Professional Documents
Culture Documents
İLK ÜÇ YIL
Ocak 2011
ÇANKAYA’DA İLK ÜÇ YIL
BASKI
Pulat Matbaası
Tel. : +90 (312) 257 46 59
Faks : +90 (312) 257 46 59
FOTOGRAFLAR
Ocak 2011
www.tccb.gov.tr
2
ÇANKAYA’DA İLK ÜÇ YIL
TAKDİM
denetiminden uzak olacağı anlamına gelmiyor. SDE olarak görev süresinde üç yılı-
3
ÇANKAYA’DA İLK ÜÇ YIL
rarası ilişkiler Koordinatör Yardımcısı Doç. Dr. Murat Çemrek ise, Cumhurbaşka-
4
ÇANKAYA’DA İLK ÜÇ YIL
nı Gül’ün AB ve Orta Asya ile İlişkilerin geliştirilmesindeki rolünü iki ayrı yazıda
değerlendiriyor. Türkiye’nin yeni dönem dış politikasının şekillenmesinde Arap
dünyasına yönelik açılımların çok önemli bir yeri bulunuyor. Kuşkusuz bu ilişkile-
rin gelişmesinde Cumhurbaşkanı seçildiği güne kadar Dışişleri Bakanlığı görevini
yürütmekte olan Gül’ün önemli bir rolü olmuştur. Gerek Dışişleri Bakanlığı göre-
vinde gerekse Cumhurbaşkanı seçildiği tarihten itibaren Arap dünyasında oluşan
yeni Türkiye’nin görünümünü, uzun süre Arap ülkelerinde yaşayarak buralardaki
Türkiye algısını inceleyen SDE uzmanlarından Sosyolog Doç. Dr. Ahmet Uysal ak-
tarmaya çalıştı.
Çalışmada Suriyeli Dr. Velid Rıdvan, Amerikalı Prof. S. Waleck Dalpour, Mısırlı Dr.
Kamal Habib ve Prof. Beril Dedeoğlu’nun da kısa değerlendirmeleri yer alıyor.
SDE olarak Türkiye’nin yöneticileri ve yönetim sistemi hakkında da bu tarz çalış-
maların hazırlanmasının sivil denetim sorumluluğu çerçevesinde çok önemli ol-
duğu inancıyla diğer önemli kurum veya temsil makamları hakkında da akademik
çalışmalar yayınlayacağımızı bu vesileyle duyurmak istiyoruz.
Ocak 2011
5
ÇANKAYA’DA İLK ÜÇ YIL
İÇİNDEKİLER
Özet / 7
Katkıda Bulunanlar / 95
Ocak 2011
6
ÇANKAYA’DA İLK ÜÇ YIL
ÖZET
7
ÇANKAYA’DA İLK ÜÇ YIL
8
ÇANKAYA’DA İLK ÜÇ YIL
Bir ülkenin doğal ve insan kaynaklarının inkişafında birçok faktör arasında top-
lumsal liderlik kurumunun çok özel bir yeri vardır. Sosyolojik yaklaşımlar uzun süre
bu kurumun önemini yeterince önemsememişler çünkü toplumsal gelişmenin bir
kişinin liderliğine indirgenemeyecek kadar nesnel temelleri olduğunu kabul et-
meye eğilimli olmuşlardır. Buna göre belli sosyolojik şartları sağlamamış bir toplu-
mun salt bir liderin marifetiyle kalkınması düşünülemez. Çünkü ülkenin kalkınma-
sı veya tarihsel rolü çok daha karmaşık altyapısal unsurun tamamlanmasıyla ilgili
olarak görülür. Bir liderin bütün bu sosyolojik unsuru tek başına bir araya getirme-
si düşünülemez. Oysa liderlikle ilgili yeni veriler ve çalışmalar sosyal bilimlerin bu
konuya hak ettiği yeri vermemiş olduğu eleştirisinde birleşirken başarılı bir liderlik
olayının bir ülkenin kalkınmasına zannedildiğinden çok daha fazla katkıda bulu-
nabileceğini öğretiyor. Belki de bu durumun en iyi örneğini bulabileceği yerlerden
birisi Türkiye’dir.
tiyaç duyduğu diğer manevi, sosyal ve kültürel motivasyonları ifade eder. Sadece
9
ÇANKAYA’DA İLK ÜÇ YIL
maddi girdileri sağlamakla başarılı bir kalkınma düzeyi yakalanamaz. Burada mad-
di kaynakları en yüksek verimlilikte harekete geçirecek zihinsel, duygusal ve ma-
nevi kaynaklara da ihtiyaç vardır. Aynı zamanda bu motivasyonun sadece bireysel
ihtiraslarla insanları birbirinden koparan ve bu yolla verimi düşüren bir etkiden
uzak, aksine insanları birbirine daha fazla yaklaştıran bir temelde olması gerekli-
dir. Hiçbir baskı olmaksızın insanları belli duygu ve heyecan ile bir amaç etrafında
toplayan her türlü duygusal unsura toplumsal sermaye denir. Burada “güven” tesis
eden her türlü sosyal bağ, motivasyon ve heyecan gibi duygular sosyal serma-
yenin en önemli kaynaklarını oluştururken, karizmatik bir liderliğin de bu yönde
önemli bir toplumsal sermaye rezervini oluşturduğunu söyleyebiliriz.
Liderlik kurumuyla halk arasındaki kopukluk, devlet-millet bütünleşmesinin önün-
de ciddi bir engel oluştururken, buna mukabil halkla kaynaşmış, halkın bağrından
çıkıp halkına yabancılık çekmeyen bir liderlik ise ülkenin gelişimine önemli katkılar
sağlar. Türkiye tarihi bunun en mükemmel örnek-
lerini bize sağlar. Bu tür liderliğin ortaya çıkışının
en iyi zemini ise demokrasidir. Nitekim Türkiye’de
demokrasinin görece iyi işlediği dönemlerde hal-
kın toplam enerjisinin ülke kalkınmasına hızla
dâhil olduğu ve devlet ile özdeşleşme seviyesinin
de orantılı olarak pekiştiği söylenebilir. Buna mu-
kabil, demokratik süreçlere yapılan müdahalelerin
ilk etapta toplumsal liderliğe vurduğu darbeler
dolayısıyla devlet ile halk arasında bir ayrışmaya
da yol açtığı görülür. Devlet ile halkın ayrışması
ülkenin gayrı safi toplumsal sermayesinde ciddi
bir düşüşün kaydedilmesini de beraberinde geti-
rir. Burada toplumsal sermaye yoksunluğu en başta sadece devlete ve kurumlara
yönelik değil aynı zamanda insanların da birbirlerine yönelik güven ilişkilerinin
zedelenmesi ile kendini en alt seviyelerde bulur.
Demokratik süreçlerin doğru dürüst işlemediği, dolayısıyla toplumsal liderliğin
temsil işlevini yerine getiremediği durumlarda, devlet kendini halkın belli bir ke-
simine dayandırarak var ettiği için geriye kalan kesimlerle güven ilişkisini kaçınıl-
maz olarak zedeleyen bir tabakalaşma modeli ortaya çıkar. Türkiye demokrasisi
askeri, yargısal ve diğer bürokratik vesayetlerin yönlendirmesi altında bulunduğu
dönemlerde, bu yanıyla toplumda özlenen güven ilişkilerinin güçlü bir toplumsal
sermayeye yol açacak düzeyde bir toplumsal liderkil örneği geliştiremedi. Düzenli
olarak yapılan güven endeksi araştırmalarında 1990’lı yılların sonu ile 2000’li yılla-
Ocak 2011
10
ÇANKAYA’DA İLK ÜÇ YIL
11
ÇANKAYA’DA İLK ÜÇ YIL
12
ÇANKAYA’DA İLK ÜÇ YIL
kuşku yok. Özal’dan sonra yaşadığı ciddi lider yoksunluğundan hemen sonra Re-
cep Tayyip Erdoğan, Abdullah Gül ve Ahmet Davutoğlu’nun şahsında bir bakıma
bir liderlik bolluğu yaşayan Türkiye, liderliğin bir “toplumsal sermaye” olarak ne
kadar güçlü bir kaynak oluşturabildiğini de göstermiştir.
Üç yıl önce seçilişi Türkiye’de nadiren ortaya çıkan bir mutabakat oranı ve tarzıyla
gerçekleşmişti Gül’ün. Ama aynı oranda da yine belki hiçbir selefinin seçiminde
görülmeyen bir direnç ve muhalefetle de karşılaşmıştı. Her ne kadar eski seçilme
usulünün (TBMM tarafından seçilen) son temsilcisi olsa da, seçilişi selefleri arasın-
da halkın azami derecede seçim sürecine katıldığı bir biçimde gerçekleşmişti. Bu
arada seleflerinin hiç biri hakkında seçilirken o kadar çok “tarafsızlık” kuşkusu veya
Ocak 2011
13
ÇANKAYA’DA İLK ÜÇ YIL
14
ÇANKAYA’DA İLK ÜÇ YIL
örneklerle doludur. Cemal Gürsel, Cevdet Sunay, Fahri Korutürk, Kenan Evren ve
Ahmet Necdet Sezer bu bağlamda son 40 yılın tipik örnekleridir. Hiç biri siyasi bir
süreçten gelmemiş olan bu isimlerin cumhurbaşkanlıkları toplumun kendi imajını
kolaylıkla özdeşleştirebildiği isimler olmaktan uzak kalmışlardır. Özellikle sonun-
cusunun temsil iddiası taşıdığı tarafsızlığın yücelttiği “devlet” toplumun yaşamak-
ta olduğu gerilimlerin hiç de uzağında değildi. Devlet ve toplum gerilimini göre-
meyen bir yaklaşımla ve devlet adına hiçbir diyaloga ve tartışmaya girmeksizin
devletin otoriter söylemini uygulamaktan ibaret bir tarafsızlık. Bunun toplumdaki
karşılığının giderek artan bir toplum-devlet karşıtlığı olarak temayüz etmesi kaçı-
nılmaz oldu. O yüzden Sezer’in hiçbir şekilde halkla diyaloga girmeye yanaşmayan
mesafeliliği, duruşuna bir tarafsızlık görüntüsü katmaya yönelik bir taktik olarak
anlaşılsa da birçok makama yaptığı atamalarda yaptığı tercihler siyasi konumunu
iyice tarafgir kılıyordu. Görev yaptığı süre içinde tek başına yaptığı atamaların bü-
yük çoğunluğunu çok dar ve marjinal bir
kesimden seçerek yaptı. Atamasını yaptı-
ğı kişiler hakkında özel hayatlarına kadar
inen soruşturmalarla aradığı profil toplu-
mun önemli bir kesimini hedef alan dış-
layıcı bir yaklaşım sergiliyordu. Bu haliyle
toplum içinde dışladığı toplumsal kesim-
ler tercih ettiklerinin yanında çoğunluğu
temsil ediyordu. Atadığı hiçbir rektörün
eşi başörtülü değildi mesela. Diğer ma-
kamlara atadıkları arasında da eşi başör-
tülü birinin olmamasına özellikle dikkat
gösterdi. Çok az açılışa katıldı ve bunlar
arasında tercih ettiği bir katılım dönemin
en marjinal ve hükümet karşıtı yayınlarıyla bilinen Kanaltürk TV’nin açılışıydı. Son-
radan kanalın sahibi olan Tuncay Özkan faaliyetleri dolayısıyla Ergenekon’dan tu-
tuklanacaktı.
Sezer’in Cumhurbaşkanlığı dönemi temsil ettiği makamın kilit rolü dolayısıyla top-
lumda ciddi anlamda bir liderlik sorunu duygusu yaratıyordu. Başbakan’ın baskın
kişiliği ve faaliyetleri dolayısıyla bir liderlik boşluğu olmasa da onu kısıtlayan bir
negatif unsur olarak temayüz ediyordu. Son dönemlerinde önayak olduğu veya
desteklediği Cumhuriyet mitingleri dolayısıyla toplum içindeki sert bir çatışmada
açık taraf olmaktan çekinmeyerek işgal ettiği makamın birleştirici ve kaynaştırıcı
rolünden alabildiğine uzaklaştı.
Belki siyasi süreçlerden nispeten daha fazla geçerek gelmiş olan 9. Cumhurbaşkanı
Ocak 2011
15
ÇANKAYA’DA İLK ÜÇ YIL
ve peşin bir temsil ve tarafsızlık algısını görev süresince şaşırtıcı bir hızla tükettiği
ve sonuçta tamamen otoriter bir devlet adamına dönüştüğü söylenebilir. Kamu
vicdanında kesinlikle mahkûm edilmiş olan 28 Şubat sürecini meşrulaştırma, sa-
vunma hatta önayak olma boyutu bir zamanlar önemli bir halk desteğini arkasına
almış deneyimli bir siyasetçinin basitçe halkına sadakatsizliği olarak algılandı.
16
ÇANKAYA’DA İLK ÜÇ YIL
17
ÇANKAYA’DA İLK ÜÇ YIL
Bunun için önceki Cumhurbaşkanının özellikle 1915 olaylarına dair Türk resmi tari-
hine nazaran farklı fikirlerinden dolayı arayıp tebrik etmeyi bile reddetmiş olduğu
Nobel Ödüllü edebiyatçı Orhan Pamuk’u da (Pamuk gelemediyse de) davet etti.
Bu çerçevede sanatçılarla olan buluşmaya Orhan Gencebay, Zara, Sertab Erener,
Mazhar Alanson, Neşet Ertaş, Ahmet Özhan ve Devlet Opera ve Balesi Genel Mü-
dürü Rengim Gökmen davet edildi. Bir davette de Gül tarihçilerden Halil İnalcık,
İlber Ortaylı ve Yılmaz Öztuna ağırlandı. Bir başka davette de Adalet Ağaoğlu, Se-
lim İleri, Hilmi Yavuz, Doğan Hızlan, Elif
Şafak ve Rasim Özdenören ile bir araya
gelen Cumhurbaşkanı Gül, konuklarıyla
hem sanat, tarih ve edebiyat ama aynı
zamanda ülke meselelerini de konuştu.
Yanısıra daha önceki Cumhurbaşkanları
döneminde de hiç ihmal edilmeyen bel-
li günlerdeki köşk resepsiyonlarında da
Gül döneminde gözle görülür bir çeşit-
liliğe ve toplumun her kesiminin temsil
edilmesi dikkat çekti. Bu yanıyla yine
kendisinden önce ancak Özal zamanın-
da yakalanmış olan bir uygulama ve yak-
laşım biçimini canlandırmış olduğu söy-
lenebilir. Bu anlamda gerek köşk resepsiyonlarına gerek bu tür kabullerde davet
ettikleri arasında bir çeşitlilik gözettiği görülüyor. Gerçi bu tür davetlerin yapılışın-
da bir bakıma referans alınan Atatürk ve Özal örneklerine nazaran daha seremon-
yal ve süreksiz kaldığı eleştirisi de yapılabilir. Bu sohbetler üzerinden sürekli bir
istişari kanal oluşturmak yerine Cumhurbaşkanlığı makamı açısından birleştiricilik
ve kucaklayıcılık mesajı verilmesi daha fazla önemsenmiş görünüyor.
18
ÇANKAYA’DA İLK ÜÇ YIL
19
ÇANKAYA’DA İLK ÜÇ YIL
Diğer yandan hükümetin bugün kendi bünyesinden gelen bir Cumhurbaşkanı ile
çalışıyor olması nedeniyle Cumhurbaşkanının kendi tarafsızlığını kanıtlamak için
gerekli gereksiz müdahaleler yapmak yerine dengeli bir mesafeyi koruyor olduğu
söylenebilir. Bu durumun hükümeti ve başbakanı geçmiş döneme nazaran çok
rahatlatmış olduğu ve hükümetin Gül’ün Cumhurbaşkanlığı döneminde daha
etkili ve kendi programı ölçüsünce daha başarılı bir biçimde çalıştığı da bir ger-
çektir. Ancak bir başka gerçek de Gül’ün Cumhurbaşkanlığındaki gözle görülür
fark yaratan performansında da kendisiyle uyum içinde çalışan bir hükümetin çok
önemli bir payı olduğu da altı çizilmesi gereken önemli bir gerçektir. Bunu an-
lamak için neredeyse bütün selefleri arasında muhtemelen Celal Bayar’dan beri
hiçbir dönemde yakalanmamış bir uyumun Gül döneminde yakalanmış olduğunu
hatırlamak gerekiyor. Gerçekten de parti ve
Cumhurbaşkanlığının iç içe çalıştığı Atatürk
ve İnönü’den sonra serbest seçimlerle Bayar
ve Menderes arasında gerçekleşen parti ve
Cumhurbaşkanlığı uyumu neredeyse 1960
İhtilali’nden itibaren hiçbir dönem yaşan-
mamış bir durumdu. Bu açıdan Gül’ün Cum-
hurbaşkanlığı, arkasında güçlü bir biçimde
duran ve uyum içinde çalıştığı bir hükümete
sahip olmak bakımından da Türkiye Cumhu-
riyeti tarihinde bir istisna teşkil ediyor. Kenan
Evren’in Cumhurbaşkanlığı süresince Başba-
kan Turgut Özal ile arasında siyasi kollamala-
rın hiç eksik olmadığı dönemde Evren’in neyi, Özal’ın neyi temsil ettiği hususunda
bugünün tarihi bize biraz daha net şeyler söylüyor. Arkasından Demirel’in Cum-
hurbaşkanlığında kendi siyasi vizyonuyla pek de bağdaşmayan hükümetlere karşı
yürüttüğü siyasetin kendisini nerelere düşürmüş olduğunun da bugün değerlen-
dirmesini yapmak daha kolay oluyor. Sezer’in ise zaten hiçbir siyasi tecrübesi ve
hesabı olmamasıyla birlikte hükümetlere karşı “tarafsızlık” adı altında nasıl bir mar-
jinal devlet elitinin tarafı haline gelmiş olduğuna bütün Türkiye tanık oldu.
gereken bir gerçek. Üstelik bu ilişkiye rağmen şimdiye kadar yaptığı bazı tasar-
ruflar en azından içinden çıkıp geldiği hükümetin veya başında bulunduğu bü-
20
ÇANKAYA’DA İLK ÜÇ YIL
21
ÇANKAYA’DA İLK ÜÇ YIL
Hrant Dink de onlardan birisiydi. Ama hâlâ koltuğu büyük, kendisi havalı
kimileri, bazılarına kızdıkları zaman “annesi Ermeni, ninesi Ermeni” deme-
ye devam ediyor ve bunların hiçbir ceza görmemeleri de Hrant Dink cina-
yetinin boyutlarını büyütüyor.
Cumhurbaşkanı Gül, cuma günü önce 30 Ağustos’ta emekli olacak olan
Genelkurmay Başkanı Orgeneral Başbuğ’u kabul etti. Sonraki konuğu da
Hrant Dink’in kardeşiydi.
Vicdan sahibi herkesin Cumhurbaşkanı Gül’e büyük bir teşekkür borcu var-
dır…”
Siyasetin genellikle zorlandığı mevzularda Gül’ün, makamının ağırlığını hisset-
tirerek kendine has üslubuyla devreye girişinin bir örneği olarak Ermenistan’la
ilişkilerin düzeltilmesi konusundaki girişimleri ayrıca ele alınmayı hak ediyor.
Ermenistan’ı ziyaret ederek ve liderleriyle
beraber maç seyrederek Türkiye’nin en
müzmin sorunlarından birine yaklaşımı
son derece umut verici bir adım olarak
dikkat çekti. Bundan dolayı ulusalcı çev-
relerce çok eleştiri aldıysa da attığı bu
adımla hem uluslararası ilişkiler düzeyin-
de Türkiye’nin çok rahatlamasını sağladı
hem de iç politikada her şeyi kuşatmış
milliyetçi hesaplara karşı insani değerlere
ilişkin yerinde bir hatırlatmada bulunmuş
oldu. Bu olay sonrasında aynı çevrelerce
yoğun bir biçimde eleştirildi ve “1915 yı-
lında olanlardan ötürü Ermenilerden özür dileme” yönünde açılan aydın kampan-
yasına destek verdiği suçlamasıyla bir CHP milletvekili tarafından soyunda Erme-
nilik bulunduğu yönünde iddialarla karşı karşıya kaldı. Açıkçası bu bir eleştiriden
ziyade bir sataşmaydı ve bir eleştiri olarak dikkate alınır bir tarafı yoktu. Gül’ün bu
sataşmayı genel anlamda “Ermenilere hakaret” yerine “soyunda Ermenilik olduğu”
iddiasından dolayı mahkemeye vererek soyunun tamamen Türk olduğunu ispat-
lamaya çalışması ise konuya yaklaşımda felsefi bir zaaf olarak algılandı. Bu konu,
insani değerlerle gündelik siyaset arasındaki çizginin ne kadar kaygan olduğunu
göstermek açısından tipik bir örnek olarak kayıtlarda yerini aldı.
Yine siyasi risk almanın zor olduğu sorunlardan bir diğeri olan Kürt sorununda
da Gül’ün tarafsızlığın sağladığı avantajla tartışmalara uygun zamanlamalarla ve
açılımcı bir perspektifle dahil olması O’nun demokratik açılım sürecindeki rolü-
Ocak 2011
nü çok önemli hale getirdi. Cumhurbaşkanı seçilir seçilmez ilk yurt içi gezisini
22
ÇANKAYA’DA İLK ÜÇ YIL
23
ÇANKAYA’DA İLK ÜÇ YIL
Gül’ün mükemmel bir zamanlama ve ağırlıklı devreye girerek söylediği gibi: “Te-
rörle sadece silahla mücadele de edilmez. Bütün imkânlar ortaya konur… Yeri geldi-
ğinde diplomasi, yeri geldiğinde TSK devreye girer.”
Bu sözler kimsenin bilmediği şeyler değildi, yeni bir bilgi de içermiyordu, ama bu
sıradan sözlerin doğru zamanda ve münasip biri tarafından söylenmesi çok önem-
liydi. Tam da ülke barışı konusunda ciddi mesafeler alınmışken, bu çabaların ber-
hava olmaya yüz tuttuğu bir aşamada devreye girmek önemli…
Bu olaydan kısa süre sonra Cumhurbaşkanı Gül, Tarabya Köşkünde Kürt sorunuyla
ilgili kafa yoran önde gelen kanaat önderleriyle bir toplantı düzenledi. Böylece
Referandum sürecinde askıya alındığı izlenimi kasıtlı olarak verilmeye çalışılan
demokratik açılımın Kürt sorunuyla veya terörle ilgili kısmına dair devletin ira-
desinin kendi himayelerinde devam ettiği izlenimini başarılı bir biçimde vermiş
oldu. Aslında sürecin büyük bir adımının kendisinin Norşin’e adıyla hitap ettiği
gezisinde atıldığını da unutulmamalıdır. Bu
adımı attığında muhalefetin de sert eleştirile-
rine muhatap oldu ama bu eleştirilerle doğ-
rudan polemiğe girmeyerek soruna dair yeni
yaklaşımın bir devlet politikası olarak belli bir
psikolojik bariyeri aşmasının önünü açtı. Böy-
lece Kürt kimliğine yönelik devletin tavrında-
ki paradigma değişimini de tespit etmemizi
sağladı. Dahası, o değişimin arkasında durdu-
ğunu, bunların önceki siyasetçilerde olduğu
gibi sürç-ü lisan ile ve bir defalığına ağızdan
çıkmış sözler değil gerçekten de bir paradig-
ma değişimine dayanan adımlar olduğunu
gösterdi
yılı açış konuşması özenle hazırlanmış ve Türkiye’nin demokratik rotasına dair ma-
24
ÇANKAYA’DA İLK ÜÇ YIL
nifesto niteliğinde vurgularla donanmıştı. Konuşması medyada ilk anda yaptığı iki
vurgu üzerinden manşet oldu ama aslında altı özenle çizilmeyi hak eden çok daha
fazla vurgu geçiyordu.
Geciken adalet tabii ki adalet değildir. Bugün tutuklu bulunan her üç kişiden sa-
dece bir tanesi hükümlüdür. Geriye kalanlar yargılaması devam etmekte olan ve
muhtemelen yargılama sonucunda beraat edecek olan kişilerden oluşuyor. Bu
Ocak 2011
esnada tutukluluk hali hayatlarından bir defa hiç telafi edilemeyecek şekilde ka-
25
ÇANKAYA’DA İLK ÜÇ YIL
yıp gitmiş olacaktır. Bu genel bir sorundur ve ilk defa bu vahametiyle Ergenekon
davası dolayısıyla hissedilmektedir. Ancak hangi vesileyle hissediliyor olursa olsun
bu durumu düzeltmek için çaba göstermeye engel değildir.
Cumhurbaşkanının daha üç-dört sene öncesine kadar kendisinin Cumhurbaşkan-
lığını engellemeye dönük türlü kampanyalar yürütmüş, bu uğurda cinayet işleme-
yi göze almış olduğu yönünde bulgular bulunan bir yapılanmanın yargılanması
hakkında bile bu türden hukuk uyarısı yapması bana göre altı çizilmeyi daha fazla
hak ediyor. Bir bakıma kendi şahsına yöneltilmiş ve aslında öncelikli hedeflerinden
birisi kendisinin Cumhurbaşkanlığını önlemek olan bir komplonun zanlılarına kar-
şı adaleti bu kadar vurgulaması Cumhurbaşkanının bulunduğu yer ile kendi öznel
tecrübelerini sağduyulu bir biçimde ayırabiliyor olduğunu ve onlara karşı bir rö-
vanşist duygu beslemiyor olduğunu göster-
di. Bu tutumu aslında Avrupa Komisyonunun
bu yıl yayınlanan ilerleme raporunda “siyasi
partiler arasında diyalogu teşvik ettiği” ifade
edilerek kendisinden övgüyle söz edilmesini
sağladı.
İlerleme Raporu’nda, “Cumhurbaşkanı aktif
şekilde uzlaştırıcı rol oynamaya devam ede-
rek önde gelen siyasi partiler arasında diyalo-
gu teşvik etti ve devlet kurumlarının sağlam
işlemesini temin etmek için çabaladı” ifade-
lerine yer verildi. Raporda, Cumhurbaşkanı
Gül’ün Kürt meselesinin çözümünde kararlı-
lık belirten açıklamalarının ve dış politikada
aktif rolünü sürdürmesinin “not edildiği” be-
lirtildi.
Bir demokrasi manifestosu olarak algılanan
TBMM açılış konuşmasının altı çizilecek satırları çok, ama bilhassa demokratik
açılım ve devlet gündemindeki bütün meselelerde toplumun bütün kesimlerini
tartışmaya ve çözüm sürecine katılmaya davet eden satırlar, demokratik bir cum-
huriyetin ideal bir tasviri gibiydi.
‘’Toplumun bütün farklı kesimleri, sivil toplum kuruluşları, dernekler, siyasi gruplar ve
meşru tüm muhataplar, sıfatlarına ve kimliklerine bakılmaksızın dahil edilerek geniş
kapsamlı bir sorun çözme yöntemi geliştirilmelidir”
Sorunların çözümünü sürekli olarak bazı kurumların tekeline almaya çalışmasına,
Ocak 2011
26
ÇANKAYA’DA İLK ÜÇ YIL
ğımız bir devlet anlayışına bakarak “bu kadarının fazla” olduğu bile düşünülebilir?
Oysa Gül, konuşmasının devamında sözünün rastgele söylenmekten öte bir açılım
stratejisiyle konuştuğunu gösterdi.
“Daha fazla demokrasi, daha fazla çoğulculuk siyasi sorunların çözüm yöntemidir.
Devletin birliği ve bütünlüğü temel siyasi perspektifimiz ve tartışmaya açık olmayan
ilkemizdir.
Çare etnik odaklı siyaset dili değil, daha fazla demokrasidir”
Ve bu çare artık bekleyemez. Çözüm heyecanını bu seviyede yakalamak her za-
man mümkün olmayabilir. Sorunların çözüm ufku belirdiğinde o ufkun kalıcı ola-
cağına güvenerek savmamak gerekiyor. Çözüm fırsatları bir bir savıldığında bir
süre sonra bu fırsatları değerlendirme melekemizi de iyice yitiririz.
Zaten “sorunların çözümünü ertelersek, gelecek nesilleri çok daha çetre-
filli bir sorunlar yumağı ile karşı karşıya bırakırız.”
Bu sözler kuşkusuz, devletin en yüksek tepesinden genellikle duy-
maya alışık olmadığımız sözler. Siyasetin alabildiğine fazla girilemez
alanı nasıl olmuşsa Türkiye’de oluşmuştur ve bu alanlar siyasetçiye
karşılaştığı hiçbir sorunun üzerine gitme cesareti veya inisiyatifi bı-
rakmamıştır. Böylece sorunlar sonraki nesillere miras olarak kalmıştır.
Önceki nesillerin sonraki nesillere miras olarak bıraktığı en önemli şey
bu sorunlar ve kendi sorunlarına alışmış, kendi sorunlarıyla neredeyse
ayrışmazcasına bütünleşmiş bir toplum haline gelmiş bulunuyoruz.
Oysa Türkiye’nin müzmin sorunlarının çözümü konusunda şimdiye
kadar hiç olmamış bir devlet-hükümet mutabakatı cumhurbaşkanı
ve hükümet arasındaki bu benzersiz uyum sayesinde bugün müm-
kün hale gelmiştir. Cumhurbaşkanı’nın ağzından bu sözleri duydu-
ğumuz anda Türkiye’nin artık başka bir Türkiye olduğuna inanabiliriz.
Ocak 2011
27
ÇANKAYA’DA İLK ÜÇ YIL
28
ÇANKAYA’DA İLK ÜÇ YIL
çerçevede Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET) ile 1970 yılında imzalanan Katma
Protokolün gereği doğrultusunda gümrük duvarları hızla aşağıya çekilerek önce-
likle dış ticarette serbestleşme sağlanmıştır. Bu politika değişikliğinin ana hedefi
ise, ihracatı özendirerek ve hızla artırarak ülkenin ihtiyaç duyduğu ithalat için ge-
rekli olan döviz gelirlerini artırmaktır.
İhracatın artırılabilmesi için ülkenin tüm potansiyelinin harekete geçirilmesi için
yoğun bir çaba gösterilmiştir. Bu çerçevede geleneksel olarak ihracat yapan sek-
törlerin ve firmaların yanı sıra, yeni sektör ve firmaların hızla bu konuma gelmeleri
gerektiği tüm açıklığı ile kendini göstermiştir. Özel sektörün ve özellikle de Küçük
ve Orta Büyüklükteki İşletmelerin (KOBİ) ihracata yönlendirilmesi önemli bir poli-
tika seçeneği olarak kabul görmüştür. KOBİ’lerin ihracat yapan firmalara dönüşe-
bilmeleri için çeşitli teşvik politikaları uygulamaya konulmuştur.
Yeni döneme ilişkin bu politika tercihi bir yandan
yatırımları özendirerek bölgelerarası gelişmiş-
lik farklarını azaltırken diğer yandan sermayenin
Anadolu’ya yayılmasına da olanak sağlamıştır. Ay-
rıca bu tercih, siyasal iktidarların büyük sermaye
gruplarının sorunları ve taleplerine odaklandığı ve
Anadolu sermayesini yıllarca ihmal ettiği ve geliş-
mesi için bir çaba sarf etmediği şeklindeki eleştiri-
lerin de yumuşamasına neden olmuştur.
Mayıs ayında Anavatan Partisi’ni kuran Özal, 6 Kasım 1983’deki seçimlerden birinci
29
ÇANKAYA’DA İLK ÜÇ YIL
parti olarak çıkmış ve tek başına iktidar olarak, 45. Hükümet’in Başbakanı olmuş-
tur.
Özal, Türkiye’nin ekonomik olarak dış dünya ile bütünleşmesi ve bu çerçevede
daha çok ihracat yapabilmesi için iş dünyası ile olan bu yakın ilişkisini fırsata dö-
nüştürmeyi bilmiştir. Gerek Başbakan yardımcılığı gerekse Başbakanlığının ilk yıl-
larındaki reform çabalarında iş dünyasının desteğini almayı başarmıştır. Özellikle
uyguladığı liberal politikaların Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği (TOBB) ve TÜSİAD
üyesi işadamları tarafından desteklenmesini ve oluşan fırsatların değerlendirme-
sini beklemiştir. Uygulanan liberal politikaların kazananları Özal’ı desteklerken,
kaybedenleri Özal’ı eleştirmeye başlamışlardır. Ayrıca Demirel’in TOBB üzerindeki
geleneksel ağırlığı ve Özal’ın bu kurumla ilişkiler geliştirmede sorunlar yaşaması,
TÜSİAD’ı önemli bir politika aracı haline getirmiştir. Ali Coşkun’un TOBB başkanı
seçilmesi, Özal’ın bu kurum üzerindeki etkisini artıran bir unsur olmuştur. Ancak
Özal, uyguladığı politikalara meşruiyet kazan-
dırmak için beklediği desteğin gelmemesi veya
yeterli bulmaması üzerine bu iki kurum arasında
git-gel’ler yaşamasına ve zaman zaman birini diğe-
rine karşı kullanma eğilimine yönelmesine neden
olmuştur.
Özal Başbakanlığı sırasında, işadamı örgütlerini ve
üyelerini uyguladığı politikaların başarıya ulaşması
için her zaman teşvik etmiştir. Bu çerçevede yurtdı-
şı gezilerine Cumhuriyet tarihinde ilk kez işadamla-
rı ile birlikte gitmeye başlamıştır. İşadamları, gerek
yurtiçindeki faaliyetlerine destek sağlamak gerekse
yurtdışına mal satmak ve ortak iş yapma fırsatlarını
yakalamak için, yurtdışı gezilerine katılma davetlerine coşkulu bir şekilde karşılık
vermişler ve bu durumu bir ayrıcalık olarak değerlendirmişlerdir. Özal, uygulanan
politikalarının sürekliliğini ve başarılı olmasını sağlamak için bunun zorunlu oldu-
ğuna inanmış ve girişimci özgürlüğünü düşünce ve inanç özgürlüğü kadar önemli
saymıştır. Özal’ın yurtdışı gezilerine katılan işadamları ile birebir ilgilendiği ve on-
ların sorunlarını “gözlerinin içine bakarak” dinlediği ifade edilmektedir.
Özal, Cumhurbaşkanlığı döneminde 29 ülkeye toplam 40 gezi gerçekleştirmiştir.
Altyapısını Başbakanlığı döneminde oluşturduğu bu gelenek 1989’da Cumhurbaş-
kanı olduktan sonra da aynı hızla sürmüştür. Hemen hemen çıkılan bütün yurtdışı
gezilere işadamlarının katılması sıradan bir durum olarak algılanmaya başlanmış-
tır. Bu dönemin en ayırt edici özelliği ise, Cumhurbaşkanı olması ile ANAP üzerin-
Ocak 2011
30
ÇANKAYA’DA İLK ÜÇ YIL
eleştirel bir tavır takınması karşısında Özal’ın 1980 sonrası uyguladığı liberal ve
teşvik politikaları sonucunda ortaya çıkmaya başlayan Anadolu sermayesine yö-
nelmesidir. Özellikle Özal’ın muhafazakâr kimliği yerel değerlere bağlı ve dışa açık
görüşlere sahip Müstakil Sanayici ve İşadamları Derneği (MÜSİAD) üyeleri ile iş-
birliğini kolaylaştırmıştır. 1993 yılında gerçekleşen Orta Asya gezisine MÜSİAD’ı
da davet etmiş, bu işadamlarını cesaretlendirici ifadeler kullanmış ve bu örgütün
yurtiçi faaliyetlerine destek olmak için Anadolu’daki iki şubenin açılışına katılmayı
kabul etmiş ise de buna ömrü yetmemiştir.
Özal dönemi Türkiye’de ekonominin dışa açılmasında ve daha rekabet edebilir
konuma gelmesinde yeni bir siyasal liderlik tipinin öne çıktığı bir evre olmuştur.
1961-1980 yılları arasında cumhurbaşkanları ekonomik sorunlarla ilgilenmeyen
sembolik görevler dışında etkinliği olmayan bir konumdaydılar. Hükümetler ise
ekonomide dışa açılmaktan çok iç piyasaya dönük po-
litikalara ağırlık vermekteydiler. Özal ile birlikte önce
hükümet düzeyinde daha sonra cumhurbaşkanlığı ma-
kamının ekonomik sorunlarda dünya ölçeğinde gerek
diplomatik düzeyde, gerekse rekabetçi bir anlayışın
yerleşmesinde öncü bir misyona soyundukları söylene-
bilir. Bu dönemin ayırt edici diğer bir özelliği yukarıda
kısaca özetlendiği şekliyle ekonomide yeni grupların
sürece aktif biçimde katılmaya başlamaları ve klasik işa-
damı-devlet ilişkilerinin bu dinamizm karşısında aşın-
maya başlamasıdır.
31
ÇANKAYA’DA İLK ÜÇ YIL
Bir diğer unsur ise, Demirel’in Anadolu sermayesini dışlayıcı bir tavır benimseme-
dir. Özellikle Refah Partisi’nin (RP) koalisyonun büyük ortağı olduğu dönemde,
Anadolu sermayesinin yerel yönetimler ve gerçekleşen özelleştirme faaliyetlerin-
den pay almaya başlaması İstanbul sermayesinin tepkisini çekmiş ve dışlanacağı
endişesiyle hükümet karşıtı koalisyonun içinde yer almasına yol açmıştır. 28 Şubat
sürecinde sermaye renklere ayrılarak, ayrımcı ve cezalandırıcı bir anlayışın iç po-
litikada öne çıktığı görülmektedir. Bu dönemde RP’nin iktidara gelmesinde rolü
olduğu düşünülen muhafazakâr Anadolu sermayesi adeta cezalandırılmıştır. Kara
listeler yayınlanarak, muhafazakâr işadamlarının şirketlerinin ürettikleri ürünlerin
alınmaması ve bunların ihalelere girişlerinin engellenmesi talep edilmiştir.
Anadolu sermayesine mesafeli duran Demirel, geleneksel olarak etkili olduğu
TOBB ve birazda zorunluluktan dolayı TÜSİAD ile yakınlaşmıştır. 28 Şubat süreci-
nin en yoğun yaşandığı bu dönemde, önemli ihaleler ve özelleştirmeler, büyük
sermaye grupları ile hükümetin düşürülmesin-
de önemli bir görev üstlenen medya patronla-
rına adeta peşkeş çekilmiştir.
Üçüncü neden ise, Demirel döneminde ülke-
deki koalisyon hükümetlerinin kısa ömürlü
olması ve bunun sonucu siyasal ve ekonomik
istikrarsızlığın artması ile dış dünyanın ihmal
edilmesidir. Ekonomik ve siyasal istikrarsızlığın
olduğu yere yabancı sermayenin ilgisinin az
olduğu bilinen bir gerçektir. Dolayısıyla bu dö-
nemde yurtdışından işadamlarının Türkiye’ye
ilgilerinin azaldığı ve ortak iş yapma çabası
içine girmedikleri görülmektedir. 1990’lı yılların ortalarından itibaren, bütçe açığı
ve artan borçlanma gereği sonucu her gün artan reel faiz oranları spekülatif ya-
tırımları artırmış ve işadamları için “paradan para kazanılan” güvenli bir ortamın
oluşmasına yol açmıştır. Bu durum yerli işadamlarının reel yatırım yapma yerine
finansal yatırımlara yönelmelerine neden olmuştur.
Toplu olarak değerlendirildiğinde, Demirel’in Cumhurbaşkanlığı döneminde yurt-
dışı gezilerine işadamlarının “dostlar alış verişte görsün” mantığı içinde davet edil-
diği ve bu yapılırken de sermaye renklere ayrılarak, Anadolu sermayesinin dışlan-
dığı ve bunların adeta kendi kaderlerine terk edildiği, ülkede oluşan ekonomik ve
siyasal istikrarsızlık ortamında büyük sermayenin yatırımlarını reel sektör yerine
finansal sektöre yönlendirdiği ve özel sektörün dış dünyaya ilgisinin zayıfladığı ve
daha çok içeride dağıtılan ranttan pay alma çabası içine girildiği anlaşılmaktadır.
Ocak 2011
Demirel dönemi, Özal döneminde başlatılan bazı yeniliklerin şeklen devam ettiril-
32
ÇANKAYA’DA İLK ÜÇ YIL
diği, ancak aynı dinamizmin sergilenemediği bir dönem olmuştur. Demirel döne-
minde ekonomide yeni grupların katılımı ile oluşan süreçler üzerinde sınırlamacı
bir disiplin sağlama anlayışı öne çıkmış, RP iktidarının bloke edilmesi, özelleştir-
melerden Anadolu sermayesinin pay almaması gibi içeriyi önceleyen politikalara
yeniden dönüş yaşanmıştır.
33
ÇANKAYA’DA İLK ÜÇ YIL
tirdiği yapısal reformlarla hızlı bir ekonomik gelişme içerisine giren Türkiye, böl-
gesine istikrar ve barış ihraç eden bir ülke konumuna da gelmiştir. Bütün bunların
34
ÇANKAYA’DA İLK ÜÇ YIL
35
ÇANKAYA’DA İLK ÜÇ YIL
36
ÇANKAYA’DA İLK ÜÇ YIL
Gül’ün Farkı
Turgut Özal, Türkiye’nin devlet-
çi, müdahaleci ve korumacı po-
litikalarından serbest piyasanın
oluşması, liberal ve rekabetçi bir
politikaya yöneldiği bir dönem-
de önce Başbakan ve ardından
da Cumhurbaşkanı olarak görev
yapmıştır. Ekonomideki bu büyük
dönüşümü gerçekleştirmek için
her türlü dinamiği ve potansiyeli
kullanmaya çalışmış, destek gör-
düğü kadar engelleme çabaları
ile de karşılaşmıştır. Başbakanlığı
döneminde işadamlarını yurtdışı
gezilere davet etmeye başlayarak
attığı ilk adımları, Cumhurbaşkanlığı döneminde de devam ettirmiş ve bu nok-
tada işadamlarının dünya ile tanıştıran biri olarak anılmaya başlanmıştır. Burada
vurgulanmak istenen daha önce yurtdışına çıkmamış, yurtdışı ile herhangi bir iş
yapmamış birçok işadamı Özal sayesinde böyle bir süreç içinde yer almasıdır.
Süleyman Demirel, Özal döneminde uygulanan politikalardan hoşnut olmayan-
ların tercihini yansıtır ve Özal ile hesaplaşmaya çalışan bir tavır sergiler. Ancak yıl-
ların siyasetçisi olarak, Demirel’in işadamları ile özellikle TOBB ile geliştirdiği yakın
ilişkiler, onu işadamlarının talepleri ve sorunları ile ilgilenmesi yönünde bir baskı
oluşturmuştur. Bir yandan Özal’a karşı diğer yandan özel sektörün gelişmesi için
işadamlarının taleplerine duyarlı olma, Demirel’i ikircikli bir tutum benimsemesi-
Ocak 2011
37
ÇANKAYA’DA İLK ÜÇ YIL
38
ÇANKAYA’DA İLK ÜÇ YIL
39
ÇANKAYA’DA İLK ÜÇ YIL
40
ÇANKAYA’DA İLK ÜÇ YIL
104. maddeye göre Cumhurbaşkanı gerektiğinde hem yasama organı, hem yü-
rütme ve hem de yargı alanında çok ciddi bir biçimde belirleyici olabilmektedir.
Örneğin cumhurbaşkanı olağan parlamenter rejimlerde sembolik olarak görülen
yasama organının kabul ettiği bir metni iade etme türünde görevlerin yanında,
oldukça tartışmalı ve eleştirilere açık bir hüküm olarak gerektiğinde seçimlerin
yenilenmesi ve parlamentoyu fesih gibi olağanüstü yetkilerle donatılmıştır. Aynı
şekilde yürütme organı üzerinde de uygulamada il ve ilçe müdürlüklerinden ge-
nel müdür ve müsteşarlara, hatta bakanlara değin hemen bütün icracı kişileri
atama gibi parlamenter hükümet modelleri için olağan dışı yetkilere sahiptir. Hal
Ocak 2011
41
ÇANKAYA’DA İLK ÜÇ YIL
gelmiştir. Bu durum bilhassa 10. Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer ile AK Parti
tarafından kurulan 58, 59 ve 60. Hükümetler arasında önemli icra sorunlarına yol
açmıştır.
42
ÇANKAYA’DA İLK ÜÇ YIL
gibi davrandığına dair değer yargılarının yerleşmesine neden olan bir tutum ser-
gilemiştir.
Sezer döneminde yürütmenin sorumlu kanadı olan hükümetin oluşumuna mü-
dahale edildiği, bazı isimlerin bizzat cumhurbaşkanı tarafından bakanlar kurulu
listesinden çıkarıldığı ve bazı isimlerin ise yerlerinin değiştirilerek müdahale edil-
diği tartışmaları basına yansımış ve 2002 seçimleri sonrası oluşan yeni dönemde
hükümet-Cumhurbaşkanı ilişkileri böyle bir tartışmanın belirleyiciliğinde başla-
mıştır. Bu başlangıç daha da gerginleşerek devam etmiştir. Bu dönemde birçok
kamu kurumu için yapılan atamalar Cumhurbaşkanlığı tarafından veto edilmiş,
bürokraside yoğun bir vekâlet dönemi baş göstermiştir. Birlikte çalışacağı kadrola-
rı özgürce belirleyemeyen bir hükümet gündeme gelmiştir. Yaşanan bu gergin iliş-
kiler kamuoyunda başta hükümet sisteminin değiştirilmesi gerektiği olmak üzere
anayasal düzeyde birçok değişikliğin tartışılmasına neden olmuştur. Aynı durum
parlamento ile Cumhurbaşkanı arasında da ya-
şanmıştır. Parlamenter hükümet sistemlerinde
cumhurbaşkanı ya da kralın yasama üzerindeki
onay yetkisi tamamen semboliktir. Bu tür hükü-
met sistemlerinde yürütmenin sorumsuz kana-
dına tanınan onaylamama yetkisi demokratik ül-
kelerde hemen hiç kullanılmaz. Ancak Türkiye’de
özellikle 1982 Anayasası ile başlayan dönemde
cumhurbaşkanlarının bu yetkiyi çok sık kullan-
maya başladıkları dikkat çekmektedir. Bu konu-
daki rakamlara bakıldığında iki dönem arasında-
ki bariz farklılık açıkça görülecektir. 1961 Anaya-
sasının yürürlükte olduğu dönemde toplam 32
adet kanun metni TBMM’ye iade edilmiştir. 1982
Anayasası ile başlayan dönemde ise 11. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün göreve
başladığı 2010 yılına değin toplam 131 adet (7. Cumhurbaşkanı Kenan Evren 26,
8. Cumhurbaşkanı Turgut Özal 18, 9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel 14 ve 10.
Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer 73 adet olmak üzere) kanun metni TBMM’ye
iade edilmiştir.
Bilindiği üzere parlamenter hükümet sistemlerinde yürütmenin yetkili ve sorum-
lu kanadı olan hükümet parlamento içinde kurulur, parlamentoya hesap verir ve
parlamento tarafından görevden alınır. Bu tür hükümet sistemlerinde parlamen-
to-hükümet ilişkileri oldukça yoğun olup, parlamento bir anlamda hükümet icra-
atlarına yasal zemin hazırlayan bir organ konumundadır. Bu nedenle cumhurbaş-
kanları tarafından iade edilen yasa metinleri sadece yasama organının çalışmala-
Ocak 2011
rına değil, aynı zamanda hükümetin çalışmalarına da olumsuz bir etki yapacaktır.
43
ÇANKAYA’DA İLK ÜÇ YIL
kanlık makamını sunduğu Tansu Çiller’in ve 1995 seçimlerine değin TBMM içinde
44
ÇANKAYA’DA İLK ÜÇ YIL
45
ÇANKAYA’DA İLK ÜÇ YIL
46
ÇANKAYA’DA İLK ÜÇ YIL
47
ÇANKAYA’DA İLK ÜÇ YIL
Sonuç
Türkiye’de parlamenter sistemin kurumsallaşma adımlarının atıldığı 1876 yılın-
daki I. Meşrutiyetin ilanından beri yürütmenin sorumsuz kanadı olması gereken
padişah/cumhurbaşkanı ile sorumlu kanat olan hükümet arasındaki ilişkiler ol-
dukça tartışmalı bir seyir izlemiştir. Bu tartışma cumhuriyetin ilanından itibaren
de sürmüş, 1924 Anayasasının yürürlükte olduğu dönemde hem CHP hem de
DP döneminde aynı siyasal partinin her
iki makamı birden kontrolü altında tut-
ması nedeniyle bu sorun gündemdeki
sıcaklığını kaybetmiştir. 1961 Anayasa-
sı ise, cumhurbaşkanını tam anlamıyla
parlamenter sistemdeki yürütmenin so-
rumsuz ve yetkisiz kanadı olarak tanım-
lamıştır. 1982 Anayasası ise, güçlü bir
cumhurbaşkanı profili çizmiş, bu durum
ise cumhurbaşkanı ile hükümet ve mec-
lis arasındaki yetki karmaşası sorununu
yeniden gündemimize taşımıştır. Bu
anayasanın yürürlükte olduğu dönem-
de yaşanan bu sıkıntı ve tartışmalar 11.
Cumhurbaşkanı Gül döneminde yaşanmamıştır. Cumhurbaşkanı Gül, seleflerinin
aksine hükümet ve parlamento ile oldukça uyumlu bir cumhurbaşkanı profili çiz-
miştir. İlave olarak yine bu dönemde Cumhurbaşkanının bütün partilere eşit dav-
ranan partiler üstü tavrı da dikkat çekmiştir.
Ocak 2011
48
ÇANKAYA’DA İLK ÜÇ YIL
karşı referandumda ortaya çıkan geniş bir toplumsal mutabakatı arkasına alarak
49
ÇANKAYA’DA İLK ÜÇ YIL
dilde eğitim olmaz” gibi çözümün kültürel ve sosyal zeminini tartışmayı baştan
engelleyici tavırların Cumhurbaşkanlığı makamından gelmemiş olması, sadece
50
ÇANKAYA’DA İLK ÜÇ YIL
tam elverişli olduğunda bu yolda ilerlemeye de hazır olan bir liderdir; ama ondan
51
ÇANKAYA’DA İLK ÜÇ YIL
hurbaşkanı Gül, ılımlı kişiliğiyle içerik bakımından köklü reformların form olarak
yumuşak bir üslup ve güleryüzlü bir yaklaşım ve dille gerçekleşmesini sağlayabilir.
52
ÇANKAYA’DA İLK ÜÇ YIL
Giriş
Dış politika genel anlamda “devlet işi” ya da başka bir deyişle, hükümetlerin ülke
çıkarları adına izlediği yüksek siyasetin (high politics) bir alanı olarak biline gel-
miştir. Demokratik ülkelerde bile siyasi aktörler arasında nasıl bir dış politika iz-
lenmesi gerektiğine ilişkin tartışma ve bölünmeler, iç politika veya ekonomik yö-
netim konusundaki tartışmalara göre oldukça kısıtlı kalmaktadır. Seçimle gelen
siyasi liderlerin de dış politikadaki rollerinin diğer alanlara göre daha sınırlı kaldığı
algısı oldukça yaygındır. Uluslararası ilişkilerin baskın teorisi sayılan realist yakla-
şıma göre de, dış politika analizlerinde esas olan liderlerin siyaseti veya kararları
değil, devletlerin veya hükümetlerin kararlarıdır. Karar alma mekanizmasını kont-
rol eden liderlerin değil, uluslararası ilişkilerin temel aktörü kabul edilen devletin
davranışları incelenir. Ancak son yıllarda bir yandan uluslararası sistemde yaşanan
köklü değişiklikler diğer yandan bir yönetim biçimi olarak liberal demokrasinin
küresel düzlemde yaygınlaşması, uluslararası ilişkilerde ulusal çıkar temelli realist
yaklaşıma alternatif olan ve dış politika analizlerinde karar alıcı siyasi liderlerin ro-
lünü de dikkate alan kültür ve kimlik eksenli paradigmalar yaygınlık kazanmaya
başlamıştır.
Bu çerçevede soğuk savaş dönemindeki kutuplar arası yumuşama (detant) ile
ortaya çıkan eleştirel yaklaşımın ardından geliştirilen ve güçlü varsayımlarıyla
günümüzde popüler hale gelen konstruktüvizm (sosyal inşacılık) ve demokratik
Ocak 2011
barış teorileri artık dış politika analizlerinde devlet dışı/ulus altı aktörlerin de ana-
53
ÇANKAYA’DA İLK ÜÇ YIL
lize dâhil edilmesini gerekli kılmaktadır. Zira devlet kurumları dediğimiz Dışişleri
Bakanlığı, Hükümet ve Milli Güvenlik Kurulu gibi dış politikadaki etkin aktörlerin
karar alma süreçleri, bu makamlarda görev yapan üst düzeydeki seçilmiş veya
atanmış liderlerin sahip oldukları dış politika anlayışlarından, dünya görüşlerin-
den, siyasi kimliklerinden ve yönetim tarzlarından önemli ölçüde etkilenmektedir.
Siyasi liderlerin dış politikadaki oynadığı roller üzerindeki araştırmalarıyla tanınan
Hermann, siyasi liderlerin sahip oldukları dünya görüşüne ve siyaset tarzına göre
bir ülkenin dış politikasının oluşmasında etkili olduklarını ve özellikle de liderlerin
devletin uluslararası alandaki hareket kabiliyetlerini ve sınırlılıklarını tanımladıkla-
rını vurgulamaktadır.1 Diğer yandan dış politikayı “iki düzlemli bir oyun” olarak ta-
nımlayan Putnam’a göre de liderler, dış politika yapımı ve uygulanması sürecinde
iç ve dış baskıları dengelemede stratejik bir rol oynamaktadırlar.2
Bugün dış politika artık monolitik bir yapı arz et-
tiği düşünülen bir “devlet davranışı” olarak okun-
mamakta, dış politikanın bürokratik karar alma
süreçleriyle oluştuğu ve bu çerçevede bir ülkenin
dış politikasının karar alma sürecinde rol oynayan
çeşitli aktörlerin dış politikaya ilişkin inanç, tutum
ve değerleri ile siyasi çıkarlarından önemli dere-
cede etkilendiği genel kabul görmektedir. Bu yeni
yaklaşıma göre, bir ülkenin dış politikasını anlamak
için önce dış politika yapımına ilişkin kurumsal çer-
çevenin bilinmesine; ardından da o kurumlara yön
veren siyasi ve bürokratik liderlerin kimliklerine,
yetişme tarzlarına ve siyasi çıkarlarının doğru de-
ğerlendirilmesine ihtiyaç vardır. Örneğin siyasal sistemi mutlak anlamda güçler
ayrılığına dayanan ABD’de, yürütmenin başı olan Başkan dış politikayı belirleme-
de inanılmaz bir siyasi güce sahiptir. Kongrenin, yüksek yargının ve bürokrasinin
Başkanın dış politika yapımındaki yetkilerini dengeleyebilmesi çok güçtür. Buna
karşın, İngiltere ve Almanya gibi parlamenter sistemlerde ise dış politikada mo-
narkın veya cumhurbaşkanının dış politikadaki yetkileri, ülkesini temsilden öte
geçmez. Parlamenter sisteme dayalı bu gibi ülkelerde dış politika yapımı ve uygu-
lanmasında esas güç, yürütmenin başı olan başbakan ve onun atadığı dışişleri ba-
kanına aittir. Buna rağmen, gerek ABD gerekse Almanya gibi farklı sistemlerde dış
politikanın yürütülmesinin kurumsal yapısındaki farklılıklara rağmen, yürütmenin
1 Margaret G. Hermann, “Leaders and Foreign Policy Decision Making”, in Dan Caldwell and
Timothy J. McKeowon (Eds.), Diplomacy, Force and Leadership, Boulder, CO: Westview Pres,
Ocak 2011
1993.
2 Robert D. Putnam, “Diplomacy and Domestic Politics: The Logic of Two-Level Games”,
International Organization, Vol. 42, No. 3. (Summer, 1988), pp. 427-460.
54
ÇANKAYA’DA İLK ÜÇ YIL
başı olan siyasi liderin (Başkan veya Başbakan) karakteri, siyasi liderlik tarzı ve dış
politikaya yaklaşımı ve uluslararası konjonktür gibi faktörler bu ülkelerin dış poli-
tikasında kimin daha etkili olacağını da belirlemektedir.
Kaynak: Bert Rockman, The Leadership Question, New York, Preager, 1984, sayfa 189’dan uyarlan-
mıştır.
Özellikle ABD başkanları üzerinde yapılan araştırmalar, siyasi liderlerin başarı per-
formanslarını etkileyen pek çok arka plan faktörü üzerinde durmaktadır. Araştır-
malarda liderin siyasal sosyalleşme süreci, liderin karakteri, işbaşına gelme (seçil-
me) biçimi ve liderin kişisel becerileri ile yeteneklerinin bir siyasi liderin başarısını
önemli ölçüde etkilediği belirtilmektedir. Bu çerçevede özellikle liderin aile geç-
mişi, aldığı eğitimi, karar alma ve yönetme tarzı, iş başında bulunduğu dönemde
ülkesindeki ve uluslararası siyasetteki genel dengelerin (siyasi konjonktür) liderin
performansı üzerinde belirleyici olduğu vurgulanmaktadır. Son yıllarda bu alanda
artan çalışmalar psikobiyografi diyebileceğimiz yeni bir araştırma ve çalışma alanı
da oluşturmuştur.4
Liderlerin özgeçmişleri ile siyasetteki başarıları arasındaki bağları inceleyen po-
litik-psikolojik araştırmalar arasında James Barber’in Başkanın Karakteri başlıklı
Ocak 2011
55
ÇANKAYA’DA İLK ÜÇ YIL
5 James D Barber, The Presidential Character: Predicting Performance in the White House, (4th
Edition), Prentice Hall, 2008.
56
ÇANKAYA’DA İLK ÜÇ YIL
Bununla birlikte çok partili dönemde, Turgut Özal’a gelinceye kadar seçilmiş cum-
57
ÇANKAYA’DA İLK ÜÇ YIL
6 Bkz. Hüseyin Bağcı, Demokrat Parti Dönemi Dış Politikası, İmge Kitapevi, Ankara, 1990.
7 Türkiye’de liderlerin dış politikadaki rollerinin artışına ilişkin olarak bkz. bkz. Ali Faik Demir,
Türkiye’de Liderler ve Dış Politika, Bağlam Yayınları, İstanbul, 2009.
58
ÇANKAYA’DA İLK ÜÇ YIL
İşte Soğuk savaş sonrası döneme Turgut Özal’ın liderliğindeki ANAP’la giren Tür-
kiye, 2002’de iktidara gelen AK Parti dönemi öncesinde dış politikada demok-
ratik güçlerin bürokratik siyasete yön verdiği önemli bir dönem olarak hatırlan-
maktadır. Özal’ın özellikle Cumhurbaşkanı olmasından sonra Çankaya, Türk dış
politikası yapım sürecinde önemli bir
aktör haline gelmiştir. Özal’ın ekono-
mi öncelikli dış politikası ve Barber’in
Türkiye’nin anlaşmazlık içindeki oyunculardan eşit mesa-
kavramsallaştırmasıyla aktif-pozitif bir
fede bulunması gerektiği dile getirilmektedir.
liderlik tarzı sergilemesi, özellikle kriz
Cumhurbaşkanı Gül’ün sözkonusu dış politika vizyonu-
durumlarında Başbakanlık ve Dışişleri
nun araçları ise, öncelikle diyalog ve diplomasi gibi siyasi
Bakanlığını devre dışı bırakacak kadar
araçlar olarak öne çıkmakta ve bu araçların tümü ekono-
Cumhurbaşkanlığını dış politikada ön
mi-ticaret-yatırım araçlarıyla birlikte ve hatta bileşkesi ola-
plana çıkartmıştır. Birinci Körfez sava-
rak değerlendirilmektedir. Siyasi ve ekonomik dış politika
şının da sağladığı fırsatları iyi değer-
araçlarının kullanımında, önceki dönemlerden son derece
lendiren Özal, kriz döneminde büyük farklı olarak “insan” olgusu üzerine vurgu yapılmakta ve bu
bir beceri ile Cumhurbaşkanlığının bakış açısı devletlerarası ilişkilerin toplumlar arası ilişkiler-
konumunu Ankara’daki güç konfigü- den bağımsız değerlendirilmediği anlayışını ortaya koy-
rasyonunda en üst düzeye çıkartmıştır. maktadır.
Başbakanlığı döneminde başladığı işa-
Ortadoğu, Kafkaslar ve Orta Asya’da var olan tarihsel,
damlarını uçağına alarak gösterişli dış kültürel ve sosyal ilişkilerin ekonomik ve ticari bağlarla
seyahatlere gitme geleneği de Özal’a güçlendirilmesine, bu bağlamdaki faaliyetlerde sistemin
aittir. Demirel ise dış politika konuların- büyük güçleri olan ABD ve/veya Rusya ile olan ilişkileri ze-
da Özal kadar etkin olamasa da, özel- delememeye özen g österen bir siyaset sergilemektedir.
likle Orta Asya’daki Türk dünyası lider- Ayrıca sözkonusu coğrafyalardaki politikaların AB üyeliği
leri ile kurduğu kişisel dostluk ilişkileri çerçevesinde güçleneceğini sıklıkla dile getiren Cumhur-
ile dış politikada kendisine manevra başkanı Gül, “Batı”lı lider ve kanaat önderleriyle son derece
alanı yaratan bir Cumhurbaşkanı ola- başarılı bir diyalog sürdürmekte ve Türkiye’nin AB üyeliği
rak hatırlanmaktadır. Ancak Demirel’in konusundaki iradesinin temsilcisi gibi görülmektedir.
halefi olan Ahmet Necdet Sezer ise si- Sonuç olarak Cumhurbaşkanı Gül’ün dış politika yaklaşımı,
yasi tecrübesi olmayan eski bir yüksek Türkiye’nin bir bölgesel “soft power” olması, bu özelliğinin
yargı bürokratı olarak, Cumhurbaşkan- AB üyeliği ile güçlendirilmesi ile BM, IMF gibi uluslararası
lığında oldukça pasif-negatif bir liderlik örgütlerde karar alıcılar arasına girerek taçlandırılmasıdır
sergilemiştir. Sezer, Cumhurbaşkanlığı- denebilir.
nın Türkiye’nin iç ve dış siyasetindeki
profilini artırmak için değil, daha çok
Çankaya’ya Anayasa ile tanınan pek çok konudaki onaylama/atama yetkisini veto
yetkisine çeviren bir tavırla ön plana çıkartmıştır. Dış politikada ise oldukça düşük
bir profil çizen Sezer, her şeye rağmen 1 Mart tezkeresi gibi bazı kritik dönemlerde
takındığı tavırlarla, dış politikada da zaman zaman önemli derecede etkili olmayı
Ocak 2011
başarmıştır.
59
ÇANKAYA’DA İLK ÜÇ YIL
Aralık 2007 26 Ocak 2009 Haziran 2009 Aralık 2007 26 Ocak 2009 Haziran 2009
Güçlü ve Kararlı Bir Liderdir 75,5 63,7 64,0 18,4 31,9 31,9
60
ÇANKAYA’DA İLK ÜÇ YIL
Cumhurbaşkanlığının beş yıl mı, yedi yıl mı süreceği henüz kesinleşmeyen Gül’ün
siyasi lider olarak Cumhurbaşkanlığında geçirdiği sürede gösterdiği başarıyı
Barber’in politik-psikoloji yaklaşımıyla değerlendirmek oldukça faydalı olacaktır.
Öncelikle Gül, yetiştiği aile bakımından orta sınıf sayılabilecek bir ailede dünyaya
gelmiş; iyi bir eğitim almıştır. Üniversite yıllarında ise, kendisine siyasi hayatta ge-
rekli olan liderlik özelliklerini kazandıracak olan gençlik örgütlenmelerinde Milli
Türk Talebe Birliği (MTTB) aktif görev almıştır. Ayrıca akademik bir kariyer sahibi ol-
ması, yabancı dil yeteneğini geliştirmesi gibi faktörler de kendine güven ve ifade
yeteneği bakımından oldukça önemlidir. Dahası Gül henüz siyasete adım atma-
dan İslam Kalkınma Bankası gibi uluslararası kuruluşlarda tecrübe kazanmış; bu
özellik ona siyasete girmesinden sonra da partisi içinde dış dünya ile bağlantı kur-
masının yollarını açmıştır. Milletvekili iken Avrupa Konseyi Parlamenter Asamble-
sinde Türkiye’yi temsil etmiştir. Refahyol koalisyonu döneminde ise kendisi Kıbrıs
işlerinden ve Türk dünyası ile ilişkilerden sorumlu devlet bakanı olmuştur. 3 Ka-
sım 2002 seçimlerinden sonra ise önce kısa bir Başbakanlık yapmış, ardından ise
beş yıl kesintisiz olarak Başbakan Yardımcılığı ve Dışişleri Bakanlığı yapmıştır. Do-
layısıyla denilebilir ki, Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanlığındaki performansının
halk tarafından beğenilmesi ve takdir edilmesi bir tesadüf değildir. Aksine Gül’ün
Çankaya’da üstlendiği görevi hakkıyla yapacak siyasi birikime ve tecrübeye dayan-
maktadır.
Siyasi lider olarak Gül’ün Cumhurbaşkanlığını
Barber’in tipolojisinde nereye yerleştirmek gerekir?
Aslında Gül’ün pragmatik ve uzlaşmacı kişiliği, olay-
lara ve hayata pozitif yaklaşımı ve siyasetteki azmi
ve istekliliği ile aktif-pozitif bir Cumhurbaşkanı pro-
fili çizebileceği beklentisini yaratmaktadır. Ancak
Gül’ün Çankaya’da çizdiği liderlik profili Özal ile kar-
şılaştırıldığında nispeten daha pasif, ama Demirel ve
Özellikle selefi Sezer’e göre çok daha aktif-pozitiftir.
Bunun nedeni ise ancak Gül’ün seçildiği ortamın ve
görev yaptığı sürede Türkiye’deki güç konfigürasyo-
nun analiziyle açıklanabilir.
Barber’in ve Rockman’ın da vurguladığı gibi, liderlerin sergiledikleri performans
yalnızca onların siyasi özgeçmişleriyle açıklanamaz. Siyasi liderlerin seçilme biçim-
leri, ülke içindeki ve dışındaki güç dengeleri ve beklenti iklimi de liderin perfor-
mansını önemli ölçüde etkiler. Gül’ün Cumhurbaşkanı seçilmesi sürecinde yaşa-
nan siyasi kutuplaşma, en azından bazı kesimlerin gözünde onun Cumhurbaşkan-
Ocak 2011
lığını siyaseten tartışmalı kılmış; hatta anamuhalafet partisi CHP Çankaya’yı açıkça
boykot etmeye başlamıştı. Dolayısıyla Gül için önemli olan önce ülkenin tamamını
61
ÇANKAYA’DA İLK ÜÇ YIL
temsil edeceği bir meşruluk kazanmaktı. Zira beklenti, Çankaya’ya çıkan Gül’ün
öncelikle ülkedeki gerginlikleri azaltıcı ve uzlaştırıcı bir liderlik sergilemesiydi. İkin-
cisi ise, Özal’a göre Gül’ün görev yaptığı dönemlerde ülkedeki güç dağılımındaki
farklılıklardır. Özal Çankaya’ya çıkmasına rağmen, kendisi ANAP’ın kurucu lideri
olarak hala parlamentodaki milletvekillerinin sadakatini arkasında hissediyordu.
Bu nedenle de yürütmenin başı Başbakan olmasına rağmen, kendisi fiilen bir baş-
kan gibi ülkeyi bir süre de olsa yönetecek güce sahip olmuştu. Gül ise eski partisi
iktidarda olmasına rağmen, AK Partinin güçlü ve karizmatik lideri Erdoğan’ın var-
lığında Özal gibi aktivist bir liderlik pozisyonu üstlenemezdi. Tam da bu nedenle
Gül, Başbakan’a ve hükümete rağmen değil; tersine onlarla çatışmayacak bir siya-
set zemininde Cumhurbaşkanlığı yapacak, kendisini iç politikadan ziyade daha az
tartışmalı bir alan olarak gördüğü dış politika alanına yönelecekti. Hatta burada
bile ancak, Dışişleri Bakanı ve Başbakan ile yakın bir diyalog ve uzlaşma çizgisinde
hareket ederek karar süreçlerine dâhil olma yolunu tercih etmektedir.
62
ÇANKAYA’DA İLK ÜÇ YIL
tan gibi ülkelerin bulunduğu 17 farklı ülkeyi ziyaret etmiştir. Denilebilir ki,
63
ÇANKAYA’DA İLK ÜÇ YIL
64
ÇANKAYA’DA İLK ÜÇ YIL
Ocak 2011
65
ÇANKAYA’DA İLK ÜÇ YIL
Giriş
Abdullah Gül’ün 28 Ağustos 2007’de TBMM tarafından Türkiye Cumhuriyeti’nin
11. Cumhurbaşkanı olarak seçilmesinin üzerinden üç yıldan biraz fazla bir süre
geçti. Gül’ün dışişleri alanında -özellikle selefi Ahmet Necdet Sezer ile kıyaslan-
dığında- açık bir şekilde pro-aktif bir Cumhurbaşkanı olmasında -aşağıda kısaca
özetlenecek olan- akademik ve siyasî kariyerinin etkisi oldukça belirgindir.
Üniversite mezuniyetine müteakip -yollarının daha sonra siyasette de kesişece-
ği- hocaları Nevzat Yalçıntaş ve Sabahattin Zaim tarafından akademik kariyer yap-
ması yönünde teşvik edilen Gül, Milli Kültür Vakfı bursuyla İstanbul Üniversitesi
İktisat Fakültesi’nde başladığı doktorasının bir bölümünü 1976-1978 arasında İn-
giltere’deki Exeter Üniversitesi’nde sürdürdü. Gül, İngiltere yıllarındaki üniversite
öğrenciliği sırasında Milli Türk Talebe Birliği’nde (MTTB) Merkez İcra Konseyi Üyesi
olarak edindiği tecrübesiyle, Müslüman Öğrenciler Birliği (FOSİS) ve Türk Öğrenci-
leri Yardımlaşma Derneği (TÜRKYAR) kurucuları arasında yer aldı. Yurda dönüşüy-
le Gül, Nevzat Yalçıntaş danışmanlığındaki “Türkiye İle İslam Ülkeleri Arasındaki
Ekonomik İlişkilerin Gelişimi” başlıklı tezini sunarak doktor unvanını aldı. Gül daha
sonra İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi’nin Kurucu Dekanlığını Sabahattin Zaim’in
üstlendiği Sakarya Üniversitesi’nde Endüstri Mühendisliği Bölümünün kuruluşun-
da öğretim üyesi olarak göreve başladı ve beş yıl süreyle bu bölümde iktisat ders-
leri verdi. 1983’de Sakarya Üniversitesi’nden ayrılarak İslam Kalkınma Bankası’nın
(İKB) Cidde’deki merkezinde ekonomi uzmanı olarak çalışmaya başlayan Gül, bu-
Ocak 2011
rada geçirdiği sekiz yılda küresel finans çevreleri ve sermaye hareketleri ile ulusla-
rarası örgütler ve devletlerarası ilişkilerde ekonomi ve siyaset ilişkisi bakımından
66
ÇANKAYA’DA İLK ÜÇ YIL
önemli tecrübeler kazandı. İKB’nin yayın faaliyetlerinde görev alan Gül, 1989’da
uluslararası iktisat dalında doçent unvanını aldı.
1991’de Refah Partisi (RP) listesinden Kayseri Milletvekili olarak TBMM’ye giren
Gül, 1993’de partisinin Dışişlerinden Sorumlu Genel Başkan Yardımcılığına getiril-
di. Cumhurbaşkanı seçilişine dek TBMM’de beş dönem Kayseri Milletvekili (1991-
2007) olan Gül, Plan ve Bütçe (1991-1995) ile Dışişleri (1995-2001) Komisyonları
üyeliklerinde bulundu. 2002’de on yıldır (1991-2001) üyesi olduğu Avrupa Kon-
seyi Parlamenterler Meclisi tarafından “Pro merito” madalyası ile ödüllendirilen ve
“Sürekli Onursal Üye” unvanı verilen Gül, 2001-2002 döneminde de NATO Parla-
menterler Meclisi üyeliği de yaptı. 54. Hükümetin Devlet Bakanı ve Hükümet Söz-
cüsü (1996-1997) iken Gül, sorumluluğundaki KKTC, Türkî Cumhuriyetler ve Yurt
Dışı İnsanî Yardımlar ile D-8 projesinin hayata geçirilmesinde ve İstanbul’daki D-8
Zirvesi’nin gerçekleştirilmesindeki çabalarıy-
la “Kabinedeki Gölge Dışişleri Bakanı” olarak
adlandırıldı. 58. Hükümetin Başbakanı (2002-
2003), 59. Hükümetin Başbakan Yardımcısı ve
Dışişleri Bakanı (2003-2007) olan ve Cumhur-
başkanı seçilinceye kadar bu görevleri yürü-
ten Gül, Dışişleri Bakanlığı esnasında ortaya
koyduğu pro-aktif dış politika pratiğini Cum-
hurbaşkanlığı döneminde de devam ettir-
mektedir.
Üç yılda 48 farklı ülkeye 69 yurtdışı ziyareti
gerçekleştiren Gül, 2 bin’i aşkın işadamının
eşlik ettiği ziyaretlerinde diplomatik alanda
olduğu kadar ekonomik anlamda da önemli
işbirliği imkânları kurulmasına katalizör olmuş ve ziyaret ettiği bazı ülkelerle vize
muafiyeti gerçekleştirilmiştir. Üç yıllık dönem göz önüne alındığında en çok yurt-
dışı ziyaret gerçekleştiren Cumhurbaşkanı olan Gül, yedi yıllık görevi boyunca top-
lam 125 yurtdışı ziyaret gerçekleştiren 9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’den
sonra şimdilik ikinci sırada yer almaktadır. Kendisinin de önemli katkıları ile
Türkiye’nin küresel siyasette artan önemine paralel olarak dünyanın önde gelen
devlet adamlarından biri haline gelen Cumhurbaşkanı Gül, Chatham House (İngil-
tere, 2010) ödülünü kazanmıştır. Burgaz Hür (Bulgaristan, 2003), Exeter (İngiltere,
2005), Bakü Devlet (Azerbaycan, 2007), Dimitrie Cantemir Hıristiyan (Romanya,
2008), Kazan Devlet (Tataristan, Rusya 2009), Kuzeybatı (Çin, 2009) Amity (Hin-
distan, 2010), Dakka (Bangladeş, 2010), Kaid-i Azam (Pakistan 2010) Üniversitele-
Ocak 2011
rinden “fahri doktora” ile Yusuf Balasagun (Kırgızistan, 2009) ve Sincan (Çin, 2009)
67
ÇANKAYA’DA İLK ÜÇ YIL
AB ile İlişkiler
3 Kasım 2002 genel seçimlerinde AK
Parti’nin galibiyeti sonrasında -yasağı nede-
niyle seçimlere katılamayan AK Parti lideri
Recep Tayyip Erdoğan’ın yerine- dönemin
Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer 16
Kasım 2002’de Abdullah Gül’ü Başbakan sı-
fatıyla 58. Hükümeti kurmakla görevlendirildiğinde, hükümet programındaki dış
politika ağırlıklı olarak Türkiye’nin AB’ye tam üyelik sürecine ayrılmıştı. Başkanlık
ettiği hükümetinin programında Türkiye’nin AB’ye tam üyeliğini “ekonomik ve de-
mokratik gelişimin sağlanması bakımından” hükümetinin öncelikli hedefi olarak
ortaya koyan Gül, “AB’nin sunduğu ekonomik ve demokratik standartlar, yasal ve
kurumsal düzenlemeler” ile ilgili olarak da “tam üyelik şartına bağlı olmaksızın”
destekleneceğini ifade etmişti. Hükümetinin “Kopenhag Kriterlerini tam olarak
yerine getirme konusunda kararlı” tutumunu vurgulayan Gül, Türkiye’nin tarihi,
coğrafi ve ekonomik bağlarından kaynaklanan diğer bölgesel entegrasyonlar ve
komşu ülkelerle olan ekonomik işbirliği çabalarını da “AB’nin tamamlayıcısı” bir
Ocak 2011
68
ÇANKAYA’DA İLK ÜÇ YIL
69
ÇANKAYA’DA İLK ÜÇ YIL
Sonuç
Cumhurbaşkanı Gül, Cumhuriyetin
kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün
“muasır medeniyetler seviyesine ulaş-
mak hatta onu geçmek” yaklaşımını ve
bir anlamda Türk dış politikasının te-
mel felsefesi haline gelen “Yurtta sulh
cihanda sulh” anlayışını Türkiye’nin AB
üyeliği ile daha kolay gerçekleşeceğini
içselleştirmiş olduğunu çeşitli konuş-
maları ve beyanatları aracılığıyla anla-
maktayız. Özellikle jeopolitik konumu
gereği sorunlu bölgesinde “barış ve is-
tikrar adası” olan Türkiye’nin AB üyeliği
ile bölgesine daha fazla demokrasi ve özgürlük gelmesinde üstleneceği anahtar
role olan inancıyla Cumhurbaşkanı Gül, ülkesinin tam üyelik sürecini içtenlikle
desteklemekte ve kendi üzerine düşen bu konudaki temsil görevini fazlasıyla ifa
etmektedir.
Ocak 2011
70
ÇANKAYA’DA İLK ÜÇ YIL
Türkiye-Avrupa Birliği (AB) ilişkileri yarım asrı aşan “bekle/t/me” ile “platonik”, “ob-
sesif kompulsif”, “manik depresif” ve/ya kısaca “umutsuz” sıfatlarıyla nitelendirile-
bilecek bir “aşk hikayesi” ise; Türkiye’nin genelde Orta Asya ve özelde Türkî Cum-
huriyetler ile rabıtası da “karmaşık bir hatırlama ve unutma diyalektiği” ile bir o
kadar “iki uçlu duygudurum (bipolar) bozukluğu” teşhisini hak etmektedir. Türkiye
Cumhuriyeti’nin kurucu kadroları Turancılığa (Pantürkizm) karşı kat’î duruşları ile
Kemalist/Anadolu milliyetçiliğini benimsediklerinde; Türkiye’deki resmî tarih yazı-
mındaki “Türklerin anayurdu” metaforu hariç neredeyse “Türkistan” ya da bugünkü
popüler karşılığıyla “Orta Asya” dönemin stratejik ortağı Sovyetlerle iyi ilişkilerini
bozmamak adına devlet eliyle unutturuldu.
Genelde sosyal bilimler özelde siyasî tarih açısından “milat” olan Berlin Duvarı’nın
9 Kasım 1989’daki yıkılmasının tetiklediği domino taşı etkisiyle Sovyetler Birliği 26
Aralık 1991’de devrildi. Diğer etnik kimliklerin çıkışını engellemeye yönelik ama
paradoksal biçimde resmî Türk milliyetçiliğinin de gölgelediği “Türk etnisitesi,”
Orta Asya’da bağımsızlığını kazanan Türkî Cumhuriyetler üzerinden yine devlet
eliyle hatırlatıldı, uyandırıldı hatta kışkırtıldı. Türkiye, Orta Asya Cumhuriyetlerini
tanıyan ve bu ülkelerde Büyükelçilik açan ilk ülke olurken bu ülkelere ilk üst dü-
zey ziyaretleri de gerçekleştiren ilk ülkeydi. Ayrıca 1992’den bu yana Türkiye, Orta
Asya Cumhuriyetleri ile 500 civarında ikili ve çok taraflı anlaşma imzaladı. Türkiye,
bu ülkelerin Birleşmiş Milletler (BM) ve Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı (AGİT)
Ocak 2011
gibi uluslararası; Ekonomik İşbirliği Teşkilatı (EİT) gibi bölgesel örgütlere üye olma-
71
ÇANKAYA’DA İLK ÜÇ YIL
larında ve NATO’nun Barış İçin Ortaklık (BİO) programına katılmaları gibi pek çok
konuda yardımcı oldu.
Soğuk Savaşın bitimi ile Türk ulusal kimliği etnik vurgu ile yeniden şekillenirken
-bırakın Türkiye’deki diğer etnik kimlikleri ayrılıkçılığa sürükler mi diye sormayı-
Türkî Cumhuriyetler acaba bu söylemden rahatsız olurlar mı diye düşünülmeden
hiyerarşik bir “ağabey-kardeş” dikotomisi geliştirildi. Bu “Oryantalist” söylemin zi-
hinsel arkaplanında “son bağımsız Türk yurdu” Türkiye, aynı “beyaz adamın omuz-
larındaki yük” gibi “kardeş” Türkî Cumhuriyetlere aslında Sovyetlerin baskısı ile
maruz kaldıkları sosyalizm sonrası içine düştükleri modern kapitalist dünyada
hayatta kalmanın ve dahası kalkınmanın yollarını göstermekle kendini yükümlü
görmekteydi.
Türkiye’nin Türkî Cumhuriyetler için tasarladığı fikirler
aslında pek de gerçeklerle örtüşmüyordu. Türkî Cum-
huriyetler (Azerbaycan hariç) bağımsızlık için bırakın
bir kör kurşun atmayı, Sovyetlerin dağılması ile ba-
ğımsızlıkları kendilerine gümüş tepside sunulduğun-
da bile Rusya’daki Ağustos darbesi ile bu teklifi “iste-
mezük” diye ellerinin tersiyle geri itmişlerdi. Ağustos
darbesinin başarısızlığı sonrasında da Türkî Cumhu-
riyetler “lütfen” tenezzül buyurup bağımsızlıklarını
kabul etseler de Rus birliklerince korunan sınırları ile
“askerî,” Bağımsız Devlet Topluluğu (BDT) üyelikleri
ile “siyasî,” 1998’deki ekonomik krize kadar ruble ile
“iktisadî,” ve Rusçanın hegemonyası ile “kültürel” ola-
rak uzunca yıllar Moskova’ya dillerinden, kafalarından, karınlarından hatta ruhla-
rından bağlı kaldılar. Türkî Cumhuriyetlerdeki bu çekingenliğin ve azat istemezli-
ğin arkasındaki rasyonalite ise Sovyetlerdeki “üçüncü dünya” olmanın ge/rek/tirdi-
ği “üçüncü göz” ile Sovyetlerin yıkıldığında kendi üstlerine yıkılacağı sezgisi ve bu
moloz yığını üzerinde bağımsız olsalar bile bağımsızlıklarını nasıl koruyacaklarına
dair belirsizliğin getirdiği en azından sezgisel farkındalıktı. Yeni kurulan Türkî Cum-
huriyetlerle işbirliğine bu ülkelerin kapasitelerinden ve gereğinden fazla anlam
yükleyen rical-i-devlet ve özellikle Turancı çevreler kurdukları hayal büyüklüğün-
de hayal kırıklığı yaşadılar. Bu hayal kırıklığı -hangi yüksek düzeylerde dillendiril-
miş olursa olsun- “XXI. yüzyılın Türk asrı” olacağı ya da “Adriyatik’ten Çin Seddi’ne
kadar Türk dünyası” şeklindeki hamasî açıklamaların “yersizliği” ve “zamansızlığı”
ile örtüştü. Yine de bu söylem ve arkasındaki zihniyet özel önem atfedilen Türk
Dünyasından Sorumlu Devlet Bakanlığı, Türk Kültür ve Sanatları Ortak Yönetimi
Ocak 2011
72
ÇANKAYA’DA İLK ÜÇ YIL
dı. 2010 Zirvesinin en önemli kararı, Türk Dili Konuşan Ülkeler İşbirliği Konseyi’nin
73
ÇANKAYA’DA İLK ÜÇ YIL
(Türk Konseyi) kurulması oldu. Türkiye’nin eski Moskova Büyükelçisi Halil Akıncı
Konsey Sekreteri olurken faaliyet merkezi de İstanbul’a alındı. Bu gelişmeler Cum-
hurbaşkanı Abdullah Gül’ün öncülüğünde Türkiye’nin başrolünü gözler önüne
sermektedir. Her fırsatta genelde Orta Asya’ya özelde Türkî Cumhuriyetlere ver-
diği özel önemi dillendiren Cumhurbaşkanı Gül’ün Refahyol iktidarında Hükümet
Sözcülüğü yanında yürüttüğü Devlet Bakanlığının KKTC ve Türkî Cumhuriyetleri
de kapsadığını akılda tutarsak bu samimi gayretleri hiç de şaşırtıcı değildir. Za-
ten Gül, Astana’nın kuruluş yıl dönümü ve Kazakistan Cumhurbaşkanı Nursultan
Nazarbayev’in 70. doğum günü kutlamalarına katılmak üzere gerçekleştirdiği en
son Kazakistan ziyaretinde (4-6 Temmuz 2010) bütün Türk Cumhuriyetleri Cum-
hurbaşkanları olarak her yıl bir kez düzenli bir de gayri resmî bir toplantı gerçek-
leştirmeyi kararlaştırdıklarını ve bunu da uyguladıklarını bildirmişti. Türkiye ve
Kazakistan arasında 2009’da imzalanan Stratejik Ortaklık Anlaşması ile bu ziyaret-
lerin nasıl önemli sonuçlarla taçlandığını kavramsal-
laştırabiliriz.
74
ÇANKAYA’DA İLK ÜÇ YIL
Ocak 2011
75
ÇANKAYA’DA İLK ÜÇ YIL
76
ÇANKAYA’DA İLK ÜÇ YIL
sınır sorunları yüzünden komşularla uzun süre sürtüşmeli geçen ilişkilerde ciddi
bir düzelme görülmüştür. Bu politikaların en açık örneğini Suriye oluşturmaktadır.
1990’larda teröre verdiği destek yüzünden savaşın eşiğine gelen Türkiye-Suriye,
ilişkileri Türkiye’nin dostluk ve güven telkin eden politikaları ile tam tersine dön-
müştür. Diğer bölge ülkeleri ile de benzer yakınlaşmalar olmuştur. Özellikle Irak’ın
topraklarında gözü olmadığını ve bütünlüğünü istediğine ikna etmiştir. Bush Yö-
netimi döneminde İran’a karşı Sünni blok oluşturulması fikrine de yanaşmayıp
İran’la daha dengeli ilişkilerini sürdürmüştür.
2002 yılı sonunda AK Parti hükümete geldiğinden bu yana Ortadoğu’da birçok so-
runun çözümü için çaba göstermiştir. Daha başa geçmeden ABD’nin Irak işgalini
yakın bir tehlike olarak önünde bulmuştur. Gül’ün Başbakanlığı ve sonra Dışişleri
Bakanlığı döneminde önce bu işgalin gerçekleşmemesi için büyük çaba göster-
miştir. Irak’a komşu ülkelerin toplanıp Saddam Hüseyin’in elinde kitle imha silahı
olmadığını açıkça göstermeye ikna edilmesi ve ABD’nin işgalden vazgeçirilmesi
konusunda çalışılmıştır. İşgalden sonra Irak içinde başlayan direniş ve iç çatışma-
lar karşısında Irak’ın bütünlüğünün korunması konusunda ciddi katkıları olmuş-
tur. Bu katkılar Irak’taki Şii ve Sünni, Türkmen, Kürt, Arap gibi toplumsal kesimler
arasında güvenin ve anlayışın artırılması konusunda olmuştur.
77
ÇANKAYA’DA İLK ÜÇ YIL
Aşağıda daha detaylı inceleyeceğimiz gibi Ortadoğu’da ciddi bir demokrasi eksik-
liği olması ve bölge için İslam ile demokrasiyi birleştiren bir model olma ihtimali
çok önem taşımaktadır. Ayrıca, petrol ülkeleri dâhil olmak üzere Arap ülkelerinde
yaşanan ekonomik sorunlar ve yoksulluk, Türkiye’nin bir ekonomik güç olarak te-
mayüz etmesine imkân vermiştir. Hem
bir bölgesel güç hem de bir arabulucu
GÜL’ÜN MISIR ZİYARETİ IŞIĞINDA olarak Türkiye’nin bölge sorunlarına (Fi-
TÜRKİYE-MISIR İLİŞKİLERİ listin ve Irak gibi) yakın ilgi göstermesi
de bölge kamuoyunda ciddi takdir
Dr. Kamal Habib toplamıştır. Özellikle İsrail karşısında
Türkiye Uzmanı, Mısırlı Araştırmacı Yazar
aciz görüntü veren Arap yönetimleri de
Türkiye’nin bölge sorunlarına desteğini
Türkiye Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Mısır’a iki günlük kabullenmek durumunda kalmaktadır.
ziyarette bulundu. Türkiye Cumhurbaşkanının altıncı defa
olarak Mısır’da bulunması, iki ülke arasındaki ilişkilerin sıkı
ve güçlü olduğu anlamına gelmektedir. İki cumhurbaşkanı Arap Kamuoyunda Türkiye ve
hemen her yıl buluşmaktadır. Abdullah Gül
Gül, hem Mısırlılara hem de bölgenin iki büyük gücü ara-
Türkiye’nin 2000’li yıllarda Ortadoğu’ya
sındaki ilişkileri bulandırmaya çalışan taraflara “Türkiye,
yeniden yönelmesi Arap kamuoyunda
Kahire’nin Arap bölgesindeki organik ve stratejik ağırlığını
azaltan roller oynamıyor” mesajı taşıyor. Türkiye Cumhur- önemli tartışmalara yol açmıştır. Or-
başkanı, özellikle Türk rolüne ilişkin, iki ülke arasındaki çe- tadoğu ile ilişkiler birçok açıdan tartı-
şitli önemli sorunları genel olarak ele alan bir röportajda, şılmıştır. Bunların başında Türkiye’nin
Mısır Al-Ahram gazetesine, soğuk savaşın demode, geçer-
müzmin bölge sorunlarına katkıda
siz sloganlar kalıntılarından kurtulmak gerektiğini söyledi.
bulabileceği düşüncesi gelmektedir.
Ziyaret, insanî bir boyut da içerdi. Türkiye Cumhurbaşka-
Türkiye’nin bölgeye ilgisinin destek-
nı, Mısır Cumhurbaşkanı Mübarek’in sağlığını ve hatırını
sordu. Ayrıca Türkiye Cumhurbaşkanı ile Cumhurbaşkanı lenmesi gerektiği birçok Arap gazeteci
Mübarek’in birlikte Harp Okulu mezuniyet törenine ka- ve aydın tarafından dile getirilmekte-
tılmaları, ziyarete kardeşlik ile insanî boyutunu biraraya dir.1 Şuun al-Awsat Dergisi, 2009 yılın-
getiren özel bir anlam ekledi. Çünkü Abdullah Gül, böyle da yaptığı bir araştırmada Türkiye’nin
bir törene katılan, ancak Arap olmayan ilk cumhurbaşkanı
Ortadoğu’da artan rolünün bölge so-
olmuştur.
runlarının çözümüne önemli katkı sağ-
layacağını ortaya koyuyordu.2 El-Şark
el-Evsat Gazetesi’nden Tarık El-Hamid, Arap yetkililere sorarak Türkiye’den bölge-
deki beklentileri sıralamıştır: Filistin meselesine katkı, İran’ın bölgeye müdahalesi-
1 Baha Ebu Kerum. “Devafı Arabiye Muhtelife Verae İhtidan el-Nemuzec el-Türki.” http://
Ocak 2011
international.daralhayat.com/internationalarticle/152981.
2 Abdülhamid el-Ensari, “Türkiye el-Cedide. Lineksibha (Yeni Türkiye’yi Kazanalım).” El-İttihad
Gazetesi. 10 Haziran 2010. http://www.alittihad.ae/wajhatdetails.php?id=53006.
78
ÇANKAYA’DA İLK ÜÇ YIL
nin engellenmesi, Türkiye laikliğini bölgeye yayması, Hamas’ın Türkiye’yi örnek al-
masının sağlanması, Türk ordusu gibi Arap ordularının (özellikle Irak ve Lübnan’da)
anayasayı korumaya özendirilmesi, (Suriye’yi fazla karışmamaya ikna etmesiyle)
Lübnan’daki rolü özellikle takdir ediliyor, Irak topraklarına (Kürtlere) karşı saldırgan
tutum almaması, Sudan’ın parçalan-
masının önlenmesi, Batı Sahra, Yemen
İki cumhurbaşkanı, gerek Lübnan’da yaşananlar gerek İran
sorunları, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE)
nükleer programıyla ilgili özellikle İsrail’in tehlikeli ve he-
adalarındaki İran işgali, Somali, terör ve
sapsız risklerinden bölgeyi uzaklaştıran ve istikrara önem
kalkınmışlık sorunlarına duyarlı olması veren birçok dosyayı tartıştı. İki cumhurbaşkanı, İran nük-
konusunda da talepler var.3 Yazar bir leer programını da ele aldı. Türkiye Cumhurbaşkanı, söz-
Arap yetkilinin “Türkiye bu sorunların konusu programa son vermek için savaş istemediğini be-
yarısını çözerse onu 500 yıl daha Sultan lirtti. Çünkü savaş, Türkiye’nin durumunu etkiliyor ve İran
Türkiye’nin komşu ülkesidir. Türkiye, İran nükleer progra-
kabul edeceğiz” dediğini belirtmekte-
mının uzlaşma ve diyalog vasıtasıyla çözülmesi görüşünü
dir.4 savunmaktadır. O, her halükârda bölgenin nükleer silahsız
El-Rey Gazetesi’ne göre, Türkiye mer- olmasını istiyor ve Mısır’ın bakış açısı da böyle.
kezi bir devlettir ve Ortadoğu bölge- Tabii ki, iki cumhurbaşkanının görüşmeleri, özellikle El Fe-
sinin çoğu yerinde jeopolitik varlığı tih ve Hamas’ı barıştırma kapsamında Filistin sorununu,
sözkonusudur. Bölgenin bütün dos- Gazze Şeridi üzerindeki ambargonun kaldırılmasını ve iş-
gale son verme meselelerini de içerdi. ABD’nin bu yıl bit-
yalarına aktif olarak siyasi diyalog yo-
meden görüşmelere başlanmasını istediği, ancak İsrail’in
luyla katılmalıdır ve bölge ülkeleri ile yerleşimleri dondurarak uzlaşma konusunda ciddi oldu-
yüksek derecede ekonomik ilişki kur- ğunu göstermeden Filistinlilerin bunu kabul etmeyecekle-
ması gereklidir.5 Lübnanlı Profesör Paul ri müzakere edildi.
Salim’e göre ise, Türkiye’nin kamplaş- Afganistan ve orada yaşananlar, iki cumhurbaşkanının gö-
maları desteklemeden bölgede istikrar rüşmelerinde gündeme geldi. Özellikle iki ülke Dışişleri ba-
siyaseti izlemesi takdir edilmektedir.6 kanları, Vietnam savaşı dâhil Amerikan tarihindeki en uzun
savaşın gölgesinde (Afganistan savaşı 105 ay, Vietnam Sa-
Türkiye’nin Arap-İsrail çatışmasına ve
vaşı ise 103 ay sürmüştür), ISAF kuvvetlerinin gelecek yıl
Filistin ve Irak sorunlarına katkıda bu-
çekilme ihtimalini kolaylaştırmak için, devlet yönetimini
lunacağı belirtilmektedir.7 Afganlara devretmeye zemin hazırlayan Afganistan’daki
Bazı yazarlar ise Türkiye’nin bölgeyle Uluslararası Kabil Konferansına da katıldı. Cumhurbaşkanı
Abdullah Gül, Kahire’ye altıncı ziyaretiyle, Türkiye’nin, Filis-
ilgisi dolayısıyla birçok sorunun çözü-
münde Türkiye’nin katkı yapacağı bek-
lentisinin abartılı olduğu düşünülüyor.
3 Tarık El-Hamid, “Türkiye! Hazihi Kaimet el-Talebat.” El-Şark el-Evsat. 13 Haziran 2010. http://www.
aawsat.com/leader.asp?section=3&article=573652&issueno=11520.
4 Tarık El-Hamid, “Türkiye! Hazihi Kaimet el-Talebat.” El-Şark el-Evsat. 13 Haziran 2010. http://www.
aawsat.com/leader.asp?section=3&article=573652&issueno=11520.
5 El-Re’y. 14 Kasım 2009. http://www.alraimedia.com/Alrai/Article.aspx?id=166389.
Ocak 2011
79
ÇANKAYA’DA İLK ÜÇ YIL
8 Baha Ebu Kerum, “Devafı Arabiye Muhtelife Verae İhtidan el-Nemuzec el-Türki.” http://
international.daralhayat.com/internationalarticle/152981.
9 Azmi Bishara, “The Arabs and Turkey.” Al-Ahram Weekly 10 Haziran 2010. http://weekly.ahram.
org.eg/2010/1006/op11.htm.
Ocak 2011
80
ÇANKAYA’DA İLK ÜÇ YIL
81
ÇANKAYA’DA İLK ÜÇ YIL
17 Abdülmun’im Said. “El-Tefkir fil-Tecrübet el-Türkiye Merra Uhra.” El-Şark El-Awsat. 19 Eylül 2007.
http://www.aawsat.com/leader.asp?section=3&article=437749&issueno=10522.
18 Azmi Bishara. “The Arabs and Turkey.” Al-Ahram Weekly 10 Haziran 2010. http://weekly.ahram.
org.eg/2010/1006/op11.htm.
19 Ziya Raşvan. “Zaviye Uhra – Mahalliye – lin-Nazar fil-Tecrübe el-Türkiye.” El-Şuruk. 5 Temmuz
2010.
20 Azmi Bishara. “The Arabs and Turkey.” Al-Ahram Weekly 10 Haziran 2010. http://weekly.ahram.
org.eg/2010/1006/op11.htm.
21 Azmi Bishara. “The Arabs and Turkey.” Al-Ahram Weekly 10 Haziran 2010. http://weekly.ahram.
org.eg/2010/1006/op11.htm.
22 Azmi Bishara. “The Arabs and Turkey.” Al-Ahram Weekly 10 Haziran 2010. http://weekly.ahram.
org.eg/2010/1006/op11.htm.
23 Ahmed Casim. “Hel Yestefidu el-İslamiyyun minel-Tecrübet el-Türkiyye.” 4Hahda.com. 14
Ocak 2011
82
ÇANKAYA’DA İLK ÜÇ YIL
25 Hanna Ubeyd. “Türk Deneyiminde İslami ve Modern Seçenekler.” Ahram 8 Eylül 2007. http://
acpss.ahram.org.eg/Ahram/2001/1/1/ANAL814.HTM.
26 El-Mısri el-Yeym. 21 Ekim 2009. http://www.almasry-alyoum.com/printerfriendly.
aspx?ArticleID=230205.
27 El-Mısri el-Yeym. 21 Ekim 2009. http://www.almasry-alyoum.com/printerfriendly.
aspx?ArticleID=230205.
28 Baha Ebu Kerum. “Devafı Arabiye Muhtelife Verae İhtidan el-Nemuzec el-Türki.” http://
international.daralhayat.com/internationalarticle/152981.
29 El-Re’y. 14 Kasım 2009. http://www.alraimedia.com/Alrai/Article.aspx?id=166389.
Ocak 2011
83
ÇANKAYA’DA İLK ÜÇ YIL
34 Naci Sadık Şarrab. “Türkiye ve Mucibat el-Devr el-İklimi.” El-Vatan. 06 Haziran 2010.
35 Fehmi Hüveydi. “Türkiye Ba’del-İnkılab el-İntihabi (Seçim Devriminden Sonra Türkiye).” El-Şark
el-Evsat. 24 Aralık 2010. http://www.aawsat.com/details.asp?issueno=8792&article=143145.
84
ÇANKAYA’DA İLK ÜÇ YIL
de Türkiye ABD’nin bölge çıkarlarını korumaya yarayan bir piyon gibi görenler de
olmuştur. Ancak ABD’nin demokrasi konusunda samimi olmadığı ama Türkiye’nin
bölge halklarının iyiliğini istediği zamanla anlaşılmıştır.
Irak, ilk dönemde önemli bir gündem maddesiydi. Türkiye’nin PKK terör kamp-
larına Irak’ta yaptığı operasyonlar Arap dünyasında Türkiye’nin Irak toprakların-
da gözü olduğu şeklinde yorumlanıyordu. Türkiye’nin Irak’ın istikrarı için yap-
tıkları Arap dünyasında oldukça önemseniyor ve yakından izleniyordu. Riyad
Gazetesi’ne yaptığı açıklamada Gül’ün bütün ülkeleri Irak’ta siyasi sürecin işlemesi
için yardıma çağırdığı duyuruluyordu.36 Türkiye’nin Irak için yaptıkları Suriye’de
bile takdir ediliyordu.37
2007 ve Sonrası
Gül’ün Cumhurbaşkanlığı seçilme süreci Arap kamuoyunda oldukça önemli yankı
bulmuştur. Bu süreçte yaşanan tartışmalarda Türkiye’de başörtüsünün yasak ol-
39 Türki Ali el-Rabiu. “Hel Setezheb Suriye ila Tarik “el-Adale” el-Türkiyye (Suriye Türk “Adaleti”
Yolunda Gidecek Mi?)” 18 Nisan 2005. http://www.syria-news.com/newstoprint.php?sy_
seq=4314.
85
ÇANKAYA’DA İLK ÜÇ YIL
masında Türkiye’nin katı laik karakterinin etkili olduğu dile getirildi. Özellikle eşi
başörtülü diye laik elitlerin Erdoğan’ı ve Gül’ü köşkte görmek istemedikleri sıkça dile
getiriliyordu. Mısır’ın resmi kanalı Ahbar Mısr’da Abdullah Gül’ün eşi Hayrunnisa Ha-
nım ile Atatürk’ten sonra ilk defa başörtüsünün Köşk’e girdiğini belirtiyordu.40
22 Temmuz 2007 seçimleri akabinde ve Cumhurbaşkanlığı tartışmaları sürecinde
Profesör Kamil El-Şerif’in El-Düstur Gazetesi’nde yayınlanan makalesi ilginç görüş-
ler ve tespitler içeriyor.41 Yazar kendisi Türk seçimlerine katılsaydı Abdullah Gül’e
oy verirdim çünkü Gül, Türkiye’nin gerçek ruhunu temsil ediyor: “İslam’a bağlı ama
çağdaş dünyaya açık, dünya barışını istiyor… Geniş bir kültüre sahip, mûtedil ve
diyaloga açık.”42 Bu dönemden sonra hem Türkiye vesayetli bir demokrasi görünü-
münden uzaklaştığı gibi, fazla Batı yanlısı görülmekten de uzaklaşılmıştır.
Cumhurbaşkanı olduktan sonra Gül diğer bölgelerin
yanında Ortadoğu ile ilişkilere özel önem vermeye de-
vam etmiştir. Bu çerçevede bölge ülkeleri ile karşılıklı
ziyaretlere önem verilmiştir. Muhtemelen Türkiye’nin
verdiği önem sırasını ve ilişkilerin yakınlığını da gös-
terecek şekilde Suriye ve Mısır ile karşılıklı dört, Suudi
Arabistan ile üç, İran, Kuveyt, Katar, Ürdün, Bahreyn,
Irak’a iki, Filistin lideri Mahmut Abbas’ın üç Türkiye
ziyareti yanında Lübnan Cumhurbaşkanı da bir kez
Türkiye’yi ziyaret etmiştir. Bu ziyaretlerle Türkiye bölge-
sel siyasi, ekonomik ve kültürel ilişkileri geliştirmeye ve
kendi gündemini anlatmaya çalışmıştır.
Mısır’da Türkiye’nin yeni rolünü kabullenmiş ve ekonomik ve diplomatik ilişkiler
artmıştır. 2007 sonunda yapılan İslam Konferansı Örgütü (İKÖ) toplantısına katılan
Mısır Ticaret ve Sanayi Bakanı Raşid Muhammed Raşid, Mısır ve Türkiye arasında
ikili ilişkilerin geliştirilmesine önem verdiğini belirten bir mektubu Cumhurbaşka-
nı Gül’e iletti. 43 Ocak 2008’de Gül’ün Mısır’a yaptığı ve Mısır kamuoyu tarafından
çok önemsenen ziyarette o günkü bölgesel sorunlar (Irak, Lübnan, İran ve Filis-
tin) konusunda işbirliği yapılmasının önemi vurgulanmıştır. Burada Gül, özellikle
AB üyeliğinin Arap ülkeleriyle ilişkilere bir alternatif olmadığını, Mısır’ın bu üyeliği
desteklediğini ve iki ülke arasında ilişkilerin çok iyi olduğuna vurgu yaptı. 44 Bu
86
ÇANKAYA’DA İLK ÜÇ YIL
45 http://www.saveegyptfront.org/news/print.php?a=19621.
46 Mashi.Com. 26 November 2010. http://www6.mashy.com/newsroom/world_news/--------321.
47 Isa el-Zedjali. 2010. “Ziyare Tarihiye lil-Reis el-Türki ila el-Saltana.” El-Saha El-Ummaniye. 18 Nisan.
http://www.oman0.net/forum/showthread.php?t=450908.
48 Subhi Zuayter. “Min Beyrut il Ankara” El-Vatan. 16 Ağustos 2010. http://www.alwatan.com.sa/
Ocak 2011
Articles/Detail.aspx?ArticleID=1802.
49 Hani Aziz. “Abdulah Gül: Ziyara fil-Gûl.” El-Mısri El-Yevm. 1 Ağustos 2010. http://www.
almasryalyoum.com/node/60335.
87
ÇANKAYA’DA İLK ÜÇ YIL
aspx?ID=202597&MID=59&PID=46.
53 Now Lebanon. 23 Eylül 2010. http://www.nowlebanon.com/Arabic/NewsArticleDetails.
aspx?ID=203370&MID=59&PID=46.
88
ÇANKAYA’DA İLK ÜÇ YIL
Soğuk Savaş sonrası dönemde Türk Dış Politikasında (TDP) gözlenen köklü deği-
şikliklerden biri Türkiye’nin hem bölgesel hem de küresel düzlemde uluslararası
politikada giderek artan şekilde aktif roller üstlenmesidir. 1980 sonrası dönemde
başlayan dışa açık ekonomik büyüme modeline uygun olarak, dış dünya ile eko-
nomik ve ticari ilişkiler ağını geliştirmeye çalışan Türkiye’nin yeni siyasi elitleri ve
bürokrasi ekonomik gelişmenin ancak istikrarlı ve güvenli bir uluslararası ortamda
mümkün olacağı gerçeğini iyi kavramış görünmektedir. Küresel sistemle enteg-
rasyon sürecinde Türkiye’nin başvurduğu en önemli stratejik enstrümanların ba-
şında ise uluslararası örgütler gelmektedir. Gerçekten de Türkiye’yi yeniden güçlü
bir bölgesel ve küresel aktör yapmaya yönelik yeni Türk dış politikasının uygulan-
masında en çok göze çarpan yönlerinden birisi Türkiye’nin uluslararası örgütlerde
giderek artan ve çeşitlenen rolüdür. Küreselleşmiş uluslararası ilişkiler şartlarında
uluslararası örgütler bir yandan Türkiye’nin uluslararası diplomaside üstlendiği ça-
tışan taraflar arasında iyi niyetli arabuluculuk rolünü kolaylaştırırken, diğer yandan
geliştirdiği çözümlerin ve yapıcı önerilerin uluslararası toplum nezdinde meşru-
laştırılmasını da sağlamaktadır. Bu sayede, Türkiye son yıllarda Avrupa, Balkanlar
ve Kafkasya ile Ortadoğu ve hatta küresel ölçekli tüm siyasi ve askeri gelişmelerde
uluslararası diplomasinin temel aktörlerinden biri haline gelmiştir.
Türkiye’nin küresel sistemde artan rolünün en önemli kanıtlarından biri de BM Gü-
venlik Konseyi geçici üyeliğine seçilmesidir. BM Güvenlik Konseyi, BM’nin altı ana
organından birisi ve belki de en önemlisidir. Öncelikli görevi küresel düzeyde barış
Ocak 2011
89
ÇANKAYA’DA İLK ÜÇ YIL
almaya ve hatta güvenliği tehdit eden ülkelere karşı kuvvet kullanma ve savaş ilan
etmeye yetkili tek organdır. Tam da bundan dolayı BM Güvenlik Konseyi üyeliği
tüm ülkeler için bir prestij meselesi olarak görülür. Ülkelere uluslararası politikada
etkinliklerini artırma, diplomatik becerilerini sergileme ve barışa verdikleri önemi
gösterme fırsatı verir. Dünya siyasetinin nabzı sayılan ve en önemli güvenlik so-
runlarının tartışıldığı diplomatik bir platformda görev yapmak üye ülkeler için pek
çok diplomatik ve siyasi avantajlar sağlar.
Türkiye’nin BM Güvenlik Konseyi üyeliği kolay olmamıştır. Resmi olarak 23 Tem-
muz 2003’de başlayan adaylık süreci beş yıllık sistemli bir çalışma neticesinde
başarıyla tamamlanmıştır. Gerçekten de Türkiye’nin yarım asırlık bir aradan sonra
2008 Ekiminde BM Güvenlik Konseyi geçici üyeliğine 192 üyeden 151’inin deste-
ğiyle seçilmesi Türkiye’nin son yıllarda sergilediği pro-aktif dış politikanın en başa-
rılı sonuçlarından biri olarak görülmektedir. Aslında bu sonuç bir tesadüf değildir.
Aksine Ankara’nın sergilediği güçlü siyasi irade ile
bu iradeyi uygulayan Türk diplomasisinin yüksek
bir motivasyon ile yürüttüğü uzun, yorucu ve gay-
retli bir uğraşın neticesidir. Türkiye’nin BM Güvenlik
Konseyi’ne aday olmasına 2002 seçimleri sonrasın-
da işbaşına gelen Abdullah Gül’ün başbakanlığı dö-
neminde karar verilmiş ve daha sonra onun Dışişleri
Bakanlığı ve Cumhurbaşkanlığı dönemindeki yakın
takibi ve koordinasyonu sayesinde başarılı bir sonuç
alınmıştır. 2010 sonunda geçici üyelik süresi bitecek
olan Türkiye, BM Güvenlik Konseyi üyeliğini ulusla-
rarası ilişkilerdeki görünülürlüğünü artırmak için et-
kin biçimde kullanmıştır. Özellikle iki kez üstlendiği
birer aylık BM Güvenlik Konseyi dönem başkanlıkları süresinde uluslararası barış
ve güvenliği ilgilendiren kritik sorunların çözümünde önemli inisiyatifler üstlen-
miştir.
Türkiye’nin BM Güvenlik Konseyi üyeliğinin en kritik dönemi şüphesiz BM’nin 65.
dönem Genel Kurul çalışmalarına denk gelen 2010 Eylül ayındaki çalışmalardır.
BM üyelerinin çok büyük çoğunluğunun Devlet veya Hükümet Başkanı seviyesin-
de katıldığı görüşmelerde, Türkiye Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve Dışişleri Ba-
kanı Ahmet Davutoğlu tarafından başarıyla temsil edilmiştir. Bir anlamda dönem
başkanı sıfatıyla BM Genel Sekreteri Ban Ki Mun ile birlikte dünya liderlerine ev sa-
hipliği yapan Cumhurbaşkanı Gül, BM Güvenlik Konseyi’nin kritik bir oturumunda
doğrudan başkanlık yapmış; Genel Kurulda ise Türkiye’nin yeni küresel vizyonunu
Ocak 2011
anlatan uzun ve zengin içerikli bir konuşma yapmıştır. Ayrıca Gül, Amerikan ve
90
ÇANKAYA’DA İLK ÜÇ YIL
sı, Türkiye adına tam anlamıyla diplomatik bir gövde gösterisi olmuş ve BM Genel
91
ÇANKAYA’DA İLK ÜÇ YIL
Sekreterinin yanı sıra içlerinde Çin Başbakanı Wen Jiabao, Avusturya Cumhurbaş-
kanı Heinz Fischer, Uganda Cumhurbaşkanı Yoweri Kaguta Museveni, Bosna Her-
sek Devlet Başkanı Haris Silajdžić, Japonya Başbakanı Naoto Kan gibi üye ülkelerin
en üst düzey temsilcileri katılmıştır. Ayrıca ABD, Fransa, İngiltere ve Rusya ise zirve-
ye dışişleri bakanları düzeyinde katılmış-
lardır. Abdullah Gül tarafından yönetilen
toplantı sonunda çatışmaları önlemeyi
ABDULLAH GÜL’E ABD’DEN BİR BAKIŞ
ve barışı korumayı amaçlayan tedbirlere
Prof. Dr. S. Waleck Dalpour
Uluslararası Ekonomi ve Strateji, Maine Farmington
duyulan ihtiyaç dile getirilmiştir. Denile-
Üniversitesi bilir ki, Cumhurbaşkanı Gül’ün şahsında
bu yılki BM toplantıları ve Güvenlik Kon-
Uluslararası ekonomi ve strateji alanında Amerikalı bir
seyi zirvesi Türkiye’nin artık dünya politi-
profesör olarak Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’e bakış açım
kasında önemli aktörlerden biri olduğu-
muhtemelen bir Türk vatandaşının bakışından oldukça
farklıdır. Elbette bunun objektif olmadığını ya da mantıklı nu tescil etmiştir.
olmadığını söylemiyorum. Türkiye’nin Cumhurbaşkanı ve BM Bin Yıl Gelişme Hedefleri ve Cum-
bir dizi kritik alanda Türkiye için çizdiği rotası hakkında çok
hurbaşkanı Abdullah Gül’ün Zirve
sayıda gözlem yapmayı diliyorum. Gayet iyi bilindiği gibi
Türkiye AB’nin bir üyesi olmak istiyor. Elbette bu henüz
Konuşması: BM’nin Genel Kurul çalış-
gerçekleşmedi ve bunun temel nedeni ise Müslümanlara maları her yıl önemli tartışmalara sahne
karşı olan önyargı ya da daha belirgin olarak Avrupa ülke- olmaktadır. Küba lideri Castro’dan İran li-
lerine olan Müslüman göçü gibi görünmektedir. (Özellikle deri Ahmedinejad’a kadar dünya liderleri
Almanya’daki) sağ kanat milliyetçilerinin yükselişi de bu BM Genel Kuruluna hitap ederek dünya
üzücü gerçeği yeterince açık hale getirmiştir. Bu Türkiye’nin
kamuoyuna kendi görüşlerini anlatırlar.
değil, Avrupa’nın kaybıdır. AB’ne üye devletlerin yakın za-
mandaki ekonomik çöküşü, AB üyeliği seçeneğini olduk-
Bu yıl 2000 yılında BM tarafından kabul
ça cazibesiz hale getirmiştir. Esasen, Türkiye ekonomik bir edilen ve özünde insanlığın açlık, fakirlik
kurşundan sıyrılmıştır. ve yaygın hastalıklardan kurtulmasını ve
Cumhurbaşkanı Gül’ün liderliği ışığında Türkiye’deki eko- gelişmekte olan ülkelerin kalkınma so-
nomik durum oldukça güçlüdür ve bu gidişat ilerlemeye runlarına çözüm bulunmasını amaçlayan
dair tüm özellikleri göstermektedir. 16 Eylül 2010 tarihli kararların onuncu yılıdır. Gül de konuş-
Wall Street Journal’a göre “Türkiye en hızlı gelişen ekono- masında bir yandan BM’nin bin yıl geliş-
milerden birisi olup, düşük enflasyonla iftihar etmekte, bir
me amaçlarına yönelik kararlarına vurgu
dizi kilit ekonomik reformları takip ederek dış yatırımı hızla
yaparken, diğer yandan Türkiye’nin küre-
arttırmaktadır.”
sel barış ve güvenliğe yönelik vizyonunu
da açıkladı. Özetle Cumhurbaşkanı Gül,
yaptığı konuşmasının içeriğinde bir yandan zengin ülkelere yalnızca kendinizi dü-
şünmeyin mesajını verirken, diğer yandan yoksulluk sorunlarıyla uğraşan az ge-
lişmiş ülkelere de yalnız değilsiniz, sorunlarınızı birlikte çözeceğiz mesajını iletti.
Ocak 2011
92
ÇANKAYA’DA İLK ÜÇ YIL
Cumhurbaşkanı Gül başta ABD Başkanı Barack Obama olmak üzere pek çok dev-
let adamıyla da ikili görüşmeler yaptı. Özellikle Obama-Gül görüşmesinin Irak,
PKK ve Ortadoğu barış süreci üzerinde yoğunlaştığı belirtildi. Bu arada dünya
basınında Gül’ün İsrail Cumhurbaşkanı Peres’le de görüşeceği haberleri gerçeğe
Ocak 2011
93
ÇANKAYA’DA İLK ÜÇ YIL
vermeyi tercih etti. Medya dünyasının önemli temsilcileriyle biraraya gelen Gül
bu çerçevede Newsweek, Wall Street Journal, Associated Press, New York Times
temsilcileriyle buluştu ve PBS Televizyonu’na bir mülâkat verdi. Council on Foreign
Relations (CFR) ve Columbia Üniversitesi’nde de birer konferans verdi. Son olarak
ise ABD’deki en önemli üniversite şehirlerinden biri olan Boston’da Türkiye kökenli
bilim adamlarıyla biraraya gelerek onların birikimlerinden faydalanacaklarını ifade
etti.
Özetle, Cumhurbaşkanı Gül, Türkiye’nin BM Güvenlik Konseyi geçici üyeliğinin
sağladığı imkânları sonuna kadar kullanarak son yıllarda hem ekonomik hem de
siyasi anlamda yıldızı giderek parlayan Türkiye’yi büyük bir devlete yakışan bir
onurla hak ettiği şekilde temsil etti. Dahası gerçekleştirdiği temaslardan da cesaret
alan Cumhurbaşkanı Gül, Türkiye’nin mümkün olan en kısa zamanda BM Güven-
lik Konseyi’ne yeniden aday olacağının sinyallerini de verdi. İki yıllık geçici üyelik
sürecinde uluslararası barış ve güvenliğin sağlanması
ve ihtilafların çözülmesi anlamında son derece başarılı
bir diplomatik performans sergileyen Türkiye’nin aday
olması halinde seçilmesinin yüksek olasılık olduğunu
söylemek mümkündür.
Ocak 2011
94
ÇANKAYA’DA İLK ÜÇ YIL
HAZIRLAYANLAR
Prof. Dr. Birol Akgün 1968 Soma doğumludur. Ankara Üniversitesi, Siyasal Bilgi-
ler Fakültesinden mezun olduktan sonra, lisansüstü çalışmalarda bulunmak üzere
resmi burslu statüde Amerika Birleşik Devletlerine gitti. Burada Case Western Re-
serve Üniversitesi Siyaset Bilimi bölümünde Yüksek Lisans (1996) ve Doktora de-
recesini (2000) aldı. Halen Selçuk Üniversitesi, İİBF, Uluslararası İlişkiler Bölümünde
görev yapmaktadır.
Prof. Dr. Yasin AKTAY
SDE Başkanı
Doç. Dr., SDE Uluslararası İlişkiler Programı Koordinatör Yardımcısı. ODTÜ Siyaset
Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümünden Lisans (1996), Bilkent Üniversitesi Siyaset
Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümünden Yüksek Lisans (1997) ve Doktorasını (2003)
aldıktan sonra Kırgızistan Atatürk Alatoo Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölü-
münde öğretim üyesi olarak çalıştı. Collegium Budapest’teki post-doc çalışma-
ları sonrasında 2004 Eylülünden bu yana Selçuk Üniversitesi Uluslararası İlişkiler
Bölümünde çalışmaktadır. Küreselleşeme, Ortadoğu ve Orta Asya üzerine çalışan
Ocak 2011
95
ÇANKAYA’DA İLK ÜÇ YIL
Doç. Dr. Muhsin Kar, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi İktisat Bölü-
münden 1992 yılında mezun olmuş ve ardından K. Maraş Sütçü İmam Üniversi-
tesi İİBF İktisat Bölümü Araştırma Görevlisi kadrosuna atanmıştır. Kar, 1994 yılın-
da YÖK bursu ile İngiltere’ye gönderilmiş, Yüksek Lisans ve doktorasını bu ülkede
tamamladıktan sonra 2000 yılında Türkiye’ye dönmüştür. K. Maraş Sütçü İmam
Üniversitesi’nde Yardımcı Doçent ve Doçent olarak uzun yıllar çalışmış olan Kar,
halen Çukurova Üniversitesi İktisat Bölümünde Doçent olarak görev yapmaktadır.
Doç. Dr. Bekir Berat ÖZİPEK
SDE Uzmanı
Doç. Dr. Yusuf Tekin, siyaset bilimcidir. 1994 yılında Ankara Üniversitesi Siyasal Bil-
giler Fakültesi Kamu Yönetimi Bölümü’nden mezun oldu. Siyaset Bilimi Alanında
1997 yılında yüksek lisansını, 2002 yılında doktorasını tamamladı. 2007 yılında Si-
yasal Hayat ve Kurumlar alanında doçent oldu. Cumhuriyet Üniversitesi ve Gazios-
manpaşa Üniversitesi’nde öğretim üyesi olarak çalıştı. Halen Polis Akademisi Baş-
kanlığı Güvenlik Bilimleri Fakültesi’nde öğretim üyesidir. Osmanlı modernleşmesi,
Türk siyasal hayatı, Türk demokrasi tarihi, seçimler ve seçim sistemleri konularında
çalışmaktadır.
Doç. Dr. Ahmet UYSAL
SDE Uzmanı
96