You are on page 1of 22

Amerikan bilgeliğinin Irak yazı-turası: Gücün gerçeği mi, gerçeğin gücü mü?

Galip B. İsen (*)

GİRİŞ NİYETİNE: DÜNYA EGEMENLİĞİ, DÜNYAYI “BİLME”Yİ


GEREKTİRİR
Amerika Birleşik Devletleri, gücüne ve egemenliğine tahammül edilemez bir saldırı
olarak yorumladığı 11 Eylül 2001 eylemlerinden sonra, yaklaşık bir yıl içinde iki büyük
“denizaşırı” askeri-politik operasyona öncülük etti. Afganistan’da Taliban’ ın modern
dünya için katlanılamaz özellikler taşıyan rejimini, Irak’ ta ise Saddam Hüseyin’ in fiilen
1968’den beri süren Baas diktatörlüğünü sona erdirdi.

ABD Afganistan’da geleneksel müttefiklerinin de, dünya devletlerinin ve uluslararası


örgütlerin çoğunun da en azından lafzi desteğini arkasına alabilmiş idi. Bu ortak dünya
jandarmalığı harekatı ile Taliban rejimine son verildi ama, ne El Kaide’nin başı Usama
Bin Ladin ele geçirilebildi, ne de ülkenin İslamcı despotlarıyla terör örgütü arasındaki
bağı kanıtlayan tatmin edici deliller bulunabildi. Irak işgali ise, 50 küsur yıllık
müttefiklerin birbirlerine sırt döndüğü veya çalım attığı diplomatik manevraların
sergilendiği, Batı ittifakının çatlamasa da esnediği, ABD’nin “unilateralizm”
suçlamalarına muhatab olacak ölçüde yalnız ama hareketlerinde de serbest kaldığı,
Birleşik Krallık dahil, yandaş hükümetlerin seçmenlerine rağmen hegemona destek
verdikleri, teknolojinin muharebeyi bir video oyununa çevirdiği, bombalamalardan
vuruşmalara, yıkımlardan yağmalara kadar tüm sürecin spor karşılaşması seyreder gibi
medyadan izlendiği bir askeri operasyon oldu. Kimileri Irak’taki gelişmeleri
öngörebildiler, kimileri ise son ana kadar yanlış tahminlerde bulundular.

ABD, II. Irak Harekatını uluslararası camiada meşru kılmak için bir yandan Saddam’ın
elinde tuttuğunu ileri sürdüğü toplu imha silahlarının yokedilmesi veya denetim altına
alınması gerektiği, bir yandan da Bağdat’ın 11 Eylül “suçlusu” El Kaide örgütü ile
ilişkisi olduğu ve bu terör yatağının kurutulması icab ettiği iddialarına dayanmaktaydı.
Müdahale bittikten aylar sonra bile Irak’ta nükleer, biyolojik veya kimyevi silahlar
bulunamadı. El Kaide ile Saddam arasındaki bağlantıyı kanıtlayacak ikna edici belgeler
ele geçirildi ise dahi kamuya açıklanmadı. Saddam rejimi, kağıttan bir kaplan gibi
yırtıldı. Orta Doğu, özellikle de Amerika’nın İran ve Suriye’den başlayarak global
düzenlemecilik misyonunu genleştirme niyetini belirginleştirmesinin ardından, yeni bir
dalgalanma sürecine girdi.

SİMETRİ YA DA GERÇEĞE BİLGİ İLE GEM VURMAK


ABD’ nin Irak müdahalesi, dünyada istikrarı tehdid etme riski taşıyan karışıklıkların
yaşandığı bir bölgeye entellektüel ve pratik bir “simetri aşılama” çabası gibi
nitelenebilir. Burada simetriden, bir sorunsalı (problematique) tayin eden bütün sosyal,
siyasi, teknik, psikolojik vb. ögeler, birimler ve kuvvetler arasında, belirli bir matris
(matrix) ya da bir eksenin parametrelerine atıfla, görece kalıcı, denetlenebilir,
öngörülebilir ve değiştirilebilir bir denge kastedilmektedir. Epistemoloji, yani kısaca
“bilme” biçimi açısından simetri, makrokozmosun kollektif zihindeki mikrokozmik
fotoğrafının çerçevesi sayılabilir. Evreni oluşturan ilişkiler örüntüsünün kargaşası ve
karmaşası üzerine tutarlılığa esas olabilecek bir paradigmatik1 format yerleştirme işlemi
olarak değerlendirilebilirir. Bir anlamda, belli bir zaman diliminde geçerli bir yönteme
göre, o zaman diliminde hayatın tümüne dair bilinenlerin ve bilinene dayanarak
bilinebilecek olanların erimini çizer. Dünyayı ve hayatı açıklamak amacıyla ortaya atılan
kuramların geçerlilik ilkelerini tanımlar. Temel, yani, “sorun üretmek üzere
sorulabilecek” soruların çerçevesini belirler. Soruların ve muhtemel cevapların nerede,
nasıl, hangi yöntemle dile getirileceğine klavuzluk yapar. Empoze ettiği matris ya da
eksenler doğrultusunda, kargaşanın bir düzen içinde yorumlanabilmesini sağlar.
Karmaşayı da, sorunları tanımlamak, öncelikleri kararlaştırmak ve çözümlerin
bulunabileceği çerçeveleri örgütlemek suretiyle tutarlı bir ifadeye, hatta, politik

1
Genel olarak kabul edilen, yani, yasaları, teorisi, uygulaması ve araçları ile “geçerli” olarak benimsenmiş,
tutarlı bilimsel araştırma ve praxis gelenekleri yaratan bir kurgular sistemi anlamında kullanılmıştır. Bilim
alemine kural olarak her dönemde belli bir bilim çevresinin benimsediği bir paradigma hakimdir. Rakip
kuramlar daha “iyi” açıklama getirebildiklerini kanıtlarlarsa, “normal” bilimin metodolojisini belirleyen
eski paradigmanın yerine geçerler. Uzun dönemdir bilim alanında pozitivizm ve onun ampirik metodolojisi
hakimdir. Bkz.: Thomas S. Kuhn, The Structure of Scientific Revolutions, University of Chicago Press,
1962, ss. 89-93. Sigmund Freud, Psikanalize Yeni Giriş Derslerinin (1932) “Hayat Felsefesi” başlıklı son
(35.) dersinde “kesinlikle Alman bir kavram” diye nitelediği, “dünyaya bakış” diye çevrilebilecek
Weltanschauung ile “varoluşun tüm sorunlarına kapsayıcı bir hipotez doğrultusunda çözüm veren, hiç bir
soruyu açık bırakmayan, ilgi konusu her şeyin içinde yerini bulduğu” bir “zihni kurguyu” kastettiğini
belirtmektedir. Weltanschauung, insanın kendini güvende hissetmesini sağlayan bir tutarlılığın
aracıdır.Bkz.: New Introductory Lectures on Psycho-analysis, Penguin Books, Middlesex 1979, s.193
meşruiyete ve inandırıcılığa kavuşturur. Bir başka deyişle, yola çıktığı paradigma
odağından “gerçeği”, düşünme de dahil olmak üzere, “eylemin sınırlarını belirleyen
ilişkiler ağının bütünü” bağlamında tarif ederek anlaşılabilir kılar. En azından,
anlaşılabilir ölçeklere indirgeyerek kalıplaştırır. Tabii ki bir yandan da yaşanan
“gerçeğin” ideolojisini de kurgular. Epistemolojik işlevi bakımdan, bilginin evreni
açıklayan kapsamlı bir şematiğe uygulanması anlamında simetri, “belirsizliği” ortadan
kaldırır.

Her paradigma gerçeğin hammaddesi konumundaki olguları farklı biçimde yorumlamak,


doğrular sisteminin yadsıdığı bazılarını dışında bırakmak durumundadır. İletişimsel
boyutta, bu “gerçek” mutlak ve evrensel değildir. “Diskursif”2 (discoursive) nitelik taşır
ve paradigmanın hem bağlamına (context) hem de içerdiği gizil ideolojisine görelidir.
Her simetri, gerçeği farklı bir görelilik çerçevesine atıfla kurumsallaştırır. Bu
kurumsallaşma, gerçeği o paradigma çerçevesinde “objektif” kılar3. Önemli olan,
simetrinin eyleme ve eylem planlarına rehberlik edebilecek düşünsel nirengi noktalarını
sunabilme yeteneğidir. Simetri, politika ile “bilme biçiminin”, (Weltanschaaung) yani
evreni ve içerdiği tecrübeleri kavramlaştırma yönteminin ve onun “bilimleştirilmiş”
versiyonlarının içiçe geçtiği, eylem ile bilginin, “teori ile pratiğin” kesiştiği alanı
simgeleyen bir soyutlamadır4.

Özellikle hegemonyasını dünya çapına yaydığı II. DS ertesi dönemde, ABD’nin dış
politika pratiği entellektüel boyutta “realist” kuramdan esinlenegelmiştir. Modern–
kapitalist sistemin5 egemen bilim ve düşünce paradigması olan “pozitivizmin”
2
Türkçede zaman zaman “retorik” zaman zaman da “diskur” karşılığı kullanılan “söylem” deyiminin
belirsizliği dolayısıyla bu ifade tercih edilmiştir.
3
Daha doğrusu intersubjective kılar. “Intersubjective” kavramını ilk fenomenoloji ekolünün kurucusu
Edmund Husserl kullanmış, Gurwitzch, M. Heidegger, J.P. Sartre ve C. Merleau-Ponty gibi öğrencileri
izini sürmüştür. Kavram, özetle evrenin fenomenlerin yorumuyla anlaşıldığını, subjektif yargıların kollektif
hale gelmesi sonucu objektif gerçekler varmış gibi algılandığını simgelemektedir. R.D. Laing, olguya
psikolojik açıdan yaklaşmış, The politics of experience’ ın birinci bölümünde (Routledge and Kegan Paul,
1967) gerçeğin tecrübelerin yorumuna dayandığı üzerinde durmuştur.
4
Weltanschaaung, bilim anlayışları, bilimsel bilgi – bilme biçim ve türleri ile kuramsal yaklaşımların
politik “praxis” üzerindeki yönlendirici etkisi için bkz.: Burcu Bostanoğlu, Türkiye-ABD ilişkilerinin
politikası, İmge Yayınları, Ankara, 1999, ss. 16-24, 72-74. Bostanoğlu’ nun yapıtı, politika – dünya
politikası ve epistemoloji ilişkisini teori-praxis bütünlüğü içinde veren, egemen paradigma ile egemen bilim
felsefesi arasındaki ilişkiyi ve uygulamadaki yansımalarını ilk irdeleyen türkçe yayınlardan biri ve …….
5
Immanuel Wallerstein ve Dünya Sistemi Analizi (World System Analysis) kapitalizmi salt ekonomik bir
vak’a olarak değil, toplumun tümünü kaplayan tarihi-sosyal-kültürel ve ekonomik bir bütünsel sistem
uluslararası ilişkiler alanına uygulanan versiyonu realizm de, “ideolojik arınmışlık”
tezine sarılmasına rağmen, esasen mevcut toplumsal ve siyasi düzeni veri sayan “status
quo pro” gizil ve gizli bir ideolojiyi barındırır6. Tüm positivist bakış açıları gibi,
ABD’nin uluslararası politikaya ilişkin bilim ideolojisi realizm de, kesinliklere, dünyayı
yöneten “objektif”, ampirik yöntemlerle keşfedilebilecek evrensel yasaların varlığına, bu
yasalar bilindiği takdirde, geleceği kestirmenin veya geçmişi anlamanın yanında, “iyi
toplum”a ulaşacak siyasanın da üretilmesinin mümkün olacağına inanan determinist bir
felsefe etrafına örülmüştür. Newton paradigmalarından hareket eden pozitivizm, bilimsel
çözümlemede karmaşıklıkları (complexities) farklılaştırarak ve uzmanlık alanlarına
bölerek basitleştirmeye çalışan indirgemeci” bir yöntem benimser7. Tarih bile bu
yöntemle, Boole cebrinin “0-1” ikilemesinde somutlaşan “evet – hayır ” dikotomilerine
indirgenerek yazılmaya başlamıştır. Daha komplike çözümler için de yine doğrusal
esaslı ama sınırlı olmakla birlikte sayılamayacak kadar çok ihtimali kapsayabilen “oyun
kuramı”8 veya “sibernetik-sistem kuramı” gibi referans çerçeveleri geliştirilmiştir.

Doğa bilimlerinde bile Newton çağından kalma deterministik yaklaşımların güvenilirliği


uzun süredir “non-pozitivist” epistemolojilerin ciddi sorgulaması altındadır9. Ilya
Prigogine’in10 belirttiği gibi, evrenin esas düzeni olan “karmaşıklığın” (complexity) esas

olarak ele almaktadırlar.


6
Bostanoğlu, a.g.e. ss. 72-122
7
Descartes’ten gelen iç-dış, gözlemci-gözlenen, ego-evren ayrımlarına uzanan bir objektifleştirme
uygulamasından gelen ampirisizm, herşeye rağmen, Cartesian felsefede gerçeğin uslamlamanın
(muhakemat) bir işlevi olduğunu gözardı eder. Bkz.: Erwin W. Straus, “Aesthesiology and Hallucinations”,
Existence, Rollo May (Ed.), Clarion Books, Simon and Schuster, , N.Y., 1958
Bkz.: Immanuel Wallerstein “Social change? Change is eternal. Nothing ever changes”, Address at the III
Congresso Portugue; de Sociologia, Praticas e Processos da Mudana Social, Lisboa, Feb. 7, 1996;
"Liberalism and democracy: Frères énnemis?" Fourth Daalder Lecture, Rijksuniversiteit Leiden,
Interfacultaire Vakgroep Politieke Wetenschappen, March 15, 1997; "Social science and the quest for a just
society," published in American Journal of Sociology, CII, 5 March 1997
8
Oyun Kuramı (Game Theory) etkileşimin ve örüntülerin sayısız permutasyon ile incelenmesine izin
vermesi bakımından sosyal bilimlerde pek tutulmuştur. Kuvveti ve zaafı, bireyin rasyonel davranarak
etkileşime girdiği, sosyal etkileşim “oyununun” kurallarını bilerek davrandığı gibi varsayımlara dayanır.
Bkz.: Shaun P. Hargreaves Heap, Yanis Varoufakis, Game theory, a critical introduction Routledge,
London, N.Y., 1995, ss.3-29. ancak oyun kuramı, davranışın standard rasyonaliteyi aştığı noktada işe
yaramamaktdrı. Mesela, kuram çerçevesinde Atta ve arkadaşlarının 11 eylül saldırısını nasıl icra etmeyi
“planladıkları” çözümlenebilir ama, özü itibarı ile irrasyonel olan terör davranışının çözümlemesi
yapılamaz.
9
Bkz.: Ilya Prigogine, "Science and our understanding of the world", Transition to a Global Society,
Oneworld Publications Ltd., Oxford, 1993, s. 22. Ayrıca, çağdaş bilimde epistemolojik karmaşa için bkz.:
Arran Gare, “Narratives and culture: the role of stories in self-creation”, Telos, Win. 2002, #122, ss. 89-92
10
A.g.m., ss. 19-21.
unsuru “zamanı” fiziki olguların bir değişkeni olarak hesaba katan çağdaş paradigmalar,
doğal bilimlerde kesin determinizmi kabullenmemektedirler. Matematikte "kaos kuramı"
meteorolojik olaylar, akışkanlar gibi düzensiz sistemlerin karmaşık davranışlarını
öngörmek için geliştirilmiştir. Ancak, bunun bilim tekniklerinin yetersizliğinden ötürü
değil, bizzat inceleme konusu olayların doğası gereği mümkün olmadığını saptamıştır.
Bénard' ın hidrodinamikteki eşağırlılık (equilibrium) durumu bozulan moleküllerin keyfi
davranışlarla yeni dengeler aradıklarını saptayan "İstikrarsızlık Teoremi", karmaşıklık
bilimlerine bir başka örnektir: Kristal yapılar sürekli bir dalgalanma içindedirler. Her an
öngörülmesi imkansız değişik durumlar belirebilir. Bu koşullarda iken yapıların nasıl
davranacaklarını saptamak veya kestirmek mümkün değildir11. Prigogine’e göre,
"Eşağırlılıklı iken12, madde kördür. Eşağırlılıktan uzaklaştıkça, görmeye başlar"13.
Matematik olarak, bu noktalarda, sistemler iç tutarlılıklarından sıyrılmakta ve yeni
tutarlılıklar “aramaya” adeta özerk biçimde "karar vermektedirler”. Doğrusal olmayan
(non-linear) olgulara verilen bu örnekler, deterministik kesinliklere ulaşmanın
imkansızlığını gözönüne koymaktadırlar. Immanuel Wallerstein’a göre burada “fizik ve
kimyanın tarih ile birleştikleri" ve sosyolojiyle benzeştikleri bir bilme alanı ortaya
çıkmaktadır.

ABD’nin Irak operasyonuna dönülürse: “Bölgeyi NBK silahlardan arındırmak,


terörizmin belini kırmak, demokrasiyi getirmek” tarzı retorik ile desteklenen
simetrizasyon, realizmin soruları dışarıda bırakmak pahasına sorunları basite indirgeme
yönteminin sağladığı iç tutarlılığından kaynaklanan deterministik felsefi netliğine
rağmen, dünya politikasında Bénard’ ın fizikte saptadığına benzer bir istikrarsızlık
getirmişe benzemektedir. Amerika’nın empoze etmeye çalıştığı politik ve epistemolojik
simetri, görülebildiği kadarı ile, dünya politikasını oluşturan ilgi ve bilgi alanını ancak
parçasal olarak kapsayabilmekte, karmaşıklığın önemli bölümünü açıkta bırakmaktadır.
“Gerçeği” ABD’ nin tanıma ve tanıtma biçimi ile, politik düşünce ve eylem tarzlarını
göreli olarak kurgulayacağı diğer dünya politikası aktörlerinin yorumları arasında fark
bulunduğu açıktır. Burada praxis alanına yansıması kaçınılmaz olan entellektüel sorun,

11
Prigogine, a.g.m., ss. 19-21.
12
Bunu, yazının perspektifi çizgisinde, “simetrik düzen içindeyken” diye okumak da mümkündür.
13
Prigogine,1993: ss. 20-21
farkın yapısal mı, konjonktürel mi olduğudur. Soğuk savaş boyunca ABD hegemonyası
ekseninde billurlaşan weltanschaaung tercihleri, farklı dünya taleplerinin çatalağzına mı
gelmiştir? Yoksa geçici bir kriz mi yaşanmaktadır? Karmaşıklıktan anlam çıkarılması
söz konusu ise, kargaşayı yürürlükteki dünya sisteminin içindeki asimetrinin gölgelerini
izleyerek çözmeye çalışmakta yarar vardır. Arnold Toynbee’ nin (1934) altını çizdiği
gibi, uygarlıklar14 “barbar akınları” gibi dış nedenlerle değil, kendi içlerinden
kaynaklanan işlerlik bozukluklarından15 dolayı yokolurlar16. Dolayısıyla, mevcut
sistemin dinamosu ABD’ nin karmaşaya simetri yükleme işlemine yakın bir göz atmak
gerekir.

SOĞUK SAVAŞ ERTESİ “KARMAŞIKLIK”:


DÜZENDEN KARGAŞAYA DOĞRU MU?
“Karmaşıklık” (complexity) kavramı, bir etkileşim alanındaki varlıkların ve kuvvetlerin
aralarındaki ilişkinin taraflar ve gözlemcilerce anlaşılamaz hale geldiği noktadan/andan
itibaren oluşan durumu açıklar. “Üstün-karmaşıklık” (supercomplexity) ise, karmaşıklık
içinde, en basit, karşılığını herkesin bilebileceği kadar kolay görünen sorulara bile ait
olduğu bağlamlar yumağının ilintilerinden doğan belirsizlikler dolayısıyla anlamlı
cevabın verilemediği durumu tanımlar17.

Tarihçi John Gaddis’ in “uzun barış” adını verdiği soğuk savaşın “idea” düzeyinde veya
fikirler planında sunduğu en büyük kolaylık, birçok yazarın da katıldığı gibi “düzenli bir
dünya” mefhumuna imkan vermiş olmasıdır. Güç dengesi18 içinde birbirlerini denetleyen
iki kuvvet ekseninde simetri arzeden iki kutuplu bir dünya, aynı zamanda “biz” ile
“onların”, iyi ile kötünün, ak ile karanın ayrıştırılabildiği net ve açık şemalarla
anlaşılabilen bir dünyadır19. Uluslararası İlişkiler kuramcısı Kenneth Waltz, 1970’ lerde
14
Burada sistemlere indirgeyerek düşünmekte pek sakınca olmasa gerekir
15
Bunu da entropy gibi nitelemek pek hatalı sayılamaz
16
Arnold Toynbee, A study of history – the genesis of civilizations, Oxford University Press, N.Y. 1962, ss.
61-62
17
Ronald Barnett, Beyond all reason – Living with ideology in the university, SRHE and Open University
Press, Buckingham, 2003, p. 24. Bu arada, gündelik dilde “kargaşa” ve “karmaşa” nın yer değiştirerek
kullanılmasının yarattığı anlam kargaşasına da dikkat çekmekte yarar vardır.
18
Güç dengesi, realizmin anahtar kavramlarından biridir.
19
Bkz.: Richard Neil Lebow, “”The long peace and the end of the cold war and the failure of realism”,
International Organization # 48, v.2, Spring 1994; Richard K. Ashley, "The Poverty of Neorealism",
International Organization, V. 38, 2, Spring 1984
çift odaklı bu dünyanın “sergilediği” politik istikrara biraz da şaşkınlıkla bakmış ve
beklenen nükleer savaşın bir türlü patlamamasını “iki kutupluluğun çok kutupluluğa
(multipolarity) göre daha barışa yatkın bir ortam yarattığına” bağlamıştır. Hatta, sistemin
yerini çok kutupluluğa “bırakması”20 vukuunda, uluslararası ilişkilerde doğacak
gerilimleri de ancak “çift-kutuplumsu” bir denge içinde nükleer gücün amorti
edebileceğine inanmıştır. Bu felsefenin ardında ise – diğer faktörlerin de bir miktar hakkı
verilmekle birlikte – üstüngüç (superpower) olabilmenin temel şartının “son kararı
verdiren” askeri güçte yattığı inancı mevcuttur21.

Soğuk savaş istikrarı ya da “çift kutuplu denge” iddialarına pozitivizmin dünya


politikasına yansıması gibi bakınca dönemin ideolojik güdülenmesinin ampirik boyutu
sayılabilecek “çevreleme” (containment) politikasının esasen iki tarafın da egemenlik
alanlarındaki göreli hegemonyalarını kesinleştiren bir siyaset aracından ibaret olduğu
ortaya çıkmaktadır. Korku ve korkuya dayalı “denge”22, iki tarafta da önderlerin
müttefiklerini çizgide tutmalarını kolaylaştırmıştır. Uzun barışın Waltz’ ı şaşırtan yarım
asırlık başarısının, aslında, karşılıklı menfaata gayet uygun bir düzenin sürmesinden
kaynaklandığı da görülebilmektedir23. Soğuk savaşın bitmesiyle ise, realistlere göre
uluslararası sistemin kabusu, “anarşi” yani ortalığa düzen verecek güç veya dengeli
(polarize) güçlerin bulunmadığı bir kargaşa ortamının “yeniden” doğması24 endişeleri
dile getirilmeye başlamıştır. Nitekim, realist -pozitivist bir yazar, politika alanındaki 50
küsur yıllık tecrübesinden sonra Berlin duvarı yıkıldığında “1939 veya arada kalan yıllar
yerine 1989’da yaşamaktan duyduğu memnuniyet” ifade etmiştir. Buna rağmen yine de,
20. yüzyılın son yıllarında Batı bilim ve teknolojisinin Batılı olmayan toplumların
çözülmesine yolaçtığını, bu şekilde beliren kültürler arası fiziki yakınlaşmanın Batıda
zaten varolan güvensizlik duygusunu ve tahammülsüzlüğü kışkırtabileceği endişelerini
de seslendirmekten geri kalmamıştır25. Yazara göre, “soğuğu da dahil” her büyük savaşın

20
Waltz’un öngörüsü 1990 dan itibaren yaşanan duruma, aynı zamanda da, dünyada yeni kutup (çıban?)
başlarının aranmaya başladığı döneme tekabül etmektedir.
21
Lebow, a.g.e., ss. 253, 258, 256
22
Soğuk savaş retoriğinde “dehşet dengesi”
23
Bkz.: Bostanoğlu, 1999: ss. 257-258,259
24
Bkz.: Richard Crockatt The fifty years war, Routledge, London, N.Y., 1996Crockatt, 1996: s. 7
25
Michael Howard, “Cold war, chill peace: Prospects for order and disorder”, The global agenda – Issues
and perspectives 4th Ed., C.W:Kegley Jr., E.R. Wittkopf (Eds.), 1995, s. 152
arkasından bir “soğutulmuş barış” (chill peace) dönemi yaşanır. Savaş sırasında rafa
kaldırılan bir çok kaygı ve sorun barış sırasında yeniden gündeme gelir26. Bu yaklaşım,
temel endişelerden kaynaklanan “acilci” perspektifler yaratmanın simetrik bir dünya
görüşüne ne derece elverişli olduğunun da bir başka göstergesidir. Tersine doğru da,
simetri o perspektif ve korkuları beslemektedir.

MEDENİYET İHRACATI, MEDENİYET OLMAZSA İSTİKRAR,


DERKEN “MEDENİYETLER ÇATIŞMASI”
Rafta bekleyen kaygı ve sorunlar hayli ağırlık taşımış olmalıdır ki, soğuk savaş sonrası
dünyanın belirginleşmesine ilişkin öngörülerinde Samuel Huntington (1993) ünlü
makalesinde “kriz ve kan dökmenin (yeni) flaş noktaları olarak” “medeniyetler
arasındaki” fay hatlarının soğuk savaştaki politik ve ideolojik cephelerin yerini almaya
başladığını savunmuştur: Artık uluslarararası politikanın münhasıran27 Batılı evresi sona
ermektedir. Odağa, Batı ile Batılı olmayan medeniyetler ile, ikincilerin kendi
aralarındaki ilişkiler yerleşmektedir. Soğuk savaşın “birinci, ikinci, üçüncü dünya”
ayırımı, ulusların politik, ekonomik sistemleri ya da gelişme düzeyleri gibi kıstaslara
göre sınıflanması terkedilecek, çok daha gerçek ve temel bir esasa, birbirinden tarih, dil,
kültür, gelenek ve en önemlisi din açısından ayrılan medeniyetlerine göre kategorize
edilmeleri gerekecektir28. Büyük yankı uyandıran bu makale, yazarına göre ve sık sık da
yanlış anlaşılmıştır. Huntington, medeniyetler arasında çatışmalar çıkmasını
vaz’etmediğini özellikle belirtmektedir. Tezi, soğuk savaş sonrasında çıkacak
çatışmaların politik, ideolojik, ekonomik değil, kültürel ağırlık taşıyacağı savında
düğümlenmektedir29. Son paragrafta Batı hegemonyasının medeniyetler karşıtlığının
olası riskleri karşısında korunmasına yönelik reçeteler içerse de, bir kitabın da temelini
oluşturan 1993 makalesi, içeriği itibarı ile “çelişkileri körükleme amacında değildir”30.

26
Howard, a.g.e., s. 153
27
“Exclusively” karşılığı, Osm.
28
Samuel Huntington, “The clash of civilizations? The next pattern of conflict”, Foreign Affairs
Summer93, Vol. 72 Issue 3, ss.22-42 1993.
29
Samuel Huntington, “The clash of civilizations- a response”, Millenium, Journal of International Studies,
V.26, # 7, 1997, s. 141
30
“Global çatışma formu olarak ideolojik ve diğer çatışmaların yerini medeniyetler çatışması alacak, tarih
boyunca Batı medeniyetinin kendi içinde oynanan bir oyun olan uluslararası ilişkiler, giderek Batılılıktan
arındırılacak ve Batılı olmayan medeniyetlerin artık sade nesneler değil, aktörler olarak yeraldıkları bir
niteliğe bürünecektir”. Huntington, Clash of... , s.42; Response... : s. 141
Dünyada ilk def’a, 1990 ların ikinci yarısında hem çok kutuplu hem de çok uluslu bir
devletler sistemi geçerlilik kazanmıştır. Global savaşlara yolaçabilecek en muhtemel ve
en tehlikeli tırmanma nedeni farklı medeniyetlere ait gruplar arasındaki çatışmalardır.
"The West and the Rest"31 diye formüle ettiği bu çatışmada Batının karşı eksenini İslami
ve Konfuçyen devletler oluşturacaktır32.

Erken soğuk savaş ertesi dönemin fikriyatını Huntington kadar dalgalandıran bir başka
yazar da Francis Fukuyama’ dır. “Tarihin sonu” tezinde Fukuyama, sık atıflarda
bulunduğu Hegel’in yanısıra Comte, Spencer, Marx ve diğer filozofların da
benimsedikleri “kesintisiz tarih” savını bir başka boyuttan yorumlamıştır: İnsanlığın
“evrensel” bir tarihi söz konusu ise bu sosyal sürecin varabileceği son nokta,
“insanoğlunun ideolojik evriminin uc noktası” ve “insan yönetiminin nihai şekli” olan ve
bu nitelikleri dolayısıyla “tarihin sonunu” belirleyen liberal demokrasidir33.

Gerek Huntington, gerek Fukuyama ve başka aydınlar, uzun barışı takiben ortaya çıkan
düzenine pek de “tek kutuplu” imiş gibi bakmamaktadırlar. Tamam, ortada yegane super
güç olarak ABD kalmıştır ama, uluslararası politikadaki etkinliği de o kadar mutlak
değildir. Etkili olmaya karar verdiğinde de Balkanlardaki gibi gecikebilmekte, veya
Somali’ deki gibi toptan vazgeçebilmektedir. Avrupa, krizlere birlik halinde anında
refleks göstermketen acizdir. Tek tek devlet politikalarında ise 19. yüzyıldaki kadar ben-
merkezli olmayı sürdürmektedir. “Modernize olduğu” farzedilen Uzak Doğu, kesinlikle
modern kampta sayılan Japonya da dahil, mucize beklentilerini gerçeğe çeviremediği
gibi, sarsıcı bir ekonomik bunalımın kucağına sürüklenmiştir. Sovyet İmparatorluğu,
yani, “İkinci Dünya” dağıldığı halde bir üste terfi edemeyip hala aynı adla anılan
“Üçüncü Dünya” ise, mutad kargaşalarının birinden diğerine yuvarlanmakta,
değişmeyen sorunlarına değişmeyen çözümsüzlükler üretmeyi sürdürmektedir.

31
Huntington Rest’i kapitalize etmişti
32
Huntington, Clash of... s.42
33
Francis Fukuyama, The End of History and the Last Man Penguin, 1992
önsöz
Soğuk savaş yıllarında Amerika’nın ve Batının Üçüncü Dünya ile ilişkilerinin odak
noktası “istikrar” olmuştur. ABD’nin, bir bakıma da tüm Batı blokunun giderek
“uluslaraşırı” nitelik kazanan çıkarları, bir ucu ekonomiye, diğeri güvenliğe uzanan iki
boyutlu bir politik praxis izlemiştir. Amerika, İkinci Dünya Savaşı sonunda salt yıkılan
Avrupa ve Japonya’ nın değil, Üçüncü Dünyanın da refaha kavuşmasını öngörmüştür.
Böylece, modernist ideolojiye yatkın birimlerden oluşan, merkezinde kendisinin
konumlandığı ittifaklarla yürütülen istikrarlı bir dünya düzeni kurulmasına öncülük
edebileceğini ve çıkarlarını böyle güvence altına alacabileceği hesaplamıştır34. Bu
çerçevede 1950’ lerden itibaren Üçüncü Dünyada ABD öncülüğünde Batılı iktisadi ve
sosyo-politik değerlerin aşılanması veya benimsetilmesi yoluyla istikrar kurmaya
yönelik bir “modernizasyon” projesi uygulamaya konmuştur. Programın bir ayağı
ekonomik modernizasyon veya iktisadi kalkınma, diğer ayağı da modern siyaset
usullerinin yerleştirilmesi, yani, “demokrasinin tesis edilmesinden” oluşmaktadır35.

Wallerstein’ in36 “Batının değişen dünyanın kavramlarıyla başa çıkabilmek için


uydurduğu bir terim” diye nitelediği modernizasyon, Gill ve Law’ un (1988) ifadeleriyle,
az gelişmiş ülkelerin büyük çoğunluğunun hiçbir zaman anti-kapitalist olmamasını
sağlamış; dolayısıyla işlevini bir ölçüde yerine getirmiştir37. “Karşılaştırmalı siyaset
bilimi” diye de adlandırılan modernleşme kuramı ve uygulaması, Wallerstein’e göre,
Avrupa kökenli kapitalist dünya ekonomisinin merkez (core) devlet yapılarını
güçlendirirken, periferik devletleri dışarıya karşı zayıflatma ihtiyacından doğan bir
icad”, Batılı olmadan da “ilerleme” sağlanabileceğini öngören “antiseptik ve içeriksiz”
bir kavramdan ibarettir38.

34
D. Michael Shafer, Deadly paradigms: The failure of U.S. Counterinsurgency policy, Princeton U.Press,
Princeton N.J, 1988, s. 80
35
Bostanoğlu, a.g.e., 110, 113-116,221
36
I. Wallerstein, "Sosyal Bilim Nereye Gidiyor?", Tarih Risaleleri, M. Özel, Ed., İz Yayıncılık, İstanbul
1995, s. 244
37
Bkz.: Bostanoğlu, a.g.e.: s. 317
38
I. Wallerstein, a.g.e. 1995: 244-246; “The Rise and Future Demise of the Capitalist World System:
Concepts for Comparative Analysis”, http://courses.nus.edu.sg/course/socsja/SPCnotes/Wallerstein.html,
2000
Politik modernizasyon, "devlet inşa etmeyi” de (state building) kapsamıştır39. Teorik
açıdan, modern rasyonaliteyi benimsemek geleneksel toplulukların teknik sorunları
aşarak sanayileşmelerini sağlayacak, demokrasi de bu sürecin bir parçasını
oluşturacaktır. İstikrar, çoğulcu yönetimlerin, katılımcı çok partili siyasi düzenin,
temsili demokrasinin, hukuk devletinin, rekabetçi politika ve ekonomilerin, ideolojiden
arınmış düşünce biçimlerinin yerleşmesi ile oluşacaktır. “Modern” Üçüncü Dünyanın
politikada da kendiliğinden “hür dünya”, yani, Amerika safında duracağı varsayılmıştır.

Aydınlanma felsefesinin ilkelerinden yola çıkarak Batılı yaşam ve düşün biçimlerinin


Üçüncü Dünyaya aşılanmasını öngören politik modernizasyon kuramı da, hayalleri de
hüsran ile sonuçlanmıştır. Aralarında Türkiye’ nin de bulunduğu bir çok ülke, özellikle
de ABD’ nin geleneksel arka bahçesi Latin Amerika, 1960’ların ikinci yarısından ve
1970’lerden itibaren dizi darbelere, isyanlara, devrimlere, devrim girişimlerine, karşı
devrimlere, dış yardımların bir türlü ayağa kaldıramadığı emek yoğun ekonomilere,
toplumsal yaşamın her alanında, tuhaf şehirleşme süreçlerinin de hızlandırdığı vahim
eşitsizliklere, krizlere, yaygın, zorbalıkla içiçe yürüyen yolsuzluklara ve antidemokratik
gelişimlere boyun eğmiştir. Periferi için, devlet aygıtlarının teknik yönden zayıflaması40
hukuksuzluk ve zorbalık alanında güçlenmelerine ve zorbalıklarına engel teşkil
etmemiştir.

DİKTATÖRLERE DERS:
DEMOKRASİ, DEDİĞİMİ DERSEN DOĞRUDUR
Modernizm, demokrasi tesis etme macerasının başarısızlığı üzerine politik vurgusunu
demokrasiden düzen kavramlarına, “sağlam ve istikrarlı” devlet yapıları geliştirmeye
kaydırmıştır. Bu kayma, teorik planda, yani “bilme” biçiminde de bir rota değişikliği ile
eşzamanlıdır. Nitekim “siyasi gelişmecilik” (political development) tezinin müellifi
Huntington, siyasi modernizasyonun demokrasi, ulusal bütünleşme, istikrar ve yapısal
farklılaşma gibi ögelerle tanımlanan "devlet inşa etme" sürecinin şehirleşme,
okuryazarlığın artması, toplumsal hareketlilik gibi modernite göstergeleri ile bağımlı

39
Bkz.: Bostanoğlu, a.g.e;p. 107; Kate Manzo, "Modernist Discourse and the Crisis of Development
Theory", Studies in Comparative International Development, V. 26, No: 2 Summer 1991; ss. 3-13).
40
Wallerstein, 2000, a.g.e.
olmadığını ve birlikte gelişmelerinin hiçbir şekilde gerekmediğini yazmıştır. Bu
dönemde gelişme kavramı da daha “nötr” sayılan “değişme” deyimine yerini bırakmaya
başlamıştır41. Politik modernite, sistemin “krizlerle başa çıkabilme becerisine”
indirgenmiştir42. O zaman da ABD çıkarları açısından hem teoride hem uygulamada
öncelikli kaygı Üçüncü Dünyada siyasi istikrarın güvence altına alınması haline
gelmiştir. Açık toplumun yarattığı sorunları çözecek olgunluğa erişmeyen topluluklarda
modernizasyon “politik talep ve faaliyet düzeyinin azaltılması”, yani, baskı altına
alınmasıyla sağlanacak istikrar ortamında daha kolay gerçekleşebilecektir. Huntington
özgür olmadan da düzen içinde yaşanabileceği ama düzensiz özgürlük olamayacağı
kanısındadır: “Öğrenciler ve keşişler devlet yönetemezler ama albaylar yönetebilirler”43.
Kesselman (1973), salt iktisadi kalkınmayı değil, Batılı anlamda hukuk üstünlüğüne
dayalı demokrasiyi de “hür dünyanın” standard rejimine dönüştürme iddiasından yola
çıkan ABD kökenli modernizasyon tezlerinin ulaştığı noktayı şu ironik gözlemle
saptamaktadır: "Siyasi gelişme (kuramının) literatürü ... diktatörler okulunda ders kitabı
olarak okutulabilir" 44.

SİMETRİ İLE YAPILAMAYAN POLİTİKA:


GÜÇ VE GERÇEK İLİŞKİSİNE “ALTERNATİF” BİR BAKIŞ
Sosyal teorinin dünya politikasıyla sınırlı alanındaki şu küçük gezinti, (mecburi) eklektik
çizgisine rağmen, soğuk savaş dönemindeki iki kutuplu eksenin politik epistemolojiye,
yani evrene ilişkin zihni şemalara “sorun dışı” (unproblematic), kesin ve net çizgileriyle
karmaşıklıktan uzak bir biliş uslubu45 yaratacak felsefi-kuramsal içeriklerle yansıdığını
ortaya koymaktadır.

Dünyayı bir eksene göre ikiye bölüp, diğer unsurları da o eksene oranla konumlandırarak
değerlendiren realizm gibi pozitivist kuramlar aynı zamanda evreni bu doğrultuya uygun
sürekli bir düzen perspektifinden gözler ve gösterirler. Bu zihni tutumun siyasi eyleme
41
Samuel P. Huntington, Political Order in Changing Societies, Yale University Press, New Haven and London,
1968, ss 5, 34-36
42
Bkz.: Bostanoğlu, a.g.e.
43
Bkz.: Bostanoğlu, a.g.e., ss. 114-116, 118
44
Bkz.: Bostanoğlu, a.g.e: ss. 116-126
45
Bkz.: Galip İsen, Veysel Batmaz, Ben ve toplum, Om Yayınları Psikoloji Dizisi, İstanbul, Aralık 2002,
ss. 130-132).
yansıması ise, gerektiğinde veya düzen bozulduğunda, basit, yalın ve sade teorik
çerçevelere atıfla oluşturulan siyasa ilkeleri ve pratikleri ile düzeni yeniden sağlamaya
dönük uygulamalar bağlamında belirir. ABD’nin soğuk savaş boyunca Üçüncü
Dünyadaki hemen hemen her darbeyi desteklemesinin ardında yatan politik güdülenme,
bu mantıktan kaynaklanmaktadır46.

Soğuk savaş ertesinde zihinlerden Doğu-Batı ekseninin silinmesiyle, politika teorilerinin


karmaşıklığın ayırdına vardıkları izlenebilmektedir. “Kutup“un düşünce ve eylemi
kısıtlayan, bağlayıcı bir zihni paragon olarak ortadan kalkması ile çok boyutluluğun,
dolayısıyla da çok talepliliğin egemen olduğu bir dünyaya geçilmiştir. Kuramlar da bu
gelişmeye paralel, bütün beşeri unsurların ve varoluşların farklılıklarını, özgüllüklerini
ve özelliklerini gözetecek, kapsayacak, yerine göre de kabullenecek biçimde
çeşitlenmişlerdir47. Uzun süredir sosyal teorinin merkezinde yeralmakla birlikte, 1990
sonrasında dünya politikası literatüründe de ilgi çekmeye başlayan “eleştirel”
yaklaşımların entellektüel sonuçlardan biri, dünyanın da onun sahne olduğu politik
olaylara ilişkin açıklamaların da “bağlam bağımlı” (contextual – context dependent)
karakter taşıdıklarının artık yadsınmamasıdır48. Hayatın uluslarlarası politika boyutunun
da, realist-simetrik zihni çerçevelerden taşan düşünsel ve yaşamsal (experiential)
açılımlarıyla pozitivizmin sadeleştirilmiş, yalın ve standardize ölçülebilirliklerine
sığmayan, yalın değil, hayli girift örüntüler, belirsizlikler ve bazan da bağdaşmazlıklar
içeren karmaşık bir bütün oluşturduğu kabul edilebilir bir bilimsel sav statüsüne
yükselmiştir. Bir başka deyişle, gerçeğin “yeni” tanımında karmaşıklık öğesi önemli bir
yer tutmaktadır49. Politikanın entellektüel pratiği açısından yeni durumun anlamı ise,
“herkesin haklı olduğu, en azından haklılık iddia edebileceği bir dünya” diye
özetlenebilir. Usame Bin Ladin’in direktifinde yürütüldüğü iddia edilen 11 Eylül 2001

46
ABD’nin başlangıçta olumlu değilse bile “ılımlı” tepki verdiği darbeler arasında gizli patronluğunu
Camal Abdül Nasır’ın yürütttüğü Mısır’ daki General Necip ihtilali de bulunmaktadır. Nasır, “Üçüncü
Dünya” deyiminin ilhamı Bağlantısızlar Hareketinin de üç kurucusundan biridir. Bkz.: Peter Mansfield, A
history of the Middle East, Viking, Middlesex, 1991 ss. 241-242.
47
Postmodernizmin narratiflerle ilişkisi bağlamında bkz.: Gare, a.g.e., s. 80; ayrıca kruamlardaki
çeşitlenme için bkz. Bostanoğlu, a.g.e.
48
Bkz. Gare, a.g.e., s. 90
49
Bkz.: Jef Huysmans, “James Der Derian: the unbearable lightness of theory”, The future of international
relations – Masters in the making, I.B. Neumann, Ole Waever (Eds.) Routledge, Kent, 1997, s. 337.
Ayrıca, Prigogine, a.g.e. ve Wallerstein, a.g.eserler
terör eyleminin ardından, Amerika’da bile pek çok yazarın bu konuda “kurban”
konumunda görünen ABD’ni (de) kınamaları, haklılık “yelpazesinin” ne derece geniş
olabildiğini göstermektedir. Mesela, James Der Derian (2002), 11 Eylül konusunda söz
etmenin “yurtseverlik, ideolojik veya dini bir vaziyet alışta çok sağlam durmayanlar
için” entellektüel açıdan imkansız hale geldiğini yazmaktaydı. Oysa, realistler, hatta
Michael Ignatieff gibi normalde sistemin davranışlarını sorgulayan yazarlar bile eylemi
neden ve sonuçlarıyla birlikte lanetlenecek kadar açık ve net bir “iyiye karşı şer” ekseni
üzerinde göstermekte idiler50. Bu koşullarda bir sosyal bilimci olarak yorumda
bulunmak, konuşmak güçleşmekteydi. Terör eyleminin kökeninde yatan nedenler ya da
politik niyetler ahlaki gerekçelerle veya olayın istisnai niteliği öne sürülerek
bastırılmakta, sessizliğe zorlanmakta idi. Herşeyi “şerre” çullanarak ve bu şerrin nasıl
yeryüzünden silineceğini tartışarak açıklamak kaabil hale gelmişti51.

Öte yandan gücün ve erkin “objektif”, gözlenebilir, ölçülebilir kategoriler değil, dil ve
fikirler çerçevesinde, yorumsal (hermeneutic) kurgular (constructs) olarak incelenmesi,
dünyayı ikili karşıtlıklara indirgeyerek ele alan soğuk savaş diskur, retorik ve
ideolojisinin ne yalın bir dünya portresi çizdiğini sergilemekteydi. “İyi” ya da “kötü”,
realist yöntemle basite indirgenip, “biz veya onlar” denkleminin dar pozitivist
çerçevesininde sıkıştırılmak yerine, bağlamı içinde, göreli kavramlaştırmalar olarak
incelenmek zorundaydı. Dünyayı tanımlayan “gerçek”, özünde “metinlerarası”
(intertextual) idi. Tek gerçek, dolayısıyla tek (simetrik) doğru değil, gerçeğe ilişkin
çakışan ve çatışan pek çok anlatımın, yani, “öykünün” kavşak noktalarında ortaya çıkan
gerçekler, ve onlardan kaynaklanan muhtelif değerler manzumeleri politik kuram ve
eylemlere yön vermekte idi52. Der Derian, 11 Eylül olgusunun bir anda istisnai biçimde
tarihin dışına taşındığını (exceptional ahistoricity) belirterek, olayın karmaşıklığına şöyle
dikkat çekmekteydi: “11 Eylül her iki tarafça dile getirilen kutsal savaş retoriği, medya
ve internette sanal bir ağ mücadelesi, denizaşırı yörelerde, havaalanlarımızda,
50
Bkz.: Jef Huysmans, “James Der Derian: the unbearable lightness of theory”, in: The future of
international relations – Masters in the making, I.B. Neumann, Ole Waever (Eds.) Routledge, Kent, 1997,
s. 337
5140
James Der Derian, 9.11: Before, After, and in between,
http//www.ssrc.org/sept11/essays/der_derian.htm
52
Bkz.: Huysmans, a.g.e. ss. 340, 342
şehirlerimizde hatta evlerimizde yürütülen bir yüksek teknolojik gözetleme savaşı, ve
Kaide ile Talibanın liderlerini öldürüp destekçilerini ürkütmek için hava akınlarıyla,
limitli operasyonlarla sürdürülen kirli bir karşı terör ve karşı ayaklanma savaşı da dahil
olmak üzere, eski ve yeni çatışma biçimlerinin bir bileşkesidir”53. Der Derian bu
bakışıyla tümel yaşamsal (experiential) bağlamına oturtulduğunda, indirgenerek basit
gibi gösterilen gerçeğin bellli bir yorumunun örüntüler içinde nasıl karmaşıklık
arzettiğini vurgulamaktaydı. Bu esasi karmaşıklığın da bir “kutsal teslis (trinity)”
bağlamında, “uluslararası düzen – global serbest piyasalar ile demokratik egemen
devletler – sınırlı insani müdahale “ üçgeninde basite irca edildiğini göstermekteydi54.

Tarihi, bağlam-bağımlı bir metodoloji ile yorumlamak, “mission civilatrice” ve


modernizasyon kuramlarından başlayıp, “tarihin sonu” ve “medeniyetler çatışması”
kurgularına eklemlenerek gelişen bir teori – pratik – siyasa zincirinin, dünyayı
karmaşıklıktan arındıran simetrik, kolay anlaşılır, basit bir teori kurgusuna
yerleştirmenin, kurgulanan eksenin “ait olduğumuz” tarafına iyiliğin, karşısına da şerrin
temsilcisi yaftasını asmanın öz itibarı ile bilim(sellik) ile politikanın içiçe geçtiği bir
bilme yöntemi olduğunu belirginleştirmektedir. Soğuk savaşın sonundan Irak’ ın işgaline
kadar uzanan çizgide ABD siyasetinin arka planda sezinlenebilen bir güdülenmesinin de
karmaşıklığın üzerine fikirler planında bir “düzen” oturtmak olduğu görülmektedir.
Bunun da ABD’nin ve politik rotayı onun doğrultusunda tutanlar için “bizim düzenimiz”
olacağı belirginleşmektedir. Der Derian (2000), işine gelince teknik üstünlük
anlatılarına, sıkışınca da kutsal savaş retoriğine yaslanan bu çatışma türüne “erdemlilik
savaşı - virtuous war” adını vermektedir. ABD, “erdemlilik savaşını” aslında 9-11 den
çok önce formüle etmiştir. Şimdi, son çare olarak, biraz ardındaki söylem, biraz da sanal
ortamla giderek organik hale gelen giriftliği dolayısıyla, “virtual” –sanal– kavramına da
göndermede bulunarak adlandırılan bu kurguyu “sınırlarını yeniden güvenli hale
getirmek, hegemonyasını sürdürmek ve uluslararası politikaya adalet değilse de bir
nebze düzeni geri getirmek” için pratikte de benimsemiş görünmektedir55.

53
Der Derian, a.g.e.
54
Bkz.: Der Derian a.g.e.
55
Bkz.: Huysmans, a.g.e.
İŞ IRAK’A GELİNCE...
Bu durumda, doğası itibarı ile en basitmiş izlenimini veren soruların dahi kolayca
cevaplanamadığı bir üstün-karmaşa yaşanan uluslararası alemde, Irak’ı “zor oyunu
bozar”56 zihniyetiyle tereyağına dalan ısıtılmış bir kahvaltı bıçağı gibi işgal eden, bu
uğurda yalnız Batılı devletlerle değil, Arap ve Islam dünyasındaki yarım asırlık
ittifaklarını da birbirine katan, iradesinin önünde engel tanımayacağını zımnen, hatta
bazan alenen beyan eden, Fransa’ yı engellemeleri yüzünden “cezalandırmayı” planlayan
neo-konservatif Amerikan yönetiminin soğuk savaş mantığından fazla
uzaklaş(a)madığını saptamak mümkündür. ABD hala, dünyayı şu ya da bu kıstasa göre
ayırımlandırılmış etnosantrik, dikotomik “ben (veya biz) ve onlar” parametreleri ile
yorumlamaktan ve kendi bilme biçimine göre yön verme niyetinden vazgeçmemiştir.
Thomas Hobbes’tan Hans Morgenthau’ya, Kenneth Waltz’a kadar, “kaosa düzen
getirmek, anarşiye son vermek” tartışmalarının göbeğinde yatan bu niyet, topluluk,
sözgelimi “ulus” adına çıkar tarifi yapmak “münhasır” hak ve yetkisini hep talep
edegelmiştir.

Tarihi gidimizine bakınca, “devlet – millet inşa etme” (state and nation building)
girişimlerinin arkasındaki ilhamın ve güdülenmenin de bu hak ve yetkiyi, yığınlar adına
veya pek çok askeri darbe arkasından yaşandığı gibi yığınlara rağmen hegemon
paralelinde icra ederek “istikrarı koruyacak” iktidarlar ile bağdaştırmaktan ibaret olduğu
görülmektedir. Burada ne bir “suçlu” arama, ne de suçu ABD’ne yıkma çabası söz
konusudur. Uygulama, realist mantığın özünde mevcuttur. Yakın Doğu, Balkanlar,
Afrika gibi periferik bölgelerde sınırların cedvelle çizilmesi acaipliğinin anahtarını da57
bu pozitivist “simetri yaratma” felsefe – politikasında aramak gerekir.

Batı tarzı temsili demokrasi halkın, erki yönetime “vekaleten” devrederken, gücü emrine
verdiği odağın “onun adına” düşünme yeterliğini de onayladığını varsayar. Böylece,
“zor” kimin elinde ise, kullanımına ilişkin moral çerçeveyi oluşturmak, yani ne şartlarda
kullanılabileceğine karar vermek de o odağın hakkı, yetkisi ve görevidir. Hükümranlık
kapsamında ideal koşullarda hukukla, en azından da şöyle ya da böyle yasalarla
56
İngilizcesi ile, “might makes right”
57
Yalnız ABD’nin değil, önceki hegemonların da düşünme biçimlerine klavuz olan...
denetlenen zor kullanımı, anarşi teorilerinin hep atıfta bulundukları belirgin bir
egemenin varolmadığı uluslararası camiada çok daha keyfi şartlarda ortaya
çıkabilmektedir58. Bunu da, eylemin meşruiyet kriterlerine uydurulması için bir
“rasyonalizasyon” iletişimi izlemektedir.

Burada, sorunun tam merkezinde iktidarın klasik politika kuramlarında pek üzerinde
durulmayan “iletişimsel” bir boyutunun yeraldığının altını çizmek gerekir: Gücün belki
de en tesirli, en derine işleyen ve fakat bunu pek farkına varılmadan yapan biçimi,
“gerçeğin” ve de gerçeğe ilişkin söylemlerin belirlenmesini dikte edebilme, hakimiyet
altına alabilme, etkileyebilme, yönlendirebilme kapasitesidir59. William Randolph
Hearst’ün60 Küba’ daki muhabirine “Sen bana (kanlı) resimleri yolla, ben de sana savaşı
gönderirim,” meydan okumasında traji-komik biçimiyle izlenebilen bu iletişimsel erk,
“ekumenik”61 meşruiyeti ve parametrelerini tayin edebilme yeteneğini taşıdığı62 için,
toplumların, hatta, bazan tüm insanlığın hayatlarına yön verebilecek bir güç
içermektedir. “Idea”lar değilse de, iddialar açısından gerçek bir serbest tartışma arenası
oluşturan uluslararası alemde kesin bir egemen olmadığı gibi, meşruiyete, yani “doğruyu
saptama” işlevine yön verecek evrensel (universal) bir fikir platformu da oluşmamıştır.
O niyetle kurulan BM, hatta çok daha kulüp formatına uyarlanmış versiyonu NATO gibi
kurumların “kıymet-i harbiye”leri de Irak harbinin zayiatı arasında kalmıştır. Bu
“iddialar kargaşasına” çarpıcı bir örnek, 11 Eylül olaylarından çok öncesine dayanan
tartışmaların Irak arbedesine kadar uzanan zincirinde kilit yer tutan “terör” olgusudur.
Siyasette de medya da da bıktıracak ölçüde çok kullanılan bu kavram tamamen bir
logomakia63 mecraına dökülmüştür. Tüm anlamları ideolojik içerimlerle, istenen her
yöne çekilmiş, “birinin terörist dediği, bir başkasının özgürlük savaşçısıdır”64 klişesine
58
Burada doğal suçlu olarak akıllara ABD gelebilir ama, Saddam’ın 1990 Kuveyt işgali de mesajların
yanlış okunduğu, tepkilerin yanlış hesaplandığı başarısız bir keyfi davranış örneğidir. Bkz.: Mansfield,
a.g.e, s. 335
59
Galip İsen, “Discourse of evil: Speaking terrorism to silence”, in: Reconstruction: Solutions / fixations"
V. 3, N. 3 Summer 2003,http://www.reconstruction.ws/home2.htm

60
John Vivian, The media of mass communication, Allyn and Bacon, Boston, 2001, s.380
61
Bütün evreni, insanlığı kapsayan, cihanşumul.
62
Meşruiyet de bir paradigmadır. Tüm paradigmalar gibi, tamamen kapsayıcı değil ancak “egemen”
olabilir. Yani burada “ekumenik” olmak, fiili duruma değil, meşruiyet paradigmasının iddiasına şamildir.
63
Kelime üzerinde tartışma, Yun.
64
(Wieviorka, 1995: 598)
sığacak ölçekte siyasi konumlara göre belirlenir hale dönüşmüştür65. Burada logomakia
içinde boğulmadan yalnızca şunu belirtmek yararlı olacaktır: Dünyanın ufacık bir
köşesinde dahi66 11 Eylül ertesinde alenen sevinç gösterileri yapılabildiyse67, en azından
küçük bir azınlık insanlığın geri kalanının terör diye nitelediği bir cinayette “meşruiyet”
algılayabiliyor demektir. “Mefhum-u muhalifinden”68 bakılırsa, bu mantıkla, bağlayıcı
ekumenik kuralların varolmadığı bir ortamda eylemden zarar görenin de düşünme ve
davranış boyutunda savunma tepkisi vermesi yadırganmamalıdır. Oysa ilginçtir ki,
görünürde kurban olmasına rağmen, ABD kendi intelligentsia kamuoyunda dahi pek çok
yönden masum bulunmamaktadır69. Erkin, kollektif “doğru”nun ve meşruiyet diskurunun
saptanmasında açığa çıkan “iletişimsel boyutu”, ABD’ nin Irak sonrası “ulusal çıkar”
felsefesinin ve pratiğinin oluşturulmasında da belirleyici rol oynayacağına göre,
entellektüel veçhede gözlemlenen bu çatalağzına kısaca bir bakmakta yarar vardır:

AMERİKA VE ULUSLARARASI TERÖRİZM


Daha 11 eylülden önce pek çok yazar ABD’ nin, daha doğrusu, ABD politikasının ve
Amerikalılığın simgesi gibi düşünülen hedeflere yapılan saldırıları Washington’ın dünya
siyasetinin yan ürünü olarak yorumlamaktaydılar. Sağ kanattaki neo-izolasyonist
kritikler, ABD global politikasının karşılaşılan şiddetin nedeni olduğu iddiasıyla
ülkelerinin Bosna, Kosova veya Somali’ deki gibi “denizaşırı” bölgelerin sorunlarına
karışmamasını savunmaktalardı70. Talepleri, Amerika’nın II. DS sonuna kadar

65
Bkz: G. İsen, “Coping with the World Wide Warfare: Terrorism, Islam, and the Modern World”, tebliğ,
CISS/ISA Fourth International Millennium Series Conference, Brugge, Belçika, Temmuz 2002; Joseba
Zulaika and William A. Douglas, Terror and taboo, the follies, fables and faces of terrorism, Routledge,
New York and London, 1996, s.97; Victor T. LeVine, “The Logomachy of Terrorism : On the political uses
and abuses of definitions”, Terrorism and Political Violence, Frank Cass, V. 7, # 4, London, Winter 1995,
ss. 45, 51, 56
66
Burada sözü edilen 11 Eylül’de bayram havası yaşanan Saddam Hüseyin’ in Irak’ı değil, Filistin’in
Arap bölgesidir.
67
Cameron S. Brown, “The shot seen around the world: The Middle East reacts to September 11th”, The
Middle East Review of International Affairs Journal (MERIA), V.5, #4, Dec. 2001, http://meria.idc.ac.il
68
Karşıt kavram
69
Amerika dışında 11 Eylül’ün Washington dış politikası sonucu olduğuna inananların toplam oranı yüzde
58’dir. Avrupalılar yüzde 36, Orta Doğu yüzde 81, eski Sovyet bloku yüzde 71 bu kanıadadır.
Avrupalıların yüzde 66’sı ABD’nin kendini saldırıya açık, “yaralanabilir” (vulnerable) hissetmesinin
yararlı olduğu inancındadır.The PEW Global Project , “Attitudes”, 19 aralık 2001
70
Caleb Carr, “Terrorism as Warfare: Lessons of Military History” World Policy Journal, Winter 1996-97;
Ted Galen Carpenter, Cato Handbook for Congress: Reducing the Risk of Terrorism Cato Institute Policy
Analysis no. 265December 12, 1996; John M. Dermaut, Terrorism : Disturbing "deja entendu"and "deja
vu" , Houghton Mifflin Co. Electronic Version, InfoSoft Int'l , Inc. 1997; Bruce Hoffman, “Holy Terror”;
benimsediği “tecrit” yani "isolationism" politikasına dönmesini idi. Eleştirel
perspektiften “tecrit”, Amerika’ nın yalnızca işine gelmeyen alanlarda, özellikle de Eski
Dünyanın güçleri ile açık çatışmaya girmesini önlemek üzere benimsediği71 bir
politikadan ibarettir. Dolayısıyla, yüzeysel anlamından sıyırarak, Washington’ ın çıkar
algılamasına göre uygulamaya koyduğu bir tür “tek taraflılık – unilateralism” olarak da
yorumlanabilir72. Söz konusu yazarlar, terörist saldırıları ABD’ne deklare edilmeden
açılan ve silahla “mukabele-i bilmisil” gerektiren bir savaş türü olarak
yorumlamaktadırlar73. Tecrit yanlılarının sonuçta G. Walker Bush – Dick Cheney
yönetiminin Donald Rumsfeld koreografisiyle önce Afganistan’ da sonra Irak’ ta
sahnelediği “teröre karşı savaş” siyasetini aynen va’zetmiş olmaları da diskursif açıdan
çelişkili sayılmaz. Hatta bu tavır Tom Clancy gibi siyasi heyecan romanı (thriller)
yazarlarının temalarında bile işlenmiştir74.

Unilateralist yaklaşımları rededen ılımlılar ve radikaller ise, saldırıların büyük ölçüde


“yurtdışında”, çoğu askeri veya entelejans işleriyle meşgul “resmi” personele yöneldiğini
hatırlatarak, Amerika’ nın denizaşırı ülkelerde “ne aradığını” da sorgulamaktadırlar75.
ABD dışındaki pek çok entellektüel çevrede ise saldırıları terör eylemi gibi değil
bağımsızlık hareketi , emperyalizm ile mücadele, milli veya dini motifli kutsal savaş
olarak gören hatırı sayılır bir kitle mevcuttur76. Bu durumda da ortaya “terörizm ne
zaman meşrudur?” gibi ilk bakışta abes ama özünde üstün-karmaşıklığa örnek bir soru
çıkmaktadır. Hem de, “meşruiyet” ve “terörizm” kelimelerinin bir oxymoron77
yarattıkları kabul edilirse, ikinci bir üstünkarmaşık soruya, “terörizm bir tür savaş
mıdır?” sorusuna yolaçacak biçimde.

the Implications of Terrorism Motivated by a Religious Imperative” RAND Paper P-7834, 1993; Houghton,
a.g.e.; Michael Ignatieff “’The Lessons of Terror': All War Against Civilians Is Equal” in : The New York
Times, February 17, 2002; James Phillips, “The Changing Face Of Middle Eastern Terrorism” The
Heritage Foundation Backgrounder # 1005, 1994 ayrıca: Adrian Guelke, The age of terrorism and the
international political system, I.B. Tauris Publishers, London, N.Y., 1995, s.160
71
Bkz. : Bostanoglu, 1998
72
Burada değinilen unilateralizmin somut bir göstergesi Amerikaları Eski Dünya güçlerine kapatan ve
ABD tekeline bırakan Monroe Doktrinidir.
73
Carr, a.g.e., 2002, 1997; Carpenter, a.g.e.; Dermaut a.g.e; Hoffman a.g.e; Houghton, a.g.e; Ignatieff
a.g.e.; Phillips, a.g.e.
74
Bkz.: The sum of all fears
75
Dermaut, a.g.e.
76
Bkz.: Brown, a.g.e.
77
Birbirlerini dışlayan yanyana kavramlar.
Terörizme askeri müdahale ile karşılık verilmesi yandaşlarına göre, ABD onu yoketmek
dışında bir amaç gözetmeyen “gerilla” tarzını benimsemiş düşmanlar ile “topyekün” bir
savaş (total warfare) halindedir. Bu durumda teröristler, başka devletlerden yardım ve
destek almaktalarsa, o devletler de aynı derecede suçludurlar ve misillemeyi
haketmektedirler78. Bu görüşün karşı kutbunda, etkileri hayli azalsa da, entellektüel
ağırlıkları hala yadsınamayacak Noam Chomsky79 ve Edward Said80 gibi aydınlar
yeralmaktadırlar. Onlar da misilleme yanlıları gibi, Amerika’ nın dünya siyasetinin
sonucu olarak teröre maruz kaldığına inanmaktadırlar. Chomsky ve Said uyarılarına
daha kulelerin külleri sıcakken, 12 Eylül 2001 de başlamışlardır. WTC İkiz Kulelerine
ve Pentagon’a yapılan saldırıların sıradan Amerikalıların dünyada kendilerine ve
ülkelerine yönelik nefretten duydukları şaşkınlık Chomsky ve Said için esas şaşırtıcı
olgudur: “Emperyalist ve müdahaleci” dış politikası çerçevesinde Amerika da dünyanın
muhtelif yörelerinde giriştiği bir çok askeri eylemde, bombalama ve işgalde 11 Eylül
saldırısının acılarını hatırlatan trajik sonuçlar doğuran, dolayısıyla “terörizm”den pek de
farklı nitelik göstemeyen operasyonlar yürütmüştür. Şimdi de ektiğini biçmektedir.
Howard Zinn81 de Amerikalıları 11 Eylül’den ders alarak “Zionist” İsrail’ in Filistinli
kurbanları da dahil olmak üzere, dünyadaki diğer ezilenlerin hallerinden anlamayı
öğrenmeye çağırmaktadır82. Zinn (2001) “Doğru dava, adaletsiz savaş” başlıklı
makalesinde, Afganistan’ ın bombalanmasının da en az “11 Eylül kadar insanlık suçu”
oluşturduğunu ileri sürmüştür.
SONUÇ: IRAK, BİLİŞSEL EKUMENİ, SİMETRİ VE ZAFER
Burada amaç, ABD siyasasının etki ve sonuçları konusundaki bir kaç paragraf içinde
özetlenmesi imkansız görüşleri tartışmak değildir. Önemli olan, düşünme, algılama,
yorumlama ya da psikolojideki adıyla, “biliş” (cognition) biçimlerinin83 bilhassa ABD
78
Bkz.: Carr, a.g.e.; Ignatieff, a.g.e.; Hoffman, a.g.e.; Carpenter, a.g.e.; Dermaut a.g.e.; Houghton, a.g.e.;
Phillips a.g.e.
79
Noam Chomsky “A Quick Reaction” Counter Punch September 12, 2001
80
Edward Said “Time for Intellectual Honesty - There Are Many Islams”, Counter Punch, September 16,
2001
81
Howard Zinn,”A Just Cause, Not a Just War”, The Progressive December 2001
82
Bkz.: Chomsky, a.g.e.; Said, a.g.e.; Zinn, a.g.e.; Taillander, “Middle-East
connected anti-American terror attacks”, The Middle East Review of
International Affairs Journal (MERIA), V.5, #4, Dec. 2001,
http://meria.idc.ac.il
83
İsen, Batmaz, a.g.e.; s. 41
gibi pragmatik geleneğe sahip bir hegemonun, karmaşa (complexity) veya üstünkarmaşa
(supercomplexity) diye nitelenebilecek dünya politik ortamında karar verme ve harekete
geçme süreçleri ile, “gerçek yaratabilme” erkini ne ölçüde kısıtlayabileceğidir.

Masum binlerce kişinin katledildiği 11 Eylül saldırısının acılarının Afganistan’daki,


Sudan’daki, Libya’daki veya Irak’taki yine çoğu masum, binlerce başka sivilin üstüne
yağan bombaların acısıyla aynı tutulması, ancak herkesin biraz haklı olabileceğinin
baştan kabul edildiği; standardların belirli bir ajansa84 göre değil, durumlara göre
(contextual) saptanıp uygulandığı; “doğru”nun, elinde zorlayıcı gücü tutan merkezin
etik85 kıldığı değerlere göre değil, yerin ve zamanın koşulları bağlamında emik86 esaslarla
belirlendiği, realizmin simetrisine kıyasla asimetrik bir dünyayı simgeleyen
“üstünkarmaşa” ortamında mümkündür.

Dolayısıyla, hareket serbestisi isteyen hegemon, siyasasının diskursif temelini bu aleme


çıkar tanımlarıyla çakışır biçimde doğrunun ve yanlışın koşut biçimde tarif
edilebilecekleri “demokrasi”, “hürriyet”, “hukuk” “serbest piyasa”, “güvenlik” veya
“ahlak” gibi ekumenik değerlerin sancaktarlığında bir simetri empoze ederek yaratmak
zorundadır. ABD, “arka bahçe” ilkesi çerçevesinde Avrupalı güçleri açıkça dışlayarak,
kendi kıtasını hegemonyasının ilk nesnesi yaparken, uygulamaya konamadan rafa kalkan
Wilson İlkeleri uyarınca her millete bir devlet bahşederken, Sovyet tehdidine karşı
demokrasi-liberal ekonomi ekseninde bir boyutta Batı ittifaklar sistemini, diğer boyutta
da Üçüncü Dünyanın modernizasyonu tezini hayata geçirirken, sonra da “şartlar öyle
gerektirdiğinde” demokrasi şıkkını istikrar ile ikame ederken hep kendi seçtiği
eksenlerin kriter olacağı bir global simetri oluşturmayı arayagelmiştir.

Amerika 18. yüzyıldan itibaren bir dünya gücü olmasını sağlayan politika teorisinin
pratiği doğrultusunda Irak’ı işgal etmiştir. Irak siyaseti ne istisnai bir durumu
simgelemektedir, ne ABD’nin daha “emperyal” bir yörünge tutturduğuna işaret

84
Agency
85
“Ahlaka” atfen değil, “sistemin dışından bakılan”, evrensel olan anlamında, bkz.: Selami Sargut,
“Bireycilik ve ortaklaşa davranış ikileminde yönetim ve örgüt kuramları”, AÜSBF Dergisi, C. 49, S. 1-2,
İlhan Öztrak’a Armağandan ayrı bası Haziran, 1994, s.325
86
Sistemin içinden bakılan, yerel ve özgül anlamında bkz. Sargut a.g.e., s. 325
etmektedir, ne de öncekilerden daha “doğru” veya “yanlış” ya da “iyi” veya “kötü”
uygulamalarda bulunduğunu göstemektedir87. Bundan sonra, “sorun”, pratiğin teoriye
uydurulmasından kaynaklandığı ölçüde ortaya çıkacaktır: ABD, “yeni” olduğu iddia
edilen bir dünya düzenini “eski” biliş biçimi ile tanımakta, etkileşimini o biliş
biçiminden kaynaklanan araç ve yöntemlerle sürdürmekte ısrar etmektedir. Entellektüel
açıdan bu ısrar bizatihi politik bir eylemi simgelemektedir: ABD, müellifi olduğu
ekumenik bir “gerçeği”, ekumenik bir felsefe ve ekumenik bir politik ahlak tarzını
dünyanın genelgeçer bilişsel uslubu olarak yerleştirmeye çalışmaktadır.

Askeri ve siyasi sonuçları ne olursa olsun, Irak macerasının ABD’nin global bir güç
olma iddiasını sınayacağı nokta budur. Sosyal teorinin “uluslarararası ilişkiler”
disiplinince kavranmasından sonra anlaşılmaya başladığı gibi88, gücün esas
unsurlarından en az teknolojik üstünlük ya da maddi zenginlik kadar önemli birini,
mümkün olduğunca çok kişinin inanmaya, kabule rıza göstereceği bir insanlık gerçeğini
yaratabilme, yazabilme yeteneği belirlemektedir89. ABD’nin gücü de oluşturmaya
çalıştığı simetrinin işlerliğini evrenselleştirecek entellektüel ikna çerçevesini kabul
ettirebilecek bilişsel yaklaşımları kabul ettirme kaabiliyetinin bir fonksiyonudur. Ve
göründüğü kadarı ile, entellektüel boyuttaki bu kapasite yoksunluğu Amerika’nın
kazanacağı zaten şüpheli görünen “zaferi”, bir Pyrrhus zaferi düzeyine indirecektir.

87
Pragmatik açıdan neyin doğru-yanlış, iyi-kötü diye nitelenebileceği üzerinde aşırı ölçüde durmak
harekete engel olur. Pozitivist-realist bakış açısından, tek taraflı da olsa inter-subjektif bir akli kılma
(rationalization) doğrultusunda eyleme geçmek ise, kendi normatif çerçevesini ve hatta “işler yolunda
giderse” meşruiyetini er geç yaratan bir yöntem sayılabilir.
88
Bkz.: Bostanoğlu, a.g.e., ss. 129-210
89
İsen, a.g.e. Uluslararası politikada “gücün” maddi ölçütlere göre saptanması alışkanlığını değiştirenler
arasında “yapısal güç” kavramını ortaya atan Susan Strange sayılabilir. Strange, gücü kaba kuvvete
dayanan bir zorlayıcılık yerine “sonuçları etkileyebilecek bir kapasite” olarak tanımlamaktadır. Bkz.: Susan
Strange, The retreat of the state: the diffusion of power in world economy, Cambridge Univ. Press, 1996
Bölüm I

You might also like