyi bir Müslüman, Hıristiyan vb. ol-
maktır. Bugünkü sporun amacı ise, iyi bir insan bile değil, iyi bir işgücü-
dür. Tabii burada dinseli bir inanç değil, tüm üstyapı olarak kullanıyoruz.
Dini inanç olarak ele almak burjuvazinin ya da modern toplumun dininin
bir dogmasıdır. Ama bu bir kere görülünce, bugünkü toplumda da sporun
aslında bu toplumun dininin ayrılmaz bir parçası olduğu görülür. Bu top-
lumun dini, işgücünün sömürüsünü düzenlemeye yöneliktir. Spor da tama-
men buradan çıkar. Nasıl işgücünün dili, dini, etnisi, soyu, sopu, inancının
355
Denemeler
onun yarattığı artı değer üzerinde bir etkisi olmaz ise ve bütün modern top-
lumun dini bu gerçekten çıkıyorsa; aynı şekilde spor da bizzat bu işgücü-
nün yeniden üretilmesiyle ilgilidir ve bu din içindeki yerini buradan alır.
Tabii burada en saf ve ideal biçimiyle sporu ele alıyoruz. Yani şu de-
mokratların (ve hatta kendini sosyalist sanan ve özünde demokrat olan sos-
yalistlerin) idealindeki biçimiyle. Yani herkes spor yapıyor, spor yapmak-
tan bambaşka bir fenomen olan takım taraftarlığı yok, medyanın etkisi yok.
Spor da yarışma, rekabet, etkinliği arttırmak, rekorlar kırmak için değil
tam da sağlık için yapılıyor diye düşünelim.
Bu en ideal biçimiyle bile spor burjuva toplumunun dininin, yani bur-
juva toplumunun üstyapısının en has ve ayrılmaz bir öğesidir. Şimdiye
kadar sosyalistler, kapitalizmdeki sporu hep, rekabetçiliği, yarışmacılığı,
etkinliği vb. hedeflediği, sporcudan ziyade seyirci ve taraftar yarattığı için
eleştirdiler. Bu eleştiriler burjuva uygarlığının ufku içinde bir eleştiridirler.
Bu eleştirilerin hiç birinin geçerli olamayacağı bir toplum, sadece daha iyi
bir kapitalizm olurdu. Sosyalistlerin spora yönelik eleştirileri aslında hep
burjuva uyarlığının ufku içinde bir eleştiri olmuştur. Bu eleştiri özünde
hep, sporun yaygın, ucuz ve sağlığa yönelik olmamasıyla ilgidir.
Yaygın, sağlığa yönelik ve ucuz spor tam da saf ve ideal biçimiyle kapi-
talizmle hiç bir şekilde çelişmez. Bunun için mücadele sadece daha demok-
ratik bir toplum için mücadeleden başka bir şey değildir. Bu tıpkı, demok-
ratik bir ulusçuluk için mücadele gibidir. Yani ulusu, dille, dinle, etniyle,
kültürle, tarihle tanımlamayan bir ulusçuluk için mücadele gibidir.
Sosyalizmin spor eleştirisi bu çerçevede kalamaz, tıpkı ulus ve ulus-
çuluk eleştirisinin ulusun gerici tanımlarıyla sınırlı kalamaması gibi.
Sosyalist hareket, nasıl politik ve özel ayrımının kendisini aşmak ve bunun
için de ilk elde ulusal olanı da politik alının dışına atmak zorundaysa, aynı
şekilde, iş zamanı ve işgücünü yeniden üretmeye yönelik zaman (aile, tatil;
spor, kültür vb.) ayrımını aşmaya yönelik olmalıdır. Bu ayrımın ve bölün-
menin kendisini eleştirmelidir. İş, eğitim, spor ve dinlenmenin hepsi bir ve
aynı şey olmalıdır. Proletaryanın aslı görevi ve hedefi sporu yaymak, “de-
mokratikleştirmek” değil, sporu yok etmektir, tıpkı yabancılaşmış emeği,
işi yok etmek olduğu gibi.
Dolayısıyla proletarya üretime kapitalizm gibi yaklaşamaz. Bu ayrımı
ortadan kaldırmak, iş saatlerinin yabancılaşmasına son vermek için tüm
işi, “serbest zamanları”, “sporu” bu bakış açısından yeniden örgütlemelidir.
Bu konuda hiçbir ciddi düşünüş ve yoğunlaşma yoktur. Bir zamanların sos-
yalist ülkelerindeki uygulamalara benzemez bu. Elbette yabancılaşmanın
356
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak
357
Denemeler
cı vb. onun kullanım değeri ya da ürettiği artı değer üzerinde bir etkide bu-
lunmamasına rağmen neden politik olan bunlara göre tanımlanmış ulusla-
ra, ırklara göre örgütlüdür neden kadının ödenmemiş emeği söz konusudur
vb. tarzında yaklaşıldığı gibi yaklaşılmalıdır spora da. Sadece işgücünün
yeniden üretilmesine yönelik, sağlığa yönelik yaygın spor kapitalizm için
en ideal biçim olmasına rağmen niçin böyle değildir?
Yarışma, rekabet, etkililik, çoğunluğun spor yapmaması, taraftarlık,
medyanın manipülasyonları vb. niçin bunlar egemendir spora? Analiz
böyle bir yol izlemelidir. Tabii bu biçimiyle bakıldığında, bu toplumdaki
sporun da, bu toplumun dininin, yani özel politik ayrımının ve politiğin
ulusa göre tanımlanmasının ayrılmaz bir bileşeni olduğu görülür. Yani bu
toplumda da spor aslında dinseldir. Ama bu toplumun dinden anladığı şey
anlamında değil.
Tıpkı ulusçuluğun bir din olduğunu söyleyenlerin din derken bundan
inancı kastetmeleri gibi; sporun veya futbolun da bir din olduğunu söyle-
yenler çıkmıştır. Ama bunların dinden anladıkları tam da burjuva toplu-
munun dinden anladığıdır: inanç ya da ibadet. Hayır, bu anlamda değil,
üstyapının ayrılmaz bir bileşeni olarak, tümüyle üstyapı anlamında dinsel-
dir. Zaten Marksist analiz bizzat bunu göstermenin ta kendisidir.
***
Sanılanın aksine Marks’ın en büyük keşfi, sınıf mücadelesi veya bir meta-
ın değerinin onun içinde yoğunlaşmış emek miktarı olduğu değildir. Gerek
emek-değer teorisini, gerek sınıf mücadelelerini Marks’tan önce, yine biz-
zat Marksın da belirttiği gibi, burjuva tarihçileri ve ekonomi-politikçileri
bulmuşlardı. Marks’ın katkısı, yine kendi ifadesiyle, bu sınıf mücadelesi-
nin, proletarya diktatörlüğü denen sosyalizme giden bir geçiş dönemin-
den geçeceğini söylemesindedir.13 Ekonomi-politik altındaki en büyük keş-
fi ise, emek ve işgücünün ayrımı ve işgücü denen metaın özelliklerini ana-
13 Yani Proletarya var olan devleti, sınıfsız topluma giden yolda, kendi amaçları
için kullanamaz; onun yapısı küçük bir sömürücü azınlığın, büyük sömürülen ço-
ğunluğu baskı altına almaya göre şekillendiğinden, bu işlev bu yapıda yoğunlaştı-
ğından, bu yapı tam zıt bir işlevi görmeye el vermez. Bu nedenle onu parçalamak
ve ezilenlerin üzerinde yükselmeyen, azınlıklar tarafından kullanılmaya müsait
olmayan başka bir mekanizma oluşturmak zorundadır. Yapı ve işlev (anatomi ve
fizyoloji) arasında ayrılmaz bir ilişki vardır
Marks, bunun için birkaç kriteri saymıştı. Ama bir din ve ulus teorisi henüz olma-
dığından, bu devletin en önemli özelliğinin de ortadan kaldırılması konusunda bir
şey söylemiyordu. Gerçi, mantığının kendisi potansiyel olarak, özgür komünlerin
358
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak
liz etmesi ve artı değerin kaynağı olarak işgücünün kullanım değerini gös-
termesidir. Bu nedenle, modern toplumun üst yapısının, yani dininin ana-
lizi ve anlaşılması ancak modern kapitalist toplumun bu en öz noktasından
olabilir. Aynı şekilde sporun da bu üstyapı içindeki yeri böyle anlaşılabilir.
İşgücü kavramı olmadan sporu anlamak olanaksızdır.
birliği fikriyle ulusal devlet formunu dışlıyorduysa da, bu mantık sonuçlarına git-
miş ve bir ulus ve din teorisi içinde ifade dilmiş değildi.
Hâlbuki modern toplumun devleti, her şeyden önce, politik olanı ulusa göre ta-
nımlayan bir devlettir. Proletarya, tıpkı profesyonel ordusu olan bir devleti örne-
ğin kendi amaçları için sınıfsız topluma giden yolda kullanamayacağı gibi, politik
olanı ulusal olana göre tanımlamış bir devleti de kendi amaçları için kullanamaz.
Yani proletarya diktatörlüğü, ulusal bir devlet olamaz.
İşte Marksistlerin ve sosyalist hareketin en büyük eksikliği bu oldu. Teori kendi
içinde çelişiyordu. Teorinin otantik biçiminde bu çelişki vardı, örneğin bu otantik
biçimi sürdüren Troçkist gelenekte bu çelişki yaşamaktadır. Tabii bürokratik karşı
devrimin Marks’ın dediğiyle en küçük ilgisi bulunmayan ve demokratikten ziyade
gerici ulusçulukla damgalı devletleri ise sorunun üzerine iyice tüy dikti. Onlar bir
bakıma çelişkiyi, ondaki tüm devrimci demokrasi öğelerini yok ederek çözdüler.
359
Denemeler
360
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak
Bir kasabada spor kulübü kurmak için, ortak bir tek kriter aranmaz ör-
neğin. Yani sadece her mahalleden ve köyden bir takım katılır diye bir ku-
ral yoktur. Bir fabrikanın işçileri bir takım kurabilir; esnaflar kurabilir; bir
sokakta oturanlar kurabilir ya da sadece birbirleriyle iyi anlaşan bir oyun-
cu ve arkadaş grubu kurabilir ve bu çok farklı kriterlere göre kurulmuş ta-
kımlar birbirileriyle karşılaşabilirler.
Eğer saf ve ideal bir kapitalizm ve gerçekten demokratik bir dünya
cumhuriyeti olsa, (tabii bütün diğer sorunları bu bağlamda yok sayıyoruz)
bütün bunlar mümkündür. Böyle bir cumhuriyette dünya şampiyonası,
muhtemelen bilmem ne fabrikası sporcuları ile örneğin sarı ve laciverti
sevenler arasında olabilirdi. Tabii bunun kendisi de, tıpkı diğer dinlerde
olduğu gibi, modern dinin içinde olacaktı. Sporun böyle yapılması, ancak o
modern toplumun dini içinde mümkün olabilir ve anlaşılabilir olurdu. Ama
gerici ulusçuluğa göre örgütlenmiş bir dünyada bu dinin gerici biçimi için-
de olmaktadır. Her hangi bir kritere göre oluşmuş ulusal devletler ve uluslar
dolayımıyla karşılaşma olabilir. Bilmem ne kasabası esnaf sporu, ancak bir
ülkenin, bir ulusun temsilcisi olarak, diğer ulusların temsilcileriyle karşıla-
şabilir. Yani en ulus dışı görünen birlikler bile, ancak ulus dolayımıyla var
olabilir. İşte, futbol, spor ya da medya sosyolojisinin ihmal ettiği en önemli
sorun budur. Futbol ya da spor karşılaşmaları gerici ulusçuluğun en önemli
araçlarından biridir. Gerici ulusçuluğun diktatörlüğünün aracıdır. Burada
diktatörlüğün aracı denince Franko ya da Salazar ve onların futbolu kul-
lanışı akla gelmesin. Burada kastedilen, ulusal devletin var oluşu dışında
başka bir varoluşun tanınmaması, bunun yerleştirilmesinin aracıdır.
Yani her hangi bir ulusal devleti temsil etmeden, hiç de politik olmayan
bir kritere göre, yeryüzünün en iyi oyuncularını bile bir takımda toplasa-
nız, bugün bir dünya şampiyonasına katılamazsınız. Çünkü ulusal olanılar
katılabilir ve ulusal olan da politik olan olmak zorundadır. Bu ilkeyi red-
dettiğiniz sürece var olamazsınız. Tam da budur diktatörlük. Bu katılama-
yışınız, sizin üzerinizde bir diktatörlüktür. Bu anlamda gerici ulusçuluğun
diktatörlüğünün bir aracıdır spor ve futbol. Bu anlamda, nasıl eski çağlarda
din dışı bir “spor” mümkün değil idiyse, bugün de, bu burjuva uygarlığının
dininin gerici biçimi dışında bir spor mümkün değildir. Futbol veya spor
ancak bu bağlamda anlaşılabilir olur.
361
Denemeler
Napolyon’un Sözleri
Yanılmıyorsam Engels, nicelik ve niteliği anlatırken, biraz zorlama ve me-
kanik olarak Napolyon’un bir sözünü aktarır. Napolyon, Mısır seferi ile ilgili
olarak aşağı yukarı şöyle demiş: “Bir Memlük askeri iki Fransız askerine be-
deldi; iki Memlük ile iki Fransız karşı karşıya gelince eşit güçte oluyorlardı;
üç Memlük ile üç Fransız karşı karşıya gelince Fransızlar üstün geliyordu.”
Futbol, bireysel yeteneklere büyük bir kendini gösterme ve gelişme ola-
nağı sunmasına rağmen bir takım oyunu olduğundan bu kural çok daha
açık olarak görülüyor. Örneğin Brezilyalıların her biri teknik olarak mu-
hakkak ki çok üstünler, birer Memlük askeri gibiler. Onların rakipleri, özel-
likle Avrupalılar, Fransız askerlerine benziyorlar. Kolektif olarak bütün o
bireysel teknik geriliklerini dengeleyebiliyorlar. Köylülerle ve küçük bur-
juvaziyle modern ücretlilerin ilişkisi de böyledir ayağı yukarı. Proletaryada
Memlük askerleri veya Brezilyalı futbolcuları görmek isteyenler hiçbir za-
man onları bulamayacaklar ve göremeyeceklerdir.
Ücretliler tek tek birey olarak, son derece yeteneksiz, kaba, ırkçı, homo-
fobik, seksist, insanlıktan çıkmış (nasıl olabilsin ki, ömrünün neredeyse ta-
362
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak
363
Denemeler
sık değiştiği için beyzbol gibi bir istatistik yapma olanağı yok, ama yine de,
eski ve yeni oyuncuların, bir oyun boyunca ne kadar zaman ve kaç metre
koştukları, ayaklarında ne kadar top bulunduğu. Topla kaç kişiyi çalımla-
dıkları kaç pas verdikleri kaç kere ayaklarındaki topu kaybettikleri pasla-
rının ne kadarının isabetli olduğu, kaç sut attıkları sutların isabet oranı vb.
üzerine istatistikler yapılsaydı, bugünkü futbolcuların bütün bu oranlarda
Manda Bekir’ler kuşağını fersah fersah geride bıraktıkları, öte yandan bu-
günün futbolcuları arasında da artık bu oranlarda büyük farklar bulunma-
dığı görülürdü.
Bugünün futbolcusu çok daha iyi çalım atabiliyor, ama bugünün futbol-
cusu çalım yememeyi de daha iyi biliyor. Bugünün futbolcusu daha çok ko-
şuyor, ama karşı taraf da daha çok koşuyor. Hiçbir gelişim kurallar aynı
kaldığı sürece sonsuza kadar gitmez, belli sınırlara takılır. Örneğin 100
metre yarışlarında bu artık açıkça görülüyor. Bir zamanlar 100 metreyi
9.9’da koşmak spektaküler bir başarıya imza atmaktı. Ama bugün onlarca
sprinter var 100 metreyi 9.9’da koşan ve insan fizyolojisinin sınırlarına aşa-
ğı yukarı varılmış durumda. Bundan daha ötesi yok. Özel ayakkabılar, pist-
ler veya özel bir mutasyon geçirmiş insanlar ortaya çıkıncaya kadar. Bütün
sporlarda eğilimin bu yönde olduğu söylenebilir. Elbette futbolda da.
Dolayısıyla bu büyük farkları ortadan kaldırıyor, sonucu çok küçük
farklar belirliyor. Bu da eskisi kadar göz alıcı ve farklı sonuçlar olmaması-
na da yol açıyor. Futbol meraklılarının artık maçların eskisi kadar değişik
olmadığı, birbirine benzediği ve can sıktığı yönündeki sözleri aslında bu
eğilimin bir ifadesi olarak görülebilir.
Kaplanlar gazalları yakalamak için daha hızlı koşuyor, gazallar da kap-
lanlardan daha hızlı kaçıyor. Ama verili koşullarda bu evrimin bir sınırı
bulunuyor. Ne gazallar ne de kaplanlar, organik varlıklar olarak belli bir
sınırdan daha hızlı koşamazlar. Oyunun kuralları değişmediği sürece, bu
evrimde evin boş olduğu yanı gazalların ve kaplanların henüz mutasyon-
larla daha hızlı koşabilecekleri bir dönem bir de artık daha hızlı koşmanın
verili yapılar içinde mümkün olmadığı, evrimin durduğu ve dengeye ulaş-
tığı bir dönemi ayırmak gerekir.
Bütün sporlar giderek bu denge durumuna yaklaşıyor. 100 metrede aşa-
ğı yukarı sınırlara ulaşılmış durumda. Doğa tarihinde de, kartların yeniden
karıştığı ve kuralların yeniden belirlendiği dönemler ve bu yeni kurallar
içinde hızla yeni türlerin çıktığı dönemler ile bu türlerin giderek mükem-
melleştiği ve belli bir dengeye ulaştığı dönemler birbirinden ayrılıyor.
Genellikle büyük toplu imhalardan sonra (göktaşı düşmeleri, volkan
patlamaları gibi kozmik veya tektonik büyük imhalar ve kartların yeniden
364
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak
365
Denemeler
366
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak
367
Denemeler
368
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak
toplumsal hayat hem bir puta hem Allah’a göre düzenlenemezse, insan hem
Türk hem Müslüman olamaz.
Aynı şekilde, insan (burada biyolojik bir varlık olarak insandan söz edi-
yoruz) hem İnsan (Sosyolojik olarak insan) ve hem de Türk, Müslüman
veya Puta tapar olamaz. İnsan (Burada sosyolojik olarak, insanların (bu-
rada biyolojik olarak) dili, dini, etnisi, soyu, sopu, ırkı, ne olursa olsun eşit
olduğuna inanan ve bu inanca göre yaşamak için mücadele edendir. Yani,
insanların eşit olduğunu kabul etmeyenler sosyolojik olarak insan değildir-
ler ve olamazlar.
Bu inanca göre yaşamak ise, bir ulustan olmakla, bir dinden olmakla
bağdaşmaz. Bütün insanlar eşitse, niye birileri şu veya bu soy, tarih, dil vb.
(yani örneğin Türk, Kürt, Ermeni Fransız) denerek bu eşitliğin dışında tu-
tulmaktadır? Bu kendisiyle çelişir.
İnsan olmak her şeyden önce, ulusal olanın, tıpkı din gibi, politik ol-
maktan çıkarılması kişisel bir sorun olarak ele alınması ile mümkün olabi-
lir. İnsanlar devletin her hangi bir ulusla tanımlanmasını reddeden bir top-
lumda var olabilir ve bugünkü ulus devletler içinde bunun için mücade-
le edenlerdir. Yani İnsan olmak için her şeyden önce, politik olanın ulusal
olanla tanımlanmasına, uluslara karşı mücadele etmek gerekir.
Uluslar içinde mücadele edilen tarafsız ortamlar değil, kendilerine karşı
mücadele edilmesi gereken her şeyden önce siyasi birimler ve üstyapılardır.
İnsanlar, Türklüğün şimdi tıpkı dinin olması gerektiği gibi, tamamıyla ki-
şisel bir sorun, özel bir sorun olması için mücadele edenlerdir. Diğer bir ifa-
deyle politik bir kimlik olarak Türklüğü reddeden ve Türk devletini yıkıp,
ulusa göre değil, dili, dini, etnisi, soyu cinsi ne olursa olsun tüm insanların
eşit olarak yaşayacağı bir toplum için mücadele edenler insanlardır.
Bugün sadece Türkiye’nin değil, tüm dünyanın, sosyalistlere değil,
İnsanlara ihtiyacı var. Sosyalizm için değil, öncelikle insanlık için müca-
dele etmek, yani her biri uluslara göre tanımlanmış devletleri (ki bunların
her biri de ulusları farklı ölçütlerle tanımlamaktadır) yıkma mücadelesine
girmek gerekiyor.
Sosyalist olabilmek için de her şeyden önce İnsan olmak; Türk, Kürt,
Ermeni, Fransız, Amerikalı, Avrupalı olmaktan çıkmak ve bunlara karşı
mücadele etmek gerekiyor.
Sosyalistlerin hedefi, ulusların kaderini tayin hakkı değildir. Sosyalist-
lerin hedefi, ulusal olanın da politik olmaktan çıkarılması ve özele ilişkin
olması olabilir. Böylece asgari olarak biçimsel eşitlik sağlandıktan sonra
sosyalistler gerçek bir eşitliği isteyebilirler.
369
Denemeler
370
Geleceği Geçmişten, Geçmişi Gelecekten Kurtarmak
İnsan Olmak,
Demokrat Olmak ve Yenilgicilik
Bir rejimin, bir düzenin, bir sınıfın, bir gücün tarihsel olarak ömrünü dol-
durmuş olması ile gerçek sonu arasında uzun bir zaman geçer. Eğer karşı-
sında ona son verecek bir güç yoksa sonsuzca uzayan bir can çekişme süre-
ci, çürüme ve dağılma ortaya çıkar.
Bugün dünyadaki bütün politik ve sosyal aktörler ömrünü doldurmuş
güçlerden oluşmaktadır. Çünkü bunların hiç birisi, bugünkü insanlığın bü-
tün sorunlarının anası olan uluslara dayanırlar, varoluşları ulusların varlı-
ğına bağlıdır ve uluslara karşı değildirler.
En ilerici görünenleri bile ulusçuluğa karşıdırlar, ama uluslara değil.
Kaldı ki, ulusçuluğa karşı olduğunu söyleyenler de aslında ulusçuluktan
bir dile, tarihe, dine vb. göre tanımlanmış bir gerici ulusçuluğu anlarlar.
Hâsılı ulusçuluğa karşı olanlar veya öyle olduğunu iddia edenler bile bıra-
kalım uluslara karşı olmak bir yana, ulusçuluğa bile karşı olmaktan uzak-
tırlar. İnsanlığın bütün çekt