You are on page 1of 96

ÇANKAYA’DA

İLK ÜÇ YIL

Ocak 2011
ÇANKAYA’DA İLK ÜÇ YIL

SDE - STRATEJİK DÜŞÜNCE ENSTİTÜSÜ


Çetin Emeç Bulvarı / Aşağı Öveçler Mh.
4. Cd. 1330. Sk. No: 12
06460 Çankaya / ANKARA
Tel. : +90 (312) 473 80 45
Faks : +90 (312) 473 80 46
e-posta : sde@sde.org.tr
www.sde.org.tr

BASKI
Pulat Matbaası
Tel. : +90 (312) 257 46 59
Faks : +90 (312) 257 46 59

FOTOGRAFLAR
Ocak 2011

www.tccb.gov.tr

2
ÇANKAYA’DA İLK ÜÇ YIL

TAKDİM

2007 yılında gerçekleşen anayasa değişikliğine göre cumhurbaşkanı bundan


sonra halk tarafından seçilecektir. Bu yönüyle, Türkiye’nin 11. Cumhurbaşkanı Ab-
dullah Gül parlamento tarafından seçilen cumhurbaşkanlarının sonuncusudur.
Gül’ün adaylığı sürecinde ortaya çıkan meşhur 367 krizini aşmak üzere referan-
duma gidildiği halde, 22 Temmuz seçimleri sonucunda oluşan yeni parlamento
aritmetiği referandumun beklenmesine gerek olmaksızın krizin aşılmasını sağladı.
Böylece halkın seçeceği cumhurbaşkanı bir dönem sonraya ertelenmiş oldu. An-
cak belirtmek gerekir ki aslında Gül’ün seçimi parlamento tarafından gerçekleş-
mişse bile o parlamentonun yapısını şekillendiren seçmen iradesinin tecellisinde
belirleyici etken cumhurbaşkanı seçimiydi. Dolayısıyla Gül’ün seçimi fiilen bir tür
halk oylamasının sonucunda oldu.
28 Ağustos 2007 tarihinde en yüksek siyasi mutabakatla Cumhurbaşkanlığı’na se-
çilen Abdullah Gül, buna mukabil muhtemelen hiçbir selefinin seçilirken karşılaş-
madığı kadar sert bir siyasi direnci de aşarak işbaşına geldi. Süreç içinde anamu-
halefetin yadsıyıcı tutumu devam ettiyse de Gül’ün arkasındaki güçlü parlamento
desteği ve 21 Ekim referandumunun sonucu Çankaya’daki meşruiyetini güçlendir-
di. Gül de, icraatlarıyla ve tasarruflarıyla bu meşruiyeti pekiştiren bir tutum içinde
oldu. Tamamen ilgisiz kalmasa da siyasi tartışmalara girmemeye özen gösteren
Gül, daha önceleri cumhurbaşkanlığı makamı için hep bir tartışma ve eleştiri ko-
nusu olan aşırı yetkiler konusunda kendisi de eleştirilerde bulundu ve düzeltilme-
si gerektiği hususunu yineledi. Ancak hâlen Cumhurbaşkanlığı makamına 1982
Anayasası’yla tanınmış olan aşırı yetkiler konusunda bir düzenleme yapılmış değil.
Gül’ün Cumhurbaşkanlığı’nın birçok açıdan Türk demokrasi tarihi içinde bir dö-
nüm noktası oluşturduğu bir gerçektir. Devlet ve hükümet erklerinin açıkça ayırt
edildiği bir yapıdan devletin siyasetle, dolayısıyla halkla bütünleştiği bir yapıya
geçiş, bu sürecin en önemli yanlarındandır. Cumhurbaşkanı seçimi, ilk defa Gül’ün
seçilmesi sürecinde halkın bu kadar aktif katılımıyla ve onayıyla gerçekleşmiş
oldu. Ancak halkın aktif katılım ve onayıyla seçilmiş olması tasarruflarının halkın
Ocak 2011

denetiminden uzak olacağı anlamına gelmiyor. SDE olarak görev süresinde üç yılı-

3
ÇANKAYA’DA İLK ÜÇ YIL

nı doldurması üzerine Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanlığı’nın, bütünleştirici top-


lumsal liderlik boyutuyla demokratikleşme sürecine, ülke istikrarına, ekonomik
gelişmeye, Türkiye’nin uluslararası ilişkilerine ve insan haklarının gelişimine olan
katkılarını değerlendirmeye çalıştık. SDE uzmanlarının her birinin kendi alanıyla
ilgili konularda hazırladığı bu çalışma, Gül’ün Cumhurbaşkanlığı makamındaki ilk
üç yılının bir özet ve karşılaştırmalı değerlendirmesini içeriyor.
AB Komisyonu’nun 2010 Eylül’ünde yayımladığı Türkiye İlerleme Raporu’nda
Cumhurbaşkanı Gül’ün siyasi partiler arasında “aktif şekilde uzlaştırıcı rol oyna-
maya devam ederek önde gelen siyasi partiler arasında diyalogu teşvik ettiği” ve
“devlet kurumlarının sağlam işlemesini temin etmek için çabaladığı” kaydedildi.
Aynı raporda Gül’ün “yargı ve üniversiteler başta olmak üzere kilit devlet kurumla-
rına yaptığı atamalarıyla ilgili endişeler” de ifade edildi.
Elinizdeki çalışmada SDE uzmanlarınca münhasıran Cumhurbaşkanlığı makamı ve
Gül’ün bu makamdaki ilk üç yılındaki icraatlarını analiz etmek üzere geçtiğimiz yıl
Kasım ayında hazırlandı. Basım sürecinin uzaması nedeniyle yeni yılın ilk günleri-
ne değin geçen süredeki bazı önemli hususlar da metne dahil edildi. Dolayısıyla
Cumhurbaşkanı’nın ilk üç yılının analizini yapan bu metin de, son üç aydaki geliş-
melere de kısmen yer verilmiştir.
Yasin Aktay’ın “Bütünleştirici Toplumsal Liderlik Yönüyle Cumhurbaşkanlığı Ma-
kamı” başlıklı yazısı, Cumhurbaşkanlığı makamının Cumhuriyetin kuruluşundan
itibaren aslında bir hayli ihmal edilmiş olan “toplumsal liderlik ve cumhuru temsil”
boyutunun Gül ile birlikte nasıl bir değişim geçirdiğini değerlendiriliyor. Kuşkusuz
ilk defa Özal ile birlikte anlaşılan ve hissedilen bu önemin, Özal-sonrası Çankaya
sakinleri üzerinde bir “Özal hayaleti” etkisi bırakmış olduğu ve bu hayaletin Gül’ün
cumhurbaşkanlığı ile birlikte yeni bir soluğa kavuştuğu ifade edilmektedir. SDE
Ekonomi Programı Koordinatörü Doç. Dr. Muhsin Kar, Gül’ün Cumhurbaşkanlığı
esnasında yaptığı dış gezilere katılan iş adamlarının gerçekleştirdiği bağlantılar
üzerinden “Türkiye Ekonomisinin Dünya ile Bütünleşmesinde Cumhurbaşkanlığı-
nın Rolüne Karşılaştırmalı Bir Bakış” sunuyor. SDE Demokratikleşme Programı Ko-
ordinatörü Doç. Dr. Yusuf Tekin de Parlamenter Demokrasi Bağlamında Cumhur-
başkanı Gül’ün Hükümet ve TBMM ile İlişkilerini masaya yatırıyor. Analizinde ön-
cekilerle karşılaştırmalı olarak Cumhurbaşkanlığı makamının yasama ve yürütme
arasındaki uyum ve dengenin yürütülmesindeki rolün önemi üzerinde duruyor.
SDE uzmanlarından Doç. Dr. Bekir Berat Özipek, “Cumhurbaşkanı Gül’ün Demok-
ratikleşme ve İnsan Haklarının Gelişimindeki Rolü”nü ele alıyor. SDE Uluslararası
ilişkiler Programı Koordinatörü Prof. Dr. Birol Akgün, Gül’ün Türk Dış Politikadaki
rolünün yanı sıra Türkiye’nin BM Güvenlik Konseyi Üyeliğindeki rolünü; Ulusla-
Ocak 2011

rarası ilişkiler Koordinatör Yardımcısı Doç. Dr. Murat Çemrek ise, Cumhurbaşka-

4
ÇANKAYA’DA İLK ÜÇ YIL

nı Gül’ün AB ve Orta Asya ile İlişkilerin geliştirilmesindeki rolünü iki ayrı yazıda
değerlendiriyor. Türkiye’nin yeni dönem dış politikasının şekillenmesinde Arap
dünyasına yönelik açılımların çok önemli bir yeri bulunuyor. Kuşkusuz bu ilişkile-
rin gelişmesinde Cumhurbaşkanı seçildiği güne kadar Dışişleri Bakanlığı görevini
yürütmekte olan Gül’ün önemli bir rolü olmuştur. Gerek Dışişleri Bakanlığı göre-
vinde gerekse Cumhurbaşkanı seçildiği tarihten itibaren Arap dünyasında oluşan
yeni Türkiye’nin görünümünü, uzun süre Arap ülkelerinde yaşayarak buralardaki
Türkiye algısını inceleyen SDE uzmanlarından Sosyolog Doç. Dr. Ahmet Uysal ak-
tarmaya çalıştı.
Çalışmada Suriyeli Dr. Velid Rıdvan, Amerikalı Prof. S. Waleck Dalpour, Mısırlı Dr.
Kamal Habib ve Prof. Beril Dedeoğlu’nun da kısa değerlendirmeleri yer alıyor.
SDE olarak Türkiye’nin yöneticileri ve yönetim sistemi hakkında da bu tarz çalış-
maların hazırlanmasının sivil denetim sorumluluğu çerçevesinde çok önemli ol-
duğu inancıyla diğer önemli kurum veya temsil makamları hakkında da akademik
çalışmalar yayınlayacağımızı bu vesileyle duyurmak istiyoruz.

Prof. Dr. Yasin AKTAY


SDE Başkanı

Ocak 2011

5
ÇANKAYA’DA İLK ÜÇ YIL

İÇİNDEKİLER
Özet / 7

Bütünleştirici Toplumsal Liderlik Yönüyle Cumhurbaşkanlığı Makamı


Prof. Dr. Yasin AKTAY / 9

Türkiye Ekonomisinin Dünya ile Bütünleşmesinde Cumhurbaşkanlığının Rolü:


Karşılaştırmalı Bir Bakış
Doç. Dr. Muhsin KAR / 28

Parlamenter Demokrasi Bağlamında Cumhurbaşkanı Gül’ün Hükümet ve TBMM


ile İlişkileri
Doç. Dr. Yusuf TEKİN / 39

Cumhurbaşkanı Gül’ün Demokratikleşme ve İnsan Haklarının Gelişimindeki Rolü


Doç. Dr. Bekir Berat ÖZİPEK / 49

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün Dış Politikadaki Rolü


Prof. Dr. Birol AKGÜN / 53

Cumhurbaşkanı Gül’ün AB ile İlişkilerdeki Rolü


Doç. Dr. Murat ÇEMREK / 66

Cumhurbaşkanı Gül’ün Orta Asya ile İlişkilerdeki Rolünün Değerlendirilmesi


Doç. Dr. Murat ÇEMREK / 71

Arap Dünyasında Yeni Türkiye’nin Görünümü


Doç. Dr. Ahmet UYSAL / 76

Türkiye’nin BM Güvenlik Konseyi Üyeliği ve Cumhurbaşkanı Gül’ün Rolü


Prof. Dr. Birol AKGÜN / 89

Katkıda Bulunanlar / 95
Ocak 2011

6
ÇANKAYA’DA İLK ÜÇ YIL

ÖZET

Türkiye’de cumhurbaşkanının seçim şekli, tarafsızlığı, sorumsuzluğu ve görevleri


Cumhuriyet’in ilanından bu yana tartışmalı olagelmiştir. Bu tartışmalar, kabulün-
den sonra birçok değişikliğe rağmen bu konuda sabit kalan 1982 Anayasası ile
daha da derinleşmiştir. Bu anayasada yapılan yegâne değişiklik 11. Cumhurbaş-
kanı Abdullah Gül’ün seçimi öncesinde yaşananların zorlamasıyla 2007’de gerçek-
leştirilen referandumdur. Bu değişiklik ile ise, cumhurbaşkanının siyasal sistemde-
ki etkin konumundan ziyade, seçim yöntemi ve görev süresi gibi teknik iki konu
düzenlenmiştir. Oysa hükümet sistemimizi olağan parlamenter rejimlerden uzak-
laştıran Anayasa hükümleri değişiklik kapsamına alınmamıştır. 1982 Anayasası’nın
mevcut hali varlığını sürdürdükçe, özellikle 104. maddede değişiklik yapılmadığı
sürece, Cumhurbaşkanı-Hükümet ilişkileri her an potansiyel çatışma alanı kalma-
ya devam edecektir. Yine de tüm bu olumsuz tabloya rağmen Cumhurbaşkanı
Gül, üç yılı aşkın görev süresinde tüm eleştirileri bertaraf edecek bir performans
sergilemiştir.
1982 Anayasası’ndaki cumhurbaşkanının konumuna dair rezervimiz baki kalmak
üzere çalışmamızın analizlerini şöyle sıralayabiliriz:
Çalışma öncelikle Özal sonrasında ortaya çıkan “halkı ile barışık lider” eksikliğinin
Gül döneminde nasıl giderildiğini irdelemektedir. Cumhurbaşkanı, görev ve yet-
kileri ile mevcut siyasal sistemde önemli bir aktör olmasının ötesinde vizyon ve
misyonu ile de topluma yön verme potansiyeline sahiptir. Bu bağlamda, Özal’ın
Cumhurbaşkanlığı döneminde, işadamları ile geliştirdiği yakın ilişki ile Türkiye’nin
küresel ekonomiye entegrasyonuna sağladığı katkının sonraki dönemlerde sür-
dürüldüğünü söylemek güçtür. Cumhurbaşkanı Gül, başta komşu ülkeler olmak
üzere, tüm dünya ile çok yönlü ilişkileri derinleştirirken diplomatik vizyonu ile de
Türkiye’nin ekonomik ve siyasal artı değer üreten bir ülkeye dönüşmesine her tür-
lü katkıyı sağlamaktadır.
Ocak 2011

1982 Anayasası’nın klasik parlamenter sistemde sembolik yetkilerle donatılmış


sorumsuz cumhurbaşkanı yerine oldukça geniş yetkilerle donanmış sorumsuz

7
ÇANKAYA’DA İLK ÜÇ YIL

cumhurbaşkanı, ilk defa 2007’deki seçimden sonra parlamenter modele uygun


bir hükümet sistemine doğru evrilmiştir.
Cumhurbaşkanı Gül, 2007’de seçildiğinde Kürt sorunu, Alevi sorunu, azınlık soru-
nu ve başörtülü kadınlara yönelik ayrımcılık sorunu gibi Türkiye’nin kronik sorun-
ları karşısında insan haklarına duyarlı bir Cumhurbaşkanı beklentisi oluşmuştur.
Yer yer eleştirilse dahi Cumhurbaşkanı Gül, kendisinden önceki dönemle kıyaslan-
mayacak düzeyde beklentileri karşılamıştır.
Cumhurbaşkanı Gül, döneminde iş çevreleriyle kurulan yakın ilişki, Türkiye ekono-
misinin küresel ekonomiye eklemlenmesi bakımından kayda değerdir.
Cumhurbaşkanı Gül, dış politikada karar ve icra sürecinde liderlik özellikleri, dip-
lomatik vizyonu ve tecrübesi ile önemli bir rol üstlenmiştir. Gül’ün pragmatik ve
uzlaşmacı kişiliği, pozitif yaklaşımı ve kararlılığı ile aktif-pozitif bir Cumhurbaşkanı
profili çizmiştir. Eski bir Dışişleri Bakanı olarak Gül, dış politikanın takipçisi olmak,
ihmal edilen alanlarda görev üstlenmek, arabuluculuk yapmak ve Türkiye’deki dış
politika alanında çalışan akademisyenlere ve düşünce kuruluşlarına destek olmak
gibi kritik ve nispeten yeni roller üstelenmiştir. Bu bağlamda, Cumhurbaşkanı
Gül’ün Türkiye’nin BM Güvenlik Konseyi Geçici Üyeliği sırasında BM Güvenlik Kon-
seyi toplantısına başkanlığı özel bir vurguyu hak etmektedir. Ayrıca Cumhurbaş-
kanı Gül’ün, ülkesinin AB üyeliği ile bölgesine daha fazla demokrasi ve özgürlük
gelmesinde üstleneceği anahtar role olan inancıyla tam üyelik sürecine desteği ve
Türkiye-AB ilişkilerdeki misyonu çerçevesinde değerlendirilmeyi hak etmektedir.
Aynı şekilde Cumhurbaşkanı Gül, özelde Türk Cumhuriyetleri genelde Kafkasya
ve Orta Asya ile ilişkilerde hamasî söylemler yerine “Rusya’ya rağmen” ve “İran ile
çatışan” olmadan ve “zirve diplomasisi”ni yumuşatıcı ama kararlı söylemi ile iyi kul-
lanması ile önplana çıkmaktadır. Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanı seçilmesi Arap
kamuoyunda çok ciddi yankı uyandırması, Türkiye’nin Ortadoğu için “model” po-
tansiyelini pekiştirmiştir. Gül’ün Cumhurbaşkanlığı döneminde yaptığı bölge ziya-
retleri olumlu karşılandığı gibi özellikle su ve Filistin sorunu gibi konularda yaptığı
açıklamalar ilgi ile izlenmektedir.
Stratejik Düşünce Enstitüsü (SDE) olarak, Anayasal anlamda “sorumsuz” olarak ta-
nımlanan Cumhurbaşkanı Gül’ün üç yılı aşan görev süresini bir sivil toplum örgü-
tü misyonu ile değerlendirdik. Bu kapsamda söylenebilecek son söz, parlamenter
hükümet sistemlerine özgü tarafsız bir lider profilinde, Cumhurbaşkanı Gül’ün üç
yılında hem iç politikada ve hem de dış politikada hükümet politikalarıyla uyumlu
ve halkla iç içe bir dönem geçirildiği söylenebilir. Ancak 1982 Anayasası kaotik
yapısıyla Cumhurbaşkanı-Hükümet arasında yaşanacak krizlere yol açmayacağı-
nın garantisi olamaz. Bu nedenle, “iyimser” biçimde yorumlanacak bu dönemin,
Ocak 2011

Anayasada cumhurbaşkanının konumu ve görevleri ile ilgili yapılması gereken de-


ğişikliklerin önünü tıkamaması gerektiği bir kez daha hatırlatılmalıdır.

8
ÇANKAYA’DA İLK ÜÇ YIL

BÜTÜNLEŞTİRİCİ TOPLUMSAL LİDERLİK YÖNÜYLE


CUMHURBAŞKANLIĞI MAKAMI

Prof. Dr. Yasin AKTAY


SDE Başkanı

Bir ülkenin doğal ve insan kaynaklarının inkişafında birçok faktör arasında top-
lumsal liderlik kurumunun çok özel bir yeri vardır. Sosyolojik yaklaşımlar uzun süre
bu kurumun önemini yeterince önemsememişler çünkü toplumsal gelişmenin bir
kişinin liderliğine indirgenemeyecek kadar nesnel temelleri olduğunu kabul et-
meye eğilimli olmuşlardır. Buna göre belli sosyolojik şartları sağlamamış bir toplu-
mun salt bir liderin marifetiyle kalkınması düşünülemez. Çünkü ülkenin kalkınma-
sı veya tarihsel rolü çok daha karmaşık altyapısal unsurun tamamlanmasıyla ilgili
olarak görülür. Bir liderin bütün bu sosyolojik unsuru tek başına bir araya getirme-
si düşünülemez. Oysa liderlikle ilgili yeni veriler ve çalışmalar sosyal bilimlerin bu
konuya hak ettiği yeri vermemiş olduğu eleştirisinde birleşirken başarılı bir liderlik
olayının bir ülkenin kalkınmasına zannedildiğinden çok daha fazla katkıda bulu-
nabileceğini öğretiyor. Belki de bu durumun en iyi örneğini bulabileceği yerlerden
birisi Türkiye’dir.

Toplumsal Sermaye Olarak Liderlik


Türkiye üzerinden bu örneği incelerken başvurabileceğimiz en önemli kavram-
lardan biri toplumsal sermaye kavramıdır. Liderliğe maddi olmaktan ziyade “top-
lumsal” nitelikli de olsa bir “sermaye” gibi bakmak onun kalkınma veya toplumsal
gelişmedeki rolünün farkında olmak anlamına gelir. Sosyal sermaye, ekonomik
sermayeden farklı olarak bir maddi gelişmenin emek ve sermayenin dışında ih-
Ocak 2011

tiyaç duyduğu diğer manevi, sosyal ve kültürel motivasyonları ifade eder. Sadece

9
ÇANKAYA’DA İLK ÜÇ YIL

maddi girdileri sağlamakla başarılı bir kalkınma düzeyi yakalanamaz. Burada mad-
di kaynakları en yüksek verimlilikte harekete geçirecek zihinsel, duygusal ve ma-
nevi kaynaklara da ihtiyaç vardır. Aynı zamanda bu motivasyonun sadece bireysel
ihtiraslarla insanları birbirinden koparan ve bu yolla verimi düşüren bir etkiden
uzak, aksine insanları birbirine daha fazla yaklaştıran bir temelde olması gerekli-
dir. Hiçbir baskı olmaksızın insanları belli duygu ve heyecan ile bir amaç etrafında
toplayan her türlü duygusal unsura toplumsal sermaye denir. Burada “güven” tesis
eden her türlü sosyal bağ, motivasyon ve heyecan gibi duygular sosyal serma-
yenin en önemli kaynaklarını oluştururken, karizmatik bir liderliğin de bu yönde
önemli bir toplumsal sermaye rezervini oluşturduğunu söyleyebiliriz.
Liderlik kurumuyla halk arasındaki kopukluk, devlet-millet bütünleşmesinin önün-
de ciddi bir engel oluştururken, buna mukabil halkla kaynaşmış, halkın bağrından
çıkıp halkına yabancılık çekmeyen bir liderlik ise ülkenin gelişimine önemli katkılar
sağlar. Türkiye tarihi bunun en mükemmel örnek-
lerini bize sağlar. Bu tür liderliğin ortaya çıkışının
en iyi zemini ise demokrasidir. Nitekim Türkiye’de
demokrasinin görece iyi işlediği dönemlerde hal-
kın toplam enerjisinin ülke kalkınmasına hızla
dâhil olduğu ve devlet ile özdeşleşme seviyesinin
de orantılı olarak pekiştiği söylenebilir. Buna mu-
kabil, demokratik süreçlere yapılan müdahalelerin
ilk etapta toplumsal liderliğe vurduğu darbeler
dolayısıyla devlet ile halk arasında bir ayrışmaya
da yol açtığı görülür. Devlet ile halkın ayrışması
ülkenin gayrı safi toplumsal sermayesinde ciddi
bir düşüşün kaydedilmesini de beraberinde geti-
rir. Burada toplumsal sermaye yoksunluğu en başta sadece devlete ve kurumlara
yönelik değil aynı zamanda insanların da birbirlerine yönelik güven ilişkilerinin
zedelenmesi ile kendini en alt seviyelerde bulur.
Demokratik süreçlerin doğru dürüst işlemediği, dolayısıyla toplumsal liderliğin
temsil işlevini yerine getiremediği durumlarda, devlet kendini halkın belli bir ke-
simine dayandırarak var ettiği için geriye kalan kesimlerle güven ilişkisini kaçınıl-
maz olarak zedeleyen bir tabakalaşma modeli ortaya çıkar. Türkiye demokrasisi
askeri, yargısal ve diğer bürokratik vesayetlerin yönlendirmesi altında bulunduğu
dönemlerde, bu yanıyla toplumda özlenen güven ilişkilerinin güçlü bir toplumsal
sermayeye yol açacak düzeyde bir toplumsal liderkil örneği geliştiremedi. Düzenli
olarak yapılan güven endeksi araştırmalarında 1990’lı yılların sonu ile 2000’li yılla-
Ocak 2011

rın başlarında Türkiye’de toplumsal liderliğe güven en alt düzeylerde gösteriliyor-


du. Bunda da en önemli neden olarak otoriter ve müdahaleci devlet anlayışının

10
ÇANKAYA’DA İLK ÜÇ YIL

toplumsal değerleri zedeleyecek biçimde işleyişi gösterilmişti. Bu yılların aynı za-


manda Türkiye’de liderlik kurumunun hissedilir derecede zayıf olduğu bir dönem
olduğunu hatırlatmak gerekiyor. Gerçekten de 28 Şubat sürecinde hiçbir güven
telkin etmeyen parti liderlerinin büyük ölçüde temsil ettikleri seçmen kitlelerinin
iradesi hilafına ve belli bir yönlendirmeyle bir araya gelmek suretiyle oluşturduk-
ları zayıf koalisyon hükümetleri sadece halkın devlete olan güvenini azaltmıyor-
du aynı zamanda halkın birbirine, piyasalara ve diğer kurumlara olan güvenini de
azaltıyordu.
Doğrusu bu dönem, toplumsal güven ile siyasal liderlik arasındaki ilişkinin ne ka-
dar hayati olduğunun güçlü bir örneği olarak her bakımdan incelenmeye değer.
Güven ve heyecan verecek bir liderlik unsurunun eksikliğinden dolayı Amerika’dan
transfer edilen Kemal Derviş’in şahsından medet umuldu ki, bu olayın kendisi bile
durumun vahametini daha fazla artırmaktan başka
bir şey yapmıyordu. Oysa Derviş’in ekonomik bilgisi
ve tecrübesi konusunda söylenebilecek bir şey yok-
tu. Dahası kendisini hazırladığı ekonomik programı
dâhil olduğu hükümet kadrolarıyla başarıya götür-
me şansı yoktu, ama belki bazı nüanslarla aynı prog-
ram hemen sonra iktidara gelecek olan AK Parti hü-
kümetleri tarafından başarıyla uygulanacaktı. Esa-
sen başarının büyük payı programın kendisinden
ziyade, o programın arkasında güven telkin eden
bir liderliğin mevcudiyetinde aranmalıydı. Yoksa
Derviş’in teknik olarak hiçbir eksiği olmayan ekono-
mik programının tek başına anlam ifade etmediği
kısa zamanda görüldü.
Türkiye Turgut Özal’ın vefatından sonra dokuz sene boyunca toplumda ciddi bir
liderlik boşluğu yaşamakla kalmadı, siyaset üzerinde devlet otoritesi kullanılarak
yapılan müdahaleler toplumdaki birliği bütünlüğü ve güveni ciddi anlamda aşın-
dırdı. Bu lider yoksunluğu ekonomik gelişmeye de bire-bir yansıdı ve muhtemelen
Cumhuriyet tarihinde kaydedilmiş en ciddi ekonomik küçülme süreci bu dönem-
de yaşandı. Alabildiğine kırılgan hale gelmiş olan ekonomi 10. Cumhurbaşkanı
Ahmet Necdet Sezer’in bir MGK toplantısında dönemin başbakanı Bülent Ecevit’le
sert tartışmasının dışarıya yansıması sonucunda travmatik bir etkiye maruz kal-
dı. Aynı dönemlerde Türkiye bizzat Türk vatandaşları açısından da yaşanması çok
zor bir ülke olarak ve fırsat verildiğinde kolaylıkla vazgeçilip terk edilecek bir ülke
olarak değerlendirildi. Bunun somut göstergesi ABD’nin yeşil kart uygulamasına
Ocak 2011

yapılan rekor sayıdaki başvurulardı.

11
ÇANKAYA’DA İLK ÜÇ YIL

Bütün bunlar toplumsal liderlik yoksunluğunun toplumsal bütünlük üzerinde ne


kadar olumsuz sonuçları olduğunu gösteriyor. Bu durum ‘beden siyaseti’ veya si-
yasal beden açısından ‘başsız beden’ veya ‘bedensiz organlar’ metaforuyla ifade
edilebilir.
Türkiye özellikle 2002 seçimlerinde bu kaotik duruma bir toparlanma ve bedenini
bulma arzusuyla cevap verdi. Recep Tayyip Erdoğan’ın karizmatik kişiliğine ve par-
tisine yapılan müracaatın en açık anlamı bu kaotik durumdan çıkma arzusuydu.
Nitekim sadece Erdoğan’ın kişiliğinin değil aynı zamanda bu toplumsal talebin
şekillendirdiği karizmatik hareket 2002 yılında iktidara geldiği andan itibaren top-
lumsal liderlik adına beklentileri boşa çıkarmayan bir siyaset izleyerek 2007 yılında
oylarını yüzde 47’ye çıkararak tekrar seçildi. Bu esnada toplumsal liderlik anlamın-
da sergilenen performans kendine özgü bir model oluşturdu. Seçmen davranış-
larının en yaygın ezberlerinden birisi “seçmenin
partiye bir sadakatinin olmadığı” şeklindedir. Çün-
kü özellikle iktidara gelmiş bir partiye bir sonraki
seçimde seçmenin rağbet ettiği nadiren görülür.
Oysa AK Parti örneğinde seçmen partisine sadaka-
tini gösterirken, bu ezberin gerçek nedeninin asıl
partilerin seçmenlerine sadakat göstermemeleri
şeklinde tashih edilmesini sağlamıştır. Partiler po-
litikalarını seçmenlerine sadakat temelinde sürdür-
düklerinde seçmenlerinden sadakatsizlik değil sa-
dakat görürler. Bu da parti liderlikleri ile seçmenler
arasındaki organik ilişkinin kurulma düzeyiyle ilgili
bir konudur.

Karizma Sosyolojisi Açısından Bir Değerlendirme


Abdullah Gül’ün önce Başbakan ve daha sonra da Cumhurbaşkanı seçildiği tarihe
kadar da Dışişleri Bakanı olarak görev yaptığı AK Parti hükümetleri döneminde
Türkiye’nin gerek ekonomik gerek toplumsal gerek uluslararası ilişkiler alanda her
bakımdan Cumhuriyet tarihinin en önemli kalkınmasını gerçekleştirmiştir. Türkiye
özellikle dış politika alanında kendini hemen hissettiren bir ağırlığa bu dönem-
de kavuşmuştur. Dünyanın en büyük 17. Ekonomisi haline gelerek G-20 ülkele-
rinin arasına katılmakla kalmamış bu ülkelerin ekonomik büyümesi en fazla olan
Çin’den sonraki ikinci ülkesi olmuştur. IMF kredisine ihtiyaç duymayan kendine
yeterlilik seviyesi ve uluslararası ilişkilerde giderek kendini hissettiren özgüveniy-
Ocak 2011

le dünyanın önemli aktörlerinden biri haline geldiğini göstermiştir. Bütün bunları


sağlamakta kararlı, güçlü ve sağlam liderliğin çok önemli bir payı olduğunda hiç

12
ÇANKAYA’DA İLK ÜÇ YIL

kuşku yok. Özal’dan sonra yaşadığı ciddi lider yoksunluğundan hemen sonra Re-
cep Tayyip Erdoğan, Abdullah Gül ve Ahmet Davutoğlu’nun şahsında bir bakıma
bir liderlik bolluğu yaşayan Türkiye, liderliğin bir “toplumsal sermaye” olarak ne
kadar güçlü bir kaynak oluşturabildiğini de göstermiştir.

Uluslararası ilişkilerde diplomasinin bürokratların kontrolündeki soğuk yüzü aslın-


da siyasete fazla imkân tanımayan bir alandır. Dış politika alanında bürokratların
peşine takılan bir siyasetçinin herhangi bir gelişme kaydetmesi de mümkün olmaz.
Bürokratların kullandığı dış politika söyleminin genellikle ifade ettiği argümanlar-
dan birisi ülkelerin dostluklarından ziyade çıkarlarının olduğudur. Bu yüzden dış
politikaya ilişkin işler genellikle oturmuş protokollerin tekrarlandığı ve ilişkilerin
resmi çerçevenin dışına pek çıkamadığı bir alan olarak temayüz eder. Oysa sadece
çıkarları için çalışan, dostluğa hiçbir yer vermeyen aktörlerin hiçbir yeni siyaset ge-
liştirmeleri ve durumu iyileştirmeleri
de mümkün olmaz. Nitekim bugün
sözkonusu ettiğimiz her üç siyaset-
çinin muhtemelen diplomasideki en
önemli vasıfları resmiyetin ötesine
geçebilen, yüz yüze ilişkilerde sonuç
alıcı ve etkili bir yolla işleyen kendile-
rine özgü insani tarzlarıdır.

Liderliğin bir toplumsal sermaye ya-


ratma boyutu kuşkusuz uluslararası
ilişkilerdeki bu başarılardan da etki-
lenir. Dış ilişkilerde artan itibar özel-
likle toplumun özgüveninin artışında önemli bir rol oynar. Bilhassa Cumhurbaş-
kanlığı makamının uluslararası ilişkilerde ülkeyi göz dolduran bir biçimde temsil
etmesi toplumdaki güveni doğrudan etkiler. Toplumsal sermaye endeksi çok il-
ginç kaynaklardan beslenirken, en önemli kaynaklarından birisi de güçlü bir lider-
lik mekanizmasına sahip olmasıdır.

Üç yıl önce seçilişi Türkiye’de nadiren ortaya çıkan bir mutabakat oranı ve tarzıyla
gerçekleşmişti Gül’ün. Ama aynı oranda da yine belki hiçbir selefinin seçiminde
görülmeyen bir direnç ve muhalefetle de karşılaşmıştı. Her ne kadar eski seçilme
usulünün (TBMM tarafından seçilen) son temsilcisi olsa da, seçilişi selefleri arasın-
da halkın azami derecede seçim sürecine katıldığı bir biçimde gerçekleşmişti. Bu
arada seleflerinin hiç biri hakkında seçilirken o kadar çok “tarafsızlık” kuşkusu veya
Ocak 2011

baskısı olmamıştı. Tarafsızlık kuşkusu güçlü verilerle desteklenecek şekilde şayi

13
ÇANKAYA’DA İLK ÜÇ YIL

olduğunda Cumhurbaşkanlığı makamının toplumda beklenen birleştirici liderlik


rolünü oynaması iyice zorlaşır. Oysa üç yılın sonunda şunu rahatlıkla söyleyebili-
yoruz ki, Gül, aynı ölçüde seleflerinin hiçbirinin olmadığı kadar herkesi kucaklayıcı
oldu, tarafsızlık pratiğini de en sahici biçimde uygulayanı o oldu. O yüzden üç yılın
sonunda bu açıdan bir performans değerlendirmesi yapmak gerekirse seçilmesi-
ne destek olanları yanıltmadığı gibi seçimine muhalefet edenlerden ideolojik bir
takıntısı olmayanlar arasında hissedilir bir memnuniyet oluşturduğu söylenebilir.
Bu memnuniyetin göstergeleri sıkça yapılan anketlerde ve çok farklı kesimlerden
gelen değerlendirmelerle de ifade edilmektedir. Zaman zaman seçiminde kendi-
sine şiddetle muhalefet etmiş olanlarca sürdürülen muhalif söylemlerle her tasar-
rufu bir şekilde eleştiri konusu olsa da, bu tür bir muhalefetin payı düşüldüğünde
kucaklayıcı olma konusunda çok özel bir
dikkat sarf ettiği görülmektedir.

Kuşkusuz belli bir siyaset geleneğinden


gelen birinin cumhurbaşkanlığına geçer
geçmez makamın gerektirdiği tarafsızlık so-
rumluluğunu yerine getirse bile, siyasi yak-
laşımı ve tarzıyla geçmişinden soyutlanması
beklenemez. Esasen bu geçmiş demokratik
siyasal sürecin tabiatından olarak söz konu-
su makamın sıhhatinin de işareti sayılabilir.
Cumhurbaşkanlığı seçim sürecinin siyaseti
tamamen dışladığı geçmiş örneklerde orta-
ya çıkan sözümona “tarafsız cumhurbaşkanı” figürlerinin sergilediği tarafsızlık hiç
de toplumda karşılığı olan bir tarafsızlık değildir. Bu açıdan siyasi geleneklerden
gelen cumhurbaşkanları (Özal ve Demirel) ile diğerleri arasında bir kıyaslama ya-
pıldığında, siyasi geleneklerden gelenlerin toplumsal talep ve dertlere çok daha
açık oldukları görülür. Buna mukabil diğerlerinin sergilediği tarafsızlık pratiğinin
çelişkisi kendini toplumun dışında ve üstünde gören bir devlet konumunu yücel-
ten ve sırası geldiğinde o konumdan taraf bir tavırdan hiçbir zaman kaçınmama-
sıdır. Bazen aşırı bir fanatizmle sergilenen bu tarafgirliğin bir tarafgirlik olarak bile
anılmaması cumhurbaşkanlığı makamını toplumsal liderlik misyonundan oldukça
uzak tutmak için yeterlidir.

Normal bir seçime girdiği takdirde toplumdan en az seviyede oy alabilecek isim-


lerin halkı devre dışı bırakmış bir süreçte cumhurbaşkanı seçilmelerinin sakınca-
Ocak 2011

larını saymak açısından Türkiye Cumhurbaşkanlığı makamının tarihi çok öğretici

14
ÇANKAYA’DA İLK ÜÇ YIL

örneklerle doludur. Cemal Gürsel, Cevdet Sunay, Fahri Korutürk, Kenan Evren ve
Ahmet Necdet Sezer bu bağlamda son 40 yılın tipik örnekleridir. Hiç biri siyasi bir
süreçten gelmemiş olan bu isimlerin cumhurbaşkanlıkları toplumun kendi imajını
kolaylıkla özdeşleştirebildiği isimler olmaktan uzak kalmışlardır. Özellikle sonun-
cusunun temsil iddiası taşıdığı tarafsızlığın yücelttiği “devlet” toplumun yaşamak-
ta olduğu gerilimlerin hiç de uzağında değildi. Devlet ve toplum gerilimini göre-
meyen bir yaklaşımla ve devlet adına hiçbir diyaloga ve tartışmaya girmeksizin
devletin otoriter söylemini uygulamaktan ibaret bir tarafsızlık. Bunun toplumdaki
karşılığının giderek artan bir toplum-devlet karşıtlığı olarak temayüz etmesi kaçı-
nılmaz oldu. O yüzden Sezer’in hiçbir şekilde halkla diyaloga girmeye yanaşmayan
mesafeliliği, duruşuna bir tarafsızlık görüntüsü katmaya yönelik bir taktik olarak
anlaşılsa da birçok makama yaptığı atamalarda yaptığı tercihler siyasi konumunu
iyice tarafgir kılıyordu. Görev yaptığı süre içinde tek başına yaptığı atamaların bü-
yük çoğunluğunu çok dar ve marjinal bir
kesimden seçerek yaptı. Atamasını yaptı-
ğı kişiler hakkında özel hayatlarına kadar
inen soruşturmalarla aradığı profil toplu-
mun önemli bir kesimini hedef alan dış-
layıcı bir yaklaşım sergiliyordu. Bu haliyle
toplum içinde dışladığı toplumsal kesim-
ler tercih ettiklerinin yanında çoğunluğu
temsil ediyordu. Atadığı hiçbir rektörün
eşi başörtülü değildi mesela. Diğer ma-
kamlara atadıkları arasında da eşi başör-
tülü birinin olmamasına özellikle dikkat
gösterdi. Çok az açılışa katıldı ve bunlar
arasında tercih ettiği bir katılım dönemin
en marjinal ve hükümet karşıtı yayınlarıyla bilinen Kanaltürk TV’nin açılışıydı. Son-
radan kanalın sahibi olan Tuncay Özkan faaliyetleri dolayısıyla Ergenekon’dan tu-
tuklanacaktı.
Sezer’in Cumhurbaşkanlığı dönemi temsil ettiği makamın kilit rolü dolayısıyla top-
lumda ciddi anlamda bir liderlik sorunu duygusu yaratıyordu. Başbakan’ın baskın
kişiliği ve faaliyetleri dolayısıyla bir liderlik boşluğu olmasa da onu kısıtlayan bir
negatif unsur olarak temayüz ediyordu. Son dönemlerinde önayak olduğu veya
desteklediği Cumhuriyet mitingleri dolayısıyla toplum içindeki sert bir çatışmada
açık taraf olmaktan çekinmeyerek işgal ettiği makamın birleştirici ve kaynaştırıcı
rolünden alabildiğine uzaklaştı.
Belki siyasi süreçlerden nispeten daha fazla geçerek gelmiş olan 9. Cumhurbaşkanı
Ocak 2011

Süleyman Demirel’in de 28 Şubat sürecinde oynadığı rol dolayısıyla toplum-dev-


let ayrışmasında devletin safına geçtiği hissedilmişti. Demirel’in de başta güçlü

15
ÇANKAYA’DA İLK ÜÇ YIL

ve peşin bir temsil ve tarafsızlık algısını görev süresince şaşırtıcı bir hızla tükettiği
ve sonuçta tamamen otoriter bir devlet adamına dönüştüğü söylenebilir. Kamu
vicdanında kesinlikle mahkûm edilmiş olan 28 Şubat sürecini meşrulaştırma, sa-
vunma hatta önayak olma boyutu bir zamanlar önemli bir halk desteğini arkasına
almış deneyimli bir siyasetçinin basitçe halkına sadakatsizliği olarak algılandı.

Çankaya’nın Üzerindeki Özal Hayaleti


Doğrusu hem Demirel hem de Sezer’in görev sürelerinde Çankaya’nın üzerinde
bir Turgut Özal hayaletinin geziyor olduğunu söylemek abartılı olmaz. Türk halkı
Cumhurbaşkanlığı makamı konusunda alıştırıla geldiği apolitik görünümlü yoğun
siyasallığa, her yanıyla düz-politik duruşlarıyla yeni bir boyut getiren Özal’ın riya-
set modelini bir kez tanımış ve envanterine kaydetmiş bulunuyordu. Bu noktada
aslında ne Demirel’in ne de Sezer’in “dev-
let ciddiyeti veya söylemi” arkasına sığı-
narak halka karşı sergilediği mesafe artık
kanıksanabilirdi.
Bütün bu açılardan bakıldığında Gül’ün
Çankaya üzerinde 14 yıl boyunca gezinen
Turgut Özal hayaletinin ve bu hayaletin
temsil ettiği bütün yarım kalmış riyaset
plan ve pratiklerinin bir dönüşünü temsil
ettiğini söylemek abartı olmaz sanırım.
Seçiliş prosedürü sonuçta seleflerinkiyle
aynı yasal zeminde gerçekleştiyse de se-
çimi etrafında oluşan toplumsal heyecan
ve mutabakat seleflerinin hiç birinde olmuş değildi. 27 Nisan e-muhtırasının he-
men arkasından açık bir hesaplaşma olarak yorumlanan seçimler bir tür Gül’ün
Cumhurbaşkanlığı’nın oylanması anlamına da geliyordu. Bu süreçte AK Parti’nin
almış olduğu yüzde 47’lik oy Cumhurbaşkanının halk tarafından seçiminin kabul
edileceği referandumdan önce gerçekleşen bir erken “Halkın Cumhurbaşkanı Se-
çimi” olarak algılanmıştır. MHP’nin 367 ile ilgili bütün tartışmaları halkoylamasın-
dan önce bitiren olumlu tavrı da bu kamuoyunun iyi okunmasına dayanıyordu.
28 Ağustos 2007 tarihinde en yüksek mutabakat seviyesiyle Cumhurbaşkanı se-
çilen Abdullah Gül, buna mukabil muhtemelen hiçbir Cumhurbaşkanının seçilir-
ken karşılaşmamış olduğu kadar ağır bir direnci de yenerek işbaşına geldi. Süreç
içinde ana muhalefetin yadsıyıcı tutumu devam etse de, arkasındaki güçlü iktidar
Ocak 2011

desteği ve referandum sonucu Gül’ün Çankaya’daki meşruiyetini zedeleyecek bir

16
ÇANKAYA’DA İLK ÜÇ YIL

etki ve güce ulaşmasını engelledi. Gül icraatlarıyla, tasarruf-


larıyla bu meşruiyeti pekiştiren bir tutum içinde oldu. Siya-
si tartışmalara tamamen ilgisiz kalmasa da bu tartışmalara
girmemeye özen gösterdi. Görev süresinde daha önceleri
Cumhurbaşkanlığı makamı için hep bir tartışma ve eleştiri
konusu olan aşırı yetkiler hakkında kendisi de eleştirilerde
bulundu ve bu konunun düzeltilmesi gerektiği önerisini yi-
neledi. Özellikle rektör seçimleri konusunda sistemin cum-
hurbaşkanına tanıdığı yetkinin sorunlu olduğu hususunu
bizzat kendisi dile getirdi.

AB’nin 2010 yılı ilerleme raporunda “Cumhurbaşkanı’nın yar-


gı ve üniversiteler başta olmak üzere kilit devlet kurumlarına
yaptığı atamalarla ilgili endişeler dile getirildi” ifadesi yer al-
mıştır. Doğrusu bazı rektör atamalarında benzer eleştirilere
maruz kalacak tasarrufları olduysa da tam tersi eleştirilere
muhatap kalabileceği tasarrufları da oldu. Mesela Isparta,
Kocaeli, Sakarya, Mimar Sinan gibi üniversitelerin rektör-
lüklerine kendi siyasi çizgisine uygun atamalar yerine kendi
siyasi çizgisinde hoşnutsuzluğa yol açacak şekilde yetkisini,
en çok oy olanları atamayı tercih ederek kullandı.

Çankaya Kabullerinin Dili


Cumhurbaşkanı Gül, Özal’ın başlatmış olduğu ama diğer iki selefinin askıya almış
olduğu bir geleneği yeniden canlandırarak Çankaya’yı Türkiye’nin farklı kesimle-
rinden aydın, yazar bilim adamları, düşünce kuruluşu temsilcileri ve sanatçılarla bir
araya gelip ülkenin değişik sorunlarını konuştuğu bir platform olarak yeniden de-
ğerlendirdi. Türkiye’nin bilim, fikir, sanat ve edebiyat alanında birikimi temsil eden
şahsiyetlerle gerçekleştirilen bu türden buluşmalar devletin zirvesinin sanata ve
bilgiye verdiği önemi göstermesi açısından ilginçtir. Devletin zirvesinde insanla-
rın doğru ve sağlıklı bilgi ve bakış açısına ulaşım konusunda sıradan insanlardan
bile daha talihsiz olduğu söylenebilir. Bunda çok değişik faktörler rol oynuyor. Bir
faktör bu düzeyde tevazu yerine yanlış bir doygunluk hissinin oluşabilmesi. Doğru
bilgi yerine geçerli bilginin daha değerli görüldüğü iktidar zemininde zaten ikti-
darın kendi bilgisini geçerli kılmak gibi bir şans aynı zamanda bir zaaf da oluşturur.
İhtiyaç duydukları ve talep ettikleri bilginin doğruluk yerine geçerliliğini ve kulla-
Ocak 2011

nılabilirliğini gözettikleri için iktidar sahiplerinin hakikat zemininden kopup kendi

17
ÇANKAYA’DA İLK ÜÇ YIL

hakikat yanılsamalarını yaratabilmeleri genel-geçer bir bilgi-iktidar hikâyesidir. O


yüzden iktidar sahiplerinin doğru bilgiyi ve tavsiyeyi alabileceği insanlarla teşriki
mesaisini yoğunlaştırması çok önemlidir. Asıl olan sürekli olarak sizi onaylayan ve
sizin yaptıklarınızı ve söylediklerinizi teyit eden insanlarla bir arada bulunmak de-
ğil, gerektiğinde en muhalif görüşlere bile kulak verebilmektir.

Bunun için önceki Cumhurbaşkanının özellikle 1915 olaylarına dair Türk resmi tari-
hine nazaran farklı fikirlerinden dolayı arayıp tebrik etmeyi bile reddetmiş olduğu
Nobel Ödüllü edebiyatçı Orhan Pamuk’u da (Pamuk gelemediyse de) davet etti.
Bu çerçevede sanatçılarla olan buluşmaya Orhan Gencebay, Zara, Sertab Erener,
Mazhar Alanson, Neşet Ertaş, Ahmet Özhan ve Devlet Opera ve Balesi Genel Mü-
dürü Rengim Gökmen davet edildi. Bir davette de Gül tarihçilerden Halil İnalcık,
İlber Ortaylı ve Yılmaz Öztuna ağırlandı. Bir başka davette de Adalet Ağaoğlu, Se-
lim İleri, Hilmi Yavuz, Doğan Hızlan, Elif
Şafak ve Rasim Özdenören ile bir araya
gelen Cumhurbaşkanı Gül, konuklarıyla
hem sanat, tarih ve edebiyat ama aynı
zamanda ülke meselelerini de konuştu.
Yanısıra daha önceki Cumhurbaşkanları
döneminde de hiç ihmal edilmeyen bel-
li günlerdeki köşk resepsiyonlarında da
Gül döneminde gözle görülür bir çeşit-
liliğe ve toplumun her kesiminin temsil
edilmesi dikkat çekti. Bu yanıyla yine
kendisinden önce ancak Özal zamanın-
da yakalanmış olan bir uygulama ve yak-
laşım biçimini canlandırmış olduğu söy-
lenebilir. Bu anlamda gerek köşk resepsiyonlarına gerek bu tür kabullerde davet
ettikleri arasında bir çeşitlilik gözettiği görülüyor. Gerçi bu tür davetlerin yapılışın-
da bir bakıma referans alınan Atatürk ve Özal örneklerine nazaran daha seremon-
yal ve süreksiz kaldığı eleştirisi de yapılabilir. Bu sohbetler üzerinden sürekli bir
istişari kanal oluşturmak yerine Cumhurbaşkanlığı makamı açısından birleştiricilik
ve kucaklayıcılık mesajı verilmesi daha fazla önemsenmiş görünüyor.

Cumhurbaşkanı Gül’ün yurtdışına yapmış olduğu gezilerde özellikle işadamlarını


yanına alarak Türkiye’nin dış politikasındaki ekonomik unsura büyük bir destek
verdiği görülüyor. Görev süresi içindeki rekor orandaki yurt dışı seyahatlerinde ya-
nında götürdüğü işadamlarının yaptığı temaslar yine rekor miktarda iş bağlantıla-
Ocak 2011

rıyla sonuçlanmış olduğu bu raporun ilerleyen sayfalarında görülecektir.

18
ÇANKAYA’DA İLK ÜÇ YIL

Hükümet-Devlet Geriliminin Ötesinde


Cumhurbaşkanının hükümetle ilişkileri bir bakıma halkla ilişkilerinin önemli bir
aşamasını temsil ediyor. Türkiye’de hükümetlerin iradesini daha nesnel kriterler
adına frenleyen bir Cumhurbaşkanlığı makamı alışıldık söylemlerdendir. Oysa bu
frenleme vazifesinin halkın çoğunluğunun iradesini yansıtan hükümetlere karşı
kendi başına ve sert bir muhalefete dönüştüğü durumlar olmuştur. Bu tür durum-
larda Cumhurbaşkanlarının temsil ettikleri ve hükümetlere sürekli hatırlattıkları
devlet hassasiyetleri genellikle Türk halkının muzdarip olduğu, kendi tarihsel ve
sosyolojik gelişimine karşı direnen bir statükoculuğu da temsil edebiliyor. Daha
somut örnekte Cumhurbaşkanının çok
marjinal ama kendini hükümetler üstü
devlet ideolojisiyle özdeşleştirmiş radi-
kal bir muhalefetin sesi haline gelmesi
gibi bir gariplik de oluşabilir, ki hem De-
mirel hem de Sezer zamanında oluşan
manzara buydu. Bu durumun Cumhur-
başkanlığıyla temsil edilen liderlik maka-
mının hem saygınlığına gölge düşüren
hem de ülkenin gayri safi toplumsal ser-
maye oranını ciddi anlamda düşüren bir
etki yaptığı görülmüştür. O yüzden Cum-
hurbaşkanlığının tamamen siyaset üstü
bir konumu temsil ederken hükümetlere veya siyasi iradeye muhalefet etmek gibi
bir görevinin olmadığı açıktır.
Bu açıdan bakıldığında AK Parti içinden gelmiş olmak dolayısıyla hükümetin uy-
gulamalarına karşı her zaman belli bir taraflılık tartışmasının baskısı altında bulu-
nan Gül’ün Cumhurbaşkanlığı süresinde hükümetin de karşısında muhalefetten
rol çalan bir cumhurbaşkanı yerine, nesnel bir sorun olmadığı sürece hükümetin
icraatlarını kolaylaştıran bir tutum içinde olduğu görülmüştür. Bu tutumun hü-
kümetin siyasi ve ekonomik düzeydeki başarılarında önemli bir payı olduğu da
rahatlıkla söylenebilir. Kuşkusuz Cumhurbaşkanlığı ile hükümet arasındaki bu
uyumun belli bir siyasi görüşün aşırı güçlenmesi ve denetim konusunda bir zaafa
yol açabileceği ihtimali hiçbir zaman tamamen giderilemez. Ancak önümüzdeki
örneğin karşıladığı daha acil ihtiyaç şimdilik diğer muhtemel veya fiili olumsuz-
luklar üzerinde durmayı gerektirmiyor. Diğer yandan böyle bir ihtimale karşı alına-
bilecek nesnel bir tedbir ne yazık ki yok, bunun yerine aktörlerin performansı her
Ocak 2011

zaman bir fark ortaya koyacaktır.

19
ÇANKAYA’DA İLK ÜÇ YIL

Diğer yandan hükümetin bugün kendi bünyesinden gelen bir Cumhurbaşkanı ile
çalışıyor olması nedeniyle Cumhurbaşkanının kendi tarafsızlığını kanıtlamak için
gerekli gereksiz müdahaleler yapmak yerine dengeli bir mesafeyi koruyor olduğu
söylenebilir. Bu durumun hükümeti ve başbakanı geçmiş döneme nazaran çok
rahatlatmış olduğu ve hükümetin Gül’ün Cumhurbaşkanlığı döneminde daha
etkili ve kendi programı ölçüsünce daha başarılı bir biçimde çalıştığı da bir ger-
çektir. Ancak bir başka gerçek de Gül’ün Cumhurbaşkanlığındaki gözle görülür
fark yaratan performansında da kendisiyle uyum içinde çalışan bir hükümetin çok
önemli bir payı olduğu da altı çizilmesi gereken önemli bir gerçektir. Bunu an-
lamak için neredeyse bütün selefleri arasında muhtemelen Celal Bayar’dan beri
hiçbir dönemde yakalanmamış bir uyumun Gül döneminde yakalanmış olduğunu
hatırlamak gerekiyor. Gerçekten de parti ve
Cumhurbaşkanlığının iç içe çalıştığı Atatürk
ve İnönü’den sonra serbest seçimlerle Bayar
ve Menderes arasında gerçekleşen parti ve
Cumhurbaşkanlığı uyumu neredeyse 1960
İhtilali’nden itibaren hiçbir dönem yaşan-
mamış bir durumdu. Bu açıdan Gül’ün Cum-
hurbaşkanlığı, arkasında güçlü bir biçimde
duran ve uyum içinde çalıştığı bir hükümete
sahip olmak bakımından da Türkiye Cumhu-
riyeti tarihinde bir istisna teşkil ediyor. Kenan
Evren’in Cumhurbaşkanlığı süresince Başba-
kan Turgut Özal ile arasında siyasi kollamala-
rın hiç eksik olmadığı dönemde Evren’in neyi, Özal’ın neyi temsil ettiği hususunda
bugünün tarihi bize biraz daha net şeyler söylüyor. Arkasından Demirel’in Cum-
hurbaşkanlığında kendi siyasi vizyonuyla pek de bağdaşmayan hükümetlere karşı
yürüttüğü siyasetin kendisini nerelere düşürmüş olduğunun da bugün değerlen-
dirmesini yapmak daha kolay oluyor. Sezer’in ise zaten hiçbir siyasi tecrübesi ve
hesabı olmamasıyla birlikte hükümetlere karşı “tarafsızlık” adı altında nasıl bir mar-
jinal devlet elitinin tarafı haline gelmiş olduğuna bütün Türkiye tanık oldu.

Devletin Zirvesinden Tadilat: Gül’ün Ermeni ve Kürt


Sorunlarına Yaklaşımı
Cumhurbaşkanı Gül’ün üç yılı aşan görev süresi içinde sergilediği bütün olumlu
performansın kendi konumunu güçlü bir biçimde destekleyen bir hükümete de
başkanlık ediyor olmasından kaynaklanıyor olduğu bu açıdan tekrar altı çizilmesi
Ocak 2011

gereken bir gerçek. Üstelik bu ilişkiye rağmen şimdiye kadar yaptığı bazı tasar-
ruflar en azından içinden çıkıp geldiği hükümetin veya başında bulunduğu bü-

20
ÇANKAYA’DA İLK ÜÇ YIL

rokratik kurumların muhtemel yanlışlarına karşı da gerektiğinde belli bir mesafey-


le uyarıcı rolünü oynamaktan geri durmadığını da göstermiştir. Bunun ne kadar
yeterli olduğu tabii ki ayrıca değerlendirilebilir ama örneğin Dışişleri Bakanlığı
bürokrasisinin AİHM’de görülen Hrant Dink davasında yaptığı savunmada Hrant
Dink’i suçlamaya devam eden tavrı karşısında devreye girip Dink’in kardeşiyle gö-
rüşmesi bu yaklaşımın güzel bir örneği olarak seçimine muhalefet etmiş çevreler
tarafından bile takdirle karşılanmıştır.
AİHM’nde görülen davasına Türkiye adına yapılan ve Dink’i suçlamaya devam
eden skandal savunma dolayısıyla tazelenen acısını muhtemelen bir nebze dindir-
miş ve devlet adına sergilenen en hafif ifadesiyle lakaytlığın dayanılmaz ağırlığını
bir nebze hafifletmiş oldu. Dink’in bu ülke topraklarında başına gelenlerin hepsin-
den yana hepimizin payına düşen hicabı bu milletin başı
olmanın vakar ve sorumluluğuyla ifade ederek yüreklere
su serpti. Bu tavrı dolayısıyla Vatan Gazetesi’nden Okay
Gönensin Türkiye’de yaşayan herkesin devlet adına bir
ilke imza atmış olması dolayısıyla Gül’e bir teşekkür bor-
cu oluştuğunu yazdı. Çünkü ona göre bu olay, devletin
bütün pis cinayetlerde, yine devletin görevini yerine ge-
tirmemesi nedeniyle hayatını kaybedenlerden ciddi bir
özür dileyiş olarak kayda geçecekti
Gönensin’in yazısı Gül’ün hareketini bir defalık olmaktan
öte devlet yönetiminde yeni bir tarzın habercisi olarak
yaklaşıyordu:
“Öyle bir devletimiz var ki, İnsan Hakları Avrupa
Mahkemesi’nde Dink davasıyla ilgili savunmasını en
kaba ırkçı ve faşist mantık üzerine kurabiliyor, ama
Cumhurbaşkanı, aynı devlet adına Dink ailesine üzüntüsünü bildiriyor.
Dink cinayetinin öncesinde ve sonrasında olanları hatırladığınızda, dava
süresince yaşanan karatmalarla ilgili “kamu” içindeki faaliyetleri öğrendi-
ğinizde yüreğinizin sızlamaması mümkün değildir. En basit soru şu: Dev-
let, vatandaşını korumak, rahat ettirmek için mi yoksa korkutmak, cinaye-
te, cinayetlere göz yummak için mi var?
Türkiye’nin bölüneceği ya da irticanın eline düşeceği korkusu bazılarına
diğerlerini öldürme ya da öldürülmelerine göz yumma hakkı verir mi?
Bütün bunları düşünmeye başlamamız çok zaman aldı. Ama son yarım
yüzyılı ele aldığımızda neredeyse 80 bin dolayında vatandaşımız zihniyet
Ocak 2011

çarpıklıklarının kurbanı oldu.

21
ÇANKAYA’DA İLK ÜÇ YIL

Hrant Dink de onlardan birisiydi. Ama hâlâ koltuğu büyük, kendisi havalı
kimileri, bazılarına kızdıkları zaman “annesi Ermeni, ninesi Ermeni” deme-
ye devam ediyor ve bunların hiçbir ceza görmemeleri de Hrant Dink cina-
yetinin boyutlarını büyütüyor.
Cumhurbaşkanı Gül, cuma günü önce 30 Ağustos’ta emekli olacak olan
Genelkurmay Başkanı Orgeneral Başbuğ’u kabul etti. Sonraki konuğu da
Hrant Dink’in kardeşiydi.
Vicdan sahibi herkesin Cumhurbaşkanı Gül’e büyük bir teşekkür borcu var-
dır…”
Siyasetin genellikle zorlandığı mevzularda Gül’ün, makamının ağırlığını hisset-
tirerek kendine has üslubuyla devreye girişinin bir örneği olarak Ermenistan’la
ilişkilerin düzeltilmesi konusundaki girişimleri ayrıca ele alınmayı hak ediyor.
Ermenistan’ı ziyaret ederek ve liderleriyle
beraber maç seyrederek Türkiye’nin en
müzmin sorunlarından birine yaklaşımı
son derece umut verici bir adım olarak
dikkat çekti. Bundan dolayı ulusalcı çev-
relerce çok eleştiri aldıysa da attığı bu
adımla hem uluslararası ilişkiler düzeyin-
de Türkiye’nin çok rahatlamasını sağladı
hem de iç politikada her şeyi kuşatmış
milliyetçi hesaplara karşı insani değerlere
ilişkin yerinde bir hatırlatmada bulunmuş
oldu. Bu olay sonrasında aynı çevrelerce
yoğun bir biçimde eleştirildi ve “1915 yı-
lında olanlardan ötürü Ermenilerden özür dileme” yönünde açılan aydın kampan-
yasına destek verdiği suçlamasıyla bir CHP milletvekili tarafından soyunda Erme-
nilik bulunduğu yönünde iddialarla karşı karşıya kaldı. Açıkçası bu bir eleştiriden
ziyade bir sataşmaydı ve bir eleştiri olarak dikkate alınır bir tarafı yoktu. Gül’ün bu
sataşmayı genel anlamda “Ermenilere hakaret” yerine “soyunda Ermenilik olduğu”
iddiasından dolayı mahkemeye vererek soyunun tamamen Türk olduğunu ispat-
lamaya çalışması ise konuya yaklaşımda felsefi bir zaaf olarak algılandı. Bu konu,
insani değerlerle gündelik siyaset arasındaki çizginin ne kadar kaygan olduğunu
göstermek açısından tipik bir örnek olarak kayıtlarda yerini aldı.
Yine siyasi risk almanın zor olduğu sorunlardan bir diğeri olan Kürt sorununda
da Gül’ün tarafsızlığın sağladığı avantajla tartışmalara uygun zamanlamalarla ve
açılımcı bir perspektifle dahil olması O’nun demokratik açılım sürecindeki rolü-
Ocak 2011

nü çok önemli hale getirdi. Cumhurbaşkanı seçilir seçilmez ilk yurt içi gezisini

22
ÇANKAYA’DA İLK ÜÇ YIL

Diyarbakır’a yapmak suretiyle Türkiye’yi bir bütün olarak kucaklamanın bu yoldan


geçiyor olduğunun ilk güçlü mesajını vermişti zaten. 2010 yılının son iki gününü
de yine Diyarbakır’da geçirerek AK Partili veya BDP’li ayırımı yapmadan herkesi
aynı masada buluşturup dertlerini dikkatle dinledi. Şimdiye kadar devlet ricalinin
ısrarla dışladığı BDP’li yerel yöneticilerle her iki ziyarette yaptığı temaslar yoluyla
bir bakıma onları tekrar devletle barıştırmış oldu. Demokratik Toplum kongresinin
demokratik özerklik ve iki dillilik tartışmalarının Türkiye’nin geri kalan kısmında
yaratmış olduğu depremin hemen akabinde gerçekleşen ikinci Diyarbakır gezisi
Cumhurbaşkanı Gül’ün bütünleştirici toplumsal liderliğinin en yüksek performan-
sını sergilediği bir adım sayılabilir. Bu gezi esnasında da hatırlattığı gibi 2009 yılın-
daki açılım sürecinin başlangıcında bir dış seyahat başlangıcında “iyi şeyler olacak”
diyerek müjdesini verdiği açılımların tıkanan aşamalarında yaptığı müdahaleler
gündelik siyasetin cenderesine takılan açılımı rahatlatıcı olmuştur.
Kürt sorununda gündemdeki referan-
dum bağlamına münasebetsizce soku-
lan ve etrafında bir anda siyasi tabular
yaratılan “Öcalan’la görüşme” konusu
da yine her açıdan bir çuval inciri ber-
bat edecek hale gelmişken devreye girip
herkesin aklını başına alması doğrultu-
sunda nazik uyarısı önemli bir etki yap-
mıştır. Akan kanın durması konusunda
yapılması gereken bir tek Öcalan’la gö-
rüşmek kalmışsa, siyasetçinin önünden
bu konuyu bir politik kâr –zarar alanı ol-
maktan çıkarmak doğrultusunda yaptığı
müdahale çok yerinde olmuştur.
Cumhurbaşkanının bu konudaki müdahalesi en acil sorunumuzun barış olduğu-
nu ve bu barışın günübirlik basit siyasi kavgalarla kolayca tehlikeye atılabileceği,
o yüzden bu konuda herkesin çok dikkatli olması gerektiğini hatırlattı. Nitekim
Gül’ün açıklamasından sonra tartışmanın seyri de biraz daha akıl eksenine otur-
maya başladı.
Herkesin aslında bildiği ama süreç içinde herkesin göz ardı ettiği bir gerçek hatır-
landı ki, Öcalan’la görüşmeyen zaten kimse kalmamış, ama aynı ölçüde bu görüş-
meler şimdiye kadar hiçbir işe yaramamış. Oysa bugün sorunun gelip dayanmış
olduğu noktada Öcalan’ın şahsı veya imgesi göz ardı edilerek sorunun çözümü
doğrultusunda hiçbir adım atılamadığı gibi, Öcalan gerçeği hiçbir zaman olmadı-
Ocak 2011

ğı kadar barış denklemlerinin içinde yer alabilecek noktaya gelmiştir. Bu durumda

23
ÇANKAYA’DA İLK ÜÇ YIL

Gül’ün mükemmel bir zamanlama ve ağırlıklı devreye girerek söylediği gibi: “Te-
rörle sadece silahla mücadele de edilmez. Bütün imkânlar ortaya konur… Yeri geldi-
ğinde diplomasi, yeri geldiğinde TSK devreye girer.”
Bu sözler kimsenin bilmediği şeyler değildi, yeni bir bilgi de içermiyordu, ama bu
sıradan sözlerin doğru zamanda ve münasip biri tarafından söylenmesi çok önem-
liydi. Tam da ülke barışı konusunda ciddi mesafeler alınmışken, bu çabaların ber-
hava olmaya yüz tuttuğu bir aşamada devreye girmek önemli…
Bu olaydan kısa süre sonra Cumhurbaşkanı Gül, Tarabya Köşkünde Kürt sorunuyla
ilgili kafa yoran önde gelen kanaat önderleriyle bir toplantı düzenledi. Böylece
Referandum sürecinde askıya alındığı izlenimi kasıtlı olarak verilmeye çalışılan
demokratik açılımın Kürt sorunuyla veya terörle ilgili kısmına dair devletin ira-
desinin kendi himayelerinde devam ettiği izlenimini başarılı bir biçimde vermiş
oldu. Aslında sürecin büyük bir adımının kendisinin Norşin’e adıyla hitap ettiği
gezisinde atıldığını da unutulmamalıdır. Bu
adımı attığında muhalefetin de sert eleştirile-
rine muhatap oldu ama bu eleştirilerle doğ-
rudan polemiğe girmeyerek soruna dair yeni
yaklaşımın bir devlet politikası olarak belli bir
psikolojik bariyeri aşmasının önünü açtı. Böy-
lece Kürt kimliğine yönelik devletin tavrında-
ki paradigma değişimini de tespit etmemizi
sağladı. Dahası, o değişimin arkasında durdu-
ğunu, bunların önceki siyasetçilerde olduğu
gibi sürç-ü lisan ile ve bir defalığına ağızdan
çıkmış sözler değil gerçekten de bir paradig-
ma değişimine dayanan adımlar olduğunu
gösterdi

Bir Demokrasi Manifestosu: TBMM 23. Dönem 5. Yasama Yılı Açış


Konuşması
Cumhurbaşkanının her yasama yılının açılışı dolayısıyla Genel Kurula hitaben bir
konuşma irat etmesi Meclis tarihinin önemli teamüllerindendir. Bu konuşma es-
nasında Cumhurbaşkanının yürütmenin de Meclis’in de başı olarak devlet ve hü-
kümete bir ufuk veya rota işaret etmesi beklenir. Cumhurbaşkanlarının bu konuş-
maları merakla beklense de yukarıda andığımız nedenlerle her zaman aynı ölçüde
kabul görmez. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün TBMM’nin 23. Dönem 5. Yasama
Ocak 2011

yılı açış konuşması özenle hazırlanmış ve Türkiye’nin demokratik rotasına dair ma-

24
ÇANKAYA’DA İLK ÜÇ YIL

nifesto niteliğinde vurgularla donanmıştı. Konuşması medyada ilk anda yaptığı iki
vurgu üzerinden manşet oldu ama aslında altı özenle çizilmeyi hak eden çok daha
fazla vurgu geçiyordu.

Her iki konu da daha ziyade muhalefetin taleplerini dillendiren ve muhtemelen


Cumhurbaşkanını mevcut hükümet ile bir miktar ters duruma düşüren konular-
dı: İki konudan biri seçim barajının düşürülmesine, ikincisi de bilhassa Ergenekon
yargılamalarında tutukluluk hallerinin gereğinden fazla uzamasına veya oluşma-
sına yönelttiği eleştiri olarak altı çizilmiş. Aslında her iki konuda da doğrudan ismi
konulmasa da konuşmanın genelinden mesajın buna dönük olduğu anlaşılıyordu
ki, her iki konu hükümetle araya tutum mesafesi koyma anlamına gelen konular.

Gül’ün seçim barajı konusunda söyledikleri, temsilde derinleşme ve zenginleşme


hususlarının altını çiziyor. Bunun somut karşılığı her şeyden önce seçim barajla-
rının düşürülmesi ama belki dolaylı karşılık-
larından birisi de siyasi partiler kanununun
değişmesi ve parti içi demokrasi süreçle-
rinin de güçlendirilmesidir. Çünkü bugün
temsil sorunları sadece seçim barajlarından
kaynaklanmıyor, temsilde adalet sadece var
olan partilerin mecliste adil biçimde temsil
edilmeleri değil aynı zamanda parti başka-
nı veya merkezine ulaşamayan kitlelerin de
temsil edilebilmesinin sağlanmasıyla müm-
kündür.

Gül’ün konuşmasında manşetlerde yer ve-


rilen ikinci konu olan soruşturmalardaki tu-
tukluluk halleri ve sair yanlışlar konusunun hem ifade yeri olarak TBMM kürsüsü
en iyi yer hem de bunun Cumhurbaşkanı tarafından dile getirilmesi en doğrusu
olmuştur. Çünkü konunun sorun haline gelmesinin en önemli sebeplerinden biri
mevcut yasalar olduğu için bu sorunun muhatabının Meclis olması tabiidir. Tu-
tukluluk ve yargılama ile ilgili ölçüler yasalarda belirlenmiş ve bu yasaların yanlış
olduğu, adalet mekanizmasını adaletsizlikler üreten bir aygıta dönüştürebilmekte
olduğu sıkça vurgulanıyor.

Geciken adalet tabii ki adalet değildir. Bugün tutuklu bulunan her üç kişiden sa-
dece bir tanesi hükümlüdür. Geriye kalanlar yargılaması devam etmekte olan ve
muhtemelen yargılama sonucunda beraat edecek olan kişilerden oluşuyor. Bu
Ocak 2011

esnada tutukluluk hali hayatlarından bir defa hiç telafi edilemeyecek şekilde ka-

25
ÇANKAYA’DA İLK ÜÇ YIL

yıp gitmiş olacaktır. Bu genel bir sorundur ve ilk defa bu vahametiyle Ergenekon
davası dolayısıyla hissedilmektedir. Ancak hangi vesileyle hissediliyor olursa olsun
bu durumu düzeltmek için çaba göstermeye engel değildir.
Cumhurbaşkanının daha üç-dört sene öncesine kadar kendisinin Cumhurbaşkan-
lığını engellemeye dönük türlü kampanyalar yürütmüş, bu uğurda cinayet işleme-
yi göze almış olduğu yönünde bulgular bulunan bir yapılanmanın yargılanması
hakkında bile bu türden hukuk uyarısı yapması bana göre altı çizilmeyi daha fazla
hak ediyor. Bir bakıma kendi şahsına yöneltilmiş ve aslında öncelikli hedeflerinden
birisi kendisinin Cumhurbaşkanlığını önlemek olan bir komplonun zanlılarına kar-
şı adaleti bu kadar vurgulaması Cumhurbaşkanının bulunduğu yer ile kendi öznel
tecrübelerini sağduyulu bir biçimde ayırabiliyor olduğunu ve onlara karşı bir rö-
vanşist duygu beslemiyor olduğunu göster-
di. Bu tutumu aslında Avrupa Komisyonunun
bu yıl yayınlanan ilerleme raporunda “siyasi
partiler arasında diyalogu teşvik ettiği” ifade
edilerek kendisinden övgüyle söz edilmesini
sağladı.
İlerleme Raporu’nda, “Cumhurbaşkanı aktif
şekilde uzlaştırıcı rol oynamaya devam ede-
rek önde gelen siyasi partiler arasında diyalo-
gu teşvik etti ve devlet kurumlarının sağlam
işlemesini temin etmek için çabaladı” ifade-
lerine yer verildi. Raporda, Cumhurbaşkanı
Gül’ün Kürt meselesinin çözümünde kararlı-
lık belirten açıklamalarının ve dış politikada
aktif rolünü sürdürmesinin “not edildiği” be-
lirtildi.
Bir demokrasi manifestosu olarak algılanan
TBMM açılış konuşmasının altı çizilecek satırları çok, ama bilhassa demokratik
açılım ve devlet gündemindeki bütün meselelerde toplumun bütün kesimlerini
tartışmaya ve çözüm sürecine katılmaya davet eden satırlar, demokratik bir cum-
huriyetin ideal bir tasviri gibiydi.
‘’Toplumun bütün farklı kesimleri, sivil toplum kuruluşları, dernekler, siyasi gruplar ve
meşru tüm muhataplar, sıfatlarına ve kimliklerine bakılmaksızın dahil edilerek geniş
kapsamlı bir sorun çözme yöntemi geliştirilmelidir”
Sorunların çözümünü sürekli olarak bazı kurumların tekeline almaya çalışmasına,
Ocak 2011

halkı veya toplumun şu veya bu kesimini çözüm süreçlerinden dışlamasına alıştı-

26
ÇANKAYA’DA İLK ÜÇ YIL

ğımız bir devlet anlayışına bakarak “bu kadarının fazla” olduğu bile düşünülebilir?
Oysa Gül, konuşmasının devamında sözünün rastgele söylenmekten öte bir açılım
stratejisiyle konuştuğunu gösterdi.
“Daha fazla demokrasi, daha fazla çoğulculuk siyasi sorunların çözüm yöntemidir.
Devletin birliği ve bütünlüğü temel siyasi perspektifimiz ve tartışmaya açık olmayan
ilkemizdir.
Çare etnik odaklı siyaset dili değil, daha fazla demokrasidir”
Ve bu çare artık bekleyemez. Çözüm heyecanını bu seviyede yakalamak her za-
man mümkün olmayabilir. Sorunların çözüm ufku belirdiğinde o ufkun kalıcı ola-
cağına güvenerek savmamak gerekiyor. Çözüm fırsatları bir bir savıldığında bir
süre sonra bu fırsatları değerlendirme melekemizi de iyice yitiririz.
Zaten “sorunların çözümünü ertelersek, gelecek nesilleri çok daha çetre-
filli bir sorunlar yumağı ile karşı karşıya bırakırız.”
Bu sözler kuşkusuz, devletin en yüksek tepesinden genellikle duy-
maya alışık olmadığımız sözler. Siyasetin alabildiğine fazla girilemez
alanı nasıl olmuşsa Türkiye’de oluşmuştur ve bu alanlar siyasetçiye
karşılaştığı hiçbir sorunun üzerine gitme cesareti veya inisiyatifi bı-
rakmamıştır. Böylece sorunlar sonraki nesillere miras olarak kalmıştır.
Önceki nesillerin sonraki nesillere miras olarak bıraktığı en önemli şey
bu sorunlar ve kendi sorunlarına alışmış, kendi sorunlarıyla neredeyse
ayrışmazcasına bütünleşmiş bir toplum haline gelmiş bulunuyoruz.
Oysa Türkiye’nin müzmin sorunlarının çözümü konusunda şimdiye
kadar hiç olmamış bir devlet-hükümet mutabakatı cumhurbaşkanı
ve hükümet arasındaki bu benzersiz uyum sayesinde bugün müm-
kün hale gelmiştir. Cumhurbaşkanı’nın ağzından bu sözleri duydu-
ğumuz anda Türkiye’nin artık başka bir Türkiye olduğuna inanabiliriz.
Ocak 2011

27
ÇANKAYA’DA İLK ÜÇ YIL

TÜRKİYE EKONOMİSİNİN DÜNYA İLE


BÜTÜNLEŞMESİNDE CUMHURBAŞKANLIĞININ ROLÜ

Doç. Dr. Muhsin KAR


Çukurova Üniversitesi İİBF, İktisat Bölümü
SDE Ekonomi Programı Koordinatörü

İthal ikameci kalkınma modelinin uygulandığı ve ekonominin korumacı bir an-


layışla 1980 yılına kadar yönetildiği ülkemizde, yatırımlar hep devletten beklen-
miştir. Bu anlayışın oluşmasına hiç şüphesiz ülkenin içinde bulunduğu ekonomik,
sosyal ve siyasal faktörler de katkıda bulunmuştur. Nitekim Cumhuriyet’in ilk yılla-
rında ekonomik bağımsızlığın önemini kavrayan siyasal otorite, 1923 yılında İzmir
İktisat Kongresini toplamış ve kalkınma için gerekli olan politikaları belirlemeye
çalışmıştır. Kongre’de ekonomik gelişme için özel teşebbüsün önemi vurgulanmış
olmasına rağmen, girişimci ruhun, yeterli sermayenin ve altyapının olmaması dev-
letin ekonomik hayatta aktif olarak yer almasına neden olmuştur. Dolayısıyla eko-
nomik anlamda “devletçi” politikalar, 1950’lerdeki kısa bir süre hariç, Cumhuriyet’in
kuruluşundan 1980’lere kadar sürmüştür. Bu makro ekonomik politika çerçevesi
1960-1980 yılları arasında Beş Yıllık Kalkınma Planları ile gerçekleştirilmeye çalı-
şılmıştır. Bu planlar ile devletin nereye, ne kadar ve ne zaman yatırım yapacağı
belirlenmeye çalışılmışsa da, iç ve dış ekonomik gelişmeler planlarda öngörülen
hedeflerin gerisinde kalınmasına neden olmuş ve ülke 1970’lerin sonunda çok
ciddi bir ekonomik krizle karşılaşmıştır. Yaşanan krizden çıkmak için, uzun yıllar
uygulanan devletçi, planlamacı ve korumacı bir anlayışa dayanan ithal ikameci
iktisat politikası 1970’lerin son yarısında terk edilmiştir.
24 Ocak (1980) Kararları diye bilinen ekonomik önlemlerle ekonomi politikasında
çok önemli bir kırılma yaşanmıştır. Ekonominin dışa açılması ve dolayısıyla planla-
ma ile müdahaleden vazgeçilmesi, devletin küçülmesi, piyasa güçlerinin ön plana
Ocak 2011

çık(arıl)ması bu yeni ekonomi politikasının temel özelliklerini oluşturmuştur. Bu

28
ÇANKAYA’DA İLK ÜÇ YIL

çerçevede Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET) ile 1970 yılında imzalanan Katma
Protokolün gereği doğrultusunda gümrük duvarları hızla aşağıya çekilerek önce-
likle dış ticarette serbestleşme sağlanmıştır. Bu politika değişikliğinin ana hedefi
ise, ihracatı özendirerek ve hızla artırarak ülkenin ihtiyaç duyduğu ithalat için ge-
rekli olan döviz gelirlerini artırmaktır.
İhracatın artırılabilmesi için ülkenin tüm potansiyelinin harekete geçirilmesi için
yoğun bir çaba gösterilmiştir. Bu çerçevede geleneksel olarak ihracat yapan sek-
törlerin ve firmaların yanı sıra, yeni sektör ve firmaların hızla bu konuma gelmeleri
gerektiği tüm açıklığı ile kendini göstermiştir. Özel sektörün ve özellikle de Küçük
ve Orta Büyüklükteki İşletmelerin (KOBİ) ihracata yönlendirilmesi önemli bir poli-
tika seçeneği olarak kabul görmüştür. KOBİ’lerin ihracat yapan firmalara dönüşe-
bilmeleri için çeşitli teşvik politikaları uygulamaya konulmuştur.
Yeni döneme ilişkin bu politika tercihi bir yandan
yatırımları özendirerek bölgelerarası gelişmiş-
lik farklarını azaltırken diğer yandan sermayenin
Anadolu’ya yayılmasına da olanak sağlamıştır. Ay-
rıca bu tercih, siyasal iktidarların büyük sermaye
gruplarının sorunları ve taleplerine odaklandığı ve
Anadolu sermayesini yıllarca ihmal ettiği ve geliş-
mesi için bir çaba sarf etmediği şeklindeki eleştiri-
lerin de yumuşamasına neden olmuştur.

Özal ve İşadamlarının Dünya ile Tanışması


Türkiye’nin 1980 sonrası liberal politikalarla dünya ile bütünleşmeye başlamasın-
da Turgut Özal’ın imzasının olduğu açıktır. Türkiye’nin dış dünya ile bütünleşme-
sinde Özal’ın oynadığı rolü birbiriyle yakından ilişkili iki dönem altında incelemek
daha doğru olacaktır: Başbakanlık ve Cumhurbaşkanlığı.
Devlet Planlama Teşkilatı (DPT) Müsteşarlığı, Dünya Bankası ve Sabancı Hol-
ding’deki özel sektör deneyiminin ardından 43. Hükümet döneminde Başbakanlık
Müsteşarlığı ile DPT Müsteşar vekilliği görevlerine getirilen Özal, 24 Ocak Kararla-
rının mimarı sayılmaktadır. 12 Eylül 1980 askeri darbesinden sonra kurulan ara dö-
nem (Bülend Ulusu) Hükümeti’nde de ekonomiden sorumlu Başbakan Yardımcılı-
ğı yapmıştır. Bu göreve getirilmesinde iş dünyasının özel bir çabasının olduğu ve
özellikle Türkiye Sanayici ve İşadamları Derneği (TÜSİAD) üyelerinin Kenan Evren’i
ziyaretlerinde bu yöndeki taleplerini bizzat ilettiği bilinen bir gerçektir. 1983 yılı
Ocak 2011

Mayıs ayında Anavatan Partisi’ni kuran Özal, 6 Kasım 1983’deki seçimlerden birinci

29
ÇANKAYA’DA İLK ÜÇ YIL

parti olarak çıkmış ve tek başına iktidar olarak, 45. Hükümet’in Başbakanı olmuş-
tur.
Özal, Türkiye’nin ekonomik olarak dış dünya ile bütünleşmesi ve bu çerçevede
daha çok ihracat yapabilmesi için iş dünyası ile olan bu yakın ilişkisini fırsata dö-
nüştürmeyi bilmiştir. Gerek Başbakan yardımcılığı gerekse Başbakanlığının ilk yıl-
larındaki reform çabalarında iş dünyasının desteğini almayı başarmıştır. Özellikle
uyguladığı liberal politikaların Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği (TOBB) ve TÜSİAD
üyesi işadamları tarafından desteklenmesini ve oluşan fırsatların değerlendirme-
sini beklemiştir. Uygulanan liberal politikaların kazananları Özal’ı desteklerken,
kaybedenleri Özal’ı eleştirmeye başlamışlardır. Ayrıca Demirel’in TOBB üzerindeki
geleneksel ağırlığı ve Özal’ın bu kurumla ilişkiler geliştirmede sorunlar yaşaması,
TÜSİAD’ı önemli bir politika aracı haline getirmiştir. Ali Coşkun’un TOBB başkanı
seçilmesi, Özal’ın bu kurum üzerindeki etkisini artıran bir unsur olmuştur. Ancak
Özal, uyguladığı politikalara meşruiyet kazan-
dırmak için beklediği desteğin gelmemesi veya
yeterli bulmaması üzerine bu iki kurum arasında
git-gel’ler yaşamasına ve zaman zaman birini diğe-
rine karşı kullanma eğilimine yönelmesine neden
olmuştur.
Özal Başbakanlığı sırasında, işadamı örgütlerini ve
üyelerini uyguladığı politikaların başarıya ulaşması
için her zaman teşvik etmiştir. Bu çerçevede yurtdı-
şı gezilerine Cumhuriyet tarihinde ilk kez işadamla-
rı ile birlikte gitmeye başlamıştır. İşadamları, gerek
yurtiçindeki faaliyetlerine destek sağlamak gerekse
yurtdışına mal satmak ve ortak iş yapma fırsatlarını
yakalamak için, yurtdışı gezilerine katılma davetlerine coşkulu bir şekilde karşılık
vermişler ve bu durumu bir ayrıcalık olarak değerlendirmişlerdir. Özal, uygulanan
politikalarının sürekliliğini ve başarılı olmasını sağlamak için bunun zorunlu oldu-
ğuna inanmış ve girişimci özgürlüğünü düşünce ve inanç özgürlüğü kadar önemli
saymıştır. Özal’ın yurtdışı gezilerine katılan işadamları ile birebir ilgilendiği ve on-
ların sorunlarını “gözlerinin içine bakarak” dinlediği ifade edilmektedir.
Özal, Cumhurbaşkanlığı döneminde 29 ülkeye toplam 40 gezi gerçekleştirmiştir.
Altyapısını Başbakanlığı döneminde oluşturduğu bu gelenek 1989’da Cumhurbaş-
kanı olduktan sonra da aynı hızla sürmüştür. Hemen hemen çıkılan bütün yurtdışı
gezilere işadamlarının katılması sıradan bir durum olarak algılanmaya başlanmış-
tır. Bu dönemin en ayırt edici özelliği ise, Cumhurbaşkanı olması ile ANAP üzerin-
Ocak 2011

deki etkisini kaybetmesi, TOBB yönetiminin Demirel ile yakınlaşması ve TÜSİAD’ın

30
ÇANKAYA’DA İLK ÜÇ YIL

eleştirel bir tavır takınması karşısında Özal’ın 1980 sonrası uyguladığı liberal ve
teşvik politikaları sonucunda ortaya çıkmaya başlayan Anadolu sermayesine yö-
nelmesidir. Özellikle Özal’ın muhafazakâr kimliği yerel değerlere bağlı ve dışa açık
görüşlere sahip Müstakil Sanayici ve İşadamları Derneği (MÜSİAD) üyeleri ile iş-
birliğini kolaylaştırmıştır. 1993 yılında gerçekleşen Orta Asya gezisine MÜSİAD’ı
da davet etmiş, bu işadamlarını cesaretlendirici ifadeler kullanmış ve bu örgütün
yurtiçi faaliyetlerine destek olmak için Anadolu’daki iki şubenin açılışına katılmayı
kabul etmiş ise de buna ömrü yetmemiştir.
Özal dönemi Türkiye’de ekonominin dışa açılmasında ve daha rekabet edebilir
konuma gelmesinde yeni bir siyasal liderlik tipinin öne çıktığı bir evre olmuştur.
1961-1980 yılları arasında cumhurbaşkanları ekonomik sorunlarla ilgilenmeyen
sembolik görevler dışında etkinliği olmayan bir konumdaydılar. Hükümetler ise
ekonomide dışa açılmaktan çok iç piyasaya dönük po-
litikalara ağırlık vermekteydiler. Özal ile birlikte önce
hükümet düzeyinde daha sonra cumhurbaşkanlığı ma-
kamının ekonomik sorunlarda dünya ölçeğinde gerek
diplomatik düzeyde, gerekse rekabetçi bir anlayışın
yerleşmesinde öncü bir misyona soyundukları söylene-
bilir. Bu dönemin ayırt edici diğer bir özelliği yukarıda
kısaca özetlendiği şekliyle ekonomide yeni grupların
sürece aktif biçimde katılmaya başlamaları ve klasik işa-
damı-devlet ilişkilerinin bu dinamizm karşısında aşın-
maya başlamasıdır.

Demirel ve Anadolu Sermayesinin Hayal Kırıklığı


Özal’ın vefatının ardından 1993 yılında Cumhurbaşkanı olan Demirel, en çok yurt-
dışına çıkan Cumhurbaşkanı rekorunun sahibi olmuştur. 57 ülkeye toplam 125
gezi gerçekleştirmiştir. Özal döneminde başlayan işadamlarının Cumhurbaşka-
nının yurtdışı gezilerine katılma geleneğinin Demirel döneminde kısmen devam
ettiğini söylemek mümkündür. Ancak gözlerini Özal ile dünyaya açan işadamları
için Demirel döneminin fazla verimli olmadığını söylemek yerinde olacaktır. Bu-
nun birkaç nedeni vardır. Birincisi, Demirel’in 1980 sonrası oluşan yeni ekonomik
ve siyasal düzeni tam olarak anlamaktan uzak kalmış olması ve işadamlarına yurt-
dışı gezilerinde “adet yerini bulsun” düşüncesi ile yer vermesidir. Gezilerine katılan
işadamlarının kim olduklarına dikkat etmeden “elini sıkarak” geçiştirdiği ifade edil-
mektedir. Özal’ın işadamlarına gösterdiği yakın ilgi ve onların sorunlarını dinleyen
Ocak 2011

ve vakıf olmaya çalışan tavrın Demirel döneminde görülmediği anlaşılmaktadır.

31
ÇANKAYA’DA İLK ÜÇ YIL

Bir diğer unsur ise, Demirel’in Anadolu sermayesini dışlayıcı bir tavır benimseme-
dir. Özellikle Refah Partisi’nin (RP) koalisyonun büyük ortağı olduğu dönemde,
Anadolu sermayesinin yerel yönetimler ve gerçekleşen özelleştirme faaliyetlerin-
den pay almaya başlaması İstanbul sermayesinin tepkisini çekmiş ve dışlanacağı
endişesiyle hükümet karşıtı koalisyonun içinde yer almasına yol açmıştır. 28 Şubat
sürecinde sermaye renklere ayrılarak, ayrımcı ve cezalandırıcı bir anlayışın iç po-
litikada öne çıktığı görülmektedir. Bu dönemde RP’nin iktidara gelmesinde rolü
olduğu düşünülen muhafazakâr Anadolu sermayesi adeta cezalandırılmıştır. Kara
listeler yayınlanarak, muhafazakâr işadamlarının şirketlerinin ürettikleri ürünlerin
alınmaması ve bunların ihalelere girişlerinin engellenmesi talep edilmiştir.
Anadolu sermayesine mesafeli duran Demirel, geleneksel olarak etkili olduğu
TOBB ve birazda zorunluluktan dolayı TÜSİAD ile yakınlaşmıştır. 28 Şubat süreci-
nin en yoğun yaşandığı bu dönemde, önemli ihaleler ve özelleştirmeler, büyük
sermaye grupları ile hükümetin düşürülmesin-
de önemli bir görev üstlenen medya patronla-
rına adeta peşkeş çekilmiştir.
Üçüncü neden ise, Demirel döneminde ülke-
deki koalisyon hükümetlerinin kısa ömürlü
olması ve bunun sonucu siyasal ve ekonomik
istikrarsızlığın artması ile dış dünyanın ihmal
edilmesidir. Ekonomik ve siyasal istikrarsızlığın
olduğu yere yabancı sermayenin ilgisinin az
olduğu bilinen bir gerçektir. Dolayısıyla bu dö-
nemde yurtdışından işadamlarının Türkiye’ye
ilgilerinin azaldığı ve ortak iş yapma çabası
içine girmedikleri görülmektedir. 1990’lı yılların ortalarından itibaren, bütçe açığı
ve artan borçlanma gereği sonucu her gün artan reel faiz oranları spekülatif ya-
tırımları artırmış ve işadamları için “paradan para kazanılan” güvenli bir ortamın
oluşmasına yol açmıştır. Bu durum yerli işadamlarının reel yatırım yapma yerine
finansal yatırımlara yönelmelerine neden olmuştur.
Toplu olarak değerlendirildiğinde, Demirel’in Cumhurbaşkanlığı döneminde yurt-
dışı gezilerine işadamlarının “dostlar alış verişte görsün” mantığı içinde davet edil-
diği ve bu yapılırken de sermaye renklere ayrılarak, Anadolu sermayesinin dışlan-
dığı ve bunların adeta kendi kaderlerine terk edildiği, ülkede oluşan ekonomik ve
siyasal istikrarsızlık ortamında büyük sermayenin yatırımlarını reel sektör yerine
finansal sektöre yönlendirdiği ve özel sektörün dış dünyaya ilgisinin zayıfladığı ve
daha çok içeride dağıtılan ranttan pay alma çabası içine girildiği anlaşılmaktadır.
Ocak 2011

Demirel dönemi, Özal döneminde başlatılan bazı yeniliklerin şeklen devam ettiril-

32
ÇANKAYA’DA İLK ÜÇ YIL

diği, ancak aynı dinamizmin sergilenemediği bir dönem olmuştur. Demirel döne-
minde ekonomide yeni grupların katılımı ile oluşan süreçler üzerinde sınırlamacı
bir disiplin sağlama anlayışı öne çıkmış, RP iktidarının bloke edilmesi, özelleştir-
melerden Anadolu sermayesinin pay almaması gibi içeriyi önceleyen politikalara
yeniden dönüş yaşanmıştır.

Sezer ve Bürokrasinin Zafiyeti


Demirel’den sonra Mayıs 2000’de Çankaya Köşküne çıkan Ahmet Necdet Sezer, 7
yıllık Cumhurbaşkanlığı döneminde toplam 37 ülkeye 49 gezi gerçekleştirmiştir.
2000`de 6, 2001’de 7 gezi gerçekleştiren Sezer, 12 yurtdışı gezisiyle en çok yurtdı-
şı ziyaretini 2002 yılında gerçekleştirdi. Sezer döneminin ilk yıllarında, işadamları
yurtdışı gezilerine davet edilmemiştir. Bu kural 2002 yılından sonra değişmiş ve
işadamları Sezer’in yurtdışı gezilerine ka-
tılmaya başlamışlardır. Sezer’in yurtdışı ge-
zilerinde 2003 sonrasında zaten bir düşüş
göze çapmaktadır.
Sezer’in işadamı örgütleri ve bunların üye-
leriyle kalıcı ve kayda değer ilişkiler geliş-
tirememesinin ve yakın durmamasının
ardında siyasi tecrübesinin olmaması ve
yargı bürokrasisinden gelmesi etkili olmuş
olabilir. Özellikle liberal politikalara kar-
şı olan bürokratların işadamına bakışının
olumlu olduğunu söylemek oldukça güç-
tür. Devletçi bir ideolojiyi benimsemiş bü-
rokratlar, işadamlarını “devletten bir şeyler çırpıyor” mantığı ile değerlendirdikleri
de bilinmektedir. Sezer’in “Ben işadamı ordusuna başkomutanlık yapmam” şeklin-
deki mesafeli tavrı işadamlarına hangi pencereden baktığını da göstermektedir.
Sezer, görev yaptığı dönemde daha çok veto ettiği kanunların çokluğu dikkatleri
çekmektedir. Veto edilen kanunların içerisinde yatırım ortamını iyileştiren ve ya-
bancı yatırımların Türkiye’ye yönelmesini sağlayacak yapısal reformlar öngören
düzenlemelerin olması da ayrıca dikkate değerdir.
Sezer’in Cumhurbaşkanlığı döneminde Türkiye’nin ekonomik olarak dış dünya ile
bütünleşmesi noktasında Cumhurbaşkanlığı’nın önemli bir rol oynadığı göze çap-
mamaktadır. Ancak bu dönemde AB uyum yasalarının hayata geçmiş olması ve
bunun tek parti iktidarının uyguladığı ekonomi politikaları ile sürdürülmesi, 2001
Ocak 2011

krizinden olabildiğince hızlı bir şekilde ekonomik istikrarın yakalanmasına katkı

33
ÇANKAYA’DA İLK ÜÇ YIL

yapmıştır. Bu dönemde işadamlarının yurtdışı ile ilişkilerin geliştirilmesinde hükü-


metin rolü çok büyüktür.
Sezer döneminde Demirel döneminde yaşanan gerileme daha görünür bir hale
gelmiştir. Cumhurbaşkanı, ekonomide öncü bir diplomatik misyon edinme rolüne
oldukça soğuk yaklaşmış, istikrarsız hükümetler bu alanda genel bir gerilemenin
yaşanmasına neden olmuştur. Türkiye ekonomisinin dış dengesizliklerini gider-
mek ve 2000 Kasım ve 2001 Şubat krizini hızla atlatmak için gerekli olan dış kay-
nak (döviz gelirleri) nedeniyle bu dönem, Cumhurbaşkanının bu tip bir misyona
soyunmasına en fazla ihtiyaç duyulan bir dönem olmuştur.

Gül ve Diplomasinin Ekonomik Gelişmeye Hizmetleri

1991 yılında Parlamentoya Kayseri Milletvekili


olarak giren ve genellikle ekonomik ve dış ilişki-
ler alanındaki komisyonlarda görevler alan Ab-
dullah Gül, kısa süren (Kasım 2002-Mart 2003)
Başbakanlık görevinin ardından kurulan I. Erdo-
ğan Hükümetinde Dışişleri Bakanı ve Başbakan
Yardımcısı olarak atanmıştır. Ayrıca 2005’de AB
ile tam üyelik müzakerelerinin başlaması üzeri-
ne Baş Müzakereci görevini de yürütmeye baş-
lamıştır. Cumhurbaşkanı Gül, Dışişleri tecrübe-
sini ve akademik (bir ekonomi Doçenti olarak)
birikimini Cumhurbaşkanlığı döneminde ko-
laylıkla harmanlamış ve bu yönüyle kendinden
önceki cumhurbaşkanlarından önemli ölçüde
ayrışmaktadır. Üç yıl gibi kısa bir zamanda 70 yurtdışı gezisi gerçekleştiren Gül’ün
ziyaretleri nitelik ve nicelikleri açısından önem arz etmektedir. Cumhurbaşkan-
lığı makamını Türkiye’nin dış dünya ile daha da bütünleşmesine hizmet edecek
şekilde adeta işadamlarının sorunlarının çözüm merkezi haline dönüştürmüştür.
Gül’ün yurtdışı gezilerinde işadamlarının çokluğu dikkati çekmekte ve adeta “işa-
damlarının uçağına binen Cumhurbaşkanı modeli” ortaya çıkmaktadır.
Bu durumun ortaya çıkmasında hiç kuşkusuz birçok faktör rol oynamaktadır. Birin-
ci olarak, AK Parti hükümetinin iktidara geldiği günden beri adım adım uygulama-
ya koyduğu “komşuları ile sıfır sorun” politikası, ekonomik ve siyasal politikaların
birbirini destekler şekilde tasarlanmıştır. Bu politika tercihine ek olarak, gerçekleş-
Ocak 2011

tirdiği yapısal reformlarla hızlı bir ekonomik gelişme içerisine giren Türkiye, böl-
gesine istikrar ve barış ihraç eden bir ülke konumuna da gelmiştir. Bütün bunların

34
ÇANKAYA’DA İLK ÜÇ YIL

sonucunda Türkiye, komşularıyla ekonomik ilişkilerini hızla geliştirmiş ve ticaret


hacmini katlamıştır. Başta Ortadoğu olmak üzere, daha önce kayda değer bir iliş-
kinin olmadığı Afrika, Asya ve hatta Latin Amerika ile ilişkiler hızla geliştirilmiştir.
Oluşmasında büyük emeğinin olduğu bu atmosfer, Gül’ün işini kolaylaştırıcı bir
unsur olarak öne çıkmaktadır.
İkinci olarak, Özal ile altyapısı oluşturulan, Demirel döneminde sıradanla-
şan ve Sezer döneminde ihmal edilen işadamlarının Gül döneminde yeniden
Cumhurbaşkanı’nın yurtdışı gezilerine katılmaya başlamaları yeni bir heyecan
oluşturmuştur. Gül’ün yurtdışı gezilerinde işadamları “olmazsa olmazlar” arasında
yer almaktadır. 1980 sonrası uygulanan liberal politikaların fırsatlarını değerlendi-
ren ve kendi ayakları üzerinde yükselerek artık Türkiye’ye sığmayacak hale gelmiş
olan özel sektör temsilcilerinin bu yöndeki isteklerinin de konsolide edilmeye baş-
landığı görülmektedir. Gül’ün yurtdışı gezilerine
Türkiye’nin hemen her bölgesinden “büyük-kü-
çük” ayrımı yapılmaksızın işadamlarının yoğun
ilgi göstermiş olması ve “Cumhurbaşkanı’nın
uçağına binmek için sıra bekler” bir durumda ol-
maları bunun en önemli kanıtıdır.
Üçüncü olarak, Gül’ün yurtdışı gezileri kendisi
ve özel sektör temsilcilerinin tecrübe ve biri-
kimlerinin biraraya gelmesiyle sonuç odaklı bir
yapıda gelişmektedir. Nitekim daha çok geliş-
miş ülkelerin liderleri ülkemizi ziyaret ettiğinde
“filan ihaleyi, filan şirketin işini de görüşmek
için geldi” şeklindeki açıklamalar, artık Gül’ün
gezilerinde de duyulmaya başlanmıştır. Gül’ün
“tek bir proje için bile olsa bir ülkeye gidebile-
ceğini” belirtmesi bunun en önemli kanıtıdır. Cumhurbaşkanı’nın yurtdışı gezile-
rine katılan işadamlarının “gezen tilki yatan aslandan iyidir” atasözünü doğrulaya-
cak şekilde “daha çok kazanmaya” başladıkları ifade edilmektedir. Bu çerçevede,
Cumhurbaşkanı’nın yurtdışı ziyaretlerine işadamlarının katılması, devletlerin res-
mi kuruluşlarının ve işadamı örgütlerinin karşılıklı taahhütlerinin bir sonucu olarak
bürokratik kolaylıkların sağlanmasına ve vizelerin kaldırılmasına veya kolaylık sağ-
lanmaya başlamasına ve işadamlarının karşılıklı işbirliği olanaklarını hayata geçir-
mesiyle iş hacminin artırılmasına katkı sağladığı ifade edilmektedir. Dış Ekonomik
İlişkiler Kurulunun (DEİK) verdiği bilgilere göre, bu seyahatlere 2500’ün üzerinde
işadamı katılmış, bu işadamları 13 binden fazla iş görüşmesi gerçekleştirmiş ve
Ocak 2011

bu bağlantıların değerinin çarpan etkisiyle birlikte 20 milyar dolarlık ek iş potan-

35
ÇANKAYA’DA İLK ÜÇ YIL

siyeline karşılık geldiği belirtilmektedir. Bu ziyaretler sırasında Cumhurbaşkanı’nın


işadamları ve onların sorunları ile “yakından” ilgilenmesi ve dönüş sırasında “ziya-
retlerinin nasıl geçtiğini” sorması, çeşitli konularda uçakta brifing alması ve sohbet
toplantıları düzenlemesi sonuç odaklı çalıştığını gösterir niteliktedir.
Dördüncü olarak, Gül döneminde yeniden ivme kazanan işadamlarının Cumhur-
başkanının yurtdışı gezilerine katılma süreci daha profesyonel ve kurumsal bir
çerçevede sürdürülüyor olmasıdır. Cumhurbaşkanı’nın ekonomi içerikli olan se-
yahatlerinde Dış Ekonomik İlişkiler Kurulu (DEİK), Türkiye İhracatçılar Meclisi (TİM)
ve Türkiye İşadamları ve Sanayiciler Konfederasyonu (TUSKON) gibi profesyonel
organizasyonlar görev almaktadır. Bu gezilere katılanların ortak görüşü, gezi-
lerin daha profesyonelce düzenleniyor olmasıdır. Bu açıdan yukarıda sıralanan
işadamı örgütlerinin diplomatik yetenekleri artmakta, gezi programlarına iş bağ-
lantılarının yapılmasını mümkün kılacak
şekilde uzman desteği verilebilmektedir.
Dolayısıyla dış dünyaya açılmak isteyen,
ancak tecrübesi olmayan bir Türk işadamı
bu mekanizma içinde dış muhatapları ile
ilişkiye geçebilmekte, iş bağlantıları kura-
bilmektedir. Bu noktada küçük bir ayrıntı
ise, işadamlarının seyahate ilişkin her türlü
masrafları kendileri tarafından karşılanma-
sıdır. Cumhurbaşkanlığı makamına ekstra
bir yük getirmemektedirler.
Bu bağlamda vurgulanması gereken bir
diğer husus ise, Nisan 2009’da Cumhur-
başkanı Gül’ün himayelerinde Dünya Türk İş Konseyi (DTİK) tarafından gerçekleş-
tirilen “Dünya Türk Girişimciler Kurultayı”nda ikili iş görüşmeleriyle kurulan işbir-
liklerini geliştirmek ve yenilerine de aracı olmak üzere oluşturulan “DTİK İletişim
Platformu”nun resmen açılmış olmasıdır. Bugüne kadar platformda yer alan iş
profilleri üzerinden, 72 ülkeden 1.520 Türk girişimci ve profesyonel birbirleriyle
iletişim kurmuşlardır. Ülke ve sektör bilgilerine göre 200.000’den fazla eşleşme
sağlayan ve aralarında iş ilişkileri geliştiren üyeler, birbirlerine de 2.500’den fazla
mesaj göndermişlerdir.
Beşinci olarak, adım adım dünyanın en büyük 10 ülkesi arasına girmeye çalışan
Türkiye herkesin ilgisini çekmektedir. Türkiye Cumhurbaşkanı’nın yurtdışı gezile-
rinin ekonomik boyutu zaten tüm dünyanın dikkatini çekmeye başlamıştır. Gül,
Cumhurbaşkanlığı makamını ve diplomasiyi ekonominin hizmetine sunmuştur.
Ocak 2011

Türkiye’nin diplomasiyi ekonomik gelişmesini hızlandıracak biçimde tasarladığı

36
ÇANKAYA’DA İLK ÜÇ YIL

şeklinde yorumlanmakta ve gezilerin gerçekleştiği ülkelerdeki toplantıların içeriği


ve katılan işadamlarının yoğunluğu hemen herkes tarafından takdirle izlenmek-
tedir. Türkiye, ülke içinde ve bölgesinde oluşmasında önemli rol üstlendiği eko-
nomik ve siyasal istikrarın meyvelerini dört bir yandan toplamaktadır. Birleşmiş
Milletlerin Binyıl Kalkınma Hedeflerinin (Millenium Development Goals) gözden
geçirilmesine ilişkin toplantılara Gül’ün davet edilmesi ve Türkiye’nin tecrübesinin
bu toplantılarda paylaşılması bile başlı başına önemli bir gelişmedir. Türkiye’nin
bu başarısı “kalkınma diplomasisi” literatürü içinde değerlendirilmekte ve diplo-
masinin ekonomik gelişme için bilinçli bir şekilde kullanılmasını ifade etmektedir.

Gül’ün Farkı
Turgut Özal, Türkiye’nin devlet-
çi, müdahaleci ve korumacı po-
litikalarından serbest piyasanın
oluşması, liberal ve rekabetçi bir
politikaya yöneldiği bir dönem-
de önce Başbakan ve ardından
da Cumhurbaşkanı olarak görev
yapmıştır. Ekonomideki bu büyük
dönüşümü gerçekleştirmek için
her türlü dinamiği ve potansiyeli
kullanmaya çalışmış, destek gör-
düğü kadar engelleme çabaları
ile de karşılaşmıştır. Başbakanlığı
döneminde işadamlarını yurtdışı
gezilere davet etmeye başlayarak
attığı ilk adımları, Cumhurbaşkanlığı döneminde de devam ettirmiş ve bu nok-
tada işadamlarının dünya ile tanıştıran biri olarak anılmaya başlanmıştır. Burada
vurgulanmak istenen daha önce yurtdışına çıkmamış, yurtdışı ile herhangi bir iş
yapmamış birçok işadamı Özal sayesinde böyle bir süreç içinde yer almasıdır.
Süleyman Demirel, Özal döneminde uygulanan politikalardan hoşnut olmayan-
ların tercihini yansıtır ve Özal ile hesaplaşmaya çalışan bir tavır sergiler. Ancak yıl-
ların siyasetçisi olarak, Demirel’in işadamları ile özellikle TOBB ile geliştirdiği yakın
ilişkiler, onu işadamlarının talepleri ve sorunları ile ilgilenmesi yönünde bir baskı
oluşturmuştur. Bir yandan Özal’a karşı diğer yandan özel sektörün gelişmesi için
işadamlarının taleplerine duyarlı olma, Demirel’i ikircikli bir tutum benimsemesi-
Ocak 2011

ne neden olmuştur. Demirel’in Cumhurbaşkanlığı döneminde, ülkedeki siyasal ve


ekonomik istikrarsızlık sonucu, iş dünyası içe yönelmiş, krizlere karşı varlıklarını

37
ÇANKAYA’DA İLK ÜÇ YIL

korumaya çalışmış, Anadolu sermayesi dışlanmış ve hatta “renklere ayrılarak” ce-


zalandırılmıştır.
Yargı bürokrasisinden gelen kimliğiyle Sezer, 1980 sonrası diğer cumhurbaşkan-
larından ayrılır. Siyasetten uzak geçmişi, toplumsal gelişmelere mesafeli tavrı ve
özellikle de işadamları ile ilişkiler geliştir(e)memesinde rol oynamış olabilir. Özal
ile başlayan ve Demirel ile “kerhen” devam eden işadamlarının Cumhurbaşkanı’nın
yurtdışı gezilerine katılması geleneği önce terk edilmiş ve 2002 sonrası uygulama
konulmuş, ancak bu dönemden sonra yurtdışı gezileri zaten azalmıştır.
Gerek Sezer gerekse Demirel dönemi aslında Özal döneminde başlatılan girişimle-
rin güçlenerek devam ettirilmesini gerektiriyordu. Cumhurbaşkanlığı makamının
potansiyeli, ülkenin en fazla dış kaynağa ihtiyaç duyduğu bir dönemde yeterince
kullanılmamıştır.
Uzun yıllar hemen Türkiye’nin her yerin-
de vatandaşların aş ve iş kaygısını dinle-
yen ve bu bağlamda çözüm önerileri ge-
tirmeye çalışan bir siyasetçi olarak görev
yaptıktan sonra Cumhurbaşkanı seçilen
Abdullah Gül, akademik birikimini diplo-
masi tecrübesi ile birleştiren bir politika
geliştirmiştir. Türkiye’nin maddi ve ma-
nevi olarak zenginleşmesi ve refahının
artması için diplomasiyi ekonominin
hizmetine sunmuştur. Yurtdışı ziyaretle-
rine her bölgeden, her düşünceden ve
her sektörden işadamlarının yoğun ilgisi,
Cumhurbaşkanı Gül’ün işadamları örgüt-
leri ve üyeleriyle yakın ilişkiler kurduğu-
nu ve geliştirdiği bu ilişkileri Türkiye’nin ekonomik ve siyasal gücünü artıracak
şekilde kullanmaya çalıştığını göstermektedir. Toplumun her kesiminin sorunları-
na duyarlığını her fırsatta gösteren ve kucaklayıcı bir tavır içinde olan Gül’ün işa-
damlarının talepleriyle de ilgilenmesi ve Cumhurbaşkanlığı makamını Türkiye’nin
özellikle de Anadolu’daki KOBİ’lerin dış dünya ile bütünleşmesine aracılık edecek
işleve dönüştürdüğü anlaşılmaktadır.
Ocak 2011

38
ÇANKAYA’DA İLK ÜÇ YIL

PARLAMENTER DEMOKRASİ BAĞLAMINDA


CUMHURBAŞKANI GÜL’ÜN HÜKÜMET VE TBMM İLE
İLİŞKİLERİ

Doç. Dr. Yusuf TEKİN


Polis Akademisi Başkanlığı Güvenlik Bilimleri Fakültesi
SDE İç Politika ve Demokratikleşme Programı Koordinatörü

Siyaset bilimi literatüründe demokratik ülkeler için hükümet türleri tanımlanırken


temel hareket noktası yürütmenin nasıl dizayn edildiğidir. Yürütmenin tek bir elde
toplanması ya da birden çok kişi veya kurum arasında bölüştürülmesi ana tefrik
noktasıdır. Başkanlık sistemi bu tanımlamada yürütmenin tek elde toplandığı
hükümet sistemlerinin en bariz örneğidir. Bu tür hükümet sistemlerine yönelti-
len en ciddi eleştiri, demokratik bir yapı içinde yürütmeye ait tüm yetkilerin tek
bir kişinin elinde toplanmasının olumsuz sonuçlar doğurabilme endişesidir. Bu
olumsuzluğu bertaraf etmenin yolu olarak önerilen parlamenter hükümet sistem-
leri ise esas itibariyle yürütmeyi biri sorumsuz diğeri ise sorumlu olmak üzere iki
farklı merkezde tanımlar. Temel çıkış noktası, yürütmenin tek elde toplanmasının
sakıncalarını bertaraf etmek olan bu tür hükümet sistemlerinin en ciddi zaafı ise,
yürütmenin sorumlu kanadının yetki ve sorumluluklarını kullanırken yetkisiz ve
sorumsuz kanadın bir kontrol mekanizması çalışıp, hükümetin çalışmasına mü-
saade etmeyen bir üst yürütme gücünün ortaya çıkabilme ihtimalidir. Bu gerek-
çeyle parlamenter hükümet sistemlerini tercih eden ülkeler yürütmenin sorumsuz
kanadının hükümetin çalışmalarına engel olma ihtimalini ortadan kaldırmak için
sorumsuz kanadı aynı zamanda yetkisiz olarak tanımlamışlardır. Bu nedenle parla-
menter sistemlerde yürütmenin sorumsuz ve yetkisiz başı için “tören selamlayıcısı”
benzetmesi yapılır. Kendisinden beklenen sadece ülkede siyasal sistemin bir krize
doğru yönelmesi durumunda devreye girip müdahale etmesi, bunun dışında yü-
Ocak 2011

rütmenin yetkili ve sorumlu kanadına hiçbir bir şekilde karışmamasıdır.

39
ÇANKAYA’DA İLK ÜÇ YIL

Anayasa Tarihi Açısından Cumhurbaşkanı-Hükümet İlişkileri


Türkiye’de parlamenter rejime ilişkin ilk tartışmaların miladı aslında demokrasi
tartışmaları kadar eskidir. 1860’lı yılların başlarından itibaren meşruti monarşi-
yi usül-ü meşveret adıyla savunan Osmanlı aydınlarının kurguladıkları hükümet
modeli parlamenter hükümet modeline oldukça yakın bir sistemdir. Ancak mü-
cadelelerinin sonunda ortaya çıkan 1876 Kanun-i Esasi metni ve bu metnin oluş-
turduğu hükümet sistemi parlamenter hükümet sistemine hiç de yakın değildir.
Biri sorumlu diğeri sorumsuz olmak üzere iki başlı bir yürütme mevcuttur. Ancak,
yürütmenin sorumsuz kanadını temsil eden padişahın sistem içinde sahip olduğu
yetkiler nedeniyle ana belirleyici olduğu bir anayasa sözkonusu olmuştur.
1982 Anayasası dâhil, anayasal geleneğimiz
içerisinde parlamenter hükümet sistemine en
yakın metinlerden biri olan 1908 Kanun-i Esa-
sisi Osmanlı aydınlarının bu yöndeki eleştirile-
ri doğrultusunda ortaya çıkmıştır. Ve Anayasa
metni incelendiğinde parlamenter hükümet
sistemlerinin öngördüğü çatı ile birebir örtü-
şen bir yürütme yapısının oluşturulduğu görü-
lecektir.
1924 Teşkilat-ı Esasiye Kanunu ise şeklen tipik
bir parlamenter sistem yapısı oluşturmuştur.
Yani biri sorumsuz ve yetkisiz, diğeri ise so-
rumlu ve yetkili olarak tanımlanmış iki başlı bir
yürütme gücü sözkonusudur. Ancak, tek partili
sistem nedeniyle uygulamada tüm yetkilerin
parti genel başkanı ve dolayısıyla cumhurbaşkanında toplandığı bilinen bir ger-
çektir.
1961 Anayasası aslında hükümet sisteminin yapısı itibariyle 1924 Teşkilat-ı Esasiye
kanununda farklı bir yapı arz etmez. Yine biri yetkisiz ve sorumsuz, diğeri ise yetkili
ve sorumlu olmak üzere iki başlı bir yürütme sözkonusudur. Farklı olan nokta ise,
çok partili bir siyasal hayatın sözkonusu olmasıdır. Yürütmenin sorumsuz kanadı-
na anayasada tanımlanan görev ve yetkiler olağan parlamenter hükümetler ile
hemen hemen aynı düzeydedir. 1961 Anayasasının Cumhurbaşkanının görevleri-
ni düzenleyen 97. Maddesi şu şekildedir:
“Madde 97- Cumhurbaşkanı Devletin başıdır. Bu sıfatla, Türkiye Cumhuriyetini ve
Ocak 2011

Milletin birliğini temsil eder.

40
ÇANKAYA’DA İLK ÜÇ YIL

Cumhurbaşkanı, gerekli gördükçe, Bakanlar Kuruluna başkanlık eder; yabancı


Devletlere Türk devletinin temsilcilerini gönderir ve Türkiye’ye gönderilen yaban-
cı Devlet temsilcilerini kabul eder; milletlerarası andlaşmaları onaylar ve yayınlar;
sürekli hastalık, sakatlık ve kocama sebebiyle belirli kişilerin cezalarını hafifletebilir
veya kaldırabilir.”

Nitekim 1961 Anayasasının yürürlükte olduğu dönemde görev alan cumhurbaş-


kanları siyasal yapı içinde hemen hiç belirleyici olmadığı, yetki ve sorumluluğun
hem anayasal olarak ve hem de uygulamada tamamen hükümete ait olduğu gö-
rülmüştür.

12 Eylül darbesi sonrasında gerçekleştirilen 1982 Anayasası ise, hükümet sistemi


açısından parlamenter sistemden ciddi bir sapma göstermiş, yarı başkanlık siste-
mi nitelendirmesine varan tartışmalara konu olmuştur. Anayasayı hazırlayan Da-
nışma Meclisi’nin hazırladığı metnin darbeyi ger-
çekleştiren Milli Güvenlik Konseyi tarafından ince-
lenmesine ilişkin tutanaklara bakıldığında darbe-
cilerin cumhurbaşkanlığı makamını parlamenter
sistem içinde yetkisiz ve sorumsuz bir pozisyonda
tanımlamak yerine, bizzat kendilerine siyasal ya-
pının her alanına müdahale yetkisi verecek bir
makam olarak tasarladıkları anlaşılmaktadır. Bu
mantıkla hazırlanan Anayasanın 105. maddesi ile
cumhurbaşkanını sorumsuz olarak tanımlamış,
ancak cumhurbaşkanının görev ve yetkilerini dü-
zenleyen 104. maddesinde hem parlamenter hü-
kümet sistemi ile ve hem de hukuk devleti prensi-
bi ile bağdaşmayan oldukça geniş bir görev ve yetki alanı belirlemiştir.

104. maddeye göre Cumhurbaşkanı gerektiğinde hem yasama organı, hem yü-
rütme ve hem de yargı alanında çok ciddi bir biçimde belirleyici olabilmektedir.
Örneğin cumhurbaşkanı olağan parlamenter rejimlerde sembolik olarak görülen
yasama organının kabul ettiği bir metni iade etme türünde görevlerin yanında,
oldukça tartışmalı ve eleştirilere açık bir hüküm olarak gerektiğinde seçimlerin
yenilenmesi ve parlamentoyu fesih gibi olağanüstü yetkilerle donatılmıştır. Aynı
şekilde yürütme organı üzerinde de uygulamada il ve ilçe müdürlüklerinden ge-
nel müdür ve müsteşarlara, hatta bakanlara değin hemen bütün icracı kişileri
atama gibi parlamenter hükümet modelleri için olağan dışı yetkilere sahiptir. Hal
Ocak 2011

böyle olunca 12 Eylül 1980 sonrası dönemde görev yapan cumhurbaşkanlarının


parlamento ve hükümet ile uyum içinde çalışamamaları gibi bir durum gündeme

41
ÇANKAYA’DA İLK ÜÇ YIL

gelmiştir. Bu durum bilhassa 10. Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer ile AK Parti
tarafından kurulan 58, 59 ve 60. Hükümetler arasında önemli icra sorunlarına yol
açmıştır.

1982 Anayasası’ndan Sonra Cumhurbaşkanı-Hükümet İlişkileri


1982 Anayasasının yapılmasını müteakip yeniden kurumsallaşmaya başlayan de-
mokratik siyasal yapı içinde, 1983 ve 1987 seçimlerinden tek başına iktidar olanağı
ile çıkan Anavatan Partisi’nin (ANAP) en çok şikâyet ettiği konulardan birisi hem
atamalarda ve hem de yasama sürecinde dönemin cumhurbaşkanının sisteme
müdahaleleri olmuştur. Dönemin Başbakanı Turgut Özal’ın, Cumhurbaşkanlığı
makamını kastederek kullandığı “çalıştırmıyorlar” sitemi hâlâ akıllardadır. Parla-
menter sistemde bu dönemdeki aksaklıkların da etkisiyle Özal’ın yürütmenin tek
elde toplandığı bir hükümet sistemini tartışmaya
açtığı da bilinmektedir.
Benzer tartışmalar 1989 yılında Cumhurbaşkanı olan
Turgut Özal ile 1991 seçimleri sonrası hükümeti kur-
makla görevlendirilen Süleyman Demirel arasında
yaşanmıştır. Salt siyasal ihtiraslardan kaynaklanan
gerekçelerle hükümet icraatlarının engellenmeye
çalışılması, Türk siyasal geleneğinde 1982 Anayasa-
sı sonrası yerleşen önemli sorunlardan birisi olarak
dikkat çeker. Cumhurbaşkanı Özal’dan şikâyet eden
Başbakan Demirel’in, 1993 yılında Cumhurbaşkan-
lığı makamına seçilmesi sonrası hükümetlerle kur-
duğu diyalog aynı tartışmaların yaşanmasına neden
olmuştur. Hükümet kurmaya ilişkin görevlendirmelerden bilhassa Refah Partisi
(RP) ile Doğru Yol Partisi (DYP) tarafından kurulan koalisyon hükümeti öncesinde,
hükümet süresince ve hükümetin sona ermesi esnasındaki tutum ve davranışları
ile oldukça yoğun bir tartışma konusu olmuştur. Özellikle tam da parlamenter sis-
temlerin yürütmenin sorumsuz kanadının varlık nedeni olarak kabul ettiği olayla-
rın yaşandığı 28 Şubat sürecindeki tavrı bu eleştirilerin ana kaynağı olarak dikkat
çekmiştir.
10. Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer ile hükümet ve parlamento arasındaki
ilişkiler ise, öncekilere kıyasla daha gergin bir mecrada seyretmiştir. Sezer yürüt-
menin sorumsuz ve yetkisiz kanadı gibi olmaktan oldukça uzak bir görüntü çiz-
miştir. Kamuoyunda bilhassa 2002 seçimleri sonrasında oluşan parlamento ve bu
Ocak 2011

seçimler sonrasında AK Parti tarafından kurulan hükümetlere bir muhalefet partisi

42
ÇANKAYA’DA İLK ÜÇ YIL

gibi davrandığına dair değer yargılarının yerleşmesine neden olan bir tutum ser-
gilemiştir.
Sezer döneminde yürütmenin sorumlu kanadı olan hükümetin oluşumuna mü-
dahale edildiği, bazı isimlerin bizzat cumhurbaşkanı tarafından bakanlar kurulu
listesinden çıkarıldığı ve bazı isimlerin ise yerlerinin değiştirilerek müdahale edil-
diği tartışmaları basına yansımış ve 2002 seçimleri sonrası oluşan yeni dönemde
hükümet-Cumhurbaşkanı ilişkileri böyle bir tartışmanın belirleyiciliğinde başla-
mıştır. Bu başlangıç daha da gerginleşerek devam etmiştir. Bu dönemde birçok
kamu kurumu için yapılan atamalar Cumhurbaşkanlığı tarafından veto edilmiş,
bürokraside yoğun bir vekâlet dönemi baş göstermiştir. Birlikte çalışacağı kadrola-
rı özgürce belirleyemeyen bir hükümet gündeme gelmiştir. Yaşanan bu gergin iliş-
kiler kamuoyunda başta hükümet sisteminin değiştirilmesi gerektiği olmak üzere
anayasal düzeyde birçok değişikliğin tartışılmasına neden olmuştur. Aynı durum
parlamento ile Cumhurbaşkanı arasında da ya-
şanmıştır. Parlamenter hükümet sistemlerinde
cumhurbaşkanı ya da kralın yasama üzerindeki
onay yetkisi tamamen semboliktir. Bu tür hükü-
met sistemlerinde yürütmenin sorumsuz kana-
dına tanınan onaylamama yetkisi demokratik ül-
kelerde hemen hiç kullanılmaz. Ancak Türkiye’de
özellikle 1982 Anayasası ile başlayan dönemde
cumhurbaşkanlarının bu yetkiyi çok sık kullan-
maya başladıkları dikkat çekmektedir. Bu konu-
daki rakamlara bakıldığında iki dönem arasında-
ki bariz farklılık açıkça görülecektir. 1961 Anaya-
sasının yürürlükte olduğu dönemde toplam 32
adet kanun metni TBMM’ye iade edilmiştir. 1982
Anayasası ile başlayan dönemde ise 11. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün göreve
başladığı 2010 yılına değin toplam 131 adet (7. Cumhurbaşkanı Kenan Evren 26,
8. Cumhurbaşkanı Turgut Özal 18, 9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel 14 ve 10.
Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer 73 adet olmak üzere) kanun metni TBMM’ye
iade edilmiştir.
Bilindiği üzere parlamenter hükümet sistemlerinde yürütmenin yetkili ve sorum-
lu kanadı olan hükümet parlamento içinde kurulur, parlamentoya hesap verir ve
parlamento tarafından görevden alınır. Bu tür hükümet sistemlerinde parlamen-
to-hükümet ilişkileri oldukça yoğun olup, parlamento bir anlamda hükümet icra-
atlarına yasal zemin hazırlayan bir organ konumundadır. Bu nedenle cumhurbaş-
kanları tarafından iade edilen yasa metinleri sadece yasama organının çalışmala-
Ocak 2011

rına değil, aynı zamanda hükümetin çalışmalarına da olumsuz bir etki yapacaktır.

43
ÇANKAYA’DA İLK ÜÇ YIL

10. Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer döneminde hükümet ile ilişkilerde


uyumsuzluk göstergesi olarak kabul edilecek uygulamalar bunlarla da sınırlı de-
ğildir. Aynı şekilde kanun hükmünde kararnameler ve Bakanlar Kurulu kararları da
cumhurbaşkanı tarafından onaylanmayarak bu uyumsuzluğu destekleyici örnek-
ler olarak karşımıza çıkmıştır.
Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanı seçilme sürecinde, daha önceki dönemlerde ya-
şanan uyumsuzlukların da etkisiyle kamuoyundaki en endişe verici beklentiler-
den birisi hükümet ve parlamento ile uyumsuz bir cumhurbaşkanın seçilebilme
ihtimali olmuştur. Arzulanan cumhurbaşkanı profili hükümet ve parlamento ile
uyumlu çalışacak, hükümet politikalarına engelleyici değil ufuk açıcı ve tarafsız bir
gözle değerlendirmelerde bulunacak, sorumsuzluğunun bilinciyle hareket edip
sorumlu hükümeti icra yeteneğinden yoksun bırakmayacak, hükümet icraatlarını
bir devlet politikası olarak görüp destek olacak bir kişi biçiminde idi.

Parlamenter Sistemin Doğasına Uygun Cumhurbaşkanı-


Hükümet İlişkileri Dönemi
1982 Anayasasının yürürlüğe girdiği tarihten
itibaren yaşanan Cumhurbaşkanı-hükümet
ilişkilerindeki gerginlik kamuoyunun beklenti-
lerine uygun olarak 11. Cumhurbaşkanı Abdul-
lah Gül’ün üç yıllık görev süresi içinde yaşan-
madı. Geleneğin aksine Gül’ün görev süresinin
ilk üç yıllık periyodunda hem parlamento ile
hem de hükümet ile oldukça uyumlu bir ilişki
yaşadığı rahatlıkla söylenebilir.
Bu ilişkideki uyum Cumhurbaşkanlığı makamı-
nın kanun, kanun hükmünde kararname, Ba-
kanlar Kurulu Atama Kararnamesi ve Müşterek
Kararnameler gibi göstergeler açısından de-
ğerlendirildiğinde daha somut olarak görüle-
bilir. 9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel görev süresinin ilk üç yılında (16 Mayıs
1993-31 Mayıs 1996 tarihleri arasında) kendisine gönderilen kanun metinlerinden
7 tanesini TBMM’ye iade etmiştir. Aynı dönemde Demirel, 5 Kanun Hükmünde Ka-
rarname, 2 Bakanlar Kurulu Atama Kararnamesi, 14 Bakanlar Kurulu Kararnamesi
ve 134 Müşterek Kararnameyi iade etmiştir. Bu dönemde kurulan üç hükümetin
başında doğrudan Demirel’in Türk siyasetine kazandırdığı ve kendi genel baş-
Ocak 2011

kanlık makamını sunduğu Tansu Çiller’in ve 1995 seçimlerine değin TBMM içinde

44
ÇANKAYA’DA İLK ÜÇ YIL

Demirel’i Cumhurbaşkanlığı makamına layık gören bir aritmetiğin bulunduğunun


altını çizmek gerekir.
10. Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer dönemindeki ilişkiler ise daha çok “ku-
rumlar ve makamlar arasında çatışma ve uyumsuzluk” tartışmalarının gölgesinde
geçmiştir. Bu dönemde Cumhurbaşkanının, yürütmenin sorumlu ve yetkili kanadı
olan hükümetlere çok yoğun bir biçimde müdahale ettiği, yasama alanında tek
yetkili TBMM’nin yetki ve görevleri üzerinde bir vesayet kurumu gibi kendisini his-
settirdiği kamuoyunda sıklıkla dile getirilmiştir. Özellikle 3 Kasım 2002 seçimleri
sonrasında oluşan TBMM aritmetiği ile gelen AK Parti tarafından kurulan hükü-
metler döneminde kamuoyundaki bu yargı daha da güçlenmiştir. Bu dönemde
Sezer, Anayasa değişiklikleri dâhil her alanda parlamento iradesi üzerinde müda-
halelerde bulunmuş ve adeta yeni bir yasama otoritesi olarak davranmıştır. Bilhas-
sa iade ettiği kanun metinlerine yazdığı gerekçelerde cumhurbaşkanının kendi-
sini olağan parlamenter rejimlerden farklı bir
yerde gördüğü açıktır. Örneğin, 2007 yılında
referanduma sunulan anayasa değişiklikleri
ile ilgili iade gerekçesinde Sezer şu ifadeleri
kullanmıştır: “Anayasa’nın parlamenter sis-
tem öngören hiçbir kuralına dokunmadan
yalnızca Cumhurbaşkanı’nın halk tarafından
seçilmesinin öngörülmesi, örneği ve uygula-
ması duyulmayan yeni bir sistem getirilmesi
anlamına gelmektedir. Çünkü bu sistem, bir
yandan parlamenter modelden uzaklaşırken,
öte yandan da başkanlık ya da yarı başkanlık
modelinin temel özelliklerini taşımamakta-
dır. Böylesine, kuramsal olarak ve uygulaması
bilinmeyen bir sistemin ne gibi sorunlar ya-
ratabileceğini kestirmek güçtür. Ancak, yaratabileceği sorunların rejimi sıkıntıya
sokacağı açıktır.” Şurası açıktır ki, bir ülkede ne tür bir hükümet sistemi ve anayasal
yapı olacağı noktasında karar merci halk tarafından seçilen parlamentodur. Halk
ile hiçbir biçimde meşruluk temin edici bir ilişkiye girmeyen bir kişi ya da kuru-
mun bu tür bir değerlendirme yapma yetkisi bulunmamalıdır. Ancak bu örnek de
görüldüğü üzere özellikle 2002 seçimleri sonrasında başlayan dönemle birlikte,
Cumhurbaşkanı Sezer kendisini adeta parlamento çoğunluğuna karşı direnen bir
pozisyonda görmüştür.
Oysa olağan parlamenter rejimlerde ihtiyaç duyulan noktalarda Cumhurbaşkanı
Ocak 2011

Sezer’in kendisinden beklenen katkıları gerçekleştirmediği de bilinmektedir. Ör-

45
ÇANKAYA’DA İLK ÜÇ YIL

neğin, yine 2007 referandumu öncesinde yaşanan cumhurbaşkanlığı seçimine


ilişkin kriz süreci tam da parlamenter rejimlerde cumhurbaşkanına neden ihtiyaç
duyulduğunu gösterebilecek en uygun zemin olmasına rağmen herhangi bir mü-
dahalede bulunmayı tercih etmemiştir. Hatırlanacağı üzere parlamentoda gru-
bu ve temsilcisi bulunan bazı siyasi partiler cumhurbaşkanı seçimi için TBMM’de
yapılan oylamalara katılmamışlar, bununla da yetinmeyerek zorlama yorumlarla
bu seçimi Anayasa Mahkemesi’ne taşımışlar, akabinde yaşanan e-muhtıra krizine
zemin hazırlamışlardır. Parlamenter hükümet sistemlerinde cumhurbaşkanından
beklenen şey ise, tam da bu tür durumlarda siyasete müdahale ederek gerginlik
ve tartışmaları partiler üstü tarafsız tutumuyla sona erdirmektir. Cumhurbaşkanı
Sezer bu kriz ortamında sessiz kalmış ve adeta bu tutumuyla krizin tırmanması-
na katkıda bulunurken, parlamentonun olağan çalışma sürecine ise, “iade” yoluna
başvurarak müdahale etmiştir. Cumhurbaşkanı Sezer’in görevde bulunduğu dö-
nemin ilk üç yılında (16 Mayıs 2000-31 Mayıs 2003) toplam 16 kanun ve 7 Kanun
Hükmünde Kararname TBMM’ye iade edilmiştir. Bu oran neredeyse 1961 Anaya-
sasının yürürlükte olduğu dönemden iti-
baren görev yapan tüm cumhurbaşkanla-
rının iade toplamı ile kıyaslanabilecek dü-
zeydedir. Sadece bu çalışmaya konu edi-
len karşılaştırma dönemi açısından yani
ilk üç yıllık periyot itibariyle bakıldığında
10. Cumhurbaşkanının 16 Kanun ve 7 Ka-
nun Hükmünde Kararnameyi TBMM’ye
iade ettiği gözükmektedir. Bu üç yıl içinde
yapılan iadelerin büyük çoğunluğunun 3
Kasım 2002 seçimleri sonrasında oluşan
yeni TBMM ve kurulan AK Parti hükü-
metleri döneminde olduğunun da ayrıca
altı çizilmelidir. Örneğin bu dönemde iade edilen 16 kanundan 9 tanesi ilk iki yıl
birlikte çalıştığı Bülent Ecevit başkanlığındaki koalisyon hükümeti döneminde, 7
tanesi ise yaklaşık 6 aylık AK Parti hükümetleri dönemindedir. Aynı orantı diğer
iade süreçlerinde de geçerlidir. Cumhurbaşkanı Sezer bu üç yıllık dönem içinde
4 Bakanlar Kurulu Atama Kararnamesini, 6 Bakanlar Kurulu Kararnamesini ve 325
Müşterek Kararnameyi iade etmiştir. Bu rakamlar icranın yetkili ve sorumlu kanadı
olan hükümet açısından oldukça sıkıntı vericidir. Ki bu ilişkiler üzerinde kamuo-
yunda da yoğun spekülasyonlar ve tartışmalar yaşanmıştır.
Ocak 2011

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün görevde bulunduğu dönemin ilk üç yıllık periyo-

46
ÇANKAYA’DA İLK ÜÇ YIL

du incelendiğinde tüm bu tartışmaların üzerine adeta bir sünger çekildiği ve hem


TBMM hem de hükümet ile ilişkiler konusunda parlamenter sistemin doğasına uy-
gun bir dönem olduğu görülecektir. Bu dönemde yaşanan uyumlu çalışma orta-
mını Cumhurbaşkanı Gül’ün hükümet ve parlamento çoğunluğunu elinde bulun-
duran AK Parti’nin kurucuları arasında yer alması ile ilişkilendirerek tanımlamaya
çalışmak da yeterince açıklayıcı olmaktan uzaktır. Böyle bir açıklama yöntemi, 8.
Cumhurbaşkanı Özal ile kendisini seçen TBMM aritmetiği ve ANAP hükümetle-
ri arasındaki ilişkileri ve yine 9. Cumhurbaşkanı Demirel ile yine kendisini seçen
TBMM aritmetiği ve yine kurucusu olduğu Doğru Yol Partisi iktidarı ile ilişkileri-
ni açıklamak konusunda yetersiz kalacaktır. Bilindiği üzere Cumhurbaşkanı Özal
partisini emanet ettiği Yıldırım Akbulut ve Mesut Yılmaz hükümetleri döneminde,
Cumhurbaşkanı Demirel aynı şekilde parti genel başkanlığına ve Türk siyasetine
bizzat kendisinin kazandırdığı Tansu Çiller hükümetlerinde cumhurbaşkanlığı ma-
kamında parlamenter sistemin doğası-
na uygun bir ilişki sürdürmemişti. Aynı
şekilde 10. Cumhurbaşkanı Sezer de
herhangi bir siyasi geçmişi olmamasına
rağmen kendisini cumhurbaşkanlığı se-
çim sürecinde Türkiye’nin gündemine
taşıyarak seçilmesini sağlayan Bülent
Ecevit başkanlığında kurulan koalisyon
hükümetleri döneminde oldukça farklı
bir tutum sergilemiştir. Dolayısıyla 11.
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün bu
tavrı parti mensubiyeti ya da yakınlığı
ile değil, sadece parlamenter hükümet
sistemlerinin gereksinimine uygun uz-
laşmacı ve sorun anında devreye girip çözüm üretici bir devlet adamı profiliyle
açıklanabilir.
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül uzlaşmacı ve partiler üstü kimliğini sadece TBMM
ve hükümet ile ilişkiler konusunda değil, aynı zamanda TBMM’de temsil edilen
siyasi partilerle ilişki kurarak da göstermiştir. Seçilmesinin hemen ardından baş-
layarak ihtiyaç duyulduğunda ayrım gözetmeksizin ilgili siyasi parti liderleriyle
görüşmeler yapmıştır. Ki bu da özellikle Cumhurbaşkanı Sezer döneminde ihmal
edilmiş ve eksiklik olarak kamuoyunda sıkça dile getirilmişti. Cumhurbaşkanı Gül
dönemindeki bu ilişkilerin sadece TBMM’de grubu bulunan siyasi parti liderleriyle
sınırlı kalmaması da önemli bir husustur. Bu tarz ilişkilerin devamı siyasal siste-
Ocak 2011

min sağlıklı işlemesi ve siyasi partilerin görüşlerinin alınması açısından oldukça


yerinde olacaktır. Özellikle parlamentoda ve siyasi partiler arasındaki görüş ayrı-

47
ÇANKAYA’DA İLK ÜÇ YIL

lıklarının toplumda gerginlik yaratıcı boyutlara ulaştığı ve tüm toplum üzerinde


etkili olan önemli problemlerin gündemde olduğu dönemlerde cumhurbaşkanı
tarafsız bir devlet adamı olarak yapıya müdahale ederek sorunların çözümüne
katkıda bulunacaktır. Terör ve güvenlik tartışmalarının yoğun yaşandığı günler-
de ve özellikle Anayasa değişikliğine ilişkin siyasi partilerin oldukça sert mesajlar
verdikleri dönemlerde Cumhurbaşkanı Gül’ün girişimleri tansiyonun düşmesine
katkıda bulunmuş ve parlamenter sistem içinde sorun çözücü pozisyonun önemi
bir kez daha ortaya çıkmıştır. Bu tarzın devamı sistemin işlerliği açısından oldukça
yararlı olacaktır.

Sonuç
Türkiye’de parlamenter sistemin kurumsallaşma adımlarının atıldığı 1876 yılın-
daki I. Meşrutiyetin ilanından beri yürütmenin sorumsuz kanadı olması gereken
padişah/cumhurbaşkanı ile sorumlu kanat olan hükümet arasındaki ilişkiler ol-
dukça tartışmalı bir seyir izlemiştir. Bu tartışma cumhuriyetin ilanından itibaren
de sürmüş, 1924 Anayasasının yürürlükte olduğu dönemde hem CHP hem de
DP döneminde aynı siyasal partinin her
iki makamı birden kontrolü altında tut-
ması nedeniyle bu sorun gündemdeki
sıcaklığını kaybetmiştir. 1961 Anayasa-
sı ise, cumhurbaşkanını tam anlamıyla
parlamenter sistemdeki yürütmenin so-
rumsuz ve yetkisiz kanadı olarak tanım-
lamıştır. 1982 Anayasası ise, güçlü bir
cumhurbaşkanı profili çizmiş, bu durum
ise cumhurbaşkanı ile hükümet ve mec-
lis arasındaki yetki karmaşası sorununu
yeniden gündemimize taşımıştır. Bu
anayasanın yürürlükte olduğu dönem-
de yaşanan bu sıkıntı ve tartışmalar 11.
Cumhurbaşkanı Gül döneminde yaşanmamıştır. Cumhurbaşkanı Gül, seleflerinin
aksine hükümet ve parlamento ile oldukça uyumlu bir cumhurbaşkanı profili çiz-
miştir. İlave olarak yine bu dönemde Cumhurbaşkanının bütün partilere eşit dav-
ranan partiler üstü tavrı da dikkat çekmiştir.
Ocak 2011

48
ÇANKAYA’DA İLK ÜÇ YIL

DEMOKRATİKLEŞME VE İNSAN HAKLARI


AÇISINDAN CUMHURBAŞKANI GÜL

Doç. Dr. Bekir Berat ÖZİPEK


İstanbul Ticaret Üniversitesi, Ticari Bilimler Fakültesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü
SDE Uzmanı

Türkiye’deki cumhurbaşkanlığı makamı, parlamenter sistemin sınırlarını zorlaya-


cak ölçüde geniş yetkilerle donatılmış olması ve bu yönüyle yarı-başkanlık siste-
mini çağrıştırması bakımından dikkat çekicidir. Bu çerçevede cumhurbaşkanlığı
makamı, sembolik işlevin çok ötesinde önem arz etmekte ve ülkenin kaderine
herhangi bir parlamenter sistemdekinden daha fazla yön verici bir nitelik taşımak-
tadır. O makama egemen olan iradenin otoriteryenizm ile demokrasi arasındaki
tercihi, ülkenin geleceği açısından, başka bir ülkedeki cumhurbaşkanının tercihin-
den çok daha etkili sonuçlar ortaya çıkarmaktadır.
Bu çerçevede Türkiye Cumhuriyeti’nin 11. Cumhurbaşkanı olan Abdullah Gül’ün
göreve gelişi, AB ile bütünleşme, dünyaya açılım, küresel işbirliği ve entegrasyona
katkılarının yanında, ülkedeki demokratikleşme ve insan hakları standardının yük-
selmesi umudunu taşıyanlar açısından olumlu bir sonucu ifade etmiştir.
Abdullah Gül, anayasal yetkilerini aşarak cumhurbaşkanlığı seçimine müdahale
eden Anayasa Mahkemesi’nin haksız bir kararının ve kamuoyunda “e-muhtıra” ola-
rak anılan hukuk dışı bir müdahalenin damgasını taşıyan bir siyasi kriz döneminin
ardından cumhurbaşkanı seçilmiştir. Onun göreve gelişi, önceki Cumhurbaşkanı-
nın gerçekleştirdiği atamaların doğurduğu ciddi bir toplumsal tepki ve ona eşlik
eden bir güven krizinin belirlediği otoriteryen bir sürecin sona ermesine ve özgür-
lükler açısından bunaltıcı siyasi atmosferin dağılmasına kapı açacak bir dönüşüm
umudunu ifade etmiştir. Cumhurbaşkanı Gül’ün, Anayasa Mahkemesi kararına
Ocak 2011

karşı referandumda ortaya çıkan geniş bir toplumsal mutabakatı arkasına alarak

49
ÇANKAYA’DA İLK ÜÇ YIL

seçilmiş olması, Türkiye’de siyasetin dönüşümü açısından gerekli olan toplumsal


destek ve onun ürünü olan siyasi irade açısından da güçlü bir temel oluşturmuş-
tur. Bu anlamda Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanı seçilmesi, Türkiye’nin köklü ve
kronik siyasi sorunlarına çözüm bulma çabaları açısından yeni bir dönemin baş-
langıcı sayılabilir.
Bu beklentiler hangi konulara ilişkin olarak yoğunlaşmaktadır? Cumhurbaşkanı
Gül’ün şimdiye kadarki performansı bu beklentiler açısından nasıl değerlendiri-
lebilir? Ve bu çerçevede atılması gereken adımlarla, Cumhurbaşkanlığı makamına
kendisinden beklentileri karşılaması bakımından gündemine alması gereken bir
siyasa önerisinin ana çizgileri neler olabilir?
İnsan hakları açısından Cumhurbaşkanı’nın performansının değerlendirilmesi, bu
üç sorunun mercek altına alınmasını gerektirir.

Kronik Yapısal Sorunlar Karşısında Cumhurbaşkanı Gül


Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanı olması, demok-
ratikleşme, sivilleşme, ordunun anayasal sınırları-
na itilmesi ile AB sürecinde insan hakları alanında
duraksamış görünen reformların yeniden başla-
ması bakımından bir umut ortaya çıkmıştır. Çün-
kü ona ilişkin genel algı, AB’den yana, demokra-
tik reformların önünü açmaya istekli ve sistemin
oligarşik niteliğini demokratik dönüşüme tabi
tutma noktasında destek olmaya hazır, dünyayı
izleyen, yeniliklere açık, twitter kullanan ve Turgut
Özal’ın ardından bu makama gelen ilk ufku açık
lider şeklinde özetlenebilir.
Kürt Sorunu açısından onun seçilmesi, çözümden
yana gelişmelerin önünü açacağına ilişkin olarak
kamuda güçlü bir kanaat uyandırmayı başarmıştır. Özellikle “Kürt Sorununda gü-
zel şeyler olacak” şeklindeki açıklama, bu konuda heyecan ve iyimserlik atmosfe-
rinin oluşumu bakımından etkili bulunmuştur. Gerek ülke dışından ve gerekse de
ülke içinden görünen cumhurbaşkanı portresi, çözümün önünü açma konusunda
istekli bir lider portresidir.
Cumhurbaşkanı Gül’ün şimdiye kadar temel haklarla ilgili olarak Kürtler ve de-
mokrat çevreler tarafından dile getirilen talepleri peşinen dışlayıcı bir dil kullan-
mamış olması, bu konuda inisiyatif almasını elverişli kılacak bir zemini muhafaza
ettiği şeklinde değerlendirilebilir. Özellikle de hükümet kanadından gelen “ana-
Ocak 2011

dilde eğitim olmaz” gibi çözümün kültürel ve sosyal zeminini tartışmayı baştan
engelleyici tavırların Cumhurbaşkanlığı makamından gelmemiş olması, sadece

50
ÇANKAYA’DA İLK ÜÇ YIL

“bu cumhurbaşkanı bütün bir ülkenin, bu arada Kürtlerin de cumhurbaşkanı gibi


davranıyor” imajının yerleşmesine katkıda bulunmuş olması bakımından değil,
aynı zamanda daha üst bir dilin, çözümün gerektirdiği objektif bir dilin inşa edile-
bilmesi bakımından ciddi bir avantaj teşkil etmektedir.
Alevi Sorunu, başörtülü kadınlara yönelik ayrımcılık sorunu, başta Rumlar ve Erme-
niler olmak üzere, azınlıkların evrensel insan haklarına ve Lozan Antlaşması’na rağ-
men kullanamadıkları haklarına ilişkin sorunlar da Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkan-
lığı makamına gelmesiyle, gerek o sorunu doğrudan yaşayanların ve gerekse insan
hakları savunucularının çözüm açısından umutlandıkları diğer sorunlardır.

Cumhurbaşkanı Gül’ün Performansına İlişkin


Değerlendirme ve Algılar
Cumhurbaşkanı Gül’ün göreve geldiği gün-
den itibaren demokratikleşme ve insan hakla-
rı açısından performansı, başlangıcı itibarıyla
olumlu bir algıyı ifade etmektedir. Bu çerçeve-
de ülkede ve dünyada ona duyulan güvenin
devam ettiği tespiti yapılabilir.
Ancak çözüm sürecinde Cumhurbaşkanlığı
makamının temsil ettiği güç ve ülke çapında
sahip olduğu güven ile kıyaslandığında, bu
konuda potansiyel olarak sahip olunan gücün
tamamının aktüel duruma getirildiği söylene-
mez. Kürt Sorunu örneğinde; af, anadilde eği-
tim ve yerel yönetim reformu gibi konularda
hükümet ile BDP çevresindeki Kürt muhalefeti
arasında bir anlayış yakınlaşması ve ortak bir çözüm planının oluşturulabilmesi
bakımından Cumhurbaşkanı Gül’ün oynayabileceği “pro-aktif” rolü gereği gibi ifa
edemediğine ilişkin gittikçe artan sesler de duyulmaktadır.
Bu çerçevede en karamsar versiyonuyla bu algı, Gül’ün risk almayan, demokra-
tikleşme konusunda açık tutum alması gerektiğinde gerilim yaratmaktan kaçın-
ma kaygısıyla bunu yapmayan, ya da internet yasakları gibi adım atmanın görece
kolay olduğu alanlarda bile inisiyatif almaktan kaçınan bir lider portresini ifade
etmektedir. Popüler düzeydeki bu yargı, bu değerlendirmenin hazırlanması sü-
recinde görüşülen bazı akademisyen ve aydınların eleştirileriyle de yer yer örtüş-
mektedir. Onlara göre Cumhurbaşkanı Gül, gönlünden demokrasiyi geçiren, or-
Ocak 2011

tam elverişli olduğunda bu yolda ilerlemeye de hazır olan bir liderdir; ama ondan

51
ÇANKAYA’DA İLK ÜÇ YIL

Başbakan Erdoğan gibi risk almasını ve kriz dönemlerinde “sağlam durmasını”


veya “elini taşın altına sokmasını” beklememek gerekir.
Kuşkusuz cumhurbaşkanlığı görevinin tarafsızlık esasına dayanması, bu konudaki
beklentilerin düzeyini ve dolayısıyla eleştirilerin haklılığını değerlendirmek bakı-
mından bir zemin oluşturabilir. Ancak evrensel anlam ve içeriğiyle liberal demok-
rasiden yana taraf olmanın ve inisiyatif almanın, sözkonusu görevin objektiflik ve
tarafsızlık esasına göre yürütülmesi kuralıyla çelişmediği ve bu bağlamda sözko-
nusu eleştirilerde bir haklılık payı olduğu da düşünülebilir.

Ana Çizgileriyle Bir Siyasa Önerisi


Cumhurbaşkanı Gül’ün Türkiye tarihinde Özal ile birlikte “reformcu lider” olarak
anılmasının koşulları mevcuttur. Çünkü yaşadığımız dönem, iç ve dış dinamiklerin
değişim ve dönüşünü adeta zorladığı elverişli bir tarihsel anı ifade etmektedir.
Bu çerçevede başta Kürt Sorunu olmak üzere,
demokratikleşme, sivilleşme ve derin devletin
tasfiyesi gibi konularda siyasi iradenin önünü
açacak ve onu daha ileri bir noktadan adım at-
maya zorlayacak bir cumhurbaşkanının önemi
açıktır. Özellikle de -anadilde eğitim örneğinde-
hayal kırıklığı uyandıran bazı açıklamalara karşı
en azından “bunların da tartışılması gerektiğine”
ilişkin uyarıların önemli olduğu tespit edilebilir.
Öte yandan, başta Siyasi Partiler Kanunu, Yük-
sek Öğretim Kanunu, internet yasakları, yargı
reformunun Yargıtay ve Danıştay dahil diğer
boyutlarıyla bir bütün olarak ele alınması (bu
kapsamda örneğin Askeri Yüksek İdare Mahke-
mesinin kaldırılması), seçim barajı ve derin dev-
letin tasfiyesi gibi alanlarda cumhurbaşkanlığının yol gösterici veya inisiyatif alıcı
aktif bir siyasanın uygulayıcısı olması, sadece genel olarak demokratikleşmeye
ve Avrupa Birliği’ne tam üyeliğin gereklerine anlamlı bir katkı olmakla kalmaya-
cak, aynı zamanda ona umut bağlayan ve konsensüse yakın bir oy desteğiyle ona
Çankaya’nın yolunu açan kitlelere karşı moral bir sorumluluğun da ifası anlamını
taşıyacaktır.
İçinde bulunduğumuz süreç, ayrımsız insan hakları perspektifine dayalı ve gerek-
tiğinde Turgut Özal gibi statükonun tepkisi pahasına mevcut kalıpları zorlayıcı bir
reform çabasının başarıya ulaşmasını kolaylaştırıcı bir nitelik taşımaktadır ve Cum-
Ocak 2011

hurbaşkanı Gül, ılımlı kişiliğiyle içerik bakımından köklü reformların form olarak
yumuşak bir üslup ve güleryüzlü bir yaklaşım ve dille gerçekleşmesini sağlayabilir.

52
ÇANKAYA’DA İLK ÜÇ YIL

CUMHURBAŞKANI ABDULLAH GÜL’ÜN DIŞ


POLİTİKADAKİ ROLÜ

Prof. Dr. Birol AKGÜN


Selçuk Üniversitesi İİBF, Uluslararası İlişkiler Bölümü
SDE Uluslararası İlişkiler Programı Koordinatörü

Giriş
Dış politika genel anlamda “devlet işi” ya da başka bir deyişle, hükümetlerin ülke
çıkarları adına izlediği yüksek siyasetin (high politics) bir alanı olarak biline gel-
miştir. Demokratik ülkelerde bile siyasi aktörler arasında nasıl bir dış politika iz-
lenmesi gerektiğine ilişkin tartışma ve bölünmeler, iç politika veya ekonomik yö-
netim konusundaki tartışmalara göre oldukça kısıtlı kalmaktadır. Seçimle gelen
siyasi liderlerin de dış politikadaki rollerinin diğer alanlara göre daha sınırlı kaldığı
algısı oldukça yaygındır. Uluslararası ilişkilerin baskın teorisi sayılan realist yakla-
şıma göre de, dış politika analizlerinde esas olan liderlerin siyaseti veya kararları
değil, devletlerin veya hükümetlerin kararlarıdır. Karar alma mekanizmasını kont-
rol eden liderlerin değil, uluslararası ilişkilerin temel aktörü kabul edilen devletin
davranışları incelenir. Ancak son yıllarda bir yandan uluslararası sistemde yaşanan
köklü değişiklikler diğer yandan bir yönetim biçimi olarak liberal demokrasinin
küresel düzlemde yaygınlaşması, uluslararası ilişkilerde ulusal çıkar temelli realist
yaklaşıma alternatif olan ve dış politika analizlerinde karar alıcı siyasi liderlerin ro-
lünü de dikkate alan kültür ve kimlik eksenli paradigmalar yaygınlık kazanmaya
başlamıştır.
Bu çerçevede soğuk savaş dönemindeki kutuplar arası yumuşama (detant) ile
ortaya çıkan eleştirel yaklaşımın ardından geliştirilen ve güçlü varsayımlarıyla
günümüzde popüler hale gelen konstruktüvizm (sosyal inşacılık) ve demokratik
Ocak 2011

barış teorileri artık dış politika analizlerinde devlet dışı/ulus altı aktörlerin de ana-

53
ÇANKAYA’DA İLK ÜÇ YIL

lize dâhil edilmesini gerekli kılmaktadır. Zira devlet kurumları dediğimiz Dışişleri
Bakanlığı, Hükümet ve Milli Güvenlik Kurulu gibi dış politikadaki etkin aktörlerin
karar alma süreçleri, bu makamlarda görev yapan üst düzeydeki seçilmiş veya
atanmış liderlerin sahip oldukları dış politika anlayışlarından, dünya görüşlerin-
den, siyasi kimliklerinden ve yönetim tarzlarından önemli ölçüde etkilenmektedir.
Siyasi liderlerin dış politikadaki oynadığı roller üzerindeki araştırmalarıyla tanınan
Hermann, siyasi liderlerin sahip oldukları dünya görüşüne ve siyaset tarzına göre
bir ülkenin dış politikasının oluşmasında etkili olduklarını ve özellikle de liderlerin
devletin uluslararası alandaki hareket kabiliyetlerini ve sınırlılıklarını tanımladıkla-
rını vurgulamaktadır.1 Diğer yandan dış politikayı “iki düzlemli bir oyun” olarak ta-
nımlayan Putnam’a göre de liderler, dış politika yapımı ve uygulanması sürecinde
iç ve dış baskıları dengelemede stratejik bir rol oynamaktadırlar.2
Bugün dış politika artık monolitik bir yapı arz et-
tiği düşünülen bir “devlet davranışı” olarak okun-
mamakta, dış politikanın bürokratik karar alma
süreçleriyle oluştuğu ve bu çerçevede bir ülkenin
dış politikasının karar alma sürecinde rol oynayan
çeşitli aktörlerin dış politikaya ilişkin inanç, tutum
ve değerleri ile siyasi çıkarlarından önemli dere-
cede etkilendiği genel kabul görmektedir. Bu yeni
yaklaşıma göre, bir ülkenin dış politikasını anlamak
için önce dış politika yapımına ilişkin kurumsal çer-
çevenin bilinmesine; ardından da o kurumlara yön
veren siyasi ve bürokratik liderlerin kimliklerine,
yetişme tarzlarına ve siyasi çıkarlarının doğru de-
ğerlendirilmesine ihtiyaç vardır. Örneğin siyasal sistemi mutlak anlamda güçler
ayrılığına dayanan ABD’de, yürütmenin başı olan Başkan dış politikayı belirleme-
de inanılmaz bir siyasi güce sahiptir. Kongrenin, yüksek yargının ve bürokrasinin
Başkanın dış politika yapımındaki yetkilerini dengeleyebilmesi çok güçtür. Buna
karşın, İngiltere ve Almanya gibi parlamenter sistemlerde ise dış politikada mo-
narkın veya cumhurbaşkanının dış politikadaki yetkileri, ülkesini temsilden öte
geçmez. Parlamenter sisteme dayalı bu gibi ülkelerde dış politika yapımı ve uygu-
lanmasında esas güç, yürütmenin başı olan başbakan ve onun atadığı dışişleri ba-
kanına aittir. Buna rağmen, gerek ABD gerekse Almanya gibi farklı sistemlerde dış
politikanın yürütülmesinin kurumsal yapısındaki farklılıklara rağmen, yürütmenin
1 Margaret G. Hermann, “Leaders and Foreign Policy Decision Making”, in Dan Caldwell and
Timothy J. McKeowon (Eds.), Diplomacy, Force and Leadership, Boulder, CO: Westview Pres,
Ocak 2011

1993.
2 Robert D. Putnam, “Diplomacy and Domestic Politics: The Logic of Two-Level Games”,
International Organization, Vol. 42, No. 3. (Summer, 1988), pp. 427-460.

54
ÇANKAYA’DA İLK ÜÇ YIL

başı olan siyasi liderin (Başkan veya Başbakan) karakteri, siyasi liderlik tarzı ve dış
politikaya yaklaşımı ve uluslararası konjonktür gibi faktörler bu ülkelerin dış poli-
tikasında kimin daha etkili olacağını da belirlemektedir.

Dış Politikada Siyasi Liderlerin Başarısını Etkileyen


Faktörler
O zaman burada sorulması gereken temel soru, siyasi liderlerin genel anlamda
siyasetteki başarısı, özelde ise dış politika performansı kurumsal düzenlemelerin
ötesinde hangi faktörlerce belirlenmektedir. Lider performanslarını analiz eden
Rockman politikacıların geride daha büyük veya daha küçük izler bırakmasının bir
lider olarak siyasetçilerin özgeçmişine ait bir dizi faktörün etkisiyle belirlendiğini
söylemektedir.3

Şekil 1: Siyasi Liderlerin Performansını Belirleyen Faktörler

- Sosyal Çevre - Tutumlar


Siyasi Liderin
- Kişisel liderin becerileri ve
karakter PERFORMANS
seçilme yetenekleri
- Hayat süreci
Tecrübesi - İş yapma tarz

Kaynak: Bert Rockman, The Leadership Question, New York, Preager, 1984, sayfa 189’dan uyarlan-
mıştır.

Özellikle ABD başkanları üzerinde yapılan araştırmalar, siyasi liderlerin başarı per-
formanslarını etkileyen pek çok arka plan faktörü üzerinde durmaktadır. Araştır-
malarda liderin siyasal sosyalleşme süreci, liderin karakteri, işbaşına gelme (seçil-
me) biçimi ve liderin kişisel becerileri ile yeteneklerinin bir siyasi liderin başarısını
önemli ölçüde etkilediği belirtilmektedir. Bu çerçevede özellikle liderin aile geç-
mişi, aldığı eğitimi, karar alma ve yönetme tarzı, iş başında bulunduğu dönemde
ülkesindeki ve uluslararası siyasetteki genel dengelerin (siyasi konjonktür) liderin
performansı üzerinde belirleyici olduğu vurgulanmaktadır. Son yıllarda bu alanda
artan çalışmalar psikobiyografi diyebileceğimiz yeni bir araştırma ve çalışma alanı
da oluşturmuştur.4
Liderlerin özgeçmişleri ile siyasetteki başarıları arasındaki bağları inceleyen po-
litik-psikolojik araştırmalar arasında James Barber’in Başkanın Karakteri başlıklı
Ocak 2011

3 Bert Rockman, The Leadership Question, New York, Preager, 1984.


4 Joseph A. Pika and John Anthony Maltese, The Politics of Presidency, CQ Press Washington DC,
2009, s. 159.

55
ÇANKAYA’DA İLK ÜÇ YIL

çalışması, Amerikan başkanlarının Beyaz Saraydaki performansını tahmin etmede


başvurulan ve artık klasik haline gelen çığır açıcı bir çalışmadır. Barber’a göre, bir
siyasi lider olarak Amerikan Başkanının iş başındaki siyasi performansı onun üç
kişisel özelliği ile yakından ilişkilidir. Bunlar karakter, dünya görüşü ve tarz’dır. Ay-
rıca Barber, ülkedeki güç dengeleri ve beklenti iklimi gibi iki çevresel faktörün de
liderin başarı şansını olumlu veya olumsuz yönde etkilediğini belirtmektedir. Bar-
ber, Amerikan başkanlarını kişisel özellikleri ve iktidarı kullanma biçimlerine göre,
aktif-pozitif, aktif-negatif, pasif-pozitif ve pasif-negatif olmak üzere dört farklı ti-
polojiye ayırmaktadır. Bunlar arasında kendine güven ve güç kullanımında prag-
matik özellikleriyle dikkati çeken Roosevelt, Kennedy ve Truman gibi başkanların
aktif-pozitif bir liderlik sergileyerek oldukça başarılı olduklarını belirtmektedir.
Buna karşın Wilson, Nixon ve Johnson ise aktif-negatif özellikleri nedeniyle başa-
rısız olmuşlardır. 5

Siyasi Lider Olarak Cumhurbaşkanları ve Dış Politika


Cumhuriyetin kuruluş yıllarındaki tek par-
ti döneminde güçlü liderlerce yönetilen
Türkiye’nin dış politikası analiz edilirken Ata-
türk veya İnönü dönemi olarak el alınmakta-
dır. Burada siyasal sistemin tek adamlığa izin
veren yapısı kadar, bu güçlü liderlerin savaş
dönemlerinde ülkeyi yönettikleri ve dola-
yısıyla siyasi ve askeri liderlik kabiliyetlerini
gösterme fırsatı bulduklarını da unutma-
mak gerekir. Buna karşın, 1950 sonrasında
ise hem parlamenter sistemin doğası gere-
ği cumhurbaşkanının yetkilerinin sembolik
düzeyde kalması ve başbakanların ön plana
çıkması, hem de Türkiye’nin NATO’ya katılması sayesinde dış politikanın yönünün
Batı bloğuna endekslenmesi ile Türk dış politikasında cumhurbaşkanlarının lider-
lik yapmasına fırsat ve gerek kalmamıştır.
Diğer yandan, güvenlik kaygılarının doruk noktasına çıktığı soğuk savaşın ger-
ginlik ortamında Türkiye’deki dış politika anlayışı daha çok realist paradigmanın
etkisinde kalmıştır. Dış politika hep bir devlet politikası olarak görülmüş ve siya-
set üstü ve hatta siyaset ötesi bir alan olarak algılanmıştır. Bu nedenle Türk dış
Ocak 2011

5 James D Barber, The Presidential Character: Predicting Performance in the White House, (4th
Edition), Prentice Hall, 2008.

56
ÇANKAYA’DA İLK ÜÇ YIL

politikası, “devlet çıkarını” en iyi bileceği varsayılan, diplomaside uzmanlık sahibi


bürokratik elitlerce formüle edilen ve dışişlerindeki bu uzmanlığa saygı gösteren
siyasi liderlerce icra edilen; demokratik siyasetin işleyişinden pek etkilenmeyen
özerk bir alan olarak kalmıştır. Hükümet kuruluşlarında dahi dışişleri bakanlarının
kendi bürokratlarını değil; tersine bürokratların kendi dışişleri bakanlarını seçtiği
görüşü çok yakın zamana kadar Türk siyasetinde oldukça yaygın bir kanıydı. Hatta
tam da bu nedenle, askerlerin mutlak güç sahibi olduğu darbe dönemlerinde dahi
dışişleri bakanlığı emekli büyükelçilerin emin ellerine bırakılmıştır.
Parlamenter sistemin temel bir özelliği yürütmenin çift başlı (düalist) olmasıdır.
Buna göre, Devlet Başkanı siyasal bakımdan tarafsız ve sorumsuzdur. Bakanlar Ku-
rulu (kabine) ise yasama organına karşı hem kolektif olarak hem de bireysel olarak
sorumludur. 1982 Anayasası da benzer bir sistemi benimsemiş ve Cumhurbaş-
kanının tarafsız ve sorumsuzluğunu kabul etmiştir.
Ancak 1982 Anayasası ile Cumhurbaşkanına klasik
parlamentarizmin ötesine geçen yetkilerle de dona-
tılmıştır. Anayasa’nın 104. maddesine göre, Cumhur-
başkanı Devletin başıdır. Bu sıfatla Türkiye Cumhuri-
yetini ve Türk Milletinin birliğini temsil eder. Devlet
organlarının düzenli ve uyumlu çalışmasını gözetir.
Bu son cümle ile aktif bir Cumhurbaşkanına gerekti-
ğinde hükümetin her alandaki faaliyetine (bu arada
dış politikasına da) müdahale etme imkânı verilmek-
tedir. Kaldı ki, Anayasanın aynı maddesinde Cumhur-
başkanına dış politika ve ulusal güvenlikle ilgili sa-
yılabilecek doğrudan yetkiler de tanınmıştır. Bunlar
arasında TBMM adına Türk Silahlı Kuvvetlerinin (TSK)
Başkomutanlığını temsil etmek, TSK’nin kullanımına
karar vermek, Milli Güvenlik Kuruluna başkanlık et-
mek, başkanlığında toplanan bakanlar kurulu kararıyla sıkıyönetim ve olağanüstü
hal ilan etmek, milletlerarası antlaşmaları onaylamak ve yayınlamak da vardır. Ay-
rıca Cumhurbaşkanı bakanların, genelkurmay başkanının, büyükelçilerin ve MİT
müsteşarının atanmasını da onaylamaktadır. Son olarak, Cumhurbaşkanı aynı za-
manda devletin temsilcisi olarak “baş diplomat” sıfatını da taşır. Zira yetki almadan
ülke adına katıldığı uluslararası toplantılarda her türlü belgeye imza atabilme yet-
kisine de sahiptir. Görüldüğü üzere yürütmenin sembolik başkanı olmasına rağ-
men, bizim sistemimizde Cumhurbaşkanı bir siyasi lider olarak Anayasa tarafından
kendisine sağlanan bu hem muğlâk hem de açık yetkilere dayanarak isterse dış
politikanın yönlendirilmesinde etkin ve önemli bir aktör haline gelebilecektir.
Ocak 2011

Bununla birlikte çok partili dönemde, Turgut Özal’a gelinceye kadar seçilmiş cum-

57
ÇANKAYA’DA İLK ÜÇ YIL

hurbaşkanları Türk dış politikasında etkinlik arayışına girmemişlerdir. Bu nedenle


örneğin 1950-60 dönemindeki Türk Dış Politikası, Bayar dönemi olarak değil De-
mokrat Parti (DP) Dönemi Dış Politikası olarak anılmaktadır.6 Özal’ın dış politikada
etkinlik arayışı ve ardından gelen Süleyman Demirel’in kısmen bu çizgiyi sürdür-
me arayışları, bir yandan uluslararası
sistemdeki yapısal değişiklikler diğer
yandan ise bu iki liderin de Çankaya’ya
CUMHURBAŞKANI’NIN DIŞ POLİTİKA YAKLAŞIMLARI
çıkmadan önce Türk siyasetinde olduk-
Prof. Dr. Beril Dedeoğlu
ça uzun süre Başbakanlık düzeyinde
Galatasaray Üniversitesi İİBF aktif siyaset yapmalarıyla açıklanabilir.
Uluslararası İlişkiler Bölümü, SDE Yönetim Kurulu Üyesi
Gerçekten de Özal’ın Cumhurbaşkanı
olması tam da Berlin Duvarının yıkılış
28 Ağustos 2007 tarihinden itibaren Türkiye’nin 11. Cum-
yılına rastlamıştır. Kutuplar arası yıkıcı
hurbaşkanı olarak görev yapan Abdullah Gül’ün, gerek
eğitim geçmişi gerekse daha önce üstlenmiş olduğu gö-
rekabetin bittiği Soğuk Savaş sonrası
revleri, Türkiye’nin dış politikası ile dış işlerinde etkili ve ak- dönemde, güvenlik politikaları ile dış
tif bir rol üstlenmesini sağlamıştır. politika arasında bir ayrışma oluşmuş;
bir yandan uluslararası sistemdeki kök-
Türkiye’nin küresel ölçekteki hareket yeteneklerinin eko-
nomik ve siyasal parametreleri konusunda bilgi sahibi olan
lü yapısal değişiklikler nedeniyle aza-
Gül’ün, aynı zamanda geleceğe yönelik vizyonu bulunma- lan tehdit algılamaları, diğer yandan
sı, dış ilişkilerdeki ağırlığının genel bir Türkiye siyasetine ise giderek karmaşıklaşan dış ilişkiler
dönüşmesinde etkisi büyük olmaktadır. Bu çerçevede Ab- ağı ve nihayet AB ile entegrasyon sü-
dullah Gül’ün küresel değişimleri çok yakından izleyerek recinin yarattığı ivmenin de etkisiyle
geliştirdiği dış politika vizyonunun, esas itibarıyla “barış” siyasal sisteminin demokratikleşmesi,
olgusu üzerine şekillendiği söylenebilir. Barış, bir yandan Türk dış politikasının yapım sürecin-
Türkiye’nin yakın çevresinden başlayarak genişleyen uzak de bürokrasinin etkisini azaltırken,
çevresindeki ikili sorunların çözülmesini kapsarken öte seçilmiş siyasi liderler, parlamento ve
yandan da küresel ölçekteki barış girişimlerinde, örgüt kamuoyu gibi yeni aktörlerin gücünü
ve kuruluşlarında Türkiye’yi koltuk, oy ya da mevki sahibi artırmıştır.7 Öte yandan, Türkiye eko-
yaparak barış kuruculuğunu ifade etmektedir. Uluslarara-
nomik, mali, siyasi ve kültürel anlamda
sı kuruluşlardaki statüsünü karar alıcılar arasına taşıyacak
giderek küresel süreçlere daha fazla
bir Türkiye arayışı ile sorunlarda arabuluculuğuna başvu-
eklemlenmiştir. Dolayısıyla dış dünya
rulacak bir ülke olma arayışı, birbirini tamamlayan süreç-
ile bağlantılar arttıkça Türkiye bir yan-
ler olarak görülmektedir. Bu bakış açısı çerçevesinde de
dan küresel gelişmelerden daha fazla
etkilenmekte; buna karşın ise kendi
güvenliği ve istikrarı için bölgesel ve küresel düzlemde daha etkin ve çok taraflı
dış politika izlemek durumunda kalmaktadır.
Ocak 2011

6 Bkz. Hüseyin Bağcı, Demokrat Parti Dönemi Dış Politikası, İmge Kitapevi, Ankara, 1990.
7 Türkiye’de liderlerin dış politikadaki rollerinin artışına ilişkin olarak bkz. bkz. Ali Faik Demir,
Türkiye’de Liderler ve Dış Politika, Bağlam Yayınları, İstanbul, 2009.

58
ÇANKAYA’DA İLK ÜÇ YIL

İşte Soğuk savaş sonrası döneme Turgut Özal’ın liderliğindeki ANAP’la giren Tür-
kiye, 2002’de iktidara gelen AK Parti dönemi öncesinde dış politikada demok-
ratik güçlerin bürokratik siyasete yön verdiği önemli bir dönem olarak hatırlan-
maktadır. Özal’ın özellikle Cumhurbaşkanı olmasından sonra Çankaya, Türk dış
politikası yapım sürecinde önemli bir
aktör haline gelmiştir. Özal’ın ekono-
mi öncelikli dış politikası ve Barber’in
Türkiye’nin anlaşmazlık içindeki oyunculardan eşit mesa-
kavramsallaştırmasıyla aktif-pozitif bir
fede bulunması gerektiği dile getirilmektedir.
liderlik tarzı sergilemesi, özellikle kriz
Cumhurbaşkanı Gül’ün sözkonusu dış politika vizyonu-
durumlarında Başbakanlık ve Dışişleri
nun araçları ise, öncelikle diyalog ve diplomasi gibi siyasi
Bakanlığını devre dışı bırakacak kadar
araçlar olarak öne çıkmakta ve bu araçların tümü ekono-
Cumhurbaşkanlığını dış politikada ön
mi-ticaret-yatırım araçlarıyla birlikte ve hatta bileşkesi ola-
plana çıkartmıştır. Birinci Körfez sava-
rak değerlendirilmektedir. Siyasi ve ekonomik dış politika
şının da sağladığı fırsatları iyi değer-
araçlarının kullanımında, önceki dönemlerden son derece
lendiren Özal, kriz döneminde büyük farklı olarak “insan” olgusu üzerine vurgu yapılmakta ve bu
bir beceri ile Cumhurbaşkanlığının bakış açısı devletlerarası ilişkilerin toplumlar arası ilişkiler-
konumunu Ankara’daki güç konfigü- den bağımsız değerlendirilmediği anlayışını ortaya koy-
rasyonunda en üst düzeye çıkartmıştır. maktadır.
Başbakanlığı döneminde başladığı işa-
Ortadoğu, Kafkaslar ve Orta Asya’da var olan tarihsel,
damlarını uçağına alarak gösterişli dış kültürel ve sosyal ilişkilerin ekonomik ve ticari bağlarla
seyahatlere gitme geleneği de Özal’a güçlendirilmesine, bu bağlamdaki faaliyetlerde sistemin
aittir. Demirel ise dış politika konuların- büyük güçleri olan ABD ve/veya Rusya ile olan ilişkileri ze-
da Özal kadar etkin olamasa da, özel- delememeye özen g österen bir siyaset sergilemektedir.
likle Orta Asya’daki Türk dünyası lider- Ayrıca sözkonusu coğrafyalardaki politikaların AB üyeliği
leri ile kurduğu kişisel dostluk ilişkileri çerçevesinde güçleneceğini sıklıkla dile getiren Cumhur-
ile dış politikada kendisine manevra başkanı Gül, “Batı”lı lider ve kanaat önderleriyle son derece
alanı yaratan bir Cumhurbaşkanı ola- başarılı bir diyalog sürdürmekte ve Türkiye’nin AB üyeliği
rak hatırlanmaktadır. Ancak Demirel’in konusundaki iradesinin temsilcisi gibi görülmektedir.
halefi olan Ahmet Necdet Sezer ise si- Sonuç olarak Cumhurbaşkanı Gül’ün dış politika yaklaşımı,
yasi tecrübesi olmayan eski bir yüksek Türkiye’nin bir bölgesel “soft power” olması, bu özelliğinin
yargı bürokratı olarak, Cumhurbaşkan- AB üyeliği ile güçlendirilmesi ile BM, IMF gibi uluslararası
lığında oldukça pasif-negatif bir liderlik örgütlerde karar alıcılar arasına girerek taçlandırılmasıdır
sergilemiştir. Sezer, Cumhurbaşkanlığı- denebilir.
nın Türkiye’nin iç ve dış siyasetindeki
profilini artırmak için değil, daha çok
Çankaya’ya Anayasa ile tanınan pek çok konudaki onaylama/atama yetkisini veto
yetkisine çeviren bir tavırla ön plana çıkartmıştır. Dış politikada ise oldukça düşük
bir profil çizen Sezer, her şeye rağmen 1 Mart tezkeresi gibi bazı kritik dönemlerde
takındığı tavırlarla, dış politikada da zaman zaman önemli derecede etkili olmayı
Ocak 2011

başarmıştır.

59
ÇANKAYA’DA İLK ÜÇ YIL

Siyasi Bir Lider Olarak Cumhurbaşkanı Gül’ün Performansı


Henüz görevi başında bulunan Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanlığı performansını
ve dış politikadaki rolünü değerlendirmek mümkün müdür? Kanaatimizce Çanka-
ya’daki üçüncü yılını dolduran bir siyasi lider olarak Gül’ün siyasi tarihimizde bıra-
kacağı izleri, dış politikadaki etkinliğini ve Cumhurbaşkanlığı makamına getirdiği
yenilikleri değerlendirmememize yetecek kadar zaman geçmiştir.

Tablo 1: Kamuoyunun Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanlığı Algısı8


  Katılıyorum Katılmıyorum

  Aralık 2007 26 Ocak 2009 Haziran 2009 Aralık 2007 26 Ocak 2009 Haziran 2009

Dürüst ve Güvenilir Biridir 79,8 71,9 72,9 14,5 24,3 23,1

Güçlü ve Kararlı Bir Liderdir 75,5 63,7 64,0 18,4 31,9 31,9

Demokrat ve Özgürlükçüdür 68,6 65,1 64,5 23,9 29,3 31,1

Genel olarak bakıldığında, Cumhurbaşkanı Gül’ün netameli, zor ve neredeyse bir


askeri darbeyle sonuçlanacak kadar gergin bir süreçten geçerek Çankaya’ya çık-
masına rağmen, kendisinin toplumun farklı kesimlerinde geniş kabul gördüğü
söylenebilir. Yapılan pek çok kamuoyu yoklamasında Cumhurbaşkanı Gül, Türk si-
yasetinde en çok beğenilen siyasi liderler arasında yer almaktadır. Daha da önem-
lisi, halkın neredeyse dörtte-üçlük bir kesimi Gül’ün Cumhurbaşkanı olarak üstlen-
diği görevlerini yapış tarzını onaylamaktadır (Bkz. Tablo 1 ve 2).

Tablo 2: Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanlığı Görevini Yapış Tarzını Onaylama9

Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanlığı Görevini


Aralık 2007 Haziran 2008 26 Ocak 2009 Haziran 2009
Yapış Tarzını Onaylıyor musunuz?

Evet Onaylıyorum 73,9 69,6 62,7 68,6

Hayır Onaylamıyorum 22,3 27,3 31,5 26,7

Fikrim yok 3,8 3,1 5,9 4,7


Ocak 2011

8 Veriler MetroPOLL Stratejik ve Sosyal Araştırmalar Merkezi’nin, “Liderlerin imajı ve kurumlara


güven” araştırmalarından derlenmiştir. (www.metropoll.com.tr, Haziran 2009).
9 İbid.

60
ÇANKAYA’DA İLK ÜÇ YIL

Cumhurbaşkanlığının beş yıl mı, yedi yıl mı süreceği henüz kesinleşmeyen Gül’ün
siyasi lider olarak Cumhurbaşkanlığında geçirdiği sürede gösterdiği başarıyı
Barber’in politik-psikoloji yaklaşımıyla değerlendirmek oldukça faydalı olacaktır.
Öncelikle Gül, yetiştiği aile bakımından orta sınıf sayılabilecek bir ailede dünyaya
gelmiş; iyi bir eğitim almıştır. Üniversite yıllarında ise, kendisine siyasi hayatta ge-
rekli olan liderlik özelliklerini kazandıracak olan gençlik örgütlenmelerinde Milli
Türk Talebe Birliği (MTTB) aktif görev almıştır. Ayrıca akademik bir kariyer sahibi ol-
ması, yabancı dil yeteneğini geliştirmesi gibi faktörler de kendine güven ve ifade
yeteneği bakımından oldukça önemlidir. Dahası Gül henüz siyasete adım atma-
dan İslam Kalkınma Bankası gibi uluslararası kuruluşlarda tecrübe kazanmış; bu
özellik ona siyasete girmesinden sonra da partisi içinde dış dünya ile bağlantı kur-
masının yollarını açmıştır. Milletvekili iken Avrupa Konseyi Parlamenter Asamble-
sinde Türkiye’yi temsil etmiştir. Refahyol koalisyonu döneminde ise kendisi Kıbrıs
işlerinden ve Türk dünyası ile ilişkilerden sorumlu devlet bakanı olmuştur. 3 Ka-
sım 2002 seçimlerinden sonra ise önce kısa bir Başbakanlık yapmış, ardından ise
beş yıl kesintisiz olarak Başbakan Yardımcılığı ve Dışişleri Bakanlığı yapmıştır. Do-
layısıyla denilebilir ki, Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanlığındaki performansının
halk tarafından beğenilmesi ve takdir edilmesi bir tesadüf değildir. Aksine Gül’ün
Çankaya’da üstlendiği görevi hakkıyla yapacak siyasi birikime ve tecrübeye dayan-
maktadır.
Siyasi lider olarak Gül’ün Cumhurbaşkanlığını
Barber’in tipolojisinde nereye yerleştirmek gerekir?
Aslında Gül’ün pragmatik ve uzlaşmacı kişiliği, olay-
lara ve hayata pozitif yaklaşımı ve siyasetteki azmi
ve istekliliği ile aktif-pozitif bir Cumhurbaşkanı pro-
fili çizebileceği beklentisini yaratmaktadır. Ancak
Gül’ün Çankaya’da çizdiği liderlik profili Özal ile kar-
şılaştırıldığında nispeten daha pasif, ama Demirel ve
Özellikle selefi Sezer’e göre çok daha aktif-pozitiftir.
Bunun nedeni ise ancak Gül’ün seçildiği ortamın ve
görev yaptığı sürede Türkiye’deki güç konfigürasyo-
nun analiziyle açıklanabilir.
Barber’in ve Rockman’ın da vurguladığı gibi, liderlerin sergiledikleri performans
yalnızca onların siyasi özgeçmişleriyle açıklanamaz. Siyasi liderlerin seçilme biçim-
leri, ülke içindeki ve dışındaki güç dengeleri ve beklenti iklimi de liderin perfor-
mansını önemli ölçüde etkiler. Gül’ün Cumhurbaşkanı seçilmesi sürecinde yaşa-
nan siyasi kutuplaşma, en azından bazı kesimlerin gözünde onun Cumhurbaşkan-
Ocak 2011

lığını siyaseten tartışmalı kılmış; hatta anamuhalafet partisi CHP Çankaya’yı açıkça
boykot etmeye başlamıştı. Dolayısıyla Gül için önemli olan önce ülkenin tamamını

61
ÇANKAYA’DA İLK ÜÇ YIL

temsil edeceği bir meşruluk kazanmaktı. Zira beklenti, Çankaya’ya çıkan Gül’ün
öncelikle ülkedeki gerginlikleri azaltıcı ve uzlaştırıcı bir liderlik sergilemesiydi. İkin-
cisi ise, Özal’a göre Gül’ün görev yaptığı dönemlerde ülkedeki güç dağılımındaki
farklılıklardır. Özal Çankaya’ya çıkmasına rağmen, kendisi ANAP’ın kurucu lideri
olarak hala parlamentodaki milletvekillerinin sadakatini arkasında hissediyordu.
Bu nedenle de yürütmenin başı Başbakan olmasına rağmen, kendisi fiilen bir baş-
kan gibi ülkeyi bir süre de olsa yönetecek güce sahip olmuştu. Gül ise eski partisi
iktidarda olmasına rağmen, AK Partinin güçlü ve karizmatik lideri Erdoğan’ın var-
lığında Özal gibi aktivist bir liderlik pozisyonu üstlenemezdi. Tam da bu nedenle
Gül, Başbakan’a ve hükümete rağmen değil; tersine onlarla çatışmayacak bir siya-
set zemininde Cumhurbaşkanlığı yapacak, kendisini iç politikadan ziyade daha az
tartışmalı bir alan olarak gördüğü dış politika alanına yönelecekti. Hatta burada
bile ancak, Dışişleri Bakanı ve Başbakan ile yakın bir diyalog ve uzlaşma çizgisinde
hareket ederek karar süreçlerine dâhil olma yolunu tercih etmektedir.

Cumhurbaşkanı Gül’ün Dış Politikadaki Rolü


Ağustos 2007’den bu yana görevde bulunan Cum-
hurbaşkanı Gül’ün siyasi bir lider olarak son üç yılda
Türk dış politikasına yönelik katkılarını ve dış politi-
ka alanında Çankaya’ya getirdiği yenilikleri aşağıda-
ki başlıklar altında özetlemek mümkündür.
• Çankaya’da Türk dış politikasının gözetleyicisi
ve takipçisi olmak: Cumhurbaşkanı olana kadar
beş yıl boyunca Türkiye’nin dış politikasına yön ve-
ren Abdullah Gül, AB’den Kıbrıs’a; Irak’tan Afganis-
tan sorununa dek Türkiye’yi yakından ilgilendiren
kritik dosyalara derinlemesine vakıf olmuştur. Ayrı-
ca önemli konuların muhatapları olan yabancı ülke
liderleri veya Türk dışişleri bakanlığı bürokrasisiyle
de yakın dostluk ve güven ilişkisi tesis etmiştir. Gül,
Çankaya’daki çalışma ekibini oluştururken de özel kalem müdüründen ba-
sın müşavirine kadar dış politika tecrübesi olanlara öncelik vermiştir. Böyle-
ce Gül bir anlamda dış ilişkiler alanındaki tecrübesini ve birikimini (mükte-
sebatını) Çankaya’ya taşımış; adeta gözetleyici bir lider olarak Cumhurbaş-
kanlığı statüsünün kendisine sağladığı imkânları ve yetkileri de kullanarak
son üç yılda dış politikanın aksayan yönlerine gerekli müdahaleleri yerinde
ve zamanında yapmıştır. Örneğin AB ile ilişkiler konusunda Türkiye’nin 2005
öncesine göre yeterli ilgiyi ve dinamizmi göstermediği eleştirileri arttığında,
Ocak 2011

Gül yetkili makamları Çankaya’ya çağırarak brifingler almış ve gerekli uyarı-


larda bulunmuştur.

62
ÇANKAYA’DA İLK ÜÇ YIL

• Riskli siyasi konularda inisiyatif üstlenmek: Cumhurbaşkanı Abdullah


Gül’ün yakın dönem Türk dış politikasının icrasına yönelik üstlendiği önem-
li bir görev de siyasi riski yüksek bazı konularda inisiyatif alarak eleştirileri
doğrudan göğüslemek ve zor konuları Türkiye’nin gündemine taşımak ol-
muştur. Bunların başında Ermenistan ile yürütülen futbol diplomasisinde
Gül’ün büyük bir cesaretle Erivan’ı ziyaret ederek, iki ülke arasında daha
sonra imzalanan tarihi protokollerin önünü açmak olmuştur. Aynı şekil-
de, Türkiye’nin en önemli ve en riskli sorunu olan Kürt sorununda PKK’nın
dış desteğinin kesilmesine imkan sağlamak için 2007’den itibaren Kuzey
Irak’taki Bölgesel Kürt yönetimi ile ilişkilerin geliştirilmesi ve Barzani ve
Talabani’nin Türkiye’ye davet edilmesi konusunda da Cumhurbaşkanı Gül
doğrudan inisiyatif almıştır. İç politikada aşırı bir tartışma ve kutuplaşma
yaratan ve hükümetin demokratik açılımı ile de yakından ilişkili olan bu
gelişmelerde Gül, Kürt sorununun çö-
zümünde “tarihi bir fırsat” doğduğunu
belirterek kamuoyunun ikna edilme-
sinde önemli bir rol oynamıştır.
• Dış politikada ihmal edilen alanlar-
da görev üstlenmek: Türk dış politi-
kası son yıllarda hiç olmadığı kadar çok
boyutlu ve dinamik bir görünüm ka-
zanmış; yakın ve uzak çevresiyle olan
ekonomik, siyasi, ticari ve kültürel bağ-
ları giderek derinleşmiştir. Türkiye’nin
dış politikasının başında Davutoğlu
gibi ritmik diplomasiyi ilke edinen bir bakan bulunsa da, hükümetin veya
dışişleri bakanlığının ihmal ettiği ülkeler veya bölgeler de olabilmektedir.
Cumhurbaşkanı Gül adeta dış politikanın tamamlayıcı bir aktörü olarak uzak
doğudan Afrika’ya kadar önemli bazı ülkelere yönelik gerçekleştirdiği ziya-
retler veya bu ülkelerin liderlerini Türkiye’ye davet ederek önemli bir boşlu-
ğu doldurmuştur. Örneğin Gül, tarihi önem taşıyan yurtdışı ziyaretlerinden
birini Japonya’ya gerçekleştirmiştir. Bu gezi, Türkiye`den Japonya’ya Cum-
hurbaşkanı düzeyinde gerçekleşen ilk ziyaretti. Gül ayrıca Kenya, Nijerya,
Kongo, Kamerun ve Tanzanya gibi Afrika ülkelerine giderek Türkiye’nin Afri-
ka açılımına destek vermiştir. Gül seçilmesinin daha ilk yılında dahi içlerinde
Fransa, Gürcistan, Azerbaycan, KKTC, Mısır, ABD, Kazakistan, Türkmenistan,
Pakistan, Senegal, Romanya, Katar, Suriye, Makedonya, Romanya, Hırvatis-
Ocak 2011

tan gibi ülkelerin bulunduğu 17 farklı ülkeyi ziyaret etmiştir. Denilebilir ki,

63
ÇANKAYA’DA İLK ÜÇ YIL

Gül’ün ziyaretleri Türkiye’nin dış politikadaki aktivizmini en üst düzeyde gö-


rünür kılan kritik ziyaretlerdir.
• Kriz diplomasisinde “arabuluculuk” rolü üstlenmek: Türkiye’nin son yıl-
larda küresel düzlemde ön plana çıkan yumuşak güç (soft power) unsurla-
rından biri de çatışmalı bölgelerde üstlendiği arabuluculuk rolüdür. Gerçek-
ten de Türkiye, küresel düzlemde Batı ve İran arasında; bölgesel düzlemde
Suriye ve İsrail arasında, Afganistan ve Pakistan
arasında uzlaştırıcı bir rol üstlenmiştir. Cumhur-
başkanı Gül de gerek uluslararası toplantılarda
gerekse ülkemize davet ettiği ihtilaflı liderlerin
uzlaştırılması konusunda aktif bir rol üstlen-
mekten kaçınmamıştır. Bu bağlamda Gül, özel-
likle aralarındaki güvenlik sorunları nedeniyle
biraraya gelemeyen Afganistan Cumhurbaşkanı
Hamid Karzai ve Pakistan Cumhurbaşkanı Asıf
Ali Zerdari’yi Türkiye’ye davet ederek iki ülke
ilişkilerinin kopmasını önlemeye çalışmaktadır.
Gül 2007 Kasımı’nda da İsrail ve Filistin liderini
Ankara’da buluşturmuştur.
• Türk işadamlarının ve girişimcilerinin
küresel açılımına destek vermek: Özal döneminde başlayan, Demirel
döneminde kısıtlı olarak süren ve Sezer döneminde pek görülmeyen Cum-
hurbaşkanının dış gezilerine kalabalık işadamlarının da katılımı geleneği
Gül’ün Çankaya’ya çıkışı ile birlikte yeniden başlamıştır. Bu gezilere katılan
tüccar ve yatırımcılar Cumhurbaşkanı vasıtasıyla gidilen ülkelerdeki muha-
taplarıyla doğrudan ilişki kurabilmekte, yüksek miktarda ticaret ve yatırım
imkânları yakalamaktadırlar. Ayrıca Cumhurbaşkanı gittiği ülkelerde Türk
girişimcilerince açılan okulları da mutlaka ziyaret ederek onlara destek ol-
maktadır. Öte yandan Gül, Türkiye’nin ticari ilişkilerinin geliştirilmesi için
TUSKON gibi bazı işadamları derneklerin vasıtasıyla organize edilen Asya ve
Afrika ile ticaret köprüleri başlıklı toplantılara da katılmakta ve aktif destek
vermektedir.
• Dış politika alanında çalışan akademisyenlere ve düşünce kuruluşla-
rına destek olmak: Türkiye’nin içeride demokratikleşmesi ve dışarıda ise
artan küresel ve bölgesel rolü nedeniyle uluslararası politikada Türkiye’ye
yönelik artan bir ilgi vardır. Bu nedenle bir yandan Türkiye’de akademik an-
lamda uluslararası ilişkiler, güvenlik ve strateji konularındaki çalışmalar ar-
Ocak 2011

tarken; diğer yandan medya ve kamuoyunun da stratejik konulardaki bilgi

64
ÇANKAYA’DA İLK ÜÇ YIL

ihtiyacı giderek artmaktadır. Diğer yandan farklı sermaye ve çıkar grupları


da Türk dış politikasında karar vericileri etkilemek ve kamuoyunu aydınlat-
mak için düşünce kuruluşları kurmaya başlamışlardır. İşte Cumhurbaşkanı
Gül, Türkiye’deki bu yeni arayışlara destek olmak için düşünce kuruluşlarının
çalışmalarına bu kuruluşları ziyaret ederek veya
toplantılarına bizzat katılarak destek vermekte-
dir. Ayrıca Gül, yeni akademik çalışmaları özen-
dirmek ve uzmanlığı ödüllendirmek için gerek
üniversitelerde, gerekse farklı strateji kurum-
larında çalışan akademisyenleri dış gezilerine
davet ederek onlarla birebir görüşmelerde bu-
lunmaktadır. Kendisi de bir akademisyen olan
Gül’ün Türkiye’de strateji kültürünün oluşma-
sını teşvik amacıyla sağladığı bu desteğin son
derece önemli olduğunun altı çizilmelidir.
Özetle Cumhurbaşkanı Gül son üç yılda Türkiye’nin
farklı kesimlerince desteklenen, siyasi meşruluk zemini giderek güçlenen bir si-
yasi figür haline gelmiştir. Gül’ün siyasi geçmişi ve tecrübesi ise onu en çok dış
politika alanında güçlü kılmaktadır. Gül devrindeki Çankaya Türk dış politikasına
etkinlik ve zenginlik kazandıran yeni bir aktör, Türkiye’nin dışarıdaki temsil ve gö-
rünümünde çarpan etkisi yaratan itici bir güç merkezi haline gelmiştir. Tam da bu
nedenle belki de diyebiliriz ki, Gül’ün Cumhurbaşkanlığı en çok dış politikadaki
başarılarıyla anılacaktır.

Ocak 2011

65
ÇANKAYA’DA İLK ÜÇ YIL

CUMHURBAŞKANI GÜL’ÜN AB İLE İLİŞKİLERDEKİ ROLÜ

Doç. Dr. Murat ÇEMREK


Selçuk Üniversitesi İİBF, Uluslararası İlişkiler Bölümü
SDE Uluslararası İlişkiler Programı Koordinatör Yardımcısı

Giriş
Abdullah Gül’ün 28 Ağustos 2007’de TBMM tarafından Türkiye Cumhuriyeti’nin
11. Cumhurbaşkanı olarak seçilmesinin üzerinden üç yıldan biraz fazla bir süre
geçti. Gül’ün dışişleri alanında -özellikle selefi Ahmet Necdet Sezer ile kıyaslan-
dığında- açık bir şekilde pro-aktif bir Cumhurbaşkanı olmasında -aşağıda kısaca
özetlenecek olan- akademik ve siyasî kariyerinin etkisi oldukça belirgindir.
Üniversite mezuniyetine müteakip -yollarının daha sonra siyasette de kesişece-
ği- hocaları Nevzat Yalçıntaş ve Sabahattin Zaim tarafından akademik kariyer yap-
ması yönünde teşvik edilen Gül, Milli Kültür Vakfı bursuyla İstanbul Üniversitesi
İktisat Fakültesi’nde başladığı doktorasının bir bölümünü 1976-1978 arasında İn-
giltere’deki Exeter Üniversitesi’nde sürdürdü. Gül, İngiltere yıllarındaki üniversite
öğrenciliği sırasında Milli Türk Talebe Birliği’nde (MTTB) Merkez İcra Konseyi Üyesi
olarak edindiği tecrübesiyle, Müslüman Öğrenciler Birliği (FOSİS) ve Türk Öğrenci-
leri Yardımlaşma Derneği (TÜRKYAR) kurucuları arasında yer aldı. Yurda dönüşüy-
le Gül, Nevzat Yalçıntaş danışmanlığındaki “Türkiye İle İslam Ülkeleri Arasındaki
Ekonomik İlişkilerin Gelişimi” başlıklı tezini sunarak doktor unvanını aldı. Gül daha
sonra İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi’nin Kurucu Dekanlığını Sabahattin Zaim’in
üstlendiği Sakarya Üniversitesi’nde Endüstri Mühendisliği Bölümünün kuruluşun-
da öğretim üyesi olarak göreve başladı ve beş yıl süreyle bu bölümde iktisat ders-
leri verdi. 1983’de Sakarya Üniversitesi’nden ayrılarak İslam Kalkınma Bankası’nın
(İKB) Cidde’deki merkezinde ekonomi uzmanı olarak çalışmaya başlayan Gül, bu-
Ocak 2011

rada geçirdiği sekiz yılda küresel finans çevreleri ve sermaye hareketleri ile ulusla-
rarası örgütler ve devletlerarası ilişkilerde ekonomi ve siyaset ilişkisi bakımından

66
ÇANKAYA’DA İLK ÜÇ YIL

önemli tecrübeler kazandı. İKB’nin yayın faaliyetlerinde görev alan Gül, 1989’da
uluslararası iktisat dalında doçent unvanını aldı.
1991’de Refah Partisi (RP) listesinden Kayseri Milletvekili olarak TBMM’ye giren
Gül, 1993’de partisinin Dışişlerinden Sorumlu Genel Başkan Yardımcılığına getiril-
di. Cumhurbaşkanı seçilişine dek TBMM’de beş dönem Kayseri Milletvekili (1991-
2007) olan Gül, Plan ve Bütçe (1991-1995) ile Dışişleri (1995-2001) Komisyonları
üyeliklerinde bulundu. 2002’de on yıldır (1991-2001) üyesi olduğu Avrupa Kon-
seyi Parlamenterler Meclisi tarafından “Pro merito” madalyası ile ödüllendirilen ve
“Sürekli Onursal Üye” unvanı verilen Gül, 2001-2002 döneminde de NATO Parla-
menterler Meclisi üyeliği de yaptı. 54. Hükümetin Devlet Bakanı ve Hükümet Söz-
cüsü (1996-1997) iken Gül, sorumluluğundaki KKTC, Türkî Cumhuriyetler ve Yurt
Dışı İnsanî Yardımlar ile D-8 projesinin hayata geçirilmesinde ve İstanbul’daki D-8
Zirvesi’nin gerçekleştirilmesindeki çabalarıy-
la “Kabinedeki Gölge Dışişleri Bakanı” olarak
adlandırıldı. 58. Hükümetin Başbakanı (2002-
2003), 59. Hükümetin Başbakan Yardımcısı ve
Dışişleri Bakanı (2003-2007) olan ve Cumhur-
başkanı seçilinceye kadar bu görevleri yürü-
ten Gül, Dışişleri Bakanlığı esnasında ortaya
koyduğu pro-aktif dış politika pratiğini Cum-
hurbaşkanlığı döneminde de devam ettir-
mektedir.
Üç yılda 48 farklı ülkeye 69 yurtdışı ziyareti
gerçekleştiren Gül, 2 bin’i aşkın işadamının
eşlik ettiği ziyaretlerinde diplomatik alanda
olduğu kadar ekonomik anlamda da önemli
işbirliği imkânları kurulmasına katalizör olmuş ve ziyaret ettiği bazı ülkelerle vize
muafiyeti gerçekleştirilmiştir. Üç yıllık dönem göz önüne alındığında en çok yurt-
dışı ziyaret gerçekleştiren Cumhurbaşkanı olan Gül, yedi yıllık görevi boyunca top-
lam 125 yurtdışı ziyaret gerçekleştiren 9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’den
sonra şimdilik ikinci sırada yer almaktadır. Kendisinin de önemli katkıları ile
Türkiye’nin küresel siyasette artan önemine paralel olarak dünyanın önde gelen
devlet adamlarından biri haline gelen Cumhurbaşkanı Gül, Chatham House (İngil-
tere, 2010) ödülünü kazanmıştır. Burgaz Hür (Bulgaristan, 2003), Exeter (İngiltere,
2005), Bakü Devlet (Azerbaycan, 2007), Dimitrie Cantemir Hıristiyan (Romanya,
2008), Kazan Devlet (Tataristan, Rusya 2009), Kuzeybatı (Çin, 2009) Amity (Hin-
distan, 2010), Dakka (Bangladeş, 2010), Kaid-i Azam (Pakistan 2010) Üniversitele-
Ocak 2011

rinden “fahri doktora” ile Yusuf Balasagun (Kırgızistan, 2009) ve Sincan (Çin, 2009)

67
ÇANKAYA’DA İLK ÜÇ YIL

Üniversitelerinden de “fahri profesörlük” unvanlarına sahip Cumhurbaşkanı Gül,


İngiltere’den “Knight Grand Cross of the Order of the Bath,” Portekiz’den “Grande
Colar” nişanları yanında İtalya, Katar, Kuveyt, Kamerun, Suudi Arabistan ve Pakis-
tan yüksek devlet nişanlarına layık görülmüştür.
Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AK Parti) tek başına iktidarının sağladığı siyasî is-
tikrar, ekonomik büyüme ve göreceli toplumsal mutabakat, Cumhurbaşkanı Gül’e
göreceli rahat bir çalışma ortamı sağladığını söyleyebiliriz. Seçildiği günden bu
yana gündemdeki yerini koruyan görev süresi ile ilgili tartışmalar henüz netlik
kazanmasa da, ulusal ve uluslararası konjonktür de Gül’e başarılı bir Devlet Baş-
kanı profili çizmesine katkı sağlamıştır. Üç yılı aşan Cumhurbaşkanlığı dönemin-
de Gül, bölgesinde etkin bir güce dönüşen ve küresel aktör olma yolunda emin
adımlarla ilerleyen Türkiye’nin sadece diplomasi alanındaki en önemli yüzlerinden
biri olmakla kalmadı, bu süreci ivmelendiren
önemli figürlerin başını çekti. Çalışmanın bu
kısmı Cumhurbaşkanı Gül’ün üç yıllık görevi
boyunca AB ile ilişkilerdeki misyonunu öne
çıkaran gelişmeler ışığında kısa bir değer-
lendirmesine yöneliktir.

AB ile İlişkiler
3 Kasım 2002 genel seçimlerinde AK
Parti’nin galibiyeti sonrasında -yasağı nede-
niyle seçimlere katılamayan AK Parti lideri
Recep Tayyip Erdoğan’ın yerine- dönemin
Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer 16
Kasım 2002’de Abdullah Gül’ü Başbakan sı-
fatıyla 58. Hükümeti kurmakla görevlendirildiğinde, hükümet programındaki dış
politika ağırlıklı olarak Türkiye’nin AB’ye tam üyelik sürecine ayrılmıştı. Başkanlık
ettiği hükümetinin programında Türkiye’nin AB’ye tam üyeliğini “ekonomik ve de-
mokratik gelişimin sağlanması bakımından” hükümetinin öncelikli hedefi olarak
ortaya koyan Gül, “AB’nin sunduğu ekonomik ve demokratik standartlar, yasal ve
kurumsal düzenlemeler” ile ilgili olarak da “tam üyelik şartına bağlı olmaksızın”
destekleneceğini ifade etmişti. Hükümetinin “Kopenhag Kriterlerini tam olarak
yerine getirme konusunda kararlı” tutumunu vurgulayan Gül, Türkiye’nin tarihi,
coğrafi ve ekonomik bağlarından kaynaklanan diğer bölgesel entegrasyonlar ve
komşu ülkelerle olan ekonomik işbirliği çabalarını da “AB’nin tamamlayıcısı” bir
Ocak 2011

anlayışla sürdüreceklerinin altını çiziyordu. Türkiye’nin AB’ye tam üyeliği konusun-


daki bu anlayış, 9 Mart 2003 Siirt seçimlerinde AK Parti Genel Başkanı Erdoğan’ın

68
ÇANKAYA’DA İLK ÜÇ YIL

milletvekili seçilmesi sonrasında 14 Mart 2003’de açıkladığı kabinesinde Gül’ün


Başbakan Yardımcısı ve Dışişleri Bakanı olarak görev almasıyla sürdürüldü. Geldiği
Milli Görüş geleneğinin AB’ye eleştirel yaklaşımı ve 8 Mart 1995’teki Meclis ko-
nuşmasında Gül, “AB’nin Hıristiyan Birliği olduğu”nu vurgulasa ve Erol Manisalı’ya
referansla Türkiye’yi “Avrupa sarayının bahçesinde bir kulübe”ye benzetse de,
ülkenin AB hedefi doğrultusunda en çok gayret gösteren Dışişleri Bakanı olmuş-
tur. Dışişleri Bakanlığı döneminde eşzamanlı olarak Reform İzleme Grubu ve AB
Müzakere Heyeti Başkanlığı görevlerini de yürüten Gül’ün etkin gayreti ile 3 Ekim
2005’te Türkiye’nin AB’ye katılım müzakereleri resmen başladı.
59. Hükümetin Başbakanı Erdoğan, AB’ye “üye olma sürecini hızlandırmak ve
sonuçlandırmayı” hükümet programında sayarken selefi gibi “Kopenhag Kriter-
lerini tam olarak yerine getirme konusunda kararlı” tutumunu dillendirmiştir.
Aslında Türkiye’nin AB’ye tam üyelik
talebi, Osmanlı-Türk modernleşme-
sinin uzantısı olarak Osmanlı’nın son
döneminde “Avrupa’nın” bir parçası
olmak ve Cumhuriyet döneminde
ise “muasır medeniyetler seviyesine
ulaşmak hatta aşmak” çerçevesinde
Batı’nın bir parçası olmak ideali ile bi-
rebir örtüşmektedir. II. Dünya Savaşı
sonrasında BM, OECD ve NATO gibi
Batı merkezli uluslararası kuruluşlara
üyelik ile taçlandırılan bu idealde eksik
taş halen AB’ye tam üyelik olarak de-
vam etmektedir. Bu bakımdan, Başba-
kan, Başbakan Yardımcısı ve Dışişleri
Bakanı olarak önemli bir mesaisini ayırarak Türkiye’nin AB ile müzakerelere baş-
lamasında gösterdiği gayret ile haklı bir başarısı olan Gül’ün, saydığımız tarihsel
arkaplana paralel bir şekilde “devlet politikası” haline gelen AB üyeliği konusunda
Cumhurbaşkanı olduktan sonra bu konuyu önemsizleştirmesi beklenemezdi. Bu
bağlamda en son, 1 Temmuz 2010’dan itibaren AB Dönem Başkanlığını üstlenen
Belçika’nın Başbakan Yardımcısı ve Dışişleri Bakanı Vanackere ile beraberindeki
heyeti Tarabya Köşkü’ndeki kabulünde Gül, Türkiye’nin AB yolundaki kararlılık ve
iradesini “AB üyeliğinin bir devlet politikası ve partiler üstü bir süreç olduğu” vur-
gusu ile ifade etmişti.
Gerek AB üyesi ülkelere ziyaretlerinde, gerek bu ülkelerden gelen üst düzey he-
Ocak 2011

yetlerle görüşmeler esnasında gerekse de AB ile ilgili veya bütün toplantılarda

69
ÇANKAYA’DA İLK ÜÇ YIL

Cumhurbaşkanı Gül, örneğin Slovenya-Türkiye İş Konferansı’ndaki konuşmasında


olduğu gibi, AB üyesi ülkelerden Türkiye’nin tam üyeliğine destek isterken ülke-
sinin AB’ye önemli katkılar sağlayacağını ifade etti. Cumhurbaşkanı Gül, birçok
vesile ile AB tam üyelik sürecinde Türkiye’nin Kopenhag Kriterlerini sahiplenerek
yerine getirdiği reformlar ile “sessiz devrim” gerçekleştirdiğini ve bunun da bölge-
sinde demokratikleşmeye ve istikrara kakı sağladığı tahlilinde bulundu. Öte yan-
dan Cumhurbaşkanı Gül, Kıbrıs meselesi nedeniyle Türkiye’nin dondurulan üyelik
görüşmeleri konusunda AB liderlerine olan tepkisini de sert bir şekilde dile getir-
mekten kaçınmadı. Bu bağlamda, son dönemde popülerleşen Türk dış politikasın-
da “eksen kayması” tartışmalarına dair Cumhurbaşkanı Gül, Türk dış politikasının
ana yönelimi çerçevesinde “devlet politikası” olarak “AB’ye tam üyelik” olduğunu
vurgulayarak son noktayı koydu.

Sonuç
Cumhurbaşkanı Gül, Cumhuriyetin
kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün
“muasır medeniyetler seviyesine ulaş-
mak hatta onu geçmek” yaklaşımını ve
bir anlamda Türk dış politikasının te-
mel felsefesi haline gelen “Yurtta sulh
cihanda sulh” anlayışını Türkiye’nin AB
üyeliği ile daha kolay gerçekleşeceğini
içselleştirmiş olduğunu çeşitli konuş-
maları ve beyanatları aracılığıyla anla-
maktayız. Özellikle jeopolitik konumu
gereği sorunlu bölgesinde “barış ve is-
tikrar adası” olan Türkiye’nin AB üyeliği
ile bölgesine daha fazla demokrasi ve özgürlük gelmesinde üstleneceği anahtar
role olan inancıyla Cumhurbaşkanı Gül, ülkesinin tam üyelik sürecini içtenlikle
desteklemekte ve kendi üzerine düşen bu konudaki temsil görevini fazlasıyla ifa
etmektedir.
Ocak 2011

70
ÇANKAYA’DA İLK ÜÇ YIL

CUMHURBAŞKANI GÜL’ÜN ORTA ASYA İLE


İLİŞKİLERDEKİ ROLÜNÜN DEĞERLENDİRİLMESİ

Doç. Dr. Murat ÇEMREK


Selçuk Üniversitesi İİBF, Uluslararası İlişkiler Bölümü
SDE Uluslararası İlişkiler Programı Koordinatör Yardımcısı

Türkiye-Avrupa Birliği (AB) ilişkileri yarım asrı aşan “bekle/t/me” ile “platonik”, “ob-
sesif kompulsif”, “manik depresif” ve/ya kısaca “umutsuz” sıfatlarıyla nitelendirile-
bilecek bir “aşk hikayesi” ise; Türkiye’nin genelde Orta Asya ve özelde Türkî Cum-
huriyetler ile rabıtası da “karmaşık bir hatırlama ve unutma diyalektiği” ile bir o
kadar “iki uçlu duygudurum (bipolar) bozukluğu” teşhisini hak etmektedir. Türkiye
Cumhuriyeti’nin kurucu kadroları Turancılığa (Pantürkizm) karşı kat’î duruşları ile
Kemalist/Anadolu milliyetçiliğini benimsediklerinde; Türkiye’deki resmî tarih yazı-
mındaki “Türklerin anayurdu” metaforu hariç neredeyse “Türkistan” ya da bugünkü
popüler karşılığıyla “Orta Asya” dönemin stratejik ortağı Sovyetlerle iyi ilişkilerini
bozmamak adına devlet eliyle unutturuldu.

Genelde sosyal bilimler özelde siyasî tarih açısından “milat” olan Berlin Duvarı’nın
9 Kasım 1989’daki yıkılmasının tetiklediği domino taşı etkisiyle Sovyetler Birliği 26
Aralık 1991’de devrildi. Diğer etnik kimliklerin çıkışını engellemeye yönelik ama
paradoksal biçimde resmî Türk milliyetçiliğinin de gölgelediği “Türk etnisitesi,”
Orta Asya’da bağımsızlığını kazanan Türkî Cumhuriyetler üzerinden yine devlet
eliyle hatırlatıldı, uyandırıldı hatta kışkırtıldı. Türkiye, Orta Asya Cumhuriyetlerini
tanıyan ve bu ülkelerde Büyükelçilik açan ilk ülke olurken bu ülkelere ilk üst dü-
zey ziyaretleri de gerçekleştiren ilk ülkeydi. Ayrıca 1992’den bu yana Türkiye, Orta
Asya Cumhuriyetleri ile 500 civarında ikili ve çok taraflı anlaşma imzaladı. Türkiye,
bu ülkelerin Birleşmiş Milletler (BM) ve Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı (AGİT)
Ocak 2011

gibi uluslararası; Ekonomik İşbirliği Teşkilatı (EİT) gibi bölgesel örgütlere üye olma-

71
ÇANKAYA’DA İLK ÜÇ YIL

larında ve NATO’nun Barış İçin Ortaklık (BİO) programına katılmaları gibi pek çok
konuda yardımcı oldu.
Soğuk Savaşın bitimi ile Türk ulusal kimliği etnik vurgu ile yeniden şekillenirken
-bırakın Türkiye’deki diğer etnik kimlikleri ayrılıkçılığa sürükler mi diye sormayı-
Türkî Cumhuriyetler acaba bu söylemden rahatsız olurlar mı diye düşünülmeden
hiyerarşik bir “ağabey-kardeş” dikotomisi geliştirildi. Bu “Oryantalist” söylemin zi-
hinsel arkaplanında “son bağımsız Türk yurdu” Türkiye, aynı “beyaz adamın omuz-
larındaki yük” gibi “kardeş” Türkî Cumhuriyetlere aslında Sovyetlerin baskısı ile
maruz kaldıkları sosyalizm sonrası içine düştükleri modern kapitalist dünyada
hayatta kalmanın ve dahası kalkınmanın yollarını göstermekle kendini yükümlü
görmekteydi.
Türkiye’nin Türkî Cumhuriyetler için tasarladığı fikirler
aslında pek de gerçeklerle örtüşmüyordu. Türkî Cum-
huriyetler (Azerbaycan hariç) bağımsızlık için bırakın
bir kör kurşun atmayı, Sovyetlerin dağılması ile ba-
ğımsızlıkları kendilerine gümüş tepside sunulduğun-
da bile Rusya’daki Ağustos darbesi ile bu teklifi “iste-
mezük” diye ellerinin tersiyle geri itmişlerdi. Ağustos
darbesinin başarısızlığı sonrasında da Türkî Cumhu-
riyetler “lütfen” tenezzül buyurup bağımsızlıklarını
kabul etseler de Rus birliklerince korunan sınırları ile
“askerî,” Bağımsız Devlet Topluluğu (BDT) üyelikleri
ile “siyasî,” 1998’deki ekonomik krize kadar ruble ile
“iktisadî,” ve Rusçanın hegemonyası ile “kültürel” ola-
rak uzunca yıllar Moskova’ya dillerinden, kafalarından, karınlarından hatta ruhla-
rından bağlı kaldılar. Türkî Cumhuriyetlerdeki bu çekingenliğin ve azat istemezli-
ğin arkasındaki rasyonalite ise Sovyetlerdeki “üçüncü dünya” olmanın ge/rek/tirdi-
ği “üçüncü göz” ile Sovyetlerin yıkıldığında kendi üstlerine yıkılacağı sezgisi ve bu
moloz yığını üzerinde bağımsız olsalar bile bağımsızlıklarını nasıl koruyacaklarına
dair belirsizliğin getirdiği en azından sezgisel farkındalıktı. Yeni kurulan Türkî Cum-
huriyetlerle işbirliğine bu ülkelerin kapasitelerinden ve gereğinden fazla anlam
yükleyen rical-i-devlet ve özellikle Turancı çevreler kurdukları hayal büyüklüğün-
de hayal kırıklığı yaşadılar. Bu hayal kırıklığı -hangi yüksek düzeylerde dillendiril-
miş olursa olsun- “XXI. yüzyılın Türk asrı” olacağı ya da “Adriyatik’ten Çin Seddi’ne
kadar Türk dünyası” şeklindeki hamasî açıklamaların “yersizliği” ve “zamansızlığı”
ile örtüştü. Yine de bu söylem ve arkasındaki zihniyet özel önem atfedilen Türk
Dünyasından Sorumlu Devlet Bakanlığı, Türk Kültür ve Sanatları Ortak Yönetimi
Ocak 2011

(TÜRKSOY) ve Türk İşbirliği ve Kalkınma İdaresi Başkanlığı (TİKA) ile somutlaştırı-

72
ÇANKAYA’DA İLK ÜÇ YIL

lırken bir nebze pekiştirilebildi. 1992’de dönemin Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın


girişimleriyle Türkî Cumhuriyetlerdeki gelecek nesillerin seçkinlerini eğitmek üze-
re “Büyük Öğrenci Projesi” başlığı altında on bin kadar üniversite öğrencisine Tür-
kiye kapılarını açarken Kazakistan’da Ahmet Yesevi (1992) ve Kırgızistan’da Manas
(1995) Üniversiteleri YÖK’e bağlı olarak kuruldu. Türkiye, misafir ettiği öğrencilere
vatandaşı olan öğrencilerinden daha fazla sosyal ve maddî imkân tanımasına rağ-
men bu proje sürdürülebilir olamamış ve geçen yirmi yılda ancak 18 bin öğrenci
bu programdan faydalanmıştı. Projenin daha ilk yılında 10 bin öğrenci getirildiği
düşünülürse geriye kalan yılların toplamında ilk yılki rakamın bile sağlanamadığı
ortadadır.
Siyasal anlamda bir “Turkish Commonwealth” kurulması bağlamında atılan ilk
adımlardan birisi, 30-31 Ekim 1992’de Ankara’da toplanan Türk Dili Konuşan Ül-
keler Devlet Başkanları Zirvesi oldu. Bu Zirvenin ikincisi İstanbul’da (18-19 Ekim
1994) toplanırken üçüncüsü de Bişkek’te (28 Ağus-
tos 1995) yapıldı. Geçtiğimiz günlerde gerçekleşti-
rilen s/onuncu Zirve öncesindeki zirveler sırasıyla;
Taşkent (21 Ekim 1996), Astana (9 Haziran 1998),
Bakü (8-9 Nisan 2000), İstanbul (26-27 Nisan 2001),
Antalya (17 Kasım 2006), ve Nahçıvan’da (2-3 Ekim
2009) yapıldı. On sekiz yılda onuncu kez toplana-
bilen Zirvelerin yarısına Türkiye (üç kez İstanbul,
bir kez Ankara ve bir kez de Antalya’da) ev sahipliği
yaparken Türkmenistan “daimi tarafsızlık” statüsü-
ne gönderme ile hiçbir zirvede bu rolü üstlenmedi.
Tarihlerinden de anlaşılacağı üzere zirveler düzenli
aralıklarla da toplanamadı. Hatta zirvelerin yedinci
ve sekizincisi arasındaki beş yıl ile sekizinci ve dokuzuncusu arasındaki üç yıl, top-
lantıların Türk dünyasında beklenilen kamuoyu ilgi ve desteğine fazlasıyla gölge
düşürdü. Türk dünyasının sorunları ele alındığı ve ortak eylem planlarının değer-
lendirildiği Zirvelerde alınan kararların “tavsiye” niteliğinde olması ve bu nitelikte
bile olsa kararların hayata geçirilmesini mümkün kılacak sistem eksiklikleri, baş-
langıçta büyük heyecanla başlayan Zirvelere “havanda su dövme” imajı yükledi.
Bu “Mehteran” yürüyüşlü Zirve Diplomasisi, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün ev-
sahipliğinde Çırağan Sarayı’nda gerçekleştirilen Onuncu Zirve (16 Eylül 2010) ile
yerini daha kurumsal ilişkilere bırakmak yolunda önemli bir adım attı. Bu s/onun-
cu zirveyi dikkate değer kılan bir diğer gelişme ise 1992’deki ilk toplantısından bu
yana Rusça ve İngilizcenin yerine ilk kez müzakereler “İstanbul Türkçesi” ile yapıl-
Ocak 2011

dı. 2010 Zirvesinin en önemli kararı, Türk Dili Konuşan Ülkeler İşbirliği Konseyi’nin

73
ÇANKAYA’DA İLK ÜÇ YIL

(Türk Konseyi) kurulması oldu. Türkiye’nin eski Moskova Büyükelçisi Halil Akıncı
Konsey Sekreteri olurken faaliyet merkezi de İstanbul’a alındı. Bu gelişmeler Cum-
hurbaşkanı Abdullah Gül’ün öncülüğünde Türkiye’nin başrolünü gözler önüne
sermektedir. Her fırsatta genelde Orta Asya’ya özelde Türkî Cumhuriyetlere ver-
diği özel önemi dillendiren Cumhurbaşkanı Gül’ün Refahyol iktidarında Hükümet
Sözcülüğü yanında yürüttüğü Devlet Bakanlığının KKTC ve Türkî Cumhuriyetleri
de kapsadığını akılda tutarsak bu samimi gayretleri hiç de şaşırtıcı değildir. Za-
ten Gül, Astana’nın kuruluş yıl dönümü ve Kazakistan Cumhurbaşkanı Nursultan
Nazarbayev’in 70. doğum günü kutlamalarına katılmak üzere gerçekleştirdiği en
son Kazakistan ziyaretinde (4-6 Temmuz 2010) bütün Türk Cumhuriyetleri Cum-
hurbaşkanları olarak her yıl bir kez düzenli bir de gayri resmî bir toplantı gerçek-
leştirmeyi kararlaştırdıklarını ve bunu da uyguladıklarını bildirmişti. Türkiye ve
Kazakistan arasında 2009’da imzalanan Stratejik Ortaklık Anlaşması ile bu ziyaret-
lerin nasıl önemli sonuçlarla taçlandığını kavramsal-
laştırabiliriz.

Cumhurbaşkanı Gül’ün bölgeye verdiği önemi böl-


geye yaptığı ziyaretler temelinde kısa bir frekans
analizi ile ölçmemiz mümkündür. Cumhurbaşkanı
Gül, Azerbaycan’a ikisi resmî ziyaret (16–17 Ağustos
2010 ve 6 Kasım’da 2007 ), biri 9. Türk Dili Konuşan
Ülkeler Devlet Başkanları Zirvesi’ne katılmak üze-
re (2–3 Ekim 2009), günübirlik bir çalışma ziyareti
(10 Eylül 2009), Bakü’de toplanan Enerji Zirvesi’ne
katılmak üzere (13–14 Kasım 2008) üç yılda beş zi-
yaret gerçekleştirmiştir. Ayrıca Cumhurbaşkanı Gül,
Tacikistan’a (28–30 Mayıs 2009), Kırgızistan’a resmî ziyaret (26–28 Mayıs 2009)
gerçekleştirmişlerdir. Cumhurbaşkanı Gül Türkmenistan’a bir resmî ziyaret (5–7
Aralık 2007) ve bir de çalışma ziyaretinde (28–29 Kasım 2008) bulunmuşlardır.
(20–21 Kasım 2007) Gürcistan’a resmî bir ziyaret gerçekleştiren Cumhurbaşkanı
Gül, kamu diplomasisinin olanaklarından da faydalanarak Erivan’da oynanan ve
Türk Milli Takımının 2-0 galip geldiği Türkiye-Ermenistan Dünya Kupası Grup Ele-
mesi Futbol karşılaşmasını izlemek üzere (6 Eylül 2008) günü Ermenistan’ı ziyaret
etmişlerdir. Bu ziyaretlerin Kafkasya-Orta Asya ekseninde sadece Türk Cumhuri-
yetleri ile sınırlandırılmaması, Türkiye’nin bölgesinde bir barış ve istikrar adası
olması ve “komşularla sıfır problem” politikasının pratiği açısından da önemlidir.
Cumhurbaşkanı Gül, Cumhurbaşkanlığı makamının Türk Dış Politikasının şekillen-
Ocak 2011

dirilmesindeki imkânlarını kullanarak Türkiye’nin Orta Asya bölgesindeki imajının

74
ÇANKAYA’DA İLK ÜÇ YIL

güçlendirilmesini olanaklı kılmıştır. Örneğin, Kırgızistan’da yaşanan karışıklarda


Türkiye, karışıklıkların bir an önce çözümlenmesi için yapıcı bir tutum sergilerken
Cumhurbaşkanı Gül hemen ve doğrudan Geçici Yönetim ile ilişkiye geçerek akan
kanın hemen durdurulması konusunda açık desteğini sunmuştur.
Sonuç olarak, Cumhurbaşkanı Gül’ün üç yıllık Orta Asya tutumunu değerlendirdi-
ğimizde, gerek Türkiye’nin zaman içinde edindiği bölgeye özel dış politika tecrübe-
sinden gerekse de Cumhurbaşkanı Gül’ün daha önceki tecrübelerinden hareketle
artık ayağı yere basmayan hamasî söylemler yerine gerçekleştirilebilir dış politika
seçeneklerinin hayata geçirilmesi temel eksen haline gelmiştir. Bu konuda önem-
senmesi gereken diğer bir nokta da, Türkiye’nin Orta Asya ile ilişkilerini Rusya’ya
rağmen geliştirmek zorunda olmadığı da ortaya çıkmıştır. Bir yandan Türkiye’nin
Rusya ile ilişkileri neredeyse Cumhuriyetin II. Dünya Savaşı’na kadar olan döne-
minden daha kapsamlı hale gelirken Türkiye, artık komşusu ile çatışmacı bir dil
ve üslup yerine işbirliği odaklı ilişkileri hem de
Orta Asya lehine geliştirebilmektedir. Aynı şekilde
Türkiye’nin Orta Asya ve Kafkaslar özelinde İran ile
rekabetin getirdiği bir çatışmadan uzak kalması
oldukça sevindirici bir gelişmedir. Bu gelişmelerin
yaşanmasında diplomatik olanakları ve yumuşa-
tıcı ama kararlı söylemi ile Cumhurbaşkanı Gül
ön plana çıkmıştır. Bu da Türkiye’nin Orta Asya
ile ilişkilerinin sürdürülebilir olmasında ve hatta
Özbekistan ile uzunca bir süredir donan ilişkilerin
çözülmesinde bir ön adım sağlayacaktır.

Ocak 2011

75
ÇANKAYA’DA İLK ÜÇ YIL

ORTADOĞU’DA YÜKSELEN DEĞER TÜRKİYE VE


GÜL’ÜN ROLÜ

Doç. Dr. Ahmet UYSAL


Osman Gazi Üniversitesi İİBF, Uluslararası İlişkiler Bölümü
SDE Uzmanı

Ortadoğu uzun süre çıkar ve güç mücadelelerine sahne olmuştur. Bu mücadele


petrolün bulunmasından önce ticaret yolları üzerine hâkim olma çabasından kay-
naklanıyordu. Petrolün bulunmasıyla bu mücadele daha da şiddetlenmiştir. Bu
yüzden I. Dünya Savaşı ve birçok küçük savaş çıktığı gibi iç çatışmalar, darbeler ve
terör gibi birçok çatışma ve mücadele halen sürmektedir. Dünyanın en kritik ve en
karışık bölgesi Ortadoğu’da birçok güçlü devlet çatışma ve bölünmüşlüğü kendi-
si için gerekli görürken, Türkiye bölgedeki çatışmaları azaltıp huzurun ve barışın
hâkim olması için çaba göstermektedir. Türkiye ikili çatışmalara taraf olmak yerine,
dengeli bir tutum takınarak arabulucu olmaya çalışırken sorunları tırmandırıcı de-
ğil çözümüne yardımcı olmaya çabalamaktadır.

Türkiye’nin Ortadoğu’ya açılması birkaç faktörle ilgilidir. Birincisi, Soğuk Savaş


döneminden sonra dünyada ve Ortadoğu’da bir boşluk ve ihtiyaç oluşmuştur.
ABD’nin öncülüğündeki tek kutuplu dünyada eski Komünizm tehdidi ve doğu-ba-
tı bloklaşması ortadan kalkmıştır. ABD, petrol ve terör tehdidine karşı Ortadoğu’yla
ilgisini sürdürmekle beraber küresel terör, yükselen Çin, Hindistan ve Rusya yü-
zünden Orta Asya ile meşgul oluyordu. Bu ortamda Türkiye’nin uzun süre ihmal
ettiği bölge ile ilgilenme imkânı doğduğu gibi bölge halklarıyla olan tarihi ve kül-
türel bağları da buna yardımcı olmaktadır.

AK Parti Hükümeti’nin dış politikada benimsediği çok boyutlu ve komşularla so-


Ocak 2011

runsuz dış politika anlayışı özellikle Ortadoğu’da meyve vermektedir. Terör, su ve

76
ÇANKAYA’DA İLK ÜÇ YIL

sınır sorunları yüzünden komşularla uzun süre sürtüşmeli geçen ilişkilerde ciddi
bir düzelme görülmüştür. Bu politikaların en açık örneğini Suriye oluşturmaktadır.
1990’larda teröre verdiği destek yüzünden savaşın eşiğine gelen Türkiye-Suriye,
ilişkileri Türkiye’nin dostluk ve güven telkin eden politikaları ile tam tersine dön-
müştür. Diğer bölge ülkeleri ile de benzer yakınlaşmalar olmuştur. Özellikle Irak’ın
topraklarında gözü olmadığını ve bütünlüğünü istediğine ikna etmiştir. Bush Yö-
netimi döneminde İran’a karşı Sünni blok oluşturulması fikrine de yanaşmayıp
İran’la daha dengeli ilişkilerini sürdürmüştür.

Türkiye’nin Ortadoğu’ya yaklaşmasında ekonomik nedenler de önemli yer tutmak-


tadır. Körfez ülkelerinden yatırım için sermaye çekme düşüncesinin yanında yak-
laşık 300 milyon nüfusa sahip olan ve daha çok
tüketici özelliğine sahip Arap ülkelerinde pazar
bulma çabası, İslam Kalkınma Bankası’ndaki gö-
revinden dolayı Abdullah Gül’ün özellikle Kör-
fez sermaye çevrelerini yakından tanıması ayrı
bir avantaj olmuştur. Türkiye’nin ekonomik ge-
lişme ihtiyacı hem yeni pazarlara açılmasını ge-
rektirmiş hem de bölge ülkelerine göre daha sa-
nayileşmiş olması da bölgede kendi ürünlerine
pazar bulmayı kolaylaştırmıştır. Hatta bu durum
tarım ürünleri için bile geçerlidir. Zaten büyük
oranda çölleşmiş olan Ortadoğu’da son yıllarda
kuraklığın artması tarımı olumsuz etkilediğin-
den bölgeye tarım ürünleri bile satılmaktadır.

2002 yılı sonunda AK Parti hükümete geldiğinden bu yana Ortadoğu’da birçok so-
runun çözümü için çaba göstermiştir. Daha başa geçmeden ABD’nin Irak işgalini
yakın bir tehlike olarak önünde bulmuştur. Gül’ün Başbakanlığı ve sonra Dışişleri
Bakanlığı döneminde önce bu işgalin gerçekleşmemesi için büyük çaba göster-
miştir. Irak’a komşu ülkelerin toplanıp Saddam Hüseyin’in elinde kitle imha silahı
olmadığını açıkça göstermeye ikna edilmesi ve ABD’nin işgalden vazgeçirilmesi
konusunda çalışılmıştır. İşgalden sonra Irak içinde başlayan direniş ve iç çatışma-
lar karşısında Irak’ın bütünlüğünün korunması konusunda ciddi katkıları olmuş-
tur. Bu katkılar Irak’taki Şii ve Sünni, Türkmen, Kürt, Arap gibi toplumsal kesimler
arasında güvenin ve anlayışın artırılması konusunda olmuştur.

Türkiye’nin demokrasisi, ekonomik kalkınması ve bölge sorunlarına ilgisi ile


Ocak 2011

Ortadoğu’da ciddi itibar görmesine ve prestijinin artmasına yardımcı olmuştur.

77
ÇANKAYA’DA İLK ÜÇ YIL

Aşağıda daha detaylı inceleyeceğimiz gibi Ortadoğu’da ciddi bir demokrasi eksik-
liği olması ve bölge için İslam ile demokrasiyi birleştiren bir model olma ihtimali
çok önem taşımaktadır. Ayrıca, petrol ülkeleri dâhil olmak üzere Arap ülkelerinde
yaşanan ekonomik sorunlar ve yoksulluk, Türkiye’nin bir ekonomik güç olarak te-
mayüz etmesine imkân vermiştir. Hem
bir bölgesel güç hem de bir arabulucu
GÜL’ÜN MISIR ZİYARETİ IŞIĞINDA olarak Türkiye’nin bölge sorunlarına (Fi-
TÜRKİYE-MISIR İLİŞKİLERİ listin ve Irak gibi) yakın ilgi göstermesi
de bölge kamuoyunda ciddi takdir
Dr. Kamal Habib toplamıştır. Özellikle İsrail karşısında
Türkiye Uzmanı, Mısırlı Araştırmacı Yazar
aciz görüntü veren Arap yönetimleri de
Türkiye’nin bölge sorunlarına desteğini
Türkiye Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Mısır’a iki günlük kabullenmek durumunda kalmaktadır.
ziyarette bulundu. Türkiye Cumhurbaşkanının altıncı defa
olarak Mısır’da bulunması, iki ülke arasındaki ilişkilerin sıkı
ve güçlü olduğu anlamına gelmektedir. İki cumhurbaşkanı Arap Kamuoyunda Türkiye ve
hemen her yıl buluşmaktadır. Abdullah Gül
Gül, hem Mısırlılara hem de bölgenin iki büyük gücü ara-
Türkiye’nin 2000’li yıllarda Ortadoğu’ya
sındaki ilişkileri bulandırmaya çalışan taraflara “Türkiye,
yeniden yönelmesi Arap kamuoyunda
Kahire’nin Arap bölgesindeki organik ve stratejik ağırlığını
azaltan roller oynamıyor” mesajı taşıyor. Türkiye Cumhur- önemli tartışmalara yol açmıştır. Or-
başkanı, özellikle Türk rolüne ilişkin, iki ülke arasındaki çe- tadoğu ile ilişkiler birçok açıdan tartı-
şitli önemli sorunları genel olarak ele alan bir röportajda, şılmıştır. Bunların başında Türkiye’nin
Mısır Al-Ahram gazetesine, soğuk savaşın demode, geçer-
müzmin bölge sorunlarına katkıda
siz sloganlar kalıntılarından kurtulmak gerektiğini söyledi.
bulabileceği düşüncesi gelmektedir.
Ziyaret, insanî bir boyut da içerdi. Türkiye Cumhurbaşka-
Türkiye’nin bölgeye ilgisinin destek-
nı, Mısır Cumhurbaşkanı Mübarek’in sağlığını ve hatırını
sordu. Ayrıca Türkiye Cumhurbaşkanı ile Cumhurbaşkanı lenmesi gerektiği birçok Arap gazeteci
Mübarek’in birlikte Harp Okulu mezuniyet törenine ka- ve aydın tarafından dile getirilmekte-
tılmaları, ziyarete kardeşlik ile insanî boyutunu biraraya dir.1 Şuun al-Awsat Dergisi, 2009 yılın-
getiren özel bir anlam ekledi. Çünkü Abdullah Gül, böyle da yaptığı bir araştırmada Türkiye’nin
bir törene katılan, ancak Arap olmayan ilk cumhurbaşkanı
Ortadoğu’da artan rolünün bölge so-
olmuştur.
runlarının çözümüne önemli katkı sağ-
layacağını ortaya koyuyordu.2 El-Şark
el-Evsat Gazetesi’nden Tarık El-Hamid, Arap yetkililere sorarak Türkiye’den bölge-
deki beklentileri sıralamıştır: Filistin meselesine katkı, İran’ın bölgeye müdahalesi-

1 Baha Ebu Kerum. “Devafı Arabiye Muhtelife Verae İhtidan el-Nemuzec el-Türki.” http://
Ocak 2011

international.daralhayat.com/internationalarticle/152981.
2 Abdülhamid el-Ensari, “Türkiye el-Cedide. Lineksibha (Yeni Türkiye’yi Kazanalım).” El-İttihad
Gazetesi. 10 Haziran 2010. http://www.alittihad.ae/wajhatdetails.php?id=53006.

78
ÇANKAYA’DA İLK ÜÇ YIL

nin engellenmesi, Türkiye laikliğini bölgeye yayması, Hamas’ın Türkiye’yi örnek al-
masının sağlanması, Türk ordusu gibi Arap ordularının (özellikle Irak ve Lübnan’da)
anayasayı korumaya özendirilmesi, (Suriye’yi fazla karışmamaya ikna etmesiyle)
Lübnan’daki rolü özellikle takdir ediliyor, Irak topraklarına (Kürtlere) karşı saldırgan
tutum almaması, Sudan’ın parçalan-
masının önlenmesi, Batı Sahra, Yemen
İki cumhurbaşkanı, gerek Lübnan’da yaşananlar gerek İran
sorunları, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE)
nükleer programıyla ilgili özellikle İsrail’in tehlikeli ve he-
adalarındaki İran işgali, Somali, terör ve
sapsız risklerinden bölgeyi uzaklaştıran ve istikrara önem
kalkınmışlık sorunlarına duyarlı olması veren birçok dosyayı tartıştı. İki cumhurbaşkanı, İran nük-
konusunda da talepler var.3 Yazar bir leer programını da ele aldı. Türkiye Cumhurbaşkanı, söz-
Arap yetkilinin “Türkiye bu sorunların konusu programa son vermek için savaş istemediğini be-
yarısını çözerse onu 500 yıl daha Sultan lirtti. Çünkü savaş, Türkiye’nin durumunu etkiliyor ve İran
Türkiye’nin komşu ülkesidir. Türkiye, İran nükleer progra-
kabul edeceğiz” dediğini belirtmekte-
mının uzlaşma ve diyalog vasıtasıyla çözülmesi görüşünü
dir.4 savunmaktadır. O, her halükârda bölgenin nükleer silahsız
El-Rey Gazetesi’ne göre, Türkiye mer- olmasını istiyor ve Mısır’ın bakış açısı da böyle.
kezi bir devlettir ve Ortadoğu bölge- Tabii ki, iki cumhurbaşkanının görüşmeleri, özellikle El Fe-
sinin çoğu yerinde jeopolitik varlığı tih ve Hamas’ı barıştırma kapsamında Filistin sorununu,
sözkonusudur. Bölgenin bütün dos- Gazze Şeridi üzerindeki ambargonun kaldırılmasını ve iş-
gale son verme meselelerini de içerdi. ABD’nin bu yıl bit-
yalarına aktif olarak siyasi diyalog yo-
meden görüşmelere başlanmasını istediği, ancak İsrail’in
luyla katılmalıdır ve bölge ülkeleri ile yerleşimleri dondurarak uzlaşma konusunda ciddi oldu-
yüksek derecede ekonomik ilişki kur- ğunu göstermeden Filistinlilerin bunu kabul etmeyecekle-
ması gereklidir.5 Lübnanlı Profesör Paul ri müzakere edildi.
Salim’e göre ise, Türkiye’nin kamplaş- Afganistan ve orada yaşananlar, iki cumhurbaşkanının gö-
maları desteklemeden bölgede istikrar rüşmelerinde gündeme geldi. Özellikle iki ülke Dışişleri ba-
siyaseti izlemesi takdir edilmektedir.6 kanları, Vietnam savaşı dâhil Amerikan tarihindeki en uzun
savaşın gölgesinde (Afganistan savaşı 105 ay, Vietnam Sa-
Türkiye’nin Arap-İsrail çatışmasına ve
vaşı ise 103 ay sürmüştür), ISAF kuvvetlerinin gelecek yıl
Filistin ve Irak sorunlarına katkıda bu-
çekilme ihtimalini kolaylaştırmak için, devlet yönetimini
lunacağı belirtilmektedir.7 Afganlara devretmeye zemin hazırlayan Afganistan’daki
Bazı yazarlar ise Türkiye’nin bölgeyle Uluslararası Kabil Konferansına da katıldı. Cumhurbaşkanı
Abdullah Gül, Kahire’ye altıncı ziyaretiyle, Türkiye’nin, Filis-
ilgisi dolayısıyla birçok sorunun çözü-
münde Türkiye’nin katkı yapacağı bek-
lentisinin abartılı olduğu düşünülüyor.

3 Tarık El-Hamid, “Türkiye! Hazihi Kaimet el-Talebat.” El-Şark el-Evsat. 13 Haziran 2010. http://www.
aawsat.com/leader.asp?section=3&article=573652&issueno=11520.
4 Tarık El-Hamid, “Türkiye! Hazihi Kaimet el-Talebat.” El-Şark el-Evsat. 13 Haziran 2010. http://www.
aawsat.com/leader.asp?section=3&article=573652&issueno=11520.
5 El-Re’y. 14 Kasım 2009. http://www.alraimedia.com/Alrai/Article.aspx?id=166389.
Ocak 2011

6 El-Re’y. 14 Kasım 2009. http://www.alraimedia.com/Alrai/Article.aspx?id=166389.


7 El-Re’y. 14 Kasım 2009. http://www.alraimedia.com/Alrai/Article.aspx?id=166389.

79
ÇANKAYA’DA İLK ÜÇ YIL

Özellikle rejim taraftarı gazeteciler Türkiye’nin bölgeyi yönlendirmeye çalıştığı ve


liderlik yapmaya çalıştığını dile getirmektedirler. Suudi yazar Baha Ebu Kerum’a
göre, Türkiye’nin bölgeye ilgisi tamamen insanidir, bir liderlik kaygısı ile değil.8
Milliyetçi Arap düşünür Azmi Bişara, Türkiye ile Arapların ittifakının çok önemli
olduğunu ancak Arapların isteklerini Türkiye’ye empoze etmemeleri gerektiğini
söylemektedir.9 Türkiye’nin bölge sorunlarına katılması, olumsuz yaklaşılan İran’ın
rolüne alternatif olarak desteklenmektedir.
Türkiye’nin Filistin sorununa ilgisi eski-
tin sorunuyla ilgili özel dosyada, özellikle Mısır’ın yetkin ve lere gitmesine rağmen özellikle 2008
makbul roller oynadığını vurgulamak istedi. Davos Olayı’ndan sonra Filistin soru-
nu konusunda Arap liderlerin yapa-
Türkiye, dünyanın farklı bölgelerinde organik güçlerle iliş-
kilerinin sağladığı stratejik konumuyla AB üyeliğine yönel- madığını yapması konusunda göze
mektedir. çarpmaktadır. Önceleri Filistinli taraflar
ile İsrail arasında arabuluculuk tartış-
İsrail’le ilişkilere gelince, Türkiye cumhurbaşkanı, “İsrail, ne
yapması gerektiğini biliyor” dediği gibi,  İsrail’in Marma- ması gündeme gelmişti. Bu süreçte
ra gemisi hakkında hatalı davrandığını, özür dilemesi ve Hamas’ın Türkiye’nin Kıbrıs sorunun
uluslararası bir soruşturma kabul etmesi gerektiğini belirt- çözümünde benimsediği yöntemi
miştir. benimseyebileceğini ve uluslararası
İki ülke arasındaki ikili ekonomik ilişkilere gelince, 2007 anlaşmaları tanıyabileceğini belirtmiş-
yılından beri Türkiye-Mısır arasında serbest ticaret bölge- tir.10 Yine Lübnan milletvekili Nawaf El-
si vardır. İki ülke arasındaki ticaret boyutu da 3.5 milyar Musevi, Filistin sorununda Türkiye gibi
dolara ulaşarak 3 kat büyümüştür. 2012 yılında bu rakam büyük ve bölgesel ve uluslararası itti-
5 milyar doları aşacaktır. Mısır’da bulunan 205 Türk şirke-
faklara dayanmadan, barış ve güvenlik
tinde binlerce Mısırlı çalışmaktadır. Mısır’daki Türk yatırım
için batı ülkelerine bel bağlamayarak
boyutu da, 1.5 milyar dolara ulaştı.
komşularıyla iyi ilişkiler kurabileceğini
Davutoğlu’nun söylediği gibi, Suriye ve Lübnan’dan çıkan göstermektedir.11
araba, Mısır’dan geçip Fas’a ulaşacaktır. Çünkü ekonomi,
ülkeler arasında siyasal, kültürel ve sosyal ilişkiler kurma-Gazze Konvoyu’na İsrail saldırısından
nın gerçek giriş yoludur. sonra Türkiye’nin Filistin sorununun
çözümüne katkıda bulunabileceği sık-
ça gündeme gelmiştir. Bu olayda Türk
gönüllülerin can kaybına uğraması da algıda farklılık yaratmıştır. Türkiye’nin Filis-
tin davasına desteği diğer Arap ülkelerinin sözlü desteği gibi algılanmış ve sonu-
ca etkisi sınırlı olmuştur. Ancak Gazze konvoyunda kan dökülmesi somut bir şey

8 Baha Ebu Kerum, “Devafı Arabiye Muhtelife Verae İhtidan el-Nemuzec el-Türki.” http://
international.daralhayat.com/internationalarticle/152981.
9 Azmi Bishara, “The Arabs and Turkey.” Al-Ahram Weekly 10 Haziran 2010. http://weekly.ahram.
org.eg/2010/1006/op11.htm.
Ocak 2011

10 El-Irak lil-Cemi. 4 Haziran 2010. http://www.iraq4allnews.dk/news/10917-2010-06-04-02-56-27.


html.
11 El-Beled. 6 Haziran 2010. http://www.albaladonline.com/html/story.php?sid=107467.

80
ÇANKAYA’DA İLK ÜÇ YIL

yapıldığını da göstermiş ve özellikle bu sorunda İsrail Hükümeti’nin dünya kamu-


oyunda zor durumda kalması da başarılı görülmüştür. Örneğin, Lübnan Eski Baş-
bakanı Selim el-Hass, Özgürlük Konvoyu’nun boşa gitmediğini çünkü Gazze’nin
kurtulması ve Filistin sorununun çözülmesi için yeni bir yol açtığını söylemiştir.12
Ürdünlü yazar İsa el-Şuaybi de benzer şekilde Türkiye’nin Filistin için yaptıklarının
yeterli olduğunu ve geliştirebileceği, Arapların yatırımlarını Türkiye’de yapması
gerektiğini, İsrail ile mücadelede siyasi, diplomatik, medya ve hukuki yolların so-
nuna kadar kullanılması gerektiğini vurguluyordu.13 Türkiye’nin rolünün övülme-
si yayında Türkiye’nin Filistin sorununu tek başına çözmeyeceği ve beklentilerin
daha makul olması konusunda Arap kamuoyu uyarılmıştır.14
AK Parti’nin iktidar olmasıyla birlikte Türkiye İslam ülkelerinde ve Ortadoğu’da de-
mokrasi tartışmaları alevlenmiştir. Özellikle İslam-demokrasi ve İslam-laiklik tar-
tışmaları gündeme gelmiştir. Türkiye’nin göstermelik bir demokrasiden gerçek bir
demokrasiye geçtiği şeklinde yorumlanmıştır. 2007 yılında yaşananlar ve bu süreç
sonunda AK Parti’nin yeniden seçimi
kazanması ve Gül’ün Cumhurbaşkanı
olması etrafında ortaya çıkan tartışma-
lar özellikle göstermelik bir demokrasi-
ye sahip olan Mısır’da çok ciddi yankı
uyandırmıştır. 2005 yılında El-Cezire
televizyonu Türkiye’de gerçek gücün
askerde olduğunu ve parlamentonun
pek bir yetkisi olmadığını vurguluyor-
du.15 Ancak, 2010 yılında ise Mısır’da-
ki El-Düstur gazetesinde AK Parti’nin
askerin siyasetteki etkisini azalttığını,
genel hürriyetleri genişlettiği belirtili-
yordu…16
Mısır’da etkili Ahram Stratejik Araştırmalar Merkezi Müdürü Abdülmun’im Said’e
göre Türk demokrasisi, aşırı laiklikten ve askerin siyasi rolünden kaynaklanan bü-
tün eksiklerine rağmen anayasaya ve kanuna saygı, adil seçimler, seçimle başa
gelme gibi özelliğiyle Türk vatandaşlarına kendine güven kazandırarak başka fikir-

12 El-Haya Gazetesi. 6 Haziran 2010. http://international.daralhayat.com/


internationalarticle/149322.
13 İsa el-Şuaybi. “Maza fi Vus’i Erdoğgan.” El-Gad 6 Hazıran 2010. http://www.alghad.com/index.
php?article=17657.
14 Baha Ebu Kerum. “Devafı Arabiye Muhtelife Verae İhtidan el-Nemuzec el-Türki.” http://
international.daralhayat.com/internationalarticle/152981.
Ocak 2011

15 El-Cezire. 23 Nisan 2005. http://www.aljazeera.net/NR/exeres/20589211-8460-40E7-9A5A-


68BC9F2F002A.htm.
16 El-Düstur. 21 Ocak 2010. http://dostor.org/politics/middle-east/10/january/20/3634.

81
ÇANKAYA’DA İLK ÜÇ YIL

lere saygı duymaya başlamıştır.17 AK Parti hükümeti, ekonomik başarıları yanında


sivil hak ve özgürlükleri de geliştirmiştir.18 Türkiye deneyiminden alınacak en büyük
ders, AK Parti’nin büyük oranlarda halk desteğini kazanmasını bilmesidir.19 Hatta
Davos olayı bile demokratik kamuoyu duyarlığının göstergesi olarak algılanmıştır.20

Arap kamuoyunda Türkiye’den dersler alınması gerektiği sıkça dile getirilmiştir.


Türkiye’nin demokrasisi sayesinde 1 Mart Tezkeresi ile ABD’nin Türkiye üzerinden
Irak topraklarını işgale izin vermemesi, Arap kamuoyunun Türkiye’nin deneyimin-
den yararlanması gereken en önemli derstir.21 Milliyetçi düşünür Azmi Bishara’ya
göre bölge standartlarıyla Türkiye gerçek bir demokrasidir ve AK Parti Arap dünya-
sındaki gibi devlet partisi (tek parti) olmaya çalışmamaktadır.22

Türkiye’de asker-sivil ilişkilerinde demokratikleşme yönünde bir gelişme sağlan-


dığı sıkça dile getirilmiştir. Bu durum özellikle
askeri rejimlerin ağırlıklı olarak hüküm sür-
düğü Ortadoğu’da önemli bir gelişme olarak
algılanmaktadır. Bu yüzden, MGK’da askerin
kararlarını icra kararları olmaktan çıkartıp
tavsiye kararlarına dönüştürmesi AK Parti’nin
en kritik icraatı olarak yorumlanmıştır.23 Azmi
Bishara’ya göre ordu ve yargı Türkiye’de laik-
liğin koruyucusu gibi hareket ediyor ve hü-
kümete direniyorlar.24 Bu durum demokratik
sürece engel olarak görülmektedir.

Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanı olması Arap


dünyasında demokrasi adına önemli bir ge-
lişme olarak görüldü. Hana Ubeyd’e göre

17 Abdülmun’im Said. “El-Tefkir fil-Tecrübet el-Türkiye Merra Uhra.” El-Şark El-Awsat. 19 Eylül 2007.
http://www.aawsat.com/leader.asp?section=3&article=437749&issueno=10522.
18 Azmi Bishara. “The Arabs and Turkey.” Al-Ahram Weekly 10 Haziran 2010. http://weekly.ahram.
org.eg/2010/1006/op11.htm.
19 Ziya Raşvan. “Zaviye Uhra – Mahalliye – lin-Nazar fil-Tecrübe el-Türkiye.” El-Şuruk. 5 Temmuz
2010.
20 Azmi Bishara. “The Arabs and Turkey.” Al-Ahram Weekly 10 Haziran 2010. http://weekly.ahram.
org.eg/2010/1006/op11.htm.
21 Azmi Bishara. “The Arabs and Turkey.” Al-Ahram Weekly 10 Haziran 2010. http://weekly.ahram.
org.eg/2010/1006/op11.htm.
22 Azmi Bishara. “The Arabs and Turkey.” Al-Ahram Weekly 10 Haziran 2010. http://weekly.ahram.
org.eg/2010/1006/op11.htm.
23 Ahmed Casim. “Hel Yestefidu el-İslamiyyun minel-Tecrübet el-Türkiyye.” 4Hahda.com. 14
Ocak 2011

Temmuz 2010. http://www.4nahda.com/node/54.


24 Azmi Bishara. “The Arabs and Turkey.” Al-Ahram Weekly 10 Haziran 2010. http://weekly.ahram.
org.eg/2010/1006/op11.htm.

82
ÇANKAYA’DA İLK ÜÇ YIL

Türkiye’de ordu Cumhurbaşkanlığı makamı aracılığı ile etkili oluyordu ve siyaset


üzerinde veto gücü vardı.25 Bu değişince sivil otoritenin gücünün arttığı ima edili-
yor. Türkiye ile Arap toplumlarındaki sivil-asker ilişkileri de sıkça karşılaştırılıyordu.
Doğu birliği fikrine inanarak Türkiye ve İran’ı da bunun içinde gören Mısır’ın önem-
li milliyetçi düşünürü Hasaneyn Heykel, Türk modelinin Araplarınkinden farklı ol-
duğunu düşünmektedir. Örneğin, Türk ordusunun köklerinin becerikli yeniçeriliğe
dayanırken, Mısır ordusunun köklerinin ulusal harekete dayandığını savunmuş-
tur.26 Ama demokratik hükümet olduğu için bugün Türk ordusu bir kriz içindedir,
ama Mısır ordusu ise yönetimdeki ağırlığını sürmektedir.27
Türkiye’nin Ortadoğu’ya ilgisi Arap kamuoyunda birçok açıdan olumlu karşılanmış-
tır. Lübnanlı yazar Baha Ebu Kerum’a göre Türkiye’nin Arap dünyasında yeniden rol
oynamasını çok farklı düşüncelerle önemseyenler var: a) İran’ın önünü kesmesi, b)
Bölgede İsrail’i dengelemesi, c) Ilımlı İslam’ın bölgedeki İslamcı hareketlere örnek
olması, d) Ekonomik nedenlerle Türkiye ile stra-
tejik ortaklık kurulması e) İç dinamiklere dayan-
mak yerine Arapları içinde bulundukları krizden
çıkaracak bir kurtarıcı bulma düşüncesi.28
Türkiye’nin Ortadoğu’ya açılması da birçok
nedenle açıklandı. Kuveyt merkezli el-Rey
Gazetesi’ne göre, ABD iç sorunlarıyla ve Afga-
nistan ile uğraşırken Türkiye bölgede bu boşlu-
ğu doldurmaya çalışıyordu.29 Ayrıca, ekonomik
kalkınmasına gerekli olan enerji ihtiyacını kar-
şılamak için İran ve Arap komşularıyla iyi geçin-
meyi tercih ediyordu.30 Türkiye’nin bölge liderliği
konusu da genelde olumlu karşılanmıştır. Türkiye üzerine birkaç kitabı bulunan
Muhammed Nureddin’e göre, Türkiye’nin bölgedeki varlığı Araplar için bir tehdit
değildir.31 El-Ezher Üniversitesi’nin Gazze Şubesi siyaset bilimcilerinden Naci Sadık
Şarrab’a göre, yönetici elitlerin iradesi ve uluslararası prestiji ile Türkiye bölgesel
rol oynama imkân ve gücüne sahiptir.32 Lübnanlı Hasan Cuni, Türkiye’nin bölgede-

25 Hanna Ubeyd. “Türk Deneyiminde İslami ve Modern Seçenekler.” Ahram 8 Eylül 2007. http://
acpss.ahram.org.eg/Ahram/2001/1/1/ANAL814.HTM.
26 El-Mısri el-Yeym. 21 Ekim 2009. http://www.almasry-alyoum.com/printerfriendly.
aspx?ArticleID=230205.
27 El-Mısri el-Yeym. 21 Ekim 2009. http://www.almasry-alyoum.com/printerfriendly.
aspx?ArticleID=230205.
28 Baha Ebu Kerum. “Devafı Arabiye Muhtelife Verae İhtidan el-Nemuzec el-Türki.” http://
international.daralhayat.com/internationalarticle/152981.
29 El-Re’y. 14 Kasım 2009. http://www.alraimedia.com/Alrai/Article.aspx?id=166389.
Ocak 2011

30 El-Re’y. 14 Kasım 2009. http://www.alraimedia.com/Alrai/Article.aspx?id=166389.


31 El-Re’y. 14 Kasım 2009. http://www.alraimedia.com/Alrai/Article.aspx?id=166389.
32 Naci Sadık Şarrab. “Türkiye ve Mucibat el-Devr el-İklimi.” El-Vatan. 06 Haziran 2010.

83
ÇANKAYA’DA İLK ÜÇ YIL

ki etnik ve mezhepsel kavgaları önleyebileceğini savunur.33 Ayrıca, nüfusu, ekono-


mik gücü, coğrafi konumu, tarihi mirası, stratejik derinlik politikası ve medeniyet
anlayışı ile bu rolü destekleyebilecek durumda olduğu belirtilmiştir.34

Arap Kamuoyunda Abdullah Gül


Gül, akademik kariyerinin yanında
uzun süre dış dünya ile yakından il-
GÜL VE ERDOĞAN AKDENİZ’DEN KÖRFEZ’E giliydi. 1980’lerde İslam Kalkınma
ARAPLARIN KALBİNDE
Bankası’nda görev yaptığı gibi, siyasi
Dr. Velid Rıdvan kariyeri boyunca da (Refah Partisi dı-
Türkiye Uzmanı, Suriyeli Araştırmacı Yazar şişlerinden sorumlu genel başkan yar-
dımcılığı ve Refah-Yol Hükümeti’ndeki
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül modern çağda Arap ve Müs- görevleriyle) dış politikayla yakından
lümanların kalplerine en fazla yaklaşmış Türk şahsiyetler-
ilgili oldu. Avrupa ve Amerika’daki bir-
den biri sayılıyor. Suriye’ye ilk ziyareti 2002’nin son günle-
çok kuruluşlarda yaptığı konuşmalarla
rinde gerçekleştiğinde Beşşar Esad’a sözü şu olmuştu:
parti görüşünü anlattı. Dolayısıyla bu
“Babalar ve dedeler gitti, şimdi biz yeni nesiller için Arap
dönemde dış dünyada görünürlük ka-
ve Türklerin Selçuklu ve Osmanlı dönemlerindeki ortak
zandı.
tarihlerini kuşatan ve özümseyen daha iyi bir gelecek inşa
etmek için buradayız” 2002 seçimlerinde AK Parti’nin iktidar
2003’ün ortalarından 2007 yazına kadarki dışişleri bakan- olması ve Recep Tayyip Erdoğan’ın si-
lığında genel olarak Arap-Türk ilişkilerinin, özel olarak da yasi yasağı dolayısıyla da Gül’ün Baş-
Türkiye-Suriye ilişkilerinin bölgesel ve uluslararası gruplar bakan olması Ortadoğu’da oldukça
önünde savunulmasını önemseyerek gözeten bir rol oyna- dikkat çekmişti. Meşhur Şark ül-Evsat
dı.
Gazetesi’nde önemli Arap aydını Fehmi
Bu olumlu rol üzerine Cumhurbaşkanı Gül ve Başbakan Re- Hüveydi, 22 Aralık sonuçlarını “seçim
cep Tayyip Erdoğan ile her buluşmasında Beşşar Esad şunu devrimi” olarak tanımladıktan sonra
söyler: “Suriye zor zamanında yanında kimin durduğunu
Gül’ün Başbakan olmasının iyi gitme-
unutmaz”
yen Türk-Arap ilişkilerini geliştirebi-
Bir siyaset düşünürü ve araştırmacısı olarak benim kişisel leceğini öngörüyordu.35 11 Eylül’den
görüşüme göre Cumhurbaşkanı Gül Türkiye’deki demok-
hemen sonra Amerika’daki Bush yöne-
rasi ve laikliğin sadece medya ile değil insani medeniyet-
timinin ortaya attığı Büyük Ortadoğu
le de uyumlu büyüleyici bir resmini sunmuştur. Suriye’de
Projesi’yle (BOP) ilgili olarak, Türkiye sa-
mimi biçimde bölgede demokrasinin
gelişmesini destekliyordu. Bu dönem-

33 El-Re’y. 14 Kasım 2009. http://www.alraimedia.com/Alrai/Article.aspx?id=166389.


Ocak 2011

34 Naci Sadık Şarrab. “Türkiye ve Mucibat el-Devr el-İklimi.” El-Vatan. 06 Haziran 2010.
35 Fehmi Hüveydi. “Türkiye Ba’del-İnkılab el-İntihabi (Seçim Devriminden Sonra Türkiye).” El-Şark
el-Evsat. 24 Aralık 2010. http://www.aawsat.com/details.asp?issueno=8792&article=143145.

84
ÇANKAYA’DA İLK ÜÇ YIL

de Türkiye ABD’nin bölge çıkarlarını korumaya yarayan bir piyon gibi görenler de
olmuştur. Ancak ABD’nin demokrasi konusunda samimi olmadığı ama Türkiye’nin
bölge halklarının iyiliğini istediği zamanla anlaşılmıştır.

Irak, ilk dönemde önemli bir gündem maddesiydi. Türkiye’nin PKK terör kamp-
larına Irak’ta yaptığı operasyonlar Arap dünyasında Türkiye’nin Irak toprakların-
da gözü olduğu şeklinde yorumlanıyordu. Türkiye’nin Irak’ın istikrarı için yap-
tıkları Arap dünyasında oldukça önemseniyor ve yakından izleniyordu. Riyad
Gazetesi’ne yaptığı açıklamada Gül’ün bütün ülkeleri Irak’ta siyasi sürecin işlemesi
için yardıma çağırdığı duyuruluyordu.36 Türkiye’nin Irak için yaptıkları Suriye’de
bile takdir ediliyordu.37

Bu dönemde Türkiye’nin Suriye için


yaptıkları ayrıca özel önem taşıyordu.
Arap Yazarlar Birliği’nde yazarlar, şairler ve kültür adamları
Bir yandan İsrail ile Suriye arasında şu ifadede birleştiler:
arabuluculuk yaparken, bir yandan da
“Yavuz Sultan Selim 1516-1517 tarihinde Arap sınırını
Bush yönetiminin Suriye’ye saldırma- askerleriyle ilk geçen kişiyse de kuşkusuz Abdullah Gül
sını önlemeye çalışıyordu. Bu süreçte ile Recep Tayyip Erdoğan da Akdeniz’den Körfez’e kadar
Dışişleri Bakanı Gül’ün Ortadoğu’daki Arapların kalplerinden geçmişlerdir”
diplomasi trafiği dikkat çekiyordu.38 Bu Osmanlılar Viyana kapılarına iki defa askerleriyle ulaştılarsa
durum Suriye halkı ve yetkilileri tara- da Cumhurbaşkanı Gül Viyana kapılarına 2005 yılında da-
fından itiraf edildiği gibi diğer Araplar yanıp içinden geçmiştir.
tarafından da fark edilmişti.39 Bu dö- Cumhurbaşkanlığındaki ilk üç yılı esnasında da (2007-2010)
nemde Türkiye Filistin sorunuyla de genelde Arap-Türk ve özelde Suriye-Türkiye ilişkileri stra-
ilgilenmiştir. İsrail’in yaptığı baskılar ve tejik ortaklık seviyesine ulaşmış bu da II. Abdülhamid’den
beri ülkelerimizdeki her özgür ve onurlu insanın gerçekleş-
abluka hem Türk kamuoyunda hem de
mesini arzuladığı bir rüya idi. İttihatçılar 1908 yılında Arap-
hükümette rahatsızlıkların açığa çık-
larla Türkleri birleştiren İslami bağa karşı devrimi başardı-
masına yol açmıştır. larsa da Cumhurbaşkanı Gül bundan tam bir asır sonra bu
bağlantıyı yeniden tesis etmiştir.

2007 ve Sonrası
Gül’ün Cumhurbaşkanlığı seçilme süreci Arap kamuoyunda oldukça önemli yankı
bulmuştur. Bu süreçte yaşanan tartışmalarda Türkiye’de başörtüsünün yasak ol-

36 El-Riyad. 22 Haziran 2003. http://www.alriyadh.com/Contents/22-06-2003/Mainpage/


POLITICS_12989.php.
37 El-Sevra. 07 Şubat 2005. http://thawra.alwehda.gov.sy/_print_veiw.asp?FileNa
me=97265028320050207152125.
38 Şeffaf el-Şark el-Evsat. 02 Ocak 2005. http://www.metransparent.com/old/texts/pierre_akel/
pierre_akel_haaretz_uncertain_mediation_turkey_syria.htm
Ocak 2011

39 Türki Ali el-Rabiu. “Hel Setezheb Suriye ila Tarik “el-Adale” el-Türkiyye (Suriye Türk “Adaleti”
Yolunda Gidecek Mi?)” 18 Nisan 2005. http://www.syria-news.com/newstoprint.php?sy_
seq=4314.

85
ÇANKAYA’DA İLK ÜÇ YIL

masında Türkiye’nin katı laik karakterinin etkili olduğu dile getirildi. Özellikle eşi
başörtülü diye laik elitlerin Erdoğan’ı ve Gül’ü köşkte görmek istemedikleri sıkça dile
getiriliyordu. Mısır’ın resmi kanalı Ahbar Mısr’da Abdullah Gül’ün eşi Hayrunnisa Ha-
nım ile Atatürk’ten sonra ilk defa başörtüsünün Köşk’e girdiğini belirtiyordu.40
22 Temmuz 2007 seçimleri akabinde ve Cumhurbaşkanlığı tartışmaları sürecinde
Profesör Kamil El-Şerif’in El-Düstur Gazetesi’nde yayınlanan makalesi ilginç görüş-
ler ve tespitler içeriyor.41 Yazar kendisi Türk seçimlerine katılsaydı Abdullah Gül’e
oy verirdim çünkü Gül, Türkiye’nin gerçek ruhunu temsil ediyor: “İslam’a bağlı ama
çağdaş dünyaya açık, dünya barışını istiyor… Geniş bir kültüre sahip, mûtedil ve
diyaloga açık.”42 Bu dönemden sonra hem Türkiye vesayetli bir demokrasi görünü-
münden uzaklaştığı gibi, fazla Batı yanlısı görülmekten de uzaklaşılmıştır.
Cumhurbaşkanı olduktan sonra Gül diğer bölgelerin
yanında Ortadoğu ile ilişkilere özel önem vermeye de-
vam etmiştir. Bu çerçevede bölge ülkeleri ile karşılıklı
ziyaretlere önem verilmiştir. Muhtemelen Türkiye’nin
verdiği önem sırasını ve ilişkilerin yakınlığını da gös-
terecek şekilde Suriye ve Mısır ile karşılıklı dört, Suudi
Arabistan ile üç, İran, Kuveyt, Katar, Ürdün, Bahreyn,
Irak’a iki, Filistin lideri Mahmut Abbas’ın üç Türkiye
ziyareti yanında Lübnan Cumhurbaşkanı da bir kez
Türkiye’yi ziyaret etmiştir. Bu ziyaretlerle Türkiye bölge-
sel siyasi, ekonomik ve kültürel ilişkileri geliştirmeye ve
kendi gündemini anlatmaya çalışmıştır.
Mısır’da Türkiye’nin yeni rolünü kabullenmiş ve ekonomik ve diplomatik ilişkiler
artmıştır. 2007 sonunda yapılan İslam Konferansı Örgütü (İKÖ) toplantısına katılan
Mısır Ticaret ve Sanayi Bakanı Raşid Muhammed Raşid, Mısır ve Türkiye arasında
ikili ilişkilerin geliştirilmesine önem verdiğini belirten bir mektubu Cumhurbaşka-
nı Gül’e iletti. 43 Ocak 2008’de Gül’ün Mısır’a yaptığı ve Mısır kamuoyu tarafından
çok önemsenen ziyarette o günkü bölgesel sorunlar (Irak, Lübnan, İran ve Filis-
tin) konusunda işbirliği yapılmasının önemi vurgulanmıştır. Burada Gül, özellikle
AB üyeliğinin Arap ülkeleriyle ilişkilere bir alternatif olmadığını, Mısır’ın bu üyeliği
desteklediğini ve iki ülke arasında ilişkilerin çok iyi olduğuna vurgu yaptı. 44 Bu

40 Ahbar Mısr. 04 Mart 2008. http://www.egynews.net/wps/portal/profiles?params=5034.


41 Bu makale Abdullah Gül’ün Haziran 2010’daki ziyaretinden sonra 8 Haziran 2010 tarihinde
önemine binaen yeniden yayınlanmıştır.
42 Kamil el-Şerif. 2010. “Abdullah Gül.” El-Düstur. 8 Haziran. http://www.addustour.com/ViewTopic.
aspx?ac=\OpinionAndNotes\2010\06\OpinionAndNotes_issue971_day08_id242697.htm.
Ocak 2011

43 http: //www.mfa.gov.eg/MFA_Portal/ar-EG/ Press_and_Media/Political_Press_Reviews/


pressreviewar14112007.htm.
44 Arabnet. 15 Ocak 2008. http://www.arabnet5.com/news.asp?c=2&id=10856

86
ÇANKAYA’DA İLK ÜÇ YIL

açıklamasıyla Türkiye’nin bölgeye ilgisinin taktiksel değil, samimi olduğunu açık-


lamaya çalışmıştır. 2009 Mart ayında İstanbul’da Cumhurbaşkanı Gül’ün Dünya
Su Forumu’nun açılışını yapması, dünyanın her yerinden 20 devlet ve hükümet
başkanı ve 1500 gazetecinin katıldığını bir organizasyon olduğu vurgulanıyordu.
2009 Mart ayında İstanbul’da Cumhurbaşkanı Gül’ün Dünya Su Forumu’nun açı-
lışını yapması, dünyanın her yerinden 20 devlet ve hükümet başkanı ve 1500 ga-
zetecinin katıldığını bir organizasyon olduğu vurgulanıyordu.45 2009 yılı sonun-
da George Town Üniversitesi’nde İslam dünyasındaki en etkili 500 kişi arasından
Gül’ün 28. sıraya sahip olduğunu ortaya koyması Arap kamuoyunun dikkatini
çekmiştir.46 Türkiye’nin hükümetinin ve Cumhurbaşkanı Gül’ün yaptığı faaliyet ve
söylemler yakından izlenmeye devam etmiştir.
2010 Bahar aylarında Abdullah Gül’ün Umman ziyareti, ülke kamuoyunda oldukça
önemsenmiş ve “kelimenin tam anlamıyla tarihi bir ziyaret olarak” tanımlanmış-
tır.47 Bu ziyaret uzun süre ihmal edilen ilişkile-
rin yeniden canlandırılması olarak yorumlandı.
2010 Ağustos ayında Başkan Obama’nın İran ve
İsrail ile ilişkiler konusunda Başbakan Erdoğan’ı
uyardığı haberi üzerine yapılan yorumda, ABD
ve Batı Avrupa’nın eşleri başörtülü olan Erdo-
ğan ve Gül’ün başa geçmesinden pek mutlu
olmadığı iddia ediliyordu.48 Daha önceden
Batı güdümünde olarak görülen Türkiye’nin bu
imajdan sıyrılmaya başladığını işaret eden bir
durum sözkonusudur.
El-Mısri el-Yevm Gazetesi yazarı Hani Aziz, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün Mısır
ziyaretinden sonra birçok kişinin Gül’ün Mısır Cumhurbaşkanı Hüsnü Mübarek’e
yakın duruşuna şaşırdığını belirterek, Gül’ün askeri okul mezuniyet törenine çağ-
rılmasını Arap Dünya’sında misli görülmemiş bir olay olarak tanımlıyor. Yazara
göre, Türkiye mutedil ve makul siyasi güçlerin başında gördüğü için Mısır’a yakın
durmak istiyor. Bu ziyaret Türkiye Mısır’ın bölgesel liderliğine göz dikmediğini ve
onu bir ortak olarak gördüğünün işaretidir ve Batı da bu durumdan memnundur.49
Ziyaret esnasında liderlerin ikili ilişkileri geliştirme iradesini belirtmelerinden son-

45 http://www.saveegyptfront.org/news/print.php?a=19621.
46 Mashi.Com. 26 November 2010. http://www6.mashy.com/newsroom/world_news/--------321.
47 Isa el-Zedjali. 2010. “Ziyare Tarihiye lil-Reis el-Türki ila el-Saltana.” El-Saha El-Ummaniye. 18 Nisan.
http://www.oman0.net/forum/showthread.php?t=450908.
48 Subhi Zuayter. “Min Beyrut il Ankara” El-Vatan. 16 Ağustos 2010. http://www.alwatan.com.sa/
Ocak 2011

Articles/Detail.aspx?ArticleID=1802.
49 Hani Aziz. “Abdulah Gül: Ziyara fil-Gûl.” El-Mısri El-Yevm. 1 Ağustos 2010. http://www.
almasryalyoum.com/node/60335.

87
ÇANKAYA’DA İLK ÜÇ YIL

ra Mübarek, Kürt sorununda diyalogun gerekli olduğunu ve Türkiye’ye zararlı her


türlü harekete karşı olduklarını belirtmiştir.50
Özellikle Davos ve Mavi Marmara olaylarından sonra Türkiye’nin Ortadoğu’da
Mısır’dan rol kaparak liderliğe yükseldiği yönünde bazen takdir bazen de kıs-
kançlık ifade eden görüşler sıkça tekrarlanmaya başlamıştı. Genelde olumlu gö-
rülen bu düşünceler, özellikle Mısır yönetimi ve milliyetçileri arasında olumsuz
biçimde kendisini gösteriyordu. Bu endişeleri gidermek için Cumhurbaşkanı Gül,
Ortadoğu’da Türkiye ile Mısır arasında rekabet olduğu iddialarını reddetti ve rol
çalma gibi bir niyetlerinin olmadığını ve Mısır’ın bu rolünü tamamladıklarını be-
lirtti.51
Eylül 2010 tarihinde yapılan son BM Güvenlik Konseyi toplantısında Cumhurbaş-
kanı Gül’ün başkanlığı ile katılan Türkiye, oldukça aktif program uygulamıştır. Gül,
bu süreçte birçok liderle görüşmüş ve Türkiye’nin gö-
rüşlerini aktarmıştır. Özellikle İsrail Cumhurbaşkanı
Şimon Peres ile görüşmeyi reddetmesi ve başkanlık
konuşmasında dünyaya verdiği güçlü mesajlar Arap
kamuoyunda çok dikkat çekmiştir. Türkiye’nin Mavi
Marmara için İsrail’den özür istediği, İran’a yaptırım-
ların fazla etkili olmayacağını52 ve Ortadoğu’da kalıcı
barışın dünyadaki istikrarın anahtarı53 ifadesini gaze-
teler yansıtmıştır.
Son yıllarda demokrasisi ve büyüyen ekonomisi ile
Türkiye, Ortadoğu’nun parlayan yıldızı haline gelmiş-
tir. Bunda Türk Hükümeti’nin bölgeye yönelik açılım
politikaları, bölge sorunlarına gösterdiği yakın ilgi
yanında Cumhurbaşkanı Gül’ün de yaptığı aktif ziyaretler ve kabuller katkıda bu-
lunmuştur. Kısa sayılacak üç yıllık cumhurbaşkanlığı döneminde Cumhurbaşkanı
Abdullah Gül, bölgenin birçok önemli ülkesini ziyaret etmiş ve diyalog ve işbirli-
ğini geliştirmeye çalışmıştır. Önem sırasına göre birden fazla ziyaret ettiği ülke ve
bu ülkelerden ziyaretçiler kabul edilmiştir. Son BM Güvenlik Konseyi’ne başkanlık
etmesi bu güçlenen durumu yansıtır biçimde sonuçlanmıştır.

50 Ruz el-Yusuf. 22 Temmuz 2010. http://www.rosaonline.net/Daily/News.asp?id=74340.


51 El-Ahram 20 Temmuz 2010. http://www.ahram.org.eg/233/2010/07/20/25/30117.aspx.
52 Now Lebanon. 21 Eylül 2010. http://www.nowlebanon.com/Arabic/NewsArticleDetails.
Ocak 2011

aspx?ID=202597&MID=59&PID=46.
53 Now Lebanon. 23 Eylül 2010. http://www.nowlebanon.com/Arabic/NewsArticleDetails.
aspx?ID=203370&MID=59&PID=46.

88
ÇANKAYA’DA İLK ÜÇ YIL

TÜRKİYE’NİN BM GÜVENLİK KONSEYİ ÜYELİĞİ VE


CUMHURBAŞKANI GÜL’ÜN ROLÜ

Prof. Dr. Birol AKGÜN


Selçuk Üniversitesi İİBF, Uluslararası İlişkiler Bölümü
SDE Uluslararası İlişkiler Programı Koordinatörü

Soğuk Savaş sonrası dönemde Türk Dış Politikasında (TDP) gözlenen köklü deği-
şikliklerden biri Türkiye’nin hem bölgesel hem de küresel düzlemde uluslararası
politikada giderek artan şekilde aktif roller üstlenmesidir. 1980 sonrası dönemde
başlayan dışa açık ekonomik büyüme modeline uygun olarak, dış dünya ile eko-
nomik ve ticari ilişkiler ağını geliştirmeye çalışan Türkiye’nin yeni siyasi elitleri ve
bürokrasi ekonomik gelişmenin ancak istikrarlı ve güvenli bir uluslararası ortamda
mümkün olacağı gerçeğini iyi kavramış görünmektedir. Küresel sistemle enteg-
rasyon sürecinde Türkiye’nin başvurduğu en önemli stratejik enstrümanların ba-
şında ise uluslararası örgütler gelmektedir. Gerçekten de Türkiye’yi yeniden güçlü
bir bölgesel ve küresel aktör yapmaya yönelik yeni Türk dış politikasının uygulan-
masında en çok göze çarpan yönlerinden birisi Türkiye’nin uluslararası örgütlerde
giderek artan ve çeşitlenen rolüdür. Küreselleşmiş uluslararası ilişkiler şartlarında
uluslararası örgütler bir yandan Türkiye’nin uluslararası diplomaside üstlendiği ça-
tışan taraflar arasında iyi niyetli arabuluculuk rolünü kolaylaştırırken, diğer yandan
geliştirdiği çözümlerin ve yapıcı önerilerin uluslararası toplum nezdinde meşru-
laştırılmasını da sağlamaktadır. Bu sayede, Türkiye son yıllarda Avrupa, Balkanlar
ve Kafkasya ile Ortadoğu ve hatta küresel ölçekli tüm siyasi ve askeri gelişmelerde
uluslararası diplomasinin temel aktörlerinden biri haline gelmiştir.
Türkiye’nin küresel sistemde artan rolünün en önemli kanıtlarından biri de BM Gü-
venlik Konseyi geçici üyeliğine seçilmesidir. BM Güvenlik Konseyi, BM’nin altı ana
organından birisi ve belki de en önemlisidir. Öncelikli görevi küresel düzeyde barış
Ocak 2011

ve güvenliği sağlamaktır. Uluslararası toplum adına tüm ülkeleri bağlayıcı kararlar

89
ÇANKAYA’DA İLK ÜÇ YIL

almaya ve hatta güvenliği tehdit eden ülkelere karşı kuvvet kullanma ve savaş ilan
etmeye yetkili tek organdır. Tam da bundan dolayı BM Güvenlik Konseyi üyeliği
tüm ülkeler için bir prestij meselesi olarak görülür. Ülkelere uluslararası politikada
etkinliklerini artırma, diplomatik becerilerini sergileme ve barışa verdikleri önemi
gösterme fırsatı verir. Dünya siyasetinin nabzı sayılan ve en önemli güvenlik so-
runlarının tartışıldığı diplomatik bir platformda görev yapmak üye ülkeler için pek
çok diplomatik ve siyasi avantajlar sağlar.
Türkiye’nin BM Güvenlik Konseyi üyeliği kolay olmamıştır. Resmi olarak 23 Tem-
muz 2003’de başlayan adaylık süreci beş yıllık sistemli bir çalışma neticesinde
başarıyla tamamlanmıştır. Gerçekten de Türkiye’nin yarım asırlık bir aradan sonra
2008 Ekiminde BM Güvenlik Konseyi geçici üyeliğine 192 üyeden 151’inin deste-
ğiyle seçilmesi Türkiye’nin son yıllarda sergilediği pro-aktif dış politikanın en başa-
rılı sonuçlarından biri olarak görülmektedir. Aslında bu sonuç bir tesadüf değildir.
Aksine Ankara’nın sergilediği güçlü siyasi irade ile
bu iradeyi uygulayan Türk diplomasisinin yüksek
bir motivasyon ile yürüttüğü uzun, yorucu ve gay-
retli bir uğraşın neticesidir. Türkiye’nin BM Güvenlik
Konseyi’ne aday olmasına 2002 seçimleri sonrasın-
da işbaşına gelen Abdullah Gül’ün başbakanlığı dö-
neminde karar verilmiş ve daha sonra onun Dışişleri
Bakanlığı ve Cumhurbaşkanlığı dönemindeki yakın
takibi ve koordinasyonu sayesinde başarılı bir sonuç
alınmıştır. 2010 sonunda geçici üyelik süresi bitecek
olan Türkiye, BM Güvenlik Konseyi üyeliğini ulusla-
rarası ilişkilerdeki görünülürlüğünü artırmak için et-
kin biçimde kullanmıştır. Özellikle iki kez üstlendiği
birer aylık BM Güvenlik Konseyi dönem başkanlıkları süresinde uluslararası barış
ve güvenliği ilgilendiren kritik sorunların çözümünde önemli inisiyatifler üstlen-
miştir.
Türkiye’nin BM Güvenlik Konseyi üyeliğinin en kritik dönemi şüphesiz BM’nin 65.
dönem Genel Kurul çalışmalarına denk gelen 2010 Eylül ayındaki çalışmalardır.
BM üyelerinin çok büyük çoğunluğunun Devlet veya Hükümet Başkanı seviyesin-
de katıldığı görüşmelerde, Türkiye Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve Dışişleri Ba-
kanı Ahmet Davutoğlu tarafından başarıyla temsil edilmiştir. Bir anlamda dönem
başkanı sıfatıyla BM Genel Sekreteri Ban Ki Mun ile birlikte dünya liderlerine ev sa-
hipliği yapan Cumhurbaşkanı Gül, BM Güvenlik Konseyi’nin kritik bir oturumunda
doğrudan başkanlık yapmış; Genel Kurulda ise Türkiye’nin yeni küresel vizyonunu
Ocak 2011

anlatan uzun ve zengin içerikli bir konuşma yapmıştır. Ayrıca Gül, Amerikan ve

90
ÇANKAYA’DA İLK ÜÇ YIL

dünya medyasının önde gelen temsilcilerine mülakatlar vermiş; Amerika’nın en


etkili düşünce kuruluşu sayılan Dış İlişkiler Konseyinde (CFR) ve bazı üniversite-
lerde seçkin topluluklara konuşmalar yapmış, onlarca devlet başkanı ile yüz yüze
görüşmüştür.

Türkiye’nin BM Güvenlik Konseyi Dönem Başkanlığı


Performansı ve Gül Etkisi
BM Güvenlik Konseyi Dönem Başkanlığı üye ülkeler arasında alfabetik sıraya göre
belirlenmektedir. Türkiye Rusya’nın ardından ilk dönem başkanlığını Haziran
2009’da üstlenmiş, bitiminde ise görevi Uganda’ya
devretmiştir. Türkiye’nin dönem başkanlığını BM
Daimi Temsilcisi Büyükelçi Baki İlkin yürütmüştür.
Türkiye dönem başkanlığı süresince Eski Yugoslav-
ya ve Ruanda Uluslararası Ceza Mahkemeleri, Sier-
ra Leone, Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti’nde
silahlanmanın sınırlandırılması, BM Kosova Misyo-
nu (UNMIK), Gürcistan’ın durumu, BM Irak Misyonu
(UNAMI), BM Güvenlik Konseyi reform çalışmaları,
Medeniyetler İttifakı ve Afganistan oturumlarına
başkanlık yapmıştır. Bu dönemde Cumhurbaşkanı
Gül, özellikle Medeniyetler İttifakı projesine destek
vermiştir. Darfur konusundaysa Türkiye Batılı ülke-
lerden farklı olarak Uluslararası Ceza Mahkemesi-
nin El Beşir hakkındaki kararına karşı mesafeli bir
tutum takınmıştır. Nitekim Abdullah Gül Cumhur-
başkanı olarak İKÖ toplantısı çerçevesinde El Beşir’i
de İstanbul’a davet etmekten çekinmemiştir.
Türkiye’nin geçici üye olarak ikinci kez dönem başkanlığı üstlendiği Eylül 2010’da
ise Güvenlik Konseyinin gündemindeki önemli konular görüşülmüştür. Bunlar
arasında Irak, Ortadoğu sorunu, Sierra Leone gibi başlıklar yanında iki tematik ko-
nuda BM Güvenlik Konseyi toplantısı da yapılmıştır: Bunların birine Cumhurbaşka-
nı Gül, diğerine ise Dışişleri Bakanı Davutoğlu Başkanlık etmiştir:
“Barışı Sağlama, Barışı Koruma, Barışı İnşa ve Önleyici Diplomasi’ Başlıklı
BM Güvenlik Konseyi Toplantısı: Bu toplantının önemi BM tarihinde bu konuda
yapılan altıncı Güvenlik Konseyi zirvesi olmasıdır. Toplantının içeriğini oluşturan
konsept kâğıdı ve sonuç bildirgesi de Türkiye tarafından hazırlanan zirve toplantı-
Ocak 2011

sı, Türkiye adına tam anlamıyla diplomatik bir gövde gösterisi olmuş ve BM Genel

91
ÇANKAYA’DA İLK ÜÇ YIL

Sekreterinin yanı sıra içlerinde Çin Başbakanı Wen Jiabao, Avusturya Cumhurbaş-
kanı Heinz Fischer, Uganda Cumhurbaşkanı Yoweri Kaguta Museveni, Bosna Her-
sek Devlet Başkanı Haris Silajdžić, Japonya Başbakanı Naoto Kan gibi üye ülkelerin
en üst düzey temsilcileri katılmıştır. Ayrıca ABD, Fransa, İngiltere ve Rusya ise zirve-
ye dışişleri bakanları düzeyinde katılmış-
lardır. Abdullah Gül tarafından yönetilen
toplantı sonunda çatışmaları önlemeyi
ABDULLAH GÜL’E ABD’DEN BİR BAKIŞ
ve barışı korumayı amaçlayan tedbirlere
Prof. Dr. S. Waleck Dalpour
Uluslararası Ekonomi ve Strateji, Maine Farmington
duyulan ihtiyaç dile getirilmiştir. Denile-
Üniversitesi bilir ki, Cumhurbaşkanı Gül’ün şahsında
bu yılki BM toplantıları ve Güvenlik Kon-
Uluslararası ekonomi ve strateji alanında Amerikalı bir
seyi zirvesi Türkiye’nin artık dünya politi-
profesör olarak Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’e bakış açım
kasında önemli aktörlerden biri olduğu-
muhtemelen bir Türk vatandaşının bakışından oldukça
farklıdır. Elbette bunun objektif olmadığını ya da mantıklı nu tescil etmiştir.
olmadığını söylemiyorum. Türkiye’nin Cumhurbaşkanı ve BM Bin Yıl Gelişme Hedefleri ve Cum-
bir dizi kritik alanda Türkiye için çizdiği rotası hakkında çok
hurbaşkanı Abdullah Gül’ün Zirve
sayıda gözlem yapmayı diliyorum. Gayet iyi bilindiği gibi
Türkiye AB’nin bir üyesi olmak istiyor. Elbette bu henüz
Konuşması: BM’nin Genel Kurul çalış-
gerçekleşmedi ve bunun temel nedeni ise Müslümanlara maları her yıl önemli tartışmalara sahne
karşı olan önyargı ya da daha belirgin olarak Avrupa ülke- olmaktadır. Küba lideri Castro’dan İran li-
lerine olan Müslüman göçü gibi görünmektedir. (Özellikle deri Ahmedinejad’a kadar dünya liderleri
Almanya’daki) sağ kanat milliyetçilerinin yükselişi de bu BM Genel Kuruluna hitap ederek dünya
üzücü gerçeği yeterince açık hale getirmiştir. Bu Türkiye’nin
kamuoyuna kendi görüşlerini anlatırlar.
değil, Avrupa’nın kaybıdır. AB’ne üye devletlerin yakın za-
mandaki ekonomik çöküşü, AB üyeliği seçeneğini olduk-
Bu yıl 2000 yılında BM tarafından kabul
ça cazibesiz hale getirmiştir. Esasen, Türkiye ekonomik bir edilen ve özünde insanlığın açlık, fakirlik
kurşundan sıyrılmıştır. ve yaygın hastalıklardan kurtulmasını ve
Cumhurbaşkanı Gül’ün liderliği ışığında Türkiye’deki eko- gelişmekte olan ülkelerin kalkınma so-
nomik durum oldukça güçlüdür ve bu gidişat ilerlemeye runlarına çözüm bulunmasını amaçlayan
dair tüm özellikleri göstermektedir. 16 Eylül 2010 tarihli kararların onuncu yılıdır. Gül de konuş-
Wall Street Journal’a göre “Türkiye en hızlı gelişen ekono- masında bir yandan BM’nin bin yıl geliş-
milerden birisi olup, düşük enflasyonla iftihar etmekte, bir
me amaçlarına yönelik kararlarına vurgu
dizi kilit ekonomik reformları takip ederek dış yatırımı hızla
yaparken, diğer yandan Türkiye’nin küre-
arttırmaktadır.”
sel barış ve güvenliğe yönelik vizyonunu
da açıkladı. Özetle Cumhurbaşkanı Gül,
yaptığı konuşmasının içeriğinde bir yandan zengin ülkelere yalnızca kendinizi dü-
şünmeyin mesajını verirken, diğer yandan yoksulluk sorunlarıyla uğraşan az ge-
lişmiş ülkelere de yalnız değilsiniz, sorunlarınızı birlikte çözeceğiz mesajını iletti.
Ocak 2011

Küresel sorunlara da değinen Cumhurbaşkanı Gül, etkin ve samimi bir uluslararası


işbirliği olmadan terörizmle başa çıkılamayacağını vurgularken; küresel kutuplaş-

92
ÇANKAYA’DA İLK ÜÇ YIL

mayı önlemek için Türkiye ve İspanya öncülüğünde gerçekleştirilen Medeniyetler


İttifakı projesine değindi. Kitle İmha Silahları ve özellikle nükleer silahların tehlike-
sine de değinen Gül, bu konuda küresel düzeyde inandırıcı bir yayılmanın önlen-
mesi (NPT) rejiminin oluşturulmasını savundu ve bu bağlamda da Ortadoğu’da
Kitle İmha Silahlarından (KİS) Arındırılmış bir Bölge oluşturulması çağrısı yaptı.
Gül ayrıca gelişmekte olan ülkelerin kalkınma sorunlarına da değinerek, gelişmek-
te olan ülkelerin, küresel ısınma, iklim değişikliği, salgın hastalıklar ve gıda güven-
liği sorunlarının yarattığı ciddi risklere diğer ülkelere kıyasla daha fazla maruz kal-
dıklarını belirterek, tüm üye ülkelere, doğal ve ekolojik afetler, gıda kıtlığı ve salgın
hastalıklarla etkili biçimde mücadele edebilmek üzere bir “Küresel Acil Mukabele
Yeteneği” kurulmasını düşünmeye çağırdı.

Cumhurbaşkanı Gül’ün New York’ta


“En Az Gelişmiş Ülkeler Zirve Top- Cumhurbaşkanı Gül tarafından benimsenen bu ekonomik
lantısı” Başkanlığı: Türkiye son yıl- açılımlar, Türkiye’nin endüstriyel, tarımsal ve ticari tabanını
larda küresel güney ülkeleri denilen desteklemek amacıyla bir dizi somut finansal programla-
fakir ülkelerle olan ilişkilerini de hız- rı içermektedir. Bu alanlardaki gelişme oldukça hızlıdır.
Bu ve diğer nedenlerden ötürü Cumhurbaşkanı Gül, Türk
la geliştirmektedir. Nitekim gelecek
nüfusunun birçok kesimi arasında son derece popülerdir.
yıl Türkiye’de En Az Gelişmiş Ülkeler Gül’ün güçlü liderliği Türk vatandaşları için ve daha geniş
(EAGÜ) 4. BM Konferansı’nın düzen- vizyonda da bir bütün olarak ülke için birçok fırsatlar ya-
lenecektir. Sayıları 40’ı bulan EAGÜ ile ratmıştır. Bugün Türkiye, dünya çapında en yüksek eko-
nomik gelişme oranlarına sahip ülkeler (Çin, Hindistan,
2011 zirvesi öncesinde Cumhurbaşka-
Vietnam, Endonezya ve Güney Afrika) arasındadır. Bu mu-
nı Gül’ün başkanlığında New York’ta bir azzam gelişmenin nedenleri muhtemelen çeşitlidir (şimdi
ön zirve toplantısı da düzenlendi. Gül Türkiye’nin çalışkan vatandaşlarının ve Türk eğitim sistemi-
buradaki konuşmasında Türkiye’nin nin de hakkını verelim); ama temel faktör Cumhurbaşkanı
BM ve diğer uluslararası kuruluşlarda Gül’ün sağlam idaresidir.

“en az gelişmiş ülkeler” grubuna giren


halkların haklarının sonuna kadar korunacağını söyledi ve Türkiye’nin kamu ve
özel sektör vasıtasıyla sağladığı kalkınma yardımlarının1,5 milyar doları buldu-
ğunu ve bu meblağ ile Türkiye’nin dünyanın önde gelen bağışçı ülkelerinden biri
olduğunu vurguladı.

Gül’ün İkili Temasları, Medya ve Akademisyenlerle Görüşmeleri:

Cumhurbaşkanı Gül başta ABD Başkanı Barack Obama olmak üzere pek çok dev-
let adamıyla da ikili görüşmeler yaptı. Özellikle Obama-Gül görüşmesinin Irak,
PKK ve Ortadoğu barış süreci üzerinde yoğunlaştığı belirtildi. Bu arada dünya
basınında Gül’ün İsrail Cumhurbaşkanı Peres’le de görüşeceği haberleri gerçeğe
Ocak 2011

dönüşmedi. Ancak Gül İsrail’e yönelik mesajlarını Amerikan medyası üzerinden

93
ÇANKAYA’DA İLK ÜÇ YIL

vermeyi tercih etti. Medya dünyasının önemli temsilcileriyle biraraya gelen Gül
bu çerçevede Newsweek, Wall Street Journal, Associated Press, New York Times
temsilcileriyle buluştu ve PBS Televizyonu’na bir mülâkat verdi. Council on Foreign
Relations (CFR) ve Columbia Üniversitesi’nde de birer konferans verdi. Son olarak
ise ABD’deki en önemli üniversite şehirlerinden biri olan Boston’da Türkiye kökenli
bilim adamlarıyla biraraya gelerek onların birikimlerinden faydalanacaklarını ifade
etti.
Özetle, Cumhurbaşkanı Gül, Türkiye’nin BM Güvenlik Konseyi geçici üyeliğinin
sağladığı imkânları sonuna kadar kullanarak son yıllarda hem ekonomik hem de
siyasi anlamda yıldızı giderek parlayan Türkiye’yi büyük bir devlete yakışan bir
onurla hak ettiği şekilde temsil etti. Dahası gerçekleştirdiği temaslardan da cesaret
alan Cumhurbaşkanı Gül, Türkiye’nin mümkün olan en kısa zamanda BM Güven-
lik Konseyi’ne yeniden aday olacağının sinyallerini de verdi. İki yıllık geçici üyelik
sürecinde uluslararası barış ve güvenliğin sağlanması
ve ihtilafların çözülmesi anlamında son derece başarılı
bir diplomatik performans sergileyen Türkiye’nin aday
olması halinde seçilmesinin yüksek olasılık olduğunu
söylemek mümkündür.
Ocak 2011

94
ÇANKAYA’DA İLK ÜÇ YIL

HAZIRLAYANLAR

Prof. Dr. Birol AKGÜN


SDE Uluslararası İlişkiler Programı Koordinatörü

Prof. Dr. Birol Akgün 1968 Soma doğumludur. Ankara Üniversitesi, Siyasal Bilgi-
ler Fakültesinden mezun olduktan sonra, lisansüstü çalışmalarda bulunmak üzere
resmi burslu statüde Amerika Birleşik Devletlerine gitti. Burada Case Western Re-
serve Üniversitesi Siyaset Bilimi bölümünde Yüksek Lisans (1996) ve Doktora de-
recesini (2000) aldı. Halen Selçuk Üniversitesi, İİBF, Uluslararası İlişkiler Bölümünde
görev yapmaktadır.
Prof. Dr. Yasin AKTAY
SDE Başkanı

ODTÜ Sosyoloji Bölümü’nde 1990’da lisans; yüksek lisans; 1997’de de doktorasını


bitirdi. 1999 yılında Uygulamalı Sosyoloji Anabilim dalında doçent, 2005 yılında
da Kurumlar sosyolojisi Anabilim dalında profesör oldu. 1992 Eylül’ünde araştır-
ma görevlisi olarak girdiği Selçuk Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nde halen öğretim
üyesi. 2001 ve 2004 yıllarında ABD’nin değişik üniversitelerinde araştırmalar yapıp
ders veren Aktay, 1991 yılında bir grup arkadaşıyla birlikte çıkarmaya başladığı
Tezkire dergisinin ve 2002 yılında yayımlanmaya başlanan Sivil Toplum dergisinin
editörlüğünü yaptı.
Doç. Dr. Murat ÇEMREK
SDE Uluslararası İlişkiler Programı Koordinatör Yardımcısı

Doç. Dr., SDE Uluslararası İlişkiler Programı Koordinatör Yardımcısı. ODTÜ Siyaset
Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümünden Lisans (1996), Bilkent Üniversitesi Siyaset
Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümünden Yüksek Lisans (1997) ve Doktorasını (2003)
aldıktan sonra Kırgızistan Atatürk Alatoo Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölü-
münde öğretim üyesi olarak çalıştı. Collegium Budapest’teki post-doc çalışma-
ları sonrasında 2004 Eylülünden bu yana Selçuk Üniversitesi Uluslararası İlişkiler
Bölümünde çalışmaktadır. Küreselleşeme, Ortadoğu ve Orta Asya üzerine çalışan
Ocak 2011

Çemrek’in İngilizce ve Türkçe makaleleri bulunmaktadır.

95
ÇANKAYA’DA İLK ÜÇ YIL

Doç. Dr. Muhsin KAR


SDE Ekonomi Programı Koordinatörü

Doç. Dr. Muhsin Kar, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi İktisat Bölü-
münden 1992 yılında mezun olmuş ve ardından K. Maraş Sütçü İmam Üniversi-
tesi İİBF İktisat Bölümü Araştırma Görevlisi kadrosuna atanmıştır. Kar, 1994 yılın-
da YÖK bursu ile İngiltere’ye gönderilmiş, Yüksek Lisans ve doktorasını bu ülkede
tamamladıktan sonra 2000 yılında Türkiye’ye dönmüştür. K. Maraş Sütçü İmam
Üniversitesi’nde Yardımcı Doçent ve Doçent olarak uzun yıllar çalışmış olan Kar,
halen Çukurova Üniversitesi İktisat Bölümünde Doçent olarak görev yapmaktadır.
Doç. Dr. Bekir Berat ÖZİPEK
SDE Uzmanı

1989’da Hacettepe Üniversitesi Kamu Yönetimi Bölümü’nden mezun oldu. Yüksek


lisansını aynı üniversitede, doktorasını ise Ankara Üniversitesi’nde 2000 yılında ta-
mamladı. Özipek’in Muhafazakârlık: Akıl, Toplum, Siyaset ile Teorik ve Pratik Boyut-
larıyla İfade Hürriyeti (ed.) gibi kitapları ve insan hakları, ifade hürriyeti, akademik
özgürlük, din ve vicdan hürriyeti ve Türkiye’deki gayrimüslimlerin insan hakları
sorunlarını konu alan makaleleri vardır. Hâlihazırda İstanbul Ticaret Üniversitesi,
Uluslararası İlişkiler Bölümü öğretim üyesi olan Özipek, Star Gazetesi’nde köşe ya-
zarlığı görevini de sürdürmektedir.
Doç. Dr. Yusuf TEKİN
SDE İç Politika ve Demokratikleşme Programı Koordinatörü

Doç. Dr. Yusuf Tekin, siyaset bilimcidir. 1994 yılında Ankara Üniversitesi Siyasal Bil-
giler Fakültesi Kamu Yönetimi Bölümü’nden mezun oldu. Siyaset Bilimi Alanında
1997 yılında yüksek lisansını, 2002 yılında doktorasını tamamladı. 2007 yılında Si-
yasal Hayat ve Kurumlar alanında doçent oldu. Cumhuriyet Üniversitesi ve Gazios-
manpaşa Üniversitesi’nde öğretim üyesi olarak çalıştı. Halen Polis Akademisi Baş-
kanlığı Güvenlik Bilimleri Fakültesi’nde öğretim üyesidir. Osmanlı modernleşmesi,
Türk siyasal hayatı, Türk demokrasi tarihi, seçimler ve seçim sistemleri konularında
çalışmaktadır.
Doç. Dr. Ahmet UYSAL
SDE Uzmanı

İlk ve ortaöğrenimini Sakarya’da tamamlayan Uysal, Orta Doğu Teknik Üniversi-


tesi, Sosyoloji Bölümü’nde lisans eğitimi gördü. Uysal, Yüksek Lisans ve Doktora
eğitimini Amerika Birleşik Devletleri’nde bulunan Güney Illinois Üniversitesi’nde
tamamladı. Siyaset Sosyolojisi, Ortadoğu meseleleri, dış politika, medya ve siya-
set konularında araştırmalar yapan Uysal, halen Eskişehir Osmangazi Üniversitesi
Uluslararası İlişkiler bölümünde görevini sürdürmektedir.
Ocak 2011

96

You might also like