You are on page 1of 107

‫بسم ال الرحمن الرحيم‬

İslam’da Şehadet Operasyonları

1
ŞEHADET YAYINLARI
Yayın No: 8

Elinizdeki eserin tercüme, dizgi, tashih,


redakte ve kapak tasarım hazırlıkları ta-
mamen www.davetvecihad/elhadid.com sitesini
hazırlayan kardeşlerimiz tarafından yapılmış
olup, site yetkililerinin izni dahilinde basımı
tarafımızdan yapılmıştır.

www.davetvecihad.com
Araştırma Serisi
5. Kitap

İrtibat Adreslerimiz
davetvecihad@gawab.com
davetvecihad@maktoob.com
elhadid@gawab.com

2
İSLAM’DA

ŞEHADET OPERASYONLARI

Derleme

Şehadet Yayınları
0 506 226 14 49
0 332 246 44 13
Konya

3
4
Kitap Hakkında Bir Açıklama
“Bizi doğru yola ileten Allah’a hamdolsun. Zaten Allah
bize hidayet vermiş olmasaydı, biz kendiliğimizden bu doğru
yolu bulamayacaktık.” (7 Araf/43)
“Allah’a hamd, seçtiği kullarına da selam olsun” (27
Neml/59)
“Halimizi ancak Allah’a arzediyoruz. Allah bizlere
hayırlısını versin. O her şeye kadirdir. Gidenden daha çoğunu
verir, eksilttiğini artırır. O’nun ihsanları bizleri sarar. Sonsuz
nimetleri bizleri boğar. Şükrünü edadan aciziz. Her şey O’nun
lütfu ve keremi iledir. Biz kendi kendimize hüküm veremeyiz.
Biz O’na aidiz ve O’na döneceğiz. Her emanet sahibine verilir.
Önce de, sonra da, bidayette ve nihayette hamd ancak O’na
mahsustur.” (İbn’i Hazm, Tavk’ul Hamame, sy:154)
Elinizdeki çalışma İslam Hukukunda “İstişhad” olarak
bilinen, kâfirlere karşı cihad esnasında kişinin kesin bir şekilde
öleceğini bildiği halde, Müslümanların maslahatı için ya da
kâfirlerin zayıf düşürülmesi için eyleme atılmasına dair şer’i
delilleri toplamaktadır. Kitap bir derleme çalışmasıdır ve Arapça
orijinalinin üzerinde "Cemaatu’l-cihad, Şer’i kanadı” ibaresi
bulunmaktadır.
Kitabın tercüme, dizgi, tashih, redakte ve kapak tasarım
hazırlıkları tamamen www.davetvecihad.com sitesini
hazırlayan kardeşlerimiz tarafından yapılmış ve internet
ortamında sunulmuştur. Kitabın reel ortamda da okuyuculara
sunulması amacıyla site yetkilileri ile yaptığımız görüşmeler
sonucunda kitabın basımı için izin alınmış ve tarafımızdan
basılmıştır. Allahu Teala’dan kitapta emeği geçen bütün

5
kardeşlerimizden razı olmasını ve onları şehidlerden eylemesini
niyaz ederim.
“Ya Rabbi! Bize dünyada bir iyilik, ahirette de bir iyilik
ihsan et. Ve bizi ateşin ashabından kılma” (2 Bakara/201)

1 Rebiu’levvel 1427/ 31 Mart 2006


Murat GEZENLER
Konya

6
Mukaddime
Şüphesiz ki hamd Allah’a aittir. O’ndan yardım diler ve
O’na istiğfar ederiz. Nefislerimizin şerlerinden ve amellerimizin
kötülüklerinden Allah’a sığınırız. Allahu Tealâ kime hidayet
ederse onu saptıracak ve kimi de saptırırsa ona hidayet edecek
yoktur. Allah’tan başka ilah olmadığına, bir olup ortağının
bulunmadığına, Muhammed’in (s.a.v) O’nun kulu ve Rasulü
olduğuna şehadet ederim.
“Ey iman edenler! Allah’tan, O’na yaraşır şekilde korkun
ve ancak Müslümanlar olarak can verin.” (3 Ali İmran/102)
“Ey İnsanlar! Sizi bir tek nefisten yaratan, ondan eşini var
eden ve ikisinden pek çok erkek ve kadınlar meydana getiren
Rabbinizden sakının. Kendisi adına birbirinizden dilekte
bulunduğunuz Allah’ın ve akrabanın haklarına riayetsizlikten
de sakının. Allah şüphesiz hepinizi görüp gözetmektedir.” (4
Nisa/1)
“Ey iman edenler! Allah’tan sakının, dürüst söz söyleyin
de Allah işlerinizi kendinize yararlı kılsın ve günahlarınızı size
bağışlasın. Kim Allah’a ve Peygamberi’ne itaat ederse,
şüphesiz büyük bir kurtuluşa ermiş olur.” (33 Ahzab/70-71)
Şüphesiz Allahu Tealâ, mü’min kullarına cihadı farz
kılmıştır. Allahu Tealâ şöyle buyurur:
“Size karşı savaş açanlara, siz de Allah yolunda savaş
açın. Sakın aşırı gitmeyin, çünkü Allah aşırıları sevmez.” (2
Bakara/190)
“Haram aylar çıkınca müşrikleri bulduğunuz yerde

7
öldürün; onları yakalayın, onları hapsedin ve onları her
gözetleme yerinde oturup bekleyin.” (9 Tevbe/5)
“Müşrikler nasıl sizinle topyekün savaşıyorlarsa, siz de
onlara karşı topyekün savaşın.” (9 Tevbe/36)
“Eğer anlaşmalarından sonra yeminlerini bozarlar ve
dininize saldırırlarsa, küfrün önderlerine karşı savaşın. Çünkü
onların yemin (diye birşeyleri) yoktur. (Onlara karşı
savaşırsanız) umulur ki küfre son verirler.” (9 Tevbe/12)
Rasulullah (s.a.v) “Savaş hiledir”1 buyurmaktadır. Bu,
mübtedanın habere hasredildiği anlatım şekillerinden biridir.
Yani savaşın esası ve en önemli temeli; hiledir. Bu söz, “Hac
Arafattır”2 sözüne benzemektedir. Haccın başka rükunlarının da
olmasına rağmen en önemli rüknunun Arafat olduğunu belirtir.
Yine “Din nasihattır”3 sözü de bunun gibidir.
Savaşta hile yapmak, mücahidin düşmanına karşı fırsat
kollamasını ve kendisine yönelen tehlikeyi, bulabildiği her türlü
imkanı değerlendirerek bertaraf edebilmesini gerektirir. Çünkü
zafer, genellikle hile yapanlarla birliktedir. Zafer, düşmanla
yüzleşerek de kazanılır, fakat bu durumda tehlike gerçekten
büyüktür. Ancak düşmana karşı uygulanan bu hilenin mutlaka
şer’i esaslar üzerinde olması gerekir. Zira şari’in koymuş olduğu
esaslar üzerine bina edilmemiş olan maslahatlar muteber

1
Buhari, Müslim, Ahmed, Ebu Davud, Tirmizî, Beyhâkî, Bezzâr ve
Taberânî, Cabir, Ebu Hureyre, Ka’b bin Malik, Aişe, Zeyd bin Sabit,
Hüseyin bin Ali, Nevvas bin Sem’an ve Nuaym bin Mes’ud’dan (r.a)
rivayet etmiştir.
2
Ahmed, Hakim ve Beyhâkî, Abdurrahman bin Yamer’den (r.a) rivayet
etmiştir.
3
Müslim, Ebu Davud, Nesâî ve Ahmed, Temim’den; Tirmizî ve Ebu
Nuaym, Ebu Hureyre’den; Ahmed ve et-Tarih’te Buhârî, İbni Abbas’dan
(r.a) rivayet etmiştir.
8
değildir. Dolayısıyla hile bahanesi ile bir takım haramları
işlemek caiz olmaz. Bu nedenle Nevevi (r.h), bu hadisin
şerhinde şöyle der:
“Alimler, savaşta kâfirleri ne şekilde olursa olsun
aldatmanın caiz olduğunda ittifak etmişlerdir. Ancak verilen
eman ahdine veya anlaşmalara ihanet suretiyle yapılacak
aldatma helal olmaz.”4
İbn-i Hacer (r.h) şöyle der: “Hilenin aslı, bir şeyi izhar
ederken aksini yapmaktır. Hadiste, savaş için gereken tedbirleri
almaya ve kâfirleri oyuna getirmeye teşvik bulunmaktadır.
Bunun farkında olmayanlar, işin aleyhlerine dönmesinden emin
olamazlar. İbnu’l-Arabi de şöyle demektedir: “Savaşta hile;
ansızın saldırı düzenlemek, pusu kurmak ve buna benzer
yollarla olur. Hadis, savaşta aklı kullanmak gerektiğine işaret
eder. Hatta aklı kullanmaya olan ihtiyaç, cesarete olan ihtiyaçtan
daha fazladır. Bu nedenle hadis bu lafız ile söylenmiştir. Tıpkı
“Hac Arafattır” sözü gibidir. İbnu’l-Munir şöyle der: “Harp
hiledir” sözünün anlamı, kişinin iyi bir savaş yapmasının ve
sonuca varmasının, göğüs göğüse çarpışmaktan daha çok, hile
ve taktik yapmaya bağlı olduğudur. Çünkü yüzyüze çarpışmak
tehlikeli iken, hile yaparak savaşmanın tehlikesi azdır.”5
Allahu Tealâ’nın izniyle bu kitapçıkta, düşmanlara karşı
meşru hile yollarından biri olan ve hakkında, gerek İslam ehli
arasında ve gerekse İslam ehlinin düşmanları arasında büyük
tartışmaların bulunduğu “Şehadet Operasyonları” üzerinde
duracağız.
Mukaddimeden sonra konu, şu bölümler halinde ele
alınmaktadır:

4
İmam Nevevî, Şerh-u Sahih-i Müslim, 12/45
5
Fethu’l-Bârî Şerh-i Sahihi’l-Buhârî, 6/158
9
Birinci Bölüm: Cihadın Farziyeti ve Şehadetin Üstünlüğü
İkinci Bölüm: Şer’i Açıdan Şehadet Operasyonlarının
Hükmü
Üçüncü Bölüm: Öldürülmeleri Caiz Olmayan
Müslümanların ve Diğer İnsanların Kâfirlerle Karışması
Halinde Kâfirlere Ateş Edilebileceği
Dördüncü Bölüm: Tağutların Yardımcılarının ve
Ordularının Hükmü

10
Birinci Bölüm
Cihadın Farziyeti Ve Şehadetin Üstünlüğü
Allahu Tealâ şöyle buyurur:
“Allah mü’minlerden canlarını ve mallarını, kendilerine
(verilecek) cennet karşılığında satın almıştır. Çünkü onlar Allah
yolunda savaşırlar, öldürürler, ölürler. (Bu), Tevrat’ta, İncil’de
ve Kur’an’da Allah üzerine hak bir vaaddir. Allah’tan daha çok
sözünü yerine getiren kim vardır? O halde onunla yapmış
olduğunuz bu alışverişinizden dolayı sevinin. İşte bu,
(gerçekten) büyük kazançtır.” (9 Tevbe/111)
Mikdam bin Ma’dikereb’den rivayet edildiğine göre,
Rasulullah (s.a.v) şöyle buyurmuştur:
“Şehidin Allah katında bir takım özellikleri vardır. Bunlar:
Kanının ilk damlasında günahlarının affedilmesi, cennetteki
makamının kendisine gösterilmesi, iman zineti ile süslenmesi,
huriler ile evlendirilmesi, kabir azabından korunması, başının
üzerine yakuttan yapılmış, dünya ve içindekilerden daha hayırlı
olan bir taç konması, yetmiş iki huri ile evlendirilmesi ve
akrabalarından yetmiş kişiye şefaatçi olması.”6
Şehadet ve şehidin derecesi bu kadar yüksek olduğuna
göre, Allah yolunda ölümü temenni etmek ve şehadeti istemek
caizdir. Uhud Savaşı’ndan önce Abdullah bin Cahş, Sa’d bin
Ebi Vakkas ile birlikte bir kenara çekilmiş, dua etmeleri ve her
birinin dua edenin duasının kabul olması için Rabbinden dilekte

6
Ahmed, Tirmizî ve İbn-i Mâce, sahih bir isnadla rivayet etmişlerdir.
11
bulunması üzerinde ittifak etmişlerdi. Abdullah bin Cahş’ın
duası şuydu: “Allahım! Beni öfkesi şiddetli, cesareti fazla olan
biriyle rızıklandır. Senin için onunla savaşayım ve o da benimle
savaşsın. Sonra beni ele geçirsin, burnumu ve kulaklarımı kesip
koparsın. Yarın seninle buluştuğumda sen diyeceksin ki: Ey
Abdullah! Burnun ve kulakların neden kesildi? Ben diyeceğim
ki: Senin ve Rasulün için. Bunun üzerine sen: Doğru söyledin,
diyeceksin.”7
Bunun için Buhari (r.h), Sahih’inde, “Erkeklerin ve
Kadınların Mücahid Olmak ve Şehid Olmak İçin Dua Etmeleri”
başlığında bir bâb açmış ve Ömer ibnu’l-Hattab’ın (r.a) şu
sözünü aktarmıştır:
“Allahım! Rasulü’nün beldesinde beni şehid olmakla
rızıklandır.”8
Allahu Tealâ, mü’minlere, fitne kalmayıncaya ve din
tamamen Allah’ın oluncaya kadar kâfirlere karşı savaşmalarını
farz kılmıştır:
“Fitne ortadan kalkıncaya ve din tamamen Allah’ın
oluncaya kadar onlarla savaşın.” (8 Enfal/39)
Günümüzde kendilerine karşı savaşılması gereken
topluluklar şunlardır:
Allahu Tealâ’nın indirdiği hükümler haricindeki
kanunlarla insanları idare eden yöneticiler, İslam ehline karşı
savaşanlar ve küfür ehlinden olan Yahudi, Hristiyan ve diğer
kâfirleri dost edinenler…
İbn-i Kesir (r.h), bu yöneticilere karşı savaşılmasının

7
Zâdu’l-Meâd, 3/212. Şuayb ve Abdulkadir el-Arnavud’un tahkikiyle.
8
Fethu’l-Bâri, 6/10
12
gerekliliği konusunda icma olduğunu nakletmektedir.9
Bu yöneticiler ve onların yardımcıları, Allahu Tealâ’nın
kendileri hakkında, “Eğer anlaşmalarından sonra yeminlerini
bozarlar ve dininize saldırırlarsa, küfrün önderlerine karşı
savaşın” (9 Tevbe/12) buyurduğu küfrün önderleridir.
Alimler, yönetimin kâfire bırakılmayacağı ve Müslüman
yöneticinin küfre girmesi halinde azledileceği, velayetinin
düşeceği ve ona itaat edilmeyeceği konusunda icma
etmişlerdir.10
Müslümanlar, cihadı yerine getirdikleri dönemlerde en
şerefli ve onurlu insanlar konumundaydılar. Ancak ne zaman ki
cihadı terkettiler, Allahu Tealâ ceza olarak onları alçalttı.
Rasulullah (s.a.v) şöyle buyurur: “İ’yne11 ile alışveriş yaptığınız,
öküzlerin peşine takılıp çiftçilikle yetindiğiniz ve cihadı
terkettiğiniz zaman Allah size bir zillet verir ve yeniden dininize
dönmedikçe sizden onu gidermez.”12
Rasulullah (s.a.v), cihadı terk etmeyi, alçaklığın ve
başıboşluğun nedeni olarak bildirmiş; izzete kavuşmanın ise
Allah yolunda cihada dönmek ile mümkün olduğunu açıklamış
ve bunu dine dönüş olarak isimlendirmiştir.
Kurtubi (r.h), “Hoşunuza gitmediği halde savaş size farz
kılındı. Sizin için daha hayırlı olduğu halde bir şeyi sevmemeniz
mümkündür. Sizin için daha kötü olduğu halde, bir şeyi
9
El-Bidâye ve’n-Nihâye: 13/119. Tefsir-u İbn-i Kesîr, 2/67
10
Sahih-i Müslim bi Şerhi’n-Nevevî, 12/229; Fethu’l-Bâri, 9/13
11
İ’yne: Faizle yapılan alışverişlerden bir çeşittir. Özelliği: Bir kişinin,
vakti tayin edilmiş bir bedel ile (veresiye) bir şeyi birisine satması, daha
sonra aynı malı, sattığı kişiden peşin olarak daha düşük bir ücret ile satın
almasıdır. Bu şekilde, peşin bedel ile veresiye bedeli ayırarak faizli bir kar
elde edilmiş olmaktadır.
12
Ebu Davud rivayet etmiştir. İbn-i Ömer (r.a) hadisinden.
13
sevmeniz de mümkündür. Allah bilir, siz bilmezsiniz” (2
Bakara/216) ayetinin tefsirinde şöyle der:
“Ebu Ubeyd der ki: “Bu kelime Allah tarafından
vadolunanı vermenin vücubunu ifade eder. Bunun anlamı şudur:
Bazı zorluklarından dolayı cihad hoşunuza gitmeyebilir.
Hâlbuki o, sizin için daha hayırlıdır. Zira cihad ile düşmanınıza
galip gelirsiniz, zafer kazanırsınız, ganimetler elde edersiniz ve
size ecir verilir. Bazılarınız da Allah yolunda şehid olma
nimetine kavuşur. Hâlbuki sizler rahatı ve savaşı terketmeyi
seviyor olabilirsiniz. Ama o, sizin için daha kötüdür. Zira bu
durumda düşmanlarınıza karşı yenik konuma düşersiniz ve
idarenizi kaybedersiniz.” Derim ki; onun bu sözü gayet
doğrudur. Bunun şüphe edilecek en ufak bir tarafı yoktur.
Nitekim Endülüs ülkesinde böyle olmuştur. Zira onlar cihadı
terkedip, savaştan korktular. Böylece düşman tarafından
memleketleri işgal edildi, öldürüldüler, kadın ve çocukları da
esir alınıp köle edildiler... İnna lillah ve inna ileyhi raciun.
Şüphesiz ki bu, ellerimiz ile işlediklerimizin bir sonucudur.”13
İbn-i Hacer (r.h), cihaddan uzak durmanın sebebi
hakkında, “Gündüz veya gece bir kerecik Allah yolunda çıkılan
sefer, dünyadan ve içindekilerden daha hayırlıdır” hadisinin
şerhinde şöyle der:
“Bu hadis, dünya işlerinin basitliğini, ahiret işlerinin
büyüklüğünü belirtmektedir. Gerçek de budur, zira cennetten,
kamçı konabilecek kadar bir parça kazanabilen, bütün dünyayı
kazanmış olmaktan daha büyük bir iş gerçekleştirmiş olursa,
oradan yüce makamlar kazanabilenin durumu acaba nasıldır?!
Buradaki nükte açıktır. Cihaddan geri kalmanın sebebi, herhangi
bir dünyalığa olan meyildir. Dolayısıyla cihaddan geri kalan
kimseye deniyor ki: Sen öylesine değersiz bir şey yüzünden,

13
Tefsiru’l-Kurtûbî, 3/43. Dâru’l-Hadîs.
14
öyle değerli bir şey kaybediyorsun ki bu, akla ve vicdana
sığmaz. Kocaman dünya, içinde bulunan bütün servetiyle,
cennetten kazanılacak bir kamçı kadar yere değmezken sen
dünyanın basit bir şeyi için cenneti kaybediyorsun.”14
Yukarıda aktardıklarımız, şehadetin üstünlüğüne, küfür
önderleri ve yardımcılarıyla savaşmanın gerekliliğine delalet
etmektedir. Ayrıca, dünyaya meyledip cihadı terketmenin zillete
düşmeye, malları, ırzları ve memleketleri kaybetmeye; şehadeti
sevmenin ve cihadı yerine getirmenin ise izzete ve güce
kavuşmaya sebep olduğuna delalet etmektedir.
Rasulullah (s.a.v), en üstün mü’minin, canı ve malıyla
cihada çıkan, sonra onlardan her ikisini de Allah yolunda
kaybeden kişi olduğunu açıklamaktadır. İmam Ahmed (r.h),
Müsned’inde, Ebu Hureyre’den (r.a), Rasulullah’ın (s.a.v) şöyle
buyurduğunu rivayet eder:
“Size insanların en hayırlısını haber vereyim mi? O, atının
yularından Allah yolunda tutan kimsedir. Hayırda bunu takip
edeni haber vereyim mi? O da, koyunlarının peşine takılıp
(insanları) terkeden, namaz kılan, zekat veren ve Allah’a
kimseyi ortak koşmadan ibadet eden kimsedir.”15
İbn-i Abbas’tan (r.a) nakledilen diğer bir rivayette ise
şöyle geçer: “Rasulullah (s.a.v), Tebük’te insanlara hitabında
şöyle buyurdu:
“İnsanlar arasında, atının yularından tutup Allah yolunda
cihad eden ve insanların kötülüklerinden kaçınan kimsenin
(hayırda) bir benzeri yoktur…”16
İnsanların içerisinde en hayırlı duruma sahip olanlar, Allah

14
Fethu’l-Bâri, 6/14
15
Ahmed rivayet etmiştir. Hadis no: 10361
16
Ahmed rivayet etmiştir. Hadis no: 1883
15
yolunda cihad için hazır olan, şehadeti isteyen, Allah yolunda
cihad çağrısını işittiklerinde, bu çağrıya icabet eden ve kendisi
hakkında Allahu Tealâ’nın emri gelinceye kadar bu hal üzere
devam eden kişilerdir. Ebu Hureyre’den (r.a), Rasulullah’ın
(s.a.v) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: “İnsanların en
hayırlısı; Allah yolunda atının yularından tutan, bir hazırlık ya
da korku işittiğinde kendinden emin bir şekilde acele eden,
ölümü ve savaşmayı uman kimsedir…”17
Razı ve gönüllü olarak kendi canını, Allahu Tealâ yolunda
feda eden kişi, Rasulullah’ın (s.a.v) doğruluğuna şehadet eden
en hayırlı kimsedir.

17
Müslim (3503) ve İbn-i Mâce (3967) rivayet etmiştir.
16
İkinci Bölüm

Şer’i Açıdan Şehadet Operasyonlarının Hükmü


Bu bölümde, şehadet operasyonlarının meşruluğu
konusundaki şer’i delilleri ve alimlerin bu konudaki sözlerini
aktaracağız.
1- Dinin İtibarı ve Ortaya Çıkması İçin Canın Feda
Edilmesi
Allahu Tealâ şöyle buyurur:
“İçinde burçları bulunan göğe and olsun; söz verilen
kıyamet gününe and olsun; şahitlik edene ve edilene and olsun
ki, insanlar öldükten sonra diriltileceklerdir. Hazırladıkları
hendekleri, tutuşturulmuş ateşle doldurarak onun çevresinde
oturup, iman etmiş kimselere dinlerinden dönmeleri için
yaptıkları işkenceleri seyredenler kahrolmuştur! Bu
inkarcıların, iman edenlere kızmaları; onların sadece, göklerin
ve yerin hükümranlığı kendisinin bulunan ve övülmeğe layık ve
güçlü olan Allah'a iman etmiş olmalarındandı. Allah her şeye
şahiddir.” (85 Buruc/1-9)
Müslim, Sahih’inde, Suheyb’den (r.a), Rasulullah’ın
(s.a.v) şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:
“Sizden önce bir kral vardı. Onun bir de sihirbazı vardı.
Sihirbaz yaşlanınca krala: “Ben artık yaşlandım. Bana bir oğlan
çocuğu gönder ve sihir yapmayı öğreteyim!” dedi. Kral da
öğretmesi için ona bir genç gönderdi.

17
Gencin geçtiği yolda bir rahip yaşıyordu. (Bir gün
giderken) rahibe uğrayıp onu dinledi, konuşması hoşuna gitti.
Artık sihirbaza gittikçe, rahibe uğruyor, yanında oturup onu
dinliyordu. (Bir gün) sihirbaz, delikanlıyı yanına gelince dövdü.
Genç de durumu rahibe şikayet etti. Rahip ona: “Eğer
sihirbazdan korkarsan, “Ailem beni oyaladı!” de; ailenden
korkacak olursan, “Beni sihirbaz oyaladı” de!” diye tenbihte
bulundu.
O bu halde (devam eder) iken, insanlara engel olan büyük
bir canavara rastladı. Kendi kendine, “Bugün sihirbazın mı,
rahibin mi daha üstün olduğunu bileceğim!” dedi. Bir taş aldı
ve, “Allahım! Eğer rahibin işi, sana sihirbazın işinden daha
sevimli ise, şu hayvanı öldür ve insanlar geçsinler!” deyip, taşı
fırlattı ve hayvanı öldürdü. İnsanlar yollarına devam ettiler.
Delikanlı rahibe gelip durumu anlattı. Rahip ona: “Evet
oğlum, bugün sen benden üstünsün! Görüyorum ki, yüce bir
mertebedesin. Sen imtihan geçireceksin. İmtihana maruz kalınca
sakın beni anlatma!” dedi. Çocuk, anadan doğma körleri ve
alaca hastalığına yakalananları tedavi ediyor, insanları diğer
hastalıklardan da kurtarıyordu. Onu kralın gözleri kör olan bir
arkadaşı işitti. Birçok hediyeler alarak yanına geldi ve: “Eğer
beni tedavi edersen, şunların hepsi senindir” dedi. O da: “Ben
kimseyi tedavi etmem, tedavi eden Allah’tır. Eğer Allah’a iman
edersen, sana şifa vermesi için dua edeceğim. O da şifa
verecek!” dedi. Adam derhal iman etti, Allah da ona şifa verdi.
Adam bundan sonra kralın yanına geldi. Eskiden olduğu
gibi yine yanına oturdu. Kral: “Gözünü sana kim iade etti?” diye
sordu. “Rabbim!” dedi. Kral, “Senin benden başka bir rabbin mi
var?” dedi. Adam: “Benim de senin de rabbimiz Allah’tır!”
cevabını verdi. Kral onu yakalatıp işkence ettirdi. O kadar ki,
(gözünü tedavi eden ve Allah’a iman etmesini sağlayan) gencin

18
yerini de gösterdi.
Genç de oraya getirildi. Kral ona: “Ey oğul! Senin sihrin
körlerin gözünü açacak, alaca hastalığını tedavi edecek bir
dereceye ulaşmış, neler neler yapıyormuşsun!” dedi. Genç:
“Ben kimseyi tedavi etmiyorum, şifayı veren Allah’tır!” dedi.
Kral onu da yakalatıp işkence etmeye başladı. O kadar ki, o da
rahibin yerini haber verdi. Bunun üzerine rahip getirildi. Ona:
“Dininden dön!” denildi. O bunda direndi. Hemen bir testere
getirildi. Başının ortasına konuldu. Ortadan ikiye bölündü ve iki
parçası yere düştü. Sonra genç getirildi. Ona da: “Dininden
dön!” denildi. O da bundan kaçındı.
Kral, onu da adamlarından bazılarına teslim etti. “Onu
falan dağa götürün, tepesine kadar çıkarın. Zirveye ulaştığınız
zaman (tekrar dininden dönmesini talep edin); dönerse tamam,
aksi takdirde dağdan aşağı atın!” dedi. Gittiler, onu dağa
çıkardılar. Genç: “Allahım, bunlara karşı, dilediğin şekilde bana
yardım et!" dedi. Bunun üzerine dağ onları salladı ve hepsi de
düştüler.
Genç yürüyerek kralın yanına geldi. Kral: “Yanındakilere
ne oldu?” dedi. “Allah, onlara karşı beni korudu” cevabını verdi.
Kral onu adamlarından bazılarına teslim etti ve: “Bunu bir
gemiye götürün. Denizin ortasına kadar gidin. Dininden dönerse
tamam, aksi takdirde onu denize atın!” dedi. Söylendiği şekilde
adamları onu götürdü. Genç orada: “Allahım, dilediğin şekilde
bunlara karşı bana davran!” diye dua etti. Derhal gemileri
alabora oldu ve boğuldular.
Genç yine yürüyerek hükümdara geldi. Kral:
“Yanındakilere ne oldu?” diye sordu. Genç: “Allah onlara karşı
beni korudu” dedi. Sonra krala: “Benim emrettiğimi
yapmadıkça sen beni öldüremeyeceksin!” dedi. Kral: “O nedir?”
diye sordu. Genç: “İnsanları geniş bir düzlükte toplarsın, beni
19
bir kütüğe asarsın, sadağımdan bir ok alırsın. Sonra oku, yayın
ortasına yerleştirir ve: “Gencin Rabbinin adıyla” dersin. Sonra
oku bana atarsın. Eğer bunu yaparsan beni öldürürsün!” dedi.
Hükümdar, hemen halkı bir düzlükte topladı. Genci bir
kütüğe astı. Sadağından bir ok aldı. Oku yayının ortasına
yerleştirdi. Sonra: “Gencin Rabbinin adıyla!” dedi ve oku
fırlattı. Ok çocuğun şakağına isabet etti. Genç, elini şakağına,
okun isabet ettiği yere koydu ve Allah’ın rahmetine kavuşup
öldü.
Halk: “Gencin Rabbine iman ettik!” dediler. Halk bu sözü
üç kere tekrar etti. Sonra krala gelindi ve: “Ne emredersiniz?
Vallahi korktuğunuz başınıza geldi. Halk gencin Rabbine iman
etti!” denildi. Kral hemen yolların başlarına hendekler
kazılmasını emretti. Derhal hendekler kazıldı. İçlerinde ateşler
yakıldı. Kral: “Kim dininden dönmezse onu bunlara atın!” diye
emir verdi. İstenen derhal yerine getirildi. Bir ara, beraberinde
çocuğu olan bir kadın getirildi. Kadın oraya düşmekten
çekinmişti, çocuğu: “Anneciğim sabret. Zira sen hak üzeresin!”
dedi.”18
Şeyhu’l-İslam İbn-i Teymiye (r.h) şöyle der: “Müslim,
Sahih’inde Ashab-ı Uhdud kıssasını rivayet etmiştir. Bu kıssada
genç, dinin ortaya çıkması için kendisinin öldürülmesini
emretmiştir. Bu nedenle, dört imam da, Müslümanlar için bir
faydanın bulunması halinde, öldürülme ihtimali yüksek dahi
olsa kişinin, savaş için kâfirlerin safına dalmasına cevaz
vermişlerdir. Dolayısıyla kişinin, cihadın maslahatı için bir işi
yerine getirmesine, öldürüleceğine inanmasına rağmen izin
verildiğine göre, dinin maslahatının sağlanması ve hem dini
hem de dünyayı bozan düşmanın zararının yok edilmesi için bir
18
Müslim, hadisi Kitabu’z-Zühd ve’r-Rekâik’te, Ashab-ı Uhdud, Sihirbaz
ve Gencin Kıssası Bâbı’nda rivayet etmiştir. Ahmed, hadisi Süheyb’den
(r.a) rivayet etmiştir.
20
başkasının ölümüne sebep olacak bir işin yapılması öncelikle
geçerlidir. Zira kişinin kendisini öldürmesi, başkasını
öldürmesinden daha büyüktür.”19
Rasulullah’ın (s.a.v) aktardığı bu olaydan çıkarılan
sonuçlar şunlardır:
Birincisi: Hadiste bahsedilen genç, kral kendisini iki defa
öldürmek için teşebbüste bulunmasından ve bunda da başarısız
olmasından sonra öldürülmesini kendi iradesiyle istedi ve krala
kendisini nasıl öldürebileceğini bildirdi: “Benim emrettiğimi
yapmadıkça sen beni öldüremeyeceksin!” dedi. Kral: “O nedir?”
diye sordu. Genç: “İnsanları geniş bir düzlükte toplarsın, beni
bir kütüğe asarsın, sadağımdan bir ok alırsın. Sonra oku, yayın
ortasına yerleştirir ve: “Gencin Rabbinin adıyla” dersin. Sonra
oku bana atarsın. Eğer bunu yaparsan beni öldürürsün!”
İkincisi: Gencin ölümü tercih etmesinin nedeni, davetin
başarıya ulaşmasını sağlayabilmek ve Allahu Tealâ’nın dinine
girmeleri için insanlar üzerine hücceti ikame edebilmekti.
Gerçekten de onun ölümü, davetin başarıya ulaşmasına sebep
oldu. Onun bu maksadı, dine yardım adına yapılmış olan yüce
bir gayedir. Bu eylem, savaş alanında düşmana ağır zararlar
verir.
Üçüncüsü: Kur’an bu olayı övgü ile ve mü’minlerin
sebatını sağlayıcı bir etken olarak aktarmıştır. Bu kıssada,
mü’minlerin, küfre karşı ölümü nasıl tercih ettikleri
anlatılmaktadır. Kurtubi (r.h) bu ayetlerin (85 Buruc/1-9)
tefsirinde şöyle der: “Alimlerimiz derler ki:
“Allahu Tealâ bu ümmete, kendilerinden önceki
muvahhidlerin karşılaştığı zorlukları bildirmektedir. Rasulullah
(s.a.v), yaşının küçüklüğüne rağmen, davetin ortaya çıkması ve
19
Mecmuu’l-Fetava, 28/540
21
insanların dine girmeleri için zorluklara sabreden ve hak üzere
sebat eden o gencin kıssasını, başlarına gelen sıkıntılara ve
acılara sabretmeleri ve hak üzere sebat etmeleri için sahabeye ve
dolayısıyla da bu ümmete aktarmaktadır.
Yine aynı kıssada geçen rahip de hak üzere sebat etmiş ve
bu sebatı nedeni ile testere ile öldürülmüştü. Onların bu sebatları
neticesinde Allahu Tealâ’ya iman eden diğer insanların
kalplerinde de bu iman kökleşmiş ve ateşe atılmaya sabrederek
dinlerinden dönmemişlerdi. İbnu’l-Arabi, bunun mensuh
olduğunu söylemektedir. Ben derim ki: Bize göre mensuh
değildir. Bu konuda sabır, nefsi güçlü olan ve dinini sağlam
tutan kimse için daha üstündür. Allahu Tealâ, Lokman’ın şöyle
dediğini bildirmektedir:
“Yavrucuğum! Namazı kıl, iyiliği emret, kötülükten alıkoy,
başına gelenlere sabret. Doğrusu bunlar, azmedilmeye değer
işlerdir.” (31 Lokman/17)
Ebu Said el-Hudri’den, Rasulullah’ın (s.a.v) şöyle
buyurduğu nakledilir: “Zalim sultanın karşısında hakkı
söylemek, cihadın en üstünüdür.”20
Muhammed bin Sencer, Ümeyme’den şöyle rivayet eder:
“Rasulullah’ın (s.a.v) abdest suyunu döküyordum. Bir adam
geldi ve, “Bana tavsiyede bulun” dedi. Rasulullah (s.a.v) şöyle
buyurdu: “Kesilsen de, yakılsan da Allah’a şirk koşma…”21
Alimlerimiz şöyle der: “Rasulullah’ın (s.a.v) ashabından

20
Tirmizî tahric etmiş ve hadisin hasen, garib olduğunu söylemiştir.
Ahmed, İbn-i Mâce, Beyhâkî ve Taberânî, el-Kebir’de; İbn-i Adiyy, Ebu
Umame’den (r.a) rivayet etmiştir. Ahmed, Nesâî ve Beyhâkî, İbn-i
Şihab’dan, Hakim, Ebu Said’den (r.a) rivayet etmiştir. Hadisin isnadı
sağlamdır.
21
İbn-i Mâce, Kitabu’l-Fiten’de, Ahmed, Müsned’inde rivayet etmiştir.
Hadis, hasendir.
22
birçoğu ölümle, işkenceyle imtihan edildi. Bunların hiçbirine
önem vermediler. Asım, Hubeyb ve arkadaşlarının kıssası,
karşılaştıkları zorluklar, esaret ve ateşe atılmaları bu konuda
misal olarak yeterlidir. En-Nihal’de, izin verilen ruhsatı
kullanmadan zorluklara katlanmanın ve hatta öldürülmenin buna
güç yetirebilen için geçerli olduğu konusunda icma bulunduğu
aktarılmaktadır.”22
İbn-i Hacer’in (r.h) belirttiği ve ileride aktarılacak olan
icmada olduğu gibi, gencin kendisini nasıl öldürebileceğini
krala söylemesi, kişinin kendisine zulmetmesi veya Allahu
Tealâ’nın, “Kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın” (2
Bakara/195) ayetinde belirtildiği gibi kişinin kendisini tehlikeye
atması kabilinden değildir.
Dördüncüsü: Gencin Rabbine iman eden mü’minler,
küfre karşı dini açığa çıkarabilmek maksadıyla bizzat kendi
iradeleri ile ölümü tercih etmişlerdir. Hadiste şöyle geçer: “Kral
hemen yolların başlarına hendekler kazılmasını emretti. Derhal
hendekler kazıldı. İçlerinde ateşler yakıldı. Kral: “Kim dininden
dönmezse onu bunlara atın!” diye emir verdi. İstenen derhal
yerine getirildi. Bir ara, beraberinde çocuğu olan bir kadın
getirildi. Kadın oraya düşmekten çekinmişti. Çocuğu:
“Anneciğim sabret. Zira sen hak üzeresin!” dedi.” Bu nedenle
onların kendilerini ateşe atmaları, nefislerine karşı işledikleri bir
zulüm olmadığı gibi, nefislerini tehlikeye atmaları da değildir.
Aksine bu, Allahu Tealâ’nın sevdiği ve övdüğü bir fiildir.
Allahu Tealâ’dan başka kimsenin bilemeyeceği bir takım fayda
ve hikmetler taşımaktadır.
Beşincisi: Bu hadis, mü’minin, dinin menfaati için canını
feda edebileceğine dair kuvvetli bir delalete sahiptir. Bu nedenle
yukarıda aktardığımız gibi İbn-i Teymiye (r.h), mü’minin
22
Tefsiru’l-Kurtûbî, 19/293. Mektebetu’l-Maarif baskısı, Dımeşk.
23
kâfirlerin safına dalabileceği konusunda ve yine Muhammed bin
İbrahim Âlu’ş-şeyh (r.h), kâfirlerin elinde esir olan mü’minin,
Müslümanların sırlarını vermekten endişe etmesi halinde
kendisini öldürebileceği konusunda delil olarak bu hadisi
aktarmışlardır. Muhammed bin İbrahim Âlu’ş-şeyh’in sözleri
ileride gelecektir. Bu hadis, bu mesele ile ilgili olarak yapılan
çeşitli kıyaslarda neredeyse esas delil niteliğindedir.
Bizden önceki bir ümmetin şeriatı olması gerekçesi ile bu
kıssasının delil olarak aktarılmasına itiraz etmek caiz değildir.
Zira bizden öncekilere ait bir şeriat olması ile birlikte, bizim
şeriatımız bu kıssanın sıhhatini ve geçerliliğini açıklamaktadır.
Şeyhu’l-İslam İbn-i Teymiye ve diğer alimler de, bu hadisi, bu
meselede delil olarak kullanmışlardır.23
Altıncısı: Davetçilerin ve rasullere tabi olanların yolu,
kendilerini ölüme götürse de, eziyetlere sabır, hak üzerinde
sebat, davete yardım ve kralların, tağutların ve zalimlerin
yüzlerine karşı hakkı haykırmaktır. Şüphesiz bu, Firavun’un
sihirbazlarının kıssasında da aktarıldığı gibi mü’minlerin
yoludur. Allahu Tealâ şöyle buyurur:

23
‘Bizden önceki bir ümmetin şeriatı’ cümlesi ile kastedilen, Allahu
Teâlâ’nın önceki ümmetler için emrettiği hükümlerdir. Alimler arasında,
bizden önceki ümmetlerin şeriatlarındaki emirlerin; bizim şeriatımızda
olan bir emri gerekli kıldığı ya da doğruladığı sürece, bizim için geçerli
olacağı konusunda ihtilaf yoktur. Geçmiş ümmetlerin şeriatlarından,
bizim şeriatımıza muhalif olan bir şeyin rivayet edilmesi halinde, rivayet
edilen bu emrin bizim için geçerli olmayacağı konusunda da herhangi bir
ihtilaf yoktur. Tercih edilen görüş, bizden önceki ümmetlerin
şeriatlarından rivayet edilenlerin, bizim şeriatımızda açıklanan şeylerin
geçerliliğini yok saymadığı sürece, bizim için de geçerli olacağıdır.
Allahu Tealâ en doğrusunu bilir. Bu konuda bakınız: Gazâlî, el-Mustasfâ,
s. 132 vd.; Âmidî, el-İhkâm, 2/186 ve diğer sayfalar; Abdu’l-Âli
Muhammed el-Ensarî, Şerh-u Müsellemi’s-Sübût, 2/184-185; İbn-i Hazm,
el-İhkâm, 5/724; Tefsiru’l-Kurtûbî, 7/38, Daru’l-Hadîs baskısı, Kahire.
24
“Bunun üzerine sihirbazlar secdeye kapandılar.
“Harun’un ve Musa’nın Rabbine iman ettik” dediler. (Firavun)
Şöyle dedi: “Ben size izin vermeden önce ona iman ettiniz ha!
Hakikat şu ki o, size büyü öğreten ulunuzdur. Şimdi elleriniz ile
ayaklarınızı tereddüt etmeden çaprazlama keseceğim ve sizi
hurma dallarına asacağım. Böylece, hangimizin azabının daha
şiddetli ve sürekli olduğunu iyice anlayacaksınız.” Dediler ki:
“Seni, bize gelen açık açık mucizelere ve bizi yaratana tercih
edemeyiz. Öyle ise yapacağını yap! Sen, ancak bu dünya
hayatında hükmünü geçirebilirsin. Biz, hatalarımızı ve senin
bize zorla yaptırdığın büyüyü bağışlaması için Rabbimize iman
ettik. Allah, (mükafatı) en hayırlı ve (cezası) en sürekli
olandır.” (20 Ta’ha/70-73)
Allahu Tealâ’nın, kendisiyle sünneti korumayı dilemiş
olduğu Ahmed bin Hanbel’in karşılaşmış olduğu büyük
zorluklar da bu kabildendir. Kur’an-ı Kerim, bu gerçeği şöyle
belirtir:
“Sabrettikleri ve ayetlerimize kesinlikle iman ettikleri
zaman, onların içinden, buyruğumuzla doğru yola ileten
rehberler tayin etmiştik.” (32 Secde/24)
Acılara ve baskılara karşı sabır ve hak üzere sebat, belli bir
güce sahip olmayan müstaz’aflar niteliğindeki mü’minlerin
yoludur. Allahu Tealâ tarafından, kendilerine yeryüzünde belli
bir güç verilmesi halinde ise onların yolu, Allah yolunda cihadın
bir türü olan iyiliği emir, kötülüğü yasaklama ve Allah’a
davettir. Allahu Tealâ şöyle buyurur:
“Onlar (o mü’minler) ki, eğer kendilerine yeryüzünde
iktidar verirsek namazı kılarlar, zekâtı verirler, iyiliği emreder
ve kötülükten nehyederler. İşlerin sonu Allah’a varır.” (22
Hacc/41)

25
İşte bu, mü’minlerin yoludur. Günümüzde, ilim sahibi
olduğu iddiasında bulunan bazıları ise, cihadı engelleyici yönde
vermiş oldukları bir takım fetvaları ile yeryüzünü tağutlar için
hazırlamaktadırlar. Rasullere tabi olanlar tağutların sonunu
hazırlamak, onlardan uzak olduklarını duyurmak ve onları
görevlerinden azletmek için ayaklandıklarında, bu iddia
sahipleri tarafından çeşitli iftiralara maruz bırakılmakta ve
onları öldürmeleri için tağutlar teşvik edilmektedir.
Bu tağutlardan ve onların münafık alimlerinden
yeryüzünde belli bir güce ve otoriteye sahip olanlar, İslam
düşmanları ile dostluk bağlarını kurmakta ve onlara tabi
olmaktadırlar. Müslümanların memleketlerindeki yönetimlerin
günümüzdeki durumu budur. Rasullere tabi olmanın hali ise
Kitap ve ‘demir’ ile Allahu Tealâ’nın dinine yardımcı olmaktır.
Allahu Tealâ şöyle buyurur:
“Andolsun biz peygamberlerimizi açık delillerle
gönderdik ve insanların adaleti yerine getirmeleri için
beraberlerinde Kitabı ve nizamı indirdik. Biz demiri de indirdik
ki onda büyük bir kuvvet ve insanlar için faydalar vardır. Bu,
Allah’ın dinine ve peygamberlerine görmeden yardım edenleri
belirlemesi içindir. Şüphesiz Allah kuvvetlidir, daima
üstündür.” (57 Hadid/25)
Şüphesiz mü’minler, müstaz’af konumunda olmaları
halinde, kalpleriyle ve dilleriyle cihad ederler. Belli bir güce
ulaştıklarında ise iyiliği emredip, kötülüğü yasaklarlar, kâfirlerle
cihad ederler ve Tevhid davetini yayarlar. Bu şekilde, rasullere
tabi olan muvahhidler ile mürtedlere ve İslam düşmanlarından
olan diğer müstekbirlere hizmet olarak, Allahu Tealâ’nın
ayetlerini az bir ücret karşılığında değişen bel’amların
arasındaki fark ortaya çıkmaktadır. Allahu Tealâ şöyle buyurur:

26
“Allah, kendilerine kitap verilenlerden, “Onu mutlaka
insanlara açıklayacaksınız; onu gizlemeyeceksiniz” diyerek söz
almıştı. Onlar ise bunu kulak ardı ettiler, onu az bir dünyalığa
değiştiler. Yaptıkları alışveriş ne kadar kötü!” (3 Al-i
İmran/187)
Dinin üstün kılınması için canı feda etmenin caizliğini
kuvvetlendiren şeylerden biri de, Hafız İbn-i Kesir’in (r.h),
düşmanlar tarafından “Akka” şehrinin ele geçirilmesini
aktardığı şu kıssadır: “Cemadiye’l-evvel ayı geldiğinde,
Avrupalıların Allah onlara lanet etsin, Akka şehri üzerindeki
kuşatmaları şiddetlendi. Uzak yerlerden gelerek güçlerini
birleştirdiler. İngiliz kralı da, savaşçılarla dolu yirmi beş
kıt’adan oluşan büyük bir kalabalık ile onlara katıldı. Halk, daha
önce karşılaşmadığı büyük bir zorlukla karşı karşıya kalmıştı.
Bunun üzerine önceden ittifak ettikleri gibi, davullar çalarak
sultana mesaj gönderdiler. Zira davulların çalınması sultan ile
kendi aralarında bir parola niteliğindeydi. Sultan Akka’ya
yaklaşarak şehre en yakın bir yerde mevzilendi. Böylece
düşmanın dikkatini dağıtmak istiyordu. Düşman ise şehri her
yerden kuşatmış ve yedi mancınık ile gece gündüz ateş
ediyordu. Özellikle Aynu’l-Bakar kalesini ağır bir ateşe tuttular.
Daha sonra ise kaleye ulaşabilmek için, kalenin etrafındaki
hendeği doldurmaya başladılar. İngiliz kralı, Müslümanlara ait
olan ve Beyrut’tan gelen silah ve erzak yüklü gemileri ele
geçirmeye çalıştı. Gemiler kırk gün denizde bekledi. Hiçbir
gemi şehre ulaşamadı. Gemilerde altı yüz kahraman savaşçı
vardı. Bu savaşçılar, İngiliz kralı tarafından tamamen
etraflarının sarıldığını görünce bütün gemileri batırdılar ve
istisnasız hepsi öldü. Allahu Tealâ onlara rahmet eylesin.
Gemilerin tamamını batırmaları nedeni ile düşman, ne silah ve
ne de erzaktan hiç bir şey ele geçiremedi. Ancak bu altı yüz
kahramanın bu şekilde ölmeleri Müslümanları çok üzdü. İnna
27
lillahi ve inna ileyhi raciun.”24
Allahu Tealâ sana rahmet eylesin ey muvahhid mücahid’
Hafız İbn-i Kesir’in (r.h), onların fiilini doğrulamasına ve onlar
için rahmet dilemesine dikkat et. Bu cesur savaşçıların
durumuna bak. Gemilerini kendi elleriyle yaktılar ve kendi
canlarını şu iki büyük şer’i fayda uğruna feda ettiler:
Birincisi: Düşman eliyle öldürülmemek veya esir
düşmemek.
İkincisi: Düşmanın ganimete ulaşmasını engellemek.
Yine bu mesele ile ilgili olarak Mısır’da, seksenli yılların
başında yaşanan bir olayı aktarmak isteriz: İsam el-Kameri,
İbrahim Selame (Allahu Tealâ kendilerine rahmet eylesin) ve
Nebil Nuaym (Allahu Tealâ onu esaretten kurtarsın) isimli üç
yiğit mücahid kardeş, Mısır’ın mürted emniyet birimleri ile bir
çatışmaya girmişti. Bu çatışma sonucunda Allahu Tealâ’nın
lütfu ile mürtedler koyun sürüsü gibi dağıldılar. Kardeşler ise
güvenli bir yere sığınmışlardı. Bu esnada İbrahim Selame isimli
kardeşin elinden bir el bombası pimi çekilmiş vaziyette yere
düştü. Bu kardeş yere düşen o bombanın üzerine kendisini
atarak kardeşlerinin zarar görmesine engel oldu. Kendisi ise
orada öldü. Allahu Tealâ onun şehadetini kabul eylesin, bizler
onu şehid olarak hesap ediyoruz.
Onlar, Rasulullah’ın (s.a.v) sünnetini savunan Tevhid
savaşçılarıydılar… Amerika ve İsrail’in düşmanlarıydılar...
Tağut yöneticilerin sözde alimleri tarafından “teröristler” olarak,
bu sözde alimlerin talebeleri olan ve kendilerinin selefi
olduğunu iddia edenler tarafından “bid’atçılar” olarak ve yine

24
Hafız İbn-i Kesîr, el-Bidaye ve’n-Nihaye, 12/342-343, Mektebetu’l-
Maarif, Beyrut
28
İhvan-ı Müslimin25 tarafından ise “suçlu ve aşırılar” olarak
isimlendirildiler.
“Ey Rabbimiz! Bizimle kavmimiz arasında adaletle
hükmet! Çünkü Sen hükmedenlerin en hayırlısısın.” (7 A’raf/89)
Allah bize yeter, O ne güzel vekildir!

2- Cihadda Tehlikeye Atılmanın Caizliği Konusunda


Alimlerin İcması
Buhari (r.h), Sahih’inin, “Kitabu’l-İkrah” bölümünde,
“Kâfir Olmak Üzere Zorlanmakta Horlanmayı, Dövülmeyi ve
Öldürülmeyi Tercih Eden Kimse” babında, Enes’ten (r.a) şunu
rivayet eder: “Rasulullah (s.a.v) şöyle buyurdu:
“Kimde şu üç şey bulunursa, imanın tadına varmış olur:
Allah ve Rasulü’nün, kendisine başkalarından daha sevimli
olması; bir kimseyi yalnız Allah için sevmesi ve ateşe
atılmaktan nefret ettiği gibi, küfre dönmekten nefret etmesi.”
İbn-i Hacer şöyle der: “Kâfir Olmak Üzere Zorlanmakta
Horlanmayı, Dövülmeyi ve Öldürülmeyi Tercih Eden Kimse”
sözü, kendisinden önceki bâba işaret eder. Bilal, küfür sözünü
söylemek yerine, horlanmayı ve dövülmeyi tercih eden biriydi.
Aynı şekilde bu bâbda anılan Habbab, onun beraberindekiler ve
işkence altında öldürülen Ammar’ın anne-babası da bunu tercih
edenlerdendi.”

25
Müslüman Kardeşler cemaati. Türkiye’de bu cemaatin uzantısının ismi
ise Milli Görüş Teşkilatı’dır ve aynı menheci taşımaktadır
29
Yine şöyle der: “Küfre düşmek ile ateşe girmek aynı
değerlendirilmiştir. Ölüm, dövülme ve horlanma, mü’min için
ateşe girmekten ve dolayısıyla da küfre girmekten daha
kolaydır. İbn-i Battal da bunu söylemiştir. Yine şöyle der: “Bu
hadis, Malik’in ashabı için delil niteliğindedir. İbnu’t-Tin, küfür
yerine ölümün tercih edilmesinin daha üstün olduğuna dair
alimlerin ittifakının bulunduğunu söyler... Alimler, cihadda
tehlikelere atılmanın caizliği konusunda icma etmişlerdir.”26

3- Tek Kişinin Cihadda Birçok Düşman Üzerine


Saldırmasının Caizliği
Yukarıda, Kur’an ve Sünnet’ten, dinin ortaya çıkması için,
kendi iradeleriyle kendilerini öldüren mü’minlerin durumuna
dair iki şekil aktarmıştık. Bunlardan ilki, askerlerin elinden
kurtulmasına rağmen krala dönen ve kendisini nasıl
öldürebileceğini ona bildiren genç; diğeri ise küfür sözünü
söylemekten kaçınan ve küfre dönmemek için tereddüt etmeden
ateş dolu hendeklere atlayan mü’minlerdir. Hatta o
mü’minlerden biri hendeğe atlamaktan çekindiğinde,
kuçağındaki çocuk: “Anneciğim sabret. Zira sen hak üzeresin!”
demişti.
Yine İslam tarihinden, düşmanın, ganimete ulaşarak
kendilerinden dolayı zafere ulaşmasını engellemek için
gemilerini yakan mücahidleri de aktarmıştık… Burada, Allahu
Teâlâ’nın yardımıyla, sünnetten ve sahabenin (r.a) hayatından,
kendilerini tehlikeye atan ve düşmanları tarafından öldürülen

26
Fethu’l-Bârî, 12/330
30
mücahidlere ait birkaç şekil daha aktaracak ve daha sonra bu
konuda ilim ehlinin görüşlerini sunacağız. Daha önce
aktardıklarımız ile bu aktaracaklarımız arasında herhangi bir
fark bulunmamaktadır:

Sünnetten ve Sahabenin (r.a) Hayatından, Kendilerini


Tehlikeye Atan ve Düşmanları Tarafından Öldürülen
Mücahidlere Ait Örnekler
1- Müslim, Sahih’inde, Ebu Bekr bin Ebu Musa el-
Eş’ari’den (r.a) şöyle rivayet eder: “Babamın düşman karşısında
iken şunu söylediğini işittim: Rasulullah (s.a.v) buyurdu ki:
“Şüphesiz cennetin kapıları, kılıçların gölgesi altındadır.”
Bunun üzerine dağınık giyimli bir adam ayağa kalktı ve: “Ey
Ebu Musa! Rasulullah’ın (s.a.v) böyle dediğini işittin mi?” dedi.
Ebu Musa: “Evet” dedi. Adam, arkadaşlarına döndü ve: “Sizlere
selam ederim” dedi. Sonra kılıcının kınını kırarak attı. Kılıcı ile
yürüyerek düşmana doğru ilerledi. Öldürülünceye kadar
savaştı.”27

27
Sahih-i Müslim, hadis no: 1902
31
2- Müslim, Sahih’inde, Enes bin Malik’ten (r.a) şöyle
rivayet eder: “Rasulullah (s.a.v) ve ashabı yola koyuldu.
Müşriklerden önce Bedir’e vardılar. Müşrikler de geldi.
Rasulullah (s.a.v): “Ben başınızda olmadıkça, hiçbiriniz bir şeye
doğru ilerlemesin!” buyurdu. Müşrikler yaklaştı. Rasulullah
(s.a.v): “Kalkın! Genişliği göklerle yer kadar olan cennete!”
buyurdu. Umeyr bin el-Humam el-Ensari dedi ki: “Ey Allah’ın
Rasulü, genişliği göklerle yer kadar olan cennet mi!?”
Rasulullah (s.a.v): “Evet” dedi. Umeyr: “Hele hele!” dedi.
Rasulullah (s.a.v): “Seni ‘hele hele’ demeye iten şey nedir?”
diye sordu. Umeyr: “Vallahi ya Rasulallah, cennet ehlinden
olmayı ümitten başka bir şey değil!” dedi. Rasulullah (s.a.v)
şöyle buyurdu: “Sen onlardansın.” Bunun üzerine Umeyr
torbasından birkaç hurma çıkararak onlardan yemeye başladı.
Sonra: “Eğer ben bu hurmalarımı yiyinceye kadar yaşarsam, bu
gerçekten uzun bir hayat olur!” dedi. Hemen elindeki hurmaları
attı ve öldürülünceye kadar müşriklerle savaştı.”28
3- Enes bin Nadr’ın düşmanla karşılaşmayı istemesi ve
Rasulullah’ın (s.a.v) ona karşı çıkmaması da bu kabildendir.
Buhari ve Müslim, Enes bin Malik’ten (r.a) bunu şöyle rivayet
eder: “Amcam Enes bin Nadr, Bedir Savaşı’na katılmadı. Bu
nedenle Rasulullah’a (s.a.v): Ey Allah’ın Rasulü, müşrikler ile
yaptığınız ilk savaşta bulunamadım. Allah bana müşriklerle
savaşmayı nasip ederse, onlara karşı nasıl savaşacağımı
görecektir, dedi. Uhud günü olup Müslümanlar dağıldığında
“Allah’ım, bunların (kendi arkadaşlarını kastedmektedir)
yaptıkları için senden af dilerim ve bunların (müşrikleri
kastedmektedir) yaptıklarından da beriyim” dedi ve ilerledi.
Karşısına Sad bin Muaz çıktı. Ona, “Ey Sad! Nadr’ın rabbine
yemin olsun, cennetin kokusunu Uhud Dağı’nın ötesinden
alıyorum” dedi. Sad der ki: “Ey Allah’ın Rasulü, onun yaptığını
28
Sahih-i Müslim, hadis no: 1901
32
yapmaya gücüm yetmedi.” Enes der ki, onda kılıç, mızrak ve ok
yarası olarak seksen küsur yara bulduk. Öldürülmüş ve
müşrikler vücudunu parçalamışlardı. Onu sadece kızkardeşi
parmağından tanıyabildi. Şu ayetin onun ve benzerleri hakkında
indiğini düşünüyorduk (veya zannediyorduk):
“Mü’minlerin içinde Allah’a verdikleri sözde duran nice
erler vardır. İşte onlardan kimi, sözünü yerine getirip o yolda
canını vermiştir; kimi de beklemektedir. Onlar hiçbir şekilde
ahitlerini değiştirmemişlerdir.” (33 Ahzab/23)
İbn-i Hacer (r.h) şöyle der: “Enes bin Nadr’ın kıssasından
çıkarılan çeşitli sonuçlar vardır. Bunlar: Cihadda kişinin
kendisini feda etmesinin caizliği, nefse zor gelse ve hatta kişinin
öldürülmesine sebep olsa da verilen sözü yerine getirmenin
üstünlüğü… Cihadda şehadeti istemek, kişinin nefsini tehlikeye
atması olarak nitelendirilemez. Bu, Enes bin Nadr’ın ve onun
imanının, takvasının ve yakîninin ne derece üstün olduğunun
açık bir göstergesidir.”29
4- Buhari ve Müslim’de, Cabir’den (r.a) şöyle rivayet
edilmiştir: “Bir adam: “Ey Allah’ın Rasulü, öldürülürsem
nerede olurum?” dedi. Rasulullah (s.a.v): “Cennette” buyurdu.
Adam elindeki hurmaları attı ve öldürülünceye kadar savaştı.”30
Enes’ten (r.a) şöyle rivayet edilmiştir: “Bir adam: “Ey Allah’ın
Rasulü, müşriklerin arasına dalsam ve cenneti kazanıncaya
kadar savaşsam, ne dersiniz?” dedi. Rasulullah (s.a.v) şöyle
buyurdu: “Evet (bunu yap)” Adam, müşriklerin safına daldı ve
öldürülünceye kadar savaştı.”31 İbn-i İshak, el-Meğazi’de, Asım
bin Ömer bin Katade’den şöyle rivayet etmiştir: “İnsanlar Bedir

29
Fethu’l-Bâri, 6/26, 29. 2805 nolu hadisin şerhi.
30
Buhârî, Kitabu’l-Meğazi’de, Uhud Gazvesi bâbında rivayet etmiştir.
Hadis no: 4046
31
Hakim rivayet etmiştir.
33
günü karşı karşıya geldiklerinde, Avf bin el-Haris: “Ey Allah’ın
Rasulü, kulun nesi Allah’ı güldürür?” diye sordu. Rasulullah
(s.a.v): “Elini savaşa daldırması ve zırhı olmadan savaşması”
buyurdu. Bunun üzerine Avf, zırhını çıkardı, düşmana doğru
ilerledi ve şehid olarak öldürülünceye kadar savaştı.”32
5- Enes bin Malik’in oğlu Musa, Yemame harbini
zikrederken şöyle demiştir: “Babam, Yemame harbi gübü Sabit
bin Kays’ın yanına gelmiş. Sabit o sırada iki uyluğunu açmış,
hanut denilen bir tür koku sürünüyordu. Enes, Sabit’e: “Ey
amca! Seni savaşa katılmaktan alıkoyan nedir?” dedi. O da: “Ey
kardeşimin oğlu, şimdi (geliyorum)!” dedi. Bir taraftan da hanut
kokusu sürünmeye başladı. Sonra harp safına gelip yerini aldı.
Sabit dedi ki: “Karşımızdan şöyle çekilin de, düşmanla
vuruşalım. Biz Rasulullah’la (s.a.v) birlikte savaşırken, böyle
yapmazdık. Siz akranlarınıza dönmeyi ne kötü bir alışkanlık
haline getirmişsiniz!”33
6- İbn-i Mes’ud’dan (r.a) şöyle rivayet edilmiştir:
“Rasulullah (s.a.v) şöyle buyurdu: “Rabbimiz, Allah yolunda
savaşan şu kimseye şaşırır: Arkadaşları yenilgiye uğrayıp
kaçmıştır. Ancak o, kendisine düşen sorumluluğun bilinciyle
geri dönerek, öldürülünceye kadar düşmanla çarpışmıştır.”34
İbn-i Hacer, el-İsâbe’de, İbn-i İshak senediyle şunu rivayet eder:
“Müslümanlar Yemame günü, müşriklere doğru ilerlediler.
Nihayet aralarında Allah düşmanı Müseyleme’nin de bulunduğu
bu müşrikleri, bir bahçede sıkıştırdılar. Bera bin Malik: “Ey

32
İbn-i Hacer, el-İsâbe fi Temyîzi’s-Sahâbe, no: 6092
33
Buhârî, Kitâbu’l-Cihad’da rivayet eder. Hadis no: 2845. Sahihayn’ın
dışındaki hadis kitaplarında şu ilave vardır: “İlerledi ve öldürülünceye
kadar savaştı.” Diğer bir rivayette ise şöyle geçer: “Atıldı ve
öldürülünceye kadar savaştı.”
34
Ebu Davud, İbn-i Mes’ud’dan rivayet etmiştir. Ahmed, İbn-i Hibbân ve
Hakim, hasen bir sened ile rivayet etmiştir.
34
Müslümanlar topluluğu! Beni aralarına atın” dedi. Onu ileriye
sürdüler, duvarın üstüne çıktığında, cesaretle atıldı. Bahçede
onlarla savaştı. Nihayet, kapıları Müslümanlara açtı, onlar da
Müseyleme’yi öldürdüler.” Hafız, yine Enes’ten rivayetle
Rasulullah’ın (s.a.v) şöyle buyurduğunu rivayet eder: “Saçı
sakalı birbirine karışmış, eski püskü elbiseler içinde, kimsenin
itibar etmediği niceleri vardır ki, Allah’a yemin etse, Allah onun
yeminini boşa çıkarmaz. Bera İbnu Malik bunlardandır.” İran
memleketindeki zor günlerde Müslümanlar dediler ki: “Ey Bera,
Rabbinden iste.” Bera: “Ya Rabbi! Onlara karşı verdiğimiz izin
yeter, bizi Peygamberine ulaştır!” dedi. Bera ve beraberindeki
insanlar ileri atıldı. Merziban ve beraberindeki ordunun ileri
gelenlerini öldürdüler. Mallarını aldılar, İranlılar yenildi ve Bera
öldürüldü.”35 Mudrik bin Avf’tan şöyle rivayet edilmiştir: “Ben
Ömer’in yanındaydım. “Savaşta kendisini ileri atan ve öldürülen
bir komşum var. İnsanlar onun hakkında, “Kendi eliyle
kendisini tehlikeye attı” diyorlar” dedim. Ömer: “Yalan
söylüyorlar. Aksine o, dünya karşılığında ahireti satın almıştır”
dedi.”36
7- Eslem bin İmran’dan şöyle rivayet edilmiştir:
“Niyetimiz İstanbul’du. Rumlardan büyük bir topluluk savaşa
çıktı. Müslümanlardan biri, Rum askerlerinin safına saldırdı,
hatta aralarına daldı. Sonra geri döndü. İnsanlar, “Subhanallah,
kendi eliyle kendini tehlikeye atıyor!” diye bağrıştılar. Bunun
üzerine Ebu Eyyub dedi ki: “Ey insanlar! Siz bu ayeti
anlamından farklı bir şekilde te’vil ediyorsunuz. Bu ayet biz
ensar hakkında nazil oldu. Biz, Allah dinini izzetli kılıp, dininin
destekçileri çoğaldığında aramızda gizlice dedik ki: “Şüphesiz
mallarımızı kaybettik. Artık işlerimizin başında kalıp, onları
yoluna koyalım.” Bunun üzerine Allah bu ayeti indirdi. Tehlike,
35
İbn-i Hacer, el-İsâbe fi Temyîzi’s-Sahabe, no: 6092
36
Fethu’l-Bârî, Kitabu’t-Tefsir. 4516 nolu hadisin şerhi.
35
bizim istemiş olduğumuz gibi mallarımızın yanında kalmaktı.”37
Ebu İshak’tan şöyle rivayet edilmiştir: “Bera’ya dedim ki:
“Kendisini müşriklerin arasına atan kimse, kendi eliyle
kendisini tehlikeye atan kimse midir?” Bera: “Hayır, bu, nafaka
hakkındadır. Çünkü Allahu Tealâ, Muhammed’i göndermiş ve
“Artık Allah yolunda savaş. Sen kendinden başkası (sebebiyle)
sorumlu tutulmazsın. Mü’minleri de teşvik et.” (4 Nisa/84)
buyurmuştur.”38 Beyhaki, Sünen’inde, İkrime bin Ebu Cehil’in,
Yermük günü bütün gün yürüdüğünü rivayet eder. Halid ona:
“Böyle yapma, kuşkusuz senin ölümün Müslümanlara ağır
gelir” dedi. İkrime: “Bırak beni ey Halid! Sen benden önce
Rasulullah’la (s.a.v) birlikte iken, ben ve babam, insanlar
arasında Rasulullah’a (s.a.v) düşmanlar idik” dedi. Yürümeye
devam etti, nihayet öldürüldü.”
Öldürüleceğinden Emin Olsa Dahi, Tek Kişinin
Cihadda Birçok Düşman Üzerine Saldırmasının Caizliği
Konusunda İlim Ehlinin Görüşleri
Muhammed bin el-Hasan (r.h) şöyle der: “Düşmana,
öldürme, yaralama veya yenilgiye uğratma türünden herhangi
bir zarar verebileceği görüşünde olan kişi, öldürüleceği zannı
yüksek olsa dahi tek başına düşman saflarına saldırabilir...
Ancak düşmana herhangi bir zarar veremeyeceğini anlaması
halinde bunu yapması helal olmaz. Serahsi şöyle der: “Kişinin
tek başına düşman saflarına saldırması, onlara açık bir zarar
verebilmesi şartı ile geçerli olur.”39
Cassas (r.h), Muhammed bin el-Hasan’dan şöyle dediğini
nakleder: “Kişinin, tek başına bin kişiye saldırması, onlara zarar
37
Müslim, Ebu Davud, Tirmizî, İbn-i Hibbân ve Hakim rivayet etmiştir.
38
Ahmed, Müsned’inde rivayet etmiştir. Bkz. Fethu’l-Bârî, Kitabu’t-
Tefsir. 4516 nolu hadisin şerhi.
39
Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, 1/163-164
36
verebileceğini veya aralarından kurtulabileceğini umması
halinde geçerli olur. Herhangi bir kurtuluş veya zarar verme
umudu yoksa böyle bir işe kalkışılmasını iyi görmem. Çünkü bu
durumda kişi, canını Müslümanların menfaatine olmayan bir şey
için harcamıştır. Kişinin yapması gereken, Müslümanların
menfaatini umması halinde böyle bir işe kalkışmasıdır. Bununla
birlikte herhangi bir kurtuluş veya zarara neden olmayacak
ancak Müslümanların cesaretini artıracaksa, kişinin tek başına
düşman saflarına dalmasında Allahu Tealâ’nın izniyle herhangi
bir sakınca yoktur. Kişinin, düşmana zarar vermeyi umması
halinde, kurtuluş ümidi olmasa da böyle bir eylemde
bulunmasında herhangi bir sakınca görmüyorum. Yine böyle bir
eylemi yapması halinde, kendisinden sonrakilere cesaret
verecek ve dolayısıyla da asıl zarar, düşmana, cesaretlerini
artırdığı bu kişiler tarafından verilecekse, tek başına düşman
saflarına girmesinde herhangi bir sakınca yoktur. Bilakis bu
kişinin Allah katında sevaba kavuşmuş olduğunu umarız. Ancak
herhangi bir menfaat bulunmamaktaysa, böyle bir eylemin
yapılmasını iyi görmem. Yapılan bu tip bir eylem sonucunda
herhangi bir kurtuluş veya düşmana zarar verilmesi umulmuyor,
ancak düşmanı korkutmak hedefleniyorsa, bunun yapılmasında
herhangi bir sakınca yoktur. Zira düşmanı korkutmak, onlara
zarar vermek kabilindendir ve Müslümanların menfaatinedir.”
Cassas şöyle der: “Şeybani’nin söylemiş olduğu şeyler
doğrudur, aksi halde kişinin böyle bir işe kalkışması caiz
değildir... Kişinin, kendi canını feda etmesinde dinin menfaati
bulunmaktaysa, Allahu Tealâ’nın övmüş olduğu şerefli bir
makama ulaşmış olur. Zira Allahu Tealâ şöyle buyurmaktadır:
“Allah mü’minlerden canlarını ve mallarını, kendilerine
(verilecek) cennet karşılığında satın almıştır. Çünkü onlar Allah
yolunda savaşırlar, öldürürler, ölürler. (Bu), Tevrat’ta, İncil’de

37
ve Kur’an’da Allah üzerine hak bir vaaddir. Allah’tan daha çok
sözünü yerine getiren kim vardır? O halde onunla yapmış
olduğunuz bu alışverişinizden dolayı sevinin. İşte bu,
(gerçekten) büyük kazançtır.” (9 Tevbe/111)
“Allah yolunda öldürülenleri sakın ölü sanmayın, bilakis
onlar diridirler. Allah’ın, lütuf ve kereminden kendilerine
verdikleri ile sevinçli bir halde Rableri yanında rızıklara
mazhar olmaktadırlar.” (3 Al-i İmran/169)
“İnsanlardan öyleleri var ki Allah’ın rızasını almak için
kendini satar (feda eder). Allah da kullarına şefkatlidir.” (2
Bakara/207)
Allahu Tealâ, bu ayetlerinde canını Allah için feda
edenleri övmüştür.”40
Şeyhu’l-İslam İbn-i Teymiye (r.h) şöyle der: “Müslim,
Sahih’inde Ashab-ı Uhdud kıssasını rivayet etmiştir. Bu kıssada,
genç, dinin ortaya çıkması için kendisinin öldürülmesini
emretmiştir. Bu nedenle, dört imam da, Müslümanlar için bir
faydanın bulunması halinde, öldürülme ihtimali yüksek dahi
olsa kişinin, savaş için kâfirlerin safına dalmasına cevaz
vermişlerdir. Dolayısıyla kişinin, cihadın maslahatı için bir işi
yerine getirmesine, öldürüleceğine inanmasına rağmen izin
verildiğine göre, dinin maslahatının sağlanması ve hem dini
hem de dünyayı bozan düşmanın zararının yok edilmesi için bir
başkasının ölümüne sebep olacak bir işin yapılması öncelikle
geçerlidir. Zira kişinin kendisini öldürmesi, başkasını
öldürmesinden daha büyüktür.”41
El-Merdavi şöyle der: “Şeyh İbn-i Teymiye,
Müslümanların menfaati için düşman arasına atılma eyleminde
40
Ebu Bekir el-Cassâs, Ahkamu’l-Kur’an, 3/262-263, Daru’l-Fikr baskısı.
41
Mecmuu’l-Fetava, 28/540
38
herhangi bir sakınca görmediğini aktarmaktadır. Ancak böyle
bir eylemde Müslümanların menfaati bulunmuyorsa, bu
yasaklanır.”42
İbnu’l-Kayyim (r.h), Uhud Savaşı’ndan çıkarılan sonuçlar
ile ilgili olarak şöyle der: “Bu sonuçlardan biri de, Enes bin
Nadr ve diğerlerinin yaptığı gibi, düşman arasına dalmanın caiz
olduğudur.”43
İbn-i Hacer (r.h) şöyle der: “Tek kişinin, kalabalık düşman
topluluğunun içine atılması meselesine gelince; cumhur,
düşmanı korkutması, düşmanları konusunda Müslümanları
cesaretlendirmesi ya da buna benzer doğru amaçlar uğruna
yapılması halinde, kişinin böyle bir işe kalkışmasını güzel kabul
etmiştir. Ancak sorumsuzca yapılması ve özellikle de
Müslümanların cesaretini kırması halinde bu iş yasaklanır.
Allahu Tealâ en doğrusunu bilir.”44
Yine şöyle der: “Enes bin Nadr’ın kıssasından çıkarılan
çeşitli sonuçlar vardır. Bunlar: Cihadda kişinin kendisini feda
etmesinin caizliği, nefse zor gelse ve hatta kişinin öldürülmesine
sebep olsa da verilen sözü yerine getirmenin üstünlüğü…
Cihadda şehadeti istemek, kişinin nefsini tehlikeye atması
olarak nitelendirilemez. Bu, Enes bin Nadr’ın ve onun imanının,
takvasının ve yakîninin ne derece üstün olduğunun açık bir
göstergesidir.”45
Kurtubi (r.h) şöyle der: “Alimler, savaşta tek kişinin
cesaretle ortaya atılması ve tek başına düşmana saldırması
konusunda ihtilaf etmişlerdir. Alimlerimizden Kasım bin
42
El-Merdavî, el-İnsâf fi Ma’rifeti’l-Hilâf alâ Mezhebi’l-İmam Ahmed,
4/125, es-Sünnetu’l-Muhammediyye baskısı.
43
Zâdu’l-Meâd, 3/211
44
Fethu’l-Bârî, Kitabu’t-Tefsir, 8/33; 4516 nolu hadisin şerhi.
45
Fethu’l-Bâri, 6/26, 29. 2805 nolu hadisin şerhi.
39
Muheymira, Kasım bin Muhammed ve Abdulmelik şöyle derler:
“Güç sahibi olması ve Allah için halis bir niyetle yapılması
halinde tek başına bir kişinin büyük bir orduya karşı hücum edip
hamle yapmasında bir mahzur yoktur. Şayet güçlü bir kimse
değilse onun yaptığı bu iş tehlike kabilindendir.
Şöyle de denilmiştir: Kişi şehadete talip olup bu konuda
ihlaslı bir niyete sahip ise varsın hamle yapsın. Çünkü o
düşmanlardan belirli bir kimseyi kastederek hamle yapar. Bu da
Allahu Tealâ’nın şu sözünde açık bir şekilde görülmektedir:
“İnsanlardan öyleleri var ki Allah’ın rızasını almak için
kendini satar (feda eder). Allah da kullarına şefkatlidir.” (2
Bakara/207)
İbn-i Huveyzimendad şöyle der: “Tek başına bir kişinin
yüz kişiye yahut bir asker bölüğüne veya bir grup hırsız ve
yolkesiciye karşı hücum etmesine gelince; bunun için iki durum
sözkonusudur: Eğer kendisine karşı hamle yaptığı kimseyi
öldürüp kendisinin kurtulacağına dair kanaati ağır basıyor ise,
bu güzel bir davranış olur. Aynı şekilde öldürüleceğine dair
kanaati ağır basmakla birlikte Müslümanların kendisiyle fayda
sağlayacakları bir şekilde düşmana zarar vereceğini yahut
Müslümanların kendisinden faydalanacağı bir ganimete ya da
etkiye neden olacağını bilirse, bu da caizdir. Bana anlatıldığına
göre, Müslüman askerler, İranlılarla karşılaştıklarında,
Müslümanların atları fillerden ürkmüştü. Müslüman askerlerden
biri, çamurdan bir fil yapmıştı ve onunla atını fillere karşı eğitti.
Sabah olduğunda onun atı filden korkmaz oldu. Bunun üzerine
asker, file doğru bir hamle yaptı. Ona: “Fil seni öldürecek”
denildiğinde, “Öldürülmem önemli değil, Müslümanların önünü
açacağım” diye cevap vermişti. Aynı şekilde Yemame günü de
Hanifoğulları, bahçelerine sığınıp korununca Müslümanlardan
bir kişi şöyle dedi: “Ey Müslümanlar topluluğu! Beni aralarına
40
atın”. Onu ileriye sürdüler, duvarın üstüne çıktığında, cesaretle
atıldı. Bahçede onlarla savaştı. Nihayet, kapıları Müslümanlara
açtı.
Derim ki: Şu rivayet de bu türdendir: Bir kişi Rasulullah’a
(s.a.v) şöyle dedi: “Sabreden ve ecrini uman bir kimse olarak
Allah yolunda öldürülecek olursam benim durumum ne olur?”
Rasulullah (s.a.v): “Sana cennet vardır” diye buyurunca o kişi
düşmanların arasına daldı ve nihayet şehid oldu.46
Müslim’in Sahih’inde, Enes bin Malik’ten (r.a) rivayet
edildiğine göre Rasulullah (s.a.v) Uhud gününde ensardan yedi
kişi ve Kureyşlilerden iki kişi arasında kaldı. Müşrikler
kendisini kuşatınca: “Bunları kim bizden uzaklaştırırsa, onun
için cennet vardır” ya da “o, cennette benim dostum olacaktır”
diye buyurdu. Ensardan bir kişi ileri atıldı ve şehid oluncaya
kadar çarpıştı. Bu şekilde o yedi kişi şehid oluncaya kadar aynı
durum devam etti. Bunun üzerine Rasulullah (s.a.v) şöyle
buyurdu: “Arkadaşlarımıza insaflı davranmadık!”47 (Kurtubi,
Muhammed bin el-Hasan’ın biraz önceki sözlerini zikrettikten
sonra) şöyle devam eder:
“Buna göre, iyiliği emredip kötülükten nehyetme
hükmünün şu şekilde olması gerekir: Kişi dine dair bir menfaat
sağlayacağını ümit edip bu uğurda öldürülünceye kadar canını
feda edecek olursa, şehidlerin en yüksek derecelerinde demektir.
Nitekim Allahu Tealâ şöyle buyurmaktadır:
“..İyiliği emret, kötülükten alıkoy, başına gelenlere sabret.
Doğrusu bunlar, azmedilmeye değer işlerdir.” (31 Lokman/17)
İkrime, İbn-i Abbas’tan, Rasulullah’ın (s.a.v) şöyle
buyurduğunu rivayet etmiştir: “Şehitlerin en üstünü

46
Müslim, Kitabu’l-Cihad’da, Uhud Savaşı bâbında rivayet etmiştir.
47
Müslim, İmare 117; Ebu Davud, Cihad 24; Darimi, Cihad 21
41
Abdulmuttalip oğlu Hamza ile zalim sultanın yanında hak bir
söz söylediği için, o sultan tarafından öldürülen kişidir.”48
İbn-i Abidin, Haşiyye’sinde, “Kişinin, öldürüleceğini
bildiği halde düşmana saldırması, ancak onlara bir zarar vermesi
şartı ile geçerli olur. Savaşması halinde öldürüleceğini,
savaşmaması halinde ise esir düşeceğini anladığında, savaşması
zorunlu değildir” sözü hakkında şunları söyler: “savaşması
zorunlu değildir” sözü, öldürülünceye kadar savaşmasının caiz
olduğuna işaret eder. Şerhu’s-Siyer’de, yaralama, öldürme veya
yenilgiye uğratma türünden zarar verebileceğini umması
halinde, tek bir kişinin, düşmana saldırmasında herhangi bir
sakıncanın olmadığını söylemektedir. Uhud günü, Rasulullah’ın
(s.a.v) huzurunda, sahabeden bir topluluk bunu yapmış,
Rasulullah da (s.a.v) onları bu eylemleri nedeni ile övmüştür.
Ancak düşmana zarar veremeyeceğini biliyorsa, tek başına
onlara saldırması haram olur. Çünkü onun bu saldırısı, kötülüğü
yasaklama türünden değildir ve dine itibar kazandırmaz.”49
Kişinin Kendi Eliyle Kendisini Öldürmesi ile Başkası
Tarafından Öldürülmesine Sebep Olması Arasında Fark
Olmadığına Dair Açıklama
Kişinin, gencin olayında olduğu gibi, bir başkası
tarafından öldürülmesine sebep olması ile, Ashab-ı Uhdud’un
olayında olduğu gibi bizzat kendisini öldürmesi arasında fark
yoktur. Gencin olayında şöyle geçmektedir:

48
Kurtûbî, el-Cami li Ahkâmi’l-Kur’an, 2/364. Müessesetu Menâhilu’l-
İrfân baskısı, Beyrut. Hadisi, Hakim ve Ziya, Cabir’den (r.a), şu lafızla
rivayet etmişlerdir: “Şehitlerin efendisi Hamza ve zalim sultana
başkaldıran, ona iyiliği emreden, kötülüğü yasaklayan ve bu yüzden
öldürülen kişidir.” Taberânî, el-Kebir’de, Ali’den (r.a) buna yakın bir
lafızla rivayet etmiştir.
49
Reddu’l-Muhtâr ale’d-Dürri’l-Muhtâr (bilinen adıyla Hâşiyetu İbn-i
Âbidin), 3/222
42
“Krala: “Benim emrettiğimi yapmadıkça sen beni
öldüremeyeceksin!” dedi. Kral: “O nedir?” diye sordu. Genç:
“İnsanları geniş bir düzlükte toplarsın, beni bir kütüğe asarsın,
sadağımdan bir ok alırsın. Sonra oku, yayın ortasına yerleştirir
ve: “Gencin Rabbinin adıyla” dersin. Sonra oku bana atarsın.
Eğer bunu yaparsan beni öldürürsün!” dedi.” Eğer bunlar, dinin
menfaati ve şeriatını yüceltmek içinse, övülen fiillerdir.
Dolayısıyla bütün bunlar göstermektedir ki; dinin yücelmesi
menfaatinin bulunması halinde, kişinin kendisini öldürmesi
veya düşman safına dalıp öldürülmesi ya da başkasına kendisini
öldürmesi için talimat vermesi arasında fark bulunmamaktadır.
Ayrıca bu, kişinin, kendi eliyle kendisini öldürmesi ile
başkasına kendisini öldürmesi talimatını vermesi arasında,
haramlık yönünden herhangi bir fark olmadığını
vurgulamaktadır. Başkasının fiiliyle öldürülen kimse, kendisini
bir arabanın altına atan kimse gibidir. Yine bu, İbn-i Hacer’in
(r.h), Allahu Tealâ’nın, “Kendinizi öldürmeyin. Şüphesiz Allah,
sizi esirgeyecektir” (4 Nisa/29) ayeti hakkında, ileride
aktaracağımız sözlerini de onaylamaktadır.
4- Dinin Maslahatı İçin Kendisini Öldüren Kimsenin,
Kendisini Öldürme Konusunda Zikredilen Yasağın Dışında
Yer Alması
İbn-i Hacer (r.h), “Kâfir Olmak Üzere Zorlanmakta
Horlanmayı, Dövülmeyi ve Öldürülmeyi Tercih Eden Kimse”
bâbında, Mühelleb’den şöyle nakleder: “Bir topluluk, küfür
kelimesini söylemek yerine ölümü tercih etmeyi yasakladı ve
bunu, Allahu Tealâ’nın şu sözüyle delillendirdi:
“Kendinizi öldürmeyin.” (4 Nisa/29)
Bu ayet, söyledikleri bu söz için delil olmaz. Çünkü
hemen sonrasında gelen diğer ayette Allahu Tealâ şöyle

43
buyurmaktadır:
“Kim düşmanlık ve haksızlık ile bunu yaparsa onu ateşe
sokacağız.” (4 Nisa/30)
Dolayısıyla delil olarak sundukları ayet, hemen sonrasında
gelen bu ayet ile kayıtlıdır. Allah’a itaat için kendi canını feda
eden kişi, zalim veya aşırıya gitmiş değildir. Alimler, cihadda
canı feda etmenin caizliği konusunda icma etmişlerdir.”50

5- Allah Yolunda Öldürülmek İçin Kendisini Ortaya


Atan Kimsenin, Kendisini Tehlikeye Atma Kapsamının
Dışında Yer Alması
Tek kişinin, düşmandan büyük bir topluluğa karşı
saldırmasının ve dinin itibarını sağlayacak bir menfaat için
canını feda etmesinin caizliği konusundaki açıklama daha önce
geçmişti. Burada vurgulamak istediğimiz şey ise, Allah yolunda
canı feda etmenin, yasak olan, nefsi tehlikeye atma kapsamına
girmediğidir.
İbn-i Hacer (r.h) şöyle der: “İbn-i Cerir ve İbnu’l-Münzir,
sahih bir isnadla, Müdrik bin Avf’tan şöyle dediğini rivayet
ederler: “Ben Ömer’in yanındaydım. “Savaşta kendisini ileri
atan ve öldürülen bir komşum var. İnsanlar onun hakkında,
“Kendi eliyle kendisini tehlikeye attı” diyorlar” dedim. Ömer:
“Yalan söylüyorlar. Aksine o, dünya karşılığında ahireti satın

50
Fethu’l-Bârî, 12/330
44
almıştır” dedi.”51
Müslim, Nesaî, Ebu Davud, Tirmizî, İbn-i Hibban ve
Hakim, Eslem bin İmran’dan şunu rivayet etmişlerdir:
“Niyetimiz İstanbul’du. Rumlardan büyük bir topluluk savaşa
çıktı. Müslümanlardan biri, Rum askerlerinin safına saldırdı,
hatta aralarına daldı. Sonra geri döndü. İnsanlar, “Subhanallah,
kendi eliyle kendisini tehlikeye atıyor!” diye bağrıştılar. Bunun
üzerine Ebu Eyyub dedi ki: “Ey insanlar! Siz bu ayeti
anlamından farklı bir şekilde te’vil ediyorsunuz. Bu ayet biz
ensar hakkında nazil oldu. Biz, Allah dinini izzetli kılıp, dininin
destekçileri çoğaldığında aramızda gizlice dedik ki: “Şüphesiz
mallarımızı kaybettik. Artık işlerimizin başında kalıp, onları
yoluna koyalım.” Bunun üzerine Allah bu ayeti indirdi. Tehlike,
bizim istemiş olduğumuz gibi mallarımızın yanında kalmaktı.”52
İbn-i Hacer (r.h), daha önce aktardığımız Enes bin Nadr
(r.a) kıssası hakkında şöyle der: “Enes bin Nadr’ın kıssasından
çıkarılan çeşitli sonuçlar vardır. Bunlar: Cihadda kendini feda
etmenin caizliği, nefse zor gelse ve hatta kişinin öldürülmesine
sebep olsa da verilen sözü yerine getirmenin üstünlüğü…
Cihadda şehadeti istemek, kişinin nefsini tehlikeye atması
olarak nitelendirilemez. Bu, Enes bin Nadr’ın ve onun imanının,
takvasının ve yakîninin ne derece üstün olduğunun açık bir
göstergesidir.”53
6- Esir Düşmemek İçin, Sabrın ve Ölünceye Kadar
Savaşmanın Fazileti
Ebu Hureyre’den (r.a) şöyle rivayet edilmiştir:
“Rasulullah (s.a.v) bir gözcü seriyye gönderdi. Başına
51
Fethu’l-Bârî, Kitabu’t-Tefsir, 4516 nolu hadisin şerhi.
52
Ebu Davud, Tirmizî, İbn-i Hibbân ve Hakim rivayet etmiştir.
53
Fethu’l-Bârî, 6/26. 2805 nolu hadisin şerhi.
45
Âsım İbnu Sâbit'i komutan tayin etti. Usfân ile Mekke arasında
bulunan bir yere kadar gittiler. Huzeyl Kabilesi’nin Beni Lihyan
denen bir koluna, bunlar hakkında haber verildi. Yüz okçu
onları takip ederek kuşattılar. “Eğer bize teslim olursanız size
ahd ve misakımız var, sizden kimseyi öldürmeyeceğiz!” dediler.
Asım: “Ben bir kâfirin zimmetine teslim olmam. Allahım!
Rasûlüne bizden haber ver!” dedi. Aralarında çatışma çıktı.
Asım (r.a) yedi kişiyle birlikte şehid oldu. Geriye Hubeyb, Zeyd
ve bir kişi daha kaldı. Takipçiler, bunlara da ahd ve misak teklif
ettiler. Bunlar, onlara teslim oldular. Ele geçirir geçirmez,
derhal yaylarının kirişlerini çözerek, bunları onlarla bağladılar.
Hubeyb ve Zeyd'in yanındaki üçüncü şahıs: "Bu verdikleri söze
birinci ihanetleri" deyip, onlarla beraberliği reddetti. Bunun
üzerine onu şehid ettiler, Hubeyb ve Zeyd'i Mekke'ye götürüp
orada sattılar. (Hubeyb’in öldürülüşünün kıssasını aktardıktan
sonra) şöyle dedi:
“Allah, Asım bin Sabit’in isteğini kabul etti ve Rasûlullah
(s.a.v), ashabına onların başına geleni ve ölümlerini bildirdi.”54
Şevkani (r.h), hadisin şerhinde şöyle der: “Bu hadisin delil
olarak kullanılan yönü, Rasulullah’ın (s.a.v) kâfirlerin esareti
altına giren üç kişinin ve yine esir düşmemek için direnen ve
öldürülen yedi kişinin durumlarını reddetmemesidir. Bu iki
gruptan birinin yapmış olduğu eylem caiz olmasaydı, Rasulullah
(s.a.v), ashabına bunun caiz olmadığını bildirir ve reddederdi.
Rasulullah’ın (s.a.v), her iki grubun yaptığını da reddetmemesi,
düşmanına karşı yeterince gücü olmayan kişinin, esir düşmemek
için ölümü tercih etmesinin de, kendisini onlara teslim
etmesinin de caiz olduğunu gösterir.”55
54
Buhârî, Kitabu’l-Meğazi’de rivayet etmiştir. Hadis no: 4086. Ebu
Davud ve İbn-i Sa’d da rivayet etmişlerdir.
55
Neylu’l-Evtar, 7/253, 255. Daru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut
46
Hattabi (r.h), hadisin şerhinde şöyle der: “Düşman ile
çarpışan Müslümanın, zorlanması halinde esaretten kaçınması
buna güç yetirebildiği orandadır.”56
İbn-i Hacer (r.h), hadisin şerhinde şöyle der: “Kişi, küfrün
egemenliği altına girmemek için düşmanın emanını kabul
etmeyip, öldürülme pahasına da olsa kendisini teslim
etmeyebilir. Emanı kabul etmesine de ruhsat tanınmıştır, ancak
eman istememesi azimettir. Hasan Basri, “Eman istemede bir
beis yok” demiş ise de Süfyan-ı Sevri “mekruh addederim”
demiştir.”57
İbn-i Kudame (r.h) şöyle der: “Esir düşmekten korkması
halinde, öldürülünceye kadar savaşması ve kendisini düşmana
teslim etmemesi kişi için daha iyidir. Böylelikle yüksek bir
dereceye kavuşur ve düşmanları tarafından işkenceye ve fitneye
uğratılmaktan da kurtulur. Kişinin, kendisini düşmana teslim
etmesi de caizdir. Ebu Hureyre’den (r.a) rivayet edilen hadiste
geçtiği gibi, Asım (r.a), kendisini teslim etmeyerek azimeti
tercih etmiş, Hubeyb ve Zeyd (r.a) ise, ruhsatı tercih etmişlerdir.
Bununla birlikte her iki grup da övülmüştür.”58
Merdavi, İbn-i Kudame’nin (r.h), “Eğer kâfirlerin sayısı
artarsa, onlardan kaçılabilir” sözünün açıklamasında şöyle der:
“İmam Ahmed der ki: “Kişinin, düşmanına teslim olması benim
hoşuma gitmez. Savaşması, bana göre daha iyidir. Zira esaret
zordur.” Ammar şöyle der: “Teslim olan kimse zimmetten
uzaktır.” Bu nedenle el-Acurri şöyle der: “Teslim olması

56
Hattabî, Mealimu’s-Sünen, 4/9. Daru’l-Ma’rife, Beyrut
57
Fethu’l-Bârî, Kitabu’l-Meğazi, Reci’, Ra’l ve Zekvan Gazvesi bâbı, s.
444
58
İbn-i Kudâme, el-Muğni, Kitabu’l-Cihad, 8/483. Mektebetu’r-Riyad el-
Hadise baskısı.
47
halinde günah işler. Bu, Ahmed’in görüşüdür.”59
Gördüğün gibi ey mücahid kardeş! Alimler, öleceğinden
emin olsa dahi, Müslüman kimsenin düşmana teslim olmamak
için direnmesinin caiz olduğu konusunda ittifak etmişlerdir.
Bilakis onlardan bazıları, zillete düşmeme ve Müslümanlar
üzerinde küfrün egemenliğinin bulunmaması için, teslim
olmamanın vacip olduğunu söylemişlerdir. Bu, canın feda
edilebileceği yönlerden bir diğeridir. Dolayısıyla
anlaşılmaktadır ki, canın feda edilmesi sadece dinin maslahatı
için değil ayrıca küfrün Müslüman üzerinde egemenlik
kurmasını ve onu zillete düşürmesini engellemek için de
geçerlidir.

7- Küfür Sözünü Söylememek İçin Ölümü Tercih


Etmenin Üstünlüğü
Kurtubi (r.h), Allahu Tealâ’nın, “Kalbi iman ile mutmain
olduğu halde, (dinden dönmeye) zorlananlar hariç, kim
imanından sonra küfre kalbini açarsa…” (16 Nahl/106)
ayetinin tefsirinde şöyle der: “Alimler, küfre zorlanması halinde
ölümü tercih eden kişinin, ruhsatı tercih eden kişiden, Allahu
Tealâ’nın katında daha üstün olduğu konusunda icma
etmişlerdir. Ancak, işlenmesi helal olmayan ve öldürülme
dışındaki bir fiili işlemeye zorlanan kimse hususunda farklı
görüşlere sahiptirler. İmam Malik’in ashabı şöyle der: “Bu
konuda zor olanı, ölümü ve dövülmeyi tercih etmek, ruhsat ile
amel etmekten, Allah katında daha üstündür. Bunu İbn-i Habib
ve Sahnun zikretmişlerdir.
İbn-i Sahnun ise, Iraklılardan şunu nakletmektedir: Bir

59
Merdavî, el-İnsaf fi Ma’rifeti’l-Hilaf, 4/124, es-Sünnetu’l-
Muhammediyye baskısı.
48
kimse, öldürülmek yahut bir azasının kesilmesi veya ölümle
sonuçlanmasından korkulacak şekilde dövülmek ile tehdit
edilecek olursa, bu kimse şarap içmek yahut domuz eti yemek
gibi zorlandığı işi yapabilir. Şayet öldürülünceye kadar denileni
yapmayacak olursa, bunun günahkar olacağından korkarız.
Çünkü böyle bir kimse muztar (zaruret ile karşı karşıya
bulunan) kimse gibidir.
Habbab bin el-Eret (r.a) şunu nakletmektedir: “Rasulullah
(s.a.v) Ka’be’nin gölgesinde bir bürdeye yaslanmış otururken,
yanına gidip şikayette bulunduk: “Bize yardım etmeyecek
misiniz, bize dua etmeyecek misiniz?” dedik. Rasulullah (s.a.v)
şöyle buyurdu: “Sizden önce öyleleri vardı ki, kişi yakalanıyor,
onun için hazırlanan çukura konuyor, sonra getirilen bir testere
ile başının ortasından ikiye bölünüyordu. Bazısı demir taraklarla
taranıyor, vücudunda sadece et ve kemik kalıyordu. Bu
yapılanlar onları dininden çeviremiyordu. Allah’a yemin ederim
ki, Allah bu dini tamamlayacaktır. Öyle ki, bir yolcu devesine
bindi mi San’a’dan kalkıp Hadramevt’e kadar gidecek,
Allah’tan başka hiçbir şeyden korkmayacak, koyunu için de
sadece kurttan korkacaktır. Ancak siz acele ediyorsunuz!”60
Rasulullah (s.a.v) geçmiş ümmetlerden Allah yolunda zor
şeylere sabretmeleri ve işkenceden kurtulmak kastıyla
kalplerinde imanı gizlemeyip zahiren de kâfir olmayışlarından
övgü ile sözetmektedir. İşte bu dövülmeyi, öldürülmeyi, hakir
düşürülmeyi ve cennetler yurdunda ikameti ruhsata tercih
edenlerin delilidir.
Ebu Bekir Muhammed bin Muhammed bin el-Ferac bin el-
Bağdadi şöyle demektedir: Bize, Şureyh bin Yunus, İsmail bin

60
Buhârî, Kitabu’l-İkrah’ta, Kâfir Olmak Üzere Zorlanmakta Horlanmayı,
Dövülmeyi ve Öldürülmeyi Tercih Eden Kimse bâbında rivayet eder.
49
İbrahim’den anlattı. O, Yunus bin Ubeyd’den, o da el-
Hasen’den naklettiğine göre, Müseyleme’nin bazı gözcüleri,
Rasulullah’ın (s.a.v) ashabından iki kişiyi yakalayıp
Müseyleme’nin yanına götürdüler. Müseyleme, bu iki kişiden
birine, “Benim Allah’ın Rasulü olduğuma şehadet eder misin?”
diye sordu. Adam, “Evet” dedi. Bunun üzerine onu serbest
bıraktılar. Diğerine: “Muhammed’in Allah’ın Rasulü olduğuna
şehadet eder misin?” dedi. Adam, “Evet” dedi. Ardından
Müseyleme: “Benim de Allah’ın Rasulü olduğuma şehadet eder
misin?” diye sordu. Adam: “Ben sağırım, kulaklarım işitmiyor”
dedi. Bunun üzerine adamı ileri sürdü ve boynunu vurdu. Diğer
adam Rasulullah’ın (s.a.v) yanına geldiğinde, “Helak oldum”
dedi. Rasulullah (s.a.v): “Seni helak eden şey nedir?” diye
sorunca, başından geçenleri anlattı. Bunun üzerine Rasulullah
(s.a.v) şöyle buyurdu: “Senin arkadaşın sağlam olan yolu seçti.
Sen de ruhsat yolunu seçtin. Şu anda halin ne ise osun.” Adam:
“Senin Allah’ın elçisi olduğuna şehadet ederim” dedi.
Rasulullah (s.a.v) de, “Şu anda sen, ne üzere isen öylesin”
buyurdu.”61
Kurtubi (r.h), Buruc Suresi’nin ilk ayetlerinin tefsirinde de
şöyle der: “Alimlerimiz şöyle derler: “Allahu Tealâ bu ümmete,
kendilerinden önceki muvahhidlerin karşılaştığı zorlukları
bildirmektedir. Rasulullah (s.a.v), yaşının küçüklüğüne rağmen,
davetin ortaya çıkması ve insanların dine girmeleri için
zorluklara sabreden ve hak üzere sebat eden o gencin kıssasını,
başlarına gelen sıkıntılara ve acılara sabretmeleri ve hak üzere
sebat etmeleri için sahabeye ve dolayısıyla da bu ümmete
aktarmaktadır. Yine aynı kıssada geçen rahip de hak üzere sebat
etmiş ve bu sebatı nedeni ile testere ile öldürülmüştü. Onların bu

61
Tefsiru’l-Kurtûbî, 10/188. Müessesetu Menahilu’l-İrfan baskısı, Beyrut.
Suyûtî’nin zikretmiş olduğu hadis, ed-Dürru’l-Mensur’dadır. 4/133
50
sebatları neticesinde Allahu Tealâ’ya iman eden diğer insanların
kalplerinde de bu iman kökleşmiş ve ateşe atılmaya sabrederek
dinlerinden dönmemişlerdi. İbnu’l-Arabi, bunun mensuh
olduğunu söylemektedir. Ben derim ki: Bize göre mensuh
değildir. Bu konuda sabır, nefsi güçlü olan ve dinini sağlam
tutan kimse için daha üstündür. Allahu Tealâ, Lokman’ın şöyle
dediğini beldirmektedir: “Yavrucuğum! Namazı kıl, iyiliği
emret, kötülükten alıkoy, başına gelenlere sabret. Doğrusu
bunlar, azmedilmeye değer işlerdir.” 62
Bu, canın feda edilerek ölümü tercih etmenin ve bunu,
küfür sözünü söylemekten üstün görmenin şekillerindendir.
Şari’, bu fiilleri ve bu fiillerde bulunanları övmüştür.

8- İyiliği Emir ve Kötülüğü Yasaklama Konusunda,


Gerektiğinde Ölüme Sabretmek
Cassas (r.h), Muhammed bin el-Hasan eş-Şeybani’nin
sözlerini zikrettikten sonra şöyle der: “Buna göre, iyiliği
emredip kötülükten nehyetme hükmünün şu şekilde olması
gerekir: Kişi dine dair bir menfeat sağlayacağını ümit edip bu
uğurda öldürülünceye kadar canını feda edecek olursa,
şehidlerin en yüksek derecelerinde demektir. Nitekim Allahu
Tealâ şöyle buyurmaktadır:
“..İyiliği emret, kötülükten alıkoy, başına gelenlere sabret.
Doğrusu bunlar, azmedilmeye değer işlerdir.” (31 Lokman/17)
İkrime, İbn-i Abbas’tan, Rasulullah’ın (s.a.v) şöyle
buyurduğunu rivayet etmiştir: “Şehitlerin en üstünü
Abdulmuttalip oğlu Hamza ile zalim sultanın yanında hak bir

62
Tefsiru’l-Kurtûbî, 19/293. Mektebetu’l-Maarif baskısı, Dımeşk
51
söz söylediği için o sultan tarafından öldürülen kişidir.” 63 Ebu
Said el-Hudri, Rasulullah’ın (s.a.v) şöyle buyurduğunu rivayet
eder: “Zalim sultanın karşısında hakkı söylemek, cihadın en
üstünüdür.”64 Ebu Hureyre (r.a) şöyle der: “Rasulullah’ın (s.a.v)
şöyle buyurduğunu işittim: “İnsanda bulunan en kötü şey, aşırı
cimrilik ve şiddetli korkudur.”65 Korkaklığın kınanması,
öldürüleceğini anlasa dahi, dine faydası olacak atılganlığın ve
cesaretin övülmesini gerektirir. Allahu Tealâ en doğrusunu
bilir.”66
Kurtubi (r.h), Allahu Tealâ’nın, “Allah’ın ayetlerini inkar
edenler, haksız yere peygamberlerin canlarına kıyanlar ve
adaleti emreden insanları öldürenler (yok mu); onlara acı bir
azabı müjdele!” (3 Al-i İmran/21) ayetinin tefsirinde şöyle der:
“İbnu’l-Arabi’nin iddia ettiğine göre; eğer bir kimse o münkeri
izale edeceğini umuyor, bununla birlikte onu değiştirmeye
kalktığı takdirde dövüleceğinden yahut öldürüleceğinden
korkuyor ise, ilim ehlinin çoğunluğuna göre, kendisini böyle bir
tehlikeye atması caizdir. Şayet o kötülüğün ortadan kalkmasını
umut etmiyor ise, böyle bir işe kalkışmanın faydası yoktur.
(İbnu’l-Arabi) der ki: Benim kabul ettiğim görüşe göre; niyeti
halis ise; durum ne olursa olsun o kendisini böyle bir tehlikeye
atsın ve hiçbir şeye aldırış etmesin.
63
Hakim ve Ziya, Cabir’den rivayet etmişlerdir. Taberânî, el-Kebir’de,
Ali’den (r.a) rivayet etmiştir.
64
Tirmizî tahric etmiş ve hadisin hasen, garib olduğunu söylemiştir.
Ahmed, İbn-i Mâce, Beyhâkî ve Taberânî, el-Kebir’de; İbn-i Adiyy, Ebu
Umame’den (r.a) rivayet etmiştir. Ahmed, Nesâî ve Beyhâkî, İbn-i
Şihab’dan, Hakim, Ebu Said’den (r.a) rivayet etmiştir. Hadisin isnadı
sağlamdır.
65
Ebu Davud, Buhârî, et-Tarih’te, Ebu Hureyre’den (r.a) rivayet etmiştir.
Hadis, sahihtir.
66
Cassâs, Ahkamu’l-Kur’an, 3/263. Daru’l-Fikr baskısı. Bkz: Tefsiru’l-
Kurtûbî, 2/364. Müessesetu Menahilu’l-İrfan, Beyrut.
52
Derim ki: Bu Ebu Ömer’in (İbn Abdi’l-Berr’in) sözünü
ettiği icmaya muhaliftir. Bu ayet-i kerime ise, öldürülme
tehlikesi olmakla birlikte iyiliği emretmenin ve münkerden
alıkoymanın caiz olduğunu göstermektedir. Nitekim Allahu
Tealâ “..İyiliği emret, kötülükten alıkoy, başına gelenlere
sabret. Doğrusu bunlar, azmedilmeye değer işlerdir” (31
Lokman/17)diye buyurmaktadır ki bu, iyiliği ve kötülüğü
yasaklama uğrunda kişinin başına gelebilecek eziyetlere bir
işarettir.”67
İbn-i Abidin, öldürüleceğini düşünse dahi, kişinin tek
başına düşmana saldırması konusunda herhangi bir sakıncanın
bulunmadığını aktardıktan sonra şöyle der: “Bu,
terketmeyeceklerini bilakis kendisini öldürmekten
kaçınmayacaklarını bildiği halde, kişinin, Müslümanlardan fasık
olan kimseleri kötülükten nehyetmesinin tersinedir. Böyle bir
durumda susması konusunda ruhsat bulunuyor olsa da bunu
yapmasında bir sakınca yoktur.” 68
Bu, iyiliği emretme ve kötülüğü yasaklama gibi dini bir
maslahat uğruna, kişinin öldürüleceğini anlasa dahi yiğitlikte
bulunmasının şekillerinden biridir.
9- İşkence Altında, Sırları Ortaya Çıkarmamak İçin
Kişinin Kendi Canına Kıymasının Caizliği
Burada Allahu Tealâ’nın yardımıyla, genel bir maslahat ve
çok önemli bir konu olan, mücahidlerin sırlarını düşmanlara
vermemek için, kişinin kendisini öldürmesi meselesi üzerinde
duracağız. Bu mesele hakkında fetva veren kimseler, yukarıda
aktarmış olduğumuz Ashab-ı Uhdud ile ilgili olan hadisi delil
olarak göstermektedirler. Alimler, Ashab-ı Uhdud hadisini bu

67
Tefsiru’l-Kurtûbî, 4/48. Müessesetu Menahilu’l-İrfan: Beyrut
68
Haşiyetu İbn-i Abidin, 3/222
53
meselede önemli bir esas olarak kabul etmektedirler.
Cezayirli bazı mücahidler tarafından, Şeyh Muhammed
bin İbrahim’e (r.h), esir düşen kişinin, mücahidlerin sırlarını
düşmana vermemek için kendisini öldürmesi hakkında
sorulmuştu. Soru şöyleydi: “Fransızlar, son yıllarda savaşta sert
davranmaya ve Cezayirlilerden birini ele geçirdiklerinde, gizli
şeyleri ve bölgeleri öğrenmek için bir takım ilaçlar kullanmaya
başladılar. Bazen, önde gelen birini esir alıyorlar ve bir takım
önemli bilgilere ulaşıyorlar. Kullanmış oldukları bu ilaç, kişiyi
sınırlı bir sarhoşluğa itiyor ve bu sarhoşluk sebebi ile kişi yanlış
bilgiler ile birlikte doğru bilgileri de anlatabiliyor. Kişinin, esir
düşmesi halinde, bu ilacın kendisine verilmesine fırsat
vermeden intihar etmesi caiz midir?” Şeyh bu soruyu şöyle
cevapladı: “Eğer anlattığınız gibiyse, bu caizdir. Bunun delili
Ashab-ı Uhdud hadisi ve ilim ehlinden bazılarının, gemi
yolcuları ile ilgili sözleridir. Ancak, kişinin kendisini öldürmesi
yönüyle burada durup düşünmek ve hangi durumda zararın daha
büyük olduğunu tesbit etmek gerekir. Şüphesiz sırların ortaya
çıkması zararı, kişinin kendisini öldürmesinden daha büyüktür.
Dolayısıyla bu meseledeki kaide muhkemdir; böyle bir durumda
kişinin kendisini öldürmesi gerekir.”69
Şeyhin (r.h), “ilim ehlinden bazılarının, gemi yolcuları ile
ilgili sözleridir” demesi, denizde geminin yanması halinde,
yolcuların yanmak yerine boğulmayı tercih ederek denize
atlayıp, atlayamayacakları meselesine işaret eder. İmam
Malik’in el-Müdevvene’sinde şu anlatılır: Dedim ki:70 “Malik,
gemileri düşman tarafından yakılan Müslümanların, kendilerini
denize atmalarını uygun görmüyor muydu?” Dedi ki: “Malik’e

69
Fetava ve Resailu’ş-Şeyh Muhammed bin İbrahim Âlu’ş-Şeyh, s. 208,
Fetva no: 1479
70
Söyleyen, Sahnun’dur. Hocası olan İbnu’l-Kasım’a soruyor.
54
bunun sorulduğunu ve onun: “Bunda bir sakınca görmüyorum.
Onlar sadece bir ölümden diğerine kaçıyorlar” dediğini
biliyorum.”71
İbn-i Kudame (r.h) şöyle der: “Gemileri kâfirler tarafından
ateşe verilen Müslümanlar, kurtuluş ihtimali gemide kalmak
veya denize atlamaktan hangisinde daha yüksek ise onu
yaparlar. Eğer her iki durumda da sonuç aynı ise, İmam Ahmed
şöyle der: “Dilediklerini yaparlar” Evzai, “Her ikisi de ölümdür,
daha kolay olanı seçerler” der.”72 Yukarıda Hafız İbn-i Kesir’in,
gemilerinde boğulan altı yüz mücahid hakkındaki sözlerini
aktarmıştık. Onlardan tamamı boğuldu. Aralarından hiçbiri esir
düşmediği gibi, düşmanın faydalanmasına sebep olacak
herhangi bir erzak da bırakmadılar.
Şeyh Muhammed bin İbrahim’in, “Ancak, kişinin
kendisini öldürmesi yönüyle burada durup düşünmek ve hangi
durumda zararın daha büyük olduğunu tesbit etmek gerekir.
Şüphesiz sırların ortaya çıkması zararı, kişinin kendisini
öldürmesinden daha büyüktür. Dolayısıyla bu meseledeki kaide
muhkemdir. Böyle bir durumda kişinin kendisini öldürmesi
gerekir” sözü, onun anlayışının üstünlüğünü gösterir. Çünkü
mücahidlerin sırlarının ifşa edilmesinin zararı, kişinin kendisini
öldürmesinden daha büyüktür.
Müslüman, Düşmanını Öfkelendirmek İçin Kendisini
Öldürebilir mi?
Şeyh Hasan Eyyub (r.h) şöyle der: “Kişinin kendisini
öldürmesi, haramdır, büyük günahlardandır.” Sonra bu
konudaki delilleri zikreder ve şöyle devam eder: “Kendisini

71
İmam Malik, el-Müdevvene (Rivayetu Sahnun bin Said), 2/25
72
El-Muğni, 8/487. Mektebetu’r-Riyad el-Hadise baskısı

55
öldüren kimse, kıyamet günü uzun ve şiddetli bir azaba uğrar.
Bu fiil, Allahu Tealâ’nın hudutlarına yönelik bir saldırı ve
Allahu Tealâ’nın belirlemiş olduğu şer’i sebepler dışında
öldürülmesi haram olan cana yönelik bir zulüm niteliğindedir.
Bu fiili işleyen kimsenin, Allah’ın kaza ve kaderine öfkelendiği
ve bu konuda Allah’ın hükmüne razı olmadığı kabul edilir. Bu
nedenle acele etmiş ve acılarından kurtulmak için kendisini
öldürmüştür. İntihar diye isimlendirilen bu ölüm türünün
yasaklanmış olduğu konusunda hiçbir şüphe yoktur.
Ancak, savaşçının düşmanın eline düştüğü bazı durumlar
vardır. Düşmanı tarafından, en şiddetli işkence türleriyle ona
işkence yapılır. Bazen ateşle yakılır, bedeninden bir bölümü
kesilir, başı aşağıya gelecek şekilde tavana asılır ve arasıra
elektrik verilir… Bütün bunlar, günümüz köpeklerinin
yöntemlerindendir. Naziler ve komünistler, bu yöntemleri icat
etmiş ve kendilerinde insanlık, kalplerinde merhamet olmayan
bütün köpekleri de bunu uygulamıştır. “Bir insan, bu tür bir
işkenceye uğrarsa, o kişinin intihar etmesi uygun olur mu,
olmaz mı? Bu konudaki hüküm nedir?” diye sorulursa şöyle
derim: Bu önemli konu hakkında, nasslardan ve alimlerin
görüşlerinden çıkardığım sonuç şudur:
Birincisi: İntiharın, kuvvetli bir sebebi, Müslümanları
ilgilendiren bir yönü ve terkedilmesi halinde Müslümanlara
ulaşacak olan bir zararı varsa caizdir. Kişinin, savaşçıların
yerleri, sırları, isimleri, stratejileri, silahları ve depoları gibi
düşman tarafından bilinmesi halinde İslam ordusunun veya
Müslüman fertlerin ya da Müslümanların kadın ve çocuklarının
zararına olacak bilgileri vermesi için işkenceye maruz kalması,
intiharı geçerli kılan sebeplerdendir. İşkenceye
sabredemeyeceğini, dolayısıyla da sırları düşmana vermek
zorunda kalacağını ya da düşmanın kendisine uygulayacağı
etkili bir ilaç ile konuşturulabileceğini anlayan kişi için intihar
56
etmek caiz olur.
Alimlerin, öldürüleceğini bilmesine rağmen, İslam ve
Müslümanların hayrına sebep olacak bir eylem için kendisini
feda eden kişi hakkındaki sözleri de bu söylediklerimizi
destekler. Bununla birlikte esir düşen ve Müslümanların sırlarını
düşmana verme tehlikesi ile karşı karşıya kalan kişinin durumu,
böyle bir tehlike karşısında olmamasına rağmen canını İslam ve
Müslümanların maslahatı uğruna feda eden kişinin durumundan
daha önemli ve daha tehlikelidir.
İkincisi: Öldürüleceğinden emin olan ve yapılan
işkencenin sebebinin, kendisine eziyet vermek ve Müslümanları
kızdırmak olduğunu bilen kişinin intihar etmesi haramdır.
Ancak büyük günah olarak kabul edilmemiştir.
Asım bin Sabit ile birlikte olan sahabinin kıssasında
geçtiğine göre, bu sahabi, öldüreceğini bilmesine rağmen, esir
olmayı reddetmişti. Esir olmayı reddetmesinin, kendisinin şehid
olmasına neden olacağını biliyordu. Bu sahabi kendi kendisini
öldürmemiş olsa da, kendisini düşmanın eliyle öldürtmüştü. Bu
tür durumlarda Müslümanın kendi eliyle kendisini öldürdüğü
değil, düşmanı tarafından öldürüldüğü kabul edilir. Çünkü
düşmanı ona galip gelmiştir, ona işkence etmektedir ve
öldürünceye kadar da bu işkenceden vazgeçmeyecektir. Konu
hakkındaki görüşüm budur. Çünkü bu konuda özel bir nass
olmadığı gibi, alimlerden herhangi birisinin bu konuyla ilgili bir
fetvasını da görmedim. Belki de benim ulaşamadığım fetvalar
olabilir.”73
Şeyh Hasan Eyyub’un bahsetmiş olduğu bu mesele ile
ilgili olarak, Şeyh Muhammed bin İbrahim’in, yukarıda
aktarmış olduğumuz fetvası bulunmaktadır.

73
Şeyh Hasan Eyyub, el-Cihad ve’l-Fidaiyye fi’l-İslam, s. 165-167
57
Üçüncü Bölüm

Öldürülmeleri Caiz Olmayan Müslümanların Ve Diğer


İnsanların Kafirlerle Karışması Halinde Kafirlere
Ateş Edilebileceği
Yukarıda cihadın fazileti ve gerekliliği üzerinde
durmuştuk. Şüphesiz cihad, izzet ve şerefin; cihadın terki ise
zillet ve onursuzluğun sebebidir. Rasulullah (s.a.v) şöyle
buyurur: “İ’yne ile alışveriş yaptığınız, öküzlerin peşine takılıp

58
çiftçilikle yetindiğiniz ve cihadı terkettiğiniz zaman Allah size
bir zillet verir ve yeniden dininize dönmedikçe sizden onu
gidermez.”74 İbn-i Ömer’den rivayet edilen bir hadiste ise:
“Cihadı terkeder, ineklerin kuyruklarına yapışır, İ’yne ile
alışverişte bulunursanız, Allah boyunlarınıza zilleti vurur ve
tevbe edip Allah’a ve üzerinde bulunduğunuz dine dönmedikçe
bunu sizden kaldırmaz.”75
Bazen, mücahidlerin hedefinde olan kâfirlerin bulunduğu
yerde, Müslümanlardan, zimmet ehlinden, kadınlardan,
çocuklardan ya da benzeri kimselerden öldürülmeleri caiz
olmayanlar da bulunabilir. Belli hedeflere yönelik olan cihadi
eylemler bu tür durumlarda, haram olan kanın akıtılmaması
maksadı ile terk mi edilir? Yoksa, kâfirlerin arasında bulunan bu
tür kişilerin kasıtsız olarak öldürülmesi, Allah düşmanlarından
olan kâfirlerin öldürülmeleri gibi bir maslahat nedeni ile
bağışlanır mı? Bu konuda alimlerden aktarılan üç görüş
bulunmaktadır:
Birinci Görüş: Bu görüşün sahiplerine göre, kâfirlerin
arasında bulunan ve öldürülmeyi haketmeyen kişilerin
öldürülmesi, mutlak olarak yasaktır. Bu görüş Malik ve
Evzai’den aktarılmış, ancak müteahhirinden olan Malikiler bu
görüşe muhalefet etmişlerdir.
Kurtubi (r.h), Allahu Tealâ’nın “Eğer onlar
(Müslümanlar ile kâfirler) birbirinden ayrılmış olsalardı elbette
onlardan kâfir olanları, elemli bir azaba çarptırırdık” (48
Fetih/25) ayetinin tefsirinde şöyle der: “Bu ayet-i kerime,
mü’minin ihlal edilmesi yasak olan hakları dolayısıyla (eğer
kâfire ancak mü’mine bir eziyet vermekle eziyet
verilebilecekse) kâfire zarar verilemeyeceğine delildir.
74
Ebu Davud rivayet etmiştir. İbn-i Ömer (r.a) hadisinden.
75
Ahmed, Müsned’de rivayet etmiştir.
59
Ebu Zeyd şöyle der: İbnu’l-Kasım’a şöyle sordum:
“Müşriklerden bir topluluk kalelerinden birine sığınsa ve
ellerinde Müslüman esirler bulunsa, bu esirlerle birlikte onların
kalesi ateşe verilebilir mi, verilemez mi?” Şöyle dedi: “Malik’e,
beraberlerinde Müslüman esirler olduğu halde müşriklerin
gemisinin ateşe verilip verilemeyeceği soruldu. Bunun üzerine
Malik şöyle cevap verdi: “Hayır, ateşe verilmez. Çünkü Allahu
Tealâ, Mekke halkı hakkında şöyle buyurmaktadır:
“Eğer onlar (Müslümanlar ile kâfirler) birbirinden
ayrılmış olsalardı elbette onlardan kâfir olanları, elemli bir
azaba çarptırırdık.” (48 Fetih/25)
Aynı şekilde bir kâfir, bir Müslümanı kendisine kalkan
edinirse, ona ok atmak caiz olmaz. Eğer bir kimse buna rağmen
ateş eder ve kâfirler tarafından kalkan olarak kullanılan
Müslümanlardan birini öldürürse, diyet ve keffaret ile sorumlu
olur. Eğer öldürdüğü kişinin Müslüman olduğunu bilmiyorsa,
diyet ve kefaret gerekmez...”
Kurtubi (r.h) şöyle devam eder: “İbnu’l-Arabi şöyle der:
Malik der ki: “Rum şehrini kuşatmış, suyu kontrol altına
almıştık. Rumlar, su alabilmek için esirleri indiriyorlardı.
Bizden hiç kimse esirlere ateş edemiyordu. Böylelikle biz
istemediğimiz halde onlar su alabiliyorlardı. Ebu Hanife,
talebeleri ve Sevri, aralarında Müslüman esirler ve çocuklar olsa
da, müşriklerin kalelerine ok atılmasını caiz kabul etmişlerdir.
Şayet kâfir Müslüman bir çocuğu kendisine kalkan yapacak
olursa, müşrik olan kimse kastedilerek ok atılır. Eğer
Müslümanlardan birine isabet ederse, bundan dolayı ne diyet
vardır ne de keffaret. Sevri ise böyle bir durumda diyet yoktur
ama keffaret vardır, demiştir. Şafii de bizim (Malikilerin dediği)
gibi demiştir. Bu zaten açıkça anlaşılan bir husustur, çünkü
haram olan bir yolla mübah olan bir işe ulaşmaya kalkışmak
60
caiz değildir. Özellikle bu hususta Müslümanın canı sözkonusu
ise. O halde kabul edilecek tek görüş Malik’in (r.h) görüşüdür.
Allahu Tealâ en doğrusunu bilir.”
Derim ki: Kimi hallerde kalkan edinilenin öldürülmesi
caiz olabilir ve Allahu Tealâ’nın izniyle bunda görüş ayrılığı
dahi olmaz. Bu ise maslahatın zaruri, külli ve kat’i olması
halindedir. Maslahatın zaruri olmasının anlamı; kâfirlere kalkan
edinilenler öldürülmedikçe, kâfire erişme imkanı bulunmaması
halidir. Külli olmasının anlamı; bu maslahatın bütün ümmeti
kat’i olarak ilgilendirmesidir. Öyle ki o kalkan edinilenin
öldürülmesi bütün Müslümanların maslahatına olacak. Çünkü
böyle yapılmayacak olursa, kâfirler kalkan edindiklerini öldürür
ve bütün ümmeti ele geçirirler. Maslahatın kat’i oluşuna gelince,
bu maslahatın, ancak kalkan olarak kullanılan kişinin
öldürülmesiyle elde edilebilir olmasıdır.
Alimlerimiz derler ki: Bu kayıtlarıyla birlikte böyle bir
maslahatın muteber olacağında görüş ayrılığının olmaması
gerekir. Çünkü bu varsayımda kalkan edinilen kişi kesinlikle
öldürülmüş olacaktır. Ya düşman eliyle öldürülecek, bu takdirde
düşmanın bütün Müslümanları istila etmesi şeklindeki o pek
büyük kötülük ortaya çıkacaktır yahut da Müslümanlar
tarafından öldürülecek ve düşman perişan edilirken, bütün
Müslümanlar kurtulmuş olacaktır. Aklı başında bir kimsenin
kalkıp: ‘Bu durumda hiçbir şekilde kalkan edinilen öldürülmez’
demesi düşünülemez. Çünkü böyle bir kanaat buna bağlı olarak
hem kalkanın, hem İslam’ın, hem de Müslümanların yok
olmalarını gerektirir. Fakat böyle bir maslahat tamamıyla
kötülükten (mefsedet) uzak olmadığından ötürü, meseleyi iyice
tetkik edemeyen kimseler böyle bir şeyi kabullenemezler.
Ancak böyle bir mefsedet bundan sağlanacak sonuçlara nisbetle
yoktur ya da yok hükmündedir. Allahu Tealâ en doğrusunu

61
bilir.”76
Şeyh Muhammed Arafe ed-Düsuki el-Maliki şöyle der:
“Eğer kâfirler, bir Müslümanı kendilerine kalkan edinirlerse,
onlarla savaşılır ancak kalkan olarak kullanılan kimse kasıtlı
olarak hedef alınmaz.”77
İbnu’l-Arabi (r.h), Şafii hakkındaki, “Şafii de bizim gibi
demiştir” sözü ile, Müslümanları kalkan edinmeleri halinde
müşriklere ateş edilmeyeceği yönündeki görüşü kastediyorsa,
şüphesiz bu doğru değildir. Zira Şafii (r.h), kendilerini kalkan
olarak kullansınlar veya kullanmasınlar, Müslümanların
müşriklerle karıştığı durumlarda, müşriklere ateş etmenin
mübah olduğunu söylemektedir. Allahu Tealâ’nın izniyle,
Şafii’nin sözü ileride gelecektir.
Kalkan olarak kullanılan kimsenin öldürülmesini yasak
olarak kabul edenlerin sözlerinden anlaşılmaktadır ki bu görüş,
Müslümanlar tarafından düşmanın kendi ülkesinde vurulduğu
saldırı cihadı (Cihadu’t-Taleb) için belirtilmiştir. Malik’in (r.h),
kâfirlerin kalesinin veya gemilerinin yakılması ile ilgili
söylediklerinden anlaşılan budur. Ancak, kesin, külli ve zorunlu
bir maslahata gelince bu durum, Müslümanların topraklarını
işgal eden kâfirlere karşı yapılan savunma cihadında kesin
olarak gerçekleşir. Dolayısıyla savunma cihadında, öldürülmeyi
hak etmeyen kimsenin, kasıtsız olarak öldürülmesinde herhangi
bir engel yoktur. Zira öldürülmeyi haketmeyen kimselerin
bulunması nedeni ile savunma cihadının terkedilmesi halinde,
uğranacak zarar bütün Müslümanları ilgilendirmektedir. Bu

76
Tefsiru’l-Kurtûbî, 16/286-288. Müessesetu Menahilu’l-İrfan baskısı
77
Haşiyetu’d-Düsûkî ale’ş-Şerhi’l-Kebîr, 2/178. Daru’l-Fikr, Beyrut. Bkz:
Şeyh Muhammed Alîş, Menehu’l-Celîl Şerh-u Muhtasari Halîl, Daru’l-
Fikr, Beyrut

62
anlam, Kurtubi’nin (r.h) sözlerinde açıktır. Buraya kadar
aktarmış olduğumuz görüşler, kalkan olarak kullanılması
halinde, ölümü haketmeyen kimsenin öldürülmeyeceğini
söyleyenlere aittir.
İkinci Görüş: Bu görüşün sahiplerine göre, aralarında
Müslümanlar olsa dahi, mutlak olarak kâfirlere ateş etmek
caizdir.
Cassas (r.h), ayrıntılı bir şekilde Malik’in ve Evzai’nin
görüşlerini naklettikten sonra şöyle der: “Malik der ki: “Eğer
onlar (Müslümanlar ile kâfirler) birbirinden ayrılmış olsalardı
elbette onlardan kâfir olanları, elemli bir azaba çarptırırdık”
(48 Fetih/25) ayetinden dolayı, aralarında Müslüman esirler
bulunan kâfirlerin gemileri yakılmaz. Rasulullah (s.a.v),
aralarında Müslümanlar olduğundan dolayı Mekke’li
müşriklerin üzerine yürümemiştir. Eğer ki kâfirler,
Müslümanlardan tamamen ayrılmış olsaydı, acı bir azaba
uğrarlardı. Evzai der ki: “Kâfirler, Müslümanların çocuklarını
kendilerine kalkan edinirlerse, Allahu Tealâ’nın “..henüz
tanımadığınız mü’min erkeklerle mü’min kadınları bilmeyerek
ezmek suretiyle üzüntüye kapılmanız ihtimali olmasaydı..” (48
Fetih/25) ayetinden dolayı, onlara ateş edilmez. Der ki: “İçinde
Müslüman esirlerin bulunduğu gemi yakılmaz. İçinde
Müslüman esirler varsa, kaleye mancınıkla ateş edilmez. Eğer
düşman, Müslümanları kalkan edinmiş olarak gelirse, düşmanı
vurmak amacıyla ateş edilir ve kalkan olarak kullanılan kişiler
hedef alınmaz. Bu, Leys bin Sa’d’ın görüşüdür..”
Şöyle devam eder: “Siyer alimleri, Rasulullah’ın (s.a.v),
kadınların ve çocukların öldürülmesini yasaklamasına rağmen,
Taif halkını kuşattığını ve onlara mancınıkla ateş ettiğini
naklederler. Rasulullah (s.a.v), bunun kadın ve çocuklara da
isabet edeceğini biliyordu. Kadınların ve çocukların kasten
63
hedef alınması ise caiz değildir. Dolayısıyla bu, harp ehlinin
arasında Müslümanların bulunması halinde, kasıtlı olarak
Müslümanlar hedef alınmadan müşriklere ateş edilmesinin
yasak olmadığına delalet etmektedir. Sa’b bin Cessame’den
şöyle rivayet edilmiştir: “Rasulullah’a (s.a.v), kendilerine baskın
düzenlenen müşrikler ve onların öldürülen kadın ve çocukları
hakkında soruldu. Rasulullah (s.a.v): “Onlar, onlardandır”
buyurdu.” Rasulullah (s.a.v), göndermiş olduğu seriyyelerdeki
ashabına, namaz vaktine kadar78 beklemelerini ve ezan
okunduğunu duymaları halinde onlardan uzak durmalarını
emrederdi. Ezanı işitmemeleri halinde ise, baskın
düzenlemelerine izin vermiştir. Bu uygulama Raşid halifeler
döneminde de devam etti. Bilinmektedir ki, baskın düzenleyen
bir grubun, çocukları, kadınları ve öldürülmesi sakıncalı olan
diğer kimseleri vurmaktan kaçınması çok zordur. Baskın
düzenlenen yerde Müslümanların bulunması halinde de durum
değişmez. Müslümanların isabet alması korkusu nedeni ile
müşriklere saldırmanın ve onlara ateş etmenin yasaklanmaması
gerekir.”
Şöyle devam eder: “Aralarında Müslümanlar olduğunda,
kâfirlere ateş edilmesinin yasak olduğunu belirterek, Allahu
Tealâ’nın, “..henüz tanımadığınız mü’min erkeklerle mü’min
kadınları bilmeyerek ezmek suretiyle üzüntüye kapılmanız
ihtimali olmasaydı..” (48 Fetih/25) ayetini bu görüşlerine delil
olarak aktaranlara gelince; şüphesiz ayet bu görüşleri için delil
niteliğinde değildir. Çünkü Allahu Tealâ, birçok defa
Müslümanları onlardan uzak tutmuştur. Onların arasında
Müslüman bir topluluk vardı. Rasulullah’ın (s.a.v) ashabı,
Mekke’ye kılıçla girdiklerinde, onları vurmayacaklarından emin
değildiler. Bu ayet, onlara ateş edilmesinin ve saldırmanın

78
Sabah namazı
64
terkedilmesinin mübah olduğuna delalet etmektedir. Aralarında
Müslümanlar olduğunu bilmelerine rağmen, onlara
saldırmalarının yasaklandığına delalet etmemektedir. Aralarında
Müslümanların bulunması nedeni ile kâfirlerden uzak durmak
caizdir. Bununla birlikte onlara saldırılması da caizdir.
Dolayısıyla ayet, aralarında Müslümanlar bulunması nedeni ile
kâfirlere saldırılmasını yasaklamamaktadır.
Eğer, “Ayetin sonundaki, “..bilmeyerek ezmek suretiyle
üzüntüye kapılmanız ihtimali olmasaydı..” (48 Fetih/25) kısmı
yasaklamaya delalet eder, zira yasaklama bulunmamış olsaydı,
bilmedikleri mü’min erkek ve kadınların öldürülmesinden
dolayı üzüntüye ve kedere kapılma ihtimalleri olmazdı” denirse,
şöyle cevap verilir: Tefsir ehli, buradaki “üzüntüye kapılma”
ifadesinin anlamı hakkında ihtilaf etmiştir. İbn-i İshak’tan
rivayet edildiğine göre bu, diyet borcudur. Başkaları, bunun
keffaret olduğunu söylemiştir. Diğerleri ise, Müslümanı
öldürmüş olmaktan dolayı duyulan keder olduğunu
söylemişlerdir. Çünkü mü’min, Müslümanı öldürmeyi
amaçlamadığı halde, bunun için üzülür. Diğer alimler, bunun
manasının “utanç” olduğunu söylemişlerdir. Bazılarının ise,
“günah” manasındadır dedikleri nakledilmiştir. Ancak bu mana
batıldır. Zira Allahu Tealâ, böyle bir şey olsa dahi bunun,
bilmeden yapılacağını bildirmektedir: “..Henüz tanımadığınız
mü’min erkeklerle mü’min kadınları, bilmeyerek ezmek
suretiyle üzüntüye kapılmanız ihtimali olmasaydı..” (48
Fetih/25) Kişi, bilmediği konuda günahkar olmaz...”
Şöyle devam eder: “Buraya kadar aktardıklarımız
neticesinde, aralarında Müslümanların olduğu bilinse dahi
kâfirlere saldırmanın caiz olduğu sabit olduğuna göre, kâfirler
tarafından, Müslümanlar kalkan olarak kullanıldığında onlara
saldırmanın da caiz olduğu ortaya çıkmaktadır. Çünkü her iki
durumda da amaç Müslümanları değil, müşrikleri öldürmektir.
65
Müslümanlardan isabet alan kimse için ne diyet, ne de keffaret
ödenir. Kâfirlerin kalesinde bulunan bir Müslümanın isabet
alması bu kabildendir. Onun için ne diyet ne de keffaret vardır.
Düşmanların tarafında Müslümanların olduğunu bilmemize
rağmen, kasten bu Müslümanları hedef almadan kâfirlere ateş
etmemiz mübah kılınmıştır.”79
Şeyh Muhammed eş-Şirbini (r.h), bu konuda mezheplerin
görüşlerini aktarırken şöyle der: “İki ordunun karşı karşıya
gelmesi ve ateş etmekten kaçınılması halinde uğrayacağımız
zararın artması ya da düşmanın galibiyeti gibi bir durum sebebi
ile, kâfirler tarafından kalkan olarak kullanılan Müslümanlara
ateş edilmesinin zaruri olduğu hallerde, onlara ateş edilmesi caiz
olur. Böyle bir durumda, kalkan olarak kullanılanlar öldürülse
de asıl hedef müşriklerdir. Gerek Müslümanlar, gerekse de
zimmet ehli gibi öldürülmesi yasak olan diğerlerine zarar
vermekten imkan nisbetinde kaçınılır. Çünkü Müslümanları
kalkan edinen kâfirlere karşı savaşmaktan kaçınmanın zararı,
onlara saldırılmasının zararından daha büyüktür. Böyle bir
durumda kâfire karşı savaşın terkedilmesi, İslam topraklarını
savunan topluluğun yok edilmesine ve bütün işlerin kontrolünün
kaybedilmesine neden olabilir. Diğer bir görüşe göre ise, kâfire
ateş edilmesi halinde, Müslüman veya zımmi ya da kendisine
eman akdi verilmiş olanlardan birinin de isabet alması
kaçınılmaz olacaksa bu caiz değildir.”80
Yukarıda aktarılanlardan anlaşıldığı gibi, alimler bu
konuyu, maslahat hesabı etrafında değerlendirmektedirler. İslam
ehlinin maslahatı, kalkan olarak kullanılan kişilerin
öldürülmesinde ise buna izin vermişler, değil ise buna izin

79
Cassâs, Ahkamu’l-Kur’an, Tefsir-u Surati’l-Feth, 3/395-396
80
Muğni’l-Muhtac, 4/224. Halebî baskısı. Bkz: Haşiyetu İbn-i Abidin,
3/223
66
vermemişlerdir. Kâfirlere karşı savaşın terkedilmesi nedeni ile
uğranacak zararın, onların beraberinde bulunan ve öldürülmeleri
mübah olmayan kişilerin öldürülmesi zararından daha büyük
olması halinde, İslam’ın ve Müslümanların korunması ve
Müslümanların değerlerini ele geçirmeye çalışan düşmanın
defedilmesi maslahatına binaen, kalkan olarak kullanılan bu
kişilerin öldürülmeleri bağışlanmıştır.
Kâfirlere karışmış olan kişilerin öldürülmeleri hakkında
buraya kadar aktarılan görüşler, şartlar ve ihtilaflar, ticaret gibi
caiz olan bir nedenden dolayı onlara karışmış olan Müslümanlar
ya da öldürülmeleri mübah olmayan diğerleri hakkındadır.
Müslümanlara karşı kâfirlere yardımcı olmak, İslam ehline
karşı çıktıkları savaşta onları desteklemek ya da Müslümanlar
hakkında casuslukta bulunmak gibi bir nedenden dolayı
kâfirlere karışan kişiler ise, şüphesiz kâfirlerdendir. Kâfirler
hakkında geçerli olan hüküm, bu kişiler için de geçerlidir.
Allahu Tealâ’nın izniyle, bunun açıklaması ileride gelecektir.
İbnu’l-Hümam el-Hanefî şöyle der: “Aralarında
Müslüman esirler veya Müslüman tüccarlar olsa ya da
Müslüman esirleri veya Müslümanların çocuklarını kendilerine
kalkan edinseler de, kâfirlere ateş etmekte herhangi bir sakınca
yoktur. Böyle bir durumda kâfirlere ateş etmekten kaçınılması
halinde, Müslümanların yenilgiye uğrayacağının bilinmesi ya da
bilinmemesi arasında da fark yoktur. Ancak, ateş edilirken gaye,
kâfirleri vurmak olmalıdır… Üç imama göre, kalkan olarak
kullanılan Müslümanlara ateş edilmesi, sadece, onlara ateş
etmekten kaçınıldığında Müslümanların yenilgiye uğrayacağının
bilinmesi halinde caiz olur. Bu, Hasan bin Ziyad’ın
görüşüdür.”81

81
İbnu’l-Humam el-Hanefi, Fethu’l-Kadir, 5/448. Daru’l-Fikr, Beyrut
67
Üçüncü Görüş: Bu görüşün sahipleri ise, meselenin
tafsilatına inerek, meseleyi, kâfirlerin arasına karışmış olan
Müslümanların öldürülmesine ihtiyaç duyulması ile buna ihtiyaç
duyulmamasına göre değerlendirirler.
Şafii (r.h) şöyle der: “Eğer, ‘Aralarında öldürülmeleri
yasak olan kadın ve çocukların bulunduğu müşrik topluluğuna
mancınık ve ateş ile saldırılmasına nasıl izin verilir?’ denirse,
şöyle cevap verilir: “Rasulullah (s.a.v), aralarında kadın ve
çocukların da bulunduğu Beni Mustalık’a, habersiz baskın
düzenlemişti. Zira o belde, saldırı konusunda herhangi bir
yasaklamanın bulunmadığı şirk diyarı idi. Ancak Nebi’den
(s.a.v) aktarılan hadisten de anlaşılmaktadır ki, kadın ve
çocukların kasıtlı olarak hedef alınması yasaklanmıştı.
Rasulullah (s.a.v) onların çocuk ve kadınlarını esir alıp
köleleştirdi. Ancak baskın düzenlenecek olan bölgede
Müslüman esirlerin veya Müslüman tüccarların bulunması
halinde, bölgenin yakılması veya gemilerin batırılması gibi
geneli kapsayacak bir saldırıda bulunulması açıkça haram
değildir.
Müslümanlar ile aralarında herhangi bir anlaşmanın
bulunmadığı küfür beldelerine saldırı düzenlenmesi, içinde
Müslümanların da bulunması nedeni ile açık haram hükmünde
olmaz. Ancak ihtiyat nedeni ile bunu uygun görmemekteyim.
Saldırı düzenlemenin yasak olmadığı beldeler de Müslümanlar
bulunmasa dahi tamamen ateşe verme veya suda boğma gibi
geneli etkileyen saldırılar yapılmamalıdır. Ancak düşmanın
sadece bu tür saldırılar ile defedilmesi ve eğer bu tür saldırılarda
bulunulmazsa Müslümanların zarar görmesi gibi bir durum
varsa bu tür saldırılar düzenlenmesinde herhangi bir sakınca
yoktur. Bu türden bir saldırı düzenlemek zorunda kalmaları
halinde, şu iki faydadan dolayı onların yaptığını sakıncalı

68
görmemekteyiz: Birincisi, uğrayacakları zararı bu şekilde
defetmişlerdir. İkincisi ise, zarara uğramadan düşmanı yenilgiye
uğratmışlardır.
Müşriklerin, çocukları kendilerine kalkan yapmaları
durumunda, savaşın bırakılmayacağı, çocuklar kasıtlı olarak
hedef alınmadan onlara ateş edilebileceği söylendiği gibi onları
kalkan olarak kullanan kişilere ateş edilmeyeceği de
söylenmiştir. Eğer müşrikler, bir Müslümanı kendilerine kalkan
yaparlarsa, benim görüşüme göre, mecbur kalınmadığı sürece
onlara saldırı da bulunulmaması gerekir. Ancak mecbur
kalınması halinde, kalkan olarak kullanılan Müslümanlara zarar
vermekten elden geldiğince kaçınılarak, bu müşriklere karşı ateş
edilebilinir. Buna rağmen kalkan olarak kullanılan Müslümanın
öldürülmesi halinde, köle azad edilir.”82
Yine Şafii (r.h), düşman tarafından kapıları kapatılan ve
içerisinde kadınların, çocukların ve esirlerin de bulunduğu
kaleye mancınıkla ateş edilip edilemeyeceği konusunda da şöyle
der: “Eğer müşriklerin kalesinde, kadınlar, çocuklar ve
Müslüman esirler varsa, kasıtlı olarak içinde oturulan evler
hedef alınmadan, kalenin mancınıkla vurulmasında bir sakınca
yoktur. Ancak mecbur kalınması halinde bu evlerin de hedef
alınmasında bir sakınca olmaz. Dolayısıyla eğer kale içerisinde
korunan savaşçılar var ise, evlere ve kaleye ateş edilebilir. Yine
mecbur kalınması halinde, müşrikler tarafından kalkan olarak
kullanılan Müslüman esirler ve öldürülmeleri yasak olan
çocuklar kasıtlı olarak hedef alınmadan ateş edilmesinde
herhangi bir sakınca yoktur. Mecbur kalınmaması halinde,
kalkan olarak kullanılan kişileri bırakıncaya kadar müşriklere
karşı saldırının durdurulması daha iyi olur.”83
82
Şâfiî, el-Ümm, 2/244. Bkz: s. 246
83
Şâfiî, el-Ümm, 2/246
69
Şafii’nin (r.h) sözünden, kâfirlerle karışmış olan
Müslümanların öldürülmesinin terkedilmesinin, kâfirlere karşı
yapılan savaşın terkedilibilir olmasına bağlı olduğu manası
anlaşılmaktadır. Bu ise, fetih maksadı ile Müslümanlar
tarafından kâfirlerin topraklarına düzenlenen saldırı cihadında
(Cihadu’t-Taleb) sözkonusudur. Bu, Şafii’nin (r.h) şu sözlerinde
açıkça belirtilmektedir: “Saldırı düzenlemenin yasak olmadığı
beldelerde Müslümanlar bulunmasa dahi tamamen ateşe verme
veya suda boğma gibi geneli etkileyen saldırılar yapılmamalıdır.
Ancak düşmanın sadece bu tür saldırılar ile defedilmesi ve eğer
bu tür saldırılarda bulunulmazsa Müslümanların zarar görmesi
gibi bir durum varsa bu tür saldırılar düzenlenmesinde herhangi
bir sakınca yoktur. Bu türden bir saldırı düzenlemek zorunda
kalmaları halinde, şu iki faydadan dolayı onların yaptığını
sakıncalı görmemekteyiz: Birincisi, uğrayacakları zararı bu
şekilde defetmişlerdir. İkincisi ise, zarara uğramadan düşmanı
yenilgiye uğratmışlardır.”
Küfür ehlinin Müslümanları her taraftan sardığı,
memleketlerini ele geçirmeleri halinde Müslümanlara her türlü
işkenceyi yapacakları ve onları öldürecekleri, Allahu Tealâ’nın
hükümlerini bir kenara atıp, küfür kanunları ile onları
yönetecekleri ve onları silah zoru ile küfre zorlayacakları
durumlarda ise Müslümanlar, dinlerini ve değerlerini savunma
konumundadırlar. Böyle bir durumda Müslümanlardan her
kişinin gücü yettiği oranda savaşması farz olur. Farz-ı ayn olan
bu cihad, kasıtsız olarak öldürülebilecek olan Müslümanlar
nedeni ile terkedilmez. Bu durumda Müslümanlardan öldürülen
kimse, kıyamet günü niyeti üzere diriltilir. Allahu Tealâ’dan
onları, şehid olarak kabul etmesini dileriz.
Şeyhu’l-İslam İbn-i Teymiye (r.h) şöyle der: “Alimler,
küfür ordusunun, beraberlerindeki Müslüman esirleri siper

70
olarak kullanmaları nedeni ile kendilerine karşı savaşılmaması
halinde Müslümanların geneli hakkında korkulacak bir zararın
bulunması durumunda, bu Müslüman esirler öldürülecek olsa
dahi kâfirlere karşı savaşılacağında ittifak etmişlerdir. Onlara
karşı savaşılmaması halinde, Müslümanların geneli hakkında
korkulacak bir zarar bulunmuyorsa meşhur olan iki görüş vardır.
Kalkan olarak kullanılan bu Müslümanlardan öldürülenler şehid
olurlar. Şehid olarak öldürülen kimse için, farz olan cihad
terkedilmez. Müslümanlardan, kâfirlere karşı yapılan savaş
esnasında öldürülenleri de şehiddir. Buhari ve Müslim’de,
Rasulullah’ın (s.a.v) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: “Bir
ordu, Kabe’ye yönelir ve bir yere geldiklerinde hepsi yerin
dibine batırılırlar. Bunun üzerine denildi ki: “Ey Allah’ın
Rasulü, aralarında onlardan olmayanlar ve esirler olduğu halde
hepsi mi batırılırlar?” Rasulullah (s.a.v) şöyle buyurdu:
“Öndekiler ve arkadakiler hepsi yere batırılırlar ve daha sonra
niyetlerine göre diriltilirler.” Gerekli ayırımı yapabilecek
kudrete sahip olmasına rağmen Allahu Tealâ’nın,
Müslümanlarla savaşan orduya indirmiş olduğu azap, bu orduya
katılmak için zorlanan kimseyi de kapsadığına ve bu kişi
ahirette niyyeti üzere diriltildiğine göre, bu ayırımı yapmaktan
aciz olan mü’minlerin eliyle öldürülen kişilerin de ahiret günü
niyyetleri üzere diriltilmesi öncelikle geçerlidir. “De ki: Siz
bizim için iki iyiliğin birinden başkasını mı bekliyorsunuz?
Halbuki biz size Allah’ın ya kendi katından veya bizim elimizle
bir azap eriştirmesini bekliyoruz. Haydi bekleyin durun biz de
sizinle beraber bekleyenleriz.”84
İbn-i Kudame (r.h) şöyle der: “Başka bir seçenek olmasına
rağmen, kadınlar ve çocuklar gibi öldürülmeleri yasak olanların
ölümlerine kasıtlı olarak sebebiyet verecek olması nedeni ile su

84
Mecmuu’l-Fetava, 28/546-547. Bkz: 4/607-608. 9 Tevbe/52
71
setlerinin kapaklarını açarak kâfirleri boğmak caiz değildir.
Ancak başka bir seçeneğin bulunamaması halinde, bunun
yapılması veya onlara mancınık ile saldırılması caiz olur. İmam
Ahmed’in sözlerinin zahiri, buna ihtiyaç duyulması ya da
duyulmaması halinde buna izin vermektedir. Çünkü Rasulullah
(s.a.v), Taif halkına mancınıkla saldırmıştır. Sevri, Evzai, Şafii
ve re’y ashabı da bu görüştedir. İbnu’l-Münzir şöyle der:
“Rasulullah’ın (s.a.v) Taif halkına, Amr bin el-As’ın da
İskenderiye halkına mancınıkla saldırdığı konusunda hadis
rivayet edilmiştir. Zira savaşta, mancınıkla saldırı düzenlenmesi
olağandır, yayla ok atmaya benzer.”85
Yine İbn-i Kudame (r.h) şöyle der: “Müşriklerin bir
Müslümanı kalkan olarak kullanmaları durumunda, onlara karşı
savaşılabilmesi veya onlara güç yetirilebilmesi ya da onların
şerlerinin defedilebilmesi için onlara ateş edilmesine ihtiyaç
duyulmuyorsa, ateş edilmesi caiz olmaz. Buna ihtiyaç
duyulmamasına rağmen onlara ateş edilir ve bu ateş sonucunda
kalkan olarak kullanılan Müslüman öldürülürse, öldürülen
Müslümanın sorumluluğu ateş eden kişiye aittir. Onlara karşı
ateş edilmemesi halinde Müslümanlar için herhangi bir zarar
endişesi duyulmuyor ancak onlara galip de gelinemiyorsa, Evzai
ve Leys, Allahu Tealâ’nın, “..henüz tanımadığınız mü’min
erkeklerle mü’min kadınları bilmeyerek ezmek suretiyle
üzüntüye kapılmanız ihtimali olmasaydı..” (48 Fetih/25) ayeti
gereğince, onlara ateş edilmesinin caiz olmadığını
söylemişlerdir. Leys şöyle der: “Güç yetirilebildiği halde bir
kalenin fethinin iptal edilmesi, haksız yere bir Müslümanı
öldürmekten daha iyidir.” Evzai şöyle der: “Görmedikleri bir
kimseye nasıl ateş ederler? Müslüman çocuklara da ateş ediyor
olabilirler.” Kadı ve Şafii şöyle der: “Savaş esnasında, onlara
ateş edilmesi caizdir. Çünkü ateş edilmemesi, cihadın yerine
85
İbn-i Kudâme, el-Muğnî, 4/448-449. Mektebetu’r-Riyad baskısı
72
getirilememesine yol açar. Ancak böyle bir durumda Müslümanı
öldüren kişi üzerine keffaret gereklidir. Diyet konusunda iki
görüş bulunmaktadır.”86
Müslümanların kâfirlere karışmış olmaları veya kâfirlerin,
Müslümanları ya da kadın, çocuk ve zımmi gibi öldürülmeleri
yasak olan kişileri kalkan olarak kullanmaları halinde, kâfirlere
ateş edilmesi ile ilgili, farklı mezheplerden alimlerin görüşlerini
sunduk. Bu görüşleri şu şekilde özetlemek mümkündür:
Birinci Görüş: Mutlak olarak yasaktır. Bu, Malik ve
Evzai’den rivayet edilmiştir.
İkinci Görüş: Diyet ve keffaretin gerekmesiyle birlikte,
mutlak olarak caizdir. Bu, Hanefilerin, Ahmed’in, bazı
Hanbelilerin ve müteahhirinden olan Malikilerin görüşüdür.
Üçüncü Görüş: Tafsilata inilmesi ve durumların ayrı ayrı
değerlendirilmesi gerekir. Bu, Şafii’nin ve Hanbelilerin
cumhurunun görüşüdür. Buna göre, kendilerinden başkalarını
kalkan olarak kullanmaları veya kendilerinden başkaları ile aynı
ortamda bulunmaları halinde, eğer ki zorunluluk ya da
Müslümanların buna ihtiyacı varsa, rehin olarak kullanılan
Müslüman veya öldürülmesi yasak olan diğerlerinin kasıtlı
olarak hedef alınmaması şartı ile onlara ateş edilmesi caizdir. Bu
durumda ateş etmeyi bırakmak, cihadın yerine getirilememesine
yol açar. Bununla birlikte, açmış olduğu ateş sonucunda
Müslümanı öldüren kişi hakkında diyet ile birlikte keffaretin mi
yoksa sadece keffaretin mi gerektiği konusunda ihtilaf
edilmiştir. Yine diyetin gerekmesi halinde, bunun, öldüren kişi
tarafından mı yoksa onun akrabaları tarafından mı ödeneceği
konusunda da ihtilaf bulunmaktadır.

86
El-Muğni, 4/450-451. Bkz: el-Merdavî, el-İnsaf fi Ma’rifeti’l-Hilaf,
4/129
73
Bu ayrıntılı görüş ve özellikle de İmam Şafii’nin görüşü,
zaruret ve ihtiyaç duyulması halinde, öldürülmeleri yasak olan
kişiler ile aynı ortamda bulunan veya onları kalkan olarak
kullanan kâfirlere karşı ateş edilmesinin caiz olduğu hakkında,
tatmin edici bir görüştür. Bu aktarılanlara binaen bizim
görüşümüz şudur:
1- Günümüzde, asli kâfirlerin ve mürtedlerin kuruluşlarına
ateş edilmesi, cihadın zorunluluklarından biri niteliğindedir.
Zira müstaz’af mücahidlerin karşısında, büyük ve düzenli
ordular bulunmaktadır ve dolayısıyla da savaş açık bir alana
taşınamamaktadır.
2- Zırhı araçlar kullanmaları, yoğun güvenlik uygulamaları
altında korunmaları ve birçok korumaya sahip olmaları nedeni
ile tağutlara ve küfrün önderlerine ulaşmak oldukça zordur. Bu
nedenle onlara karşı patlayıcı, roket ya da buna benzer etkili
silahlar kullanmanın dışında başka bir yol bulunmamaktadır.
Dolayısıyla bu tür hedeflere karşı, bu tür silahların kullanılması
caizdir.
3- Tağutlar ve Allah düşmanlarının toplantı ve konvoyları
genellikle kalabalık insan kitlelerinin bulunduğu yerlerde
olmaktadır. Bu nedenle onların, halka zarar vermeden hedef
alınması güçtür. Bu sebepten dolayı onlara karşı cihadın
terkedilmesi, cihadın işlevsiz kalmasına sebep olacaktır. Ancak
şunun belirtilmesi gerekir ki biz, uygun fırsatın bulunabilmesi
halinde bu tağutlara ve Allah düşmanlarına yönelik yapılacak
olan operasyonların, Müslümanlara veya öldürülmeleri caiz
olmayan insanlara en az zararın dokunacağı yerlerde yapılması
gerektiğini söylüyoruz.
4- Patlayıcı ve roketler, Mısır, Cezayir, Filistin ve
Lübnan’da kullanılmış ve Allahu Tealâ’nın düşmanlarına

74
oldukça şiddetli zararlar vermiştir.
5- Mücahidlerin, tağutlar ve onların yardımcılarıyla
karışmış olan Müslümanları, tağutların karakollarından,
bürolarından ve toplandıkları yerlerden uzak durmaları
konusunda sık sık uyarmaları gerekir. Yapılması gereken bu
uyarılar, mücahidlerin yerleri ve hedeflerinin keşfedilmesine
sebep olmayacak şekilde, genel olarak yapılmalıdır.
6- Kâfirler, mürtedler ve onların yardımcılarının aralarına
karışmış olan kişiler, kâfirlerin tarafında bulunsalar dahi,
kâfirlerin hedef alınarak ateş edilmesine engel teşkil etmeyen
kişiler konumundadırlar. Bunlardan kendi iradeleri ile kâfirlerin
arasında bulunanlar, dinde dokunulmazlıkları en düşük seviyede
olanlardır.
7- Böyle bir durumda Müslümanlardan bazılarını da
öldüren mücahidin, özellikle keffareti yerine getirmesi gerekir.
Dini bir tedbir olarak ve ihtilaftan kurtulmak için diyetin de
ödenmesi daha iyidir. Ancak gerek keffaret ve gerekse de diyet,
ticaret ya da buna benzer mübah olan bir nedenden dolayı
kâfirlere karışmış olan Müslümanların öldürülmesi sonucunda
gerekebilir. Mübah olan bir nedenden dolayı onlara karışmış
olan ve mücahidler tarafından kasıtsız olarak öldürülen bu
Müslümanların, şehid oldukları görüşündeyiz. Şeyhu’l-İslam
İbn-i Teymiye’nin (r.h) onlar hakkında söylediği şeyi söyleriz:
“Kalkan olarak kullanılan bu Müslümanlardan öldürülenler
şehid olurlar. Şehid olarak öldürülen kimse için, farz olan cihad
terkedilmez.”
Şüphe taraftarlarının, “Günümüzdeki cihadın, bir takım
şüphelerden arınmış olması gerekir” şeklindeki görüşlerine
gelince; bu kimselerin, dinin kaybedilmesinin, can ve malın
kaybedilmesinden daha önemli olduğunu bilmeleri gerekir. Bu

75
görüşün taraftarları, alimlerin biraz önce zikretmiş olduğumuz
görüşlerini bilselerdi, bu söylediklerini söylemezlerdi. Biz,
yukarıda aktardıklarımızdan sonra, onların bu şüphesinin hiçbir
değerinin kalmadığına inanıyoruz. Zira özellikle günümüzde
mücahidlerin yerine getirdikleri cihad, “Cihadu’t-Taleb” olarak
bilinen ve farz-ı kifaye olan cihad türünden değil, savunma
cihadı olan ve farz-ı ayn hükmünde olan cihad türündendir.
Şeyhu’l-İslam’ın (r.h) dediği gibi: “Savunma savaşı, dine
ve kutsallara saldıran düşmanı savmanın en çetin şeklidir. İcma
ile vaciptir. Dini ve dünyayı bozan saldırgan düşmanı savmak,
imandan sonra gelen en büyük vaciptir. Bu nedenle hiçbir şart
yoktur ve imkan ölçüsünde herkese vaciptir... Zalim, kâfir ve
saldırgan düşmanın defedilmesi için yapılan savunma savaşı ile,
bu düşmanın bizzat kendi ülkesinde vurulduğu saldırı savaşını
birbirinden ayırmak gerekir.”87
Dolayısıyla, bu tür şüphelerin taraftarlarından ve
kâfirlerin, Müslümanlar üzerinde egemenlik kurmalarını
sağlamak maksadıyla Müslümanları cihaddan alıkoymaya
çalışan tağut yöneticilerin sözde alimlerinden uzak durulması ve
mücahid alimlerin sözlerinin dinlenmesi gerekir. Şeyhu’l-
İslam’ın (r.h) dediği gibi: “Cihad işlerinde, doğru din sahibi ve
dünya ehli hakkında tecrübesi olan ilim ehlinin görüşüne itibar
edilmelidir. Dine gereğince önem vermeyen ve dünya işleri
konusunda tecrübesi olmayan din ehlinin görüşlerine itibar
edilmemelidir.”88

87
İbn-i Teymiye, el-Fetava el-Kübra, 4/608-609
88
İbn-i Teymiye, el-Fetava el-Kübra, 4/609-610

76
Dördüncü Bölüm
Tağutların Destekçilerinin Ve Ordularının Hükmü
Tağutların destekçilerinden ve ordularından veya onların
meclislerine, kortejlerine, toplantılarına ve İslam’a karşı
açtıkları savaşa, şekli ne olursa olsun herhangi bir şekilde destek
verenler ve iştirak edenlerden öldürülenler, şüphesiz o
tağutlardandır. Onlar ile mücahidlerin hedef edindikleri tağutlar

77
arasında hiçbir fark yoktur. Burada, tağutların yardımcılarının,
kendilerinin masumiyeti hakkında delil olarak kullandıkları bazı
bozuk anlayışlar üzerinde duracağız. Genel olarak bu bozuk
anlayışlar şunlardır:
Birinci İddia: “Tağutlara tabi olan bu kişiler, yöneticileri
tarafından kendilerine verilen emirleri yerine getirmektedirler.
Dolayısıyla kendi iradeleri dışında işlememeleri sebebi ile,
işlemiş oldukları kötülüklerden sorumlu tutulmazlar”
Bu iddia, batıl ehli tarafından, geçmişte ve günümüzde sık
sık kullanılmış olan asılsız bir sözdür. Günümüzde birçok
ülkede yayılmış olan bu iddia “Emir kulu” ismi ile
kullanılmaktadır. Onlara göre kişi, emir altında olduğu ve
yaptığı kötülükleri, Allah’tan başka kendisine ibadet ettiği
efendisinin emri ile yerine getirdiği sürece mazurdur.
Onlar, maaşlarının kullarıdır ve Allahu Tealâ yerine
maaşlarına ibadet ederler. Bu maaş sebebiyle insanlardan
bazılarını yüceltip, bazılarını aşağılarlar. Bazı toplulukları
severken, diğerlerinden nefret ederler. Bazı toplulukları düşman
edinirken, diğerlerini dost edinirler. Bazı topluluklara teslim
olurken, diğerleriyle savaşırlar. Maaşı veren kimsenin emri,
onlara göre şer’idir, itaat edilmesi gerekir ve bu emre itaat eden
herkes, herhangi bir ceza ya da kınamadan uzaktır.
İslam, bu cahili akideyi tamamen reddetmiştir. Kur’an-ı
Kerim, bunu söyleyeni rezil etmiş, tağutlara uyan ve onlara
destek veren kişilere dünyada ceza, ahirette de hüsran vaad
etmiştir. Allahu Tealâ, bu kimseleri şöyle nitelemektedir:
“O zaman (görecekler ki) kendilerine uyulup arkalarından
gidilenler, kendilerine uyanlardan uzaklaşırlar ve o anda her
iki taraf da azabı görmüşler, nihayet aralarındaki bağlar kopup
parçalanmıştır. Uyanlar şöyle derler: Ah, keşke bir daha

78
dünyaya geri gitmemiz mümkün olsaydı da, şimdi onların
bizden uzaklaştıkları gibi biz de onlardan uzaklaşsaydık!
Böylece Allah onlara işledikleri bütün işlerini kendilerine
hasret, pişmanlık ve üzüntü kaynağı olarak gösterir ve onlar
artık ateşten çıkmazlar.” (2 Bakara/166-167)
“Şu muhakkak ki, Allah kâfirleri rahmetinden kovmuş ve
onlara çılgın bir ateş hazırlamıştır. Orada ebedi olarak
kalacaklar, (kendilerini koruyacak) ne bir dost ne de bir
yardımcı bulacaklardır. Yüzleri ateşte evrilip çevrildiği gün:
“Eyvah bize! Keşke Allah’a itaat etseydik, Peygamber’e de
itaat etseydik!” derler. “Ey Rabbimiz! Biz yöneticilerimize ve
büyüklerimize itaat etmiştik, fakat onlar bizi yoldan saptırdılar.
Rabbimiz! Onlara iki kat azap ver, onları büyük bir lanetle
rahmetinden kov” derler.” (33 Ahzab/64-68)
Allahu Tealâ, Firavun ve ordusu hakkında şöyle buyurur:
“Firavun: “Ey ileri gelenler! Sizin için benden başka bir
ilah tanımıyorum. Ey Haman! Haydi benim için çamur üzerine
ateş yak (ve tuğla imal et). Bana bir kule yap ki, Musa’nın
ilahına çıkayım; ama sanıyorum, o mutlaka yalan
söyleyenlerdendir” dedi. O ve askerleri, yeryüzünde haksız yere
büyüklük tasladılar ve gerçekten bize döndürülmeyeceklerini
sandılar. Biz de onu ve askerlerini yakalayıp denize atıverdik.
Bir bak, zalimlerin sonu nice oldu! Onları, (insanları) ateşe
çağıran öncüler kıldık. Kıyamet günü onlar yardım
görmeyeceklerdir. Bu dünyada arkalarına lanet taktık. Onlar,
kıyamet gününde de kötülenmişler arasındadır.” (28 Kasas/38-
42)
Rabbimiz şöyle buyurur: “ (Kıyamet gününde) hepsi
Allah’ın huzuruna çıkacak ve zayıflar o büyüklük taslayanlara
diyecekler ki: “Biz sizin tabilerinizdik. Şimdi siz, Allah’ın

79
azabından herhangi bir şeyi bizden savabilir misiniz?” Onlar
da diyecekler ki: “ (Ne yapalım) Allah bizi hidayete erdirseydi
biz de sizi doğru yola iletirdik. Şimdi sızlansak da sabretsek de
birdir. Çünkü bizim için sığınacak bir yer yoktur.” (14
İbrahim/21)
“Kâfir olanlar dediler ki: “Biz hiçbir zaman bu Kur’an’a
ve bundan önce gelen kitaplara inanmayacağız. Sen o zalimleri,
Rabblerinin huzurunda tutuklanmış, birbirlerini suçlayarak söz
atarlarken bir görsen! Zayıf sayılanlar, büyüklük taslayanlara:
“Siz olmasaydınız, elbette biz iman eden insanlar olurduk”
derler. (Dünyada) büyüklük taslayanlar, zayıf sayılanlara
(kıyamet gününde): “Size hidayet geldikten sonra sizi ondan biz
mi çevirdik? Bilakis siz suç işliyordunuz” derler. Zayıf
sayılanlar da büyüklük taslayanlara: “Hayır! Gece gündüz
(işiniz) hile ve tuzak kurmaktı. Çünkü siz daima Allah’ı inkar
etmemizi, O’na ortaklar koşmamızı bize emrederdiniz” derler.
Artık azabı gördüklerinde, için için yanarlar; biz de o inkar
edenlerin boyunlarına demir halkalar takarız. Onlar ancak
yapmakta oldukları günahları yüzünden cezalandırılırlar.” (34
Sebe/31-33)
İbn-i Kesir, bu ayetlerin tefsirinde şöyle der: “Zayıf
sayılanlar”, tabi olanlardır. “Büyüklük taslayanlar” ise önderleri
ve efendileridir. “Siz olmasaydınız, elbette biz iman eden
insanlar olurduk” yani, siz bizi engellemeseydiniz, elbette biz
peygamberlere uyan, onların bize getirdiklerine iman eden
kimseler olurduk, diyorlardı. Büyüklük taslayan önderleri ve
efendileri de onlara derler ki: “Size hidayet geldikten sonra sizi
ondan biz mi çevirdik? Bilakis siz suç işliyordunuz” Biz sizi
davet etmekten fazla bir şey yapmadık. Siz de bize delilsiz ve
burhansız uydunuz. Peygamberlerin getirmiş olduğu hüccetlere,
delillere ve burhanlara, arzu ve keyiflerinize uyarak karşı

80
geldiniz. Bu nedenle de suçlular oldunuz. Zayıf sayılanlar da
büyüklük taslayanlara: “Hayır! Gece gündüz (işiniz) hile ve
tuzak kurmaktı. Çünkü siz daima Allah’ı inkar etmemizi, O’na
ortaklar koşmamızı bize emrederdiniz” derler. Yani siz aksine
gece ve gündüz bize düzenbazlık ediyor ve bizi aldatıp hayallere
sevk ediyordunuz. Bizim doğru yolda olduğumuzu
söylüyordunuz. Ama bir de baktık ki; bunun hepsi batılmış ve
apaçık bir yalanmış. Bizim Allah’a denk ilahlar edinmemizi
istiyor ve bize uydurma şüpheler, birtakım deliller ikame
ediyordunuz. Böylece bizi yoldan çıkarmaya çalışıyordunuz.
“Artık azabı gördüklerinde, için için yanarlar” Yani hem
önderlik edenler, hem de onlara uyanlar azabı gördüklerinde,
yaptıkları her şeyden dolayı pişmanlık duyarlar. “Biz de o inkar
edenlerin boyunlarına demir halkalar takarız.” Ayette geçen
“ağlal” kelimesi, ellerini boyunlarına getirip bağlayan demir
halkalardır. “Onlar ancak yapmakta oldukları günahları
yüzünden cezalandırılırlar.” Yani Biz, sizi ancak amellerinize
göre cezalandırırız. Herkes kendi durumuna göre bir cezaya
uğrar. Önderlerin kendi durumlarına göre bir azabı vardır.
Nitekim onlara uyanların azabı da kendi durumlarına göredir.”89
Bu anlamdaki bu ve diğer birçok ayet, tabi olan
kimselerin, kıyamet günü Allahu Tealâ’nın karşısında,
kendilerinin mazur olduklarını belirtmek için, dünyada itaat
ettikleri o kimseleri delil olarak göstereceklerine delalet
etmektedir. Tabi olan kimseler, zorda kalmış zayıf kimseler
olduklarını mazeret olarak ileri sürerler. Onlar, Allahu Tealâ’ya
isyan olan hususlarda efendilerine itaat ediyorlardı. Çünkü
efendileri, onları kendilerine itaat etmeye zorluyordu. Bu suçlu
kimseler, böylelikle bu azaptan kurtulacaklarını zannediyorlar.
Allahu Tealâ Kur’an’da, tabi olanları, tabi olunanlar ile azapta

89
Tefsir-u İbn-i Kesir, 3/539
81
birleştireceğini açıklamaktadır. Tabi olanla, kendisine tabi
olunan arasında fark yoktur; mazeret olarak ileri sürdükleri
şeyler onlar için hiçbir fayda sağlamayacaktır.
Şeriat hükümleri, “Kendilerine, efendileri tarafından
emredilmesi halinde, bu emirleri yerine getiren kimselerin
sorumlu tutulmayacağı” şeklindeki bozuk akideyi şu noktalara
binaen reddeder:
Birincisi: Şeriat hükümleri, kâfirleri dost edinen, onlara
söz ve fiil ile yardım eden, onlarla birlikte Müslümanlara karşı
savaşan kimseler hakkındaki hükmün, kâfirlerin hükmünün
aynısı olduğunu belirtir.90 Şöyle ki:

90
Muvalat kelimesi yakınlık ve yakınlaşma anlamındadır. Yine iki şeyin
arasının ayrılmaması, birbirini takip etmesi anlamına da gelir. Örneğin
abdest amellerinde muvâlât kelimesi kullanılır. Yani abdest alırken
yapılanların arasını ayırmadan peş peşe yapmak demektir. Muvâlât
(dostluk) kelimesinin aslı; yakınlık ve takip etmedir. Zıddı ise Muâdât
(düşmanlık)’tır. Bu da; uzak ve karşı olma anlamına gelir. Velî kelimesi
şu anlamlara da gelir: Yardımcı, destek, müttefik, seven, arkadaş, soyca
yakın olan, köle azad eden, azad edilen, köle ve bir işi üstlenen kimse;
örneğin veliyyu’l-emr, kadının nikahta velisi ve yetimin velisi gibi.
Dostluğun zıddı, düşmanlıktır. Düşmanlık, uzaklaşma ve muhalefettir.
Uzaklaşmak, kurtulmak ve uzak durma anlamındadır. Kurtulduğunda,
uzak durduğunda ve berî olduğunda, uzaklaştı denilir. Berâ gecesi, ayın
güneşten uzaklaştığı gecedir. (Bkz. İbnu’l-Manzur, Lisânu’l-Arab, >>>
Madde: Velâ, 15/406-415) Şeyhu’l-İslam İbn-i Teymiye (r.h) şöyle der:
“Dostluk, düşmanlığın zıddıdır. Dostluğun aslı, sevgi ve yakınlıktır.
Düşmanlığın aslı, nefret ve uzaklaşmadır. Veli, yakın olan manasındadır.
Buna yönel, yani ona yaklaş, denir. Allah veli olduğuna göre sevdiği, razı
olduğu, öfkelendiği, nefret ettiği, emrettiği, yasakladığı şeyde hakk sahibi
ve izlenmesi gereken de O’dur. Dostuna düşman olan, O’na düşmandır.
Allahu Teâlâ şöyle buyurur: “Ey iman edenler! Eğer küfrü imana tercih
ediyorlarsa, babalarınızı ve kardeşlerinizi (bile) veli edinmeyin. Sizden
kim onları dost edinirse, işte onlar zalimlerin ta kendileridir.” (9
Tevbe/23) (Bkz: İbn-i Teymiye, el-Furkân beyne Evliyâi’r-Rahmân ve
Evliyâi’ş-Şeytân, 7) Muhammed Nuaym Yasin şöyle der: “Bil ki, dostluk
82
• Allahu Tealâ şöyle buyurur:
“Mü’minler, mü’minleri bırakıp da kâfirleri dost
edinmesinler. Kim bunu yaparsa, artık Allah’tan hiçbir şey
beklemesin. Ancak kâfirlerden gelebilecek bir tehlikeden
sakınmanız başkadır. Allah, kendisine karşı (gelmekten) sizi
sakındırıyor. Dönüş yalnızca Allah’adır.” (3 Al-i İmran/28)
Müfessirlerin şeyhi İbn-i Cerir et-Taberi (r.h) şöyle der:
“Bunun manası; Ey iman edenler, kâfirleri destek ve
yardımcı edinerek dinleri üzere onlarla dostluk kurmayın,
Müslümanlara karşı onlara yardımcı olmayın, Müslümanların
zayıf noktalarını onlara göstermeyin. Kim bunu yaparsa, artık
Allah ile bağı kopmuştur. Dininden dönerek küfre girmesi
dolayısıyla Allah ondan, o da Allah’tan beridir.”91
“Ey iman edenler! Yahudileri ve Hristiyanları dost
edinmeyin. Zira onlar birbirinin dostudurlar. İçinizden onları
dost tutanlar, onlardandır. Şüphesiz Allah, zalimler topluluğuna
yol göstermez.” (5 Maide/51)
İmam Taberi (r.h) şöyle der: “Eğer bu böyle ise, doğru
olan da âyetin zahir anlamı neyi kapsıyorsa bu kapsadığı şeyleri
genel olarak içerdiğini kabul etmektir. Ancak şüphesiz âyet,
gelecek endişesiyle korkarak Yahudi veya Hristiyanları
kelimesi, dosttan, yakınlık ve yakınlaşmadan türemiştir. Dostluk,
düşmanlığın; dost, düşmanın zıddıdır. Mü’minler Rahman’ın dostları,
kâfirler de tağut ve şeytanın dostlarıdır. Bundan, kâfirlerin dostluğunun,
şeytan ve tağutlara yakınlık ve onlara söz, fiil ve niyetleriyle sevgi
gösterdikleri anlaşılır…” Yine şöyle der: “Dostluğun kapsamına, onlara
yardım, emirlerine uyma, onlarla birlikte hareket etme, planlarını ve
kararlarını uygulama, sistemlerine katılma, onlar için casusluk yapma,
Müslümanların ve ümmetin sırlarını onlara bildirme ve onların safında
yer alarak savaşa katılma girer.” (Bkz: Muhammed Nuaym Yasin, el-
İman, 111)
91
Tefsiru’t-Taberi, 6/313
83
kendisine dost edinen bir münafık hakkında inmiştir. Çünkü
bundan sonraki âyet buna delalet etmektedir. Şöyledir:
“Kalplerinde hastalık bulunanların: ‘Başımıza bir
felaketin gelmesinden korkuyoruz’ diyerek onların arasına
koşuşturduklarını görürsün” (5 Maide/52)
Bize göre bu konuda söylenecek en doğru söz şudur:
Allahu Tealâ ayette mü’minlerin, Yahudi ve Hristiyanları
mü’minlere karşı yardımcı ve dost edinmelerini yasaklamıştır.
Kim onları Allah’ın, Rasulü’nün ve mü’minlerin dışında
yardımcı ve dost edinirse; Allah’a, Rasulü’ne ve mü’minlere
karşı taraftarlıkta onlardan olmuş olur. Allah ve Rasulü onlardan
beridirler.”
Sonra şöyle der: “Allahu Tealâ: “İçinizden onları dost
tutanlar, onlardandır” sözüyle; “Kim Yahudi ve Hristiyanları
mü’minlerin dışında dostlar edinirse o onlardandır” demektedir..
Kim onları dost edinir ve mü’minlere karşı onlara yardım
ederse, o onların dinindendir. Bir kimseyi dost edinen ancak
ondan, dininden ve onun üzerinde bulunduğu şeyden razı ise
onu dost edinir. Ondan ve dininden razı olduğunda da, onun
muhaliflerine ve onu öfkelendiren şeye düşman olur. Böylece
hükmü de onun hükmü gibi olmuştur.”92
Cemaleddin el-Kasımi (r.h) şöyle der: “İçinizden onları
dost tutanlar, onlardandır”, yani onların topluluğundandır ve
onun hükmü de onların ki gibidir. Dininin, onların dini ile aynı
olmadığını iddia etse de, onlarla tam bir muvafakat içerisinde
olması nedeni ile onlardan sayılır.”93
İbn-i Teymiye (r.h) şöyle der: “Allahu Tealâ şöyle
buyurmuştur: “Ey iman edenler! Yahudileri ve Hristiyanları
92
Tefsiru’t-Taberi, 6/276-277
93
Kasımî, Mehasinu’t-Te’vil, 6/240
84
dost edinmeyin. Zira onlar birbirinin dostudurlar. İçinizden
onları dost tutanlar (yani onlara uyum gösteren ve onlara
yardımda bulunanlar) onlardandır. Şüphesiz Allah, zalimler
topluluğuna yol göstermez.”
Yine bu ayetin tefsirinde şöyle der: “Müfessirler, bu
ayetin, Müslüman olduklarını izhar ettikleri halde, kalplerinde
Müslümanların yenilmesi korkusunun bulunması nedeni ile,
Yahudi, Hristiyan ve diğer kâfirleri dost edinenler sebebiyle
nazil olduğu konusunda ittifak etmişlerdir. Onların kâfirleri dost
edinmeleri, Muhammed’in (s.a.v) yalancı, Yahudi ve
Hristiyanların ise doğru olduklarına inanmalarından dolayı
değil, sadece bu korkularından dolayıdır.”94
Kurtubi (r.h) şöyle der: “Allahu Tealâ’nın: “İçinizden
onları dost tutanlar” sözü, kim onlara Müslümanlar aleyhine
destek verirse, “onlardandır” demektir. Allahu Tealâ bu ayeti
ile, böylesinin hükmünün onların hükmü gibi olacağını beyan
etmektedir. Bu da Müslümanın mürtedden miras almasına engel
olması anlamına gelir. Bu hüküm, onlarla dostluk ilişkisini
koparmak hususunda kıyamet gününe kadar bakidir.”
Yine şöyle der: “Allahu Tealâ’nın, “Zira onlar birbirinin
dostudurlar” sözü ile yardımlaşma hususu kast edilmektedir.
“İçinizden onları dost tutanlar, onlardandır” sözü de şart ve
cevabıdır. Yani, bunun böyle olmasına sebep, onları veli edinen
kimsenin bizzat Yahudi ve Hristiyanların muhalefetleri gibi,
Allah’a ve Rasulü’ne muhalefet etmiş olmasıdır. Onlara
düşmanlık beslemek vacip olduğu gibi, artık ona da düşmanlık
beslemek vacip olmuştur. Onlar için cehennem nasıl vacip
olduysa, böylesi için de cehennem vacip olmuştur. Bunun
sonucunda o da onlardan, yani onların arkadaşlarından

94
Mecmuu’l-Fetava, 7/193-194
85
olmuştur.”95
Süleyman bin Abdullah Alu’ş-Şeyh (r.h) şöyle der:
“Allahu Tealâ, Yahudi ve Hristiyanların dost edinilmesini
yasaklamış, mü’minlerden onlara dostluk gösterenlerin,
onlardan olduğunu bildirmiştir. Aynı şekilde mecusi ya da
putperest kâfirleri dost edinenler de onlardandır… Allahu Tealâ,
korkması nedeni ile kâfirleri dost edinen ile diğerlerini
birbirinden ayırmamıştır. Bilakis, kalplerinde hastalık olan
kimselerin, bu suçu etraflarındaki çemberden korkmaları nedeni
ile işlediklerini bildirmektedir. İşte bu mürtedlerin durumu
böyledir.”96
Bu ayet ve bu ayet hakkında ilim ve tefsir ehlinin sözleri,
kâfirleri dost edinen, mü’minlere karşı onlara yardım eden ya da
Müslümanlarla olan savaşlarında onlarla birlikte olan kimsenin
küfrü ve dinden çıktığı konusunda açık bir delalete işaret eder.
Tağutların, Allahu Tealâ’nın dinine karşı açtıkları savaş
konusunda önemli bir misyon üstlenmiş olan ordu ve
polislerinin durumları, korkuları nedeni ile kâfirleri dost edinmiş
olanlardan daha açık ve suçları ise daha büyüktür. Kişinin böyle
bir konumda olması, büyük bir bela üzere olması demektir. Bu
tür kişiler, Müslüman olduklarını iddia da etseler, namaz da
kılsalar ve oruç da tutsalar şüphesiz kâfirdirler. Allahu Tealâ’nın
düşmanlarına dostlukta bulunmalarının, onlara itaat etmelerinin
ve Müslümanlara karşı sürdürdükleri savaşta onlarla birlikte yer
almalarının tek nedeni, Allahu Tealâ’ya itaat etmekten yüz
çevirmeleridir.
Şeyh Abdurrahman bin Hasan Alu’ş-Şeyh şöyle der:
“Kişinin İslam’ını ortadan kaldıran şeylerin üçüncüsü, müşrikle

95
Tefsiru’l-Kurtûbî, 6/217
96
Mecmuatu’t-Tevhid’in Onbirinci Risalesi, 338
86
dostluk kurmak, ona destek olmak ve el, dil ya da mal ile ona
yardımcı olmaktır. Allahu Tealâ şöyle buyurur:
“O halde sakın kâfirlere arka çıkma.” (28 Kasas/86)
“Rabbim! Bana lütfettiğin nimetlere andolsun ki, artık
suçlulara (ve suça itenlere) asla arka çıkmayacağım, dedi.” (28
Kasas/17)
Bu, Allahu Tealâ’nın bu ümmetin mü’minlerine yönelik
bir hitabıdır. Ey okuyucu, bu hitabın ve ayetin hükmünün
neresinde yer aldığına bak ve bu hususa dikkat et!”97
• Allahu Tealâ şöyle buyurur:
“Ey iman edenler! Eğer küfrü imana tercih ediyorlarsa,
babalarınızı ve kardeşlerinizi (bile) veli edinmeyin. Sizden kim
onları dost edinirse, işte onlar zalimlerin ta kendileridir.” (9
Tevbe/23)
Kurtubi (r.h) şöyle der: “Bu, ayet-i kerimenin zahirinden
anlaşıldığına göre bütün mü’minlere yönelik bir hitaptır. Ve
ayet-i kerimenin mü’minlerle kâfirler arasındaki dostluk bağını
koparmak bakımından kıyamete kadar hükmü bakidir... “Sizden
kim onları dost edinirse, işte onlar zalimlerin ta kendileridir.”
İbn-i Abbas der ki: O da onlar gibi bir müşrik olur. Çünkü, kim
şirke razı olursa o da müşriktir.”98
Şeyh Muhammed bin Abdulvehhab (r.h), kişinin İslam’ını
ortadan kaldıran sebeplerden birinin de, Müslümanlara karşı
müşriklere yardım etmek olduğunu söyler ve bunu “İçinizden
onları dost tutanlar, onlardandır” (5 Maide/51) ayetine
dayandırır.99

97
El-Mevridu’l-Azbu’l-Zilâl fî Keşfi Şibh-i Ehli’z-Zilâl, 291
98
Tefsiru’l-Kurtûbî, 8/93-94
99
Mecmuatu’t-Tevhid, 33
87
Yine şöyle der: “Eğer kâfirlere dostluk, onların ülkelerinde
yaşamak, onlarla birlikte savaşa çıkmak ya da buna benzer bir
şekilde olursa, bunu yapan kimse hakkında küfür hükmü verilir.
Allahu Tealâ şöyle buyurur:
“İçinizden onları dost tutanlar, onlardandır.” (5
Maide/51)
“O (Allah), Kitap’ta size şöyle indirmiştir ki: Allah’ın
ayetlerinin inkar edildiğini yahut onlarla alay edildiğini
işittiğiniz zaman, onlar bundan başka bir söze dalıncaya
(konuya geçinceye) kadar kâfirlerle beraber oturmayın; yoksa
siz de onlar gibi olursunuz. Elbette Allah, münafıkları ve
kâfirleri cehennemde bir araya getirecektir.”( 4 Nisa/140)”100
• Rabbimiz şöyle buyurur: “Şüphesiz ki kendilerine doğru
yol belli olduktan sonra, ona arka dönenleri, şeytan sürüklemiş
ve kendilerine ümit vermiştir. Bunun sebebi; onların, Allah’ın
indirdiğinden hoşlanmayanlara: “Bazı hususlarda size itaat
edeceğiz” demeleridir. Oysa Allah, onların gizlediklerini
biliyor. Ya melekler onların yüzlerine ve sırtlarına vurarak
canlarını alırken durumları nasıl olacak! Bunun sebebi, onların
Allah’ı gazaplandıran şeylerin ardınca gitmeleri ve O’nu razı
edecek şeylerden hoşlanmamalarıdır. Bu yüzden Allah onların
işlerini boşa çıkarmıştır.” (47 Muhammed/25-28)
Şeyh Süleyman bin Abdullah Alu’ş-Şeyh (r.h) şöyle der:
“Allahu Tealâ, onlar hakkında dinden dönme ve şeytanın yoluna
uyma nedeniyle uygulanacak hükmün sebebini haber
vermektedir. Bu, onların, Allah’ın indirdiğinden
hoşlanmayanlara: “Bazı hususlarda size itaat edeceğiz”
demeleridir.
Allah’ın indirdiklerinden hoşlanmayan müşriklere, sadece
100
Mecmuatu’t-Tevhid, 175
88
bazı hususlarda kendilerine itaat edeceğine dair söz veren kişi,
bu sözünü yerine getirmese dahi sadece onlara vermiş olduğu bu
söz nedeni ile küfre giriyorsa, acaba tek olan ve ortağı
bulunmayan Allah’a ibadet etme ve Allah’tan başka kendisine
ibadette bulunulan diğer tüm sözde ilahlara, tağutlara ve
kabirlere ibadet etmekten uzak durma konusunda Allahu
Tealâ’nın indirdiklerinden hoşlanmayan müşriklere muvafakat
eden, bu müşriklerin doğru yolda bulunduklarını beyan edip,
Tevhid ehlinin onlara karşı savaşmalarının hata olduğunu, doğru
olanın ise onlarla uzlaşmanın ve onların dinine girmenin
olduğunu söyleyen kimsenin durumu nasıl olur?! Şüphesiz ki bu
kişinin durumu, sadece bazı hususlarda kendilerine itaat
edeceğine dair müşriklere söz veren kimselerin durumundan
daha kötüdür ve riddeti ise daha şiddetlidir.”101
Yukarıda aktarmış olduğumuz ayet-i kerime ve Şeyh
Süleyman’ın (r.h) sözü hakkında düşünen kimse, kâfirleri dost
edinen, İslam ve Müslümanları yok etmek için ortaya
koydukları programın uygulanmasında görev alan ve
yeryüzünde Allahu Tealâ’nın şeriatı ile hükmedilmesine çağıran
kimselere karşı yapılan saldırılarda, kâfirlerin destekçileri
konumunda olan kişilerin hükmünü rahatlıkla anlar.
Ayette, bazı meselelerde kendilerine itaat edeceklerine
dair kâfirlere söz veren kişilerin, bu sözlerini yerine
getirmeseler dahi mürted oldukları belirtildiğine göre, fiili
olarak kâfirlere itaatte bulunan kişilerin hükmü acaba ne olur?
Yine kâfirlere sadece bazı meselelerde değil, bütün meselelerde
itaat eden ve onların emirlerini yerine getiren kişinin hükmü
acaba ne olur? Hiç şüphesiz bu kişiler kâfir hükmündedirler.
Şeyh Şenkıti şöyle der: “Ayet-i kerime, Allahu Tealâ’nın
indirdiğinden hoşlanmayan kimselere itaat eden ve üzerinde
101
Mecmuatu’t-Tevhid’in Onbirinci Risalesi, 346-347
89
bulundukları batılda onlara yardım eden kimsenin kâfir
olduğuna delalet etmektedir.”102
İbn-i Teymiye’ye (r.h), dini nedeniyle bir Müslümanı
öldürmeyi amaçlayan kimsenin hükmü hakkında şöyle cevap
vermiştir: “Hristiyanların, dinleri üzerinde bulunan
Müslümanlarla savaşması gibi, İslam dini nedeniyle bir
Müslümanı öldüren kimseye gelince, o kimse şüphesiz kâfirdir.
Müslümanlar ile arasında anlaşma bulunan bir kâfirden daha
kötüdür. Şüphesiz bu kimse, Rasulullah’ın (s.a.v) ve ashabının,
kendilerine karşı savaştıkları kâfirler derecesinde muharip bir
kâfirdir. O kişi, diğer kâfirlerin kalacağı gibi, cehennemde ebedi
olarak kalacaktır.
Ancak, şahsi bir düşmanlık, mal, geçimsizlik ya da buna
benzer bir nedenden dolayı öldürülmesi yasak olan bir kimseyi
öldüren kişiye gelince, bu fiil büyük günahlardandır. Ehl-i
Sünnet ve’l-Cemaat’a göre, sadece bu fiilinden dolayı kişi tekfir
edilmez. Böyle bir kimseyi sadece Hariciler tekfir eder.”103
Bu konuda mürted yöneticilerin, onların askerlerinin ve
yardımcılarının küfrü, dinine sımsıkı sarılmış olan
Müslümanların ve mücahidlerin öldürülmesini meşru olarak
görmeleri yönündendir. Zira ortaya koymuş oldukları kanunları,
cahiliyye yönetimlerinin yok edilerek, alemlerin Rabbi olan
Allahu Tealâ’nın tertemiz şeriatı ile insanlar arasında
hükmetmek ve Allahu Tealâ’nın şeriatını hakim kılmak isteyen
kişilerin idam ile cezalandırılmalarını gerektirmektedir.
Şu anda uygulanmakta olan küfür kanunlarına binaen,
haksız yere masum bir Müslümanın kanını dökmeyi mübah
gören kimse, şüphesiz kâfirdir. Çünkü onun bu fiili mübah

102
Advau’l-Beyan, 7/560, 587
103
Mecmuu’l-Fetava, 34/136-137
90
görmesi, Müslüman kanının dökülmesinin haram olduğuna
delalet eden mütevatir nassları yalanlama kapsamındadır.
Bu nedenle İbn-i Teymiye (r.h) şöyle der: “İnsan, ne
zaman üzerinde icmâ bulunan bir haramı helâl veya bir helâlı
haram kılar ya da üzerinde icmâ bulunan bir hükmü değiştirirse,
fakihlerin ittifakıyla mürted bir kâfir olur.”104
Bu sözlerinden anlaşıldığı gibi Şeyhu’l-İslam (r.h), bu
konuda, öldürmeyi iki kısma ayırmaktadır:
Birinci Kısım: Kişinin, dini, akidesi ve menheci nedeniyle
öldürülmesi.
İkinci Kısım: Kişinin, şahsi bir düşmanlık ya da mal
nedeniyle öldürülmesi.
Dini ve akidesi nedeniyle bir Müslümanla savaşan kimse,
şüphesiz kâfirdir; cehennem ateşinde ebedi olarak kalacaktır. Bu
kimse, Rasulullah’ın (s.a.v) kendilerine karşı savaştığı kâfirler
derecesindedir.
Bu tağutların, onların askerlerinin ve yardımcılarının
durumunu, onların mücahid Müslümanlara karşı neden
savaştıklarını anlayan kimse, onların, Şeyhu’l-İslam’ın (r.h)
sözünün kapsamına girdiklerini kesin olarak bilir.
Bilinmektedir ki, Müslümanlar ile tağutlar arasındaki
düşmanlığın nedeni, mal veya dünyevi bir mesele değil,
tağutların, alemlerin Rabbi olan Allahu Tealâ’nın şeriatı ile
hükmetmeyi reddetmeleridir.
Tağutların ve tağutların askerlerinin, Müslümanlara karşı
yürüttükleri savaşları nedeni ile tekfir edilmeleri için, İslam
dininden nefret ediyor olmaları şart değildir. Zira İslam
dininden hoşlanmamak, tekfirin başka bir sebebidir. Hem
104
Mecmuu’l-Fetava, 3/267
91
dininden dolayı Müslümanları öldüren ve hem de İslam’dan
hoşlanmayan kişinin küfrü tek bir sebebe değil, birbirinden
bağımsız iki ayrı sebebe dayanır. Bununla birlikte savaş ve
öldürmek, nefretin en önemli alametlerindendir.
İbn-i Teymiye (r.h), kanının dökülmesinin helal olduğuna
inanarak Müslümanı öldüren kimselerin hükmü konusunda
şöyle der: “Müslümanların kanlarının dökülmesinin, mallarının
alınmasının ve onlara karşı savaşılmasının mübah olduğuna
inanan kimsenin, Allah’a ve Rasulü’ne savaş açan ve
yeryüzünde fesadı yayan kişilerden sayılması evleviyatla
geçerlidir. Müslümanların kanlarını ve mallarını helâl kabul
eden ve onlar ile savaşılmasını caiz gören harbi kâfire karşı
savaşılmasının, bütün bu sayılanları haram kabul eden fasıka
karşı savaşılmasından daha öncelikli olması gibi.”105
İkincisi: Şeriat hükümleri, bir topluluğa katılan kimse
hakkındaki hükmün o topluluğun hükmü ile aynı olduğunu ve
onlarla birlikte cezalandırılacağını belirtir.
İbn-i Teymiye (r.h) şöyle der: “Soyguncu savaşçıların bir
topluluk halinde hareket ediyor olmaları ve bu topluluktan
sadece bir kişinin, diğerlerinin yardımı ve desteği sonucunda
öldürme suçunu işliyor olması hakkında şöyle denmiştir: Ele
geçirilmeleri halinde sadece öldürme fiilini yerine getiren kişi
öldürülür. Cumhura göre ise, suçu bizzat işleyen ile, suçu
işleyen kişiye destek olan arasında fark yoktur ve dolayısıyla da
yüz kişi dahi olsalar bu topluluğun tamamı öldürülür. Raşid
Halifelerin uygulamaları da bu şekildedir. Ömer ibnu’l-Hattab
(r.a), öldürme fiiline bizzat katılmadıkları halde düşmana
gözcülük yapan kişileri de öldürmüştür. Zira öldürme fiilini
yapan kişi, ancak gözetleyici ve diğer destek gruplarının

105
Mecmuu’l-Fetava, 28/311
92
yardımı ile bunu yapabilir.”106
İbn-i Kudame (r.h) şöyle der: “Yol kesen eşkıyalara
yardımcı olan kimsenin hükmü, yol kesme fiilini doğrudan
işleyen kimsenin hükmü gibidir. Malik ve Ebu Hanife bu
görüştedir. Şafii (r.h) şöyle der: “Yardımcı kimseye sadece tazir
cezası uygulanır. Çünkü yol kesen kişiye uygulanan had cezası,
ancak suçu işleyen kişi için geçerlidir. Suçu işleyen kişiye
yardımcı olana uygulanmaz.”
Bize (Hanbelilere) göre ise, bu hüküm harp ile ilgilidir ve
dolayısıyla fiili bizzat işleyen ile, o kişiye destek olan arasında
fark yoktur. Bu aynen, elde edilen ganimet taksiminde bu ikisi
arasında fark gözetilmemesi gibidir. Zira harp, destek ve
yardıma bağlıdır. Fiili doğrudan işleyen kişinin, yardım ve
destek olmaksızın başarıya ulaşması mümkün olmaz.”107
İbn-i Hazm (r.h) şöyle der: “Harb ehli olan bir kâfir, İslam
memleketlerinden birini ele geçirse ve orada bulunan
Müslümanları kendi hallerine bırakmış olsa, ancak egemenliği
kendi elinde bulundurup, orada İslam dininden başka bir din ilan
etse, o memlekette kalıp bu kâfiri destekleyen herkes kâfir
olmuş olur. Bu kişiler Müslüman olduklarını iddia etseler de
durum değişmez.”108
Yine İbn-i Hazm şöyle der: “Aynı şekilde
Müslümanlardan kim Rum, Sudan, Türk, Çin ve Hind
bölgelerinde yaşar, malın azlığından, bedeninin zayıflığından ya
da yol bulamamaktan dolayı o ülkeden çıkamaz ise o kimse
mazeret sahibidir. Eğer kâfirlerin Müslümanlara karşı yaptığı
savaşta, herhangi bir hizmet ya da yazışma yoluyla kâfirlere

106
Mecmuu’l-Fetava, 28/311
107
El-Muğni, 8/297
108
El-Muhallâ, 11/200
93
yardım ederse, o kimse kâfir olur.”109
Şeriat hükümleri, kendilerine karşı çıkmayarak bir
toplulukla birlikte olan kimse hakkındaki hükmün, birlikte
olduğu topluluğun hükmüyle aynı olduğunu belirtir. Çünkü o
kimsenin, herhangi bir zorlanma olmaksızın o toplulukla birlikte
olması, onların yaptığı fiili onayladığını ve onları kabul ettiğini
gösterir. Bunun için Allahu Tealâ şöyle buyurur:
“O, Kitap’ta size indirmiştir ki: Allah’ın ayetlerinin inkar
edildiğini yahut onlarla alay edildiğini işittiğiniz zaman, onlar
bundan başka bir söze dalıncaya kadar kâfirlerle beraber
oturmayın; yoksa siz de onlar gibi olursunuz. Elbette Allah,
münafıkları ve kâfirleri cehennemde bir araya getirecektir.” (4
Nisa/140)
Taberi (r.h) şöyle der: “Yoksa siz de onlar gibi olursunuz”
yani, Allah’ın ayetlerini inkar eden, onlarla alay eden kimselerle
oturur, onları dinlerseniz, siz de onlar gibi olursunuz. Çünkü siz,
onların Allah’ın ayetleriyle alay ederek isyan ettikleri gibi,
onlarla birlikte oturarak ve onların Allah’ın ayetlerini inkar ve
alay etmelerini dinleyerek, Allah’a isyan ettiniz. Onların yapmış
olduğuna benzer bir tavır içine girdiniz. Bu nedenle, Allah’a
karşı günah işlemekte ve Allah’ın sizin için yasaklamış olduğu
şeyi yapmakta onlar gibi oldunuz.”110
İbn-i Kesir (r.h), bu ayetin tefsirinde şöyle der: “Yani,
yasak olduğu haberi size ulaştıktan sonra nehyolunduğunuz işi
işlediğinizde, Allah’ın ayetlerinin inkar edildiği ve alay edildiği
yerde onlarla oturmaya razı olduğunuzda, bunu
küçümsediğinizde, onlara hiçbir itirazda bulunmadığınızda,
onların yapmış olduğu bu fiile ortaklık etmiş oldunuz. Bunun
109
El-Muhallâ, 11/200
110
Tefsiru’t-Taberi, 9/320, 322
94
için Allahu Tealâ şöyle buyurur: “Siz de onlar gibi
olursunuz.”… Ardından şöyle der: “Elbette Allah, münafıkları
ve kâfirleri cehennemde bir araya getirecektir” yani, küfürde, bu
münafık ve kâfirlere katıldıkları gibi, Allah da cehennem
ateşinde onları ebedi olarak kâfirlere ve münafıklara katacaktır.
Ceza, ibret, bukağı ve kaynar su içeceğinin bulunduğu yerde
onları bir araya getirecektir.”111
Allahu Tealâ, ayetleriyle alay eden ve o ayetleri inkar eden
kâfirlerle birlikte oturan, bu kâfirlere karşı herhangi bir itirazda
bulunmayan kimseler hakkındaki hükmün, o kâfirlerin hükmü
ile aynı olduğunu, kıyamet günü de onlarla birlikte
haşrolunacaklarını bildirmektedir.
O halde, kâfirlerin, Allahu Tealâ’nın ayetlerini inkar edip,
bu ayetler ile alay ettikleri meclislerine kendi iradeleri ve
istekleri ile gidenlerin ve orada oturanların durumu acaba ne
olur?
Bununla birlikte onlar, Müslümanları fitneye düşürmek,
dinlerinden ve Rablerine giden yoldan alıkoymak, değerlerini
çiğnemek, Allahu Tealâ’nın dinini, şeriatını ve hükümlerini yok
etmek için gece gündüz sürekli olarak planlar yaptılar.
Efendilerinin emirlerini uygulamak için kongrelerinde,
parlamentolarında ve Kremlinlerinde küfür olan beşeri kanunlar
ortaya koyarak, Allahu Tealâ’nın şeriatını kaldırdılar.
Şüphesiz bu kimselerin küfrü, yukarıda aktarmış
olduğumuz ayet-i kerimede bildirilen kişilerin küfründen daha
şiddetlidir. Kâfirlerin gücünden ve tuzaklarından korktuklarını
söyleyerek mazeret ileri sürmeleri onlara hiçbir fayda sağlamaz.
Şüphesiz Allahu Tealâ, ilim ehlinin sözlerinde geçtiği gibi, ikrah
olunan kişi dışında kimsenin özrünü kabul etmeyecektir.

111
Tefsir-u İbn-i Kesir, 1/566-567. Daru’l-Ma’rife, Beyrut
95
Bunun için Kurtubi (r.h), Allahu Tealâ’nın, “Bir de öyle
bir fitneden sakının ki o, içinizden sadece zulmedenlere
erişmekle kalmaz” (8 Enfal/25) ayetinin tefsirinde şöyle der:
“Alimlerimiz derler ki: Fitne eğer yaygın bir etki gösterecek
olursa herkes helak olu. Bu ise masiyetlerin açıkça ortaya
çıkması, münkerin yayılması ve bunların değiştirilmemesi
halinde sözkonusu olur..”
Şöyle devam eder: “İnsanlar, açıktan açığa münker
işleyecek olurlarsa, onu gören herkesin o münkeri değiştirmesi
bir farzdır. Eğer buna ses çıkarmayacak olursa, hepsi de
isyankar olur. Birisi, o münker fiili işlemekle, diğeri de ona razı
olmakla. Allahu Tealâ ise, hükmü ve hikmeti gereği münkerin
işlenmesine rıza göstereni bizzat onu işleyen gibi
değerlendirmiştir.”112
İbn-i Hacer el-Askalani (r.h), İbn-i Ömer’den (r.a) rivayet
edilen, “Allah bir kavme azap indirince, o kavim içinde bulunan
herkese azap isabet eder. Sonra herkes kendi amellerine göre
diriltilir” hadisinin şerhinde şöyle der:
“Bundan, kâfirlerden ve zulümden kaçmanın gerekliliği
anlaşılmaktadır. Çünkü onlarla birlikte ikamet etmek, nefsi
tehlikeye atmak kabilindendir. Bu, birlikte ikamet edilen
kâfirlere yardımda bulunmamak ve onların yaptıklarından razı
olmamak halinde böyledir. Ancak, kâfirlere yardım eden ve
yaptıklarından razı olan kişi, şüphesiz kâfirlerdendir.”113
Dolayısıyla, mürted yönetimlerin resmi basın kuruluşları
vasıtısıyla, bu askerlerin ve tağutların destekçileri niteliğinde

112
Tefsiru’l-Kurtûbî, 7/374-375. Bkz: İbnu’l-Arabi, Ahkamu’l-Kur’an,
2/847
113
Fethu’l-Bârî, 13/61. Hadisi, Buhârî rivayet etmiştir. No: 7108

96
olan kişilerin masum olduğunun açıklanması oldukça gülünçtür.
Ki bu açıklamalar, mücahidler tarafından yapılan her
operasyondan sonra yapılmaktadır. Masum olarak
isimlendirdikleri bu kişiler mürted yönetimlerin ve İslam’a karşı
savaşan sistemlerin destekçileridirler. Bu yönetimler ve
sistemler, o askerlerin elleri ile kötülüklerini ve küfürlerini
uygulamaktadır.
Onlar, işbirlikçi mürted hükümetlerin askerleri ve ayakta
durmalarını sağlayan sütunlarıdırlar. Ki bu yönetimler İslam’ın
hükmetmesini engellemekte, laik yasaları ve kanunları ise silah,
zindan, işkence, sahte seçimler, saptırıcı basın ve ırzları
kirleterek dayatmaktadırlar.
Onlar, kendi aralarında yaptıkları bir takım güvenlik
anlaşmalarına binaen mücahidleri ve davetçileri
memleketlerinden çıkaran mürted yönetimlerin
temsilcileridirler.
Onlar, binlerce tutuklunun bulunduğu hapishanelerde,
Müslümanlara karşı en sert işkence ve sindirme çeşitlerini
uygulamak için uğraşan mürted hükümetlerin temsilcileridirler.
Her ay bu Müslümanlardan onlarcası işkence, açlık ve baskı ile
bu yönetimler tarafından öldürülmektedir. Yine bu yönetimlerin
askerî mahkemeleri, Müslüman gençleri, en basit nedenlerden
dolayı idam etmektedir.
Onlar, kendilerini Amerika’nın ayakları altına atan ve
Müslümanların memleketlerini satan yönetimlerin
temsilcileridirler. Ki bu yönetimler, Kuveyt, Irak, Somali ve
Bosna’da Amerika’nın çıkarlarını savunmak için, kendi
askerlerini paralı askerler olarak savaştırmaktadırlar.
Amerika’ya, havada, karada ve denizde her türlü askeri
kolaylığı sağlamaktadırlar.

97
Onlar, Filistin’i satan, İsrail’in varlığını kabul eden, onlara
teslim olan, Sina’yı silahsızlandırarak onlara veren, Kahire’de
İsrail için elçilik açan, şehrin semasını kirleten ve minarelere
meydan okurcasına dalgalanan İsrail bayrağını diken
hükümetlerin temsilcileridirler.
Yine onlar, İsrail’in temsilcileri olarak, bölgeyi teslim
olmaya çağıran, İsrail’de elçilikler açmaya davet eden, bölgede
iktisadi ve kültürel işgali tamamlamak için, İsrail’in önünü açan
hükümetlerin temsilcileridirler.
Kendisini Arap ya da İslami olarak isimlendiren bütün
hükümetler ve bölgedeki bütün milliyetçi laik hareketler,
Filistin’i İsrail’e satmışlardır. Onlar halkı, Filistin’in
kurtarılamayacağına inandırmaya çalışmakta ve Filistin’in
kurtarılacağına da asla inanmamaktadırlar.
Şüphesiz bütün bu devletler ve hareketler, Birleşmiş
Milletler’i ve onun kararlarını tanımaktadırlar. İsrail ise,
Birleşmiş Milletler’in bir üyesidir. Dolayısıyla bütün üyeler,
hatta Filistin Kurtuluş Örgütü, İsrail’in varlığını kabul eden bu
organizasyonun kararlarına uymaktadır. Filistin Kurtuluş
Örgütü, devrimi başlattığını iddia ettiği ilk günden beri,
Müslümanların, Yahudilerin ve Hristiyanların birlikte
yaşayabilecekleri laik bir sistemi hedeflemektedir. Bilakis onlar
en radikal oldukları dönemlerde bile, Filistin topraklarına gelen
milyonlarca Yahudinin ve yönetimlerinin haklarını silah zoru ile
korumuşlardır. Günümüzde ise, Yahudilere teslim olmanın
eşiğindedirler.
Ben değerli okuyucunun bu önemli meseleye dikkat
etmesini istiyorum. Çünkü bu, Baasçılar, milliyetçiler,
Hristiyanlar ve koministlerden oluşan laiklerle Müslümanlar
arasındaki fiili farklardandır. Müslüman olmayan bütün bu

98
insanlar, Filistin’i sattılar. Ancak onlar, satış bedeli konusunda
ihtilaf ettiler: Bu bedel, İsrail ile yapılacak olan bir barış mı,
yoksa Filistin’in Yaser Arafat’a ait bir belediye olarak kalması
mı? Yoksa 1967’nin sınırlarının geçerli olması mı olsun?...
Filistin’in Müslüman ümmete dönmesi meselesine gelince, 1949
yılında kendi istekleriyle kabul ettikleri ateşkesten ve Birleşmiş
Milletler’in meşruluğunu kabul etmelerinden itibaren bunu
gözardı etmişlerdir.
Filistin için Müslümanlardan başkası kalmamıştır. Zira o
Müslümanlar, usulde ifrata kaçamazlar. Bu usulü inkar etmeleri,
dinde zaruri olarak bilinen meselelerin inkarı manasına gelir ki
bu, küfürdür. Filistin konusunu önemsememek; Müslümanların
memleketlerinin kâfirler tarafından işgal edilmesine razı olmak
ve işgalci düşmana karşı yapılması gereken cihad farziyetini
kabul etmemektir.
Bu, laiklerin değer vermedikleri, önemli meselelerden
biridir. Onların bu meseleye değer vermemeleri garip değildir.
Zira onlar dinlerini önemsemeyince, doğal olarak topraklarını,
namuslarını, değerlerini ve ümmetlerinin hakkını da
önemsemeyeceklerdir.
Kim zelil olursa, zillet kolay gelir ona,
Ölüye acı vermez, yara.
Ey Müslüman kardeşlerim! Müslümanlar ile laikler
arasındaki bu farka dikkat edin. Bu fark ile onların gerçek
durumunu teşhir edin ve onların bu ayıplarını ortaya çıkarın.
Masum olarak nitelenen bu polis ve askerler,
Müslümanların servetini çalarak, Amerika ve İsrail’e teslim
eden mürted yönetimlerin temsilcileridirler. Bu yönetimler,
Müslümanların mallarını Amerika ve Batı’nın çıkarları uğruna
Amerika ve onun müttefiklerinin orduları için harcamaktadırlar.
99
Yine masum olarak nitelenen bu kimseler, sanat ve kültür adıyla
resmi televizyonlarda günah ve zinayı yayan mürted
hükümetlerin temsilcileridirler.
Mürted Yönetimlere Karşı Ayaklanılır, Aynı Vatanı ve
Aynı Aşiretin Evlatları Dahi Olsalar, Onlara Yardımcı
Olanlar Öldürülür
Bozuk anlayışlardan biri de, basın ve işbirlikçi
münafıkların sürekli olarak tekrarladıkları şu tuhaf sözdür:
“Müslüman bir vatan evladı, nasıl olurda kendi vatandaşını
öldürebilir?” Bu söz, İslam’a göre geçersiz olup, onların
çelişkilerini ve tökezlemelerini gösterir. Şöyle ki:
1- İslam’a göre, dostluk ve düşmanlığın tek kaynağı,
milliyetçilik ya da diğer yeryüzü bağları değil, sadece dindir.
Allahu Tealâ şöyle buyurur:
“Ey iman edenler! Eğer küfrü imana tercih ediyorlarsa,
babalarınızı ve kardeşlerinizi veli edinmeyin. Sizden kim onları
dost edinirse, işte onlar zalimlerin kendileridir. De ki: Eğer
babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım
akrabanız, kazandığınız mallar, kötü gitmesinden korktuğunuz
ticaret, hoşlandığınız meskenler size Allah’tan, Rasulü’nden ve
Allah yolunda cihad etmekten daha sevgili ise, artık Allah’ın
emri gelinceye kadar bekleyin. Allah fasıklar topluluğunu
hidayete erdirmez.” (9 Tevbe/23-24)
“Allah’a ve ahiret gününe iman eden bir toplumun,
babaları, oğulları, kardeşleri, yahut akrabaları da olsa, Allah’a
ve Rasulü’ne düşman olanlarla dostluk ettiğini göremezsin. İşte
onların kalbine Allah, imanı yazmış ve katından bir ruh ile
onları desteklemiştir. Onları içlerinden ırmaklar akan
cennetlere sokacak, orada ebedi kalacaklardır. Allah onlardan
razı olmuş, onlar da Allah’tan razı olmuşlardır. İşte onlar,
100
Allah’ın tarafında olanlardır. İyi bilin ki, kurtuluşa erecekler de
sadece Allah’ın tarafında olanlardır.” (58 Mücadele/22)
Yine Rabbimiz şöyle buyurur: “İbrahim’de ve onunla
beraber olanlarda, sizin için gerçekten güzel bir örnek vardır.
Onlar kavimlerine demişlerdi ki: “Biz sizden ve Allah’ı bırakıp
taptıklarınızdan uzağız. Sizi tanımıyoruz. Siz bir tek Allah’a
iman edinceye kadar, sizinle bizim aramızda sürekli bir
düşmanlık ve öfke belirmiştir.” Şu kadar var ki, İbrahim
babasına: “Andolsun senin için mağfiret dileyeceğim. Fakat
Allah’tan sana gelecek herhangi bir şeyi önlemeye gücüm
yetmez” demişti. (O mü’minler şöyle dediler:) “Rabbimiz!
Ancak sana dayandık, sana yöneldik. Dönüş de ancak sanadır.”
(60 Mümtahine/4)
“Ey iman edenler! Eşlerinizden ve çocuklarınızdan size
düşman olanlar da vardır. Onlardan sakının. Ama affeder,
kusurlarını görmemezlikten gelirseniz ve bağışlarsanız, bilin ki,
Allah çok bağışlayan, çok esirgeyendir.” (64 Teğabun/14)
2- İslam’a ve İslam şeriatının usulüne göre, mürted
yöneticilere karşı yapılan savaş, asli kâfirlere karşı yapılan
savaştan şu üç sebebe binaen daha önceliklidir:
Birincisi: Onlara Karşı Yapılan Savaş, Saldırı Değil
Savunma Cihadı Niteliğindedir. Zira bu mürted yöneticiler,
Müslümanların memleketlerine tasallut olmuşlardır.
İbn-i Teymiye (r.h) şöyle der: “Savunma savaşı, dine ve
kutsallara saldıran düşmanı savmanın en çetin şeklidir. İcma ile
vaciptir. Dini ve dünyayı bozan saldırgan düşmanı savmak,
imandan sonra gelen en büyük vaciptir. Bu nedenle hiçbir şart
yoktur ve imkan ölçüsünde herkes için farz-ı ayn
hükmündedir.”114

114
El-İhtiyaratu’l-Fıkhiyye, s. 309
101
İkincisi: Mürtedin İşlemiş Olduğu Suç, Asli Kâfirin
İşlemiş Olduğu Suçtan Daha Ağırdır.
İbn-i Teymiye (r.h) şöyle der:
“Riddet küfrü icma ile asli küfürden daha büyüktür.”115
Yine şöyle der: “Rasulullah’ın (s.a.v) sünnetinde mürtedlerin
cezasının, asli kâfirlerin cezasından daha ağır olduğu sabittir. Bu
birkaç yöndendir. Bu yönlerden birisi, mürtedin her halukarda
öldürülmesi, onlardan cizyenin kabul edilmemesi ve onlar ile
zimmet akdinin yapılmamasıdır. Bu hükümler asli kâfirlerin
hükümlerinden farklı ve daha ağırdır. Bu yönlerden bir diğeri
ise, mürtedin, savaşmaya güç yetiremeyen aciz bir kişi dahi
olsa, asli kâfirdeki hükmün aksine öldürülmesidir. Savaşmaktan
aciz olan asli kâfir, hanefilere, malikilere, hanbelilere ve
ulemanın çoğunluğuna göre öldürülmez. Bir diğer yön ise
mürtedin mirasından Müslüman yakınının alamaması ve yine
Müslüman yakınından kalan mirasda da mürtedin hak sahibi
olmamasıdır. Ayrıca nikah akdi de asli kâfirin aksine mürted ile
caiz değildir. Hatta yine asli kâfirin aksine mürtedin kestiğinin
yenilmesi haramdır.”116
Şeyhu’l-İslam (r.h) başka bir yerde de şöyle der:
“Ebu Bekir (r.a) ve sahabe, asli kâfirden önce mürted ile
cihada başladılar. Çünkü mürted ile yapılan bu cihadda
Müslümanların ülkelerinin bütünlüğü korundu. Ayrıca
İslam’dan çıkmak isteyenler de yeniden İslam’a döndürüldü.
Oysaki o dönemde asli kâfirle ve diğer müşriklerle yapılan
cihadda istenen hedef Müslümanların topraklarını müdafaa ya
da Müslümanların o anki sayılarını korumak değil, yeni fetihler
ve yeni kavimlere İslam’ın taşınması idi. Ancak şu muhakkak
115
Mecmuu’l-Fetava, 28/478
116
Mecmuu’l-Fetava, 28/524
102
ki, önceden fethedilen yerlerin ve önceden dine girmiş
insanların korunması, sonraki yapılacak fetih hareketlerinden
öncelikli ve önemlidir.”117
Üçüncüsü: Bu Mürtedler Bize Diğer Kâfirlerden Daha
Yakındır.
İbn-i Kudame (r.h), “Her Kavim, Kendisine En Yakın
Olan Düşman İle Savaşır” başlığı altında şöyle der: “Burada asıl
olan, Allahu Tealâ’nın “Ey iman edenler! Kâfirlerden
yakınınızda olanlara karşı savaşın ve onlar sizde bir sertlik
bulsunlar” (9 Tevbe/123) ayetidir. Çünkü en yakın olanın zararı
daha büyüktür. Onunla savaşmak, hem onun hem de ondan
sonrakilerin zararını önler. Onu bırakıp uzaktaki düşmanla
savaşmak, en yakın düşmana Müslümanları vurmak için hazırlık
yapma fırsatını verir.”
İbn-i Kudame (r.h), sözünün devamında şöyle der: “Ancak
eğer ki, savaşa uzak düşmanla başlamak konusunda, bu uzak
düşmanın, Müslümanlar için şerrinden daha çok korkulan bir
durumda olması veya bu uzak düşmandan savaşa başlamakta
Müslümanlar için daha fazla maslahatın bulunması ya da en
yakın düşmanla aralarında bir anlaşmanın bulunması gibi, bir
özür olursa, savaşa uzak düşmanla başlamakta bir sakınca
yoktur.”118
3- Onların ortaya attıkları bu batıl sözün delaleti, kendi
uygulamalarına tezat oluşturmaktadır. Askerî mahkemeleri
tarafından verilen hükümler sonucunda, Mısır hükümeti
tarafından darağacında idam edilenler, derileri soyulanlar,
tecavüze uğrayanlar ve işkence altında öldürülenler yine aynı
117
Mecmuu’l-Fetava, 35/158-159
118
El-Muğni ve’ş-Şerhu’l-Kebir, 10/372-373

103
vatanın evladı olan kişilerdir...
Canını ve malını Allah yolunda kurban etmeyi
kararlaştırmış olan mücahidlerin yaptıkları herbir şehadet
operasyonunda bu tür bozuk anlayışlar teker teker bozguna
uğramaktadır. Zira mücahidler bunun, zafere giden yol
olduğunu ve maaşlarına ibadet eden tağutların ve onların
yardımcılarının sahip olmadıkları bir silah olduğunu
bilmektedirler. Bu mücahidler, faydasız bir şekilde yöneticileri
razı etmek için uğraşanların zayıflıklarını ve gevşekliklerini
reddetmektedirler. Bu yöneticiler, kendi sapıklıkları ve
küfürlerine tabi olmadıkça kimseden razı olmazlar. Allahu
Tealâ’nın buyurduğu gibi:
“Sizin de kendileri gibi küfre girmenizi istediler ki onlarla
eşit olasınız.” (4 Nisa/89)
Bu nesil, ölüm ve hak üzere Allah’a kavuşma pahasına da
olsa, kendilerinden sonra gelenler için yolu açmak maksadı ile
aşırılığa kaçmadan, tereddüt etmeden ve zaferi görmeden
kendilerini feda etmeyi tercih etmiştir.
Bir takım fetvaların arkasına sığınarak yerlerinde oturanlar
dünya zevkine dalmış ve isimleri dilden dile dolaşır bir
haldeyken, bu mücahidler sahip oldukları herşeyi Allah’a
yakınlık kazanmak için feda etmektedirler. Yine bu mücahidler,
izzeti Allahu Tealâ’dan umdular, yalnız Allah’tan yardım
istediler ve düşmanlarının kesin olarak yenileceğine inandılar.
Zira bu, Allahu Tealâ’nın, düşmanlarına karşı uyguladığı
sünnetidir.
Son olarak Allahu Tealâ’dan, Allah yolunda canlarını feda
eden bütün şehidleri rahmeti ile kuşatmasını, onları, bizi ve
bütün Müslümanları hayır ile mükâfatlandırmasını diliyoruz.
Çünkü biz, binlerce kitap ve vaazlardan öğrenemediğimiz

104
şeyleri bu şehidlerden öğrenmekteyiz. Allahu Tealâ’dan dileriz
ki, son nefesimizi verinceye kadar bizi cihad yolu üzerinde sabit
kılsın. Bizleri sözünden dönenlerden eylemesin. Bu mürtedlerin
canlarını bizim ve kardeşlerimizin elleri ile alsın ve onların
üzerine azabını indirsin. Hamd, alemlerin Rabbi olan Allah’a
mahsustur.. Salat ve selam, Muhammed’in, onun âlinin ve
ashabının üzerine olsun.

105
Nasihat
Müslüman kardeşim! Bu kitapçık, Allahu Teala’nın
izniyle faydalı bilgiler içermektedir. Allah’a hamd olsun ki biz,
şer’i delili olmayan hiçbir söz söylemiyoruz. Senden de, şer’i
bir delili olmadıkça hiçbir sözü kabul etmemeni istiyoruz.
Böylece yol kesen eşkıyaların, Allah’a davet adı altında seni
aldatmasına izin verme. Rasulullah’ın (s.a.v), “Bir ayet dahi olsa
benden ulaştırın.”119 ve yine “Şahit olanlar, olmayanlara
duyursun”120 vasiyeti gereğince bu kitapçığın, kardeşlerinin,
tanıdıklarının ve diğer Müslümanların arasında yayılması için
gayret et. Rasulullah (s.a.v):
“Allah’ın senin elinle bir kişiyi hidayete ulaştırması, kızıl
develere sahip olmandan daha hayırlıdır.”121
Kardeşim, bil ki bu ve buna benzer yayınları Müslümanlar
arasında yayman, Allahu Teala’nın yolunda bir cihaddır.
Rasulullah (s.a.v) şöyle buyurur:
“Müşriklere karşı mallarınız, canlarınız ve dillerinizle
cihad edin.”122

119
Buhari
120
Müttefekun Aleyhi
121
Müttefekun Aleyhi
122
Ebu Davud, sahih bir senedle rivayet etmiştir.
106
Allahu Teala, bu ve buna benzer yayınların Müslümanlar
arasında yayılması için gayret eden herkesi birçok hayır ile
mükafatlandırsın, Allahumme Amin.
www.davetvecihad.com.

107

You might also like