You are on page 1of 151

Nesrin Turhan _ İhtilalin Süvarisi

Kitaplar, uygarlığa yol gösteren ışıklardır.


UYARI:
www.kitapsevenler.com
Kitap sevenlerin yeni buluşma noktasından herkese merhabalar...
Cehaletin yenildiği, sevginin, iyiliğin ve bilginin paylaşıldığı yer olarak gördüğümüz sitemizdeki
tüm e-kitaplar, 5846 Sayılı Kanun'un ilgili maddesine
istinaden, engellilerin faydalanabilmeleri amacıyla
ekran okuyucu, ses sentezleyici program, konuşan "Braille Not Speak", kabartma ekran
vebenzeri yardımcı araçlara, uyumluolacak şekilde, "TXT","DOC" ve "HTML" gibi formatlarda,
tarayıcı ve OCR (optik
karakter tanıma) yazılımı kullanılarak, sadece görmeengelliler için, hazırlanmaktadır. Tümüyle
ücretsiz olan sitemizdeki
e-kitaplar, "Engelli-engelsiz elele"düşüncesiyle, hiçbir ticari amaç gözetilmeksizin, tamamen
gönüllülük
esasına dayalı olarak, engelli-engelsiz Yardımsever arkadaşlarımızın yoğun emeği sayesinde, görme
engelli kitap sevenlerin
istifadesine sunulmaktadır. Bu e-kitaplar hiçbirşekilde ticari amaçla veya kanuna aykırı olarak
kullanılamaz, kullandırılamaz.
Aksi kullanımdan doğabilecek tümyasalsorumluluklar kullanana aittir. Sitemizin amacı asla eser
sahiplerine zarar vermek değildir.
www.kitapsevenler.com
web sitesinin amacı görme engellilerin kitap okuma hak ve özgürlüğünü yüceltmek
ve kitap okuma alışkanlığını pekiştirmektir.

Ben de bir görme engelli olarak kitap okumayı seviyorum. Sevginin olduğu gibi, bilginin de
paylaşıldıkça
pekişeceğine inanıyorum.Tüm kitap dostlarına, görme engellilerin kitap okuyabilmeleri için
gösterdikleri çabalardan ve
yaptıkları katkılardan ötürü teşekkür ediyorum.
Bilgi paylaşmakla çoğalır.
Yaşar MUTLU

İLGİLİ KANUN:
5846 Sayılı Kanun'un "altıncı Bölüm-Çeşitli Hükümler" bölümünde yeralan "EK MADDE 11" : "ders
kitapları dahil, alenileşmiş veya yayımlanmış yazılı ilim ve edebiyat eserlerinin engelliler için
üretilmiş bir nüshası yoksa
hiçbir ticarî amaçgüdülmeksizin bir engellinin kullanımı için kendisi veya üçüncü bir kişi tek nüsha
olarak
ya da engellilere yönelik hizmet veren eğitim kurumu, vakıf veya dernek gibi
kuruluşlar tarafından ihtiyaç kadar kaset, CD, braill alfabesi ve benzeri formatlarda çoğaltılması veya
ödünç verilmesi
bu Kanunda öngörülen izinler alınmadan gerçekleştirilebilir."Bu nüshalar hiçbir
şekilde satılamaz, ticarete konu edilemez ve amacı dışında kullanılamaz ve kullandırılamaz.
Ayrıca bu nüshalar üzerinde hak sahipleri ile ilgili bilgilerin
bulundurulması ve çoğaltım amacının belirtilmesi zorunludur."

bu e-kitap Görme engelliler için düzenlenmiştir. Kitabı Tarayan ve Düzenleyen Arkadaşa


çok çok teşekkür ederiz. Kitap taramak gerçekten incelik ve beceri isteyen, zahmet verici bir iştir. Ne
mutlu ki, bir görme
engellinin, düzgün taranmış ve hazırlanmış bir e-kitabı okuyabilmesinden duyduğu sevinci
paylaşabilmek
tüm zahmete değer. Sizler de bu mutluluğu paylaşabilmek için bir kitabınızı tarayıp,
kitapsevenler@gmail.com
Adresine göndermeyi ve bu isimsiz kahramanlara katılmayı düşünebilirsiniz.
Bu Kitaplar size gelene kadar verilen emeğe ve kanunlara saygı göstererek lütfen bu açıklamaları
silmeyiniz.
Siz de bir görme engelliye, okuyabileceği formatlarda, bir kitap armağan ediniz...
Teşekkürler.
Ne Mutlu Bilgi için, Bilgece yaşayanlara.
Nesrin Turhan _ İhtilalin Süvarisi
İhtilalin Süvarisi
Nesrin Turhan
İHTİLALİN SÜVARİSİ

DOĞAN KİTAP
Yazan: Nesrin Turhan
Yayın hakları: (c) Doğan Kitapçılık AŞ
1. baskı / şubat 2004
2. baskı / mart 2004 / ISBN 975-293-183-9
Bu kitabın 2. baskısı 2000 adet yapılmıştır.
Kitaba katkılarından dolayı fj[jJJ]|J|^3J gazetesine teşekkür ederiz.
Kapak tasarımı: Ayşe Çelem Design Baskı: Akan Matbaacılık / Yüzyıl Mahallesi Matbaacılar Sitesi
222/A Bağcılar - İSTANBUL
Doğan Kitapçılık AŞ Hürriyet Medya Tovvers, 34544 Güneşli - İSTANBUL Tel. (212) 677 06 20 - 677
07 36 Faks (212) 677 07 49 www.dogankitap.com.tr

Nihal Gül'e... Nevin Demirtaş'a..

Teşekkür
Yürekten ilk teşekkürüm Gürcan ailesine... Çalışmalarım sırasında ellerinde bulunan bütün bilgi,
belge ve fotoğrafları bana ulaştırdıkları için... Tarihe tanıklık eden pek çok insanla görüşmeme
aracılık ettikleri için... Daha da önemlisi, kırk yıl boyunca birbirleriyle bile paylaşamadıkları anı ve
duygularını aktardıktan için... Esma ve Fethi Gürcan'ın çocukları Gülderen, Ömer ve Öner Gürcan ile
Sema Özcan'a...
Onlarla birlikte aylarca kahrımı çeken, eşleri Sühendan ve Serap Gürcan ile Celal Özcan'a...
Fethi Gürcan'ın çocukluk ve gençlik yıllarını anlatarak aydınlığa çıkaran kız kardeşi Nezahat Tekebaş
ile eşi Em. Bnb. Ömer Tekebaş'a...
Teşekkür borçlu olduğum bir aile yakınını, ölüm ne yazık ki, kitabı eline alamadan yakaladı. Mustafa
Türker'in eşi, Esma Gürcan'ın yengesi İlhan Türker'e teşekkürüm, çocuklan Aksin, Ay-şin, Akbey,
Gülnur ve Kemali'ye miras olsun dilerim, ki onlara katkılarından dolayı ayrıca teşekkür borcum var...
Esma ve Fethi Gürcan'ın aile yakınlarıyla yaptığım görüşmeler bu romana ruh veren en önemli
kaynağı oluşturdu... Ama ihtilallerin eylem liderini anlatabilmek için başka kaynaklara da
gereksinmem oldu. Olayları yaşayanlara... Onunla birlikte hareket edenlere, onu bu yoldan çevirmeye
çalışanlara, yollan sonradan aynlan ya da sonradan birleşenlere... Onun öğrencilik ve subaylık
günlerine, ihtilal hazırlıklarına, cezaevi yaşamına, mahkemelere tanık olanlara...
Romanda Harbiye'deki ihtilal örgütünün lideri olarak karşınıza çıkacak olan Önder Aydınlı'nın
ömrünün, çok heyecanla beklediği bu kitabı eline almaya yetmemesi benim için derin bir

üzüntüye neden oldu. Una olan teşekkür borcumu, oiumunuen birkaç ay önce, bu kitap için anılarım
sesinden kaydeden sevgili eşi Aynur Aydınlı'ya ödemek isterim.
îdam sehpasına giden yoldan Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin kararıyla dönen, Fethi Gürcan'ın sağ
kolu ve onun idama giderken vedalaştığı son insanlardan Em. Ütğm. Erol Dinçer'e,
21 Mayıs sanıklarından Rıfkı Erten'in eşi Adalet Erten ve oğlu gazeteci-yazar Taylan Erten'e,
Mamak Mahkemesi'ni, dönemin Genelkurmay başkam adına izleyen Em. Tümg. Celil Gürkan'a,
21 Mayıs davasını baştan sona izleyerek ses ve görüntü kayıtlarını gerçekleştiren Em. Alb. Nusret
Eraslan ve oğlu Tanju Eras-lan'a,
21 Mayıs olayının sanıklarıyla aynı cezaevini bir rastlantı eseri paylaşan, Fethi Gürcan'ın dönem
arkadaşı Em. Kur. Yb. Talat Turhan'a,
Fethi Gürcan'la yola çıkan Em. Ütğm. Turgut Saltoğlu, Em. Ütğm. Muzaffer Güney, Em. Yzb. Tevfik
Saltoğlu ile dönemin Harbiye öğrencileri Zihni Çetiner ve Osman Yetkin'e,
Fethi Gürcan'la, 27 Mayıs öncesinde, 43. Süvari Alayı'nda birleşen yollan, daha sonraki ihtilal
girişimlerinde keskin bir yol ayrımına giren gazeteci-yazar Yılmaz Akkılıç'a,
27 Mayıs gecesi Fethi Gürcan'la kader birliği yapan Yzb. Nusret Kocabey'le, ölümünden bir süre önce
gerçekleştirdiği ve hiçbir yerde yayımlanmamış olan söyleşiyi çalışmalarıma katkı olarak sunan
gazeteci-yazar Cengiz Kuşçuoğlu'na ve bana çok önemli bilgiler aktaran ancak adının saklı kalmasını
isteyenlere teşekkür borçluyum.
Nesrin Turhan
Süvari
"Benim tabirim muştadır. Vurucu kuvvettir. Herkes piyasadan ce kümıştır, muşta ortada kalmıştır."
Fethi Gürcan

_L

20 mayıs 1963.
Yatak odasına girdi, elbise dolabının kapısını açtı... Üniforması aynı yerde duruyordu. Hep temiz,
kesinlikle ütülü, ulaşılması en kolay yerde, her zaman giyilmeye hazır...
Aylardır bu geceyi bekliyordu. Ölümüne bir gece, ölümüne bir deli mayıs... Mesleğiyle birlikte
üniformasını da yitireli, bir yıldan fazla olmuştu. Yıllarca at üzerinde yarışırken, ter olup boşalan
heyecanını paylaşmıştı üniforması onunla. Kağızman'ın soğuğuna göğüs germiş, Viyana'da atıyla
birlikte dörtnala koşmuş, aldığı kupalara birlikte dokunmuştu... Bir ihtilal gecesinin heyecanını
Çankaya Köşkü'nde, cumhurbaşkanının tutuklanması sırasında paylaşmış, bir kurşuna hedef olmayı
göze aldığında, tenine ten olmuştu... "İyi günde ve kötü günde..." Ölümüne beraber... Belki nesnelerin
de yüreği vardır. Onlar da sever mi ? Ayrılıklardan yaralanır, kavuşmayı sadık bir sevgili gibi özlemle
beklerler mi ? Kucaklar-casma çıkardı dolaptan üniformasını, geniş bir poşete yerleştirdi.
Tabancasını çoktan bakımdan geçirmişti. Her şey hazırdı.
Kırk bir yaşındaydı ve emekliydi. "Öyle sansınlar!" diye gürledi içinden bir ses... Yaşadığı her günü,
bütün ayrıntılarıyla anımsayacak bir belleğe sahipti. Yirmi bir yılı çabucak çıkardı yaşamından,
gencecik bir Harbiyeli olduğu günlerde kulağına yerleşip, hiçbir zaman kaybolmayan ses çınladı bu
kez kulaklarında. Dev bir erkek korosunun, tüfekle bütünleşen hareketlerine, aynı ritimde yansıyan
dinamik, kararlı, inançlı bir ses:
"Vatan! Sana! Canım! Feda!"
Neşelendi birden, inancı perçinlendi. Kazanacaklardı! Generaller hükümetten yanaymış, ne gam!
Harbiyeliler hâlâ aynı yemini ediyorlardı. Çekirdek kadroda yer alanların görevleri ince

14
ince hesaplanmıştı. Herkes üzerine düşeni yaparsa... Yapacak! Bu ihtilali, Türkiye'nin dört bir
yanından toparladığı kursiyer subaylar ve Harbiyelilerle birlikte kazanacaklardı. Saatler geri saymaya
başlamıştı. Kapıyı araladı:
"Esma!.."
Akşam sofra yine kalabalık olacaktı, Esma yine mutfaktaydı. Yaklaşan ayak seslerine programladı
kendisini. Yatak odasına girer girmez, kapının arkasına çekip, bir delikanlı saflığında sarıldı on dokuz
yıllık karısına. Bir kaçamak kadar içten, bir kaçamak anındaki kadar heyecan ve sevgi dolu...
"Esmam" dedi, ellerini onun saçlarında usulca gezdirerek:
"Bu ihtilali kazanacağız ve sen yeniden bir subay karısı olacaksın."
"Kazanacaksınız..."
"Ama sana anlattığım gibi... Bu işin tehlikesi çok büyük. Ben canımı ortaya koydum bir kere, kellem
koltuğumda. Bana bir şey
olursa..."
Esma, parmaklarını onun dudaklarına kilit yaptı çabucak:
"Olmayacak!.."
"Olmayacak... Ama unutma, bir terslik olursa, inadına dimdik duracaksın. Çocuklarımıza da kendin
gibi durmalarını öğreteceksin. Kimseden bir şey dilenmeyeceksin. Başını öne eğmeyeceksin. Hep
benim Esmam olacaksın. Söz mü ?"
Bu kez Esma sarıldı kocasına, "Böyle söz mü istenir?" dedi. "Ben başımı öne düşürür müyüm ?
Bilmez gibi konuşma Fethi."
Kapı zilinin sesini duyunca dışarıya kulak kabarttılar. Çocuklardan biri kapıyı açmıştı. Esma'nın
ağabeyi Mustafa'nın sesini
tanıdılar.
"Mustafa Ağabey yanında" dedi Fethi iyice kısık bir ses tonuyla, "o hep yanında olacak."
Odadan çıkmadan önce bir kez daha sarıldılar birbirlerine. Yine kaçamak, yakalanacaklarmış
tadında, kısacık...
"Ben de gelirim seninle!.."
"Olmaz Mustafa Ağabey. Bu iş riskli. Sende altı, bende dört çocuk. Hepsi sana emanet. İlhan Yengem
de, Esma da sana emanet. Birazdan bizim gençler gelirler. Birlikte yemek yeriz, sonra alır Esma'yı,
çocukları sizin eve gidersiniz."
"Onları bizim eve bırakıp gelirim seninle."
"Mustafa Ağabey. Sen bekle... Sakın evden çıkma. Çocukların
başından ayrılma. Gözüm arkada kalır yoksa." ,
Mustafa'ya karşı koymak zordu. Yıllardır en yakın arkadaşıydı. Ama ağabey gibi de sevip saymıştı
onu. Saygısızlık etmek olmazdı:
"Ağabey, merak etme. Gerekirse, ben seni aldınnm evden. Benden haber gelmedikçe çıkma ne olur!"
Sonunda istemeden kabullendi Mustafa.
Çok geçmeden, Emekli Süvari Binbaşı Fethi Gürcan'ın ihtilalde birlikte hareket edeceği gençler, Erol
Dinçer, Turgut Saltoğlu, Münip Tepeci ve Sedat Ünal geldiler. İçlerinde emekli olmayan tek asker
Sedat Ünal'dı.
Yemek, ihtilal havasından uzak, çoluk çocuk birlikte, neşe içinde yendi.
Emekli Yarbay Mustafa Türker, ayrılış saatinin geldiğini anlamıştı. Kız kardeşini ve yeğenlerini alıp
kendi evine doğru yol aldı. Aldığı yol hayli kısa... Ankara Anıttepe'deki Emekli Subay Ev-leri'nde, C
bloklardan, A bloklara...
Evde kalanlar için artık harekât saatini beklemekten başka bir şey kalmamıştı. Beklemeleri bilmeyen
yoktur. Saat ne zaman soluk soluğa koşmaya hazırlansa, "start" verildiği ana kadar hiç
ilerlemiyormuşçasma ağırlaşır. Her an, acı içinde kıvranan bir hastanın dakikaları gibi uzar da uzar.
Yaşam da, beklemek de hiç bitmeyecekmiş gibi gelir. Öyle zamanlarda konuşulamaz, konuşulmaya
çalışılır. Ama sözcükler de tıpkı zaman gibi boşluğa asılır kalır. Bir sohbet tadı yakalanılamaz,
sessizliğe teslim olunur.
Yerinden kalkıp sokak kapısına yol alan kısacık koridorun başıyla balkon kapısı arasında turlamaya
başladı. Giyilmeye hazır çizmeleri değdi gözlerine. Nasıl da parlıyorlardı. Yumuşak bir duygu okşadı
geçti yüzünü. Onları biraz önce büyük oğlu Ömer özenle boyamış, fırçalamıştı. Çocukları... Sarı
kanaryası Gülde-ren, genç kız olmuştu artık. Sonra Ömer... Büyük oğul, afacan oğul... Ardı sıra
Öner... Hasta olmasa ne vardı? Yaktı geçti tanıdık bir acı yüreğini. Bir de Sema... Sema ki, orta
yaşının gençlik aşısı... Paytak paytak yürüyen, içim içim gülen Sema...
22 şubat 1962'de emekli edildikten sonra maliye müfettişi olarak çalışmaya başlamıştı. Ailesini,
"Birileri bu gece gelip size benim nerede olduğumu sorabilirler. Onlara bazı teftişler için İstanbul'a
gittiğimi söyleyin" diye öğütlemişti bu yüzden. Karısı, böyle durumlarda kendisi kadar sağlam
dururdu. Tehlike anında, yüreğinin atışı kendi kulaklarında çınlasa da, karşısındakiler onun içindeki
depremi anlayamazlardı.

"Yarın büyük gün olacak" diye geçirdi içinden... Esma ile dört çocuğu emin ellerdeydi. Ağabey gibi
sevdiği kayınbiraderi Mustafa Türker de emekli bir subaydı. Kendisi ne kadar ihtilallerin içindeyse,
Mustafa o kadar dışmdaydı.
En son kayınbiraderiyle sarılıp vedalaşmışlardı. Veda olmaya veda... Hem bu kaçıncı kez, kelle
koltukta. Ama yarın... Yann bir başka öpecekti onları, bir başka sarılacaktı hepsine... Yeniden ve ayrı
ayrı...
27 mayıs 1960'ta her şey çok gizli olmuştu... Evde o gece ihtilal olacağını yalnızca Esma biliyordu.
Çocukların hiçbir şeyden haberi yoktu. Mustafa'yla da gizlice görüşmüş, önemli bir hareket olacağını
söylemiş, "Karım, çocuklarım sana emanet" demişti. O gece Esma, kendi evinde kalmış, çocuklarını
yatırıp, annesi gibi bildiği ablası Sıdıka da uyuduktan sonra, radyoyu kulağına dayamış, pencere
önünde saatlerce zaferin işaretini beklemişti.
Fethi, 27 Mayıs sabahı bir fırsatını bularak evine uğramış, karısını ve çocuklarını "zafer tadında"
öpmüş, ardından atmı Ankara sokaklarına sürüp, ihtilal kutlamalarım çığlık çığlığa yaşamıştı.
Sonra? İçinde zafer tadını yok eden bir duygu uyandı anılarının depreşmesiyle beraber. Derken, bir
öfke kıvılcım aldı.
Ne diye onca genç subay kellesini koltuğuna alıp 27 Mayıs'ı yaptı ? Böyle olsun diye mi ?
22 şubat 1962 günü hızla geçti aklından. İhtilalden iki yıl sonra, doğaçlama direnişleri, yeni bir
ihtilalin doruğuna ulaşmış, ardından pazarlıklar başlamıştı.
Zaferi kendi ellerimizle hükümete teslim ettik... Niye ?
Bunu şimdi deşmenin anlamı yoktu. Sinirlerini sağlam tutmalıydı. Olayın hemen ardından, zaferi
kime teslim ettilerse, işte onlar tarafından, emeklilik yoluyla ordudan tasfiye edilmişlerdi.
Yüzündeki bir kas seğirdi. Eliyle seğiren kasını ovuşturdu. 22 Şubat direnişi safları daha da
keskinleştirmişti. Gerginleşen kaslarında dolaşan parmakları onu sakinleştirdi. Herkes onların
gücünü anlamıştı. Emekli edilen subaylara kimse "yenilmiş" gözüyle bakmıyordu. Üniformaları yoktu
ama, genç subaylar da, Har-biyeliler de eski komutanları Talat Aydemir'i gördükleri yerde selam
duruyorlardı. Ülkede huzursuzluk, istikrarsızlık almış başım gidiyordu ve onlar tek muhalif hareket
haline gelmişlerdi. Basında etkin isimler onları destekliyor, öğretim üyeleri görüşmelere katılıyor,
siyasetçiler kendileriyle işbirliği yapıyorlardı. 27 Mayıs öncesine benzer bir tablonun ortaya
çıkmasına ise en

büyük tepki gençlerden geliyordu.


Daha bir yıl önce aldığı san çiçekli koltuk takımlannın üzerinde gezdirdi gözlerini. Ordudan emekli
edilince, sandıkta biriken parasını almış, evine ilk koltuk takımını getirtmişti. Bu, onun ordudan
aldığı son para olmuştu. Adı emekliydi ama emeklilik maaşı yoktu. Bütün haklan elinden alınmıştı.
Maaşımı kestiniz de ne oldu ? Sonra daha fazlasını kazanmaya başladım! Ama mesleğim... Ama
üniformam!..
Nerelere kayıyordu aklı böyle bir zamanda. Kendisine şaşırdı. Sabırsızlıkla dışanyı kolaçan etti. Gelen
giden yoktu. Harekât planını bir kez daha geçirdi zihninden. Düğmeye basacaktan yer evine ne kadar
da yakındı... Aylardır bu planı düşünüyordu zaten. Tekrarlamasına gerek yoktu. Biraz sonra hiçbir
şey düşünmeye zamanı olmayacaktı. Fitil ateşlendiği anda, hızla daralan, patlamalara hazır bir
döngünün içine girmiş olacaktı. Hem belki de son kez oturuyordu evinde. Ölümüne girmemiş miydi
bu davaya? Risk büyük değil miydi ? Bir kurşuna hedef olma olasılığı çok mu uzaktı? Ya da...
"Kaybetmek" riskini hızla sildi düşüncesinden. Yeniden döndü kaldığı yere...
Yıllarca hiç yakınmadan salondaki divanlarda konuklarını ağırlayan Esma nasıl da sevinmişti koltuk
takımlanna... Onun sevincine şaşırmıştı. Demek ki özenmişti Esma. Özenmişti de hiç belli etmemişti.
Oysa onun bu koltuklara oturacak neredeyse hiç zamanı olmuyordu. Çocuklar, yemek, çamaşır,
temizlik, bulaşık... Yalnızca onlar olsa iyi... Hiç bitmeyen konuklar, hiç bitmeyen konuklara yapılan
hiç bitmeyen servisler... Harbiyeliler az mı oturmuşlardı bu koltuklarda? Esma, bir gün olsun "of
dememişti. İkramını yapınca, içeride bir yerlere çekilirdi...
Erol Dinçer'in o çok tanıdık sesine döndü. "Vakit daraldı" diyordu. Ağır aksak, insanı deliye çeviren
bir uyuşuklukta ilerleyen zaman epeyce yol almıştı gerçekten de. Şaştı.
"Yann büyük gün olacak" diye düşündü yeniden. Damarlarındaki kan coşkun bir ırmak gibi
vücudunda yol alıyor, bedenini enerjiyle dolduruyordu. Bu kez tehlike de, zafer de daha büyük
olacaktı.
Cenk var cenk, ruhumuza denk! ihtilal içimizde hevenk hevenk!..
Evden çıkıp Erol Dinçer'in arabasıyla yola çıktılar. Zaman bir bobinden boşalan tel gibi hızla akmaya
başladı. Sedat Ünal'ı bazı

hazırlıkları yapmak üzere Gülhane Hastanesi'nin önünde bıraktılar, Balgat'a doğru ilerlediler.
Söğütözü'nde, gözlerden uzak bir arazinin önünde Erol Dinçer arabayı park etti.

Çılgın bir geceye doğru yol aldığını bilmeyen Söğütözü'nün mahmur karanlığı, ihtilalcilerin üzerini
siyah bir tül gibi örtmüştü. Sivil giysilerini çıkarıp, üniformalarını giymeye başladılar. "Çabuk olalım
gençler" dedi Fethi Gürcan... Binici pantolonu, formunu yitirmeyen bedenine aynı rahatlıkla
oturmuştu. Açık haki gömleğinin üzerine koyu haki ceketini giydi. Şimdi yeniden Binbaşı Fethi
Gürcan'dı. Kemerini kuşandı, silah tutmaya alışık elleriyle tabancasını beline yerleştirdi. Harekât
başlamıştı. İlk hedef Tank Okulu'ydu. Hemen yola koyuldular.

Ağrı Dağı'nm eteklerine otursan, Tendürek Dağı'nı seyredersin... Sağın dağ, solun dağ... Sanki,
genişleyip daralan bir vadidesin...
Yüzbaşı Mehmet Hamdi Bey'in yeni görev yeri, Doğubeyazıt'ta, İran sınır karakoluydu... Alayın hesap
memuru olarak görevlendirilen Mehmet Hamdi Bey, Dünya Savaşı'mn ardından Mustafa Kemal'e
gönül verip Kurtuluş Savaşı'na katılmış, alaydan girdiği askerlikte yüzbaşılığa kadar yükselmişti.
Doğubeyazıt'a tayin olduğu 1929 yılında, Cumhuriyet devrimleri tam hız yol alıyor, bu hızlı değişim
ise toplumun kimi kesimlerinde tepki yaratıyordu. Geçen sürede yaşanan isyanlar bastırılmıştı ama
çalkantılar dinmemişti. Dünyada yaşanan ekonomik kriz de, henüz emekleme dönemindeki
Cumhuriyet Türkiyesi'ni etkilemeye başlamıştı.
Mehmet Hamdi Bey, Halime Hanım ve dört çocuğuyla çıkıp geldiği Doğubeyazıt'ta, Kürt isyanının
ortasına düşmüştü. Ağn Dağı'nm eteklerinde, bir yanda soğuk, yokluk ve yaşam tehlikesi, öte yanda
onun Cumhuriyet devrimlerine olan inancı vardı. Güçlüklerle savaşmak yaşam biçimi haline gelmişti.
Harf Devrimi bir yıl önce ilan edilmişti. Eğer yeni görev yerinde çocukları okula gidebilecek olsalardı,
küçük oğlu Fethi, o yıl ilkokula başlayacak, ağabeyi gibi, Arap harflerinden Latin harflerine dönmenin
zorluklarını yaşamayacaktı. Ne var ki, sınır karakolu en yakın yerleşme birimine bile çok ama çok
uzaktı ve orada bulundukları sürece Çocuklarının eğitimine ara vermek zorundaydı...
Doğubeyazıt'a ilk gittiklerinde, bir çadıra yerleşmişlerdi. Sonra erler çok kısa bir sürede kerpiç döküp,
mutfak ile iki yatak odasından ibaret bir ev yapmışlardı onlara... Mehmet Hamdi Bey,

odalardan birine, ikişer yataktan iki ranza yaptırmıştı çocuklar için. Onlar evlerine yerleşir yerleşmez,
Ağrı'nın solukları donduran kışı gelip çatmıştı. Dört kardeş yatak odalarını en çok nefesleriyle
ısıtırlardı.
1925 yılında yaşanan Şeyh Said İsyanı'ndan sonra, doğuda, halkı ayaklandırmayı hedefleyen, yollan
kesip çatışmalara neden olan Kürt hareketine, İran'da yerleşmiş olan İhsan Nuri elebaşılık ediyordu.
Ağn Dağı'nın yansı Türkiye, yansı İran sınırlan içindeydi ve İran'daki siyasî çetelerin sının kolaylıkla
aşması önlene-miyordu.
Her gece bir çatışma olurdu. Büyükler, "Üç kişi bizden, beş kişi onlardan ölmüş" diye konuşurlar,
çocuklar, "onlar" ya da "bunlar" dan ne kastedildiğini anlamazlardı. Ama elinden silah düşmeyen
babalannm, görevi nedeniyle tehlikede olduğunu sezerlerdi.
Mehmet Hamdi Bey, para dağıtmak için yollara düşer, kimi zaman karla kaplı yollardan aynı gün
dönemezdi. Yine para dağıtmaya gittiği bir gün, dönmek bilmedi. Üç gün geçti, beş gün geçti... Sık sık
tecavüz ve çatışma haberleri geliyordu. Halime Hanım, günlerce pencere önünde kocasının yolunu
gözlemişti. On beşinci gün, atının üzerinde başında kirlenmiş kocaman bir sargıyla duran Mehmet
Hamdi Bey'i görünce, yalınayak fırladı dışanya...
Evine girip kansı ve çocuklarıyla özlem giderdikten sonra anlattı başından geçenleri. Dönüş yoluna
çıktıktan kısa bir süre sonra, attan düşmüş, başını bir kayaya çarpmıştı. Mehmet Hamdi Bey,
düştükten sonrasını anımsamıyordu. Kendisine geldiğinde, bir köy evindeydi. Ev halkıyla konuşunca,
bir Kürt aşiretinin kendisini yaralı ve donmak üzereyken bulup tedavi ettiğini anlamıştı. Ayağa
kalkıp, yola çıkacak güce ulaşana kadar kalmıştı o evde...
"Bu çatışmalar tümüyle bitecek bir gün" dedi Halime Hamm'a, "sorunun temelinde ekonomik ve
kültürel yetersizlikler var. Cumhuriyet'in güçlenmesini istemeyen yabancı güçler, doğunun iyi niyetli
yoksul halkını, bu çeteleri kullanarak kışkırtmaya çalışıyor. Oysaki, bu memlekette yaşayan kimse,
diğerine düşman değil. Tersi olsa, ben şimdi ölmüş olurdum."
Ağn'da en çok sıkıntısını çektikleri şey giyim eşyasıydı. Yollar kapanmış, dışanyla bağlantılan
kesilmişti. Soğuğun, kann cefasını en çok ayaklar çekiyordu ama ayakkabı bulmak olanaksızdı. Farklı
renklerde, farklı modellerde de olsa, ayağına uygun bir ayakkabı bulan şanslı sayılıyordu. İhsan ve
Fethi'nin de ayaklan, eski ayakkabılarına artık sığmıyordu. Askerler, etraflarında dönüp dolaşan iki
çocuğa çarık yapmışlardı. Eve hiçbir zaman sığamayan

Fethi, ayağında çank, elinde dürbün, belinde kamayla küçük bir dağ çocuğu olmuştu. Tilki avlarını
kaçırmıyordu. Saatler uzayıp, elleri uyuşmaya başlayınca da evini özler, dönüşü iple çekmeye
başlardı. Eve gelir gelmez, kendisini sobanın yanma atmadan, Halime Hanım'm sıkı koruması altında
olduğundan mı nedir, bedeni hep sıcak olan dört yaşındaki kız kardeşi Nezahat'ı çağırırdı.
"Ateş menba! Gel aç göğsünü, sanl da ısıt beni."
Nezahat, koşup ağabeyine sanlır, onun göğsüne kendi nefesini üflerdi. Varsa yoksa kendisinden üç
yaş büyük Fethi Ağabey'i... Hep onun peşindeydi... Zor bulunan bir yiyecek, en çok da tadına
doyamadıklan tatlı oldu mu, Nezahat uzanıp almazdı sofradan... Fethi'nin dizinin dibine oturur, onun
kendisini kaşık kaşık beslemesini beklerdi. Nezahat doymaya başlayınca, Fethi ilk lokmasını alır,
sonra yeniden kardeşine dönerdi.
1930'un yazı geldiğinde, yollar, zorlukla da olsa geçit vermeye başlamıştı. Mehmet Hamdi Bey,
hazırlıksız yakalandığı ilk kışa nazire yaparcasına, evinin eksiklerini tamamlıyordu. O eksikleri
tamamlarken, dört kardeş de, dağda bayırda bulduklan kedileri, köpekleri evin önüne taşıyorlardı.
Yirmi dört kedileri, on iki köpekleri olmuştu. Nasıl ki her biri kendi getirdiği hayvanı tanıyorsa,
hayvanlar da gerçek sahiplerini şaşılmıyorlardı.
Ağn Dağı'nın etekleri lalelerle süslenmişti. Keklikler ötüp duruyordu. Çocuklar gündüzleri yemyeşil
çayırlarda koşturup, akşam yemeği hazırlanınca eve giriyorlardı. Yemek yendikten sonra Fethi
yemyeşil çayırlara uzanır, gökyüzünde binlerce umut vaat eden binlerce yıldızı seyrederdi. Nezahat
koşup geldiğinde, onun yanma uzanmasına izin verir, kardeşinin elini tutar, gökyüzüne bakmayı
sürdürürdü. Yıldızlan niye bu kadar çok sevdiğini bilmiyordu. Ya da biliyordu da ifade edemiyordu.
Belki çok ama çok uzun yıllar sonra, yıldızlann karanlığa meydan okuduklannı düşünmüştü.
Çocuklar Mehmet Hamdi Bey'in gramofonundan yayılan nağmelerle uyurlardı. En çok Hafız Burhan
dinlerlerdi. Ama araya kadın sesi de girdiği olurdu:
Gel gitme, kalmasın gözüm yollarda...
"Bakın" derdi, Mehmet Hamdi Bey, "bu hanım, Atatürk'ün huzurunda şarkı söylemiş."
Müzik, gecenin ilerleyen saatlerine kadar evdeki varlığını sürdürürdü:

Şu karşıki dağda bir yeşil çadır Çadırın içinde bir civan yatır...
Yaz, bahar ve kış birbirini kovalıyordu. Çocukların, Ağrı Da-ğı'nın eteklerinde içlerini en çok ısıtan
şey, Halime Hanım'ın döktüğü lokmalar, açtığı böreklerdi. Annesi soğuk ve karlı günlerde lokma
dökmeye bahçeye çıkınca, İhsan şemsiyeyi kapıp ona tutardı. Halime Hanım'ın dişlerin arasında
gıcırdayan taze peynirinin de tadına doyum olmazdı.
Mehmet Hamdi Bey, alayın muhasibi olduğundan, yeme içme işleri de ondan soruluyordu. Bölüğü
beslemek için her gün bir baş hayvan kesiliyordu. Fethi, koyunların yenilmeyen iç organlarını toplar,
eline bir satır alır, onları parçalayıp, hayvanlara pay ederdi. Kışın kediler ve köpekler ısınabilmek için
birbirlerine sokulup yattıklarında, yere rengârenk bir battaniye serilmiş gibi görünürdü.
Zaman zaman sınır karakoluna gelen Doğubeyazıt'taki süvari birliği ise en çok Fethi'yi
heyecanlandırırdı. Askerlerin at üzerindeki kıvrak hareketlerine hayranlıkla bakar, "Büyüyünce
süvari olacağım" derdi.
Mehmet Hamdi Bey, İran'dan iki midilli almıştı. Onlar yalnızca İhsan ve Fethi'nin değil, evin
kızlarının da neşe kaynağıydı. Evin büyük kızı Nefise kraliçe sıfatıyla midillilerden birine bindirilir,
Nezahat onun nedimesi olarak diğer ata yerleşir, iki erkek kardeş de onları gezdirirlerdi.
Tam üç yıl geçirmişlerdi böyle... Yıl 1932'ye dayandığında, isyanlar büyük ölçüde bastırıldı; Mehmet
Hamdi Bey'in tayini de Erzincan'a çıktı. Bir mart ayıydı; atların, kızakların üzerinde yola çıktılar.
Ağrı'dan, Erzincan'a... On iki kişilik bir manga onlara eşlik ediyordu. Her yer kar içindeydi. Yola
çıkışlarından bir süre sonra karşı tepeden mavzeri omzunda, doludizgin gelen köylüyü görünce hepsi
tedirgin oldular. Ama adam daha yaklaşmadan olanca sesiyle bağırdı:
"İki aşiret dövüşeceğiz, çıkın buradan, sizin başınıza bir şey gelmesin!"
Hızla uzaklaşıp, en yakın karakola ulaştılar. Yemek yiyip biraz ısındıktan sonra, Yüzbaşı Mehmet
Hamdi Bey çocuklara birer yudum kanyak içirdi ve yeniden yola koyuldular. Hava çok soğuktu ve kar
onları umursamadan yağıyordu. Yağış bir süre sonra tipiye dönüştü. Atlar daha ikinci adımlarını
atmadan altları karla doluyordu.

Karakola geri dönmek zorunda kaldılar. Hava biraz açınca yeniden yola çıktılar. Ancak bu kez tipi
fena bastırdı. îki yanları kayalarla çevrili bir vadide yol almaya çalışıyorlardı. Artık vadi de, gökyüzü
de kaybolmuştu. Yer beyaz, gök beyazdı. Birbirlerini bile göremez hale gelmişlerdi. Yeniden geri
dönmek istiyorlardı ama soğuk ve beyaz bir bulutun içinde hapis kalmışlardı sanki. Ufuk yoktu, yön
yoktu.
Kimi zaman yol aldıklarını sanıyorlar ya da öyle sanmak istiyorlardı. Nezahat'ın donmak üzere
olduğunu fark eden annesi onu kucağına almış, göğsüne bastırmıştı. Ama ısısı küçük kızına
yetmiyordu. Kalan son enerjisini kızım konuşturmak için harcıyordu. Bir ara, direncini iyice yitirir
gibi olmuş, Mehmet Hamdi Bey'e dönerek, "Efendi çok yoruldum, şu çocuğu biraz da sen al" diye
seslenmişti. Mehmet Hamdi Bey, "Başımı bile çeviremiyorum, Allah'a emanet olun" demişti
karısına... Halime Hanım'ın kocasından alabileceği bir yanıt değildi bu... Paniği daha çok büyüdü,
umudu biraz daha azaldı.
Çaresizliğin ortasmdaydılar. On iki saattir küçücük bir alanda dönüp duruyorlardı. Yollarını bulmaya
çalışırken, atların tepindi-ği son yer, kayaların arasına yerleşmiş bir Kürt köyüydü. Ama onlar
kendilerini hâlâ yolda sanıyorlardı.
Damlarında nal seslerini duyan köylüler dışarıya çıktılar. Palabıyıklı bir Kürt karşılarına dikildiğinde,
ne hissedeceklerini şaşırdılar. Öyle de, böyle de ölüme gidiyorlardı. Adam bir yandan yanlarına
yaklaşıyor, bir yandan da konuşuyordu. Yüzbaşı Mehmet Hamdi Bey, son bir çabayla silahını
doğrulttu:
"Ne söyleyeceksen, uzaktan söyle!"
Palabıyıklı adam, onları alıp, evine götürdü. Mehmet Hamdi Bey'in parmağı silahının tetiğindeydi.
Adamı ailesine yaklaştırmıyordu. Halime Hanım donmak üzere olan kızıyla sobaya doğru koşarken,
ev sahibi önüne dikildi ve ona sıra sıra yatan çocuklarını işaret ederek, küçük kızı kendi çocuklarının
arasına yatırmasını istedi. Onu donmaktan kurtaracak şey, ancak vücut ısısı olabilirdi.
Tipi dinene kadar orada beklediler. Güneş açtığında yeniden yola çıktılar ve soğuktan donmuş üç ayrı
çobana rastladılar.
Ağrı'dan Erzincan'a yolculuk otuz sekiz gün sürdü...

Fethi, ilkokulu bitirmişti... Yüzbaşı Mehmet Hamdi Bey'in izinden gidecekti ama bir farkla. Babası
alaylı bir askerdi, o ise okullu bir asker olacaktı. Ne var ki, hayatım savaşların içinde geçirmiş olan
Mehmet Hamdi Bey, küçük oğlunun asker olmasını istemiyordu. Balkan Savaşları'm görmüş, Dünya
Savaşı'nda, Kurtuluş Savaşı'nda çarpışmıştı. Yanı başında vurulan silah arkadaşlarının ölümlerine
tanık olmuş, sayısız acılar yüreğinde yer etmişti. Yıllarca oradan oraya tayin olmuş, uzun
yolculuklarda perişanlığı, yokluğu, sefaleti yaşamıştı.
Fethi, babasının bütün karşı çıkışlarına rağmen, gizlice askerî okula kaydım yaptırdı. Çocuk yüreği,
bütün zorlukların üstesinden gelecek güçteydi. Cumhuriyet'le birlikte doğmuş, onunla birlikte
emeklemişti. Annesi ve babası zorluklar içinde büyüttükleri çocuklarının mutluluklanyla gurur
duyuyordu. Şimdi uzaklara gidince, ailesini özleyecekti. Özlemden biraz ürker gibi olduysa da, henüz
tadını bilmediği aile özlemi, asker olma özleminin yanında küçük kalıyordu.
Konya Askerî Ortaokulu'na gideceği kesinleşir kesinleşmez, büyüdüğünü hissetti. Babası için de artık
onun karannı desteklemekten başka çare kalmamıştı. Doğduğu şehirde, yeni bir yolculuğa başlıyordu.
Ailesi Trakya'da, o epeyce uzaklarda... Uçsuz bucaksız bir ovada... Uçsuz bucaksız ovanın, geniş
mekânı, Konya Askeri Orta-okulu'nda... Annesinin döktüğü lokmaları, Nezahat'm sarılmalarını,
ablası Nefıse'yle yaptıkları sohbetleri özlüyordu. Ağabeyi İh-san'la kavgalannı da... Aralarında üç yaş
olan İhsan ve Fethi kavgaya başladılar mı sonu gelmez, üstleri başlan yırtık içinde kalırdı. Çocuklarını
yoktan var edip giydiren Halime Hanım, onlann

kavgalanndan çok, birbirlerinin üstlerini başlanm yırtmalanna kızardı. İhsan ve Fethi her kavgadan
sonra savaştan çıkmış gibi olurlar, Halime Hanım, söylene söylene onlann yırtılan pantolon-lannı,
sökülen kazaklanm onanr dururdu. Bir gün iki kardeş yine kavgaya tutuşmuşlardı. Halime Hanım o
kadar çok hırslanmış-tı ki, ikisini de çınlçıplak soyup bir odaya tıkmış, "Şimdi istediğiniz kadar kavga
edin" demişti.
Fethi, askerî okulda, akşam olup da yatağa girdiğinde, babasının sesi kulaklarına tatlı bir uğultu gibi
yerleşir, dudaklarına bir gülümseme otururdu. Ah o sıcacık soba başlan... Mehmet Hamdi Bey, akşam
yemeklerinin ardından, Binbir Gece Masallarının kapağmı açtığında, çocuklar sevinçle onun etrafını
sarar, Halime Hanım ise günün bütün yorgunluğunun üzerine yağdığını sanırdı. Mehmet Hamdi Bey
okurken, çocuklardan biri son sesiyle, "Annem uyuyor" diye bağmr, Halime Hanım bu sesle yerinden
sıçrar ve her seferinde, "Uyumuyorum" derdi. "Söyle bakalım nerede kaldı?" diye tuttururdu bu kez
de çocuklar. Onun verdiği yanıt üzerine hepsi gülüşürlerdi. Çünkü anneleri en az iki sayfa öncede
kalmış olurdu.
Fethi ortaokulda, harçlığını çıkarmak için okul arkadaşlanmn saçlannı kesiyordu. Sonuna kadar
okumakta, bir süvari subayı olmakta kararlıydı. Hey gidi günler hey! İnsan üç yılda ancak bu kadar
büyür! İnsan bu yaşta Mustafa Kemal'in ölümüne ancak bu kadar üzülür.
Sonrası İstanbul... Ver elini Kuleli... Artık kavuşmalar daha yakın olacaktı. Trakya İstanbul'a,
çocukluğunun şımank özlemine nanik yapacak kadar yakındı.
İstanbul'da Kuleli Askerî Lisesi'nde sonuna kadar disiplin, sonuna kadar şamata vardı. Ama Fethi
daha şamatanın tadına varmadan, İkinci Dünya Savaşı patlak verdi.
Çengelköy'deki Kuleli Askerî Lisesi'nin birinci sınıfına giden Fethi, tatillerde, soluğu ailesinin yanında
alırdı. Kız kardeşleri onunla baş başa kalmak için can atarlardı.
"İstanbul'da şimdi kızlar saçlannı dışarıya doğru kıvınyor..."
Nefise ile Nezahat hemen onun önüne otururlardı. Fethi, kü-Çük kumaş parçalanyla onlann saçlannı
sarar, küçük bukleleri dışa doğru kıvınrdı.
1941 yılının başlannda İngiltere, Türkiye'nin savaşa girmesi için ısranm artırıyor, Türkiye ise savaş
dışında kalmak için direniyordu. Halk, Türkiye'nin sonuna kadar savaştan uzak kalmasını olanaksız
görüyordu.
Fethi, birinci sınıfı bitirdiğinde, İkinci Dünya Savaşı da bütün

hızıyla sürüyordu. Almanya önce Bulgaristan'a girmiş, ardından Sovyetler Birliği'ne saldırmıştı. Üç
yıllık eğitim veren Kuleli Askerî Lisesi'nde hızlandırılmış eğitime geçildi. Okul iki yılda bitecekti.
Günlük ders saatleri artırılmış, yaz tatilleri iptal edilmişti. Ama her şey bu kadarla sınırlı değildi.
Savaş tehlikesi nedeniyle Trakya ve İstanbul'un boşaltılması gündeme geldi. Göçte herkesin yalnızca
otuz kilo yük almasına izin verilmişti. Trakya'ya gönül vermiş Mehmet Hamdi Bey ile Halime
Hanım'ın kaçıncı göçleriydi, kaçıncı savaştı bu ? Trakya'nın boşaltılması kararıyla eşyalarını
denkleyen Fethi ve ailesi için, Kuleli Askerî Lisesi'nin de aynı gerekçeyle Konya'ya naklolması sürpriz
oldu. Fethi'nin ailesi onunla birlikte Konya'ya yerleşmeye karar verdi.
Konya'da bir değirmende eğitim gören gencecik öğrenciler, kendilerini çok zor koşullar altında
buldular. Bir yanda sıkı bir disiplin ve ağır bir ders programı, öte yanda yiyecek ve giyecek sıkıntısı
vardı. Isıtma sistemi bulunmayan değirmende, sıcaklık eksi kırk dereceye kadar düşüyor, kemiklerine
kadar üşüyorlardı. Hava, ekmeği baltayla kesemeyecekleri kadar soğuktu.
Ağır ders programına ayak uyduramayanlar alaya çıkıyorlar, yani askere almıyorlardı. Üstelik Askerî
Lise'de başanlı olamadıkları için ceza olarak, eğitim gördükleri süre de, normal askerlik sürelerine
ekleniyordu. Hızlandırılmış eğitim, alaya çıkanlann sayısını artırmıştı...

Sınıf subaylarının ağır baskısı altında ezilirken, sivil öğretmenlerinin idealist ruhlarında huzur
buluyorlardı. Öğretmenlerinin çoğu Kurtuluş Savaşı'nda görev almış insanlardı. İçlerinde gaziler de
vardı.
Hafta sonlan izinli olduklan saatlerde kendilerini Konya so-kaklanna atan gençlerin başlan bu kez de
başka nedenlerle derde giriyordu. Yoldan geçen kızlara baktıklan için yirmi bir hafta ceza yiyen
arkadaşlan olmuştu.
Kuleli Askerî Lisesi'ndeki gençler, yaşadıklan bütün bu olumsuzluklar içinde, kurduklan yakın
arkadaşlık ilişkilerinden güç alıyorlardı. Çoğu ailesinden de uzakta olduğundan, birbirlerinden başka
dayanacak kimseleri yoktu.
Fethi, sık sık bekâr arkadaşlanm alıp eve getirir, gençler, Halime Hanım'm sıcak sofrasında hayat
bulurlardı. Ne var ki, gençlerin bu sıcak yuvada yaşadıklan mutluluk kısa sürdü. Tarih, 1942'yi
gösterirken, Mehmet Hamdi Bey de yeniden göreve çağ-nldı ve ailesiyle birlikte Balıkesir'e nakloldu.
Asker de, subay da yokluk içindeydi. Savaştan usanmış, sefalet içinde yaşayan, gazyağım, ununu,
ekmeğini karneyle alan Anadolu halkı Türkiye'nin de savaşa bulaşacağı kaygısını taşıyordu.
Nezahat, Fethi'nin Balıkesir'e geldiği hafta sonlannı iple çeker, uykuya onun yanağına kondurduğu
öpücükle dalardı. Ağabeyi ona gezdiği gördüğü yerleri anlatır; sinemaya, parka gezmeye götürürdü.
Gözünde bir damla yaş görse, peşinden koşup, "Seni kim üzdü söyle" diye tuttururdu.
"Gençsin" derdi Fethi on besindeki kız kardeşine, "senin de hakkın, yaşayacaksın. Partilere
götürmüyorum diye alınma. Bazı arkadaşlanm uygunsuz kızlar getiriyor." Kimi zaman da, saçlannı
okşayıp, öğüt verirdi:
"Sana ilgi gösteren herkese pas verme. Beni düşün, gururumu düşün. Başımı öne eğdirme. Yanlış
birileriyle de karşılaşabilirsin. Eğer sana ilgi gösteren delikanlının niyeti ciddiyse, gelir annemden
babamdan ister... Bir derdin olursa bana anlat. Unutma ben senin dostunum."
Tatil günlerinde, Balıkesir'e de zaman zaman arkadaşlanyla birlikte giderdi Fethi... Yakın
arkadaşlanndan biri de Ömer'di... Birlikte iskambil oynarlar, her oyunda, Ömer ile Nezahat eş
olurlardı. Ömer, günlük konuşmalarda da, Nezahat'a, "Eşim, gel yanıma otur" diye takılırdı. Kimi
zaman da gençler, defterlerine geçirdikleri şiirleri okurlardı birbirlerine...
Nezahat, genç gönlünü Ömer'e çoktan kaptırmıştı. Evlerine konuk geldiklerinde, Ömer'in ceketini,
kimselere sezdirmeden önce koklar, sonra asardı...
O sıralarda Nezahat'a bir kısmet çıkmıştı. Ömer, ilk karşılaş-malannın ilk yalnız kalışında, içi epeyce
burkularak, "Tebrik ederim" demişti Nezahat'a, "evleniyormuşsun." Nezahat, Fethi'nin kız
kardeşiydi. Onun kadar açık sözlü... "Hayır evlenmiyorum" dedi. Ömer'in "Neden ?" sorusuna da aynı
acılıkla yanıt verdi:
"Çünkü seni seviyorum."
Ömer, bir piyango talihlisi gibi hissetti kendisini... "Ben de" dedi çabucak, "ben de seni seviyorum."
Fethi en yakın arkadaşıydı, evlerine girip çıkıyordu. Nezahat söylemese, belki de kendi duygularım
hiçbir zaman açığa vura-mayacaktı. İki gencin aşklan taştı, suskunluklan gözyaşlarına karıştı.
Sonunda Ömer, "Neden söyleyemedim bunu biliyorsun" dedi, "daha lisedeyim. Beni bekle, hiç
olmazsa liseyi bitireyim. O zaman işi resmîleştiririz. Harp Okulu bitince de evleniriz."

Sonra aşkma, yılların alışkanlığı karıştı, askerce bir yemin etti:


"Beni beklersen, namusum, şerefim üzerine söz veriyorum, seni mutlu edeceğim."
Nezahat ve Ömer, aşklarını ailelerinden gizlice yaşıyorlardı. Ama Fethi, evine ne zaman yalnız gitse,
Nezahat'ın gözlerinde bir hayal kırıklığı sezmeye başlamıştı. Sırayla bütün arkadaşlarını soruyor,
Ömer'i ise en sona saklıyordu. Fethi anlıyordu ki, bu sona saklayışlarda bir neden vardı... Bunu ne kız
kardeşinin, ne arkadaşının yüzüne vurmuyor, her şeyi kendi haline bırakıyordu.
Artık Kuleli bitiyordu. Harp Okulu'na girmek için dokuzuncu, onuncu ve on birinci sınıfın edebiyat,
matematik ve fen derslerinden sınava gireceklerdi.
Fethi, bütün gün ve akşam aralıksız matematik çalışmış, sonra uykuya dalmıştı.
"Fethi... Fethi kalk..."
Ömer'i görünce, yerinden doğruldu:
"Ne var?"
"Kalk konuşalım..."
Ömer, gerekli gereksiz her şeyi konuşuyordu. Fethi'ye, Neza-hat'ı sevdiğini, birbirlerine verdikleri
sözü, son görüşmelerinde, cebinden 19 Mayıs'ta gösteri yapan kızların fotoğrafının düştüğünü, onun
buna çok kızdığım, mektuplarına yanıt vermediğini anlatmak kolay değildi.
Fethi, "Ulan ne söyleyeceksen söyle" dedi sonunda, "yarın matematik sınavım olduğunu biliyorsun ve
uykumun içine okudun!"
Ömer yine lafı geveliyordu...
"Nezahat'la mı ilgili?" dedi sonunda Fethi...
Ömer, Fethi'ye sarılıp ağlamaya başladı:
"Evet... Onu seviyorum. O da beni seviyor. Ama bir yanlış anlama oldu. Bana küstü... Fethi... Kız
kardeşinle evlenmek istiyorum..."
Nezahat, "Ağabeyimden mektup var" diye heyecanla eve daldığında, Mehmet Hamdi Bey ile Halime
Hanım koşup başına gelmişlerdi. Halime Hanım, sabırsızlıkla, "Okusana kızım" diye dürttü kızını.
Nezahat zarfı açtı, okumaya başladı:
Ömer'i siz de tanırsınız... İyi çocuktur, dürüst çocuktur. Sonrasını seslendiremedi:
Geçen gün bana açıldı, boynuma sarılıp Nezahafc'ı sevdiğini söyledi...

Hiç saklamaları yok... Hep, neyse o...


Nezahat, "Ben okuyamam" deyip, bıraktı mektubu... Ağabeyi thsan aldı sürdürdü okumayı:
Nezahat'ın da kendisini sevdiğim söyledi. Birbirlerine söz vermişler. Nezahat'la evlenmek istiyor.
Kararın size ait olduğunu söyledim. Ben onun içten olduğuna inandım...
Mektup bitmiş, eve sessizlik çökmüştü. Nezahat, yemek saati geldiğinde, sofradaki yerini aldı.
Babasının ya da annesinin bir şey söylemesini bekliyordu ama sessizlik yemekte de sürdü.
Günler geçti konu açılmadı.
Nezahat, Balıkesir Atatürk Parkı'na Mehmet Hamdi Beyle yaptığı bir geziyi fırsat bildi ve konuyu açtı:
"Babacığım, bir şey sormak istiyorum. Neden Ömer'e, ağabeyimin mektubundaki konuyla ilgili bir
şey yazmıyorsunuz ?"
"Bak kızım... Daha küçüksünüz... Bunlar ciddi konular... Yani evlilik falan... Geçici bir heves içinde de
olabilirsiniz. İyi düşünün..."
Fethi ve kendisiyle birlikte Kuleli Askerî Lisesi'ni bitiren arkadaşları, üç ay askerlik yapmışlardı.
Öğrencilere, asker psikolojisini tanımaları amacıyla verilen bu eğitim, onlara Konya'daki değirmeni
bile aratmıştı. Üç ayı, akıl almaz derecede ağır şartlar altında; bir çadırda, ot yatakta, ıslak zeminde
yatarak geçirmişlerdi. Hemen bütün öğrencilerde bit vardı.
Sonunda bu dönemi de atlatan Fethi, Ankara'da Harp Okulu eğitimine başladı. O tarihlerde, tek parti
iktidan, Harp Okulu öğrencilerini siyasetten uzak tutmak için çeşitli yasaklar getirmişti. Okula kitap
ve gazete sokmak yasaktı.
Fethi'yle birlikte Harp Okulu'na başlayan yakın arkadaşı Ömer'in yüzü gülmüyor, Nezahat'ın
gözyaşlan dinmiyordu.
Balıkesir küçücük bir yerdi. Nezahat'ın bir Harbiyeli'ye gönül verdiği çoktan duyulmuştu.
Arkadaşları, ona, "Bekle bakalım Harbiyeli'yi" diye takılıyorlar, Nezahat gözyaşlan içinde kendisini
odasına atıyordu.
Mehmet Hamdi Bey, sonunda bu işi daha çok uzatmanın gereksiz olduğunu düşündü. Ömer'in ailesi
Balıkesir'e geldi, kız tarafının oturduğu geniş ahşap evde nişan takıldı...

Mehmet Hamdi Bey, kızını sevdiği delikanlıyla nişanlamayı dünya gözüyle görmek istemişti.
1943 yılının başlarında, Cumhurbaşkanı ismet İnönü, İngiltere
Başbakanı Winston Churchül'le Yenice'de bir araya geldiğinde
Türkiye'nin yüreği ağzındaydı. İsmet Paşa, Churchill'le bir vagon
da yaptığı ve saatler süren bu görüşmede Türkiye'yi savaşın dı
şında tutmayı başarmıştı. Aynı yılın sonlarında, Churchill ile
Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Roosevelt'in Kahire'de yap
tıkları toplantıda da, Türkiye'nin savaşa katılması konusu görü
şülmüştü. Türkiye, bu kez de yeterli askerî hazırlığının olmadığı
nı öne sürmüş, İngiltere ve Amerika, Türkiye'ye yaptıkları askerî
yardımları durdurmuştu.
1944 yılında, Fethi Harp Okulu'nu bitirmiş, Mehmet Hamdi
Bey de yeniden çağrıldığı görevinden dönmüştü. Artık, İkinci
Dünya Savaşı da sona yaklaşıyordu. Okul biter bitmez Nezahat
ile Ömer evlendiler.
Stajyer Süvari Teğmen Fethi'nin tayini Konya'ya çıkmıştı. Dünyayı Konya Ereğlisi'nde selamlamış,
askerî okula orada başlamış, İkinci Dünya Savaşı'nın yokluğunu orada yaşamıştı. Şimdi de subaylığa
Konya'nın Karaman ilçesinde merhaba diyecekti. Mehmet Hamdi Bey de Halime Hanım'la birlikte
Karaman'a, oğlunun yanına gitmeye karar verdi.

Konya Karaman'da, 1945 yılının ocak ayıydı. Esma, ağabeyi Süvari Yüzbaşı Mustafa Türker'le birlikte
oturuyordu. Mustafa nişanlı, Esma bekârdı. Mustafa işten döndüğünde, Esma sofrayı hazırlamış
olurdu. Yemekte biraz sohbet ederler, sonra Esma masayı toplar, yeniden mutfağa girerdi. Mustafa
onun koşturmalarını sevecen bakışlarla izler, kız kardeşi için hiç sakınmadan canını verebileceğini
düşünürdü.
Karaman'da kimi subay arkadaşlarıyla hafta sonlarında da bir araya geliyorlardı. Mustafa, bu ev
ziyaretlerine kız kardeşiyle giderdi. Yine öyle bir gündü. Sohbet sohbeti kovalamış, karşılıklı
bilmeceler sormuşlar, şakalaşmışlardı. Esma ve Mustafa gitmek üzere kalkmışlar, paltolarını
giyiyorlardı. Mustafa, "Bu oda epey geniş" dedi subay arkadaşına, "sekiz on kişiyi rahat alır."
Karşısındaki subay, güldü:
"Duruma göre değişir yüzbaşım. Sekiz on kişi rahat oturur ama herkes ayakta durursa, epey insan
alır."
"Herkes ayakta ve yan yana dursa kaç kişi alır sence ?"
Hepsi gülüşüyorlardı. Ev sahibi subay, odayı gözleriyle taradı:
"Elli kişi alır..."
Mustafa, atışmayı başlatan ev sahibine, "Tabiî kolay soruydu" dedi. Kalın kaşlarının altından tavana
doğru baktı, espriyi sürdürdü:
"Keşke bu oda kaç karınca alır diye sorsaydım!"
Mustafa, "Bu sorunun içinden çıkmam zor" diyen arkadaşına gülerek paltosunun son düğmesini de
ilikledi. Hole çıkmışlardı, o sırada kapı çalındı. Gelen genç bir teğmendi. Karaman'a bir süre °nce
atanmıştı. Ev sahipleri, "İşte" diye atıldılar, "gökte aradığı- yerde bulduk."

Süvari Teğmen Fethi Gürcan'ı, Esma ve Mustafa'yla tanıştırdılar: "Matematik problemlerini çözmede
üzerine yoktur!" Holde, Fethi karşılanıp, Esma ve Mustafa uğurlanırken ayakta epeyce oyalandılar.
Esma'nm bakışları, o kısacık görüşmede zaman zaman yaşıtı süvari teğmenle karşılaşsa da, çabucak
indiriverdi gözlerini yere... Ama nasılsa, onun uzun kirpiklerinin altından akıp giden bir ışık, yere
çarpıp, yeniden Fethi'nin gözleriyle buluştu.
Esma, evlerine doğru giderken, yeni tanıştırıldıkları subayı düşünüyordu... Hayalindeki adama mı
benziyordu ne?
Esmer olacak biiir, uzun boylu olacak ikiii... Ama bu ikisi hiçbir şey etmiyor. Subay olacak üüüç... O
da yetmiyor... İlle ki süvari olacak... Atının üzerinde, üniformasıyla mağrur, kararlı bakacak. Nal
sesleriyle gelecek, nal sesleriyle gidecek. Değilse yok... Düşlerinde yeri yok!
Hem o gözler de ne öyle... Tanıştırıldıkları anda, iri gözleri çelik ışıltılarını salarak neden parladı
acaba? Şaşırmış gibi... Şaşıracak ne var oysa? Bilmiyor... Bilse o da şaşırırdı.
Onlar evlerine doğru giderken, aynı evde konuk edilen genç süvari sohbet sırasında, Esma'nm az önce
durduğu kapıya çeviriyordu bakışlarını arada bir... Yeniden görecekmiş gibi... Bir daha bakıp bir daha
şaşırmak için. Olur mu böyle şey ? Sabaha doğru uyandığında, düşünde gördüğü kızm görüntüsü
karşısında duruyordu. Sesi de kulağında... Hiç tanımadığı kız, atının dizginlerini vermiş eline, "Sür"
demişti, "sür sürebildiğin kadar!"
Uzun boylu, esmer subaylar, ne çok genç kızm hayalini süslüyordu kim bilir ? Bu yüzden kızlardan
yana şansı çok açıktı Fethi'nin... Gülüyordu sabah sabah kendisine:
Etrafında böyle çok kız bolluğu var ama atının dizginlerini eline verip de, "Sür sürebildiğin kadar"
diyeni ancak düşlerinde görüyorsun.
Batılla işi olur mu onun ? Olmaz ama olmuştu. Zaten hiç inanmadığı bir şey başına geldiğinden bu
kadar şaşkındı. Yirmi dört saat geçmeden düşlerindeki kızla burun buruna gelmişti.
Nasıl da temiz bir yüzü var... Gülüşü ne kadar da içten! Cildi içten aydınlatılmış gibi şeffaf ve duru...
Dudakları çocuk, bakışlarında bastırılmaya çalışılan bir yaramazlık var. Çocuk mu kalsa, kadın mı
olsa karar veremezmiş gibi. Kararsızlığı gözlerinde öylece çırılçıplak. Bu yüzden saklıyor gözlerini...
Ayaklarına bakıyor, ayaklarıma bakıyor...

Tanıştığı kızlar, atının dizginlerini elinde tutmak istiyordu hep. Hem de kendisi üzerindeyken. Yağma
yoktu! Mızmız kadınlarla da işi yoktu, fettanlarıyla da... Dizginler elindeyken, yemyeşil çayırlarda
rüzgâr gibi esip, isteyerek koşturacaktı atını dörtnala... Özgür sevgi gibisi var mıydı? Öyleyse
kaçırmamalıydı düşündeki kızı. Sordu dostlarına:
"Yüzbaşı Mustafa Türker nasıl biri, kız kardeşi bekâr mı, nerede otururlar, ne düşünürler?"
Altı kardeşin en küçüğüymüş Esma... 1928 yılında, Dinar'da yaşadıkları sırada, altı yaşındaymış.
Babası ve annesi bir türlü anlayamadığı o diyara peş peşe göçüp gitmiş... Esma'dan üç yaş büyüğü
Zehra, ondan beş yaş büyüğü Mustafa... Ama sonra üç büyük daha... Sıtkı, Yahya ve en büyük Sıdıka...
Annesi ve babası göçtü göçeli o diyara, ablaları ana, ağabeyleri baba olmuş Es-ma'ya... Dayanacakları
bir destekleri olmayan incecik sarmaşık dallan gibi dolanmışlar birbirlerine.
Yahya terzilik yaparmış... Sıtkı matematik öğretmeni... Serde öğretmenlik var ya, Yahya'dan bir
küçük de olsa, küçük kardeşlerine baba gibi sahip çıkmayı görev bilmiş kendisine... Evin en küçüğü
Esma'yı, yakın akrabalarından evlat almak isteyenler olmuş. Yürekleri ağızlarına gelmiş küçüklerin...
Neyse ki, öğretmen ağabeyi küçük kardeşlerini karabasanlar basmadan tavrım koyuvermiş...
"Kardeşimi vermem" demiş, restini çekmiş.
Mustafa on beş yaşındaymış o zamanlar. Çakı gibi bir subay olacakmış. Ama okuldan arta kalan
saatlerde boş duracak değil ya... Tükürük köftesi satıyormuş o da... Sıdıka deseniz, kızların en
büyüğü... O abla değil sanki ana... Sıdıka, otorite demek... Evin yükü üzerinde... Yemekti, temizlikti
yetmezmiş ona. Sabah daha kardeşlerini işe, okula uğurlamadan, atlarmış atma, sürermiş anadan
babadan kalma toprağa, sürermiş değirmene doğru, gidermiş ortakçıları denetlemeye...
Ablaları ve ağabeyleri, kendi öksüzlüklerini ve yetimliklerini unutmuşlar da, en küçükleri Esma'ya,
annesiz babasız kalışını unutturmaya çalışmışlar. Yeter ki onun boynu bükülmesin diye, doyurmuşlar
sevgileriyle...
Okullu olmuş Esma... İlkokuldan sonra da Zehra Abla'sı gibi Köy Enstitüsü'nün yolunu tutmuş. Son
sınıfta okurken, sancılam-vermiş bir gün... Koşturmuşlar Esma'yı hastaneye... Apandisit ameliyatında
narkoz fazla kaçınca... Kurtulmuş kurtulmasına da, toparlanamamış uzun süre, okuluna epeyce ara
vermek zorunda kalmış... İyice küçülmüş afacan yüzü de... Kıyamamış ağabeyleri,

ablaları ona. Okumasa da olur Esma...


Geceleri gözünü kırpmadan dua etmeye o zamandan alışmış Sı-dıka... Zehra da ablasından geri
kalmamış. Kardeşlerin doğaçlama geliştirdiği, "Kendinden büyüğünü baba gibi say, kendinden
küçüğünü anne gibi kolla" felsefesini sindirmiş yüreğine, sahip çıkmış üç yaş küçüğü Esma'ya...
Bildiği duaları öğretmek istermiş ona... "Bana abla diyeceksin" diye öğütlermiş kardeşini... Esma,
evde "abla" diye peşinden dolaşırmış da, dışarı çıkınca muzipliği tutar-mış yine... El âlemin içinde,
"Zehra!" diye seslenmeyi unutmazmış ablasına... Eve gidince kıyamet koparmış ne umurunda!
Mustafa muradına ermiş sonunda. Çakı gibi bir teğmen olmuş. Üstelik süvari... Gururla kabarmış
Zehra ile Esma'nın göğsü. Ne zaman bir fırsat bulsalar, ağabeylerinin subay elbiselerini giyer, sevgi
şımanğı olurlarmış. Mustafa kaşlarım çatarmış çatmasına da, onun bıyık altından gülümsemesini
kardeşleri anlarlarmış. Sonunda Mustafa arkadaşlanna rica etmiş, iki kız kardeşine birden subay
elbiseleri giydirmiş, ikisini birden yanına alıp bir fotoğraf çektirmiş, vermiş ellerine fotoğrafı, "Artık,
istediğiniz zaman fotoğrafa bakarsınız" deyip, kurtulmuş onların bu oyunundan...
Önce Yahya evlenip İzmir'e yerleşmiş. Çok geçmeden Sıtkı, İzmir'e atanınca, ablası Sıdıka'yı, kendisi
gibi öğretmen çıkan Zehra'yı da götürmüş beraberinde... Sıtkı, babalık görevini üstlendiğinden,
kardeşlerini evlendirmeden yanaşmamış evliliğe... Sıdıka bir ara gönlünü bir adama kaptınp
evlenmeye niyetlenmiş ama daha düğün yapılmadan, anlamış ki, karşısına çıkan kısmet zaten evli
barklı... Kumalık onun neyine? Küsmüş evliliğe...
Yıllar geçmiş de, sarmaşık dallan gibi dolanan kardeşler aynl-mamış birbirlerinden... Ama Esma, en
çok Mustafa'ya sarılmış... Baba gibi sarılmış, kendisinden sekiz yaş büyük olanına... Bu yüzden
Mustafa düşlerini gerçekleştirip bir süvari teğmeni olunca, genç kızlığının bir bölümünü geçirdiği
İzmir'den çıkmış, peşi sıra dolaşmış onunla... İşte Esma, bu yüzden Karaman'daymış. Yüzbaşı
Mustafa'nın yanında...
Koca kız olmuş artık Esma, yirmi ikisinde, Fethi'yle aynı yaşta... Mustafa mı? Öyle sözünün eri, öyle
mert... Ciddi adam. Ama nasılsa sevimli yaramazlıklara bıyık altından gülecekmiş gibi bir sıcaklık
uyandınyor karşısında... Belki de o yüzden Esma'nın gözbebeklerinde, bastırmaya çalıştığı
yaramazlığın izleri hâlâ varlığım koruyabiliyor.

Konya'dan epeyce uzak kalan Karaman'ın sessiz sakin akşamlan, daha çok da hafta sonlan, genç
subaylann dinamik sohbetlerinde hayat buluyordu. Konu dönüp dolaşıp, İkinci Dünya Sava-şı'nın
seyrine geliyordu. O güne kadar savaşın dışında kalmayı başaran Türkiye, müttefiklerin zaferi
kesinleşince Almanya ve Japonya'ya karşı savaş ilan etmişti ama bu diplomatik bir manevradan
ibaretti.
Sohbetlerin vazgeçilmez ismi Fethi'nin aklı, İkinci Dünya Sava-şı'na takıldığı kadar, Esma'ya da
takılmıştı. Daha kaç gün geçmişti ki aradan. Kısaysa kısa... İçinden geçenleri, olabilecek en net
sözcüklerle aktarmaktan hiç korkmazdı. Uzatmanın gereği yoktu... Doğru neyse o... Esma'yla
evlenmek istiyordu... Bundan kendisi emin olduğu anda -ki o hep çok çabuk karar verirdi- Yüzbaşı
Mustafa'ya da söylemişti. Yüzbaşı Mustafa da sevmişti Fethi'yi. Ama biraz sorup soruşturmak gerekti.
Okulunu pekiyi dereceyle bitirmişti. Karaman'a neredeyse yeni tayin olduğu söylenebilirdi ama bu
kısa sürede hatm sayılır arkadaşlıklar kurmuştu.
İnsanlar hissettiklerini söylemekten korkarlardı genellikle... Ama bu delikanlı, hissettiklerini
söylemek bir yana, yaşamaktan da korkmuyordu belli ki. Kızı gibi, canı gibi sevdiği Esma'yı, bu genç
teğmene emanet etmeyecek de kime edecekti? Yine de Esma'ya sordu... Yanıtını bildiği halde... Ama
Fethi'ye "evet" demeden önce, kardeşlerinin onayını almaları gerekiyordu. Zaten her irşatta iki kardeş
İzmir'e koşar, diğerleriyle özlem giderirlerdi.
Mustafa kısa bir izin alıp, Esma'yla birlikte kardeşlerinin yanıma gitti. Sürpriz haber hepsini
heyecanlandırdı. Fethi nasıl bir de-ukarüıydı ? Küçük kız kardeşlerinin gönlünü nasıl çalmıştı ? Es-
ma, Sıdıka Abla'smm ve ağabeylerinin yanında hiç fikir yürütmedi. Mustafa'nın anlattığı öykü ise
marnlamayacak kadar kısaydı.
Kardeşler, İzmir'de oturdu, Dinar'ı andı, Karaman'ı konuştu... Yatma vakti yaklaşınca, Sıdıka hemen
duaya çekildi. Esma'yı kız kardeşi gibi değil, kızı gibi görüyordu. Ve şimdi kendisinin küstüğü evlilik,
küçük kardeşinin önündeydi.
Zehra, bir göz işaretiyle Esma'yı mutfağa çağırdı:
"Sonunda Mustafa Ağabeyim gibi bir süvari buldun ha?"
Esma, haylaz bir ifadeyle dudağını yana çarpıtarak güldü.
"Nasıl oldu da bir görüşte gönlünü kaptırdın? İçindeki heyecanın ışığı yüzüne yansımış baksana..."
"Ben de bilmiyorum" dedi Esma, "sanki beklediğim oydu..."
"Tipi nasıl, yakışıklı mı ?"
"Uzun boylu... Esmer... Zayıf... Kocaman gözleri var..."
Durup kısacık güldü, yeniden konuştu:
"Sesi de kocaman! Daha Karaman'a geleli çok olmamış ama ünü hemen yayılmış... Esprili ve arkadaş
canlısı... İlk karşılaştığımızda da..."
Esma birden utanıp sustu.
Zehra yeniden konuşmaya başlarken, yüzündeki meraklı ifade yerini sevecenliğe terk etmişti:
"Ablam şimdi dua ediyordur sana. Ben de çok mutlu olman için dua edeceğim."
Hafifçe kaşlarını çattı:
"Sen de dua et. Allah'tan hayırlısını iste. 'Kaderim güzel olsun' de."
Mustafa, İzmir'de kaldığı kısa süre içinde yaşamını altüst eden bir haber aldı. Bu haberle birlikte
yıllar öncesinin anılarına döndü.
Dinar'da bir komşuları vardı. Yaşlıca, sevecen bir kadındı. Kocaman bir çiftliği vardı. Ahırında yedi
deve bulunuyordu. Develer, üzüm ve incirleri yüklenip Arabistan'a gider, Türkiye'den götürdüğü
yükü boşaltır, yeni yükünü alır, Dinar'a dönerlerdi. Sıdıka ile kız kardeşleri Zehra ve Esma sık sık
çiftlik evine konuk olurlardı. Onun küçük torunu İlhan, anne ve babasıyla birlikte Ankara'da yaşar,
ama her tatilde, anneannesinin yanına gelirdi. Anneannesinin en çok turşuları ünlüydü Dinar'da.
Sapsarı salatalık, kelek, lahana turşuları... Onları taslara boşaltırken, kehribar gibi parlarlardı.
O yıllarda, Harp Okulu öğrencisi olan Mustafa, hafta sonlan Dinar'a gelir, hem kardeşlerini görür,
hem de Ankara'da Mülkiye öğrencisi olan İlhan'ın ağabeyiyle arkadaşlık yapardı. Gençlerin

Dinar'da buluşup gezdikleri yıllarda, İlhan küçücük bir çocuktu daha. Mustafa'dan on dört yaş
küçüktü.
Sıtkı Öğretmen İzmir'e atanınca kardeşler de terk etmişlerdi Dinar'ı...
İlhan, çocukluktan genç kızlığa doğru hızla yol almaya başladığında, onun Ankara'da görev yapan
babasının tayini de İzmir'e çıktı. Yeniden buluşmuşlardı Dinar'daki dostlarıyla.
Mustafa ve Esma da İzmir'e her gidişlerinde, eski dostlarıyla bir araya gelirlerdi. İlhan on altısına
gelmiş nişanlı bir genç kızdı. İşte son İzmir ziyaretinde Yüzbaşı Mustafa'yı altüst eden haber, İlhan'ın
nişanlısından aynlmasıydı. Onun çocukluktan genç kızlığa geçişindeki hız canlandı gözünde. İçinde
bir şeyler coştu. O coşkuyla kendi nişanını da bozdu ve aynı gün, ağabeyini de alıp doğruca İlhan'ların
kapısmı çaldı.
İlhan'la söz kesen Yüzbaşı Mustafa, Esma'yla çifte düğün yapmaya karar vermişti. Bunun için biraz
zamana gereksinimi vardı. Karaman'a döner dönmez düşüncesini Fethi'yle de paylaştı. Çifte düğün
Fethi için de güzel bir sürpriz olmuştu ama o beklemek istemiyordu.
"Nikâhımızı yapalım, düğünü bekleyelim" dedi.
Mart ayında, Esma ile Fethi'nin nikahlan ve nişanları birlikte yapıldı. Esma'nm yüzü o güne kadar
makyajla tanışmamıştı. Zaten nasıl makyaj yapılacağını da bilmiyordu. Fethi, nişandan önce, onu
dizlerinin dibine oturttu, makyajını kendi elleriyle yaptı.
Artık düğünü bekliyorlardı. Nikâh yapmanın rahatlığı içindeki Fethi ve Esma sık sık görüşüyorlardı.
Ama nikâh başka, düğün başka... Evlilik dediğin düğünle başlar...
Yolda yan yana yürürlerken, genç teğmen, "Koluma gir" diyor, Esma, "Olmaz" diye diretiyordu.
"Nikâhlı kanmsın, ne olur koluma girsen?"
"Olmaz, düğün olmadan olmaz!"
23 ağustos 1945'te, İzmir Orduevi'nde gençler muratlarına erdiler. Çakı gibi subaylar, gelinlikler
içindeki sevdikleriyle, kol kola, kılıçlar arasından geçerken, bir bölümü oturacak yer bulamayan
kalabalık davetli topluluğundan duygu yüklü bir alkış koptu.
Yaşadığı mutluluk Esma'nın bütün bedenini titretiyordu. Fethi, °nu dansa kaldınp, titreyen bedenini
kollan arasına aldı. İlk kez bu kadar yakın oldu kocasına. Onun kokusuyla ciğerlerini doldurdu,
ellerinin sıcaklığını kendi elinde, belinde hissetti. Takılıp
kaldı bakışları sevdiği adamın üniformasının düğmelerine. Oysaki, Fethi, onun basını kaldırmasını,
kendi gözlerine bakmasını istiyordu. Belindeki el uyarıyordu Esma'yı. Ama o daha da indiriyordu
gözlerini. Süvari teğmen, Esma'nm bakışlarını ayaklarında hissedince, hafifçe bastı onun pistte kayan
ayaklarına... Şaşırdı Esma. Farkında olmadan kaldırıp başını, dikti gözlerini sevdiğinin gözlerine.
Aman o gözler, bakmasın öyle... Baksın! İyi ama... Esma bakamıyor ki... Yeniden baş yerde... Yeniden
uyarıyor onu belindeki erkek eli, olmuyor, yeniden ayağı onun ayağının üzerinde. Artık iyice afacan
bakışlar... Ama afacanlıktan, utangaçlığa geçiş süresi çok kısa...

20/21 mayıs 1963.


Genelkurmay Başkanı Cevdet Sunay'ın özel kalem müdürü Kurmay Albay Celil Gürkan, 20 mayıs
1963 akşamı eşiyle birlikte, Hava Kuvvetleri Komutanı İrfan Tansel'in, İran'dan gelen bir konuk
onuruna verdiği resepsiyondaydı. Üst düzey bütün komutanlar oradaydı. Ankara'da yine ihtilal
fısıltıları vardı. 22 şubat 1962'de Harp Okulu komutanlığından emekli edilen Kurmay Albay Talat
Aydemir'in yeni bir ihtilal hazırlığı içinde olduğu kulaktan kulağa yayılıyor ama kimse bu konuyu
açıkça konuşamıyor-du. Ezici bir sıkıyönetim rejimi altında herkes tetikteydi ve kimsenin diğerine
güveni yoktu.
Celil Gürkan, Kuleli Askerî Lisesi'nde üç yıl sınıf arkadaşlığı yaptığı Albay Aydemirle Harp
Okulu'ndan da aynı dönemde mezun olmuştu. Bulunduğu görev nedeniyle, 22 Şubat sonrasında,
Albay Aydemirle yolda karşılaşıp da selamlaşan subayların bile listesinin çıkarıldığına, bu kişilerin
albayla yakın ilişkide olabileceği kaygısıyla kritik yerlere tayinlerinin engellendiğine tanık olmuştu.
O akşamki resepsiyon sırasında da, kimse ihtilal fısıltılarını dillendirmeye cesaret edememişti. Celil
Gürkan, içindekileri tutmayı pek de sevmeyen eşinin sorusuna dikkat kesildi. Eşi, emniyet genel
müdürü tuğgenerale, "Paşam" diyordu, "Ankara'da hava çok gergin, dedikodular var. Talat
Aydemir'in ihtilal hazırlığı içinde olduğu söyleniyor. Gözünüzü seveyim, nedir bu işin aslı, siz emniyet
genel müdürüsünüz, böyle bir koku alıyor musunuz ?"
Emniyet genel müdürü, gülümseyerek, "Ağabeyinize güvenin" dedi, "ben emniyet genel müdürüyüm.
Türkiye sakin, Ankara sakin- Sinek uçsa haberini alırım. Evinizde rahat olun..."

Kokteyl bitince Celil Gürkan da eşiyle birlikte Bahçelievler'deki evine geldi. Karıkoca soyunup
dokunup yattı.
Birkaç saat sonra, ısrarla çalan kapı ziliyle uyanan Celil Gürkan, kapıyı açınca, bir kurmay binbaşı
arkadaşını karşısında buldu:
"Talat ihtilal yapmış!"
"Ne demek yapmış..."
"Her tarafı kontrol altına almış. Haberin olsun istedim."
Celil Gürkan, heyecanla yataklarından fırlayıp peşi sıra gelen karısına ve çocuklarına baktı... Eğer
söylenen doğruysa, bir ihtilal yapılmışsa, Genelkurmay başkanının özel kalem müdürü olarak evinde
yatıp uyuyamazdı. Hemen giyinip dışan çıktı. Haberin doğru olup olmadığını öğrenmek için önce
Bahçelievler İnzibat Subaylığı'na gitti:
"Genelkurmay özel kalem müdürüyüm. Bir askerî müdahale olmuş. Acilen Genelkurmay'a
gitmeliyim."
"Kusura bakmayın. Hiçbir yere kımıldayamazsınız. Genelkurmay'a giderseniz yolda size parola
sorarlar."
Celil Gürkan, özel aracına binerek, heyecan ve merakla Genelkurmay'a doğru yol almaya başladı.
Beşevler'e geldiğinde bir Har-biyeli, arabanın önüne geçerek onları durdurdu:
"Parola?"
"Ne parolası oğlum ? Ben kurmay albayım. Genelkurmay başkanının özel kalem müdürüyüm.
Genelkurmay'a gidiyorum."
"Yasak efendim. Parolayı söylemeden geçemezsiniz."
"Nasıl olur oğlum ?"
"Kusura bakmayın efendim, geçemezsiniz."
O sırada, konuştuğu Harbiyeli'nin yanına bir diğeri yaklaştı. Çelik başlığının altından kendisine baktı:
"Enişte..."
Harp Okulu öğrencisi olan eşinin yeğeni karşısında duruyordu.
"Ne yapıyorsun?"
"Burada, parolayı bilmeyeni geçirmemekle görevliyim."
Parolayı bilmeyen eniştesine, "Geçemezsin" demekte zorlanıyordu. Sonra ikilem içinde, "Sen ne
tavsiye edersin?" diye sordu.
Bu zor soru karşısında, birkaç saniye düşünen Celil Gürkan, "Kendi kararını vermişsin oğlum, ben
karışmam" dedi.
Aynı akşam, Kurmay Albay Talat Aydemirin bir başka sınıf arkadaşı Yarbay Nusret Eraslan,
komutanlığını yaptığı Mamak'taki Ordu Film Merkezi'nde yatağa girmeye hazırlanıyordu. Saat 23.30
sıralarında telefon çaldı. Arayan, o sırada, Orduevi'nde, Hava

Kuvvetleri Komutanı İrfan Tansel'in bir yabancı konuk onuruna verdiği resepsiyonda bulunan Kara
Kuvvetleri Komutanı Ali Kes-kiner'di:
"Nusret, atla cipine şöyle bir bak bakalım, oralarda tank falan var mı? Buraya bazı gürültüler geliyor."
"Tamam komutanım." "Sonra da bana haber ver..."
Yarbay Nusret, cipine atlayıp "Koçero" lakaplı şoförüyle yola düştü. Cebeci civarında o da palet
seslerini duydu ama görünürde tank yoktu. Ancak yollarda gözle görülür bir kalabalık dikkat
çekiyordu. Millî Savunma Bakanlığı'na doğru ilerlerken, Güven Park'm arkasındaki benzinlikte,
eğitim elbiseleri içindeki birkaç Harbiyeli cipini durdurdu: "Parola?"
Yarbay Nusret, elini omzuna götürdü, rütbesini gösterdi: "İşte parola!"
Harbiyeli, yanındaki arkadaşına döndü, gülerek, "Bak" dedi, "yarbayım kitap gibi laf ediyor."
Yarbay Nusret, cipten inmesi istenince, hem şaşırdı, hem sinirlendi. O inmemekte, Harbiyeliler de
indirmekte ısrar edince, Koçero bir hamleyle gençlerin üzerlerine zıpladı. İtiş kakışın ardından,
Koçero epeyce hırpalandı, Yarbay Nusret de gözaltına alındı. Yol boyu sıra olmuş Harbiyeliler, kısa
mesafelerde onu birbirlerine teslim ediyorlardı. Harbiyelilerin oluşturduğu sıra Harp Okulu'na kadar
uzanıyordu ve o da bu yöntemle Harp Okulu'na kadar yürüyerek götürüldü.
Ne olduğunu anlayamayan Yarbay Nusret, Harp Okulu'nda Talat Aydemir'i gördü ama çocukluk
arkadaşının onunla pek ilgilenmediği belliydi. Bir topçu üsteğmen tarafından, Harp Okulu'nun subay
gazinosuna götürülen ilk tutuklulardan biri kendisi, diğeri 229. Piyade Alayı'nın komutanıydı. Sonra
gelenler çoğaldı. "Uçan sineği haber alan" emniyet genel müdürü de tutuklananlar arasındaydı. Ardı
ardına getirilen generaller Harp Okulu'nun gazinosunda toplanıyorlardı. Herkes birbirine ne
olduğunu soruyordu... Bir topçu üsteğmen, arada bir gelip, kendilerine radyodan ihtilal bildirilerini
dinletiyordu. Yarbay Nusret, "Türk Silahlı Kuvvetleri ihtilal yapıyorsa, beni neden tutukluyorlar ?"
sorusuna yanıt aramaya çalışıyordu. O da Silahlı Kuvvetlerin bir üyesiydi. Üstelik" bir asker olmasına
rağmen, yaptığı görev nedeniyle, bir ihtilalde tutuklanacak son kişiydi. "Ben filmciyim" diyordu kendi
kendine...

O arada generallerden Faruk Gürler ile Suat Aktulga, Albay Aydemirle görüşmeye gittiler. Bir süre
sonra, tutuklananların serbest bırakılacağı haberi geldi. Harp Okulu otobüsüyle belli bir noktaya
kadar götürülecek, orada serbest bırakılacaklardı. Tutuklananlarda, Harp Okulu'nun arkasındaki
ormanlık alanda kurşuna dizilecekleri inancı ağır bastı. Kimse birbirinden ayrılmak istemiyordu ama
tek otobüse sığmadıkları için iki ayrı otobüsle götürüleceklerdi. Generaller bu karmaşa içindeyken,
Emekli Albay Talat Aydemir, üzerinde üniformasıyla onları uzaktan izliyordu...
Orman bitene kadar, subaylar, her an otobüsten indirilip kurşuna dizilecekleri beklentisiyle, gergin
bir yolculuk yaptılar. Albay Aydemirle çocukluk arkadaşı olan, sonra da Kuleli'de sınıf arkadaşlığı
yapan Yarbay Nusret, onun kan dökecek bir yapısı olmadığına içtenlikle inanıyordu. "Yok canım,
Talat böyle bir şey yaptırmaz..." diyor, ama aynı anda "Ne olur ne olmaz, ihtilal bu..." kaygısını da
içinde taşıyordu.
Otobüs ormanlık yoldan çıkınca, içindekilerin de kaygılan son buldu. Subaylar, Genelkurmay
kavşağında serbest bırakıldılar. İkinci otobüsten inen Yarbay Nusret, yarandaki birkaç subayla
birlikte nereye gideceğini kestirmeye çalışıyordu. Bir yanlarında generallerin oturduğu Saraçoğlu
lojmanları vardı ve o bölge tümüyle Harbi-yelilerce kuşatılmıştı. Millî Savunma Bakanlığı tarafında
ise hükümet yanlısı kuvvetler mevzilenmişti. İki ateş arasına düşmüşler, ne tarafa gideceklerini
bilemiyorlardı. Sağa yönelseler parola, sola yönelseler parola soruluyordu. Onlarsa ne ihtilalcilerin
parolasını biliyorlardı, ne de Millî Savunma Bakanlığı'nın gecenin ilerleyen saatlerinde belirlediği
özel durum parolasını...
Sonunda diğer otobüsten inen Millî Savunma Bakanlığı Müsteşarı General Faruk Gürlerle birlikte
Genelkurmay'a girmeyi başardılar. İçerisi subay ve general kaynıyordu. O sırada dışarıda da çatışma
başlamıştı. Ses duvarını aşarak alçak uçuşlar yapan ve pencerelerin camlarını çatlatan jetlerin,
ihtilalcilerden mi, kendilerinden mi yana olduğunu bilmiyorlardı. Bu arada ihtilalci güçlerden yana
olduklarını anladıkları üç tanktan biri namlusunu Genelkurmay'a, diğeri Deniz Kuvvetleri
Komutanlığı'na, üçüncüsü ise Jandarma Genel Komutanlığı'na çevirmişti.
Kıtalar gelip, Genelkurmay Başkanı Cevdet Sunay'dan ateş emri istiyordu ama o ikilem içindeydi.
Etrafındaki pek çok subayın oğlu da Harp Okulu öğrencisiydi ve kaygı içinde bekleşiyor-lardı.
Yarbay Nusret, dışarıyı birlikte seyrettikleri bir havacı albayın,
I

camı açarak, Harp Okulu öğrencilerine hakaret ettiğine ve hemen arkasından, onun bir tanktaki
uçaksavar makineli tüfeğinden fırlayan kurşunla yere serildiğine tanık oldu.
Hükümet güçlerinin ateş açmasıyla birlikte ortalık savaş alanına döndü. Harp Okulu öğrencilerinden
fırlayan kepler, vurulanlar olduğunun kanıtıydı. Saatler ilerliyor, hükümet güçleri ateşi kesmiyordu.
O sırada bir albay, koşarak, Genelkurmay'a yöneldi ve "Lütfen ateşi kestirin" diye bağırdı.
"Lütfen... Benim oğlum da içlerinde... Ben şimdi hepsini toplarım... Siz ateşi kestirin..."

20/21 mayıs 1963.


Dışarıda ihtilalciler için koşarak ilerleyen zaman, evdekiler için sancıya dönüşmüştü. Fethi Gürcan'ın
kayınbiraderi Mustafa Türker'in evinde kulaklar radyodaydı. L biçimindeki salon perdeyle ikiye
bölünmüştü. Çocuklar dip tarafta oynuyorlardı. Balkon kapısının bulunduğu tarafta ise büyükler
masa başına toplanmış vakit geçirmeye çalışıyorlardı. Daha önlerinde zaman vardı ama kulakları
çoktan yayınlanacak ihtilal bildirisine ayarlanmıştı.
Mustafa Türker, kız kardeşi Esma'ya dönüp, "Saat yaklaşıyor" diyerek balkona çıktı. Binanın önü
açıktı... Başını çevirdi; jandarma eğitim alanında olağanüstü bir durum göze çarpmıyordu. Başını
diğer yöne çevirdi, Harp Okulu'nun tepeleri sakindi. Orada da bir hareket yoktu. "Niye olsun..." diye
söylendi kendi kendine, daha ihtilal fitilinin ateşlenme saati gelmemişti.
İçeriye girdiğinde, sessizce masadaki sandalyelerden birine oturdu. Çocuklar oyunlarını ve
kavgalarını inanılmaz bir umursamazlıkla sürdürüyorlardı. Gözünün ucuyla Esma'yı süzdü, onun
sessiz bekleyişi, kendi sessiz bekleyişine değince, bir garip gürültü koptu yüreğinde...
"Saat on ikiye geliyor" dedi sonunda heyecanını tutamayarak. Planlara göre, ihtilal bildirisi, radyo
yayınının bitim saati olan yirmi dörtte yayınlanacaktı. Masanın başında toplanan yetişkinlerin
yalnızca yürek sesleri duyuluyordu. Fethi için bu gecenin sonu ya zafer ya ölüm olacaktı. Çocuklardan
büyük olanlar da masanın etrafında yerlerini almışlardı. Nefeslerin tutulduğu anda, radyo yayını
bitiverdi. Saat yirmi dördü geçmişti ve... Yok... İhtilal bildirisi yok... Herkes birbirine bakıyor, hiç
kimse tek bir söz bile ko-

nuşamıyordu. Hepsine saatler gibi gelen birkaç dakika geçmişti yalnızca... Mustafa Türker hızla yatak
orasına girdi... Kendisini kapana kısılmış gibi hissediyordu. Evde değil, dışarıda, Fethi'nin yanında
olmalıydı. Az sonra üzerinde yarbay üniformasıyla salona girince, eşi "Ne yapıyorsun ?" diye sordu.
Sorusuna çığlık karışmıştı. Mustafa Türker, tabancasını beline yerleştirirken, "Ben de gideceğim"
dedi, "belli ki bir aksilik oldu, burada bekleye-
mem."
"Hayır, ne olacağı belli değil. Bu çocukların hali ne olacak? Gidemezsin. Gel otur şuraya..."
Mustafa'nın kararlı tavrıyla, eşi İlhan'ın itirazları sürerken, radyo yeniden yayma geçti... Esma, ne
zamandır masa örtüsünün kıvrımlarında kaybolan bakışlarını, yeniden hayat bulmuş gibi ağabeyine
kaldırdı doğruca... Heyecanlan kol kola girip halay çekti. İhtilal bildirisi yayınlanıyordu!
"Büyük Türk milleti... Halaskar fedailerin yalnız ve daima senin emrinde ve hizmetindedirler..."
Esma, evde bir gürültü koptuğunu duydu ama kimin ne söylediğini anlayamadı. Mustafa Türker
yeniden balkona çıktı... Bir hareketlilik mi vardı, ona mı öyle geliyordu anlamadı. Evet, Harp
Okulu'nda bir hareket olduğu kesindi.
Bir süre sonra Harp Okulu sırtlarından silah sesleri duyulmaya başlandı. Tank paletleri de tamdık bir
şarkının ritmi gibiydi.
Mustafa Türker'in üniforması hâlâ üzerindeydi. Esma'ya yakın olduğu her an heyecanının yalnızca
derisini değil, üniformasını da delecek bir deliliğe ulaştığını hissediyor, kendisini balkona atıyordu.
Üst üste okunan ihtilal bildirilerinin ardından, bir başka anons duydu Esma. İlk ihtilal bildirisinin
ardından henüz kırk dakika bile geçmemişti:
"... Ben 28. Tümen Kurmay Başkanı Ali Elverdi'yim. Bundan önce yapılan bütün beyanlar yalan ve
yanlıştır. Bunları Talat'ın üç buçuk adamı yapmıştır... Bunlar maceracı insanlardır..."
Bu sesi duymak istemiyordu. Bu sesi duymamak için kim bilir neler verebilirdi. Bu eğer Fethi'nin
ölümü olacaksa, kendi ölse de duymasaydı. Radyo hükümet güçlerinin eline geçmişti. Masaya
düşmek üzere olan başım yalnızca sağ şakağına dayadığı eli tutuyordu.
ilhan'ın, "Eyvah şimdi mahvolduk!.." nidası, Mustafa'nın uyan-sı üzerine yinelenmemişti.
Yoğunlaşan silah sesleri balkonda yankılanıyor, oradan doğru-

ca Esma'nın beyninin hücrelerine ulaşıyordu. İnsan bazen sağır olmayı ister... Hiç duymamak, hiç
anlamamak ister... Esma da sağır olmak, hiç duymamak, hiç anlamamak istiyordu.
Ağabeyi yeniden ayaklanmıştı... Esma, onun dışarı çıkmak, Fethi'nin yanında olmak isteği ile
evdekilerin karşı çıkışlarını duydu ama görmedi. İlhan, "Dışarı çıkarsan, ben de çocuklarımı alıp
anneme giderim" diye bağırıyordu. Kıyametin büyüğü bulunduğu evde mi, yoksa dışarıda mı
anlamadı. Galiba Sıdıka ağırlığını koymuş, "Fethi bu çocukları sana emanet etti. İhtiyaç duyarsa seni
aldırır" demişti... Kolundaki saate bakılırsa bu kargaşa bir saatten biraz daha fazla sürmüştü. Esma,
saatin mi yavaşladığını, yoksa kendisinin mi hızla aktığını kestiremedi.
Acıyla burkulan yüreği, radyodaki ikinci ihtilal bildirisiyle biraz durulur gibi oldu ama bu ilki gibi
coşku yaratmadı. Radyo üst üste el değiştirmeye başlamıştı. Zafer ve yenilgi soluk soluğa çılgın bir
yanşa girmişti ve her ikisi de, finale oynuyordu.
Silah sesleri yoğunluğunu artırmıştı. Mustafa çocukları camın önünden çekiyor, güvenli köşelere
taşıyordu. Sonunda jet sesleri, silah seslerini de, palet seslerini de bastırdı. Olayın büyük bir
çatışmaya doğru gideceği endişesini duydu içinde Esma... Zafer de yenilgi kadar acı verici olabilirdi.
Çatışma varsa... İnsanlar ölüyorsa...
Radyoda yayın tekrar kesildi... İşte çılgın yarışta, finale koşan olsa olsa yenilgiydi. Hiç duymasa, kalbi
hiç çarpmasa, hiç yaşa-masa... Sonrasını bilmese, sonrasını yüklenmese...
Gün ışımaya yakm, jet seslerinin en yüksek perdeye ulaştığı anda, bildiri savaslan hükümetin
zaferiyle bitti. Silah sesleri hâlâ devam ediyordu. Harp Okulu yamaçlanndan askerî birliklerin
ihtilalcileri sarma harekâtını artık gözleriyle izleyebiliyorlardı.
Esma'nın sessiz sesi, "Bu yenilgiyle birlikte, her şey bitti" dedi kendi kendine...
Fethi... Neredesin?
Bu soru öyle sessiz de olsa uluorta sorulmazdı. Çabucak çocuklarını toparladı, İlhan ile ağabeyini bile
hayrete düşüren bir soğukkanlılıkla, "Biz gidelim artık" dedi.
Zaman hangi tanıma girer? Zamanı geriye çekemiyorsak, ileriye kuramıyorsak, hangi sıkışılmışlığm
içinde kalır? İnsan koşup gidiyorsa, zamanın durdurulması neye yarar? Zamanı ne zaman
durdurmaya kalkışsanız, mutlaka geç kalmışsmızdır.
20/21 Mayıs hareketinde yer alan bütün erkeklerin evlerinde

müthiş bir yenilgi duygusu yaşanıyordu. Olayın dinamiğinde yer alanlann yüreğinde henüz yeşerme
fırsatı bulan bu duygu; eşlerin, çocuklann yüreğinde çoktan boy atmış, kökleri ise endişeye ulaşmıştı.
Önce bir haber... Öldüler mi, kaldılar mı? Tutuklandılar mı, kaçtılar mı ? Birbiri ardına eklenen
sorular, kınk bir plak gibi aynı şeyi tekrarlayarak sonsuzluğa ulaşıyordu: Bundan sonra ne olacak ?
Gece boyunca sokaklarda yaşanan gürültü, bu kez Esma'nın yüreğine sıkışmıştı. Neyse ki, çocuklar
uyumuş, Sıdıka'yı da biraz dinlenmesi için ikna etmişti. Şimdi, şafak, kızıl bir bilinmezlikle; acıyı,
kaygıyı, kaybolmaya yüz tutan hayalleri, hiç kuşkusuz çoğalacak özlemleri, aynlığı beraberinde
taşıyordu. Saatlerdir pencerenin önündeydi. Neredesin ?
Bir sorunun yanıtı ne kadar bilinmezse, en ağır olasılıklar üzerinde dolaşır durur... Her bir soru
işareti, bir ünleme dönüşmeye, sesler çığlığa kanşmaya hazırdır. Sorulan soranlar sanır ki, soru
işareti kalktığında, geriye ünlem kalacaktır. Esma'nın beyni de, "Kaçmış olabilir mi ?" sorusuyla
başladı, "Tutuklandı mı ?" diye sürdü, "Vuruldu mu?"da takıldı, "Öldü mü?" sorusunda saplanıp
kaldı, ünleme dönüştü, çığlık oldu. Almaya çalıştığı derin nefes, genişleyen yüreğinin tek odasını bile
doldurmuyor, bütün soluklan yanm kalıyordu. Dirseğinden bir şimşek gibi omzuna doğru çakan
sancıyla ürktü. Uyuşmuş kolunu ovdu. Onu uyuşturan ağırlığı silkip atamayacaktı. Sorumluluktan
kaçamazdı. Ağırlığı üzerinde taşıyarak yerinden kalktı, çayı demlemek üzere mutfağa yöneldi.
Radyo yeniden yayma başladıktan bir süre sonra, evdekiler de kısa uykulanndan uyanmaya
başladılar. Beklenen açıklama geldi- Bildiri, kamuoyuna 21 Mayısçılann teslim olduklarını
duyuruyordu. Sonunda bir haber gelmişti ama bu haber Esma'nın kaygılarım ne azalttı, ne çoğalttı.
Diğer olasılıkları gündemden kaldırmadı. Şaşırdı kendi tepkisizliğine...
Sabah artık erken olmaktan çıktığında, Harp Okulu yönünden gelen otobüsler Emekli Subay
Evleri'nin içinden geçmeye başladılar. On dört yaşındaki büyük oğlu Ömer, kaşla göz arasında dı-
Şanya koştu. Babalanndan haber bekleyen birkaç genç, mahallenin sokaklarında birbirlerini
bulmuşlar, üst üste koyduklan bek-ieyişlerini, dev bir yangına dönüştürmüşlerdi. Üniversite öğrencisi
Taylan, otobüslerin içinde üniformalı subaylan görünce, arkadaşlarına döndü. Hepsi, otobüslerdeki
subaylann olay sonrasın-

da gözaltına alman babaları olduklarını anıamışıaruı. v^mcı, ıv^. dişinden daha büyük gençlerin
arasına katılmadı, konuştuklarını duymadı ama gözleriyle, ağır ağır önlerinden geçen otobüslerin
içindeki üniformalı subayları taradı.
İçindeki dürtüye kendisini teslim eden Taylan ise, yaklaştığı otobüsün camında babasını görmüştü.
Bir daha hiç görmeyecek-miş hissinin en ağır olduğu noktada; kederin, çaresizliğin, kaygının
böylesine büyüdüğü bir anda, her şey mutlu sona ulaşmış gibi, bütün kötü duygularım yitirip,
engellenemez bir sevince kapıldı. Bir çocuk telaşıyla el salladı babasına... Rıfkı Erten, oğluna aynı
şekilde karşılık verdikten sonra, başparmağını yukarı kaldırarak, sessiz ama güçlü bir mesaj verdi:
Merak etme. Dik duruyoruz.
Taylan'm içinde bir çiçek gibi açan sevinç, otobüs geçip gittiğinde çabucak boynunu büktü. Babasının
inancını paylaşmış, yaptıklarının doğruluğuna ve başarılı olacaklarına inanmıştı. Gece sayısız kez,
kendi kendisine aynı şeyi söylemişti:
Her şey bitti.
Babası ölmemişti, ama... Son soru yankılanmaya başladı:
Şimdi ne olacak ?
Rıfkı Erten, 22 Şubat direnişine görev yeri olan Sivas'ta katılmış, emekli edilmişti. Ardından
Ankara'ya yerleşmiş, dava arkadaşlarıyla birlikte 21 Mayıs'm içinde yer almıştı. Aynı davada yer
almak, yalnızca dava arkadaşlarını değil, onlann eşlerini de, çocuklarını da yakmlaştırmıştı. Taylan
da, Ankara'da bulunduğu günlerde, harekâtın lideri Talat Aydemir'in kendisiyle aynı yaşlardaki oğlu
Metin Aydemir'le tanışmış, arkadaşlık kurmuştu. Artık paylaşmaya başladıkları ortak kader, onları
kaçınılmaz olarak birbirlerine daha çok yaklaştıracaktı.
Taylan, boynu bükülen sevincini yeniden diriltmeye çalışarak, eve koştu, annesine haber verdi:
"Babamla birbirimize el salladık!"
Esma, kapıdan giren Ömer'e, "Ne oldu?" diye sordu.
"Taylan Ağabey, Rıfkı Amca'yı otobüste gördü. Birbirlerine el salladılar..."
"Babanı gördün mü?"
"Hayır."
Ömer'in sesinde duygularını yansıtan en küçük bir tını bile yoktu.
Esma, kaygısını, bekleyişini, heyecanını, dev bir iş makinesi gi-

bi Kw
türen yüreğinin sesini soğukkanlılık zırhıyla örttü; gözlerindeki
telaş, dışarıya nasıl olduysa metanet biçiminde yansıdı.
Hep pencerenin önünde birileri vardı. Zaten Esma'nın gözü de apartman girişini gören camdan
ayrılmıyordu. Sesin hangi çocuğundan geldiğini anlayamadı:
"Anne, askerler bizim apartmana giriyor!"
Bu uyarı ile kapı zilinin hiç ara vermeden çalması arasında o kadar kısa süre vardı ki, Esma kapıyı
açtığında karşısında duran biri denizci, diğeri havacı iki subayın, heyecanını yadırgadı. Bütün aile,
onunla birlikte kapıya dizilmişti. Esma, daha birkaç saat önce sırtına yerleştirdiği ağırlığı şimdi daha
rahat kaldırıyordu. Yaşma aldırmayan çocuk gözleri bu ağırlığın etkisiyle olacak, hafifçe kısılmıştı.
"Fethi Gürcan evde mi?"
Bilmiyorlar! Vurulsa bilirlerdi, ölse çoktan... Arıyorlar... Aradıklarına göre ? Yakalanmamış. Kaçmış
demek ki!
Daha ne kadar zaman geçti üzerinden? Kısa... Çok kısa... Radyoda, "Teslim oldular" denmişti.
Esma'nın kaygılan ne azalmış, ne çoğalmıştı... Oysaki tek bir soru, pek çok soruyu aynı anda
yanıtlıyordu şimdi... Omuzları biraz daha dikleşti:
"Hayır."
"Nerede ?"
"Kocam maliye müfettişidir. İstanbul'a teftişe gitti!"
Görevli subaylar, kibar ama kararlıydı:
"Kocanız dün geceki harekâtın başındaydı hanımefendi! Öyle çok yerde görüldü ki, sanki gece
boyunca bir değil, on tane Fethi Gürcan vardı. Bunu bilmeyen yok, söyleyin nerede ?"
"Biliyorsanız neden bana soruyorsunuz ?"
Subaylar evde arama yapacaklardı. Esma, onların peşindeydi. Bir ara görevli subaylar, "Zaten
yakaladık" demişlerdi ama Esma artık bunun bir blöf olduğunu anlamıştı.
Her yer didik didik aranıyordu.
"Evde silah var mı?"
Esma, son doğumun ardından biraz ağırlaşmış bedenini hiçe sayan hareketlerle subayları takip
ediyordu. Aptal yerine konmayacaktı:
İhtilale giden adam, silahlarını evde mi bırakacaktı?" Arama yapan subaylardan biri, "Sen git,
Avrupa'da kraliçelerin, eylet başkanlarının önünde at koştur, bu kadar kupa kazan, sonra a gel bu
işlere kalkış" diye söyleniyor, diğeri lafı ağzından alıyor-

50

51

du: "Mesleği var, karısı var, dört çocuğu var, ne istedi bu adam ?"
Şimdi ben size verilecek cevabı bilirim de hadi neyse... O Kars'taki dünyayı da gördü, Paris'i de...
Viyana'da masal gibi gecelerde konuk oldu da, İstanbul'un gecekondu mahallelerin-deki yaşamı
sindiremedi içine...
Yatak odasına geçmişlerdi. Çekmeceler didikleniyor, yatak altüst ediliyordu. O sırada subaylardan
birinin elindeki fotoğrafı gördü. Ayazağa Süvari Grubu'ndan sekiz on genç subayın Fethi Gürcan'a
gönderdiği, her birinin tek tek "Emrindeyiz" diye yazıp imzaladığı bir fotoğraftı bu. Geniş zamanlara
yayılan yaşanmışlıklar, anılarda nasıl da kısacık bir anda, bütün ayrıntılarıyla yinelenir. Her şey
çabucak yerli yerine konur, sonuçlan algılanır, harekete geçilir.
Hepsinin... Fotoğrafta kim varsa, hepsinin başı derde girecek.
Esma, bir panter gibi atlayıp, subayın elinden kaptığı fotoğrafı, ölçülemeyecek kadar kısa bir sürede
parçalayıp yere attı. Her şeyin göze alındığı zamanlardaki asi bakışlarmı görevli subaya dikecekti ki,
gözlerini kaldırdığı anda, bu gergin karşılaşmayı yerle bir eden, öfkesini dindiren, çok özel, çok sıra
dışı, gizli bir anlaşmanın varlığını, karşısındakinin bakışlannda hissetti. Engellenebilirdi... O fotoğrafı
yırtmasına izin verilmeyebilirdi. Birkaç saniye her şeyi değiştirdi. Esma sakinleşti. Hem de, kendi
kendine "Onlar da görevlerini yapıyorlar" diye söylenmese bile, bunu hissettirebilecek kadar...
Yaşanan gerginlik, çoktan Mustafa'ya dalga dalga ulaşmış, evinden koşar adımlarla çıkıp, kardeşinin
evine ulaşmıştı. Mustafa, geldiğinde, arama yapan subaylarla karşılaşmıştı ve artık subaylar için Fethi
Gürcan'ı ele geçirememiş olmalannm son itirafını yapma zamanı gelmişti. Tıpkı, Esma'ya, "Kocanız
nerede?" diye sorduklan gibi, Mustafa Türker'i sorguya götürmeleri gerektiğini söylerken de aynı şeyi
itiraf etmişlerdi:
Fethi Gürcan yakalanamamıştı.
Subayların geldiği andan itibaren, bir gölge gibi sessiz, bildiği bütün duaları mınldanarak -ki çok iyi
bilirdi- Esma'yı gölge gibi izleyen Sıdıka'nm sinirleri altüst oldu bu kez de... Bir yanda Esma, bir
yanda nerede, ne durumda olduğu belirsiz Fethi... Şimdi de Mustafa...
Mustafa'nın önünde geçip, "Nasıl götürürsünüz ?" diye dikildi subayların karşısına. "Bu da neyin
nesi, onu niye götürüyorsunuz, ne ilgisi var onun bu işlerle ?"
Sıdıka, kardeşleri üzerindeki tartışmasız otoritesinin subaylar

•verinde de etkili olabileceğini hesaplıyordu belki de... Belki de, bunun imkânsızlığı içinde böyle
ölçüsüz bağınp çağınyordu. Onu bir tek Mustafa sakinleştirebilirdi ve öyle oldu:
"Telaşlanma abla! Abla!"
Sıdıka'nın bir an susup ona bakmasından yararlanıp, çabucak söyledi söyleyeceklerini:
"Döneceğim, merak etme. Gideceğim ve döneceğim! Sen ço-cuklann başında dur, sakin ol, onları da
sakinleştir. Ben gidip, döneceğim abla..."
Esma, içeriye döndüğünde, salondaki masanın üzerinde duran şarjör ve kurşuna baktı... Evin gizli
saklı köşelerini ararken, salondaki masanın üzerine bakmak akıllanna bile gelmemişti...

8
21 mayıs 1963.
Her şey bittikten sonra, yıllarca atının nallanyla dövdüğü; toprağını, ağaçlarını, kuşlarını tanıdığı
Dikmen tepelerine vurdu kendisini... Güneş yükselmiş, hava iyiden iyiye ısınmaya başlamıştı. Gözüne
geniş gövdeli bir ağaç kestirdi. Güçlükle birkaç adım atıp, sırtını o güçlü gövdeye dayadı; yorgun,
uykusuz bedenini yavaşça toprağa bıraktı...
Uyandığında, derin bir yalnızlık duygusu, yenilginin elle tutu-lurmuşçasına maddeleşen
mutsuzluğuna ağıt yakıyordu. Yenik bir komutandı o... Başarısızlıkla sonuçlanmış ihtilal girişiminin
bir numaralı eylem adamıydı.
Çılgın bir gecede, çılgınca hızla akan zaman, zaferi ellerinden koparmıştı. Teslim olmayı aklından bile
geçirmedi.
Zamanın unutulduğu anlar, Tank Okulu'na girişte başlamıştı. Kapıdaki nöbetçi, okul arkadaşı, kız
kardeşinin kocası Ömer'di... Yanında da, önceden hazırlık yapması için gönderdiği Yüzbaşı Sedat
Ünal vardı. İçeri girip, doğruca kursiyerlerin yattıkları koğuşlara gitmişlerdi. Gençler zaten onları
bekliyorlardı. Daha harekâtın ilk anlarında gökyüzünden beklediği sinyali alamamıştı. Çünkü
planlarına göre, onlar Tank Okulu'na girdiklerinde, Hava Kuv-vetleri'nin jetleri uçacaktı. Ama bunun
nedenleri üzerinde düşünecek lüksü yoktu, gençler onun komutunu bekliyorlardı. "Tankçılar tank
başına, Süvariler Süvari Grubu'na!" diye gürledi. Böylece ihtilalin fitilini ateşlemiş oldu.
Tank Üsteğmen İlhan Baş da ondan aldığı emirle Radyoevi'ne doğru tanklarla yola çıktı.
Hızla Süvari Grubu'na geçti. Nöbetçi astsubaya "alarm" komu-

tu verdi ve oradaki birlikleri de harekete geçirdi. Turgut Saltoğ-lu'na dönerek, cephanelikten mermi
getirmesini istedi.
Mermiler dağıtıldı ve bölükler dışarıya sevk edildi. İlk görev tamamlanmıştı. Emrinde üç cip vardı.
Bunlardan birinde Erol Din-çer, diğerinde Turgut Saltoğlu bulunuyordu. Kendisi ise birlikler
arasında irtibatı sağlayacaktı.
Onlar Tank Okulu ve Süvari Grubu'nu harekete geçirdikleri sırada, diğer grubun da Harp Okulu'na
girmiş olması gerekiyordu. Bir bölük destek kuvvet olarak Radyoevi'ne gitmiş, ihtilal bildirisi
okunmuş, Talat Aydemir de Harp Okulu'na gelmiş olmalıydı. Ancak yaklaştığında durumda bir
gariplik sezdi. Harp Okulu'nda bir karmaşa vardı. Sandıklar açılmış, silahlar dağıtılıyordu.
Öğrencilerin yüzlerinde büyük bir heyecan vardı. Neyse ki, on iki dakika gecikmeli de olsa "Talat
Aydemir" imzalı ihtilal bildirisi okunmuştu.
"... Türk Silahlı Kuvvetleri tamamen Atatürk ilkelerine bağlı olarak milletimizin muhtaç olduğu
kuvvetli, istikrarlı, devrimci ve demokratik Cumhuriyet idaresini kuracak... Büyük Türk milleti...
Halaskar fedailerin yalnız ve daima senin emrinde ve hizmetindedir..."
Bu bildirinin ardından, "Harbiye Marşı" çalınmaya başlanmıştı...
Yıldırımlar yaratan bir ırkın ahfadıyız, Tufanları gösteren, tarihlerin yâdıyız, Kanla, irfanla kurduk biz
bu Cumhuriyet'i Cehennemler kudursa, ölmez nigâhbamyız.
Yaşa var ol Harbiye, yıkılmaz satvetinle, Göklerden gelen bir ses sana ne diyor, dinle: Türk vatanı
üstünde sönmez bir güneşsin sen, Kartal yuvalarında, hürdür millet seninle.
O saate kadar kararlaştırıldığı şekilde üniformalarını giymiş, dava arkadaşlarından birinin evinde
hazır bekleyen Talat Ayde-mır in kanındaki çılgın bir koro sevinç çığlıkları attı. Artık ölse de gam
yemezdi. Onun kanı zafer ritminde akarken, hükümetin kimi akanları her an tutuklanabilecekleri
endişesine kapılmış, hapishane bavullarını hazırlamaya başlamışlardı. ^ Fethi Gürcan, Talat
Aydemir'in henüz Harp Okulu'na gelmedi-anladı. Belli ki, radyoda ilk bildiri okunur okunmaz albayı
al-

ması gereken ekip görevini yerine getirmemişti. Kurşun bir kez atılmıştı. Hemen, Harp Okulu'ndaki
duruma el koydu. Talat Ayde-mir'in alınması için bir başka ekibi görevlendirdi.
Yapılması gereken ilk işlerden biri yüksek rütbeli subayların oturduğu Saraçoğlu Mahallesi'nin ele
geçirilmesi ve generallerin enterne edilmesiydi... Öğrencileri bu yöne sevk etti...
Harp Okulu'ndaki örgütün lideri Önder Aydınlı, arkadaşlarıyla birlikte okulun nöbetçi subay heyetini
ekarte etmişti. Cephane sandıklarını kırmışlar, teçhizat kuşanıp, silahlanmışlardı. Kendisini okulun
nöbetçi subay kulübesinde bulan Fethi Gürcan'ın sesini duyunca, Atatürk Anıtı'ran dibinde, çizmeleri
ayağında, bir elinde Thompson, belinde tabancasıyla duran heybetli adamın yanına doğru koştu...
"Önder, Cevdet Paşa getirildi mi ?" "Hayır komutanım!" "Görevli ekip neden geç kaldı?"
Planlara göre, Genelkurmay başkanının enterne edilmesiyle görevli olan Önder değildi.
"Durum hakkında bilgim yok komutanım." "Hemen yanına arkadaşlarını al, Cevdet Paşa'yı
tutuklayarak buraya getir!"
Yirmi yaşındaki Harbiyeli Önder, Türkiye Cumhuriyeti ordusunun en tepesindeki adamı tutuklamak
üzere verilen emri, büyük bir heyecan içinde ama hiç şaşırmadan, paniğe ve ikileme kapılmadan aldı.
"Emredersiniz komutanım!"
Çabucak toparladığı on beş-on altı arkadaşıyla birlikte, Saraçoğlu Mahallesi'ne doğru yola çıktı.
Fethi Gürcan, cipe atlayıp bu kez Meclis Muhafız Taburu'na geçti. Üsteğmen Kadir Yıldırım onlara
silah sağlayacaktı. Hedefe vanp, cephanelerim ve silahlarını aldılar. Üzerlerinde adeta birer
cephanelik taşıyorlardı. Genelkurmay'a doğru yürümeye başladılar. Şehir postal sesleriyle inliyordu.
O saatlerde zaman mı daha hızlıydı, yoksa kendisi mi bilmiyordu. Artık postal seslerine silah sesleri
de karışmıştı. "Parola?"
"Harbiyeli aldanmaz!"
Tank Okulu, Süvari Grubu, Harp Okulu, Genelkurmay civan, Türkiye Büyük Millet Meclisi önü,
Bakanlıklar, Sıhhiye...
Fethi Gürcan zaferin yalnızca bir adım ötede olduğunu düşü-j nüyordu. Ama bir türlü son adımı
atacağı Muhafız Alayı'na ulaşa-1

iniyordu. Oradan oraya koşturuyor, ihtilal havası ciğerlerini dol-duruyordu. Onun görevi bir "eylem
lideri" olarak bu ihtilali kazanmaktı. Bütün boşlukları doldurmaya çalışıyor, bütün aksiliklere el
koyuyordu. Bir an önce Kavaklıdere'de buluşmak için söz-leştiği Süvari Grubu'nun yanma gitmek
istiyordu.
Ancak bu kez aksiliklerin en büyüğüyle karşı karşıya kalmıştı. Radyoevi el değiştirmiş, karşı bildiriler
yayınlanmaya başlanmıştı.
"Muhterem Türk milleti... Ben 28. Tümen Kurmay Başkanı Ali Elverdi'yim."
Fethi'nin aklından hızla, Radyoevi'ne giren ihtilalcileri korumakla görevlendirilen kişinin iki taraflı
çalıştığı yönündeki istihbaratı aldığı gün geçti. Bu bilgiyi Albay Talat Aydemir'e aktarmıştı. Ancak
albay, görevlendirdiği kişiye olan güvenini yinelemiş, kendisini de istihbaratın yanlış olduğuna ikna
etmişti.
Hareketin seyrini tamamen değiştiren anons sürüyordu:
"Bundan önce yapılan bütün beyanlar yalan ve yanlıştır. Bunları Talat'ın üç buçuk adamı yapmıştır..."
Bu anons, Aydemir'in Harp Okulu'nda öğrencilerin kendisini coşkuyla karşılamasının hemen
ardından yayınlanmıştı.
Fethi, radyodaki el değiştirmenin nelere mal olacağım çok iyi biliyordu. İhtilalci güçlere katılıp
katılmamak konusunda ikilem içinde kalan, "başaracaklar" kaygısıyla karşı yönde harekete geçmeyen
güçler, "yenilgi"nin kokusunu almış, Hükümet ve Genelkurmay moral kazanmıştı. İhtilale karşı
güçler hızla harekete geçmiş, olayın akışını değiştirmişti. Eskişehir'den ihtilalcilere destek vermek
üzere gelen ve Çankaya Köşkü'nün üzerinde uçuş yapan Hava Kuvvetleri'ne ait jetler ise yön
değiştirmiş, bu kez ihtilal karargâhı olan Harp Okulu üzerinde uçuş yapmaya başlamışlardı. Namlular
ters dönüyordu. Ali Elverdi'nin anonsu, İstanbul'da ihtilal için yola çıkan birlikleri de durdurmuş,
hareket büyük bir darbe yemişti.
Binbaşı Fethi, bu kez sağ kolu Erol Dinçer'in emrine dört öğrenci vermiş ve onları Radyoevi'ne
göndermişti. Erol Dinçer, yol boyunca büyük risklerle karşılaşmasına rağmen, Radyoevi'ne ulaşmış,
karşı yönde bildiriler okuyan Ali Elverdi'yi enterne etmişti; Radyoevi yemden ihtilalcilerin eline
geçmişti. Saatler 02.20'yi gösteriyordu...
"... İhtilal için özel parolayı bilmeyen hiçbir vatandaş sokağa Çıkmayacaktır. Aksi halde hareket eden
kim olursa olsun ateş bilecektir..."
Kararsızlığını yenememiş olan kimi subaylar üniformalarını

giymiş, evlerinde tetikte bekliyorlardı. Kulakları radyodaydı. Zaferin kime ait olduğunu bir anlasalar
onların yanında harekete geçeceklerdi. Ama bir türlü kimin egemen olduğunu anlayamıyorlardı.
Fethi Gürcan, çatışmaların başladığı Ankara caddelerinde Radyoevi'ne doğru yol alırken, ölümün kaç
kez bir kurşun zırhına bürünerek yanı başından geçtiğini bilmiyordu. Belinde üç el tabancası, elinde
Thompson'u vardı. Ekmek torbasında el bombaları taşıyordu. Bel kemeri ise alabildiğine mermi
yüklüydü.
Radyoevi'ne geldiğinde; aldığı ilk haberler iyiydi. Erol Dinçer, Ali Elverdi'yi tutuklamış, yeniden
ihtilal bildirileri okumaya başlamıştı... Harp Okulu'na yöneldi. Burada albayla buluşacaktı. Ancak
Harp Okulu'na ulaştığında, ihtilal bildirilerinin kesildiğini gördü. Hükümet yanlısı güçler, vericiyi
kesmiş, radyo yayını susmuştu.
Eylem planım, bu ihtilale soyunan herkesin kendisi gibi, sonuna kadar ve ölümüne görevini yapacağı
varsayımıyla hazırlayan Binbaşı Fethi, planın işlemediğinin farkındaydı. Bu kez de, Etimesgut
vericisini ele geçirmekle görevli olanlar, onlan yarı yolda
bırakmıştı.
O Harp Okulu'ndayken, Radyoevi'nde yapacak bir şey kalmadığını gören Erol Dinçer, tutukladığı Ali
Elverdi'yi ihtilal merkezine getirmişti.
Parolayı bilmeyen üst rütbeli subaylar da enterne edilerek Harp Okulu'na getiriliyordu, ihtilalin lideri
Talat Aydemirin en büyük endişesi, ordu içindeki kutuplaşmanın oluk oluk kan akacak bir çatışmaya
dönüşmesiydi. O yine ak bir ihtilal düşlüyordu. Bu yüzden, karşı kutuptakileri, kendi saflarına
çekmeye çalışıyordu. Bir subaya yapılacak en büyük hakaretin silahının alınması olduğunu
düşünüyordu. Gençlerin tutuklayıp Harp Okulu'na getirdikleri üst rütbeli subaylar, burada kısa bir
süre tutulduktan sonra silahlarıyla birlikte serbest bırakılıyorlardı.

Fethi Gürcan orada fazla kalmadı, kendisini yeniden Ankara caddelerine vurdu... Genelkurmay
kavşağına geldiğinde, merkez kıtası subaylarının Harp Okulu öğrencilerine ateş açtığını gördü.
Öğrenciler de karşılık veriyorlardı ama, hükümet güçlerinin karşısında yetersiz kalıyorlardı.
Öğrencilerin, kurşunlara karşı ne kadar savunmasız durduğunu görünce, onların can kaygısı, ihtilali
başarma kaygısının önüne geçti. Sesi, kurşun seslerinin arasında top gibi gürledi: "Tam siper alın!"
Oradan oraya koşturuyor, ateşe ateşle karşılık veriyordu...

Gün ışımaya başlamıştı... Aldığı yol artık zafere değil, yenilgiye gidiyordu ama o ölümüne yola
çıkmıştı ve sonuna kadar gidecekti Zaten yakalanmak ölümden çok daha ağır bir sonuçtu. Sonunda
ihtilalin karargâhı Harp Okulu da hükümet kuvvetlerinin eline geçti- Harp Okulu'na getirildikten
sonra serbest bırakılan subaylar özgürlüklerini elde eder etmez birliklerinin başlarına geçmiş, ihtilal
karargâhını kuşatmışlardı.
Neredeyse, ihtilali destekleyen subay kalmamıştı... Direnen yalnızca gencecik Harp Okulu
öğrencileriydi. Hava Kuvvetleri'nin uçakları şehrin sokaklarına dalışlar yapıyordu. Yenilgi, bütün
yüzüyle karşısında duruyordu. Yapılacak tek şey, Süvari Grubu'nun genç subaylarına ve Harp Okulu
öğrencilerine durumu anlatmak, onları okullarına ya da birliklerine dönmenin kendileri için en
uygun yol olduğuna inandırmaktı.
Sabah saat altıya doğru, Tarım Bakanlığı'mn önündeydi. Yanında Harbiyeli Önder, Süvari Üsteğmen
Mustafa Karazeybek vardı. On beş kadar Harbiyeli de onlarla birlikteydi. Artık hareket tamamen ters
dönmüştü. Hepsi, kaybettiklerini biliyordu.
Hükümet güçleri ateşi sürdürüyordu. Fethi Gürcan, "Burayı terk edelim" dedi.
Yoldan geçen iki cipi durdurdular ve arka yollardan Kuğulu Park'a doğru ilerlemeye başladılar. Saat
sekizi geçmişti ve sıra en zor göreve gelmişti... Biliyordu ki, bir ihtilali durdurmak, onu başlatmaktan
zordur. Çünkü, ihtilale kazanmak için kalkışılır... Kaybetmek ise ölüm demektir... Ölümü göze
alanları durdurmak zordur...
Önder ve Mustafa'ya, "Bu iş burada bitti" dedi, "artık benim yaşamam söz konusu değil. Anadolu'ya
geçmeye çalışacağım, gerekirse çarpışarak ölürüm."
Mustafa Karazeybek, "Sizi yaşatmayanlar bizi yaşatırlar mı ?" dedi. "Birlikte gidelim..."
Önder de onu destekledi... Harp Okulu'ndaki örgütün lideri olduğu için diğerleri gibi küçük cezalarla
kurtulamayacağını düşünüyordu.
'Bizi de kurşuna dizecekler komutanım" dedi, "cipin birini ala-hm, üçümüz gidelim. Öğrenciler diğer
ciple Harp Okulu'na dönsünler."
Fethi, çaresiz onların bu önerilerini kabul etti. Sonra Harbiye-ulere hükümet güçlerinin kontrolü
tamamen ele aldıklarını açıkladı:
Gençler, başarısızlığa uğradık. Her şey bitti... Bana ve ihtilali

planlayan diğer subaylara büyük cezalar verilebilir ama sizler küçük cezalarla kurtulursunuz. En iyi
yol okulunuza ve birliklerinize giderek teslim olmanız."
Ama ondan da genç yürekler, teslim olmak istemiyorlardı. Tepkileri büyük oldu. Daha birkaç saat
önce, albayı evinden Harp Okulu'na getirmesi için emir verdiği Zihni Çetiner, "Biz de sizinle geliriz!"
dedi. Diğerleri de ayrılmayı kabul etmiyorlardı:
"Çarpışacaksak beraber çarpışalım, öleceksek de beraber ölelim."
Ateşli bir Harbiyeli, "Biz de teslim olmayız binbaşım" dedi. "Kaçar, dağlara çıkarız..."
"Dağda eşkıya gibi nasıl yaşayacaksınız ? Eşkıya kanunlarını biliyor musunuz ? Üçüncü gün karnınız
acıkınca, fırıncıya teslim olursunuz. Ne kadar çabuk birliklerinize teslim olursanız, o kadar az ceza
yersiniz. Eğer inancınız varsa, bana inanıyorsanız, Harp Okulu'na dönün. Sizin için daha iyi olacak."
Fethi Gürcan, Önder'e döndü. "Burada fedakârlık sana düşüyor" dedi, "arkadaşlarını alıp Harp
Okulu'na götür. Bu bir emirdir!"
Önder, Harbiyelilerin lideriydi. Kendisini feda etmekle yükümlü hissetti. Önder ve diğer öğrenciler,
Fethi Gürcan ve onunla kalan Mustafa Karazeybek'le helalleşip, ayrıldılar. Fethi, cipe binip uzaklaşan
gençlerin arkasından kederle baktı. Onların yürekle-rindeki isyanlı kabulleniş, kendi yüreğinde hiçbir
zaman tanımla-yamadığı bir acıya dönüştü.
Cipe bindiğinde, Mustafa Karazeybek yanındaydı. Şoföre Çan
kaya'ya çıkmasını söyledi. Amacı oradan şehri terk etmekti. An
cak Muhafız Alayı yolları kapamıştı ve çıkması olanaksızdı. Yeni
den aşağıya doğru inmeye başlamışlardı. Muhafız Alayı'mn bir di
ğer bölüğü de aşağıya inen yolu kapamıştı. Ya teslim olacak ya da
sonuna kadar çatışacaktı. Üzerinde resmî elbisesi vardı. Birden
yanındaki genç subaya döndü: ¦ , • ;
"Alman Büyükelçiliği'nin yerini biliyor musun?"
"Neden binbaşım?"
"Alman büyükelçilik müsteşarı bizim bölüğe gelir ata binerdi. Kendisiyle iyi tanışırız... Üzerimizdeki
üniformalarla bir adım öteye gitme şansımız yok. Belki bize yardımcı olabilir. "
Ama bir sorun vardı. İkisi de Alman Büyükelçiliği'nin yerini bilmiyorlardı. Sonunda "bulduk" diyerek
girdikleri elçilik, Almanya'ya değil, Bulgaristan'a aitti. Kapıyı açan yaşlı bir kadın, birer cephaneliği
andıran bir iki subayı karşısında gördüğü halde

nasılsa dili tutulmadı ve Almanya Büyükelçiliği'nin yolunu gösterdi.


Bu kez doğru adrese ulaştılar. Kapıyı açan adam, büyükelçilik
müsteşarının dışarıda olduğunu söylüyor ve kapıyı kapatmaya calışıyordu- Kaybedecek tek bir an bile
kalmamıştı. İçeri zorla girdiklerinde, Fethi Gürcan, adamın gözlerini bu kadar büyüten duygunun
korku mu, şaşkınlık mı olduğunu anlamaya çalışıyordu. Adam, onlan sakinleştirmek için büyükelçiye
haber vereceğini söylemişti. Zaten yapabileceği başkaca bir şey de yoktu.
Gerçekten de çok kısa bir süre sonra büyükelçi karşılarına dikilmiş, ne istediklerini soruyordu.
"Bu geceki harekâtı biz düzenledik."
"İltica hakkı istiyorsanız, buna yetkim yok..."
"İltica hakkı değil, küçük bir yardım istiyoruz."
Büyükelçi ilk anda yaşadığı paniği atlatmıştı:
"Teslim olursanız, Alman hükümeti idam edilmemeniz için elinden geleni yapar."
"Teslim olmayız sayın büyükelçi! Sizin hükümetiniz de bizim idam edilmemizi engelleyemez. Yine de
hükümetinize sormadan yapabileceğiniz bir şey var!"
"Nedir?"
İstediği tek şey, bir akşam önce, büyük bir heyecanla giydiği üniformalarından kurtulmaktı. Biliyordu
ki, onlarla üç adım öteye kaçma şansı yoktu.
"Sivil kıyafet istiyoruz."
Büyükelçi, önce bu basit istek karşısında şaşırdı, onlara yardımcı olmak istediğini hissettiren bir
çeviklikle bir iki adım öne çıktı, sonra durdu:
"Size yardım etmek bizi sıkıntıya sokar. Biliyorsunuz diplomaside her şey çok hassastır."
"Diplomat sizsiniz ! Öyleyse, bizi rahatlatacak, sizi sıkıntıya sokmayacak bir çözüm yolu bulun."
Fethi Gürcan, büyükelçinin hazırladığı raporu imzalarken, bunu hiçbir koşulda açıklamamak üzere
şeref sözü verdi...

9
21 mayıs 1963.
Kız kardeşinin evine arama yapıldığı sırada ifadesi alınmak üzere alıkoyulan Mustafa Türker, birkaç
saat sonra serbest bırakıldı. Önce evine gitti, karısını ve çocuklarını gördü. Evdekilerin, onun sorguya
götürülüşünden haberleri yoktu.
Esma! Yürekli kızım benim. Başka kadın olsa, ortalığı velveleye verirdi. Sen benim sorguya alınışımı
İlhan'a söylemedin, ben de sabah arama yapan ekibin sizden önce bize geldiğini. .. Şimdi sana
koşmalıyım. Meraktan ölmüşsündür.
İlhan da, çocuklar da yaşananlardan yeterince etkilenmişlerdi. Onları biraz daha üzmemek için,
sorguya alındığından hiç söz etmedi. Evden çıkınca, yeni bir gelişme olup olmadığını araştırdı, sonra
doğruca kız kardeşinin yanma koştu.
Esma, kapıda ağabeyini görünce, yorgun başım onun omzuna dayadı. Gözyaşlanna, Mustafa'nın
ceketinden başka tanıklık eden olmadı.
"İyi misin ağabey, seni hırpalamadılar ya?"
"Yok bir şey, iyiyim. Bol bol soru sordular yalnızca... Önce benim de harekâta katılıp katılmadığımı
sorguladılar. Sonra Fet-hi'nin nerede olduğunu öğrenmek istediler. Bilmediğimi söyledim. Baktım
fazla ısrarlı davranıyorlar, dayanamadım, 'Ben de sizin gibi Fethi'nin nerede olduğunu öğrenmeye
çalışıyorum. Çünkü onu merak ediyorum. Yerini bilsem de size söyler miydim? İnsan kardeşini ihbar
eder mi?' dedim. Sonra bıraktılar beni."
Sen orada, şimdikinden çok öfkelenmiş, şimdikinden çok bağırmışsındır...
"Çay demleyeyim sana..."
Mustafa, kolundan çekip oturttu Esma'yı.

"Çay may istemem, otur hele! Dinlen biraz. Yüzün çöktü bir günde. Merak etme, kötü bir şey olsa
duyulurdu. Talat Aydemir kaçmak istememiş. Emeklilerin çoğu sabah evlerine dönmüşler. Emniyet
gelip onlan almış. Fethi'den haber gelmediğine göre ka-çıyor. Yakalansa, nerede olduğunu bize
sormazlardı."
"Çocuklar, Talat Aydemir'in teslim olduğunu duymuşlar. Sen nasıl olduğunu öğrenebildin mi?"
"Söylediklerine göre, Talat Bey, dün akşam karısı ve çocuklarıyla Mustafa Pakoba'ya yemeğe gitmiş.
Harp Okulu'na da oradan hareket etmiş. Neyse, gece Radyoevi ikinci kez el değiştirdikten sonra,
Cevdet Paşa adma yayınlanan bildiriler var ya... Hani, silahların bırakılmaması halinde Hava
Kuvvetleri'nin taarruza geçeceğini söylediği... Talat Bey o zaman, Rıfla Erten'le birlikte Harp
Okulu'ndan çıkmış. Etraflarında öğrenciler varmış. Meclis'e yakın bir yerde uçaklardan üzerlerine
ateş açılmış. Bir öğrenci ölmüş. Bazı subaylarda panik başlamış. Kimileri olay yerini bırakıp kaçmış.
Kalanların bir kısmı da, Talat Bey'den harekâtı durdurmasını istemişler. Yani çok fazla öğrenci ölecek
diye... Harp Okulu'na döndükten bir süre sonra orası da sarılmış. Anlattıklarına göre, Talat Bey,
okulda öğrencilerin gözleri önünde teslim olmak istememiş. Sabah altı buçukta oradan çıkmış,
Pakoba ve beş altı kişi daha varmış yanında..."
Sema, paytak adımlarla, ikide bir L salonun dip tarafına, Esma ile Mustafa'nın oturdukları yere ani
girişler yapıyor, annesinin, dayısının dizine tırmanarak onlann dikkatlerini çekmeye çalışıyordu. Bu
da, onun peşinden dolanan, yeni bir haber alma umuduyla kıvranan Gülderen'in işine geliyordu...
Ömer, mutfak kapısının hemen önündeki yemek masasında ders çalışıyordu. Ama onun kulağı da
konuşulanlardaydı.
Esma dayanamadı, sesini alçaltarak sordu:
"Fethi'yi hiç görmemişler mi?"
"Bütün gece hepsi haberleşmişler tabiî de... Sabahı bilmiyorum. Ama Harp Okulu'ndan çıkışlarında
Fethi yok..."
"Harp Okulu'ndan çıkıp nereye gitmişler?"
"İşte nasılsa üzerlerinde üniformalarıyla tankların, askerlerin yanından geçerek Dikmen'e doğru
yürümüşler. Hatta yolda rastladıkları öğrencilerden okullarına dönmelerim istemişler. Sonra sakin
bir yerde oturup konuşmuşlar. Teslim olma kararı aldıktan s°nra bir taksiye binmişler."
Mustafa, içinde gülmeyi değil hayreti barındıran tek soluklu bir kahkaha attı.

"İnanılacak gibi değil ama bindikleri taksiyle askerî barikatlar arasından geçip bizim mahalleye
girmişler, bir arkadaşlarını evine bırakmışlar. Talat Bey, Pakoba'yla birlikte yeniden onun evine
gitmiş. Ailelerine bu olanları anlatmışlar, sonra da yatıp uyumuşlar. Öğle saatlerinde polisler
Pakoba'yı almak için eve gelmişler. Talat Bey de kendisi çıkıp teslim olmuş."
Sözlerini bitirince kısa ve derin bir soluk verip arkasına yaslandı.
Esma, hâlâ soru soran gözlerle bakıyordu.
"İşte şimdilik öğrendiklerim bu kadar" dedi Mustafa, "sen merak etmişsindir diye fazla oyalanmadan
buraya geldim. Şimdi yeni haber olup olmadığına bakarım. Bir şey duyarsam uğrarım, yoksa eve
giderim. Bir sıkıntı olursa, hemen bana haber yolla..."
Mustafa, Sema'yı da kucaklayıp kalktı, burnunu onun küçük burnuna sürttükten sonra geri çekilip
gülücüklerini seyretti, yeniden bıraktı.
Ömer de onu uğurlamak için kalkmıştı. Önünde kitapları, defterleri açıktı.
"Aferin" dedi Mustafa, biraz da şaşkınlığını gizlemeye çalışarak, "göreyim seni, derslerine iyi çalış.
Okulundan da fazla geri kalma."
Esma, "Bir gün bile geri kalmaz ağabey" diye araya girdi, "yarın okula gidecek. Niye gitmesin ki ?"
Mustafa'nın çatık kaşlarının altından yönelttiği, onaylayan, sevgi dolu bakışları birkaç saniye kız
kardeşinin yüzünde kaldı.
"Hadi kızım, kendine dikkat et."
"Sen de kendine dikkat et..."

10
Düğünün ardından yeniden Karaman'a döndüler. İlhan, Mustafa'nın evine, Esma Fethi'nin ailesinin
yanına yerleşti... Fethi'nin annesi, babası ve ablası Nefıse'yle birlikte oturuyorlardı. İhsan ile Nezahat
ise evlenip uçmuşlardı yuvadan...
Bahçe içinde bir bağ eviydi. Avludan girenleri bir dut ağacı karşılardı. Ev halkı, ağaca tırmanma
gereği duymaz, pencereden uzanan dallardan dut toplardı. Mutfak ve tuvalet avluya açılıyordu. Evin
alt katındaki odada Mehmet Haindi Bey ile Halime Hanım kalıyorlardı. Merdivenler iki yatak
odasının bulunduğu üst kata çıkıyordu. Üst kattaki odalardan biri Esma ve Fethi için hazırlanmıştı.
Diğer oda evin büyük kızı Nefise'ye aitti.
Nal sesleri Esma için yıllardır ağabeyinin eve gelişlerinin habercisi olmuştu. Artık nal sesleri ona
kocasını getiriyordu. Fethi, sabahlan görevine atla gider, öğle yemeğinde evde olurdu. Yemekten
sonra nal sesleriyle uğurlanır, akşam oldu mu nal sesleriyle karşılanırdı...
Atının dizginlerini eline verip, "Sür sürebildiğin kadar" diyen, düşündeki kızla evlenen Fethi
mutluluğu soluk soluğa yaşıyordu, ksma'nm kendisi için içi nasıl titriyorsa, annesinin ve ablasının da
öyle titriyordu.
Hep böyle olurdu. Çok sevilenler paylasılamaz, sevilmenin belini, kendisini sevenlerin arasında
kalarak öderlerdi. Yolunda gitmeyen bir şeyler vardı Esma ile annesi ve ablası arasında... ethi, idare
etmeye çalışıyordu durumu... Bir yanda gönlünün ka-nı! iyi niyetli, sevecen, sevmelere doyamadığı
Esma... Öte yan-a> canından can aldığı; sevgisine sınır tanımayan ana... Fethi, bir nesini avutmaya,
bir Esma'nın gönlünü almaya çalışıyordu: Ware et. Annemler Karaman'a tayin olduğumda bekâr
oldu-

ğum için benimle gelip buraya yerleştiler. Nasıl olsa bir gün Karaman'da görev sürem bitecek, o
zaman kendi evimiz olur."
Onun başını, elleri arasına alıp, gözlerini gözlerine çevirir, ikisinin gözleri karşılaşınca, bakışları
derinleşir, kim bilir hangi uçsuz bucaksız duygulara ulaşırlardı ? Fethi'nin gözlerinin derinliklerinde
bir yerde onun acıyan yerinin yansımasını bulur, sanlıve-rirdi Esma kocasına...
Bir kadın en çok sevdiğine gücenir. Ve bir kadının sevdiğinden şımartılmayı en çok beklediği an,
ondan bir parçayı içinde taşıdığı andır. Belki söyleyemezler ama, henüz doğmamış çocuklanyla
birlikte, sevdiklerini de canında taşır kadınlar. Gerçekten sevdiklerinde... Esma için de öyle oldu.
Evlendikten altı ay sonra hamile kaldığını anlamıştı. Kalsın! Sevindi... Fethi çocuklan çok severdi.
Yüreği kocamandı onun. Kim bilir kaç çocuğu sığdmrdı içine, coşar taşardı kuşkusuz...
Yanılmamıştı... Ama bu coşku da, evdeki largmlıklan bitirmemişti. Esma, bir akşam yalnız
kaldıklannda, yüreğine tıkıştırdık-lannı sitemle döktü kocasına. Fethi, "Ne yapayım" demişti, "biriniz
kanınsınız, biriniz annem." Yetmemiş, o gerginlikle, biraz da sertçe söylemişti son sözünü:
"Taraf tutamam ikiniz arasında!"
Ertesi gün, kendisini ziyarete gelen İlhan'ı görünce, Esma'nm
gözyaşlan seller olup boşaldı. İlhan, eve döndüğünde aklı Es
ma'daydı. Mustafa gelince, "Bugün Esmalara gittim" dedi. Musta
fa ilgisini yöneltti hemen: ,
"Nasıldı, ne yapıyordu?"
"İyi değil... Ağlıyordu..."
İlhan, Esma'nm anlattıklannı Mustafa'ya aktardı.
Esma'nın gözlerinden dökülen yaşlar, Mustafa'nın yüreğine kor gibi düştü. Onun yüreğine tıkıştırdığı
öfke, ağabeyinin yüreğine doğru yol aldı.
"Kalk İlhan" dedi, "gidip Esma'ya bakalım."
Mustafa, akşam Esma ve Fethi'ye birlikte dolaşmayı önerdi. Konuyu Fethi'nin ailesinin yanında
açmak istememişti. Dışanya j çıktıklannda, Mustafa, kestirmeden konuştu:
"Esma'yı götürüyorum..."
Fethi, dünyanın başına yıkıldığını sandı. Onun şaşkınlığı ne ka-j dar büyükse, Mustafa'nın karan da o
kadar kesindi.
Esma, ağabeyi ve yengesiyle birlikte uzaklaştı. Fethi, karanlıkj

ta yapayalnız kaldı. Evine dönerken, yüreği kabul edilemez bu durum karşısında, kafese konmuş bir
kuş gibi çırpınıp duruyordu Kapıdan girdiğinde onun oynayan yüz kaslan ürküttü ev hal-laiu- İçinden
geçenleri saklamayı bilmediği kadar küsmeyi de bilmezdi. Harfler acı oldu dilinde, gözyaşlanyla
kanşıp, söz oldu. Halime Hanım'm yüreği bir başka sarsıldı oğlunun haline... "Yarın gidersin oğlum"
dedi, "gider konuşursun, getirirsin kan-
tu--"
Fethi günlerce Mustafa'nın kapısını çaldı ama durum değişmedi. Her akşam eve aynı acıyla döndü...
Esma'sız olmaz!.. Sevgisi, kendisinden büyük Esma; kavgayı, kini bilmeyen Esma... Hiç olmayan
kinine inat, kırılganlığı büyük Esma... Bırakma sevincimi kursağımda. Sevincim ikimizin canından
can bulanadır. Sen ol, bebeğimiz olsun. Sen olmayınca, sevinçler de yok...
Yılmadı, yeniden konuştu Mustafa'yla:
"Bir hata yaptım. Söz veriyorum, bir daha kırmam onu."
Mustafa, Esma'nın ezilmesine izin veremezdi ama Fethi'yi de severdi.
Bu çocuğun sözü sözdür. Merttir, dürüsttür... Bu işi uzatmak kardeşime de zarar verir...
Sonunda, "Bu ev yeterince büyük. Sen de burada kal" diye araladı kapıyı.
Fethi, Mustafalarda kalmaya başlamıştı. İki ev arasında mekik dokuyordu. Ne anadan, ne yardan
vazgeçemiyor, kimseleri kırmaya kıyamıyordu. O günlerde, "Annesine babasına sahip çıkmayan,
kendisine emek verenleri tepen bir erkek, kansına, çocuklarına hiç sahip çıkmaz" demişti.
Fethi'nin bu sözleri, yıllarca Esma'nm da Mustafa'nın da ço-cuklanna öğüdü oldu...
Evler aynlmca kırgınlıklar da son bulmuştu. Hafta sonlannda kimi zaman Mustafa'nın, kimi zaman
da Mehmet Hamdi Bey'in evinde bir araya geliyorlardı. Fethi'nin anne ve babası geldiğinde Mustafa
ve Fethi bahçede mangal yakarlardı. Sonra da Meh-met Hamdi Bey ve Halime Hanım şerefine kahve
cezvesi manga-
a Surulür, köpük köpük kahve, fincanlardan taşmadan ikram edilirdi.
Esma çocukluğundan beri ata binerdi, İlhan da düşe kalka öğrendi. Dördü atlarına binip, köyleri
dolaşır, köylülerin dertlerini n er^erdi. Gezinti dönüşlerinin uğrak yeri, Mehmet Hamdi Bey'in ^
olurdu. Mehmet Hamdi Bey, diğer çocuklarından istediği şeyi,

Fethi'den de istedi. İlk çocuklarının adı "güTle başlayacaktı.


Esma'nın hamileliği, Türkiye'nin yeni bir yol ayrımına girdiği sürece denk gelmişti. Emekli Yüzbaşı
Mehmet Hamdi Bey, Teğmen Fethi, Yüzbaşı Mustafa, CHP'den kopup DP'yi kuran Celal Bayar,
Adnan Menderes, Fuat Köprülü ve Refik Koraltan'la ilgili gelişmeleri tartışıp duruyorlardı. 1946
yılının temmuz ayında yapılan ilk çok partili seçimlerde onların gönlü yine CHP'den yanaydı. Aslında
seçimlerin 1947 yılında yapılması gerekiyordu. CHP bu ilk çokpartili seçimin tarihini öne çekmişti.
Erken seçim kararına itiraz eden DP teşkilatlanmasını tamamlayamadığından seçime Türkiye
çapında katılamadı ve 465 milletvekilliğinden 62'sini kazanabildi. Seçim sonuçları tartışmalı oldu.
Seçimlerden sonra Fethi'nin ailesi Karaman'dan ayrılıp İstanbul'a, Nezahat'm yanına gidince, Esma
ve Fethi de iki odalı bir ev kiralayıp, yeni evlerine yerleştiler.
Esma ilk çocuğu Gülderen'i, 1946 yılının 10 ekiminde, Karaman'da, iki odalı o evde doğurdu. Yakın
çevresinde, erkeklerin ilk çocukları kız olduğunda hayal kırıklığına uğradıklarına tanık olmuştu.
Kuşkuyla sordu kocasına: "Erkek olmadı diye üzüldün mü?" "Evladın kızı erkeği mi olur?"
Fethi'nin ilk göz ağnsıydı Gülderen... Artık öğle yemeği için evine gelişi ayrı bir anlam taşıyordu. O
doğdu doğalı, gelişlerinin habercisi nal sesleri ritmini artırmıştı. Küçük, sarı bir bebekti Gülderen...
Bu yüzden babası, "sarı kanaryam" derdi ona...
Mustafa, küçük kız kardeşinin ana oluşunu, onun yüreğinde giderek büyüyen sevgiyi, gözlerindeki
ışığın giderek daha parlak bir hal almasını sevinçle paylaştı...
Esma doğum yaptığında İlhan da hamileydi. Doğum yaklaşınca, ailesinin yanına İzmir'e gitti. Sonra
da Karaman'a yeniden dönmedi. Çünkü o sırada Mustafa'nın da Akşehir'deki Maltepe Askerî
Lisesi'ne emir subayı olarak tayini çıkmıştı.

11
Karaman'daki görev süresi bitmişti Teğmen Fethi Gürcan'ın... Yeni görev yerine yolculuk, yeni bir
dünya demekti. Yeni dünyalarının ilk durağı Suriye sınırıydı. Bozkırlarla zorlu, Fırat'la coşkulu
Gaziantep...
Esma, Gaziantep'te sevgi dolu dünyasında yaşıyordu. Sabah kahvaltısından sonra kocasmı uğurlar,
biraz gazete ve dergilere bakar, sonra da öğle yemeğine girişirdi. Erkenden kalktığından ve fazlaca tez
canlı olduğundan işlerini çabucak bitirir, daha birkaç saat önce işe uğurladığı kocasmı özlemle öğle
yemeğine beklerdi. Nal seslerini duyar duymaz fırlardı kapıya... Artık, gözlerinden taşan cıvıltı
doğrudan ulaşıyordu Fethi'nin gözlerine. Öğle yemeği yenir, yemden nal sesleriyle uğurlardı kocasını.
Ardından, günlük işlerini bitirir ve samanla doldurulmuş şiltenin boylu boyunca serili olduğu
kerevetin başköşeyi süslediği misafir odasında, komşularını ağırlardı. Eline tığını, ipliğini alır, incecik
işlerdi hayallerini...
1948 yılının aralık ayında, Gaziantep'in kurtuluşu nedeniyle düzenlenen törenlerde, Fethi'nin atının
üzerinde dimdik duran bedenini gururla izlemişti Esma... Yalnız kaldıkları zamanlarda dokunmaya
doyamadığı gibi, kalabalıklar içinde de seyretmeye koyamıyordu kocasını...
ikisi de çocukları çok seviyorlardı. Gülderen iki yaşına geldiğinde yeniden hamileydi Esma...
Gönüllerinden bir erkek çocuk geçti.
yülderen çoktan uyumuştu. Fethi, Esma'ya göz kırpıp mutfağa §ru gitti. Gün boyu hiç durmadan
koşturan Esma, gece olup da Cası °na göz kırparak kalkınca, dudaklarına çocuksu gülüşünü eŞtirir,
sedire biraz daha yerleşir, onun elinde kahvelerle ya-a gelişini beklerdi. Yüzündeki mutluluk, gaz
lambasının sol-

gun ışığında bile kendisini ele verirdi. Fethi kahvelerini getirince hep aynı film tekrarlanırdı. Esma
birden telaşlanıp yerinden kalkmaya, kahve tepsisini onun elinden almaya çalışır, Fethi, dudaklarına
çarpık bir gülümseme yerleştirirken, başım hafif bir sitemle yana eğer, karısına öylece bakar, "Hay
Esmam" derdi, "arada bir de olsa sana hizmet edilmesine alışamadın gitti!"
Esma sedire yeniden yerleşir, kirpiklerinin gözlerini kapayışı, dudaklanndaki gülümsemeyle
örtüşürdü.
O gece de aynısı olmuştu. Fethi, sedirde oturan karısının dizlerinin dibine yerleşmiş, kahve fincanım
sedire bıraktıktan sonra, onun sağa sola kaydırdığı altdudağından söylemekle söylememek arasında
ikilem içinde olduğu bir sıkıntısı olduğunu anlamıştı. "Dudaklarını rahat bıraksana..." "Efendim..."
"Dudaklarını rahat bırak da, ağzın istediğini söylesin diyorum!" "Söyleyeceğim tabiî ki... Hani subay
eşlerinin toplantılarından daha ilk gidişimde hoşlanmamıştım ya..."
"Haklıydın! Subay eşlerinin koltuklara, sandalyelere, minderlere kocalarının rütbelerine göre
oturmaları gibi bir kural yok. Yine çağırdılarsa, yine gitme!"
"Bugün alay komutanının eşi hizmet erini yolladı." "Derdi neymiş ?"
"Kilis'ten kumaş getirmiş biri... Ben de gidip kumaşlara baka-cakmışım. Hizmet erine, kumaş satın
almak istemediğimi söyledim."
"Tamam işte!"
"Tamam değil. Hizmet eri tam üç kez geldi. Komutanın hanımı ille ki gitmemi istiyormuş." "Gittin
mi?" "Gitmedim ama..."
"Ulan bu nasıl iştir be! Başlatmasın kumaşına! Gitmeyeceksin tabiî... Hangi askerlik kanunu böyle bir
şey yazıyor? O adam benim komutanım tamam... Bana görevimle ilgili emir verebilir, o da tamam.
Karısı senin komutanın mı ? Hem ona ne, senin alacağın kumaştan. Sıkma canını. Ben bu işi
hallederim." "Sen sıkıntıya girme de..."
"Ben sıkıntıya falan girmem! Ne yani görevimi ihmalle mi suçlanacağım, yoksa komutana itaatsizlikle
mi ? Koskoca komutan, karısına sahip çıksın. Unut şimdi bunu... Bana karnmdakinden haber ver..."
Elini yavaşça Esma'nın epeyce büyümüş karnına koydu, hafif-
irkilerek, "Vay kerata" diye bağırdı, "babasına tekme atıyor!" Esma gülmeye başlamıştı. Gülerken, bir
yandan da hafifçe hop-ı Van karnını tutuyordu. "Bana sabah akşam tekme atıyor" dedi, "bütün gün iş
yaparken, kendisini salıncakta sanıp uyuyor da, ben oturur oturmaz, tekmelemeye, yumruklamaya
başlıyor." "Dur ona ninni söyleyeyim... Dandini, dandini, dasdaanaaa..." Esma daha çok gülmeye
başlamıştı. Fethi, de gülerek, elini onun karnından çekip, "Bu kadar gülersek, uyuyamaz tabiî çocuk"
dedi. Sonra kaşlarını kaldırıp, "Aman hareketli olsun Esmam" dedi, "sağlıklı çocuk hareket eder."
Ertesi sabah alaya gider gitmez, komutanın odasına girdi. Selam çaktıktan sonra, masaya doğru
yürüdü ve başından indirdiği elini komutanın masasına koydu. Komutan, gözlerini onun masaya
bütün avuç içiyle yasladığı elinden yüzüne doğru kaldırdı.
"Bir şey mi var üsteğmen?"
"Dün eşiniz, tam üç kez hizmet erini evime göndermiş. Karıma, kumaş satın almak üzere gelmesi için
baskı yapmış. Siz benin ko-mutammsınız, ama eşiniz, eşimin komutam değil. Lütfen, bunu
hanımefendiye de hatırlatın!"
Komutan genç subayın bu meydan okuyan tavrına, onu da aşan bir sertlikte yanıt vermek istedi ama
işi uzatırsa, konuyu bütün alay duyacaktı. O zaman haksız çıkan kendisi olurdu. Yüzü bembeyaz
olmuştu. Konuşmayı çabucak bitirmek istedi:
"Haberim yok. Eşimle bir konuşayım. Zorla görüşecek değiller ya..."
Bir daha ne Fethi ile komutanı arasında böyle bir konu açıldı, ne de Esma'yı çağıran oldu...
Esma'nın doğumu yaklaşmıştı. Çocuğu erkek olursa, yüzünü anımsamakta zorlandığı babası Ömer'in
adını verecekti. Olmazsa ne gam! Dörde kadar yolu var ne de olsa...
Kankoca gün sayıyorlardı. Esma'nın büyük ablası Sıdıka, ko-§UP gelmişti kardeşinin yanma...
Mustafa da... Mehmet Hamdi ^ey de Gaziantep'e gelmek için trenle yola çıkmıştı. Ona bir asker
refakat ediyordu. Kır saçlarını arkaya doğru taramıştı. Bir ara emi İstiklal Madalyası'na götürdü,
sonra uzun bedeni arkaya hızla gerildi. Uzun süredir rahatsız olan Mehmet Hamdi rende
fenalaşınca, yanındaki er onu ilk istasyonda indirdi ve erı yakın hastaneye kaldırdı.
Fethi telefonu alır almaz, ilk otobüsle, babasının yattığı hasta-

neye koştu... Mehmet Hamdi Bey'in beyaz yüzü oğlunu görünce


canlandı: "Oğlum..." "Baba nasılsın?"
"iyiyim iyiyim... Geçti... Yolculuk yordu. Başka bir şey yok. Sen bu kadar çabuk nasıl geldin? Gelinim
nasıl? Doğum ne zaman?" "Her an olabilir baba... Bekliyoruz..." "Hemen evine geri dön..." "Ama
baba..."
"İyiyim dedim ya... Bir şeyim yok."
Mehmet Hamdi Bey'in yüzü gülüyordu. Fethi'nin içi rahatlamıştı. Babasına göz kulak olacak er
yanında kalacaktı.
Fethi, Gaziantep'e yeniden dönmek için gara gitti. İlk otobüs için bilet aldı ama daha yola çıkmasına
iki saat vardı. Yorgun ve uykusuzdu. Gara yakm bir sinema salonu gözüne çarptı. En iyisi sinemaya
girip film izlemek bahanesiyle biraz kestirmekti. Arka sırada bir koltuğa oturdu, elini şakağına
dayadı. Tam uyuklarken, az önce kendisiyle gara gelen, sonra babasının yanma dönen askerin başına
dikilmesiyle yerinden fırladı.
"Ne oldu?"
Genç askerin sesi titriyordu:
"Babanız komutanım. Gözleri yarı aralık, uyuyor gibi duruyor.
Hiç kıpırdamıyor."
Fethi anlamıştı... Salondan ok gibi fırlayıp hastaneye koştu. Mehmet Hamdi Bey'i son kez gördü ve
onun artık cansız olan ellerini öptü. O babasının başında gözyaşı dökerken, Esma'nm da
sancılan iyice artmıştı.
Mehmet Hamdi Bey'in hayatının noktalandığı gün, Fethi'nin ikinci çocuğu hayatı selamladı. 1949
yılının şubat ayında, Mehmet Ömer dünyaya geldi... Ailenin ilk erkek çocuğu Ömer yıllarca, şakayla
karışık, "Ne diye bütün ölülerin ismini bana verdiniz?" diye söylenip duracaktı.
Fethi eve gergin gelmişti. Üç yaşındaki Gülderen boynuna atlayınca, onu kucağına alıp, "Neler yaptın
bugün bakalım?" diye sordu... Gülderen, bıcır bıcır konuşuyor, kendi yaptıklarından çok, bebek
Ömer'in durmadan altını kirlettiğini anlatıyordu. Bil süre onunla ilgilendikten sonra yemeğe oturdu.
"Şu ağa düzeni son bulmadan Türkiye düzlüğe çıkmaz" dedi Esma'ya... "Köylülerin sırtından
kazandıkları para yetmiyor, artık askerliklerini de yanlarında çalışan rençperlere yaptırıyorlar." j

Esma'nın gözleri büyümüştü...


"Hiç şaşırma... Düzenbaz herif, oğlu silah altına alınacağı zaman onun kâğıtlarıyla bir ırgatı yollamış.
Çocuk birkaç ay önce askerliğini bitirmiş. Sonra da ağanın oğlunun yerine gelmiş. Tanıyanlar çıkmış
ama korkudan kimse ağzım açamıyormuş. Bir süre idare etmişler durumu. Sonunda ihbar edildi..."
"Buradaki ağalardan biri mi?"
"Hem de burnumuzun dibinde. Ulan ben böyle işin..."
"Allah'tan da mı korkmaz bunlar? E, ne olacak şimdi?"
"Ne olacağı var mı ? Sinirimden yerimde duramadım, dörtnala uçtum köye. Herif yanında sekiz on
adamla geldi. Utanmasa, 'İdare edin' diyecek. 'İçeri buyurun da konuşalım, atın terini alsınlar' diyor
yılışık yılışık. Tepem attı, Allah ne verdiyse, saydım döktüm. Bu sefer de tehdit etmeye başladı.
Döndüm aynı hızla geldim. İşlemleri başlattım."
Zaten Gaziantep'e geldikten kısa bir süre sonra ağalarla takışmaya başlamıştı. Köyleri geziyor,
köylüleri dinliyor, hırslandıkça hırslanıyordu. Oradaki görevi bitene kadar da ağaların tehditleriyle
yaşadı.

12
Fethi'nin tayini 1949 yılında Kağızman'a çıkmıştı. Gülderen üç yaşındaydı. Ömer ise henüz küçük bir
bebekti. Uzun ve yorucu bir yolculuğun ardından yeni görev yerlerine gelmişlerdi. Binicilikte
kendisini göstermeye başlayan Fethi, mesleğine âşıktı. Kağızman'da göreve başladığı sıralarda,
İstihkâm ve Demiryolu Subay Okulu'nda açılan tahrip ve engelleme kursunu pekiyi dereceyle
bitirerek öğretmenlik sertifikası da almıştı.
Fethi, yarış atlarının yaşlılığına dayanamazdı. Onlar yaşlandığında satışa çıkarılırlardı ve zaferden
zafere koşan soylu hayvanlar, sokak aralarında at arabalarını çekerlerdi. Belki onlann dilini çok iyi
anlayıp da, o gururlu hayvanları çok iyi tanıdığından, "Öldürülseler daha iyi" derdi. Eğer yapabilse,
yaşlanan bütün yanş atlarını, özgürce koşturabilecekleri, hiç aç kalmayacakları uçsuz bucaksız bir
çayıra salar, ömürleri son bulana kadar onlara şeker yedirir, yeni bir zafer kazanmışlar gibi okşayıp
severdi. İşte o yüzden, satılıp at arabasına koşturulan eski bir yanş atı, arabayla birlikte kendisini
uçuruma yuvarladığında, eve hüzünle gelmiş, "Şu atlann gururu insanlarda olsa, dünyada bu kadar
soyta-n olmazdı" demişti.
Kağızman'ın karlı kış günleri çabuk yakalamıştı onlan. Tıpkı oranın insanlan gibi soğukla baş
etmenin yolunu, karlarla oynaşmakta bulmuşlardı. At arabalanmn çektiği kızaklarda gezinti yaparlar,
Kağızman'ı, oranın çileli insanlannı tanırlardı. İnsanlarla konuşmak, onlann dertlerini dinlemek
Fethi'nin alışkanlığıydı-Eve geldiğinde sohbet dönüp dolaşır, "Şu insanlann derdine ne zaman çare
bulunacak?" diye sorarlardı Esma'yla birbirlerine-Kağızmanlılar, kendileriyle konuşan, onları
anlayıp, onlarla dertlenen bu genç subayı bağırlanna basmıştı. Doğuda nasılsa, yok-

1luk, çaresizlik, keder ağına takılmadan yaşayabilen, zorluklar-dalga geçen bir şey vardı: şımarık bir
umut... O umutla ayakta kalmayı başarabilen bir direnç... Hayata zorluklanyla birlikte sıla sıkıya
sarılmış insanlar...
Fethi'nin en büyük eğlencesi, Gülderen ve Ömer'le birlikte kı-akta kaymak, onlarla karlarda
yuvarlanmak, önce çocuklannm "ne kadar çok kahkaha atabildiklerine", sonra da kendisinin de
onlarla aynı neşeyi paylaştığına şaşırmaktı. Ömer'i sırtına bağlayıp kayak yapar, Gülderen salya
sümük ağlayıp beline sarılır, omzuna çıkar, sonra birlikte yuvarlanırlardı karlara... Küçüklerin bu-
runlan kızannca, onlan alıp, Esma'nın zorlukla ısıttığı evlerine koşardı. Sobaya odun yetmeyip de
soğuk iliklerine işleyince, gramofona yerleştirilen taş plaklardan yayılan şarkılar, türküler yetişirdi
imdada... Lüks lambasının ışığında, kimi zaman Zeki Mü-ren'in, "Yiğidin alnına yazılan gelir..." diyen
kadife sesiyle ısınır, kimi zaman, Münir Nurettin'in söylediği, "Allı Yemem'"yle coşarlardı.
Gazeteler Kağızman'a gecikmeli olarak ulaşıyordu... Genç ka-nkoca, ellerine geçen gazeteleri satır
satır okur, ellerinden bırakmaya kıyamazlardı. Türkiye yeni bir seçime hazırlanıyordu o sıralarda. DP,
tek parti iktidarından sıkılan, İkinci Dünya Sava-şı'nın getirdiği yokluktan bunalan halka, daha çok
hürriyet, daha çok umut vaat ediyor, "Yeter! Söz milletindir!" sloganıyla seçmen kitlesini
genişletiyordu. Onlar, seçkin CHP'lilerin inadına, vatandaşla aynı sofraya oturuyor, birlikte soğan
kmp yiyorlardı.
1950 yılının mayısında yapılan seçimlere katılma oranı yüzde 89'un üzerine çıktı. Kendi çıkardığı
seçim yasasıyla kendisine vuran CHP büyük bir yenilgiyle karşılaşmıştı. DP geçerli oylann yüzde
53'ünü alırken, çoğunluk sisteminin cilvesiyle Meclis'teki sandalye sayısının yüzde 83'üne sahip
olmuştu. Oylann yüzde 40 mı alan CHP'nin Meclis'teki temsil oranı ise yüzde 14'ün biraz üzerine
çıkabildi. Bu, CHP'nin 27 yıllık iktidarının sona ermesi demekti. DP Genel Başkanlığından istifa eden
Celal Bayar Cum-Urbaşkanı seçilmiş, onun hükümeti kurmakla görevlendirdiği anan Menderes de
kabinesini açıklayarak başbakan olmuştu, ullî Şef İsmet İnönü ise Meclis'te 408 sandalyeli iktidar
partisi-111 karşısında, yalmzca 69 milletvekili bulunan muhalefet partisi-n öderiydi. Mustafa
Kemal'in, Cumhuriyet'in ilanından sonraki başbakanı İnönü ile ölümünden bir süre önce
anlaşmazlığı dü-P yerine getirdiği son başbakanı Celal Bayar'ın ezeli rekabeti
bundan sonra yeni bir imve kazanacaktı...
Herkes "daha çok demokrasi" vaat eden yeni iktidarın ne yapacağını merak ediyordu. Ancak kısa bir
süre sonra gözler, Kore'de patlak veren savaşa döndü. Türkiye Kore'ye asker göndermeye karar
verince, Fethi'nin de damarlarındaki kanın akışı hızlanmıştı. Savaşa katılıp katılmama konusunu
gündeme getirir getirmez karşısında Esma'yı buldu. Hem de, kesin bir ifadeyle... Onun da hevesi kısa
sürdüğünden, bu konu uzun boylu tartışma yaratmadı. Zaten başından beri DP iktidarına kuşkulu
bakıyordu.
"Aman çocuklar güneş görsün, aman sağlıkları yerinde olsun" diye çırpınıp duruyordu Esma ile
Fethi... İyisi mi peş peşe yapmalı çocukları... Dünya gözüyle büyütmeli onları... Yaşlılığa
bırakmamalı... Kardeşler birbirleriyle arkadaş olmalı...
Kağızman'ın soğuğu yaman, Esma'nın sevgileri sıcaktı. Bahçe içindeki yeni evlerine alışmışlardı. Ve
Esma üçüncü çocuğuna hamile kaldı. Aynı yıl Önder doğdu. Daha o dokuz aylıkken, dördüncü
çocuğuna hamile kaldı Esma... Her bir çocuk evde neşeyi biraz daha büyütüyordu. Dördüncü çocuk
son çocukları olacaktı.
Esma bir yandan karnındaki bebeği büyütürken, bir yandan da her biri henüz bebek yaştaki
çocuklarıyla ilgileniyordu. Fethi işten eve geldiğinde, en çok da hafta sonları Ömer ve Gülderen'le
ilgileniyor, Esma'nın yükünü hafifletmeye çalışıyordu. Önder bebekti daha...
Esma da, Fethi de çabucak alışmışlardı Kağızman'daki yeni arkadaşlarına... Erler de, subaylar da
yokluk içindeydi. Yollar ka-panmayagörsün, ne alışveriş yapmak, ne sofraya sıcak bir çorba koymak
olanağı kalırdı. Bu yüzden, subaylara ve erlere ortak çıkan karavana, evlere de taşınırdı. Subaylar, boş
götürdükleri üçlü beşli sefer taslarında, ailelerine yemek taşır, karavanayı çocuklarıyla paylaşırlardı.
Subay eşlerinin en çok sevdikleri şey, ellerine tığlarını alıp, yeni yeni motifler üretmekti. Gelin görün
ki, Kağızman'da tığ işlemek için ip bulmak neredeyse imkânsızdı. Biri dışarı gitse de onlara iplik
getirse diye bekleşirlerdi.
Süvari Üsteğmen Fethi, binicilikteki basanlarını artırmış, yarışmalarda da kendisini göstermeye
başlamıştı. Yarışmalar için Kağızman'dan ayrılırken cebine alınacaklar listesini yerleştirir, dönüşte
elinde paketler olurdu. Esma, onun getirdiği iplikleri, diğer subay eşleriyle yüksünmeden paylaşırdı.
Hamileliğinin son aylarında, bir buçuk yaşındaki Önder hasta-

lanınca, Esma ve Fethi'nin dünyaları karardı. Önder'in önü alınmaz bir ishali vardı. Hemen
tedavisine başlandı. Ancak o iyileşeceğine, daha da kötülüyordu. Fethi bütün neşesini yitirmiş,
Esma'nın gözlerindeki mutluluk ışıltıları paniğe dönüşmeye başlamıştı- Niye iyileşmiyordu, niye ?..
lyileşmiyordu, çünkü küçük Önder'e yanlış tedavi uygulanıyordu. İlk yıkımları Önder'in ölümü oldu.
Fethi, Önder'in ölümünden beş altı gün sonra bir yarışmaya katılmıştı. Dörtnala koşan atının
sırtında, hüznünden sarhoştu. Acılan şaha kalktığında, bedeni öne eğiliyor, atı da onun acılany-la
birlikte şahlanıyordu. Artık onlar yalnızca tek bir beden değil, tek bir yürek de olmuşlardı. O ritim, o
bütünleşme, çevreden yükselen alkışlan ve haykınşlan bastıyordu. Sonra, sakinleşerek bir boşluğa
düşer gibi düşen nal sesleri, hüznün estetiğini yakalıyor, yeni bir şahlanışa tırmanıyordu... Onlar
sanki zafere değil, hüzne koşuyorlardı ve kazanan hüzündü... Ellerine aldığı kupa, acısının tadını
taşıyan terine bulandı.
Dördüncü çocuğunu karnında taşıyan Esma, yanşmanm ertesi günü, yani Önder'in ölümünden bir
hafta sonra erkenden sancılandı. Bütün komşular telaşla koşturdular, Esma'ya destek olmak için
yarıştılar. Gülderen ile Ömer komşu evde annelerinin iyileşmesini bekleştiler. Yaşayanlar bilir...
Cesaret işe yaramaz böyle zamanlarda. Kalbi canını acıtacak kadar hızlı çarptı Fethi'nin saatler
boyunca... Küçük çocuğundan kalan büyük boşluğa, Es-ma'sma bir şey olur mu korkusu doldu.
İşte böyle bir ortamda doğdu Öner... 1952 mayısında, Kağızman'da... Bir hafta içinde, önce üç
çocuklu, sonra iki çocuklu, ardından yeniden üç çocuklu bir aile olmuşlardı. Hüzünleri ile sevinçleri,
güzleri ile baharlan çarpıştı... Genç kankocanın gözyaş-lan birbirine kanştı. Fethi, doğumdan bir gün
önce kazandığı ku-Payı, "Doğan oğlumun şansı" diye Esma'ya verdi.

13
21 mayıs 1963.
Alman Büyükelçiliği'nden sivil giysilerle çıkmış, Süvari Üsteğmen Mustafa Karazeybek'le birlikte
Dikmen tarafına gitmişlerdi.
Yeniden ona döndü:
"Beni yakalarlarsa ya kurşuna dizerler ya da asarlar. Ama sen küçük bir cezayla kurtulursun. Benimle
kalıp, başını daha fazla derde sokmadan teslim olmanı istiyorum."
Ve genç subay ikna olmuştu. Onunla vedalaştıktan sonra, yenilgisini, acısını, soru işaretlerini,
isyanını, merakını, özlemlerini yüklenip, Dikmen sırtlarında son enerjisini harcayarak yapayalnız
yürümüştü bir süre. Sonra da, o geniş gövdeli ağacın dibine çökerek bir süre uyumuştu.
Uyanır uyanmaz, yeniden döndü kaldığı yere...
Bütün yaşamını değiştirecek son on beş-on altı saat onu ya zafere ya ölüme taşıyacaktı. Çılgın bir
gecede hızla akan zaman, zaferi ellerinden koparmış, avuçlarına onun yerine yenilgiyi bırakmıştı...
Böyle ağır bir yenilgide, seçenekler arasında tercih yapmak
zordur. Her seçenek, diğerinden beterdir.
Fethi, Dikmen sırtlarında akşama kadar ne yapacağım düşündü. Oysa ne kadar hızlı karar verirdi...
Eve dönemezdi... Çocuklarının gözleri önünde, itile kakıla gözaltına alınmaktansa ölmeyi yeğlerdi.
Bütün gece köşe kapmaca oynadığı ölüm sıradanlaşmiŞ' ti. Ama teslim olmak... Bunu
kabullenemiyordu.
Anacadde ve sokaklara yaklaşmadan, Söğütözü'ne doğru ilerledi. Midesinde inatçı bir yanma
duygusu vardı. Saatlerdir aç w susuzdu. Gözünün önünde sıcak bir bardak çayın hayali belirt

ki bir bardak çay içse, yeniden canlanacak, aızıen uamm. *^ acaktı. Yol boyunca, teslim olmak
düşüncesi daha da dayanılan bir hal almış, onun yerini dolduran "ölmek" fikri ağırlık kazanmıştı.
Kendisini Atatürk'ün evinin kapısında bulduğunda, fikri iyice
netleşti. Gece boyunca karşılaştığı, çatıştığı ne kadar güç varsa karşısındaydı sanki. Belindeki silahı
çekip şakağına götürürken, "Beni siz öldüremeyeceksiniz. Ben kendimi öldürürüm" diye bağırdı-
Cesaret!.. Cesaret nerede başlar, korku nerede biter? Ölümden mi korkmayan cesurdur, yaşamdan
korkmayan mı ? Şimdi tetiği çekmek midir kolayı, yoksa yakalanana kadar kaçmayı sürdürmek,
yakalandığında başına gelecekleri göze almak mı ?
Aklı karıştı. Şakağına dayadığı tabancanın namlusuyla, geceden bu yana uzayan sakallarım kaşıdı.
Bunu yaparken, sakalının zamanın hızlı akışını umursamadan uzamasına şaşırdı. Namluyu yeniden
aynı noktaya yerleştirdi.
Çocuklarını düşündü... Esma'yı, diğer sevdiklerini, ona inanıp bu harekete katılan gencecik subayları
ve Harbiyelüeri... Bütün yükü onların omuzlarına mı yükleyecekti? Kendisini sevenlere miras olarak
bunu mu bırakacaktı: yenik komutan intihar etti...
Hayır!.. Yenilenlerin de onurlu olduğunun bilinmesi gerekir!
Karısına ve çocuklarına miras olarak ne kalacaktı ? Parası pulu yoktu... İntihar!.. İntihar miras olarak
bırakılabilir mi? Nasıl olsa ölecekti... Ama eğer tetiği çekerse, onun inandığı bir dava uğruna
yüreklice, mertçe, sonuna kadar direndiğini anlayabilecekler miydi? Dün gece kaç kez yanımdan
geçtin ölüm... Yaşıyorsam bir
nedeni var...
Beyninde üst üste yinelenen sorular, ölüme kısa ve kolay yolculuğunu tehlikeye atıyordu. Canı iyice
sıkılmıştı. Tabancanın namlusunu şakağından indirdi.
Beyninde, ölümle hemen mi, yoksa birkaç ay sonra mı buluşa-agmı tartışırken, hangi ölümle
anlaşırsa anlaşsın, sevdiklerinin ^cı ekeceğini düşündü. Gözleri simsiyah bir çakıl taşma takıldı,
küçücük çakıl taşı büyüdü büyüdü, önce her yer siyaha boyan-> sonra hıçkıran yüreğini zehir gibi
acıyla örttü. Annesi ile babasını düşündü... Yoksulluklarını, acılarla baş ilerini, yaşama dirençlerim...
Onların dirençleri, kendi onuru

olmuştu. Hem ölümüne, hem sonuna kadar yaşamak... Ölümüne yaşamak...


Annesinin yeminini anımsadı... Osmanlı İmparatorluğu, Birinci Dünya Savaşı'na Almanya'nın
zorlamasıyla girmiş, Çanakkale başta olmak üzere birçok cephede savaşmak zorunda kalmıştı. Daha
ne kendisi hayattaydı o zamanlar, ne de kardeşleri... Ama o zaman annesi Halime Hanım ile babası
Mehmet Hamdi Bey, genç ve yeni evlilerdi. Balkan Savaşları'mn yenilgisini onuruna yediremeyen
Mehmet Hamdi Bey, kendilerine kaybolan onurlarını teslim eden Miralay Mustafa Kemal'in
hayranıydı.
Halime Hanım savaş yıllarında hamile kalmıştı. Mehmet Hamdi Bey, baba olmanın heyecanım
yasayamadan, savaş nedeniyle genç karısıyla birlikte Tekirdağ'ı terk etmek zorunda kalmıştı. Uzun,
çok uzun bir yolculuk başlamıştı. "Yuva dediğin, say ki bir organın" derdi Halime Hanım, "say ki, elin,
ayağın, gözün, kulağın... Say ki, yüreğin... Yurdunu kaybetmek, tümden yitirmek bedenini ve
yüreğini... Sahipsiz bir ruh gibi kalmak, sahipsiz bir ruh gibi yol almak..."
Tekirdağ'dan çok uzaklara yol alırken, saçaklarını taradığı halı larını, yorgun bedenine dost olan
yataklarım ve sahiplendiği başka ne varsa bırakmıştı arkasında.... Yuvası onunla vedalaşırken,
sıcaklığını kendisinde saklamış, Halime'den esirgemişti. Yola düşerken, sıcaklığını anı olarak
kendisinde saklayan yuvasına sitemli gözlerle bakmış, o andan sonra ruhunda dondurucu bir rüzgâr
dolaşmaya başlamıştı. Hep üşümüştü bu yüzden yollarda Halime... Yanlarına alabildikleri eşya, yola
düşen bütün insanların ala-bilecekleriyle smırlıydı. Donmamak için alman giysi ve battaniyeler, bir
de hiçbir kadının bırakmaya kıyamadığı çeyiz sandıkları...
Tekirdağ'dan Şam'a giden yola atlar, katırlar dayanır mı ? Yol boyunca ağırlıklardan kurtulmaları
gerekmiş ve kadınlar, el emeklerini, göz nurlarını, analarından kalan anıları, umutlarını dökmüşlerdi
yollara... Şam'daki otele yerleştiklerinde, ortalık ana baba günüydü. Zaten kalan son eşyayı da orada
çaldırmışlardı.
Böyle durumlarda sahiplenilen eşya ne bir yemenidir, ne bir yatak örtüsü... Yaşanan, geçmişinle
birlikte kendini kaybetmek istemeyişinin isyanıdır. İstediği kadar geleceğe dönük olsun insanın yüzü,
geleceğe bakmanın yönünü ve açısını çizen de kendi geçmişidir. Hele ki, umutsuz anlarda...
Geçmişten ve onu anımsatan birkaç eşyadan başka tutunacak ne vardır? Geçmiş kaybedilince,
geleceğe bakış nasıl da buğulanır. Kaybedilen madde değil, o maddeye kendi geçmişini yüklediğin
ruhtur, candır; senden bir parçadır... İşte o yüzden senindir... Sahiplenme tutkusu bu yüz-

öylesine derin, kaybetme acısı o nedenle büyüktür... Halime Hanım anlattıkça, Fethi o yolculuğa
birlikte çıkmış gi-hissederdi kendisini. Annesi Şam'a vardığında, çocuklan da
acıları yaşamasınlar diye büyük bir yemin etmişti; "Kızlarıma çeyiz düzmeyeceğim..."
Ah Halime Hanım ah! Nur içinde yatasıca anam... Sen, çileli ¦nsanların yaşadığı bu memleketin çileli
insanlarındandın... Yollarda yalnızca geçmişini değil, karnındaki bebeğini de, geleceğini de
kaybettin... Yedi yıl çocuk yapamadın sonra... Ama bak! Umutlar bitmiyor... Yedi yıl sonra... Üçer yıl
arayla dört çocuk... Anam benim! Sen demez miydin ? Umutlar bitmez değil mi ? "Yok yok" diye
bağırdı bu kez, "işinizi kolaylaştırmayacağım!" Gidip teslim olmayacaktı. Mademki kovalanıyordu,
onu yakalamak da kovalayanların işiydi. Yakalanana kadar kaçacaktı. Yakalandıktan sonra da tek bir
gün bile başını öne eğdiremeyecek-
lerdi.
Yürürken, üzerindeki giysilere bakıp, kadere inanası geldi. Bir Alman'ın sivil giysileri nasıl da üzerine
biçilmiş gibiydi. Yabancı ama uygun!
Sonunda İstanbul yoluna ulaştı ve ilk duran İstanbul otobüsüne kendisini attı. Epeyce yol almışlardı.
Bir ara, en azından yıllarını geçirdiği İstanbul'a özgürce ulaşabileceğini ve o havayı soluyabileceğini
bile düşündü.
İstanbul... Canını, canıma can katan insanlarını sevdiğim Ortaköy... Boklu dereye nazır Barbaros
Sineması... Şimdi vizyonda hangi film vardır? Cemile Hanım! Hâlâ pazarda satacağın boncuklan mı
dizmektesin ? Yine gelip yardım edeyim mi sana ? Ey Osmanım ey! Taşındığımın ertesi günü ölecek
ne vardı ? Kavuştun mu sonunda gizli aşkın Eleni'ye ?.. Hani Av-rupa'daki yarışmada kaza
geçirmiştim de dönüşümde kurban kesmiştiniz bana komşularım... Bu kez kazam daha büyük... nne
kurban keser misiniz bana ? Esmam! Ankara'da kim bi-lir ne haldesin ? Şimdi seninle İstanbul'da
buluşmak... Gülha-ne "arkı'nda bir konser dinlemek... Olmaz ama olsa...
İyi niyeti, Bolu'ya geldiğinde tümüyle yok oldu. Polis-asker kar-ması güvenlik güçleri kimlik
soruyorlardı. Oysa evden ihtilal için 0 a çıkarken kimlik almayı hiç ama hiç düşünmemişti. Çünkü ya
ölecek ya kazanacaktı. Kulağının dibinde, çok tanıdık bir ses duy gibi oldu:
nsan başına ne geleceğini bilmez. Çünkü kader senin elin-bütün kartları görür ve ona göre
davranır..."

Neredeyse kahkahalarla gülecekti... Kadere elini kendisi göstermişti. Çünkü o yaşayabileceği son
olasılığı yaşıyordu. Kazanmak ile ölmek arasındaki rengi... O griyi hiç hesaba katmamıştı ki...
Karşısına dikilen genç subay, "Kimlik lütfen" dedi. "Adım Fethi Gürcan. Kimliğim yok! Emekli
subayım. Şimdi Maliye Bakanlığı'nda müfettiş olarak çalışıyorum." İşte adımı söyledim! Şimdi her
şeyi anlayacak! Biliyordu ki ismi her şeyin delilidir. Kimlik sorulan nokta yolun sonudur.
Genç subay, elindeki listeyi inceledi. Arananlar listesinde Fethi Gürcan'ın adı yoktu! "Nereye
gidiyorsunuz ?" Yani!.. Üzerinde kimlik olsa, bir gece önce, Tank Taburu'nu, Süvari Grubu'nu, Harp
Okulu'nu harekete geçiren, ihtilalin bir numaralı eylem adamı, İstanbul'a doğru yoluna devam
edecekti... İçinden "kader" diye bir ses yükselince, hafifçe gülümsedi. Şimdiye kadar doğruları
söylemişti, artık sıra oyun oynamaya gelmişti: "İstanbul'a, Maden Fakültesi'ni teftişe gidiyorum.
Kimliğim yok ama 944'lü bütün subaylar beni tanır."
Bu oyun Rus ruletine benziyor... Tetiği bir kez daha çektim. Herkes tanır ulan beni!
Genç subay, onun garip gülümsemesine benzer bir karşılık verdi:
"Özür dilerim. Ama biliyorsunuz ortalık karışık. Kimliğinizi ispat etmeniz gerekiyor."
Kimlik tespiti yapılmak üzere askerî cipe bindirildi. Topçu Ta-buru'na doğru yol alıyorlardı. Yalnızca
yirmi dört saat önceyi düşündü. Bir askerî cipte, üniforması, silahlan ve ona yürekten bağlı gençlerle
birlikte...
Topçu Taburu'nun komutanı bir yarbaydı. Bu en umulmadık noktada bile kadere nanik yapma şansı
vardı... Eğer görevli iki binbaşıdan biri onun devre arkadaşı olmasa ve 22 Şubat direni-şindeki rolünü
bilmeseydi... Bu rastlantı yetmiyormuş gibi üzerinde bir de tabanca çıkınca, kuşkular arttı. Bu kez
durumu anlatmak üzere onu garnizon komutanının yanına götürdüler. Garni" zon komutanı, o
durumdaki bir subay için doğru olanı yapmış ve Ankara'yla temasa geçmişti. Gelen yanıt, karanlığı
gitgide büyüyen çakıl taşı gibiydi:
"Fethi Gürcan mı? Dün geceki ihtilalcilerin başı o... Sakın kaçırmayın."

22 mayıs 1963.
Bolu Garnizon Komutanlığında, ihtilalin eylem lideri olduğu or-çıkan Fethi Gürcan, alınan talimat
gereği, ellerine kelepçe ta- Thompson'lu askerler eşliğinde İstanbul'a gönderilmişti.
İstanbul'u iyi bilirdi. Yıllarca Ayazağa Süvari Grubu'nda görev
Dinişti- Atının her şahlanışı öncesinde yosun kokusunu ciğerle-. çekmiş, her engeli atlayışında
kendisinden biraz koku bırak-mıştı İstanbul'a... Şimdi aldıkları yol ise Harbiye'ye gidiyordu.
Harbiye'de tek kişilik hücreye kapatıldığı anda, derin sessizliğe karşın, harekete katılan pek çok genç
subayın daha orada bulunduğunu anladı. Sessizlik demek, umutsuzluk demekti. Oysa, burada
bulunan hiç kimsenin durumunun kendisi kadar umutsuz olmadığını düşünüyordu.
Yenilginin acısını en çok ben bilmiyor muyum ? Ama ağıt yakmak neye yarar ? Tek bir şeye! Bizi
buraya tıkanları memnun etmeye...
Gür sesinin son perdesiyle seslendi:
"Ne o gençler, üzerinize ölü toprağı mı serpildi ? Bu adamların karşısında böyle yıkık mı duracağız?
Daha ölmedik!"

Bu seslenişin ardından, sessizlik hızla uğultuya, ardından gürültüye dönüştü. Ortalık birbirine
girmişti. Görevli subaylar, bu gürültüyü durdurmaya çalışıyor, Fethi Gürcan hakkında aldıkları
duyumlann gerçek olduğunu düşünüyorlardı. En iyisi onu bir an önce Ankara'ya yollamaktı. Verilen
emir de aynı doğrultudaydı.
Sabah uçağa bindirilmiş, uçak havalanacağı sırada da kelepçeleri çıkanlmıştı.
Şimdi bu uçağı ele geçirmek iş değil... Şu görevlinin silahını on saniyede kaparım. Sonra ?..
Fethi Gürcan'ı emniyet içinde Ankara'ya teslim etmekle görev-
subaylardan biri, onun bir yanıp bir sönen gözlerinden rahatsız oldu. Kelepçeleri alarak yeniden
ellerine geçirdi:
Bakın... Herhangi bir risk karşısında öldürme emrimiz var. Bundan haberiniz olsun!"
Sonunda Ankara'ya gelmişlerdi. Havaalanında, ellerinde Thompson larmı kendisine doğrultmuş bir
grup asker onu bekliyordu.
Uçakta, beni her an, kimseye hesap vermeden öldürebileceği-
%nıa eden subay gibi, bunlar da beni ölümle korkutmaya ça-
y°r^r. Nasıl olsa öleceğim de, söyleyeceklerimi söylemeden 0 ^az. Gidelim bakalım ne olacak...
ır cipe bindirildi. Biri yarbay, diğeri binbaşı iki subay ona eş-

lik ediyordu. Yarbay binbaşıya döndü:


"Verilen emri yap!"
Binbaşı, hemen harekete geçip, Fethi Gürcan'ın gözlerini bağladı.
Verilen emrin ne olduğu belli. Bunlar beni hiç konuşturmadan kurşuna dizecek.
Bindirildiği cipte gözleri bağlı halde saatlerce dolaştırıldı. Ama bir türlü tetik çekilmiyordu. Sonunda
bir yerde durdular.
İşte şimdi!
Kendisini, beynini parçalayacak, yüreğini dağıtacak, bedenini eleğe çevirecek kurşunlara hazırladı.
Böylesi daha kolay! Kendimi anlatmam kısmet olmayacak. Hayatımın bütün renkleri kavgalarda
hapis kaldı... Esmam, yavrularım... Çanlar çalıyor, çanlar çalıyor...
Ama öyle olmadı. Gözleri çözülünce Merkez Komutanlığı'na getirildiğini anladı. Ellerindeki
kelepçeler çözülmeden bir hücreye atıldı. Saatlerce bekledi. Sonunda hücreden çıkarıldı ve Ma-mak'a
götürüldü. Artık sorgu saatleri başlamıştı.
"20 mayısı, 21 mayısa bağlayan gece neredeydiniz?"
"Ankara'da."
"Ankara'da nerede ?"
"Tank Okulu'nda, Süvari Grubu'nda, Harp Okulu'nda..."
"Buralarda alarm verip, birlikleri sevk ve idare ettiniz. Bütün gece Genelkurmay, Meclis, Radyoevi
önünde isyancıları yönlendirdiniz, çatışma içine girdiniz."
"Bir ihtilal neleri gerektiriyorsa yaptım!"
Kaçamak yoksa, çelişki de yoktur nasılsa... Her şey birbiriyle örtüşür, her şey sonu yaklaştırır.
Şaşırdılar... Korkup yan çizeceğimi mi düşündü bu adamlar ? Memleketin gerçekleri üzerine
düşünüp, inandığım bir davanın peşinden gittim. Yaptıklarımı saklarsam, inandığım davayı nasıl
savunurum ? Eğilip bükülür müyüm ulan ben ? Daha tanımadınız mı beni ? Tanımadıysanız,
tanırsınız!
Sorgu bitince, sırtüstü uzanıp, karanlıkta tavanı seyretmeye koyuldu. Uzun süre aynı noktaya bakınca
tavan büyüyormuş gibi hissetti. Bir hücreye tıkılmış olduğunu unutturur umuduyla oyunu sürdürdü.
Ama umudu boşa çıktı. Giderek büyüyen kasvetli karanlık bedenini de içine çekmeye çalışıyordu
sanki. Gözlerini kapadı. Çok uzun yıllar önce, yemyeşil otlara uzanıp, binlerce yıldızın, binlerce tatlı
düş vaat ettiği gökyüzünü saatlerce seyrettiği günleri anımsadı.

Hayat çelişkilerden ibaret! İnsan beyni, sona yaklaştığını anladığmda, ulaşabildiği kadar başa
dönüyor. Gelecekten umut azalınca, geçmişe daha çok sahipleniliyor. Gökyüzünü de, yıldızları da niye
o kadar çok sevdiğimi bilmezdim çocukluğumda.-
Kısacık bir an gözlerini açıp, bedenini içine alan karanlığa baktı-
Gökyüzü üzerine çöker mi böyle insanın ? Ben, gündüz bulutları, gece de yıldızları ulaşılmaz
uzaklıktaki gökyüzünü sevdim. Onlara ulaşabilmenin umudunu sevdim. Şimdi, burada, bu karanlığa
meydan okuyacak tek bir yıldız bile yok!

14
Mamak Askerî Cezaevi'ne getirilenler, sorguların bitmesinin ardından ayrı ayrı hücrelere
konulmuşlardı. Geceye, yenilginin sessizliği hakimdi.
Albay Talat Aydemir, sabah erkenden yan hücreden gelen iniltilerle uyandı.
"Kimsin?"
"Benim albayım... Erol Dinçer..."
"Ne oldu, yaralı mısın ?"
"Ali Elverdi, kendisini radyoda yayın yaparken enterne edip Harp Okulu'na getirişimin intikamını
aldı."
"Ne yaptı?"
"Askerlere emir vermiş. Çok kötü dövdüler..."
İhtilal gecesi, Ali Elverdi'nin ihtilal karşıtı anonslan üzerine, içinde Harbiyelilerin de bulunduğu ciple
Radyoevi'ne hızla giden Erol'un yolu önce Bahçelievler kavşağına geldiğinde kesilmişti. Barikatın
önündeki subayı, birkaç saat önce 229. Piyade Alayı'n-dan cephane alırken görmüştü. Onlar cephane
alırken, "Yetmez, bir sandık daha alın!" diye ısrar ediyordu. Bu kez saf değiştirmiş, onları
tutuklamaya çalışmıştı. Erol, elindeki Thompson'u onun göğsüne dayamış, gaza basarak hızla
uzaklaşmıştı.
Tandoğan Meydanı'ndan dolaşıp Ankara Gan önünden Radyoevi'ne doğru ilerlemeye çalışırken,
yeniden yolları kesilmişti. Birliğin başındaki subay sınıf arkadaşıydı. Erol, bu kez Thompson'u sınıf
arkadaşının göğsüne dayamış, aynı yöntemle barikatı yararak uzaklaşmıştı. Sonra Radyoevi'ne
ulaşmış, Ali Elverdi'yi enterne etmiş, ihtilal bildirileri yeniden okunmaya başlanmıştı...
işte Ali Elverdi'nin emrini severek yerine getiren ve kendisini döven askerlerin başında bulunan
subay, o sınıf arkadaşıydı.

Albay sinirle, "Asker askere böyle yapar mı?" diye söylendi. Az sonra sanıkların hücrelerinin kapıları
açılmadan sabah kah-altılan önlerine itilmişti. Albay Talat, biraz ötesinde duran çorbaya dalgm
gözlerle baktı. Kollarını başının altına yastık yapmış, atağına uzanmıştı. Midesinden yükselen
ekşimeyi bastırmaya alışırken, koridorda beliren ayak seslerine dikkat kesildi. Gelen Yarbay Ali
Elverdi'den başkası değildi. O, alaylı bakışlar ve ağır adımlarla ilerlerken, görüş alanına girdiği herkes
de gözlerini ona
dikmişti-
Ali Elverdi'nin ilk hedefi belliydi. Albayın hücresinin önüne gelince durdu. Onun, hiç oralı olmadığını
görünce öfkelendi:
"Gördün mü orduyu kim karıştırıyormuş ? Senin kanını bu memlekete değil, Moskofya'ya
gömeceğiz!"
Ardından hücreye tükürdü...
Albay, kollarını başının altından çekmeden, sakin bakışlarla Ali Elverdi'yi süzdü:
"O belli değil..."
Daha birkaç gece önce Harp Okulu'na getirildiğinde hayatını kurtarmam için bana yalvarıyordun.
Bütün işler senin yüzünden ters döndü. Eğer müdahale etmeseydim, öğrenciler seni linç edeceklerdi.
Yarbay Ali Elverdi, bu kez de, Albay Yaşar Başaran'a yöneldi. Albay Yaşar, radyoya girdikten sonra,
kendisini "Bu adam bizden değildir" diye tevkif ettirmişti. Ali Elverdi, kilitli bulunduğu odanın
penceresinden, o sırada Radyoevi'nin önünde mevzilenen hükümet kuvvetlerine bağırarak içeride çok
az kişinin olduğunu söylemiş, bu da radyonun el değiştirmesiyle sonuçlanmıştı... Şimdi, kendisini
tevkif ettiren Albay Yaşar karşısındaydı. Sesinin son perdesiyle bağırdı:
"Sen de bu adama inanarak peşinden gittin, saman kafalı!"
Albay Yaşar yerinden fırladı, bütün hücrelerin duyacağı şekilde, "Bu adam, o gece Radyoevi'ne
geldiğinde, bana ne dedi biliyor musunuz: 'Hani bu işi birlikte yapacaktık, bana niye haber
vermediniz?'"
Bu sözlerin ardından savurduğu ağız dolusu küfür bir işaret olmuştu. Bütün hücrelerden küfür
yağmaya başladı.
Ali Elverdi'nin cezaevini terk etmesinin ardından, bağnşmalar Verini hafif bir uğultuya bıraktı.
^rol Dinçer, "Biz ihtilalciyiz, kimseyi öldürmedik. Demokrasi-
savunan adam, daha ortada mahkeme bile yok ama kanımızı nereye dökeceğini biliyor" diye söylendi.

Yeniden sessizliğe gömüldüler. Herkes bundan sonra neler olabileceğini kestirmeye çalışıyordu ve
tahminler iyi değildi.

1 olsa, karşılıklı suçlamalarla bir iddianame ortaya çıkanlır-H ^Sıkıyönetim mahkemeleri bu kez
siviller için değil askerler

21 mayıs sabahı GMC'lere bindirilen Harbiyeliler, okullarına götürülmüşler, GMC'lere binerken


vermeyi reddettikleri silahlarını kapıda bırakarak içeriye girmişlerdi. Yaşlan yirminin biraz altında ya
da üstünde olan gençler için mekân aynı, durum ise çok farklıydı. Sınıflara doldurulmuşlardı ama
önlerinde defter kitap, karşılarında öğretmenleri yoktu. Çoğu şaşkındı. Yaşadıkları tek ihtilal
deneyimi 27 Mayıs'tı, o da başarılıydı. Okudukları bütün ihtilaller başarıyla sonuçlanmıştı. Gerçi 22
Şubat'ı yaşamışlardı ama o olay düzenlerini bozmadığı gibi, güvenlerini de azaltmamıştı. O güne
kadar hiçbiri başarısız bir ihtilali ne okumuş, ne duymuştu. Böyle bir durumda neyle
karşılaşacaklarını da bilmiyorlardı. Okulda lider konumunda olan gençler, kendi aralannda, "Bizi
kurşuna dizerler" diye konuşuyorlardı. Bildikleri kadanyla, idam cezası siviller için asılarak, askerler
için kurşuna dizilerek uygulanıyordu. Konuşuyorlardı ama kimse söylediğine inanmıyor, ölüm onlara
çok ama çok uzak görünüyordu.
O zamana kadar özenle hazırlanan yemeklerin yerini erat karavanası almıştı. Kimsenin onlara
geleceğin subaylan gözüyle bakmadığı da belliydi. Gündüz sınıflarda bekleşiyorlar, topluca
yemekhaneye götürülüyorlar, akşamlan yatakhaneye tıkılıyorlardı. Özgürce dolaştıklan, bahçesinde
eğitim yaptıklan okullan artık bir hapishaneydi. Bahçeye çıkmak, okulda dolaşmak gibi lüksleri yoktu.
Yan sınıfa girmeleri bile yasaktı. Ama değişen bütün koşullara rağmen, içlerinde yaşadıklan olaylan
hafife alan bir yanlan vardı. İki hafta kadar sonra bir savcı gelip de kendilerine "Türk Ceza
Kanunu'nun 146. maddesine göre tutuklusunuz" dediğinde de, olayı ciddiye alan çıkmadı. Ta ki,
savcımn çıkıp gitmesinden bir süre sonra, bir öğrenci, "Bu 146. madde, Menderes'lerin asıldığı madde
değil miydi?" diye sorana kadar...
Onlar 146. maddenin hangi fıkrasının hangi suçu tanımlayıp, o suça karşı hangi cezayı öngördüğünü
de bilmiyorlardı. Bildikleri tek şey, Menderes'lerin 146. madde uyarınca idam edildikleriydi. Çok kısa
bir sessizlik yaşandı, ardından her bir genç yürekte çakan şimşek, o kısa sessizlikte buluşup kıyamete
dönüştü.
Elinde hiçbir belge bulunmayan savcı, öğrencilerin elebaşılarını belirlemeye çalışıyordu. Bunun için
tek yol sorgulamalardı.

lÇ12l"Mayıs öncesi, ihtilalin liderleriyle sık sık görüşerek onlara Harp Okulu'nun durumunu anlatan,
kendilerinden görev isteyen lider kadrosundaki gençlerden ikinci sınıf öğrencisi Osman Yet-* uzunca
bir süre kendisini gizlemeyi başarmıştı. Ama sorgulamalar sırasında bir arkadaşı, cephaneliğin
kapısını kıranın kendisi olduğunu söyleyince işler değişmişti. Bu ifadenin üzerine çağrılıp
sorgulandığında, kendisine yöneltilen suçu reddetmişti ama savcı peşini bırakmıyordu.
Harbiyeli Osman, deşifre edildiğim anladığı günden sonra geceleri tetikte yatmaya başladı. Alıp
götürüleceği, kurşuna dizile-ceği anı beklemeye başlamıştı. Yine aynı beklentiyle, uykuya yenik
düştüğü bir gece, sarsılarak uyandınldığında karşısında nöbetçiyi buldu. Kısacık, sıkıntılı uykusunda
yatağına dek işleyen teri bir anda buz kesti. Nöbetçiyle birlikte komutan odasının önünden geçip hiç
bilmediği bir odaya götürülürken, ölüme yürüdüğünü düşünüyordu. Zaman, başka hiçbir şeyi aklına
getiremeyeceği kadar dardı.
Odaya girdiği anda, Harp Okulu'nda ihtilal faaliyetleri içinde bulunan bütün arkadaşlannm orada
bulunduğunu gördü. Zaman, bir soruya fırsat yaratacak kadar da olsa esnedi.
"Ne oluyor?"
"Komutanlar, her şeyi açık seçik anlatırsak affedileceğimizi söylediler. Biz de bildiğimiz her şeyi
yazıyoruz."
O da aralanna katılıp yazmaya başladı. Önlerinde, san saman-kâğıtlan ve kurşunkalemler vardı.
Hemen hepsi uzun uzun yazıyorlar, biten kâğıdı yine kurşunkalemleriyle numaralandınyor, yenisine
geçiyorlardı. Son sayfaya gelenler, isimlerini yazıp imzalarını atıyorlardı. Kiminin son sayfasında
yazacak yer kalmadığından, imzası bağımsız bir sayfada bulunuyordu. Çoğunun aklından, sayfalan
arasında hiçbir bağlantı bulunmayan, kurşunkalemlerle yazılmış bu ifadelerin hukuken bir anlam
ifade etmeyeceği düşüncesi geçtiyse de, kurşuna dizilmeyi bekledikleri bir anda karşı karşıya
kaldıklan durumu sorgulamaktan vazgeçtiler, kaderleri tümüyle başkalanmn elindeydi ve onlar
sorgulayan değil, sorgulananlardı.

Yakalandıktan sonra İstanbul'da bir gece tutulan, ardından Ankara'da sorgulanan Fethi Gürcan,
Mamak Askerî Cezaevi'ndeki hücresine kilitlendiğinde yorgun şakaklarında çakan şimşekler
gözlerinde her şeyi yok eden bir beyazlık oluşturuyor, her beyazlıkta göğsündeki sancı da uyanıyordu.
Yan hücrelerde yatanlardan, On Dörtler grubunun lideri Alparslan Türkeş ve arkadaşları-nm arka
taraftaki hücrelere getirildiğini öğrendi. Sonra On Birler grubu cezaevine getirilmişti. Aydemir, "Bu
hareketin günahı da, sevabı da bize ait. Onlann bizimle ilgisi yok. Pisi pisine yatıyorlar" demişti
arkadaşlarına.
Kısa sürede yaşadığı öyle çok şey vardı ki, replikleri birbirine kanşmış birkaç gerilim filminin, rasgele
eklenmiş görüntülerini izliyor gibiydi. Beyni hızla işliyor ama o beyninden geçenleri yerli yerine
koyamıyordu. O gece... 21 Mayıs gecesi... O gecenin sabahında içine işleyen yenilgi... Dikmen
tepeleri... Ertelenen ölüm... İstanbul'a yolculuk... Yakalanış... Sorgu... İstanbul'a getiriliş... Sorgu...
Ankara'ya getiriliş... Sorgu... Mamak'a getiriliş... Sorgu... Esma nasıl, çocuklar nasıl?.. Sorgu... Bütün
bunlar yetmiyormuş gibi, geçmişten tazelenen acılar...
Kalabalıklarda büyümüş, çocuklarını kalabalıkta büyütmüştü. Hep Esma'yla dertleşmeye alışmıştı.
Şimdi yoktu... Yalnızlık ilk kez çalıyordu kapısını...
Mamak'taki hücrelerde yatanların sorgulamalarının yapıldığı günlerde en büyük endişeleri,
aileleriydi. Onlara haber göndere-medikleri gibi, haber de alamıyorlardı. Bu olayın ardından acaba
aileleri de sorguya çekilmiş, gözaltına alınmış, kötü bir davranışla karşılaşmış olabilirler miydi.
Günlerce bu soru beyinlerinde uğuldayıp durdu. Mahkemeye çıkarılmadan kurşuna dizilecekle-rini
düşünüyorlar ve kendilerinin hayatta olup olmadıklarından endişelenen aileleri hakkında tek bir
haber alamadan ölmek istemiyorlardı.
Fethi, gözlerini açsa, yaşadığı gerçekle yüz yüze geliyor, kapa-sa Esma'nın ağlayan yüzünü görüyordu.
Benim her tayinimde, sen kucağında küçük bir bebekle çıktın yola... Bu kez ölüme gidiyor yolun
sonu... Senin kucağında yine küçük bir bebek var... Bu kez yollarımız ayrılıyor Esma.-¦ Ben ölüme,
sen hayata... Evlatlarımız için, onlarla birlikte hayata. ..

Karanıan'dan Gaziantep'e bebek Gülderen'le, Gaziantep'ten ir gizman'a üç yaşındaki kızları ve bebek


Ömer'le, Kağızman'dan f tanbul'a altı yaşındaki kızları, üç yaşındaki oğullan ve bebek Önerle
gitmişlerdi...
Ama Önder... Kollarımız arasında sarıp sarmaladığımız Önder'in canı nasıl da uçup gitmişti küçücük
bedeninden... Neden bedenine sarıldığı gibi canına da sarılamıyor insan sevdiklerinin... Öyle olsa,
sevilenler hiç ölmezler sevdiklerinin kollarında... Deli divane olmadık mı Esmam onu kurtarmak
için ?
Düşünürken demir bir yumruğun kalbine üst üste darbeler indirdiğini sandı.
Kağızman'dan İstanbul'a, Ayazağa Süvari Grabu'na tayininin çıktığı 1952 yılının temmuz ayında Öner
henüz iki aylıktı. Ağlayan yüreklerine bir sıcaklık yerleşmişti. İstanbul demek, Mustafa ve İlhan
demekti. Mustafa, İstanbul'a dört yıl önce tayin olmuştu. Bir kamyona sığacak hafiflikteki eşyayı
yüklenmişlerdi. Birkaç kerevet, açılır kapanır bir masa ile birkaç sandalye ve yine açılır kapanır yatak,
yastık, yorgan hurçlan... Mecidiyeköy'de kiralık bir ev bulup oraya yerleşmişlerdi. Önder'in
ölümünden sonra sevinçlere küsen Esma, üç çocuğun yüküyle yoruluyordu. O zaman Esma'nın ana,
çocuklarının anneanne bildikleri Sıdıka çıkıp gelmişti kardeşine destek olmaya... Sonra da hep
kalmıştı yanında... Ablası Nefise dış gebelikten ölünce, yeğeni de katılmıştı aralarına...
İstanbul'a taşınmalarından birkaç ay sonra, Esma ve kardeşleri Dinar'daki baba yadigârı tarla ve
değirmeni satmışlardı. Herkesin payı eşit olarak dağıtılmıştı.
O zaman bir araba almaya özenmiştim ama... Sıdıka Abla, Dünyada mekân, ahrette iman. Nasılsa
birlikte yaşıyoruz, benim payımı da Esma'nın payına ekleyelim, iyi kötü bir ev ala-wm" demişti. Sen
de heveslenmiştin kendi evinde oturmaya... dramız az, hevesimiz çoktu. Nasıl bulmuştum
Ortaköy'de, gecekondu mahallesinin dibindeki o evi ama...

15
28 mayıs 1963.
Esma'nm evde haber beklediği günler ve geceler uzadıkça uzuyordu. Kocasını en son 20 mayıs
akşamı görmüştü. Aradan bir hafta geçmişti ve hâlâ tek bir haber yoktu. 21 mayısta evlerinden
alınanlardan da haber gelmiyordu.
Büyük ablası, sabah ezanıyla kalkıyor, kahvaltı saatine kadar namaz kılıp dua ediyordu. Büyük kızı
Gülderen evde hayalet gibi dolaşıyordu. On yedi yaşın tazeliğine büyük bir acı sinmiş, yüzünde
şaşırtıcı bir tezat oluşturmuştu. Gözlerinden yaş aktığını görmemişti ama, bakışları gözyaşlarmdan
daha yakıcıydı. Sabah akşam, bir buçuk yaşındaki kız kardeşi Sema'yla ilgileniyordu. Böylece hem
annesinin üzerinden bir yük almaya çalışıyor, hem de babasıyla oynaşmaya alışkın Sema'ya onun
yokluğunu hissettir-memeye çalışıyordu.
Babasına âşık kızım benim.
On dördündeki Ömer ile on birindeki Öner birkaç gündür dur-gunlaşmışlardı. Arada bir itişseler de,
ortalığı kasıp kavuran kavgalarından eser yoktu.
Bu bekleyiş ne kadar sürecek ?
Eğer kocası hâlâ sağsa ve hâlâ yakalanmadıysa, ne yapar eder onlara bir haber ulaştırırdı... Öyleyse?
Neler de saçmalıyorum. Eğer kaçıyorsan, nasıl haber yollayacaksın, kiminle yollayacaksın ? Eve gelip,
"Ben kaçıyorum' diyecek halin yok ya... Kapatıp gözlerimi uykuya dalsam şimdi... Nerede olduğunu,
ne yaptığını düşümde görsem... Bana ne yapmam gerektiğini söylesen! Ben seni hiç tanımadan
girmiştim düşüne. Sen bunca yıl sonra girsen ne olur...
Esma, beynini zorluyor, "Nerede olabilir?" sorusunun yanıtu11

bulmaya çalışıyordu.
Mutlu değilsindir bizden uzakta... Belki de...
Kalbi canını acıtacak kadar hızlı çarptı. İşkencede olduğu düşüncesini kovmaya çalıştı beyninden...
Nerede olursan ol, sen de anılara sarılıyörsündür benim gi-/,- Nasıl hevesle taşınmıştık o
gecekondu mahallesine...
ilk kez kendi evlerinde oturacaklardı ama içindeki kiracı evi boşaltmadığı gibi para da ödemiyordu.
Fethi, "Siz takmayın kafanıza" demişti onlara... Bir daha da kiracıya evi boşaltması için ricada
bulunmamıştı. Atlarını almış, kiracıların oturduğu evin alt katma bağlamıştı. Atlar kişneyip
duruyorlardı. Bahçe tezek dolmuştu. Bütün bunlar yetmiyormuş gibi Fethi hafta sonları, "Başka türlü
olmaz" deyip tezekleri yakıyordu. İki ay sonra ev kendiliğinden boşalmıştı.
Esma, Fethi ve üç çocukları ile Sıdıka Ortaköy'de dere boyunda, Leylekyuvası Sokağı'nda, yokuşun
başında, iki katlı eve yerleşmişlerdi. Evin etrafı, duvarları tahta ve tenekelerden oluşan
gecekondularla doluydu. Paslanmış tenekelerin arasında, silinmeye yüz tutmuş "Vita" yazılan
seçilirdi. Isırgan otlarıyla dolu bahçeye bir merdivenle çıkılırdı. Evin önü, gidip gelmelerle yol
olmuştu. Alt kat ile üst kat birbirinden bağımsızdı. Bahçenin hemen yakınında bir kuyu vardı,
yakınında da bir çeşme... Bütün mahalle su gereksinimini buradan karşılardı. Çabucak öğrenmişlerdi.
Dere boyuna, "boklu dere", çevredeki ağaçlara da "osuruk ağaçlan" deniyordu. Zaten arkalan da
Çingene mahallesiydi.
Fethi işten eve, evden işe atıyla gidip gelirdi. Gülderen, her gidişinde arkasından ağladığı için, o
uykudayken, "adeta" sürerdi atını uzaklaşana kadar. Ama kimi zaman Gülderen uyanıp ağlamaya
başlar, onun sesiyle yataktan fırlayan Ömer, sonra da Öner katılırdı ağlamalara. O zaman dayanamaz
geri döner, onlan atının terkisine bindirir, biraz dolaştınr, sonra öpüp aynlırdı çocuklarından. Öğle
saatlerinde de evinde olur, yemeğini ailesiyle birlik-e yerdi. Akşam, üçü birden babalannm yolunu
gözlerler, birbiriyle yarışarak atlarlardı Fethi'nin üzerine. Hiçbir şey alamazsa, rengârenk şekerler
getirmiş olurdu çocuklanna.
rtaköy'ün en büyük eğlencesi, boklu dereye nazır açık hava
temasıydı. Büyük, küçük toplanır sinemaya giderler, kimi za-
^an yabancı, kimi zaman Türk filmleri izlerlerdi. Elvis Presley'in
dŞrol oynadığı filmleri izlerken, o insanlann başka bir dünyada
sadıklarına inanırlar, Türk filmlerinde ise kendi yaşamlarından
Zerlikler bulurlardı. Gecekondu mahallesinin çocuklan sine-

maya bilet almadan kaçak girdiklerinden, tam filmin ortasında birdenbire ışıklar yanar, bilet
kontrolü yapılırdı. Bileti olmayan çocuklar kaçışmaya başlayınca, Gülderen, Ömer ve Öner de onlarla
birlikte koşarlar, Anneanneleri, "Sizin biletiniz var, siz niye saklanmaya çalışıyorsunuz" diye üçünü
birden yaka paça yakalayıp geri getirirdi.
Çocuklar en çok Tarzan ve Kızılderili filmlerinden hoşlanıyorlardı. Akşam sinemada izlediklerini,
gündüzleri oyunlarına yansıtırlardı.
Esma, düşüncelerinden sıyrıldığında, dudaklarına yerleşmiş gülümsemeyi yadırgadı.
Geleceğin karanlık, belirsiz yüzüne bakarken, geçmişe dalıp gülümseyebilmek ne tuhaf...
Ama yeniden hayallerine döndüğünde, az önce uçup giden gülümsemesi de yeniden dudaklarına
konmuştu.
Yaşamını evlendikten sonra da İzmir'de sürdüren Zehra'nın çocuğu olmamıştı. O da tıpkı ablası
Sıdıka gibi çocuk özlemini kendi çocuklarıyla gideriyordu. Zehra'yla birbirlerine hiç aksatmadan uzun
uzun mektuplar yazarlardı. Her fırsatta İzmir-İstanbul yoluna düşerler, yan yana geldiklerinde,
ayrılacakları günün kaygısına kapılırlardı. İnadına çok çabuk geçerdi birlikte oldukları günler...
Zehra'nın İstanbul'a gelişleri çocuklar için bayram olurdu. Çünkü onun sevgisi kadar harçlıkları da
boldu.
İstanbul'u sevmişti... Ortaköy'ün boklu deresini, Çingene mahallesini, çamurlu yollarım, çocuklarının
giderek daha yaramaz ve daha mutlu oluşlarını, Mustafa'ya yakınlığını, Zehra'nın gelip gitmelerini
sevmişti... İçini hep ilk günkü heyecanla titreten, mesleğine ve ailesine âşık kocasının iki aşkını
dengelemekteki hünerini, tutkulu sarılışlarını, içindekileri saklamayı bilemeyişini, kardeşleriyle
kardeş oluşunu sevmişti...
"İyi misin Esma Hanım ? Ne o mutfağa kapanmış sessiz sessiz oturuyorsun?.."
Esma, Gülderen'in sesini duyunca çabucak toparlandı. Evlerinin geleni gideni eksik olmadığından,
herkes "Esma Hanım'a" bir şey sorduğundan, kızı da ona böyle seslenmeye alışmıştı.
"İyiyim yavrum" dedi, "makarnanın haşlanmasını bekliyorum-Geç oldu, acıkmışsınızdır. Sen de
çocukları topla da sofraya oturalım."

16
30 mayıs 1964.
Hücrelerde yatanların ailelerine ilk kez haber gönderildi. Aileler sanıkların yaşadıklannı böylece
öğrendiler. Sanıklar da istedikleri temiz çamaşır ve elbiselere kavuşunca ailelerine kavuşmuş gibi
oldular.
Emekli Yarbay Mustafa Türker, her gün en az iki kez kız kardeşine uğruyor, onun telaşını
yatıştırmaya çalışıyordu. O sabah erkenden gelmişti. Esma, meraklı gözlerini ağabeyine dikmiş, bir
haber getirdiğini anlamıştı.
Üzgün görünmediğine göre yaşıyor demek!
"Hoş geldin ağabey. Bir haber mi var?"
"Fethi İstanbul yolunda yakalanıp Ankara'ya getirilmiş. Sağlığı iyiymiş, merak etme."
"Görebilecek miyiz ?"
"Evet. Hepsi Mamak'ta... Ailelerin görmesine izin verecekler. Pazartesi günü ziyaret var."
Pazartesi ? Bugün ne günlerden ? Çarşamba... Perşembe, cu-
Waı cumartesi, pazar ve... Beş gün sonra onu yeniden göreceğim!
Günlerdir yok etmeye çalıştığı "onu bir daha hiç görememek" olasılığa bedeninden aniden boşalan
terle birlikte akıp gitmişti sanki. Arkasını döndü, Gülderen'in heyecandan kızarmış yüzünü Sordu.
Sema'ya sütle ıslatılmış bisküvileri yedirdiği kaşık elin-
yfu- Kahvaltısı yarım kalan Sema, acemi adımlarla ablasının Peşinden gelmişti. Esma'mn sesi titredi:
^uydunuz mu ? Babanız iyiymiş. Pazartesi günü görebilecek-

Onra utangaç bir yüzle ağabeyine döndü:

"Buyur ağabey, niye kapıda kaldın ?"


Mustafa, kardeşine yanıt vermeden yüzüne yayılan bir gülümsemeyle eğilip Sema'yı kucağına aldı:
"Nasılmış, benim tonton kızım?"
Sema, bir süredir ağzında tuttuğu bisküvileri neşeli bir gülüşle dayısının yüzüne püskürttü.
"Seni haylaz seni!"
Esma ıslak bir bez getirmek için çabucak mutfağa koştu. Mustafa, yüzündeki bisküvi kırıntılarını
silerken, "Fethi temiz çamaşır, kıyafet istemiş Esma" dedi, "hemen hazırla da götüreyim."
Esma yatak odasına girip, Fethi'nin tertemiz, ütülü çamaşırla- i nnı bir valize yerleştirmeye başladı.
Yerleştirdiği her parçayı ok- j sayarak düzeltiyor, üzerine bir yenisini eklediğinde aynı hareketi,
tekrarlıyordu.
* * t- ,.¦...
Kimseyi uyandırmamak için yavaşça kalktı. Yanı başında yatan Sema'nm uykuya teslim olmuş küçük
bedeninin bir yanı açılmıştı. Yorganı yeniden düzeltti. Kısa bir süre, onun yanaklarına doğru uzanan
uzun siyah kirpiklerini, hafifçe aralanmış pembe dudaklarını seyretti. Kim bilir hayat ona neler
gösterecekti... Gözlerinden hızla boşalan yaşlan, küçük kızının yanağına düşen bir damlayla
aynmsadı. Hemen geri çekildi, önce Sema'nın yanağına düşen damlayı, ardından da gözlerini
ovuşturarak kendi yanağın-daki yaşları sildi. 21 Mayıs'tan bu yana içine yerleşen, ancak sabah aldığı
haberden sonra uçup gittiğine inandığı keder, yeniden, bütün ağırlığıyla kendisini hissettirdi. Bir
yanında ise Fethi'yi yeniden görecek olmanın heyecanı giderek daha büyük bir çırpınmaya
dönüşüyordu.
O da heyecanlanıyordur... Özlemiştir çocukları... Beni de özlemiştir. Onu nasıl merak ettiğimi
düşünüp üzülmüştür. Kendi yenilgisinin moral bozukluğuna, bizim hissettiklerimizi ekleyip
kederlenmiştir. İstanbul'a giderken yakalanmış... Boşuna değilmiş günlerdir İstanbul anılarına takılıp
kalışını.-¦
Kulağına gelen hafif tıkırtılardan, ablasının sabah namazına kalktığını anladı.
Bir yanda, geleneksel değerlere bağlı ailesi, öte yanda hep değişimden ve daha çok özgürlükten yana
olan kocası... Onları bir fotoğrafta birlikte görenler hiçbir zaman anlayamaz, ancak yaşayanlar
ayırdına varabilirlerdi bu farkın. Esma'nın mutluluğu, ko-

casıyla kardeşlerinin, hiç yadsımadan birbirlerine sahip çıkmala-rındaydı.


Onun ailesinde geleneklere en bağlı olan büyük ablası Sıdı-ka'ydı- Mustafa Ağabeyinin tartışmasız
otoritesi, sınır tanımaz sevecenliğiyle birleşiyor, kendisine özgü kişiliğini ortaya çıkarıyordu. Özveride
Zehra da ağabeyini aratmazdı. Haberi aldığı andan sonra İzmir ona dar gelmeye başlamıştı. Zehra
Öğretmen, soluğu Ankara'da almak için okulların tatil olacağı günü iple çekiyordu.
Ah Zehra, can Zehra...
Hastalansa, doktora gitmezdi... Bu yüzden Mustafa Ağabey'iy-le takışırlardı...
"Hastane, insanı daha çok hasta eder."
"Keçi kafalı!"
"Rica ederim ağabey..."
Bir uçta büyük ablası, diğer uçta Fethi vardı. Ama nasılsa, ikisi de birbirlerinin sınırlarına tecavüz
etmeden, üstelik en zayıf anlarında birbirlerine dayanarak yaşayabiliyorlardı. Fethi bir rahatsızlığı
olduğunda kendisini onun kocakarı ilaçlarına teslim eder, ablası ise Fethi'yi en sinirli, en sıkıntılı
olduğu günlerde, çocuğu gibi oyalar, büyüğüymüş gibi sayardı.
Aralıksız bir arada yaşamaya başladıkları İstanbul günlerinde, çocuklar, Sıdıka Abla'sından korkuyu,
Fethi'den cesareti öğreniyorlardı. "Yıldız kaydığında biri ölür" derdi anneanneleri... Gülde-ren ve
Ömer kayan bir yıldız gördüklerinde kimin öldüğünü merak edip korkarlardı. Evin karşısında Rum
mezarlığı vardı. Fethi, onların mezarlığa yönelen korku dolu bakışlarım görünce, hemen bir oyun
atardı ortaya. İkisini karşısına alıp, "Kim mezarlığa kadar gidip gelirse, ona para vereceğim" der,
sonra çocuklarının nefes nefese mezarlığa koşarak gidip gelişlerim sevecen gözlerle izlerdi.
Çocukluğumda babamı kızdıracak bir şey yaptığım zaman gi-P mezarlığa saklanırdım. Şimdiye kadar,
kimseye ölülerden zarar geldiğini görmedim. Siz kötü niyetli sağlara dikkat edin" derdi Pethi.
az ve bahar aylarında öğle yemeği bahçede yenirdi. Öğle na-mdan sonra kaldırılan cenazeler, onların
bahçelerinin önün-geçerdi ve haftada birkaç gün, bütün aile önlerinden geçip gi-cenazenin
sahiplerine saygısızlık olmasın diye yemeklerini bırakarak ayağa kalkar, onlar uzaklaşana kadar
yeniden vurmazlardı.

Fethi'nin tayin bedeli aldığı günler evde bayram yapılırdı. O gün sofrayı hazırlamak için, kocasının
getireceği pirzolaları beklerdi. Fethi gelir gelmez ikisi birlikte mutfağa girerdi. Ablası, tabaklara
pirzolaları dağıtırken, Fethi rakı bardağını, kendi birasına tokuşturup yudumlamaya başlamış olurdu.
Ablası, alkollü içkileri ağzına bile koymazdı.

17

Sabun köpükleriyle oynaşan Sema'nm küçük ve hareketli bedenini ellerinin arasından kaçırmamak
için bütün dikkatini yaptığı işe veren Gülderen, bir yandan kız kardeşinin gülücüklerine karşılık
veriyor, bir yandan insanı gizemli bir dünyaya davet eden fosforlu baloncuklara özlemlerini
yerleştiriyordu... En çok İstanbul'daki çocukluk günlerini özlüyordu. Günlerin çabuk, yılların ağır
geçtiği çocukluk yıllarını...
Ortaköy'deki gecekondu mahallesinde sular akmazdı. Temizlik, yemek, çamaşır, bulaşık yıkama
işlerine başlamadan önce, çeşmeden su taşınırdı. Annesi, çeşme başında sohbet ederek bekleşen
komşu kadınların huzuru kaçmasın diye hizmet erini yollamaz, bu işi kendisi yapardı.
Annesi ile anneannesi leğenin başına otururlar, küçüklü büyüklü gömlekleri, pijamaları, atletleri
çivit, yeşil sabun ve çamaşır sodasıyla yıkarlardı. Çamaşır sodası ve çivit annesinin ellerini berbat
ederdi. Babası, "Esmam, sen ne zaman çamaşır yıkasan, ben hasta oluyorum" diye dertlenirdi. Ama
annesi bir kez bile şikayet etmezdi. Yıkanıp kurutulan çamaşırlar, sonra da kömür utüsüyle
ütülenirdi. Babası, çoraplarını ve mendillerini kimseye yıkatmazdı. Ütüsünü de kendisi yapar,
gömleklerinin yakalarını kolalar, pantolonlarının ütü çizgisini şaşırmazdı.
Koca kazan, banyo günleri de sobanın üzerine yerleştirilirdi. er banyoda, "Beni babam yıkasın" diye
tutturur, muradına da rerdi. Anneannesi, "Koca kız oldun" der, babası buna aldırma-an, bembeyaz
kalıp sabunla köpürttüğü lifle onu küçük bir be-
k gibi yıkardı. Babasının bir yurtdışı dönüşünde saç şampu-
ıvla tanışmışlardı. Anneannesi, "Sakın yıkanmayın. Bu gâvur-r SaÇİannızı dökmek için size böyle
abuk sabuk şeyler satıyor-

lar" diye söylenmişti...


Ah anneannesi... Babasının kaputu eskidiği zaman onu söker hakiyi kahverengiye boyar, minicik
dikiş makinesinde onlara elbiseler dikerdi... Bayramlık basma ve pazen elbiseleri, pijamala-n, hatta
fanilaları bile onun elinden çıkardı... Hem cefakâr hem sevecendi ama bir de yasaklan olmasaydı!
Onun büyümeye başladığını düşündüğünde, eline tığ işi motifler vermeye, "Bu bitmeden sokağa
çıkmayacaksın" diye tutturmaya başlamıştı. Oysaki, onun gönlü ağaçlara tırmanmaktan, çamurlu
yollarda koşmaktan yanaydı. Ömer'i, "Babamın adı, canımın tadı" diye seven anneannesi kendisine
yasaklar koyunca, "Ömer niye dışarı çıkıyor?" diye karşı çıkardı. O zaman olan Ömer'e olurdu. Çünkü
anneannesi onun eline de tığ işi tutuşturmaktan çekinmezdi.
Hafta sonlan anneannesinin yasaklanndan kurtulur, özgürlüğünü ilan ederdi. Babası, "Bırakın
çocuklan, oynasmlar" der, onlar da soluğu sokakta alırlardı. Üstelik, yalnız kendilerine değil, onlarla
birlikte oynayan bütün arkadaşlanna, hiç yüksünmeden tek tek uçurtmalar yapar, boş iplik
makaralarını çakıyla yardıktan sonra, içine önceden yonttuğu ince dalı yerleştirir, onlara fı-nldaklar
armağan ederdi.
Havalar biraz ısındı mı, çocuklara da gün doğardı. Ev oyunla-nnm yerini sokak oyunlan alır, boş
araziler önce yeşillenir, sonra alabildiğine kızarırdı. Gelincik tarlalan onun neşesiydi.
Babası, uzun süre at koşturup, teri üzerinde kuruduğundan, sırt ağnlan çekerdi. O zaman anneannesi,
onu önüne oturtur, ispirtolu pamuğu yakarak, bardakları sırtına yapıştınrdı. Herkesin harcı değildi
kupa çekmek. İşin içinde, ayan kaçınp eti parçalama riski de vardı. Ama anneannesi bu işte ustaydı.
Babasının gün geçtikçe göz dolduran binicilikteki basanları ise bütün aile gibi onun da gururuydu.
Gülderen, bembeyaz bir havluyla sarmaladığı Sema'yı yumuşak bir hareketle kurularken, onun
pembe yanaklarını öpüp, kokusunu içine çekti. Temiz ve ütülenmiş giysilerini giydirdikten sonra
kucağına alıp, mahmurlaşan gözlerine sevgiyle baktı.
Onun uykuya teslim olmak üzere olan yüzünü incelerken, inatçı umutlanyla birlikte, sevgileri,
özlemleri, anılan yeniden beynini sarmaladı. O mutlu bir çocukluk yaşamış, babasıyla koşmuş,
oynamıştı... Kardeşi de, babasıyla aynı mutluluklan paylaşabilecek miydi acaba? Bilmiyordu...
İçinden bir ses, "Tabiî ki yaşayacak!" diye bağınyor, ama bir başka ses aklına kötü olasılıklan
getiriyordu. İkinci sesi hırsla kovdu aklından... Yeniden, mutlu ç0'

cukluk günlerine döndü...


Ortaköy'de kimse kapısını kilitlemez, çocuklar sokakta oynar-kadınlar günlük yaşamı paylaşırlardı.
Akşam olunca, işin içine erkekler de girerdi.
Bir Cemile Teyzeleri vardı. Pazarda sıra boncuk satardı. Akşamlan, pek çok komşulan gibi onlar da
bütün aile toplanır, Cemile Teyze'ye yardıma giderlerdi. Hepsi ellerine birer iğne iplik alır bir yandan
sohbet ederken, bir yandan da boncuklan iplere dizerlerdi. Onun gözü hep babasının dizdiği
boncuklarda kalır, babası hangi renk boncuklan diziyorsa, onu taklit ederdi.
Ermeni ve Rum asıllı birçok komşulan vardı. Apostoli, Vango-li ve diğerleri... Gür san saçları iki örgü
halinde yanaklanndan aşağıya inen Donna'nın annesine seslenişi hâlâ kulaklanndaydı:
"Mamma, mamanikotofı, ela mammaaa..."
Arkadan teneke barakada oturan çok çocuklu komşulan seslenirdi:
"Gülseren, Güllü, Gülbahar, Aynur..."
Çingene mahallesindeki çocuklar... Hepsi arkadaşlarıydı... Dinî bayramlarda Rum, Türk, Çingene
diye ayırmadan bütün arkadaşlarıyla tanımadıklan evlere gidip bayramlaşırlar, mendil arası renkli
şekerler, ortası delikli bir kuruşlar toplarlardı. Annesi, "Dilenciden ne farkınız var?" diye azariasa da,
onlar topladıklan ortası delikli paralan ipe dizip boyunlarına takmaktan vazgeçmezlerdi.
Hemen her gün biri oyun oynarken düşüp yaralanır, anneannesi soğan, sabun ve zeytinyağı karışımı
özel merhemini onlann ya-ralanna sürerdi. Üşütüp öksürmeye başladıklannda da, karabiber koyduğu
çayı zorla içirirdi.
Sayısız yaka iğneleri olmuştu. Yakındaki tramvay yoluna gider, iki topluiğneyi çapraz yapıp raylann
üzerine yerleştirirler, minyatür bir makasa benzeyen yaka iğneleri yaparlardı.
Mahallenin en renkli adamlarından biri de Osman'dı... Hemen her gece eve sarhoş gelir, sonra da
kansıyla kavga ederdi. Onlan ayırmak da mahallelinin göreviydi. Babası, küfelik olacak kadar Ç ^ı
için kızardı Osman'a. O da bir daha içmeyeceğine söz verir,
esi günün akşamında, yeniden evinin önüne küfeyle dökülür, yeniden kıyamet kopardı.
^ ethi Beyim, ben niye sarhoş oluyorum... Kimselere anlatama-gım bir derdim var da ondan..." der,
sonra da içli içli konuşmaca ^^dı. Gençliğinde deliler gibi âşık olduğu Rum kızı Eleni'yle ra
enememiS> s°nra da kopmuşlardı birbirlerinden. Eleni uzakla-gıli yıllar olmuşsa da, sarhoş
Osman'ın yüreğinde on sekizlik

haliyle, taptaze yaşıyordu. Derdini bir tek babasına anlatabiliyor-! du. Altı yıl boyunca ona Eleni'yi
anlattı, Eleni diye inledi.
Gülderen, derin bir uykuya dalan Sema'yı yatağa yerleştirip
odadan çıktı. Mutfaktan gelen seslerden, annesinin orada oldu
ğunu anladı. İ
"Kolay gelsin Esma Hanım..."
"Sağ ol yavrum... Bakamadım sana... Sen de seslenmedin hiç. Uyudu mu ?"
"Melekler gibi uyudu... Sen ne yapıyorsun?"
"Sabaha hazır olsun diye meyve yıkadım."
Gülderen'in kalbi hızla atmaya başladı. Yarın büyük gündü... Babasına gideceklerdi. Mustafa Dayı'sı,
görüşe hep birlikte gide- s çeklerini söylediğinde deliler gibi sevinmişti. Annesiyle bir an4 göz göze
geldi. İki insanın, tek bir kelime konuşmadan, aynı duygu seli içinde nasıl yıkanabileceğine ilk kez,
işte o an tanık oldu.
Babasına âşıktı... Onu herkesten kıskanırdı. İstanbul'da hep yanlarında olan babası, Ankara'da sık sık
dışarıda oluyordu. Kimi zaman da eve geldikten sonra geç saatte yeniden birliğine dönüyordu.
Babasının evde olduğu akşamların da tadım çıkaramryor-du... Çünkü bu kez de onun subay
arkadaşları, akşam oturmaya geliyorlardı. O günlerde ortaokulda okuyordu. Türkçe öğretmeninin
"Misafir sever misiniz ?" sorusu, onun yarasını kanatmıştı. Kâğıda, "Ben misafir sevmem" diye yazıp
verdi. Öğretmen, "Neden?.. Neden?.." diye sorarak bas bas bağırmaya başlamıştı.
Sevmiyordu işte! Misafir gelince, çocuklar bir odaya tıkılırlardı. Gürültü yaptıklarında annesinden
azar işitirlerdi. Babası, "Derslerinizi çalışın" der, anneannesi eline motif tutuştururdu. Bütün bunlar
yetmiyormuş gibi, kış günlerinde soba salonda yandığından, dışarıya çıkmalarına izin verilmeyen
odada üşürdü.
Yine de başı sıkıştığında kendisini babasının kollarına atardı. Bir gün tuvalete girip de beyaz taşların
kana bulandığmı gördüğünde, korkudan rengi sarı-beyaz olmuştu. Yarım yamalak, "aybaşı" diye bir
şey duymuştu. Aklında kaldığına göre iyi bir şey değildi. Büyük bir derdi olduğunu düşünüyordu ve
büyük dertlere her zaman "Ben senin dostunum" diyen babası çare bulurdu. Başını onun omzuna
dayayıp yüzünü, uzun kirpiklerini incelerken, o da saçlarını sevecenlikle okşardı. O gün de, "Korkacak
bir şey yok. Yalnızca güzel kanaryam büyüyor" demiş, sonra da, "bunu annene anlat. O sana daha çok
yardımcı olabilir" öğüdünü vermişti neşeli bir sesle.

18
Türkiye'yi saran seçim heyecanından Ortaköy de payını almıştı... Çıkardığı yasalarla öğretim
üyelerine siyasetle uğraşma yasası vetiren DP iktidarının, CHP'nin tüm mallarına el koydurması iki
parti arasındaki rekabeti kızıştırmıştı... Gürcan ailesinin tam göbeğinde bulunduğu komşuluk
ilişkileri aynı sıcaklıkta sürerken, akşam sohbetlerine siyaset de karışmaya başlamıştı. Oyunu DP'ye
vermeye hazırlananlar ile CHP'yi özleyenler birbirlerine takılırken, sohbetler kahkahalarla bölünür,
kahkahalarla biterdi.
1954 mayısında yapılan seçimlerde DP iktidara daha büyük bir oy çoğunluğuyla gelmişti. Sonuçlar
CHP için ağır bir yenilgiydi. Çünkü DP, oyların yüzde elli yedisine yakınım almıştı. DP'nin, Ba-tı'dan
almayı planladığı destek temeline oturttuğu ekonomik kalkınmaya dönük propagandası, yoksullukla
boğuşan halk için umut olmuştu...
Seçimlerin hemen öncesinde Cumhurbaşkanı Celal Bayar, Amerika'ya gitmiş, büyük ilgi gören bu
gezide Türkiye iki kutuplu dünyadaki yerini net bir şekilde ortaya koymuştu. Türkiye, daha önce
atılan temeller doğrultusunda, Sovyetler'e karşı Amerika'nın yanında olacaktı...
Meclis'teki sandalye dağılımı, on yıl sonra yeniden tek parti ik-
arına dönülmüş görüntüsü yaratıyordu. Güç tamamen DP'nin
e mdeydi. Fethi'ye göre, DP'nin asıl sınavı bundan sonra başlıyor-
u ve o DP iktidarına güvenmiyordu. Bayar'm Amerika'da gördü-
uginin en büyük nedeni, Türkiye'nin Kore'deki savaşa asker göndererek katılmış olmasıydı. Yüzbaşı
Fethi Gürcan, Kore'ye
¦f me hevesine kapıldığında karşısına dikilen Esma'ya minnet duyd
ayış seçimlerini takip eden haziran ayında gazeteler DP'nin,
seçimlerde kendisine oy vermeyen Kırşehir'i cezalandırdığını yazıyordu. Kırşehir ili, ilçe yapılmıştı.
Çünkü Kırşehirliler, Cumhuriyetçi Millet Partisi'ne oy vermişti ve sivri dilli muhalif Osman Bölükbaşı
Meclis'e girmişti.
İktidar, peş peşe yasakçı yasalar çıkarıyor, bu da basmın tepkisini çekiyordu. DP, çözümü, kendisini
eleştiren kalemleri cezalandırmakta bulmuştu. Önemli yazarlar ardı ardına mahkemeye çıkıyorlar ve
tutuklanıyorlardı. Ünlü gazeteci-yazar Hüseyin Cahit Yalçın, DP aleyhine yazdığı yazılar yüzünden,
sekseninci yaşına cezaevinde girmişti.
Fethi, kendilerini Atatürk devrimlerini korumakla yükümlü sayan pek çok subay gibi DP'nin yönetim
tarzını yakından izliyor günlük gazetelerde çıkan haberlerin subaylar arasında gördüğü tepkiyi
Esma'ya anlatıyordu.
Başlangıçta orduda DP'ye yönelik bir sempati oluşmuş ama geçen sürede, iktidara yönelik öfke,
kışlalarda günlük konuşmalara girmişti. İlk kıpırdanmalar DP'nin iktidara gelişinden kısa bir süre
sonra, Türkçe ezanın yerini Arapça ezanın almasıyla başlamıştı. Başbakanın, İsmet Paşa'ya karşı
kullandığı ağır dil de rahatsızlığı artırıyordu. Genç subaylar için İsmet Paşa, CHP'nin genel başkanı
değil, Atatürk'ün silah arkadaşlığını yapmış, Kurtuluş Savaşı'na damgasını vurmuş olan Garp Cephesi
komutanıydı. Marshall Planı doğrultusunda, Türkiye'ye gelen Amerikalı eğitmen subaylar ise
kışlalardaki öfkenin belki de gerçek nedeniydi.
1955 yılında DP'li bakanlarla ilgili yolsuzluk iddiaları kulaktan kulağa yayılmaya başlamıştı. Bu
iddialar, Menderes'i kendi grubunda sıkıntıya sokmuş, yaşanan gerilim sonucunda, on dokuz
milletvekili DP'den ayrılarak yeni bir grup kurmuştu.
Aynı yılın eylül ayında yaşanan olaylar sırasında, yarışmalar nedeniyle İstanbul dışında bulunan
Fethi, olan bitenin bir bölümünü birikmiş gazetelerden okumuş, kalanını Ayazağa'daM subay
arkadaşlarından ve Esma'dan öğrenmişti. Anlaşılan, o yokken İstanbul'da kıyamet kopmuştu.
Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu, Londra'da Kıbrıs sorunuyla ilgili görüşmelerde bulunurken,
İstanbul Ekspres ve Hürriyet gazeteleri ikinci baskı yapmışlardı. Habere göre, Selanik'te Atatürk'ün
doğduğu eve ve Türkiye Konsolosluğu'na bomba atılmıştı-6 eylülde üniversite öğrencileri, olayı
protesto etmek amacıyla bir gösteri başlatmıştı. Eylemler birkaç saat içinde öngörülemeyen bir
boyuta ulaşmış, protesto, üniversite öğrencilerinin çok dışına taŞ' mıştı. Denetimsiz, başsız ve önü
alınamaz bir kalabalık, Beyoğ'

lu'ndaki azınlıklara ait dükkânlara saldırmaya, kırıp dökmeye başlamıştı- Dükkânlardaki kumaşlar
yollara serilmiş, lime lime edilişti. Emniyet güçleri önlem almakta ağır davranmışlardı. İş çığımdan
çıkınca, askerî güce de başvuruldu. Paletlerine takılan ipek kumaşlar, tankların ilerlemesini
önlüyordu. Bu olayların ardından ortaya çıkan manzara, eylemciler için bile kötü sürpriz olmuştu.
Olaylar sırasında, Ortaköy'de, Gürcanların evinde tam bir çelişki yaşanıyordu. Rumların ağırlıkta
olduğu mahallede oturan Gürcanların evi saldırıya uğramış, ancak saldırganlar, evin bir subaya ait
olduğunu öğrenince hemen geri çekilmişlerdi. Esma'nın aynı saatlerde, henüz yedi yaşındaki oğlu
Ömer'in, mahalledeki arkadaşlarını toplayıp Rum evlerini taşladığından ise haberi yoktu. Birkaç gün
sonra kapı çalınmıştı. Gelen iyi görüştüğü bir Rum komşusuydu. Esma, komşusunu hemen içeri
buyur etmiş ama o kırgın bir ifadeyle kapı önünde konuşmayı yeğlemişti:
"Aşkolsun Esma Hanım. Olaylar yaşandığı sırada, Oğlunuz
Ömer arkadaşlarıyla beraber evimi taşladılar. Sizden bunu hiç
beklemezdim." ! :
Esma'nın, yüzü kıpkırmızı olmuştu:
"Nasıl olur?"
Durup, sözcükleri zorlukla toparlamıştı:
"Özür dilerim. Haberim yoktu. Hiç öyle şey olur mu ? Biz komşuyuz. Hem iyi ki haber verdiniz. Ben
ona gününü gösteririm!"
Esma, gerçekten de öfkelenmişti. Ömer sıkı bir azar işitmişti. Komşulara böyle davranılmazdı... Hem
Ömer'e böyle bir ayrım öğretmemişlerdi. Ayağını denk almazsa....
Kısa bir süre sonra, Ortaköy'de ne Apostoli, ne Vangoli, ne Donna, ne de diğerleri kaldı... Birçoğu
Türkiye'den Yunanistan'a göçmüşlerdi. Ömer, arkadaşlarını kaybedince, kendisini azarladığı için
kızdığı annesine hak verdi.
6-7 Eylül Olayları'nın ardından, "Peki olaylar çığırından çıkarken devlet neredeydi ?" tartışmaları
yaşanmış, saldırıların önünün neden alınmadığı sorulmuştu. Nasıl olmuş da Beyoğlu bir savaş
alanına dönmüştü ? Olaylar DP'yi de karıştırmış, İçişleri Bakam Namık ^edik'in istifası tepkileri
yatıştırmamıştı. Grubuna hâkim olmak !Çm son kozunu oynayan başbakan, "Siz isterseniz hilafeti
bile getirebilirsiniz" sözleriyle kışlaları allak bullak etmiş, Cumhuriyet dev-ninıerinı savunmayı görev
bilenleri yerlerinden sıçratmıştı.
A^a, başbakan öfkeli grubunu bu sözlerle de yatıştıramamış-
¦ u" li milletvekillerinin tepkisi üzerine bütün bakanlar topluca
s "a etmişlerdi. Cumhurbaşkanı Celal Bayar, yeni hükümet kur-

ma görevini yeniden Menderes'e vermişti. Yeni kurulan hükümette o güne kadar başbakana en büyük
desteği veren arkadaşları yoktu... Üstelik eski bakanlar hakkında soruşturma başlatılmıştı. Kaynayan
ordu, sertleşen muhalefet, eleştiren basın ve öfkeli grubuyla kuşatılan başbakanın sinirleri, bu
tarihten itibaren yavaş yavaş bozulmaya başlayacaktı.
1956 yılında, Türk Millî Binicilik Ekibi'ne seçilen Fethi, Türkiye sınırlarını aşmaya hazırlanıyordu.
Ordular arası yarışmalara katılacak, Avrupa turnesinde Türkiye'yi temsil edecekti. Onun yarışma
heyecanı bütün komşuları sarmıştı. Yanı başlarındaki, her gün konuşup sohbet ettikleri yüzbaşı,
Avrupa ülkelerine gidecek, oralarda Avrupalılarla yarışacaktı. Onu, ilk yurtdışı yarışmaya, bütün
mahalle davul zurnayla, arkasından sular dökerek uğurladı.
Esma, kocasını sevgiyle uğurlarken, Mustafa Ağabey'inin yanında olmamasının eksikliğini duydu. O
bir yıl önce Bingöl'e tayin olmuştu...
İstanbul'da Beyazıt Askerlik Şubesi başkanıyken, askerlik muayenesi için gelenlerin evrak arasına
para koyduklarından yakmıyor, "Askerliklerini erteletmek için rüşvet vermeye kalkışıyorlar" diye
öfkeleniyordu. Bu yolu deneyenleri, "Bir daha böyle bir şeye kalkışırsanız, evire çevire döverim" diye
kovalayan ağabeyi, günün birinde aynı adamın evrak arasına bu kez daha yüklü bir para koyması
üzerine denetimini kaybetmiş, kapıyı kapatıp verdiği sözü yerine getirmişti... Olaydan sonra ise olan
kendisine olmuştu... Önüne konan tayin emri üzerine, karısı ilhan ve üç çocuğunu alıp yollara
düşmüştü. Dört gün, üç gece süren bir tren yolculuğundan sonra Bingöl'e, ardından da yeni görev
yeri olan Genç kasabasına ulaştıklarında moralleri biraz daha bozulmuştu. Murat Nehri'nin
yakınlarındaki evlerinin, keskin rutubet kokuları yayan kabarmış duvarlarından sular akıyordu.
İnsan sağlığını tehdit eden koşullardan çocuklarını kurtarmanın yollannı arayan ağabeyi, İlhan'ın
yeniden hamile kaldığını da anlayınca; çaresiz kansı ve çocuklarından ayrı kalmayı kabullenmiş,
İlhan da, çocuklarını alarak, İzmir'e ailesinin yanma gitmişti...
Esma, bir yıldır, zor koşullarda yalnız yaşayan ağabeyini düşündükçe, yüreğinin lime lime
parçalanarak döküldüğünü hissediyordu.
* * *

Fethi, Viyana Uluslararası Konkurhipikleri'nde atıyla öylesine hitünleşti ki, bacaklannı doladığı atı
Rih, kendisini onun bir parası saydı. Bu bütünleşme ona, "yüksek at terbiyesi" yarışmasında
birinciliği getirmişti. Türk bayrağı, "İstiklal Marşı" eşliğinde göndere çekildiğinde, görevini en iyi
şekilde yerine getirmiş olmanın gönencini yaşıyordu. Yaşadığı huzurlu sevinç, ona yarışmada "yüksek
atlama" dalında da birinciliği getirdi. Gururla salınan atının üzerinde dimdik ilerliyor, önlerindeki
engeli aşarken, vücudu şahlanan atma sevgiyle yaklaşıyor, sonra yeniden ağır adımlarla
salmıyorlardı. Türk bayrağı ikinci kez göndere çekilmiş, Avrupalılar ikinci kez "İstiklal Marşı"nı
dinlemişti.
Fethi'nin başarıları, evde bayram havası estirmişti. Esma'nın da, çocukların da gururla göğüsleri
kabarmıştı. Sevinçlerini, haberi radyo ajansından öğrenen mahalleliyle paylaştılar.
Sıra olimpiyatlara gelmişti. Aynı yıl, olimpiyatlara Avustralya ev sahipliği yapmış, ancak ülkeye
hayvan girişi yasak olduğundan, atlı yarışmalar bölümü Stockholm'da düzenlenmişti. Yarışları,
İngiltere Kraliçesi II. Elizabeth ve kız kardeşi Prenses Marga-ret de izlemeye gelmişlerdi.
Fethi üzerinde dimdik oturduğu atıyla konhurhipike çıktı ve engelleri atlamaya başladı. Herkesin
gözü bu başarılı binicideydi. Ancak son engellerden birini atlarken, atı dengesini kaybetti ve birlikte
devrildiler. İzleyici sıralarında bir uğultu yükseldi. Fethi, düşer düşmez şiddetli bir acı duydu.
Doğrulurken, kolunun kırıldığını anladı. Sağlık ekipleri onu hastaneye götürmek için koşup geldiler.
Ancak o, ısrarla yeniden atma bindi, sağlam koluyla kraliçeyi selamladı. Yeniden sağlık ekiplerinin
yanma geldiğinde bayılmıştı. Hastanede kolu alçılanıp odasına döndüğünde, İsveç kralının ve
İngiltere kraliçesinin kutlama mesajlarıyla birlikte "geçmiş olsun" çiçeklerini buldu.
Olimpiyatın kapanış gösterileri ise onu büyüledi. Gökyüzünde-
binlerce beyaz güvercini izlerken, bir kez daha sonsuz ferahlı-
s aşık oldu. Gökyüzünde, o bembeyaz güvercinler arasında sü-
" UP yol aldığını sandı. Geceleri yıldızlanyla karanlığa meydan
"¦, yan> gündüzleri sonsuz maviliğiyle özgürlük sevinci veren
§OJ<yüzünü seviyordu.
OH- İ
ajan Ün t0ZİU y°llanna ulaştığında, kaza haberini radyo
sından öğrenen komşuları onu kurban keserek karşıladılar.

Ya Osman? Onun kurban kesecek parası olmadığından bir horoz kesmeye fitti... Ama horoz alacak
parası da yoktu... İçkiye yatırdığı para yüzünden her gün suçlu bir çocuk gibi azar işittiği karısından
hiç isteyemezdi. Gitti, en uygun kümesten bir horoz çaldı... Sahibinin, karısının arkadaşı olmasını
umursamadı... Dert ortağı subayın ayaklan dibinde horozunu kesti...
Fethi'nin sürprizleri vardı. Yine elleri kollan dolu gelmişti. Esma, onun getirdiği misketlerin, renkli
defter kaplarının, boya kalemlerinin, oyuncak tabancaların ne kadar çok olduğunu görünce gözleri
parladı. Harcırahıyla çocuklanna ne alabildiyse, onla-nn arkadaşlanna da aynısından almıştı.
Baş başa kaldıklannda, ikisinin de gözlerinde sevgi ışıltıları vardı. "Çocuklar çok sevindi" dedi Esma.
En çok da Çingene mahallesinde oturan kızın o hayret, mutluluk ve sevinci aynı anda ifade eden
çığlığından etkilenmişti. Fethi, Gülderen'e aldığı bebeğin aynısından ona da almıştı...
Esma gülümsemesini dudaklannda unutmuşken, Fethi valizinden çıkardığı paketi onun kucağına
bırakmıştı. O soran gözlerle kendisine bakınca da, "Aç, aç" demişti, "bunlar özel."
"Bu eldivenler bana mı ?" diye sormuştu şaşırarak Esma. "Çok küçük bunlar Fethi!" Kocası gülerek
eldivenleri almış, bir parmak büyüklüğündeki eldivenleri, onun eline geçirişini, incecik beyaz
dantelin esneyerek, tenini ikinci bir ten gibi şansını şaşkınlıkla izlemişti. Sonra diğer paketi açmış,
eline aldığı ipek saten iç çamaşın, yumuşacık akmış, kucağına düşmüştü. Yine başı önündeydi, yüzü
kızarmaya başlamıştı, kocası çok yakınmdaydı, onu izliyordu... İyi biliyordu ki, biraz daha böyle
kalırsa, Fethi kahkahayı patlatacaktı. Bütün bunlan düşününce, kahkahalarla gülmeye başlayan,
kocasından önce kendisi olmuştu.

19
Binicilik temel kursu almak üzere gruplar halinde İstanbul Ayazağa Süvari Grubu'na gelen süvari
asteğmenleri, gazinoda etrafını çevirdikleri bir masa etrafında sohbet ediyorlardı:
"Yüzbaşı Fethi Gürcan'la tanışmaya can atıyorum. Adam, yurtdışında iki kez Türk bayrağını şeref
direğine çektirmiş."
"Ben de tanışmak istiyorum ama öyle pek fazla konuşkan biri değil. İşi gücü atlarla..."
"Bizim de işimiz gücümüz atlarla... Tanışmak istiyorsanız tanışın..."
"Sen tanıştın mı ki ?"
"Tabiî... Gittim konuştum. Öyle, insana havadan falan bakmıyor. "
Bir diğeri araya girdi:
"Ben de tanıştım."
"Nasıl? Senin binicilik hocan o değil ki..."
"Değilse değil..."
"Durup dururken, gidip ne dedin ?"
"Hepimizin derdi aynı değil mi ? At üzerinde talim yapmaktan baldırlanmızm acısından kıvranıyoruz.
Ben de gittim, daha çok Çalışmak istediğimi ama iç baldırlanmm soyulduğunu söyledim. Ne yapmam
gerektiğini sordum."
Birkaç kursiyer birden atıldı: ,
"Ne dedi?"
<<Arnonyak iyi gelir, sidiğini sür dedi..."
Masadan gülüşmeler yükseldi. Bütün binicilik hocalan hakkın-a konuşulduktan sonra, yeniden
Yüzbaşı Fethi Gürcan'ın konu-su açıldı...
Bir kursiyer, Erol Dinçer'e dönerek: akışıklı da" dedi, "sen de ona benziyorsun."

Erol, oturduğu yerde geriye doğru yaslanıp gülümsedi: "Benzetiyorlar işte..."


Fethi'nin, binicilikte kazandığı başarılar, Ortaköy'deki yaşamını etkilemiyordu. Çocuklarıyla alt alta
üst üste yuvarlanıyor, sırtı ağrıdığında Sıdıka'ya kupa çektiriyor, Esma'mn üzerinde buharı tüten
nefis tarhana çorbasmı aynı zevkle içiyordu. Apayrı dünyalara girip çıkıyor; varsıllık ve yoksulluk,
bilinç ve cehalet, yapaylık ve içtenlik, aldatanlar ve aldatılanlar arasındaki aykırılıklar, yüreğine
gizliden gizliye bir çatışmanın tohumlarını ekiyordu. Üstelik yeşeren tohumlar, hep içten olanlar
tarafında, yoksullar tarafında; yoksulluğunda varsıl sevgiler üretenler tarafında boy atıyordu.
Apayrı dünyalarda, erkeklik gururunu okşayan flörtlere göz kırpsa da, Esma'mn tarhanasının
dumanından en derin yerlerine ulaşan sıcacık sevgiyi hiçbir kadında bulamıyor, yoksul komşularının
içtenliğim her yerde özlüyordu...
Gülderen de Ömer de okullu olmuştu. Deniz kıyısında, Orta-köy Camii'nin yakınındaki Burak Reis
Ilkokulu'na yürüyerek gider gelirler, vıcık vıcık çamurların içinde, çimlerin üzerindeymiş-çesine
özgürce koşar, tepeden tırnağa çamurlara batmış olarak dönerlerdi. Eve girer girmez de Sıdıka'dan
azar işitirlerdi.
Ortaköy'de her şey aynıydı. Sokaklarda, sopalarına taktıkları sakatatlardan kan damlayan satıcılar,
kalıplar halinde buz satan kamyonlar, su satan sakalar, çamurlu yollar, teneke evler, afacan
çocuklar... Etrafa kokular saçarak geçen at arabaları, köşe başında bekleyen seyyar dondurmacı...
Fethi, bakımlı yollarını arşınladığı, marketlerini dolaştığı, iyi giyimli insanlarıyla tanıştığı, renkli
gecelerine katıldığı Avrupa'da yaşadığı günlerin ardından Ortaköy'ün sırnaşık çamura bezeli yollarını
seyrederken, içinde bir burukluk hissederdi. İçinde bulunduğu ordunun bütün subaylan da
yoksulluktan aynı derecede pay alıyordu... Hayatları zor, maaşları azdı... Gece kulüplerinde ancak
gazoz ısmarlayıp program izleyecek kadar paraları olduğu için "gazozcu" diye anılıyorlardı.
Türkiye İkinci Dünya Savaşı'na katılmamıştı, iyi ki de katlim*' mıştı ama o savaşa katılan, büyük
zararlar gören ülkeler Türk1' ye'yi fersah fersah geçmişlerdi.
Esma'ya, "İnsanlar bu daracık mekânda, bütün dünyayı böyle

acıyorlar" diye dertlenip duruyordu.


S Gençlerin sorunlarını dinlemeye, onlara yol göstermeye bayılı-du Âşık olanlar, evlenmek isteyenler,
başı derde girenler so-f gu onun yanında alıyorlardı. Belki de bu nedenle Ortaköy sırtındaki
geCekondu düğünlerinde her zaman şeref konuğuydu. Bu yüzden sık sık serçeparmağı kınalı
dolaşırdı.
En büyük eğlenceleri radyoydu. Esma, "Askerlik Saati" programını dinlerken duygulanıp, gözleri
yaşaran kocasını sevgi dolu bakışlarla izlerdi. Çocuklar ise "Mikrofonda Tiyatro"yu kaçırmamak için
ödevlerini çabucak bitirir, radyonun başına koşarlardı. Evde bulunduğu her dakika babalarının
sırtında olduklarından, radyoda maç yayını başladığında Sıdıka hepsini birden zorla güzellik
uykusuna yatırırdı. Fethi, serbest giriş kartı olduğu halde maça gitmez, komşularla birlikte radyonun
başına oturur, maçları Orhan Boran'ın, Sulhi Garan'ın heyecanlı sesinden dinler, gol olunca
komşularıyla birlikte bağırırdı.
Gülhane Parkı'nda ünlü sanatçılar konser verdiklerinde, çocukları toplar, hep birlikte dinlemeye
giderlerdi. Zeki Müren, Hamiyet Yüceses, Müzeyyen Senar, Türkiye'nin favorileriydi. Sokak
aralarında, "sevilen şarkılar-sevilen türküler" elkitapları satılır, şarkıların sözleri ezbere bilinirdi.
Fethi'nin yurtdışından getirdiği bir teyp ise olay olmuştu. Türkiye'deki bütün teypleri toplasalar bir
elin on parmağım geçmezdi... Herkes teybe konuşup, kendi sesini dinlemek için can atıyordu. Fethi
çocuklara şiir okutuyor, sonra da kasedi başa sanp, onlara seslerini dinletiyordu.
Yurtdışına her gidişinde, ailesine özlem dolu kartlar yollardı. İlk kart Esma'ya, ikinci kart
çocuklardan birinin adına gelirdi. Üçüncüsü, diğerinin... Karısına yolladığı kartlar "Esmam" diye
başlar, Çocuklarına yolladığı kartlar, "annenizi üzmeyin" öğüdüyle biterdi- Esma'ya el yazısıyla,
çocuklara okunaklı düz yazıyla yolladığı kartpostalların dar alanına sevgi sözcüklerini sığdırır, hep
"Sizi öz-ernekten başka derdim yok, beni merak etmeyin" derdi. Esma, Fethi'nin sık sık, en iyi yarış
atlarının torpillilere verildi-den yakınmasına üzülüyordu. Elinden gelen tek şey, kocasını dernek,
onunla birlikte haksızlıklara isyan etmekti. Bir gün, yi-eve sinirli gelmiş, birkaç duble rakı içtikten
sonra, yine aynı uyu açmış, sonra da, "Getirin atımı, dağlara çıkacağım!" diye girmişti. Esma bir an
paniğe kapılmış, ama Sıdıka hemen imda-koŞmuştu. "Otur şimdi konuşuyoruz, merak etme atını
getirir-er> sonra gidersin" diye oyalamıştı Fethi'yi...

Evinde çamaşırla, bulaşıkla, yemekle uğraşıp bir an boş durmayan Esma, zaman zaman Fethi'yle
birlikte davetlere katıldığında zarif şıklığıyla göz kamaştırırdı. Elbiselerini, çantalarını, ayakkabılarını
hep Fethi seçip alırdı... Esma, onun aldığı her şeyi beğenir kocasının beğeni dolu bakışlarını üzerinde
hissedince de mutluluktan havalara uçardı. Zaten, kocasından başka hiçbir erkekle göz göze geldiğini
gören olmamıştı. İkisi de birbirleriyle gurur duyarlar, ara sıra şarkılarla duygulanırlar, bir davete
katıldıklarında dans etmeye bayılırlardı.
Fethi zaman zaman mutfakta da hünerini gösterirdi. Kimi zaman eve balık alır gelir, Esma'ya
elletmezdi bile... Balıkları temizler, yağlı kâğıtlara sararak sobada kızartır, o arada da salatayı
hazırlardı.
Rum arkadaşı Aleko'dan lakerda yapmayı da öğrenmişti. Lüfer balıklarını özenle ikişer parmak
eninde keser, omurgalarını kaz tüyüyle temizler, suyunu iyice süzdükten sonra, tenekenin içine dizer,
sonra bir sıra tuz, bir sıra defne yaprağı, yeniden dilimlenmiş lüferler, yeniden... İşi bittikten sonra
tenekeyi lehimler kaldırırdı.
Fethi'nin, Önder'in ölümünden sonra, "Hiçbiriniz acısına dayanamam, öleceksem önce ben öleyim"
demesi Esma'nm yüreğim hoplatmıştı. Son günlerde de, "Ölmeden önce çocuklarımın sünnetini
göreyim" demeye başlamıştı. Oysaki, daha gençti kocası... Yalnızca genç değil, güçlüydü de... Enerjisi
bitmezdi onun...
Ömer ve Öner'in sünnetleri için Ayazağa Süvari Grubu'na ait gazinonun geniş bahçesi ayarlandı.
Bahçeye toprak bir yoldan giriliyordu. Etraf çiçeklerle süslüydü. Türk filmlerindeki konakların
bahçelerini andırıyordu.
"Gelen çocuklar bayram yapsın" dedi Fethi... Yiyecekler açık büfeden almıyordu, kantin de çocuklar
için parasızdı.
Öner, gazinoya giderken, Ömer'e, "Önce ben sünnet olacağım demiş, Ömer, "Hayır ben olacağım"
diye itiraz etmişti.
Ancak sünnet için doktor geldiğinde Öner aniden kayboldu. Sonunda yakalandı ve altı kişi elini
kolunu tutarken sünnetine başlandı. Doktor, "Acıyor mu ?" diye soruyor, o sesinin sonuna kadar,
"Acıyor tabiî eşşoğlu eşşek" diye bağırıyordu.
Fethi, oğullarını sünnet ettirirken hüngür hüngür ağlamış, sonra da günlerce onları kucağında
dolaştırıp durmuştu.
Sıdıka, sünnetten sonra mevlit dinlemek için ısrar edince, t hi onu kırmamış, Sultanahmet
Camii'nde okunan mevlidi o hur teyple kaydetmişti.

Fethi, çocuklar enerjilerini harcayabilsin diye odalardan birini jimnastik odası haline getirmişti.
Orada kendisi de başlarına geçiyor, birlikte spor yapıyorlar, taklalar atıyorlardı. Ama, havalar biraz
düzelince, çocukların enerjileri de sokaklara taşıyordu.

20
Fethi'nin yarıştan yanşa koştuğu günlerde, Ankara'daki ateş de büyüdükçe büyüyordu. Kışlalarda
ihtilal planlan yapılıyor, her yerde siyaset konuşuluyordu. Üniversiteler ayaklanmıştı. Öğretim üyeleri
hükümeti protesto ediyordu.
İktidar, belki de gazetelere uyguladığı sansür nedeniyle, ihtilalin yaklaşan ayak seslerini duymuyordu.
Menderes'in Tarsus'ta yaptığı konuşma da kışlalarda yankısını bulmuştu:
"Muhalefet 'Hesap soracağız' diyor. Bu yolun sonunda sehpa olduğundan bahsediyorlar. Böyle
konuşmakta devam ederlerse, onlann hesabını bizim şimdiden görmemiz icap eder."
Bir gün sonraki konuşması, tartışmalan biraz daha alevlendirmişti:
"Muhalefet ve basının açmış olduğu şiddetli ateşin himayesinde birtakım komünist birliklerin
hareket hazırlığında olduğunu biliyoruz."
Menderes'in bu sözleri söylediği tarihte, İstanbul ve Ankara'daki iki çekirdek ihtilalci örgüt birleşme
karan almıştı.
1956 yılının yaz aylannda, siyasetteki kavga daha da büyümüştü. Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri
Yasası'nda yapılması öngörülen değişiklik, siyasî partilerin açık hava toplantılanm, seçim
propagandası dönemiyle sınırlıyor, diğer zamanlarda izin alma zorunluluğu getiriyordu. Bu yasanın
görüşmeleri sırasında Mec-lis'te gerginlik son noktaya ulaşmış, İsmet Paşa, kürsüden DP &" tidanna,
"Aramızdaki farkı bilelim. Biz mutlakıyetten bugüne geldik. Siz bugünden mutlakıyete gidiyorsunuz"
diye seslenmişti-Görüşmelerde muhalefet Meclis'i boykot ederek Genel Kurul salonunu terk etmişti.
Ancak, DP'nin sandalye sayısı, tasarıyı geÇır' meye yetmiş de artmıştı bile...

.".
Büyüyen ateşe her gün bir odun daha atılıyordu. İstanbul Vali-. çjjp Bakırköy İlçe Başkanlığı'mn,
İsmet İnönü şerefine dü-nlediği ziyafeti yasaklamıştı. Ziyafet için hazırlanan bütün ye-ekler
Sultanahmet Cezaevi'ndeki mahkûmlara gönderilmiş, an-k cezaevi müdürü gönderilen yemekleri
kabul etmemişti. DP'nin ezelî muhalifi Cumhuriyetçi Millet Partisi Genel Başka-Osnıan Bölükbaşı'mn
da başı dertten kurtulmuyordu. Partinin Giresun il kongresinde konuşan Bölükbaşı'm alkışlayan
partililerin karakolluk oluşu da gazetelere haber olmuştu.
"Otuz Beş Yaş" şiiriyle gönülleri fetheden, şiirlerinde "banş" ve "eşitlik" kavramlarını vurgulayan ünlü
şair Cahit Sıtkı Tarancı, 13 ekim 1956'da Viyana'da ölmüştü. Ölümünden kısa bir süre sonra, ünlü
şairi anmak için Türk Ocağı binasında yapılması ka-rarlaştınlan toplantının, Ankara Valiliği'nin
yasağına takılması, sanat çevrelerinde büyük tepki yaratmıştı. Yasaklardan ve kapatmalardan
sendikalar da payını alıyordu. Dokunulmazlığı kaldınlan Osman Bölükbaşı, bir tutuklanıp bir tahliye
ediliyordu.
Seçim karan böyle bir ortamda alınmıştı. Menderes'in, kampanya sırasında kullandığı, "İsmet Paşa
hastadır. Hastalığı da iktidar hastalığıdır" sözü, pek çok subay gibi Fethi'yi de çileden çıkarmıştı.
Kışlalarda, İsmet Paşa'mn sözleri ezberleniyordu... Orduda, iktidan devirmek için oluşan onlarca
grup, harekete geçmek için seçimleri bekliyordu. Bu gruplarla ilişkisi olmayan ama gelişmeleri
üzüntüyle izleyen Fethi, kendisini daha çok atlara, daha çok yarışlara veriyordu.
1957 seçimlerine böyle bir ortamda gidilmişti. Sonuçlar, hem DP, hem CHP açısından yenilgiydi.
Oylann yüzde kırk sekizine yakınını alan DP dört yüz yirmi dört milletvekilliği kazanırken, yüzde kırk
birine yakınını alan CHP yalnızca yüz yetmiş sekiz milletvekili çıkarabilmişti. Oy oranlanna bakılırsa,
halk sanki ortadan ikiye bölünmüş gibiydi. Ama Meclis'te mutlak hâkimiyet " nin elindeydi.
Türkiye'nin hiç bitmeyen seçim sistemi tartışmaları, daha önceden başlasa da, o zaman alevlenmişti...
DP yine iktidardı ama artık eskisi kadar güçlü değildi. Ekono-sıkıntı da iktidar için dezavantaj
oluşturmuştu. Ordunun Eşelen tansiyonu ise tehlikeli boyutlara ulaşıyordu. 1957 yüı-n aralık ayında,
ordudaki ihtilal hazırlıklarının hükümete ihbar besinin ardından dokuz subayın tutuklanması olayı
kışlalar-a^ karığının habercisi oldu. Tutuklananlar arasında, Talat Ayde-r m dahil olduğu ihtilal
grubunun başkanı Faruk Güventürk de

vardı. İhtilal komitelerindeki subaylar ellerindeki gizli belgeleri hızla imha ediyorlardı. Ancak
kaygılar boşa çıktı. Başbakan Menderes olayı büyütmek istememişti. Dokuz subayın yargılanması
sırasında olayın üzeri örtüldü. Sonuçta, bir kişi dışında subayların tümü beraat etmişti. Ceza yiyen
tek subay ise ihtilal hazırlıklarını ihbar eden olmuştu.

21

Nal sesleri yaklaştığında, Esma öğle yemeği için bütün hazırlıklarını tamamlamıştı. Toprak yoldan
yükselen toz bulutlan arasından, Fethi'nin bir sıçrayışla atından inip eve doğru yaklaşmasını, güler
yüzle izledi. Ortaköy'ün cilvelerine alışmıştı...
Bir yandan yemek yerken, bir yandan sohbet ediyorlardı.
"Hükümet, orduyu alarma geçirdi. Gerektiğinde Irak'a müdahale etmek için doğudaki birlikleri
güneye yığıyorlar" dedi Fethi tatsız bir sesle...
1958 yılının yazıydı ve Irak'ta, General Abdülkerim Kasım yönetimindeki kanlı darbede, halkın
hücum ettiği sarayı yaktığı, ihtilalcilerin Kral Faysal, Prens Abdülillah ve Başbakan Nuri Said Paşa'yı
hunharca öldürdükleri haberi bütün gözleri bu ülkeye çevirmişti. Bağdat Radyosu, Irak'ta krallık
rejiminin yıkılarak cumhuriyetin kurulduğunu ilan etmişti.
Irak'taki darbe, ihtilal tartışmalarının yapıldığı Ankara'da kaygı yaratmıştı. Bağdat Paktı'na katılmak
üzere Türkiye'ye gelmeleri beklenen Kral Faysal ve beraberindekileri karşılamak için İstanbul'da
bulunan Cumhurbaşkanı Bayar ve Başbakan Menderes acilen Ankara'ya dönmüşlerdi.
"Kağızman'daki alay da güneye intikal etmiş..."
Esma'nın içi gitti bu haberi duyduğunda... İyi kötü günler geçirdikleri Kağızman'ın kan ağladığını
hissediyordu. Alay, kasaba-0111 bütün yaşamıydı... Alay gidince, Kağızman da bir boşluğa düş-müŞ
olmalıydı.
Neyse ki kısa bir süre sonra 5. Süvari Alayı'ndan bir bölük Kağızman'a nakledilmişti.
Esma'nın gözleri parladı:
yeniden hayat bulmuştur."

Fethi'nin gözünde, yerleşik bir süvari bölüğünün Kağızman'a


nakli canlandı.
"Atların nakli zor iş" dedi, "taylı kısraklar da vardır içlerinde..." Bunları söylerken, Kağızman'a giden
bölüğe Erol Dinçer'in komuta ettiğini bilmiyordu. Bilse de, yıllar sonra kader birliği yapacağı Erol
Dinçer adı, o gün için özel bir anlam ifade etmeyecekti.
Irak'taki darbe tartışmalarının Ankara'da muhalefet ve iktidar arasındaki gerginliği biraz daha
artırdığı günlerde, ekonomik kriz de almış başım gidiyordu. Ağustos ayında yeni istikrar programı
açıklanmış ve Cumhuriyet tarihinin ikinci büyük devalüasyonu yaşanmıştı. Dolar, Türk lirası
karşısında yüzde üç yüz yirmi bir
değer kazanmıştı...
Yüzbaşı Fethi Gürcan'ın böyle bir ortamda tayini İstanbul'dan, Adapazarı'na çıktı... istanbul,
Adapazarı'na bir iki saat uzaklıktaydı ama, Gürcanlar için altı yıllarını geçirdikleri, ilk kez kendilerine
ait bir evde oturdukları Ortaköy'den ayrılmak zor olmuştu.
Eşya yeniden denklendi, Adapazarı'nda kiralık ev, Ortaköy'deki eve de kiracı bulundu.
Bahçesinde meyve ve ceviz ağaçlan bulunan üç katlı ahşap bir eve yerleştiler. Mutfak ve banyo alt
kattaydı. Üst katlarda ise ikişer yatak odası bulunuyordu.
Çocukların arasında üçer yaş vardı. Gülderen on iki, Ömer dokuz, Öner altı yaşındaydı. Sıdıka yine
yanlarındaydı.
Çocuklar için hayatın akışında bir değişiklik olmamıştı. Derslerini bitiren o günkü özgürlüğünü ilan
ederdi. Sokaklarda savaş oyunları oynuyorlar, çelikçomakla eğleniyorlar, sapan atıp mutlu
oluyorlardı. Oyunlar evde de aynı hızla sürüyordu. Yüzlerce renkli kâğıt, kibrit kutuları ve çöpleriyle
tüfekler, kaleler, askerler yapıyorlar, Fethi'nin de katılımıyla savaş oyunlarını yatakların üzerine
taşıyorlardı.
Gürcanlann evinde tam bir şamata hâkimdi. Kadınlar bir araya geldiklerinde hortlak hikâyeleri
anlatırlardı. Sıdıka da, hortlak hikâyeleri anlatmaktan yorulmamıştı. Ömer'in en büyük eğlencesi
Gülderen'i korkutmaktı. Akşam karanlık bastırdığında, halımı1 altına girer, Gülderen çay getirirken
garip sesler çıkararak halıy1 kaldırırdı. Çığlık sesiyle birlikte çaylar da yerlere dökülürdü.
Fethi Ayazağa'daki arkadaşlarını özlemişti. İstanbul'daki t>ır baloya davet edilince bunu fırsat bildi.
"Kalk gidelim Esma" dedi-Özenle hazırlandıktan sonra çocukları Sıdıka'ya emanet edip eV' den
çıkmışlardı.

Baloda muzıgm sesi, dansın ritmi, İKİİİ uçıu sonDeueraeıa neye-gju gözlerden saklıyordu...
Birbirlerine güvenen genç subaylar, kasla göz arasında, memleket sorunlarını tartışıyorlardı. Irak'taki
Harbenin ardından, Başbakan Menderes ile ismet Paşa arasındaki
z savaşları sırasında, Başbakan, ismet Paşa'yı ihtilal tahrikçili-svle suçlamış, bu sözler kışlaları biraz
daha hareketlendirmişti.
"istanbul Teknik Üniversitesi'ndeki olayları duydun mu?"
Fethi, yanına oturan yüzbaşıya döndü:
"Yemek ücretlerine yapılan zammı protesto eden öğrencilerin gözaltına alındıklarını duydum."
"Çocukları ihtilal hazırlamakla suçlamışlar."
"İşin tadı iyice kaçtı... Totaliter bir rejime doğru gidiyorlar."
Başbakanın Manisa'da "Vatan Cephesi" kurulmasını istemesi ipleri biraz daha germişti, ismet Paşa,
başbakanı Sivas'ta yanıtlamış, "Demokrasiyi getirenler, demokratik rejime inanmamış olanların
elinden demokrasiyi kurtaracaklardır" demişti.
1958 yılının ekim ayında gazeteler, İsmet Paşa'nm gezilerinde yaşanan olayları aktarıyorlardı. Tokat
Zile'de paşayı karşılamaya gelenleri polis ve asker dipçikle dağıtmış, bazı CHP'liler tutuklanmışlardı.
Amasya'da, "Halka dipçik ve copla vuranlar bir gün hesap vereceklerdir" diyen İsmet Paşa'ya,
başbakan, "Asıl biz hesap soracağız" yanıtını vermekte gecikmemişti... Ardından İsmet Pa-şa'nın
Çankırı'ya gidişi olay olmuştu. Şehre girişi sırasında vatandaşlar, kendilerini engellemek isteyen polis
kordonunu yarınca, polis de halkı copla dağıtmıştı. Daha sekiz yıl önce inönü'nün tek parti
iktidarından sıkılan ve bir değişiklik arayan halk, "ismet Paşa çok yaşa!" sloganları atıyordu...
Başbakan, iktidarını eleştiren basına ağır suçlamalarda bulunuyordu. Son sekiz yılda gazeteciler
hakkında iki bin üç yüz yir-nu dört kovuşturma açılmış, sekiz yüz on biri için mahkûmiyet karan
verilmişti.
Fethi, çoğunlukla olduğu gibi, konuşmak yerine dinlemeyi yeğliyordu. Arkadaşı susup kendisine
bakınca, "Olaylar büyüyebilir" dedi. "Millet sürgit baskı altında yaşayamaz. Üniversite öğrenci-erini
düşman gibi görüyorlar. Paşaya hakaret edip duruyorlar, ^ın hürriyeti diye bir şey kalmadı. Gericiler
her gün biraz daha esaretleniyor. Medeniyet yolunda ilerleyeceğimize, hilafete doğ-m geriliyoruz." <(
°u sözleri arkadaşına, başbakanın birkaç yıl önce grubuna,
12 isterseniz hilafeti de geri getirirsiniz" dediğini anımsattı.
konuşma bitince, yarımdaki yüzbaşı kalkıp birkaç sandalye ile-

rideki yerine geçti. Esma sessizce oturuyordu. Kulağına eğilip "Kışlalarda yangın var... Millet aya
çıkıyor, bizimkiler hâlâ hilafet özlemi içinde..." diye fısıldadı, sonra rakısından bir yudum alıp
arkasına yaslandı. Masada, ordular arası binicilik yarışmalarından tanıdığı yabancı subaylar da vardı.
İlgisini onlara yöneltti.
Gülderen ve Ömer uyumamış, onların balodan gelişini beklemişlerdi. Ama evden neşeyle çıkan Esma,
dönüşte burnundan soluyordu. Fethi'nin yüzünde ise muzip bir ifade vardı. O hiçbir şey yokmuş gibi,
boynuna sarılan çocuklarını öptükten sonra divana kurulmuştu. Çocuklar "Ne oldu?" diye sorunca,
Esma'yı yan gözle süzerek, eliyle sus işareti yapmış, fısıldayarak konuşmuştu:
"Anneniz çok kızgın..."
Esma, karşısındaki divana çöküp söylenmeye başlamıştı bile... Baloda Fethi, masalarında oturan
Amerikalı bir kadınla dans etmişti. Onun kadınla dans etmesi Esma'nın canını sıkmış, bunu fark eden
kadının kocası da onu dansa davet etmişti. Esma adamın davetini reddetmiş, düştüğü durum
yüzünden de Fethi'ye sinirlenmişti.
Esma, "Sen kadını dansa kaldırmasaydın, kocası da bana gelip 'Dans edelim' demezdi" diye
söylenirken, Gülderen ve Ömer babalarının kucağına çıkmışlar, gülüşüyorlardı.
* * *
Adapazan'nda da en büyük eğlenceleri sinemaya gitmekti. Bol bol Ayşecik filmleri seyrederlerdi.
Esma ile Fethi'nin favorisi ise Avare filmi olmuştu.
Bir gün beyazperdede izledikleri insanlar, Adapazan'na geldiler. Kurtuluş Savaşı'nı anlatan Onun
Süvarisi adlı filmin çekimi yapılacaktı ve bunun için süvari birliklerinden yardım almaları
gerekiyordu. Merkezi Adapazan'nda bulunan 2. Süvari Tüme-ni'nin komutanı Tümgeneral Kemal
Binatlı, Kurtuluş Savaşı'na katılmış bir asker olarak, filmin çekimini yakından izliyordu. Çekim
ekibine yardımcı olma görevini de Yüzbaşı Fethi Gürcan'a vermişti.
Oyuncular arasında Turgut Özatay, Lale Oraloğlu, Fikret Hakan, Semih Sezerli vardı. Filmin hem
yönetmenliğini, hem de ka-meramanlığını Ordu Film Merkezi Komutanı Binbaşı Nusret Eraslan
yapıyordu. Zaten senaryo da kendisine aitti...

Çekim ekibi için Erenler köyünde çadır kuruldu. Çekim yeri ise bayram alanına dönmüştü. Bütün
Adapazarı halkı oradaydı. Ekip akşamlarını da Adapazan'nın en sıcak mekânında geçiriyordu.
Meyhaneci Hurşit'te...
Savaş sahneleri bol bir film olduğundan, her şey Yüzbaşı Fethi'ye soruluyordu.
Binbaşı Nusret Eraslan, filme nasıl karar verdiklerini Yüzbaşı Fethi'ye de anlatmıştı...
O yıl Yunanlılar, Ölmesi Lazım Gelen adlı bir film çekmişlerdi. Kurtuluş Savaşı'nı konu alan filmde
Türkiye aleyhine propaganda yapılıyordu. Binbaşı Nusret Eraslan, bu durum üzerine elinde hazır
olan senaryoyu filme dönüştürmeyi önermiş, önerisi de kabul edilmişti.
Yalnızca Adapazarı halkının değil, çekim ekibinin de gözleri Yüzbaşı Fethi Gürcan'ın üzerindeydi.
Onun olimpiyatlarda at koşturduğunu, bütün Avrupa'yı dolaşıp, yurtdışı yarışmalarda Türk bayrağım
göndere çektirdiğini bilmeyen yoktu. Rolü gereği ata binmesi gerektiği halde ata binmeyi bilmeyen
oyunculara ders veriyor, herkesle ilgileniyordu. Başrol oyuncusu, millî yüzücü Lale Oraloğlu da,
Yüzbaşı Fethi'den binicilik dersi alan oyuncular arasındaydı.
Tümen merkezindeki bütün atlar çekim için seferber edilmişti, ancak pek çok oyuncunun göz
koyduğu onun yağız İngiliz yarış atma binmek yasaktı.
Çekim ekibindeki tek çocuk ise, "Küçük Ali"yi oynayan, Binbaşı Nusret Eraslan'in on yaşlarındaki
oğlu Tanju'ydu. Bir gün, Yüzbaşı Fethi'nin çizmelerine sarılıp, "Fethi Amca, ne olur beni bindir" diye
yalvardı... Herkese tartışmasız "hayır" diyen Fethi, Tanju'nun çocuk gözlerindeki ifadeye
dayanamadı. Babası ise telaş-lanmıştı... Yağız yarış atı, diğerlerinden çok yüksek ve hızlıydı... "Aman
Fethi" dedi, "başına bir şey gelir..."
"Bırak ağabey, çocuk bu... Sen merak etme..." dedi Fethi. Tan-Ju yu elinden tutup yola düştü. Satın
aldıkları kot pantolonu tereye götürdüler. Terziye, pantolonun dizlerini açtırmış, iri yaka Vatkalan
taktırmıştı... Tanju'nun sevincine de, gururuna da diye-Cek yoktu... O ekipteki tek çocuktu ve Yüzbaşı
Fethi, en çok Onunla ilgileniyordu. Terzinin işi bitene kadar başında beklemiş-er, sonra da tavlaya
gitmişlerdi. Yüzbaşı Fethi, seyisine Tanju'yu J^ğerri" olarak tanıtmış, ne zaman isterse atma
binebileceği talimatım vermişti.
ju olanlara inanamıyordu. O bir çocuktu... Yetişkinler ço-

cukları ne kadar ciddiye alırdı M... Kavramların henüz yer etmediği beyninde, kendisini bir kişilik
olarak kabul edip değer veren Fethi Amca'sım, ömrünün sonuna kadar unutmayacağını
hissediyordu... Yalnızca hissediyordu... Kavramların ne anlamı var? Kavramların içini sizin beyniniz,
sizin yüreğiniz doldurur... Pek çok yetişkin insanın yaşanmışlıkların dışında kalan, adını söyleyip
tanımladığını sandığı ama hiçbir zaman anlayamadığı kavramların içi ne kadar boşsa, çocuklar için
adını koyamadıkları adsız düşünceler, içtenlikleri kadar varsıl, dürüstlükleri kadar yoğundur... Yani
kimi için yaşamın bir armağanı olduğu sanılan süslü paketler yetişkinlerin elindedir de, armağan
gerçekte bir çocuğun cebindedir. Çocuklukta yerleşen adsız kavramlar, yetişkinlikte yaşam
felsefesinin temel taşlarını oluşturur. Tanju, kırk yıl sonra, atlarla iç içe ve çocuklarla sarmaş dolaş
yaşarken, yalnızca bir ay birlikte olduğu Fethi Amca'sım anacak ve yaşadığı kavramın adını, "O sevgi
dilini yakalamıştı" diye koyacaktı.
Sorumluluğunu üzerine aldığından, Tanju artık Yüzbaşı Fet-hi'nin yakm gözetimindeydi... Ünlü
oyuncular, sitem etmeye başlamışlardı. Lale Oraloğlu bir gün, "Onu bindiriyorsun, beni de bindir"
diye ısrar edince, ikinci izin filmin kadın başrol oyuncusuna çıktı... Turgut Özatay da, Fethi'nin atma
bir kerecik binmeyi başardı.
Kısa bir süre sonra yeni bir film ekibi, yeni bir filmin çekimi için yeniden Adapazan'na gelmişti.
Ölümden de Acı adlı filmin çekiminde, Esma ve Fethi'nin dışında bütün aile ve mahalle figüran
olarak rol almışlardı.
Yüzbaşı Fethi, bu çekimler sırasında Safiye Ayla'yla da tanışma fırsatı buldu. Atatürk'ün huzurunda
şarkı söyleme şansını yakalayan sanatçıyla yakından ilgilendi. Safiye Ayla'nın kendisine sinema
oyunculuğu önermesi ise tam bir sürpriz oldu. Karşısındaki sanatçıya bir yandan önerisinden
duyduğu mutluluğu, bir yandan da mesleğine olan tutkusunu, askerliğin onun için vazgeçilmezliğini
anlattı. Eve geldiğinde Esma'ya, sinema oyunculuğu önerisi aldığım söyledi. Tam, Safiye Ayla'yla
neler konuştuğunu, ona verdiği yanıtı anlatacaktı ki, karısının yüzündeki kuşkulu ifadeyi görünce,
onunla biraz şakalaşmaya karar verdi. Ciddi bir ifadeyle, "Sen ne dersin, kabul edeyim mi ?" diye
sordu. Baktı ki Esma kiZ" gınlığından yanıt bile vermiyor, kahkahalarını koyuverdi.
Adapazarı'nda çok yağmur yağar, her yeri su basardı. Çocukla11
hriken suların içinde, üzerine bindikleri inşaat kalaslarım yüzdü-"rlerdi. O yıl ilkokula başlayan Öner
de artık oyunlara katılıyordu. 1959 yılının mart ayı kapıya dayandığında Öner aniden hastalandı.
Daha ilkokula başlayalı altı ay olmuştu. Ona çocuk hastalı-$. tanısı konmuştu ama Öner gün geçtikçe
iyileşeceğine, daha da kötülüyordu. Kankocanın moralleri bozulmuştu. Esma'nın gözleri yine yaşlıydı:
"Niye iyileşmiyor Fethi ?"
Dili, kocasına Önder'i anımsatmaya varmıyordu ama ikisi de aynı kaygı içindeydi.
Fethi, sıhhiye astsubayının, çocuğu İstanbul ya da Ankara'ya götürmelerim salık verdiğini aktarıp,
"Ben de öyle düşünüyorum Esma..." dedi.
Esma, hemen hareketlendi:
"Ankara daha iyi. Ağabeyim ne gerekiyorsa ayarlar." Ankara'da askerlik şubesinde görev yapan
Mustafa Türker'i aradılar. O zaten aile sorunlarım çözmekte ustaydı. Jet hızıyla doktor ayarladı,
gerekirse hastaneye yatırabileceklerini söyledi. Fethi, Öner'i alıp Ankara'ya gitti. Tahlil ve
kontrollerin ardından söylenenler, kankocanın kuşkularının boşa olmadığını ortaya koyuyordu. Tam
yanlış konmuştu, Öner çocuk hastalığı geçir-miyordu, romatizma kalbine vurmuştu. Kalp büyümesi
gibi ciddi bir hastalıkla karşı karşıyaydı. Doktorun sözleri Fethi'nin beyninde uğulduyordu: "Bir hafta
daha gecikseydiniz, çocuk ölürdü..."
Öner hastaneye yatırılmca, Fethi de izin alıp refakatçi olarak onun yanında kaldı. Esma'ya, "Paraya
ihtiyaç var, teybi de alıp gel, burada satalım" dedi. Artık Esma da, Sakarya ile Ankara arasında mekik
dokuyor, bir Gülderen ile Ömer'in yanma, bir hastanede yatan Öner'in başucuna koşturuyordu.
Fethi için hastanede uzun geceler başlamıştı. Esma'dan sakla-^İ1 bir şey daha vardı. Doktorlar Öner'e
uzun bir yaşam biçmiyorlardı. Geceleri hastane penceresinden kavak ağaçlarına bakıp uşüncelere
dalıyor, gözlerinden akan yaşların çenesinden süzü-ÜP göğsünü ıslattığını fark etmiyordu bile...
ama beslenmesi de gerekliydi. Fethi, hastane oda-nda Öner'i yumurta yemeye ikna ettiğinde bayram
yapıyordu. ıdiP hastane mutfağında pişirdiği yumurtayı getirir, Öner, yüzü-
ner yemek yemek istemiyor, yediklerim de çoğunlukla çıkarı-
rcıu. Doktorlar, yemek yemesi için ısrar edilmemesi gerektiğini
ölüyorlardı ama beslenmesi de gerekliydi. Fethi, hastane oda-
nda Öner'i yumurta yem ik iğ

nü buruşturur, "Çok pişmiş" der, Fethi "Tamam yavrum der, yeniden pişirir getirir, Öner yüzünü
buruşturur, Az pişmiş der, Fethi "Tamam yavrum" der, yeniden pişirip getirirdi... Kimi zaman
onuncu kez mutfağa gittiğinde, kendi kendisine, "isteyerek yemesi lazım yediğini çıkarmaması lazım"
diye tekrarlar, beynim yalnızca onun isteyerek yemek yemesine, yüreğini daha çok yaşamasına
odaklar, yeniden pişirir, yeniden Oner'in önüne getirirdi.
Hastanede günlük gazeteleri satır satır okuyordu ama gazeteler haber almak için yeterli değüdi. Ağır
sansür uygulaması nedeniyle son anda yayın yasağı konan kimi haberlerin yerme yenisi konamıyor,
yasaklanan haberin yer aldığı sütunlar gazetelerde boş bındribyor, beyaz, boş sütunlar, "Size
duyuramadığımız önemli bir haber var" mesajı taşıyordu. Muhalefetle, askerle üniversiteerte temas
içinde olan gazetecilerden öğrenilen "yasak haberler kulaktan iLlağa yayılıyor, kimi zaman
olduğundan çok daha buyuk boyutlara ulaşıyor, dedikodu çığ gibi büyüyordu.
Hastane dönemi bir ay sürmüştü. Öner hastalığının akut dönemini atlatmış, taburcu edilmişti ama
Fethi, onun için sürekli "iyilik" olmayacağını biliyordu. Bunu yalnızca Mustafa'yla paylaşmıştı.
Ne çocuğunun acısına dayanabilirdi, ne de Esma'nm yıkılmasına... Karısının saçlarının öbek öbek
döküldüğünü fark ettiğinde içi biraz daha sızlamıştı. "Üzülme Esma" diye takılmıştı, "saçların
tamamen dökülürse, ben de gider sıfıra vurdururum. Birlikte yine uyum içinde dolaşırız."
Öner'e, hastaneden çıktıktan sonra on beş günde bir düzenli olarak iğne yapılacaktı. İlaç, çabuk
enjekte edilmediğinde donuyor, iğneyi defalarca batırıp çıkarmak gerekebiliyordu. Fethi, küçük
yerlerde sağlık memurlarının bu işi iyi yapamayacağı ve Öner'in canının daha çok yanacağı
düşüncesiyle, hastanede hemşirelerden iğne yapmayı öğrendi.
Öner taburcu olunca Adapazan'na dönüş hazırlıkları yapan
Fethi, kayınbiraderi Mustafa Türker'in evindeydi. Mustafa, oglu
ilkokul dördüncü sınıf öğrencisi Akbey'in sorunundan söz açnıiŞ'
ti. Akbey'in karnesine ilk dönemde altı zayıf gelmişti ve büyük bı*
olasılıkla sınıfta kalacaktı. Akbey, öğretmenin kendisine taktığı01
öne sürüyordu. İl
"Sorun nedir ağabey?"

Mustafa, ıroniK Dır guıumsemeyıe, ugretmenıe tartışmışlar


dedi-
Fethi şaşırdı:
"Küçücük çocuk öğretmenle ne tartışmış ?"
"Öğretmen derste Vatan Cephesi konusunu açmış. Sonra da îs-met Paşa için 'sağır köpek' demiş.
Bizimki yerinden fırlayıp, 'Böyle konuşamazsınız, o Kurtuluş Savaşı kahramanı!" diye çıkışmış."
Fethi, Akbey'e kitabım getirmesini söyledi. Ona kitaptan sorular soruyordu.
"Ağabey, bu çocuk derslerini biliyor. Okulların kapanmasına daha iki ay var. En iyisi onu da alıp
Adapazan'na götüreyim. Sınıfını geçer, boşuna bir yıl kaybetmez" dedi. Mustafa kabul etti.
Fethi, Öner'i ve Akbey'i alıp Adapazan'na döndü.
Gözünü Öner'den ayırmadığı gibi, sorumluluğunu üstlendiği Akbey'in dersleriyle de yakından
ilgileniyordu, ilk ayın sonunda okula gidip öğretmenle görüşen Esma, iyi haberler getirmişti:
"Akbey'in öğretmeni durumunun iyi olduğunu söyledi."
"Böyle olacağım biliyordum. Memleketi ne hale getirdiler. Öğretmen, sınıfta İsmet Paşa'ya hakaret
ediyor, ona karşı çıkan çocuk da sınıfta bırakılarak cezalandınlmaya çalışılıyor."
Fethi, elindeki 2 mayıs 1959 tarihli gazeteyi Esma'ya uzattı:
"Gene bir haberi son anda sansürlemişler. Baksana, yeri boş kalmış..."
Fethi'nin sansürlenen haberi öğrenmesi uzun sürmemişti. Uşak'ta İsmet Paşa'nm DP'lilerce yolu
kesilmiş, hakarete uğrayıp hırpalanmış, istasyondan atılan bir taşla başından yaralanmıştı. Bu işin
sonu nereye varacaktı ? İçinde büyüyen öfke, patlamaya hazır iltihaplı bir yara gibi sancıyor, canım
acıtıyordu.
Radyo tamamen hükümetin emrindeydi. Vatan Cephesi'nin ne kadar genişlediğinin propagandasını
yapan radyo yayım onu çileden çıkanyor, esmer yüzü biraz daha karanyor, "Düpedüz vatandaşlar
birbirine düşman ediliyor" diye söyleniyordu.
Oner'in hastalığıyla Adapazan'ndaki huzurlan da kaçmıştı... ethi, ne zaman rakı sofrasına otursa,
gözlerinden yaşlar boşalıyordu. Herkes Önder'e ağladığım sanıyordu. Bu doğruydu... Ama 0 Önder
kadar Öner'e de ağlıyordu...
Uner'in tam teşekküllü bir hastanede denetim altında tutulma-
§erekiyordu. Sürekli Ankara'ya gidip gelmek hem çocuğu yoru-
r" hem de Fethi'nin izin kredileri tükeniyordu.
aPilacak tek şey, tayinini istemekti. Bunun için Ankara daha ygundu. Hem Öner'in tedavisi Ankara'da
başlamıştı, hem de

Mustafa'nın yakınında olmak Esmaya guç veıecuıvu. um^uı<utt-sı platformlarda başarılara imza
adan binici Fethi Gürcan'ın bu 1 isteği, olumlu karşılandı. Artık, Gürcanlar için Ankara günleri (tm)
başlıyordu...

Anafor

"Gök gümbürdüyor, hiçbir şey fırtınayı önleyemez artık..."


Gracchus Babeuf

22
4 haziran 1963.
Gözlerini kapayıp, başını arkaya yasladı. Öğle yemeğinden sonra, hücresinde yalnızlığa çekilmişti...
20 mayıs akşamı vedalaşıp ayrıldığı, 21 mayıs günü ise bir daha hiç göremeyeceğini düşündüğü
ailesiyle daha birkaç saat önce birlikte olmuştu. Onlan yeniden görmek ne kadar büyük sevinçse, o
kadar büyük acıydı... Görüşme saatini beklerken, bir yandan yaklaşan kavuşma anının heyecanıyla
coşmuş, bir yandan da içinde bulunduğu gerçekle yüzleşmelerinin acısını yaşamıştı...
Esma'nın gönderdiği gömleklerinden en uzun kollusunu seçmiş, kol manşetlerini bileklerinin
bitimine kadar indirmişti. Kollarını kaldınp, kelepçelerin derin izler açtığı bileklerini açıkta bırakacak
bir hareket yapmamak için şartlamıştı kendisini. Bahçede, gardiyanlar nezaretinde yapılan görüşme
anında, Gülderen'in sararmış yüzündeki hüzünlü gözlerini bileklerinde hissedince, kol manşetlerini
çekiştirmiş, gülümsemişti kızma... Gülümsemesine karşılık alınca, fark etmediğini düşünerek
sevinmişti...
Esma, özenle topladığı saçlannın çevrelediği başını dimdik tutmuştu. Daha ilk ziyarete, kendi elleriyle
hazırladığı yemeklerle gelmişti. Gülümsüyor, "Bizi merak etme" diyordu. "Sen sağlığına
kat et... Bizi hiç düşünme..." Yalnızca yaşamındaki birkaç in-^J onun duru bakışlarının ardındaki
fırtınayı sezebilirdi. Şimdi
ınasını en yakınlarından da saklamak istiyordu.
Uırıer, babasının özgür olmadığını düşünmek bile istemiyordu.
y e ki, ışıl ışıl yanan gözlerinde, yalnızca babasını görmüş olma-
sevinci okunuyordu. Ama sonunu getiremediği esprileri, ço-
k kalmak ile genç olmak arasında sıkışan ruhunun derin şoku-nu ele veriyordu...

Sema, bir buçuk yaşının çırılçıplak sevinciyle, "Babaci..." diye el çırpıyordu. Kimse Fethi'ye, onun
günlerdir her akşam, babasının geliş saatlerinde ağlama krizine girdiğini söylememişti. Onun yeri,
Fethi'nin omzunun üzeri, gömleğinin içiydi...
Mustafa... Herkese yetmek için, herkese koşan Mustafa... "Çocukları merak etme" diyen Mustafa,
"Avukat işini ben çözerim" diyen Mustafa... Her ne kadar yalnızca birinci derece yakınlara ziyaret izni
veriliyorsa da, Mustafa geniş çevresini kullanmış, ziyarete gelmeyi başarmıştı. İlk görüşmede, diğer
ziyaretçilerin anlatımlarıyla ortaya çıkmıştı ki, yalnızca kardeşine ve onun çocuklarına değil, 20/21
Mayıs Olayları nedeniyle Mamak'ta gözaltına alınan bütün sanıkların ailelerine koşuyor, herkese
moral vermeye, herkese yetmeye çalışıyordu.
Fethi, derin bir nefes aldı... O gün Mamak'taki bütün sanıklar için özel bir gün olmuştu... 21 mayıstan
sonra ilk kez o gün ailelerini görebilmişlerdi. Ziyaret saatinin ardından, ağızlarını bıçak açmamış,
hepsi sessizce hücrelerine çekilmişlerdi. Ama kısa bir süre sonra, ellerine tutuşturulan tahkikat
kararnamesi sessizliği bozmuştu. Mahkeme ise 7 haziranda başlayacaktı.
Savcının kalın iddianamesi okundukça moraller bozuluyordu... İşletilmek istenen ceza, ağırlıklı
olarak Türk Ceza Kanu-nu'nun 146'ncı maddesiydi. Sanıklar dört grupta toplanmıştı. Ceza, işlenen
fiillere göre ağırlaşıyordu. Birinci derecede suçlu görülen sanıklar, eyleme bizzat kalkışanlardı ve
onlar hakkında 146'ncı maddenin birinci fıkrasının uygulanması isteniyordu. Yani idam...
İkinci derecede suçlular, eyleme katılanlar; üçüncü derece suçlular, işbirliği yapanlar; dördüncü
derece suçlular ise böyle bir teşebbüsten haberi olduğu halde hükümete haber vermeyenlerdi.
İddianame, sanıkların ifadelerinin alınmasından sonra hazırlanmıştı:
"... Üç ayn kolda çalışan ve birbirleriyle birleşme gayreti içi11' de olan ihtilalci grupların, ordunun
genç kuşaklarına nafiz olroa teşebbüsleri olmuştur...
... Vatan ve millet sevgisinden yoksun kimseler 'Harbiyeli al-danmaz' parolası altında 27 Mayıs'ı
yaratan Harbiyeli'yi iğfal e ~ misler, suça teşvik ve iştirakini teminde beis görmemişlerdir.-
İddianamede, üç ayrı kolda çalışan ihtilalci gruplar; "22 Şut>a çılar", "On Dörtler" ve "On Birler"
başlıkları altında anlatılıyor, t>u grupların temaslarına yer veriliyordu. Sonra, harekât gecesi116

, 20/21 Mayıs ihtilal girişiminde bulunan 22 Şubatçıla-nn fiilleri sıralanıyordu:


" Talat Aydemir'in ihtilal lideri olarak çalıştığı... Finekli Süvari Binbaşı Fethi Gürcan'ın Zırhlı Birlikler
Okulu'n-, temin ettiği kursiyer süvari subaylarla birlikte Muhafız Alayı Süvari Grubu'na gelerek alarm
verdiği... Harp Okulu'na gelerek Harbiyelilere emir ve direktifler verdiği, bilahare Genelkurmay,
Meclis Hava Kuvvetleri önüne gelerek bizzat müsademeye katıldığı Meclis Muhafız Taburu'ndan silah
ve mermi temin ettiği, orada göreve gitmekte olan bir steyşını çevirerek Radyoevi'ne gittiği, Radyoevi
ve Genelkurmay arasında ihtilalin devamı müd-detince telkin, tavsiye ve emirlerle isyanı bizzat idare
ettiği, silahlı çatışmalara katıldığı...
Emekli Astsubay Münip Tepeci'nin, ihtilal gecesi Fethi Gürcan'ın evinde bulunduğu ve Erol Dinçer'in
arabasıyla Süvari Grubu'na gelerek kursiyer subayların da yardımıyla birliği bastıkları ve Fethi
Gürcan'la aynı arabaya binerek Harp Okulu'na geldikleri...
Süvari Yüzbaşı Sedat Ünal'ın Süvari Grubu'na Fethi Gürcan'la geldiği, bir süvari bölüğüne kumanda
ettiği..."
Kimileri, ölümle karşılaşmaya hazırdı, kimileri şokta... Hangi sanığın son kartının ne olduğu, işte
ancak böyle bir yenilgi ve o yenilgiyi takip eden iddianameyle şekillenecek, duruşmalarda ortaya
çıkacaktı...
Herkes, her zaman olduğu gibi, kendi doğrularıyla, kendisini oynayacaktı...
Sırtüstü uzandı. Önce ziyaretçiler, ardından iddianame... Dokuz Harbiyeli'nin kendileriyle birlikte
yargılanmak üzere Mamak Askerî Cezaevi'ne getirildiğini de o gün öğrenmişlerdi.
Albay, bu yargılama aracılığıyla, 22 Şubat'ta yaşadıkları haksızdın da ortaya çıkmasını; 20/21 Mayıs
Olaylan'mn, Ali Elverdi'nin dediği gibi, "üç buçuk adam" tarafından yapılmadığının anlaşıl-^mı
istiyordu. Bu nedenle basın, siyaset ve üniversite çevrelerden kendilerini destekleyen isimlerin tanık
olarak dinlenmelerini isteyecekti.
g y çşklardı. Komuta he
yer alan subaylar, gizlice yaptıkları görüşmede fikir birli- mışlad
varmışlardı
fttılalin komuta heyetinin üzerine düşen görev, davayı sonuna ^ savunmak, ancak taktik yönünü
olabildiğince saklı tut-Ktı. Böylece, harekâta katılan genç subayların ve Harbiyelile-
Cezalandınlmasına engel olmaya çalışacaklardı. Komuta he-mde yer al bl ili
Bu karar Fethi'yi büyük ölçüde rahatlatmıştı... Gençlere karşı en ağır yük onun omuzlarındaydı...
Kurmaylara pek fazla güven-mezdi. Son yıllarda yaşananlar da bu çekincesini doğrulamıştı.
Kurmaylar işi planlar, gençler o plan doğrultusunda eyleme geçerlerdi. Hareket başarısız olursa, suç,
eylemi yapanların üzerine kalırdı.
Kurmaylar içinde, sonuna kadar arkasında durduğu tek kişi, Albay Talat Aydemir olmuştu. Onun
fikirlerini doğru buluyor, inançlarını paylaşıyordu. Albaya, "Ağabey gençler bana güveniyor" diyordu.
Gerçekten de genç bir kitleyi sürüklüyordu. Albay ile gençler arasındaki tek adam, tek köprüydü...
Sorumluluklarını düşündü... Ailesine karşı, gençlere karşı... inandığı davayı ölümüne savunurken,
ailesinin ve gençlerin zararını en aza indirmek için de üzerine düşeni yapacaktı. Ne zamandır ölümle
oynuyordu... Onu yoran, ölümün her oyunda karşısına yeni kurallar koymasıydı.
Anılarına dalıp gitti... Nasıl da hızlı geçmişti Ankara'daki üç buçuk yıl... Daha gelir gelmez kapıldığı
anafordan bir daha kurtulamamıştı... 1959 yılının sonbaharında tayin olduğu başkentin kaynayan bir
kazandan farkı yoktu. Binicilikteki basanlarından olsa gerek, 43. Süvari Alayı'nda ilgiyle
karşılanmıştı. Pek çok subay gibi o da ülkedeki kutuplaşmadan ve DP iktidarının baskıcı tutumundan
rahatsızdı. CHP ise gerginlikten kurtuluşun çözüm yolu olarak gösterdiği erken seçimde ısrarlı
olmaya başlamıştı... İsmet Paşa'nın 10 ocak 1960'taki sözleri kanlarındaki akışı hızlandırmıştı:
"Vatandaşlarım emin olsunlar ki, seçimi kaybedecek olanlar iktidarda kalmak isterlerse dünya
başlarına yıkılacaktır. Dünyanın başlarına yıkılması için ben bütün idealistlerle beraber, tasavvur
ettikleri, tasavvur edebilecekleri derslerin en ağırını onlara ödetmesini bileceğim."
Kışlalarda yaşanan gerginliğe karşın, iktidarın seçime yanaşmaması bütün genç subaylar gibi onu da
kaygılandırmıştı. Üstelik, DP'nin, olası bir seçimi kaybetse bile iktidarı bırakmayacağını
düşünüyordu.
Başbakan, 1960 yılının şubat ayında, halkı yine "Vatan Cephesine çağırıyordu. Muhalefet ise "Nifak
Cephesi"ydi... Bu tanına yalnızca CHP ve sivil gençliği değil, kendilerini de çileden çıkarmıştı...
Asker-sivil gençliğin tepkisinden güç alan CHP ise gidereK jj sertleşiyordu. Aslmda, yaşananlar, en
koyu CHP'lisinden en koy"

nP'lisine kadar bütün halk kesimlerine mutsuzluk veriyordu. Ço-- nlukla başka kıyafetleri
olmadığından hava almak için de üni-c nnalanyla dolaşmak zorunda kalan subayların önlerini kesen
vatandaşlar, yakalarına yapışıp, "Daha ne bekliyorsunuz?.." diye soruyorlardı. Ordu gençliği artık
"çağrılı güç" olmuştu. Onlara yüklenen misyon, baskıcı iktidarı devirmek, kutuplaşmalara son
vermek, olası bir kardeş kavgasını önlemekti. Etkiye tepkiyi an-ak onlar gösterebilirlerdi. Örgütsüz
sivil kesime karşın, tek örgütlü güç askerdi. Türkiye'nin tarihinde ihtilallere hep ordu damgasını
vurmuştu ve bu kez de görev onlara düşüyordu.
27 Mayıs öncesindeki günlerde an kovanına dönen beyni, bir daha huzur bulmamıştı... Bir yanda
kaynayan Türkiye, öte yanda bir hastalanıp bir iyileşen oğlu... Gezilerinde sık sık saldırıya uğrayan
İsmet Paşa'ya suikast düzenleneceği yolundaki söylentiler kulaktan kulağa yayılınca, günde birkaç
kez, İsmet Paşa'nın evinin etrafında tur atıp, böyle bir tehlikenin var olup olmadığını araştırmayı
kendisine görev edinmişti. İsmet Paşa'ya yönelik hakaretleri içine sindiremiyordu. O her şeyden önce
Kurtuluş Sa-vaşı'nda, Atatürk'ün silah arkadaşlığını yapmış bir askerdi. Lozan'a damgasını vurmuştu.
Cumhuriyet döneminde yıllarca başbakanlık görevinde bulunmuş, onun ölümünden sonra da
cumhurbaşkanı seçilmişti. Bir efsaneydi İsmet Paşa... Okullardaki ders kitaplarında çocuklann
Atatürk'ten sonra öğrendiği ikinci isim İsmet İnönü'ydü. Kitaplar, gazeteler, meydan nutuklan onun
kahramanlık öyküleriyle doluydu. Her yerde onun resmi asılıydı. Harp Okulu'nda öğrenci olduğu
yıllarda İsmet Paşa cumhurbaşkamydı. Atlara düşkünlüğüyle tanınan paşa, eşini de yanma alır, yirmi
kişilik atlı bir ekiple Çankaya'dan Rasattepe'ye gelir, yolunu Harp Okulu'ndan geçirirdi. Onun
dolaştığı sıralarda, öğrenciler de arazide olurdu. Atından iner, öğrencilerle toka-^tf, onlara hal hatır
sorar, kimi zaman onlarla yemek de yerdi. axP Okulu'ndan mezun olan bütün subaylar, potansiyel
birer İs-met Paşa hayranıydı...
boğazına yakıcı bir ateş yükseldi... 27 Mayıs'a yol alan günler-> kendisini İsmet İnönü'yü korumakla
görevli sayarken, iki yıl nra onunla karşı karşıya gelmişlerdi... O DP zihniyetine tümüy-n6- arfydl ama
artık CHP'li de değildi... Seksen yaşındaki İnö-yü 'statükocu" olarak tanımlıyor, Atatürk'ün öldüğü
1938 yılm-
°nra, ülkenin devrimci yapışım kaybettiğini düşünüyordu. UP t. ' ^r te^ ^a^L%n milletvekilini bile
Meclis'e sokmamakla dar Atatürkçü ve devrimci olduğunu gösterdi... Hiçbir

partinin, tek bir köylüyü, tek bir işçiyi Meclis'e getirmemesi 27 Mayıs'ın devrimci ruhuna,
Atatürkçülüğe yakışıyor mu ?
Ankara'daki ilk aylarında, bir subay olarak yaşadığı karmaşa içinde baba olmanın ağırlığı da
üzerindeydi. Zaman zaman güçten düşen Öner'i, Müjde Sokağı'ndaki evlerinden Kumrular So-
kağı'ndaki doktorun muayenehanesine kucağında getirip götürüyordu. Kışın kendisini en çok
hissettirdiği günlerde, kucağında yedi yaşındaki oğluyla muayenehanenin yollarını adımlarken,
sırtından ve göğsünden akan ter, iç çamaşırlanyla birlikte bedenine yapışır, yol boyu ürperir dururdu.
Öner çoğunlukla okula gidemiyordu. Onun derslerinden geri ; kalmaması için, türlü bilmeceler, türlü
oyunlar icat ediyor, eğle-; nirken, matematik problemlerim çözmesini sağlıyordu.
Yapılacak işleri arasında bir de Ömer'in elişi ödevleri olurdu. Matematik, fen gibi derslerde zehir gibi
olan Ömer, elişleri konusunda ise beceriksizdi. Onun dili bir karış dışarıda, eline aldığı sacı büküp
lehimledikten sonra bardak haline getirmek için çırpınmalarını izler, dayanamayıp yardımına
koşardı.
İddianameyi okuduktan sonra Erol Dinçer'in aklı bir noktaya takılıp kaldı. Şimdi, bir ihtilalci olarak
yargılanıyordu... O bir ihtilalci olarak mı doğmuştu ? Hayır! Her şey yaşamın içinde gelişmiş, koşullar
onu bu noktaya getirmişti. Şimdi belki de ilk kez düşünecek kadar zamanı vardı...
Onun için her şey 1954 seçimlerinden sonra başlamıştı. Harp Okulu öğrencileri içinde, DP iktidarına
tepki duyan gençlerden biriydi. 1959 yılı başlarında, Başbakan Adnan Menderes, görev yaptığı Kars'a
geldiğinde, alay komutanı, başbakanın korunması için kendi komutasındaki bölüğü görevlendirmişti.
Gazinoda verilen bu emre açık açık, "Ben bu adamı değil korumak, vururum diye tepki göstermişti.
Buna da komutanları karşı çıkamamıştı-Çünkü artık ordunun katı hiyerarşik yapısı, aşağıda büyüyen
Çig gibi tepkiyi zincirleyemiyordu. O gün biri "Neden ?" diye sorsa, belki de yıllar içinde büyüyen bu
tepkisinin haklı gerekçesini sözcüklere döküp de anlatamazdı...
Belki kendisini de diğer genç subayları da en çok kızdıran nedenlerden biri Marshall Planı
doğrultusunda Türkiye'ye gelen Amerikalı eğitmen subaylardı. Onlar Mustafa Kemal'in bağımsı2' lık
ruhunu içlerine sindirmiş genç subaylar olarak, Amerikalıl3

n Çarşısında boyun eğmek istemiyorlardı.


Ordunun bütün teçhizatı Amerikan malıydı. Bölük komutanla-
Ajnerikan mallarmm listesini ayrı tutuyorlardı. Çünkü Amerikalılar, hepsinin hesabım soruyorlardı.
gir süvari subayı olarak yaşadıklarını düşündü... Bir saraç iğnesi kaybolsa ortalık karışıyordu.
Kaybolan herhangi bir malzeme Amerikan malı olduğundan yerine yenisini de koyamıyorlar-dı Erler,
patlak çizmelerinin içine Amerikan çoraplarını giyemi-
rlardı. Giymeye kalktıklarında da iki günde çoraplar paramparça oluyordu. Onların daha kalın, daha
dayanıklı çoraplara gereksinimleri vardı. Amerikan yardımı çoraplar eskidiğinde, Amerikalı
subaylara hesap vermek için konçları saklanıyordu. Depo, kullanılamaz malzemelerle doluydu. Genç
subaylar, "Biz tümenleri idare etmek için yetiştirildik. Bu işlerin peşinde mi koşacağız ?" diye isyan
ediyorlardı. Üstelik Amerikalı bir çavuş geliyor, albay rütbesindeki subaya, kimi zaman kapısını
tekmeyle açarak girip hesap sorabiliyordu. Genç subaylar, bunu onurlarına yediremi-yorlardı. Türk
ulusunun içteki ve dıştaki bütün tehlikelere karşı canını, malını, namusunu emanet ettiği subayların
onuru nasıl olur da, Amerikalı subaylar karşısında böyle aşağılanırdı ? Onlar Mustafa Kemal'in
subaylarıydı ve onun yolunda gideceklerdi... Onlar, bağımsızlık uğruna ölümü göze alacak bir ruhla
büyümüşlerdi. Onlar, ulusalcı ve devrimciydiler. Oysaki, DP yönetimindeki Türkiye, Amerika'nın
güdümüne giriyordu...
Erol, yeniden öfkelendiğini hissetti...
Yine 1959 yılıydı, yine Kars'ta görevliydi... Süvarilerin tank eğitimi de alması karan doğrultusunda,
Ankara'ya kursa gelmişlerdi- Kursiyerlerin tepkileri de, düşünceleri de ortaktı ve kendiliğinden, "Bir
şeyler yapmak gerekiyor" noktasında buluşmuşlardı. Gençliklerinin verdiği önü alınmaz güven
içinde, on iki kişilik bir Srup oluşturmuşlar ve sorunlara ancak bir ihtilalle çözüm bulunabileceğine
inanmışlardı.
Onlar artık, teğmenlerin, üsteğmenlerin yurdun dört bir yanın-a o*uŞturduğu beşerli onarlı ihtilal
gruplanndan biri olmuşlardı, tonda olduklan şey, bir ihtilali tek başına başaramayacakla-, Bir
şeyler yapabilmeleri için daha üst rütbeli subaylara bağaları gerekiyordu. Onlar da daha üst rütbelere
bağlanacak ırıcır böylece yukanya doğru tırmanacaktı. Hücre sistemini Ş ırirken, aslında böyle bir
sistemin adını bile bilmiyorlardı. §ey doğaçlama yaşanıyordu.

"Ordu-gençlik el ele" sloganlarıyla karşıladılar. Polis, cop kullanarak bahçedeki öğrencileri binaya
sokmaya çalışıyordu. O sırada öğrenciler "İstiklal Marşı"nı söylemeye başlayınca, subayların selam
durması Ankara valisini sinirlendirdi. Gerilim giderek tırmanıyordu.
Sıkıyönetim komutanı, Hukuk Fakültesi'nin Siyasal Bilgiler tarafındaki kapısı önünde bir manga
askeri saf halinde dizdirerek silahlarını doldurmalarını emretti... Fethi bir ara alayın 2. Grup
Komutanı Kurmay Binbaşı Vehbi Ersü ile sıkıyönetim komutanının karşı karşıya olduğunu gördü.
Binbaşı, sıkıyönetim komutanının emrini yerine getirmiyordu:
"Ateş etmeyi gerektirecek bir durum yok !" "Bu manganın komutasını eline al ve ateş ettir !" O sırada
olay yerine gelen bir itfaiye arabası, tartışmaya bir süre ara verdiyse de, bu kısa sürdü. Grup
komutanı, kargaşadan yararlanarak, erlere tüfeklerinin mermilerini boşaltmaları emrini verdi ama
sıkıyönetim komutanı yeniden karşısına çıktı: "Ateş emri ver, yoksa seni tutuklatırım !" Binbaşı Vehbi
Ersü, bu tartışmanın zamansız bir patlamaya yol açacağını biliyordu. Heyecanı ve isyanı öyle çok
büyüdü, tansiyonu öyle çok yükseldi ki, gözleri karardı, film koptu. Komutan kalabalıkta yere
yığılınca, acilen Gülhane Hastanesi'ne götürüldü.
Polis fakültelere girmeye çalışıyor, öğrenciler pencerelerden taş, kömür, toprak ne bulurlarsa onların
üzerine atıyorlar, "Polisler bizi öldürüyor!" diye bağırarak subaylardan yardım istiyorlar, onlar lehine
sloganlar atıyorlardı. Saatler ilerliyor, olaylar durulacağına hızlanıyordu. 43. Süvari Alayı'nın
Karargâh Bölüğü komutanı Yüzbaşı Fethi, sıkıyönetim komutanının, süvari erlerini atlarından
indirerek Hukuk ve Siyasal Bilgiler arasındaki daracık yol üzerine dizdirdiğini görünce deliye döndü.
Kalbi, kurşunlara hedef olabilecek öğrenciler için çarpıyordu. Bulunduğu yerden yay gibi sıçrayarak o
tarafa yöneldi.
Sıkıyönetim komutanı, kendisiyle görüşmek isteyen öğrencilerin yanına gidince, görevli diğer bölük
komutanıyla birlikte, erlerin dolu olan tüfeklerini boşalttırdılar. Ama sıkıyönetim komutanı yeniden
döndü ve ateş emri vermelerini istedi. "Yalnızca alay komutanından emir alabiliriz !" Sıkıyönetim
komutanı erlere yeniden silahlarını doldurttu, fa" külte binasına cephe aldırdı ve "Menzile ateş!"
emrini kendıs verdi. Fethi kendisini, emri yerine getiren erlerin önüne attı v

"Ateşi kesin! arye Dagıraı. oesı, Kenuısı giDi aıeşı auraunuaKiçin rtava atılan birkaç subayın sesiyle
birlikte yankılandı. Sonunda ateş kesildi...
Olay gecesi, 43. Süvari Alayı'na, Binbaşı Vehbi Ersü'nün Gülha-ne Hastanesi'nde gözaltına alındığı
haberi gelmişti. Alayda bir aşağı bir yukarı dolaşan Fethi, en güvendiği gençleri gizlice yanına çağırdı.
Genç teğmenler Erol Dinçer ve Muzaffer Güney heyecanla yanma geldiler. Yedek Subay Yüksel Koçak
da onlarla birlikteydi.
"Binbaşıya ulaşmamız lazım çocuklar."
"Hastaneye kimseyi almıyorlarmış komutanım..."
"İyi öyleyse, biz de zorla gireriz !"
Hep birlikte Thompson'lannı alıp bir cipe atladılar ve Gülhane Hastanesi'ne doğru hareket ettiler.
Cipi Erol Dinçer kullanıyordu. Cipte bulunan bütün subaylann bakışlannda her şeyi göze almış
insanlann kararlılığı okunuyordu. Hastanenin kapısındaki nöbetçi subayı ve erler onları durdurmak
istediklerinde, en önde duran Fethi, arkasında, Thompson'lannı doğrultmuş emir bekleyen gençlere
dönerek, "Siz burada kaim. Eğer beş dakikaya kadar geri dönmezsem, zorla içeri girin" dedi, sonra da
kendisini şaşkınlıkla izleyen nöbetçileri hızla iterek içeri girdi. Yatakta pi-jamalanyla yatan binbaşı,
Yüzbaşı Fethi'yi karşısında görünce, hayretle yerinden doğruldu:
"İçeri nasıl girdiniz ?"
"Zorla..."
Dışandaki gençler, elleri tetikte sabırsızlıkla beklerken, karşıdan, Fethi Gürcan'ın, binbaşıyla kol kola
geldiğini gördüler. Binbaşı, ellerinde Thompson'larla bekleyen gençlere, "Sakin olun Çocuklar" dedi,
"gözaltına alınma diye bir olay yok. Harekete geçmek için yukandan emir bekliyoruz. Şimdi iki adam
vursanız, olayların nereye varacağı belli olmaz. Birliklerinize gidin, haber bekleyin."
Esma, yaklaşan fırtınayı yüreğinde hissediyor, olası bir geliş- kaçırmamak için kulağım radyodan
ayırmıyordu. 1 mayıs "0 günü, İstanbul'da sokağa çıkma yasağı konmuş, buna rağ-en gösteriler
sürmüştü. Başbakan, aynı gün radyoda yaptığı kokmada, CHP'yi ve onun lideri İsmet Paşa'yı isim
vermeden suç-

luyor, ihtilal dedikodulanyla dalga geçmeyi de ihmal etmiyordu: "İhtilalden dem vurulmakta, ihtilalin
bir hak olduğu felsefesinden bahis açılmakta. Bu bir ihtilal mi sanki? İhtilali kim yapıyor?
Hazırlanmış, tertiplenmiş ve içleri kinle doldurulmuşların teşkil
ettiği bir zümrecik...
Memleketimiz ne bir ihtilal karşısındadır ne de ihtilalin sözde haklı sebepleri ülkemizde mevcuttur."
Ancak ülkede yaşanan tabloyu anlamak için, ne sansürlü gazeteler, ne de tek yanlı yayın yapan radyo
yeterliydi. Esma, gerçek tabloyu, ancak Fethi'den gelen haberlerle tamamlıyordu.
Radyo, başbakanın açıklamalarım peş peşe yayınlarken, muhalefet partisinin yetmiş altı yaşındaki
lideri İsmet Paşa'nın yayın yasağı konulan açıklamaları, İstanbul'da ve Ankara'da, meydanlarda
CHP'li gençler eliyle vatandaşa dağıtılıyordu.
Paşa, "İnsan gibi, hür ve demokratik bir idare altında yaşamaktan başka bir şey talep etmeyen bu
gençlerden teslim olanlar dahi arabaya bindirilinceye kadar polis kıyafetindeki kimselerin
hücumlarına uğramışlar, vücutları hurdahaş edilmiştir" diyordu. "Türk milleti hiçbir sebep ve suretle
bir baskı idaresinin haysiyetsiz, iradesiz kölesi olmayacak. Bugün bir gizlilik perdesi arkasında
masum insanlar gece ve gündüz evlerinden alınıp kanunî mahkemelerden geçirilmeksizin başka
mercilerce eziyete maruz bırakılmaktadırlar... Cezaevlerinde kimlerin bulunduğundan haberdar
değiliz. Bugün aileler içlerinden kimin ne iftirayla ne vakit nereye götürüleceğini bilmemektedir..."
* *
43. Süvari Alayı 4. Bölük'ten Üsteğmen Yılmaz Akkılıç, öğrenci olaylarının yaşandığı sırada Ankara'da
değildi. Haberi alır almaz yola çıkmıştı... Yüreği bir an önce Ankara'ya ulaşmak için çırpınırken, beyni
1959 yılının sonbaharını yakaladı. Yakın devre arkadaşlarının bir bölümü kurs dolayısıyla Ankara'ya
gelmişlerdi... Ne zaman bir araya gelseler, ülke sorunlarını konuşuyorlardı. DP iktidarı Türkiye'yi her
geçen gün Amerika'ya daha bağın*' lı hale getiriyor, laik düzenden sapma eğilimi gösteriyor, "Vatan
Cephesi" uygulamalarıyla yurttaşlar birbirine düşman ediliyordu-Sorunların konuşulması, "Bir şeyler
yapmalıyız" düşüncesini de beraberinde getiriyordu. Genç subayların sohbet toplantıların111 amacı,
zaman içinde belirginleşmiş, saydamlaşmıştı... Ülkem1"

kurtuluşu için tek çareyi, Türk Silahlı Kuvvetleri'nin aydınlık ve Atatürkçü kadrolarıyla iktidara
müdahalede bulmuşlardı...
Kurs süresinde üst rütbelere bağlanma çabalan boşa çıkmış, •Tüşmelerinde fazlaca taraftar
bulamamışlardı. Kurs sona erdiğinde, birbirlerine eylem girişimlerini geliştirme sözü vermişlerdi
Ankara'da görevli olan Üsteğmen Yılmaz, Anadolu'nun çeşitli yerlerindeki birliklerine dağılan
arkadaşları arasında koordinasyonu sağlayacaktı.
1959 yılının sonlannda, düşünsel planda yakınlık kurduğu Binbaşı Vehbi Ersü, kendisine, örgüte üye
olmasını önermişti. Genç üsteğmen için bu büyük bir fırsat olmuştu. Karşılığında, kendilerinin de
gizli bir örgütleri olduğunu açıklamış, yakınlıkları pekişmişti. Binbaşı, güya ihtisas eğitimi
aşamasındaki erleri tek elden yetiştirmek amacıyla özel bir birlik oluşturarak bu birliğin
komutanlığına da Üsteğmen Yılmaz'ı getirmişti. Yılmaz, bu görevi hemen şifreli mektuplarla
arkadaşlarına bildirmişti.
Yılmaz'm evinin konuk odasında, İsmet Paşa'nın, Ulus gazetesinin kulağında verilen, "Bir
memlekette namus erbabı, laakal namussuzlar kadar cesur olamadıkça, o memleket için kurtuluş
yoktur" sözleri asılıydı... Ülkenin namuslu ve cesur insanlara gereksinimi vardı ve gelişmeler cesaret
göstermenin zamanı olduğunu söylüyordu... DP yönetiminin en tepesindeki isimlerin Saidi Nur-sî'yle
yakınlaşma çabaları, onların müdahaledeki kararlılıklarını bir kez daha pekiştiriyor, Menderes'in
subaylar hakkında söylediği öne sürülen küçümseyici sözler de öfkelerim taşınyordu.
Üsteğmen Yılmaz, alaydaki subaylarla ilişki yollan anyordu. Yüzbaşı Nusret Kocabey sevilen,
güvenilen, dürüst ve yürekli bir subaydı. Genç üsteğmen ilk kez ona açılma gereğini duydu ve ondan,
"Ben zaten işin içindeyim" yanıtını aldı. Yüzbaşı Fethi Gürcan ise Nusret Kocabey'in en yakın
arkadaşıydı...
Ancak, Üsteğmen Yılmaz'ın çalışmalan dikkat çekmeye başla-mıŞ, durumu tehlikeye girmişti. Binbaşı
Vehbi Ersü, onu hemen izne göndererek Ankara'dan uzaklaştırmıştı... Bu süreçte, İstanbul ve
Ankara'da 28-29 Nisan Olaylan gerçekleşmişti...
Usteğmen Yılmaz, Ankara'nın tatlı bahar havasını derin derin udu... Sonunda gelmişti işte... Soluğu,
Yüzbaşı Nusret Koca-y ırı yanında aldı. En doğru bilgiler ondaydı... Ankara'daki üni-rsıte olaylan,
ihtilalcileri birleştirmiş, bu 43. Süvari Alayı'na da
sımıştı. Olaylar sırasında ihtilalci subaylar deşifre olmuş, ayn
Orgütlenmeler aynı çatı altında toplanmıştı.

Nusret, ona olaylan anlatüktan sonra, "Yüzbaş, Fethi me atıldı ve ateş emrine kahramanca karşı
koydu' Onunla yalan işbirliği içinde olmanız gerekiyor...

rdu ki, ihtilalin başarısız olması halinde, böyle bir görevi üstlenenlerin kellesi kopanlırdı...
* *

Fethi, o günlerde epeyce geç bir saatte eve ulaşmış, kendisini bekleyen Esma'ya yeni gelişmeleri
heyecanla aktarıyordu:
"Cemal Gürsel'e emekliliğinden önce iki ay zorunlu izin verilmiş. Veda bildirisi yayımlandı bugün.
Sonra hemen toplatıldı. Gerginlik iyice tırmanıyor. Paşa zaten iki ay sonra emekli olacaktı. İhtilal
Komitesi'ne yakm olduğu için uzaklaştırmak istediler." İhtilalci güçlerin çevresinde toplandığı Kara
Kuvvetleri komutanı Orgeneral Cemal Gürsel, kendisine yapılan liderlik teklifine ne "evet" ne de
"hayır" demişti. Ancak, Kara Kuvvetleri komutanı olarak, İhtilal Komitesi'nin istekleri doğrultusunda
yaptığı tayinlerle, onların gönüllerini kazanmıştı. Buna karşın son ana kadar, hangi sonuçlan
doğuracağından kuşku duyduğu ihtilali durdurmanın yollarını aramıştı. Bunun için birinci koşul,
gerginliğin bir numaralı sorumlusu olarak görülen Cumhurbaşkanı Celal Ba-yar'm istifa etmesiydi.
Üniversite olaylarında ateş açılması emrini cumhurbaşkanının verdiği, istifaya hazırlanan başbakanı
da bu kararından onun çevirdiği kulaktan kulağa yayılıyordu. Cemal Gürsel'in, Millî Savunma Bakanı
Ethem Menderes'e yazdığı gizli mektup, ihtilali durdurma yönündeki çabalarının sonuncusuydu.
Zorunlu izin talimatını aldığında ise, doğruca İzmir'e gitmişti. Cemal Paşa'nm izne ayrılmasıyla
paniğe kapılan İhtilal Komitesi, bir başka generalle, Cemal Madanoğlu'yla temas sağlamıştı. Ama
Madanoğİu dahil herkes, omzu daha kalabalık bir komutan bulmak gerektiğini düşünüyordu.
İhtilal Komitesi, 43. Süvari Alayı'nm iki yüzbaşısı Fethi ve Nus-ret'le temas halindeydi. Her gün
planın bir parçası yerine konuyordu. Karargâh, Çankaya Köşkü'nün düşürülmesinin ihtilal gecesinin
en tehlikeli, en kritik işi olduğunu biliyordu. Hareket yeteneği yüksek, Köşk'e en yakın alay, 43.
Süvari Alayı'ydı. Alay, ih' tilalci gençlerin merkezi haline gelmişti. Başka birliklerde görev yapan kimi
subaylar, gecelerini süvari alayında geçiliyorlardı-Üstelik Karargâh Bölüğü Komutanı Yüzbaşı Fethi
Gürcan üe diğer bir bölük komutanı Yüzbaşı Nusret Kocabey, cesur ve kefl' dilerine verilen görevi
sonuna kadar yürütecek karakterdeydiler Zaten bu tehlikeli işin pek fazla gönüllüsü de yoktu. Herkes
bili'

Gürsel'in emekliye ayrılmasından iki gün sonra, Ankara'da üni-ersite gençliği, 555K parolasıyla
büyük bir gösteri düzenliyordu. Parola, "Beşinci ayın beşinci günü saat beşte Kızılay'da buluşa-ı m"
anlamını taşıyordu. Kararlaştırılan gün ve saat, cumhurbaşkanının havaalanından dönüşünün gün ve
saatiydi. Başbakan da cumhurbaşkanını alanda karşılayacaktı.
Kızılay, akşamüzeri beşten itibaren yavaş yavaş kalabalıklaşmaya başlamıştı. Göz alıcı hiçbir hareket
yoktu. Kalabalık bir ara, "Geliyorlar!.." sesleriyle dalgalanarak bir yana doğru akmaya başladı. Yollar
kapalıydı. Meydandaki Kızılay binasının önünde, arabasından inerek gençlerin üzerine doğru
yürümeye başlayan başbakanın, "Ne istiyorsunuz ?" diye sormasıyla birlikte ortalık karışmıştı. Hiçbir
ihtişamı olmayan kalabalık bu karşılaşma anında birdenbire büyümüş, hareketlenmişti. Bir grup,
"Hürriyet istiyoruz" yanıtını veriyor, bir grup "Menderes istifa, hükümet istifa" sloganları atıyordu.
Cumhurbaşkanı da arabadan inmiş, olaylan seyrediyordu. Hakarete uğrayan başbakan, güçlükle bir
arabaya bindirilerek olay yerinden uzaklaştmlmıştı.
Gençler, buluşma saatlerinde ıslıklarla başlattıklan marşı, artık yeni güfteler üreterek yüksek sesle
söylemeye başlamışlardı. Tansiyon yükseliyor, gençlerin sesi Ankara'nın göklerinde yankılanıyordu:
Olur mu böyle olur mu ?
Kardeş kardeşi vurur mu ?
Kahrolası diktatörler . •
Bu dünya size kalır mı ?
İktidar bu miting hakkında yayında bulunmayı da yasaklatmış-*• tasak, İstanbul'a geç ulaşmış,
sabahın dördünde matbaalarda, gazete baskılan toplatılmıştı. Her yayın yasağı, dedikodu çarkını a
hızlı döndürüyor, olaylar bire bin katılarak fısıltı gazetesiy-yılıyordu. Çok sayıda gencin öldürüldüğü,
bunlann Konya Ur>a gömüldüğü, hatta Et ve Balık Kurumu'nun kıyma makine-den geçirildikleri gibi
dehşet verici suçlamalar ortaya atılı-' ^aklar dedikodulara hizmet ediyordu. Gençlik hareketleri

CHP'yi aşmış, nümayişler kontrol edilemez hale gelmişti. Ankara esnafının ve halkının, polisten
kaçan gençleri koruması ise o zamana, kadar görülmemiş bir desteği gençlere sağlıyordu. İktidarın
tîarp Okulu öğrencilerini toplu olarak imha edeceği dedikodusu da tüyleri diken diken ederek bunlara
eklenmişti.
DP, 555K yürüyüşüne misilleme yapmaya kalkışmış, özellikle Beyşehir'den getirilen DP'liler Kızılay
Meydanı'na yönlendirilmişti. Halkın Kızılay'a indiği görüntüsü verilmek istenen bu olay çabucak 43.
Süvari Alayı'na ulaşmış, Yüzbaşı Fethi, Teğmen Erol'la birlil<te bir cipe atlamış, olay yerine gelmişti.
Meydanda dolaşan kaslcetli, bıyıklı DP'lileri çevirip GMC'lere bindiriyorlar, iki sokak ötecle
bırakıyorlardı. Haberi alıp gelen pek çok genç subay da ay-nısır-ıı yapıyordu. Aslında onları
götürebilecekleri bir yer de yoktu, a_maçları göz korkutmaktı ve sonunda hedeflerine de
ulaşmışlardı.
15 mayısta İzmir gezisine çıkan ve yüz binlerin sevgi gösterileriyle karşılanan başbakan,
cumhurbaşkanına hak verdi... Göz alıcı kalabalık, arkasında büyük bir güç olduğunu gösteriyordu.
A_ma yalnızca altı gün sonra, 555K'yi düzenleyen sivil gençlere, bu l<ez Harp Okulu öğrencilerinden,
gösterişli bir destek geliyordu. 21 mayıs öğleden sonra, bütün yollardan alan akın Kızılay'a inen Harp
Okulu öğrencilerinin yürüyüşlerinden yükselen tek ses, postal sesleriydi. Sokaklar haki renge
boyanmıştı. Apartmanlann pencerelerine, balkonlarına çıkan vatandaşlar Harbiyelilere alkış-larryla
destek veriyorlardı. Öğrenciler, sessiz protesto yürüyüşlerini noktaladıkları Zafer Amtı'nm önünde,
önce "İstiklal Marşı"nı, ardandan da "Harbiye Marşı"nı okuduktan sonra dağılmışlardı.
E5ir açıdan bakıldığında ihtilal bağıra çağıra geliyordu, diğer açıdan, bakıldığmdaysa, başlatılmış bir
ihtilal durdurulmuş gibiydi-Her-kes aynı bilmecenin farklı çıkış yollarını arıyor, kimse aradığını b
allamıyordu. Böyle bir gösterinin İhtilal Komitesi'nce düzenlendiğini düşünenler yaralıyorlardı.
Çünkü, Harp Okulu öğrencilerinin yürüyüşü, herkese olduğu kadar İhtilal Komitesi'ndeki subaylara
da sürpriz olmuştu. İhtilal Komitesi'ndeki subaylar, planlarının &" şında gelişecek bir olayın,
denetimi ellerinden kaçıracağı kgs da taşıyorlardı. Üniversite ile ordu gençliğinin artan eylemleri
dinamizmine bakıldığında İhtilal Komitesi haksız sayılmazdı.

43. Süvari Alayı'nda harekete geçilecek gün için tetikte bekleyenler enerjilerini güçlükle
dizginleyebiliyorlardı. Artık iş çığırından çıkmıştı... İktidardan yana görünen alay komutanı, kendisi
dışında gelişen oluşumu denetleyemiyor, ortalıkta şaşkın şaşkın dolaşıyordu- Zaman zaman, silahını
belinden çekip masanın üzerine koyarak kendisine gözdağı veren Yüzbaşı Fethi onu parmağında
oynatıyordu. Aslında onun sergilediği tavır yalnızca alay komutanı için değil, ihtilal örgütü içinde
olduğu halde, iktidarın her an bir seçime razı olabileceği beklentisi içinde hareketi erteletmek
isteyenler için de bir tehdit oluşturuyordu.
Gençler, Yüzbaşı Fethi Gürcan ile Yüzbaşı Nusret Kocabey etrafında kenetlenmişlerdi. Artık, 43.
Süvari Alayı'nı devrimin temel güçlerinden biri olarak eyleme sokacak olan bu iki bölük komutanıydı.
İhtilal Komitesi'nden kritik görevi aldıklarında, bütün varlıklarıyla, sonucu ne olursa olsun bu
müdahalede dayanışma içinde olmayı ve birbirlerinden ayrılmamayı kararlaştırmışlardı. İhtilal
yeminlerini ettikten sonra, belli yerlere cephanelerini de gömmüşlerdi:
"Ne olursa olsun teslim olmayacağız.
Karşımıza kim çıkarsa çıksın sonuna kadar mücadele edeceğiz! İçinde bulunduğumuz cephe başarıya
ulaşana kadar, ölümüne gideceğiz !
Eğer ikimizden biri hayatta kalırsa, diğerinin ailesine kendi ailesi gibi sahip çıkacak."
Kışlalarda ihtilal yeminleri edilirken, başbakan ve yakın çevresi ise bütün dikkatini CHP'ye
yöneltmişti, Genelkurmay başkanı dahil, üst rütbeli bütün generaller hükümete bağlılıklarım
bildiriyorlardı. Ordu hiyerarşinin dışına çıkamaz, alttaki kaynama mutlaka bastırılırdı.
18 mayısta Manisa Turgutlu'da, başbakan, öğretim üyelerini ve haftalardır dinmek bilmeyen
üniversite ayaklanmalarım şahlan-•itfacak bir konuşma yapıyordu. Tarihe "kara cüppeliler" sözüyle
bWikte kaydedilecek olan bu konuşmada, başbakan, "Evet, üniversite muhtariyeti!" diyordu. "Sanki
üniversite, devletin dışında Ve üstünde ! Sanki bir imtiyaza sahip Papalık falan gibi... Sanki
Üniversite Çin Seddi'yle çevrilmiş... İlim kisvesi altında, günlük Politika ile muhalefetin en kötüsünü
yaparlar. Devletin, hükûme-^ ferine karışırlar, ama profesörlük cüppesinin zırhı altında ve s°zde
ilmin siperindedirler." başbakan, verdiği her demeç, yaptığı her konuşmayla, iktidara

muhalif güçleri, yani ordu ve üniversite gençliğini, basını ve CHP'yi birbirine yaklaştırıyor, dağınık
taşlar arasına harç döküyordu. Basma koyduğu yasaklar da harcı sağlamlaştınyordu. Böylece adeta
kendisine karşı yapılacak bir ihtilalin oluşumuna hizmet ediyordu. Ordunun hiyerarşi dışına
çıkmayacağına, üniversite gençliğinin bir güç olmadığına, basım sansürle denetim altına alacağına,
meydanlarda gördüğü kalabalıkların onu yalnız bırakmayacağına, İsmet Paşa'nın kurnazlığım
yenebileceğine olan inancı mı, yoksa yaklaşan her adımı göre göre kadere teslim oluşumu bilinmez,
ölümüne gidiyordu. Kim bilir, belki de gitmek istemiyordu ama cumhurbaşkanına "hayır"
diyemiyordu. Muhalif güçlerin bir fikir çatısı altında toplanmadıklarını düşünmekte ne kadar
haklıysa, onların ortak bir amaçta buluştuğunu görmekte o
kadar isteksizdi:
DP iktidarım devirmek!
Kötü haberlerden, ihtilal uyarılarından sıkılan başbakan, Yunanistan'a yapacağı geziyi üçüncü kez
iptal edip, yurtdışına çıkması gereken günden bir gün önce bu kez Eskişehir'deki seçmenlerine
koşmaya karar verdiğinde, bu kararıyla ihtilal tarihini değiştirdiğinden de habersizdi. Tıpkı,
ihtilalcilerin, onun Eskişehir'de Tahkikat Komisyonu'nun görevini tamamladığını ve erken seçime
gidileceğini açıklayacağından habersiz oluşu gibi...
Menderes'in gezi programında yaptığı bu ani değişiklik, ihtilal karargâhını şaşkınlığa uğratmıştı.
Çünkü, ihtilal onun yurtdışına çıkışından hemen önce gerçekleştirilecekti. Oysa başbakan, bir gün
önce yurt gezisine çıkıyordu. Mermilerini silahlarının namlularına sürmüş güçler için bu yalnızca iki
günlük bir erteleme anlamına gelmişti.
24
Tümgeneral Cemal Madanoğlu'nun komuta ettiği İhtilal Komi-tesi'nin, 26 mayıs akşamı karargâh
olarak seçtiği Harp Okulu'nda toplandığı sıralarda, Yüzbaşı Fethi ile Yüzbaşı Nusret de, 43. Süvari
Alayı'nda dakikaları sayıyorlardı. Her şey karargâhtan gelecek emirle başlayacaktı.
Akşam, hükümet yanlısı alay komutanı ve onun yardımcısıyla birlikte hiçbir şey yokmuş gibi evlerine
dağılmışlardı. Yüzbaşı Fethi, eşi ve çocuklarıyla yemeğini yemiş, Esma'yla helalleştik-ten sonra
yeniden alaya dönmüştü.
Aynı saatlerde, aylardır ihtilali planlayan komite üyeleri Harp Okulu'nda son çalışmalarını yapıyordu.
Uzun süren hazırlıklara karşın aslında ellerinde ciddi tek bir hareket planı, yazılı tek bir çalışma
yoktu. Haberlerin sızabileceği kaygısıyla, planları kâğıda dökmek yasaktı. Her şey zihinlerde
tutulanlarla sınırlıydı. Komite üyeleri, harekâtın emir komuta zinciri içinde gerçekleşmeyeceğini
biliyorlardı ve yeterince hazırlıklı olmadıklarının farkındaydılar. Daha birkaç saat önce Genelkurmay
başkanı, üst düzey subaylarla bir toplantı yapmış ve hükümete bağlılıklarını anlat-mıŞtı. İhtilal
Komitesi'ndekiler için riskin büyük olduğu ortadaydı Tek umutlan, harekâtın başlamasıyla birlikte,
ihtilali desteklemen güçlerin olayı alıp götürmesiydi. Harp Okulu öğrencileri şansızlık içindeydiler ve
emir bekleyen genç subayların elleri tefteydi. Dönüşü olmayan yola çıkılmıştı.
(tm)- Süvari Alayı'nda dakikaları sayan iki yüzbaşının bekledikleri
"¦> geceyarısından hemen sonra, tarih 27 mayısa döner dönmez
^ Görev emrini alınca, aylardır biriken, bedenlerini geren, içle-
e deprem yaratan enerjiyi açığa çıkarıp, hızla harekete geçtiler.

iki yüzbaşı, alarm olduğu gerekçesiyle bütün alayı topladı. İlk iş olarak, hükümet yanlısı alay
komutanı ve yardımcısını, olabildiğince kibar davranmaya çalışarak enterne edip, Yüzbaşı Nusret'in
birliğindeki saraçhaneye kilitlediler. İhtilale giden yolun ilk adımında yıllardır içinde bulundukları
hiyerarşiden çıkıyorlar, artık ihtilal hiyerarşisinin oluşturduğu zincirin halkaları oluyorlardı.
İhtilal Komitesi'nce, 43. Süvari Alayı'na komuta etmek üzere gönderilen Süvari Yarbay Reşit Çölok,
alaya ihtilalin başladığını duyurdu ve hareket başladı.
43. Süvari Alayı'nda heyecanın dorukta olduğu dakikalarda, İhtilal Komitesi'nin üyeleri, radyoda
okunacak bildiriyi kaleme almakla uğraşıyorlardı. O dakikada bile, bildirinin altına kimin adını
yazacaklarını bilmiyorlardı. Kara Kuvvetleri Komutanı Cemal Gürsel'in ismini yazmak istiyorlardı
ama cümle âlem, onun İzmir'de emekliliğini beklediğini biliyordu. Üstelik, Gürsel'den açık bir "onay"
alınmamıştı. Bildiriyi komitedeki tek general Cemal Madanoğlu adına okumaları ise daha da riskli
olurdu. Madanoğ-lu'nun ağırlığı, yönetime el koyduğu ilan edilen orduyu temsil etmekte yetersiz
kalıyordu. Sonunda, ihtilal bildirisinin "Türk Silahlı Kuvvetleri" imzasıyla okunması kararlaştırıldı.
Fethi ve Nusret ise kendilerine verilen görevi adım adım yerine getirmeyi sürdürüyorlardı. Birlikler
arasında hızla görev dağılımı yapıldı. Süvariler, İhtilal Komitesi'nin gönderdiği komutanın
talimatlarıyla atlannı dörtnala kritik bölgelere doğru sürerken, iki yüzbaşı da kendi birlikleriyle,
Çankaya'ya doğru yola çıktılar. Nal sesleri, 43. Süvari Alayı'nın bulunduğu Bahçelievler'den şehre
yayılıyor, gecenin sessizliğini dövüyordu. İki yüzbaşı, Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne doğru
giderken, aradaki boş araziye birkaç sandık cephane gömmeyi de unutmadılar. Bu iş de
tamamlandıktan sonra, rutin nal sesleri şaha kalktı... Artık, zaman dörtnala işliyordu.
Emniyet Genel Müdürlüğü, Jandarma Genel Komutanlığı civarından geçerken, yolda gördükleri
polisleri enterne ettiler. Saat 02.30 sıralarında ihtilal karargâhı olarak seçilen Harp Okulu'nun
yakınından geçmişlerdi.
Sonunda Köşk'ün yamaçlarına ulaşmış, kuzey kapısmda meV'
zilenmişlerdi. Köşkün önüne birkaç tank yanaşıyordu.
"Parola?" 1
"İnkılap!" ^
Onlar da ihtilal ekibindendüer ve işaret bekliyorlardı.

İki yüzbaşı, ıvıunanz Aiayı Komutanı Kurmay AiDay usman Köksal'ı bir ara görmüşler, sonra
kaybetmişlerdi.
ihtilal Komitesi'nin yönlendirmesiyle Muhafız Alayı komutanlığına atanan Osman Koksal, plan gereği
o gece Köşk çevrilince, cumhurbaşkanını, güvenliğini sağlamak bahanesiyle bir tanka bindire-ek
ancak söz konusu tank onu doğruca Harp Okulu'na götürerek ihtilal karargâhına teslim edecekti.
Oysaki cumhurbaşkanı bütün planları altüst etmiş, evdeki hesap çarşıya uymamıştı. Köşk'ün sanlısını
yaverler odasından izleyen cumhurbaşkanı, Osman Kök-sal'a ne olduğunu sormuştu. Osman Koksal,
planını devreye sokmuş Muhafız Alayı'nın bazı birliklerinin asi kuvvetlere iltihak ettiğini söylemişti.
Cumhurbaşkanına "Kaçsanız daha iyi olur. Size bağlı kuvvetlerin yanında daha güvende olursunuz"
demiş ama cumhurbaşkanından, "Hiçbir yere adım atmam" yanıtını almıştı. Cumhurbaşkanı,
kaçmayı kesin bir dille reddettiği gibi, Muhafız Alayı komutanının yarandan ayrılmasına da izin
vermiyordu.
O sırada, tank birliğinden bir subay, ihanete uğradıklarını söyleyerek, Köşk'ün önünden uzaklaştı.
Cumhurbaşkanının direndiği haberini alan İhtilal Komitesi'nde bütün dikkatler Köşk'e yönelmiş,
kritik hedefe takviye güç gönderilmesine karar verilmişti. İhtilal Komitesi'nden Kurmay Albay Sami
Küçük, aynı yöne hareket etmekte olan Piyade Yarbay Cahit Aksoy'un birliğini emrine alarak, Kurmay
Albay Emin Aytekin'in kullandığı bir ciple Köşk'e çıkmaya başlamıştı. Bu arada, yolda gördüğü
Veteriner General Burhanettin Uluç'a da bilgi vermişti.
Köşk'ün kapısında işaret bekleyen iki süvari yüzbaşısının ne plandan, ne işlememe nedeninden, ne de
gelişmelerden haberleri vardı.
Diğer kritik noktalan ele geçirmekle görevlendirilen ihtilalci birliklerin harekete geçtiklerinin
habercisi, şehrin çeşitli yerlerinden yükselen ve gecenin sessizliğine düşerek Çankaya sırtlanda
yankılanan silah sesleri olmuştu.
Yüzbaşı Nusret, "Belki de bize söz edilen, yalnızca dolaylı bir destekti" dedi.
Fethi, "Bunu düşünecek kadar zamanımız yok" dedi, "girelim!"
"Girelim !"
Kendilerine karşı koyanları yumruk ve dipçiklerle etkisiz hale getirerek ilerlemeye başladıklarında,
Veteriner General Burha-
tin Uluç da Köşk'e ulaşmış, yanındaki Harbiyelilerle birlikte ikalarından ilerliyordu.

Muhafız Alayı birlikleri, şaşkınlık ve çaresizlik içinde geri çekilmek zorunda kalıyor, her dakika
cumhurbaşkanının bulunduğu bölüme daha çok yaklaşıyorlardı. Kritik alana geldiklerinde
kendilerine karşı koyanlar da çoğalmıştı. Artık direnenler, cumhurbaşkanına en yakın çalışan
personeldi. Her an karşılıklı çatışma başlayabilirdi... Ancak konuşan namlular değil, dipçikler ve
yumruklardı.
Yüzbaşı Nusret Kocabey, kendisini cumhurbaşkanının kapısında bulduğunda, bütün tanımlar altüst
olmuştu. Döndüğünde Bur-hanettin Uluç hemen arkasındaydı. Ona verilen görevi bilmiyordu ama
kendilerinden üst rütbeli olduğu için generale önden girmesi, cumhurbaşkanıyla konuşması için yol
açtı. Cumhurbaşkanının bulunduğu odaya girdiklerinde, yanında bir genç kız ile emir subayı vardı.
General ona ordunun yönetime el koyduğunu ve kendisini teslim almaya geldiklerim söylediğinde,
"Ben millî iradeyle geldim. Ancak millî iradeyle buradan giderim" diye bağırdı.
Cumhurbaşkanının, sözlerinde panik değil, kararlılık okunuyordu. General ile cumhurbaşkanı
arasındaki tartışma uzayınca, Yüzbaşı Nusret, her şeyin ters döneceği, zamanın kendi aleyhlerinde
işleyeceğini hesapladı. Makineli tabancasıyla öne çıkarak cumhurbaşkanını belinden itti ve
Burhanettin Uluç'a dönerek, "Generalim, cumhurbaşkanını teslim alınız" dedi. Hakaretle karşı
karşıya kalacağı kaygısını yaşayan cumhurbaşkanı, süvari yüzbaşının kendisini belinden itmesi
üzerine, bir soluğun alınıp verilmesi kadar kısacak bir zaman diliminde, tabancasında beş kurşun
olduğunu hesaplamış, önce dördünü karşısındakilere, sonuncusunu da kendisine sıkmayı planlamış,
ardından silahını diğerlerine doğrultmaktan vazgeçerek intihara karar vermişti. Cumhurbaşkanının,
belinden çıkardığı küçük bir tabancayı sol şakağına götürdüğünü ve ateşlemek üzere olduğunu gören
Yüzbaşı Nusret, onu engellemek için yeniden harekete geçti. Cumhurbaşkanı ile yüzbaşı yerlerde
yuvarlanıyorlardı. Genç ihtilalci sonunda, komitacı cumhurbaşkanının silahını elinden almayı
başardı-Arkadaşına yol açmak için cumhurbaşkanının yakın korumalarını devre dışında bırakma
savaşı veren Yüzbaşı Fethi, olay yen-ne geldiğinde, cumhurbaşkanını Harp Okulu'na götürmek için
ıK" na girişimleri sürüyordu. Bir süre sonra ihtilal karahgâhından Kurmay Albay Sami Küçük de olay
yerine gelmişti. Yanma TanK çı Binbaşı Muzaffer Karan ve bir teğmen alarak içeri girdiğindi
cumhurbaşkanının çevresini sarmış on kadar süvari eri ile eğit*1^ elbiseleri içindeki iki yüzbaşıyı
gördü. Sami Küçük ile Burhane

• UlUÇ CUıllIlUluaşivcULLiu OİİUÛR İVİUİICIİÜ .nıcıyı ııııı öLcyçııı vagu-


una bindirdiler ve Harp Okulu'na doğru yola çıktılar. Jıd yüzbaşı, görevlerini tamamlamışlardı...
Birliklerini topla-p; 43. Süvari Alayı'na geri döndüler.
Bütün ihtilalcilerin gözü kulağı Çankaya Köşkü'nde, eski komitacı cumhurbaşkanının teslim alınıp
alınmadığına kilitlenmişti. Zaten ülkedeki gerilimin bir numaralı sorumlusu olarak da
cumhurbaşkanı görülüyordu. Köşk'ün düşürülmesi ve cumhurbaşkanının teslim alınmasıyla ihtilal
Komitesi'ndekiler büyük moral kazandılar. Radyoda, Kurmay Albay Alparslan Türkeş'in sesinden
ihtilal bildirileri okunmaya başlandı. Bildirinin yaymlanma-sıyla birlikte ihtilalci güçler de akmaya
başlamıştı.
Salon penceresinin önünde oturan Esma'nın karanlığa dalan gözleri uzun bir bekleyişin ardından
silah sesleriyle irkildi. Evde-kileri uyandırmamak için zorlukla duyabileceği kadar açtığı radyoyu
kulağına biraz daha yaklaştırdı. Duyduğu yalnızca boş bir cızırtıydı. Midesinde başlayan bir yangın,
boğazına doğru yükseldikçe yükseliyordu. Bir ara kalp atışlarının sesi kulağında öyle şiddetli
yankılanmaya başladı ki, evdekilerin bu sese uyanacağını sandı. Kendisine çok uzun gelen bir zaman
sonra, radyoyu sıkıca dayadığı kulağının uyuştuğunu hissedince, bu kez de hiçbir şey duyamayacağı
endişesine kapıldı. Bir yandan gözleriyle dışarıyı tararken, bir yandan da radyoyu diğer kulağına
dayadı. Sabaha doğru, radyodaki cızırtı sese dönüştü... İhtilal bildirisi yayınlanıyordu !
Bildiriler ardı ardına yinelenirken, evdekiler de uyanınca, radyonun kısık sesi son perdesine kadar
açıldı.
Bildiride, Türk Silahlı Kuvvetleri'nin kardeş kavgasına meydan vermemek amacıyla yönetime el
koyduğu, partiler üstü tarafsız ır idarenin hakemliği altında en kısa zamanda adil ve serbest se-
Çunlerin yapılacağı belirtiliyordu:
-bu teşebbüs hiçbir şahsa ve zümreye karşı değildir."
etm, bir fırsatını bulup eve uğradığında Gürcan ailesinin ya-uıgı sevinç görülmeye değerdi. Ankara
sokaklarında şenlik ,/Şlamış, halk gördüğü subayları omuzlarına alıyor, orduya çoş-lu desteğini
gösteriyordu.

25
1960 mayısının son günüydü... Devletin zirvesi, Cumhurbaşkanından Genelkurmay Başkanına,
Başbakanına kadar tutuklanmıştı... Artık zirvede ihtilalciler vardı. Bütün birliklere, ihtilale katılan
subayların 27 Mayıs'ta üstlendikleri görevleri anlatmalarını isteyen bir genelge gelmişti. 43. Süvari
Alayı'nda, Yüzbaşı Fethi, elindeki gazeteyi 27 Mayıs gecesi yanından hiç ayrılmayan Teğmen
Muzaffer'e uzattı. Gazetede, bir binbaşının Köşk'ü nasıl ele geçirdiğini anlatan açıklamaları vardı.
Teğmen Muzaffer, gazeteyi okuduktan sonra, şaşkınlıkla konuştu:
"Onu Köşk'te görmüştüm. Bir duvarın üzerinde oturuyordu. Merak edip, tek başına ne yaptığını
sordum. Bazı birliklerin Köşk'e doğru hareket ettiğini görünce çıkmış gelmiş. Biz itişip kakışırken, o
bizi seyrediyordu. Şimdi de kendisini kahraman ilan etmiş !"
Fethi biraz aldırmazlık, biraz alayla güldü:
"Etrafta bu kadar kahraman varken, bizim bir şey yazmamıza
gerek var mı?"
Sonra, ihtilal heyecanının yerini bir başka heyecana bıraktığını duyumsayıp neşelendi. Karşısındaki
genç teğmen de, başarılı bir biniciydi... Bir yarışmada, at üzerinde dörtnala koşmanın heyecanım
özlemişlerdi... Siyaset onlara göre değildi.
Yüzbaşı Fethi Gürcan, 1960 Roma Olimpiyatları'nda Süvari Grup başkanı olarak görevlendirilince,
çocuklar gibi sevindi--Önce Avrupa turnesi, ardından olimpiyatlar... Temmuz ayında uzun süren
yurtdışı gezisi için yollara düştü... Bu kez yarışmacı değildi ama bütün yarışmacılarla aynı heyecanı
yaşıyor, gençleri*1 başarılarına onlar kadar seviniyor, hata yaptıklarında kendi yap" mışçasma yüreği
yanıyordu.

Atlara, onların onurlarına, bir başka ata sevgi gösterdiğinde pkinmeden sergiledikleri
kıskançlıklarına âşıktı. Aşk işte buy-A Onurlu, dinamik, bütünleşen, kollayan, sevgisini göstermekten
çekinmeyen, önce heyecanı, ardından zaferleri de, yenilgiyi de paylaşmayı bilen, koşan, dinginleşen,
şaha kalkan, dörtnala giden- Aşk buydu... Ve o dörtnala koşmaya âşıktı... Bu yüzden hiç bilmezdi
beklemeleri... Heyecanlarını içinde tutamazdı. Böyle sevdiğinden, böyle sevildiğinden, atının
üzerinde şahlanırken gökyüzünü kucakladığı gibi, evinde de sıcaklığı kucaklardı. Aşk buydu... Atının
dizginlerini eline verip, "Sür sürebildiğin kadar" diyebilmek, sonra da sevdiğinin özgürlüğü uğruna,
en büyük acıyı, onun zarar görmesini göze alabilmekti... Acılara âşık insanlar direnirdi. Âşık insanlar
için korku, sevdiklerine en küçük bir zarar gelebileceğini düşünmekten başka bir şey değildi...
Gezisinin son durağında, bakışlarının takılıp kaldığı ve Ro-ma'nın güzelliklerini yansıtan kartı çevirip
yazmaya başladı:
"Esmam..."
içine sinmedi, çocuklara da birer kart yazdı...
* *
Eylül ayında yeniden Ankara'ya dönmüştü. Ne var ki, Avrupa'dan kendisiyle birlikte, kimi
dedikodular da gelmişti:
"Yüzbaşı Fethi, üç gün ortalıktan kaybolmuş. Hem de, Hollanda kraliçesinin kızıyla birlikte..."
"Eee, kendisi bir açıklama yapmamış mı?"
"Yapmamış. Bu dedikodulann üzerine balolarda, onun bir kızı bırakıp, diğeriyle dans etmesi de,
kafiledeki generalin tepesini attırmış... Fethi Yüzbaşı'ya çıkışmış. O da, 'Bunda ne var? Siz de dans
ediyorsunuz' diye karşılık verince ortalık karışmış."
"Ne olmuş?"
General 'Sen nasıl bana cevap verirsin?..' diye tokat atmaya Kalkışınca, yüzbaşı, yumruğu generale
geçirmiş." "Başı belada desene..."
General Türkiye'ye gelir gelmez, Fethi Yüzbaşı'yı Millî Birlik °iuitesi'ne şikâyet etmiş, ordudan
atılmasını istemiş, komite Releri ise şikâyeti ciddiye almamıştı...
y, Fethi Gürcan'ın evine kadar taşındı; Esma kocasına inandı...
Pek
atlara daha yakın ohnak, hem de ek bir gelir elde etmek çok süvari subayının yolundan gitti. Hafta
sonlan Hipod-

rom'daki at yarışlarında hakemlik yapıyordu. Sonbaharın henüz solduramadığı yemyeşil otlarından


yayılan kokuyu ciğerlerine çekiyor, yarışlara Gülderen, Ömer ve Öner'i de götürerek onlara at
sevgisini aşılıyordu.
Öyle günlerden birinde, kuleye çıkmadan önce çocuklarıyla ilgilenirken, bir koşuşturma fark etti. 27
Mayıs gecesi ihtilalci güçlerin İzmir'den getirerek ülke yönetimini teslim ettikleri Cemal Gürsel
yarışları izlemeye gelmişti. Gürsel'i görmek, onunla konuşmak, "en hızlı 27 Mayısçı" olduğunu
söylemek için yarışanlara, üzüntüyle öfkenin bir araya geldiğinde oluşturduğu o aykırı duyguyla,
aldırmazlıkla baktı. Daha fazlasını görmek istemediğinden bakışlarını o yönden ayırdı, çocuklarıyla
hiçbir şey olmamış gibi şakalaştı. Onların soran bakışlarım da görmezden geldi. Nereden bilecekti ki
çocukları onun hayal kırıklıklarını? Millî Birlik Komitesi üyelerinin daha şimdiden, askerî birliklerde
dolaşıp taraftar toplamaya çalıştıklarını, ordunun bölünmeye giden bir yolun başlangıcında
olduğunu, komite üyelerinin orduya siyaset virüsünü soktuğunu, bu virüsten korunmak için kendisim
atlara, hep daha çok atlara verdiğini çocukları nereden bilecekti...
Bir yanda Öner'in yeniden hastalanacağı kaygısı, bir yanda kötüye giden "memleket meseleleri"... Bir
süre önce Millî Birlik Ko-mitesi'nden on dört üye tasfiye edilmişti... Bu tasfiyenin ardından ordudaki
parçalanma da hızlanmıştı... Hayal kırıklığı, yorgunluk, bozulan tinsel denge...
Koşullar ona, kötü bir armağan daha veriyordu. İnce uzun bedeni her geçen gün çevikliğini yitiriyor,
yalnızca avurtları değil, bir süngünün ucu gibi çelik ışıltılar saçan gözlerinin altı da çökü-yordu.
Direncini yitirince Gülhane Hastanesi'ne gitti ve hemen gözetim altına alındı. 1961 yılma yeni bir
dertle girdi... Siyaset virüsünden kaçmaya çalışırken, verem virüsüne yakalanmıştı.
Esma, mutfakta kocası için yemek hazırlarken içi içine yordu. Sonunda taburcu olmuştu. Onun
hastanede yattığı bir aydan uzun zaman boyunca yüreğinde oluşan yeni duygulan ayn10 şamaya
çalıştı. Coşkusunu, enerjisini hiç yitirmeyeceğini sandı& Fethi'nin yüzü solup, bedeni bitkinleşince
korkmuştu... Bu k0 ku, kocasını ihtilale uğurladığı 26 mayıs akşamından bile büyU

olmuştu. Nedenini bilmiyordu ama öyleydi... Hastane yatağında pijamalanyla yatan Fethi'nin biraz
daha esmerleşmiş yüzündeki hiç eksilmeyen gülümsemesi, ışıltılı bakışlarının ardına saklamaya
çalıştığı acısı, onda bambaşka duygulara kapı açmıştı. Kede-riyle bütünleşen korku, bir yandan da
direncini bilemişti... Nasıl oluyor da, korkusu ve acısı büyüdükçe, daha güçlü olabiliyordu?
Bilmiyordu...
Çocuklarına duyduğu koruma içgüdüsü harekete geçmişti kocasına karşı. Şimdi bir çocuğun annesini
ne kadar güçlü görmeye gereksinimi varsa, Fethi'nin de, kendisini o kadar güçlü görmeye gereksinimi
vardı. Ne üç çocuğunun haylazlığı eksiliyordu, ne günlük işler... Sonra hastane... Sabah ablasının
namaza kalktığı saatlerde o da kocası için hastaneye götüreceği yemeği hazırlıyordu. Ama her zaman
olduğundan daha bakımlıydı. Kocası üzülmesin, bir de kendisini dert etmesin diye...
Esma'nın gözetiminde gün geçtikçe kendisini toparlayan Fethi, artık akşamlan yatağından kalkıp,
ailesiyle birlikte olmanın mutluluğunu yaşıyordu. İhtilalin öncesindeki eve geç gelişlerinin,
olimpiyatlar ve Avrupa turnesi için uzak kalışlannm, hastane günlerinin acısını çıkanyorlardı...
Ankara'nın uzun kışı son günlerini yaşıyordu... Fethi, elindeki çakıyla kabuklannı büyük bir hızla
çizdiği kestaneleri sobanın üzerine yerleştirirken, bütün aile toplanmıştı. Divana yerleşirken, Esma ve
çocuklar da, onun okuyacağı yeni bir Aziz Nesin öyküsünü dinlemek için dikkat kesilmişlerdi.
Öykü, kalabalık bir sergi açılışında geçiyordu ve bir kadın, gece gördüğü rüyayı diğer konuklara
anlatıyordu.
Kadının rüyasında, sokakta yürürken, kalabalıktan biri "Şimdi herkes olduğu yerde dursun" diye
bağırmış, herkes de bu emre uymuştu. Üstelik, adamın isteği üzerine kendi etraflannda birer
daire çizmişler, bu dairede hapis kalmışlardı.
Öykünün kahramanı, kendisini dinleyenler, daireden neden çı-amadıklanm sorunca da, "E, yasak!
Nasıl çıkalım?.." diyordu. ac"nın anlatımına göre, herkes sıkılmaya başlıyor ama çizdikle-^a da
tasarladıkları dairelerinden çıkamıyordu.
ykü, Aziz Nesin'in akıcı diliyle uzuyor, kadının rüyasındakiler
"irlü dairelerinden çıkamıyorlardı. "Biri gelse de şu çizgileri Se diye mınldanan kalabalıkta, gece
olduğu halde yerinden ki-

pırdayan yoktu. Derken bir ses, "Birisi çıkarsa ben de çıkarım" diyor, rüyanın sahibi de aynısını
tekrarlıyordu. Kalabalık onlara katılıyor, ama içlerinden "biri" çıkmıyordu.
Fethi, öyküyü okuduktan sonra, Esma'ya, "Türkiye'nin 27 Mayıs öncesi hali ancak bu kadar iyi
anlatılır" dedi.
Ömer, yerinden kalkmış, elindeki maşayla patlayan kestaneleri çeviriyordu. Öner, solgun yüzüne
yerleşmiş kocaman bir gülümsemeyle, "Bir tane daha okusana baba" dedi... Fethi, yeni bir öyküye
başlamadan önce, "Ben okurken kestaneleri götüreceksiniz değil mi" diye takıldı oğluna...
Öner yemek yemeği reddettiğinden ne zamandır Esma ve Fet-hi'nin de iştahı kaçmıştı. Fethi, kimi
zaman Öner'e, "Yemeğini yersen, fazladan harçlık alırsın" diyor, sözünde de duruyordu.
Ömer yaramazlıklarım aynı hızla sürdürürken, Gülderen genç kızlığa doğru yol alıyordu. Babasını
annesiyle bile paylaşmaya dayanamıyor, ancak onun göğsüne başını koyup, kalp atışlarım
dinlediğinde dinginleşebiliyordu.

26
1961 yılının mayısında, hastalığım bir ölçüde atlatan Yüzbaşı Fethi, altı aylık raporunun ilk üç ayını
geride bırakmış, ancak bu kez yeni bir sıkıntıyla baş başa kalmıştı.
Yüzbaşı Nusret, "Bu inanılmaz bir şey" diyordu, "ortada jeopolitik hiçbir neden yok... Stratejik hiçbir
taktik yok ama 43. Süvari Alayı Siirt'e naklediliyor."
Fethi, yüzünde seğiren kası sertçe ovdu, hiç sesini çıkarmadı.
"Oğlunun tedavisini Siirt'te nasıl yaptıracaksın ?"
"Belki buralardan çekip gitmek, daha iyi olurdu ama yapamam. Düşüneceğim... Ankara'da kalmanın
yollarını arayacağım."
Esma'nm yüzü sararmıştı. Yorum yapmadan kocasını izliyordu. Onun, epeyce incelmiş yüzündeki
keder kendi kederine değince, bir deprem anındaymış gibi sallandı.
"Yalnızca Öner'in değil, senin de doktor kontrolünde olman gerekir" dedi. Sesinin titremesine engel
olamıyordu. Gözlerini kırptığı anda yaşların akacağını biliyor, bu yüzden dümdüz bakıyordu...
'Üzülme Esma... Bir çaresine bakacağım..."
Birkaç günlük araştırma sonunda, en kestirme yolun, Harp
ulu Komutanı Albay Talat Aydemir'e ulaşmak ve onun yardı-mıru istemek olduğu ortaya çıkmıştı.
Albay Talat Aydemir, 27 Mayıs öncesindeki ilk İhtilal Komitesinin kuruculanndandı. İhtilal sırasında
Kore'de bulunuyordu ^a iki üç ay sonra Türkiye'ye dönmüş, 12 eylül 1960'ta Harp Kulu
komutanlığına atanmıştı. O yeni görevine atandığında, DP ./^kındaki kapatma davası yeni
sonuçlanmıştı. On yıl tek başına
1(larda kalan parti artık yoktu... Devrik iktidarın üyeleri ise

Yassıada'da mahkemeye çıkacakları günü bekliyorlardı.


Albay Türkiye'ye döner dönmez, ihtilalci arkadaşlarıyla buluşmuş, komitede her kafadan bir ses
çıktığını görmüştü. "İhtilalden sonra nasıl bir yönetim oluşturulacağı" sorusuna yanıt bulamayıp,
bunu zafer sonrasına erteleyenler, şimdi bu soruyla burun buruna gelmişlerdi ve hepsinin yanıtlan
farklıydı. Üstelik sorunun yanıtını içinden çıkılmaz hale getiren yeni unsurlar ortaya çıkmıştı.
Anayasa'yı hazırlama görevi verdikleri profesörler, ihtilale ortak çıkan CHP'lüer...
Basın, yılların yasağının öcünü alırcasma DP'ye yükleniyor, tüyler ürpertici söylentiler manşetlere
taşınıyordu. Anayasa'yı hazırlamak üzere görevlendirilen üniversite hocaları, ihtilalin meşruluğunu
ilan etmişlerdi. Ancak ihtilalin meşruluğunu ispat edebilmesi için, iktidarı sivil yönetime terk
etmeden önce, DP yönetiminin yargılanarak suçlarının tespit edilmesi ve ülkeyi gayri meşru
yönettiklerinin ispatlanması gerekiyordu. Aksi halde yönetime gelecek olan siviller, ihtilalcileri
meşruiyetini kaybettiği tescülenme-miş bir iktidarı devirdikleri için yargılayabilirlerdi.
Siyaseti bilmeyen Millî Birlik Komitesi üyeleri, yeni bir Anaya-sa'nm on beş günde
hazırlanamayacağım da bu sırada öğrenmişlerdi.
Gelişmeler, CHP'lilerin, ordunun yönetimi bir an önce kendilerine devredeceğine olan inançlarım
yaralamaya başlamıştı. İhtilalden sonra, "İhtilalin ne içindeyiz ne dışındayız" diyen İsmet Paşa, ne
ortaya açıkça çıkıp olayın sorumluluğunu üstleniyor, ne de askerleri kendi hallerine bırakıyordu.
İhtilal gününe kadar bir yandan yokluk içinde yaşarken, öte yandan iktidar partisince hor görülen ve
kendilerine özgü bir "yalnızlık" içinde olan ordu mensupları, ihtilalin ardından dört bir yandan
kuşatılmışlardı...
27 Mayıs sabahı, üç ay sonra seçimlere gitmeyi düşünenlerin aklı karışmıştı. İzmir'den getirtilerek
devletin basma oturtulan ve ilk iş olarak İsmet Paşa'yı arayıp, "Emirleriniz peygamber buyru-ğudur"
diyen Cemal Gürsel'in de... Zaten, ihtilal lideri, öğretim üyelerine de, "iman" ediyordu...
Alparslan Türkeş, Millî Birlik Komitesi'nde bir grup oluştu1" muştu. Onlar, iktidarı uzunca bir süre
sivillere bırakmama eğil1" mindeydiler. Gerçekleştirilmesi gereken köklü reformlar vardı ve bunları
siyasetçilerin oy kaygısıyla yapamayacağı, ancak bir U"1" lal idaresinin gerçekleştireceği
görüşündeydiler.

Bir başka grup ise, yönetimin bir an önce ismet Paşa ve partine devredilmesini istiyordu. On yıllık DP
döneminde uzak kal-, j^j^ iktidarın özlemiyle dolu CHP'liler, komite içindeki fikir yıllıklarından
haberdar olmuşlar, askerlerin yönetimi kısa süre rinde bırakmaya niyeti olmadığını anlamışlardı.
Zaten İsmet Pasa da, "Bunlar gelirler ama gitmek bilmezler" demişti... Aslında o, hiçbir zaman bir
ihtilal yapılmasını istememişti. Mayısa giden süreçte istediği tek şey DP iktidarının birleşen muhalif
güçler karsısında pes edip bir an önce erken seçime gitmesiydi. Halkın büyük kesiminin kendisini
yeniden kurtarıcı olarak gördüğü böyle bir ortamda, kaçınılmaz olarak sandıktan zaferle çıkacaktı...
Ama DP pes etmemiş, sert muhalefeti ihtilalci güçleri ateşlemiş, ihtilal kapıya dayanmıştı... Bundan
sonra, oynayacağı satrançta taşlan, orduyu bir an önce yönetimden uzaklaştırmak için sürecekti.
Bir yandan ihtilale sahip çıkan, bir yandan iktidarı özleyen CHP'liler bunun en pratik yolunu
bulmuşlardı. Kendilerinin iyi bildiği, ama askerlerin hiç kullanmadıklan bir silahı ateşleyeceklerdi:
siyaset... Nasıl olsa, orduda CHP sempatizanlannın sayısı oldukça yüksekti.
Kendilerine yakın komite üyeleriyle temasa geçen CHP'liler artık gizli toplantılarda olup biten her
şeyi haber almaya başlamışlardı.
Komitedeki üçüncü grup ise, Millî Birlik Komitesi'nin, devrik iktidar üyelerinin mahkemeleri bitene
kadar görevini sürdürmesini, ardından seçimlere gidilmesini istiyordu.
Birkaç komite üyesi de gruplaşmalann dışında kalmış, aynş-mayı endişeyle izliyordu.
Albay Talat Aydemir'i eski arkadaşı, komite üyesi Kurmay Albay Alparslan Türkeş'in, Cemal Gürsel'e
yakınlığını iyi değerlendirerek Başbakanlık müsteşarlığı görevini alması, diğer üyelerin büyük bir
bölümünü ürkütmüştü. Türkeş bulunduğu makamda er Şeye hâkim bir durumdaydı. Onun ve
arkadaşlarının, diğer °mite üyelerini tasfiye ederek komiteyi ele geçirme planlan 'Cinde olduğu
seziliyor, bu da kaygıları çoğaltıyordu. Üstelik, Tür-eŞ m sivil yönetime geçilmesiyle birlikte, siyasî bir
oluşum için-e yer almak yönündeki isteği biliniyor, geleceğe yatınm yapmak IÇm ^i DP'lilerle
temasta olduğu da dilden dile yayılıyordu. Ko-1 edeki diğer üyeler huzursuzdu. Türkeş ekibi onları
yemeden, &rın Türkeş ekibini yemesi gerekiyordu. 7 ekimde, üniversite reformu beklenirken,
profesör kıyımı ya-

sanmış, kıyım, reformu gölgede bırakmıştı. Yüz kırk yedi öğretim üyesi üniversitelerden tasfiye
edilmişti. Bu tasfiyede Türkeş grubunun etkisi vardı. Hedefleri CHP'ye yakın öğretim üyeleriydi ama
bu anlaşılmasın diye ilgisiz isimler de aralanna katıştırılmış-. tı. Hiçbir mantıkla anlatılamayacak bir
liste ortaya çıkmıştı. Tasfiye hareketi üniversitelerde büyük tepkiyle karşılanmıştı. Oysa komite ilk
tasfiyeyi orduya dönük yapmış, binlerce subayı emekli etmişti. O zaman hiç de kıyamet kopmamıştı.
27 Mayıs sabahından itibaren basının, gençliğin, üniversitenin desteğini arkasında hisseden Millî
Birlik Komitesi için rüzgâr tersine esmeye başlamıştı. Bu durum komite üyelerini tedirgin etmiş,
iktidarı bir an önce sivillere bırakmayı düşünenler -ki çoğunluğu CHP'ye yakındı- biraz daha acele
etmeye başlamışlardı.
Hızla Kurucu Meclis oluşturulmalı ve yönetimin sorumluluğu paylaşılmalıydı. Kurucu Meclis'i
oluşturmak için komitede kararın beşte dört çoğunlukla alınması gerekiyordu. Türkeş ekibi Kurucu
Meclis için zamanlamayı erken bulduğundan, bu çoğunluğun bulunma şansı sıfırdı.
Türkeş'in geçmişte Turancılıktan yargılandığı da, gazete sütunlarına kadar yansımıştı.
Albay Aydemir, Türkeş'in tasfiyesini isteyen komite üyesi arkadaşlarıyla bir araya gelip durumu
değerlendirdikten sonra, Cemal Paşa'ya bu fikri paylaştığını söylemişti.
Artık "ihtilal içindeki ihtilalin" ilk sahnesi için perde açılmak üzereydi, iki taraf da tetikteydi ve her
şey kimin daha önce ve kararlı davranacağına kalmıştı. Kaybeden, Türkeş ve arkadaşları olmuştu... 13
kasım 1960'ta, Türkeş'in de dahil olduğu on dört üye komiteden tasfiye edilerek yurtdışına
sürülmüştü. Aslında tasfiye edilen on dört üye arasında siyasal bir fikir birliği yoktu. Alparslan
Türkeş'i onların lideri konumuna sokan da, içlerindeki en yüksek rütbeli subay olmasıydı.
On Dörtler Olayı'mn ardından, sıra, Türkeşçi oldukları savıyla pek çok karacı genç subayın
uzaklaştırılmasına gelmişti. Bu listelerden birinin başında da Albay Aydemir'in adı bulunuyordu ve
tasfiyesi son anda komitedeki kimi arkadaşlarının müdahalesiyle durdurulmuştu. Albay, ilişkide
olduğu komite üyelerine, "Benli11 için yanılanlar, diğerleri için de yanılırlar, bu şekilde tayinler yap
maya kalkmayın, orduyu ikiye ayırırız. Çok kötü neticeler dog^ demişti ama onu kimse dinlememişti.
Yüzbaşı Fethi, 12 kasım 1960 akşamını düşündü... Sabah yap*1*

Taburu'nun herhangi bir harekâta geçmesinin engellenmesi gere-tivordu. Görev, 43. Süvari Alayı
subaylarından Üsteğmen Yılmaz Akkılıç'a verilmişti. O akşam alayda, Üsteğmen Yılmaz ve Üsteğ-
men Erol'la alınacak önlemleri konuşmuşlardı. Üsteğmen Yılmaz komutasındaki grup, geceyarısı
tank garajını ve binaları kuşatmış, tanklara el koymuştu. Üsteğmen Yılmaz, istenmeyen bir olaya yol
açmamak için büyük özen göstermişti. Tanklar yüklü olmasına rağmen Tank Taburu'nda herhangi bir
hareket olmamıştı...
Fethi, 13 kasımla ilgili düşüncelerinden sıyrıldığında, kendisini kötü hissediyordu. Millî Birlik
Komitesi üyelerinin siyasetçiler gibi birbirlerine düşmesinin öfkesini taşıyor, bu ayrışmanın ülkenin
teminatı olarak gördüğü orduda da bölünmeye yol açacağı kaygısıyla, kendi kendisini yiyordu.
Bir yanda kendi içinde bulunduğu gerçekler, bir yanda memleketin gerçekleri... Ve gerçekler ona iyi
şeyler söylemiyordu.
Kısa boylu, sarışınca ve mağrur albay ile uzun boylu, esmer ve mağrur yüzbaşı birbirlerini
selamladılar... Kısa boylu, sarışınca albayın gözlerinden taşan mavi ışıklar, esmer ve uzun boylu
yüzbaşının gözlerinden taşan çelik parıltılarla karşılaştı.
Harp Okulu Komutanı Albay Talat Aydemir, ayağa kalkıp elini sıktığı 43. Süvari Alayı'ndaki Yüzbaşı
Fethi Gürcan hakkında yeterli bilgiyi edinmişti. Onun, 27 Mayıs öncesi yaşanan üniversite
olaylarında ve 27 Mayıs gecesi Köşk'ün ele geçirilişinde üstlendiği rolü anlatan birkaç arkadaşı, genç
yüzbaşının cesaretini, "Mangal gibi yüreği var" diye tanımlamışlardı. Yüzbaşı, alabildiğine aÇik
sözlüydü de. İkisi de birbirlerinden etkilenmişlerdi ve konu, bir tayin olduğu halde hissettikleri, ortak
bir kadere doğru yol bacaklarıydı.
Sizin gibi, cesur, görevine sadık, Atatürk ilkelerini savunan, urk bayrağını Avrupa'da dalgalandıran
subaylara ihtiyacımız at yüzbaşı... Muhafız Alayı Süvari Grubu komutanlığına atanma-
Zı ağlayacağım. Ayrıca, Harp Okulu'nda binicilik dersleri vere-
ceksini2...''
i için, bu olabilecek en iyi sonuçtu. Böylece hem Ankara kalmış olacak, hem de çok sevdiği mesleğiyle
iç içe yaşaya-^- O bir asker olduğu kadar bir biniciydi... Son yıllarda, geli-

şen askerî teknolojiye paralel olarak süvari birlikleri, tank eğitimi verilerek hızla motorize birliklere
dönüştürülüyor ve süvariler atlardan uzaklaştınlıyordu. Yeni görevinde, hem Ankara'da kalma
amacını gerçekleştirecek, hem de çok sevdiği binicilikle iç içe yaşayacaktı. Üstelik Harp Okulu'nda,
gençlerle...
1961 yılıydı... Köşk'te düzenlenen bir resepsiyonda, 27 Mayıs'm ilk yıldönümü kutlanacaktı. Fethi
elindeki davetiyeyi evirip çeviriyor, davete gitmek istemiyordu. Üzerinde kurulan baskılar
yetmiyormuş gibi kapısının önüne kadar araba yollanınca, yapacak fazla bir şey kalmadı. Esma'ya,
"Hazırlan gidelim" dedi. Gülde-ren'i de alıp, Köşk'e çıktılar. Yol boyu, bir yıl önce, aynı gece
yaşadıklarım anımsadı... Kendisini bir "kutlama" havası içinde his-
sedemediği için kahretti.
Gülderen ise resepsiyon boyunca gözlerini, büyük bir ilgi odağı oluşturan babasından ayırmadı.
Onunla sohbet edenler içinde, Millî Birlik Komitesi üyeleri olduğunu öğrenince, babasına olan
hayranlığı biraz daha arttı, onun mutsuzluğunu anlamak biraz daha zorlaştı.
Davetin ana konusu, sona yaklaşan Anayasa çalışmaları, yaklaşan seçimler ve siyasî partilerin
durumuydu. Devlet Başkanı Cemal Gürsel seçim tarihini 15 ekim olarak açıklamıştı. O tarihe kadar
Yassıada duruşmalarının da karara bağlanması gerekiyordu. Şubat ayında kurulan ve nisan ayında
siyasî faaliyetlerine başlayan siyasî partiler ısınma sürecindeydi. Yeni kurulan AP'nin, DP'nin devamı
olduğu yolundaki tartışmalar hız kazanmıştı.
Davete kocasının zoruyla giden Esma'nm ise derdi bambaşkaydı. Yeniden hamile kaldığım anlamış,
canı sıkılmıştı. Kırk yaşma gelmişti. Üç çocuğunun en küçüğü Öner dokuz yaşındaydı. Kapamışlardı
artık o defteri. Yeni çocuk da neyin nesiydi... Ne yapmalı ne etmeli, bu çocuğu düşürmeliydi.
Nasıl düşürülür ki çocuk ? Var mı öyle gidip hastaneye kürtaj yaptırmak? Yok ! Hem yasak, hem...
Düşürmek için elinden geleni yapmak başka, bile bile aldırmak başka...
Bildik yöntemleri deniyordu her Anadolu kadını gibi... ispari halıları katlıyor, taşıyor, silkeliyordu. Bu
ağırlığa dayanamaz y karnındaki. Daha tutunamamıştır bile rahmine. Çok küçüktür o-Dördüncü
çocuğun ne yeri ne zamanı... Öyleyse?.. Uzanacak en

¦ ksek raflara, silip süpürecek gerekli gereksiz evi, İsparta halı-ı n dürüp kaldıracak, sonra da
bekleyecek kanamaları.
Esma bu, saklayamazdı kocasından hiçbir şeyi. Esma darda
lunca da, Fethi'nin bilmediği şey yoktu. Ne de olsa, Avrupa gör-
.. adamdı o... "Bırak bunları Esma" dedi. Mademki bu çocuğu
düşürmek istiyordu, kendisine zarar verecek yöntemler deneme-
ine gerek yoktu. Bunun için iğneler vardı. Getirdi, verdi Es-
ma'ya: "Al bunları yaptır..."
Esma iğneleri yaptırdı, tuvalete koştu sıkça... Düştü mü, düşecek mi? Ha düştü, ha düşer... Ama
düşmüyor, günler geçiyordu inadına...
Zehra çok kızıyordu ona... Her hamileliği düşükle sonuçlanan ve bir çocuk özlemiyle yanıp tutuşan
Zehra, "Sen istemiyorsan, benim için doğur. Dokuz ay ev sahipliği yap, doğurduktan sonra ver ben
büyüteyim" diyor, kardeşinin çocuğunu düşürmek istemesi karşısında hop oturup hop kalkıyordu.
1961 temmuzunun ortalarıydı... Aylardır ilk kez gazetelerde okuduğu haber ona 27 Mayıs'ın
heyecanını tekrar yaşatıyordu. Neşesinin katsayısını artıran yalnızca halkoylamasıyla yürürlüğe giren
1961 Anayasası değildi... Albay sözünde durmuştu ve artık onun için yeni bir süreç başlıyordu...
Dörtnala koşan atlar ve dörtnala yaşayan gençler... Tatilin bitmesini, Harp Okulu'nun derslere
başlamasını dört gözle bekliyordu... Daha raporunun süresi dolmamıştı ama kendisini göreve
başlayacak kadar iyi hissediyordu.
Silahlı Kuvvetler Birliği'ne girerken, silahı üzerine ettiği yemini anımsadı: at, avrat, silah...
Yüzündeki ifadeye, ironik bir gülümseme hâkim oldu. Geçirdi-
9 her bir deneyim, gezip gördüğü her bir memleket, dış dünyaya
ÇUan her bir pencere, kazandığı her bir yarış, onu Türk erkeği-
% vazgeçilmezine daha çok bağlamıştı... Mesleğine, kadınına
Ve atlarına delicesine tutkundu...
bay Talat Aydemir'le tanışmalarının üzerinden geçen zaman, yaşam diliminde oldukça kısa sayılırdı.
Oysaki, aralarında eşi-f2 rastlanır bir güven oluşmuştu.
n Dörtlerin yurtdışına sürülmesinin ardından, Millî Birlik Ko-1 nde kalan üyeler kendi başlarına bir
şey geleceği düşünce-

siyle kaygıya kapılmışlardı. Albay Aydemir'in, komite üyeleri için söylediği, "Aşiret reisi gibi taraftar
topluyorlar" sözüne içtenlikle katılıyordu. Komitede varlığını sürdüren subayların ağırlıklı kanadı,
CHP'yle yakın temas halindeydi. Bu arada, On Dörtlerin mağdur olduklarına inananlar da, ordu
içinde teşkilat kurmaya
kalkışmışlardı.
Albay Aydemir'in de öncülüğünü yaptığı bir grup subay, ordu içindeki parçalanmayı önlemek için
Silahlı Kuvvetler Birliği adı altında bir örgütlenmeye başlamıştı. Örgüt, hiyerarşik sisteme bağlanarak
gelişiyordu. Kısa sürede generalleri içine almış, zincirini Hava Kuvvetleri Komutanı İrfan Tansel'e
kadar yükseltmişti. Bu çığ gibi büyüyen güç, Millî Birlik Komitesi'nin kimi üyelerini rahatsız etmiş, ne
olduysa da ondan sonra olmuştu! Yapılacak tek şey örgütü dağıtmak, 13 kasım gibi ikinci bir tasfiye
hareketiyle tehlikeyi savmaktı. Ancak bu kez "tasfiyecilerin" hesapları
çarşıya uymamıştı...
Örgütü dağıtmak için, en tepeye el atılmış ve Genelkurmay Başkam Cevdet Sunay ikna edilerek, Hava
Kuvvetleri Komutanı İrfan Tansel'in Washington daimî temsilciliğine tayini çıkarılmıştı. Ordudaki
tayinlere Millî Birlik Komitesi'nin el atması, Genelkurmay başkanı üzerinde baskı kurulması öfkeye
yol açmıştı. Silahlı Kuvvetler Birliği'nin oluşumu ve gelişiminde ön plana çıkan albaylar, sıranın
kendilerine geldiğini anlamışlardı. İhtilali Silahlı Kuvvetler yapmıştı. Şimdi onlar adına ülkeyi
yöneten Millî Birlik Komitesi, ihtilalin gerçek sahipleri üzerinde tasarrufta bulunuyordu.
Emekli edilecekler listesi, örgüte, Genelkurmay ikinci başkanı kanalıyla uçurulmuştu. Örgüt hemen
alarma geçti. 6 haziran sabahı, Hava Kuvvetleri Komutanı İrfan Tansel'i Washington'a götürecek
uçağın havalandığını öğrenen Silahlı Kuvvetler Birliği, bu haberi Hava Kuvvetleri üslerine duyurdu ve
bir jet filosu, tayın edilen Hava Kuvvetleri komutanım götüren uçağın peşine takıldı-Gökyüzünde
müthiş bir takip başlamıştı... Jetler, komutanı Washington'a götüren askerî uçağı, Türk sınırlarını
geçmeden yakalamışlar ve etrafını çevirerek, hemen geri dönmesini istemişlerdi. Jetlerin arasında
geri dönen uçak bir saat kadar sonra MÜT-ted Hava Üssü'ne inmişti...
Birliğin olağanüstü toplantısında hazırlanan ültimatom, Devle Başkanı Cemal Gürsel'e iletilmek
üzere, Genelkurmay başkanına ulaştırıldı. Hava Kuvvetleri'nin uçakları ise, Çankaya Köşkü üz rinde
alçaktan uçuş yaparak gözdağı veriyorlardı.

Sonunda komutan görevine iade edilmiş, onun tayin girişimin-A rol alan Millî Savunma bakanı ve
Kara Kuvvetleri komutanı Ö "revlerinden uzaklaştırılmışlardı. Silahlı Kuvvetler Birliği bu zaferle
birlikte iktidarı fiilen ele geçirmiş, büyük güç kazanmıştı.
Artık Ankara'daki en güçlü adam haline gelen Albay Aydemir, Fethi'ye> "Bu sessiz ültimatomlu
ihtilalden galip çıktık. Bundan sonraki işimiz, çengeli Genelkurmay başkanına atmak. Onu da üye
yaptıktan sonra teşkilat istediğimiz yapıya kavuşacak" demişti-
Çok geçmeden, "Aşağıdan yukarıya çengel atma işlemi tamamlandı" sözleriyle Genelkurmay
başkanının da örgüte üye olduğunu haber vermişti. Fethi Gürcan, albayla ordudaki bölünmenin
önleneceği umudunu paylaşmıştı. Genekurmay başkanı örgüte aynı inancı paylaştığından mı,
kendisim güvence altına almak için mi, yoksa yıllar sonra iddia edeceği gibi onları kontrolü altında
tutmak için mi üye olmuştu bilinmez... Ama Silahlı Kuvvetler Birliği'nin prensiplerini, bir genelgeyle
duyurarak bütün orduya mal etmişti...
Resmen Millî Birlik Komitesi'nde olan iktidar, fiilen Silahlı Kuvvetler Birliği'ne geçmişti. Üstelik
birliğin başını çeken albaylar, özel karargâhlarını oluşturmuşlar, Genelkurmay başkam ve kuvvet
komutanlarıyla haftada iki kez bir araya gelmeye başlamışlardı. Bu toplantılarda, örgütün istekleri,
yazılı ve imzalı olarak iletiliyordu. Ordunun bu istekleri de devlet başkanına aktarılıyordu. Artık Türk
Silahlı Kuvvetleri'nde gizli bir örgütten söz edilemezdi. Zaten amaç da buydu. Silahlı Kuvvetler
Birliği, seçimlerin de 19 ekim 1961'den önce yapılmasını istiyordu.
Yaklaşan Anayasa halkoylaması nedeniyle, siyaset haziran ayından itibaren ısınmaya başlamış,
partiler birbirlerine düşmüşlerdi... AP'nin Anayasa için yapılacak halkoylaması öncesinde, Hayır'
diyelim hayırlı olsun!" sloganı askerleri tedirgin ediyor-du- 9 temmuzda yapılan halkoylamasında,
Anayasa, halkın yüzde altmışından fazlasının "evet", yüzde kırka yakınının "hayır" oyuy-!a kabul
edilmişti.
lürkiye Cumhuriyeti'ni, "millî, demokratik, laik ve sosyal bir ukuk devleti" olarak tanımlayan yeni
Anayasa, özgürlükçü ve ert*okratik bir rejimi güvence altına almak amacıyla hazırlan-S x- Siyasî
iktidarların, dikta rejimine yönelmelerini önlemek . acıyla, Anayasa Mahkemesi, Yüksek Hâkimler
Kurulu gibi ye-1 "urumlar oluşturuluyor; Türkiye Büyük Millet Meclisi ise Mil-

let Meclisi ve Cumhuriyet Senatosu olmak üzere iki meclise ayrılıyordu.


"Sosyal devlet" niteliğine paralel olarak, devlete yeni görevler yükleniyor; sosyal ve ekonomik haklar
anayasal güvenceye kavuşturuluyordu. 1961 Anayasası'yla toplusözleşme, grev ve lokavt da anayasal
nitelik kazanıyor, basın özgürlüğü, üniversite özerkliği gibi yeni kavramlar getiriliyordu.
Bir tepki hareketi olarak gerçekleştirdikleri 27 Mayıs'tan sonra, ülke sorunlarıyla ilgilenmeyi
sürdüren ve büyük bir değişim beklentisi içine giren, ancak hayal kırıklığına uğrayan ordu gençliği,
yeni Anayasa'yla moral bulmuştu...
Fethi, o gün gazeteleri satır satır incelemiş, Anayasa'yla getirilen yenilikleri gururla okumuştu. Millî
Birlik Komitesi üyelerine ömür boyu senatörlük hakkı tanınması ise canım sıkmıştı. Hani, iktidarı
sivillere teslim ettikten sonra, hiçbir makam, mevki kabul etmeden eski görevlerine döneceklerdi?
Başını kaldırdığında, ayakta durmuş, kendisini izleyen Esma'yı gördü... Onun büyümeye başlayan
karnına bakıp, hınzırca güldü. 27 Mayıs'ı da, sessiz ihtilalleri de unuttu. Geriye, yeni Anayasa'yla
kazandığı moral ile aileye bir bebek daha katılacak olmasının sevinci kaldı...

Harp Okuluna yaklaşırken, atı ritmini artırdı. Yeni ogretım yılı başlamış, okul canlanmıştı. Her birini
ayrı bir kişilik olarak değerlendirdiği atlara da kavuşunca damarlarındaki kanın akışı hızlandı.
Öğrencilerin atlarının isimlerinin olmaması, onların numaralarıyla adlandırılmaları oldum olası
canım sıkardı. Bu yüzden, matematiğe yatkın zekâsı, delişmen duyguları ve hayatmı renklendiren
esprilerinin tümünü birden devreye sokar, harflere duygusal anlamlar kazandırırdı.
Numaralandırılmış atların üzerinde harekete geçmek için onun komutunu bekleyen Harp Okulu
öğrencilerinin önüne geçti. Gençlerin, "dörtnala" koşmak için can attıklarını en çok kendisi bilirdi.
On beş ya da yirmi saniye dörtnala koşmak için, komutana sezdirmeden ekibin gerisinde kaldığı
günleri hiç unutmamıştı. Birazdan atlan şaha kaldıracak ve gençler heyecanla onu izleyeceklerdi.
Onların heyecanını daha komutunu vermeden kendisi hissettiğinden, yüreği kahkahalar atıyordu.
Sonunda o an gelmişti... Dörtnala gidiyorlardı. Ama artık onun için yalnızca dörtnala gitmek
yetmiyordu. Atı dörtnala koşarken, o çevik bir hareketle atından iniyor, sonra uzun bacakları
üzerinde yay gibi sıçrayarak yeniden eyere yerleşiyordu.
Bu eğitimler, kimi zaman Süvari Grubu'nda, kimi zaman Çankaya Köşkü'ndeki Muhafız Alayı kapalı
manejinde yapılıyordu.
1961 yılının yaz ortalarında Gürcan ailesi büyük bir değişiklik yaşıyordu. îlk kez bir lojmana
taşınmışlardı ve ilk kez kaloriferli evde oturuyorlardı. Esma, kapıya dayanan bu kışın, kırk yıldır
yaşadığı bütün kışlardan farklı olacağını düşünmüştü. Ne zaman kış yaklaşsa, soba derdine düşerdi.
Bu kez böyle bir derdi olmayacaktı. Bir yandan üzerinden kalkacak yükü düşünüp sevinirken, bir
yandan da pencere altındaki peteklerle gerçekten ısınıp ısına-mayacaklarını merak ediyordu.
Oysaki, bu taşınmanın anlamı, yalnızca ilk kez bir lojmana taşınmak, ilk kez bir kaloriferli evde
oturmakla sınırlı değildi- Artık, Saraçoğlu Mahallesi'ndeki evlerinin camından albayın evin1
görebiliyorlardı. Bundan sonra, Talat Albay ile Fethi Binbaşı'm11 Harp Okulu'yla sınırlı olan
görüşmeleri, ev gezmelerine dönüşe" cek, iki subayın aileleri de birbirlerini tanıyacaklardı.

27
4 haziran 1963.
Elindeki kalemi unutmuş, boş kâğıda bakıyordu. Üç gün sonra başlayacak duruşmalar için biraz
hazırlık yapmak istiyordu ama... Dizgin tutan, silah kavrayan parmakları kalem kullanmaya
yabancıydı. Atıyla dörtnala koşturabileceği uçsuz bucaksız mekânların insanıydı o... Doludizgin
yaşamında, ne geriye dönüp bakacak, ne de geçmişi yazacak zamanı olmuştu. Oysa şimdi dört duvar
arasında, öfkesi, özlemleri, idealleri ve o idealleri yaşatan enerjisiyle birlikte bütün benliği sıkışmış
kalmıştı...
İhtilalden bir buçuk yıl sonra yapılan seçimler öncesine döndü... AP ve YTP meydanlarda DP'ye göz
kırpıyordu... Devlet Başkanı Cemal Gürsel, Adalet Partisi genel başkanım bir mektupla uyarmış, "İyi
biliniz ki, hükümetin elinde partinizin faaliyetleri hakkında çok hazin bilgiler bulunmaktadır"
demişti... Gazinoda yemden siyaset konuşmaya başlamışlardı. Seçimlerde yarışabilmek için ihtilalin
meşruluğunu onaylayan siyasî partilerin aslında kendilerine de, CHP'ye de büyük bir kin besledikleri
ortadaydı. Bunu açıkça söyleyemedikleri için, seçmenlerine, "Gözlerimin içine bakın ne demek
istediğimi anlarsınız..." diye mesaj yollu-yorlardı. Yaz sonunda ortalık iyice kızışmıştı. Takvim
yaprakları eylüle dönmeden önce, Cemal Gürsel bu kez de, "Eğer hürriyetler suiistimal edilirse yeni
bir ihtilal olabilir" demişti...
Onlar zaten ihtilalin ilk gününden itibaren diken üzerindeydi-ler. 27 Mayıs sabahı, görevlerini
yaptıklarını, işlerinin bittiğini düşünüyorlardı ama öyle olmamıştı... Önce DP'lilerin bir karşı devrim
yapacağı istihbaratları yüzünden uykusuz geceler geçirmiŞ" lerdi. Sonra Türkeş ve arkadaşlarının
müdahalede bulunacağı beklentisi başlamıştı. On Dörtlerin tasfiyesi, Silahlı Kuvvetler Bir'

lan ve infazlar sırasmda olası bir tepkisel harekete hazırlık... Hiç bitmemişti ki... Hep tetikte
kalmışlardı... Seçimlerin öncesinde, devlet başkanının verdiği bu sinyal de sürüp gidecek ihtilal
beklentilerinin bir başka zinciri olmuştu...
Onlar diken üzerindeyken, CHP seçimleri kazanacağından öylesine emindi ki, kendisini iktidarda
görüyordu. Oysaki, hiç de beklendiği gibi olmamıştı. DP iktidarının başbakanı Adnan Menderes,
Dışişleri bakam Fatin Rüştü Zorlu ile Maliye bakanı Hasan polatkan'm idamları sırasında yaşanan
sessizlik, seçim sandıkları açıldığında büyük bir gürültüyle patlamıştı... DP iktidarının mirasına sahip
çıkan partiler çoğunluğu elde etmişlerdi. Dört yüz elli sandalyesi bulunan Millet Meclisi'nde CHP'nin
yüz yetmiş üç milletvekilliğine karşı, AP yüz elli sekiz, YTP altmış beş, CKMP elli dört milletvekili
çıkarmıştı. Özetle, DP tabanına talip olan sağ partiler, oyların yüzde altmış birini toplamıştı... Üstelik
Cumhuriyet Senatosu'nda en fazla koltuğu AP kazanmıştı.
Genç subaylar beyinlerinden vurulmuşlardı. Ne yani devrimden bir buçuk yıl sonra Meclis karşı
devrimcilere mi emanet edilecekti ? Kışlalarda, en üst rütbelilerden Harbiyelilere kadar hepsi bu
sorunun yanıtını arıyorlardı. Ülke 27 Mayıs öncesinden daha kötü bir duruma düşebilirdi. Zaten bu
aritmetiğe göre çıkacak hükümetin ilk işi 27 Mayısçılarm defterini dürmek olurdu.
Devrim karşıtı güçler ise zafer havası içindeydiler. Çoğunluk onlarda olduğuna göre, istedikleri adayı
cumhurbaşkanı da seçti-rebilirlerdi...
Seçimlerden altı gün sonra, 21 ekimde İstanbul'da, Silahlı Kuvvetler Birliği üyesi generaller ve
albaylar bir ihtilal protokolüne imza atmışlardı. Kışlalarda mermiler yeniden namlulara sürülmüştü.
Albay Aydemir'den öğrendiğine göre, İstanbul'da 21 Ekim Protokolü'ne on general, yirmi sekiz albay
imza koymuştu... Buna göre; Türk Silahlı Kuvvetleri, Meclis toplanmadan önce müdahalede
bulunacak, seçim geçersiz sayılacak ve Millî Birlik Komitesi feshedilecek, müdahale Meclis açılmadan
önce yapılacaktı. Toplantıda alınan bu karar üzerine Ankara'yla iletişime geçilmiş, albay İstanbul'a
uçmuştu. Onun getirdiği protokole Ankara'daki Silahlı Kuvvetler Birliği üyeleri de imza koymuşlardı.
Gerçi CHP'ye yakın oldukları bilinen havacılar bu müdahalenin zamansız olduğunu savunmuşlardı
ama sonuçta çoğunluğun kararma da uymuşlardı.
Meclis 25 ekimde açılacağından önlerinde yalnızca üç günleri
vardı. Her an harekete geçmek için hazır bekliyordu. Ama bir türlü sinyal gelmiyordu. İstanbul'la
sürekli haberleşme içinde olan albay, kendilerine de gelişmelerle ilgili bilgi veriyordu. Aldıklan
bilgilere göre, 22 ekimde protokole İstanbul Sıkıyönetim Komutanı Korgeneral Cemal Tural da imza
koymuştu... Genelkurmay Başkanı Cevdet Sunay da örgüt üyesi olduğuna göre, kararın ona
götürülmesi gerekiyordu. Bu işi de Cemal Tural yapacaktı.
Bütün birlikler alarmda, Cemal Tural'dan gelecek işareti bekliyordu ama boşuna... İsmet Paşa'nm her
şeyi öğrendiğini, Devlet Başkanı Cemal Gürsel ve Genelkurmay Başkanı Cevdet Sunayla temasa
geçtiğini, "üç paşanın" bu müdahaleyi önlemek ve "demokrasiyi kurtarmak" için kolları sıvadıklarını
bilmedikleri gibi, formüllerinin hazır olduğundan da habersizdiler.
24 ekime kadar, siyasetçiler için de, askerler için de uyku yoktu. Her kapalı kapının ardında bir
toplantı yapılıyor, her köşede
güvensizlik kol geziyordu.
24 ekimde albay kendisini çağırmış, mavi ışıklar yayan gözlerini gözlerine dikerek söze, "Cevdet Paşa
dün kuvvet komutanları, ordu ve kolordu komutanlarıyla bir toplantı yapmış" diye başlamıştı. Sonra
dümdüz bir ses tonuyla konuşmayı sürdürmüştü:
"21 Ekim Protokolü'nü uygun bulmadığını söylemiş. Generallere, Cemal Paşanın cumhurbaşkanı,
İsmet Paşa'nın da başbakan olması halinde her şeyin düzeleceğini söylemiş." "Generaller ne yapmış?"
"İki gün önce aldıkları karardan geri dönmüşler. Tükürdüklerini yalayıp, imzalarını geri almışlar."
"Ama albayım nasıl olur? Bütün birlikler alarmda. Müdahale kararını kendileri almadı mı? Şimdi
bunu gençlere nasıl anlatacağız? Bundan böyle hangi genç subay generallere güvenebilir? Hem parti
liderleri bunu kabul edecekler mi bakalım?"
Fethi, sorusuna yalnızca birkaç saat sonra yanıt almıştı...
Albayın sesinde öfkeden çok hayal kırıklığı sezmişti...
"Ordunun beş komutanı, parti liderlerinin karşısına geçip> Meclis'in açılması için bazı şartlar öne
sürüyor ve demokrasi peh-livardan da kuzu kuzu önlerine sürülen belgeyi imzalıyorlar. Cemal Gürsel
cumhurbaşkanı, İsmet İnönü başbakan olacak, böyte" ce demokrasi kurtulacak."
"Siyasî parti liderleri bunu nasıl kabul edebilirler?" "'Ordu böyle istiyor' demişler. Cemal Gürsel'in
cumhurbaşka' m, İsmet İnönü'nün başbakan olmasını biz mi istiyoruz ? Biz ls

met inönü başbakan olsun diye mı ihtilal protokolü imzaladık? Öne sürdükleri istekler ordunun
gövdesinin istekleri değil, yal-mzca kendi istekleri."
O gün, siyasetçiler teslim olmuş, Çankaya Protokolü imzalanmıştı- O sırada iki komite üyesi de,
cumhurbaşkanlığı adaylığına soyunanları Başbakanlık'a çağırmış, "Cemal Paşa'nm karşısına aday
çıkmayacaksınız. Silahlı Kuvvetler Birliği böyle istiyor. Aksi halde hayatınızı garanti edemeyiz"
tehditleriyle, bu işten vazgeçmelerini emretmişlerdi.
Çankaya Protokolü'nün imzalanmasıyla birlikte, pek çok albay, ellerinde ihtilal planı ve alarma
geçirilmiş kıtalanyla baş başa kalmışlardı. Genç subaylar, generallerin imzalarını geri çekmeleri
karşısında büyük bir sarsıntı geçirmişlerdi. Generallerin ihtilal çığlıklarının yankısı daha gök
kubbeden silinmemişti... Albaylar ise sözlerine sadık görünüyorlardı. Onlar Çankaya Protoko-lü'yle
yeni Anayasa'nın katledildiğini düşünüyorlardı. Artık generaller ile albayların yolları ayrılmaya
başlamıştı. Gençler ise güvenlerini yitirdikleri generallerin değil, sözlerine sadık kalan albayların
peşinden gidiyorlardı.
Fethi, hücresinin kaim duvarına diktiği gözlerini kırpıştırdı. Düşünmek değil yazmak istiyordu:
21 ekim 1961 ve 9 şubat 1962 protokollerini imzalayıp, genç subayları politikanın girdaplarına sokan,
verdikleri şeref sözünde durmayan insanlar yüzünden on beş gündür çile çekiyorum... 27 Mayıs 1960
Olayları'nda karşılık beklemeksizin çalıştım çabaladım. Amacım vatana millete hizmet etmekti. Bu
talihsiz millete bir parça faydam dokunursa, mükâfatım da bu olacaktı. Fakat umduğumu
bulamadım. Vatana millete kendilerini adadıklarına dair ant içenler, antlarını çabuk unutmuşlar,
politika bezirganlarının aletleri olmuşlar, vaktiyle ay başını getirmek için arkadaşlarından borç para
alanlar, altlarında steyşın vagonlar, yılbaşılarını Uludağ'da kayakta geçiliyorlardı. Maziyi ne çabuk
unutmuşlardı. Hayret!
27 Mayıs bana pahalıya mal oldu. Yaşadıklarımdan verem oldum, bağlığımı kaybettim. 22 Şubat'ta
çok sevdiğim mesleğimi, üniforma-nıı kaybettim. 20/21 Mayıs Olayları'nın duruşması yeni başlıyor.
Ama Şimdiden yuvamı, yavrularımı kaybettim. Dört duvar arasında, demir Parmaklıklar arkasında,
kapımda süngülü nöbetçiler, akıbetimi bek-%orum.

Zaman bir ileri bir geri sıçnyor, 21 Mayıs sabahının kasvetinde bağdaş kuruyordu. İçindeki sıkıntıyı
zorlukla taşıyarrk, 21 Mayıs sabahını yazmaya başladı:
21 mayıs 1963 sabahı her şeyin bittiğini ve yine bize söz veren generallerin ihanetine uğradığımı
anlamıştım. Eve dönemezdim. Yavrularımın gözleri önünde itile kakıla gözaltına alınmaya
tahammülüm yoktu. Esasen bir gece evvel onlarla vedalaşmış ve ayrılmıştım...
Ama kısa bir süre sonra, kâğıt üzerinde oynattığı kalemin renginin giderek açıldığını fark etti...
İnsanlar sayfalar dolusu yazarlar da mürekkepleri bitmez... Onunki bitmişti işte... Elindeki tek
tükenmezkalem de tükenmişti. İçinden katıla katıla gülmek geldi bir an... Derin bir nefes aldı. Belki
de böylesi daha iyiydi. Yazmaya başlarken, üç gün sonra başlayacak duruşmalara hazırlık yapmayı
düşünmüş ama duygularım boşaltmak isteği daha ağır basmıştı. Eline kalemi aldıktan sonra öyle çok
şey düşünmüştü ki, hangilerini yazıp hangilerini yazmadığını bilmiyordu. Ama yazmak, onu daha çok
kanatıyordu. Tükenen kalemi ortaparmagma yerleştirip, başparmağıyla iteledi, havada taklalar atan
kalemi yeniden yakaladı, yeniden fırlattı... Yeniden... Uzun süre dikkati, yalnızca tükenen kaleme
kitlendi...
Albayın elindeki kalem hızla oynuyor, sayfalar sayfalara ekleniyordu. Bir yandan, Kore'de yazmaya
başladığı anılarına yenilerini ekliyor, bir yandan savunması için hazırlık yapıyordu.
15 ekim 1961 seçimlerinden Silahlı Kuvvetler memnun olmamıştı. Özellikle de genç subaylar buna
büyük tepki gösteriyorlardı. Bu şartlar altında 21 Ekim 1961 Müdahale Protokolü imzalanmıştı. Bu
protokollerde Silahlı Kuvvetlerdeki generallerin yüzde doksanının imzaları vardı.
Buna rağmen 23 ekim günü Genelkurmay başkanı huzurunda yapılan komutanlar toplantısında iş
değişmiştir. Protokole imza koyan generaller fikirlerinden dönmüşler, imzalarının kıymetini sıfıra
indirmişlerdir. Bu komutanlara bizler ve astlarımız örnek olarak bakıyorduk. İşte o günden itibaren
ordudaki genç kuşaklarda generallere karşı bir itimat kalmadı. Çünkü bu yollara bizleri generaller
sürüklemişti. Geri dönüş yapanlar da ilk önce onlardı.

Ardından Çankaya Prokokolü imzalanmış, bir gün sonra da Meclis açılmıştı.


İzleyici locasında, Genelkurmay başkam, kuvvet komutanları ve generaller oturuyorlar, milletvekilleri
yemin ediyorlardı. Cumhurbaşkanı seçimlerinin yapıldığı gün Muhafız Alayı Meclis'i kuşatmış,
süngülerin gölgesi altında Cemal Gürsel cumhurbaşkanı seçilmişti. Boş çıkan yüz elli altı tepki oyu
üzerinde duran olmamıştı-
Reisicumhur adayı olarak çıkmak isteyen, diğer bir partiye mensup Prof. Ali Fuat Başgil, silah
tehditleri altında istifa ettirilmemiş midir? Demokrasi bu mudur? Ne yazık ki, reisicumhur seçiminin
bu şekilde yapılmasına Millet Meclisi üyeleri seyirci kalmışlardır.
Ordu böyle istiyor diye Hükümet Başkanı İsmet İnönü, orduyu Millet Meclisi üzerinde bir baskı aracı
olarak kullanıyordu. Kanun yapma hakkı bile Millet Meclisi'nden almıyordu. Gerçek demokrasi bu
muydu ? Türk milletini dünya devletleri önünde aldattıklarını zannedenler şimdi bizleri, genç
kuşaktaki subayları aldatanlar olarak göstermek çabasındadırlar. Reisicumhur ve onun seçmiş
olduğu Başbakan İsmet İnönü, gerçek demokrasi anlayışına göre meşru muydu ?
Cumhurbaşkanı hükümet kurma görevini, Millet Meclisi'nde en fazla temsilcisi bulunan CHP'nin
genel başkanı İsmet İnönü'ye vermişti ama CHP'nin sandalye sayısı tek başına iktidar olmaya
yetmiyordu. CHP örgütü ağırlıklı olarak muhalefette kalmaktan yanaydı. Ancak 21 Ekim Müdahale
Protokolü, İsmet İnönü'yü, parti örgütünün de, genç subaylann da hiç istemediği bir yola itecekti.
Sonunda, 27 Mayıs'a sahip çıkan CHP, 27 Mayıs'a diş bileyen AP'yle Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk
koalisyon hükümetini kurmuştu... CHP tabanından tepkiler yağıyor, genç subaylar ise bu koalisyonu
kabul edilmez buluyorlardı.
Statükocu ve Atatürk ilkelerine taviz verilerek rötuş yapmayı kendisine şiar edinen bir CHP ve onun
liderinin tutumuyla 27 Mayıs ihtilali dejenere ettirilmiş ve Silahlı Kuvvetler'in 22 şubat 1962'de silahlı
olarak direnmesine zorla itilmiştir.
Çankaya'da askerler ile parti liderleri arasında imzalanan protokol ve ardından yaşanan gelişmeler,
genç subayların öfkesini kırıyordu. Onların isteği, önce devrimin amacına ulaşması, son-

ra da tam demokrasiye geçilmesiydi. Oysaki, devrim amaçlarına ulaşmadığı gibi, güdümlü


demokrasinin de temeli atılıyordu. Koalisyon ortağı AP, hükümet bir aylık ömrünü doldurmadan 27
Mayıs'la devrilen DP'liler için siyasî af konusunu gündeme getirince Meclis'te ortalık birbirine
girmişti. İkinci olay ise, milletvekili maaşlarına istenilen zamla patlamıştı. AP'li bir milletveki-lince
verilen teklif Meclis'te tartışma konusu olurken, üniversiteler de yeniden kıpırdanmaya başlamıştı.
Üsteğmen Erol Dinçer, hücresindeki rahatsız yatağında uykuyu yakalamaya çalışıyordu ama
boşuna... Amerika'dan döndüğü 1962 yılının ocak ayını anımsadı. 27 Mayıs'tan sonra Ankara'ya tayin
olmuştu... 1961 yılının ağustos ayında, dil kursu için beş aylığına Amerika'ya doğru uçarken, aklı
ülkesinde kalmıştı. En çok da seçim sonuçlarını merak ediyordu. Muhafız Alayı'ndaki görev yerine
döner dönmez soluğu Binbaşı Fethi Gürcan'ın yanında almış, 21 Ekim İhtilal Protokolü'nü ve
sonrasındaki gelişmeleri ondan öğrenmişti.
Alayda garip bir hava vardı. Türkeşçi subaylar üçerli dörderli gruplar halinde oturuyorlar, kendi
aralarında konuşuyorlar, geceleri silah atıyorlardı. Giderken böyle bir olay yoktu. Öğrendiğine göre,
Türkeş'e bağlılık yemini eden subayların bir bölümü Muhafız Alayı'na tayin olmuştu.
Nöbetçi olduğu bir gece, yine kendi aralarında konuşan Türkeşçi subayları izlerken, içlerinden
birinin, "İnönü'yü vururum" dediğini duydu ve kan beynine sıçradı. Gerçi 27 Mayıs sonrasında
yaşanan gelişmelerden sonra kendisinin de İnönü'yü çok sevdiği söylenemezdi ama bir Türk
subayının İnönü'yü vurması da ne demekti? Bu ne korkunç bir şeydi! Yerinden kalktı, masalarına
gidip, başlarına dikildi:
"İnönü'yü vuranı, ben de alnından vururum !"
Masadakiler irkildiler ve tartışma çıkarmadılar.
Üsteğmen Erol'u dışlayanlar yalnızca Türkeşçi subaylar değildi. Binbaşı Fethi ona, dikkatli olmasını,
gelişmeleri iyi izlemesini söylemişti. Alaydaki garip havayı ancak orada bir örgüt olduğunu öğrenince
çözebildi. Harp Okulu Komutanı Kurmay Albay Talat Aydemir'e bir isim listesiyle birlikte bağlılığını
bildiren örgüte kendisi de katıldı ve toplantılara girmeye başladı. Subayla1' la girdiği toplantıların
ardından Binbaşı Fethi Gürcan'a rapor ve-

riyordu. Toplantıların ağırlıklı konusu protokollerdi. Türkeşçi isimleri de belirlemişler, onları


pıstırmışlardı.
* *
Esma, sessizce yerinden kalkıp, yeniden Gülderen'e baktı... Normal uykusuna geçtiğim görünce biraz
rahatladı. Yatağa girdi ama uyku tutmuyordu. Günler sonra ilk kez kocasıyla görüşebil-mişti- O gün
sanıklara hazırlık iddianamesinin verildiğini öğrenmeleri de uzun sürmemişti.
Duruşmaların başlamasına üç gün kalmıştı. Savcı, Fethi ve daha pek çok sanık için idam cezası
istiyordu... Mustafa Ağabey'i avukatlarla konuşmuştu. Yok yok! İdam edilmezdi... Ama yine de
başlarında olmayacaktı. Nasıl direnecekti bu sürece ? Kendisini ve çocuklarını nasıl koruyacaktı ?
Başını çevirip Sema'ya baktı... Ne kadar da küçüktü ! Onu, hararetli tartışmaların yaşandığı bir
dönemde dünyaya getirmişti... 11 aralık 1961'de... Nasıl da sevinmişti Fethi... Mevki Hastane-si'nde
mutlu haberi alır almaz, uçup gitmiş, bütün servise Akman Pastanesi'nden getirdiği bozaları ikram
etmişti... Ya Gülderen ve Ömer... O gün ikisi birden okulu asmışlar, harçlıklanyla bir patik alıp,
hastaneye annelerini ve kardeşlerini ziyarete gelmişlerdi...
Ne çok uğraşmıştı oysa ki Sema'yı düşürmek için... Nasıl da hızlı geçmişti zaman... Günler aya
dönmüş, çocuğunu düşüreme-mişti.
"Niye düşmedin Sema?"
"Babamın sana düşük ilacı diye verdikleri, kan iğneleriydi de ondan!"
Anlamalıydı bu oyunu... Zaten kendi karnı büyüdükçe, Fethinin neşesi de büyüyordu. Bir de
tutturmuştu, "bu sefer adını ben koyacağım" diye...
"Niye Sema?"
Değiştir istersen... Hem gökyüzünü anlatan, hem Esma'ya en
yakın başka bir isim varsa..." ki ki doğdun Sema...

28
Genelkurmay Başkanı Cevdet Sunay saatine baktı, toplantı az sonra başlayacaktı. Son dönemde
generalleri denetimi altına almıştı ama bir süredir başında bulunduğu, her isteklerini devlet
başkanına ilettiği Silahlı Kuvvetler Birliği'nin ateşli albaylarım elinden kaçırmaya başladığım fark
etmişti. Öfkeli ordu gençliği ise albayların peşindeydi.
Seçimler sonrasında yaşanan olaylar durulmamış, 1961 yılı büyük işçi mitingiyle kapanmıştı. AP, yeni
Anayasa'dan şikâyet ederken, yeni Anayasa'nm gereklerinin yerine getirilmesini isteyenler sokaklara
dökülmüşlerdi... İstanbul'da düzenlenen ve yüz bin kişinin katıldığı işçi mitinginde, hükümetin
toplusözleşme ve grev hakkı tanıyan yasaları bir an önce çıkarması isteniyordu.
1962 yılına gençlik yürüyüşleriyle girilmişti. Meclis'te ise milletvekillerine maaş zammı kabul
edilmişti. Yılın ilk ayı yanlanır yarılanmaz, bir başka olay patlak vermişti. İçki sofrasında subaylara ve
ailelerine hakaret eden bir AP'li milletvekili, binlerce subayı yerlerinden sıçratmıştı. Baskı altındaki
enerjinin, bu küçücük delikten nasıl fışkırdığını görmemek olanaksızdı. Öyle ki, subaylar
milletvekilinin peşine düşmüş, ev ev kendisini arıyorlardı. Ortaya çıkan büyük tepki karşısında,
AP'den hemen ihraç edilen milletvekilinin, Meclis'te dokunulmazlığı da kaldırılmıştı.
Gözlerini, 19 ocak 1962'yi gösteren takvim yaprağından çevirdi, yeniden saatine baktı... Yavaş yavaş
yerinden kalktı... Toplantı salonuna doğru giderken, ülkeyi bütün bu karmaşadan çıkaracak tek
kişinin İsmet İnönü olduğunu düşünüyordu. İhtilaller birbirini doğuruyor, bundan da en çok ordu
zarar görüyordu. Ordunun en tepesindeki adam olarak, süngülerin ucunda oturmakta1* yorgun
düşmüştü. Sancılı da olsa, güdümlü de olsa demokrasi İŞ'
lernelı, orauaaKi oiKe DasKi aıuna aııııınaııyuı. "jreiuşıeumuş ivu-muta Konseyi'ni toplama kararını
da bu nedenle almıştı. O güne kadar hem Silahlı Kuvvetler Birliği'ni hem de İnönü'yü idare etmişti.
Ama artık yol aynmındaydı... Toplantıda hem generallerle hem de albaylarla birlikte olacak, albayları
İnönü'yü desteklemek için ikna etmeye çalışacaktı.
Kendisini selamlayan yetmiş iki komutana karşılık verdikten sonra, yerine oturup toplantıyı açtı.
Durumun iyi olduğunu, İnönü başta oldukça her şeyin düzeleceğini, ordunun kışlasına çekilmesi
gerektiğini söyledi. Ardından generallere söz verdi. Hiçbirinden ses çıkmayınca, albaylara döndü...
Toplantının en kritik anını yaşadığını biliyordu.
Suskun generallere karşın, ateşli albaylar büyük bir açıklıkla fikirlerini söylemeye başlamışlardı.
Önce, Jandarma Okulu Komutanı Kurmay Albay Necati Ünsalan ayağa kalkarak, kendisiyle aynı
fikirde olmadığını, seksen yaşındaki İnönü'nün ülkeyi kurtaramayacağını, enerjisi tükenmiş bir
insana bel bağlanamayacağını ve bu zihniyetle bir adım ileriye gidilemeyeceğini anlattı.
Kurmay Albay Emin Arat da Genelkurmay başkanıyla aynı fikirde olmadığım söylüyordu.
Generallerin büyük bir sessizlik içinde dinledikleri albaylardan üçüncüsü, Harp Okulu Komutanı
Kurmay Albay Talat Aydemir, daha konuşmasının başında, "Paşam, ben size bugünkü durumların bu
şekle dönüşeceğini ta temmuz başında söylemiştim. Hatırlarsanız, o zaman Güney Kore'ye muvazi
gidiyoruz demiştim. Bu memlekette ikinci bir ihtilalin olacağına yüzde yüz inanıyorum" sözleriyle
toplantının seyrini değiştirmişti. Soluklar tutulmuş, dikkatler albaya yönelmişti.
Ona göre, orduda çeşitli ihtilal hazırlıkları vardı. Devlet Başkanı Gürsel'in, aralık ayında siyasî
partilerin bu işi yürütecek güçte olmadığı ve bir ihtilal yapmak gerektiği yolundaki konuşması, bazı
subaylann kulağına gelmişti. Gürsel bu düşüncesini, Köşk'te kimi arkadaşlarının bulunduğu bir
görüşmede de açıklamıştı.
Eski Millî Birlik Komitesi üyeleri ise bir başka amaçla ihtilale hazırlanıyorlardı. Meclis'in bir iş
yapamayacağına inanan bu komiteciler, bir arkadaşlarına Gürsel ihtilali yapmadan önce kendi-erinin
yapmaları ve bu işi 28 şubattan önce bitirmek gerektiğini Eylemişlerdi...
Hepsi bu kadar değildi. Bazı CHP'lüer de, kimi komite üyeleri-mrı desteğiyle ihtilal
hazırlıklarındaydılar.

intikamcı partiler ise bir halk ihtilali hazırlamaktaydılar. Öğrendiğine göre bu partiler, köylerde
yaptığı propagandada, "Oğlunu askere gönderirken bir hareket çıktığı takdirde ilk önce subayını
vurmasını öğretmesini" telkin ediyorlardı.
Ordu paramparçaydı... Bu parçalanmışlıktan rahatsızlık duyan genç subaylar ise en kısa zamanda
hiyerarşik bir ihtilal yapılmasını istiyorlardı.
Albay Talat Aydemir, "Saydığım beş ihtimalden dördü gerçekleşecek olursa, mutlaka memlekette
ikilik doğacaktır" dedi ve son sözündeki cüret, Genelkurmay başkanının da, generallerin kanını
dondurdu:
"Hiyerarşik sisteme bağlı olmak üzere yapılan bir ihtilal en az kayıpla ve memlekete en az zararlı
şekilde olur. Silahlı Kuvvetler parçalanmaz."
Genelkurmay başkanı yerinden fırladı:
"Yoo ! Beni bu mesuliyet altına sokma !"
"Ben sizi ikaz ediyorum. Memleketin gerçekleri bunlardır. Orduda parçalanma vardır. Tabiî
senatörlerin tutumuyla ordu ile halkın arası da açılmaktadır. Orduda alt kademenin tazyiki
artmaktadır. Hiçbir komutan kuvvetine, birliğine tam manasıyla sahip değildir. Hangi kuvvet
komutanı kıtasına hâkim ise ayağa kalksın, açıkça hesaplaşalım !"
Toplantıdakiler donup kalmışlardı... Hiçbir komutan ayağa kalkıp, kıtasına hâkim olduğunu
söyleyemedi.
Albay, kimseden ses çıkmayınca, konuşmayı sürdürdü:
"İleride olacak herhangi bir olayın sorumlusu, olayları bildiği halde doğru olarak yansıtmayan ve
gene bu hareketleri bildiği halde gerekli önlemleri almayanlar olacaktır..."
Bir albay, Genelkurmay başkanına, bütün üst kademe subayların önünde açıkça "İhtilalin başına geç"
diyordu. Genelkurmay başkanı ise alttan almak zorunda kalıyordu.
Diğer albaylara da fikirlerini soran Genelkurmay başkanı benzer yanıtlar aldı. Onlar da, intikamcı
unsurların kinlerinden söz ediyorlardı.
Generaller ise yine fikir ortaya koymamışlardı.
Genelkurmay başkanı, toplantıyı son kartını oynayarak bitirdi:
"Ben sizin namınıza İnönü'ye ordunun kendisini desteklediği1 söyleyeceğim."
Albaylar hoşnutsuzluklarını belirterek mırıldandılar.
Dışarı çıkarken Genelkurmay başkanı Albay Aydemir'e döndü:
"Sen çok ateşlisin, çok heyecanlısın."

"Ben sadece gerçekleri söylüyorum. Kimin haklı kimin haksız olduğunu olaylar gösterecektir."
Toplantıyı terk eden subayların büyük bir bölümünde, Genel-loırmay başkanının söylediklerini kabul
etmeme psikolojisi ağır basıyordu. İhtilal yönetimi boyunca, Millî Birlik Komitesi'ne karsı onure
ettikleri Genelkurmay başkanının şimdi İnönü'nün etkisiyle kendilerini yalnız bıraktığını
düşünüyorlardı.
Bu toplantıyla kendi yolunda devam etme kararlılığında olanlar ile hiyerarşiye sığınanlar arasında bir
süredir hissedilen çatlak derin bir yaraya dönüşüyordu. Millî Birlik Komitesi'nin başına gelenler,
Silahlı Kuvvetler Birliği'nin de başına gelmişti. Artık Silahlı Kuvvetler Birliği de bölünmüştü...
27 Mayıs devriminin ardından, önemli reformların gerçekleşeceği beklentisine giren, yeni
Anayasa'yla sağlanan özgürlükçü ortamın etkisiyle daha çok okumaya, daha çok düşünmeye başlayan
üniformalı gençlik, CHP'nin, DP'nin devamı niteliğindeki bir partiyle koalisyonunu da, o koalisyonu
yürütmek adına ortağına verdiği ödünlere de dayanamıyordu... Aşağıdan yukarıya doğru her geçen
gün baskısını artıran ihtilalci bir eğilim vardı. Artık onlar hem DP çizgisindeki partilere, hem CHP'ye,
hem de onlarla işbirliği yapan ordunun üst kademesine karşıydılar.
Silahlı Kuvvetler Birliği'yle orduyu hiyararşik sisteme bağlamayı amaçlayan albaylar, bu büyük
enerjinin denetim altına alınmaması halinde ortaya nasıl bir tablo çıkacağını düşünmek bile
istemiyorlardı. Reçeteleri hiyerarşik bir ihtilaldi ama Genelkurmay başkanı bu yolu kapıyordu...
* *
31 ocak 1961 gününün öğleden sonrasında, İstanbul'un iliklere işleyen kışına inat, Harp
Akademileri'ndeki genç subayların kanlan kaynıyordu. Sigara dumanından göz gözü görmüyor,
hararet-" tartışmalarda açığa çıkan öfke ve kırgınlıklar dar alanda birbirleriyle çarpışıyordu.
Başbakan İnönü, sabah saatlerinde Harp Akademileri'ni ziya-ret etmiş, sinema salonunda bir
konuşma yapmıştı. Yetmiş sekiz yaşındaki başbakan, hazırlıksız yaptığı bu konuşmada, ihtilal ger-
ÇeWeştirmiş orduya karşı milletin sevgisinin canlandırılmasına erıdisinin hizmet edeceğini
söylemişti. ^enç kurmay subaylar konuşmadan hiç hoşnut kalmamışlar,

içlerini dökmek için onun gidişini beklemişlerdi:


"Yani diyor ki: 'Halk 27 Mayıs'ı yapan ordudan soğudu, bu durumu ben düzeltirim !'"
"İşte seçim sonuçlan ortada. Bu halkın çoğunluğu İnönü'nün ve onun partisinin karşısında. İnönü
orduyu kendi arkasında göstermek yoluyla, halkın büyük çoğunluğunu ordunun da karşısına alıyor.
27 Mayıs hiçbir kişi ya da zümreye karşı yapılmadı. Bir partiyi devirip, diğerini iktidara getirmek için
de yapılmadı."
"Sorulacak çok şey vardı ama hepimizin soruları ellerimizde kaldı. Eğer izin verselerdi..." "Ne
soracaktın?"
"Bir yandan demokrasiyi savunurken, bir yandan da ordunun desteğini istemesi arasındaki çelişkiyi
soracaktım..."
Tartışmalar uzayıp gidiyordu. Bir subay, sesini yükselterek, "İnönü, ortağına da, diğer partilere de,
'Ben olmasam ihtilal olur' diye baskı uyguluyor. Ama onlara meydan okuduğu gibi, bize de meydan
okuyor" dedi.
Her sözünü, pek çok kimsenin akıl erdiremediği bir süzgeçten geçiren İnönü ise Harp
Akademileri'nden çıkışında iyi bir konuşma yapmadığını biliyordu ama genç subaylarda bıraktığı
etkinin boyutlarını kestiremiyordu.
Genelkurmay Başkanı Sunay'dan, "Ordu arkanızdadır" güvencesini aldıktan sonra aklı "ateşli albay"
Talat Aydemir'de kalmıştı. Hiçbir şey ondan kaçmazdı. Her gizli toplantının içeriği ona ulaşırdı ve
Genelkurmay başkanının topladığı Genişletilmiş Komuta Konseyi'nde kimin ne söylediğini, kendisi
de o toplantıya katılmış kadar biliyordu. Askerî birlikleri dolaşıyor, ordunun arkasında olup
olmadığını kendi gözleriyle görmek istiyordu.
Batı Anadolu'daki, doğudaki birlikleri dolaşmış, her gittiği yerde, "emrinizdeyim paşam" güvencesini
almıştı. Kendisini duygusal törenlerle karşılayıp uğurlayan kimi subayların, birkaç gün sonra yeni bir
ihtilal protokolüne imza koyabileceğini aklından bile geçilmiyordu.
İnönü, 1 şubatta da, İstanbul Belediye Sarayı'nda orduya açıkça meydan okuyan bir konuşma
yapmıştı. Karşısında iki güç vardı: ordu ve DP'nin devamı siyasetçiler... Askerlik de, siyaset de onun
işiydi ve her iki konuda da ondan daha deneyimlisi yoktu-Her ikisini de denetimi altına alırsa, hem
demokrasi işleyecek hem de siyasetteki radikaller kendilerini dizginleyeceklerdi.

Oysaki, ordunun üst kademesine empoze edilmeye çalışılan "ordu artı CHP eşittir iktidar" formülü ve
bir ihtilalin ancak İnönü'nün ölümü halinde CHP lehine yapılabileceği düşüncesine duyulan tepkiler,
ihtilalci güçleri yeniden bir araya getiriyordu.
5 şubat günü, İnönü'nün ziyaretine hazırlanan Harp Okulu Komutanı Albay Talat Aydemir, onun
Harp Akademileri'nde yaptığı konuşmayı çoktan duymuştu. Zaten konuşma teybe de alınmıştı. Bu
konuşmanın ardından, genç kurmay subayların duyduğu tepkiyi de yürekten paylaşıyordu.
Başbakan İnönü'yü bir asker disiplini içinde karşılayacak, ama İstanbul'da Harp Akademileri'nde
yakaladığı fırsatı, ona Ankara'da Harp Okulu'nda vermeyecekti. Biliyordu ki, onun amacı,
Harbiyelilerle görüşmek ve "Atatürk'ün silah arkadaşı, Garp Cephesi komutanı" sıfatıyla onları
heyecandan titretmek, kendisine de gözdağı vermekti...
İnönü, Harp Okulu'na geldiğinde, onu subaylar ve şeref kıtası karşıladı. Diğer gezilerinde duygusal
törenlerle karşılanan İnönü, Harp Okulu'na attığı ilk adımda, "ateşli albay"la ilgili kuşkularında
yanılmadığını anlamıştı... Aydemirin komutasındaki subaylar, saygılı fakat soğuk davranıyorlardı.
Bir yanda seksenine dayanan İsmet Paşa, öte yanda kırklı yaşlardaki albay... İkisi de sonuna kadar
her şeyin farkındaydı...
Başbakan İnönü'nün albaya ders vereceği ortam, öğrencilerle birlikte yiyeceği öğle yemeğinde
oluşacaktı... Ama yemekhaneye girdiğinde tek bir öğrenci bile yoktu.
"Öğrencilernerede?" . ;¦ . :
"Eğitim alanındalar..."
İnönü, öfkelenmişti:
'Ben onlarla yemek yiyecektim. Getiremez miydiniz?"
"Getiremezdik!"
istanbul Balmumcu Çiftliği, hareketli bir geceye tanıktı. Soğuk Ve karanlık havayı yararak, toplantı
salonuna giren üniformalılar eker teker yerlerini alıyorlardı. Silahlı Kuvvetler Birliği üyeleri, yeru bir
yol aynmmdaydılar.
iliğ Ankara ve İstanbul grupları arasında bir süredir yaşa-

nan gerginlik toplantıya yansımıştı, istanbul grubundaki kimi üst rütbeli komutanların, Albay Talat
Aydemirin gücünden çekindikleri, ona güvenmedikleri ortaya çıkmıştı.
Toplantıda söz alan Ankara grubu temsilcileri, bir müdahaleden yana olduklarını açıkça ortaya
koymuşlar, İstanbul grubundan kesin kararını vermesini istiyorlardı.
Tartışma uzuyor, müdahale kararırım önünde iki engel görünüyordu. Biri Başbakan İnönü'nün bir
müdahaleye kesin karşı tutumu, diğeri İnönü'ye büyük sempati besleyen havacıların durumu...
Tartışmalar sona erdikten sonra, bir müdahaleye gerek olup olmadığı konusu oylamaya sunuldu.
Büyük çoğunluk müdahaleden yanaydı... Kalanlar da çoğunluğun kararına uyacaklardı. 9 şubat
1961'de imzalanan bu yeni protokole göre, bir müdahale, Silahlı Kuvvetlerin tümünün katılımıyla, en
geç 28 şubat 1961'e kadar yapılacaktı. Bu kez imzacıların sayısı da daha fazlaydı. Havacılarla teması
İstanbul Valisi Refik Tulga sağlayacaktı. Yapılacak hareketin hiyerarşiye uygun olması için her türlü
çaba harcanacak, ancak Silahlı Kuvvetler Birliği'nin kararı kesinse, en tepeden başlanarak, bu karara
katılan en kıdemli komutanın liderliğinde harekât gerçekleştirilecekti. Protokole Ankara'daki yüksek
rütbeli subayların da çok büyük bir bölümü imza koydular.
9 Şubat Protokolü'nü önce havacılarla işbirliği içinde olan iki tabiî senatör öğrendi, ardından da
Başbakan İnönü... İmzaların üzerinden yirmi dört saat geçmemişti ki, başbakan, Genelkurmay
başkanı ile Hava Kuvvetleri komutanını arayarak, müdahale kararını verenlerin cezalandırılmasını
istedi. Ama nasıl? Karşılarındaki büyük silahlı gücün tümünü birden karşılarına alamazlardı.
Genekurmay başkanı, 18 şubatta İstanbul'daki bütün üst düzey komutanları Ankara'ya çağırdı. Albay
ve arkadaşları, toplantıya girmeden önce, 9 Şubat Protokolü'ne imza koyan üç generalle
görüşmüşlerdi:
"Bu iş 22 ekimdeki gibi olmasın. 21 ekimde olduğu gibi harekâttan yeniden vazgeçilirse astlarımızın
bizlere de sizlere de, güvenleri sarsılır."
Yanıt sağlamdı:
"Emeklilik dilekçelerimizi ve rütbelerimizi cebimize koyarak geldik."
Ancak Genelkurmay başkanının yanına kararlılıkla giren generaller, kafalarında bazı soru
işaretleriyle çıkmışlardı. İstanbul'da protokole imza koyan diğer generallerle birlikte kendi aralarında

yaptıkları durum değerlendirmesinde özellikle havacıların harekâta karşı olmasından etkilenmişlerdi.


Genelkurmay başkanı kesin bir dille müdahalenin karşısında, İnönü'nün arkasındaydı. Ankara'yı
arayıp, müdahaleden vazgeçtiklerini bildirdiler. İstanbul'da imzalanan protokol, havada hızla yol
alacak ve imzalarına sahip çıkan Ankaralı albayların basma düşecekti...
Yaşanan gelişmeyle, tasfiye hareketinin hedefi belli olmuştu. Talat Aydemir'in başını çektiği, genç
subay ve subay adaylarının peşlerinden gittiği ateşli albaylar grubu birliklerinden koparılacaktı.
Plan devreye sokuldu. Havacılar içindeki bir grup, Genelkurmay başkanını sürekli olarak Ankara
grubuna karşı kışkırtıyor, Ankara'daki albayları, hiyerarşi dışında bir ihtilal yapma heveslisi olarak
gösteriyordu.
Genelkurmay başkanı, 19 şubat günü, Harp Okulu Komutanı Talat Aydemir, Merkez Komutanı Albay
Selçuk Atakan ve Jandarma Okulu Komutanı Necati Ünsalan'ı makamına çağırdı. Şeref salonuna
geçen Ankaralı üç albay, Genelkurmay başkanıyla dört saat boyunca ülkenin içinde bulunduğu
durumu, alınması gereken önlemleri konuştular ve fikirlerini açıkça söyleyerek, bir müdahalenin
zorunlu olduğunu anlattılar.
Genelkurmay başkanı ise, ancak İnönü ölürse ya da çekilirse bu işin yapılabileceğini söyledi. Bunun
üzerine Selçuk Atakan yeniden söz aldı:
"Biz ihtilalin hiyerarşik düzende yapılmasını uygun görüyoruz. Mademki kendinizi kifayetsiz
buluyorsunuz, denecek bir şey yok. Biz alttan gelen tazyiki güçlükle kontrol altında tutabiliyoruz. Yok
eğer bu alttan gelen tazyiklerin sorumlusu olarak bizleri görüyorsanız, biz şimdi derhal istifamızı
verelim. Emekliliğimizi istiyoruz. Yarın öbür gün bu suçu yükleyerek bizi ordudan şerefsizce
ayırmayın."
Genelkurmay başkanı, "Yook" dedi, "böyle bir şey düşünmüyorum ! Siz benim en kuvvetli
dayanaklanmsınız. Size şeref sözü ve-ft. Benim vücudum çiğnenmedikten sonra sizin kılınıza
dokunamaz."
-Ankara'da yine geceler uykusuzluk içinde geçiyordu. Millî Sa-^nma Bakanlığı Özel Kalem Müdürü
Kurmay Yarbay Talat Tur-

han, 21 Ekim Protokolü'ne imza koyan en düşük rütbeli subaylardan biriydi. Özel kalem müdürlüğü
yaparken, bir yandan da Dil Okulu'nda öğrenciliğini sürdürüyordu. Sınıf arkadaşı Binbaşı Fethi
Gürcan'la sürekli görüşüyorlar ve aynı fikirleri paylaşıyorlardı. Arkadaşı kurmayları sevmez, onların
ileriye dönük beklentileri olduğunu, bir risk ortaya çıktığında çabucak geri çekilip, eyleme katılanları
ortada bırakacaklarını düşünürdü. İçlerinde bir tek Talat Aydemir'i benimsemişti. Onun
kurmaylığının yanı sıra aksiyon adamı özelliği de taşıdığına inanıyordu. Bu yüzden de kendisine bağlı
genç bir kadroyla Albay Aydemir'in arkasmdaydı. Kurmay Yarbay Talat Turhan, o soğuk şubat ayında
içi kaynayan yüzlerce subaydan biriydi. Herkes ne olup biteceğini merakla beklerken, sohbet
toplantılarında, "Darbe geliyor" diyordu, "27 Mayıs operasyonunda bir makas bırakılmış, o makasın
alınması gerekiyor."
Talat Turhan'ın yapılmasını beklediği darbede görev alacak kıtası yoktu. Ama hem Türk Silahlı
Kuvvetler Birliği üyesi, hem de 21 Ekim Protokolü'nün imzacılarından olduğu için, darbeciler
kanadında, Harp Okulu saflarında görülüyordu.
18 şubat günü Millî Emniyet başkanı ziyaretine geldi. Odada dinlenilebilecekleri kaygısıyla, Talat
Turhan'ı koridora çıkardı. Onların, bir buçuk saat boyunca koridorda kol kola fısıldaşmala-n dikkat
çekmişti. Koskoca Millî Emniyet başkanı tümgeneral, bir kurmay yarbayla bu kadar uzun süre gizli
gizli ne konuşuyordu? Tabiî ki, her an yapılması beklenen darbeyi... Talat Turhan görüşünü açıkça
söyledi:
"Bu adamları tayin ederseniz, harekât kendiliğinden başlar. Tayinleri durdurun."

Başkaldırı
"Davaların en güzeli uğruna canımı feda ettiğime pişmanım sanmayın. Bu dava uğrunda bütün
emeklerim boşuna gitmiş olsa da, ödevimi yapmış sayıyorum kendimi..."
Gracchus Babeuf

Albay Aydemir, 20 şubat akşamı evine gittiğinde, Başbakan-lık'tan bir arkadaşının bıraktığı yazılı
notta, ertesi gün tutuklanacağı haberini aldı. Fazlaca düşünmeden, kendisini Harp Okulu'na attı.
Okula ulaştığında saat 23.30 civarıydı. Öğrenciler uykuya çekilmişlerdi. Tutuklanacağı yolundaki
haberi, bir gün önce, "Benim vücudumu çiğnemeden sizin kılınıza kimse dokunamaz" diyen
Genelkurmay başkanına ulaştırdı. En iyisi geceyi Harp Oku-lu'nda geçirmekti. Ama ardı ardına gelen
telefonlar, dinlenmesine izin vermiyordu. Gün 21 şubata dönerken, ilk telefonu İstanbul'dan aldı. 9
Şubat Protokolü'ne imza koyan generallerden biri, "Saat 03.00'te Ankara'daki birliklerin harekâta
geçeceği söyleniyor. Sakın kendi başınıza iş yapmayın" dedi.
"Yok böyle bir şey. Şerefim, namusum üzerine, böyle bir harekâttan haberim yok."
Bu telefon görüşmesini diğerleri izledi.
Albay, her telefonda, benzer sorulara benzer yanıtlar veriyordu. İhtilal düşüncesiyle yatıp kalktığı
doğruydu. Ülkedeki sorunların ancak bir ihtilal yönetimiyle çözüleceğine inandığı da doğruydu. Ama
böyle bir ortamda ihtilale kalkışmayı aklından bile geçirmiyordu. İstanbul grubu ihtilalden
vazgeçmişti... Kaçıncı kez aynı oyun oynanıyor, ihtilale endekslenen gençler, son anda öfkeleriyle baş
başa bırakılıyordu. Gençlerin enerjilerini, bendini yıkmaya hazır bir nehir gibi görüyordu. Bir gün
mutlaka o büyük enerjinin taşıp bendini yıkmasından; nehrin yönsüz, denetimsiz, başsız gelişigüzel
akıp gitmesinden; her yanı köpük köpük bir öfkenin kendisine ve ülkeye zarar vermesinden
korkuyordu.
O güne kadar bir müdahaleden yana olduğunu her ortamda aÇikça söylediği için, bu fikre karşı
olanlar karşısında tehlike oluş-
turduğunu biliyordu. Hükümetin kendisini ve yakın arkadaşlarını tasfiye etmeye can attığını anlamak
için çok ince düşünmesine gerek yoktu. Ama yine de, Genelkurmay başkanının böyle bir tasfiyeye
onay vermeyeceği inancını koruyordu. Devlet Başkanı Gür-sel'le de çok yakın ilişkileri olmuştu.
Üstelik, bir tasfiye planının orduda yaratacağı büyük tepkinin de, tasfiyeye kalkışanlar için caydırıcı
olacağını düşünüyordu.
Kendisi dışında gelişen olaylar olduğu kesindi ve zihninde taşları yerli yerine koymaya, olayları
çözmeye çalışıyordu. Arkadaşlarına, "Generallerden ümit kesen genç kitlenin son bağlantı noktası
olduk. Onların generallere güvenleri azaldıkça, bize olan bağlan kuvvetleniyor. Bu da bizim hiyerarşi
dışı bir ihtilal hazırlığı içinde olduğumuz söylentilerini yayıyor" diyordu.
Onlar, ihtilale karşı güçlerce "Albaylar Cuntası" olarak nitelendirilirken, Ankaralı albaylar da, İsmet
İnönü etkisindeki subayları, onun seçim bölgesinden yola çıkarak, "Malatyalılar Cuntası" olarak
isimlendiriyorlardı, "Havacılar Cuntası" ise Malatyalılar Cuntası'nın bir koluydu... Hava
Kuvvetleri'ndeki bir grup sürekli olarak Harp ve Jandarma okulları başta olmak üzere, karacıların sık
sık alarma geçtiği söylentilerini yayıyordu.
Saat 02.00 olmuştu. Albay Aydemir, pijamalarını giyerek yatağına girdi. Ama daha sırtını yatağına
yerleştirmeden, bu kez 229. Piyade Alayı'ndan telefon eden bir yüzbaşı, kuvvet komutanlarının bir
ihtilal için hazırlık yapıp yapmadıklarını kontrol etmek amacıyla alaya geldiklerini anlatıyordu:
"Bütün erat uyuyordu. Hiçbir şeyden haberimiz olmadığını bildirdim. Alay komutanını sordular, evde
olduğunu söyledim. Komutanı, Merkez Komutanlığı'na çağırdılar. Sanınm onu tevkif edecekler.
Alarm vereyim mi ?"
"Gerek yok. Sakin olun, benden haber bekleyin."
Albay, Merkez Komutanlığı'ndan Albay Selçuk Atakan'ı aradı. Arkadaşı yanlış bir haber alındığını,
üzerinde araştırma yapıldığını anlattı.
Aradan on dakika geçmeden, 229. Alay'dan bu kez bir üsteğmen aradı:
"Albayım, havacılar alarma geçmiş. Merkez Komutanlığı'nı kuşattılar. Alayı alarma geçirelim mi ?"
"Hayır!"
İstanbul diken üzerindeyken, Ankara da kaynıyordu.
Yeniden Albay Selçuk'u aradı...

Hava Kuvvetlen Cuntası, tieneiKurmay DaşKanma gıuereK, o gece saat 03.00'te Ankara'daki
birliklerin ihtilal yapacağını bildirmiş, Hava Kuvvetleri'nin alarma geçirilmesi için izin istemişlerdi.
Harp Okulu'nun uyuduğu saatlerde, havacılarla yakm temasta olan iki tabiî senatör, Hava Kuvvetleri
karargâhına gitmişti. Üniformalarını giyen bir başka tabiî senatör de, Meclis Muhafız Ta-buru'na
giderek, nöbetçi subayına Meclisin Harp Okulu tarafından sarıldığını bildirerek alarma geçmesini
istemişti.
Albay, pencereyi açtı, kar havasım içine çekti... Aniden Tank Taburu'nun harekete geçtiğini gösteren
sesler gelmeye başladı. Hiçbir şey düşünmeye fırsat bulamadan, kapısını tıklatan elin sahibi içeri
girdi:
"Tank Taburu harekete geçmiş, Bakanlıklar'a doğru ilerliyorlar, haberiniz var mı ? Siz bir talimat
verdiniz mi ?"
"Hayır."
"Öyleyse ben onlan durdurmaya gidiyorum."
Binbaşı Bahtiyar Yalta'mn arkasından bakarken, çılgın bir gecenin başladığını biliyordu.
Meclis Muhafız Taburu'nun havacılar tarafından alarma geçirilmesi üzerine, Tank Taburu da kontr-
alarma geçmiş, onu yakınındaki 229. Piyade Alayı ve Süvari Grubu izlemişti.
Yenimahalle'deki lojmanlarda oturan Tank Taburu subaylan, hemen yanlarında oturan havacıların
alarm yapıp birliklerine gittiklerini görünce, ne olduğunu anlamak için üniformalarını giyip onlar da
kıtalarına koşmuşlardı. Kıtaya ulaşan haber ise, albaylar ile generallerin Merkez Komutanlığında,
havacılar tarafından ele geçirilip tutuklandığı yolundaydı. Böyle bir durum karşısında işleyecek
otomatik planı bütün subaylar biliyorlardı ve bu doğrultuda, latalar harekete geçmişti...
Zaten 27 Mayıs'tan sonra her an yeni bir ihtilal olacağı beklentisi içindeki asker ve subaylar hazırdı.
Genelkurmay başkanının bilgisi dahilinde, bir gereklilik halinde müdahale etmek için haklanan ihtilal
planlan subaylann ellerindeydi.
Binbaşı Bahtiyar Yalta, kar yağışı altında Bakanlıklar'a doğru y°l alan Tank Taburu'nu geri çevriyor,
diğer kıtalardaki alarmın sona erdirilmesi için koşturuyordu.
"er dakika yeni bir gelişmeyle karşılaşan albay, soğukkanlı tav-n sürdürüyordu. Yatağından kalkıp
giyindi... Alarma geçen kıta- durdurulduğu haberinin ulaşması için daMkalan sayıyordu.
sırada, Genelkurmay başkanına bir hareketin başlamak üze-

PfPf
re olduğu ve birliklerin alarma geçtiği haberi ulaştırıldı. Saat 03.00'e yaklaşırken, olay yerine gelen
Genelkurmay başkanı alarmı sona erdirmek üzere olan kıtaları ayakta gördü.
Genelkurmay başkanı, Tank Taburu'ndaki genç bir subaya neden alarma geçtiklerini sordu.
"Havacıların sizleri tevkif ettiğini duyduk, sizleri kurtarmaya geliyorduk paşam..."
Genelkurmay başkanı şaşkına dönmüştü. Bu sırada durumu denetlemek için Harp Okulu'na gelen
Genelkurmay ikinci başkanı da, okulun mışıl mışıl uyuduğuna gözleriyle tanık olmuştu. Ama uyuyan
aslanı uyandırmak için tahrikler sürecekti.
Kara Kuvvetleri'ne bağlı bazı kıtalardaki alarm kaldırılmış, ancak gece bitmemişti. Albay, bir yandan
telefon görüşmelerini sürdürüyor, bir yandan yakın arkadaşlarıyla durum değerlendirmesi
yapıyordu:
"Bir oldubittiyle bizi suçlu konumuna düşürmeye çalıştılar. Bu yüzden Silahlı Kuvvetler'in iki
kanadını birbirinin üzerine saldırt-mayı bile göze aldılar. Sorumlular ortaya çıkmalı!"
"Türk Silahlı Kuvvetleri'ni bölmeyi amaçlayan bir harekât başlatıldı ve bir kuvvet diğerinin üzerine
saldırtıldı. Sorumluları yargılansın."
"İş mahkemeye gitsin; gerçek suçlular ortaya çıksın !" Subaylar tek tek çağırılarak ifadeleri alındı ve
bunlar rapor haline getirildi.
"Gençler şaşkınlık ve öfke içinde." "Arkadaşlarımız haksız yere gözaltına alındı." "Onları serbest
bırakmazlarsa, kıtalar denetimden çıkabilir." Ordu ayaktaydı... Komutanlara, "Saat 06.00'ya kadar
gözaltına alınan karacı subayları serbest bırakmazsanız, biz bundan sonra Kara Kuvvetleri'ni
tutamayız" notası gönderildi.
Yarım saat sonra, gözaltına alman karacı subaylar serbest bırakılmışlardı. Tanyerinin ağarmaya
başladığı dakikalarda, Albay Talat'ın karşısında oturan subaylardan kimisinin gözlerinde yaş>
kimisinin kin, kimisinin keder vardı.
* * *
Kısacık bir uykunun ardından yeni güne kalktılar... Hızlı girdikleri 21 şubat gününün yeni gelişmelere
gebe olduğunu biliyorlar-

Albay Selçuk Atakan, Genelkurmay başkanının karşısında ayakta duruyorlardı. Genelkurmay


başkanı, gözlerini Albay Aydemir'e
dikti:
"Yavrum... Akşam Kara Kuvvetleri'ne alarmı sen verdirmişsin."
"Böyle bir şey yapmadım. Siz de biliyorsunuz, dün gece Harp Okulu mışıl mışıl uyuyordu. Bize bir
oyun oynanmak istendi. Hava Kuvvetleri'nin alarma geçmesiyle, karacılar, daha önceden yapılan
planlara göre otomatikman karşı alarma geçmişler. Kıtalara alarm vermek bir yana, bir yanlış alarmı
kaldırarak bir faciayı önledim."
"Hava Kuvvetleri bana bir ültimatom verdi. Yeriniz değiştirilmedikçe alarmı kaldırmayacaklar.
Hepiniz himayemdesiniz, ancak yerlerinizi değiştiriyorum..."
Albayın isyanı, gözlerinden kıvılcımlarla taştı:
"Ben Allah'tan başka kimsenin himayesi altına girmem. Ben suçlu değilim. Suçlu olan Hava
Kuvvetleri... Siz de, Millî Birlik Komitesi üyelerinin ve CHP'nin oyununa geldiniz, bir kuvveti
diğerinin üzerinde kullanmaya kalktınız."
Albay, belindeki silahı, Genelkurmay başkanını dehşete düşürecek kadar hızla belinden çekti ve onun
masasının üzerine bıraktı:
"Beni ya şimdi bununla temizlersiniz ya da mahkemeye verirsiniz. Eğer geceki harekâta ben neden
olduysam, beni kurşuna dizdirirsiniz. Benim damarlarımda CHP kanı değil, vatanseverlik kanı
dolaşıyor. Böyle bir haksızlığa katlanamam. Eğer komutan-sanız, gerçek suçluları cezalandırırsınız !"
Genelkurmay başkanı, ateşli albayı susturmak için sesini yükseltti:
"Hava Kuvvetleri alarmı sürdürüyor. Üzerinize bomba yağdıracak !"
"Biz de Kara Kuvvetleri olarak yarı alarm halindeyiz. Gerekirse çarpışırız !"
Karşı karşıya kaldığı karmaşık durumdan, Albay Talat Ayde-r i ikna ederek çıkacağmı düşünen ve
konuşmasına "yavrum" ye başlayan Genelkurmay başkanı için, albayların dışarıya çık-
masmı istemekten başka çare kalmamıştı.
Ç albay, şeref salonuna çıktığında, gece gelen haberlerin ar-dan, Genelkurmay başkanının alarmına
destek veren Kara
Kuvvetleri komutanı ağlıyordu.

"Paşam, neden ağlıyorsunuz ? Ben bir albay olarak, Hava Kuv-vetleri'ne karşı Kara Kuvvetleri'nin
prestijini kurtarmaya çalışıyorum, siz gözyaşı döküyorsunuz. Bunu yapacağınıza, bize sahip çıkın."
Ulaşılan sonda, ordunun parçalandığı gün gibi açıktı ve bu komutanlar için gerçekten de ağlanacak
bir durumdu. En çok ağla-nası olan da, Hava Kuvvetleri'nin, alarmı kaldırmaları için emir verdiği
Genelkurmay başkanını dinlememeleriydi.
21 şubat günü uzadı da uzadı... 21 şubatı 22 şubata bağlayan gece de uykusuz geçti. Yine ihtilal
haberleri, yine, "Harekete mi geçiyorsunuz ?" sorulan, yine "Harp Okulu uykuda, gelin görün"
yanıtları...
Albaya bağlı kıtalar 22 şubatta, diken üzerinde bekliyorlardı. Albay, saat 11.00 civarında aldığı bir
telefonla, bir havacı arkadaşıyla buluşmak için Jandarma Okulu komutanına gitmişti.
O, arkadaşıyla Silahlı Kuvvetlerin iki kuvvetinin birbiriyle karşı karşıya getirilmesinden duyduğu
üzüntüyü paylaşırken, telefondaki emir subayı, Genelkurmay başkanının kendisini görmek istediğini
söyledi. Albay, durumdan şüphelendi ve görüşmeye gitmedi. Haklıydı, çünkü kendisiyle birlikte
çağrılanlar tutuklanmışlardı. Yakın arkadaşlarının tutuklanma haberini aldığında, albay için de artık
karar verme zamanı gelmişti.
Bir anonsla, subay taburuna sinema salonunda toplanmaları emri verildi. Albay asteğmenlere, dört
gündür yaşanan olayları anlattı. Gençlerin kanları damarlarında öyle hızla dolaştı, öfkeleri öyle
doruğa ulaştı ki, bu belki albayın beklediği tepkiden bile büyüktü. Ne olursa olsun direneceklerdi.
Albay, Harp Okulu ile yakınındaki kıtalara alarm emri verdi. Artık gençler eğitim elbiselerini
giymişler, elleri tetikte, albaydan emir bekliyorlardı. Bu sırada saat 13.30'a gelmişti.
Harp Okulu birinci sınıf öğrencisi Osman Yetkin, verilen emir' le okulun iç bahçesinde toplanan sınıf
arkadaşlarıyla birlikte saı tutmuştu. Bahçe öğrenci ve subay doluydu. Kanı kaynıyor, alam1
durumunda olduklarını biliyordu ama doğrusu bunun tam olarak ne anlama geldiğini
çözümleyebildiği söylenemezdi. O sırada, ta-

bur komutan yardımcısı, "Üç defa Millî Şef inönü şerefine !" diye komut verince, o da diğer
arkadaşları gibi, hiçbir şey düşünmeden komuta karşılık verdi:
"înönü sağ ol! İnönü sağ ol! İnönü sağ ol!"
Ancak, tam karşılarında saf tutan ikinci sınıf öğrencilerinin psikolojileri aynı durumda değildi...
Onlara göre İnönü'nün siyasetçi kimliği ön plana çıkmıştı, üstelik kendi komutanlarını yemek
istiyordu. Onların vazgeçilmezi, bütün dokunulmazlıklarıyla yüreklerinde duran Atatürk'tü...
Aniden bir elektriklenme oldu ve ikinci sınıf öğrencileri, "Atatürk! Atatürk! Atatürk!" diye bağırarak
süngülerini takıp, birinci sınıf öğrencilerin üzerine yürümeye başladılar.
Cumhuriyetin kurucusu Mustafa Kemal ile onun en yakın silah arkadaşı îsmet İnönü, Harp
Okulu'nda, yani yuvalarında süngülerle karşı karşıya geliyorlardı.
İkinci sınıf öğrencileri adım adım ilerlerken, birinci sınıf öğrencileri de adım adım geriliyordu. O
sırada Binbaşı Bahtiyar Yal-ta, "Komutanım yetiş ! İki tabur birbirine giriyor!" haberini alınca,
bahçeye koştu, kalabalığı yararak zorlukla olay yerine ulaştı. Su kendi mecrasında akmaya başlamış,
yelkensiz ve rotasız geminin yolcuları bir felakete doğru sürükleniyordu. Orada bulunan yüzbaşıya,
"Havaya ateş et!" emri verdi. Thompson'dan yükselen ses, iki taburu da durdurdu.
Osman ve arkadaşları, aradan birkaç gün geçtikten sonra, yaptıklarından pişmanlık duyacak ve
kendilerine, "Yaşasın înönü!" diye bağırtan komutanlarını dışlayacaklardı.
Kıtalar alarmda, fırtına öncesi sessizlik içindeydiler. Parola, "Halaskar", işareti "Fedailer"di... Karacı
subaylardan albaya destek yağıyordu. Artık Harp Okulu merkez olmuştu.
Öğleden sonra, Albay Aydemirin yerine okul komutanlığına atanan tuğgenerali, yanında iki subayla
birlikte Harp Okulu'nun kapısından girerken, silahlanmış Harbiyeliler karşıladı. Harbiye-"ter,
generali komutan odasma almıyorlardı.
'Generalim, sizi göz hapsine almak zorundayız."
General, Harbiyelilerin bu tutumu karşısında fenalaştı. Albay Aydemirle görüşmesinde, evine gitmek
için izin istedi ve okulda ayrıldı.
en
bütün gelişmeleri örgütün İstanbul ayağına bildi- , onlardan destek alamamış, tam tersine
harekâttan vaz-

"Paşam, neden ağlıyorsunuz ? Ben bir albay olarak, Hava Kuv-vetleri'ne karşı Kara Kuvvetleri'nin
prestijini kurtarmaya çalışıyorum, siz gözyaşı döküyorsunuz. Bunu yapacağınıza, bize sahip çıkın."
Ulaşılan sonda, ordunun parçalandığı gün gibi açıktı ve bu komutanlar için gerçekten de ağlanacak
bir durumdu. En çok ağla-nası olan da, Hava Kuvvetleri'nin, alarmı kaldırmaları için emir verdiği
Genelkurmay başkanını dinlememeleriydi.
21 şubat günü uzadı da uzadı... 21 şubatı 22 şubata bağlayan gece de uykusuz geçti. Yine ihtilal
haberleri, yine, "Harekete mi geçiyorsunuz ?" sorulan, yine "Harp Okulu uykuda, gelin görün"
yanıtlan...
Albaya bağlı kıtalar 22 şubatta, diken üzerinde bekliyorlardı. Albay, saat 11.00 civannda aldığı bir
telefonla, bir havacı arkadaşıyla buluşmak için Jandarma Okulu komutanına gitmişti.
O, arkadaşıyla Silahlı Kuvvetlerin iki kuvvetinin birbiriyle karşı karşıya getirilmesinden duyduğu
üzüntüyü paylaşırken, telefondaki emir subayı, Genelkurmay başkanının kendisini görmek istediğini
söyledi. Albay, durumdan şüphelendi ve görüşmeye gitmedi. Haklıydı, çünkü kendisiyle birlikte
çağnlanlar tutuklanmışlardı. Yakın arkadaşlarının tutuklanma haberini aldığında, albay için de artık
karar verme zamanı gelmişti.
Bir anonsla, subay taburuna sinema salonunda toplanmaları emri verildi. Albay asteğmenlere, dört
gündür yaşanan olayları anlattı. Gençlerin kanlan damarlannda öyle hızla dolaştı, öfkeleri öyle
doruğa ulaştı ki, bu belki albayın beklediği tepkiden bile büyüktü. Ne olursa olsun direneceklerdi.
Albay, Harp Okulu ile yakınındaki kıtalara alarm emri verdi. Artık gençler eğitim elbiselerini
giymişler, elleri tetikte, albaydan emir bekliyorlardı. Bu sırada saat 13.30'a gelmişti.
Harp Okulu birinci sınıf öğrencisi Osman Yetkin, verilen emir" le okulun iç bahçesinde toplanan sınıf
arkadaşlanyla birlikte saf tutmuştu. Bahçe öğrenci ve subay doluydu. Kanı kaynıyor, alam1
durumunda olduklannı biliyordu ama doğrusu bunun tam olaraK ne anlama geldiğini
çözümleyebildiği söylenemezdi. O sırada, ta-

komutan yardımcısı, "Üç defa Millî Şef inönü şerefine !" diye komut verince, o da diğer arkadaşlan
gibi, hiçbir şey düşünmeden komuta karşılık verdi:
"İnönü sağ ol! İnönü sağ ol! İnönü sağ ol!"
Ancak, tam karşılarında saf tutan ikinci sımf öğrencilerinin psikolojileri aynı durumda değildi...
Onlara göre İnönü'nün siyasetçi kimliği ön plana çıkmıştı, üstelik kendi komutanlarını yemek
istiyordu. Onların vazgeçilmezi, bütün dokunulmazlıklanyla yüreklerinde duran Atatürk'tü...
Aniden bir elektriklenme oldu ve ikinci sınıf öğrencileri, "Atatürk! Atatürk! Atatürk!" diye bağırarak
süngülerini takıp, birinci sınıf öğrencilerin üzerine yürümeye başladılar.
Cumhuriyet'in kurucusu Mustafa Kemal ile onun en yakın silah arkadaşı İsmet İnönü, Harp
Okulu'nda, yani yuvalannda süngülerle karşı karşıya geliyorlardı.
İkinci smıf öğrencileri adım adım ilerlerken, birinci smıf öğrencileri de adım adım geriliyordu. O
sırada Binbaşı Bahtiyar Yal-ta, "Komutanım yetiş ! İki tabur birbirine giriyor!" haberini alınca,
bahçeye koştu, kalabalığı yararak zorlukla olay yerine ulaştı. Su kendi mecrasında akmaya başlamış,
yelkensiz ve rotasız geminin yolcuları bir felakete doğru sürükleniyordu. Orada bulunan yüzbaşıya,
"Havaya ateş et!" emri verdi. Thompson'dan yükselen ses, iki taburu da durdurdu.
Osman ve arkadaşlan, aradan birkaç gün geçtikten sonra, yap-tıklanndan pişmanlık duyacak ve
kendilerine, "Yaşasın inönü!" diye bağırtan komutanlarını dışlayacaklardı.
Kıtalar alarmda, fırtına öncesi sessizlik içindeydiler. Parola, "Halaskar", işareti "Fedailer"di... Karacı
subaylardan albaya destek yağıyordu. Artık Harp Okulu merkez olmuştu.
Öğleden sonra, Albay Aydemirin yerine okul komutanlığına atanan tuğgenerali, yanında iki subayla
birlikte Harp Okulu'nun kapısından girerken, silahlanmış Harbiyeliler karşıladı. Harbiye-"ter,
generali komutan odasına almıyorlardı.
Generalim, sizi göz hapsine almak zorundayız."
General, Harbiyelilerin bu tutumu karşısında fenalaştı. Albay
dir'le görüşmesinde, evine gitmek için izin istedi ve okuldan ayrıldı.
Ankara'daM bütün gelişmeleri örgütün istanbul ayağına bildi-n albay, onlardan destek alamamış,
tam tersine harekâttan vaz-

geçmesi için ikna edilmeye çalışılmıştı. Ama artık albay geri dönmüyordu...
Lapa lapa yağan kar ise Ankara sokaklarını ihtilalcilerden çok önce işgal altına almışta.
* * *'¦¦¦¦¦¦¦¦¦
Üsteğmen Erol Dinçer, görev yeri olan Muhafız Alayı'nda gergin saatler yaşıyordu... Albayın her an
tutuklanabileceği haberi üzerine örtülü alarma geçmişlerdi. Harekete geçmek için emir bekliyorlardı.
Yaşanan bütün gelişmeler, Binbaşı Fethi Gürcan kanalıyla kendisine ulaşmıştı. Tam öğle saatlerinde
Muhafız Alayı Nizam Karakolu'nu, nöbetçi subayı olarak teslim alacağı da Fethi Binbaşı'nın
bilgisindeydi.
Saat 11.30 sıralarında nizamiyeden bir cip geldi. Üsteğmen Erol, "geçsin" emri verdi. Gelen cipten
inen, 13 kasımda, On Dörtlerin tasfiyesinde diş dişe oldukları bir subaydı. Elindeki zarfı uzattı:
"Talat Aydemir Albay'dan..."
"Sen..."
Şaşkınlık içinde, "Oyuna mı geliyoruz, kime hizmet ediyoruz?" sorularına yanıt aramaya çalıştı. Ama
karşısındaki genç subay, onun şaşkınlığını ya anlamamış ya da umursamamıştı:
"Beni haberci olarak gönderdiler."
Üsteğmen Erol zarfı açtı:
"Alay komutanı enterne edildi. Saat 19.00'a kadar harekete geçmek için emrimizi bekleyin."
Üsteğmen Erol, elindeki notu aldı ve doğruca alay komutan yardımcısının yanma gitti:
"Yarbayım, duyduğuma göre bizim alay komutanını Genelkur-may'da enterne etmişler ! Bana böyle
bir haber ulaştı ve size bildiriyorum."
Beklediği şey, alay komutan yardımcısının heyecanla duruma el koymasıydı, ama öyle olmadı:
"Öyle mi? Bir şey olmaz. Sen kendi işine bak..."
Üsteğmen Erol'un kafasından hızla geçen düşünceler, "Bu adam karşı taraftan" sonucuna ulaştı.
Kendi enerjisini, başka enerjilerle buluşturmak için o anda hiç gözünü kırpmadan canım verebilirdi.
Öğle saati olduğundan subaylar yemeğe gidiyorlardı. Gazinonun girişine yönelip, orada da-

ha önce birlikte toplantılara katıldığı subaylara elindeki mesajı göstermeye başladı. Nasıl oluyordu
da, elindeki mesajı okuyan subayların büyük bir bölümü, "Ya, öyle mi?" diye geçip gidebili-yorlardı?
Artık çaresi kalmamıştı. Mesajı, Türkeşçi olarak bildiği subaylara göstermeye başladı. Tam da o
sırada bir minibüs geldi. Üsteğmen Erol, albay rütbeli subayın minibüsten inişini kaygıyla izledi.
"Alay komutan yardımcısıyla konuşacağım."
Üsteğmen Erol, onu istediği yere götürdü. Heyecanı ve gerginliği biraz daha artmıştı. Bir süre sonra,
alay komutan yardımcısının telefonu geldi:
"Alaya anons yap. Bütün subaylar yemekten sonra gazinoda toplansınlar. Yeni alay komutanımız
konuşma yapacak."
"Yeni alay komutanımız kim ?"
"Şimdi yanımda..."
Nizam Karakolu nöbetçi subayı olmak, her şeyden sorumlu olmak anlamına geliyordu.
"O albay nasıl alay komutanı olur? Genelkurmay'dan gelen genelge asılı. Orada, Genelkurmay
başkanı ya da cumhurbaşkanının emri olmadan hiçbir harekete geçemeyeceğimiz yazılı. Elinde
Genelkurmay'dan ya da cumhurbaşkanından alınmış bir yazılı emir var mı ? Bu işten Nizam Karakolu
nöbetçi subayı olarak ben sorumluyum. Eğer yazılı emri yoksa, buna rağmen o albay subaylarla
konuşmaya gelirse onu tevkif ederim."
Alay komutan yardımcısının da sesi yükselmişti:
"Ne demek tevkif ederim ?"
"Ben görevimi yapıyorum !"
Üsteğmen Erol, soluğu gazinoda aldı ve orada içinde olduğu örgütün subaylarına durumu anlatmaya
çalıştı:
"Salan gitmeyin !"
Yemek bitmiş, yeni komutan odadan çıkmamıştı. Gazino toplantı için hazırlandı, subaylar yerlerini
alıp oturdular... Üsteğmen Erol, moralini yüksek tutmaya çalışıyordu... Belki de tepki, toplanda
katılmamakla değil, toplantıya katılıp rest çekmekle anlam kazanırdı. Tanıdığı subaylara yaklaşıp,
"Kalkın konuşun" dedi.
"Tamam... Gelsin de bir bakarız..."
Şey, Üsteğmen Erol'un öngörüsü dışında gelişiyordu ama "ayal kırıklığı içinde teslim olmak yerine,
sonuna kadar dirence karar vermişti.

Yeni alay komutanı geldiğinde subayların büyük bir bölümünün yerlerinden kalkmaması Üsteğmen
Erol'a, çölde susuz kalmış bir insanın dudaklarını yalayıp geçen su gibi geldi. Yeni alay komutanı
bozulmuştu. Konuşmasını da moral bozukluğu içinde yapmış alay komutanlarının rahatsızlandığını,
onun için alaya komuta etmek için kendisinin görevlendirildiğini tedirginlik içinde anlatmıştı. Sonra
içindeki ezikliği bastırmaya çalıştığını belli eden bir ses tonuyla, "Bundan sonra benim emirlerime
göre hareket edeceksiniz. Bütün alayı futbol sahasında içtimaa bekliyorum" demişti...
Üsteğmen Erol, artık mutlaka bir şeyler yapması gerektiğini düşünüyordu. Cesaret kimi zaman,
sonrasını hesaplamaya gerek duymadan, o an için yapılması gereken neyse, onu yapmaktır.
Ayağa kalktı:
"Albayım, sizin elinizde, alay komutanlığına atandığınıza dair
yazık bir emir var mı?"
Albay, basma bela olmaya niyetlenen bu üsteğmeni başından
savmak istedi:
"Var var... Sonra gösteririm..."
"Hayır, şimdi gösterin !"
Üsteğmen Erol, Genelkurmay'ın genelgesini baştan sona okudu... Sonra yeniden konuştu:
"Ben Nizam Karakolu nöbetçi subayıyım. Elinizde yazılı emir olmadan komutayı teslim alamazsınız.
Görevim sizi tevkif etmektir. Bir saat önce bir alay komutanımız gidecek, bir saat sonra bir başkası
gelecek... Biz koyun sürüsü değiliz... Birileri çobanlan değiştiriyor ama bunu yaparken elinize değnek
vermesi lazım. 0 değnek de sizin elinizde yok !"
O sırada bir subay ayağa kalktı:
"Kesinlikle birliklerimizi toplamayacağız. Sizin emrinize göre
hareket etmeyiz!"
Üsteğmen Erol, bu karşı çıkışla moral buldu ama onun hayalinde böyle bir durumla karşılaştıklarında
ne yapmaları gerektiğini anlatan bir tablo çizilmiş olsaydı, mutlaka birlikte hareket ettikleri
yüzbaşılar çoktan ayağa kalkıp, bu karşı çıkışı desteklerdi. O zaman diğerleri de köşelerine
sineceklerdi. Oysaki, devamı yoktu... O anda havayı kokladı. Toplantıda iki yüz seksen subay vardı.
Eğer albayı o anda tevkif etmeye kalkışsa belki de bir arbede başlayacaktı.
Kritik bir noktada olduğunu anlayan yeni alay komutanı da, "Alayı içtima için derhal harekete
geçirin" sözleriyle, tla*10^ çabucak kapadı.

Erol un ıçı ıçını yiyordu, yem alay komutanı yururKen, mzıa yanma ulaştı:
"Yazılı emrinizi gösterecektiniz..."
Yoktu... Yeni alay komutam yazılı emrini gösteremiyordu. Genelkurmay başkanı bile, Muhafız Alayı
komutanını tutuklattıktan sonra, gönderdiği yeni alay komutanının eline "ne olur ne olmaz"
kaygısıyla yazdı emir verememişti. Şimdi, bir üsteğmen, Genelkurmay başkanının genelgesine
dayanarak, yeni alay komutanına yazılı emir soruyorsa, suçlu mu olacaktı ?
Yeni komutan futbol sahasındaki toplantıda konuşurken, Üsteğmen Erol'un kanı bütün vücudunda
hızla dolaşıyordu. Onun, kendisini tutuklayacağım sezen yeni komutan konuşmasmı kısa kesti,
subaylar arasında yürümeye başladı. Artık harekete geçmek için daha fazla bekleyemezdi:
"Sizi tevkif ediyorum!"
Komutan, olduğu yerde çakılıp kaldı. Üsteğmen Erol, konuşmayı sürdürdü:
"Gazinoda yazılı emri göstereceğinizi söylediniz."
"Karargâhta kaldı."
Subaylar, ortamın psikolojisine uygun olarak, ikisinin çevresini bir hilal gibi çevirmişlerdi. Üsteğmen
Erol, komutanı gözaltına aldığı andan sonra nelerin gelişeceğini kestiremiyordu.
"Peki, ben emri istiyorum..."
Yeniden Nizam Karakolu'na döndüğünde saat 16.00'ya geliyordu. Bir süre sonra, ayak sesleriyle
dikkatini kapıya yöneltti. Sert adımlarla içeri giren üç subayın arasından, komutan yardımcısı yarbay
ön plana çıktı:
"Erol, bak sen gençsin..."
"Eee, ne olmuş?"
"Seni kurşuna dizerler..."
Subayların giderek yaklaştığını gören Üsteğmen Erol tutuklanacağını anlamıştı. Ancak birden tank
paletlerinin sesi ortalığı aPİadı. Üsteğmen Erol'un yüreğine okyanus ferahlığı yerleşirin, yarbay,
telaşla "Ne oluyor?.." diye sordu. ıŞte bizimkiler... Biraz sonra burada olacaklar."
Subaylar, Nizam Karakolu'ndan hızla çıktılar. Tank sesleri bir
eşeliyor, bir alçalıyordu ama gelen tank falan yoktu. Üsteğmen
°ı> yalnız kaldığım ve tutuklanacağını düşünüyordu. Son şansı başı Fethi Gürcan'a ulaşmaktı.
Doğruca bölüğe gitti ve Astsu-

bay Münip Tepeci'yi buldu:


"Başımıza bir alay komutanı geldi, herkes kabullenmiş görünüyor. Yukarıdan da bir türlü hareket
emri gelmiyor. Elimizdeki planlardan hangisini uygulayacağımızı dahi bilmiyoruz. Belli ki bir terslik
var. Fethi Binbaşı'ya gidip durumu anlatalım."
Münip ile Muhafız Alayı'nın kırık dökük bir pikabına bindiklerinde, Köşk'ten nasıl çıkacaklarının
planını bile yapmamışlardı. Karşılarına çıkan ve Türkeşçi olduklarını bildikleri teğmenler "Nereye
gidiyorsunuz ?" diye sorunca, olabildiğince kayıtsız görünmeye çalışarak, "Biraz Köşk'ü dolaşacağız"
dediler.
Nöbetçiler tedirgindi... Karşılarında Paraşüt, arkalarında Tank bölükleri vardı. Paraşüt Bölüğü'nün
üsteğmeni de Türkeşçi gençlerdendi ama Üsteğmen Erol'a karşı bir sempatisi vardı. Onların
arasından geçtiklerinde, tank sesleri tümüyle kesilmişti.
Kendilerini Tank Bölüğü'ne attıklarında, oradaki subayların da kendileri kadar durumdan habersiz
olduğunu gördüler:
"Alarmda bekliyoruz ama, Harp Okulu'ndan harekete geçmemiz için emir gemliyor. Muhafız
Alayı'nda durum nedir?"
"Durum bizde de aynı. Acilen Süvari Grubu'na gidip, Binbaşı Fethi Gürcan'la görüşmemiz gerekiyor."
Sonunda Binbaşı Fethi'ye ulaştılar.
"Neler oluyor?"
"Durum çok kritik. Alay komutanının tevkif edildiğini söylediğim arkadaşlardan bir tepki gelmedi.
Mecbur kaldım, gelen notu Türkeşçi subaylara da gösterdim. Yeni alay komutanı olarak biri geldi.
Nöbetçi subayı sıfatıyla yazılı emir istedim. Oyalayıp durdu, elinde yazılı emir yok. Tevkif etmek
istedim ama, bizim oradaki arkadaşlar durumu kabullenmiş görünüyorlar. Bu arada karşı taraf da
örgütlendi. Alayı harekete geçirmemiz imkânsız. Neredeyse beni tevkif edeceklerdi."
Binbaşı Fethi, Üsteğmen Erol daha konuşmasını bitirmeden kararını vermişti.
"Neyle geldiniz?"
"Kırık dökük bir pikapla."
"Anlaşıldı... Şimdi pikaba tekrar biniyoruz."
O sırada, Üsteğmen Turgut Saltoğlu'nu da çağırdı. Hiç zaman kaybetmeden dördü birden pikaba
binerek Köşk'e doğru gitmeye başladılar.
"Nereden gideriz ?"
"Paraşüt Bölüğü'nün üsteğmeni Türkeşçi ekipten. Ama bize Ç1 kışta kolaylık gösterdiler. Aynı yerden
girebiliriz."

"Tamam. Şimdi Köşk'e girer girmez ben hemen bölük komuta-jun odasına gideceğim ve orada
oturacağım. Erol ! Sen kendine güvendiğin bir ekip oluşturacaksın, yeni alay komutanı olduğunu
iddia eden adamı yakalayıp bana getireceksin."
Kırık dökük pikap, Paraşüt Bölüğü'nün arasından sıyrılarak Köşk'e girdi. Bu kez içinde iki değil, dört
kişi vardı.
Binbaşı Fethi Gürcan'ın bölük komutanı odasına girip, uzun namlulu Smith Wesson tabancasını
masanın üzerine koyup otur-masıyla her şey değişmişti. Üsteğmen Erol, onun yardımcısı konumunda
olduğundan, yüzbaşılar emrine girmişti. On kişilik bir ekibi hızla oluşturmuştu ama alay
komutanının nerede olduğunu net olarak öğrenemiyorlardı. Kimileri Nizam Karakolu'nda, kimileri
ise gazinoda olduğunu söylüyorlardı.
"Erol, sen beş kişiyi al gazinoya git! Turgut sen de beş kişi alıp Nizam Karakolu'na git. Neredeyse
oradan alıp getirin !"
Erol ve Turgut, aldıkları emri yerine getirmek üzere altışarlı iki grup halinde pikaplara bindiler.
Erol, ekibiyle birlikte gazinoya ulaştı, içeriye girip baktı, alay komutanı yoktu. O sırada, kısa bir süre
önce kendisini tutuklamaya kalkan emir subayı binbaşıyı gördü, onu yakaladı:
"Sen alçağın birisin!"
Fazla vakti yoktu. Bir an önce Turgut'un yardımına gitmek için karakol tarafına koştu. Camdan,
Turgut'un, yeni alay komutanı ve alay komutan yardımcısıyla konuştuğunu gördü.
Turgut, Silahlı Kuvvetler Birliği'nin konferanslarından tanıdığı ve "Silahlarınız bize mi döndü?" diye
sitem eden komutanlara, "Mensup olduğumuz kuvvetler duruma hâkimdir" yanıtı veriyordu.
Yıldırım gibi içeriye daldı ve Thompson'u yeni alay komutanına dayadı. Hepsini birden pikaba
doldurdular.
Görev eksiksiz tamamlanmıştı. Yakalananlar Binbaşı Fethi Gürcan'ın karşısında duruyorlardı.
Binbaşı Fethi, konukları gelmiş gi-bı nezaketle, "Buyurun, hoş geldiniz" dedi, "sizi bir süre burada
dinlendirelim."
Gözetim altında tutulan albay, yarbay ve binbaşıya çay ikramı yapıldı.
Yeni alay komutanı, bu tutum karşısında cesaretlendi: ^ Acaba bir telefon edemez miyim? Eşim beni
merak eder..." Kusura bakmayın. Bizim eşlerimiz de bizleri her gün merak ec%orlar."

Komutan yardımcısı, söz alıp, ortamı yumuşatmaya çalıştı:


"Yahu Fethi, niye böyle yapıyorsunuz" dedi, "durum hakkında bilgim olsaydı, ben de sizin
saflarınızda yer alırdım. Bu gibi durumlara gerek kalmazdı."
"Daha dün Muhafız Alayı gazinosunda yapılan subaylar toplantısında, alay komutanı ülkenin içinde
bulunduğu siyasî ortamı anlatmış ve bunun çaresinin ne olacağını tartışmaya açmıştı. Durumu
bilmemeniz imkânsız."
Binbaşı Fethi, başlarına iki nöbetçi diktiği "konuklarının" yanından ayrıldı.
O sırada, Köşk'teki durumu bildirmek ve bundan sonra atacakları adımı sormak için Harp Okulu'yla
görüşmeye çalışıyorlardı ama hatlar kesikti. Telsizle de haberleşemeyince, birini bilgi vermek üzere
Harp Okulu'na gönderdiler.
Binbaşı Fethi Gürcan'ın emriyle Tank Bölüğü üç tankı çıkarmış, Köşk'ün önüne dayamıştı.
Onlar Talat Aydemir'e ulaşmaya çalışırken, üst üste gelen telefonlarda Hava Kuvvetleri'nin Muhafız
Alayı'nı bombalayacağı tehditleri ulaşıyor, bu da Muhafız Alayı'ndaki subayları kaygılandırıyordu.
Üsteğmen Erol, paraşütçü astsubayı santrala gönderdi ve kendisinden başka kimseye telefon
bağlamamasını istedi. Böylece dışardan gelen ihbarları denetlemek ve Muhafız Alayı'ndaki çözülmeyi
engellemek istiyordu.
O sırada, Türkeşçilerin ağırlıkta olduğu tankçılar, namlularını Köşk'e doğru çevirmişlerdi.
Üsteğmen Erol, üst üste aldığı tehdit telefonlarının ardından, çalan telefonu yeniden açtı:
"Şu anda Köşk'te, başbakan, bakanlar, parti liderleri, Genelkurmay başkanı, kuvvet komutanları,
cumhurbaşkanının başkanlığında toplantı yapıyorlar. Tanklar namlularını Köşk'e çevirmiş
durumdalar. Onlar da dışarı çıkmak istiyorlar. Ne yapayım?"
Ankara'da tek bir silah sesi, korkunç bir çarpışmanın işareti olabilirdi. Hava Kuvvetleri alarmı
kaldırmadığı gibi, karacılar da alarma geçmişti. Gelişmeler, Albay Aydemir'in Ankara'daki gücünün
çok büyük olduğunu gösteriyordu. Hükümetin talimatıyla, Ankara civarından çağrılan birlikler de,
albaya bağlı oldukları*11 bildirmişlerdi.

Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel başkanlığında, en güvenli bölge olarak gördükleri Köşk'te toplanan
İsmet Paşa, bakanlar, Genelkurmay başkanı, kuvvet komutanları ve parti liderleri durum
değerlendirmesi yapıyorlardı.
"Kıtalar, tek bir silah atılmadan beş dakika içinde asilerin eline geçiyor. Bu nasıl bir şey?"
YTP Genel Başkanı Ekrem Alican, Talat Aydemir'le görüşme önerisini ortaya atmıştı. İsmet tnönü,
"Ellerinde rehin kalırsın, daha da güçlü duruma gelirler" dedi. Israr edince, albayla görüşmek üzere
toplantıdan ayrılmasına izin verildi.
Ekrem Alican'dan ilk haber gelmişti:
"Meclis'in feshini istiyorlar."
"Bir an önce tedbir almalıyız."
"Ankara civarından destek olarak çağırdığımız birlikler Talat Aydemir'le birlikte hareket ediyorlar.
Hükümetin bu şartlar altında çalışması imkânsız. Geçici bir süre için Eskişehir'e nakledelim."
CKMP Genel Başkanı Osman Bölükbaşı, bu öneriye şiddetle karşı çıktı, İsmet Paşa'ya döndü:
"Paşam ! Gidelim Millet Meclisi'ne, ön sıralarda oturalım, bizi gelip orada teslim alsınlar !"
Çankaya zirvesinde, ne gibi önlemler alınabileceği düşünüldü. Radyoda, bütün siyasî parti
liderlerinin imzaladığı bir bildiri ile cumhurbaşkanı, başbakan ve Genelkurmay başkanının
mesajlarının yayınlanmasına karar verilmişti.
0 sırada içeriye giren Cumhurbaşkanlığı genel sekreteri, durumu daha da gerginleştiren haberi verdi:
"Muhafız Alayı'nda bir kıpırdanma var. Yeni komutan duruma hâkim değil."
Millî Savunma bakanı devreye girdi:
"Köşkü derhal terk edelim. Tehlike büyüyor."
Ancak onlar daha Köşk'ten çıkmadan yeni bir haber geldi:
'Süvari Grubundan Binbaşı Fethi Gürcan, yeni alay komutanı-nı enterne edip Muhafız Alayı'nı ele
geçirmiş ! Tank Bölüğü nam-lulanru Köşk'e çevirdi."
O ana kadar sakin görünen inönü sinirlenmişti:
"Ne yani? Koskoca Muhafız Alayı'nı dört subay mı teslim aldı?"
Uurum giderek kritik bir hal alıyordu. İçerideki gerginlik had ^haya ulaştı. Dışarıya çıkmaları halinde
başlarına ne gelecekleri bilmiyorlardı.

Üsteğmen Erol telefonda duyduklarından heyecanlanmıştı Binbaşı Fethi Gürcan'a döndü:


"Cemal Paşa, îsmet Paşa, Sunay Paşa.. Hepsi şu anda Köşk'te toplantı halindeymiş ! Kuvvet
komutanları ve parti liderleri, kabine üyeleri de içerideymiş. Dışarı çıkmak istiyorlarmış. Ama
tankçılar namlularını Köşk'e çevirdiği için çıkamıyorlarmış."
Bu habere Üsteğmen Erol kadar, Binbaşı Fethi Gürcan da şaşırmıştı. Onlar, Muhafız Alayı'na atanan
yeni komutanı enterne edip, alayın komutasını ele geçirirken, Köşk'te kimlerin bulunduğunu
bilmiyorlardı... Şimdi bütün güç onların ellerindeydi!
"Hemen Talat Albay'a ulaşmamız lazım."
Binbaşı Fethi, "Kimse dışarıya çıkmasın" haberini yolladıktan sonra, ısrarla Harp Okulu'nun
telefonunu düşürmek için uğraşmaya başladı. On beş-yirmi dakika sonra bağlantıyı sağladı:
"Albayım, Gürsel, İnönü ve bütün kabine üyeleri ile komutanlar buradalar. Köşk'ü sardım. Hepsini
enterne edeyim mi?"
* * *
Albay, telefonu aldığında, o anda her şeye hâkim olduğunu düşündü. Bir başkaldırı, kendiliğinden
ihtilalin doruk noktasına ulaşmıştı. Ancak, İstanbul'daki birlikler kendisini yalnız bırakmışlar ve 9
Şubat Protokolü'ne imza atanlar, imzalarından geri dönmüşlerdi. Hava Kuvvetleri hükümetten
yanaydı. Hükümet yanlısı kimi subayların, Genelkurmay karargâhının etrafına tanksavar silahları
yerleştirdiklerini de öğrenmişti. Bu durum üzerine, Tank Taburu, Süvari Grubu ve Harp Okulu bir an
önce harekete geçmek için sabırsızlanıyorlardı. Saatler ilerledikçe kıtaların denetimi güçleşiyordu. On
sekiz bin silahlı güç, patlamaya hazır birer bomba gibi ondan gelecek emri bekliyordu. Harekete
geçtiği anda, tanklar Genelkurmay'ı ve Hava Kuvvetleri karargâhını yerle bir edeceklerdi. Ordu her
yerde birbirine girecek, oluk oluk kan akacaktı.
Kore günlerini düşünen albay, Türkiye'de yaşanacak bir iç savaşın, ülkeyi bölmek isteyen dış güçlerin
de ekmeğine yağ süreceği olasılığıyla derin bir mutsuzluğa düştü.
Her şeye rağmen, Ankara'daki başarısı tartışmasızdı. O andan itibaren liderdi. Ancak bu şartlar
altında bir dikta rejimine si kaçınılmaz görünüyordu. Kendi kellelerini korumak için, ne kadar
protokollere ihanet edenleri yok etmeleri gerekecekti--
Bu koşulları göze alarak altına imzasını atacağı bir ihtilal, yen

ihtilalleri ae gunaeme geureceKu.


Eline geçirdiği en büyük kozu kaçırdığında, kellesini vermeyi de göze alması gerekiyordu... Şimdi,
"Vatan, sana canım feda !" demenin sırasıydı...
Binbaşı Fethi'ye, "Bizim onlarla işimiz yok. Dışarıya çıkışlar serbest, içeriye giriş yasak..." dedi.
* * *
İhtilal hiyerarşisine tartışmasız bağlılık gösteren Fethi Gürcan'ın telefondaki konuşmasını, Üsteğmen
Erol ve Turgut, dikkatle izliyorlardı... Onun ses tonundaki belirgin düşüş, meraklarını iyice çoğalttı.
"Ya... Öylemi?"
Telefonu kapadı.
"Diyorlar ki..."
Üsteğmen Erol, bu olasılığı hiç hesaba katmamıştı.
Köşk'tekilere, dışarı çıkabilecekleri haberi yollandı.
İsmet Paşa, derin bir nefes aldı, albayın başını koyduğu davada baş almayı göze alamadığını
düşündü, yanındakilere döndü:
"Talat, işte şimdi kaybetti..."

30
Devlet ve hükümet yönetiminin, Köşk'ten ellerini kollarını sallaya sallaya çıktığı sırada, Ankaralılar
da iftar sofralarındaydı... Bütçe görüşmelerini sürdüren Türkiye Büyük Millet Meclisi de, toplantı
yeter sayısı kalmadığı için dağılmıştı... Son dört günün gerginliği kulislerde başlıca konu olmuş, kimi
milletvekilleri, ailelerini güvence altına almak için Ankara dışma çıkmışlardı. Bütçe görüşmelerinde
bulunan bir grup milletvekili ise, Meclis'i terk etmeden önce üst kata çıkıp Harp Okulu'nun
harekâtını izlediler. Tank Okulu'nun tankları, karlı yolda ilerlerken, paletlerinden sıçrayan karlar
harekâtı izleyenlerde panik yaratıyordu. Tanklar Harp Okulu'ndan, Harbiyelilerce kesilmiş olan
Dikmen yoluna kadar dizilmişti. Tank Taburu, Dikmen'e giden yolun arkasını tutmuştu.
Hükümetin Genelkurmay karargâhını bile savunacak gücü kalmamıştı. Köşk'ten çıkan devlet ve
hükümet yönetimi, kendilerinden yana olan güce, Hava Kuvvetleri'ne sığınmış, harekâtı
durdurmanın çarelerini arıyorlardı. Cumhurbaşkanı, başbakan ve Genelkurmay başkam, Hava
Kuvvetleri'nde karargâh kurmadan önce hemen yakınındaki Radyoevi'ne gitmiş, konuşmalarını
banda aldırmışlardı. Mesajlar 19.30'dan itibaren yayınlanacaktı. Albay Aydemir'le görüşmek üzere
Harp Okulu'na giden YTP Genel Başkanı Ekrem Alican ise dönmek bilmiyordu. Artık, onun kanalıyla,
hükümet ile ihtilalciler arasında uzun bir pazarlık başlamıştı. İhtilalcilerin pazarlık kapısını açması
ise Başbakan İnönü'yü rahatlatmıştı... Bir kez daha, "Talat kaybetti" diye geçirdi içil" den... İktidar,
elini uzatsa alabileceği kadar yakındı ve on sekiz bin silahlı güç arkasındaydı... Ama pazarlık kapısmı
açması, ikilem içinde olduğunun işaretiydi. Başbakan İnönü, büyük çatış-

malar olacağı kaygısıyla albayın, istekleri karşısında, ödün verilmesinin doğru olacağını söyleyenleri
öfkeyle reddetti: "Gerekirse oluk oluk kan dökülür."
* *
Sıdıka çoktan iftarını açmış, namazını kılmış, dinlenmeye çekilmişti. Günlerdir gerginlik içinde olan
kocasını ancak birkaç kez görme şansı bulan Esma, Ankara Radyosu'nun, cumhurbaşkanı, başbakan,
Genelkurmay başkanı ve parti liderlerinin mesajlarının yayınlanacağı anonsunu duyunca, hemen
radyonun başına koştu.
Önce Genelkurmay başkanı konuşmaya başladı:
"Türk Silahlı Kuvvetleri'nin şerefli mensupları, Türk ordusuyla ilgili olarak yabancı ve düşman
radyolarda maksatlı bazı haberler yayılmaktadır. Bu haberlerin hepsi yalandır... Bunlar Türk vatanını
parçalamak ve karanlık emelleri için aziz milletimizi bir kardeş kavgasına sürüklemek isteyenlerin
tahriklerinden ibarettir."
Esma da, diğer Ankaralılar gibi bütün dikkatini radyodaki konuşmalara vermiş, fakat o da,
Ankaralılar da ne olduğunu anlayamamıştı.
Ardından, cumhurbaşkanın orduya seslenen mesajı yayma girdi:
"Seni aldatmak ve yanlış yollara sevk etmek isteyenler var. Onlara uyma... Senin eserin olan bugünkü
rejimi sana yıktırmak istiyorlar... Aldanma..."
Sıra başbakanın mesajına gelmişti. Esma, bütün dikkatini radyoya verdi. Kalbi heyecanla
çarpıyordu...
Ve... Radyoda klasik müzik parçalan çalınmaya başlandı... Ne olmuştu, ne olmuştu, ne olmuştu?..
Bu soru, radyoları başındaki Ankaralıların beyinlerinde tekrarlanıp duruyor, ama müzik yayım
sürüyordu... Bir süre sonra müziğin tarzı değişti:
"Bir tatlı huzuur almaya geldim, Kalammş'taaaan, ah Kala-u't"
Radyolarından iki saate yakın bir süre müzik dinleyen vatandaş, sonunda yayın tümüyle kesilince, ne
olup bittiğini anlamak lcw sokaklara döküldü... Yolda gördükleri subayları çevirip, "Ne oluyor, kim
ihtilal yapıyor?" diye soruyorlardı. Radyoevi'nin önü-ne biriken kalabalık, başbakanın mesajının
banttan yayınlandığı-

nı bilmediğinden, canlı yayın sırasında ne olduğunu öğrenmek istiyorlardı.


Bilmiyorlardı ki, Harbiyeliler, radyoda yayınlanan mesajları duyunca, durumdan vazife çıkarmışlar
ve onları susturmak için verici istasyonunu ele geçirmişlerdi. O sırada, verici istasyonunda herhangi
bir arıza durumunda çalınmak üzere tutulan müzik bantlarmı rasgele yayına veriyorlardı. Bu şurada
Harp Okulu'ndan ihtilal mesajı istiyorlar, ama istedikleri mesaj gelmiyordu... Onlar mesaj
bekleyedursun, hükümetten yana olan havacılar merkez santralına ulaşmışlar, verici istasyonuna
cereyan veren şalteri indirmişlerdi, îşte radyo bu nedenle saatlerdir suskundu.
Millî Savunma bakanının özel kalem müdürü Kurmay Yarbay Talat Turhan, 22 Şubat gecesini
makamında geçiriyordu. Ne olup bittiğini öğrenmek isteyen herkes ziyaretine geliyor, odası dolup
taşıyordu. Anadolu'nun çeşitli yerlerindeki generaller telefon hattında, Ankara'daki havayı
soruyorlar, kararlarını ona göre verip, kendilerini emniyete almanın yollarını arıyorlardı. Durmak
bilmeyen telefonu yeniden çaldığında saat 22.00'yi gösteriyordu. Arayan, iki gün önce konuştuğu
Millî Emniyet başkanıydı...
"Memleket batıyor, çare bul!"
Koskoca tümgeneral, emrinde kıtası olmayan bir kurmay yarbaydan çare bulmasını istiyordu.
"Benim emrimde dört sivil memur, iki hademe var. Bunlarla mı
çare bulacağım?"
"Benimle bu şekilde konuşma!"
"Ben yarbayım, siz omuzu çaprazlı yarbaysınız. Türkiye'nin en etkin örgütünün basındasınız."
"Ne yapabilirim ?"
"Ne yapılması gerektiğini size 19 şubat günü açıklamıştım-Önerimi dikkate alsaydınız bu olay
oluşmazdı. Olayın patlamasına atamalar neden oldu. Atamaları durdurun. Sonra ben başkal-dirinin
lideriyle görüşüp olayın büyümesini önlemeye çalışırım-
Millî Emniyet başkanı, Talat Turhan'ı yarım saat sonra yemden aradığında, kendisine arabulucuk
öneriyor ve buluşma51 için etkin bir tuğgeneralin ismini veriyordu. Tuğgeneral de kendisini
Genelkurmay ikinci Başkanı Menduh Tağmaç'la görüşü' recekti.

Genelkurmay'a doğru giderken, söz konusu tuğgeneral ile Al-baY Aydemir'in birkaç ay önceki
karşılaşmalarını anımsadı. Albay Aydemir'in odasında otururken, tuğgeneral içeriye girmiş, öğrencisi
bile odasma geldiğinde ayağa kalkan albay, yerinden kı-jjuldamamıştı. Sonra, kendine güvenli bir ses
tonuyla, "Gel baka-İjm teypli general" demişti, "beni dinlemeye mi geldin?"
-Tuğgeneralin albayın önüne giderek bütün düğmelerini açtığı-m ellerini kaldırarak, "Beni ara"
dediğini, bunun üzerine albayın ona oturması için yer göstermesini ilgiyle izlemişti.
Talat Turhan'ın, etrafa kar sıçratan arabasının tekerlekleri Kara Kuvvetleri Komutanlığı'nın önüne
geldiğinde durdu. Tuğgeneralle buluştu ve birlikte Genelkurmay'a geçtiler... İçeriye girdiğinde, Kara
Kuvvetleri Komutanlığı ve Genelkurmay Başkanlığı'nda yaşanan panik havasını bütün ağırlığıyla
hissetti. Kimileri perdelerin kapatılmasını istiyor, kimileri Harp Okulu'nun her an binayı kuşatıp,
hepsini öldürecekleri kaygısı içinde bodruma sığmıyordu. Talat Turhan, bu paniği, batan bir
denizaltıdaki denizcilerin psikolojisine benzetti.
Yanında bir grup kurmay subayla makam odasının önünde duran Genelkurmay ikinci Başkanı
Memduh Tağmaç'la karşılaştığı anda, büyük bir hata yaptığını düşündü. Çünkü ikinci başkan
kendisini hasım kabul ediyordu. Belki de kendisini öldürmeye geldiğini düşünüyordu. Yine de Millî
Emniyet başkanının önerisini ona anlattı. Ancak Genelkurmay ikinci başkanının kan beynine hücum
etmişti:
"Sen ne biçim kurmaysın !"
Bu çıkış karşısında, geri adım atmadı ve aynı ses tonuyla yanıt verdi:
"Ben bu etrafınızdaki kurmaylara benzemem. ST 101-5 talimnamesinde yazılı olan kurmay
niteliklerini taşıyorum. Fikir ve kanaatlerimi açıkça söylüyorum."
Ardından Genelkurmay'ı terk edip, Millî Savunma Bakanlığı'n-daki makamına döndü.
ş ğşğ şy ç
bir an önce dışarı çıkmak istemesine, Türkeşçi teğmenle-
Tarih 23 şubata dönmüştü... Muhafız Alayı'nın komutası hâlâ mbaşı Fethi Gürcan'ın elindeydi...
Üsteğmen Erol Dinçer, Albay yaenıir'in, devletin egemen isimlerinin Köşk'ten çıkmalarına vererek,
tarihin akışım değiştirdiğini düşünüyordu. Içeride-^ bi

rin tanklann namlularını Köşk'e doğru çevirmeleri neden olmuştu. Tankların bu duruşu, "çıkarsanız
vururuz" mesajı taşıyordu Bu da içeridekileri kaygılandırmıştı. Albayın, "Bırakın çıksınlar" emri en
beklenmedik karardı. Ama eğer gelen emir farklı olsaydı... Kim bilir, belki de "inönü'yü vururuz"
diyen subayları kontrol altına alamayacaklardı.
Binbaşı Fethi'nin sesini duyduğunda, düşüncelerinin ne kadarını seslendirdiğini bilmiyordu. Belki
de, Fethi Binbaşı konuşmuyordu da ona öyle geliyordu:
"Tarihe İsmet Paşa'yı vurduran adam olarak geçmek istemem !"
Binbaşının kaç Türkeşçi subayı kendi saflarına çektiğine tanık olmuştu. O adamlar da, kendi
arkadaşlarından daha sağlam çıkmıştı. Onlara göre, Türkeşçi kesim ihtilal yapacak güce sahip değildi.
Konuşmalarında, Türkeşçi kesimin kendilerinin açtıkları delikten geçip, ikinci bir darbeyle onları da
devirmeyi amaçladığı sonucuna varmışlardı.
Harp Okulu'nda tatsız bir bekleyiş içindeki albayların moralleri bozuktu. Tayinlerin durdurulması
yolundaki istekleri de Başbakan İnönü'ye çarpmıştı. İsteklerinin yerine getirilmemesi halinde, saat
01.00'de harekâta geçecekleri ültimatomunu vermişlerdi ama karşı tarafta yumuşama yoktu. Birlikler
saatlerdir karlar altında alarm vaziyetinde gergin bir bekleyiş içindeydiler.
Saat 01.00'de Genelkurmay'dan bir heyet geldi:
"Genelkurmay başkanı, alarmdan vazgeçip birliklerinize döndüğünüz takdirde, hiçbir cezaî muamele
tatbik edilmeyeceği yolunda teminat veriyor."
"Genelkurmay başkanının teminat mektubu hiçbir hukukî değer taşımaz."
"Öyleyse aynı teminat mektubunu başbakan yazar."
"O da hukukî bir değer taşımaz."
Heyetteki bir albay, "O Lozan'a imza koymuştur. Her türlü sözünü yerine getirir..." dedi.
Albay Aydemir ve arkadaşları için artık karar verme vakti ge inişti. Teklifi kabul ettiler.
Albay, bir süre sonra, İnönü'nün teminat mektubunu eline al ve okudu:

"Silahlı Kuvvetler başkumandanının emirlerine uymaK ve girişilen harekâta derhal son vermek
şartıyla, şimdiye kadar kan dökülmemiş olması göz önünde bulundurularak, harekâta katılanlar
hakkında hiçbir cezaî takibat yapılmayacağına hükümet başkanı olarak söz veriyorum."
İnönü'nün mektubuyla birlikte, hükümetin kendilerine verdiği kırk beş dakikalık süre de işlemeye
başlamıştı. Alarm kaldınl-mazsa, Hava Kuvvetleri'nin jetleri okulu tarayacaktı. Albaylar aralarında
konuştular ve son kararlarını verdiler...
Aydemir, mektubu katlayıp cebine koydu, yeni bir anonsla subay adaylarını topladı:
"Türk askeri hiçbir zaman birbirine karşı silah kullanmamıştır. Kardeş kanı dökülmemesi için biz
kendimizi feda ediyor, harekâttan vazgeçiyoruz. Hepiniz silahlarınızı bırakarak koğuşlarınıza
gidiniz."
Genç subay adayları taş kesilmişlerdi. Kimse karşı çıkmıyor, ama kimse de yerinden kıpırdamıyordu.
Albay, o anda bir ihtilali durdurmanın, onu başlatmaktan zor olduğunu düşündü:
"Bu bir emirdir..."
Gençler, donmaya yüz tutmuş tembel bir ırmak gibi koğuşlarına doğru yavaş yavaş akarken, hepsinin
gözlerinden yaşlar iniyordu.
Aynı emir, harekâta katılan diğer birliklere de ulaştırıldı. Zaferin sıcaklığını avuçlarında hisseden ve
bu sıcaklıkla kar altında on iki saat boyunca harekete geçme emri bekleyen birlikler, derin bir
şaşkınlık ve hayal kırıklığı yaşıyorlardı. Sabaha doğru saat 03.00'te harekât durdurulmuştu. Kıtalar
birliklerine çekilirken, dev erkek korolarının söylediği "Harp Okulu Marşı" gökyüzündeki kar
bulutlarına çarpıyordu...
Muhafız Alayı'nda, alarmın kaldırıldığı ve harekâttan vazgeçil-^ği emrini alan Binbaşı Fethi Gürcan,
ciğerinde acı bir yanma uygusu hissetti. Genç subaylara albayın emrini ilettikten sonra, d°ğruca
Gülhane Hastanesi'ne gitti...
Harp Okulu'nda birkaç saat dinlendikten sonra evine giden alay ise uykuya çekilmişti. Akşama doğru
çalan kapıyı açtığında,
ermde makineli tabancalarıyla bir grup subay karşısında duruyordu:

"Sizi Ankara Merkez Komutanlığı'na götürmemiz emredildi." Albay, odaya dönüp giyinmek istediyse
de, gözlerinin önünden ayrılmasına izin verilmemişti. Bunun üzerine eşinin getirdiği üniformaları
kapı önünde giyindi ve Merkez Komutanlığı'na doğru yola çıktı. Harekâtın komuta kademesindeki
diğer albaylar ve genç subaylar için de durum aynı olmuştu. Aynı sabah Genelkurmay, Harp
Okulu'nun bir hafta önceden yan yıl tatiline girmesi kararını aldı ve öğrenciler acilen memleketlerine
gönderildi.
Binbaşı Fethi Gürcan'ın, harekâtın durdurulmasından hemen sonra gittiği ve yatırılarak tedavi altına
alındığı Gülhane Askerî Tıp Akademisi Hastanesi'nin etrafı tanklarla çevrilmişti. Binbaşıyı almaya
gelen subayların karşısına dikilen doktoru, onu teslim etmemişti.
Esma, hemen hastaneye koştu... Kocası kesik kesik öksürür-ken, yüreğinde birkaç duygunun
çarpışmasını yaşadı. Onun, haksızlıklara karşı çıkan, görevine sadık, korkuyu tanımayan, verdiği
sözden ölümüne dönmeyen, çabucak karar verip, verdiği kararı sonuna kadar götüren karakterine ne
kadar âşıksa, onu eriten, kendisinden koparmaya çalışan olaylara da o kadar tepkiliydi... Kocasının
solan yüzüne baktıkça, "Bitsin... Bitsin... Bitsin..." diye sayıklıyordu yüreği... Ne olurdu, sihirli bir el
çıksa da, her şey yerine otursa... Ne olurdu, kocası artık kendi hayatım yaşasa...
Ama, daha bu olayın üzerinden kırk sekiz saat geçmeden, yeni bir haberle sarsıldı Esma... Radyo
bülteninde, 22 Şubat Olayla-rı'na katıldıkları gerekçesiyle emekli edilen subayların isimleri
sayılıyordu... O tek bir isme takılıp kalmıştı... Binbaşı Fethi Gürcan... Binbaşı Fethi Gürcan... Binbaşı
Fethi Gürcan...
Kocasının temiz çamaşırlarını alıp evden aceleyle çıktı... Hastanede, onun çizgileri derinleşmiş
yüzünde kederle parlayan gözleriyle karşılaşınca, aynı radyo bültenim onun da dinlediğini anladı. •¦
"27 Mayıs beni sağlığımdan etti Esma... 22 Şubat üniformamdan... Haksızlığa uğradık... Bu işin
sorumluları nerede? İhtilal protokollerine ben mi imza koydum, nerede o protokollere imza koyanlar
ha?"
Esma, yatağın kenarına ilişip, kocasının başını göğsüne çekti-
Albay, nezaretten salıverilmiş, Fethi de hastaneden çıkmış0"' Fethi ile Esma, albayı ziyaret etmiş,
evlerine dönmüşlerdi- W

zaman olduğu gibi radyo açıktı ve evde sessizlik hâkimdi. Başbakan İnönü, radyoda, 22 Şubat
Olaylan'nm değerlendirmesini yapıyordu ve Fethi'nin bütün dikkati bu konuşmadaydı... Başbakan
İnönü, 22 Şubatçılarm Harp Okulu öğrencilerini aldattığını söylerken, rengi iyice sarardı:
"22 şubat akşamı Ankara'da genç ve orta rütbede bir subay kadrosu bazı birlikleri aldatarak harekete
geçti. Ve memleket idaresini ele alarak kendi fikirlerine göre bir rejim kurmaya teşebbüs etti. Bunlar,
demokratik rejimin memlekette huzur tesis etmeye ve milletin kalkınmasını temine muktedir
olamayacağını iddia ediyorlardı. 27 Mayıs'm meşruluğunu kaybetmiş bir idareye karşı yapıldığını
kabul etmeyen tahrikçilerin mevcudiyetini, kendi davranışlarının meşruluğunu sağlamaya yeter
sayıyorlardı."
Esma, sık sık nefes alıp, oturduğu yerde duramayan kocasından gözlerini ayırmıyordu, inönü
konuşmasında 22 Şubatçılan, komuta ettiği kıtaları aldatan, ordunun başındaki büyük komutanları
kendileriyle beraber göstererek öğrencileri kandıran ve bir ihtilal hükümetinin başına geçmek
isteyenlerin hareketi olarak gösteriyordu...
İnönü, "sergüzeştçiler" olarak tanımladığı 22 Şubatçılan bir avuç olarak nitelendiriyordu...
"'Sergüzeştçi' diyor !" diye yerinden fırladı Fethi... "Bir avuçmuşuz... Hepsi avucumuzun içindeydi...
Hepsi... " Yeniden oturdu... Gerilim içinde dinlemeyi sürdürdü: "Şahsî emellerin mahsulü olan
kanundışı hareketlerin meşru ve inandıncı hiçbir değeri olmamıştır ve olmayacaktır... Sergüzeşt
arayanlan..."
Fethi, "Şahsî emeller ha" dedi, "şahsî emeller... Bir haftadır ay-m §eyi yapıyorlar... Durmadan bizleri
küçük düşürmeye çalışıyorlar... Hakaret ediyorlar... İsmet Paşa, 22 şubat günü bize vermek zorunda
kaldığı güvencenin öcünü alıyor."
* * *
Başbakan İnönü'nün konuşmasından iki gün sonra, Albay Ay-emir'le Kızılay'daki Güven Park'ta
görüşüp konuşan Binbaşı ethi, eve neşeli gelmişti...
"Harbiyeli aldanmaz!"
^sma, soran gözlerle kocasını süzdü...
inönü cevabını aldı! İstanbul'da yirmi iki Harbiyeli, Tak-

sim'deki Cumhuriyet Amtı'na çelenk koymuş... Çelenkte ne yazıyormuş biliyor musun ?"

"9 "
"Harbiyeli aldanmaz!"
Fethi bir gazeteci arkadaşı kanalıyla 22 Şubat olayının dış basındaki yorumlarını da öğrenmişti.
Esma'ya, The Times gazetesinin Türkiye'de hükümetin büyük dezavantajlarla kurulduğunu yazdİnı,
koalisyon hükümetinin parti mücadeleleri nedeniyle etkin çalışamadığı yorumunu yaptığını
anlatmıştı. Daüy Telg-ravh ise "Ankara hükümeti ordu desteği olmadan hüküm sürebileceğini henüz
kanıtlayamamıştır" görüşünü ileri sürmüştü.

Deli Mayıs

"Türk halkının kaderi tarih boyunca aldatılmışlığın bir serüvenidir."


Fethi Gürcan

Yıl 1962... 22 Şubat geçmiş gitmişti. Fethi binbaşı artık zorunlu emekliydi. Aylardan yine deli
mayıstı... Esma'yı kandırarak sahip olduğu Sema, altıncı ayma girmişti... Fethi bayılıyordu onun
bebek kahkahasına... Apartmanın bahçesinde, kızını havalarda uçurup, "Semoşum Semoşum / Çokça
da içmişim / Sarhoşum aman" diye bir şarkı tutturmuştu... Hep böyle olurdu. Fethi bir şarkı tutturup
kızını gökyüzüne uçurarak döndürür, o döndükçe, Sema kahkaha atardı...
Apartmana yeni taşınmış bir komşuları diğerine, "Adama bak" demişti "nasıl da mutlu... Herhalde
yeni baba olmuş."
Gülümsemişti eski komşu:
"Ne yeni babası... Onun üç çocuğu daha var..."
Fethi, kendisini izleyen komşulardan habersiz, gömleğinin içine yerleştirdiği Sema'yla kırlara doğru
uzandı.
* * *
Esma, pencereden Fethi'nin, Sema'yla uzaklaşmasını izledi... Kocasının, çocuklarına ve diğer
çocuklara, Harbiyelilere ve diğer gençlere, atlara ve diğer hayvanlara karşı hiç eksilmeyen, hep
bünyen, hiç yorulmayan, hep direnen, hiç pazarlık bilmeyen, hep Çten kalan sevgisiyle gurur duydu.
Ne kadar üzülmüştü oysa son banlarda...

Olaydan bir ay sonra 22 Şubatçılar hakkında cezaî kovuşturma Pumamasına ilişkin yasa tasarısı
Meclis'e gelmişti. Ancak vubatçüarm affıyla birlikte koalisyon ortağı AP, siyasî suçulu-^ yani
DP'lilerin de affı konusunda bastırmaya başlamıştı. Ni-y! af tartışmalarıyla geçmiş, aynı ayın sonunda
22 Şubatçı-

larla ilgili af yasası çıkmıştı. Af yasası Fethi'yi daha çok öfkelendirmişti.


"Affı Kabul etmiyorum" diyordu, "yargılanmaktan da korkmuyorum. Suç işlediysek gereğini
yapsınlar. Bu af, bizim değil, olayları bu noktaya getiren 21 Ekim 1961 ve 9 Şubat 1962 protokollerini
imzalayarak genç subaylan istim üstünde tutan generallerin ve yüksek rütbeli subayların affı...
Onların yüzünden mesleğimi kaybettim! En büyük ceza bu değil mi?"
Kocası, başbakanın, bir yandan 22 Şubat olayını küçük göstermeye çalışarak "af" getirdiğim, bir
yandan da, yaptığı konuşmalarla 22 Şubatçılara çok ağır hakaretler ettiğini söylüyordu. Affa bakılırsa
suçları küçük, hakaretlere bakılırsa büyüktü...
Mesleği ne büyük bir aşktı onun için... Hem üniformasından hem de binicilikten kopmuştu. Kendisi
de aynı durumdaydı ama, önce gelirsiz kalan genç subaylara iş bulmak için çırpınmıştı...
22 Şubat'tan sonra, iş teklifleri yağmıştı kocasına... Bu teklifler ağırlıklı olarak Amerikan
şirketlerinden geldiği gibi, çoğunlukla Ankara dışında oluyordu... Bir keresinde, kocasına Ankara
dışında binicilik dersleri vermesini teklif etmek için eve kadar gelen adamın açtığı çantadaki paralan
görünce ağzı açık kalmıştı... Adamı evden kovan kocasına, "İşin içinde bu kadar para varsa, bu iş pek
sağlam iş değil" demişti hemen...
Sonunda, Maliye Bakanlığı'na müfettiş olarak girmişti... Sivil ama mutsuzdu... Mutsuz...
Pencerenin önünden aynlıp, banyoya yöneldi, kirli çamaşırla-n, pınl pınl çamaşır makinesine
doldururken, ilk kez bir çamaşır makinesine sahip olmalanna da Sema'nm doğumunun neden
olduğunu düşündü. Fethi, küçük kızının doğumundan sonra almıştı onu...
İyi ki doğdun Sema...
* * *
Fethi, 22 Şubat'tan sonra sandıkta biriken parasıyla aldığı san çiçekli koltuk takımının kanepesine
yerleşmiş, elindeki romana kendisini kaptırmıştı. Yaşar Kemal'in, duru ve akıcı dilinde haya bulan
İnce Memed'i okudukça seviyor, Türkiye'deki ağa düzenine karşı öteden beri duyduğu tepki
depreşiyordu. Abdi Ağa nı hakaret ve dayaklanndan kaçtıktan sonra dağa çıkan ince M med'in,
köylüleri inim inim inleten ağasının karabasanı olmas >

kitaptan aldığı tada tat katmıştı.


Ağalar, topraklarını kendilerinden korumak için canını dişine takan halka karşı, dağlarda eşkıya
besliyorlardı... Yaşar Kemal, "Bu yüzden Toroslar eşkıyayla dolup taşar" diye anlatıyordu romanda...
Ovadaki ağaların çıkarları, bu sefer de dağlarda birbirleriyle çarpışmaya başlar. Dağdaki çeteler
birbirlerine düşüp ha bire birbirlerini, fukara halkı öldürürler. Ağaların topraklan büyür.
Bu arada kendi başlanna buyruk eşkıyalar da vardı. Onlar, ağaların kışkırtmalanna aldırmadan,
ağalara ve onların tuttuğu eşkıyalara karşı, fakir halkı ellerinden geldiği kadar korumaya
çalışıyorlardı.
Fethi, İnce Memed'in dağlarda kurduğu hayali ise, ta yüreğinde hissetti:
Varacağım Dikenli düzüne. Beş köyün yaşlılarını toplayacağım başıma. Diyeceğim ki, Abdi Ağa yok
artık. Elinizdeki öküzler sizindir. Ortakçılık mortakçılık yok. Tarlalar da sizindir. Ekin ekebildiğiniz
kadar. Ben dağda oldukça bu böyle sürüp gidecek.
Roman, aklına babasının anlattığı öyküleri getirdi. Mehmet Hamdi Bey, padişaha karşı çıkıp eşkıya
olan büyükbabasının jandarma baskınlanndan nasıl kurtulduğunu, sonunda bir ağacın altında,
ağzında sigarası uyuklarken, uzaktan ateş edilerek vurulduğunu anlatırdı. "Hatta" derdi Mehmet
Hamdi Bey, "ağzından sigarası düşmemiş. Jandarmalar öldüğünden emin olamadıklan için uzun süre
ateşi sürdürmüş, yanma gidememişler."
Kitapta, Abdi Ağa'dan bunalan köylünün İnce Memed'in arkasında olması da hoşuna gitmişti
Fethi'nin:
İnce Memed mi ? İnce Memed dedikleri de bir sabi çocuk ama te-Peden tırnağa yürek...
Soluk soluğa okuduğu kitabı büyük oğlu Ömer'e devretti.
* H= *
^ thi, akşam iş çıkışında kendisi gibi emekli olan, Esma'nın a§abeyi Mustafa Türker'le buluşmuştu.
Birlikte Kızılay'a, Zafer

Çay Bahçesi'ne doğru yürüyorlardı. O yalnızca, kayınbiraderi değil, en yakın arkadaşıydı da...
"Çankaya Protokolü'yle kurdukları hükümet altı ay dayanamadı" diyordu Fethi.
22 Şubatçılarm affıyla ilgili yasa Meclis'ten geceli tam bir ay olmuştu. 1962 yılının mayıs ayında,
koalisyon ortakları AP ve CHP siyasî af konusunda bir anlaşıp, bir bozuşmuşlardı. CHP'yle anlaşarak
kademeli affı kabul eden AP de kendi içinde karışmıştı. Bu sırada askerî kurum ve birlikleri ziyaret
eden Başbakan înönü, "Ordu af istemiyor ama ben çaba göstereceğim" açıklaması yapmıştı. AP,
İnönü'nün askerî kurum ve birlikleri ziyaret etmesini, "maksatlı" olarak değerlendiriyor, iki parti
arasındaki gerilim giderek artıyordu. 27 Mayıs'ın ikinci yıldönümünde gençler, DP'li-lerin affını
protesto etmiş, bir gün sonra da AP'liler il başkanları toplantısında birbirlerine girmişlerdi.
"İsmet İnönü, gazetecilere istifa gerekçesini açıklarken, 'siyasî af konusunun memleket meselelerinin
üstünde değerlendirildiğini, devlet işlerinin yürümez hale geldiğini' söylemiş."
Konuşurken, buluşma yerine gelmişlerdi bile... Etrafa bakmıp, Albay Aydemir ve diğer arkadaşlarının
gelip gelmediğine baktılar. Bu arada Fethi, biraz uzaklarında duran adamı işaret ederek, Mustafa
Türker'e, "Atsinekleri yine peşimizdeler" dedi... Kendi aralarında gülüşerek, gözlerini istihbarat
görevlisi olduğunu anladıkları adama çevirdiler, inadma bakışlarını onun üzerinden ayırmadılar.

32
4 haziran 1963.
Mamak Askerî Cezaevi'nde tutuklu bulunan aslî sanıklara iddianamelerin verildiği 4 haziran günü,
elebaşı olarak tespit edilen dokuz Harbiyeli de kendilerine katılmıştı. Onlar, olayın birinci derece
sorumlularıyla birlikte 1 Numaralı Sıkıyönetim Mahkeme-si'nde yargılanacaklardı. Diğer öğrencilerin
davası ise Harp Oku-lu'nda, 2 Numaralı Sıkıyönetim Mahkemesi'nde görülecekti.
Arkadaşlarıyla birlikte Mamak Askerî Cezaevi'ndeki büyük bir koğuşa konan Harbiyeli Önder Aydınlı
da aynı sorunun yanıtını arıyordu.
Bundan sonra ne olacak ?
O da, arkadaşları da Harp Okulu'nda geçirdiği iki yıl boyunca fırtınadan çıkmamışlardı. 27 Mayıs
1960 ihtilali yapıldığında, tepeden tırnağa ideal yüklü olacak kadar gençtiler... İhtilalden hemen
sonra Harbiyeli olmuş, devrim coşkusuyla, genç erkek bedenleriyle birlikte ideallerini de biraz daha
büyütmüşlerdi.
Artık daha çok okuyor, daha çok düşünüyorlardı. Gerçi 27 Ma-yıs'ın gerçekleştirilmesinde, DP
yönetiminin yanlışlarının da, Türkiye'nin kurtuluşunu İsmet Paşa'da görenlerin katkısının da önemli
birer etken olduğunu biliyorlardı ama onlar için 27 Mayıs'ı doğuran gerçek nedenler bunlar değildi.
Onlara göre, 27 Mayıs hareke-Q> Türkiye'nin sosyoekonomik sorunlarına, Atatürk devrimlerinin,
°nun ölümüyle birlikte 1938 yılında rafa kaldırılmasına duyulan ePkiden doğmuş, DP iktidarının
diktatörlüğe giden yönetimi bu ePkiyi büyütmüş, ihtilali hızlandırmıştı... Türkiye, ancak Ata-^k'ün
tanımladığı tam bağımsızlık ve gelişmişlik düzeyine gele-rek kurtulabilirdi. Devrimin amacı da bu
olmalıydı. İktidarı bir par-aen alıp diğerine teslim etmek devrim olarak nitelendirilemezdi.

Genç subaylar ve Harbiyeliler 22 Şubat 1962'ye giden süreci yakından yaşamışlardı. 22 Şubat, Silahlı
Kuvvetler Birliği içindeki bir grubun, diğerlerini tasfiye etmek amacıyla başlattığı ve karşı tarafı
isyana zorladığı bir hareketti.
Genelkurmay başkanından, kuvvet komutanlarına kadar bütün generaller işin içinden sıyrılmış, 69
subay ile 4 astsubay isyancı ilan edilerek ordudan uzaklaştırılmışlardı. Üstelik çoğu hizmet süreleri
dolmadığı için emeklilik maaşı alamıyorlardı. Bunu kabullenmeleri olanaksızdı.
Harbiyeli Önder, 22 Şubat hareketinin durdurulması kararının kendilerine bildirildiği anı düşündü...
Yüreği yemden alev aldı. Hareketin durdurulmasına büyük tepki duymuşlar, isyanlarının gözlerinden
yaş olarak boşalmasına engel olamamışlardı.
Üstelik harekâtın durdurulmasının ardından, Harbiyeliler ve harekâta katılan genç subayların
onurlarıyla oynanmıştı. Harbi-yelilerin tüfeklerinin mekanizmaları sökülmüş, kasaturaları alınmış,
silahları kullanılmaz hale getirilmişti. Tank Taburu'ndaki tankların paletleri sökülmüş, işlerlikleri
yitirilmişti. Bunları yapan da, harekâtta hükümetin yanında yer alan havacılardı. Kendilerine esir
alınmış düşman gibi davranıldığmı düşünüyorlardı. Kendi aralarında, "Savaşmadan esir alındık.
Silahlı Kuvvetler Birliği içinde yer alıp ihanet eden generallerden bu haksızlığın hesabı sorulmalı"
diye konuşmuşlar ve üst kademelere karşı bilenmişlerdi. Başbakan İnönü ise aynı gün, Meclis'e,
yakasına Hava Kuvvetleri'nin rozetini takarak gitmişti...
Ordudan emekli maaşı alamadan atılan genç subaylar, hepsinin içinde birer acı olmuştu. Onlara nasıl
yardım edebileceklerini düşünüyorlardı.
27 Mayıs amacından saptırılmış, 22 Şubat birtakım kişisel hareketlere dönüştürülmüş ve İsmet Paşa
yandaşı generaller, kendi çıkarları doğrultusunda genç subayları harcamıştı. Bunu yapanlar 21
Mayıs'ın da tohumlarını ekmişlerdi. Çünkü, onlar da, genç subaylar da, haksızlığa uğradıklarına
inandıklan 22 Şubatçılara daha çok sempati duymaya, onlarla ilişki kurmaya çalışmışlardı-
Önder, Binbaşı Fethi Gürcan'ın adını da ilk kez 22 Şubat hareketi sonrasında duymuştu. Türk
süvarisini Avrupa'da tanıtmış* yarışmalarda başarılar kazanmış bir subaydı. 22 Şubat sonrasında
genç subaylar ve Harbiyeliler arasında Fethi Gürcan adı hızla yayılmıştı... Süvari Grubu Komutan
Yardımcısı Fethi Birıbaşı> 22 Şubat hareketinde, Muhafız Alayı'nın komutasını ele almış, bu' tün
devlet ve hükümet adamlarını Çankaya Köşkü'nde kıstırmış"

albayın, "Bizim onlarla işimiz yok, çıksınlar" emri üzerine de hepsinin Köşk'ten çıkmasına izin
vermişti. Önder, bu konuyu arkadaşlarıyla konuşurken, Köşk'ten çıkan hükümet ve devlet ileri
gelenlerinin, çıkar çıkmaz harekete karşı plan geliştirdiklerini ve inisiyatifi ele aldıklarını söylüyordu.
Kendisi de, pek çok arkadaşı da, 22 Şubat'ta Cemal Paşa'yı da, Cevdet Paşa'yı da, İsmet Pa-sa'yı da ve
parti liderleri ile kabine üyelerini de Çankaya'da kıstıran Binbaşı Fethi Gürcan'a hayranlık duymuştu.
Bu hayranlık, Türkiye'nin kurtuluşu için ölümüne kader birliği yapacakları bir ağabey bulduklan
umudunu da beraberinde getiriyordu. O artık bir efsaneydi ve onlar efsaneyle tanışmak istiyorlardı.
Harbiyeli Önder'i düşüncelerinden sıyıran şey, askerî savcılıkça hazırlanmış olan iddianamelerin
ellerine tutuşturulması oldu. İddianemede harekâta katılan tüm kişilerin eylemleri anlatılıyor,
suçlannm karşılığı olarak istenen cezalar yer alıyordu.
Dokuz Harbiyeli, o ana kadar yargılanacaklannı akıllanna bile getirmemişlerdi. Onlar ihtilalciydiler
ve iktidar da onlara aynı şekilde karşılık verecekti. Yani yargılanmadan kurşuna dizilecek-lerdi! 21
Mayıs sabahından itibaren bekledikleri de buydu. Ellerine tutuşturulan iddianame, bir yargılanma
sürecinin yaşanacağı anlamına geliyordu ve bu onlar için sürpriz olmuştu...
Hapishanede gardiyan olarak görev yaptıklan halde kendilerine sempati duyan, hareketlerini
destekleyen erler ve subaylar olduğunu anlamalan birkaç saatlerini bile almamıştı. Onlara önce
bulunduklan cezaevinde kimler olduğunu sordular. Herkes oradaydı... Talat Aydemir, Fethi Gürcan,
Rıfkı Erten, Bahtiyar Yalta, Alparslan Türkeş, Talat Turhan ve daha onlarca kişi...
Sıra ikinci aşamaya gelmişti. Ne yapacaklan, nasıl bir politika izleyecekleri sorusunu yine aynı erler ve
subaylar kanalıyla, Talat Albay ile Fethi Binbaşı'ya ulaştırdılar. Sonra da yanıt beklemeye
koyuldular...
Genç Harbiyeliler, ihtilal liderlerinden gelecek yanıtı beklerken yeniden kendi düşüncelerine
daldılar...
ş
giyip albayın evine gitmişler, Binbaşı Fethi'yi de orada §Ormüşlerdi. 22 Şubat hareketinin liderleriyle
bir saate yakın ko-uŞnnuşlar; 22 Şubat öncesinde imzalanan ihtilal protokolleri
Önder, Talat Aydemir ve Fethi Gürcan'la karşılaştığı ilk günü üşündü... 22 Şubat'tan kısa bir süre
sonra, okulun tatil olduğu ır cumartesi günü, birkaç Harbiyeli arkadaşıyla birlikte sivil el-ıseleii

hakkında albaydan bilgi almışlar, 22 Şubat'a geliş sürecini konuşmuşlar ve 22 Şubat'tan sonra
Harbiyeliler ile genç subaylara karşı takınılan tutumu aktarmışlardı.
Harbiyeli grubu bir sonraki cumartesi günü, ikinci ziyaretlerini gerçekleştirdiler. Bu kez adres,
Binbaşı Fethi'nin lojmandaki eşyasını hızla taşıyıp yerleştiği Emekli Subay Evleri'ydi... Dairenin zilini
çaldıklarında, onlan güler yüzle karşılayıp, salona buyur eden Esma Gürcan olmuştu. Hemen
ardından, Binbaşı Fethi, "O... Hoş geldiniz çocuklar" diye girmiş, onlan dinlemeye başlamıştı.
Onlar, bu ihtilalci askerin, evdeki halini merak ediyorlardı... Binbaşı Fethi'nin büyük kızı Gülderen
salona gelip onlara "hoş geldiniz" demiş, Esma Hanım güler yüzle çay servisi yapmıştı. Binbaşı'mn
küçük kızı Sema ise hiçbir şeyi umursamadan gençlerin kucaklarına tırmanıyordu... İhtilalci subay,
çocuklarına bakarken gözlerinden sevecenlik taşıyor, Esma Hamm'la konuşurken sevgisine saygı
karışıyordu...
Sonra her cumartesi onun evinde olmuşlar, aileyi yakından tanımışlardı. Artık onlar da Binbaşı Fethi
ya da Esma Hanım gibi Sema yerine Semoş diyorlar, Gülderen'in pişirdiği kahveleri içiyorlardı. Esma
Hanım, bir süre onların sohbetlerine ortak olur, fikirlerini paylaşır, sonra kaybolurdu...
On yaşındaki Öner'in sağlık sorunlarını, doktorlara göre en fazla on beş yaşma kadar
yaşayabileceğini, bunun Binbaşı Fet-hi'de sürekli kanayan bir yara olduğunu da öğrenmişlerdi...
Ömer ise afacanlığı, çalışkanlığı ve bitmek bilmeyen enerjisiyle fişek gibi bir delikanlıydı...
Cumartesi ziyaretlerinde hep ülke sorunları konuşuluyor, ordudaki parçalanmışlıktan duyulan
rahatsızlıklar dile getiriliyor, çeşitli grupların ihtilal hazırlıkları dillendiriliyordu... Harp Oku-lu'nda
gençler sıkıntılı, komutanlarına karşı güvensizdi... Disiplinsizlik son sınırına ulaşmıştı ve tam bir
başıbozukluk yaşanıyordu. Fethi Binbaşı çok az konuşuyor, daha çok onlan dinliyordu...
Gelişen süreç 21 mayıs 1963'e kadar uzanmıştı.
Önder, kırk elli kişiyi ağırlama kapasitesine sahip koğuşa g°z gezdirdi. Bütün arkadaşlan, bekleme
sürecinde kendi düşüncelerine dalmıştı... Filmi ileriye sardı...
Onlar 21 Mayıs hareketine, amacından çıkmış 27 Mayıs ülküsü nü yeniden rayına oturtmak, Atatürk
devrimlerini kaldığı yerde yürütmek, çok partili sistemi zamanı geldiğinde tam olarak uy&

lamak, Türkiye'nin gelişen dünyada çağdaş bir ülke olarak yer al-inasını sağlamak için kalkışmışlardı.
Düşüncelerine nokta koyup, haber ilettikleri subay ve erleri beklemeye başladı... Bekleyişi fazla
sürmedi... Arkadaşlanna, döndü:
"Bize verilen emre göre, duruşmalarda susacağız. Yalnızca askerî savcıların belirledikleri ve
iddianameye koydukları maddî delillere cevap vereceğiz. Harekâtın ideolojik ve fiilî yönüyle ilgili bir
savunma yapmayacağız."
Sonu yenilgi de olsa, hapishanede ihtilalin hiyerarşik düzeninden çıkmayan gençler, mahkemede
kendilerinden istenen tavn sergilemek çabasını göstereceklerdi. Her ne kadar ilerleyen aşamalarda,
kanlanndaki delikanlılık zaman zaman bu çizgi dışına taşmalarına neden olacaksa da, gerçekleri bire
bir söylemeyeceklerdi.
Harbiyeli Önder, "İfadeler harekâtın gerçekleri değildir. O gerçekleri harekâtı yaşayanlar
anlatmamışlardır. Ben dahil, hepimiz bu karara uymak zorunda kaldık" değerlendirmesini belki de
yıllar sonra yapabilecekti.
Kim bilir, bu belki de ihtilalin lideri albayın, çok iyimser, doğrucu, mertçe ortaya koyduğu bir
düşünceydi... Belki de bütün bunlann başına gelmesinin tek nedeni vardı... O, bir ihtilal lideri olarak
kan dökmeyi değil, tıpkı 27 Mayıs'ta olduğu gibi beyaz bir ihtilal yapmayı amaçlıyordu. Belki de,
sahip olduğu güçlerin ba-şansızlığında, koyduğu bu kural dışında başkaca bir neden yoktu. Basan
biraz kanlı olabilirdi, ama o, yenilginin kendi ölümü olacağını bilse de, kan dökmek istemiyordu. Kan
dökmek bir yana, kimsenin onurunu da kırmak istemiyordu... Onun ihtilalci kimliğiyle sarmaş dolaş
yaşayan centilmen ve kibar ruhu, 21 Mayıs gecesi Harp Okulu'na tutuklanarak getirdikleri generalleri
özgür bırakmış, özgür bıraktığı generaller sabaha doğru onu kuşatışlardı...
Bütün bunlann ardından istediği tek şey, başarısız da olsa harekâtın gücünün anlaşümasıydı... Peki
bu olacak mıydı?
* * *
Harbiyeli Osman Yetkin, bir askerî cezaevinde geçirilen ilk ge-e kolay kolay uyunamayacağım
öğreniyordu... inni yaşmda, bir ihtilal içinde yer almış, girişim başansız ol-

muştu... Osman'ı uykuya teslim etmeyen düşünceleri, 22 Şubat sonrasını yakaladı...


22 Şubat yapılmış, başarılamamış, olaylara katılan subaylar emekli edilmişti. O olayın ardından,
Zafer Anıtı'nm karşısına gelen yerdeki Zafer Çay Bahçesi, önceki komutanları Talat Aydemir ile
kurmay heyetinin uğrak yeri olmuştu. Onlar akşamüzeri Zafer Çay Bahçesi'ne geldiğinde Kızılay'ın
nüfus yoğunluğu hissedilir şekilde artardı. Vatandaşın ilgisi de büyüktü. Hafta sonu tatillerinde izne
çıkan Harbiyeliler de eski komutanlarına ilgi duyarlar ve kendiliğinden yollan eski komutanlannm
bulunduğu mekâna gider, onu izlerlerdi.
Hepsinin içinde 22 Şubat'm acısı vardı. 22 Şubat, iktidara bir adım kala yenilgiye dönüşmüştü...
Onlar da öğrenci olarak hareketin içinde yer aldıklanna göre onlar da kaybetmişlerdi. Statükoya yenik
düşmeleri, devrimci ruhlarında, her geçen gün kendisini daha fazla hissettiren bir isyanın altyapısını
oluşturuyordu. 22 Şubat harekâtından vazgeçilmesinin ardından sicim gibi gözyaşları dökmüşler, 23
şubatta okula gelen hava ve deniz subaylan, gözlerinin önlerinde tüfeklerinin mekanizmalarını
sökmüşlerdi. Bu olayla birlikte yürekleri eski komutanlanna doğru akarken, yeni komutanlanna
doğru da bir öfke yol almaya başlamıştı.
Albayın yerine Harp Okulu komutanlığına atanan general, 23 şubat sabahı erken saatte görevine
gelmiş, ilgili komutanlar ile öğrenci alayını toplayıp tekmil almak istemişti. Ancak, öğrenciler içtimaa
çıkmakta isteksiz davranıyor ve bölük komutanlan da onlara sözlerini geçiremiyorlardı. İç bahçede
bulunan ve kaçmayı başaramayan sekiz on öğrenciyle komutana tekmil verilmişti. Osman ve diğerleri
ise, üzerlerinde çizgili pijamalanyla, pencerelerden salkım saçak aşağıdaki töreni izliyorlardı. Osman,
komutanın başını yukarıya kaldırarak onlara baktığım, sonra da tören alanını terk ettiğini görmüştü.
Aynı gün görevinden aynlan generalin yerine bir başka general atanmıştı.
Her şey, 1962 yılının bir yaz günü, Harbiyelilerin İzmir Menteş kampına gitmek üzere, merasim
düzeninde Kızılay üzerinden, Ankara Gan'na yürüyüşü sırasında başlamıştı... Önde bando takımı,
arkada öğrenci alayı Kızılay'da yürürlerken, Emekli Albay Aydemir de, Zafer Çarşısı'na inen yol
kavşağında, halkın arasında kendilerini izliyordu. Bandonun tempo majörü Zihni Çetiner, eski
komutanını görmüş, asasını havaya atarak onu selamlamış!1-Zihni'nin hareketiyle albayı fark eden
diğer öğrenciler de, başla' nnı çevirerek eski komutanlarına selam durmuşlardı.

Fethi Gürcan öğrencilik günlerinde kız kardeşi Nezahat'la.

Fethi Gürcan öğrencilik günlerinde babası Mehmet Hamdi Bey'le.

Üstte: Nefse (ablası), Fethi, İhsan (ağabeyi), Ömer Tekebaş (sınıf


arkadaşı ve Nezahat'ın kocası), Nezahat (kız kardeşi).
Altta: Halime Hanım (annesi), Gülseren (Nefse'nin kızı),
Mehmet Hamdi Bey (babası).

Fethi Gürcan, Harbiye öğrencisi.

Fethi ve Esma nişanlılık günlerinde.

Fethi Gürcan ağabeyi İhsan'la.

Fethi ve Esma'nın düğün fotoğrafı.

Adapazarı'nda O'nun Süvarisi filminin ekibiyle. Turgut Özatay, Fethi Gürcan, Lale
Oraloğlu.

Üstte: Esma, Sıdıka, Fethi. Altta: Gülderen, Öner, Ömer.

Olimpiyatlarda geçirdiği kaza ara.

Fethi Gürcan bir yarışta.

Binicilik ekibi yurtdışında bir davette.

Binicilik ekibinin yurtdışı gezilerinde çektirdiklerdi anı fotoğraflarından..

Üstte; Mustafa, Sıdıka, Esma, Fethi. Altta: Ayla, Ömer, Kemali, Öner, Gülderen.

Fethi Gürcan (soldan üçüncü) Maliye Bakanlığı Müfettişliği yaptığı günlerde kayınbiraderi Mustafa
Türker (sağdan ikinci) ve arkadaşlarıyla.
Fethi Gürcan.

21 Mayıs'a yaklaştığı günlerde, Emekli Subay Evleri'nin karşısındaki boş arsada. Ömer, Esma, Fethi,
Gülderen, Sıdıka ve Sema (Gülderen'in kucağında).

l-ethi (jürcan.

Fethi Gürcan kızı Gülderen'le.

Fethi Gürcan kayınbiraderi Mustafa Türker'le.

l
; .İNLERİ, DANSI
-]

21 Mayıs Davası Duruşmaları.


Türke$'k\ Aifdeıniri koğuşta tanıştırıp, seslerini
Fethi Gürcan (ön sırada soldan ikinci) Mamak Cezaevi'nde arkadaşlarıyla-
Harbiye'nin Lideri Önder Aydınlı (ön sırada soldan birinci), Talat Aydemir
(ön sırada soldan beşinci), Erol Dincer (ön sırada sağdan birinci).

Osman, Menteş kampına gittiğinde, objektiflerin tarihe aktaracağı bu sahneyi gazetede görmüştü,
ileride Albay Aydemir'in yanacağı olası bir ihtilalde yer almak ve eski komutanına yardımcı olmak
istiyordu. Bu düşüncesini hemen o gün, yakın bir arkadaşına açmıştı. Böylece onun da aynı duygulan
taşıdığını öğrenmişti Birkaç kişiyle daha konuştuktan sonra yedi kişilik bir grup oluşturmuşlardı.
Konuştukları içinde onlan reddeden olmamıştı. Hiç zaman kaybetmeden bir akşam Menteş
kampındaki yüzme tramplenlerinin arkasına düşen sırtta toplanmış, getirdikleri bir silah üzerine
yemin ettikten sonra, Önder Aydınlı'yi başkan seçmişlerdi. Böylece, Harp Okulu'nda ilk yeminli
ihtilal örgütü kurulmuştu.
Aslında örgütlerinin özel çaba harcamasına gerek yoktu. Harp Okulu'nda 22 Şubat'tan sonra, okulda
öğrenci ile komutanlar arasındaki ilişki kopmuştu ve komutanlar öğrenciler üzerinde etkili
olamıyorlardı.
Osman, karanlıkta gözlerini açıp, yattığı yerden koğuşa göz gezdirdi. Bir süre, aynı kaderi paylaştığı
arkadaşlarının soluk alış verişlerini dinledi. Sonra yeniden Menteş kampındaki anılarına döndü.
Kampta bir yazlık sinema vardı ve haftanın belirli günlerinde subay eş ve çocuklan ile öğrenciler
birlikte film izliyorlardı. Bir gün, kamp komutanından, subay eş ve çocuklan ile öğrencilerin "sinema
günlerf'nin aynlması emri gelmiş, emir, öğrencilerin başkaldmsıyla sonuçlanmıştı. Hiçbir
organizasyon olmadan, tüm öğrenciler deniz kenannda toplanmışlar, olayı protesto etmişlerdi. Bir iki
varil gaz taşıyıp, yığın haline getirdikleri kumun üzerine dökerek ateşlemişler, etrafında danslar
etmişler, halaylar çekmişlerdi. Üst düzey komutanlar gelip olayı seyretmişler, ancak onlan engelleme
girişiminde bulunmamışlardı. Ardından bir kortej oluşturarak özellikle komutan ve subaylara ayrılan
bölgeye doğru bir gösteri yürüyüşü yapmışlardı. Harbiye tümüyle askerî sistem ve disiplin dışına
çıkmış, ihtilal havasına girmişti.
Osman, Menteş kampından sonra Ankara'ya döndüklerinde,
Orgütlerini genişletme çabası içine girmediklerini düşündü. Za-
en> okuldaki genel eğilim, aynı yöndeydi. Yapmak istedikleri ilk
^evi şahsen tanıdıkları Albay Aydemirle temas kurmaktı. Sonun-
a küçük bir grupla albayın evine gitmişlerdi. Evde, albayın dışın-
a> 22 Şubatçı diğer isimler de vardı. Uzun sürmeyen bir görüş-
ede, örgüt üyeleri, eski komutanlarına Harbiye'nin genel hava-
sim anlattıktan sonra, Harbiyeli'nin ihtilale eğilimli olduğunu,
olası bir harekâtta Harp Okulunu emirlerine amade kılacaklannı
söylediler. Önder Aydmlı'nın başkanlığını yaptığı örgüt, bu ilk gö
rüşmeden sonra, her hafta sonu Fethi Gürcan'ın evini ziyaret et
meye başlamıştı. w
Öğrenci sohbetlerinde ise 27 Mayıs'm oturmadığı, komitenin yanlışlar yaptığı, DP'nin hortlamaya
başladığı konuşuluyordu.
Harbiyeli Zihni Çetiner, gecenin sessizliğinde yanı başında yatan Ramazan Öztürk'e baktı... Acaba
uyuyor muydu? 22 Şubat sonrasında Harbiye'de kurulan örgütte yer alan Ramazan, her cumartesi
günü, kimi zaman da hafta içi akşamları diğer arkadaşlarıyla birlikte Emekli Binbaşı Fethi Gürcan'a
giderdi... 22 Şubat'm efsane binbaşısını o kadar merak ediyordu ki, bir gün, "Beni de götürün" demiş,
amacına da ulaşmıştı...
Ramazan'ın, başım kaldırıp yastığa yeniden yerleştirdiğini görünce, ona seslenmeyi düşündüyse de
vazgeçti... Zaten yataklarına çekilmeden önce, dokuzu da uzun süre konuşmuş, iddianameyi
yorumlamış, mahkemede sergileyecekleri tavrın nasıl olması gerektiğini konuşmuşlardı. Bu hareketli
tartışmalar sırasında, anılarını tazeleyecek zamanları olmamış, böyle bir ortam da doğmamıştı...
"En iyisi bir an önce uyumak" dedi kendi kendine... Ama uykunun derinliklerine değil, anılarının
derinliklerine gömüldü...
Fethi Gürcan'ın evine gittikleri o cumartesi günü, uzun boylu, çelik bakışlı binbaşı önce, onlara
çocuksu bir heyecanla binicilik anılarından söz etmiş, sonra da yumuşak bir ses tonu, anlaşılır ve kısa
ifadelerle sorularını yanıtlamıştı.
Zihni, "Binbaşım" demişti, "düşünülen bu ihtilalin amacı nedir? Fethi Gürcan'ın sesi kulaklarına, aynı
canlılıkla değer gibi oldu. "Memlekette doğuyu da gördüm, batıyı da... Halkımız yoksul-Sofralarında
hep bulgur pilavı bulunur. Bizim amacımız, onların bulgur pilavının yanma bir tas çorba, bir kâse
hoşaf katmaktır-Bu halk hep sömürülmüştür. 27 Mayıs devrimi siyasîler ebyı > amacına ulaşmadan
yozlaştırılmış, hedefinden saptırılmıştır- * nm kalan 27 Mayıs tamamlanmak zorundadır."
Zihni, onun, halktan yana bir ihtilalden söz ederken, sakin s tonuna karşın içinde "hevenk hevenk"
dolaşan ihtilal fırtınasu1 kendisini de kasıp kavurduğunu hissetmişti.

Arkadaşlarının, binbaşıya, Harp Okulundaki durumu anlattıklarını, bir ihtilal yapmaları halinde
yanlarında olacaklarına söz verdiklerini biliyordu. "Peki binbaşım" demişti, "ihtilalden sonra bizlerin,
yani Harp Okulu öğrencilerinin durumu ne olacak ?"
Binbaşı, hiçbir yanlış anlamaya yol açmayacak şekilde net konuşmuştu:
"Altı ay Ankara'da kalıp, ihtilale muhafızlık yapacaksınız. Sonra, sınır birliklerine atanacaksınız..."
Zihni, onun bu kadar açık konuşmasına şaşırdıysa da, bir şey söylememiş, bir kez daha "22
Şubatçıların Harbiyelileri aldattığını" söyleyen ismet Paşa'nın haksızlık yaptığını düşünmüştü. O gün
kendilerine ulaşan 20/21 Mayıs olaylarıyla ilgili iddianamede de, ihtilal liderleri, Harbiyelileri ve genç
subayları aldatmakla suçlanıyorlardı. "Yine haksızlık" dedi kendi kendine...
Yattığı yerden yavaşça doğrulup koğuşun içinde göz gezdirdi. Herhalde arkadaşlarının çoğu
uyumuştu. Aniden içinin çekildiğini hissedince uykuya sarıldı.
* * *
Kurmay Yarbay Talat Turhan, Mamak Cezaevi'nde, yakın geçmişin derin bir değerlendirmesini
yapıyordu. İçinde olmadığı ama yürek olarak katıldığı 22 Şubat'tan sonra, Millî Savunma Bakanlığı
özel kalem müdürlüğünden Afyon'a sürülmüştü... 20/21 Mayıs Olayları'nın içinde olmadığı gibi,
albayı durdurmak için çok çaba harcamıştı ama onlarla birlikte cezaevindeydi.
1961 Anayasası biraz daha umut getirmişti genç beyinlere... Ya peşinden gelen seçim ? Silahlı
Kuvvetler Birliği seçimlerden sonra toplanmıştı... İstihbarat raporları ellerindeydi. Meclis'e
seçilenlere bakılırsa durum oldukça kötüydü... Kediye ciğer mi emanet edeceklerdi... Bu şartlar
altında müdahale kararı almışlar, ^1 Ekim Protokolü'nü imzalamışlardı. Aslında içlerinde hiç kim-
Se> Ben memleketi çok iyi yönetirim" demiyordu. Onlar yalnızca, memleketi emanet etmek için
namuslu adam arıyorlardı. Bildikleri tek şey Türkiye'nin kötü yönetildiğiydi... Yönetim, atrıussuz
adamların elinden alınıp, namuslu adamların eline ve-^JTıeliydi. Müdahale karan İsmet Paşa'yı
rahatsız etmişti. Çanka-a siyasî partilerle pazarlığa çıkmış, komutanlı demokrasinin temelird atmıştı.
M açılmıştı ama alttan alta sürtüşme sürüyordu. Genel-

kurmay başkam ise ikili oynuyordu. 19 ocak 1962'de Talat Ayde-mir'in Harp Okulu komutanı olarak,
Genelkurmay başkanını ihtilal liderliğine davet ettiği o toplantıda kendisi de vardı. Generallerin
suspus olduğu toplantıda albaylar sert ve ağır konuşuyorlardı. Çünkü onların arkasında itici bir güç,
sırtlarında yumurta küfesi vardı. Onların kırılmasını istemiyorlardı. Genelkurmay başkanı o
toplantının sonunda, İsmet Paşa'ya Silahlı Kuvvetlerin emrinde olduğunu söylediğinde ipler
kopmuştu. Silahlı Kuvvetler ikiye bölünmüş, bir kısmı Genelkurmay başkanının yanında, hiyerarşiye
sığınmış, bir bölümü ise kendi yolunda devam kararı almıştı. 9 şubatta yeni bir müdahale karan
imzalanmıştı... Albay Aydemir de o yönde çalışmalar yapıyordu... İşte bütün bu gelişmeler 22 Şubat'ı
doğurmuştu...
22 Şubat'tan sonra emekli listeleri hazırlanmıştı... Kendi ismi de listenin başlarındaydı. Millî
Savunma bakanı, "Bana sormadan sağ kolumu nasıl emekli edersiniz?.." diye çıkışınca, emeklilik
listesinden, sürgün listesine alınmıştı.
Afyon'da sürgündeydi ama aklı Ankara'daydı... 22 Şubatçılara yapılan haksızlık olduğu gibi,
sonrasında yapılan suçlamalar kabul edilir gibi değildi...
Sürgüne gönderilişinden üç ay kadar sonra, 16 mayıs 1962'de kendi inisiyatifiyle, kaçak bir arabayla
Ankara'ya, arkadaşlarıyla konuşmaya gelmişti. CKMP il başkam, onun amaçlarını bilerek arabasını
kendisine vermişti. Ankara'da Talat Aydemir, Fethi Gürcan ve Dündar Seyhan'la Maltepe'de bir
subay arkadaşının evinde bir araya gelmiş, önerisini açıklamıştı:
"22 Şubat'ta eksik kalan işinizi tamamlayın. Bir hareket yapın,
işe el koyun..."
Önerisinin gerekçesi de vardı. Onlar lükse, şatafata, israfa izin vermezlerdi. Devlet malı yiyeni domuz
olarak kabul ederlerdi. Oysaki, onlardan kurtulur kurtulmaz, Genelkurmay başkanı ve bütün kuvvet
komutanları eşlerini almışlar, Paris'e gitmişlerdi-Paris'ten pikaplar dolusu mal aldıkları haberi de
çoktan Ankara'ya ulaşmıştı...
"Şimdi Genelkurmay başkanı da, bütün kuvvet komutanlar1 da yurtdışında... Bütün hudutları
kapatın. Eski adamınız olan Genelkurmay ikinci başkanmı da tevkif edin. Bir deklarasyon a işi
bitirin."
Önerisini açıkladığı 22 Şubat emeklilerinin tümü birden Fethi Gürcan'a bakmışlardı. Çünkü, kıtaları
harekete geçire131

cek eylem ııaerı oyuu... . ¦


Yarbay Talat Turhan, Fethi Gürcan'ın saatine bakışını izledi. Fethi Gürcan, başını kaldırdı, "Geç oldu"
dedi, "bu saatte kıtaları toplayamam..."
Yarbay Talat, bu görüşmeden sonra bir hareket olacak mı diye beklemiş ama sonuç çıkmamıştı.
Afyon'da kendi aralarında örgütlenen genç subaylann 22 Şu-batçüann sempatizanları olduğunu
biliyordu. Üstelik genç subaylar kendisini de dışlamıyorlar, yakın davranıyorlardı. Gençler,
hazırladıkları, "Genç Kemalistler Ordusu Bildirisi"ni de kendisine getirmişlerdi. Yapacağı iki şey
vardı. Ya onları ihbar etmek ya da örgütlenmelerinde serbest bırakmak... İkincisini yaptı...
Aylar aylara ekleniyor, bu süreçte Ankara'da neler olup bittiğini yakından izliyordu. Bu kez fikirleri
değişmişti... 16 mart 1963 gecesi yeniden kaçak olarak Ankara'ya gelmişti. Herkes diken üzerindeydi
ve güvensizlik öylesine kol geziyordu ki, onlarla bir evde buluşmayı göze alamamıştı... Bir araba
içinde, artık örgütlenmiş olan ve her an harekete geçmesi beklenen ekiple bir araya geldi. Arabada,
Albay Aydemir, Fethi Gürcan ile 22 Şubatçıla-nn İstanbul kanadından Cevat Kırca vardı...
Bu kez mesajı bir yıl öncesinden çok farklıydı... Batı Anadolu'da oluşan havadan bahsediyor ve şöyle
diyordu:
"Güç sizin elinizde ama şartlar erken... Gerekli şartlar oluşmadı. Biraz bekleyin. Gücümüzü tam
toplayalım."
Albay, onun bu saptamasına sıcak bakmamış, onu okşayarak, "Sen dert etme bu işleri, git 'Garp
Cephesi komutanı' ol" demişti.
Yarbay Talat, adaşı albayın bu ifadesinin çok da hoş bir anlama gelmediğini biliyordu. Yine de, bu
görüşmenin ardından, fikir karargâhında yer alan bir başka emekli subaya gitti... Bilmediği bir Şey
daha vardı ki, yakın arkadaşı Fethi Gürcan, görüşmeye gittiği kişiye kuşkulu bakıyordu.
Düşüncelerini ona da açıkladı:
"Eğer bir darbeye giderseniz başarılı olmaz. Bir potansiyeli de-Şarj edersiniz. Fethi'ye söyleyin...
Gelin, bir ay daha düşünün..."
Bu buluşma da, Albay Aydemir'in kulağına gitmişti...
Ankara'daki görüşmelerinin ardından İstanbul'a giden ve örgü-Urı istanbul temsilcilerinden Osman
Deniz'le görüşen Yarbay Ta-Turhan, ona da görüşmelerini aktarmıştı.
İÇİ içine sığmıyor, Albay Aydemir'i hareketten vazgeçirmenin yol-arıru arıyordu. Eşi, Talat
Aydemir'in eşi Şadan Hanım'la yakın dost-
¦•• Şadan Hanım'ın albay üzerinde etkili olduğunu düşünüyordu.
Kendi eşi de havayı kokluyor, olayları kendisiyle birlikte yakın-dan izliyordu. Sonunda ona, "Kalk git,
Şadan Hamm'ın misafiri ol Ne oluyor, ne bitiyor söyle..." dedi.
Eşi, 20 martta, on iki gün kalmak üzere Talat Aydemir'in evinde, Şadan Hanım'ın konuğu olmuştu...
Eşi ihtilal liderinin evinde konuk olduğu süreçte, 31 mart 1963'te ihtilal yapılması kararı alınmış,
sonra vazgeçilmişti... 1 nisan 1963'te evine dönen eşinin ise bunlardan haberi yoktu... Hiçbir şey
yapamamıştı...
Ama Talat Turhan vazgeçmiyordu... 10 nisanda İzmir'e gitti ve Talat Aydemir'in oğlu Metin'i buldu.
"Metin... Babanın, 'bizim adamımız' dediği kişilerin bir etkinliği yok. Bir harekete kalkışırsa sonuç
alamaz. Babanın üzerindeki
etkini kullan."
Aslında, o ekip içindeki en yakın arkadaşı Fethi'ydi ama o kendisiyle diyalog içinde değildi. Bu
kopuşun nedeninin, arkadaşını emniyete almak mı, yoksa girişeceği hareketi emniyete almak için mi
olduğunu ise bilmiyordu.
O sırada İzmir'de bir ameliyat oldu. O ameliyatlıyken, genç subayların hazırladığı bildiri ele
geçirilmiş, genç subaylarla birlikte kendisi hakkında da tutuklama kararı çıkmıştı... 19 nisanda
İzmir'den alınmış, Ankara'ya getirilmişti. Merkez komutan yardımcısının odasında özel şartlar içinde
gözaltına alınmıştı. O gözaltındayken, mayıs ayının başlarına denk gelen Kurban Bayramı'nda Talat
Aydemir ile Fethi Gürcan'ın, Ankara'da bir arkadaşının evinde kalan eşini ziyarete gittiklerini, ona
moral verdiklerini de öğrenmişti.
Bir aylık sürenin sonunda, 20 mayıs akşamı, bir arkadaşı kanalıyla, davayla ilgili soruşturmaya gerek
olmadığı ve ertesi gün tahliye edileceği haberini almıştı. Ancak serbest bırakılacağı gün, 20/21 Mayıs
Olayları patlak verince, yaşamı altüst olmuştu. Sıkıyönetim ilan edilmiş, Ankara komutanlığına da, 21
Ekim Müdahale Protoko-lü'ne imza koyup bir gün sonra vazgeçen, ardından da, aynı protokole imza
koyanların karşısında yer alan Orgeneral Cemal Tural getirilmişti. Cemal Tural, "Bunlar da 21
Mayısçılarla birlikte hareket etmişlerdir. Davaları birleştirin" emri verince, Mamak Askerî Ceza-
evi'ne alınmıştı. Oraya geldiğinde, kendisiyle birlikte dokuz kişu1111 Genç Kemalistler Ordusu davası
nedeniyle tutuklandığını öğrendi-20/21 Mayıs olayının sanıkları ise ancak bir hafta sonra ManiaK
Cezaevi'ne gelmişlerdi. Çünkü o süreçte sorguda birbirlerinden ayrı tutulmuşlardı.

Albay Aydemir, elindeki bildiriyi bir kez daha gözden geçirdi... Birazdan gazeteciler geleceklerdi...
Evinde kendisiyle birlikte gazetecileri bekleyen arkadaşlarıyla sohbet ederken, küçük boşluklardan
yararlanarak, son günleri değerlendiriyordu. Onlar kendilerine isim koymadan, isimleri konulmuştu.
Artık "22 Şubatçılar" olarak anılıyorlardı. Kamuoyunun ilgisi üzerlerindeydi... Üstelik dış basın da
onlardan söz ediyordu. Bir yanda başbakanın tahrik edici konuşmaları, öte yanda bürokratlardan
üniversite öğretim üyelerine, gazete sahipleri ve yazarlarına, farklı partilerden kimi siyasetçilere
kadar geniş bir yelpazenin ilgisi onları bir örgütlenmeye itiyordu. Başlangıç noktalan, 22 Şubat'ta
emekliliklerini hak etmedikleri halde ordudan atılarak gelirsiz kalan genç subaylar için bir yardım
sandığı oluşturmaktı. Ama bunun anlamının daha derin olduğunu hepsi biliyorlardı. 22 Şubat'ta
emekli edilenler bir seçim yapmışlar, idare heyetini belirlemişlerdi. Onun muhalefetine karşın, idare
heyetine seçilen kimi üyeler kendi aralarında bir seçim yaparak lider belirlenmesi konusunda ısrar
etmişti. İlgi, liderlik çekişmesini de beraberinde getiriyordu... Aralarında On Dörtlere sempati duyan
isimlerin olduğu apaçık ortadaydı. Belki CHP'yle temasta olanlar a vardı. Sonuçta, idare heyeti, kendi
arasında yaptığı seçimde li-der olarak kendisini değil, bir başkasını seçti.
idare heyetinde yer alan Fethi Gürcan, seçim sonuçlanna res-tinı Çekmiş, "22 Şubat'm doğal lideri
Talat Aydemir'dir. Gençler böyle bir seçimi kabul etmez!" demişti.
Kendisi de, seçilen lidere, bu kadroda görev alamayacağını
°ylemişti ve ertesi gün yapılan toplantıya katılmamıştı. Orada,
hi Gürcan, "Ben size söylemiştim. Bu hatayı düzeltmemiz la-

zım" diye çıkışmış ve kendisinin katılmadığı toplantıda liderliği kabul edilmişti.


Albay Aydemir, arkadaşlarını gözleriyle taradı. Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel, af tartışmaları
nedeniyle istifa eden İsmet İnönü'ye yeniden hükümet kurma görevini vermiş İnönü, üç hafta süren
görüşmelerde sonuç alamamış, görevi cumhurbaşkanına iade etmişti. Hükümet kurma çalışmaları
krize dönüşünce, parti liderleriyle bir toplantı yapan cumhurbaşkanı "Tehlikeli günlere gidiyoruz"
açıklamasıyla birlikte, görevi yeniden İsmet İnönü'ye vermişti... Bunun üzerine yeni hükümet CHP
YTP, CKMP ve bağımsızların katılımıyla dört gün içinde kurulmuştu...
İnönü tam hükümeti kurup rahat edecekken, 5 temmuz 1962'de, gazeteci Ergin Konuksever, 21 Ekim
1961 İhtilal Proto-kolü'nü açıklamıştı. Protokolün umulmayan bir zamanda ortaya çıkması, başta
komutanlar olmak üzere pek çok kişiyi telaşa düşürmüş, hemen ardından 22 Şubatçılann ikinci bir
ihtilal yapacağı söylentileri yayılmıştı... Aynı gün, Meclis'teki hükümet programının görüşmeleri
sırasında ise milletvekilleri gırtlak gırtlağa kavgaya girişmişlerdi. İnönü başkanlığındaki hükümete
karşı olduğu için kısa bir süre önce CKMP'den istifa ederek MP'yi kuran Osman Bölükbaşı,
CHP'lilere, "Silahların gölgesi altında iktidara gelmek istiyorsunuz" deyince kıyamet kopmuştu.
21 Ekim Protokolü'nün açıklanmasından yalnızca iki gün sonra, Başbakan İnönü'nün kurduğu
hükümet Meclis'ten güvenoyu almıştı. İnönü'nün oylamanın ardından yaptığı konuşmanın hedefi ise
22 Şubatçılardı... Başbakan İnönü 22 Şubatçılann bütün ilişkilerini izletiyordu. İstihbarat görevlileri,
emekli subayların evlerinin önünde kamp kurmuştu. İstihbaratçıların ağlarına takılan bir gelişme, On
Dörtlerin yurda dönen ilk temsilcilerinin 22 Şu-batçılarla görüşmesiydi. 21 Ekim Protokolü'nün
açıklanması da yeterince canını sıkmıştı.
Albay, Başbakan İnönü'nün güvenoylamasının ardından yaptığı konuşmanın metnine göz gezdirerek,
altını çizdiği yerleri yemden okudu:
"Ordu içinde bir avuç demokratik nizam aleyhtarı, 22 Şubat ta vahim bir tecrübeye teşebbüs
etmişlerdir. Ordunun kendisi he' men bütünlüğüyle sergüzeştçileri reddetmiştir.
Memlekete hesapsız zararlar vermiş olan 22/23 Şubat itaatsiz

liâi şimdi orclu ıçmae Dır nıraK yaratmaK ve JÖUVUK ıvuııeı ıvıecu--i'nin orduya olan güvenini
sarsmak için bir vesile olarak istis-mar edilmek isteniyor. Buna alet olanlar iyi niyetten mahrum
olanlardır. Vesika diye neşrolunan yazılar, Büyük Millet Mecli-si'nin bildiği, tahmin ettiği ve nihayet
bir ihtilal rejiminin demokratik rejime intikali esnasında tedavi tedbirlerine bağlı hadiselerdir. Büyük
Meclis'in açılıp açılmayacağının münakaşa edildiği günlerde, ordu ile bütün siyasî partiler arasında
vuku bulan temaslar, neticeleri ve demokratik rejimin nihayet kurulmasının başlangıç evresi, yüksek
heyetinizin meçhulü değildir. Bugün vesika diye neşrolunan yazılar..."
Kapı zilinin çalmasıyla birlikte yerinden kalktı... Evine konuk ettiği gazetecilere, Başbakan İnönü'nün
Meclis konuşmasına yanıt olarak hazırladıkları bildiriyi 22 Şubatçılar adına okudu:
"Bir hususu açıkça beyan etmek isteriz ki, İnönü'nün ismi zekâsından büyüktür. Bu zaviyeden tetkik
edilince, Atatürk'ün dehasının stratejik yaratıcılığından sonraki reformlardan mahrum statik
devrenin asıl sebebi anlaşılacaktır. İnönü tükenmiştir..."
Gazetecilerin gözleri büyümüştü. Albay, aslında kendisinin kaleme almadığı, bir gün yollarının
ayrılacağım hissetse de, bu hislerini yanıltacaklarını ümit ettiği arkadaşlarımn hazırladığı, ama hiçbir
ikilem göstermeden sahip çıktığı bildiriyi okumayı sürdürüyordu:
"22 Şubat vahim bir tecrübeye teşebbüs değil, memleketin sayısız dertlerini bir tarafa iterek
İnönü'nün yarattığı siyasî keşmekeşe karşı bir reaksiyondur. Demokrasinin bir türlü rayına
oturtulmak istenmeyişinden ıstırap duyanların bir ikazıdır. Tahtında vatanperverane bir duygu
yatmaktadır. Ordu hakkında bir hayal mahsulü olarak ifade ettiği parçalayıcı ve yıpratıcı beyanlarını,
kendimizi ordudan henüz bir parça addettiğimiz şu anda şiddetle reddederiz. Ordunun partiler üstü
bir görüşe sahip olduğu hakkındaki inancımızı 22 Şubat'ta ortaya koyduk. Bizlerin ağır suçlu
olduğumuzu Meclis kürsüsünde söylemek hangi takibat ve mahkeme ilamına istinat etmektedir? Olay
mahkemeye intikal etmiş °lsaydı o zaman kimin suçlu olduğu daha iyi anlaşılacaktı."
* *
y, demecinin yer aldığı ve tek tek incelediği gazeteleri seh-Par>m üzerine dizmişti. Telefonu durmak
bilmiyordu. Ardı ardına

arayan gazeteciler, öğleden sonra tutuklanacağım, cezaevinde yerinin ayrıldığını söylüyorlardı.


Gerçekten de öğleden sonra savcılığa çağrıldı, hemen mahkemeye sevk edildi ve tutuklandı. Türk
Ceza Kanunu'nun 312. maddesi ilk kez albay için işletiliyordu. Suçu, "Suç olan bir olayı övmek"ti Suç
olan ise 22 Şubat Olayları'ydı. Oysaki, Meclis'ten 22 Şubat Olaylan'nın suç olmadığı yönünde bir af
kanunu çıkmıştı. 22 Şubat Olayları suç olmasına suçtu ama albay, İnönü'nün bu af kanununu asıl
suçluları kurtarmak için çıkardığını düşünüyordu.
Kendisine haber veren gazetecilerin söyledikleri tümüyle doğru çıkmıştı. Gerçekten de, hapishanede,
22 Şubat Olaylan'ndan bir ay kadar önce, içki sofrasında subaylara ve ailelerine küfreden, bu nedenle
de AP'den ihraç edilip, dokunulmazlığı kaldırılan milletvekilinin yanındaki ranzada yatmıştı.
Dokuz gün süren bu maceranın ardından, tutuksuz yargılanmak üzere kefaletle serbest bırakılmıştı.
Yoğun bir ilgi altında hapse girip, yoğun bir ilgi altında tahliye olan albay, gazetecilere, "Türkiye'de
ezelden beri ıstırabını duyduğumuz zihniyetlerde henüz bir değişiklik olmamış" demekle yetinmişti.

voruz. Bu reformun realist bir görüşle süratle tatbikinde azimli ve kararlı olunmalıdır... İşçinin
olduğu gibi çiftçinin de temsilciliğini uygun görmekteyiz."
"'Faşizmin olduğu yerde ben yokum' dediğiniz doğru mudur?"
"Evet."

Albay saatine baktı, tren Ankara'ya ulaşmak üzereydi... İstanbul gezisi umduğundan da iyi geçmişti...
Cezaevinden çıktıktan sonra birkaç arkadaşıyla birlikte trenle İstanbul'a gitmiş, bütün gazeteleri
dolaşmış, üniversiteleri de unutmamıştı. Amacı, 22 Şu-batçıları ön plana çıkarmaktı. On Dörtlerin,
22 Şubatçılar hakkında bir fikirleri olmadığı, kaba kuvvete dayandıkları yönündeki propagandalarına
karşılık vermeyi hedeflemiş, görüşmelerinde, bir süre önce hazırladıkları "Kemalizm Doktrini"ni
anlatmıştı. Bu gezisi gazetelerde geniş yer bulmuştu. Ona göre, Türkiye'de şahıs ve zümrelerin çıkar
hâkimiyetleri vardı ve yapılması gereken ilk iş reformların gerçekleştirilmesiydi.
Dönmeden önce kendisine, işçi hakları konusundaki görüşler1"
ni soran gazeteciye, "Teşri ve icra organlarında fiilen işçiyi temsı
eden uzuvların da bulunmasını prensip olarak kabul ediyoruz
demişti. B
"Toprak işçisi ve sanayi işçisi arasında fark gözetiyor musunuz • "Süratle kalkınmanın toprak
reformuna bağlı olduğuna

34
"Gitsin, herkes gitsin" diye geçirdi içinden Gülderen, "herkes gitsin, babam bize kalsın..." Oysaki bir
dolup bir boşalıyordu evleri... Genç subaylar, Harbiyeliler, 22 Şubatçılar... Babasıyla yalnız kalıp da,
başını omzuna koyamıyordu bir türlü... Akşamlan Kızılay'a yaptıkları gezintileri, Goralı'dan aldıkları
sosisli sandviçleri, bir sinemada hayallere dalmayı özlüyordu...
Bir keresinde özenip makyaj yapmak istemişti... Tam tek gözünü boyamıştı ki babası gelmiş, onu bir
gözü boyalı, bir gözü boyasız görmüştü... Kendisine gülümsemiş, "Git bir makyaj yap da gel, sana çok
yakışacak" demişti... Tabiî, anneannesi, "Ne yapıyorsun Fethi, çocuklar böyle mi eğitilir?" diye araya
girmişti ama olsun...
Birinde de yolda yürürlerken, annesi ile babası gülüşmeye başlamışlardı. Meğerse, karşıdan gelen
şehla bir adamın kendisine baktığını anlayan babası, Esma'yı dürterek uyarmış, sonra da gözünü
şehlalaştınp adama dikmişti. Adam bunun üzerine hızla onlardan uzaklaşınca, Esma kahkahalarla
gülmeye başlamış, Fethi de ona katılmıştı...
Gülderen, salona girip de konuklara kahvelerini nasıl alacaklarım sorduğunda, gülümsemesinin izi
dudaklanndaydı. Erol Dın-çer, kahvesini "köpüklü" ısmarlayınca, damarmdaki asi kan harekete geçti.
Ne zaman kahveyi istediği gibi köpüklü yapamasa, Mustafa Dayı'sı tatlı sert bakışlarını şöyle bir
fırlatır, "Bir kahve yapmayı öğrenemedin" der, Gülderen'in rengini attırırdı. Evlerine en çok giren
çıkan genç 22 Şubatçılardan biri olan Erol Dinçer u1 bu imasını yanına bırakmayacaktı.
Mutfağa gitti, diğer konukların kahvelerini pişirip tepsiye yer

îgstirdikten sonra, küçük cezveye bir kaşık karabiber atıp üzerine su doldurdu, kaynayana kadar
güzelce karıştırdı, kahve fincanına boşalttı. İçinden kahkahalarla gülmek geliyordu... Karabiber
bayağı köpürmüştü...
Hiçbir şey olmamış gibi kahveleri ikram etti, ama salondan çıkmadı. Erol Dinçer'in yüzünü görmek
istiyordu. Olsa olsa ilk yudumda aksınr, tıksınr, gözlerinden yaş gelir, babasının yanında bir şey
söyleyemezdi...
Gözlerini dikip, onu izlemeye başladı. O gerçekten de iyi pişirilmiş bir kahveyi yudumluyor gibiydi...
Acaba, dalgınlıkla karabiber yerine gerçekten kahve mi koymuştu?.. Mutfağa girip, cezvenin dibinde
kalan sıvıyı diline değdirdi, dili alev gibi yanmaya başladı.
Saat ilerlemiş, konuklar vedalaşmaya başlamışlardı. Erol Dinçer, çıkarken, Gülderen'e, "Eline sağlık"
dedi, "yaptığın kahve öksürüğüme çok iyi geldi."
Erol Dinçer, Gülderen'den bir daha köpüklü kahve istemedi...
* *
Fethi pencereden dışanya baktı. İstihbaratçılar, sanki "Ben buradayım" diye bağınyorlardı. Onlan
atlatması gerekiyordu... Kaç kez, birinci kattaki evinin arka balkonundan atlayıp, gideceği yere gitmiş,
dönüşte, ön kapıdan, onlann şaşkın bakışlarını fark et-miyormuş gibi davranıp selam vererek
girmişti... Apartman kapısından çıkıp hemen karşılarındaki boş araziye, oğlu Ömer'in bisikletiyle
daldığında, izini süremediklerini de deneyleriyle ispatlamıştı... Hatta, o bisiklete, üç kişi binerek
uzaklaştıklan bile olmuştu...
Özel toplantılara gitmediği zamanlar ise, elini kolunu sallayarak, apartman kapısından çıkıyordu. Bir
süredir, Erol Dinçer arabasını kendisine bırakmıştı. Birinde, arabayı kenara çekmiş, kenesini taksiyle
takip eden sivil polisi durdurmuş, "Devletin para-sına yazık etme. Boşuna taksi parası harcıyorsun"
demişti, "nereye gittiğimi çok merak ediyorsan, gel seni de götüreyim."
Karşılığında, "Kusura bakmayın, bu da bizim görevimiz" yanıtı-nı alınca, "Kolay gelsin" demiş,
çekmiş gitmişti...
Aslında, devletin istihbarat birimlerinde, kendilerine de bilgi
^lyan elemanlar olduğundan, kapısmm önünde bekleyenlerin
adlarını, hatta geçmişlerini bile biliyordu. O gün kapısında duran
aina katlanamıyordu... Hakkında edindiği bilgiler, hiç de iç açı-

cı değildi. İnadına onu atlatmamaya karar verdi.


Apartman kapısından çıktıktan sonra doğruca sivil polisin yanma gitti:
"Bana bak! Kim olduğunu biliyorum. Bir daha seni arkamda görürsem, ihtilali yaptıktan sonra ilk
önce seni asarım!"
Ona yanıt verecek zaman bırakmamıştı... Arabaya binmiş, son hız toplantıyı yapacakları eve doğru yol
almıştı ve peşinde kimse yoktu.
Toplantıya giderken, zamana sitem etmek geldi içinden... Canı istediğinde hızlı, canı istediğinde
yavaş akıyor; saatleri, takvimleri kendine göre ayarlıyordu...
22 Şubat'ın üzerinden bir yıl, bir ay geçmişti... Kimi zaman koşan, kimi zaman duran, kimi zaman
yalpalayan zaman... Bazen gençlikte olduğu gibi günleri hızla, yıllan ağır ağır akıtan; bazen yaşlılıkla
olduğu gibi saatleri yıla çeviren zaman...
22 Şubat'tan sonraki gelişmeler onları yeni bir örgütlenmeye doğru itmişti... Bir yandan uğradıklan
hakaretler karşısında kendilerini savunmak zorunda kalırken, bir yandan emekli edildikleri halde
işsiz kalanlara iş bulma çabalanna girişmişlerdi. Haksızlık olarak niteledikleri emeklilik işlemi için
dava açmalan da ilişkilerini güçlendirmişti. Üzerlerindeki baskı arttıkça, 22 Şubatla ilgili gerçekler de
su yüzüne çıkmaya başlamıştı. Bütün bunlar kamuyonunun ve özellikle aydın kesimin ilgisini
üzerlerinde topluyordu.
Albay Aydemir'in İstanbul gezisi umduklarından çok fazla ilgi görmüştü. Basının bir kanadı açıktan
destek veriyordu. Hatta bir yazar, albayın bakışlannı Atatürk'e benzetmişti. Onlarla tanışmak,
görüşmek isteyen çevre giderek genişliyordu... Albay yalnızca Türkiye'de tanınan bir isim olmakla
kalmıyor, dış basının da ilgisini çekiyordu. Onun İstanbul'da, bir gazeteye verdiği demeçte, işçi ve
köylünün Meclis'te temsil edilmesi ilkesini benimsediklerini söylemesi büyük yankı uyandırmıştı...
Temmuz sonunda On Dörtler Brüksel'de bir toplantı yapmışlar ve artık bir bütün olarak hareket
etmeyeceklerini ilan etmişlerdi-Alparslan Türkeş bir başka cephede, Orhan Kabibay bir başka
cephedeydi... Onlann dağılması kendi örgütlerini de etkilemişti-Başından beri On Dörtlerle ilişki
içinde olan ve örgütün liderliğine Orhan Kabibay'ı getirmeyi planlayan arkadaşlan aralarından
ayrılmıştı.
Ardından, On Dörtlerden kimi isimlerin girişimiyle, parçalanmış olan ihtilalci gruplan birleştirmek
amacıyla gizli toplantılar düzen

lenrneye Daşıanmışu. /uoay uu lar adına temsilci gönderiyordu. Toplantılara üniversite profesörleri,
milletvekilleri, tabiî senatörler, emekli subaylar, gazete patronları, gazeteciler, doktorlar katılıyordu.
Daha ilk toplantı, bütün ayrıntılarıyla İnönü ve komutanlara gitmişti. Bu nedenle ikinci toplantıda
çözülmeler görülmüştü... Aslmda kimsenin kimseye güvenmediği bu toplantılarda herkes ayn bir
telden çalıyordu.
Ekim ayı hareketli başlamıştı. Tedavi gördüğü hastaneden kaçan müebbet hapse mahkûm DP'li eski
bir milletvekili Yunanistan'a sığınmış, bunun üzerine olaylar başlamıştı. Ankara'da, İnönü'nün istifa
etmesini isteyen bir grup genç AP Genel Merkezi'ni taşlamış, binaya girmiş, AP yöneticileri
kaçmışlardı. AP'den misilleme ise altı gün sonra gelmişti. 7 ekimde AP olayı mitinglerle protesto
ederken, 9 ekimde gençler İstanbul'da Taksim'e yürüyerek "Af yok!" diye bağmyorlardı. Siyasî affın
ilk kademesi Meclis'te kabul edilmiş, Celal Bayar'ın tutuklu bulunduğu Kayseri Cezaevi'nde sevinç
yaşanmıştı. Protesto gösterilerinde, MDO (Millî Devrim Ordusu) ve benzeri rumuzlarla dağıtılan
bildiriler ise dikkat çekiyordu. Bildirilerde af isteyenlere tehditler savruluyordu. Albay, ekim sonunda
MDO'yla ilişkileri bulunmadığını açıklamak zorunda kalmıştı.
22 Şubat hareketinin iki havacı tabiî senatör tarafından çıkanl-dığı kulaktan kulağa yayılıyordu...
Artık gözler havacılar cunta-sındaydı... 1962 yılının sonunda bir başka olay patlak vermişti. Aralık
ayında, on bir hava subayının emeklilikleri, gözleri havacılara çevirmişti. Tabiî senatörlerle bağlantılı
çalışan havacı albay-lann ihtilal planlan hazırlıklan içinde olduklan gizli tutulmaya çalışılıyordu.
Konu Meclis'e taşınmıştı... Başbakan İnönü, 22 Şu-bat'ı birlikte bastırdığı havacılan harcamak
istemiyor, olayı kü-Çük göstermeye çalışıyordu. Ancak tasfiyeye tepki gösteren tabiî senatörler ile
tasfiyeyi isteyen Hava Kuvvetleri Komutanı İrfan Tansel arasındaki gerilim artmış, karşılıklı verilen
demeçler, olayın küçük olmadığını gözler önüne sermişti.
22 Şubatçılara istihbarat yağıyordu. İstihbaratlara göre, ortalığa tehdit saçan MDO, aslmda havacılar
cuntasını kanatlan altına ^an tabiî senatörden kaynaklanıyordu.
Büyük tartışmalar sırasında, CHP'li bir devlet bakanı, Mec-üs'te, "Kimdir MDO?" diye soran bir
milletvekiline, "Kim oldukları söylesem, ayağa kalkarsınız ya da dudaklannız uçuklar" ya-ttıt
vermişti.
olayların hemen ardından CHP'den dört politikacı, üstü ka-

palı olarak bazı ihtilal örgütleriyle ilişki kurduklan gerekçesiyle disiplin kuruluna verilmiş ve partiden
ihraç edilmişlerdi. Başbakan İnönü'yü rahatsız eden, ihracını istediği isimlerin, On Dörtlerin bazı
üyelerinin öncülüğünde düzenlenen koordinasyon toplantılarına katılmalarıydı ama bu açıkça
söylenmiyordu.
İhtilal söylentilerinin ardı arkası kesilmiyor, ordudaki tasfiye hareketi kademeli bir şekilde
sürüyordu.
Albay, bir siyasî parti kurmaları yönündeki önerilere, "Bizler ihtilalci olarak tanınıyoruz. Siyasî parti
kurarsak şansımız olmaz" yanıtım veriyordu.
O da albayı destekliyordu:
"Seçim sandıklarında halk aldatılıyor. Türkiye'de bir sınıf çatışması yok. Çünkü sermaye kesimi,
emekçileri afyonlayarak uyuşturuyor. Sandıktan çıkan sonuç millî iradenin temsilcisi olamaz.
Devrimci güçler bu sistem içinde asla iktidara gelemeyecekler. Geriye bir tek yol kalıyor: ihtilal!"
22 Şubat'ın üzerinden bir yıl geçmeden yeniden ihtilale karar vermişler, hazırlıklarına başlamışlardı.
Onun görevi, ordu içindeki birlikleri ihtilale örgütlemekti. Tür-keşçi kesim, genç subaylar arasına
Turancı fikirler yayıyordu. Bunu önlemek için ilk iş olarak, hazırladıkları Kemalizm Doktri-ni'ni
dağıtmaya başlamışlardı.
Maliye Bakanlığı'mn müfettiş kadrosunda görev yapmak onun ekmeğine yağ sürüyordu. Bu yolla
bütün yurdu dolaşabiliyor, örgütü hızla genişletiyordu. Altı ay gibi kısa bir sürede çengel operasyonu
tamamlanmıştı.
Ankara'da toplanan kursiyer subaylar her fırsatta evine koşuyorlardı. Ankara'ya Andolu'nun çeşitli
bölgelerinden gelen ve ihtilalde görev almayı kabul eden subayların da elleri tetikteydi.
O gün, örgütün Ankara'daki yedi kişilik kurmay heyeti harekâttan önce son kez bir araya gelecekler,
31 mart 1963 tarihli ihtilalin biletim keseceklerdi.
Önlerinde yalnızca üç günleri vardı.
Toplantıda, önce son haftanın olayları tartışıldı.
Kayseri Cezaevi'nde rahatsızlanan Celal Bayar, tedavisinin Ankara'da yapılması amacıyla 22 martta
tahliye edilmişti. Ankara ya gelişinde AP'lilerce büyük sevgi gösterileriyle karşılanan esKi
cumhurbaşkanının, DP'yi öven açıklamalar yapması siyasî or tamda ani bir gerilime yol açmıştı. 24
martta AP Genel Merke önündeki protestolar sırasında, iki grup çatışmış, ikisi polis y^1"

altı kişi yaralanmıştı. 26 martta İstanbul'da düzenlenen mitingde de karşıt gruplar çatışmış, bir gün
sonra, AP Genel Merkezi önün-He çıkan yeni çatışmada parti binası tahrip edilmişti. Albay, bu
olaylar sırasında kendilerinden destek isteyenleri reddetmişti.
Kurmaylardan biri, "Celal Bayar'ın tahliyesine neden olan adlî tıp raporu bugün incelemeye alınmış"
dedi.
Albay, olayla ilgili değerlendirmesini arkadaşlarına aktardı:
"Celal Bayar'ın tahliyesinde çıkarılan olaylar, AP'nin büyümesinden telaşlananların, zinde güçleri
CHP'nin gerisine takmak için düzenledikleri bir oyun. Hazırlayıcıları ise kim olduklarını çok iyi
bildiğimiz MDO'cular... Ve tabiî yine çok iyi tanıdığımız kimi tabiî senatörler. Amaçlan, hem
muhalefete göz dağı vermek, hem de yine CHP adma bir ordu müdahalesine davetiye çıkarmak.
Olaylar sırasında, MDO'cu subaylann, sivil ya da üniformalı olarak sokak olaylanna katılmalan halkın
gözünde orduyu zedeledi. Ankara'daki göstericiler aslında üniversite gençliğini temsil etmiyordu. İki
taraf arasında şiddetli olaylar çıktı. İstanbul'da ise üniversite gençliği olayı kavramıştı. Orada hedef
AP binaları olmamış, ilerici kuvvetler ile gerici kuvvetlerin çarpışması şeklinde cereyan etmiştir."
Albay, vatandaşların hükümete ve partilere güveni kalmadığını, ihtilal için şartlann oluştuğunu,
hazırhklann tamamlandığını, kendilerine bağlı birliklerin emir beklediğini söyledi. Ardından söz alan
Fethi Gürcan, albayı destekledi:
"Genç subaylar ve Harbiyeliler sabırsızlanıyorlar. Ankara ve İstanbul'daki kursiyer subaylar ihtilalde
görev alacaklar. Kurs bitmeden, bu arkadaşlar Anadolu'ya dağılmadan önce işi bitirmemiz gerekiyor."
31 martı 1 nisana bağlayan gece harekete geçilmesi, diğer kur-maylarca da desteklendi. Herakât planı
bütün aynntılanyla ortaya dökülmüştü. Karar alınmış, takvim işlemeye başlamıştı.
Tam dağılacakları sırada kurmay heyetten bir emekli yarbay, Yan kuvvetlerin desteğini sağlamadan
yapılacak bir ihtilal başa-nya ulaşamayacak, koşullar henüz oluşmadı. Onlann desteğini almak
zorundayız" dedi. Herkes olduğu yere çakılmıştı. Fethi, sert bir ifadeyle, "Daha
i karar aldık, ne çabuk fikir değiştirdiniz ?" diye sordu. "Yan güçler diye tutturdunuz, hepsiyle de
görüşüldü... Hiçbir sonuç adadığımız gibi bundan sonra da bir sonuç çıkmayacak. Tür-eŞÇİ grup
ihtilal yapamaz. Böyle bir karar alacak güçleri de yok.
ıkirl
il
erimiz de, yöntemlerimiz de aynı değil!"

Mustafa Türker, kız kardeşinin evinden çıkarken düşünceliydi. Esma için de, Fethi için de
kaygılanıyordu. 31 marttan sonra sinirleri bozulan Fethi'nin hep yanında olmuştu. Onun, "Ben artık
yokum" deyip çekilmesinden birkaç gün sonra Albay Aydemir devreye girmişti. Beklenmedik ziyaret,
kendisinin de kız kardeşinin evinde bulunduğu sırada gerçekleşmişti. Albay, her zamanki gibi kibar
ve centilmendi... Kendisine büyük saygı göstermiş, Fethi'nin gönlünü almaya çalışmıştı. "Bu
adamlarla birlikte yola çıkılmaz. İhtilal kararlı ve güvenilir kadrolarla yapılır. Davaya inanan
insanlarla yapılır" diyen Fethi'ye, "Tarihi ikimiz belirleyeceğiz. Harekâtın güvenliği için son noktaya
kadar tarihi söylemeyeceğiz. Bu şartla isteyen bizimle birlikte hareket eder" demiş, sonunda onu ikna
etmişti.
Mustafa Türker, Fethi'nin karar değiştirmesinde albaya olan vefa borcunun etkili olduğunu
düşünürken, Fethi'nin kanında ihtilal ateşi yanıyordu bile... Zaten hiç sönmemişti ki... Ona, "ben
yokum" dedirten tek neden, birlikte hareket ettikleri arkadaşlarının tavırlarından kaynaklanıyordu.
Ama artık verdiği sözden geri dönemezdi. 21 ekim 1961'de, 9 şubat 1962'de protokollere imza atan
generallerin yaptıklarını yapmayacaktı. Gerçi kendileri onlar gibi ihtilal yeminleri etmemiş,
protokoller imzalamamışlardı ama kendilerine bağlı genç bir kitleye ihtilal vaat etmişlerdi.
Nisan ayının ortalarına doğru, hem Türkeş'le hem de artık birlikte hareket eden havacı On Birler ve
Orhan Kabibay ekibiyle görüşmüşlerdi... Albay, arkadaşlarının önerilerini kulak arkası etmiyordu
ama temaslardan sonuç alınacağına da inanmıyordu.
Eski arkadaşı Türkeş'le baş başa görüşmek istemişti. Albay, daha sonra görüşmeyi ona olduğu gibi
anlatmıştı. Türkeş'e, "Temas ettiğiniz kişiler ve verdiğiniz beyanlar nedeniyle CHP'nin karşısında bir
siyasî parti üyesi gibi görünüyorsunuz. Basında, orduda, üniversitede, aydın kesimde ırkçı ve Turancı
tanınıyorsunuz. Biz gerici tabana basmak istemiyoruz. İlk önce Atatürkçü olduğunuzu deklare edin"
demişti. Türkeş ise bütün bunların kendilerini çekemeyenlerin uydurmaları olduğunu söyleyip,
doğ1"11 dan birleşme konusunu gündeme getirerek albayı şaşırtmışta
"Ben dünya çapında bir liderim. Bütün 22 Şubatçüar da benin liderliğimi kabul ederlerse
birleşebiliriz."
Albay, görüşmeyi noktalayacak yanıtı vermekte gecikmeni

y uır şey ımKan dahilinde bile değil. Birleştiğimiz, liderliğinizi kabul ettiğimiz takdirde otomotikman
biz de bu cepheye {caymış oluruz. Konuşmamız bitmiştir."
Havacı On Birler ve Orhan Kabibay grubuyla yapılan görüşme de olumsuz sonuçlanmıştı.
Albayın görüştüğü siyasetçiler, ordudaki önemli isimlerin, hareketi başladıktan sonra
destekleyeceklerini söylemişlerdi. Örgütün İstanbul ayağındaki arkadaşlarından da Hava
Kuvvetleri'n-den önemli destek alındığı garantisi gelmişti.
22 Şubat'a kadar birlikte hareket ettikleri üst rütbeli kimi subayların kendilerine ilgilerinin sürdüğü
istihbaratı üzerine bu kişilerle de temaslara başlamışlardı.
Bu arada, ihtilal örgütü, gün ve saat belirleme yetkisini albaya bırakmıştı.
Zaman aleyhlerine işliyordu. Kimse boş durmuyor, ihtilal söylentileri birbirini kovalıyordu,
ilişkilerini kopardıkları yan güçler, 22 Şubatçüar için, solcularla temasta oldukları, Yön gazetesi
okuyup, komünist görüşü benimsedikleri yönünde haberler yayıyorlardı. 22 Şubat olayı da, aleyhte
propaganda için en iyi malzeme olmuştu. Albay, her gittiği yerde 22 Şubat'ta işi neden bitirmediği
sorusuyla karşılaşıyordu...
Bütün bunların ardından, Başbakan İnönü, Meclis grubunda yaptığı konuşmada, üç gün içinde çok
vahim haller olabileceğini söylemişti. Komutanlar Konya'da toplanmışlardı. Bu haber de, komuta
kademesinin hiyerarşik bir ihtilal yapacağı yönündeki kaygılarını artırmıştı. Daha önce hiyerarşik
ihtilal isteyen 22 Şubatçüar, artık bunu ülke için tehlikeli buluyorlardı. Böyle bir durum büyük bir
çatışmaya yol açar ve oluk oluk kan akardı.
Albay da, Fethi de yol aynmındaydüar. Harp Okulu bir süre sonra tatile girecek ve öğrenciler
dağılacaklardı. Ya bir an önce harekete geçecek ya da tümüyle vazgeçeceklerdi. Ve tarihi
belirlemişlerdi... 20/21 mayıs 1963...
Bu kararın ardından, fikir karargâhı ve görev alacak birliklere Sürekli bütün bilgiler ulaştırılmış, her
türlü hazırlık yapılmıştı. Anızca ihtilal tarihi gizli tutuluyordu.
"arbiyeli üç öğrenci ise, hedef saptırmak amacıyla, ankesörlü
e efonlardan günde birkaç kez Başbakan İnönü'yü ve devletin
^verdik birimlerini arayarak, "Bu gece ihtilal olacak" diye isim-
"ıbarda bulunuyorlardı. Gerçekten de bu ihbarlarla, istihba-
^Uruluşlannın sinirlerini bozmayı başarmışlardı, ihbarlar her

seferinde boş çıkıyordu.


Albayın son hazırlıklar sırasında sürekli olarak "Kansız ihtilal istiyorum" demesi ve genç subaylara,
"Mecbur kalınmadıkça ateş edilmeyecek" emri vermesi, Fethi'yi huzursuz etmişti:
"22 Şubat'ta da karşı taraf kan dökmek istemediğimizi anladığı için isteklerimiz karşısında direndi.
Bu kez de karşı taraf aynı tutum içinde olduğumuzu sezerse, başarılı olamayız."
Albay, Fethi'nin ihtilal gecesi bütün telefon bağlantılarını imha etmek yolundaki önerisini de gereksiz
bulmuştu.

Mahkeme

Nezahat sabaha doğru ter içinde uyandı. Ağlamaklı bir sesle kocasını uyandırdı:
"Ömer! Kalk..."
"Ne oldu?" ,: ,
Ağlamaya başlamıştı... :
"Çok kötü bir rüya gördüm..." ;
"Sakin ol... Rüya işte..."
"Ama benim rüyalarım çıkar!"
"Ne gördün?"
"Yemyeşil bir alandaymışım... Ulu bir ağaç var... Ağabeyimi görüyorum. Başını değil, yalnızca
bedenini görüyorum ama o olduğunu biliyorum... Ayakları yerden yükseliyor... Etraftan sesler
geliyor... Kimi diyor ki: 'Yükseliyor...' Kimi diyor ki: 'Asılıyor...'"
"Sakin ol..."
"Kalk ağabeyim evden çıkmadan gidelim Ömer... 'Vazgeç' diyelim..."
"Gidelim..."
Nezahat ve Ömer, Gürcanlann kapısını çaldıklarında Esma onları güler yüzle karşıladı... "Ağabeyim
evde mi ?" "İstanbul'da..."
Fethi Gürcan, son ihtilal toplantısı için gittiği İstanbul'dan bir gün sonra dönmüştü. Nezahat yeniden
ağabeyine gitti, rüya5111 anlattı:
"Sana bir şey olursa, deli olurum ağabey... Vazgeç bu işten-"Bu işler çocuk oyuncağı değil. Söz
verdim, söz aldım, ken mi bu işe adadım. Artık vazgeçmem."

"Tabiî ki fiilî hareketi yapan gençlerdir. Bir süvari atını nereye saklasın, bir teğmen tankını nereye
saklasın ? Tank çuvala sığmaz. Onlara bu yolu gösteren biziz. Bizi asm, bu çocuklara yazık etmeyin."
Fethi Gürcan

35

6/7 haziran 1963


Genelkurmay Başkanı Cevdet Sunay, 6 haziran günü, Özel Kalem Müdürü Kurmay Albay Celil
Gürkan'ı çağırmıştı. Albay Ce-lil'e verdiği görev, bir gün sonraki mahkemeyi baştan sona izleyerek
not alması, sonra kendisine aktarmasıydı.
Albay Celil, emri aldığı gün Mamak'a gitti ve yetkililerle görüştü, mahkemeyi izlemekle
görevlendirildiğini anlattı. Yetkili, "Biz kuvvet komutanları için mahkeme salonunun sol tarafına
koltuklar koydurttuk. Kendilerinin yeri hazır" diye açıklama yapınca, şaşkınlığa düştü. Anlaşılan,
konu önce bu şekilde tasarlanmış, sonra kafası çalışan biri onları uyarmış, komutanların mahkemeyi
izlemesinin doğru olmayacağını söylemişti. Sunay, mahkemeyi izleme görevini kendisine vermişti.
"Genelkurmay başkanı gelmeyecek. Onu temsilen mahkemeyi ben izleyeceğim."
"O zaman onlara ayırdığım koltuklardan birine siz oturursunuz."
"Komutanım olur mu? Mahkemede üniformalı bir kurmay alba-ym, elinde not defteri, sanıkların
ifadelerini not alması yakışık alır KU? Mümkün değil olmaz. Ben onlara görünmek istemiyorum."
"Siz bilirsiniz. O halde dinleyiciler için ayrılmış bölümde size bir yer ayıralım."
7 haziran sabahı, sanıklar, kelepçeleri takılı olduğu halde otobüslere bindirildiler ve çok sıkı güvenlik
altında Mamak'taki Muhabere Okulu'na gönderildiler.

Duruşma saat 09.30'da başlayacaktı. Salonu dolduran birinCj derece sanık yakınları ile gazeteciler
heyecan içindeydiler. Her şey Sıkıyönetim Komutanlığı'nca organize ediliyordu. İkisi yabancı yirmi
sekiz gazeteci duruşmaları izlemek üzere sabah saat 06.00'da Jandarma Subay Okulu'nun bahçesinde
toplanmış, otobüslere bindirilerek getirilmişlerdi. Aileler de yine topluca otobüslerle getirilmişti.
Herkes yerini almış, nefesler tutulmuştu.
Sanıklar, duruşma salonuna gidilen holden, birerli sıra halinde ikişer muhafızla geçirilerek, duruşma
salonuna sokuldular. Önce Talat Aydemir, yanındaki muhafızlara rağmen vakur bir yürüyüşle salona
girdi. Hemen arkasında uzun boyu ve sert adımlarıyla Fethi Gürcan belirdi. Rıfkı Erten, Erol Dinçer
ve diğerleri de sırayla salona girerek kendilerine ayrılan parmaklıklı bölüme yerleştirildiler.
Harekâtta yer alan emekli subaylar sivil, diğerleri askerî elbiseler içindeydiler. Ankara Sıkıyönetim
Komutanlığı 1 Numaralı Askerî Mahkemesi'nde yüz üç sanık yargılanacaktı.
Mahkeme heyeti de duruşmanın başlamasına kısa bir süre kala salona girerek yerini aldı.
Duruşma salonuna girilen kapının tam karşısında, yüksekçe bir yerde mahkeme heyetinin kürsüsü
vardı. Arka fonda, çaprazlama iki bayrak bulunuyordu. Mahkeme heyetinin sağ tarafı iddia
makamına ayrılmıştı. Onun sağında, yüksekçe bir yerde ise bir platform daha bulunuyordu.
Platformun üzerine bir masa, bir koltuk yerleştirilmişti. Burası, salonun emniyetini sağlayacak olan
subaya aitti... Çelik başlıklı bir binbaşı, elinde copla "mahkemenin selametini" sağlamak üzere yerini
almıştı. Duruşma sırasında usulsüz bir söz ya da davranış olursa, olaya müdahale edecekti.
Mahkeme heyetinin sol tarafında ise bir kamera, çekim için hazır bekliyordu. Kameranın başında
görevini yapan Ordu Foto-Film Merkezi Komutanı Yarbay Nusret Eraslan, kalp atışları kulaklarında
zonklamaya başlayınca, yüreğinin sesi de kayda girecekmiş gibi kendisini biraz geriye doğru çekti.
Gözleri, Talat Aydemir ile Fethi Gürcan arasında gidip geliyordu. Talat Aydemir, çocukluktan mahalle
arkadaşıydı. Temiz giyimli, terbiyeliydi. Vurdulu kırdı-lı oyunlardan hoşlanmazdı. Ama çocuklar
arasındaki en gözde oyunda bir numaraydı. Kimse ondan iyi misket sallayamaz, kimse onu
yenemezdi. Konya Askerî Ortaokulu, Kuleli Askerî Lisesi ve Harp Okulu'nda da aynı dönemde
okuduğu ve ancak kendi halinde, kavgadan uzak, kibar bir insan olarak tanımlayabileceği Talat'ın bir
ihtilal lideri olacağı hiç ama hiç aklına gelmemişti..-
Ardından gözleri Fethi Gürcan'da takılı kaldı. 1958 yılında"

Adapazarı na, Kenaısı ıçm ÇOK ozeı un amam varisi filminin çekimi için gitmiş, çekim ekibiyle
ilgilenmekle görevlendirilen Fethi Gürcan'ı da orada tanımıştı. Nasıl da kaynaşmış, birbirlerine
güvenmişlerdi. Orada kaldıkları otuz iki gün boyunca ne çok anı biriktirmişlerdi... Oğlu Tanju ise
Fethi Amca'sı-nı hiçbir zaman unutmamıştı...
Eli kendiliğinden boynuna gitti, başını bir ilmekten çıkarır gibi çevirdi... Yine o tik...
Bulunduğu görevde bir yandan tarihe tanıklık ederken, bir yandan da büyük acılar yaşamıştı... Ordu
Film Merkezi, en önemli faaliyetini 27 Mayıs sonrasında yapmıştı. Yassıada duruşmalarının
tamamının hem ses hem de görüntü olarak kaydedilmesi gündeme gelince, gerek yurtiçinden, gerek
yurtdışından pek çok film yapım şirketi bu işi kapmak için yarışmıştı... O zaman Yıldız Harp
Akademisi'ne bağlı çalışan Ordu Film Merkezi'nin komutanı olarak, Devlet Başkanı Cemal Gürsel'e
bu işi kendilerinin yapabileceğini söylemişti... Duruşmaların tamamını izlemiş, kamerasının başında
duyguları en uç noktalara kadar savrulup durmuştu...
Ordu Film Merkezi'yle yakından ilgilenen, bu nedenle de çok sevdiği, DP döneminin Millî Savunma
bakanını duruşma salonunda izlerken içi ezilmiş, yüreği acımıştı... Duruşmalar, devrik DP iktidarının
yöneticilerine ne kadar uzun geldiyse, ona da o kadar uzun gelmişti...
Aynı mahkemede izlediği Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zor-lu'yla ilgili duygulan da anılmaya
değerdi... Onun Süvarisi filminin çekimine başlamadan önce, konu dış ilişkiler açısından önem
taşıdığı için, Millî Savunma bakanının isteğiyle kendisiyle görüşmeye gitmiş, kapı önünde
bekletilmişti. Saatler sonra odasına girip, "otur" denmediği halde oturmuş, bu kez de bakan
kendisini, 'Ben size 'otur' demedim" diye azarlamıştı... Bir binbaşı olarak duyduğu hakarete inat
başını dikleştirerek, "Beni Millî Savunma bakanı gönderdi. Yunanlılar Kurtuluş Savaşı'yla ilgili bir
film yaptılar. Film baştan sona Türkiye aleyhine propaganda yapıyor... Biz de buna karşılık..." diye
söze başlamış, derdini anlatmaya ça-"Şnuştı. Kendisini yarım yamalak dinleyen bakan, bir binbaşının
kaprisleriyle hareket etmeyeceğini söylemişti... Görüşmeyi aktardığı Millî Savunma bakanı, "Sen
çekimlere başla" dediğinde, üzenden büyük bir yük kalkmış, işine yeniden hevesle sarılmıştı...
Bakan koltuğundaki Fatin Rüştü Zorlu da, iki yıl sonra, Yassıca duruşmalarında sanık
sandalyesindeydi...
direnme hakkını kullanacak, ordu da bunu onaylamayacak ve ordu birbirine girmiş olacaktır.
İhtilale karışanlar aldatılmış insanlar değildir, inanmış insanlardır. İnanmamış insanlar seve seve
ölüme gitmezler...
İhtilalin hazırlık safhasında, geniş bir çalışma yapılmıştır 30 ağustos 1962 tarihinden sonra
memleketin gidişatında, siyasî partilerin tutumunda yeniden bu memlekete huzur getirecek bir
durum olmadığı için bütün aydınlar kendi görüşlerine göre inandıkları davayı bir fikre istinat
ettirmek suretiyle bazı hazırlıklara girişmişlerdir. Bu hazırlıklar için ilkönce büyük bir koordinasyon
heyeti oluşturulmuştur. Bu heyete Silahlı Kuvvetler mensupları, basın Parlamento üyeleri ve
üniversite mensupları da dahil edilmiştir."
Koordinasyon heyetinin İstanbul ve Ankara'da yaptığı toplantılardan söz eden albay, toplantılara
katılanların isimlerini de veriyor, bir tabiî senatörün Silahlı Kuvvetler'le temasın sağlanmasını vaat
ettiğini, ancak toplantının Cumhurbaşkanı Gürsel'e kadar duyurulduğunu ileri sürüyordu. Albay,
ordu mesuplarının kendileriyle teması korumak için çaba harcadıklarını da anlatıyordu.
"Bundan hükümet de haberdardı. Hükümet başkanı da haberdardı. Bu çalışmalar hakkında her türlü
tedbirleri alma imkânları da vardı. O halde çalışmamız bir yeraltı teşkilatı değildir.
Anayasa belki şeklen mevcuttur. Fakat şuna da inanmalı ki, 24 ekim 1961'de Çankaya'da yapılan bir
toplantıda Anayasa ihlal edilmiştir. Zamanın Silahlı Kuvvetler başı ve dört parti lideri orada hiçbir
hukukî değeri olmayan bir protokol imzalamıştır. Cumhurbaşkanlığına Cemal Gürsel seçilecek... Bir
Meclis'in seçme hakkı üzerinde Silahlı Kuvvetler heyetinin almış olduğu tedbir acaba Anayasa'yı
çiğnememiş midir?
22 Şubat'ta biz de silahlanarak ayaklandık, bu suretle biz de Anayasa'yı çiğnedik. Çiğnediğimiz ana
kadar olan hareketler alarm dışı hareketlerdir ve af kanununa girmiştir. Görüyoruz ki bir mahkeme
neticesi cezaya çarptırılmamış bu insanlar Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin bir atıfeti olarak
affediliyor. Bu çıkarılmış olan af kanunu bize bir atıfet değildir. Fiilen bizimle birlikte bu ihtilale
iştirak eden birtakım büyük generalleri kurtarmak içindir. Ve bu işten haberdar olan cumhurbaşkanı,
başbakan, tabiî senatörler de dahil, bu insanları kurtarmak içindir.
O halde Anayasa birkaç defa çiğnenmiştir. Çiğnenmiş ola*1 Anayasa'yı son bir kere de biz çiğnedik."
Savcı soruyordu:

un uuvduoıı ucuıoeuıyuıiciı, iveıiuuiiiıı jjıcııaıjjıcııııc


uygun bir görüşleri bulunduğunu söylüyorlar... Neden bir parti veya siyasî dernek kurmuyorlar da
ihtilal yolunu tercih ediyorlar?"
Albay, yanıtlıyordu:
"Kurulmuş olan siyasî partilerle bu tutum içinde bunun mümkün olabileceğine kani değiliz. Dört tane
siyasî parti var. Bu partilerin doktrin veya çalışma tarzları birbirlerinin aynıdır. Bizim esas gayemiz,
Atatürk'ün saat 9'u beş geçe bize bıraktığı ülkü ve gayelerini aynı yerden başlamak suretiyle devam
ettirmektir. İlkönce amacımız bunu bir tek siyasî partiyle tahakkuk ettirmek, sonra ise çok partili
sisteme geçişi kabul etmekti. Eğer, memlekette mevcut siyasî partilerden herhangi birisine bağlanmış
olsa idik bu partilerden hiçbirine giremezdik. Bu dört siyasî partinin memlekete hayır getireceğine
inanmıyorum."
"Sorumu anlamadınız galiba? Niye bir siyasî partiye girmediğinizi sordum."
"22 Şubat ihtilaliyle tasfiye edilmiş insanlarız. İhtilalcilerin bir siyasî partide şansları yoktur."
Talat Aydemirin ardından, sıra Fethi Gürcan'a gelmişti. O önce, Talat Aydemir'in anlattıklarının
tümüne katıldığını söyledi, ardından 20/21 Mayıs gecesini anlatmaya başladı.
"... Tank Okulu nizamiyesine geldiğim zaman iki üç subayla karşılaştım. Bunlardan birisini eskiden
tanıyorum... Beni karşısında görünce şaşırdı, 'Abi nasılsın ?' dedi. Belki de emekli olduğumu bile
bilmiyordu. Sonra arkadaşlarla Tank Okulu'nun koğuşuna gittim. Bu konuda arkadaşların daha
evvelden hazırlıklı olmaları lazım ki beni görür görmez sevinç çığlıkları atarak, 'Ne duruyorsunuz,
haydi vazifeye' dediler..."
Fethi Gürcan mahkemedeki ilk sözleriyle, ihtilalin kurmay heyetiyle aldıkları karar doğrultusunda
kendi fiillerini gizlemiyor, §ençleri ise korumaya çalışıyordu...
"Hep beraber Süvari Grubu'na gittik, oradaki nöbetçiye 'Oğlum yabancı yok, benim' dedim. Sonra
içeriye girdik, orada nö-etçi olan süvari astsubayryla karşı karşıya geldim. Eskiden aynı S^pta
kumandanlık yaptığım için beni görünce alarm verdi, ara-^tizda grupların taksimini yaptık.
Bölüklerden birisini Tandoğan ^eydanı'na, birisini Yıldırım Beyazıt Meydanı'na, diğer iki bölüğü e
Kavaklıdere'deki yol kavşağına gönderdik. Sonra Harp Okulu geldim. Mermi sandıkları açılmış,
cephane dağıtılıyordu, bir tertipsizlik vardı...

''" "*m
Genelkurmay yol kavşağına üç tank gönderilmişti. Oraya geldiğimiz zaman Genelkurmay'da merkez
kıtası subayları mevzilen-miş ve Harp Okulu öğrencilerine ateş açmışlardı. Harp Okulu öğrencileri
hiçbir koruma önlemi almadan yolun ortasında ve tankların arkasına gizlenmek suretiyle kendilerim
koruyorlardı. Bu durum karşısında öğrencilere tam siper emri verdim. Jandarma grupları da ateş
etmeye başlamışlardı. Derhal ateşi durdurdum.
Meclis önünde müsademeler devam ediyordu. Hükümet kuvvetleri, verilen bir emirle yavaş yavaş
çekiliyor, Harp Okulu öğrencilerini ve harekâta katılan kıtaları açıkta bırakıyordu. Bunu anlayan
zalim kumandan hiç insaf etmeden Harp Okulu öğrencileri üzerine ateş açılması emrini vermişti.
Böylece Harp Okulu öğrencileri açıkta bırakılmıştı ve onları bu ateşle kırmak istiyorlardı."
Talat Aydemir ve Fethi Gürcan'dan sonra sıra Rıfkı Ertenin
sorgusuna geldi.
Rıfkı Erten, "Emekli olmuş bir subay, koca piyade alayına hâkim olabilir mi?" diye sordu. "Biz onlara
hiçbir imkân sağlayamayız. Emekli bir subayın verebileceği hiçbir şey olmadığına göre, iddia
makamının, 'kandırmak' terimini kabul etmiyorum. Türk ordusunda birbirine kanacak hiçbir kimseyi
düşünemiyorum. Harp Okulu öğrencilerini bile... Herkesin kendisine göre bir düşüncesi vardır,
herkes kendi yolunu kendisi seçer. Seçeceği yolda, ölüm pahasına da olsa gitmek şereftir.
Sonunda ne olacağını dahi düşünmüyorum. Bir gayeye kendimi kaptırmış, bu gaye uğruna ölmeye
ant içmiş bir insanım. On tane üsteğmen arkadaşımın suçunu da üzerime almaya hazırım."
İlk günkü duruşmalarda, sanıkların iddia makamı karşısındaki dimdik duruşları, sakin ve kararlı ses
tonları duruşmaya tanıklık eden herkesi etkilemişti... Mahkeme heyeti, 8 haziran cumartesi günü saat
09.00'da toplanmak üzere dağılmıştı.
Genelkurmay başkanının özel kalem müdürü Kurmay Albay lü Gürkan, gereken bütün notlan almıştı.
İlk günkü duruşma s erince, dikkat çekmemek için diğer dinleyicilerin salonu boşa sim bekledi,
ardından kendisini getiren, steyşın vagona atladı v Genelkurmay'ın yolunu tuttu. Yol boyunca
geçirdiği sıkıntılı sa"

leri duşunuu. oaıuLtUeir aiasuıua, ıaıaı Ayuemu- uaşıa ouııaK Harp Okulu'ndan birkaç sınıf arkadaşı
vardı. Kimilerini de farklı sınıflarda ya da farklı dönemlerde okudukları halde tanıyordu.
Sanıklar mahkeme salonuna gelirken, Talat Aydemir ve diğer arkadaşları kendisini görmesin diye
elindeki not defteriyle yüzünü kapamıştı. Mahkeme bittiğinde, sanıklar çıkarken de aynı yola
başvurmuştu.
Talat Aydemir'i önceden tanıyordu. Sınıf arkadaşı Talat, okul sıralarında hiç ummadığı bir kişilik
çiziyordu. Fethi Gürcan'ı ise ilk kez görüyordu. O birkaç saat içinde Fethi Gürcan'ın bir dava adamı
olduğuna inanmıştı. Daha sonraki duruşmalarda bu inancı perçinlenecek, mahkeme boyunca, diğer
pek çok dinleyici gibi, "Talat Aydemir konuşsa da dinlesek, Fethi Gürcan'a soru sorulsa da dinlesek"
diye bekleyecekti.
Makamına ulaştığında saat hayli ilerlemişti. Hemen Cevdet Pa-şa'nın odasına girecek ve mahkemede
olup bitenleri anlatacaktı. Girmeden önce, içeride kimse olup olmadığım sordu. Kuvvet komutanları
sabahtan itibaren Genelkurmay başkanının odasmday-dılar. İçeri girdiğinde, hepsi birden başlarını
ona çevirdiler.
"Gel bakalım Celü" dedi Genelkurmay başkanı, "otur şöyle..."
"Ayakta dururum efendim."
"Otur da baştan sona neler oldu anlat bakalım."
Celil Gürkan, aldığı notlar yardımıyla, bütün ifadeleri anlatıyordu. Komutanlar araya girip, "Peki
Talat ne yapıyordu ? Fethi bu konuda ne söyledi ?" gibi sorular yöneltiyorlardı. Can alıcı sorulan
"Bizim için ne dediler ?"in çevresinde dolanıp duruyordu. Celil Gürkan, mahkemedeki konuşmaları,
notlarına bakarak ve olabildiğince bire bir aktarmaya özen gösteriyordu. Duruşmalar boyunca,
Cevdet Paşa'nın makamında komutanlara mahkemenin seyrini anlatan Albay Celil, onların
tavırlanndan, sanıklann kendilerini suçlayan bir şey söyleyip söylemedikleri kaygısı içinde olduklarını
düşündü. Özel kalem müdürlüğü görevine başlamadan önce Genelkurmay başkanıyla tanıştığı ilk gün
geldi aklına... kunay, "Ben Türkiye'nin en güçlü adamıyım ama gel gör ki benim Sucum nereden
geliyor? Süngülerin üzerinde oturmanın ne zor bır Şey olduğunu aklından çıkarma" demişti.
* *
Foto-Film Merkezi Komutam Yarbay Nusret Eraslan, ilk duruşmalardan çıkar çıkmaz karanlık
odanın yolunu tuttu.

Duruşmanın film ve ses kaydını yapmışlar, fotoğraf çekmişlerdi Öncelik fotoğrafların


basılmasmdaydı, çünkü gazetecilere fotoğrafları kendileri dağıtacaklardı.
Tam fotoğrafların basımını tamamlamıştı ki, Sıkıyönetim Komutanı Orgeneral Cemal Tural,
fotoğrafları görmek istediği haberini yolladı. 21 Ekim Protokolü'ne imza koyduktan bir gün sonra
kararından dönen Cemal Tural, saf değiştirdikten sonra yükselmeye başlamıştı. 20/21 Mayıs olayının
hemen ardından da Sıkıyönetim komutanlığına atanmıştı.
Yarbay Nusret Eraslan, fotoğrafları aldı ve Sıkıyönetim komutanına götürdü...
Giderken içi rahattı... Disiplinli, titiz çalışmasından emindi... Ama fotoğraflarda Talat Aydemir'in,
Fethi Gürcan'ın salona girişlerinden, sorgulama anlarına kadar dimdik duruşları, Sıkıyönetim
komutanının tepesini artırmıştı.
"Bunu niye böyle çektiniz ?" diye söyleniyor, sanıkların güçlü görüntü sergilediği fotoğrafları yere
atıyordu. Yere attığı fotoğraflar "basma verilmeyecek" anlamı taşıyordu. Elemeyi tamamladıktan
sonra, Yarbay Nusret Eraslan'a, yere saçılmış fotoğrafları göstererek, "Topla!" dedi. Yarbay Nusret
Eraslan, Sıkıyönetim komutanının namım da, orduda ün salan tavrını da çok iyi bildiği halde, her
şeyi göze alarak, yere eğilmedi, fotoğrafları toplamadı.

36
Harbiyeli Osman Yetkin, Mamak'ta hapishanenin nemli duvarlarına boş gözlerle bakıyordu. Mamak
Askerî Cezaevi'nde on metrelik koridor üzerine dizilmiş hücrelerin, ilk günlerde kilitli tutulan kapılan
açılmıştı ve herkes birbirini ziyaret edebiliyordu. Yalnızca koridor kapısı kilitliydi. Bütün şöhretler
oradaydı. Talat Aydemir ve kurmayları, Alparslan Türkeş ve kadrosu, Dündar Seyhan, Halim Menteş,
Talat Turhan ve niceleri...
20/21 Mayıs hareketinin sorumluları içinde davaya sahip çıkan üç beş kişi vardı. Rütbeleri küçük,
cesaretleri büyük arkadaşlarını da heyecanla izliyordu. İlk günkü duruşmalarda, Albay Aydemir de,
Binbaşı Fethi de gözünde daha çok büyümüştü. Demek ki, insanları büyüten veya küçülten şey, zafer
ya da yenilgi değil, dik durmak ya da durmamakla ilgili bir şeydi... Aslında, insanları büyüten şeyin;
makam, rütbe, para, beden gücü olmadığını da öğrenmişti... Hatta, yanlışları ve doğrulan da değil...
Yanlış da, doğru da izafî olduğuna göre... Neydi öyleyse insanlan büyüten şey? Yürek mi? Yürek!
Duruşmalann ikinci gününde savcı, Talat Aydemir'e, 21 Mayıs hilaline kimlerle birlikte oturup karar
verildiğini sormuştu.
'Şahsen Fethi Gürcan'la birlikte karar vermişimdir."
Ancak, sonrasında işler değişmeye başlamıştı. Komuta kademesindeki subaylardan bir bölümü,
olabilecek en az cezayı al-mak yönünde ifade vermeye karar vermişlerdi. İçlerinde, Harp
^ulu'na "meraktan gittiklerini", "hiçbir şeyden haberleri olma-
8"ü" söyleyenler bile vardı.
u°ğru nedir ? Sosyal olaylarda, insan duygulannda, siyasî sakarda, hukuk kavgalanndaki doğru nedir?
ttarp Okulu'nda "ille de matematik" felsefesiyle yetişen genç-

ler, artık her doğrunun matematikteki doğru olmadığını anlamaya başlamışlardı. Matematik bir
kapıdır... İnsana düşünme gücü verir, mantık gücü verir. Ancak hiçbir düşüncenin doğrusu,
matematikteki doğru kadar kesin değildir. Eğer işin içinde yürek yoksa, bütün sistem bozulur...
Matematiğin de sihri kaybolur... Düşünme gücü de, mantık gücü de yok olur... İnsan olmanın sistemi
bozulur, düşünceler de sisteme hapsolur, düzene
uyulur...
Osman, inançlarım büyütüp, gençliklerim, geleceklerini harcayarak peşlerine takıldıkları kimi
komutanların çözülüşlerini izlerken, bütün hayallerinin yıkılıp yok olduğunu, geriye yalnızca acı bir
yenilgi duygusunun kaldığım hissetmişti.
Neyse ki diğerleri vardı...
Osman, Fethi Gürcan'ı ilgiyle izliyordu.
Eylem lideri, duruşmaların daha ilk günlerinden itibaren mahkeme heyetinin dikkatim çekmişti:
"Bana Anadolu'nun muhtelif yerlerinden ve Edirne'den gelen genç subaylar böyle bir hareketin
yapılmasını istiyorlardı. Benim temaslarım daha ziyade genç subaylar arasında oluyordu. Teşkilatın
içerisinde üst kademeyle temasta bulunan arkadaşlarım vardır..."
Emekli bir binbaşı olarak, nasıl oluyor da, altı ay gibi kısa bir sürede, ilişkiye girdiği kıtaları ihtilale
ortak edebiliyordu?.. Duruşma hâkimi ilk fırsatta, bu sorunun yanıtını bulmak istedi:
"Tank Okulu'na kimseyi tanımadan nasıl girecektiniz, sizin özelliğiniz nedir?"
"Beni ordudaki bütün subaylar tanır."
"Kimseyi tanımadan girebilecek miydiniz ?"
"Ne zaman gitsem girebilirim. Hangi kıtaya gitsem girebilirim ve oraya hâkim olurum. Hususiyetim
budur. Size bunu ispatlarım... İsterseniz şu anda beni serbest bırakın, yirmi dört saat içinde girdiğim
bütün birlikleri komutam altına alayım."

"Hiçbir zaman Harbiye Yeniçeri Ocağı değildir. Bu lekeyi bize süremezler. Biz kelle isteseydik, gelen
paşaların, generallerin kafalarını isterdik. Talat Aydemir, hepsini geri gönderdi. Bir fikre ve Silahlı
Kuvvetler'e inanarak hareket ettik. Dikkat etsin sanıklar. Harbiye'ye bu leke sürülemez. Biz dokuz kişi
hepimiz 146/1'le kellemizi ortaya koyduk buraya geldik..."
Bu gencecik Harbiyeli, davaya ihanet edenlere meydan okuyordu:
"Ben bir Harbiyeli'yim. Benim 22 Şubat'ta şerefim ve haysiyetim zedelenmek istenmiştir. Bana
okulumda Thompson tevcih edilmiştir. Bana 'Sen vatan hainisin!' denmiştir. Benim bir arkadaşım
ölürken, ben yatakhanede uzanamam..."
Fethi, uzun süre oturmaktan bacaklarının uyuştuğunu hissetti. Dikkatini, ifade veren bir başka
öğrencinin üstünde toplayarak, rahatsızlığını unutmaya çalıştı.
"Ben Atatürkçü, ihtilalci bir Harbiyeli'yim!"
Savcı, "Böyle şey olur mu" dedi, "Atatürk ihtilalci mi, Kurtuluş Savaşı bir ihtilal mi?"
O anda gerçekten de, bütün rahatsızlıklarını unuttu ve Harbi-yeli'nin yanıtına kitlendi:
"Şu hale bakın. Koskoca hukukçu, Atatürk'ün ihtilalci, Kurtuluş Savaşı'nm ihtilal olduğunu bilmiyor...
Bu durumda... İfade vermiyorum..."
Fethi'nin dudaklarına belli belirsiz bir gülümseme yerleşti.
Harbiyeli Önder Aydmlı'yı izlerken, onun dimdik duruşuyla gurur duydu...
"Ben şahsen bugün yirmi yaşının baharında suçların en büyü-ğüyle huzurlarınıza gelmiş bir
delikanlıyım. Bir tek suçum Atatürk'ü çok sevmem, vatanımı milletimi çok sevmemdir. Karşınızda
erkekçe, dimdik ve sesim titremeden konuşmaya devam ediyorum ve edeceğim. Çünkü ölmesini
bilmeyenler, şerefle yaşa-maya hak kazanmamışlardır. Bir gün şerefle yaşamayı, on yıl şerefsiz
yaşamaya tercih eden bir insammdır."

Harbiyeli Zihni Çetiner, duruşmalarda fişek gibiydi. İhtilale K tılan kimi subayların duruşmalarda
yan çizmeleri öfkesini buyu tüyordu... Bir subay, harekete katılmaması halinde Harbiyelüe kendisini
kurşuna dizeceği gibi bir gerekçeye sığınınca, yeri*1 fırladı:

mak Askerî Cezaevi'ndeki sanıkların coşku içinde söyledik-n Harbiye Marşı", koridorlarda
yankılanıyor, kapılardan süzü-erek dışarılara taşıyordu:

Yıldırımlar yaratan bir ırkın ahfadıyız, Tufanları gösteren, tarihlerin yâdıyız, Kanla, irfanla kurduk biz
bu Cumhuriyeti Cehennemler kudursa, ölmez nigâhbanıyız.
Yaşa var ol Harbiye, yıkılmaz satvetinle,
Göklerden gelen bir ses sana ne diyor, dinle:
Türk vatanı üstünde sönmez bir güneşsin sen,
Kartal yuvalarında, hürdür millet seninle. ,,1
Coşkulu erkek korosunun sesi, o sırada hapishaneye uğrayan Sıkıyönetim Komutanı Cemal Tural'ın
kulaklarına değince, olanlar oldu:
Şahikalar üstünde meydan okur bu erler
Yaklaşacak düşmana mezar olur bu yerler
Bağlayamaz bir kuvvet bu kasırga milleti %¦.
Tarihlere sorun ki bize "Ölmez Türk" derler. ..;,
Komutanın kanındaki öfke, yüzüne kıpkırmızı yansıdı. Dudaklarından dökülen cümleler, "görüşme
yasağı" kararma mühür oldu.
Fethi, bir süre oturduğu yerden, birçoğu yeni evli olan genç subayların yüzlerindeki mahzun ifadeyi
izledi. Görüş günü, görüşmecileri yoktu... Gençlerin dört duvar arasına sıkışıp kalmış enerjilerinin
kendi bedenine girdiğini, kendi enerjisine değdiğini hissetti. Yerinden yıldırım gibi kalktı, koridorun
başına doğru yürüdü, ellerini beline koydu, her sabah yaptığı gibi, gür sesinin son perdesiyle,
ezberindeki şiiri okumaya başladı:
"Cenk var cenk, ruhumuza denk! İhtilal içimizde, hevenk hevenk!"
Koğuşlardan, hücrelerden çıkanlar, karşısına dizilmişlerdi-"Bre gençler öldünüz mü? Canlarım
biraz... Haydi spora.
Fethi, istanbul'daki sanıkların da getirilmesinin ardından, K rekâta birlikte karar verdikleri, görev
bölümü yaptıkları kin11

kadaşlarını izlencen, uız Kenaı ıçımızaen vuruıauK aıye auşu-nüyordu... Harekât, Hava Kuvvetleri'nin
jetleri uçurmasıyla başlayacaktı ama onlar sözlerini de, görevlerini de yerine getirmemişler, daha ilk
baştan karışıklığa yol açmışlardı... Onların korkularını bile affedebilirdi belki ama, dürüst olmaları
koşuluyla... Bu ihanetti! Gencecik Harbiyeliler idamla yargılanırken...
Olmaz, olmaz!
Albay Aydemir, onun yerinden fırladığını görünce, kolundan tutarak engellemeye çalıştı ama geç
kalmıştı.
Duruşma hâkimi, Fethi Gürcan'a, "Ne demek istiyorsunuz?.." dedi. "Oturduğunuz yerden
sinirlendiniz."
"Arkadaşımı konuşurlarken dinledim. Kendilerinin aklî muvazenelerinde bir noksanlık var ya da iyi
bir aktördürler. Çünkü arkadaşımın konuşmasını dinlerken tahammül edemedim."
Fethi, sanığın Talat Aydemirle kurduğu bire bir ilişkiyi, ihtilal toplantılanndaki sözlerini aktarmaktan
kendini alamamıştı... Artık yalnızca kendi fiillerini değil, kurmay heyetinde yer alıp da yan çizenlerin
rollerini de anlatıyordu.
Albay da, söz alıp ona destek verdi:
"Fethi Gürcan, sanık hakkında gerekli teşhisi koymuş bulunuyor. Bu arkadaşla altı ay önce tanıştım.
'Parolayı bilmiyorum, ihtilal gününü bilmiyorum' diyor. Parolayı bizzat ben kendisine verdim...
Hakikatler meydana çıksın, ondan sonra herkes şerefle katıldığı bu davada cezasını görmeye seve
seve razı olsun!"
Fethi, öfkesini de dillendirmekten çekinmiyordu:
"Genç arkadaşlar burada yanlış ve doğru konuşabilirler. Onları sürükleyen biziz. Birinci derecede rol
alanlar da bu arkadaşlardır. Subaylığımdan utanıyorum. Mazimden, geçenlerden utanıyorum, bu
şekilde aktörlük yapmasınlar."
Duruşmalar sırasında söz alan bir sanık ise, Fethi Gürcan'ın harekât gecesindeki durumunu şöyle
anlatıyordu:
"Kendisi resmî kıyafetle duruyordu. O zamana kadar resmî kıyafetle hiç görmediğim için
tanıyamadım. Etrafında tesir edici bir durum vardı. Yarbaylar, binbaşılar ve diğer subaylar etrafını
çevi-nvor, ondan emir alıyordu. O kadar subaya emir veren bir şahıstan emir almam, bir tecrübesiz
kimse olarak herhalde bir mahzur eŞkil etmese gerektir... Kendisini evine gittiğim zaman tanıdım,
vok methedilecek bir durumu vardı. Zaten Türkiye'nin yüzünü ağartacak bir binici olduğunu evvelden
bilirdim."
Sanık, o gece Meclis önündeki Fethi Gürcan'ı da tanımlıyordu:

"Pek çok subay geliyordu. Bir tanesi Fethi Gürcan'a aynen şöyle dedi -Affedersiniz huzurunuzda
söyleyeceğim çünkü bu bütün o subayların hislerini belirtiyordu-: 'Yahu Fethi, niçin haber
vermezsin? Bak karımın koynundan kalktım da geldim.' Gelen subaylar Fethi Gürcan'ın yanına
yaklaşıyorlardı..."
* *
Fethi'nin bakışları çoğu zaman gençlerin üzerindeydi. Duruşmalar sırasında, hâkim, bir Harp Okulu
öğrencisini ifadesini almak üzere mikrofona çağırmıştı ama öğrenci mikrofona gelemi-yordu. Zor bir
durum içinde olduğu belliydi. Dikkatim iyice yöneltince durumu anladı. Anlaşılan, saatlerce oturduğu
tahta sırada ayaklarını rahatlatmak için ayakkabılarını çıkarmış, arkadaşlarına da, şaka yapmak için
fırsat doğmuştu. Ön sıralara kadar sürüklenen ayakkabı, bu kez geri geri itilerek, gencin bulunduğu
sıranın altına doğru yol alıyordu. Harbiyeli ayakkabısını giyip mikrofona ulaştığında, yüzündeki terler
boncuk boncuk parlıyordu.
Onlan izlerken gülmemek için kendisini zor tuttu. Neyse ki, hâlâ oyun oynayabilecek kadar gençtiler
ve neyse ki, gençliklerinin haklarını veriyorlardı. Enerjik, inançlı, yurtseverlerdi... Özlemlerinin,
sevgilerinin, hayallerinin, ruhlarındaki çocuğun katsayısı da inançları kadar yüksekti... Pınl pırıl
zekâları ve yürekleri vardı. Onlar akan bir ırmaktı ve mutlaka denize ulaşacaklardı.
Hücresinde yaşadığı bütün hesaplaşmaların beynine verdiği ilk direktif gençleri kurtarabilmekti...
Kurmay Albay Celil Gürkan, her duruşma sonrasında yaptığı gibi, Genelkurmay Başkanı Cevdet
Sunay'ın makamına girdi-
20/21 Mayıs davasının en büyük tartışma konusu, ihtilalin elebaşılarının Harbiyelileri ve genç
subayları aldattıkları iddiasrydı-Aslında, aldatıldıkları iddiasına, 22 Şubat'tan sonra, "Harbiyelüer
aldanmaz" yazılı çelenkle yanıt veren öğrenciler, bu suçlamayı hiçbir zaman kabullenememişlerdi.
"Gel bakalım Celil, neler oldu bugün?"
"Olaylı geçti biraz..."
Genelkurmay başkanı, ona oturması için yer gösterdi.
"Bir tanık ifadesini verirken, 'Meclis'in önüne geldim, H

Okulu öğrencileri aşağı doğru sürü halinde, Daşıooş şeKiıae mı-Yorlardı' dedi. Bir öğrenci yerinden
fırladı, 'Kes sesini. Harp Okulu öğrencisi sürü değildir, reddediyorum' diye bağırdı. Ortalık birden
gerildi, gençler, 'Sözünü geri al!' diye itiraz ediyorlardı. Olay üç beş dakika kontrolden çıktı.
Mahkemenin güvenliğini sağlamakla görevli subay, 'Kesin... Kesin...' diye bağırarak kargaşayı
durdurmaya çalıştı, sonra ortalık sakinleşti..."
Celil Gürkan, o zaman anlamıştı ki, özellikle genç öğrencilerden Talat Aydemir'in davasına bütün
varlığıyla bağlanmış olanlar vardı. Bu düşüncesini de olduğu gibi aktardı... O çıkarken, Genelkurmay
Başkanı düşünceliydi...
* * *
Mahkemeleri kaçırmadan izleyen Esma ve Mustafa, günler ilerledikçe Fethi'nin de ön plana çıktığını
gözlüyorlardı.
31 mart gecesi ihtilal yapmak üzere karar verildiği sırada, yan kuvvetlerle görüşülmesini isteyen
sanık, o toplantıyı anlatırken, Fethi'nin gerilen yüz kasları, olayın bir tartışmaya döneceğinin
işaretiydi.
Sanık, o geceyi anlatırken, "Sessizliği Fethi Gürcan bozdu" diyor ve onun sözlerim aktarıyordu:
"Ne oldu arkadaşlar dilinizi mi yuttunuz, biraz evvel konuşanlar sizler değil miydiniz ? Neden
susuyorsunuz ? Bu harekât 31 mart gecesi olmadığı takdirde ben ve arkadaşlarım yokuz. Çekiliyorum.
Esasen, bizim ihtilal yapacak cesaretimiz yoktur..."
Fethi'nin sözlerini çok iyi anımsadığı doğruydu ama kendi sözlerini biraz değiştiriyordu. Asıl derdi,
mahkemeyi, kendisinin o gün harekâttan vazgeçtiğine ikna etmekti... Oysaki, o tarihten yirmi gün
kadar sonra yaptıkları son toplantıya da gelmişti... Fethi, yumruğunu masaya vurarak, "Var mısın,
yok musun?" diye sormuş, "Varım!" yanıtını almıştı.
Esma, kocasının söz isteyerek mikrofona gelişini izlerken, kalp atışları da hızlanmıştı.
'Fethi Gürcan doğudan kuvvet getirecekmiş... Fethi Gürcan d°ğudan da kuvvet getirir, batıdan da...
Çünkü bana verilen hafife vardı. Orada herkese verilen vazifeleri anlatsın. Kendi kokuşmasının
sonucunu tam olarak bağlamadı. Orada yan kuvvet-erden bahsetti. Onlarla birleşme arzusunu ortaya
attı. Hiç olmaz-Sa Türkeş grubuyla birleşmeyi ileri sürdü. Ben de, 'Ben yokum bu *St dedim.
Kuvvetleri ona göre organize etmiştim. O zaman bu

şekilde karar verilip cayılması kuvvetlerin meydana çıkmasına neden oldu. Nitekim, beş bahriyeli de
bu şekilde meydana çıktı Dediğim gibi organize kuvvetler zorla kamufle edilmişti..."
Aynı sanık, üzerinde durduğu noktanın harekâttan sonraki süreç olduğunu, asıl ihtilalin güç
safhasının ondan sonra başlayacağını söylüyor ve Fethi Gürcan'dan öcünü almaya çalışıyordu:
"Fethi Gürcan'ın cesareti ile zekâsı arasında, diğer şahıslarda olan denge yoktur. Fevkalade cesareti
yanında vasat bir zekânın sıkıntılarını çekiyor. Onun cesaretini her an zapt etmek endişesi içindeydik.
Ama fevkalade memleket düşüncesi ve gayesi olduğunu da biliyorum."
Yerinde duramamış, yine mikrofon başına gelmişti:
"Kendileri de gayet iyi bilirler. Öğrenim hayatımda bir kez olsun ikmale kalmadım. Pekiyi dereceyle
geçerdim. Cesaretim de zekâm kadardı. Buna arkadaşım da inanmış bulunmaktadır. Arkadaşımla
aramdaki farkım mertliğimdir. Dönekliği bilmem, hakikatleri söylerim."
Günün her saatinde Türkiye'nin çeşitli yerlerinden gelen genç subaylar evini doldurmuş, denetimsiz
akıp giden bir ırmak, ondan yol göstermesini istemişti.
"Herkese düşen bir görev vardı. Benim görevim şudur: benim tabirim muştadır. Vurucu kuvvettir."
Ve aynı kararlılıkla sözlerini sürdürüyordu:
"Ama vurucu kuvvet derken şu manada almak lazımdır. Ordu içinde genç subaylar var. Muhtelif
gruplara ayrılmışlardır. Bunları tek fikir etrafında toplamak, üst kademeye bağlamak... Çengel tabiri
buradan çıkıyor. Benim görevim, genç subayları bir fikir etrafında toplamaktı. Bu vazifeyi yaparken
Parlamento içinde olanlar da faaliyet gösteriyorlardı. Parlamento'dan cumhurbaşkanına kadar
herkesin haberi vardır. Herkes piyasadan çekilmiştir, muşta ortada kalmışta."
Duruşmalar boyunca, yalnızca yüreğinin sesini dillendirmeye yemin etmişti:
"Ölürsem de şerefimle öleceğim..."
Salonda çıt çıkmıyordu.
Kaç kez söyledim... "Arkadaşlar yapmayın. Duruşmalarda' doğruları anlatın. Gençlerden utanın.
Gencecik Harbi^^ idamla yargılanıyorlar. Eğer aynı tavrı sürdürürseniz, nüze vuracağım" dedim...
Demedim mi ?
Fethi, olayda birinci derecede rol oynayanların isimlerini ver ceğini söylüyor, veriyordu da:

"Bunlar bence birinci derecede sorumlu olan şahıslardır. Benim bütün üzüntüm şudur. Biz bir fikir
peşindeyiz. Bu fikir iyi veya kötü olabilir. Fakat memleketin hayrına olduğuna inandığımız bu fikir
arkasında birçok insan vardı. Bu işte birinci derecede sorumlu olan adamlar biziz. Halbuki
arkadaşlarımız, 'Ben radyodan duydum geldim, evime gittim...' diyorlar. Nerede ise af buyurun
ailesini şahit gösterecek, koynundan çıktığına dair. Halbuki harekâtı hazırlayan bizleriz. Bu
durumdan hepsinin haberi vardır. Ve haber verilmiştir. Kademe kademe vazife almışlardır."
Duruşma bitip de, hapishane duvarlarıyla baş başa kalındığında, Fethi'ye en yakın olup, onun
ifadeleriyle en çok moral bulanların kaygıları çoğalıyordu. Verdiği her ifade, istediği her söz onu
darağacına biraz daha yaklaştırıyordu. Ama o susmayı reddediyordu:
"Tabiî ki fiilî hareketi yapan gençlerdir. Bir teğmen tankını nereye saklasın, bir süvari teğmeni atını,
tabancasını nereye saklasın? Bunları gizlemelerine imkân yok. Tank çuvala sığmaz, bu arkadaşlar fiilî
hareketi yapmışlardır. Bunlara bu yolu gösteren biziz. Birinci derecede sorumlu şahıslar olarak
burada hesap vermek zorundayız. Herkes, fiilî durumda yokmuş da, 'şu saatte evden geldim', 'anonsu
duydum' diye kendisini kurtarmak için inkâr yoluna gidiyor. Arkadaşlara tavsiyem şudur. Buradan
kurtuldukları takdirde inanmadıkları adamların peşinden, bizim gibi insanların peşlerinden
gitmesinler."
Duruşma hâkimi araya giriyor, "Nihayet bir fikirdir, inanmıştır" diye müdahale ediyordu:
"Efendim bir fikre inanmıştır. Ben de inandım ve bu davranışlarımı memlekete hayırlı olacağına
inandığım için yaptım, bütün arkadaşlarla beraber. Bu olayda birinci derecede sorumlu
bulunuyorum. Fakat genç teğmenler ise 146/1'le, ölüm cezasıyla burada yatıyorlar. Ötekiler ise, yani
fikir sahasında çalışanlar ise bu işi hazırlayanlar ve yardım edenler, 146/3le burada bulunuyorlar."
Duruşma hâkimi soruyordu:
'Siz fiilî kuvveti elinde tutan insansınız. Süvari Grubu ve Tank Okulu kursiyer talebelerinin harekete
katılmaları nasıl ve ne şekilde sağlanmıştır?"
Bu hususlara cevap vermiyorum. Sorumluluğu bana ait. Bildi-r halde cevap vermiyorum."
Çengel sistemi hakkında bildikleriniz ?"
Biz çengeli alt kademeyi üst kademeye bağlamak için yapmış

bulunuyoruz. Fikrî çalışmalarımız 22 Şubat'tan sonra yapılmıştır ve her kıtada fikirlerimiz


yayılmıştır. Kendimize has bir irtibat şeklimiz vardı. Kıtalarda yüzde seksen ila doksan fikirlerimiz
biliniyordu. Bu sebeple Tank Okulu'na geldikten sonra tekrar bir hazırlık yapmaya ihtiyaç duymadım.
Çünkü bunlar fikir bakımından hazırlanmış insanlardı. Böyle bir harekâta katılacaklarını tahmin
ediyordum. Nitekim tahminimde yanılmadığımı durum bana gösterdi. Genç arkadaşların hiçbirinin
ismini söylemem bunları ben hazırladım, bunlann sorumlulukları bana aittir."
Tanıkların da dinlenmeye başlanmasıyla birlikte, Fethi Gürcan'ın isyanı büyümüştü. İhtilalin fikir
karargâhında bulunup da davayı savunmayı görev bilen dört beş subay ve ateşli gençlerle birlikte
tanıkların üzerine gidiyor, ifadelerindeki çelişkileri yüzlerine vuruyorlardı.
Albay Aydemir ise tanıkların ifadelerinden sonra umutsuzluğa kapılmıştı. Herkes kendisini
kurtarmanın bir yolunu bulmuştu... Genç subaylara, "Arkadaşlar, bu harekâtın sorumlusu benim.
Hesabını vermek gerekirse ben veririm, kellemi de veririm. Onun için siz yalnızca askerî savcının
maddî olarak yaptığı suçlamaları ve ona karşı savunmalarınızı yapın" diye talimat verdi.
Mahkemelerde, o da Fethi Gürcan, Rıfkı Erten, Yaşar Başaran ve gençlerle birlikte, tanıkları bir savcı
gibi sorguluyordu. Dış basm, davayı inançla savunanları şövalye olarak nitelendiriyordu.
Bir duruşmada, Harp Okulu nöbetçi amirinin, "Fethi Gürcan bana silah çekti" ifadesi üzerine ise,
Fethi hemen söz almış, "İhtilalin başlangıç saatinden bitimine kadar elimde tabancam vardı. İhtilale
karar vermişim. Bunun icabı yapılacaktır" demiş, sözlerini hiç ara vermeden sürdürmüştü:
"Harp Okulu'na geldiğim zaman durum şuydu: kapılar öğrenciler tarafından zorlanmış ve bir kısmı
dışarı çıkmıştı. Cephane almak üzere sandıklar kırılıyordu. Aradan çok zaman geçmişti- Talat
Aydemirin Harp Okulu'nda olması icap ederdi. Ben Talat Ay-demir'i aramak amacıyla tabancam
elimde nöbetçi subayının odasına girdim..."
Fethi Gürcan, yaşananları bütünüyle anlatmaya değil, söyle mek istediklerini söylemeye de
kararlıydı:
"Bu arkadaşları ürküten acaba benim tabancam mı, yoksa ş°n'
retim mi, yoksa memleketin içinde bulunduğu durum mudur? Bir nöbetçi er Harp Okulu
öğrencileriyle silahını vermemek konusunda mücadele ederken, acaba bir subay neden hariçten gelen
subaylara teslim oluyor ? Bunun sebebi, subayların durumu yalandan izlemeleri, devlete inançları
olmaması, kendilerini devlet teminatı altında hissetmemeleri... Her an bir hareket bekliyorlar." Fethi
Gürcan, konuşmasına nokta koymadan önce, "Benim onlara üstün tarafım, bir davaya inanıyorum,
inancım var ve sonuna kadar öyle kalacağım" demişti.
Merkez komutanının, olayı önlemek için nasıl kahramanca koşturduğunu anlatması üzerine de söz
istemişti:
"Harekât sırasında bana hiç rastlamışlar mıdır?"
Merkez komutanı, "Fethi Gürcan'ı ne harekâtta ne de harekâttan sonra gördüm" diye yanıt verince,
duruşma hâkimi bile dayanamamıştı:
"O gece Fethi Gürcan'ı görmeyen kalmamış... Nedense en çok dolaşan ikinizsiniz ve birbirinizi
görmemişsiniz..."
Sanıkların duruşmalarda en çok tartıştıkları isim ise Ali Elverdi olmuştu... Ne de olsa, Radyoevi'ni ele
geçirip, ihtilalin kaderini değiştiren oydu. Ali Elverdi, duruşmalarda tam bir kahraman kesilmişti...
Oysaki, yenik ihtilalcilerin ifadeleri onu hiç de doğru-lamıyordu... Ali Elverdi, Radyoevi'ne tek basma
gelmesine gelmişti de... Orada bulunan 21 Mayısçı genç subaylan kutlayarak, "Biz de bu günleri
bekliyorduk" demişti... Ancak Yaşar Başaran aşağıya indiğinde, "Bu bizden değil" diyerek onu tevkif
etmiş, elindeki Sten'i de alarak bir odaya hapsettirmişti...
Radyoevi'ne gelmesi beklenen takviye gücün gecikme nedenini öğrenmek için Harp Okulu'yla
haberleşme çaresi arayan, ancak bir türlü Talat Aydemir'e ulaşamayan ihtilalcilerden bir grup,
durumu öğrenmek üzere bir cipe binerek Harp Okulu'na hareket ederken, hükümet güçlerine bağlı
bir birlik de Radyoevi önüne nıevzilenmişti... Bu sırada, ihtilalcilerin sayı olarak az olduğunu anlayan
Ali Elverdi, pencereden bağırarak, içeride yalnızca birkaç kişinin olduğunu söylemiş, hükümet güçleri
de içeriye girmişti...
ihtilalci Erol Dinçer, Radyoevi'ni ikinci kez basıp Ali Elverdi'yi teslim aldığında ise "Beni
Harbiyelilere teslim etme" diye yalvar-nuşta...
Duruşmalarda, Ali Elverdi ile 21 Mayısçılarm tartışmaları, onun

Harp Okulu'na getiriliş öyküsünde de aynı hararetle sürdü... Ali Elverdi, Harp Okulu'nda kahramanca
direndiğini söylerken, Albay Aydemir, kendisini linç etmekten kurtardıktan sonra ayaklarına
kapanarak yalvardığını söylüyordu...

37

I ,

Üç hafta süren yasak kalkmıştı ama artık görüşmeler bahçede gerçekleşmiyordu. Görüşme
odalarında, sanıklarla aileleri arasında camdan ve telden duvarlar vardı. Önde iki cam sütunun
arasında bir tel sütun, arkasında iki tel sütunun arasında bir cam sütun... Böylece sanıklar
yakınlarına hiçbir şekilde dokunamıyorlar, çaprazlama tellerden ancak seslerini duyurabiliyorlardı...
Bu uygulama nedeniyle, ziyaretçiler seslerini duyurabilmek için cam ve tel duvarların önüne sırayla
geliyorlardı.
Fethi, kendisine dokunabilmek için çırpman bir buçuk yaşındaki kızı Sema'ya bakarken, yalnızca
kendi ailesinin acısını değil, bütün genç subayların ailelerinin acılarım içinde hissetti. Görüş günleri
onun için en çok acı duyduğu günlerdi.
Dışarıda yaşanan her şey kendilerine ulaşıyordu. Gülderen, Kız Enstitüsü'nün lise kısmını bitirmiş,
Kız Teknik Öğretmen Okulu'na girmek için başvurmuş ancak dilekçesi kabul edilmemişti...
Karşısında hiçbir şey yokmuş gibi duruyorlardı... Ne Esma, ne Mustafa, ne Gülderen... Kimse, ona
anlatmamıştı ama o olabilecekleri biliyordu... Kızının başvurusundan birkaç gün sonra okul müdürü
kendisini çağırmış ve dilekçesinin kabul edilmediğini söylemişti... Gerekçesi de son derece kısaydı:
'Fethi Gürcan'ın kızı olduğunuz için başvurunuz kabul edilmedi."
Esma hep, "iyi ki doğdun" diyordu Sema'ya... Ama o iyi ki doğ-u mu bilmiyordu, çünkü, beş aylıkken
onu kollarında uçuran ba-^mı, daha ÜQ yaşını doldurmadan, uzun otobüs yolculukların-

I
m

dan sonra, ancak hapishanede camların arkasında görebilmişti. Bu görünmez şey de neyin nesiydi?
Babasına ulaşmasını engelliyordu. Şimdi baba onu kollarına alacak, havalarda uçuracak, bir şarkı
mınldanacaktı. Sema ne yapacaktı? Tabiî kahkaha atacaktı. Ama bir şeyler engelliyordu kendisini
onun kucağına atmasına. Görünmez engeli tekmeliyordu her görüşte... O küçüktü ama özlemi
büyüktü. Ayakları acıyordu tekmeledikçe; ağlıyordu, kahkaha atacağı yerde... Hadi o aşamıyordu
görünmez duvarı, peki babası nasıl aşamıyordu ? Bir yumruk atsa parçalardı bütün engelleri.
Dünyada babadan güçlüsü var mı? Onun yapamayacağı şey olur mu? Olmaz! Nasıl olur da aşamaz?
İstemiyor muydu yoksa onu gökyüzüne uçurmayı artık? Kucağına almak, şarkılar söylemek istemiyor
muydu?.. Çok mu yaramazlık yapmıştı yoksa? Çok mu kızdırmıştı babasını? Daha çok tekmeliyor,
daha çok ağlıyordu...
Esma, kapıyı kapattıktan sonra mutfağa yöneldi. Fazla kalmamıştı Mustafa... Onun az önce getirdiği
file, masanın üzerinde duruyordu. Paketlere uzanırken, çaresizliğin acı tadı, genzine kadar yükseldi.
"Canım ağabeyim" diye geçirdi içinden, "ben genç kızlığımda senin ekmeğini çok yedim... Ama
şimdi..." Genzindeki yanmaya, bir de nefesini tıkayan bir yumru yerleşti.
Mamak'taki mahkemeler sırasında yaşananlar ailelere de yansımaya başlamıştı. Onlar, fırtınalı bir
denizin kıyısında, sert dalgalarla sarsılıyor, her şeye rağmen ayakta kalmaya çalışıyorlardı.
Pek çok 22 Şubatçı gibi Fethi Gürcan da emeklilik maaşı alamayan bir emekliydi... Ama ne gam!
Kendisine yeni bir iş bulmuştu. Üstelik gelirleri eskisinden çok daha fazlaydı. Ta ki o güne kadar...
Esma, 21 Mayıs'ın yalnızca kaybedilmiş bir ihtilal olmadığını, çok başka gerçekleri de beraberinde
taşıdığını, ay başı gelip kapıya dayandığında anlamıştı... Artık Ortaköy'deki dökük evin, hiçbir
yaralarına merhem olmayacak, hiçbir açıklarım kapaya-mayacak kira gelirinden başka tek kuruşları
yoktu. Oradan gelen para, kendi evlerinin kirasının ancak yarısını karşılıyordu. Harekâta katılan
subay eşlerinin büyük bir bölümü aynı durumdaydı-Analar, babalardan daha çetin bir savaş içine
girmişti. Onlar, o veriye, yokluk içinde yaşamaya ne kadar alışıklarsa, çalışma y samına da o kadar
uzaklardı. Para kazanmayı bilmiyorlardı • ^ ma, Fethi'nin kaygısına derdine düşüp de unuttuğu bu
gerçek sına balyoz gibi inince, hiç kimseye dert yanmadan, çare buim

J4XSJ.CU.CICI u^gııı^ıuı.
Kendisi bir şey yapmalıydı. Mesleği olmadığına göre... Evlere te-mizhge gidebilir, daha az gelirle,
daha küçük bir evde yaşamanın yollarını arayabilirdi. Ama daha bu fikri seslendirmeye çalışırken,
Mustafa Ağabey'i ile Zehra karşısına dikilmişlerdi.
Hastalığı nedeniyle Ankara'da okula devam edemediği için İzmir'deki öğretmen teyzesinin korumacı
kollarına emanet edilen Öner'le birlikte Ankara'ya gelen Zehra, kiradaki evinin gelirini, tek kuruşuna
dokunmadan Esma'ya yollamıştı... İtiraz istemiyordu, hep yollayacaktı... Mustafa Ağabey'i zaten ilk
günden bütün sorumluluğu eline almıştı. Kendi çocukları neyse, kardeşinin çocukları da oydu...
Elleri uzandığı fileden masaya düştü. Akıcı bir sıvıya dönüşen kalbi, gırtlağına doğru yol alıyor, tam
da o noktada yeniden bir et parçasına dönüşüp, çırpınıp duruyordu. "Bu da neyin nesi?.." diye
düşündü. Fırtına çabucak durulunca, yeniden az önce saplanıp kaldığı düşüncelerin egemenliğine
girdi.
Gülderenim... Sen de sindiremedin içine babandan başkasının parasını... İyi de, baban mı olmaya
çalıyorsun? Evine ekmek getirmek sana mı düştü ? Daha yaşın kaç ? Namusumla ekmek parası
kazanmak için ev temizliklerine gitmeye karar verince, dayınla birlikte karşıma dikildin. Ağabeyim,
"Biz öldük mü ?" diye çıkışınca onunla işbirliği içinde göründün. O gidince, baklayı ağzından
çıkardın. "Dayıma söylemeyin" diyorsun da, şehirlerarası otobüslerde hosteslik yaptığını baban duysa
ne çok üzülür bilmez misin ?
Gülderen on yedisindeydi. Yaşı küçük olduğu için memur olma şansı yoktu. Ama evin en büyük
çocuğuydu. Yaz tatilini fırsat bilip iş aramış, sorununu okul müdürüne açmış, onun aracılığıyla bir
otobüs firmasında hostes olarak çalışmaya başlamıştı. Mustafa'nın hiddetinden korktuklarından,
onun masa başı bir işte çalış-uğı yalanını uydurmuşlardı. Esma, kızının mücadeleci ruhunu
dizginlemek istememiş, yalanına ortak olmuştu ama onun her yola çıkışında, o da kendisini yollarda
hissediyordu.
Çocukluğundan beri, yalnızca şehirlerarası değil, şehir içi yolculuklarda bile, midesi altüst olan
Gülderen, karşısına çıka çıka böyle bir iş çıktığı için şansına küfretmişti. Yol boyu, elinde nay-°fi
torbayla hizmet ediyor, durmaksızın kusuyor, evdekilerden bunu gizliyordu.
Arna Esma, onun rengi benzi uçmuş, bedeni incelmiş dönüşlerden her şeyi anlıyordu...
Gülderen bir ziyarette, babasını yine saç tellerine kadar özlem-le incelerken, beklemediği bir soruyla
karşılaştı:
"Sen nerede çalışıyorsun sarı kanarya?"
Ziyaretler boyunca babasından ayırmadığı gözlerini yere indirirken, "Onu üzmek için yetiştirmişler
haberi" diye geçirdi içinden...
Fethi, "Biliyorum... îşe girdiğini de, nerede çalıştığını da biliyorum" dedi.
Gülderen'in bakışları biraz daha yerde kaldı. Babası sevdiklerinin her zaman zorluklarla savaşmasını
isterdi. Öyleyse... Yeniden başını kaldırdığında yüzünde ikircikli bir gülümseme vardı...
Eve döndüklerinde, "Babam çalıştığıma üzülmedi. O yalnızca yanımızda olamadığı için üzülüyor"
dedi annesine...
Esma'nın, saatlerce pencere önünde beklediği bir gün, el bebek gül bebek büyüttüğü kızı gelmek
bilmiyordu... Gülderen'in, sarsılan bedenine ve bastınveren uykusuna yenik düşüp derin bir uykuya
daldığını, kendisine gelip otobüsün bomboş olduğunu görünce mola yerinde olduklarım anladığını,
terminaldeki tuvalete koşup uykusunu dağıtmaya çalıştığını, sonra da telaşla yanlış otobüse binip
kaybolduğunu bilmiyordu...
işte o zaman her şey ortaya çıkmış, Mustafa kıyametleri koparmıştı... "Baban içerideyse, biz öldük
mü?" diye sorarken, yanıt beklemediğini de ortaya koymuştu. Zaten yaz tatili de sona yaklaşıyordu.
Kız Teknik Öğretmen Okulu'na verdiği başvuru dilekçesi geri çevrilen Gülderen, Sekreterlik
Yüksekokulu'na gidecekti... îşten ayrıldı...
Babası idamla yargılanan Taylan, ailesinin içine düştüğü ekonomik sıkmtı nedeniyle üniversite
yaşamına ara vermiş, Ankara'ya annesinin ve kardeşlerinin yanına gelerek işe girmişti.
Babası, 22 Şubat'ta emekli edildikten sonra aldığı emeklilik ikramiyesinin tamamını, emekli
edildikleri halde hizmetleri yetmediği için maaş alamayan ve gelirsiz kalan genç subaylar için
oluşturulan yardım sandığına vermişti... Geçen süreçte Rıfkı Erten hem emeklilik maaşını almış hem
de yeniden işe girmişti. 21 Mayıs son rasmda ise "vatana ihanetten" idamla yargılanan Rıfkı Erten'in
a* tık ikinci bir işi olmadığı gibi emeklilik maaşı da kesilmişti-

Mahkemeleri izleyen birinci derece yakınlar arasında da söze dökülmeyen bir ayrışma başlamıştı. Bir
grup, idamı göze almış davasını savunuyor, diğer bir grup en az cezayı almanın yollarını arıyordu.
Aileler arasındaki ayrışma da bundan kaynaklanıyordu. Taylan, "cesur" olarak nitelendirdiği,
karizmatik gördüğü kimi adamların oradaki çözülüşlerini görüyor, genç yüreği buna isyan ediyordu.
Annesi Adalet Hanım, "Baban bu işten kurtulamayacak..." diye gözyaşı döküyor, ardından, "Eğer
orada küçülüp kalsaydı, onurumuzu alaşağı etseydi, bu bizim için daha büyük acı olurdu. Baban,
davasını cesaretle savunuyor" diyordu. Annesinin yaşadığı bütün zorluklara karşı gösterdiği direnç,
Taylan'in acısına sürülen merhem oluyordu. Bunca yıl, eşiyle omuz omuza yaşayan Adalet Hanım da
babası kadar, belki de daha cesur ve güçlüydü.
Mustafa, elindeki şırıngayla mutfak tezgâhına dizdiği kavunların suyunu çekerken, Esma onu
izliyordu. İğneyi her kavuna defalarca batınp suyunu boşaltan Mustafa bu işi bitirdikten sonra,
dolaptaki büyük votkayı çıkardı ve bu kez şırıngaya çektiği votkayı, kavunlara aşılamaya başladı.
Fethi rakı severdi aslında ama, cezaevine alkol sokmanın en pratik yolu buydu.
"Fethi çok sevinecek bu sürprize" dedi Mustafa... Esma, çocuklar gibi güldü...
O gün ziyaret saatinde gür bir erkek sesini büyük bir şangırtı izledi. Sanıklardan Emekli Üsteğmen
Turgut Saltoğlu, bir buçuk yaşındaki kızının cam ve tel duvarlar arkasından kendisine ulaşmak için
ağlayıp çırpınmalarını bir süre izledikten sonra, cezaevi yönetimine gardiyanlar aracılığıyla, "Çocuk
kucağıma gelmek istiyor. İçeri almama izin versinler" diye haber yollamış, izin verilmeyince de öfkesi
denetiminden çıkmıştı. "Bize değil, çocuklara eziyet ediyorsunuz" diye bağırıp, topuğunu kalın cama
indirmiş, cam parçalanarak yerlere saçılmıştı... Cam kırıklarının parçaladığı topuğundan kanlar
akarken, o cezaevi yönetimine küfretmeyi ördürüyordu. Olay üzerine cezaevi müdürü koşup gelmiş,
Turgut Saltoğlu'nu sakinleştirmeye çalışmıştı. Ama genç üsteğmen *olay sakinleşebilecek bir
durumda değildi.
Sonuçta, Turgut Saltoğlu'na bir süre ziyaretçi yasağı verildi.
Hapishanedeki genç subaylar, her akşam, lider kadrosunu bir koğuşta topluyorlar, memleket
sorunlarım tartışıyorlardı. Petrol sorunu nasıl çözülmeliydi, enerji sorunu nasıl hallolmalıydı, toprak
reformu nasıl gerçekleştirilmeliydi... Saltoğlu'nun cam duvarları yere indirdiği günün akşamında
yapılan forumda belirgin bir gönülsüzlük vardı. Kalabalık, daha küçük gruplara bölünmek üzere
erken dağıldı...
Votka şırınga edilmiş kavunlar, Fethi için o gün gerçekten de güzel bir sürpriz olmuştu. Genç
arkadaşlarını çağırdı, hücresindeki ranzanın üzerine yerleşip, votkalı kavunları kaşık kaşık yediler.
Üsteğmen Turgut Saltoğlu, hapishane günlerinde, harekâta katılanların belli bir dünya görüşünde
buluşamadıklarım görüyor, küskünlüklerini dile getiremeyen kendisi gibi genç insanların paylaştığı
ortak kaderde yerini alıyordu. Onlar, acının, bilinmezliğin, özlemin, öfkenin, korkunun, cesaretin,
teslimiyetin, direnmenin, inancın ve daha nice duyguların renklerim taşıyan bir tablonun
parçalarıydılar. Duruşmalar ilerledikçe, parçalar yerli yerine oturmaya başlıyor, tablonun adı açık
seçik ortaya çıksa da, tanımlaması kolay olmuyordu. Tıpkı tanımlanamayan renkler gibi... Görürsün,
ama tanımlayamazsın... Anlarsın ama anlatamazsın... Yorulursun... Gençliğin imdada yetişir,
şakalarla oyalanırsın...
Duygusal bir teğmen vardı aralarında.. Kararlardan korkuyordu... Üsteğmen Turgut, ölümle
oynaşırken, korkuyla dalga geçmenin cazibesine kapılmıştı. Bir başka arkadaşıyla planını kurdu ve
oyuna başladı.
İkisi bir yandan genç teğmeni, dostça kollarına girip kenara çektiler:
"Bak... Akşam gelip bazı isimleri okuyacaklar. Bu gece okunacak isimler idama götürülecek."
Teğmenin rengi benzi atmıştı. Oyunları hedefi vurmuştu.
"Anca kanca beraber hareket edeceğiz, kalleşlik yok tamam mı •
Korkmak ayıp değildir aslında... Belki de en büyük cesaret, inatçı bir korkuya inat, doğru bildiğin
yoldan gitmektir...
"Tamam... Kalleşlik yok..."
Genç teğmenden bu sözü alır almaz, oyunlarının ikinci s için çalışmaya başlamışlardı. Cezaevi
görevlilerinden bir as

ya birkaç isim vererek, o isimleri gece gelip okumasını istediler. Astsubaydan da "olur"u aldıktan
sonra, yataklarına girdiler. îki arkadaş, oyun oynadıkları genç teğmenin iki yanında yatıyordu...
Kısa bir süre sonra astsubay, aynı oyundan haberdar bir yüzbaşıyla birlikte koğuşa girdi, elindeki
listeden isimleri okumaya başladı. Aniden bir ölüm sessizliği oldu... Şakadan diğer sanıkla-nn da
haberi yoktu ve geceyansı okunan isimler herkeste aynı çağrışımı uyandırıyordu:
"Kurşuna dizilmek!"
Ölüm sessizliği, yalnızca oyuncu iki arkadaşı değil, oyuna ortak olan yüzbaşıyı da etkilemişti... Onlara
döndü, ağlamaklı bir ses tonuyla, "Bir daha böyle şakalar yapmayın" dedi.
Bu olayın ardından oyunlar yön değiştirdi. Mamak'ta uykuların saati olmadığı gibi, gençlerin
midelerinin de saati yoktu. Geceyansı uyanırlar, aç midelerinin sesini durdurmanın yolunu ararlardı.
Eğer Binbaşı Fethi'ye gelen bir şeyler varsa, zaten sorun yoktu... Onun da gençler gibi saat bilmeyen
midesi mi, yoksa yüreği mi bilinmez, gecenin bir yarısı da olsa, gelip gençleri kaldırır, kendisine ne
geldiyse, hücrelerin dip tarafındaki masada onlarla paylaşırdı. Fethi, kendisine gelenleri ayrı bir
köşede yemek isteyenlerin de korkulu düşüydü... Bir kez sesinin son perdesiyle bağırıp,
ziyaretçilerinden gelen yemekleri kimseyle paylaşmadan yiyenleri ürkütmüştü...
İdam istemiyle yargılanan ve bu nedenle hücrelerde kalanların karşılarında birer dolapları vardı.
Artık oyun, geçmişte rütbe farkından, yanlarına yaklaşmaktan çekindikleri subayların dolaplarından
yiyecek aşırmaya dönüşmüştü. Ekibi kurup, hücredeküer uyurken, dolaplarını yoklarlardı. Bu sırada
biri diğeriyle göz göze gelmeye görsün, bir gülüşmedir başlardı.
Bir gün, ihtilalin başarılması halinde önemli bir makama gelecek olan emekli bir albayın dolabına
yavaşça yaklaşıp kapısını açtılar. Onları gülmeye en çok zorlayan şey, emekli albayın titizliğiydi.
Ancak, tam dolabın kapısını açtıkları sırada, yumuşak bir Ses, yalnızca hareketlerini değil,
gülmelerim de dondurdu:
'Ne o çocuklar, karnınız mı acıktı ?"
Onlar yaramaz çocukların utangaçlığı içinde verecek yanıt bulmamışlardı ama, emekli albay kalkmış,
onlara kendi elleriyle fırladığı zeytin ezmeli ekmek dilimlerini ikram etmişti...
°nca karmaşa içinde gülmelerini hiç kaybetmeyen Üsteğmen

I
¦
pimi
Turgut'u bir sabah hüzün içinde görenler ne oıaugunu aiusunacu-lar. Konuşmadığına göre önemli,
çok önemli bir şey olmuştu ve bu şey çok özeldi...
Üsteğmen Turgut, arkadaşlarına hiçbir zaman anlatmadı ama nasılsa yakınındaki birileri anladı...
Belki de onu kaybetmeden önce, ondan çok söz etmesinden... Belki de, aniden artık onu hiç
anmamasından...
Koğuşta geceleri çıkıp, Turgut'la göz göze bakışan bir fare vardı... Belli ki günlerden bir gün
hapishane yönetiminin kazasına uğramış, kuyruğunu kaptırmıştı... Bu yüzden ona "Kuyruksuz" adını
takan Üsteğmen Turgut, geceler boyu bakıştığı fareyi sevmişti... insanın hangi durumlarda, neyi ve
kimi seveceğini kim bilebilir? Kimin, en sarsıcı duygularını, hangi bir çift göze, sakınmadan
aktardığını kim hesaplayabilir?
Üsteğmen Turgut, gecelerden bir gece, dertlerinin sırdaşını bulamayınca meraka düşmüş, ertesi
sabah, hapishane yönetiminin kapan kurduğunu ve Kuyruksuz'un gittiğini anlamıştı... İşte, onun
şakacı gözlerine basan hüzün, Kuyruksuz'un, bir gece, herkesten habersiz, vedalaşamadan ölüme
gidişiydi.

Harbiyeli Zeki Yeğin'in kalemi hızla oynuyordu... Çizdiği karikatürlere, kimi zaman küçük, kimi
zaman kocaman baloncuklar ekliyor, sonra içlerim dolduruyordu...
Burası bir başka sıkıyönetim mahkemesiydi... Harp Okulu'nda kurulan ve bin dört yüz elli yedi
Harbiyeli'nin yargılandığı 2 Numaralı Sıkıyönetim Mahkemesi...
Zeki, duruşmaların başladığı ilk günden beri, ilgisini çeken her olayı, her ifadeyi, sayfalara yansıtarak
kendisini rahatlatmaya çalışıyordu.
Bir perşembe günü, yazlık haricî elbiselerini giyip, Thomp-son'lu nöbetçiler arasında, okulun
mahkemeye dönüştürülen spor salonuna gitmişlerdi... Sandalyelerde numaralan yazılıydı. Her zaman
Harbiye'nin zaferiyle biten maçlarda, neşeli zafer sesleriyle çınlattıkları salon artık başka, bambaşka
bir mekâna dönüşmüştü...
ifade veren bir arkadaşının karikatürünü çizdikten sonra, onun ağzından çıkardığı balona sözcükleri
yerleştirdi:
"Kızılay'da dolaştığım zaman beni kimse ikaz etmedi. Hatta, Orduevi'nin önündeki subaylar, bana
sportoto sonucu sorar gibi, 'Taraflar nasıl?'dedi."
Salondaki gülüşmeye Zeki de katılmıştı...
Duruşmalar ilerledikçe, gazetelerin kendileriyle ilgili haberlere yer vermemesi, radyonun ayrıntılar
üzerinde durmaması hep-sıne acı veriyordu... Güneşli ve sıcak haziran günlerini, ancak camdan
seyredebiliyorlardı.
Kolay değil, bin dört yüz elli yedi Harbiyeli'nin ifadesini al-Iılak". Günler uzuyor, ifadeler
bitmiyordu...

Zeki, yeni bir öğrenci karikatürüne yeni bir baloncuk çizdi: "Ben general tevkif etmedim ama...
Arabaya girdiğimde general içeride oturuyordu... Birlikte okula geldik..."
Sonra yeni bir karikatüre yeni bir baloncuk çiziyor, içini dol-duruyordu: Orduevi'ndeki subaylar,
"Harbiyeli! Rüzgâr ne tarafa esiyor, söyle de yelkenimizi o tarafa açalım?" diye soruyorlardı...
Salonda gezen emniyet subayı, tehditler savurarak, gülenlerin ve uyuyanların numaralarını not
ediyordu.
Yaşadıkları büyük şoka karşın şakalardan, gülmelerden vazgeçmiyorlardı... Ama her zaman değil...
Öyle zamanlarda, karikatür çizemeden, yalnızca not almakla yetiniyordu...
Bir öğrenci, 21 Mayıs sabahı jetlerin taraması sırasında, beynine mermi saplanan bir arkadaşının
kucağında öldüğünü ve iniltiyle son sözünün, "anne" olduğunu anlatınca, hepsinin gözleri
yaşarmıştı... Dinleyiciler ise ağlıyordu...
Bir başka öğrenci şöyle diyordu:
"Bir uçak gürültüyle geçiyordu... Tarıyordu... Saklandık... Dışarı çıktığımda, asfaltın kenarında bir
arkadaşım vurulmuştu. Miğferi kanlar içinde parçalanmıştı."
Sonra yine karikatürler, yine balonlar, yine gülüşmeler...
Harbiyelilerin etrafında en çok dolaştıkları yer Kız Teknik Okulu'ydu ve genç subay adayları ile kız
öğrenciler arasında birbirlerine "âşık" olanların sayısı hayli yüksekti...
"Efendim... Ben Kız Teknik'in önündeydim. Her zaman gittiğim yerdir..."
Bir öğrenci ifade verirken, "Bir evin kapısını çaldım... Kapı açıldı... 'Beni Tanrı misafiri kabul eder
misiniz?' dedim, ettiler" diye konuşunca, hâkim dayanamayıp, "Tabiî kabul ederler, silahlı olursan,
Tann misafiri de ederler" diye yanıt vermekten kendisini alamamıştı...
Hâkim bir başka öğrenciye soruyordu: (
"Başınızda kim vardı ?"
"Miğfer vardı efendim..."
1963 yılında Harp Okulu'nda kurulan 2 Numaralı Sıkıyönetim Mahkemesi'nde yaşananlar, Zeki'nin
kaleminden tarihe aktan yordu:
"Alarmla uyandım. Parolayı öğrendim. Ak saçlı bir kurmay bay gördüm. Talat Aydemir'miş... Vaziyeti
anlamak için Dikmen

la evime gittim. üabam Dana evae Kalmamı temDin eın... Daoaua İcadar evde kaldım... Sabah okula
geldim... "
Hâkim soruyordu:
"Baban neci ?"
"Subay efendim..."
Sorgulamaları haziran ayının sonunda biten Harbiyelilerin tahliye talebi reddedilmişti... Temmuz
ayında mahkeme salonunda tanıkların ifadesine başvuruluyordu... Her bir tanığın ifadesinin
ardından, Harbiyeliler sıraya giriyorlar ve ifadelere itiraz ediyorlardı. Hele albay rütbesindeki bir
tanık, teşhiste bulunurken, karşısındaki generalin işaretiyle yanıt verince, itiraz sırasına girenlerin
sayısı rekora ulaşmıştı...
Mamak'ta aslî sanıkların yargılandığı 1 Numaralı Sıkıyönetim Mahkemesi'nde ise, camdan duvarlan
bir topuk darbesiyle tuzla buz eden Turgut Saltoğlu'nun ziyaretçi yasağı bitmişti... Üstelik, bu olayın
ardından, on iki yaşından küçük çocukların sanıkların yanma girmesi için de izin çıkmıştı...
Sema, en sonunda, cam duvarlan aşıp, babasının dizlerinin üzerine oturabildi... Artık, görüşe gitmek
için et arabalanna bindiklerinde, "Babaci... Babaci..." diye el çırpıyordu...
Annesi bile dokunamıyordu babasma... Ablası ve Ömer Ağabey'i de... Bir tek Öner Ağabey'i, bir de o...
Seviyordu işte!.. En çok onu, bir de Öner Ağabeyi'ni seviyordu babası...
Nereden bilecekti, bir topuk darbesiyle kınlan cam duvarlan... Adını koyamadığı o duygunun yalnızca
kendi yüreğinde boy atmadığını nereden bilecekti. Bilmiyor... Sema ne çok şeyi bilemiyor... Haftada
bir ne demektir, pazartesi neden çok önemlidir bilmiyor arna, et arabasını tanıyor... Onun kendisini
babaya götürdüğünü biliyor... Babasının sıcacık ve güçlü kollan bedenini sanyor...
Ah bir de kavuşmalar kısa, aynlıklar uzun olmasaydı... Aynhk saati geldiğinde dayanamıyor, yine
ağlıyordu... Sonra yutuyordu ağlamalannı... Ya babasını kızdınrsa, almazsa onu kollanna yeniden?

Fethi düşünceliydi... Yine bir ziyaret saati Ditmiş, uner ue Se-ma'yı öpüp koklamış,
dokunamadıklarmın kokusu burnunu siz-latmıştı... Sema'nm küçük ellerinin sıcaklığı ise
yanaklarında kalmıştı...
Yatağa uzanıp, öğle uykusuna teslim olmadan önce, beyninde dönüp duran soru yine kafasına
takıldı... Cezaevinde anılarıru yazan Albay Aydemir, onlan dışan çıkarmanın yollarını anyor ama
çözüm bulamıyordu.
Albayın on iki yaşından küçük çocuğu yoktu ama kendisinin vardı... Ziyaretçiler girişte aranıyor ama
çıkışta aranmıyordu... Cam ve tel duvarların arkasmdakilere hiçbir şey veremezdi ama Öner ve Sema
on iki yaşından küçük olduklan için yanma girebiliyordu... Çocuklan çıkışta aranmayacaklar ve
albayın anılarını dışanya çıkarabileceklerdi...
Olur mu ?
Duygulan ile mantığı birbirine karıştı, o karmaşayı düşünce süzgecinden geçirmek için derin bir
tartışmaya girişti...
Ya çocuklarının başına bir şey gelirse ?
Zaten kendisiyle birlikte aynı zehri içen ailesi, bir de bu yüzden zor durumda kalırsa?
Olmaz!..
İyi ama, bir süre sonra albay da, kendisi de bu dünyadan çekip gideceklerdi ve geriye hangi uğurda
can verdiklerini anlatacak bir miras kalmayacaktı. Çocuklan küçücüktü daha... Belki onlar bile
anlamayacaklardı kendisini...
DP iktidannın yargılandığı Yassıada duruşmalan her akşam radyoda yayınlanmış, gazetelerde geniş
geniş yer almıştı... Halk, o davada yargılananların savunmalannı kendi seslerinden dinlemişti... Oysa
Mamak duruşmalan es geçiliyor, olay küçük gösterilmeye çalışılıyordu...
Gerçekleri kim, nasıl bilecek ?
Ya onlarla birlikte acı çeken, idamla yargılanan gençler? Bu zehri hep birlikte içmiyorlar mıydı ? Hem
çocuklan yakalanacak olsalar bile, bunun bedelini kendisine ödetirlerdi.
Yakalanmazlar... Bunca zamandır çıkışta hiçbir arama Ua~ pılmadı... Dikkat çekmeden... Parça
parça...
ve
Bu dava, tarihe, kim yazıyorsa, onun anılanyla taşınacaktı mutlaka taşınmalıydı... Taşınmalıydı ama...
Günlerdir bu karmakanşık duygulardan çıkamıyordu... neydi böyle, nasıl bir durumdu ? Yıllarca, en
riskli kararlan ken bile uzun uzun düşünmemişti... O, kararlarını, yaşadığı

gerçeKienne göre verir, suma. ua gen uuıuue^uı.


Neyse ne...
Fethi kim bilir kaçıncı kez mikrofona geldi, bakışlarını mahkeme heyetine dikti:
"Bu işin elebaşısı albay ile benim... Bu ihtilali biz kazansaydık, şimdi sizin yerinizde biz, bizim
yerimizde siz olacaktınız. Bizi asın... Çünkü biz kazansaydık, sizi asacaktık. Bu gençler, bize
inandıklan için peşimizden geldiler. Bu çocuklara yazık etmeyin. Bizi asın edin, onlan bırakın..."
Savcı, suçluları derecelendiren bir liste yapmıştı. Birinci sırada albayın adı bulunuyordu.
Duruşmalann seyrine göre, listenin alt sırasında olanlar üstlere doğru çıkıyor, üst sıralardakiler de
yerini yenilerine bırakıyordu. Fethi, ikinci sıraya yükselmişti. Bu, en ağır cezayı alacağı anlamına
geliyordu.
Orduda yıllardır cuntalar kuruluyor, ihtilal planlan yapılıyor, genç subaylar ihtilale hazırlanıyor,
sonra planlar sözlerde kalıyordu. Ta ki, vurucu güç, yani gerçek ihtilalciler bulunana kadar. 27
Mayıs'ta da yaşanan buydu. Eğer ihtilal başanlı olursa, gençler görevlerine döner, kurmaylar
kahraman olurlardı. Tersi olursa... İşte şimdi tersi yaşanıyordu... Bir kurmay, elinde vurucu güç
olmazsa nasıl ihtilal yapabilir?
Dudaklanna çarpık bir gülümseme yerleştirdi:
"Savcı bey bizi sıraya koymuşlar, beni ikinci sıraya oturtmuşlar. Kendilerine teşekkür ederim. Fakat,
ben ikinci sırada kalacak bir adam değilim, böyle bir durumum yoktur."
Harbiyeli Osman, Fethi Gürcan'ı dinlerken, ihtilale giden yolda, 21 Mayıs'ı planlayanların empozesi
olmadan kendi inisiyatifleriyle örgütlendiklerini düşünüyordu. 22 Şubat'ta emekli edilen subay ve
komutanlar kendileriyle temas aramamış, tam tersine kendileri onlara gitmiş ve bir ihtilal halinde
Harbiye'nin arkalarda olacağını söylemişlerdi.
Komuta kademesi, hiçbir vaatte bulunmamış, hiçbir söz ver-mernişti. Üstelik, başanlı olmalan
halinde, bir süre ihtilale muhafızlık yapıp, sonra da sımr illerine tayin edileceklerdi.
27 Mayıs'tan sonra onlan bu yola sürükleyen nedenlerden il-

ki, DP zihniyetinin bir daha dirilmemek üzere tarihe gömülmesi gerektiğine olan inançlanydı. Oysaki,
söz konusu zihniyet politik arenada hızla yükseliyor, yeniden dirilişinin ayak seslerini duyuruyordu.
Celal Bayar önemli bir isimdi ve yeniden sahnedeydi Onlar DP'ye karşıydılar ama CHP'li de
değildiler... Atatürk devrim ve ilkelerinin ayaklar altına alındığım ve sinsi sinsi sıfırlan-maya
çalışıldığını düşünüyorlardı. CHP bu gidişi durduramıyor-du... Yoksa o da bu sinsi tezgâhın ortağı
mıydı ne?
27 Mayıs doğruydu ama eğri gitmişti. Tek düşünceleri, o eğri gidişi durdurmak, böylece ülkeye katkı
sağlamaktı. Bunun dışında tek bir beklentileri bile olmamıştı... İşte 21 Mayıs sabahı saat 09.00'a
kadar direnmelerinin tek nedeni buydu.
Harbiye'de kurdukları örgüt, 21 Mayıs'ı hazırlayanlara organik olarak bağlı değildi. Hiçbir toplantıya
çağnlmamışlardı. Bu, komuta kademesinin bir eksiği miydi, yoksa onları "çantada keklik"
gördüklerinden mi böyle davranmışlardı ? Kafasını kurcalayan bu soruyu cezaevinde bulundukları
sürece de komuta kademesine sormamıştı.
* *
Mamak'ta dinlenen tanıklar arasında kimler yoktu ki... Milletvekilleri, eski bakanlar, tabiî senatörler,
subaylar, gazeteciler...
Duruşmada tanık olarak dinlenen Tabiî Senatör Mucip Ataklı, yargıcın, "Sanıkları tanıyor musunuz?"
sorusuna net bir yanıt verdi:
"Evet... Hepsini tanıyorum. Bunlar 27 Mayıs'm çekirdeğini oluşturan kadrodur. 22 Şubatçılarm hepsi
vatanperver ve memleketin yüksek çıkarlarını daima düşünen insanlardır. Ben hepsini böyle
tanıyorum ve tanımaya devam edeceğim."
Genelkurmay İkinci Başkanı Memduh Tağmaç, sanık sıfatıyla mahkemeye çıkınca, Harbiyeli Önder,
nefesini tuttu...
İhtilal gecesi, Fethi Gürcan'dan, Genelkurmay Başkanı Cevdet Sunay ve Kara Kuvvetleri Komutanı
Ali Keskiner'i getirmesi emrini aldıktan sonra arkadaşlarıyla birlikte hemen harekete geçmişti. Sunay
ile Keskiner aynı lojmanda oturuyorlardı. Önce Su-nay'm zilini çalmışlar, kapıyı açan Bayan Sunay'a
paşayı sormuşlardı. Bayan Sunay, kocasının evde olmadığını söylemiş, onlar içeri girip odaları
aramaya başlamışlardı, paşayı aramadıkları te yer ise evin bodrumu olmuştu! Bayan Sunay apartman
holüne Çi kıp yardım isteyince bu kez Kara Kuvvetleri komutanının oğlu şan çıkmış, Harbiyelilerle
karşılaşmıştı.

"Parola?"
Parolayı bilmeyen Kara Kuvvetleri komutanının oğlunu yanlarına alarak dışarı çıkmışlardı. Tam o
sırada, Genelkurmay ikinci başkanı, Genelkurmay başkanının evine geliyordu. Karanlıkta önce kim
olduğunu anlayamamışlardı...
"Parola?"
Genelkurmay İkinci Başkanı Tağmaç, hemen geri dönüp koşmaya başlamıştı...
Tağmaç, kimlik tespitinin ardından yemin etti ve ifadesine başladı:
"O gün resmî bir ziyaretten döndüm. Soyunmuş, yatmak üzereydim. Telefon çaldı. Kışla komutanı
tankların harekât alarmı verdiğini söyledi. Genelkurmay başkanını aradım, çıkmadı. Kara Kuvvetleri
komutanını aradım, o da çıkmadı. Deniz Kuvvetleri komutanım buldum. Çıktım kışlaya geldim.
Radyoda ihtilal bildirisi okunuyordu. Genelkurmay başkanının telefonu cevap vermiyordu. Evine
gittim. Yol ağzında biri bana parola sordu. Dikkatle bakınca, Harp Okulu öğrencisi olduğunu gördüm.
Parolayı bilmediğim için, olayın mahiyetini anladım. Ani bir kararla geriye döndüm. Bütün gücümle
koşmaya başladım. Ardımdan 'Durun!..' diye ihtar oldu. Biri iki adım attıktan sonra iki tüfek patladı.
Tüfeğin nereden atıldığını tahmin edemiyorum. Çünkü geriye bakmama imkân yoktu."
"Kimin ateş emri verdiğini bilmiyorsunuz..."
"Arkamı dönmüş, koşma vaziyetindeydim. Onu tahmin edemem... "
Genelkurmay Başkanı Cevdet Sunay'ın eşi de duruşmalarda tanık olarak dinlenmiş, Bayan Sunay, eve
gelen Harbiyelileri teşhis edemediğini söylemişti...
* *
Bir görüş daha bitmişti... Ziyaretçiler dönüş için otobüse yerleşiyorlardı. Esma, tam oturmak
üzereyken, Öner'in, Albay Ayde-mir'in karısına doğru, "Şadan Teyze, babam size bir zarf yolladı" %e
koştuğunu gördü. Hızla yerinden kalkıp, Öner'in ağzını kapadı •• Mahkeme sona yaklaşıyordu ve
herkes kendi yakınının en az Ceza alması için çaba harcıyordu. Duruşmalarda olaylan saklama
e§üiminde olanlann yakmlan ile davayı savunanlann yalanlan ^asında da aynşma başlamıştı. Onlar,
kendileriyle fazla yakın §Örünmek istemiyorlardı. Böyle bir ortamda, ihbar edilmeleri işten büe
değildi...

Otobüs tıka basa dolmuştu. Esma, yanma çağırdığı Öner'e "Sus" dedi yavaşça, "sesini çıkarma..."
Zarfı Öner'den alıp çantasına attı...
"Ben sonra veririm."
Öner durumu çabucak kavramıştı...
"Anne..." dedi fısıldayarak, "Semoş'un göğsünde de zarf var. O da Şadan Teyze'ye verilecekmiş..."
"Tamam..."
Esma'nın gözleri bu kez de, küçük parçalara ayırdığı gofret kâğıtlarını bayan polisin başından aşağı
döken Ömer'e takıldı...
Neyse ki, polis anlayışlı davranıyordu...
"Oğlum buraya gel..."
Ömer, gözlerinde hınzır bir ifadeyle polisin yanından uzaklaştı ama annesinin yanına da gelmedi.
Ah Ömer...
Büyük oğlu, her görüşe, babasının ona aldığı sustalı çakıyla gidiyordu. Her girişte aranıyor, çakı
yakalanıyor, alıkonuluyor, Ömer çıkışta çakısını teslim alıyordu. Her otobüse binişlerinde kendilerine
refakat eden polisleri kızdırmaya çalışıyordu...
İçini çekti... Hayat giderek zorlaşıyordu... Geçimlerini Zehra ve Mustafa Ağabeyinin verdiği iki yönlü
destekle sağlıyorlardı... Zehra İzmir'den her ay düzenli olarak para yolluyordu... Mustafa Ağa-bey'i ise
her çarşı her pazara iki fileyle çıkar, iki fileye birbirinin aynını koyardı... İki limon oraya, iki limon
buraya... Yarım kilo kıyma o fileye, yarım kilo kıyma bu fileye... Biri kendi evine, diğeri...
Ağabeyi, kendi çocuklarına verdiği harçlığı, bazen fazlasını yeğenlerine veriyordu... Hepsi bu kadar
mı? Fethi'nin de cezaevinde paraya ihtiyacı oluyordu... Mustafa, her görüşten önce, "Şunu Fethi'ye
sen ver, benim vermem doğru olmaz" diye eline para sıkıştırırdı. Fethi de hemen o görüşte, paranın
bir kısmını Öner ile Sema'ya verirdi.
Keşke bütün sıkıntıları geçimle sınırlı olsaydı... Kendi kendisini yiyip bitiren Gülderen'e, sanki bir şey
olmamış gibi davranan ve hep "iyi" görünen Ömer'e, geceyarılan "Baba..." diye tutturup ağlama
krizlerine giren Sema'ya, babasını dilinden düşürmeyen Öner'e yetmeye çalışıyordu... Bir de kendi
özlemi vardı ki-

yaşanmadan dışarıya çıkarılmıştı.


Artık duruşmalar bitmek üzereydi. Tanıkların dinlenmesi tamamlanmış, sıra savunmalara gelmişti...
Mahkeme heyeti, savunmaların ardından bir süre ara verecek, sonra da kararını açıklayacaktı.
Duruşmalarda onu en çok etkileyen olaylardan biri, eski arkadaşı Alparslan Türkeş'in ifadeleri
olmuştu... Albay, yazmayı sürdürdü:
iddianamede en çok dikkati çeken bir husus vardı. O da gece yapacağımız harekât saat 20.00'de
hükümete ihbar edilmişti. Mahkeme safhasında sıra Alparslan Türkeş'in sorgulanmasına gelince işin
içyüzü anlaşıldı. Meğer ihbarı yapan Türkeş imiş. Saat 20.00'de hükümet ortağı CKMP'den Fuat
Uluç'a telefon ederek, "Gene o namussuz Aydemir bu gece ihtilal yapıyor" demiş, durumu CKMP
milletvekili Yılanlı-oğlu'na bildirmiş. O da hemen CKMP lideri ve başbakan yardımcısı Hasan
Dinçer'e, o da Başbakan inönü'ye bildirmiş. Yani bu suretle hükümet haberdar edilmiş. Ama onlar
hiçbir tedbir almamışlar...
Her gün Harbiyelilerin ihtilal ihbarlarından bıkıp usanan hükümet, bu ihbarı ciddiye almamıştı...
Hükümet erken tedbir alsaydı, bizler kıtalara girerken alman tedbir ile hunharca öldürülebilirdik. O
da Türkiye'de tek lider olarak kalıp gayesi ne ise -hâlâ kapalı bir kutu, bilinmiyor- tahakkuk ettirirdi.
Mahkeme safhasında bu durum dinlenen kamu tanığıyla doğrulandığı gün tüylerim diken diken oldu.
Tanıktan sonra duruşma hâkimi Türkeş'i mikrofona çağırdı. O da doğrudan doğruya tasdik etti. Artık
iyice vaziyet anlaşılmıştı. Mikrofona kalktım, telefon konuşmasındaki "namussuz" kelimesi için, "Kim
sarf etmişse teessüf ederim" dedim.

* *
Albay rahatlamıştı... Fethi'nin kaşla göz arasında Öner Ue Se-ma'nın göğüslerine yerleştirdiği
anılarının bir kısmı hiçbir sorui

39
2 ağustos 1963.
Mahkeme salonunda, gözler Albay Aydemir'e kilitlenmişti. Savunmasını yapacak, son sözünü
söyleyecekti...
Önce, 1946 yılından başlayarak, 27 Mayıs'a giden süreci anlattı, ardından sessiz ihtilalleri, ihtilal
protokollerini değerlendirdi...
Savunmasında, gizli kalmış birçok gerçeği ortaya çıkarıyor, kapalı kapılar ardında yapılan
toplantıların üzerindeki gizlilik perdelerini kaldırıyordu...
Sıra 22 Şubat'a gelmişti:
"Ankara'da önümüzde duracak bir kuvvet yoktu. Kan dökülmesin, orduda namlu namluya dönmesin,
'tarihten bu lekeyi sile-meyiz' diye o gece herakâta katılanlar, tek bir silah patlamadan, hayatlarımızı
feda ederek harekâtı durdurduk.
Haksız yere küçültmeler, bizleri aksine büyütmüş ve ordudan, her sınıf ve rütbeden subaylar
tarafından aranmaya ve temas sağlanmaya başlanmıştır. Yapılan bu hatalardan dolayı, 21 Mayıs 1963
ihtilalinin tohumları Silahlı Kuvvetler'e, bizzat ülkeyi yönettiklerini zannedenler tarafından atılmıştır.
Silahlı Kuvvetler içinde 22 Şubatçı diye anılanlara karşı geniş bir subay kitlesi, bilhassa genç kuşaklar
sempati beslemeye başlamışlardı. O bakımdan Türk ordusunun gövdesinde yüzde doksan
sempatizanımız mevcuttur."
Albay, sakin ses tonuyla, savunmasını sürdürüyordu: "27 Mayıs 1960 ihtilalini yapan şerefli ordunun
şerefli mensupları, hazırlayıcıları bugün karşınızda sanık durumundadırlar-Ardından 27 Mayıs'ı
izleyen sürece geri dönüyordu: "Bizdeki politikacıların bir kısmı, darağaçlan kurarak üzerin"

etmek, ona sövmek, bir devrin yağmacılarını masum göstermek, irticai istismar etmek suretiyle
Meclis'e en kısa yoldan girmek istedi. Bu alanda başarılı olundu.
CHP ise aslında hiçbir fert, zümre veya parti lehinde yapılmadığı açıklıkla ifade edilen ve yalnızca
milletin mutluluğuna yönelmek isteyen 27 Mayıs'ı kendisine mal etmek çabası içindeydi.
Bu karşılıklı tahriklerle Türk milletini iki düşman kampa ayıran uçurum giderilecek yerde, büsbütün
derinleşip, kemikleşmeye başlamıştı. Aynı zamanda seçim, oy ve sandalye endişeleriyle Türk milleti
ile kendi öz evlatları olan Türk ordusunun arası tarihte ilk defa olarak açıldı. Bu durum Türk
ordusunun şerefli mensupları üzerinde büyük bir elem ve endişe yaratıyordu.
Anayasa'nın emrettiği reformları sevk etmesi, Türkiye'nin çeşitli problemlerini halletmesi beklenen
Meclis'in en önemli meselesi bir yağma ve vurgun devrinin sanıklarının affedilip edilmemesi veya
affın uygulanış şekliydi...
Demokrasi çoğunluğu sağlamak değil, ruh ve anlam olarak halkın çıkarlarını yerine getirecek olan
kurumları oluşturmak ve işletebilmektir. Demokratik düzenin tabiî parçası olan partilerin binaları
yıkılır, olumlu işlerin yerini kısır çekişmeler alır ve sunî buhranlar yaratıhrsa; bütün bu bozuk
yollardan gelen hükümet, bunların seyircisi, teşvikçisi olursa; bu yollarla doğmuş bir Meclis de
bunlara razı olur. Muhalefetiyle, iktidarıyla, yurttaşların hayret bakışlan altında bir gün sarmaş dolaş,
canciğer, öbür gün can düşmanı olur. Ama her durumda, oylarım aldıkları halka karşıdırlar. Gün olur
Meclis ordunun karşısına, gün olur ordu Meclis'in karşısına çıkarılır ve gün olur 22 Şubat'ta ve son
olaylarda olduğu gibi ordu kendi içinde birbirine karşı çıkarılır."
Albay, 21 Mayıs harekâtına, Başbakan İnönü'nün 15 mayıs 1963'te verdiği demeç üzerine karar
verdiklerini söylüyordu... Ona göre, İnönü'nün konuşmasında can alıcı noktalar vardı... Başbakan,
"Durum çok vahimdir" demiş, "üç gün içinde Türkiye'de her şey olabileceğini" ve "olaylan güçlükle
önleyebileceği-ni" söylemişti. Bunun derin anlamları vardı ve değerlendirmesine §°re, İnönü istifa
etmeye niyetli olabilir, Meclis'i hukukî yollardan feshetme çareleri arayabilir ya da askerî liderlerin
baskısı al-tır>da kalmış olabilirdi:
"Silahlı Kuvvetler içinde yaptırdığım sondajlarda da birinci gerekli bilgiyi almıştım. Kumanda
kademesinin hiye-

rarşik sisteme tâbi olarak yapılmasını arzu ettiği bir askerî müdahale, esasında memlekete felaket
getirecekti. Bu askerî müdahalenin yapılması da zaten şarta bağlıydı... Şart şuydu: İnönü ölürse veya
istifa ederse, iktidar AP'ye bırakılmamak için hiyerarşik sistemde bir ihtilal... Askerî hazırlıklar buna
göre yapılmıştı, her şev malumumuzdu. Bu Türkiye için tehlikeliydi..."
22 Şubat olaylarına kadar, hiyerarşik bir darbede ısrar eden albay, nasıl olmuştu da geçen süreçte
hiyerarşik ihtilali tehlike olarak görmeye başlamıştı? O, bu tehlikeleri birkaç maddeyle anlatıyordu...
Memleketin yüzde sekseni CHP'nin karşısındaydı. Onun lehine yapılacak bir ihtilal, halkın büyük bir
kesiminde tepkiye yol açacaktı. Üstelik, Silahlı Kuvvetler'deki genç kuşakların büyük bir kitlesi kendi
yanlarındaydı. Harekât yapılırken, kendilerine bağlı genç kuşak ya üzerinden atlayacak ya da
ihtilalciler yeni bir ihtilalle ortadan kaldırılacaklardı ve her ikisi de çok kanlı olacaktı...
21 Mayıs'm harekât planını bütün isimleri ve ayrıntıları vere
rek anlatan albay, kimlerin görevlerini yerine getirdiğini, kimlerin
ihanet ettiğini de açıklıyordu. İhtilalin başarılı olamamasının tek
nedeni ise Radyoevi'nin bir saat içinde el değiştirmesi ve Yarbay
Ali Elverdi'nin yaptığı ihtilal karşıtı anonslardı:
"Bu anons üzerine harekâta katılan kıtalardaki bazı subaylar demoralize olarak kıtalarını ve
silahlarını terk etmişlerdir. Hera-kâta katılacak bazı birlikler, garantili hareket etmek için civardaki
kıtaların kendilerinden önce çıkmalarını beklemişler, harekât planına göre verilen hedeflere
gitmekten çekinmişlerdir. Hele İstanbul'daki kıtalar, katılmak için işi tamamen garantiye
almışlardır."
Albay, 21 Mayıs sabahı güneş doğduktan sonra kalkan uçakların havadan ateş açması için hiçbir
neden olmadığını da anlatıyor, "Tarihte ilk defa Kara Harp Okulu bu iki uçak tarafından makineli
tüfek atışlarıyla taranmıştır" diyordu:
"Adlî tıp raporlarının incelemesinde şehitlerin yüzde doksan dokuzunun Hava Kuvvetleri uçaklarının
17,2'lik makineli tüfek mermileriyle vuruldukları anlaşılmıştır."
22 Şubat'ı, "Oluk oluk kan akacaktı" diye durduran, 21 Mayıs
ihtilali için, "Hiyerarşik ihtilal olursa çok kan dökülecekti" kayg1'
sıyla düğmeye basan, kendisine bağlı gençlere, "Mecbur kalınma"
dıkça ateş edilmeyecek" emri veren; o gece, başarısızlığının teK
nedeni olarak gösterdiği ve radyoda ihtilal karşıtı anonsları ya'
pan Yarbay Ali Elverdi'yi Harbiyelilerin elinden linç edilmekte11

kurtaran albay, bu konudaki tavrını da olabilecek en net şekilde anlatıyordu:


"Bizler ihtilalci idik. Ama kana, cana susamış ihtilalci değildik. Kardeş kanı dökmek için ayağa
kalkmamıştık. İsteseydik, gerek 22 şubat 1962'de ve gerekse 21 mayıs 1963'te Ankara'da taş üzerinde
taş bırakmaz, derya gibi de kan akıtırdık...
21 mayıs 1963 gecesi, güneş doğuncaya kadar mecbur kalman yerlerde ateş teatisi olmuştur. Ama
zannetmiyorum ki, bir ölü veya birkaç yaralıdan ileriye geçmemiştir. Acaba kara ordusu mensupları
ellerindeki silahlan kullanmasını mı bilmiyorlardı? Asla! Kendilerine verdiğim, 'Mecbur
kalınmadıkça -o da ancak nefsi müdafaa halleri hariç- hiçbir şekilde ateş açılmayacak' emrime
harfiyen uymuşlardı. Mecbur kaldıkları zaman dahi namlularını ekseriya havaya tutmuşlardır. Yoksa
sabah binlerce ölü ve yaralı olması gerekirdi. Bizler iyi niyetli ve medenî ihtilalciler idik. Genç
subaylar, 'Albayım, kansız ihtilal başarısız olur. 22 Şubat'ta kimseye kıymadınız. Bu sefer böyle
hareket etmeyelim' diye yalvarırlardı."
Sanık sırasındaki Harbiyeliler, albayı dikkatle dinliyorlardı... Ne 21 Mayıs öncesi ne de 21 Mayıs'tan
sonra cezaevinde onunla ilgili yapılan aleyhte propagandalardan etkilenmişlerdi. Hakkında yayılan
dedikoduların onu ne kadar üzdüğünü de biliyorlardı. Sonuna kadar inandıkları komutanlarının
yurtseverliğinden, Atatürk ilkelerine bağlılığından, mertliğinden, cesaretinden, içtenliğinden,
vefasından ve iyi niyetinden hiçbir zaman kuşku duymamışlardı... O iyi bir komutan, müthiş bir
örgütçüydü... Ama iyi bir ihtilalci olup olmadığı sorusunun yanıtını aynı rahatlıkta veremi-yorlardı.
Albay, savunmasında kendisine yönelik eleştirilere de içtenlikle yanıt veriyordu:
"Bizler, 27 Mayıs'ın hazırlayıcısı, yapıcısı ve koruyucusuyduk. 1956 senesinde bu dava için baş
koymuş ve yemin etmiştim. Ese-ftn yıkılışı ve hedefinden uzaklaştırılması, hele intikam hisleriyle her
gün biraz daha tahrip edilmesine, türlü türlü siyasî kombinezonlarla inkâr edilişine seyirci
kalamazdım. O zaman aslımı inkâr etrrıiş olurdum. Gerek orduda iken, gerekse ordu dışında iken
Silahlı Kuvvetler içinde, genç kuşaklarda meydana gelen infialleri §uçlükle önleyebilmiş ve patlak
verdiği anlarda idare etmeye mu-vaffak olmuşumdur. Bizler, Silahlı Kuvvetler'de olsun, dışarıda ol-
Suft memlekette infilak etmekte olan mermilerin şuurlu tıpaları

idik. Bu tıpalar mermilerin üzerinden şimdi alınmıştır. İşte geldik gidiyoruz... Hizmetimizi tarih
sayfalan ya takdir eder ya lanetler.
Harekât başarılı olsaydı, 27 Mayıs 1960 ihtilalinin memlekete getirmiş olduğu bütün hatalar parti
parti düzeltilecekti. Memlekette huzursuzluk kaynakları kurutulmaya çalışılacaktı. Gerçek
demokrasiye gidiş yollan açılacaktı. Memleketin birinci planda ana davası olan kültür ele alınacak,
vatandaşları gericilerin ellerinden kurtarıp, okuma yazma oranını artırmak için her çareye
başvurulacaktı, iktisadî ve sosyal reformların yapılması esastı.
Emekli olduktan sonra temas ettiğim bütün şahıslara, kısmet olur tekrar orduya dönersem veya bir
ihtilal neticesi başarılı olursam, beni Harp Okulu kumandanlığından başka bir yerde
göremeyeceksiniz diye söz vermiştim. Hayatta şimdiye kadar verdiğim bütün sözleri yerine getirmiş,
protokollere koyduğum imzaların hakkını vermiş bir insanım. Bu sözümü tutmadığımı gören olursa,
ilk gün gelsin beni vurup temizlesin diye herkese, bilhassa genç subaylara açık bono verdim."
Albay, uzun savunmasında hiçbir noktayı unutmuyordu:
"Bazı siyasîler, kurmay subaylar, İsmet Paşa tarafından, benim ve yakın arkadaşlarım için kullanılan
ifadeler var..."
Albay, bütün bunlara da tek tek yanıt veriyordu... Önce, Harp Okulu öğrencilerini aldattıkları
suçlamasıyla başladı:
"Ben hiçbir zaman hayatta kimseyi aldatmadım. Belki beni aldatanlar çok olmuştur. Fakat Harp
Okulu öğrencilerine benim için İsmet Paşa tarafından söylenen bu söz ciğerime çökmüştü... 22
Şubat'tan hemen sonra Harp Okulu öğrencileri, Taksim Abi-desi'ne koyduğu çelenkte, 'Harbiyeli
aldanmaz' diye İsmet Pa-şa'ya en iyi cevabı vermişti.
Bunun böyle olmadığını 21 Mayıs 1963 ihtilalinde bütün gözler gördü. Ben emekli bir albaydım. Ama
bu kez yalnızca Harp Oku-lu'nu değil, Ankara'da ve İstanbul'da Türk ordusu birliklerini arkamdan
sürükledim. Bana ve 22 Şubatçılara inanmasaydılar, bizlerde bir meziyet ve fikir görmeseydiler, bu
kıtalar ihtilal için kalkarlar mıydı? 27 Mayıs'tan sonra ordudan atılan generaller de dahil yedi bin
subay emekli olmuştu. Acaba Türk Silahlı Kuvvetle-ri'ndeki subaylar neden onların peşinden
gitmemişlerdi de, avuç denecek kadar az bir 22 Şubatçı kadrosunun bir işareuy seve seve ölüm
yolculuğuna çıkmışlardı?

21 Mayıs 1963 harekâtı için 'Harbiyeli aldanmaz' parolasını kasten seçtim. 21 Mayıs 1963 tarihinin de
bence önemi vardı. Üç yü önce Kara Harp Okulu'nun 27 Mayıs 1960 öncesi Ankara'da halinde
yürüyüşünün üçüncü yıldönümüydü..."
Albay, "Talat'ın üç buçuk adamı" tanımlamasını kullananların mahkemede kamu tanığı olarak
dinlendikleri sırada nasıl birer sahte kahraman olduklarının ortaya çıktığım söylüyordu:
"Gelelim, İsmet Paşa'nın 'şerefsiz sergüzeştçiler' sözlerine... Adnan Menderes en kudretli devrinde
başbakanlık yaparken, asil Türk ordusu için, 'Battal Gazi ordusu... Ben bu orduyu yedek subaylarla
idare ederim' diye, ordu personeline hakaret etmişti. İşte o zaman bizler daha gençtik. Bu cümle
ciğerlerimize işlemiş, ihtilalci hareketlere seve seve katılmış ve her türlü mücadeleyi göze almıştık...
Bu tek cümle orduda, genç kuşaklarda uyanma için büyük bir kırbaç etkisi yapmıştı. DP artık bu
devirden sonra ordunun desteğini kaybetmeye başlamıştı. Şimdi düşünün, 21 Mayıs 1963 ihtilali için
silaha sarılan gene şerefli Türk ordusudur. Devrin başbakanı İsmet Paşa, hem de eski bir ordu
mensubudur. Türk ordusunun mensuplarına 'şerefsiz sergüzeştçiler' demekten kendisini alamıyor.
Bu iki kelimeyi, benim ve arkadaşla-nmın isimlerini vererek sarf etseydi belki mesele yoktu. Ama
umuma söylenmesi her şeyi bitirmiştir..."
Albay, 21 Mayıs öncesi Fethi Gürcan ile Silahlı Kuvvetler içindeki kuvvet dökümlerini yaparken, en
yakın arkadaşlarının bile onlara inanmadıklarım anlatıyor, en zayıf yer olan Ankara'da, kıtaların
hükümete sadık komutanların altından nasıl hareket ettiklerinin apaçık görüldüğünü söylüyordu:
"İnanmamış insanlar kolay kolay başarısızlık anında karşılığı ölüm olan bir yolda, 22 Şubatçı emekli
subayların kumandası altında çıkmaz ve asgarî beş, azamî dokuz saat çarpışmaz... Bunun aksini iddia
edenler ancak kendilerini aldatırlar..."
Albayın savunması ilerledikçe, salondaki heyecan katsayısı da artıyordu...
İhtilalci kadroları belirlerken aldanmış olabileceğini söyleyen ^bay, gelecekteki ihtilal tahminlerinde
ise yanılmadığmı iddia e%ordu:
"Hedefine varamamış ihtilaller, yüzde yüz, aralıklarla tekrar edüir. Canlı örneği, 27 Mayıs ihtilali
sonrası, 13 kasım 1960, 6 ha-

ziran 1961, 22 şubat 1962, 21 mayıs 1963 ve gelecekte x günü..." Sisteme yönelik eleştirilerini
sürdürürken, onu ihtilal fikrine iten nedenleri de dile getirmiş oluyordu:
"Siyasî partileri Türkiye'de finanse edenler, köyde ve kasabada ağalar, küçük ve orta illerde eşraflar,
büyük illerde sermayedarlar ve patronlar oldukça, vatandaşın serbest seçimle oy kullanmasına imkân
yoktur. TBMM'ye gelenlerin, seçimler sırasında harcadıkları paralarını kurtarmak ve gelecek devre
seçimlere hazırlık olmak üzere yapılan nüfuz ticaretiyle elde edilen meblağ hariç, idarî, ticarî devlet
mekanizması dejenere edilmektedir. Bu demokratik denilen sahte rejimle memleket sonsuza kadar
idare edilemez.
Devletin Anayasa'sı ve kanunları dururken, devlet faşist sistemli protokollerle idare edilmektedir...
Taviz politikası, statükoculuk, oy almama korkusuyla gericilik müsamahayla karşılanmakta ve hatta
teşvik edilmektedir.
Memleketteki aşın cereyanlar önlenememektedir. Kürtçülük probleminin bu tutumla halledilmesine
imkân yoktur. Halk güvenliği için iline göre yer yer silahlıdır ve silahlanmaya da hızla devam
etmektedir.
Büyük şehirlerimizi sarmış olan gecekondu davalarının halledilmesine bugünkü hükümet idaresinin
anlayışıyla imkân yoktur. İleride kötü ideolojilerin yer etmesiyle Türkiye için en büyük tehlike
kaynağı oluşturacaklardır."
Albay, eleştiri oklarını mahkeme heyetine batırmaktan da çekinmiyordu:
"İddia makamı, bu harekâta katılmış insanları, canı isterse sanık olarak getirip parmaklıklar
arkasında yargılıyor, canı isterse tanık olarak getirip dinletiyor. Bunu kamu şahitlerini dinlerken çok
belirgin bir şekilde gördüm. Burada sanık olarak bulunanlardan yüz bir kat suçlu olan, kamu şahidi
diye dinlenen insanlar, bir kahraman edasıyla, kollarını sallaya sallaya salonu terk ederken, iddia
makamının da bizler gibi seyirci kaldığını, hatta getirmiş olduğu kamu şahitlerinin baştan aşağıya
uydurma şahadetlerini dinledikten sonra, haklarında en ufak bir kanunî işlem yapmak için harekete
geçtiğini görmedim."
Albay, yargılamanın büyümemesi, sanıkların çoğalmaması iÇi çaba harcandığını da söylüyor ve bütün
salonun nefesini tutarak dinleyeceği konuşmasının son bölümüne doğru yol alıyordu:
"Yargılama sırasında, senatör, milletvekili, çoğu yüksek subayı"

den uzaklaşabiliyorlar. İşlerine gelmeyen konuları hatırlamadıklarını beyan ediyorlar. Olmayan


olayları hayallerinde yaratıp, bazı sanıkları en ağır şekilde, vicdansızca suçlayıp, kahraman
kesiliyorlar. Kendi suçlarını kolaylıkla başkasının üzerine bırakabiliyorlar... Bütün bunları gördükten
sonra, hisli bir vatandaş olarak Türkiye'de yaşamaya imkân var mı? Hak ve adalet uğruna
çarpışmalarda ümit kalır mı? Onun için şahsen bu gibi haksızlıkları göre göre yaşamak istemiyorum...
Üç nedenden dolayı ölümü tercih ediyorum..."
Sanıklardan dinleyici sıralarına, mahkeme heyetinden güvenlik güçlerine kadar herkesin yüzünde
müthiş bir bekleyiş vardı...
"Bir fikre bir ideale inanmıştım. Bunun sürükleyicisiydim. Bu uğurda inandığım bir dava olduğu için
1956 yılında baş koymuştum. Artık verme zamanı gelmiştir. Çünkü, bir lider kendisine inanıp
arkasından gelenlere, bir fikir uğrunda gerektiğinde nasıl ölüneceğini göstermelidir ki, geriden süren
kökler, bu fikrin, bu idealin sönmemesi için çalışsınlar ve amaçlarına ulaşabilsinler. İşte bu görev de,
bu anda bir lider olarak bana düşüyor...
İkincisi... Bu ideal uğrunda şimdiye kadar benimle birlikte çalışan bazı arkadaşlarımın, büyük olaylar
ve büyük tehlikeler karşısında nasıl sarsıldıklarını, mahkeme huzurunda, mikrofon başında nasıl
küçüldüklerini gördüm. Kimlerle ölüm yolculuğuna çıktığımı anladım, manen yıkıldım...
Üçüncüsü... Türkiye'nin kalkınması, vatandaşlarımın gerçek anlamda hukuk düzeni içinde yaşayarak
refaha kavuşması, çağdaş devletler seviyesine yükselmesi için, hiçbir karşılık beklemeden hizmet
etmek üzere 1956 senesinden beri en tehlikeli mücadelelere girdim, göğüs gerdim... Başarılı
olamadığım gibi, halen de Türkiye'de değişen bir şey de göremedim. Memlekette gününü gün etme
zihniyeti devam ettikçe, bunun da geçekleşeceğine artık inanmıyorum.
Bu şartlar içinde yaşamayı fuzulî görüyorum. Ölümden hiçbir zaman korkmadım. Şimdi de
korkmuyorum. Hayatta şerefimle yaşadım, şerefimle mücadele ettim. Yılmadım... Evlatlarıma
bırakacağım en kutsî miras da eğilmeden, şerefinden kaybetmeden ölmektir. Onun için mahkeme
heyetinden hiçbir talepte bulun-mayacağım..."
Albay, savunmasını bitirdiğinde, sessizliği ve hareketsizliğiyle bir fotoğraf karesini andıran salon ağır
ağır dalgalanmaya başla-&, sonra yeniden bir fotoğrafa dönüştü...

Bakışlar bu kez, mikrofon başındaki uzun boylu, çelik bakışlı adama kilitlendi... Mamak
mahkemelerinde heyecanla izlenen Fethi Gürcan'ın son sözleri merakla bekleniyordu... O,
duruşmalar boyunca, suç olarak değerlendirilen fiillerini en ince ayrıntılarına kadar anlatmış, fikir
karargâhında yer alıp da yan çizen arkadaşlarıyla tartışmış, kimi tanıkları, sorduğu sorularla zor
durumlara sokmuştu...
20/21 Mayıs hareketinin eylem lideri, savunmasını, hareketin meşruiyeti üzerine kurmuştu. Çıkış
noktası ise 27 Mayıs ihtilalinin getirdiği Anayasa'ydı:
"Biz haklılığımızın savunmasını modern devlet görüşünde bulmaktayız. Bu görüşe göre, devletin bir
fonksiyonu ve bu fonksiyonu gerçekleştirmek için de bir otoritesi vardır. Bu fonksiyonun amacı,
halkın mutluluğunu sağlamaktır ve bu mutluluk sağlandığı sürece meşru bir devlet otoritesi var
demektir. Yoksa bu otorite gökten inmemiştir. Bu itibarla kanunlar ve devlet müesseselerinin verdiği
her türlü hukukî emirler, özü itibariyle bu amaca karşı olamazlar. Aksi takdirde meşru değillerdir.
Türkiye politikasını yönetenler, parlamentosuyla, hükümetiyle halka ve gerçek halk hâkimiyetine
karşıdırlar. Bizim hareketimizin meşruluğu, onların hareketlerinin gayri meşruluğundan
doğmaktadır.
Türk halkının kaderi tarih boyunca aldatılmışlığın bir serüvenidir. Tanzimat'ta hayatı değişmedi,
Birinci Meşrutiyet onun dışında bir hareketti. İkinci Meşrutiyet çilelerine yeni acılar ekledi. Bütün
bunlardan sonra Kurtuluş Savaşı, Türk milletinin bağımsızlık azminin şuurlu şahlanışı ve Atatürk
devri, halkın kendi kişiliğini idrake hazırlayış yıllarıydı. Bunu, halkın yeniden aldatılışı olan çok
partili devir takip etti.
27 Mayıs hareketi aslında belirli bir statükonun tayin ettiği sosyal sisteme mi karşıdır, yoksa sadece o
statüko içinde, Anayasa dışı hareketlerde bulunduğu kabul edilen birkaç kişiye mi karşıdır? Eğer
statükoya karşı değilse, millî iradenin gerçekleşmesine sadece birkaç kişinin engel olduğu
faraziyesine dayanmaktadır. Bu çok sübjektif, iptidaî, ilim dışı ve romantik bir hükümdür.
Gerçekte kişilerin hareketleri büyük ölçüde statüko tarafından tayin edilir. Aslında 27 Mayıs
öncesinde millî iradeyi saptırdığı sanılan şahısların hareketleri sebep değil neticedir. Şu halde 27
Mayıs ve ondan sonrası, bu gibi şahısların çıkmasına engel olacak değişiklikleri ve devrimleri acaba
getirebilmiş midir ? Bunlar yapılmadığı müddetçe, 27 Mayıs'ı hazırlayan sebepler halen mevcut

il

demektir ve gerçekte halkın iradesinin tecellisine imkân bırakıl-inamaktadır. O engellerin kalkması,


kişileri yok etmek ya da ağızlarını tıkamakla değil, devrimlerin, reformların yapılmasına bağlıdır. Bu
reformlar gerçekleştirilmemiş, yani halkın gerçek iradesi ile devletin tutumu arasında ayniyet
kurulamamışsa, 27 Mayıs öncesi için ileri sürülen meşruiyetsizlik iddiaları bugün de temelde aynı
değeri taşıyor demektir."
Fethi Anayasa'da yer verilen "sosyal devlet" ilkesi üzerinde ısrarla duruyor ve 27 Mayıs'tan itibaren
fiilî rejimin Anayasa maddelerini savsakladığını ya da yok saydığını söylüyordu:
"Parlamento, 15 ekim seçimlerinden sonra Anayasa'nın amir bulunduğu sosyal ve ekonomik engelleri
kaldırmak, millî iradenin yollarını açmak yerine, ödeneklerini artırmak çabası içinde çalışmaya
başlamıştır.
Parlamento, Anayasa'nın emrettiği reformların yapılması ve ilkelerinin gerçekleştirilmesi görevlerini
yapmakta Anayasa'nın devrimci ruh ve niteliğinden yoksun kalmıştır.
Halk adına, halk için politik kararlann alınacağı Meclis'in üstünlüğü cumhurbaşkanı ve başbakan
seçimi, çalışmaz ve işlemez görülen Meclis'in sık sık orduyla tehdit edilmesi, gerçekte Mec-lis'e ciddi
hiçbir reformcu teklifle gelmemiş olan hükümetin, Meclis'e karşı kişisel tahakkümü değil de nedir?
Bu tehditleri savuranların halk adına haklı olabilmeleri, halka gerçekten yararlı taşanlarla Meclis'i
çalışmaya zorlamaları halinde kabul edilebilirdi. Meclis'i orduyla tehdit edip Parlamento'da
hâkimiyet kurmak çabasında olanlar aslında kişisel tahakkümleri peşinde koşan demagoglardan
başka bir şey değildir.
Elbette partiler, demokratik hayatın kaçınılmaz unsurlarıdır. Kaçınılmaz bir husus da partilerin,
oylarını aldıkları kitlenin iradesiyle aynı yönde hareket etmeleridir. Başka bir ifadeyle, partiler ile
temsil ettiklerini iddia ettikleri halk iradeleri arasında bir ayniyet bulunmasıdır. Bu ayniyet
olmayınca meşruluk kendiliğinden ortadan kalkmakta, Türkiye'de gördüğümüz aldatma ve uyutma
başlamaktadır. Böylece ulusal irade katledilmektedir. Hem bu ay-¦üyetten bahsedilip hem de şef
hâkimiyeti hüküm sürüyorsa, halk üe Parlamento arasında ayniyet nasıl olacaktır? Garip olan,
Türkiye'de demokrasiye karşı bulunanların da demokrasiden bahsetmeleridir."
Fethi'ye göre devrimleri ve halkçılığı kendi çıkarları karşısında gören politik, ekonomik ve sosyal
menfaat grupları vardı:
'Anayasa'nın klasik hürriyetleri yanında, ulusal iradenin tecel-

lisi için adeta emrettiği sosyal ve ekonomik hakların, halk tarafından elde edilmesini sağlayacak
reformlara kimler engel olmaktadır? Toprak reformu, vergi, eğitim reformu ve diğer reformlar
aleyhinde çalışanlar kimlerdir? Bunların kimler olduğu hakkında Türk halkoyunda, bu arada sayın
yargıçlarda inancın tam olduğundan şüphemiz yoktur. Birçok çevrelerce ısrarla propagandası
yapılmasına rağmen uyutucu, aldatıcı, vaat edip unutturmaya çalışan CHP'nin yöneticileri bu
gruplara dahildir."
"Vatana ihanet'le suçlanmayı hiçbir zaman kabul etmemişti. Ne yaptıysa, "vatana hizmet" etmek
amacıyla yola çıkmıştı:
"Kaderine bırakılmış Anadolu'da küçük topraklar büsbütün küçülürken, büyük toprakların daha da
büyüdüğünü görüyoruz. Hele yaşamak, barınmak imkânından gittikçe mahrum kalan bu halk
kitlelerinin büyük şehirlere akarak, hemen de yarısına yakın kısmını kaplayan gecekondu inşaatının
yasaklanmasını isteyen yönetici zihniyet, Türkiye'nin davalarını anlamanın ötesinde olanların
zihniyetidir. Bugünkü tutumla gecekonduların artmasının kaçınılmazlığını anlamayanları ve onların
getirdiği problem karşısında anlayışsız olanları, özellikle bu gibi konulara derinden bakanları tarih
önünde itham edenleri, tarih önünde en büyük vatan haini olarak gösteriyoruz. Çünkü inanıyoruz ki
temel reformlar, bu ve diğer konuların önüne geçtiği takdirde meselelerimiz çözülecektir. Daha açık
bir ifadeyle, netice yerine sebeple uğraşıldığı takdirde çözülecektir.
Anayasa'nın sosyal devlet prensibini, sosyal adalet ilkesinde buluyoruz. Daha doğrusu bu ilkenin geri
kalmış bir memleket olduğumuz için, sosyal adalet için kalkınmak prensibinde kristal-leştiğini
görüyoruz. Oysa, kamu hizmetleri ve kalkınmayı sağlayacak olan vergiler geniş halk kitlesine
yüklenmiştir. Şimdi Anayasa'nın bazı maddelerinden söz edelim:
Madde 61 - Herkes kamu giderlerim karşılamak üzere malî gücüne göre vergi ödemekle yükümlüdür.
Yalnız bu madde bile açıkça göstermektedir ki, Parlamento ve hükümet Anayasa'ya karşı tutumdadır.
Ekonomik ve sosyal münasebetler bakımından Parlamento'nun ve onun sorumlu hükümetinin, Türk
ulusunun bağımsızlığı bir ya" na, uluslararası hukuka dahi aykırı olan Kromit olayındaki tutumu
hayrete şayandır. Olay, bir dava konusu iken, yerli bir firmanın bir Amerikan firmasına olan borcuna
ait bir anlaşmazlığı, mahkemelerde halletmek yerine Parlamento'da karar aldırıp ödemesi, zaten adil
vergileme altında bulunmayan halka yüklemesi, utanılacak bu

olay değil de nedir? Amerikalıların yardım yaptıkları memleketlerden özel alacaklarını tahsil
edebilmek için çıkardıkları bir kanuna dayanarak yapılmış bir Amerikan talebi karşısında Türk
hükümetinin bir itirazı olmuş mudur? Olay sırasında bazı şikâyetlere karşılık böyle bir tutum
açıklanmadığına göre itiraz yok sayıyoruz. Ve iddia ediyoruz ki kapitülasyonların ekonomik ve politik
sonuç olarak millî bağımsızlığımızı ve haysiyetimizi nasıl darbelediğini bilen bizler, bugün burada bu
yöneticilerin nereden nereye geldiklerini büyük üzüntüyle gördük. Bütün bunların altında nüfuz
ticareti, soygunlar, akraba kayırmaları yatmakta ve ekonomik, politik mü-nasebetleriyle, basınıyla,
diğer müesseseleriyle halkın gerçek iradesinin dışında hatta karşısında kalınmaktadır.
Şimdi soruyoruz: bu şartlar altında 27 Mayıs öncesi statükoyu korumak, hatta restore etmek rolünde
olan başbakan ile Parlamento, büyük halktan yana mı, yoksa onun karşısında mı ?
Politikası böyle, ekonomik tutumu böyle olan bir yöneticiler kadrosunun Türk yurduna armağanı,
sadece sosyal dengesizlik ve huzursuzluk olacaktır. Soruyoruz: bu dengesizlik ve huzursuzluk
artmakta mıdır, ağırlaşmakta mıdır? Bunları giderecek gerçek tedbirleri almak yerine sonuçlarla
uğraşan kadro vatan ihanetinin içinde midir değil midir?
İşte biz ulusal iradenin gerçekten tecellisi için, ona engel olan politik, ekonomik ve sosyal
münasebetleri ulusun çoğunluğu lehine ortadan kaldırmak istiyorduk. Bu münasebet yarın mutlaka
kopanlacaktır. Bu koparmayı kimlerin aracılığıyla yapacaktık ? Kafasıyla yeni nesil, Atatürk'ün
Cumhuriyeti emanet ettiği, aslında halkın mutluluğunu sağlamayı tavsiye ettiği gençlikle yapacaktık.
Bugün imkân verilmeyen, israf edilen yeni nesille yapacaktık. Daha doğrusu onlar yapacaktı. Bu
şüphesiz dar anlamıyla gençlik değil, yurdun her yanında, her kesiminde, düşüncesiyle ve
yapıcılığıyla devrimci olan zinde güçtür."
Bütün savunmasını, hareketin meşruluğuna dayandırdığından, 'Ölmeyi tercih ediyorum" diyen
albayın tersine, "beraatını" istedi:
"Yukarıda özü meşruiyete dayanan savunmamız hafifletici sebep bulma çabasını ifade etmez. Onlar
haklılığımız, daha doğrusu meşruluğumuzun kısa ifadeleridir. Bu nedenle tarihî mahkemeden, tarihî
beraat kararını istiyoruz. Fakat asıl beraatı, tarihin hükmüne bırakıyoruz."

40

Harbiyeli Önder Aydınlı'nm da, Fethi'yi 21 Mayıs sabahı bırakmamak için uzun süre direnen Mustafa
Karazeybek'in adlan da mü-ebbetlikler arasındaydı...
Sonra daha düşük cezalar... On beş, on iki, sekiz, altı, beş, dört yıl hapis cezasına çarptırılanlar...
21 Mayıs olayıyla ilgisi olmayan gruplar ise beraat ettiler... Tür-keşçiler, Kabibaycüar, On Birler ve
diğerleri...

5 eylül 1963.
Herkes eteklerindeki taşlan dökmüş, duruşmalara ara verilmesinin ardından geçmek bilmeyen
günler, uykusuz geceler tükenmişti... Artık o sabahtaydılar... Kararların okunacağı sabahta... Soluklar
tutulmuş, gözler mahkeme heyetine kilitlenmişti.
İhtilalcilerin rütbeleri olmadığı gibi, kararların da rütbesi yoktu... Protokol, alınan cezaların ağırlığına
göre oluşmuştu ve bu protokolde en önde yer alanlar idama mahkûm edilenler olacaktı. Cezalar
sanıkların yüzlerine karşı okunuyordu...
Önce Talat Aydemir ayağa kalktı...
Artık bütün gözler, mahkeme heyetinden kopmuş, ihtilalin komuta heyetine yönelmişti...
"... ölüm cezasına çarptırılmasına..."
Albayın mağrur duruşunda tek bir değişiklik olmadı...
Ardından Fethi Gürcan'ın adı okundu...
"... ölüm cezasına çarptırılmasına..."
Bütün bakışlar, idamına karar verilenlerin gözlerindeki duyguyu yakalamaya çalışıyordu ama
boşuna...
İhtilalciler, heykel gibi dimdik duruyorlardı... Çok kısa bir an, albay ile Fethi'nin gözleri birbirlerine
değdi... O kısacık bakışmayı yakalayanlar, iki dava arkadaşı arasındaki alışverişi çözemediler...
Osman Deniz, Erol Dinçer, İlhan Baş, Cevat Kırca, Ahmet Gü-cal...
Mahkemece haklarında idam kararı verilen yedi kişi de kararlan sarsılmadan dinlediler.
Sonra ömür boyu hapis cezası alan sanıklar hakkındaki kararlar okundu... Liste hayli uzundu... Ardı
ardına otuz isim sayıl"1-

Genç Kemalister Ordusu davası nedeniyle Mamak'ta bulunan Kurmay Yarbay Talat Turhan, 20/21
Mayıs davası sanıklarının dönüşünden sonra cezaevine karabasan gibi çöken havanın ağırlığını
yüreğinde hissetti. İdam cezası alanlann özel olarak hazırlanan hücrelere konup kilitlenmesinden
sonra cezaevine tam bir sessizlik hâkim oldu. Kimseden çıt çıkmıyor, yaprak kımıldamıyordu. O şen
şakrak, genç bedenlerin enerjilerinin duvarlarını zorladığı cezaevi gitmiş, başka bir cezaevi gelmişti
sanki...
O hava içinde tahliye olacaklan haberini alınca, idam cezasına çarptınlan arkadaşlarını ziyaret etmek
için izin istedi. Kararların açıklanmasıyla birlikte güvenlik önlemleri de artınlmıştı. Neyse ki,
arkadaşlanm son bir kez görüp vedalaşmasına göz yumuldu. Hepsi, hiçbir şey olmamış gibi
vakurlardı. Onlara bir istekleri olup olmadığını sordu... Kimi hiçbir şey istemedi, kimi de evine
"üzülmesinler" diye haber gönderdi...
Cezaevindeki sessizlik, yalnızca mahkûmlann değil, görevlilerin de üzerine yapışmıştı... "Baba"
lakaplı bir görevli vardı. 22 Şu-batçılann sempatizanı bu astsubay ile kendisi gibi Genç Kemalistler
Ordusu davasından tutuklanan subaylar arasında, 20/21 Mayıs gecesi yaşananları cezaevinde
konuşup gülmüşlerdi... Ama şimdi içinden gülmek gelmiyordu... Sekiz subay, kendisinden önce Ma-
mak'a gelmişti ve o gece de Mamak'ta kilitlendikleri ayrı ayn odalarda yatarlarken, Baba gelip
kapılarını açmış, "İhtilal oldu, serbestsiniz" demişti... Tutuklu subaylar, şaşkınlık ve sevinç içinde,
harekete katılmak üzere giyinmişlerdi. Öyle ki, içlerinden biri şaşkınlıktan tıraş olmaya başlayınca,
diğerleri, "İhtilale tıraşlı katılacak" diye gülmekten kendilerini alamamışlardı... Tam cezaevinden
Çıkma hazırlıkları yaparken, içlerinden bir üsteğmen, "Durun bir Talat Turhan'ı arayayım" demiş, o
sırada kendisi Merkez Komutan-hğı'nda gözaltında bulunduğundan eşiyle konuşabilmişti:
"Abla, biz serbest bırakıldık, çıkıyoruz..."

"Daha neyin ne olduğu belli değil. Biraz bekleyin..." Onlar biraz beklerken, ihtilalciler yenik düşmüş,
kapıları yeniden kilitlenmişti...
Üç buçuk ay sonra, 5 eylül 1963'te kendisiyle birlikte, o sekiz subay da serbestti... İçeride ise yedisi
idam cezasına çarptırılmış ihtilalciler yatıyordu...
Talat Turhan için, 20/21 Mayıs mahkûmları arasında Fethi Gürcan'ın çok özel bir yeri vardı. Onunla,
İkinci Dünya Savaşı yıllarının yaşandığı o yokluk dolu, sıkıntılı günlerde Kuleli Askerî Lise-si'ni
birlikte okumuşlardı. Sonra Harp Okulu'na gelmişlerdi. O Topçu Bölüğü'nde, Fethi Süvari
Bölüğü'ndeydi... Toplar çoğunlukla koşulu olup, atlar tarafından çekildiklerinden, topçular ile
süvariler arasındaki arkadaşlıklar daha yakındı... Harp Okulu'ndan mezun olduktan bir süre sonra, o
İzmir'deyken, Fethi de çok özel bir nedenle oraya gelmişti. Onun, 9 Eylül'de İzmir'in kurtuluşunda
bayrak çekilen tarihî konaktaki nişanına katılmış, bu rastlantısal beraberlik arkadaşlıklarını kalıcı
hale getirmişti... O konak... Bayrağı çeken Süvari Yüzbaşı Şerafettin İzmir bir ara onlara hocalık da
yapmıştı...
Birbirlerinden uzunca yıllar kopsalar da, 22 Şubat öncesindeki günlerde Ankara'da yeniden sıklıkla
görüşmeye başlamışlardı... Cezaevindeki günlerde de Fethi'nin hücresinde az geceler geçir-memişti...
Fethi, kendisine ve diğer subaylara, Genç Kemalistler Ordusu Bildirisi nedeniyle orada bulundukları
için, "mektupçu-lar" diye takılıyordu...
Mahkeme kararlarının açıklanmasının ardından, dışarıdaki arkadaşlarının ne yapıp edip onları dışarı
çıkaracaklarını düşünüyordu... Daha altı gün önce, 30 Ağustos Zafer Bayramı'nı cezaevi koşulları
içinde kutladıktan sonra, kendisini hücresine çağırmış, "Bu gece hapishaneyi basacaklar. İçeriye
hâkim olacağız. Benim yanımda ol" demişti... Garnizonun göbeğindeki, büyük güvenlik altındaki
cezaevine bir baskın yapılabileceğine çok aklı yatmasa da, ona "Hay hay..." demiş, sabaha kadar
arkadaşıyla oturup beklemişti... Ne gelen olmuştu, ne de giden...
Kurmay Yarbay Talat Turhan, tahliye edildikten iki gün sonra, tahliye kararını almak üzere gittiği
Mamak'taki Sıkıyönetim Ko-mutanlığı'nda, 20/21 Mayıs davasının savcısını karşısında buldu.-Savcı
onunla oturup biraz konuşmak istemişti. Arkasındaki ka-ratahtada, 21 Mayıs davasıyla ilgili kararın
şematik dökümü vardı. Savcı, kendisine, "Kararlan nasıl buldunuz ?" diye sorunca>

Savcı, düşünceli bir ifadeyle konuştu:


"Bütün davalarda savcı cezanın fazlasını ister, mahkeme istenenin azını verir. Savcının isteğini aşan
kararlar çok nadirdir. Bu mahkeme benim istediğimden daha fazla ceza verdi."
Mamak'ta kalanlar için yeni bir bekleme süreci başlamıştı. Mahkeme kararını vermiş, sıra Yargıtay'a
gelmişti... Herkes kendi cezasının düşürüleceği umudunu içinde yaşatıyordu... Ama en çok merak
edilen, Yargıtay'ın ölüm cezalarım onayıp onamayacağıydı...
İdam cezası alan diğer mahkûmlar gibi günlerini hücresinde geçiren Fethi, kimi ölüm cezalarının
Yargıtay'dan döneceğine inanıyor, ancak albay ve kendisi için aynı umudu taşımıyordu... Mahkeme
boyunca boyun eğmemişler, davalarını savunmaktan vazgeçmemişler, devleti yönetenleri suçlamayı
sürdürmüşlerdi. Gerçi mahkemeler basında doğru dürüst yer almıyordu ama ifadeleriyle pek çok
gerçek ortaya çıkmıştı. Çizgilerinden sapmamışlar, daha önce olduğu gibi, mahkemelerde de baş
eğmemişler, başkaldırmışlardı... Bu yüzden kararlara hiç şaşırmadı... Mahkeme, yalnızca albayın ve
kendisinin ölüm cezası kararını oybirliğiyle almıştı...
Onun beklediği bir diğer haber, 1 Numaralı Sıkıyönetim Mah-kemesi'nden Harbiyeliler için çıkacak
olan karardı. Kendi idam fermanının okunduğu günden altı gün sonra, 11 eylül 1963'te, 1 457
Harbiyeli hakkındaki karar açıklandı. 1 293 öğrenci beraat ederken, diğerleri dört yıl ile üç ay
arasında hapis cezası almışlardı. Kararların açıklanmasının hemen ardından izne çıkarılan Har-
biyelilerin tümünün birden okuldan atılması ise onun boğazına bir düğüm daha ekledi...
Artık cezaevindeki günler daha ağır geçiyordu... Albaya gelen bir haber, Fethi'yi de yıkmıştı...
Tutuklandıkları andan itibaren, aileleri için kaygı duyuyorlardı ve ne yazık ki bu kaygüannda pek de
haksız olmadıkları anlaşılmıştı...
Albayın oğlu Metin Aydemir'in, 21 Mayıs girişiminin ardından, °kulla ilişiği kesilmişti... Ama oğula
kesilen ceza bu kadarla sınır-

lı kalmamıştı... Metin, mahkeme kararlarının açıklanmasından bir süre sonra, silahlı bir grup
tarafından evinden alınmıştı... Kocası hakkındaki idam kararıyla yıkılan Bayan Aydemir'in, oğlundan
habersiz kalışıyla büyüyen acısı, Emekli Subay Evleri'nde oturan diğer ailelere de sıçramıştı... Sonra
da cezaevindeki hücrelere...
Metin'in götürüldüğü yer, yıllar sonrasında pek çok işkence olayına tanıklık edecek olan Ziverbey
Köşkü'ydü... Ama o, gözleri bağlı olduğundan nerede olduğunu bilmiyordu... Bildiği şey, karşısında
durmaksızın, soru işaretleriyle biten cümleler kuran adamlardı... Ama o, hiçbir şey bilmiyordu...
Yemek yoktu, uyku yoktu... Sorular soruyorlardı, sorular soruyorlardı...
"Babanın hareketine destek sağlamak için kimlerle görüştün?"
"Senin faaliyetlerin neler?"
"Kimlerle görüştün?"
"Neler?" ;
"Kimlerle?"
Sorular bitince, durmaksızın başa saran kasedin sesi, bulunduğu mekânı dolduruyordu...
"Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nı tağyir, tebdil ve ilgaya ve bu kanunla kurulmuş olan Türkiye
Büyük Millet Meclisi'ni ıskata cebren teşebbüs etmek suçundan sanık Emekli Kurmay Albay Talat
Aydemir..."
"İdam cezasına çaptırıldı..."
"İdam cezasına..."
"İdam..."
Dinletilen bant, mahkeme kararlarının açıklanmasından sonra verilen radyo haberinin, durmaksızın
tekrarıydı...
Annesi... Annesi çıldırmış olmalıydı... Evden alındıktan sonra nereye götürüldüğünü bilmiyordu...
Gerçi kendisi de bilmiyordu ama olsun! Annesinin duyduğu acının yansıması, orada yaşadığı bütün
acıların üzerine çıktı... Daha babasıyla ilgili idam karan yeni açıklanmıştı... Annesinin yanında, ona
destek olmalıydı... Yanında olmadığı gibi, şimdi bir de kendisini merak ediyordu... Bir haber...
Anneye bir haber... İyiyim haberi... Bir diyebilseydi... ÇOK iyiyim... Çok iyiyim anne... Anne...
Gözlerim bağlı değil anne, soru soran yok anne, işkencede değilim anne... Babam kurtulacak-Ben mi?
Ben iyiyim anne...
* * *

Cezaevindeki hava biraz daha ağırlaşmıştı... Yargıtay, yedi idam cezasından üçünü bozmuş, dördünü
onamıştı...
Talat Aydemir, Fethi Gürcan, Osman Deniz ve Erol Dinçer...
Yargıtay, Talat Aydemir ve Fethi Gürcan'ın kararlannı oybirliğiyle, Osman Deniz ve Erol Dinçer'in
kararlarını ise çoğunlukla almıştı...
Müebbet hapse mahkûm edilenlerden on beşinin cezası Yargıtay'ca onanmıştı... Mamak'ta en çok
yankı uyandıran karar ise, mahkemenin müebbet hapis cezası verdiği bir hükümlünün Yargıtay'ca
beraatının istenmesiydi... Bu karar Fethi'yi çileden çıkarmıştı... O, 31 martta harekâta karar verdikleri
sırada, "yan güçlerle görüşmek" fikrini ortaya atan, 18 nisanda yumruğunu masaya vurarak, "Var
mısın yok musun ? Onu söyle!" diye sorup, "Tabiî ki varım" yanıtını aldığı, duruşmalar boyunca
tartıştığı, istihbarat adına çalıştığı kuşkulannı duyduğu kişiden başkası değildi...
İdam karan onananlar, önce haklannda verilen idam karan bozulan arkadaşlannı kutladılar... Sırada
ise vedalaşmalar vardı... Yargıtay kararanın açıklanması, Mamak Askerî Cezaevi'ndeki nüfus
yoğunluğunun biraz daha düşmesi anlamına geliyordu... İdam cezası alanlar dışında, mahkemece
verilen cezalan Yargıtay'ca da onananlar artık sivil cezaevlerine nakledileceklerdi... İdam cezası
alanlar ile Yargıtay'ca karan bozulanlar Mamak'ta beklemeyi sürdüreceklerdi...
Fethi, artık haklarında verilen ölüm cezasının uygulanacağından emindi... Cezaevinde sık sık bu
konuyu konuşmuşlardı... Albay, tek bir idamın bile gerçekleşmeyeceğine inanıyordu ama Fethi onun
bu görüşüne katılmıyordu. Mahkeme kararını vermiş, Yargıtay da kararı oybirliğiyle onamıştı...
Geriye kala kala Meclis karan kalmıştı... Cezaevinde kaldıklan süre içinde, kendilerine ulaşan
haberler, üç karnın gerçekleşeceği yönündeydi. Fethi, bunlardan birinin albay, diğerinin kendisi
olacağını düşünüyor, üçüncü isim konusunda ön-Sörüde bulunmak istemiyordu. Meclis'te ne
olabilirdi? 27 Mayıs'a *in besleyen DP devamı partiler Meclis'te ağırlığı oluşturuyorlardı. Kendileri
kimdi? 27 Mayısçüar... Üstelik, AP kanadında, "üç bizden UÇ onlardan" sloganı kulaktan kulağa
yayılıyor, albay ile arkadaşla-Iîrun> Adnan Menderes'i astırdıkları propagandası yapılıyordu, ^fnin
idam cezalarına karşı çıkmasını beklemek safdillik olurdu...

lı kalmamıştı... Metin, mahkeme kararlarının açiKianmasuıuaiı Dır süre sonra, silahlı bir grup
tarafından evinden alınmıştı... Kocası hakkındaki idam kararıyla yıkılan Bayan Aydemir'in, oğlundan
habersiz kalışıyla büyüyen acısı, Emekli Subay Evleri'nde oturan diğer ailelere de sıçramıştı... Sonra
da cezaevindeki hücrelere...
Metin'in götürüldüğü yer, yıllar sonrasında pek çok işkence olayına tanıklık edecek olan Ziverbey
Köşkü'ydü... Ama o, gözleri bağlı olduğundan nerede olduğunu bilmiyordu... Bildiği şey karşısında
durmaksızın, soru işaretleriyle biten cümleler kuran adamlardı... Ama o, hiçbir şey bilmiyordu...
Yemek yoktu, uyku yoktu... Sorular soruyorlardı, sorular soruyorlardı...
"Babanın hareketine destek sağlamak için kimlerle görüştün?" "Senin faaliyetlerin neler?" "Kimlerle
görüştün?" "Neler?" "Kimlerle?"
Sorular bitince, durmaksızın başa saran kasedin sesi, bulunduğu mekânı dolduruyordu...
"Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'ru tağyir, tebdil ve ilgaya ve bu kanunla kurulmuş olan Türkiye
Büyük Millet Meclisi'ni ıskata cebren teşebbüs etmek suçundan sanık Emekli Kurmay Albay Talat
Aydemir..."
"İdam cezasına çaptırıldı..." "idam cezasına..."
"İdam..."
Dinletilen bant, mahkeme kararlarının açıklanmasından sonra verilen radyo haberinin, durmaksızın
tekrarıydı...
Annesi... Annesi çıldırmış olmalıydı... Evden alındıktan sonra nereye götürüldüğünü bilmiyordu...
Gerçi kendisi de bilmiyordu ama olsun! Annesinin duyduğu acının yansıması, orada yaşadığı bütün
acılann üzerine çıktı... Daha babasıyla ilgili idam karan yeni açıklanmıştı... Annesinin yanında, ona
destek olmalıydı... Yanında olmadığı gibi, şimdi bir de kendisini merak ediyordu... Bir haber...
Anneye bir haber... İyiyim haberi... Bir diyebilseydi-- ÇOK iyiyim... Çok iyiyim anne... Anne...
Gözlerim bağlı değil anne, soru soran yok anne, işkencede değilim anne... Babam kurtulacak-Ben mi?
Ben iyiyim anne...

Cezaevindeki hava biraz daha ağırlaşmıştı... Yargıtay, yedi idam cezasından üçünü bozmuş, dördünü
onamıştı...
Talat Aydemir, Fethi Gürcan, Osman Deniz ve Erol Dinçer...
Yargıtay, Talat Aydemir ve Fethi Gürcan'ın kararlannı oybirliğiyle, Osman Deniz ve Erol Dinçer'in
kararlannı ise çoğunlukla almıştı...
Müebbet hapse mahkûm edilenlerden on beşinin cezası Yargıtay'ca onanmıştı... Mamak'ta en çok
yankı uyandıran karar ise, mahkemenin müebbet hapis cezası verdiği bir hükümlünün Yargıtay'ca
beraatının istenmesiydi... Bu karar Fethi'yi çileden çıkarmıştı... O, 31 martta harekâta karar verdikleri
sırada, "yan güçlerle görüşmek" fikrini ortaya atan, 18 nisanda yumruğunu masaya vurarak, "Var
mısın yok musun? Onu söyle!" diye sorup, "Tabiî ki vanm" yanıtını aldığı, duruşmalar boyunca
tartıştığı, istihbarat adına çalıştığı kuşkulanm duyduğu kişiden başkası değildi...
İdam karan onananlar, önce haklannda verilen idam karan bozulan arkadaşlannı kutladılar... Sırada
ise vedalaşmalar vardı... Yargıtay kararının açıklanması, Mamak Askerî Cezaevi'ndeki nüfus
yoğunluğunun biraz daha düşmesi anlamına geliyordu... İdam cezası alanlar dışında, mahkemece
verilen cezalan Yargıtay'ca da onananlar artık sivil cezaevlerine nakledileceklerdi... İdam cezası
alanlar ile Yargıtay'ca karan bozulanlar Mamak'ta beklemeyi sürdüreceklerdi...
Fethi, artık haklannda verilen ölüm cezasının uygulanacağından emindi... Cezaevinde sık sık bu
konuyu konuşmuşlardı... Albay, tek bir idamın bile gerçekleşmeyeceğine inanıyordu ama Fethi onun
bu görüşüne katılmıyordu. Mahkeme kararını vermiş, Yargıtay da karan oybirliğiyle onamıştı...
Geriye kala kala Meclis karan kalmıştı... Cezaevinde kaldıkları süre içinde, kendilerine ulaşan
haberler, üç ıdamm gerçekleşeceği yönündeydi. Fethi, bunlardan birinin albay, diğerinin kendisi
olacağını düşünüyor, üçüncü isim konusunda ön-Sörüde bulunmak istemiyordu. Meclis'te ne
olabilirdi ? 27 Mayıs'a ^o besleyen DP devamı partiler Meclis'te ağırlığı oluşturuyorlardı. Kendileri
kimdi? 27 Mayısçüar... Üstelik, AP kanadında, "üç bizden UÇ onlardan" sloganı kulaktan kulağa
yayılıyor, albay ile arkadaşla-rinırı, Adnan Menderes'i astırdıkları propagandası yapılıyordu. ^Pnin
idam cezalarına karşı çıkmasını beklemek safdillik olurdu...

iPİİİ|l

ölüme inanılmaz bir rahatlıkla bakan ve onlara cezalarının düşeceğini söyleyerek moral veren
hayalim yanında taşıdı. Onun,
Cenk var cenk, ruhumuza denk ! İhtilal içimizde hevenk hevenk!
diyen gür sesi kulağından eksilmedi... Bir daha görebilecekler miydi birbirlerini acaba? Sesini
yeniden duyabilecek miydi?
Herkes yalnızca kendisiyle paylaşabileceği anıları, hesaplaşmaları, yargıları, sevgileri, özlemleri ve
umutlarıyla yola çıkarken, duvarları "Harbiye Marşı"yla çınlayan Mamak Cezaevi'nde 20/21 Mayıs
davası sanıklarından kala kala dört kişi kalmıştı... Dört ölüm yolcusu: Talat Aydemir, Fethi Gürcan,
Osman Deniz ve Erol Dinçer...
* * *
Gülderen, birkaç gündür, duruşmalar şurasında ihtilali ihbar ettiği ortaya çıkan Alparslan Türkeş'in
yolunu gözlüyordu... Son görüşte, babası, "Türkeş'e git, selamımı söyle" demişti... Gülderen, "Sonra?"
diye sorunca, "Sadece selamımı söyle, o anlar" demekle yetinmişti...
Genç kız, karşıdan gelen Alparslan Türkeş'i görünce, kararlı adımlarla yanına gitti:
"Ben Fethi Gürcan'ın kızıyım. Babamın size selamı var..."
Alparslan Türkeş, birkaç saniyelik şaşkınlığın ardından etrafına bakındı, sonra alçak ses tonuyla,
"Başka bir şey söyledi mi ?" diye sordu.
Gülderen, "Hayır" dedi, "sadece dedi ki: 'Selamımı söyle, o ne söylemek istediğimi anlar..."'
Alparslan Türkeş, karşısında dikilen genç kıza, "Aleykümselam" dedi ve arkasını dönüp hızla
uzaklaştı...
6
Baş verenler
"Hava leylak ve tomurcuk kokuyor uy anam anam haziranda ölmek zor..."
Hasan Hüseyin

28 ocak 1964.
Esma, beynini ve yüreğini tokatlayıp, hücrelerini donduran fırtınayı içinde hapsetmek istermiş gibi
dudaklarını sımsıkı kapamıştı. Dizlerinin üzerine yerleştirdiği küçük zarif çantada parmaklarını
dolaştırdı... Fethi, üç yıl Önce Roma'dan getirmişti onu... Başını belli belirsiz çevirip Gülderen'i
inceledi. Gözlerini Genel Kurul salonuna dikmiş oturuyordu. Hafifçe sararmış yüzünden, sık nefes
alış verişlerinden aynı fırtınanın onun içinde de dolandığını anladı. Diğer yanında ağabeyi Mustafa
Türker oturuyordu. Ya hayat bütün silahlarını kuşanmış üzerine üzerine yürürken, o da yanında
olmasaydı... Bunun düşüncesi bile içini titretti... Gelmeden önce, hepsine moral vermiş, "Daha bu ilk
görüşme" demişti, "ölüm cezaları Millet Meclisi'nde iki kere görüşülecek, sonra Cumhuriyet
Senatosu'na gidecek... Bu ilk görüşmede idamlara onay verseler bile sonra işler değişir... Millet Mecli-
si'nde değişmese de Cumhuriyet Senatosu'nda değişir..."
Geniş bir çevresi olan ağabeyinin milletvekilleri ve senatörlerle dolaylı ya da doğrudan görüşmeler
yaptığını biliyordu...
İdam cezaları Yargıtay'da onaylanır onaylanmaz, moral bozucu bir haber daha gelmişti... AP ve
YTP'liler; Talat Aydemir ve arkadaşlarının, Adnan Menderes, Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ve
Maliye Bakanı Hasan Polatkan'ın idam cezalarının onaylanmasında etkin rol oynadığı iddiaları
yüzünden "üçe üç" sloganı etrafında birleşiyorlardı. iki hafta önce, dört idam karan Millet Meclisi
Adalet Komisyonu'nda görüşülmüş, ölüm cezalanmn dördü de kabul edilmişti.

Görüşmeler başlayınca, bütün dikkatlerini o yöne verdiler. İlk sözü alan AP milletvekilinin
konuşmaya başlamasıyla birlikte tartışma ortamına girildi. CHP sıralarından yükselen protestolar
nedeniyle konuşması sık sık kesilen AP'li milletvekili, "askerî darbeler'^ ağır sözlerle eleştiriyor, bu
da CHP'lileri çileden çıkarıyordu:
"... tarihin ve yaşadığımız gerçeklerin ışığında diyebiliyorum ki, ihtilaller en tahripkâr ve en korkunç
birer millî felakettirler. Onu yapanlar onlara hizmet edenler, hazırlayanlar, alkışlayanlar her kim ve
ne olurlarsa olsunlar gerçek millî menfaatleri düşünmeyen kimselerdir."
CHP sıralarından, "27 Mayıs buna dahil mi tavzih et... 27 Mayıs
var..." sesleri yükseliyordu.
"Ekseriya başlarken iyi niyetli olurlar... Fakat ne yaptıklarını, ne yapacaklarını ve yaptıkları işin
nereye varacağını ekseriya bilmezler. Daima bilmedikleri ve tanımadıkları bir kuvvetin zebunudurlar.
Ve adeta birer piyondurlar. Kaybederlerse hain olarak can verirler. Kazanırlarsa da ellerine pek bir
şey geçmez. Geçici kahraman olurlar..."
AP'li milletvekili gürültüler, patırtılar içinde konuşmasını sürdürüyordu:
"... 27 Mayıs ihtilalini Türk ordusu yaptı ve muvaffak da oldu. Kahramanlar diye çılgınca alkışladık.
Netice: başta ihtilalin öncüleri olmak üzere ordu parçalandı. 22 Şubat'ta ise ihtilal yarım kaldı."
Gürültüler yükseliyordu...
"Lütfen dinleyin efendim. Hedefine varamadı. Mahiyeti politik gayretlerle maskelendi. Fakat neticede
yine ordu zarardide oldu. Zıt kutuplaşmalar açık ve yaygın bir hal aldı. Bunca emek ve masraflarla
yetişmiş kıymetli elemanlar saf dışı edildi. Bu hal ise 21 Mayıs ihtilalini doğurdu."
"... gayri millî bir zümre de ihtilâllerin bütün nimetlerine gömülmekte..."
Sıralardan, "Kimdir onlar?.." diye soruluyor ve gürültüler artıyor, AP'li milletvekili ise tansiyonu
yükseltiyordu:
"Şimdi ben sizden soruyorum, siz benden değil; bugüne kadar tek bir komünistin, tek bir uşağın
burnu kanadı mı ?
CHP'li milletvekilleri sıra kapaklarına vurarak konuşmacıyı protesto ediyorlardı.
"... bir tek uşak makamından düştü mü? Aldın mı cevabını? Esma'nm gürültüler, bağnşmalardan başı
dönmeye başlamıştı... Hiçbir şey duymuyor, duysa da arılamıyordu... Dört kişini11 canı üzerinde
politika yapılıyor, milletvekilleri birbirlerinin üzer-

terine yuruyorıar ve aovuşuyorıaraı.


Sonra ortalık biraz sakinleşti ve bir başka AP'li milletvekili kürsüye çıktı:
"... biz istesek af da ederiz. Nitekim siz arkadaşlarım öylesine bir af yaptınız ki, 22 Şubat'tan sonra
önümüze açık beyaz bir kâğıt geldi, altına imza koyduk, 'affettik' dedik. İçinde ne var bilmiyoruz...
Niye yaptık arkadaşlar, hukuk gözüyle yapılır mı bu? Siyaset eyledik, öyle icap etti de yaptık."
Genel Kurul salonuna bu kez gülüşmeler hâkim olmuştu...
Teklifin tümü üzerindeki görüşmelerin tamamlanmasından sonra maddelere geçildi. Dört ölüm
cezası bentler halinde birinci maddede toplanmıştı.
O sırada, Millet Partisi Genel Başkanı Osman Bölükbası ve arkadaşları harekete geçtiler. Önce,
oylamanın açık yapılması için önerge verdiler. Bu arada CHP'li milletvekilleri ölüm cezalarının ayrı
ayrı oylanmasını istediler. Bu, bazı ölüm cezalarının affedile-bileceği umudunu da beraberinde
getiriyordu. En aykırı önerge, Osman Bölükbası ve arkadaşlarından geliyordu. Dört ölüm cezasının
da reddini isteyen önerge okunurken, Esma'nın kalp atışları hızlandı. Sonra Osman Deniz ve Erol
Dinçer'in ölüm cezalarının yerine getirilmemesi yönünde bir başka önerge geldi... Önce önergeler
oylandı, sonra birinci maddenin bentleri teker teker... Az önce kavga eden milletvekilleri el ele
vererek, önce Talat Ay-demir'in, sonra Osman Deniz'in, ardından Fethi Gürcan'ın ölüm cezalarını
onayladılar... Millet Meclisi, Erol Dinçer'in ölüm cezasını ise reddetti.
Esma, yakından tanıdığı Erol Dinçer'in idam cezasının reddedilmesine sevindi. Ama üç idam
kararının onaylanması, "üçe üç" senaryosunu güçlendirdiği için morali bozuldu.
Millet Meclisi'nde, 4 şubat 1964 günü ölüm cezaları ikinci kez görüşülüyordu. Osman Bölükbası ve
arkadaşlan başta olmak üzere, bir grup milletvekili idamların önlenmesi için savaş veriyorlardı.
Teklifin tümü üzerine ardı ardına konuşan milletvekilleri, birinci maddenin görüşmelerine geçmeden
önce de başkanlık kürsüsünü değişiklik önergesi yağmuruna tuttular... Önergelerde, Talat Aydemir,
Fethi Gürcan ve Osman Deniz hakkındaki ölüm cezala-inm da yerine getirilmemesi isteniyordu.
Özellikle, mahkemece hakkında oybirliğiyle karar verilmeyen Osman Deniz'in ölüm cezasının yerine
getirilmemesi konusunda ısrarlı önergeler geliyor-

du. Ancak oylamalarda sonuç değişmedi... Meclis ilk oylamada olduğu gibi, Talat Aydemir, Fethi
Gürcan ve Osman Deniz'in ölüm cezalarını kabul ederken, Erol Dinçer'in ölüm cezasını reddetti.
Tahliye edildikten sonra Afyon'a dönen Kurmay Yarbay Talat Turhan, 20/21 Mayıs hükümlüleriyle
ilgili Ankara'daki gelişmeleri yakından izliyordu. Talat Aydemir'in Silahlı Kuvvetler Birli-ği'nin en
güçlü albayı olması ve Yassıada kararlarının infazlarından Silahlı Kuvvetler Birliği'nin sorumlu
tutulması, Meclis'teki AP ve YTP oylarını etkiliyor, arkadaşlarını darağacına yaklaştırıyordu. Oysaki,
Yassıada'daki infazlardan Silahlı Kuvvetler Birliği'nin sorumlu tutulması yanlış bir kanıydı... O da
Silahlı Kuvvetler Birliği'nin bir üyesiydi ve gelişmelerin bir bölümüne tanık olmuştu.
Silahlı Kuvvetler Birliği, Yassıada duruşmalarını yürüten Yüksek Adalet Divanı'nı vicdamyla baş başa
bırakmak kararını almış ve bu kararını Talat Aydemir'in de içinde bulunduğu bir ekiple Genelkurmay
başkanı ile üst düzey komutanlara duyurmuştu. Bu toplantıda, arkadaşları Genelkurmay başkanını
Yüksek Adalet Divanı başkanına bir mektup yazmaya ve Silahlı Kuvvetler'in görüşünün hukuka saygı
olduğunu bildirmeye de ikna etmişlerdi.
Yassıada kararlarının onaylanmasından birkaç gün önce, Silahlı Kuvvetler Birliği'nin CHP yandaşı
üyeleri ve Millî Birlik Komi-tesi'nin bazı üyeleri, Genelkurmay başkanına; Yassıada kararlarının
onaylanmasına Genelkurmay başkanı ve kuvvet komutanlarının da katılmasını önermişlerdi.
Genelkurmay başkanının, Silahlı Kuvvetler Birliği'ne ulaştırdığı bu öneri tartışılmış ama kabul
edilmemişti. Öneri, Silahlı Kuvvetler Birliği'nin, "orduyu politikadan uzaklaştırmak" kuruluş ilkesine
ve "adalete saygı" kuralına uymadığı gibi millet ile orduyu karşı karşıya getirmek gibi basiretsiz bir
çıkar hesabının ürünü olarak görülmüştü. Komite üyeleri sorumluluktan kaçmak için, Silahlı
Kuvvetleri infazların sorumluluğuna ortak etmek istiyorlardı.
Yassıada kararlarının onaylanacağı 15 eylül 1961 günü, SilaU1 Kuvvetler Birliği Genel Kurulu,
Jandarma Subay Okulu'nda olağanüstü toplanmıştı. Nedense bazıları o toplantıya katılmamayı
uygun görmüşlerdi. Toplantının konusu, Yassıada'dan alınan, ancak doğruluğu saptanamayan bir
haberdi. Buna göre, YükseK Adalet Divam'nm verdiği kararlar Millî Birlik Komitesi'nde onay"

lanmazsa, Yassıada'da beklenmeyen olaylar ortaya çıkacaktı.


Durum uzun uzun tartışılmış ve Silahlı Kuvvetler Birliği adına, infazların sonuna kadar Yassıada'da
kalmak ve güvenliği sağlamakla görevli bir kurul seçilmişti. Üç kişilik kurulun bir üyesi de kendisiydi.
Emirlerine tahsis edilen özel bir uçakla İstanbul'a gelmiş, Yassıada İrtibat Bürosu başkanıyla
görüşerek adaya gitmek için bir bot istemişlerdi. Ancak, onların hareketinin hemen ardından,
Genelkurmay başkanı, Deniz Kuvvetleri komutanını aynı amaçla görevlendirmiş, ikinci bir uçakla
İstanbul'a göndermişti. Durumu, ikinci ekiple İrtibat Bürosu'nda karşılaşınca anlamışlardı. Bu
gelişme üzerine Silahlı Kuvvetler Birliği adına seçilen üç kişilik ekip olarak geri dönmüşler, diğerleri
Yassıada'ya giderek infazların sonuna kadar orada kalmışlardı.
Yassıada'nm güvenlik ve savunması için doğrudan doğruya Millî Birlik Komitesi tarafından
görevlendirilen Yüzbaşı Remzi Oral, Talat Aydemirle arası açılmaya başlayan "havacılar cuntasına
bağlıydı. Menderes'in idam cezasının infazım, Devlet Başkanı Gürsel'i atlatarak gerçekleştirmişti...
"İdamlar gerçekleşmeseydi, Talat Aydemir ihtilal yapacaktı" sözleri ise yanıltıcıydı. Bu
propagandanın kaynağım, Silahlı Kuvvetler Birliği'nin ilkeleri arasında yer alan, "Yassıada davasında
birinci derecede suçlular için Yüksek Adalet Divam'nm verdiği kararlar derhal tasdik ve infaz
edilecektir" sözü teşkil ediyordu. Ama bu durumda da, Yassıada kararlan çoğunlukla
onaylanmamıştı... Yüksek Adalet Divanı on beş eski iktidar üyesi hakkında idam kararı vermiş,
kararlar özel bir kuryeyle, jet hızıyla, Millî Birlik Komitesi'ne ulaştırılmıştı. Silahlarm masa üzerine
konduğu toplantıda, mahkemece idamlarına oybirliğiyle karar verilen Başbakan Adnan Menderes,
Dışişleri Bakam Fatin Rüştü Zorlu ve Maliye Bakanı Hasan Polatkan hakkındaki idam kararlan
onaylanmış, eski cumhurbaşkanı Celal Bayar hakkındaki karar, altmış beş yaşını geçtiği için, kalan on
bir kişi hakkındaki karar da, mahkemece oybirliğiyle alınmadığı için müebbet hapis cezasına
çevrilmişti. Yani komite, on beş idam karanndan, üçünün infazmı onaylamış, diğerlerini reddetmişti.
Millet Meclisi'ndeki oylamaların sonuçlan Mamak'taki dört idam mahkûmuna hemen ulaştı. Albay
Aydemir, Fethi Gürcan ve

Osman Deniz, genç arkadaşları Erol Dinçer adına mutlu olmuşlardı. Erol ise kendisini iyi
hissetmiyor, idamının reddedilmesine sevinemiyordu.
Albay, Millet Meclisi'ndeki oylama sonuçlarını aldıktan sonra hiçbir idamın gerçekleşmeyeceği
yolundaki inancını yitirmedi. Bundan sonra Cumhuriyet Senatosu'nda yapılacak görüşmelerle Fethi
ile Osman'ın idamları da reddedilecek, Millet Meclisi de ilk kararını değiştirecekti. Kendisi hakkında
çıkan idam kararı da Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel'in önüne gidecekti... Albay, Gür-sel'in idam
kararını onaylamayacağını düşünüyordu... Ama bunun garantisi olmazdı, iyi ki anılarını yazmıştı ve
yazmayı da sürdürüyordu... Eğer idam edilirse, kendisine yöneltilen bütün suçlamaların yanıtını o
anılarda vermiş olacaktı. Anılarının dışan çıkarılmasını da, en yakın dava arkadaşı Fethi Gürcan'a
borçluydu... Semoş'un göğsüne sıkıştırılarak parça parça dışarıya çıkarılan anılarını, bazen yazarak,
bazen teyp kasedine okuyarak kaydediyordu... Fethi Gürcan'ın son yurtdışı yarışmalardan dönüşünde
getirdiği teybi, mevlit dinleyecekleri bahanesiyle cezaevine sokmuşlardı. O teybin kasetlerine
okuduğu anılar yine aynı yolla dışarıya çıkarılıyor ve eşine teslim ediliyordu.
Anılarında, Yassıada infazlarıyla ilgili açıklamalar da yapmıştı... Böylece bu haksız suçlama da bir gün
gelecek aydınlanacaktı. Millî Birlik Komitesi'nin, Yüksek Adalet Divanı'nın aldığı idam kararlarını
onaylamaması halinde Yassıada'nm havaya uçurula-cağı haberini alınca, böyle bir cinneti önlemek
üzere kendilerini görevli hissetmişlerdi. Adnan Menderes'in asılması için o zaman orduda bulunan
cunta ısrar etmemişti... Millî Birlik Komitesi üyeleri, kararın verilmesinden kırk sekiz saat önce
vicdanlarıyla baş başa bırakılmış, asker ve subaylarla temas ettirilmemişlerdi. Bu kararı da "cunta"
dedikleri grup almıştı.
Millî Birlik Komitesi'nde idam hükümlerinin onaylanmasında ısrarcı olanlar, CHP kanadına hizmet
edenlerdi... Komitede Cemal Gürsel, idamların yapılmaması için çok çaba harcamıştı... Üç idamdan
ikisi derhal 16 eylül günü sabaha karşı İmralı Adası'nda infaz edilirken, Adnan Menderes hasta
olduğu için, infazı iyileşinceye kadar ertelenmişti... 17 eylül günü, İsmet înönü, yanında Dışişleri
bakanı olduğu halde saat 10.00'da Genelkurmay başkanıyla görüşmüş ve Genelkurmay başkanına,
"Menderes'in asılmasına engel ol paşa!" demişti. Genelkurmay başkanı, "İğne deliği kadar hukukun
geçeceği bir yer gösterin, yapalım" yanıtını vermiş* bunun üzerine, saat 11.00'de Çankaya Köşkü'nde
Devlet Başkanı

Cemal Gürsel'le buluşmuşlardı. Cemal Gürsel, Menderes'i kurtarmak için Yassıada'ya yeni bir
doktorlar heyeti gönderip, "Aklî dengesi bozuktur" diye rapor verilerek infazın durdurulmasını
önermiş, bu da uygun bulunmuştu. Albay, bütün bunları Genelkurmay başkanının ağzından
dinlemişti. Üstelik bu konuşmada başka tanıklar da vardı.
Yassıada'yı arayan Cemal Gürsel, karşısına çıkan, adanın güvenlik ve savunmasından sorumlu
Yüzbaşı Remzi Oral'a, "İnfaz durdurulsun, yeni bir doktorlar heyeti gelecek" demişti. Yassıada'
dakilere ise Ankara'da Menderes'in cezasının uygulanmaması yolunda girişimler olduğu haberi
çoktan uçmuştu. Yüzbaşı Remzi Oral, infazın durdurulmasını önlemek için, Cemal Gür-sel'e,
"Menderes'in İmralı'ya götürüldüğünü, cezasınm da büyük bir olasılıkla infaz edildiğini" söylemişti.
Gürsel telefonu hayal kı-nklığıyla kapatmıştı... Yüzbaşı Remzi, durumu hemen ada komutanına
bildirmiş, daha Yassıada'da bulunan Adnan Menderes'i alelacele hücumbota bindirip îmralı'ya
göndermişlerdi. Menderes, bütün ilkelere aykırı olarak gündüz saatlerinde asılmıştı...
Albay, bir gün gelip de gerçeklerin ortaya çıkmasını ne kadar istiyorsa, o günü görmeyi de o kadar
istiyordu...

42
Fethi'nin hapishanede geçirdiği ilk bayramdı. Bayram nedeniyle, ziyaretçilere getirilen yasak
gevşetilmiş, ikinci derece yakınlara da ziyaret hakkı tanınmıştı. Fethi'nin görüşmeci ekibi bu kez
kalabalık olmuştu... Zehra, Mustafa, İlhan... Ağabeyi ihsan... Hepsi oradaydı... Görüşmeler bahçede,
gardiyan nezaretinde yapılıyordu. Gençler onun ne kadar heyecanıysa, çocuklar da neşesiy-di... Etrafı
çocuk kaynıyordu... Kendisinin dört, Mustafa'nın beş çocuğu görüş yerindeydi... Sema neşe içinde
ellerini çırpmaya başlayınca, önce onu, sonra da, Mustafa'nın, henüz yürümeye başlayan kızı
Gülnur'u masanın üzerine çıkardı. "Hadi bize bir şarkı söyleyin" derken, gözlerinden taşan ışıklar
çocukları okşuyordu. Onların ağızlarında yuvarlanıp şekil değiştiren şarkı sözleri ve notaları,
dinlediği en güzel şarkılara eşdeğer oldu...
Fethi, görüşme bitmeden önce, elini cebine götürdü.
Mustafa... Sağ olası Mustafa...
Onun her bayram, az ya da çok çocuklara harçlık verdiğini bilirdi. Ne Fethi'nin çocuklara harçlık
verememenin ezikliğini yaşamasına, ne de çocuklann zihinlerinde yerleşen "baba" ya da "enişte"
imajının değişmesine izin vermemek için, kaşla göz arasında, kimselere fark ettirmeden, bozdurduğu
paralan onun cebine sıkıştırmıştı. Her çocuk için kâğıt iki buçuk lira... Çocuklar paralarını sevinçle
almış, ziyaretten neşeyle ayrılmışlardı.
Gülderen, "Baban idamdan kurtulacak" diyen avukatla tam bir işbirliği halindeydi... Annesinin,
dayısının, teyzesinin adına yaZ" dıklan mektupları, onlann yerine imzalıyor, avukatın ev adresle-

nnı veraıgı mıııetveKiııen ve senatörlere goıuruyorau. her dönüşünde, dilekçeyi kime verdiğini,
kendisinin ne yanıt aldığım soruyor, hepsini not ediyordu... Cumhuriyet Senatosu'nda yapılacak
görüşmeler öncesinde, o kanada ağırlık vermişlerdi. Avukat, Cumhuriyet Senatosu'nda kararın
değişeceğinden emin görünüyordu. O zaman teklif Millet Meclisi'ne yemden gidecek, Millet Meclisi
de idamda ısrar etmeyecekti.
Mektuplar bazen de milletvekilleri ve senatörlere aracılar kanalıyla ulaştmlıyordu. Komşulanndan
birinin yakın akrabası senatördü. Evlerine gidip zile basınca, kapıyı evin delikanlısı açtı... Mektubu
eniştesine ulaştıracağı sözü veren komşu oğlu, biraz fazlaca ilgiliydi... Gülderen'in bütün derdi,
senatörün oyunu idamlara karşı kuUanmasıydı ama birkaç görüşmenin sonunda, "uzun boylu,
esmer" delikanlıdan o da etkilenmeye başladı. Kendisiyle konuşmak isteyen ve "ciddi" olduğunu
söyleyen komşu oğluna, "Sokaklarda görüşmem" demişti ama... Peki ne yapması gerekiyordu ? Yine
başı dertteydi ve babasına gereksinimi vardı. Anneannesiyle konuşamazdı. O kıyameti koparırdı.
Annesine de söylemek istemedi... Ancak babasıyla paylaşabilir, ona akıl danışabilirdi... Ama nasıl?
Görüşmeye hep birlikte gidiyorlardı... Delikanlıya, "Bir resmini ver, babama göstereyim" dedi...
* *
Cumhuriyet Senatosu Anayasa ve Adalet Komisyonu, Millet Meclisi'nden gelen metni değiştirmiş,
ölüm cezasını ikiye indirmişti: Talat Aydemir ve Fethi Gürcan... Bütün aile umutlarını bu kez
Cumhuriyet Senatosu'nda yapılacak görüşmeye kilitlediler. Zaten umutsuzluğa hiç düşmemişlerdi.
11 mart 1964'te Cumhuriyet Senatosu'nda ilk görüşme yapıldı... Gündemin ilk sırasında, Ankara
Milletvekili Kemal Erko-van'ın verdiği, Millet Meclisi'nde reddedilen ve ölüm cezalannın ömür boyu
hapse çevrilmesiyle ilgili teklif görüşüldü. Bu kez kürsüye çıkıp, idam cezalanna karşı çıkanlann sayısı
daha çoktu... Millet Partisi Yozgat Senatörü Nejat Çetintaş da kürsüye gelenlerden biriydi:
"... nitekim idam cezası talebiyle karşımıza gelen bu siyasî suç faillerinin, 22/23 Şubat Olaylan'nda
bütün imkânlar ellerindey-ken kan dökülmemesi için, memleketin yüksek çıkarlarını dikkate alarak
herakâttan vazgeçtikleri hepimizin malumudur. Ve yine 20/21 Mayıs Olaylan'nm cereyan ettiği gece
de, teslim aldıklan

yüksek rütbeli subaylan geri bırakmış, hareketlermı nakli olarak önleyen Ali Elverdi'nin canına
kıymamış, ölçüsüz bir şekilde şiddete gitmemişlerdir."
Diyarbakır Senatörü ihsan Hamit Tigrel'i de dikkatle dinlemişlerdi:
"Üç yüz seneden beri, Cromvrell'den beri, ingiltere'de bir siyasî idam olduğunu ben işitmedim. Fakat
hiçbir olay da olmadı. Suriye'de, Irak'ta her yıl kitle halinde siyasî idamlar oluyor. Fakat ertesi gün
başka ihtilaller ortaya çıkıyor. Çünkü ortam uygun. Bu ortam var oldukça, bir Talat Aydemir'i değil,
bin Talat Aydemir'i idam etseniz, üçüncüsü çıkar, beşincisi çıkar, bu ihtilali yapar. Görevimiz ve
marifet, bu ortama izin vermemektir."
Teklif reddedilmiş, ardından ölüm cezalarıyla ilgili yasanın görüşülmesine başlanmıştı...
Yine, ölüm cezalarının yerine getirilmemesi yönünde önergeler verildi... Bu kez, ölüm cezalarının
yerine getirilmemesi savaşı verenlerin başını eski Millî Birlik Komitesi üyesi olan birkaç tabiî senatör
çekiyordu... Ardından oylamalar yapıldı... Yine iki idam kabul edildi: Talat Aydemir, Fethi Gürcan...
Fethi Mamak'ta, "kaç kez öldürüldüğünün" hesabını yapıyordu. Mahkeme kararı, Yargıtay kararı,
Millet Meclisi Adalet Komisyonu, Millet Meclisi'ndeki ilk görüşmeler, ikinci görüşmeler, Cumhuriyet
Senatosu Anayasa ve Adalet Komisyonu, Cumhuriyet Sena-tosu'ndaki ilk görüşmeler... "Şimdiye
kadar yedi kez idam ettiler bizi" dedi albaya, "şu işi bitirseler de biz de kurtulsak!"
Görüşmeler öncesinde, Cumhuriyet Senatosu'nda kimin hangi yönde oy kullanacağını merak
etmişlerdi... En çok da eski Millî Birlik Komitesi üyesi olan tabiî senatörlerin oylarım... Artık
biliyorlardı... Albay, 1960 öncesinde ilk ihtilal komitesini birlikte kurdukları eski arkadaşı tabiî
senatör Osman Köksal'm, idamı lehine oy verdiğini öğrenmişti... Hiç zaman yitirmeden eski
arkadaşına bir telgraf çekti:
"Kardeşim Osman...
İdam edilmem için oy kullanmışsın... Allah benden artan ömrü
sana versin..."
Osman Koksal, görüşmelerde dört idama da "evet" demişti-..
* * *
Fethi Gürcan'ın yakınları için en kritik günlerden biri, Cumhu' riyet Senatosu'nda ikinci görüşmelerin
yapılacağı 17 ^&

LU... çciiısıan gıaereK azaııyorau... ounuıurıyeı oeiıa.ıo&u uu görüşmede de Fethi'nin ölüm cezasmı
onaylarsa, karar kesinleşecekti.
Senato'nun oturum başkam önce komisyondan gelen ve iki idamın kabulü, iki idamın reddini
öngören raporu okuttu... Sonra iki önerge olduğunu söyledi... Önergelerin biri, Talat Aydemir ve
Fethi Gürcan hakkındaki ölüm cezalarının yerine getirilmemesi, diğeri ise yalnızca Fethi Gürcan
hakkındaki ölüm cezasının yerine getirilmemesi doğrultusundaydı... İki önergenin altında da tabiî
senatör Mucip Ataklı'nın imzası vardı. Önce ilk önerge oylandı... Senato, Talat Aydemir'i affetmek
istemiyordu... Sıra ikinci önergeye geldi...
Başkan, "Şimdi, yalnız Fethi Gürcan'ın 'ölüm cezasının yerine getirilmesi' hakkındaki hükmün,
'yerine getirilmemesi' şeklinde değiştirilmesi teklifini oylarınıza sunacağım" dedi...
"Kabul edenler... Etmeyenler... Efendim, sayılar birbirine çok yakın bulunmaktadır... Şimdi tekrar
oya koyuyorum. Sayın Mucip Ataklı'nın 'Fethi Gürcan'ın ölüm cezasının yerine getirilmemesi'
şeklindeki önergesini oylarınıza sunuyorum. Kabul edenler lütfen ayağa kalksınlar..."
Salondaki senatörlerin yansı ayağa kalktı... Başkanlık Divanı ayağa kalkanları sayıyordu...
"Kabul etmeyenler lüften ayağa kalksınlar..."
Ayaktaki senatörler oturdu, salonun diğer yarısı ayağa kalktı...
Başkan, yeniden saydı...
"52'ye karşı 54 oyla, yani iki oy farkla, Fethi Gürcan hakkındaki ölüm cezasının yerine 'getirilmemesi'
şekli kabul edilmiştir... Fethi Gürcan, Osman Deniz ve Erol Dinçer hakkındaki ölüm cezasının yerine
getirilmemesi, yalnız Talat Aydemir'in ölüm cezasının yerine getirilmesi şekli ortaya çıkmıştır. Yalnız
aynca bu açık oylannıza arz edilecektir."
"Şimdi yalnız Talat Aydemir'in ölüm cezasının yerine getirilmesini içeren, birinci maddenin A
bendini oylarınıza arz edeceğim."
Zarflar dağıtıldı, oylar toplandı... Sayım sürerken, Osman De-niz'in ölüm cezasının yerine
getirilmemesi hakkındaki B bendi için oylama yapıldı...
"Fethi Gürcan hakkında oylamaya gideceğiz. Birinci görüşmede 'ölüm cezasının yerine getirilmesi'
şeklinde kabul edildi. İkinci görüşmede verilen önerge az bir farkla yüksek heyetinizce, ölüm
cezasının yerine getirilmemesi' şeklinde kabul edilmişti. Şimdi, C bendi, 'Fethi Gürcan'ın ölüm
cezasının yerine getirilme-

mesi' şeklinde oylarınıza arz edilecektir. Fethi Gürcan hakkındaki ölüm cezasının yerine
getirilmemesini isteyenler beyaz oy kullansınlar. Fethi Gürcan'ın ölüm cezasının yerine getirilmesini
isteyenler kırmızı oy kullanacaklardır. Tekrar ediyorum..." Zarflar dağıtıldı, toplandı, sayım işlemleri
tamamlandı... "Oylama neticesini bildiriyorum:
Talat Aydemir hakkındaki oylamada 118 sayın üye oya katılmış, 81 kabul, 29 ret, 8 çekinser tespit
edilmiştir. Şu hale göre 'Talat Aydemirin ölüm cezasının yerine getirilmesi' hükmü kesinleşmiş
bulunmaktadır.
Osman Deniz hakkında 121 sayın üye oylamaya katılmış, 84 kabul, 29 ret, 8 çekinser tespit edilmiştir.
'Cezanın yerine getirilmemesi' 84 oyla onanmıştır. Osman Deniz hakkında Cumhuriyet Senatosu'nca
değişiklik meydana geldiği için karar bu kısmıyla Millet Meclisi'ne gidecek ve orada ayrıca işleme
uğrayacaktır.
Fethi Gürcan hakkındaki oylamaya 128 sayın üye katılmış, 65 kabul, 53 ret, 9 çekinser rey tespit
edilmiştir. 'Cezanın yerine getirilmemesi' 65 oyla onanmıştır. Fethi Gürcan hakkında da Cumhuriyet
Senatosu'nca değişiklik yapıldığından, gerekli işleme Millet Meclisi'nce devam edilecektir.
Erol Dinçer hakkında; 120 oy verilmiş olup, 86 kabul, 28 ret, 6 çekinser oy tespit edilmiştir. Erol
Dinçer hakkındaki ölüm cezasının yerine getirilmemesi kesinleşmiş bulunmaktadır."
Gürcanlarm evlerinde sevinç gözyaşları birbirine karışıyordu... Yedi kez öldürülen babaları,
sekizincisinde diriltilmişti... Artık işin çok sıkı tutulması gerekiyordu... Millet Meclisi ve Cumhuriyet
Senatosu'nun kararlan farklı olduğu için konu Millet Meclisi'ne geri dönmüştü... Sıdıka, şükür
duasına başlamış, Mustafa Türker, Millet Meclisi'nde aynı yönde karar alınabilmesi için geniş
çevresini devreye sokmuştu... Avukat bu kez milletvekillerine mektup yazıyor, mektuplar Gülderen ve
Ömer eliyle adreslere
ulaştırılıyordu...
Cumhuriyet Senatosu'ndaki oylamayı izleyen ilk pazartesi, Esma görüşe özenle hazırlandı...
Cezaevine değil, bayrama gider gibi... Kocasına hazırladığı yemekleri fileye yerleştirirken,
dudaklarında yalnızca gülümseme vardı ama bütün organları kankan atıyordu... 1963'ün mayısından,
1964'ün martına... Mahkemelerle,

cezaevi ziyaretleriyle geçen zorlu on bir ay... Özlemle öldüren, acıyla dirilten on bir ay...
Fethi, Cumhuriyet Senatosu'ndan çıkan karara şaşırmıştı. Bütün bu olaylarm sorumlusu olarak tek
başına Albay Aydemir'i asacak değillerdi ya... Onun karan kesinleşmişti. Yanma mutlaka birini
koyacaklardı ve o kendisinden başkası olamazdı. Yoksa albay mı haklı çıkacaktı? Onu da
cumhurbaşkanı mı affedecekti?
Yok yok... Cumhuriyet Senatosu'ndan bile zor çıktı bu karar... Millet Meclisi'nden mümkünü yok
çıkmaz... Bu adamlar beni gene öldürür...
Karısının, çocuklarının, ağabeyi İhsan'ın, kayınbiraderi Mustafa Türker'in gözlerindeki neşeyi
görünce, düşündüklerinin hepsini unuttu...
Gülderen cam ve tel duvarların ardından yüzündeki her bir çizgiyi, saçlarının her bir telini izlediği
babasının kokusunu duymasını engelleyen pas kokusundan ilk kez o gün nefret etmiyordu... İdamdan
kurtulacaktı ya, bu ona yeterdi... Hep öyle söylemiyor muydu dayısı... "İdamdan kurtulsun yeter...
Eninde sonunda siyasî suçlular için bir af çıkar..." O zaman babası da dışarı çıkardı... Yeniden başını
onun omzuna koyar, kokusunu doya doya içine çekerdi...
Babasına gülümsedi:
"Seninle konuşmam lazım baba..."
O hemen anlamıştı... "Bize biraz izin verir misiniz" dedi, "kızımla bir şey konuşacağız..."
Gülderen görüşmeci odasında yalnız kalınca, babasına komşu oğlunu anlattı:
"Görüşmek istiyor baba... Ciddiyim diyor... Ne yapayım?"
"Görüş... Görüşmeden nasıl tanıyacaksın... Yalnız tenha yerlere gitme, kalabalık yerlere gidebilirsin."
"Ne bileyim baba... Sen içerdeyken... İçime sinmiyor..."
Babasının sesi kadife gibi yumuşaktı:
"Rahat ol... Hayat bir tiyatro, bizler de oyunculanyız. Herkes kendi rolünü oynar. Rolü bittiğinde
seyircileri selamlayıp sahneyi terk eder. Sen de kendi hayatını yaşayacaksın... Sağlam duracaksın,
rahat olacaksın."
Sonra, genişçe gülümsedi:
"Merak ettim şu delikanlıyı..."
"O da görüşmeye gelmek istiyor... Ama soyadı tutmadığı için gelemez."
Gülderen çantasından çıkardığı resmi cam duvara dayadı...

"işte... Sana resmini getirdim..."


Cama iyice yaklaşınca, babasının kalp atışlarının sesini açık seçik duydu...
Fethi, yerinden doğrulup resmi inceledi...
"Yakışıklıymış" dedi, sonra bakışlarım Gülderen'e dikip, neşeli bir ses tonuyla konuştu:
"Bana benziyormuş..."
Onların özel görüşmesi bittiğinde, diğerleri yeniden görüşmeci odasına girdiler... Fethi, "Esma" dedi,
"Sıdıka Abla'ya da söyle... Gülderen'e baskı yapmayın. Gitmek istediği yere gitsin, görüşmek
istedikleriyle görüşsün. Benim kızım nasıl davranacağını bilir."
Esma mesajı almıştı...
Yeniden Millet Meclisi toplantı salonunun dinleyici locasınday-dı... Yanında ağabeyi Mustafa Türker
vardı... Cumhuriyet Senato-su'ndaki değişikliğin ardından yaşadıkları sevinç on gün sürmüştü...
Millet Meclisi Adalet Komisyonu toplanmış, Osman Deniz hakkında Cumhuriyet Senatosu'nca
verilen, "ölüm cezasının yerine getirilmemesi" kararını uygun bulmuş, ancak Fethi Gürcan hakkında
aksi yönde karar vermişti...
Meclis'te görüşmeler, Esma'da da ümitler bitmiyordu... Millet Meclisi'nin 13 mayısta yaptığı üçüncü
görüşmede de, komisyon raporuna rağmen ümitliydi...
Sivas Milletvekili Cevad Odyakmaz, verdiği önerge hakkında söz almıştı:
"Şimdi bir durumla karşı karşıyayız. Halen görüşmekte bulunduğumuz husus, Talat Aydemir ve üç
arkadaşının ölüm cezasına çarptırılmasına dair olan kanundur. Aynı zamanda Yüce Meclis'e
sunulmuş bulunan ve halen Adalet Komisyonu'nda tetkik edilen, siyasî suçlarda ölüm cezasının
kaldırılmasına dair bir kanun teklifi var. Bu kanun teklifi kabul edildiği takdirde, bu cezalar da infaz
edilirse, ileride hiçbir şekilde telafisi mümkün olmayan bir hata işlemiş oluruz. Benim önergemin
mahiyeti şu: halen Adalet Komisyonu'nda bulunan kanun teklifinin sonucunu alana kadar bu
kanunun görüşmelerinin ertelenmesinden ibarettir..."
Önerge reddedildi... Sonra, Osman Deniz hakkındaki karar oya
sunuldu:
"Kabul edenler... Kabul etmeyenler... Osman Deniz hakkındaki 'idam cezasının infaz edilmemesi'
kesinleşmiştir..."

"Fethi Gürcan hakkında, Cumhuriyet Senatosu'nca 'ölüm cezasının yerine getirilmemesi' yönündeki
karan, komisyonumuzca 'benimsenmemiştir'. Kabul edenler... Kabul etmeyenler... Efendim,
komisyonumuzun 'benimsememe' kararı kabul edilmiştir..."
Esma'nın eli, son zamanlarda yuvarlana yuvarlana boğazına kadar gelip, orada çırpınmayı alışkanlığa
dönüştüren kalbine uzanırken, beyninden gelen, "bir gören olur" uyarısıyla yeniden kucağına düştü.
Talat Aydemirin idamı, Erol Dinçer ile Osman Deniz'in idam edilmemeleri kesinleşmiş, Fethi
Gürcan'ın Meclis serüveni henüz bitmemişti...
Mustafa Türker, Meclis'ten çıkarken, Esma'nın koluna girdi:
"Bir insanın hayatıyla bu kadar oynanır mı? Sonunda 'affedecekler' ama işkence ede ede..."
"Şimdi ne olacak ağabey?"
"Millet Meclisi ile Cumhuriyet Senatosu komisyonlarından verilecek üyelerle bir karma komisyon
oluşturulacak. O komisyon karar verdikten sonra Millet Meclisi'nde son görüşme yapılacak... Kesin
karar bu görüşmede verilecek. Karma Komisyon'un raporu önemli... Ben komisyonda kimlerin görev
alacağını öğrenirim. Ne yapıp edip, karma komisyondan ölüm cezasmın reddi yönünde karar
çıkartmamız lazım..."
Esma yataktan sıçrayarak uyandı, derin derin nefes aldı... Gecelerdir uykusuzdu... Ne zaman kısacık
bir uykuya dalacak olsa, karabasanlarla uyanıyordu... Daha doğrusu, uyumuyordu. Uyumaya
çalışırken, aniden başına bir darbe yiyor, kendisini bulanık bir suyun içinde buluyordu. Kurtulmak
için çırpmıyor, tam boğulmak üzereyken sıçrayıp kendisine geliyordu...
Banyoya girdi, birkaç kez avuçlarına doldurduğu soğuk suyu yüzüne çarptı...
Sıdıka'nın sesini duydu:
"Kalktın mı kızım?"
"Kalktım abla... Ben Fethi'nin yemeğini hazırlayayım..."
"Yardım edeyim mi?"
"Yok abla, ne var yardım edecek..."
Mustafa'nın akşamdan getirdiği tavuğu dolaptan çıkardı, dü-

düklüye yerleştirdi... Yemek pişerken, o da hazırlanacaktı... Aynaya baktığında çok kötü göründüğünü
fark etti... Gözlerinin altı halkalanmış, dudakları çatlamıştı... Fethi onu böyle görürse kim bilir ne
kadar üzülürdü...
Birileri de çok sevinir! Boşuna sevinmeyin, dünya size de
kalmayacak...
Özenle giyinip hazırlandı.
Fethi ne düşünüyordur acaba? Hiç belli etmiyor... Kendini unutmuş, bize moral veriyor... Ah bir
sarılsam sana... Bir kokunu çeksem ciğerlerime...
Kendisini kocasının kollarında hayal ettiği anda, içine çektiği nefes ciğerlerini öyle bir zorladı ki,
bütün bedeni sarsıldı.
Elim ayağını kesik bu günlerde... Bir avuç içi görürsen sahipsiz, bir adıma rastlarsan başsız, bil ki
benimdir... Neden sen, neden ben, neden biz ? Hayır, seni öldüremezler!.. Ne yaparım, sensiz...
Yapamam... Yapamazlar... Olmaz... Olmaz!..
Sendelediğini son anda fark edip, mutfağın tezgâhına tutundu. Kendine gelmek için gözlerini kapayıp
bir süre bekledi... Sonra aniden harekete geçti, ocaktaki düdüklüye uzanıp kapağını açtı...
"AyyLAyyL"
Sıdıka Esma'nın çığlıklarını duyunca, odadan fırlayıp, mutfağa doğru koştu:
"Kızım ne oldu? Yavrum!"
Sıdıka'nın çığlıkları, Esma'nınkilere karıştı... Çocuklar da yataklarından fırlamışlardı...
O sırada kapı çalındı. Esma'yı almaya gelen Mustafa, "Ne oluyor?" dedi telaşla...
Sıdıka, "Esma... Düdüklünün havasını çıkarmadan kapağını açmış... Yavrumun yüzü yandı" diye
ağlıyordu...
Mustafa'nın rengi sapsarı oldu... "Yavrum... Hadi, hadi hemen hastaneye gidelim... Hadi çabuk!"
Hastanede yüzüne yanık ilaçları sürülen Esma sakinleşmişti-Mustafa saatine baktı... "Sen gelme
bugün kızım" dedi, "seni eve bırakıp ben giderim..."
"Fethi'ye ne söyleyeceksin ağabey?"
"İşin olduğunu söylerim, biraz rahatsız derim... Bir şey söylerim işte..."
Esma, konuşurken acısı daha çok arttığından, sözleri ağzında biraz yuvarlayarak, "Olmaz ağabey"
dedi, "ben gelmezsem bir şey

olduğunu anlar. Zorlar seni, söylemek zorunda kalırsın, £5u Kez daha çok merak eder. Daha da kötü
olduğumu sanır..."
Eve döndüler... Esma koşup hemen aynaya baktı, yüzü kıpkırmızıydı... Canı iyice sıkıldı. Zaman
daralmıştı. Tavuk parçalarına bezenmiş elbisesini değiştirdi, hemen yola çıktılar... Mamak'a giderken,
otobüstekilerin soruları iyice neşesini kaçırdı. Basbayağı yanıktı yüzü işte...
Fethi, görüşme odasında heyecanla bekliyordu... Mustafa ile Esma içeri girince yerinden hafifçe
doğruldu:
"Hoş geldiniz ağabey... Esma?"
Cam ve tel duvarların arkasından Mustafa'nın gerisinde kalmaya çalışan Esma'nın yüzünü
inceliyordu... Sesi bir çığlık gibi çıktı:
"Esma sana ne oldu?"
Esma, "Önemli bir şey yok" diyebildi yalnızca...
Mustafa, kız kardeşinin konuşurken acı çektiğini biliyordu, hemen araya girdi:
"Havasını boşaltmadan kapağını açınca, düdüklü yüzüne patlamış. Hastaneye gittik. Derin bir yanık
yokmuş. İlaç verdiler, birkaç günde düzelirmiş..."
Fethi, "Esmam" dedi, "canım... Hep benim yüzümden..."
Sesi titreyince sustu, başı iki elinin arasına düştü ve tutsak bedenine söz geçiremeyince, gözyaşlarını
özgür bıraktı...
Bin bir cephede savaştım ben... Sen hep savaşmak istemediğim yerde kaldın... Hep gönüllü teslim
oldum sana...
"Üzülme Fethi... Geçer, bir şeyim kalmaz... "
Esma da fazla konuşamadı... Mustafa arkasını dönmüştü... Görüşme odasını derin bir sessizlik
kapladı...
* *
Baharın tekne kazıntısı mayıs... Kelleyi koltuğa aldıran mayıs... Zaferleriyle coşturan, bozgunlanyla
çıldırtan mayıs... "Aşk" diyen, "devrim" diyen, "ölüm" diyen mayıs... Kendisi özgür, tutkunları tutsak
mayıs...
Mamak Cezaevi'nde, akşam yemeği için bir masa etrafında toplanan dört idam hükümlüsünden
birinin ölüm cezasının yerine getirilmesi, ikisinin ise ölüm cezasının yerine getirilmemesi
kesinleşmişti... Dördüncüsü, "Bitsin bu iş" dedi, "bana değil, çocuklarıma eziyet oluyor... Bir an önce
bitsin!"
Albay, "Göreceksin bak, son görüşmede senin cezan da reddedilecek" dedi.

Fethi gülümsedi:
"Albayım seni yalnız bırakmam. Bu yola beraber çıktık... Mahkemelerde beraber hareket ettik. Seni
yalnız bırakmam..."
Mamak'ta, mayıs tutkunu tutsaklardan, kanı en deli olanlardan Fethi, 1964'ün mayısında ölüme
dörtnala gitmek, dünyanın sınırlarından bir an önce çıkmak istiyordu artık... İstiyordu, çünkü
ailesinin daha fazla üzülmesine dayanamıyordu. Özlemi mi daha büyüktü, yoksa isyanı mı,
kestiremedi...
İsyana dar gelen hücre, özleme yeter mi ? Mamak dediğin ne kadar uzakta ki özlemin dayandığı yere
? Çok mu yakın, çok mu uzak ? Kimi sevsem, birkaç kilometre uzakta, kimi sevsem Kof Dağı'nın
arkasında... Masal oldu sıra sıra çocukları olan dev, masal belki de dünya... Bütün hayallerin
kaybolduğu yerde, yaşamak yakışmaz bana... Yaşamak, epeyce eksik, çokça fazla... Yaşamak dört
duvarın ardında, yaşamaktan sayılmazsa; ölmek gam değil de, geride kalanlar olmasa... Ah ulan ah!
Ölümüne her şey de, ölümüne kavuşamamak niye ?
Hücrelerinden çıkıp bir araya geldikleri yemek saatleri, en özel, en tadına doyulmaz anlardı... Kendi
durumlarını konuşuyorlar, ülke sorunlarını tartışıyorlar, gazete ve radyo haberlerini yorumluyorlar
ve neşe içinde birbirlerine takılıyorlardı. Ama birkaç gündür, Fethi'nin tadı kaçmıştı. Aklı
Esma'daydı... Onun yanık yüzünün hayali sürekli karşısında duruyordu... Masadaki sudan büyükçe
bir yudum aldı, gözü masanın üzerinde duran ve albayın anılarını okuduğu teybe takıldı.
Suskunluktan faydalanıp, teybin düğmesine bastı:
Nihansın dideden ey mesti nazım Bana sensiz cihanda can ne lazım.
Masadakiler arkalarına yaslanıp onu dinlemeye başladılar... Kimse kıpırdamıyordu. Her şarkıyı,
herkes, kendi anılarında, kendince yaşar...
Benim sensin felekte çaresazım Bana sensiz cihanda can ne lazım Hebaya gitti hep bunca emekler
Sana insan değil, ağlar melekler.
Esma, pencereden ağabeyinin geldiğini görünce hemen kapıya koştu...
Yüzü gülüyor... Yüzü gülüyor...
Mustafa kapının eşiğinde kız kardeşini kucakladı:
"Gözümüz aydm. Karma Komisyon, Senato'nun kararma uydu, ölüm cezasının reddine karar verdi."
Sıdıka, Esma'nm hemen arkasında belirmişti... Üçü birbirlerine sarıldılar...
"Şükürler olsun..." dedi Sıdıka.
Esma, "Millet Meclisi komisyonun kararına uyar değil mi ağabey?" diye sordu.
"Komisyonun karan Millet Meclisi'nde etkili olur. İnşallah Esma... Avukat da aynı şeyi söylüyor...
Kurtulacak... Kurtulacak artık..."
"Millet Meclisi'ndeki son görüşmeler ne zaman yapılacak?"
"Sanırım önümüzdeki hafta..."
"Bir çay iç ağabey..."
"Yok yok... Ben işe dönüyorum... Akşam uğrarım... Hadi sen de biraz rahatla artık. Abla, sen de..."
Esma, pencereden ağabeyinin gidişini izledi...
Kalbi, bir asansör gibi inip çıkıyor, içinde hiç durmadan yum-ruklaşıp duran umut ve umutsuzluk,
sürekli bir deprem halinden çıkmasını engelliyordu...
* * *
22 haziran 1964.
Umudun, umutsuzluğu yendiği o haberin üzerinden dört gün geçmişti... Yine bir görüş günüydü...
Fethi, bir dizine Sema'yı, diğerine Öner'i oturtmuş, cam ve tel duvarların arkasındakilerle sohbet
ediyordu...
Mustafa, "Gözümüz aydm" dedi Fethi'ye, "Karma Komisyon idamı reddetti..."
"Talat Bey'in durumu ne olacak?"
"Cumhurbaşkanına kaldı... Cemal Paşa reddederse..."
"Talat Bey için mutlaka bir şeyler yapmak lazım. Senin çevren geniştir ağabey... Onu kurtamak için de
çalış... Cemal Paşa'yı ikna edecek birinin devreye girmesi idamı durdurur... Cumhurbaşkanının
affetme yetkisi var..."
"Elimizden geleni yapıyoruz Fethi, avukatı da boş durmuyor... Sen merak etme..."

Fethi, yeni bir umutla dimdik duran ailesinin moralini bozmamak için, Millet Meclisi'nden çıkacak
kararın beklediklerinin tersine çıkabileceğini, Meclis'ten karar çıkar çıkmaz infazın
gerçekleştirileceğini, bunun belki de son görüşleri olduğunu söyleyemedi... Kimse, Millet Meclisi'nin
bir kez daha idamda ısrar edeceğini düşünemiyor ya da düşünmek istemiyordu. "Olur mu" diyorlardı,
"Karma Komisyon'un dirilttiği insanı, Meclis bir kez daha öldürür mü ?"
Ayrılık saati gelmişti... Onlarla, "yeniden görüşmek" üzere ayrılacaktı ama içinde bir his, bunun böyle
olmadığını söylüyordu... Albayın Meclis'te işi bitmişti... Cemal Gürsel'in onun idamını durduracağına
hiç ihtimal vermiyordu. İhtilale iki kişi karar vermişler, bunu da açıkça belirtmişlerdi. Duruşmalarda,
"Serbest kalırsam, hemen yeni bir ihtilal için hazırlık yaparım" dememiş miydi? Bu sözlerinin hem
ordunun komuta kademesinde hem de Meclis'te dilden dile dolaştığı haberini almıştı. Ordu hâlâ
kaynıyordu. İhtilalci oluşumlara gözdağı vermek, yeni girişimleri önlemek için mutlaka bu davadan
birilerini asacaklardı. Hiçbir siyasî davada idam sehpasına tek kişi götürülmezdi. Albayın yanında
kendisi olacaktı.
Dudaklarmdaki gülümseme, beyninden geçen düşünceleri maskeliyordu.
Vedalaşamıyorum bile... Haydi gidin sevdiklerim... Üzülmeyin... Başınızı eğmeyin...
Sema ve Öner'i kucağından indirmeden önce, ikisini de dudaklarından öptü...
Gizli saklı bir veda işte...
23 haziran 1964.
Esma, Millet Meclisi'nin dinleyici locasındaki yerini almıştı... Yanında yine ağabeyi vardı...
Görüşmeler başlarken, Karma Ko-misyon'dan çıkan karardan sonra duyduğu rahatlamanın kendisini
tümüyle terk ettiğini, çığ gibi bir kaygıya tutsak kaldığım fark etti... Artık bitecekti... Ya kurtulacak ya
da...
Başkan, önce oylamanın usulünü açıkladı:
"İlk önce Karma Komisyon'un metnini okutup oyunuza sunacağım. Şayet Yüksek Meclis Karma
Komisyon'un kabul ettiği metni kabul etmezse, o zaman geriye dönüp, Cumhuriyet Senato-su'nun
kabul ettiği metni oyunuza sunacağım. Şayet Yüksek Mec-

lis onu da kabul etmezse, o zaman Millet Mecıısı tun Kauuı metni oya sunacağım..."
İlk oylama... İlk oylamada bütün kaygılar bitebilirdi... Millet Meclisi, Karma Komisyon'un metnini
kabul ederse, idam reddedilmiş olacaktı...
Karma Komisyon metninin okunmasının ardından başkan, metni oya sundu:
"Şayet Yüce Meclisimiz Karma Komisyon tarafından kabul edilen metni kabul ederse, Fethi Gürcan'ın
ölüm cezası yerine getirilmeyecektir. Karma Komisyon'un, 'Fethi Gürcan hakkmdaki ölüm cezasının
yerine getirilmemesine karar vermiş bulunduğu metni' oylarınıza sunuyorum... 'Ölüm cezasmın
yerine getirilmemesini' kabul edenler..."
Esma, el kaldıran milletvekillerine baktı... Kargaşada hiçbir şey anlamadı...
Başkan yeniden araya girmişti:
"Lütfen bunun neticesi almana kadar açık oylarım kullanan arkadaşlar yerlerine otursunlar. Netice
alınamıyor... Oturunuz lütfen... Fethi Gürcan hakkında verilmiş bulunan 'ölüm cezasımn yerine
getirilmemesini' kabul edenler işaret buyursunlar..."
Başkanlık Divanı oylan sayıyordu...
"Kabul etmeyenler..."
Bitmek bilmeyen dakikalar...
"Karma Komisyon'un kabul ettiği metin, kabul edilmemiştir..."
Esma'nın beyni şiddetle uğuldamaya başladı... Bu ilk oylama, sonuç hakkında açık bir ipucu
veriyordu ve...
Sivas Milletvekili Cevad Odyakmaz, "Beyler anlaşılmadı, sonradan gelenler oldu" diye itiraz etti.
Salondan, "Belli olmadı", "yeniden sayılsın" sesleri yükseliyordu.
Başkan, "Efendim" dedi, "114 oya karşı, 96 oy çıkmıştır."
Beynindeki uğultu, salondaki uğultuya karışıyor, onun içinden yükselen sesler, yüreğine işliyordu:
"Belli olmadı!"
"Tekrar sayılsın!"
Cevad Odyakmaz ve beş arkadaşı ayağa kalktı:
"Sayın başkan sayımın yanlış olduğu kanaatindejiz..."
Ortalık karışmıştı...
Başkan milletvekillerini susturmaya çalışıyordu...
"Efendim, arkadaşların ayağa kalkmaları... Açık oylama talebi var... Arkadaşlarımız itiraz ediyorlar..."

Gürültüler, itirazlar sürüyordu... Kimi milletvekilleri, ilk oylamanın yemden yapılmasını isterken,
kimileri sonucun belli olduğunu, bundan sonra yapılması gereken oylamalara da gerek olmadığını
savunuyordu...
Başkan, "Nedir efendim?" dedi. "Bu yeni oylamadır. Şimdi ayrıca oylama yapılacaktır. Birinci metin
reddedildi. Karma Komis-yon'un kabul ettiği metin reddedildi."
Gürültüler arasında, kimi milletvekillerinin, "Öyle oylama olmaz, belli olmadı" sesleri yükseliyordu.
"Sayın arkadaşlarım, biraz evvel yapmış bulunduğumuz oylama bazı arkadaşlarımızda tereddüt
uyandırmıştır. Anayasa'nın 92. maddesine göre, bir kanun tasarısı veya teklifi Millet Mecli-si'nce
kabul edildikten sonra, Cumhuriyet Senatosu bunu değiştirirse, bir karma komisyon ihtilafı
halledecektir. Bu komisyonun hazırladığı metin Millet Meclisi'ne sunulacak, Millet Meclisi, karma
komisyonca veya Cumhuriyet Senatosu'nca veya daha önce kendisince kabul edilen metinlerden
birini kabul etmek zorundadır. Yüce Meclis biraz evvel yapmış olduğumuz oylamada Karma
Komisyon'un kabul ettiği metni reddetmiştir... Yani Fethi Gürcan'm ölüm cezasının yerine
getirilmemesine dair kararı reddetmiştir. Ancak Anayasa'nm 92. maddesine göre, geriye dönerek
Cumhuriyet Senatosu'nun kabul ettiği metni ve Millet Meclisi'nüı kabul ettiği metni sırasıyla oylamak
gerekmektedir. Ancak Cumhuriyet Senatosu'nun kabul ettiği metin de biraz evvel oylamış
bulunduğumuz Karma Komisyon'un kabul ettiği metne aynen uygun vaziyettedir. Bunun için, izin
verirseniz, Millet Meclisi'nce daha önce kabul edilmiş bulunan metni açık oylama talebine göre oya
sunacağım..."
Yozgat Milletvekili İsmail Hakkı Akdoğan ile Tokat milletvekili Hasan Ali Dizman usul hakkında söz
istedi.
Başkan, "Oylama sırasında söz verilmez efendim" diye karşı çıktı, "şimdi açık oylama talebi vardır.
Açık oylama talebine göre Millet Meclisi'nin kabul etmiş bulunduğu metni oylarınıza sunacağım."
İsmail Hakkı Akdoğan, yerinden itiraz ediyordu:
"Açık oylama talebimizi niçin yaptığımız hakkında söz istiyorum efendim. Bizim talebimizi başka
mevzuda kulanamazsınız. Bizim talebimiz Karma Komisyon raporunun açık oylamaya konulması
hakkındadır."
"Sayın Akdoğan, biraz evvel Yüce Meclis'in iradesi tezahür etmiştir, o tezahür eden irade yeniden
oylamaya konur mu ? Usul

bakımında mümkün değildir."


"Usul bakımından söz istiyorum. Hata yapılmıştır." Bir başka milletvekili, Karma Komisyon metninin
reddedildiğini, artık ikinci ve üçüncü oylamaya gerek olmadığını söylüyor, "Fethi Gürcan hakkındaki
ölüm cezasının yerine getirilmesine yüce heyetiniz karar vermiştir" diyordu...
Yoksa bitecek miydi? Bitmiş miydi şimdi? Birbirine kilitlediği ellerini öyle çok sıkmıştı ki, parmak
uçları morarmış, buz gibi olmuştu...
Bu arada İstanbul Milletvekili Coşkun Kırca da usul hakkında söz istedi.
"Anayasa 'Önce Karma Komisyon, sonra Cumhuriyet Senatosu, sonra Millet Meclisi'nin metni
oylanır' diyor... Üç tanesinden birini seçeceğiz. Karma Komisyon'un metninin aynısı olmasına
rağmen, Cumhuriyet Senatosu'nun metni burada tekrar oylanmah, ondan sonra Millet Meclisi
metninin oylanmasına geçilmelidir."
Başkan, bu kez Cumhuriyet Senatosu'nun metnim oya sundu. Zarflar dağıtıldı, zarflar toplandı, oylar
sayıldı...
Esma'nın içinde her dakika küçülen, küçüldükçe hırçınlaşan umut, canını acıtarak çırpınıyordu.
Başkan konuşmaya başlayınca, bütün dikkatini ona verdi...
"Sayın arkadaşlarım, Fethi Gürcan hakkında verilmiş bulunan, 'ölüm cezasının yerine
getirilmemesine' dair Cumhuriyet Senatosu'nca kabul edilen metnin yapılan açık oylamasına 254
arkadaşımız katılmıştır. 100 kabul oyuna karşı, 122 ret oyu çıkmıştır. 29 arkadaşımız çekinser
kalmıştır. Üç zarf da boş çıktı. Bu şekliyle, Cumhuriyet Senatosu'nca Fethi Gürcan'm 'ölüm cezasının
yerine getirilmemesine' dair karar Yüksek Meclis'çe reddedilmiştir.
Aslında reddedilmiş olmuyordu. İlk oylama kargaşaya gelmiş, bu ikinci oylamada ise karar yeter
sayısı* bulunamamıştı. Bu durumda karar da alınamazdı. Ama o tartışma, o gerilim sırasında
durumu fark eden olmayınca, itiraz eden de çıkmadı. Üstelik idama en çok karşı çıkan milletvekilleri,
-ki bunların içinde Millet Meclisi'nde idam kararını önlemek için en fazla çaba harcayanlar arasında
yer alan Osman Bölükbaşı da vardı- sonucun artık değişmeyeceği düşüncesiyle salonu umutsuzluk
içinde terk ederken, çekimser oy kullananların bir bölümü onlara eşlik etti. Son
* 1961 Anayasası madde 86 - Her meclis üye tam sayısının salt çoğunluğuyla toplanır ve Anayasa'da
başkaca hüküm yoksa, "toplantıya katılanların salt çoğunluğuyla" karar verir.

dakikaya kadar bekleyen bir grup milletvekili ise Genel Kurul salonuna girip "kazananların" yanında
yer aldılar...
"Şimdi tekrar geriye dönmek suretiyle Millet Meclisi'nce kabul edilen metni okutacağım..."
Umut kalmadı... Bitiyor... Öldürecekler... Fethi, bunlar seni
öldürecekler!
Üçüncü oylama, ad okunma yöntemiyle yapıldı ve son şans da
tükendi.
"Sayın arkadaşlarım, tasnif neticesinde, Fethi Gürcan hakkında verilmiş bulunan, ölüm cezasının
yerine getirilmesini kabul etmiş bulunan Millet Meclisi kararı, oylamaya katılan 231 arkadaştan
131'min kabulüyle benimsenmiş bulunmaktadır. Bu şekliyle Fethi Gürcan hakkında verilmiş bulunan
ölüm cezası yerine getirilecektir."
74 milletvekili ret, 6'sı da çekimser oy kullanmıştı.
Esma içine zehir zemberek bir hava üfleniyormuş da, bedeni, beyni şişiyormuş gibi hissetti...
"Fethi Gürcan hakkında verilmiş bulunan ölüm cezası..."
"... ölüm cezası..."
"... ölüm cezası yerine getirilecektir..."
"...getirilecektir..."
Mustafa kalkmış, koluna girdiği kız kardeşini kaldırmaya çalışıyordu...
Ağabeyinin sapsarı yüzüne baktı... Kaskatı bedenini hareket et-tiremiyor, kaslarına söz
geçiremiyordu...
Dışarıya çıkar çıkmaz, ağabeyinin koluna girip hızlı adımlarla yürümeye başladı. Bir an önce evine
gitmek isteği her şeyin önüne geçmişti...
Eve gidip de ne olacak ? Çocuklara babalarının asılacağını nasıl söylerim ?Allahım buna nasıl
dayanacağım, nasıl dayanacağız ?
Onun koluna tutunan elini sımsıkı kavrayan ağabeyi, "Mec-lis'in üçte biri bile değil... Nasıl olur?
Nasıl olur, kendi dirilttikleri insanı nasıl öldürürler?.." diye söyleniyordu... Esma, başını kaldırıp
ağabeyine baktı... Mustafa bunu fark etmedi bile... O söylen-meyi sürdürüyordu...

43
Bu üçüncü geceydi... Millet Meclisi'nin kendisi için idam kararı verdiğini bir gün sonra, 24 haziran
1964 tarihli gazetelerden öğ-renebilmişti.... O geceden beri bekliyordu... 24 haziran geçmiş, 25
haziran geçmiş, saatine baktı... 26 haziran geride kalmıştı... 27 haziranın ilk dakikalarını yaşıyordu...
Nasıl olsa giyinecek kadar zaman tanırlardı... Üzerindekileri çıkarıp, pijamalarını giydi, yatağa
sırtüstü uzandı... Keşke şimdi uyuyabilse de, onlar gelene kadar hiç uyanmasaydı... Ama
olmuyordu.... Anlaşılan dünya uykusuna doyamadan, sonsuz uykuya dalacaktı... İçinde yeni bir
isyanın boy atmasının nedeni, herkesin sanki hiçbir şey yokmuş gibi davranması, onu uyutmaya
çalışmasıydı...
Yutar mıyım ben bu numaraları ? Dürüst olun, dürüst! Giderken yanımda tek teselli bu kalsın...
Bir an önce bitmeliydi... Yaşadığı her dakika, ailesine acı veriyor, bu da artık kaç saat ya da dakika
kaldığını bilmediği hayatını çekilmez hale getiriyordu. Ölmeden önce isyanını son bir kez haykırsa,
ailesiyle son kez vedalaşsa, Esma'yı sonsuz ayrılığın hatırına bir kez öpebilseydi...
Bu gece... Belki birazdan gelecekler... Esma... Sana haksızlık ettim biliyorum... Dünyanın yükünü
sana bırakıp, gidiyorum... Canımızla can kattığımız dört can sana emanet... Vefalı karım benim...
Senin süvarin, atını sürebildiği yere kadar sürdü... Yol bitti Esma, yol bitti... Özlemle gitmek ne zor...
Şimdi ellerin saçlarımda olsaydı, bin tel okşardı ellerini... Şimdi sessizliğinde olsaydı geveze gönlüm,
sözü bir şarkıya teslim ederdi... Şimdi canım ne istiyor biliyor musun ? Seninle son kez dans etmek...
Haydi gül! Ölmeden önce senden son anı gülen yüzün olsun...

O gün bütün ısrarlarına karşın gazetelenn getirilmemiş ouuası tesadüf olamazdı. Günde kaç kez
hücrelerin kapısına gelip sohbet eden cezaevi personeli de sanki ondan kaçıyordu. Hem zaten artık ne
bekleniyordu ki? Meclis'ten çıkacak karar cumhurbaşkanına gidecek, onun onayının ardından da
Resmî Gazete'de yayımlanacaktı... Hepsi o kadar... Bu kadarcık işlem üç gün sürer miydi? Sürse bile
üçüncü günü bitirmiş dördüncü güne girmişlerdi...
Acelem var ölmeye... Ekspres yolcusuyum şimdi varış noktasının... Yollar, geçilmeye geç kalınmış...
Vakit dar, beyler vakit dar! Herkes yapacağını yaptı, herkes kaçacak bir yol buldu... Hay anasını
sattığımın dünyası! Sen kal durduğun yerde... Benim valizim hazır, beni gitti bil bütün kalanların
yerine...
O akşam yediği yemeğin, son yemek olduğunu biliyordu... Bunu arkadaşlarına da söylemişti...
* * *
Esma, balkona oturmuş, umutla bekleyen Ömer'e baktı... Gül-deren de, Ömer de üç gündür eve
sığamıyorlardı... O gün, Kızılay'da, "Yazıyor... Cumhurbaşkanı idamları onayladı... Talat Aydemir ile
Fethi Gürcan'ın bu gece asılacağını yazıyor..." diye bağıran gazete satıcılarının yanlarından geçmişler,
"Babanız bu gece ası-lacakmış" diyen arkadaşlarına cevap bile vermemişlerdi.
Gülderen, gazetelerde o gece babasının asılacağı haberini gördükten sonra 22 Şubatçılarla ilgili bir
haber yapıp, o haberle de ödül alan gazeteci Ergin Konuksever'e gitmiş, ondan çare ummuştu... "Yılın
Gazetecisi" ödülünü alan bir gazeteci... Ünlü mü ünlü, güçlü mü güçlü... Üstelik, 21 Mayıs öncesinde
evlerine sık sık gelir, babasından bilgi alırdı... Babası da onu çok severdi... O çare olmayacaktı da kim
olacaktı? Ama görüşmeden omuzlan iyice çökük, Ergin Konuksever'e kırgın gelmişti... Ne yapabilirdi
ki bir gazeteci? Hiçbir şey... Ama Gülderen bunu bilemezdi...
Ömer, balkonda, jetlerin uçmasını bekliyordu... Babası olsa, arkadaşları ipe götürülse, cezaevini
yıkar, onları kurtarırdı... Arkadaşları da boş durmayacaktı ya... Bir yandan babasının kurtulacağı
umudunu her şeye inat yaşarken, bir yandan da, delikanlılığa yol alan yüreği önlemini alıyordu...
Babasının dört duvar arasında yaşamasına dayanamıyordu ve dört duvar arasında yaşa-masındansa,
ölmesi daha iyiydi... Dayısı bile, "Yavrum, kafese kapatılmış aslanlara benziyor" demişti... Bir aslan
için kafese kapa-tılmaktansa, ölmek daha iyiydi...

yalnızca çocuklar değil, cezaevindekiler de arkadaşlarının harekete geçmesini, cezaevini basıp


kendilerini kurtarmalarını beklemişlerdi... Şimdi cezaevindekiler için sönen ümit, çocukların
yüreğinde direniyordu...
Millet Meclisi'ndeki son görüşmelerin ardından Talat Aydemir ve Fethi Gürcan'ı cezaevinden kaçırıp
kaçıramayacaklarını tartışan gençler, hiçbir çıkış yolu bulamamışlardı. Bulamamışlardı ama yine de
babalannm önderliğini yaptığı hareketin kökünün orduda olduğuna, onlann ipe gidişlerini
seyretmeyecek birilerinin çıkacağına inanmışlardı... Ya da inanmak istemişlerdi...
Esma, nasıl olup da ayakta durabildiğini düşündü... Daha iki gün önce, ağabeyi gelmiş, kendisim
koltuğa atmış, hiç tanık olmadığı bir ifadeyle, "Fethi'nin asılacağı ipin parasını bizden istediler Esma"
diye haykırmıştı... O anda, yakıcı bir sıvı midesinden hızla yol alarak ağzına dolmuş, ağabeyinin
sapsarı yüzünü görünce yutkunmuştu... Onun böylesine sarsıldığını görmemişti...
Yok! Olmaz böyle! Yıkılıp kalırsak, Fethim'e ihanet ederiz... Zaten canımın yarısı gidiyor ağabey, sana
bir şey olmasın... Sana bir şey olmasın... Hem...
Yeniden yutkunmuştu... Boğazına dolan yakıcı sıvıyla birlikte, gözyaşlannı da yutkunmuş, bedeniyle
birlikte başını da kaldırmıştı:
"Ne yapalım ağabey, göreceğimizde bu da varmış!"
Beyninde bütün isyanlann halay çektiği Gülderen'in, annesinin bu kahramanca duruşuyla bedenini
dikleştirdiğini görmemişti... O artık dişi bir kartaldı ama bunu da bilmiyordu...
Ömer'i bir süre izledikten sonra, ablasına baktı... Sıdıka yine dua ediyordu... Sarı bir hayalet gibi
balkona çıkıp, Ömer'in yanına oturan Gülderen'e baktı... Sema! Hızla yatak odasına gitti, Se-ma'nın
yanağına düşmüş kirpiklerini seyretti...
Sema...
Saatler geçmek bilmiyordu... O hem saatler geçsin, hem de kötü haber gelmesin istiyordu...
Gelme kötü haber gelme... Ben bu haberi durdurmanın yolunu bilmiyorum... Bir mucize olsun, kötü
haber gelmesin... Gelmesin. ..
Millet Meclisi'nde idamın onaylanmasının ardından, onun idamını durduracak tek kapının
Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel oldu-

ğunu düşünmüş ve Fethi'ye verdiği bütün sözleri unutarak atağa geçmişti.


Cemal Gürsel, Kara Kuvvetleri komutanı olduğu 1959 yılında, Adapazarı'na gelmiş, at
çalıştırmalarını, giyiniş ve gösterişini beğendiği Fethi'ye, "Orduda böyle subay kaldı mı ?" diye
iltifatta bulunmuştu. Fethi'yi, o yıl, İstanbul'da yapılan uluslararası konkuri-piklere gelen yabancı
binicilere mihmandar olarak tayin etmişti...
Aradan yalnızca dört yıl geçmişti... Dört yıl... Fethi'ye verdiği bütün sözleri unutmuş, Ömer ile Öner'i
alarak, Çankaya'ya çıkmıştı... Amacı Cemal Gürsel'e bunu anımsatacak ve idamları reddetmesine ikna
edecek en yakın yetkiliye ulaşmaktı... Ancak kapısını çaldığı evde, yalnızca o yakm yetkilinin eşiyle
konuşabil-mişti... O andan sonra artık tek umudu bile kalmamıştı... Çankaya'dan çıktığında,
yüzündeki bütün kaslar, ne olursa olsun ayakta kalmayı emreden bir isyanın çizgilerini
şekillendiriyordu...
İşkenceden geçirildi sevdaların, yalan ifadeleri imzalatamadılar... Gereğini düşündü yargıçlar... Bir
damgacının gölgesinde, geriye kalan sessiz çırpınışlar... Sevinçlerim mi ? Canım benim... Yavrum...
Yufka yüreklim... Korkusuz süvarim... Sevinçlerim, yoğun bakım ünitesinde...
Cebeci'deki Ankara Merkez Cezaevi'nde hummalı bir hazırlık vardı. Her şeyin çok gizli tutulması emri
ilgili birimlere ulaşmıştı... Cezaevi müdürü infaz için bir imam ile bir cellat bulmuştu... İnfaz
sonunda, imama 300, cellata 500 lira ödenecekti. Fethi'nin çok önceden verdiği karar doğrultusunda
kendisine hiçbir iş düşmeyecek olan ama cellatlığa soyunan adam, Ankara'nın Saman-pazarı'nda
lokantacılık yapıyordu... Geç de olsa bu haberi alan gazeteciler, kendilerini uzun uzun düşünmekten
alamamışlardı... İnsanlar, hiç bilmeden, gidip onun lokantasında yemek yiyorlardı... İnsan, yemeğini
yediği lokantanın sahibinin, cellat olduğunu bilse ne yapar? Cinayetine, devlet onayı alan bir adam...
Kimi öldürdüğünün önemi yok... Kimin ne diye ölüme yürüdüğünün önemi yok... Yalnızca öldürmek
istiyor... Başını belaya sokmadan öldürmek... Ceza değil, üstüne para alarak öldürmenin yolunu
buluyor...
Gece saat 22.00'den sonra Ankara Merkez Cezaevi'nin etrafında yoğun güvenlik önlemleri dikkat
çekmeye başlamıştı. Polis ekipleri devriye geziyor, cezaevi geniş bir kordon içinde bulunu-

başsavcı cezaevine geldiler. Sehpaları getiren itfaiye aracının cezaevine girişinde saatler 01.45'i
gösteriyordu. Darağaçlarmı askerî araçlar izledi... Bütün hazırlıklar tamamdı... Saat 03.00'te Talat
Aydemir'in, 03.30'da da Fethi Gürcan'ın cezaları infaz edilecekti. O gün infazların yapılacağını haber
alan gazeteciler, cezaevine yaklaşmaya çalışıyorlardı ama Sıkıyönetim kurmay başkanı hepsini
dağıtmıştı. Sıkıyönetim Komutanı Cemal Tural, cezaevinin yakınındaki Erzurum Talebe Yurdu'nda
kalan ve olayı merak ederek dışarı çıkan öğrencilere bağınp çağırıyor, eline geçirdiğini de
tartaklıyordu...
Fethi koridor kapısının açıldığım ve kalabalık bir grubun içeriye doğru yürüdüğünü duyunca hemen
yerinden doğruldu... Bir grup Albay Aydemir'in hücresine, bir grup kendi hücresine girmişti... İşte
gelmişlerdi... Ölüme gidecekti gitmesine de, bir son sözü olmalı, bir vedası kalmalıydı... Ölümü
birlikte bekledikleri insanlara da mı veda edemeyecekti ?
"Durun! Arkadaşlanmlavedalaşacağım, durun!"
"Bir şey yok... Sizi sivil cezaevine naklediyoruz."
Yeter bu komedi, yeter!
"Bırakın bu numaralan ben yutmam! Arkadaşlanmla vedalaşacağım..."
"Tamam, vedalaşacaksınız..."
Gelenler sözlerini tutmuşlardı... Fethi, son yemeğini paylaştığı Osman Deniz ve Erol Dinçer'le
vedalaştı... Onlara, "Aileme selam götürün, sarsılmadığımı söyleyin" dedi, Erol'a sanlırken, son kez
bir "insan" kucaklamanın tadını, müthiş bir yoğunlukla yaşadı... Sonra, pijamalannı çıkanp, Almanya
Büyükelçiliği'nden aldığı sivil kıyafetinin üzerine, hep birlikte yaşadığı ve kendisinden sonra da
yaşayacağını çok iyi bildiği kahverengi deri montu-nu giydi...
Mamak'tan çıkanldığında, albayla ayn ambulanslara bindirili-şinin acısı yüreğine çöktü... Onunla
vedalaşamamıştı...
Ambulans, Cebeci'deki Ankara Merkez Cezaevi'ne girdi... Yeniden hücredeydi... Daha oturur oturmaz
hücresine gelen imam bütün düşüncelerini doğruluyordu...
Gardiyanlar eşliğinde hücreden alınarak cezaevi müdürünün odasına getirildi. Oda kalabalıktı... İnfaz
savcısı, "Seni buraya ne-

den getirdiğimizi biliyor musun?" diye sordu... Komik... Her şey iğrenç derecede komik...
"Evet, biliyorum, infaz için getirdiniz... Vatan sağ olsun..."
Şimdi savcı önündeki kâğıtlardan, önce infaz kararını, sonra Meclis kararını, ardından
cumhurbaşkanının idamı onaylayan kararnamesini okuyordu...
Hiçbir şey düşünmemek buymuş demek... Gidiyorum ulan! Beynim benden önce mi gitti ?
Ne korku, ne acı, ne geçmiş... Gelecek zaten yoktu... Karan okuyan savcıyı, onu sapsarı benizlerle
dinleyenleri inceliyor, gülmek, gülmek, gülmek istiyordu...
Sonra beyni hızla çalışmaya başladı... İşte şimdi! Vedalaşama-dığı ailesine son sözünü söyleyebilirdi...
"Kâğıt kalem istiyorum... Çoluk çocuğuma bir mektup yazacağım..."
Yüzündeki soğukkanlı ifade etrafındakileri şaşırtmıştı...
Kâğıt kalem önüne gelince, hiç acele etmeden yazmaya başladı:
"27/6/964 Cuma saat 02.55
Canım kancığım ve yavrularım,
Ölümümden dolayı üzülmeyiniz. Bu benim alın yazımmış. Kalben müsterih olarak öteki dünyaya göç
ediyorum. Kendini vatana ve millete adamış insanların gönül rahatlığı içindeyim. Size şerefimden
başka bir miras bırakamadığım için üzgünüm. Bu emanetimi sonuna kadar muhafaza edeceğinizden
eminim.
Yavrularım, annenizi üzmeyiniz, tahsilinize devam edin, vatana ve millete yararlı insanlar olmak için
çalışın, Allah sizi fena insanlardan korusun.
Hepinizi önce Allah'a sonra asil Türk milletine emanet ediyorum. Hepinizi ayrı ayrı kucaklar son defa
gözlerinizden öperim.
Sizi çok seven Babanız Fethi Gürcan
Mektubun altını imzaladı.
İşte bu da bitmişti... Bu kez ceplerini boşaltması istendi... Cebindeki 235 kuruş para, iki paket subay
sigarası ve bir çakmağın zabıtlara geçirilişini, yine bastırmaya çalıştığı bir gülme duygusuyla izledi...

Savcının, "Bir isteğiniz var mı ?" sorusu, bir yanıt vermesi gerektiğini anımsattı:
"Bir sigara..."
Savcı, onun renginde hiçbir değişiklik olmamasını hayretle izledi... Sigarasını içerken, onlarla
şakalaşıyordu:
"Var mı içinizde öbür tarafa haber yollayacak olan? Kayınvalidesine, kayınpederine mektubu olan
varsa, gitmişken götürüvereyim..."
Sigarası bitince, "Hadi artık şu işi bitirelim" diye ayağa kalktı... İdam gömleğim giydi, elleri
bağlandı... O anda gözünde Esma, Gülderen, Ömer, Öner ve Sema canlandı... Ardından anafora
yakalandığı son dört yıl ışık hızıyla geçti gözlerinden... Az önceki vurdumduymazlığının yerini ani bir
öfke aldı...
Avluya çıkmışlardı... Araçları kaldırmada kullanılan aracın zincirine takılan halatın ucundaki ilmek
sallanıyordu... İlmeğin altında bir sandalye vardı. Başını gökyüzüne kaldırdı...
Yıldızlar duruyorlar mı yerlerinde ? Yıldızlar dua edin... Dua edin sevdiklerim acımasın...
Hızlı ve sert adımlarla yürüyerek sandalyeye çıktı. İlmek boynuna geçtikten sonra, yanı başmda
duran cellada, "Def ol" dedi, "kendi işimi kendim görürüm..."
Sonra, duruşma hâkimine dönerek, "Verdiğiniz kararlardan kalben müsterih misiniz?" diye sordu...
"Ben vazifemi yaptım..."
"Hayır vazifenizi yapmadınız! Bu ihtilal başarılı olsaydı, orduya binbaşı rütbemle dönmekten başka
bir isteğim yoktu... Cumhurbaşkanı, başbakan olacaklar nerede ? Onları üçer dörder yılla
kurtardınız... Bizleri bu yollara sürükleyenler en yüksek makamlarda oturuyorlar! Onları davaya
bulaştırmamak için elinizden geleni yaptınız."
Hâkim, heyecanlandı:
"Ama Fethi... Mahkemede, 'Ben ihtilalciyim, bugün serbest kalırsam, girdiğim garnizonu ele geçirir
yine ihtilal yaparım' deme-dinmi?"
"Evet, dedim. Doğruları söyledim. Siz de doğruları söyleyenleri idam ediyorsunuz. Yan çizenleri,
kıvıranları kurtarıyorsunuz..."
İnfaz yerinde bulunanlarda bir panik yaşandı...
"Eğer mesele bir Fethi Gürcan'ın öldürülmesiyle hallolacaksa, bin Fethi Gürcan feda olsun! Ölüme
seve seve gidiyorum" diye haykırdı, "korkmuyorum da... Ama sizin adaletinize de inanmıyorum! Siz
ancak aldığınız emirleri uygularsınız... Günü geldiğinde hepiniz belanızı bulacaksınız!"
kalkarak toprak yolu tepeledi... Kim bilir, belki de sakatlandığı ya da yaşlandığı için arabaya koşulan
süvari ya da yarış atlarından biriydi... Onu kokusundan tanımış, ölümüne kendince ağıt yak-
mıştı...
* *

Artık Harbiyeli olmayan Önder Aydınlı, Elazığ'daki cezaevinde, yakın arkadaşlarıyla birlikte sürekli
radyo dinliyor, Mamak'ta kalanlardan haber almaya çalışıyordu... Türkiye radyolarından sağlıklı
haber alamadıkları için özellikle BBC'yi izliyorlardı. 27 haziran sabahı, BBC'den Fethi Gürcan'm idam
cezasının infaz edildiğini duydular... Aynı anda, birbirlerine baktılar... Hepsinin yüzünde acı ve
üzüntü vardı... Hemen diğer arkadaşlarına da haber verdiler... Hücrelerinden çıkan mahkûmlar
toplanıp, yüksek sesle "Harbiye Marşı"nı söylemeye başladılar... Cezaevi müdürü ve personeli, bir
isyan başladığı düşüncesiyle, heyecan içinde koşup gelmişlerdi. Marş bittiğinde, cezaevi müdürü, "Ne
oldu" diye sordu, "bir isteğiniz mi, bir rahatsızlığınız mı var?" Önder, "Hiçbir şey yok" dedi, "yalnızca
"Harbiye Marşı"m söylüyoruz."
Sonra hep birlikte o sabah idam edilen Fethi Gürcan'ın anısına saygı duruşunda bulundular... Cezaevi
müdürü ve personel orayı terk edince de dua ettiler...
Önder, Fethi Gürcan'ı gerçek bir ihtilalci, gözünü budaktan sakınmayan cesur bir asker olarak
değerlendiriyordu. Yalnızca kendisi değil, cezaevini paylaştığı arkadaşları da, onu Yakub Cemil'e
benzetirlerdi... İttihat ve Terakki'nin Babıâli baskınında, kimseden emir almadan silahını çekmiş,
Harbiye Nazın Nâzım Paşa'yı vurmuştu... "Vatanın menfaati uğruna babamı vurmazsam namerdim"
sözünü ağzından düşürmeyen Yakub Cemil, birçok eylemde yer almış, daha sonra İttihat ve
Terakki'nin ileri gelenleriyle arası bozulmuştu... Hücreye atılırken, kimse silahım almaya cesaret
edememişti... İdam kararını büyük bir soğukkanlılıkla karşılayan Yakub Cemil, gerçek bir devrimci,
iyi bir silahşordu... Önder, Fethi Gürcan'da Yakub Cemil'in ruhunu görüyordu...

Albay Aydemir, Ankara Merkez Cezaevi'ndeki hücresinde, elindeki kitabı okumaya hazırlanırken, en
yakın dava arkadaşı Fethi Gürcan'ın idam edildiğini bilmiyordu. Oğlu Metin'in, artık babası için
hiçbir umut kalmadığını görerek, dava arkadaşı Fethi Gürcan'ın mezarının yanındaki mezarı aldığını
da... Albay, idamların bir şekilde önleneceğine yönelik inancını hep diri tutuyordu.
Gardiyana, "Fethi Binbaşı nasıl ?" diye sordu. Genç adam son beş gündür yaptığı gibi, "En İyi Aktör"
ödülünü hak edecek rolünü oynayarak gülümsedi ve iyi olduğunu söyledi. Albay, onun
gülümsemesine aynı şekilde karşılık verip, "Ona benden bir çay götürün" dedi. Sonra yatağa yerleşip,
oğlu Metin'in getirdiği kitabı eline aldı.
Fransız devrimci Gracchus Babeuf un Devrim Yazıları adlı kitabı Çan Yayınlan tarafından, Sabahattin
Eyüboğlu ve Vedat Gün-yol'un çevirisiyle yayımlanmıştı.
Kitabın çevirmenleri, Devrim Yazıları'm bastırmanın bir zorunluluk olduğu düşüncesiyle, özenerek,
severek çalışmışlardı. Fransız Devrimi'nin solcu kanadını temsil eden Babeuf, yüz yılı aşkın bir zaman
ötesinden Türkiye'ye ışık tutabilirdi.
Bütün devrimlerde olduğu gibi, Fransız Devrimi ile 27 Mayıs Türk Devrimi arasında da benzerlikler
vardı. Devrimin yıkmak istediği ve bir süre için yıkar göründüğü çıkarcı güçler, demokrasiye dönüşle
birlikte, kısa zamanda palazlanıp, devrime cephe almış, eski iktidann dışa dayalı iç sömürü düzenini
yeniden yaşatır olmuştu.
Babeuf bir devrimciydi... Kafasını, yüreğini halkın esenliğine adamış bir devrimci. Yoksul halk adına
yapılan bir devrimin yozlaşması karşısında, yüreği sızlaya sızlaya, işkenceleri, hapisleri,

hatta ölümü göze alarak, gerçekleri dile getirmeye çalışmıştı, iki devrim birbirine çok benziyordu.
Bâbeuf, Türkiye'ye sanki yüz yetmiş küsur yıl ötelerden (1964'te), piç olan eski bir devrimin acı
deneylerinden ders alınmasına ortam hazırlamak için gelmişti.
Sabahattin Eyüboğlu ve Vedat Günyol, Devrim Yazıları'mn böylesi bir ortamda, aydınlann gözünü
açabilecek uyarılarıyla yararlı olabileceğini düşünmüşlerdi. Ancak, 1964 yılında iki binlik bir baskıyla
yayımlanan eser pek yankı uyandırmamış, beş buçuk ay içinde ancak yedi yüz kadar satmıştı.
Albay hücresindeki yatağa yerleşip, kitabı ilgiyle okumaya başladı.
1789 Fransız Devrimi'nin kuramcıları arasında yer alan Babe-uf, devrim öncesinde, özel mülkiyetin
haksızlıklar üzerine kurulduğu sonucuna varmış, toprakların dağıtılmasıyla, toplumsal eşitsizliği
önlemeyi önermişti.
Fransız Devrimi'nin coşkusunu paylaşan Babeuf, devrimden bir yıl sonra ise, yoksul halka yüklenen
vergileri protesto ettiği için ilk cezaevi deneyimini yaşamış, 1795'te halkı direnmeye çağırınca ikinci
kez cezaevine atılmıştı. Cezaevinden çıktığında fikirlerini yaymak için daha yoğun bir propaganda
yürütmüş, Eşitler Manifestosu'nda., siyasî ihtilalin, bir sosyal devrimle tamamlanacağı tezini ileri
sürmüş, yeniden cezaevine gireceğini anlayınca kaçak hayatı yaşamaya başlamıştı. 1796'da gizli
devrim örgütü Eşitler Derneği'ni kuran Babeuf, 1797'de bir ihbar üzerine yakalanmış ve yakın dava
arkadaşı Darthe'yle birlikte giyotinde can
vermişti.
Babeuf, toplumun amacının herkesin mutluluğu olduğunu söylüyor, tabiatın nimetlerinden herkesin
eşit yararlanması gerektiğini savunuyor, sosyal düzenin kökten değiştirilmesi tezini, sınıf mücadelesi
kavramıyla besliyordu.
Albay, daha ilk satırlarda adeta büyülenmişti...
Babeuf, Fransız Devrimi'ni irdelediği yazısında, "Bir ulusun kötü ve yolsuz kurumlan halk yığınlarını
yıkıma sürükledi mi, onu alçaltıp, dayanılmaz zincirleri altında ezdi mi, çoğunluğun hayatı
dayanılmaz hale geldi mi, genel olarak, ezenlere karşı ezilenler ayaklanır..." diyordu.
Aydemir, 27 Mayısla özdeşleştirdiği bu satırlann devamını dikkatle okudu:
"Devrimin amacı da genel mutluluktur; çünkü, devrimin yaptı-

amaı.iiıa
ğı, amacınaan uzaıuaşmış oıaiı lupııunu ja mektir."
Aydemir, bundan sonra okuduğu satırlann altını çizdi:
"Bir döneme kadar, bu amaca doğru büyük adımlar atıldı, sonra gerisin geriye dönüldü, toplumun
amacına, devrimin amacına karşı yüründü, genel mutsuzluk pahasına küçük bir azınlığın
mutluluğuna doğru."
Babeuf'e göre, bir ayaklanma sonucunda iktidan aldıktan sonra bu iktidan, siyasî demokrasi
ilkelerine uyarak bir meclisin eline yeniden bırakmak çocukça bir hareketti. Toplumun yeni baştan
kurulması ve yeni kunımlann yerleşmesi için gerekli süre boyunca devrimci bir azınlığın
diktatörlüğünü sağlamak zorunluydu. Devrim yerleşene kadar, iktidar ihtilalci komitenin elinde
olmalıydı.
Albay, Babeuf'ün, "Zenginlerin kazanç hırsını gemleyecek tedbirler almadığımız sürece, onlara
istediğiniz kadar vergi kesin, boşunadır. Çünkü, zenginler bütün tüketim maddelerini ellerinde
tuttuklanna göre, öçlerini her zaman yoksullardan almanın yolla-nnı bulacaklardır" sözlerinin altını
çizmekle yetinmedi, yanma kendi yonımu yazdı:
"İsmet Paşa'nın İkinci Dünya Savaşı sırasında hesapsız Varlık Vergisi'nin acısını milletin fakir halkı
çekti. 1791 nerede, 1942-1943 Türkiyesi nerede imiş... İktisadî ve sosyal görüşü olmayan devlet
adamlarının yanlış hareketleri bugün daha iyi meydana çıkıyor."
Babeuf'ün muhaliflerinin "Bir hükümetimiz var, ona yürümesi için zaman vermeli" cümlesinin altını
çizdikten sonra yine yorumunu ekledi:
"Bu fikirler aynen 21 Ekim 1961 Protokolü imza edilmeden önce benim karşımda olan
generallerindi."
Okuduğu her satırda kendi yaşadıklanna bir benzerlik, kendi düşüncelerinden bir parça bulan albay
heyecanlanmıştı.
Babeuf'ün, "Diyorum ki, bu durum artık sürüp gidemez, eğer hükümet bu yürekler acısı durumu
değiştirmenin yollarım aramazsa, ondan şikâyete hakkımız vardır. Hükümetin elinden bir şey
gelmiyorsa, bu yollan araştırmak ve onları göstermek hakkımızdır" satırlarının yanma da not aldı:
"Bu da benim ihtilallere kalkıştaki felsefemin kaynağıdır."
Fransız devrimcisinin, halkın hizmetinde bir meclis için, üyelerinin, halkın çektiklerini ve
gereksinimlerini daha içten duymala-n, yoksulluğu ve bilgisizliği ortadan kaldırma isteğinde daha yü-

rekli, daha güçlü olmaları yoıunuaıtı uueıuemu uuc gcmm^ oo.-tırlann yanma da kendi satırlarını
ekledi:
"Böyle bir Millet Meclisi'ni Allah Türk milletine ne zaman nasip edecek acaba? Görenlere ne mutlu.
Ben de görürsem gözüm arkada gitmem."
Duygularını, okuduğu kitabın kenar boşluklarına sıkıştırdığı satırlara döken albay, "Zavallı Türkiye,
1964'te 1792 Fransası'nı yaşıyor, ne acıdır" dedi, yazmayı sürdürdü:
"Açık rejim diye milleti aldatarak idare eden demokrasi kahramanı efendiler bu kitabı okursa,
öldürülmek istenen Aydemirin neden asi albay olarak iki defa silaha sarıldığını daha iyi anlarlar.
Yaşadığım müddetçe toplumu bu insan sömürücülerinden kurtarmak için yapmayacağım mücadele
yoktur. Büyük Allahım bunlarla savaşmak için bana biraz daha ömür ve fırsat ver."
Bütün bölümlerinde olduğu gibi, kitabın son bölümünde de kendisiyle benzerlikler bulan albay, idam
cezasına çarptırılan Ba-beuf'ün karısına ve çocuklanna yazdığı son mektubu birkaç kez okudu.
Fransız devrimcisinin, ailesine yazdığı, "Bana olan sevginiz sizi bütün bu belalara soktu. Türlü
eziyetlere ve yoksulluklara katlandınız, vefalı yüreklerinizle bu uzun, bu ezici duruşmanın acı zehrini
benimle beraber içtiniz, sonuna kadar" satırlarının yanına, "Benim aile efradım da aynı günleri
yaşadı" diye not aldı.
Babeuf ün uzun mektubunu belki dördüncü kez yeniden okurken, onun "İnsan, yurdu için ölmeye,
ailesinden, çocuklarından, sevgili eşinden ayrılmaya katlanabilir, ama, özgürlüğün elden gideceğini,
bütün gerçek cumhuriyetçilerin en korkunç akıbetlere uğrayacağını göre göre ölmek zor" satırlarının
da altını çizdi. Bu satırların karşısına da not aldı:
"Şu anda taşıdığım hisleri, kaç yüz sene evvel taşımış, hayret ediyorum. Ne kadar benzerlik var,
şaşıyorum." Albay, mektubun son bölümünü okudu:
"Hiç ummuyorum ya, şimdi Cumhuriyetin ve ona bağlı kalanların göklerinde patlamak üzere olan o
korkunç fırtınadan sağ çıkarsanız, yeniden rahatlığa kavuşup kara bahtınızı değiştirmenize yardım
edecek dostlar bulabilirseniz, size öğüdüm şudur: bir arada, birbirinize bağlı yaşayınız. Eşimden
istediğim, çocuklarını bağnna basması; çocuklarımdan istediğim de, analannı sayıp sözünden
çıkmamaları, şefkatine layık olmalarıdır. Özgürlük uğrunda ölen birinin ailesine yaraşan erdemlilik
örneği olmak ve bütün iyi insanlara kendilerini saydırıp sevdirmektir."
Babeuf, karısına da şöyle yazıyordu: ;

çocukların da onunla avunacağınızdan eminim. Kocanızdan, babanızdan söz edilirken, 'Sapına kadar
dürüst bir insandı' dendiğini duymak hoşunuza gidecek."
Albay, kitabı kucağına bırakıp, gözlerini hücresinin duvarına dikti. Mamak'taki duruşmalar sona
erdiğinde, Yargıtay'ın kararını, Meclis görüşmelerini beklemeden vasiyetini hazırlamış, ölümünden
sonra açılmak üzere güvendiği ellere teslim etmişti. Dokuz ay geçmişti üzerinden. Babeuf'ün son
mektubunda yazdıkla-nyla, kendi vasiyetinde yer alan satırlar arasındaki tek fark ifade
değişiklikleriydi. Kitaba, "Vasiyeti karşılaştıranlar hayret içinde kalabilirler. Ben de aynı şeyleri eşime
ve evlatlarıma bıraktığım için şu anda rahatım zaten" diye not aldı.
Babeuf'ün, ölüme gitmeden önce yazdığı mektubun son satırlarını da dikkatle okudu:
"Kötüler benden güçlü. Savaşı bırakıyorum. Tertemiz bir vicdanla ölmenin de tadı var. Benim için tek
acı, yürekler acısı olan, sizden ayrılmak, canım dostlarım, en çok sevdiklerim! Kopuyo-rum
aranızdan. Yapacaklarını yaptılar. Allahaısmarladık. Tekrar tekrar allahaısmarladık."
Albayın, onu ölüme götüren asi kanı harekete geçti. O, savaşmak için biraz daha ömür istiyordu.
Ölmek olasılığı ne büyük olursa olsun, yaşamaya dair küçük olasılığa, büyük ümitler yük-lüyordu.
Ölümünün ailesine nasıl bir acı yaşatacağını düşününce, asi kanı daha hızlı akmaya başladı, yeniden
kalemini oynatmaya başladı:
"Büyük Allah bu sayfadan beni mahrum bırakacak inşallah. İmanım, ümidim tamdır. Yeni bir
kurtuluş mucizesi doğacaktır. Bu kitap tam beni anlatan ve bugünkü Türkiye'yi iyice canlandıran bir
şekilde yazılmış. Bu kadar benzerliğe şaşmaktan başka bir şey diyemeyeceğim. Kritik bir günümde
okudum. Fakat Gracchus Babeuf'ün sonucundan sarsılmadım. Şu anda demir gibiyim. Geleceğime
her zamanki gibi ümitle bakıyorum. Allah'a güveniyorum. İnşallah kurtulacağım. Geride kalan
sevdiklerime gözyaşı döktürmeyeceğim."
Albay, o geceyi ve bir sonraki geceyi de umut içinde geçirdi... 4 temmuzu 5 temmuza bağlayan gece,
yatağında derin düşünceler içindeyken, kendisine doğru yönelen ayak sesleriyle yerinden doğruldu,
hücre kapısınm açümasmı büyük bir soğukkanlılıkla izledi... O anda her şeyin bittiğini anlamıştı...
Üzerinde Harbiye

rozetinin takılı olduğu siyah dik yakalı kazağını, gri pantolonunu giydi, yanındakilerle birlikte cezaevi
müdürünün odasına kararlı adımlarla yürüdü, beyaz idam gömleğini giydi... İnfaz yerine giderken de
aynı soğukkanlılık içindeydi. Darağacma doğru hızlı adımlarla yürüdü, sehpaya çıktı... Cellata, "Kendi
işimi kendim görürüm" dedi ve "memleket için hayırlı olsun..." diye bağırdıktan sonra ayağının
altındaki sandalyeyi tekmeledi... Saat 02.55'i gösteriyordu...
26 haziran akşamı, cezaevi çevresinde alman geniş güvenlik önlemleri o gece biraz daha artınlmıştı...
Sıkıyönetim Komutanı Cemal Tural, cezaevine yaklaşmak isteyen gazetecileri elindeki asayla
kovalıyordu.
Albayın evinde o gece büyük bir kalabalık ve acı bir bekleyiş vardı... Eşi ve kızma saatler önce
sakinleştirici ilaçlar verilmişti. Sabaha doğru kapı çalındı ve albayın eşyalanyla birlikte, idamın
gerçekleştirildiği haberi de geldi... O gün albayın evine koşup gidenler arasında yalnızca Mustafa
Türker değil, daha bir hafta önce aynı acıyı yaşamış olan Esma da vardı...
Yenik ihtilalcinin cenazesi, ailesi ve yakmlanndan oluşan dokuz kişilik bir topluluk huzurunda, Cebeci
Asri Mezarlığı'nda, dava arkadaşı Fethi Gürcan'ın yanındaki mezara kondu.
Definden sonra beş Harbiyeli eski komutanlanm ziyaret ederek, mezanna çiçek bıraktı. Bunu gören
bir komutan, "Dirisinin peşinden gittiniz, ölüsünün de mi peşinden gideceksiniz ?" diye bağırdı ve
beşini de yakalatarak Ankara Sıkıyönetim sınırlarının dışma çıkarttı.
; ^ îjî îjî îfî .
Albayın idamının üzerinden bir hafta geçmeden, bir cezaevi personeli, onun ölüm hücresinde
bıraktığı eşyalar arasında, altını çizip, sayfa boşluklanna yorumlanm yazdığı Devrim Yazılan adlı
kitabı buldu ve onu bir gazeteciye sattı...
Albayın üzerinde notlar aldığı sayfalann yayımlanmasıyla birlikte savcılık da harekete geçti ve Devrim
Yazılanını toplatma kararı aldı. Toplatma karan üzerine Cumhuriyet gazetesine bir demeç veren
Melih Cevdet Anday, "Babeuf bilinmeden Fransız İhtilali öğrenilemez" diyordu, "demek ki, bizim
adalet anlayışımız, Fransız İhtilali'ni öğrenmeyi suç saymaktadır."
Ardından, Türk Edebiyatçılar Birliği adına yayınlanan bildiri-

de, Devrim Yazılanının toplatılması karan kınanıyordu... Birlik üyeleri de, Taksim'deki Cumhuriyet
Anıtı'na çelenk koymaya karar verdi.
Protesto emniyete haber verilmiş, katılanlar gözaltına alınmıştı: Yaşar Kemal, Melih Cevdet Anday,
Demir Özlü, Şükran Kurda-kul, Orhan Arsal, Edip Cansever, Memet Fuat, Hüsamettin Bo-zok, Arif
Damar... Kitabın çevirmenlerinden Vedat Günyol ise gösteriye katılmamıştı ama katılanlardan biri
kendisine benzetil-diği için gözaltına almanlar arasına katılmıştı. Saatlerce sorgulanan yazarlar, sulh
ceza yargıcının karşısına çıkanlmışlar, ilk oturumda serbest tutuksuz yargılanmak üzere
bırakılmışlardı.
Metin Aydemir, 6 kasım tarihli Ulus gazetesinde Sadun Tanju'nun, "Babeuf ü Asalım" başlıklı yazısını
görünce, ilgiyle okudu:
"Türkiye'de yazarlann takibe uğraması, bu takibi protesto ettikleri için tanınmış edebiyatçı ve
yazarların mahkemeye sevk edilmesi, insana yüz yetmiş yılda iyice eskimesi gereken bir
tahammülsüzlük gibi görünüyor. Yüz altmış yedi yıl sonra, Babe-ufün Vendöme'de yargılanma
sahnesini canlandınyoruz. Belki de Babeuf ü asanz."

45

na her gidenin ardından niye böyle ağlıyor annesi?

* * *

iki buçuk yaşından sonra, cam duvarların ardına da hasretti artık Sema... Gitmişti o... Bir kez daha
onu kollarında uçurmadan gitmişti... Şimdi ne yapmıştı da gitmişti? Nereye gitmişti? Annesinin
yalancısı. Yok yalnızca onun değil... Kim varsa güvendiği... Ablası, ağabeyleri, dayısı, yengesi...
Hepsinin yalancısı:
"Baban, yurtdışında..."
"Neresi yurtdışı ?" .
"Çok uzaklar..."
"Ne yapıyor orada?"
"Müsabakalara katılıyor şimdi... Atının üzerinde, yarışlarda..."
"Şu resimdeki gibi mi ?"¦ ¦
"O resimdeki gibi..."
Bir gün, kapı çalınmış, dayısı kıpkırmızı gözlerle girmişti eve... Annesi de, ablası da dayısına sarılmış,
üçü birden ağlamışlardı. Niye ağlar ki hiç ağlamayanlar. Dayısı niye ağlar? Bu kucaklaşmalar niye ?
Belli ki ağlanacak bir şey var! Sema da
ağlamıştı...
Evde herkes ağlıyor da babam nerede? Bu baba bildik babalardan değil... Öteki çocukların babalan
evlerinde, benim babam at üstünde, yarışlarda...
Paraya gereksinmeleri vardı. Zaten istedikleri alınamıyordu eskisi gibi... Demek ki, gitmek zorunda
kalmıştı babası...
Bir yaz günüydü onun gittiğini söylediklerinde. Sonra havalar soğumuş, karlar yağmıştı. Yeniden yaz
gelene dek Sıdıka Teyze'si ile Yahya ve Sıtkı dayıları da gitmişti. Nereye ? Babasının yanına...
Allah Allah!.. Neresi bu yurtdışı dedikleri yer? Gidenler hiç ge-

Radyoda çok bildik bir şarkı:


Şimdi uzaklardasın Gönül hicranlal doldu. Hiç ayrılamam derken Kavuşmak hayal oldu.
Özlüyordu Esma! Büyüyen gözlerinin suçlusu değildi. Özlem dilini bağlıyor, yüreğini sıkıştırıyordu...
Bir gülüşün yüreğimin sazına tel, bir dokunuşun, tellerimin üzerinde el... Terine susayan tenimin
suçlusu değilim... Kulağıma değmiş her bir sözün, tellerden yayılan nağmelerden güzel... Yüreğim,
saz, teller, dokunuşun, sözler, eller ve sen... Bir türküyüm nicedir, nağmeleri özlemle titreyen... Şarkı
bensem, söyleten sen... Ozan sensen, türkü ben... Bir türkü, yalnız hissedenlerle paylaşır sırlarını...
Bir türküyüm ben... Köyüm belli, söyletenim gizlidir. Giz sensen, köy ben...
Aniden radyonun sesi kesildi...
Semoşum... Yakalandım yine sana...
Onun gözyaşlarını silen küçük ellerini öptü...
"Hadi gidip beraber poğaça yapalım..."
Sema, annesinin eline verdiği küçük hamura dalmıştı...
Esma'nın beyni ise hiç durmadan gerilere gidiyor, özlemi, acılan tepip duruyordu...
Canım, güzel insanım... Seni nasıl aldılar? Benden, çocuklarımızdan, sevdiklerinden... Eşyaların geldi
o sabah... Se-moş'un fotoğrafı çıktı cebinden... Göğüs cebinden... Kokunu taşıyan kıyafetlerin, teki
kaybolmuş gömlek manşetin ve o yağlı urgan... Sözüm olmasa... Çocuklarımız olmasa... Yok yok! Her
bir hücreme dolandı o ip... O uğursuz sabah... Uğursuz! Dayanamazdım... Dayanamazdım
dayanamamasına da, sözüm var sana... Şimdi ben, nasılsa senim... Senin olan bedenim dimdik...
Eğilmeyecek başımız merak etme... Ben yıkılmayacağım, çocukların yıkılmayacak... Söyledim onlara,
dedim ki: "Babanızın vasiyetini yerine getirin, okuyun. Sağlıklı ve oku-

muş insan kimseye muhtaç olmaz. En büyük intikam namerde muhtaç olmamaktır..." Söyledim
merak etme... Başımızı yerde görmek isteyenler, boşuna bekleyecekler. Merak etme...
Kapı çalınınca ellerim aceleyle bir beze silip, açmaya gitti...
"Hoş geldin ağabey..."
"Gözün aydın Esma... Fethi'nin emekli maaşı size bağlanacak..."
Esma inanamadı... Fethi 22 Şubat'tan sonra, ordudan, hizmetini doldurmadığı gerekçesiyle emekli
maaşı verilmeden "emekli" edildiğinde Danıştay'a dava açmış, emeklilik haklarını istemiş, ağabeyi
peşini bırakmamış, dava Fethi öldükten sonra sonuçlanmıştı. Danıştay, 1964 yılının kasım ayında,
emekli maaşmın bağlanmasına karar vermişti... Ağabeyi, işlemlerin Emekli Sandığı'n-dan takibini
yapmıştı... Emekli Sandığı Müdürler Kurulu'nun 15 mart 1965 tarihinde verdiği karar elindeydi:
"Yirmi iki yıl dört ay hizmetine ve altı bin üç yüz yirmi lira görev aylığına nazaran 1 mart 1962
tarihinden itibaren sekiz yüz yirmi üç lira emekli aylığı ile on beş bin sekiz yüz kırk liralık emekli
ikramiyesinin kanunî vârislerine ödenmesine..."
Bu çocukların boğazından geçen lokmaların babalarının parasıyla alınacağı anlamına geliyordu... Bu
başlarını biraz daha dik tutacaktı...
Üstelik bir de toplu para alacaklardı ki... Esma sevinçle ağabeyine sarıldı...
Toplu parayı alır almaz, Ortaköy'deki evi de satıp, Ankara'da yeni bir ev aldı Esma... Daha doğrusu
ağabeyi Mustafa... Artık kira derdinden kurtulmuşlardı ve "Fethi'nin getirdiği" az da olsa bir maaş
vardı eve...

Çok para kazandın baba. Ev bile aldık. Yakında gelir mısın ki ? Okula götürür müsün beni ?
Gülmeler esirgenmiyor bu evde. Gülmeler öylesine ortalıkta, ağlamalar kuytularda hep... Ağlamamayı
öğreniyor yavaştan. Mademki kuytulara saklanmayı beceremiyor... Öyleyse ağlamamak.
Annesi ne zaman ağlayacak gibi olsa, bir güldürmece telaşı başlıyor evde.
Dayısının kızı Gülnur'la iki yaş yok araları. Bayılıyorlar baba Mustafa'nın, dayı Mustafa'nın
öykülerine... Neymiş? Annesinin çocukluğunun geçtiği Dinar'da, Zahide adında bir halaları varmış.
Zahide Hala'lan çok güzelmiş. Öyle ki, bütün Dinar'ın bekârları Zahide'ye tutkunmuş. Amaaa... Onca
bekâr genç arasında bir de Hacaset adlı bir adam varmış. Evli barklı Hacaset, kendi boyunu aşmış,
Zahide'ye âşık gençlerin kervanına katılmış. Dinarlılar Hacaset'i alaya almış. Ona bir de tekerleme
yakıştırmış. Ne zaman evde bir hüzün havası esse, dayısı Gülnur ile Sema'ya dönüyor, "Hadi" diyor,
"çabuk söyleyin Hacaset'in tekerlemesini!"
Gülnur ve Sema yan yana dizilip, telaşla diziyorlar tekerlemeyi:
Hacaset'in kazları
Çirkin çirkin kızları
Zahide'ye bakayım derken
Öldürdü camızları. ,
Gülnur ile Sema en zor işi başarıyorlar. Hüzünler, gülmelere dönüşüyor yine...

Henüz okullu değil Sema... Bir gün taşınıyorlar o evden... Emekli Subay Evleri'ndeki kiralık evden,
kendi evlerine... Maltepe'ye... Gazi Mustafa Kemal Bulvarı, Uzay Apartmanı, 56/3 numaraya...
Babasının parasıyla alınmış... Annesi öyle diyor... Boşuna gitmedi ya babası yurtdışlarına... Altmış
beş bin liraya alınmış ev... Sema para hesaplarını yapamıyor. Herhalde çok para altmış beş bin lira...
Ama annesinin ve Mustafa Dayı'smın söylediğine göre, daha çok para veren de varmış bu eve. Ev
sahibi babasını çok sevdiğinden onlara satmış... Annesini uzun zamandır ilk kez mutlu görüyor.

Yedisine basıyor Sema... İlkokulda, birinci sınıfta... Babasının öldüğünü söylüyorlar sonunda.
Şaşırmıyor. Doğrulanıyor kuşkulan... Adını biliyor ölümün yalnızca. Bir daha görmeyecek hiç
babasını. Ne çok beklemişti oysa... Nasıl bir şey ölüm? Ölenler nereye gider?
Kimse idamdan söz etmiyor. İdamdan ne anlar o ?
Esma Hanım, Sema'yı da yanına alarak ısrarlanna dayanama-dığı eski komşulanyla buluşuyor bir
gün. Hep birlikte bir gazinonun gündüz matinesine gidiliyor. Bir erkek sanatçı çıkıp, Türk sanat
müziği söylüyor. Bilmiyor... Bilmiyor, o şarkı annesine neleri anımsatır... Babasıyla nerede dans
etmiştir o şarkıyla bilmiyor...

Sema dönüp annesine bakıyor... Mutlu bir ifade görüyor onun yüzünde. Bu hayranlık neye? Şarkıya
mı, şarkıcıya mı? Şarkı bittiğinde arkadaşlarıyla birlikte alkışa katılan annesini çekiştirip, "Utanmıyor
musun" diye çıkışıyor, "senin kocan öldü, sen başka erkekleri alkışlıyorsun?.."
Gerçeklere dönen Esma hiç sesini çıkarmıyor...
Okul bahçesinde arkadaşları dürtüyor onu:
"Anneannen geldi..."
Sinirleniyor Sema:
"Annem o benim!.."
Yalnızca arkadaşlarına değil, her şeye kızıyor. Belki annesine de... "Niye böyle saçları bembeyaz?
Bütün arkadaşlarımın annesi daha genç, onlann annesi gelince, kimse 'anneannen geldi' demiyor.
Hem... Niye benim annem hep hasta?.."
Ölmüş demek ki babası, Onlar da babalarının yanma gittiğine göre... Sıdıka Teyze'si de, Yahya ve
Sıtkı dayıları da ölmüş... Ya annem de giderse ? Saçları da bembeyaz zaten. Ne çok hastalanıyor... Ne
çok seviyor babamı. Ya o da babamın yanına giderse, ya ölürse ?
Mustafa Dayısı da çekip gider mi ki? Meyve taşıyan, ekmek taşıyan, kıyma taşıyan, sevgi taşıyan
dayı... Mutfağın musluğunu, kapının kolunu, pencerenin pervazını onaran dayı... Gitmez!.. Nasıl da
güçlü o... ama... babam bile gittikten sonra...
Ablası var bir de... Onu sarıp sarmalayıp, kucağında avutan ablası... Daha dört yaşındayken,
kendisine kardeş yerine, babasının adında bir yeğen veren ablası... İsyanı, hüznü, sevgiyi, özveriyi
aynı tencerede çeviren ablası...
Ağabeyleri?.. Onlar hep hazır zaten gidişlere... Boşuna mı bekliyor pencere önlerinde gece yarılarına
kadar annesi? Sanki gelmeyeceklermiş gibi... Belki de gelmeyiverirler bir gün... Ne diye Mustafa
Dayısı, "Biz bir can verdik, karışmayın olaylara" diye kükreyip duruyor ağabeylerine? Tehlike var
demek ki...
Ya Ömer Ağabeyi? Nasıl da hâlâ şakalar yapabiliyor! İyi ki yapıyor yapmasına da... "Öyleyse bana hiç
acımadan gider o..."
Daha ne kadar oldu kahvaltı masasına o hüzün düşeli? Gazeteler okunurken kimse bir diğerine
bakamıyordu. Üç genç idam edilmiş... İdam! Ne ki idam?
Ölmesin!.. Kimse ölmesin... Hem biri ölünce, ötekiler de gidiyor peşine. Aman hele annesi!
Her zaman uykuya nasıl yatınyorsa öyle yatırıyor onu annesi... Küçük kızı uyumadan uyumaz Esma.
Küçük kız da iyi bilir bunu...

DU yuiuea uyuyor nuuıaiciaı .yapıcı n^ &v^v. ^^.^... ^


çabuk öğrendi annesini kandırmaları... Annesi uyuyana kadar sürdürüyor bu zor oyunu. Sonunda
Esma uyuyor. Sema kendi nefes alış verişlerini onun nefesine ayarlamaya çalışıyor. Ayarlarsa -kendisi
yaşadığına göre- annesi yaşıyor demek... Ne kadar zor kendi nefes alış verişini uydurmak, diğerinin
nefesine... Yoruluyor, çok yoruluyor... Annesinin soluklarıyla kendi soluklan aynı ritmi
tutturduğunda emin oluyor onun yaşadığından, uyuyor sonunda... Bu kez de karabasanlar basıyor
uykulannı... Her gece bir yakınının cenazesini görüyor düşünde... Yıllarca ve yıllarca...
İlkokul beşinci sınıfa geldiğinde, her şeyi öğreniyor artık. Anlamasa da öğreniyor. Sokuluyor
annesinin kırgın yüreğine... Sokuldukça dikleşiyor başı... Baş hiçbir zaman eğilmemeli. O gün
kazmıyor belleğine:
Onu gökyüzüne uçuran babayı, yere hiç indirmemeli...

Geride Kalanlar
Esma, 1965 yılında Danıştay kararıyla bağlanan dul ve yetim maaşının yanı sıra kardeşlerinin de
yardımlarıyla çocuklarını büyüttü. 1966 yılında, ilk torununu kucağına aldı. 1967 yılının sonunda
aftan yararlanarak cezaevinden çıkan pek çok 21 Mayısçı gencin ilk ziyaret ettikleri yerlerden biri yine
Fethi Gürcan'ın evi oldu. Daha sonra evi çocuklarının genç arkadaşlarıyla dolup taştı. 1968 yılında
öğrenci hareketlerinin başlamasıyla, kaygılı bekleyişleri yeniden başladı. Bu kez, pencere önünde,
sabahlara kadar çocuklarının eve gelmesini bekledi. Kimi zaman, çocuklarını arayan polisler, onu
gözaltına almaya kalkıştı. Mücadele içinde geçen yaşamında kalbi sık sık teklese de onu yan yolda
bırakmadı. 1986 yılında bedeni yorgunluğa yenik düştü ve sol tarafına felç indi. Buna rağmen hayata
küsmedi. Bastonu yardımıyla, tek elini kullanarak da olsa günlük yaşamını sürdürdü. 1993 yılında
öldüğünde, kapısının üzerinde hâlâ Fethi Gürcan'ın adı yazılıydı.
Gülderen, erken yaşta çalışmaya başladı. Hem annesinin en yakın destekçisi oldu, hem kardeşlerine
kol kanat gerdi. Hayatının en unutulmaz (!) yılbaşı gecesini 1984'ün sonu, 1985'in başında yaşadı.
Yeni yıla kardeşi Ömer'le birlikte, Ankara Emniyet Mü-dürlüğü'nün işkencehanesinde girdi. 1987
yılında, üç ay İzmir Buca Cezaevi'nde siyasî tutuklu olarak yattı. Mahkeme sonucu beraat etti.
Ömer, 1966 yılında ODTÜ Elektrik Mühendisliği bölümüne girdi. Aynı yıl ODTÜ'de askerî öğrenci
bursunu kazandı. Resmî üniformasını giydikten on beş gün sonra, ordu üst yönetimi tarafından,
"Fethi Gürcan'ın oğlu" olduğu gerekçesiyle bursu iptal edildi. Bir yılı aşkın hukuk mücadelesinin
ardından Danıştay kararıyla tekrar askerî öğrenci oldu. 12 Mart 1971 Askerî Muhtırası'ndan

sonra askerî öğrencilikten yeniden çıkarıldı. Öğrenimini sivil olarak tamamladı. 12 Eylül 1980
darbesinden sonra, babasının kader arkadaşı, idam kararı Meclis'ten dönen Em. Ütğm. Erol Dinçer'le
birlikte, "ordu içinde örgütlenmek" iddiasıyla gözaltına alındı. Emniyette kırk beş gün işkenceden
geçirildikten sonra, sekiz ay Mamak Askerî Cezaevi'nde, babasının yattığı koğuşlarda yattı. Mahkeme
sonucunda beraat etti. 1985 yılma ablası Gülderen ve Erol Dinçer'le birlikte Ankara Emniyet
Müdürlüğü'nün işkencehanesinde girdi. Yargılanmadan serbest bırakıldı. Babasından kalan binicilik
tutkusunu hiçbir zaman yitirmedi. Emekli olduktan sonra binicilik hocalığına başladı.
Öner, Devrimci Gençlik mücadelesine katıldı. 1972 yılında hastalığı ağırlaştı. 1981 yılında "çift kapak
kalp ameliyatı" oldu. Hastaneden çıktıktan üç ay sonra aranmaya başlandı. 1989 yılında mahkeme
celbine uyarak verdiği ifade sonucu tutuksuz yargılandı ve beraat etti.
Sema, annesinin son gününe kadar onu yalnız bırakmadı. Hacettepe Üniversitesi Diş Hekimliği
Fakültesi'ni bitirdi. Muayene-hanesindeki en büyük yardımcısı da annesi oldu. 1985 yılında, üç ay
İzmir Buca ve İstanbul Metris cezaevlerinde siyasi tutuklu olarak kaldı. Emniyet koridorlarında,
"60'larda baban, 70'lerde ağabeylerin 80'lerde sen. Nedir sizin sülaleden çektiğimiz" denilerek
saçlarından sürüklendi.
Mustafa, ölünceye dek, Esma ve çocuklarını yalnız bırakmadı. Onlara kötü günlerinde destek olurken,
mutlu günlerinde, "Fethim göremedi" diye gözyaşı döktü. 198011 yılların sonunda ailenin
"hapishane-hastane trafiği" durulunca, "Hareketsiz geçen günler insanı çabuk yaşlandırıyor, demek
ki bizi ayakta tutan ko-şuşturmakmış" diye içini döktü. 1993 yılının bir sonbahar ayında, kimse ona
Esma'nm ölüm haberini veremedi ama o anlamıştı... Günlüğüne, "Durumu anlamıştım... Kızım
rahmetli olmuştu" diye not düştü. Tansiyonu yirmiye çıkmıştı ama son görevini unutmadı. Esma'nın,
Fethi'nin koynuna gömülmesini istedi. Otuz yıl önce Fethi'den aldığı emaneti ona teslim etmişti.
Cenaze işlemleri tamamlandıktan sonra bir daha yemedi içmedi... Hiç kimse onu tek bir lokma
yemeğe ikna edemedi. Sonunda tıp da çaresiz kaldı. Esma'nm ölümünün kırkıncı gününde ve aynı
saatte öldü.

Kaynakça
"20-21 Mayıs Davası Duruşma Tutanakları", Adalet gazetesinin okurlarına hediyesi, 1964
TBMM tutanak dergileri: 30 nisan 1962 Millet Meclisi, 28 ocak 1964 Millet Meclisi, 4 şubat 1964
Millet Meclisi, 11 mart 1964 Cumhuriyet Senatosu, 17 mart 1964 Cumhuriyet Senatosu, 13 mayıs 1964
Millet Meclisi, 23 haziran 1964 Millet Meclisi.
Gürcan ailesinin özel arşivi:
Fethi Gürcan'ın Mamak Cezaevinde kaleme aldığı üç sayfalık savunma hazırlığı...
İdamından hemen önce ailesine yazdığı son mektup... İnfaz savcısının, Esma Gürcan'ın, kocasının
idamdan önceki son sözlerine ilişkin bilgi isteyen ısrarlı dilekçeleri üzerine verdiği şifaî bilgiyi
aktaran notlar... Fethi Gürcan'a ait çeşitli notlar ve ailesine yolladığı kartlar. Harp Okulu öğrencisi
Zeki Yeğin'in, 13 haziran 1963-18 temmuz 1963 tarihleri arasında, Harp Okulu'nda kurulan 2
Numaralı Sıkıyönetim Mahkemesi'nde tuttuğu özel karikatür defteri.
Ulus, Akşam, Cumhuriyet, Hürriyet gazeteleri ile Akis dergisinin eski sayılan.
Gazeteci Ergin Konuksever'in "21 Mayıs-22 Şubat Ayaklanmalarının Lideri Talat Aydemir'in Son
Anları" adlı araştırması Panorama, sayı 2, 21-27 nisan 1997.
Metin Aydemirle röportaj, Yankı dergisi-19-25 mayıs 1986, sayı 790.
Demokrasinin 50 yılı 1945-1995, Aydın Kitaplar-Radikal.
İsmet İnönü'nün TBMM'deki Konuşmaları 1920-1973, (III. Cilt 1961-1973, TBMM Kültür, Sanat
Yayınlan, no. 58, 1993.
Kitaplar
Aydemir, Talat, Talat Aydemir'in Hatıraları, Kitapçılık Ticaret Limited Şirketi Yayınlan, Akşam Kitap
Kulübü, 1968.
Babeuf, Gracchus, Devrim Yazıları, çev: Sabahattin Eyüboğ-lu-Vedat Günyol, Çan Yayınlan,
1964/Sosyal Yayınlar, 1974.

İsen, Can Kaya, "22 Şubat-21 Mayıs ueuyuıum J.,.,,^. "_


Tan gazetesi, İstanbul, 1964.
Turhan, Talat, 27 Mayıs 1960'tan 28 Şubat 1997'ye-Devrim-ci Bir Kurmay Subayın Etkinlikleri, Sorun
Yayınlan, 2001. Tunçkanat, Haydar, 27 Mayıs 1960 Devrimi-Diktadan Demokrasiye, Çağdaş
Yayınlan, 1985.
Tekil, Füruzan, inönü Menderes Kavgası, Tekil Neşriyat, 1989. Aytekin, M. Emin, İhtilal Çıkmazı,
Dünya Matbaası, istanbul,
1967. Seyhan Dündar, Gölgedeki Adam, Nurettin Uycan Matbaası,
İstanbul, 1966.
Demirer, Mehmet Arif, 6 Eylül 1955, Yassıada 6- 7 Eylül Davası, Bağlam Yayınları, 1989.
Burçak, Rıfkı Salim, İdamların İçyüzü-A. Menderes-F. R. Zorlu-H. Polatkan, Demokrat Kulübü
Yayınlan, 1997.
Örtülü, Erdoğan, Üç İhtilalin Hikâyesi, Milli Ülkü Yayınlan,
1974.
Gürkan, Celil, 12 Mart'a Beş Kala..., Tekin Yayınevi, 1986. Başgil, Ali Fuat, 27 Mayıs İhtilali ve
Sebepleri, çev: M. Ali Se-
bük-I. Hakkı Akın, Çetüt Matbaacılık, İstanbul, 1966. Deniz, Osman, Parola: Harbiyeli Aldanmaz,
Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık, 2002.
Erkanlı, Orhan, Anılar... Sorunlar... Sorumlular... 27 mayıs 1960-12 maH 1971 Türkiyesi, Baha
Matbaası, İstanbul, 1972. Öymen, Orsan, Bir İhtilal Daha Var, Milliyet Yayınlan, 1986. Altuğ, Kurtul,
27 Mayıs'tan 12 Mart'a, Koza Yayınlan, 1976. Çölaşan, Emin, Tarihe Düşülen Notlar, Ümit Yayıncılık,
2000. Birand, Mehmet Ali-Dündar, Can-Çaplı, Bülent, 12 Mart-Bir İhtilalin Pençesinde Demokrasi,
imge Kitabevi Yayıncılık, 1994.
Bayar, Celal, Ben de Yazdım, Sabah Kitaplan, 1977. Kongar, Emre, Türkiye'nin Toplumsal Yapısı:
İmparatorluktan Günümüze, Remzi Kitabevi, 1985.
Türkeş, Alparslan, 27Mayıs, 13 Kasım, 21 Mayıs ve Gerçekler, Dokuz Işık Yayınevi, 1977.
Weiker, Walter F., 1960 Türk İhtilali: Amerikan, Fransız Gözüyle, çev: Mete Ergin, Cem Yayınevi,
1967.

Teşekkür 9
1. Süvari 11
2. Anafor 125
3. Başkaldın 185
4. Deli Mayıs 213
5. Mahkeme 263
6. Baş verenler 327
Geride Kalanlar 376
Kaynakça 379

Nesrin Turhan _ İhtilalin Süvarisi


Kitaplar, uygarlığa yol gösteren ışıklardır.
UYARI:
www.kitapsevenler.com
Kitap sevenlerin yeni buluşma noktasından herkese merhabalar...
Cehaletin yenildiği, sevginin, iyiliğin ve bilginin paylaşıldığı yer olarak gördüğümüz sitemizdeki
tüm e-kitaplar, 5846 Sayılı Kanun'un ilgili maddesine
istinaden, engellilerin faydalanabilmeleri amacıyla
ekran okuyucu, ses sentezleyici program, konuşan "Braille Not Speak", kabartma ekran
vebenzeri yardımcı araçlara, uyumluolacak şekilde, "TXT","DOC" ve "HTML" gibi formatlarda,
tarayıcı ve OCR (optik
karakter tanıma) yazılımı kullanılarak, sadece görmeengelliler için, hazırlanmaktadır. Tümüyle
ücretsiz olan sitemizdeki
e-kitaplar, "Engelli-engelsiz elele"düşüncesiyle, hiçbir ticari amaç gözetilmeksizin, tamamen
gönüllülük
esasına dayalı olarak, engelli-engelsiz Yardımsever arkadaşlarımızın yoğun emeği sayesinde, görme
engelli kitap sevenlerin
istifadesine sunulmaktadır. Bu e-kitaplar hiçbirşekilde ticari amaçla veya kanuna aykırı olarak
kullanılamaz, kullandırılamaz.
Aksi kullanımdan doğabilecek tümyasalsorumluluklar kullanana aittir. Sitemizin amacı asla eser
sahiplerine zarar vermek değildir.
www.kitapsevenler.com
web sitesinin amacı görme engellilerin kitap okuma hak ve özgürlüğünü yüceltmek
ve kitap okuma alışkanlığını pekiştirmektir.

Ben de bir görme engelli olarak kitap okumayı seviyorum. Sevginin olduğu gibi, bilginin de
paylaşıldıkça
pekişeceğine inanıyorum.Tüm kitap dostlarına, görme engellilerin kitap okuyabilmeleri için
gösterdikleri çabalardan ve
yaptıkları katkılardan ötürü teşekkür ediyorum.
Bilgi paylaşmakla çoğalır.
Yaşar MUTLU

İLGİLİ KANUN:
5846 Sayılı Kanun'un "altıncı Bölüm-Çeşitli Hükümler" bölümünde yeralan "EK MADDE 11" : "ders
kitapları dahil, alenileşmiş veya yayımlanmış yazılı ilim ve edebiyat eserlerinin engelliler için
üretilmiş bir nüshası yoksa
hiçbir ticarî amaçgüdülmeksizin bir engellinin kullanımı için kendisi veya üçüncü bir kişi tek nüsha
olarak
ya da engellilere yönelik hizmet veren eğitim kurumu, vakıf veya dernek gibi
kuruluşlar tarafından ihtiyaç kadar kaset, CD, braill alfabesi ve benzeri formatlarda çoğaltılması veya
ödünç verilmesi
bu Kanunda öngörülen izinler alınmadan gerçekleştirilebilir."Bu nüshalar hiçbir
şekilde satılamaz, ticarete konu edilemez ve amacı dışında kullanılamaz ve kullandırılamaz.
Ayrıca bu nüshalar üzerinde hak sahipleri ile ilgili bilgilerin
bulundurulması ve çoğaltım amacının belirtilmesi zorunludur."

bu e-kitap Görme engelliler için düzenlenmiştir. Kitabı Tarayan ve Düzenleyen Arkadaşa


çok çok teşekkür ederiz. Kitap taramak gerçekten incelik ve beceri isteyen, zahmet verici bir iştir. Ne
mutlu ki, bir görme
engellinin, düzgün taranmış ve hazırlanmış bir e-kitabı okuyabilmesinden duyduğu sevinci
paylaşabilmek
tüm zahmete değer. Sizler de bu mutluluğu paylaşabilmek için bir kitabınızı tarayıp,
kitapsevenler@gmail.com
Adresine göndermeyi ve bu isimsiz kahramanlara katılmayı düşünebilirsiniz.
Bu Kitaplar size gelene kadar verilen emeğe ve kanunlara saygı göstererek lütfen bu açıklamaları
silmeyiniz.
Siz de bir görme engelliye, okuyabileceği formatlarda, bir kitap armağan ediniz...
Teşekkürler.
Ne Mutlu Bilgi için, Bilgece yaşayanlara.
Nesrin Turhan _ İhtilalin Süvarisi

You might also like