Professional Documents
Culture Documents
Rumuzat-ı Semaniye
Mecmuası
Müellifi
Bediüzzaman
Said Nursî
meşrebler ashabına ve ulûm-ı mütenevvianın ayrı ayrı ashablarına ayrı ayrı i'cazını
gösterdiğini ve onlara ilmelyakîn, aynelyakîn, hakkalyakîn derecesinde Kur’ân hak
Kelâmullah olduğunu, iman-ı tahkiklerine göstermişler. Demek her biri, ayrı ayrı bir tarzda
bir vech-i i'cazını göstermişler. Evet ehl-i marifet bir velinin fehmettiği i'caz ile, ehl-i aşk bir
velinin müşahede ettiği cemal-i i'caz bir olmadığı gibi; muhtelif meşaribe göre cemal-i i'cazın
cilveleri değişir. İlm-i usûl-üd dinin bir allâmesinin ve bir imamının gördüğü vech-i i'caz ile
füruat-ı şeriattaki bir müçtehidin gördüğü vech-i i'caz bir değildir ve hâkeza... Bunların
tafsilen ayrı ayrı vücuh-ı i'cazını göstermek elimden gelmiyor. Havsalam dardır, ihata
edemiyor. Nazarım kısadır göremiyor. Onun için yalnız on tabaka beyan edilmiş, mütebâkisi
(A.S.M.)
icmalen işaret edilmiş. Şimdi o tabakalardan iki tabaka, Mu'cizat-ı Ahmediye
Risalesinde çok izaha muhtaç iken, o vakit pek noksan kalmıştı. Birisi:”Kulaklı tabaka" tabir
ettiğimiz âmî avamdan; yalnız kulakla Kur’ânı dinler, kulak vasıtasıyla i'cazını anlar. Yani
der:”Şu işittiğim Kur’ân, başka kitablara benzemiyor. Ya bütününün altında olacak veya
bütününün fevkinde olacaktır. Umumun altındaki şık ise kimse diyemez ve diyememiş, şeytan
dahi diyemez.
3
Öyle ise, umumun fevkindedir." İşte bu kadar icmal ile Onsekizinci İşaret'te yazılmıştı. Sonra
onu izah için Yirmialtıncı Mektub'un”Hüccet-ül Kur’ân Alâ Hizb-iş Şeytan" namındaki
Birinci mebhası, o tabakanın i'cazdaki fehmini tasvir ve isbat ediyor.
İkinci Tabaka: Gözlü tabakasıdır. Yani: Âmi avamdan veyahut aklı gözüne inmiş
maddiyunlar tabakasına karşı, Kur’ânın göz ile görünecek bir işaret-i i'caziyesi bulunduğu,
Onsekizinci İşaret'te dava edilmiş. Ve o davayı tenvir ve isbat etmek için, çok izaha lüzumu
vardı. Şimdi anladığımız mühim bir hikmet-i Rabbaniye cihetiyle o izah verilmedi. Pek cüz'î
birkaç cüz'iyata işaret edilmişti. Şimdi o hikmetin sırrı anlaşıldı ve te'hiri daha evlâ olduğuna
kat'î kanaatımız geldi. Şimdi o tabakanın fehmini ve zevkini teshil etmek için; kırk vücuh-ı
i'cazdan göz ile görülen bir vechini ve o vechin on cüzünden bir cüzünü Kur’ânın nakş-ı
hattında göstermeyi niyet ettik. Vakt-ı merhunu geldiğini telakki ediyoruz. O sair vücuh-ı
i’caziye ise bir kısmı Yirmibeşinci Söz’de kısmen tafsilen, kısmen icmalen beyan edilmiş. Bir
kısmı sair sözlerde müteferrik parçaları zikir edilmiş bir kısmı Arabi risalelerimde onlara
işaret edilmiş ve bilhassa nazm-ı Kur’ândaki i’caz-ı belagatı kim görmek isterse
4
İşarat’ül İ’caz namındaki Arabiyy’ül ibare olan tefsire baksın. Baştan aşağıya kadar o i’cazı
tahlil edip ilmi bir surette göstermiştir. Hakaik-i Kur’âniyenin hakkaniyet cihetinden gelen
i’caz-ı maneviyi kim görmek isterse Risale-i Nur ve Mektubat-ün Nur eczalarına baksın.
Onlar o i’caz-ı manevinin ünvanlarıdır Onlarda gâyet parlak o i'caz görünür.
İkinci Mes’ele: sözler namındaki yazılan risaleler Kur’ân-ı Mu'ciz-ül Beyanın bir nev'
tefsir-i hakikisi olduğunu ve o tefsirin te'lifinde merci' ve me'haz ve hakiki üstad ve tam
rehber srf ayat-ı Kur’âniye olduğu ve bu fakir ve aciz bu müellifin hissesi onda sırf bir
tercüman olduğunu ve doğrudan doğruya o risaleler Kur’ânın hakaiki ve o hakaikın
bürhanları olduğunu ve Kur’ânın elinde bir kılıç hükmünde olarak o Kale-i İslamiyeye gelen
tehacüme karşı davranan ve manen Kur’ânın manası ve layenfek ve ondan gelmiş manevi bir
cüzü olduğunu bütün kuvvetleriyle o Kur’âna bakar ve işaret ederler ve onu hedef ittihaz
ederler ve ayatından gelen sünuhat ve ilhamat olduğunu ve müellifinin iktidar ve ihtiyarının
pek fevkinde bir tarzda olduklarını mükerreren isbat edip beyan ettiğimiz halde Kur’ân
namına ve Kur’ân hesabına rekabetkarane bunlara bakmak ve onlardaki i'caz-ı Kur’ândan
inikas eden cilveleri Kur’ânın hakiki i'cazıyla
5
hakaikın mevzuniyeti ve intizamı ve güzelliğidir ki öyle muntazam üslûb libasını giyer çıkar.
(A.S.M.)
Üçüncü mes’ele: Kaç sene evvel Mu’cizat-ı Ahmediye içindeki i’caz-ı Kur’ânı
beyanda aklı gözüne inmiş tabakasına karşı göz ile görünecek bir nakş-ı i’cazı kalb aradı. O
zaman berk-i hatif gibi bir sahife-i Kur’âniyede mükerreren lafzullah muntazam bir kavs
suretinde göründü. O cihette lafzullahtaki müteaddit emarat-ı i’caziyeyi yazmak lazım iken
bana unutturuldu. Yüzüm başka cihetlere çevrildi. Karşı karşıya ve bir sayfa arkasındaki
sayfalarda böyle lafzullah’ın tekraratı manidar bir nisbet-i adediye ile göründü. Hem bazı
kelimat-ı Kur’âniyenin yaprakları arasında birbirine bakması ve muvazi gelmesi gibi birkaç
cüz’iyata işaret edildi. Halbuki o cüz’iyat o mes’eleye hiçbir cihetle kafi gelmiyordu. Bir
zaman sonra lafz-ı Kur’ân ile lafz-ı Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmda tevafukat-ı
gaybiye tabir ettiğimiz bir vaziyet-i harikulade gördük. İ’caz-ı Kur’âna aid Yirmibeşinci Söz
olan risalede Kur’ân lafzı o işareti verdi. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın
(A.S.M.)
mu’cizatında Resul-i Ekrem kelimesi aynen o işareti verdi. İman-ı billah’a dair olan
sair müteaddit risalelerde lafzullah o işareti vermedi. Çünkü lafzullah nadir zikrediliyordu.
Onun yerinde Cenab-ı Hak kelimesi
7
Sâni'-i Hakîm, Hâlık-ı Rahim gibi sair esma-i hüsna ile tabir edilmiş. Lafzullah o erkan-ı
imaniyenin en a’zamı olan iman-ı billah risalelerin içinde en çoğuna en mühimlerine sahib
(A.S.M.)
olduğu halde i’caz-ı Ahmediye ile i’caz-ı Kur’âniyenin işaretleri gibi parlak işaret
vermemesi şimdi katiyen gördük ki o işaret ise Kur’ân-ı Azîmüşşan o kadar parlak
göstermiştir ki hiçbir cihette ihtiyaç kalmamış ki başka yerde tezahür için cilvesi görünsün.
Evet Kur’ân-ı Azîmüşşanda lafzullah çok nurani ve kesretle çok manidar ve vüsatle çok
nükteler var. Ve hikmetle tekrar edilmiş ki akıl anlasa ه سسبحان ّٰاللkalb derk etse بار
ّٰالل
ه göz görse ه ماشاء ّٰاللdiyecektir. Amma lafz-ı Kur’ân ve lafz-ı Resul-i Ekrem
Aleyhissalâtü Vesselâm ise Kur’ânda pek azdır. Ve o kısımda tevafuktan ziyade başka sırlara
medardırlar. Onun için kanaatimiz geldi ki Kur’ândan tereşşuh eden ve Kur’ândan gelen
risalelerde lafz-ı Kur’ân ve lafz-ı Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm o işarete Kur’ân
hesabına mazhar edildi. Ve lafzullah Kur’ân merkezinde bırakıldı.
Dördüncü mes’ele: Bu hafız Osman hattıyla yazılan aynı Kur’ânı tedkik ettik. Başta
lafzullah olarak gâyet manidar tevafukat-ı gaybiyeyi gördük. Ben kendi Kur’ânımda o
tevafukata birer birer işaret
8
koydum. Dikkat ettik ki satırlar ve âyetler ortasındaki fasılalar intizamsız olduğu için
tevafukatı kısmen bozulmuş. Onunla beraber bize kanaat geldi ki tevafuk matlubdur. Çünkü
tekrar eden kelimat üstünde tekerrürden gelen kusuru izale edecek bir zinet ve bir güzelliktir.
Ve anladık ki sayfa ve satırları değiştirmemekle beraber tekellüfsüz o tevafukat-ı matlube bir
derece gösterilebilir. Ve onu göstermekle hatt-ı Kur’âniye bir zevk bir şevk uyandıracak. Ve
göz ile görünecek on emarat-ı i’caziyeden bir emareyi izhar etmek niyetiyle hizmet-i
Kur’ândaki arkadaşlarımı meşveret ve muavenete davet ederek bu mes’eleyi nazarlarına arz
ediyorum.
(Hâşiye)
Beşinci mes’ele: Kur’ân-ı Mu'ciz-ül Beyanda tevafukatın enva’ı var. Tevafukat-
ı nakş-ı lafzîden başka tevafukat-ı maneviyesi var. Hem çok manidar ve çok vardır. Tevafukat-
ı lafzîyesi ise üç tarzdadır. Biri bir tek sayfada, ikincisi karşıki sayfada, üçüncüsü yapraklar
arasında bir tevafuktur. Birinci tarzı, Kur’ânın i’caz-ı manevisinin ünvanları olan risalelerde
cilvesi in’ikas etmiş görünüyor. İkinci kısım bir zat-ı mübarekin yazdığı bir Kur’ânı gördüm
ki karşı karşıya olan sahifelerin tevafukatı kırmızı hatla gösterilmiş. Demek o nevden bir
derece beyan edilmiş.
(Hâşiye)
Tevafukat ise ittifaka işarettir. İttifak ise ittihada emaredir. İttihad ise vahdete alamettir. Vahdet
ise tevhidi gösterir. Tevhid ise Kur’ânın dört esasından en büyük esasıdır.
9
Üçüncü tarz ise Kur’ân kelam-ı Ezeli olduğundan ve kelime-i vahid hükmünde
bulunduğundan ve ayatı birbirine bakmasından ve birbirini tefsir etmesinden anlaşılıyor ki bir
sahifede kelimeler birbirine baktığı ve bir intizam-ı tevafukkarane gösterdiği gibi Kur’ânın
mecmuunda aynı hal vardır. Filcümle bazı numunelerini ve tereşşühatını gördük ve bize
kanaat-i kat’iye verdi ki: o tereşşühatın safi bir menbaı var. Mesela iki gün evvel Sure-i nahl
ve Sure-i İsra’yı okudum. Sure-i İsrada ikiyüzseksen beşinci sahifede üç Kur’ân kelimesi
gördüm. İkisi tam muvazi birbirine bakar: üçüncüsü terazinin iki dili gibi üstünde ve satırın
başında durmuş. Merak ettim tevafuk matlub iken neden bu dil nizama girmemiş. Birden
hatıra geldi ki şuradaki Kur’ân kelimelerinin vazifeleri yalnız bu sahifede değil. Güzellikleri
ve nizamları başka sahifelere de bakabilir. Baktım ki başta ve dördüncü satırdaki Kur’ân
kelimesi üç sahife sonra ِجر َ ٰ وَقُْراkelimesine bakmakla beraber o جر
ْ َنس الْف َ ٰقُْرا
ِ ْ َنس الْف
arkasındaki ن ٰ ْ ُ۪فى هٰذ َاالْق
را ِس kelimesinin zahr ve batnı hükmüne geçip kağıt bıçakla
kesilip çıkarılsa iki gözlü bir kelime olur. Sonra muvazeneden çıkan َ ٰت الْقُْرا
ن َ اِذ َاقََرا ْس
kelimesine baktım yani sekiz (8) sahife yukarıda Sure-i Nahl’de aynen َ ٰت الْقُْرا
ن َ ْ فَاِذ َاقََرا
ستَعِذ ْ ب ِ ّٰالل
ِه ْ فَا gördüm. Aynı satır aynı vaziyet pek
10
manidar bir tarzda gördüm ه ُ مد ُ ّٰلِل ُ بَاَر ّٰاللne kadar güzel ه
َ ْ اَلanladım ه
ْ ح ماشاء ّٰاللne
kadar latif vazifeleri var dedim.
Altıncı mesele: Kur’ân-ı Hakim’in i’cazının enva’larının perde altında kalması ve
bilhassa gözle görünecek nev’i her kese görünmesi lazım gelirken gizli kalması ve ileri
gitmemesi beş sebeb ve hikmetten ileri geliyor. [Birinci sebeb] Din ve iman ve teklif bir
tecrübe-i İlahiye ve bir imtihan-ı Rabbani’dir ki: ervah-ı aliyeyi ervah-ı safileden, ulvi
fıtratları süfli fıtratlardan ve yüksek isti’datları bozuk isti’datlardan tefrik ve terbiye etmek
için bir musabakadır. Perdeli ve nazari bir surette kalmak içindir ki: o i’cazlar perdeli
kalmışlar. Yoksa her kes gözüyle görse idi imanı kazanmaktaki müsabaka ve mücahede-i
maneviye zenbereği dururdu. Terakkiyat olamazdı Ebu Cehil de Ebu Bekir Sıddık (r.a.) gibi
tasdik edecekti. Onun için Kur’ân-ı Hakîm akla kapı açar haydi git bul diyor. Fakat aklın
elindeki ihtiyarı almıyor. İster istemez mecbur etmiyor. [İkinci sebeb] Umum mu’cizat için
değil yalnız şimdiki mes’elemize taalluk eden ikiyüz eczadan bir cüz’ü olan ve san’at-ı
bediiyede dahil olan lafzî tevafukatı ileri sürmemesi ve gizli kalmasının bir sebebi şudur ki:
11
Kur’ân-ı Hakîm bir maide-i semaviyedir. Ruhların gıdalarını kulub ve ukulun erzaklarını
cami’dir. O gıdaların kabları ve zarfları hükmünde olan elfazdaki zinet ve san’ata nazar-ı
dikkati celb etmek o hakaike karşı bir gaflet perdesi olur. Onun içindir ki Kur’ân-ı Hakîm lafz
ve fenn-i bedia aid mezayayı idame ettirmiyor. Kafiyeyi değiştirir, sun’u fıtrî bir tarzda
bırakıyor. Kasdı işmam edecek ve nazar-ı dikkati celb edecek bir tarz vermiyor. Ta manadan
zihni müşevveş etmesin ve hayal dahi kalbi aldatmasın. Evet ulema ilm-i belagatın
mabeyninde en kuvvetli kaidelerinin ve düstur-ı esasilerinin biri şudur ki: fenn-i maanî ve
fenn-i beyana aid mezaya ve nükteler kasdî olmamalı, irade ile emare üstünde bulunmamalı,
ta belagat üstünde bulunsun. Fenni bedia aid olan ecnaslar ve san’at-ı lafziye gibi fenn-i bedi’
nakışları şart-ı makbuliyeti adem-i kasttır. Yani fıtrî bir tarzda olmalı, yoksa tasannu’ ve
tasalluf ve tekellüf olur. Belagati kırar. İşte bu düstura binaendir ki şu belagatte derece-i i’caz
sahibi olan Kur’ân-ı Mu'ciz-ül Beyan san’at-ı bediiyede fıtrî bir tarzda gidiyor. Manadan zihni
çevirecek bir surette musırrane idame etmiyor. Şu tevafukat ise o da fenn-i bedia aid bir
san’at-ı lafziye hükmüne geçtiği için Kur’ân-ı Hakîm lafzullah müstesna olarak
12
sair tevafukatta çok ileri gitmemiş, fıtrî ve manidar bir tarzda bırakmış. Lafzullah’ın ise birkaç
cihette aynı belagat ve mahz-ı hikmet bir surette sırlara cami’ vaziyetleri var.
Üçüncü sebeb: Gözle görünecek lafzî nakşî mezayalar mananın hüsnünden ve
cemalinden ve intizamından ileri gelmezse kabil-i taklittir. Kolayca onun naziri kasden
yapılabilir. Halbuki i’caz taklit edilmeyecek bir tarzda olacak. Hatta bu tevafukat-ı gaybiye
tabir ettiğimiz san’at-ı bedia i’cazın ecza-yı hakikiyesinden değil. Belki bir nev’ i’cazın
vazifesini gördüğü için i’cazın eczası içine dahil olmuştur. Çünkü i’caz gösteriyor ki Kur’ân
Kelamullah’tır. Beşerin kelamı değildir. Şu tevafukat-ı gaybiye dahi madem tesadüf işi
olamıyor ve fikr-i beşerin düşünüşü değildir. O da delalet eder ki o kelam gaybtandır beşerin
sözü değildir. Eğer tevafukata kast girse delalet-i hassası gaib olur. İşte bu sırra binaendir ki
risalelerde Kur’ânın fıtrî ulvî tevafukatından in’ikas eden cilvelerini üç dört sene sonra
gördük ve hiçbir kasıt ve şuurumuz taalluk etmediğine kanaatimiz geldikten sonra onu
Kur’ânın bir keramet-i i’caziyesi diye ilan ettik. Ve kanaatimiz geldi ki Kur’ân-ı Hakîm kendi
i’caz-ı manevisinin tercümanları ve ünvanları olan risaleleri o keramet-i i’caziyeye mazhar
etmiş. Adeta tevkil etmiş.
13
Bilhassa Kur’ânda az tekerrür eden lafz-ı Kur’ân ile lafz Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü
Vesselâm ayineleri olan sözlerde tevafukat-ı gaybiyeye mazhar etmiş ve kendi merkezinde
lafzullah bir çok esrar-ı i’caziye ile beraber o tevafukatı göstermiş. Biz de inşaallah
lafzullahın tevafukatı göze görünecek bir tarzda yazacağız. Sair tevafukata kısmen işaret
edeceğiz.
Dördüncü sebeb: Kur’ân-ı Hakîm madem umum beşerin umum tabakatının mürşidi
ve muallimidir. Ve küçük bir kutudan ta büyük bir sandığa kadar ayrı ayrı şekillerde yazılıyor.
Elbette bir kayıt altına alınmayacaktır. Eğer tevafukat bir esas-ı mühim tutulsa idi o tevafukatı
muhafaza ettirmek için bir tarz-ı hat kayıt altına alınması lazım gelirdi. Binler cilveleri
muhtelif muzaaf Suretinde gaib olurdu. Beşinci sebeb şudur ki tevafukat müteşabih olur.
İltibasa sebebtir. Hıfzı işkâl eder. Halbuki Kur’ânın hıfzı ehemmiyetle matlubtur. Onun için
bu nev’ tevafukatı çok ileri sürmemiş.
Yedinci mes’ele: Kur’ân-ı Hakîm’i yeni bir tarzda yazmaktaki niyetimin sebebleri
üçtür. [Birincisi] Hutut-ı Kur’âniyenin muhafazasına hizmettir. Çünkü gördüm ki sözlerde
tevafukatın zuhuruyla
14
fütura düşen müstensihlerin şevkini yeniledi. Gayrete geldiler. Yeni bir heves uyandı. Kendine
yazanlar tekrar yazmağa başladı. Hem yüzler âdemlerin sözlere ve dolayısıyla hakaik-i
Kur’âniyeye karşı imanları kuvvetlendi. Hatta bir kısım dinsizler dahi o tavafukatı görüp
inkar edemedikleri için ikrara mecbur oldular. Hatta bunlardan birisi demiş: Bunları ikrar
etmem fakat inkar da edemem. Çünkü gözümle görüyorum demiş. Madem Kur’ânın ayineleri
olan sözlerde bu hal iki mühim faideyi veriyor. O iki faideyi vermesiyle emniyetimiz geldi ki
bir inâyet-i İlahiyedir. Ve içinde bir işaret var. O ayinelerdeki cilveler Kur’ânın malı olduğu
gibi ve Kur’ândan geldiğini ve Kur’ânın hesabına geçtiğini ve hakaikınin güzelliğinin namına
bulunduğunu göstermek için o tevafukatın menba-ı nuranisinin bir kısmını göstermek
suretinde mevcut ve matbu’ Hafız Osman hattıyla Kur’ânın sahife ve satırlarını muhafaza
etmek şartıyla yeni bir Kur’ânı yazdırmayı niyet ettik. Evet Hafız Osman hattıyla matbu’
Kur’ânda ne gibi mezaya görünse kâtiblerin ve müstensihlerin hüneri olamaz. Doğrudan
doğruya Kur’ânın mezayasıdır. Çünkü en büyük âyet olan âyet-i Müdayene o mushafın
sahifelerinde vahid-i kıyas ittihaz edilip ona göre sahifeler taayyün etmiş.
15
Ve onlarda çok mezaya tezahür etmiş. Ezcümle bütün sahaifin ahirinde güzel ve muvafık
hatimeler ile âyet tamam oluyor. Hem o mushafın satırları için vahid-i kıyas en kısa Sure olan
Sure-i Kevser ile Sure-i İhlas esas tutulmuş. Madem Kur’ânın âyet ve suresinin mikyasıyla
olmuştur. O hatta ne kadar mezaya varsa doğrudan doğruya Kur’âna aidtir.
[İkinci sebeb] Kur’ân-ı Hakîmin meani ve hakaikınde esrar ve işaratında olduğu gibi
elfaz ve hurufunda dahi çok esrar ve mezaya bulunduğuna bir zemin ihzar etmek için
lafzullahın binde bir sırrına işaret edecek bir tarzı yazmak ve bizden sonra gelenler inşâallah
daha büyük esrarları o anahtarla açacak temennisidir. Ve nazar-ı dikkati Kuran’ın hattına
çevirmek ve hakaikıne ehemmiyetle baktırmak niyetidir.
[Üçüncü sebeb] ه مد ُ ّٰلِلُس َ ْ اَلKur’ân-ı Hakîm’in dersiyle, irşadıyla, ilhamıyla,
ْ ح
feyziyle ve yalnız onun talimiyle ve imlasıyla yazılan altmış risaleyi menba’-ı aslîsine
rabtedip ve onlar kimin malı olduğunu ve neye hizmet ettiklerini ve neyin bürhanları
olduklarını ve onların mezayaları nereden geldiklerini göstermek için öyle bir Kur’ân yazıp
hâşiyelerinde âyetlerin hakaikleri hangi
16
risalelerde beyan edildiğini şifre nev’inde rakamlarla işaret etmek adeta hâşiyesinde dilsiz bir
tefsir şifreli bir şerh rakamlı bir hâşiye-i sükut ile bir beyanı yazmak ve o Sözler kataratını o
denize dökmek azmidir. Ve Sözler vasıtasıyla harekete gelen enzarı Kur’âna çevirmektir.
[Sekizinci mes’ele] Şu mes’ele-i mühimme benim gibi müşevveş, perişan, hastalıklı,
kalemsiz, yarım ümmi bir âdemin işi olamaz. Benim kahraman arkadaşlarım ve hizmet-i
Kur’ânda azimkar kardeşlarım bana nurani kalemleriyle ve münevver kalbleriyle yardım
etmeli ve fikirlerini de bu husus hakkında bildirmeli. Mes’ele şimdi pek uzun olmamak için
yalnız mushafı üç nev’ mürekkeble, lafzullah kırmızı sair tevafukat başka renkli mürekkeble
âyetleri siyah mürekkeble yazdırmak emelindeyim. Lafzullahdaki tevafukata kendi
Kur’ânımda işaretler yapmışım. Benim şu nüsha-i Kur’âniyemin matbaası nev’inden birkaç
nüsha daha lazımdır ki aynen onlara da işaret yapılsın. Birisi Isparta’da birisi Atabeyde birisi
İslam karyesinde ikisi de benim bulunduğum yerde lazımdır ki ona göre her bir müstensihe
üçer cüz’ verilip yazılacaktır. Lafzullahın tam tevafukatına işaret koymuşum. Müstesna
kalanlar ise bir kısmının başka vazifeleri olduğu için tevafuka girmiyor. Çünkü başka yere
bakıyor veyahut
17
o kelimatın mecmuundan manidar bir kelime çıktığından yeri değiştirilmiyor. Ve bir kısmı ise
matbaanın ve müstensihin satırlarda ve âyetlerin fasılalarında intizamsızlığından ve bu
tevafukatı his edememesinden mevcut tevafuku bozmuşlar. Öyleler ise sıraya girmeli. Hatta
mümkün ise sahifede iki veya üç sıra ile muvazene takip edilsin. Hem lafzullah’ın
tekrarındaki nisbet-i adediyesi pek hayret verici bir tarzda ezcümle Sure-i El Bakarada
lafzullah ikiyüzsekseniki (282), âyetler ikiyüzseksenaltıdır (286). Dört adet farkları var. Dört
yerde lafzullah yerinde هوvardır. Demek lafzullah’ın adedi âyetleriyle tevafuk ediyor. Hem
Sure-i Al-i İmran’da lafzullah ikiyüzdokuzdur (209). Âyetleri ikiyüzdür (200). Demek âyetten
dokuz fazla kalır. El Bakaradaki noksanı tekmil eder. İki surenin âyetleriyle lafzullah’ın adedi
tam tevafuktadır. Zehraveyn nam-ı âlisiyle tabir edilen iki sure-i muazzamada lafzullah’ın
tekrar ve tevafuku azim bir nükteyi gösterir. Sûre-i En’amın âyetleri yüzaltmış (160), lafzullah
seksenüç (83). Demek nısfiyet nisbetle bir tevafuktur. Nısfiyetle bir münasebet-i adediyedir.
Ve hakeza. Buna benzer çok manidar sırlar lafzullah’ın tekrarında vardır. Mesela Sure-i Nisa’,
Maide, En’am âyetlerinin mecmuu dörtyüzellialtı 456) lafzullah da dörtyüzelliiki (452)
18
olduğundan makamat-ı hitabiyede tam tevafuk ve o tevafukta mühim bir nükte-i i’caziyedir.
Hem Mekkî olan Sure-i En’am’ın âyeti yüzaltmıştır (160). Lafzullah’ın tekerrürü onun yarısı
olarak güzel manidar bir nisbet-i adediyeyi ve tevafuku gösterir. Ve lafzullahın tekrarında pek
çok daha bunlar gibi i’cazî nükteler vardır. Hem bir sahifede tekrar eden lafzullah karşıki
sahifesine veyahut arka sahifesine veyahut daha arka sahifesine tevafuka nisbet-i adediye
cihetinde tevafuku çok manidardır. Bazen misil bazen nısfî olur. Nadiren sülüs nisbetle
bakıyor. Hem buna dair kendi nüshamda işaretler yapmışım. Hem lafzullah her sahifede
ekseriyetle ya beş ya altı ya yedi ya dokuz ya on bir adette gâyet manidar olarak tekrar ediyor.
Hususen Medine’de nazil olan surelerde daha kesretle ve manidar bir tarzda nazar-ı dikkati
kendine celb eder. Çok şua-ı i’cazı taşıyan âyetin fezlekelerinde ve hatimelerinde parlıyorlar.
Yirmi beşinci sözün üçüncü şu’lesinde o fezlekelerin on adet lemeat-ı i’caziyesine işaret
edilmişler.
[Mühim bir mes’ele-i Kur’âniye ve üslûb-ı Kur’âniyenin tenevvüündeki hikmetli
bir nükte] Ben bir zaman Kur’ân okuduğum vakit Mekkî Sureler bana çok kuvvetli îcazlı ve
i’cazlı geliyordu.
19
Medine sureleri okuduğum vakit bana çok izahlı, vüs’atli ve tafsilli geliyordu. Hayret
ediyordum. Hem bakıyordum ki Mekkî’lerde ekseriyetle lafzullah az tekerrür ediyor, onun
yerinde Rab, Rahman isimleri zikrediliyor. Kur’ânın irşadıyla ve dersiyle anladım ki Mekkî
sureler bidâyet-i vahiyde ve saff-ı evvel muhatabları ve muarızları ümmi müşrikler olduğu ve
en ziyade erkan-ı imaniyenin isbatına dair geldikleri için elbette îcazlı olacaklar. Ta ki mebde-
i vahiyde o ağır halet-i kudsiyeye mazhar olan Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm
tahammül edip zabt etsin. Hem gâyet ulvî ve kuvvetli bir tarzda vahdaniyeti ispat edecek.
Müşriklerin şirk sebebiyle Allah’ı tanımadıkları için Allah icraat-ı rububiyeti ile ve niam-ı
rahmaniyesiyle kendini onlara bildirmek için ekseriyetle Rab, Rahman lafzının zikri daha
ziyade mutabık-ı mukteza-yı hal olarak belagat-ı Kur’âniye iktiza etmiştir. Amma Medine’de
nazil olan sureler ise çünkü Resul-i Ekrem aleyhissalatü vesselam gittikçe tekemmül etmiş,
hitabat-ı ezeliyeye mazhariyete tahammüle alışmış ve müşriklere bildirmiş ki sizi terbiye eden
Rabbiniz ve sizi nimetleriyle besleyen Rahman-ür Rahim ise Allah’tır. Hem Medine’de en
ziyade muhatap ve muarız Allah’ı tanıyan ehl-i kitap olduklarından hem erkan-ı
20
imaniye süver-i Mekki’ye ile ispat edildiğinden ve ihtiyaç ise füruata ve sair hakaike daha
ziyade göründüğünden elbette ekseriyet itibariyle Medine surelerinde daha ziyade lafzullah
cilveger olup tekerrür edecek ve îcazlı icmalin cemalinden vüzuhlu tafsilli hüsnüne mazhar
olacak ve usûl-id dinin erkanıyla beraber füruat-ı şeriatı ve sair hayat-ı ictimaiyeyi terbiye
eden tafsilli kudsi düsturların beyanı o Medine Surelerinde daha ziyade görünecektir.
[Dokuzuncu Mes’ele] Ey ihvan madem Cenab-ı Hak kemal-i rahmetiyle bizi Kur’ân-ı
Hakîm’e hizmetkar kabul ettiğini gösterir bir tarzda bizi muvaffak ediyor. Biz de merhametine
ve inâyet ve tevfikine istinat edip o merkez-i nuraninin etrafında mütesanid bir daire-i muhita
olmaya çalışmalıyız. Ve hatt-ı Kur’ânın ref’ine çalışanları susturmalıyız. Ve Kur’ânı
unutturmaya niyet edenlerin niyetlerini onlara unutturmalıyız. Evvela: Her birimiz evladı
varsa lâakal bir veledini yoksa müsteid başka bir çocuğa Kur’ânı öğretmeliyiz. Kendi
öğretmese de öğretmek için himaye ve teşvik vasıtasıyla birisini yetiştirmeliyiz. Saniyen:
Kardeşlerimizde Arabî hattı varsa çok güzel olmak şart değil tayin ettiğimiz tarzda bir iki
cüzü yazmaya gayret
21
etmek Arabî hattı olmayanlar onlara yani o yazanlara ciddi muavenet etmek lazım gelir.
Salisen: Bize fikirleriyle kalemleriyle yardım etsinler. Buldukları mezaya-yı Kur’âniyeyi bize
bildirsinler. Çünkü umum ihvan namına bu mühim mes’ele ortaya konuluyor. Bir iki şahsın
haddi değil bunu çevirebilsin. Hem selef-i salihîn Kur’ânın hâşiyelerinde hiçbir şeyin
konulmasına müsaade etmiyordular. Sonra müteahhirin ulema Kur’âna aid bazı şeylerin
hâşiye yerinde yazılmasına fetva verdiler. Sonra da muhtasar tefsir Arapça olsun Türkçe olsun
Kur’ânın sahifesinin etrafında yazılmasını da kabul ettiler. Ben seleflerin ictinabından
korkuyorum. Cesaret edemiyorum. Sizin reyiniz inzimam ederse Kur’ânın İ’caz-ı zahir ve
manevisine medar bazı işaretlerle hâşiyesinde her hangi risalede izah ve ispat edildiğine işaret
olunacaktır.
َ َ
م
ُ حكي ۪ َ ْ م ال
ُ ت الْعَ ۪لي
َ ْ ك اَن َ َّ متَنَا اِن ْ ّ ماع َل َ ّ ملَنَا ٓ اِل
َ ْ عل
ِ َك لَ َ حان
َ ْ سب ُ
ك ۪ َ َك الَع ْظم ِ و
َ ِ حبيب َ ْ َ م ِ سْ مظهَرِ ا ْ َ ٍ مد َّ ح َ م َ م ع َٰلى
ُ سي ِّدِنَا ّ
ْ ِ سل
َ َل و ِّ ص ُ ا َ ّٰ ه
َّ لل
َ م
۪اْلَكَْرم ِ وَع َٰلى اٰلِه
معين ۪ َ ج ْ َ حبِه۪ ا ْ ص
َ َو
22
münasebet-i adediyesi bazen surenin âyetleriyle bazen bir sahife karşıki veya arkadaki
sahifenin adediyle manidar ve medar-ı dikkat nisbet-i adediyeyi gösteriyor. Lafz-ı Celâl’den
sonra lafz-ı Kur’ân ve lafz-ı Resul’deki mu’cizane ve harika tevafukattır. Bu tevafukatın bir
sahifedeki nev’i ise tevafukat-ı Kur’âniyenin tefsiri olan Risalet-ün Nur’da zahiren görülmüş.
Ve gözlere de gösterilmiştir. Ve mecmu-ı Kur’ân tevafukat-ı acibesi iki üç nükte ile bir derece
beyan edeceğiz.
[Birinci nükte] Kur’ândaki Kur’ân kelimesinin pek çok sırlarından bir sırrı şudur ki:
Latif bir tevafuktur ki Kur’ândaki Kur’ân tevafukatı mu’cize-i Mi’raca işaret eder sure-i
İsra’da ve Şakk-ı Kameri beyan eden sure-i Kamer’de o silsile-i tevafukatın altısından dört
silsilesinin esaslarını buldum. Resul-i Ekrem Aleyhissalât’ü Vesselâm’ın en büyük mu’cizesi
Kur’ân ve Mi’rac ve Şakk-ı Kamer olduğundan, Mi’rac Şakk-ı Kamer ortasında sırr-ı cilve-i
i’cazı lafz-ı Kur’ân ile bana ihsas etti. O üç mu’cize-i azime birbirine merbut olduğunu bir
hatıra verdi. Kur’ânda altmışdokuz (69) Kur’ân kelimesi gördük. Altmışyedi (67) tam ve
manidar tevafuktadır. İkisi Sure-i Kıyame’de iki Kur’ân lafzı kıraat manasında olduğundan
tevafuka girmemişler. Bu adem-i tevafuk manidar bir işarettir.
24
Ve bir tevafuktur. Benim matbu nüsha-i Kur’ânım Kur’ânın hatt-ı hakikisine yakın olduğunu
anlıyoruz. Başka nüshalarda gördüğümüz tevafukat tam görülmezse o nüshalar müstensih ve
matbaanın kusuruyla hatt-ı hakikiden uzaklaşmışlar ki matlub tevafuku görmemişler. Kur’ân
kelimesi sözlerde bir keramet-i i’caziye-i basariye gösterdiği gibi Kur’ân-ı Azîmüşşan’da dahi
keramet değil ayn-ı bir şu’le-i i’caziyeyi göstermeğe dair bir nüktedir. Sözlerde bir sahifedeki
tevafukat suretinde kendini göstermiş. Kur’ân ise mecmu’-ı Kur’ân bir sahife-i vahide
hükmünde öyle harika bir tevafuku var. Zerre miktar insafı olan dikkat etse itiraf edecek ki bu
sun’-ı beşer olamaz ve tesadüfün işi değildir. Şöyle ki: Sure-i İsra’da bir sahifede üç Kur’ân
kelimesi var. Biri dördüncü satırda ikincisi onbirinci satırda üçüncüsü sekizinci satırda.
Birinci ile ikinci tam muvazi, terazinin iki gözü gibi üçüncüsü satır nihâyetinde terazinin dili
mesabesinde vaziyet almış. Her birisi bir silsile-i tevafukat teşkil ediyor.
25
[Birinci Silsile] Sahife ikiyüzseksenbeş (285) ن لِيَذَّكَُّرواافى هٰذ َاالْقُْراٰ ِس ۪ َ صسَّرفْنَ ْ وَلَقَد
َ
âyeti sahife ikiyüzseksendokuz (289) daki َ ٰن قُْرا
ن َّ ِ جرِ ا ْ َن الْفَ ٰل وَقُْراِ ْ ق ال ّيِ س َ َ ا ِ ٰلى غ
شهُودًا ْ م َ ن جرِ كَا َس ْ َ الْفâyetine bakar. Bununla beraber sahife ikiyüzdoksan (290) da
لٍ َ مث
َ ل ِّ ُ ن ك م ْسسس ِ نس ۪فىهٰذ َاالْقُْراٰ ِسسس َ
صَّرفْنَا لِلن ّا ِسسس َ وَلَقَد ْسسسâyetine bakar. Sahife
beşyüzonyedide (517) ِمجيد ۪ َ ْ ن ال ٰ ْ ُ قٓ وَالْقâyetine bakar gider. Sahife beşyüzyirmidokuz
ِ را
(529) da ر ٍ ِ مدَّك
ُ م نْسِ ل ْ َنس لِلذِّكْرِ فَه ٰ ْ ُسْرنَا الْق
َ را َّ وَلَقَدْي َسâyetine bakar. Sahife (571)
جب ًسا
َ َ رانًا ع ٰ ْ ُمعْنَاق اِنَّا َسâyetine bakar. Sahife (590) ح
ِ س ٍ مجيد ٌ ۪فىلوْس
َ ۪ َ نرا ٌس ٰ ْ ُل هُوَ ق ْ َب
ظ
ٍ حفُو ْ مَ âyeti o silsile-i nuraniyeyi çeker, o uzun mesafede birbirine bakar. Sonra yukarı
tarafında sahife (261) de ن ٍ مبيُ۪ ن ٍ ٰب وَ قُْرا ِ ت الْكِتَا ُ ك ٰايَا َ ْ الٓرٰ تِلâyetine bakar. Sonra
sahife ikiyüzelliiki (252) ضس ُ ت ب ِسهِ اْلَْر ْ جبَا ُ اَوْ قُط ِّعَس
ِ ْ ت ب ِ ِهال
ْ سيَِّر ٰ ْ ُن ق
ران ًسا ُس َّ وَلَوْ ا َس
âyetine bakar.
[İkinci Silsile] Yine Sure-i İsra’da sahife ikiyüzseksenbeş (285) de
َ وَاِذ َا ذ َكَْر َس
ت
منُفُوًراْ ِ حدَهُوَل ّوْاع َلى اَدْبَارِه ْ َك ۪فى الْقُْراٰنِو َ َرب َّسâyeti yine sahife-i vahit hükmünde
olan mecmu’u Kur’ân bir silsile-i Kur’âniye teşkil ediyor. Sahife dörtyüzaltmış (460) da
َ
َ م يَتَّقُو
ن ٍ َ رانًاعََربِي ًا غَيَْر ۪ذىعِو
ْ ُ ج لَعَل ّه ٰ ْ ُ قâyetine bakar. Yalnız matbaanın kusuru ile şu
silsile az bir inhiraf ile yine ربِيًا ٰ ْ ُ قden bir satır evvel
َ َ رانًاع
26
مث َ ٍ
ل ل َ ن ك ُ ِّ م ْس ن ِ سِس ۪فىهٰذ َاالْقُْراٰ ِس َ
ضَربْنَالِلنَّا âyetine bakar. Sahife (478) deوَلَقَد ْ َ
نرا ِ معُوال ِ ٰهذ َالْقُ ْ ٰ س َ ذينَكَفَُروالَت َ ْ وَقَالُوا âyetine bakıyor. O da sahife (490) daوَقَاَلل ّ ۪
نع ۪ ٍ ن ع َٰلى َر ُ هذ َاالْقُْراٰ ُس ل ٰ
َظيمس ل ِ ْ âyetine bakar. Sonra sahifeلَوْ لَنُّزِ َ
منَال َقْريَتَي ْس ِ ج ٍ
(519) da عيدِ ف وَ ۪ خا ُس ن يَ َ م ْس ن َ âyetine bakar. Sonra sahife (528) deفَذَكِّْر بِالْقُْراٰ ِس
مدَّكِرٍ sekizinci satırda ن ُ م ْ ل ِ ن لِلذِّكْرِ فَهَ ْ سْرنَاالْقُْراٰ َ âyetine bakar. Sonraوَلَقَد ْ ي َ َّ
َ
ن )arkada sahife (234 قلُو َس م تَعْ ِ ْ ران ًسا عََربِي ًسا لَعَل ّك ُس âyetine bakar. Sahifeاِنَّا ٓ اَنَْزلْنَاه ُس قُ ْ ٰ
َ
ن (175) de مو َس ح ُ م تُْر َ صتُوا لَعَل ّك ُس ْ ه وَاَن ْس ِ معُوا ل َس ُ ن فَا ْس
ست َ ِ رىالْقُْراٰ ُس âyetineوَاِذ َا قُ ِ
م bakar. Sahife yüzyirmiüç (123) de ن تُبْدَلَك ُ ْ را ُ ل الْقُ ْ ٰ ن يُنََّز ُ حي َ۪ âyetine bakar.
ن [Üçüncü Silsile] Yine Sure-i İsra’da sahife (285) de ت الْقُْراٰ َ س
َ وَاِذ َا قََرا ْ س
َ
ستُوًرا م ْس جاب ًسا َ ح َ خَرةِ ِ نس بِاْلٰ ِ منُو َ ذينَلَيُو ِ جعَلْنَابَيْنَكَوَبَيْنَال ّ ۪ فَاِذ َا َ âyeti sahife (277) de
ن ال َّ ۪ ِ ستَعِذ ْ ب ِ ّٰالل ت الْقُْراٰ نَفَا ْس
َ
رجيمس شيْطَا ِس م نَس ال ّ ه ِس ِ
َ âyetine tam manidar baktığıقََرا ْس َ
ران gibi sahife (27) de ل ۪فيهِالْقُ ْ ٰ ذى اُنْزِ َ ن ال ّ ۪ ضا َ م َ شهُْرَر َ َ âyetine bakar. Sahife (508) de
ب اَقْفَالُهَا م ع َٰلى قُلُو ٍ ن اَ ْ را َ âyetine bakar. Sahife (528) de sekizinciاَفَل َ يَتَدَبَُّرونَالْقُ ْ ٰ
مدَّكِرٍ satırda ن ُ م ْ ل ِ ن لِلذِّكْرِ فَهَ ْ سْرنَاالْقُ ْ ٰ
را َ âyetine bakar. Sahife (530) daوَلَقَد ْ ي َ َّ
َ
ن
را َ م الْقُ ْ ٰ ن ع َل ّ َ حم ُ âyetine bakarlar.اَلَّر ْ ٰ
27
)[Dördüncü Silsile-i] Nuraniye daha görünüyor o da Sure-i Al-i İmran’da sahife (49
da س وَاَنَْزَللْفُْرقَا َس
ن َ ن قَب ْ ُ
ل هُدًى لِلن ّا ِس ك لَتُلَق َّسى ِ âyeti sahife (376) da
م ْس وَاِن َّس َ
حكيمس ٍ ع ۪ ٍ
َليمس ن َ ۪ ن لَد ُس ْم ْس ن ِن âyetine bakar. Sahife (439) daالْقُْراٰ َس سس وَالْقُْراٰ ِس
يٰ ٓ
حكيم ه âyetine bakar. Sonra sahife (547) deال َ ۪
ْ َ َ
ل لَرايْت َ ُ ن ع َٰلى َ
جب َ ٍ لَوْاَنَْزلن َا هٰذ َاالقُْراٰ َ
ْ ْ
شيَةِ ّٰاللهِ
خ ْ ن َ م ْ
صدِّع ًا ِ مت َ َ
شع ًا ُ خا ِ ن َ âyetine tam muvazi bakar. Sahife (212) de ماكَا َ َو َ
َّ
ن يَدَي ْهِ ذى بَي ْ َ صديقَال ۪ ن تَ ْ ۪ ن ّٰاللهِ وَ ٰلك ِ ْ ن يُفْتَرٰ ى ِ
منْدُو ِ âyetine tamهٰذ َا الْقُْراٰ ُ
ن اَ ْ
bakarlar.
[Beşinci Silsile] Yine Sure-i İsra’da sahife (289) da ن الْقُْراٰ ِ س
ن م َس ل ِ وَنُنَّزِ ُ
ن مني َسمو ِ ۪ة لِل ْ ُ م ٌ شفَآءٌ وََر ْ
ح َ ماهُوَ ِ جعَلْنَاه ُس َ âyetinden başlar. Sahife (480) de وَلَوْ َ
ت ٰايَات ُ ُ
ه صل َ ْ ميالَقَالُوا لَوْلَف ُ ِّ ك âyetine bakarlar. Sonra sahife (482) deقُ ْ ٰ
رانًااَع ْ َ
ج ِ ذل ِ َوَك َ ٰ
ران ًا عََرب ِياك قُ ْ ٰ حيْنَا ٓ اِلَي ْ َ
ن âyetine bakar. Sonra sahife (529) daاَوْ َ سْرنَاالْقُْراٰ َوَلَقَد ْ ي َ َّ
مدَّكِرٍ ن ُم ْ ل ِ ذّكْرِ فَهَ ْ ن âyetine bakar. Sahife (27) deلِل ِ دى وَالْفُْرقَا ِ منَالْهُ ٰ
ت ِ وَبَيِّنَا ٍ
âyetine bakarlar.
َ
عضي نَس [Altıncı Silsile] Sure-i Hicr’de sahife (266) da نس ِ ۪ جعَلُواالْقُْراٰ َ ذي نَس َ اَل ّ ۪
ل âyeti sahife (299) da مث َ ٍ ل َ ن ك ُ ِّم ْس ِ افىهٰذ َاالْقُْراٰ ِ َ
صَّرفْن َ ۪
âyetine bakar.وَلَقَد ْ َ
ن لِلن ّا ِ
Sahife (319) da
28
كن يُقْضى اِلَي ْ َ ل اَ ْ ن قَب ْ ِ م ْ ن ِ ل بِالْقُْراٰ ِ ج ْ حقُّ وَلَتَعْ َ ك ال ْ َ مل ِ ُ ه ال ْ َ فَتَعَالَى ّٰاللُ
ما عل ْ ً ب زِد ْ ۪نى ِ ل َر ِّ ه وَقُ ْ حي ُ ُن âyetine hem sahife (505) deوَ ْ ج ِّ منَال ْ ِ نَفًَرا ِ
َ َ
ن را َ معُونَالقُ ْ ٰ
ْ ست َ ِ ل âyetine hem sahife (395) deي َ ْ َ
ن لَراد ُّ َ ض ع َليْكَالقُْراٰ َ
ْ َ ذىفََر َ ن ال ّ ۪ اِ ّ
معَادٍ ن âyetine hem sahife (536) daا ِ ٰلى َ مكْنُو ٍ ب َ م ۪فى كِتَا ٍ ري ٌ ن كَ ۪ ه لَقُْراٰ ٌ اِن َّ ُ
م âyetine bakarlar. Hem sahife (287) de زيدُهُ ْ ماي َ ۪م فَ َ خوِّفُهُ ْ ن ون ُ َ فِىالْقُْراٰ ِ
ن âyeti sahife (90) daاِلَّطُغْيَانًاك َ ۪بيًرا âyetine hem sahife (573) deاَفَلَيَتَدَبَُّرونَالْقُْراٰ َ
رتيلًن تَ ْ ۪ ل الْقُْراٰ َ âyetine manidar bakarlar.اَوْزِد ْ ع َلَيْهِ وََرت ِّ ِ
س [Yedinci Silsile] Hem Sure-i İsra’da sahife (290) da معَتِاْلِن ْس ُ جت َ َ نا ْ قُ ْ َ
ل لئ ِس ِ
م ضه ُ س ْ ن بَعْ ُ مثْل ِسه۪ وَلَوْ كَا َس ن بِ ِن لَيَاْتُو َس هذ َاالْقُْراٰ ِس ل ٰ مث ْ ِن يَاْتُوا ب ِ ِ ن ع َلى ا َس ْ ج ّسُ وَال ْ ِ
ض ظ َ ۪هيًرا ران ًسا فََرقْنَاه ُس âyeti karşı sahifenin arkasındaki sahife (292) deلِبَعْس ٍ وَقُ ْ ٰ
âyetine bakar. Fakat o aynı satırbaşında, bu nihâyetindedir. Hem sahife (376) daلِتَقَْرا َسهُ
ن مبي ٍس ب ُ۪ ن وَكِتَا ٍس ت َالْقُْراٰ ِس ك اٰيَا ُس سس تِل ْس َ âyetine bakar. Hem onunla beraber sahifeطٰ ٓ َ
ى اَقْو َ ُ دى لِل ۪تى ه ِ َ ن يَهْ ۪ن هٰذ َاالْقُْراٰ َ قَاَلل ّ ۪
م (282) de ّ ن لَ Hem sahife (209) daا ِ َّ ذي َ
ن غَيْرِ هٰذ َا ت بِقُْراٰ ٍسس ن لِقَآئَ نَاائ ْسس ِ جو َسس ى hem sahife (129) daيَْر ُ ى اِل َ َّ ح َ وَاُو ِ
م بِه۪ ن ِلُنْذَِرك ُ ْ را ُ âyetine tam bakarlar. Hem sahife (452) deهٰذ َاالْقُ ْ ٰ
29
ن ذِىالذِّكْرِ را ِ صس وَالْقُ ْ ٰ فَاقَْروا ٓ âyetine bakar. Sure-i Müzzemmil’de sahife (574) de
ن را ِن الْقُ ْ ٰ م َ سَر ِ ماتَي َ َّ ن َ âyeti sahife (589) da جدُو َس ُ ن لَي َ ْ م الْقُْراٰ ُ وَاِذ َاقُ َرِى ع َلَيْه ِ ُ
غى âyetine tam bakar. Hem Sure-i Yasin’de sahife (443) de مايَنْب َ ۪ شعَْر وَ َ منَا ه ُ ال ّ ِ ماع َل ّ ْ وَ َ
ن ُ۪ َ
نمبي ٌ ن هُوَ اِل ّذِكٌْر وَقُْرا ٌ ه اِ ْ ن âyeti sahife (578) deل َ ُ ن نََّزلْنَاع َلَيْكَالْقُْراٰ َ ح ُ اِن َّا ن َ ْ
زيلًل اَكْثََر Hem sahife (382) deتَن ْ ۪ س َ ۪
رائي َ ص ع َٰلى ب َ ۪نى ا ِس ْ ن يَقُس ُّ ن هٰذ َاالْقُْراٰ َس ا ِس َّ
َّ
نختَلِفُو َس م ۪فيه ِس ي َ ْ ذىهُس ْ رانًاعََرب ِسيا âyeti hem sahife (318) deال ۪ ك اَنَْزلْنَاه ُس قُ ْ ٰ ذل ِس َ وَك َ ٰ
ن âyetine hem sahife (203) de را ِ ل وَالْقُ ْ ٰ جي ِ حقا فِىالتَّوْ ٰريةِ وَاْلِن ْ ۪ âyetineوَعْدًا ع َلَيْهِ َ
ن bakar. Hem Sure-i Yusuf’un başında sahife (234) de ك هٰذ َا الْقُْراٰ َس حيْنَا ٓ اِلَي ْس َ ما ٓ اَوْ َ بِ َ
َ
ن âyeti, sahife (358) de مي َس ن لِل َعال ۪
َ ْ ن ع َٰلى ع َبْد ِسه۪ لِيَكُو َس ل الفُْرقَا َس ْ ذىنََّز َ ك ال ۪ ّ تَبَاَر َس
ذيًرا انى âyetine tam bakar. Sure-i Hicr’de sahife (265) deن َ ۪ مث َ ۪ن ال ْ َ م َ سبْعًا ِ وَلَقَد ْ ٰاتَيْنَا َ َ
م ظي َ ن الْعَ ۪ را َ ن âyeti sahife (214) deوَالْقُ ْ ٰ م ْ ن ِ ملُو َن وََل تَعْ َ را ٍ ن قُ ْ ٰ م ْ ه ِ ماتَتْلُوا ِ
من ْ ُ وَ َ
َ َ َ َ
ش ُهودًا م ُ ل اِل ّ كُن ّاع َليْك ُ ْ م ٍ مى âyetine bakar. Hem sahife (361) deع َ َ ن قَو ْ ِ ب اِ ّ يَاَر ِّ
جوًرا مه ْ ُ ن َ را َ خذ ُوا هٰذ َاالْقُ ْ ٰ وَلَقَدْ âyetine tam bakar. Sure-i Rum’da sahife (409) daاُت َّ َ
َ َ َ
ل مث َ ٍ ل َ م نْس ك ُ ِّ ن ِ ضَربْنَالِلنَّا سِس ۪فى هٰذ َاالْقُْراٰ َِس ذي نَس َ âyeti sahife (430) da ل ال ّ ۪ وَقا
ه
ن يَدَي ْس ِ ذى بَي ْس َ ن وَلَبِال ۪
ّ م نَس ب ِ ٰهذ َاالقُ ْ ٰ
را َ ِس ْ ن نُو ِ َس
âyetine bakar. Sure-i Bakara’daكَفَُروال ْ
ن sahife (7) de م تَهْتَدُو َ ن لَعَل ّك ُ ْ âyetiوَالْفُْرقَا َ
30
١ ٢ ٣ ٤ ٥ ٦ ٧ ٨
Numara Numara Numara Numara Numara Numara Numara Numara
Kur’ân Kur’ân Kur’ân Kur’ân Kur’ân Kur’ân Kur’ân Kur’ân
Sahife
Sahife
Sahife
Sahife
Sahife
Sahife
Sahife
Sahife
٣٨٢ ٩٠ ٢٦٥ ٥٧٤ ٠٠٧ ٤٠٩ ٤٤٨ ٣٨٤
٣١٨ ٢٨٧ ٢١٤ ٥٨٩ ٣١١ ٤٠٣ ٥٢٨ ٥٧٣
٥٧٨ ٥٧٣ ٣٦١
٤٤٣
٢٠٣
32
[İkinci Nükte] Kur’ân-ı Hakîmde lafz-ı Resul’ün zikir ve tekrarındaki esrarın bir
ikisine işaret eder. Şöyle ki nasıl ki, Kur’ânda lafz-ı Kur’ân Sure-i İsra ile Sure-i Kamer’den
başlayan silsile-i tevafuk birinci nüktede beyan edildiği vecihle bir lem’a-i i’caziyeyi
gösteriyor. Öyle de lafz-ı Resul Sure-i Muhammed
(A.S.M.)
ve Sure-i Fetih’de سو َّ ح
ُ ُ مد ٌ َر َ م
ُ
ِ ّٰالل
ه den başlayan o kelime ile bize ihtar edilen altı silsile-i tevafuk çok manidar bir surette
bir sahife-i vahide hükmünde olan mecmu’ Kur’ânda onaltı (16) silsile uzanmış birbirine
bakıyor. Nasıl ki ayât-ı Kur’âniyedeki hakaikın hakiki tefsirleri olan Risalet-ün Nur eczaları
(A.S.M.) (A.S.M.)
içinde Mu’cizat-ı Ahmediye risalesi lafz-ı Resul-i Ekrem yüzer defa tekrar
edildiği halde pek nadir istisna ile gâyet parlak bir tevafuku göstermekle menba’ı mu’cizat
(A.S.M.)
olan Zat-ı Risalet’in bir ünvanı olan Resul-i Ekrem kelimesi dahi o nur-ı zatiden
istifade edip mu’cizane bir keramete mazhar olmuştur. Öyle de Resul-i Ekrem Aleyhissalât’ü
Vesselâm’ın ferman ve bürhan-ı risaleti olan Kur’ân-ı Mu’ciz-ül Beyan’da lafz-ı Resul
tekrarının ve o lafzı tekrar eden âyetlerde mu’cizane sûrî ve manevi tevafukat vardır. Lafız
birbirine baktığı gibi âyetler birbirini o kadar kuvvetle ispat eder, tekmil eder. Dikkat eden
kat’iyen anlar ki tesadüf işi olmadığı gibi fikr-i beşerin düşünüşü dahi olamaz. İşte şu numune
(A.S.M.)
için sure-i Muhammed
33
)(A.S.M.
ve Sure-i Fetih’den başlayan ve Risalet-i Muhammediye’yi gösteren silsilelerin
ه birincisi Sure-i Fetih’dekiسوُ ٰاللِ
ّ ح َّ
مد ٌ َر ُ م َ
ُ dan başlar. Yirmisekiz (28) âyette lafz-ı Resul
zikredilmiş. Birbiri üstünde bir satırda düşer. Yalnız hattın adem-i intizamında bazılarında az
inhiraf var. Âyetler dahi o kadar manidar birbirine bakar ki dikkat eden hayret eder.
ن
م اِ ْ حَرا َ جد َ ال ْ َ س ِ م ْ ن ال ْ َ
خل ُ َّ ق لَتَد ْ ُ ح ِّ ه الُّرءْيَا بِال ْ َ سول َ ُ ه َر ُ صدَقَ ّٰاللُ ٥١٣لَقَد ْ َ
ن* مني َ ها ِ۪ شاءَ ّٰاللَُ
ن* مبي ٌ ل ُ۪ سو ٌ م َر ُ جاءَهُ ْ رى وَقَد ْ َ م الذِّك ْ ٰ ّٰ ٤٩٥اَنى لَهُ ُ
ن* سلُو َ مْر َ ف لَدَىَّ ال ْ ُ خا ُ ف اِنّى َلي َ َ خ ْ موسى َلت َ َ ٣٧٦يَا ُ
ن* طيعُو ِ ه وَا َ ۪ ن (*) فَاتَّقُوا ّٰاللَ م ي ٌ ل اَ ۪ سو ٌ م َر ُ ّٰ ٣٧٣اِنى لَك ُ ْ
جوًرا * م ْه ُ ن َ خذ ُوا هذ َا الْقُْرا َ مى ات َّ َ ن قَوْ ِ ب ا ِ َّ ل يَا َر ِّ سو ُ ل الَّر ُ ٣٦١وَقَا َ
حك ُ َ
م بَيْنَهُ ْ
م ه لِي َ ْسول ِ ۪هِ وََر ُ ن اِذ َا دُع ُوا اِلَى ّٰالل من ي َ مؤ ْ ِ ۪ل ال ْ ُ ن قَوْ َ ما كَا َ ٣٥٥اِن َّ َ
ن* حو َ مفْل ِ ُ م ال ْ ُ ك هُ ُ معْنَا وَاَطَعْنَا وَا ُ ٰ
ولئ ِ َ س ِ ن يَقُولُوا َ اَ ْ
40
م اَبَدًا وَُزي ِّ َ
ن ن ا ِ ٰلى اَهْ ۪ليهِ ْ منُو َ مؤ ْ ِ ل وَال ْ ُ سو ُ ب الَّر ُ ن يَنْقَل ِ َ ن لَ ْ م اَ ْ ل ظَنَنْت ُ ْ ٥١١ب َ ْ
ما بُوًرا * و ًم قَ ْ سوْءِ وَكُنْت ُ ْ ن ال َّ م ظ َ َّ م وَظَنَنْت ُ ْ فى قُلُوبِك ُ ْ ك ۪ذٰل ِ َ
َ
ن* مو َ ف يَعْل َ ُ سو َسلَنَا فَ َ ْ ه ُر ُ سلْنَا ب ِ ۪ ما اَْر َ ب وَب ِ َ ن كَذ ّبُوا بِالْكِتَا ِ
َ
ذي َ ٤٧٤اَل ّ ۪
مت َربِّك ُ ْ م ايَا ِ ن ع َلَيْك ُ ْ م يَتْلُو َ منْك ُ ْ ل ِ س ٌ م ُر ُ م يَاْتِك ُ ْ خَزنَتُهَا اَل َ ْ م َ ل لَهُ ْ ٤٦٥وَقَا َ
َ
م هذ َا * مك ُ ْ
و ِ م لِقَاءَ ي َ ْ وَيُنْذُِرونَك ُ ْ
ل ا ِ ّل الْبََلغُ سو ِ ما ع َلَى الَّر ُ م َو َ ن قَبْلِك ُ ْ م ْ م ِ م ٌب اُ َ ن تُكَذِّبُوا فَقَد ْ كَذ َّ َ ٣٩٧وَا ِ ْ
ن* مبي ُال ْ ُ ۪
ن
ضو َ معْرِ ُ م ُ منْهُ ْ ريقٌ ِ م اِذ َا فَ ۪ م بَيْنَهُ ْ حك ُ َ سولِه لِي َ ْ هِ وََر ُ ٣٥٥وَاِذ َا دُع ُوا اِلَى ّٰالل
*
َ
ن ۪فى شيْطَا ُ َ منّى اَلْقَى ال ّ ى ا ِ ّل اِذ َا ت َ َ سو ٍ َ
ل وَل نَب ِ ٍ ّ ن َر ُ م ْ ك ِ ن قَبْل ِ َ م ْ ِ ٣٣٧
ه ع َ۪لي ٌ
م ه وَ ّٰاللُ ه ٰايَات ِ ۪م ّٰاللُ حك ِ ُ م يُ ْ ن ث ُ َّ شيْطَا ُ ما يُلْقِى ال َّ ه َ خ ّٰالل ُ منِيَّتِه فَيَن ْ َ
س ُ اُ ْ
م* حكي ٌَ ۪
43
سعيًرا * ن َ ۪ ري َ ه فَاِنَّا اَع ْتَدْنَا لِلْكَافِ ۪ سول ِ ۪ هِ وََر ُ ن ب ِ ّٰالل م ْم يُؤ ْ ِ ن لَ ْ م ْ ٥١١وَ َ
َ
ما وَعَدَنَا ّٰاللُ
ه ض َ مَر ٌ م َ ن ۪ف ى قُلُوبِهِ ْ ذي َ ن وَال ّ ۪ منَافِقُو َ ل َال ْ ُ ٤١٨وَاِذ ْ يَقُو ُ
ه ا ِ ّل غُُروًرا * سول ُ ُ وََر ُ
ن* مْر َ ۪
سلي َ ل يَا قَوْم ِ اتَّبِعُوا ال ْ ُ سعى قَا َ ل يَ ْ ٰ ج ٌ مدينَةِ َر ُ صا ال ْ َ ۪ ن اَقْ َ م ْ جاءَ ِ ٤٤٠وَ َ
ن* طيعُو ِ ه وَا َ ۪ ن (*) فَاتَّقُوا ّٰاللَ م ي ٌ ل اَ ۪ سو ٌ م َر ُ ّ۪ ٣٧١اِنى لَك ُ ْ
م ع َٰلى يَدَيْهِ يَقُو ُ َ
ل
سو ِ معَ الَّر ُ ت َ خذ ْ ُ ل يَالَيْتَنِى ات َّ َ ض الظ ّال ِ ُ م يَعَ ُّ ٣٦١وَيَوْ َ
سبيًل * َ۪
ن* منْكُِرو َ م َل َ ُ
ه ُ م فَهُ ْ سولَهُ ْ م يَعْرِفُوا َر ُ م لَ ْ ٣٤٥ا َ ْ
ملُو َ
ن ما ت َ ْع َ حا ّ۪اِنى ب ِ َصال ِ ً ملُوا َ ت وَاع ْ َ ن الط ّيِّبَا ِ م َ ل كُلُوا ِ س ُ ٣٤٤يَا اَيُّهَا الُّر ُ
م* ع َ۪لي ٌ
َزيٌز ذ ُوانْتِقَام ٍ * هع ۪ ن ّٰاللَه ا ِ َّ سل َ ُ ف وَعْدِه ُر ُ خل ِ َ م ْ ه ُ ن ّٰالل َ سب َ َّ
ح َ ٢٦٠فََل ت َ ْ
55
[İhtar] Lafz-ı resüldeki nükte-i azimenin beyanında yüzlatmış (160) âyet yazıldı. İşbu
âyetlerin hâsiyeti pek azim olmakla beraber mana cihetiyle birbirini isbat ve tekmil ettiğinden
çok manidar olduğu için muhtelif âyâtı hıfz etmek veya okumak arzusunda bulunanlara bir
hizb-i Kur’ânî olduğu gibi Kur’ân kelimesindeki nükte-i azimenin beyanında altmışdokuz
(69) âyât-ı azimenin derece-i belagati pek fevkalade ve kuvvet-i cezaleti çok ulvidir. Bu da
ikinci bir hizb-i Kur'ânî olarak ihvanıma tavsiye edilir. Yalnız Kur'ân kelimesi yedi silsile
Kur'ânda mevcud olup umum o kelimeyi tutmuş hariç iki kalmış. O iki de kıraat manasında
olduğundan o huruc nükteye kuvvet vermiştir. Resül lafzı ise o kelime ile en ziyade
(A.S.M.)
münasebettar. Sûreler içinde sûre-i Muhammed sûre-i fetih olduğundan o iki sûreden
çıkan silsilelere hasr ettiğimizden hariç kalan resül lafzı şimdilik derc edilmemiştir. Vakit
müsaid etse bundaki esrarı yazılacaktır inşaallah.
58
[İkinci Nüktesi] Sureler itibariyledir. Onun dahi çok nükteleri var bir intizam bir kasd
ve bir iradeyi gösterir Bir tarzda tevafukatı vardır. Suret-ül Bakara âyetin adediyle lafz-ı
َ
َ ٰلَاِل
Celâl’in adedi birdir. Fark dörttür ki Allah lafzı yerinde هوlafzı var. Mesela: ه اِل ّهو
deki هسوgibi onunla muvafakat tamam olur. Al-i İmran’da yine âyetiyle lafz-ı Celâl
tevafuktadır., müsavidirler. Yalnız lafz-ı Celâl ikiyüzdokuz (209)dur. Âyet ikiyüz (200)dür.
Fark dokuz (9)dur. Bu mezayat-ı kelamiyede ve belagat nüktelerinde küçük farklar zarar
vermez. Takribi tevafukat kafidir.
Sure-i Nisa Maide En’am üçünün mecmu’ âyetleri mecmu’daki lafz-ı Celâl’in adedine
tevafuktadır. Âyetlerin adedi dörtyüzaltmışdört (464) lafz-ı Celâl’in adedi dötyüzalmışbir
(461) Bismillah’daki lafzullah ile beraber tam tevafuktadır. Hem mesela. Baştaki beş surenin
lafz-ı Celâl adedi sure-i A’raf Enfal Tevbe Yunus Hud’daki lafz-ı Celâl Rad İbrahim Hicr
Neml surelerindeki lafz-ı Celâl adedi o nısfın nısfıdır. Sonra sure-i İsra, Kehf, Meryem, Taha,
Enbiya, Hacc
(Hâşiye)
Kur’ândaki âyâtın mecmu’ adedi altıbin altıyüz altmışaltı (6666) olması ve şu geçen sahifede
mezkur Esma-i Hüsnâ’nın adedi altı rakamıyla alakadar bulunması ehemmiyetli bir sırrı işaret ediyor.
Şimdilik mühmel kaldı.
62
(Hâşiye-1)
o nısfın nısfının nısfıdır . Sonra gelen beşer beşer takriben o nisbetle gidiyor. Yalnız
bazı küsuratla fark var. Öyle farklar böyle makam-ı hitabîde zarar vermez. Mesela: Bir kısmı
yüzyirmibir (121), bir kısmı yüzyirmibeş (125), bir kısmı yüzelliiki (152), bir kısmı
yüzellidokuz (159). Sonra Sure-i Zuhruf’dan başlayan beş sure o nısf-ı nısf-ı nısfın nısfına
iniyor. Sure-i Necm’den başlayan beş o nısf-ı nısf-ı nısf-ı nısfın nısfıdır. Fakat takribidir.
Küçük küsuratın farkları böyle makamat-ı hitabiyede zarar vermez. Sonra gelen küçük beşler
içinde üç beşlerin yalnız üçer adet lafza-i Celâl’i var. İşte bu vaziyet gösteriyor ki lafz-ı
Celâl’in adedine tesadüf karışmamış. Bir hikmet bir intizam ile adetleri tayin edilmiş.
[Lafzullah’ın Üçüncü Nüktesi] Sahifeler nisbetine bakar. Şöyle ki: Bir sahifede olan
lafz-ı Celâl adedi o sahifenin sağ yüzü ve o yüze karşıki sahifeye ve bazen soldaki karşıki
sahife ve karşının arka yüzüne bakar. Ben kendi nüsha-i Kur’âniyemde bu tevafuku tetkik
ettim.
(Hâşiye-1)
Bu beşer taksimat üzere bir sır inkişaf etmişti. Hiç birimizin haberi olmadan şurada altı sure
kayıt olmuş şüphemiz kalmadı ki gaybdan ihtiyarımızın haricinde altıncısı girmiş ta bu nısfiyet sırr-ı
mühimmi gaib olmasın.
63
Ekseriyetle gâyet güzel bir nisbet-i adediye ile bir tevafuk gördüm. Nüshama da işaretler
koydum. Çok defa müsavi olur. Bazen nısf veyahut sülüs oluyor. Her halde bir hikmet ve
intizamı ihsas eder bir vaziyeti vardır.
[Dördüncü Nükte] Sahife-i vahiddeki tevafukattır.Kardeşlerimle üç dört ayrı ayrı
nüshaları mukabele ettik. Umumundaki tevafukat matlub olduğuna kanaatimiz geldi. Yalnız
matbaa müstensihleri başka maksatları takip ettiklerinden bir derce tevafukatta intizamsızlık
düşmüş. Tanzim edilse pek nadir istisna ile mecmu’u Kur’ânda ikibinsekizyüzaltı (2806)
lafza-i Celâl’in adedinde tevafukat görünecektir. Ve bunda bir şu’le-i i’caz parlıyor. Çünkü
fikr-i beşer bu pek geniş sahifeyi ihata edemez ve karışamaz. Tesadüfün ise bu manidar ve
hikmetdar vaziyete eli ulaşamaz. Dördüncü nükteyi bir derce göstermek için yeni bir mushaf
yazdırıyoruz ki en münteşir mushafların aynı sahife aynı satırlarını muhafaza etmekle beraber
san’atkarların lâkaytlığını tertibiyle adem-i intizama maruz kalan yerleri tanzim edip
tevafukatın hakiki intizamı
inşaallah gösterilecektir. Ve gösterildi.
ٰ
اسرارالقران مادام القمران وصل ٰ
القران فهمنا ٰ
يامنزالقران بحق ّٰالل
هم
وسلم على من
ٰ
عليهالقران وعلى اله وصحبه انزلت
Amin âmîn âmîn
64
şahadeti beklediğimizden o tefsir inşaallah gâyet halis bir niyetle yazılmıştır. Onun için böyle
bir keramete mazhar olmaya layıktır. Eski harb-i umuminin beşinci senesinde tab’ edilmiştir.
Şimdi İşarat’ül i’cazdaki tevafukat-ı harfiye suretinde tezahür eden latif bir işaret-i i’caziye
şudur ki: Sahifenin satırları başındaki eliflere baktım. Ondört adet çıktı. Birden karşıki
sahifenin satırları başındaki elifleri saydım. Aynen ondört adet çıktı. Satırın aşağı başındaki
ta’lara baktım. Birbirine muvafık altışar çıktı. Dedim bu mübarek tefsir sözlerin büyük bir
kardeşi olduğundan sözlerdeki kelimat tevafuku olduğu gibi bunda daha ince bir tevafuk
işareti bulunması lazım geliyor fikriyle tetkik ettim. Yüz yirmi (120) sahifeden ibaret hemen
umumiyetle her bir sahife ya karşıki sahifeye veya arka sahifeye veya arkaya karşı sahifeye ya
tam tevafuktadır veyahut latif bir münasebet-i adediyeyi gösterir. Hatta bir sahifede tevafuk
yoktu. Baktım o tevafuksuz sahife rakamına tam tevafuk ediyor. Bu tevafukat-ı umumiyenin
en latif bir ciheti şudur ki; onüç (13) elif bulunan tevafuk bütün kitapda yedi (7) defadır. Yedi
elif olan tevafuk ise onüç (13) defadır. Ondört (14) elifli tevafuk sekiz defadır. Sekiz (8) elifli
tevafuk ise ondört (14) tür. Dokuz (9) elifli tevafuk yine
66
oniki (12)dir. Hem bir cihette ondört (14)tür. On (10) elifli tevafuk ise onbir (11)dir. Onbir
(11) ise onbeş (15)tir. Oniki (12) yine onbeş (15)tir. Onbeş beştir. Beş yine beştir. Altı yine
beştir. Demek muhtelif rakamlar tevafukattan beş kısmı beş, bu beş dahi beş defadır. Bu
mübarek beşte latif ve mübarek tevafuk çıkıyor. Ve hakeza. Çok cihetlerle latif bir intizamı
gösterir. Elbette intizam kat’iyen tesadüf işi olamaz. Çünkü elif dörtten onsekize kadar
bulunuyor. Demek ondört ihtimalden bir ihtimal ile tesadüf eder. Ta ikiden on ikiye kadardır.
Demek on ihtimalden bir ihtimal ile tesadüf eder. Tesadüf olsa olsa beşte bir. Dörtte bir haydi
üçte bir olsun tesadüf zannedilir. Halbuki on adetten sekiz hakiki tevafuk onda on olarak latif
bir nisbet-i adediye ile tevafuk ise tesadüf işi katiyen olamaz. Hem çok kitaplara baktım. Pek
nadir tevafuk ediyor. O da bir ittirad ve intizam tahtında ve bu tefsir gibi umum sahifelerinde
bedi’ bir tarzda bulunmaz ve hiçbir cihette tesadüf işi olamaz. Tefsirin bütün sahifelerinde
yalnız elif ve ta’nın tevafukatına işaret ettim. Daha başka sırları var olduğuna katiyen
kanaatimiz geldi. Kur’ân-ı Mu’ciz-ül Beyan tefsiri elbette i’cazının cilvesine ayine olur.
67
[İkinci Remiz] Tefsirin diğer bir latif tevafuku Kur’ân lafzı bütün bu cüz-i tefsirde
yüzseksenbir (181) adet bulduk. Doksandokuz (99) adedi tevafuk etmiş. Otuzdokuz (39)
adedi tevafuktan çıkmış. Ondan çoğu diğer sahifelerin tevafukuna girmiş. Kırkiki sahifede tek
tük bulunduğu için elbette tevafuk olamaz. Fakat sahifelerin arkasında diğer lafz-ı Kur’ân ile
kısmen tevafuk ediyor.
[Tenbih] İşarat-ül İ’caz tefsiri harb-i umuminin birinci senesinde cephe-i harpte
me’hazsız kitapsız telif edilmiştir. Harp zamanının zaruretinden başka üç dört sebebe binaen
gâyet muhtasar ve îcazlı bir tarzda yazılmıştır. Fatiha ve nısf-ı evvel daha ziyade mücmel ve
muhtasar kalmış.
Evvela: O zaman izaha müsaid değildi. Hem eski Said îcazlı ve kısa tabirat ile ifade-i meram
ederdi. Saniyen: Gâyet zeki kendi talebelerinin derece-i fehmini düşünüyordu. Başkalarının
anlamasını düşünmüyordu. Salisen: en dakik ve ince olan nazm-ı Kur’ân gibi îcazlı olan
î’cazı beyan ettiği için kısa tabirata mecbur olmuş. Rabian: Ayatın nüktelerini işaretlerini
beyan ettiği için kısa ve ince düşmüştür. Fakat şimdi Yeni Saîd nazarıyla mütalaa ettim. Eski
Saîd’in el hak bütün hatiâtıyla beraber şu tefsir tetkikat-ı ilmiyesinin bir şaheseridir. Yazıldığı
68
vakit daima şehadete hazırlandığı için halis bir niyetle yazıldığı ve belagatin kavaninine ve
ulum-ı Arabiye’nin desatirine tatbik ettiği için hiç birbirini cerh edemedim. Belki Cenab-ı
Hak o eseri ona keffaret-üz zünub yapacak. Ve o tefsiri de anlayacak âdemleri da yetiştirecek.
Eğer harb-i umumi gibi manialar olmasa idi. Tefsirin şu birinci cildi İ’caz-ı Kur’ânın
vücuhundan olan i’caz-ı nazmını beyan ettiği gibi diğer cüzler de her biri sair vücuda
i’cazından bir vechine göre yazılıp şimdi umum sözlerde ve mektublarda müteferrik hakaik-i
tefsiriyeyi içine alsa idi Kur’ân-ı Mu’ciz-ül Beyan’a çok güzel bir tefsir-i cami’ olurdu. Belki
inşaallah şu cüz-i tefsir altmışaltı (66) Sözler ve Mektubat risaleleriyle beraber bir me’haz
olur ki ileride bahtiyar bir zat öyle bir tefsir yazsın inşaallah.
[Üçüncü Remiz] Madem Kur’ân-ı Mu’ciz-ül Beyanda lafzullahın kudsi tevafukat-ı
harikası ile beraber çok mühim nükteleri var. Nasıl ki kısmen göstermişiz ve işaret etmişiz.
Elbette me’hazi münhasıran ayat-ı Kur’âniye olan İşarat-ül İ’caz tefsirinde lafzullahın dört
harfi olan elif ve lam ve sakin elif ve he ve lafzullahın başında yemin için isti’mal edilen üç
harf olan vav ve ba ve ta ve Allah ve tallahi ve billahi gibi nükteleri vardır diye düşündüm.
Acele ile teftiş ettim. Kusurlu ve
69
noksaniyetli bulduğum münasebatı kayıt ediyorum. Ta ki inşallah başka bir zata me’haz olur.
Ben bulmadığım sırları o bulur. Mesela lafzullahın başındaki elif tefsirin satırları başında
binyüzdoksan (1190) adettir. Bin (1000) adet tam tevafuktur. Mütebakisi de latif bir
münasebat-ı adediye ile zımnî bir nev’ tevafuk var. Yüzyirmi (120) sahife tefsir ve yedi (7)
sahife hatimesinde yetmişyedi (77) tam tevafuk var. Onbeş (15) dahi bir latif nükte için birer
aded fark ile mesela: onbir ile on zımnî tevafuk var. Mütebakisi ise başka nükteler için
tevafuka girmemişler. Mesela; ahirdeki iki sahifede hem elif hem ta tevafuktan çıktılar. Ta
ikisi darb vasıtasıyla tefsirin intiha adedine tevafuk edip göstersin. Mesela; lafzullah’daki
sakin elif yüzonyedi (117)dir. Yetmişyedisi (77) tam tevafuk mütebakisi sair arkadaşlarıyla
veya sahife rakamıyla tevafuk ediyor. Yirmiyedi (27) defa iki gelmiş. Yirmibir (21) adedi
tevafuk mütebakisi başka nükteler için tevafuka girmemiştir. Üç adet ile yirmiyedi (27) defa
zikredilmiş. Yirmibeş (25) tevafuktur. İki adedi başka nükteler için tevafuka girmemiştir. Lam
doksanbeş (95) sahifede vardır. Onda yetmiş (70) tevafuk vardır. Onüç (13) adedi tevafuksuz
otuzdört (34) adet iki gelmiş. Altı tevafuksuz mütebakisi tevafuklu. Onbeş (15) defa üç gelmiş
on (10) tevafuklu beş (5) tevafuksuz. He de yetmişdokuz (79) tevafuk
70
var. On iki sefer yirmisekiz (28) gelmiş sekiz (8) tevafuksuz kırkbeş (45) defa bir gelmiş. Üçü
(3) tevafuksuz mütebaki tevafuk. Yirmiüç (23) defa üç (3) gelmiş. Sekiz (8) tevafuksuz
mütebaki tevafuk. Otuz (30) defa iki gelmiş üçü tevafuksuz mütebaki tevafuk. Sekiz (8) defa
dört (4) gelmiş dördü yine tevafuksuz dördü tevafuklu. Yalnız bir defa sekiz (8) bir defa altı
(6) gelmiş. Ba yüziki (102) sahifede var. Mütebaki sahifelerde yoktur. Mevcuttan yetmiş (70)
tam tevafuk var. Mütebakisi başka nükteleri var. Otuzdört (34) defa iki gelmiştir dördü
tevafuksuz mütebaki tevafuklu kırk bir (41) defa bir gelmiş üçü tevafuksuz mütebaki tevafuk.
Ta doksan dokuz (99) sahifede ehemmiyetli bulunmuş. Başka sahifelerde bulunmaz. Veyahut
ehemmiyetsizdir. O doksandokuzdan (99) altmış (60) adet birbirine tam tevafukta mütebakisi
ya elif ile veya sahife rakamıyla tevafuk ediyor. Veya bir latif nükteyi gösteriyor. Ta’nın latif
münasebetinden bir numune: Altı (6) Ta onbeştir (15). Beş (5) Ta yirmiikidir (22). İki Ta
dörttür (4). Üç (3) Ta dörttür (4). Dört Ta onikidir (12). Dokuz Ta on ikidir. Onbir (11) Ta
ikidir. Yedi (7) Ta yedidir. Sekiz (8) Ta ondokuzdur (19). Vav yüzonüç (113) sahifede elliüç
(53) tam tevafuk. Sekiz defa yedi ve sekiz (8) olarak geliyor. Ta ki sahife rakamı gibi başka
tevafuku göstermek için yediden sekize atlar. Ve sekizden (8) yediye (7) iniyor. Demek
(altmışbir (61
71
tevafuk var. Mütebakisi arkadaşlarıyla sahife rakamıyla latif tevafukatı var. Yirmi dört (24)
defa altı geliyor. Onbeş (15) kendi kendine tevafuk ediyor. Dokuzu (9) başka tevafukla diğer
nüktelere hizmeti vardır. Yirmialtı (26) defa beş geliyor. Yirmisi (20) kendi kendine tevafuk
ediyor. Altısı başkalarıyla tevafuk edip başka hizmetleri görüyor.
muntazam ve mevzun olduğunu gösteriyor. Madem Cenab-ı Hakk’ın Esmâ-i Hüsnası’ndan bir
ismi Bedi’dir. Onun cilvesine mazhariyet bir sırrı işmam ediyor. Hem bir zat-ı azimin
iltifatının zarfı ve iltifatı ile verilen hediyeye sarılan bir parça bez çendan zatında
ehemmiyetsiz cüz’i bir şey olarak görünse de fakat o iltifat-ı şahanenin ve işarat-ı
mülûkânenin unvânı ve zarfı olduğu cihetinde çok kıymettardır. On paralık ise de on lira
kıymetindedir. Madem Sultan-ı Ezel ve Ebed’in bir işaret-i hususiyesini yedi inâyet namıyla
bir mektubta yazdığımız gibi yedi işaret ve o yedi inâyetin içinde yedi inâyetten tevafuk
kısmından bir iltifat-ı hususiye his ettik. O iltfatın zarfı olan tevafukun envaına ne kadar cüz’i
olursa olsun o işaretin hesabına ehemmiyetli bir hakikat-ı ilmiye gibi ehemmiyet vermeye
kendimizi mecbur biliyoruz. Biz onun için İşarat-ül İ’cazın tefsirindeki tevafukat-ı harfiyeye
ehemmiyet veriyoruz. Bir defa acele ile baktım. Elif ve ta’nın tevafukta en muannid bir âdemi
dahi susturacak bir tarzda bir intizam bir ittirad göründü. Tesadüfe havale edilse yüzyirmide
(120) ancak yirmide zahiren tesadüfe verilebilir. Mütebakisi kast ve iradeyi ihsas ediyor bir
tarzdadır. Hatta en âhirki yaprakta Elif onbeş (15) gelmiş. Tevafuksuz karşısında ta sekiz
gelmiş.
73
Önünde tevafuku yok. Halbuki tevafuktan çıkanlar kısmen kitabın sahifelerindeki rakamı
işaret ediyordular. Dedim acaba kitabın başından âhirine kadar Elif ile ta ekseriyetle tevafukla
muntazaman geliyor. Hatimesinde ك ٌ س
ْ مِ ٰمهُ ختَا
ِ lazım gelirken ikiside tevafuktan çıkmış.
Dikkat ettim canım sıkıldı. ta yı Elifin başına vurdum. Ne için böyle karıştırarak yoldan
çıktınız. Birden o darbemde yüzyirmi (120) adet gösterdiler. Parmaklarıyla işaret eder gibi işte
senin tefsir kitabının nihâyeti yüzyirmi (120) adettir. Bizim vazifemiz onu göstermektir.
سك م ْسِ ٰمهسُ ختَا
ِ sırrına mazhar oldular. İkinci defa tekrar acele ile tefsire baktım. Dedim
acaba Elif Allah’ın evvelki harfidir. ta ekseriyetle ve hususen vakıf halinde he’ye kalb için
Lafzullah’ın ahir harfi hükmündedir. Hem huruf-ı kasemiye olduğu cihetle Lafzullah’ın
önünde tallahi, tallahi gibi zikredilir. Bu iki huruf gibi bütün kitapta devam eden yoktur.
Yalnız en büyük huruf-ı kasemiye olan vav Lafzullah’ın önünde kasem vaktinde ekseriyetle
zikredilir. Bu kitapta ekseriyet ile devam ediyor. Ve hakeza bir intizam ve bir kast ve iradeyi
işmam edecek çok münasebatını bu tefsirde gördük vavın tevafukatına kısmen tefsirin bir
köşesinde işaretler koydum. Sizdeki tefsiri ona bakarak kayıt ediniz. Ben bu vav, elif, ta’daki
latif
74
ince intizamı gördükten sonra acaba başka kitaplarda bu sırrın bu tarzına mazhariyetleri var
mı diye baktım. Halebî gibi arabî ve şerh ve mübarek bir kitabın satırları yirmiiki (22) hem
elifleri ve ta’ları çoktur. Üçyüzelli (350) sahife içinde üçyüzotuz (330) sahifeye kadar baktım.
Elif tevafukatı karşı sahifeye ondört (14) taneden başka yok arka sahifeyi de ilave etsen
ondörtte olmaz. Mecmu’u yirmisekiz (28) olur. Haydi kırk ve haydi yüz olsun farz etsen yine
hiç tefsire benzemiyor. Çünkü tefsirde yüzde ancak yirmi zahiren hariç kalıyor. Sonra dedim.
Kendim eskiden yazdığım Arabî risalelerim var. Biri Türkçe olarak oniki küçük arabî
risalelerime baktım. Oniki risalede oniki tevafuk buldum. İkiyüzyetmişsekiz (278) sahifeden
ibaret olan risalelerden seksensekiz sahife türkçe mütebakisi arapça olduğu halde tetkik ettim.
Oniki kadar sahife tevafukatı ve arka sahife ya o kadar veyahut daha bir parça fazladır. Olsa
olsa yirmi otuz tevafuk bulundu. Halbuki onların bazı sahifeleri otuz satırdır. Hem elif-ta
tefsir gibi devam etmiyor. İttirad ve intizamı yok. Hem hurufatta küçük adetler oluyor. İki üç
dört gibi adede iniyor. Küçük adetlerde tevafuk çok olmak lazım gelirken pek az var. Tefsirin
vav, elif, ta’larında adet çok
75
olduğu halde tevafukatı pek az lazım gelirken pek çok olduğu cihetle şek ve şüphe bırakmadı
(Hâşiye)
ki bir bir iltifat-ı has ve bir işaret-i hususiye ve bir inâyet-i mahsusiyenin lemeatı ve
emaratı ve tereşşuhatıdır. Madem neşemizi açıyor ve hizmet-i Kur’âniyede şevkimizi
ziyadeleştiriyor ve itimadımızı teyit ediyor ve menfaatli meyveler veriyor. Elbette hakikidir.
ومن عند ّٰاللdir.
ه
[İhtar] Vav, ta, elif tevafukatı bazen bir yaprak atlar. Bazen de başka tevafuk içine
karışır. Mesela: Otuzaltıncı sahifede elif dokuz. Bir yaprak sonra elif dokuza bakar. O iki
dokuz ortasında iki altı tevafuku var. Bazen zelzele lafzı gibi o iki tevafuk birbirine karışır.
Hem bazen ta vav’a tevafuk eder. Vav dahi onlara tevafuk için yolunu değiştiriyor.
[İ’tizar] Bu küçük ve ince mes’eleye ziyade tafsil ve ehemmiyet verdiğimden
kusurumu af
(Hâşiye)
İşaretin mahiyeti gizli olur. Sarih bir suret onda aranılmaz. İşaretlerin cüzleri daha ziyade
gizlenir. Bir işaretin yüz eczasından bir cüzü gâyet hassas bir dikkatle hissedilir. İşte bu sırra binaen
beyan ettiğimiz ince tevafukattan ve münasebetten sarahat-i katiye istemek gâyet insafsızlıktır. Hem
de gâyet acele ile bakıldığından hatamız bulunsa da ıslah edilmeli.
76
(Hâşiye-1)
etmek ruhları sıkılmamak için kardeşlarımdan rica ediyorum.
[Beşinci Remiz] [Hatime] Lafzullah’ın hurufatının tevafukatı adetlerinin birbirine
tevafukları zerre miktar insafı bulunan tesadüfe vermez. Ezcümle baştaki elif yetmişyedi (77)
tam tevafuku olduğu gibi sakin elif dahi aynen yetmişyedi (77) tam tevafuk ediyor. Hem
ba’nın yetmiş (70) tam tevafukuna ve lam’ın yetmiş (70) tevafukuna ve mim’in yetmiş (70)
tevafukuna ve he’nin yetmiş (70) küsur tevafukuna mutabakatı beş defa yetmiş (70) birbiriyle
tevafuku bilbedahe kör tesadüfün işi olamadığı gibi ta’nın altmış (60) adet tevafuku vav’ın
dahi aynen altmış tevafukuna ve nun’un altmış küsur tevafukuna mutabakatı tesadüf işi
olamaz. Hem ta’nın beşer tevafukunun adedinin yirmi defa olduğu vav’ın dahi beşer adet
tevafukunun aynı yirmi (20) olmasına mutabakatı yine kör tesadüfün işi diyenler elbette
körlerdir. Lam otuzdört (34) defa iki gelmesi ve he otuz defa iki gelmesi ve sakin elif ‘in
ikişer ve üçer adetleri her bir kısmı yirmiyedi (27) defa gelmesi. Hem sakin elif ve he her
birinin üçer adetleri yirmi küsür gelmesi ve he ve ba her biri kırk küsur defa bir tek gelmesi ve
her birinden yalnız üç adet tevafuksuz kalması nun’un
(Hâşiye-1)
Hakikaten uzun konuştuk. Belki israf ettik ve ince şeyleri senden başka kim vakit ve ihtiyaç
bulur ki tetkik etsin.
77
ikişer tevafuku yirmialtı (26) defa olup aynen yirmialtı (26) olarak üçer tevafukuna tevafuku
ve mim’in yirmi iki (22) defa üçer tevafukuna bir derece muvafık gelmesi elbette ve herhalde
şuursuz ve kör tesadüfün işi değildir. Belki alamet-i makbuliyet olarak bir inâyet-i hassanın
tanzimi ve müdahalesi ile olur. Ve hakeza. Mezkur tevafuk adedindeki tevafukat-ı latife gibi
çok münasebetleri var zan ederim. Bu hurufat münasebatındaki sırra dair israf ettim. Fazla
söyledim kardeşlarıma bir derece usanç verdim. Belki lisan-ı halleri لخيرفى السراف
der. Ben de derim ki ihtiyarsız bir niyet-i hayır ile israfa girdim. Onun için imam Azam (r.a)
gibi derim كمالخيرفسى السسراف لاسسراف فسى الخيسرinşaallah böyle hayırlı
işte israf yoktur. İsraf olsa da affedilir.
ّٰالل
هم اجعل اعمالنا موافقة لمرضاتك ووفقنالتباع سنت نبيك عليه
وعلى
صلة واتم التسلمات امين
ّ اله وصحبه افضل ال
Lafzullah’ın içindeki hurufat ile ve yemin için lafzullah’ın başında bulunan vav, ba, ta
harfleri Kur’ânın bir tefsiri olan İşarat-ül İ’caz’da harikulâde bir sırr-ı tevafuku göstermeleri
bu hurufatın
78
(Hâşiye-1)
Kur’ânın içinde mu’cizane vaziyetlerinden neş’et ettiğini gördük. Adetlerinin küsuratı
başka bir münasebet gösterdiğinden şimdilik ondan kat-ı nazar ile yalnız adetlerindeki
münasebat-ı tevafukiyeyi işaret edeceğiz. Şöyle ki: Lafzullah’ın en mühim harfi olan baştaki
elif umum Kur’ânda çok sırlara medar olarak kırkbin [40000] gelmesi ve yine lafzulla’hın
elif‘ten sonra lam-elif yani la meşhur bir adet olan ondokuzbin (19000) gelip lafzullah’ın
(Hâşiye-2)
ahirindeki olan he yine yine aynen ondokuzbin (19000) olarak ikisinin muvafık
gelmesi. Hem yalnız lam hesab-ı ebcedle otuz [30] olduğuna göre ona muvafık olarak
Kur’ânda otuzbin [30000] gelmesi. Vav bir hesapla yirmiüçbin [23000] diğer bir cihette
yirmibindir. Hem ba’nın hem mim’in hem lam’ın ondokuzbin (19000) adetlerine ve
Kur’ândaki yekünlerine muvafık gelmesi ve lafzullah’ın başındaki elif-lam-ı tarif yani ال
yetmişbin [70000] olup Kur’ân kelimatının adedi olan yetmişbin [70000] adedine muvafık
gelmesi. Hem ba ve ta iki kardeş gibi bir
___________ ___________
_________________
(Hâşiye-1)
Evet böyle galebe-i zan kafi olduğu makamat-ı hitabiyede ve mezaya-yı bediiyede ve letaif-i
belagatta ve münasebat-ı tevafukiyede ve büyük adetlerde küsuratın ve küçük adetlerin farkları bir
sebeb-i fark teşkil etmediğinden küsuratın farklarına fârik nazarıyla bakmadık ve bakılmaz.
___________ ___________
_________________
(Hâşiye-2)
بسم ّٰالل
ه الرحمن الٓرحيم aded-i hurufatıyla altı İsm-i Azam’ın aded-i hurufatı
ondokuzdur.
79
derece fark ile ba onbirbin [11000] ta onbin [10000] muvafık gelmesi ve ahir huruf-ı hecadan
olan ve nidada İsmullah’ın evvelinde bulunan ba yirbindokuzyüz [20900] bir cihette
ondokuzbin [19000] küsur olmakla beraber hem lam-elif’in hem he’nin hem vav’ın adetlerine
Kur’ândaki ondokuzbinlik (19000) yekünlerine muvafık gelmesi ve Lafzullah’ın mecmu’u
Kur’ânda ikibin (2000) ve lam-elif‘i ondokuzbin (19000) ve he ‘si yine ondokuzbin (19000)
mecmu’u kırkbin (40000) olup baştaki elif‘in kırkbin (40000) adedine muvafık gelmesi ve
hem Lafzullah’ın hurufatından başka harflerin Kur’ândaki adetleri çok latif münasebat-ı
tevafukiyeyi göstermeleri ezcümle cim ebced hesabıyla üç ve Kur’ânda üçbin [3000] olarak
muvafık gelmesi. Ha hecada cim’in kardeşi olduğundan cim gibi yine üçbin [3000] ve dal
ebcedde cim’in arkadaşı olduğundan yine üçbin [3000] olup üçü birbirine muvafık gelmesi.
Hem ebced hesabıyla yüksek makamda bulunan se, zel, hı, ğayın, dad hem sad her biri
Kur’ânda ikişer bin gelip birbirine muvafık gelmesi, ve sad’ın güzel ve hafif bir şekli olan sin
üç dişine münasebettar üçbinüçyüzotuz [3330] olup latif sırları ima eder bir surette gelmesi ve
tı ve zı iki kardeş gibi tı zı’dan daha hafif olduğundan binikiyüz (1200), zı onun kız kardeşı
gibi nısfı olarak altıyüz (600) gelmesi. Fe ebced hesabıyla seksen [80] olmasına göre ona bir
sıfır noksaniyetle
80
tevafukla sekizbin (8000) gelmesi ayın ve kef her biri dokuzbin (9000) gelerek birbirine
muvafık gelmesi Kur’ân kelimesinde en birinci harf olan kaf altıbin (6000) gelip Kur’ânın
mecmu’ ayatının altıbin (6000) adedine tevafuk etmesi ve birbirine bazı münasebetler için
muvafık gelmesi. Mim ya’ya nisbeten usul-ı harfiyece birbirine kalb ve makamına geçen iki
ya kadar ve ebcedi makamının yarısı kadar yirmibin (20000) gelmesi ve nun ebcedi makamı
olan ellinin yarısı hükmünde olan yirmialtıbin (26000) gelmesi elbette ve her halde Kur’ânın
hurufatında dahi bir cilve-i i ‘cazın bulunmasına işaret ve hurufatında harikulade muntazam
çok nükteler ve sırların bulunduğuna delalet ve huruf-ı Kur’âniyenin her biri ondan onbine
kadar sevab meyveleri vermesine liyakatine ve kabiliyetine şehadet ve huruf-ı Kur’âniyenin
tebdiline çalışanların nihâyet derecede belahet ve hasaretlerine kat’i delalet ettiğini ehl-i
dikkat tereddüt etmez görür. Ehl-i ilhadın kör oldukları için görmemeleri imam Busayrî’nin
وينكر الفم طعمالماء من سقم.ٍقد ينكرالمرء ضوء الشمس من رمد
düsturuyla gözlerindeki hastalıklar ile güneşin ziyasını göremezler. Ve dilindeki hastalıklarla
ab-ı hayat olan şu tatlı suyun lezzetini ve zevkini his edip tâdemezlar.
هم وفقنا لفهم اسرارالقران على وفق مافى اللوح المحفوظ ّٰالل
وموافقا
ما
ً ل صلة ً وا زكى سل ّ لفهم نبيك الكرم عليه وعلى اله وا صحابه وص
ربنال تو اخذنَا اِن نسينا او اخطانا
َ َ
م ۪ َ ْ مال
ُ حكي ُ ك اَنْتَالْعَ ۪لي
َ َّ متَنَااِن
ْ ّ ماع َل َ ْ عل
َ ّ م لَنَا ٓ اِل ِ َك ل
َ َ حان
َ ْ سب
ُ
81
adedine muvafakati elbette kör tesadüfün işi değildir. Ve rast gele şuursuz ittifakî bir vaziyet
olamaz. Bu tevafuktaki küçük küsurat münasebat-ı tevafukiyeyi bozmadığından nazara
almadık. Hem en kısa sure olan Kevser’den bahsettiğimiz münasebetle Sure-i ه ُ اِنَّا ٓ اَنَْزلْنَا
ِ۪فى لَيْلَةِالْقَدْر
(Hâşiye)
‘n bir tek tevafukundan bahsedeceğiz. Şöyle ki: Sure-i Kadir’in
yüzyirmi (120) hurufu var. Gayr-i melfuz hemze sayılmazsa yüzondörttür (114). En evvel
nazil olan Sure-i Alak küsürattan kat’-ı nazar nısf-ı
___________ ___________
_________________
ُ اِنَّا ٓ اَنَْزلْنَا
ه
(Hâşiye)
suresinin hurufatı tekerrürde terakkiyatı muntazamdır. Şöyle ki cim, ha, sin,
şın, ayın, tı, zel, birbiriyle birdir. Ha iki vav, be, kaf üçer birbiriyle müttefik. Dal, fe, tenvin dörder
yine birbiriyle müttefiktir. He beş, ta, ya, yedişer yine birbiriyle müttefik. Nun sekiz, mim, sakin elif
dokuz birbiriyle müttefik. Vav on, nun tenvin ile onbir, hemze on iki işte birden on ikiye kadar
muntazaman terakkisi şu hurufat tesadüfe tabi olmadığına letafetli bir işarettir. زلْنَاه ُسَ ْ ’ اِنَّا ٓ اَنnün
makam-ı ebcedisi dokuzbinyediyüzondur [9710]. Surenin hurufatı işaretli olduğuna işaret eden Leyle-i
Kadir’in üç defa tekerrürü ile yirmiyedi [27] huruf olup Ramazan’ın yirmiyedinci gecesindeki Leyle-i
Kadir’in tevafuk sırrıyla kat’i işaretidir. Sair işaratı İnşaallah başka vakitte meşiet-i İlahi’ye taalluk
etse yazılacaktır.
83
evvelin hurufatı ve tam surenin kelimat-ı nahviyesi yüz küsur olmakla [sure-i Duha (1), sure-i
Elem Neşrahleke (2) ve sure-i Zilzal (4) ve sure-i Tekasür (5) ve sure-i El-Maun (6) ve sure-i
El-Alak (7)] nısf-ı evveli [sure-i Vettin (1) ve sure-i El Karia (2) ve sure-i Hümeze’nin (3)]
her birinin yüzer adet hurufuna tevafuku var. On surenin küsuratından kat’ı nazar birbiriyle
manidar muvafakati tesadüfî olamaz. Aynen öyle de sure-i Kadir’in muvafakatleri olan vav on
surenin her birinin yüzer adet hurufu ise kelimat noktasında [sure-i El Fecr (1) ve sure-i Abese
(2), sure-i Mürselat (3), sure-i Büruc (4), sure-i Mutaffifin (5), sure-i El-İnşikak (6), sure-i En
Naziat (7), sure-i Nebe (8), sure-i El-Münafikun (9), sure-i Cuma’nın (10) her birinin yüz
küsur örfi adet kelimatına yüzlükte manidar tevafukları tesadüfî olmadığı gibi evvelki harf
cihetinde on adet sure-i muvafıka’nın ve kelimat cihetinde son on (10) adet sure-i
muvafıka’nın küsurattan kat’-ı nazar tevafuklarıyla beraber o iki kabile olan onar adet sureler
müttefikan âyet nokta-i nazarında sure-i İsra [1], sure-i Kehf [2], sure-i Taha [3] ve sure-i
Yusuf [4], sure-i Hud [5], sure-i Yunus [6], sure-i Nahl [7], sure-i Enbiya [8], sure-i Mü’minun
[9], sure-i Tevbe [10], sure-i Maide (11) her birinin yüz küsur adedine muvafakatleri katiyen
tesadüf işi değildir.
84
(Hâşiye)
Küsuratlarının farkları cüz’idir. Mesela Tenvir-ül Mikyas tefsirinin gösterdiği adede
binaen sure-i Yunus’un dokuz [9], Kehf’in on [10], İsra’nın onbir [11], Hud’un oniki [12],
Mü’minun [19], Maide yirmi [20], Alak’ın nısf-ı evveli yirmibir [21], El Kadir yirmiiki [22],
Nahl yirmisekiz [28], Tevbe otuz [30], Tîn elli [50], Kari’a elliiki [52] ve hakeza. İşte bu
küsurların küçük farkları münasebat-ı tevafukiyeyi elbette bozmaz. Hem sure-i Kadir
yüzondört harfiyle yüzondört surelerin adedine bir farkla tevafuku manidardır. Güya benden
başka yüzoniki sure ile bir de küçük Kur’ân olan Fatiha’nın geleceğine bir imadır. Bu
surelerin ayat cihetindeki tevafukatta bir letafeti şudur ki: elif isminin ebcedi makamı olan
yüzonbir (111) ki
___________ ___________
_________________
(Hâşiye)
Elhâsıl sure-i Kadir ve sure-i Alak’ın kelimat-ı nahviyesi ve en evvel nazil olan nısf-ı evvelin
hurufatı yüz küsur hurufuyla on surenin hurufatına manidar tevafuk ediyor ve diğer on surenin
kelimatına manidar tevafuk ediyor. Hem uzun diğer on surenin ayatına gâyet manidar tevafuk ediyor.
Demek bu otuz (30) sureden her birisi yirmi dokuz sureye tevafuk ediyor. Demek bu küçük tevafuk-ı
Kur’âniyede dokuzyüz (900) tevafuk var. Küsurattan kat-ı nazar edilmiş. Çünkü münasebat-ı
tavafukiyeyi bozmayan bu tarzdaki tevafuka hiç mümkün müdür ki tesadüf içine karışsın. Hem hiç
mümkün müdür ki mühim hikmetleri bulunmasın.
85
üç eliftir. Yani (111) hem sure’i İsra hem sure-i Yusuf hem bir kavle göre sure-i Kehf aynen
yüzonbir olması ve o üç eliften ikisi bir çizgi üstüne konulsa bu suret olur. اللّهki
Lafzullah’tır. sure-i Kevser ve Kadir ve Alak bahsi münasebetiyle sure-i İhlas’ın bu nev’
tevafukatta bir küçük nüktesini beyan etmek münasiptir. Şöyle ki: İhlas’ın ebcedi makam-ı
hurufiyesi binüç [1003] tür. Küsurdan kat’ı nazar [sure-i Nur [1], sure-i Hacc [2], Enfal [3],
Nahl [4] ve İsra [5] ve Kehf [6] ve Enbiya [7] ve Mü’minun [8] ve Zümer [9] ve Yusuf [10] ve
Hud [11] ve Yunus [12] ve Neml [13] ve Şuara [14] ve Taha [15] surelerinin her birinin bin
küsur kelimat adetlerine tevafukuyla beraber huruf cihetinde [Sure-i Sebe ve El-Hakka ve
Mümtehine ve İnsan ve Tur ve Secde ve Vez- Zariyat ve Rahman ve Tahrim ve Talak ve
Duhan] surelerinin her birinin bin adet küsur hurufuna manidar tevafuku elbette bir sülüsü
Kur’ân addedilen Sure-i İhlas’ın hikmettar bir nüktesidir ve bir sırr-ı azimi var. Ve şuursuz ve
hikmetsiz tesadüfün işi değildir. Mezkur surelerin küsuratı çendan bir kısmı büyükçedir. Fakat
Tenvir-ül Mikyas tefsirine göre birbirine yakındırlar. Mesela: Sure-i Tur ve Secde ve
Mümtehine ve Sebe’in kesirleri beşyüzde müttefiktirler. Yalnız küçük farkları var.
86
ve şimdilik teşhis edemediğim Kur’ân ile münasebettar sırlara işaret ediyor. Kaf sekiz (8)
tekrrürüyle sekiz surenin başına işaret ettiği gibi sin’nin sekiz adedine tevafuk etmekle
beraber sin dahi sekiz surenin başına parmak basıyor ve mühim sırlara medardır. Tı üç
tekrrürüyle üç surenin başına işaret etmekle berber sad’ın üç adedine ve hı’nın üç adedine
tevafuk ediyor. Nun tenvin ile beraber yirmi dokuz tekrrürüyle medde denilen sakin elif’in
yirmi dokuz adedine tevafuk noktasında çok esrara medardır. Vav ebcedi makamı altı adedi ve
tekrrüründeki altı adedine ve dal’ın altı adedine tevafuk ile vav-ı kasem ile başlayan on iki
sureye işaret etmekle beraber makam-ı ebcedisi altı olduğundan tekrrürü dahi altı olsa otuz
altı (36) olur. Vav-ı kasemiye ile başlayan on altı surelerin başlarına otuz altıdan iki tanesi
müstesna otuz altı vav-ı kasemiyeyi tevafuk ile gösteren mühim esrara medar olduğunu
gösterir. Ayın on iki (12) Mim on üç (13) adedine bir fark ile bir münasebet-i tevafukiye ile
şimdilik bilmediğim bazı sırları gösterir. Zel yedi he’nin yedi adedine tevafuk etmekle ikinci,
üçüncü letafetlerde beyan edilen esbaba binaen elbette bunlar dahi öteki harfler gibi bazı
esrara medardırlar. Ğayın iki, fe iki, cim iki birbirine tevafukla makam-ı ebcedi noktasında
88
binyüzaltmışaltı (1166) tarihindeki hadisata imâdan hali değildir. Kef on defa tekerrürüyle
makam-ı ebcedi noktasında iki yüz (200) olmakla fütuhat-ı Kur’âniyenin en müterakki tarihi
olan iki yüz (200) tarihine ta fütuhat-ı Kur’âniyenin durmasıyla tedafiî vaziyetine girmesi
zamanı olan binikiyüz (1200) tarihine işaret etmesi bu esrarlı surenin şe’nindendir. Bu surenin
hurufuna bir letafet daha katar. Şöyle ki: muntazaman terakki ediyor. Mesela: ze bir, cim
ğayın fe ikişer, hı sad tı üçer, dal vav altışar,; zel yedişer, sin kaf sekizer, kef on, ayın on iki,
mim on üç, ra ta on dörttür. Ya, ba on altışar, tenvin ile sakin eilf yirmi dokuzar, hemze lam
kırk beşerdir.
[İkinci Letafet] Sure-i Alak Hazret-i İbn-i Abbas Radiyallahü anh’dan nass-ı sahih ile
sabittir ki en evvel Hazret-i Cebrail Aleyhisselam ك ْ اِقَْرا ْ بِاsuresini getirmiş bir
َ ِّ سم ِ َرب
rivâyette ta ت َ اََراَي ْسkelimesine kadar en evvel nazil olan odur. Bir vakit sonra Hazret-i
Peygamber Aleyhisselat-i Vesselam namaz kılarken Ebu Cehil taarruz ettiği hengamda
تَ ْ اََراَيkelimesinden nihâyete kadar nazil olmuş, demek en evvel nazil olan şu surenin ا ِ ٰلى
ٰ ْ ك الُّر
جعى َ َرب ّ ِس
kelimesine kadardır. Ve o da yirmi dokuz (29) huruftur, bir cihette yirmi
birdir (21). Şedde sayılmazsa yüzondokuzdur (119). Yalnız
89
melfuz yüzondört (114) oluyor. Demek en evvel nazil olan bu nısf-ı evvel yüzondört (114)
adet Kur’ân surelerine işaret ediyor. Şu surede se, ra, dad’dan başka bütün huruf-ı heca
mevcuttur. Şu sure en evvel nazil olduğu için ْرا َ ْ اِقile Kur’ânı oku demekle şu sure
Kur’ânın bir nev’ fihristi hükmünde olduğuna delalet eder. Madem bu sure en evveldir. Ve
fihrist hükmündedir. Elbette hurufatıyla ve kelimatıyla Kur’ânın surelerine bakacak ve haber
verecek. Mesela yüzondört (114) nahvî kelimatıyla hem en evvel nazil olan bu nısf-ı evvel
hurufatıyla bir cihette umum süver-i Kur’âniyenin adedine tevafuk ve bir cihetle suhuf-ı
enbiyanın adedine tevafukla mühim esrara medardır. Şu surenin birinci letafetinde zikredilen
mükerrer hurufat adediyle gâyet manidar gelecek süver-i Kur’âniyeyi haber veriyor. Ezcümle
Kur’ânın kırkbir (41) suresinin başı eliftir. Yani hemzedir. Sure-i ك اِقَْرا ْ بِا ْسde
َ سم ِ َرب ّ ِس
hemze çendan kırkbeş (45) sayıldı. Fakat ahirdeki ْ جد ْ وَاقْتَرِس
ب ُ س
وَا ْس kelimelerinde
سم َ ْ
ِ بِا ْس ’de ve مِ ’بِالقَلdeki hemzeler hiçbir kıraatte okunmadıklarından sayılmazlar. Şu
halde bu en evvel nazil olan suredeki kırkbir (41) hemze kırkbir surenin başlarına kırkbir (41)
işaret parmaklarıyla gösterir, haber verir. Ve geleceklerine müjde verir. Ya onaltı (16) defa
tekerrür etmiş.
90
َ
Fakat ذى ۪ ّ الve ت
َ ْ اََراَيher biri üçer defa tekerrür ettiğinden ikişer sayılır. Ondört (14) ya
kalır. Ve bu ondört (14) ya ile Kur’ânın surelerinden ondört surenin başlarında bulunan ya’lara
tevafuk ile parmak basıyor ve gösteriyor ve oniki (12) yerde ya-i nida ile başlayan surelere
nazar-ı dikkati celb ettiriyor. Hemze ile lam’ın elif-lam suretinde beraber zikredilmeleri şu
surede ondört (14) tekerrürü var. Mim’in dahi on üç (13) tekerrürü vardır. Kur’ân sureleri
içinde on üç (13) surenin başında elif-lam ism-i hecaileriyle bulunmakla beraber. Sure-i م ْ َ اَل
َ ْ تََركَي
ف ‘de çendan ism-i hecaisiyle bulunmaz. Fakat öteki surelerin aynı şeklinde elif-lam-
mim yazıldığından on dört (14) sure olur. Şu sure-i Alak aynen Fatiha gibi on dört (14) elif-
lam’dan on dört (14) parmaklarıyla o şifre misal on dört (14) surelerin başlarına işaret ediyor
ve gösteriyor. Hem mim’siz beş (5) elif-lam-ra yerine mim’li altı (6) ha-mim gelse on beş (15)
surede mim dahi ism-i hecaisiyle zikredilmiş olur. Şu suremizde on üç (13) mim ve
besmelenin üç mim’iyle (16) onaltı mim olur. ف ْ َ اَلdahi o on beş (15) sureye ilave
َ ْ م تََركَي
edilse o da on altı (16) sure olur. Demek suremizdeki mim’ler süver-i Kur’âniyedeki on altı
(16) şifreli ve mim’li surelerin başlarına tevafuk sırrıyla parmak basıyor. Sin’in sekiz
(Hâşiye)
tekerrürü var. Surelerin ya-sin ile beraber başlarında sin ile başlayan
ٓ ‘ ٰيdeki sin ism-i hecesiyle zikir edildiğinden başında Sin olan surelerden sayılır.
س
(Hâşiye)
91
yalnız sekiz tane sure var. Bu sekiz o sekize tevafuk sırrıyla sekiz parmak ile sekiz sureyi
gösteriyor. Kaf sekiz defa tekerrür etmiş. Kur’ân surelerinin içinde yalnız sekiz sure kaf ile
başlamış. Demek şu sure sekiz kaf’larıyla o sekiz sureleri gösterip geleceklerine müjde
veriyor. Şu surede tı üç defa tekerrür etmiş. Süver-i Kur’âniye tı ile başlayan dört sure var.
Taha, iki ta-sin-mim ve ta-sin’dir. Halbuki iki ta-sin-mim bir tarzda olmakla bir sayıldığı için
yalnız üç sure vardır ki tı ile başlıyor denilebilir. Şu suremizdeki üç tı onlara tevafuk sırrıyla
sair arkadaşları gibi kasdi bir işaret eder. Tesadüfî olamaz. Vav’ın tekerrürü altı, makam-ı
ebcedisi dahi altı mecmuu on iki olmakla süver-i Kur’âniye içinde yalnız on altı (16) sure var
ki vav ile başlıyor. İki واليلden başka vav-ı kasemiyedir. ِماء َٓ س
َ وَالiki defa tekerrür
ettiğinden bir sayılsa, hem bir tek sure vav-ı kasemiye için müstesna kalmak cihetiyle on iki
sure vav-ı kasem ile başlıyor. Demek şu surede oniki surenin başlarındaki vav ile tevafuk
sırrıyla kasdî işaret eder denilebilir. Hem vav’ın ebcedi makamı altı olduğundan bu makamın
altılık noktasında altı defa tekerrür ettiğinden otuz altı adet olur. Vav ile başlayan surelerin
başlarında yine vav -ı kasemiye yirmi (20)
92
___________ ___________
_________________
(Hâşiye)
Besmele’de şeddeli ra bir sayılmak itibariyle ebcedî makamı bin küsur adet oluduğundan ve
her şeyde besmele bulunduğundan bu makamdaki üçyüz (300) adedimiz binden sonraki üçyüzdür
(300). Evet
93
۪ َّ ن ال
رحيسم ٰ ْ ه ِس الَّر
حم ِس سم ِ ّٰالل ْ ’ ب ِسin makam-ı ebcedîsi dokuzyüz doksandokuz (999), hurufu
ondokuzdur (19). Çünkü هس ْسم ِ ّٰالل ْ ب ِسkaide-i sarfiyece bir müteallik ister. Makam itibariyle o
müteallik taayyün eder. Kur’ân-ı Hakim’de müteallik ْرا اقرا بسم ّٰاللyani
َ ْ اِقlafzıdır. Yani ه
Allah’ın namıyla oku. Sure-i Alak’da o müteallik zahire çıkmış surenin başına girmiş. İşte bu hesapla
şeddeli harfler birer sayılsa çünkü tekellümde birdir. O vakit الّرحمنBir ra ikiyüz (200), mim
nun doksan (90), ha iki elif on, ceman yekünü üçyüzdür (300). ’ رحيمin ra’sı ikiyüz (200) ya mim
elli (50), elif bir, ha sekiz, ikiyüzellidokuz (259). Demek مس ۪ َّ حم نُس ال
ْ رحي ٰ ْ اَلَّرbeşyüzellidokuz
(559) eder. Allah lafzı lam-ı müşeddede bir sayıldığından lam otuz (30); he beş, iki elif otuzyedi (37),
beşyüzdoksanaltı (596) باسسمo da yüziki (102), altıyüzdoksansekiz (698) müteallik olan اقرا
üçyüziki (302), mecmuu bin (1000) adettir. Eğer هسم ِ ّٰالل
ْ ’ ب ِسdaki hemze-i Allah sayılmaz ise
dokuzyüzdoksandokuz (999) eder. Madem her süver-i Kur’âniyede هس ْسم ِ ّٰالل
ْ ب ِسzikrediliyor. Ve
madem her mübarek şeyde besmele ile emir edilmiş ve madem şu surede اقراlafzı zahire çıkmış ve
madem her bir ayat-ı Kur’âniye mübarektir, manen besmele ister ve ona istinat eder. Elbette
üçyüzellibir (351), üçyüzkırkiki (342) gibi adetler bu surette binüçyüzdür (1300) ve binden sonraki
adettir denilir.
َ
ُب اِل ّ ّٰالل
ه ُ َ لَيَعْل
َ ْ م الْغَي
94
dikkati celb etmek için gösteriyor. Şu surenin kelimat-ı nahviyesi yüzondört (114) olmakla
süver-i Kur’âniyenin adedine tevafukuna binaen bu sure ise Kur’âna bir fihriste
olduğunaistinaden deriz ki kelimat-ı nahviye ile hem Kur’ânın umum surelerine işaret ediyor.
Hem bir hesap ile umum suhuf-ı enbiyaya ima ediyor. Eğer şu suremizde tenvin sayılmazsa
hurufatı üçyüzyirmiiki (322) olur. Şu adet ile üçyüzyirmiikide (322) hürriyet hadiseleri gibi
mühim hadisatın hazırlanması ve üçyüzyirmidörtte (324) tezahür etmesi tarihine tevafukuna
binaen ve Kur’ânla alakadar hadisata sair âyetlerin işaretlerine istinaden denilir ki hurufatıyla
aynı tarihi göstermekle nazar-ı dikkati celb eder. Ahirde gayr-ı melfuz iki elif tenvinler ile
(Hâşiye)
beraber sayılsa üçyüzotuzbir (331) tarihindeki harb-ı umuminin dehşetine nazar-ı
dikkati tevafukla kasten işaret etmesi bu esrarlı surenin şenindendir. Besmele sayılmazsa
üçyüzoniki (312) adediyle üçyüzoniki (312) tarihindeki dahili komitelerin hürriyet
bahanesiyle hilafet-i İslamiye’yi parçalamak
___________ ___________
_________________
(Hâşiye)
Bu ayrı ayrı adetlerin işaret ettikleri vukuata bazı hurufatın sayılmasıyla ve bazı
sayılmamasıyla derin manidar münasebetleri var. Mesala gayr-ı melfuz ve mahfî tenvin zahiren ve
aşikare huruf gibi hesaba girmekle gizli diplomatların gizli planlarını harb-i umumi meydanına aşikare
çıkarmasına münasebettar olduğu gibi öteki adetlerinde böyle dakik münasebetleri vardır.
95
gibi hadisatın tarihine tevafukuna binaen ve Allam-ül Guyub’un en evvel bir fihriste-i Kur’ân
olarak nazil ettiği şu surenin manidar hurufatının vaziyetlerine istinaden deriz ki o tevafuk
tesadüf değil, kasdi bir işarettir. Eğer okunmayan gayr-ı melfuz hemzeler çıkarılsa aded-i
hurufatı üçyüzonyedi (317) olmakla üçyüzonyedi (317) tarihindeki Balkan’ın Kur’ân ve İslam
aleyhinde müthiş ve meş’um ittifaklarının hazırlanması tarihine tevafukuna binaen bu sure
Halık-ı Zül- Celal’in Kur’ândan en evvel nazil ettiği bu sure her şeye bakabilir bir kelam-ı
Ezelî olduğuna istinaden o gibi hadisata kasdî ima eder denilebilir. Tenvin sayılmayan
mezhebe göre üçyüzyirmibeş (325) adediyle Kur’ân ve İslam ile münasebettar en mühim
hadisat-ı hilafet olan hanedan-ı Osmaniye’deki hal’ ve nasb ile hasıl olan hilafet tarihine
tevafuk noktasında elbette işaret etmekten hali değildir. Şeddeleri huruf saymayan mezhebe
göre üçyüzaltı (306) tarihindeki vakıalara şöyle bir kelam şöyle bir tarihe şöyle bir tevafuku
kasdî bir işarettir denilebilir. Meddeyi saymayan mezhebe göre üçyüzüçteki (303) hadisata
tevafukla imadan hali değildir. Besmele hariç ve medde sayılmazsa ikiyüzseksensekiz (288)
tarihindeki vukuat ile ve ikiyüzdoksanüçte (293) tezahür eden hadisatın istihzaratı tarihine
tevafukla elbette kasdi bir işarettir.
96
[Dördüncü Letafet] Sure-i ك ْ اِقَْرا ْ بِاnasıl ki hurufatıyla sair süver-i Kur’âniyeye
َ ِّ سم ِ َرب
işaret ediyor. Öyle de kelimatıyla da çok esrara işaret ile beraber süver-i Kur’âniyenin bir
kısmına dahi manidar işaret ediyor. Mesela şu surede lafz-ı ربüç defa النسانdahi üç
defa َ اََراَي ْس
ت yine üç defa tekerrürleriyle dokuz mühim süver-i Kur’âniyenin başlarına
parmak basıyor. Mesela üç كَ ِّ سم ِ َرب ْ ك ] اِقَْرا ْ بِا َ ِّ ] َربsuresine ve ك َ ِّ م َرب َ سس ْ حا ِ ِّ سب
َ
suresine ve ك َ ِّ ت َرب ِ م َ ح ْ
ْ ص ذِكُر َر ٓ ٓ هيع ٰ ٰ كsurelerine işaret ettiği gibi ’ النسانın üç
ٓ
َ
defası م ْ ُ خلَقَك َ ذى ۪ ّ م الُ ُ س اتَّقُوا َربَّك ُ ي َا اَيُّهَاالنَّاve م ْ ُ س اتَّقُوا َربَّك ُ ي َا اَيُّهَاالنَّا
ِساعَةَةال ّ س َ َ ن َزلَْزل َّ ا ِ سve ر ِ ْن الدَّه م َس ِ ن حي ٌسس ۪ ن ِ سا َ ل ا َ ٰتى ع َلَى اْلِن ْ س ْ َ هsurelerine
َ
parmak basmakla işaret ettiği misüllü üç ت َ اََراَي ْسdahi ن الدي ِس۪ ِب ب ُ ِّذى يُكَذ ۪ ّ ت ال
َ اََراَي ْس
ve فَ ْ م تََركَي ْ َ اَلve ك َ َح ل ْ شَر ْ َم نْ َ اَلsurelerinin başlarına istifham ile işaret ediyor. Şu
surede altı kelime ikişer defa zikriyle fatiha-ı şerifenin altı kelimesinin ikişer defa tekerrürüyle
َ
tevafuk etmesi mühim esrara medardır. Bu surede de را َ ْ اِقiki خلقiki م َ ّ ع َلiki م ْ َ يَعْل
iki ةِ َ صي
ِ نَاiki نَد ْع ُ يَدْعile iki işte bu altı ikiler sırsız ve hikmetsiz değiller. Hem şu
surede medde, şedde, tenvin besmele dahil
97
nahviyeyi kısmen sayar. Bazen sırf kelimat-ı örfiyeye bina etmiştir. Madem rivâyete istinat
eder. Onu tenkit edemeyiz. Fakat bazen matbaa yanlışları vardır. Hem hurufatta kısmen şedde
ve tenvin ve gayr-ı melfuz hemze-i vaslı nadiren sayar, dahil eder. Ekseriyetle yalnız melfuz
hurufatı hesap etmiştir. Onun için bazı tahkikatım ona muhalif çıkıyor. Bir hikmeti vardır ki
iki suretle gidiyor diye ilişmiyorum.
[İkinci Kısım] Süver-i Kur’âniyenin tevafuk anahtarıyla açılan sırları ve ondan neşet
eden letaif-i belagat ve mezaya-yı i’caziye kesretlidir. Numune için birkaç misal zikir
edeceğiz.
[Birinci Misal] El-Bakara ayatı ikiyüzseksenaltı (286), birinci mertebedeki örfî
kelimatı Tenvir-ül Mikyas hesabıyla üçbinyüzdür (3100). Ve bizce üçbindokuzyüzdür (3900).
Ayatı itibariyle medar-ı ihtilaf olabilen ve münasebat-ı tevafukiyeyi kırmayan kesirlerden
kat’-ı nazar edip yalnız küllî yekünleri nazara alıyoruz. İşte bu noktaya binaen El-Bakara
ayatının ikiyüz (200) adedinde onaltı (16) sureye tevafuk ediyor. Gösterdiği ve işaret ettiği
sırlara onaltı (16) şahid-i müeyyid gösteriyor. O surelerden dört (4) surenin âyetleriyle
ikiyüzde (200) tevafuk ediyor. Ve on (10) surenin kelimatlarına ikiyüzde (200) muvafakat
ediyor.
99
Ve iki surenin hurufatıyla ittifak ediyor. Ve bu sırr-ı tevafukla ikiyüz (200) tarihine ve
binikiyüz (1200) tarihindeki hadisata işaret noktasında onyedi (17) sure bilittifak beraberdir.
Ve bu onyedi (17) surenin tevafukatı ikiyüzseksensekiz (288) adet tevafuk enva’ları oluyor.
Elbette bu derece kesretli enva’-ı tevafukat hikmetsiz değiller. El-Bakara’nın kelimat-ı
örfiyesi üçbindokuzyüz (3900) olmak cihetiyle yine acibdir ki ayat cihetiyle nasıl onaltı (16)
sureye ittifak ediyor. Kelimat cihetiyle de yine onaltı (16) sure ile üçbin (3000) adede tevafuk
ediyor. Dört surenin kelimatıyla üçbinde (3000) müttefiktir. Oniki (12) surenin hurufatıyla
üçbinde (3000) ittihat ediyor. [Elhâsıl] Suret-ül Bakara ayat ve kelimat itibarıyla otuziki (32)
sure ile tevafuk etmekle Kur’ânın mecmu surelerinin bir sülüsü ile ittihat etmekle elbette
mühim hikmetleri içindir. Ve mühim sırlara işaretleri var.
[İkinci Misal] Sure-i Kehf’in ayatı gâyet manidar yüzonbirdir (111). Kelimatı
binbeşyüzaltmış dörttür (1564). Mezkur tefsirin hesabına binaendir. Ayatı itibariyle
yirmidokuz (29) sure ile tevafuk ettiğini Kenz-ül Arş’ın musahhah ikinci nüktesinde beyan
edildiğinden ona havale edip yalnız kelimat itibariyle tevafukata işaret edeceğiz. Şöyle ki:
Ayatıyla yirmidokuza (29) tevafuk ettiği gibi kelimatıyla dahi
100
otuzdokuz sure ile bin adedinde tevafuk ediyor. O surelerden on altısının (16) kelimatıyla
yirmiüç (23) surenin hurufatlarıyla da tevafuk ediyor. Demek Kur’ân-ı Hakim’in nısf-ı
evvelinde olan sure-i Kehf umum surelerin takriben nısfıyla ittihat ediyor ve bu ittihatta
mühim hikmetler var. Şimdilik bilmiyoruz. Bildirilse bildireceğiz. [Üçüncü Misal] Sure-i
Kehf’in kelimat cihetinde muvafakatlarından olan Sure-i Ahzab binikiyüzsekseniki (1282)
adediyle manidar bir işareti var. Şöyle ki: Eski zamanda nasıl küffarın kabileleri Hazret-i
Peygamber Aleyhissalâtü Vesselam’a karşı ittifak edip her bir hizb bir cihette hücum etmek
için niyet etmişlerdi. Öyle de binikiyüzseksenikide (1282) aynen küffar devletleri Ahzab gibi
ittifak niyetiyle Rus devletini binikiyüzdoksanüçte (1293) alem-i İslamiyet’e saldırttılar.
Şimdiye kadar müteselsil hadisat-ı elimeye sebebiyet verdiler. İşte sure-i Ahzab’ın bu
işaretine ve binikiyüzden (1200) sonra Kur’ân aleyhinde ve İslam aleyhinde müthiş hadisata
ve vukuata birer birer işaret eden çok sureler onu teyit edip nazar-ı dikkati celb ediyorlar.
Mesela Tenvir-ül Mikyas tefsirine binaen nasıl ki sure-i Ahzab binikiyüzseksenikiye (1282)
nazar-ı dikkati celb ettiriyor. Sure-i Zümer binyüzdoksanikiye (1192) nazarı, Sure-i Hac
binikiyüzdoksanbirde (1291)
101
zelzeleli kıyamet nümune hadisatına ve Rus’un dehşetli hücumuna hazırlandığı vakte nazar-ı
dikkati celb ediyor. Sure-i Enbiya binyüzotuzsekiz (1138) hadisatına işaret ediyor. Sure-i Şura
binikiyüz altmışyediden (1267) öteki muvafakatlerinin şehadetiyle haber veriyor. Sure-i
Zariyat binikiyüz seksen (1280) tarihinden sonraki fırtınalı vukuata hurufatıyla haber veriyor.
Ve muvafakatlarını şahit gösteriyor. Sure-i Neml binyüzkırkdokuz (1149) tarihindeki vukuata
baktırıyor. Ve sure-i Kalem binikiyüzellialtı (1256) vukuatına işaret ediyor. Sure-i Müddessir
binon (1010) tarihine yani elf-i saninin başından başlayan hadisat-ı İslamiye’ye ر ْ ِ م فَاَنْذ
ْ ُق
fermanıyla evvel-i vahiydeki emri tekrar eder gibi bir surette şiddetli ehl-i İslam’ı teyakkuza
davet ediyor. Ve hakeza bu üç misal gibi belki üçyüz misal var.
ه اعلم باسرار كتابه ّٰ الالله
والل ّٰ ليعلم الغيب
[Mühim Bir ihtar]
Kur’ân-ı Azimüşşan’ın kelimatı ve ayatı delalet ettikleri hakaikte çok vücuh-ı i’caziye
ve o kelimatın terkibatındaki nazımda çok mezaya-i i’caziye bulunduğu yirmibeşinci sözde
gâyet katî bir surette gösterilmiştir. Madem ayat ve kelimatın hakaikınde i’caz sikkeleri vaz’
edilmiştir. Elbette o kelimat ve ayatı teşkil
102
eden hurufatında dahi işarat-ı i’caziye vardır. Nasıl ki masnu’ olan mürekkebatın zerratı,
mürekkebat gibi Sani’i Zül-Celal’in vahdaniyetine ve sıfatına delalet ediyorlar. Ve mu’cizat-ı
kudreti olduğunu gösteriyorlar. Nasıl ki yirmiikinci ve otuzuncu ve otuzikinci sözlerde beyan
edilmiştir. Aynen öyle de mürekkebat-ı kelimat-ı Kur’âniyenin zerratı hükmünde olan
hurufatın dahi gâyet manidar vaziyetleri var ve çok işarat-ı i’caziyeye medardırlar. Mana
cihetiyle kelimatın gösterdiği envar-ı hakaik şüphesiz olduğu gibi manadan kat’-ı nazar
kelimatın vaziyetlerinde ve adetlerinde ve hurufatın vaziyet ve adetlerinde çok esrar var
olması dahi şüphesizdir. Fakat hurufat ve kelimatın adetleri mezahibe göre ihtilaf ediyor.
Çünkü o kelimat-ı nahviye itibariyle olsa başka bir tarzda oluyor. Kelimat-ı örfiye olsa daha
başka bir suret olur. Hurufatta dahi kıraat itibariyle bir derece tefavüt bulunduğu gibi şedde ve
tenvin ve gayr-ı melfuz hemze-i vasl bir mezhebe göre sayılıyor. İbn-i Abbas’a (r.a.) istinaden
bazı surelerde aynen sayılmış. Bazı surelerde yalnız medar-ı sevab olan huruf-ı melfuz
sayılmıştır. Bazen tenvin hiç sayılmıyor. Şu ihtilafın elbette bir hikmeti var. Çünkü Hazret-i
İbn-i Abbas’a (r.a.) istinat ediliyor. Hazret-i İbn-i Abbas (r.a.) dahi kendi içtihadıyla değil
ekser mesail-i tefsiriyesinde olduğu gibi rivâyete istinaden ediyor. Madem rivâyete
103
istinat edilmiş bazı surelerde bir tarzda gitmiş. Diğer surelerde başka bir mikyasla bir hikmete
binaen hareket edilmiştir. Ona ilişilmez öyle kabul edilir. Benim eski mahfuzatım ise beyn-el
ulema tedavül eden rivâyete binaendir. Kendim çok çalıştım ki bir tek mikyas ile bütün
surelerin kelimat ve hurufatını sayayım muvaffak olamadım. Hem Tenvir-ül Mikyas tefsiri
gibi sair eserler hangi mikyas üzere gidiyorlar teşhis edemedim. Bazı surelerde bir mikyas
görüyorum, diğer surelerde değişiyor. İşte şu hakikate binaendir ki medar-ı ihtilaf olan
küsurattan kat’ı nazar ettim. Yalnız müttefekun aleyh olan büyük yekünleri esas tuttum. Yalnız
şu üçüncü nüktenin ikinci kısmında o muteber tefsirin tahkikatına bina edip küsuratı zikir
ederek bazı işarata medar kabul etmişim. Çünkü rivâyete isitinat ettiği için elbette o işarata
medar olabilir. Kısm-ı evvelin ahirinde ve ikinci kısımda kelimat ve hurufatın küsurları
yazılmış ve o kesirler ile vukuata işaret edilmiş diye yazmışız. Mesela Sure-i Rahman’ın
üçyüzellibir (351) adedi bu sene-i Arabiye’yi gösterdiğinden otuzbir defa ِى ٰالَٓء ّ ِ َ فَبِا
ماتُكَذِّبًا ِس
ن َ ُ َربِّك âyetini hatıra getiriyor. Bu adet üç mikyas ile kırktan (40) ellibire (51)
tefavüt ediyor. Demek onbir sene zarfındaki hadisata ehemmiyetle baktırıyor. الرحمن ile
beraber ikinci kısmında ve yazılan surelerin
104
kesirlerinde dahi tefavüt olsa olsa on ile yirmi ortasında olur. Demek her biri yirmi (20) sene
zarfındaki vukuatla alakadardır. Her bir mikyas bir kısım vukuata işaret eder. En zahirisi
rivâyete bina edilen Tenvir-ül Mikyasta yazılan adettir. Bizim yazdığımız liste de onunla
muvafakat ediyor.
Kur’ân-ı Hakim bana kendinden başka bir üstadı reva görmediği içindir ki
bu sekiz sene içerisinde yalnız bir defa meşhur bir tefsiri
üstad kabul ettim. Yanlışa düştüm. Demek ki Kur’ân-ı Hakim bana
kafi, vafi, şafi bir üstattır. Evet o yeter.
خطَاْنَا ربّنا وفقنالفهم ْ َ سينَا ٓ اَوْ ا ۪ َن ن ْ ِ خذ ْنَا ٓ اِ َ َربَّنَا لَتُوا
اسرار كتابك ووفقناالبيان اعجازه كماتحب و ترضى
َ َ
م ۪ َ ْ م ال
ُ حكي ُ ت الْعَ ۪لي َ َّ متَنَااِن
َ ْ ك اَن ْ ّ ماع َل
َ ّ م لَنَا ٓ اِلَ ْ علِ َك ل َ َ حانَ ْ سب
ُ
o vakit işaret derecesine çıkar. Ve o tevafukla şu âyet işaret eder denilebilir. Evet muzaaf
münasebet işarettir, muzaaf işaret delalettir. İşte sair remizlerde beyan edilen sair surelerin
tevafukatı gibi şu sure-i Nasr’ın bir hadiseye dair tevafukat-ı harfiyesi dahi hem müteaddittir,
hem surenin manasını müeyyittir, hem makama mutabıktır, hem işaret ettiği aynı hadiseye
sure-i Kevser ve Fatiha ve Alak gibi sureler ve ك َ حنَال َس
ْ َ اِن َّسا فَتgibi âyetler aynı hadiseye
tevafukla işaret ediyorlar ve böyle bir işaret ise delalet derecesinde kuvvetlidir denilebilir.
[Saniyen] Madem şu kudsi sure Allam-ül Guyub’un kelamıdır. Ve madem sebeb-i nuzülü
Feth-i Mekke ve Nusret-i İlâhîye’dir. Ve madem sebeb-i nuzül ne kadar has olursa olsun
mana-yı maksut külli hükmüne geçip Hazret-i Peygamber Aleyhissalat’ü Vesselam’a ihsan
edilen bütün fütuhat ve nusretlerine şamildir. Ve madem bu mana-yı maksudun cüz’iyatına
işaretle müjde vermek mu’ciz bir kelamın şenindendir. Ve madem bir rivâyette Hazret-i Ebu
Bekir Sıddık (ra) gibi bir sıddık-ı alişan ve bir rivâyette Hazret-i Abbas (ra) şu sureden
sahabelerin fevkinde işari bir mana-yı ahar fehm edip herkesin süruruna mukabil ağlamışlar.
Evet bu sure nazil olduğu vakit sahabeler müjde ve beşaret-i İlahiye’ye karşı kemal-i
106
süruru his ettikleri vakit Hazret-i Ebu Bekir Sıddık (ra) ve Hazret-i Abbas (ra) ağlamışlar.
Demişler ki şu surenin ahiri ve bu surenin iki hakikatine muvafık
ْ م اْل ِس
َ َ سل
م ُ ت لَك ُس ۪ َ َمتى و
رضي ُس ۪ َ ْم نِع
ْ ت ع َلَيْك ُس
م ُس َ ْ م وَاَت
ْ م ۪ ْ ُ ت لَك
ْ مدينَك ُس ُ مل ْس
َ ْ م اَك
َ اَلْيَوْس
۪دين ًاâyeti vefat-ı Peygamberi’ye (A.S.M.) işaret eder onun için ağlıyorum. Hem madem beliğ
ali bir kelamın i’caz-ı Kur’ân risalesinde beyan edildiği gibi o kelamın hurufatı ve heyâtı o
kelamın manasına kuvvet verip teyit etmekle o kelamın derece-i ulviyeti ve belagatı
ziyadeleşir. Ve madem şu surede müteaddit vecihle harfleri tevafuk münasebetiyle fütuhat-ı
(A.S.M.) (A.S.M.)
Ahmediye’ye ve nusret-i Muhammediye’ye parmak basar bir tarzda işaret eder.
Elbette bu mezkur altı esaslara göre bahs edeceğimiz işarat-ı gaybiye ve tevafukat-ı harfiye
yalnız münasebat-ı belagatiye ve letaif-i kelamiye değildir. Belki lemaat-ı belagat ve reşehat-ı
fesahat olmakla beraber işarat-ı Kur’âniye ve ihbarat-ı gaybiye nevindendir. Ezcümle Hazret-i
Ebu Bekr-i Sıddık ve Hazret-i Abbas Radiyallahü anhümayı ağlatan ه ُ ستَغْفِْر
ْ وَاcümlesiyle
işaret edilen vefat-ı Nebeviye ’yi şu surenin başından ُستَغْفِْره
وَا ْس ’nin واو ’ına kadar
ح َ فَس
ْ ِّ سب
(Hâşiye)
altmışüç huruf olarak ömr-i Nebevi’ nin nihâyetine işaret etmekle beraber
ه
ُ ستَغْفِْر َ ِّ مد ِ َرب
ْ ك وَا ْ ح
َ ِب ile
___________ ___________
_________________
Yalnız ح ُ ْ س وَالْفَت
َ اَلنَّاdeki okunmayan hemze-i vasıl sayılmayacak, sayılsa sene-i vefat
(Hâşiye)
işaret edilen en mühim üç vezaif-i nübüvvetin hurufatı yirmibir (21) olmakla o zamanda
yirmibir (21) sene o vazife-i nübüvveti ifa ettiğine ve iki sene kaldığına ima edip, Sıddık’ın
(ra) ağlamasına gizli bir sebeb olmuştur. Ve şu surenin yüzbeş (105) harfi fütuhat-ı Ahmediye
(A.S.M.)
ve Kur’âniyenin yüzbeş (105) sene nihâyetinde şark ve garbı tutacağına işaret ve
كَ مد ِ َرب ّ ِسْ ح
َ ِح ب َ فَسmakam-ı ebcedisiyle dörtyüzyirmisekizde (428) ve yalnız ك
ْ ِّ سب َ َرب ّ ِس
makam-ı ebcedisiyle ikiyüzyirmiikide (222) terakkiyat-ı maddiye ve maneviye tarihine işaret
etmekle beraber جا ن ّٰالل
هسسسِ اَفْوَا ًسسس ن ۪فى د۪ ي ِسسس
خلُو َسسس
ُ ْ س يَد َ َ
الن ّا ِسسسcümlesiyle
binikiyüzyirmiikiye (1222) kadar galibane o fütuhat ve nusret devam edeceğine tevafukla
işaret eder. Mukaddime nihâyet buldu, şimdi maksada giriyoruz. Maksat üç babdır. Birinci
bab sekiz mes’eledir.
[Birinci Mes’ele] Bu birinci bab şu kudsi surenin letaif-i kesiresinden yalnız tevafukla
münasebettar bir kısım mezayasından bahs eder. Tevafuk letafetine medar olmak için kudsi ve
nurani hurufatın vaziyetlerini bilmek lazımdır. Şöyle ki: Besmelesiz hemze on (10), medde
sekiz (8), nun sekiz (8), tenvin ile beraber on (10), vav yedi (7),lam altı (6), ba altı (6), fa beş
(5), ta dört (4), ya dört (4), ra dört (4), he dört (4), ha üç (3), sin üç (3), dal üç (3), cim iki (2),
kef iki (2), tenvin iki, sad bir (1), zel bir (1), ha bir (1), gayın bir (1), mim bir (1), besmele ile
108
hemze onüç, medde on, nun dokuz, tenvin ile onbir, lam sekiz, ra ekiz, vavyedi, ba yedi, ya
beş, ha beş, fa beş, sin dört, mim dört, te dört, dal üç, cim iki, kef iki, tenvin iki, zel bir, ha bir,
ğayın bir, işte şu kudsi surenin nuranî hurufatının vaziyeti şudur. Ve şu vaziyetin letaif-i
kesiresinden bir letafet-i tevafukiyesi budur ki: Hurufatı besmele ile beraber beş kısım olup
beşler kısmı dört olup diğer üç kısım ahir üç olarak üçer manidar tevafuku var. Bir kısım dahi
ikişer manidar tevafukları var. Evet fa, ya, he, ha beşer beşte manidar tevafuk ediyorlar. Sin,
mim, te dörder. Üçü dörtte manidar tevafuk ediyorlar. Cim, kef tenvin ikişer tevafuk ediyorlar.
Zel, hı, ğayın birde ittifak ediyorlar. Hem iki kardeş olan lam ve ra sekizdir. Sekizde ittifak
ediyorlar. Feth-i Mekke’ye parmak basıyorlar. Vav, ba yedişer yedide ittifak ediyorlar. Sulh-ı
(A.S.M.)
Hudeybiye’nin neticesinde galibane umre ve hacc-ı Peygamber’i gibi Feth-i Mekke
mukaddematına işaret eder. Altı ile oniki müstesna birden on üçe kadar hurufatı muntazaman
terakki ediyor. Meşhur onüç adet bu surede dahi sırrını göstereceğini ima ediyor. Şu surenin
(A.S.M.)
hurufatı seksenaltı olup fütuhat-ı Ahmediye’nin bir nokta-i kemaline işaretle beraber
besmele ile yüzbeşde fütuhatın bir derece tevakkuf ve kemaline ve hurufat-ı melfuzası
109
tevafukla işaret ettiği gibi onu tasdiken ve teyiden birbirine şahit olarak müttefiken
gösteriyorlar. Hem جا ن ّٰالل
ه ِس اَفْوَا ًس نس ۪فى ۪د ي ِس
َ خلُو َ اَالنَّاbinikiyüzyirmiiki (1222)
ُ ْ سس يَد
makam-ı ebcedi adediyle sure-i Kevser ve Sure-i Fatiha ve âyet-i مبين ًا ۪ ُ حا َ َ حنَال
ً ْ ك فَت ْ َ اِنَّافَت
gibi müteaddit sadık şahitlerin şehadetlerine istinaden ve işaretlerine binaen bu sure o adet ile
fütuhat-ı Kur’âniye’nin devamı ve insanların fevc fevc İslamiyete dahil olmalarının ta bin
ikiyüzyirmi ikiye (1222) kadar istimrarına ve ondan sonra tevakkufuna işaret ediyor. Şöyle ki:
Her tarafta teyit eden bir işaret elbette delalet belki sarahat derecesine çıkıyor. Şu sure nasıl ki
besmele ile ِه ّٰ ُ ص
رالل ْ جآءَ ن َس
َ اِذ َاsekiz kelimatıyla ve ه ّٰ ُ ص
ْرالل ْ ن َسkelimesinin sekiz
hurufuyla ve ه ّٰ ُ ص
ْرالل ْ ’ ن َسdeki ra’nın sekiz tekerrürüyle ve ه ّٰ ُ ص
ْرالل ْ ’ ن َسdaki lam’ın yine
sekiz tekerrürüyle şu surenin sarahatiyle beşaret verdiği feth-i Mekke’deki nusret-i İlahiye’nin
tarihi olan sekizinci sene-i hicriyesine tevafuk sırrıyla beşaret vari işaret ediyor. Öyle de اِذ َا
’den ه
ُ ستَغْفِْر
ْ وَا ’ye kadar on dört (14) kelimatıyla ُ ْ وَالْفَت
ح ’deki fe’nin beş, ha’nın beş
ve te’nin dört tekerrürleriyle hasıl olan ondört (14) adediyle hem ِه ّٰ ُ ص
رالل ْ جآءَ ن َس
َ اِذ َا
cümlesinin ondört (14) hurufuyla hem ح ْ ّٰ ُ ص
ُ ْ ه وَالْفَت
رالل ْ َ نfıkrasının ondört (14) hurufuyla
ondördüncü sene-i hicriyesindeki feth-i Şam’da da ihsan edilen
111
alem-i Esma dahil olmak şartıyla ondokuzbin (19000) alemin kudsî haritası olan Kur’ânın
havz-ı kevserinden on dokuz cetvel ile ondokuzbin (19000) aleme neşr-i ab-ı hayat ettiğine
Sure-i Kevser ondokuz parmak ile şehadet edip işaret ediyor gibi bir tevafuk gösterir.
Tekerrürsüz harfler ondur, on adet ile şu Sure-i Kevser kelimatının on adedine tevafuk
etmekle beraber o iki mütevafık nahvî kelimatın yirmi adedine tevafuk sırrıyla yirmi sene bila
fasıla nüzul-ı Kur’ân zamanına telvihten hali değildir. Ve tekerrür eden harfler sekizdir. Sekiz
adediyle Besmele ile tekerrürsüzlerin sekiz adedine tevafukla beraber, elif ve nun’un dahi
sekiz adetlerine tevafuk etmekle havz-ı Kevser’in sekiz dairelerinden sekiz cennete açılan
sekiz kapısına tevafuk nevinden şimdi tutamadığım çok işaretler vardır. Ve tekerrür eden
harfler on ikidir. Oniki adet ile Besmele ile elif on iki adedine ve surede mevcut olmayan
harflerin oniki adedine tevafuk münasebetiyle meşhur ve Kur’ân ile münasebettar çok
onikilere Remiz eder.
[Üçüncü Letafet] Besmelesiz Sure-i Kevser’de hecaî hurufat içinde ikişer kardeş
sayılan harflerden her bir iki kardeşten en güzelini ve en manidarını almış öteki kardeşini
bırakmış. Mesela iki kardeş olan ra, ze’den ra var ze yok. Sin şın’dan şın var sin yok.
115
Kur’ân olmak cihetiyle deriz ki: Kevser’de ’الفin onüç defa tekerrürü, Fatiha’da onüç defa
الtekerrürü gibi nısfi-ı Kur’ânı teşkil eden o onüç surenin isimlerine işaret ederek başlarına
parmak basıyor. Bu münasebetle Fatiha’nın şu letafetini bir derece izah için deriz. Madem
Kur’ân Fatiha’da icmalen münderic olduğunu ehl-i tahkik zevk-i şuhudî ile hükmetmişler. Ve
madem Kur’ânda Fatiha’nın bir ismi ’ سبع المثانى والقران العظيمdir. Ve madem
surelerin başında mukattaat hurufla başlayan mühim sureler م ٰ’ الٓرler ve
ٓ ’ ال ٓسler ve
م ٰ ’lerdir. Ve madem Fatiha-i Şerife’de onüç الlafzı tekerrür ediyor. (Hâşiye) Yani م
ٓ ح ٓ ٓ الzikir
edilmiş. Ve madem o meşhur surelerin başında mukattaat-ı huruftan onüç defa الف لم
ism-i hecaisiyle okunuyor. الsuretiyle yazılıyor. Ve madem Fatiha müteaddit vecihlerle o
meşhur م ٰ ٓ ’ الlar ve م
ٓ ٓ ’ الler ve ر ٰ ’lere bakıyor. Ve madem o meşhur surelerde onbeş defa
ٓ ح
ism-i hecaisiyle zikir edilmiştir. Ve onüç defa الism-i hecaileriyle tekrar edilir ve Fatiha’da
dahi onbeş ميمtekerrür ediyor ve o surelerdeki onbeş ' ميمe tevafuk ediyor. Ve Fatiha’da
on üç defa الtekerrür etmekle o surelerdeki onüç defa الadetlerine tevafuk ediyor. Elbette
bütün bu tevafuk Fatiha’da o surelere
(Hâşiye)
الحمسد ّٰلل
ه ’da ّٰل ِ ُلهس lafzında همزه hatten ve lafzen tay edildiğinden orada ال
sayılmaz.
117
karşı olan onüç ’ الden onüç işaret parmakları hükmünde olan onüç الtekerrür edilmiştir.
Şimdi yine Kevser’e dönüyoruz. Kevser kelimesi kudsi, cami’, küllî, nurani bir kelimedir. Bir
mana-yı lagvisi hayr-ı kesirdir. Ve o küllinin misalleri çoktur. Başta maddi ve uhrevi havz-ı
Kevser’den ve manevi ve ehl-i dünyaya ab-ı hayat neşr eden en mühim havz-Kevser olan
Kur’ândan tut, ta Sahib-i Havz-ı Kevser’e verilen hayr-ı kesir ıttılakına masadak olan bütün
hedaya-yı Rahmaniye ve fütuhat-ı Rabbaniyeden, ta feth-i Mekke ve feth-i Beyt-ül Mukaddes
ve feth-i Şam hatta feth-i İstanbul'a kadar manaları var. Evet madem sabıkan geçtiği gibi
Sure-i Kevser fütuhat-ı Muhammediye’yi (ALEYHİSSELAM) ihtar eder ve kelimatıyla ve
hurufatı ile feth-i Mekke ve feth-i Beyt-ül Mukaddes ve feth-i Şam fütuhatına işaret eder.
Elbette altıyüz (600) seneye karib mühim bir merkez-i hilafet-i İslamiye’ye ve menba-ı neşr-i
ahkam-ı Kur’âniye ve Kur’ân-ı Hakim’in muazzam ordusunun merkezi olarak Kur’ân
bayrağını dörtyüz (400) seneye kadar kainata karşı galibane tutan İstanbul'un tarih-i fethi
Kur’ânda ة ٌ َ بَلْدَة ٌ طَي ِّبişaretiyle müjde verdiği gibi sekiz yüz elli yedi (857) teşkil eden
الكوثسر ف ebcedi makamı sekiz yüz elli yedi olarak aynen ة ٌ َ بَلْدَةٌ طَيِّبgibi İstanbul'un
İslam eline geçmesi olan sekiz yüz elli yedi tarihine tevafuk etmekle işaret ediyor. Çünkü
كوثرkime verilmiş ve ne için
118
verilmiş. Sırrıyla Kevser’in evvelindeki َاَع ْطَيْنَا kime verildiği için ondan ’ كi alır. Ne için
َ َ ’ فden neticeye işaret için ' فاyi alır ك الْكَوْثَْر
ِّ ص
verildiğine delalet eden ل َ فolur:
Mecmuu sekiz yüz elli yedi (857) adediyle İstanbul'un fethine müjde veriyor. Ve fütuhat-ı
Muhammediye’ye (Aleyhisselatü Vesselam) dahil olarak en muhteşem cevami'-i İslamiye’ye
merkez olup küre-i arzda kılınan salat-i kübra’nın bir mescid-i ekberi olduğuna elbette ima
eder. Hem yedi yüz elli yedide (757) İstanbul'un İslam’ın eline geçmesine namzet olarak yol
demek. الكوثسرnamzetliğini ve akd-i
(Hâşiye)
açılmış, muhasara ile Fatiha’sı okunmuş
İslamiyete girmesine yedi yüz elli yedide (757) الكوثر aded-i ebcedisi imaen ifade ediyor
ve sekiz yüz elli yedide (857) ر ْ َ ك الْك
ْ َ وث َ فsarahate yakın bir surette delalet ediyor. Evet
madem sure-i Kevser Resül’ü Ekrem’e Aleyhissalat’ü Vesselam’a ihsan edilen fütuhat-ı
azimeye delalet ediyor. Elbette الكوثرİstanbul'a dahi bakıyor. Evet madem
___________ ___________
_________________
(Hâşiye)
Evet yedi yüz elli yedinin ahirlerinde ve elli sekizin evvellerinde sultan Orhan zamanında
Süleyman Paşa kumandasında Erker tabir edilen kırk kahramanın şahit olmasıyla İstanbul hükümet-i
İslamiye akdi altına girmiş ve Fatiha’sı o tarihte okunmuştur. Süleyman Paşa hem muhasara etti, hem
Rumeliye geçti. Latif tevafuktur ki İstanbul'un Fatiha’sı yedi yüz elli yedi (757) ve elli sekizde okundu
ve sekiz yüz elli yedide (857) َ َ حنَال
ك ْ َ اِنَّافَت sırrına mazhar oldu.
119
yirmisekiz huruf-ı hecaiyeden ’ كوثرde mevcut olan onyedi (17) harfi dahi ’ الكوثرin
birinci âyeti olan اِنَّا ٓ اَع ْطَيْنَاكَالْكَوْثََرaded-i huruf-ı olan onyedi (17) adede tevafuk
etmekle beraber mecmuı Enbiya-i ve nüzul-i vahyin havz-ı Kevser’i olan Beyt-ül
Mukaddes’in fetih tarihinin onyedi adedine tevafuk ediyor. Elbette fütuhat-ı Muhammediye’yi
(Aleyhisselatü Vesselam) ihtar eden َ’ اِنَّا ٓ اَع ْطَيْنَاde bu tevafuk rast gele değil. Belki kudsi
bir işaret için rast getirilmiştir. Aynen şu birinci âyet medde ve şeddeyi saymayan mezhebe
göre aded-i hurufu ondört olarak بسملهile Kevser kelimatının on dört adedine tevafuk
etmekle fütuhat-ı İslamiye’nin en mühimmi olan feth-i Şam tarihi olan ondört senesine
tevafuk ediyor. Elbette bu tevafuk ittifakî değil belki tevfik edilmiştir. Madem ك ف َس
الْكَوْثَْرsekizyüzelliyedi
(857) makam-ı ebcedi makam-ı ebcedi ile dünyevi bir kevser-i
İslamiye olan İstanbul'un fethine ima eder. Elbette sekiz adet hurufatıyla zemzeme-i Kur’ânın
menba'ı ve o havz-ı Kevser-i İlahi’nin bir havzı ve en evvel ab-ı zemzeme-i Kur’ân ondan
nebean ettiği olan Mekke-i Mükerreme'nin sekiz senesindeki fethine tekerrürsüz harflerin
sekiz adediyle ve mükerrerlerin yine sekiz tekerrürüyle ve ’ الفin sekiz tekerrürüyle ve
' نونun sekiz tekerrürüyle beraber kendi sekiz harfi ile tarih-i feth-i Mekke olan sekiz
seneye bilittifak tevafukları şu fütuhatçı surede
120
ittifakı tesadüfî değildir. Belki tevfik edilerek kudsî bir işaret için rast getirilmiştir.
يارب بسر سورة الكوثر وبحرمة صاحب الكوثر.
اسقنا ورفقائنا من ماء الكوثر فى يومالمحشر امين.
[İhtar ve itizar] Yirmidokuzuncu mektubun sekizinci kısmının altıncı Remzi
unutulduğundan hem kısa surelerden bir nebze münasebat-ı tevafukiyeden bahs edildiğinden
en kısa sure olan Sure-i Kevser’e işaret olmakla beraber bahis açılmamış olduğundan
bilmecburiye cismen, kalben, fikren müşevveş hastalıklı ve kısa bir zamanda acele ile bu
remiz yazıldı. Elbette tabirat ve tafsilat cihetinde benim kusurlarım çok vardır. Lüzumsuz
tabirat içine girmiş. Fakat hatıra nasıl gelmiş öyle yazıldı. Tanzim ve tashihe lüzum varsa
başkası yapsın.
121
Tefsir-ül Mikyasta’ki adetler ile mukabele ettik. Çok yerlerde muhalif çıktık. Ezcümle Sure-i
Sebe'in hurufatı binbeşyüz (1500) diye tefsir yazmış. Halbuki tahkikatımızda üçbinbeşyüzdür
(3500). Hem Sure-i Kasas'ta kelimatı dörtyüzkırk (440) yazmış. Tahkikatımızda
bindörtyüzkırk (1440). Suret-ül Alak hurufatını yüz (100) yazmış. Tahkikatı- mızda yalnız
melfuzu ikiyüzden (200) geçer ve hakeza. Çok yerlerde muhalif çıktık. Sonra anladık ki
matbaa hatası olmakla beraber bazen Mekki surelerde Medeni âyetler girmiş. İhtimal o tefsir
surenin Mekkî âyetlerini nazara alıp kelimatı yazmış ki vakıa muhalif görünüyor. Bazen
kelimat-ı nahviyeyi dahi saymış. Bazen hurufat gayr-ı melfuz ve şedde ve tenvin dahil etmiş.
Bazen etmemiş. Her ne ise bu zata karşı kaç yerde tahkikatı bırakıp ona muvafakata mecbur
oldum. Fehme takrib için iki mikyas yaptım. O iki mikyasla bir derece surelerin kelimatı ve
hurufun adetleri takribi bir surette az bir zamanda anlaşılabilir. Birinci mikyas kelimat için
tam bir sahife takriben yüzden yüzelli kelimeye kadar çıkar. Yalnız Suret-ül Bakara
müstesnadır. Çünkü kırk sahifeden fazla olduğu halde kelimatı üçbindokuzyüz (3900)
yazılmış. Mikyasımızla beşbin (5000) küsur olmalı. Fakat o tefsire ittibaa mecbur oldum.
Kavi bir ihtimaldir ki o surede kelimat değil belki kelamlar ve
123
cümleler hükmündeki kelimeleri irade etmiş. Onun için mikyasımı onda tatbik etmedim. Sair
surelerde bu mikyas ile sırr-ı tevafukun medarı olan külli adetler anlaşılır. Kesirlerin ihtilafı
meselemize zarar vermez.
[İkinci Mikyas] hurufat için yaptım takribi her bir tam sahife beşyüzden (500)
altıyüze (600) kadardır. Bu mikyas ile surelerin takribi aded-i hurufu anlaşılır. İnşaallah
tevfik-i İlahi refik olsa her bir surenin hem kelimatını hem de hurufatını ikişer tarzda bir
derece tahkiki bir surette yazmasını niyet ediyorum. Hem kelimat-ı nahviye, hem kelimat-ı
örfiyeyi, hem huruf-ı melfuza, hem şedde, tenvin gayr-i melfuza ile beraber ayrı ayrı
yazılacak, fakat halim müsaadesiz vakit dar, ben de yalnızım. Hafızam kuvvetini gaib etmiş.
Böyle pek geniş hesabı ve adedi mesailde elbette çok yorgunluk verir. Çok da küsurat
düşebilir. Hatta bu listeyi hafız Tevfik şahittir ki bir günde dokuz (9) saatte mezkur iki mikyas
ile ve eski mahfuzatımla yazmıştım. Halbuki bu listenin tahkiki bir surette çıkması on günden
fazla bir zamana muhtaçtır.
124
Bu liste çendan bir derece takribidir. Fakat kesirlerin ihtilafına bakmayan tevafuk
esrarına ma’hez olabilir. Suret-ül Bakara kelimatı Tefsir-ül Mikyas üçbinüçyüz (3300) yazmış.
Biz üçbindokuzyüz (3900) yazmışız. Halbuki zahire göre her ikimizde noksan bırakmışız.
Fakat hakikat itibariyle her birimiz bir cihette haklıyız. Çünkü kelimat-ı örfiyenin iki
mertebesi var.
134
[Birinci Mertebesi] O kelime bir derece maksut bir manayı bir hükmü ifade eder.
Adeta ilm-i nahvca nakıs cümle hükmündedir. [İkinci mertebesi] Genişlikçe evvelki
(R.A.)
mertebeden aşağı fakat kelimat-ı nahviyeden yukarıdır. İşte İbn-i Abbas’a ve rivâyete
istinat eden o meşhur tefsir suret-ül Bakara’da birinci mertebe nokta-i nazarında hesap etmiş
ve buna işareten kelimat yerine kelamları demiş. Sair surelerin ekserisinde ikinci mertebe ile
hesap ettiği görünüyor. Benim eski mahfuzatım bu tarzdaki tefsirlerde ve riâyete istinat etmiş.
Şimdi ise El Bakara suresinin nahvî cümlelerini saydım onlar üçbinden (3000) geçti. Demek
birinci mertebedeki kelimat-ı örfiye üçbin (3000) küsur oluyor. Hem ikinci mertebe ile birinci
mertebe ortasında saydım. Üçbindokuzyüz (3900) küsur oldu. Hakikat-ı hal böyle olduğu için
matbaa ve müstensihlerin sehiv ve hatalarından başka o tefsiri esas kabul etmek lazım gelir.
Fakat beş altı mühim yerlerde ve on-onbeş cüz-i kesirli yerlerde ona muhalefet etmeye
mecbur oldum. Çünkü tahkikatımla anladım ki matbaa ve müstensihler sehiv etmişler. Her ne
ise bu listeyi yazmaya mecbur oldum. Çünkü tevafukat anahtarıyla açılan her bir mezaya-i
i'caziye ve esrar-ı Kur’âniyeyi kuvve-i hafıza vasıtasıyla mecmu-ı Kur’ândan çıkarmak benim
gibi hafız olmayan ve kuvve-i hafızası eski kuvvetini zayi eden bir ademe
135
çok müşkülat olduğundan kolaylık için bu fihristeyi yazdım. Fakat acele bir günde
yazıldığından takribi olmuş. İnşaallah bir zaman fedakar kardeşlarım muavenetle tahkiki bir
surette yazacakladır.
Gaflet gelse zarar vermez. O niyet olmazsa zarar vardır. Saniyen: Lafzullah'ın çok mühim
esrar-ı i'caziyesinden yalnız bize bir vasıta-i teşvik olarak ihsan edilen tevafuk kaidesiyle
münasebettar üç lem'a-i tevafukatı beyan edilecek şöyle ki: Lafz-ı Celal i'caz-ı Kur’âninin
kırk vechinden göz ile görünecek bir vechinin on cüzünden üç cüzü Lafzullah ve lafz-ı Rab
tevafukatıyla tecelli ediyor.
[Birinci Cüz] Yeni yazdığımız ve inşaallah yakında da tab edeceğimiz Kur’ân-ı
Azimüşşan’da bütün lafza-i Celal ve lafz-ı Rab gâyet istisna ile manidar tevafukla
muntazaman sıra ile birbirlerine bakmalarıdır. Hatta müteaddit yerlerde ehl-i kalb ve ehl-i
hakikat demişler: Bu tarz yazı Levh-i Mahfuz’un yazısına benziyor ve ona yakındır, diye
hüküm etmişler. Yalnız her şeyin bidâyeti, acemilik cihetiyle mükemmel olmuyor. Bu ise
birden yazdırıldı. Elbette tam tekellüfsüz mükemmel bir surette verdirilmedi Hal ve zaman
müsaadesiz sürat ve acemilik dolayısıyla fıtrî o sırr-ı tevafuk tamam gösterilemedi. İnşaallah
sonra tekmil ettirilecekdir. İkinci lafza-i Celal sırr-ı tevafuku şudur ki: Yirmisekizinci
mektubun dördüncü kısmında ve ayrı bir listede ispat ve beyan edildiği gibi lafz-ı Celal’in ve
kısmen lafz-ı Rab ile beraber surelerin âyetleriyle gâyet latif bir münasebet-i adediyeleri ile
bir nevi tevafukları var. Ezcümle Sure-i Bakara’nın âyetiyle
137
lafz-ı Celal’in adedi tevafuk ediyor. Sure-i Al-i İmran hakeza. Sonra acib bir nisbet-i adediye
ile ta nihâyete kadar nısf nısfa ve yarının yarısının yarısına ve hakeza, bir münasebetle
gidiyor. [Üçüncü Sırr-ı Tevafuk] Şimdi yazdığımız listede tezahür eder. İnşallah ben
mu'cizat-ı Ahmediye’yi (Aleyhisselatü Vesselam) yazdığım zamanda Ramazan-ı şerifde
okuduğum nüsha-i Kur’ânıma dikkat ettim. Sahifelerdeki lafz-ı Celal başka sahifelerde
münasebeti nazar-ı dikkatimi celbetti. O zaman kısmen işaretler vaz' ettim. Lafz-ı Rab bazı
yerde lafz-ı Celal ile beraber tevafuka medar olduğunu o zaman bilmemiştim. Şimdiki
yazdığımız Kur’ânda lafz-ı Rab, Lafzullah ile beraber kırmızı yazıldı. Noksan kalan sırr-ı
tevafuk tekmil etti. Zaten sure-i Mekkiye’de lafz-ı Rab dahi Lafzullah yerindedir. Bazı
surelerde ikisi beraber hüküm ederler. [Salisen] Ben yeniden cüz be cüz tetkik ettim. Her
cüzün içindeki o iki kelime-i mübarekenin münasebat-ı adediyesi ehl-i insafa kanaat verir ki
bunların bu vaziyet-i adediyesi, bu nev’ tevafukatı tesadüfî değildir. Bir irade-i gaybiye
tahtında vaziyet almışlar. Madem ümmetin elindeki en ziyade münteşir âyet berkenar denilen
mushaf-ı şerifin satırların mikyas en kısa sure olan Sure-i Kevser ve Sure-i İhlas olduğu gibi
sahifelerin mikyası dahi
138
uzun âyet olan âyet-i Müdaye’ne olduğundan şimdi sahaif-i Kur’âniyede tezahür eden lemeat-
ı i'caziye ve esrar-ı tevafukiye doğrudan doğruya Kur’âna aidtir. Beşere aid olamaz. [Rabian]
Şu listede o münteşir berkenar Kur’ânın sahifelerinin numaralarını da yazıp altında lafz-ı
Celal’in tekerrür adedini yazarak ta her sahifenin mukabilinde veya mukabilinin arkasında
veya arkasının mukabilindeki sırr-ı tevafuku anlaşılsın. Eğer lafz-ı Rab beraber ise bir ر
işareti konulacak. [Hamisen] İşarat-ül İ'caz, ve onuncu söz, ve yirmisekizinci mektub, ve
yirmi dokuzuncu söz risalelerinde Lafzullah işaret eden الفharfinin gösterdiği sırlar
Kur’ân-ı Azimüşşan’da Lafzullah’ın tevafuk sırlarından tereşşuh ettiğine ve ondan geldiğine,
ve ona işaret ettiğine, onun anlaşılmasına basamak olduğuna şimdi kat'i kanaatimiz gelmiştir.
[Sadisen] Kur’ân-ı Hakim’in satırlar başı her katib ve her matbaa için serbest kalmak
hususunda ve ümmet her tarzda Kur’ân yazmaya mezun olmak cihetiyle sırlara medar
edilmemiş. Onun için İşarat-ül İ'cazda ve onuncu sözde satırlar başlarındaki ’ الفler
tevafukatı Kur’ânın satırlarının başlarına bakmıyor. Çünkü Kur’ânın satırlarının başları sırra
medar olsa idi tahdit edilirdi. Ümmet yazı hususunda serbest kalamazdı. [Sabian] İsm-i Celal
ve ism-i Rab ekseriyet-i mutlaka
139
ile ve şüphe bırakmayacak bir tarzda mühim bir tevafuk göstermeleriyle beraber tam tamına
tevafuk etmemesi birkaç sebebten ileri gelmiştir.
[Birinci Sebeb] Bazen sahifenin âyetlerine bakar. Bazen sahifenin rakamına ve
kısmen cüzün adetlerine bakar. Mesela birinci cüz birinci sahifede bir ism-i Celal, sekizinci
cüzde sekiz adet ism-i Celal, onuncu cüzün başında on adet ism-i Celal, onbirinci cüzün
başında dahi onbir adet ism-i Celal var. [İkinci sebeb] İsm-i Celal’in tevafukatı-ı zahiriden
başka sırları vardır ki o sırlara binaen bazen münasebet-i nısfiye ile tevafuk ediyor. Bazen de
bir sahifede bir yaprağa mukabil oluyor. Bazen birer fark ile muntazaman iner veya terakki
eder. Mesela on sekizinci cüzde on, dokuz, sekiz sonra on, onbir, oniki geliyor. Bu zahiren
tevafuk noksandır, fakat birer fark ile başka bir letafeti katmak ile o noksanı telafi eder. Hem
bazen ism-i Celal ism-i Rab ile beraber sırr-ı tevafuka bakıyorlar. Bazen tevafukları ayrı
ayrıdır.
140
Mülahazat: Cay-ı dikkat dördüncü cüzün başında üç dokuz, üçüncü cüzün başında üç sekiz,
ikinci cüzün başında lafz-ı Rab ile üç altı kelimesi başka bir letafet gösteriyor.
142
[ Mülahazat ]
Her bir cüzde ayrı ayrı letafet-i tevafukiye görünüyor. Bazen de cüzlerin başı birbirine
bakıyor. Mesela beşinci cüzün ikinci sahifesi sekiz, altıncı cüzün başı yine sekiz, yedinci
cüzün başı yine sekiz, sekizinci cüzün başı yine sekiz, bazen bir cüzün nihâyet sahifesi diğer
cüzün baş sahifelerine bakıyor. Mesela onuncu cüzün ahir yaprağında bir dokuz var. On
birinci cüzün ikinci sahifesindeki dokuza bakıyor. Ve hakeza zahiri tevafuksuz hakikatte sırlı
ve gizli tevafuku var. Her bir cüzün kendine mahsus bir letafet-i tevafukiyesi var demiştik. Ez
cümle onuncu cüzün baş cüze muvafık on adet ism-i Celal geliyor. İki sahife sonradaki on
adede tevafuk ediyor. O iki on ortasında on iki ile sekiz düşüyor. O da iki on eder. çünkü
yaprak yaprağa bakıyor. Sonra ondan bire iner, iki dokuz gelir. Sonra on altıdan sonra bir altı
ile bir on gelir. Çünkü bir sahife bir yaprağa bakar. Sonra iki on ortasında bir yedi var. Sonra
dokuz ile beşten sonra on bir geliyor. Bir kenar mushafların bazı sahifeleri sık yazılmış
kelimatı çok bazı seyrek kelimatı az olduğu cihetle bir sahifede bulunması lazım gelen ism-i
Celal diğer sahifeye geçmiş. Onun
146
için deriz ki, on birden biri arkasındaki sekize gelse dokuz olur. Birer yaprak fasılaile iki
dokuza muvafık olur. Sonra iki sekiz ortasında bir altı bulunuyor. Hem mesela on birinci
cüzün başında on bir gelip cüzün adedini haber veriyor. Sonra iki dokuz geliyor. Sonra iki
yedi sonra latif bir tarzda üç altı yine üç altı geliyor. Sonra üç beş geliyor. Sonra sekiz sekiz
geliyor. Sonra üç beş geliyor. Sonra ism-i Rab ile beraber dört sonra dört ism-i Rab ile olsa
beş, ahirde yine beş, hem mesela on ikinci cüzde tevafuksuz bir tek var. Mesela, iki iki
ortasında bir beş bazen bir sahife yaprağa baktığı cihetle iki ile beş yedi, iki iki ortasında bir
yedi, sonra yine iki sonra üç, üç, üç sonra bir, bir sonra iki iki sonra üç ve ism-i Rab ile yine
üç sonra iki iki ortasında bir beş geliyor. Ism-i Celalin tevafukat adediyesi hem muntazamdır
hem manidardır. Fakat bir parça dikkat ister. Çünkü risalelerde görünen tevafuk gibi daima
sahife sahifeye bakmıyor. Bazen sahife nukabiline değil belki arkasına ve ya arkasının
mukabiline bakar. Bazen bir yaprak atlar, bazen bir sahife iki sahifenin mecmuuna bakar.
Mesela otuz beşinci sahifede on üç adet lafza-i Celal galir. Arkasında sekiz, sonra beş geliyor.
Demek o on üç (13) adet
147
bu iki rakama birden bakar ki o da on üç ediyor. Ve hakeza. Hem bazen bir sahife iki sahifenin
mecmuuna bakmakla beraber aynı surette iki adet gelir. Her biri onun bir cüzünü gösterir.
Mesela süre-i Tevbe’de yüzseksen (180) sekizinci sahifede on altı lafza-i Celal geliyor.
Arkasındsa altı geliyor. Altının arkasında on geliyor. Beraber yukarıdan okunsa on altı olur.
Tevafuk eder. sure-i Ahzab’ta yine dört yüz yirmi ikinci (422) sahifede on altı ism-i celal
geliyor zahiri tevafuk yok. Halbuki bir sahifede daha evvel on gelir ve mukabilinde altı var,
terkib edilse on altı olur tevafuk eder. hem bazen ism-i Rab ile beraber tevafuk eder. bazen
sahife sahifeye değil, yaprağa bakar. Hem bazen sahife rakamına bakar. Dokuz rakamı çok
defa sahife rakamına baktığı için tevafuktan çıktığını hissettim.
Elhâsıl: Bazı esrar-ı gaybiye için tevafukat şeklini değiştiriyor. Lafza-i Celalin en latif
cazibedar ve manidar bir tevafuku şudur ki başta Fatiha sahifesiyle beraber yüz elli bir (151)
sahifede elli bir (51) defa yedi ile sekiz geliyor.
148
Mülahazat: Yirmidördüncü cüzde bir cihetle on defa altı rakamı geliyor. Demek cüz yarısı
manidar altı rakamı ile gösteriliyor. Yirmidördüncü cüzün bu on defa altısı birbirini takip eden
sahife rakamındaki on defa altıya tevafuk ediyor. Bu latif tevafukun letafeti de şudur ki on
defa altı altmış eder. Altmıştan yetmişe kadar on defa altı geliyor, üç cihetle tevafuku vardır.
151
[ Mülahazat ]
İsm-i Celal ve ism-i Rab tevafukatı yalnız bir cihetle değil, belki müteaddid vücuhu
var. Hem tevafukat içinde latif nükteler var. Ez cümle yirmi sekizinci cüzde ism-i Allah beş
defa on bir (11), beş defa on (10), beş defa on üç geliyor. Beş defa on üç altmış beş olup ism-i
هوolmakla beraber sırrı tevafukta ve bilhassa انا اعطيناsırrında on beş defa on üç
adedi o sırrın keşfine medar olduğu gibi ism-i Celal’in Kur’ân’daki sırrı tevafukuna bir
basamak ve bir mukaddeme olan onuncu sözdeki elif tevafukatının medarı olan (dört, beş, üç,
altı) adetleri her biri o risalenin mecmuunda on üç defa gelmesi bu tevafuka manidar bir
(Hâşiye)
letafet daha katarlar. Hem ez cümle dördüncü cüz’ başında üç dokuz tevafuk edip sonra
iki beş ortasında bir on iki, beş ortasında bir dokuz, on bir, on iki, on üç, dört, dört, dokuz,
dört, dört, beş
(Hâşiye)
Onuncu sözün elif tevafukatı ile on sekizinci cüzün lafzullah tevafukatına zarif bir tevafuku
şudur ki: onuncu sözün beş adedi on üç defa tekerrür edip altmış beş هوolur. On sekizinci cüzde
َ
َ ل َ ا ِ ٰلdır.
َ ُه اِل ّ ه
lafzullah on üç adedi beş defa tekerrür ettiğinden altmış beş olup و
154
altı ki,lafz-ı هسوyü teşkil ediyor. Edna bir dikkatle bu cüzdeki lafz-ı Celal ne kadar
muntazam bir vaziyet aldığı görülür. Üçüncü cüz başında üç defa sekiz, sonra iki defa altı, bir
defa yedi, bir defa altı, yine iki yedi, iki defa dokuz, yine bir yedi, on iki, on bir, on üç, üç
defa sekiz, bir yedi ve bir altı. İşte bu cüzde tevafuk gâyet muntazamdır. İki muvafık
ortasında bir sahife, ya iki sahife fasıla olsa zarar vermez. Ez cümle cüz’ü evvelde birinci
sahife pek kısa olduğundan ondaki bir ism-i Celal ikinci sahifeye zımmi münasip bulunmakla
altı veyahut beş, altı ve beş adeta iki هوlafzını gösteriyor. Sonra iki seferden sonra Rab ismi
zım edilse yine iki defa dört, sonra yedi ile altı ve iki ile altı, yine yedi ve dört geliyor. Ortada
iki kalmak üzere her iki tarafında dört, yedi, altı gelmekle daha latif oluyor. Sonra sekiz ile
yedi, üç üç ve yine sekiz geliyor. Şu birinci cüzdeki ism-i Rab nadir gelmiş. Fakat gelen
miktar gâyet latif bir tevafuktadır. Mesela başta dört defa bir, sonra dört defa iki ve bir defa
beş tekerrür vardır. Hem mesela ikinci cüzde dahi ism-i Rab ism-i Celal ile beraber üç defa
altı geliyor. Sonra iki defa sekiz sonra iki defa yedi, ortasında iki, üç, sonra üç dokuz
155
ortasında bir on ve iki dokuz, ortasında bir yedi dokuz ile sekiz arasında sırlı adet olan on üç
sonra bir defa beş ve iki misli olan on ve o iki on ortasında bir sekiz geliyor. Şu halde
mukaddemede beyan ettiğiniz gibi bir iki sahife bazen iki muvafık ortasına girebilir. Bu
kaideye binaen bu ikinci cüzde tevafuksuz yalnız on üç adedi kalır. Zaten onun sırrı ona
kafidir. Tevafuk yerini tutuyor. En ahirki cüzü olan otuzuncu cüzdeki ism-i Rab gâyet latif bir
tarzda tevafuk ediyor. Mesela iki defa üç, iki defa iki, bir üç, iki defa bir, yine bir defa iki ve
üç ve bir defa beşten sonra bir ve iki, ve dört defa üç sonra bir ve iki, yine o cüzde ism-i Celal
adetleri bütün tevafukta yalnız bir defa üç zahiri tevafuksuz görünüyor. Başta dört defa bir,
ahirde ism-i Rab zımmiyle dört defa beş geliyor.
Hakiki ve itibari satırlarını bu baştaki ismin iki satır ilavesiyle bin üç yüz kırk iki (1342) de
mebde-i telifine ve inkar-ı haşre olan ladini siyasetinin ilanı ve ladini hurufunun resmen
kabulü tarihine bir tek fark ve bir قile الخره حسقmakam-ı ebcedisiyle hatta şu
risalenin sırf hakiki satırlarına başta el yazısı ile yazılan isim ve tenbihe aid yedi satır
ilavesiyle müellifin veladet tarihine tevafuk ediyor. Hem onuncu sözün latif tevafukat-ı
elifesindendir ki beş rakamı risalenin mecmuunda onüç defa olmaklaaltmış beş olup yine lafz
هسوteşkil etmekle beraber sure-i Ahiret olan Kevser’in hurufatına tevafuk ediyor. Hem
risaledeki altı rakamı on üç (13) defa olduğundan bu beş ile altı on üçte tevafuk ediyor. Bu iki
muvafakatler risaledeki üçlerin onuncu, ikinci, üçüncü suret ve hakikat kelimelerindeki elif
sayılmazsa en baştaki iki sahifenin iki üçleri ikişere iner. Yine on üç (13) defa olup o iki
muvafakatle o iki adede tevafuk ediyor. Bu üç mütevafık o mezkür elifler sayılsa dört rakamı
mecmu’ risalede on üç defa olup bu üç mütevafık o dört rakam ile on üçte yine tevafuk ediyor.
Elhâsıl: Beşler on üçer, altışar yine on üç (13), üçer yine on üç, dörder on üç (13), bu
159
Muzaaf tevafukları tesadüf zannedenler zannederiz ki insan suretindeki kör bir şey olmalı ki
kör tesadüfe bu hikmetli işi havale ediyor. Bu mübarek beş ile altı mukaddes Hüve lafzının
harfleridir ve o kutsiyetten aldıkları feyz ile İşaret-ül İ’caz’da yine harikulade vaziyetler
gösterdiler ve bu risalede beşlerin elifleri altmış beş olmakla Sure-i Kevser'in Besmele ile
beraber aded-i hurufuna tevafuk ile Kevser gibi Hüve olur. Altının elifleri yetmiş sekizdir. İki
altı tevafuka girmemiş. Bir altı on üç sahifede onuncu suret elifi sayılsa yedi olur. Demek
gayrı mutevafıkın sukutu ile beraber altı yediye çıkmakla elifleri altmış yedi olup Sure-i
İhlas’ın Besmele ile hurufatına tevafuk ediyor. Aynı Sure-i İhlas gibi lafz-ı Allah makam-ı
ebcedi cihetiyle tevafuk ediyor. Demek nasıl ki Sure-i İhlas اللُهسّٰ َّ ه اِل
َ ٰ ل َ اِلder. Lafz-ı
َّل َ ا ِ ٰله اِل
Allah’ı gösterir. Sure-i İhlas gibi altı cümlesine tevafuk ediyor. Altının elifleri َ
َ
ّٰاللُهس diye Allah’a işaret eder. hem nasıl ki Sure-i Kevser َ ُ ل َ ا ِ ٰل َهس اِل ّ هder. و
و َ ُ‘ هyi
َ
َ ل َ ا ِ ٰلder. Hüve‘yi gösterir.
َ ُه اِل ّ ه
gösterir. Öyle de beşin elifleri dahi و
[Hatime] Kanaatimiz geldi ki ehli ilhadın haşr-i Cismaniyi resmen inkar etmek
istedikleri
160
hengamda iktidar ve ihtiyarımızın haricinde Onuncu Söz yazdırıldı. Şimdi mürur-ı zamanla
her vakit mütealası lazım gelen onuncu söze bir lakayıtlık gelmekle beraber haşr-i cismaninin
bir şiddetli taarruza maruz bulunduğunu ima edip ikaz eden şiddetli bir surette inâyet-i İlahiye
nazar-ı dikkati Onuncu Söze bu garip tevafukla tekrar celb etti. Bu risalede tevafuka medar
olan bu beş, altı, dört, üç rakamlarının her birinin yekünü on üçte tevafuk etmeleri Onuncu
Sözün on üçüncü sahifesine bilhassa nazar-ı dikkati celb ettiriyor. O dört ile beş dokuz, üç ile
altı dokuz olmakla yine dokuzuncu hakikate nazar-ı dikkati celb ettiriyor. Evet on üçüncü
sahifedeki onuncu suretin temsil ettiği dokuzuncu hakikat Onuncu Sözün en kuvvetli, en
parlak, en mülzem bürhanlarından olduğundan ihvanıma bu hakikati ezber edinceye kadar
müteala etmelerini tavsiye ediyorum. Şu risalenin medar-ı tevafuku olan üç, altı, beş, dört
rakamlarının her birinin on üç olması bir Sure-i Ahiret olan Sure-i Kevser’in sırrına dair
altıncı remizde on beş defa tekerrür eden on üç adedine tevafuk etmesi bir işarettir ki Haşir
Risalesi Sure-i Kevsere tam bakar ve oradan emir alır. Ahirdeki (dört, altı, üç, beş) şu
rakamların tevafuksuz gelmelerinin sebebi bu rakamlar ahirde her biri
161
olduğunu göstermek için bilmecburiye birer birer kendi mütevafıkatıyla değil belki on üçteki
arkadaşlarıyla birleşmeye mecbur oldular. Hem altı ile arkasındaki üç kitabın hatimesindeki
altmış üç rakamına tevafuk etmek için tevafuktan çıkmışlar. Kitabın başında en evvel dört
rakamı dördüncü sahifede geldiği için ahirde en evvel o imza ediyor. Beş öteki
arkadaşlarından sonra işe giriştiği için o arkadaşlarından sonra on üç senedini imza ediyor. Bu
risalede elif tevafukatı bir kısım risalelerimizde asarı görünen geniş bir sırdan ileri geldiğine
kuvvetli bir delil İşaret-ül İ’caz’daki acip ve garip tevafukat-ı harfiye ve elifiyesidir ve pek
zahir bir bürhanı dahi Yirmi sekizinci Mektubun inâyet-i seb’a’sında yirmi sekiz elif fasılasız
gelmesi ve o mektubun numeru ve isim adedini göstermesi ve iki sahifenin birinci satırı
müstesna olup bütün satırları başlarında elif olarak birbirine muvafık olmasıdır. Nasıl ki
risalelerde kelime tevafukatı Kur’ân-ı Muğciz-ül Beyan’ın lafza-i Celal tevafukatına bir
basamaktı ve lafz-ı Kur’ân ve lafz-ı Rasul-i Ekrem Aleyhisselatü Vesselam o sırrın anahtarları
oldular. Öyle de İşaret-ül İ’caz’daki tevafukat-ı harfiye maksud-ı bizzat değildi. Belki Sure-i
انا اعطيناsırrına bir basamaktı. Şimdi bu Onuncu Sözün tevafukatı
162
müteselsilen tezahür edip neşr-i nur ederek intikal ede ede ta zuhur etemle kendinde cilveger
olmuştur. Hem mahiyet-i kutsiye-i Ahmediye (Aleyhisselatü Vesselam) Risale-i Miraçta kati
bir surette ispat edildiği gibi şu şecere-i kainatın hem çekirdeği aslisi hem en ahir ve en
mükemmel meyvesi olmuş. Öyle de hakikat-i Kur’âniye zaman-ı Adem’den şimdiye kadar
hakikat-i Muhammediye (Aleyhisselatü Vesselam) ile beraber müteselsilen enbiyaların suhuf
ve kitaplarında nurlarını neşr ederek gele gele ta nüsha-i kübrası ve mahzar-ı etemmi olan
Kur’ân-ı Azimüşşan suretinde cilveger olmuştur.Ve bütün enbiyanın usul-i dinleri ve esas
şeraidleri ve hülasa-i kitapları Kur’ân’da bulunduğuna ehli tahkik ve ehli hakikat ittifak
etmişler. Bu sırra binaen fetret-i mutlakanın zamanı ihraç edildikten sonra rivâyet-i meşhure
ile zaman-ı Adem’den kıyamete kadar eyyam-ı şer’iye ile tabir edilen yedi bin (7000) seneden
fetret-i mutlakanın zamanı tarh edildikten sonra altı bin altı yüz altmış altı (6666) sene kadar
din-i İslam’ın sırrını neşreden hakiakt-i Kur’âniye küre-i arzda ayrı ayrı perde altında neşr-i
envar edeceğine ayatın adedi işaret ediyor demektir.
[İkinci Esas] Malumdur ki küre-i arzın mihveri üstündeki hareketli gece gündüzler ve
medar-ı senevi üstündeki hareketiyle seneler hasıl oluyor. Güneşle beraber her bir seyyarenin
belki
164
sevabitin ve şems-üş şümusun dahi her birinin mihveri üstünde eyyam-ı mahsuselerini
gösteren bir hareketi medarı üzerinde deveranı dahi bir nevi seneleri gösteriyor. Halık-ı arz ve
semavatın hitabat-ı ezeliyesinde o eyyam ve seneleri dahi irae ettiğine delili şudur ki: Furkan-
ı Hakim’de
َ ما تَعُدُّو
ن َّ م
ِ ٍسنَة
َ فَ ْ مقْدَاُره ُ اَل َ ج اِلَيْهِ فِى يَوْم ٍ كَا
ِ ن ُ م يَعُْر َّ ُ ث
ٍسنَة َ ْ ن اَل
َ ف َ سيِ م ْ خ
َ ُ مقْدَاُره
ِ نَ ح اِلَيْهِ فِى يَوْم ٍ كَا ٰ َ ْ ج ال
ُ َ ملئِك
ُ ة وَ الُّرو ُ تَعُْر
gibi âyetler ispat ediyorlar. Evet kış günlerinde ve şimal taraflarında gurub ve tuluğ
mabeyninde dört saatlik gününden ve bu iklimde, kışta sekiz dokuz saatlikten ibaret olan
eyyamlardan tut ta güneşin mihveri üstünde bir aya yakın mahsus gününden tut ta
kozmografyanın rivâyetine göre رى ٰ ْشع َر ُّسtabiriyle Kur’ân’da namı ilan edilen ve
ِ ّ ب ال
şemsimizden büyük (şi’ra) namındaki diğer bir şemsin belki bin seneden ibaret olan gününden
dahi tut git ta şems-üş şümusun mihveri üstündeki elli bin sene (50000) den ibaret bir tek
yevmine kadar eyyam-ı rabbaniye var. İşte semavat ve arzın rabbi o şems-üş şümusun ve
şi’ranın halıkı hitap ettiği vakit o semavat ve arzın ecramına ve alemlerine bakan kutsi
kelamında o eyyamları zikreder ve zikretmesi gâyet yerindedir. Madem eyyamın lisan-ı şer’i
de böyle ıttılakatı vardır.
165
ilm-i tabakat-ül arz ve coğrafya ve tarih-i beşeriyet ulemasınca nevi beşerin yedi bin (7000)
sene değil belki belki binler sene geçirdiğini teslim de etsen Adem’den kıyamete kadar ömr-i
beşer yedi bin (7000) senedir olan rivâyet-i meşhuresinin sıhhatine ve beyan ettiğimiz altı bin
altı yüz altmış altı (6666) sene nur-ı Kur’ân hüküm ferma olduğuna münafi olamaz ve cerh
edemez. Çünkü eyyam-ı şer’iyenin dört saatinden elli bin (50000) seneye kadar hükmü ve
şümulü var. Fakat nefs-ül emirdeki eyyamın hakikati o rivâyet-i meşhurede hangisi olduğunu
şimdilik bu dakikada kalbime inkişaf ettirilmedi. Demek o sırrın inkişafı münasip değil.
َ
[Üçüncü Esas] ه ب اِل ّ ّٰاللُسس
َ م الْغَي ْسس
ُ ل َ يَعْل َسسŞu meselede şimdilik delilini
gösteremeyeceğim bir müddeayı beyan ediyorum. Şöyle ki şu dünyamızın bir ömrü ve şu
dünyadaki, küre-i arzın dahi ondan kısa diğer bir ömrü ve küre-i arzda yaşayan nevi insanın
daha kısa bir ömrü vardır. Bu birbiri içinde üç nevi mahlukatın ömürleri saatin içindeki
dakika, saniye saatleri sayan çarkların nisbeti gibidir. Nevi insanın ömrü küre-i arzın iki
hareketiyle hasıl olan malum eyyam ile olduğu gibi zi-hayatın vücuduna mazhar olduğu
zamanından itibaren küre-i arzın ömrü ise merkez-i irtibatı olan şems-üş şümusun hareket-i
mihveriyesiyle hasıl olan eyyam ile olması hikmet-i rabbaniyeden uzak
166
değildir. Şu halde nevi insanın ömrü yedi bin (7000) sene eyyam-ı ma’lume-i arziye ile olsa
küre-i arzın hayatına menşe’ olduğu zamandan harabiyetine kadar eyyam-ı şemsiye ile iki
yüz bin (200000) seneyi geçer ve şems-üş şümusa tabi’ ve alem-i bekadan ayrılıp küremize
bakan şems-üş şümusun işaret-i Kur’âniye ile her günü elli bin (50000) senelik olmasına
binaen yedi bin (7000) sene o eyyam ile yüz yirmi altı milyar (126000000000) sene yaşarlar.
Demek eyyam-ı şer’iye tabir ettiğimiz eyyam-ı Kur’âniyede bunlar dahil olabilir. Semavat ve
arzın halıkı semavat ve arza bakan bir kelamıyla semavat ve arzın sebeb-i hılkati ve çekirdek-i
aslisi ve en mükemmel ahir meyvesi olan Habib-i Ekrem Aleyhisselatü Vesselama karşı
hitabında o eyyamları isti’mal etmesi Kur’ân’ın ulviyetine ve muhatabının kemaline yakışır
ve aynı belagattir.
عنْد َ ّٰالل
هِ والله اعلم با سرار كتابه ُ ْ وَالْعِل
ِ م
___________ ___________
_________________
(Hâşiye)
Bu hesap Şamlı Hafız, Kuleönünde Mustafa ve arkadaşı Hafız Mustafa’nın şehadetiyle bir
dakika zarfında ezber yazılmıştır. Sene üç yüz altmış (360) gün hesabına göredir. Kusur var ise
bakılmamak gerektir.
167
[Sure-i İhlas] da elif beş, vav beş, dal beş olarak birbirine tevafuku ve Lafzullah’ın
beş harfine muvafakati ve (he dört, mim dört, nun dört, tenvin dahi nun olarak birbirine
tevafuku ve surenin dört âyetine muvafakatı hem üçü lam’ın on iki adedine mutabakatı ve
sakin elif iki ve kef iki ve ha iki olarak birbirine muvafakatı ve iki defa Lafzullah ve iki kere
ehad adedine tevafuku elbette sure-i İhlas’ın kutsi ve nurani harflerinin intizamına bir letafet
ِ ِ ن الَّر
daha katarlar. Sure-i İhlas’ta حيمس ٰ ْ ه ِس الَّر
ِ حم سم ِ ّٰالل
ْ ب ِسmakam-ı ebcedisi bin yüz
seksen üçtür (1183). Eğer şeddeli iki ra, her biri iki ra sayılsa ve sakıt hemzeler sayılmazsa
eğer bir lam bir ra olsa yedi yüz seksen üç olur. Birinci hesapta sure-i İhlas’ın adedine bin
üçte muvafıktır. Bu iki muvafık bin besmele ism-i azam hükmünü verdiğine ima’ ve sure-i
İhlas’ın hatme-i hassesi olan bin adedine işaret ve bin (1000) esma-i İlahiyeye telvih ve bin
(1000) İhlas-ı şerifte ism-i azam hâsiyeti verdiğine Remiz eder. Hatta çoklar aynı ism-i azam
demişler, yani ism-i azamın mufassal bir suretidir. Üç adet ise hadisin rivâyetiyle üç İhlas bir
hatme-i Kur’âniye hükmünde olduğuna binaen ekser umur-ı mübarekede sure-i İhlas’ın üç
defa tekrar edilmesini ima etmekten hali değildir. Şu sure-i
169
İhlas’ın bin üç adedi üç defa tekrar sırrıyla üç bin dokuz (3009) olmakla muhakkikince
Kur’ân’ın esrarını cami’ olan sure-i Kevser’in üç bin adedine tevafuk etmesiyle mühim sırları
ihtar eder. sure-i İhlas’ın en latif bir nükte-i tevafukiyesi şudur ki Kur’ân’ın üç esasından en
mühim esası olan tevhidi ilan hususunda en cami’ bir tarzda olduğuna imaen besmele ile sure-
i İhlas’ın aded-i hurufu olan altmış yedi (67) Lafzullahın altmış yedi (67) aded-i ebcedisine
tevafuk etmekle beraber Lafzullahta sakin elif كُفُوًاde tenvin sayılmazsa her biri altmış altı
olup ayat-ı Kur’âniyenin dört mertebesi olan altı adetlerine iki mertebe ile tevafuk etmekle
sure-i İhlas’ın camiiyeti ve lafz-ı Allah’ın ism-i cami’ ve ism-i azam olduğunu imadan hali
değildir. Sure-i İhlas altı cümle olup üçü müspet, üçü menfidir. Lemeatta beyan edildiği gibi
altı mertebe-i tevhidi ispat ve altı enva-ı şirki nefi etmekle beraber i’caz-ı Kur’ân risalesinin
birinci şulesinin birinci şuaında beyan edildiği üzere bu altı cümle her biri umumuna hem
delil hem netice olduğundan sure-i İhlas’ta tevhide dair berahin-i silsile ile müdellil otuz sure-
i İhlas kadar içinde otuz emsali münderiç olduğuna binaen sure-i İhlas ne kadar safi ve halis
bir bahr-ı tevhid olduğunu ima’ eder.
170
[Sure-i Felak] Elif altı, kaf altı, lam altı, olarak birbirine tevafuku ve besmele ile altı
adet âyetlerine muvafakatı sin üç, şın üç, dal üç, fe üç birbirine tevafuku ve evvelki üçler ile
nısfiyet cihetinde muvafakatı ve birbirine merbut şu üç surenin adedine mutabakatı ve (mim
beş olup beş âyetine muvafakatı şu surenin celalli hurufatına bir cemal daha katarlar. Sure-i
Felak aded-i hurufatı doksan dokuz (99) esma-i hüsnanın adedine tevafuk sırrıyla bütün esma-
i hüsna ile bir istiaze-i camia hükmünde olduğunu ima ederek [elfelakın] hurufatının ebced-i
makamı olan on bin iki yüz küsur olmakla Fatiha-i şerifenin dahi hurufatının ebced-i makamı
olan on bin iki yüz on iki adedine tevafuk etmesiyle her bir sure umum sureler ile
munasebettar olduğunu ima eder.
[Sure-in Nas] harflerinin birer adet fark ile muntazaman birden on ikiye kadar terakki
(Hâşiye-1)
etmesi mesela (kaf bir, he iki, ha üç, ye dört, ra beş , besmeledeki mimler beraber altı
(Hâşiye-2)
âyetin adedine muvafık olarak (mim altı, vav yedi, sakin elif sekiz, nun dokuz , sin on,
(Hâşiye-3)
elif on bir lam on iki kelimesi ve
_____ _________________
[ ]شرdeki [ ]رbir olmak cihetiyledir.
(Hâşiye-1)
_____ _________________
[ ]الخناسdeki nun bir sayılsa [ ] الجنةdeki iki sayılsa dokuz olur. Yoksa sakin elif gibi
(Hâşiye-2)
Sure-i İhlas’ın on iki lam’ına muvafakati ateşin hurufatına bir ışık daha katarlar. Kur’ân’ın
âhir ki suresi olan sure-i Nas’ın aded-i hurufatı yüz dört olmakla yüz dört (104) suhuf ve
kütüb-i enbiyanın adedine tevafuk etmekle Kur’ân-ı Hakim umum suhuf-ı enbiyanın
esaslarının cami’ olduğuna gizli bir imadır. Ebcedi hesabıyla şu surenin aded-i hurufatı beş
bin beş yüz elliden bir noksandır. (5549) Bu adet sure-i Felak ile Fatiha’nın nısfı olmakla
beraber ima ettiği sırları şimdilik izah edemiyoruz.
[Fatiha-i Şerife] hurufatının ebcedi hesabı olan on iki bin iki yüz on iki (12212) adedi
ise mecmu’ Kur’ân’da hem be, hem te, hem ye, on bir bin (11000) adetlerine tevafuk
etmesiyle beraber başka sırları gösteren küsurattan sarf nazar edilmiştir. Fatiha’nın on bin
(10000) huruf adedini yedi âyetine darp etmesiyle mecmu’ kelimat-ı Kur’âniye adedi olan
yetmiş bine (70000) muvafık gelmesiyle ehli hakikat indinde muhakkik ve hadisçe musaddak
olan Fatiha Kur’ân kadardır ve Kur’ân Fatiha’da münderiçtir ve bu indiraç sırrına binaen
ِ ۪ َن الع
Fatiha tenzilde ظيمس ْ مثَان ِسى وَالْقُْرا ِس
َ ْ سبْعَ ال
َسnamıyla teşhir edilmiş diye olan
meşhur hükmün ispatını ima ve ihtar eder. Sur-ı Kur’âniyenin başlarında olan mukattaat huruf
gâyet manidar ve esrarlı bir şifre-i İlahiye olduğu gibi Fatiha hurufatı belki Kur’ân’ın umum
hurufatı dahi kutsi ve ayrı ayrı
172
mütenevvi’ binler ilahi şifreler olduğunu yedinci, sekizinci remizlerde işaret edilen sırlar ve
tevafuklar te’yid ediyorlar. Fatiha-ı Şerifenin hurufatı yüz otuz (130) ve kelimatı bir hesapla
otuz altı (36) ve bir cihetle otuz olarak otuz cüz-i Kur’ân’a fihriste cihetiyle Kur’ân Fatiha’da
bulunduğuna ima eder. besmele şafi mezhebince her bir surenin bir âyeti olduğu gibi
Fatiha’nın da bir âyetidir. Hanefice besmele Fatiha’nın cüz’ü değil. Bahsimizde iki mezhebe
riâyet edeceğiz. Harflerin adedi budur. Besmele ile hemze denilen müteharrik elif on sekiz
(18) ‘dir. Sakin elif on üç (13) ‘tür. lam yirmi üç (23) tür, mim on beş (15) tir, ra sekiz (8) dir,
ayn altı (6) dır, nun on bir (11), ye on altı (16), he beş (5), be beş (5), ha beş (5), dal dört (4),
vav dört (4), te üç (3), kef üç (3), sin üç (3), sad iki (2), dat iki (2), tı iki (2), gayın iki (2), kaf
iki (2), zel bir (1) ] Besmelesiz Fatiha’da hemze denilen elif on dört (14), sakin elif on bir (11)
dir. Lam on dokuz (19), mim on iki (12),nun on (10), ra altı, ayın altı, ya on beş (15), he dört,
be dört, dal dört, vav dört, ha üç, kef üç, ta üç, sin iki, sad iki, dad iki, tı iki, gayın iki, kaf bir,
zel birdir. Fatiha’da besmele ile hemze olan elif on sekiz olup on sekiz bin (18000) alemin
adedine tevafuk-ı işaretiyle her bir harfi her bir alemin anahtarı olduğuna ima etmekten hali
değildir ve hemze ile sakin elif سم ِ ْ ِ بdeki gizli hemze sayılmamak şartıyla otuzdur. Otuz
cüz-i Kur’ân’a Remzeder.
173
nuzülüne ima etmek o kutsi harflerin şe’nindendir ve (dal dört, vav dört olup hem birbirine,
hem dal’ın ebcedi makamına tevafukla beraber mecmuu sekiz defa tekerrür eden ra ya
muvafakatle besmele beraber Hanefi mezhebince Fatiha’nın sekiz âyetine ra gibi işaret edip
dörder rekat namazda dört Fatiha vücubunu ve dörtlükle iştihar eden çok mühim dörtlere ima
ederler. (te üç, kef üç, sin üç olup birbirine tevafukla beraber te üç defasıyla bin iki yüz (1200)
sene kadar Kur’ân’ın galibane vaziyetine işaret ve ondan sonra alem-i küfrün galebesine ima
etmekle beraber bin iki yüz (1200) sene kadar Kur’ân’ın galibane fütuhatı-ı devamına ve
ondan sonra tedafi’ vaziyetine girmesine işaret eden مبِين ًسا َ حنَال َس
ً ك فَت ْس
ُ حا ْ َ اِن َّسا فَتâyetine
Fatiha’nın şu ta’sı onun adedi ile tevafuk ederek aynı işareti veriyor. Kef’in ebcedi makamı
yirmi olup üç tekerrürü üç sayılsa yirmi üç olur. Nüzul-i vahyin yirmi üç senesine tevafuk
ediyor. sin ebcedi makamı altmış olup üç tekerrürü üç sayılsa medar-ı vahiy olan zat-ı
nebevinin ömrüne tevafukla beraber çok sırları imadan hali değildir. Besmelesiz (sin iki, sad
iki, dat iki, tı iki, gayın iki olup birbirine tevafukla beraber Fatiha besmele ile beraber iki defa
lafzullah iki kere Rahman, iki kere Rahim, iki kere ك اِيَّا َس, iki ط ٍ صَرا ِ سسiki م ْ ع َلَيْهِس
müsenna olarak َ ْ سبْعَ ال
مثَانِى َ de
175
ikişer adetlerine muvafakat-i işaretiyle Fatiha’nın iki defa nuzülünü ve Kur’ân’ın hem
evvelinde, hem ahirinde iki kere vücub-ı tilavetini ve her umur-ı hayriyenin hem başında hem
ahirinde iki kere sünnet-i kıraatini ima ederler. Ayın altı, besmelesiz ra’nın altı adedine
muvafakatle beraber altı rükn-i imani gibi İslam ıstılahatında mühüm çok altıları ima eder.
fatiha harflerinin latif tevafukat ve zarif işaretlerinden başka çok letaif-i bediiyeleri var.
Ezcümle sure-tün Nas gibi harfleri birer adet farkla birden on dokuza kadar terakki ediyorlar.
Mesela kaf bir, gayın iki, kef üç, vav dört, he beş, ayın altı, ra sekiz, besmelesiz nun on, sakin
elif on bir, besmelesiz mim on iki, besmele dahil olsa sakin elif on üç, besmelesiz hemze on
dört, ye on beş, besmele ile ye on altı, ِسم ْ ب ِسdeki gizli hemze on yedi sayılsa on sekiz,
besmelesiz lam on dokuzdur. Altı ism-i azam adediyle ِ ِ ن الَّر
حيمس ٰ ْ ه ِس الَّر
ِ حم سم ِ ّٰالل
ْ ب ِس
adedine tevafuk ediyor.
َ
َ ّ م لَنَا اِل
ما َ ْ عل
ِ َك ل
َ َ حان ُ خطَاْنَا
َ ْ سب ْ َ سينَا اَوْ اِ َن ن ِ َربَّنَا ل َ تُوا
ْ ِ خذ ْنَا ا
َ
م
ُ حكِي َ ْ م ال
ُ ت الْعَلِي َ ْ ك اَن
َ َّ متَنَا اِن
ْ ّ عَل