You are on page 1of 12

FARABİ EPİSTEMOLOJİSİNDE AKIL

Mehmet Ali SARI∗

Özet/Abstract

Bu çalışmada, Antikçağla batı Ortaçağı arasındaki geçişi gösteren düşünürlerden biri olan Farabi’nin
“akıl anlayışı”, daha çok onun epistemolojisi içinde ele alınmıştır. Akıl anlayışında Farabi, her ne kadar
Aristoteles’in etkisinde kalırsa da, Aristoteles’ten farklı olarak bir takım belirlemelerde bulunur. Akıl
varlıksal ve bilgisel olarak bazı nitelemelere ve belirlenimlere sahiptir; akıl, bir tarafdan insanın ulaşması
gereken bir amacı gösterirken, diğer taraftan, birbirinden farklı olan dünyaları birbirine bağlayan yönetici ve
genel bir ilkedir. Bu yüzden akıl hem bir düşünme yetisi hem de bir ilkedir.

Anahtar Kelimeler: Akıl, bilgi, düşünülür (makull), düşünme ilkesi, düşünme yetisi, form,

İn this paper, İt is aimed at studying the "conception of reason" in epistemology view of Farabi who
is one of the thinkers that shows transition between Antiguity and western middleages. Whether Aristotle's
influences on his view, he has determined the conception of reason differently from Aristotle' views. The
reason has any ontological and epistemological determinations and characteristics; on the one hand, the
reason exhibits a purpose which man should get at, on the other hand, it is a director and the general principle
which connects the different world each other. Therefore, it is either the faculty or the principle of thinking.

Key Words: Reason, knowledge, intelligible, principle of thinking, faculty of thinking, form

Ortaçağ islam ve batı felsefesine baktığımızda, Tanrı herşeyin ilkesidir; en gerçek,


en yetkin ve en iyi varlıktır. Tanrı, varlığın bütün niteliklerini eksiksizlik ve tamlık içinde
kendinde toplamıştır; herşeyi yaratan, kendisi yaratılmamış olan bir varlıktır. Dolayısıyla
Tanrı, zorunlu varlıktır, onun dışında kalan hiçbir varlığın varoluşu ise zorunlu değildir. Bu
durumda bir yaratan bir de yaratılan yani tek tek varolanlar vardır. Varlıkla Tanrı,
varolanlardan ise Tanrı’nın yarattıkları kastedilir. Böylelikle varlığa ilişkin olarak bir
hiyerarşi söz konusu olur; zorunlu varlık olarak Tanrı, bir de onun yarattığı varolanlar. Ne
var ki, varolanların içinde oluş ve değişmeye uğrama olanağı bakımından da bir sıralama
söz konusudur.

Ortaçağda hakim olan varlıklara ilişkin bir hiyerarşi Farabi felsefesinde de kendini
gösterir, ona göre zorunlu varlık (vacib’ül-vücud) Tanrı’dır, ve Tanrı, tek gerçek ve
nedendir. O, herşeyin ve bütün varlığın kaynağıdır. Tanrı, bütün kudret ve etkinliği ile,
yokluğu hiç düşünülmeyecek tarzda ve ezelde vardır. O’nun ezeldeki bu “varlığı”nın, yine
ezeli olarak “taşmasından” “mümkün” denen “dünyalar (alemler)” ortaya çıkar.
Farabi bu “mümkünler aleminin” ilkini “yukarı dünya” veya “ay-üstü dünya” olarak
adlandırır. Bu dünya cisimden, maddeden ve her türlü maddi şekilden uzaktır ve dolayısıyla
bu dünyaya duyularla ulaşılamaz. Bu dünyaya ancak düşünme etkinliği ve bunu sağlayan
“akıl” ile ulaşılabilir. Bu yüzden bu dünyaya “akıllar dünyası” da denilir.
Ortaçağda hakim olan varlıklara ilişkin bir hiyerarşi Farabi felsefesinde de kendini
SBArD Mart 2005, Sayı 5, sh. 87 – 98

gösterir. Bu açıdan bakıldığında akıllar dünyasında da yukarıdan aşağıya doğru bir


sıralanma söz konusudur; bunlar birinci, ikinci, üçüncü ve sırasıyla maddi dünyanın
bulunduğu dünyaya doğru bir akıllar sıralaması söz konusudur. Ay-üstü dünyayı oluşturan
her akla karşılık gelen bir “felek” söz konusudur ki, bunlar birer gök cismine karşılık gelir.
Gök cisimlerinden bizim dünyamıza en yakın olanı nasıl “ay” ise, fizik-ötesi varlıklar olan
“akıllar”dan da dünyamıza en yakın olanı ay feleğinin aklı olan “faal akıl”dır. Bu akıl, fizik
dünya ile fizik-ötesi dünyanın sınırını ayıran ve aynı zamanda bu iki dünyayı birbirine
birleştiren; fizik-ötesi etkileri, kendi üzerinden fiziki dünyaya aktaran bir merkezdir.
Kısacası varlık sıralamasında maddi dünya ile maddi cisimlerden yoksun olan dünya yani
akıllar dünyası arasındaki geçişi ve bağlantıyı sağlayan akıl “faal akıl” dır.

Farabi’nin felsefesine baktığımızda “akıl” kavramının farklı anlamlara geldiğini ve
farklı boyutlarda olduğunu söyleyebiliriz. Akıl bir yandan dünyalar arasındaki geçişi
sağlayan bir şey iken, bir yandan da akıl ve düşünme yetisi, başlangıçta bir tür ruh veya
ruhun bir parçası veya ruhun yetkinliklerinden birisi ya da bütün varolanların mahiyetlerini
ve formlarını maddelerinden ayrı olarak soyutlayıp kavrama yatkınlığına sahip olan bir
şeydir. Bu durumda akıl maddi dünyadan maddi olmayan dünyaya insanın yükselmesini
sağlayan bir yeti ancak kendisi de giderek etkinleşen ve etkinleştikçe form değiştirendir.
Farabi’ye göre ay-üstü dünya hiyerarşik olarak Tanrı ve kozmik akıllar olarak sıralanır.

Ay-altı dünya ise varlık bakımından son derece eksik olan nesnelerin oluşturduğu
dünyadır. Bu yüzden varlıklarında zorunlu olarak maddeye ve maddi olana muhtaç olmaları
bakımından maddi tözler, özleri bakımından etkin halde bulunamazlar, böylelikle de
etkinlikleri için dışarıdan bir nedene ihtiyaçları vardır ki, bu da “faal akıl”dır. Formun,
ruhun yetileri tarafından soyutlanması sürecinde, imgelem yetisinde bulunan duyusal
izlenimlerin, düşünülür (makul) formlar olarak akılda ortaya çıkması, bu dış etken yani faal
aklın müdahalesini gerektirir. Dolayısıyla ay-üstü dünya ile maddi dünya arasında bağ
kuran faal akıl bir yönüyle ruhun düşünen kısmının yetkinleşmesi ve insanın yüksek
formları kavramasını gösterirken, bir yönüyle de varlıksal olarak ay-üstü dünyayı oluşturan
akıllardan biridir.

Farabi’ye göre insani düşünmeyi olanaklı kılan veya başlatan ilk öncüller, bütün
bilimsel faaliyetin başlangıçlarını oluşturan kanıtlamalarımızı, akli çıkarımlarımızı
kendilerinden kalkarak yaptığımız ama kendileri kanıtlanamayan ve böyle bir şeye de gerek
kalmaksızın herkes tarafından kabul edilen temel önermelerdir. İnsanda ilk düşünülürler ve
ilk ilkelerin bulunması demek, insanın son yetkinliğini elde etme sürecinde kendileriyle iş
göreceği “derin düşünme”, “düşünüp taşınma”, “pratik düşünme” gibi zihinsel oluşumların
varlığa gelmesidir. Ancak, aynı zamanda Farabi’ye göre, insanda belli bir entelektüel
unsurun ortaya çıkması, belli bir psikolojik altyapıyı gerektirir. İnsani varlıkta bu alt yapıyı,
ruhun arzulayan tarafını oluşturan “duyum”, “arzu” ve “imgelem güçleri” oluşturmaktadır.
Dolayısıyla ruhun düşünen kısmı, ancak böyle bir donanım üzerinde ortaya çıkabilir.
Çünkü Farabi, ilk öncüllerle ilk düşünülürlerin ancak bu yetilerin oluşmasından sonra, faal

88
Mehmet Ali SARI

akıl tarafından düşünen ruhta ortaya çıkarılacağını ifade etmektedir.

Ancak faal akla ulşamadan önce insan aklının etkinleşerek geçtiği evrelerin neler
olduğunun gösterilmesi gerekmektedir. çünkü bu etkinleşme süreci ilk ilkelerin ve
formların kavranmasını gösteren bir şemadır. Farabi bilgisel gelişimi ve edimi gösteren
aklın ne olduğuna geçmeden önce “Maan-ül Akl” adlı eserinde aklı şu şekilllerde belirler;
İlk olark genellikle halkın konuşmasında akıllı ve erdemli insan derken kastettiği ve
Aristoteles’in “Phronesis” dediği akıl; bu akıl kelimesiyle halk bir insanın akıllı olduğunu
veya bir adamın aklı başında olduğunu kasteder. Bu akıl aynı zamanda erdemli olmayı da
gösterir. Bu durumda akıllı denilince zekası, iyi ve akla uygun olduğu için yapılması
gerekli olan şeyi, veya kötü olduğu için yapılması uygun olmayan şeyi yapana göre bir
değerlendirme yapılmış olur. Aynı zamanda aklın bu anlamı kötülüğü oluşturan veya yapan
kimseye hilekar, iki yüzlü ve bu türden nitelemeler yapılmasına, tersini yani bir zihnin iyi
olan şeyi yapması ve kötü olanın kötülüğünü göstermek amacıyla ortaya koyma yeteneğini
dile getirmeye geldiği de söylenebilir.

İkinci olarak ise kelamcıların akıl bunu emreder veya inkar (nehy) eder derken
kastettikleri ve kısmen sağduyu ile aynı manada olan akıl. “Burada akıl şunu kabul eder
veya rededer” ifadesi, herkesçe yalnız doğru diye kabul edilen şeyi gösterir. Bu durumda
herkesçe veya insanların ekseriyetince bir “kanıya” akıl denilmektedir.

Üçüncü olarak Aristoteles’in Kitab el-Burhan (İkinci Analitikler)’da doğuştan ve


sezgiyle, ilk ilkeleri kavrama yetisi olarak tanımladığı akıl. Burada akıl, insanın tümel,
gerçek ve zorunlu akıl yürütmelerin kesinliğini, başka hiçbir kanıt olmaksızın, doğal bir
durumda ve bir tür insanın kendisinden gelen bir yetenekle kazanmasına yardım eden ruhun
yetisi olarak anlaşılır. İlk bilgi ve hiçbir şekilde kanıtlama yapmaksızın bahsettiğimiz
akılyürütmelerin kesinliği ondan gelir.

Dördüncü olarak Aristoteles’in Kitab-el-ahlâk (Ethika)’nın altıncı kitabında,


deneyimde kökleşen bir eğilim (habitus) olarak işaret ettiği akıl. Bu akıl eylemlerimiz
alanında, bir çeşit seziş, doğru ve yanlışın ilkeleri hakkında yanılmadan hüküm vermemizi
sağlar. Farabi’ye göre, buradaki akıl, ruhun parçası olarak anlaşılır ki, zamanla bütün
cinslerin de dahil olduğu konular hakkında devamlı bir deney sayesinde, istemeden ortaya
çıkan şeylere bağlı olan önermeler ve yargıların kesinliği ona bağlı olur. Bu ruhun özü
öyledir ki onları ya ister ya da redder.

Farabi’ye göre bu durumda, insanın bu tarzda ve ruhun bu kısmı ile kazandığı


erdemli insana, istemesinden dolayı ortaya çıkan eşya arasından kabulü gerekli olanlarla,
kaçınması gerekenleri ayırmak için ilk işlevi görürler. Bundan dolayı, bu ilkelerin düşünce
yardımı ile keşfedilebilecek olan şeylerle ilişkisi, ilk ilkelerle yapılan çıkarımda sonuç
veren şeylerin ilişkisinin aynısıdır. Çünkü ilk öncüller bilimleri yapacak kişi için, yapılmış
olmayan şeyleri keşfetmek işlevini gördükleri gibi, aynı biçimde, ahlaki ilkeler de erdemli
insana yalnızca yapılması uygun olan istemeye dayalı şeyler arasından seçme için başlangıç

89
SBArD Mart 2005, Sayı 5, sh. 87 – 98

görevini görürler. Bu akıl insanın hayatı uzadıkça artar, çünkü bu ilkeler onda kök salar ve
onun henüz sahip olmadığı hükümler sayesinde insanlar birbirinden ayrılır. Farabi
beşinci anlamdaki aklı Aristoteles’in De Anima III’ (Ruh Üzerine) de dört anlamda
kullandığı akıl biçiminde belirtir. Ona göre bu akıl, ilk olarak Edilgin akıl (Bil Kuvve Akıl-
İntellectu Potentia), ikinci olarak Etkin Akıl (Bil Fiil Akıl-İntellectu Effectu), üçüncü
olarak Kazanılmış Akıl (Müstefad Akıl-İntellectu Adeptus) ve dördüncü olarak ise Faal
Akıl (İntelleigentia Agens) olarak ayrılır. İşte bu akıl insanın teorik bilmesini gerçekleştiren
akıldır. Altıncı manada kullanılan akıl alma işini beşinci maddede belirtilen akılların bir
değerlendirmesi ve açılımı olarak kabul eder ve onları açıklamaya çalışır.

Farabi’nin Aristoteles’in “De Anima”nın üçüncü kısmında bahsettiğini söylediği


akıl(lar) ay altı aleme konu olan akıldır. Ona göre bu akıl bilgi ve ruhun yetilerinin zirvesini
teşkil ederek teorik bilmeyi gerçekleştirir. Çünkü insani varlığın oluşum sürecinde zincirin
en önemli ve en son halkasını oluşturan düşünme yetisi, teorik ve pratik olmak üzere iki asli
yöne sahiptir. Farabi’ye göre pratik akıl daha çok teorik aklın amaçları doğrultusunda iş
görür ve ona hizmetçi olarak vardır. Bu hizmetse onun varoluş gerekçesini oluşturur, bu da
insanı mutluluğa ulaştırmaktır.

Teorik düşünmeyse, insanın yaptığı etkinliğin “akıl” aracılığıyla gerçekleşmesidir.


Teorik düşünme cisimler dünyasının oluşturduğu dünyadan başlayıp maddi cisimlerden
yoksun olan ay-üstü dünyaya ulaşmayı amaçlar. Buradaki amaç “ilk öncüller”in veya
formların kavranmasıdır. Bu ise bir aşamayı gösterir ve bu süreçte teorik düşünmenin ilk
halkasını duyumlar oluşturur. Çünkü maddi dünyayla bağlantı ancak duyumlar ve onların
edimi olan algı sayesinde gerçekleşebilir. Duyumlama, duyular aracılığıyla duyulur
nesnenin formunun, nesnenin maddesinden ayrılmasıdır. Ancak duyusal algı aşamasında,
formun duyum yetisi tarafından algılanması, bir cismin başka bir cismin formunu
almasında olduğu gibi, tam bir etkilenim içerisinde gerçekleşmez. Duyumlama, duyulur
formu, maddi yapısı ve maddi durumları içerisinde algılar ve bundan dolayı duyumlama
hala cisimlerin maddeleriyle bir ilişki içerisindedir.

Tek duyu organlarında oluşan çeşitli duyusal izlenimler kalpte bulunan ortak
duyuda birleştirilerek, dış dünyayla direkt ilişki içerisinde bulunmayan hayaletme gücünün
(imgelemin) altına alınır. İmgelem soyutlama sürecinin bir üst aşamasını oluşturur ve
duyularla akıl arasında orta bir konumdadır.

Farabi bu aşamada duyumlara nesne olan maddi tözleri de, genel olarak akli olmaya
yatkın olanlarla, böyle bir yatkınlığa asla sahip olmayanlar şeklinde ayırır. İnsani nefsler,
tamamen maddi olan, maddede olan ya da madde olan taş, bitki ve benzerlerinden farklı
olarak güç halinde akıllar ve güç halinde düşünülürler (makuller)dir. Dolayısıyla düşünme
yetisi, işini, varolanların formlarını düşünülürler olarak kavramakla gerçekleştirir ve iki
tarzda olan varolanların formları onun etkinlik alanını oluşturur. Bu durumda da, aklın
tamamen uzak olan ve tözleri bakımından etkin akıl ve etkin düşünülürler olan varlıkların
düşünülür formları ve tözler etkin olarak düşünülür olmayan varlıkların formları olarak

90
Mehmet Ali SARI

ayrılır.
Bu yüzden düşünme yetisi de birbirinden farklı iki temel etkinlik gerçekleştirir; ilk
olarak, ikinci tür düşünülür formlar, insan zihni tarafından, ruhun alt yetilerinin de aracı ve
yardımcı olduğu bir soyutlama süreci içerisinde “çıkarsama” yoluyla kavranırlar. Bu
soyutlama sürecinin çeşitli aşamalarında insani ruhun düşünen kısmı çeşitli durumlarda
varolarak “kazanılmış akıl” (müstefad akıl) düzeyine ulaşır ki, bu düzeyde o, önceki
düzeylerden farklı olarak, başka hiçbir yardımcı ve aracıya ihtiyaç duymaksızın, soyut bir
töz olarak kendini veya aynı anlamda bütün etkin düşünülürlerin formlarını, düşünülür
formlar olarak kavrar.

Aklın ikinci tür etkinliği ise, bir tür sezgisel etkinliktir ve bunun ilk deneyimi
“kazanılmış akıl” düzeyinde yaşanmaktadır. Çünkü, bu noktadan itibaren akıl, artık
maddede bulunmayan soyut varlıklarla yüzyüze gelmektedir. O, soyut varlıkları, maddeden
soyutlamak suretiyle değil, “akılsal bir sezgi edimiyle” bilir. Bu nedenle, çıkarsamacı aklın
konusu ve yardımcıları olarak nitelendirilen duyu ve imgelem yetileri bu türden bir
kavrayışta söz konusu değildir.

Aklın bu tür etkinlikleri göstermesi bakımından düşünülürlerin formlarını alma


olanağına sahip bir yatkınlık olarak, insan türünü diğer varlıklardan ayırteden temel özelliği
gösteren “Edilgin Akıl” (Bi’l-Kuvve Akıl) dır. Bu akıl’a güç halinde yani potansiyel halde
varolan akıl denilir. “Bu akıl ya bizzat ruhtur, ya da ruhun bir kısmıdır, veya ruhun
yetilerinden herhangi biridir, veya mahiyeti bütün varolanlarda formlar veya özleri
maddelerinden soyutlamak için ve hepsinde onun için veya bir çok form kılma gücüne
sahip olan bir şeydir”. Burada formlar maddeden ayrılmış işlenmeye hazır hale
gelmişlerdir. Buradaki akıl bir benzetme yapılırsa yeni doğan çocuğun ruhunda saklı bir
güç, potansiyel olan bir akıl gibidir ve yoğrulup şekillenmeyi bekleyen bir tunç veya çamur
nasıl potansiyel (kuvve) halinde bir heykel ise, şekillenip bilgi meydana getirecek olan
çocuğun aklı da güç halinde bilici demektir.

Düşünen ruhta yerleşmiş bulunan veya mevcut olan düşünülürlerin bir kısım tözleri
etkin akıldan ibaret olan düşünülürlerdir, bir kısmı etkin düşünülürlerden olup tamamen
serbest bulunabilmektedirler. Bir kısmı ise, özleri itibarıyle etkin olarak varolmayan
düşünülürlerdir. İnsanda bulunan akıl ise, düşünülürlerin resimlerini kabule hazır halde
(müheyya) bulunan maddi bir yeti olup, hem edilgin olarak akıldır, hem de maddi
(heyulani) bir akıldır. Fikir ve düşünme yetisi ve güçlerimizin davranışları etkin halde akıl
olmayıp onların etkin akıl olmaları için edilginlikten etkinliğe yani güç halinden hareket
haline, eylem haline geçmeleri gerekmektedir. İnsandaki ilk akıl da edilgin olarak varolan
düşünülürlerdendir. Bu durumda edilgin akılda kavranılanlar veya düşünülürler olarak
nitelendirilebilecek olan fikirler ve bilgiler mevcuttur. Bu evrede tecrübeleri ve bilimsel
bilgiyi belirlemek ve bilimi oluşturmak insanın işi değil, insanın yüksek derecesinde olan
ruhun bir görevidir. Şu halde insanın bilgisi yukarıdan gelmiş olup akli çalışma veya akıl
yürütme ile elde edilmiş bir ilim olmayıp Tanrı tarafından yapılan bir lütuftur (atiyyedir) .
Ne var ki Farabi’ye göre duyumlar aracılığıyla maddeden soyutlanan formlar, özü

91
SBArD Mart 2005, Sayı 5, sh. 87 – 98

kendileriyle varolan bu maddeden ayrılmış olmazlar; onlar sadece bu akıl için bir form
olurlar. Ancak burada, maddelerinden soyutlanan ve bu mahiyet için form görevini gören
form, eşyadan formları soyutlayan şeyin isminden türetilmiş bir isim olmak üzere
düşünülürdür. Burada akıl formları üzerine alan bir cisim gibidir ve dolayısıyla burada akıl
formlara göre maddeyken, formların araçlarına göre formdur.

Akıl edilgin haldeyken bir tür ruhtur veya daha doğrusu ruhun bir kısmıdır, bir
parçasıdır, kısacası ruhun yetilerinden bir tanesidir. Bu yeti varlıkların özlerini ve
formlarını kavramaya, onların örneklerini bürünmeye eğilimli ve müsaittir. Varlıkların
formları maddelerinden sıyrılıp, bu aklın formları haline geldikleri zaman düşünülür hale
getirilmiş olurlar. Ancak varlıkların formlarının maddeden sıyrılma işlevi ruhun bir takım
yetileri neticesinde meydana gelmektedir.

Duyumlama ve algılama neticesinde hayal etme gücüne (imgelem) gelen birtakım


resimler, formlar veya örnekler; bu seviyeden sonra imgelem yetisinin düşünülür kılma
edimi sonucunda, formlar maddeden tamamen ayrılırlar. Ne ki bu bakımdan akıl,
kendisinden formların çıkarılmış olduğu maddeye benzemektedir. Nasıl madde o şekle yani
kendisini o yapan forma bürünmüşse, bu ruhun bu yanı da veya akıl da, onun şeklini alır, o
şekle bürünür. Farabi bu görüşü şu örnekle açıklar; “Nasıl bir mum üzerine bir nakış
yapılır, bu nakış o mum üzerinde sadece yüzeyde kalmayıp, içine işleyerek bütün muma
formunu verecek şekilde onu kavradığı ve mumun o nakışın bütün formunu aldığı
düşünülürse, işte düşünme kuvveti de eşyanın formunu bu tarzda kavrar”.

Bundan dolayı güç halindeki akıl, maddeye ve alacağı formun konusuna


benzemektedir. Ancak burada edilgin aklın madde olmasıyla, diğer cisimlerin madde
olması farklı farklı durumlardır. Halbuki edilgin aklın kendisi ile kavramın kendisi arasında
bir fark yok gibi görünür. Edilgin aklın kendisi, o cismin özü ve formu olacak durumdadır.
Ne var ki, henüz kendisi o şekle bürünmemiş, o formu ve içeriği kazanmamış durumdadır.
Bundan dolayı o, yani akıl edilgin (Bil kuvve) ismini almaktadır; o form ve öz’ü kazanır
kazanmaz etkin halde akıl haline gelecektir. Düşünülürler de henüz maddelerinden
sıyrılmadıkları için işlek halde değil, güç halinde bulunan düşünülürlerdir. Maddelerinden
sıyrıldıkları anda düşünülür, akılda işlek olarak meydana gelir ve etkin halde düşünülür
haline gelir. Esasen güç halinde akıl etkin haldeki düşünülürle etkin akıl haline gelir ve
etkin haldeki düşünülür ile etkin hâle getirilen akıl aynı şeyi ifade eder.

Güç halinde yani etkin halde olmayan düşünülürlerin (makullerin) etkin halde
düşünülür olabilmeleri onların etkin akıl tarafından kavranmalarını gerektirir. Etkin Akıl
(Bil fi’il akıl)’a etkin ve işlek halde akıl, güç halinden (kuvveden) hareket haline, işler hâle
geçmiş akıl denilebilir. Fakat aklın bu aşamaya gelmesi için bir takım nitelikleri kazanması
gerekmektedir. “Onları edilgin olmadan etkin olmaya çıkaran aklın özünün, Farabi’ye göre
herhangi bir maddeyle asla ilgisi yoktur”. Kendinde, etkin halde bulunmayan
düşünülürlerin veya formların, on kategorinin ancak bir kısmının uygulanması neticesinde
ve yeni bir varlık tarzı kazanması sonucunda etkin akıl olur. Düşünülürlerin etkin akılda

92
Mehmet Ali SARI

düşünülür olmaları demek, düşünülürler o aklın formları olur demeye gelir. Bu anlamda
etkin akıl, etkin düşünülür ve etkin akıl olanın hepsi bir ve aynı şey demek olur. “O halde
Farabiye göre, hatırlama (taakkul) işlevi yani varlığın düşünce haline gelmesi, varlığın
formunun aynen akılda hissedilmesi” anlamını taşımaktadır. Bu duruma göre, varlık ve
düşünce arasında ortak olan yön ise formdur, form sayesinde düşünce varlığı
kavrayabilmekte, varlığı kendi özüne çevirebilmekte, veya aynı şey yani form hem
kavranılacak olan nesne durumuna geçmekte hem de kavrayan özne durumunda
olabilmektedir. Edilgin akıl kendi kendine etkin akıl haline gelemez, o halde onu
edilginlikten etkinliğe geçirecek olan birtakım şartların bulunması gerekmektedir, çünkü o
kendi kendine bu etkinliği yani dönüştürme işlemini yapamamaktadır.

Gerçekte etkin hâle gelmeyi bekleyen düşünülürler, etkin halde düşünülür olmaları
bakımından maddenin veya nesnenin formlarıdır. Bu formlar etkin halde olmaları
bakımından ruhun dışında bulunmaktadırlar. Bu düşünülürler zihinde etkin olarak
bulundukları zaman, onların etkin olan bu varlıkları, kendi maddelerinde form olmaları
bakımından olan varlıklar değildir. Çünkü “bu formlar zati olarak var olmaları için, zaman,
mekan, durum, nitelik, nicelik, etkinlik veya hareket gibi bir takım kategorilere ihtiyaç
duyarlar”. Ne var ki, düşünülürler zihinde işler halde düşünülür oldukları anda kategorilere
olan ihtiyaçları ortadan kalkmakta ve düşünülür dışarıda etkin olarak bulundukları zaman
evrenin varlıklarından biri olurlar. Bununla birlikte bütün varlıklar kavranabilirler ve aklın
hazır halde bulunan şekilleri haline gelebilirler. Böylece etkin haldeki düşünülürler yine
aklın kendi çabası ile etkin akıl haline gelebilirler. Bu şekildeki akıl ancak bu form’a
kıyasla etkin halde akıldır, başka formlara yani dışarıda bulunan algılanmaya hazır formlara
göre güç halinde akıl olmaya devam eder. Çünkü onun etkin halde akla bürünmesi için
form biçiminde olması gerekmektedir.

Etkin aklın hatırlaması veya ince işleyişi (taakkul) söz konusu olduğu zaman onun
anımsayabileceği şeyin ancak kendisi olması durumu ortaya çıkabilir. Bundan dolayı
hatırlanan, ince işleyişe konu olan bu durum aynı zamanda etkin olan düşünülürden başka
bir şey olamaz. Burada aklın hatırladığı konu, yani kendisi, daima etkin akıl olmaktadır.
Fakat dışarıdaki nesneler edilgin halde düşünülür durumundadırlar, o şeyler hatırlanmadan
önce yani ince kavrayışa konu olmadan önce, onların formlarının maddeden ayrılmış veya
sıyrılmış olması gerekmektedir. Ne var ki, ortada birtakım şeyler vardır ve bunlar sadece
form olarak bulunmaktadırlar. Bu formların kavranması veya düşünülmesi için maddeden
sıyrılma işlemine uğramaları gerekmez. Ancak o formlar yeniden kavranma konusu
olmakla, etkin akıl yeni bir akıl haline gelir, işte bu akıl “kazanılmış” (müstefad) akıldır.

Eğer etkin aklın nasıl bütün etkin haldeki düşünülür formları bildiği ve onlarla aynı
olduğunu düşünürsek, bu durumda onun bilme nesnesinin aklın kendinden başka bir şey
olmadığının farkına varırız ki, bu durumda akıl kazanılmış (müstefad) akıl ismini alır.

Kazanılmış akıl (Müstefad Akıl) “sırf düşünülürleri -makulleri- kavrayacak hâle


gelmiş” akıl demektir. Bu akıl insani varlığın elde edebileceği varoluş mertebelerinin en

93
SBArD Mart 2005, Sayı 5, sh. 87 – 98

son basamağını oluşturmaktadır. Teorik aklın bu en son düzeyinde insan adeta yeni bir
ontolojik statü kazanmakta; kendisi için bütünüyle farklı olan entelektüel bir deneyim
yaşamaktadır. Bu mertebede akıl, daha önce bir soyutlama etkinliği içerisinde kazanılmış
düşünülürleri -ki bunlar kendisinin formlarıdır- edilgin düşünülürler olarak kavrar ve yeni
bir statü kazanır.

Bu durum içinde teorik akıl, maddi bağıntılarından tamamen bağımsız olarak


gerçekleşmiş bulunan düşünülürleri kendinde kavrar ve ay-üstü dünyanın maddeden yani
öncesiz ve sonrasız olarak ayrı bulunan etkin olarak düşünülürleri kavrayabilecek duruma
yükselir. Bunun anlamı ise maddede varolan formların olduğundan farklı bir varlık
kazanacak tarzda maddelerinden ayrılmasıdır.

Böylelikle artık soyut varlıklar düzeninin insana en yakın olan basamağında, hiçbir
zaman maddede bulunmamış ve bulunmayacak olan faal akıl yer almaktadır. Bu seviyeye
gelmiş olan insan aklı artık faal aklın kendisine bağışlayacağı soyut kavramları kavrama
yeteneğini kazanarak, kazanılmış akıl en üstte bulunan faal akıldan bir şeyler almış akıl
seviyesine çıkar. Kazanılmış akıl soyut kavramları kavrayan akıl anlamını da taşıdığı için
aklın bu seviyesini, bir takım yeti ve edimleri kazanmış olan akıl olarak adlandırılmaktadır.

Kazanılmış akıl önceki kısma, yani etkin akla nazaran maddeye göre form, etkin
hâle gelen akla göre bu eylemi gerçekleştirenin konumu görünümündedir. Kazanılmış akıl
etkin aklın formuna benzer; etkin akıl ise kazanılmış aklın maddesi ve konusu gibidir. Ne
var ki, etkin akıl ayrıca edilgin aklın da formudur, edilgin akıl ise onun maddesidir, hatta,
madde ve form bakımından Farabi akıllar arasında bir sıralama ortaya koyar; şöyle ki:
“Kazanılmış akıl konu gibidir, bununla beraber işlek aklın formu yerindedir, işlek akıl da
kazanılmış aklın konusu yerinde olup, edilgin aklın formu konumundadır”.

Bundan başka kazanılmış düşünülürler, konularının yalnızca etkin olması


bakımından da etkin akıldan ayrılırlar. Bu kısımda etkin akıl tarafından maddeden ayrılan
düşünülürleri ve maddi olmayan formları, madde olmaması özelliğiyle kendini kavradığı
gibi doğrudan doğruya kavrar. Kendisinde madde olmamanın en yüksek seviyesine ulaşan
kazanılmış akla, akıllara ilişkin ilerlemenin en yüksek noktası olarak gösterebiliriz. Çünkü
kazanılmış akıl maddeye en uzak olan bir akıldır. Sonra etkin akıl gelir, nihayet daha aşağı
derecelerde bulunan ve gitgide maddeye yaklaşan formlar gelir. Nefsani formlar, tabiat
unsurlarının formları ve nihayet ilk madde. Düzen aşağıdan yukarıya doğru, yani ilk
maddeden itibaren düşündüğümüz zaman, heyulani maddedeki cismani form demek olan
doğaya, ondan sonra edilgin akla gelinir, sonra kazanılmış akıldan geçilerek fa’al akla
ulaşılır.
O halde, bu dünyada kazanılmış akıldan başlayan etkin akıldan geçerek aşağı
güçlere, doğaya, dört unsurun formlarına ve nihayet bu dünyadaki varlık mertebelerinin en
alt basamağını gösteren ilk maddeye inen bir düzen vardır. Bundan dolayı bütün
kavranabilir formların toplamı olan kazanılmış akla, bu dünya düzeninin saçağı olarak
bakılabilir. Ayrıca tersten yorumlandığında yine kazanılmış akıldan başlayarak, ötesinde,

94
Mehmet Ali SARI

göksel küreye ya da en altta fa’al aklın bulunduğu ay-üstü dünyaya ulaşan bir yükselme
vardır. Farabiye göre kazanılmış akıl insan kavrayışının ve aklının ulaşmış olduğu en
yüksek seviyedir.

İnsan aklının maddi düzeydeki varlığı, başlangıçta gerçekleşmemiş olan tam bir
yatkınlık veya olabilirliktir ve böylece bir yatkınlığa sahip olma açısından bütün insanlar
eşittir. Ne var ki özü gereği akıl olmamasından dolayı insan, ancak bir yatkınlık olarak
sahip olduğu entelektüel varlığını kendi başına gerçekleştirip etkin hale getiremez. Farabi
özellikle bu bağlamda, fiziksel dünya ile fizik ötesi varlık dünyası arasında, insanın bundan
sonraki hayatının ayrılmaz bir parçası olarak sürekli devam edecek bir bağlantı ortaya
koymaya çalışır. Bu bağlantıda aktif olan taraf, hiç olmazsa işin başında, metafiziksel olan
taraf yani soyut akılların sonuncusu olan “faal akıl”dır. Bu akıl, insandaki entelektüel
oluşumun ve gelişimin insanın dışındaki nedenidir. Faal akıl, edilgin aklı etkin akıl, edilgin
düşünülürleri de etkin düşünülürler haline getiren ve böylece insandaki akli gelişmeyi
yöneten etkendir.

Faal akıl insani akıl ile Tanrısal akıl arasında bir köprüdür. Bu akıl maddeden
arınmış olan, maddeden bağımsız olan varlıkların birinci basamağını meydana getirir. Faal
akıl hazır halde veya güç halinde olan düşünülürü etkin hâle getiren akıldır. Faal aklın
edilgin akla durumu ise, güneşin, karanlıkta kaldıkça, edilgin halde görüş olan göze durumu
gibidir. Karanlık demek edilgin halde ışık demektir veya etkin halde ışığın yokluğu
anlamına gelir. Işık ise, aydınlık bir kaynakla aydınlanmadır. Göz ışık olduğu zaman, etkin
olarak görür, yani renkler etkin olarak görünürler. Ve böylece bu ışık sayesinde göz,
güneşin kendisini görür, bu durumda da edilgin olarak göz, etkin olarak göz olur.

Dolayısıyla maddi akla hareket haline geçebilecek olan akıl yani münfail akıl
denilir. Demek ki ışık edilgin olarak görünen şeyleri etkin olarak görünen şeyler haline
getirebilmektedir, işte edilgin akıl şeffaf olan fakat, henüz ışık olmamış olan şeye
benzemektedir. Nasıl güneş ışık gibi bir şey aracılığıyla gözü etkin olarak görücü durumuna
getiriyorsa, faal akıl da güneşe benzeyen bir hareketle edilgin aklı etkin akıl haline
getirebilmektedir.

Farabi’ye göre düşünen ruhta (kuvve-i natıka) ve doğanın verdiklerinde,


kendiliklerinden etkin halde akleden olma yeteneği yoktur. Bunlar etkin halde akleden etkin
akıl olabilmek için kendilerini güç -potansiyel- halinden etkin, hareket haline geçirecek
olan bir şeye ihtiyaç duyarlar ki, buna da faal akıl denilir. Faal akıl yardımıyla kendilerinde
akledilenler-düşünülürler-meydana gelince edilgin olan akıl etkin halinde olan akıl
konumuna geçer.

Faal akıl sayesinde insan aklı etkin akıl ve düşünme veya akledebilme yeteneği
kazanmış olur. Fa’al akıl insan aklını etkin akıl durumuna getirir ve ayrıca edilgin olarak
düşünülür olanları da etkin olarak düşünülür durumuna getirir. Faal akıl varlıksal olarak
insan üzerinde ve insanın evrenine en yakın varlıktır, maddelerin üzerine şekillerini

95
SBArD Mart 2005, Sayı 5, sh. 87 – 98

yansıtarak ve edilgin olan insan kavrayışına bu şekillerin bilgisini yansıtır.

Farabi’ye göre faal akıl, maddeden sıyrılmış olarak ezelden beri mevcut
bulunmaktadır, sonradan maddesinden sıyrılmış değildir. Formların ilk madde ile veya
diğer maddelerle birleşmesi faal akılda ezelden beri bulunan formların onlara
uygulanmasıyla gerçekleşir. Faal akıl form yarattığı maddeye göre bazen etkindir bazen
edilgindir. Ancak faal akıl ilk neden değildir; tek başına, içinde harekette bulunduğu
maddeyi yaratamaz. Bundan dolayı faal akıl etkinlikte bulunduğu maddeyi kendisine
verecek olan başka bir nedene veya illete ihtiyaç duymaktadır.

Faal aklın faaliyeti ve etkinlikte bulunduğu konu ya cisimlerdir veya cisimlerdeki


kuvvetlerdir, bu konular ve maddeler faal akla göksel cisimler tarafından verilmektedir. Ne
ki faal aklın faaliyeti kesintisiz ve değişmez değildir, bu ondaki bir hareketsizlik
nedeninden değil, ancak daha çok onun üzerinde etki yapması gereken maddenin eksikliği
veya ondan taşan formu almaya yeterince hazır olmaması gibi bazı nedenlerdendir.

Farabi’ye göre faal aklın etkinliği mükemmelliğinden dolayıdır. Bu nedenle de bir


halden bir hâle geçme olanağı yoktur. Böyle olduğu halde etki yapması ve birçok formlar
oluşturmasının nedeni ise, maddenin çeşitliliğinden ve niteliğinden meydana gelmektedir.
Daha doğrusu faal akıl insana bilgiyi veren insan ruhuyla ilişkide bulunan bir akıldır, aksi
halde insanın bilgisi, kendi aklının çalışmasıyla meydana gelmiş değildir.

Farabi’de varlığın düşünceye etkisi duyular ve imgeler aracılığıyla gerçekleşirken,


düşüncenin varlığa etkisi, yani kanıtlamalı akılyürütmeler bir takım düşünce edimleri
sayesinde gerçekleşmektedir. Düşüncenin varlığa etkisini sağlayan akılyürütmeler içinde
öyleleri vardır ki onlar ne kanıtlama ile, ne de bir kıyas veya akıl yürütme sonucunda elde
edilmişlerdir; onların nereden ve nasıl oluştukları tam olarak bilinmez. Bununla beraber
onlar tümel, zorunlu ve doğru olan önermelerdir ve zihinde kesin bir bilimle kavranırlar. Bu
ilk öncüller (hakikatler) olarak sınıflandırılan grubun zıtlarından biri ebediyyen doğru,
diğeri ise ebediyyen yanlış olarak kabul edilmektedir. İşte bu noktada, insanın gayesi olan
mutluluğa ulaşmasını sağlayacak olan bilim ve felsefenin amacı, bu ilk bilgi ve hakikatlerin
nereden ve nasıl geldiğini araştırmak ve bilmektir.

Bu anlamda Farabi’ye göre ilk öncüller ve hakikatleri kavrayan bir ruh yetisidir. Bu
yeti ruhun bir parçası olup; yaratılıştan itibaren insanla beraber bulunan bundan dolayı
doğuştan getirilen ilk öncülleri kavrar; madem ki genel olarak asıl düşünme edimi etkin
aklın bir işlevidir, edilgin aklı etkin akıl haline getiren de faal akıldır. Dolayısıyla da ilk
öncülleri kavrayanın asıl faal akıl olduğu rahatlıkla söylenebilir. Ve aynı zamanda ilk
öncülleri varlığa getirenin de faal akıl olabileceği söylenebilir.

Çünkü faal aklın insan aklında yaptığı bu aydınlatma ile, insan ile insan üstü
arasında bir köprü kuran ruhun düşünen yanı, faal aklın kendisinde meydana getirdiği bu
köklü değişim sayesinde, bizzat faal aklın kendisini düşünme olanağını elde eder. Bu ilişki

96
Mehmet Ali SARI

insanın sanatsal, teknik, ahlaksal ve metafiziksel olanakları ile başarılarının varlık zeminini
oluşturur. Bu metafizik ilişkinin insani varlıktaki ilk belirtisi, onda, onun ilk yetkinliğini
oluşturan “ilk öncüllerin” meydana gelmesidir ki, bunların sağladığı olanak içerisinde
insanlık düzeyinde evrensel bir anlaşma zemini oluşur. Böylelikle ilk öncüller bütün
insanlarda ortak olarak bulunan a priori ilkeler olurlar.

Çünkü faal aklın insan aklında yaptığı bu aydınlatma ile, insan ile insan üstü
arasında bir köprü kuran ruhun düşünen yanı, faal aklın kendisinde meydana getirdiği bu
köklü değişim sayesinde, bizzat faal aklın kendisini düşünme olanağını elde eder. Bu ilişki
insanın sanatsal, teknik, ahlaksal ve metafiziksel olanakları ile başarılarının varlık zeminini
oluşturur. Bu metafizik ilişkinin insani varlıktaki ilk belirtisi, onda, onun ilk yetkinliğini
oluşturan “ilk öncüllerin” meydana gelmesidir ki, bunların sağladığı olanak içerisinde
insanlık düzeyinde evrensel bir anlaşma zemini oluşur. Öyle ki ilk öncüller bütün
insanlarda ortak olarak bulunan a priori ilkeler olmaktadırlar.

Buraya kadar anlatılanlara baktığımızda, Farabi’nin akıl anlayışıyla Aristoteles’in


etkisinde kaldığı söylenebilir. Ne var ki, Farabi Aristoteles’ten farklı olarak, ilk öncüllerin
veya düşünülürlerin kavranması ve ortaya konulmasıyla ilgisinde “Kazanılmış Akıl” ve
“Faal Akıl”ı ortaya koyar. Bu durumda bilgisel belirlenimlerde bulunan akıl, ilk öncüllere
ilişkin bilginin elde edilmesinde, ruhun bir yetisi ve ruhun bir parçasıdır. Bu yüzden, maddi
dünyadan daha doğrusu cisimsel olmaktan yoksun olan formların kavranması da, madde
olmaktan yoksun olan akıl aracılığıyla gerçekleşmektedir. Ancak akıl üst formlara
ulaşmada birtakım değişikliklere uğrayarak bir farklılaşmayı göstermektedir. Bu süreç
esnasında aklın kendisini kavrayarak ortaya koyduğu, kendisinin bilincine erişerek başka
bir değişle etkinleşerek yetkinleştiği söylenebilir. Çünkü aklın kavradığı düşünülürler aklın
kendisiyle aynı olmaktadır ve dolayısıyla akıl kendi kendini kavramaktadır.

Ancak Farabi, felsefesinde bütünlüğü oluşturmak daha doğrusu insanın varlığını bir
yönüyle maddi dünyaya bağlı olduğunu bir yanıyla da akıllar dünyasına bağlı olduğunu
göstermek için, aklı varlıksal olarak da iki dünya arasına yerleştirir. Bu durumda akıl,
insanın teorik düşünmesinin gerçekleşmesini sağlayarak, maddi olmayan bir başka değişle
ay-üstü dünyaya ulaşmasını sağlar ki, bu akıl da “faal akıldır”. Bu yüzden faal akıl herşeyin
üstünde bir akıl olarak hem varlıksal hem de bilgisel bir belirlenimi gösterir. Faal akıl
varlıksal olarak maddi dünya ile maddi olmayan dünya arasında bir köprüdür; aynı
zamanda da ilkeleri ortaya koyan, onların kavranmasını sağlayan “genel” bir akıldır.

Akla ilişkin bu belirlenimlere göre, insanın bir gücü olarak akıl anlayışından ayrıca
ay-altı dünyayı yöneten akılla ve sonunda kendini düşünen etkin düşünce olarak
tanımlanılan bütün varlığın nihai ilkesi şeklindeki akıl anlayışına yükselen bilgi kuramı
ortaya çıkmaktadır. O halde Farabi tarafından akıl’ın birbiriyle yakın ilişki içinde
epistemolojik, kosmolojik ve metafizik olarak üç ayrı bakımdan tasarlandığını ve
sınıflandırıldığını söyleyebiliriz.

97
SBArD Mart 2005, Sayı 5, sh. 87 – 98

KAYNAKÇA

ATAY, Hüseyin; “Farabi ve İbn-i Sina’ya Göre Yaratma”, A.Ü.İ.F.Y., Ankara, 1974
AYDINLI, Yaşar; “Farabi’de Tanrı-İnsan İlişkisi”, İz Yayıncılık, İstanbul, 2000
CORBİN, Henry; “İslam Felsefesi Tarihi”, Çev: Hüseyin Hatemi, İletişim Yayınları,
İstanbul, 1990
FAHRİ, Macit; “İslam Felsefesi Tarihi”, Çev: Kasım Turhan, İklim Yayınları, İstanbul,
1992
FARABİ; “El-Medinetül Fazıla”, Çev: Ahmet Ateş, İstanbul, 1990
FARABİ; “Maani-ül Akl”, Çev: H.Ziya Ülken, Kıvamettin Burslan, Kanaat Kitabevi,
İstanbul,
OLGUNER, Fahrettin; “Farabi”, Akademi Kitabevi, İzmir, 1993
TÜRKER-KÜYEL, Mübahat; “Aristoteles ve Farabi’nin varlık ve Düşünce Öğretisi”,
A.Ü.D.T.C.F.Y., Ankara, 1969
ÜLKEN, Hilmi Ziya; “İslam Felsefesi”, Selçuk Yayınları, Ankara, 1957

98

You might also like