Professional Documents
Culture Documents
Yardımcı editörler
Doç. Dr. Bilal Arık Gazi Üniversitesi
Yrd Doç. Dr. Gökhan Atılgan Gazi Üniversitesi
Yayın kurulu
Prof. Dr. Levent Kılıç Anadolu Üniversitesi
Prof. Dr. Ümit Atabek Akdeniz Üniversitesi
Prof. Dr. Konca Yumlu Ege üniversitesi
Doç. Dr. Hamza Çakır Erciyes Üniversitesi
Prof. Dr. Merih Zıllıoğlu Galatasaray Üniversitesi
Prof. Dr. Yüksel Akkaya Gazi Üniversitesi
Prof. Dr. Nazife Güngör Gazi Üniversitesi
Prof. Dr. Hülya Yengin Kocaeli üniversitesi
Prof. Dr. Raşit Kaya ODTÜ
Doç. Dr. Ayhan Selçuk Selçuk Üniversitesi
Prof. Dr. Bayram Kaya Manas Üniversitesi, Kırgızistan
Prof. Dr. Dan Schiller University of Illinois, USA
Prof. Dr. Vincent Mosco Queen’s University, Canada
Prof. Dr. Stuart Ewen CUNY, USA
Prof. Dr. Douglas Kellner UCLA, USA
ISSN: 1302-146x
Copyright © Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi. Tüm hakları saklıdır
Yayın ve türü: Yılda iki kez basılan hakemli, yaygın, süreli bir dergidir.
Yönetim merkezi ve adresi: Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi, 06510 Emek, Ankara
Tel: 90 312 212 6495 Fax: 0 312 212 1832
e-mail: iletisimdergisi@gazi.edu.tr
Yayın tarihi: 15 Şubat 2008
Basım yeri: Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi Basımevi, Emek, Ankara.
Dergi Politikası
1983 yılından beri “İletişim” başlığıyla çıkan İletişim Dergisi iletişim
kuram ve araştırmalarına odaklanan bir sosyal bilimler dergisidir. Dergi
farklı kuramsal yaklaşımlara ve inceleme yönelimlerine açık bir karaktere
sahiptir; Türkiye ve dünyada iletişim konularının akademik tartışması için
bir forum oluşturur; iletişim alanında kuramsal ve yöntem bilimsel olarak
zengin bilgi kazanımı ve gelişmesine katkıda bulunarak toplumsal
bağlamda faydalı bilginin oluşmasına ve gelişmesine katkıda bulunmayı
amaçlamaktadır.
Journal’s Policy
The Journal of Communication Theory and Research, launched in 1983
and formerly published under the title Communication, is a social science
journal focusing on theory and research on communication. The journal is
dedicated to present competing theoretical approaches and study
orientations; to develop a forum for the scholarly discussion of
communication issues in Turkey and around the world in order to further
the field; to expand the frontiers of knowledge by contributing to the
literature on communication; to perform its role in the development of
theoretically and methodologically enriched multidisciplinary body of
knowledge on communication.
Makale Sunumu
Makale göndermek isteyenler kesinlikle web sayfasındaki makale ve
diğer yazıları sunma koşullarını okumalıdır. Makalenin bir kopyası PC
word formatında hazırlanmalı ve “iletisimdergisi@gazi.edu.tr” adresine
bir niyet mektubuna eklenerek gönderilmelidir. Editör makaleyi
okuduktan sonra ya değerlendirmeleri için iki hakeme gönderir ya da
değişiklik önerileriyle yazara geri yollar. Yazar, isterse yaptığı
değişikliklerle makaleyi göndererek süreci yeniden başlatabilir.
Makalenin formatı kesinlikle Dergi’nin belirlediği kurallara uymalıdır.
Fazla bilgi için derginin web sayfasına ve son sayılarından birine bakınız.
Submissions
Manuscripts submitted for publication consideration should be sent in
digital form. Digital copy of a manuscript and inquiries of an editorial nature
should be e-mailed (iletisimdergisi@ gazi.edu.tr). Please insure that the digital
version of the submission is virus-free and created in PC Word format, not
Macintosh. The digital copy should be double-spaced, and titles, text,
references and formatting should follow the style guidelines of the journal.
Editörün notu
İrfan Erdoğan
Sayı 25 Yaz-Güz 2007
MAKALELER
Tuba Duruoğlu
Haber yapmada ideoloji etkeni:
11 Eylül olayı üzerine bir inceleme................................................... 1
Kemal İnal
Türkiye’de toplumbilim kitaplarında iletişime verilen yer ............... 57
Ruhdan Uzun
İstihdam sorunu bağlamında Türkiye’de iletişim eğitimi
ve öğrenci yerleştirme .................................................................. 117
Şemsettin Küzeci
Irak'ta kitle iletişimi: 2003-2007 ................................................... 135
FORUM
İrfan Erdoğan
Temel Bilgiler: Eleştirel yaklaşımlarda iletişim anlayışı................ 153
Bilim, insan ve iletişim .......................................................... 153
Maddi hayatın üretimi ............................................................ 157
Düşünselin üretimi: ideoloji ve kültür..................................... 166
Materyal ve düşünsel ilişkisi: kurulan yanlış bağlar ................ 192
Karl Marx
İnsan, toplum ve iletişim .............................................................. 199
İnsan ve toplum ..................................................................... 199
Materyalin üretimi ................................................................. 200
Düşünsel ve üretimi ............................................................... 209
Materyal ve düşünsel üretim bağı ........................................... 216
İletişim .................................................................................. 219
Basın özgürlüğü ve sansür ............................................................ 229
Yöntem sorunu............................................................................. 257
TOPLANTI DEĞERLENDİRMESİ
RTÜK: Türkiye’de İzleyici ve Dinleyici Ölçümleri ..................... 281
İletişim kuram ve araştırma dergisi
Sayı 25 Yaz-Güz 2007, s.1-42
Makale
1
Yüksek lisans mezunu, Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi.
e-posta: tbdrgl78@yahoo.com
2 Tuba Duruoğlu
GİRİŞ
YÖNTEM
edilmeye çalışılmıştır. Nicel verilerle ifade edilen görüşlerden her biri için
ayrı ayrı örnekler verilerek, bulunan niceliksel veriler nitel örneklerle
desteklenmiş, böylece yukarıda sunulan gerekçeler nedeniyle gazetenin kendi
ideolojisinden kaynaklanan yönelimi de belirlenmiş ve gazeteler arası
karşılaştırmayla fark belirtilmiştir.
BULGULAR VE TARTIŞMA
1. Olayın suçluları
kaçtı” (18 Eylül) başlıklı sürmanşet haberde Ladin “asrın terörün bir numaralı
sorumlusu” olarak tanımlanmış, Afganistan’ın kendini yargılama kararı
alacağını düşündüğü için ailesi ile birlikte dağlık kesimdeki “in”ine çekildiği
iddia edilmiştir. Haberde Ladin’in yakalanmaktan korkarak kaçtığı vurgusu
yapılmaktadır. 21 Eylül tarihli haberde ise Ladin, Abdullah Öcalan’a
benzetilerek “terörist” olduğu bir kez daha yinelenmiş, aynı zamanda
küçümsenmiş ve aşağılanmıştır. Haber Afganistan’ın Ladin’i ülkeyi
terketmesi için uyarması üzerine yapılmıştır. Ülke Ladin’i artık
istememektedir. Çünkü Amerika’nın savaş açmasından korktuğu iddia
edilmektedir. Gazete bu iddiasını “zoru gören Mollalar” ifadesiyle
anlatmaktadır. Dolayısıyla haberde aynı zamanda Afganistan’ın ABD’den
korktuğu belirtilerek ülke küçümsenmiş böylece ABD’nin gücü dolaylı olarak
vurgulanmıştır. “Apo’ya döndü” sürmanşetiyle duyurulan haberde gazete
Ladin’i “istenmeyen adam” olarak sunmuş, hiçbir ülkenin onu istemediğini
belirtmiş ve bu durumuyla pek çok ülkeden “kovulduktan” sonra Kenya’da
yakalanan terör örgütü lideri Abdullah Öcalan’a benzetmiştir. Haberde
Ladin’in açıkça köşeye sıkıştığı, pek yakında Apo gibi yakalanacağı dolaylı
olarak vurgulanmış, Apo’yla ilişkilendirilerek de “terörist” olduğu bir kez
daha açıkça belirtilmiştir. 11 Ekim tarihli haberde ise Ladin’in böbrek ve
karaciğer yetmezliği çektiği ve diyaliz makinesiyle dolaştığı iletilmektedir.
Burada da Ladin’in sağlık sorunları vurgulanarak güçsüzlüğü ve zor durumda
olduğu yinelenmiştir.
Suçlulara ilişkin Akit’in yaptığı haberlere bakıldığında ise gazetenin iki ay
boyunca Hürriyet’in aksine ne Ladin ve örgütünün suçlu olduğunu ne de 11
Eylül saldırılarının bir terör olayı olduğunu kabul ettiği görülmüştür. Gazete
Ladin’in suçluluğuna inanmadığını suçlularla ilgili olarak yaptığı dört grup
haberle ortaya koymuştur: Bizzat Ladin’in açıklamalarına yer vererek,
başkalarını suçlu ilan ederek, suçlular ile ilgili kanıtları yalanlayarak ve de
Amerikalı ya da Amerika’yı destekleyen kişilerin suçluların Ladin ve örgütü
olduğuna ilişkin kuşkularına yer vererek.
13 Eylül, 17 Eylül ve 29 Eylül tarihli haberlerde Ladin’in suçsuz olduğuna
ilişkin açıklamaları yer almaktadır. Bunlarda Ladin, saldırıyı kendisinin
gerçekleştirmediğini, saldırı hakkında hiçbir bilgisinin olmadığını,
Afganistan’da yaşadığını ve Afganistan lideri Molla Ömer’in bu tür eylemlere
izin vermediğini, bunu yapanların kendi çıkarları için yaptığını, Müslüman
olarak yalan söyleyemeyeceğini, suçsuz kadın, çocuk ve erkeklerin
öldürülmesini desteklemediğini belirtmekte ve açıklamalarının hepsinde
16 Tuba Duruoğlu
Gazetelerin iki aylık süre zarfında sıklıkla haber yaptıkları ikinci konu
olaylardan sonra ABD’nin tutumuna destek olma ya da olmamayla ilgilidir.
Hürriyet haberleriyle bu tutumu onaylar, destekler bir tavır sergilerken, Akit
ABD’yi politikalarından dolayı yoğun bir şekilde eleştirmektedir. Öncelikle
Hürriyet incelenmiş, destek haberlerinin iki alt grup içinde tartışılması uygun
görülmüştür: Türkiye’den verilen destek mesajları ve ABD ve Türkiye
dışından verilen destek mesajları. Türkiye içinden verilen destek mesajlarını
içeren haberlere bakıldığında çoğunlukla dönemin Başbakanı Ecevit’in
açıklamalarına yer verildiği görülmektedir. “ABD’nin yanındayız” (13 Eylül),
“Gereğini yapacağız” (15 Eylül), “ABD’ye destek insanlık borcumuz” (19
Eylül), “İşbirliğini görev biliyoruz” (13 Ekim), “Mecbur kalınca savaştan
kaçılmaz” (2 Kasım) başlıklarıyla verilen bu açıklamalarda Türkiye’nin
ABD’nin yanında olduğu ve ABD’ye her türlü desteği vereceği belirtilmiştir.
Yine 16 Eylül’de Demirel’in, 26 Eylül’de Cem’in açıklamalarında da vurgu,
20 Tuba Duruoğlu
olayın bir terör olayı olduğuna, ABD’nin büyük bir felakete ve haksızlığa
maruz kaldığına ve Türkiye’nin ülkeye destek vermesinin şart olduğuna
yapılmıştır. Gazete ABD’nin olaydan sonraki politikalarına Türkiye’nin
desteğini vurgulayan açıklamaları haber yaparak ve destekleyen insanların
görüşlerini seçip sunarak onların tavrını desteklediğini ve görüşleri
paylaştığını gerek başlıklarla gerek haber içeriğiyle açıkça ortaya
koymaktadır.
Diğer gruptaki haberlerde de Türkiye dışından verilen destekler konu
edilmiştir. NATO (13 Eylül), Pakistan (16 Eylül), Rusya (28 Eylül, 4 Ekim, 8
Ekim), İngiltere (13 Ekim), Suudi Arabistan (10 Ekim), İran (25 Ekim), Arap
Birliği (5 Kasım) gibi kurum ve ülkelerin ABD’yi desteklediği, politikalarını
onayladığı yönünde haberler yapılmıştır. Bu haberlerin başlıkları “NATO da
devrede”, “Anlaştılar”, “ABD’ye tamam dedi”, “ABD’ye sürpriz destek” gibi,
açık olarak ABD için olumlu anlam ve mesajlar içermekte, dolaylı olarak da
Ladin ve Afganistan’ın suçluluğunu pekiştirmektedir. Haberlerde bu ülkeler
ve kurumlarla ABD’nin ortak görüşlere vardığı dolayısıyla haklılığı
vurgulanmaktadır. Pek çoğunda ise Ladin’in suçluluğu ve Taliban için açıkça
olumsuz söylemler kullanıldığı da görülmektedir (10 Ekim, 13 Ekim, 5
Kasım).
Akit ise açıkça ABD’nin politikalarını onaylamamakta ve tavrına destek
sağlayabilmek için de Hürriyet’in aksine ABD’yi desteklemeyen ülkelerin ve
kişilerin açıklamalarına yer vermektedir. Gazetenin bu tür haberleri dört
grupta incelenmiştir: Çeşitli ülkelerin onaylamaması, dönemin muhalefet
partisi üyelerinin onaylamaması, bilim adamı ve yazarların onaylamaması ve
çeşitli ülkelerde yapılan protesto gösterilerinin haber yapılması. İlk grupta
Cezayir (13 Eylül), Pakistan (18-19-25 Eylül), Mısır (17 Eylül), İran (27
Eylül, 11 Ekim, 7 Kasım), Birleşik Arap Emirlikleri (27 Eylül), Malezya (29
Eylül) gibi ülkelerin açıklamaları yer almaktadır. Bu haberlerde ABD’nin
yanlış bir politika uyguladığı, tüm Müslümanları hedef yaptığı, aceleci
davrandığı, Afganistan’a yapacağı bir saldırının desteklenmeyeceği, ABD’nin
yanında olunmadığı temaları işlenmektedir. Bu şekilde ABD karşıtlığı açıkça
vurgulanmaktadır. Haber başlıkları da olumsuz söylem kullanma açısından
aynı açıklıktadır. “ABD’ye yardıma hayır”, “ABD’ye sert uyarı”,
“Afganistan’a müdahale yanlış”, “Amerikan dayatmasına hayır”, “ABD’ye
karşı cihad” vb. başlıklarda karşıtlık, eleştirellik, onaylamama ya da
desteklememe ifadeleri açıkça kurulmuştur.
11 Eylül’ün sunumu 21
5. Başarı haberleri
suçlanmıştır. Burada ABD, “tavrını Filistin’i her gün kan ve ateşe boğan
İsrail’den yana kullanan, Irak’taki çocukları ise bombalayarak katleden”
ifadeleriyle nitelendirilmiş ve ülkenin saldırılara uğraması “ateşle tanıştı”
biçiminde yorumlanmıştır. Ertesi gün Amerika’nın olaya karşı ortaya
koyduğu tavır netleşmiş ve yapılan açıklamalardan saldırılara savaşla karşılık
verileceği anlaşılmıştır. Akit’in bu habere ilişkin verdiği manşet haberdeki
başlık şöyledir: “Yine terör ekiyor”. Haberde ABD için “bugüne kadar
ektiklerini biçen”, “geçmişte terörist saldırılar gerçekleştiren”, “sağduyulu
hareket etmeyen” şeklinde ifadeler kullanılmış, aslında 11 Eylül’deki
saldırıların değil ABD’nin uygulamalarının “terör” olduğu belirtilmiştir. Bu
tür haberlerde gazetenin, ABD’ye geçmişteki uygulamalarından dolayı yoğun
eleştirileri açık olarak görülmektedir. Kullanılan şiddet ve öfke içeren
ifadelerden de bunun ön plana çıkarılmaya çalışıldığı anlaşılmaktadır. 14
Eylül’deki haber suçluların Arap kökenli ve hedefin Afganistan olduğunun
açıklanması ile ilgilidir. Manşet haberin başlığı “Bunun adı devlet terörü”dür.
Eskiden de, örneğin Hiroşima, Nagazaki, Trablusgarp, Bağdat, Kabil,
Ramallah gibi yerlerde ülkenin “terörist saldırılar” gerçekleştirdiği
söylenerek, ülke dünyadaki insanları “kana boğmakla”, hiçbir delil
olmamasına rağmen Afganistan’ı ve Ladin’i olayın faili ilan etmekle
suçlamaktadır. Bu da “Başta Afganistan olmak üzere, İslam ülkelerine ve
Müslümanlara karşı devlet terörü estiriliyor” ifadeleriyle anlatılmıştır. Yine
din vurgusu yapılmış, sebepsiz yere Müslümanlara savaş açıldığı
belirtilmiştir. 16 Eylül’deki haberde ABD ile birlikte NATO da
suçlanmaktadır. “Hedefleri hilal” manşetiyle duyurulan haberde NATO’nun
ABD’yi Afganistan’a savaş ilan etmesi konusunda desteklemesi ve bunun için
saldırıyı tüm üye ülkelere yapılmış saymasına ilişin 5. maddeyi yürürlüğe
koyması konu edilmiştir. Haberde Sovyetler Birliği’nin yıkılmasıyla birlikte
NATO ve ABD’nin düşmanlıklarını İslam’a yönelttikleri ve NATO’nun
bağımsız değil, ABD etkisinde bir kurum olduğu “10 yıl önce düşman rengini
kırmızıdan yeşile çeviren ABD güdümlü NATO” ifadesiyle
vurgulanmaktadır. Burada “10 yıl önce” Sovyetler Birliği’nin yıkıldığı tarihi
ifade etmekte, “kırmızı” komünizmi, “yeşil” ve “hilal” de İslam’ı sembolize
etmek için kullanılmaktadır. Gazete burada da yine “İslam ülkelerini kana
bulamak için” ABD’deki saldırıların bahane edildiğini vurgulamaktadır. “Tam
sersemledi” başlığı 24 Eylül tarihli manşet habere aittir. Bu haberde ABD
yine Afganistan’a operasyon düzenleyebilmek için bahaneler bulmakla
suçlanmaktadır. Bunu da “mazlum Afganistan üzerine çullanabilmek için
32 Tuba Duruoğlu
İçerik analizinde, Hürriyet’te toplam 104, Akit’te ise toplam 148 görüşe
yer verildiği bulunmuştur. Hürriyet’in yer verdiği 104 kişinin görüşünün 79’u,
yani toplam yer verdiği görüş sayısının %76’sı ABD’nin ve politikalarını
desteklemektedir. 12 görüş (%4.5) her iki tutumu da içeriyor iken, 8 görüş
(%7.7) ABD’nin ve politikalarının karşısında, 5 görüş ise (%4.8) nötr
karakterini taşımaktadır. Akit’te ise, 148 görüşten 113’ü (%76.3) ABD’nin ve
politikalarının karşısındadır. Görüşlerin 20’si (%13.5) ABD’nin ve
politikalarının yanında yer alırken; 11’i (%7.4) nötr, 4’ü ise (%2.8) her iki
tutumu da içermektedir.
İnceleme sonunda gazetede görüşlerine yer verilen kişilerin ve kurumların
genel olarak üç grup içine düştüğü bulunmuştur. İlk grupta Amerikan
siyasetini veya ülke politikalarını yönlendirmede önde gelen siyasetçilere,
bürokratlara, yetkililere, gazetecilere veya önde gelen basın kurumlarına yer
verilmektedir: Başkan Bush, Dışişleri Bakanı Powell, Dışişleri Bakan
Yardımcısı Grossman, Türkiye Büyükelçisi Pearson, CIA Eski Başkan
Yardımcısı Johnson, Ulusal Güvenlik Konseyi Üyesi Bryza, Kissinger ve
meşhur gazeteci W. Safire gibi kişiler ve The Sunday Times, Wall Street
Journal ve Washington Post gibi gazeteler. Gazetenin çoğunlukla bu gruptaki
kaynaklara ait iletilere yer vermiş olduğu göze çarpmaktadır. Bu tür iletilerin
içeriğine bakıldığında, Ladin ve Afganistan’ın suçlu ilan edilmesi (14 Eylül-
Powell, 16 Eylül-Bush, CNN International, 20 Eylül-Wall Street Journal,
Jone’s Intelligence Review, 21 Eylül-ABD Dışişleri Yetkilisi, 22 Eylül-
Johnson, Bush, 22 Ekim-Washington Post gibi kişi ve kurumların
açıklamalarında olduğu gibi), Amerika’nın terörü ortadan kaldırmak amacıyla
savaş başlatacağı şeklindeki açıklamalarla olayın sorumlularına göz dağı
verilmesi, güç gösterisi yapılması (örneğin 12 Eylül’de Bush’un bunun
kesinlikle bir terör eylemi olduğu, karşılıksız kalamayacağı ve herkesin
ABD’nin vereceği cezayı göreceği; 13 Eylül’de olayı yapan ile yaptırana
ayrım olmayacağı yani hem suçlunun, hem suçluya destek veren örgüt ve
ülkelerin cezalandırılacağı; 14 Eylül’de herkesin ABD’ye karşı ilan edilen
savaşta hangi tarafta yer alacağına karar vermesi gerektiği şeklindeki
açıklamaları; 13 Eylül’de Kissinger ve Safire’in kesin delil olmadan bile
şüphelilerin hemen vurulması gerektiğine; 14 Eylül’de Kissinger’in
operasyonun yetmeyeceğine, terörü barındıran ülkelere karşı harekete
geçilmesi gerektiğine, böyle terörü besleyen kaynakların kurutulabileceğine
ilişkin görüşleri; The Sunday Times’ın 24 Eylül’de yayınlanan Kabil
yakınlarındaki çatışmanın hedefe yönelmekten çok güç gösterisi şeklinde
34 Tuba Duruoğlu
SONUÇ
Teşekkür:
Tezimde olduğu gibi, bu makalemin hazırlanmasında da bana yoğun
düzeltmelerle yol gösteren Prof. Dr. İrfan Erdoğan’a teşekkür ederim.
KAYNAKÇA
Makale
1
Yüksek Lisans öğrencisi, Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi
e-posta: gulkecelioglu@hotmail.com
44 Gül Keçelioğlu-Zorcu
GİRİŞ
medyanın savaşta cephenin bir parçası haline getirilmesi gibi olgular medyada
savaşın sunumunun incelenmesini gerekli kılmaktadır. Savaşı sunan çeşitli
haber kaynaklarından biri de gazetelerdir. Bu makalede, en genel anlamda,
Hürriyet’in savaşı sunumu konu edilmiştir. İnceleme için Hürriyet’in tercih
edilmesinde, savaş süresince Türkiye’de en yüksek tiraja sahip olan gazete
olmasının yanı sıra ana akım medyayı temsil edebilecek bir içeriğe sahip
olması da belirleyici olmuştur. Zaman ve sayfa sınırlılıkları göz önüne
alınarak kapsamı daraltılan bu incelemenin konusu “Hürriyet’te yer alan
görsel anlatılarda tarafların ordularının sunumu” olarak belirlenmiştir.
Medyanın savaşı ele alışı bir çok araştırmacı tarafından çeşitli açılardan
incelenmiş olmasına rağmen Hürriyet’in savaşı sunumunun karakteri üzerine
herhangi bir araştırma bulunmamaktadır. Bu konudaki boşluğun doldurmasına
katkı sunmak amacıyla hazırlanan bu çalışmanın temel varsayımı Hürriyet
gazetesinin savaşı Amerika Birleşik Devletleri lehine taraflı ve ABD’nin
yaratmak istediği portreye uygun olarak sunduğudur. Hürriyet’in savaşı
sunumunda kullandığı kaynakların tespit edilmesinin temel varsayımı
destekleyici karakteri düşünülerek ortaya atılan diğer bir varsayım ise
Hürriyet’in savaşı sunumunda uluslararası dev medya tekellerine bağımlı
olduğudur.
YÖNTEM
Bu inceleme kapsamında ABD’nin Irak’ı işgal ettiği günden bir gün önce
çıkan 19 Mart 2003 ve Bağdat’ın ele geçirildiği günden bir gün sonra çıkan 10
Nisan 2003 tarihleri arasında Hürriyet’te tarafların askerlerinin, askeri
teçhizat, plan, strateji ve faaliyetlerinin gösterildiği fotoğraf, grafik, imaj ve
haritalar incelenmiştir. Bu fotoğraf, harita, imaj ve grafikler nicel içerik
analizi tekniği ile toplanarak kategorileştirilmiştir. İncelenen her görsel
malzeme ile ilgili kaynak gösterilip gösterilmediğine, gösterilmişse bu
kaynağın ne olduğuna bakılmış, hangi kaynaktan ne kadar yararlanıldığı tespit
edilmiştir. Elde edilen genel bulgular sıralandıktan sonra taraflarla ilgili
bulgular hem niteliksel hem de niceliksel metin analizi tekniği kullanılarak
değerlendirilmiştir.
Bu incelemede, Hürriyet’te savaşın sunumu incelenirken ekonomi-politik
yaklaşım ve medyanın ideolojik bir araç olduğu yönündeki kuramsal
yaklaşımlardan hareket edilmiştir. Hürriyet Doğan Medya Holding
bünyesinde yer alan, grubun en önemli yayın organıdır. Holding medyacılığı,
Hürriyet’in Irak savaşını sunumu 47
ANALİZ VE DEĞERLENDİRME
Kategori N %
Karşısında kimin olduğunun gösterilmediği; silah, füze, tank ya da top
1 2,4
namlusunu karşıya uzatmış asker ya da askerlerin gösterildiği fotoğraflar
Hareket halindeki asker ya da askerlerin gösterildiği fotoğraflar 3 7,3
Bombardıman uçakları ve kullanımlarına ilişkin fotoğraflar 2 4,9
Hareket halindeki tank ve diğer askeri araçların gösterildiği fotoğraflar 1 2,4
Savaş uçaklarının ve taşıdıkları silahların, çeşitli askeri teçhizatın
özelliklerini gösteren imaj ve grafikler ile askeri plan ve stratejileri, stok 1 2,4
durumlarını, ele geçirilen-geçirilemeyen yerleri gösteren grafik ve haritalar
Askerlerle ilgili özel ya da magazinel fotoğraflar 1 2,4
Irak ordusu, askerleri ve direnişçilerinin ümitsiz, güçsüz, yetersiz ya da
29 70,8
yenik gösterildiği fotoğraflar
Diğer 3 7,3
Toplam 41 100
(Tablo 1). Bu fotoğrafta karşıya uzanan tek bir silahın sadece namlusu
gösteriliyor, silahı kimin tuttuğu gösterilmemiş. Hareket halindeki asker ya da
askerlerin gösterildiği 3 fotoğraftan (Tablo 1) ikisi, düşürülen bir İngiliz savaş
uçağından Dicle’ye inen 2 İngiliz askerinin Iraklı askerler ve siviller
tarafından aranması ile ilgili. Diğer fotoğrafta ise bir çiftçi tarafından
düşürülen Apache helikopterin yanında bulunan 2 Irak askeri ve siviller
bulunuyor.
Irak ordusunun donanımına ilişkin 4 adet görsel malzemeye yer
verilirken; ABD ve koalisyon güçlerinin ordularının donanımına ilişkin 83
adet görsel malzeme bulunmaktadır. Bunlardan 48 tanesi bombardıman
uçakları ve kullanımlarına, 17 tanesi hareket halindeki tank ve diğer askeri
araçlara, 18 tanesi askeri teçhizat, plan, strateji ve faaliyetlere ilişkin görsel
malzemelerdir (savaş uçakları ve taşıdıkları silahlar ile çeşitli askeri teçhizatın
özelliklerini gösteren imaj ve grafikler ile askeri plan ve stratejileri, stok
durumlarını, ele geçirilen-geçirilemeyen yerleri gösteren grafik ve haritalar)
(Tablo 1). Irak ordusunun donanımına ilişkin 4 görsel malzemeden 2 tanesi
bombardıman uçakları ve kullanımlarına; 2 tanesi de askeri teçhizat, plan,
strateji ve faaliyetlere ilişkindir.
ABD tarafına ait bombardıman uçakları ve kullanımlarına ilişkin toplam
48 fotoğrafın 18 tanesinde bomba atan savaş uçağı (uçakları) ve savaş gemisi
(gemileri) ile onlara ait parçaların gösterildiği tespit edilmiştir. Kalan 30
fotoğrafta ise bombanın düştüğü yer ya da bombadan etkilenen insanlar
gösterilmiştir. Bombaların düştüğü yer olarak askeri bölgeler ve hükümete ait
binaları gösteren 13, sivil halkın yaşadığı yerleri gösteren 4, bombanın nereye
düştüğünün belirtilmediği 1, bombanın düştüğü yerin değil bombadan
etkilenen insanların ön plana çıkarıldığı 12 fotoğraf yer alıyor. Bu
fotoğraflarda bombardımandan sonra olay yerinden geçen insanlara,
bombardımandan etkilenmiş bir ya da birkaç insana, birbirine sarılmış ağlayan
insanlara, yaralı, hastanede tedavi gören bir ya da birkaç insana yer verilmiş.
Bombanın düştüğü yerin gösterildiği fotoğraflar genelde bombanın düştüğü
yeri uzak açıdan gösteren, atılan bir bombanın yaratabileceği tahribatı
göstermeyen fotoğraflardır. Bombanın düştüğü yeri yakın çekim ile gösteren
ve bir bombanın yaratabileceği gerçek tahribatı gösteren 1 adet fotoğrafa yer
verilmiştir. Bu ilk ve tek ciddi sıcak savaş görüntüsü ise “psikolojik savaş”
başlığı altında sunulmuştur (08.04.03 sf. 17). Irak tarafına ait bombardıman
uçakları ve kullanımlarına ilişkin ise 2 fotoğraf bulunmaktadır. (Irak’ın
Kuveyt’teki Şark Çarşısı’nı vurması ile ilgili oldukça küçük bir fotoğraf ve
50 Gül Keçelioğlu-Zorcu
Irak’ın Erbil yakınındaki Harrir Havaalanı’na yaptığı füze saldırı ile ilgili
fotoğraf.) Fotoğrafların her ikisi de uzak açıdan çekilmiş ve atılan bombanın
yaratabileceği tahribatı göstermeyen bir içeriğe sahip.
Hürriyet’te yer alan görsel anlatılarda sıcak çatışma görüntüsü ya da bir
karşılıklılık durumu yokken cephede namlularını karşıya uzatmış koalisyon
güçleri vardır ve bu güçlerin karşı cephesinde, kimin olduğu gösterilmemiştir.
Amerikan ordusunun ilerleyişine uzun süre izin vermeyen Umm-Kasr
direnişi, manşet olamasa da, 24 Mart 2003 tarihli gazetenin birinci sayfasında
yer alabilmişse de fotoğrafta yine direnişçiler değil, koalisyon güçleri
bulunmaktadır. Amerika ve koalisyon güçlerinin askeri faaliyetleri,
teçhizatları, plan ve stratejilerine Hürriyet’te ayrıntılı olarak yer verilirken,
Irak ordusu ve direnişçilerinin askeri faaliyetleri, teçhizatları, plan ve
stratejileri neredeyse hiç yer bulamamıştır. Tüm bu veriler göstermektedir ki,
Hürriyet bu savaşta Irak ordusunu, askerlerini ve direnişçileri yok saymıştır.
Bir taraf olarak göstermemiştir. Savaşlarda cepheler olur ve cephe kavramı
alınla ilgili bir kavram olup içinde karşılıklılığı barındırır. Oysa bu savaşta
“Irak cephesi” olmayan bir cephe olarak sunulmuştur.
Bombardıman uçakları ve kullanımlarına ilişkin görsel anlatılarda; savaşın
insandan, bedenden uzak olduğu izlenimi yaratılmaya çalışılmıştır. Amerika,
hedefi Saddam olarak göstermiş ve Saddam ile yakınları dışında kimsenin
burunun kanamayacağı izlenimi yaratmaya çalışmış, Hürriyet de bu izlenimi
pekiştirecek haberler yaparak Amerikan propagandası ile paralel bir söylem
sunmuştur. Böylece bir ülke kişileştirilmiş, Irak Saddam’a indirgenmiştir. Bu
söylemle Irak’a değil Saddam’a saldırılıyormuş ve Irak halkı bu saldırıdan
hiçbir zarar görmeyecekmiş izlenimi yaratılmaya çalışılmıştır. “Psikolojik
savaş” başlığı ile verilen haberin (08.04.03 sf. 18) fotoğrafında bir bombanın
yaratabileceği gerçek tahribat ilk kez verilmiştir. Ancak habere “Psikolojik
savaş” başlığı verilmesi ilginçtir. Hürriyet’te, ilk ve tek ciddi sıcak savaş
görüntüsü (yaralı insanların gösterilmesi dışında) “Psikolojik savaş” olarak
adlandırılarak sıcak savaşa ilişkin anlam tahrif edilmiştir.
İncelenen gazetelerde toplam 53 veride koalisyon güçlerine bağlı askerler;
özel hayatları, isimleri, kişisel özellikleri, dramatik tasvirleri, yaptıkları
kahramanlıklar ile yer bulurken (Tablo 1), Irak askerleri ile ilgili sadece 1
veride Irak’ın Güney Cephesi Komutanı Ali Hasan El Macid’in ismi
geçmektedir.
Hürriyet’te yer alan fotoğraflarda ve bu fotoğrafların ilgili olduğu
haberlerde Amerikalı askerler, özel hayatları, isimleri, kişisel özellikleri,
Hürriyet’in Irak savaşını sunumu 51
Kaynaklar N %
AP 53 48,6
REUTERS 37 33,9
DHA 6 5,5
AA 8 7,3
HÜRRİYET 2 1,8
SIPA PRESS 1 0,9
THE SUN 1 0,9
PRESS RED 1 0,9
TOPLAM 109 100,0
SONUÇ
“Özellikle Batı Orta Çağ geleneğinden gelen adalet dağıtma misyonu, din
yayma misyonu veya benzerlerinin yüceltilmeleri esasında ortaya çıkan”
(Kılıçbay, 2003: 144) Irak’a demokrasi ve özgürlük götürme söylemi, “ABD
açısından, başından beri, basit bir propaganda malzemesi olmanın ötesinde bir
işlevsellik kazanmıştır. Ayrıca bu, Amerikan işbirlikçiliğinin de temel hareket
noktası olma özelliğini taşımaktadır. Dünyanın dört bir yanında pek çok
insanın bu yanılsamaya tutsak ve kurban olmasıysa, ona ürpertici bir gerçeklik
maskesi de kazandırmaktadır” (Gerger, 2003: 11).
ABD savaş süresince meşruiyet temelini gerçeğin tahrifatına dayandırmış
ve kamuoyuna inanmaları için Hollywood yapımlarını aratmayacak bir
senaryo sunmuştur. Savaş medya tarafından seyirlik bir hale getirilirken bu
senaryoya bağlı kalınmıştır. Senaryo şudur ki; “Saddam, Irak halkının
yaşadığı sıkıntıların sorumlusu olan bir diktatör ve tüm dünyayı ele geçirmeye
çalışan kötü karakterdir. Amerika ise tüm dünyaya demokrasi ve refah
götürmek için seçilmiş kutsal elçi, dünyayı bu gözü dönmüş caniden ve
yandaşlarından kurtaracak olan Süpermen’dir. Saddam ve yandaşları her an
ellerinde olan nükleer bombaları yeryüzüne atabilir ve dünyayı mahvedebilir.
Süpermen onu durdurmalıdır. Süpermen’in hedefi sadece Saddam’dır,
Saddam ve yandaşları dışında hiç kimseye zarar vermek istemez. Elbette
savaşlarda suçsuz insanlar da zarar görebilir ama tüm dünyanın kurtulması
pahasına bu kayıplar gözden çıkarılabilir.” Bu senaryo böyle yazıldığında
komik gelebilir ancak ABD yönetiminin savaşı sunumunun özeti budur.
İncelemenin sonuçları göz önüne alındığında Hürriyet’in ABD yönetimi
tarafından paketlenen bu senaryoya uygun bir sunum yaptığını söyleyebiliriz.
Ana akım medya, doğası gereği hem dünyada hem de Türkiye’de siyasal ve
ekonomik iktidarın uygulamalarının meşrulaştırıldığı bir alandır ve savaşta da
ideolojik bir aygıt olarak görevini hakkıyla yerine getirmiştir. Bugün ABD
tarafından İran’a yapılabilecek bir saldırı gündemdeyken hazırlanan benzer
senaryolar her an “süper gücün maceraları 2,3,4…” şeklinde dolaşıma
sokulabilir. İnsan yapımı yıkım ve acı makinesi olan savaşa karşı olmak ve
gerçeğin tahrif edilmesine karşı uyanık olmak hem vicdani hem de akademik
bir sorumluluktur.
56 Gül Keçelioğlu-Zorcu
KAYNAKÇA
Althusser, Louis (1978). İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları. Çev. Yusuf Alp ve
Mahmut Özışık. İstanbul: Birikim Yayınları
Arapkirli, Z. (2001). “Savaşın İlk Kurbanı Gerçeklerdir”. www.ntvmsnbc.com/
news/110341.asp
Chomsky, N. (2002). Medya Gerçeği. Çev. Abdullah Yılmaz ve Osman Akınhay.
İstanbul: Everest Yayınları
Çatalbaş, D. (2003). “Savaşı Aktarmak ve Anlamlandırmak: Gazeteciliğin
Profesyonel değerleri ve Yaygın Medyanın Tutumu”. Doğu-Batı. 24: 245-253
Erdoğan, İ. (1995). Uluslararası İletişim, İstanbul: Kaynak.
Erdoğan, İ. (2001). “Kitle İletişimi Örneğinde Marksist Siyasal Ekonomi Yaklaşımı
Üzerine Bir Tartışma”. Praksis. 4: 276-313
Erdoğan, İ. ve Alemdar, K. (2007). Öteki Kuram: Kitle iletişimine yaklaşımların
tarihsel ve eleştirel bir değerlendirmesi, Ankara: Erk, 2007.
Faraç, M.. (2003). “Savaş, Barış ve Dezenformasyon…”. Cumhuriyet: 22.03.2003
Gerger, H. (2004). “Amerikan Emperyalizminin Ayırdedici Özellikleri”. Praksis. 11:
11-22
Girgin, A. (2002). Uluslararası İletişim, Haber Ajansları ve A.A. İstanbul: Der.
Golding, P. ve Murdock, G. (2002). “Kültür, İletişim ve Ekonomi Politik”. Medya
Kültür Siyaset. Der: Süleyman İrvan. Ankara: Alp Yayınları
Hall, S. (2002). “İdeoloji ve İletişim Kuramı”. Medya Kültür Siyaset. Der: Süleyman
İrvan. Ankara: Alp Yayınları
Herman, E. S. ve N. Chomsky (1988). Manifacturing consent: political economy of
mass communication. NH:Panteon.
İnceoğlu, Y. (2003). “Savaşta Medya Cephesi”. Radikal: 20.03.2003
Kılıçbay, M. Ali (2003). “Savaş ve Ekonomi” Doğu-Batı. 24: 143-145
Lenin, V. İ. (1980). Sosyalizm ve Savaş. Ankara: Sol Yayınları
Özcan, Z. (1983). Uluslararası Haberleşme ve Azgelişmiş Ülkeler. Ankara:
Dayanışma Yayınları
Tarhan, B. A. (2003). “Görmek, Gözlemek, Savaş ve Teknoloji”. Doğu-Batı. 24: 231-
244
Tokgöz, Oya (2004). “Irak Savaşında Yeni Bir Gazetecilik Uygulaması: Embedded
(İliştirilmiş) Gazetecilik”. Savaşın Yüzleri Uzlaşmanın Aşamaları. Der. Ü.
Doğanay. Ankara: A. Ü. Basımevi
İletişim kuram ve araştırma dergisi
Sayı 25 Yaz-Güz 2007, s.57-83
Makale
Türkiye’de toplumbilim
kitaplarında iletişime verilen yer
Kemal İnal 1
1
Doç. Dr., Gazi Üniversitesi
e-posta: kinal@gazi.edu.tr
58 Kemal İnal
GİRİŞ
araçlarının toplumsal yapı içindeki rol ve işlevlerini son derece kısıtlı biçimde
kavramaya çalışmışlardır. Bunun nedeni, özellikle 1960 ve 70’lerde
egemenliğini sürdüren kalkınmacı ve modernleşmeci yaklaşımın aslında ne
amaç güttüğünün bilinmemesi, bu yaklaşımı körükleyen Amerikan sosyal ve
siyaset bilimcilerinin ciddi ölçüde etkisinde kalınması ve bunun hala devam
etmesidir ki, şimdi bile bu etki farklı bir kılıfta (küresel dünyada bilgi toplumu
kılığında) devam etmektedir. Oysa halk, özellikle köylü kitlesi tarafından bu
araçlardan ne oranda yararlanıldığının ötesinde, bunların hangi niyet ve
amaçlarla, ne tür değerler atfedilerek kullanıldığı pek araştırılmamıştır.
Dolayısıyla, bu makalede incelenen toplumbilimsel kitaplarda kitle iletişim
konusu ve araçlarının ne tür bir bakış açısıyla ele alındığının belirlenmesi,
çalışmanın temel problemini oluşturmaktadır.
YÖNTEM
BULGULAR VE TARTIŞMA
Çalışmamızda elde edilen genel niceliksel bulgular, Tablo 1’de frekans (f)
ve yüzde (%) olarak gösterilmiştir.
Nermin Abadan-Unat vb.) 19. yüzyılın aksine, 20. yüzyılın başlarından, daha
doğrusu Cumhuriyet’in kurulmasından itibaren yüksek lisans ve doktora
eğitimleri için daha çok ABD’yi tercih ettikleri ya da en azından ABD
menşeli kaynakları (kuram, yayın, bilimsel etkinlik vb.) takip ettikleri
bilinmektedir. ABD’de şekillenen modernleşmeci yaklaşım, bu sosyal
bilimcileri, özellikle toplumbilimcileri etkilemiştir. Nitekim bu yaklaşımı
temel alan toplumbilimcilerin “ulusal ülkü”yü içselleştirmiş kişilik ve
formasyonları sonucu ülke kalkınmasına dair araştırma yapmamaları
beklenemezdi. 1930’lardan itibaren kalkınmanın ulusal modernleşme ile
eşanlamlı olduğu düşüncesi, yazılan toplumbilimsel nitelikteki kitaplarda ele
alınan konu ve benimsenen yaklaşım biçimiyle de görülebilir. Kırsal bir
toplum olarak Türkiye’nin öncelikle köyden kalkınarak modernleşeceğine
yönelik inanç ile girişilen çeşitli resmi kitlesel, demokratik ve parasız
uygulamalar-Köy Odaları, Köy Mektepleri, Köy Enstitüleri, Halkevleri vb.-
düşünüldüğünde, köye yönelik akademik çalışmalarda iletişim konusunun ele
alınmaması beklenemezdi. Nitekim köy monografilerinde, “geri” ve
“geleneksel” yapının kırılmasında modern iletişim ve kitle iletişim araçlarına
doğrudan ve mutlak bir olumlu rol atfedildiği görülmektedir. Bu olumlu role
vurgu, yakın dönemli çalışmalarda da yapılmıştır:
Hasanoğlan’lılar aynı tarzda telgraftan da faydalanmasını öğrenmiş,
acele işlerini bu modern araçla yapmağa alışmışlardır. Radyolar
birçok köylülerin yalnız kendi memleketleri ile değil, dünya ile de
temaslarını artırmıştır (Yasa, 1955:48).
Bugün Hasanoğlan düne bakıma dışla ilişki kurmada çok daha üstün
bir duruma erişmiş bulunmaktadır. Gerek taşıt ve haberleşme araç ve
olanakları, gerekse ilişki çeşit ve alanları eskisiyle karşılaştırıldığı
zaman bu yargının nedenli doğru olduğu kendiliğinden belirmiş
olacaktır (Yasa, 1969:26).
Gazete, kitap, dergi okumada Hasanoğlan benzeri kasabalarla
karşılaştırılmayacak kadar ileri bir duruma ulaşmış bulunmaktadır
(Yasa, 1969:239).
Görüldüğü gibi üretim yapısı geniş toplumla bütünleşmeye elverişli
olmayan topluluklarda, kütle haberleşme imkanları var olsa da, etkin
biçimde kullanılmamaktadır (Ozankaya, 1971:134).
Bu araçlardan radyo, en yoğun ölçüde girdiği köylerde (özellikle c
köyünde) bile, etkin bir biçimde siyasal bilinçlenmenin aracı
olamamakta, yayınların gerek dili, gerekse içeriği geniş köylü
kitlesinin bilgi düzeyinin üstünde bulunmaktadır (Ozankaya,
1971:134).
Toplumbilim kitaplarında iletişim 65
Köy Araştırmaları
Köy araştırmalarında iletişim konusundan diğer kitap türlerine göre
daha fazla bahsedildiği belirtilmişti. Buna göre toplumbilimsel köy
araştırması kitaplarının % 62’si iletişim konu, kavram ve araçlarına yer
verirken, % 38’sinde konuya ilişkin herhangi bir ibareye rastlanmamıştır.
Kitapların kendi içinde iletişim konusuna ayrılan oranlar Tablo 2’de
görülmektedir. Kitap başına verilen oranların toplamı, kitap sayısına
bölündüğünde ortaya çıkan oran (% 13), köy araştırmalarında iletişim
konusuna ayrılan oran olmaktadır.
66 Kemal İnal
Kent Araştırmaları
Kent araştırması alanına ait 20 adet kitaptan 8’nin (% 40) iletişim konu,
kavram ve araçlarına yer verirken 12’sinin (% 60) vermediğini yukarıda
belirtmiştik. Buna göre, incelediğimiz kitap türleri içinde kent araştırmaları,
Toplumbilime Giriş kitaplarıyla birlikte iletişim konusundan en çok
bahsedenler listesi içinde ikinci sırada yer almaktadır. Kitapların kendi içinde
iletişim konusuna ayrılan oran Tablo 3’de görülmektedir. Kitap başına verilen
oranların toplamı, kitap sayısına bölündüğünde ortaya çıkan oran (% 7), kent
68 Kemal İnal
SONUÇ
KAYNAKÇA2
2
Sadece iletişime yer veren kaynaklar kaynakçaya alındı.
Toplumbilim kitaplarında iletişim 81
Arat, N. (yay. haz.) (1992). Türkiye’de Kadın Olgusu. Kadın Gerçeğine Yeni
Yaklaşımlar, İstanbul: Say yay.
Arat, N. (yay. haz.) (1994). Türkiye’de Kadın Olmak (Kadın Sorunlarından Kesitler),
İstanbul: Say yay.
Aydın, S. (1993). Modernleşme ve Milliyetçilik, Ankara: Gündoğan Yay.
Aziz, A. (1982). Toplumsallaşma ve Kitlesel İletişim, Ankara Üniversitesi Basın-
Yayın Yüksek Okulu Yayınları No:2.
Bal, H. (2004). İletişim Sosyolojisi, Isparta: Süleyman Demirel Üniversitesi Yay.
No:42.
Berkes, N. (1978). Türkiye’de Çağdaşlaşma, İstanbul: Doğu-Batı Yay.
Berlo, David K. (1960). The Process of Communication. An Introduction to Theory
and Practice, New York: Holt, Rinehart and Winston, Inc.
Çelenk, S. (2005). Televizyon, Temsil, Kültür. 90’lı Yıllarda Sosyokültürel İklim ve
Televizyon İçerikleri, Ankara: Ütopya Yayıncılık.
Çitci, O. (ed.) ( 1998). 20. Yüzyılın Sonunda Kadınlar ve Gelecek Konferansı,
Ankara:TODAİE Yay. No:285
Dönmezer, S. (1984). Kriminoloji, İstanbul: Filiz Kitabevi, Yedinci Bası.
Dönmezer, S. (1990). Sosyoloji, İstanbul, 10. baskı.
Dursun, Ç. (2001). TV Haberlerinde İdeoloji, Ankara: İmge Kitabevi Yayıncılık
Erder, T. (yay. haz.) (1984). Türkiye’de Ailenin Değişimi. Toplumbilimsel
İncelemeler, Ankara: Türk Sosyal Bilimler Derneği Yay.
Erdogan, İ. (1998). Kapitalizm, Kalkınma, Postmodernizm ve İletişim. Ankara: Mavi.
Erdoğan, İ. (2007). İletişimi Anlamak. Ankara: Erk.
Erdoğan, İ. ve Alemdar, K. (1995). Öteki Kuram. Ankara: Erk.
Erdoğan, İ. ve Alemdar, K. (2005a). Popüler Kültür ve İletişim. Ankara: Erk.
Erdoğan, İ. ve Alemdar, K. (2005b). Öteki Kuram. Ankara: Erk.
Ergil, D. (1984). Toplum ve İnsan. “Toplumbilimin Temelleri”, Ankara: Turhan
Kitabevi Yay.
Erkal, M. E. (1981). Sosyolojik Açıdan Spor, İstanbul: Filiz Kitabevi.
Eserperk, A. (1979). Sosyal Kontrol, Sapma ve Sosyal Değişme. Erzurum’un İki
Köyünde Karşılaştırmalı Bir Araştırma, Ankara:Ankara Üniversitesi Eğitim
Fakültesi Yay., No:76.
Eserperk, A. (1981). Sosyoloji, Ankara: Ankara Üniversitesi DTCF Yay. No:303.
Geray, C. (1974). Planlı Dönemde Köye Yönelik Çalışmalar (Sorunlar, Yaklaşımlar,
Örgütlenmeler), Ankara:TODAİE yay., No:139.
Gökçe, O. (1993). İletişim Bilimine Giriş. İnsanlararası İlişkilerin Sosyolojik Bir
Analizi, Konya: Turhan Kitabevi Yay.
Göle, N. (2000). İslam’ın Yeni Kamusal Yüzleri. İslam ve Kamusal Alan Üzerine Bir
Atölye Çalışması, İstanbul: Metis Yay.
Güçhan, G. (1992). Toplumsal Değişme ve Türk Sineması. Kente Göç Eden İnsanın
Türk Sinemasında Değişen Profili, Ankara: İmge Kitabevi Yayıncılık.
82 Kemal İnal
Makale
Abstract: This article was designed to study the violation of broadcasting codes and
problems arising from applications of legal sanctions by the broadcasting stations.
Necessary information for violation of broadcasting codes in law and ethical codes
were collected and classificated by searching archives. It was found that broadcasting
codes 3984 are violated often, the self – regulation organizations and broadcasters are
not sufficiently interested in supply self– regulation codes and principles, sanctions
are ineffective and there are some problems arising from broadcasting codes.
Keywords: Broadcasting, broadcasting codes, violation of Broadcasting Codes,
Radio and Television Supreme Council (RTÜK)
1
Yüksel Lisans mezunu, Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi
e-posta: k_cem_baykal@yahoo.com
86 Kemal Cem Baykal
GİRİŞ
2
Erdoğan (2007), reyting kavramını” izleyici reytingi” ve “içerik reytingi” olmak
üzere ikiye ayırmaktadır. Bu bağlamda, izleyici reytingi, reklamcılarla yayın
kuruluşları arasındaki ekonomik ilişkiyi düzenleyen mekanizmadır. İçerik reytingi ise,
özellikle akıllı işaretler gibi mekanizmalar yoluyla, medya pratikleriyle gelen sorunlar
sadece şiddet, müstehcenlik ve uygunsuz dil kullanımına indirgenmekte, sorumluluk
izleyiciye yüklenmekte, böylece medya ve reklam endüstrileri yaptıklarından dolayı
sorumluktan aklanmaktadır. Medyadaki içeriklerin taşıdığı bilişsel ve davranışsal
seviyesizlikle ilgili sorun çözümü için, bu tür içeriği hazırlayanları “toplumsal
sorumluluğa davet etme” yerine, izleyiciyi eğitme ve bilinçli izleme öngörülmektedir.
88 Kemal Cem Baykal
YÖNTEM
ANALİZ VE DEĞERLENDİRME
Direnç yarışmaları
3
Ana yayın kuşağı (prime time), 20.00 – 22.59 saatleri arasını kapsamaktadır.
Yayın ilkeleri ihlali 93
2002 – 2007 yılları arasında yayın ilkelerini en fazla ihlâl eden program
türlerinden biri, reality kategorisinin içine giren “kadın programları” olmuştur.
Kısaca tanımlamak gerekirse, kadın programları, şiddete ve tecavüze uğrayan
ya da çevresiyle ciddi sorunları bulunan kadınların sorunlarını çözme amacı
güden ve bu amaçla, programa katılan izleyicilerin ya da ekran başındakilerin
de tartışmaya dahil edildiği program çeşididir.
Kadınların sorunlarını çözmek amacıyla ortaya çıkan “kadın programları”,
yayıncıların reyting kaygısı sonucunda oldukça fazla eleştirilmiş ve hatta
“toplumsal bir sorun” olarak nitelendirilmiştir. Bu durumun en temel nedeni
ise, canlı olarak yayınlanan bu programlarda, programın yapımcısı veya
sunucusu tarafından, ancak hukukun çözebileceği sorunların bir hâkim ya da
savcıymış gibi çözülmeye çalışılması, olayın trajik yönünün ve sosyal
boyutunun ikinci plana atılarak anlık çatışmalar ve gerilimler üzerine
yoğunlaşılması olmuştur (Serim, 2007: 337; Kayış, 2007: 14).
Yukarıda belirtilen özellikleriyle “kadın programları”, yayın ilkelerini
birçok defa ihlâl etmiştir. Bu dönemin en fazla izlenen “kadın programları”
olan “Sabah Sabah Seda Sayan”, “Kadının Sesi” ve “Serap Ezgü ile Biz
Bize”, 4. maddede belirtilen yayın ilkelerini yaklaşık bir buçuk yıl içinde
toplam 35 defa ihlâl etmişlerdir. Bu programlar içinde “Sabah Sabah Seda
Sayan”, 11 farklı bendi 21 defa ihlâl ederek, Türk yayıncılık tarihinin en fazla
ihlâlde bulunan programı olmuştur. Söz konusu programın ihlâlleri arasında,
“genel ahlâkın korunması”, “Türk aile yapısının korunması”, “özel hayatın
gizliliğinin korunması”, “Türkçenin kurallara uygun kullanımı”, “insan onuru
ve temel insan haklarına saygı gösterilmesi”, “kişilerin manevî şahsiyetlerine
saldırıda bulunulmaması”, “Türk millî eğitiminin genel amaçlarının
korunması”, “şiddet kullanımının özendirilmemesi” ve “gençlerin ve
çocukların zararlı içerikten korunması” gibi ilkeler bulunmaktadır. Reyting
kaygısıyla hiçbir “yayın ilkesi”ni dikkate almayan programın içeriğine, yayın
kuruluşu olan Kanal D tarafından da müdahale edilmemesi ise dikkat
çekicidir. Bu konuda, “e” bendinin defalarca ihlâlini gösteren bir örnek,
konuyu daha iyi açıklayacaktır. İlk olarak 29.04.2004 tarihinde “e” bendini
ihlâl ederek “uyarı” yaptırımı alan program, aynı bendi 16.02.2005 ve
22.12.2005 tarihlerinde ihlâl ederek sırasıyla “program durdurma” ve “para
cezası” yaptırımları almıştır. Yine aynı şekilde, aynı programa, “z” bendini
Yayın ilkeleri ihlali 95
arka arkaya dört defa ihlâl etmesi nedeniyle “artırımlı para cezası” yaptırımı
da uygulanmıştır.
Adı “Sabahların Sultanı” olarak değiştirilen “Sabah Sabah Seda Sayan”
programının reyting oranlarının oldukça yüksek olduğu görülmektedir.
“Sabahların Sultanı”, en fazla izlenen 100 program içerisinde 04.09.2007
tarihinde 12., 05.09.2007 tarihinde 8. ve 06.09.2007 tarihinde 7. Sıradadır (
www.medyatava.net/ reytingengine.aspx ).
Bu dönemde, kadın programları içinde en fazla tartışılan ve hatta bu
programların “toplumsal bir sorun” olarak görülmesine yol açan program ise
“Kadının Sesi” olmuştur. Bu durumun nedeni, kadınların sorunlarını çözmek
amacıyla yayınlanan programın, olayların sosyal boyutunu göz ardı eden
anlayışının “cinayet”lere kadar uzanan sorunlara yol açmasıdır. Yayın
ilkelerini 11.04.2005 ile 23.02.2006 arasında yedi kez ihlâl eden “Kadının
Sesi”nde bu duruma ilk örnek, 14 Nisan tarihinde yayınlanan program
olmuştur. Kenan Alp isimli şahsın, eşi Tijen Alp’i, kendisini aldattığı
gerekçesiyle bıçaklayarak öldürmesinden birkaç gün sonra gelinin ve damadın
aileleri, söz konusu programda küfürleşmeye kadar varan bir tartışma yaşamış
ve birkaç gün sonra iki aile arasında yaşanan silahlı kavgada bir kişi hayatını
kaybetmiştir (http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/haber.aspx?id=312135).
Bu olaydan yaklaşık bir ay sonra, yine “Kadının Sesi” programına Elazığ’dan
katılan Birgül Işık, programda söyledikleri nedeniyle İstanbul’dan Elazığ’a
dönüşünde oğlu tarafından öldürülmüştür. Bu olaydan sonra, “Kadının Sesi”
programı, “toplumsal bir sorun” haline geldiği gerekçesiyle Kanal D yönetimi
tarafından yayından kaldırılmıştır (http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/
haber.aspx?id=320265).
Türk Psikolojik Danışma ve Rehberlik Derneği, verilen örneklerden de
yola çıkarak, kadın programları hakkında birtakım saptamalarda bulunmuştur.
Buna göre, “kadın programları”nda, toplumun yoksulluk durumunun ve
duygularının kötüye kullanıldığı, aile içi olumsuz ilişkilerin teşhir edildiği ve
programa katılan bireylerin aile mahremiyetlerinin ortadan kaldırıldığı, “kadın
sorunlarının dile getirilmesi” adına kadının küçük düşürüldüğü, kötü
muameleye maruz kalmış kadınların yaşantılarının çıkar amaçlı kullanıldığı
ve sonuç olarak bu tür programların çocuk ve gençleri, cinsel, sosyal,
psikolojik ve duygusal, ahlâki ve aile içi ilişkiler yönünden olumsuz
etkileyebileceği kanaatine varılmıştır (RTÜK, 2005: 78).
96 Kemal Cem Baykal
Haber bültenleri
2002 – 2007 yılları arasında yayın ilkelerini en fazla ihlâl eden program
türlerinden biri de RTÜK’ün program sınıflandırmasında “haber”
kategorisinde yer alan ana haber bültenleridir. Bu durum, en temel görevi
“haber vermek” ve kamuoyunu bilgilendirmek olan televizyon kuruluşlarının,
görevlerini sağlıklı bir biçimde yerine getiremediğinin göstergesidir.
Yukarıdaki paragraflarda, son beş yıl içinde yayın ilkelerini en fazla ihlâl
eden televizyon kuruluşlarının Star, Kanal D, Show TV, ATV ve Flash TV
olduğu ifade edilmişti. Söz konusu yayın kuruluşları, reytingi esas alan
yayıncılık anlayışlarını ana haber bültenlerinde de sürdürmüşlerdir. Ana haber
bültenleri bağlamında, beş yıllık süre içinde Star 21, Kanal D 12, Show TV
15, ATV 10 ve Flash TV 18 kez ihlâlde bulunmuştur. Bu beş ulusal yayın
kuruluşunun yalnızca ana haber bültenlerinde gerçekleştirdiği toplam 76 ihlâl,
19 ulusal yayın kuruluşunun gerçekleştirdiği tüm ihlâllerin % 10’undan
fazladır.
Beş ulusal yayın kuruluşunun ana haber bültenlerinde gerçekleştirdiği
ihlâllerle, bu yayın kuruluşlarının ana haber bültenlerinde aldıkları reyting
arasında sayısal bağ kurmak mümkündür. 02.05.2007 tarihli reyting
Raporu’na göre (http://www.medyatava.com/ reyting.aspx), 100 program
içerisinde Kanal D ana haber bülteni 4., ATV ana haber bülteni 12,. Show TV
ana haber bülteni 13. ve Star ana haber bülteni 23. sırada bulunmaktadır.
Ana haber bültenlerinin yayın ilkelerini en fazla ihlâl eden program
türlerinden biri haline gelmesi, son yıllarda bu türün “tabloidleşme” adı
verilen yapısal bir değişikliğe uğramasından kaynaklandığı düşünülmektedir.
Kısaca tabloidleşme, haberlerde içeriğin ve üslubun sansasyonelleşmesi ve
sulandırılması olarak ifade edilebilir. Tabloidleşmenin diğer bir yönü ise,
haberin dramalaştırılması, kimi zamanlarda ise bir “aksiyon filmi” haline
dönüştürülmesidir. Bu tür bir habercilik anlayışı, habere konu olan olayı
önemsizleştirdiği gibi, habere konu olan kişiler üzerinde de olumsuz etkiler
yaratmaktadır (Bennett, 2000: 110-117).
Türkiye’de tabloidleşme, haber bültenlerinde, haberin dramalaştırılması
biçiminde ortaya çıkmaktadır. Özellikle, trafik kazası, cinayet, doğal afet gibi
olayları konu alan haberlerde, bir fon müziği ile birlikte, ölü ve yaralılar
mozaiklenmeden gösterilmekte ve ölen kişilerin geride kalan yakınları ile
ilgili bilgiler verilirken “duygu sömürüsü” öne çıkarılmaktadır. Bu bağlamda,
ana haber bültenlerinde gerçekleştirilen 76 ihlâlin 11’i, 3984 sayılı Kanun’un
Yayın ilkeleri ihlali 97
Çözüm önerileri
Yukarıdaki başlıklarda, daha fazla izlenen yayın kuruluşlarında ve daha
fazla izlenen programlarda, yayın ilkelerinin daha fazla ihlâl edildiği ortaya
konulmuştur.
98 Kemal Cem Baykal
yıllık dönemde yayın ilkelerini 392 kez ihlâl ederken, 2002 – 2007 arasındaki
beş yıllık dönemde bu sayı 726’ya çıkmıştır. Başka bir söylemle, henüz ikinci
sekiz yıl dolmamış olmasına rağmen, artış % 85 civarındadır. Ulusal radyo
kuruluşlarının ihlâl sayısının ise, 1994 – 2002 arasındaki dönemde 115, 2002
– 2007 arasındaki dönemde 52 olduğu görülmektedir. İki dönem arasındaki
süre eşitsizliği göz önünde bulundurulduğunda, ulusal radyoların ihlâllerde
küçük bir düşüş gözlenmektedir. Önceden de belirtildiği gibi RTÜK
uzmanları, bu düşüşün asıl nedeninin ulusal radyo kuruluşlarının merkezden
yeterince izlenememesinin sonucu olduğunu ifade etmiştir.
Yaptırımların caydırıcılığını ortaya koyması bakımından 3984 sayılı
Kanunun 33. maddesinin ilk sekiz yıldaki haline kısaca göz atmak yerinde
olacaktır. Bu dönemde, ilk ihlâlde verilen bir “uyarı”dan sonra, ihlâlin
tekrarında “yayın durdurma” veya “lisans iptali” olmak üzere iki farklı
yaptırım uygulamasını öngören Kanun’da, 4. maddenin her bendi ayrı ayrı
değerlendirilmekte, buna karşın yaptırıma konu olan program, herhangi bir
önem taşımamaktadır. Farklı bir söylemle, uygulanan yaptırımlar yayıncı
kuruluşa yönelik olmaktadır.
Bu dönemde uygulanan yaptırımlar çeşitli eleştirilere uğramıştır.
Akıncı’ya (1999: 193) göre, 1994 – 2002 arası dönemde, 3984 sayılı Kanunun
33. Maddesi, hukukun “cezanın kişiselliği” ilkesine aykırıdır. Bir programın,
yayın ilkelerini ihlâl etmesi yüzünden kanala “yayın durdurma” yaptırımının
uygulanması, yaptırımın yayın kurumunda çalışan herkese sirayet etmesine
neden olmakta, kişisel sorumluluk kurumsal sorumluluğa dönüşmektedir.
Bununla birlikte, izleyicinin görsel–işitsel hizmetten yararlanma hakkı elinden
alınmaktadır. Erkelli (1998: 185) ise, “yayın durdurma” ve “lisans iptali”
yaptırımlarının oldukça ağır, iletişim özgürlüğünü hiçe sayan, ve medya
gerçeğine uygun olmayan yaptırımlar olduğunu savunmuştur. Bir “yayın
durdurma” kararı, yayın kuruluşuna milyonlarca dolara mâl olmaktadır.
Yukarıdaki eleştirilerin aksine, Agee, Ault ve Emery, medyada sosyal
sorumluluğu biçimlendirirken iç içe geçmiş beş halkadan söz etmekte ve
yayın içeriklerinden, tek tek yayıncıların yanı sıra, yayın kuruluşlarının da
sorumlu olduğunu savunmaktadır. Bu bağlamda en içteki ilk halka, tek tek
yayıncıların sorumluluğunu, ikinci halka, medya kuruluşlarının kendi
kurumsal sorumluluğunu, üçüncü halka ülke düzeyinde yerleşik meslekî ahlâk
kurallarını, dördüncü halka, hukukun koyduğu sınırlamaları ve en dıştaki
beşinci halka ise halkın tahammül sınırını temsil etmektedir (Erciyes, 2001:
50).
100 Kemal Cem Baykal
4
Bu ilkelerin ilk ihlâlinde yayın kuruluşunun yayını “uyarı”sız olarak bir ay süreyle
durdurulmakta, ihlâlin tekrarı halinde ise ilgili kuruluşun lisansı iptal edilmektedir.
Yayın ilkeleri ihlali 103
Çözüm önerileri
Yukarıdaki eleştirilerden sonra, aşağıda 3984 sayılı Kanunun 33.
maddesinin nasıl düzenlenmesi gerektiği konusunda birtakım öneriler
sunulmuştur.
Uyarı
Para cezası
Lisans iptali
Lisans iptali, ihlâlin ağırlığına göre, yalnızca 4. maddenin “a”, “b” ve “c”
bentlerinin ihlâllerinde ve “karne”lerinde Üst Kurul’ca belirlenen “yaptırım
sınırı”nı aşan yayıncılara karşı uygulanabilmelidir. Ayrıca her iki yılda bir en
fazla ihlâlde bulunan iki yayın kuruluşu tespit edilerek bu kuruluşların lisansı
iptal edilmeli, açılacak ihaleyle iki yeni yayın kuruluşuna frekans tahsis
edilmelidir.
5
Bu yayın ilkeleri, ülkenin bölünmezliğini korumayı, toplumu şiddete, teröre, ve
etnik ayrımcılığa sevk eden yayınları ve yayın kuruluşlarının sahiplerinin ve
yakınlarının, ellerindeki gücü haksız çıkar amacıyla kullanmalarını engellemek
amacıyla düzenlenmiştir.
106 Kemal Cem Baykal
6
RTÜK, tarafından yayıncı kuruluşlara “program durdurma” ve “para cezası”
yaptırımları uygulanabilmesi için, bir önceki kararın (örn. uyarı) yürütmesinin yargı
tarafından durdurulmamış olması gerekmektedir. Eğer önceki karar hakkında yargı
tarafından alınmış bir yürütmeyi durdurma kararı varsa, RTÜK, aynı programa aynı
yayın ilkesinden tekrar yaptırım uygulamak için yargı kararını beklemek
durumundadır. O nedenle tabloda yalnızca ilk yaptırım basamağı olan “uyarı”
kararlarıyla ilgili örneklere yer verilmiştir.
Yayın ilkeleri ihlali 107
RTÜK’ün, bir programın, aynı yayın saatinde ihlâl ettiği yayın ilkelerinin,
uygulamada tek bir ihlâlmiş gibi değerlendirilmesi, 3984 sayılı Kanunun 33.
maddesine aykırıdır. Ayrıca bu uygulama caydırıcılığı da azaltmaktadır.
Çözüm önerisi
Kayış (2007: 149)’a göre, bu durumun çözümü için RTÜK kararlarına
mahkeme nezdinde yapılacak itirazların en geç üç gün içinde sonuçlanması
yönünde değişiklikler yapılmalıdır. Kanaatimizce de, hassas bir alan olan
radyo ve televizyon yayıncılığının özel konumu unutulmamalı ve gerekirse
110 Kemal Cem Baykal
SONUÇ
KAYNAKÇA
www.medyatava.net/ reytingengine.aspx
http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/haber.aspx?id=312135
http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/haber.aspx?id=320265
www.ofcom.co.uk
3984 sayılı Radyo ve Televizyonların Kuruluş ve Yayınları Hakkında Kanun
(R.G. 20.04.1994 / 21911).
Radyo ve Televizyon Yayınlarının Esas ve Usulleri Hakkında Yönetmelik (R.G.
17.04.2003 / 25082).
RTÜK Yayın İzleme Değerlendirme Dairesi’nden alınan ve ulusal yayın
kuruluşlarının ihlâlleri ile bu kuruluşlara uygulanan yaptırımları gösteren listeler.
1 Ocak 1996 – 1 Temmuz 2007 tarihleri arasında “Basın Meslek İlkeleri”nin
ihlâllerine ve uygulanan yaptırımlara dair, Basın Konseyi’nin internet sitesinin
arşiv kısmından derlenen bilgiler.
12 Mart 2007 tarihinde RTÜK Basın ve Halkla İlişkiler Müşavirliği’nden Neriman
SARAÇOĞLU ile Yapılan Görüşme.
28 Mart 2007 tarihinde RTÜK Hukuk Müşavirliği’nden Adem PETEK ile Yapılan
Görüşme.
28 Mart 2007 tarihinde RTÜK Yayın İzleme Değerlendirme Dairesi’nden Tülin
YÜKSEL ile Yapılan Görüşme.
İletişim kuram ve araştırma dergisi
Sayı 25 Yaz-Güz 2007, s.117-134
Makale
1
Doç. Dr., Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi
e-posta: ruhdanuzun@gazi.edu.tr
118 Ruhdan Uzun
GİRİŞ
YÖNTEM
ANALİZ VE DEĞERLENDİRME
lise üzerine bir yıllık eğitim veren iki devreden oluşuyordu. Okulun eğitimine
1963 yılında ara verildi (İnuğur, 1988:155-157).
1949 yılında, İstanbul Üniversitesi Senatosu İktisat Fakültesi’nde bir
gazetecilik enstitüsü kurulmasına karar verdi (Abadan-Unat, 1972: 68). 1950
yılı güz döneminde Gazetecilik Enstitüsü’ne iki yıllık eğitim için öğrenci
alındı. Enstitüye hem lise mezunları hem de Enstitü Yönetmeliğinin geçici
maddesi gereği olarak iki yıl fiilen gazetecilik yapmış olan kişiler, öğrenim
durumlarına bakılmaksızın öğrenci olarak kabul edildi. Enstitüde İktisat
Fakültesi öğretim üyeleri yanında tanınmış gazeteciler de ders verdi.
Öğrenci Derneği 1960’da eğitimin üç yıla çıkarılması için istekte
bulunmuştur. Bunun üzerine eğitim süresi önce üç yıla daha sonraları da dört
yıla çıkarılarak Enstitünün adı İstanbul Üniversitesi Gazetecilik Halkla
İlişkiler Yüksek Okulu’na dönüştürüldü.
Gazetecilik Enstitüsü’nün basını dar anlamda ele alması, kitle iletişim
araçlarının tümünü kapsayacak biçimde eğitim veren bir eğitim kurumu
gereksinimini doğurmuştu. Ankara Gazeteciler Cemiyeti, toplumsal
gelişmenin iletişim, tanıtma ve etkileşimle birlikte gerçekleşebileceği
bilinciyle, 1960 sonrası lisans düzeyinde yeni bir yüksek okulun kurulmasını
gündeme getirdi. İletişim alanında eğitim verecek bir okul kurulması
hakkındaki istek, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne iletildi.
Siyasal Bilgiler Fakültesi Profesörler Kurulu 1962’de “Haberleşme
Enstitüsü”nün kurulmasını ilke olarak kabul etti.
Okulun kuruluşu ile ilgili sorunların UNESCO Genel Merkezinden
gönderilecek bir uzman tarafından incelenmesi gündeme geldi. Bu amaçla
görevlendirilen Brüksel Üniversitesi Gazetecilik Profesörü Roger Clausse,
çalışmalar yaparak bir rapor hazırladı.
Raporda, Siyasal Bilgiler Fakültesi bünyesinde kurulacak okulun dar
anlamda sadece gazeteciliği değil, televizyon, radyo, sinema, halkla ilişkiler
kavramlarını kapsaması gerektiği, üniversite eğitimi hedeflenirken onun
yanında uygulamaya da önem verilmesi ve meslek çevreleriyle ilişkilerin
güçlendirilmesi gerektiği vurgulanıyordu. Siyasal Bilgiler Fakültesi’nin
Clausse’un raporu ışığında okulun kurulması için hazırladığı yönetmelik,
1964’te Ankara Üniversitesi Senatosunca kabul edildi. Bu kararla okulun adı
Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Basın Yayın Yüksek Okulu
oldu (Abadan-Unat, 1972:70-76; Tokgöz, 1975:117-118; Altun, 1995:107-
109). 1965 yılında eğitim vermeye başlayan okula, üniversite giriş sınavıyla
lise mezunları ile yine yapılan sınavı kazanmış 5 yıl meslekte çalışmış lise
122 Ruhdan Uzun
İletişim Eğitimi
Program Genel Kontenjan Yüzde
Kontenjanı
Önlisans 236.213 4953 2,09
Lisans 180.027 6659 3,70
Toplam 416.240 11612 2.78
Fakülteler Sayı
Güzel Sanatlar, Tasarım 9
İletişim, İletişim Bilimleri 30
İktisadi ve İdari Bilimler 1
İşletme 1
Fen Edebiyat 1
Uygulamalı Bilimler Yüksek Okulu 1
Türkoloji, yabancı Filolojiler Fakültesi 1
Filoloji Fakültesi 1
Toplam Fakülte Sayısı 45
126 Ruhdan Uzun
2
Maltepe ve Marmara Üniversitelerinde, hem güzel sanatlar hem de iletişim
fakültelerinde eğitim verildiği için fakülte sayısı üniversite sayısından fazladır.
3
İzmir Ekonomi Üniversitesinde Güzel Sanatlar ve Tasarım Fakültesinde de iletişim
eğitimi verildiğinden, fakülte sayısı üniversite sayısından fazladır.
İletişim eğitiminde kontenjan ve istihdam 127
eğitim için devlet üniversitelerinde yüzde 29,26 oranında (755 kişi) bir
kontenjan ayrılmıştır. Buna karşılık vakıf üniversiteleri söz konusu kontenjan
için yüzde 45,99 oranında (1066 kişi) bir kontenjan ayırmaktadır. Diğer
bölümler için devlet üniversiteleri yüzde 2,33 oranında (60 kişi) bir kontenjan
ayırırken, vakıf üniversitelerinin yüzde 26,66 oranında (618 kişi) bir
kontenjan ayırdığı görülmektedir.
Devlet Vakıf
Bölüm
Üniversitesi % Üniversitesi %
Gazetecilik 840 32,56 40 1,72
Radyo Sinema Televizyon 925 35,85 594 25,63
Halkla İlişkiler, Reklam 755 29,26 1066 45,99
Diğer 60 2,33 618 26,66
Toplam 2580 100,00 2318 100,00
Bölümler Kontenjan %
Gazetecilik 170 39.54
Radyo Sinema Televizyon 130 30,23
Halkla İlişkiler ve Tanıtım 130 30,23
Toplam 430 100,00
Burslu öğrenciler
İletişim alanındaki lisans programlarında 451 burslu öğrenci kontenjanı
bulunmaktadır (Tablo 9). Yalnızca vakıf üniversitelerinde yer alan bu
kontenjanlar, toplam kontenjanın 6,77’sini oluşturmaktadır. Burslu
programlara yerleştirilen öğrencilere sağlanan burs, sadece öğretim ücretini
kapsamaktadır. Bunun dışında kalan barınma, ulaşım, kitap vb. konular burs
kapsamı dışındadır. Burslu kontenjanların bazıları destek bursudur. Bu burs,
eğitim öğretim ücretinin % 50’sini kapsamaktadır.
Yüksekokul bölümleri
Önlisans düzeyinde iletişim eğitimi veren üç bölümde toplam program
sayısı 104’tür (Tablo 10).
Program
Bölüm Kontenjan Yüzde
Sayısı
Radyo, Televizyon 39 1662 33,55
Halkla İlişkiler, Reklam 42 2406 48,58
Yayımcılık 23 885 17,87
Toplam 104 4953 100,00
İletişim eğitiminde kontenjan ve istihdam 131
Burslu kontenjanlar
İletişim eğitim veren ön lisans programlarında toplam 110 burslu
kontenjan bulunmaktadır. Bu oran, iletişim alanında önlisans eğitimi için
ayrılan toplam kontenjanın yüzde 7,69’unu oluşturmaktadır. Burslu
kontenjanlar 63 kişi ile en fazla halkla ilişkiler, tanıtım ve reklamcılık
alanlarında eğitim veren bölümlerde yer almaktadır. Bunu 29 ile radyo
televizyon ve 18 ile yayımcılık takip etmektedir.
SONUÇ
KAYNAKÇA
Makale
1
G.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü, Radyo, TV ve Sinema bölümü yüksek lisans
öğrencisi “Irak’ta Kitle İletişimi ve Basın Özgürlüğü” konulu Yüksek Lisans tezi
yapmaktadır. Kerkük, Irak gazetesinin Türkiye Temsilcisi ve Türkmeneli TV’de
Program yapımcısıdır.
e-posta: skuzeci@hotmail.com
136 Şemsettin Küzeci
GİRİŞ
Irak yaklaşık son 30 yılını savaşla geçirmiştir. 1980’den itibaren sekiz yıl
süren Irak-İran savaşı, 1991’de patlak veren birinci körfez ve 2003’te ikinci
körfez savaşları, Irak’ta büyük can ve mal kaybına yol açmıştır. Bu
olağanüstü duruma rağmen Irak’ta hayat sürüyor, kitle iletişim araçları de
görevini yerine getirmeye çaba harcıyor. Kitle iletişimin gelişmesi ve
teknolojinin ilerlemesinden geri kalmayan Irak iletişimcileri 2003–2007
tarihleri arasında yapmış oldukları yayınları ile 100 yıllık Irak devletinin
tarihini, medeniyetini, kültürünü ve siyasi durumunu açıkçasına dünya
kamuoyuna bilgi akışının sağlanmasını gerçekleştirdiler.
9 Nisan 2003’te demokrasi ve özgürlük adına Irak’ı işgal eden ABD ve
müttefikleri, öncelikle Enformasyon Bakanlığı’nı feshederek yerine Irak
İletişim Ağı’nı kurdu. Sansürü kaldırdı. Basın kanununu yok sayarak Irak’ta
yazılı ve görsel basını özgür bıraktı. Dolayısıyla birçok gazete, dergi, tv
kanalları, radyo ve iletişim organları devletten izin almadan, serbestçe yayın
yaptılar ve hala da yayınlarını sürdürüyorlar. Bunların yanında devlete ait tv
kanalları, radyo istasyonları Irak İletişim Ağı’na bağlı olarak faaliyet
göstermektedir. Ancak, Irak’ta yayın organları Planlama Bakanlığı’na bağlı
Sivil Toplum Dairesi’nden ticari iş yaptıkları için çalışma müsaadesi ve izin
belgesi almak zorunlu kılınmışsa da uygulanması gerçekleşmemiştir.
Irak’ta 2003–2007 tarihleri arasında yaklaşık 2000 civarında gazete, dergi,
bülten vs. yayınlar günlük, haftalık, 15 günde bir, aylık ve 3 aylık olarak,
siyasi parti ve hareketler, sivil toplum kuruluşları tarafından ülkenin etnik
gruplarının konuştukları muhtelif dillerde çıkarılmaktadır. Bu gazetelerin
sayısı kadar gazete ve dergi de çeşitli nedenlerden dolayı birkaç ay
yayınlanarak kapanmak zorunda kalmıştır. Ancak 2003–2007 tarihleri
arasında Irak Gazeteciler Cemiyetine yayın yapmak için resmi izin
başvurusunda bulunan süreli yayın organları (gazete, dergi, haber ajansı, tv,
radyo ve İletişim şirketlerinin) sayısı 367 olarak tespit edilmiştir (tamimi,
2007).
ABD’nin işgali döneminde ulusal ve yerel tv ve radyo istasyonlarının
hızla artığı gözlendi. Yaklaşık 100 civarında ulusal ve yerel tv kanalı Irak’ta
yayın yapmaktadır. ABD güçleri başta her siyasi parti ve gruplara kitle
iletişimine önem vermeleri açısından mali destek vermeye başladı. Ancak, bu
destek daha sonra kısıtlandı. Çünkü birçoğu, yayın organlarında ABD’nin
işgalci güç olduğunu haber ve yayınlarında vurguladılar. Daha sonra bazı
Irak’ta kitle iletişimi 137
Üçüncü asil unsur olan Türkmenlerin yayın organları ise ağırlıklı olarak
yalnız Kerkük’te 100’ün üstünde yazılı basını bulunmaktadır. Ancak birçoğu
belli sürelerde yayın yapıp daha sonra siyasi, güvenlik ve ekonomi
nedenlerden dolayı yayını durdurulmuştur. Türkmenler de Irak’ta iletişim
sektörünü düzenleyen bir kanunun olmadığından büyük sıkıntıları içerisinde
çalışmaktadırlar. Irak Gazeteciler Cemiyeti’ne resmi başvurularını büyük
çoğunlukla yapmamışlardır.
Irak Gazeteciler Cemiyeti’nin resmi kayıtlarına göre Türkçe olarak dört
gazete üç dergi ve bir ajans toplam sekiz başvuru tespit edilmiştir. Resmi
başvuruda bulunanlar: Irak Türkmen Cephesi’nin resmi yayın organı olan
haftalık Türkmeneli, Türkmen Karar Partisinin yayın organı haftalık Türkmen
Karar, Türkmen Adalet Partisinin resmi yayın organı haftalık Tercüman,
(Kardeşlik) partisinin organı haftalık El-Ehaa ve aylık olarak yayınlanan Yurt,
Türkmendili, Sümer dergileri ve günlük haber üreten Türk haber adında bir
haber ajansı başvuruda bulunmuştur.
Azınlık olarak Irak’ta yaşam mücadelesi veren diğer bir etnik grup ise
Süryanilerdir. 2003’ten sonra onlar da kendi yayın organlarını kurmaya
çalıştılar, iki TV kanalı beş radyo ve yaklaşık beş gazete yurt içi ve yurt
dışında çıkarmaya çalıştılar. Irak Gazeteciler Cemiyetine resmi başvuruları ise
yetim başvuru sayılan haftalık El-Mesih adında bir gazete başvurusu tespit
edilmiştir.
Diğer resmi başvurulardan 353 başvuru Arapça yayın organlarının
başvurularıdır. Irak’ta 1500 civarında Arapça yayını bulunan yazılı ve görsel
yayın sahipleri Irak Gazeteciler Cemiyeti’ne çok kısıtlı sayıda başvuruda
bulunmuşlardır. Başvuruların çoğu Bağdat’tan olduğunu gösteriyor. Bu da
Irak Gazeteciler Cemiyeti’nin Hükümet tarafından itibar görmediğini ortaya
koymaktadır. İşgal sonrası Irak’ta fesih edilen Enformasyon Bakanlılığı kitle
iletişim sektöründe büyük bir boşluğa yol açmış ve iletişimcilerin özgür ve
serbest bir şekilde çalışmalarına engel olmuştur.
Irak’ın 18 Vilayeti, bölgelere bölünerek ve bir basın kanunun olmadığı
için kendi inisiyatifleri veya Valilikten izin alarak haber yapmaya ve yayın
çıkarmaya çalışılmıştır. Ayrıca, Irak’ta siyasi dengelere hâkim olan siyasi
parti, örgüt, akım, hareket ve sivil toplum kuruluşları, kendi tabanını
örgütlemek için ve kamuoyunu kazanmak için hiç kimseden izin olmayarak
kendi yayın organını çıkarmışlardır (Tablo 1).
140 Şemsettin Küzeci
2
Fazla bilgi için bkz: www.kitabat.com, www.ifoiraq.org, www.ara.today.
Reuters.com, www.eyeiraq.com, www.ijrda.com, www.freemediawatch.org .
144 Şemsettin Küzeci
SONUÇ
KAYNAKÇA
Forum
Forum hakkında
Forum
kuram inşası ve kuram testini (ampirik test olması şart değil) gerektirir.
İddianın bir diğer geçersiz yanı da şudur: Bir pratiği yapabilmek için insanın o
pratik üzerine düşüncesini yansıtması gerekir; aksi takdirde o pratiği
yapamaz; yaparsa, ancak maymun gibi yapar: kendi tarihini yaratamaz
(gelişemez). Marx’a göre, bilimle bilinç hakkındaki boş konuşma son bulur;
bilginin bağımsız bir dalı olarak felsefe, varlık aracını kaybeder.
Eleştirel yaklaşımların çoğunun hareket noktası insandır. İdeoloji ve
düşünceler üzerinde dururken de, Marx’ın görüşünü benimseyenler
düşünceyi, aklı ve ideolojiyi insan dışında insandan bağımsız “yapan özneler”
olarak ele almazlar; insanın kendini ve toplumunu üretim tarzı ve ilişkileri
içinde üretmesi olarak ele alırlar.
Yaşayan insana ulaşmak için, biz, insanın düşündüğünden,
düşlediğinden veya insanın düşünüldüğünden, hayal edildiğinden ve
hikaye edildiğinden başlayarak yola çıkmayız. Biz gerçek, etkin
insandan başlayarak yola çıkarız ve insanların gerçek hayat süreci
temeli üzerinde bu hayat sürecinin yansımalarının ve ideolojik
yansımalarının gelişmesini gösteririz (Marx ve Engels, 1846: 14).
İletişim ve insan
Egemen tanımlamalarla gelen sınırlamayı aşan iletişim tanımı, iletişimi
insanın yaşamını üretmedeki faaliyetleri ve bu faaliyetlerin olduğu üretim
güçlerinin tarihsel yapısı içinde ele alan betimlemedir. Bu bağlamda iletişim,
belli yer ve zamanda, belli koşullarda, belli tarihi geçmişi olan insan
etkinliğinin yapılmasının zorunlu koşuludur. Bu etkinlik belli bir amaçla
konuşma, yazma, gösterme, bir davranışta bulunma, bir kültürel, siyasal,
ekonomik veya sosyal faaliyet yoluyla insanın kendini ve toplumunu yeniden
üretmesidir.
156 İrfan Erdoğan
Kitle iletişimi
Kitle iletişimi kitle denen halkı kullanıcı olarak amaçlayan örgütlü
yönetsel/yönetimsel iletişim biçimidir. Kitle iletişimi örgütlerinin büyük
çoğunluğu kâr amaçlı kurulmuş kapitalist şirketlerdir. Kâr amacı gütmeyenler
ise devlet kontrolünde yürütülen kurumsal yapıdır. Vakıf veya sivil toplum
örgütleri gibi kuruluşların kurdukları kitle iletişim yapıları ticari görünmeyen
ticari yapılanmalardır. Kitle iletişiminin örgüt ve içerik konusu, kapitalist
ekonomik süreçler ve ideolojik kontrol mekanizmaları kapsamı içinde yer alır.
Bu bağlamda kitle iletişimi kapitalist ekonomik, siyasal ve kültürel pazar
yapısının bütünleşik bir parçasıdır. Aktif bir şekilde hem ticari şirket olarak
kendini hem de kapitalist ideolojinin üretiminden geçerek kapitalist pazar
yapısını destekleyen bilinci üretir.
Eleştirel iletişim anlayışı 157
Eleştirel yöntem
Sadece eleştirel yaklaşımlar değil, hemen her yaklaşım tarzı, değişen
biçim ve ölçüde, maddi üretimi açıklamaya çalışır. Bu açıklama işinde,
kapitalizmin kullandığı yönteme siyasal ekonomi denir. Bu siyasal ekonomi
sonradan, stratejik amaçlarla, “siyasal” kavramını atarak, “ekonomi”
olmuştur. Marksizm’in geliştirdiği yönteme ise, Marksist siyasal ekonomi
yöntemi denir. Dolayısıyla, Marksist siyasal ekonomi, örneğin, kitle iletişimi
denen örgütlü insan faaliyetinin “iletişimde maddi üretim ve üretim
ilişkilerini, bu ilişkilerim amaç ve sonuçlarını” incelemek için yapılır.
Üretim ve denetim
Galbrait, Parsons, Bell, Huntington gibi Amerikan toplumbilimcilerinin
açıklamalarına göre, denetim sahiplikten artan bir şekilde ayrıldı, şirketler
büyüyüp yeni kaynaklar bulmak için dışarıya gözünü çevirince meşru
paydaşların sayısı giderek arttı. Bunun sonucu, kurucu ve ailesinin paylarının
çoğunluğunu tuttuğu geleneksel şirket yapısının yerini, kaynakların
kullanılması üzerinde etkili bir denetim için yeterli temel sağlamayan küçük
sahiplikler halinde bölünen payların oluşturduğu bir yapı aldı. Buna ek olarak,
büyük şirketlerin işletme denetimi yeni elit profesyonellerin eline geçti.
Böylece, yönetim araçları üzerindeki egemenlik, günümüz şirketinin denetimi
için bir temel olarak, üretim araçlarının sahipliğinin yerini aldı (yani günlük
işleyişi yürüten ve denetleyenler maaşlı yöneticiler oldu). Bu tartışma ilk
bakışta akla yatkın görünür. Önde gelen iletişim şirketleri ağının birçoğunda
kurucu aileden olanlar önemli ve çoğu kez denetimi sağlayan payı elde
tutmaktadır ve birçok durumda bu kişiler yönetimi ellerinde tutarlar. Bu
durum bu kişilere şirketin genel politikası ve bu politikanın günlük
uygulaması üzerinde önemli bir denetim olanağı verir. Buna ek olarak, geniş
firmalardaki pay sahipliği, artan bir şekilde birbirinden izole olmuş kişiler
kitlesi arasında dağıldığı görüşünün aksine, egemen finans kurumlarının
(özellikle bankaların) ve öteki büyük şirketlerin elinde toplanmaktadır. Özel
hisse sahiplerinin çoğunun genel pasifliğiyle karşılaştırıldığında, örgütsel
yatırımcılar yatırım yaptıkları şirketlerin işlemlerine çok daha fazla karışırlar.
Hisselerinin yeterli bir miktarda (bazen % 5) ya da stratejik önemde olduğu
yatırım yapan firma genellikle yönetim kurulunda temsilciye de sahiptir.
Sahipliğin tekelleşmesi, genişleyen birbirine kenetli şirket paydaşlığı ve
yönetimdeki etkinlik, çeşitli sanayi ve finans Kapital sektörleri arasındaki
çıkar bağlılığı ve ortaklığını sürdürmeye yardım eder. Varolan araştırmalar
sadece kaynak tahsisatının ana süreçleri üzerindeki denetimin hâlâ önemli
derecede sahipliğine bağlılığını değil, aynı zamanda sahip olan grubun
görülebilir ortak çıkarlarıyla teşhis edilebilir bir kapitalist sınıfı oluşturmaya
164 İrfan Erdoğan
yaşamın tümüne nüfuz eden bir üretim biçiminin kabul ettiği bir durumun
sorusudur. İnsanların farklı anlama gelecek ileti çözümlemesini kabul etme
olasılığı çok azdır. Çünkü bir tarafta kendilerinin "doğal, günlük" yorumları
ve öbür tarafta bu doğal, normal yoruma zıt bir yorum vardır.
dönemde çağdaş kitle iletişim araçları büyük ölçüde gelişti, çoğaldı. Kültürün
üretimi ve dağıtımında önde gelen araçlar ve kanallar haline geldi. Daha
sonraki gelişme evresinde, kitle iletişim araçları çağdaş iş ve üretim sürecinin
kalbine girdi ve sistemin öteki ekonomik ve teknik parçaları gibi geniş çapta
kitle örgütlerinden biri oldu.
Toplumsal bilmenin ve bilincin üretim ve tüketimi bu çağdaş araçların
aracılığına bağlıdır. Bu araçlar yoğun bir şekilde kültürel ve ideolojik alanı
sömürgeleştirmiştir. Kitle iletişim araçlarının görevi “toplumsal bilginin”
(bilincin ve ideolojinin) oluşturulması ve tutulmasıdır. Seçilip verilen
toplumsal bilgiler yoluyla insanlar kendi dünyasını, dış dünyaları, kendi
gerçeklerini ve başkalarının yaşadıkları gerçekleri öğrenir ve böylece titizlikle
paketlenmiş bir bütünlüğü kavrar.
Sermaye ve üretim koşulları altındaki toplum daha karmaşık ve çok
boyutlu, şekil bakımından daha da çoğulcu olarak biçimlenir. Bölgeler,
sınıflar, alt sınıflar, kültürler, alt kültürler, mahalleler, topluluklar, çıkar
grupları içinde yaşam kalıpları sersemletici karmaşıklıkla düzenlenir ve
yeniden düzenlenir. Bu, bilişsel, kültürel, siyasal ve ekonomik anlamda böl ve
yönet politikası, çoğulculuk, toplumsal yaşamı sayısız şekillerde sınıflama ve
düzenleme yollarını getirir. Kitle iletişim araçlarının işi, bu çoğulculuğu
yansıtma ve bu çoğulculuk üzerinde yansımalar yapma, bu çoğulculukla
nesnelleştirilmiş sözcükler, ideolojiler ve yaşam biçimlerinin sürekli bir
kaydını tutmaktır. Bu araçların seçip dağıttığı “bilgiler” ve değerlendirmeler,
"yeğlenen anlamlar ve yorumlar" içinde sıralanır ve düzenlenir. Burada
mücadele ve çatışma koşullarında, yeğlenen ve dışarıda bırakılan açıklamalar
arasında, izin verilen ve verilmeyen davranış arasında, anlamlı ve anlamsızlar
arasında, birleştirilmiş pratikler, anlamlar ve değerlerle bunlara karşı olanlar
arasındaki sınır sürekli olarak çizilir, yeniden çizilir, savunulur ve tartışılır. Bu
süreçlerle, tasnif edilen, görünür olan ve tanınan bir düzen kurulur. Bununla
birlikte, kendi zamanında ve yolunda azınlık ve aksi görüşler için, yer
bulunmalıdır ve bulunur. Böylece her sağduyulu kişinin kendisini bağlayacağı
bir "düzen" ortaya çıkar. Bu, kitle iletişim araçlarının ideolojik çalışmasının
birleştirici ve pekiştirici düzeyini biçimlendirir: Katılımın üretimi ve
meşruluğun inşası kitle iletişim araçlarının ideolojik etkisinde önemli bir
yandır.
Marx'ın belirttiği gibi, tek, rasyonel, evrensel bakımdan geçerli olanlar
olarak tortulaşmış rasyonelliklerini tutan varsayımlar ve önkoşullar ideolojik
maskeleme ve hazır biçimiyle kabul edilme süreciyle görünmez yapılır.
Eleştirel iletişim anlayışı 179
elde ettiği beceri ve bilgilerin toplamıdır. Kültür basitçe "bir yaşam biçiminin
tümü" değildir; insanın doğayla aktif ilişkisinden büyür. İdealist
felsefedekilerin aksine, Marx bilim ve teknolojiye geleneksel değerleri ve
örgütleri yok eden --özellikle, örneğin, aileyi ortadan kaldıran veya
yozlaştıran-- bir çeşit canavar olarak bakmaz. Marx’a göre (1970), burjuvazi
üretim araçlarını durmadan yenilemeksizin (= Marx bu "yenileme" kavramını
üretim araçlarında devrim yapma olarak kullanır) varlığını sürdüremez. Bu
yenilemeyle/devrimle üretim ilişkileri ve üretim ilişkileriyle de toplumdaki
bütün ilişkiler de yenilenir. Böylece, özel mülkiyete dayanan üretim tarzının
sürekliliği sağlanır.
Marx'ın da belirttiği gibi Protestanlık kapitalist birikim için gerekli olan
kişisel disiplin ve kendini tutma değerini vurgular; bu nedenle örneğin
geleneksel dini bayram günlerini çalışma gününe çevirerek, sosyal dünyayı
sofuluktan kurtarmada önemli rol oynamıştır. Marx'ın yaklaşımında
“geleneksel aile yapısını kapitalizm ortadan kaldırdı; güzelim folklorumuz,
geleneklerimiz, göreneklerimiz, kültürümüz yok oluyor” söylemiyle
kapitalizm-öncesi kültüre sıkı sıkıya sarılmaya çalışan ve sarıldıkça hayal
kırıklığına uğrayan idealizmi bulamayız. Aynı zamanda, modern kapitalizmde
işçi sınıfının düzene baskılar ve rıza üretiminden geçerek boyun sunduğunu ve
tarihsel "devrimci görevini" yapmaktan yoksun bir duruma geldiğini, "kendi
başına bir sınıf" olma niteliğinden kurtulup "kendisi için bir sınıf" olma
durumunun, kitle kültürü ve tüketimi yardımıyla da, ortadan kalktığı görüşünü
de bulamayız. Bu tür düşünü zorunlu olarak, işçi sınıfının radikal burjuvazi
veya küçük burjuvazinin liderliği altına girmesini ve aynı zamanda "işçi sınıfı
adına devrim" fikrini getirir. Marx bu tür anlayış biçimine şiddetle karşı
çıkmıştır. Örneğin, 1879’da Alman Sosyal Demokrat Partisi liderlerinden
Bebel ve Liebknecht’e dağıtılması için gönderdiği mektupta bunu gayet
açıkça belirtmiştir: Hemen 40 yıldır, sınıf mücadelesini tarihin itici gücü
olarak, ve özellikle burjuvazi ve proletarya arasındaki sınıf mücadelesini
modern sosyal devrimin en-önemli manivelası olarak vurguladık. Bu nedenle,
sınıf mücadelesini silmeyi arzulayanlarla işbirliği yapmamız bizim için
olanaksızdır. Enternasyonel doğduğunda, savaş-çağrısını açıkça formülledik:
İşçi sınıfının kurtuluşu işçi sınıfının kendisi tarafından kazanılmalıdır.
İşçilerin kendilerini kurtaramayacak kadar tahsilsiz olduklarını ve yardım-
sever büyük burjuvazi ve küçük burjuvazi tarafından yukardan serbest
bırakılmalarını açıkça ifade edenlerle işbirliği yapamayız.
186 İrfan Erdoğan
Kültürün çözümlenmesi
Marx bazen ekonomi ve kültür arasındaki genel ilişkilere döndü.
Bunlardan en önemlisi Siyasal Ekonominin Eleştirisine Bir Katkı yapıtında
yer alır. Marx burada, Alman İdeolojisi'nde belirttiği zihinsel üretim ve
dağıtım üzerindeki sınıf denetimi sisteminin kendisinin, kapitalist üretim
biçiminin temel dinamiğinde yattığını ve koşullandığını belirtir. Dolayısıyla,
kültürel üretimin yeterli bir çözümlemesi, sadece denetimin sınıf temelinin
çözümlemesini değil, aynı zamanda bu denetimin uygulandığı genel
ekonomik koşulların çözümlemesini gerektirdiğini açıklamaktadır. Marx'ın bu
açıklaması şaşkınlık yaratmış ve yanlış anlamalara uğratılmıştır.
Birinci yanlış anlama, Marx'ın entelektüel ve kültürel yaşamın ekonomik
ilişkiler tarafından "saptandığı" düşüncesi etrafında döner. Marksizm’i
eleştirenler bunu “ekonomik belirleyicilik” diye sunmuşlardır: İnsanların
düşünceleri ve etkinlikleri tümüyle kendi denetimlerinin ötesinde ekonomik
güçler tarafından belirlenir. Bu yorum Marx'ın temel pozisyonunu kasıtlı
olarak veya bilmeden hatalı olarak sunmaktır. Marx, "saptama" ve
"koşullandırma" kavramlarını bu tür dar anlamda kullanmaz. Fakat daha geniş
anlamda, sınırların belirlenmesi, çerçevelerin çizilmesi ve baskı kullanma
anlamlarında kullanır. Ayrıca, Marx insanı koşulların kurbanı olarak asla
kabul etmez. Aksine insan kendi tarihini kendi yapar; fakat bunu kendini
içinde bulduğu koşullardan bağımsız olarak yapmaz: İnsanın tarihsel yapısı
tarihin koşullarından gelen ve bu koşullara bir tepkidir.
İkinci yanlış anlama, Marx'ın ekonomik ilişkileri “gerçek temel” ve
kültürel ve entelektüel yaşamı bu temel üzerine kurulmuş “üstyapı” olarak
nitelemesiyle ilgilidir. Bazıları Marx'ın sözünü sözlük anlamıyla alıp statik ve
değişmeyen bir şey anlamına dönüştürmüşlerdir. Bu yorum, Marx'ın
kapitalizmi hâlâ gelişme sürecinde olan dinamik bir sistem olarak sunduğu
gerçeğini ve aşağıdaki birkaç alt-bölümde sunulanları görmezlikten gelir.
belirtmedik. Eğer birisi ekonominin tek belirleyici faktör olduğunu ilan ederek
saptırıyorsa, bu önermeyi anlamsız, soyut ve aptalca bir klişeye dönüştürür.
Engels bunu, fikirleri üretimden bağımsız kılan veya fikirlerin önceliğini öne
süren Hegelcilere karşı açıklama olarak getirdiklerini belirtir.
Materyal ile düşünsel olanı soyutlayarak ayırabiliriz; fakat ikisi bir
büyünü oluştururlar. Kilisenin Avrupa’da materyal üretimdeki varlığı ve
materyal ilişkilerdeki yeri, insanların kafalarındaki düşünselden farklı/ayrı
olarak sadece düşünülebilir, fakat her ikisi de gerçekte birlikte vardır.
Kitle iletişimindeki maddi üretim tarzı ve ilişkileri, kendilerini aynı
zamanda siyasal ve yasal ilişkiler olarak ortaya koyar. Dilde bu ilişkiler
sadece kavramlar biçiminde görülür. Bu kavramlar bir bakıma esrarengiz
güçler olarak kabul edilir. Bu kabul yanında, siyasal bilimciler ve hukukçular
günlük bilinçte bu kavramlara aynı zamanda belli bir geçerlilik ve daha fazla
ilerleme tanırlar; bu kavramlarda mülkiyet ilişkilerinin gerçek temellerini
görürler. Örneğin, varolan ilişkiler yasalara göre düzenlendiği için, gerçek
ilişkilerin temeli gibi görünür ya da öyle gösterilir. Eğer varolan sistemde
günlük etkinliklerin nasıl yapıldığına bakarsak zorunlu olarak bu sonuca
varırız: Örneğin, ev alacak veya satacak olan, bunu yasalara uygun işlemlerle
yapar. Böylece bu işlemlerle ev alışveriş ilişkisinin temeli bu ilişkileri
düzenleyen yasalar olarak görünür.
Metinler (sözler, giysiler, gazetedeki yazılanlar vb) belli bir örgütlü yer ve
zamanda yaşayan insanın kendini çeşitli amaçlara ve gereksinimlere bağlı
olarak ifadeleridir. Dolayısıyla, metinlerde yaşananın ve biçimlendirilmişin
ifadelerini buluruz. Bunları elbette incelemek gerekir. Ama bunu incelerken
bunların belli insan ilişkileri koşulunda tarihsel olarak belirlenmiş ifadeler
olduğunu göz ardı etmemek ve ifadelerin anlamlandırılmasını gerçek insan
ilişkileri koşuluyla bağlar kurarak yapmak gerekir. Bunların yanında, en çok
vurgulamak istediğim şudur: Metni okuma (alımlama) sorunsalından önce,
metni üreten, dağıtan, tüketen, okuyan ve inceleyen “beyne, düşünceye” değil,
o beyni ve düşünceyi taşıyan insanın günlük kendini fiziksel ve sosyal olarak
üretmesindeki biçimlere ve ilişkilere, alımlamada belli biçimde çözüm yapan
insanın bu şekilde çözüm yapmasını belirleyen koşullara bakmak gerekir.
Dürüst akademisyen/insan, alımlama ile sunulan eleştiriyle, izleme araştırması
yapan bazı akademisyen bozuntularının eksik bıraktığını tamamlama işine
girmez. Dürüst akademisyen/insan “bazı akademisyen bozuntusu” kavramını
kullanmama takılarak, asıl gerçeği bir kenara itip, benim “söylemimin”
katılığıyla ilgilenmez. Dürüst ve aklı başındaki bir insan “televizyonlardaki,
insanlara insanca değerler işlemeyen çöplüklere çözüm” nedir?” sorusuna,
“televizyonlarda o tür programları yapanlar çözümün ne olduğunu domuz gibi
biliyorlar” diye yanıt verildiğinde, var olan çıkarlara uygun aşağılık
anlamlandırma yönelimine bir diğerini ekleyerek, gerçeği bir kenara itip,
“bize domuz” dedi diye olabilecek en aptalca yorumu yapmaz. “Domuz gibi
biliyorlar” demek, “siz domuzsunuz” demek değildir. Bu son örnekten, bir
diğer gerçek daha ortaya çıkmaktadır: Doğru anlamlandırma veya
anlamlandırmanın nedeni, öyle yapıldığını, anlamlandırmanın anlamını ancak
onun olduğu ilişkisel, duygusal, tarihsel, şimdi ve çıkar bağlamında ele alırsak
“açıklamak istediğimizi doğru açıklarız; elbette, açıklamak istediğimizi doğru
açıklamak gibi bir amacımız varsa.
Forum
Karl Marx
İnsan, toplum ve iletişim
İNSAN VE TOPLUMU
MATERYALİN ÜRETİMİ
Üretim
Marx Grundrisse’de “Siyasal ekonominin eleştirisinin temelleri” başlığı
altında “dolaşım (üretim, tüketim, dağıtım, mübadele) konusunu incelerken
önce “üretim” ile başlar ve üretimde başlangıç noktası olarak “toplumda
üretim yapan bireyleri, dolayısıyla, toplumsal olarak belirlenmiş bireysel
üretimi” alır. Marx toplum dışında bir bireyin kendi başına üretim yapacağını
(dolayısıyla toplum dışında dil, anlam, dil, özgürlük, bireycilik olacağını)
İnsan, toplum ve iletişim 201
Marx için üretimin evrensel koşulları denen şeyler hiçbir gerçek tarihi
üretim aşamasının kavranmasına bir yararı olmayan soyut öğelerden başka bir
şey değildir:
Yine de, her üretim dönemi belli ortak özelliklere, ortak karakterlere
sahiptir…. Genel anlamda bir soyutlamadır, fakat üretim ortak
elemanı çıkarır ve tamir eder, ve böylece bizi tekrardan korursa bir
rasyonel soyutlamadır. Hala, bu genel kategori, karşılaştırmayla
elenip çıkarılan bu ortak elemanın kendisi çoğu kez parçalara
ayrılmıştır ve farklı belirleyicilere ayrılmıştır. Bazı belirleyiciler her
döneme aittir, diğerleri sadece birkaçına. (Marx, Grundrisse,
Production, Consumption, Distribution, Exchange)1.
1
Not: Türkçe ve İngilizce farklı kaynaklardan ayrıntılı okumak isteyenler için,
kaynakça, bu bölümde bu şekilde verildi.
2
“Toplum içinde” ve “toplumdan geçerek” kavramları Marks için insanı anlamada en
temel kavramlar arasındadır.
202 Karl Marx
Tüketim ve üretim
Marx’a göre, üretim ve tüketim aynı anda olur: Üretirken tüketiriz ve
Tüketirken üretiriz. Marx bu ilişkiyi çeşitli yönleriyle, tartışmaktadır: Üretim
de o anda olan tüketimdir. İki katlı tüketim, öznel ve nesnel: Birey üretimde
sadece kendi yeteneklerini geliştirmez aynı zamanda harcar, üretim eyleminde
kullanır. Üretirken kullanımla üretim araçlarının eskimesi tüketimdir. Benzer
şekilde, ham madde kullanım sonucu doğal biçimini ve bileşimini kaybetmesi
nedeniyle tüketilir. Üretim eylemi, dolayısıyla, her anında bir tüketim
eylemidir. Tüketim de o an olan üretimdir. Yemek yemek bir tüketme şeklidir.
Yemek yerken yapılan tüketimle, insan kendi vücudunu üretir. Bu her tür
tüketim için doğrudur, çünkü her tür tüketimle insan bir şekilde kendi fiziksel
varlığını üretir. Üretimin o an tüketim ve tüketimin de üretim olması, her
birinin diğerine zıt olmasıdır. Fakat bu zıtlık yanında, ikisi arasında “arayan
giren” bir hareket olur. Üretim tüketimi aracılar (yani, üretim tüketimin
maddesini yaratır, bu madde olmaksızın, tüketimin tüketeceği nesne olmaz).
Aynı zamanda, tüketim de üretimi aracılar: Tüketim yoksa, üretim de yoktur,
çünkü üretimin bir anlamı kalmayacaktır.
Marx’ göre, tüketim üretimi iki şekilde üretir: Birincisi: Bir ürün
tüketilirse (kullanılırsa) gerçek üründür. Bir giysi ancak giyme eylemi içinde
gerçek bir giysi olur. Kimsenin yaşamadığı bir ev gerçek bir ev değildir.
Dolayısıyla, bir ürün, doğal bir nesneden farklı olarak, ancak tüketimden
geçerek bir ürün olur. Bir ürüne “bitiş dokunuşunu” (son fırçayı) tüketim
verir. Çünkü ürün nenselleştirilmiş eylem olarak üretim değildir. Ürün aktif
nesne için (insan için) nesne olarak üretimdir. İkincisi: Tüketim yeni üretim
için gereksinim, neden, dürtü yaratır.
Üretim tüketim için materyal ve nesneyi sağlar. Nesnesiz tüketim, tüketim
değildir. Bu bağlamda, üretim tüketimi yaratır, üretir. Fakat üretim tüketim
için sadece nesne yaratmaz, aynı zamanda, tüketime üretimin özelliğini,
karakterini, bitmiş halini verir. Nesne genel bir nesne değildir, belli şekilde
tüketilecek ve üretim tarafından aracılanacak belli bir nesnedir: Açlık açlıktır.
Ama çatal ve kaşıkla yenen pişmiş etle doyurulan açlık, elle yenen çiğ etle
204 Karl Marx
Dağıtım ve üretim
Marx dağıtımı diğer süreçlerle ilişkilendirerek açıklar. Marx için dağıtım
sadece ürünlerin dağıtımı olarak ele almak çok basit ve yüzeyde bir
yaklaşımdır. Sadece ürünlerin dağıtımı olarak düşünülmemesi gereken
dağıtımı gerçek ilişkiler yapısı içinde açıklar: Dağıtım üreticilerle ürünler,
dolayısıyla, üretim ve tüketim arasına girer; sosyal yasalara uygun olarak
üreticinin payının ne olacağını belirler. Faiz ve kâr dağıtım tarzlarıdır ve bu
dağıtım tarzının önkabulü sermayenin üretim aracı olduğudur. Faiz ve kâr,
benzer şekilde, sermayenin yeniden üretim biçimleridir (Marx, Grundrisse).
Üretim aracı olan emek, dağıtımda, dağıtımın özelliği olarak görünür.
Eğer emek ücret emeği olarak belirlenmeseydi, kölelikte olduğu gibi üründen
aldığı pay ücret olarak görünmeyecekti. En gelişmiş dağıtım biçimi olan
toprak kirası, üretim aracı olarak geniş çapta toprak mülkiyeti, aslında geniş
çaplı tarım gerektirir. Dağıtım tarzı ve ilişkileri (dağıtımın yapısı) tümüyle
üretimin yapısı tarafından belirlenir. Dağıtımın kendisi hem nesnesinde hem
de biçiminde, üretimin bir ürünüdür.
Dağıtım, ürünlerin dağıtımı olmadan önce, (1) üretimin enstrümanlarının
dağıtımıdır; (2) toplumun üyelerinin farklı türdeki üretimlerde dağıtımıdır.
Ürünlerin dağıtımı sadece bu dağıtımın (üretimin yapısının) bir neticesidir.
Alışveriş/mübadele ve sirkulation/dolaşım
özgürlüktür. Çünkü "imtiyaz" (örneğin mülkiyet sahibi olma), yerini "hak" ile
değiştirmiştir, yani herhangi bir hakka sahip olmayı, bu hakkın gerektirdiği
yaşamın unsurlarına sahip olmadan, özgürlük kabul etmek. Bu gerçek, kişinin
mutlak köleliğinin ifadesinden başka bir şey değildir (Marx ve Engels, 1845).
Örneğin, Amerika'da pamuk tarlalarında çalışan, mal gibi alınıp satılan,
efendisine ve toprağa bağlı zenci köleler endüstrileşmenin gerekleri sonucu
burjuvazi tarafından bu tür kölelikten azat edildiler. Burjuvazi, feodalitenin
kölelerine özgürlük verdi, ama bu onları burjuvazinin ücretli köleleri haline
getirdi. Zencilerin ve tüm işçilerin yüz yüze geldikleri bu yeni ilişkiler ve
durum, en büyük özgürlük olarak sunuldu. Sivil toplumun üyelerini birlikte
tutan, birbirine bağlayan devlet değil, insanların temel gereksinmeleri,
çıkarlarıdır. Bu nedenle, gerçekte, devlet sivil hayatı değil, sivil hayat devleti
ayakta tutar (Marx, Engels, 1845). Sivil toplumu koruduğu bahanesiyle çeşitli
başka organlarını (ordu, polis gibi) harekete geçiren devlet, gerçekte, kendi
varlığını biçimlendiren toplum şeklini, çıkarlar düzenini, dolayısıyla kendini
korumak zorunluluğu ile hareket etmektedir. "Günümüzün toplumu" bütün
uygar ülkelerde varolan ve her ülkenin kendine özgü tarihsel gelişimi ile az
çok farklı ve gelişmiş olan kapitalist toplumdur. Öte yandan, günümüzün
devleti Almanya'da, İsviçre’de, İngiltere’de, Amerika'da, kısaca her ülkede
farklıdır. Bu farklılıklara karşın, bu devletlerin hepsi de çağdaş burjuva
toplumuna dayanır ve belli temel ortak özelliklere sahiptirler (Marx, 1875).
"Özgür devlet" nedir? Alman İmparatorluğunda devlet, Rusya'daki devlet
kadar özgürdür. Özgürlük, devleti topluma egemen olan bir organdan,
topluma tamamıyla bağımlı organa dönüştürmeyi içerir. Bugün devlet
şekilleri devletin özgürlüğünü kısıtlama derecesine göre az ya da çok
özgürdür (Marx, 1875).
Devlet egemen "irade" üzerinde durmaz, bunun yerine, kişilerin maddi
yaşam biçimlerinden çıkar ve egemen bir "irade” şekline sahiptir. Eğer bu
"irade" egemenliğini yitirirse, bu sadece "iradenin" değiştiğini değil, aynı
zamanda insanların iradelerine karşın yaşamları ve maddi varlıklarının da
değiştiği anlamına gelir (Marx, 1846).
Yasa ilkel toplum ve özel mülkiyetle aynı anda gelişir. Sivil hukukun
gelişmesi mülkiyet ilişkilerinin gelişmesiyle oluşup biçimlendi. Sivil hukukta
varolan mülkiyet ilişkileri genel iradenin (halkın isteğinin) sonucu olduğu ilan
edilir (Marx ve Engels, 1846: 61). Pozitivist-deneyci kuramda yasalar anayasa
ile ilgili yasalar, sanki Tanrı vergisi gibi varlıkları ve geçerlilikleri hiç
soruşturulmaz: Sorun, kişilerin bu yasalara uyması, uymayanların da çeşitli
208 Karl Marx
DÜŞÜNSEL VE ÜRETİMİ
3
Dilin dışında gerçek olmaması ve dilin insanı belirlemesi mutlak olsaydı, o zaman
insanın gelişme olasılığı olabilir miydi? Dili ne, ne için ve nasıl geliştirecekti? Dilin
belirlediği gerçek ve insanın dili değiştirme olasılığı ortadan kalkmıyor mu?
4
Teslik, eskiden köylerde gübre ve yakacak için topladığı hayvan dışkısı yığını.
İnsan, toplum ve iletişim 211
5
Örneğin, Marks’a göre, türban “isteriz” diyenlerle “istemeyiz” diyenler arasındaki
çekişmenin asıl nedenini bilmek isterseniz, materyal çıkarlar dünyasına ve bu
dünyanın sürdürdüğü siyasete ve bu siyasetin biliş ve davranış yönetimine bakın.
Bunu yaparken, türbanı önce “teolojk sermaye” ile ilişkilendirin. Ardından “teolojik
sermaye” ile “laik sermaye” ve genel kapitalist sermaye arasında bağlar kurun.
Türbana aynı zamanda, kara çarşafın getiremeyeceği, dindarlar arasında sımfsal
farklılığın göstergelerinden biri olarak değerlendirin. Oradan moda endüstrisine bağ
kurun. Moda endüstrisinden, mevsimlik grupsal/sınıfsal sürüleştirmeye geçin. Oradan
ekonomik bilinç yönetimi üzerinde durun. Ondan sonra, bu bilinç ve davranış
yönetimini siyasal alana taşıyın ve oradaki işlevlerini düşünün.
216 Karl Marx
Marx için, materyal ve düşünsel üretim birbirinden bağımsız iki ayrı şey
değildir. Birbirinden bağımsız “ekonomi” ile “ideoloji” ilişkisi de değildir.
Sosyal varlık ile sosyal bilinç ilişkisidir. Sosyal varlık aynı zamanda sosyal
bilinci de taşıyandır. Üstyapıya (örneğin ideolojiye veya yasa yapıcıya)
bağımsızlık vermek demek, idealist felsefenin yaklaşımını benimsemektir:
insanın neliğini tanımlayan düşüncedir, akıldır. Altyapının (sosyal varlığın,
yani materyal koşulların) her şeyi belirlediğini söylemek, “kendi tarihini
kendisi yapan” düşünen ve yapan özne/aktör olarak bireyi/insanı, kendini
içinde bulduğu koşulların pasif yeniden-üretici olarak nitelemek demektir
(Böyle olmasını kapitalist sınıf canı gönülden isterdi, zaten bilinç
endüstrileriyle yapılmak istenen de soruşturmasız üretime ve tüketime
katılmaktır). Eğer bu doğru olsaydı, insanlık tarihi mücadeleler ve
egemenlikler tarihi olmazdı. Marx için alt ve üst yapı (sosyal varlık ve sosyal
bilinç) birbirinden ayrı, birbirinden bağımsız iki şey değildir. Maddi kendini
ve dünyasını üreten insan, bunu düşünsel olanı da birlikte üreterek yapar.
Materyal hayatın ve bilincin üretimi arasındaki bağ çoğu kez
basitleştirilerek alt-yapı üst yapı ilişkisi olarak ele alınır. Alt ve üst yapı
kavramları çok tartışılan ve yanlış anlaşılmış (ya da yanlış sunulmuş)
kavramlardır. En basit anlamda, altyapı toplumda üretim güçlerini, biçimlerini
ve ilişkilerini içeren dinamik ekonomik yapı anlamına kullanılır: Üstyapı,
altyapı tarafından oluşturulur. Altyapıyı tutmak, geliştirmek ve değiştirmek
için karşılık veren örgütlenmeler, düşünceler, ideolojiler ve ilişkiler olarak
ortaya çıkar. Dikkat edilirse, üstyapı bir sonuç olarak ele alınmaktadır.
Aslında, belli bir üretim biçimi ve ilişkileri oluştuğu andan itibaren, karşılıklı
bir etkileşim başlar. Altyapının sürekli olarak üstyapıyı kendine tamamen
uyduracak şekilde kesinlikle saptadığı, dolayısıyla üstyapının sadece bağımlı
değişken olduğu fikrini Marx ve Engels kabul etmezler.
Alt-yapının üst yapıyı belirlediği, dolayısıyla Marksizm’in “ekonomik
indirgemecilik” olduğu fikrinin geçersizliği Marx’ın insan ve tarih anlayışında
açıkça görülür: İnsan kendi tarihini yapar. Bunu kendini içinde bulduğu
koşullarda yapar. İnsanlar ne içinde bulundukları koşulların esiridirler, ne de
bu koşullardan bağımsız olarak kendi tarihlerini yaparlar. Yaşadıkları
koşullarda oluşturdukları düşüncelerle koşulları değiştirmek için mücadeleyle
kendi tarihlerini yaparlar. Böylece kendilerini ve toplumlarını oluşturur ve
değiştirirler.
İnsan, toplum ve iletişim 217
6
Bizim diğer kişiler hakkındaki bilgilerimiz o kişilerin kendilerini nasıl düşündüğüne
dayanamaz, çünkü onların nasıl düşündüğünü bilemeyiz. Kişileri ancak ilişkiler içinde
anlayabiliriz. Toplumu ve değişimini de benzer şekilde, üretim biçimi ve ilişkilerini
inceleyerek anlayabiliriz. Toplumu nasıl hikaye edildiğinden değil, hikaye edilme
dahil, nasıl üretildiğinden hareket ederek anlayabiliriz.
218 Karl Marx
kalırdı, çünkü değişen ekonomik yapıya uygun bir üst-yapı oluşurdu; üretim
güçleriyle üretim ilişkileri arasında bir çelişki oluşmazdı. Eğer egemen
düşünceler ekonomik yapının asıl doğasını yansıtsaydı, geniş çalışan kitleler
sınıf çıkarlarına uygun bir şekilde örgütlenir ve davranırlardı.
Marx’ın bu açıklamaları oldukça anlamlı. Fakat şu açıklaması oldukça
doğru ve düşündürücü: Hiçbir toplumsal düzen, bu düzen içindeki ¨bütün
üretim güçleri gelişmeden önce yok olmaz ve daha yüksek üretim ilişkilerinin
varoluş koşulları, eski toplumun içinde olgunlaşmadan önce asla ortaya
çıkmaz. Bu nedenle insan kendini, çözebileceği görevlere ayarlar. Bu görev,
çözüm için maddi koşulların varolduğu veya hiç değilse biçimlenme
sürecinde olduğu zaman ortaya çıkar. Örneğin burjuva toplumunun içinde
gelişen üretim güçleri sınıf düşmanlığının çözümü için maddi koşulları da
yaratır (Marx, 1859:52, 53). Dikkat edilirse, bu açıklama sınıf çatışması, tarihi
itme ve “filozoflar sadece dünyayı çeşitli şekillerde yorumluyorlar, önemli
olan… dünyayı değiştirmektir” diyen Marx’a pek uymuyor. Marx bu
açıklamayla, “kendiliğinden olacak evrimci” bir görüş getirmektedir. Marx
bunu, “bir işi para kazanmak için yapma” ile gelen koşulun getirdiği
“kaygıların belirlediği” (materyal ilişkilerin belirlediği) bilincin gerçeği
yeniden inşasıyla mı yaptı acaba? Bunu bilemeyiz. Fakat şunu çok iyi
bilebiliriz: Böyle bir açıklama, Marx gibi egemen güçlerce çok tehlikeli
olarak nitelenen birinden gelince, egemen güçler çok rahatlar; çünkü bu
sözlerle Marx “toplum değişimi kaçınılmazdır, ama merak etmeyin,
korkmayın, rahatınız kaçmasın, çünkü devrimin olabilmesi için (yeni üretim
ilişkilerinin eskisinin yerini alabilmesi için, kapitalistlerin ve onların bol
ücretli kölebaşlarının yerini bir başkalarının alabilmesi için) bunu yapacak
üretim güçlerinin “olgunlaşması gerekir” demektedir. Kapitalist sınıf rahat
uyuyabilir, çünkü böyle bir olgunlaşma yok ve olgunlaşmaması için de elbette
gerekli görülen tedbirler alınmaktadır.
Tarihsel sosyal değişimi anlamak için üretimin koşullarının gelişmesini
incelemek gerekir önce. Bu gelişme hakkında elde edeceğimiz bilgiler o
dönemin ideolojik bilinç biçimlerinin açıklanmasına da yardım eder. Bilincin
ideolojik biçimleri görece kıymetleriyle değil, ekonomik üretim koşulları
yoluyla açıklanmalıdır. Bunu yaparken aynı zamanda ideolojik maskeleri
indiririz. Örneğin, mülkiyetin evrensel ve kutsal olmasının, egemenlikleri ve
yaşamları özel mülkiyet sahipliğine dayanan bir sınıfın çıkarlarının ifadesi
olduğunu ve toplumsal koşulları yanlış-temsil ettiğini açıklamak gibi...
İnsan, toplum ve iletişim 219
İLETİŞİM
7
Paranın dini, mezhebi, milleti, uyruğu, kişiliği var mıdır? Dolar denildiğinde
atfedilen özellikler nelerdir ve bu nereden gelmektedir?
İnsan, toplum ve iletişim 221
8
Benzer şekilde, kapitalist devletin, alt yapısı çok uzun zaman alacak ve büyük
yatırımlar gerektirecek, dolayısıyla uzun zaman zarar yapacak alanlarda (elektrik,
posta, telefon, telgraf, demiryolu), bu işi üstlenme ve alt-yapıyı ülkenin kaynaklarını
kullanarak kurması, örneğin, Türkiye’de 1980lerin sonlarına doğru olmuştur. Yani,
dünyanın her ülkesinde, kapitalist devlet alt-yapısı için büyük yatırım gerektiren ve
uzun dönem kâr etmeyen işler için kendisi ülkenin kaynak ve zenginliklerini
kullanarak yatırım yapmıştır. Bu işi yaparken de, elbette satın alımları ve yaptırma
işlerini çoğu kez özel şirketlerle yaptığı ihalelerle yürütmüştür. Devletin
mülkiyetindeki bu alanlarda alt-yapı tamalanıp artık büyük karlar elde etme
seviyesine gelindiğinde, kapitalistler “özelleştirme” politikalarıyla, leş kargası gibi,
hazır yapıya el koymuşlardır. Onlar için yapılması gereken hazır sistemi ele geçirmek,
sistemdeki “bakım ve onarımları” yapmak (bazen bunu hâlâ devlete yaptırmak, çünkü
para harcama gerektirir) ve paraları toplamaktır. Bu durum o denli çirkin bir hale
geldi ki, hastanelerin boş alanları bile para toplaması için özel şirket denen mafya
gruplarına kiralanmaktadır.
9
Ayrıntılı bilgi için Schiller, Mattelart, Erdoğan gibi isimlere bkz.
224 Karl Marx
Liverpool’dan New York’a gitmek için yola koyulur (Marx, Capital vol 2,
chapter XIV the time of circulation).
Bir yandan, iletişim ve taşıma araçlarındaki gelişmeler malların dolaşım
zamanını kısaltırken, aynı zamanda, bu araçlardaki gelişme giderek daha uzak
pazarlar için, dünya pazarı için çalışmayı zorunlu hale getirir. Uzak yerlere
giden mallar çok büyük ölçüde artar. Bununla, sosyal kapitalin bir kısmı uzun
dönem mal-kapital safhasında, dolaşım zamanı içinde, kalır. Aynı anda
büyüyen sosyal zenginlik oluşur. Bu zenginlik doğrudan üretim olanağı
hizmeti verme yerine, iletişim ve taşıma araçlarına ve onların çalışması için
gerekli taşınamaz ve dolaşımdaki kapitale yatırılır (Marx, Capital vol 2
chapter XIV the time of circulation).
Marx toplumun nüfusunun yoğunluğu ile iletişim araçları arasında bağ
kurmaktadır. Marx’a göre, seyrek nüfusu ve iyi gelişmiş iletişim araçları olan
bir ülkede nüfus yoğunlaşması, çok nüfusu ve kötü-gelişmiş iletişim araçları
olan bir ülkedekinden daha fazladır. Kusurlu iletişim araçları bir yerdeki
kıtlığın diğer yerden getirtilmesine izin vermez, dolayısıyla, toplumda (açlık
gibi) sorunlar çıkar (Marx, Capital I. Chapter 14: Division of labour in
manufacture, and division of labour in society.)
Marx’a göre bilim, keşifler, iş bölümü, gelişmiş iletişim araçları, dünya
pazarının yaratılması, makineler işçiyi değil sermayeyi zenginleştirir ((Marx,
Grundrisse: Notebook III).
KAYNAKÇA
Forum
Karl Marx
Basın özgürlüğü ve sansür
ÖZGÜRLÜK
BASIN
Marx için basın “halk iletişimi” (kamusal iletişim) aracıdır. Marx (ve
özgürlük arayan 19 yüzyıl gazetecileri ve aydınları) için teori ve pratikteki
diğer bir amaç, “gerçek” olanı, “doğru” olanı takip etme, aramadır. Bu amaç
toplumdaki sosyal, ekonomik ve siyasal çevrenin gazetecilik ve gazeteciler
için biçtiği görevdir (RZ 8, 8/1/43; Fetscher, 1969, 122).
Marx basını “basın bireylerin entelektüel oluşlarını iletişebildiği en genel
yoldur. Kişiler için saygıya sahip değildir, sadece haber almaya/akıla
saygılıdır” diye açıklar (Marx, 19 Mayıs 1842). “Entelektüel iletişim
yeteneğini/gücünü resmi olarak özel dış ifadeler tarafından saptanmasını ister
misin?” diye soran Marx, bu sorusuna şöyle yanıt veriyor: Başkaları için
olamayacağımı, ben olamam ve kendim için olamam. Eğer başkaları için
manevi güç olmama izin verilmezsem, kendim için manevi güç olma hakkına
sahip olamam (Marx, 19 Mayıs 1842).
Gazeteye ve fikirlerin özgür akışının korunmasına değer verme açık bir
kamusal/halk alanı boyutlarını gerektirir. Basın özgürlüğü karşıt fikirlerin
ifadesi için zorunlu koşuldur. Bu koşul olmazsa, gazetecilik yapılamaz. Fakat
Marx özgür bir Almanya ve hatta Kıta Avrupa’sı bulamaz. Sürekli sürülür,
tehdit ve baskı altındadır. Marx’a bunu “Almanlar fikirlere o kadar çok saygı
gösterirler ki ender olarak fikirleri gerçekleştirirler (19 mayıs 1842).
Marx Prusya’da gazetecilerin iç ve dış haberlerdeki zıt tutumlarını
eleştirir: Dışarıdan verilen haberlerin “gerçek yalanlar” olduğunu ve yalanın
gerçeğin yerine geçirildiğini belirtir. Buna karşı kamu otoritelerinin bir şey
yapmadığını, fakat benzeri iç haberlerin kınamayla, mahkum etmeyle ve
sansürle karşılandığını belirtir. Gazetecilerin dışarıdaki durumları
okuyucularıyla paylaşırken, içerideki durumlara aynı yaklaşmamasını
eleştirir: what is wrong with a press that attempts to share volatile situations
and activities abroad with its readers--history in the making--through news
from far-away places, while rejecting the representation of similar historical
processes in its domestic coverage (RZ 8, 8/1/43; Fetscher, 1969, 122)?
Gerçeğin haberini verme gerçeği dokümanla ortaya koyma sürecine ışık
tutma kadar anlamlı olmayabilir. Çünkü gerçeği inşa çok zordur. Marx’a göre
gerçek, olgunun kendisinden fazla birşeydir; keşfetme eylemidir; gerçeğin
araştırılmasının kendisi dürüst olmalıdır; gerçek araştırma, bağıntısız parçaları
sonuçlarda birleştirilerek açıklanan gerçektir (Fetscher, 1969, 23).
Basın özgürlüğü ve sansür 235
ÖZGÜR BASIN
SANSÜR
1
Marx’ın bu açıklamasına baktığımızda, İstanbul gazetelerini ve televizyonlarını
biçimlendirenlerin ve onları savunan çıkar sahiplerinin ruhlarının ne denli karanlık, ne
denli çirkin, ne denli aşağılık, ne denli kötü olmadığını görürüz herhalde.
2
Marks günümüzdeki yaygın gazeteleri görseydi, endüstriyel materyal ilişkilerin
getirdiği egemen düşünsel üretimin, bu söylediklerinin tam tersine, basın
özgürlüğünün artık medyanın materyal çıkar sağladığı diğer endüstrilerle birlikte
kendi çıkarını gerçekleştiren “imtiyazlıların özgürlüğü” olduğunu görürdü. Yani,
günümüzde basın özgürlüğü, öznel çıkarları peşinde koşan gazetecilerin ve
akademisyenlerin kapitalistlerle kurduğu çıkar ortaklığıyla (ki bu gazeteciler ve
akademisyneler arasında kral sofrasının kırıntıları için yapılan yarıştır) oluşturduğu
“imtiyazlılar için ve imtiyazlılara ait özgürlük” savunusu biçimine dönüştürülmüştür.
Basın özgürlüğü, Marks’ın da açıkça vurguladığı gibi, örgütlü sansüre karşı verilen ve
genel özgürlüktür. Bu da ancak, medyadaki üretim ilişkilerinin karakterinin bu
özgürlüğün gelişmesine izin verecek bir biçimde dönüşüme uğramasıyla mümkündür.
Yoksa, basın etiği, basın kanunu gibi mekanizmalar, mekaniksel materyalizmin
kurnazca kurduğu tuzaklardır, kandırma yollarıdır, meşrulaştırma araçlarıdır.
Basın özgürlüğü ve sansür 237
Marx’a göre sansür özgürlük fikrinden çıkıp gelmez. Sansür baskı yoluyla
uyma, rıza, katılma arar ve ister. Sansür basının karakterine aykırıdır, basının
kendi karakteriyle çelişir. Sansür düşüncelerin açıkça alışverişine karşı
direnir; her tür eleştiri nosyonuna, entelektüel yorumlamaya ve yansıtma
sürecine karşıdır. Sansürün karşı olduğu ve engellemeye çalıştığı her şey
entelektüel çalışmanın ve basının pratiklerinin kendi içinde, doğasında vardır.
Marx gerçi sansürün yasa olarak var olduğunu, fakat yasal olmadığını
belirtir: Sansür yasa değil, polis tertibidir, emridir, düzenidir. Marx’a göre,
yasa olarak sansür yoksul ve yoksun düzenlemedir, çünkü başarmak istediğini
başaramaz ve elde ettiğinde de başarılı olmayı istemez.
Her sansürden geçmeyen basılı sansür sadece basın için değil aynı
zamanda toplumun geneli için de zararlıdır. Sansür altında sansürlenmemiş
olarak çıkan basının karakteri şüphelidir ve güven sorunu yaşar
Sansür ve basın arasındaki mücadele, iyi ve kötü basın arasındaki bir
mücadele değil mi?
Sansür mücadeleyi ortadan kaldırmaz, tek taraflı yapar. Açık mücadeleyi
gizli bir mücadeleye dönüştürür. Prensipler üzerindeki mücadeleyi, prensibi
olmayan güçlüye karşı güçsüz bir prensip mücadelesi yapar.
Sansür devletin/hükümetin tekelindeki eleştiridir. Eleştiri, eğer gizliyse,
eğer kuramsal değil fakat pratiksel ise, eğer tarafların üstünde değil de kendisi
bir taraf ise, eğer mantığın/aklın keskin bıçağıyla değil de keyfiliğin kör
makasıyla çalışıyorsa, eğer sadece eleştiri yapıyor ama eleştiriyi Kabul
etmiyorsa, rasyonel karakterini yitirmez mi? (Marx, 19 Mayıs, 1842).
3
Kullanımlar doyumlar yaklaşımının “kullanımların işleveselliğini ve alınan
doyumları normalleştirilmesini düşünün. Bir arkadaşla oyundan geçerek karşılanacak
ve giderilecek gereksinim yerine, internetteki oyunları oynayarak “kendini
gerçekleştirme ve sosyalleşme” arasındaki farkın önemini düşünün.
242 Karl Marx
Basın ve devrim
Basının Hollanda’da Belçika devrimini getirdiği söylenmektedir.
Hangi basın? İlerici mi yoksa gerici mi? Aynı soruyu Fransa için de
sorabiliriz. Eğer konuşmacı, demokratik olan teolojik Belçika
basınını suçlarsa, Fransa’daki mutlakiyetçi teolojik basını da
suçlamalıdır. Her ikisi de hükümetlerinin devrilmesine yardım ettiler.
Fransa’da, basın özgürlüğü değil, sansür devrimi yaptı.
Belçika devrimi başta manevi/ruhsal/dinsel devrim olarak görüldü,
basının devrimi olarak. Basının Belçika devrimine neden olduğu
iddiası bunun ötesinde anlamsızdır. Fakat bu suçlamak için bir vesile
midir? Devrim derhal maddi bir biçim mi varsaymalıdır? Konuşma
yerine vurmak? Hükümet bir manevi devrimi gerçekleştirebilir,
maddi bir devrim önce hükümeti manevileştirmelidir.
Belçika devrimi Belçika ruhunun bir ürünüdür. Basın da, Belçika
devriminde kendi katkı payına sahiptir. Belçika basını devrime ilgisiz
kalsaydı Belçika basını olmazdı. Aynı zamanda, Belçika devrimi
Belçikalı olmazdı, aynı zamanda basının devrimi olmasaydı. Halkın
devrimi her alanın kendi biçimiyle yaptığı bir bütündür. Basın da
basın olarak neden olmasın ki? (5 Mayıs, 1842) .
Marx, basın kendi gerçek karakterine sahip mi? Basın kendi doğasının
saygınlığına, asaletine uygun mu hareket ediyor? Basın kendini bir ticaret
seviyesine düşürme özgürlüğüne sahip mi? diye soruyor ve oldukça açık ve
somut bir yanıt veriyor: Yazar elbette yaşayabilmek ve yazabilmek için para
kazanmak zorundadır, ama para kazanmak için yaşamamalı ve yazmamalıdır
(Marx, 19 Mayıs 1842).
Basın özgürlüğü ve sansür 247
4
Türkiye’de kaç gazeteci, özellikle İstanbul gazetecilerinden kaç tanesi “kendisi için
belli bir yaşam koşulunu sürdürmek için gazetecilik yapmıyor” dersiniz? Sefil
durumdaki gazetecileri de bu soru içine katabiliriz. İzleyici araştırması yapan
akademisyenlerin muhtemelen hepsine yakını için de aynı soru geçerlidir.
5
Ama bu cezalı varlık ürettiği ürünlerle (yazdıklarıyla) gazeteciliği aşağı seviyeye
indiren bir yapıyı yeniden üretmektedir. Dolayısıyla, zararı kendine değil, bizedir.
248 Karl Marx
uygun olmayan olarak ilan eder. Halkın sesini önceden bildiğini iddia eder.
Hangi yazarın otorite olduğunu ve hangisinin olmadığına karar verir (Marx,
19 Mayıs 1842).
“Yazarları yetkili ve yetkisiz diye ikiye ayırmak kimin için yapılır?” diye
soran Marx ve bir sotuyla biten şu yanıtı veriyor:
Açıkça, gerçekte yetkili olan için değil, çünkü onlar etkilerini
sansürsüz hissettirebilir. Dolayısıyla, bu ayırım dış imtiyazlar yoluyla
kendilerini korumak isteyen ve diğerlerini etkilemek isteyen
“yetkisiz” olanlar için mi?
Marx sansür yasasını yasa olarak kabul etmez ve özgürlüğe karşı tedbir
olarak niteler. Basın yasasını ise özgürlüklerin korunması için gerekli görür.
Marx için basın yasaları belli basın pratiklerini soruşturan basın özgürlüğüdür.
Basın yasaları, özgürlüğü basının normal koşulu olarak görür. Dolayısıyla,
basının normal koşulu olan yasaları kırmak, bu tür özgürlüğün çiğnenmesi
demektir. Basın yasaları basın özgürlüğünün “yasal tanınmasıdır” ve “halkın
özgürlüğünün İncil’idir (kutsal el kitabıdır) (Marx, 12 May1842) Fakat
Marx’ın 20 Temmuz 1848’de NRZ gazetesinde Prusya Basın Yasası’na karşı
yönettiği eleştirilerde, basın yasasını “özgürlüğün” ifadesi olarak değil, tam
aksi bir şekilde nitelediğini görürüz. Zaten Marx Almanya’dan atılıp
İngiltere’ye gidinceye kadar, bu yıllarda, gazetedeki yazılarından dolayı
mahkemeye verilmiş ve sonunda da Almanya’dan atılmıştır. 1848’deki yasayı
Marx “Napolyoncu basın despotizmi” olarak değerlendirmektedir: Yasanın
uygulanmaya başlandığı günden itibaren Prusyalı yönetici memurlar rahat
uyuyabilirler. Eğer vatandaşlar, suçsuz oldukları halde hapsedilirse ve bunu
gazeteler haber yaparsa, dört buçuk aydan dört buçuk yıla kadar hapis yer.
250 Karl Marx
6
Dikkat edilirse, Marx’ın bu yasayı eleştirmesi, basın yasası hakkındaki önceki
görüşlerinden farklıdır. Marks’ın 1842’de basın yasalarına olumlu bakması oldukça
normaldir. Fakat basın hakkında yasanın olması her zaman basın özgürlüğünün
tanınması ve tanınan özgürlüğün de basın endüstrisinin özgürlüğü değil de halkın
veya gazeteci emeğin özgürlüğü olması olasılığı çok azdır. Bu olasılık ancak
mücadelenin gücüne bağlıdır; çünkü yasalar gücün ve güç ilişkilerinin dinamik
ifadeleridir. Yasalar, bu nedenle, daha çok, güçlünün çıkarlarına bağlı olarak ilişkileri
meşrulaştıran ve hukuksal olarak düzenleyen mekanizmalardır. Üretimin tarzı ve
ilişkilerin egemen karakterine aykırı düşemez, herhangibir nedenle aykırı düşerse ya
yeniden düzenlenir ya da işletilmez, çalışmaz bir şekilde “insanlar özgürdür” gibi
sadece yazılı ifade olarak kalır. Elbette, bu ifadenin olması özgürlüğün tanınması
anlamınadır, fakat kullanılma olasılık ve olanaklarının ortadan kaldırıldığı, olmadığı
ve engellendiği bir ilişkiler yapısında, bu özgürlüğün anlamı “varlığının
tanınmasından” öte bir yere gitmez; daha kötüsü meşrulaştırma ve “demokrasi ve
özgürlük var” sahtekarlığı için propaganda aracı görevini yapar. Bir sürü özgürlükler
var. En son hangisini kullandın? Kullandıysan ne ve kimin için kullandın?
Kullanamadıysan, neden kullanamadın?
Basın özgürlüğü ve sansür 251
7
Marx’ın “yasalara” bu tür olumlu yaklaşımı, devletlerin yasalarına ve bu yasaların
oluşum ve değişim koşullarına ve uygulanma biçimlerine bakıldığında, pek de geçerli
görünmemektedir: Yasalar bir sınıf egemenliğinin yürütülmesinde ve bu sınıfın kendi
arasındaki ilişkilerin düzenlenmesinde kullanılan araçlardır. Evrensel karaktere sahip
değildirler. Yasalar, egemenliğin, örgütlü yeri ve zamanı, ilişkileri düzenlemesi,
amaçlar gerçekleştirmesi, bu amaçları ve faaliyetleri meşrulaştırması yolları içinde
yer alır. Basın yasaları, egemenliğin ve egemenliğe karşı mücadelelerin belli zaman
ve yerdeki dinamik durumunu ve biçimlendirilmiş gerçeğin belli yanlarının ilişkisel
ifadeleridir. Bu yasalarla gelen basın özgürlüğü, basın tüccarının çıkarlarını
gerçekleştirmek için, çalışanların özgürlüğünü ve haklarını çiğnemek için, mal ve
biliş iğfali pazarlaması için kullandığı özgürlüktür; basında çalışanların bir kısmının
“özgürlüklerle” engellendiği ve belli çıkarlar için çok işlevsel olan bilişsel çöplüklerle
dolu gazeteler üretmek için olan bir özgürlüktür. Bu özgürlük “boğazlarını sıkmıyoruz
ya, özgürler, gazetemizi alıp okumasınlar” diyenlerin özgürlüğüdür. İnsanları gerçek
bilmeden ve insanca toplumsal ilgiden yoksun kılan (insanların bilme özgürlüğünü
elinden alan) aşağılık bir özgürlüktür. Devletin yasalarının hem ifade olarak hem de
uygulanma olanakları ve biçimleri olarak “herkesin” yasası olabilmesi için, devletin
“herkesin devleti” olması gerekir ki tarihte böyle bir devlete rastlanmaz, çünkü
insanlık tarihi giderek mükemmelleşen kölelik biçimleri tarihidir, dolayısıyla devletler
de bu kölelik biçimlerinin devletleridir.
Basın özgürlüğü ve sansür 253
8
Marx’ın bahsettiği bu sansür kalktı artık (aslında, gereği duyulunca işine başlamak
için, perde arkasında bekliyor, bekletiliyor). Şimdiki sansür (ve sansürcü) en sinsi, en
alçak, en namussuz, en saldırgan, en yalancı, en dolandırıcı bir sansürdür (ve
sansürcüdür). Adı da, sinsiliğine ve şerefsizliğine yakışır bir karakterdedir: Otosansür
veya otodenetimdir. Sansürcü de, kendine zevkle ve isteyerek otodenetim yapan veya
mecburen oto denetim yapmak zorunda kalan gazetecidir. Ama gazeteci aslında bu
modern sansürcülüğün en son halkasıdır ve (isteyerek, bilinçli olarak katılmıyorsa)
yoğun bir baskı altındadır (işsizlik, aşsızlık, eşsizlik, evsizlik korkusuyla gelen
endüstriyel terörizm). Bu son halkanın üstüne maddi ve ideolojik çıkarlarıyla
endüstriyel yapılar çöküp oturmuştur. Otodenetim gibi, “akıllı işaretler” mekanizması
da, en alçakça mekanizmalardan biridir: Hasta izleyici mi ki, bazı kurnazlar ve
akılsızlar izleyiciye “akıllı işaretler” sunuyorlar? Hasta izleyici mi ki bazı şerefsizler
ve bilemeyen cahiller (ben de cahilim ve hâlâ öğreniyorum; bu tür cahiller öğrenince,
tercihlerini yaparlar, dolayısıyla, umarım bu notum onları bilgilendirir ve tercihlerini
bilerek ve namussuzların namusluluk giysisiyle dolaştığı bir ortamda namusluca
yaparlar) “medyayla ilgili sorunlara tek çözüm vardır, o da izleyicilerin eğitilmesidir.”
Hasta izleyici mi ki, medya sorunlarını ve alımlamayı anlamak için “izleyici
araştırması” denen (aslında pazar araştırması olan) araştırmalar yapılıyor. Hasta
olanlar medyanın içeriğini bu şekilde dolduranlar ve onları destekleyen aydın ve
akademisyen taslakları değil mi? Aslında onların “otodenetim” hastalığına çözüm
bulmaları gerekmez mi? Onların “akıllı işaretlerle” kendilerini kontrol etmesi veya
kontrol edilmesi gerekmez mi? Onların insanca ve toplumsal sorumlulukla üretim
yapmaları için “eğitilmesi” gerekmez mi? Ama hastalar toplumda egemen olunca,
hasta olmayanların tedavi edilmesi ardından koşulur.
254 Karl Marx
özgür hareket de hayata ait değil mi? özgürlüğün engellendiği hayatın dışında
herhangi bir hastalık nedir? Kalıcı/ebedi doktor bir hastalık olurdu. Bu
hastalıkta doktorun ölme olasılığı bile olmazdı, yaşamaya devam etmek
zorunda kalırdı. Eğer hayat ölseydi, ölüm yaşayamazdı. Akıl/beyin vücuttan
daha çok hakka sahip değil mi? Aslında, bu çoğu kez “ vücutsal hareket
zararlıdır ve aklın özgür hareketinden çekilmelidir” diye yorumlanmıştır.
Sansürün başlangıç noktası, hastalığın normal durum olduğudur ve özgürlük
de hastalık. Sansür sürekli olarak basına, basının hasta olduğu garantisini verir
ve basının fiziksel durumunun sağlığının delili ne olursa olsun, basın kendini
tedavi ettirmeye izin vermelidir. Fakat sansürcü, hastaya göre farklı tedavi
uygulayan eğitilmiş doktor bile değildir. Sansürcü her şey için tek bir
mekaniksel, evrensel tedavi – makas-- bilen köy/kır doktorudur. Benim
hastalığımı iyileştirmeyi amaçlayan cerrah bile değildir. Sansürcü benim
vücudumda sevmediği, onu rahatsız eden ve sinirlendiren her şeyi
fazla/gereksiz gören ve onları alan cerrah estetikçidir. Sansürcü derideki bir
sivilceyi görmemek için geri iten ve daha duyarlı iç organlarda geri
çıkabileceğini umursamayan bir şarlatandır (Marx, Mayıs 12 1842).
Kuşları yakalamayı ve kafese koymayı yanlış olarak nitelersin.
Kafes kuşu kuş avcılarından, kurşunlarda ve kasırgalardan koruyan bir
tedbir değil mi?
Bülbülleri körleştirmeyi barbarca bulursun. Ama sansür kaleminin ucuyla
basının gözlerini çıkarmanın barbarca olduğunu düşünmezsin. İsteği olmadan
özgür bir insanın saçlarının kesilmesini despotça bulursun. Fakat, her gün
sansür entelektüellerin etini keser ve sadece hiçbir reaksiyon göstermeyen
boyunsunucu kalpsiz vücutlar bırakır, sağlıklı diye! (Marx, 12 Mayıs, 1842).
yazarının fikri üzerinde ne hakkı var? Fakat biz konuşmacıyı anlıyoruz. Onun
için dünyada olan her şey kusurlu olduğundan, onun için geriye tek bir soru
kalıyor: Keyfilik/kapris halkın yanında mı yoksa hükümetin yanında mı
duracak?
Yasa hakim gerektirir. Eğer yasalar kendilerini uygulasaydı mahkemenin
hiçbir anlamı kalmazdı.
İnsan olan her şey kusurlu! Ye, iç! Hakimler de insan. O zaman, neden
hakim talep ediyorsun? Yasaları neden istiyorsun, nasıl olsa yasalar da
insanlar tarafından uygulanacak ve insanlar tarafından yapılan her şey
kusurlu? Her şeyi efendinin iyi niyetine bırak! Rhineland adaleti Türk adaleti
kadar kusurludur. Dolayısıyla: Ye, iç!
Hakim ile sansürcü arasında ne fark vardır?
Sansürcünün yasası yoktur, efendileri vardır. Hakimin efendileri yoktur,
yasası vardır. Bununla beraber, hakimin görevi yasayı yorumlamaktır.
Sansürcünün görevi onun için resmi olarak yorumlanmış yasayı anlamaktır.
Bağımsız hakim ne bana ne de hükümete aittir Bağımlı sansürcü, hükümetin
bir aygıtıdır. 9
9
Türkiye ve benzeri ülkelerdeki hakimlerin ne kadarı böyledir acaba? Marx aynı ve
sonraki yıllarda, yazdıkları nedeniyle durmadan mahkeme önüne çıktığında,
hakimlerin de bu denli “bağımsız” olmadığını ve “yasayı yorumun” çıkar ilişkilerine
ve düşünsel yapıya bağlı olarak nasıl biçimlendiğini çok iyi anlamıştır. Yasal
düzenlemeler ekonomik ve siyasal pazardaki oyunun kaidelerini belirlerler. Yasayı
düzenleyenler gibi uygulayanlar da, bu oyunun egemenliğin yanında duran
parçalarıdır. Kuralların oluşturulması, ceza ve ödüllerin belirlenmesi, denetleme ve
uygulama için formal örgütlenmeler geliştirilir. Kapitalist mülkiyet düzeni ve ilişkileri
ulusal ve uluslararası egemenliğin karakterine bağlı olarak yasal yapılanmaları
oluşturur ve gerektiğinde değiştirir. Dolayısıyla, yasaları yapan güç ilk bakışta siyasal
olarak biçimlenmiş bağımsız bir organ olarak görünür. Aslında bu sadece bir
görünümdür. Yasaları yapan güç pazarın üstünde, pazarın dışında, pazarın çıkarlarına
karşı olan, pazarda hakkaniyet ölçülerine göre ilişkileri düzenlemeyi amaçlayan ve
düzenleyen bir güç değildir. Yasal güçler kendilerini böyle sunar ve sanabilirler, fakat
örgütlü yaşamın gerçeğinde, yasal düzenlemeler güç ilişkilerinin bir yansıması olarak
yükselir. Bu nedenle ki çalışma hakkı, insanca yaşama hakkı, barınak hakkı, yiyecek
ve giyecekten yoksun olmama hakkı, endüstrilerin talan etmediği ve kirletmediği
temiz çevrede yaşam hakkı, doğru bilgiye ve enformasyona ulaşma hakkı, okuma ve
hakkı, insanca kendini geliştirme hakkı, grev hakkı, gösteri ve yürüyüş hakkı ya hiç
düzenlenmemiştir ya da vermemek, engellemek ve insan hakları adı altında insan
haklarını çiğneyen egemenlikleri kontrol mekanizmalarıyla meşrulaştırmak için
düzenlenmiştir.
256 Karl Marx
KAYNAKÇA
Marx, K. (1974) On freedom of the press and censorship (Çev. Padover, S. P.).
New York: McGraw-Hill.
Hardt, H. (1992) Critical Communication Studies, history and theory in America. NY.
Routhledge.
Engels, F. (1869). Die Zukunft, No. 185 (August 11); Marx-Engels Archives at
Marksists.firetrail.com/archive/bio/amrx/eng-1869.htm.
Marx-Engels Archives: Marksists.firetrail.com/archive/bio/amrx/eng-1869.htm.
10
Sadece, Türkiye’de değil, birçok ülkede, basın yasası içinde olmayan, ama başka
yasalar içinde olan ve basının adı geçmese bile, basının yaptıklarını suç olarak
niteleyen diğer yasalar vardır.
İletişim kuram ve araştırma dergisi
Sayı 25 Yaz-Güz 2007, s.257-266
Forum
1
Marx, K. (1947) "Theses on Feuerbach" In The German Ideology, NY: International
Publishers.
Yöntem sorunu 259
Marx’ın yöntemi
Belirli bir ülkeyi ekonomi politik bakımdan ele aldığımız zaman, o
ülkenin nüfusunu, bu nüfusun sınıflara bölünmesini, kentlerde, köylerde,
deniz kıyısında dağılımını, ayrı ayrı üretim kollarını, ihracatı ve ithalátı, yıllık
üretim ve tüketimi, metaların fiyatlarını vb. incelemekle işe başlarız.
Mevcut önkoşulu oluşturan gerçek ve somutla işe başlamanın en doğru
yöntem olduğu sanılabilir, bu bakımdan örneğin ekonomi politikte, tüm
üretim toplumsal eyleminin temeli ve öznesi olan nüfusla işe başlamak doğru
gibi gözükür. Ama soruna daha yakından bakınca, bunun, bir yanılgı olduğu
anlaşılır. Örneğin nüfusu oluşturan sınıfları gözönünde tutmazsak, nüfus
denen şey, soyut bir kavramdan başka bir şey olmaz. Öte yandan, ücretli emek
gibi, sermaye vb. gibi sınıfların üzerine kurulu bulundukları öğeleri hesaba
katmazsak, bu sınıflar da boş sözcüklerden öte bir anlam taşımaz. Bu öğeler,
değişim, işbölümü, fiyatlar vb. varsayımına dayanır. Örneğin sermaye, ücretli
emek olmadan, değer, para, fiyat vb. olmadan hiç bir şey değildir. Demek ki,
incelemeye nüfusla başladığımız takdirde, bütünün kaos halinde bir
görünüşünü elde ederiz, oysa konuyu daha sınırlı ve belirli olarak
saptadığımızda, gittikçe basitleşen kavramlara varırız; somuttan gittikçe daha
ince ve ayrıntılı hal alan soyutlamalara geçeriz ve sonunda en basit
belirlemelere varırız. Buradan hareket ederek, yeniden nüfusa varana dek yolu
ters doğrultuda bir kere daha katetmek gerekir, ama bu kere nüfus, bir
bütünün kaos halinde görünüşü olmaktan çıkar, birçok belirlemelerin ve
1
Marx için bu deyiş sanki, maddi ve düşünsel olanın toplumsal üretiminin, üretimle
başlayan ve birbirini takip eden, birbirinden bağımsız safhalar olduğu anlamına
değildir asla. Üretim biçimi bunların hepsini içerir. Marx’ın üretim, dağıtım, dolaşım,
mubadele/alşveriş ve tüketim ile ilgili, daha önceki sayfalarda açıklanan görüşlerine
yakından bakılırsa, bunları bir bütünü oluşturan ve birbiriyle etkileşimde olan öğeler
olarak ele aldığı görülür.
Yöntem sorunu 261
ilişkilerin zengin bir toplamı haline gelir. Birinci yol, doğuşunda ekonomi
politiğin tarihsel olarak katetmiş olduğu yoldur. Örneğin, 17. yüzyıl
iktisatçıları, her zaman canlı bir toplum ile başlarlar: nüfus, ulus, devlet,
uluslar grubu; ama bunlar, her seferinde, işbölümü, para, değer vb. gibi bazı
belirleyici soyut genel ilişkileri tahlil yoluyla ortaya çıkarmaktan öte bir sonuç
elde etmemişlerdir. Tecrit halinde bu etkenler azçok saptanır saptanmaz ve
soyut olarak ifade edilir edilmez, emek işbölümü, gereksinme, değişim-değeri
gibi basit kavramlardan hareket eden ve devlete, uluslararası değişime ve
dünya pazarına kadar varan ekonomik sistemler başlamış olur. Bu sonuncu
yöntem, besbelli ki, doğru bilimsel yöntemdir. Somut, çok sayıda
belirlemelerin sentezi olduğu için, bu yüzden de çeşitli öğelerin birliğini,
temsil ettiği için somuttur. Onun için somut, gerçek hareket noktası olmasma
karşın, ve bunun sonucu olarak aynı zamanda konunun ilk bakışta
görünüşünün hareket noktası olmasına karşın, düşüncede, o, bir hareket
noktası olarak değil, sentez süreci olarak, sonuç olarak görünmektedir. Birinci
yöntem, görünüşün bütünlüğünü soyut bir belirlemeye indirgemiştir; ikinci
yöntemle, soyut belirlemelerin düşünce yoluyla somutun elde edilmesine
varılır. Onun için Hegel, gerçeği, kendi içinde yoğunlaşan, kendi kendine
derinleşen, kendi kendine hareket eden düşüncenin bir sonucu olarak gördü,
oysa soyuttan somuta yükselmeden ibaret olan yöntem, düşünce için, somutu
benimseme, onu düşünülmüş bir somut biçiminde yeniden üretme tarzından
başka bir şey değildir. Ama burada somutun kendisinin doğuşu süreci
sözkonusu olamaz. Örneğin en basit iktisadi kategori, diyelim ki, değişim-
değeri, nüfusu gerektirir, belirli koşullar altmda üretimde bulunan bir nüfusu;
belli cinsten aileye ya da komünü ya da devleti vb. gerektirir. Değişim-değeri,
ancak, somut, canli ve önceden varolan bir bütünün tek yarılı ve soyut ilişkisi
biçiminde varolabilir. Bilinç için -ve felsefi bilinç öyledir ki, onun için
kavrayışa varan düşünce, gerçek insanı teşkil eder ve bunun sonucu olarak da,
ancak kavranan bir dünya, gerçek bir dünya olarak görünür- evet bilinç için,
kategorilerin hareketi -dıştan basit bir dürtü alan- ve sonucu dünya olan
gerçek üretim eylemi olarak görünür; ve bu da somut toplamın düşünülen
toplam olarak, somutun beyinde temsili olarak gerçekten düşüncenin,
anlayışın bir ürünü olduğu ölçüde doğrudur (ama bu da, bir totolojiden başka
bir şey değildir); ve bu dünya, kendi kendine meydana gelen, gözle
görülebilen görüntünün dışında ve üstünde düşünülen kavramların ürünü
değildir, gözle görülenden hareket edilerek varılan kavramların
düşünülmesinden meydana gelen bir üründür. Bunun bütünü, zihinde
262 Karl Marx
düşünülmüş bir toplam olarak göründüğü biçimde, kendisi için mümkün olan
biricik tarzda, bu dünyanın sanat, din, pratik zekâ yoluyla benimsenmesinden
farklı olan bir tarzda dünyayı benimseyen düşünen beynin bir ürünüdür. Sonra
daha önce olduğu gibi, gerçek özne, zihnin dışında bağmısızliğı içinde
varlığını sürdürmektedir; ve bu, zihnin salt spekülatif, salt teorik bir faaliyette
bulunduğu sürece böyledir. Demek ki, teorik yöntemin kullanılmasında da,
öznenin, toplumun, ilk veri olarak ıihinde devamlı hazır bulunması gerekir.
Ama bu basit kategoriler tarihsel ya da doğal nitelikte ve daha somut olan
kategorilerden once gelen bağımsız bir varlığa da sahip değil midir? Duruma
göre, örneğin Hegel, hukuk felsefesini, öznenin ne basit hukuki ilişkisini
oluşturan tasarrufla başlatırken haklıydı. Ama, aile anlamadan, çok daha
somut ilişkiler olan efendi ilc köle arasındaki ilişkiler olmadan, tasarruf da
olmaz. Buna karşılık, henüz ancak tasarruf aşamasında olup, mülkiyet
aşamasına ulaşmamış olan ailelerin, kabile topluluklarının varolduğunu
söylemek doğrudur. Demek ki, mülkiyet konusunda en basit kategori, basit
aileler ya da kabileler toplulukları ilişkisi olarak görünmektedir. Daha yüksek
bir aşamaya varmış olan toplumda mülkiyet, daha gelişmiş bir örgütlenmenin
daha basit bir ilişkisi olarak görünmektedir. Ama her zaman tasarruf ilişkisi
olarak ifadesini bulan somut bir taban varsayılır. Tasarrufta bulunan tecrit
edilmiş bir vahşi düşünülebilir. Tasarrufun aile biçimine kadar tarihsel
bakımdan evrime uğradığı doğru değildir. Tam tersine, tasarruf, bu "daha
somut hukuki kategorinin" varlığını varsayar. Bununla birlikte basit
kategoriler de, daha somut kategoride fikri ifadesini bulan daha karmaşık
ilişki ya da bağıntı sözkonusu olmadan, henüz gelişmemiş olan somutun
içinde gerçekleşebildiği bağıntı ifadesidir. Para, sermayenin meydana
gelmesinden önce, bankaların, ücretli emeğin vb. meydana gelmesinden önce
tarihsel bakımdan olabilirdi ve vardı. Demek ki, daha basit kategorinin daha
az gelişmiş bir bütünün egemen bağıntılannı ifade edebildiğini ya da, tersine
bütünün daha somut bir kategoride ifadesini bulacağı doğrultusunda
gelişmesinden önce tarihsel bakımdan varlığını sürdürmekte olan daha
gelişmiş bir bütüne bağlı ilişkileri ifade edebildiğini söyleyebiliriz. Daha
basitten daha karmaşığa yükselen soyut düşüncenin seyri, bu ölçüde gerçek
tarihsel sürece tekabül eder.
Öte yandan, örneğin kooperatif biçim gibi, gelişmiş bir kinin soyut ifadesi
bulunduğu sanısına varılabilir. Bu, bir anlamda doğrudur. Bir başka anlamda
doğru değildir. Belirli çok gelişmiş bir emek türüne karşı kayıtsızlık, hiç biri
mutlak olarak egemen durumda bıılunmayan bir gerçek emek türleri
Yöntem sorunu 263
Forum
Siyasal ekonomi
Engels (1843) Özeti yapıtında, siyasal ekonominin çıkışını ticaretin
gelişmesi ve lisanslı sahtekarlık sisteminin (zenginleme biliminin)
gelişmesiyle açıklar. Siyasal ekonomi farklı varsayımlardan hareket eder ve
iki temel şeyi ifade eder:
(a) Birincisi, siyasal ekonomi “economics” denilen disiplinin 19. Yüzyılın
sonunda çıkmasından önce, ekonomiyi inceleyen disiplindi. İsim değişikliği
bu iki disiplinin odaklanma alanlarını yansıtır. Klasik siyasal ekonomi emeği
ekonomik değerin kaynağı olarak düşünen bir teoriye dayanıyordu. Bu
teorinin yaratıcıları, özellikle Adam Smith, David Ricardo ve Alfred Marshall,
serbestlik doktrini (laissez passer laissez faire) ve ekonomik kâr elde etme ile
ilgili yorumlarında var olan egemen sistemi evrenselleştirdi, doğallaştırdı ve
meşrulaştırdılar. Robertson’dan Marx’a kadar ve sonraki Marksist düşüncede
olan siyasal ekonomistler kapitalist sistemde üretilen ekonomik değerin
temelinin (kârın orijininin) emeğin sömürüsü olduğunu belirterek egemen
sistemin meşruluğunu, dolayısıyla siyasal ekonominin doğallaştırdığı ve
evrenselleştirdiğini soruşturdular.
Görüldüğü gibi siyasal ekonomi kavramı sadece Marksizm’e ait değildir.
Dolayısıyla, her siyasal ekonomi incelemesi, eleştirel görünse bile, Marksist
bir analiz karakteri taşımaz.
(b) İkincisi, siyasal ekonominin siyasal yanıdır: Bu yanla, siyasal ekonomi
toplumlardaki kurumlar ve güç ilişkilerini, ve bunların gereksinimlerimizi
tanımlamamızı ve karşılamamızı nasıl etkilediklerini inceler. Bu bağlamda,
kitle iletişim araçlarının ne denli özel bir yere sahip olduğu ortaya çıkar.
Dikkat edilirse, burada siyasal ekonomi incelemesinin altında yatan temel
268 Forum
That conclusion would seem to be the case as long as one ignores Murdock.
Garnham's decision to overlook the one person arguing for integration and
using a nonjudgmental tone suggests that Murdock may be the only
contributor believing that a conversation is the colloquy's purpose. For
Garnham, Grossberg, and Carey, the purpose seems to be the exchange of
insults, accusations, and predictable arguments. For Garnham and
Grossberg, the exchange is but one more debate in a now-ritualized combat
between political economy and cultural studies, the latter understood as "the
sort of thing" done by Hall and Grossberg.
Cultural studies sees itself as critically revealing the workings of dominant
ideology in mediated texts and in social relations. Further, it traces the ways
that ordinary people resist capitalism by appropriating media content,
consumerist activities, and social identities. That form of appropriation is
deeply subversive, ever when it appears submissive to capitalist values. The
counter-stereotype is that cultural studies is so focused on finding
oppositional meanings in texts and behaviors that it can no longer discern
the real workings of the dominant ideology, the system of hegemony, or the
economic interests that generate media texts in the first place.
Generating matching stereotypes for political economy is easy. From within
the paradigm, political economy celebrates itself as nonreductive, power-
focused, and critical. Political economy reveals the workings of capitalism
in industrial structures and political systems that generate the proverbial
playing field in which people consume media, make meanings, and work
for a living. Media industries are in the business of creating entertainment
that earns revenues primarily from advertisers. The resulting "texts" reflect
the demands of advertisers, not audiences. Political economists unmask and
demystify the media, thereby empowering people to see beyond the surface
claim that what we see is what we want. The counter-stereotype sees
political economy as so focused on generating models of huge, monolithic,
omnipotent corporation that action is futile.
Beyond Murdock, who has integrated cultural studies and political economy
for at least two decades, other critical scholars whose research has
addressed these intersections are worth noting… In her study of the contrast
between the populism of D. W. Griffith's early films and the reactionary
sentiments of his later films, political economist Janet Wasko (1978)
connected the shift in Griffith's ideological stance to his increasing
dependence on banks for financing and the banks' increasing control over
Griffith's scripts. Todd Gitlin's book (1983) on prime-time television traced
the corporate politics and network strategies that combine to shape the
contents and the aesthetics of television programs. In their books on
commercialization, Robin Anderson (1995) and Matthew McAllister (1996)
discussed the increasing interconnection of media makers, distributors, and
advertisers with extensive analysis of particular images, claims, and
narratives in order to demonstrate the effect of economic concentration on
the content of media artifacts.
Siyasal ekonomi ve kültürel incelemeler 279
stop speaking it to each other, and it is only a matter of time until we stop
looking for it, or even recognizing it. This tendency to compromise our
vision to accommodate the interests of the powerful – to censor ourselves –
may well be the most dangerous and reactionary idea of them all, and one
that we can and must abolish.
KAYNAKÇA
Hall, S. (1992) Cultural studies and its theoretical legacies. In Cultural studies, edited
by Lawrence Grossberg, Cary Nelson, and Paula Treichler, 277-94. New York:
Routledge Kegan Paul.
Grossberg, Lawrence. 1995. “Cultural studies vs. political economy: Is anybody else
bored with this debate?” Critical Studies in Mass Communication 12 (1): 72-81.
Skjerdal, T. S. (1998). Structures vs. interaction, political economy vs. cultural
studies. Centre for Cultural and Media Studies, University of Natal.
Hardt, H. (1997). “Beyond cultural studies - recovering the 'political' in critical
communications studies”. Journal of Communication Inquiry, 21 (2):70-79.
Hartley, J. (1991). “Popular Reality: A (Hair)Brush with Cultural Studies.
Continuum:” The Australian Journal of Media & Culture, 4 (2).
Kellner, D. (2008)). Critical Theory Today: Revisiting the Classics.
http://www.gseis.ucla.edu/faculty/kellner/essays/criticaltheorytoday.pdf.
Sussman, G. (1999). “Special issue on the Political Economy of Communications.”
Journal of Media Economics, 12(2): 85-87.
McChesney, R. (2000). “The political economy of communication and the future of
the field.” Media, Culture & Society, 22: 109-116.
Meehan, E. R. (1999). “Commodity, culture, common sense: media research and
paradigm dialogue.” The journal of media economics, l2(2), 149-163.
Garnham, N. (1995a). “Political economy and cultural studies: Reconciliation or
divorce?” Critical Studies in Mass Communication, 12, 62-71.
Garnham, N. (1995b). “Reply to Grossberg and Carey.” Critical Studies in Mass
Communication, l2, 95-100.
Grossberg, L. (1995). “Cultural studies vs. political economy: Is anyone else bored
with this debate?” Critical Studies in Mass Communication, 12, 72-81.
Stabile, C. A. (1995). “Resistance, recuperation, and reflexivity: The limits of a
paradigm.” Critical Studies in Mass Communication, 12, 403-22.
McLaughlin, Lisa (1999). “Beyond “Separate Spheres”: Feminism and the Cultural
Studies/Political Economy Debate.” Journal of Communication Inquiry 23(4):
327-354
İletişim kuram ve araştırma dergisi
Sayı 25 Yaz-Güz 2007, s. 281-295
Toplantı değerlendirme
1
Bunun anlamı, izleyicinin rasyonel, mantıklı, istediğini çok iyi bilen, tercihlerini
kendisi için doğru nedensellik bağları kurarak ve sonuçlar çıkararak yapan birey
olduğu değildir. Olabilirler de, olmayabilirler de. Burada amaç, izleyiciyi savunmak
değil, “halka istediği veriliyor” diyenlerin yanlış olduğunu (somut koşuldaki duruma
göre, dürüst olmadığını veya vicdanını parayla kirlettiğini veya ne dediğini
bilmeyecek kadar cahil olduğunu veya diğer bir çok bireysel durumu) açıklamaktır.
284 Toplantı değerlendirme
2
Kaynak: Neil Hickey (1998). “Money Lust”, Columbia Journalism Review,
http://backissues.cjrarchives.org/year/98/4/moneylust.asp
3
Kaynak: Erdoğan, İ. Alemdar, K. ve (Open Reality, p. 84)
RTÜK: izleryici değerlendirme 287
4
Bu “çöplük” olarak nitelediklerimin hepsi de, aslında, geniş kitleleri yönetmede çok
işlevsel olan “bilinç ve davranış yönetimi” araçlarıdır. Bu “çöplük” dediklerim,
aslında yöneten güçler için çok değerlidir. Enformasyon, bilgi, haber, eğlence, eğitim,
RTÜK: izleryici değerlendirme 289
Bilmek ve bilmemek
Toplantıda “çözüm ne?” denildi ve yanıt olarak da “izleyicilerin eğitimi”
verildi. Benım yanıtım, “çözüm üretilen çöplükleri üretmeyin” oldu. “Bu
çözümü biliyorlar mı? Medyada bu üretimi yapanlar çok yaratıcı insanlar.
Çözümü çok iyi biliyorlar, ama yapmıyorlar, yapmazlar, yapamazlar.”
Bilmemek, aptallaştırılmış olmak, yanlış olmak, yanlış bilmek veya yanlış
yapmak asla suç değildir. İnsanın insan olma özelliği yaptıkları, bildikleri,
düşündükleri üzerinde düşüncesini yansıtabilmesidir. İşte bu yansıtabilme
nedeniyle ki insan tarihi, toplumu, savaşı ve barışı, iyiliği ve kötülüğü, özlüce
insanlık durumunu yaratır, sürdürür ve değiştirir. Aşağıdaki örnekteki kadın
“gerizekalılaştırma” ve “tehlikeli bilgiç cahiller yaratma sürecinin” ne
olduğunu ve düşünen insanın bundan kurtuluşuna bir örnektir:
Şili’de fakirlik, pislik, çamur, işsizlik, sefalet, hastalık ve çaresizlik
içindeki gecekondu semtlerinden biri. Sel gelmiş ve selden sonra üniversite
RTÜK: izleryici değerlendirme 291
6
Aktaran Erdoğan, İ. ve Alemdar, K. (2005) Kültür ve İletişim. Erk: 2005.
292 Toplantı değerlendirme
7
Gouldner, A.W. (1970: 103), The coming crisis of Western sociology. NY: Basic.
8
Bu nedenle ki, örneğin, bilimsel dilde, hırsıza ve sahtekara, hırsız ve sahtekar
diyemezsin, çünkü bu kavramları bilimde kullanamazsın; bu kavramlar “bilimsel dil
değil” denerek kullanılmaz, kullanan da yerilir. “Değer yargısızlık” diye getirilen bir
bilimsel yapının bir kısmına “aşağılık, sahtekar, geri-zekalı” diyemezsin, dersen
bilimsel olmazsın. Bilimin “nesnel dilini” kullanmalısın. Bilim bu tür değer yargılı
kavramları kullanmaz, çünkü kullanırsa, bilim yapanların bir kısmının “ne mal
olduğu” da ortaya çıkabilir. Bilimin en önde gelen amacı belirsizlikleri ortadan
kaldırmaktır. Belirsizliği ortadan kaldırmak, aynı zamanda, dil denen “ortak şifreler
sistemini” kullanmaktır. Bilimin dili ile toplumun dili ayrı, farklı iki şey değildir.
Bilimin kullandığı kavramlar ve sunduğu anlatılar, belirsizliği ortadan kaldırma
yerine, daha çok belirsizlik yaratırsa, bilim amacına ulaşmaz. Elbette bilimin
kullandığı kodların bazılarını, bu kodlar “sınırlı kodlar” olduğu için herkesin
anlayacağı beklenmez. Bu normaldir. Fakat bunun anlamı, sosyal bilimin dili ile
halkın dilinin veya gündelik dilin ayrı iki dil olduğu, dolayısıyla, bilim adamının
gündelik dili kullanamayacağı, kullanmaması gerektiği anlamına değildir. Örneğin,
geri-zekalılık bir biyolojik “durumu anlatır ve buna kibar olarak “zihinsel özürlü”
olma denir. Her iki kod da kullanılabilir. Geri-zekalılık, aynı zamanda, işlenmiş
bilişlerle ve bu bilişlere insanın aktif olarak katılmasıyla yaratılan bir “bilişsel
durumu” anlatır. Dolayısıyla, moda, soda, içecek, reklam ve medya endüstrileriyle ve
“özel dersane eğitimiyle” bilişleri ergenlık çağında dondurulmuşlardan bazılarının
“izleyici araştırmaları yapmayı, izleyicinin ne istediğini bilme” sanmaları normaldir.
Bu “normal” duruma “gerizekalılık” ve bu “normal” durumu “izleyiciye istediğini
veriyoruz, bir programın kalmasını ve gitmesini, reyting yoluyla sağlayan
izleyicilerdir” diyerek bilgiçlik taslayana da “geri zekalı” demek, hakaret değildir, bir
“bilişsel durumu” herkesin anlayacağı bir ortak şifreyle açıklamak demektir. Ama,
kendinin olmayan duyarlılıklarla doldurulmuş ve bu duyarlılıkları kendinin
duyarlılıkları sananlar, “geri-zkealı” kavramını duyduklarında, bu duyarlılıkları
harekete geçer ve “geri-zekalıllık” kavramını “hakaret” olarak nitelerler. Bir gerçeği
ortadan kaldırmanın bir yolu da, onu “önyargı” veya “bilimsel dil” değil” diye
niteleyerek, yanlış saymaktır. Yanlışın doğrunun yerini aldığı yerde, doğrunun yanlış
olarak nitelenmesi kaçınılmazdır. (Elbette, “gerizekalı” kavramı “hakaret amaçlı”
olarak da kullanılabilr. “Akıllı” kavramının da hakaret olarak kullanılabildiği gibi).
RTÜK: izleryici değerlendirme 293