Discover millions of ebooks, audiobooks, and so much more with a free trial

Only $11.99/month after trial. Cancel anytime.

Ak Saçlı Genç Kız
Ak Saçlı Genç Kız
Ak Saçlı Genç Kız
Ebook371 pages3 hours

Ak Saçlı Genç Kız

Rating: 0 out of 5 stars

()

Read preview

About this ebook

Mahmut Yesari’nin romanlarında toplumsal olarak en çok işlenen konulardan bazıları ise Tanzimat’la başlayan Türk modernleşmesinin, Cumhuriyet’le birlikte köklü değişmelere sebep olduğu yıllarda yaşayan Mahmut Yesari, bu değişimler karşısında duyarsız kalmamış ve romanlarında sıklıkla bu konuya değinmiştir. Modernleşme ve dolayısıyla Batılılaşma sonucunda kendi toplumuna yabancılaşmış kişilere yer verir. Bu kişiler çoğunlukla, zevk ve eğlenceye düşkün, sürekli yabancı kelimeler kullanan, toplumsal ve kültürel değerlerle bağ kuramayan bir karaktere sahiptirler.


Mahmut Yesari bazı romanlarında ise fabrika işçileri, köy ve köylü, işçilerin olumsuz çalışma şartları, toplumsal adaletsizlikler, yoksulluk gibi farklı konuları ele almıştır. Buna bir örnek olarak yazarın en tanınan romanı olan Çulluk, Türk edebiyatı için son derece önemli bir eserdir. Fabrika işçilerinin, köyün ve köylünün konu edildiği ilk roman olarak edebiyat tarihimize geçmiştir.


* * *


Cezmi kaptan, acentanın kapısından girince, sağda tezgah şeklindeki yüksek sıranın üzerine inilmiş yazı yazan memura:


- Merhaba, Lütfü Efendi, dedi.


Memur, süratle başını kaldırdı:


- Hoş geldiniz Kaptan Bey…


- İhsan Bey burada mı?


- Yemeğe çıktılar… Oturun bekleyin.


- Akşama uğrarım.


- Siz bilirsiniz.


Lütfü Efendi, tekrar işine koyulmuştu. Cezmi Kaptan sordu:


- Biz seferde iken mektup, falan geldi mi hiç?


- Gelmişse İhsan Bey’dedir.


- Peki, arayan da olmadı mı?


Lütfü Efendi, kalemi elinden attı. Derin bir hayretle bakıyordu!

LanguageTürkçe
Release dateApr 9, 2023
ISBN9786258196320
Ak Saçlı Genç Kız

Related to Ak Saçlı Genç Kız

Titles in the series (12)

View More

Related ebooks

Related categories

Reviews for Ak Saçlı Genç Kız

Rating: 0 out of 5 stars
0 ratings

0 ratings0 reviews

What did you think?

Tap to rate

Review must be at least 10 words

    Book preview

    Ak Saçlı Genç Kız - Ayşe Hümeyra Eken

    Yayına Hazırlayan

    Ayşe Hümeyra Eken

    İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi 1986 Mezunu. Serbest Avukat olarak çalışıyor. Aynı zamanda T.C. Kültür Bakanlığı Tezhip Sanatçısı.

    Ruşen Eşref'in Geçmiş Günler, Gümüşhanevi Şişmanlığa Mahsus Hıfsısıhha gibi Osmanlı Türkçesi ile basılmış eserleri üzerinde çalışmalar yürüttü. Emine Semiyye’nin Bikes Hiss-i Rekabet Gayya Kuyusu Terbiye-i Etfale Dair Üç Hikâye Muallime Sefalet isimli eserlerini yayına hazırladı. Emir Çoban Kızları serinin altıncı kitabıdır.

    Yesarizade Mahmut Esat’ın romanlarını da Osmanlı Türkçesinden çalışarak, günümüz Türkçesine uyarlayarak yazmıştır.

    Osmanlı Deniz Savaşları-Barbaroslar kitabının editörlüğünü yapmıştır. Ayrıca Dünya Turu Günlükleri isimli bir seyahat anı kitabı da vardır.

    BİRİNCİ KISIM

    - 1 -

    Cezmi kaptan, acentanın kapısından girince, sağda tezgah şeklindeki yüksek sıranın üzerine inilmiş yazı yazan memura:

    - Merhaba, Lütfü Efendi, dedi.

    Memur, süratle başını kaldırdı:

    - Hoş geldiniz Kaptan Bey…

    - İhsan Bey burada mı?

    - Yemeğe çıktılar… Oturun bekleyin.

    - Akşama uğrarım.

    - Siz bilirsiniz.

    Lütfü Efendi, tekrar işine koyulmuştu. Cezmi Kaptan sordu:

    - Biz seferde iken mektup, falan geldi mi hiç?

    - Gelmişse İhsan Bey’dedir.

    - Peki, arayan da olmadı mı?

    Lütfü Efendi, kalemi elinden attı. Derin bir hayretle bakıyordu:

    - Nasıl aramadılar Beyim, beyaz saçlı bir genç kadın geldi, tam üç kere sizi sordu.

    Genç kaptanın yanakları pembeleşivermişti; dili tutuktu:

    - Evet… Evet… Ne dedi?

    Lütfü Efendi, onun heyecanını da kendininki gibi hayret, zannediyordu:

    - Çok uzun konuşmuyor… Geldi, Cezmi Bey’in vapuru ne vakit gelir, dedi. Siz hesapça o günlerde gelecektiniz… Fırtına çıkınca tabii gelemediniz.

    Birden hatırlamıştı.

    - Sahi Kaptan Bey, fırtınada ne yaptınız?

    Bahtın değişmesine Kaptan’ın canı sıkıldı:

    - Üç gün, üç gece kadar denizde çalkalandık… Her zamanki dert, yeni değil… Şey… Anlatıyordun, sonra?

    - Evet, Beyim, sonra o genç hanım, vapurun ne gün gelebileceğini sordu. Vallahi Kaptan Bey, ben böyle kadın görmedim… Yüzü çocuk gibi, masum… Hele o bembeyaz saçlar, ne de yaraşmış… Gel gelelim hali, tavrı erkek gibi… Öyle serbest öyle serbest ki… İhsan Bey’e anlattım, aman görelim, dedi. İkinci defa gelişinde, İhsan Bey’in yanına çıkardım. O da, benim gibi parmak ısırdı…

    Cezmi Kaptan, arka cebinden çıkardığı pipoya ağır ağır tütün koyuyordu:

    - Beni niçin aradığını size söylemedi mi?

    - Dedim ya, Bey’im. Çok uzun konuşmasını sevmiyor… Lafa tutayım diye o kadar uğraştım, diller döktüm. Hepsi boşa gitti. Cezmi Bey’den, bir şey soracağım, bir adres öğrenmek istiyorum, diyor, o kadar… Tabii siz tanıyorsunuz?

    Cezmi Kaptan, Şöyle biraz tanıyorum? diyecekti, fakat Lütfü Efendi’nin gıpta ve hasetle yanan gözlerine bakınca manalı manalı gülümsemekten kendini alamadı:

    - Tanırım…

    Lütfü Efendi, başını salladı, elini masanın üzerine vurdu:

    - Belli yamansın Kaptan Bey!

    Cezmi Kaptan, dişlerinin arasına sıkıştırdığı pipoyu yakarken, camekanda akseden kendi hayaline baktı. Memnundu. Kalbine neşe dolmuştu:

    - Ben gidiyorum azizim. İhsan Bey’e söylersin, akşama uğrayamazsam yarın sabaha muhakkak…

    - Soran olursa?

    Bu sual, genç kadını düşündürdü; Kendi evinin adresini verse?... Bu, birazcık düşer, şüpheli görürdü… Lakin bu şekle de pürüzsüz diyemezdi:

    - Buradayız artık… Sefere çıkana kadar gün aşırı, filan uğrarım. Geminin noksanları da var.

    - Pek ala, Kaptan Bey…

    Cezmi, sokağa çıkınca ne yapacağında, nereye gideceğinde müteredditti. Acenteye uğramadan evvel muayyen kararları, düşünceleri vardı. Lütfü Efendi’nin verdiği haber, dimağını karıştırmış, sinirlerinde kasırgalar yapmıştı.

    Ak saçlı genç kız!... Bu kimdi? Kimin nesiydi?

    Lütfü Efendi’ye: Tanırım! demişti. Eğer bir insanı, bir hafta on gün uzaktan görmek ve ancak bir iki saat konuşmak, onu tanımak demekse, tanımaya kafi ise, Cezmi de ak saçlı genç kızı tanıyordu.

    Onunla tanışması da garip olmuştu. İki ay evvel Trabzon postası yaparken lüks kamara yolcuları arasında, çehresinin, halinin, tavırlarının hususiyeti ile o, derhal gözüne çarpmıştı.

    Yolcu defterinde ismi, Nimet diye yazılıydı. Acaba bu, hakiki ismi miydi? Yanında da kimse yoktu, yalnız seyahat ediyordu.

    Cezmi, nöbetten kurtulunca, derhal salona koşuyordu. Vapurda, onunla alakadar olan yalnız kendisi miydi? Birinci süvari, kol kola idi. Nimet Hanım, limon renginde uzun ağızlığına ince cigarayı takınca, birinci süvari, garsonlara vakit bırakmadan çakmağı elinde atılıverdi. Tütün işleri yapan bir tüccar, Samsun’a çıkacakken vaz geçmiş, Trabzon’da inmişti.

    Kadın yolcuları bile ona hayrandılar. O, zan olunurdu ki vapurda alelade bir yolcu değil, hususi yatıyla, bütün hizmetçileriyle seyahate çıkmış bir prensesti… Fakat ona prenses demek doğru olamazdı. Kibirli, mağrur değildi. Her iltifata o kadar nezaketle mukabele ediyordu ki insan sözünü şaşırıyor, diyeceğini unutuyordu.

    Lütfü Efendi’nin hakkı vardı. İlk gören, onu çocuk sanırdı. Lakin konuşunca, biraz fazla dikkat edince hayretten bunalır kalırdı. Sözleri açık, sarih, tavırları sertti.

    Sinop’tan kalktıkları günün gecesiydi. Cezmi, vardiya nöbetçisiydi. Güvertede Nimet ağır ağır, bir başına dolaşıyordu. Cezmi, onu, kaptan köprüsüne davet etmişti.

    Orada, gayet sakin, lakayt bir sesle konuşuyordu. Cezmi, nereye gittiğini, ne yapacağını sormuştu. Nimet:

    - Trabzon’a gidiyorum. Demişti.

    - Orada akrabalarınız mı var?

    Genç kız, gözleri, yıldızların soluk soluk kırpıştıkları karanlık ufka dalarak, içini çekmişti:

    - Belki vardır.

    Bu cevap, Cezmi’nin büsbütün merakını kamçılamıştı:

    - Demek bilmiyorsunuz efendim.

    Genç kız, sesini çıkarmıyordu. Aradan dakikalar geçmişti:

    - Beyefendi, siz Trabzon’u biliyor musunuz?

    - Hemen her ay uğraya uğraya azıcık öğrendim.

    - Yerlilerden tanıdıklarınız var mıdır?

    - Vardır efendim.

    - Zeynel Reis varmış… Evvelce İstanbul’da, yağ kapanında imiş… Motor, taka işletirmiş… Tanıyor musunuz?

    Cezmi, eskiden, yeniden tanıdığı bütün gemicileri zihninden geçirmiş, fakat bu ismi hatırlayamamıştı:

    - Siz, bu Zeynel Reis’i mi arıyorsunuz?

    - Evet…

    - Biraz tafsilat verseniz…

    - Nasıl tafsilat vereyim. Ben de fazla bir şey bilmiyorum ki…

    Cezmi, donup kalmıştı; başka bir sual sormaya cesaret edemiyordu. Trabzon’a yanaştıkları zaman, Cezmi aramaya azmetmişti. Orada kaldıkları müddetçe, bütün tanıdıklarına gemicilere sordu, sordurttu. Zeynel Reis’i bilen yoktu.

    Vapur hareket edeceği gün, Cezmi sevinçten tıkanıyorum sandı. Ak saçlı genç kız da aynı vapurla dönüyordu.

    - Nasıl Hanımefendi, aradığınızı bulabildiniz mi?

    Genç kız, esefle boynunu büktü:

    - Hayır…

    Cezmi için bir fırsattı. Niçin, ne diye fırsattı? Bunu kendi de bilmiyordu. Yalnız müphem bir ümit havası içinde idi:

    - Hanımefendi, bir kusur ettimse evvelden rica edeceğim.

    Genç kız, anlamayan bir nazarla Cezmi’yi süzüyordu:

    - Estağfurullah… Ne gibi bir kusur efendim?

    - Bendenize, Sinop’tan kalktığımız gece, Trabzon’da Zeynel Reis isminde birini aradığınızdan bahsetmiştiniz.

    - Demin de bulup bulamadığımı sormuştunuz.

    - Evet… Trabzon’a çıkar çıkmaz, aramaya ve arattırmaya başladım.

    Genç kız, heyecanla doğrulmuştu:

    - Ah teşekkür ederim… Kusur dediğiniz sakın bu mu?

    Onun sevinci, heyecanı, Cezmi’yi keyfinden bayıltacaktı:

    Nimet, Cezmi’nin ellerini tuttu, kuvvetle sıktı:

    - Beni ne kadar minnettar ettiğinizi bilemezsiniz… Kimse, hiç kimse benim için bu zahmete katlanmamıştı…

    - Siz ederseniz de…

    Cezmi’nin sözünü kesti:

    - Emir mi?... Emir ile yapılan işlerde samimi şükran, minnet olamaz, be, insanın içinden gelmeli… Kendiliğinden olursa olur… Bakın size emir eden mi oldu?

    Cezmi, onun neler demek istediğini anlıyordu. Emir etmek, bir nevi mukabil taahhüt altına girmek sayılırdı. Minnet altında kalmak daha tehlikesiz bir vaziyetti.

    Evet, ona emretse, herkes yapardı. Yalnız emir etmek için o adam üzerinde ne gibi bir hükmü, nüfuzu olmalıydı?

    Cezmi, bu iltifattan cesaret alarak, sahte bir kayıtsızlıkla söyledi:

    - Hanımefendi, bendeniz her ay Trabzon’a gidiyorum. Müsaade ederseniz, Zeynel Reis’i, arattırayım…

    Genç kız, bir saniye düşünür gibi durmuştu, gözlerini, Cezmi’nin siyah, ateşli gözlerine dikti, uzun bir bakıştan sonra:

    - Teşekkür ederim, dedi.

    - Fakat, Zeynel Reis ismi ile bulmak biraz zor olacaktır. Bu zat kimdir? Nerelidir? İstanbul’da ne zaman bulunmuş? Be vakit Trabzon’a gitmiş? Bunları bilirsek, belki bir ip ucu yakalayabiliriz.

    Nimet, bir sigara yakmıştı:

    - Oturalım, size bütün bildiklerimi söyleyeyim.

    Üst salonda, kuytu bir köşeye oturmuşlardı. Genç kız anlattı:

    - Bilmem, vereceğim tafsilat işe yarayacak mı, Zeynel Reis bundan yirmi, yirmi beş sene evvel İstanbul’da imiş… Ne kadar İstanbul’da kalmış, orası meçhul!... Trabzon’a gideli, on, on beş sene olmuş… Yalnız nefis Trabzon’a mı, yoksa civar köylerden birine mi gitmiş?... Orası da meçhul!... Zeynel Reis asıl Trabzonlu mu, yoksa başka şehirli mi?... Bu da meçhul!...

    Cezmi, sıkıntıdan terliyordu:

    - Fakat malum olan ne?

    Genç kız gülüyordu:

    - Gelelim malumlara… Zeynel Reis, bundan tam yirmi üç sene evvel, Kaşif Paşa’nın cariyelerinden Gülter Hanım’ı almış… Daha doğrusu Gülter Hanım, esir olduğu için satılmış… Kaşif paşa da o tarihte vefat etmiştir.

    - Hangi Kaşif Paşa efendim?

    - Mutasarrıf emeklisi idi, Kanlıca’da otururdu. Oğlu Ekrem Bey, sağdır. Hava oyunları oynar.

    - Zeynel Reis,, Gülter Hanım’ı aldığı zaman, ne iş yapıyormuş? İşi nerede imiş?

    - Söylemiştim, Yağ Kapanında motorları, tekneleri varmış.

    - Bunu evvela eski mavnacılardan sorup anlamalı!

    Genç kız, başını geriye attı:

    - Onlar da fazla bir şey bilmiyorlar.

    Cezmi, hayretle sıçramıştı:

    - Nasıl Yağ Kapanı’na gittiniz mi?

    O Müstehzi, omuz silkti:

    - Ne olur sanki!

    Cezmi, artık taaccüp de edemiyordu, sustu. Genç kız, elini dizlerine kilitledi:

    - Neler düşündüğünüzü hissediyorum. Bir genç kızın oralarda ne işi var. Ne cesaretle gider değil mi? Bakın saçlarıma… Belki ninemin bile saçları bu kadar aklaşmamıştır… Bu ak saçlar bana yaratılışın hediyesi değil… Kendimi bildiğim dakikadan itibaren kader, vukuat onları tel tel ağarttı…

    Ayağa kalkmıştı. Cezmi’ye elini uzattı:

    - Arayacaksınız değil mi? Eldeki malumlarla, o çetin meçhulleri bulabilirseniz çok iyi…

    Cezmi, bütün kalbiyle vaat etti:

    - Biz gemiciyiz… Gemiciler bir aile efradı gibi birbirlerine bağlıdır.

    Genç kız, istemeye istemeye güldü:

    - Öyle ise pek dağınıksınız…

    Uzaklaşırken; Cezmi onun hafifçe mırıldandığını duydu:

    Ne siyah eylemiş bu nasiyeyi- Saçımı bembeyaz eden bahtım!

    * * *

    Cezmi Trabzon’a tekrar gitmiş, lakin yine eli boş dönmüştü. Düşündükçe meçhulat çemberinin daha fazla darlaştığını görüyordu. Yalnız o Zeynel Reis, muamma değildi. Asıl muamma olan, Nimet, o ak saçlı genç kızdı… konuştuklarını hatırlıyordu:

    - Trabzon’da akrabalarınız mı var?

    - Belki vardır.

    Bu belkiler ne kadar çok, ne kadar manalı idiler. Belki ninemin bile saçları bu kadar aklaşmamıştır… Bunu herkes ninesini görürdü, görmezdi gibi manada değil, çok garip bir şekilde söylemişti…

    - Biz gemiciyiz… Gemiciler bir aile efradı gibi birbirimize bağlıyızdır.

    - Öyle ise dağınıksınız.

    Bununla ne kastetmişti? Ne demek istiyordu? Bu yaşta bahtından ne diye şikayet ediyordu?

    Giyinişi, para sarf edişi gösteriyordu ki zengin, hem de çok zengindi… Sonra tamamıyla hür, serbestti de…

    Konuşuşundan, aldığı tavırlardan terbiyesinin, tahsilinin çok yüksek olduğu anlaşılıyordu.

    Cezmi, bir hafta içinde sefere çıkmayacaktı, İstanbul’da bir ay, hatta bir aydan fazla kalmak ümidi vardı. Bu bir ay içinde talih, belki gülerdi. Genç kızın belkilerini hatırladı, kendi kendine güldü:

    - Belki güler…

    Cezmi kaptan, o gün acenteye tekrar uğradı. Kimseler gelip sormamıştı. Genç kızı, hem görmek, hem görmemek istiyordu.

    Görmek istiyordu, bu onun için bir ihtiyaçtı. O siyah, o, parlak, keskin bakışlı sim siyah gözlü… Hafif pembe ebruli yüz… güneş gibi yanan ağız… kesik beyaz, lekesiz, bembeyaz saçlar, o, kokulu yasemin demeti…

    Cezmi, zaman zaman gözlerini kapıyor, bu hayali kalbinde görüyordu. Fakat görmek istemiyordu, korkuyordu. Ona ne cevap verecekti? Trabzon’a gidince ilk işi, o meçhul Zeynel Reis’i aramak olmuştu… Lakin yine bir şey öğrenememişti.

    Genç kız: Size verdiğim malumlarla, söylediğim meçhulleri hallediniz! demişti. Verdiği malumlar ne idi? Böyle müphem, karanlık, manasız delillerle aradığını bulamazdı, bir mucize lazımdı.

    Mucizelerin iflas ettiği bir asırda insanın işi ona kalırsa ne hazin, ne feci idi…

    Cezmi İstanbul’da kaldığı müddetçe Zeynel Reis’i arayacaktı. İstanbul’dan bir ip uçu yakalayabileceğini tahmin ediyordu. Bu tahmini neye istinat ediyordu? Hiç!... Yalnız içinde öyle bir his vardı.

    İki gün sonra acente katibi Lütfü Efendi, yüzü neşeden parlayarak, Cezmi’yi karşıladı:

    - Müjde, Kaptan Bey, müjde… O genç Hanım, bu sabah geldi. Seni sordu.

    Cezmi Kaptan, yüreği titreyerek bakıyordu:

    - Sen, ne dedin?

    Lütfü Efendi, kurnaz bir gülüşle göz kırptı:

    - Bugün uğramayacaklar, dedim.

    Cezmi, hiddetle topuklarını yere vurdu:

    - Aşk olsun Lütfü Efendi!... Beğendin mi şu yaptığın işi?...

    Katip, onun hiddetine, bıyık altından, kıs kıs gülüyordu.

    - Üstelik gülüyorsun da… Bir marifet mi yaptım sanıyorsun?

    Cebinden piposunu çıkarmıştı, kendi kendine homurdanarak tütün basıyordu. Lütfü Efendi, masasından kalkmıştı. Ağır ağır, Cezmi’ye yaklaştı, sağ eliyle, okşar gibi onun omuzuna vurdu ve yalvaran bir sesle:

    - Kızma Kaptan Bey… Şaka, yaptım… Dedi.

    Cezmi, yan yan şüphe ile bakıyordu:

    - Sahi mi söylüyorsun?

    - Vallahi şaka idi… Benden ümit eder misiniz? Hiç ben böyle münasebetsiz şaka yapar mıyım? İçeri girdiğiniz zaman, dur, dur Kaptan Bey’e bir oyun oynayayım, dedim. Ama, çok canınız sıkıldı, değil mi?

    Cezmi Kaptan, sevinmiş, fakat toy bir çocuk gibi birden bozulup hiddetleniverişinden utanmıştı. Çevirmek istedi:

    - Canım sıkılmadı… Yalnız, bir iş sipariş etmişlerdi…

    Lütfü Efendi, acele acele söyleniyordu:

    - Sıkıldınız… Hakkınız da yok mu?... Sizin yerinizde kim olsa sıkılır, hiddetlenir… Şunun şurasında, o genç hanımı ne kadar gördüm, ne konuştum?... Ama, bir de bana sorun, vallahi, billahi, kırk yıldır tanıyormuşum gibi öyle ısındım. Ne gönülsüz, kibirsiz hanım.

    Sonra birdenbire bir sır ifşa ediyormuş gibi sesini yavaşlattı.

    - Tabii siz, benden daha iyi bilirsiniz, bu hanım çok kibar, derin okumuş. Matbaacı gelmişti. İhsan Bey duvar ilanları sipariş ediyordu. Alt tarafta Fransızca kısmı vardır ya o hanım da buradaydı, ne dersiniz, yanlışları çıkarmaz mı?

    Şehadet parmağını şakağına yapıştırmıştı.

    - Düşünün bir kere, İhsan Bey’in yanlışını çıkarıyor.

    Cezmi Kaptan dinler görünmekten de bıkmıştı.

    - O hanıma ne söylediniz?

    - Oturun, bekleyin, Kaptan Bey neredeyse gelir, dedim. Biraz sonra uğrarım, dedi. Gitti.

    Cezmi Kaptan saatine bakıyordu.

    - Uğrayalı çok oluyor mu?

    - Bir saat var yok… Buyurun beyim, oturun bekleyin.

    Cezmi, Lütfü Efendi’nin gösterdiği iskemleye oturacaktı. Fakat bekliyor görünmek istemedi.

    - İhsan Bey odasında mı?

    - Değil ama, siz oturun. Kapı kilitli filan değil.

    - Teşekkür ederim Lütfü Efendi.

    - Kahve, çay, bir şey emretmez misiniz?

    - Bir çay içerim.

    Acente memurunun odasına girince köşedeki muşamba koltuğa oturdu, ağzında piposu, kollarını kavuşturdu, bekledi.

    Duvardaki büyük, yuvarlak saatin tıkırtısı, küçük odanın havasında hafif akisler yapıyordu. Cezmi bu muttarit musikiyi dinleye dinleye yorulmuş, gözleri kapanıvermiş, uyukluyordu.

    Kapıya vurulduğunu duymamıştı. Kapı sert bir tokmak çevrilişiyle açılmıştı. Cezmi silkinerek uyandı. Kahveci çırağı elinde kulplu tepsiyi sallayarak girmişti. Cezmi hiddetle baktı.

    - Kapıyı vurmadan mı girerler?

    - Vurdum, ses veren olmadı.

    - Haydi, çok söylenme. Çayı masanın üzerine bırak, defol.

    Kahveci çırağının aralık bıraktığı kapı büsbütün açıldı.

    - Pek hiddetlisin Kaptan Bey!

    Cezmi bu sesi tanımıştı. Bu ses tıpkı bir aks-i seda gibi kalbine çarpıp aksetmişti. Süratle toplanıp ayağa kalktı.

    - Buyurunuz Nimet Hanımefendi.

    Nimet gülerek ilerledi, ona elini uzattı.

    - Evvela geçmiş olsun diyeyim. Müthiş bir fırtına geçirmişsiniz.

    - Teşekkür ederim efendim. Bize fazla dokunmadı. Oturmaz mısınız?

    Biraz evvel kendi oturduğu koltuğu gösteriyordu.

    - Şuraya efendim. Daha rahat edersiniz.

    Nimet şemsiyesini dizlerinin üzerine koymuştu. Başını hafifçe sağa sola döndürerek odayı kısa bir muayeneden geçirdi.

    Cezmi Kaptan, karşısında, ellerini ovuşturarak, ayakta duruyordu:

    - Kahve, çay… Ne emir buyuruluyor?

    - Hiçbir şey…. Bir sigara içeceğim, o kadar… Siz neden oturmuyorsunuz?... İşiniz filan varsa rahatsız etmeyeyim.

    - Aman Hanımefendi, rica ederim. Ne işim olacak ki… İstirahatteyiz.

    - Zaten fazla da oturacak değilim…

    Cezmi’nin uzattığı kibritten sigarasını yaktı, dizlerinden düşen şemsiyeyi koltuğun kenarına dayadı, ayak ayak üstüne attı, eldivenlerini çıkarmaya başladı.

    Cezmi, onun bir hareketini gözden kaçırmıyordu. Bu, be garip, ne harikulade bir mahluktu, yarabbi! Cezmi, fazla bakmaya utanıyor, fakat bir kere de bakınca, bakmaktan kendini alamıyordu. Nasıl bakmazdı? Nasıl bakılmazdı?... Düz, sade, koyu lacivert kostüm ne yaraşmıştı! Yan cebinden sarkan beyaz ipek mendil ucu, müstesna bir zarafet eseri gibi duruyordu.

    Cezmi, ona ayrı ayrı dikkat etti, parça parça tetkik etti. Yüzünde, tabiatın hediye ettiği renklerden başka, fazla renk yoktu.

    Biraz uzunca parmaklı beyaz elleri göründüğü gibi yumuşacık ve kuvvetsiz değildi… Tırnakları manikürlü, fakat tabii bir pembelikte ve mübalağasızdı…

    Başına sardığı, kostümüyle, aynı renkteki tülden, iskarpinlerine, cebindeki mendilinden şemsiye ve eldivenlerine kadar, her şeyi, sade temiz, lakin çok zarifti…

    Başındaki tülü tutturmak için sol kaşının üstüne iliştirdiği iri inci iğne, her halde, pek kıymetli idi. Sağ elinin orta parmağındaki zümrüt yüzüğe de, inci iğneden değersiz denemezdi.

    Cezmi, düşünüyordu; ondaki bütün kamaşış, bütün alım, hep bu sadelikten geliyordu. Cezmi, çok görmüştü. Amerikan terbiyesi almış, kolejlerden çıkmış bir çok genç kızlar vardı. Amerikalı birisi gibi giyiniyor, hatta ihtiyaçları olmadığı halde iri yuvarlak gözlükler takarak tamamlıyorlardı.

    Cezmi, bu sahte, manasız Amerikanizimden nefret ederdi. Erkeğe benzemek isteyen, erkekçe tavırlar takınan, kısa topuklu iskarpin, büzme cepli, beli kemerli kostüm giyip, kollarını sallaya sallaya, hızlı hızlı yürüyen misis taklitleriyle, bu genç kız arasında hiçbir benzeyiş, münasebet yoktu…

    Cezmi, en ziyade şeye hayret ediyordu. Mevsim, kış başlangıcı, havalar yağış, gereği gibi soğuklamıştı. Kendisi, vardiyada, en zehirli rüzgarlara göğsünü vermiş, en feci donları görmüş, geçirmiş iken yine ceketle gezemiyor, ince bir pardösü giyiyordu. Lakin bu beyaz taçlı, ağzı güneş gibi yanan genç kız, manto, pardösü giymiyordu. Yalnız boynunda beyaz bir ipek atkı vardı.

    - Söyleyiniz, bakayım, Cezmi Bey! Neler yaptınız?

    Cezmi, bu suali bekliyordu ve evvelden hazırlanmıştı:

    - Küçük bir ümit ışığı belirdi, Nimet Hanımefendi.

    Nimet, fazla alaka ile sordu:

    - Topal bir ümit mi yoksa?

    Cezmi kaptan, kaşlarını kaldırmıştı:

    - Hayır… Hayır… Anlatayım, hükmünüzü ona göre verirsiniz.

    - Hakkınız var, sizi dinliyorum.

    - Trabzon’a çıkınca yanıma iki gemici aldım. Muhtelif semtlere koşturdum. Onlar bir taraftan arar, sorarlarken, ben de durmuyor, Zeynel Reis’i arıyordum. Çarşıda Hamza Reis’in kahvesi vardı. Uzun uzun düşündü, böyle birini hatırlayacağım, dur, bakalım, dedi. Bana bu kadarı kafiydi. Hemen oturdum, düşün, dedim. Ben beklerim… ihtiyar, dua eder gibi dudakları kımıldana kımıldana kendi kendine söyleniyordu. Ne kadar zaman geçti, bilemiyorum. Hamza Reis geldi, yanıma oturdu: Aklıma geldi, dedi. Zeynel Reis İstanbul’a gittiği vakit ben burada idim. Altı ay mı, bir sene mi, pek hatırımda kalmamış, işte bir müddet sonra, ben de İstanbul’a gitmiştim. Orada iş icabı bir iki kere konuşmuştuk sanırım. Eh, dünya… Birbirimizi kaybettik, Zeynel için, İstanbul’da iken Trabzon’a temelli gitti, diye duymuştu. Siz, onun izini, bulsanız bulsanız İstanbul’da bulabilirsiniz, dedi.

    Genç kız gözlerini kapadı, içini çekti:

    - Tahmin çıktı. Topal, sakat, cılız bir ümit…

    Halinde vaktini boş geçirmiş, içi tez, sıkıntılı bir insan tavrı, esef verdi. Cezmi, onu hemen kalkıp gidecek zannetti:

    - Müsaade buyurunuz, daha bitirmedim…

    - Evet?..

    - Tabii, Hamza Reis’e sordum: İstanbul’da bulursunuz, diyorsun ama kos koca şehir… Nereden, kimden sorar, anlarız. Hamza Reis, tekrar düşünmeye vardı. Nihayet, buldum! Dedi. Yağ Kapanı’ından Kasımpaşa’ya doğru giderken kalafat yerlerinde sor, Hacı Şaban, nerede oturuyor? Diye… Hangi kalafat yerinde, dedim. Hamza Reis, boynunu büktü: Hangisine sorarsan sor, birinden birinde Hacı Şaban’ı bilen çıkacaktır.

    - Bu Hacı Şaban kim, neci imiş?

    - Galiba tornacı imiş.

    - Hacı şaban, Zeynel Reis’i tanıyor mu imiş?

    - Hamza Reis’in söyleyişine bakılırsa Hacı Şaban bütün eskileri gayet iyi tanırmış. Eğer Hacı Şaban ölmemiş, sağ ise, aradığınızı mutlak bulursunuz, dedi.

    Nimet, ellerini sevinçle birbirine vurdu:

    - Mükemmel… Vaziyet anlaşıldı.

    Cezmi Kaptan, esrarengiz bir tebessümle, başını eğdi:

    - İstanbul’a gelince…

    Son kelimeyi o kadar manalı çekip uzatmıştı ki genç kızın alakası fazlalaşıyordu:

    - Sizde havadisler var.

    - Eh, biraz…

    - Anlatınız.

    - İstanbul’a gelir gelmez, acenteye, yani buraya uğramıştım. Sizin aradığınızı söylediler, birkaç gün geçti, siz görünmediniz. Ben tayfalarımdan ikisine tembih ettim, Yağ Kapanı’ndaki kalafat yerlerine gidip arayacaklar. Hacı Şaban, ölmüş bile olsa her halde bir evi, ailesi, akrabası falan vardır.

    - Hacı Şaban, İstanbullu mu imiş!

    - Evet.

    - Adamlarınızdan hiçbir haber almadınız mı?

    - Arıyorlar, ne öğrenebilirlerse tabii gelip bana söyleyeceklerdir.

    Nimet, avuçlarını birleştirip sıktı:

    - Beni ne kadar minnettar ettiğinizi bilemezsiniz.

    Bu sesteki samimiyet, Cezmi’yi titretmişti:

    - Mahcup ediyorsunuz, ne yaptım ki efendim?

    - Onu, ben bilirim.

    Nimet, birden ayağa kalktı:

    - Siz, cidden erkek, civanmert bir insansınız.

    Cezmi, onun ne demek istediğini ve bu şekildeki iltifatın neden icap ettiğini anlayamamıştı, anlayamıyordu. Aklının almadığı yalnız bu muydu?

    Sanki Nimet’i ak saçlı genç kızı anlamış, anlayabilmiş miydi? Zeynel Reis diye meçhul bir adamla neden bu kadar meşgul, alakadar olduğunu anlamış mıydı? Onu niçin aradığını, arattığını anlayabilmiş miydi?

    Fakat meçhulat içinde kalmayı, aydınlığa çıkarmaya tercih ediyordu. Bundaki

    Enjoying the preview?
    Page 1 of 1