You are on page 1of 301

Sayı 25 Yaz-Güz 2007

G. Ü. İ. F. adına sahibi Prof. Dr. Kadri Yamaç


Sorumlu yazı işleri müdürü Prof. Dr. Korkmaz Alemdar
Editör Prof. Dr. İrfan Erdoğan

Yardımcı editörler
Doç. Dr. Bilal Arık Gazi Üniversitesi
Yrd Doç. Dr. Gökhan Atılgan Gazi Üniversitesi
Yayın kurulu
Prof. Dr. Levent Kılıç Anadolu Üniversitesi
Prof. Dr. Ümit Atabek Akdeniz Üniversitesi
Prof. Dr. Konca Yumlu Ege üniversitesi
Doç. Dr. Hamza Çakır Erciyes Üniversitesi
Prof. Dr. Merih Zıllıoğlu Galatasaray Üniversitesi
Prof. Dr. Yüksel Akkaya Gazi Üniversitesi
Prof. Dr. Nazife Güngör Gazi Üniversitesi
Prof. Dr. Hülya Yengin Kocaeli üniversitesi
Prof. Dr. Raşit Kaya ODTÜ
Doç. Dr. Ayhan Selçuk Selçuk Üniversitesi
Prof. Dr. Bayram Kaya Manas Üniversitesi, Kırgızistan
Prof. Dr. Dan Schiller University of Illinois, USA
Prof. Dr. Vincent Mosco Queen’s University, Canada
Prof. Dr. Stuart Ewen CUNY, USA
Prof. Dr. Douglas Kellner UCLA, USA

Kapak ve sayfa tasarımı


İrfan Erdoğan

ISSN: 1302-146x
Copyright © Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi. Tüm hakları saklıdır
Yayın ve türü: Yılda iki kez basılan hakemli, yaygın, süreli bir dergidir.
Yönetim merkezi ve adresi: Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi, 06510 Emek, Ankara
Tel: 90 312 212 6495 Fax: 0 312 212 1832
e-mail: iletisimdergisi@gazi.edu.tr
Yayın tarihi: 15 Şubat 2008
Basım yeri: Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi Basımevi, Emek, Ankara.
Dergi Politikası
1983 yılından beri “İletişim” başlığıyla çıkan İletişim Dergisi iletişim
kuram ve araştırmalarına odaklanan bir sosyal bilimler dergisidir. Dergi
farklı kuramsal yaklaşımlara ve inceleme yönelimlerine açık bir karaktere
sahiptir; Türkiye ve dünyada iletişim konularının akademik tartışması için
bir forum oluşturur; iletişim alanında kuramsal ve yöntem bilimsel olarak
zengin bilgi kazanımı ve gelişmesine katkıda bulunarak toplumsal
bağlamda faydalı bilginin oluşmasına ve gelişmesine katkıda bulunmayı
amaçlamaktadır.

Journal’s Policy
The Journal of Communication Theory and Research, launched in 1983
and formerly published under the title Communication, is a social science
journal focusing on theory and research on communication. The journal is
dedicated to present competing theoretical approaches and study
orientations; to develop a forum for the scholarly discussion of
communication issues in Turkey and around the world in order to further
the field; to expand the frontiers of knowledge by contributing to the
literature on communication; to perform its role in the development of
theoretically and methodologically enriched multidisciplinary body of
knowledge on communication.

Makale Sunumu
Makale göndermek isteyenler kesinlikle web sayfasındaki makale ve
diğer yazıları sunma koşullarını okumalıdır. Makalenin bir kopyası PC
word formatında hazırlanmalı ve “iletisimdergisi@gazi.edu.tr” adresine
bir niyet mektubuna eklenerek gönderilmelidir. Editör makaleyi
okuduktan sonra ya değerlendirmeleri için iki hakeme gönderir ya da
değişiklik önerileriyle yazara geri yollar. Yazar, isterse yaptığı
değişikliklerle makaleyi göndererek süreci yeniden başlatabilir.
Makalenin formatı kesinlikle Dergi’nin belirlediği kurallara uymalıdır.
Fazla bilgi için derginin web sayfasına ve son sayılarından birine bakınız.

Submissions
Manuscripts submitted for publication consideration should be sent in
digital form. Digital copy of a manuscript and inquiries of an editorial nature
should be e-mailed (iletisimdergisi@ gazi.edu.tr). Please insure that the digital
version of the submission is virus-free and created in PC Word format, not
Macintosh. The digital copy should be double-spaced, and titles, text,
references and formatting should follow the style guidelines of the journal.
Editörün notu

Bu sayıda altı makale sunuldu.


İlk makalede Tuba Duruoğlu günümüzde hemen her ülkede sürekli
gündemde olan terör konusuyla ilgili önemli bir yanı ele almaktadır: Medyada
terörün sunumunun karakteri. Bu amaçla 11 Eylül olayının sunumunu ideoloji
etkeni bağlamında incelemektedir. Terörün, sadece fiziksel yok etme ve kendi
vücudunu bile bu amaçla feda etme ile gelen "kanlı şiddet" faaliyetine
indirgendiği ve bu indirgemeyi sürekli destekleyen ve normal bir insanın
anlamakta zorluk çektiği "suçsuz ve sorumlu olmayan insanların" hayatlarını
kaybetmesine neden olan olayların sergilendiği bir dünyada yaşıyoruz. Tuba
Duruoğlu’nun bu makalesi bize haberciliğin toplumsal sorumluluk (ve
sorumsuzluk) bağlamında ne denli ciddi bir pratik olduğunu göstermektedir.
İkinci makale "meşrulaştırılmış örgütlü terörün" bir başka biçimini ele
almaktadır: Bir ülkenin "demokrasinin inşası" bahanesiyle işgal edilmesi. Gül
Keçelioğlu Zorcu ABD-Irak’a savaşında Hürriyet’teki sunumun karakterini
incelemektedir. Makalenin önemi, Hürriyet gibi popüler karakterde olan ve
geniş kitleler tarafından okunan bir gazetede insanlara sunulanın içeriksel
doğasının irdelenmesinde yatmaktadır.
Üçüncü makale bir başka tür egemenliğin kurulması ve sürdürülmesi ile
ilgili olan önemli bir konuyu incelemektedir: Makalede, Kemal İnal
Türkiye’de toplumbilim kitaplarında iletişim konusuna yer verilmesiyle ilgili
genel bir inceleme yapmaktadır. İncelemede, sosyoloji yapıtlarında iletişimin
ele alınışının az olduğunu fakat giderek arttığını görmekteyiz. Aynı zamanda,
sosyoloji kitaplarıyla ilgili olarak verilen bilgilere bakıldığında, Amerikan
sosyolojisinin, farkında olarak veya olmayarak, baştan beri egemenliğinin
olduğu görülmektedir. Yaygınlaşan bu egemenlikle birlikte, doğal olarak
Amerikan türü iletişim anlayışının bu kitaplarda da temsili artacaktır. Makale
ilk kez böyle bir temel bilgi vermesi bakımından önem taşımaktadır.
Dördüncü makalede Mehmet Cem Baykal Türkiye'de özellikle 1990’dan
beri frekansları gasp eden ve artan bir şekilde sorumsuzca yayın yapan yayın
endüstrisinin "toplumsal kontrolü" sorununu ele almaktadır. Makalede yayın
ilkelerinin ihlâli ile yaptırım uygulamasında ortaya çıkan sorunlar, özellikle
yasal yapılanma ve bu yapılanmanın uygulanması sorunları bağlamında
incelenmektedir. Gerçi makale oldukça iyimser beklentiler ve öneriler ile
gelmektedir, fakat sadece kendi çıkarlarına karşı sorumluluk hisseden güçlerin
kontrolünün ne denli zor ve kontrol olasılığının ne denli az olduğunu, bu
makaleyi okuduktan sonra çok daha iyi anlayacağız.
Beşinci makalede Ruhdan Uzun, kalıcılığını sürdüren ve giderek daha da
ciddi soruna dönüşen bir konu üzerinde duruyor: İletişim fakültelerinde
kontenjan ve mezunların istihdam sorunu. Makale bu bağlamda bize bazı
önemli nicel verilere dayanan bilgiler vermektedir.
Son makalede, Şemsettin Küzeci Irak medyası hakkında hem temel
bilgileri veriyor hem de Irak’daki medya pratikleri ve öldürülen iletişim
profesyonelleriyle ilgili olarak bizi aydınlatıyor.
Geçen sayının Forum bölümünde kapitalist sistemi incelikle savunan ve
bu savunuyu yaparken “cehaleti yeniden-üreterek ve insanları birbirine
düşürerek baskıcı bir sistemi eleştiren, bu eleştiri nedeniyle, içlerinden, çok az
da olsa bazıları “bölücü” ve hatta “vatan haini” olarak suçlanan ve iletişim
alanında önemli yeri olan birkaç akademisyenin, yüzeyde bilinen fakat çoğu
kişi tarafından okunmadığını tahmin ettiğimiz yazılarından alıntılar sunuldu.
Bu yazılar 1950 öncesi yazılmış klasik metinlerdi. Bu sayıda Forum bölümü
tarihsel ve diyalektik materyalist yaklaşımda “doğru bilinmesini”
düşündüğümüz insan, toplum ve iletişimle ilgili önemli bilgilere verildi. Bunu
yaparken Karl Marx’ın anlayışı temel alındı.
Okumak ve anlamaya çalışmak zevk olmaktan çıktığında ve okuma
“parasal fayda getiren pratik iş” içinde değerlendirildiğinde, ne yazık ki, insan
insan olma karakterini biraz daha yitirmektedir. Bu yitiriliş, bilgiçlik taslayan
cehaletin bilinçli olarak yaygınlaştırıldığı 21. yüzyılda giderek artmaktadır.
Buna bir de, öznel çıkarı için tüm insanlık değerlerini, iyi olan her şeyi
çiğnemeye hazır olan, sadece alan ve kullanan, ve almadığı ve kullanmadığı
zaman kolayca atan, en küçük bir vefa ve dostluk duygusu taşımayan insan
tipinin yaygınlaşması eklenince, durum daha da vahimleşmektedir.
“Daha iyi bir dünya için” demek gittikçe zorlaşıyor.
Radyo spikerleri “iyi kazançlar, bol kazançlar” temennileriyle kapatıyor
programlarını… “Kazanma” anlayışının dayandığı temel, insanlığın dayandığı
temelin de göstergesidir.
Tüfek icat olduğu için mertlik bozulmadı. Bozulan mertlik tüfeğe
gereksinim duydu ve tüfek icat edildi.
Televizyonun durumu, izleyici böyle istediği için değil, “izleyici böyle
istiyor” diyenlerden dolayıdır.

İrfan Erdoğan
Sayı 25 Yaz-Güz 2007

MAKALELER

Tuba Duruoğlu
Haber yapmada ideoloji etkeni:
11 Eylül olayı üzerine bir inceleme................................................... 1

Gül Keçelioğlu Zorcu


Hürriyet’in Irak Savaşı'nda tarafların orduları hakkındaki
görsel sunumu ................................................................................ 43

Kemal İnal
Türkiye’de toplumbilim kitaplarında iletişime verilen yer ............... 57

Kemal Cem Baykal


Radyo ve televizyonda yayın ilkelerinin
ihlâli ile yaptırım uygulaması sorunları........................................... 85

Ruhdan Uzun
İstihdam sorunu bağlamında Türkiye’de iletişim eğitimi
ve öğrenci yerleştirme .................................................................. 117

Şemsettin Küzeci
Irak'ta kitle iletişimi: 2003-2007 ................................................... 135
FORUM

Forum hakkında ................................................................................. 149

İrfan Erdoğan
Temel Bilgiler: Eleştirel yaklaşımlarda iletişim anlayışı................ 153
Bilim, insan ve iletişim .......................................................... 153
Maddi hayatın üretimi ............................................................ 157
Düşünselin üretimi: ideoloji ve kültür..................................... 166
Materyal ve düşünsel ilişkisi: kurulan yanlış bağlar ................ 192

Karl Marx
İnsan, toplum ve iletişim .............................................................. 199
İnsan ve toplum ..................................................................... 199
Materyalin üretimi ................................................................. 200
Düşünsel ve üretimi ............................................................... 209
Materyal ve düşünsel üretim bağı ........................................... 216
İletişim .................................................................................. 219
Basın özgürlüğü ve sansür ............................................................ 229
Yöntem sorunu............................................................................. 257

Garnham, Murdock, Grossberg, Carey, Hardt, Meehan


Siyasal ekonomi ve kültürel incelemeler çatışması ....................... 267

TOPLANTI DEĞERLENDİRMESİ
RTÜK: Türkiye’de İzleyici ve Dinleyici Ölçümleri ..................... 281
İletişim kuram ve araştırma dergisi
Sayı 25 Yaz-Güz 2007, s.1-42

Makale

Haber yapmada ideoloji etkeni:


11 Eylül olayı üzerine bir inceleme
Tuba Duruoğlu1

Öz: Bu çalışmada 11 Eylül 2001 tarihinde ABD’de Dünya Ticaret merkezi ve


Pentagon binasına yapılan uçak saldırıları örnek olay olarak seçilmiş ve bu olayın
Türk basınında nasıl haber yapıldığı incelenmiştir. Bunun için ideolojileri birbirinden
farklı olduğu bilinen iki gazete seçilmiştir: Egemen basından Hürriyet ve İslamcı
basından Akit. Bu gazetelerin, olaydan sonra iki aylık süre içinde (12 Eylül-12
Kasım), olayla ilgili yaptığı tüm baş sayfa haberlerinin başlıkları, içerikleri ve haberde
görüşlerine yer verilen kişilerin/kurumların iletileri, gazetelerin olaya ilişkin bakış
açılarını ölçebilmek amacıyla öncelikle ilişki testine tabi tutulmuştur. Sonuçta
gazetelerin ideolojisi ile 11 Eylül terör olayını haber yapmadaki tutumları arasında
anlamlı bir ilişki tespit edilmiştir. Gazete haberlerinin başlıklarından, içeriklerinde ve
haberlerde görüşlerine yer verilen kişilerin/kurumların iletilerinden örnekler
verilmiştir. Nicel ve nitel bu bulgular aracılığıyla; Hürriyet 11 Eylül terör olayı
haberlerini ABD’yi ve politikalarını destekler bir tutumla hazırladığı, Akit ise aksi bir
tutumla ABD’ye ve politikalarına karşı haberler yaptığı bulunmuştur.
Anahtar kelimeler: Terörizm, gazeteler, 11 Eylül, ideoloji

Ideology factor in news-making: A study on the October 11 event


Abstract: This article studied the ideology factor in the news. The September 11
problem was chosen as a case study to determine the coverage differences between
Hürriyet and Akit. All of the first page news of these newspapers during the two
months period after the September 11th were selected for investigation. Three
hypotheses were tested. Newspaper headlines, main text and the sources of
information were analyzed Findings supported all three hypotheses: there are
significant differences between the newspapers. It was found that Hürriyet mostly
support the USA, whereas, Akit are mostly against the USA.
Keywords: terrorism, newspapers, ideology, Semtember 11.

1
Yüksek lisans mezunu, Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi.
e-posta: tbdrgl78@yahoo.com
2 Tuba Duruoğlu

GİRİŞ

Kitleleri etkileyip yönlendirmede işlevsel araçlardan en eskisi yazılı


basındır. Gazete ile gerçek basitçe yeniden üretilmez, belli amaçlara uygun bir
biçimde yeniden inşa edilir. Gerçeğin inşası, gerçek olana ilişkin temsilin
içinde oluştuğu dilsel pratikler dolayımı ile taşınır ve üretilir. Bu süreç, seçme
ve sunma, yapılandırma ve biçimlendirme işlemlerinin bütününü içine alır.
Gazetede haber inşasıyla biçimlendirilen içerik, aynı zamanda, profesyonel
ideolojilerin paketlenmiş karakterini taşır. İdeoloji, farklı insan gruplarının
kendi pratiklerini tecrübe ettikleri, bu pratiklere belli türde bir anlam
verdikleri, açıklamalar getirdikleri ve belli bir imgesel tutunum kazandırmak
için düşünceleri kullandıkları gerçekliği şifreleyen düşünsel yapıyı anlatır
(Hall, akt. Küçük, 1999b:208; Veron, akt. Dursun, 2001:79). Bu bağlamda
ideoloji, toplumsal açıdan önemli belirli bir grubun ya da sınıfın içinde
bulunduğu duruma ve hayat deneyimlerini simgeleyen fikirlere karşılık gelir
ve 'dünya görüşü' kavramına yakınlaşır. Buradan da şöyle bir tanıma
varılabilir: İdeoloji, çıkar çatışması durumlarında toplumsal grupların
çıkarlarının meşrulaştırılması ve desteklenmesi sürecindeki söylemsel bir
mücadele alanıdır (Thompson, Eagleton, akt. Dursun, 2001). Gazeteler
kapitalist sermayenin egemen olduğu yönetimsel bir egemenliğin
sürdürüldüğü mücadele alanıdır. Gazete dahil, tüm günlük yaşamda
ideolojinin anlam üretmek için işlendiği temel ortam dil pratiğidir: Dil
anlamın üretildiği araçtır. Dil pratik bilinçtir; bilinç gibi, sadece
gereksinimlerle, zorunluluklarla ve öteki insanlarla ilişkilerle gelişir (Marx ve
Engels, 1846: 15, 20, akt. Erdoğan ve Alemdar, 2005). Dolayısıyla dil,
(Hackett’in belirttiği gibi 1997:44) söylemsel olmayan nesnelerin dünyasına
doğrudan atıfta bulunabilen tarafsız bir aktarım aracı değil, fakat yapılandıran,
gerçekliği kuran bir araçtır. Tüm söylem süreçleri ideolojik sınıf ilişkilerinden
kaynaklanırlar (Pecheux, akt. Dursun, 2001:49; Said, 1994). Gazetecilikte,
profesyonel pratiklerin ideolojisi ve bu ideolojinin “içinden geçerek kendini
anlattığı dili”, egemenlik ve mücadelenin belli zaman ve yerdeki koşulunu
yansıtır. Bu yansıtma, özellikle 11 Eylül gibi ciddi bir olayda oldukça belirgin
olacaktır. Bu makale, gazetelerin 11 Eylül olayının “haber inşasını inceleme
konusu olarak ele aldı.
Basın üzerine çalışmak, içeriğin inşasını ve anlamsal yükünü incelemeyi
gerektirmektedir, çünkü anlam kendi kendine oluşmaz, amaçlı olarak inşa
edilir. Basın, bağımsız bir gözlemci değildir, aksine aktif bir seçme ve sunma,
11 Eylül’ün sunumu 3

yapılandırma ve biçimlendirmeyle gelen bir anlam pratiği, anlam üretimi


yapar. Veron’un belirttiği gibi (Dursun, 2001), medya anlamlandırma failidir.
Mesaj, ideolojik yapılanışı bazında analiz edilmelidir. Basınla ilgili içerikte
toplumsal etki/sonuç bağlamında sorunlar varsa, araştırılması gereken,
izleyicinin alımlama biçimi değil, içeriğin yükünün karakteridir. Alımlamanın
karakteri ne olursa olsun, bu durum, basının içeriğinin yükünü ve basını haklı
çıkarmaz ve sorumluluktan arındırmaz. Örneğin, bir çocuk pornosu üreten
sektör, “tüketicinin/izleyicinin tercihleri ve arzu ettiği şekilde alınmaması”
varsayımına dayanarak aklanamaz. Çocukların pornoda kullanılmasının
nedenini “izleyici taleplerine ve anlamlandırmasına” indirgemek, gerçeği
saptırmakta ve sorumlu tutulması gereken tarafı “serbest pazar” ilkesini de
sunarak sorumluluktan arındırmaktadır.
Basının son zamanlarda üzerinde durduğu konulardan biri de terörizmdir.
Özellikle 11 Eylül 2001 olayından sonra, Dünyada ve Türkiye’de terörizm
güncelliği azalmayan konulardan biri olmuştur. Çünkü tarihin her döneminde
toplumlarda ve toplumlar arasında çeşitli karakterdeki şiddet olayları olmuştur
ve olmaktadır. Terörizmde, faaliyetin öznesi olan teröristin amacı, eylemin
kendisinden çok eylemin yaratacağı psikolojik etkiyle bağıntılıdır. Bu etki de
eylemin ne kadar yaygın bir şekilde duyurulduğuna, yayıldığına bağlıdır. Bu
noktada basın dahil, diğer iletişim medyasının önemi ortaya çıkmaktadır.
Basın, her olayı olduğu gibi, terör konusunu da işlerken, belirli bir ideolojiye
ve çıkar yapısına uygun inşa ile gelir. Bu da çoğu kez o ülkede egemen olan
devlet ideolojisidir. Fakat, basının tavır ve tutumları, kullandığı söylem, olayı
nasıl ele aldığı ve okuyucuya ne şekilde aktardığı terör haberlerinde de
farklılaşmaktadır.
11 Eylül olayı, ABD’nin ekonomi merkezi, savunma merkezi ve siyasi
merkezinin bir defada hedef alındığı son yılların en önemli terör olayı olarak
tarihe damgasını vurmuştur. Söz konusu merkezler meşrebi ne olursa olsun
herkes tarafından ABD’nin dünya egemenliğinin başlıca sembolleri sayıldığı
için buralara indirilen bir darbenin; durumu, konumu, düşünüşü ne olursa
olsun her topluluğu hatta bireyi farklı yönlerden de olsa belli yoğunluk ve
derinlikte etkilememesi mümkün görülmemektedir. Ancak dünyada yaşayan
tüm insanların bir görüş üzerinde hemfikir olması ve olaya aynı bakış
açısından bakması mümkün değildir. Bunu Chomsky (2002a:18, 25); olaydan
sonra Amerikan medyasındaki bakış açılarının ortak olmadığını, halkın içinde
farklı görüşleri benimseyen kesimler olduğunu, bu yüzden karşıt görüşlerin
belirmesinin uzun sürmediğini ve bunların ilk olarak büyük medya
4 Tuba Duruoğlu

organlarında dillendirilmeye başlandığını; öte yandan, zaten tarihte hiçbir


dönemde de medyada herhangi bir konuyla ilgili olarak homojen düşüncelerin
bulunamayacağını ve bunun pek çok örneğinin olduğunu anlatarak dile
getirmektedir. Benzer şekilde Türkiye’de de olay ile ilgili olarak pek çok
farklı bakış açısını temsil eden görüşün yazılı basın içinde yer almış olmaması
mümkün değildir. Bu makalede, 11 Eylül olayından sonra yazılı basın
aracılığıyla kamuoyuna yansıtılan farklı bakış açılarının, Türkiye boyutunda
incelenmesi gerektiği fikriyle yola çıkılmıştır. Araştırmadaki amaç hangi
görüşün ne kadar doğru ve geçerli olduğunu bulmak değil, Türk yazılı
basınında 11 Eylül terör olayı haberlerini çözümleyerek, farklılıkları ve
farklılıkların ideolojik karakterini incelemektir. Bu amaçla, makale 11 Eylül
2001 tarihinde meydana gelen, dünyanın stratejik, ticari ve askeri en büyük
güçlerinden birinin çok büyük darbe aldığı, en geniş kapsamlı ve yankı
uyandıran örneklerden biri olan terör olayının, biri egemen diğeri ise İslamcı
iki farklı ideolojik yönelime sahip gazetede haber olarak inşasının ideolojik
yapısını belirlemek ve böylece iki gazetenin haber yapma politikalarına ilişkin
çıkarımlarda bulunmak için tasarlandı. Tasarımın temel kuramsal varsayımına
göre, haberin gazetede kodlanmış (paketlenmiş) biçimiyle gazetenin ideolojik
yönelimi arasında bir bağ vardır. Bu kuramsal varsayımdan tezin temel
araştırma sorusu çıkarılmıştır: “Farklı ideolojik yönelimlere sahip iki
gazetenin 11 Eylül terör olayı ile ilgili haberleri arasında nasıl bir farklılık
vardır?”
Makalenin diğer amaçları, basının bilgileri yönlendirme, temsil etme ve
anlamlandırmada nasıl bir yol izlediği ve izlenen yollardaki farklılıklarla
ilgilenen akademisyenlere yeni bilgi sağlamak; bu konuda süregelen ve
yapılacak olan yeni tartışmalara ve araştırmalara kaynak olmak ve ışık
tutmak; basında nesnellik tezinin geçersizliğine bir örnek inceleme sunmak;
birikmiş bilgiye katkıda bulunmaktır.
Bu makalenin konusuyla ilgili kaynak taraması sonucu 11 Eylül terör
eyleminin basında yansıtılmasının doğasını ele alıp irdeleyen bir çalışmaya
rastlanmamıştır. Fakat terör ve terör haberleriyle ilgili niceliksel veya
niteliksel pek çok çalışma yapıldığı görülmüştür. Niteliksel çalışmalar
genellikle tanımlayıcı çalışmalar olup terörün ve özellikle uluslararası terörün
kavramsal-betimsel açıklamalarına yönelmiştir. Aynı zamanda, Türkiye’nin
çok uzun yıllar boyunca maruz kaldığı bu sorun araştırmalarla da
desteklenmiş, ülkedeki terör örgütleri, yapılan eylemler ve alınan tedbirler
belirlenip ortaya koyulmuştur. Bu çalışmaların sonucunda terörün oluşmasına
11 Eylül’ün sunumu 5

engel olabilecek faktörler belirtilmiş, mücadelede hangi tedbirlerin alınması


gerektiğine ilişkin öneriler getirilmiş, terörün bir toplumu bütünüyle etkisi
altına aldığı öne sürülerek önlenmesi için siyasi, askeri ve polisiye tedbirlerin
bir arada alınması gerektiği üzerinde durulmuş ve uluslararası iş birliğine
gidilmesi önerilmiştir. Söz konusu araştırmalar, teorik ve niteliksel
araştırmalardır; sayısal veriler vardır, fakat hangi yılda, hangi terör örgütünün,
kaç terör olayı gerçekleştirdiğini gösteren frekans dağılımlarından öte
gitmemektedir. Dolayısıyla bu incelemeler çalışmayla konu olarak benzer
ancak yöntem olarak oldukça farklı çalışmalardır (Ak, 1995; Dilmaç, 1996;
Tüzen, 1995).
Bu bağlamda, ikinci grup incelemeler, terör ve kitle iletişim araçlarının
ilişkisini kuran araştırmalardır. Bu araştırmaların nitel olanları terörün kitle
iletişim araçlarındaki sunumlarına bakmakta ve nasıl hazırlanması gerektiğine
ilişkin normatif çözümler sunmaktadır. İlk grup araştırmalarda görüldüğü gibi,
bu araştırmalarda da önce terörün kavramsal-betimsel tanımlaması yapılmış,
ardından Türkiye’de terörün görünümü ve kitle iletişim araçlarına yansıması
ele alınmıştır. Araştırmacıların bulgularına göre, kitle iletişim araçlarının,
terörizm haberlerini yayımlaması açısından çok ciddi görev ve yükümlülükleri
bulunmaktadır: Medya terörizmi önleyici olmalıdır, bu çok hassas konuda
bilinçli yöntemler kullanılmalı ve hatta yeni yöntem ve ölçüler
geliştirilmelidir. Medya organları doğru ve rasyonel kullanılmalı, terör
haberlerinin sunumu için birtakım kurallar, yasal düzenlemeler ve
denetlemeler getirilmelidir (Avşar, 1991; Karakaya, 1998; Korkmaz, 1997;
Koru, 2002; Özbek, 2002). Görüldüğü gibi bu çalışmalar terörün kitle iletişim
araçlarında nasıl iletilmesi gerektiğine ilişkin normatif kurallar öne sürmüş ve
bu kurallar dahilinde sunum yapıldığında basının tarafsız olabileceği
sonucuna varılmıştır. Ancak bu makalede böyle bir varsayımın olasılığı yok
sayılmış, araştırma, basının hiçbir koşulda tarafsız olamayacağına ilişkin
kuramsal temel üzerine inşa edilmiştir. Bu da kuramsal bağlam açısından söz
konusu araştırmalardan uzaklığa işaret etmektedir. Öte yandan yöntem
farklılıkları da bu çalışmayı onlardan ayırmaktadır.
Üçüncü tür araştırmalarda hem terör, hem basın ve hem de içerik
çözümlemesi yönteminin üçünü de içeren nicel verilerle desteklenmiş
çalışmalar vardır ve bunların sayısı oldukça azdır. Örneğin, Demircan’ın
(1998) çalışmasında “Medyanın Siyasi İçerikli Terör Karşısındaki Tutumu”
başlığı altında Hürriyet, Cumhuriyet ve Türkiye’nin PKK haberlerini sunumu
ele alınmış, bu gazetelerin söz konusu haberleri iletirken farklı ve yanlı
6 Tuba Duruoğlu

tutumlar sergiledikleri, gazetecilerin terörist eylemleri bilerek ya da bilmeden


ya terörist örgüte hayranlık uyandıracak şekilde ya da devlete düşmanlık
duygusu yaratacak şekilde sundukları bulunmuştur. Benzer şekilde, Fidan’ın
(1995) çalışmasında, 1990-1991 yılları arasında en yüksek tirajlı beş
gazetenin (Sabah, Türkiye, Hürriyet, Cumhuriyet, Milliyet) terör haberlerine
ilişkin tutumları ele alınmış ve araştırma sonucunda gazeteler arasında bazı
söylem farklılıkları ile birlikte; örneğin örgüt isimleri verilerek propaganda
yapılması, güvenlik güçlerinin ve askeri birliklerin başarısına yeterli oranlarda
yer verilmemesi veya istemeden, örgütün mücadele edilmeyecek kadar güçlü
olduğu havası yaratılması gibi tutumlarla basının terör haberlerinin
sunumunda haber ölçülerinin dışına çıktığı bulunmuştur. Hürriyet,
Cumhuriyet ve Türkiye’nin başyazarlarının 1983-1997 yılları arasında
yazdıkları terör içerikli yazıların çok boyutlu içerik çözümlemesini konu alan
araştırmada ise, yazarlar ve gündemleri arasında anlamlı farklılaşma olup
olmadığına bakılmış ve ele aldıkları konular, bakış açıları ve ortaya
koydukları çözüm önerileri bakımından anlamlı farklılıklar bulunmuştur
(Gündüz,1995). Bu çalışmalar da hem örnek olay bağlamında, hem seçilen
gazeteler bağlamında hem ulaşılan sonuçlar bağlamında ve hem de ideolojik
farkı tam anlamıyla vurgulamaması açısından bu araştırmadan
farklılaşmaktadır.
Dördüncü tür araştırmalarda ise, yazılı basında herhangi bir olayın içerik
çözümlemesi yapılmıştır (Aydın, 1999; Baştürk, 1999; Çöllü, 1999;
Demirdelen, 2000; Keleş, 1997; Tek, 1991; Yıldırım, 1995; Yiğit, 1996).
Bu türde, 12 Eylül Askeri Müdahalesi, çevre imajı, öğretmen sorunları,
Kardak Krizi, Gümrük Birliği süreci, laiklik, işçi ve memur eylemleri,
bireysel şiddet, özelleştirme ve benzeri pek çok konu üzerinde çalışıldığı
görülmektedir. Bu araştırmalarda örneklem, genellikle günlük altı gazeteden
bir kaçıyla oluşturulmuştur. Bunlar Hürriyet, Milliyet, Sabah, Cumhuriyet,
Türkiye ve Zaman’dır. Bu gazeteler farklı ticari gruplara ait olmaları, farklı
ideolojileri benimsemeleri ve tirajlarının ülke çapında yüksek olmaları
nedeniyle seçildi. Genellikle söz konusu çalışmalardan çıkan sonuç liberal
popüler basın, demokratik sol basın ve muhafazakar sağ basının aynı olaylara
ilişkin olarak haberi yayımlamada farklılıklar gösterdiklerine yöneliktir.
Liberal popüler basın toplumdaki iktidar odaklarının varolan hegemonyacı
söylemlerini dolayımlamakta ve kendisi bizzat egemen ideolojinin gönderim
çerçevelerini üretmektedir. Liberal ve popüler olmayan özellikler gösteren
basının ise, örnek olayların niteliğine göre, bu olayları ideolojilerine uygun
11 Eylül’ün sunumu 7

hale getirdikten sonra, ya olumlayıcı bir biçimde yahut da karşıt tutumlar


sergileyerek ilettikleri ya da dışarıda bırakarak hiçbir önem atfetmedikleri
veya küçük haberler yaparak az önem atfettikleri bulunmuştur. Çalışmaların
bir ortak özelliği de düzene karşı, adı geçen gazetelere nazaran daha radikal
bir söylem kullanan gazetelerden hiçbirini örneklem olarak almamalarıdır. Bu
bağlamda söz konusu çalışmalardan dışında, sadece iki araştırmaya
rastlanmaktadır; o da Ergün’ün (1995) “Radikal Sol ve Radikal İslamcı
İdeolojilerde Düzen Karşıtı Söylem” ve Erdem’in (1998) “İslamcı Basında
Milli Selamet Partisi (1974-1977) Milli Gazete, Örnek Olayı” başlıklı içerik
çözümlemesi çalışmalarıdır. Söz konusu araştırmalarla, bu çalışma arasında
kuram ve yöntem açısından benzerlikler görülmüştür. Ancak bu makalede,
bütüncül olarak tüm bunlardan farklı bir yol izlenmiştir.
Tüm bu çalışmalar, 11 Eylül terör olayı ile ilgili bu araştırmanın genel
sınırlarının ve kuramsal çerçevesinin çizilmesine ve teori ve yöntem
kısımlarının geliştirilmesine yardımcı olmuş ve araştırmaya örnek teşkil
etmiştir. Ancak hiçbirisi liberal ve İslamcı basının tekil bir terör olayını nasıl
haber yaptığının incelenmesini ve hem nicel hem nitel çözümlemeler
aracılığıyla bunların karşılaştırılmasını konu almamıştır. Bu anlamda, bu
araştırma, daha öncekilerin kuramsal ve yöntemsel eksikliklerini
tamamlayarak, son yılların hatta kimilerine göre son yüzyılın en önemli
olaylarından birini konu alan ilk çalışma olması, olayın içeriğiyle ilgili olarak
İslamcı ve egemen söylemi kullanan iki basın kurumunu karşılaştırması ve
haber öğeleri ve gazetelerin ideolojileri arasındaki ilişkiyi hem istatistik ilişki
testiyle ve hem de haberlerden örnekler sunarak çok yönlü bir çözümlemeye
gitmesi açılarından önem taşımaktadır.
Hipotezler
Makalenin yukarıda sunulan kuramsal çerçevesinden hareket ederek şu
temel varsayım çıkarılmıştır: Basın kuruluşları, eğer farklı ideolojik
yönelimlere sahiplerse, bu farklılık haber içeriğinde de yansıtılacaktır. Bu
temel varsayıma göre, İslami ideolojiyi benimseyen Akit ve liberal ideolojiyi
temsil eden Hürriyet, diğer haberlerde olduğu gibi 11 Eylül terör olayını da
haber yaparken temsil ettikleri görüş ve düşüncelerden bağımsız
olmayacaktır. Dolayısıyla, 11 Eylül terör olayının haberini yapmada
benimsedikleri farklı ideolojiler nedeniyle, Hürriyet ve Akit’in haber içerikleri
arasında farklılık olacaktır. Bu temel varsayımdan, ideolojik içerikle ilgili
birbirine bağlı üç ayrı varsayım belirlenmiş ve bu varsayımlara bağlı üç
hipotez oluşturulmuştur:
8 Tuba Duruoğlu

1. Gazete haberlerinde ilk ideolojik yükleme ve yönlendirme başlıkla


yapılır. Alt ve üst başlık ile, bir olayla ilgili haberin ana konusu belirlenir ve
okuyucuya ilk anda genel bir perspektif verilmeye çalışılır (Dağlı, 1995).
Dolayısıyla, eğer iki gazetenin haber sunumları arasında bir fark varsa, bu ilk
olarak 11 Eylül terör olayı ile ilgili yapılmış olan haberlerin başlığında
görülecektir. Bu kuramsal beklentiye bağlı olarak ilk hipotez belirlenmiştir:
Hürriyet’te 11 Eylül terör olayı ile ilgili haberlerin başlıkları ABD’nin ve
politikalarını destekleyici yönde olurken, Akit’tekiler çoğunlukla ABD’nin ve
politikalarının karşısında olacaktır.
2. Haber metinlerindeki farklılığın çıkarılabileceğinin düşünüldüğü ikinci
yer, başlık dışında haberi oluşturan paragraf, cümle ve kelimelerle
biçimlendirilen metinin içeriksel doğasıdır. Çünkü haberde her kelime, cümle
ve paragraf inşa edilen bir gerçeğin bütünleşik parçalarıdır (Erdoğan, 2007).
Dolayısıyla iki gazetenin haber sunumları arasındaki fark 11 Eylül terör olayı
ile ilgili yapılmış olan haberlerin, başlık dışında sunulan metin içi
anlatımlarında da görülecektir. Bu kuramsal gerekçeden aşağıdaki ikinci
hipotez çıkarılmıştır: Hürriyet’te, 11 Eylül terör olayı ile ilgili haberlerin
içeriğinin doğası çoğunlukla ABD’nin ve politikalarının yanında olmayı
yansıtırken, Akit’te 11 Eylül terör olayı ile ilgili haberlerin içeriği çoğunlukla
ABD’nin ve politikalarının karşısında olmayı yansıtacaktır.
3. Profesyonel ideolojilerle gelen üretim pratiği, haberi oluşturmada
seçilen (ve dışarıda bırakılan) kaynaklar ve bu kaynakların kullanımında da
rutinleşmiş tercihler sergiler. Dolayısıyla, çıkar yapılarının belirlediği ve bu
yapıları destekleyen gazetecilik pratiklerinde haber kaynağının (dolayısıyla,
kaynağın sunduğu içeriğin) seçimi ve kullanımı da amaçlı olacaktır. Bunun
anlamı gazeteciler bazı kişi ve kurumların görüşlerini haberlerine dahil
ederken, diğer bazılarını haber dışı bırakacaktır. Bunun mümkün olmadığı
durumda ise, aynı kaynağı kullandığı halde, içerik seçimiyle ve haberi
biçimlendirme yoluyla arzu ettiği içerik biçimlendirmesini yapacaktır.
Dolayısıyla, Hürriyet’te, 11 Eylül terör olayı ile ilgili görüşlerine yer verilen
kişilerin/kurumların söylemlerinin ideolojik içeriği Akit’te farklı olacaktır. Bu
tercihli kaynak kullanma ve içerik doldurma yöneliminden de üçüncü hipotez
çıkarılmıştır: Hürriyet’te 11 Eylül terör olayı ile ilgili haberde kaynak olarak
kullanılan kişiler ve bu kişilerden elde edilen iletilerin içerikleri çoğunlukla
ABD’nin ve politikalarının yanında olurken, Akit’te çoğunlukla ABD’nin ve
politikalarının karşısında olacaktır.
11 Eylül’ün sunumu 9

YÖNTEM

Nitel ve nicel veriler toplayan ve değerlendiren bu araştırmada, Türk


basını içinde yer alan tüm gazeteler değil, sadece tasarımda belirtilen iki farklı
yönelimdeki gazete, Hürriyet ve Akit, tipik örnek olarak alınıp incelendi.
Hürriyet’in siyasi alanda devletçi, ekonomide ise liberalizmden yana bir yayın
politikası izlediği çoğunlukla kabul edilmektedir. Örneğin geçmişte “Türk-
Yunan gerginliği”, “Güneydoğu sorunu” gibi konularda haber politikasını
devletin çıkarları doğrultusunda oluşturmuşken, devletin ekonomi alanındaki
girişimlerine karşı çıkmış, haberlerini serbest piyasa ekonomisinin
gereklilikleri doğrultusunda biçimlendirmiştir (bkz. Ülgü, 1998:67).
Akit ise, bu çalışma bağlamında, İslami ideolojinin yayın organı olarak ele
alınmaktadır. Türkiye’de büyük medya grupları dışında en etkili basın
organları İslami günlük gazetelerdir.
Gerekli verileri toplamak için, 11 Eylül terör olayının gerçekleştiği
günden hemen sonra söz konusu iki gazetenin, olayı iki ay boyunca (12 Eylül
2001-11 Kasım 2001) ilk sayfada verdiği tüm haberleri araştırma kapsamına
alınmıştır. 11 Eylül 2001 tarihinden sonra süreç içerisinde söz konusu haber,
manşetten sürmanşete düşmüş, sürmanşetten ise olayın günden güne önemini
yitirdiğinin göstergesi olan küçük başlıklarla iletilir hale gelmiş ve zamanla
olay, haber değerini yitirdiğinden gazeteciliğin rutin kuralı gereği habere ilk
sayfadan yer verilmemeye başlanmıştır.
Bu iki aylık sürede seçilen her iki gazetenin tüm sayılarının sadece ilk
sayfa haberleri inceleme için kullanılmıştır. İki gazetenin 12 Eylül gününden
itibaren gelişen olayları okuyucularına ilk sayfa haberiyle duyurdukları
günlerin araştırma kapsamına alınmasının nedeni, ilk sayfanın (vitrin
sayfasının), mesajın vurgulu bir şekilde ifade edildiği, haberin büyük ölçüde
özetinin çıkarıldığı, en önemli yönlerinin ön plana çıkarıldığı ve okuyucunun
en fazla dikkatinin çekildiği yer olduğundandır. Dolayısıyla bu şekilde
oluşturulan bir örneklemin iki gazetenin ideolojilerini haber sunumunda
belirlemek açısından, araştırmanın amacı doğrultusunda yeterli belge
gereksinimini karşıladığı düşünülmüştür.
Verilerin analizi iki aşamada gerçekleştirilmiştir: Nitel ve nicel. Birinci
aşamada kategoriler belirlenmiş ve kodlanmış, seçilen haberler söz konusu
kategorilere; hazırlanan soru yönergesine (kodlama cetveli) kodlanmak
koşuluyla uygulanmış, elde edilen sayısal bilgiler bilgisayar ortamına
aktarılmış, verilerin frekansları dağılımları belirlenmiş ve gerektiğinde
10 Tuba Duruoğlu

istatistik ilişki testine (chi square) tabi tutulmuştur. Sonuçlar değerlendirilmiş


ve böylece haber içeriklerinin nicel çözümlemesi tamamlanmıştır.
İkinci aşamada ise haberlerdeki ideolojik farklılığı ortaya çıkardığı
düşünülen ifadelerden (başlıklar, cümleler, kelimeler, paragraflar ve bunlar
içindeki benzetme, sıfat, deyim, atasözü vs.) her kategori için ayrı ayrı
örnekler verilerek, haber içeriklerinin nitel çözümlemesi yapılmış ve ilk
aşamada bulunan nicel veriler bu aşamadaki nitel sonuçlarla desteklenmiştir.
Bu aşamada, ilk temel analiz birimi olarak haber başlığı seçilmiştir. İkinci ana
birim olarak da metin alınmıştır. Başlık ile ilgili çözümlemede tek bir birim
yerine, kelime biriminden hareket edilerek kullanılan kelimeler bağıyla
kurulan anlam bütünlüğüne bakılmıştır. Haber içeriğiyle ilgili çözümlemede
ise, tam tersi bir süreç izlenmiştir: Birim olarak haberin tümü ele alınmış ve
paragraflara, paragraflardan cümleler ve cümlelerden kelimelere doğru giden
bir çözümleme süreci izlenmiştir.
Çözümlemelerin yapılabilmesi için, ilk olarak yukarıda da belirtildiği gibi
kategoriler belirlenmiştir. Kategoride dörtlü ölçek kullanılmıştır. Bir başlık ve
haber metni içeriği, örneğin ABD’nin güç gösterisi, ABD ve politikalarını
övme, ona destek verme, acıma, yönlendirme, haksızlığa uğratılma, onaylama,
dostluk ve benzeri tutumlarla açık olarak ABD’ye ve onun politikalarına
ilişkin anlam ve mesaj bakımından olumlu öğeler atfedilerek sunulmuşsa o
başlık, “ABD’nin ve politikalarının yanında” kategorisi içine yerleştirildi.
Bir başlık ve haber metni içeriği, örneğin, aşağılama, küçük düşürme,
hakaret, alay etme, suçlama, düşmanlık besleme, onaylamama gibi ABD’ye
ve onun politikalarına ilişkin anlam ve mesaj bakımından olumsuz öğeleri
içeriyorsa, bu “ABD’nin ve politikalarının karşısında” kategorisi içine kondu.
Açıkça olumlu veya olumsuz anlam ve mesaj içermeyen, bir yargı veya
değerlendirme taşımayan başlıklar ve metinler “Nötr” kategorisi içine kondu.
Bazı başlıklar ise “Belirsiz” kategorisi içine yerleştirilmiştir. Bu
kategoride, başlıkta anlam ve mesaj bakımından hem olumlu hem de olumsuz
öğelerin bir arada bulunduğu, başlığın iki yönelimden hangisine
girebileceğinin ilk bakışta değil de, ancak haberin geri kalanının okumasından
sonra anlaşılabileceği durumlar belirtilmektedir.
Haberde görüşlerine yer verilen kişilerin/kurumların söyledikleri de aynı
kategori altında ele alınmıştır. Örneklem dahilinde ve sadece 11 Eylül terör
olayı ile doğrudan ilgili olan görüşler yukarıda açıklaması yapılmış olan
kategori ve ölçeklere uygulanarak, gazetelerin 11 Eylül terör olayı ile ilgili
görüşlerine yer verdiği kişilerin /kurumların tutumları niceliksel verilerle ifade
11 Eylül’ün sunumu 11

edilmeye çalışılmıştır. Nicel verilerle ifade edilen görüşlerden her biri için
ayrı ayrı örnekler verilerek, bulunan niceliksel veriler nitel örneklerle
desteklenmiş, böylece yukarıda sunulan gerekçeler nedeniyle gazetenin kendi
ideolojisinden kaynaklanan yönelimi de belirlenmiş ve gazeteler arası
karşılaştırmayla fark belirtilmiştir.

BULGULAR VE TARTIŞMA

Başlık inşasıyla ilgili bulgular


Bulgulara göre, her iki gazete sundukları başlıkların yönelimi bağlamında
p= 0.001 seviyesinde birbirinden anlamlı farka sahiptir (Tablo 1). Dolayısıyla,
bu bulgu makalenin ilk hipotezini desteklemektedir: Hürriyet’in 11 Eylül
terör olayı ile ilgili haberlerinin başlıklarındaki yönelim, gazetenin
ideolojisine uygun bir şekilde, büyük çoğunlukla ABD’nin ve politikalarının
yanında olduğunu göstermektedir. Akit’in başlıklarında ise, yine gazetenin
ideolojisine uygun bir şekilde, büyük çoğunlukla ABD’nin ve politikalarının
karşısında olduğu görülmektedir.

Tablo1. Hürriyet ve Akit’in haber başlıklarının yönelime göre dağılımı


ABD’nin ve ABD’nin ve
politikalarının politikalarının Belirsiz Nötr Toplam
yanında karşısında
146 8 5 32 191
Hürriyet
% 76.4 % 4.1 % 2.7 % 16.8 % 100
1 176 2 19 198
Akit
% 0.5 % 88.9 % 1.0 % 9.6 % 100
Chi square= 300.989 df= 3 p= 0.001 c= 0.66

İncelenen gazetelerde, Hürriyet’te toplam 191, Akit’te ise toplam 198


haber başlığı tespit edilmiştir. Hürriyet’in 191 haber başlığından 146’sında
(%76.4) yönelim, ABD’nin ve politikalarının yanında olma biçimindedir. 32
başlıkta (%16.8) nötr inşa varken, sadece 8 başlık (% 4.1) ABD’nin ve
politikalarının karşısındadır; 5 başlık ise (%2.7) belirsizdir. Akit ise, 198 haber
başlığından 176’sı (%88.9) ABD’nin ve politikalarının karşısında yer
almaktadır. Başlıkların 19’u (%9.6) nötr, 2’si (%1.0) belirsiz ve 1’i (%0.5)
ABD’yi ve politikalarını desteklemektedir.
12 Tuba Duruoğlu

İçerik inşasıyla ilgili bulgular


Bulgular, 11 Eylül terör olayı ile ilgili haberlerinde, Hürriyet’in
çoğunlukla ABD’nin ve politikalarının yanında olacağını ve Akit’in ise
çoğunlukla ABD’nin ve politikalarının karşısında yer alacağını belirten
hipotezi (ikinci hipotez) doğrulamıştır (Tablo 2). Hürriyet’in incelenen 189
haberinden 151’i, yani toplam haber sayısının %76.4’ü ABD’nin ve
politikalarını desteklemektedir. 24 haber (%12.7) nötr özellik gösterirken, 10
haber (%5.3) her iki tutumu da içermektedir. 4 haber ise (%2.1) ABD’nin ve
politikalarının karşısındadır. Akit’te ise, 192 haberden 175’i (%91.1) ABD’nin
ve politikalarının karşısındadır; haberlerin 17’si (%8.9) nötr özellik
gösterirken, ABD’nin ve politikalarının yanında olan ve her iki tutumu da
içeren habere rastlanmamıştır.

Tablo 2. Hürriyet ve Akit’in haber içeriklerinin yönelime göre dağılımı


ABD’nin ve ABD’nin ve Her iki
politikalarının politikalarının tutumu da Nötr Toplam
yanında karşısında içeriyor

Hürriyet 151 4 10 24 189


%79.9 %2.1 %5.3 %12.7 %100
Akit 0 175 0 17 192
%0 %91.1 %0 %8.9 %100
Chi square= 325.549 df= 3 p= 0.001 c= 0.68

Hürriyet ve Akit’in 12 Eylül 2001-12 Kasım 2001 tarihleri arasındaki ilk


sayfa haberlerinin başlık ve içeriklerindeki farklılıklara bakıldığında,
haberlerin belli konular altında toplandığı görülmektedir. İçerik
incelenmesinde, gazetelerin sıklıkla 6 ortak konu üzerine haber yaptığı
bulunmuştur:

1. Olayın suçluları

Hürriyet’te bu haberler de kendi aralarında üç gruba ayrılmıştır:


Suçluların kimliklerine, kişisel özelliklerine ve olay ile ilgilerine ilişkin
bilgiler veren haberler; suçluların yapmayı planladıkları başka eylemlerle
ilgili haberler ve Ladin’in zor durumda olduğunu vurgulayan haberler.
Aşağıda bu sınıflandırmalara giren haberlerden ayrı ayrı örnekler verilmiştir,
11 Eylül’ün sunumu 13

böylelikle gazetenin ABD’nin ve politikalarının yanında bir haber sunum


politikası izlediği nitel örneklerle açıklanmıştır.
Suçluların kimliklerine, kişisel özelliklerine ve olay ile ilişkin bilgiler
veren haberlere bakıldığında, gazetenin olayı haber yaptığı ilk günden itibaren
hiçbir haberinde suçlunun Ladin dışında bir isim olabileceği ihtimaline yer
vermediği, ilk günden itibaren Ladin ve örgütünü kesin bir dille suçlu ilan
ettiği görülmektedir. Olayın ilk günü "Tüm şüpheler Ladin’e yöneldi”
başlığıyla iletilen haberde Ladin, “ABD’nin baş düşmanı Suudi terörist”
olarak nitelendirilmiş, üç hafta önce “Büyük sürprizler yaşayacaksınız”
diyerek ABD’yi vuracağını söylediği belirtilmiş, Ladin’in sözleri suçlu ilan
edilmesine gerekçe olarak sunulmuştur. Yani bu sözler, gazete tarafından
saldırıyı onun düzenlediğine ilişkin şüphelerin yersiz olmadığına bir kanıt
olarak kullanılmıştır. Asıl olarak gazetenin bu konudaki haberlerine
bakıldığında genellikle, Amerika’da devlet ve medya aracılığıyla suçlu olarak
duyurulan kişilerin haberlere konu yapıldığı görülmektedir. Amerikalıların
suçlularla ilgili her türlü şüphelerine ve bulgularına ilişkin tüm açıklamaları
kabul edilerek gazetede yayınlanmış, bu şekilde Amerika’daki eğilimlerin
ciddiye alındığı gösterilmiş, ABD’nin haklılığı desteklenmiş ve her yeni
haberle bu haklılık pekiştirilmiştir. Suçlularla ilgili haberlerin pek çoğunda
tümü Arap kökenli bir takım kişilerin isimleri verilerek Ladin ve olay ile
bağlantıları vurgulanmış, böylece suçlulukları doğrulanmıştır.
Örneğin 13 Eylül tarihinde gazetenin manşeti “İlk ipuçları Boston’da”
şeklindedir. Alt başlıkta ABD’nin “tarihinin en büyük terörü”nü yaşatanlardan
beşinin izini bulduğu belirtilmektedir. Haber içeriğine bakıldığında FBI’nın
kulelere dalış yapan kişiler olduklarından şüphelendiği Ladin ile bağlantılı 5
Arap’ın kimliklerini belirlediği, 2 Arap öğrencinin ise arandığı bilgilerinin
verildiği görülmektir. “İşte Caniler” sürmanşeti ise 14 Eylül tarihli gazeteye
aittir. Altta, El Şeyhi gibi isimlerin verildiği haberde bu insanlar için “cani”,
“korsan”, “New York Kamikazesi”, “Kamikaze pilot” gibi ifadeler
kullanılmış ve diğer örneklerde de olduğu gibi kesin bir dille suçlu oldukları
belirtilmiştir. Yine 16 Eylül’de Ziyad Jarrah, 26 Eylül’de “İşte Ladin’in
celladı” başlıklı sürmanşet haberde Eymen Zevahiri gibi isimler olayın
sorumluları ilan edilmiştir. Bu arada Ladin ve Atta’nın isimleri de yapılan
haberlerde sık sık verilmiştir (19 Eylül, 20 Eylül, 21 Eylül, 29-30 Eylül, 2
Ekim, 6 Ekim, 10 Ekim, 17 Ekim). Haber başlıklarına bakıldığında bu
isimlerin kesin bir dille “terörist” ilan edildikleri görülmektedir. “Teröristin
Türk sevgilisi” manşeti (16 Eylül), “Baş terörist İstanbul’da” sürmanşeti (20
14 Tuba Duruoğlu

Eylül), “Teröristin vasiyeti” (30 Eylül), “First-class teröristler” (18 Eylül),


“Teröristin son gece klavuzu” sürmanşeti (29 Eylül) örnek başlıklardır. Haber
içeriklerinde ise bu kişiler için “terörist” dışında pek çok suçlayıcı ifade
kullanılmıştır. Örneğin “ABD’yi kana bulayan terör eyleminin bir numaralı
ismi”, “Ladin’in sağ kolu”, “El Kaide örgütünün başlıca isimleri”, “terörün
beyni”, “Ladin’in halefi”, “kanlı eylemlerin sorumlusu”, “ABD’yi kana boğan
terör olayına imzası atanlar” gibi ifadeler bunlar arasında yer almaktadır.
Haberlerde yaş, eğitim durumu, ırk vurgulanmış birinin Türk sevgilisi olduğu,
birinin vasiyetinin bulunduğu, eylemi yaparken öleceklerini bilmedikleri,
uçaklara first-class biletlerle bindikleri, eylemi yapmak için talimat kılavuzu
hazırladıkları, saldırıdan önce New York’a gittikleri ve saldırı planlarını son
kez gözden geçirdikleri gibi konular işlenmiş böylece bu isimlerin
suçlulukları, kanıtlar gösterilerek vurgulanmış, kesin olarak kabul edilmiştir.
Suçluların yapmayı planladıkları başka eylemler olduğuna ilişkin haberler
de yine Ladin ve örgütünün olayın sorumlusu olduğunu destekleyen
haberlerdir. Gazeteye göre, Ladin’in örgütüyle bağlantılı kişiler Batılı ülkelere
zarar vermek amacıyla daha önce de saldırı planları yapmışlar ancak
yakalandıkları için başarılı olamamışlardır. Bu saldırı planları da, 11 Eylül
olayını gerçekleştirenlerin Ladin bağlantılı olduğuna bir kanıt olarak
sunulmuştur. 27 Eylül tarihli “Bush’u vuracaktı” başlıklı haber, “Ladin’in
ölüm timine baskın” (28 Eylül) başlıklı haber ve “Milano’daki katliam planı”
başlıklı haber (15 Ekim) gazetenin sürmanşetten duyurduğu ve bu tür
haberlere örnek teşkil eden haberlerdir. Bunlarda örgüt üyelerinin, önemli
ABD hedefleriyle Avrupa Parlamentosu ve NATO merkezini hedefleyen
planlarının ele geçirildiği belirtilmektedir. Bunu yapabilmek için “kamikaze
dalışı” ve “siyanürlü toplu imha” yöntemleri kullanacakları bildirilmiştir.
Ancak haberlere göre tüm planlar uygulanamadan ortaya çıkarılmıştır.
Haberlerde, yakalanan kişiler için “Ladin’in ölüm timi”, “Avrupa’yı
cehenneme çevirmeyi planlayan Ladin’in cellatları”, “Ladin’in Avrupa’yı
kana bulamak için örgütlediği hücreler”, “Ladin’in militanları” gibi içinde
yoğun suçlayıcılık öğeleri barındıran ifadeler kullanılarak Ladin ile
bağlantıları vurgulanmış, hem Ladin hem de söz konusu kişiler “terörist”
olarak nitelendirilmiştir.
Gazetenin suçlularla ilgili son grup haberleri ise Ladin’in zor durumda
olduğunu vurgulayan haberlerdir. Bunlarda Ladin’in suçlu olduğu için kaçtığı,
yakalanmaktan korktuğu, istenmeyen adam olduğu ve hasta olduğu
duyurularak suçluluğu desteklenmiş, güçsüzlüğü ifade edilmiştir. “4 karısıyla
11 Eylül’ün sunumu 15

kaçtı” (18 Eylül) başlıklı sürmanşet haberde Ladin “asrın terörün bir numaralı
sorumlusu” olarak tanımlanmış, Afganistan’ın kendini yargılama kararı
alacağını düşündüğü için ailesi ile birlikte dağlık kesimdeki “in”ine çekildiği
iddia edilmiştir. Haberde Ladin’in yakalanmaktan korkarak kaçtığı vurgusu
yapılmaktadır. 21 Eylül tarihli haberde ise Ladin, Abdullah Öcalan’a
benzetilerek “terörist” olduğu bir kez daha yinelenmiş, aynı zamanda
küçümsenmiş ve aşağılanmıştır. Haber Afganistan’ın Ladin’i ülkeyi
terketmesi için uyarması üzerine yapılmıştır. Ülke Ladin’i artık
istememektedir. Çünkü Amerika’nın savaş açmasından korktuğu iddia
edilmektedir. Gazete bu iddiasını “zoru gören Mollalar” ifadesiyle
anlatmaktadır. Dolayısıyla haberde aynı zamanda Afganistan’ın ABD’den
korktuğu belirtilerek ülke küçümsenmiş böylece ABD’nin gücü dolaylı olarak
vurgulanmıştır. “Apo’ya döndü” sürmanşetiyle duyurulan haberde gazete
Ladin’i “istenmeyen adam” olarak sunmuş, hiçbir ülkenin onu istemediğini
belirtmiş ve bu durumuyla pek çok ülkeden “kovulduktan” sonra Kenya’da
yakalanan terör örgütü lideri Abdullah Öcalan’a benzetmiştir. Haberde
Ladin’in açıkça köşeye sıkıştığı, pek yakında Apo gibi yakalanacağı dolaylı
olarak vurgulanmış, Apo’yla ilişkilendirilerek de “terörist” olduğu bir kez
daha açıkça belirtilmiştir. 11 Ekim tarihli haberde ise Ladin’in böbrek ve
karaciğer yetmezliği çektiği ve diyaliz makinesiyle dolaştığı iletilmektedir.
Burada da Ladin’in sağlık sorunları vurgulanarak güçsüzlüğü ve zor durumda
olduğu yinelenmiştir.
Suçlulara ilişkin Akit’in yaptığı haberlere bakıldığında ise gazetenin iki ay
boyunca Hürriyet’in aksine ne Ladin ve örgütünün suçlu olduğunu ne de 11
Eylül saldırılarının bir terör olayı olduğunu kabul ettiği görülmüştür. Gazete
Ladin’in suçluluğuna inanmadığını suçlularla ilgili olarak yaptığı dört grup
haberle ortaya koymuştur: Bizzat Ladin’in açıklamalarına yer vererek,
başkalarını suçlu ilan ederek, suçlular ile ilgili kanıtları yalanlayarak ve de
Amerikalı ya da Amerika’yı destekleyen kişilerin suçluların Ladin ve örgütü
olduğuna ilişkin kuşkularına yer vererek.
13 Eylül, 17 Eylül ve 29 Eylül tarihli haberlerde Ladin’in suçsuz olduğuna
ilişkin açıklamaları yer almaktadır. Bunlarda Ladin, saldırıyı kendisinin
gerçekleştirmediğini, saldırı hakkında hiçbir bilgisinin olmadığını,
Afganistan’da yaşadığını ve Afganistan lideri Molla Ömer’in bu tür eylemlere
izin vermediğini, bunu yapanların kendi çıkarları için yaptığını, Müslüman
olarak yalan söyleyemeyeceğini, suçsuz kadın, çocuk ve erkeklerin
öldürülmesini desteklemediğini belirtmekte ve açıklamalarının hepsinde
16 Tuba Duruoğlu

suçsuzluğunu yinelemektedir. Gazetenin de bu açıklamaları ayrıntılı olarak


yayınlaması suçsuzluğun desteklendiğini vurgulamaktadır.
Gazete Ladin’in suçluluğunu kabul etmediğini ilk günden itibaren
başkalarını suçlu ilan eden haberler yaparak da ortaya koymuştur. Bu tür
haberlerde gazete kendine göre geçerli kanıtlar sunmuş ve böylece
okuyucularını esas suçlunun başkaları olduğuna dolayısıyla da ABD’nin
büyük bir hata yaptığına inandırmaya çalıştığı görülmüştür. Örneğin 12 Eylül
günü saldırının Japon Kızıl Ordu örgütü tarafından üstlenildiği, sebebinin ise
“Hiroşima ve Nagazaki’nin intikamını almak” olarak açıklandığı belirtilmiştir.
18 Eylül’de “İşte Şeytanlık” başlığıyla verilen sürmanşet haberde ise
suçluların Vietnam sendromu yaşayan 4 Amerikan askeri olduğu öne
sürülmüştür. Haberde aynı zamanda ABD, Ladin’i suçladığı için “günlerdir
dünyayı aldatmakla” ve “şeytanca bir planla Müslümanları hedef
göstermekle” suçlanmakta böylelikle Amerika’nın Müslümanları sebepsiz
yere suçladığı belirtilerek Ladin’in suçluluğuna ilişkin inançlar çürütülmeye
çalışılmaktadır. Başka suçluların arandığı bir diğer haber 19 Eylül tarihlidir.
Haberde iki Yahudi örgütünün suçlular listesinde yer aldığı vurgulanarak
dikkat bu örgütlere çekilmiştir. “Şeytan Amerika’da” (28 Eylül) manşetiyle ve
“The Coup’a gözaltı” (30 Eylül) başlığıyla verilen haberlerde ise The Coup
adlı Amerikalı satanist rap müzik grubu şüpheli ilan edilmiştir. Grubun
şüpheli olmasının nedeni de, son albümlerinin “baştan sona ölüm, cinayet,
katliam teması işleyen müzik ile dolu” olması, 11 Eylül olayını şarkıların
sözleriyle “aynen resmetmesi”, “coup” kelimesinin İngilizce anlamının
“başarılı vuruş, darbe, hareket, hükümet darbesi, bir ülkenin yönetim
düzeninde değişiklik yapmak için zora dayanarak yasadışı yapılan eylem”
olması ve grubun küreselleşme karşıtlarıyla yakın ilişkiler kurması olarak
sunulmuştur. Sonraki günlerde grubun gözaltına alındığı haberi verilerek de
bir önceki haberin yersiz olmadığı, grubun şüpheli olduğu dolayısıyla da
Ladin’in suçsuzluğu vurgulanmak istenmiştir. Bu haberlerde aynı zamanda
Bush, “bütün dikkatleri Afganistan üzerine toplayarak Amerikalıları
suçluların bulunması konusunda tatmin etmeye çalışmakla” suçlanmaktadır.
ABD’nin suçluyu kendi içinde araması gerektiği, suçlunun Afganistan
olmadığı açık bir dille ifade edilmektedir. Yeterli kanıtların olduğu öne
sürülerek dikkatlerin başka bir suçlu üzerine çekilmeye çalışıldığı bir diğer
haber de “İsrail’de Şok” manşetiyle 3 Ekim tarihinde sunulmaktadır. Bu sefer
İsrail gizli servisi MOSSAD suçlu ilan edilmiştir. Gerekçeler ise şu şekilde
belirtilmiştir: 11 Eylül saldırısından önce Bush’un Filistin Devleti’ni tanımaya
11 Eylül’ün sunumu 17

hazırlanması ve enkazdan “sadece iki İsrail vatandaşı”nın cesedinin


çıkarılması. Gazetenin söyleminden açıkça anlaşılan İsrail, Filistin Devleti’nin
tanınması konusunda ABD’yi uyarmak için bu saldırıları düzenlemiştir.
Ayrıca DTM’de sadece iki insanın ölmesi “dünya ticaret trafiğini elinde
bulunduran Yahudiler” için bir “tesadüf” sayılamaz. İsrail kendi halkının zarar
görmesini engellemek için, onları 11 Eylül günü DTM’den uzak tutmuştur.
Gazete bu haberinde olayın sorumlusunun İsrail olduğunu, bunu
ispatlayabilmek için de yeterli kanıtların biriktiğini vurgulamaktadır. Yine 5
ve 6 Ekim tarihlerinde gazetenin bir başka suçluyu hedef gösterdiği ve
dikkatleri Afganistan ve Ladin’den uzaklaştırmaya çalıştığı görülmektedir. Bu
haberde hedef JPALS adlı uzaktan kumanda sisteminin sahibi olan Raytheon
şirketi ve Pentagon’un proje elemanlarıdır. Habere göre sistemle ilgili olan
tüm yetkililer gözaltına alınmıştır. Son olarak 12 Ekim tarihli sürmanşet
haberde de “Amerikalı itiraf etti: İslam ile savaş çıkarmak için bizimkiler
yaptı” başlığıyla yine Amerika’nın saldırıyı kendisinin gerçekleştirdiği iddiası
ortaya atılmaktadır. Gazete olayı “Müslümanları ortadan kaldırmak
maksadıyla kendi vatandaşlarını öldürüyor” biçiminde yorumlayarak yine
ABD’yi suçlamaktadır. Bu tür söylemlerle Amerika’nın bir din savaşına
girişmek istediği, Hristiyanların Müslümanları yoketmek amacında olduğu ve
bunu suçlunun Ladin olmadığını bile bile, başkaları olduğuna ilişkin bunca
kanıta rağmen yaptığı vurgulanmaktadır.
Okuyucuları, Ladin ve örgütünün suçlu olmadığına inandırmak için
gazetenin izlediği bir başka yol da bulunan tüm kanıtları yalanlamadır. Bu tür
haberlerde suçlularla ilgili bulunan kanıtların yalan veya yanlış olduğu
vurgulanarak ABD devlet ve medya organları yalancılıkla suçlanmıştır.
Ayrıca kanıtları kanıtlarla ispatlayarak bunların kanıt olduklarını çürütme
yoluna gidilmiştir. Örneğin 16 Eylül’deki haberde, FBI’nın suçlular
listesindeki bir şahsın, 1 yıl önce bir uçak kazasında ölmüş olduğu; 17
Eylül’de FBI’nın 19 Arap kökenli kişiyi uçakları kaçırmakla suçladığı ancak
bunların yolcu listesinde bile olmadığı; 19 Eylül’de suçlu olarak isimleri
duyurulan pek çok kişinin çeşitli ülkelerde yaşadığı ve olay günü işlerinde
çalıştıkları; 24 Eylül’de uçaklardan birinde öldü diye duyurulan bir şüphelinin
hâlâ ülkesinde yaşadığı belirtilmektedir. Haber başlıklarına bakıldığında,
başlıkların yoğun bir eleştirellik barındırdığı, sert alaycı ve hatta zaman
zaman aşağılama ve hakarete varan bir dille oluşturulduğu görülmektedir.
“FBI’nın terörist(!)leri yolcu listesinde yok!” (17 Eylül), “Yalan terörü” (19
Eylül), “Öldü denilen Velid Fas’ta yaşıyor!” (24 Eylül), “Kanıt değil saldırıya
18 Tuba Duruoğlu

kılıf” (3 Ekim) bu tür başlıklardan bazılarıdır. Haber içeriklerinde kullanılan


ifadeler de tıpkı başlıklardaki gibi şiddet içermektedir. Haberlerin hepsinde
ABD medyası ve devlet organları "yalancılık” ve “sahtekarlık”la suçlanmıştır.
“Yalan bombardımanı ile dünyayı aldatıyor”, “dünyada terör estiriyor”,
“devlet eliyle terör”, “kanıtlar fos çıktı” gibi ifadeler ABD için kullanılan,
suçlayıcı, aşağılayıcı, hakarete varan sert söylemlerdir. Bunlarda esas terörü
Amerika’nın yaptığı, bu kanıtların “sivil katliamı”na bir gerekçe bulmak için
uydurulduğu, geçersizliği ve alakasızlığı ortaya çıkarılan “sözde” kanıtlar
olduğu vurgulanmaktadır. Ayrıca bu haberlerden birinde (19 Eylül) CNN’in
“Yahudilerin elinde bulunan televizyon” olarak nitelendirildiği görülmüştür.
Haberde, diğer pek çoğunda olduğu gibi, dinsel aidiyet vurgulanarak dini
ayrımcılık yapılmaktadır. Zaten gazetenin pek çok haberinden de anlaşıldığı
gibi bu olayı ilk günden itibaren Müslümanlara karşı savaş başlatabilmek için
bir bahane olarak nitelendirdiği ve olaya baştan beri din penceresinden baktığı
yukarıda da belirtilmişti.
Akit’in suçlularla ilgili son grup haberi ise ABD’li veya ABD’yi
destekleyen kişilerin suçlulara ilişkin kuşkularına yer veren açıklamalarının
haber yapılmasıdır. Böylece gazete Ladin’in suçluluğunun kesin olarak doğru
olmadığına Amerika’nın kendisinin de inandığını vurgulayarak Ladin’in
suçsuzluğuna destek bulmaktadır. Üstelik bu destek de Amerika’nın
kendisinden veya müttefiklerinden gelen açıklamalara dayandırıldığı için daha
güçlü bir kanıt niteliği taşımaktadır. Örneğin “FBI’dan itiraflar” (21 Eylül)
başlıklı haberde kurumun yaptığı açıklamada bazı eylemcilerin kimliklerinin
hâlâ şüpheli olduğunun itiraf edildiği; 17 Ekim’de (“ABD’nin kanıtı fasa
fiso”) ABD’nin Ankara Büyükelçiliği’nin hazırladığı metinde soruşturma
başlangıç aşamasında olduğu için ellerindeki bilgilerde “boşluklar” olduğu; 18
Ekim’de “Güldürme CNN” başlığıyla CNN televizyonunun 36 gün sonra
yayınında Ladin’e “Eylemde senin ve El-Kaide’nin rolü nedir?” diye sorduğu;
19 Ekim’de “Kanıt gösterin” manşetiyle, ABD Müslüman lideri Farrakhan’ın,
ABD’nin yalan söylemediğinden emin olmadığına, daha önce de yalan
söylediğine, kanıt gösterilmesi gerektiğine ilişkin bir açıklama yaptığı; 5
Kasım tarihli “NATO ikna olmadı” başlıklı haberde ise Genel Sekreter
Robertson’un saldırının sorumlusunun sadece Bin Ladin olup olmadığını
bilmediği açıklamalara dayanılarak belirtilmiştir. Bu tür haberlerde ve
başlıklarda, ABD sahte kanıtlar sunmakla suçlanmış ve bunun ilk ağızdan dile
getirildiği vurgulanmıştır. Artık kanıtlara kimsenin inanmadığı ve ABD’nin
Afganistan’a sebepsiz yere savaş açtığı açıkça dile getirilmiştir. Gün geçtikte
11 Eylül’ün sunumu 19

kuşkuların arttığı, insanlarda aldatıldıkları duygusunun yaygınlaştığı


belirtilmiş böylelikle ABD’nin yanlış yaptığı, “yalancı” ve “sahtekar” olduğu
açıkça ifade edilmiştir.
Özetle konusu “suçlular” olan haberlere her iki gazetede de sıklıkla yer
verildiği görülmüştür. Gazeteler kendilerine göre geçerli kanıtlar sunarak
tuttukları tarafın suçlularla ilgili inançlarını destekleyen haberler yapmışlardır.
Hürriyet olayın başından beri suçluyu Ladin ve örgütü olarak sunmuş böylece
Amerika’nın suçlulara ilişkin bu tavrını destekler bir tutum sergilemiştir.
Bunu da suçluların kimliklerine, kişisel özelliklerine, olay ile ilgilerine ve
Ladin ile bağlantılarına vurgu yapan haberler yaparak, Ladin ile bağlantılı
olan kişilerin yapmayı planladıkları başka eylemleri 11 Eylül saldırısını da
onların yaptığına bir kanıt olarak göstererek ve Ladin’i küçük düşüren,
güçsüzlüğünü vurgulayan haberlere yer vererek yapmıştır. Akit ise tam aksi
bir tutum benimseyerek yaptığı haberlerle, Ladin ve örgütünün suçlu
olmadığını göstermeye çalışmaktadır. Bunun için bizzat Ladin’in suçlu
olmadığına ilişkin açıklamalarına yer vermiş, başkalarını suçlu ilan etmiş,
suçlular ile ilgili bulunan kanıtları, onların suçlu olmadığına ilişkin kendi
kanıtlarını sunarak yalanmış ve çürütmeye çalışmış, suçluyu Ladin ilan eden
taraftan bir takım otoritelerin konuyla ilgili kuşkularını dile getiren
açıklamalarını haber yaparak benimsediği tavrı desteklemiştir.

2. ABD’yi destekleme veya desteklememe

Gazetelerin iki aylık süre zarfında sıklıkla haber yaptıkları ikinci konu
olaylardan sonra ABD’nin tutumuna destek olma ya da olmamayla ilgilidir.
Hürriyet haberleriyle bu tutumu onaylar, destekler bir tavır sergilerken, Akit
ABD’yi politikalarından dolayı yoğun bir şekilde eleştirmektedir. Öncelikle
Hürriyet incelenmiş, destek haberlerinin iki alt grup içinde tartışılması uygun
görülmüştür: Türkiye’den verilen destek mesajları ve ABD ve Türkiye
dışından verilen destek mesajları. Türkiye içinden verilen destek mesajlarını
içeren haberlere bakıldığında çoğunlukla dönemin Başbakanı Ecevit’in
açıklamalarına yer verildiği görülmektedir. “ABD’nin yanındayız” (13 Eylül),
“Gereğini yapacağız” (15 Eylül), “ABD’ye destek insanlık borcumuz” (19
Eylül), “İşbirliğini görev biliyoruz” (13 Ekim), “Mecbur kalınca savaştan
kaçılmaz” (2 Kasım) başlıklarıyla verilen bu açıklamalarda Türkiye’nin
ABD’nin yanında olduğu ve ABD’ye her türlü desteği vereceği belirtilmiştir.
Yine 16 Eylül’de Demirel’in, 26 Eylül’de Cem’in açıklamalarında da vurgu,
20 Tuba Duruoğlu

olayın bir terör olayı olduğuna, ABD’nin büyük bir felakete ve haksızlığa
maruz kaldığına ve Türkiye’nin ülkeye destek vermesinin şart olduğuna
yapılmıştır. Gazete ABD’nin olaydan sonraki politikalarına Türkiye’nin
desteğini vurgulayan açıklamaları haber yaparak ve destekleyen insanların
görüşlerini seçip sunarak onların tavrını desteklediğini ve görüşleri
paylaştığını gerek başlıklarla gerek haber içeriğiyle açıkça ortaya
koymaktadır.
Diğer gruptaki haberlerde de Türkiye dışından verilen destekler konu
edilmiştir. NATO (13 Eylül), Pakistan (16 Eylül), Rusya (28 Eylül, 4 Ekim, 8
Ekim), İngiltere (13 Ekim), Suudi Arabistan (10 Ekim), İran (25 Ekim), Arap
Birliği (5 Kasım) gibi kurum ve ülkelerin ABD’yi desteklediği, politikalarını
onayladığı yönünde haberler yapılmıştır. Bu haberlerin başlıkları “NATO da
devrede”, “Anlaştılar”, “ABD’ye tamam dedi”, “ABD’ye sürpriz destek” gibi,
açık olarak ABD için olumlu anlam ve mesajlar içermekte, dolaylı olarak da
Ladin ve Afganistan’ın suçluluğunu pekiştirmektedir. Haberlerde bu ülkeler
ve kurumlarla ABD’nin ortak görüşlere vardığı dolayısıyla haklılığı
vurgulanmaktadır. Pek çoğunda ise Ladin’in suçluluğu ve Taliban için açıkça
olumsuz söylemler kullanıldığı da görülmektedir (10 Ekim, 13 Ekim, 5
Kasım).
Akit ise açıkça ABD’nin politikalarını onaylamamakta ve tavrına destek
sağlayabilmek için de Hürriyet’in aksine ABD’yi desteklemeyen ülkelerin ve
kişilerin açıklamalarına yer vermektedir. Gazetenin bu tür haberleri dört
grupta incelenmiştir: Çeşitli ülkelerin onaylamaması, dönemin muhalefet
partisi üyelerinin onaylamaması, bilim adamı ve yazarların onaylamaması ve
çeşitli ülkelerde yapılan protesto gösterilerinin haber yapılması. İlk grupta
Cezayir (13 Eylül), Pakistan (18-19-25 Eylül), Mısır (17 Eylül), İran (27
Eylül, 11 Ekim, 7 Kasım), Birleşik Arap Emirlikleri (27 Eylül), Malezya (29
Eylül) gibi ülkelerin açıklamaları yer almaktadır. Bu haberlerde ABD’nin
yanlış bir politika uyguladığı, tüm Müslümanları hedef yaptığı, aceleci
davrandığı, Afganistan’a yapacağı bir saldırının desteklenmeyeceği, ABD’nin
yanında olunmadığı temaları işlenmektedir. Bu şekilde ABD karşıtlığı açıkça
vurgulanmaktadır. Haber başlıkları da olumsuz söylem kullanma açısından
aynı açıklıktadır. “ABD’ye yardıma hayır”, “ABD’ye sert uyarı”,
“Afganistan’a müdahale yanlış”, “Amerikan dayatmasına hayır”, “ABD’ye
karşı cihad” vb. başlıklarda karşıtlık, eleştirellik, onaylamama ya da
desteklememe ifadeleri açıkça kurulmuştur.
11 Eylül’ün sunumu 21

Dönemin muhalefet partilerinden yapılan açıklamalar da ABD’ye


karşıtlığın vurgulandığı haberler arasındadır. Örneğin 16 Eylül tarihinde
“ABD’nin saldırısına hayır” başlıklı haberde SP Genel Başkanı Kutan’ın;
“Terör bahane edilerek terör estirilmemeli” başlıklı haberde AKP Genel
Başkan Yardımcısı Gül’ün ve “Terörün milleti olmaz” başlıklı haberde de
BBP Genel Başkanı Yazıcıoğlu’nun ABD’nin Afganistan’a yapacağı
müdahaleyi eleştiren görüşlerine yer verilmiştir. 19 Eylül’de de “Kovboy
kafalı” başlığıyla SP Başkanvekili Candan’ın açıklamaları haber yapılmıştır.
Açıklamada Bush ağır bir şekilde eleştirilmiş, devlet adamı mantığı
taşımamakla, zalimlikle, acımasızlıkla suçlanmış bu da “Kovboy kafalı”
tabiriyle nitelendirilmiştir. Görüldüğü gibi haberlerde ABD’nin tavrına yoğun
bir eleştiri sözkonusudur. Seçme ve sunma mekanizmaları burada da işletilmiş
muhalif görüşler, benimsenen tavrın desteklenmesi açısından işlevsel
olmuştur.
Bazı bilim adamları ve yazarların da fikirleri haber yapılmıştır. 18 Eylül
tarihli haber, uluslararası ilişkiler uzmanı Özfatura’nın saldırıların İslam
dünyasına karşı hazırlanmış bir senaryo olduğuna ilişkin görüşlerini
içermektedir. Burada olay yine Müslüman-Hıristiyan ayrımına getirilmiş,
Müslümanların yok edilmesi için olayın bir bahane olarak kullanıldığı dolaylı
olarak vurgulanmış böylelikle Amerika’nın desteklenmemesi gerektiği
belirtilmiştir. 15 Eylül’deki manşet haberde İsveçli yazar Guillou’nun bir
fuarda ABD’de eylemde ölen insanları saygı duruşuyla anma törenini
terketmesi konu edilmiştir. Yazarın insan hayatına her yerde aynı değerin
verilmediğini, Irak ve Vietnam’da öldürülenler için saygı duruşunda
bulunulmamasının “ikiyüzlülük” olduğunu belirten açıklamalarına ayrıntılı
olarak yer verilmiştir. Burada yine açık olarak vurgu ABD’nin geçmiş
politikalarına yapılmakta, bu kullanılarak şimdiki politikaları
eleştirilmektedir. ABD’li yazar Chomsky’nin görüşlerinin konu alındığı
haberde de (9 Ekim) aynı vurguların yapıldığı görülmektedir. Haberde
Chomsky’nin, savaşın teröre karşı ve demokrasi için olmadığına, ABD’nin
“ektiği terör”ün, Sudan, Filistin, Lübnan, Irak ve Vietnam’da yaptığı
“katliamların bedelini ödediğine ilişkin sözleri yer almaktadır. Burada da
vurgu ABD’nin uyguladığı eski uluslararası politikalara yapılmış, bir takım
insanların açıklamaları kullanılarak benimsenen görüşler desteklenmiştir.
ABD eskiden olduğu gibi yine “terör” uygulamaktadır. Dolayısıyla böyle bir
tavır onaylanamaz.
22 Tuba Duruoğlu

ABD’yi desteklememeye ilişkin son grup haberler ise dünyada yapılan


ABD karşıtı protesto gösterilerine ilişkindir. 19 Eylül’de “Pakistan ayakta”,
22 Eylül’de “Usame rüzgarı”, 23 Eylül’de “Terörist Bush”, 24 Eylül’de
“Savaş karşıtı gösteriler tüm dünyaya yayılıyor”, 26 Eylül’de “ABD’ye öfke
seli”, 1 Ekim’de “Dünya ayakta”, 6 Ekim’de “ABD saldırırsa cevabını
veririz”, 8 Ekim’de “ABD’ye ölüm”, 9 Ekim’de “ABD’ye lanet”, 10 Ekim’de
“ABD’ye öfke tırmanıyor”, 20 Ekim’de “Pakistan halkı dün de ayaktaydı”, 1
Kasım’da “ABD saldırısına destek azalıyor” gibi başlıklarla verilen
haberlerde Pakistan, Bangladeş, Endonezya, Almanya, İngiltere, Amerika,
Japonya, Afganistan, Hindistan, İtalya, Yunanistan, İran, İspanya, Fransa,
Portekiz, Mısır, Fas, Güney Kore, Filistin, Filipinler, Türkiye, Umman gibi
ülkelerdeki savaş karşıtı gösteriler, ABD’yi protesto eylemleri, barış ve adalet
için yürüyüşler konu edilmiştir. Görüldüğü gibi başlıklarda yine ABD için
olumsuz anlam ve mesajlar yüklüdür. Abartma, suçlama, tehdit ve şiddet
öğeleriyle karşılaşılmaktadır. Öfke, lanet, ölüm, cevabını veririz, terörist
Bush, dünya ayakta gibi ifadeler bunlara örnek teşkil etmektedir. Haber
içeriklerine bakıldığında ise gazetenin öncelikle “Kahrolsun ABD”, “Terörist
Bush’u durdurun”, “ABD saldırırsa cevabını veririz”, “ABD’ye ölüm” gibi
atılan sloganlara vurgu yaptığı görülmektedir. Sloganlarda ABD’ye olan
olumsuz mesajlar açıktır. Ayrıca haberlerde ABD “kör bir kin” beslemekle,
“saldırgan”lıkla ve “terörist”likle açıkça suçlanmış diğer taraftan yapılan
yorumlarla Ladin yüceltilmiştir. Yorumlar şöyledir: “Usame bir iken
milyonlarca Usame’yi ayağa kaldırdı”, “uyuyan devi uyandırdı”, “yeni doğan
çocuklara millet Usame adını veriyor” vb.

3. Türkiye’nin ABD’ye destek vermesi

Gazetelerin sıklıkla haber yaptığı üçüncü konu Türk hükümetinin ABD’ye


verdiği askeri desteğe ilişkindir. Hükümetin, Amerika’nın Afganistan’a
yaptığı operasyona Türkiye’nin fiilen destek vermesine ilişkin kararlar alıp
uygulamasının Hürriyet tarafından memnuniyetle karşılandığı, Akit’in ise
Hürriyet’in aksine bu konuda da ABD’yi ve Türk hükümetini şiddetle
eleştiren bir tavır aldığı görülmektedir. Aşağıda öncelikle Hürriyet’in bu
konudaki haberlerinden örnekler verilmiştir. Bu haberler üç grupta
incelenmiştir. Birinci grup askeri desteğin talep edilmesi, izin çıkması, asker
gönderilmesi gibi süreç içinde gelişen olaylarla ilgili haberlerdir. Bunlardan
ilki “Amerika’ya Evet” başlığıyla 22 Eylül’de sürmanşetten verilmiştir. Haber
11 Eylül’ün sunumu 23

hükümetin, ABD’nin operasyonda Türk hava sahasını ve havaalanlarını


kullanmayı talep etmesi üzerine, bu isteği kabul etmesiyle ilgilidir. Gazetede
bu talebin “derhal” kabul edildiği vurgulanmıştır. Bu, verilen izinle ilgili
hiçbir kaygı duyulmadığı, ABD’ye verilen desteğin haklılığından ve
gerekliliğinden emin olunduğu anlamını taşımaktadır. “NATO evet derse biz
de varız” (8 Ekim), “Asker için yetki” (9 Ekim), “Meclis yetkiyi farkla verdi”
(11 Ekim), “Türkiye 7 özel ülkeden biri” (13 Ekim) başlıklı haberler de fiili
desteğe karşı memnuniyet belirten haberler arasındadır. Bunlarda örneğin,
meclisin Afganistan’a asker gönderme kararını “farkla” vermesi, Türkiye’nin
ABD’nin askeri destek istediği 7 ülkeden biri olduğu için “özel” olması gibi
temalar vurgulanarak, Türkiye’nin fiilen etkin olmasının arzulandığı ve
kararların memnuniyetle karşılandığı belirtilmiştir. Pek çok vekilin bu kararın
alınması için ortak oy kullandığı vurgulanarak yine olayın haklılığı, gerekliliği
ortaya çıkarılmıştır. Amerika’nın fiili destek istediği 7 ülkeden biri olunması
da gazete için “özel” olma anlamına gelmekte, iyi bir ayrıcalık ve avantaj
olarak değerlendirilmektedir. Ayrıca yine 24 Ekim, 1 Kasım, 2 Kasım 5
Kasım ve 9 Kasım’daki haberlerde “Mehmetçiğin dünyayı sarsan terörizme
karşı ağırlığını koyacağı”, bunun İslam’a karşı değil terörizme karşı bir savaş
olduğu harekatın tüm insanlık için faydalı olacağı aynı zamanda böylece
Türkiye’nin kendini kanıtlayacağı olumlu temaları işlenmektedir.
Fiili destekle ilgili olarak yapılan bir diğer haber grubunda Türkiye’nin
maddi kazançları olacağı vurgulanmaktadır. Dolayısıyla ülke fiili destek
vermekle pek çok fayda sağlayacaktır. Amaç bir takım kişilerin
açıklamalarından faydalanarak Türkiye’nin bu tutumunun doğruluğunu ve
bunun millete sağlayacağı avantajları okuyuculara iletebilmek böylece kendi
görüşlerine de destek bulabilmektir. Örneğin 21 Eylül tarihinde “Ön safta ol
parayı al” başlığıyla verilen manşet haberde IMF’nin “terörizmle savaşta ön
safta yer alan Türkiye’ye büyük destek vereceğiz” sözleri altbaşlık
yapılmıştır. Gazete haberde, ABD’ye bu konuda yardım ettiği için Pakistan’a
IMF tarafından yüklü bir kredi verilmesinin kararlaştırıldığını, Türkiye’nin de
böyle bir politika izlemesi gerektiğini açıkça belirtmiştir. Yine 1 Kasım
tarihinde “Türkiye ABD’nin desteğini haketti” başlığıyla duyurulan haberde
ABD Hazine Bakanlığı’nın Türkiye’nin finansman ihtiyacı üzerine yoğun
olarak çalıştığı ve bu desteği hakettiğine ilişkin bir yetkilinin açıklaması
aktarılmıştır. “Asker gidiyor dolar düşüyor” (2 Kasım), “En yakın dost
Türkiye ve İngiltere” (3 Kasım) başlıklı haberlerde de ekonomik avantajlar
vurgulanmakta, fiili desteğin ekonomiyi iyi yönde etkilediği belirtilmektedir.
24 Tuba Duruoğlu

3 Kasım’daki haber başlığı ABD Ulusal Güvenlik Konseyi Üyesi Bryza’nın


sözlerini içermektedir. Haberde yine Türkiye’nin ABD için “özel” bir ülke
olduğu açıkça ifade edilmiş ve Bryza’nın sözleri buna bir kanıt olarak
sunulmuştur. Bryza aynı zamanda ekonomik destek konusunda yoğun
çalışıldığını söylemektedir.
Gazetede bunun yanında ABD’li yetkililer tarafından ABD ve Türkiye’nin
iyi ilişkilerine vurgu yapılan haberler de yer almaktadır. Bunlarda iki ülke
arasıdaki dostluğa dikkat çekilerek, askeri desteğin verilmekteki haklılığına
bir başka gerekçe gösterilmiş, durumun onaylandığı bu tür haberlerle
pekiştirilmiştir. Örneğin 23 Eylül’de “Türkiye bizi seçti” sürmanşetiyle
Dışişleri Bakan Yardımcısı Grossman’ın; 6 Ekim’de “Ankara’ya teşekkür
etti” başlığı ile Savunma Bakanı Rumsfeld’in, 12 Ekim’de “Dostluğunuzu
unutamayız” sürmanşetiyle Bush’un Türkiye’nin terörle mücadelede
deneyimli en yakın ve en önemli müttefik ve dost olduğunu belirten, ABD’nin
yanında yer aldığı ve yardımları için teşekkürlerini bildiren sözleri haber
yapılmıştır. Görüldüğü gibi gazete Türkiye’nin ABD’ye askeri desteğini
onayladığını ve memnuniyetle karşıladığını yaptığı haberlerle açık olarak
ortaya koymuştur. Gerek başlıklarda gerekse haber içeriklerinde ABD için
olumlu mesaj ve anlamlar kurulmuştur. Bu da ABD ve politikalarının yanında
haberler yapıldığına ilişkin bir başka gösterge olmuştur.
Akit’in ise haberlerinde fiili desteği onaylamadığı, bunu olumsuz tepkiler
vererek eleştirdiği görülmektedir. Örneğin ilk olarak Türkiye’nin “oyuna
getirildiği” vurgulanmıştır. 15 Eylül’de “Oyuna gelme Ankara!” başlığıyla
yapılmış olan haberde, 18 Eylül’de “Oyuna gelme Ankara amaçları
Müslüman’ı Müslüman’a kırdırmak” başlıklı haberde ve 25 Eylül’deki
“Körfez yetmedi mi?” başlıklı haberde hükümetin ABD yanlısı tavır koyması
şiddetle eleştirilmiştir. Özellikle vurgu yapılan konu Türkiye’nin Körfez
Savaşı’nda da ABD’nin yanında yer aldığı ancak bundan çok fazla zarara
uğrayarak, zararlarının da tazmin edilmediğidir. Gazete bunu, “ders
almamak”, “kazık yemek”, “Amerika’dan çok Amerikancılık”, “ABD
dayatması”, “ABD’ye karşı teslimiyetçi bir tavır” ve “İslam’a ve
Müslümanlara karşı yapılan saldırılara duyarsız kalmak” ifadeleriyle
yorumlamış, böylece hem Türkiye’yi hem de Amerika’yı eleştirmiştir. Yine
bu haberlerde Amerika’nın Türkiye’yi kendi amaçları için kullandığı
anlatılmak istenmiş, “İslam’a saldırı”, “Müslüman’ı Müslüman’a kırdırma”
gibi ifadelerle din ayrımcılığı yapılmış, “Haçlı Seferi”ni kendilerinin
11 Eylül’ün sunumu 25

yapmayacağı Müslümanlara yaptıracakları söylenerek olay bir dinler savaşı


olarak sunulmuş din vurgusu ön plana çıkarılmıştır.
Fiili destek ikinci olarak Afganistan halkına “ihanet” olarak
sunulmaktadır. 21 Eylül ve 11 Ekim tarihinde yapılan haberlerde Afganlıların
Kurtuluş Savaşı’nda Türkler’e yardım ettiği ve Türkiye’yi tanıyan ilk halk
olduğu ifade edilmiştir. Ancak Türkiye’nin ABD’ye tam destek vermesi,
“Kurtuluş Savaşı ruhuna ihanet” (21 Eylül), “Tarihe ihanet” (11 Ekim)
başlıklarıyla duyurulmuş, Türkiye bu tavrıyla Afganlıları hayal kırıklığına
uğratmakla, 80 yıl öncesini unutmakla ve Afgan’ı satmakla suçlanmış, haber
ve başlıklarda hissi vurgular yapılmıştır. Hürriyet asker gönderimini
“terörizmle savaş” olarak nitelendirmişken, Akit bunu “Afganlı çocukları
tepeleme” olarak yorumlamıştır.
Askeri destek aracılığıyla ülke için birtakım maddi olanakların doğacağına
ilişkin haberlerde de yoğun bir eleştiri görülmektedir. “Ahlaksız teklif”
başlıklı haberin (22 Eylül) altbaşlığında “IMF Mehmetçiğin kanı karşılığında
para teklif etti. Teklif kamuoyunu ayağa kaldırdı” denilerek yine hissi ve
abartılı vurgular yapılmıştır. Gazete bunu “Türk devlet geleneği ve tarihsel
şahsiyetine hakaret” olarak yorumlamış, Türk askerinin “kiralık” olmadığını
belirtmiştir. “Mehmetçik Bush’un uşağı değil” manşeti de 10 Ekim tarihli
haberde kullanılmış askerin Afganistan’a gönderilmesi “ekonomik iflastan
kurtulma formülü olarak Mehmetçiğin Afganistan’a gönderilmek istenmesi”
olarak nitelendirilmiştir. Hükümetin bu tavrı da “Bush’tan da ihtiraslı”
şeklinde ifade edilmiştir. Görüldüğü gibi bu haberlerde de hissi ifadeler
kullanılıp, kışkırtıcı vurgular yapılmış hem hükümetin hem de ABD ve
IMF’nin tavırları eleştirilmiş ve bu, askerin küçük düşürülmesi ya da Türk
askerine hakaret olarak yorumlanıp sunulmuştur.
Asker gönderimine karşı olunduğunu belirtmek için dördüncü olarak
Türkiye’nin daha önemli meseleleri olduğu da vurgulanmaktadır. 29 Eylül, 4
Ekim, 7 Ekim, 5 Kasım ve 6 Kasım tarihli haberler bu konuya örnek teşkil
etmektedir. Bunlarda Türkiye’nin içinde bulunduğu ekonomik sıkıntılar ifade
edilmiş ve vicdani duygu sömürüsü yapılarak, yetkililerin vatandaşlarının
dertleriyle uğraşmak yerine “gaza gelip uluslararası koalisyonun yanına
sürüklendiği” belirtilmiştir. Kullanılan ifadelerle (“mutfaklar alev alev
yanıyor, işsiz ve aşsız milyonlara her gün yenileri ekleniyor ve insanlar büyük
bir bunalıma sürükleniyor”) durumun duygusallaştırıldığı görülmektedir. Aynı
zamanda haberlerde yine Afganlılara ihanet yorumu ve dini ayırımcılık
öğeleri (“Haçlı İttifakı”) dikkat çekmektedir. Olay yine Amerika’nın
26 Tuba Duruoğlu

“senaryosu” ve “bahanesi” olarak yorumlanmakta böylece Amerika için karşıt


tutumlar açıkça ortaya koyulmaktadır. “Mehmetçiğin kanı ve canı üzerine
yapılan pazarlık”, “askerini para karşılığında mazlum bir halkın üzerine
gönderen ülke”, “halk nezdinde sıfır olan itibarları bu çirkin pazarlıkla
tiksindirici hale geldi”, “işgüzarlık” gibi ifadelerle de eleştiri biraz daha öteye
götürülüp Türk hükümetini aşağılayıcı, küçük düşürücü bir boyuta ulaşmıştır.
Akit’in gerek başlıklarına gerekse haber içeriklerine bakıldığında Türkiye’nin
Afganistan’a asker gönderilmesi konusunda da diğer iki haber grubunda
olduğu gibi ABD’ye ve politikalarına karşı olduğu açıkça anlaşılmaktadır.
Gazete, bunu Ankara’nın oyuna gelmesi, Afganistan’a ihanet edilmesi, maddi
avantajların sağlanacağına eleştiri yapılması, daha önemli sorunların
olduğunun vurgulanması gibi şekillerde yorumlayarak, çarpıcı ifadeler
kullanarak vurguları olumsuz anlam ve mesajlar üzerine yaparak sergilemiştir.

4. Gözdağı verme haberleri

Dördüncü grup haberlerde ise gazetelerin, yanında oldukları tarafın diğer


tarafa gözdağı vermesini içeren vurgular yapmaları söz konusudur. Gözdağı
veren haberler Hürriyet’te iki alt grupta incelenmiştir. İlki Bush’un
açıklamalarına yer verilerek suçluların cezalandırılacağına ilişkin kararlılığın
vurgulandığı haberler, ikincisi de ABD’nin teknolojik ve askeri gücünün
vurgulandığı haberlerdir. Kararlılık ve güçlüğün vurgulanması, içinde
korkutma stratejisini barındırmaktadır. Korkutma ise gözdağı vermenin en
önemli unsurlarından biridir. Dolayısıyla gözdağını veren taraf için bu tür
haberler olumlayıcı özellik taşımaktadır. Kararlılığın ön plana çıkarıldığı
haberlere bakıldığında (12, 13, 16 ve 22 Eylül, 22 Ekim) bunların, Bush’un
yaptığı açıklamalara dayanılarak hazırlandığı görülmektedir. Açıklamalarda
11 Eylül saldırılarının karşılıksız kalmayacağı, olaylarla ilgili herkesin
cezalandırılacağı, harekatın en kısa zamanda, en doğru şekilde yapılacağı, güç
ve silah kullanmanın yani savaş açmanın zorunlu olduğu belirtilmiştir.
Başlıklar Bush’un en sert ve sivri sözleri kullanılarak hazırlanmıştır:

“Vereceğimiz cezayı herkes görecek”


“Yapanla yaptırana ayrım yok”
“Onu ininden çıkarıp alacağız”
“Ladin’i yok edin”
“Ya bizdensiniz ya da onlardan”
11 Eylül’ün sunumu 27

Böylece haberin dikkat çekiciliği artırılmış olmaktadır. Ayrıca alt


başlıklarda kullanılan “Bush sert çıktı”, “Başkan kararlı”, “Bush çok sert” gibi
ifadelerle anlam güçlendirilmiştir. Haber içeriklerinde de açıklamaların
ayrıntılarıyla sunulması açıklamaya verilen önemi ifade etmektedir. Bu
vurgular haberlerdeki açıklamaların kararlılığının, ABD’nin gözdağını açık
olarak ortaya çıkarmasına yardımcı olmuştur.
Teknolojik ve askeri gücün vurgulandığı haberlerde de ABD’nin sahip
olduğu teknolojik savaş araçlarının isimleri verilerek, çeşitliliğine; sayıları
verilerek çokluğuna dikkat çekilmektedir. Asker gücü için de aynı vurgular
yapılmış, ayrıca harekata hazır olunduğuna işaret edilmiştir (12, 17, 19, 20, 24
ve 29 Eylül, 1, 3, 4, 6, 8, 13 ve 15 Ekim). Buna göre haberlerden ABD’nin
Black Hawk, MH47 Chinook, UH-60 CH-53, DPV, nükleer savaş gemisi,
bombardıman taarruz uçakları, helikopterler, firkateynler, hava lazeri, yıldırım
torpili vb. pek çok savaş teçhizatına sahip olduğu öğrenilmektedir. “53 bin
asker vur emri bekliyor”, “1000 dağ komandosu alarmda”, “3000 deniz
komandosu tetikte” gibi ifadelerle de gözdağını pekiştirici anlamlar üretildiği
görülmektedir. Ayrıca haberlerde bunun teröre karşı bir operasyon olacağı
gazete tarafından sık sık dile getirilmektedir.
Hürriyet’in ABD’nin Afganistan’a ve Ladin’e verdiği gözdağını konu
alan haberlerine karşılık Akit’in de haberlerinde bu öğelere rastlanmıştır.
Gazetenin bunu, Taliban’ın veya Ladin’in birtakım açıklamalarına yer
vererek, Taliban’ın ABD’ye gözdağı vermesi biçiminde yaptığı
görülmektedir. (15 Eylül, 16 Eylül, 8 ekim, 18 Ekim, 11 Kasım). Başlıklarda
açıklamaların sert ve sivri öğeleri ön plana çıkarılarak dikkat çekicilik ve
vurgu artırılmıştır. “ABD saldırırsa bedelini öder”, “Taliban: Vururuz”, “ABD
halkı artık rahat olamayacak”, “ABD ve İngiliz’in sonu Rus’tan beter olacak”,
“Büyük kafiri yeneceğiz”, “Kimse Ladin’le başedemez”, “Nükleere karşı
nükleer” gibi başlıklarla ve bunların haber içerikleriyle, Taliban’ın herhangi
bir saldırıda her bedeli ödemeye hazır olduğu intikam için her şeyin
yapılacağı, ABD’ye yardım eden herkesi de cezalandıracağı, her türlü ABD
saldırısına hazır olduğu, karşılık verecek ve hatta ülkeyi yenecek kadar güçlü
olduğu, ABD’nin hiçbir zaman amacına ulaşamayacağı belirtilmektedir.
Gazete bu haberlerinde yine asıl terörü ABD’nin yaptığına, Müslümanlara
karşı katliam yapıldığına ve bunun bir din savaşı olduğuna işaret etmektedir.
Böylece haberde gerek şiddet ve tehdit içeren gerekse de meydan okuma
öğeleri içeren ABD için olumsuz, Taliban için olumlu mesajlar kullanarak
tavrını Taliban’dan yana koyduğunu açıkça belli etmektedir.
28 Tuba Duruoğlu

5. Başarı haberleri

Beşinci grup haberler ise, yine gazetelerin destekledikleri tarafın


operasyondaki başarılarını ilettikleri haberlerdir. ABD 8 Ekim 2001’de
Afganistan’da resmen harekat başlatmıştır. Bunun üzerine Hürriyet gazetesi
sık sık haberlerinde ABD’nin savaştaki başarılarını bildiren haberler
yapmıştır. Bu haberlerde, operasyonda Ladin’in karargahlarının bulunduğu,
kentlerin bombalandığı, pek çok kentin ve eyaletin ele geçirildiği, pek çok
terör kampının imha edildiği konuları işlenmektedir. “Hedef Kabil”, “6 ülke
vuracak 40’ı destekliyor” (8 Ekim), “ABD eziyor”, “Taliban’da hasar (9
Ekim), “ABD bunker busterlarla vuruyor” (11 Ekim), “Kabil’e 24 saat bomba
yağdı” (12 Ekim), “Bin Ladin’in yeri 30’a 30 belirlendi” (23 Ekim), “9 terör
kampı yokedildi” (24 Ekim) gibi başlıklarla da yine ABD’nin gücü ve başarısı
açıkça vurgulanmıştır. Aynı zamanda gazetenin, haberlerinde Afganistan için
kullandığı “çok büyük hasar gördü”, “ağır darbe aldı”, “teröristler yeraltındaki
yuvalarında vuruldu”, “büyük ölçüde kontrol sağlandı”, “en ağır darbeyi yedi”
gibi ifadelerden de Afganistan’ın güçsüzlüğünün ve yenilgisinin açıkça ortaya
koyulduğu anlaşılmaktadır. Görüldüğü gibi operasyonda ABD’nin amacına
ulaşmaya başladığı yani harekattaki başarıları ve Afganistan’ın aldığı hasar
sıklıkla haberlerin konusu olmuş, bu da gazetenin ABD’nin ve politikalarının
yanında haberler yaptığı bulgusunu desteklemiştir.
Akit gazetesinin de başarı haberlerine yer verdiği görülmektedir. Elbette
bu haberler, Taliban’ın Amerika karşısında aldığı askeri başarıya ilişkindir. “2
ABD uçağı düşürüldü” (8 Ekim), “6 Uçak düşürüldü” (9 Ekim), “Tabutla
dönüş başladı”, “Rambo zor durumda” (21 Ekim), “25 Amerikalı Komanda
öldürüldü” (22 Ekim), “ABD’ye 40 tabut” (4 Kasım), “Taliban: 95 ABD
askerini öldürdük” (6 Kasım), “4 ABD uçağı düştü” (7 Kasım) gibi açıkça
başarı ve üstünlük unsuru taşıyan başlıklara sahip bu haberlerde pek çok ABD
askerinin Taliban kuvvetlerince öldürüldüğü ya da esir alındığı, ABD
uçaklarının ve helikopterlerinin düşürüldüğü, ele geçirilen pek çok kentin geri
alındığı ve ABD’nin bu haberlere sansür koyarak, bu başarısızlıklarını ve
aldığı “ağır darbeyi” dünyadan gizlediği belirtilmektedir. Gazetenin
haberlerinde “apar topar geri çekilmek zorunda kaldı”, “Rambolar bu işin
Hollywood’da film çevirmeye benzemediğini anladı” gibi ifadelerle de ülkeyi
alaycı bir tavırla küçümsediği dolayısıyla da Afgan askerlerinin gücünü
yücelttiği görülmüştür. Gazetenin ABD karşıtlığı, aynı zamanda, haberlerinde
askerlerin sivilleri vurduğu suçlamayla da yansımaktadır. “Sivilleri vurdular”
11 Eylül’ün sunumu 29

(8 Ekim), “Toni-coni sivilleri katletti” (9 Ekim), “ABD’den sivil katliamı” (11


Ekim), “Sadece bir köyde 200 şehit” (12 Ekim), “Kundaktaki bebekleri ve
hayvanları bile öldürüyorlar” (13 Ekim), “ABD yine sivilleri vurdu” (16
Ekim), “Çocuk katliamı” (22 Ekim), “Hayasız saldırının 18. günü” (25 Ekim),
“ABD vahşeti sürüyor” (29 Ekim), “Hayvanlaştılar” (2 Kasım) gibi
başlıklarda görüldüğü gibi haberlerde ABD operasyonda sivilleri öldürmekle,
ahlaki ve hukuki sınır tanımamakla suçlanmış, olay “katletmek, vahşet,
hayasız saldırı, cinayet, terör, hayvanlaşmak” gibi şiddet içeren ve küçük
düşürücü ifadelerle anlamlandırılmıştır. Bunun yanında “ABD namazda
vurdu” (10 Ekim), “ABD yine cami vurdu” (24 Ekim), “ABD yine namazda
bombaladı” (6 Kasım) başlıklı haberlerle de dini duygu sömürüsü öğeleri ön
plana çıkarılarak, ABD’nin imana olan saygısızlığı ve terörle savaştığının da
“tam bir palavra” olduğu okuyuculara iletilmiştir. Son olarak ABD birçok
haberde de hastaneleri (17 Ekim, 23 Ekim), Kızılay’ı (11 Kasım) ve Kızılhaç
binalarını (18 Ekim, 27 Ekim) vurmakla suçlanmıştır. Bu tür haberlerde de
gazetenin yoğun olarak vicdani duygu sömürüsü yaptığı görülmektedir.
ABD’yi sivilleri vurmakla suçlayan ve bunu bazen hakarete varan argo
tabirlerle, küçük düşürücü, aşağılayıcı öğelere başvurarak, bazen şiddet içeren
öğelere başvurarak, bazen de dini ve vicdani duygu sömürüsünü ön plana
çıkararak yapan gazetenin bu tür haberlerinde de ABD için olumsuzlayıcı
söylemler kullandığı ve bu şekilde karşıtlığı vurguladığı görülmüştür.

6. Diğer tarafı olumsuzlama, güçsüz ve zayıf gösterme

Gazete haberlerinde bir tarafın desteklenmesinin ve o tarafa yönelik


olumlu mesaj ve anlamlar içeren haberler yapılmasının yanı sıra, bir de diğer
taraf olumsuzlanmaktadır. Bu tür haberler ABD’nin Afganistan’a bir harekat
düzenlemesindeki haklılığını vurgulamakta ve okuyucuyu Afganistan’daki
rejimin değiştirilmesi gerektiği konusunda bir önyargıya sürüklemektedir.
Böylece ABD’nin uygulayacağı politikalar için destek artırılmış olmaktadır.
Örneğin bazı haberlerde (18 Eylül, 27 Eylül) Taliban’ın hayvanlar üzerinde
kimyasal silah denediği bildirilmektedir. Bu, Amerikalıların enkaz kurtarma
çalışmalarında kullandıkları köpeklere moral vermek için gösterdikleri
çabayla karşılaştırılarak Taliban’ın kötülüğü ve Amerikalıların iyiliği
vurgulanmıştır. 28 Eylül’de “Taliban kızların ırzına geçiyor” ve 29 Eylül’de
“Kadına meydana Taliban dayağı” başlıklarına sahip haberlerde kadınlara, 30
Eylül’de "Tabut içinde askeri eğitim"”başlığına sahip haberde de askerlere
30 Tuba Duruoğlu

kötü muamele yapıldığı ifade edilmektedir. “Taliban ünlü komutanı kurşuna


dizdi” (27 Ekim), “Molla Ömer’den 23 kişi için ölüm fetvası” (9 Kasım) gibi
şiddet öğeleri içeren başlıklar da yine Taliban’ın acımasızlığını, zulmünü ve
katılığını dolaylı olarak belirten haberlere aittir.
Gazete Taliban’ı güçsüz ve zayıf gösteren haberlere de yer vermiştir.
Bunlardan birinde Lider Molla Ömer’in sağlık durumunun kötü olduğu
(“Molla Ömer’in akli dengesi bozuldu”-9 Ekim), diğerinde Taliban içinde
olan iç çekişmeleri (“Taliban’da çatlak var”-17 Ekim), bir başkasında ise
Taliban askerlerinin ABD güçlerinden korkup kaçtıkları (“Taliban kaçıyor”-
11 Kasım) vurgulanmaktadır. Böylece başlık ve içeriklerde Taliban’ın
olumsuzlanması yoluyla dolaylı olarak Amerika için olumlayıcı mesaj ve
anlamlar üretilmiş olunmaktadır. Bir de 18 Ekim’de “Taliban planını Ankara
bozdu” başlığıyla verilen haberde Taliban’ın “İslam dünyasını ayaklandırmak
için” Mezar-ı Şerif’teki bir camiyi havaya uçurmayı planladığı ve Türk
istihbaratının bunu ortaya çıkardığı belirtilmektedir. Haberde bu plan,
“Müslüman-Hıristiyan çatışmasını körüklemek için hazırlanan korkunç plan”
olarak nitelendirilmiştir. Görüldüğü gibi gazete Taliban’ın bir “din savaşını”
körükleme planını vurgulamaktadır. Yani Taliban’ı Müslüman-Hıristiyan
ayrımı yapmakla suçlamaktadır. Burada Akit gazetesinin de haberlerinde sık
sık din savaşı çıkarmak istemesi nedeniyle ABD’yi suçladığı hatırlanmalıdır.
Dolayısıyla bu örnek, gazetelerin, haberlerini ideolojilerine göre biçimlendirip
anlamlandırmalarına, kendi anlamlarını ve bakış açılarını üretmelerine
verilebilecek örnekler arasında yine en önemlilerinden biridir.
Hürriyet’in Taliban’ı olumsuzlayıcı bu tür haberlerine karşılık Akit de
ABD için olumsuz olan ve genellikle ülkeyi herhangi bir konu bağlamında
“suçlayıcı” pek çok haber yapmıştır. Daha önce de olduğu gibi bunlarda da
gazete genelde başlıklarda ve haber içeriklerinde sert ve kaba bir üslup
kullanmıştır. Hatta yine bu sert ve kaba üslubunun zaman zaman hakaretlere,
küçük düşürmelere, aşağılamalara ve argo sözler kullanmalara kadar vardığı
görülmektedir. Böylelikle haberler okuyucu için daha dikkat çekici hale
getirilerek, daha güçlü ve vurgulu bir yönlendirme yapılmıştır. Hakarete varan
ifadelerin, Müslüman-Hıristiyan ayrımının yani din unsurunun, şiddet içeren
suçlayıcı öğelerin haber içeriklerinde ve başlıklarda sıkça kullanılması
ABD’nin ve politikalarının sürekli olarak olumsuzlandığını göstermektedir.
Örneğin gazetenin, 11 Eylül olayını ilk olarak duyurduğu 12 Eylül tarihinde
manşet “Yakan da yanar” şeklindedir. Haberde ABD, Filistin-İsrail savaşında
İsrail’den yana tavır koyduğu için ve Körfez Savaşı’nda Irak’ı bombalamakla
11 Eylül’ün sunumu 31

suçlanmıştır. Burada ABD, “tavrını Filistin’i her gün kan ve ateşe boğan
İsrail’den yana kullanan, Irak’taki çocukları ise bombalayarak katleden”
ifadeleriyle nitelendirilmiş ve ülkenin saldırılara uğraması “ateşle tanıştı”
biçiminde yorumlanmıştır. Ertesi gün Amerika’nın olaya karşı ortaya
koyduğu tavır netleşmiş ve yapılan açıklamalardan saldırılara savaşla karşılık
verileceği anlaşılmıştır. Akit’in bu habere ilişkin verdiği manşet haberdeki
başlık şöyledir: “Yine terör ekiyor”. Haberde ABD için “bugüne kadar
ektiklerini biçen”, “geçmişte terörist saldırılar gerçekleştiren”, “sağduyulu
hareket etmeyen” şeklinde ifadeler kullanılmış, aslında 11 Eylül’deki
saldırıların değil ABD’nin uygulamalarının “terör” olduğu belirtilmiştir. Bu
tür haberlerde gazetenin, ABD’ye geçmişteki uygulamalarından dolayı yoğun
eleştirileri açık olarak görülmektedir. Kullanılan şiddet ve öfke içeren
ifadelerden de bunun ön plana çıkarılmaya çalışıldığı anlaşılmaktadır. 14
Eylül’deki haber suçluların Arap kökenli ve hedefin Afganistan olduğunun
açıklanması ile ilgilidir. Manşet haberin başlığı “Bunun adı devlet terörü”dür.
Eskiden de, örneğin Hiroşima, Nagazaki, Trablusgarp, Bağdat, Kabil,
Ramallah gibi yerlerde ülkenin “terörist saldırılar” gerçekleştirdiği
söylenerek, ülke dünyadaki insanları “kana boğmakla”, hiçbir delil
olmamasına rağmen Afganistan’ı ve Ladin’i olayın faili ilan etmekle
suçlamaktadır. Bu da “Başta Afganistan olmak üzere, İslam ülkelerine ve
Müslümanlara karşı devlet terörü estiriliyor” ifadeleriyle anlatılmıştır. Yine
din vurgusu yapılmış, sebepsiz yere Müslümanlara savaş açıldığı
belirtilmiştir. 16 Eylül’deki haberde ABD ile birlikte NATO da
suçlanmaktadır. “Hedefleri hilal” manşetiyle duyurulan haberde NATO’nun
ABD’yi Afganistan’a savaş ilan etmesi konusunda desteklemesi ve bunun için
saldırıyı tüm üye ülkelere yapılmış saymasına ilişin 5. maddeyi yürürlüğe
koyması konu edilmiştir. Haberde Sovyetler Birliği’nin yıkılmasıyla birlikte
NATO ve ABD’nin düşmanlıklarını İslam’a yönelttikleri ve NATO’nun
bağımsız değil, ABD etkisinde bir kurum olduğu “10 yıl önce düşman rengini
kırmızıdan yeşile çeviren ABD güdümlü NATO” ifadesiyle
vurgulanmaktadır. Burada “10 yıl önce” Sovyetler Birliği’nin yıkıldığı tarihi
ifade etmekte, “kırmızı” komünizmi, “yeşil” ve “hilal” de İslam’ı sembolize
etmek için kullanılmaktadır. Gazete burada da yine “İslam ülkelerini kana
bulamak için” ABD’deki saldırıların bahane edildiğini vurgulamaktadır. “Tam
sersemledi” başlığı 24 Eylül tarihli manşet habere aittir. Bu haberde ABD
yine Afganistan’a operasyon düzenleyebilmek için bahaneler bulmakla
suçlanmaktadır. Bunu da “mazlum Afganistan üzerine çullanabilmek için
32 Tuba Duruoğlu

garip gerekçeler ileri sürmeye devam ediyor” şeklinde ifade etmiştir.


“Uğradığı saldırıdan sonra kendini kaydeden”, “söylediklerinin de
yaptıklarının da farkında olmayan” şeklindeki küçümseyici ifadeler de yine
ABD için kullanılmıştır. Bir başka haberde (27 Eylül) ABD ve ona destek
veren ülkeler, küstahlıkla, barbarlıkla, faşistlik ve vahşilikle suçlanmaktadır.
Manşeti "Küstah ve Barbar” olan haber çeşitli ülkelerde Müslümanlara
yönelik ayrımcılık yapıldığına ilişkindir. Habere göre ABD'de İran, Irak,
Pakistan ve Mısır kökenli 4 kişi görünüşleri, isimleri, ırkları ve dinleri
sebebiyle uçaklardan indirilmiş, İngiltere'deki camiler sabote edilmiş ve
Müslüman aileler tehditlere maruz kalmış, Hollanda’da Müslümanların
sınırdışı edilmesi gündeme gelmiş ve Fas kökenli bir öğrenci Kara Kuvvetleri
okulundan atılmıştır. Haberde “ABD ve Avrupa ülkelerinin vahşi ve faşist
yüzü son saldırıyla birlikte ortaya çıkmaya başladı” denmektedir.

Başvurulan kaynaklarla ilgili bulgular


Hürriyet ve Akit’in, 11 Eylül terör olayı ile ilgili haberleri okuyucularına
iletirken konuyla ilgili insanların, konunun uzmanlarının, önde gelen devlet ve
siyaset adamlarının, liderlerin, bürokratların, bilim adamlarının ya da onlar
adına veya onlardan bağımsız kurum, kuruluş ya da örgütlerin, kısaca
kamuoyunda belirli bir saygınlığa sahip olan veya olacağı düşünülen kişilerin
/kurumların görüşlerine sık sık yer verdiği görülmüştür.
Haberlerde görüşlerine yer verilen kişilerin sunduklarının her iki gazetede
farklı yönelimlere sahip olduğu bulunmuştur: Gazeteler arasında p= 0.001
seviyesinde anlamlı bir fark çıkmıştır. Bu bulgu makalenin üçüncü hipotezini
desteklemektedir (Tablo 3).

Tablo 3. Gazetelerde başvurulan kaynakların ilettiklerinin dağılımı

ABD’nin ve ABD’nin ve Her iki


politikalarının politikalarının tutumu da Nötr Toplam
yanında karşısında içeriyor
Hürriyet 79 8 12 5 104
%76.0 %7.7 %4.5 %4.8 %100
Akit 20 113 4 11 148
%13.5 %76.3 %2.8 %7.4 %100
Chi square= 128.771 df= 3 p= 0.001 c= 0.58
11 Eylül’ün sunumu 33

İçerik analizinde, Hürriyet’te toplam 104, Akit’te ise toplam 148 görüşe
yer verildiği bulunmuştur. Hürriyet’in yer verdiği 104 kişinin görüşünün 79’u,
yani toplam yer verdiği görüş sayısının %76’sı ABD’nin ve politikalarını
desteklemektedir. 12 görüş (%4.5) her iki tutumu da içeriyor iken, 8 görüş
(%7.7) ABD’nin ve politikalarının karşısında, 5 görüş ise (%4.8) nötr
karakterini taşımaktadır. Akit’te ise, 148 görüşten 113’ü (%76.3) ABD’nin ve
politikalarının karşısındadır. Görüşlerin 20’si (%13.5) ABD’nin ve
politikalarının yanında yer alırken; 11’i (%7.4) nötr, 4’ü ise (%2.8) her iki
tutumu da içermektedir.
İnceleme sonunda gazetede görüşlerine yer verilen kişilerin ve kurumların
genel olarak üç grup içine düştüğü bulunmuştur. İlk grupta Amerikan
siyasetini veya ülke politikalarını yönlendirmede önde gelen siyasetçilere,
bürokratlara, yetkililere, gazetecilere veya önde gelen basın kurumlarına yer
verilmektedir: Başkan Bush, Dışişleri Bakanı Powell, Dışişleri Bakan
Yardımcısı Grossman, Türkiye Büyükelçisi Pearson, CIA Eski Başkan
Yardımcısı Johnson, Ulusal Güvenlik Konseyi Üyesi Bryza, Kissinger ve
meşhur gazeteci W. Safire gibi kişiler ve The Sunday Times, Wall Street
Journal ve Washington Post gibi gazeteler. Gazetenin çoğunlukla bu gruptaki
kaynaklara ait iletilere yer vermiş olduğu göze çarpmaktadır. Bu tür iletilerin
içeriğine bakıldığında, Ladin ve Afganistan’ın suçlu ilan edilmesi (14 Eylül-
Powell, 16 Eylül-Bush, CNN International, 20 Eylül-Wall Street Journal,
Jone’s Intelligence Review, 21 Eylül-ABD Dışişleri Yetkilisi, 22 Eylül-
Johnson, Bush, 22 Ekim-Washington Post gibi kişi ve kurumların
açıklamalarında olduğu gibi), Amerika’nın terörü ortadan kaldırmak amacıyla
savaş başlatacağı şeklindeki açıklamalarla olayın sorumlularına göz dağı
verilmesi, güç gösterisi yapılması (örneğin 12 Eylül’de Bush’un bunun
kesinlikle bir terör eylemi olduğu, karşılıksız kalamayacağı ve herkesin
ABD’nin vereceği cezayı göreceği; 13 Eylül’de olayı yapan ile yaptırana
ayrım olmayacağı yani hem suçlunun, hem suçluya destek veren örgüt ve
ülkelerin cezalandırılacağı; 14 Eylül’de herkesin ABD’ye karşı ilan edilen
savaşta hangi tarafta yer alacağına karar vermesi gerektiği şeklindeki
açıklamaları; 13 Eylül’de Kissinger ve Safire’in kesin delil olmadan bile
şüphelilerin hemen vurulması gerektiğine; 14 Eylül’de Kissinger’in
operasyonun yetmeyeceğine, terörü barındıran ülkelere karşı harekete
geçilmesi gerektiğine, böyle terörü besleyen kaynakların kurutulabileceğine
ilişkin görüşleri; The Sunday Times’ın 24 Eylül’de yayınlanan Kabil
yakınlarındaki çatışmanın hedefe yönelmekten çok güç gösterisi şeklinde
34 Tuba Duruoğlu

geçtiğine ilişkin haberi; Safire’nin 25 Eylül’de Afganistan’la birlikte geç


olmadan Irak’ın da hedef alınması gerektiği şeklindeki açıklamaları ve
benzeri görüşler), Türkiye ile olan karşılıklı iyi ilişkilere vurgu yapılarak
Türkiye’nin “sadık ve tecrübeli bir müttefik” olduğuna dikkat çekilmesi (23
Eylül’de Dışişleri Bakan Yardımcısı Grossman’ın, terörün ne kadar korkunç
olduğunu en iyi bilen ülkenin Türkiye olduğu, Türkiye’nin onları seçtiği
vereceği desteğin özel bir önemi olduğu şeklindeki görüşleri; ABD Türkiye
Büyükelçisi Pearson’ın 27 Eylül’de Türkiye’nin terörle mücadelede vizyon
açısından liderlik üstlenecek bir ülke olduğuna dair yaptığı açıklama; 1
Ekim’de New York Times’ın, Türkiye’nin terörün yıllarca yarattığı yıkım ve
acıyı yaşayan tecrübeli bir ülke olduğuna dair yazıları; Bush’un 12 Ekim’de
Türkiye’nin gerçek bir dost ve çok önemli bir müttefik olduğunu her zaman
gösterdiğini, 11 Eylül’den sonra da unutulmaz bir destek verdiğini, özgürlük,
demokrasi ve hukukun üstünlüğü gibi değerleri paylaşan iki ülkenin şimdi de
terörizme karşı dayanışma içinde olduğunu içeren sözleri gibi) ve ülkenin fiili
destekte bulunması halinde elde edeceği faydaların açıklanması (Wall Street
Journal’ın 20 Ekim’de yayınlanan, Afganistan’da öncü rol üstlenecek bir
Türkiye’nin bölge liderliği için büyük avantaj yakalayacağına, böylece
Türkiye’nin Avrupa’daki etkinliğinin artacağına ilişkin görüşleri; 1 Kasım’da
ABD Hazine Bakanlığı’ndan yapılan, 11 Eylül saldırılarının Türkiye
ekonomisine tam etkileri ve Türkiye’nin finansman ihtiyacı üzerinde yoğun
çalışıldığı Türkiye’nin Washington’ın desteğini hakettiği şeklindeki
açıklamalar; Bryza’nın 3 Kasım tarihinde güvenlik işbirliği bakımından
ABD’ye Türkiye ve İngiltere’den daha yakın müttefik olmadığını, Ankara’nın
Kafkasya’da kritik rolü olduğunu ve halen Türkiye’ye ekonomik destek
konusunda çalışıldığını içeren sözleri; 6 Kasım’da Safire’in SSCB’yi bölen
Çin gibi laik, Müslüman ve en güçlü orduya sahip Türkiye’yi kullanmak
gerektiğine yani Türkiye’nin Kuzey Irak’ı işgal etmesi gerektiğine, böylece
büyük para kazanan Türkiye’nin AB’ye girmesinin kolaylaşacağına, Kürt
sorununun çözüleceğine, dünyanın da Ladin’den kurtulacağına dair yaptığı
açıklamalar ve benzerleri) gibi öğelerin ön plana çıkarıldığı görülmektedir.
Hürriyet bununla birlikte ikinci bir grup olarak 11 Eylül terör olayıyla
ilgili açıklamalarda bulunan Türkiye ve Amerika dışındaki çeşitli ülke
liderlerinin ve uluslararası kurum, kuruluş ya da örgütlerin yetkililerinin
görüşlerini de zaman zaman okuyucularına iletmiştir. Putin (12 Eylül), NATO
(13 Eylül), Pakistan yetkilisi (16 Eylül), Blair (13 Ekim), Suudi Arabistan
sözcüsü (10 Ekim), Arap Birliği Genel Sekreteri (5 Kasım) gibi kişilerin ve
11 Eylül’ün sunumu 35

kurumların yer aldığı bu gruptaki iletilerde ise Amerika’nın tutumuna destek


ve Ladin ve Taliban rejimine eleştiri niteliği taşıyan mesajlar öne çıkmaktadır.
Üçüncü grupta görüşlerine yer verilen kişiler veya kurumlar ise tavırlarını
açık olarak, Amerika’nın ve uyguladığı politikaların yanında olma şeklinde
ortaya koyan Türk hükümet yetkilileri veya siyaset adamlarıdır (13 Eylül-
Ecevit, 15 Eylül-Ecevit, 16 Eylül-Demirel, 19 Eylül-Ecevit, 22 Eylül-Sezer,
28 Eylül-Cem, 11 Ekim-Bahçeli, Yılmaz, 13 Ekim-Ecevit, 31 Ekim-Diyanet
İşleri Başkanı Yılmaz, 2 Kasım-Ecevit, 9 Kasım-Ecevit gibi). Bu kişilerin
iletileri, olayın bir terör eylemi olduğu, olayda ABD’nin yanında olunduğu,
Türkiye’nin ABD’ye destek vermesinin gerektiği, dolayısıyla aktif bir şekilde
destek verilmesini tasvip ettikleri, Ladin ve Afganistan yönetiminin ülke
halkının yararları ve terör olaylarının engellenmesi için ortadan kaldırılması
gerektiği konularında birleşmektedir.
İnceleme sonunda ayrıca, gazetenin haberlerinde görüşlerine yer verdiği
kişilerin/kurumların iletilerinden, Amerika’nın güç gösterisi ve gözdağı
vermesi açılarından en sert ve sivri olanlarının gazetede manşet ya da
sürmanşetle, yani büyük önem atfedilerek duyurulduğu görülmüştür. Örneğin
13 Eylül’de, siyasi konulardaki yazı ve görüşleriyle Amerika'da önemli yerleri
olan Washington Post gazetecisi, Kissinger ve New York Times’dan William
Safire’in hiçbir delil göstermeden Amerika’nın şüphelendiği suçluları, onları
barındıran ve onlara destek veren her ülkeye savaş açarak ortadan kaldırması
gerektiğine ilişkin ortak görüşleri “Hemen vur” başlığıyla sürmanşetten
verilmiştir. 16 Eylül tarihinde ise içinde ABD’nin güç gösterisini ve korkutma
stratejisini barındıran Bush’un bir görüşü gazetede yine sürmanşetle şu
başlıkta duyurulmuştur: “Onu ininden çıkarıp alacağız.” Yine 22 Eylül ve 12
Ekim’de Bush’un “Ladin’i ve örgütünü yok edin”, “Dostluğunuzu
unutamayız”, 23 Eylül’de Grossman’ın “Türkiye bizi seçti”, 13 Ekim’de
Blair’in “Müslümanlar kendinize sorun Afganistan’daki gibi bir rejimde
yaşamak ister miydiniz?”, 22 Ekim’de Bush’un “Ladin’i yok edin”, 6
Kasım’da gazetenin “Pulitzer ödüllü” diyerek nitelendirerek bu şahsı
yücelttiği ve böylece fikirlerini değerli bulduğunu dolaylı olarak belirtmiş
olduğu gazeteci Safire’in “Türkiye Kerkük petrolüne el koysun”, 9 Kasım’da
Ecevit’in “ABD’ye yardım insanlık borcu” gibi sözleri gazetede manşet veya
sürmanşet haber olarak iletilmiştir.
Akit’in iki aylık ilk sayfa haberleri incelendiğinde ise gazetenin,
görüşlerine yer verdiği kaynakların iletilerinin çoğunlukla Amerika’nın ve
politikalarının karşısında olduğu görülmüştür. Bu iletiler ile, gazetenin
36 Tuba Duruoğlu

ideolojisi, Hürriyet’te olduğu gibi, örtüşmektedir. Çünkü Amerika’ya ve


politikalarına muhalif görüşlere sahip kişilerin iletilerine yer vermek katı bir
İslamcı ideolojiye sahip bu gazete için ideolojiyi yayma, destek bulma ve
propaganda yapma açılarından işlevseldir. Bu görüşlerde özellikle ABD’ye
yönelik eleştiri, suçlama, meydan okuma, karşı çıkma, uyarı, kınama gibi
öğeler ön plana çıkmaktadır. Buna göre Akit’in haberlerinde yer verdiği
iletiler de üç grupta ele alınmıştır. 11 Eylül terör olayının haber yapıldığı ilk
günden itibaren gazete Amerika’ya muhalif bir tavır sergilemiş ve iki aylık
süre zarfında da bu tutumundan vazgeçmemiştir. İlk gruptaki bu türlü iletiler
genellikle Ladin (13 ve 20 Eylül, 4 ve 11 Kasım), Başkatip Yoldaş (13 Eylül),
Dışişleri Bakanı Mütevekkil (17 Eylül), Pakistan Büyükelçisi Zaif (23 Ekim,
9 Kasım), Lider Molla Ömer (14 ve 15 Eylül, 9 ve 15 Ekim) gibi Taliban
yönetimi üyelerine aittir. Bu görüşlerin hiçbirisinde suçlunun Ladin ve örgütü
olduğu ve Ladin’in ABD’ye teslim edilmesi kabul edilmemiştir. Ladin’in
kendisinin, olayla ilgisi olmadığına ilişkin açıklamalarına sık sık yer verilmiş,
bu iletilerde de olayın sorumluluğu inkar edilmiş öte yandan aynı zamanda
saldırının tasvip edildiği söylenmiştir. Taliban yönetimindeki yetkililerin
açıklamaları da genel olarak aynı yöndedir. Buna göre ABD Ladin’i suçlamak
için hiçbir kanıta sahip değildir, esas suçu Müslümanlara karşı ABD
işlemektedir ve ABD’nin açtığı savaşa karşı direnilecek, karşılık verilecektir.
İkinci grup iletiler Afganistan ve Türkiye dışındaki ülke başkanlarının
veya yetkililerinin ve uluslararası kurum, kuruluş veya örgütlerin
yetkililerinin görüşlerinden oluşmaktadır. Çoğunlukla bu görüşler Suriye (15
Eylül), Mısır (17 Eylül), Endonezya (26 Eylül), İran (27 Eylül, 8 Ekim, 7
Kasım), Pakistan (26 Eylül, 6 Ekim), Katar (25 Ekim) gibi İslam devletlerine
ait liderlerinin ve yetkililerinin iletilerinden oluşmaktadır. Dolayısıyla
görüşlerde Taliban yönetimine destek verilmesi, “cihad” ilanıyla ABD’nin
askeri bir müdahalesine karşı çıkılması, ilan edilen suçlunun reddedilmesi gibi
ABD’ye karşı olumsuz anlam ve mesaj içeren unsurlar dikkat çekmektedir.
Çeşitli örgüt ve kurumlar adına açıklamalar yapan kişilerin iletilerinde de
savaşın durdurulması gerektiğine yönelik veya ABD’nin politikalarını
eleştiren, suçlayıcı öğeler ön plana çıkarılmıştır (Alman Kızılhaç
Örgütü’nden, 12 Ekim tarihinde yapılan, ABD’nin Afganistan sivil halkına
dağıttığı yardım paketlerinin “ölüm tuzağı” olduğuna, propaganda amaçlı
olarak özellikle sivillerin yaşadığı bölgelere havadan atılan ABD yardım
paketlerinin sivil halkın mayınlı bölgelere giderek ölümüne sebep olduğuna
dair açıklamalar; 19 Ekimde ABD Müslüman Birliği lideri Farrakhan’ın
11 Eylül’ün sunumu 37

“Bunlar daha önce de yalan söylediler. Şimdi de yalan söylemediklerinin


garantisi yok. Kanıtların açıklanması gerekiyor” şeklindeki açıklaması veya 2
Kasım’da BM Genel Sekreteri Annan’ın yaklaşan kış mevsimi nedeniyle,
insanlara yardım edilebilmesi ve insani yardım faaliyetlerinin başlatılabilmesi
için Afganistan’daki operasyonun en kısa zamanda sona erdirilmesi
gerektiğine ilişkin sözleri bunlardan bazılarıdır).
Üçüncü gruptaki iletiler ise gazetenin, ABD’nin politikalarına muhalif
olan Türk siyaset adamlarının, bilim adamlarının veya yetkili kişilerin
görüşlerinden oluşmaktadır. Bu görüşler, genellikle suçluların Ladin ve
Afganistan olamayacağına, böyle bir iddianın doğru olmadığına, Amerika’nın
ortaya koyduğu tavırların yanlış olduğun sunmaktadır. Örneğin 13 Eylül ve 16
Eylül’de Saadet Partisi Genel Başkanı Kutan’ın ABD’deki eylemin
Afganistan ya da Filistin kaynaklı olduğunu düşünmek, böyle bir
organizasyonu oraya bağlamak için insanın saf olması gerektiğini ve eylemler
nedeniyle hedefte Pakistan, Sudan, Irak ve Afganistan olmasının parti olarak
kabul edilmeyeceğini içeren açıklamaları; uluslararası ilişkiler uzmanı
Özfatura’nın ABD’nin, Afganistan şahsında İslam dünyasına savaş başlattığı,
gerçekleştirilen saldırıların İslam dünyasına karşı hazırlanmış bir senaryo
olduğu sözleri; SP Grup Başkanvekili Candan’ın olayın MOSSAD, FBI ve
CIA içerisindeki köstebeklerin işbirliği ile yapılmış olduğuna, Afganistan’a
yargısız infaz yapıldığına, bunun ise Bush’un “kovboy kafası” mantığından
kaynaklandığına ilişkin görüşleri; MİT Daire Eski Başkanı Kaynak’ın 30
Eylül’de söylediği olayın suçlusunun Usame Bin Ladin olduğunu düşünenleri
“çok komik” bulduğuna ve bunun terör değil iç savaş olduğuna dair sözler
böyledir. Benzer şekilde, Türk hükümetinin bu konuda Amerika’nın yanında
olmasının kabul edilemeyeceği belirtilmekte ve hükümet yetkililerinin
Amerika için olumlu ve destekleyici tutumları eleştirilmektedir: 10 Ekim’de
Kutan’ın, Türkiye’nin hedefi ve sonucu belli olmayan bir maceraya atılmaya
hakkı olunmadığını, savaşa girmesi halinde ülkenin bölge ülkelerinden
uzaklaşacağını; AKP Başkanı Erdoğan’ın, başbakanın “Kanıtlardan ABD
tatmin olduysa bizde oluruz” sözleri üzerine onu, ABD’nin “siyasi noter
katipliği” olarak suçlamasını; aynı gün BBP Başkan Yardımcısı Şendiller’in
Türkiye’nin, ABD’nin “babasının uşağı” olmadığını ve onun “canı istiyor”
diye savaşa girilmemesi gerektiğini; AKP üyesi Şener’in Türk askerinin
kanının para ile satılamayacağını; 3 Kasım’da Kutan’ın Afganistan’a asker
gönderilmesinin yanlış olduğunu, buna imza atan bakanların önce kendi
çocuklarını göndermeleri gerektiğini, bunun adaletsizlik olduğunu içeren
38 Tuba Duruoğlu

sözler bu yönelime örneklerdir. Bu tür mesajlara sahip iletilerin çoğunlukla


muhalefet partilerine mensup kişilere ait olduğu dikkat çekmektedir.
Özetle Akit’in görüşlerine yer verdiği kişilerin/kurumların ortak paydada
buluştuğu noktalar şunlardır: Sosyal hayatlarındaki İslami kimlikleri, İslamcı
ideolojinin savunucusu olan bir parti mensubu olmaları, İslam kurallarına göre
yönetilen bir devletin temsilcisi olmaları, Amerika’ya ve politikalarına
herhangi bir nedenle ılımlı olmayan karşı gelmeleri.
Akit incelenirken, gazetenin kişilerin görüşlerini iletmede Hürriyet’te
farklı bir sunum biçimi daha kullandığı göze çarpmıştır. Hürriyet suçlu ilan
edilen Afganistan’ın yetkililerinin ABD ve politikalarına karşı olan
görüşlerine haber hazırlanış mekanizmalarına uygun olarak nadiren ve küçük
haberlerle yer vermiş yani görüşleri önemsizleştirmiştir (19 Eylül’de Taliban
Ulema Meclisi Sözcüsü Molla Muhammed Hasan’ın, 29 Eylül’de lider Molla
Ömer’in, 22 Eylül’de Pakistan Büyükelçisi Zaif’in Ladin’i teslim
etmeyeceklerine ilişkin açıklamaları; 9 Ekim’de bir Taliban sözcüsünün ve
yine Zaif’in Amerika’nın yaptığının teröristlik olduğunu ve Amerika’yla
birlikte hangi ülke onun yanında yer alırsa düşmanları olacağını içeren sözleri
gibi). Akit’e bakıldığında ise, gazetenin ABD’nin yanında olan kişilerin
açıklamalarına yer verdiği ancak bu açıklamaları haberlerinde yeniden-
biçimlendirerek yine ABD’ye karşı kullandığı görülmektedir. Örneğin, 18
Eylül günü Bush’un çıkacak olan savaşın bir “Haçlı Savaşı” olduğuna ilişkin
açıklamaları gazetede “Bush kinini kustu”, “ABD dilinin altındaki baklayı
çıkardı” ifadeleriyle eleştirilirken bunun Müslümanları “katletmek” için
hazırlanan bir “şeytanca plan” olduğu iddia edilmiştir. 27 Eylül’de ise
Bush’un “Bu iyilerle-kötülerin savaşı olacaktır” şeklindeki açıklamaları
manşetten “Küstah” başlığıyla duyurulmuş ve haberde bu açıklamalar yoğun
bir şekilde eleştirilmiştir. Aynı gün “Bu da yeni Mussolini” başlığıyla İtalyan
Başbakanı’nın sözleri haber yapılmış, Berlusconi “İtalyan faşizminin önderi
Mussolini’ye özenen İtalyan Başbakanı” olarak nitelendirilmiş; Batı
uygarlığının İslam dünyasından üstün olduğunu belirten açıklamaları da
“küstahça sözler sarfetti” şeklinde yorumlanmıştır. Başlık ve haber
içeriklerindeki sert ve kaba üslup görüldüğü gibi hemen göze çarpmaktadır.
Amerika’nın yanında mesajlar içeren ve bu yüzden eleştirilen bir başka görüş
de Ecevit’e aittir. Ecevit’in Taliban rejimini “çağdışı” olarak nitelendirdiği ve
Ladin Afganistan’da bulunmasa bile yönetimin değiştirilmesi gerektiğini
belirttiği açıklama da “Hangi yüzle?” başlığıyla okuyuculara iletilmiştir.
Gazeteye göre bu tür söylemler “Türkiye’deki insan hakları ve inanç
11 Eylül’ün sunumu 39

hürriyetine yönelik baskılar sebebiyle başka devletlerin Türkiye rejimine de


müdahale etme hakkı” doğurmaktadır. Gazetenin yönetime olan muhalif tavrı
bu ifadeyle de ortaya çıkmıştır. Ayrıca aynı konuyla ilgili olarak bir başka
haberde de (1 Ekim) “çağdaşlık”tan sözeden Ecevit’in “hâlâ 1952 model
daktilo kullandığı, yönettiği ülkede sal ile eğitim yapıldığı, öğrencileri dörder
kişilik masalarda tıkış tıkış oturttuğu, başörtülü ve sakallıları kamusal alana
sokmadığını içeren yönetime ilişkin aksaklıklar vurgulanarak Başbakan’ın
“çağdaşı Taliban” sözleri yine şiddetle eleştirilmiştir. 10 Ekim’de Bush’un
“terörle savaşıyoruz” açıklaması da “tam bir palavra” şeklinde duyurulmuş
çünkü haberde ABD camide namaz kılan insanları vurmakla suçlanmıştır. Bir
başka haberde ise bir Pentagon yetkilisinin “Kızılhaç binası yanlışlıkla
vuruldu” şeklindeki sözlerine yer verilmiş ve bu da Amerika’nın sivilleri
vurduğunu destekler ve kanıtlar bir “itiraf” olarak sunulmuştur. Hürriyet’in
ABD’nin yanında pek çok görüşü manşet veya sürmanşetten büyük önem
vererek duyurduğu gibi, Akit’in de bu tür görüşleri okuyucularına sıklıkla
manşet veya sürmanşet haber olarak ilettiği görülmüştür.
Yukarıda örneklerle açıklanan bulgularda görüldüğü gibi, her iki basın
kurumu da tıpkı başlık ve haber içeriklerinde olduğu gibi kendi ideolojilerine
uygun kaynakların iletilerini seçmiş ve sunmuşlar, bu şekilde kendi bakış
açılarını güçlendirmiş ve desteklemişlerdir. Sonuç olarak araştırmanın
başında, kaynağın ideolojisi ile gazetecinin haberi yapması ve okuyucularına
iletmesi arasında anlamlı bir ilişki olduğuna yönelik yapılan tahminlerin
geçerliliği nicel ve nitel bulgularla kanıtlanmıştır. Bu bulgular da, haber
içerisinde görüşlerine yer verilen kişilerin/kurumların iletilerinde ideolojik
anlamların gizli olduğu, bir haberin düzenleniş mekanizmaları dikkate
alındığında, kaynakların ve iletilerinin tesadüfen seçilmediği, bu yer
vermelerin belirli amaçlara hizmet ettiği varsayımlarını desteklemektedir.
Her iki gazetenin de haber üretimi kendi seçtikleri belirli kaynaklardan
gelen bilgilere dayandırılmıştır,. Yukarıda da Hürriyet ve Akit’in haberlerini,
görüşlerine yer verdikleri çeşitli kişi veya kurumların iletileriyle
şekillendirdiği ancak bu iletilerin çoğunun içeriklerinin ve yönlerinin tesadüf
olamayacak şekilde her iki gazetenin 11 Eylül terör olayına bakış açılarına
uygun olduğu görülmüştür.
40 Tuba Duruoğlu

SONUÇ

Hürriyet ve Akit’in 11 Eylül saldırılarıyla ilgili iki aylık süre zarfında


verdikleri haberlerin bulgularına bakıldığında, Hürriyet’in çoğunlukla ABD
ve politikalarının yanında olduğu, Akit’in ise ABD ve politikalarına karşı
tavır takındığı görülür. Bu tür bulgular, haber inşası ve ideoloji arasında sıkı
bir bağ olduğuna yönelik araştırma varsayımının doğruluğuna işaret
etmektedir. Dolayısıyla, bulgulardan çıkarılacak sonuca göre, ne haber başlığı
ne haber içeriği ne de kaynakların kullanımı ideolojiden bağımsız ve
tarafsızdır.
Haberde başlık ana temayı belirleyen, okuyucuya ilk anda içerik ile ilgili
genel bir bakış açısı sunan, haberin en önemli unsurudur. Bulgular, haber
başlığının, haberin özetinin birkaç kelimeyle çıkarılması ya da hızlı
bilgilendirme yöntemlerinden biri olarak değil, belli bilişleri aktaracak
biçimde hazırlandığına işaret etmektedir. Her iki gazetenin başlıklarında da
duygu sömürüsünden yüceltmeye, aşağılamadan övgüye, küçük düşürmeden
dostluk ifadesine kadar pek çok olumlayıcı ve olumsuzlayıcı hissi vurgular
yapılmış, bu şekilde desteklenen veya onaylanan taraf açıkça belli edilerek
okuyucunun yönlendirilmesi aranmıştır. Dolayısıyla, bu çalışma içinde
başlıkla ilgili bir kategorinin oluşturularak incelenmesi, Hürriyet ve Akit’in
ideolojik yönelimlerindeki, propaganda yapma eğilimlerindeki ve
okuyucularına sesleniş biçimlerindeki işlevini değerlendirebilmek, başlık ile
ideoloji arasındaki ilişkiyi ve bu bağlamda gazetelerin başlık hazırlamada
birbirinden farkını vurgulayabilmek açılarından işlevsel olmuştur.
Her iki gazetenin kullandıkları haber kaynaklarına ve uzmanlara ve
onların iletişimlerinin içeriğine bakıldığında, Hürriyet’in çoğunlukla
Amerika’nın ve politikalarının yanında olan kişilerin/kurumların görüşlerine
yer vermeyi tercih ettiği ortaya çıkmıştır. Yani 11 Eylül terör olayı ile ilgili
görüşleri haber yapılanların ideolojisi ve bu ideolojiye dayanarak
oluşturdukları iletiler ile Hürriyet ve Akit’in benimsediği ideoloji arasında
örtüşme olduğu görülmüştür. Bu yüzden, örneğin, Akit’in tutumunun tersine,
Hürriyet’in haberlerinde, benimsenen ortak ya da benzer ideolojiden
kaynaklanan benzer görüşlere yer vermesi, sahip olunan ideolojinin
desteklenmesi veya onaylanması gibi olumlayıcı mesaj ve anlamlar
içermektedir. Ayrıca bunlar çoğunlukla, Amerika’nın insanlık dışı bir terör
eylemine maruz kaldığı, olayı gerçekleştiren kişilerin ve o kişilerle ilgili olan
tüm örgüt ve devletlerin cezalandırılması, dolayısıyla Taliban yönetimdeki
11 Eylül’ün sunumu 41

Afganistan’a savaş açılması gerektiği ve Amerika’nın böyle bir politika


izlemesindeki haklılığı noktalarında birleşmektedir.
Bulgular her iki gazete de ABD’nin olaydan sonra uyguladığı politikaların
desteklenmesi konusunda farklı tavırlar alındığını göstermektedir. Hürriyet
ülkeyi desteklediğini ve politikalarını onayladığını Türkiye’den ve başka
ülkelerden yapılan destek ve “yanında olma” içeren açıklamaları haber
yaparak vurgulamıştır. Akit ise ülkeyi desteklemediğini yine çeşitli yollardan
ortaya koymuştur. Ülkeye karşı olan, politikalarını desteklemeyen kişilerin ve
ülkelerin mesajlarını haber yapmış, aynı zamanda ABD için düzenlenmiş
protesto gösterilerini sıklıkla duyurmuştur. Her iki gazete de kullandıkları
başlıklarda, haber içeriklerinde ve başvurdukları kaynaklarda çok “tercihli”
davranmakta ve son ürün olan haber bu tercihlerle biçimlendirilmektedir.
Makalenin bulguları ve girişte sunulan ilgili incelemeler, haberin
inşasında tesadüfi, gelişigüzel, nesnel, yansız, tarafsız, doğrunun ve haklının
yüceltilmesi gibi kavramların geçersiz olduğu ve haberlerin somut çıkar
hesaplarına uygun şekilde oluşturulduğuna ve sürdürülen düşünsel
çerçevelerin (ideolojilerin) içinde yapıldığına işaret etmektedir.

Teşekkür:
Tezimde olduğu gibi, bu makalemin hazırlanmasında da bana yoğun
düzeltmelerle yol gösteren Prof. Dr. İrfan Erdoğan’a teşekkür ederim.

KAYNAKÇA

Ak, A. (1995). Uluslararası Terörizm, Ankara: A.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü,


Yayımlanmamış Y. L. Tezi,
Avşar, Z. (1991) Türkiye’de Terörün Görünümü ve Kitle İletişim
AraçlarınaYansıması, İstanbul: İ.Ü.Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayımlanmamış
Y: L. Tezi.
Aydın, R. (1999). Türk Basınında Öğretmen Sorunları, Ankara: A.Ü. Sosyal Bilimler
Enstitüsü, Yayımlanmamış Y. L. Tezi.
Ayaz, B. (1997). Türkiye’de İnsan Hakları ve Kürt Sorunu Örneğinde Türk Basını,
İstanbul: Belge.
Baştürk, E.Ş. (1999). Ulusal Söylemin İnşasında Yazılı Basın ve Kardak Krizi Örnek
Olayı, Ankara: A.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayımlanmamış Y. L. Tezi.
Chomsky, N. (2002a). 11 Eylül, Çev. D. Körpe, İstanbul: Om.
Chomsky, N. (2002b). 11 Eylül ve Sonrası Dünya Nereye Gidiyor?, Çev. T. Doğan
Vd., İstanbul: Aram.
Çöllü, E.F. (1999). Türk Basınının Laiklik Konusundaki Tutumu, İstanbul: İ.Ü.
Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayımlanmamış Y. L. Tezi.
Dağlı, N. (1995). Gazete Yayınlama Teknikleri, Ankara: İmaj Yayıncılık.
42 Tuba Duruoğlu

Demircan, H. (1998). Siyasi İçerikli Terör Karşısında Medyanın Tutumu, İstanbul:


M.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayımlanmamış Y. L. Tezi.
Demirdelen, D.Ç. (2000). Türk Basınında Gümrük Birliği Sürecinde Türkiye-Avrupa
Birliği İlişkileri İçerik Analizi Çalışması, Eskişehir: A.Ü. Sosyal Bilimler
Enstitüsü, Yayımlanmamış Y. L. Tezi.
Dilmaç, S. (1996). Uluslar Arası Bir Sorun Terörizm ve Türkiye, Ankara: G.Ü. Sosyal
Bilimler Enstitüsü, Yayımlanmamış Y. L. Tezi.
Dursun, Ç. (2001). TV Haberlerinde İdeoloji, Ankara: İmge Kitabevi.
Eagleton, T. (1996). İdeoloji, Çev. M. Özcan, İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
Erdem, D. (1998). İslami Basında Milli Selamet Partisi Milli Gazete Örnek Olayı,
Ankara: A.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayınlanmamış Y. L. Tezi.
Erdoğan, İ. ve Alemdar, K. (2005) Öteki Kuram, Ankara: Erk.
Erdoğan, İ. (2005). İletişimi Anlamak Ankara: Erk.
Erdoğan. T. Vd. (2001). 11 Eylül Saldırılarının Yankıları, İstanbul: Yapı Kredi.
Ergün, E. (1995). Radikal Sol ve Radikal İslamcı İdeolojilerde Düzen Karşıtı Söylem,
Ankara: O.D.T.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayımlanmamış Y. L. Tez.
Fidan, M. (1995). Kitle İletişim Araçları ve Terör: Basında Terörün İncelenmesi İle
İlgili Uygulamalı Bir Araştırma, Konya: S.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü,
Yayımlanmamış Doktora Tezi.
Gündüz, M. (1995). Basın ve Terör, Erzurum: A.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü,
Yayımlanmamış Doktora Tezi.
Hackett, R.A. (1997). “Bir Paradigmanın Önemini Yitirişi Haber Medyası
Çalışmalarında Yanlılık ve Nesnellik”, Ankara: A. Ü. İlef Yıllık,.
Hall, S. (1999). “İdeolojinin Yeniden Keşfi: Medya Çalışmalarında Baskı Altında
Tutulanın Geri Dönüşü”, Medya İktidar İdeoloji, Der. M. Küçük, Ankara: Ark.
Hall, S. (1999b). “Kültür, Medya ve İdeolojik Etki”, Medya İktidar İdeoloji, Der. M.
Küçük, Ankara: Ark.
Karakaya, G. (1998). Medya ve Terör İlişkisi, Ankara: G.Ü. Sosyal Bilimler
Enstitüsü, Yayımlanmamış Y. L. Tezi.
Keleş, Ç. (1997). İdeolojik İnşa Sürecinin Çözümlenmesi: Medya ve Özelleştirme,
Ankara: A.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayımlanmamış Y. L. Tezi.
Korkmaz, G. (1997). Terörizm ve Kitle İletişim Araçları İlişkisi, Ankara: G.Ü. Sosyal
Bilimler Enstitüsü, Yayımlanmamış Y. L. Tezi.
Koru, F. (2002). 11 Eylül O Kader Sabahı, İstanbul: Timaş Yayınları.
Küçük, M. (1999). Medya İktidar İdeoloji, Ankara: Ark Yayınları.
Özbek, O. (2002). 11 Eylül 2001’in Düşündürdükleri, İstanbul: Cumhuriyet Kitapları.
Said, E. (1994). Haberlerin Ağında İslam, İstanbul: Pınar Yayınlar.
Tek, H. (1991). 12 Eylül ve Basın, Ankara: G.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü,
Yayımlanmamış Y. L. Tezi.
Tüzen, H. (1995). Türkiye’de Anarşi, Terör ve Anomi (1968-1980), Ankara: H.Ü.
Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayımlanmamış Doktora Tezi.
Ülgü, N. (1998). Medyada Özelleştirme Haberleri, Ankara: A.Ü. Sosyal Bilimler
Enstitüsü, Yayınlanmamış Y. L. Tezi.
Yıldırım, Y. (1995). Yazılı Basında Çevre İmajı: Milliyet, Cumhuriyet, Zaman
Örneği, Ankara: G.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayımlanmamış Y.L. Tezi.
Yiğit, E.Y. (1996). Türk Yazılı Basınında 12 Eylül Müdahalesi, Ankara: A.Ü. Sosyal
Bilimler Enstitüsü, Yayımlanmamış Y. L. Tezi.
İletişim kuram ve araştırma dergisi
Sayı 25 Yaz-Güz 2007, s.43-56

Makale

Hürriyet’in Irak Savaşı’nda


tarafların orduları hakkındaki
görsel sunumu
Gül Keçelioğlu Zorcu 1

Öz: Bu araştırmada Amerika Birleşik Devletleri (ABD) ve müttefiklerinin (İngiltere,


İspanya) Irak’ı işgali sürecinde, Hürriyet’te yer alan görsel anlatılarda tarafların
orduları ile ilgili sunumun karakteri incelendi. İncelemede, tarafların askerlerinin,
askeri teçhizat, plan, strateji ve faaliyetlerinin gösterildiği fotoğraf, grafik, imaj ve
haritalar data olarak kullanıldı. Elde edilen data hem niteliksel hem de niceliksel
görsel analiz tekniği kullanılarak incelendi. İncelemenin bulguları, Hürriyet’in savaşı
ABD lehine taraflı olarak sunduğu ve savaşın sunumunda büyük oranda uluslararası
dev medya tekellerine bağlı kaldığı yönündeki varsayımı doğruladı.
Anahtar kelimeler: Savaş, Irak işgali, Hürriyet, görsel anlatı

The character of Hürriyet’s visual presentations about the armies of parties


involved in Iraq war
Abstract: This article studied the Hürriyet’s visual presentational charactiristics of
warring armies in Iraq war. The necessary data were determined as photos, graphics,
images and maps, military equipment, plan, strategy and activities of the both sides.
Quantitative and qualitative evaluations for meaning of visuals were used for analysis.
The findings supported the hyptohesis that the visual character of presentations by
Hürriyet are in favour of the USA and that Hürriyet is mostly depended on the
international mass media monopolies in its presentations. .
Keywords: War, occupation of Iraq, Hürriyet, characteristics of the presentation in
visual narratives.

1
Yüksek Lisans öğrencisi, Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi
e-posta: gulkecelioglu@hotmail.com
44 Gül Keçelioğlu-Zorcu

GİRİŞ

Amerika Birleşik Devletleri ve müttefiklerinin (İngiltere, İspanya) 20


Mart 2003 tarihinde Irak’ı işgali ile başlayan süreç, tüm dünyadaki ekonomik-
politik dengeleri yeniden biçimlendirebilecek bir karaktere sahiptir.
Ortadoğu’nun yeniden yapılandırılması esasında gerçekleştirilen bu savaş,
uluslararası hukuk açısından olduğu kadar savaş ve medya konusunda da
yoğun tartışmaları beraberinde getirmiştir. İşgal öncesi, ABD ve
müttefiklerince Irak’ta kitle imha silahları bulunduğu yönünde ortaya atılan
iddia, Irak’a saldırının temel gerekçesi olarak gösterilmiştir. Savaşın ilerleyen
süreçlerinde bu temel gerekçenin doğru olmadığının ortaya çıkması,
uluslararası kuruluşlar tarafından da yürütülen, savaşın meşruiyetine ilişkin
tartışmalara hız kazandırmış ve “propaganda, manipülasyon, dezenformasyon
terimleri yeniden sıcak gündeme oturmuştur” (İnceoğlu, 2003).
Enformasyon akışında büyük bir mücadelenin yaşandığı bu savaşta,
koalisyon güçleri açısından haber kontrolü savaşın en önemli ayaklarından
birini oluşturmuştur. “Vietnam savaşından ders alan batılı devletler ve askeri
yetkililer, gazetecileri mümkün olduğunca savaşın dışında tutmak ve onlara
sadece dünyaya yansıtmaları isteneni göstermeleri için ciddi bir haber
yönetimi (news management) uygulamıştır” (Çatalbaş, 2003: 246). Bu savaşta
ABD ve koalisyon güçlerinin uyguladığı haber yönetimi ile savaşın gerçek
karakteri gizlenmiş, savaşa ilişkin sahte bilişler işlenmiştir. Savaş süresince
yanlış ya da çarpıtılmış bilgiler medyadan geçerek sunulmuştur. Yaygın
medya sıcak savaş görüntülerini ya da bir savaşın yaratabileceği gerçek
tahribatı göstermekten imtina etmiştir. Savaş, “savaşan bedenlerden çok ordu
kuvvetlerinin hareketlerini işaretleyen uydu fotoğrafları, stratejik önemdeki
hedeflerin bu harita-fotoğraflarda konumlanışı, savaş uçaklarının kalkış-
inişleri, bu uçakların ve taşıdıkları silahların özelliklerini gösteren imajlar,
gece düşen bombaların ışıkları ve benzeri görüntülerle hafızalarda yer
tutmuştur” (Tarhan, 2003: 238).
1952’de Kore Savaşı sırasında görev yapan ABD’li gazeteci UPI (United
Press International) ajansı muhabiri Robert C.Miller’ın “Yazı işleri
müdürlerimiz ve yayıncılar, kimi zaman tamamen düzmece bilgileri haber
diye yayınladılar. Çoğumuz, cepheden gönderdiğimiz haberlerin yalan
olduğunu biliyorduk. Ama yazmak zorundaydık. Çünkü bize bu bilgileri
verenler, resmi ve sorumlu kişilerdi. Ve büyük bir olasılıkla kendileri de
bunların yalan olduğunu bile bile veriyorlardı...” (Arapkirli, 2001) sözleri,
Hürriyet’in Irak savaşını sunumu 45

savaşlarda, savaşa ilişkin yanlış ya da çarpıtılmış bilgilerin medyadan geçerek


aktarıldığının bir göstergesidir. Uluslararası haberlerin yayılmasında büyük
etkinliğe sahip olan dev medya tekellerinin “haber seçimlerini belirli siyasal,
diplomatik ve ekonomik ölçütlere göre yaptıkları da bir gerçektir” (Girgin,
2002: 65). “Uluslararası haber ajanslarının, haber seçiminde izledikleri ölçüt,
bilinçli ya da içgüdüsel bir biçimde uluslararası ekonomik sistemin kaynağını
bulduğu kapitalist ülkelerin çıkarları olmaktadır” (Özcan, 1983: 19). CNN,
BBC, Fox News gibi uluslararası televizyon kanalları ile Associated Press
(AP), REUTERS gibi uluslararası ajanslar tarafından yayılan bazı kritik
öneme sahip haberlerin doğru olmadığının ya da çarpıtılmış haberler
olduğunun ortaya çıkmasında bağımsız Arap televizyonlarının, özellikle de El
Cezire’nin, varlığı büyük rol oynamıştır. Örneğin; “AP Saddam’ın
komutanlarıyla iletişiminin kesildiğini duyururken, Irak lideri komutanlarıyla
bu bağımsız televizyonlarda boy göstermiştir” (Faraç, 2003). Bu durum,
savaşta büyük medya kuruluşları tarafından paketlenmiş haberler yayıldığı
iddialarını güçlendirirken, medyada alternatif yapıların öneminin
tartışılmasını da sağlamıştır (Herman ve Chomsky, 1988; Erdoğan, 1995;
Erdoğan ve Alemdar, 2007).
Bu savaşın gazetecilik pratiği açısından en önemli olgularından biri de
savaş muhabirliği ile ilgili yeni bir olgu olan “embedded journalism”in
gündeme getirilmesidir. “Embedded gazeteciliğin ilk uygulamasına yönelik
örnekler Afganistan Savaşı sırasında görülmekle birlikte, asıl uygulamalar
Irak Savaşı’nda yapılmıştır.” (Tokgöz, 2004: 80) Bu savaş en fazla gazeteci
kaybının yaşandığı savaşlardan biri olmuş, El Cezire ve Irak televizyonları ile
bağımsız gazetecilerin kaldığı Filistin Oteli saldırıya uğramıştır. Bu durum ile
“embedded journalism” pratiği arasında bir bağ olduğu düşünülürse
gazeteciler için bu konunun hayati öneme sahip olduğu söylenebilir. Birlikte
hareket ettiği askeri birlikle bütünleşmişliği ifade eden “embedded
journalism” kavramı Türkçe’ye “iliştirilmiş gazetecilik” olarak çevrilmiş ve
bu konu akademisyenler ve gazeteciler tarafından bir çok yönüyle ele
alınmıştır. Bağımsız gazeteciler için büyük bir tehdit içeren “iliştirilmiş
gazetecilik” pratiği, gazeteciyi cephenin bir parçası haline getirirken, haberin
sunumunda egemen söylemin daha da yaygınlaşmasına neden olacak
potansiyeli içinde taşımaktadır.
Savaş boyunca tartışılan dezenformasyon, haber yönetimi, yaratılan
imajlarla savaşın gerçek karakterinin gizlenmesi, sahte bilişler işlenmesi,
bunların medyadan geçerek sunulması, “iliştirilmiş gazetecilik” pratiği ile
46 Gül Keçelioğlu-Zorcu

medyanın savaşta cephenin bir parçası haline getirilmesi gibi olgular medyada
savaşın sunumunun incelenmesini gerekli kılmaktadır. Savaşı sunan çeşitli
haber kaynaklarından biri de gazetelerdir. Bu makalede, en genel anlamda,
Hürriyet’in savaşı sunumu konu edilmiştir. İnceleme için Hürriyet’in tercih
edilmesinde, savaş süresince Türkiye’de en yüksek tiraja sahip olan gazete
olmasının yanı sıra ana akım medyayı temsil edebilecek bir içeriğe sahip
olması da belirleyici olmuştur. Zaman ve sayfa sınırlılıkları göz önüne
alınarak kapsamı daraltılan bu incelemenin konusu “Hürriyet’te yer alan
görsel anlatılarda tarafların ordularının sunumu” olarak belirlenmiştir.
Medyanın savaşı ele alışı bir çok araştırmacı tarafından çeşitli açılardan
incelenmiş olmasına rağmen Hürriyet’in savaşı sunumunun karakteri üzerine
herhangi bir araştırma bulunmamaktadır. Bu konudaki boşluğun doldurmasına
katkı sunmak amacıyla hazırlanan bu çalışmanın temel varsayımı Hürriyet
gazetesinin savaşı Amerika Birleşik Devletleri lehine taraflı ve ABD’nin
yaratmak istediği portreye uygun olarak sunduğudur. Hürriyet’in savaşı
sunumunda kullandığı kaynakların tespit edilmesinin temel varsayımı
destekleyici karakteri düşünülerek ortaya atılan diğer bir varsayım ise
Hürriyet’in savaşı sunumunda uluslararası dev medya tekellerine bağımlı
olduğudur.

YÖNTEM

Bu inceleme kapsamında ABD’nin Irak’ı işgal ettiği günden bir gün önce
çıkan 19 Mart 2003 ve Bağdat’ın ele geçirildiği günden bir gün sonra çıkan 10
Nisan 2003 tarihleri arasında Hürriyet’te tarafların askerlerinin, askeri
teçhizat, plan, strateji ve faaliyetlerinin gösterildiği fotoğraf, grafik, imaj ve
haritalar incelenmiştir. Bu fotoğraf, harita, imaj ve grafikler nicel içerik
analizi tekniği ile toplanarak kategorileştirilmiştir. İncelenen her görsel
malzeme ile ilgili kaynak gösterilip gösterilmediğine, gösterilmişse bu
kaynağın ne olduğuna bakılmış, hangi kaynaktan ne kadar yararlanıldığı tespit
edilmiştir. Elde edilen genel bulgular sıralandıktan sonra taraflarla ilgili
bulgular hem niteliksel hem de niceliksel metin analizi tekniği kullanılarak
değerlendirilmiştir.
Bu incelemede, Hürriyet’te savaşın sunumu incelenirken ekonomi-politik
yaklaşım ve medyanın ideolojik bir araç olduğu yönündeki kuramsal
yaklaşımlardan hareket edilmiştir. Hürriyet Doğan Medya Holding
bünyesinde yer alan, grubun en önemli yayın organıdır. Holding medyacılığı,
Hürriyet’in Irak savaşını sunumu 47

doğası gereği kapitalist piyasa sistemine, uluslararası medya tekellerine ve


siyasal iktidara bağımlıdır. Dolayısıyla Hürriyet ve sahipleri de bu sayılan
unsurlara bağımlıdır. Gazetede çalışan kimi profesyoneller bu bağımlılığa
gönüllüyken, bazıları bunu yaşam koşullarını yeniden üretebilmek için
zorunlu görmektedir. Kitle iletişim araçlarından geçerek aktarılan her türlü
malzeme ideolojik bir içeriğe sahiptir. Holding medyacılığı da yine doğası
gereği kapitalist piyasa sisteminin ideolojisini hem barındırır hem de bu
ideoloji için biliş işler.

ANALİZ VE DEĞERLENDİRME

Yukarıda sözü geçen tarihler arasında Hürriyet’te, tarafların askerlerinin,


askeri teçhizat, plan, strateji ve faaliyetlerinin sunulduğu toplam 293 adet
fotoğraf, grafik, imaj ya da harita tespit edilmiştir. ABD ve müttefikleri ile
ilgili 266 adet görsel malzemeye yer verilirken (Tablo 1) Irak tarafı ile ilgili
41 adet görsel malzemeye yer verildiği (Tablo 2) bulgulanmıştır.

Tablo 1. ABD ve müttefikleri ile ilgili verilerin dağılımı


Kategori N %

Karşısında kimin olduğunun gösterilmediği; silah, füze, tank ya da top


6,8
namlusunu karşıya uzatmış asker ya da askerlerin gösterildiği fotoğraflar 18

Teçhizatlarını donanmış, elinde silahı hazır bekleyen asker ya da


1,9
askerlerin gösterildiği fotoğraflar 5
Hareket halindeki asker ya da askerlerin gösterildiği fotoğraflar 99 37,2
Bombardıman uçakları ve kullanımlarına ilişkin fotoğraflar 48 18,0
Hareket halindeki tank ve diğer askeri araçların gösterildiği fotoğraflar 17 6,4

Savaş uçaklarının ve taşıdıkları silahların, çeşitli askeri teçhizatın


özelliklerini gösteren imaj ve grafikler ile askeri plan ve stratejileri, stok 6,7
durumları, ele geçirilen-geçirilemeyen yerleri gösteren grafik ve haritalar 18
Askerlerle ilgili özel ya da magazinel fotoğraflar 53 19,9
ABD ordusu ve askerlerinin aldığı yenilgilerin gösterildiği fotoğraflar 6 2,3
Diğer 2 0,8
Toplam 266 100
48 Gül Keçelioğlu-Zorcu

Bu görsel malzemeler içinde 14 adet fotoğrafta her iki taraf da


gösterilmektedir. Her iki tarafın da yer aldığı fotoğraflarda genellikle,
öldürülmüş Irak askerleri yanında hareket halinde bulunan koalisyon
güçlerine bağlı askerler, yaralı Irak askerlerine yardım eden koalisyon
güçlerine bağlı askerler, Iraklı askerleri esir alan koalisyon güçlerine bağlı
askerler yer almaktadır.

Tablo 2. Irak tarafı ile ilgili toplanan verilerin dağılımı

Kategori N %
Karşısında kimin olduğunun gösterilmediği; silah, füze, tank ya da top
1 2,4
namlusunu karşıya uzatmış asker ya da askerlerin gösterildiği fotoğraflar
Hareket halindeki asker ya da askerlerin gösterildiği fotoğraflar 3 7,3
Bombardıman uçakları ve kullanımlarına ilişkin fotoğraflar 2 4,9
Hareket halindeki tank ve diğer askeri araçların gösterildiği fotoğraflar 1 2,4
Savaş uçaklarının ve taşıdıkları silahların, çeşitli askeri teçhizatın
özelliklerini gösteren imaj ve grafikler ile askeri plan ve stratejileri, stok 1 2,4
durumlarını, ele geçirilen-geçirilemeyen yerleri gösteren grafik ve haritalar
Askerlerle ilgili özel ya da magazinel fotoğraflar 1 2,4
Irak ordusu, askerleri ve direnişçilerinin ümitsiz, güçsüz, yetersiz ya da
29 70,8
yenik gösterildiği fotoğraflar
Diğer 3 7,3
Toplam 41 100

Hürriyet’te ABD ve müttefiklerinin askerleri ile ilgili, karşısında kimin


olduğunun gösterilmediği, silah, füze, tank ya da top namlusunu karşıya
uzatmış asker ya da askerlerin gösterildiği 18; teçhizatlarını donanmış, elinde
silahı hazır bekleyen asker ya da askerlerin gösterildiği 5; Hareket halindeki
(elinde silahıyla ileriye doğru koşan, sürünerek bir yerlere gitmeye çalışan,
nöbet tutan, komuta merkezinde çalışan, esir alan, esirleri bir yerden bir yere
götüren, tatbikat yapan, Iraklı sivil ya da askerlerin üzerini arayan, kimlik
kontrolü yapan, Iraklı asker ya da sivillere yardım eden, Iraklı sivillerle
selamlaşan) asker ya da askerlerin gösterildiği 99 olmak üzere toplam 122
adet fotoğrafa yer verilmiştir (Tablo 1). Irak askerlerinin bu şekilde sunulduğu
4 fotoğrafa yer verilmiştir. Karşısında kimin olduğunun gösterilmediği, silah,
füze, tank ya da top namlusunun karşıya uzatıldığı 1 fotoğrafa rastlanmıştır
Hürriyet’in Irak savaşını sunumu 49

(Tablo 1). Bu fotoğrafta karşıya uzanan tek bir silahın sadece namlusu
gösteriliyor, silahı kimin tuttuğu gösterilmemiş. Hareket halindeki asker ya da
askerlerin gösterildiği 3 fotoğraftan (Tablo 1) ikisi, düşürülen bir İngiliz savaş
uçağından Dicle’ye inen 2 İngiliz askerinin Iraklı askerler ve siviller
tarafından aranması ile ilgili. Diğer fotoğrafta ise bir çiftçi tarafından
düşürülen Apache helikopterin yanında bulunan 2 Irak askeri ve siviller
bulunuyor.
Irak ordusunun donanımına ilişkin 4 adet görsel malzemeye yer
verilirken; ABD ve koalisyon güçlerinin ordularının donanımına ilişkin 83
adet görsel malzeme bulunmaktadır. Bunlardan 48 tanesi bombardıman
uçakları ve kullanımlarına, 17 tanesi hareket halindeki tank ve diğer askeri
araçlara, 18 tanesi askeri teçhizat, plan, strateji ve faaliyetlere ilişkin görsel
malzemelerdir (savaş uçakları ve taşıdıkları silahlar ile çeşitli askeri teçhizatın
özelliklerini gösteren imaj ve grafikler ile askeri plan ve stratejileri, stok
durumlarını, ele geçirilen-geçirilemeyen yerleri gösteren grafik ve haritalar)
(Tablo 1). Irak ordusunun donanımına ilişkin 4 görsel malzemeden 2 tanesi
bombardıman uçakları ve kullanımlarına; 2 tanesi de askeri teçhizat, plan,
strateji ve faaliyetlere ilişkindir.
ABD tarafına ait bombardıman uçakları ve kullanımlarına ilişkin toplam
48 fotoğrafın 18 tanesinde bomba atan savaş uçağı (uçakları) ve savaş gemisi
(gemileri) ile onlara ait parçaların gösterildiği tespit edilmiştir. Kalan 30
fotoğrafta ise bombanın düştüğü yer ya da bombadan etkilenen insanlar
gösterilmiştir. Bombaların düştüğü yer olarak askeri bölgeler ve hükümete ait
binaları gösteren 13, sivil halkın yaşadığı yerleri gösteren 4, bombanın nereye
düştüğünün belirtilmediği 1, bombanın düştüğü yerin değil bombadan
etkilenen insanların ön plana çıkarıldığı 12 fotoğraf yer alıyor. Bu
fotoğraflarda bombardımandan sonra olay yerinden geçen insanlara,
bombardımandan etkilenmiş bir ya da birkaç insana, birbirine sarılmış ağlayan
insanlara, yaralı, hastanede tedavi gören bir ya da birkaç insana yer verilmiş.
Bombanın düştüğü yerin gösterildiği fotoğraflar genelde bombanın düştüğü
yeri uzak açıdan gösteren, atılan bir bombanın yaratabileceği tahribatı
göstermeyen fotoğraflardır. Bombanın düştüğü yeri yakın çekim ile gösteren
ve bir bombanın yaratabileceği gerçek tahribatı gösteren 1 adet fotoğrafa yer
verilmiştir. Bu ilk ve tek ciddi sıcak savaş görüntüsü ise “psikolojik savaş”
başlığı altında sunulmuştur (08.04.03 sf. 17). Irak tarafına ait bombardıman
uçakları ve kullanımlarına ilişkin ise 2 fotoğraf bulunmaktadır. (Irak’ın
Kuveyt’teki Şark Çarşısı’nı vurması ile ilgili oldukça küçük bir fotoğraf ve
50 Gül Keçelioğlu-Zorcu

Irak’ın Erbil yakınındaki Harrir Havaalanı’na yaptığı füze saldırı ile ilgili
fotoğraf.) Fotoğrafların her ikisi de uzak açıdan çekilmiş ve atılan bombanın
yaratabileceği tahribatı göstermeyen bir içeriğe sahip.
Hürriyet’te yer alan görsel anlatılarda sıcak çatışma görüntüsü ya da bir
karşılıklılık durumu yokken cephede namlularını karşıya uzatmış koalisyon
güçleri vardır ve bu güçlerin karşı cephesinde, kimin olduğu gösterilmemiştir.
Amerikan ordusunun ilerleyişine uzun süre izin vermeyen Umm-Kasr
direnişi, manşet olamasa da, 24 Mart 2003 tarihli gazetenin birinci sayfasında
yer alabilmişse de fotoğrafta yine direnişçiler değil, koalisyon güçleri
bulunmaktadır. Amerika ve koalisyon güçlerinin askeri faaliyetleri,
teçhizatları, plan ve stratejilerine Hürriyet’te ayrıntılı olarak yer verilirken,
Irak ordusu ve direnişçilerinin askeri faaliyetleri, teçhizatları, plan ve
stratejileri neredeyse hiç yer bulamamıştır. Tüm bu veriler göstermektedir ki,
Hürriyet bu savaşta Irak ordusunu, askerlerini ve direnişçileri yok saymıştır.
Bir taraf olarak göstermemiştir. Savaşlarda cepheler olur ve cephe kavramı
alınla ilgili bir kavram olup içinde karşılıklılığı barındırır. Oysa bu savaşta
“Irak cephesi” olmayan bir cephe olarak sunulmuştur.
Bombardıman uçakları ve kullanımlarına ilişkin görsel anlatılarda; savaşın
insandan, bedenden uzak olduğu izlenimi yaratılmaya çalışılmıştır. Amerika,
hedefi Saddam olarak göstermiş ve Saddam ile yakınları dışında kimsenin
burunun kanamayacağı izlenimi yaratmaya çalışmış, Hürriyet de bu izlenimi
pekiştirecek haberler yaparak Amerikan propagandası ile paralel bir söylem
sunmuştur. Böylece bir ülke kişileştirilmiş, Irak Saddam’a indirgenmiştir. Bu
söylemle Irak’a değil Saddam’a saldırılıyormuş ve Irak halkı bu saldırıdan
hiçbir zarar görmeyecekmiş izlenimi yaratılmaya çalışılmıştır. “Psikolojik
savaş” başlığı ile verilen haberin (08.04.03 sf. 18) fotoğrafında bir bombanın
yaratabileceği gerçek tahribat ilk kez verilmiştir. Ancak habere “Psikolojik
savaş” başlığı verilmesi ilginçtir. Hürriyet’te, ilk ve tek ciddi sıcak savaş
görüntüsü (yaralı insanların gösterilmesi dışında) “Psikolojik savaş” olarak
adlandırılarak sıcak savaşa ilişkin anlam tahrif edilmiştir.
İncelenen gazetelerde toplam 53 veride koalisyon güçlerine bağlı askerler;
özel hayatları, isimleri, kişisel özellikleri, dramatik tasvirleri, yaptıkları
kahramanlıklar ile yer bulurken (Tablo 1), Irak askerleri ile ilgili sadece 1
veride Irak’ın Güney Cephesi Komutanı Ali Hasan El Macid’in ismi
geçmektedir.
Hürriyet’te yer alan fotoğraflarda ve bu fotoğrafların ilgili olduğu
haberlerde Amerikalı askerler, özel hayatları, isimleri, kişisel özellikleri,
Hürriyet’in Irak savaşını sunumu 51

dramatik tasvirleri, kahramanlıkları ile yer bularak “özne”leştirilmiştir.


İncelenen gazetelerde Irak askerlerine yönelik bu tür haberlere
rastlanmamıştır. Bu şekilde ABD ve koalisyon güçleri ile ilgili bizden birileri
söylemi kurularak bu askerlerle okuyucular arasında bir yakınlık tayin
edilmeye çalışılmıştır.
Irak ordusu, askerleri ve direnişçilerinin ümitsiz, güçsüz, yetersiz, yenik
ya da küçük düşürülen bir sunumla verildiği toplam 29 adet fotoğraf
bulunmaktadır. Bu fotoğraflarda, ümitsiz bir ırak askeri; öldürülmüş Irak
askerleri; ABD ve müttefiklerinin ilerleyişinden geriye kalmış enkaz halindeki
askeri teçhizat; elinde silah olan kadın, çocuk ya da diğer siviller; elinde
silahla gösterilen yöneticiler; kalabalık topluluklar halinde elleri enselerinde
esir alınan, ABD askerleri tarafından yardım gören, yere yatırılıp üzerleri
aranan, esir alındıktan sonra etrafı tel örgülerle çevrilmiş, vücutlarına
numaralar yazılmış esir alınan Iraklı askerler gösteriliyor. Iraklı bir grup
general ile iki Rus generalin yer aldığı fotoğrafın (03.04.03 s.14) ilişkili
olduğu haberin başlığında “Kızıl Ordu Parmağı” “Saddam’ın savunma planını
iki Rus general hazırlamış” başlıklarına yer veriliyor. Bu fotoğraf ve ilgili
olduğu haber, Irak yönetiminin dış güçler tarafından kullanıldığı yönünde bir
söylem içeriyor. ABD ve koalisyon güçlerinin ordularının gördüğü zararın
gösterildiği toplam 6 adet fotoğraf yer alıyor. Bunlar; esir alınan ABD
askerlerinin gösterildiği 3 fotoğraf ve Iraklı bir sivil tarafından av tüfeği ile
düşürülen Apache helikoptere ait 3 ayrı fotoğraftır.
Hürriyet’te ABD ve koalisyon güçlerinin orduları ve askerleri tehditkar,
güçlü ve yardımsever bir sunumla verilirken Irak ordusu ve askerleri ümitsiz,
güçsüz, yetersiz, yenik ya da yardıma muhtaç bir sunumla verilmiştir.
İncelenen tüm fotoğraflarda elinde silah olan toplam 5 Irak askeri
gösterilmektedir. Koalisyon güçlerine bağlı askerlerin gösterildiği
fotoğraflarda yer alan silahlı asker sayısı ise 1000’den fazladır. Iraklı
askerlerin yer aldığı fotoğraflardan bir tanesinde, dizlerinin üstüne çökmüş ve
elindeki silahına başını yaslamış bir Irak askerinin fotoğrafı bulunmaktadır
(19.03.03, s. 16). Bu fotoğraf “Gitmiyoruz” başlıklı haberin yanında yer alıyor
ve haberin içeriğinde ABD’nin, Saddam ve ailesine Irak’tan çıkmaları için
tanıdığı sürenin dolduğundan söz edilirken “Irak lideri Saddam Hüseyin ve
oğulları, ABD Başkanı George W. Bush’un dün sabaha karşı ülkeyi terk
etmeleri için verdiği 48 saatlik ültimatomu reddetti” ifadelerine yer veriliyor.
Irak ordusu, askerleri ve direnişçilerinin ümitsiz, güçsüz, yetersiz, yenik ya da
küçük düşürülen bir sunumla verildiği toplam 29 adet fotoğrafa yer verilirken
52 Gül Keçelioğlu-Zorcu

ABD ve koalisyon güçlerinin ordularının gördüğü zararın gösterildiği toplam


6 adet fotoğrafa rastlanmıştır. Bu 29 fotoğraf dışında Irak tarafı ile ilgili
“hareket halindeki asker ya da askerlerin gösterildiği fotoğraflar” başlığında
değerlendirilen 3 fotoğrafta da (elinde silahla gösterilen askerler bu
fotoğraflardadır) Irak tarafının güçsüz, yetersiz bir sunumla verildiğini
söylemek yanlış olmaz. Bu fotoğraflardan iki tanesi düşürülen bir İngiliz
savaş uçağından Dicle’ye inen 2 İngiliz askerinin Iraklı askerler ve siviller
tarafından aranması ile ilgiliyken, diğer fotoğrafta ise bir çiftçi tarafından
düşürülen Apache helikopterin yanında bulunan 2 Irak askeri ve siviller
bulunuyor. Iraklı askerlerin gösterildiği fotoğrafların yok denecek kadar az
olması, var olan az sayıdaki fotoğrafta da Irak askerlerinin sivillerin
faaliyetleriyle birlikte ya da sivillerin faaliyetlerinin gölgesinde verilmesi Irak
ordusunun bu fotoğraflarda da zayıf ve güçsüz bir sunumla verildiğini
göstermektedir.
Hürriyet ABD ve koalisyon güçlerini olumsuz bir kodla vermemek için
yoğun bir çaba içinde olmuştur. Haberlerde sivillere yöneltilen namlular
haklılaştırılmaya çalışılmıştır. “İkisi de çaresiz” başlığı ile verilen fotoğrafta
(28.03.03 s.17) sırtı dönük bir şekilde yerde oturan ve haberin içeriğinde Baas
Partisi üyesi olduğu söylenen bir Iraklı ve bu kişiye namlusunu doğrultmuş bir
İngiliz askeri bulunmaktadır. Silahlı ve silahını arkası dönük yerde oturan bir
sivile uzatmış olan bir askerle arkasından kendisine silah uzatılmış bir sivilin
ikisinin de çaresiz olduğunu söylemek doğrudan sivillere yönelik saldırıları
olumlamak anlamına gelir. Yine başka bir haberde “En büyük korku” manşeti
altında “Çarşaflı kadın ve İngiliz askeri” başlıklı bir fotoğrafın (31.03.03, s.1)
altında intihar saldırılarının askerin moralini bozduğundan ve askerlerin
yaşadığı güvensizlikten söz ediliyor. Fotoğrafta çarşaflı bir kadına namlusunu
doğrultmuş bir İngiliz askeri bulunmaktadır. Yine bu sunumda da sivillere
yönelik saldırıları haklılaştırmaya dönük bir çaba vardır. Gazetede yer alan
köşe yazıları bu çalışmanın kapsamında değildir. Ancak Hürriyet’te yer alan
ve altında haber ya da başlık olmayan, Hürriyet Genel Yayın Yönetmeni
Ertuğrul Özkök’ün yazısını bağladığı ve onun “Geç kalmış beyaz bayrak”
olarak yorumladığı fotoğraf (23.03.03, s. 1) ele alınacaktır. Fotoğrafta bir
siper içinde, ellerinde beyaz bayrak olan, öldürülmüş iki ıraklı asker ve onlara
bakan iki koalisyon askeri bulunmaktadır. Fotoğraftan anlaşılan, aslında
Hürriyet dışında, ulusal basının büyük çoğunluğunun bildirdiği gibi,
fotoğraftaki askerlerin beyaz bayrak gösterdikleri halde öldürüldükleridir.
Oysa Ertuğrul Özkök, yazısını iliştirdiği bu fotoğraf için, kullandığı başlıkla,
Hürriyet’in Irak savaşını sunumu 53

askerlerin beyaz bayrak çıkarmadan önce öldürüldükleri iddiasında


bulunmuştur. Gazetenin genel yayın yönetmeni tarafından yapılan bu yorum,
analize gerek bırakmayacak niteliktedir.
Hürriyet’te yer alan, tarafların ordularının sunumuna ilişkin toplam 293
verinin 109 tanesinde kaynak gösterildiği gözlemlenmiştir. Gösterilen
kaynaklardan 90 tanesi yani %82.5’i AP ve REUTERS adlı uluslararası dev
medya tekellerine aittir (Tablo 3). Bu bulgu Hürriyet’in yer verdiği görsel
anlatılarda büyük oranda uluslararası medya tekellerine bağlı kaldığını
göstermektedir.

Tablo 3. Toplanan verilerde gösterilen kaynaklar

Kaynaklar N %
AP 53 48,6
REUTERS 37 33,9
DHA 6 5,5
AA 8 7,3
HÜRRİYET 2 1,8
SIPA PRESS 1 0,9
THE SUN 1 0,9
PRESS RED 1 0,9
TOPLAM 109 100,0

SONUÇ

Araştırma bulguları en az aşağıda sunulan anlamları ima etmektedir:


1. Hürriyet bu savaşta Irak ordusunu, askerlerini ve direnişçileri yok
saymıştır. Bir taraf olarak göstermemiştir. Savaşlarda cepheler olur ve cephe
kavramı alınla ilgili bir kavram olup içinde karşılıklılığı barındırır. Oysa bu
savaşta “Irak cephesi” olmayan bir cephe olarak sunulmuştur.
2. Bombardıman uçakları ve kullanımlarına ilişkin görsel anlatılarda;
savaşın insandan, bedenden uzak olduğu izlenimi yaratılmaya çalışılmıştır.
Sıcak savaşa ilişkin anlam tahrif edilmiştir.
54 Gül Keçelioğlu-Zorcu

3. Amerika, hedefi Saddam olarak göstermiş ve Saddam ile yakınları


dışında kimsenin burunun kanamayacağı izlenimi yaratmaya çalışmış,
Hürriyet gazetesi de bu izlenimi pekiştirecek haberler yaparak Amerikan
propagandası ile paralel bir söylem sunmuştur. Böylece bir ülke
kişileştirilmiş, Irak Saddam’a indirgenmiştir. Bu söylemle Irak’a değil
Saddam’a saldırılıyormuş ve Irak halkı bu saldırıdan hiçbir zarar
görmeyecekmiş izlenimi yaratılmaya çalışılmıştır.
4. Amerikalı askerler, özel hayatları, isimleri, kişisel özellikleri, dramatik
tasvirleri, kahramanlıkları ile yer bularak “özne”leştirilmiş ve bu şekilde ABD
ve koalisyon güçleri ile ilgili içimizden birileri söylemi kurularak bu
askerlerle okuyucular arasında bir yakınlık tayin edilmeye çalışılmıştır.
5. Hürriyet’te ABD ve koalisyon güçlerinin orduları ve askerleri tehditkar,
güçlü ve yardımsever bir sunumla verilirken Irak ordusu ve askerleri ümitsiz,
güçsüz, yetersiz, yenik ya da yardıma muhtaç bir sunumla verilmiştir.
6. Hürriyet ABD ve koalisyon güçlerini olumsuz bir kodla vermemek için
yoğun bir çaba içinde olmuştur. Haberlerde sivillere yöneltilen namlular
haklılaştırılmaya çalışılmıştır.
7. Hürriyet yer verdiği görsel anlatılarda büyük oranda uluslararası dev
medya tekellerine bağlı kalmıştır.
Dikkat edilirse, incelemenin sonuçları, temel varsayımların doğrulandığını
göstermektedir. Hürriyet gazetesi savaşı ABD’nin yaratmak istediği portreye
uygun biçimde sunmuştur ve savaşın sunumunda uluslararası medya
tekellerine bağlı kalmıştır.
“Savaş politikanın başka araçlarla sürdürülmesidir. Bütün savaşlar,
kendilerini doğuran politik sistemlerden ayrılamaz” (Lenin, 1980: 129).
“Modern savaşların esas nedeni kapitalizmdir. Çünkü bu ekonomik tarz,
yapısı gereği belirli bir coğrafyada dengeye gelemez, kâr hadlerinin düşme
eğilimi yüzünden mutlaka dünyanın tümüne doğru genişlemek, yani
globelleşmek zorundadır. Bu genişlemeyi iktisadi yollardan yapmayı tercih
eder, ancak direniş gördüğünde savaşa başvurmaktan çekinmez” (Kılıçbay,
2003: 145). Kapitalizmin doğasına uygun olarak Amerika, bölgeyi kendi
çıkarları doğrultusunda biçimlendirmeye çalışmaktadır ve Irak İşgali de bu
biçimlendirmenin en önemli pratiklerinden biri olarak ortaya çıkmıştır ancak
tarihte gelişen birçok savaşta olduğu gibi savaş, gerçek karakterine uygun bir
biçimde sunulmamıştır.
Hürriyet’in Irak savaşını sunumu 55

“Özellikle Batı Orta Çağ geleneğinden gelen adalet dağıtma misyonu, din
yayma misyonu veya benzerlerinin yüceltilmeleri esasında ortaya çıkan”
(Kılıçbay, 2003: 144) Irak’a demokrasi ve özgürlük götürme söylemi, “ABD
açısından, başından beri, basit bir propaganda malzemesi olmanın ötesinde bir
işlevsellik kazanmıştır. Ayrıca bu, Amerikan işbirlikçiliğinin de temel hareket
noktası olma özelliğini taşımaktadır. Dünyanın dört bir yanında pek çok
insanın bu yanılsamaya tutsak ve kurban olmasıysa, ona ürpertici bir gerçeklik
maskesi de kazandırmaktadır” (Gerger, 2003: 11).
ABD savaş süresince meşruiyet temelini gerçeğin tahrifatına dayandırmış
ve kamuoyuna inanmaları için Hollywood yapımlarını aratmayacak bir
senaryo sunmuştur. Savaş medya tarafından seyirlik bir hale getirilirken bu
senaryoya bağlı kalınmıştır. Senaryo şudur ki; “Saddam, Irak halkının
yaşadığı sıkıntıların sorumlusu olan bir diktatör ve tüm dünyayı ele geçirmeye
çalışan kötü karakterdir. Amerika ise tüm dünyaya demokrasi ve refah
götürmek için seçilmiş kutsal elçi, dünyayı bu gözü dönmüş caniden ve
yandaşlarından kurtaracak olan Süpermen’dir. Saddam ve yandaşları her an
ellerinde olan nükleer bombaları yeryüzüne atabilir ve dünyayı mahvedebilir.
Süpermen onu durdurmalıdır. Süpermen’in hedefi sadece Saddam’dır,
Saddam ve yandaşları dışında hiç kimseye zarar vermek istemez. Elbette
savaşlarda suçsuz insanlar da zarar görebilir ama tüm dünyanın kurtulması
pahasına bu kayıplar gözden çıkarılabilir.” Bu senaryo böyle yazıldığında
komik gelebilir ancak ABD yönetiminin savaşı sunumunun özeti budur.
İncelemenin sonuçları göz önüne alındığında Hürriyet’in ABD yönetimi
tarafından paketlenen bu senaryoya uygun bir sunum yaptığını söyleyebiliriz.
Ana akım medya, doğası gereği hem dünyada hem de Türkiye’de siyasal ve
ekonomik iktidarın uygulamalarının meşrulaştırıldığı bir alandır ve savaşta da
ideolojik bir aygıt olarak görevini hakkıyla yerine getirmiştir. Bugün ABD
tarafından İran’a yapılabilecek bir saldırı gündemdeyken hazırlanan benzer
senaryolar her an “süper gücün maceraları 2,3,4…” şeklinde dolaşıma
sokulabilir. İnsan yapımı yıkım ve acı makinesi olan savaşa karşı olmak ve
gerçeğin tahrif edilmesine karşı uyanık olmak hem vicdani hem de akademik
bir sorumluluktur.
56 Gül Keçelioğlu-Zorcu

KAYNAKÇA

Althusser, Louis (1978). İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları. Çev. Yusuf Alp ve
Mahmut Özışık. İstanbul: Birikim Yayınları
Arapkirli, Z. (2001). “Savaşın İlk Kurbanı Gerçeklerdir”. www.ntvmsnbc.com/
news/110341.asp
Chomsky, N. (2002). Medya Gerçeği. Çev. Abdullah Yılmaz ve Osman Akınhay.
İstanbul: Everest Yayınları
Çatalbaş, D. (2003). “Savaşı Aktarmak ve Anlamlandırmak: Gazeteciliğin
Profesyonel değerleri ve Yaygın Medyanın Tutumu”. Doğu-Batı. 24: 245-253
Erdoğan, İ. (1995). Uluslararası İletişim, İstanbul: Kaynak.
Erdoğan, İ. (2001). “Kitle İletişimi Örneğinde Marksist Siyasal Ekonomi Yaklaşımı
Üzerine Bir Tartışma”. Praksis. 4: 276-313
Erdoğan, İ. ve Alemdar, K. (2007). Öteki Kuram: Kitle iletişimine yaklaşımların
tarihsel ve eleştirel bir değerlendirmesi, Ankara: Erk, 2007.
Faraç, M.. (2003). “Savaş, Barış ve Dezenformasyon…”. Cumhuriyet: 22.03.2003
Gerger, H. (2004). “Amerikan Emperyalizminin Ayırdedici Özellikleri”. Praksis. 11:
11-22
Girgin, A. (2002). Uluslararası İletişim, Haber Ajansları ve A.A. İstanbul: Der.
Golding, P. ve Murdock, G. (2002). “Kültür, İletişim ve Ekonomi Politik”. Medya
Kültür Siyaset. Der: Süleyman İrvan. Ankara: Alp Yayınları
Hall, S. (2002). “İdeoloji ve İletişim Kuramı”. Medya Kültür Siyaset. Der: Süleyman
İrvan. Ankara: Alp Yayınları
Herman, E. S. ve N. Chomsky (1988). Manifacturing consent: political economy of
mass communication. NH:Panteon.
İnceoğlu, Y. (2003). “Savaşta Medya Cephesi”. Radikal: 20.03.2003
Kılıçbay, M. Ali (2003). “Savaş ve Ekonomi” Doğu-Batı. 24: 143-145
Lenin, V. İ. (1980). Sosyalizm ve Savaş. Ankara: Sol Yayınları
Özcan, Z. (1983). Uluslararası Haberleşme ve Azgelişmiş Ülkeler. Ankara:
Dayanışma Yayınları
Tarhan, B. A. (2003). “Görmek, Gözlemek, Savaş ve Teknoloji”. Doğu-Batı. 24: 231-
244
Tokgöz, Oya (2004). “Irak Savaşında Yeni Bir Gazetecilik Uygulaması: Embedded
(İliştirilmiş) Gazetecilik”. Savaşın Yüzleri Uzlaşmanın Aşamaları. Der. Ü.
Doğanay. Ankara: A. Ü. Basımevi
İletişim kuram ve araştırma dergisi
Sayı 25 Yaz-Güz 2007, s.57-83

Makale

Türkiye’de toplumbilim
kitaplarında iletişime verilen yer
Kemal İnal 1

Öz: Bu makale, Türkiye’de yayımlanan toplumbilimsel yapıtlarda kitle iletişiminin


yer alınışını incelemek için tasarlandı. Bu amaçla, toplumbilimciler tarafından
çıkarılmış kitapların içeriklerine bakıldı. Araştırmanın bulgularına göre, kitle
iletişimine en çok köy araştırmalarında, en az ise lise toplumbilim kitaplarında yer
verilmektedir. Kitle iletişimine yer veren kitapların çoğu Amerikan tarzı modernleşme
yaklaşımıyla gelmektedir. İncelenen kitaplarda kitle iletişim araçlarının sayıca artması
ve günlük hayatta yaygın biçimde kullanılması gibi maddi göstergeler, kitapların
yazarları tarafından özellikle kırsal bölgelerde modernleşme yönünde olumlu
değişimler olarak değerlendirilmiştir. Oysa, tek başına kitle iletişim araçlarının
sayısının ve kullanımının artmasının toplumbilimsel kitaplarda vurgulanması,
değişimin kavranmasını sağlamaz.
Anahtar kelimeler: Toplumbilim, iletişim, iletişimin toplumbilimi, toplumbilimsel
kitaplarda iletişim

Communication in sociology books in Turkey


Abstract: This article was designed to study the inclusion of mass communication in
the sociology books in Turkey. To do so, the contents of the sociological books were
analyzed. It was found that mass communication was included most in the rural
socology books and least in the high school sociology books. The presence of
discussions on mass communication in the rural (village) works might be attributed to
some facts such as intense interest of social scientists toward the villages, the
longstanding rural structure of the country, and social scientists’ attempts to explain
the process of modernization in the rural areas in relation to the influences of mass
communication.
Keywords: sociology, communication, sociology of communication, communication
in the sociological works.

1
Doç. Dr., Gazi Üniversitesi
e-posta: kinal@gazi.edu.tr
58 Kemal İnal

GİRİŞ

Batı’da toplumsal hayatta olduğu gibi iletişim sözcüğü üniversiteler içinde


de popülerleşmiş ve bazı üniversiteler 1960’lardan önce iletişim bölümleri
açmaya, kolejler iletişimle ilgili yeni bir disiplinler arası yaklaşıma yer
vermeye başlamışlardı (Berlo, 1960:3-4). Sosyal bilim dallar içinde en
yenilerinden biri olan iletişim bilimleri, Batı’da 20. yüzyılın başlarından
itibaren gelişmeye başlamış ancak gelişimin hızlanması, 2. Dünya Savaşı’nın
acil ve somut sorunlarına çözüm beklendiği yıllarda olmuştur (Oskay,
1995:233). Dolayısıyla sosyal bilimciler, bilinçli ya da bilinçsiz katılımcılar
olarak ve çok çeşitli biçimlerde (araştırma bulgularının gazete makaleleri
halinde rapor edilmesi, sosyal bilimcilerle yapılan söyleşi ve röportajlar,
radyo ve TV programlarına danışmanlık vb.) kitle iletişim konusu ve
araçlarıyla çoğu zaman temas halinde olmuşlardır (Haslam ve Bryman, 1994).
Batıda sosyal bilimcilerin kitle iletişim konusu ve araçlarına yönelik bu
ilgilerinin toplumbilimsel cephesinin tarihi ise pek yeni sayılabilir. Batı’da
toplumbilimin iletişime ilgisi 1920’li yıllarda başlamıştır. Toplumbilimcilerin
iletişime dikkatini çeken, basının toplumsal etkisini ortaya koyan bir araştırma
(Thomas ve Znaniecki, 1920) olmuştur. Bu araştırma daha sonra kitle iletişimi
ile ilgili pek çok araştırmaya öncülük etmiştir.
Ülkemiz açısından durum ise genelde pek parlak değildir. Alemdar’ın
(1981:9) da belirttiği gibi, “kitle iletişim sosyolojisi ya da kitle iletişimine
sosyolojik yaklaşım ülkemizde henüz çok yenidir. Karşılaştığı boşluğu,
Batı’da geliştirilen kavramlar ve yöntemlerle doldurmaya çalışmıştır.” Bunun
yanı sıra, Alemdar’a göre, yapılan toplumbilimsel çalışmalarda, özellikle
Amerikan esinli köy monografilerinde, kasaba ya da kent (gecekondu)
incelemelerinde iletişime gösterilen ilgi, bölümlerden sadece birinin
haberleşmeye ayrılmasıyla yeterli bulunmuştur. Alemdar, bu incelemelerde
iletişime ilişkin bulunabilecek bilgilerin, posta ve telgrafla ilgili bilgiler,
gelen-giden mektup sayısı vb ile sınırlı kaldığını belirtir (Ögel, 1995:247).
Dolayısıyla, kitle iletişim araçlarına gösterilen bu sınırlı ilgi, konunun
ayrıntılı, eleştirel ve çözümlemeli bir şekilde ele alınmasını önlemiştir. Konu,
dışarıdan alınan hazır çerçevelerde incelenmiştir. Bu açıdan Türkiye’de
toplumbilimsel çalışmalar, iletişim konusuna gösterilen ilgi açısından
1930’ların sonlarından yakın zamanlara değin büyük ölçüde modernleşmeci
bir yaklaşımı temel almıştır. Başta köy monografileri olmak üzere yapılan
saha çalışmaları, kent araştırmaları ve kuramsal incelemelerde toplumun
Toplumbilim kitaplarında iletişim 59

modern tutum ve değerleri ne ölçüde benimsediği, iletişim açısından kitle


iletişim araçlarına sahiplik ve onları kullanım oranına indirgemiştir.
Değişimin modernleşme olarak tanımlandığı bu çalışmalarda kitle iletişim
araçlarının değişimi doğrudan, tek taraflı ve olumlu olarak sağlayabileceğine
ilişkin bir inanç belirmiştir. Modern olma, kitle iletişim araçlarına sahiplik ve
bunları yaygın biçimde kullanmayla tanımlanmış; modern yönde değişim ile
kitle iletişim teknolojisinin kullanımı arasında birebir ilişki kurulmuştur.
Türkiye’de toplumbilimsel çalışmalardaki bu modernleşmeci yaklaşımın
benimsenmesi, büyük ölçüde dönemin koşullarından kaynaklanmıştır.
Dünyada 1930’lardan 1960’lara değin modernleşmeci yaklaşımın egemenlik
kurmasının Türkiye’deki toplumbilimcileri de etkilediği ileri sürülebilir.
1930’lardan itibaren Türkiye’den toplumbilimcilerin yüksek lisans ve doktora
öğrenimleri için Avrupa’nın yanı sıra ABD’yi de tercih etmeye başlamaları ve
bu ülkede geliştirilen yaklaşımları (Modernleşme, Yapısal-İşlevselcilik vb.)
benimseyip Türkiye’ye taşımaları, 1950’lilerden itibaren Türkiye’nin birçok
bakımdan ABD ile yeni ilişkiler kurması gibi gelişmeler sonucu ülkemizde
sosyal bilim geleneğinin modernleşmeci yaklaşımın büyük ölçüde etkisi altına
girdiği görülür. Fakat bu yaklaşım çerçevesinde incelenen konuların kapsamlı
biçimde kavranabildiği kolaylıkla söylenemez.
Modernleşmeci yaklaşımın aksine toplumbilimsel çalışmalarda iletişim
konusunu incelerken daha ayrıntılı, çözümlemeli ve eleştirel bir bakış açısının
benimsenmesi, konunun daha ayrıntılı biçimde ele alınmasını sağlar. Özellikle
kitle iletişim araçlarının bağlamsal açıdan ele alınarak yeniden üretim
süreçlerinde ve egemenlik ilişkilerinin kurulmasında nasıl kullanıldığının
bulgulanması, açıklamaya giden yolda önemli üstünlükler sağlar. Türkiye’de
sosyal bilimcilerin iletişime yaklaşımlarında uzun süre eleştirel bir yaklaşım
kullanmadıkları görülmektedir. Ne var ki, 1930’lardan yakın zamanlara değin
sosyal bilimcilerin iletişim konusuna yönelik sınırlı ve modernleşmeci
yaklaşım içinde kalan ilgileri, iletişim teknolojisinde yaşanan gelişmelerin de
etkisiyle değişmeye başlamıştır. Bu değişimde, yeni yaklaşımların ortaya
çıkmasının yanı sıra iletişime yönelik çalışmaların artmasının da payı vardır.
Erdoğan ve Alemdar’ın (1990:11) belirttikleri gibi, Türkiye’de iletişim
alanındaki araştırmalar eskiye göre gelişmiştir. Örneğin, iletişim alanını
anlamada önemli bir rolü olan tarih çalışmalarında bir kıpırdanma başlamıştır.
İletişim kuramları konusunda bilinenler geçmişe göre daha da çoğalmıştır.
Toplumbilimciler iletişim toplumbilimiyle hem bir ders hem de çalışma alanı
olarak henüz ilgilenmeye başlamış olsalar bile bu alan, yani “İletişim
60 Kemal İnal

Toplumbilimi” (Sociology of Communication, Sociologie de la


Communication) ya da toplumbilimsel nitelikli iletişim dersleri, Türkiye’nin
yüksek öğretim kurumlarının toplumbilim bölümlerinde yaygın bir ders olarak
okutulmaya başlanmıştır. İnternetten yapılacak küçük çaplı bir araştırmayla
kamu üniversitelerinin önemli bir kısmında iletişim ile ilgili bir
toplumbilimsel dersin verildiği görülecektir. Ancak, kamu üniversitelerinin
toplumbilim bölümlerinde yaygın biçimde verilen İletişim Toplumbilimi
derslerine karşın Toplumbilime Giriş kitaplarının çoğunda bu disipline bir alt
bölüm ayrılmaması ve İletişim Toplumbilimi adı ya da ona yakın bir isim
altında çok az ders kitabı yayınlanmış olması, araştırmaya değer bir konu
olarak görünmektedir.
Bir başka önemli nokta ise, konunun nasıl ve hangi içerikle ele alındığıdır.
Bu açıdan Alemdar’ın isabetle belirttiği gibi, Toplumbilime Giriş kitaplarında
bir toplumbilim dalı olarak İletişim Toplumbilimi’nden pek söz edilmediği;
edildiğinde ise, genellikle tutucu Amerikan kuramcılarının yaklaşımlarının
yeğlendiği görülmektedir (Ögel, 1995:247). Öte yandan, toplumbilimcilerin
İletişim Toplumbilimi adı altında ya da benzer ve yakın isimlerle çok az
çalışma yayımlamış oldukları gerçeği de göz ardı edilmemelidir. İletişim
Toplumbilimi adıyla ya da buna yakın isimlerle yayımlanan ders kitabı sayısı,
birkaç örnek çalışma (Şenyapılı, 1981; Gökçe, 1993; Tüfekçioğlu, 1997; Bal;
2004) dışında son derece azdır ve bu kitapların da kitle iletişiminin
Türkiye’de etkisinin iyice arttığı 1990’lı yıllar sonrasında yayımlandığı
görülmektedir. Ancak, bir ders kitabı ve bölüm alt başlığı olarak Türkiye’de
sosyal bilimlerde hak ettiği ilgiyi şu ana değin yeterince bulamayan iletişime
toplumbilimsel yaklaşımın tarihsel kesit içinde nasıl bir durum gösterdiği de
şimdiye kadar pek incelenmemiştir. Dolayısıyla bu makale, ülkemizde
geçmişten günümüze toplumbilimsel kitaplarda iletişim konusunun nasıl ve ne
oranda incelendiğini ele alarak iletişim toplumbiliminin yerli dinamiklerini
süreç içinde sorgulamaktadır.
1930’lı yılların sonlarından günümüze değin Türkiye’de sosyal bilimciler,
özellikle de toplumbilimciler tarafından yayımlanan çeşitli tür ve dallardaki
“toplumbilimsel” kitaplarda iletişim konu, kavram ve araçları ne oranda ve
hangi içerikle yer almıştır? Bu çalışma, Türkiye’de toplumbilimsel kitaplarda
‘İletişim Toplumbilimi’ne bir disiplin ve toplumbilimin alt dalı olarak yer
verilip verilmediğinin yanı sıra (kitle) iletişim araçlarının hangi yaklaşım
çerçevesinde, ne derece ve nasıl ele alındığı, hangi kuramsal yaklaşımlar
temelinde irdelendiği ve bağlamlarda açıklandığını incelemektedir.
Toplumbilim kitaplarında iletişim 61

Dolayısıyla bu makale, bir bakıma Türkiye’de çeşitli alanlara mensup sosyal


bilimcilerin yazdıkları toplumbilimsel nitelikli kitaplarda iletişim ile ilgili
akademik/kuramsal ve bilimsel/olgusal bilgilere/verilere ne derece yer ve
önem verildiğini saptama amacı gütmektedir.
Türkiye, Cumhuriyet’in başlangıç yıllarından bu yana eğitim, yönetim ve
iletişim gibi çok çeşitli alanlarda devletin kurucu seçkinlerinden kaynaklı
kitlesel ölçekli çok sayıda katılım ve değişim etkinliklerinin etkilerine maruz
kalmıştır. Ulusal okul, Millet Mektepleri, Halk Odaları gibi aktif eğitsel
katılımın öne çıktığı, radyo gibi kitle iletişim araçlarıyla bilgi ve bilinç elde
etmede artışın sağlandığı ve nihayet çok partili yaşama geçişle birlikte geniş
halk kitlelerinin seçilme ve seçme haklarını kullanmalarıyla gerçekleşen
kitlesel katılım ve yaşanan değişimler, toplumsal yapıda önemli açılımlar
sağlamıştır. Tüm bu kitlesel ve katılıma dayalı etkinliklerin yarattığı
değişimler, yerli ve yabancı sosyal bilimciler tarafından çeşitli şekillerde
saptanmaya çalışılmıştır. Bu değişimlerden belki de en önemli olanlardan biri
de, kitle iletişimi alanında ülkemizde yaşanan gelişmelerdir. Bu gelişmelerin
toplumbilimsel yapıtlarda bir biçimde saptanmaya çalışılmış olduğu
beklenebilir.
Bu çalışmanın amacı, yukarıda belirtilen ve kabaca yeni kitlesel bir
toplum olmanın yarattığı değişme ve gelişmeleri iki sosyal bilim dalının iç içe
geçtiği noktada ortaya çıkarmak, toplumbilim ile iletişim bilimleri
disiplinlerinin kesiştiği alanın Türkiye’de nasıl bir görünüm sergilediğini
tarihsel bir süreklilik ve farklı alt alanlarda (köy toplumbilimi, kent
toplumbilimi vd.) belirlemektedir. Gerek toplumbilim gerekse iletişim
bilimleri, toplumsal yapının değişim dinamiklerini kapsamlı biçimde
kavramayı sağlayacak birbirine yakın iki alandır. Ancak bu iki alanın
Türkiye’deki akademik çalışmalarda ne oranda ve nasıl kesiştiği şimdiye
değin pek de araştırılmamıştır.
Özellikle toplumsal değişimin 1930’ların sonlarından itibaren
dinamiklerini kavramada kırsal bölgedeki modern iletişim teknolojisini
belirleme çalışmaları, bu iki dalın iç içe kullanıldığının zengin örnekleri
olmuştur. Bu çalışmanın önemi, toplumbilimsel çalışmaların iletişim bilimleri,
konusu ve araçlarına kendi içinde ne oranda ve nasıl yer verdiği belirlenerek
disiplinler arası bakışla yapılan çalışmaların hangi ölçüde gerçekleştiğini
belirlemekte yatmaktadır. Bunun yanı sıra, Türkiye’de sosyal bilimciler,
yapmış ve yazmış oldukları toplumbilimsel nitelikteki bilimsel çalışma ve
yapıtlarda genelde toplumsal gelişmişlik ölçü(t)lerini verirlerken kitle iletişim
62 Kemal İnal

araçlarının toplumsal yapı içindeki rol ve işlevlerini son derece kısıtlı biçimde
kavramaya çalışmışlardır. Bunun nedeni, özellikle 1960 ve 70’lerde
egemenliğini sürdüren kalkınmacı ve modernleşmeci yaklaşımın aslında ne
amaç güttüğünün bilinmemesi, bu yaklaşımı körükleyen Amerikan sosyal ve
siyaset bilimcilerinin ciddi ölçüde etkisinde kalınması ve bunun hala devam
etmesidir ki, şimdi bile bu etki farklı bir kılıfta (küresel dünyada bilgi toplumu
kılığında) devam etmektedir. Oysa halk, özellikle köylü kitlesi tarafından bu
araçlardan ne oranda yararlanıldığının ötesinde, bunların hangi niyet ve
amaçlarla, ne tür değerler atfedilerek kullanıldığı pek araştırılmamıştır.
Dolayısıyla, bu makalede incelenen toplumbilimsel kitaplarda kitle iletişim
konusu ve araçlarının ne tür bir bakış açısıyla ele alındığının belirlenmesi,
çalışmanın temel problemini oluşturmaktadır.

YÖNTEM

Çalışmanın verilerini topladığı kaynağı, Türkiye’de 1930’lı yıllardan


günümüze değin sosyal bilimcilerce yazılmış “toplumbilimsel nitelik”teki tüm
akademik ve eğitsel kitaplardan oluşmuştur. Bu nedenle çalışmanın kapsamı,
toplumbilimsel kitaplarla sınırlıdır ve veri kaynağı, bu kitaplardaki akademik
ve eğitsel içerikten oluşmaktadır. Ulusal yazında yer alan toplumbilimsel
kitapların toplam sayısının ve diğer niteliklerinin daha önceden belirlenmemiş
olması, bu belirlemeyi gerçekleştirmenin çok zaman alacağı ve güç olacağı
gerekçesiyle genel bir liste oluşturmaktan ziyade rastlantısal olarak
ulaşılabilen her toplumbilimsel nitelikteki kitap incelemeye alınmıştır. Bir
kitabın akademik ve eğitsel ölçüde “toplumbilimsel” niteliğe sahip olup
olmadığı, kitabın içerdiği ünite, konu ve kavramlara bakılarak anlaşılmaya
çalışılmıştır. Öte yandan iletişimden gerek konusal gerekse kavramsal ve araç
(medium) olarak bahsetmeyen toplumbilimsel kitaplar, göz ardı edilmekten
ziyade, çalışmada anlamlı bir gösterge olarak oransal değerlendirmeye
eklenmiştir. Çalışmamızda, iletişim konu, kavram ve araçlarına yer veren
kitaplar içerik çözümlemesine tabi tutulmuş; bu çözümleme niteliksel açıdan
kullanılmıştır. Her kitapta iletişimle ilgili bilgi ve verilerin, büyük ölçüde
kitapların “İçindekiler”, “Metin”, “Dizin” ve “Sözlük” kısımlarında olduğu
görülmüş ve çözümleme bu kısımlarda yapılmıştır. “Köy”, “Kent”, “Giriş”,
“Genel” ve “Lise Sosyoloji” olmak üzere beş kitap türü incelenmiştir.
Kitaplarda iletişimle ilgili incelenen kategoriler, iletişim ile ilgili “sözcük”,
“konu”, “kavram”, “kuram ve kuramcı”, “kitle iletişim araçları” olmuştur.
Toplumbilim kitaplarında iletişim 63

“Toplumbilime Giriş” kitaplarında ayrıca “İletişim Toplumbilimi” disiplinine


yer verilip verilmediği, verildiyse konunun nasıl ve ne oranda ele alındığı da
saptanmıştır. Oranlama, konunun incelenen toplumbilimsel kitabın toplam
sayfası içindeki kapsadığı yere göre belirlenmiştir.

BULGULAR VE TARTIŞMA

Çalışmamızda elde edilen genel niceliksel bulgular, Tablo 1’de frekans (f)
ve yüzde (%) olarak gösterilmiştir.

Tablo 1. İncelenen toplumbilimsel kitaplarda iletişim konusu, kavramı ve


araçlarının yer alma sıklık ve oranları
Kitabın Türü İletişim konu, İletişim
kavram ve konu, kavram
araçlarını ve araçlarını Toplam
içeriyor içermiyor
N % N % N %
Köy Araştırması 8 62 5 38 13 100
Kent Araştırması 8 40 12 60 20 100
Toplumbilime Giriş 9 40 13 60 22 100
Kuramsal 24 34 47 66 71 100
Lise Toplumbilim 3 33 6 67 9 100
Toplam 52 42 83 58 135 100

Çalışmada toplam 135 adet toplumbilimsel nitelikli kitap incelenmiştir.


Buna göre içinde herhangi bir iletişimsel kavram, konu ve araç içermeyen
kitap sayısı 83’tür (% 58). Kitaplardan 52 tanesi (% 42) ise iletişimle ilgili
konu, kavram ve araçlara en az bir kez yer vermiştir. Buna göre kitapların
çoğunda iletişim konu, kavram ve aracının yer almadığı görülmüştür. Tablo
1’e göre, kitap türleri içinde iletişime en çok köy (saha) araştırmalarında (%
62); ikinci olarak, kent (saha) araştırmalarında (% 40) ve Toplumbilime Giriş
kitaplarında (% 40); üçüncü olarak genel kitaplarda (% 34), en az ise Lise
Toplumbilim kitaplarında (% 33) yer verilmiştir. Köy araştırmalarında, daha
ziyade monografilerde iletişim konusuna diğer türlere göre daha fazla yer
verilmesi, beklenen bir bulgu olarak değerlendirilebilir, zira 1930’lardan
başlayarak Amerikan kaynaklı modernleşmeci (ve kalkınmacı) bir yaklaşım
Batı etkisine açık tüm dünyada sosyal bilimlerde egemenliğini kurmuştur.
Önemli Türk sosyal bilimcilerinin (Behice Boran, Pertev Naili Boratav,
Niyazi Berkes, Muzaffer Şerif, Mübeccel Belik Kıray, Nermin Erdentuğ,
64 Kemal İnal

Nermin Abadan-Unat vb.) 19. yüzyılın aksine, 20. yüzyılın başlarından, daha
doğrusu Cumhuriyet’in kurulmasından itibaren yüksek lisans ve doktora
eğitimleri için daha çok ABD’yi tercih ettikleri ya da en azından ABD
menşeli kaynakları (kuram, yayın, bilimsel etkinlik vb.) takip ettikleri
bilinmektedir. ABD’de şekillenen modernleşmeci yaklaşım, bu sosyal
bilimcileri, özellikle toplumbilimcileri etkilemiştir. Nitekim bu yaklaşımı
temel alan toplumbilimcilerin “ulusal ülkü”yü içselleştirmiş kişilik ve
formasyonları sonucu ülke kalkınmasına dair araştırma yapmamaları
beklenemezdi. 1930’lardan itibaren kalkınmanın ulusal modernleşme ile
eşanlamlı olduğu düşüncesi, yazılan toplumbilimsel nitelikteki kitaplarda ele
alınan konu ve benimsenen yaklaşım biçimiyle de görülebilir. Kırsal bir
toplum olarak Türkiye’nin öncelikle köyden kalkınarak modernleşeceğine
yönelik inanç ile girişilen çeşitli resmi kitlesel, demokratik ve parasız
uygulamalar-Köy Odaları, Köy Mektepleri, Köy Enstitüleri, Halkevleri vb.-
düşünüldüğünde, köye yönelik akademik çalışmalarda iletişim konusunun ele
alınmaması beklenemezdi. Nitekim köy monografilerinde, “geri” ve
“geleneksel” yapının kırılmasında modern iletişim ve kitle iletişim araçlarına
doğrudan ve mutlak bir olumlu rol atfedildiği görülmektedir. Bu olumlu role
vurgu, yakın dönemli çalışmalarda da yapılmıştır:
Hasanoğlan’lılar aynı tarzda telgraftan da faydalanmasını öğrenmiş,
acele işlerini bu modern araçla yapmağa alışmışlardır. Radyolar
birçok köylülerin yalnız kendi memleketleri ile değil, dünya ile de
temaslarını artırmıştır (Yasa, 1955:48).
Bugün Hasanoğlan düne bakıma dışla ilişki kurmada çok daha üstün
bir duruma erişmiş bulunmaktadır. Gerek taşıt ve haberleşme araç ve
olanakları, gerekse ilişki çeşit ve alanları eskisiyle karşılaştırıldığı
zaman bu yargının nedenli doğru olduğu kendiliğinden belirmiş
olacaktır (Yasa, 1969:26).
Gazete, kitap, dergi okumada Hasanoğlan benzeri kasabalarla
karşılaştırılmayacak kadar ileri bir duruma ulaşmış bulunmaktadır
(Yasa, 1969:239).
Görüldüğü gibi üretim yapısı geniş toplumla bütünleşmeye elverişli
olmayan topluluklarda, kütle haberleşme imkanları var olsa da, etkin
biçimde kullanılmamaktadır (Ozankaya, 1971:134).
Bu araçlardan radyo, en yoğun ölçüde girdiği köylerde (özellikle c
köyünde) bile, etkin bir biçimde siyasal bilinçlenmenin aracı
olamamakta, yayınların gerek dili, gerekse içeriği geniş köylü
kitlesinin bilgi düzeyinin üstünde bulunmaktadır (Ozankaya,
1971:134).
Toplumbilim kitaplarında iletişim 65

Okuryazarlık, radyo ve sinema izlemede önemli bir etmendir.


Okumaz-yazmazlarla kıyaslandığında okur-yazarların önemli bir
bölümü radyo dinlemekte ve gazete okumaktadır. Radyo dinleme,
sinema izleme ve gazete okumada önemli bölgesel farklılıklar vardır.
Kitle iletişim araçlarına maruz kalma, diğer bölgelere oranla gelişmiş
bölgelerde daha yüksektir (Tuğaç vd., 1973:271).
Kitle iletişim araçlarının giderek yaygınlaştığına, köy topluluklarında
da etkili olmağa başladığına ilişkin gözlemler artmaktadır (Geray,
1974:39).
Gerçekten de bu köylerde büyük çoğunluğun gazeteyi anlayacak,
toplumsal, ekonomik ve siyasal konulardaki haberleri ve yorumları
anlayacak düzeyde kültür düzeyi yoktur (Merter, 1990:113).
Radyo ve televizyon köylüler ile dış dünya arasındaki bağlantıyı
sağlamış, köy toplumunu kapalı toplum olmaktan kurtarmış, açık
toplum haline getirmiştir. Radyo ve televizyon gibi haberleşme
vasıtaları, köyü kapalı bir çerçeve olmaktan çıkararak köylünün
sosyal temas sahasını genişletmiştir (Merter, 1990:113).
Köyün kitle iletişim vasıtalarıyla dışa açılması köylerimizde hakim
olan geleneksel normların değişmesini sağlamaktadır (Merter,
1990:113).
Kitle iletişim araçları, köylülerin üretim ile ilgili bilgilerini artırdığı
için gelir düzeylerinin yükselmesine ve sosyal refah düzeyinin
artmasına neden olmuştur (Merter, 1990:114).

Öte yandan genelde incelenen kitaplarda kitle iletişim araçlarından ulusal


düzeyde bahsedildiği görülmüştür. 1990’lı yıllarla birlikte ortaya çıkan yerel
medyadan sadece tek bir çalışmada (Güçlü, 2002) söz edildiği saptanmıştır.
Bu da, kitle iletişim araçlarında devlet (resmi) tekelinin ortadan kalkmasıyla
ortaya çıkan “özel medya sektörü”ne ilişkin gelişmenin son dönem
toplumbilimsel kitaplarda pek de fazla ele alınmadığını akla getirmektedir.

Köy Araştırmaları
Köy araştırmalarında iletişim konusundan diğer kitap türlerine göre
daha fazla bahsedildiği belirtilmişti. Buna göre toplumbilimsel köy
araştırması kitaplarının % 62’si iletişim konu, kavram ve araçlarına yer
verirken, % 38’sinde konuya ilişkin herhangi bir ibareye rastlanmamıştır.
Kitapların kendi içinde iletişim konusuna ayrılan oranlar Tablo 2’de
görülmektedir. Kitap başına verilen oranların toplamı, kitap sayısına
bölündüğünde ortaya çıkan oran (% 13), köy araştırmalarında iletişim
konusuna ayrılan oran olmaktadır.
66 Kemal İnal

Tablo 2. Köy araştırmalarında iletişim konusu, kavramı ve araçlarının dağılımı

Köy araştırmaları Sayfa İletişim konu, kavram ve


Toplamı araçlarına ayrılan sayfa
N %
Yasa (1955) 290 14 5
Keleş ve Türkay (1962) 85 4 5
Yasa (1969) 381 25 7
Beşikçi (1969) 302 1 0,3
Tütengil (1969) 148 2 1,5
Ozankaya (1971) 323 15 5
Tuğaç vd. (1973) 386 12 3
Geray (1974) 408 6 1,5
Atalay (1979) 250 34 14
Eserperk (1979) 206 8 4
Merter (1990) 251 20 8
Hız (2002) 148 15 10

Kitaplar kendi içinde çeşitli açılardan değerlendirilebilir. İlk dikkat çeken


nokta, isimlendirme. Değişik tarihlerde ve farklı sosyal bilimcilerce yazılmış
köy konulu daha eski tarihli kitaplarda (Yasa, 1955; Yasa, 1969; Tütengil,
1969; Ozankaya, 1971) “haberleşme” ismi kullanılırken yakın zamanda
basılmış kitaplarda ise (Tuğaç vd., 1973; Geray, 1974; Atalay, 1979;
Eserperk, 1979; Merter, 1990) “(kitle) iletişim” ya da “medya” gibi daha
güncel terimlerin kullanıldığı görülmektedir. Bu konuda tek bir istisnayla Hız
(2002), eski kuşak toplumbilimciler gibi “haberleşme” ismini tercih etmiştir.
İletişim konusu, incelenen daha eski tarihli kitaplarda (Yasa, 1955; Yasa,
1969; Kıray, 1972; Geray, 1974; Tezcan, 1977; Eserperk, 1979; Kıray, 1982,
Yıldırak, 1982) “taşıt, vasıta, yol” gibi ulaşımla ilgili konularla birlikte ve iç
içe (yeni tarihli kitaplara göre daha fazla) ele alınmıştır. Bundan, geçmişte
köylülerin ulaşım sorunlarını ve bundan kaynaklı iletişim sıkıntılarını daha
fazla yaşamalarının belirleyici bir yeri olsa gerek. Bir de, 1960 ve 1970’lerde
ulaşımla köylerin kalkınması arasında doğrudan ilişki kurulmasının da payı
vardır. Bu durum, eski monografilerde bariz biçimde görülmektedir. Örneğin,
Yasa (1955) Hasanoğlan Köyü’nün İçtimaî-İktisadî Yapısı adlı
monografisinde Hasanoğlan’da kullanılan ulaşım araçları olarak tren, araba
gibi modern makineli araçların yanı sıra ‘kağnı’, ‘eşek’, ‘at arabası’ gibi
hayvan gücüyle yapılan taşıma biçimlerinden bahsetmekte; köyde
modernleşmenin yarattığı çeşitli değişimleri aynı zamanda haberleşme ve
Toplumbilim kitaplarında iletişim 67

ulaşım açısından ele almaktadır. Bu açıdan eski monografilerde ulaşımdan


kaynaklanan sorunlar nedeniyle köyün dışarısıyla (belde, kasaba, şehir,
yabancı ülke) ilişkileri de modernleşmenin bir göstergesi olarak
irdelenmektedir (Yasa, 1955; Yasa, 1969). Bu da anlaşılır bir bulgudur, çünkü
özellikle köy monografilerinde kendi içine kapalı ve yeterli, çoğunlukla yolu
olmayan, dış dünya ile ilişkileri çok sınırlı olan köylüler için iletişim,
öncelikle ulaşım anlamına gelmektedir. Kitle iletişim araçlarının kapalı köy
yapısı içinde yerinin ya olmaması ya da çok az olması, iletişimin “merkez” ile
sadece ya da yoğunlukla ulaşım boyutunda kurulmasına neden olmaktadır.
Daha yeni çalışmalarda ise artık ulaşımla ilgili olarak hayvan gücünden
bahsedilmediği görülmektedir. Yazarlar (Atalay, 1979; Merter, 1990; Hız,
2002) iletişim konusunu ulaşım konusuyla birlikte ele almamakta; aksine,
artık köylülerin daha çok iletişim araçlarıyla olan ilişkilerinin değişik
boyutlarının (en çok tercih edilen iletişim araçları, programlar, türler vs)
değerlendirilmesini ve bireysel tercihlerin nasıl farklılaştığının
vurgulanmasını tercih etmektedirler. Bunda, iletişim araçlarının hem nicelik
hem de nitelikçe artması ve gelişmesinin, dolayısıyla bu araçlara sahiplik ve
izlenme oranlarının yaygınlaşmasının büyük bir etkisi olsa gerek.
Yine eski tarihli toplumbilimsel kitaplarda (Yasa, 1955; Keleş ve Türkay,
1962; Yasa, 1969; Tütengil, 1969; Ozankaya, 1971; Tuğaç vd., 1973; Geray,
1974; Atalay, 1979; Eserperk, 1979) postane, telefon, radyo, gazete, sinema,
tiyatro gibi ilk kuşak/klasik kitle iletişim araçları incelenirken daha yeni tarihli
köy araştırmalarında (Merter, 1990; Hız, 2002), beklenenin aksine,
küreselleşmeyle birlikte artık etki ve yaygınlığı iyice artan yeni elektronik
kitle iletişim araçlarından (bilgisayar, İnternet, kablolu TV vd.)
bahsedilmemektedir. Bunun nedeni, ya yazarların alan araştırması yaptıkları
köylerde bu yeni kitle iletişim araçlarına rastlamamaları ya da bu yeni
araçların listeye eklenmesinin unutulmasıdır.

Kent Araştırmaları
Kent araştırması alanına ait 20 adet kitaptan 8’nin (% 40) iletişim konu,
kavram ve araçlarına yer verirken 12’sinin (% 60) vermediğini yukarıda
belirtmiştik. Buna göre, incelediğimiz kitap türleri içinde kent araştırmaları,
Toplumbilime Giriş kitaplarıyla birlikte iletişim konusundan en çok
bahsedenler listesi içinde ikinci sırada yer almaktadır. Kitapların kendi içinde
iletişim konusuna ayrılan oran Tablo 3’de görülmektedir. Kitap başına verilen
oranların toplamı, kitap sayısına bölündüğünde ortaya çıkan oran (% 7), kent
68 Kemal İnal

araştırmalarında iletişim temasına ayrılan oran olmaktadır. Kent


araştırmalarında iletişime ayrılan oran (% 7), köy araştırmalarında ayrılan
orandan (% 13) daha az, hatta neredeyse yarı yarıyadır. Aslında tam tersi
olması beklenirken bu bulgu nasıl değerlendirilmeli? Şu söylenebilir:
Türkiye’de toplumbilim çalışmalarında uzun süre egemenliğini kurmuş olan
Modernleşme paradigmasının kuramsal yaklaşım, çözümleme bağlamı,
değerlendirme ve yorumlama biçimlerinin herhalde en çok köy
monografilerinde kullanıldığı; bu yaklaşım içinde de kitle iletişim araçlarına
özel bir önem verildiği ileri sürülebilir. Bu da, köyde yaşanan önemli yapısal
dönüşümleri akla getirmektedir. Böylece, özellikle 1950’li yıllardan itibaren
kırsal bölgelerde gerçekleşen tarımsal makineleşme ve yeni üretim (ekme,
biçme vb.) biçim ve ilişkilerinin köy toplumsal yapısında ortaya çıkardığı
gelişmeler (işsizlik, kente göç, ailede rol değişimi, çözülen akrabalık ilişkileri
vb.) en çok modernleşme bağlamında değerlendirilmiştir. Dolayısıyla,
toplumbilimciler, diğer sosyal bilimciler (antropolog, iktisatçı vd.) gibi
gözlerini kentten çok köye çevirmişlerdir. Bunda, birkaç on yıllık zaman
dilimi öncesine değin Türkiye’nin kırsal bir toplum olmasının da önemli bir
payı olsa gerek. Bu yapının modernleşmesinin en anlamlı göstergelerinden
biri olarak kitle iletişim araçları alanındaki değişim kullanılmış olabilir.

Tablo 3. Kent araştırmalarında iletişim konusu, kavramı ve araçlarının dağılımı

Kent Araştırmaları Sayfa İletişim konu, kavram ve


Toplamı araçlarına ayrılan sayfa
N %
Kıray (1964) 240 11 5
Yasa (1966) 306 13 5
Keleş (1971) 210 4 2
Kıray (1972) 138 9 8
Şenyapılı (1981) 349 2 0,8
Kongar (1986) 459 8 2
Alpar ve Yener (1991) 341 4 1,4
Güçlü (2002) 137 4 3

Kent araştırmalarında, köy araştırmalarında olduğu gibi isimlendirmede


tercihin yıllar geçtikçe pek değişmediği görülmüştür. Neredeyse tüm
kitaplarda (Kıray, 1964; Yasa, 1966; Keleş, 1971; Kıray, 1972; Kongar, 1986;
Alpar ve Yener, 1991) “haberleşme” terimi kullanılmıştır. Sadece tek bir
Toplumbilim kitaplarında iletişim 69

toplumbilimci (Güçlü, 2002), günün yaygın ifadeleri olan “iletişim” ve


“medya” terimlerini kullanmıştır. Bunda haliyle “iletişim” ve “medya”
terimlerinin “haberleşme” terimine göre daha yeni olması ve yaygın
kullanıma henüz girmesinin önemli bir payı olsa gerek. Özellikle özel radyo
ve TV kanallarının “kitle iletişim araçları” terimini bile neredeyse
kullanmadığı, yerine söylenmesi ve yazılması kolay ve pratik olan “medya”yı
tercih etmesinin ancak 10-15 yıllık bir geçmişe sahip olduğu hatırlanırsa,
konu aydınlığa kavuşur.
Kent araştırmalarında artık, köy araştırmalarında iletişim konu, kavram ve
araçlarıyla birlikte ele alınan ulaşımdan bahsedilmemekte; daha ziyade,
iletişim şekilleri ve araçlarından söz edilmektedir. Bu kitaplarda da iletişime
ayrılan bölümlerden Türkiye’nin (kitle) iletişim alanında geçirdiği değişimler
açık biçimde izlenebilmektedir. Örneğin, eski tarihli çalışmalarda (Kıray,
1964; Yasa, 1966; Keleş, 1968) “günlük ortalama telgraf sayısı”, “günlük
ortalama mektup sayısı”, “radyo sahipliği oranı”, “en çok dinlenen radyo
programları” gibi çokça ele alınan konular, daha yeni çalışmalarda (Şenyapılı,
1981; Kongar, 1986; Alpar ve Yener, 1991; Güçlü, 2002) yerini ağırlıkla
“okunan gazete ve dergi tipi”, “izlenen TV programları” ve “özel medya
kanallarından hangisinin izlendiği”ne bırakmaktadır.

Toplumbilimsel giriş kitapları


Toplumbilime Giriş türüne ait 22 adet kitaptan 9’nun iletişim konusuna
yer verirken 13’nün vermediğini Tablo 1’de belirtmiştik. Buna göre,
incelediğimiz kitap türleri içinde Toplumbilime Giriş kitapları, Kent araştırma
kitaplarıyla birlikte iletişim konusundan en çok bahsedenler arasında ikinci
sırada yer almaktadır. Kitapların kendi içinde iletişim konusuna ayrılan
oranlar, Tablo 4’de görülmektedir.
Eserperk’in kitabında iletişim ya da İletişim Toplumbilimi başlığı altında
“İçindekiler” kısmında herhangi bir ibare yok; ama dizin kısmında yer alan
“iletişim” sözcüğünün çeşitli sayfalarda geçtiği ancak bu terimin de bir
disiplini anlatmaktan çok kişiler arası ilişki ve etkileşimi anlatan ifadelerle
(“sosyologlar arası iletişim noksanlığı”,s.108; “insanlar aralarındaki iletişimin
sürekliliğini sağlamak”, s.126; “eğer insanlar ortaklaşa bir dünyada
yaşamasa... iletişim sağlayamayacak”, s.127 vb.) ele alındığı görülmektedir.
Bu nedenle bu kitapta iletişime ayrılan yeri (sayfayı) belirlemek mümkün
olmadı.
70 Kemal İnal

Tablo 4. Toplumbilime giriş kitaplarında iletişim konusu, kavramı ve


araçlarının dağılımı
Toplumbilime Sayfa İletişim konu,
Giriş Kitapları Toplamı kavram ve
araçlarına ayrılan
sayfa
N %
Eserperk (1981) 230 - -
Tan (1981) 154 1 0,6
Meray (1982) 232 8 3,5
Ergil (1984) 256 4 1,6
Sayın (1985) 185 1 0,5
Ozankaya (1986) 446 10 2,2
Dönmezer (1990) 455 19 4,1
Sanay (1991) 206 1 0,5
Tezcan (1995) 238 2 0,8

Tablo 4’de görüldüğü gibi Toplumbilime Giriş kitaplarında iletişim


konusuna diğer kitap türlerine göre daha az yer verilmiştir. Bu da, incelenen
Toplumbilime Giriş kitaplarında iletişim konusuna hak ettiği yerin
verilmediğini göstermektedir. Toplumbilime Giriş kitapları yazarları içinde
sadece 4 kişi (Tan, 1981; Ozankaya, 1986; Dönmezer, 1990; Sanay, 1991)
toplumbilimin alt dalları içinde İletişim Toplumbilimine ayrı bir yer ayırmış,
ancak birbirinden farklı isimlendirmeler kullanmışlardır. Tan “Kitle İletişim
Sosyolojisi”, Ozankaya “İletişim”, Dönmezer “Radyo-Televizyon
Sosyolojisi”, Sanay “Kitle Haberleşme Sosyolojisi” isimlerini tercih etmişler.
Kitapların kendi içinde iletişim konusuna ayrılan dağılıma göre. kitap
başına verilen oranların toplamı (% 13,8), kitap sayısına (9) bölündüğünde
ortaya çıkan oran (% 1,5), Toplumbilime Giriş kitaplarında iletişim konusuna
ayrılan ortalama oran olmaktadır. Toplumbilime Giriş kitaplarında iletişime
ayrılan kitap başına oranın (% 1,5), köy (% 13) ve kent araştırmalarında (% 7)
iletişime ayrılan oranların çok altında kalması nasıl açıklanmalı? Bu bulgu,
Türk sosyal bilimcileri için ‘İletişim Toplumbilimi’nin diğer alt dallar gibi ve
kadar önem arz etmediğini göstermektedir. Klasik alt dallar (Aile
Toplumbilimi, Köy Toplumbilimi vd.) Toplumbilime Giriş kitaplarında
genişçe yer bulurken iletişim, hele kitle iletişimi gibi 20. yüzyılı çok derinden
etkileyen bir konunun 20. yüzyılın sonlarında yazılan Türk menşeli
Toplumbilime Giriş kitaplarında yeterince yer almaması, konunun
Toplumbilim kitaplarında iletişim 71

önemsizliğinden ziyade, Türk sosyal bilimcilerinin ilgisizliklerine


bağlanabilir. Kitle iletişiminin bu derece geliştiği ve çok büyük etkilerde
bulunduğu bir dönemde Türk sosyal bilimcilerin konuya bu derece az ilgi
göstermelerinin nedenleri daha ayrıntılı biçimde incelenmelidir.

Niteliksel toplumbilim kitapları


Türkiye’de toplumbilimsel alan yazınının genelinin dökümüne ilişkin
yeni ve kapsamlı herhangi bir sistematik çalışmaya rastlayamadığımız için
rastlantısal olarak olabildiğince çok sayıda toplumbilimsel kitaba bu inceleme
amacıyla ulaşmaya çalıştık. Alan yazını çalışmasının ilk sonuçlarından biri,
“genel niteliksel toplumbilimsel” türdeki kitapların diğer türlere göre sayıca
daha fazla olmasıdır. Bu nedenle incelememizde genel niteliksel kitapların
sayısı (71 adet) diğerlerinden daha fazla yer aldı. Bu niteliksel kitaplardan
24’ü (% 34) iletişim konusuna yer verirken 47’sinde (% 66) iletişim konusuna
ilişkin bir ibareye rastlanmamıştır. ,
Tablo % 5’deki veriler dikkate alındığında, incelenen kuramsal
toplumbilimsel kitaplarda kitap başına iletişime ayrılan sayfanın 11, kitap
başına düşen oranın ise % 4,3 olduğu görülür. Bu oran, köy ve kent
çalışmalarından daha düşüktür.
Genel niteliksel toplumbilimsel kitaplarda iletişim konusunun genellikle
kitabın toplumbilimsel inceleme konusuna (kadın, boş zamanlar, suç, çocuk,
toplumsal değişme, aile, vb.) göre ele alındığı görülmüştür. İncelenen genel
niteliksel kitaplar içinde iletişim konusuna yer veren çalışmalar, Tezcan
(1977) % 13,4, Kıray (1982) % 14, Erder (1984) % 12, Kongar (1985) % 6,
Arat (1994) % 21, Çitci (1998) % 5,3, Göle (2000) % 7, Tezcan (2005) % 5
gibi oranlarla diğer kitaplardan daha fazla bir temsile sahiptir. Bu kitapların
bazılarında iletişim konusunun diğerlerinden oransal olarak yüksek olmasının
ardında, iletişim bilimcilerin de bir rolü vardır. Örneğin, Erder’in (1984)
yayına hazırladığı ortak kitapta Aysel Aziz’in makalesi (“Kırsal Kesimde
Kitle İletişim Araçlarının Aile Yapısına Etkisi”) ile Oya Tokgöz’ün makalesi
(“Kentlerde Kitle Haberleşme Araçları ve Aile Tüketim Biçimleri”); yine
Arat’ın (1994) yayına hazırladığı kitapta gazeteci-yazar Zeynep Alemdar’ın
makalesi (“Basın ve Kadın”) ile gazeteci Necla Akgökçe’nin makalesi
(“Kadın ve Aile Dergisi, Müslüman mı, Modern mi?”) bu çerçevede
değerlendirilebilir. Dolayısıyla yazarın doğrudan iletişim bilimci olması,
güvenli bir temsile izin vermediği için doğrudan iletişim bilimcilerce yazılan
toplumbilimsel nitelikteki kitaplar (bunlara iletişime toplumbilimsel açıdan
72 Kemal İnal

yaklaşan kitaplar denilebilir; örneğin, Aziz, 1982; Tokgöz, 1982; Güçhan,


1992; Dursun, 2001; Çelenk, 2005; Mutlu, 2005; Erdogan, 1998; Erdoğan
2007, Erdoğan ve Alemdar, 2005a; Erdoğan ve Alemdar, 2005b) inceleme
dışı bırakıldı. Fakat ortak kitaplarda iletişim bilimcilerin yer almasının
inceleme konusu açısından bir sakınca (temsil problemi, değerlendirme,
çözümleme vb.) yaratmayacağı düşünüldü.

Tablo 5. Genel niteliksel toplumbilimsel kitaplarda iletişim konusu,


kavramı ve araçlarının dağılımı

Kuramsal Sayfa İletişim konu, kavram ve


Toplumbilimsel Toplamı araçlarına ayrılan sayfa
Kitaplar N %
Yasa (1970) 228 4 1,7
Tezcan (1974) 418 4 0,9
Tezcan (1977) 223 30 13,4
Berkes (1978) 656 9 1,4
Erkal (1981) 181 1 0,5
Alkan (1982) 82 1 1,2
Kıray (1982) 499 7 1,4
Yıldırak (1982) 211 1 0,5
Dönmezer (1984) 504 14 2,8
Erder (1984) 272 31 12,0
Kongar (1985) 460 26 6,0
Kongar (1988) 368 2 0,6
Alkan (1989) 380 8 2,0
Arat (1992) 333 4 1,2
Kongar (1992) 236 4 1,7
Aydın (1993) 270 2 0,7
Oktay (1993) 253 6 2,5
Arat (1994) 211 44 21,0
Tekeli (1995) 389 6 2,0
Şen (1995) 583 2 3,0
Mardin (1997) 199 4 2,0
Çitci (1998) 582 31 5,3
Göle (2000) 260 16 7,0
Tezcan (2005) 151 7 5,0
Toplumbilim kitaplarında iletişim 73

Genel niteliksel toplumbilimsel kitaplarda geçmişten günümüze doğru


olan süreçte iletişim konu, kavram ve araçlarının farklı ele alındığı
görülmüştür. Eski tarihli kitaplarda (örneğin Yasa, 1970; Tezcan, 1974) daha
çok kitle iletişim araçlarının yıldan yıla artışı, kullanımının yaygınlaşması,
kişi başına düşen kitle iletişim aracı sayısı gibi toplumdaki iletişimsel
gelişimin maddi modernleşme yönü ele alınırken daha yakın tarihli kitaplarda
(örneğin Oktay, 1993; Arat, 1994; Çitci, 1998; Göle, 2000) ise iletişim
konusunun incelenen bağlamlara göre eleştirel bir değerlendirmeye tabi
tutulduğu görülmektedir. Örneğin, Oktay (1993) TV ve videoyu özellikle
popüler bazı diziler üzerinden ideolojik ve sınıfsal bir çözümlemeye tabi
tutarken, Arat’ın (1994) yayına hazırladığı kitapta Oya Tokgöz siyasal
reklamlarda kadın söylemini, Zeynep Alemdar basın ve kadın ilişkisini, Necla
Akgökçe Müslüman bir kadın-aile dergisinin modernliğini, Göle’nin (2000)
editörlüğünü üstlendiği kitapta ise Umut Azak, İslamcı radyolarda çalışan
türbanlı spikerlerin konumunu eleştirel bir biçimde irdelemektedir.
Dolayısıyla, genel niteliksel toplumbilimsel kitaplarda iletişim konusuna süreç
içinde işlevsel bir rol biçen ve modernleşmeci görüş açılı betimsel bir
yaklaşımdan iletişim aracının kendisini çeşitli parametre ya da yaklaşımlar
(toplumsal sınıf, kapitalizm, kitle kültürü, ideoloji, yeniden üretim, dinsellik
vb.) bağlamında irdeleyen ve eleştirel biçimde inceleyen bir bakış açısına
geçildiğini görüyoruz.
Genel niteliksel kitaplar içinde iletişim üzerine olan görüşlerine sistematik
biçimde ve genişçe yer veren toplumbilimcilerin başında Kongar (1985)
gelmektedir. Gerçekten de Kongar, “toplumsal değişme” olgusunu incelediği
kitabında iletişim konusuna “Modernleşme” bölümü altında “Haberleşme ve
Değişme” adıyla ayrı bir alt başlık ayırmıştır. Kongar, bu alt başlıkta iletişim
konusunu neredeyse bir iletişim bilimci gibi oldukça ayrıntılı başlıklar halinde
(“Haberleşmenin Tanımı”, “Haberleşmenin Öğeleri”, “Haberleşmenin
İşleyişi-Kaynak ile Alıcı Arasındaki İlişkiler”, “Gelişme Düzeyine Göre
Haberleşme Sistemleri” vd.) ele almıştır. Yine, Dönmezer (1984), suç
bağlamında olsa da, iletişim konusuna oldukça ayrıntılı yer vermiş, çeşitli
kitle iletişim araçlarını suçbilimsel bir değerlendirmeye tabi tutmuştur.
Genel niteliksel kitapların bazılarında (Berkes, 1978; Aydın, 1993;
Tekeli, 1995; Mardin, 1997) ise tarihsel yaklaşım gereği iletişim konusu,
çoğunlukla yerli ya da yabancı bazı yayın organlarının, öncelikle gazete ve
dergilerin (Bulletin de Nouvelles, Takvim-i Vekayi, Le Moniteur, Ceride-i
Havadis, Tercüman-ı Ahvâl, Ülkü, Çingıraklı Tatar, Diyojen, Hayal vd.)
74 Kemal İnal

ülkemizde ortaya çıkış, işlev, etki ve önemleri üzerinden ele alınmıştır. Bu


tarihsel toplumbilimsel yaklaşım gereği yazarlar, eleştirel, çözümlemeli ya da
doğrudan verdikleri bilgilerle kitle iletişim araçlarının önem ve rolleri
üzerinde durmuşlardır. Diğer kuramsal kitaplardan bazıları ise genellikle
iletişim konusunu ele aldıkları inceleme konusuna (subject matter) göre
değerlendirmişlerdir. Örneğin, iletişim konusunu Tezcan (1977) ‘boş
zamanların değerlendirilmesinde kitle iletişim araçlarının kullanımı’, Erkal
(1981) ‘haberleşme ve ulaşım araçlarının artan etkinliğinin spor faaliyetlerinin
ortaya çıkış ve gelişmesine yardımcı olması’, Kongar (1992) ‘kamuoyunun
oluşturulmasında kitle iletişim araçlarının rolü’ gibi açılardan ele almışlardır.
Genel niteliksel toplumbilimsel kitaplarda kitle iletişim konusu, kavramı
ve araçlarına yönelik çoğunlukla olumlayıcı bir bakış açısı egemendir. Buna
göre, kitle iletişim araçları hem toplumsal gelişmeyi sağlamakta hem de bir
gelişmişlik ölçütü olmaktadır. Oysa konuya doğrudan olumsuz bakanlar da
vardır. Metin Erksan (Şen, 1995:495) kendi ilgi konusu ve mesleği olan
sinema konusunun “medyacılar” tarafından “senaryo” kavramıyla
yozlaştırılıp kullanılması bağlamında çarpıtıldığını sitemkar ve çok ağır bir
dille eleştirmiştir: ”Türkiye’de kendini aydın sanan bütün politikacıların ve
medyacıların; bir pislik, rezillik, bir alçaklık olgusunu anlatacakları zaman, bu
olguyu bir filmin içerik ve biçiminin yazılı öğesi olan “senaryo” olarak
tanımlamaları, bu insanların sinema olgusu hakkındaki kültürel düşüncelerinin
açık bir belgesidir... medyacılar için politik ve medyatik her tür; kötülük,
pislik, rezillik, alçaklık “senaryo” demektir... Oysaki yalandan alçaklığa kadar
her tür pislik “politika”nın ve “medya”nın içinde fazlası ile vardır.”

Lise toplumbilim kitapları


Orta öğretim (Lise) ders kitaplarının, öğrencilere belli bir disiplini,
diyelim fen ya da sosyal bilgisini kazandırmada önemli bir rol oynadığı
söylenebilir. Zira öğrenciler, herhangi bir disiplinle, örneğin toplumbilimle ilk
kez lise sıralarında karşılaşmakta; bu dönemde söz konusu bilimsel disipline
ilişkin temel bilgileri, konunun “uzmanı” olan toplumbilimcilerden
edinmektedirler. Bu nedenle çalışmamızda, çeşitli tarihlerde
toplumbilimcilerce yazılan ve basılan, ardından Milli Eğitim Bakanlığı
tarafından onaylanıp liselerde okutulan Toplumbilim kitaplarını da inceleme
uygun görüldü. Lise düzeyi olsa da, bu kitaplarda “profesyonel”
toplumbilimcilerin (akademisyen, öğretmen vd) kitle iletişim konu, kavram ve
araçlarına yer verip vermediği, verdiyseler iletişim konusunu nasıl ele
Toplumbilim kitaplarında iletişim 75

aldıkları, rastlantısal olarak seçilen 9 adet kitap üzerinden incelendi. Bulgulara


göre, lise Toplumbilim kitaplarında iletişim konusuna, kitap türleri arasında
en az yer verildiğini bulguladık. 9 adet lise kitabından 3’ü (% 33) iletişim
konusuna yer verirken, kalan 6’sında (% 67) konunun ele alınmadığını
saptadık. İletişim konusuna yer veren lise toplumbilim kitaplarının (Nirun vd.,
1993; Ozankaya, 1999; Öztürk ve Coşkun, 1999) da yeni tarihlerde (1990’lar)
yazılmış olduğu görülmektedir. 1990’lı yıllardan itibaren iletişim konusunun
lise toplumbilim kitaplarına girmesi, dünya ve Türkiye’nin bu dönemle
birlikte etkilerine doğrudan maruz kaldığı küreselleşme ve bu süreçte kitle
iletişim araçlarının, özellikle TV ve bilgisayarın (İnternet’in) artan etkisine
bağlanabilir.
Tablo 6. Lise toplumbilim kitaplarında iletişim konusu, kavramı ve
araçlarına ayrılan sayfa/oran
Lise Toplumbilim Kitapları Sayfa toplamı İletişim konusuna
ayrılan sayfa/oran
Nirun vd. (1993) 166 - -
Ozankaya (1999) 198 1 0,5
Öztürk ve Coşkun (1999) 252 1 0,4

Lise toplumbilim kitaplarında iletişim konusuna verilen oran


ortalamasının (% 0,3) diğer alan kitaplarından çok daha düşük olduğu
görülmektedir. Oranın düşük çıkmasında, kitap yazarlarından ziyade,
oluşturduğu müfredatla ders kitaplarında hangi konunun, hangi oran ve
içerikte yer alacağını saptayan Talim ve Terbiye Kurulu Başkanlığı’nın
sorumluluğu belirleyici olsa gerek. Nitekim hem Ozankaya’nın (1999) hem de
Öztürk ve Coşkun’un (1999) kitaplarında konu başlığı aynıdır:”Kitle İletişim
Araçları.” Fakat sorumlu kim olursa olsun, yakın geçmişte ya da günümüzde
Lise Toplumbilim kitaplarında iletişim konusuna çok daha geniş yer verilmesi
gerekirdi, çünkü günümüzün çocuk ve gençlerinin hayatı büyük ölçüde kitle
iletişim araçlarının olumlu ya da olumsuz etkisine açık biçimde
yaşanmaktadır.
Gerek Ozankaya (1999) gerekse Öztürk ve Coşkun’nun (1999), “Kitle
İletişim Araçları” konusunu bir sayfalık kısıtlı bir alan içinde bile
olabildiğince zengin biçimde işleme kaygısıyla hareket ettikleri
görülmektedir. Örneğin Ozankaya (1999), kitle iletişim araçlarını tek tek
saymakta, bunların günümüz toplumundaki önem ve rollerini belirtmekte,
“iletişim patlaması” (s.166) denilen gelişmeyi açıklamakta, iletişimde hızı
76 Kemal İnal

artıran düzen ve araçları (telekomünikasyon, mikrodalga düzenler, yapay


uydular ağı, e-mail, silikon yongası vd.) yalın ve etkileyici biçimde
aktarmaktadır. Ozankaya’nın (1999) tek kusuru, belki de “iletişim” kavramına
sözlükte yer vermemesidir. Oysa Öztürk ve Coşkun (1999:212-213), sözlükte
hem iletişim kavramına yer vermekte hem de iletişim alanında son dönemlerin
popüler tartışma konularından (dünyanın küçük bir köye dönüşmesi,
küreselleşme, TV’nin çocuğun toplumsallaşmasındaki etkileri, kitle iletişim
araçlarının yaydığı kültür emperyalizmi, ulusal “bir örnekleşme”)
bahsetmektedirler.

SONUÇ

Çalışmada elde edilen sonuçlar, bazı kuramsal sonuçlara ulaşmaya imkan


verecek niteliktedir. Bu sonuçlardan ilki, iletişime modernleşmeci yaklaşımı,
diğeri ise iletişimde işlevselci durumu ortaya koymaktadır.
Çalışmada, geç 1960’lara kadar tüm dünyada egemen paradigma
olmasından hareketle Türkiye’de Modernleşmeci yaklaşım, iletişim olgusu ve
kitle iletişim araçları üzerinden incelenmeye ve belirlenmeye çalışılmıştır.
İncelenen kitaplar çerçevesinde ortaya çıkan genel sonuç, geçmişten
günümüze Türk sosyal bilimcilerin iletişim konusu ve kitle iletişim araçlarına
olan bakışlarının modernleşmeci bir çerçeve içinde kaldığıdır. Burada köy
monografileri ya da incelemeleri (Yasa, 1955; Keleş ve Türkay, 1962; Yasa,
1969; Tütengil, 1969; Ozankaya, 1971; Tuğaç vd., 1973; Atalay, 1979;
Eserperk, 1979; Merter, 1990; Hız, 2002) ile kent ve kasaba araştırmaları
(Kıray, 1964; Yasa, 1969; Keleş, 1971; Kıray, 1972; Şenyapılı, 1981; Kongar,
1986; Alpar ve Yener, 1991;Güçlü, 2002) başta olmak üzere incelenen
toplumbilimsel kitaplarda Türk köy, kasaba ve kentlerindeki değişmeler
incelenirken kitle iletişim araçlarının (öncelikle radyo, sinema, tiyatro, gazete,
kitap, telefon, dergi, mektup, telgraf; daha sonra televizyon) yapısı, etkisi,
kullanımı ve atfedilen anlamları ele alınmakta; bu açıdan çeşitli bireysel ve
toplumsal tutum değişimleri modernleşme eğiliminin bir örneği ve göstergesi
olarak saptanmaya çalışılmakta; nihayet değişme, modernleşme olarak
tanımlanmakta ve olumlanmaktadır. Bu kitapların bazılarında modernleşme
yaklaşımının bazen açık biçimde isim zikredilerek tercih edildiği de
görülmektedir; örneğin, Tuğaç vd.’nin (1973) yazdıkları kitabın adı
(“Modernization in Turkish Villages”) ve Kongar’ın (1985:255, 256.) konuyu
ele aldığı alt başlıklar (Modern Haberleşme Sistemi, Geleneksel Haberleşme
Toplumbilim kitaplarında iletişim 77

Sistemi), modernleşme yaklaşımının açık biçimde benimsendiğinin


göstergeleri olarak değerlendirilebilir. Modern olmanın, herhangi bir kitle
iletişim aracına (tercihen birden fazlasına) sahipliğe ya da kitle iletişim
araçlarına sahiplik ile bunları yaygın ve etkili biçimde kullanmanın doğrudan
modern bir tutum almaya indirgendiği bu çalışmalarda değişim ile teknolojik
uyum arasında biçimsel bir ilişki kurulmakta; bir teknolojik alet olarak kitle
iletişim aracının neden, hangi amaçla ve nasıl kullanıldığından ziyade sahiplik
oranı ve kullanımın yaygınlığı önemsenmekte ve gösterilmekte; bu biçimsel
yaklaşım da, nihayetinde kitle iletişim aracı ile insan (köylü, kasabalı, kentli)
arasındaki ilişkiyi eleştirel bir çözümlemeye tabi tutmadan açıklamaya
çalışmaktadır. Köyde (kasaba ve kentte de, hatta gecekonduda) insanların
telefona sahiplik ya da telefonu kullanım oranları, kitap okuma eğilimleri,
postaneye attıkları mektup sayısı, gazeteleri hangi mekânda okudukları, hangi
gazeteyi en çok beğendikleri, en çok dinledikleri radyo programları, haberleri
en çok hangi iletişim aracıyla edindikleri, bir yıl içinde kaç kez sinemaya
gittikleri gibi maddi göstergeler köy, kasaba ve kentteki sakinlerin modern
tutum alma eğilimlerinin mutlak bir göstergesi olarak kullanılmaktadır.
Dolayısıyla bu yaklaşım içinde kalınarak kitle iletişim aracı ile modernleşme
arasında birebir, mutlak ve karşılıklı bir ilişki kurulmakta; kitle iletişim
aracını (yeterince) kullanmama, geri kalmışlığın ya da yeterince
gelişmemişliğin önsel (a priori) bir göstergesi olarak değerlendirilmektedir.
Modernleşmeci yaklaşım tercihi, incelenen toplumbilimsel kitapların
yazarlarını haliyle ve bekleneceği gibi yapısal işlevselci (structural
functionalist) bir tutum almaya itmekte; bu da, kitle iletişim araçlarına tutucu
bir bakış açısıyla (kitle iletişim aracına doğrudan ve mutlak bir yararlılık
atfetme, bu araçları toplumsallaşma ve uzlaşma bağlamında onaylama, olumlu
toplumsal değişimleri işlevselliğin doğal gereği sayarken olumsuz sonuçları
kitle iletişim araçlarını yeterince ve doğru biçimde kullanmamaya bağlama
vb.) yaklaşmaya neden olmaktadır. İncelenen kitaplardan bazı örnek ifadelerle
bu durum şöyle somutlaştırılabilir:
Bütün bu araçlar (kitle iletişim araçları-K.İ.), kül halinde, bir tür
sosyal murakebe, teftiş, uzlaşma, uyuşma ve sosyalleştirme
fonksiyonlarını yerine getirmektedirler (Dönmezer, 1984:287).
Kanaatimizce gazete ve diğer mevkutelerin suç haberlerini kamuya
vermeleri yüklenmiş bulundukları haberleşme fonksiyonunun tabiî
gereğidir ve bu görev uygun bir şekilde yerine getirildiği taktirde
faydalıdır (Dönmezer, 1984:293).
78 Kemal İnal

...gazete ve dergilerin haber verme fonksiyonlarının icrası


dolayısiyle... (Dönmezer, 1984:293).
Filmler de bu işlevi (“toplumsallaşma”-K.İ.) yerine getiren yaygın
eğitim araçlarından birisidir (Tezcan, 1977:114).
Çağdaşlaşmamış kitlelerin ulusun tümüyle kaynaşmasını sağlayan
araç olarak filmlerin önemli katkı ve rolleri gözden uzak
tutulmamalıdır (Tezcan, 1977:116).
TV’nin işlevleri esas olarak dört grupta toplanabilir... Çeşitli
programlarıyla TV, bu işlevlerini yerine getirmeye çalışır. Özel
eğlence programları ile eğlence, haber bültenleri ile haber verme ve
salt eğitim-öğretim amacı ile yapılan yayınlarla da eğitim işlevlerini
yerine getirir (Tezcan, 1977:127).
Alt-grupların toplumla bütünleşmesini hızlandıran çeşitli iletişim
araçlarının geliştirilmesi formel normlara uyma zorunluluğunu
arttırmakla beraber, enformel kontrolün etkinliği de belirli ölçüde
sürdürülmektedir (Eserperk, 1979:163).
Köyün kitle iletişim vasıtalarıyla dışa açılması köylerimizde hakim
olan geleneksel normların değişmesini sağlamaktadır (Merter,
1990:113).
Radyo, televizyon, sinema, gazete ve benzeri kitle iletişim araçlarının
toplum yaşamında, habercilik işlevi dışında, kamuoyunun
oluşmasına, vatandaşın siyasal sürece bilinçle katılmasına
yardımcılık, ulusal bütünleşme ve halk eğitimi konularında önemli
işlevler yüklendiğini biliyoruz (Geray, 1974:39).
Otel giderek bazı haberleşme fonksiyonlarını da yüklenmektedir
(Kıray, 1972:69).
Bölge ile ve şehir içinde çeşitli iş fonksiyonları arasında gerekli
bütünleşmeyi temin eden temelde bir haberleşmeden söz edilmektedir
(Kıray, 1972:71).

Bu makalede Türkiye’de 1930’lu yıllarından günümüze değin köy, kent,


genel niteliksel, giriş ve lise tür ve düzeyinde yazılan toplumbilimsel
nitelikteki kitaplarda iletişim konu, kavram ve araçlarının ne oranda/sıklıkta
ve hangi içerikle yer aldığı incelendi. Niceliksel olarak frekans (f) ve yüzde
(%), niteliksel olarak cümle temelinde içerik çözümlemesi uygulanan
çalışmada Türkiye’de toplumbilimsel nitelikli kitaplarda iletişime
toplumbilimsel bakış açısı ortaya konuldu ve kitap türleri arasında oransal
kıyaslamalar yapıldı. Buna göre, ele alınan dönemde yayımlanan
toplumbilimsel kitaplar içinde iletişim konu, kavram ve araçlarına yer
vermeyen kitapların yer veren kitaplardan daha fazla olduğu; inceleme
konusuna en çok köy araştırmalarında, en az ise Lise Toplumbilim (ders)
Toplumbilim kitaplarında iletişim 79

kitaplarında yer verildiği görüldü. Bu sonuç, ülkenin uzun süren kırsal


nitelikli yapısı, Türkiye’de köy gerçeğine yönelik yoğun ilgi, modernleşme
yaklaşımının yerli sosyal bilimcilerin üzerindeki etkisine bağlandı. Fakat daha
da önemlisi, iletişim konu, kavram ve araçlarının kitaplarda nitelikselin yanı
sıra niceliksel değerlendirmelere nasıl tabi tutulduğu sorusudur. Bu tutum,
büyük ölçüde değişmeyi modernleşme çerçevesinde algılayan ve tutucu
biçimde yapısal-işlevselliğe indirgeyen bakış açısının iletişim ile
Modernleşme/İşlevselcilik arasında kurduğu birebir, zorunlu ve mutlak
ilişkiden kaynaklanmaktadır. Ulusal sosyal bilimciler, iletişim konu, kavram
ve araçlarını eleştirel biçimde önemli yapısal parametreler (toplumsal sınıf,
iktidar ilişkileri, üretim biçimi, bilinç, kültürel yeniden üretim vb.) üzerinden
değil de, bir gelişmişlik ölçütü, değişmenin ve Batılı olmanın göstergesi,
kırsal/geleneksel değerlerden kopmanın zemini, gerici yapılara karşı çıkmanın
gereği gibi bağlamlarda algılamalarına neden olmuşlardır. Türkiye’de iletişim
toplumbilimine egemen olan bakışın uzun süre bu şekilde olduğu ve incelenen
yeni baskılı kitaplarda da bu eğilimin devam ettirildiği söylenebilir. Ancak,
son dönemlerde yapılan çalışmalarda durumun belli ölçülerde değiştiği de
görülmektedir. Böylece, çalışmanın başında da belirtildiği gibi, iletişime
süreç içinde işlevsel bir rol biçen ve modernleşmeciliği esas alan betimsel bir
yaklaşımdan iletişim aracının kendisini çeşitli parametre ya da yaklaşımlar
(toplumsal sınıf, kapitalizm, kitle kültürü, ideoloji, yeniden üretim, dinsellik
vb.) bağlamında irdeleyen ve eleştirel biçimde inceleyen bir bakış açısına
geçildiğini saptamak mümkündür.
Dolayısıyla, iletişim ya da kitle iletişim toplumbiliminin dinamikleri
modernleşme, işlevsellik, uzlaşma, uyum ve dengeden ziyade çeşitli bilinç
dönüşümleri, kültürel yeniden üretim, iktidarın egemenlik kurma çabaları,
popüler etkileme ve etkilenmeler gibi çeşitli, farklı, zengin, çok katmanlı,
muhalif, etkileyen ve etkilenen yapısal unsurların ele alınmasıyla anlaşılabilir.
İletişim araçlarının kitleyle olan ilişkisi, basit bir teknoloji-insan ilişkisi
olmanın ötesinde ve üzerinde açılımlara sahiptir. Ne var ki, bu açılımların
incelenen toplumbilimsel kitaplarda iletişim toplumbilimini doğrudan
ilgilendirmesine karşın ele alındığı pek söylenemez.
Günümüzün özellikle gelişmiş toplumları giderek iletişim olgusundan
daha çok etkilenmekte, hatta hızlı ve etkili iletişime ihtiyaç duyulması,
iletilerin günlük yaşam kalıplarını daha çok belirlemesine yol açmaktadır.
Bilgisayar, İnternet ve cep telefonu başta olmak üzere etkili kitle iletişim
araçları toplumsal değerler üzerinde daha fazla etkiye neden olmaktadır.
80 Kemal İnal

Toplumbilimcilerin bu etki-tepki sürecinin değişim dinamiklerine kayıtsız


kalmaları beklenemez, zira hemen her kurumda bu kitle iletişim araçlarının
etkisini görmek mümkün. Aile ortamında televizyonun, okul ve diğer
kurumlarda İnternetin, günlük hayatın her alanında cep telefonunun yarattığı
yeni bilgi, değer ve etkileşim kalıpları toplumbilimciler tarafından mutlaka ve
daha derinlemesine incelenmelidir. Ancak bu incelemeler, 20. yüzyıldaki tipik
modernleşmeci ve işlevselci bakış açısını temel alan çalışmalarda yapıldığının
tersine, kitle iletişim aracının toplumsal yapı içindeki konumunu bağlamsal ve
nedensel biçimde ele alınmasıyla gerçekleştirilmelidir. Bir kitle iletişim
aracına sahiplik oranı, bu aracın ne tür amaçlarla ve mekânlarda kullanıldığı
kuşkusuz önemlidir ama bu aracın yeniden üretim süreçlerine neden
sokulduğu ve egemenlik ilişkilerinde nasıl kullanıldığı da dikkate değerdir.
Zira kitle iletişim araçlarına sahiplik oranının artması ya da insanların günlük
yaşamlarında kitle iletişim araçlarını daha yaygın ve etkili biçimde
kullanmaları, tek başına bir gelişmişlik, modernlik ya da kalkınma ölçüsü
olarak kullanılamaz. Sosyal bilimciler, çalışmalarında bu araçların hem
toplumsal düzenin tutucu biçimde yeniden üretilmesinde nasıl kullanıldığını
gösterebilmeli hem de kitle iletişim araçlarının yarattığı çeşitli sorunları
ortaya koyabilmeliler. Dolayısıyla, sosyal bilimcilerce, kitle iletişim araçları
bağlamında modernleşmeci görüş ve işlevsel bakış açısına atıfla mutlak bir
gelişmişlikten ziyade bilgi ve bilinçlerin olumlu olduğu kadar olumsuz
biçimlerde nasıl kullanıldığı da ele alınmalıdır.

KAYNAKÇA2

Alemdar, K. (1981). Türkiye’de Çağdaş Haberleşmenin Tarihsel Kökenleri. İletişim


Sosyolojisinin Temelleri Üzerine Bir Deneme, Ankara: Ankara İktisadi ve Ticari
İlimler Akademisi Yayınları, No:165.
Alemdar, K. ve Erdoğan, İ. (1990). İletişim ve Toplum. Kitle İletişim Kuramları.
Tutucu ve Değişimci Yaklaşımlar, Ankara: Bilgi Yayınevi.
Alkan, T. (1982). The Political Integration of Europe. A Political Socialization
Approach. Content Analysis of the Turkish, French, German, and Italian History
Textbooks, Ankara: Middle East Technical University.
Alkan, T. (1989). Siyasal Bilinç ve Toplumsal Değişim, Ankara: Gündoğan Yay.
Alpar, İ. ve Yener, S. (1991). Gecekondu Araştırması, Ankara: DPT Sosyal Planlama
Başkanlığı Araştırma Dairesi Yay.

2
Sadece iletişime yer veren kaynaklar kaynakçaya alındı.
Toplumbilim kitaplarında iletişim 81

Arat, N. (yay. haz.) (1992). Türkiye’de Kadın Olgusu. Kadın Gerçeğine Yeni
Yaklaşımlar, İstanbul: Say yay.
Arat, N. (yay. haz.) (1994). Türkiye’de Kadın Olmak (Kadın Sorunlarından Kesitler),
İstanbul: Say yay.
Aydın, S. (1993). Modernleşme ve Milliyetçilik, Ankara: Gündoğan Yay.
Aziz, A. (1982). Toplumsallaşma ve Kitlesel İletişim, Ankara Üniversitesi Basın-
Yayın Yüksek Okulu Yayınları No:2.
Bal, H. (2004). İletişim Sosyolojisi, Isparta: Süleyman Demirel Üniversitesi Yay.
No:42.
Berkes, N. (1978). Türkiye’de Çağdaşlaşma, İstanbul: Doğu-Batı Yay.
Berlo, David K. (1960). The Process of Communication. An Introduction to Theory
and Practice, New York: Holt, Rinehart and Winston, Inc.
Çelenk, S. (2005). Televizyon, Temsil, Kültür. 90’lı Yıllarda Sosyokültürel İklim ve
Televizyon İçerikleri, Ankara: Ütopya Yayıncılık.
Çitci, O. (ed.) ( 1998). 20. Yüzyılın Sonunda Kadınlar ve Gelecek Konferansı,
Ankara:TODAİE Yay. No:285
Dönmezer, S. (1984). Kriminoloji, İstanbul: Filiz Kitabevi, Yedinci Bası.
Dönmezer, S. (1990). Sosyoloji, İstanbul, 10. baskı.
Dursun, Ç. (2001). TV Haberlerinde İdeoloji, Ankara: İmge Kitabevi Yayıncılık
Erder, T. (yay. haz.) (1984). Türkiye’de Ailenin Değişimi. Toplumbilimsel
İncelemeler, Ankara: Türk Sosyal Bilimler Derneği Yay.
Erdogan, İ. (1998). Kapitalizm, Kalkınma, Postmodernizm ve İletişim. Ankara: Mavi.
Erdoğan, İ. (2007). İletişimi Anlamak. Ankara: Erk.
Erdoğan, İ. ve Alemdar, K. (1995). Öteki Kuram. Ankara: Erk.
Erdoğan, İ. ve Alemdar, K. (2005a). Popüler Kültür ve İletişim. Ankara: Erk.
Erdoğan, İ. ve Alemdar, K. (2005b). Öteki Kuram. Ankara: Erk.
Ergil, D. (1984). Toplum ve İnsan. “Toplumbilimin Temelleri”, Ankara: Turhan
Kitabevi Yay.
Erkal, M. E. (1981). Sosyolojik Açıdan Spor, İstanbul: Filiz Kitabevi.
Eserperk, A. (1979). Sosyal Kontrol, Sapma ve Sosyal Değişme. Erzurum’un İki
Köyünde Karşılaştırmalı Bir Araştırma, Ankara:Ankara Üniversitesi Eğitim
Fakültesi Yay., No:76.
Eserperk, A. (1981). Sosyoloji, Ankara: Ankara Üniversitesi DTCF Yay. No:303.
Geray, C. (1974). Planlı Dönemde Köye Yönelik Çalışmalar (Sorunlar, Yaklaşımlar,
Örgütlenmeler), Ankara:TODAİE yay., No:139.
Gökçe, O. (1993). İletişim Bilimine Giriş. İnsanlararası İlişkilerin Sosyolojik Bir
Analizi, Konya: Turhan Kitabevi Yay.
Göle, N. (2000). İslam’ın Yeni Kamusal Yüzleri. İslam ve Kamusal Alan Üzerine Bir
Atölye Çalışması, İstanbul: Metis Yay.
Güçhan, G. (1992). Toplumsal Değişme ve Türk Sineması. Kente Göç Eden İnsanın
Türk Sinemasında Değişen Profili, Ankara: İmge Kitabevi Yayıncılık.
82 Kemal İnal

Güçlü, S. (Ö). (2002). Kentlileşme ve Göç Sürecinde Antalya’da Kent Kültürü ve


Kentlilik Bilinci, Ankara: T.C. Kültür Bakanlığı Yay./2865, Yayınlar Dairesi
Başkanlığı.
Haslam, C. ve Bryman, A. (1994). “Introduction” in C. Hhaslam ve A. Bryman (eds)
Social Scientists Meet the Media, Londra: Routledge.
Hız, K. (2002). Sosyolojik Açıdan Kötekli Köyü. Sosyo-kültürel ve Ekonomik
Değişimin Araştırılması, Muğla: Muğla Üniversitesi Yay. No:33.
Keleş, R. (1971). Eski Ankara’da Bir Şehir Tipolojisi, Ankara:Ankara Üniversitesi
Siyasal Bilgiler Fakültesi Yay., No:314.
Kıray, M. (1984). Ereğli. Ağır Sanayiden Önce Bir Sahil Kasabası, İstanbul: İletişim
Yay.
Kıray, M. B. (1972). Örgütleşemeyen Kent. İzmir’de İş Hayatının Yapısı ve Yerleşme,
Ankara: Sosyal Bilimler Derneği Yay.
Kıray, M. B. (1982). Toplumbilim Yazıları, Ankara:Gazi Üniversitesi İİBF Yay.,
No:7.
Kongar, E. (1985). Toplumsal Değişme Kuramları ve Türkiye Gerçeği, İstanbul:
Remzi Kitabevi, Geliştirilmiş ve Genişletilmiş 4. Basım.
Kongar, E. (1986). Türkiye Üzerine Araştırmalar, İstanbul: Remzi Kitabevi.
Kongar, E. (1988). Türk Toplumbilimcileri-2, İstanbul: Remzi Kitabevi.
Kongar, E. (1992). 21. Yüzyılda Dünya, Türkiye ve Kamuoyu, İstanbul: Simavi Yay.
Mardin, Ş. (1997). İdeoloji, Toplu Eserleri 3, 4. Baskı, İstanbul: İletişim Yay.
Meray, S. L. (1982). Toplumbilim Üzerine, İstanbul: Hil Yay.
Merter, F. (1990). 1950-1988 Yılları Arasında Köy Ailesinde Meydana Gelen
Değişmeler (Malatya Örneği), Ankara: T.C. Başbakanlık Aile Araştırma
Kurumu Başkanlığı.
Mutlu, E. (2005). Globalleşme, Popüler Kültür ve Medya, Ankara: Ütopya Yayınları.
Nirun, N. vd. (1993). Liseler için Sosyoloji III, İstanbul: MEB Devlet Kitapları,
Yedinci Basılış.
Oktay, A. (1993). Türkiye’de Popüler Kültür, İstanbul: Yapı Kredi Yay.
Oskay, Ü. (1995). “İletişim teorileri, teorisyenleri: onlar iletmişlerdi” (Panel) içinde
zeynep Ögel (yay. haz.) ) el, dil, göz, kulak: iletişim işim, İstanbul: Yapı Kredi
Yayınları.
Ozankaya, Ö. (1971). Köyde Toplumsal Yapı ve Siyasal Kültür. İki Grup Köyde
Yapılan Karşılaştırmalı Bir Araştırma, Ankara:Ankara Üniversitesi Siyasal
Bilgiler Fakültesi Yay., No:322.
Ozankaya, Ö. (1986). Toplumbilim, İstanbul: Tekin Yayınevi, Altıncı Baskı.
Ozankaya, Ö. (1999). Lise Sosyoloji, Ankara: Doğan Yayıncılık
Ögel, Z. (yay. haz.) (1995). el, dil, göz, kulak: iletişim işim, İstanbul: Yapı Kredi
Yayınları.
Öztürk, M. ve Coşkun, M. K. (1999). Liseler için Ders Kitabı Sosyoloji, Ankara: Türk
Tarih Kurumu Basımevi.
Sanay, E. (1991). Genel Sosyoloji Dersleri, Ankara: Gazi Üniversitesi Yay., No:2
Toplumbilim kitaplarında iletişim 83

Sayın, Ö. (1985). Sosyolojiye Giriş. Sosyolojinin Temelleri, İzmir: Erdem Kitabevi.


Şen, S. (yay. haz.) (1995). Türk Aydını ve Kimlik Sorunu, İstanbul: Bağlam Yay.
Şenyapılı, Ö. (1981). Toplum ve İletişim, Ankara: Turhan Kitabevi.
Şenyapılı, T. (1981). Gecekondu. ‘Çevre’ İşçilerin Mekanı, Ankara: ODTÜ Mimarlık
Fakültesi.
Tan, M. (1981). Toplumbilime Giriş. Temel Kavramlar, Ankara: Ankara Üniversitesi
Eğitim Fakültesi Yay. No:97.
Tekeli, Ş. (yay. haz.) (1995). 1980’ler Türkiye’sinde Kadın Bakış Açısından Kadınlar,
3. Baskı, İstanbul: İletişim yay.
Tezcan, M. (2005). Çocuk Sosyolojisi, Ankara: Kök Yay.
Tezcan, M. (1974). Türklerle İlgili Stereotipler (Kalıp yargılar) ve Türk Değerleri
Üzerine Bir Deneme, Ankara: Ankara Üniversitesi Eğitim Fak. Yay.:44.
Tezcan, M. (1977). Boş Zamanlar Sosyolojisi, Ankara: Doğan Matbaası.
Tezcan, M. (1995). Sosyolojiye Giriş. “Temel Kavramlar”, Ankara: Ankara
Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi Yay. No:177.
Thomas, W. ve Znaniecki, F. (1920). “The Wider Community and the Role of the
Press” in Polish Peasant in Europe and America, Gorhan Press, Vol IV, s.241-
271’den aktaran K. Alemdar (1981), Türkiye’de Çağdaş Haberleşmenin Tarihsel
Kökenleri.
Tokgöz, O. (1982). Televizyon Reklamlarının Anne-Çocuk İkilisine Etkileri.
(Eskişehir ve Yozgat’ta Yapılan Alan Araştırmaları), Ankara Üniversitesi
Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları: 501
Tuğaç, A. vd. (1973). Modernization in Turkish Villages, Ankara: Turkish Republic
State Planning Organization.
Tüfekçioğlu, H. (1997). İletişim Sosyolojisine Başlangıç, İstanbul: Der Yayınevi
Yasa, İ. (1955). Hasanoğlan Köyü’nün İçtimaî-İktisadî Yapısı, Ankara: TODAİE.
Yasa, İ. (1966). Ankara’da Gecekondu Aileleri, Ankara:Sağlık ve Sosyal Yardım
Bakanlığı Sosyal Hizmetler Genel Müdürlüğü Yay., Sayı:46.
Yasa, İ. (1969). Yirmibeş Yıl Sonra Hasanoğlan Köyü. Karşılaştırmalı Bir
Toplumbilimsel Araştırma, Ankara:Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler
Fakültesi Yay., No:270.
Yasa, İ. (1970). Türkiye’nin Toplumsal Yapısı ve Temel Sorunları, Ankara:TODAİE
Yay., No:119.
Yıldırak, N. (1982). Köy Sosyolojisi-I, Ders Notu, Ankara Üniversitesi Ziraat Fak.,
Teksir No:90.
84 Kemal İnal
İletişim kuram ve araştırma dergisi
Sayı 25 Yaz-Güz 2007, s.85-116

Makale

Radyo ve televizyonda yayın


ilkelerinin ihlâli ile yaptırım
uygulaması sorunları
Kemal Cem Baykal 1

Öz: Bu çalışmada, Türkiye’de radyo ve televizyon yayıncılığında yaşanan sorunlar,


yayın ilkelerinin ihlâli ve yaptırım uygulaması üzerinden ele alınmıştır. Temel veri
toplama tekniği olarak arşiv taraması tekniği kullanılmış, Kanunda yer alan ve etik
olarak uygulanan yayın ilkelerinin ihlallerine dair verilere ulaşılmış ve bu veriler
istatistik haline dönüştürülmüştür. Çalışmada, 3984 sayılı kanunda öngörülen yayın
ilkelerinin ihlâllerinin bu alandaki önemli sorunlardan biri olduğu, özdenetim
mekanizmasının işlemediği, RTÜK tarafından yayıncı kuruluşlara uygulanan
yaptırımların etkisiz kaldığı, kimi yayın ilkelerinin yapısından kaynaklanan sorunların
yayıncılar açısından güçlükler yarattığı sonucuna ulaşılmıştır.
Anahtar kelimeler: Yayıncılık, yayın ilkeleri, yayın ilkelerinin ihlâli, RTÜK

Problems of Broadcasting codes applications and violations

Abstract: This article was designed to study the violation of broadcasting codes and
problems arising from applications of legal sanctions by the broadcasting stations.
Necessary information for violation of broadcasting codes in law and ethical codes
were collected and classificated by searching archives. It was found that broadcasting
codes 3984 are violated often, the self – regulation organizations and broadcasters are
not sufficiently interested in supply self– regulation codes and principles, sanctions
are ineffective and there are some problems arising from broadcasting codes.
Keywords: Broadcasting, broadcasting codes, violation of Broadcasting Codes,
Radio and Television Supreme Council (RTÜK)

1
Yüksel Lisans mezunu, Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi
e-posta: k_cem_baykal@yahoo.com
86 Kemal Cem Baykal

GİRİŞ

Bu makalenin konusunu, Türkiye’de radyo ve televizyon yayıncılığını


“kamu yararı” amacıyla düzenleyen “yayın ilkeleri”nin ihlâlleri ve yaptırım
uygulamasında ortaya çıkan sorunlar oluşturmaktadır. Bu bağlamda, kapsamlı
olarak 3984 sayılı “Radyo ve Televizyonların Kuruluş ve Yayınları Hakkında
Kanun” ve Radyo ve Televizyon Üst Kurulu (RTÜK) uygulamaları ele
alınmış; ayrıca özdenetim kuruluşları ve yayın kuruluşlarının uygulamalarına
da değinilmiş, yayın ilkelerinin ne sıklıkla ve hangi nedenlerle ihlâl edildiği
belirlenmiş ve yaptırım uygulamasında ortaya çıkan sorunlar irdelenmiştir.
Günümüzde radyo ve televizyon yayıncılığı kitle iletişiminin merkezinde
yer alır. 20. yüzyılın ürünü olan radyo ve televizyonun yazılı basınla arasında
çok önemli bir fark vardır. Bu fark, radyo ve televizyonların kamusal bir mal
olan frekansları ve atmosferi kullanması nedeniyle ortaya çıkar. Frekansların
kullanımı bazı durumlarda devletin tekelinde olabileceği gibi, bazı
durumlarda özel girişimcilere devredilebilir. İşte bu noktada, özel
girişimcilerin görevi, belli kısıtlamalara uyarak kamuya en iyi şekilde hizmet
etmektir (Çiftci, 1999). Kuşkusuz, kamu hizmeti yayıncılığının gerekliliğinin
nedeni sadece frekanslar değildir. Radyo ve televizyon yayıncılarını kamuya
karşı sorumlu yapan asıl husus, bu yayınların demografik farklılık
göstermeden tüm topluma aynı anda ve yaygın biçimde seslenecek bir yapıya
sahip olmasıdır. Çünkü radyo ve televizyon yayınlarını takip etmek, yazılı
basında olduğu gibi, okuma–yazma bilmek ya da yine yazılı basın ve
sinemada olduğu gibi ek bir ücret ödemek gibi zorunluluklar getirmez.
Yukarıdaki nedenler, milyonlarca kişiyi etkileyebilecek kapasiteye sahip
olan radyo ve televizyon yayınlarını, “kamu yararı”na göre düzenleyecek olan
yayın ilkelerinin varlığını zorunlu kılmaktadır. Zira, hiçbir zaman hiçbir
toplumda sınırsız hürriyet diye bir şey olamayacağı, sınırsız hürriyetin anarşi
ve neticede hürriyetsizlik doğuracağı bir gerçektir (Kapani, 1981: 9).
Batı’da radyo ve televizyon yayıncılığında çoğulcu sisteme geçiş
1980’lerin ikinci yarısında başlamıştır. Türkiye’de ise, bağımsızlıktan uzak bir
kamu yayıncılığı anlayışıyla gelişen devlet tekeli, 1980’lerde gelişen liberal
ekonomi politikalar ve ortaya çıkan uydu teknolojileri sayesinde 1990 yılında
kırılmıştır. 1990’dan 1994’e kadar birçok özel radyo ve televizyon kuruluşu
Anayasaya aykırı bir biçimde yayınlarını sürdürmüş ve bu süre içinde köklü
bir yayıncılık anlayışının bulunmadığı Türkiye’de, birçok “yayıncılık felaketi”
meydana gelmiştir. Dört yıllık kanunsuz dönemde ilk göze çarpanlar, medya
Yayın ilkeleri ihlali 87

savaşları ve ekranlardaki küfürleşmeler, ayrım yapılmadan, herhangi bir


zaman diliminde yayınlanan kırmızı noktalı filmler ve 900’lü cinsellik hattı
reklamları ile medyumlar arasındaki yumruklaşmalar olmuş, kişilik hakları
sıkça ihlâl edilmiştir. Bu dönemi, özgürlüğe kavuşan yayıncıların, ellerindeki
özgürlüğü kötüye kullandığı bir dönem olarak nitelendirmek mümkündür.
1993’te Anayasanın değiştirilerek özel yayın kuruluşlarına izin verilmesi
ve 20 Nisan 1994’te RTÜK’ün göreve başlaması ile yayıncılık alanındaki fiili
dönem sona etmiştir. Bu tarihten itibaren yayıncılar, 3984 sayılı Radyo ve
Televizyonların Kuruluş ve Yayınları Hakkında Kanun’da belirtilen (m.4)
yayın ilkelerine tâbi olmuşlardır. Ancak gerek Türkiye’de köklü bir yayıncılık
anlayışının bulunmaması, gerekse dört yıllık fiilî dönemin verdiği
alışkanlıklar nedeniyle, 3984 sayılı Kanunda öngörülen yayın ilkeleri sürekli
ihlâl edilmiştir. Neredeyse her gün kararan ekranlar nedeniyle kimileri
RTÜK’ü sansürcü bir kuruluş olarak ilân ederken, kimileri de yapılan ihlâller
karşısında verilen yaptırımların hafif olduğu kanısında varmışlardır. Bazı
zamanlarda ise, “yayın ilkeleri” çok tartışılmış ve yayın ilkelerinden
kaynaklanan sorunların (muğlâklık, yayın ilkelerinin yapısı vb.) yayıncıların
aleyhine bir durum yarattığı savunulmuştur.
Yayıncılık alanındaki sorunların ve yayın ilkelerinin ihlâllerinin hızla
devam etmesine rağmen, Avrupa Birliği’ne (AB) uyum amacıyla 2002
yılında, 3984 sayılı Kanunun yayın ilkelerini ve yaptırımları düzenleyen
maddelerinde değişiklikler yapılmış, yaptırımların “yayın kuruluşu” yerine
ihlâlin gerçekleştiği “programa” uygulanması kabul edilmiştir. Yayın
ilkelerinin defalarca ihlâl edilip herhangi bir somut yaptırımla
karşılaşılmaması anlamına gelen bu yeni düzenleme, 2002 yılından sonra
ihlâllerin sayısının önemli bir biçimde artmasına neden olmuştur. Bu durumun
da etkisiyle, 2002 yılından sonra reyting ( reyting) 2 kaygısıyla, birçok ulusal
televizyon kuruluşunda, yayın ilkelerini sürekli ihlâl eden, duygu sömürüsü

2
Erdoğan (2007), reyting kavramını” izleyici reytingi” ve “içerik reytingi” olmak
üzere ikiye ayırmaktadır. Bu bağlamda, izleyici reytingi, reklamcılarla yayın
kuruluşları arasındaki ekonomik ilişkiyi düzenleyen mekanizmadır. İçerik reytingi ise,
özellikle akıllı işaretler gibi mekanizmalar yoluyla, medya pratikleriyle gelen sorunlar
sadece şiddet, müstehcenlik ve uygunsuz dil kullanımına indirgenmekte, sorumluluk
izleyiciye yüklenmekte, böylece medya ve reklam endüstrileri yaptıklarından dolayı
sorumluktan aklanmaktadır. Medyadaki içeriklerin taşıdığı bilişsel ve davranışsal
seviyesizlikle ilgili sorun çözümü için, bu tür içeriği hazırlayanları “toplumsal
sorumluluğa davet etme” yerine, izleyiciyi eğitme ve bilinçli izleme öngörülmektedir.
88 Kemal Cem Baykal

yapan ve hatta kimi zaman katılımcılarının ölümüne neden olan “kadın


programları”na ve ayrıca ahlâk sınırlarını zorlayan yarışmalara sıkça yer
verilmeye başlanmıştır.
Yukarıdaki gerekçelere bağlı olarak, makale, şu kuramsal varsayımlardan
hareket ederek ve bu varsayımlarla ilgi veri toplayıp irdelemek için inşa
edildi:
• 3984 sayılı Kanunun 4. maddesinde öngörülen yayın ilkeleri, özel yayın
kuruluşları tarafından sıkça ihlâl edilmektedir. Bu durum, yayıncılık
alanındaki önemli sorunlardan biridir.
• 3984 sayılı Kanunun 4. maddesinde öngörülen yayın ilkelerinin sıkça
ihlâl edilmesinin en önemli nedeni yayıncıların reyting kaygısıdır.
Farklı bir söylemle, reyting kaygısı arttıkça, yayın ilkeleri daha fazla
ihlâl edilmektedir.
• 3984 sayılı Kanunun 4. maddesinde öngörülen yayın ilkelerinin
yapısından kaynaklanan kimi sorunlar, yayıncılar açısından adaletsizlik
yaratmakta ve bu durum, ihlâl sayısını artırıcı bir nitelik taşımaktadır.
• 3984 sayılı Kanunda belirtilen yaptırımların caydırıcı olmaması,
yaptırım uygulamasında yaşanan sorunların başında gelmektedir. Farklı
bir söylemle, caydırıcı olmayan yaptırımlar, “yaptırım” kavramını
nispeten anlamsızlaştırmakta ve ihlâllerin artışına neden olmaktadır.
• Yaptırım uygulama sürecinde, özellikle RTÜK’ün yavaş çalışması ve
yargı mercilerinde yargılamanın uzaması, yaptırımların caydırıcılığını
önemli oranda ortadan kaldırmaktadır.
• Türkiye’de, yayın ilke ve esaslarının oluşturulup uygulanması
bağlamında, özdenetim anlayışı yeterince gelişmemiştir. Bu durum,
denetim açısından tüm yükü Devletin omuzlarına bindirmektedir. 3984
sayılı Kanunda yer alan yayın ilkelerinin (m.4) sıklıkla ihlâl edilmesinin
en önemli nedenlerinden birisini bu husus oluşturmaktadır.

YÖNTEM

Bu çalışmada, “yayın ilkelerinin ihlâlleri ve yaptırım uygulamasında


ortaya çıkan sorunlar” 20 Nisan 1994 – 14 Mayıs 2002 tarihleri arası ve 15
Mayıs 2002 – 28 Mart 2007 tarihleri arası olmak üzere iki kesitte ve ulusal
radyo ve televizyon kuruluşları bağlamında incelenmiştir. Bu durumun en
önemli nedeni, 2002 yılında, 3984 sayılı Kanunun yayın ilkelerini ve
yaptırımları düzenleyen maddelerinin değişikliğe uğramasıdır. 1994 – 2002
Yayın ilkeleri ihlali 89

arasındaki verilerin daha sınırlı bilgiler içermesi nedeniyle (bu dönemi


kapsayan verilerde, yaptırımın hangi programa uygulandığı, ihlâl tarihi ile
yaptırım kararının alındığı tarih, tebellüğ tarihi ile yaptırımın uygulandığı
tarih gibi bilgiler bulunmamaktadır.), ulaşılan sonuçların, yapılan analizlerin
ve tartışmaların bir kısmı, yalnızca 2002 – 2007 yılları arasını kapsamaktadır.
Ayrıca, çalışmada ele alınan yayın ilkeleri, 3984 sayılı Kanunun 4.
Maddesinde öngörülen yayın ilkelerini, Basın Konseyi tarafından oluşturulan
Basın Meslek İlkelerini ve Doğan Medya Grubu yayın ilkelerini
kapsamaktadır.
Bu çalışmada, önceden planlanmasına rağmen, neredeyse tamamı
yayıncılar tarafından yargıya intikal ettirilen RTÜK kararlarının yargı
organlarınca hangi oranda hukuka uygun bulunduğuna da sayısal olarak yer
verilememiştir. Bu durumun nedeni, söz konusu verilerin tarafımıza verilmesi
isteğinin, RTÜK Hukuk Müşavirliği’nce kabul edilmemesidir.
Bu makale için gerekli veriler kütüphane taraması ve “arşiv taraması
yoluyla toplandı. Kütüphane taramasıyla alandaki var olan bilgilere ulaşılmış,
arşiv taramasıyla da, RTÜK’ten, 20 Nisan 1994 – 28 Mart 2007 tarihleri
arasında ulusal radyo ve televizyon kuruluşlarının gerçekleştirmiş olduğu
ihlâllere dair ham veriler alınmış, bu veriler gruplandırılmış ve istatistik analiz
yapılmıştır. Basın Konseyi’nin internet arşivinden, Konsey’in 1 Ocak 1996 –
1 Temmuz 2007 tarihleri arasında ulusal radyo ve televizyon kuruluşları
hakkında vermiş olduğu tüm kararlar elde edilmiştir. Çalışmada, aynı
zamanda, “görüşme” tekniği de kullanılmıştır. Bu yolla, RTÜK’ten elde
edilen bilgilerin nasıl yorumlanması gerektiği ve ilke ihlâlleri ile yaptırım
uygulamasında ortaya çıkan sorunlarla ilgili RTÜK çalışanlarından çeşitli
bilgiler elde edilmiştir.

ANALİZ VE DEĞERLENDİRME

1994 – 2002 yılları arasında yayın ilkelerinin ihlâli


Türkiye’de, yaklaşık dört yıl süren “sınır tanımayan” yayıncılık anlayışı,
RTÜK’ün göreve başlamasından itibaren yerini yayın ilkelerinin ihlâline
bırakmıştır. Bu bağlamda, 3984 sayılı Kanunun 4. maddesi, 20 Nisan
1994’ten 14 Mayıs 2002’ye kadarki süre içinde 15 ulusal televizyon kanalı
tarafından 141 tanesi uyarıyı, 251 tanesi yayın durdurmayı gerektirecek
şekilde 392 kez ve 19 ulusal radyo kanalı tarafından, 51 tanesi uyarıyı, 64
tanesi yayın durdurmayı gerektirecek şekilde toplam 115 kez ihlâl edilmiştir.
90 Kemal Cem Baykal

Bu rakamlar, özellikle televizyon kanalları göz önünde bulundurulduğunda


kulağa oldukça fazla gelmektedir.
Bu dönemde ulusal radyolar tarafından en fazla ihlâl edilen yayın ilkeleri:
Kişi ya da kuruluşları eleştiri sınırı ötesinde küçük düşüren ve iftira niteliği
taşıyan yayınları yasaklayan “j” bendi (39 ihlâl), toplumu şiddet, terör ve
etnik ayrımcılığa sevk eden ve toplumda nefret duyguları oluşturacak
yayınları yasaklayan “g” bendi (33 ihlâl) ile genel ahlâk, toplum huzuru ve
Türk aile yapısını korumayı amaçlayan “d” bendidir (15 ihlâl).
Aynı dönemde ulusal televizyon kuruluşlarında, çocukları ve gençleri
zararlı içerikten korumayı amaçlayan “m” bendi (79 ihlâl), genel ahlâk,
toplum huzuru ve Türk aile yapısını korumayı amaçlayan “d” bendi (68 ihlâl),
kişi ya da kuruluşları eleştiri sınırı ötesinde küçük düşüren ve iftira niteliği
taşıyan yayınları yasaklayan “j” bendi (59 ihlâl) ile haber ve olayların doğru
ve çabuk bir biçimde sunulmasını amaçlayan “l” bendi (55 ihlâl) en fazla ihlâl
edilen yayın ilkeleri olarak göze çarpmaktadır.
Bu dönemde ilke ihlâllerinin bir hayli fazla olmasının yanı sıra, söz
konusu ihlâllerin yayıncı kuruluşlara göre dağılımı da dikkat çekmektedir.
1994 – 2002 yılları arasında, 15 ulusal televizyon kanalı tarafından
gerçekleştirilen toplam 392 ihlâlin 252’si, sırasıyla Star (Interstar), Kanal D,
Show TV, Kanal 6 ve ATV’ye aittir. Dolayısıyla 15 ulusal yayın kuruluşu
içerisinde beş tanesinin, yayın ilkelerinin yaklaşık % 64’ini, geri kalan 10
tanesinin ise ilkelerin yaklaşık % 36’ini ihlâl etmesi, bazı yayın kuruluşlarının
“reyting”i esas alan yayın politikalarının “sorumluluk” kavramının önüne
geçtiği sonucunu ortaya çıkarmaktadır. Nitekim Rekabet Kurumu tarafından
yapılan araştırmada (Adaklı, 2006: 258), 1995 – 1998 yılları arasında
televizyon kuruluşlarının reklam geliri paylarında, Show TV, ATV, Kanal D,
ve Star’ın ilk dört sıra içinde olduğu görülmektedir. Bu da göstermektedir ki,
daha fazla reyting ve dolayısıyla daha fazla reklam almak için yayın
ilkelerinin sıkça ihlâl edilmesi gerekmektedir. Bu bakımdan, “reyting kaygısı”
ile yayın ilkelerinin ihlâli arasında ilişki olduğu söylenebilir.

2002 – 2007 yılları arasında yayın ilkelerinin ihlâli


Programların karakterinin “ reyting gerekçesiyle” giderek “ihlal yönünde”
dönüştürülmesi artmaktadır. Erdoğan (2005: 94, 99; 2006, 2007) bu
gerekçenin altında, kitle iletişim araçlarının “mal satışı, pazarlama,
promosyon ve sahte bilinç işleme makinesi” olarak kullanılması, tüketime
Yayın ilkeleri ihlali 91

teşvik için bilişlerin aptalca biçimlendirilmesi, insanlarda nedensellik bağları


kurma yeteneğinin körleştirilmesi gibi nedenler yattığını belirtmektedir.
15 Mayıs 2002 ile 28 Mart 2007 yılları arasındaki beş yıllık verilere
bakıldığında, yayın ilkelerinin ihlâllerinde çok büyük bir artışın olduğu
gözlenmektedir. Bu dönemde, 19 ulusal televizyon kuruluşu, 591’i “uyarı”,
4’ü “özür dileme”, 106’sı “program durdurma”, 19’u “para cezası” ve 6’sı
“yayın durdurmayı gerektirecek şekilde toplam 726 ihlâlde bulunmuşlardır.
Bu dönemde, ulusal radyo kuruluşlarının ihlâllerinde ise düşüş
görülmektedir. 2002 ile 2007 arasında, 13 ulusal radyo kanalı, 39’u uyarı, 1’i
“özür dileme”, 5’i “program durdurma” ve 7’si “yayın durdurma”yı
gerektirecek şekilde, yayın ilkelerini toplam 52 defa ihlâl etmişlerdir. RTÜK
uzmanları, söz konusu düşüşün temel nedeninin ulusal radyo kuruluşlarının,
ulusal televizyon kuruluşlarının aksine RTÜK tarafından yeterince
izlenememesi olduğunu ifade etmiştir.
Bu dönemde ulusal televizyon kuruluşları tarafından en fazla ihlâl edilen
yayın ilkeleri, zararlı içerikten çocukları ve gençleri korumayı amaçlayan “z”
bendi (201 ihlâl), yayınlarda temel insan haklarını ve insan onurunu korumayı
amaçlayan “s” bendi (63 ihlâl), millî, manevî değerleri ve Türk aile yapısını
korumayı amaçlayan “e” bendi (62 ihlâl) ile bilgi iletişim telefonları yoluyla
dinleyici ve seyircilere ikramiye verilmemesi ve lotarya yapılmamasını
öngören “p” bendidir (62 ihlâl). Bu dönemde ulusal radyo kuruluşları
tarafından en fazla ihlâl edilen yayın ilkesi ise 14 ihlâlle 4. maddenin, kişi ve
kuruluşlara eleştiri sınırı ötesinde saldırıda bulunulmamasını öngören “ı”
bendidir.
Özellikle ulusal televizyon kuruluşlarına bakıldığında yayın ilkelerinin
ihlâllerindeki artışın önceki döneme göre yaklaşık olarak % 85 olduğu
görülmektedir. Ancak bu dönemde, ihlâlde bulunan yayın kuruluşlarının
sayısının 15’ten 19’a çıkması yanıltıcı olmamalıdır. Zira, önceki dönemde
olduğu gibi, bu dönemde de belli başlı bazı yayın kuruluşları ihlâllerin önemli
bölümünü gerçekleştirmişlerdir. 2002 ile 2007 arasındaki beş yıllık dönemde
726 ihlâlin 517’sinin sırasıyla, Star, Kanal D, Show TV, ATV ve Flash TV’ye
ait olduğu görülmektedir. Başka bir söylemle, önceki dönemle benzer bir
biçimde beş ulusal yayın kuruluşu, yayın ilkelerinin yaklaşık %71’ini ihlâl
ederken, geri kalan 14 yayın kuruluşuna düşen pay % 29 civarındadır.
Hatırlanacağı gibi, bu dönemde en fazla ihlâli gerçekleştiren yayın kuruluşları
olan Star, Kanal D, Show TV ve ATV, önceki dönemde de en fazla ihlâli
gerçekleştiren ilk beş yayın kuruluşu içinde yer almaktadır.
92 Kemal Cem Baykal

Yukarıdaki bilgilerden sonra, yayın ilkelerini en fazla ihlâl eden yayın


kuruluşları ile “reyting kaygısı” arasında bağ kurmak anlamlı olacaktır.
Programların izlenme oranlarının ölçümlenmesi ve raporlanması suretiyle
uluslararası düzeyde hizmet veren AGB Anadolu A.Ş. (AGB) tarafından
yapılan bir araştırmada (Adaklı, 1996: 260), ATV, Kanal D, STAR ve Show
TV, Ocak – Mart 2003 tarihleri arasında ana yayın kuşağında3 en fazla pazar
payına sahip ilk dört kanal konumundadır. Yine aynı şekilde, Doğan Grubu
tarafından yapılan bir araştırmada (EUMAP, 2005: 240), 2004 yılını kapsayan
verilerde, Kanal D’nin içinde bulunduğu Doğan Grubu televizyonlarının,
ATV’nin içinde bulunduğu Merkez Medya Grubu televizyonlarının, Show
TV’nin içinde bulunduğu Çukurova Grubu televizyonlarının ve o günlerde
kontrolü TMSF’nin elinde bulunan Star’ın 447 milyon €’luk televizyon
reklam harcamalarının % 75’inden fazlasını elde ettiğini ortaya koymaktadır.
Yine yapılan farklı bir araştırma ( www.medyatava.net/ reytingengine.aspx ),
Mart 2007 verilerine bakıldığında tam gün izlenme paylarında sırasıyla Kanal
D, Show TV, ATV ve Star’ın ilk dört sırayı paylaştığını ortaya koymaktadır.
Yukarıda, bu dönemde ilke ihlâllerinin rakamsal niteliğine, ilke
ihlâllerindeki artışlara ve ilke ihlâlleri ile “reyting” arasındaki ilişkiye yayın
kuruluşları bazında değinilmeye çalışıldı. Sonraki başlıklarda ise, 2002 – 2007
yılları arasındaki popüler program türlerine ve bu programlardaki bariz ilke
ihlâllerine çeşitli örneklerle değinilerek, ilke ihlâlleri ile “reyting” arasındaki
bağ kuvvetlendirilmeye çalışıldı.

Direnç yarışmaları

Bu dönemde, üzerinde durulması gereken ilk program türü, fiziksel ve


ruhsal dayanıklılığı odak alan uzun süreli yarışma programlarıdır. Bu yarışma
programlarının ilk örneği, 2001 yılında başlayan ve bu dönemde de bir süre
devam eden ve özelikle, yarışmacıların birbirleriyle yaşadıkları gerilimden
beslenen “Biri Bizi Gözetliyor” (BBG) yarışmasıdır. BBG’ye “s” ve “z”
bentlerinden “uyarı” yaptırımı uygulanmıştır. Bunun dışında, 2003 yılından
itibaren, “Popstar”, “Türkstar”, “Akademi Türkiye” gibi, yarışmacıların jüri
üyeleri ile yaşadıkları gerilimi merkez alan yarışmalar öne çıkmıştır. Ancak
bu dönemde yayınlanan yarışma programlarından en problemli olanlar, gelin

3
Ana yayın kuşağı (prime time), 20.00 – 22.59 saatleri arasını kapsamaktadır.
Yayın ilkeleri ihlali 93

adayları ve kaynana adaylarının “kurgulanmış” kavgalarına dayanan


“evlendirme yarışmaları” olmuştur.
Show TV’nin 2004 yılı Ekim ayında yayınına başladığı “Gelinim Olur
Musun”, gelin adaylarının ve anneleriyle birlikte damat adaylarının katıldığı
bir yarışma programı olarak düzenlenmiştir. 2004 yılının en fazla reytingine
ulaşan “Gelinim Olur Musun” programı, Türkiye’nin AB ile müzakere
kararının alınacağı toplantının birçok televizyon kanalınca canlı yayınlarla
verdiği 17 Aralık 2004 akşamı % 78’lik izlenme oranıyla birinci olmuştur
(Serim, 2007: 293 – 294). Bu denli yüksek reyting’e ulaşan “Gelinim Olur
Musun” yarışmasını çeşitli kanallarda yayınlanmaya başlanan, “Size Anne
Diyebilir Miyim”, “İkinci Bahar Gönüllerde”, “Biz Evleniyoruz”, “Kalplerde
İkinci Bahar” “Bir Prens Aranıyor”, “Sahte Gelin”, “Beyaz Atlı Prens” gibi
evlendirme yarışmaları takip etmiştir.
Yüksek izlenme oranlarına ulaşan evlendirme yarışmalarının, yayın
ilkelerini kısa sürede birçok kez ihlâl ettiği saptanmıştır. 2004 yılının
sonundan itibaren yayınlanmaya başlanan sekiz evlendirme programında, 4.
maddede belirtilen yayın ilkeleri, toplam 29 kere ihlâl edilmiştir. Tek tek
programlar bazında incelendiğinde, 29 ihlâlin 13’ünün Kanal D’de yayınlanan
ve birbirinin devamı niteliğinde sayılan “Size Anne Diyebilir Miyim” ve
“İkinci Bahar Gönüllerde” programlarına ait olduğu görülmektedir.
Evlendirme programlarında, herhangi bir “kamu yararı” ya da mazur
gösteren bir durum mevcut değilken, özellikle yarışmacılar arasında son
derece seviyesiz tartışmalar yaşanmış ve bu durum, program içeriklerinin
önemli bir parçası haline gelmiştir. Ancak asıl dikkati çeken nokta, yayıncı
kuruluşun daha fazla izlenmek amacıyla programın içeriğine herhangi bir
müdahalede bulunmaması olmuştur. Bu durumun en açık kanıtı, Kanal D’de
yayınlanan Size Anne Diyebilir Miyim ve Gönüllerde İkinci Bahar’ın
18.12.2004 ile 14.05.2005 tarihleri arasındaki yaklaşık beş aylık dönemde
yedi farklı ilkeden toplam 12 ihlâlde bulunmalarıdır. Bu konudaki diğer bir
örnek ise Show TV’de yayınlanan Bir Prens Aranıyor yarışmasıdır. Üst Kurul,
programa, 03.05.2005 tarihindeki yayını nedeniyle “e” ve “z” bentlerinden
“uyarı” vermiş ve bu karar 09.03.2005 tarihinde tebellüğ edilmiştir. Ancak
aynı program 15.03.2005 tarihinde “e” ve “z” bentlerini tekrar ihlâl ederek
“program durdurma” cezası almıştır.
94 Kemal Cem Baykal

Reality Show programları

2002 – 2007 yılları arasında yayın ilkelerini en fazla ihlâl eden program
türlerinden biri, reality kategorisinin içine giren “kadın programları” olmuştur.
Kısaca tanımlamak gerekirse, kadın programları, şiddete ve tecavüze uğrayan
ya da çevresiyle ciddi sorunları bulunan kadınların sorunlarını çözme amacı
güden ve bu amaçla, programa katılan izleyicilerin ya da ekran başındakilerin
de tartışmaya dahil edildiği program çeşididir.
Kadınların sorunlarını çözmek amacıyla ortaya çıkan “kadın programları”,
yayıncıların reyting kaygısı sonucunda oldukça fazla eleştirilmiş ve hatta
“toplumsal bir sorun” olarak nitelendirilmiştir. Bu durumun en temel nedeni
ise, canlı olarak yayınlanan bu programlarda, programın yapımcısı veya
sunucusu tarafından, ancak hukukun çözebileceği sorunların bir hâkim ya da
savcıymış gibi çözülmeye çalışılması, olayın trajik yönünün ve sosyal
boyutunun ikinci plana atılarak anlık çatışmalar ve gerilimler üzerine
yoğunlaşılması olmuştur (Serim, 2007: 337; Kayış, 2007: 14).
Yukarıda belirtilen özellikleriyle “kadın programları”, yayın ilkelerini
birçok defa ihlâl etmiştir. Bu dönemin en fazla izlenen “kadın programları”
olan “Sabah Sabah Seda Sayan”, “Kadının Sesi” ve “Serap Ezgü ile Biz
Bize”, 4. maddede belirtilen yayın ilkelerini yaklaşık bir buçuk yıl içinde
toplam 35 defa ihlâl etmişlerdir. Bu programlar içinde “Sabah Sabah Seda
Sayan”, 11 farklı bendi 21 defa ihlâl ederek, Türk yayıncılık tarihinin en fazla
ihlâlde bulunan programı olmuştur. Söz konusu programın ihlâlleri arasında,
“genel ahlâkın korunması”, “Türk aile yapısının korunması”, “özel hayatın
gizliliğinin korunması”, “Türkçenin kurallara uygun kullanımı”, “insan onuru
ve temel insan haklarına saygı gösterilmesi”, “kişilerin manevî şahsiyetlerine
saldırıda bulunulmaması”, “Türk millî eğitiminin genel amaçlarının
korunması”, “şiddet kullanımının özendirilmemesi” ve “gençlerin ve
çocukların zararlı içerikten korunması” gibi ilkeler bulunmaktadır. Reyting
kaygısıyla hiçbir “yayın ilkesi”ni dikkate almayan programın içeriğine, yayın
kuruluşu olan Kanal D tarafından da müdahale edilmemesi ise dikkat
çekicidir. Bu konuda, “e” bendinin defalarca ihlâlini gösteren bir örnek,
konuyu daha iyi açıklayacaktır. İlk olarak 29.04.2004 tarihinde “e” bendini
ihlâl ederek “uyarı” yaptırımı alan program, aynı bendi 16.02.2005 ve
22.12.2005 tarihlerinde ihlâl ederek sırasıyla “program durdurma” ve “para
cezası” yaptırımları almıştır. Yine aynı şekilde, aynı programa, “z” bendini
Yayın ilkeleri ihlali 95

arka arkaya dört defa ihlâl etmesi nedeniyle “artırımlı para cezası” yaptırımı
da uygulanmıştır.
Adı “Sabahların Sultanı” olarak değiştirilen “Sabah Sabah Seda Sayan”
programının reyting oranlarının oldukça yüksek olduğu görülmektedir.
“Sabahların Sultanı”, en fazla izlenen 100 program içerisinde 04.09.2007
tarihinde 12., 05.09.2007 tarihinde 8. ve 06.09.2007 tarihinde 7. Sıradadır (
www.medyatava.net/ reytingengine.aspx ).
Bu dönemde, kadın programları içinde en fazla tartışılan ve hatta bu
programların “toplumsal bir sorun” olarak görülmesine yol açan program ise
“Kadının Sesi” olmuştur. Bu durumun nedeni, kadınların sorunlarını çözmek
amacıyla yayınlanan programın, olayların sosyal boyutunu göz ardı eden
anlayışının “cinayet”lere kadar uzanan sorunlara yol açmasıdır. Yayın
ilkelerini 11.04.2005 ile 23.02.2006 arasında yedi kez ihlâl eden “Kadının
Sesi”nde bu duruma ilk örnek, 14 Nisan tarihinde yayınlanan program
olmuştur. Kenan Alp isimli şahsın, eşi Tijen Alp’i, kendisini aldattığı
gerekçesiyle bıçaklayarak öldürmesinden birkaç gün sonra gelinin ve damadın
aileleri, söz konusu programda küfürleşmeye kadar varan bir tartışma yaşamış
ve birkaç gün sonra iki aile arasında yaşanan silahlı kavgada bir kişi hayatını
kaybetmiştir (http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/haber.aspx?id=312135).
Bu olaydan yaklaşık bir ay sonra, yine “Kadının Sesi” programına Elazığ’dan
katılan Birgül Işık, programda söyledikleri nedeniyle İstanbul’dan Elazığ’a
dönüşünde oğlu tarafından öldürülmüştür. Bu olaydan sonra, “Kadının Sesi”
programı, “toplumsal bir sorun” haline geldiği gerekçesiyle Kanal D yönetimi
tarafından yayından kaldırılmıştır (http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/
haber.aspx?id=320265).
Türk Psikolojik Danışma ve Rehberlik Derneği, verilen örneklerden de
yola çıkarak, kadın programları hakkında birtakım saptamalarda bulunmuştur.
Buna göre, “kadın programları”nda, toplumun yoksulluk durumunun ve
duygularının kötüye kullanıldığı, aile içi olumsuz ilişkilerin teşhir edildiği ve
programa katılan bireylerin aile mahremiyetlerinin ortadan kaldırıldığı, “kadın
sorunlarının dile getirilmesi” adına kadının küçük düşürüldüğü, kötü
muameleye maruz kalmış kadınların yaşantılarının çıkar amaçlı kullanıldığı
ve sonuç olarak bu tür programların çocuk ve gençleri, cinsel, sosyal,
psikolojik ve duygusal, ahlâki ve aile içi ilişkiler yönünden olumsuz
etkileyebileceği kanaatine varılmıştır (RTÜK, 2005: 78).
96 Kemal Cem Baykal

Haber bültenleri

2002 – 2007 yılları arasında yayın ilkelerini en fazla ihlâl eden program
türlerinden biri de RTÜK’ün program sınıflandırmasında “haber”
kategorisinde yer alan ana haber bültenleridir. Bu durum, en temel görevi
“haber vermek” ve kamuoyunu bilgilendirmek olan televizyon kuruluşlarının,
görevlerini sağlıklı bir biçimde yerine getiremediğinin göstergesidir.
Yukarıdaki paragraflarda, son beş yıl içinde yayın ilkelerini en fazla ihlâl
eden televizyon kuruluşlarının Star, Kanal D, Show TV, ATV ve Flash TV
olduğu ifade edilmişti. Söz konusu yayın kuruluşları, reytingi esas alan
yayıncılık anlayışlarını ana haber bültenlerinde de sürdürmüşlerdir. Ana haber
bültenleri bağlamında, beş yıllık süre içinde Star 21, Kanal D 12, Show TV
15, ATV 10 ve Flash TV 18 kez ihlâlde bulunmuştur. Bu beş ulusal yayın
kuruluşunun yalnızca ana haber bültenlerinde gerçekleştirdiği toplam 76 ihlâl,
19 ulusal yayın kuruluşunun gerçekleştirdiği tüm ihlâllerin % 10’undan
fazladır.
Beş ulusal yayın kuruluşunun ana haber bültenlerinde gerçekleştirdiği
ihlâllerle, bu yayın kuruluşlarının ana haber bültenlerinde aldıkları reyting
arasında sayısal bağ kurmak mümkündür. 02.05.2007 tarihli reyting
Raporu’na göre (http://www.medyatava.com/ reyting.aspx), 100 program
içerisinde Kanal D ana haber bülteni 4., ATV ana haber bülteni 12,. Show TV
ana haber bülteni 13. ve Star ana haber bülteni 23. sırada bulunmaktadır.
Ana haber bültenlerinin yayın ilkelerini en fazla ihlâl eden program
türlerinden biri haline gelmesi, son yıllarda bu türün “tabloidleşme” adı
verilen yapısal bir değişikliğe uğramasından kaynaklandığı düşünülmektedir.
Kısaca tabloidleşme, haberlerde içeriğin ve üslubun sansasyonelleşmesi ve
sulandırılması olarak ifade edilebilir. Tabloidleşmenin diğer bir yönü ise,
haberin dramalaştırılması, kimi zamanlarda ise bir “aksiyon filmi” haline
dönüştürülmesidir. Bu tür bir habercilik anlayışı, habere konu olan olayı
önemsizleştirdiği gibi, habere konu olan kişiler üzerinde de olumsuz etkiler
yaratmaktadır (Bennett, 2000: 110-117).
Türkiye’de tabloidleşme, haber bültenlerinde, haberin dramalaştırılması
biçiminde ortaya çıkmaktadır. Özellikle, trafik kazası, cinayet, doğal afet gibi
olayları konu alan haberlerde, bir fon müziği ile birlikte, ölü ve yaralılar
mozaiklenmeden gösterilmekte ve ölen kişilerin geride kalan yakınları ile
ilgili bilgiler verilirken “duygu sömürüsü” öne çıkarılmaktadır. Bu bağlamda,
ana haber bültenlerinde gerçekleştirilen 76 ihlâlin 11’i, 3984 sayılı Kanun’un
Yayın ilkeleri ihlali 97

4. maddesini daha ayrıntılı bir biçimde açıklayan “Radyo ve Televizyon


Yayınlarının Esas ve Usulleri Hakkında Yönetmelik”’te “Program
hizmetlerinin bütün unsurları, insan onuruna ve temel insan haklarına saygılı
olmalıdır. İnsanların ölüm anları ve benzeri durumlar, duygu sömürüsüne yol
açacak biçimde verilmemelidir...” şeklinde düzenlenen “s” bendine
aykırılıktan kaynaklanmaktadır. Haberin aksiyon filmi haline dönüştürülmesi
de Türkiye’de fazlaca öne çıkan bir olgudur. Özellikle kapkaç, hırsızlık,
yaralama, cinayet gibi olayları konu alan haberlerde “canlandırma” yoluyla
olay yeniden kurgulanmakta ve “şiddet” içeren görüntülere defalarca yer
verilmektedir. Bu bağlamda, 76 ihlâlin 12’si çocukları ve gençleri korumayı
amaçlayan “z” bendine, 9’u ise, gereksiz şiddet kullanımını yasaklayan “v”
bendine aykırılıktan kaynaklanmaktadır. Tabloidleşmeden kısmen bağımsız
olarak, beş yayın kuruluşunun ana haber bültenlerinde özel hayatın gizliliğini
koruyan “f” bendi 5 kez, kişilerin manevî şahsiyetlerinin korunmasını öngören
“ı” bendi 8 kez ve tarafsızlık, gerçeklik ve doğruluğu esas alan “l” bendi 6 kez
ihlâl edilmiştir.
Ana haber bültenleri, kamuoyunu bilgilendirmenin, televizyonların en
temel işlevi olmasının bir sonucu olarak hiçbir zaman yayından
kaldırılamayan süreklilik arz eden programlardır. Ancak, yayın kuruluşlarının
en önemli işlevlerini ikinci plana atarak, reytingi esas alan yayıncılık anlayışı,
basamaklı ceza sistemi göz önünde bulundurulduğunda, bu programların
sürdürülebilirliğini ve hatta yayın kuruluşunun geleceğini tehlikeye
atmaktadır. Örneğin, ana haber bülteni nedeniyle Üst Kurul tarafından daha
önce, “z” bendinden “uyarı”, “program durdurma” ve “para cezası” verilen
Flash TV’ye, aynı bendi tekrar ihlâl etmesi nedeniyle 15.02.2007 tarihinde
“artırımlı para cezası” verilmiştir. Dolayısıyla, Flash TV ana haber bülteninin
bir yıl içinde aynı bendi tekrar ihlâl etmesi, 33. maddeye göre, söz konusu
yayın kuruluşunun lisans iptaline neden olacaktır. Yine aynı şekilde, ATV’nin
de “z” bendini ihlâlden “uyarı”, “program durdurma” ve “para cezası”
bulunmaktadır. Bu yayın kuruluşunun da aynı yayın politikasını sürdürmesi,
“lisans iptali”ni gündeme getirecektir.

Çözüm önerileri
Yukarıdaki başlıklarda, daha fazla izlenen yayın kuruluşlarında ve daha
fazla izlenen programlarda, yayın ilkelerinin daha fazla ihlâl edildiği ortaya
konulmuştur.
98 Kemal Cem Baykal

Özel yayın kuruluşlarının yegâne gelir kaynağı reklamlardır. Daha çok


izleyici çekme kaygısı, kamusal yarar – toplumsal ilgi ayrımında, toplumsal
ilgiyi ön plana çıkarmakta ve toplumun ilgisini daha çok çekeceği umulan
programlara fazla oranda yer verilmektedir. Farklı bir söylemle, bu yayın
politikası, “içi boş”, “seviyesiz” ve “sakıncalı” içeriklerin daha fazla
izleyici/kâr getireceği beklentisinden kaynaklanmaktadır.
Sorunu çözmenin en etkili yolu, kuşkusuz, radyo ve televizyon
yayıncılığına hizmet eden yayın mensuplarının (özelikle üst düzey medya
yöneticileri), ellerindeki “ifade özgürlüğü” hakkını kötüye kullanmaması ve
hassas olan yayıncılık alanını herhangi bir ticarî faaliyetten bağımsız bir alan
olarak görmeleridir. Örneğin, yayın kuruluşlarının, kadın programları, gelin-
kaynana yarışmaları ya da sulandırılmış ana haber bültenleri vb. programlara
yer vermemek ya da bu programların formatını değiştirmek için ortak hareket
etmeleri durumunda reyting kavramı zaten değişecektir. Böylelikle birçok
yayın kuruluşu kendine çeki düzen verecek ve daha kaliteli içeriklerin reyting
elde etme şansı olacaktır. Ancak gerçek bir özdenetim anlamına gelen bu
uygulamanın gerçekleşmesi, yayın kuruluşları arasında ciddi bir uyum
gerektirmesi nedeniyle pek mümkün görünmemektedir.
Konuyla ilgili diğer bir öneri, izleyicilerin, örgün eğitim ve nitelikli
medya okuryazarlığı projeleriyle eğitim seviyesinin yükseltilmesi ve kalitesiz
içeriklere karşı toplumsal tepki oluşmasının sağlanmasıdır. Geçtiğimiz yıl,
Kanada’da bir grup izleyicinin haber bülteninin içeriğini sulandırmaya
başlayan bir televizyon kuruluşunun önünde toplanıp protesto amaçlı gösteri
yapması bu duruma örnek gösterilebilir. Kuşkusuz günümüzde birçok izleyici,
“kalitesizlik” konusunda birbirleriyle yarışan yayın kuruluşları karşısında
seçeneksiz kalmakta ve vakit geçirmek amacıyla bu yayınları izlemektedir.
Ancak bu durum, kalitesizliği ilke edinen yayın kuruluşlarının reytingini
artırmakta ve bir anlamda sistemin yeniden üretilmesini sağlamaktadır.

Yaptırımların uygulanması ve caydırıcılığı


RTÜK’ün göreve başladığı 1994 yılından Mart 2007’ye kadarki dönemde
ulusal radyo ve ulusal televizyon kuruluşları, yayın ilkelerini toplam 1285
defa ihlâl etmişlerdir. 2002 yılında 33. maddenin, “yayın kuruluşuna
yaptırım” yerine “programa yaptırım” yönünde değişmesinin bir sonucu
olarak, 2002 öncesi ve 2002 sonrası dönemdeki ihlâller arasında, ulusal
televizyon kuruluşları göz önüne alındığında ciddi bir orantısızlık olduğu
görülmektedir. Ulusal televizyon kuruluşları, 1994 – 2002 arasındaki sekiz
Yayın ilkeleri ihlali 99

yıllık dönemde yayın ilkelerini 392 kez ihlâl ederken, 2002 – 2007 arasındaki
beş yıllık dönemde bu sayı 726’ya çıkmıştır. Başka bir söylemle, henüz ikinci
sekiz yıl dolmamış olmasına rağmen, artış % 85 civarındadır. Ulusal radyo
kuruluşlarının ihlâl sayısının ise, 1994 – 2002 arasındaki dönemde 115, 2002
– 2007 arasındaki dönemde 52 olduğu görülmektedir. İki dönem arasındaki
süre eşitsizliği göz önünde bulundurulduğunda, ulusal radyoların ihlâllerde
küçük bir düşüş gözlenmektedir. Önceden de belirtildiği gibi RTÜK
uzmanları, bu düşüşün asıl nedeninin ulusal radyo kuruluşlarının merkezden
yeterince izlenememesinin sonucu olduğunu ifade etmiştir.
Yaptırımların caydırıcılığını ortaya koyması bakımından 3984 sayılı
Kanunun 33. maddesinin ilk sekiz yıldaki haline kısaca göz atmak yerinde
olacaktır. Bu dönemde, ilk ihlâlde verilen bir “uyarı”dan sonra, ihlâlin
tekrarında “yayın durdurma” veya “lisans iptali” olmak üzere iki farklı
yaptırım uygulamasını öngören Kanun’da, 4. maddenin her bendi ayrı ayrı
değerlendirilmekte, buna karşın yaptırıma konu olan program, herhangi bir
önem taşımamaktadır. Farklı bir söylemle, uygulanan yaptırımlar yayıncı
kuruluşa yönelik olmaktadır.
Bu dönemde uygulanan yaptırımlar çeşitli eleştirilere uğramıştır.
Akıncı’ya (1999: 193) göre, 1994 – 2002 arası dönemde, 3984 sayılı Kanunun
33. Maddesi, hukukun “cezanın kişiselliği” ilkesine aykırıdır. Bir programın,
yayın ilkelerini ihlâl etmesi yüzünden kanala “yayın durdurma” yaptırımının
uygulanması, yaptırımın yayın kurumunda çalışan herkese sirayet etmesine
neden olmakta, kişisel sorumluluk kurumsal sorumluluğa dönüşmektedir.
Bununla birlikte, izleyicinin görsel–işitsel hizmetten yararlanma hakkı elinden
alınmaktadır. Erkelli (1998: 185) ise, “yayın durdurma” ve “lisans iptali”
yaptırımlarının oldukça ağır, iletişim özgürlüğünü hiçe sayan, ve medya
gerçeğine uygun olmayan yaptırımlar olduğunu savunmuştur. Bir “yayın
durdurma” kararı, yayın kuruluşuna milyonlarca dolara mâl olmaktadır.
Yukarıdaki eleştirilerin aksine, Agee, Ault ve Emery, medyada sosyal
sorumluluğu biçimlendirirken iç içe geçmiş beş halkadan söz etmekte ve
yayın içeriklerinden, tek tek yayıncıların yanı sıra, yayın kuruluşlarının da
sorumlu olduğunu savunmaktadır. Bu bağlamda en içteki ilk halka, tek tek
yayıncıların sorumluluğunu, ikinci halka, medya kuruluşlarının kendi
kurumsal sorumluluğunu, üçüncü halka ülke düzeyinde yerleşik meslekî ahlâk
kurallarını, dördüncü halka, hukukun koyduğu sınırlamaları ve en dıştaki
beşinci halka ise halkın tahammül sınırını temsil etmektedir (Erciyes, 2001:
50).
100 Kemal Cem Baykal

Acaba RTÜK, ilk sekiz yılda eleştirilere uğrayan “ağır yaptırımları” ve


geniş bir takdir yetkisini ne şekilde kullanmıştır? Görünen odur ki, Üst Kurul,
verdiği kararlarda ulusal televizyon kuruluşlarının ihlâllerini oldukça makul
biçimde cezalandırmıştır. Bu dönemde, ulusal televizyon kuruluşlarına verilen
251 “yayın durdurma” kararının 234’ü, yani % 93’ü, “1 gün yayın durdurma”
biçiminde olmuştur. Üst Kurul’un takdir yetkisinin üst sınırı ise, 14.11.2001
tarihli kararla Star’a verilen 15 günlük cezadır. Ancak bu dönemde, ulusal
radyo kuruluşlarına uygulanan 64 “yayın durdurma” kararının yalnızca 30’u,
yani % 46’sı “1 gün yayın durdurma” biçiminde olmuştur. Verilen 54 yayın
durdurma kararı ise, 10 gün ve 10 günün altındaki sürelerdir. Buna karşın
verilen durdurma kararlarının toplam 10 tanesi 10, 15, 30 ve 90 günlük
süreleri kapsamaktadır. İki radyoya iki kez verilen “90 gün yayın durdurma”
yaptırımları aynı zamanda, “yayın durdurma”nın üst sınırını oluşturmaktadır.
Yukarıdaki verilerden yola çıkarak, bu dönemde uygulanan “yayın
durdurma” yaptırımının caydırıcılığıyla ilgili net bir yorum yapmak
olanaksızdır. Ancak ihlâl sayısı göz önünde bulundurulduğunda, bu
düzenlemenin de caydırıcılık açısından birtakım sorunlar taşıdığı söylenebilir.
Kanaatimizce bu durumun en önemli nedeni, yayıncı kuruluşların dört yıllık
kanunsuz dönemden kalma alışkanlıkları ve ulusal televizyon kuruluşlarına
uygulanan “yayın durdurma” yaptırımlarının % 93’ünün “1 gün” ile sınırlı
kalmasıdır.
1994 – 2002 yılları arasındaki uygulamalara değindikten sonra, 33.
maddenin “yayın kuruluşuna yaptırım” yerine “programa yaptırım” esasına
dayanan yeni halini ele almak gerekmektedir. Ancak bunun için, “programa
yaptırım uygulaması”nın özünü kısaca tartışmak konunun anlaşılması
bakımından faydalı olacaktır.
Ulusal televizyonlar açısından değerlendirildiğinde, ihlâllerin yaklaşık
olarak % 85 oranında artması sonucunu doğuran yeni düzenleme, her
programı ayrı ayrı ele almakta, ihlâllerden programın yapımcısı ve
sunucusunu sorumlu tutmakta ve bir anlamda, yayın kuruluşunun sahip
olduğu “yayın politikası” ile programın yapımcısı arasındaki bağı
koparmaktadır. “Radyo ve Televizyon Yayınlarının Esas ve Usulleri
Hakkında Yönetmelik”in 36. maddesine göre, her yayın ilkesi ayrı ayrı
değerlendirilmekte, bir yayın ilkesinin ilk kez ihlâl edilmesi durumunda
“uyarı” metni, programın yapımcısına ve sunucusuna gönderilmekte, ihlâlin
tekrarı halinde, ikinci yaptırım olan “program durdurma”, adından da
anlaşılacağı gibi yine programı hedef almaktadır. Bir yayın ilkesinin, bir
Yayın ilkeleri ihlali 101

program tarafından ancak üçüncü defa ihlâlinde konu, yayın kuruluşunu


ilgilendirir hale gelmekte ve para cezası uygulanabilmektedir. İhlâlin bir yıl
içinde tekrarı halinde para cezaları yüzde elli oranında artırılmakta, takip eden
bir yıl içinde yeniden tekrarı halinde ise yayıncı kuruluşun lisans süresi bir
yıla kadar geçici olarak durdurulmaktadır.
Yayıncı kuruluşunun sorumluluğunu büyük ölçüde kenara bırakıp,
ihlâllerden programın yapımcısı ve sunucusunu sorumlu tutmak bir bakıma
olanaksızdır. Hatırlanacağı gibi, 1994 – 2002 arası dönemde 15 ulusal
televizyon kanalı tarafından gerçekleştirilen toplam 392 ihlâlin % 65’i Star,
Kanal D, Show TV, Kanal 6 ve ATV tarafından gerçekleştirilmiştir. Yine aynı
şekilde 2002 – 2007 arası dönemde, 19 ulusal televizyon kanalı tarafından
gerçekleştirilen 726 ihlâlin %71’i, Star, Kanal D, Show TV, ATV ve Flash
TV’ye ait olduğu görülmektedir. Bu durum net biçimde ortaya koymaktadır
ki, bazı yayın kuruluşlarının reytinge ve “içi boş” programlara dayanan yayın
politikası, ilke ihlâllerini beraberinde getirmekte ve bu bağlamda, programın
yapımcısının veya sunucusunun yayın kuruluşuna karşı “bağımsızlığı” söz
konusu olamamaktadır. Ayrıca, özel hukukta da önemli bir kurum olan
“istihdam edenin sorumluluğu”ndan yola çıkarak söz konusu yapımcı veya
sunucuların, yayın kuruluşları tarafından istihdam edildiğinin, ihlâlleri
gerçekleştiren programların kanal yönetiminin isteği doğrultunda
yayınlandığının ve bu programların gerektiğinde kanal yönetimi tarafından
yayından kaldırıldığının unutulmaması gerekmektedir.
“Yayıncı kuruluşa yaptırım” uygulanması yerine “programa yaptırım
uygulanması yönündeki değişiklik, ihlâllerin artmasına hangi biçimde sebep
olmuştur? Bu soruya bir örnekle yanıt vermek mümkündür. Hatırlanacağı
gibi, eski uygulamada yayıncı kuruluşa, 4. maddenin ihlâl edilen her bendi
için bir “uyarı” verilmekte ve ihlâlin herhangi bir programda tekrarı halinde,
“yayın durdurma” veya “lisans iptali” yaptırımları uygulanmaktadır. Bu
durumda 4. maddede bulunan yayın ilkelerinin sayısı göz önüne alındığında,
teorik olarak bir yayın kuruluşu tüm ilkeleri bir kez ihlâl ettikten sonra
(toplam 20 ihlâl), akabindeki tüm ihlâllerde “yayın durdurma” veya “lisans
iptali” yaptırımıyla karşı karşıya kalmaktadır. Ancak 33. maddenin yeni
haliyle birlikte bu durum değişmiş ve artık her program ayrı ayrı
değerlendirilmeye başlanmıştır. Bir yayın kuruluşunun bir günlük yayın
akışında ortalama 15 farklı program yayınlandığı düşünülürse, farklı yaptırım
uygulaması kapsamına giren “a”, “b” ve “c” bentleri kapsam dışında
bırakıldığında, bu yayın kuruluşu teorik olarak bir günlük yayın akışı
102 Kemal Cem Baykal

kapsamında, yaklaşık 300 ihlâl gerçekleştirdikten sonra “program durdurma”


yaptırımı olan ikinci aşamaya geçebilecektir. 4 Daha farklı biçimde açıklama
gerekirse, bir yayın kuruluşunun bir günlük yayın kuşağındaki tüm
programların, “program durdurma” yaptırımına kadar yaklaşık 300 kez yayın
ilkelerini ihlâl etme hakkı bulunmaktadır.
“Programa yaptırım uygulanması” ile son yıllarda yayın ilkelerinin
ihlâllerine somut yaptırımlar uygulanmasının zorlaştığı görülmektedir.
Sonraki başlıklarda değinilecek olan, Üst Kurul uygulamalarından
kaynaklanan eksikliklerin ve yargıdan kaynaklanan sorunların da etkisiyle,
ihlâllerin çok büyük bir kısmı “uyarı” ile cezalandırılmakta, ikinci ve üçüncü
basamaklar olan “program durdurma” ile “para cezası” yaptırımlarına birkaç
yıldan önce geçilememekte, bu durum da yaptırımların caydırıcılığını ortadan
kaldırmaktadır. 2002 – 2007 arasında ulusal televizyon kuruluşları tarafından
gerçekleştirilen 726 ihlâlin 591’i “uyarı”, 4’ü “özür dileme”, 106’sı “program
durdurma” ve 19’u “para cezası” olarak cezalandırılmıştır.
Farklı bir söylemle, uygulanan yaptırımların yaklaşık % 82’si “uyarı”
olmuştur. Oysa ihlâllerin daha az olduğu 1994 – 2002 arası dönemde “uyarı”
cezalarının oranı yaklaşık % 36 iken, caydırıcı yaptırım olan “yayın
durdurma”ların oranı, yaklaşık olarak % 64’ür.
“Programa yaptırım uygulaması”nın en dikkat çeken yönlerinden biri de,
çok uzun bir zaman dilimini kapsamayan programlar üzerinde herhangi bir
etki taşımamasıdır. Yıllarca süren ana haber bültenleri ve buna benzer yayın
türleri dışarıda bırakıldığında, bir ya da iki sezon yayında kalan ve sürekli
aynı yayın ilkesini ihlâl eden (örn. şiddet) dizi filmler çoğu zaman, yavaş
işleyen uygulama sürecinin de etkisiyle, yalnızca “uyarı” ile cezalandırılmakta
ve kimi zaman verilen “uyarı” ve “program durdurma” yaptırımları, söz
konusu dizi yayından kaldırıldığı için aynı yayın kuşağında farklı bir
programa uygulanmaktadır.

4
Bu ilkelerin ilk ihlâlinde yayın kuruluşunun yayını “uyarı”sız olarak bir ay süreyle
durdurulmakta, ihlâlin tekrarı halinde ise ilgili kuruluşun lisansı iptal edilmektedir.
Yayın ilkeleri ihlali 103

Çözüm önerileri
Yukarıdaki eleştirilerden sonra, aşağıda 3984 sayılı Kanunun 33.
maddesinin nasıl düzenlenmesi gerektiği konusunda birtakım öneriler
sunulmuştur.

Frekans tahsisi yapılmalıdır

Şu anda Türkiye’de, TRT’nin kanalları hariç lisanslı olarak 24 tane ulusal


televizyon kuruluşu yayın yapmaktadır. Ancak yapılan görüşmede RTÜK
uzmanları, havadaki frekansların en fazla 8 – 10 ulusal yayın kuruluşu
tarafından sağlıklı bir biçimde kullanılabileceğini belirtmişlerdir. O nedenle,
Avrupa ve ABD’de olduğu gibi ilk olarak frekans ihalesi yapılıp, uygun
bulunan 8 – 10 yayın kuruluşuna beş yıl için lisans verilmelidir. Ayrıca lisans
hakkı kazanan her yayın kuruluşunun yaptırımlarının kaydedildiği bir
“karne”si olmalıdır ve bir “yaptırım sınırı” belirlenerek bu sınırı aşan
yayıncıların lisans süreleri kısaltılmalı ya da lisansları iptal edilmelidir. Bu
durumda, boşalan frekanslar için yeni ihaleler açılmalıdır.

Programa yaptırım uygulamasından vazgeçilmelidir

Yukarıdaki paragraflarda ifade edildiği gibi, yayın içeriklerinin


sorumluluğu, programın yapımcısından ve sunucusundan daha fazla yayın
kuruluşuna aittir. Ayrıca programın yapımcısı ve sunucusu üzerinde
“istihdam edenin sorumluluğu” bulunmaktadır. Programa yaptırım
uygulamasının bir sonucu olarak, 2002 – 2007 arası dönemde uygulanan
yaptırımların % 82’si yalnızca “uyarı” ile cezalandırılmıştır. Bunun yanında
birçok zaman, uzun yargı süreci nedeniyle –yaptırıma konu olan program
yayından kaldırılmış olduğu için – “program durdurma” yaptırımı aynı saatte
yayınlanan ilgisiz bir programa uygulanmaktadır. Bu nedenle, yaptırımların
hedefi “yayıncı kuruluşlar” olmalıdır.

Basamaklı yaptırım uygulamasından vazgeçilmelidir

Basamaklı yaptırım uygulamasında, Üst Kurul’un yavaş çalışması ve


yargıya intikal eden kararların uzun sürede çözüme kavuşması gibi nedenlerle
ikinci ve üçüncü basamak yaptırımlara çoğu zaman geçilememektedir.
Basamaklı yaptırım uygulamasıyla ilgili diğer bir sorun da ikinci ve üçüncü
basamaktaki cezaların orantısızlığıyla ilgilidir. Hatırlanacağı gibi, ulusal yayın
104 Kemal Cem Baykal

kuruluşlarında aynı “yayın ilkesi”ni ikinci defa ihlâl eden programa “1 – 12


kez” program durdurma üçüncü defa ihlâl eden programa 125.000 YTL’den
250.000 YTL’ye kadar idarî para cezası uygulanmakta ve takip eden bir yıl
içinde ihlâlin tekrarı halinde bu ceza yüzde 50 oranında artırılmaktadır. Bu
konuyla ilgili, önceki yıllarda Kanal D’de yayınlanan Kurtlar Vadisi dizisini
örnek göstermek yerinde olacaktır. Dizinin yapımcıları (Serim, 2007: 291),
dizinin gecede 4,5 milyon dolar kazandığını ifade etmektedir. Farklı bir
söylemle, Kurtlar Vadisi’nin gecede yaklaşık 4,5 milyon dolar reklam geliri
bulunmaktadır. Bu durumda, Kurtlar Vadisi’ne verilecek bir “program
durdurma” ya da birkaç “program durdurma” yaptırımının üçüncü basamak
yaptırım olan 250.000 YTL para cezasından daha ağır olacağı söylenebilir.
Oysaki ikinci basamak yaptırım üçüncü basamaktan daha hafif olmalıdır.

Yaptırımlar yeniden düzenlenmelidir

Acaba 33. maddede hangi yaptırımların yer alması caydırıcılığı


sağlayacaktır? Kanaatimizce, kısmen caydırıcı olsa da “yayın durdurma”
yaptırımına ve 2002’den sonra uygulanmaya başlanan “program durdurma”
yaptırımlarına başvurulmamalıdır. Bunun en önemli nedeni, ABD ve Avrupa
Birliği ülkelerinde de rastlanmayan “yayın durdurma” yaptırımının “sansür”
niteliğinde olması ve “kitle iletişim özgürlüğü” ile bağdaşmamasıdır. Çünkü
yayın içeriklerinden her ne kadar “yayın kuruluşları” sorumlu olsa da
kamunun bilgi alma hakkı korunmalı, yayın kuruluşu farklı biçimde
cezalandırılmalıdır. “Program durdurma” yaptırımına da daha önce bahsedilen
sorunlar nedeniyle yer verilmemelidir. Bu nedenle 33. madde, program
yerine yayın kuruluşuna uygulanacak dört farklı yaptırım içermelidir. “uyarı”,
“para cezası”, “lisans süresinin kısaltılması” ve “lisans iptali” biçiminde
düzenlenecek yaptırımlardan “uyarı” ve “para cezası” yaptırımları basamaklı
olmamalıdır. Farklı bir söylemle, ihlâlin ağırlığına göre, “para cezası” ilk
yaptırım olarak uygulanabilmelidir.

Uyarı

33. maddede yer alacak “uyarı” (warning) yaptırımı, şu anki sistemde


neredeyse hiç kullanılmayan “özür dileme” yaptırımını da içine alacak bir
şekilde düzenlenmelidir. Bunu için Ofcom’un uygulamalarını referans almak
gerekmektedir. Ofcom, “uyarı” veya özür dileme metinlerini ilgili yayın
kuruluşunda günün çeşitli saatlerinde yayınlatmaktadır. Örneğin Ofcom ilgili
Yayın ilkeleri ihlali 105

kararında, Bloomberg LP isimli yayın kuruluşuna verilen uyarı metninin, söz


konusu yayın kuruluşunda arka arkaya üç gün saat 11.00’de yayınlanmasına
karar vermiştir (www.ofcom.co.uk). Kanaatimizce, Türkiye’de de “uyarı”
yaptırımının etkisi buna benzer bir biçimde artırılmalıdır.

Para cezası

Para cezaları (financial penalty) ulusal yayın kuruluşlarının reklam


gelirleri göz önünde bulundurularak yeniden düzenlenmeli ve miktarlar
artırılmalıdır.

Lisans süresinin kısaltılması

Yayın kuruluşları için beş yıl olarak öngörülen lisans sürelerinin


kısaltılması (shorten the licence), ilke ihlâllerinde (“a”, “b” ve “c” bentleri
hariç5) doğrudan uygulanan bir yaptırım olmamalıdır. Daha önce, yayın
kuruluşları için yaptırımların kaydedildiği bir “karne” oluşturulması
öngörülmüştür. Bu uygulamayla birlikte, belirli bir sürede Üst Kurul’ca
belirlenen “yaptırım sınırı”nı aşan yayıncıların lisans süreleri kısaltılmalıdır.

Lisans iptali

Lisans iptali, ihlâlin ağırlığına göre, yalnızca 4. maddenin “a”, “b” ve “c”
bentlerinin ihlâllerinde ve “karne”lerinde Üst Kurul’ca belirlenen “yaptırım
sınırı”nı aşan yayıncılara karşı uygulanabilmelidir. Ayrıca her iki yılda bir en
fazla ihlâlde bulunan iki yayın kuruluşu tespit edilerek bu kuruluşların lisansı
iptal edilmeli, açılacak ihaleyle iki yeni yayın kuruluşuna frekans tahsis
edilmelidir.

Yaptırım uygulamasında RTÜK’den kaynaklanan sorunlar


33. maddenin RTÜK tarafından uygulanmasında dikkati çeken ilk husus,
ihlâlin gerçekleştiği tarih ile Üst Kurul tarafından yaptırım kararı alınan tarih
arasındaki önemli farktır. Ulusal radyo ve televizyon kuruluşları, RTÜK

5
Bu yayın ilkeleri, ülkenin bölünmezliğini korumayı, toplumu şiddete, teröre, ve
etnik ayrımcılığa sevk eden yayınları ve yayın kuruluşlarının sahiplerinin ve
yakınlarının, ellerindeki gücü haksız çıkar amacıyla kullanmalarını engellemek
amacıyla düzenlenmiştir.
106 Kemal Cem Baykal

tarafından 24 saat izlenmekte ve ihlâller bu şekilde tespit edilmektedir. Ayrıca


ihlâllerin tespitinde, izleyici şikâyetlerinin kaydedildiği bir telefon hattı olan
“RTÜK İletişim Merkezi” de rol oynamaktadır. Bu şekilde, yayın ilkelerini
ihlâl ettiği düşünülen programlar için Yayın İzleme Değerlendirme Dairesi
uzmanları tarafından ihlâl gerekçesi ve ihlâl için öngörülen yaptırımı içeren
raporlar hazırlanmakta ve Daire Başkanı’nın da onayıyla bu rapor, dokuz
kişiden oluşan Üst Kurul’a sunulmaktadır. Konu hakkında son karar, haftada
en az bir kez toplanan Üst Kurul tarafından verilmektedir. Ancak aşağıdaki
tablodan da anlaşılacağı gibi, bu süreç kimi zaman ciddi biçimde
uzamaktadır6 (bkz. Tablo 1).
Tablo 1. İhlâller ile RTÜK kararları arasındaki tarihsel fark

Kuruluş Program Adı İhlâl Tarihi Üst Kurul Kararı


Show TV Karar Anı 12.09.2002 08.01.2003
Show TV Haber Özel 18.12.2002 07.05.2003
Flash TV Ana Haber Bül. 23.09.2002 12.01.2003
Star Deşifre 24.12.2002 07.05.2003
CNN Türk Manşet 02.01.2003 21.05.2003
ATV Magazin Keyfi 05.09.2002 08.01.2003
TGRT Telekritik 10.01.2003 21.05.2003
Star Hayatın İçinden 21.11.2002 30.04.2003
Kanal 7 Evlere Şenlik 30.11.2004 07.03.2005
Kanal D Kadının Sesi 17.11.2004 09.02.2005
Kanal D Arena 23.11.2004 05.07.2005
TV 8 Ana Haber Bül. 14.01.2005 27.01.2006
Star A Takımı 12.05.2006 10.08.2006
ATV İş Dünyası 09.10.2005 26.01.2006
TV 5 Ana Haber Bül. 18.06.2006 02.10.2006
Kanal 1 Kadınlar Matinesi 25.06.2006 02.10.2006
Alem FM Matrak 15.09.2005 27.01.2006
Tatlıses Cenk ile Abuzer 30.09.2005 27.01.2006

6
RTÜK, tarafından yayıncı kuruluşlara “program durdurma” ve “para cezası”
yaptırımları uygulanabilmesi için, bir önceki kararın (örn. uyarı) yürütmesinin yargı
tarafından durdurulmamış olması gerekmektedir. Eğer önceki karar hakkında yargı
tarafından alınmış bir yürütmeyi durdurma kararı varsa, RTÜK, aynı programa aynı
yayın ilkesinden tekrar yaptırım uygulamak için yargı kararını beklemek
durumundadır. O nedenle tabloda yalnızca ilk yaptırım basamağı olan “uyarı”
kararlarıyla ilgili örneklere yer verilmiştir.
Yayın ilkeleri ihlali 107

Yukarıdaki tablodan da anlaşılacağı gibi çoğu zaman, ihlâlin gerçekleştiği


tarih ile Üst Kurul’un yaptırım kararı aldığı tarih arasında dört – beş aylık
süreler bulunmaktadır. Bu durum, yaptırım uygulama sürecinin yavaş
işlemesine neden olmaktadır. Ayrıca, “programa yaptırım uygulaması”nın
geçerli olduğu sistemde, kimi zaman yaptırıma konu olan program yayından
kaldırıldıktan sonra Üst Kurul tarafından yaptırım kararı alınmaktadır.
RTÜK’ün, süreci yavaş işletmesinin diğer bir sonucu da, yaptırım
uygulamasında bir sonraki basamağa geçişin zorlaşması ve yayın kuruluşları
üzerinde caydırıcılığın azalmasıdır. Kuşkusuz yerel ve bölgesel radyo ve
televizyon kuruluşlarının varlığı da düşünüldüğünde, yüzlerce yayın kuruluşu
hakkında birçok konuda karar alan RTÜK’ün, oldukça büyük bir iş yükü
bulunmaktadır. Ancak tüm gün izlenme paylarında ilk sıralarda yer alan,
dolayısıyla da toplum üzerinde önemli etkiye sahip olan ulusal radyo ve
televizyonlara ilişkin kararların daha kısa sürede alınması gerekmektedir.
Kanaatimizce, ihlâllere ilişkin raporların Yayın İzleme Değerlendirme Dairesi
uzmanları tarafından daha kısa sürede yazılması, gerekirse bunun için
personel sayısının artırılması ve Üst Kurul’un, ulusal yayın kuruluşlarına daha
fazla önem vererek, gerektiğinde haftada birkaç defa toplanarak, kararlarını
mümkün olduğunca kısa sürede vermesi gerekmektedir.
Yaptırım uygulamasında RTÜK’ten kaynaklanan diğer bir sorun, bir
programın, bir yayın saatinde birden fazla yayın ilkesini ihlâl ettiği
durumlarda, ilgili programa sadece tek yaptırım uygulamasıdır. Örneğin, daha
önce “f” ve “ı” bentlerinden uyarısı bulunan bir programın, aynı yayın
saatinde “f” ve “ı” bentlerini tekrar ihlâl etmesi durumunda, 3984 sayılı
Kanunun 33. maddesine göre her yayın ilkesi tek tek değerlendirildiğinden “f”
bendinden ayrı, “ı” bendinden de ayrı program durdurma cezası alması
gerekmektedir. Ancak RTÜK uygulamalarında durum böyle olmamakta ve bir
programda yapılan farklı ihlâllere tek bir yaptırım uygulanmaktadır (bkz.
Tablo 2).
Bu uygulamada dikkati çeken asıl husus, ihlâl edilen ilkelerin yaptırım
uygulamasında birleştirilmesine rağmen, kayıtlara her ilke için ayrı ayrı
yaptırım uygulanmış gibi geçirilmesidir. Örneğin, “v” ve “z” bendini
13.09.2005 tarihinde ihlâl eden Show TV Ana Haber Bülteni’ne, bu iki farklı
ihlâle karşılık 1 “program durdurma” yaptırımı uygulanmasına karşın, her iki
bentten de program durdurma yaptırımı uygulandığı varsayılmıştır.
Dolayısıyla, ilgili program “v” ya da “z” bentlerinden birini tekrar ihlâl
ettiğinde, “para cezası” yaptırımıyla karşı karşıya kalacaktır. Kanaatimizce
108 Kemal Cem Baykal

RTÜK’ün, bir programın, aynı yayın saatinde ihlâl ettiği yayın ilkelerinin,
uygulamada tek bir ihlâlmiş gibi değerlendirilmesi, 3984 sayılı Kanunun 33.
maddesine aykırıdır. Ayrıca bu uygulama caydırıcılığı da azaltmaktadır.

Tablo 2. Aynı programda birden fazla yayın ilkesinin ihlâline RTÜK


tarafından tek yaptırım uygulanması

Yayıncı Program İhlâl Tarihi İhlâl Edilen Uygulanan


Kuruluş Adı İlkeler Yaptırım
Star Süper 17.12.2005 “e” ve “z” 1 Program
Magazin bendi Durdurma
Kral TV Masal 30.06.2005 “t” ve “z” 1 Program
bendi Durdurma
Show TV Ana Haber 13.09.2005 “v” ve “z” 1 Program
Bülteni bendi Durdurma
Kanal D Sabah Sabah 22.12.2005 “e” ve “z” Para Cezası
Seda Sayan bendi (tek yaptırım)

ATV Sabah 24.01.2006 “s” ve “z” 1 Program


Yıldızları bendi Durdurma
Number One Russian 02.02.2006 “t” ve “z” 1 Program
FM Girls bendi Durdurma

Yaptırım uygulamasında yargıdan kaynaklanan sorunlar


Yaptırım uygulamasında ortaya çıkan sorunlarla ilgili diğer bir sorun da
yargı ile ilgilidir. RTÜK Hukuk Müşavirliği ve Yayın İzleme Değerlendirme
Dairesi çalışanlarının belirttiğine göre, özellikle 2002 sonrasında ulusal radyo
ve televizyon kuruluşları, yayın ilkelerinin ihlâli nedeniyle uygulanan
yaptırımların neredeyse tamamında, kararın iptali için yargıya
başvurmaktadır. Bu bağlamda, yayıncı kuruluşlar, ilgili kararın kendilerine
tebliğ edildiği tarihten 15 gün içerisinde İdare Mahkemesine başvurmakta ve
Mahkemeler neredeyse başvuruların tamamında, kararın yürütmesini
durdurup Üst Kurul’un savunmasını istemektedir. Ayrıca dava sürecinde,
konuyla ilgili bilirkişilerin de görüşlerine başvurulmaktadır. Türkiye’de, yargı
sürecinin yavaş işlemesi de göz önüne alındığında, RTÜK’ün kararlarının
uygulanması ya da iptali için önemli bir zaman diliminin geçmesi
gerekmektedir (bkz. Tablo 3).
Yayın ilkeleri ihlali 109

Tablo 3. Yargıya intikal eden RTÜK kararlarının uygulanması için geçen


süre

Yayıncı Program Adı Yaptırım Kararının Yaptırımın


Kuruluş Yayıncıya Tebliğ Uygulanma
Tarihi Tarihi

Kanal D Ana Haber 26.05.2003 11.12.2003

Kanal D Beyaz Show 13.04.2005 30.09.2005

Star Süper Magazin 08.12.2005 27.07.2006

ATV Ya Şundadır Ya 07.12.2005 03.10.2006


Bundadır

Kanal D Beyaz Show 11.04.2006 30.03.2007

Yukarıdaki örneklerden de anlaşılacağı gibi yargı sürecinin uzun bir


süreyi kapsaması, yaptırım uygulama sürecinin uzaması ve caydırıcılığın
azalması gibi sorunları beraberinde getirmektedir. Ayrıca, basamaklı yaptırım
uygulaması nedeniyle dava sonuçlanıncaya dek Üst Kurul, ilgili programın
aynı yayın ilkesini tekrar ihlâl etmesi durumunda yeni bir yaptırım
uygulayamamaktadır. Örneğin, 10.10.2006’da Üst Kurul tarafından “uyarı”
alan ve 10.12.2006’da bu kararın yürütmesini durdurtan bir yayın
kuruluşunun dava sonuçlanıncaya dek aynı yayın ilkesini defalarca ihlâl
etmesi durumunda RTÜK yeni bir yaptırım uygulamak için belki bir yıl
sürecek dava sonucunu beklemek durumunda kalacaktır. Diğer bir ifadeyle,
bir yayın ilkesini iki ay içinde üst üste iki kez ihlâl eden programa, her bir
karar için yalnızca ortalama sekiz aylık yargı süreci göz önünde
bulundurulduğunda (ağır işleyen RTÜK uygulamaları hariç), ikinci basamak
olan “program durdurma” yaptırımının uygulanması için iki yıla yakın süre
geçmesi gerekmektedir.

Çözüm önerisi
Kayış (2007: 149)’a göre, bu durumun çözümü için RTÜK kararlarına
mahkeme nezdinde yapılacak itirazların en geç üç gün içinde sonuçlanması
yönünde değişiklikler yapılmalıdır. Kanaatimizce de, hassas bir alan olan
radyo ve televizyon yayıncılığının özel konumu unutulmamalı ve gerekirse
110 Kemal Cem Baykal

yalnızca RTÜK’ün verdiği kararlara yönelik itirazlara bakan idarî


mahkemeler kurulmalıdır. Yeni kurulacak bu mahkemelerde, psikologlar,
sosyologlar, iletişim bilimcileri ve akademisyenler “danışma kurulu” olarak
görev yapmalı ve bu kişiler, tarafsızlığı sağlamak amacıyla belli bir süre sonra
değiştirilmelidir. Böylece süreç hem daha hızlı hem daha sağlıklı bir biçimde
yürütülmüş olacaktır.

Yaptırım uygulamasında yayın ilkelerinden kaynaklanan sorunlar


İçel ve Ünver (2005: 407), yayın ilkeleri denilince, yayınların toplum
üzerinde çeşitli yönlerden zararlı olmaması için kaçınılması gereken
hususların anlaşılması gerektiğini belirtip, yayınların daha iyi ve daha yararlı
olması için uyulması gereken esasların yerinin yayın ilkeleri olmaması
gerektiğini belirtmiştir. İçel ve Ünver’in eleştirisine örnek olarak 4. Maddenin
şimdiki halinde yer alan “g” ve “h” bentleri de gösterilebilir. Yayınlarda, Türk
millî eğitiminin genel amaçların ve Türkçenin korunması, önceki başlıkta
belirtildiği gibi yararlı birer “yayın ilkesi” olsa da, bu ilkelerde yer alan “…
millî kültürün geliştirilmesi” ve Türkçenin, “millî birlik ve bütünlüğün temel
unsurlarından biri olarak çağdaş kültür, eğitim ve bilim dili halinde
geliştirilmesinin sağlanması” ifadeleri, “yayın ilkesi” olmanın ötesine
geçmektedir. Bu durum kanaatimizce, “g” ve “h” bentlerinin uygulanmasını
zorlaştırarak, yayıncılara yerine getirilmesi güç olan yükümlülükler
yüklemektedir. Zira, bu iki yayın ilkesi çerçevesinde düşünüldüğünde, “her
programda” (örneğin bir futbol maçında) Türkçenin ve millî eğitimin genel
esaslarının geliştirilmesinin ne şekilde mümkün olacağını kestirmek zordur.
1984 sayılı Kanunun 4. maddesindeki yayın ilkelerinin yapısından
kaynaklanan diğer bir sorun ise, bazı ifadelerin birden fazla yayın ilkesinde
tekrar etmesidir. Örneğin, “ı” bendinde yer alan “haberlerin doğruluğuna
emin olunmaksızın veya soruşturulmaksızın yayınlanmaması” ifadesi ile “l”
bendinde yer alan, “haberlerin yayınlanmasında tarafsızlık, gerçeklik ve
doğruluk ilkelerine bağlı olunması…” cümleleri büyük ölçüde aynı anlamı
ifade etmektedir. Bu duruma verilebilecek diğer bir örnek ise “b” ve “v”
bentlerindeki benzer ifadelerdir. “v” bendinin ikinci bölümünde, yayınların
ırkçı nefret duygularını kışkırtıcı nitelikte olmaması gerektiği savunulurken
“b” bendi, “Toplumu şiddete, teröre, etnik ayrımcılığa sevk eden veya halkı
sınıf, ırk, dil, din, mezhep ve bölge farkı gözeterek kin ve düşmanlığa tahrik
eden veya toplumda nefret duyguları oluşturan yayınlara imkân verilmemesi”
cümlesiyle aynı tür yayınları engellemeyi amaçlamaktadır. Bazı ifadelerin
Yayın ilkeleri ihlali 111

birden fazla yayın ilkesinde tekrar etmesinin, uygulamada birtakım sorunlara


yol açabileceği açıktır. Bunlardan en önemlisi, birden fazla bentte yazılmış
yayın ilkesine hangi bentten yaptırım uygulanacağıdır. Örneğin haberlerin
doğru olması ilkesini ihlâl eden bir yayın kuruluşuna, tek bir ilkeyi ihlâl ettiği
için tek bir yaptırım uygulanması gerekmektedir. Ancak söz konusu yayın
ilkesinin hem “ı”, hem de “l” bentlerinde öngörülmesi nedeniyle, yayın
kuruluşuna aynı ihlâl için iki farklı bentten yaptırım uygulanabilecektir.
Kanaatimizce bu durum, yayıncı açısından adaletsizlik yaratacaktır. Bu
konuyla ilgili diğer bir sorun ise, RTÜK’ün hatalı uygulamalarına olanak
verebilecek nitelikte olmasından kaynaklanmaktadır. Örneğin, haberlerin
doğru olması ilkesini ihlâl eden yayıncıya önce “ı” bendinden “uyarı”, aynı
ihlâlin tekrarı halinde ise “l” bendinden tekrar “uyarı” verilmesi mümkündür
(oysaki ikinci ihlâlde “ı” bendinden “program durdurma” yaptırımı
uygulanması gerekir).
Yukarıda sayılan sorunların haricinde, 4. Maddede öngörülen yayın
ilkeleri muğlak oldukları gerekçesiyle sıkça eleştirilmektedir. Türkiye’de
3984 sayılı Kanunun yürürlüğe girip RTÜK’ün kurulmasının üzerinden 13 yıl
ve bazı yayın ilkelerinin değiştiği tarih olan 2002’den bu yana beş yıl
geçmiştir. Bu süre içinde yayıncıların tutumu (yayın ilkelerinden ne
anladıkları), RTÜK’ün kararları (yayın ilkelerinin sınırlarının nasıl
yorumlandığı) ve yargı kararlarının ışığında, yayın ilkelerinin nasıl
anlaşılacağına dair ortak bir görüşün olması gerektiği savunulabilir. Yukarda
sayılan üç değişken içinde, özellikle “yargı kuruluşları”, kanaatimizce
RTÜK’ün keyfi uygulamalarını engelleyecek en büyük güvence
niteliğindedir. Ayrıca, yayın ilkelerinin ihlâli nedeniyle yargıya intikal eden
tüm davalarda, psikologlardan ve iletişim konusunda uzmanlaşmış
akademisyenlerden oluşan bilirkişi heyetlerinin görüşüne başvurulduğu da
unutulmamalıdır. Tüm bunlardan yola çıkarak, yayın ilkelerinin
yorumlanmasında birden fazla değişken olduğunu ve yaptırım uygulamasında,
Kanunda yazan ifadelerin tek başına belirleyici olmadığını belirtmek
mümkündür.
112 Kemal Cem Baykal

ETİK KURALLAR OLARAK YAYIN İLKELERİNİN İHLÂLİ

Basın Konseyi’nin uygulamaları ve basın meslek ilkelerinin ihlâli


Yayın ilkelerinin, özellikle son beş yıl içinde ulusal televizyon kuruluşları
tarafından çok yoğun bir biçimde ihlâl edilmesi, aynı zamanda Türkiye’de
radyo ve televizyon yayıncılığı alanında oturmuş bir özdenetim anlayışının
olmadığının göstergesidir. Acaba Basın Konseyi, yayıncılık alanındaki
özdenetimin neresinde bulunmaktadır?
Türkiye'de yayınlanan yazılı, sözlü ve görüntülü tüm basın (medya)
organları ve İnternet yayıncılığı yoluyla hizmet veren tüm kitlesel iletişim
organlarının da gazetecilik faaliyetlerinden sorumlu olan Basın Konseyi, 1
Ocak 1996 – 1 Temmuz 2007 tarihleri arasında, ulusal radyo ve televizyonlar
hakkında yalnızca 15 yaptırım uygulamıştır. Söz konusu yaptırımların 12’si
ulusal televizyon kuruluşlarına, 3’ü ise ulusal radyo kuruluşlarına yönelik
olmuştur. Ulusal televizyon kuruluşlarına uygulanan yaptırımların 8’i “uyarı”
4’ü “kınama” olurken, ulusal radyo kuruluşlarına 3 “kınama” yaptırımı
uygulanmıştır. Basın Konseyi, radyo ve televizyonların haricinde çok büyük
bir kısmı yazılı basına yönelik 341 tane “uyarı” ve “kınama” yaptırımı
uygulamıştır.
Basın Konseyi, radyo ve televizyon kuruluşlarının yalnızca gazetecilik
faaliyetleri üzerinde özdenetim yetkisine sahip olsa da, 11 yıl içinde radyo ve
televizyonlar hakkında verilen kararların oldukça az olduğu dikkati
çekmektedir. Hatırlanacağı gibi, önceki başlıklarda, son beş yılda, ulusal
televizyonlar tarafından yayın ilkelerini en fazla ihlâl eden program
türlerinden birinin “ana haber bültenleri” olduğu ifade edilmişti. Buradan yola
çıkarak, Konsey’in özellikle televizyon kuruluşlarının “gazetecilik
faaliyetleri” üzerinde etkisiz kaldığı sonucu ortaya çıkmaktadır.
Basın Konseyi’nin ulusal radyo ve televizyon kuruluşlarının “gazetecilik
faaliyetleri” üzerinde etkisiz kalmasının en önemli nedeni, Konsey’in birçok
konuda re’sen harekete geçme yetkisinin bulunmamasından kaynaklanmakta.
Sadece ilgili haber veya yayından zarar gören kişilerin şikâyeti üzerine
harekete geçebilen Basın Konseyi, genel ahlâk anlayışını, din duygularını, aile
kurumunun temel dayanaklarını sarsıcı ya da incitici, gazetecilik mesleğini
özel amaç ve çıkarlara alet edici, şiddet ve zorbalığı özendirici yayınlarda
doğrudan harekete geçip karar alabilme yetkisine sahip değildir (İçel ve
Ünver, 2005: 251). Her ne kadar, 22 Nisan 2000’de Konsey Sözleşmesi’nde,
“basın mesleğinin, ahlâka aykırı özel çıkarlara alet edildiğine ilişkin olarak
Yayın ilkeleri ihlali 113

yazılı, sözlü, görüntülü basına topluca yöneltilen iddiaları başvuru


beklemeden araştırmak” şeklinde bir değişiklik yapılmış olsa da,
kanaatimizce bu değişiklik oldukça sınırlıdır.
Basın Konseyi’nin ulusal radyo ve televizyon kuruluşları ile ilgili olarak
11 yılda verdiği karar sayısının yalnızca 15 olması, kararların caydırıcı olup
olmadığı yönünde tartışma yapmanın yersizliğini de ortaya koymaktadır.
Ancak asıl üzerinde durulması gereken husus, Konsey’in yapısıyla ilgilidir.
Basın Konseyi her ne kadar “tüm” medyada özdenetimi sağlamayı hedeflese
de, faaliyetlerinin çok büyük bir bölümünün yazılı basın üzerine olduğu
görülmektedir. Zaten bağışlar ve üyelerin yıllık katılım paylarıyla ayakta
duran bir özdenetim kuruluşundan “tüm” medya organlarını gözlemesini
beklemek, fazla iyimserlik olacaktır. Önemli bir bütçeye sahip olan RTÜK
bile, yerel ve bölgesel yayın kuruluşları bir yana ulusal radyo kuruluşlarını
bile sağlıklı bir biçimde izlemekte sıkıntılar yaşamaktadır.
Türkiye’de radyo ve televizyon yayıncılığında özdenetimi sağlamanın en
temel yolu, yalnızca haberle sınırlı kalmayarak tüm program türlerini
denetleyen, saygın bir özdenetim kurulu (yayın standartları konseyi)
oluşturmaktır.

Doğan Medya Grubu tarafından oluşturulan yayın ilkelerinin ihlâli


Doğan Medya Grubu, Türkiye’de yayın ilkeleri oluşturup özdenetimi
sağlamaya çalışan tek yayın grubudur. Ancak uygulamaya bakıldığında, 2002
yılında yayınlanan ilkelerin özdenetimi sağlamada başarılı olduğunu
söylemek pek mümkün değildir.
Neredeyse tamamı, 3984 sayılı Kanunun 4. maddesinde de yer alan
maddeler içermesine rağmen Doğan Medya Grubu’nun bir üyesi olan Kanal
D, 2002 – 2007 yılları arası dönemde 4. maddeyi en fazla ihlâl eden ikinci
yayın kuruluşu olmuştur. Bu dönemde 4. maddeyi 125 defa ihlâl eden Kanal
D kuruluşunun oranı, 19 yayın kuruluşu tarafından gerçekleştirilen 726 ihlâl
içinde yaklaşık olarak % 17 civarındadır.
2002 – 2007 yılları arasında tek tek yayın ilkeleri bağlamında
değerlendirildiğinde de Kanal D’nin, özdenetimi sağlayamadığı
anlaşılmaktadır. Örneğin, Doğan Medya Grubu Yayın İlkelerinin 17. maddesi,
“Şiddet ve zorbalığı özendirici veya kışkırtıcı; çocukları cinsel konularda
olumsuz yönde etkileyici, bireyleri topluluklar ve uluslararasında nefret ve
düşmanlığı körükleyici yayın yapmaktan kaçınılır” biçiminde düzenlenmiştir.
Ancak uygulamaya bakıldığında, bu yayın ilkesiyle benzer olarak 4.
114 Kemal Cem Baykal

maddenin çocukları ve gençleri korumayı amaçlayan “z” bendinin Kanal D


tarafından 38 kez ihlâl edildiği görülmektedir. Kanal D’nin, “z” bendinin
ihlâli bağlamında ulusal televizyon kuruluşları içindeki payı ise yaklaşık
olarak % 19’dur. Kanal D, bunun haricinde şiddet kullanımını özendirici
nitelikteki yayınları yasaklayan “y” bendini de 6 kez ihlâl etmiştir.
Kanal D ile ilgili olarak verilebilecek benzer bir örnek ise Doğan Medya
Grubu Yayın İlkelerinin 6. maddesinde yer alan “düşünce, vicdan ve ifade
özgürlüğünü sınırlayıcı; genel ahlâk anlayışını, din duygularını, aile
kurumunun temel dayanaklarını sarsıcı yayın yapılamaz” ifadesidir. Ancak,
ilgili yayın kuruluşu, 4. maddenin “Türk aile yapısı”nı korumayı amaçlayan
“e” bendini 21 kez ihlâl etmiştir. Ulusal televizyon kuruluşları bazında
düşünüldüğünde, “e” bendinin tüm ihlâlleri içinde Kanal D’nin payı, yaklaşık
olarak % 33 oranındadır. Ayrıca, Kanal D, 4. maddenin “genel ahlâk” ile ilgili
birinci fıkrasını da 8 kez ihlâl etmiştir.
Kanaatimizce, özdenetimin birinci basamağı olan yayın kuruluşlarına
düşen temel görev, kendi özdenetim ilkelerini oluşturmalarının yanında bu
ilkelere uymaktır. Bu durum kitle iletişim alanı üzerindeki “devlet denetimi”ni
de önemli ölçüde azaltacaktır.

SONUÇ

Bu çalışmada, arşiv taraması tekniğiyle, varsayımlar test edilmeye


çalışıldı. Bu bağlamda ulaşılan ilk sonuç, Türkiye’de yayın ilkelerinin
ihlâllerinin bu alandaki en temel sorunlardan biri olduğudur. Radyo ve
televizyon kuruluşları, 1994 – 2007 yılları arasında 4. Maddede öngörülen
yayın ilkelerini 1285 defa ihlâl etmişlerdir. Ayrıca, en fazla izlenen yayın
kuruluşlarının aynı zamanda en fazla ihlâlde bulunan yayın kuruluşları olması
dikkat çekicidir. Bu durum, reyting kaygısıyla oluşturulan içi boş içeriklerin
eğitimsizlik, bilinçsizlik, merak gibi insanî duygular nedeniyle ilgi gördüğü ya
da halkın benzer kalitesiz içerikler arasında “seçeneksizlik”ten bu tür
yayınları izlediği şeklinde yorumlanabilir.
İhlâllerin bu denli fazla olmasının en önemli nedenlerinden biri, özellikle
2002 yılında 3984 sayılı Kanunun, “yayın kuruluşuna yaptırım” yerine
“programa yaptırım” şeklinde değiştirilmesidir. Bu duruma, RTÜK ve yargı
organlarının da ağır çalışması eklenince program durdurma ve para cezası gibi
ileri basamak yaptırımlara geçilmesi birkaç yılı bulur hale gelmiş ve adeta
yayıncılar daha fazla ihlâl için teşvik edilmiştir. Yayın ilkelerinin sıkça ihlâl
Yayın ilkeleri ihlali 115

edilmesinin diğer bir nedeni ise Türkiye’de özdenetim anlayışının yeterince


gelişmemiş olmasıdır. Türkiye’de radyo ve televizyon yayıncılığını temel alan
bir özdenetim kuruluşu bulunmamakta, Basın Konseyi’nin bu alana yönelik
özdenetimi ise yetersiz kalmaktadır. Bunun yanı sıra, yayın kuruluşları da
kendi yayın ilkelerini oluşturup uygulama bakımından yetersizdir. Bunların
yanı sıra, kimi yayın ilkelerinin yapısından kaynaklanan sorunlar yayıncılar
açısından adaletsizlik yaratmakta ve bu durum ihlâl sayısını artırıcı nitelik
taşımaktadır.
Tüm bunlardan yola çıkarak Türkiye’de yayıncılık alanında devletin,
özdenetim kuruluşlarının ve yayıncıların üzerine düşen görevi yeterince
yerine getirmediği ve yayıncılık alanının sosyal sorumluluktan uzak bir
biçimde işlediği sonucuna varılmıştır.

KAYNAKÇA

Adaklı, G. (2006). Türkiye’de Medya Endüstrisi, Neoliberalizm Çağında Mülkiyet ve


Kontrol İlişkileri, Ankara: Ütopya.
Akıncı, M. (1999). Bağımsız İdarî Otoriteler ve Ombudsman, İstanbul: Beta.
Alemdar, K. ve Erdoğan, İ. (2005). Popüler Kültür ve İletişim, Ankara: Erk.
Avrupa Birliği İzleme ve Savunuculuk Programı (2005). Avrupa’da Televizyon
Düzenleme, Politikalar ve Bağımsızlık, Ankara.
Baykal, K. C. (2008). Radyo ve Televizyon Yayıncılığında Yayın İlkelerinin İhlâli ile
Yaptırım Uygulamasında Ortaya Çıkan Sorunlar, Yayımlanmamış yüksek lisans
tezi, Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara.
Bennett, L. (2000). Politik İllüzyon ve Medya, Çev.: Seyfi Say, İstanbul: Nehir.
Çiftci, A. (1999). Uluslararası Hukuk Açısından Radyo ve Televizyon Hukuku,
Ankara: G.Ü. İletişim Fakültesi Basımevi.
Erciyes, C. (2001). “Medya Etiği ve Klasik Etik Kodları”, Türkiye ve Siyaset Dergisi,
Mayıs- Haziran 2001.
Erdoğan, İ. (2007). “Minarenin Kılıfları: reyting, Temsil, Halka İstediğini Verme,
Otodenetim ve RTÜK”, http://www.findthelinks.com/irfanerdogan/
Erkelli Kızıl, N. (1998). İletişim Özgürlüğü ve Medyada Oto– Kontrol, İstanbul: Beta.
İçel, K. ve Ünver, Y. (2005). Kitle Haberleşme Hukuku 5. Baskı, İstanbul: Beta.
Kayış, S. N. (2007). Tanrım Reytingimi Koru. İstanbul: Güncel Yayıncılık.
Kapani, M. (1981). Kamu Hürriyetleri, Ankara: A.Ü. Hukuk Fakültesi Yayınları No:
453.
RTÜK (2005). Televizyon Programlarındaki Şiddet İçeriğinin, Müstehcenliğin ve
Mahremiyet İhlâllerinin İzleyicilerin Ruh Sağlığı Üzerindeki Etkileri, Ankara:
RTÜK Yayınları.
Serim, Ö. (2007). Türk Televizyon Tarihi 1952 – 2006, İstanbul: Epsilon Yayınları.
www.basinkonseyi.org.tr
116 Kemal Cem Baykal

www.medyatava.net/ reytingengine.aspx
http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/haber.aspx?id=312135
http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/haber.aspx?id=320265
www.ofcom.co.uk
3984 sayılı Radyo ve Televizyonların Kuruluş ve Yayınları Hakkında Kanun
(R.G. 20.04.1994 / 21911).
Radyo ve Televizyon Yayınlarının Esas ve Usulleri Hakkında Yönetmelik (R.G.
17.04.2003 / 25082).
RTÜK Yayın İzleme Değerlendirme Dairesi’nden alınan ve ulusal yayın
kuruluşlarının ihlâlleri ile bu kuruluşlara uygulanan yaptırımları gösteren listeler.
1 Ocak 1996 – 1 Temmuz 2007 tarihleri arasında “Basın Meslek İlkeleri”nin
ihlâllerine ve uygulanan yaptırımlara dair, Basın Konseyi’nin internet sitesinin
arşiv kısmından derlenen bilgiler.
12 Mart 2007 tarihinde RTÜK Basın ve Halkla İlişkiler Müşavirliği’nden Neriman
SARAÇOĞLU ile Yapılan Görüşme.
28 Mart 2007 tarihinde RTÜK Hukuk Müşavirliği’nden Adem PETEK ile Yapılan
Görüşme.
28 Mart 2007 tarihinde RTÜK Yayın İzleme Değerlendirme Dairesi’nden Tülin
YÜKSEL ile Yapılan Görüşme.
İletişim kuram ve araştırma dergisi
Sayı 25 Yaz-Güz 2007, s.117-134

Makale

İstihdam sorunu bağlamında


Türkiye’de iletişim eğitimi ve
öğrenci yerleştirme
Ruhdan Uzun1

Öz: Bu makale Türkiye’deki iletişim eğitimi ve öğrenci yerleştirmeyi istihdam sorunu


bağlamında irdelemek için tasarlandı. ÖSYM’nin 2007 yılı için hazırladığı Yüksek-
öğretim Programları ve Kontenjanları Kılavuzu’ndaki verilerden yararlanılarak,
iletişim eğitimi veren lisans ve önlisans programları, kontenjanlar bazında incelendi.
İnceleme iletişim eğitimi kontenjanları ile istihdam arasında dengesizlik olduğunu ve
iletişim eğitimindeki bölüm ayrımlanmasından yola çıkılarak iletişim eğitiminin
yapılanmasının medya endüstrilerinin çıkarlarına artan bir şekilde bütünleştiğini
buldu.
Anahtar kelimeler: İletişim, iletişim eğitimi, eğitimin endüstriye bütünleşmesi,
istihdam.

A study of communication education and student allocation in Turkey in term of


employment problem

Abstract: This study was designed to investigate the employment problem in


communication in Turkey. Faculty programmes and two-year vocational training
schools in the communication discipline were examined in terms of quotas. Necessary
data was collected from the Guide of Higher Education Programmes and Quotas for
2007 by Student Selection And Placement Center. The study found the existence of
serious imbalance between quotas of communication education and employment and
increasing integration of structure of communication education into the interests of
the media industries.
Keywords: Communication, communication education, industrial integration,
employment

1
Doç. Dr., Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi
e-posta: ruhdanuzun@gazi.edu.tr
118 Ruhdan Uzun

GİRİŞ

Türkiye’de genelde eğitim, özelde ise iletişim eğitimi tartışmalı ve sorunlu


bir konudur. Bunda iletişim alanının son derece dinamik bir sektör olmasının
payı büyüktür. Endüstrinin hızla gelişip çeşitlenmesi, gazeteciliğin değişime
uğraması, sürekli yeni beceriler gerektiren bir meslek haline gelmesi, bunun
yanında reklamcılık ve halkla ilişkiler gibi sektörlerin gelişmesi gibi olgular
iletişim eğitimine de yansımaktadır. Sürekli gelişen bir alanda nasıl bir eğitim
verileceği tartışma konusu olurken, sayıları giderek artan iletişim fakülteleri
mezunlarının istihdam sorunu da giderek artmaktadır.
Günümüzde medya sektörünün iletişim eğitimini denetlemek istediği,
buna karşılık iletişim fakültelerinin üniversiter yapı içinde kurulmuş olmaları
dolayısıyla (Mutlu, 1992:138-139) bu denetime karşı direnç gösterdikleri
bilinmektedir. Medya çalışanları arasındaki alaylı/mektepli ayrımı, zaman
içinde mektepliler yönünde evrim geçirse de medya sektörü, üniversite
düzeyinde verilen iletişim eğitimini tartışmakta, genellikle de olumsuz
eleştiriler yöneltmektedir (bkz. Özkök:2001, Gürkan:2001, Eğin:2007). Söz
konusu eleştiriler, sektörün iletişim eğitimini denetlemek istediğinin ancak,
henüz bu isteğini gerçekleştiremediğinin bir yansıması olarak
değerlendirilebilir. Sektörün gereksinim duyduğu meslek adamlarının
yetiştirilmesinin üniversite eğitiminin niteliğiyle nasıl bağdaştırılacağı
konusu, iletişim fakültelerinin ders programlarının belirlenmesine yönelik
tartışmalara da yansımaktadır (Dağtaş, 2003). Ders programlarının
hazırlanmasında kuramsal derslerle meslek uygulamalarına yönelik derslerin
nasıl dengeleneceği sorusunun temelinde, iletişim eğitiminin sektörün mü
yoksa üniversitenin mi denetiminde olacağı sorusu yatmaktadır.
Tartışmalarda, kuram/uygulama ayrılığının fetişleştirilmesi ise asıl soruyu
gözden kaçırmak anlamına gelmektedir. Kuram ve uygulamanın birbirine zıt
olmadığı, kuramın sosyal pratiğin açıklaması olduğu; kuramın pratikte
yapılanın nedenlerinin ve sonuçlarının sistemli, güvenilir ve geçerli
açıklamasını sunmayı gerektirdiği (Erdoğan, 2003: 98) göz önünde tutulursa,
sektörün iletişim eğitiminin eleştirel niteliğinden rahatsızlık duyduğunun
işaretleri görülebilir.
1980’li yıllardan itibaren medya sektörünün büyümesi ve iletişim
teknolojisindeki gelişmelerin teknik personel ve meslek adamı taleplerini
artırmasına karşın, iletişim eğitimi almış herkese sektörde iş olanağı
bulunmamaktadır. Tekelleşme olgusu, Türkiye’de alternatif medyanın
İletişim eğitiminde kontenjan ve istihdam 119

gelişmesini engellerken, medya grupları, izleyici sayılarını artırmak için daha


nitelikli bir habercilik ve kamusal yayıncılık anlayışını benimsemek yerine;
büyük paralarla transfer edilen “popüler” gazetecilerle yayınlarını
sürdürmektedir (Dağtaş, 2003:153).
Üniversite düzeyinde iletişim eğitimi almış mezunlar işe alınmak için ya
kişisel ilişki kanallarını kullanmak ya da başka alanlarda iş aramak zorunda
kalmaktadır. İletişim alanında bir iş bulduklarında ise çok düşük ücretlerle ve
sosyal güvenceden yoksun olarak çalıştırılmaktadırlar. Sık sık yaşanan krizler
sonucu işten çıkarılanlar yanında işsiz olanların sayısı da giderek artmaktadır
(Medyada İstihdam, 2007).
Bütün bu sorunları artıran bir başka öğe de iletişim alanında çalışmak için
mutlaka iletişim eğitimi almış olma zorunluluğunun bulunmamasıdır.
Gazetecilik, televizyonculuk, reklamcılık, halkla ilişkiler gibi mesleklere
girişin hemen herkese açık olması, hatta bu mesleklerin meslek olup olmadığı
yönündeki tartışmaların da sürmesi (Bertrand, 2000:23; Belsey, 1998:8),
iletişim alanında eğitim görenlerin istihdam sorununu artırmaktadır. İletişim
eğitimi alan ancak kendi alanında istihdam olanağı bulamayanlar, başka
mesleklere giriş koşullarını karşılayamadıkları için sıkıntı yaşarken, çok farklı
meslek eğitimi almış kişiler iletişim mesleklerinde istihdam edilebilmektedir
(Medyada İstihdam, 2007).

YÖNTEM

İletişim alanında eğitim ve istihdam politikalarının uyumlaştırılması ve


tarafları hoşnut edecek gerçekçi politikaların oluşturulması, sektörün acil
gereksinimleri arasındadır. Bu yönde atılacak adımların ise önce mevcut
durumun belirlenmesiyle sağlamlaştırılacağı açıktır. Bu çalışma, önlisans ve
lisans düzeyinde verilen iletişim eğitiminin genel yapısını ortaya koymayı
amaçlamaktadır. Böylelikle endüstriyel yapının eğitim alanındaki kurumsal
yansımalarını belirleme olanağı doğacaktır. Bu amaçla, önce Türkiye’deki
iletişim eğitiminin kısa tarihi özetlenmiş, ardından Öğrenci Seçme ve
Yerleştirme Merkezi’nin 2007 yılı için hazırladığı Yükseköğretim
Programları ve Kontenjanları Kılavuzu’ndaki verilerden yararlanılarak,
iletişim eğitimi veren programlar, kontenjanlar bazında incelenmiştir. Böylece
iletişim eğitimi kontenjanları ile istihdam arasındaki dengesizliğin ortaya
konması hedeflenmiştir. Bunun yanında iletişim eğitimindeki bölüm
ayrımlanmasından yola çıkılarak iletişim eğitiminin yapılanmasının sektörün
120 Ruhdan Uzun

gelişmesiyle bağlantısı incelenmiş; iletişim eğitimi konusundaki tartışmalara


katkıda bulunmak amaçlanmıştır. Bunun için Yükseköğretim Programları ve
Kontenjanları Kılavuzu’ndaki veriler kullanılmıştır. Kılavuz’da yer alan
iletişim alanında eğitim veren fakülte ve yüksek okul bölümleri
sınıflandırılmış, her bölüme ayrılan öğrenci kontenjanı üniversitelerin sahiplik
yapıları bazında belirlenmiş ve tablolar biçiminde sunulmuştur.
Türkiye’de üniversite düzeyinde iletişim eğitimi önlisans, lisans ve
yüksek lisans programları aracılığıyla yürütülmektedir. Bu çalışmada
yalnızca lisans ve önlisans programları incelenmiştir. Ayrıca, iletişim eğitimi
hem devlet üniversitelerinde hem de vakıf üniversitelerinde verilmektedir.
Merkezi yerleştirmeyle öğrenci alan KKTC ve yurtdışındaki bazı üniversiteler
de çalışmaya dahil edilmiştir. Yeni kurulan ve henüz öğrenci kontenjanı
bulunmayan iletişim fakülteleri ve bölümleri ise çalışma kapsamı dışında
bırakılmıştır.

ANALİZ VE DEĞERLENDİRME

Türkiye’de İletişim eğitimi


İletişim eğitimi, tarihsel süreç içinde önce basının ortaya çıkıp bir endüstri
haline gelmesi sonucu ilk olarak gazetecilik eğitimi biçiminde belirmiştir. İlk
gazetecilik eğitimi ise 1908 yılında ABD’de Missouri Üniversitesi’nde
kurulan gazetecilik okulunda başlamıştır. 20. yüzyılın ortalarına gelindiğinde,
endüstrinin gelişmesine koşut olarak ABD’de profesyonel düzeyde eğitim
veren gazetecilik okulu sayısı 100’e ulaştı. 1970-1990 yılları arasında
ABD’de iletişim mezunlarının sayısı % 35 oranında artış gösterdi. (Mutlu,
1994:165, Mutlu, 2000:245).
Türkiye’de ise gazetecilik eğitimi ile ilgili fikirler Gazeteci Ahmet Rasim
tarafından ortaya atılmış, fakat Türkiye Cumhuriyeti kurulduğunda gazetecilik
eğitimi bakımından Osmanlıdan bir miras devralınmamıştı (Topuz,
1973:115). 1931’de çıkarılan Cumhuriyet döneminin ilk Basın Yasası
gazetecilik yapanların ve özellikle sorumlu konumda olanların eğitimiyle ilgili
bazı koşulları yerine getirmeleri konusunda birikimlere sahipti. Bu yasanın
ilgili hükmü 1933’de kaldırılınca, çalışmalar da durdu (Alemdar, 1981:2-3).
Türkiye’de ilk özel gazetecilik okulu 1948’de Müderris Fehmi Yahya
tarafından açılan İstanbul Özel Gazetecilik Okulu’dur. Üniversite düzeyinde
bir eğitim kurumu olan okul, basın dünyasına ve iş hayatına hazırlıklı eleman
yetiştirmek amacıyla kuruldu. Okul, biri ortaokul üzerine 3 yıllık, diğeri ise
İletişim eğitiminde kontenjan ve istihdam 121

lise üzerine bir yıllık eğitim veren iki devreden oluşuyordu. Okulun eğitimine
1963 yılında ara verildi (İnuğur, 1988:155-157).
1949 yılında, İstanbul Üniversitesi Senatosu İktisat Fakültesi’nde bir
gazetecilik enstitüsü kurulmasına karar verdi (Abadan-Unat, 1972: 68). 1950
yılı güz döneminde Gazetecilik Enstitüsü’ne iki yıllık eğitim için öğrenci
alındı. Enstitüye hem lise mezunları hem de Enstitü Yönetmeliğinin geçici
maddesi gereği olarak iki yıl fiilen gazetecilik yapmış olan kişiler, öğrenim
durumlarına bakılmaksızın öğrenci olarak kabul edildi. Enstitüde İktisat
Fakültesi öğretim üyeleri yanında tanınmış gazeteciler de ders verdi.
Öğrenci Derneği 1960’da eğitimin üç yıla çıkarılması için istekte
bulunmuştur. Bunun üzerine eğitim süresi önce üç yıla daha sonraları da dört
yıla çıkarılarak Enstitünün adı İstanbul Üniversitesi Gazetecilik Halkla
İlişkiler Yüksek Okulu’na dönüştürüldü.
Gazetecilik Enstitüsü’nün basını dar anlamda ele alması, kitle iletişim
araçlarının tümünü kapsayacak biçimde eğitim veren bir eğitim kurumu
gereksinimini doğurmuştu. Ankara Gazeteciler Cemiyeti, toplumsal
gelişmenin iletişim, tanıtma ve etkileşimle birlikte gerçekleşebileceği
bilinciyle, 1960 sonrası lisans düzeyinde yeni bir yüksek okulun kurulmasını
gündeme getirdi. İletişim alanında eğitim verecek bir okul kurulması
hakkındaki istek, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne iletildi.
Siyasal Bilgiler Fakültesi Profesörler Kurulu 1962’de “Haberleşme
Enstitüsü”nün kurulmasını ilke olarak kabul etti.
Okulun kuruluşu ile ilgili sorunların UNESCO Genel Merkezinden
gönderilecek bir uzman tarafından incelenmesi gündeme geldi. Bu amaçla
görevlendirilen Brüksel Üniversitesi Gazetecilik Profesörü Roger Clausse,
çalışmalar yaparak bir rapor hazırladı.
Raporda, Siyasal Bilgiler Fakültesi bünyesinde kurulacak okulun dar
anlamda sadece gazeteciliği değil, televizyon, radyo, sinema, halkla ilişkiler
kavramlarını kapsaması gerektiği, üniversite eğitimi hedeflenirken onun
yanında uygulamaya da önem verilmesi ve meslek çevreleriyle ilişkilerin
güçlendirilmesi gerektiği vurgulanıyordu. Siyasal Bilgiler Fakültesi’nin
Clausse’un raporu ışığında okulun kurulması için hazırladığı yönetmelik,
1964’te Ankara Üniversitesi Senatosunca kabul edildi. Bu kararla okulun adı
Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Basın Yayın Yüksek Okulu
oldu (Abadan-Unat, 1972:70-76; Tokgöz, 1975:117-118; Altun, 1995:107-
109). 1965 yılında eğitim vermeye başlayan okula, üniversite giriş sınavıyla
lise mezunları ile yine yapılan sınavı kazanmış 5 yıl meslekte çalışmış lise
122 Ruhdan Uzun

mezunları arasından öğrenci alındı. Başlangıçta Basın, Halkla İlişkiler,


Radyo-Televizyon olmak üzere üç bölüme sahip olan Okulun bölüm sayısı,
1968’de yapılan bir değişiklikle Basın ve Halkla İlişkiler bölümlerinin
birleştirilmesiyle ikiye indirildi. Bu durum 1988 yılında Gazetecilik ve Halkla
İlişkiler bölümlerinin birbirinden ayrılmasına kadar sürdü (Tokgöz, 2003:22).
1965’te, 625 sayılı Özel Öğretim Kurumları Kanunu ile Türkiye’de özel
yüksek okulların açılabilmesine olanak tanınınca, gazetecilik eğitiminde özel
yüksek okullar dönemi başladı. 1966’da İstanbul Özel Gazetecilik Yüksek
Okulu, 1967’de Ankara’da Başkent Özel Gazetecilik Yüksek Okulu, 1968’de
İzmir’de İzmir Karataş Özel Gazetecilik Okulu hizmete açıldı (Altun, 1995:
110). Bu okullar yapılan şikayetler üzerine incelemeye alındı ve 1971 yılında
çıkarılan bir yasa ile devletleştirilerek akademilere bağlandı (Tokgöz,
2003:23).
1970’li yıllarda Eskişehir’de Eskişehir İktisadi ve Ticari İlimler
Akademisi, bir televizyon istasyonu kurma girişimlerine başladı. Bu girişim
1972’de Televizyon ile Eğitim Enstitüsü’ne televizyonun bağlanmasıyla
kurumsal bir nitelik kazandı. 1975’te Enstitü Sinema ve Televizyon Yüksek
Okulu’na dönüştü. Sinema ve Televizyon Yüksek Okulu 1979’da Televizyon
ile Öğretim ve Eğitim Fakültesi adını aldı, fakülteye basın-yayın bölümü de
eklenerek 1980’de Fakültenin adı İletişim Bilimleri Fakültesi olarak
değiştirildi (Altun, 1995:113).
2547 sayılı yasa ile Yüksek Öğretim Kurulunun kurulmasıyla birlikte,
tüm mevcut devlet üniversitelerinde eğitim ve öğretim bakımından yeni
düzenlemeler yapılması gündeme geldi. Bu düzenlemelerle birlikte, yüksek
öğretim kurumlarının teşkilatı 1982 yılında 41 sayılı kanun hükmündeki
kararname ile tekrar düzenlendi. Bu kararname ile gazetecilik alanında eğitim
veren okullar, Ankara, İstanbul, Marmara, Ege ve Gazi Üniversiteleri Basın
Yayın Yüksek Okulları adı altında bu üniversitelerin rektörlüklerine bağlandı.
1992’de ise 3837 sayılı yasa ile 2908 sayılı yüksek öğretim kurumları
yasasında değişiklik yapılarak, mevcut bulunan beş Basın-Yayın Yüksek
Okulu, İletişim Fakültelerine dönüştürüldü. Ayrıca, bu yasa ile Konya’da
Selçuk Üniversitesi’ne bağlı İletişim Fakültesi ile Eskişehir’de Anadolu
Üniversitesi’ne bağlı İletişim Bilimleri Fakültesi kuruldu.
Devlet üniversiteleri içinde iletişim fakültelerinin sayısı artarken, 1997
yılından itibaren vakıf üniversitelerinin kurulmasının yolu açılınca, vakıf
üniversiteleri içinde de iletişim fakülteleri açıldı.
İletişim eğitiminde kontenjan ve istihdam 123

Bunların yanında, devlet üniversitelerinin ya da vakıf üniversitelerinin


güzel sanatlar fakülteleri içinde iletişimle ilgili lisans programları açılmaya
başlandı. Bu süreçte, meslek yüksek okullarında da iletişim, halkla ilişkiler,
radyo ve televizyon yayıncılığı, fotoğrafçılık gibi bölümler oluşturuldu.
İletişim eğitimindeki sorunları “Türkiye’deki iletişim disiplininin kimlik
bunalımı” olarak nitelendiren Mutlu’ya (1992:138-139) göre, iletişim
eğitiminin başlama gerekçesi Lazarsfeld geleneği çerçevesinde, sadece medya
personelinin yetiştirilmesine duyulan gereksinimdir:
“Basın sektörünün SBF Basın ve Yayın Yüksekokulu’nun kuruluşundaki
etkin katılımı ve talepleri bu gerekçenin somut bir kanıtıdır. Ne var ki
endüstriyle Basın ve Yayın Yüksekokulları arasındaki ilişki başlangıcından
bugüne kadar Lazarsfeld’in Amerika için amaçladığı verimlilik ve işbirliği
düzeyine de ulaşamamıştır. Basın endüstrisinin sık sık bu okullardaki mesleki
eğitimi yetersizlikle eleştirmesi bu durumun somut bir göstergesidir. İlginçtir
ki, okullar da bu eleştiriler karşısında, ne açık bir karşı eleştiri geliştirmekte,
ne de kuruluşların ardındaki gerekçeyi tartışıp kendileri için yeni bir zemin
arama çabası göstermektedirler.”
Günümüzde iletişim fakülteleri, misyonlarını belirlerken iletişim
eğitiminin niteliğini irdelemekte, ders programlarının hazırlanmasından, ders
verecek kadroların oluşturulmasına varıncaya kadar çeşitli başlıklar altında
iletişim eğitiminin amacını tartışmaktadır. Ancak, iletişim fakültelerinin
öncelikleri konusundaki tartışma henüz sonuçlanmış değildir.

İletişim eğitimi veren üniversite, fakülte ve yüksekokullar


Türkiye’de üniversiteye giriş sınavlarını düzenlemekle de yetkili olan
Öğrenci Seçme ve Yerleştirme Merkezi’nin bu amaçla düzenlediği kılavuzda
143 üniversite yer almaktadır. Bunların 108’i Türkiye’de 35’i ise Türkiye
dışındadır (Tablo.1). 143 üniversiteden 42 (% 29.37) vakıf ve devlet
üniversitesinde iletişim eğitimi verilmektedir. Bunların 9’u Türkiye dışında
33’ü Türkiye’dedir. Türkiye’de iletişim eğitimi veren 33 üniversitenin 16’sı
ise vakıf üniversitesidir.
Türkiye’de önlisans için ayrılan 236.213 kişilik toplam kontenjanın
4953’ü (% 2,09) iletişim alanında eğitim vermek üzere ayrılmıştır (Tablo-2).
Lisans eğitimi için ayrılan 180.027 kişilik kontenjanın ise 6659’u (% 3,70)
iletişim alanına ayrılmıştır. . İletişim eğitimi verilen lisans ve önlisans
programlarına ayrılan kontenjan ise toplam kontenjanın yüzde 2,68’ini
oluşturmaktadır.
124 Ruhdan Uzun

Tablo1. Türkiye’de iletişim eğitimi veren üniversiteler

İletişim eğitimi veren


Yer Sahiplik
üniversiteler
Devlet Üniversitesi 17
Türkiye
Vakıf Üniversitesi 16
Türkiye Dışı 9
Toplam 42

İletişim eğitimi veren fakülte ve yüksekokulların toplam kontenjanı ise


11.612 kişidir (bkz.Tablo.2). Bu kontenjanın yüzde 42, 65’i yüksekokullara,
yüzde 57,35’i ise fakültelere aittir.

Tablo2. İletişim eğitimine ayrılan kontenjanların genel kontenjana oranı

İletişim Eğitimi
Program Genel Kontenjan Yüzde
Kontenjanı
Önlisans 236.213 4953 2,09
Lisans 180.027 6659 3,70
Toplam 416.240 11612 2.78

İletişim eğitimine ayrılan lisans eğitimi kontenjanların üniversitelerin


sahiplik yapısına göre dağılımına bakıldığında, en fazla kontenjan 2580 ile
(%38.74) devlet üniversitelerine ayrılmıştır (Tablo.3). İkinci sırada 2318
kişilik (%34.81) toplam kontenjanla vakıf üniversiteleri gelmektedir.
Yurtdışındaki üniversitelerde ise iletişim eğitimi için 1761 kişilik (%26.45)
kontenjan ayrılmıştır.

Tablo 3. İletişim kontenjanlarının sahiplik yapısına göre dağılımı

Sahiplik Kontenjan Yüzde

Devlet 2580 38.74


Vakıf 2318 34.81
Yurtdışı 1761 26.45
Toplam 6659 100.00
İletişim eğitiminde kontenjan ve istihdam 125

Türkiye içinde 108 üniversite bulunmaktadır ve bunların 25’i vakıf


üniversitesi, 83’ü ise devlet üniversitesi statüsündedir. İletişim eğitimi veren
devlet üniversitelerinin toplam devlet üniversitelerine oranı yüzde 20.5’dir.
Diğer yandan, iletişim eğitimi veren vakıf üniversitelerinin toplam vakıf
üniversitelerine oranı ise yüzde 64’tür. İletişim eğitimi veren üniversitelerin
toplam üniversite sayısına oranı ise yüzde 30.5 olmaktadır. İletişim eğitiminin
vakıf üniversiteleri için daha popüler olduğu veya yapıldığı görülmektedir.

İletişim eğitimi veren fakülteler ve bölümleri


Fakülte bazında bakıldığında, toplam 45 fakültede iletişim eğitimi
verilmektedir (Tablo 4). Bunların 36’sı Türkiye’de, 9’u Türkiye dışındadır.
İletişim eğitimi verilen fakültelerin genel kontenjanı ise 6659 kişidir. Bu
rakam genel kontenjanın yüzde 3,70’ini oluşturmaktadır. Lisans düzeyinde
iletişim eğitimi, 30 iletişim fakültesi, 9 güzel sanatlar fakültesi ile 1 işletme
fakültesi (Atılım Üniversitesi), 1 iktisadi ve idari bilimler fakültesi (Çağ
Üniversitesi), Fen-Edebiyat fakültesi (Doğuş Üniversitesi), 1 Uygulamalı
Bilimler Yüksekokulu (Okan Üniversitesi), 1 Türkoloji ve Yabancı Filolojiler
Fakültesi (Hoca Ahmet Yesevi Uluslararası Türk-Kazak Üniversitesi) ve 1
Filoloji Fakültesi’nde (I.I.Mechnikov Odessa Milli Üniversitesi)
verilmektedir.

Tablo 4. İletişim eğitim veren fakültelerin dağılımı

Fakülteler Sayı
Güzel Sanatlar, Tasarım 9
İletişim, İletişim Bilimleri 30
İktisadi ve İdari Bilimler 1
İşletme 1
Fen Edebiyat 1
Uygulamalı Bilimler Yüksek Okulu 1
Türkoloji, yabancı Filolojiler Fakültesi 1
Filoloji Fakültesi 1
Toplam Fakülte Sayısı 45
126 Ruhdan Uzun

Gazetecilik eğitimi, 20 üniversitede, yalnızca iletişim fakülteleri ile


iletişim bilimleri fakültelerinde verilmektedir (Tablo 5). Bölüm adı, iki
üniversitede (Anadolu Üniversitesi ve Girne Amerikan Üniversitesi) Basın ve
Yayın, diğer üniversitelerde ise gazeteciliktir.

Tablo 5. İletişim eğitimi veren bölümlerin dağılımı

Güzel İşletme, İktisat, Fen


İletişim
Bölümler Üniversite Sanatlar Uygulamalı Bilimler Edebiyat
Fakültesi
Fakültesi Yüksekokulu Fakültesi
Gazetecilik 20 - 20 - -
Radyo Sinema
302 7 25 - -
Televizyon
Halkla İlişkiler
28 - 25 3 -
Reklamcılık
Diğer 93 2 7 - 1

Radyo, televizyon ve sinema eğitimi, 30 üniversitede verilmektedir. Bu


eğitim, hem güzel sanatlar fakülteleri hem de iletişim fakülteleri içinde yer
almaktadır. 7 Güzel Sanatlar ve 25 iletişim fakültesi radyo, televizyon ve
sinema konularında eğitim vermektedir. Bölüm adı genellikle, iletişim
fakültelerinde “Radyo Sinema ve Televizyon” olarak geçerken, güzel sanatlar
fakültelerinde, “Sinema” ya da “Sinema ve Televizyon” olarak geçmektedir.
İstanbul Bilgi Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde Sinema ve Televizyon
bölümünün yanı sıra Televizyon Haberciliği ve Programcılığı bölümü vardır.
Halkla ilişkiler, reklamcılık ve tanıtım eğitimi ise 28 üniversitede, 25
iletişim fakültesinde, 1 işletme fakültesinde, 1 iktisadi ve idari bilimler
fakültesinde 1 de Uygulamalı Bilimler Yüksekokulu’nda verilmektedir.
Mersin’de Çağ Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi’nde Halkla
İlişkiler bölümü, Ankara’da Atılım Üniversitesi İşletme Fakültesi’nde Halkla
İlişkiler ve Reklamcılık bölümü, İstanbul’da Okan Üniversitesi Uygulamalı
Bilimler Yüksekokulu’nda ise Halkla İlişkiler ve Reklamcılık bölümü
bulunmaktadır. Halkla ilişkiler, tanıtım ve reklamcılık konusunda eğitim

2
Maltepe ve Marmara Üniversitelerinde, hem güzel sanatlar hem de iletişim
fakültelerinde eğitim verildiği için fakülte sayısı üniversite sayısından fazladır.
3
İzmir Ekonomi Üniversitesinde Güzel Sanatlar ve Tasarım Fakültesinde de iletişim
eğitimi verildiğinden, fakülte sayısı üniversite sayısından fazladır.
İletişim eğitiminde kontenjan ve istihdam 127

veren bölümlerin adları “Halkla İlişkiler”, “Halkla İlişkiler ve Tanıtım”,


“Halkla İlişkiler ve Reklamcılık” olarak geçmektedir. Bazı fakültelerde ise
reklamcılık halkla ilişkilerden ayrılarak farklı bir bölüm haline gelmiştir.
Reklamcılık bölümleri, diğer bölümlerden farklı olarak EA puan türüyle
öğrenci almaktadır. İstanbul’da Yeditepe Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde
ise Reklam Tasarımı ve İletişimi bölümü oluşturulmuştur.
Diğer bölümler ise “İletişim”, “Bilgi ve Belge Yönetimi”, “İletişim
Tasarımı”, “İletişim Bilimleri”, “Kültür Yönetimi”, “Medya ve İletişim
Sistemleri”, “Sanat Yönetimi”, “İletişim Sanatları”, “Medya ve İletişim”
bölümleridir. İletişim Bilimleri bölümü, diğer bölümlerden farklı olarak
İstanbul’da Doğuş Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi içinde yer almaktadır.
İletişim eğitimine ayrılan kontenjanların bölümlere dağılımına
bakıldığında (Tablo 6) ilk sırayı 2564 kişi (% 38,51) ile halkla ilişkiler,
reklamcılık ve tanıtım eğitimi veren bölümlerin aldığı görülmektedir. İkinci
sırayı 2005 kişilik (% 30,11) kontenjanla radyo, sinema ve televizyon eğitimi
veren bölümler almaktadır. Gazetecilik eğitimi veren bölümler, 1412 kişilik
(% 21,20) kontenjanla üçüncü sırada yer almaktadır. Diğer bölümlere ayrılan
kontenjan ise 678 kişi ile toplam kontenjanın yüzde 10.18’ini oluşturmaktadır.

Tablo 6. İletişim eğitimi verilen bölümlerin kontenjanların dağılımı

Türkiye Türkiye Dışı Toplam


Bölümler Yüzde
Kontenjan Kontenjan Kontenjan
Gazetecilik 880 532 1412 21,20
Radyo Sinema Televizyon 1519 486 2005 30,11
Halkla İlişkiler, Tanıtım, Reklam 1821 743 2564 38,51
Diğer 678 - 678 10,18
Toplam 4898 1761 6659 100

Türkiye içindeki üniversitelerin sahiplik yapısına göre bölüm


kontenjanlarının dağılımına bakıldığında (Tablo 7), gazetecilik eğitimi devlet
üniversitelerinde iletişim eğitimi alanındaki kontenjanın yüzde 32,56’sini (840
kişi)oluştururken, vakıf üniversitelerinde bu oran yüzde 1,72’ye (40 kişi)
düşmektedir. Radyo Sinema Televizyon alanındaki eğitim kontenjanı devlet
üniversitelerinde yüzde 35,85 (925 kişi) olurken, vakıf üniversitelerinde yüzde
25,63’tür (594 kişi). Halkla ilişkiler, tanıtım ve reklamcılık alanında verilen
128 Ruhdan Uzun

eğitim için devlet üniversitelerinde yüzde 29,26 oranında (755 kişi) bir
kontenjan ayrılmıştır. Buna karşılık vakıf üniversiteleri söz konusu kontenjan
için yüzde 45,99 oranında (1066 kişi) bir kontenjan ayırmaktadır. Diğer
bölümler için devlet üniversiteleri yüzde 2,33 oranında (60 kişi) bir kontenjan
ayırırken, vakıf üniversitelerinin yüzde 26,66 oranında (618 kişi) bir
kontenjan ayırdığı görülmektedir.

Tablo 7. Bölüm kontenjanlarının sahiplik yapısına göre dağılımı

Devlet Vakıf
Bölüm
Üniversitesi % Üniversitesi %
Gazetecilik 840 32,56 40 1,72
Radyo Sinema Televizyon 925 35,85 594 25,63
Halkla İlişkiler, Reklam 755 29,26 1066 45,99
Diğer 60 2,33 618 26,66
Toplam 2580 100,00 2318 100,00

Söz konusu veriler, gazetecilik eğitiminin vakıf üniversiteleri için


çekicilik taşımadığını, bu üniversitelerin son yıllarda sektörün gelişmesine
paralel olarak halkla ilişkiler, tanıtım, reklamcılık gibi alanlardaki eğitime
yöneldiğini göstermektedir. İletişim tasarımı, iletişim sanatları gibi yeni açılan
bölümler de devlet üniversitelerinde yeni yeni varolmaya başlarken, vakıf
üniversitelerindeki kontenjanların dörtte birinden fazlasını oluşturmaktadır.

Lisans düzeyinde ikinci öğretim


İletişim eğitimi verilen fakültelerin 6659 olan genel kontenjanının 430’u
ise ikinci öğretim öğrencisidir (Tablo 8). Bu öğrencilerin genel kontenjana
oranı ise yüzde 6,46’dır. İletişim alanında ikinci öğretim Marmara, Erciyes,
Kocaeli ve Selçuk Üniversitelerinde verilmektedir. Erciyes Üniversitesi
İletişim Fakültesi’nde yalnızca Gazetecilik bölümünde; Marmara, Kocaeli ve
Selçuk Üniversiteleri İletişim Fakültelerinde ise Gazetecilik; Halkla İlişkiler
ve Tanıtım; Radyo Sinema ve Televizyon bölümlerinde ikinci öğretim
yapılmaktadır.
İkinci öğretimler bölüm bazında değerlendirildiğinde, 170 (% 39.54) kişi
ile en fazla gazetecilik bölümüne öğrenci alınmaktadır. Radyo Sinema
Televizyon ve Halkla İlişkiler ve Tanıtım bölümlerine ise 130’ar kişilik (%
İletişim eğitiminde kontenjan ve istihdam 129

30.23) kontenjan ayrılmıştır. Diğer kategorisinde değerlendirilen bölümlerin


ise ikinci öğretimi bulunmamaktadır.

Tablo 8. İkinci öğretimlerin bölümlere göre dağılımı

Bölümler Kontenjan %
Gazetecilik 170 39.54
Radyo Sinema Televizyon 130 30,23
Halkla İlişkiler ve Tanıtım 130 30,23
Toplam 430 100,00

Burslu öğrenciler
İletişim alanındaki lisans programlarında 451 burslu öğrenci kontenjanı
bulunmaktadır (Tablo 9). Yalnızca vakıf üniversitelerinde yer alan bu
kontenjanlar, toplam kontenjanın 6,77’sini oluşturmaktadır. Burslu
programlara yerleştirilen öğrencilere sağlanan burs, sadece öğretim ücretini
kapsamaktadır. Bunun dışında kalan barınma, ulaşım, kitap vb. konular burs
kapsamı dışındadır. Burslu kontenjanların bazıları destek bursudur. Bu burs,
eğitim öğretim ücretinin % 50’sini kapsamaktadır.

Tablo 9. Burslu kontenjanların bölümlere göre dağılımı

Bölümler Kontenjan Yüzde


Gazetecilik 47 10,42
Radyo Sinema Televizyon 115 25,50
Halkla İlişkiler ve Tanıtım 219 48,56
Diğer 70 15,52
Toplam 451 100

Burslu kontenjanlarda, 219 kişi ile (% 48,56) en fazla Halkla İlişkiler ve


Tanıtım bölümlerinde burs olanağı bulunmaktadır. İkinci sırada 115 (% 25,5)
kişilik burs olanağı ile Radyo Sinema Televizyon bölümleri gelmektedir.
Diğer kategorisinde değerlendirilen bölümlere sağlanan burs olanağı ise 70’tir
(% 15,52). Burs olanağı en az bölüm ise 47 kişilik (% 10,42) kontenjanla
gazetecilik bölümü olarak görünmektedir.
130 Ruhdan Uzun

Toplam 451 burslu kontenjanlar 335 kişi ile (%74,28) en fazla


Türkiye’deki vakıf üniversiteleri bünyesinde yer almaktadır Yurtdışındaki
burslu kontenjan sayısı ise 116 kişidir (% 25,72).

İletişim eğitimi veren yüksekokullar


Türkiye’de meslek yüksekokulları bazında iletişim eğitimi veren 46
üniversite bünyesinde 57 yüksekokul bulunmaktadır. Bazı üniversitelerde
1’den fazla yüksekokulda iletişim eğitimi verilmektedir. Örneğin, Kocaeli
Üniversitesi’nde hem Kandıra Meslek Yüksekokulu’nda, hem de Karamürsel
Gazanfer Bilge Meslek Yüksekokulu’nda halkla ilişkiler bölümleri
bulunmaktadır. Sakarya Üniversitesi’nde ise hem Sakarya Meslek
Yüksekokulu, hem Ali Fuat Cebesoy Meslek Yüksekokulu hem de Sapanca
Meslek Yüksekokulu’nda halkla ilişkiler bölümleri yer almaktadır.
İletişim alanında önlisans eğitimi veren üniversitelerden 10’u vakıf
üniversitesi 32’si devlet üniversitesidir, 4 üniversite ise KKTC’de yer
almaktadır.
Toplam 57 meslek yüksekokulunun adları Meslek Yüksekokulu olarak
geçerken, 4’ünün Sosyal Bilimler Meslek Yüksekokulu, 5’inin adı Teknik
Bilimler Meslek Yüksekokulu, 1’inin de İşletmecilik Meslek
Yüksekokulu’dur.
İletişim eğitimi veren Meslek yüksekokullarının toplam öğrenci
kontenjanı, 4953’tür. Bu, önlisans için ayrılan toplam kontenjanın yüzde
2,09’unu oluşturmaktadır.

Yüksekokul bölümleri
Önlisans düzeyinde iletişim eğitimi veren üç bölümde toplam program
sayısı 104’tür (Tablo 10).

Tablo 10. Yüksekokullarda bölümlerin kontenjanları

Program
Bölüm Kontenjan Yüzde
Sayısı
Radyo, Televizyon 39 1662 33,55
Halkla İlişkiler, Reklam 42 2406 48,58
Yayımcılık 23 885 17,87
Toplam 104 4953 100,00
İletişim eğitiminde kontenjan ve istihdam 131

Yayıncılık bölümü kategorisi, “Tasarım ve Basım Yayımcılık”,


“Fotoğrafçılık”, “Matbaacılık”, “İnternet Gazeteciliği ve Yayıncılığı”,
“Masaüstü Yayıncılık” adlarıyla eğitim veren bölümlerini kapsamaktadır.
Radyo televizyon kategorisi, “Radyo ve Televizyon Yayımcılığı”, “Radyo
ve Televizyon Programcılığı”, “Radyo ve Televizyon Tekniği”, “Fotoğrafçılık
ve Kameramanlık”, “Radyo ve Televizyon Yapım ve Yönetimi” adıyla eğitim
veren bölümleri kapsamaktadır. Halkla ilişkiler, tanıtım, reklamcılık
kategorisi ise “Halkla İlişkiler”, “Halkla İlişkiler ve Tanıtım”, “İletişim ve
Halkla İlişkiler”, “Halkla İlişkiler ve Reklamcılık”, “Açıkhava Reklam
Ürünleri ve Serigrafi” adıyla eğitim veren bölümleri kapsamaktadır.
Yüksekokullarda 42 programla en çok halkla ilişkiler, tanıtım ve
reklamcılık bölümleri yer almaktadır. Bölümlere göre yüksekokulların
kontenjanları incelendiğinde de en çok halkla ilişkiler, tanıtım ve reklamcılık
bölümlerine kontenjan ayrıldığı görülmektedir. Bu bölüme ayrılan
kontenjanlar, 2406 kişi ile önlisans düzeyindeki iletişim eğitimi
kontenjanlarının yüzde 48,58’ini oluşturmaktadır.

Önlisans düzeyinde ikinci öğretim


Önlisans düzeyinde iletişim eğitimi veren yüksekokulların toplam bölüm
sayısı 28’dir. Önlisans düzeyinde ikinci öğretime ayrılan toplam kontenjan ise
1430’dur. Bu oran iletişim eğitimine ayrılan yüksekokul kontenjanlarının
yüzde 28.87’sini oluşturmaktadır. En fazla kontenjan 595 kişi ile (% 41,61)
halkla ilişkiler, tanıtım ve reklamcılık bölümlerine ayrılmıştır (Tablo.11).

Tablo 11. Yüksekokullarda bölümlere göre II. öğretim kontenjanları

Bölüm Sayı Kontenjan Yüzde


Radyo, Televizyon 11 515 36,01
Halkla İlişkiler, Reklam 9 595 41,61
Yayımcılık 8 320 22,38
Toplam 28 1430 100,00
132 Ruhdan Uzun

Burslu kontenjanlar
İletişim eğitim veren ön lisans programlarında toplam 110 burslu
kontenjan bulunmaktadır. Bu oran, iletişim alanında önlisans eğitimi için
ayrılan toplam kontenjanın yüzde 7,69’unu oluşturmaktadır. Burslu
kontenjanlar 63 kişi ile en fazla halkla ilişkiler, tanıtım ve reklamcılık
alanlarında eğitim veren bölümlerde yer almaktadır. Bunu 29 ile radyo
televizyon ve 18 ile yayımcılık takip etmektedir.

SONUÇ

Türkiye’de üniversite düzeyinde iletişim eğitiminde, gerek eğitim veren


üniversite sayısı, gerekse fakülte ve yüksekokul sayısı açısından hızlı bir nicel
gelişme gözlenmektedir. Devlet üniversiteleri yanında son yıllarda açılan
vakıf üniversitelerinde de iletişim alanında eğitim verilmekte, iletişim bu
üniversitelerin popüler programları arasında yer almaktadır. İletişim
sektörünün büyümesi, iletişim teknolojilerindeki gelişmeler ve iletişim
araçlarının yaygınlaşmasıyla, medyanın ve medya çalışanlarının
görünürlüğünün artmasının, iletişim fakültelerine talebi artırdığı, bu talep
artışının da vakıf üniversiteleri tarafından fark edildiği görülmektedir.
Türkiye’de iletişim alanındaki eğitim, parçalı bir yapıya sahiptir. Bu
eğitim, daha çok iletişim fakülteleri ile güzel sanatlar fakülteleri içindeki
bölümlerde yer almaktadır. Ancak, iletişim fakültesi bulunmayan bazı
üniversitelerde bile fen edebiyat fakültesi, iktisadi ve idari bilimler fakültesi
ya da işletme fakültesi bünyesinde iletişim eğitimi veren bölümler yer
almaktadır.
İletişim eğitimi fakülteler yanında yüksekokullarda da verilmektedir.
Lisans düzeyinde iletişim eğitimi vermeyen üniversitelerde bile ön lisans
düzeyinde iletişim eğitimi verildiği görülmektedir. Hatta bazı üniversitelerde,
birkaç yüksekokulda birden iletişimle ilgili aynı programlar açılmıştır. Ayrıca
hem lisans hem de yüksek lisans düzeyinde ikinci öğretim veren üniversiteler
bulunmaktadır.
İletişim eğitimi bölümler bazında değerlendirildiğinde ise iletişim
fakültelerinin “Gazetecilik ve Halkla İlişkiler”, “Radyo ve Televizyon”
biçiminde oluşan geleneksel yapıdan ayrıldığı görülmektedir. Başlangıcından
beri, bölümler endüstriyel yapıya göre belirlenmekte, endüstrideki pratikler
bölümlere ayrılmada ölçüt olarak belirmektedir. Türkiye’de halkla ilişkiler ve
reklamcılık sektörlerinin gelişmeye başladığı 1980’li yıllarda, “gazetecilik ve
İletişim eğitiminde kontenjan ve istihdam 133

halkla ilişkiler” adıyla anılan bölümler, endüstriyel yapıya yeni


eklemlenmelerle birlikte daha sonraki yıllarda ayrılmış; halkla ilişkiler,
tanıtım ve reklamcılıkla ilgili bölümlerin hem sayısı hem de kontenjanı
artmıştır. Radyo ve Televizyon bölümleri de sinemayı kapsayacak biçimde
genişletilmiş, ayrıca sadece sinema eğitimi veren bölümler de kurulmuştur.
Bunun yanında, bilgisayarların yaygınlaşması ve ağ teknolojilerinin
gelişmesiyle görsel iletişim tasarımı, masaüstü yayıncılık, internet gazeteciliği
gibi yeni bölümler oluşturulmuştur. Türkiye’de gazetecilik adıyla başlayan
iletişim eğitimi, alandaki gelişmelere uygun olarak çeşitlenmiş, gazetecilik
bölümleri diğer bölümler arasında hem sayısı hem de kontenjanı en az bölüm
haline gelmiştir. Bölümler, iletişim endüstrisinin yaygın iş bölümünde
istihdam edilecek insanları yetiştirmek üzere çeşitlenmektedir.
Türkiye’de 2007 yılında, üniversitelerde, iletişim eğitimi için 11.612
kişilik bir kontenjan ayrılmıştır. Sektörün her yıl bu sayıda yeni elemana
gereksinimi olmadığı açıktır. İletişim eğitimindeki hızlı nicel artış, istihdam
sorunları yanında eğitimin ve eğitim verecek kadroların niteliğine ilişkin
sorunlara da yol açmaktadır. Bu sorunlar çözülmedikçe iletişim eğitimi veren
fakülte ve yüksekokulların sayısı ve bunların kontenjanlarındaki artış,
alandaki sorunları daha da büyütecektir. Sözü edilen sorunların yalnızca
iletişim fakültelerinin sorunu olmadığı, Türkiye’deki üniversite eğitimiyle
ilgili siyasal bir tercih olduğu söylenebilir. Çarpık istihdam politikaları
nedeniyle işsizlikle karşı karşıya gelen gençleri dört yıl daha oyalamaya
yönelik bu siyasal tercihlerin bir sonucu da yüksek lisans programlarına
yapılan başvuruların sayısının artmasıdır. Öğrencilerin, bir yandan kısıtlı iş
olanaklarının olduğu bir rekabet ortamında daha fazla niteliğe sahip olmak
için diğer yandan da işsizlikle karşılaşma anını geciktirmek için yüksek lisans
programlarına başvurdukları düşünülebilir.
Eğitim politikalarının çarpıklığı yanında, Türkiye’nin kendi toplumsal
gereksinimlerine uygun bir iletişim politikasının olmaması da iletişim eğitimi
alanındaki sorunları artırmaktadır. İletişim ve eğitim politikalarının
uyumlaştırılması, her iki alanda da ülke gerçeklerine ve toplumun
gereksinimlerine uygun politikalar oluşturulması ve mevcut eğilimlerden yola
çıkarak, endüstrinin gelecekte alacağı biçimi göz önüne alan bir planlama
yapılması, sorunların çözümünde acil bir gereklilik olarak belirmektedir.
134 Ruhdan Uzun

KAYNAKÇA

Abadan-Unat, Nermin (1972). Batı Avrupa ve Türkiye’de Basın Yayın Öğretimi,


Ankara: Sevinç Matbaası.
Alemdar, Korkmaz (1981). “Cumhuriyet Döneminde Gazetecilik Eğitimi Konusunda
İlk Girişimler”, İletişim, AİTİA Gazetecilik ve Halkla İlişkiler Yüksek Okulu
Yayın Organı, 1981.
Altun, Abdülrezzak (1995). Türkiye’de Gazetecilik ve Gazeteciler, Ankara: Çağdaş
Gazeteciler Derneği Yayınları.
Belsey, Andrew (1998). “Journalism and Ethics: Can They Co-exist?”, Media Ethics,
s.1-14, Matthew Kieran (Ed.), London: Routledge.
Bertrand, Claude-Jean (2000). Media Ethics and Accountability Systems, USA:
Transaction Publishers.
Dağtaş, Erdal (2003). “Gazetecilik Eğitiminde Kuram ve Uygulama İkilemi:
Türkiye’deki İletişim Fakülteleri Üzerine Bir Araştırma”, İletişim, Bahar (17),
s.143-200.
Eğin, Oray (2007). “Gazetelere Düşman İletişimciler”, Akşam, 3 Nisan 2007.
Erdoğan, İrfan (2003). Pozitivist Metodoloji, Ankara: Erk Yayınları.
Gürkan, Nilgün (2001). “Medya Dünyası ve İletişim Fakülteleri”, Radikal2, 3 Haziran
2001.
İnuğur, Nuri (1988). Türk Basınında İz Bırakanlar, İstanbul.
Medyada istihdam (2007). Medyada İstihdam Olanaklar/Sınırlılıklar, Ulusal
Toplantı, 27 Nisan 2006, Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi Kırkıncı Yıl
Kitaplığı No: 1
Mutlu, Erol (1992). “Kitle İletişim Kuramları ve Türkiye’deki Basın Yayın Eğitimi”
A.Ü. Basın Yayın Yüksek Okulu Yıllık, 1991-1992, s.119-142
Özkök, Ertuğrul (2001). “Bir Kokteylin Perde Arkası”, Hürriyet, 24 Mayıs 2001.
Tokgöz, Oya (1975). “Türkiye’de Mesleki Eğitim Yapan Okullarda Mesleki Eğitim
ve Stajın Önemi”, 2. Türk Basın Kurultayına Sunulacak Tebliğler, S. 114-124,
Ankara: Basın Yayın Genel Müdürlüğü, Ayyıldız Matbaası.
Tokgöz, Oya (2003) “Türkiye’de İletişim Eğitimi: Elli Yıllık Bir Geçmişin
Değerlendirmesi”, Kültür ve İletişim 6/1 Kış, s.9-32
Tokgöz, Oya (2006) “Türkiye’de İletişim Araştırmalarında İletişim Eğitiminin Rolü
ve Önemi”, Küresel İletişim Dergisi, S.1, Bahar 2006, s.1-12
Topuz, Hıfzı (1973). 100 Soruda Türk Basın Tarihi, İstanbul: Gerçek Yayınevi.
Yükseköğretim Programları ve Kontenjanları Kılavuzu (2007). Öğrenci Seçme ve
Yerleştirme Merkezi.
İletişim kuram ve araştırma dergisi
Sayı 25 Yaz-Güz 2007, s.135-148

Makale

Irak’ta kitle iletişimi


2003–2007
Şemsettin Küzeci1

Öz: Bu makale istila ve iç savaşla milyona yakın insanın hayatını kaybettiği ve


kaybetmeye devam ettiği Irak’da kitle iletişimiyle ilgili olarak medyanın yapısı ve
pratikleriyle durum analizi yapmak ve bilgi vermek için tasarlandı. Bu amaçla ırak
kitle iletişimi araçlarıyla ilgili var olan tarihsel ve güncel bilgiler toplandı ve
değerlendirildi. Makalenin bulgusuna göre, gerçi 300’e yakın iletişimcinin de
öldürüldüğü Irak, çok ciddi sorunlarla dolu bir zaman geçirmektedir, fakat Irak
medyası varlığını sürdürmekte ve bu durumu mümkün olduğu kadar hem Irak halkını
hem de dünyadaki kamuoyunu bilgilendirmek için gereği gibi kullanmaktadır.
Anahtar Sözcükler: Kitle iletişimi, Irak, haber, Irak savaşı.

Mass communication in Iraq


Abstract: This study was designed to assess the situation and provide information
about the general structure and practice of the mass media in Iraq wherein close to
one million people have lost their life up till 2008 because of the invasion and civil
war. The necessary data were collected by using the existing documents and recent
information. The study concluded that Iraq wherein nearly 300 mass communication
Professional have been killed has been experiencing extremely difficult times,
however, mass media in Iraq continue to survive and provide necessary information in
order to make Iraqi people and world public opinion aware of the daily happenings.
Keywords: Mass communication, Iraq, news, Iraq war.

1
G.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü, Radyo, TV ve Sinema bölümü yüksek lisans
öğrencisi “Irak’ta Kitle İletişimi ve Basın Özgürlüğü” konulu Yüksek Lisans tezi
yapmaktadır. Kerkük, Irak gazetesinin Türkiye Temsilcisi ve Türkmeneli TV’de
Program yapımcısıdır.
e-posta: skuzeci@hotmail.com
136 Şemsettin Küzeci

GİRİŞ

Irak yaklaşık son 30 yılını savaşla geçirmiştir. 1980’den itibaren sekiz yıl
süren Irak-İran savaşı, 1991’de patlak veren birinci körfez ve 2003’te ikinci
körfez savaşları, Irak’ta büyük can ve mal kaybına yol açmıştır. Bu
olağanüstü duruma rağmen Irak’ta hayat sürüyor, kitle iletişim araçları de
görevini yerine getirmeye çaba harcıyor. Kitle iletişimin gelişmesi ve
teknolojinin ilerlemesinden geri kalmayan Irak iletişimcileri 2003–2007
tarihleri arasında yapmış oldukları yayınları ile 100 yıllık Irak devletinin
tarihini, medeniyetini, kültürünü ve siyasi durumunu açıkçasına dünya
kamuoyuna bilgi akışının sağlanmasını gerçekleştirdiler.
9 Nisan 2003’te demokrasi ve özgürlük adına Irak’ı işgal eden ABD ve
müttefikleri, öncelikle Enformasyon Bakanlığı’nı feshederek yerine Irak
İletişim Ağı’nı kurdu. Sansürü kaldırdı. Basın kanununu yok sayarak Irak’ta
yazılı ve görsel basını özgür bıraktı. Dolayısıyla birçok gazete, dergi, tv
kanalları, radyo ve iletişim organları devletten izin almadan, serbestçe yayın
yaptılar ve hala da yayınlarını sürdürüyorlar. Bunların yanında devlete ait tv
kanalları, radyo istasyonları Irak İletişim Ağı’na bağlı olarak faaliyet
göstermektedir. Ancak, Irak’ta yayın organları Planlama Bakanlığı’na bağlı
Sivil Toplum Dairesi’nden ticari iş yaptıkları için çalışma müsaadesi ve izin
belgesi almak zorunlu kılınmışsa da uygulanması gerçekleşmemiştir.
Irak’ta 2003–2007 tarihleri arasında yaklaşık 2000 civarında gazete, dergi,
bülten vs. yayınlar günlük, haftalık, 15 günde bir, aylık ve 3 aylık olarak,
siyasi parti ve hareketler, sivil toplum kuruluşları tarafından ülkenin etnik
gruplarının konuştukları muhtelif dillerde çıkarılmaktadır. Bu gazetelerin
sayısı kadar gazete ve dergi de çeşitli nedenlerden dolayı birkaç ay
yayınlanarak kapanmak zorunda kalmıştır. Ancak 2003–2007 tarihleri
arasında Irak Gazeteciler Cemiyetine yayın yapmak için resmi izin
başvurusunda bulunan süreli yayın organları (gazete, dergi, haber ajansı, tv,
radyo ve İletişim şirketlerinin) sayısı 367 olarak tespit edilmiştir (tamimi,
2007).
ABD’nin işgali döneminde ulusal ve yerel tv ve radyo istasyonlarının
hızla artığı gözlendi. Yaklaşık 100 civarında ulusal ve yerel tv kanalı Irak’ta
yayın yapmaktadır. ABD güçleri başta her siyasi parti ve gruplara kitle
iletişimine önem vermeleri açısından mali destek vermeye başladı. Ancak, bu
destek daha sonra kısıtlandı. Çünkü birçoğu, yayın organlarında ABD’nin
işgalci güç olduğunu haber ve yayınlarında vurguladılar. Daha sonra bazı
Irak’ta kitle iletişimi 137

kesimlere destek vermeye başlayan ABD, birçok kitle iletişim aracının


faaliyetini durdurdu ya da dolaylı yollarla engelledi (Küzeci, 2007).
İşitsel iletişim alanında radyo yayınları büyük çapta hız kazandı. 1932’den
beri yayın yapan Irak radyosu 60 yıl boyunca Irak’ta iktidarların hal lisanı
olmuştu. İşgal sonrası televizyon kanallarının sayısını dört katına yükselten
radyo vericileri bulunmaktadır. Kimi parti binasının çatısı katında bir verici
ile basit bir mikser ve birkaç cihaz, bir spiker ile partisinin propagandasını
yapmaktadır. Kimi de kendi kafasına göre yayın yapıp, Irak’ta denetim, yayın
kanunu ve yayın yasağının bulunmayışından yararlanmaktadırlar. Bugün
Irak’ta 200’den fazla radyo istasyonu ve vericiler bulunmaktadır. Bu radyolar;
siyasi partiler, üniversiteler, sivil toplum örgütleri, dini akımlar ve ticari
amaçla, siyasi, sosyal, ekonomi, kadın, gençlik- spor, öğrenci, kültür -sanat,
gaziler ve çocuklara yönelik çeşitli programlar üretmektedirler (Hasan, 2007).
TV kanallarının hemen tamamının bir FM radyosu bulunmakta ayrıca
yerel ve ulusal yayın yapan birçok radyo istasyonu da yayın yapmaktadır. Bu
radyoların yayın politikaları ise siyasi partiler tarafından bazen engelleniyor,
özellikle de yayın sonrası denetim mekanizması devreye giriyor. Bu
mekanizma yasal olmayan yollarla Irak’ın bütün iletişim alanlarında hâkim
bir durumdadır. Bazı radyolar ekonomi ve siyasi destek bulmadıkları için
yayın hayatına son vermişti.
2000’de internet teknolojisine kavuşan Irak, 2003’ten sonra ülke ile ilgili
yayın yapan web siteleri sırasıyla bakanlıklar, haber siteleri, yazılı basın
(gazete ve dergiler), görsel basın (TV ve radyolar), siyasi partiler, sivil toplum
kuruluşlarına ait tanıtıcı web sitelerdir. Ayrıca, Irak’ta ve yurtdışında onlarca
bireysel, kurumsal ve ticari web siteleri bulunmaktadır. Bu siteler o
kuruluşların kurum şemasını, faaliyetlerini ve bazı gizli bilgileri yayınlamakla
dikkat çekiyor. Örneğin “Irak’ın Milli Güvenlik Stratejisi Planı 2007–2010”
ve “Kerkük Petrol Şirketi’nin gizli kalması gereken önemli bilgileri” sitelerde
yer almaktadır. Bugün Irak’ı anlamak ve izlemek için, takip edilecek yüzlerce
web sitesi vardır. Ancak, bunların yanında parmak sayısı kadarı bağımsız web
sitesi Irak’ı gerçek anlamda yansıtmaktadır. Onlardan ikisi: www.nahrain.com
ve www.kitabat.com .
İşgal sonrası Irak’ta kitle iletişimi bir bütün olarak ele aldığımızda,
devletin iletişim organları hariç, iletişim konusu etnik ve mezhebi faktörlere
ayrılmıştır. Yazılı ve görsel basını Arap Şii, Sünni, Kürt, Türkmen, Süryani,
Kildanı, Yezidi ve diğer yabancı grupların dil, din, kültür, inanç, sosyal,
kültür ve siyasi rantlarını gerçekleştirmek için iletişim araçlarını
138 Şemsettin Küzeci

kullanmaktadırlar. Hak ve hürriyetlerinin yanında basın sistemini çalıştıran bir


basın kanunu hiçbir zaman uygulanamadı. Malum siyasi nedenler ve dikta
iktidarın hâkim olduğu bir gerçektir. Ancak Irak’ta bazı dönemlerde basın
özgürlüğü ara sıra yaşanır olmuştur. Irak Basın Kanunu, Görüş Basını olarak
Arap dünyasında en zengin ve önemli basın rejimlerinden biridir.
Irak’ta Basın Kanunu 1908 yılında Osmanlı İmparatorluğunda
Meşrutiyetin ilanından sonra, 16 Temmuz 1909 ‘da oluşmuştur. 1931’de 82.
sayılı İlk Basın kanun tasarısı ve 1954 ile 1963 yıllarındaki değişikler, 1964
tarihli ve 206 nolu kanun basın özgürlüğüne gözlemci bir kılıç niteliğinde idi.
Irak’ın geçirdiği devrimlerde basını önemli etken olarak büyük rol oynamıştır.
Daha doğrusu halkın gerçek aynası olmuştur (Bayati, 2007).
2003–2007 tarihleri arasında Irak’ta işgal güçleri veya terör örgütlerince
öldürülen Iraklı gazetecilerin sayısı 250’ye ulaşırken 20 civarında da yabancı
basın mensubunun öldürüldüğü tespit edilmiştir. Dolayısıyla da 3 Mayıs
2007’de basın günü bayramı münasebetiyle Fransa’da yapılan protestolarda
Irak’ta öldürülen Iraklı ve yabancı gazeteciler anıldı (Basın Günü, 2007).
Irak’ta kitle İletişim araçlarının bir kısmı devletin tekelinde ise de, kamu
sektörü yararına ayrılan araçlar yanında özel sektörün de araçları vardır.
Ancak, kitle iletişimi ve basın özgürlüğü genel anlamıyla fikir ve vicdan
hürriyetleri çerçevesinde mutlaka yeniden gözden geçirilmelidir (Dakuki,
1975).

Irak Gazeteciler Cemiyetine kayıtlı yayın organları (2003–2007)


ABD’nin işgali sonrası Irak’ta yayın yapan kitle iletişim araçlarının sayısı
2000(ikibin)’e ulaşırken, 9 Nisan 2003 yılından itibaren yayın izni vermeye
başlayan Irak Gazeteciler Cemiyeti’ne 2004–2007 yılları arsasında resmi
başvuruda bulunan yayın organlarının sayısı 367 yayın organı olarak
saptanmıştır. Bu başvurular gazete, dergi, tv, radyo, haber ajansı ve iletişim
şirketleri olarak yer almaktadır.
2003’ten sonra Irak’ta 100 civarında Kürtçe yayın organı olmasına
rağmen bunların yalnız beş’i resmi başvuruda bulunmuştur. Irak’ın kuzeyinde
(Erbil, Süleymaniye ve Dohuk) illinde kendi yönetimlerine bağlı Kürt
Gazeteciler Cemiyeti’ni itibar alarak yayın izinlerini kendi hükümetlerinden
almışlardır. Resmi başvuranlar: Zagros (aylık), Rünaki (haftalık), Nevruz El-
Irak (aylık), Kürdistan riyazî (haftalık) ve El-Ehali (günlük) olarak
başvuruda bulunmuştur.
Irak’ta kitle iletişimi 139

Üçüncü asil unsur olan Türkmenlerin yayın organları ise ağırlıklı olarak
yalnız Kerkük’te 100’ün üstünde yazılı basını bulunmaktadır. Ancak birçoğu
belli sürelerde yayın yapıp daha sonra siyasi, güvenlik ve ekonomi
nedenlerden dolayı yayını durdurulmuştur. Türkmenler de Irak’ta iletişim
sektörünü düzenleyen bir kanunun olmadığından büyük sıkıntıları içerisinde
çalışmaktadırlar. Irak Gazeteciler Cemiyeti’ne resmi başvurularını büyük
çoğunlukla yapmamışlardır.
Irak Gazeteciler Cemiyeti’nin resmi kayıtlarına göre Türkçe olarak dört
gazete üç dergi ve bir ajans toplam sekiz başvuru tespit edilmiştir. Resmi
başvuruda bulunanlar: Irak Türkmen Cephesi’nin resmi yayın organı olan
haftalık Türkmeneli, Türkmen Karar Partisinin yayın organı haftalık Türkmen
Karar, Türkmen Adalet Partisinin resmi yayın organı haftalık Tercüman,
(Kardeşlik) partisinin organı haftalık El-Ehaa ve aylık olarak yayınlanan Yurt,
Türkmendili, Sümer dergileri ve günlük haber üreten Türk haber adında bir
haber ajansı başvuruda bulunmuştur.
Azınlık olarak Irak’ta yaşam mücadelesi veren diğer bir etnik grup ise
Süryanilerdir. 2003’ten sonra onlar da kendi yayın organlarını kurmaya
çalıştılar, iki TV kanalı beş radyo ve yaklaşık beş gazete yurt içi ve yurt
dışında çıkarmaya çalıştılar. Irak Gazeteciler Cemiyetine resmi başvuruları ise
yetim başvuru sayılan haftalık El-Mesih adında bir gazete başvurusu tespit
edilmiştir.
Diğer resmi başvurulardan 353 başvuru Arapça yayın organlarının
başvurularıdır. Irak’ta 1500 civarında Arapça yayını bulunan yazılı ve görsel
yayın sahipleri Irak Gazeteciler Cemiyeti’ne çok kısıtlı sayıda başvuruda
bulunmuşlardır. Başvuruların çoğu Bağdat’tan olduğunu gösteriyor. Bu da
Irak Gazeteciler Cemiyeti’nin Hükümet tarafından itibar görmediğini ortaya
koymaktadır. İşgal sonrası Irak’ta fesih edilen Enformasyon Bakanlılığı kitle
iletişim sektöründe büyük bir boşluğa yol açmış ve iletişimcilerin özgür ve
serbest bir şekilde çalışmalarına engel olmuştur.
Irak’ın 18 Vilayeti, bölgelere bölünerek ve bir basın kanunun olmadığı
için kendi inisiyatifleri veya Valilikten izin alarak haber yapmaya ve yayın
çıkarmaya çalışılmıştır. Ayrıca, Irak’ta siyasi dengelere hâkim olan siyasi
parti, örgüt, akım, hareket ve sivil toplum kuruluşları, kendi tabanını
örgütlemek için ve kamuoyunu kazanmak için hiç kimseden izin olmayarak
kendi yayın organını çıkarmışlardır (Tablo 1).
140 Şemsettin Küzeci

Tablo 1. Irak Gazeteciler Cemiyeti’ne kayıtlı yayın organlarının 2004-


2007 arası dağılımı

Yıl Gazete Dergi Ajansı TV Radyo Şirket Toplam


2004 1 1 - - - - 2
2005 111 35 - 1 - - 147
2006 81 41 4 3 1 1 131
2007 49 30 4 1 1 2 87
Toplam 242 107 8 5 2 3 367

2003 yılında Irak’ta 1000 civarında yayınlanan gazete ve dergi’den


herhangi birisi Irak Gazeteciler Cemiyeti’ne başvurusunu yapmamıştır.
2004’te başlayan resmi başvurular yıllara göre baktığımızda: 2004’te bir
gazetede bir dergi, toplam iki başvuru, 2005’te 111 gazete, 35 dergi, 1 tv
kanalı toplam 147 başvuru, 2007’de 49 gazete, 30 dergi, 4 haber ajansı,1 tv
kanalı ve 2 iletişim şirketi toplam 87 yayın organı resmi bir şekilde başvuruda
bulunmuş, bir kısmı da her yıl başvurusunu yenileyerek yayın hayatını resmi
kaydı ile sürdürmüştür.
Yayın organlarının çeşitliliklerine göre; 2004–2007 yılları arasında 242
gazete, 107 dergi, sekiz haber ajansı, beş TV kanalı, iki radyo ve üç iletişim
şirketi resmi başvuruda bulunmuşlardır.

Tablo 2. Irak Gazeteciler Cemiyeti’ne kayıtlı yayın organlarının yayın


sıklığına göre dağılımı

Süre Gazete Dergi Ajansı TV Radyo Şirket Toplam


Günlük 69 - 8 5 2 3 87
Haftalık 152 17 - - - - 169
15 Gün 14 5 - - - - 19
Aylık 7 75 - - - - 82
3 Ay - 10 - - - - 10
Toplam 242 107 8 5 2 3 367
Irak’ta kitle iletişimi 141

2004–2007 yılları arasında Irak Gazeteciler Cemiyetinde resmi kaydı olan


367 süreli yayın organları arasında, günlük olarak; 69 gazete, 8 haber ajansı, 5
televizyon kanalı, 2 radyo, 3 iletişim şirketi toplam 87 başvuru; haftalık
olarak; 152 gazete, 17 dergi toplam 169 başvuru; 15 günde bir yapılan
başvuruların 14’ü gazete ve 5’i de dergi toplam 19 başvuru yapılmıştır. Aylık
ise, 7’si gazete 75’i de dergi toplam 82 başvuru yapılmıştır. Üç ayda olanlarda
yalnız 10 dergi başvurusu saptanmıştır.
Irak’ta etnik gruplarının kimlik arayışı ile birlikte yayın organlarının
sayısı da giderek artmıştır (Tablo 3). Arapça olarak; 233 gazete, 103 dergi, 7
haber ajansı, 5 televizyon kanalı,2 radyo, 3 iletişim şirketi toplam 353 başvuru
yapılmıştır. Kürtçe; 4 gazete, bir dergi toplam 5 başvuru yapılmıştır. Türkçe
ise, 4 gazete, 3 dergi ve bir haber ajansı toplam 8 başvurusu bulunmaktadır.
Süryanilerin başvurusu ise yalnız bir adet gazete başvurusu yapılmıştır.

Tablo 3. Irak Gazeteciler Cemiyetine kayıtlı yayın organlarının dillere


göre dağılımı
Dil Gazete Dergi Ajans TV Radyo Şirket Toplam

Arapça 233 103 7 5 2 3 353


Kürtçe 4 1 - - - - 5
Türkçe 4 3 1 - - - 8
Süryanice 1 - - - - - 1
Toplam 242 107 8 5 2 3 367

Irak’ta televizyon kanalları


Irak’ta görsel basın; 1952 yıllarına dayanır, O tarihlerde İngilizler
tarafından Kerkük’te düzenlenen İlk Sanayi Fuarında kurulan bir tv istasyonu
olduğu gibi Irak’a hediye edilmiştir. Dolaysıyla da 1953–1956 yıllarında Irak
Televizyonu kurulmuş olup siyah beyaz olarak 1956 yılında yayına başladı
(gündüz, 2008). Bugün televizyon Irak halkının gelişmeleri izlediği önemli
araçlardan biridir. Iraklılar çanak antenler aracılığı ile uydu yayınını izlemeye
çalışmaktadırlar (El-kenani, 1968).
2003–2007 yılları arasında Irak’ta yaklaşık 100 civarında tv kanalı vardır.
Ulusal ve yerel TV kanallarının birçoğu siyasi parti, hareket, örgüt ve sivil
toplum kuruluşlarına aittir (El-Adili, 2007). Irak’ta 39 TV kanalI çoğu Nilsat,
Arabsat ve bir kısmı de Hotbird uydu üzerinden yayın yapmaktadır. Bu tv
kanalları: El-Iraqiye, El-Sharqiye, El-Mismar, El-Sümerie, El-Hürra, El-
142 Şemsettin Küzeci

Bağdadiye, El-Biladi, El-Fırat, El-Iraqiye Spor, El-Babiliye, El-Selam,


Bağdat, El-Hürriye, El-Müstekille, E-lDiyar, El-Feyha, Babil, El-Dire,
Ashtar, El-Kisare, El-Tevasul, Atyaf, El-Nahrain, Salahattin, El-Musuluye,
El-Rafideyin, El-Envar, El-Meshrih, El-Hüre Irak, Vinüs, El-Ahid, El-Furkan,
Afak, Kürdistan, Kürdsat, Zegros, Ashur, Geli Kürdistan, Türkmeneli’dir.
Diğerleri ise yerel olarak Irak’ın 18 ilinde olmak üzere her ilde birden fazla
yerel tv kanalı bulunmaktadır. Ayrıca işgal sonrası Irak Enformasyon
Bakanlığına alternatif olarak kurulan Irak İletişim Ağı’na bağlı 10 tv kanalı
bulunmaktadır bunlardan: “ Irakiyye, Irak Spor, Atyaf, Basra, Kerkük, Kut,
Divaniye, Kerbela, İmare, Semava” (Irak Siteleri, 2007).

Irak’ta radyo kanalları


İşgal sonrası işitsel iletişim alanında radyo yayınları büyük çapta hız
kazandı. 1932’den beri yayın yapan Irak radyosu 60 yıl boyunca Irak’ta
müteakip iktidarların hal lisanı olmuştu. İşgal sonrası televizyon kanallarının
sayısını 4 katına yükselten radyo vericileri bulunmaktadır. Kimi parti
binasının çatısı katında bir verici ile basit bir mikser ve birkaç cihaz, bir spiker
ile partisinin propagandasını yapmaktadır. Kimi de farklı amaçlar için yayın
yapıp, Irak’ta denetim, yayın kanunu ve yayın yasağının bulunmayışından
yararlanmaktadırlar. Bugün Irak’ta 200’den fazla radyo istasyonu ve vericiler
bulunmaktadır. Bu radyolar; siyasi partiler, üniversiteler, sivil toplum
örgütleri, dini akımlar ve ticari amaçla, siyasi, sosyal, ekonomi, kadın,
gençlik- spor, öğrenci, kültür -sanat, gaziler ve çocuklara yönelik çeşitli
programlar üretmektedirler.
Uydu üzerinden yayın yapan TV kanallarının hemen tamamının bir FM
radyosu bulunmakta ayrıca yerel ve ulusal yayın yapan birçok radyo istasyonu
da yayın yapmaktadır. Bu radyoların yayın politikaları ise siyasi partiler
tarafından bazen engelleniyor, özellikle de yayın sonrası denetim
mekanizması devreye giriyor. Bu mekanizma yasal olmayan yollarla Irak’ın
bütün iletişim alanlarında hâkim bir durumdadır. Bazı radyolar ekonomi ve
siyasi destek bulmadıkları için yayın hayatına son vermişti.
200’den fazla yayın yapan radyo vericileri ağırlık olarak Arapça
dilindedir. Kütçe, Türkçe ve Süryanice yayınlar ise toplam 40 civarındadır.
Irak İletişim Ağı’na bağlı 11 adet radyo bulunmaktadır (Şebeket, 2007):
Dini Programlar ve Kuran’ı Kerim Radyosu: 07 Ağustos 2005’te kuruldu.
FM olarak 24 saat yayın yapmaktadır. Bu radyonun yayını bütün Irak’ı
kapsamaktadır. Hotbird ve Nilsat üzerinden de yayın yapalaktadır.
Irak’ta kitle iletişimi 143

Şehrezor Radyosu: 30 Ağustos 2006’da kuruldu. Çocuk ve Kadınlara


yönelik yayın yapmaktadır. Yayın frekansı 103,3 mh. dır. Ayrıca, Nilsat
üzerinden de yayın yapmaktadır.
Cil (Nesil) Radyosu: 30 Ağustos 2007’de kuruldu. Gençlerle yönelik
yayın yapan bu radyonun frekansı,105,2 mh. dır. Ayrıca, Arabsat üzerinden
de yayın yapmaktadır.
Asdika Rafideyin (Rafideyin Yoldaşları) Radyosu: 24 Temmuz 2007’de
kuruldu. Irak’ta yaşayan yabancılara yönelik İngilizce yayın yapmaktadır.
Basra Radyosu: 15 Nisan 2005’te kuruldu. Günlük 5 saat yayın
yapmaktadır.
Kerkük Babagürgür radyosu: 14 Temmuz 2007’de kuruldu. Arapça,
Kürtçe, Türkmence ve Süryanice olarak günlük 16 saat yayın yapmaktadır.
Babil Radyosu: 31 Temmuz 2005’te kuruldu. Günlük altı saat yayın
yapmaktadır.
Kut Radyosu:11 Temmuz 2005’te kuruldu. Günlük iki saat yayın
yapmaktadır.
Necef Radyosu: 13 Ağustos 2005 ‘te kuruldu. Günlük 4 saat yayın
yapmaktadır.
Garraf Radyosu: Bu radyo 1 Temmuz 2007’de Nasıriyye şehrinde
kuruldu. Günde dört saat yayın yapmaktadır.
Semava Radyosu: 1 Mayıs 2007’de kuruldu. Günde bir saat yayın
yapmaktadır.
Ayrıca, Irak’ta muhtelif dilde ve ilde yayın yapan diğer yerel radyo
vericilerinden bazıları “Bet Nahrain, Sbs radio, Urfm, Bilad, Bağımsız Irak
Radyosu, Ahwar, Firateyin, Hüriyye, Nas, Dicle, Sewa, IraqFM, Newa,
Merbid, Dengi Kürdistan (Dohok), Şenaşil Basra, TERT(Türkmeneli” (Delil,
2007).2

Irak Gazeteciler Cemiyeti


Irak’ta gazeteci örgütlenmesi 1869’da ilk gazetenin yayınlanmasından çok
sonra gerçekleşir. İlk örgüt olan Irak Gazeteciler Cemiyeti 178 nolu kanunla
1969 yılında kuruldu. Irak gazetecilerinin o güne kadara her hangi bir
sendikaları olmamıştır. Yalnız, 14 Temmuz 1958 devrimi öncesi Ehali’nin

2
Fazla bilgi için bkz: www.kitabat.com, www.ifoiraq.org, www.ara.today.
Reuters.com, www.eyeiraq.com, www.ijrda.com, www.freemediawatch.org .
144 Şemsettin Küzeci

yazı işleri müdürü Kamil Çadırcı’nın bir girişimi olmuştur. O da gazetelerin


yazı işleri müdürlerini bir cemiyet altında toplanmalarını öngören bir kuruluş
olarak, gazetecilerin çalışmalarını düzenleyen, hükümet ilanlarının dağıtımı
ve yayını ile ilgili bir düzenleme getirmesi idi. Ancak, Irak Gazeteciler
Cemiyeti çıkarılan kanuna göre iletişim alanındaki bütün sektörü kapsayan bir
cemiyet olarak bu misyonu üstlendi.
Irak Gazeteciler Cemiyeti kanunun 3. maddesinde olduğu gibi, özellikle
de basın özgürlüğü konusunu, yazılı ve görsel basın alanında çalışan
iletişimcilerin haklarını garanti altına alınmasını benimsedi. Ayrıca, sendika,
çok önemli konuların üzerine giderek, “iletişim fesadı” olarak
adlandırılabilecek iletişim kamu ve özel kesimde istismar etmek isteyenlere
karşı mücadele etmiştir. İletişimi hükümetler ve bazı istismarcı şirketlerin
elinden kurtarmaya çalışmıştır.
Bu kanun gereği Gazeteciler Cemiyeti’ne iletişimcilerin haklarını
savunmaya yetki vermiştir. Özellikle de siyasi iltica talebinde bulunan
gazetecilerin başvurularını, Arap ülkelerinde oturma ve çalışma imkânı
yaratmak ve Arap ülkeleri için ortak gazetecilik kartının gerçekleştirilmesi
hakkı verilmiştir.
Cemiyet ayrıca, gazetecilerin yetkili mercilerce bazı kolaylıkların
sağlanması için görevlerini yapmakta ulaşım, sağlık konusundaki ücret
ödemeden ve indirimlerin ve bazı vergilerden muaf tutulmaları için çaba
harcamaktadır. Ayrıca, işsiz iletişimcilere iş bulmak imkânı sağlamak,
evsizlere ev ve arsa temin etmek için olağanüstü bir şekilde çalışmaktadırlar.
Cemiyet yeni matbaaların tesisi, haber ajanslarının kurulması, kaliteli
gazetelerin yayınlanması ve reklâm şirketlerinin kurulmasıdır.
Basın Kanunu sendikaya bazı görevler de yüklenmiştir. Komşu ülkeler ile
iletişim alanında faaliyet gösteren Cemiyetler, sivil toplum kuruluşları ile
ciddi işbirliği ve ikili ilişkilerin pekiştirmesi ve bazı antlaşmaların
imzalanması, ortak seminerler, kongreler, panel ve bilgili alışverişini bölgesel
ve uluslararası platformda gerçekleştirmektir.
Irak’ta İletişimcilerin çektikleri sıkıntılardan doğan Irak Gazeteciler
Cemiyeti, kuruluşundan bu yana Irak gazetecilerinin ve iletişimcilerin
haklarını ve menfaatlerini savunmaktadır. Bu da Irak’ta birçok ünlü
gazetecilerin teyidini, güvenini ve desteğini kazanarak diğer gazetecilere bir
teşvik olmuştur.
Cemiyete kuruluşundan bu yana 9000 üye kayıt edilmiştir. Ancak bu
üyelerin büyük kısmı emekliye ayrılmış ya da vefat etmiştir. Mesleği
Irak’ta kitle iletişimi 145

bırakanlar, yurt dışına gidenler de olmuştur. Bugün bu sendikada yazılı, görsel


ve işitsel iletişim alanında faaliyet gösteren 4000 civarında aktif? üyesi vardı.
Ayrıca, cemiyetin katılımcı ve çalışan üyeleri de vardı.
Bugünkü Gazeteciler Cemiyeti 1959 yılında kurulan Gazeteciler
Cemiyeti’nin uzantısıdır. Ancak, içtüzük ve işlevleri ve görevlerinde büyük
fark vardır. Bugün bu cemiyet özel bağımsız bir meslek sendikasıdır. Gayri
siyasi, her hangi bir parti, akım, hareket ve radikal gurupların güdümünde
değildir. Gerçek gazeteciler bu sendikaya sımsıkı sarılmışlardır. Sendikaya
alternatif olacak yeni kurulan diğer kuruluşların tabanları olmadığı için bu
sendikanın önünde pasif ve yetersiz kalmışlardır.
Irak’ta Gazeteciler Cemiyeti Kanunu ile emekli gazeteciler kanunu
dışında Irak iletişimcilerin sistemini düzenleyen ve gazetecilerin haklarını
savunan her hangi bir kanun yoktur. Ancak, işgal sonrası Tanıtma ve
Enformasyon Bakanlığı’nın alternatifi olarak kurulan Irak iletişim Ağı, bu
hakları sınırlı bir şekilde savunmaya çalışıyor. Bu da yeterli değildir. Çünkü
gazete çıkarmak, televizyon kanalı açmak şahsi girişimler, siyasi hareket ve
partiler veya dini akımların girişimlerine bağlıdır. Diyebiliriz ki, bu
dönemdeki gelişmeleri bir “iletişim devrimi” olarak niteliğindedir. Çünkü 9
Nisan 2003’ten sonra yayına başlayan gazete, dergi, tv vs. kitle iletişim
araçları bugüne kadar benzeri bulunmayan bir dönem olarak saptanmaktadır.
Hatta basın özgürlüğü ve fikir ve düşünce özgürlüğü açısından da diğer
ülkelerle karşılaştırıldığında Irak’ta bu dönem büyük mesafeler katedilmiştir.
Irak Gazeteciler Cemiyeti Kanunun 25. maddesine dayanarak
iletişimcilerin mesleki temel ilkeleri doğrultusunda çıkan anlaşmazlıkları ve
açılan davalarda temel alınır.
Irak’ta kitle iletişime iki açıdan baktığımızda önce geniş çapta ifade ve
düşünce özgürlüğü yazlı, görsel ve işitsel basınına ne kadar yansıdığına
bakmamız gerekir. Bu hususu işgal sonrası iyice görebiliyoruz. İkinci açıdan
İletişimcilerin zorluklarına baktığımızda ölüm, kaçırma, tutuklama ve
tecavüzler göz ardı edilmeyen önemli bir husustur. Güvenlik, istikrarın
olmadığı bir ortamda ne kadar basın, ifade ve düşünce özgürlüğü var olsa da
bir şeylerin ifade etmediğini bir gerçektir.
Bu nedenlerle birçok yayın durduruldu, kapatıldı. Bu da sektörün bazı
İletişimcileri kaybettiği hafızalardan silinmeyen bir gerçektir.
Irak’ın birlik ve beraberliği için Irak basın mensupları vermiş olduğu
mücadele gerçekten de çok önemli bir unsurdur. Gerçek gazetecilik
anlayışıyla harekete eden basın mensupları vatanın bölünmez bütünlüğü için
146 Şemsettin Küzeci

kalem oynatmaktadırlar. Her hangi bir akıma kapılmadan yazılarını demokrasi


ve insan hakları çerçevesinde halkla iktidar arasında bir köprü oluşturmaya
çalışıyorlar. Bu önemli unsur da Irak Gazeteciler Sendikası’nın başlıca
hedeflerinden biridir.
Ayrıca, Irak Gazeteciler Cemiyeti Irak’ta iletişiminin gelişmesi ve
ilerlemesi için öncelikle aşağıdakileri önermektedir:
 Kurum kuruluşlar arasındaki şahsi rant ve çıkar ilişkilerinin giderilmesi
gerekmektedir.
 Güvenlik sorununun ortadan kaldırılması iletişimi sektörünü hareketlendirir,
 Milli menfaatler doğrultusunda hareket ederek, yeni bir basın kanunun
çıkarılması elzemdir.
 İletişimciler maddi ve manevi olarak devlet tarafından desteklenmeli.
 Özel sektörde çalışan iletişimciler için özel emekli kanununu çıkarılması.
 Hükümet ilanlarının görsel ve yazılı basında eşit dağıtımının sağlanması.
 Bağımsız gazetelere kâğıt ve diğer ihtiyaçlarının dağıtımının giderilmesine
de kolaylık sağlanması.
 İletişimciler için özel uzmanlık kurslarının açılması.
 Sözleşmeli kadronun istihdamı.

2003–2007 yıllarında Irak’ta öldürülen iletişimciler


Irak Gazeteciler Cemiyeti genel merkezinin 2003–2007 tarihleri arasında
kayıtlarına ve yaptığımız araştırma sonucu, Irak’ta 18 yabancı diğerleri Iraklı
olmak üzere toplam 247 iletişimci öldürülmüştür. Bunlardan 112’si görev
başındayken, 41 yardımcı kadro (teknisyen vs.) diğerleri ise çeşitli
patlamalarda ölmüşlerdir. 59 İletişimci kaçırılarak öldürülmüştür. 17
İletişimci kayıplar listesindedir. 28 iletişimci ise çeşitli nedenlerden dolayı
tutuklanmış yargılanılmayı beklemektedirler.
229’u erkek, 18’i kadın olarak öldürülen iletişimciler, 2003’te 7 şehit,
2004’te 55 erkek ve 4 kadın toplam 59 şehit, 2005’te 47 erkek ve 6 kadın
toplam 53 şehit, 2006’da 92 erkek ve 7 kadın toplam 99 şehit., 2007’de 28
erkek ve 1 kadın toplam 29 iletişimci şehit edilmiştir.
2003–2007 yılları arasında Irak’ta insan hakları ihlallerine maruz kalan
iletişimcilerin durumunu ortaya koyuyor. Burada öldürülen iletişimcilerin
%30 suikast’tan, %25’i tutuklama sonucu öldürüldüğü, %15 tecavüz, %15’i
de kaçırma, %10’u sorgu ve yargılanma, %3’ü kapatma ve son olarak %2’si
tahrip olaylarına maruz kalmaktadırlar. Aynı yıllar arasında, 2003–2007
yılları arasında Irak’ta hangi gruplar tarafından öldürülen iletişimcilerin,
%55’i silahlı gruplar, % 35’i hükümet görevlileri (asker, polis, muhafızlar) ve
%10’u da ABD ve İngiltere askerleri tarafından öldürüldüğü saptanmıştır.
Irak’ta kitle iletişimi 147

Irak’ta 247 iletişimcinin 203’ü Bağdat’ta ve 44’ü de diğer illerde


öldürülmüştür. 2003’te 4, 2004’te 12, 2005’te10, 2006’da 5, 2007’de 13
iletişimci şehit edilmiştir. Bu iletişimcilerin bir kısmı dış ülkelerin kitle
iletişimi medyası için çalışmaktaydı. Bunlar, farklı nedenlerle, kimi silahlı
güçler tarafından idam edilmiş, kimi kaçırarak öldürülmüş, kimi de görevi
başında patlamalar sonucu hayatlarını kaybetmiştir.

SONUÇ

2003–2007 yıllarında Irak’ta iletişim mesleği ister yerel, isterse de


uluslararası platformda olsun en tehlikeli meslek olarak saptanmıştır. Bu güne
kadar dünyada vuku bulan bütün savaş ve afet durumlarında ve iletişimcileri
hedef olan hususların hiç birisi 2003 tarihinden sonra Irak’ta ki iletişimcilere
karşı yapılan vahşi ve acımasız infazlar niteliğinde olmamıştır. Kimini tehdit
kimini pusuya düşürerek, kimini bombalı saldırıda katletmek kimini de sokak
ortasında infaz ederek hunharca öldürmüşlerdir. Gün gittikçe Irak’taki
iletişimcilerin işleri zorlaşmaktadır ve haber alma özgürlükleri tamamen yok
ediliyor.
Bu olumsuz durum Irak’ta fikir, ifade ve basın özgürlüğünü ciddi boyutta
etkilemektedir. Sonuçta iletişim hareketini de felç etmiş durumdadır. Irak
iletişimcileri bu durumdan endişe ve kaygı duyarak, Uluslar arası iletişimciler
örgütlerine seslerini ulaştırmaya çalışmaktadırlar. Ayrıca, Irak’ta işgal sonrası
herhangi bir basın ve iletişim kanunun olmadığı için, bu endişe ve kaygı
ülkede görev yapan yabancı yazılı ve görsel basın mensuplarının da gittikçe
kaygıları artmaktadır. Irak iletişimcilerinin aleyhine olan Irak Anayasasındaki
boşlukların bir an önce yetkililer tarafından doldurulması ve yeni iletişim
kanunun çıkarılması şart olmuştur.
Irak’taki iletişimci sektörünü düzenleyen bir kanun taslağının olmadığı
için ve henüz meclis tarafından bu konu ele alınmadığından ötürü bu acı
gerçekler dünya iletişim tarihinde bir kara leke olarak yazılacaktır.
Başka bir husus ta Irak’ta bir basın kanunun olmaması birçok gazeteciyi
zor durumda bırakmıştır. Nasıriyye, Kerbela ve Basra illerinde yalan haber
yayın gerekçesiyle bazı gazeteciler kurumları tarafından mahkemelik
olmuştur. Hak ve hürriyetleri savunan bir kanunun var olmaması, birçok basın
mensubuna haksızlık olmuştur. Birçoğu kadrosuz veya sözleşmesiz çalışarak
işten çıkarıldıklarında ne maaşlarını nede tazminatlarını alabilmişlerdir. Bu
ciddi sıkıntılar biran önce Irak hükümeti tarafından giderilmemesi durumda,
148 Şemsettin Küzeci

an azından şimdilik aşağıda özetlediğimiz dört koynu dikkate almalarında


ülkede görev yapan yerli ve yabancı iletişimcilerini kısmen olsa da
rahatlatacaktır.
1. Irak Ulusal Meclisi (Parlamento) tarafından basın kanunun biran önce
çıkarılması, bu kanunda İletişim alanında çalışanların hak-hürriyet, düşünce,
ifade ve ayrıca haber alma ve yayıma özgürlüklerini düzenleyen bir kanun
niteliğinde olması,
2. Bugüne kadar Irak’ta çıkarılan kanunların araştırılması, incelenmesi ve
dikta rejimler tarafından dekara edilen maddelerin yerine İfade ve düşünce
özgürlüğü, haber alma ve bilgi edinme, fikir işçisi kanunlarının çıkarılması ve
Irak anayasasındaki suç ve ceza kanunlarından bazı maddelerin düzeltilmesi,
3. Devlet kurumlarının basın mensuplarına bilgi sunmakta açık, şeffaf,
adil ve herkese eşit olmaları,
4. Irak’ta basın kanunun çıkartılana kadar, Irak basın mensuplarının hak
ve hürriyetlerini savunan ve işlerini güvence altında sağlayan bir özel büronun
devlet tarafından tesisi edilmesini öneriyoruz.

KAYNAKÇA

Şahap El-Timimi, Ş. (2007). Irak Gazeteciler Cemiyeti Başkanı, Mülakat, 24 Ekim.


Küzeci, Ş. (2007) ABD’nin Irak’ta Medya Terörü www.avrasyagundemi.com 21
Mayıs.
Hasan, N. (2007). Belgesel ”Irak’ta Radyo Tarihi”, www.babagurgur.net
Bayati, C. (2007) Gazeteci-Yazar, Mülakat, 22 Kasım.
Basın Günü, (2007). Haber, www.aktueldergi.org 3 Mayıs.
Dakuki, İ. (1975). Irak Anayasalarında Kütle Haberleşme Özgürlüğü, Ankara: Önder
Matbaası.
Gündüz, T. (2007). İletişim Uzmanı, Mülakat, 20 Kasım.
El-Kenani , N. M. (1968). Methal Fil-İlam- İletişime Giriş. Bağdat: Kültür ve İrşat
Bakanlığı Yayınları.
El-Adili, H. (2007) Irak Radyo ve Televizyoncular Birliği Başkanı, Mülakat, 15
Kasım 2007.
Irak Siteleri (2007). http://www.nahrain.com/
Şebeket El-İlam El-Iraqi- Irak İletişim Ağı (2007). www.pdffactory.com
Delil (2007) Delil El-Mecaki El-Irakiyye- Irak web siteleri rehberi,
www.9neesan.com
İletişim kuram ve araştırma dergisi
Sayı 25 Yaz-Güz 2007, s.149-152

Forum

Forum hakkında

Forum geçen sayısında idealist felsefeden hareket eden bazı önemli


aydınların iletişimle ilgili olarak bilinmesi gereken ancak ya hiç bilinmeyen,
ya basmakalıp bir şekilde bilinen ya da yanlış bilinen görüşlerini vermişti: Bu
bağlamda, Charles Cooley’in Social Organization kitabından iletişimle ilgili
parçalar; Thorstein Veblen’in kitabından Sosyal Sınıflar, Leisure Class ve
Conspicious Consumption ile ilgili parçalar; Edward Bernays’ın kamuoyu
araştırmalarının tehlikesiyle ilgili olarak 1945’deki bir açıklamasına karşı, P.
Lazarsfeld, Harry Field ve Claude Robinson’un tepkilerini ve bu tepkilere
karşı Edwards’ın yanıtı; Bernard Berelson’un klasik Communication and
Public Opinion makalesinden alıntılar; H. D. Lasswell’in The Structure and
Function of Communication in Society başlıklı yapıtından alıntılar; Paul
Lazarsfeld ve Robert K. Merton’un Mass Communication, Popular Taste, and
Organized Social Action yapıtından parçalar; Elihu Katz ve P. Lazarsfeld’in
Personal Influence kitabının giriş bölümü sunulmuştu.
Forum için geriye kalanın başında teolojik ve eleştirel anlayışlar
gelmektedir. Teolojik yaklaşımı, özellikle günümüzdeki teolojik yaklaşımı
derginin sonraki sayısına saklandı. Forum’un bu sayısı eleştirel yaklaşım
yaklaşıma ayrıldı. Bu amaçla, önce, liberal çoğulcu olanlar dahil hemen tüm
eleştirel görüşün az çok dayandığı Marx’ın insan, toplum ve bilim anlayışı
hakkında temel bilgiler verildi. Bu temel bilgilerden sonra, Marx’ın orijinal
yapıtlarından iletişimle ilgili konular sunuldu. Bunu, çoğunlukla liberal görüş
sergileyen Marx’ın basın özgürlüğü ve sansür üzerinde yazdıklarının sunumu
takip etti. Son olarak da eleştirel yöntemin çoğunlukla hareket noktası olan
Marx ve Engels’in yöntem hakkındaki görüşleri verildi.
150 İrfan Erdoğan

Eleştirel yaklaşımlar hakkında sayısız hurafeler, uydurular her yeni nesle


işlendiği için, eleştirel yaklaşımın dayanağı ve görüşü nedir, eleştirel iletişim
yaklaşımı ve açıklamaları neler üzerine eğilir gibi temel konuların bilinmesi
gerekir. Bilinmesinin en önde gelen nedenlerinden biri, kitle iletişiminin
doğasını en geçerli bir şekilde açıklayan yaklaşımların başında eleştirel
okulların yaklaşımı gelmesidir.
Her yaklaşım tarzının dostları ve düşmanları olduğu gibi, eleştirel
okulların da oldukça bol düşmanları vardır. Eleştirel yaklaşımı
benimseyenlerin veya kullananların hiçbiri, düşmanlıkları hak edecek hiçbir
kötülük ve yanlışlık yaptıkları düşüncesinde değildir. Eleştirel okullara
bakıldığında, insanı ve insanca yaşam arayışını merkeze alan bir felsefe,
epistemoloji, metodoloji, araştırma ve açıklama yönelimi görülür. Dolayısıyla,
(a) kendi çıkarını her şeyin üstünde gören, çıkarı için her şeyi yapmaya hazır
olan, vicdanını ve ruhunu paraya satan bir “akademisyen,” (b) insanları günde
en az 12 saat asgari ücretle çalıştıran ve ardından da edepsizce “işverenler
milyonlarca aileyi doyuruyor, işverenler olmasa işsiz ve aç kalırlar” diyen
“aydınlar”, (c) kendi varlığını sürdürme koşullarından mahrum edilmiş olan
ve düşman olarak da küpe takanları, açık seçik giyinen kızları, ırksal
azınlıkları, kiliselerdeki papazları ve bölücüleri gören bilişsel ve vicdansal
bakımdan dumura uğratılmışlar (yani, maddi olarak yoksul bırakılma yanında,
kendi ve toplumun asıl koşullarının nedenlerini kavrama yetisinden de yoksun
bırakılmış olan insanlar, dinsizlerin falan gelip, milletin malını ve dinini
elinden alacağı korkusuyla saldırganlaştırılan tehlikeli-zavallılar), (d) elinden
alınacak özgürlüğünün ve malının olmadığının, kendini yoksul bırakanın
malını koruduğunun ve böylece kendi yoksulluğunun yeniden üretilmesine
katıldığının farkında olmayanlar, kapitalizmin bilişsel ve vicdansal
gaddarlığının aracı durumuna düşürülmüş olanlar, eleştirel yaklaşımlara
yakınlık gösteremez veya ona sempati duyamaz; ancak düşmanı olabilir. Ne
yazık ki, “sokaktaki insana işlenen” bu düşmanlıklar, sokaktaki insandan
farklı bir düşünsel yeteneğe sahip olmadığı halde bir şekilde okulları ve
iletişim örgütlerini dolduran bazı “öğretmen,” “akdemiysen,” “gazeteci”,
“televizyoncu” denenler tarafından da taşınmakta ve yayılmaktadır. Birileri
kapitalizmi anlamadan kapitalizm düşmanlığı yaparken, birileri de eleştirelin
ne olduğunu anlamadan, “ya sev, ya terk et” mantığını taşımaktadırlar.
Faaliyeti üzerine düşünmeyen ve faaliyet üzerine düşünmeyi yasaklayan bir
toplum, gelişemediği gibi, başkalarının ganimeti olur.
Forum hakkında 151

Eleştirel yaklaşımlar insan ve toplumla ilgili her şey üzerinde dururlar.


Her konuyu tarihsel, siyasal, ekonomik, düşünsel/ideolojik, kültürel, etiksel ve
normatif açılardan alır ve incelerler. Bu yaklaşımlar insanları ve insanların
mutluluğunu temel hareket noktası olarak aldıkları için, hümanist/insancıl
karaktere sahiptirler. Eleştireldirler, çünkü insan olmayı, cemaat olmayı,
insanca yaşama ve insanca ilişkilerle gelişmeyi arzular ve ararlar. Bu nedenle,
eleştirel yaklaşımı özümseyen ve içselleştirenler, gerçek anlamıyla kendine ve
tüm insanlara karşı dostça ve iyilik dolu duyarlılık taşırlar. “Her koyun kendi
bacağından asılır” diyen ve insanca duyarlılığı ve dayanışmayı yok sayan ve
anlamsızlaştıran görüş gibi görüşleri doğru bulmadıkları için eleştireldirler.
Karl Marx’a “tek bildiğim, ben Marxsist değilim” dedirten insanlık
durumunu, insanlık durumuna bakarak açıkladıkları için eleştireldirler.
Eleştirel dünya görüşü ve bu görüşe dayanan bilim ve araştırma yönelimi,
insanı, toplumu, toplumun oluşumunu, gelişmesini ve bugünkü durumunu
açıklar; bu açıklamanın ahlakı, herhangi bir şirketin veya kurumun öznel
çıkarını merkeze koymaz, onun yerine insanlığın genel faydasını temele
koyar. Eleştirel görüşlerin insancıllığın/hümanizmin ve ahlakın merkezinde
insanın insanlığını kazanması ve bu amaçla gelişmesi vardır. Eleştirel
görüşler, kapitalizmin standartlaşmış kitle üretiminden, moda ve kitle iletişim
endüstrilerinin bilinç ve davranış yönetiminden geçerek yarattığı sürü
psikolojisiyle hareket eden ve kendini sürüden biri değil de özgür birey sanan
“özgür tüketici” (insan bile denmiyor, “tüketici” diyerek aslında aşağılanıyor)
ile gelen sahte ve aşağılık bireyciliğini reddeder. Eleştirel yaklaşımların
hemen hepsi, propagandaların ve aksine, bireyin olabilecek en somut bireysel
özgürlüğünü kazanması üzerine inşa edilmiştir, toplum içinde sürüleşmesi
üzerine değil. Eleştirel görüşler de bireyciliği savunurlar, fakat bu bireycilikte,
kişi zenginliğini ve değerini diğer insanları yoksun ve yoksul bırakarak
kazanmaz; tam aksine, bireyin özgür birey oluşu ve değerini kazanması diğer
insanlarla birlikte ve diğer insanlardan geçerek olur. Bu “birey oluş”
birliktelikteki sömürüye, baskı ve teröre dayanmaz; tam aksine, birliktelikteki
dayanışmaya ve birlikte gelişmeye dayanır.
Eleştirel yaklaşımlara göre, küresel pazarın demokrasi, özgürlük, insan
hakları, karşılıklı bağımlılık, kamusal alan, özel alan, cemaat ruhu, serbest
rekabet gibi iddiaları; sahtekârın ve sahtekârlığın iyi olana, insanın
özlediklerine sahiplik iddiasıdır. Çünkü kapitalizm insanın gerçekte sahip
olmak ve yaşamak istedikleri arasında özgürlük ve insanlık gibi bazılarını
düşünsel bazda ortadan kaldıramaz, bu nedenle, tek çare olarak tüm iyi
152 İrfan Erdoğan

şeylere sahip çıkmak ve bu sahiplik yoluyla bilinç ve davranış yönetimi


yapmak zorundadır. Buna kötünün, sahtenin ve yalanın kendini iyi, gerçek,
doğru ve sahi kılığında dolaşması denir. Ne yazık ki, gerçek domatesin tadını
bilmeyenlere, farklı paketlerle sunulanları farklı değerdeki domatesler olarak
satmak kolaydır: Demokrasiyi, özgürlüğü ve insan hakkını deneyimlemeyen,
ancak ona sunulanlara göre karar verebilir.
Eleştirel görüşlerin insanı ve toplumu anlamadaki yöntemi üzerine çoğu
yanlış olan epey şeyler söylenmiştir ve söylenmektedir. En genel ve en açık
şekilde, eleştirel okulların çoğunun, özellikle tarihsel/diyalektik materyalist
görüşü benimseyenlerin, yöntemi şudur: İnsanı (toplumunu) anlamak
istiyorsan, insanın kendi hakkında ne söylediğinden ve insan hakkında
birilerinin ne söylediğinden hareket etmeyeceksin; insanın neyi nasıl
yaptığından hareket edeceksin. Dolayısıyla, insanı ve toplumun anlamak,
insanın kendini nasıl ürettiğinden geçerek anlaşılabilir. İnsanın kendini nasıl
ürettiği de neyi nasıl yaptığını analizle anlaşılabilir. Bu da, insanın örgütlü
ilişkiler yapısının şimdi bağlamı ve tarihsel bağlamı içinde incelenmesini
gerektirir. Dikkat edilirse, bu tür yaklaşımda, insana, düşüncesinden, aklından,
tutumlarından, algılarından ve ideolojisinden hareket ederek ulaşmıyoruz.
İnsana insanın örgütlü ilişkilerini nasıl kurduğu ve yürüttüğünden hareketle
ulaşıyoruz. İnsanın tutumlarına, algılarına, düşüncesine ve ideolojisine
(örneğin, neyi neden öyle söylediğine ve öyle davrandığına) tutumların,
algıların, düşüncenin ve ideolojinin, sanki canlı birer aktör/özne gibi,
kendisine bakarak ve böylece bireyin kendisinin düşünerek yarattığı bir şey
olarak ulaşmıyoruz. Tam aksine, neyi nasıl yaptığından (üretim tarzı ve
ilişkilerinden) hareket ederek neyi nasıl yaptığını kendine ve diğerlerine nasıl
anlattığıyla ulaşıyoruz.
Okumak, özellikle bilmek ve soruşturmak için okumak, zahmetlidir. Bu
zahmeti seçtiğiniz için kendinizle övünebilirsiniz, biri size “para kazandırdı
mı?” diye alay ederek sorsa bile. Hem kendini hem de dostu ve düşmanı
“ötekileri” bilmek istemeyen, bilmeye karşı olan ve hatta bilmek isteyeni
engelleyen ve baskı altında tutan bir insan ve insanlık durumu, insanlığın yüz
karasıdır.
İletişim kuram ve araştırma dergisi
Sayı 24 Kış-Bahar 2007, s.153-198

Forum

Temel Bilgiler: Eleştirel


yaklaşımlarda iletişim anlayışı
İrfan Erdoğan

BİLİM, İNSAN VE İLETİŞİM

Bir bilimsel yaklaşımın (veya her hangi bir açıklamanın) en temel


karakterini anlamak için, o yaklaşımın (açıklamanın) neyi nasıl ele aldığı ve
açıkladığına bakmak, “bilme” ile ilgili atılacak ilk adımlardan biridir.
Örneğin, “iş yerinde verimlilik” konusunu ele alan bir açıklama, çalışanların
motivasyonundan, algılarından, tutumlarından bahsediyorsa ve verimliliğe
çözüm olarak da, işçilerin motivasyonunun artırılması için aralarında rekabet
yaratılması, algılarında ve tutumlarında şirket bizliğinin oluşturulması,
çalışanlarda verimi artırmak için etkili iletişim stratejilerinin kullanılması,
ikna yöntemlerinin uygulanması, katılımcı örgüt yönetimi gibi önerilerde
bulunuyorsa, bu tür yaklaşım “şirketi ve şirket çıkarlarını” gerçekleştirmeyi
merkeze koyan ve insanı, şirketin amaçlarını gerçekleştirmede bir araç olarak
gören bir yaklaşımdır. Bu yaklaşımda, insanı ve toplumu anlamada, insan
merkezden alınmış ve yerine “şirket” konmuştur. Bu durumda, insan dahil her
şey şirket (kurum, devlet) için vardır. İşte, bu düşünceyi tersine çevirir ve
insanı merkeze yerleştirirseniz, yani şirketin (kurumun, devletin) insan için
(ama şirkete, kuruma, devlete sahip olan imtiyazlılar için değil) olduğunu
belirtirseniz, temel olarak, Marksist bir anlatı tarzıyla gelirsiniz. Bu
yaklaşımla insanı ve toplumu açıklamak elbette sizi Marksist yapmaz. Hiçbir
insan “söylediğiyle” veya “düşündüğüyle” “söylediği veya düşündüğü gibi”
olamaz; İnsanın ne ve nasıl olduğunu belirleyen “ne söylediği veya ne
düşündüğü” değildir; neyi nasıl yaptığıdır. “Bir şey olmak” (örneğin dinci
olmak, Marksist olmak, kapitalist olmak) ancak, bu olmayla ilişkili koşulları
yaşamakla olur. Bir insan kapitalizmi savunabilir, ama o insan kapitalist
154 İrfan Erdoğan

olmayabilir. Bir insan, Marksist söylemle gelebilir, Marksist analiz yapabilir,


ama o insan Marksist olmayabilir; bir kapitalist, Hıristiyan veya Müslüman
olabilir. Hatta her camiye giden ve namaz kılanın “Müslüman olduğunu” bile
iddia edemeyiz, çünkü camiye gidişinin ve namaz kılışının asıl nedeni,
görünen ve söylenen neden olmayabilir. Her türban giyen “kökten dinci”
olmayacağı gibi, her Levi’s giyen veya Coca Cola içen de “Batı düşüncesinin
ve egemenliğinin savunucusu” değildir. Bu durumda, bir insanın “ne ve nasıl
olduğunu” belirleyen o insanın kendini (ve diğer insanları ve doğayı) nasıl
ürettiğidir. Diğer bir deyişle, neyi nasıl yaptığı onun ne ve nasıl olduğunu
gösterir. Bu yaptığını (hem materyal üretimini hem de düşünsel üretimini)
kendine ve diğerlerine nasıl açıkladığı ise, yapılanın doğasını ve insan
gerçeğini doğru olarak temsil edebileceği gibi, doğru ve gerçek hakkında
“doğru ve gerçek olmayan doğru ve gerçekler” olabilir.

Bilim, kuram ve insan pratiği


Hangi konuda ve alanda olursa olsun, sosyal bilimlerde bilim ve bilimin
kullandığı kuramsal yaklaşım insan gerçeğini anlamaya ve anlatmaya,
yaşananı ve yaşananla ilgili olanı açıklamaya çalışır. Bir televizyon program
yapımcısı belli örgütlü yapı içindeki üretim ilişkilerinden geçerek “televizyon
ürününün” üretimine katılır. Bu onun kendini ve içinde bulunduğu koşulu
günlük yeniden-üretme pratiğidir. Bir akademisyen televizyon programcısının
ortaya koyduğu ürünü inceleyerek onun doğasını anlamaya ve açıklamaya
çalışır. Bu onun pratiğidir. TV programını eleştiren bir akademisyene “gelsin
programın bir karesini çeksin de görelim” (yani yapamaz) diye karşılık veren
bir program yapımcısı tek kelimeyle saçmalamaktadır. Çünkü televizyon
yapımcısının işi program yapmaktır; televizyon programını inceleyen ve
eleştiren bir akademisyenin işi de programı incelemek, geçerli açıklamalar
getirmek ve gerekiyorsa eleştirmektir.
Elbette hepimiz bir şeyleri açıklarız. Fakat, Marx’ın Alman İdeolojisi
yapıtında belirttiği gibi, gerçek hayatta spekülasyonun bittiği yerde bilim
başlar. Marx için bilim pratiğin, faaliyetin, insan gelişmesinin pratikteki
sürecinin temsilidir. Sadece Marx’ın açıklamasında değil, kapitalist bilimin
açıklamalarında da, bilimin (ve kuramın) insan pratiğini açıkladığı belirtilir.
Dolayısıyla, günümüzde cehaleti yaygın bir şekilde yeniden-üreten biliş
yönetiminin “kuram ve pratiğin iki ayrı, iki farklı şey” olduğu iddiası
geçersizdir: Kuramla pratiği açıklamaya çalışan bir bilim adamının amacı
açıkladığını doğru açıklamaktır. Bu da araştırmaya dayanan bilgi birikimiyle
Eleştirel iletişim anlayışı 155

kuram inşası ve kuram testini (ampirik test olması şart değil) gerektirir.
İddianın bir diğer geçersiz yanı da şudur: Bir pratiği yapabilmek için insanın o
pratik üzerine düşüncesini yansıtması gerekir; aksi takdirde o pratiği
yapamaz; yaparsa, ancak maymun gibi yapar: kendi tarihini yaratamaz
(gelişemez). Marx’a göre, bilimle bilinç hakkındaki boş konuşma son bulur;
bilginin bağımsız bir dalı olarak felsefe, varlık aracını kaybeder.
Eleştirel yaklaşımların çoğunun hareket noktası insandır. İdeoloji ve
düşünceler üzerinde dururken de, Marx’ın görüşünü benimseyenler
düşünceyi, aklı ve ideolojiyi insan dışında insandan bağımsız “yapan özneler”
olarak ele almazlar; insanın kendini ve toplumunu üretim tarzı ve ilişkileri
içinde üretmesi olarak ele alırlar.
Yaşayan insana ulaşmak için, biz, insanın düşündüğünden,
düşlediğinden veya insanın düşünüldüğünden, hayal edildiğinden ve
hikaye edildiğinden başlayarak yola çıkmayız. Biz gerçek, etkin
insandan başlayarak yola çıkarız ve insanların gerçek hayat süreci
temeli üzerinde bu hayat sürecinin yansımalarının ve ideolojik
yansımalarının gelişmesini gösteririz (Marx ve Engels, 1846: 14).

Marx (Engels ile) 1845’de Alman İdeolojisi yapıtında sunduğu bu


yaklaşım tarzıyla, genç Hegelciliği bırakıyor ve tarihsel materyalist yaklaşıma
doğru yol alıyordu. Marx Felsefenin Sefaleti (1846) ve Komünist Parti
Manifestosu (1848), Fransa’da Sınıf Mücadelesi (1850) yapıtlarıyla,
Marksizm olarak nitelenecek ve liberal okullar dahil birçok yaklaşım tarzını
etkileyen bir dünya görüşünü kurmaya devam etti. Sonraki yapıtları kendi
yaklaşım tarzıyla insanı ve toplumunu açıklıyordu. Bu açıklama, bu bölümde,
iki büyük ana başlık altında sunuldu: Maddenin (materyalin) üretimi ve
düşünselin (ideolojinin) üretimi. Bu ana başlıkların her biri alt başlıklarıyla
(aşağıda) açıklandı.

İletişim ve insan
Egemen tanımlamalarla gelen sınırlamayı aşan iletişim tanımı, iletişimi
insanın yaşamını üretmedeki faaliyetleri ve bu faaliyetlerin olduğu üretim
güçlerinin tarihsel yapısı içinde ele alan betimlemedir. Bu bağlamda iletişim,
belli yer ve zamanda, belli koşullarda, belli tarihi geçmişi olan insan
etkinliğinin yapılmasının zorunlu koşuludur. Bu etkinlik belli bir amaçla
konuşma, yazma, gösterme, bir davranışta bulunma, bir kültürel, siyasal,
ekonomik veya sosyal faaliyet yoluyla insanın kendini ve toplumunu yeniden
üretmesidir.
156 İrfan Erdoğan

İnsan iletişiminin üretim tarzı ilişkinin bağlamındaki doğaya göre değişir.


Unutmayalım, bu doğayı da oluşturan ve değiştiren örgütlü çıkar yapıları
içinde yaşamını üreten insandır. Kendi kendine iletişimde yalnızken tarz
kişinin ruh hali ve bunu yaratan duruma göre şekillenir ve değişir. Diğer bir
kişi veya kişilerle ilişkideki iletişim ise, iletişimin tarzı örgütlü yer ve
zamandaki bağlama göre çeşitlenir. Bu bağlamda da yine bireylerin
karakterleri, duyguları, anlık ruh halleri, örgütlü yapıların getirdiği egemenlik
ve mücadele bağlamı ve ilişki biçimleriyle birlikte iletişimin tarzını belirlerler.
İnsanlar belli iletişim tarzlarına bağlı olarak belli iletişim ilişkilerine
girerler. Bu tarz düşmancaysa, iletişim ilişkileri de kavga, küsme,
görmezlikten gelme, savaş için planlar yapma ve uygulama gibi şekiller alır.
İletişim ilişkilerinde insan kendi kendine iletişim yaparken, ya kendi başına
yalnız kendi kendine düşünerek bir mental ilişkide bulunmaktadır ya da bunu
herhangi bir örgütlü yer ve zamandaki dışla ilişkileri sırasında yapmaktadır.
Bu ilişki ile insan sürekli kendini ve o anki ve genel ilişkilerini ve durumları
değerlendirir, kararlar verir ve ilişkilerini yürütür. Böylece hem kendini hem
de ilişkide bulunduğu çevreyi yeniden üretir. Bu yeniden üretimle insan
kendini, dışını ve ilişkilerini kurar ve sürdürür; kendini ve dışını biçimlendirir
ve yeniden biçimlendirir; kendini ve diğerlerini örgütlü yer ve zamanlarda
bulduğu, yerleştirildiği ve yerleştirdiği pozisyonlarda tanımlar; tanımlanmış
olanı yeniden-tanımlar; insanda ben, sen, o, biz (kimlik ve aitlik) ve onlar
bilinci oluşur ve gelişir. İletişim ilişkilerinde insan hem kendisiyle baş başa
iken hem de diğer insanlarla etkileşim öncesi, sırasında ve sonrasında;
düşünsel ve karar verme sürecinden geçerek, bir amacı, isteği gerçekleştirir.

Kitle iletişimi
Kitle iletişimi kitle denen halkı kullanıcı olarak amaçlayan örgütlü
yönetsel/yönetimsel iletişim biçimidir. Kitle iletişimi örgütlerinin büyük
çoğunluğu kâr amaçlı kurulmuş kapitalist şirketlerdir. Kâr amacı gütmeyenler
ise devlet kontrolünde yürütülen kurumsal yapıdır. Vakıf veya sivil toplum
örgütleri gibi kuruluşların kurdukları kitle iletişim yapıları ticari görünmeyen
ticari yapılanmalardır. Kitle iletişiminin örgüt ve içerik konusu, kapitalist
ekonomik süreçler ve ideolojik kontrol mekanizmaları kapsamı içinde yer alır.
Bu bağlamda kitle iletişimi kapitalist ekonomik, siyasal ve kültürel pazar
yapısının bütünleşik bir parçasıdır. Aktif bir şekilde hem ticari şirket olarak
kendini hem de kapitalist ideolojinin üretiminden geçerek kapitalist pazar
yapısını destekleyen bilinci üretir.
Eleştirel iletişim anlayışı 157

MADDİ HAYATIN ÜRETİMİ

Maddi hayatın üretimi, insanın fiziksel varlığını sürdürmek için yemek,


içmek, barınmak gibi en temel gereksinimlerini gidermekle başlayan ve
kurduğu toplum içinde gelişen yeni maddi gereksinimlerini gidermek için
yaptığı üretim demektir. Yemek yemek gereksinimini gidermek için yapılan
tüm faaliyetler ve bu faaliyetlerle “yemek” için sağlananlar, insanın fiziksel
varlığını sürdürmek için yaptığı maddi üretimdir. Bir ekmek maddi bir
üründür ve bu ürün maddi hayatın maddi bir parçasıdır. Ekmek ile acıktıkça
insan karnını doyurduğunda, kendi fiziksel varlığını yeniden üretir. Kendi
fiziksel varlığını yeniden üretmek için, her gün ekmek yapar. Dolayısıyla,
maddi hayatın üretimi sürekli yeniden üretim gerektirir: Her gün yemesi ve
dolayısıyla her gün ekmek üretmesi gerekir. Maddi hayatını üretemeyen insan
açlıktan veya susuzluktan ölür.

Eleştirel yöntem
Sadece eleştirel yaklaşımlar değil, hemen her yaklaşım tarzı, değişen
biçim ve ölçüde, maddi üretimi açıklamaya çalışır. Bu açıklama işinde,
kapitalizmin kullandığı yönteme siyasal ekonomi denir. Bu siyasal ekonomi
sonradan, stratejik amaçlarla, “siyasal” kavramını atarak, “ekonomi”
olmuştur. Marksizm’in geliştirdiği yönteme ise, Marksist siyasal ekonomi
yöntemi denir. Dolayısıyla, Marksist siyasal ekonomi, örneğin, kitle iletişimi
denen örgütlü insan faaliyetinin “iletişimde maddi üretim ve üretim
ilişkilerini, bu ilişkilerim amaç ve sonuçlarını” incelemek için yapılır.

Yöntemin temel kuramsal dayanakları

Marx’ın geliştirdiği yaklaşımdan hareket eden eleştirel yönteme göre:


Dünya bizim bilgimizden bağımsız olarak vardır. Dünyanın varlığı bizim
bilincimize bağlı değildir. Daha açıkçası, etrafımızda gördüğümüz, ilişkiye
girdiğimiz ya da görmediğimiz, bilmediğimiz "şeyler" bizim bilincimiz,
algılamamız ve bilgimiz dışında vardır; bir şeyin varolması için onu duymak,
tatmak, koklamak gerekmez.
Dünya, ussal veya ruhsal değil, doğasında ve kökeninde maddeseldir. Bu
Marksist maddeciliğin eşyaya (paraya, mala) tapınması anlamına gelmez.
Tersine, Marx insanın maddi ilişkilerin ve üretim biçiminin getirdiği
yabancılaşmadan ve ezilmeden kurtulmasını derinden arzulamıştır.
158 İrfan Erdoğan

Maddecilik, burjuva ideolojisinin kara cehaletiyle ve yaratılış ideolojisinin


Haçlı ve Yeşil cehaletiyle öne sürdüğü gibi "komünizmin maddeye taptığı"
anlamına gelmez. Marksist maddecilik eşyaya tapmaz; tam aksine, ne dediğini
bilmeyen cehaletin ideolojisi ve kültürü dahil, kapitalist dünyanın kendisinin
maddeye (örneğin paraya, mala ve mülke) tapışının ve insanın değerini mal
sahipliği gösterisinden geçerek kazanması hastalığının eleştirisini yapar.
Metafizikten ve mekaniksel maddecilikten farklı olarak, Marksist
maddecilik maddenin ne olduğu hakkında bir önyargıya veya kesin bir karara
sahip değildir. Madde, nesnel olarak varolanın adıdır. Beyin, düşünce, bilinç
maddenin ürünüdür veya (eğer madde insansa) madde hakkında bilgidir.
Bunun ötesinde, maddenin doğası, yapısı, bileşimi, kitle, enerji, mekân ve
zaman ile ilişkili sorulara yanıtı bilimin vermesi gerekir. Başka bir deyişle
Marksist maddecilik maddenin varlığını kanıtlar ve maddenin özellikleriyle
ilgili sorulara bilimsel araştırma ile yanıt verilmesini önerir.
Marksist maddecilik indirgemeci değildir: Ne maddenin özelliğini, ne de
yüksek düzeydeki yapıyı aşağı düzeye indirger. Tümevarım ve tümdengelim,
analiz ve sentez, zorunlu olarak beraberdirler. Tek taraflı olarak birini göğe
çıkarıp diğerini yere batırma yerine, her ikisini de önemlerine göre birbirini
tamamlayan, birbirine ait olarak değerlendirmek gerekir.
Marksist anlayış sonsuz karmaşık ilişkiler ve karşılıklı ilişkiler dünyasını
benimser. Marksist maddecilikte çevrenin ürünü olan bir "yaşayan
organizma" (insan) bu çevreye karşılık verir ve onu değiştirebilir. Mekaniksel
ve metafizikçi maddecilik ise, evreni devamlı değişen bir süreç olarak
kavrayamaz (Engels, 1882:174; Selsam ve Martel,1984:45, 46).
Tarihsel maddecilik Marksist maddeciliğin veya Marx’ın deyimiyle
"maddeci yöntemin" insan toplumlarının evriminin incelenmesine
uygulanmasıdır. Diyalektik materyalizm toplum teorisidir. Tarihsel
materyalizm diyalektik materyalizmin insan/toplum tarihini anlamada
uygulanmasıdır. Marx’a göre, tarihin bu şekilde düşünülmesi üretimin gerçek
sürecini açıklama yeteneğimize bağlıdır. Bunun için de yaşamın materyal
üretiminden başlamak gerekir. Sonra buna bağlı ve üretim tarzıyla (sivil
toplum ve onun çeşitli aşamalarıyla) yaratılan ilişki biçiminin tarihin temeli
olarak kavrama, devlet olarak onun eylemini betimleme, tüm farklı kuramsal
ürünleri açıklama, ondan yükselen tüm bilinç biçimlerini, dini, felsefeyi, etiği
vb,. açıklama, çıkış kaynaklarını ve bu temelden büyümelerini betimleme
gelir. Tüm bunlar, kendi bütünlüklerinde ve karşılıklı etkileşimleri ile
açıklanmalıdır.
Eleştirel iletişim anlayışı 159

Marx’ın materyalist tarih anlayışı idealizmden ve daha önceki tüm tarih


anlayışlarından epistemolojik kopmayı temsil eder. Hegel ve diğer geleneksel
tarihçiler ve ekonomistler somut insan deneyiminden başlarlar ve ondan soyut
ve genel prensipleri çıkartırlar. Marx soyut ve genel prensipleri belirlemeyle
işe başlar ve idealist varsayımlarla bozulmamış somut deneyime ulaşır.

Yöntem: Kitle iletişimi

Eleştirel siyasal-ekonomi yaklaşımına göre, kitle iletişimi her şeyden önce


tarihsel bir üretim tarzının bütünleşik bir parçasıdır. Bu nedenle, önce kitle
iletişiminin tarihsel olarak toplumsal üretim tarzı ve bu tarzla olan üretim
ilişkileri incelenir. Örgütlü etkinlik olarak kitle iletişiminin kendi örgütlenme
biçimleri, ürettiği ürünleri üretim biçimleri ve üretim ilişkileri ele alınır. Bu
bağlamda, örgütlerin gelişmesi ve tarihsel yapısı, iletişim profesyonelliği ve
pratikleri, iletişim endüstrisinin örgütlenişi ve iş yapış biçimi, üretim ilişkileri,
ücret ve fiyat politikaları, tekelleşme, pazar yapısı ve kontrol politikaları,
profesyonelleşme, teknoloji ve ürün transferi ve politikaları ve kâğıdın
jeopolitiği gibi konular açıklanmaya çalışılır. Aynı zamanda, kitle iletişiminin
ürettiği emtia ile üretilen veya üretilmek istenen ‘izleyici-tüketici” ile
ilişkileri, kendine bağlı olan ve kendinin bağlı olduğu endüstrilerle olan
ilişkilerinin incelenmesi önde gelen sorunsallardır. Bunlar kitle iletişiminin
incelenmesinde odak ve hareket noktasını belirler. Böylece, iletişimin siyasal
ekonomisi (a) kitle iletişimiyle ilgili üretim tarzı ve ilişkilerini, ekonomik ve
siyasal biçimlenmeleri, (b) bu biçimlenmelerin ulus içi ve uluslararası
ekonomik ve siyasal yapılarla olan bağlarını, (c) bu biçimlenmelerin tarihsel
gelişimini, (ç) belli bir zaman ve yerdeki durumunu, (d) kitle iletişimi
teknolojileriyle aracılanmış iletişimin üretimi ve üretim ilişkilerini, (e)
ilişkilerdeki karşılıklı bağları inceleyerek kitle iletişimini açıklamaya çalışır.
Fakat bu incelemede bu birime (örneğin kültüre, metine, iletişime) üretim,
değişim ve dağıtım tarzlarından bağımsız bir karakter tanımak ve hatta
giderek bunlar üzerinde belirleyiciliğe sahip olduğunu iddia etmek, bir ağacın
veya ağaçlar topluluğunun ormanı meydana getirdiğini iddia etmek gibidir.
Dikkat edilirse, kitle iletişiminin siyasal ekonomisinin incelenmesinde
sadece bu yapının tarihsel gelişimi, belli yer ve zamandaki durumunun
belirlenmesi ve yukarıda belirtilen bağların kurulması ve incelenmesi yeterli
değildir. Siyasal ekonomi yaklaşımı kitle iletişiminde üretimden insanı
soyutlamayan üretim ilişkilerinin ve değer yaratılmasının karakteriyle ilgilenir
160 İrfan Erdoğan

ve bunu yaparken toplumsal ve uluslararası bir bağlam sunar. Böylece kitle


iletişiminin belli zaman ve yerdeki üretim tarzını genel toplumsal ve bu
toplumsalın bağlı olduğu uluslararası siyasal ve ekonomik pazar ile
ilişkilendirerek doğasını anlamaya çalışır.
Dolayısıyla siyasal ekonomi, en geniş anlamıyla, sistemin nasıl çalıştığı
ve belirleyici sonuçlarını inceler. Belli tarihsel üretim biçimine eğilir ve farklı
üretim örgütlenmelerinin farklı dağıtım/bölüşüm kalıbı üreteceği üzerinde
durur. İnsanların temelde sosyal olduğu varsayımı yerine, kişilerin
benliği/özlüğü, kişiliği birbiriyle ilişkileri içinde oluştuğu ve geliştiği
temelinden hareket eder. Siyasal ekonomiye göre, insanların içinde var olduğu
sosyal ilişkiler yapısı, insanların anlamlar veya sembolik biçimler alışverişiyle
sürdürülür. Siyasal ekonomide medya incelemelerinin alanı genel toplumsal
üretim, devir ve kendine-ayırma (artık değerin gaspı) süreçlerinden hareket
ederek medyayı kapsar. Bu yaklaşımlar kitle iletişim sorunsalını üretim
biçimini, üretim ilişkilerini, sınıf, sınıf oluşumu ve sınıf bilincini merkeze
taşıyarak işe başlarlar. Bu bağlamda kitle iletişim olgusunu, kapitalist iletişim
düzenini, düzenin örgütleniş ve çalışma ve gelişme biçimi, iletişim
faaliyetlerinin amaçları ve sonuçlarını incelerler. Kitle iletişiminin üretimi,
üretim ilişkileri ve koşulları üzerinde dururlar. Bunları yaparken, kitle
iletişiminin örgüt yapısı, sahiplik, pazar ilişkileri, tekelleşme, pazar kontrolü,
kitle iletişimi örgütlerinde iş koşulları, çalışma politikaları ve pratikleri, toplu
sözleşme gibi konulara eğilirler. İletişim ürünlerinin üretimi ve dağıtımındaki
yapısal durum ve ilişkiler; üretim biçiminin ve teknolojisinin yapısı; iletişim
profesyonelleri ve emekçilerinin iletişim örgütleri içindeki yeri ve sahiplikle
olan ilişkisi; iletişimde mülkiyet ilişkileri; mülkiyet ilişkilerinin ürünün
yapısını belirlemesini ele alırlar. Bu yaklaşım ve incelemeler, aynı zamanda,
uluslararası iletişimde, kurumsal ve teknolojik yapıların transferi, ürün
transferi ve bu yapılarla birlikte gelen profesyonel pratiklerin ve ideolojinin
transferi üzerine eğilirler.
Tüm bunları, aynı zamanda, iki ana alan içine yerleştirebiliriz:
(1) İletişimin siyasal ekonomisini ulusal seviyede ele alan ve
kapitalist iletişim sistemini ve faaliyetlerini inceleyenler;
(2) Uluslararası ekonomik düzene ve iletişimde emperyalizm
konusuna eğilen yaklaşımlar (yeni-sömürgeciliğin veya
emperyalizmin genel iletişim yapısını inceleyenler).
Siyasal-ekonomi incelemeleri, üretim tarzından ve ilişkilerinden hareket
ederek, düşünsel ve yönetimsel üst-yapıyla ilgili yorumlar da yaparlar.
Eleştirel iletişim anlayışı 161

Maddi hayatın üretimi ve iletişim


Hayatın üretimi ancak bu üretimin gerçekleşmesi için gerekli iletişim ile
gerçekleşebilir. Ekonomik olan her şeyde iletişimden geçerek materyalin ve
düşünselin üretimi yapılır. Kitle iletişiminin iş/ticaret veya kamu hizmeti
olarak örgütleniş tarihi, gelişmesi ve iş yapış biçimi; tekelci, kartelci veya
oligopolistik yönelimi ve pratikleri; kitle iletişiminin örgütlemesinde ve
yönetimindeki sınıfsal ve ulus içi ve uluslararası pazar yapısı; pazarlama ve
satış politikaları temel etkinliklerinin ve bu etkinliklerin yürütülmesinin
zorunlu gereği olan iletişimin başında gelir. Türkiye gibi ülkelerde, kitle
iletişim teknolojilerinin üretimi ve transferi, teknolojik ve medya
örgütlenmesi, yönetim biçimi ve yönetim politikaları, profesyonel pratikler,
ürün üretimi ve ürün üretim ve dağıtım ilişkilerini ulusal yerellik ötesinde,
uluslararası öğeleri de katarak incelemek gerekir. Bunun en başta gelen
nedeni Türkiye gibi ülkelerin emperyalist kapitalist güçlere, onların teknolojik
araçlarına ve bu araçların ürettiği ürüne olan bağımlılığıdır. Dolayısıyla,
Türkiye’nin tarihi gibi medyanın da tarihi yeni-sömürgeci bağımlılığa giden
ulusal bağımsızlık mücadelesine gelen ve sonrası gelişmeler içinde ele
alınmalıdır.
Aşağıda, eleştirel yaklaşımlardan Marx’ın yönteminden hareket edenlerin
kitle iletişiminin incelenmesinde üzerinde durdukları sunuldu.

İletişimi üretim biçimi


İletişim araçlarının örgütlenme ve işleyiş biçimi aynı zamanda ürün
üretimi ve ilişkisinin biçimini anlatır. Kitle iletişimi üretim biçimi bütün
üretim araçlarını, çalışma yöntemlerini ve iletişimin süreci içinde kişiler
arasında yerleşmiş üretim ilişkilerinin tümünü içerir. Bu alan içinde,
televizyon, radyo, sinema, basın sistemlerinin nasıl kurulduğu incelenir. Bu
sistemlerle belli toplumsal ilişki modellerinin nasıl başarılı bir şekilde
yerleştirildiği araştırılır. Sınıf mücadelesi koşulları içinde üretim güçlerinin
gelişmesi sonucunda bu sistemlerin nasıl değişmiş ve değişmekte olduğu
üzerinde durulur.
İletişimin siyasal ekonomisi sembolsel üretimin üretim tarzı ve ilişkilerini
incelerken genel Marksist siyasal ekonominin eğildiği alanlar üzerinde durur.
Fakat diğer materyal üretimlerden farklı olarak iletişimde üretilen ürün
sembolsel bir karaktere sahiptir. Kitle iletişim araçlarıyla sembolselin
üretiminin kontrolü (neyin, nerede, nasıl ve ne sonuçlarla üretileceği,
162 İrfan Erdoğan

dağıtılacağı ve tüketileceği, ücret politikaları ve yaratılan zenginliğin


bölüşümü ve yeniden üretimin ve üretim koşullarının yönetimi) hem
ekonomik bağlamda hem de bilinç yönetimi bağlamında önem kazanır. Kitle
iletişiminde üretim tarzı ve ilişkileriyle üretilen ürünle aynı zamanda seyirci
denilen bir diğer ürün üretilir. Kitle iletişiminin bu iki ürünü de kulanım ve
değişim değerine sahiptir.

Kitle iletişiminde üretim ve emek


Kitle iletişiminin üretimi, üretim için gerekli kaynakları mülkiyetinde
tutan kapitalist sermaye (veya devlet) ile kendi yaşam koşullarını üretme
olanaklarından yoksun bırakılmış ve kendi yaşam koşullarını üretebilmek için
paraya, dolayısıyla kapitalistin belirlediği koşullarda çalışmaya ihtiyacı olan
emeğe gereksinim vardır. Kapitalist üretim biçimi önce emeği mülkiyet
yapısından geçerek kaynaklardan ayırır (yabancılaştırır). Üretim yapmak için
özel mülkiyetteki kaynakların kullanılması gerekir. Bu da emeğin işe
koşulmasını zorunlu kılar. Dolayısıyla, önce emeği yabancılaştıran sermaye,
sonra da ücretli kölelik yoluyla (insanları çalıştırarak) emek ile kendi
mülkiyetine geçirdiği kaynakları birleştirerek üretim yapar. Üretimden elde
ettiği artı değerin gaspıyla emeğin yoksunluğunu ve kendisinin zenginliğini
üretir. Kitle iletişimini üreten emek, iletişim örgütünde çalışan herkestir. Fakat
ürünün karakterinin nasıl olacağını belirleyen güç örgüt politikalarına karar
verenler ve bu politikaları ürünü biçimlendirerek gerçekleştiren profesyonel
kadrodur. Bu kadroyu kendini özgür sanan ve yaptığını halka hizmet olarak
düşünen film yapımcıları, haberciler, programcılar, yönetmenler, gazeteciler,
editörler, muhabirler, redaktörler vb oluştururlar. Bu kişiler kitle iletişimini
üreten emeğin kalifiye, uzman kadrosunda yer alanlardır.
Kitle iletişiminin üretim, dağıtım ve tüketim pazarının yerel, ulusal ve
uluslararası karakteri, pazar yapısının özelliklerini anlatır. Üretimin olabilmesi
için teknolojik pazar ve emek pazarı gerekir. Teknolojik pazarda hem araç
olarak ürün (hardware) hem de iletişim olarak ürün (software) üretimi
gelişmiş kapitalist pazarın elindedir. Bu teknolojilerin üretiminde kullanılan
emek de büyük çoğunlukla uluslararasıdır: Sermaye, üretimi işçi
sendikalaşmasının olmadığı ucuz yörelerde yapmaktadır. Yerel, ulusal ve
uluslararası pazarda kitle iletişimi medyasında çalışanlar üzerinde ücret
politikaları ve çalışma koşullarının düzenlenmesiyle kontrol sağlanır. Bu
kontrolün doğası sendikalaşmayı önleme, fazla mesai vermeden uzun saatler
en asgari ücretle çalıştırma, hafta sonları çalıştırma, bayramlarda ve tatillerde
Eleştirel iletişim anlayışı 163

hiçbir ödeme yapmama, sağlıksız ve tehlikeli iş ortamında çalıştırma, kadın ve


çocukları çok daha az ücretle çalıştırma, keyfi olarak işe alıp keyfi olarak
atma, sosyal sigortalarını ödememek için çalışma koşullarını yasalara aykırı
olarak düzenleme, ayni nedenle iki ücret biçimi uygulama (birincisi defterde
görünen ücret, ikincisi ise el altından keyfi olarak verilen veya verilmeyen
para) gibi sayısız şekillerde gelmektedir (Erdoğan, 2002a).

Üretim ve denetim
Galbrait, Parsons, Bell, Huntington gibi Amerikan toplumbilimcilerinin
açıklamalarına göre, denetim sahiplikten artan bir şekilde ayrıldı, şirketler
büyüyüp yeni kaynaklar bulmak için dışarıya gözünü çevirince meşru
paydaşların sayısı giderek arttı. Bunun sonucu, kurucu ve ailesinin paylarının
çoğunluğunu tuttuğu geleneksel şirket yapısının yerini, kaynakların
kullanılması üzerinde etkili bir denetim için yeterli temel sağlamayan küçük
sahiplikler halinde bölünen payların oluşturduğu bir yapı aldı. Buna ek olarak,
büyük şirketlerin işletme denetimi yeni elit profesyonellerin eline geçti.
Böylece, yönetim araçları üzerindeki egemenlik, günümüz şirketinin denetimi
için bir temel olarak, üretim araçlarının sahipliğinin yerini aldı (yani günlük
işleyişi yürüten ve denetleyenler maaşlı yöneticiler oldu). Bu tartışma ilk
bakışta akla yatkın görünür. Önde gelen iletişim şirketleri ağının birçoğunda
kurucu aileden olanlar önemli ve çoğu kez denetimi sağlayan payı elde
tutmaktadır ve birçok durumda bu kişiler yönetimi ellerinde tutarlar. Bu
durum bu kişilere şirketin genel politikası ve bu politikanın günlük
uygulaması üzerinde önemli bir denetim olanağı verir. Buna ek olarak, geniş
firmalardaki pay sahipliği, artan bir şekilde birbirinden izole olmuş kişiler
kitlesi arasında dağıldığı görüşünün aksine, egemen finans kurumlarının
(özellikle bankaların) ve öteki büyük şirketlerin elinde toplanmaktadır. Özel
hisse sahiplerinin çoğunun genel pasifliğiyle karşılaştırıldığında, örgütsel
yatırımcılar yatırım yaptıkları şirketlerin işlemlerine çok daha fazla karışırlar.
Hisselerinin yeterli bir miktarda (bazen % 5) ya da stratejik önemde olduğu
yatırım yapan firma genellikle yönetim kurulunda temsilciye de sahiptir.
Sahipliğin tekelleşmesi, genişleyen birbirine kenetli şirket paydaşlığı ve
yönetimdeki etkinlik, çeşitli sanayi ve finans Kapital sektörleri arasındaki
çıkar bağlılığı ve ortaklığını sürdürmeye yardım eder. Varolan araştırmalar
sadece kaynak tahsisatının ana süreçleri üzerindeki denetimin hâlâ önemli
derecede sahipliğine bağlılığını değil, aynı zamanda sahip olan grubun
görülebilir ortak çıkarlarıyla teşhis edilebilir bir kapitalist sınıfı oluşturmaya
164 İrfan Erdoğan

devam ettiğini ortaya koyar. Bu durum, Marx'ın Alman İdeolojisi'ndeki


tanımlamasının hem uygun sorular sormaya, hem de yanıtlar aramaya
başlamak için genel bir çerçeve sağlamaya devam ettiğini gösterir.
Mülkiyet ilişkilerinde denetim neyin üretileceği, nerede üretileceği, nasıl
üretileceği, nereye ve nasıl dağıtılacağı, talebin kontrolü tüketim ve yaratılan
zenginliğin nasıl bölüşüleceği ile ilgili denetimdir. Bu denetim tüm bunları
tanımlama, belirleme ve üretim kaynaklarını harekete geçirme gücünü ve bu
gücün kendini nasıl ürettiğini ifade eder. Bu yolla, genel politika ve strateji
formüle edilir ve denetlenir. Sürdürme, büyüme ve yayılma (birleşmeler, satın
almalar veya yeni pazarlara girme, yatırımın parçalarını ne zaman ve nasıl
satma veya işçilerin işlerine son verme kararları vb) kararları verilir ve
uygulanır. Temel finans politikasının geliştirilmesi, örneğin, yeni payların ne
zaman çıkarılacağı; temel bir ödünç alıp almama, kimden ve hangi koşullarla
ödünç alınacağı belirlenir. Kârların dağıtımı üzerinde denetim uygulanır. Ne
yazık ki, tüm bunlar iletişim alanındaki tartışmalarda bir kenara itilir ve konu,
örneğin, gazete sahibinin gazetecinin işine müdahalesine, yani haberin
içeriğine doğrudan veya dolaylı etkisine indirgenir.
Marx'a göre, üretim araçlarının sahipliği onların ekonomik üretimi kendi
çıkarları doğrultusunda yönetmesini ve "kâr" şeklinde sonuçlanan artı-değerin
büyük kısmını almalarını sağlamıştır. Bununla birlikte, Marx kapitalistlerin
istediklerini yapmada tamamen özgür olmadıklarını belirtmiştir: Kapitalistler,
büyüyle ortaya çıkardığı ruhlar dünyasının güçlerini artık denetleyemeyen
büyücü ile aynı durumdadır. Kâr peşinden koşularak yaratılan ekonomik
sistem periyodik bunalımlar ve kârlılığı tehdit eden toplumsal çatışmalar
üreten öğelere sahiptir. Sonuçta kapitalistlerin etkinlikleri gerçekte kârlılığı
korumaya çalışan tepkilerdir. İletişim kurumlarını kendi çıkarlarını ilerletmek
ve kendi güç ve ayrıcalıklarını pekiştirmek için bir araç olarak kullanırlar. Bu
analiz, kapitalistlerin belli iletişim kurumları içinde çıkarları ardından nasıl
koştukları üzerine eğilir. İkinci temel şekli daha genel bir düzeyde inceleme
yapar ve kültürel endüstrilerin bir bütün olarak kapitalist sınıfın ya da en
azından egemen bir bölümünün ortak çıkarları korumak için işleyiş biçimine
bakar. Marx bunu maddi üretim araçlarını denetleyen sınıfın aynı zamanda
düşünsel üretim araçları üzerinde de denetime sahip oldukları, düşüncelerin
üretim ve dağıtımını belirledikleri ve bu sınıfın düşüncelerinin o dönemin
egemen düşünceleri olduğu şeklinde açıklar. Marx'ın açıkladığı gibi
kapitalistin istediği olabildiğince çok elde etmektir. Bizim yapmamız gereken
kapitalistin gücü, gücün sınırları ve bu sınırların niteliklerini soruşturmaktır.
Eleştirel iletişim anlayışı 165

Tüketim ve üretim bağı ve okuyucu/izleyici


Marx’ın “Siyasal Ekonominin Eleştirisine Bir Katkı” yazısında belirttiği
gibi (1857, ek 1) üretim aynı zamanda tüketimdir ve tüketim aynı zamanda
üretimdir. Her biri aynı anda kendinin karşıtıdır. Üretim tüketimin maddesini
ve tarzını nesnel ve öznel olarak üretir. Üretim aynı anda tüketimi yaratırken
tüketiciyi de yaratır. Üretim tüketimi (a) tüketimin maddesini sunarak, (b)
tüketimin tarzını belirleyerek (c) tüketicide ürünler olarak sunduğu maddeler
için gereksinim yaratarak tüketimi üretir. Dolayısıyla üretim tüketimin
maddesini (amacını), tüketimin tarzını ve tüketmek için isteği üretir. Marx’ın
aynı yapıtta açıkladığı gibi, üretim, dağıtım, değişim ve tüketim tek bir
bütünün halkaları, bir birimin farklı yanlarıdır. Üretim belirleyicidir ve süreç
daima üretimle taze başlar. Değişim ve tüketimin belirleyici öğe olamayacağı
açıktır. Aynı şey ürünlerin dağıtımı anlamında kullanıldığında dağıtım için de
böyledir. Fakat üretim faktörlerinin dağıtımının kendisi üretimin bir
safhasıdır: Farklı üretim tarzı belli tüketim, dağıtım, değişimi ve bunların
birbiriyle ilişkilerini belirler. Dar anlamda üretim, bu diğerleri tarafından
belirlenir. Örneğin, eğer pazar veya değişim alanı genişlerse, üretimin miktarı
artar ve farklılaşır. Üretim dağıtımdaki değişimlerin (örneğin tekelleşme,
nüfusun coğrafik dağılımındaki farklılıklar) sonucu değişir (Erdoğan, 2002a).
Kitle iletişiminin ürün üretiminden, dağıtımı ve tüketimine kadar bütün
aşamalarında farklı tüketimler vardır. Üretim sırasındaki tüketim, üretim
araçlarının ve emeğin kullanımıyla olan tüketimdir. Bu tüketimle iletişimin
ürünü üretilirken, bu üretimi üreten araçların, gereçlerin ve emeğin de
tüketimi, dolayısıyla dinlenmesi, yenilenmesi veya zamanla tümüyle
değişmesi gerekir. Aynı konu dağıtımda da geçerlidir. Kitle iletişiminin
ürettiği ilk ürünün (örneğin gazetenin) tüketimi okuyucular tarafında yapılır.
İkinci ürünün (izleyicinin) tüketimi reklam endüstrisi ile medya endüstrisi
arasındaki ilişkide yapılır. Tüketim kullanımla ve bu kullanıma atfedilen
kullanım değeriyle birlikte olur. Bu kullanımın (tüketimin) doğasından
geçerek üretimin koşulları yeniden-üretilir (dikkat: “kullanımla üretimin
koşullar belirlenir” denmiyor): Kullanımla (tüketimle) üretimin tarzı
belirlenmez. Üretimin doğası (teknolojik yapı) tüketimin belirleyicisidir.
Üretim olmaksızın tüketim olamaz; fakat tüketim olmaksızın, teorik olarak
faydasızlığı nedeniyle üretim olmaz (üretim için tüketicide fayda duygusu ve
düşüncesi yaratılır). Tüketim üretimi iki şekilde üretir: (a) Bir ürün ancak
tüketimden geçerek gerçek ürün olur. (b) Tüketim ürün için gereksinim,
166 İrfan Erdoğan

dolayısıyla neden yaratır. Gereksinim olmaksızın (veya yaratılmaksızın)


üretim olmaz. Okuyucular/izleyiciler medya tüketimlerinden geçerek
yönlendirilen tüketimleriyle, sadece kitle iletişiminin üretiminin
koşullarını/doğasını yeniden-yaratmazlar, aynı zamanda kitle iletişiminden
geçerek doğrudan veya dolaylı çıkar sağlayan bütün örgütlü yapıları da
yeniden-üretirler. Dolayısıyla, kitle iletişiminin izleyicileri ürün tüketimiyle
hem medya firmalarının ekonomik varlığının garantisi olurlar hem de bu
firmaların ekonomik varlığını sağlayan kamu ve özel yapıların ekonomik ve
ekonomik olmayan amaçlarının gerçekleşmesi olasılığını artırırlar. Böylece
okuyucu/izleyici tüketimle fiziksel ve psikolojik olarak kendini yenileme,
rahatlama, dinlenme, eğlenme, doyum sağlama işini (üretimini) yaparken,
aynı zamanda tüketime kadar olan bütün aşamalardaki egemenlik ve
mücadele koşullarının süregelen ve tüketimin doğasıyla yeniden oluşan
doğasını da üretir. Fakat şu asla akıldan çıkarılmamalıdır: İzleyiciler son
ürünün kullanım doğasından gelen üretimin koşulunu yeniden-üretme
ötesinde, üretimin ve dağıtımın ekonomik ve siyasal düzenlenmesi ve üretim
politikalarında kendi istemlerine bağlı planlı bir etkiye sahip değildirler.

DÜŞÜNSELİN ÜRETİMİ: BİLİŞ, İDEOLOJİ VE KÜLTÜR

İnsan, maddi yaşamını üretirken aynı zamanda bu hayatın düşünselini de


(kavramları, düşünceleri, düşünce sistemini, inançlarını) üretir. İnsan yaşam
koşulları üzerinde düşüncesini yansıtır, böylece aktif olarak yaşam koşullarını
değiştirmeye çalışır. “Her acıktığında ağaca çıkıp muzu koparıp yeme”
faaliyeti üzerinde düşüncesini yansıttığı için (faaliyeti üzerinde düşündüğü
için), insan, örneğin ağaçtaki tüm muzları indirir, onları istif eder,
gerektiğinde kendisi için kullanır. Hatta, maymunlardan farklı olarak, insan
diğer insanları muzdan mahrum ederek, onları, örneğin, karınlarını
doyurabilmeleri için ücretli köleliğe mahkum eder. Bu mahkum edişi de
“serbest rekabet” ve “insanın sahip olduğu en büyük özgürlük” olarak sunan
bir düşünsel üretim yapar. Dikkat edilirse, insan yaşamında var olan şeyler
üzerinde düşünür, yaptığı ve düşündüğü üzerinde düşünür. Bu düşünsel
üretim ile, kendi hayatı ve başkalarının hayatını anlamlandırarak düzenlerken,
örneğin, gerçeği ve sahteyi de üretir.
Düşünselin üretimi, aynı zamanda hem materyal ve materyalin üretimi
hem de üretilmiş düşünsel ve düşünselin üretimi üzerine inşa edilir. Böylece,
örneğin, peynir gemileri örgütlü üretim ilişkileri içinde insan emeği ile
Eleştirel iletişim anlayışı 167

yürütülürken ve bu yürütme işi düşüncelerle açıklanır. kullanılırken, gemileri


düşüncelerin yürüttüğü söylenir.
Marksist yaklaşım, her yaklaşımın yaptığı gibi “düşünsel” üzerinde de
hem kuramsal olarak durur ve kuramsal açıklamalar getirir hem de
araştırmalar yapar. Düşünsel ürün ve düşünselin üretimiyle ilişkili Marksist
yaklaşım üzerinde Marksist siyasal ekonomide olduğu gibi, tek bir yaklaşım
tarzı yoktur, onun yerine Marksist ve Marksist yönelimli/etkili yaklaşımlar
vardır. Düşünsel ürünü ve üretimi “ideoloji” içine yerleştirmek, ancak
ideolojiyi “düşünce sistemi” “düşünce bilimi” olarak tanımlarsak mümkün
olabilir. Dolayısıyla, sadece düşünselin üretimi siyasal ekonomi içinde ele
alınabilir; fakat düşünsel ürünün doğasının incelenmesine gelindiğinde,
siyasal ekonomi ürünün düşünsel içeriğinin karakterini üretim tarzı ve
ilişkileri bağlamı ötesinde ele alıp ayrıntılı olarak incelemediği için, örtüşen
ve örtüşmeyen yanlarıyla oldukça zengin “Marksist” incelemeler vardır. Bu
incelemelerin hemen hepsi “sınıf bilinci, ideoloji ve düşünceler” üzerinde
durur.
Üretim tarzı ve ilişkilerinden geçerek insanın maddi yaşamı üretilir.
Maddi yaşamın üretimiyle birlikte, maddi yaşamın ve maddi yaşamla ilişkili
üretim biçimi ve ilişkilerinin de bilinci üretilir. Asla, hangisinin önce geldiği
sorusuna saplanmamak gerekir: İnsan yaşamak zorundadır ve bu da ancak
maddi hayatın sürekli üretimiyle mümkündür. Maddi hayatını üreten insan bu
üretimi, kendi ve dışı üzerinde düşünebildiği, faaliyetleri ve durumu üzerinde
düşüncelerini yansıtabildiği için yapabilmektedir. Dolayısıyla, insan
gereksinimler hisseden, bu hissettiği gereksinimlere göre faaliyetlerde
bulunan ve bu gereksinimi ve faaliyetleri ve sonuçları üzerinde düşünen,
dolayısıyla materyal ve düşünsel hayatını birlikte üreten bir yapıya sahiptir.
İnsan düşünemezse, üretim yapamaz, üretim yapamazsa, yaşayamaz. İnsan
faaliyeti ve ürettiği üzerine düşüncesini yansıtamazsa, tarih ve kültür
yaratamaz: On binlerce yıldır maymunun yaptığını yapardı. İnsan yaptığını
adlandırmalı ve anlamlandırmalıdır ki yaptığını yapma ve gereksinimini
açıklama ve karşılama etkinliği ve bu etkinliğin bilincine varsın.
İnsanın yaşamını üretmesi için gerekli faaliyetleri yapmasında, kaçınılmaz
olarak, kendi-kendisiyle ve dışıyla iletişimde bulunmasına, dolayısıyla karar
vermelere, yapmalara ve anlamlandırmalara ek olarak, özellikle kapitalist
düzende, bilinç üretiminin de üretimi planlı ve örgütlü olarak yapılır. Kitle
iletişimi, reklam ve moda gibi endüstriler, belli davranış kalıplarına uygun
bilinç üreten endüstrilerdir. Fakat bilinç üretimi sadece bu endüstrilerle sınırlı
168 İrfan Erdoğan

değildir. Althusser’in devletin ideolojik aygıtları olarak nitelediği eğitim


kurumları, baskı aygıtları olarak nitelediği yasal sistem (özellikle polis
kurumları) ve ordu günlük rutinleşmiş pratik içinde bilinç üretimi yapılan
örgütlü yerlerdir. Bilinç yönetiminin en planlı ve kasıtlı olanı, üniversitelerde,
devlet içinde ve dışında özel olarak kurulan, devletin ve özel vakıfların fon
desteğiyle yaşayan, isimlerinin başında, ortasında veya sonunda eğitim, okul,
özgürlük, insanlık, hak, demokrasi gibi kavramlar olan eğitim, araştırma ve
geliştirme kurumlarıdır, örgütleridir, şirketleridir.
Emtia ve bilinç üretimi sistemlerinin kuruluş ve çalışma biçimlerinin
incelenmesi, ürün biçimlenmesi ve dağıtımının özelliklerinin araştırılması
belli bir sistemin belli yer ve zamandaki (ve o zamana kadar getirdiği ve
geliştirdiği) bir üretim ve ilişkiler gerçeğinin doğasını anlamamıza yardım
eder. Bu ürünün öncelikle incelenmesi gereken asıl içeriği budur. Çünkü bu
bilinç yönetimi amaçlı bir bilinç yönetiminin üretim ve ilişki yapısının insan
gerçeğini anlatır.
Düşünselin üretimiyle ve düşünselin üretiminin amaçları ve sonuçlarıyla
ilgili düşünmek ve araştırma yapmak elbette önemlidir. Bilinç yönetimi için
yaratılmış bir ürünün (örneğin Huntington’un son kitaplarının) sembollerle
söylediğinin elbette incelenmesi gerekir. Bu inceleme, sadece sembollerle
üretime, dağıtıma, değişime, tüketime ve ürüne yüklenen yükün doğasını
anlamaya ve açıklamaya çalışır. Bu açıklama, ürünün ve sembolsel içeriğinin
içinden çıktığı örgütlü üretim gerçeğiyle ilişkilendirilmeyi gerektirir, eğer
insan gerçeğini doğru yakalamak istiyorsak. Bir bilinç yönetimi ürününün
içeriğinin (egemen kodlamanın) önemsiz olduğunu, önemli olanın insanların
bu içeriği alımlamasının doğası olduğunu öne sürmek oldukça anlamlıdır.
Fakat bunun, gerçeği açıklamadaki geçerliliği ancak, alımlamanın “kendi
tarihini yapan aktif öznenin, bu tarihi ancak kendini içinde bulduğu koşullarda
yapar” gerçeğiyle, egemenliğin sürekli olarak biliş ve davranışları amaçlı
olarak yeniden üretme işi olduğuyla ve bu işin günümüzde aktif bir şekilde
yapıldığıyla ilişkilendirilerek değerlendirilmesine bağlıdır. Bu gerçekle
ilişkilendirilmeyen “alımlama” veya “izleyici” araştırması, açıklamaktan çok
yaratılmış egemen mitlere ve hurafelere yeni eklemeler ötesine geçemez; daha
kötüsü egemen yapının düşünselinin yeniden üretimine katkıda bulunur.
Örneğin, alımlama çözümlemesi yaparak tüketim demokrasisinden, televizyon
önünde mücadeleden veya “semiotik demokrasiden” bahsetmek böyledir.
Eleştirel iletişim anlayışı 169

Kitle iletişimi, ürünü, aynı zamanda, ideolojik-kültürel olan bir ekonomik


örgütlü faaliyettir. Ürün olarak sunduğu şeyler (programlar, haber, eğlence
vb) ve bu sunumuyla kendine çektiği izleyicilerin niceliği ve niteliği kitle
iletişimi örgütünün “emtiası” olduğu için, kaçınılmaz olarak, sadece bu
emtianın üretimindeki ve dağıtımındaki biçim ve ilişkiler, kullanım ve
değişim değerinin yaratılması değil, aynı zamanda iki tür bitmiş ürünün de
incelenmesi gerekir: Birincisi, mesaj denilen sembollerle şifrelenmiş bitmiş-
ürünün ideolojik karakterinin incelenmesidir. İkincisi ise izleyici denilen
“sürekli biçimlendirilme süreçleri içinde olan” ve bitmiş-ürünü kullanan
insan-ürünün bilinç yönetimi ve mücadele bağlamında incelenmesidir. Bu tür
incelemeler günümüzde eleştirel kültürel incelemeler adıyla yapılmaktadır.
Fakat bunların bazılarının ne denli eleştirel olduğu ve özellikle hangi ideolojik
yapıyı destekleyen bir eleştirellik getirdiğine çok dikkat etmek gerekir.
Eleştirel olarak ileri sürülen kültürel incelemelerin önemli bir kısmı (örneğin
post-yapısalcılar) aslında Karl Marx’ı ve Marksist siyasal ekonominin
ölümünü ilan eden bir eleştirel karaktere sahiptir. Dolayısıyla, kültürel
incelemelerin önemli bir kısmının eleştirelliği Marksizm’e karşı yöneltilmiş
bir eleştirelliktir. Böylece, bu tür kültürel incelemeler kendilerine egemen
yapılar içinde kendileri ve sistem için tehlikesiz ve fonksiyonel yer
kurmuşlardır. Popüler olmalarının nedeni tutarlılığı reddeden tutarlılıklarından
veya tutarsızlıklarından değil, neyin kadınımsı ve neyin erkeğimsi olduğunu
ayırt edemeyen veya etmeyi seksist bulan, görünümsel ve bilişsel
belirginsizlikten, erkek ve kadını kesin çizgilerle ayıran belirginliğe kadar her
şeyi sömüren bir pazar ortamında, ruhani bir şekilde anlaşılmaz, bukalemun
gibi renkli ve Mesih olduğunu ilan eden milletvekili gibi delicesine ilgi çekici
görünümlerindendir. Aslında, insanın kendini ve toplumunu üretmesi
sırasında, bu üretmenin nasıl yapıldığına (ve nasıl yapılmadığına) bağlı olarak
üretilen bilinç ve kendini içinde bulduğu koşullara reaksiyon gösteren insanın
iki ayrı şeyi yaşamadığının anlaşılması gerekir: Kendini her gün örgütlü
yapılardaki egemenlikler ve mücadeleler içinde üreten ve her gün örgütlü
yapılar içindeki egemenlikler ve mücadelelerle üretilen insan, fiziksel
varlığının gereksinimi olan materyalliği ve örgütsel yapıları üretirken, aynı
zamanda bu varlığın (kendinin) ve yapının materyalliğini anlatan düşünseli de
üretir. Fiziksel kendini ve örgütsel sosyali üretirken, aynı zamanda, kendinin
ve sosyalin neliğini, nasıllığını, nedenliğini, neredenliğini, nereyeliğini
(popüler deyimle geçmişi, şimdisi ve geleceğiyle “kimliğini” ve diğer
kimlikleri) de üretir.
170 İrfan Erdoğan

Bu insan gerçeği bağlamında, kültürelci yaklaşımlar kendilerini


“ekonomizm” veya “ekonomik indirgemecilik” diye uydurdukları “öcüden”
azat etmişler, kendilerini insanın materyal gerçeğinden ayırarak metafizik ve
mikro-seviyedeki kendi yarattıkları anlaşılmaz çıkmaza sokmuşlardır.
Böylece, kültürelci indirgemecilik denebilecek bir tutarsızlıklar çokluğuna
saplanmışlardır: Hiç bir şeyi açıklayamayan bir kuramsız kuram veya
yaklaşım, bilimsellikten yoksundur. İnsanın aynı zamanda hem materyali hem
de bu materyalin anlatımını üretmesi, kaçınılmaz olarak incelemede ya ikisini
birden alma veya inceleme amacıyla ayırt ederek ele alma alternatiflerini
ortaya çıkarmaktadır. Her ikisi ayrı ayrı ele alınıp incelendiğinde, özellikle
kültürel yaklaşımların siyasal ekonomiyle kendilerini tamamlayıcı bir köprü
kurması gereği ön plana çıkmaktadır. Aksi takdirde, sorunlarına çözüm
bulmak için, “sonsuz semiosis, intertextuality, decentered-self” vb yamalarla
çıkmaza, çözüm yerine daha çok belirginsizliğe ve bilimsellikten uzak, belli
çıkarları gerçekleştiren fonksiyonel anlamsızlığa gömülme ortaya çıkar.

Düşünceler ve materyal ilişkiler yapısı


Düşüncelerin ve görüşlerin üretilmesi bağımsız bir şekilde, kendiliğinden,
insanın iradesinden bağımsız olarak oluşmaz. Düşünceler maddi etkinliklere,
gerçek yaşam süreçlerine ve pratiğine, insan ilişkilerine bağlıdır. Düşünceler
bir şeyler ve birileri içindir; bir şeyler ve birileri hakkındadır. Düşünceler
hakkındaki düşünceler bile insan yaşamıyla ilişkilidir. Düşünce iletim ve
üretim kurumlarının hem kendileri hem de ürettikleri örgütlü yaşamdan ve
yaşamın materyal ve materyal olmayan ifadelerinden bağımsız değildir.
Düşünen insan örgütlü güç yapıları ve ilişkileri içinde yaşayan insandır.
Dolayısıyla, düşüncesi materyal ilişkiler yapısından bağımsız değildir; aynı
zamanda o materyal ilişkiler yapısını da değiştirme gücünden yoksun
bırakılmıştır. Özgürlük ve bağımsızlık taslayan bir gazeteciyi düşünün: Onun
sattığı özgürlük ve bağımsızlık bağlı olduğu firmanın çıkar ve mülkiyet
ilişkileriyle belirlenen özgürlük ve bağımsızlıktır. Bu çerçeveye aykırı olan
“özgür düşüncenin” ifadesi risklidir: Gazeteci egemen olan düşünsel üretim
pratikleri ve doğasını kendi farklı “düşüncesini ifade ederek” farklı
“praksisle” değiştiremez. Bu lüks ona verilmemiştir. Dolayısıyla, yoksun
bırakılmış sınıflar için risk alıp mücadele koşulu yaratılmıştır.
Eleştirel iletişim anlayışı 171

Küresel bilinç ve biliş işleme


Teknolojiyi üreten ve ürünlerini dağıtanların üstünlüğü kaçınılmaz olarak
hem kendine işlevsel bilinçler hem de karşıtlıklar yaratmaktadır. Bu sonuç
tesadüfi değildir. Kendiliğinden olur, fakat kendiliğinden olması evrensel
değil, kurulan ilişkinin doğasından gelmektedir. Aynı zamanda bilinçli olarak
yapılmaktadır. Bu bilinçlilik hem iletişim stratejilerinin planlı bir parçasıdır
hem de yaptığıyla kendini yaratan insanın kendini-yeniden işçi, memur,
programcı, yazar, film yapımcısı, gazeteci vs olarak üretmesiyle gelen
bilinçliliktir. Post-modernizm, post-pozitivizm, globalleşme ve karşılıklı
bağımlılık bu bilinçlilikle sıkı sıkıya bağlıdır. Bu bilinçle bir zamanlar
modernleşme ile eritilmek istenen “kültürler ve kültürel yerellikler” sonradan
korunması ve güçlenmesi gereken “unutulan yerel kimlikler” olarak yeniden
keşfedilir. Din, dil, ırk, renk, cinsiyet gibi ne denli “böl ve yönet” politikaları
için işlevsel faktörler varsa bu “koruma” içine yerleştirilir. Yereli daha
düzenli, ucuz ve sürekli bir şekilde sömürme politikaları “yerel kimlikler
politikası” adıyla yüceltilir. Dünyanın yerel çokluklar ve çoğulculuk içinde
demokratikleşip globalleştiği söylenir. Yerellik ve yereli koruma kapitalist
bilinç yönetiminin en karmaşık yapılandırmalarından biridir. Bu yapı aslında
(1) kontrolü kolay yerel yönetimlerin kurulmasını ve (2) yerel kimliklerin
yanına, içine ve üzerine global kapitalist pazarın tüketici kimliklerini koyarak
heterojenlik hayaliyle kendini kandıran homojen bir kültür yaratmayı amaçlar.
Kitle iletişim araçlarının yaygınlığı ve özelleştirilmesi bu amaca ulaşmada
hayati öneme sahiptir. Kitle iletişimi oldukça karmaşık endüstriyel çıkarların
ve güçlerin birbiriyle ittifakta ve yarışta olduğu bir ulusal ve uluslararası
çevrenin parçasıdır. Anlaşılması ancak bu çevre içinde incelenerek
mümkündür.
Eleştirel yaklaşımlar 1970'lerden beri iletişimin önem kazanan yeni bir
yanına, uluslararası alana eğilmeye başladılar. Pozitivist okul uluslararası
ilişkileri olumlu bir gözle herkesin kalkınma çabası içine sokarken, Marksist
yönelimli görüşler ve incelemeler bu süreci sömürü ve neo-emperyalist, neo-
kolonici, kültürel emperyalizm ve medya emperyalizmi gibi tanımlamalar
içinde anlamlandırmışlardır. Bu yaklaşımlar ve araştırmalar doğrudan
kolonicilikten yeni koloniciliğe geçişi ve bu geçişteki siyasal ve ekonomik
yapı transferi, bu transferde gerekli olan teknolojik ve profesyonel
ideolojilerin transferi üzerinde dururlar. Uluslararası iletişimde ulusların
iletişim sistemlerinin bu tür etkilenmesi ve biçimlendirilmesi yanında,
172 İrfan Erdoğan

uluslararası iletişim örgütlerinin faaliyetleri ve bu faaliyetlerin ekonomik,


kalkınma ve ideolojik anlamları üzerinde durulur. Kültür emperyalizmi ve
kültürel egemenlik üzerinde duran yaklaşımlar, ürün transferi ve profesyonel
ideolojilerin gittikleri ülkelerin sosyal bilinci ve kültürüne yaptığı
biçimlendirmeler, yeniden biçimlendirmeler ve egemenlik kurması üzerinde
çalışırlar.

Sahte bilinç ve egemen düşünceler


Varoşlarda yaşayanların herhangi bir işçi partisine oy vermemesi, onun
yerine kendilerini sömürenlerin çıkarlarını temsil eden sağ partilere oy
vermesi, sahte-bilinç tanımlaması içine girer: Sahte-bilinç, en basit şekliyle,
ideolojik süreçlerden geçerek materyal gerçeklerle onun düşünsel anlatımları
arasında yanıltıcı bağ kurmayı anlatır.
İnsanlar kendi yaşam ve üretim ilişkilerinin sahte bilincine nasıl sahip
olabilirler? İnsan kültürünün antropolojik anlamda yayıldığı araç olan dil, aynı
zamanda bu kültürün çarpıtıldığı araç olur mu? İnsanların hesaplar ve
açıklamalar oluşturduğu, dünyalarının farkına vardığı ve onu anladığı bu araç,
özgürleştirme yerine aynı zamanda bağlar ve engeller mi? Düşünce insanların
gerçek durumlarını açıklığa kavuşturma yerine nasıl saklayabilir? Kısaca,
ideolojide kendi bilinç ve düşüncelerinin üreticisi olan insanların durumlarının
tersine görünmesini nasıl açıklayabiliriz?
Bunun nedeni Alman İdeolojisi'nde Marx tarafından belirtilmiştir: Çünkü
bu insanlar kendi üretim güçlerinin gelişmesi ve bu gelişmeye uyumlu ilişkiler
tarafından koşullandırılmıştır. Çünkü insanlar altında yaşadıkları ve ürettikleri
belli koşullar tarafından "merkezden ayrılmışlardır" ve kendilerinin
yapmadıkları ve elde olmadan girdikleri durumlar ve koşullara bağlıdırlar,
kendi etkinliklerinin ortak "yazarları" (yapıcısı, kurucusu, yaratıcısı)
olamazlar. Pratikleri doğrudan doğruya kendi amaçları ve niyetlerini
anlayamaz. Dolayısıyla, insanın dünyasına anlam verdiği nesnel durumlarını
öznel olarak denedikleri, "kim ve ne" olduklarının bilincine vardıkları koşullar
onların kendi elinde değildir ve sonuç olarak, şeffafça kendi durumlarını
yansıtmayacaktır. Marx’a göre, genişleyen maddi üretimin dayandığı
işbölümünün ilerlemesiyle, düşünsel ve elle yapılan ayrımı ortaya çıkar. Her
biri farklı alanlarda, farklı pratik ve örgütlerde, farklı toplumsal tabakada
yerine yerleşir. Düşünsel iş kendi maddi ve toplumsal temelinden tamamen
özerk olarak görünür ve mutlak bir alana, kendini gerçekten kurtarmaya atılır.
Fakat, aynı zamanda kapitalist üretimin koşulları altında düşünsel işin araçları
Eleştirel iletişim anlayışı 173

egemen sınıflar tarafından tutulur. Bu nedenle, ideoloji herhangi bir kapitalist


toplumsal biçimin sadece basit bir düzeyi değildir; üretilen egemenlik ve
mücadeleyle ilişkilidir: Yönetici maddi güç aynı zamanda yönetici entelektüel
güçtür; düşünsel üretim araçları üzerinde denetime sahiptir; dolayısıyla, genel
olarak düşünsel üretim araçlarına sahip olmayanların düşünceleri egemen
düşüncelere bağlıdır; egemen düşünceler egemen maddi ilişkilerin ideal
(=düşünce şeklindeki) ifadelerinden başka bir şey değildir.

İdeoloji, sınıf ve kitle iletişimi


Marx ideolojileri belli bir toplumsal bilinç biçimi olarak tanımlar. İdeoloji
yasal ve siyasal ilişkilerle birlikte üstyapıyı meydana getirir. Bu üstyapı
üretim ilişkileri tarafından belirlenen "gerçek temel" üzerinde kurulmuştur ve
bu temele tekabül eder. Gerçi “tekabül etme” aynen yansıtan belirleyici bir
ilişkiyi zorunlu kılmaz, fakat "gerçek temel" üzerinde kurulması bu üstyapının
üretim biçimi ve ilişkilerinden çıkıp geldiğini anlatır. Marx, özellikle
Grundrisse'de ideolojilerin kendi görece bağımsızlığı, kendilerine özgü farklı
özellikleri olduğunu, dolayısıyla "tabana" bağımlılığını karmaşık ve dolaylı
bir bağımlılık olduğunu belirtir.
İdeoloji sadece düşünceler veya temsiller sistemi değildir; her şeyin
ötesinde ve üstünde toplumsal pratikler setidir (yani birbirine bağlı bir bütün
oluşturan parçalar bütünüdür). Böyle olunca, gazeteciliğin ideolojisi sadece
nesnellik, basın özgürlüğü, halkoyu, iletişim bilimi hakkındaki düşünceleri
değil, aynı zamanda gazeteciliği düşünmenin ve gerçekleştirmenin tek yolu
olarak kuran pek çok pratikleri kapsar.
Eğer her kapitalist toplumda bir burjuva kültürü, bir egemen ideoloji
varsa, demokratik ve sosyalist kültürün elemanları da vardır. Dolayısıyla,
ideolojinin analizi egemen ideoloji alanına hapsedilemez. Çünkü eğer egemen
bir ideoloji varsa, aynı zamanda egemenlik altında olan, mücadele veren bir
ideoloji veya ideolojiler de vardır.
Marx egemen sınıfın egemen düşüncelerinden ve bu düşüncelerin zihinsel
üretim yoluyla zihinsel üretim araçlarına sahip olmayanlara olan ilişkisinden
söz ettiğinde, sınıflar arası ilişkide düşünce, düşünce üretimi, tüketimi ve
alışverişini açıklar.
Kitle iletişimi açısından, bu bağlamda belli inceleme konuları ortaya
çıkar:
174 İrfan Erdoğan

Birincisi, düşünsel üretim araçları olarak kitle iletişim araçlarının sınıfsal


sistem içindeki yerinin saptanmasıdır. Bu da, bu araçların mülkiyet yapısı ve
egemen sınıfların bu araçların işleyişi üzerindeki denetleme biçimlerinin
incelenmesini gerektirir.
İkincisi, kitle iletişim araçlarının düşüncelerin (ideolojinin) üretime
ürettikleriyle nasıl katkıda bulunduğunun incelenmesi ve açıklanmasıdır.
Genellikle burada incelemeler kitle iletişim araçlarının işleyiş ve üretim
yöntemleri, profesyonelleşme, içeriğin nasıl biçimlendirildiği ve nelerle
doldurulduğu gibi ideolojik pratiğin yapısı, biçimi ve nasıl çalıştığı üzerinde
durur.
Üçüncüsü, egemen üretim ilişkileri içinde alternatif, karşıt, devrimci
iletişim biçimlerinin ve ilişkilerinin oluşumu ve gelişimini araştırır.
Dördüncüsü, kitle iletişim sisteminin, bu sistemin varlığına izin veren
genel yapının makro bakımdan incelenmesidir.
Eleştirel yaklaşımı toplumla ilgilenmedeki bir pratiğin parçası odluyla
yetinmeyen incelemeciler için, eleştirel incelemenin amacı, kitle iletişimi
hakkında karşıt iletişim sistemlerinin üretiminde kullanılabilecek, egemen
ideolojinin etkilerini karşılığı ile denkleştirebilecek ve ezilen toplumsal
kesimler ve sınıflar içinde devrimci bilincin şekillenmesine katkıda
bulunabilecek bilgi elde etmektir. (Bu işi, farklı amaçlarla aslında, en başarılı
bir şekilde pazarlamacılar yapmaktadır).
Dikkat edilirse, düşünceler, fikir, bilinç ve ideoloji anlayışından hareket
ederek yapılan Marksist incelemeler, örneğin, iletişim yapısının ideolojisi ve
ideolojik pratikleri; bu pratiklerin toplumsal yapı içindeki anlamları; medya-
profesyonelliği ve ideolojisi; iletişim ürününün ideolojik içeriği; egemen
kültür ve anlayış ve bunların iletişimdeki yeri; kültürel/ideolojik egemenlik ve
emperyalizm; kitle iletişim araçlarının egemen ideolojik pratiklerin içinde
aldığı yer; ideolojinin kültürel, siyasal ve iletişim etkinliklerinde tuttuğu yer;
kitle iletişim araçlarının ideolojik propaganda için kullanılmaları; haberin,
eğlencenin, basının kültürel ve ideolojik yapısı ve bunun toplumsal yaşamdaki
anlamları; yerel-kültürel pratiklerin egemen ve dış kültürel ürünlerin egemen
baskısıyla düştükleri durum; yabancılaşma ve bilinç yönetiminde kitle
iletişiminin yeri; uluslararası ideolojik egemenliğin iletişim ürünlerinin
biçimleriyle, içerikleriyle ve eklemlenmiş değerleriyle taşınması; direniş ve
direnişin düşünsel yapısı; işçi sınıfı bilinci ve medya içeriğinin ideolojisi gibi
konular üzerinde dururlar.
Eleştirel iletişim anlayışı 175

İdeolojinin egemen düzendeki işlevleri


İdeolojiden geçerek egemen düzenin desteklenmesi oldukça çeşitli ve
çoğulcu biçimlerde olmaktadır.
İlk işlev maskeleme ve yerinden etmedir. Egemen kültür ideolojisi,
sistemin sınıfa dayanan sömürgen temelini ve doğasını maskeler. Eğer
ideolojik işaretler örtme niteliğine sahip olmasaydı, gerçeğin anlamını
saptama ve nesnelliğini tanımlamada getirilen gizemleştirmeyi açığa çıkarırdı.
İdeolojik sürecin çalışma biçimi (modis operandi) gerçek itici güçlerin
unutulmasını, halkın varolan toplumsal düzenin kökenini görmemesini ve
doğal düzen gibi yaşamalarının sağlanmasını içerir. Böylece, bütün toplumsal
örgütlerin ve kurumların toplumsal baskı araçları olduğu gerçeği ortadan
kaldırılır. Yaratılan mit toplumsal olgunun kendi gerçeğini boşaltır ve sistemi
haklı gösterir. Olguları tarihsel anlamlarından kopartır ve "eşyanın doğasına"
katar. Böylece, mit gerçeği evcilleştirir ve sistem tarafından dayatılan sahte
gerçeğin çıkarı için eklemler.
İkinci etkisi parçalama veya ayırmadır: Devletin farklı alanlarının birliği
"güçlerin ayrılığı" kuramı içinde dağıtılır. İşçi sınıfının ortak çıkarları bu
sınıfın farklı tabakaları arasındaki içsel muhalefet biçiminde parçalanır
(kaliteli işçi, kalitesiz işçi; tarım işçisi, endüstri işçisi; elini, dilini, beynini
kullanan işçiler; özel sektör işçisi, büro işçisi, kamu sektörü işçisi, memurlar
vs). Ortak yaratılan değer bireysel ve özel olarak alınır. Üreticilerin
gereksinimleri, tüketicilerin "istekleri" olarak sunulur. İnsanlar birbirine
düşman gruplar haline getirilebilir.
Üçüncü ideolojik etki hayali bir birlik veya uyum empoze ederek, gerçek
yerine hayali ilişkileri koymaktır. Bu, bireyi, grupları, çeşitli ideolojik
bütünlükleri (dernek, ulus, halkoyu, genel çıkar, popüler istek, toplum, vs)
yeniden oluşturmayı içerir. Bu düzeyde birlikler tekrardan, fakat bu sefer sınıf
ilişkileri düzeyine ve ekonomik çelişkileri maskeleyen ve yerinden eden,
düşmanca olmayan bütünlükler olarak sunan bir biçim üretilir. Önce bütün,
sınıf parçalanır, bireyselliğe indirgenir, sonra farklı bir biçimde, farklı anlam
verecek bir şekilde yeniden birleştirilir.
İdeolojilerin temsiller sistemi olarak, kişilerin yaşadığı deneylerden
ayrılamaz olduğunu söylemek, aynı zamanda kişilerin alışkanlıklarını,
zevklerini ve reflekslerini kapladığını söylemektir. Bunun anlamı halkın
büyük çoğunluğunun bu temsillerin temellerinin asla bilinçlerinde
görünmeden yaşamaları demektir. Bu toplumsal doğa olarak yaşanan ve
176 İrfan Erdoğan

yaşamın tümüne nüfuz eden bir üretim biçiminin kabul ettiği bir durumun
sorusudur. İnsanların farklı anlama gelecek ileti çözümlemesini kabul etme
olasılığı çok azdır. Çünkü bir tarafta kendilerinin "doğal, günlük" yorumları
ve öbür tarafta bu doğal, normal yoruma zıt bir yorum vardır.

İdeolojinin sonu ve teknolojinin yansızlığı


Son zamanlarda moda olan pazar çıkarı için işlevsel bir bilinç yönetimi
faaliyeti de “ideolojilerin son bulduğudur.” Bunun en belirgin ifadelerinden
biri, insanların bilişlerini her gün sunduklarıyla (bol çıplak kadın resmi, güzel
insan olarak nitelenenlerin yaşamlarının promosyonu, popüler yapılan insan
tiplerinin nerede kiminle ne yaptıkları, duygu sömürüsü, falcılık, bol bireysel
tüketim ürünlerinin reklamı ve aptalca tüketimin promosyonu, bütünleştirme
adına yapılan ırkçılık, kadın hakları adına yapılan cinsel ayrımcılık, bol spor
ve bulmacayla oyalamayla) yapılan biliş ve davranış yönetimini en görünür
şekilde yapan Hürriyet gibi gazetelerin “ideolojisiz” olarak nitelenmesidir.
Dikkat edilirse, küresel pazara ait her ürün, her düşünce ve her ilişki
ideolojisiz (normal, evrensel, doğru) olarak nitelenmektedir. Bu evrensellik,
normallik ve doğrulukta, Coca Cola içen herhangi bir ideolojiyle
ilişkilendirilmezken, Cola Turka teolojik ideolojiyle ilişkilendirilmektedir.
Blue jean giyen, üzerinde Amerikan firmalarının isimleri yazan, çok az kişinin
anladığı İngilizce sloganların yazıldığı giysilerle dolaşma, ideolojisiz,
dolayısıyla normal olarak nitelenirken, siyasal bir ifade olarak nitelenmezken;
türban giyme tehlikeli, istenmeyen, kötü ideolojik ve siyasal ifade olarak
nitelenmektedir. Bu durum düşünsel yapıların (ideolojilerin) materyal düzen
ve ilişkisel yapılarla ne denli iç içe ve bütünleşik olduğunu da gösterir.
Burjuva demokrasisinin New York Times türü liberal toplum anlayışını sunan
Cumhuriyet gazetesini “solcu” ve hatta “bölücü ve tehlikeli” ideolojiye sahip
olduğunu sandıran/düşündüren gerizekalılaştırmanın ideolojisi, aynı burjuva
siyasal ve ekonomik pazarının işlediği biliş (ideolojik) tarzlardan biridir.
Aynı ideolojik tarz toplumda işine geldiğinde veya gelmediğinde
teknolojiyi yansız olarak, şahane şeyler yapıyor olarak sunar. Ama bu sırada
kimin ve ne için şahane şeyler yaptığını ve kimden ne alıp kime ne verdiğini
söylemez. İnternet denen en modern ticari pazarlama ve alışveriş aracı
demokratikleştiren araç olarak sunulur, ama hiç kimse demokratikleştirme
yaşamaz, deneyimlemez, siyasal kararlara internetten geçerek etkide
bulunamaz.
Eleştirel iletişim anlayışı 177

Ticari reklam ve ilişki yanında, büyük çoğunlukla sürekli oyun, chat ve


vekaleten ve gerçek cinsel ilişki kurma aracı olarak kullanılan internet ve
benzeri teknolojiler ideolojilerin son bulduğu, nesnel ve yansız olarak sunulur:
Televizyonu ve gazeteyi sen nasıl kullanırsan, o şekli alır. Çok doğru ama, sen
kullanıyorsun, sen biçimlendirmiyorsun. Sen birilerinin ideolojik ve materyal
çıkarlarına uygun bir şekilde biçimlendirilmiş televizyon ve gazeteyi
kullanıyorsun. Bu televizyon ve gazeteler nasıl yansız, nesnel ve ideolojisiz
olabilir ki? Tekelci kapitalist ekonomik sistemin ve siyasal sistemin
çerçevelediği doğrular ve yanlışlar dünyasında üretim yapanlar hiçbir eski
veya yeni teknolojiyi toplumun çıkarı için uygulayamazlar. Eğer belli ölçüde
toplumsal fayda varsa, bu fayda ancak kapitalist amaca uygun olarak
biçimlendirilmiş olan ve çoğu kez belli ödeme gerektiren kullanım ve
tüketime ait olan toplumsal faydadır.
Bir şeyleri ideolojisiz ve yansız olarak sunmak ve diğer şeyleri ideolojik
propaganda ve kötü olarak nitelemek, o toplumdaki egemen materyal ve bu
materyali besleyen düşünsel çıkarların kendisinin meşruluğunu ilan etmesi ve
korumasıdır.
Materyal ve ideolojik egemenliğin teknolojisi ve bu teknolojinin kullanılış
biçimi sosyal iletişimin alt-yapısını etkiler. Kapitalizmin kültür teknolojisi ve
politikası kapitalist yapıların ifadesidir. Bu yapılar da belli kapitalist üretim ve
sosyal ilişki biçimleri tarafından şekillendirilmiştir. Emperyalist kültürün
teknolojisi az gelişmiş ülkelerde, gelişmiş ülkelerde de olduğu gibi, yeni bir
toplum yaratma yerine var olan sistem içinde, var olan sistemin yetiştirdiği
profesyoneller tarafından kullanılarak, var olan sisteme hizmet eder. Çoğu
kez, sosyal gücün örgütlenmesinde ve paylaşılmasındaki değişikliklere
katkıda bulunur.

Kitle iletişimi ve egemen pratikler bağı


Kitle iletişimi egemen materyal ve ideolojik pratikleri destekler ve
yeniden üretir. Kitle iletişim araçlarının çağdaş biçimleri ilk kez 18. yüzyılda
İngiltere'nin tarımsal kapitalist topluma dönüşmesiyle birlikte çıktı. İlk kez
orada “sanat ürünü” bir mal oldu. Pazar ilişkilerinde kültür kurumları da
görünmeye başladı. Kitaplar, gazeteler, dergiler, kitapçılar ve kütüphaneler;
eleştiri ve eleştirmenler; gazeteciler ve yazarlar; en çok satılan kitaplar (best
sellers) çıktı. Burjuva sınıfının yükselişi yeni kitle iletişim araçlarını birlikte
getirdi. Çünkü iletişim araçlarının gelişimi tarımsal kapitalist ve sınai kent
kapitalizmi dönemlerinde izlenebilir. İleri tekelci kapitalizm diye adlandırılan
178 İrfan Erdoğan

dönemde çağdaş kitle iletişim araçları büyük ölçüde gelişti, çoğaldı. Kültürün
üretimi ve dağıtımında önde gelen araçlar ve kanallar haline geldi. Daha
sonraki gelişme evresinde, kitle iletişim araçları çağdaş iş ve üretim sürecinin
kalbine girdi ve sistemin öteki ekonomik ve teknik parçaları gibi geniş çapta
kitle örgütlerinden biri oldu.
Toplumsal bilmenin ve bilincin üretim ve tüketimi bu çağdaş araçların
aracılığına bağlıdır. Bu araçlar yoğun bir şekilde kültürel ve ideolojik alanı
sömürgeleştirmiştir. Kitle iletişim araçlarının görevi “toplumsal bilginin”
(bilincin ve ideolojinin) oluşturulması ve tutulmasıdır. Seçilip verilen
toplumsal bilgiler yoluyla insanlar kendi dünyasını, dış dünyaları, kendi
gerçeklerini ve başkalarının yaşadıkları gerçekleri öğrenir ve böylece titizlikle
paketlenmiş bir bütünlüğü kavrar.
Sermaye ve üretim koşulları altındaki toplum daha karmaşık ve çok
boyutlu, şekil bakımından daha da çoğulcu olarak biçimlenir. Bölgeler,
sınıflar, alt sınıflar, kültürler, alt kültürler, mahalleler, topluluklar, çıkar
grupları içinde yaşam kalıpları sersemletici karmaşıklıkla düzenlenir ve
yeniden düzenlenir. Bu, bilişsel, kültürel, siyasal ve ekonomik anlamda böl ve
yönet politikası, çoğulculuk, toplumsal yaşamı sayısız şekillerde sınıflama ve
düzenleme yollarını getirir. Kitle iletişim araçlarının işi, bu çoğulculuğu
yansıtma ve bu çoğulculuk üzerinde yansımalar yapma, bu çoğulculukla
nesnelleştirilmiş sözcükler, ideolojiler ve yaşam biçimlerinin sürekli bir
kaydını tutmaktır. Bu araçların seçip dağıttığı “bilgiler” ve değerlendirmeler,
"yeğlenen anlamlar ve yorumlar" içinde sıralanır ve düzenlenir. Burada
mücadele ve çatışma koşullarında, yeğlenen ve dışarıda bırakılan açıklamalar
arasında, izin verilen ve verilmeyen davranış arasında, anlamlı ve anlamsızlar
arasında, birleştirilmiş pratikler, anlamlar ve değerlerle bunlara karşı olanlar
arasındaki sınır sürekli olarak çizilir, yeniden çizilir, savunulur ve tartışılır. Bu
süreçlerle, tasnif edilen, görünür olan ve tanınan bir düzen kurulur. Bununla
birlikte, kendi zamanında ve yolunda azınlık ve aksi görüşler için, yer
bulunmalıdır ve bulunur. Böylece her sağduyulu kişinin kendisini bağlayacağı
bir "düzen" ortaya çıkar. Bu, kitle iletişim araçlarının ideolojik çalışmasının
birleştirici ve pekiştirici düzeyini biçimlendirir: Katılımın üretimi ve
meşruluğun inşası kitle iletişim araçlarının ideolojik etkisinde önemli bir
yandır.
Marx'ın belirttiği gibi, tek, rasyonel, evrensel bakımdan geçerli olanlar
olarak tortulaşmış rasyonelliklerini tutan varsayımlar ve önkoşullar ideolojik
maskeleme ve hazır biçimiyle kabul edilme süreciyle görünmez yapılır.
Eleştirel iletişim anlayışı 179

Kodlama amacıyla kullanan ve manipüle edenlere bile (örneğin gazetecilere)


"halihazırda bildiklerimizin bir toplamı" olarak görünürler. Anlam verdikleri
her olayı inşa ederler ve belli ideolojik yapıları (güç, zenginlik, egemenlikleri)
yeniden-üretecek bir şekilde vurgularlar. Bu süreç kodlayıcılar için fark
edilmez hale gelmiştir: Sık sık profesyonel ideolojilerin müdahalesi (sunuş
biçimleri, yansızlık, nesnellik) ile maskelenir. Böylece, olaylar sistemli bir
biçimde kodlanmazlar, fakat çok sınırlı ideolojik veya açıklayıcı repertuar
içinde kodlanırlar. Bu repertuar "şeylere" egemen ideolojinin alanı içinde
anlam verme yönelimine sahiptir. Bundan daha fazla olarak, kodlayıcı
olaylara verdiği anlamın etkililiği, güvenirliliği ve açıklayıcı gücünü
uygulamak ister. Bu nedenle, izleyicinin rızasını kazanmak için kodlama
repertuarının tümünü (sözcük, söz, görüntü, sunuşlar, temsil, oyun gibi)
kullanır. Bunu kendi taraflı yorumu için değil, fakat kodlamasının içinde
işlediği alan ve sınırların meşruluğu için yapar. Bu belirleme noktaları (kabul
edilen referanslar ve referans noktaları) olayların "yeğlenen okunmasını"
güvenilir ve güçlü yapar. İzleyicilerin rızasını kazanmayı amaçlar ve
dolayısıyla izleyicinin "iletiyi çözeceği" biçimde inşa ederler.
Kitle iletişim araçları sadece sınıflar arasında yaygın bir şekilde
dağıtılmaz, fakat aynı zamanda sınıfları toplumsal iletişim şebekesi içine
sokar ve ideolojik bölgeleri yönetmek için kendilerinin popüler meşruluğunu
sürekli olarak yeniden üretir.
Kitle iletişim araçları kapitalist toplumlarda egemen ideolojilerin
söylemleri içinde "dünyayı tasnif etme" ideolojik çalışmasını sürekli olarak
yerine getirir. Bu ne basit, ne de bilinçli bir iştir. Egemen alanı oluşturan farklı
ideolojiler arasında içsel çelişkiler vardır, hatta bunlar egemenlik için yarışır
ve mücadele ederler. Böylece, kitle iletişim araçlarının işlerini, çelişkileri de
üretmeden kaçınarak yapabilmesi olanaksızdır: Bu araçlar karşı etkinlikte
bulunan yönelimlerin olduğu ortamda çalışır.

Kitle iletişimi ve bilincin üretimini açıklama


Kitle iletişiminde sadece kitle iletişimi ürünün üretim tarzı ve ilişkilerinin
doğası incelenmez, aynı zamanda bu materyal ürünle gelen düşünselin üretimi
(insanla, yaşamla, siyasal ve ekonomik sistemle vb ilgili ideoloji, bilinç,
inançların üretimi) önem kazanır. Bu üretim kitle iletişiminin ürününün
materyal olmayan fakat materyali ve kendini ve kendinden olmayan anlatan
içeriğiyle ilişkilidir. Dolayısıyla ekonomik egemenlik ve mücadele tarihinin
incelenmesi, kitle iletişiminde, aynı zamanda sembolselin üretiminde emeğin,
180 İrfan Erdoğan

emeğini nasıl kullanacağının kontrolünün önemini ön plana çıkarır. Emeğin,


emeğini nasıl kullanacağı sermayenin örgütlediği yer, örgütlediği zaman ve
örgütlediği teknolojiyle elinden alınmıştır. Emek emeğinin hiçbir koşulunu
kontrol edemeyeceği bir mücadele ve boyun sunma durumuna düşürülmüştür.
Bu ücretli serbest-kölelik bağlamında özellikle kitle iletişim profesyonelleri
ürünün biçimlenmesinde ne denli özgür oldukları, özgür olmaları veya
olmamalarının bitmiş ürüne aslında ayrı bir karakter getirip getirmeyeceği,
örgütteki yönetici ve karar vericilerin özerkliklerinin aslında ürünün
karakterini egemen sınıfın pazar ve siyasal sistemine aykırı bir sonuç çıkarıp
çıkarmayacağı gibi sorular ve sorunlar önemli incelenme konusu olarak ortaya
çıkar. Bu da giderek kitle iletişiminde kapitalist sınıfın çıkarlarını yeterince
anlayan, dolayısıyla ne kapitalist örgüt sahiplerinin kontrolüne ne de devlet
yoluyla yasalarla düzenlenmiş kontrole gerek bırakmayan profesyonellerin
üretimi konusunu ön plana çıkarır.
Kitle iletişim araçları, diğer bütün üretim faaliyetlerinde olduğu gibi, belli
üretim ilişkileriyle materyal bir ürün sunarken, bu ilişkilerin ve sunuşun
bilincini de sürekli üretir. Buna ek olarak, kitle iletişimi diğer üretim
birimlerinden farklı olarak, hem kendi için hem de genel üretim biçimi için,
programlanmış ve paketlenmiş bilinçler üretir. Çünkü kitle iletişiminin ürünü
haber, eğlence, müzik, film ve enformasyon gibi isimlerle üretilen ve günlük
yaşamdaki insanı öyküleyen bir karaktere sahiptir. Bir “gömleğin” mesaj
olarak öykülediğiyle, bir “Televole” programının sunduklarındaki öyküler
nicel ve nitel yoğunluk farklılıklarına sahiptir. Televole’den geçerek bir
gömleğe kullanım değerinden öte değerler yüklenerek, onun değişim değeri
ve satış miktarı artırılabilir veya moda dışı bırakılıp kullanım değeri
düşürülerek, değişim değerinde ciddi kayıplar ortaya çıkarılabilir.
Dikkat edilirse, kitle iletişimi bilinçlerin yönetimsel amaçlar bağlamında
bilinçli olarak üretildiği örgütlü faaliyetleri içerir. Yani, kitle iletişiminin
örgütlenmesinde ekonomik amaç, siyasal ve bilinç yönetimiyle ilgili
(ideolojik) ürünlerin üretilmesi ve dağıtılmasıyla gerçekleşir. Üretilen
ürünlerle ilgili olarak üretim biçimi ve ilişkilerinin incelenmesi, örgüt içi,
örgütler arası ve kamu gücüyle olan üretim ilişkileri ve politikalarının
anlaşılmaya çalışılması gerekir. Bu da, kaçınılmaz olarak siyasal ile ekonomik
iç içelik olduğu gerçeğini gösterir ve ikisinin ya birlikte ya da analiz amacıyla
ayırt edilmesi gerektiğini ortaya çıkarır. Fakat ekonomik, siyasal, ideolojik
veya kültürel analiz için ayırt edildikten sonra, kendisi için belirleyici
bağımsızlık ilan edip, kendi başına açıklayıcılık iddiası, sosyal gerçeği
Eleştirel iletişim anlayışı 181

anlamada ciddi aksaklıklar ortaya çıkarır. Özellikle siyasal gücün ve


ideolojinin (dilin, bilincin veya kültürün) ekonomi dahil sosyal gerçeği ve
insanı biçimlendirdiğini öne sürmek geçersizdir.

Profesyonellik ve profesyonel ideolojiler


Kitle iletişimi profesyonel iletişimcileri gerektirir. Kitle iletişiminde
profesyonellik ülkenin baskın kültürü ve ideolojisiyle ve profesyonel
ideolojiler ve kültürle ilişkilidir. Bu bağlamda, öncelikle medya
profesyonellerinin enformasyonu, bilgiyi, haberi, eğlenceyi ve sporu nasıl
tanımlayıp sundukları, yani profesyonel ideolojilerin ne olduğu önem kazanır.
Haber programlarında ve basındaki haberlerin nasıl ve neden seçildiği; haber
yapılmayan olaylar ve konuların neden haber dışı bırakıldığı profesyonel
ideolojilerin çerçevesi içinde belirlenir. Bu belirleme de her seferinde
profesyonel yansızlık ve nesnellik olarak sunulur. Bu anlamda, medyanın
nesnel olduğu, örneğin haberlerde olayları olduğu gibi sunduğu öne sürülür.
Nesnellik iddiası oldukça yaygın eleştirilerle karşılaşmaktadır:
a. Öznellik, bütün programlarda daha konunun düşünülmesinden ve
seçiminden başlayarak kendini gösterir. Medyanın çevredeki olayların hepsini
verme olasılığı teknik olarak imkansızdır. Medya dikkatle seçtikleri arasından
sunum yapar. Bu süreçte, seçme ve dışarıda bırakma yoluyla yanlılık ortaya
çıkar.
b. Medya profesyonelleri haber ve eğlence değerinde olanları seçerler.
Bu seçtiklerini "halk bunları istiyor" ve "medya halka böylece istediğini
veriyor" diye sunarlar. Halkın bu şekilde istediğini bilme ve istediğini verme
iddiası oldukça geçersiz bir iddiadır. Bunun geçerliliği yukarıda, üretim ve
tüketim arasında kurulan bağda açıklandı.
c. Medyada verilenlerde en önde gelen ölçü "alışılagelmişin ötesinde"
tanımıyla getirilmektedir. Bu ölçüye göre, köpeğin insanı ısırması değil de,
insanın köpeği ısırması haber yapılmaktadır. Bu anlayışa göre, günlük normal
sorunlarımızın haber değeri yoktur; onun yerine uçlar ve en marjinal olanlar
seçilmektedir. Aslında belli marjinallerin seçilmesi sistemli bir kasıt
sonucudur: Böylece istisna gerektiğinde kural yapılır ve gerektiğinde “bu
istisnadır” denerek belli bir dünya görüşü işlenir.
d. Bu uçlar ve marjinaller de, "insan ilgisi" (human interest) kavramı ile
açıklanmaktadır. Böylece, insan ilgisine uygun sunumlar verdikleri iddiasıyla
sunduklarında haklılık, doğruluk ve gereklilik iddia etmekte ve sunulanların
kalitesinin (aslında yüksek kalitesizliğin) seviyesini normalleştirmekte ve
182 İrfan Erdoğan

meşrulaştırmaktadırlar. Aslında alışılagelmişin dışında ve insan ilgisi içinde


diye sunulanlar endüstriyel yapıların ideolojik ve ticari çıkarlarını
gerçekleştirme yönünde bilinç yönetimi işi görmektedirler. Örneğin
televizyonda yüceltilen eğlence kültürü içki, müzik, sigara ve moda ile
çerçevelenen dört duvar içindeki ticari bir ortamda olmaktadır. Haberler
çoğunlukla dedikodular biçiminde olmakta; cinayetler, trafik canavarına
yüklenen kazalar, görünüşleri ve yaşam tarzlarıyla tüketim aptallığının
temsilcisi olan sanatçılarla yapılan show'lar televizyonda egemen durumdadır.
İnsan ilgisi hep seks ve seksle karışık eğlence mi ki medya büyük ölçüde bu
"ilgileri" sömüren sunumlar yapıyor? İnsan ilgisi barınak, ekmek, iş ve
gelecek kaygısını içermiyor mu ki medyada bunlar çok ender sunulmaktadır,
ve sunulduğunda ise sulandırılmakta ve bireyselliğe indirgenmektedir? Seks
ve tüketime yönelik sunumlarla hangi endüstriyel yapıların reklamı ve satışı
yapılıyor? Travestilerin, sanata küfür olarak duran “sanatçıların” ve saçından
ayak tırnağına kadar moda ve kozmetik endüstrilerin satışını yapanların
egemen olduğu televizyonda hangi insanlar nasıl bir insanlık ilgisini ne tür bir
şekilde ve hangi çıkarlar için öne çıkarmaktadır? Neden bir kez Ankara ve
İstanbul başta olmak üzere birçok kentte kanser ve solunum yolları hastalığı
yapan hava kirliliği haber yapılmamaktadır? Haber yapılınca neden üretici
değil de kaçak kömür kullanan yoksullaştırılmış sefiller suçlanmaktadır?
Neden havaya zehir saçan belediye ve özel otobüsler ve arabalar, çocuklarda
beyin hasarına neden olan kurşunlu benzin haber yapılmıyor? İnsan ilgisinin
dışında olduğu ve olağan dışı olmadığı için mi? Neden Amerika gibi az sigara
içilen bir ülkede her yıl yarım milyon insanın ölümüne neden olan sigara
endüstrisi ve bu endüstrinin ortağı devlet televizyon haberleri ve
programlarında soruşturulmuyor? Türkiye'de gittikçe yaygınlaşan sefalet
konusu hangi insanların ilgisi dışında? Zaman zaman sunulduğunda, neden
sefalet bireysel durum olarak gösteriliyor ve medya bu insanlara yardım
dilenciliği yapıyor? Bütün bunlara cevap özellikle medyanın sermaye
düzeninin bütünleşik bir parçası olmasında aranmalıdır. Bu medya doğal
olarak kendisinin ve kendisini besleyen endüstrilerin çıkarlarını desteklemeye
yönelecektir.
e. Dolayısıyla, medya bu çıkarlar çerçevesi dışında, siyasal ve diğer
egemen güçlere karşı halkın gözü, kulağı ve dili olamaz. Medya izleyicilerin
gözünü, kulağını ve dilini belli endüstriyel yapıların çıkar bilinci yönünde
biçimlendirmeye çalışır.
Eleştirel iletişim anlayışı 183

f. Ankara Radyosunda bir zamanlar Türkçe müzik yerine Amerikan


müziği sunanlar sadece kendi zevk, dünya görüşü ve müzik anlayışını mı
sunuyorlardı? Bilerek veya bilmeyerek Amerikan kültürel emperyalizminin
yayılmasına katkıda mı bulunuyorlardı? Yoksa Amerikan müzik kültürüyle
Türk müzik kültürü arasında bir kültürel alışverişi mi sağlıyorlardı? Bu
sorunun yanıtı oldukça açıktır.
g. Tekelci medya olmazsa, serbest pazar kuralları çalışarak çok özgür ve
çoğulcu medya içerikleriyle mi karşılaşırız? Diğer bir deyimle, medyanın
kapitalist pazarın ekonomik ve ideolojik çıkarına hizmet etmesi tekelci ve
oligopolist yapısından dolayı mı? Yoksa, kapitalist pazarın bütünleşik bir
parçası olmasından mı? Bütünleşik parçası olmayabilir mi? Olmayabilme
olasılığı çok sınırlıysa, neden? Neden medya haberlerinde aynı formatın her
gün tekrarlanması yoluna gidilmektedir? Bu format neden --cinayet, spor,
siyasal parti ve hükümetle ilgili -- hep benzer şekilde biçimlenmiştir?
Özlüce, kitle iletişiminde profesyonellik, profesyonel ideolojilerin
öğrenilmesi, ürün üretimiyle uygulanması ve savunulmasını içerir.
Profesyonellik örgütün ve örgütü var eden sistemin genel amacını,
politikasını, hoşgörü çerçevesini, kontrollü alternatiflerini, dostunu ve
düşmanını bilerek üretimde bulunmaktır. Bunun için de kitle iletişim
örgütlerinin sahiplerinin sürekli direktifine ve karışmasına gerek yoktur,
çünkü “kime nasıl hizmet vereceğini ve vermek zorunda olduğunu çok iyi
bildiği için, profesyonelin adı profesyoneldir ve işinin karakterine de
profesyonellik denmektedir.

Kitle iletişimi, üretim ve malın fetişleştirilmesi


İdeoloji kendi başına bağımsız bir etkinliğe sahip değildir, fakat genellikle
bilinç yönetimi ve sahte bilinç sınırları içinde çalışır. Kapitalist toplumda
bütün etkinlik ve ürünler pazar dünyasının ve mantığının parçalarıdır. İletişim
etkinliği ve ürünleri egemen toplumsal ilişkilerden kaçamaz. Bu kapitalist
iletişim biçimini yerleştirmek ve doğal bir etkinlik şekline büründürmek için
kitle iletişim araçları her ürün ve etkinlik gibi hem fetişleşme sürecinden
geçerler hem de fetişleştirirler. Böylece insanlar materyal şeylere ve
kendilerinden başkaya başkalaşırlar (=bir çeşit psikolojik metamorfoz);
başkalaşım ve başkalaştırma süreçlerinde “şeylere” hayat ve canlılık verilir:
Para "çalışır"; sermaye "üretir"; kitle iletişim araçları "etkiler".
Meşruluğunu güvence altına almak için, kapitalist üretim biçimi
egemenliğinin akılcılığını kanıtlayan fetişlere gereksinim duyar. Fetişlerin
184 İrfan Erdoğan

ortaya çıkışı üretim güçlerinin gelişmesiyle yakından ilişkilidir. Bir sürecin ya


da olgunun fetişe dönüştürülmesi, üretimin gerçek koşullarından soyutlanmış,
yalıtılmış bir nesne biçimi içine kristalleştirerek bir fetiş haline getirilmesidir.
Nereden ve nasıl geldiği gayret, çok çalışma, biriktirme ve aklını kullanma
gibi kişisel davranış özelliklerine bağlanır. Böylece mülkiyet yapısı ve
ilişkilerinden soyutlanarak sunulur. Üretim araçlarına sahipliğin ve denetimin
getirdiği emek sömürüsünü olası kılan üretim ilişkileri biçimi özel girişim,
demokrasi, yatırım, iş kurma, kişisel özgürlük, bağımsızlık gibi kavramlarla
fetişleştirilir. Böylece, sömürü sonucu elde edilen zenginlik artıdeğerin
birikimi sürecinden koparılıp ayrılır. Aynı biçimde burjuva iktisatçıları
değerin saptanması hakkındaki kuramlarını "eşyanın doğası" ve ürünlerin
kendileriyle açıkladıklarında fetişleştirirler. Her fetiş gibi, iletişim fetişi de
egemen olan yayma teknolojisinin baskıcı ve manipüle edici gücünü gizler ve
onu özgürlük ve mutluluk gücü olarak niteler. Halka da bu aldatıcı görünüş
sunulur. İletişim araçları, fetişler evreninde, bir aktör olurlar (bir görevi gören,
yapan olurlar) ve doğal bir güç görünüşünü alırlar. Bu tür ayırma ve
uzaklaştırma, egemen sınıfın bu ideolojik aygıtlar üzerindeki tekelini
reddetmesine izin verir.

Eleştirel yaklaşımlarda kültür


Eleştirel yaklaşımların çoğunun dayandığı diyalektik materyalist felsefeye
göre, kültür sadece değerleri, yargıları, tutumları vb taşıyan düşünsel bir süreç
değil, fakat daha çok yaşanmış ve yaşanandır. Kültür hem bilinçli şekilde
seçen ve deneyimlerinin muhasebesini yapan insan (özgür bir şekilde hareket
eden tek bir birey değil, üretim ilişkilerindeki insan) tarafından oluşturulur;
hem de, aynı anda, geçmişteki insanların yaşam biçimi ve ifadelerinden miras
kaldığı için, önceden belirlenmiş ve süregelendir. Dolayısıyla, kültür sosyal
yaşamı anlatırken, aynı zamanda o yaşamı anlamaya ve farklı etkinlikler
yapmaya engel olarak da durur.
Karl Marx’a göre (1970), sanatsal yeteneğin gelişmesi talebe, ve talep de
iş bölümüne ve ondan sonuçlanan insan kültürünün koşullarına bağlıdır:
Achilles kurşun ve saçma ile mümkün müdür? Yahut da İlyada'nın basın ile,
basın teknolojisiyle? (Marx, 1973). Yani, Marx demek istiyor ki, kurşun ve
saçmanın üretildiği bir teknolojik koşulda, Achille gibi bir kültürel ürün
olasılığı yoktur. Marx kültür ve ekonomi arasında dengesiz bir ilişki olduğunu
belirtir. Engels kültürü teknolojiye bağlar. Trotsky konuya daha çok
sosyolojik açıdan yaklaşır: Kültür insanlığın o zamana kadar ki tarihi boyunca
Eleştirel iletişim anlayışı 185

elde ettiği beceri ve bilgilerin toplamıdır. Kültür basitçe "bir yaşam biçiminin
tümü" değildir; insanın doğayla aktif ilişkisinden büyür. İdealist
felsefedekilerin aksine, Marx bilim ve teknolojiye geleneksel değerleri ve
örgütleri yok eden --özellikle, örneğin, aileyi ortadan kaldıran veya
yozlaştıran-- bir çeşit canavar olarak bakmaz. Marx’a göre (1970), burjuvazi
üretim araçlarını durmadan yenilemeksizin (= Marx bu "yenileme" kavramını
üretim araçlarında devrim yapma olarak kullanır) varlığını sürdüremez. Bu
yenilemeyle/devrimle üretim ilişkileri ve üretim ilişkileriyle de toplumdaki
bütün ilişkiler de yenilenir. Böylece, özel mülkiyete dayanan üretim tarzının
sürekliliği sağlanır.
Marx'ın da belirttiği gibi Protestanlık kapitalist birikim için gerekli olan
kişisel disiplin ve kendini tutma değerini vurgular; bu nedenle örneğin
geleneksel dini bayram günlerini çalışma gününe çevirerek, sosyal dünyayı
sofuluktan kurtarmada önemli rol oynamıştır. Marx'ın yaklaşımında
“geleneksel aile yapısını kapitalizm ortadan kaldırdı; güzelim folklorumuz,
geleneklerimiz, göreneklerimiz, kültürümüz yok oluyor” söylemiyle
kapitalizm-öncesi kültüre sıkı sıkıya sarılmaya çalışan ve sarıldıkça hayal
kırıklığına uğrayan idealizmi bulamayız. Aynı zamanda, modern kapitalizmde
işçi sınıfının düzene baskılar ve rıza üretiminden geçerek boyun sunduğunu ve
tarihsel "devrimci görevini" yapmaktan yoksun bir duruma geldiğini, "kendi
başına bir sınıf" olma niteliğinden kurtulup "kendisi için bir sınıf" olma
durumunun, kitle kültürü ve tüketimi yardımıyla da, ortadan kalktığı görüşünü
de bulamayız. Bu tür düşünü zorunlu olarak, işçi sınıfının radikal burjuvazi
veya küçük burjuvazinin liderliği altına girmesini ve aynı zamanda "işçi sınıfı
adına devrim" fikrini getirir. Marx bu tür anlayış biçimine şiddetle karşı
çıkmıştır. Örneğin, 1879’da Alman Sosyal Demokrat Partisi liderlerinden
Bebel ve Liebknecht’e dağıtılması için gönderdiği mektupta bunu gayet
açıkça belirtmiştir: Hemen 40 yıldır, sınıf mücadelesini tarihin itici gücü
olarak, ve özellikle burjuvazi ve proletarya arasındaki sınıf mücadelesini
modern sosyal devrimin en-önemli manivelası olarak vurguladık. Bu nedenle,
sınıf mücadelesini silmeyi arzulayanlarla işbirliği yapmamız bizim için
olanaksızdır. Enternasyonel doğduğunda, savaş-çağrısını açıkça formülledik:
İşçi sınıfının kurtuluşu işçi sınıfının kendisi tarafından kazanılmalıdır.
İşçilerin kendilerini kurtaramayacak kadar tahsilsiz olduklarını ve yardım-
sever büyük burjuvazi ve küçük burjuvazi tarafından yukardan serbest
bırakılmalarını açıkça ifade edenlerle işbirliği yapamayız.
186 İrfan Erdoğan

Modern kitle iletişim araçlarının gelişmesi kültürel üretim ve dağıtımın


teknolojik, örgütsel ve yer-zamansal doğasını değiştirmiştir. Örneğin telefonla
yapılan konuşmada iletişim aracının kendisinin özelliğinin getirdiği tertip
derecesi oldukça düşüktür. Öte yandan yazı, süsleme, oymacılık, boyama, ses
kaydı, film veya video ile görüntü kaydı, parşömene ve taşa yazı her biri
çeşitli derecede tertipleme getirir.
Modern araçların önemli bir diğer etkisi sembolsel biçimlerin mekaniksel
çoğaltma olanaklarında olmuştur. Sembolsel biçimlerin çoğaltılabilmesi
kolaylığı sağlayan teknolojinin ticari sömürü için iletişim örgütleri ve ilgili
örgütlerin büyük çapta yaygınlaşmasına yol açmıştır. Diğer bir etki de
izleyicilerin sembolsel iletişim sürecine "katılma özelliği ve süresi" olmuştur.
Orhan Veli'nin şiirini okuyan, bir müzede herhangi bir sanat eserini inceleyen,
bizim bu kitabı okuyup anlamaya çalışan ve televizyonda "gıdıklarsam güler
misiniz" eğlence programını seyreden kişiler arasında katılma derecesi ve
yoğunluğu, duyularını, beyinlerini, hafızalarını, belleklerini, hislerini ve sahip
oldukları entelektüel kaynakları kullanmaları da farklıdır.
Sembolsel biçimlerin üretimi ve dağıtımı çoğu kez belli örgütsel kurallara,
kaynaklara ve geleneklere bağlı çeşitli ilişkiler içinde olur. Kişilerin üretim,
dağıtım, muhafaza ve tüketimde tuttukları yer kültürel sembollerin\biçimlerin
her türlü karakterini saptamada değişen derecede etki yapar. Üretim, dağıtım
ve tüketim sadece belli türdeki insanları ve birkaç örgütü kaplamaz. Aksine
çeşitli alanlardaki birçok örgütü ve bu örgütlerde çalışan insanları, ve örgütler
ve insanlar arası ilişkileri içerir.
Harold Innis (1950) yersel-zamansal bakımdan iletişim teknolojilerinin
getirdiği özellikler üzerinde geniş ölçüde ilk duranlardandır: Yüz yüze
iletişimde yersel-zamansal ayırım yoktur, çünkü yer ve zaman aynı anda
iletişimin oluşu sırasında paylaşılmaktadır. Fakat araya yollar girip "yarim
İstanbul’u mesken mi tuttun" türkülerine başladığımızda, yarimizin bizi
duyabilmesi için ya mektup yazarız, ya telefonda söyleriz türkümüzü, ya
radyoda "istekler" programında, ya video kullanarak, ya da telgrafın tellerine"
kuşları kondurarak. Her kullanılan araç yer ve zamansal bakımdan önemli
sonuçlar ortaya çıkarır. Burada kalıcılık üretimin tekrarlanması ve umutsuz-
umutların sürekliliğine bağlıdır. Düğün yaparsın, video'ya çekersin, video o
sembolsel biçimin varlığını şimdiki zamandan gelecek zamana uzatır. Evlilik
gelecek zamanda di'li geçmiş zaman olsa bile (yani bitse bile), seyretme
olanağı her zaman vardır.
Eleştirel iletişim anlayışı 187

Kültürün incelenmesi (kültürel inceleme değil)


İnsanın gerçek hayat koşullarından hareket ederek biçimlendirilen bir
kuram, (a) insanın düşüncesini, (b) düşünselin üretimini ve (c) üretilenin
içeriğini, yaşanan insan gerçeğinin doğasıyla ilişkilendirir. Eğer bir kuramın
temel referans noktası, yaşananın metinsel ifadesi (temsili) ise, o zaman
gerçeği yakalayamama, hurafeler ve mitler üretme olasılığı artar. Bu olasılık
da, ruhanilikle mitleştirmenin araştırmacı ve egemen yapı için faydalı
işlevselliği nedeniyle büyük ölçüde artar. Bu sorun, Marx’ın 1859’da Siyasal
Ekonominin Eleştirisine Bir Katkı yapıtının önsözünde açıkça ortaya
konmuştur. Önsözde Marx, uzun yıllar alan çalışmaları onu, yasal ilişkilerin
ve siyasal biçimlerin ne kendi başlarına ne de insan beyninin genel gelişmesi
temelinden hareket ederek anlaşılamayacağı sonucuna götürdüğünü belirtiyor.
Marx’a göre yasal ilişkiler ve siyasal biçimler, Hegel’in “sivil toplum” olarak
nitelediği, yaşamın materyal koşullarından çıkıp gelmektedir. Bu sivil
toplumun anatomisi siyasal ekonomide aranmalıdır. Materyal yaşamın üretim
tarzı genel sosyal, siyasal ve entelektüel süreçlerini koşullandırır. İnsanın
varlığını belirleyen bilinci değildir. İnsanın sosyal varlığı bilincini belirler.
İletişimin ve iletişim teknolojisinin belli zaman ve yerlerdeki genel ve özel
karakterleri Marx’ın bu kuramsal çerçevesiyle ele alınarak incelendiğinde
doğru olarak anlaşılabilir. Özelikle kitle iletişiminin işletme veya kurum
olarak örgüt yapısı, pazar ve bilinç yönetimiyle ilgili işlevlerinin
kavranabilmesi bu çerçeve içinde çok daha anlamlı bir şekilde olabilir. Belli
bir üretim tarzının ürünü olarak iletişim araçlarının kendini ve kendini yaratan
koşulları üretmesi birbiriyle zorunlu nedensellik bağı içinde olan iletişimin
maddesel olanının üretim tarzı ve sosyal bilincin üretimi ile gerçekleşir.
İnceleme amacıyla bunlar ayrılabilir fakat sonuçların araştırmanın kuramsal
varsayımları çerçevesi ötesinde genel kuramsal yapıyla ilişkilendirilmesi
gerekir. Özellikle günümüzün iletişim araçlarının ürünü aynı anda hem bir
emtia hem de sosyal bilincin yönetimi özelliklerini doğrudan taşır. Medya
metninin içeriği ile ilgilenme ve içeriğin merkeze konulması, bu içeriğin
üretim tarzı ile ilişkilendirilmemesi ve ideolojik yapıyı öne geçirecek biçimde
ilişkilendirilmesi önemli bir hatadır. Ayrıca düşünsel süreçlerin belirlemediği
materyal yapı ve ilişkilerin ikincil plana itilmesi veya etkilenen sonuç
konumuna yerleştirilmesi de yanlıştır.
Kitle iletişimiyle bilincin üretimi ideoloji ve kültür konusunu ve
ideolojinin ve kültürün doğasını anlama gereksinimini ortaya çıkarır.
188 İrfan Erdoğan

Marksist kültür incelemesi geleneğinde toplum yapısı ve değişimi, kamu


çıkarı nosyonu ve kitle iletişiminin fonksiyonları farklı olarak tanımlanır.
Bireyin kapitalist yapılardaki gerçek koşulları incelenir ve kültürün ve
iletişimin özgürleştirici potansiyeli üzerinde durulur. Toplumda medyanın
fonksiyonu ve iletişimin kültürel süreçlerinin siyasal sonuçları üzerine eğilinir
(Hardt, 1997). Kitle iletişiminde ideoloji ve bilincin üretimi araştırmaların
odak noktasını oluşturur. Kitle iletişiminde üretim ve tüketimin doğası
egemen ideolojik süreçler bağlamında ele alınır.
Marksist kültür incelemesi içeriğin ideolojik yapısı ve ideolojinin (bilinç
yönetiminin) izleyicilerin çözümlemelerinden geçerek bulduğu ifadelerin
anlamları üzerinde durur; çünkü medya içeriğinin ve anlamının kontrolü,
insanların kendi-bilincine varmaya başladığından itibaren başlayan yoğun
“yetiştirme” pratikleri yoluyla olur. Bu kontrol:
• Günlük yaşamın geçtiği her tür toplumsal örgütlenmelerdeki pratikler
ve inançlarda yatan genel anlam verme çevresinden geçerek olan
kontroldür;
• Ekonomik güç, pazar yapısı ve ilişkilerinden geçerek olan kontroldür;
• İlişkilerin yasal düzenlenmesinden geçerek olan kontroldür;
• Medyada sahiplik yapısından geçerek olan kontroldür;
• Örgüt çıkarlarını ve amaçlarını gerçekleştirmeye odaklanmış
profesyonel ideolojilerden geçerek yapılan üretim biçimiyle gelen
kontroldür;
• Medya profesyonellerinin güç yapısının karakterine göre biçimlenmiş
öznel çıkar ilişkilerine uygun oto-sansür ile gelen kontroldür;
• Medya dahil toplumsal kurumların sahipleri ve üst yöneticileri
arasındaki geçmiş benzerliği (aynı veya benzer okullardan mezun
olma) ve şimdi olan ilişkiler benzerliği (aynı eğlence yerlerine, aynı
balolara, toplantılara, kulüplere vb gitme) yoluyla desteklenip gelen
kontroldür;
• Kaynakların kontrolüyle gelen kontroldür;
• Amaçlı olarak seçilen kaynakların içeriksel doğasıyla olan kontroldür;
• Bu tür kontroller yoluyla üretilene alıştırılmış izleyicilerin katılımıyla
desteklenen kontroldür.
İdeoloji, kültür ve kültürel örgütlere eğilen yaklaşımlar 1980 öncesinde (a)
çok önemli olmasına rağmen kimsenin pek üzerinde durmadığı, özellikle
Tarih ve Sınıf Bilinci yapıtıyla G. Lukács, (b) kültür ve ideoloji eleştirisiyle
gelen Frankfurt Okulu’nun kitle kültürü eleştirisi, (c) Althusserci yapısalcılık
Eleştirel iletişim anlayışı 189

ve Gramsci’nin anlayışından etkilenen eleştirel kültürel incelemeler


yaklaşımları ve (d) uluslararası iletişim kuramında, Marksist ve Neo-Marksist
bağımlılık kuramından gelen kültürel emperyalizm tezi olarak dört ana gruba
ayrılabilir. Bu tür kültür, ideoloji ve bilinç incelemelerinin çıkış noktaları
Marx'ın Alman İdeolojisi, Siyasal Ekonominin Eleştirisine Bir Katkı, Katkı’ya
giriş, Kutsal Aile ve Grundrisse'deki parçalardır. Bu incelemeler, sonradan,
1960’ların Neo-Marksist Bağımlılık ve Emperyalizm kuramlarıyla gelişmiştir.
Marksist temelli ideoloji ve kültür incelemeleri uluslararası ekonomik düzen;
bu düzende yer alan ülkelerin iletişim sisteminin özellikleri; bu özelliklerin
neden bu biçimi aldığı; ekonomik emperyalizmin ve sömürünün iletişim
alanında da uygulanması; teknoloji ve örgüt satışıyla kapitalist yapıların diğer
ülkelerin yapılaşmasını biçimlendirmesi veya etkilemesi; iletişim ürünü
akımıyla sadece ekonomik çıkar sağlama değil, aynı zamanda bilinçleri ve
kültürel pratikleri etkileyerek kapitalist pazar sisteminin satışının yapıldığı;
bütün bunlara karşı mücadele biçimlerinin ne olduğu veya ne olabileceği
üzerinde dururlar.
Kültür incelemeleri temel olarak aşağıdaki konular üzerinde dururlar:
Anlamın üretimi konusu: Bu bağlamda, belli bir kültürün nasıl üretildiği
sorusu üzerinde durulur. Buna bağlı olarak “ne tür anlam verme pratikleri ve
sembolleri kullanılır?” ve “sosyal sınıflar, bireyler, sosyal gruplar, ırklar, etnik
gruplar, dinler vb nasıl temsil edilir?”gibi sorular gelir. Bu bağlamda, amaç,
içeriğin doğası ve bu içeriğin nasıl üretildiğinin egemenliği sürdürme ve
üretim ilişkileriyle ilişkilendirerek anlamak ve açıklamaktır. (Dolayısıyla,
kültürel incelemelerin önemli bir kısmı bu çerçeve dışında kalır).
Sembolsel ürünlerin tüketimi ve anlam verme konusu: Bu bağlamda,
ürünlerin tüketiminin karakteri ve bunun anlamları üzerinde durulur. Burada
amaç, tüketicinin veya izleyicinin “velinimet olması, talebin arzı belirlemesi,
halka istediğinin verilmesi” gibi uyduruları destekleyen “veriler” toplayıp
“pazar promosyonu” yapmak değildir; egemenliğin biliş ve davranış
yönetiminden geçerek nasıl sürdürüldüğünü anlamak ve mücadele durumunu
ve olasılıklarını bulmaya çalışmaktır. (bu bağlamda da, kültürel incelemelerin
önemli bir bölümü, bu çerçeve dışına düşer).
Sembollerin üretimi ve tüketiminin materyal temeli konusu: Kültürün
üretimi ve dolaşımının materyal temelleri nedir? Kültürün tüketimi, örneğin
kitle iletişim araçlarının sembolsel ürünlerinin tüketimi nasıl toplumdaki
zenginlik veya yoksunluğa katkıda bulunuyor?
190 İrfan Erdoğan

Toplumsal yapının üretimi konusu: Kültürel üretim, tüketim ve


anlamların incelenmesi, toplumdaki güç/iktidar hakkında bize ne öğretebilir?
Marksist kültür incelemeleri kapitalist iş yerindeki ve iş dışındaki
egemenlik ve sınıf mücadelesini sosyoloji, antropoloji, dil ve edebiyattaki
yansımalara taşıdı. Marksist ve Marksist yönelimli edebiyatçı ve dilbilimciler
dilde sınıf mücadelesinin kızışmasına ve kapitalist bilinç endüstrilerinin ve
ideologların bu alana kontrol amaçlı ciddi müdahalesine neden oldu. Dilde
sınıf mücadelesi gelişmiş kapitalist ülkelerde (özellikle Amerika'da) kapitalist
ideolojinin dilinin ve bu dille gelen sembollerin anlamı ve bu sembolik
anlamların günlük yaşamla ilişkisi ya eleştirel ya da meşrulaştırıcı biçimlerde
olmaktadır. Türkiye gibi ülkelerde ise dilde sınıf mücadelesi Anadolu dilinin
aşağılanmasıyla başlayıp gelişen bir karaktere sahiptir. Bu gelişmede
egemenlik ve mücadele, sadece geleneksel Osmanlı dönemindeki Arapça ve
Farsça karışık dilinin yüzyıllar boyu egemenliği üzerine değil, aynı zamanda,
batılılaşmanın getirdiği yeni sınıfın, daha doğrusu yetiştirdiği yeni aydınların,
Batının kültür ve ürün transferiyle oluşturulan egemenliğin dili üzerinde
olmaktadır.
Son zamanlarda, Türkiye’de kültür incelemelerinin post-modern yapısalcı
biçimlerinin gözde olması, baskıcı bir ortamda kendine eleştirel güven
arayanların, imtiyazlı olan ve kendilerini imtiyazlı sananların yüksek seviyede
ayrıcalık arayışlarını anlatır. Daha basitçe, en son modayı giyen, yiyen ve
içenin (en son modayı tüketenin) kendi içine doldurduğu ve dışa yaydığı
üstünlük duygusu ve “zamana uyma” ile gelen katılımcı coşkuyla kendine
özgürlük türküleri okuması ve bu okumadan geçerek bu okumayı kendine
sağlayan sisteme, eleştirse ve hatta memnun olmasa da, öpücükler
yağdırmasıdır: Eleştirel görünen beddualarla gelen dualar…
Amerika'da ve Batıda egemen olan dil ticari bir kültürün kendi ideolojik
ve ekonomik çıkarlarını gerçekleştirmeye yönelik geliştirdiği ve sürekli
desteklediği kendini ifadesidir. Türk dilinin direnişi hem iç hem de içle
ortaklık kuran dış dillerin egemenliğini kırma mücadelesidir. Örneğin özel
üniversitelerin bazılarında eğitim dilinin İngilizce olması, kültürel
emperyalizmin varlığının göstergesidir: Eğer öğretici ve öğrenen aynı dili
(Türkçeyi) konuşuyorsa, ana dil dışındaki sembollerle iletişim gereğinin
anlamı savunulamaz bir durum ortaya çıkarır. Savunma sadece bir
egemenliğin meşrulaştırmasından öteye gidemez. Bunun anlamı elbette
emperyalizmin diliyle emperyalizme karşı gelinemez demek değildir.
İngilizce Türkçe gibi semboller sistemidir. Bu sembollerin anlamı ilişkideki
Eleştirel iletişim anlayışı 191

tarihsel geçmişe ve amaçlara göre biçimlendirilir. Dolayısıyla İngilizce’nin


araç olarak kendisi kendiliğinden egemen anlamlar üretemez. İngilizceyi
Amerikan egemenliğiyle özdeştirerek biz anlam üretiriz. Bu dil kullanıldığı
çevreden çıkıp bir diğer çevrede kullanılan dilin üzerine çökertildiğinde yeni
bir egemenlik kurulmuş olur. Dolayısıyla, sorun bu bağlamda İngilizcenin
nasıl kullanıldığı değil, yerel bir dilin yerini almasıdır. Elbette, dilin nasıl
kullanıldığı bunu takip eder. Anlam iletiminin başarısı ortak sembollerin
(ortak dilin) ve belli bir ortamda ortak yaşam deneyimlerinin olmasına ve
bunların örtüşme derecesine bağlıdır. İkinci bir dil özel bir deneyimi ve bu
dilin duyarlılıklarının kazanılmasını anlatır. Fakat burada unutulmaması
gereken önemli bir faktör vardır: Semboller ortak olabilir, fakat ortak
sembollerin olması ortak amaçların olduğu anlamına gelmez. Türkçe veya
yabancı bir dilin bir ilişkide kullanımı dilden geçerek üretilenle veya
üretilmek istenenin doğasıyla da önem kazanır. Okullarda yabancı dille
eğitimde birinci boyut kültürel emperyalizmin varlığının kanıtıdır dedik.
İkinci boyut, İngilizceyi kullanmanın kendisi, kendi başına egemenliği
anlatmaz. Kullananın ideolojik kimliği ve duyduğu aitlikler yabancı dilden
önce gelir. İngilizcenin neyi nasıl anlatmak için kullanıldığı önemlidir. Fakat
yine de şunu kesinlikle kabul edelim ki, Türkçenin kullanıldığı bir ortamda
İngilizcenin iletişim aracı olarak seçimin kendisi, iki dil arasındaki
mücadelede birinin o ortamda egemenlik kurduğunu ifade eder. Bu okullar
Türkiye'nin koşullarında Batının "kaliteli" liberal çoğulcu eğitiminin verildiği
yer ve aynı anda toplumsal mücadele alanlarından biri durumunda mı? Bu
okullarda dili Türkçeleştirmek neyi değiştirir? Sorun kaliteyi düşürme mi?
İngilizce eğitim kendi başına kalite anlamına mı gelir? Egemenin dilini
bilmekte zarar mı var? Egemenin dilini bilmek ile bu dilde resmi kamu veya
resmi özel eğitim yapmak arasında ne gibi farklar vardır? Buna cevabı bir
başka örnekle verelim: İngilizce 16 ve 17’inci yüzyıllarda sömürgecilikle
ilişkilendiriliyordu ve şimdi post-sömürgecilikle ilişkilendirilmektedir. Bu
durum Shakespeare tarafından “'Henry V'” ve “The Merry Wives of Windsor”
isimli oyunlarında işlenmiştir. Shakespeare İngilizceyi hem sömürgeciler
tarafından kullanılan eski bir dil olarak hem de fethetme ve kendini geliştirme
yeteneğine sahip modern bir dil olarak görür (Helgerson, Tichard 1998). Fakat
her durumda, dil ile birlikte duyarlılıklar da gelir. Bu duyarlılığın doğası dilin
bilinmesinde, dilin kendinde değil, dili kullananın kendi ve öteki bilincinin
doğasındadır.
192 İrfan Erdoğan

MATERYAL VE DÜŞÜNSEL İLİŞKİSİ:


KURULAN YANLIŞ BAĞLAR

Kültürün çözümlenmesi
Marx bazen ekonomi ve kültür arasındaki genel ilişkilere döndü.
Bunlardan en önemlisi Siyasal Ekonominin Eleştirisine Bir Katkı yapıtında
yer alır. Marx burada, Alman İdeolojisi'nde belirttiği zihinsel üretim ve
dağıtım üzerindeki sınıf denetimi sisteminin kendisinin, kapitalist üretim
biçiminin temel dinamiğinde yattığını ve koşullandığını belirtir. Dolayısıyla,
kültürel üretimin yeterli bir çözümlemesi, sadece denetimin sınıf temelinin
çözümlemesini değil, aynı zamanda bu denetimin uygulandığı genel
ekonomik koşulların çözümlemesini gerektirdiğini açıklamaktadır. Marx'ın bu
açıklaması şaşkınlık yaratmış ve yanlış anlamalara uğratılmıştır.
Birinci yanlış anlama, Marx'ın entelektüel ve kültürel yaşamın ekonomik
ilişkiler tarafından "saptandığı" düşüncesi etrafında döner. Marksizm’i
eleştirenler bunu “ekonomik belirleyicilik” diye sunmuşlardır: İnsanların
düşünceleri ve etkinlikleri tümüyle kendi denetimlerinin ötesinde ekonomik
güçler tarafından belirlenir. Bu yorum Marx'ın temel pozisyonunu kasıtlı
olarak veya bilmeden hatalı olarak sunmaktır. Marx, "saptama" ve
"koşullandırma" kavramlarını bu tür dar anlamda kullanmaz. Fakat daha geniş
anlamda, sınırların belirlenmesi, çerçevelerin çizilmesi ve baskı kullanma
anlamlarında kullanır. Ayrıca, Marx insanı koşulların kurbanı olarak asla
kabul etmez. Aksine insan kendi tarihini kendi yapar; fakat bunu kendini
içinde bulduğu koşullardan bağımsız olarak yapmaz: İnsanın tarihsel yapısı
tarihin koşullarından gelen ve bu koşullara bir tepkidir.
İkinci yanlış anlama, Marx'ın ekonomik ilişkileri “gerçek temel” ve
kültürel ve entelektüel yaşamı bu temel üzerine kurulmuş “üstyapı” olarak
nitelemesiyle ilgilidir. Bazıları Marx'ın sözünü sözlük anlamıyla alıp statik ve
değişmeyen bir şey anlamına dönüştürmüşlerdir. Bu yorum, Marx'ın
kapitalizmi hâlâ gelişme sürecinde olan dinamik bir sistem olarak sunduğu
gerçeğini ve aşağıdaki birkaç alt-bölümde sunulanları görmezlikten gelir.

Üstyapıyı bağımsızlaştırma sorunu


Engels 1890’da Josep Bloch’a yazdığı mektupta şöyle diyor: Tarihsel
materyalist görüşe göre, tarihte belirleyici faktör, son analizde, gerçek hayatın
üretimi ve yeniden üretimidir. Ne Marx ne de ben bundan fazlasını asla
Eleştirel iletişim anlayışı 193

belirtmedik. Eğer birisi ekonominin tek belirleyici faktör olduğunu ilan ederek
saptırıyorsa, bu önermeyi anlamsız, soyut ve aptalca bir klişeye dönüştürür.
Engels bunu, fikirleri üretimden bağımsız kılan veya fikirlerin önceliğini öne
süren Hegelcilere karşı açıklama olarak getirdiklerini belirtir.
Materyal ile düşünsel olanı soyutlayarak ayırabiliriz; fakat ikisi bir
büyünü oluştururlar. Kilisenin Avrupa’da materyal üretimdeki varlığı ve
materyal ilişkilerdeki yeri, insanların kafalarındaki düşünselden farklı/ayrı
olarak sadece düşünülebilir, fakat her ikisi de gerçekte birlikte vardır.
Kitle iletişimindeki maddi üretim tarzı ve ilişkileri, kendilerini aynı
zamanda siyasal ve yasal ilişkiler olarak ortaya koyar. Dilde bu ilişkiler
sadece kavramlar biçiminde görülür. Bu kavramlar bir bakıma esrarengiz
güçler olarak kabul edilir. Bu kabul yanında, siyasal bilimciler ve hukukçular
günlük bilinçte bu kavramlara aynı zamanda belli bir geçerlilik ve daha fazla
ilerleme tanırlar; bu kavramlarda mülkiyet ilişkilerinin gerçek temellerini
görürler. Örneğin, varolan ilişkiler yasalara göre düzenlendiği için, gerçek
ilişkilerin temeli gibi görünür ya da öyle gösterilir. Eğer varolan sistemde
günlük etkinliklerin nasıl yapıldığına bakarsak zorunlu olarak bu sonuca
varırız: Örneğin, ev alacak veya satacak olan, bunu yasalara uygun işlemlerle
yapar. Böylece bu işlemlerle ev alışveriş ilişkisinin temeli bu ilişkileri
düzenleyen yasalar olarak görünür.

Aktif özne olarak birey ve koşul ilişkisi


Marx'ın da açıkça belirttiği gibi insanları biçimlendiren koşullardır, fakat
insan içinde bulunduğu koşullara reaksiyonla kendi tarihini kendi yapar. Eğer
işçi ve köylü sınıfları "dışarıdaysa," bu mücadele tarihlerindeki bugünkü
durumlarını işaret eder. Nereden başlayıp nereye geldiklerini gösterir. Ayrıca
bu yaşanan toplum sisteminin toplumdaki gurupların kendi kaderlerini
kendilerinin tayin etmesi için verdikleri mücadele ve aldıkları yeri gösterir.
İdeoloji artık 19. yüzyılın siyasal ideolojilerinde olduğu gibi, içsel tutarlılığa
sahip fikirler ve inançlar sistemi şeklini almaz. Onun yerine, iletişim
endüstrisi ürünlerinin içinde taşıdığı bir biçim olmuştur. Bu biçim statükoyu
kopya eder ve kişileri ona entegre eder, öteye gitmeyi ve eleştirel bilinci
ortadan kaldırır. Kitle iletişim endüstrileri "sahte bilinç" ve "sahte fikir
birliğini" çıkarır. Tüm bunları yapan insandır: İnsanın kendine ve birbirine
yaptığıdır.
194 İrfan Erdoğan

Aktif öznenin yerinden edilmesi: Metin/dil dışında gerçek olmaması


Marx’ın doğru olarak belirttiği gibi tarih, teknoloji, metin, dil kendi
başlarına bir canlılığa, bir yapma kapasitesine sahip aktif özneler değildir.
Siyasal düşünce” tarih yapamaz. Bunların hepsi özne olan insana aittir. Yapan
insandır. Fakat biliş ve davranış yönetiminde yapılanlardan biri de, insanı
merkezden almak ve onun yerine, örneğin dili, düşünceyi, ideolojiyi, şirketi,
televizyonu yerleştirmektir. Böylece, merkeze ne yerleştiriliyorsa, her şey ona
(örneğin şirkete) göre düşünülür ve yorumlanır.
Özellikle küresel pazarın çıkarlarını koruyan veya küresel pazarın
çıkarlarına ciddi tehlike oluşturmayan “post” ön ekiyle gelen kuramsal
yaklaşımlarda, insan ve insanın oluşturduğu materyal ilişkiler yapısı
kültürden, ideolojiden ve metinden (ifade edilmişten) geçerek anlamlandırılır.
İdeolojinin, dilin, kültürün veya her hangi bir metnin (söylemin) tarihi ancak
insanla ve insanın kendini ve toplumunu üretme biçimi ve ilişkileri içinde
olabilir. Metinler-arasılık (Intertextuality) düşünsel ürünler bağlamında değil,
ancak bu bağlamların olduğu örgütlü yer ve zamandaki insanla anlam
bulabilir. İnsanı ve toplumunu anlattığını iddia eden fakat insanı merkezden
eden yerde öykülemeler, hurafeler ve masallaştırmalar başlar.
Canlı insanın canlı ilişkileri hiç kimsenin doğru dürüst tanımlayamadığı
“discourse” denen mekaniksel “söylem” sürecine (ifade edilmişin veya
edilenin kendisine bakarak anlamlandırılmasına) indirgenince, hele bir de
buna, mevsimlik tekrarlanan standartlaştırmayla yaşayan moda dünyasını bile
göremeyecek kadar körler tarafından, “hiçbir şey kalıcı değildir, her şey
sürekli değişir, dolayısıyla tekrarlanan kalıplar yoktur” düşüncesi eklenince,
Karl Marx’ın “metni” sadece diğer milyonlarca metin arasında bir metin olur:
Sadece olası açıklamalardan biri yapılır. Böylece, siyasal ve ekonomik
bağlam, en iyi biçimiyle, ifade edilen içine (metne, örneğin bir televizyon
programına, romana, vücut diline, giysi tarzına) indirgenir ve bu indirgenen
metin/söylem içinden geçerek anlamlandırılır. Dünya, örneğin, asgari ücretler
ve fiyat politikalarıyla yoksullaştırma ve yoksun bırakmayla yürütülen
egemenlikler ve mücadeleler dünyası değil, asgari ücretin “..e göre”
anlamlandırıldığı metinler dünyası olur. En son ne zaman anlamlandırmayla,
söylemle, dilin belirlediği gerçekle karnını doyurdun, kiranı ödedin, alışveriş
yaptın?
Eleştirel iletişim anlayışı 195

Metin içi ve metinler arasılıkla kurulmaya çalışılan bağlam gerçek insan


ilişkileri ve pratiği bakımından bağlam dışıdır, günlük yaşam bağlamından
yoksundur; tarihsiz, öznel ve sadece bunu yapanlara ve egemen pazara faydalı
çabalardır.
Kişilerin, “insanları siyasal olarak özgürleştiren metinlerden” ve “karşıt
okumalardan” geçerek bireysel kimlikler kurması ve televizyon durum
komedilerinden ve dizilerden geçerek kapitalizme karşıtlık oluşturması iddiası
karşıtlığı mücadeleye dökecek, sendikalaşma gibi örgütlenmenin olmadığı bir
koşulda, yazarın kendini ve ona inananları kandırdığı, saçmalıktır. İnsan
metinlerle ve metinlerden geçerek yaşamıyor. Metinlerle ve metinlerden
geçerek karın doyuranlar ve karşıtlık üretenler (örneğin köşe yazarları,
televizyonda tartışma programları yapan aydınlar) için bile bu doğru değildir,
çünkü onlar yaşamlarını metinler üreterek ve bu üretimden para kazanarak
yapmaktadır; metinlerle yaşayarak değil.
Metni anlama ve anlamlandırma belli örgütlü yer ve zamanda egemenlik
ve mücadele ilişkileri ve fiziksel ve sosyal olarak varlığını sürdürebilme
koşullarıyla bağlam kurmayı gerektirir. Pozitivistler izleyici araştırmaları
yapar, etkiyi ararlar; izleyici araştırmaları şirketlere ve bilinç yönetimi yapan
herkese oldukça faydalıdır. Onlar, asla televizyonla ilgili asıl sorunun
televizyonu yöneten eğitimlilerin çıkar hesapları ve bu hesaplara göre
oluşturulan içerik biçimleri olduğunu kabul etmezler ve onu incelemezler bile.
Onun yerine, izleyici araştırmaları yaparlar ve daha da aşağılık bir şekilde
televizyon sorunlarının tek bir çözümü vardır, o da izleyicileri eğitmektir”
diyerek, izleyicileri aşağılarlar ve dürüst insanları iğrendirerek kustururlar.
İzleyici araştırmaları yapanlar ile, “izleyici kendi anlamını inşa eder (metin
çözümler, inşa-yıkar ve yeniden-inşa yapar) diyen alımlama araştırmacısından
farkı ne? Biri pozitivist empirik araştırmayla apaçık bir şekilde şirketlerin
çıkarını gerçekleştirir ve para kazanır (bazıları para bile kazanmaz). Diğer
(alımlama araştırması yapan) şirketlerin doğrudan kullanabileceği istatistiksel
veriler sunarak şirketlere yardım etmezler, onun yerine eleştiri olarak sunulan
biliş iğfaliyle, hem düzenden memnun olamayan kendilerini rahatlatırlar, hem
düzenden memnun olmayan kendileri gibi olanları rahatlatırlar hem de
egemen yapılar için işlevsel olan eleştiri sunarak toplumu yönetenleri
rahatlatırlar. Hele bir de, Karl Marx’ı “Freudcu anlamlandırmayla analiz eder
ve Marx’ın bu fikirleri sunmasını ödipüs kompleksle veya “bilinçaltına atılmış
doyumsuzlukların ifadesiyle” açıklarsan, sen “eleştirel iyiler” arasına dahil
edilirsin.
196 İrfan Erdoğan

Metinler (sözler, giysiler, gazetedeki yazılanlar vb) belli bir örgütlü yer ve
zamanda yaşayan insanın kendini çeşitli amaçlara ve gereksinimlere bağlı
olarak ifadeleridir. Dolayısıyla, metinlerde yaşananın ve biçimlendirilmişin
ifadelerini buluruz. Bunları elbette incelemek gerekir. Ama bunu incelerken
bunların belli insan ilişkileri koşulunda tarihsel olarak belirlenmiş ifadeler
olduğunu göz ardı etmemek ve ifadelerin anlamlandırılmasını gerçek insan
ilişkileri koşuluyla bağlar kurarak yapmak gerekir. Bunların yanında, en çok
vurgulamak istediğim şudur: Metni okuma (alımlama) sorunsalından önce,
metni üreten, dağıtan, tüketen, okuyan ve inceleyen “beyne, düşünceye” değil,
o beyni ve düşünceyi taşıyan insanın günlük kendini fiziksel ve sosyal olarak
üretmesindeki biçimlere ve ilişkilere, alımlamada belli biçimde çözüm yapan
insanın bu şekilde çözüm yapmasını belirleyen koşullara bakmak gerekir.
Dürüst akademisyen/insan, alımlama ile sunulan eleştiriyle, izleme araştırması
yapan bazı akademisyen bozuntularının eksik bıraktığını tamamlama işine
girmez. Dürüst akademisyen/insan “bazı akademisyen bozuntusu” kavramını
kullanmama takılarak, asıl gerçeği bir kenara itip, benim “söylemimin”
katılığıyla ilgilenmez. Dürüst ve aklı başındaki bir insan “televizyonlardaki,
insanlara insanca değerler işlemeyen çöplüklere çözüm” nedir?” sorusuna,
“televizyonlarda o tür programları yapanlar çözümün ne olduğunu domuz gibi
biliyorlar” diye yanıt verildiğinde, var olan çıkarlara uygun aşağılık
anlamlandırma yönelimine bir diğerini ekleyerek, gerçeği bir kenara itip,
“bize domuz” dedi diye olabilecek en aptalca yorumu yapmaz. “Domuz gibi
biliyorlar” demek, “siz domuzsunuz” demek değildir. Bu son örnekten, bir
diğer gerçek daha ortaya çıkmaktadır: Doğru anlamlandırma veya
anlamlandırmanın nedeni, öyle yapıldığını, anlamlandırmanın anlamını ancak
onun olduğu ilişkisel, duygusal, tarihsel, şimdi ve çıkar bağlamında ele alırsak
“açıklamak istediğimizi doğru açıklarız; elbette, açıklamak istediğimizi doğru
açıklamak gibi bir amacımız varsa.

Aktif öznenin yerinden edilmesi: Tarihin tarih yapışı


Marksizm, tarihi birbirini izleyen önceden bilinmeyen nadir olaylar
dizisine ve insanların birbiriyle çatışan isteklerine indirgeyen görüşü kabul
etmez. Tarihin itici gücü, insanlar arası ilişkilerdir. "Bizim tarih anlayışımız
her şeyin ötesinde, araştırma için bir yol göstericidir; Hegelcilerin tarzı gibi
yapı için bir manivela değil" (Engels,1890:71). Her tarih, her toplum
araştırılmalı, toplumun farklı biçimlerinin varlık koşulları incelenmelidir.
Eleştirel iletişim anlayışı 197

Yani incelemeler soyut fikirlerden değil, somut gerçeklerden hareket edilerek


yapılmalıdır.
Maddeci tarih anlayışı, üretimin her toplumsal düzenin temeli olduğu
ilkesiyle başlar: Tarihte görülen her toplumda zenginliklerin dağılımı ve
toplumun sınıflara veya tabakalara ayrılması, (a) ne üretildiği, (b) nasıl
üretildiği (üretim biçimi ve ilişkileri) ve (c) üretilenin nasıl el değiştirdiğine
bağlıdır.
Tarih kendi başına hiçbir şey yapmaz; savaşlar onun eseri değildir. Onları
yaşayan insanlar yapar. Tarih, kendi amaçlarına ulaşmak için insanı
kullanmaz. O, kendi amaçları peşinde koşan insanların etkinliklerinden başka
bir şey değildir (Marx ve Engels 1844).

Küreselleşme, emperyalizm ve medya emperyalizmi


Dikkat edilirse, kurulan yanlış bağlar oldukça çoktur. Günümüzde en
moda yanlış bağlardan biri de küreselleşmedir.
Günümüzde artık kimse emperyalizm gibi “geçmişin kavramlarından
bahsetmiyor, bahseden de “60’larda kalmış” olarak niteleniyor. Günümüzde
artık küreselleşme, karşılıklı bağımlılık, yönetişim gibi kavramlar gündemde.
Bir kavramın ve anlatının gündemde olması onun anlattığının geçerliliğini
kanıtlamaz. Bir kavramın gündem dışı bırakılması, o kavramın açıkladığı
gerçeğin artık olmadığını anlatmaz. Küreselleşme ve karşılıklı bağımlılık gibi
kavramlar hızla küreselleşen kapitalist imparatorluğun (emperyalizmin)
kurnazca hazırlanmış kılıflarıdır.
Küreselleşme (globalization) çoğunlukla iletişimdeki gelişmelerden
geçerek uluslararası alışverişlerin (exchange) büyümesi safhasını anlatmak
için kullanılır. Küreselleşme ekonomik anlamda kapitalist pazarın dünya
üzerindeki yaygınlığını yücelten bir kavramdır. Siyasal anlamda ise kendine
dönük ulus devletlerin ve korumacı politikaların son bulduğunu heceler.
Küreselleşme yerel olanın son bulduğunu ve herkesin ve her şeyin dünyaya ait
olduğunu anlatır. Küreselleşme, bu aitlikte beraberlik ve karşılıklı bağımlılık
anlamını taşır. Küreselleşme emperyalizm kavramını ortadan kaldırır ve
emperyalizmin sonunu ilan ederek onun yerini alır. Bu bağlamda
küreselleşme günümüzün egemen yapılmış gerçeğidir: Bu gerçeğe göre,
toplumlar ve insanlar artık enformasyon ve iletişim ağlarıyla birbirine
bağlanmış durumdalar. Karşılıklı ilişki ve bağımlılık içindeler ve isteseler de
dışarıda olamazlar. Dikkat edilirse, küreselleşmeyle ilgili anlatılar
küreselleşme gerçeğini açıklamaktan çok gizlemektedir. Aslında,
198 İrfan Erdoğan

küreselleşme fikri pazarlama ve yönetim uzmanlarının malıdır. Onların dünya


görüşü ve yeni dünya düzeni için meşrulaştırıcı ve mitler yaratan anahtardır.
Elbette, küreselleşme diye bir yapı var: Büyük sermaye küreselleşmekte
ve pazar (emek ve küçük sermaye) küresel çıkarların gerçekleşmesi için
yerele hapsedilerek küreselleştirilmektedir. Küresel serbest pazarda sermaye
serbesttir ve emek ise kontrol edilen pazar durumundadır. Küreselleşme aynı
zamanda, Küreselleştirilen emek gücünün birleşmesini ve kendiyle küresel
seviyede mücadeleye girmesini önlemek için, kendi küreselleşirken, emeğin
gücünü yerelleştirerek böler, parçalar. Bunu da esnek üretim ve küresel-
yerelleşme gibi politikaları uygulayarak yapar.
Günümüzde küresel şirketler yerel, ulusal ve uluslararası seviyelerde
çalışmaktadır. Küreselleşmiş pazarda bir şirket aynı anda yerel ve uluslararası
olmak zorundadır. Bu durumdan “glocalization” denen küresel-yerelleşme
kavramı çıkarılmıştır. Küresel-yerelleşme ile tasarım, üretim, pazarlama ve bir
zamanlar ayrı olan faaliyet alanları coğrafîk bütünleşmeye uğratılır. Bu
entegrasyonla birlikte, küreselleşmenin bilincini yaratan ideolojik
biçimlenmeler de ortaya çıktı. İfade özgürlüğü artık siyasal alandan ekonomik
alana taşındı ve “ticari ifade özgürlüğü” oldu. Ticari ifade özürlüğü serbestçe
ticari faaliyette bulunmadır. Bu özgürlük, insan hakkı tanımını endüstriyel
öznel çıkarlar için yeniden yapmaktadır: Her yıl milyonlarca insanı katleden
tütün/sigara endüstrileri insan haklarına uygun ve sosyal sorumluluk
duygusuyla sigaraların üzerine “sigara sizi öldürür” diye yazarak “duyarlılık
promosyonu” yapmaktadır.
İletişim kuram ve araştırma dergisi
Sayı 25 Yaz-Güz 2007, s. 199-228

Forum

Karl Marx
İnsan, toplum ve iletişim

İNSAN VE TOPLUMU

Marx'a göre, şekli ne olursa olsun, toplum insanların karşılıklı


etkinliklerinin ürünüdür. İnsanlar isteklerine göre, herhangi bir toplum şeklini
seçmede özgür değildir. İnsanın yeteneklerinin gelişmesinin belli bir durumu
dikkate alındığında, buna karşılık olan bir ticaret ve tüketim biçimi
anlaşılabilir. Belli bir üretim, ticaret ve tüketim gelişme devresi, yanında ona
karşılık bir toplumsal alt yapı, aile, düzen, sınıflar, tek sözcükle sivil toplum
getirir. Böyle bir sivil toplum da onun resmi ifadesi olan bir siyasal devlet
yaratır.
Toplum sadece kişiler topluluğu değildir; bu kişilerin birbirine karşı olan
ilişkilerin toplamıdır. Köle ya da yurttaş olma kişiler arası toplumsal bir
şekilde belirlenmiş bir ilişkidir. İnsan ancak toplum içinde ve toplum içinden
geçerek köledir. Bu, işçi, köylü, kapitalist, bakkal, hırsız, zengin, fakir, ev
sahibi ve kiracı için de aynıdır. Yoksul ile zengin, kapitalist ile işçi arasındaki
fark ancak toplumsal açıdan vardır. Toplumdaki belli ilişkiler sonucu ortaya
çıkan oluşumlar (yoksulluk, zenginlik, işsizlik, evsizlik, açlık), bu belli
biçimin değişmesiyle değişir, ortadan kalkmasıyla onlar da kalkar.
Marx Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı (1859) yapıtının önsözünde,
insan ve toplumuyla ilgili temel kuramsal yaklaşımını şöyle açıklamaktadır:
Ulaştığım ve ulaşıldıktan sonra incelemelerime kılavuzluk eden genel
sonuç, kısaca şöyle özetlenebilir: Varlıklarının toplumsal üretiminde,
insanlar, kaçınılamaz bir şekilde, aralarında kendi arzularından
bağımsız, belirli ilişkilere girerler; yani, onların maddi üretim
güçlerinin belirli bir gelişme seviyesine uygun üretim ilişkilerine
(girerler). Bu üretim ilişkilerinin tümü, toplumun ekonomik
yapısını,oluşturur, yasal ve siyasal üstyapının yükseldiği ve belli
sosyal bilinç biçimlerinin tekabül ettiği gerçek temeli oluşturur.
200 Karl Marx

Maddi hayatın üretim tarzı, sosyal, siyasal ve entelektüel hayatın


genel sürecini belirler. İnsanların yaşam biçimini belirleyen bilinçleri
değildir; ama, onların bilincini belirleyen sosyal yaşam biçimleridir.
Gelişmelerinin belli bir aşamasında, toplumun maddi üretici güçleri
var olan üretim ilişkilerine veya – bu sadece aynı şeyi yasal terimlerle
ifade eder—o zamana kadar çalıştıkları çerçeve içindeki mülkiyet
ilişkileriyle çatışmaya başlar. Üretici güçlerin gelişmesinin
biçimlerinden, bu ilişkiler onların prangasına dönüşür. Ardından,
toplumsal devrim dönemi başlar. Ekonomik temeldeki değişmeler
tüm koca üstyapıyı eninde sonunda dönüşüme götürür. Bu tür
dönüşümleri incelemede, doğa bilimlerindeki kesinlikle saptanabilen
üretimin ekonomik koşullarının maddi dönüşümü ile yasal, siyasal,
dini, artistik veya felsefi – kısaca, insanın bu çatışmanın fakına
vardığı ve savaştığı ideolojik biçimleri— ayırt etmek daima
zorunludur.
Nasıl ki, insan bir kişiyi onun kendini ne sandığıyla değerlendir-
mezse, aynı şekilde, insan böyle bir dönüşüm dönemini kendi
bilinciyle değerlendiremez, fakat, aksine, bu bilinç maddi yaşamın
çelişkilerinden, üretimin sosyal güçleri ve üretim ilişkileri arasında
var olan çatışmadan açıklanmalıdır. Hiçbir sosyal düzen yeterli
üretici güçler gelişmeden asla yıkılmaz ve yeni üstün üretim ilişkileri,
varlıkları için gerekli maddi koşullar eski toplumun içinde
olgunlaşmadıkça asla eskinin yerini alamaz. Bu nedenle, çözüm için
gerekli materyal koşullar hazır olduğu zaman veya biçimlenme
sırasında problemin kendisinin yükseldiğini yakın inceleme her
zaman gösterdiği için, insan ancak çözebileceği görevlere kendini
hazırlar. Genel olarak, Asya üretim tarzı, antikçağ, feodal ve modern
burjuva üretim tarzları, toplumun ekonomik gelişmesindeki dönemler
olarak atanabilir. Burjuva üretim tarzları, toplumsal üretim sürecinin
son düşmanca biçimidir — bireysel düşmanlık anlamında değil, fakat
bireylerin sosyal yaşam koşullarından çıkıp gelen bir düşmanlık--,
fakat burjuva toplumunun içinde gelişen üretici güçler bu
düşmanlığın çözümü için materyal koşulları da yaratırlar. İnsan
toplumunun tarihöncesi bu sosyal biçimlenmeyle kapanır.

MATERYALİN ÜRETİMİ

Üretim
Marx Grundrisse’de “Siyasal ekonominin eleştirisinin temelleri” başlığı
altında “dolaşım (üretim, tüketim, dağıtım, mübadele) konusunu incelerken
önce “üretim” ile başlar ve üretimde başlangıç noktası olarak “toplumda
üretim yapan bireyleri, dolayısıyla, toplumsal olarak belirlenmiş bireysel
üretimi” alır. Marx toplum dışında bir bireyin kendi başına üretim yapacağını
(dolayısıyla toplum dışında dil, anlam, dil, özgürlük, bireycilik olacağını)
İnsan, toplum ve iletişim 201

saçma bulur. Marx için, birlikte yaşayan ve birbiriyle konuşan insanlar


olmadan dil olamaz (özgürlük, bireycilik, kölelik) ve aynı şekilde, toplum
dışında yalnız bir insan tarafından üretim de saçmalıktır. Dolayısıyla, Marx’a
göre, insan, hayatını ve hayatı diğer insanlarla birlikte üretir ve bunu yaparken
yaşamın ve üretimin her türlü ifadelerini de üretir.
Marx, yukarıdaki açıklamasından sonra, “üretimin tarihsel ilişkisinin
ebedileştirilmesi” alt-bölümünde “üretim” ile ne demek istediğini açıklar.
Marx üretimi açıklarken (yani özelden başlarken) birey ve toplum arasındaki
bağı kurar ve üretimde (ve toplumun anlaşılmasında), merkeze üretim yapan
insanı yerleştirir:
Biz üretimden bahsettiğimizde, daima aklımızda olan toplumsal
gelişmenin belli safhasındaki üretimdir, toplumdaki insanlar
tarafından yapılan üretimdir. Bu nedenle, üretimden bahsedebilmek
için ya tarihsel gelişme sürecini farklı dönemlerinden geçerek
izlemeliyiz, ya da önceden, modern burjuva üretim gibi, belli bir
tarihsel dönemle ilgilendiğimizi açıklamalıyız (Marx, Grundrisse,
Production, Consumption, Distribution, Exchange)

Marx için üretimin evrensel koşulları denen şeyler hiçbir gerçek tarihi
üretim aşamasının kavranmasına bir yararı olmayan soyut öğelerden başka bir
şey değildir:
Yine de, her üretim dönemi belli ortak özelliklere, ortak karakterlere
sahiptir…. Genel anlamda bir soyutlamadır, fakat üretim ortak
elemanı çıkarır ve tamir eder, ve böylece bizi tekrardan korursa bir
rasyonel soyutlamadır. Hala, bu genel kategori, karşılaştırmayla
elenip çıkarılan bu ortak elemanın kendisi çoğu kez parçalara
ayrılmıştır ve farklı belirleyicilere ayrılmıştır. Bazı belirleyiciler her
döneme aittir, diğerleri sadece birkaçına. (Marx, Grundrisse,
Production, Consumption, Distribution, Exchange)1.

Marx mülkiyetin (veya mal sahibi olma isteğinin) “üretimin ön koşulu”


olduğu görüşünü kabul etmez: Her üretim, bir birey için bir toplum biçimi
içinde ve toplumdan geçerek doğadan elde etmedir (sahip olmadır).2 Marx
için, “mülk (sahip olma) üretimin ön koşuludur (belirleyicisidir)” demek
totolojidir. Benzer şekilde, üretimin olmadığı, dolayısıyla herhangi bir tür
mülkiyetin olmadığı düşüncesi de totolojidir (yani. aynı şeyi kendisiyle

1
Not: Türkçe ve İngilizce farklı kaynaklardan ayrıntılı okumak isteyenler için,
kaynakça, bu bölümde bu şekilde verildi.
2
“Toplum içinde” ve “toplumdan geçerek” kavramları Marks için insanı anlamada en
temel kavramlar arasındadır.
202 Karl Marx

açıklamaktır; çünkü üretim demek sahip olmak demektir, elde etmek,


sağlamak demektir).
Marx’ın belirttiği gibi, üretim araçları olmadan üretim mümkün değildir,
hatta bu araç sadece bir el olsa bile.

Üretim ve işçinin yabancılaşması


Kapitalist üretim tarzı ve ilişkileri içinde insanlar birden fazla
yabancılaşma deneyimlerler: (a) İş alanındaki yabancılaşmada insan ürettiği
nesneden yabancılaşır; Üretilen nesneden yabancılaşma üretim sürecinin,
üretim faaliyetinin bir sonucudur. Mallar/emtialar insan emeğinin
yabancılaşmış ürünleridir. (b) İnsan üretim sürecinden yabancılaşır: Neyin
nerede, hangi koşulda, ne amaç ve sonuçlarla üretileceğine karar verme
gücünden insanın tümüyle yoksun bırakılması; iş koşullarının tümüyle insanın
dışında, ona rağmen belirlenmesi. (c) Ürün üretildikten sonra, ücret vererek
üretilenden ve zenginlikten emeğin yoksun bırakılmasıyla gelen
yabancılaşma; (ç) Kaynaklarla bağ kuran paranın, özü ve değeri tanımlaması
ve tapılan amaç haline gelmesiyle oluşan yabancılaşma (d) kendini
gerçekleştirememe nedeniyle veya üretim tarzının getirdiği materyal ve
bilişsel egemenlik altında biçimlenmiş kendiyle, kendi kendinden
yabancılaşması. (e) diğer insanlardan yabancılaşma: İnsanın işine, işinin
ürününe ve kendisine olan ilişkisinde gerçek olan, aynı zamanda diğer
insanlarla olan ilişkisinde de gerçektir. Marx'ın belirttiği gibi (1844a)
“emeğinin ürünü ne olursa olsun, işçi olduğu gibi" değildir. Bu
nedenle, ürünü daha çok oldukça, işçi daha az "kendisi" olur. İşçinin
ürününe yabancılaşması sadece emeğinin bir nesne olması değil,
fakat ürünün işçinin dışında, bağımsızca, işçiye yabancı bir şey olarak
varolması ve işçiye karşı duran kendi başına bir güç olması anlamına
gelir. Bu nesneye işçinin verdiği yaşam, düşman ve yabancı bir şey
olarak işçiye karşı durması demektir.

Üretimin dağıtım, mübadele ve tüketimle genel ilişkisi


Günümüzde dağıtım kavramı, mal ve hizmetlerin kullanım safhasına
ulaştırma olarak ele alınır. Dağıtım sorunları şirketin pazara ulaşma ve
yayılma sorunları olarak düşünülür. Bu tür anlatıda, “paylaşım” (zenginliğin
yaratılması ve bölüşümü) yoktur. Marx için, toplum üyeleri, gereksinimlerine
göre üretim yaparlar. Dağıtımla bireyin üründeki payı belirlenir. Mübadele ile
zaten bölüşülmüş paylar bireysel gereksinimlere göre daha da bölünür.
Tüketimle, ürün bireyin gereksiniminde kullanılan ve kullanımla bu
İnsan, toplum ve iletişim 203

gereksinimi gideren nesne olur. Dağıtım bireye düşen ilişkiyi (miktarı)


belirler. Mübadele bireye dağıtımla düşen paya göre talep ettiği üretimi
belirler. Tüketim tüm süreci yeniden başlatan bitiş noktası olarak düşünülür.
Marx için, üretimi, dağıtımı, mübadeleyi ve tüketimi birbirinden bağımsız,
ayrı şeyler olarak düşünmek yanlıştır.

Tüketim ve üretim
Marx’a göre, üretim ve tüketim aynı anda olur: Üretirken tüketiriz ve
Tüketirken üretiriz. Marx bu ilişkiyi çeşitli yönleriyle, tartışmaktadır: Üretim
de o anda olan tüketimdir. İki katlı tüketim, öznel ve nesnel: Birey üretimde
sadece kendi yeteneklerini geliştirmez aynı zamanda harcar, üretim eyleminde
kullanır. Üretirken kullanımla üretim araçlarının eskimesi tüketimdir. Benzer
şekilde, ham madde kullanım sonucu doğal biçimini ve bileşimini kaybetmesi
nedeniyle tüketilir. Üretim eylemi, dolayısıyla, her anında bir tüketim
eylemidir. Tüketim de o an olan üretimdir. Yemek yemek bir tüketme şeklidir.
Yemek yerken yapılan tüketimle, insan kendi vücudunu üretir. Bu her tür
tüketim için doğrudur, çünkü her tür tüketimle insan bir şekilde kendi fiziksel
varlığını üretir. Üretimin o an tüketim ve tüketimin de üretim olması, her
birinin diğerine zıt olmasıdır. Fakat bu zıtlık yanında, ikisi arasında “arayan
giren” bir hareket olur. Üretim tüketimi aracılar (yani, üretim tüketimin
maddesini yaratır, bu madde olmaksızın, tüketimin tüketeceği nesne olmaz).
Aynı zamanda, tüketim de üretimi aracılar: Tüketim yoksa, üretim de yoktur,
çünkü üretimin bir anlamı kalmayacaktır.
Marx’ göre, tüketim üretimi iki şekilde üretir: Birincisi: Bir ürün
tüketilirse (kullanılırsa) gerçek üründür. Bir giysi ancak giyme eylemi içinde
gerçek bir giysi olur. Kimsenin yaşamadığı bir ev gerçek bir ev değildir.
Dolayısıyla, bir ürün, doğal bir nesneden farklı olarak, ancak tüketimden
geçerek bir ürün olur. Bir ürüne “bitiş dokunuşunu” (son fırçayı) tüketim
verir. Çünkü ürün nenselleştirilmiş eylem olarak üretim değildir. Ürün aktif
nesne için (insan için) nesne olarak üretimdir. İkincisi: Tüketim yeni üretim
için gereksinim, neden, dürtü yaratır.
Üretim tüketim için materyal ve nesneyi sağlar. Nesnesiz tüketim, tüketim
değildir. Bu bağlamda, üretim tüketimi yaratır, üretir. Fakat üretim tüketim
için sadece nesne yaratmaz, aynı zamanda, tüketime üretimin özelliğini,
karakterini, bitmiş halini verir. Nesne genel bir nesne değildir, belli şekilde
tüketilecek ve üretim tarafından aracılanacak belli bir nesnedir: Açlık açlıktır.
Ama çatal ve kaşıkla yenen pişmiş etle doyurulan açlık, elle yenen çiğ etle
204 Karl Marx

doyurulan açlık aynı değildir. Dolayısıyla, üretim sadece nesneyi üretmez,


aynı zamanda tüketim tarzını da üretir. Böylece, üretim tüketiciyi de üretir.
Ayrıca, üretim gereksinim için materyali sağlamaz, aynı zamanda materyal
için gereksinimi de sağlar. Bu yolla, üretim özne için nesneyi yaratmaz, aynı
zamanda nesne için özneyi de yaratır (yani, üretim hem maddeyi üretir hem
de tüketiciyi). Dolayısıyla, üretim (1) tüketim için materyali yaratarak, (2)
tüketimin tarzını belirleyerek ve (3) ürünü yaratarak tüketimi üretir (Marx,
Grundrisse).

Dağıtım ve üretim
Marx dağıtımı diğer süreçlerle ilişkilendirerek açıklar. Marx için dağıtım
sadece ürünlerin dağıtımı olarak ele almak çok basit ve yüzeyde bir
yaklaşımdır. Sadece ürünlerin dağıtımı olarak düşünülmemesi gereken
dağıtımı gerçek ilişkiler yapısı içinde açıklar: Dağıtım üreticilerle ürünler,
dolayısıyla, üretim ve tüketim arasına girer; sosyal yasalara uygun olarak
üreticinin payının ne olacağını belirler. Faiz ve kâr dağıtım tarzlarıdır ve bu
dağıtım tarzının önkabulü sermayenin üretim aracı olduğudur. Faiz ve kâr,
benzer şekilde, sermayenin yeniden üretim biçimleridir (Marx, Grundrisse).
Üretim aracı olan emek, dağıtımda, dağıtımın özelliği olarak görünür.
Eğer emek ücret emeği olarak belirlenmeseydi, kölelikte olduğu gibi üründen
aldığı pay ücret olarak görünmeyecekti. En gelişmiş dağıtım biçimi olan
toprak kirası, üretim aracı olarak geniş çapta toprak mülkiyeti, aslında geniş
çaplı tarım gerektirir. Dağıtım tarzı ve ilişkileri (dağıtımın yapısı) tümüyle
üretimin yapısı tarafından belirlenir. Dağıtımın kendisi hem nesnesinde hem
de biçiminde, üretimin bir ürünüdür.
Dağıtım, ürünlerin dağıtımı olmadan önce, (1) üretimin enstrümanlarının
dağıtımıdır; (2) toplumun üyelerinin farklı türdeki üretimlerde dağıtımıdır.
Ürünlerin dağıtımı sadece bu dağıtımın (üretimin yapısının) bir neticesidir.
Alışveriş/mübadele ve sirkulation/dolaşım

Dolaşım mübadelenin sadece belli bir anıdır ve aynı zamanda


mübadelenin tümü olarak düşünülür. Mübadele, üretimle belirlenen dağıtım
ile tüketim arasında “aracılayan” bir andır. Üretimin kendi içinde yer alan
faaliyetlerin ve yeteneklerin alışverişi, doğrudan üretime aittir ve üretimi
oluştururlar. Benzer şey ürünlerin alışverişinde de olur: Alışveriş, ürünü
bitirme ve doğrudan tüketim için uygun hale getirme yoludur/aracıdır. Bu
çerçevede, alışveriş/mübadele üretimin kendi içindeki bir faaliyettir.
İnsan, toplum ve iletişim 205

Dağıtıcılar ve dağıtıcılar arasındaki alışverişin örgütlenmesi, kendisi üretme


faaliyetidir ve tümüyle üretim tarafından belirlenir. Alışveriş, ürünün
doğrudan tüketim için el değiştirdiği son safhada üretimden bağımsız ve
ilgisiz görünür. Aslında (1) İster iş bölümü kendiliğinden, anlık, doğal olsun
veya tarihsel bir gelişmenin ürünü olsun, iş bölümü olmaksızın bir alışveriş
yoktur. (2) özel alışverişin ön koşulu özel üretimdir. (3) Alışverişin
yoğunluğu, uzantısı ve tarzı (nasıl yapıldığı) üretimin yapısı ve gelişmesi
tarafından belirlenir.
Marx, incelemelerinde ulaştıkları sonucun üretimin, dağıtımın, alışverişin
ve tüketimin aynı şey olduğu sonucuna ulaşmadıklarını, bunların bir bütünün
içindeki farklılıklar olduğunu (bir bütünün üyeleri olduğunu) belirtir: Üretim,
sadece kendisi üzerinde değil aynı zamanda diğer anlar üzerinde de baştan
egemendir. Süreç, yeniden başlamak için daima üretime geri döner. Alışveriş
ve tüketim egemen olamaz. Benzer şekilde, ürünlerin dağıtımı olarak dağıtım,
üretim öznelerinin/agents dağıtımı olarak kendisi üretimin bir anıdır. Belli bir
üretim belli bir tüketimi, dağıtımı ve alışverişi belirler. Aynı zamanda, bu
farklı anlar arasındaki belli ilişkileri belirler. Tek yanlı biçimiyle üretimin
kendisi diğer anlar tarafından belirlenir. Örneğin, eğer alışveriş alanı
genişlerse, üretimin hacmi büyür ve farklı branşlar arası bölünmeler de
derinleşir. Dağıtımdaki değişim üretimi değiştirir. Tüketim gereksinimleri
üretimi belirler. Farklı anlar (üretim, dağıtım, alışveriş ve tüketim) arasında
karşılıklı ortak ilişkiler olur. Bu her organik bütün için böyledir.

Devlet ve toplum yapısı


Marx'ın yaklaşımının yapısını belirten temel kavram üretim biçimidir.
Marx için üretim, sadece ekonomik bağlamda malların üretimi değildir. Marx
üretim dediğinde, tarihsel bir toplumdan bahsetmektedir. Örneğin adalet
sisteminin kendini üretmesi suç ve cezanın üretilmesine bağlıdır. Suçun
üretilmediği yerde (suçun olmadığı veya bir şeyin suç olarak tanımlanmadığı
veya güçlünün suçlu-egemenliğine devam etmek için), yasasıyla, polisiyle,
mahkemesiyle ve hapishanesiyle adalet sistemi ve bu sistemi besleyen hukuk
fakültesi gibi diğer sistemlere de gerek kalmazdı, oluşmazdı.
Marx için toplumsal yapı ve devlet sürekli belli maddi sınırlar,
varsayımlar ve koşullar altında aktif olan gerçek insanların yaşam
süreçlerinden çıkarak gelişir. Devlet topluma dışarıdan zorla kabul ettirilmiş
bir güç değildir, aksine, gelişmenin belli bir evresinde oluşan toplumun
ürünüdür. Devletin varlığının nedeni, birbiriyle çatışan sınıfların olmasıdır.
206 Karl Marx

Sınıf düşmanlığını denetleyen devlet, normal olarak ekonomik bakımdan


egemen olan sınıfın kontrolündedir. Egemen sınıf devlete sahip olmakla,
ezilen sınıfın sömürüsünde ve aşağı tutulmasında yeni araçlara ve olanaklara
sahip olur. Eski devlet, her şeyin ötesinde, kölelik koşullarını garantileyen
köle sahiplerinin devletiydi. Feodal devlet köylü serfleri ve köleleri tutmak
için soyluların bir organıydı. Çağdaş temsili devlet, sermaye tarafından
kitleleri sömürme mekanizmalarını garantileyen ve geliştiren araçtır. Devlet
sonsuzdan beri varolmamıştır. Devleti ve devlet gücünü bilmeyen toplumlar
da varolmuştur. Gelişmenin belli bir evresinde, toplumun sınıflara ayrılmasını
içeren evrede, devlet bu ayrılma nedeniyle zorunlu olmuştur. Üreticilerin
üretimi özgür ve eşit birleşme temeli üzerine yeniden örgütlediği bir toplum,
devleti antikler müzesine kaldıracaktır (Engels, 1884). Devlet, egemen sınıfın
bireylerinin kendi ortak çıkarlarını teyit ettiği ve bir dönemdeki sivil toplumun
tümünün özetlendiği bir şekildir. Tüm toplumsal örgütlerin biçimlenmesinde,
devlet arabulucu olarak etkinlikte bulunur ve bu örgütler siyasal bir biçim alır.
Dolayısıyla, yasanın özgür isteğe dayanması bir düştür. Hukukun din kadar az
bir bağımsız tarihe sahip olduğu unutulmamalıdır. Sivil hukukta toplumdaki
mülkiyet ilişkileri genel isteğin sonucu olarak ilan edilir (Marx ve Engels,
1846). Devlet kendini önce insanlar üzerinde ideolojik bir güç olarak sunar.
Özellikle tarihçiler, siyasetçiler, hukukçular ve yasa yapıcıları gibi
profesyoneller devleti sınıflar üstü, toplum çatışmaları ötesinde bağımsız bir
varlık olarak görürler. Dolayısıyla, ekonomik ilişkiler kökenini silip ortadan
kaldırırlar. Sonuç olarak hukuksal biçim, ekonomik içerikten soyutlanır ve
kendine özgü tarihsel gelişime ve bağımsızlığa sahip olduğu iddia edilir.
Devletin ve hukukun bağımsızlığı iddiaları arttıkça devletin ve hukukun belli
bir sınıfın organı olması da artar (Engels, 1888).
Devlet ve toplumun yapısı, siyasal bakımdan, iki ayrı şey değildir: Devlet
toplumun yapısıdır, aktif, bilinçli ve resmi ifadesidir. Devlet genel ve özel
yaşam, genel ve özel çıkarlar arasındaki çelişki üzerine kurulmuştur. Devletin
varlığı ile herhangi bir tür köleliğin varlığı birbirinden ayrılamaz
(Marx,1844a). Çağdaş devlet tarafından insan haklarının tanınması, eski
devirdeki (antik çağdaki) devletin köleliği tanımasıyla aynı anlama sahiptir.
Eski devrin devletinin temeli kölelikti. Çağdaş devletin temeli, sivil toplum ve
bu toplumun bireyi; yani öteki insanlarla tek bağı özel çıkar olan, ücretli işin
kölesi olan, bencil gereksinimleri olan, bağımsız kişidir. Çağdaş devlet bu
temeli tanıdı, fakat yaratmadı. Çağdaş dünyada herkes köleliğe ve toplumsal
yaşama aynı anda katılır. Fakat sivil toplumun köleliği görünüşte en büyük
İnsan, toplum ve iletişim 207

özgürlüktür. Çünkü "imtiyaz" (örneğin mülkiyet sahibi olma), yerini "hak" ile
değiştirmiştir, yani herhangi bir hakka sahip olmayı, bu hakkın gerektirdiği
yaşamın unsurlarına sahip olmadan, özgürlük kabul etmek. Bu gerçek, kişinin
mutlak köleliğinin ifadesinden başka bir şey değildir (Marx ve Engels, 1845).
Örneğin, Amerika'da pamuk tarlalarında çalışan, mal gibi alınıp satılan,
efendisine ve toprağa bağlı zenci köleler endüstrileşmenin gerekleri sonucu
burjuvazi tarafından bu tür kölelikten azat edildiler. Burjuvazi, feodalitenin
kölelerine özgürlük verdi, ama bu onları burjuvazinin ücretli köleleri haline
getirdi. Zencilerin ve tüm işçilerin yüz yüze geldikleri bu yeni ilişkiler ve
durum, en büyük özgürlük olarak sunuldu. Sivil toplumun üyelerini birlikte
tutan, birbirine bağlayan devlet değil, insanların temel gereksinmeleri,
çıkarlarıdır. Bu nedenle, gerçekte, devlet sivil hayatı değil, sivil hayat devleti
ayakta tutar (Marx, Engels, 1845). Sivil toplumu koruduğu bahanesiyle çeşitli
başka organlarını (ordu, polis gibi) harekete geçiren devlet, gerçekte, kendi
varlığını biçimlendiren toplum şeklini, çıkarlar düzenini, dolayısıyla kendini
korumak zorunluluğu ile hareket etmektedir. "Günümüzün toplumu" bütün
uygar ülkelerde varolan ve her ülkenin kendine özgü tarihsel gelişimi ile az
çok farklı ve gelişmiş olan kapitalist toplumdur. Öte yandan, günümüzün
devleti Almanya'da, İsviçre’de, İngiltere’de, Amerika'da, kısaca her ülkede
farklıdır. Bu farklılıklara karşın, bu devletlerin hepsi de çağdaş burjuva
toplumuna dayanır ve belli temel ortak özelliklere sahiptirler (Marx, 1875).
"Özgür devlet" nedir? Alman İmparatorluğunda devlet, Rusya'daki devlet
kadar özgürdür. Özgürlük, devleti topluma egemen olan bir organdan,
topluma tamamıyla bağımlı organa dönüştürmeyi içerir. Bugün devlet
şekilleri devletin özgürlüğünü kısıtlama derecesine göre az ya da çok
özgürdür (Marx, 1875).
Devlet egemen "irade" üzerinde durmaz, bunun yerine, kişilerin maddi
yaşam biçimlerinden çıkar ve egemen bir "irade” şekline sahiptir. Eğer bu
"irade" egemenliğini yitirirse, bu sadece "iradenin" değiştiğini değil, aynı
zamanda insanların iradelerine karşın yaşamları ve maddi varlıklarının da
değiştiği anlamına gelir (Marx, 1846).
Yasa ilkel toplum ve özel mülkiyetle aynı anda gelişir. Sivil hukukun
gelişmesi mülkiyet ilişkilerinin gelişmesiyle oluşup biçimlendi. Sivil hukukta
varolan mülkiyet ilişkileri genel iradenin (halkın isteğinin) sonucu olduğu ilan
edilir (Marx ve Engels, 1846: 61). Pozitivist-deneyci kuramda yasalar anayasa
ile ilgili yasalar, sanki Tanrı vergisi gibi varlıkları ve geçerlilikleri hiç
soruşturulmaz: Sorun, kişilerin bu yasalara uyması, uymayanların da çeşitli
208 Karl Marx

yollarla uydurulması olur. Marksist yaklaşım, yasaların toplumsal üretim


biçiminden çıktığını ve bu biçimin değişimiyle değiştiğini belirtir. Bunu
Engels (1890) şöyle açıklar: Çağdaş devlette yasa hem genel ekonomik
konuma ve bu konumun ifadesine karşılık olmak zorundadır; hem de, iç
çelişkilere karşın, kendi içinde tutarlı olmak zorundadır.
Toplumların iş yerlerinde, işe alınmaktan çalışma koşullarına ve işten
atmaya kadar çeşitlenen ilişkilerden geçerek üretilen bilinç, devletlerin
okullar, polis ve ordu gibi resmi baskı ve eğitim kurumlarında üretilenlerle
desteklenir. Günümüzde bu planlı üretim işini kitle iletişim araçları özelikle
kapitalist pazar ideolojisini yayma işinde yaygın bir şekilde yapmaktadırlar.
Dikkat edilirse, iletişim insan ve toplumun var oluşunun her anı ve
yerinde olan bir kaçınılmazlıktır. Kitle iletişimi ise, öncelikle pazarın üretimi
ve pazarın bilinç yönetimi içinde yer alır. Bu gerçeğe rağmen iletişimin
“nereye aitliği” sorusu üzerinde tartışılan önemli bir sorun olmuştur. Bu
sorunla birlikte ideoloji, maddi taban ve belirleyicilik, üst yapıyı
bağımsızlaştırma gibi tartışmalar ortaya çıkmıştır.

Sivil toplum, birey ve ilişki


Günümüzde burjuva liberal biliş yönetimi pratiklerinin dünyada yaydığı
moda kavramlardan biri de sivil toplumdur. Bu kavram özelleştirme, devleti
küçültme, devlet(ve ordu)müdahalesini ortadan kaldırma, denetimi sivil
toplum örgütleri yoluyla yapma gibi küresel sermayenin politikalarını
desteklemek için kullanılmaktadır.
Marx “sivil topluma” karşı çıkar; çünkü sivil toplum birbirine tesadüfi
olarak veya dışsal olarak bağlı bireyleri ifade eder. Marx için toplum (veya
sivil toplum) içsel, gerekli ilişkiler ve pratiklerden oluşur. Bu bağlamda Marx
1847’de felsefenin Sefalet yapıtında şöyle yazıyordu: Toplumda sosyal
ilişkiler sivil toplumda olduğu gibi kişi ve kişi arasındaki değildir; işçi ve
kapitalist, çiftçi ve toprak sahibi vb arasındadır. Bu ilişkileri ortadan kaldır,
tüm toplumu ortadan kaldırırsın. Neden? Marx’ın sonradan Grundrisse’de
(1858) belirttiği gibi, ekonomistler ve sosyalistlerin toplumu ekonomik
koşullara göre düşünmeleri yanlıştır. Toplum bireylerden oluşmaz, ama
toplum karşılıklı ilişkiler bütününü, bu bütünde bireylerin tuttuğu ilişkileri
ifade eder. İnsan toplum içinde ve toplumdan geçerek köledir, efendidir,
vatandaştır. Kölelik ve vatandaşlık ilişkideki sosyal özelliği anlatır. Bir insan
kendiliğinden, kendi varlığıyla köle veya vatandaş değildir. Toplum içinde ve
toplumun üretim tarzı ve ilişkilerinde aldığı tanımlanmış yere bağlı olarak
İnsan, toplum ve iletişim 209

vatandaştır veya köledir. Dikkat edilirse, idealist felsefenin veya kapitalist


bilimin üretim ilişkilerinden ve örgütlü yer ve zamandan soyutlanıp “sivil
toplumda” “özgürlük tanınmış” ve birbiriyle bu soyutlanmışlıkta özgürce
ilişkideki bireyi, Marx’da örgütlü yer ve zamanda içsel ilişkiler içine
yerleştirilmiştir. Köle ile efendisi, kapitalist ile işçi arasındaki ilişkiler
tesadüfi, bireylerin kendi özgür iradeleriyle belirlediği ve yürüttüğü ilişkiler
değil, aksine içsel ve zorunlu ilişkidir, çünkü birinin varlığı diğerinin varlığını
gerektirir, her birini ilişkisi diğeri olmaksızın var olamaz. Bu durumu,
günümüzde, küresel pazar ideolojisi, yine bireyleri (ve uluslararası ilişkilerde
toplumları) örgütlü yer ve zaman içindeki konumlandırıldıkları koşuldan
soyutlayarak, “karşılıklı bağımlılık” olarak sunmakta, evrenselleştirilmekte ve
normalleştirilmektedir. Bu karşılıklı bağımlılık üretim tarzı ve ilişkileriyle
kurulan bir karşılıklı bağımlılıktır; ücretli kölelik sistemini oluşturan üretim
koşulların ücretli köleliği üretmeyecek biçimde değiştiğin düşün, ücretli köle
kalmadığı gibi, bu köleliğin sırtından geçinen kapitalist de kalmaz; çünkü
ilişkiler yapısı bu “karşılıklı bağımlılığı” üretmez. Dolayısıyla, bu karşılıklı
bağımlılık üretilmiş bir bağımlılıktır.

DÜŞÜNSEL VE ÜRETİMİ

Marx'a göre, düşünce insan beyni tarafından yansıtılan ve düşünce


şeklinde tercüme edilen maddi dünyadan başka bir şey değildir
İnsan üretilmiş bir bilince sahiptir. Bilinç, başlangıçtan beri, toplumsal bir
üründür ve insan var oldukça kalır. İnsan bilinci ilk olarak yakın çevrenin ve
öteki insanlar ve şeyler hakkındaki bilinçtir. Aynı zamanda, tümüyle yabancı,
güçlü ve yenilemez olarak görünen doğanın bilincidir. İnsanın bilinci artan
üretim, gereksinimler, nüfus ve ilişkilerle yayılır ve gelişir. Maddi ve düşünsel
işbölümünün artmasıyla bilinç “gerçek olan bir şeyi” insanın kavraması olur.
Bu andan itibaren bilinç kendini dünyadan azat etme ve saf kuram, teoloji,
felsefe, ahlak ve benzerlerinin şekillenmesine yol tutma pozisyonundadır. Bu
kuram, felsefe ve teoloji varolan toplumsal ilişkilerle çelişkiye düşse bile,
ancak varolan üretim güçleriyle çelişkiye düşmesi sonucu meydana gelebilir.
Yani, yaşam, bilinç tarafından belirlenmez, fakat bilinç yaşam tarafından
belirlenir. Yaşamın bilinç tarafından saptandığını ileri süren yaklaşımda
bilinç, yaşayan kişi gibi ele alınır. Bilincin yaşam tarafından saptandığını
belirten yaklaşımda yaşayan kişilerin kendileri gerçek yaşamda yaşadıkları
gibi ele alınır ve bilinç tamamıyla onların bilinci olarak düşünülür. Yani
210 Karl Marx

insanın oluşumunu bilinci belirlemez, insanın toplumsal oluşumu bilincini


belirler. Pozitivist yaklaşımda başlama noktası yaşayan birey olarak alınan
bilinçtir. Marx için başlama noktası yaşayan bireylerin kendileridir ve bilinç
sadece bu bireylerin bilinci olarak alınır. Bilinç asla bilinçli varlıktan başka
bir şey değildir ve insanların varlığı kendi gerçek yaşam süreçlerinden başka
bir şey olamaz. Dil pratik bilinçtir; bilinç gibi, sadece gereksinimlerle,
zorunluluklarla ve öteki insanlarla ilişkilerle gelişir (Marx ve Engels, 1846).3
Marx’a göre, bilinç ve fikirleri özerk ve açıklamada-yeterli olarak
almanın, ve böylece, gerçek kişileri içinde bulundukları gerçek koşullarda bu
fikirlerin üreticisi yerine bu fikirlerin ürünleri olarak almanın kendisi belli
sosyo-tarihsel koşulların sonucudur. Bunu çok kez tekrarlanan, fakat bazıları
tarafından zor anlaşılan şu cümlelerle ifade etmişlerdir: "Eğer ideolojide
insanlar ve insanların durumları camera obscura'da olduğu gibi tersine
görünürse, bu olgu insanların tarihsel hayat süreçlerinde olduğu kadar, göz
bebeğinde objelerin ters dönmesi gibi insanların fiziksel yaşam süreçlerinden
çıkıp yükselir."
Marx fikirlerin, zihinsel üretimin, zihinsel ve maddi işbölümünün
gelişmesiyle birlikte özerkliğe sahip olduğu görünümünü verdiğini
belirtmiştir. Bu iş bölümünü zihinsel ürünü üretenlerin özerklik hayali altında
iş gördüklerini görmelerini de engeller. Bu hayal altında, Marx ve Engels'e
göre, bilinç kendinin varolan-pratiğin/etkinliğin bilincinden başka bir şey
olduğunu, kendinin gerçek/elle tutulur bir şeyi gerçekte temsil ettiğini sanarak
kendi kendini över. Bu sanmadan itibaren, bilinç kendini dünyadan azat etme
ve "saf" kuram, felsefe, ahlak, ve benzeri "teslikleri"4 yapmaya başlarlar. Bu
tesliklerin biçimlenmesi kendilerini özerk sanan kuramsal doktrinler ve
etkinlikler anlamında olan ideolojinin çıkmasını işaret eder. Dikkat edersek
Marx zihinsel üretimin işbölümüyle maddi üretimden ayrıldığını, bu ayrılma
sonucu zihinsel üretimi yapanların (örneğin bugün televizyoncuların, bilim
adamlarının, yazarların, araştırmacıların) gerçekte toplum üzerinde, toplum
ötesinde, maddi koşullardan bağımsız bir şekilde, özerkliğe sahip olduklarını
sandıklarını belirtiyor.

3
Dilin dışında gerçek olmaması ve dilin insanı belirlemesi mutlak olsaydı, o zaman
insanın gelişme olasılığı olabilir miydi? Dili ne, ne için ve nasıl geliştirecekti? Dilin
belirlediği gerçek ve insanın dili değiştirme olasılığı ortadan kalkmıyor mu?
4
Teslik, eskiden köylerde gübre ve yakacak için topladığı hayvan dışkısı yığını.
İnsan, toplum ve iletişim 211

Marx'a göre, her üretim biçimine karşılık gelen toplumsal ve kültürel


üstyapı da tarihsel bakımdan özeldir. İnsan tarihindeki her temel üretim
biçimi, bugüne kadar, bazılarının emeğinin başkaları tarafından
sömürülmesine dayanmıştır. Dolayısıyla ne kadar karmaşık, gelişmiş ve
verimli olursa olsun, üretim biçimleri düşmanca çelişki üzerine kurulmuştur.
Fakat bu çelişkinin kurumsallaştırıldığı toplumsal biçimler, açıklandığı
kuramsal yasalar ve düşmanlığın yaşandığı bilinç biçimleri, her toplumsal
yapıda mutlaka kendine özel biçimlerde gerçekleşir.
Düşüncenin ilişkisel ifadesi olan, sözü de içeren, sosyal içinde üretilen,
dildir. Marx dili insanın doğayı denetleme bilgisinin geliştirildiği, saklandığı,
yayıldığı ve uygulandığı ana "aracı" olarak ele alır. Dili öteki insanlarla ilişki
gereksiniminden yükselip gelen bir "pratik bilinç biçimi" olarak niteler.
Kapital'de, bu birikmiş bilginin iş ve işçilerin becerilerinde nasıl
kamulaştırıldığını ve çağdaş endüstriye daha da ilerlemesi için farklı bir
üretici güç olarak nasıl uygulandığını ve sermayenin hizmetine nasıl
sokulduğunu anlatır. Burada kültür, işgücünün araçları ve pratiğinde, kuşaktan
kuşağa geçen işaretler, düşünce, bilgi ve dilde gerçekleşen insanın doğası
üzerine gücünün biriken büyümesidir.

Düşünce, düşünme, bilinç ve ideoloji


Marx genç Hegelcileri, örneğin Feuerbch, Bauer ve Stirner, eleştirip
onların görüşlerini Alman İdeolojisi olarak "Alman ideolojisi" yapıtında
niteleyip eleştirdiğinde ideolojiyi negatif anlamda almıştır.
İnsanların bilinç biçimi insanların maddi yaşam koşulları tarafından
belirlenir. Düşünme, kavrama ve daha genel olarak fikirlerin üretimi kendi
yaşam gereksinmelerini üreten insanların günlük etkinlikleri tarafından
saptanır. Marx'a göre, ideolojiyi oluşturan kuramsal doktrinler ve etkinlikler
toplum ve tarihin bilimsel bir şekilde incelenmesiyle açıklanıp
değiştirilmelidir. "Bilimsel bir şekilde açıklanması" demek örneğin genç
Hegelcilerin görüşlerinin belli sosyal ve tarihsel koşulların ürünü olduğunu
göstermektir. "Değiştirilmesi" demek onların koşullara bağlılığını, özerklik
iddialarının tabansızlığını gösterdikten sonra, onlar geçerliliklerini, kredilerini
yitirip onu takip eden sosyal-tarihsel dünyanın pozitif bilimine yer verirler:
Spekülasyonun bittiği yerde --gerçek hayatta-- gerçek pozitif bilim, fiili
etkinliğin temsili, insanın fiili gelişme süreci başlar.
Marx ideolojiyi sosyal hayatın pozitif veya ilerici bir öğesi olarak ele
almamıştır. Marx, ayrıca, proleter ideolojisi, sosyalist ideolojiden veya
212 Karl Marx

tarihsel materyalizmi proletaryanın ideolojisi falan olduğundan hiçbir zaman


bahsetmemiştir. Napolyon örneğiyle Marx ideolojiyi işçi\köylü sınıfını yanlış
yöne sevk edebilecek, egemenlik ilişkilerini tutmaya yardım edebilecek soyut
doktrinler ve hayali yanlış görüşler olarak niteler.

Düşünceler ve sınıf bağı


Marx "Alman ideolojisi" ile başlayarak, fikirlerin üretim ve dağıtımını/
yayılmasını sınıflar arasındaki ilişkilere bağlamaya başlamıştır: Yönetici
sınıfın fikirleri her dönemde yöneten fikirlerdir. Toplumun maddi gücü olan
sınıf aynı zamanda entelektüel gücüdür. Marx 1859'da "Ekonomi Politiğin
Eleştirisine Katkı" yapıtına yazdığı önsözde fikirleri ve ideolojiyi ekonomik
koşullara ve üretimdeki sınıf ilişkilerine bağlı olduğunu ve onlardan ürediğini
belirtmiştir. İdeoloji (a) egemen sınıfın çıkarlarını ifade eden fikirler
sistemidir ve (b) sınıf ilişkilerini aldatıcı bir biçimde temsil eder.
Marx’a göre, her tarihi dönemde, egemen sınıfın düşünceleri topluma
egemendir: Marx'a göre, maddi üretime sahip olan veya üretimi denetleyen
sınıf, aynı zamanda düşünsel üretimi de denetler. Bunu da özellikle üretim ve
dağıtımı denetleme yoluyla sağlar ki, bu yasalarda düşünceyi açıklama
özgürlüğü olarak kendini gösterir. Burjuva yasalarına göre herkes düşüncesini
açıklama özgürlüğüne sahiptir, fakat bunu ancak dağıtım araçlarına ve
olanaklarına sahip olanlar kullanabilir. Bu nedenle, Marx düşünceyi açıklama
özgürlüğünü, özellikle basın özgürlüğünü, mülkiyet özgürlüğü olarak niteler.
Marx'a göre, egemen düşünce, maddi ilişkilerin ifadesinden başka bir şey
değildir.
Başka bir deyişle, egemen düşünceler, düşünce halinde kavranan
ilişkilerdir. Bu kavrama sonucu egemen sınıfın düşünceleri, o dönemin
egemen düşünceleri olur. Düşünsel üretim araçlarından yoksun olanlar bu
egemenliğin altına girerler (Marx ve Engels,1846).
Marx'a göre, eski egemen sınıfın yerini alan her yeni sınıf, amaçlarına
ulaşmak için kendi çıkarlarını toplumdaki herkesin çıkarları olarak sunmak
zorundadır. Bu nedenle, çıkarlarını düşünceler halinde açıklarken, bu
düşünceleri tek akılcı ve geçerli olan düşünceler olarak gösterir. Devrimi
yapan her sınıfın çıkarları başta herkesin çıkarları gibi görünür. Bunun nedeni
açıktır: Çünkü devrilen sınıfa karşı tüm toplum savaşmıştır. Egemenlik
altındayken ve egemenliği yeni ele geçirdiğinde, bu yeni sınıfın kendi sınıf
çıkarı kendine özgü bir çıkar olarak henüz gelişmemiştir; öteki sınıfların
çıkarlarıyla bağlanmıştır. Bu nedenle, devrimden başlangıçta öteki sınıfların
İnsan, toplum ve iletişim 213

üyeleri de yararlanır. Bu da, burjuva devrimini örnek alırsak, devrimden sonra


proletaryanın kendisini burjuvazi düzeyine yükseltmesiyle, yani proleter
olmaktan çıkıp, burjuva olmakla olur. Her yeni sınıf, bir öncesine göre,
egemenliğini daha geniş tabana dayandırarak sağlar. Karşılık olarak,
egemenlik altındaki sınıfların mücadelesi bu yeni egemen sınıfa karşı daha
keskin olarak çıkar (Marx ve Engels, 1846).
Toplumda kurulu ilişki biçimlerinin gelişen üretim güçleriyle çelişkileri
arttıkça, egemen sınıf içindeki ve bu sınıfla bağımlı sınıf arasındaki çatışma
büyür. Bu ilişkilerin önceki kavramlaşmasında gerçek bireysel çıkarlar genel
çıkarlar olarak sunulurdu, sonraları bu kavramlar idealleştirilen deyimlerle
(ulusal çıkar, birlik, devlet gibi) bilinçli yanılsamalar (herkesin özgür, eşit
olduğu, çok çalışmayla zengin olunacağı gibi) ve kasıtlı olarak yapılan
kandırmalar içine girilir. Bunlar sahte olarak suçlandıkça, daha çok
dogmatikçe ileri sürülürler ve kurulu düzenin dili daha kandırıcı, daha ahlakçı
ve daha dinci olur.
Tarihte önemli rol oynayan ideolojilere Marksist yaklaşım bağımsız bir
tarihsel gelişme tanımaz. Çünkü tarih, düşünceler ve ideoloji insandan öte,
insandan ayrı bir varlığa sahip değildir. Tarih, amaçları peşinde giden
insanların etkinliğinden başka bir şey değildir. İdeoloji ve düşünceler ise,
maddi ilişkilerin ve koşulların anlatılışıdır. Bugün Marksist yaklaşıma yapılan
eleştirilerden biri de ideolojinin ve düşüncelerin rolünü kabul etmediği iddiası
ki, gerçekte bu eleştiriler Marksist diyalektiği anlamamaktan kaynaklanır. Bu
tür eleştiriler bilerek ya da bilmeyerek Marksist diyalektiğin önemli bir
yanını, karşılıklı ilişkiyi ihmal ederler. Bir kez tarihsel bir öğe, öteki öğeler,
ekonomik gerçekler tarafından, ortaya çıktıktan sonra kendi durumuna, kendi
çevresine ve hatta kendi oluş nedenlerine karşılık verebilir (Engels, 1893).
Daha açıkçası, Marksist yaklaşım, düşüncelere, ideolojilere, dine bağımsız bir
tarihsel gelişme tanımaz, fakat bunların insan tarihine etkisini reddetmez.
Egemen görüşler ve örgütler belli üretim biçiminin ürünleridir: Ne ebedi
gerçeği, ne de zorunlu ve değişmez insan birliği biçimlerini ifade ederler:
Toplumdaki egemen güçlerin dünya görüşü ve çıkarlarının ifadesidirler.
Marx’a göre, ne berrak/saf bir işçi sınıfı ideolojisi ve kültürü, ne de
berrak/saf bir egemen sınıf kültürü veya ideolojisi vardır. Ne işçi sınıfı, köylü
sınıfı, ne de egemen sınıf birbiriyle ilişkisi olmayan bir dünyada yaşar. Kültür
ve sınıf arasındaki ilişki diyalektiksel, dengesiz ve çelişkilidir. Kültürün
gelişimi üretim biçimine, bu biçimdeki işbölümüne ve üretim araçlarındaki
gelişmeye (örneğin teknolojiye) bağlıdır.
214 Karl Marx

Üretim ilişkileri, üretim güçlerini geliştirme yerine geriletmeye ya da


engel olmaya başladığı zaman, üretim biçiminde değişim kaçınılmaz olur.
Başka bir deyişle, tarihteki bütün çatışmaların kökeni, üretici güçlerle bunlar
arasındaki ilişki şeklinin çelişkisindedir. Fakat bir ülkede çatışmanın olması
için, bu çelişkinin zorunlu olarak bu ülkede olması gerekmez: Uluslararası
ilişkiler, geri endüstriye sahip ülkelerde benzer çelişkiler çıkarmak için
yeterlidir (Marx ve Engels, 1846).

Düşünselin üretimi: Hurafelerin kalıcılığı ve rolü


Marx'a göre, üretimdeki insanlara sosyal ilişkiler artan bir şekilde görünür
olması gereken bir zamanda, bu kişiler başka yerlere bakmaya devam
edebilirler, geçmişteki bir şeyi özleyip isteyebilirler veya kendi sınıfsal
çıkarlarını temsil etmeyen imajlar ve fikirleri aziz tutabilirler. Burada Marx
ideoloji terimini kullanmamış, halk arasında gizli dolaşan ve onların batıl
itikatlarını ve ön yargılarını kışkırtan "hayaller', "sabit fikirler", "ruhlar",
"hayaletlerden" bahsetmiştir. Bu geleneksel semboller ve değerler, Marx’ın
deyişiyle "eski ve kutsal önyargılar ve fikirler treni" modern burjuva
toplumunun kalbinde yaşamaya devam etmektedir. Üretimdeki devrimler
onları süpürüp ortadan kaldırmamıştır. Bunlar devrim arifesinde güçlü gerici
bir güç olarak kendilerini yeniden gösterirler. Marx'ın bu görüşü 1848-1851
arasındaki olaylar ve coup d'etat sonucunda oluşmuştur. Neden 1848-1851
olayları devrim yerine geçmişin taklidini yapan gerici bir rejime yol verdi?
Marx'a göre Bonapart başarılı bir darbe/ihtilal sahneye koydu, çünkü diğer
nedenler arasında, Bonapart Fransız toplumunda sayıca en çok olan bir sınıfı,
yani küçük toprak sahibi köylüleri, temsil etti: Fransız köylüleri Napolyon
adlı birinin kendilerine bütün şan/şerefi getireceği mucizesine inanıyorlardı.
Dolayısıyla Napolyon bu mucizenin adamı olarak görüldü, çünkü adamın adı
Napolyon’du. Napolyon'un darbesinde rol alan sınıflar sınıf çıkarları
doğrultusunda değil, Napolyon tarafından maniple edilen bir geleneğe göre
hareket ettiler. Marx bunu 1852’deki The Eighteenth Brumaire of Louis
Bonaparte yapıtında etraflıca incelemiştir. Yapıtta, Marx’a göre, bir geleneği
oluşturan sembolsel biçimlerin kriz zamanlarında halkı geriye geçmişe
çekebilir, böylece onlara kolektif çıkarlarını algılamadan ve kendilerini ezen
bir sosyal düzeni değiştirmek yönünde etkinliğe geçmeyi önler. Gelenek halkı
geçmişin gelecek, efendinin gerçekte onların hizmetinde olduğuna inandırma
yönünde kılavuzluk edebilir.
İnsan, toplum ve iletişim 215

Sahte ve yalanın üretimi: Din ve Marx


Teolojik gücü egemen yerinden eden ve Tanrının yerine parayı (satın alma
gücünü ve örneğin “en büyük Fenerbahçe, ondan başkası yok” gibi
sloganlarla şirketleri) yerleştiren ve “teolojik sermayeyi kendine işbirlikçi
olarak yeniden ekonomik ve siyasal alana dahil edenlere göre, “kötü ve dinsiz
Karl Marx “din kitlelerin afyonudur” demiş. Biliş yönetimiyle gelen
sahtekarlığın ötesine geçip, gerçeğin ne olduğuna bakalım:
Marx'a göre din:
“somut dünyanın ahlaki tedbiri, kutsal tamamlanması, bu dünyanın haklı
çıkarılması ve avunmak için evrensel temeldir; din insan öz varlığının düşsel
tasavvurudur, çünkü insan öz varlığı (ruhu) doğru gerçeğe sahip değildir.”
Dine karşı mücadele, dinin "ruhsal kökü olduğu bu dünyaya” karşı
dövüştür.
Din, “baskı altındaki ezilen yaratığın iç çekişidir, kalpsiz dünyanın
kalbidir, ruhsuz durumun ruhu olduğu gibi ve halkın afyonudur."
Marx'a göre, halkın "düşsel mutluluğu" olan dinin kaldırılması, halkın
gerçek mutluluğunu gerektirir; düşlerden vazgeçme isteği, bu düşlere muhtaç
olan koşullardan vazgeçme isteğidir. Yani, düşleri ortaya çıkaran ve düşlerle
beslenen koşulların ortadan kalkması ve aynı zamanda gerçek mutluluğu
sağlayan koşulların gelmesiyle düşler silinip gider.
Marx'a göre, tarihin amacı (yani insanın amacı) bu dünyanın gerçeğini
kurmaktır. Böylece cennetin eleştirisi dünyanın eleştirisine, dinin eleştirisi
doğrunun eleştirisine ve teolojinin eleştirisi siyasetin eleştirisine dönüşür 5
(Marx, 1844a).
Bu dönüşümün en önemli anlamlarından biri de şudur: Kimse klasik bilinç
yönetimi mekanizmalarının yalanlarıyla kolay kolay kandırılamaz.

5
Örneğin, Marks’a göre, türban “isteriz” diyenlerle “istemeyiz” diyenler arasındaki
çekişmenin asıl nedenini bilmek isterseniz, materyal çıkarlar dünyasına ve bu
dünyanın sürdürdüğü siyasete ve bu siyasetin biliş ve davranış yönetimine bakın.
Bunu yaparken, türbanı önce “teolojk sermaye” ile ilişkilendirin. Ardından “teolojik
sermaye” ile “laik sermaye” ve genel kapitalist sermaye arasında bağlar kurun.
Türbana aynı zamanda, kara çarşafın getiremeyeceği, dindarlar arasında sımfsal
farklılığın göstergelerinden biri olarak değerlendirin. Oradan moda endüstrisine bağ
kurun. Moda endüstrisinden, mevsimlik grupsal/sınıfsal sürüleştirmeye geçin. Oradan
ekonomik bilinç yönetimi üzerinde durun. Ondan sonra, bu bilinç ve davranış
yönetimini siyasal alana taşıyın ve oradaki işlevlerini düşünün.
216 Karl Marx

MATERYAL VE DÜŞÜNSEL ÜRETİM BAĞI

Marx için, materyal ve düşünsel üretim birbirinden bağımsız iki ayrı şey
değildir. Birbirinden bağımsız “ekonomi” ile “ideoloji” ilişkisi de değildir.
Sosyal varlık ile sosyal bilinç ilişkisidir. Sosyal varlık aynı zamanda sosyal
bilinci de taşıyandır. Üstyapıya (örneğin ideolojiye veya yasa yapıcıya)
bağımsızlık vermek demek, idealist felsefenin yaklaşımını benimsemektir:
insanın neliğini tanımlayan düşüncedir, akıldır. Altyapının (sosyal varlığın,
yani materyal koşulların) her şeyi belirlediğini söylemek, “kendi tarihini
kendisi yapan” düşünen ve yapan özne/aktör olarak bireyi/insanı, kendini
içinde bulduğu koşulların pasif yeniden-üretici olarak nitelemek demektir
(Böyle olmasını kapitalist sınıf canı gönülden isterdi, zaten bilinç
endüstrileriyle yapılmak istenen de soruşturmasız üretime ve tüketime
katılmaktır). Eğer bu doğru olsaydı, insanlık tarihi mücadeleler ve
egemenlikler tarihi olmazdı. Marx için alt ve üst yapı (sosyal varlık ve sosyal
bilinç) birbirinden ayrı, birbirinden bağımsız iki şey değildir. Maddi kendini
ve dünyasını üreten insan, bunu düşünsel olanı da birlikte üreterek yapar.
Materyal hayatın ve bilincin üretimi arasındaki bağ çoğu kez
basitleştirilerek alt-yapı üst yapı ilişkisi olarak ele alınır. Alt ve üst yapı
kavramları çok tartışılan ve yanlış anlaşılmış (ya da yanlış sunulmuş)
kavramlardır. En basit anlamda, altyapı toplumda üretim güçlerini, biçimlerini
ve ilişkilerini içeren dinamik ekonomik yapı anlamına kullanılır: Üstyapı,
altyapı tarafından oluşturulur. Altyapıyı tutmak, geliştirmek ve değiştirmek
için karşılık veren örgütlenmeler, düşünceler, ideolojiler ve ilişkiler olarak
ortaya çıkar. Dikkat edilirse, üstyapı bir sonuç olarak ele alınmaktadır.
Aslında, belli bir üretim biçimi ve ilişkileri oluştuğu andan itibaren, karşılıklı
bir etkileşim başlar. Altyapının sürekli olarak üstyapıyı kendine tamamen
uyduracak şekilde kesinlikle saptadığı, dolayısıyla üstyapının sadece bağımlı
değişken olduğu fikrini Marx ve Engels kabul etmezler.
Alt-yapının üst yapıyı belirlediği, dolayısıyla Marksizm’in “ekonomik
indirgemecilik” olduğu fikrinin geçersizliği Marx’ın insan ve tarih anlayışında
açıkça görülür: İnsan kendi tarihini yapar. Bunu kendini içinde bulduğu
koşullarda yapar. İnsanlar ne içinde bulundukları koşulların esiridirler, ne de
bu koşullardan bağımsız olarak kendi tarihlerini yaparlar. Yaşadıkları
koşullarda oluşturdukları düşüncelerle koşulları değiştirmek için mücadeleyle
kendi tarihlerini yaparlar. Böylece kendilerini ve toplumlarını oluşturur ve
değiştirirler.
İnsan, toplum ve iletişim 217

Gerçekte, Marx ideolojiyle, örneğin fikir adamlarının, hukukçuların


etkinlikleriyle ilgili açıklamalarında, üst yapının alt yapıya kayıtsız şartsız
bağlı olmadığını görürüz. Ayrıca, Marx'ın fikirlerin materyal temeli
üzerindeki tartışmasında da açıkça görülebileceği gibi (görmek istemeyenler
ve görmemeyi daha uygun bulanlar dışında) kişinin durumuna bakıp onu
değiştirmeyi düşünmesinin anlamı, alt yapının belirlediği ilişki ve fikirlerden
hareket ederek durumunu değiştirmek için o alt yapıya tepkiyi, alt ve üst yapı
arasındaki ilişkinin sadece tek yönlü bir ilişki olmadığını, tek yönlülüğün
sadece toplumsal biçimin oluşumunda varolduğunu ve sonradan üst yapının
da alt yapıya o yapıyı tutmak, geliştirmek veya değiştirmek için karşılık
verdiğini görürüz. Marx’ın insan ve tarih, üretim ve tüketim hakkındaki
tartışmalarında da aynı sonuca varabiliriz.
Marx insan ve toplum oluşumu ve değişimini düşüncelerin değişmesinden
veya aklın gelişmesinden geçerek olan bir süreç olarak ele almaz. 6
Marx'ın deyişiyle maddi yaşam koşullarının üretim biçimi toplumsal,
siyasal ve entelektüel yaşam süreçlerini genel olarak belirler. Toplum
gelişmesi sırasında maddi üretim güçleri varolan üretim ilişkileriyle çelişkiye
düşer. Bununla bir toplumsal devrim dönemi başlar. Ekonomik temelin
değişmesiyle geniş üstyapının tamamı hızla az çok dönüşüme uğrar.
Yasal, siyasal, dinsel, estetik ya da felsefi kısaca ideolojik formlar
arasında daima bir ayırım yapmak gerekir: Bizim bir kişi hakkındaki
düşüncemiz, o kişinin kendini nasıl düşündüğüne dayanmadığı gibi, böyle bir
dönüşüm dönemini kendi bilinci ile muhakeme edemeyiz: Tersine bu bilinç
maddi yaşamın çelişkileriyle, toplumsal üretim güçleri ve üretim ilişkileri
arasında varolan çelişkiyle açıklanabilir (Marx, 1859).
Marx oldukça açık: Ekonomik altyapı diye basitçe belirtilen ekonomik
üretim biçimi ve ilişkileri, doğrudan siyasal üstyapı diye bilinen düşünceler,
inançlar, değerler, kültür, bilgi, ideolojiler, yasalar, kurallar ve bütün bunlarla
ilgili örgütlenmeler ve ilişkiler tarafından belirlenmez. Marx üstyapının
dönüşümünde altyapının kesin, doğrudan, hemen oluşan belirleyiciliğinden
söz etmiyor. Böyle doğrudan bir belirleme olsaydı, mücadeleye çok az bir yer

6
Bizim diğer kişiler hakkındaki bilgilerimiz o kişilerin kendilerini nasıl düşündüğüne
dayanamaz, çünkü onların nasıl düşündüğünü bilemeyiz. Kişileri ancak ilişkiler içinde
anlayabiliriz. Toplumu ve değişimini de benzer şekilde, üretim biçimi ve ilişkilerini
inceleyerek anlayabiliriz. Toplumu nasıl hikaye edildiğinden değil, hikaye edilme
dahil, nasıl üretildiğinden hareket ederek anlayabiliriz.
218 Karl Marx

kalırdı, çünkü değişen ekonomik yapıya uygun bir üst-yapı oluşurdu; üretim
güçleriyle üretim ilişkileri arasında bir çelişki oluşmazdı. Eğer egemen
düşünceler ekonomik yapının asıl doğasını yansıtsaydı, geniş çalışan kitleler
sınıf çıkarlarına uygun bir şekilde örgütlenir ve davranırlardı.
Marx’ın bu açıklamaları oldukça anlamlı. Fakat şu açıklaması oldukça
doğru ve düşündürücü: Hiçbir toplumsal düzen, bu düzen içindeki ¨bütün
üretim güçleri gelişmeden önce yok olmaz ve daha yüksek üretim ilişkilerinin
varoluş koşulları, eski toplumun içinde olgunlaşmadan önce asla ortaya
çıkmaz. Bu nedenle insan kendini, çözebileceği görevlere ayarlar. Bu görev,
çözüm için maddi koşulların varolduğu veya hiç değilse biçimlenme
sürecinde olduğu zaman ortaya çıkar. Örneğin burjuva toplumunun içinde
gelişen üretim güçleri sınıf düşmanlığının çözümü için maddi koşulları da
yaratır (Marx, 1859:52, 53). Dikkat edilirse, bu açıklama sınıf çatışması, tarihi
itme ve “filozoflar sadece dünyayı çeşitli şekillerde yorumluyorlar, önemli
olan… dünyayı değiştirmektir” diyen Marx’a pek uymuyor. Marx bu
açıklamayla, “kendiliğinden olacak evrimci” bir görüş getirmektedir. Marx
bunu, “bir işi para kazanmak için yapma” ile gelen koşulun getirdiği
“kaygıların belirlediği” (materyal ilişkilerin belirlediği) bilincin gerçeği
yeniden inşasıyla mı yaptı acaba? Bunu bilemeyiz. Fakat şunu çok iyi
bilebiliriz: Böyle bir açıklama, Marx gibi egemen güçlerce çok tehlikeli
olarak nitelenen birinden gelince, egemen güçler çok rahatlar; çünkü bu
sözlerle Marx “toplum değişimi kaçınılmazdır, ama merak etmeyin,
korkmayın, rahatınız kaçmasın, çünkü devrimin olabilmesi için (yeni üretim
ilişkilerinin eskisinin yerini alabilmesi için, kapitalistlerin ve onların bol
ücretli kölebaşlarının yerini bir başkalarının alabilmesi için) bunu yapacak
üretim güçlerinin “olgunlaşması gerekir” demektedir. Kapitalist sınıf rahat
uyuyabilir, çünkü böyle bir olgunlaşma yok ve olgunlaşmaması için de elbette
gerekli görülen tedbirler alınmaktadır.
Tarihsel sosyal değişimi anlamak için üretimin koşullarının gelişmesini
incelemek gerekir önce. Bu gelişme hakkında elde edeceğimiz bilgiler o
dönemin ideolojik bilinç biçimlerinin açıklanmasına da yardım eder. Bilincin
ideolojik biçimleri görece kıymetleriyle değil, ekonomik üretim koşulları
yoluyla açıklanmalıdır. Bunu yaparken aynı zamanda ideolojik maskeleri
indiririz. Örneğin, mülkiyetin evrensel ve kutsal olmasının, egemenlikleri ve
yaşamları özel mülkiyet sahipliğine dayanan bir sınıfın çıkarlarının ifadesi
olduğunu ve toplumsal koşulları yanlış-temsil ettiğini açıklamak gibi...
İnsan, toplum ve iletişim 219

İLETİŞİM

Marx basın özgürlüğü dışında, iletişimi ayrıntılı olarak ele alarak


incelememiştir. Fakat Kapital ve Grundrisse dahil yapıtların içinde insan ve
toplumla ilgili açıklamalarında iletişim önemli bir faktör olarak işlemiştir.
Marx iletişim konusunu, malların üretimi ve dağıtımını ve bunlar için
gerekli teknolojiyi ve iletişim araçlarını üretim, dağıtım, tüketim, devlet,
sınıfların oluşması ve toplumların değişmesi ile ilişkileri ve bağları içinde ele
almıştır. Diğer bir deyimle, Marx iletişimi insanın kendini ve toplumunu
üretmesindeki sosyal faaliyetler (sosyal üretim faaliyetleri) içinde ele alır.
Marx’ın görüşünde iletişim, bir tarafın bir diğer tarafa mesaj göndermesi ve
geribesleme olarak da bir etki beklentisi, amacı içine sıkıştırılmamıştır. Hiç
kimse mesaj gönderip almak için iletişimde bulunmaz. İletişim insanın kendi
biyolojik, sosyal ve psikolojik varlığını üretme faaliyetinin zorunlu ve
bütünleşik bir parçasıdır: İnsanların olduğu yerde insan faaliyeti ve iletişim
vardır. İletişim yoksa insan da toplum da yok demektir: Marx’a göre, kendi
varlıklarının sosyal üretiminde, insanlar kaçınılmaz olarak kendi iradeleri
dışında ilişkilere girerler. Bu ilişkiler insanların yaşamlarını üretim
ilişkileridir. Bu üretim ilişkileri, üretimin materyal güçlerinin belli bir tarihsel
gelişme safhasına uygundur. Kendini ve sosyali üreten insan, bu üretim
biçimlerini ve ilişkilerini ancak iletişimle başlatabilir ve yürütebilir.
Dikkat edilirse, Marx iletişimi sosyal üretim faaliyetleri içinde ele almakta
ve insanın nasıl olduğunu insanın kendini nasıl ürettiğinde ve insandaki
değişimi üretim biçimindeki değişimle açıklamaktadır. Üretimi de sadece
materyal hayatın üretimi (ekonomik üretim) değil, aynı zamanda emeğin,
fikirlerin, bireyin kendisinin, dinsel adetlerin vb üretimi olarak ele almaktadır.
Bu üretimin de insanlar arası ilişkiden/iletişimden geçerek geliştiğini belirtir:
“Her bireyin üretimi bütün diğer bireylerin üretimine bağlıdır; ve bireyin
ürününün kendi hayatının gereksinimlerine dönüştürmesi, benzer şekilde, tüm
diğerlerinin tüketimine bağlıdır” (Marx, Grundrisse, aktaran Haye, 1980:97).
Bireylerin karşılıklı ve her yönlü bağımlılığı bireylerin sosyal bağını
şekillendirir. Bu sosyal bağ değişim değerinde ifade edilir. Değişim değeriyle
her bireyin kendi faaliyeti (ilişkisi, iletişimi) veya ürünü kendisi için bir
faaliyet ve ürün olur. Birey genel bir ürün üretmelidir. Bu genel ürün parayla
ifade edilen değişim değeridir. Her bireyin diğer bireylerin faaliyetleri
üzerinde veya sosyal zenginlik üzerinde uyguladığı güç, kendinde değişim
değerinin (paranın) sahibi olarak var olur. Birey sosyal gücünü ve topluma
220 Karl Marx

bağını cebinde taşır. Faaliyet ve faaliyetin ürünü, bireysel ifadesi ve şekli ne


olursa olsun fark etmez, daima değişim değeridir.7 Değişim değeri de içinde
bütün bireysellik ve özelliğin reddedildiği ve yok olduğu bir genelliktir. Bu
durum, (örneğin eski Anadolu köylerinde olduğu gibi) birey veya ailenin veya
cemaatin bir ferdinin kendisini doğrudan ve doğal olarak üretmesinden çok
farklıdır. Kapitalist yapıda ürünün sosyal biçimi kadar faaliyetin sosyal
karakteri ve bireylerin üretimdeki payı yabancı ve nesnel bir şey olarak
görünür. Bireyleri “birbirine ilişkide” olarak değil, “ilişkilere boyun sunma”
olarak karşı karşıya getirir. Bu ilişkiler onlardan bağımsız olarak var olur ve
birbirine ilgisiz insanlar arasındaki karşılaşmalardan, çarpışmalardan yükselir.
Her birey için hayati koşul olan genel faaliyetler ve ürünler değişimi onlara
yabancı, bağımsız bir şey olarak görünür. Değişim değerinde, kişiler
arasındaki sosyal bağ şeyler arasındaki sosyal ilişkiye dönüşür. Değişim
aracının sahip olduğu sosyal güç ile bireyleri birbirine bağlayan cemaatin
gücü birbirine zıt bir ilişki içindedir: Değişim aracının gücü arttıkça, cemaatin
gücü azalır. Her birey bir “şey” şeklinde sosyal güce sahip olur. Bireysel
ürünleri veya faaliyetleri değişim değerine, paraya, dönüştürme zorunluluğu
ve böylece bu nesnel şekilde kendi sosyal güçlerine sahip olmaları ve sosyal
güçlerini göstermeleri iki şeyi kanıtlar: Artık bireyler sadece toplum içinde
toplum için üretirler. Üretim doğrudan bir şekilde sosyal değildir; birlikten
doğan bir şey değildir. Bireyler sosyal üretim altında toplanmıştır. Sosyal
üretim onların dışında onların kaderi olarak var olmaktadır. İnsanlar arasında
üretim ve tüketimdeki genel bağ ve karşılıklı bağımlılık tüketiciler ve
üreticilerin birbirine ilgisizliği ve bağımsızlığı ile birlikte artar. Bu çelişki
krizlere götürür. Bu yabancılaşmanın gelişmesiyle birlikte, bunun üstesinden
gelmek için çabalar da gelir: Bireylerin diğer bireylerin faaliyetleri hakkında
enformasyon elde ettiği ve kendi faaliyetlerini ona göre ayarlamaya çalıştığı
kurumlar çıkar. Aynı zamanda iletişim araçları/yolları da gelişir (Marx,
Grundrisse, aktaran Haye, 1980: 97,98,99,100,102,103).
Marx iletişim araçlarının gelişmesini üretim, dağıtım, alışveriş ve tüketim
ilişkilerinin karakterine getirdiği sonuçlar bağlamında ele alıp irdelemektedir.
Örneğin, demir yolunu, telgrafı ve buharlı gemileri Marx modern üretim
araçları için gerekli ve yeterli iletişim araçları olarak niteler. Marx’a göre

7
Paranın dini, mezhebi, milleti, uyruğu, kişiliği var mıdır? Dolar denildiğinde
atfedilen özellikler nelerdir ve bu nereden gelmektedir?
İnsan, toplum ve iletişim 221

imalat döneminden kalan iletişim ve taşıma araçları modern endüstride kısa


zamanda engel olmaya başladı. Dolayısıyla, iletişim ve taşıma araçları,
nehirde ve denizde giden buharlı gemilerin, demiryollarının ve telgrafın
yaratılmasıyla, mekaniksel endüstrinin üretim tarzına giderek ayarlandı
((Marx, Capital 1, part ıv, ch 15: machinery and modern industry).
Marx’ın iletişimi üretim ilişkileri ve üretimdeki gelişmeler içinde ele alışı,
aşağıda, ele alındığı bağlam içinde alt başlıklarıyla sunuldu.

İletişim, insan ve düşünceler


İnsanlar materyal ve düşünsel yaşamlarını her gün sürdürmek için
birbiriyle sosyal ilişkiye girerler. Bu ilişkiyi gerçekleştirmek ancak iletişimle
mümkündür. Bu ilişkilerden geçerek insanlar düşüncelerini üretir ve
değiştirirler. Marksist iletişim anlayışında, insanlar kavramların ve
düşüncelerin üreticileridir. Toplumsal ilişkilerini maddi üretimleri ile bağıntılı
olarak kurarlar ve kendi toplumsal ilişkileriyle bağıntılı ilkeler, düşünceler ve
kategoriler üretirler. Toplumsal ilişkilerin değişimi ile bu düşünceler de
değişir. Dolayısıyla düşünceler ilkeler, kategoriler tarihi ve geçici ürünlerdir.
Düşünce, din ve ahlak, bağımsızlığa ve tarihe sahip değildir. İnsanlar kendi
maddi üretimini ve ilişkilerini geliştirerek aynı zamanda kendi düşüncelerini
ve düşünce ürünlerini de değiştirirler. Marksist yaklaşım "gerçek, aktif
insanlardan başlar ve bu insanların gerçek yaşam süreçleri temeli üzerinde
bu yaşam süreçlerinin yankılarının ve ideolojik reflekslerinin gelişmesini”
inceler. İnsan beyninde biçimlenen düşler aynı zamanda zorunlu olarak
deneyci biçimde doğruluğu araştırılabilir ve maddi öncüllere bağlı maddi
yaşam süreçlerinin yüceltilmeleridir. Ahlak, din, metafizik, geri kalan bütün
ideoloji ve bunlara karşılık olan bilinç biçimleri, bu nedenle, bağımsız
değildirler: Hiç bir tarihe, gelişmeye sahip değildirler; fakat insanlar, kendi
maddi üretimlerini ve ilişkilerini geliştirerek, kendi gerçek varlıkları,
düşünceleriyle birlikte düşüncelerinin ürünlerini de değiştirirler (Marx,
1847:109; Marx ve Engels, 1846).

Üretim, üretim araçları, güçleri ve iletişim


Marx incelemesini iletişim araçlarının (means) maddiliğinden hareket
ederek yapmıştır. Örneğin ona göre, endüstri ve tarımın üretim yöntemindeki
devrim, aynı şekilde üretimin toplumsal sürecinin genel koşullarında, yani
taşıma ve iletişimin araçlarında bir devrimi zorunlu kıldı: İmalat döneminden
222 Karl Marx

sanayi dönemine aktarılan taşıma ve iletişim araçları bu yeni dönemin hızına,


geniş dalgalanmalarına, sermaye ve emeğin üretimin bir alanından ötekine
sürekli aktarılmasına ve yarattığı dünya pazarının gereksinmelerini
karşılamada yetersizdi ve kendilerinin bu yeni sanayi biçimine hoş
karşılanamaz bir engel olduğunu gösterdiler. Böylece yolcu gemilerinin
yapımı, iletişim ve taşıma araçlarında (means) yaygın değişiklikler, nehirde
işleyen buhar gemileri, demiryolları, okyanusta işleyen buhar gemileri ve
telgraflar ile, geniş çaplı, sanayinin yöntemlerine yavaş yavaş uyduruldular.
Marx'ın bu yaklaşımı basın, radyo, televizyon gibi öteki araçların kökenini
araştırmada yol gösterici olabilir. Bunu izleyen adım belli iletişim
biçimlerinin sınıf yapısında, enformasyon pazarının görünümünde, para ve
finans pazarlarında, tarımda, toplumsal hareketlerde, işçi direnişi biçimlerinin
görünümünde devletin rolünde, enformasyon aygıtında, şehir ve köy
arasındaki ilişkilerde ve işçi pazarında uyandırdığı etki biçimlerine
bakabiliriz. Fakat her şeyden önce, iletişim araçlarının toplumsal ilişkileri
ayarlamak ya da ayaklandırmasında oynadığı rol soruşturmalıdır. Bu
bakımdan Marx sınıfların, bilincin, düşüncelerin ve ideolojinin üretimi
üzerinde durmuştur.
Buğday kendi üretimi için tohum olarak hizmet görür, fakat ürün sadece
buğdayı içerir, dolayısıyla, iş gücü, uygulamalar, gübre gibi ilişkili
elemanlardan farklı şekle sahiptir. Ama endüstrinin belli bağımsız dalları
vardır. Bu dallardaki üretici sürecin ürünü yeni bir maddi ürün, bir emtia
değildir. Bu dallar arasında, mal ve insan taşıması yapan veya mektup, telgraf,
iletişimlerin gönderilmesi işini yapan sadece iletişim endüstrileri, ekonomik
bakımdan önemlidir. (Marx, Capital 2, ch I, the circuit of money capital).
Marx, iletişim araçları dahil insanın geliştirip kullandığı araçları tek bir
görev içine sıkıştırmaz. Ona göre bir ev tüketim kadar üretim için de hizmet
edebilir. Aynı şekilde gemi ve vagon, taşıma aracı olduğu kadar eğlence
aracıdır. Bir cadde üretimin kendisi için iletişim aracı olduğu gibi, aynı
zamanda yürümek içindir (Marx, Grundrissee, Threefold character, or mode,
of circulation).

İletişim araçlarında sahiplik


Engels araçlar üzerinde serbest teşebbüs olarak sahipliğin demiryolları,
posta, telgraf gibi iletişim araçlarında farklı geliştiğini belirtmektedir. Bu
araçlarda sahipliğin kapitalist toplumun temsilcisi devletin mülkiyetine
dönüştürüldüğünü açıklıyor. Engels!e göre, devlet mülkiyetine dönüştürme
İnsan, toplum ve iletişim 223

için gereksinim önce posta, telgraf, demiryolları gibi iletişim ve ilişki


kurumlarında hissedildi (Engels, 1878, part III, Socialism I. Historical).8

İletişim araçlarındaki gelişmeye nedenler


İletişimdeki değişmelere bakıldığında, özellikle günümüzde egemen olan
araçların gelişmesi öncelikle savaş iletişimiyle ilgili gereksinimlerle olmuştur.
Daha geriye gittiğimizde de para dahil, sözün veya düşüncenin, kararın,
hesabın insan beyni dışında kaydedilmesi için gerekli taşıyıcı aracın çıkış ve
gelişmesinin nedeni ve amacı ekonomik ve siyasal güç yapısının
gereksinimlerinden doğmuştur. Bu durum, en ilksel iletişim aracından en
modern cep telefonuna kadar böyle olmuştur. Yazının icadı veya internetin
icadı meraklı bir mucidin insanlığı düşünerek yaptığı bir buluş değildir. Ticari
gereksinimlerin (özellikle hesap tutmadan başlayarak talep yaratmaya kadar
tüm ticari gereksinimlerin)ve siyasal gereksinimlerin (ülke içinde kontrolü
sağlayan baskı güçlerinin gereksiniminden, diğer ülkelerle ilişkide savaşta
güçlü olma gereksinimlerinin) bir sonucudur.9 Örneğin, Engels ordunun
gücünün seviyesini belli bir zamandaki üretim ve iletişimde ulaştıkları
seviyeye bağlamaktadır: Silahlanma, kompozisyonu, organizasyonu, taktikleri
ve strateji her şeyin üstünde üretim ve iletişimde ulaşılan seviyeye bağlıdır
(Engels, 1878, part III. Theory of Force).

8
Benzer şekilde, kapitalist devletin, alt yapısı çok uzun zaman alacak ve büyük
yatırımlar gerektirecek, dolayısıyla uzun zaman zarar yapacak alanlarda (elektrik,
posta, telefon, telgraf, demiryolu), bu işi üstlenme ve alt-yapıyı ülkenin kaynaklarını
kullanarak kurması, örneğin, Türkiye’de 1980lerin sonlarına doğru olmuştur. Yani,
dünyanın her ülkesinde, kapitalist devlet alt-yapısı için büyük yatırım gerektiren ve
uzun dönem kâr etmeyen işler için kendisi ülkenin kaynak ve zenginliklerini
kullanarak yatırım yapmıştır. Bu işi yaparken de, elbette satın alımları ve yaptırma
işlerini çoğu kez özel şirketlerle yaptığı ihalelerle yürütmüştür. Devletin
mülkiyetindeki bu alanlarda alt-yapı tamalanıp artık büyük karlar elde etme
seviyesine gelindiğinde, kapitalistler “özelleştirme” politikalarıyla, leş kargası gibi,
hazır yapıya el koymuşlardır. Onlar için yapılması gereken hazır sistemi ele geçirmek,
sistemdeki “bakım ve onarımları” yapmak (bazen bunu hâlâ devlete yaptırmak, çünkü
para harcama gerektirir) ve paraları toplamaktır. Bu durum o denli çirkin bir hale
geldi ki, hastanelerin boş alanları bile para toplaması için özel şirket denen mafya
gruplarına kiralanmaktadır.
9
Ayrıntılı bilgi için Schiller, Mattelart, Erdoğan gibi isimlere bkz.
224 Karl Marx

İletişim araçlarını taşınamaz sermaye olarak niteleyen Marx, Engels gibi,


iletişim araçlarındaki gelişmeyi üretici güçlerdeki gelişmeye bağlar.
Dolayısıyla, Marx için iletişim ve taşıma araçlarının gelişmesi genellikle
üretici güçlerin gelişmesi kategorisi içinde yer alır.

İletişim araçlarının gelişmesinin getirdikleri


Marx iletişim araçlarındaki gelişmeleri toplumun değişimiyle ilgili hemen
her konu içinde ele almıştır. Marx’a göre, okyanus gemiciliğinde ve iletişim
araçlarındaki gelişmeler sezon-işine dayanan tekniksel temeli silip götürdü ve
üstesinden gelinemez denen tüm diğer zorluklar büyük binalar yeni makineler,
çalıştırılan insan sayısındaki artış ve tüm bunların toptan ticaretinin
yapılmasında neden olduğu değişiklikler önünde yok oldu (Marx, capital 1,
section 8, revolution effected in manufacture, handicrafts, etc).
Marx’a göre, iletişim araçlarında ve taşımadaki gelişme, üretimden
tüketime kadar olan tüm süreçlerde çabukluğu veya yavaşlığı belirler. Bu da,
her sürecin doğasını etkiler. Kapitalist üretim tarzı bir malın taşınmasındaki
maliyeti, iletişim ve taşıma araçlarındaki gelişmelerle azaltır (Marx, Capital 2,
part 1, chapter VI, the costs of circulation).
İletişim ve taşıma araçlarındaki gelişme malların dolaşım zamanını
kesinlikle azaltır, fakat farklı malın ve aynı malın farklı pazarlara giden farklı
parçalarının dolaşımındaki zamanın görece farkını ortadan kaldırmaz.
Örneğin, gelişmiş deniz araçları ve buharlı gemiler seyahat zamanını kısaltır
ve bunu hem yakın hem de uzak limanlar için yapar. Görece fark, gerçi çoğu
kez azalır, ama kalır. Fakat görece fark iletişim ve taşıma araçlarındaki
gelişmelerle coğrafik uzaklığa tekabül etmeyecek şekilde değişebilir. Örneğin,
üretim yerinden uzaktaki bir yerleşim merkezine giden bir demiryolu, demir
yoluyla bağlanmayan yakındaki bir yere olan uzaklığı görece veya mutlak
olarak uzatır. Benzer şekilde, aynı koşullar üretim yerinin geniş pazarlardan
görece uzaklığını değiştirebilir. Bu durum, iletişim ve taşıma olanaklarındaki
/araçlarındaki değişim yüzünden, eski merkezlerin gerilemesi/bozulması ve
yeni merkezlerin çıkmasını açıklar.
Ayrıca, taşıma araçlarının gelişmesiyle, sadece yer/uzay içindeki
hareketin hızı artmakla kalmaz, aynı zamanda, coğrafik uzaklık zaman
bağlamında kısalır. Sadece birçok geminin aynı limana gitmek için aynı anda
hareket etmesini veya aynı iki istasyon arasında birkaç trenin aynı anda
seyahatini sağlayan iletişim olanakları/araçları kitlesinin gelişmesi olmaz,
aynı zamanda, yük gemileri aynı haftanın birbirini takip eden günlerinde
İnsan, toplum ve iletişim 225

Liverpool’dan New York’a gitmek için yola koyulur (Marx, Capital vol 2,
chapter XIV the time of circulation).
Bir yandan, iletişim ve taşıma araçlarındaki gelişmeler malların dolaşım
zamanını kısaltırken, aynı zamanda, bu araçlardaki gelişme giderek daha uzak
pazarlar için, dünya pazarı için çalışmayı zorunlu hale getirir. Uzak yerlere
giden mallar çok büyük ölçüde artar. Bununla, sosyal kapitalin bir kısmı uzun
dönem mal-kapital safhasında, dolaşım zamanı içinde, kalır. Aynı anda
büyüyen sosyal zenginlik oluşur. Bu zenginlik doğrudan üretim olanağı
hizmeti verme yerine, iletişim ve taşıma araçlarına ve onların çalışması için
gerekli taşınamaz ve dolaşımdaki kapitale yatırılır (Marx, Capital vol 2
chapter XIV the time of circulation).
Marx toplumun nüfusunun yoğunluğu ile iletişim araçları arasında bağ
kurmaktadır. Marx’a göre, seyrek nüfusu ve iyi gelişmiş iletişim araçları olan
bir ülkede nüfus yoğunlaşması, çok nüfusu ve kötü-gelişmiş iletişim araçları
olan bir ülkedekinden daha fazladır. Kusurlu iletişim araçları bir yerdeki
kıtlığın diğer yerden getirtilmesine izin vermez, dolayısıyla, toplumda (açlık
gibi) sorunlar çıkar (Marx, Capital I. Chapter 14: Division of labour in
manufacture, and division of labour in society.)
Marx’a göre bilim, keşifler, iş bölümü, gelişmiş iletişim araçları, dünya
pazarının yaratılması, makineler işçiyi değil sermayeyi zenginleştirir ((Marx,
Grundrisse: Notebook III).

Üretim biçiminin değişmesi, iletişimin ve bireyin değişmesi


Marx’a göre endüstrinin bir alanındaki radikal değişim diğer alanlarda da
değişimleri getirir. Endüstrinin ve tarımın üretim tarzında olan bir devrim,
örneğin taşıma ve iletişim araçlarında da devrim yapar.
Marx iletişim araçlarını sürekli bir değişimin aracı olarak niteler. Marx’a
göre, eski iletişim araçlarının yerini yenilerinin almasıyla, demiryollarının,
deniz ve nehir yollarında buharlı gemilerin ve telgrafın yaratılmasıyla, iletişim
araçları giderek endüstrinin üretim tarzına uyumlaşır (Marx, Capital 1, part ıv:
production of relative surplus-value, ch 15: machinery and modern ındustry).
Marx’a göre üretimin belli bir dönemine tekabül eden sosyal koşulların
yeni ortaya çıktığı sırada veya ölüp giderken, üretimde doğal olarak farklı
derecede ve farklı etkilerle/sonuçlarla karışıklıklar ve rahatsızlıklar olacaktır:
Marx Grundrisse’de Roma’daki ilkel cemaat üretim tarzının gelişmelerle
yıkılıp gitmesini anlatırken, değişimi ve değişimde insanın, yeniden üretim ve
iletişim biçiminin değiştiğini anlatır. Üretim tarzının değişmesiyle sadece
226 Karl Marx

yeniden-üretim faaliyetindeki somut koşullar değişmez, aynı zamanda


üretenler (insanlar) değişir. İnsanlar kendilerinde yeni kaliteler yaratırlar,
kendilerini üretimde geliştirirler, kendilerini dönüştürürler, yeni güç ve
fikirler, yeni ilişki/iletişim tarzları, yeni gereksinimler ve yeni dil geliştirirler.
Üretici emeğin bu gelişmesiyle aynı zamanda toplumun dayandığı üretim tarzı
çözülür (değişir) ve üretim tarzındaki değişmeyle, somut birey, Romalı,
Yunanlı vb olarak tanımlanan birey de çözülür (Haye, 1980).

İletişim araçları ve dünya pazarının kontrolü


Marx’a göre, modern endüstri bir dünya pazarı kurar. Bu pazar ticaret,
denizcilik ve iletişiminde büyük gelişmeler elde eder. Burjuvazi, üretim
araçlarındaki hızlı gelişmelerle, kolaylaştırılmış iletişim araçları ve yollarıyla,
bütün ulusları, hatta en barbar olanları bile, kendine çeker. Bütün ulusları
burjuva üretim tarzına kendini ayarlama zorunda bırakır. Tek kelimeyle kendi
imajında bir dünya yaratır. Bazen işçiler zafer kazanırlar, fakat sadece o
zaman için. Uğraşlarının gerçek meyvesi, o anki sonuçlarda değil, gittikçe
artan birleşmelerinde yatar. Bu birleşmeye modern endüstri tarafından
yaratılan ve farklı yerlerdeki çalışanların birbiriyle ilişki kurmasını sağlayan
geliştirilmiş iletişim araçları/yolları yardım eder.
Marx ucuz mal üretimi ve gelişmiş iletişim ve taşıma araçlarının yabancı
pazarların fethedilmesi yolunu döşediğini ve bu süreçte diğer ülkelerdeki
üretimin kapitalist endüstriyel yapının çıkarına uygun bir şekilde sadece belli
ürünleri, özellikle tarım ürünleri, üreten kolonilere dönüştürüldüğünü
belirtmektedir: Modern endüstrilerin merkezlerinin gereksinimlerine uyan
yeni bir uluslar arası iş bölümü çıkar ve dünyanın bir kısmını, endüstriyel
olana hizmet veren tarımsal üretim alanına çevirir. Marx’ın bu açıklaması
“karşılaştırmalı avantajlar politikasına uygun” bir dünya yaratıldığını
anlatmaktadır (Marx, Capital 1, section 7, Crises in The Cotton Trade).

Dolaşımın maliyeti ve iletişim araçları


Üretimin, değişim (alışveriş) değerine, böylece alışverişe dayanması
arttıkça, alışverişin fiziksel koşulları -- iletişim ve taşıma araçları – dolaşımın
maliyeti için daha önemli olur. Doğası nedeniyle kapital, her uzaysal (yer)
engelini aşar. Böylece, alışverişin fiziksel koşullarının – iletişim ve taşıma
araçlarının – yaratılması ve bu araçlarla zamanın kontrolü yoluyla uzay (yer)
sınırının ortadan kaldırılması, olağanüstü zorunluluk olur.
İnsan, toplum ve iletişim 227

Ancak, taşıma maliyetindeki azalmalara uygun oranda kitleler halinde


uzak pazarlara doğrudan ürün sağlanabildiği ölçüde; ancak, aynı zamanda,
iletişim ve taşıma araçlarının kendileri kapital tarafından yönetilen iş için kâr
elde etme alanları sağlayabildiği ölçüde; ancak ticari trafik çok büyük
miktarda olduğu ölçüde; ucuz iletişim ve taşıma araçlarının üretimi olur.
Kendi-kendine yeterli Asya komünlerinde (köylerinde), bir taraftan yol
gereksinimi yoktur ve öte yandan yolların olmaması onları kapalı
izolasyonlarına kilitler, böylece Hindistan’da olduğu gibi, varlıklarını
sürdürmelerinde değişim olmayan bir yaşam biçimlendirir.
Marx için iletişim araçlarının üretimi, dolaşımın fiziksel koşulunun
üretimi içindedir. O da, taşınamayan kapitalin üretimi içindedir ve özel bir
durum oluşturmaz.

Dolaşımda zaman ve iletişim araçları


Marx’a göre iletişim araçları üretim safhasının bir parçasıdır. Ürünü
pazara getirmeyle veya ürünün emtiaya dönüşümü bağlamında, taşıma ve
dolayısıyla iletişim araçları dolaşımı belirlemez. Bu araçlar (1) dönüşü (kârı)
belirleyince ve (2) kapitalin para biçiminden üretimin koşulu biçimine
dönüştürmeyi belirleyince, dolaşımı belirlerler (Marx, Grundrisse).
Marx’a göre, dolaşım zamanının azaltan ana araç gelişmiş iletişimlerdir.
19. yüzyılın başından beri son elli yıl iletişim alanında devrim getirdi. Karada
şose yoların yerini demiryolları aldı, suda yavaş ve düzensiz sefer yapan
gemilerin yerini hızlı ve güvenilir buharlı gemiler aldı. Bütün dünya telgraf
telleriyle sarıldı (Marx, Capital 2).
İletişim ve taşıma araçlarının muazzam gelişmeleri gerçek dünya pazarını
bir gerçek olgu yaptı (Capital 3, part V, Ch 30 Money-Capital and Real
Capital; Engels, 1845).

Değer, yabancılaşma ve iletişim araçları


Marx insanın ürününden, araçlardan ve kendinden yabancılaşması
hakkında oldukça yazmıştır. Örneğin, tüm değerlerin para ile ölçülmesiyle
gelen tür yabancılaşmayı, iletişim araçlarındaki gelişmenin azaltmadığını
belirtmektedir: Dünya pazarının otomasyonu parasal ilişkilerin (alışveriş
değerinin) gelişmesiyle ve parasal ilişkilerin gelişmesi otomasyonla artar.
Üretim ve tüketimdeki karşılıklı bağımlılık ve genel bağ, tüketiciler ve
üreticilerin birbirine karşı bağımsızlığı ve ilgisizliği birlikte arttığından beri,
228 Karl Marx

yabancılaşma da artar. Bu yabancılaşmadan kurtulmak için çabalar da artar.


Her bireyin diğerlerinin faaliyetleri (örneğin, güncel fiyatların listesi, döviz
kuru, mektup ve telgrafla tüccarların arasındaki bağlar) hakkında bilgi elde
etmesini ve böylece kendisini ona göre ayarlamasını sağlayan kurumlar doğar.
Bu sırada elbette iletişim araçları da gelişir. Gerçi belli bir verili durumda, bu
yollarla yabancılaşmanın üstesinden gelinmez, yine de olasılıkları içeren
ilikiler ve bağlar kurulur.

KAYNAKÇA

Engels, F. (1845) The Condition of the Working Class in England


Engels, F. (1878) Anti - Duhring.
Engels, F. (1882) Dialectics of Nature.
Engels, F. (1884). The Origins of Family, Private Property and the State.
Engels, F. (1888) Ludwig Feuerbach..
Engels, F. (1890) Letter to Condrad Schmidt.
Engels, F. (1893) Letter to Franz Mehring.
Haye, Yves de la (1980). Marx and Engels on the means of communication. Paris:
International general.
Marx, K. (1844) Economic and philosophic Manuscripts.
Marx, K. (1844a) Critique of Hegel’s Philosophy of Right.
Marx and Engels (1845) The Holy Family
Marx, K., Engels, F. (1846) The German Ideology. Marx. K. (1847) The Poverty of
philosophy.
Marx, K. (1858) Grundrisse. www.Marksists.org/archive/marx/index.htm
Marx, K. (1859) A contribution to the critique of political economy.
Marx, K. Capital vol. 1, II ve III.
Marx, K. (1875) Critique of the Gotha Program.
İletişim kuram ve araştırma dergisi
Sayı 25 Yaz-Güz 2007, s.229-256

Forum

Karl Marx
Basın özgürlüğü ve sansür

Marx doktorasını aldıktan sonra, üniversitede öğretim üyesi olmak istedi,


fakat Hegelciler, genç-Hegelciler ve Alman devleti için tehlikeli görülen
insanlar, 1980 Türkiyesi’nde yapıldığı gibi, üniversitelerden atıldığı ve
üniversiteye alınmadığı, onların yerine “yaşasın vatan, millet ve Prusya”
diyen çıkarcı, kurnaz, sahtekâr, kendi çıkarı için “millet ve devlet”
bahanesiyle anasını bile öldürecekler ile üniversiteler doldurulduğu için, Marx
üniversiteye giremedi. Bunun üzerine, gazetecik mesleğini seçti. 1842'de,
muhalefetteki radikal burjuva iş adamları tarafından kurulan ve desteklenen
Rheinische Zeitung’da önce yazamaya başladı ve sonra gazetenin yazı işleri
yöneticiliğini yaptı.
Marx 1842’de gazetecilik işine başladığında Basını sansür konusu önemli
konulardan biriydi. Marx resmi devlet organı olan gazetede (Preussische
Allgemeine Staats-Zeitung) sansürü destekleyen yazılara karşılık veriyor ve
parlamentodaki sansür yasalarıyla ve basın özgürlüğüyle ilgili tartışmaları
analiz ediyor ve eleştiriyordu. Sansürü savunan lobinin mantıksız ve lütuf
gösteren duruşunu yeriyordu.
Gazeteci olarak Marx belki de ilk “araştırmacı gazeteci” olarak
nitelenebilir: Marx’ın, yönetimsel kararları eleştiren ve haksızlığa harşı gelen
ilk makalelerinden biri, ormanda yerdeki ağaçları “çalan” Prusyalı köylülere
verilen cezadaki adaletsizlik üzerine olmuştur.
Marx gazeteci olarak çalıştığında, yazısının basılması için yazdıklarını
önce devlet tarafından atanmış bir sansürcüye (polise) götürmesi ve onun
sansüründen sonra “kötü şeylerden” arınmış olarak yayınlanması gerekiyordu.
O sırada Kıta Avrupa’sındaki tüm ülkelerdeki gazetecilerin önünde iki
seçenek vardı:
230 Karl Marx

(1) Bir zamanlar feodalizme karşı kapitalist mücadelede yaptığı gibi,


günümüzde dördüncü güç olarak nitelenen biçimde işini yapmak, ya
da,
(2) Günümüzde yaygın bir şekilde olduğu gibi sistemin savunuculuğunu
yapmak ve statükoyu korumak.
Birinci seçeneği seçenler için cezalar ve ülkeden sürülme vardı. İkinciyi
seçenler için para, kolaylıklar ve imtiyazlar vardı. Marx eleştireldi, öfkeli ve
polemiğe girerek yazıyordu. Eşi Jenny ona etkili olabilmesi için ılımlı
olmasını öneriyordu 1844 Haziran’ındaki mektubunda (Marx, 1974: xii):
Çok kızgın ve tahrik edici yazma. Diğer yazılarının ne denli
etkili olduğunu biliyorsun. Nazikçe ve olgulara dayanarak veya
şakacı ve hafif yaz….Üniforma bol geliyorsa ve sıkıca
bağlanmamışsa ne fark eder ki… Kuşakları gevşet, kravatını çöz
ve şapkanı yukarı kaldır ---bırak ortaçlar özgürce aksın ve
kelimeleri kendileri arzu ettikleri gibi yerleştir. Seninki gibi bir
ordu haddinden fazla katı yürümemelidir.

Marx sert savaşçı olmaktan geri durmadı.“Filozoflar sadece dünyayı


çeşitli şekillerde yorumluyorlar, önemli olan, her nasılsa, dünyayı
değiştirmektir” diyen Marx sadece “kalemle yazanlar” olarak nitelediği
gazeteci türünü aşağılık olarak gördü. Onun için gazeteci savaşa, mücadeleye
kendini adayandır.
Marx gazeteci olarak yazdığı yazılarda o zamanın önemli konularını ele
alıp işledi. Bu yazılarında özgürlükçü ve hümanist bir insan vardır. Ona göre
gerçek/doğru hükümete ait olan bir mal değildir, evrenseldir ve insanlığa
aittir. Ama egemen örgütlü gerçeklerde Marx her gün yazdıklarını Prussıa
devletinin bir sansürcüsüne okutmak zorundaydı, aksi takdirde yazısı
basılmazdı. “Aptal bir bürokrat olarak nitelenen” sansürcü, Marx’ın
yazılarının üstünü çizerken, aslında hemen her bürokrat (ve statükonun her
gazetecisi ve editörü gibi) yaptığını meşrulaştıracak en önemli gerekçeyi de
sunuyordu. Bu gerekçe, kendini materyal olarak üretme olanakları elinden
alınmış ve kendini efendisini çıkarına adamış bir kölebaşının, kendini yeniden
üretme koşullarını ona sağlayan efendilerinin getirdiği baskı ve terörün onun
(ve hemen herkesin) bilincinde oluşturduğu “gerçeği” ortaya koyuyordu:
“Şimdi, bu benim ekmeğimi kazanma meselem, şimdi her şeyi çizip atıyorum”
(Marx, 1974: xviii).
Her gün sansür ile birebir muhatap olan Marx, basın özgürlüğü için
mücadele verdi ve basın özgürlüğüyle ilgili yazılar yazdı. Bu yazıları “Marx
on the Freedom of Press and Censorship” adı altından basıldı.
Basın özgürlüğü ve sansür 231

Marx 1840’lardaki yazılarında ilgisini özgürlük üzerinde toplamıştır.


Çünkü onun için özgürlük demokratik yaşam biçimini ön koşuludur. Bu
görüşü nedeniyle, gazeteci olarak yazdıklarında, özgür basın fikrini şiddetli
bir şekilde savunur. Marx için basın insanların entelektüel yaşamlarını
iletiştiği en genel yoldur. Basın bir kişinin ününe bakmaz, sadece haber
almanın (istihbarat) ününü bilir (RZ, 19/5/42; Fetscher, 1969: 94).
Marx “Sixth Rhine Province Assembly” meclisinin kararına karşı tartışma
sunan ve basın özgürlüğü ve sansür konusunu ele alan makaleler yazmıştır.
Marx 5 Mayıs 1842’de basılan ilk makalesinde Prusya sansürünü ve devletin
resmi gazetesinin savunusunu eleştirmiştir. 8 Mayıs’ta “Özgür Basının
Muhalifleri” makalesinde Prusya hükümetiyle Katolik kilise arasındaki
çatışma üzerinde durmuştur. 10 Mayıs’taki makalesi Meclisin (Rhine
Province Assembly) ağaç hırsızlığı tartışmasına ayrılmıştır. 12, 15 ve 19
Mayıs tarihlerinde yazdıkları sansür ve özgürlük üzerinde durmuştur. Bu
makaleler Marx’ın Rheinsche Zeitung für Politik gazetesindeki ilk yazılarıdır.
Gazeteye 1842’de yazmaya başlayan Marx, Ekim 1842de gazetenin
editörü oldu. Reformist ve ilerici çevrelerin Marx’ın yazıları hoşuna gitti ve
bunu Marx’a belirttiler.
Gazete muhalif Rhein burjuvazisinin reformist organıydı. Marx ile gazete
devrimci-demokratik (komünist değil) şekil aldı. Bu durum Mart 17 1943’de
istifaya zorlanmasını getirdi ve istifasıyla sonuçlandı. Fakat bu istifa gazete
üzerindeki baskıyı sona erdirmedi ve finans desteğini de yitiren gazete hemen
kapandı.
Marx gazetede sürdürdüğü kampanyada iki siyasal amaç üzerinde
duruyordu: Birleşmiş ve demokratik bir Almanya ve dışarıda devrimci
insanları destekleme ve devrim düşmanı Rusya’ya karşı savaş. Gazetede
çalışanlar Jacobinlerin kırmızı berelerini giyen militan işçilerdi. Marx baskı
altında, son destekleyici hissedarları da çekilince, gazeteyi kapatırken ebedi
mesajı aynıydı: "emancipation of the working class." 1948 Fransız devrimi
kaybettiğinde, Marx gazetedeki yazısıyla yenilgiye uğrayan başkaldırıcıları
kutluyordu ve Engels Almanya’da ve muhtemelen tüm Avrupa’da
proletaryayı destekleyen tek gazete olduklarını söylüyordu.
Marx, Köln’de the Neue Rheinische Zeitung gazetesini Haziran 1848de
çıkarmaya başladı. Köln Almanya’nın o zaman en ilerici ve endüstri şehriydi.
Marx’ın yönetimindeki gazete o zamanın en meşhur gazetesi oldu. Gazete
Mayıs 1849 başkaldırıları sırasında Marx Prusya’dan atıldığında kapandı.
Marx bu gazetede "Redakteur en Chef" olarak çalıştı. Gazetenin altı editörü
232 Karl Marx

vardı: Friedrich Engels, Heinrich Bürgers, Ernst Dronke, Georg Weerth,


Ferdinand Wolff, and Wilhelm Wolff. Engels o bir seneye yakın zamanı
“basın özgürlüğünü yaşadıkları ve kullandıkları zaman” olarak nitelemiştir
(Hardt, 1992).
Demokratik bir sosyal ve siyasal varoluş için, basın özgürlüğü, toplanma
ve dernek gibi birlik kurma özgürlüğü gibi anayasal ön koşullar, burjuvanın
kendisi veya işçi sınıfı için kazanmada başarısız olduğu haklardı.
Onun yerine, demokrasiyi, proleter karakteri vurgulayan
demokrasiyi, savunmak Neue Rheinische Zeitung gazetesinin
editöryal görevi oldu (Fetscher, 1969, 146).

Marx 1949 Paris’e döndü ve aynı yıl Paris’ten de sürülünce Londra”ya


yerleşti. Orada the Neue Rheinische Zeitung gazetesini aylık olarak çıkarmaya
başladı. Aynı zamanda da British Museum kütüphanesinde siyasal ekonomi
çalışmaya başladı. Library. Bu sırada the New-York Daily Tribune gazetesine
yazı yazıyor ve Avrupa siyasal editörü olarak çalışıyordu. Marx diğer
Amerikan gazetelerine de zaman zaman yazılar yazmıştır. Amerikan
gazetecilerinin mülakatını kabul etmiştir. 1851-1861 yılları arasında New
York Daily Tribune gazetesine Avrupa’dan yazdığı yazılar arasında Rus-
Osmanlı savaşı haber ve yorumları bulunmaktadır. Bu yazılarında, genellikle
somut durum analizi yapmaktadır.
Gerçi Marx 1860lara kadar gazetecilik yaptı, çeşitli gazetelere yazılar
yazdı, fakat 1940lardan sonraki çalışmalarının hiçbirinde basın özgürlüğü ve
sansür konusunu herhangibir şekilde ve liberal çoğulcu bakış açısıyla ele alan
bir çalışma yapmadı.
Zaten Marks, 1940ların ortalarından itibaren yasaların ve düşüncelerin
üzerinde duran bir hukukcu, mekaniksel materyalist ve idealist Hegelci
yaklaşım tarzını terk etti ve eleştirdi.
Engels, Marx’ın toplumların gelişmesini analiz etme ve anlamak için
gerekli bilginin siyasal ekonomide olduğuna karar verdiğini belirtmektedir,
çünkü insan gelişmesinin tarihsel sürecini anlamada devlet yerine sivil toplum
alanı anahtarı tutmaktadır.
Almanya’da barınamayan Marx, gazetecilik serüveniyle birlikte kısa
zamanda Avrupa devletleri tarafından istenmeyen adam ilan edilir. Böylece,
Marx’ın Avrupa’da bir ülkeden diğerine gidip gelişi başlar. Marx siyasal
ekonomi çalışmak için Fransa’ya gider. Son durağı İngiltre olur.
Basın özgürlüğü ve sansür 233

ÖZGÜRLÜK

Marx için özgürlük insanın özüdür, özündedir. Bu nedenle, özgürlüğün


karşıtları bile özgürlüğün gerçeğine karşı savaşırken bile özgürlüğü yerine
getirirler; İnsan doğası için takı olarak reddettikleri ö<gürlüğü, kendileri için
en değerli takı/süs eşyası olarak ayırmak isterler (Marx, 12 Mayıs, 1842)
Marx’a göre “özgürlük, kendini ister baskı makinesinin mürekkebinde, bir
toprak parçasında, bilinçte veya siyasal mitingde ifade etsin, özgürlük olarak
kalır (Marx, 19 Mayıs, 1842). Dolayısıyla, 6. Rhine Meclisindekiler, basın
özgürlüğünü mahkum ederken, kendilerini mahkum ettiler. Eğer sansür
adaletle aynı şey olsaydı, bu bir zorunluluk olmayan olgu olarak kalırdı.Ama,
bunu ötesinde, özgürlük sadece benim hayatımın ne olduğunu içermez, aynı
zamanda nasıl yaşadığımı içerir; sadece özgür olanı yaptığımı değil, aynı
zamanda özgür olarak yaptığımı içerir. Aksi takdirde, bir mimar ile kunduz
arasında bir kunduzun kürklü bir mimar ve mimarında da kürksüz bir kunduz
olması dışında ne fark olacaktı ki? (Marx, May 15 1842).
Marx için ne zamanki bir özgürlük biçimi reddedilirse, genel olarak
özgürlük reddedilir ve ondan sonra özgürlük varmış görünüşüne sahip olur.
Özgürlüğün yokluğu kuraldır ve özgürlük istisnadır, tesadüfi ve keyfi oluştur
(Marx, 19 Mayıs, 1842). Marx, özgürlüğü kendilerine ayıran ve diğerlerini
bundan mahrum bırakmaya çalışan baskı yapısının taşıdığı düşünce tarzını ve
sunduğu gerekçeleri şu şekilde açıklar ve eleştirir: Bu beyler, özgürlüğü
mantığın evrensel ışığındaki doğal bir hediye olarak değil, yıldızların özel
olarak olumlu takımının doğa üstü hediyesi olarak görürler. Özgürlüğü sadece
belli kişilerin ve sosyal güçlerin bireysel karakteri olarak kabul ederler. Bu
nedenlerle, bu beyler evrensel mantığı ve evrensel özgürlüğü, “mantıksal
olarak inşa edilmiş sistemlerin” kötü fikirleri ve hayaleti arasına sokarlar.
İmtiyazlıların özel özgürlüğünü korumak için, insan doğasının evrensel
özgürlüğünü yasaklarlar. Ayrıca, bu beylerin modern devlet içindeki gerçek
pozisyonları, bu pozisyon için taşıdıkları düşünceye hiç tekabül etmediği için,
gerçek dünyanın ötesinde yaşadıkları için ve, bunların sonucu olarak, kendi
faaliyetlerinden memnun olmadıkları için, kaçınılmaz olarak diğer dünyanın
teorisine, ellerindeki dine başvururlar (Marx, 10 Mayıs, 1842).
Marx’a göre, özgürlüklerin her kısıtlanması gücü ellerinde tutanların bir
zamanlar özgürlüğün kısıtlanması gerektiğine inanmalarının ve bu
inançlarının sonraki görüşlerinde yol gösteren prensipler olarak hizmet
ettiğinin gerçek göstergesidir.
234 Karl Marx

BASIN

Marx için basın “halk iletişimi” (kamusal iletişim) aracıdır. Marx (ve
özgürlük arayan 19 yüzyıl gazetecileri ve aydınları) için teori ve pratikteki
diğer bir amaç, “gerçek” olanı, “doğru” olanı takip etme, aramadır. Bu amaç
toplumdaki sosyal, ekonomik ve siyasal çevrenin gazetecilik ve gazeteciler
için biçtiği görevdir (RZ 8, 8/1/43; Fetscher, 1969, 122).
Marx basını “basın bireylerin entelektüel oluşlarını iletişebildiği en genel
yoldur. Kişiler için saygıya sahip değildir, sadece haber almaya/akıla
saygılıdır” diye açıklar (Marx, 19 Mayıs 1842). “Entelektüel iletişim
yeteneğini/gücünü resmi olarak özel dış ifadeler tarafından saptanmasını ister
misin?” diye soran Marx, bu sorusuna şöyle yanıt veriyor: Başkaları için
olamayacağımı, ben olamam ve kendim için olamam. Eğer başkaları için
manevi güç olmama izin verilmezsem, kendim için manevi güç olma hakkına
sahip olamam (Marx, 19 Mayıs 1842).
Gazeteye ve fikirlerin özgür akışının korunmasına değer verme açık bir
kamusal/halk alanı boyutlarını gerektirir. Basın özgürlüğü karşıt fikirlerin
ifadesi için zorunlu koşuldur. Bu koşul olmazsa, gazetecilik yapılamaz. Fakat
Marx özgür bir Almanya ve hatta Kıta Avrupa’sı bulamaz. Sürekli sürülür,
tehdit ve baskı altındadır. Marx’a bunu “Almanlar fikirlere o kadar çok saygı
gösterirler ki ender olarak fikirleri gerçekleştirirler (19 mayıs 1842).
Marx Prusya’da gazetecilerin iç ve dış haberlerdeki zıt tutumlarını
eleştirir: Dışarıdan verilen haberlerin “gerçek yalanlar” olduğunu ve yalanın
gerçeğin yerine geçirildiğini belirtir. Buna karşı kamu otoritelerinin bir şey
yapmadığını, fakat benzeri iç haberlerin kınamayla, mahkum etmeyle ve
sansürle karşılandığını belirtir. Gazetecilerin dışarıdaki durumları
okuyucularıyla paylaşırken, içerideki durumlara aynı yaklaşmamasını
eleştirir: what is wrong with a press that attempts to share volatile situations
and activities abroad with its readers--history in the making--through news
from far-away places, while rejecting the representation of similar historical
processes in its domestic coverage (RZ 8, 8/1/43; Fetscher, 1969, 122)?
Gerçeğin haberini verme gerçeği dokümanla ortaya koyma sürecine ışık
tutma kadar anlamlı olmayabilir. Çünkü gerçeği inşa çok zordur. Marx’a göre
gerçek, olgunun kendisinden fazla birşeydir; keşfetme eylemidir; gerçeğin
araştırılmasının kendisi dürüst olmalıdır; gerçek araştırma, bağıntısız parçaları
sonuçlarda birleştirilerek açıklanan gerçektir (Fetscher, 1969, 23).
Basın özgürlüğü ve sansür 235

1840’lar Prusya’da gazeteler ve süreli yayınlar üzerindeki sansür ve


prusya otoritelerinin basın üzerindeki baskısı istedikleri editörü çalıştırma ve
resmi kararlara itirazsız uymaya kadar gidiyordu.narks resmi otoritelerin basın
yöneticilerinden bilimsel uzmanlığı olan ve “sadık düşünceye sahip”“saygın
editörler” çalıştırmalarını istemeleriyle alay etmiştir. Marx sansürcülerin
böyle bir uzmanlığa sahip olup olmadığını ve eğer sahipseler, neden yazar
gibi davranmıyorlar? diye sorar (Fetscher, 1969, 36).
Marx gazeteci olmayla ilgili tedbirlere bakarak sorar: O zaman, kim
gazeteci olma hakkına sahiptir? Resmi belgeler “yetkili” ve “yetkisiz”
bireylerden bahsetmekte ve uzmanlaşmayı, örneğin eşitli alanlarda yazma
sertifikasını, önermektedir. Marx, alaylı bir şekilde, ayakkabılar hakkında
yazmak için ayakkabıcılara yetki verilmesini belirtir ve yetkinin, “yetkili” ve
“yetkisiz” okuyucuların yaratılmasıyla sonuçlanan bir entelektüel pratik
belirlemesi getireceğini söyler. Alaya devam ederek, “sadece yetki verilen
yazarların kendi çalışmalarını satın alma ve okumaya izin verilmesi oldukça
uygundur” der. Benzer şekilde, yurttaşlar, uzmanlık alanlarına ve yazdıkları
konulara göre, basına hem yetkili hem de yetkisiz katkıda bulunanlar olur.
Sansür ve baskı altındaki Alman basını pasif, etkisiz ve sansürden ve
hükümet tarafından kapatılmaktan korkuyordu. Marx basını bu tutumu
nedeniyle eleştirir: Günlük “Alman basını, güneşin altındaki en zayıf, en
uyuşuk ve ürkek kurum! En büyük haksızlıklar gözleri önünde olabilir veya
ona karşı haksızlıklar yapılabilir.” Bunun karşısında sessiz ve sır tutan bir
şekilde kalır. Bu durumu basından asla duyamazsınız. Aslında, askeri
sansürcüler tarafından sansür güçlendirildiğinde, bu değişikliklere Alman
basını hemen hemen hiç reaksiyon göstermez. Sanki normal/doğal bir şeymiş
gibi karşılar (Marx, 15, Mart, 1849; Fetscher, 1969: 182-183).
Marx basın üzerindeki Prusya denetimindeki aşırılıkları, sansür
faaliyetlerini, enformasyonun gizlenmesini, basının nasıl düzenleneceğiyle
ilgili önerileri teşhir eder, onlarla alay eder ve eleştirir.
Marx aynı zamanda Alman basınının katı kontrolü olmazsa, Alman
monarşisinin tehlikeye düşeceğinin de farkındadır. Çünkü özgür basın
demokratik prensiplerin ve pratiklerin yükselmesi demektir (Marx, 27 nisan,
1849; Fetscher, 1969: 200).
236 Karl Marx

ÖZGÜR BASIN

Marx’ın 5 Mayıs ile 19 Mayıs 1842’deki ve sonraki gazete makaleleri


bireysel ve kolektif sosyal, siyasal ve ekonomik özgürlük bağlamında basın
özgürlüğünü savunan tartışmalar sunar. 1
Marx için basın koşulsuz özgür olmalıdır: Özgür basın halkın ruhunun her
yerde tetikte olan gözüdür, halkın kendine inancının materyalleşmesidir,
bireyi devlet ve dünyayla bağlayan zarif bağdır; maddi mücadeleleri
entelektüel mücadeleye dönüştüren ve kaba materyal biçimlerini idealleştiren
materyalleşmiş kültürdür. Halkın kendine dürüstçe itirafıdır ve itirafın
günahtan kurtarma gücü çok iyi bilinir. Halkın kendini içinde görebileceği
ruhsal aynadır, ve kendini soruşturma bilgeliğin ilk koşuludur. Çok yönlüdür,
her yerdedir, her şeyi bilir. Daima gerçek dünyaya fışkırıp akan ve geriye
kendisine akan ideal dünyadır.2

SANSÜR

İlkokul öğretmenlerimiz bize “konuştuğun gibi yaz, ve yazdığın


gibi konuş” diye öğretti. Sonradan bize şöyle denilir: Sana
buyrulmuş olanı söyle ve diğerlerinden sonra tekrarladığını yaz”
(Marx, 19 Mayıs, 1842).

1
Marx’ın bu açıklamasına baktığımızda, İstanbul gazetelerini ve televizyonlarını
biçimlendirenlerin ve onları savunan çıkar sahiplerinin ruhlarının ne denli karanlık, ne
denli çirkin, ne denli aşağılık, ne denli kötü olmadığını görürüz herhalde.
2
Marks günümüzdeki yaygın gazeteleri görseydi, endüstriyel materyal ilişkilerin
getirdiği egemen düşünsel üretimin, bu söylediklerinin tam tersine, basın
özgürlüğünün artık medyanın materyal çıkar sağladığı diğer endüstrilerle birlikte
kendi çıkarını gerçekleştiren “imtiyazlıların özgürlüğü” olduğunu görürdü. Yani,
günümüzde basın özgürlüğü, öznel çıkarları peşinde koşan gazetecilerin ve
akademisyenlerin kapitalistlerle kurduğu çıkar ortaklığıyla (ki bu gazeteciler ve
akademisyneler arasında kral sofrasının kırıntıları için yapılan yarıştır) oluşturduğu
“imtiyazlılar için ve imtiyazlılara ait özgürlük” savunusu biçimine dönüştürülmüştür.
Basın özgürlüğü, Marks’ın da açıkça vurguladığı gibi, örgütlü sansüre karşı verilen ve
genel özgürlüktür. Bu da ancak, medyadaki üretim ilişkilerinin karakterinin bu
özgürlüğün gelişmesine izin verecek bir biçimde dönüşüme uğramasıyla mümkündür.
Yoksa, basın etiği, basın kanunu gibi mekanizmalar, mekaniksel materyalizmin
kurnazca kurduğu tuzaklardır, kandırma yollarıdır, meşrulaştırma araçlarıdır.
Basın özgürlüğü ve sansür 237

Marx’a göre sansür özgürlük fikrinden çıkıp gelmez. Sansür baskı yoluyla
uyma, rıza, katılma arar ve ister. Sansür basının karakterine aykırıdır, basının
kendi karakteriyle çelişir. Sansür düşüncelerin açıkça alışverişine karşı
direnir; her tür eleştiri nosyonuna, entelektüel yorumlamaya ve yansıtma
sürecine karşıdır. Sansürün karşı olduğu ve engellemeye çalıştığı her şey
entelektüel çalışmanın ve basının pratiklerinin kendi içinde, doğasında vardır.
Marx gerçi sansürün yasa olarak var olduğunu, fakat yasal olmadığını
belirtir: Sansür yasa değil, polis tertibidir, emridir, düzenidir. Marx’a göre,
yasa olarak sansür yoksul ve yoksun düzenlemedir, çünkü başarmak istediğini
başaramaz ve elde ettiğinde de başarılı olmayı istemez.
Her sansürden geçmeyen basılı sansür sadece basın için değil aynı
zamanda toplumun geneli için de zararlıdır. Sansür altında sansürlenmemiş
olarak çıkan basının karakteri şüphelidir ve güven sorunu yaşar
Sansür ve basın arasındaki mücadele, iyi ve kötü basın arasındaki bir
mücadele değil mi?
Sansür mücadeleyi ortadan kaldırmaz, tek taraflı yapar. Açık mücadeleyi
gizli bir mücadeleye dönüştürür. Prensipler üzerindeki mücadeleyi, prensibi
olmayan güçlüye karşı güçsüz bir prensip mücadelesi yapar.
Sansür devletin/hükümetin tekelindeki eleştiridir. Eleştiri, eğer gizliyse,
eğer kuramsal değil fakat pratiksel ise, eğer tarafların üstünde değil de kendisi
bir taraf ise, eğer mantığın/aklın keskin bıçağıyla değil de keyfiliğin kör
makasıyla çalışıyorsa, eğer sadece eleştiri yapıyor ama eleştiriyi Kabul
etmiyorsa, rasyonel karakterini yitirmez mi? (Marx, 19 Mayıs, 1842).

Prusya sansürü ve gazetelerin durumu


Mart 1842de, resmi devlet gazetesi “Preussische Allgemeine Staats-
Zeitung” “hükümetin gerçek niyetini halka anlatma” gerekçesiyle devlet
sansürünü destekleyen, yukarıda da örnekleri verilen, yazılar yazmaya
başladı. Marx bu gazeteyi ve Meclisin aldığı sansür kararlarını eleştirdi
(Marx, 5 Mayıs, 1842):
Yeni sansür talimatları yayınlandı. Gazetelerimiz dış görünüşü ve
geleneksel özgürlük biçimini benimsemeleri gerektiğine inandılar.
The Preussische Staats-Zeitung, gazetesi de, uyanmak zorunda kaldı
ve bir çeşit liberal, en azından bağımsız fikirlere sahip olmaya
uyanmak zorunda kaldı. Staats-Zeitung gazetesi bu vuruştan kendine
gelemedi. Önce bu gazete şu soruyla geldi: "What use has the greater
freedom from censorship been to you Prussian newspapers?"
238 Karl Marx

Belli ki, söylemek istediği şudur: Yıllardır sansüre sıkı sıkıya


uymanın bana faydası ne olmuştur? En titiz ve yoğun denetime ve
muhafızlığa rağmen ben ne oldum? Ve şimdi bana ne olacak?
Yürümeyi öğrenmedim ve sansasyon-seven halk kalça kemiği
yerinden çıkan kişiden zıplayarak havada ayaklarını birbirine
vurmasını bekliyor.
Dolayısıyla, senin için de olacak mı, kız kardeşim! Hadi
zayıflıklarımızı Prusya halkına itiraf edelim, fakat itirafımızda
diplomatik olalım. Onlara, gazeteleri için ilginç olmadığımızı açıkça
söylemeyeceğiz.
Onlara, eğer Prusya gazeteleri Prusya halkı için ilginç değilse, Prusya
devletinin gazeteler için ilginç olmadığını söylemeliyiz.

Sansüre gerekçe: insanın kötü, olgunlaşmamış ve kusurlu olması


Marx Meclis konuşmacısının sansür için sunduğu gerekçeleri ince ve
alaylı bir şekilde eleştirmiş ve bu gerekçelerin geçersizliğini ortaya
koymuştur.
Konuşmacının gerekçesi: İnsan, birey olarak ve kitle halinde, daima
aynıdır. Doğası nedeniyle kusurlu ve hamdır ve gelişmesi sürdüğü sürece
eğitime ihtiyacı vardır. Eğitilmesi ölümüyle son bulur. Eğitim sanatı
yasaklanmış eylemleri cezalandırmayı içermez. Onun yerine, iyi etkileri öne
çıkarmayı ve kötü olanlardan uzak tutmayı içerir. Kötünün siren müziği
kitleler üzerinde güçlü etkilere sahiptir ve gerçeğin basit ve ciddi sesine karşı
gelir. Bunun üstesinden gelmek zordur. Kötü basın insanların
ihtiraslarına/tutkularına hitap eder. Amacı mümkün olduğu kadar çok kötü
prensipler ve kötü düşünceleri, fikirleri yaymaktır. Öte yandan, iyi basın
daima savunma durumundadır. Etkisi, düşman bölgesinde anlamlı hiçbir
ilerleme elde etmeksizin, savunma, dizginleme, birleştirme, pekiştirme
olabilir. Dış koşulların bunu daha da zorlaştırmaması iyi bir şanstır.
Marx’ın değerlendirmesi: Eğer insan ırkının olgun olmaması basın
özgürlüğüne karşı gelmek için gizemli neden ise, o zaman her seviyede sansür
insan ırkının olgunlaşmasına karşı oldukça makul araçtır. Süregiden gelişme
kusurlu. Gelişme ölümle son bulur. O halde, insanları bu kusurlu durumundan
kurtarmak için öldürmek oldukça uygun olacaktır. En azından, konuşmacı
basın özgürlüğünü öldürme sonucuna varıyor. Bu görüşe göre, gerçek eğitim
bir kişiyi bütün hayatı boyu bir beşiğe bağlamayı içerir, çünkü yürümeyi
öğrenir öğrenmez, düşmeyi de öğrenir. Düşme ile yürümeyi öğrenir. Fakat
eğer biz hepimiz kundak elbiseleri içinde kalırsak, bizi kim kundakla saracak?
Eğer biz hepimiz beşikte kalırsak, bizi kim sallayacak? Eğer hepimiz
Basın özgürlüğü ve sansür 239

mahkumsak, hapishane gardiyanı kim olacak? İnsanların kusurlu olduğu


iddiasına devam edersek: İnsanların kusurlu olduğu iddiası kusurlu,
hükümetler kusurlu, meclisler kusurlu, basın özgürlüğü kusurlu, insan
varlığının her alanı kusurlu olur. Bu nedenle, bu alanlardan biri bu kusur
nedeniyle var olmayacaksa, hiçbirinin var olmaya hakkı kalmaz, genel olarak
insan var olma hakkına sahip olmaz. Marx İnsanın kusurlu/hatalı/noksan
olmasıyla ilgili gerekçeleri çürütürken, “bu kusurlar arasında, neden özgür
basın mükemmel olmak zorundadır? Kusurlu/yetersiz bir yerel devlet,
mükemmel basın talep ediyor? Kusurlu/yetersiz olan, eğitim gerektirir. Eğitim
de insan, dolayısıyla kusurlu/yetersiz değil mi? Eğitimin kendisi de eğitim
gerektirmez mi? Kendi varoluşuyla insan olan her şey kusurluysa/yetersizse,
her şeyi birleştirip, iyi ve kötü. Gerçek ve sahte her şey için aynı saygıyı
göstermemiz gerekmez mi? her şeyin kendisinden kusurlu/yetersiz olduğu
fikrinin kendisi tüm kusurların/yetersizliklerin içinde en kusurlu ve yetersiz
olandır” diyen Marx, devam eder: Bu nedenle, biz şeylerin varlığını
değerlendirme ölçüsü olarak fikrin içsel özünü almalıyız. O zaman, tek taraflı
ve önemsiz deneyimler tarafından kendimizin doğru yoldan sapmasına az izin
veririz. Çünkü böyle bir durumda, sonuç aslında her deneyin ortadan kalktığı,
tüm yargıların durdurulduğu, bütün ineklerin siyah olduğudur (Marx, 10
Mayıs, 1842).

Sansüre gerekçe: iyi basın, kötü basın


Marx meclisteki konuşmacıların ve sansürü meşrulaştırmaya çalışanların
sözlerini alıp, bu sözlerle öne sürülen görüşle çoğu kez alaylı olarak geçersiz
yapmaya Mayıs 12, 1842 (ve diğer) makalesinde de devam etmektedir:
Basının genel olarak kötü olduğunu kabul etme yerine, konuşmacı basını
iyi ve kötü basın olarak ayırmaktadır. Sansür faaliyeti, kaçınılmaz olarak,
sansürcüleri gazeteleri iyi ve kötü, faydalı ve tehlikeli gibi gruplara ayırmasını
ortaya çıkaracaktır. Bu iyi ve kötü ayırımı elbette topluma da yansıtılacaktır.
Marx ise, basını rasyonel ve ahlaklı (özgür) basın ve yüzsüz, utanmaz,
sansürlenmiş basının parfümlü düşükleri (anasından düşük olarak doğmuşlar)
olarak ayırt eder. Marx’a göre sansürden geçmiş basın içerikleri iyi olsa bile
kötüdür ve tam tersine, özgür basın içerikleri kötü olsa bile iyi olarak kalır.
Sansürlü basın hipokrasisiyle, karakter yoksunluğuyla, hadım harem ağasının
diliyle, kopek gibi kuyruk sallayışıyla, kendi temel doğasının iç koşulunu
gerçekleştirir. Sansür edilmiş basın medeni bir canavardır.
240 Karl Marx

Konuşmacının gerekçelerini kabul etmeyen Marx, “konuşmacı sansürü


haklı çıkarabilmek için, sansürün basın özgürlüğünün özünün bir parçası
olduğunu kanıtlamalıydı; onun yerine, özgürlüğün insanın özünün bir parçası
olmadığını kanıtlıyor” diye belirtir.
Marx, kötü basın hakkında inanılmaz şeylerin söylendiğini belirtir: Kötü
gazetelerin amacı kötülüktür ve kötülüğün mümkün olduğu kadar çok
yayılmasıdır. Konuşmacının bu sözüyle başlayarak, Marx, konuşmacının her
söylediğini eleştirir (Marx, 12 Mayıs 1842): Konuşmacı kötü basının iyi
basından iyi olduğunu söylemektedir, çünkü kötü basın daima saldırıdadır ve
iyi basın da savunmadadır. Eğer iyi basın “savunurken, dizginlerken ve
pekiştirirken,” sürekli olarak gelişmeye, dolayısıyla hayata karşı değil mi? bu
yüzden, ya bu iyi savunmacı basın kötüdür ya da gelişme kötü bir şeydir.
Konuşmacıya göre, iyi basın güçsüzdür, iktidarsızdır ve kötü basın ise
sınırsız güçtedir. Konuşmacı için iyi basın ve iktidarsız basın aynıdır.
Konuşmacı iyi olanın iktidarsız olduğunu mu yoksa iktidarsız olanın iyi
olduğunu mu söylemek istiyor? (Marx, Mayıs 12, 1842).
Kendini beğenmiş iddia şudur: Benim kişiliğim iyidir, benim kişiliğimle
uygun düşen kişiler de iyidir; ve kötü basın bunu kabul etmeyi reddediyor.
Kötü basın!
Konuşmacı başta basın özgürlüğüne saldırdı, sonra genel olarak özgürlüğe
ve ardından da iyiye saldırdı (Marks, 12 Mayıs, 1842).

BASIN ÖZGÜRLÜĞÜ VE SANSÜR

Marx basın özgürlüğünü, toplanma ve örgüt kurma ile birlikte, demokratik


toplum için zorunlu koşul olarak görür. Basın özgürlüğünü, diğer
özgürlüklerle birlikte, reddedilemez, vazgeçilemez, engellenemez hak olarak
görür. Marx’a göre, özgür basın insanları birleştiren, kendilerine güveni
geliştiren ve gözetme sağlayan bir kamu kuruluşudur (Marx, 15 Mayıs, 1842).
Marx gazetelere çok önemli sosyal sorumluluk ve toplumu aydınlatma görevi
yükler. 1849’dathe Neue Rheinische Zeitung gazetesinin editörü olarak
mahkemeye çıktığında, savunu olarak şöyle demiştir: kendi çevresinde
ezilmişi temsil etmek ve sosyal ve siyasal gücün belli cellatlarına karşı
koymak gazetenin görevidir”.Marx’a göre, var olan koşullarda, gazetesinin
görevi “var olan siyasal durumun tüm temellerini yıkmaktır/çökertmektir
(Şubat 14, 1849, NRZ gazetesi, Fetscher, 1969;175).
Basın özgürlüğü ve sansür 241

Marx için basın özgürlüğü, “güzellik gibi, insanın savunabilmesi için


sevmesi gerekir. Gerçekte sevdiğimin varlığı zorunlu ve gereklidir, ve onsuz
benim kendi varlığım ne doludur, tatmin olmuştur ne de tamamdır.”Basın
özgürlüğünü asla gereklilik olarak görmeyenler ve rasyonel yaklaşımları
nedeniyle basın özgürlüğü nosyonuna duygusal bağlanmaları engellenmiş
olanlar özgürlük konusunu bir diğer ilginç şey gibi, dış bir olay gibi ele alırlar
(Marx, 5 Mayıs, 1842).
Marx için basın özgürlüğü kendi başına yeterli değildir ve bireyin ve veya
halkın gereksinimlerini gideremez (ve gidermemelidir)3 Yani, basın özgürlüğü
tarihsel temelli sosyal, siyasal kültürel koşullara ve güçlere katkıda bulunan
faktördür. Basın özgürlüğü, hem öznel türdeki devlet çıkarlarının üstesinden
gelmeli, hem de özgür basının toplumdaki yetersizlikleri ve sakatlıkları
yansıtması ve muhtemelen sembolize etmesi gerektiğini anlamalıdır.
Marx’a göre, konuşmacının söylediği, basının, yalanlar ve kandırmalar
dahil eksikliği, hatası veya başarısızlıkları, aynı zamanda devletin, halkın,
bürokrasinin ve sansürcülerin eksikliği, hatası ve başarısızlığı değil mi?
Sansürcüler bu tarihsel bütünün dışındalar mı? (Marx, 5 Mayıs 1842).
Marx yazılarında, özgürlük arayışı ve mücadelesinde basının önemi
üzerinde durur. Marx için genel basın insan özgürlüğünün farkına
varılmasıdır: Sansür ülkesinde basın özgürlüğü yok mudur? Genel olarak
basın insan özgürlüğünün bir kavranmasıdır. Neticede, nerede basın varsa,
orada basın özgürlüğü vardır (Marx, 12 mayıs, 1842). Marx’ın burada dediği
oldukça açık: Basının olduğu her yerde özgürlük vardır. Yani, özgürlük daima
oradadır, vardır. Özgürlüğe, sadece başkasının özgürlüğü olduğunda saldırılır.
Dolayısıyla, her tür özgürlük ya birilerinin imtiyazı olarak ya da evrensel hak
olarak daima var olmuştur. Bunun bir anlamı da, “birilerinin özgürlüğünün
bittiği yerde diğerlerinin özgürlüğünün başladığı” sözünün geçersizliğidir,
çünkü imtiyazlı özgürlük bir diğerinin imtiyazdan yoksun edilmesiyle, bir
diğerinin özgürlüğünün elinden alınmasıyla gerçekleşir. Gücün özgürlüğü ve
zenginliği güçsüz bırakılan ve yoksul bırakılandan dolayıdır.
Marx için basın özgürlüğü sorunu özgürlüğün imtiyaz mı yoksa genel hak
mı olduğu sorunudur (Marx, 12 Mayıs1842):

3
Kullanımlar doyumlar yaklaşımının “kullanımların işleveselliğini ve alınan
doyumları normalleştirilmesini düşünün. Bir arkadaşla oyundan geçerek karşılanacak
ve giderilecek gereksinim yerine, internetteki oyunları oynayarak “kendini
gerçekleştirme ve sosyalleşme” arasındaki farkın önemini düşünün.
242 Karl Marx

Soru, basın özgürlüğünün olup olmaması değildir, çünkü basın


özgürlüğü daima vardır. Soru basın özgürlüğünün belli bireylerin
imtiyazı mı yoksa insan beyninin bir imtiyazı mı olduğudur. Soru bir
tarafın hakkının diğer taraf için yanlış olup olmadığıdır. Soru,
“beynin/aklın özgürlüğünün” “beyne/akla karşı özgürlüğün” daha çok
hakka sahip olup olmadığıdır. Eğer “evrensel özgürlüğün”
gerçekleşmesi olarak “özgür basın” ve “basın özgürlüğü”
reddedilecekse, o zaman, bu daha çok özel özgürlüğün gerçekleşmesi
olarak sansüre ve sansür edilmiş basına uyar, çünkü tür kötü ise
(türdeki) canlılar nasıl iyi olabilir? Eğer konuşmacı tutarlı olsaydı,
özgür basını değil, basını tümüyle reddederdi. Ona göre, basın iyi
olacaktı eğer özgürlüğün ürünü, örneğin insan ürünü, olmasaydı. Bu
nedenle, sadece hayvanlar ve tanrılar basın hakkına sahip olacaktı.

Basın ve devrim
Basının Hollanda’da Belçika devrimini getirdiği söylenmektedir.
Hangi basın? İlerici mi yoksa gerici mi? Aynı soruyu Fransa için de
sorabiliriz. Eğer konuşmacı, demokratik olan teolojik Belçika
basınını suçlarsa, Fransa’daki mutlakiyetçi teolojik basını da
suçlamalıdır. Her ikisi de hükümetlerinin devrilmesine yardım ettiler.
Fransa’da, basın özgürlüğü değil, sansür devrimi yaptı.
Belçika devrimi başta manevi/ruhsal/dinsel devrim olarak görüldü,
basının devrimi olarak. Basının Belçika devrimine neden olduğu
iddiası bunun ötesinde anlamsızdır. Fakat bu suçlamak için bir vesile
midir? Devrim derhal maddi bir biçim mi varsaymalıdır? Konuşma
yerine vurmak? Hükümet bir manevi devrimi gerçekleştirebilir,
maddi bir devrim önce hükümeti manevileştirmelidir.
Belçika devrimi Belçika ruhunun bir ürünüdür. Basın da, Belçika
devriminde kendi katkı payına sahiptir. Belçika basını devrime ilgisiz
kalsaydı Belçika basını olmazdı. Aynı zamanda, Belçika devrimi
Belçikalı olmazdı, aynı zamanda basının devrimi olmasaydı. Halkın
devrimi her alanın kendi biçimiyle yaptığı bir bütündür. Basın da
basın olarak neden olmasın ki? (5 Mayıs, 1842) .

Basın özgürlüğü ve sansürün haklı çıkarılma farkı


Marx’a göre, basın özgürlüğü sansürden oldukça farklı gerekçeye sahiptir.
Basın özgürlüğünün kendisi bir fikrin (düşüncenin) somutlaşmasıdır,
özgürlüğün somutlaşmasıdır, pozitif iyi olandır. Sansür özgürlüksüzlüğün
somutlaşmasıdır, benzerliğin/aynılığın dünya görüşünün özün dünya görüşüne
karşı polemiğidir; sadece negatif karaktere sahiptir (Marx, 12 Mayıs, 1842).
Basın özgürlüğü ve sansür 243

Basın özgürlüğünün ekonomik yanı


Marx 1842 yazılarında, hümanist, özgürlükçü ilişkisel, siyasal ve yasal
temele dayanarak tartışmalarını sunuyordu. Özgür basın için gerekli
ekonomik koşullar üzerinde durmuyordu. Elbette, 1942’de Karl Marx’ın basın
özgürlüğü üzerinde dururken, özgürlük sorunu ile üretim tarzı ve ilişkileri
arasında bağ kurması ve ekonomik bir analiz yapması beklenemez. Çünkü o
zaman, kendisinin de 1957de belirttiği gibi, bir hukukçu gibi yaklaşan,
rasyonalist, idealist, sosyal eleştirmendi. Komünist değildi ve komünizme de
sıcak bakmıyordu. Gazetesinde de komünizme ve komünistlere karşı uzak
durmuştu. Fakat 1944’de Marx artık komünist düşünceyi kabul eden biriydi.
Fakat siyasal ekonomi ile analiz yapacak bilgiye henüz sahip değildi.

Sansürlü basın, hükümet ve halk


Sansürlü basın moral bozucu etkiye sahiptir. Basın sürekli yalan söyler ve
yalanın bilincini bile reddetmelidir ve tüm utanmayı atar. Bu gazetelerde
hükümet sadece kendi sesini duyar ve kendi sesini duyacağını da bilir. Halkın
sesini duyduğu hayalini de (basının halka istediğini yansıttığı uydurusunu da)
barındırır. Halkın da bu hayali barındırmasını talep eder. Halk kısmen siyasal
batıl inanca gömülür, kısmen siyasal inançsızlığa veya, tümüyle siyasal
hayattan uzaklaşır ve özel bireyler kalabalığı olur ( Marx, 15 Mayıs 1842).

Sansür ve özel kişi


Marx sansürcülerin klasik gerekçelerini ele alıp tek tek irdelemektedir.
Bunların arasında hepimizin bildiği “mantığın ve tasanın otoritesini reddeden,
eleştiren kötü düşünce tarzı” önde gelenler arasındadır. Buna sunulan
çözümlerden biri son zamanlarda, Amerika’dan Türkiye’ye de sirayet etti: ya
sev, ya terk et. “kötüler” eleştirdikleri için kötüdürler, eleştirdikleri için
sevmezler, aynı zamanda terk de etmezler. Dolayısıyla, başlarına gelenleri ve
gelecekleri hakederler (Marx, 15 Mayıs 1842).

Basın özgürlüğü ve kötü insanlar


Klasik tartışmalardan biri de “kötü insanlar burnunu sokmazsa özgürlük
veya basın özgürlüğü iyidir. Böylece “kötü insanların özgürlüğü kullanmak
özgürlüğe zarar getirmesi önlenmelidir” iddiası meşrulaştırılır. Bu kötü
insanlar kimler? Marx’ın da verdiği örneklerde de görüldüğü gibi aslında
bunlar iyi insanlar. Dolayısıyla, özgürlüğü kullanma kime kalıyor? Kötü
244 Karl Marx

insanlara. Özgürlük böylece kötünün kendi için kullandığı ve diğerlerini


mahrum ettiği oluyor.
Sansürü savunanlara göre, basın özgürlüğü alışılagelen hayat tarzını
güzelleştiren hoş, değerli bir şeydir. Fakat konuşmayı yalan söylemek için
kötüye kullanan, kötü kişiler, komplo kuran beyinler, hırsızlık yapan eller,
firar eden ayaklar da var. Konuşma ve düşünce, eller ve ayaklar iyi şeyler
olurdu, eğer onları kullanan kötü insanlar olmasaydı. Bunları kullananlara
karşı hiçbir çare henüz bulunamadı.
Marx yukarıdaki düşünceyi şu benzeştirme örneğiyle eleştiriyor:
Dünyanın durmaksızın hareket ettiği ilk kez bilim tarafından keşfedildiğinde,
birçok soğukkanlı Alman yatak takkelerini sıkı sıkı tutmuş ve Baba
vatanlarının değişebilir koşulları üzerinde iç çekmiş olmalılar. Aynı zamanda,
gelecek hakkında dehşet verici bir belirsizlik onu her an başaşağı dönen bir
evi sevdirmemiş olmalı (Marx, 15 Mayıs, 1842)

Kötünün iyiyi, yanlışın doğruyu sorumlu tutması


Marx’a göre, basın özgürlüğü de değişen koşullar için, astronominin
teleskopunun evrenin sürekli hareketinden sorumlu olduğu kadar çok az
sorumludur. Marx, dünyanın her şeyin merkezinde olması ve herşeyin onun
için varlığının getirdiği rahatlığın devamının bozulmasını astronomiye mal
ederek (düzenin bozuk ve aşağılık gerçeğini anlatanların, bu bozuk ve aşağılık
gerçeği yaratanlar tarafından suçlanması gibi) gerçeğin nasıl birilerini rahatsız
ettiğini ve sorumlu olarak sorumlu olmayanın verildiğini şöyle (komik bir
şekilde) açıklıyor: Kötü astronomi! Dünya, saygıdeğer bir kasaba adamı gibi,
evrenin merkezinde oturduğu, sakince kil piposunu içtiği, hatta ışığı kendisi
yakmadığı, güneş, ay ve yıldızlar itaatkâr gece lambaları gibi dünyanın
etrafında döndüğü zamanlar ne hoş zamanlardı (Marx, 19 Mayıs 1842).

Kötünün herkesi kendi gibi sanması ve sunması


Marx herşeyi bireye indirgeyen (günümüzün davranışçı, bireysel faydacı
psikoloji ve sosyal psikolojisinde olduğu gibi) ve insanın tüm amaç ve
davranışlarını “küçük ilgi ve çıkarlara” göre açıklayan yaklaşım tarzını da şu
şekilde açıklar: Belli bir tür psikoloji büyük şeyleri küçük nedenlerle açıklar
ve insanın mücadele verdiği herşeyin çıkar meselesi olduğunu doğru bir
şekilde hissederek, sadece bireysel küçük çıkarlar olduğu yanlış-düşüncesine
Basın özgürlüğü ve sansür 245

ulaşır. Bu tür psikoloji ve bilgi özellikle kasabalarda bulunur. Oralarda, geçen


fikirler bulutunun ve gerçeklerin ardında ipleri çekerek her şeyi harekete
geçiren çok küçük cücelerin olduğunu kavrayan akıllı beynin işareti olarak
görülür. Eğer insan bir cama çok yakından bakarsa, kafasını cama vurur. Bu
akıllı beyinlerin insan ve evren hakkındaki bu bilgileri aslında kendi
kafalarındaki mistikleştirilmiş şişliklerdir (Marx, 19 Mayıs 1842).

Basın özgürlüğü ve ticaret özgürlüğü


Marx şöyle başlıyor:

Dili olan ve konuşmayan,


Kılıcı olan ve dövüşmeyen,
Gerçekte sadece sefil yaratıktan başka ne ki?

Basın özgürlüğünü sunanlar basın özgürlüğünün ticaret yapma


özgürlüğünün, şeylerin süregelen durumunun dışında bırakılmamasını arzu
ederler. Yani, basın özgürlüğünün ticaret özgürlüğü altına konması
istenmektedir. Marx basın özgürlüğünü böyle isteyenlerin görüşünü basitçe
reddedemeyeceğimizi belirtir ve bundan hareket ederek düşünce
özgürlüğünün üstünlüğünü açıklar. Marx için insanın elleri ve ayaklarının
insan elleri ve ayakları olması hizmet ettikleri kafadır.
Eğer basının kendisi sadece ticaret olarak nitelenirse, o zaman, beyin
tarafından yürütülen bir ticaret olarak basın, kollar ve ayaklarla yapılan
ticaretten daha çok özgürlüğü hak eder. Kolların ve ayakların özgürlüğe
kavuşturulması beynin özgürlüğe kavuşturulmasından geçerek insanca anlam
bulur, çünkü kollar ve ayaklar, ancak hizmet ettikleri kafa nedeniyle insan
kolları ve ayakları olur (Marx, 19 Mayıs 1842).
Marx’a göre, düşüncesini söyleyenin görüşünü tanır ve anlarsak, onu daha
ciddi şekilde eleştirebiliriz. Bu nedenle, özgürlüğü ticaret için isteyeni
anlamalıyız ve hakkını vermeliyiz. Ama ticari alanın özgürlüğü ticari alana
aittir ve örneğin ticari alanın özgürlüğünün basında çalışan gazetecilerin
özgürlüğünün üzerine çökmesi, bu alanı işgal etmesi, özgürlüğün ortadan
kaldırılmasıdır.
Marx önce aşağıda tırnak içindeki görüşü haklı bulur ve ardından da, belli
durumlar/koşullar sunarak eleştiri getirir:
246 Karl Marx

İnsan sanatın sürekli varlığını basının özgürlüğüyle yan yana


düşünebilir, çünkü beyne dayanan çalışma/iş yüksek derecede ustalık
gerektirebilir. Fakat ticaret özgürlüğü yanında basının süregelen
özgürlüksüzlüğü Tanrıya karşı bir günahtır.

Elbette! Aşağı seviyedeki özgürlük, eğer yüksek biçim hakka sahip


değilse, açıkça haktan yoksun nitelenir. Eğer devletin hakkı
tanınmamışsa, bir vatandaşın hakkı aptalcadır. Eğer genel olarak
özgürlük doğruysa, belli biçimdeki özgürlük de haklıdır. Daha
yüksek hak biçiminin olmasının alt-biçimdekinin varlığıyla
kanıtlanması ne kadar doğru sonuç ise, alt alanı yüksek alanın ölçüsü
yapma ve onun yasalarının kendi alanındaki yasalar olmadığını,
yüksek alanın yasaları olduğunu iddia ederek karikatüre dönüştürme
yanlıştır. Bu, bir devi cücelerin evinde yaşamaya zorlamaya benzer.

Ticaret, mülkiyet, vicdan, basın ve mahkeme özgürlükleri aynı


türündür. Fakat farklılıklar unutmak ve bir alanı diğer bir alanın
ölçütü, standardı yapmak çok yanlıştır.

Ticaret özgürlüğü tam olarak ticaretin özgürlüğüdür ve bir diğer


özgürlük değildir, çünkü ticaret özgürlüğü içinde ticaretin doğası
engellenmeden, kendi hayatının içsel kurallarına göre gelişir. Her
özel alanın özgürlüğü o alanın özel özgürlüğüdür.

Basın özgürlüğünü ticaret özgürlüğünün bir çeşidi yapmak,


savunmadan önce onu öldüren savunmadır, çünkü belli bir karakterin,
başka bir karakter tarzı içinde özgür olduğunu iddia etmek, onu
ortadan kaldırmaktır. Ticaretin özgürlüğü basının özgürlüğü değildir.
Senin kendi biçiminde özgür olman, benim özgürlüksüz olmamla
aynıdır (Marx, 19 Mayıs, 1842).

Dikkat edilirse, Marx basın özgürlüğün ticari özgürlük içinde


düşünülmesini özgürlüksüzlük olarak niteler ve kabul etmez. Marx’a göre,
basının ilk özgürlüğü, bir ticaret olmamasıdır.

Özgürlük ve ekmeğini “kazanma”

Marx, basın kendi gerçek karakterine sahip mi? Basın kendi doğasının
saygınlığına, asaletine uygun mu hareket ediyor? Basın kendini bir ticaret
seviyesine düşürme özgürlüğüne sahip mi? diye soruyor ve oldukça açık ve
somut bir yanıt veriyor: Yazar elbette yaşayabilmek ve yazabilmek için para
kazanmak zorundadır, ama para kazanmak için yaşamamalı ve yazmamalıdır
(Marx, 19 Mayıs 1842).
Basın özgürlüğü ve sansür 247

Béranger şöyle diyor şarkısında:


I live only to compose songs.
If you dismiss me, Monseigneur,
I shall compose songs in order to live.
Marx yukarıdaki şarkıyı yazan şairin “ben şarkı yazmak için yaşarım, beni
kovarsan, yaşamak için şarkı yazarım” diye tehdidini, “şairin uygun olan
yerini, şiir onun için araç olduğunda terkedeceğini kabullenmesi” olarak
niteler. Marx için yazar işine araç olarak bakmaz (Marx, 19 Mayıs 1842).
Marx’a göre, yazmak bir sonuç/amaç için araç olamaz. 4 Dil, yazma,
düşünce, ifade özgürlüğün özüdür, hareketsiz yansıması değil. Kelimeyi ve
parayı eşleştiren sistem, halkın okumak için ödeyeceğinin ne olduğunu
düşünen editörlerin istediğini sunan gazetecilerin aşağılık işleri ödüllendirir.
Marx için, basını maddi kazanç aracı durumuna alçaltan yazar bu içsel
özgürlüksüzlük için cezalandırılmayı hakeder: onun kendi varlığı kendi
cezasıdır.5
Marx basının elbette bir ticaret olarak var olduğunu belirtir: Fakat bu
yazarların işi değildir; basımcıların ve kitapçıların işidir. “Biz burada
basımcıların ve kitapçıların özgürlüğüyle ilgilenmiyoruz; basının
özgürlüğüyle ilgileniyoruz” (Marx, 19 Mayıs 1842).

Sansür, yazar ve aydınlar


Sansür aynı zamanda ciddi ve onurlu yazarlar ve aydınlar için de ciddi
sorunlar getirir. Kendi ülkesinde sansüre ve baskıya uğrayan bir aydın için ya
tüm risklere rağmen ülkesinde yaptıklarına devam etmek ya da komşu bir
ülkeye giderek, oradaki koşulların belirlediği ve kullandığı durumlar içinde,
oradan yazmak. Bu, Marx ve tarihte birçok önemli aydının başına gelmiş olan
bir durumdur. Örneğin, Marx Avrupa’da kentten kente veya ülkeden ülkeye
sürülürken, aynı yıllarda ve sonrasında Osmanlı aydınlarından bazıları da
Avrupa’da, gazetecilik dahil, faaliyetlerine devam ediyorlardı. Sansür yazarı

4
Türkiye’de kaç gazeteci, özellikle İstanbul gazetecilerinden kaç tanesi “kendisi için
belli bir yaşam koşulunu sürdürmek için gazetecilik yapmıyor” dersiniz? Sefil
durumdaki gazetecileri de bu soru içine katabiliriz. İzleyici araştırması yapan
akademisyenlerin muhtemelen hepsine yakını için de aynı soru geçerlidir.
5
Ama bu cezalı varlık ürettiği ürünlerle (yazdıklarıyla) gazeteciliği aşağı seviyeye
indiren bir yapıyı yeniden üretmektedir. Dolayısıyla, zararı kendine değil, bizedir.
248 Karl Marx

uygun olmayan olarak ilan eder. Halkın sesini önceden bildiğini iddia eder.
Hangi yazarın otorite olduğunu ve hangisinin olmadığına karar verir (Marx,
19 Mayıs 1842).
“Yazarları yetkili ve yetkisiz diye ikiye ayırmak kimin için yapılır?” diye
soran Marx ve bir sotuyla biten şu yanıtı veriyor:
Açıkça, gerçekte yetkili olan için değil, çünkü onlar etkilerini
sansürsüz hissettirebilir. Dolayısıyla, bu ayırım dış imtiyazlar yoluyla
kendilerini korumak isteyen ve diğerlerini etkilemek isteyen
“yetkisiz” olanlar için mi?

Eleştirisine devam eden Marx, Alman aydınlarını ve edebiyatını


yaratanların bu “yetkili” kişiler olduğunu belirtiyor:
Eğer Almanlar tarihinde geriye bakarsa yavaş siyasal gelişmesinin
ana nedenlerini “yetkili yazarların” varlığında bulur. Bunlar
(doktorlar, artistler, yazarlar, akademisyenler) halk ile beyin, hayat ile
bilim, insanlık ile özgürlük arasına yerleştirdiler. “yetkisiz” olan
yazarlar “bizim literatürümüzü yarattılar” (Marx, 19 Mayıs 1842).

Basın özgürlüğü için tedbirler?


Devlet konuşmacıları ve diğer savunucular tarafından sunulan gerekçeler
“basın özgürlüğünü” sağlamak ve kötülere karşı korumak gibi temellere
dayanmaktadır. Marx basın özgürlüğüyle (aslında, sansürle) ilgili olarak
sunulan tedbir çözümlerden aşağıdakileri örnek verir: Bazıları basını sadece
Rhine bölgesindeki dini ve devlet işlerini tartışmayla sınırlamak istemektedir.
Bazıları isimleri yasaklanmış içeriği işaret eden yerel gazetelerin basılmasını
önermektedir. Bazıları da fikirlerin özgür ifadesini her bölgede tek bir
gazeteye vermek istiyorlar. Bazıları sadece hükümetin imtiyaza sahip
olmasını istemekte, diğerleri daha çok sayıda insanlar arasında paylaşılmasını
arzu etmektedir. Bazıları tam bazıları da yarım sansür istemektedir (Marx, 19
Mayıs 1842).
Marx bu önerileri ve girişimleri, öğrencisine nasıl atlayacağını öğreten bir
jimnastik öğretmeni örneğiyle eleştirir: öğretmen öğrencisini bir hendeğin
yanına götürür. Pamuk iplik kullanarak hendek boyunca ne kadar uzağa
atlayacağını gösterir. Daha ilk derste öğrenci hendeğe düşer ve o zamandan
beri hendekte ölü yatmaktadır. Öğretmen Almandı ve öğrencinin adı da
“özgürlük” (Marx, 19 Mayıs 1842).
Basın özgürlüğü ve sansür 249

Kitaplar, gazeteler ve sansürcüler


Marx, 5 Mayıs tarihli makalesinde Almanları, kitapları ve gazeteleri
kinayeli bir şekilde eleştirmektedir. Bu sırada, Marx kendi ürünlerine
tiksintiyle bakan ve kalın kitapların önünde reverans yapan (eğilen) gazete
editörleriyle de alay eder: Siz Almanlar kendilerinizi sadece uzun uzun ifade
edersiniz! Devletin örgütlenmesi hakkında çok sayfalı kitaplar yazarsınız, Bay
Yazar ve Bay Editör’ün dışında kimsenin okumadığı sağlam öğrenim
kitapları; fakat unutmayın ki gazeteleriniz kitap değildir. Üç ciltlik sağlam bir
çalışmaya kaç tane basılı sayfa gittiğini düşünün! Bu nedenle, günümüzün ve
çağımızın ruhunu/gerçeğini istatistiksel tablolar sunan gazetelerde aramayın,
fakat hacmi sağlamlılığının garantisi olan kitaplarda arayın!.
Marx “siz kitaplara hükmedemezsiniz, kitaplar size hükmeder. Siz
kitaplara önemsiz eklersiniz; aynı şekilde, Preussische Staats-Zeitung’un
görüşü içinde, halk siyasal literatürlerine önemsiz bir ek olmalıdır” diyerek
belli kitaplara ve Preussische Staats-Zeitung gibi belli basına karşı eleştirisine
devam ediyor ve eleştirisini Rhine Meclisi’nin kararına getirerek bitiriyor:
Okullarda kalın kitapları çalış ve çabukça gazeteleri, çarpık formatıyla,
centilmence hafifliğiyle sevmeye başlayacaksınız.

SANSÜR YASASI, BASIN YASASI VE ÖZGÜRLÜK

Marx sansür yasasını yasa olarak kabul etmez ve özgürlüğe karşı tedbir
olarak niteler. Basın yasasını ise özgürlüklerin korunması için gerekli görür.
Marx için basın yasaları belli basın pratiklerini soruşturan basın özgürlüğüdür.
Basın yasaları, özgürlüğü basının normal koşulu olarak görür. Dolayısıyla,
basının normal koşulu olan yasaları kırmak, bu tür özgürlüğün çiğnenmesi
demektir. Basın yasaları basın özgürlüğünün “yasal tanınmasıdır” ve “halkın
özgürlüğünün İncil’idir (kutsal el kitabıdır) (Marx, 12 May1842) Fakat
Marx’ın 20 Temmuz 1848’de NRZ gazetesinde Prusya Basın Yasası’na karşı
yönettiği eleştirilerde, basın yasasını “özgürlüğün” ifadesi olarak değil, tam
aksi bir şekilde nitelediğini görürüz. Zaten Marx Almanya’dan atılıp
İngiltere’ye gidinceye kadar, bu yıllarda, gazetedeki yazılarından dolayı
mahkemeye verilmiş ve sonunda da Almanya’dan atılmıştır. 1848’deki yasayı
Marx “Napolyoncu basın despotizmi” olarak değerlendirmektedir: Yasanın
uygulanmaya başlandığı günden itibaren Prusyalı yönetici memurlar rahat
uyuyabilirler. Eğer vatandaşlar, suçsuz oldukları halde hapsedilirse ve bunu
gazeteler haber yaparsa, dört buçuk aydan dört buçuk yıla kadar hapis yer.
250 Karl Marx

Eğer bölge memurları gerici seyyar satıcılık yapıyorsa ve Royalist adresler


için imza topluyorsa, ve bunu basın açıklarsa, dört buçuk aydan dört buçuk
yıla kadar hapis! Bu yasanın uygulanmaya başlandığı günden itibaren
memurlar istedikleri despotluğu, yasa dışılığı yapabilirler; tutuklayabilirler.
Basın artık haber veremeyecek, sadece genel şeyler yazacak. 6

Basın yasası ve sansür yasasının meşrulaştırılması


Marx’ın diğer sayfalardaki eleştirilerinde sansürün nasıl meşrulaştırıldığı
açıklandı. Aşağıdaki meşrulaştırma, ki Marx bunu da eleştiriyor, oldukça
kurnazca yapılan bir biliş yönetimi ifadesidir:
Sansür kötü olanı engellemeyi ararken, basın yasası tekrarlanmasını
engellemek için ceza getirir. Her insan kurumu gibi her ikisi de
kusurludur. Soru hangisinin daha az kusurlu olduğudur. Tümüyle
manevi konu olduğu için, yasa koyucunun niyetini açıkça ve somut
olarak ifade eden ve böylece doğru ile yanlışı kesin bir şekilde ayıran
ve keyfiliği ortadan kaldıran biçim bulma sorunu asla çözülemez.
Keyfilik, yani bireysel seçeneğe göre hareket etme sansür ve basın
yasasından ayıklanamaz, ayırt edilemez. Bu nedenle, her ikisini de
kaçınılmaz kusurlarıyla ve sonuçlarıyla düşünmemiz gerekir. Eğer
sansür iyi olanın çoğunu bastırırsa, basın yasası kötü olanın çoğunu
engellemeye muvaffak olamayacaktır. Bununla beraber, gerçek uzun
zaman bastırılamaz. Kötü kelime çıktıktan sonra durdurulamaz ve
etkisi hesaplanamaz, çünkü kötü için hiçbir şey kutsal değildir ve
gıdasını ve yayılma yolunu insan kalbinde bulur.

6
Dikkat edilirse, Marx’ın bu yasayı eleştirmesi, basın yasası hakkındaki önceki
görüşlerinden farklıdır. Marks’ın 1842’de basın yasalarına olumlu bakması oldukça
normaldir. Fakat basın hakkında yasanın olması her zaman basın özgürlüğünün
tanınması ve tanınan özgürlüğün de basın endüstrisinin özgürlüğü değil de halkın
veya gazeteci emeğin özgürlüğü olması olasılığı çok azdır. Bu olasılık ancak
mücadelenin gücüne bağlıdır; çünkü yasalar gücün ve güç ilişkilerinin dinamik
ifadeleridir. Yasalar, bu nedenle, daha çok, güçlünün çıkarlarına bağlı olarak ilişkileri
meşrulaştıran ve hukuksal olarak düzenleyen mekanizmalardır. Üretimin tarzı ve
ilişkilerin egemen karakterine aykırı düşemez, herhangibir nedenle aykırı düşerse ya
yeniden düzenlenir ya da işletilmez, çalışmaz bir şekilde “insanlar özgürdür” gibi
sadece yazılı ifade olarak kalır. Elbette, bu ifadenin olması özgürlüğün tanınması
anlamınadır, fakat kullanılma olasılık ve olanaklarının ortadan kaldırıldığı, olmadığı
ve engellendiği bir ilişkiler yapısında, bu özgürlüğün anlamı “varlığının
tanınmasından” öte bir yere gitmez; daha kötüsü meşrulaştırma ve “demokrasi ve
özgürlük var” sahtekarlığı için propaganda aracı görevini yapar. Bir sürü özgürlükler
var. En son hangisini kullandın? Kullandıysan ne ve kimin için kullandın?
Kullanamadıysan, neden kullanamadın?
Basın özgürlüğü ve sansür 251

Basın yasasına karşı sansür yasası


Dikkat edilirse, Marx için basın yasası, basın özgürlüğünün yasal olarak
tanınmasıdır. Sansür yasası ise, polisin özgürlüğe karşı engelleyici tedbiridir.
Sansür tedbirleri yasa değildir. Basın yasası önlem/tedbir değildir.
Basın yasasında, özgürlük cezalandırır. Sansür yasasında özgürlük
cezalandırılır.
Sansür yasası özgürlüğe karşı şüphenin yasasıdır. Basın yasası özgürlüğün
kendine verdiği güvenoyudur. Basın yasası özgürlüğün kötüye kullanılmasını
cezalandırır. Özgürlüğü suçlu olarak görür. Basın yasası gerçek yasadır,
çünkü özgürlüğün pozitif varlığıdır. Basın yasası özgürlüğü basının normal
durumu olarak niteler. Basın yasasının yokluğu basın özgürlüğünün yasal
özgürlük alanı dışında olması demektir.

Sansür ve sansür yasası


Sansür yasası, olanaksızdır, çünkü suçu değil düşünceyi cezalandırma
peşindedir, çünkü sansürcü için formülden başka bir şey olamaz, çünkü hiçbir
devlet sansür kurumu yoluyla yürüttüğünü genel yasal koşullarla koyma
cesaretine sahip değildir. Bu nedenle de, sansürün çalışması mahkemelerin
değil, polisin sorumluluğuna verilir (Marx, 15 Mayıs, 1842).
Sansür kendisi içinde bir son olmadığını, kendisi içinde ve kendisi için iyi
bir şey olmadığını, temelinin “amaç aracı haklı kılar” prensibi olduğunu kabul
eder. Marx için “haklı/meşru olmayan araçlar gerektiren amaç haklı
çıkarılabilecek bir amaç değildir” ve, sansürcüler gibi, basın da “amaç aracı
haklı çıkarır” prensibini kullanıp övünemez mi?” (yani, sansürcüler için bu
prensip övünülecek ve kullanılacak bir şeyse, o zaman basın niye kullanma
hakkına sahip değil ki?) (Marx, 15 Mayıs, 1842).
Sansür yasası yasa değildir, bir polis yasasıdır, polis tedbiridir; kötü bir
polis tedbiridir, çünkü amaçladığını elde edemez, ve elde ettiğini amaçlamaz.
Eğer sansür yasası, özgürlüğü itiraz edilebilir bir şey olarak engellemek
istiyorsa, sonuç kesinlikle tam zıddıdır. Sansürün olduğu bir ülkede, her
yasaklanmış basılı konu, örneğin sansür edilmeksizin basılmış bir konu, bir
olaydır. Bir şehit olarak görülür ve halesiz ve inanların olmadığı bir şehit
olamaz. Bir ender/istisna olarak nitelenir. Eğer özgürlük insanlar için değerli
olmaktan asla çıkamayacaksa, bir istisna özgürlüğün eksikliğine çok daha
kıymetli gelecektir. Her gizem baştan çıkarır/bozar/yozlaştırır. Kamuoyunun
kendine gizemli olduğu yerde, gizem bağlarını biçimsel olarak kıran her yazı
252 Karl Marx

parçası ile baştan yozlaştırılır/bozulur. Sansür, yasaklanmış her çalışmayı, iyi


veya kötü olsun, olağanüstü doküman yapar. Basın özgürlüğü ise, her yazılı
çalışmayı dıştan empoze edilen bir etkiden yoksun bırakır (Marx, 15 Mayıs,
1842).
Eğer sansür, niyetinde dürüst ise, keyfiliği engellerdi; fakat sansür,
keyfiliği yasa yapar. Olmasını önlediği hiçbir tehlike, sansürün kendisinden
daha büyük bir tehlike değildir. Her varlığın hayatı için tehlike kendini
kaybetmede yatar. Bu nedenle, özgürlüğün eksikliği insanlık için gerçek
ölümcül tehlikedir. Şimdilik, etiksel sonuçları bir kenara bırakırsak,
unutmayın ki özgür basının avantajlarını, rahatsızlıklarını omuzlamaksızın
tadamazsınız. Gülü dikensiz koparamazsın. Özgür basın ile ne kaybedersin?
(Marx, 15 Mayıs, 1842).

Önleyici yasanın önleyiciliği


Gerçek önleyici yasa yoktur. Yasalar sadece emir olarak engeller. Ancak
çiğnendiğinde aktif yasa olur, çünkü özgürlüğün bilinçsiz doğal yasası bilinçli
devlet yasası olduğu zaman gerçek yasadır. Yasanın gerçek yasa olduğu
yerde, örneğin özgürlüğün varlığı biçiminde olduğu yerde, insan
özgürlüğünün gerçek özüdür.7 Dolayısıyla, yasalar insanın eylemini

7
Marx’ın “yasalara” bu tür olumlu yaklaşımı, devletlerin yasalarına ve bu yasaların
oluşum ve değişim koşullarına ve uygulanma biçimlerine bakıldığında, pek de geçerli
görünmemektedir: Yasalar bir sınıf egemenliğinin yürütülmesinde ve bu sınıfın kendi
arasındaki ilişkilerin düzenlenmesinde kullanılan araçlardır. Evrensel karaktere sahip
değildirler. Yasalar, egemenliğin, örgütlü yeri ve zamanı, ilişkileri düzenlemesi,
amaçlar gerçekleştirmesi, bu amaçları ve faaliyetleri meşrulaştırması yolları içinde
yer alır. Basın yasaları, egemenliğin ve egemenliğe karşı mücadelelerin belli zaman
ve yerdeki dinamik durumunu ve biçimlendirilmiş gerçeğin belli yanlarının ilişkisel
ifadeleridir. Bu yasalarla gelen basın özgürlüğü, basın tüccarının çıkarlarını
gerçekleştirmek için, çalışanların özgürlüğünü ve haklarını çiğnemek için, mal ve
biliş iğfali pazarlaması için kullandığı özgürlüktür; basında çalışanların bir kısmının
“özgürlüklerle” engellendiği ve belli çıkarlar için çok işlevsel olan bilişsel çöplüklerle
dolu gazeteler üretmek için olan bir özgürlüktür. Bu özgürlük “boğazlarını sıkmıyoruz
ya, özgürler, gazetemizi alıp okumasınlar” diyenlerin özgürlüğüdür. İnsanları gerçek
bilmeden ve insanca toplumsal ilgiden yoksun kılan (insanların bilme özgürlüğünü
elinden alan) aşağılık bir özgürlüktür. Devletin yasalarının hem ifade olarak hem de
uygulanma olanakları ve biçimleri olarak “herkesin” yasası olabilmesi için, devletin
“herkesin devleti” olması gerekir ki tarihte böyle bir devlete rastlanmaz, çünkü
insanlık tarihi giderek mükemmelleşen kölelik biçimleri tarihidir, dolayısıyla devletler
de bu kölelik biçimlerinin devletleridir.
Basın özgürlüğü ve sansür 253

önleyemez, çünkü onlar gerçekte eyleminin kendisinin hayatının içsel


yasalarıdır, hayatının bilinçli yansımalarıdır. Böylece, yasa insanın özgür
yaşamı karşısında geri adım atar, ta ki insanın gerçek eylemi özgürlüğün
doğal yasasına uymayıncaya kadar. Devletin yasası insanı özgür olmaya
zorlar. Dolayısıyla, önleyici/engelleyici yasalar anlamsız çelişkidir.
Önleyici yasa içinde bir tedbire/önlemeye, rasyonel bir kurala sahip
değildir, çünkü rasyonel kural şeylerin doğasının, bu durumda özgürlüğün, bir
sonucudur. Eğer özgürlüğün engellenmesi başarılı olacaksa, konusu kadar
geniş olmalı, yani sınırsız olmalıdır. Bu nedenle önleyici yasa sınırsız
sınırların çelişkisidir. Yasanın işlemesi gereklilikten değil, sansürcünün her
gün yaptığı gibi keyfilikten durdurulur. 8
İnsan vücudu doğal olarak ölümlüdür. Dolayısıyla, hastalık kaçınılmazdır.
Neden insan iyiyken değil de hastayken doktora gider? Çünkü sadece hastalık
değil, doktor da kötüdür. Tıbbi korumada yaşam kötü olarak nitelenir ve tıb
okullarında tarafından insan vücudu tedavi nesnesi olarak görülür. Ölüm,
sadece ölüme karşı önleyici tedbirlere sahip olan hayata tercih edilmez mi?

8
Marx’ın bahsettiği bu sansür kalktı artık (aslında, gereği duyulunca işine başlamak
için, perde arkasında bekliyor, bekletiliyor). Şimdiki sansür (ve sansürcü) en sinsi, en
alçak, en namussuz, en saldırgan, en yalancı, en dolandırıcı bir sansürdür (ve
sansürcüdür). Adı da, sinsiliğine ve şerefsizliğine yakışır bir karakterdedir: Otosansür
veya otodenetimdir. Sansürcü de, kendine zevkle ve isteyerek otodenetim yapan veya
mecburen oto denetim yapmak zorunda kalan gazetecidir. Ama gazeteci aslında bu
modern sansürcülüğün en son halkasıdır ve (isteyerek, bilinçli olarak katılmıyorsa)
yoğun bir baskı altındadır (işsizlik, aşsızlık, eşsizlik, evsizlik korkusuyla gelen
endüstriyel terörizm). Bu son halkanın üstüne maddi ve ideolojik çıkarlarıyla
endüstriyel yapılar çöküp oturmuştur. Otodenetim gibi, “akıllı işaretler” mekanizması
da, en alçakça mekanizmalardan biridir: Hasta izleyici mi ki, bazı kurnazlar ve
akılsızlar izleyiciye “akıllı işaretler” sunuyorlar? Hasta izleyici mi ki bazı şerefsizler
ve bilemeyen cahiller (ben de cahilim ve hâlâ öğreniyorum; bu tür cahiller öğrenince,
tercihlerini yaparlar, dolayısıyla, umarım bu notum onları bilgilendirir ve tercihlerini
bilerek ve namussuzların namusluluk giysisiyle dolaştığı bir ortamda namusluca
yaparlar) “medyayla ilgili sorunlara tek çözüm vardır, o da izleyicilerin eğitilmesidir.”
Hasta izleyici mi ki, medya sorunlarını ve alımlamayı anlamak için “izleyici
araştırması” denen (aslında pazar araştırması olan) araştırmalar yapılıyor. Hasta
olanlar medyanın içeriğini bu şekilde dolduranlar ve onları destekleyen aydın ve
akademisyen taslakları değil mi? Aslında onların “otodenetim” hastalığına çözüm
bulmaları gerekmez mi? Onların “akıllı işaretlerle” kendilerini kontrol etmesi veya
kontrol edilmesi gerekmez mi? Onların insanca ve toplumsal sorumlulukla üretim
yapmaları için “eğitilmesi” gerekmez mi? Ama hastalar toplumda egemen olunca,
hasta olmayanların tedavi edilmesi ardından koşulur.
254 Karl Marx

özgür hareket de hayata ait değil mi? özgürlüğün engellendiği hayatın dışında
herhangi bir hastalık nedir? Kalıcı/ebedi doktor bir hastalık olurdu. Bu
hastalıkta doktorun ölme olasılığı bile olmazdı, yaşamaya devam etmek
zorunda kalırdı. Eğer hayat ölseydi, ölüm yaşayamazdı. Akıl/beyin vücuttan
daha çok hakka sahip değil mi? Aslında, bu çoğu kez “ vücutsal hareket
zararlıdır ve aklın özgür hareketinden çekilmelidir” diye yorumlanmıştır.
Sansürün başlangıç noktası, hastalığın normal durum olduğudur ve özgürlük
de hastalık. Sansür sürekli olarak basına, basının hasta olduğu garantisini verir
ve basının fiziksel durumunun sağlığının delili ne olursa olsun, basın kendini
tedavi ettirmeye izin vermelidir. Fakat sansürcü, hastaya göre farklı tedavi
uygulayan eğitilmiş doktor bile değildir. Sansürcü her şey için tek bir
mekaniksel, evrensel tedavi – makas-- bilen köy/kır doktorudur. Benim
hastalığımı iyileştirmeyi amaçlayan cerrah bile değildir. Sansürcü benim
vücudumda sevmediği, onu rahatsız eden ve sinirlendiren her şeyi
fazla/gereksiz gören ve onları alan cerrah estetikçidir. Sansürcü derideki bir
sivilceyi görmemek için geri iten ve daha duyarlı iç organlarda geri
çıkabileceğini umursamayan bir şarlatandır (Marx, Mayıs 12 1842).
Kuşları yakalamayı ve kafese koymayı yanlış olarak nitelersin.
Kafes kuşu kuş avcılarından, kurşunlarda ve kasırgalardan koruyan bir
tedbir değil mi?
Bülbülleri körleştirmeyi barbarca bulursun. Ama sansür kaleminin ucuyla
basının gözlerini çıkarmanın barbarca olduğunu düşünmezsin. İsteği olmadan
özgür bir insanın saçlarının kesilmesini despotça bulursun. Fakat, her gün
sansür entelektüellerin etini keser ve sadece hiçbir reaksiyon göstermeyen
boyunsunucu kalpsiz vücutlar bırakır, sağlıklı diye! (Marx, 12 Mayıs, 1842).

Sansürü savunan, sansürcü ve hakimin bakış farkı


Marx, bu farkı 15 Mayıs 1842’deki yazısında şöyle açıklıyor:
Basın yasası sansür yasasından farklı olduğu gibi, bir hakimin basına karşı
tutumu sansürcünün tutumundan farklı olacaktır
Elbette, gözleri Cennete takılı kalmış konuşmacımız, dünyayı kendinin
çok altında adi toz yığını olarak görür. Dolayısıyla, onun güller hakkında
tozlu olduklarından başka söyleyeceği bir şeyi yoktur. Burada da, konuşmacı,
aynı ölçüde keyfi olan iki ölçü/önlem görür. Onun için keyfilik bireysel
düşünceye göre olan eylemdir ve bireysel düşünce entelektüel şeylerden ayırt
edilemez. Eğer entelektüel şeylerin düşüncesi bireyselci ise, o zaman bir
entelektüel görüşün diğer bir entelektüel görüş üzerinde, sansürcünün fikrinin
Basın özgürlüğü ve sansür 255

yazarının fikri üzerinde ne hakkı var? Fakat biz konuşmacıyı anlıyoruz. Onun
için dünyada olan her şey kusurlu olduğundan, onun için geriye tek bir soru
kalıyor: Keyfilik/kapris halkın yanında mı yoksa hükümetin yanında mı
duracak?
Yasa hakim gerektirir. Eğer yasalar kendilerini uygulasaydı mahkemenin
hiçbir anlamı kalmazdı.
İnsan olan her şey kusurlu! Ye, iç! Hakimler de insan. O zaman, neden
hakim talep ediyorsun? Yasaları neden istiyorsun, nasıl olsa yasalar da
insanlar tarafından uygulanacak ve insanlar tarafından yapılan her şey
kusurlu? Her şeyi efendinin iyi niyetine bırak! Rhineland adaleti Türk adaleti
kadar kusurludur. Dolayısıyla: Ye, iç!
Hakim ile sansürcü arasında ne fark vardır?
Sansürcünün yasası yoktur, efendileri vardır. Hakimin efendileri yoktur,
yasası vardır. Bununla beraber, hakimin görevi yasayı yorumlamaktır.
Sansürcünün görevi onun için resmi olarak yorumlanmış yasayı anlamaktır.
Bağımsız hakim ne bana ne de hükümete aittir Bağımlı sansürcü, hükümetin
bir aygıtıdır. 9

9
Türkiye ve benzeri ülkelerdeki hakimlerin ne kadarı böyledir acaba? Marx aynı ve
sonraki yıllarda, yazdıkları nedeniyle durmadan mahkeme önüne çıktığında,
hakimlerin de bu denli “bağımsız” olmadığını ve “yasayı yorumun” çıkar ilişkilerine
ve düşünsel yapıya bağlı olarak nasıl biçimlendiğini çok iyi anlamıştır. Yasal
düzenlemeler ekonomik ve siyasal pazardaki oyunun kaidelerini belirlerler. Yasayı
düzenleyenler gibi uygulayanlar da, bu oyunun egemenliğin yanında duran
parçalarıdır. Kuralların oluşturulması, ceza ve ödüllerin belirlenmesi, denetleme ve
uygulama için formal örgütlenmeler geliştirilir. Kapitalist mülkiyet düzeni ve ilişkileri
ulusal ve uluslararası egemenliğin karakterine bağlı olarak yasal yapılanmaları
oluşturur ve gerektiğinde değiştirir. Dolayısıyla, yasaları yapan güç ilk bakışta siyasal
olarak biçimlenmiş bağımsız bir organ olarak görünür. Aslında bu sadece bir
görünümdür. Yasaları yapan güç pazarın üstünde, pazarın dışında, pazarın çıkarlarına
karşı olan, pazarda hakkaniyet ölçülerine göre ilişkileri düzenlemeyi amaçlayan ve
düzenleyen bir güç değildir. Yasal güçler kendilerini böyle sunar ve sanabilirler, fakat
örgütlü yaşamın gerçeğinde, yasal düzenlemeler güç ilişkilerinin bir yansıması olarak
yükselir. Bu nedenle ki çalışma hakkı, insanca yaşama hakkı, barınak hakkı, yiyecek
ve giyecekten yoksun olmama hakkı, endüstrilerin talan etmediği ve kirletmediği
temiz çevrede yaşam hakkı, doğru bilgiye ve enformasyona ulaşma hakkı, okuma ve
hakkı, insanca kendini geliştirme hakkı, grev hakkı, gösteri ve yürüyüş hakkı ya hiç
düzenlenmemiştir ya da vermemek, engellemek ve insan hakları adı altında insan
haklarını çiğneyen egemenlikleri kontrol mekanizmalarıyla meşrulaştırmak için
düzenlenmiştir.
256 Karl Marx

Hakim bağlamında, bireysel bir aklın güvensizliği vardır. Sansürcü


durumunda, bir bireysel karakterle gelen güvensizlik vardır. Hakim önüne
getirilen somut bir basın suçuyla karşı karşıyadır; sansür ise basının
ruhuyla….
Hakim somut bir yasaya göre beni yargılar. Sansür sadece suçu
cezalandırmaz, suçu yaratır. Mahkeme önüne çıkarılırsam, var olan bir yasaya
uymadığım için suçlanırım ve bir yasanın çiğnenmesi için, o yasanın olması
gerekir. Eğer basın yasası yoksa, basın tarafından çiğnenen bir yasa da yoktur.
Sansür beni var olan bir yasayı çiğnemekle suçlamaz. Fikrimi, kendisinin ve
efendilerinin fikrine uymadığı için mahkum eder (Marx, 15 Mayıs 1842) 10
“Tanrıyı reddederek vidanın sesini boğanın kurtuluş umudu yoktur”
sözüne karşı Marx şöyle yanıt veriyor:
Kişisel zayıflığını insanlığın zayıflığı yapanın kurtuluş umudu yoktur.
Tanrının gerçeğine ve iyinin her yerdeki gücüne inanmaksızın Tanrının
arkasına sığınmak hipokrasidir. Kendi kurtuluşunu herkesin kurtuluşunun
üstüne yerleştiren kendini-aramadır.
Bu insanlar genel insanlıktan şüphe duyarlar, ama bireyleri aziz ilan
ederler. İnsan doğası hakkında dehşet verici resim çizerler ve aynı zamanda,
belli imtiyazlı bireyler önünde eğilmemizi (reverans yapmamızı) talep ederler.
Biliyoruz ki tek başına insan zayıftır, aynı zamanda biliyoruz ki bütün
güçlüdür (Marx, 15 Mayıs, 1842).

KAYNAKÇA

Marx, K. (1974) On freedom of the press and censorship (Çev. Padover, S. P.).
New York: McGraw-Hill.
Hardt, H. (1992) Critical Communication Studies, history and theory in America. NY.
Routhledge.
Engels, F. (1869). Die Zukunft, No. 185 (August 11); Marx-Engels Archives at
Marksists.firetrail.com/archive/bio/amrx/eng-1869.htm.
Marx-Engels Archives: Marksists.firetrail.com/archive/bio/amrx/eng-1869.htm.

10
Sadece, Türkiye’de değil, birçok ülkede, basın yasası içinde olmayan, ama başka
yasalar içinde olan ve basının adı geçmese bile, basının yaptıklarını suç olarak
niteleyen diğer yasalar vardır.
İletişim kuram ve araştırma dergisi
Sayı 25 Yaz-Güz 2007, s.257-266

Forum

Karl Marx: Yöntem Sorunu

Marx’ın yöntemi: Açıklama


Eleştirel okullar içinde kültürel inceleme yapanların bazıları ve siyasal
ekonomi inceleme yapanların hemen hepsi Marx’ın yaklaşım tarzı üzerine
inşa ederler (veya öyle yaptıklarını sanırlar). Marx “süreçleri önceden
belirlenmiş belli bir yöntem” düşüncesini, standartlaşmayı kabul etmez. Marx
için siyasal ekonomi yöntemi, pozitivizmde olduğu gibi empirik süreçler
silsilesi olamaz. Marx’ın yöntemi a posteriori düşünce geliştirme ve diyalektik
sunum veya açıklama yöntemidir. Diyalektik de asla ve asla, bize bir
zamanlar öğretildiği ve hâlâ öyle sanıldığı gibi “tez-antitez-sentez” gibi saçma
tarihsizlik değildir. “Tez ve antitez” diye ikili zıtlık, Marx’ın şiddetle
eleştirdiği mekaniksel materyalizmde vardır. Marx bu zıtlığı ve sentez olarak
bir sonuca varma anlayışını kabul etmez. Diyalektiğin kendisi hiçbir şeyi
açıklamaz, hiçbir şeyi ispatlamaz, hiçbir şeyi önceden tahmin etmez, hiçbir
şeyin olmasına neden olamaz. Diyalektik bir düşünme biçimidir. Bu düşünme
biçimi, varlığın kanıtını ve doğasını düşüncede (akılda, tanrıda, ideal
süreçlerde) değil, düşünce ve eylemin birliğine dayanır.
Marx’ın görüşüne göre, gerçek ile akılcılık arasında (varlık ile bilinç
arasında) bir diyalektik birlik vardır. Akılcılık tarihseldir, çünkü insan aklı
(mantığı) dünyayla ilişki içinde gelişir. Marx insanı ve toplumunu anlamaya
çalışırken, gerçek olandan başlar ve insan aklını (mantığını, akıl yürütmeyi),
insan bilincini ve insan fikirlerini “olan” üzerinden açıklar. Benzer şekilde,
Marx’ın bilimi kuram ve pratiğin diyalektik birliği üzerine kurulmuştur.
Kuramın kanıtı gerçek dünyadaki pratikte yatar.
Kapitale bakıldığında, Marx’ın analizinin altında yatan temel varsayımları
görürüz. Marx bu varsayımları kanıtlamak için veya yanlışlamak için hareket
etmez: Bu varsayımlar onun bilgiye/gerçeğe yaklaşımını ve gerçeğe/bilgiye
ulaşma ile ilgili anlayışını gösterir. Marx’a göre: Sosyal olan, gerçek denen
258 Karl Marx

vardır ve ancak tarihsel bağlamı içinde anlaşılabilir. Toplumlar birbirinden


üretim tarzlarına göre ayrılırlar. Kuram kendi tarihsel ve sosyal sınırları dışına
itilirse/çekilirse anlamını yitirir. Örneğin, artı-değer kavramı ancak kapitalist
üretim tarzı için geçerlidir, çünkü bu üretim tarzının bir özelliğidir.
Marx’ın analizi, kuram ve tarih arasındaki ilişkiyle içsel olarak inşa
edilmiştir. Örneğin pozitivizmde ve idealizmde olduğu gibi, Marx’ın yöntemi
düşünsel/kavramsal çıkarsamalar üzerine odaklanmaz. Ona göre, sadece
düşünsel mantık yürütme sınırlıdır, çünkü araştırmacının kafasında gelişen
ilişkilerin gerçek hayatta da neden öyle olduğunu açıklamak imkansızdır.
Gerçek, düşünen beynin dışında oluşur. Marx’a göre nesnel gerçeğin insan
düşüncesine atfedilip atfedilemeyeceği kuramın bir sorusu değildir, pratikle
ilgili bir sorudur. İnsan, gerçeği, örneğin gerçeği ve gücü/iktidarı, düşüncenin
yanlılığını gerçeği pratikte ispat etmelidir, pratikten soyutlanmış olarak
düşüncenin gerçek veya gerçek olmadığı üzerindeki tartışma, tümüyle
“scholastic” bir sorudur” (Marx, 1947; 121).1
Marx’ın araştırma yöntemi soyuttan somuta doğru gider.
Marx analizinde niteliksel ve nicel gözlemle kullandığı datayı kullanmıştır.
Bu datalarla sosyal dünyayı açıklamıştır. Bunu yaparken daima ve defalarca
incelediği toplumdan gözlemle kuramsal inşa oluşturacak verileri toplamış ve
kuramsal açıklamalar getirmiş ve bu kuramsal yapıyı sosyal gerçekle
ilişkilendirerek gerçeği yakalamaya çalışmıştır.

Hareket noktası ve temel karakteri


Marksist yaklaşımda insan kuramın ve incelemenin merkezinde yer alır.
Bunu Marx oldukça açık bir şekilde belirtmiştir: "Yaşayan insana ulaşmak
için, biz, insanın düşündüğünden, düşlediğinden veya insanın
düşünüldüğünden, hayal edildiğinden ve hikaye edildiğinden başlayarak yola
çıkmayız. Biz gerçek, etkin insandan başlayarak yola çıkarız ve insanların
gerçek hayat süreci temeli üzerinde bu hayat sürecinin yansımalarının ve
ideolojik yansımalarının gelişmesini gösteririz" (Marx ve Engels, 1846: 14).
Dolayısıyla, insan tarihinin ilk koşulu yaşayan insanların var olmasıdır.
Kurulacak ilk gerçek bu insanların fiziki örgütlenmesi ve doğayla ilişkisidir.
Bu da bizi, insan örgütlenmesinin doğasını incelemeye götürür.

1
Marx, K. (1947) "Theses on Feuerbach" In The German Ideology, NY: International
Publishers.
Yöntem sorunu 259

Marx'a göre insan tarihle beraber değişir; kendini geliştirir; kendini


dönüştürür; tarihin bir ürünüdür; kendi tarihini kendi yaptığı için, kendisi
kendisinin ürünüdür. İnsanlar kendi tarihlerini kendileri yapar, fakat bunu
istedikleri şekilde, kendileri tarafından seçilmiş koşullar altında yapmazlar;
varolan koşullar altında yaparlar. Bu bize koşulların anlaşılması, dolayısıyla
araştırılması gereğini anlatır.
Tarihin yapılabilmesi için insanın varolması yanında, yaşayabilecek bir
durumda olması gerekir. Bu gereksinme nedeniyle, yaşam her şeyden önce,
yeme, içme, giyme, barınak gibi birçok şeyleri zorunlu kılar. Dolayısıyla, ilk
tarihsel etkinlik bu gereksinmeleri gidermek için maddi hayatın kendisinin
üretilmesidir. İnsanlar kendi yaşamları için gerekli geçinme araçlarını
üretmeye başlar başlamaz hayvanlardan ayrılırlar. Kendi geçinme
araçlarını/olanaklarını üretmekle insanlar dolaylı olarak kendi gerçek maddi
yaşamlarını yaparlar.
Kendi yaşamını her gün yeniden üreten insan, etkinliklerle, hem kendini
hem de diğer insanları biçimlendirmeye başlar. Bu biçimlendirme anne, baba
ve çocuklar arası sosyal ilişkilerle (aile) olur. Sonra, artan gereksinim, nüfus,
artan işbölümü, farklılaşmalar, yeni toplumsal ilişkilerle aile arka plana itilir.
İnsanların geçimlerini sağlayan şeyleri yapma biçimi önce kendilerinin
sahip olduğu ve yeniden üretmek zorunda oldukları şeylerin doğasına bağlıdır.
Buna üretim biçimi denir.
Üretim biçimi, kişilerin basitçe fiziksel varlıklarını yeniden üretme
(reproduction) olarak anlaşılmamalıdır. Bunun ötesinde, üretim biçimi,
kişilerin belli etkinlik biçimlerinin ve yaşamlarının ifadesidir ve "neyi" "nasıl"
ürettiklerini içerir.
Kişilerin doğası, üretimlerini belirleyen maddi koşullara bağlıdır. Yani
köleyi köle, efendiyi efendi yapan içinde yaşadıkları maddi koşulların
getirdiği bir şeydir. Köleliği ve efendiliği gerektirmeyen koşullarda köleliği ve
efendiliği bulamayız.
Ne zaman üretimden söz edilirse, toplumsal bireylerin üretiminden veya
toplum kalkınmasının/gelişmesinin belli bir evresindeki üretim akla
gelmelidir. Bu nedenle üretimden söz etmek için ya tarihi gelişmenin sürecini
izlemeliyiz ya da belli bir tarihi dönemle uğraştığımızı belirtmeliyiz.
Toplumsal yaşamlarını üretirken insanlar iradelerinden bağımsız olan
ilişkilere girerler. Bu ilişkiler insanların maddi üretim güçlerinin belli gelişme
düzeyine karşılıktır. Yani toplumda var olan üretim ilişkileri kişinin
istekleriyle değil, insanların maddi üretim güçlerinin belli gelişme düzeyiyle
260 Karl Marx

saptanır. Bu üretim ilişkilerinin toplamı toplumun ekonomik yapısını belirler.


Bu ekonomik yapı toplumun gerçek temelidir.
Maddi yaşamın üretim biçimi genel olarak toplumsal, siyasal ve
entelektüel yaşam süreçlerini belirler (Marx ve Engels, 1846; Marx, 1859).1
Marx’ın siyasal ekonomi yöntemi “Siyasal Ekonominin Eleştirisine Bir
Katkı” (1859) yapıtı için 1857’de hazırladığı, fakat kullanmadığı “Giriş”
içinde yer almaktadır. Bu aşağıda sunuldu.

Marx’ın yöntemi
Belirli bir ülkeyi ekonomi politik bakımdan ele aldığımız zaman, o
ülkenin nüfusunu, bu nüfusun sınıflara bölünmesini, kentlerde, köylerde,
deniz kıyısında dağılımını, ayrı ayrı üretim kollarını, ihracatı ve ithalátı, yıllık
üretim ve tüketimi, metaların fiyatlarını vb. incelemekle işe başlarız.
Mevcut önkoşulu oluşturan gerçek ve somutla işe başlamanın en doğru
yöntem olduğu sanılabilir, bu bakımdan örneğin ekonomi politikte, tüm
üretim toplumsal eyleminin temeli ve öznesi olan nüfusla işe başlamak doğru
gibi gözükür. Ama soruna daha yakından bakınca, bunun, bir yanılgı olduğu
anlaşılır. Örneğin nüfusu oluşturan sınıfları gözönünde tutmazsak, nüfus
denen şey, soyut bir kavramdan başka bir şey olmaz. Öte yandan, ücretli emek
gibi, sermaye vb. gibi sınıfların üzerine kurulu bulundukları öğeleri hesaba
katmazsak, bu sınıflar da boş sözcüklerden öte bir anlam taşımaz. Bu öğeler,
değişim, işbölümü, fiyatlar vb. varsayımına dayanır. Örneğin sermaye, ücretli
emek olmadan, değer, para, fiyat vb. olmadan hiç bir şey değildir. Demek ki,
incelemeye nüfusla başladığımız takdirde, bütünün kaos halinde bir
görünüşünü elde ederiz, oysa konuyu daha sınırlı ve belirli olarak
saptadığımızda, gittikçe basitleşen kavramlara varırız; somuttan gittikçe daha
ince ve ayrıntılı hal alan soyutlamalara geçeriz ve sonunda en basit
belirlemelere varırız. Buradan hareket ederek, yeniden nüfusa varana dek yolu
ters doğrultuda bir kere daha katetmek gerekir, ama bu kere nüfus, bir
bütünün kaos halinde görünüşü olmaktan çıkar, birçok belirlemelerin ve

1
Marx için bu deyiş sanki, maddi ve düşünsel olanın toplumsal üretiminin, üretimle
başlayan ve birbirini takip eden, birbirinden bağımsız safhalar olduğu anlamına
değildir asla. Üretim biçimi bunların hepsini içerir. Marx’ın üretim, dağıtım, dolaşım,
mubadele/alşveriş ve tüketim ile ilgili, daha önceki sayfalarda açıklanan görüşlerine
yakından bakılırsa, bunları bir bütünü oluşturan ve birbiriyle etkileşimde olan öğeler
olarak ele aldığı görülür.
Yöntem sorunu 261

ilişkilerin zengin bir toplamı haline gelir. Birinci yol, doğuşunda ekonomi
politiğin tarihsel olarak katetmiş olduğu yoldur. Örneğin, 17. yüzyıl
iktisatçıları, her zaman canlı bir toplum ile başlarlar: nüfus, ulus, devlet,
uluslar grubu; ama bunlar, her seferinde, işbölümü, para, değer vb. gibi bazı
belirleyici soyut genel ilişkileri tahlil yoluyla ortaya çıkarmaktan öte bir sonuç
elde etmemişlerdir. Tecrit halinde bu etkenler azçok saptanır saptanmaz ve
soyut olarak ifade edilir edilmez, emek işbölümü, gereksinme, değişim-değeri
gibi basit kavramlardan hareket eden ve devlete, uluslararası değişime ve
dünya pazarına kadar varan ekonomik sistemler başlamış olur. Bu sonuncu
yöntem, besbelli ki, doğru bilimsel yöntemdir. Somut, çok sayıda
belirlemelerin sentezi olduğu için, bu yüzden de çeşitli öğelerin birliğini,
temsil ettiği için somuttur. Onun için somut, gerçek hareket noktası olmasma
karşın, ve bunun sonucu olarak aynı zamanda konunun ilk bakışta
görünüşünün hareket noktası olmasına karşın, düşüncede, o, bir hareket
noktası olarak değil, sentez süreci olarak, sonuç olarak görünmektedir. Birinci
yöntem, görünüşün bütünlüğünü soyut bir belirlemeye indirgemiştir; ikinci
yöntemle, soyut belirlemelerin düşünce yoluyla somutun elde edilmesine
varılır. Onun için Hegel, gerçeği, kendi içinde yoğunlaşan, kendi kendine
derinleşen, kendi kendine hareket eden düşüncenin bir sonucu olarak gördü,
oysa soyuttan somuta yükselmeden ibaret olan yöntem, düşünce için, somutu
benimseme, onu düşünülmüş bir somut biçiminde yeniden üretme tarzından
başka bir şey değildir. Ama burada somutun kendisinin doğuşu süreci
sözkonusu olamaz. Örneğin en basit iktisadi kategori, diyelim ki, değişim-
değeri, nüfusu gerektirir, belirli koşullar altmda üretimde bulunan bir nüfusu;
belli cinsten aileye ya da komünü ya da devleti vb. gerektirir. Değişim-değeri,
ancak, somut, canli ve önceden varolan bir bütünün tek yarılı ve soyut ilişkisi
biçiminde varolabilir. Bilinç için -ve felsefi bilinç öyledir ki, onun için
kavrayışa varan düşünce, gerçek insanı teşkil eder ve bunun sonucu olarak da,
ancak kavranan bir dünya, gerçek bir dünya olarak görünür- evet bilinç için,
kategorilerin hareketi -dıştan basit bir dürtü alan- ve sonucu dünya olan
gerçek üretim eylemi olarak görünür; ve bu da somut toplamın düşünülen
toplam olarak, somutun beyinde temsili olarak gerçekten düşüncenin,
anlayışın bir ürünü olduğu ölçüde doğrudur (ama bu da, bir totolojiden başka
bir şey değildir); ve bu dünya, kendi kendine meydana gelen, gözle
görülebilen görüntünün dışında ve üstünde düşünülen kavramların ürünü
değildir, gözle görülenden hareket edilerek varılan kavramların
düşünülmesinden meydana gelen bir üründür. Bunun bütünü, zihinde
262 Karl Marx

düşünülmüş bir toplam olarak göründüğü biçimde, kendisi için mümkün olan
biricik tarzda, bu dünyanın sanat, din, pratik zekâ yoluyla benimsenmesinden
farklı olan bir tarzda dünyayı benimseyen düşünen beynin bir ürünüdür. Sonra
daha önce olduğu gibi, gerçek özne, zihnin dışında bağmısızliğı içinde
varlığını sürdürmektedir; ve bu, zihnin salt spekülatif, salt teorik bir faaliyette
bulunduğu sürece böyledir. Demek ki, teorik yöntemin kullanılmasında da,
öznenin, toplumun, ilk veri olarak ıihinde devamlı hazır bulunması gerekir.
Ama bu basit kategoriler tarihsel ya da doğal nitelikte ve daha somut olan
kategorilerden once gelen bağımsız bir varlığa da sahip değil midir? Duruma
göre, örneğin Hegel, hukuk felsefesini, öznenin ne basit hukuki ilişkisini
oluşturan tasarrufla başlatırken haklıydı. Ama, aile anlamadan, çok daha
somut ilişkiler olan efendi ilc köle arasındaki ilişkiler olmadan, tasarruf da
olmaz. Buna karşılık, henüz ancak tasarruf aşamasında olup, mülkiyet
aşamasına ulaşmamış olan ailelerin, kabile topluluklarının varolduğunu
söylemek doğrudur. Demek ki, mülkiyet konusunda en basit kategori, basit
aileler ya da kabileler toplulukları ilişkisi olarak görünmektedir. Daha yüksek
bir aşamaya varmış olan toplumda mülkiyet, daha gelişmiş bir örgütlenmenin
daha basit bir ilişkisi olarak görünmektedir. Ama her zaman tasarruf ilişkisi
olarak ifadesini bulan somut bir taban varsayılır. Tasarrufta bulunan tecrit
edilmiş bir vahşi düşünülebilir. Tasarrufun aile biçimine kadar tarihsel
bakımdan evrime uğradığı doğru değildir. Tam tersine, tasarruf, bu "daha
somut hukuki kategorinin" varlığını varsayar. Bununla birlikte basit
kategoriler de, daha somut kategoride fikri ifadesini bulan daha karmaşık
ilişki ya da bağıntı sözkonusu olmadan, henüz gelişmemiş olan somutun
içinde gerçekleşebildiği bağıntı ifadesidir. Para, sermayenin meydana
gelmesinden önce, bankaların, ücretli emeğin vb. meydana gelmesinden önce
tarihsel bakımdan olabilirdi ve vardı. Demek ki, daha basit kategorinin daha
az gelişmiş bir bütünün egemen bağıntılannı ifade edebildiğini ya da, tersine
bütünün daha somut bir kategoride ifadesini bulacağı doğrultusunda
gelişmesinden önce tarihsel bakımdan varlığını sürdürmekte olan daha
gelişmiş bir bütüne bağlı ilişkileri ifade edebildiğini söyleyebiliriz. Daha
basitten daha karmaşığa yükselen soyut düşüncenin seyri, bu ölçüde gerçek
tarihsel sürece tekabül eder.
Öte yandan, örneğin kooperatif biçim gibi, gelişmiş bir kinin soyut ifadesi
bulunduğu sanısına varılabilir. Bu, bir anlamda doğrudur. Bir başka anlamda
doğru değildir. Belirli çok gelişmiş bir emek türüne karşı kayıtsızlık, hiç biri
mutlak olarak egemen durumda bıılunmayan bir gerçek emek türleri
Yöntem sorunu 263

toplamının varlığını gerektirir. Böylece en genel soyutlamalar, ancak bir


niteliğin birçoklarının, hepsinin ortak niteliğinin belirdiği en zengin somut
gelişmeyle meydana gelebilir. O zaman, onu yalnız özel bir biçimde
düşünemez duruma gelmekteyiz. bir yandan, bu genel olarak emek
soyutlaması, yalnızca emeklerin somut bir toplamı düşüncesinin sonucu
değildir. Belirli şu ya da bu emek karşısında kayıtsızlık, bireylerin bir
emekten ötekíne kolayca geçebildikleri ve yaptıkları emek türünün kendileri
için raslansal ve bu bakımdan da önemsiz olduğu bir toplum biçimine tekabül
eder. Burada emek, yalnızca kategoriler alanında değil, ama gerçeklikte de
genel olarak servet yaratan bir araç olmuştur ve, belirleme olarak şu ya da bu
özel görünüm altında, bireylerle aynı şey olmaktan çıkmıştır. Bu durum,
burjuva toplumların en modern biçiminde, Amerika Birleşik Devletleri'nde en
yüksek gelişme derecesine ulaşmıştır. Ancak orada "emek", "genel olarak
emek", düpedüz emek kategorisinin soyutlaması, modern ekonominin hareket
noktası olarak pratik gerçek olmaktadır. Demek ki, modern ekonomi politiğin
birinci plana yerleştirdiği ve bütün toplum hükümleri için geçerli olan pek
eski bir bağıntıyı ifade eden bu en basit soyutlama, ancak en modern
toplunıun kategorisi olarak, bu soyut biçimde pratik bir gerçek niteliği
kazanabilmektedir. Denebilir ki, Amerika Birleşik Devletleri'nde bir tarihsel
ürün olarak beliren emeğin belirli bir biçimine karşı bu kayıtsızlık, örneğin
Ruslarda doğal bir evrim olarak görünmektedir. Ama bir yandan, her emeğe
(işe) koşulmaya doğal bir eğilimleri olan barbarlarla, kendi kendilerini emekte
(işte) istihdam eden uygarlar arasındaki fark ilginçtir. Ve öte yandan da,
Ruslarda, belirli bir işe karşı kayıtsızlık, pratikte, onları ancak dış etkilerin
koparıp uzaklaştırabileceği iyice belirlenmiş bir emeğe (işe) geleneksel
bağımlılıklarına tekabül eder.
Bu emek örneği, en soyut kategorilerin bile -özellikle soyut niteliklerinden
ötürü --bütün dönemler için geçerli olmakla birlikte, bu soyutlamanın belirli
biçimi içinde, tarihsel koşulların ürünü olduklarını ve ancak bu koşullar için
ve onların çerçevesi içinde tam anlamıyla geçerli bulunduklarını açıkça
gösterir.
Burjuva toplumu, üretimin en gelişmiş ve çeşitli tarihsel örgütlenmesidir.
Bu bakımdan, bu toplumun ilişkilerini ifade eden ve onun yapısını
anlamamıza olanak sağlayan kategoriler, aynı zamanda, burjuva toplumunun
kalıntıları ve öğeleriyle kurulmuş olduğu ve bu kalıntılardan bir kısmı henüz
aşılmadığından, içinde hâlâ taşıdığı ve bunların basit işaretlerinin gelişerek
tam anlamlarına kavuştukları vb.,, kaybolmuş olan bütün eski toplum
264 Karl Marx

biçimlerinin yapıları ve üretim ilişkileri lıakkında bir fikir edinmemize de


olanak sağlar. İnsanın anatomisi, maymun anatomisinin anahtarıdır. Aşağı-
hayvan cinslerinde, daha yüksek bir biçimin müjdeleyicisi olan işaretleri,
anıcak tııı yüksek biçimin kendisini tanıdıktan sonra anlamak mümkün
olmuştur. Böylece burjuva ekonomisi bize, antikçağ ekonomisinin vb.
anahtarını vermektedir. Ama, bütün tarihsel farkları silen ve bütün toplum
biçimlerinde burjuva toplumunu gören iktisatçıların yaptığı gibi değil. Toprak
rantını bildiğimiz zaınan, haracı. öşürü anlamak mümkündür. Ama bunları
aynı şey saymamalı. Hem üstelik, burjuva toplumunun kendisi de, tarihsel
gelişmenin antitez niteliğinde bir biçimi olduğuna göre, bu toplumda ancak
solmuş, lıatta kıyafet değiştirmiş biçimde bulabileceğimiz daha öııceki toplum
biçimlerine ait olan ilişkileri gözlemleyebiliriz. Örneğin komünal mülkiyet
gibi. Demıek ki, burjuva ekonomisinin kategorileri, öteki toplum biçimleri
için de geçerli olan belirli bir gerçeği içeriyorlarsa, bu gerçek, ancak cum
grano salis (bir tuz tanesiyle) alınabilir. Bu kategoriler, solmuş olan, karikatür
haline gelmiş olan vb. bu gelişmiş biçimleri içlerinde barındırabilirler, ama
her zaman temel bir farkla. Tarihsel gelişme denen şey, son tahlilde, en son
biçimin geçmiş biçimleri, kendi öz gelişme derecesine vardıran aşamalar
olarak değerlendirmesine dayanır, ve bu son biçim, çok ender olarak, ve ancak
belirli koşullarda, kendi özeleştirisini yapabildiğine göre, eski biçimleri lıer
zaman tek yanlı bir açıdan değerlendirir - hiç kuşku yok ki, kendisini çöküş
çağları sayan tarihsel dönemler burada sözkonusu değildir. Hıristiyan dini,
ancak kendi eleştirisini, söz uygun düşerse, “bilkuvve” bir dereceye kadar
tamamladıktan sonradır ki, dalıa önceki mitolojilerin nesnel olarak
anlaşılmasına yardım edebilmiştir. Aynı biçimde, burjuva ekonomi politiği,
ancak burjuva toplumunun özeleştirisi başladığı gün, feodal, antik, doğu
toplumlarını anlayabilmiştir. Yeni bir mitoloji yaratan burjuva ekonomi
politiği, kendisini geçmişte açık ve basit bir biçimde bildiremediği sürece
daha önceki toplumlar ve özellikle henüz doğrudan dnğrııya savaşım halinde
olduğu feodal toplumlar hakkındaki eleştirisi, paganlığın (putperestlik)
hristiyanlık tarafından eleştirisine ya da katolikliğin protestanlık tarafındatı
eleştirisine benzedi.
Genel olarak bütün tarihsel ya da toplumsal bilimlerde olduğu gibi, híç
akıldan çıkarmamak gerekir ki, ekonomik kategorilerin hareketinde özne,
(burada burjuva toplumu sözkunusudur) gerçekte olduğu gibi, kafada da
mevcuttur, bu yüzden de varlık biçimleri, belirli varoluş koşulları ifade eder,
çok kez bu belirli toplunıun, bu öznenin özel basit yönlerini ifade eder ve
Yöntem sorunu 265

bunun sonucu olarak bu toplum, bilimsel bakımdan da, ancak kendisi bu


niteliği ile sözkonusu olduğu andan itibaren varolmaya başlar. Bu kuralı
akılda tutmak gerekir. Çünkü bu kural Kabul edilecek olan planın seçiminde,
bize kesin hareket tarzları vermektedir. Her üretim ve her varlığın kaynağı
toprağa bağlı olduğuna göre, örneğin, toprak rantı ile, toprak mülkiyeti ile
işse başlamak ve ondan geçerek, belli bir kararlılığa ulaşmiş olan her
toplumda ilk üretim biçimine, tarıma varmak, doğal bir davranış olarak
görünmektedir. Oysa bundan daha yanlış birşey olamaz. Her toplum biçimine
bütün öteki üretimlere ve onlardan doğan ilişkilere sıra ve önemlerini veren
belirli bir üretim ve onun doğurduğu ilişkilerdir. Tıpkı bütün renklerin özel
tonlarını değiştiren bir genel aydınlatma gibi. Tıpkı birlikte fışkıran bütün
varlık biçimlerinin özgül ağırlıklarmı belirleyen özel eter gibi. Çoban halklar
örneğine bakalım. (Avcılıkla ve balıkçılıkla uğraşan basit halklar, gerçek
gelişmenin başladığı noktanın ötesindedirler.) Onlarda yer yer belirli bir
biçimde tarım ortaya çıkar. Bu, halklarda toprak mülkiyeti biçimini belirler.
Bıı kolektif bir mülkiyettir ve bu halklar, geleneklerine bağlı kaldıkları
ölçüde, toprak mülkiyeti de bıı biçimini ınııhafaza eder: örnek, Islavların
komünal mülkiyeti. Tarımın bu biçiıninin egemen bulunduğu sağlam biçimde
kökleşmiş tarıma sahip olan halklarda -bu kökleşme daha şimdiden önemli bir
aşamayı teşkil eder --, tıpkı antik çağ ve feodalite toplumlarında olduğu gibi,
sanayinin kendisi de, sanayinin örgütlenmesi ve ona tekabül eden mülkiyet
biçimleriyle birlikte azçok toprak mülkiyetinin niteliğini taşır. Ya eski
Romalılarda olduğu gibi sanayi tamamen tarıma bağlıdır, ya da ortaçağda
olduğu gibi kentlerde ve kurduğu ilişkilerde köy örgütlenmesini taklit eder.
Ortaçağda sermayenin kendisi de -salt para biçiminde sermaye sözkonusu
olmadığı ölçüde- geleneksel meslcğin alet edevatı vb. biçimde, toprak
mülkiyetinin bu niteliğini taşır. Burjuva toplumunda durum tam tersinedir.
Tarım gittikçe sanayinin basit bir kolu durumuna girer ve tümüyle sermayenin
egemenliği altındadır. Bu, toprak rantı için de böyledir. Toprak mülkiyetinin
egemen olduğu bütün toplum biçimlerinde, doğa ile ilişkinin önem ve önceliği
vardır. Sermayenin egemen olduğu toplumlarda ise üstün olan tarihsel bir
seyir içinde yaratılan tuplumsal öğedir. Sermayenin ne olduğunu bilmeden
toprak rantını anlamak mümkün değildir. Ama toprak rantı olmadan da,
sermaye anlaşılabilir. Sermaye, burjuva toplumunun tıer şeye tahakkum eden
iktisadi gücüdür. Zorunlu olarak meydana getirdiği son nokta gibi, başlangıç
noktası da, toprak mülkiyetinden öncc açıklanmalıdır. Her ikisini de ayrı ayrı
inceledikten sonra, aralarındaki karşılıklı ilişkiyi araştırmak gerekir.
266 Karl Marx

Demek ki, iktisadli katıegorileri, tarihsel bakımdan belirleyici rol


oynadıkları sıra ile bulmak olanaksız ve yanlıştır. Onların ele alınış sırasını
belirleyen şey, tam tersine, modern tıurjuva toplumda aralarındaki ilişkilerdir,
ve burada sıra, doğal sıranın tersi olup, tarihsel evrim boyıınca, birbirlerini
izledikleri sıraya uymamaktadır. Sözkonusu olan, değişik toplum biçimlerinin
birbirini izlemesinde, iktisadì bağıntılar arasında tarihsel olarak kurulan ilişki
değildir. "Fikir olarak" birbirini izleme sıraları (Proudhon) hiç değildir.
(Tarihsel hareketin bulanık bir anlayışı.) Süzkonusu olan, bunların, modern
burjuva toplumu çerçevesi içindeki hiyerarşisidir.
Antikçağda tüccar halkların –Fenikelilcrin, Kartracalıların-, saf bir
durumda (soyut belirleme) ortaya çıkmış olmalarını belirleyen şey, tarımcı
halkların egemen durumda bulunmalarıdır. Ticari sermaye ya da para
biçiminde sermaye olarak sermaye, sermayenin henüz toıplumların egemen
öğesi olmadığı yerlerde bu soyut biçimde belirir. Lombarıdiyalılar, Yahudiler,
ortaçağın tarımla uğraşan toplumları karşısında aynı biçimde yer alırlar.
Ulusal servet kavramının kendisi de, 17. yüzyıl iktisatçılarında, bu
biçimde ima edilmektedir --bu fikir, I8. yüzyıl iktisatçılarında da vardır --:
servet, yalnız devlet için yaratılır, ama devletin gücü bu servetle boy ölçüşür.
Bu, servetin kendisini ve onun üretimini modern devletlerin nihayi amacı
kılan ve bu devletleri yalnızca servet üretme araçları olarak değcrlendiren fikri
nıüjdeleyen, henüz bilinçsiz ikiyüzlü biçimin kendisidir.
Sıra açıkça şöyle olmalı:
1. Bütün toplum biçimlerine az çok uyan, ama yukarıda açıklandığı
anlamda uyan, genel soyut belirlemeler;
2. Temel sınıfların dayandıkları burjuva toplumun iç yapısını oluşturan
kategoriler. Sermaye, ücretli emek, toprak mülkiyeti; bunlar arasındaki
karşılıklı ilişkiler. Kent ve köy. Üç büyük toplumsal sınıf; bunlar arasındaki
değişim. Dolaşım. Kredi (özel).
3. Devlet biçiminde burjuva toplumunun yoğunlaşması. Kendisiyle ilişkisi
içinde ele alınması. “Üretici olmayan” sınıflar. Vergiler. Kamu borçları.
Kamu kredisi. Nüfus. Sömürgeler. Göç.
4. Uluslararası üretim ilişkileri. Uluslararası işbölümü. Uluslararası
değişim. İhracat ve ithalat. Kambiyo kuru.
5. Dünya pazarı ve kriz.
İletişim kuram ve araştırma dergisi
Sayı 25 Yaz-Güz 2007, s. 267-280

Forum

Siyasal ekonomi ve kültürel


incelemeler çatışması

Siyasal ekonomi
Engels (1843) Özeti yapıtında, siyasal ekonominin çıkışını ticaretin
gelişmesi ve lisanslı sahtekarlık sisteminin (zenginleme biliminin)
gelişmesiyle açıklar. Siyasal ekonomi farklı varsayımlardan hareket eder ve
iki temel şeyi ifade eder:
(a) Birincisi, siyasal ekonomi “economics” denilen disiplinin 19. Yüzyılın
sonunda çıkmasından önce, ekonomiyi inceleyen disiplindi. İsim değişikliği
bu iki disiplinin odaklanma alanlarını yansıtır. Klasik siyasal ekonomi emeği
ekonomik değerin kaynağı olarak düşünen bir teoriye dayanıyordu. Bu
teorinin yaratıcıları, özellikle Adam Smith, David Ricardo ve Alfred Marshall,
serbestlik doktrini (laissez passer laissez faire) ve ekonomik kâr elde etme ile
ilgili yorumlarında var olan egemen sistemi evrenselleştirdi, doğallaştırdı ve
meşrulaştırdılar. Robertson’dan Marx’a kadar ve sonraki Marksist düşüncede
olan siyasal ekonomistler kapitalist sistemde üretilen ekonomik değerin
temelinin (kârın orijininin) emeğin sömürüsü olduğunu belirterek egemen
sistemin meşruluğunu, dolayısıyla siyasal ekonominin doğallaştırdığı ve
evrenselleştirdiğini soruşturdular.
Görüldüğü gibi siyasal ekonomi kavramı sadece Marksizm’e ait değildir.
Dolayısıyla, her siyasal ekonomi incelemesi, eleştirel görünse bile, Marksist
bir analiz karakteri taşımaz.
(b) İkincisi, siyasal ekonominin siyasal yanıdır: Bu yanla, siyasal ekonomi
toplumlardaki kurumlar ve güç ilişkilerini, ve bunların gereksinimlerimizi
tanımlamamızı ve karşılamamızı nasıl etkilediklerini inceler. Bu bağlamda,
kitle iletişim araçlarının ne denli özel bir yere sahip olduğu ortaya çıkar.
Dikkat edilirse, burada siyasal ekonomi incelemesinin altında yatan temel
268 Forum

varsayım ortaya çıkar: Ekonomide olanlar toplumsal güç ilişkilerini yansıtır


ve etkiler. Kapitalist mülkiyet dengesiz sosyal güç yaratan bir kurumdur.
Pazar ve diğer kurumlar dengesiz sosyal güce dayandıkları için siyasaldır.
Dolayısıyla, ekonominin, siyasetin ve toplumun incelenmesi birbirinden
bağımsız olarak ele alınıp ayrılamaz. Bunların ayrı olduğunu ileri sürmek
veya sanmak ekonomide var olan güç ilişkilerini saklar ve ekonomi ile siyasal
ve toplumsal birlikteliği ortadan kaldırır. Bu da ekonomik sömürüyü ve belli
çıkarların belirlediği siyasalı doğallaştırmaya ve meşrulaştırmaya, dolayısıyla
insanlık durumu için sorumlu tutmadan azat etmeye yardım eder. Siyasal
ekonomi, örneğin kitle iletişim sürecinde bu güç ilişkilerini ve kurumları ayırt
etmeyi, onların etkilerini incelemeyi, sonuçlarını açığa çıkarmayı, olası
çözümler ve alternatifler sunmayı sağlar.
Engels’in belirttiği gibi (1878) siyasal ekonomi, en geniş anlamıyla, insan
toplumunda temel materyal gereksinimlerin üretim ve mübadelesini
(exchange) yöneten yasaların bilimidir. Bu yasaların evrensel değişmezliğe
sahip olduğu iddiası yanlıştır. Konusunu ele alış biçimi nedeniyle, siyasal
ekonomi tarihsel bir bilimdir. İnsanların üretim ve değişim yaptığı koşullar
ülke içinde ve ülkeler arasında değişir. Siyasal ekonomi, bu nedenle, bütün
ülkeler ve bütün tarihsel dönemler için aynı olamaz. Belli bir tarihsel
toplumda üretim ve değişim tarzı ve bu toplumu doğuran tarihsel koşullar,
onun ürünlerini dağıtım tarzını belirler. Engels Anti-Dühring yapıtında siyasa
ekonomi yöntemini aşağıdaki biçimde özetlemiştir:
Üretim ile değişim iki farklı işlevdirler. Üretim, değişimsiz olabilir; ama
değişim, üretimsiz olamaz.
İnsanların üretim ve değişim koşulları ülkeden ülkeye ve her ülkede de
kuşaktan kuşağa değişir. Öyleyse ekonomi politik de bütün ülkeler ve bütün
tarihsel dönemler için aynı olamaz.
Belirli bir tarihsel toplumun üretim ve değişim biçimi ile bu toplumun
tarihsel koşulları, aynı zamanda ürünlerin bölüşüm biçimini de içerirler.
Bölüşümdeki farklılıklarla birlikte sınıf farklılıkları da ortaya çıkar.
Toplum, ayrıcalıklı sınıflarla yoksun bırakılmış sınıflar, sömürücülerle
sömürülenler, egemenlerle yönetilenler biçiminde bölünür.
Bölüşüm, üretim ve değişimin salt edilgen bir sonucu da değildir; o da
ötekiler üzerinde etkili olur.
1950’lerin sonlarından itibaren gelişen neo-marksizmi iletişim alanına
taşıyan birkaç öncü vardır: Robert A. Brady, H. Innis. D. W. Smythe ve H.
Schiller. Genel olarak bu kişilerin anlayışına göre:
Siyasal ekonomi ve kültürel incelemeler 269

Political economy is not in the end simply an academic treatise on how


organized power prevails in the allocation, production, and distribution of
resources; the organization of civil society; and the management of social
equities. In its Marxian or Neo-Marxian tradition, it provides an
understanding for the intellectual self-defense of working people and a call to
resistance and to action for the kinds of social change that put people and
common welfare ahead of personal and private accumulation and privilege.
What has been called the administrative approach to communications study
is primarily concerned with the skills and techniques of communicative
exchange and institutional homeostasis, whereas political economy as a
critical discourse is more concerned with revealing the constitution of power
and its hegemonic practices in such areas as communicative control and
ideological legitimacy. Building on this tradition, the political economy of
communications is more relevant in the present era of global liberalization,
privatization, and deregulation than at any time in the past.
In fact, it is now more clearly and widely understood that the new global
infrastructure of telecommunications and media has been designed largely
for purposes of intensification of consumption, corporate reorganization,
industrial relocation, military logistics, and a more globalized international
division of labor. Workers remote from the headquarters of capital produce
not only products once identified with the core industrial states but also the
communication and informational commodities that make possible an
information high society of global bankers, financiers, traders,
manufacturers, producer services, tourism operators, and military command
and control. Despite increased participation in the global information
economy by its local and regional conglomerates, the east and southeast
Asian region remains firmly locked into the technological and operational
clutches of transnational corporations. As John Lent and I observe, Third
World workers and peasants are not and never have been citizens of this
emerging informational world. Massive unemployment in the “miracle
economies” of the region reveals the fragility of even modest hopes of a
better life for most people in the new global order, marked by a recession
that has severely shaken local confidence and even that of its foreign
corporate and suprastate sponsors (Susman, 1999).

Kültür endüstrisinden kültürel incelemelere


Marx’dan, Lukacs ve Frankfurt Okulu’na, eleştirel anlayış 1960’ların
sonlarına kadar, ideoloji ve kültürü anlamlandırmada alternatif yaklaşım
olarak egemenliğini sürdürdü. Marks ve Lukacs’da ideoloji, düşünceler ve
bilinç toplumu anlama ve anlamlandırmada önemli yer tutarken, Frankfurt
Okulu ile kültür endüstrisinin kapitalist toplumların sürdürülebilirliklerini
sağlamadaki aktif rolü ve kitlelerin bilişlerinin yönetilmesi, tüketim toplumu
ve kültürü tartışmaları yoğunlaştı. Kültürel incelemelerin 1970’lerde
tırmanışı, Frankfurt Okulu temsilcilerinin ölmesi, Habermas’ın Frankfurt
270 Forum

Okulu’nu tabuta koyan “son temsilcisi” olması, neo-Marksizmin ve ardından


siyasal ekonominin önem kazanmasıyla birlikte, Frankfurt Okulu tarihe karıştı
ve tek temsil eden olma karakterini yitirdi. Kültürle ilgili olarak, Schiller ve
Garnham 1970’lerde başlayarak, Neo-Marksist geleneği oluşturdular ve kültür
konusunu uluslararasına, bilinç yönetimi ve kültürel emperyalizm konularına
genişlettiler. 1980’ler post-modern ve post-yapısalcı (Baudrillard, Foucault,
Derrida, Lyotard) egemenlikle geldi. Aynı zamanda, bu yazarlar “siyasal
ekonomi” yaklaşımından kendilerini uzak tuttular. Amerikan liderliğindeki
küresel pazar yaygınlaşmasının ideolojisini “ideolojinin sonunun” ilanıyla
destekleyenler arasına, Amerikan devlet banklığı memuru F. Fukoyama’dan
önce, Baudrillard da katıldı (1987). Kellner’in belirttiği gibi (2008):
Baudrillard, Lyotard, and other forms of postmodern theory which
reject macrotheory and political economy, or wallow in implosion,
fragmentation, irony, and nihilism, lack the theoretical resources to
develop a critical theory of contemporary society.

Kültürel incelemelerde iki temel yaklaşım tarzı egemen olmuştur:


Kültürelciler ve yapısalcılar. Kültürel incelemeleri 1950’lerde başlatanlar,
Marx, Malınowski ve Lukacs’dan etkilenen Raymond Williams, Richard
Thomas ve E. P. Thompson olmuştur. kültürel incelemelere sonradan
yapısalcılık ve ardından da post-yapısalcılık eklenmiştir. Sınıf analizi yapan
ilk kültürelcilerin ve Althusserci yapısalcılığın yerini önce Gramsci’ye
dayanan kültür ve hegemonya anlayışı ve sonra da post-modern ve post
yapısalcı yaklaşımlar aldı.
Kültürelciler ve post-yapısalcılar iki kuramsal yapıyı anlatmazlar, aksine
her biri içinde farklı teoriler ve farklı yaklaşım tarzları vardır. Ayrıca,
kültürelciler ile yapısalcılar birbirinden kesin çizgilerle ayrılan farklılıklar
göstermez. Yapısalcılar bir metindeki temel kodları, metindeki anlam inşasını,
metinde gerçeğin temsilini, metindeki ikili zıtlıkları, metinde kültürel kodların
ve konvensiyonları incelerler.

Siyasal ekonomi kültürel incelemeler tartışması


Kültürel incelemeler, aşağıda Hardt ve diğerlerinin de açıkladığı gibi,
1960’lardan sonra “eleştirel” ve Marksist yanını hemen hemen tümüyle
yitirmiştir. Kültürel incelemeler, hangi isimle gelirse gelsin, Marksist
varsayımlarla hareket eden küçük bir azınlık dışında, liberal-çoğulcu kültürel
incelemeler karakterini almıştır. Neo-marksist ve eleştirel siyasal ekonomi
yaklaşımından, birey şirketin örgütlü yapısı ve yapısal ilişkileri içinde ücretli
Siyasal ekonomi ve kültürel incelemeler 271

olarak çalışandır. İş dışında ise sömürgeleştirilmiş bir dinlenme ve eğlenme


hayatının parçasıdır. Zamanını televizyon önünde veya Migros’ta geçirmesi,
televizyon önünde ve Migros’ta “tercihler” yapması, onu asla “bağımsız” ve
“mücadele eden” birey yapmaz. Ayrıca, televizyon önünde veya Migros’ta
“çözümlemeler” yapan birey üzerine eğilmek ile pazarlama araştırmasında
anket sorusuyla şirketler dünyasına bilgi toplamak arasında, nihai analizde, bir
direnişi heceleyen bir karakter taşımadığı için, fark kapitalist sistemi farklı
biçimde desteklemeden öte gitmez. Ayrıca, televizyonun önü mücadeleyi
değil, uymayı ve katılmayı örgütleyen ve pazarlayan bir egemen ilişkisel
yapıyı anlatır. Fiske ve Grossberg gibi kültürelcilerin bireyin izleyici olarak
bağımsızlığı üzerine eğilmek, aktif izleyici teziyle gelen bilinç ve davranış
yönetimini, daha süslü ve okuyucuyu rahatlatıcı bir ikna yöntemiyle yapmak
demektir. Hiçbir insan materyal yaşamını izleyici olarak ve Ankamall’da
dolaşarak yeniden üretemez. Hiçbir insan izleyici olarak ücret politikalarına
ve iş koşullarına etki yapamaz. İnsanın boş zamanını kullanmasına bakarak
bağımsızlık ve özgürlük sonuçları çıkaranlar bile, kendi zamanlarının ve
uzamlarının büyük bir kısmını kendileri örgütleyememektedir.
Bu karakterin temsilcilerinden biri olan Hartley’in de belirttiği gibi
“kültürel incelemeler artık solun entelektüel girişimi değildir.” Hartley (1991)
kültürel incelemeleri anlatısı küresel pazarın post-modern kutlaması gibi:
Cultural Studies is notable for its participants' squeamishness about
orthodoxy, manifested positively in a commitment to interdisciplinarity,
and negatively in the avoidance of authority; it has no unified theory,
textual canon, disciplinary truths, agreed methodology, common syllabus,
examinable content, or professional body, no bodily integrity at all.

Güç/iktidar televizyonu açma kapama, program seçme ve anlamı yeniden


inşa etme (deconstruction and reconstruction) gibi güç ve iktidar, televizyona
ve bilgisayara sahip olma gibi kaynaklara sahiplik, insanı yaşam kalitesini
geliştirmede nereye götürür ve bu götürdüğü hayali ve hayali olmayan
yerlerde insan ne kazanır ve ne yitirir? Bunları düşünmeden, şu aşağıdakileri
söylemek, “edebiyat yapma” yoluyla bilinçleri bulandırmadır:
Cultural Studies combines social and textual matters, focusing on power
through its textual deployment, and on the social distribution of the
resources and products of sense-making, whether they be the technical
and corporate 'hardwares' of the global media industries, or the codes and
conventions of various semiotic 'softwares' (from language to continuity
editing), by means of which people might make sense of themselves, each
other, and the world at large.
272 Forum

Kültürel incelemelerin toplumsal yapıyı ve yapısal ilişkilerden kopması,


yapıyı ve yapısal ilişkileri, örgütlü egemenlikler ve mücadeleler içinde
üretilen “temsillerdeki” ifadesel yapıları inceleyerek insan ve toplum
gerçeğini “okuduğunu” iddia etmesi (post-yapısalcılar ve post-modernistler
nesnel gerçeği kabul etmedikleri için, onların böyle bir iddiası yok), kültüre
ve ideolojiye bağımsızlık vermesi, siyasal ve ekonomik güç ilişiklerini bir
kenara itmesi ile gelen ortamda, siyasal ekonomistler ve Neo-Marksistlerle
olan ilişkilerinde birkaç yönelim getirmiştir: uzaklaşma, uzlaşma arayışları ve
kopuşla gelen eleştiriler. Uzlaşmayı Murdock gibi bazıları kendi üretimlerinde
sağladılar. Fakat çoğunlukla yapılan uzlaşma arayışları yaklaşma yerine daha
çok kopuşu perçinledi.
1999’da, Journal of Media Economics “Special issue on the Political
Economy of Communications” sayısında, o zamana kadar süregelen
tartışmalar, kültürel incelemelerle Marksizm arasındaki ilişkinin dostluktan
daha çok düşmanlığa dönüştüğünü göstermektedir (Hall, 1992:279).
Örneğin, ideolojinin iletişim ve kültür alanında yeterli anlaşılması için
siyasal olandan soyutlanmaması gerektiğini belirten Hardt (1997), özellikle
kültürel incelemelerin Amerika’daki durumunu şöyle açıklamaktadır:
Ideological issues cannot be effectively pursued within the fields of either
communication studies or cultural studies, with the political aspects of an
alternative perception of society and culture not addressed by attempts to
redefine issues such as democracy or communication. The potential of
cultural studies as a political project is not being realized in the US, while
the field of communication studies has welcomed the potential of a
multidisciplinary perspective. Critical communication studies focus on
communication from an ideological stance and should replace conventional
mass communication theory literature.
However, neither cultural studies nor communication studies constitute
effective arenas for the pursuit of ideological issues; that is, efforts to
redefine notions of communication, participation, or public interests and
democracy do not even attempt to address the political consequences of an
alternative conceptualization of culture and society. They fail completely in
providing concrete alternatives to bankrupt utopian constructions of
communication and media environments in contemporary society. The
present debates over "public" journalism and the dismantling of public
broadcasting are cases in point.
More specifically, a critical theory of communication and media must be
sensitive to the materialization of class consciousness and reveal the nature
of class distinctions in the context of culture and politics. Thus, the notion
of class consciousness in this context implies community and solidarity as
well as collective action to serve class interests. It finds expression in the
Siyasal ekonomi ve kültürel incelemeler 273

discourse of class, including potential competition between individual and


collective expressions of interest within a particular class. The state of
communication or media may have an effect on the sense of community and
solidarity as well as on the psychological mobility of individuals, producing
conditions for collective action and a state of flux among class members
and across classes. In either case, class consciousness is bound up with class
struggle, such as the weakening of class consciousness among workers
through the lure of mediated realities (particularly in advertising) that deny
class diversity and promise upward mobility.
In fact, the conceptualization of "mass" communication in American media
studies constitutes an ideological construct which serves to obscure
working-class interests by endorsing several class-related biases that flow
from the interests of a cultural bourgeosie; they are an inherent producer
orientation in research agendas and a reliance on large scale reception,
based on notions of property, e.g., ownership of the means of production
and the means of reception, respectively.
However, since the ideological parameters of U.S. American cultural
studies are determined by liberal-pluralist ideas, including progressive
notions of change, they remain supportive of commercial-industrial interests
that guide the relationship between media and society. The result has been
an administrative approach to the study of communication.
The proponents of British Cultural Studies within the field of
communication studies have promoted the importance of gender and race,
but continue to misunderstand the need for class analysis, disregard
economic determinants of "a way of life," and produce an ideological
critique of communication and culture without grasping the importance of
the "political."
The `political" refers to a conscious response to the specific conditions of
existence at a specific historical moment, guided by the potential for change
under an alternative ideological explanation of the emancipatory role of
communication in society. It relates to theory and practice in ways that
reflect the significance of ideology, not only as the basis for a critique of
communication in society, but also as the source of emancipatory agendas
for change. More specifically, the "political" refers to a critical theory of
society with definite responses to the reality of communication and the
prospects of a better way of life. It relates observation to change and does so
aggressively and towards specific goals. In this sense, the "political"
completes the making of communication studies as a critical practice.
Therefore, based on a critique of communication in late capitalism,
including the consequences of a commercialized culture, critical
communication studies must develop emancipatory strategies for political
solutions to the current conditions of communication in society. More
specifically, the conditions of production and consumption constitute major
concerns that bear directly on institutional practices and create at least three
distinct areas of investigation with a wide variety of topical issues.
274 Forum

In the area of work and relations of production they relate to working


conditions, including new definitions of work and freedom of intellectual
labor, and speak to the collective interests of media workers involving labor
policies and practices and collective bargaining. In the area of media
reception and consumption they address the needs of an informed and active
citizenry for information, education, and entertainment, including the
possibilities of feedback and participation in the shaping of an information
environment. In the area of media organizations and their relations to
society, finally, they suggest an involvement in the creation of media
policies, ranging from questions of ownership and control to issues of
content and public service

Hardt kültürel incelemelerle ilgili değerlendirmesinde yalnız değildir.


Hem eleştirel siyasal ekonomistler (örneğin Schiller ve Mosco) hem de
eleştirel kültürel incelemeciler, kültürel incelemelerin egemen karakterine
karşı çok ciddi eleştiriler getirmişlerdir. Bu eleştirilerin çoğu, kültürel
incelemelerin toplumsal olanı ele alış biçimi üzerine odaklanır:
To those who had retained more traditional Marxist sensibilities, it appeared
that the more that the populist proponents of cultural studies ignored the
structural constraints imposed by political and economic realities, the more
they packed the language of revolutionary politics into reinterpretations of
audience activities. Cultural studies practitioners often predefined readers
and texts in Marxist terminology that prescribed “struggle,” “resistance,”
“challenges,” “contestations,” “contradictions,” and so on. Sholle (1990, 97)
observes that as cultural studies proceeded, it continued to gesture toward a
complex view of the activities of the viewer/reader; yet, in its application,
“it reduces the tensions surrounding questions of class consciousness, the
text and relations of power to simple dichotomies between determined
producers and intentional consumers, between passive and active responses,
and between dominant-elite and dominated audience (McLaughlin, 1999).

Bu eleştiriler karşı eleştirilerle karşılanmıştır. Bu eleştirilerin bazıları,


“sokaktaki adamın” bilgileri gibi çoğunlukla geçersiz ifadelerdir:
On the most fundamental level, political economy continues to suffer from
the tendency to induct all analysis to class alone, despite political
economists’ claim that their discipline no longer is aquainted with
economism and reductionism (Skjerdal, 1998).

Meehan siyasal ekonomi ve kültürel incelemeler arasındaki tartışmanın,


gerçek bir karşılıklı anlayış ve diyalog üretmediğini belirtmektedir. Elbette,
anlaşmazlıktaki asıl sorun, örgütlü yapılarda farklı bir biçimde ürün üreterek
kendi toplumsal varlıklarını yeniden üreten insanların oluşturduğu çıkar ve bu
çıkar yapısının düşünseli ve duyarlılığıyla ilgilidir. Fakat Meehan, umutlu bir
yorum sunuyor:
Siyasal ekonomi ve kültürel incelemeler 275

Stabile's type of cultural studies, which integrates political economy,


contrasts sharply with the stereotypes of political economy and cultural
studies found in the colloquy of Nicholas Garnham and Lawrence
Grossberg. I conclude that dialogue between critically oriented scholars is
not only possible, but essential to an adequate account of media artifacts,
audiences, and institutions.
Garnham's essay, "Political Economy and Cultural Studies: Reconciliation
or Divorce?" (1995a) suggested that the answer to his rhetorical question is
"divorce," despite-or perhaps because-as he claims, "the project of cultural
studies can only be successfully pursued if the bridge with political
economy is rebuilt" (p. 62). Rebuilding the proverbial bridge seems unlikely
given Garnham's assumption of cultural studies' disdain for any form of
political economic contextualization. For Garnham, cultural studies had
renounced its roots in Marxism and political economy by ignoring "how the
resources for cultural practice, both material and symbolic, are made
available in structurally determined ways through the institutions and
circuits of commodified cultural production, distribution, and consumption"
(p. 71).
By decontextualizing its objects of study-ranging from diasporic culture to
soap operas to shopping--cultural studies, he argued, celebrates them as
politically liberating "texts" through which individuals construct personal
identities while opposing capitalism. For Garnham, this is nonsensical.
Understanding such texts requires contextualizing them in terms of
structures, forces, and dynamics that are firmly rooted in the problem of
survival and in relations of domination. A society's culture is intimately
connected to its political economy: Both expression and consumption of
culture are shaped by the structure of opportunities institutionalized within a
society. In capitalism, those opportunities are organized first by class and
then, within classes, by varied statuses accorded to "mainstream" versus
"marginal" demographic indicators. This perspective problematizes cultural
studies' emphasis on personal agency in the construction of identities
through consumption. Decontextualization obscures the crucial point:
Identity kits are prestructured by corporations and circulated through the
media and retailing systems. These systems operate in the interests of
capitalism. The assertion that consumption and consumerism undermine
capitalism appears disingenuous at best, hypocritical at worst.
Garnham went on to quote two leading practitioners of cultural studies-
Stuart Hall (1992) on the intrinsic reductionism and economism of all forms
of Marxism and Angela McRobbie (1992) on the untenability of any social
theory granting priority to the economic-to demonstrate cultural studies'
rejection of anything economic. Garnham identified this as cultural studies'
"profound misunderstanding of political economy" and ultimately argued
that this central error robs cultural studies of both its critical edge and its
radical agenda. Worse, cultural studies scholars have raised a "rhetorical
smoke screen" in publicly railing against political economy as an approach
consumed by the primacy of the economic.
276 Forum

To make that case, Garnham turned to two champions of the of the


resistance model, Grossberg and John Fiske. Much of the research done by
Fiske and Grossberg has generated readings of media texts or social
behaviors that connect consumption, pleasure, and subversion.
Grossberg went on to suggest that Garnham is also a hack: But he
[Garnham] fails to acknowledge that every few years, some political
economist -usually one involved with Media, Culture, and Society- writes
the latest version of their attack on cultural studies, although the articles
have not changed much since the mid-1970s. And they raise the same two
criticisms: First because cultural studies ignores the institutions of cultural
production, it celebrates popular culture and gives up any oppositional role;
second, because cultural studies ignores economics, it is incapable of
understanding the real structures of power, domination, and oppression in
the contemporary world. (p. 72)
Ending the first paragraph in this way, Grossberg… summarized Garnham's
substantive concerns, he did so only after characterizing Garnham as a
"heterosexist" bigot and hack. Further, his summary of the political
economy critique was reduced to old, recycled essays not worth citing.
Carey, considers himself an outsider… and dismisses both Garnham and
Grossberg as irrelevant. Carey (1995) first dismissed Garnham for
mistaking "the interminable conflict between political economy and cultural
studies as an episode within contemporary British intellectual life". Carey
saw Garnham's essay as provincial and one-sided and endorsed cultural
studies' break from political economy,… its attitude toward cultural studies
is nothing if not condescending. These are the tones of a bitter divorce, not a
search for a friendly reconciliation or a merger of intellectual labor. (p. 82)
Carey (1995) found that cultural studies has mistakenly come to be defined
by "the sort of thing practiced by Stuart Hall and other alumni of the
Birmingham Centre for the Study of Contemporary Culture" (p. 82).y It is
easy to read "the sort of thing" as dismissive, particularly given Carey's
view that the importation of French structuralism into cultural studies by
Hall (and by extension Grossberg) is "fatally wrong" (p. 83). Although he
noted the value of Grossberg's work, Carey blamed structuralists for
developing cultural studies into a text-based, anti-populist, apolitical
enterprise. Carey concluded his discussion of political economy and cultural
studies thus:
Reducing Garnham and Grossberg to mere "school men" jockeying for
position inside a professoriat divorced from both intellectual and political
life, Carey turned to his own project. This is no less than the revitalization
of democratic conversation among citizens on political matters outside the
media, which he identified as the practical aim of cultural studies. Carey's
(1995) essay, then, used Garnham and Grossberg to advance Carey's
particular vision of cultural studies as not structuralist, not textual, and not
Leftist. This surely is not an argument for "friendly reconciliation or a
merger of intellectual labor" (p. 82).
Siyasal ekonomi ve kültürel incelemeler 277

Such a hoped for reconciliation is found in Murdock's (1995) essay. His


strategy is to demonstrate that cultural studies and political economy have
enjoyed a long, mutually beneficial association…Yet some scholars,
Murdock argued, have sought to disrupt this happy accord: John Fiske has
recently argued "each sphere requires its own methodologies and theoretical
frameworks" and "neither can be adequately analyzed from the perspectives
of the other." To accept this academic apartheid is to break faith with the
original project of cultural studies. (p. 90).
Thus, Murdock connected Fiske to apartheid while linking Williams, Hall,
an Grossberg to political economy. Murdock (1995) then invoked the words
of Hall and others to provide a social context for this disengagement,
finding the villain in the ascendancy of Thatcherist/Reaganist neoliberalism
and the concurrent crisis of socialism. As opportunities for progressive
political change have diminished, cultural studies has sought out arenas in
which "contests of signification and meaning (p. 91) make progressive
change possible. Citing Grossberg, Murdock critique cultural studies for
"erasing relations between culture and specific economic an political
realities" (p. 91). This is consistent with Murdock's appeal for a return to
good relations between the two approaches in order to work towards the
construction of a more complete account of the central dynamics of
contemporary culture and to mobilize those insights to defend the symbolic
resources required to extend the rights and duties of citizenship in the
service of revitalizing democracy. (p. 94)
Garnham (1995b) argued that Grossberg "continues to misrepresent
political economy" (p. 97) and misunderstands the role of political
economic systems in relation to gender, race, employment, etc. With a
certain exasperation, he found that Grossberg's claim that issues of ecology,
environment, and indigenous peoples "are not crucially political economic
issues seems almost willful blindness" (p. 97).
Garnham (1995b) then proceeded to drub Carey for romanticism and empty
rhetoric, along the way dismissing Hall's work on Thatcherism as "both
politically unhelpful and in certain important respects just plain wrong" (p.
100). Garnham insisted that if Carey wants a conversation about democracy
in the language of ordinary people, such a conversation must necessarily
address economics and policy-but not culture.
Neither Garnham, Grossberg, nor Carey are particularly civil to one
another. Grossberg and Carey are not interested in a civic discourse on
economic and political questions that include views of those ordinary
people who support neoliberalism, anti-environmentalism, racism, and so
forth. Nor is cultural studies interested in audiences, as represented in the
text, that fail to resist the dominant ideology. Garnham concluded that
CSMC`s attempt to generate a conversation between cultural studies and
political economy is futile.
278 Forum

That conclusion would seem to be the case as long as one ignores Murdock.
Garnham's decision to overlook the one person arguing for integration and
using a nonjudgmental tone suggests that Murdock may be the only
contributor believing that a conversation is the colloquy's purpose. For
Garnham, Grossberg, and Carey, the purpose seems to be the exchange of
insults, accusations, and predictable arguments. For Garnham and
Grossberg, the exchange is but one more debate in a now-ritualized combat
between political economy and cultural studies, the latter understood as "the
sort of thing" done by Hall and Grossberg.
Cultural studies sees itself as critically revealing the workings of dominant
ideology in mediated texts and in social relations. Further, it traces the ways
that ordinary people resist capitalism by appropriating media content,
consumerist activities, and social identities. That form of appropriation is
deeply subversive, ever when it appears submissive to capitalist values. The
counter-stereotype is that cultural studies is so focused on finding
oppositional meanings in texts and behaviors that it can no longer discern
the real workings of the dominant ideology, the system of hegemony, or the
economic interests that generate media texts in the first place.
Generating matching stereotypes for political economy is easy. From within
the paradigm, political economy celebrates itself as nonreductive, power-
focused, and critical. Political economy reveals the workings of capitalism
in industrial structures and political systems that generate the proverbial
playing field in which people consume media, make meanings, and work
for a living. Media industries are in the business of creating entertainment
that earns revenues primarily from advertisers. The resulting "texts" reflect
the demands of advertisers, not audiences. Political economists unmask and
demystify the media, thereby empowering people to see beyond the surface
claim that what we see is what we want. The counter-stereotype sees
political economy as so focused on generating models of huge, monolithic,
omnipotent corporation that action is futile.
Beyond Murdock, who has integrated cultural studies and political economy
for at least two decades, other critical scholars whose research has
addressed these intersections are worth noting… In her study of the contrast
between the populism of D. W. Griffith's early films and the reactionary
sentiments of his later films, political economist Janet Wasko (1978)
connected the shift in Griffith's ideological stance to his increasing
dependence on banks for financing and the banks' increasing control over
Griffith's scripts. Todd Gitlin's book (1983) on prime-time television traced
the corporate politics and network strategies that combine to shape the
contents and the aesthetics of television programs. In their books on
commercialization, Robin Anderson (1995) and Matthew McAllister (1996)
discussed the increasing interconnection of media makers, distributors, and
advertisers with extensive analysis of particular images, claims, and
narratives in order to demonstrate the effect of economic concentration on
the content of media artifacts.
Siyasal ekonomi ve kültürel incelemeler 279

An exemplary integration of political economy and cultural studies can


be found in Stabile's (1995) essay, "Resistance, Recuperation, and
Reflexivity: The Limits of a Paradigm." ...The implications of Stabile's
(1995) analysis for the resistance model is-and remains-serious indeed.
Perhaps more important, though, is her articulation of a truly critical
approach to cultural studies:
First, the analysis would have to provide both diachronic and
synchronic readings of media texts, while at the same time accounting
for the objective, material conditions of the production of texts within a
larger historical context. Second, the analysis would have to be self-
reflexive, insofar as the theorist would have to be able to theorize the
ways in which her own theoretical categories are themselves structured
and limited by her field, its historical context, as well as its relations to
other fields.
Stabile's synchronic reading mandates a careful, contextual reading of
the media artifact, a practice that provides the critic with opportunities
for creative and novel interpretation. She limits that interpretive
freedom by requiring a diachronic reacting to ground the interpretation
in both the industrial system that constrains the makers of the artifact
and the social, cultural, and economic histories that give rise to the
particular artifact, its makers, and its audiences. Here Stabile has
pointed the way to a dialogue between critical media researchers
regardless of their research focus, even as she reminds us that
intellectual work is still labor. And in the case of professors, that labor
is expended in service within an increasingly privatized system of
education where productivity is measured by the numbers of students
processed and the number of articles published. Neither the conditions
of our labor in the idea factory nor the conditions of our consumption
as part of the targeted commodity audience should be overlooked.
Stabile reminds us that the material conditions of production and
consumption provide the context of our insights and our pleasures.
Regardless of the special focus of one's research, critical scholars share
an ethical obliga¬tion to produce knowledge that accurately describes
the media and reveals the hidden dynamics whereby media
corporations attempt to commercialize and con¬trol expression in
service to advertisers and ultimately to capital. Our task is to
illu¬minate the phenomena. For the media, that means explicating the
experiences of and relationships among corporations, audiences,
makers, and regulators (Meehan, 1999).

Kültürel incelemeciler dahil, insan ve toplum konusuyla ilgilenen herkes,


Chesney’in şu açıklamasına önem vermeli:
At present there is a tendency to do just the opposite, to avoid the truth
because the social system seems impervious to radical change, and speaking
the truth to those in power might jeopardize chances at wrangling
concessions from them. When we stop speaking the truth to power, we soon
280 Forum

stop speaking it to each other, and it is only a matter of time until we stop
looking for it, or even recognizing it. This tendency to compromise our
vision to accommodate the interests of the powerful – to censor ourselves –
may well be the most dangerous and reactionary idea of them all, and one
that we can and must abolish.

KAYNAKÇA

Hall, S. (1992) Cultural studies and its theoretical legacies. In Cultural studies, edited
by Lawrence Grossberg, Cary Nelson, and Paula Treichler, 277-94. New York:
Routledge Kegan Paul.
Grossberg, Lawrence. 1995. “Cultural studies vs. political economy: Is anybody else
bored with this debate?” Critical Studies in Mass Communication 12 (1): 72-81.
Skjerdal, T. S. (1998). Structures vs. interaction, political economy vs. cultural
studies. Centre for Cultural and Media Studies, University of Natal.
Hardt, H. (1997). “Beyond cultural studies - recovering the 'political' in critical
communications studies”. Journal of Communication Inquiry, 21 (2):70-79.
Hartley, J. (1991). “Popular Reality: A (Hair)Brush with Cultural Studies.
Continuum:” The Australian Journal of Media & Culture, 4 (2).
Kellner, D. (2008)). Critical Theory Today: Revisiting the Classics.
http://www.gseis.ucla.edu/faculty/kellner/essays/criticaltheorytoday.pdf.
Sussman, G. (1999). “Special issue on the Political Economy of Communications.”
Journal of Media Economics, 12(2): 85-87.
McChesney, R. (2000). “The political economy of communication and the future of
the field.” Media, Culture & Society, 22: 109-116.
Meehan, E. R. (1999). “Commodity, culture, common sense: media research and
paradigm dialogue.” The journal of media economics, l2(2), 149-163.
Garnham, N. (1995a). “Political economy and cultural studies: Reconciliation or
divorce?” Critical Studies in Mass Communication, 12, 62-71.
Garnham, N. (1995b). “Reply to Grossberg and Carey.” Critical Studies in Mass
Communication, l2, 95-100.
Grossberg, L. (1995). “Cultural studies vs. political economy: Is anyone else bored
with this debate?” Critical Studies in Mass Communication, 12, 72-81.
Stabile, C. A. (1995). “Resistance, recuperation, and reflexivity: The limits of a
paradigm.” Critical Studies in Mass Communication, 12, 403-22.
McLaughlin, Lisa (1999). “Beyond “Separate Spheres”: Feminism and the Cultural
Studies/Political Economy Debate.” Journal of Communication Inquiry 23(4):
327-354
İletişim kuram ve araştırma dergisi
Sayı 25 Yaz-Güz 2007, s. 281-295

Toplantı değerlendirme

Bir toplantı üzerine

RTÜK: Türkiye’deki izleyici ve dinleyici ölçümleri

RTÜK 21 Aralık 2007’de İstanbul’da izleyici ölçümleriyle ilgili bir panel


düzenledi. Toplantıya tüm televizyonlar, televizyon temsilcileri ve bazı
akademisyenler katıldı. Fakat televizyonlarda bu toplantıyla ilgili olarak, çok
kısa bir değinmeyle geçiştiren TRT dışında, haber yapılmadı. Basında sadece
bir gazetede, bir haber çıktı.
Toplantıda akademisyenler çoğunlukla “reyting sisteminin zorunlu ve iyi
olduğunu, halka istediğinin verildiğini, izleyicilerin televizyon izleme
davranışlarının değiştiği için, yakında, reyting ölçme sisteminin buna çözüm
getirmesi gerektiğini vurguladılar ve ‘RTÜK’ünde kolaylaştırıcı yollar
bulması gerektiğini belirttiler.
Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi öğretim üyesi İrfan Erdoğan’da bir
konuşma yaptı. Bu konuşma ve Erdoğan’ın değerlendirmeleri aşağıda
verilmektedir.

Halka istediğini verme ve bilişsel yoksulluk


Pavlov’a “neden senin izleyicin zil sesini duyunca iştahlanıyor” diye
sorduğumuzu düşünelim. Pavlov, “deneyimlerle oluşan koşullandırılmış
tepkiden” diye yanıt verirdi. Şimdiki Pavlovlar da “zil sesini sevdiği için
iştahlanıyorlar; zaten ben, onlar istediği için zil çalıyorum” diyor ve aylığını
“bu şekilde hak ederek” cebine indiriyor.
“Medya halka istediğini veriyor” diyen egemen bir akademik ortamda
yaşıyoruz. Kitle üretim ve dağıtım pazarının promosyonunu yapanlar, basın
ve yayın araçlarından geçerek insanlara kitle endüstrilerinin istediğini
verirken, kaçınılmaz olarak günümüzde gördüğümüz seviyesizliğe,
282 Toplantı değerlendirme

aptallaştırmaya, bilişleri ve bilinçleri en ilkel seviyede tutmaya mecburdurlar;


çünkü sahte ve yalanı satabilmenin ve yaygın bir hale getirebilmenin yolu,
örgütlü baskılar yanında, budur. Kitle üretim pazarı üretimini ve dağıtımını,
kendisi için değil insanların gereksinimlerini gidermek ve isteklerini yerine
getirmek için yaptığını, akademisyenlerin ağzıyla da söylemek zorundadır.
Endüstriyel yapılar için yapılan bilinç ve davranış yönetimi işinde diğer bir
zorunluluk da şudur: Öznel çıkarlara ters düşen gerçeklerin dönüştürülmesi ve
düşünsel imajlar inşası yoluyla uyduruların gerçek gibi sunulmasıdır. Bu
yalan ve sahtekarlıkta, öznel çıkarları için doğal ve toplumsal değerleri
pazarlayanlar ve satanlar modern, çağdaş ve toplumu ilerleten insanlar olurlar;
“izleyici araştırması” diye özel çıkarları için bilimi araç olarak kullananlar,
akademisyen, araştırmacı ve bilim adamı olurlar. Gerçeği yeniden inşa eden
pratiklerle (sahtekarlık, yalan ve kandırma işiyle) aynı zamanda, nesnellik,
dürüstlük, doğruluk ve haklılık taslanır. Kendi çıkarlarına göre gerçeği,
doğruyu ve haklıyı belirleyen bu “insanımsılıkta,” “televizyon halka istediğini
veriyor” diyen “aydın ve akademisyen” geçinenlerin olacağı, hem de belli
yerlerde çok olacağı normaldir. Bu tür insanımsılıkta, sizin “halk sizden
şunları mı istiyor da veriyorsunuz?” diye sorup, onları kendi gerçekleriyle
yüzleştirdiğinizde, akıl yürütme seviyeleri, onlara verilen klişelerle hareket
etme düzeyinde dondurulmuş insanların kullandığı savunma ve saldırı
söylemleriyle gelirler: Önyargı, değer yargısı, halka istediğini vermeyen
elitizm, bölücülük, komünizm, tutuculuk, geleneksellik, geri kalmışlık ve
popülist söylem gibi klişelerle tartışmayı sonlandırırlar. Kilşelere başvurma
çoğunlukla, karşı savunma yapılamadağında ve diğerinin söylediklerini
çürütme becerisi, bilgisi veya olasılığı olmadığında yapılır. Klişeleri cahiller,
bilişsel yapısı karmaşık olmayanlar, kışkırtıcılar ve propagandistler kullanır.
Bu klişeleri kullananların kendileri? Kendileri nesneldir, gerçekçidir, haklıdır,
doğrudur: Kendileri, halka istediğini veren televizyoncularla birliktedir. Belki
televizyon haber ve program yapımcılarının önemli bir kısmı “halka istediğini
veriyoruz” propagandasını yapmamaktadır veya bu tür cahilce ve yanlış
iddiayı sunmayı utanç verici olarak nitelemektedir. Dikkat edilirse, yukarıdaki
anlatıda bir ciddi sorun ortaya çıkmaktadır: Öznel çıkarlara göre
biçimlendirilen gerçeklerin savunulması ve doğruyu savunanların çeşitli
yollarla kötülenmesi.
Televizyonlardaki kalitesiz programcılık ve dolayısıyla kalitesiz ürüne
neden olarak bazıları reyting yarışını, yani rekabeti vermektedir. Bazıları da
“halkın istediğinin bu olduğunu” söylemektedir. Diğer bazılarına göre ise,
RTÜK: izleryici değerlendirme 283

izleyicilerin kalitesizliği programlardaki kalitesizliği getirmektedir. Bu


kalitesizlik reyting kaygısı ile daha da artmaktadır. Yukarıdaki gerekçeler,
örgütlü çıkar yapıları tarafından belirlenen programlarda “tür seçme” ve
“içerik doldurmayı” haklı çıkartan geçersiz gerekçelerdir. Eğer medya
profesyonelliğinin ürün üretim pratikleri kaliteyi üretme olsaydı, yani medya
profesyonellerinin tercihleri toplumsal bakımdan anlamlı içerikler üretme
yönünde olsaydı, o zaman reyting yarışı daha kaliteli üretim yarışına dönerdi.
Fakat medya dünyasındaki üretim, siyasal ve ekonomik pazar için işlevsel
olan içerikleri üretme tercihi yönünde olduğu için, reyting yarışı da doğal
olarak, siyasal ve endüstriyel yapılar için işlevsel olan “çok faydalı çöplük
üretimi” yarışı biçiminde olmaktadır. Bu işlevsel çöplük üretimine karşı
eleştiriler sunulduğunda ve insanlar şikayet ettiğinde de, belki utanmazlığın
belki de cehaletin en yüksek seviyesine çıkılarak, “halka istediği veriliyor”
denerek, televizyonun hemen herkes tarafından çeşitli nedenlerle eleştirilen
durumundan dolayı izleyici sorumlu tutulmakta, suçlanmakta, hor görülmekte
ve aşağılanmaktadır.1 Televizyonlarda sunulanların büyük çoğunluğuna
bakıldığında (dikkat edin hepsine demiyorum), aklı başında olan, kafası
çalışan, vicdanı olan, insana ve insanlığa değer veren, iyilik ve güzellik
isteyen, sevgi ve dayanışma arayan, huzur içinde dinlenmek ve eğlenmek
isteyen, düşmanlık ve baskılara karşı olan hiçbir insanın böyle programlar ve
haberler yapmayacağını görür.
Sorumlu (ve suçlu) kim? Talep edenler. Cahil halk. Eğitimsizler.
Arz edenler, “televizyonlarda her gün rastladığımız içeriklerin tersi olan
arzlarda” bulunsalar ne olur? Talep edenler (izleyiciler) televizyoncuların
boğazına sarılıp “biz moda, soda, çikolata, et teşhiri ve paparazzilerle yaşamın
tadını çıkartmak istiyoruz; değerimizi biz ancak böyle buluruz; bizi bunlardan
nasıl mahrum edersiniz” mi derler? Hayır. O zaman, bu tür televizyon
içeriklerini asıl talep edenler kimler? Asıl talep nereden geliyor? Bu sorunun
yanıtını bilmemek için bilişsel olarak dumura uğratılmış olmak gerekir. Veya
dürüst olmamak gerekir.

1
Bunun anlamı, izleyicinin rasyonel, mantıklı, istediğini çok iyi bilen, tercihlerini
kendisi için doğru nedensellik bağları kurarak ve sonuçlar çıkararak yapan birey
olduğu değildir. Olabilirler de, olmayabilirler de. Burada amaç, izleyiciyi savunmak
değil, “halka istediği veriliyor” diyenlerin yanlış olduğunu (somut koşuldaki duruma
göre, dürüst olmadığını veya vicdanını parayla kirlettiğini veya ne dediğini
bilmeyecek kadar cahil olduğunu veya diğer bir çok bireysel durumu) açıklamaktır.
284 Toplantı değerlendirme

Anadolu insanı ne istiyor?


Televizyonla Anadolu halkına verilenler belli öznel çıkarların istediğidir.
Halkın istediği bu öznel çıkarların halktan geçerek yansımasıdır. Bunu
televizyonlarda gördüklerimizden hareket ederek oluşturduğumuz şu sorularla
açıklayalım:
Anadolu insanı, “biz televizyonlarda erkek mi yoksa kadın mı
olduğu belli olmayan sunucuların ve eğlendiricilerin olmasını
istiyoruz” dediği için mi, televizyonlarda acayip erkeğimsiler (ve
kadınımsılar) çocuklarımıza örnek insan tipi oluyorlar?

Anadolu insanı, yarı Türkçe ve yarı İngilizce bilgisiyle, “biz


Huysuz Virgin” isteriz!” diye tepinip durduğu için mi Huysuz
Virgin ve benzerleri var televizyonda?

Anadolu insanı “biz dondurma yemek istemiyoruz, bizim ciddi


cinsel sorunlarımız var, biz dondurma ve çikolata gibi yiyeceklerle
ve hatta içeceklerle bu nedenle ilgileniyoruz” dedikleri için mi
reklamlarda, örneğin dondurma ve çikolata yenmiyor, yeniyor.

Anadolu insanı “bırakın şu saçmalığı, Meclis açıldı da ne demek;


Meclis start aldı deyin” dediği için mi haberlerde “start aldı”
denerek halka istediği veriliyor?

Anadolu insanı “biz Türkçe isimli televizyon adı da istemiyoruz,


biz Show, Star, NTV gibi isimler istiyoruz” dediği için mi bu
televizyonların adı bile Türkçe değil?

Anadolu insanı hangi modacının, şarkıcının, sporcunun ve


zenginin nerede kiminle “ne halt ettiğini bilmek” için yanıp
tutuştuğu için mi, bu tür kişilerin nerede kimle ne halt ettikleri
televizyonlarda durmadan yayınlanıyor?

Anadolu halkı, biz İngiliz, Alman ve İtalyan liginde maçları ve


puan durumunu bilmek istiyoruz, onları bilmezsek biz cahil kalırız,
dediği için mi, haberlerde ve programlarda bu ülkenin zamanı bu
tür haberlere ayrılıyor?
RTÜK: izleryici değerlendirme 285

Anadolu insanı hadi istediği için mi TGRT FOX oldu?

Anadolu insanı hayatın tadını insanlarla dayanışma, uyum, sevgi,


anlayış, iyi ve duyarlı günlük ilişkiler içinde yaşayarak çıkarmak
istemediği, onun yerine “hayatın tadııı, Colla Colla” diyerek,
hayatın tadını ve anlamını midesinden geçerek çıkaran basit
hayvanlar olduğu için mi, reklamlarda insanlar hep yeme, içme,
giyinme, gösteriş ve vekaleten-seksten geçerek hayatın tadını
çıkarıyorlar?

Anadolu insanı “biz biraz da İspanyolca öğrenelim” dediği veya


“bizim İspanyol Harlem’indeki sefillerden farkımız yok” diye
ağladığı için mi “Kola Turka” diye bir diğer gazlı ve şekerli su
hayatımıza renk ve tat katmaya geldi?

Anadolu insanı insanlığını yitirmiş hunhar ve cani olduğu, mutsuz,


yoksul, kötü ve perişan olduğu için mi, Avrupa Birliği’ne girilirse
Türkiye’ye demokrasi, insan hakları, refah ve mutluluk geleceği
pompalanıyor bize?

Biz tavuk pişirmeyi bilmiyorduk ve Amerikalılardan dış yardım


istedik, onlar da bizi sıkıntıdan ve dar boğazdan kurtarmak için mi
KFC’yi gönderdi? Televizyonlar da “bizi dar boğazdan kurtarana”
şükran etmek için mi KFC ve benzerlerinin reklamını yapıyor?

Anadolu halkı “biz her Kurban Bayramı’nda hangi kurbanlık


dananın kent sokaklarında dehşet saçtığını görmek istiyoruz”
dediği için mi televizyonlarda her yıl “kaçan dana, kaçan inek,
kaçan öküz” haberleri verilir?

Bizim değerli olan ve övünülecek hiçbir yiyeceğimiz, içeceğimiz,


giyeceğimiz, sanatımız ve insanımız olmadığı için mi, değerimizi,
statümüzü ve insanlığımızı Batının endüstriyel yapılarının çoğu
kötü maddi ve düşünsel ürünlerini transfer etmekten, kullanmaktan
ve tüketmekten geçerek alıyoruz? İyiler yok mu alınacak? Alınan
bazı “iyiler” neden “kuşa çevriliyor”?

Bizim ülkemizde düşünen, yaratıcı olan, sanatı anlayan ve sanat


yapabilecek kapasitede ve yetenekte insan olmadığı için mi,
örneğin TRT logosu yabancılara yaptırılıyor?
286 Toplantı değerlendirme

Halka hizmet veren “özgürlüğün ve serbest girişimin, serbest rekabetin,


halka hizmetin temsilcisi olan demokrasi şampiyonu televizyonlar”, Anadolu
insanının yukarıdaki örneklerde verilen isteklerine göre programlar yaparak
(düşünsel ve ilişkisel çöplük ve pislikleri sunarak) Türkiye’yi çağdaş
enformasyon toplumu ve bilgi toplumu mu yapmaktadır?
Aptallığı, aptalca tüketimi, aptalca ilgileri yücelten ve sürdüren “program”
ve “haber” adı verilen bu çöplükler Anadolu insanının bilişine, dikkatine,
ilgisine Anadolu insanı istediği için mi sunuluyor?
Tv ve reklam endüstrilerinin, izleyicileri pazarda yaşayan kandırılacak ve
yönlendirilecek tüketiciler olarak görme yerine, toplumda yaşayan yurttaş,
vatandaş ve insan olarak görme olasılığı var mı? Yanlışın doğru yapıldığı
yerde, örneğin reklam ve medya dünyasında, bu çok riskli bir seçenektir.
NBC News eski başkanı, Reuven Frank’ın dediğine kulak verelim: Haber,
halkın ilgi duyduğu mu yoksa halkın yararına, çıkarına olan mıdır? “Halka
istediğini verme” işi, uyuşturucu madde satıcısının iddiasıdır. Haber, halkın
duyuncaya kadar ilgilenip ilgilenmediğini bilmediği bir şeydir.2
Bu son cümlenin anlamını ve halka istediğini vermeyi Revlon'ın başkanı
Mitch Epstein oldukça açık bir şekilde şöyle belirtmektedir: Biz liderleriz,
kadının ne isteyeceğine biz karar veririz. Bazen kadınlara sorarız, fakat onlar
bize parlak eye shadow istediklerini söyleyemezler, çünkü böyle bir şeyi
görmemiş ve duymamışlardır. Dolayısıyla, biz yarattık, onlara bildirdik, eye
shadow için arzuyu, isteği, talebi yarattık." 3

Birileri seni bilmek istiyor: İzleyici araştırmaları


“İzleyici araştırmaları” diye endüstriyel çıkarlar için pazar araştırması
yaptığının farkında olmayanlar (bazıları farkında, çünkü bu bazıları iyi para
kazanıyor bu işten) durmadan izleyicilerin neyi, ne kadar, nasıl izlediğini
ölçmektedir. Kimse çıkıp şunları söylemiyor:
Kitle iletişimiyle ilgili sorunların kaynağı izleyiciler değildir.
Siz ne biçim akademisyensiniz? Yaptığınızın ne anlama
geldiğini bilmiyor musunuz? Kitle iletişimiyle ilgili sorunlar

2
Kaynak: Neil Hickey (1998). “Money Lust”, Columbia Journalism Review,
http://backissues.cjrarchives.org/year/98/4/moneylust.asp
3
Kaynak: Erdoğan, İ. Alemdar, K. ve (Open Reality, p. 84)
RTÜK: izleryici değerlendirme 287

kimin neyi ne zaman ve ne kadar izlediği değildir. Kitle


iletişimiyle ilgili sorunlar ürün içeriğinin biçimlendirilmesi ve
biçimlendirmede aranan ve oluşan sonuçlardır; kitle
iletişiminin iş yapış ve üretim biçimidir; kitle iletişiminin ücret
ve üretim politikalarıdır.

Sosyal sorumluluk, özdenetim ve sinsi biliş yönetimi


Kimse “özdenetim denen şey aslında olabilecek en sinsi ve en seviyesiz
sansürdür” demiyor. “Hiç değilse ‘otosansür tek ve en iyi çözümdür’ diye
öğrencilerin bilişlerini kirletmeyin” demiyor. Gazetelerde ve televizyonlarda
üretilen her ürün (her haber ve her program), karmaşık bir otodenetimin
sonucudur. Bu özdenetimin dayandığı ve beslendiği temel ise şirket çıkarıdır.
Özellikle 1980’lerden beri artan bir şekilde gazeteciler ve televizyon
programcıları üzerinde kurulan şirket baskısı ve terörü sonucunda “şirket
sahipliğinin çıkarıyla kendi öznel çıkarını birleştirmek zorunda kalan veya
bunu pragmatik olarak gören bir medya profesyonelliği gelişti. Dolayısıyla,
televizyon ve gazetelerin içeriğini üretenlerin kaygısı sosyal sorumluluk
değildir ve olamaz; toplum faydasına yönelik bir sorumluluk ancak öznel
çıkarlara ve bu çıkarların örtüştüğü genel politikalara uygunsa olabilir. Bu
pratikte, temel sorumluluk şirket çıkarı üzerine inşa edilir. Merkezde şirket
vardır ve her şey şirketin etrafında konumlandırılır ve şirket çıkarına göre
anlamlandırılır. Gazeteci veya programcı bunu yapmazsa işinden olur.
Özlüce, “özdenetim” denen şirket sansürü daima vardı zaten. Özdenetim
denen sansür (ve üretim yapanları şirket çıkarını her şeyin merkezine alan bir
profesyonelliğe zorlayan terör) nedir? Özdenetim bitmiş-ürünü ortaya çıkaran
iş yapış biçiminin bütünleşik bir parçasıdır. Her ürün (her haber ve her
program) özdenetimin sonucudur. Yani, elimize alıp okuduğumuz bir
gazetenin veya seyrettiğimiz bir televizyon programının “ne ve nasıl olduğu”
nasıl bir özdenetimin egemen olduğunu anlatır. Dolayısıyla, gazetelerin ve
televizyonların günümüzdeki egemen karakterinin nedeni, özdenetimin
karakterinden dolayıdır. Yani, sorun, kurtarıcı olarak yüceltilen
otodenetimdir. Özdenetim kurtarıcı değildir. Hunhar bir sansürdür. Çözüm
ise, sorumluluğu şirkete karşı değil, insana ve insanlığa karşı olan bağımsız ve
özgür gazetecilerin ve programcıların oluşmasını sağlayan bir otodenetim
koşulunun oluşturulmasıdır. Ne yazık ki, dünya “meli ve malı” ile gelen
“önerilerle, umutlarla, beklentilerle” yönetilmemektedir. Aksine, güç ve güç
uygulamalarıyla yönetilmektedir. Bu yönetim için yoğun “düşünsel açıklayıcı
288 Toplantı değerlendirme

ağlar” kurulur ve çalıştırılır. Örneğin, öznel çıkarlarına uygun olarak her an ve


her gün her tür üretim ve dağıtımda endüstrilerin uyguladıkları yoğun
engelleyici sansürler “serbest rekabet” diye yüceltilir ve korunur. Medya
çalışanları üzerinde günlük pratikle ve yaratılmış iş koşullarıyla kurulan
baskılarla oluşturulan sansür “otosansür” olarak isimlendirilir. Serbest kölenin
efendisinin çıkarlarına uygun olarak davranması ve ürün biçimlendirmesi
anlamına gelen bu ototsansür dehşet verici insanlık dramı olarak nitelenme
yerine, post-modern demokrasinin arzulanan değerli bir özelliği olarak
sunulur. Düşünsel ve materyal yoksun ve yoksul bırakma (sansür) üzerine
kurulu endüstriler, kendi tehlikeli ürünlerine karşı toplumun şimdisini ve
geleceğini koruyan haklı ve doğru politikaları daima özgürlüklerine karşı
sansür olarak nitelemişlerdir ve nitelemeye devam edeceklerdir.

Cehaletin-bilgiçlik taslaması: İzleyicileri eğitelim


Toplantıda, “medyanın halka istediğini verdiğini” söyleyenler ve “izleyici
araştırmaları” yapanlar, kitle iletişimiyle ilgili soruna çözüm olarak “halkı
eğitmekten başka” bir çözüm olmadığını ileri sürdüler. “Bilinçli izleyiciler
bilinçli tercihler yapacaklar”.
Bu çözüm, kurnazca işlenmiş bilgiçlik taslamaktan başka bir şey değildir.
Bu çözümle gelenler izleyicilere (ve kendilerine, çünkü onlar da izliyor ve
gazete okuyorlar) şöyle diyor: Sen, kendinin ve çocuğunun neyi seyredip neyi
seyretmeyeceğine, neyi okuyup neyi okumayacağına doğru karar
veremeyecek kadar eblehsen, yazık sana. Medyayı suçlamayı bırak. Bilinçli
izleyici ve okuyucu ol. Biz senin “izle veya bizim gazeteyi oku” diye boğazını
sıkmıyoruz. Sevmiyorsan, izlemezsin, okumazsın.
Ben de diyorum ki: Yoruldum, vakit geçireyim diye televizyon seyretmek
istiyorum. Ben bilinçli bir izleyiciyim (bilinçsiz olan var mı?). Bir kanalı
açıyorum, çöplük. Diğerini açıyorum, çöplük. Hepsi çöplükle dolu. Ben bu
çöplük yığınlarından birine takılıyor ve izliyorum. Ben bilinçli ve bilgili
izleyici olsam veya olmasam ne fark eder, eğer televizyonlardaki ve
gazetelerdeki hemen her şey (birkaç istisna dışında) çöplük ve pislikle
doluysa? 4

4
Bu “çöplük” olarak nitelediklerimin hepsi de, aslında, geniş kitleleri yönetmede çok
işlevsel olan “bilinç ve davranış yönetimi” araçlarıdır. Bu “çöplük” dediklerim,
aslında yöneten güçler için çok değerlidir. Enformasyon, bilgi, haber, eğlence, eğitim,
RTÜK: izleryici değerlendirme 289

Dolayısıyla, sorun eğitimsiz izleyicide ve eğitimsiz okuyucuda mı yoksa


öznel amaçlarla çöplük üreten çok eğitimlilerde mi? Kimin eğitilmesi gerekir:
İzleyicinin mi yoksa bu çöplüğü üretenlerin mi? Neyin değiştirilmesi gerekir:
izleyicinin izleme alışkanlıklarının ve tercihlerinin mi yoksa üretenlerin
üretim tercihlerinin ve üretim alışkanlıklarının mı? Birilerinin öznel
çıkarlarını gerçekleştirmede oldukça işlevsel olan bilişsel ve davranışsal
çöplük işleyen tür ve içerik üretiminin durdurulması asıl çözümdür. Böyle tür
egemenlikte bir dergi editörünün önünde ne tür seçenekler olabilir ki?

Akılsızlar için: Akıllı İşaretler 5


“Medyanın halka istediğini verdiği” uydurusuyla gelenlerin, “izleyici
araştırmaları” diye pazar araştırması yapanların, kitle iletişimiyle ilgili soruna
çözüm olarak “halkı eğitmekten başka yol olmadığını” söyleyenlerin
yazılarında ve konuşmalarında promosyonunu yaptığı bir diğer çözüm de
televizyondaki “akıllı işaretlerdir.” Akıllı işaretlere “içerik reytingi” sistemi
denir. İçerik reytingiyle, kurnazca televizyon içeriğiyle gelen modernlik ve
çağdaşlık taslayan çöplük ve pislikleri sadece şiddet, açık-seçiklik ve uygun
olmayan dil kullanımına indirgenir. Kitle iletişim araçları kendi başlarına
hareket eden, bağımsızlığına sahip "özneler" olarak sunulur. Böyle
kullanılınca, kitle iletişim araçlarının görev nitelikleri bu araçların
kendileriyle sınırlanır ve "kahraman" ya da "kötü adam" bu araçlar olur. Bu,
aynı zamanda, egemen güçlerin ve sözcülerinin, ahlakçı maskesi ardında
gizlenerek, radyo, televizyon ve basının “aşağılık, terbiyesiz, bayağı,
saldırgan ve müstehcen” içeriği, ve “zararlı, kötü ve rahatsız edici” etkisi
hakkında eleştiri yapma hakkını da getirir: Bu ikiyüzlü eleştiri sonunda
izleyiciyi (okuyucuyu) bu tür içeriği istediği ve izlediği için suçlu bulur. Asıl
“yapan” aklanır.

moda gibi isimlerle sunulan bu işlevsel çöplükle, kitleler siyasal ve ekonomik


çıkarlara uygun olarak hazırlanır, beslenir, yönetilir ve yönlendirilir.
5
İşaret akıllı olmaz. İşaret akıl taşımaz. “Akıllı işaret” diyenlerin demekden dedikleri
şu: hey, izleyiciler, bakın, siz o kadar akılsızsınız ki, neyi seyredeceğinizi ve neyi
sweyretmeyeceğinizi bile bilmiyorsunuz. Biz, siz akılsızlar için “akıllı işaretler
verdik. Onlar bile sizden akıllı, size önceden akıl verecek; siz de akılsız olduğunuz
için, dinlemeyeceksiniz. Akıllı işaretleri siz akılsızlara, hem sizi suçlamak hem de o
programın promosyonunu yapmak için hazırladık.
290 Toplantı değerlendirme

Aslında sorun türlerin içeriğinin ne amaçlara hizmet etmek için nasıl


doldurulduğudur (örneğin sabah kadın programları) ve bu türlerin içeriğinin
(örneğin haberlerin dedikoduyla ve düşmanlıkla doldurulması, yoğun bir
şekilde aptalca tüketim ve bu tüketimi destekleyen anlayışın ve değerlerin
pompalanması, insanca dayanışmayı ve anlayışı ortadan kaldıran değerlerin
işlenmesi gibi). İçerik reytingi, medya ve reklam endüstrilerinin kendi çıkarını
Türkiye’de “akıllı işaretler” ile koruma ve geliştirme biçimidir. Böylece,
sözde, içerik hakkında bilgi vererek, aileler kontrollü tv izleyecekler. Bunun
olmayacağını bunu yapanlar çok iyi bilirler. Tam aksine, içerik reytinginin bir
promosyon işlevi gördüğünü de çok iyi bilirler. Akıllı işaretlerin insanları
engellemeyeceğini, tam aksine akıllı bir şekilde yönlendireceğini de bilirler.
Akıllı işaret denen "biliş igfal oyunu" Anadolu insanına hakarettir; kurnazca
konmuş promosyon aletidir; izleyiciyi aşağılama ve suçlamadır:

Eğer akıllı işaretler denen içerik reyting sistemi gerekiyorsa,


televizyon ve reklam endüstrileri, bu reyting sistemini kendi
üretiminde uygulayarak, çöplük ve pisliği üretmeyi durdurmalıdır.
Eğer sigara öldürüyorsa, çözüm sigaranın üzerine "sigara öldürür"
yazmak değil, sigarayı üretmemektir. Tv ekranının üzerine akıllı
işaretler denen kurnazlığı koymakla, serbest pazar edepsizce reklam
yapmakta ve kendini sorumluluktan arındırmaktadır, kendini
aklamaktadır. Çözüm: Çöplüğü üretmeyin.

Bilmek ve bilmemek
Toplantıda “çözüm ne?” denildi ve yanıt olarak da “izleyicilerin eğitimi”
verildi. Benım yanıtım, “çözüm üretilen çöplükleri üretmeyin” oldu. “Bu
çözümü biliyorlar mı? Medyada bu üretimi yapanlar çok yaratıcı insanlar.
Çözümü çok iyi biliyorlar, ama yapmıyorlar, yapmazlar, yapamazlar.”
Bilmemek, aptallaştırılmış olmak, yanlış olmak, yanlış bilmek veya yanlış
yapmak asla suç değildir. İnsanın insan olma özelliği yaptıkları, bildikleri,
düşündükleri üzerinde düşüncesini yansıtabilmesidir. İşte bu yansıtabilme
nedeniyle ki insan tarihi, toplumu, savaşı ve barışı, iyiliği ve kötülüğü, özlüce
insanlık durumunu yaratır, sürdürür ve değiştirir. Aşağıdaki örnekteki kadın
“gerizekalılaştırma” ve “tehlikeli bilgiç cahiller yaratma sürecinin” ne
olduğunu ve düşünen insanın bundan kurtuluşuna bir örnektir:
Şili’de fakirlik, pislik, çamur, işsizlik, sefalet, hastalık ve çaresizlik
içindeki gecekondu semtlerinden biri. Sel gelmiş ve selden sonra üniversite
RTÜK: izleryici değerlendirme 291

öğrencileri ve öğretmenler bu felakete uğramış zavallılara yardım ediyor. Bu


arada bu insanlarla konuşuyorlar. Ariel Dorfman kadın-aşk-romanlarının, tv
dizilerinin, gençlerin okuduğu dergilerin, aşk şarkılarının, foto-romanların,
kovboy filmlerinin onların sağlığı ve geleceği için zararlı olduğu hakkında
konuşurken, gecekondu kadınlarından biri şefkatli bir şekilde: "Bunu bize
yapma, arkadaşım; Benim düşlerimi benden alma" diye serzenişte bulunuyor.
Ne Ariel Dorfman kadını ne de kadın Ariel Dorfman'ı ikna edebiliyor. Kadın
düşler istiyordu, çünkü düşlere ihtiyacı vardı. Dorfman ise kendinin bile
tümüyle atamadığı bu düşleri teşhir etmek istiyordu. Şili'de ve Şili gibi
ülkelerde, Dorfman’ın belirttiği gibi "biz silahlarımızı, makinelerimizi, banka
tekniklerimizi, çevre-yollarımızı, teknolojimizi ithal ettik. Aynı zamanda,
popüler kültürümüzün çoğunu da ithal ettik. Fakat bunlar önümdeki bu kadın
için çok az önemliydi. Kadın hayatta kalmak için bu illüzyonlara gerek
duyuyordu... Birkaç ay sonra...Salvador Allende Şili’nin başkanı seçildi...
Birkaç yıl sonra, aynı semte gittim...Şans eseri, o kadınla karşılaştım tekrar.
Ben onu hatırlamadım. Fakat o beni tanıdı. Bana geldi ve haklı olduğumu,
artık çöplük okumadığını söyledi: "Şimdi, arkadaş, gerçeği düşlüyoruz.”6
İnsan olmak kendisi kadar diğer insanların da (ötekilerin de) insan olduğunu
vicdanında hissetmektir (bilmek yetmez). İnsan olmak gerçeği düşletmek ve
gerçeği düşlemeye başlamaktır. Ama en yüksek seviyedeki alçalmışlığın
egemen olduğu 21 yüzyılda, bunları söylediğinizde, bu yüksek seviyedeki
alçalmışlığın “popülist söylem yapma” diyen baskısıyla karşılaşırsın. Popülist
söylemlerle insanları uzun yıllardır kandıran sahtekarlar böylece, doğruyu
söylemeyi, düşünmeyi ve söyleyeni sustururlar.

İzleyici araştırması yapanlar “nesnel” ve eleştirenler ise “önyargılı”


Sosyal bilimlerde nesnellik genellikle çoğunluk tarafından benimsenen
egemen bir yönelimin tanımladığı öznelliktir (inter-subjectivity). Bu egemen
yönelim, aynı zamanda, bilim ve bilimi yönlendiren ve kullanan azınlıkta olan
güçlü çevrelerin çıkarının da bir ifadesidir. Bu nesnelleştirilmiş öznellik,
mekaniksel ve standartlaşmış kuralların ve öznel çıkarların karşılıklı olarak
birbirini desteklemesiyle sürdürülür. Gouldner’ın duyarlı bir şekilde belirttiği

6
Aktaran Erdoğan, İ. ve Alemdar, K. (2005) Kültür ve İletişim. Erk: 2005.
292 Toplantı değerlendirme

gibi7 “nesnellik insanların sevme kapasitesi kötürümleştiği zaman kendilerine


sundukları tesellidir. Nesnellik yansızlık değil, kendinden ve toplumdan
yabancılaşmadır. Nesnellik kişinin sevmediği fakat karşı gelmediği bir dünya
ile anlaşması, barış yapmasıdır. Nesnellik kişi statükodan koptuğu, fakat
statükonun eleştiricileriyle özdeştirilmekten çekindiği zaman ve anlamlı
alternatifler kadar toplumsal gerçeklerden ayrıldığı zaman yükselir. Nesnellik
“iç dünyaya kaçıp sığınmanın zayıflığını”, “ilgisizliğin prensipleştirilmiş
üstünlüğüne" dönüştürür.8 Nesnellik yabancılaşmış ve siyasal bakımdan
yersiz yurtsuz olanların ideolojisidir. Fakat bu nesnel kişiler orta sınıftır ve

7
Gouldner, A.W. (1970: 103), The coming crisis of Western sociology. NY: Basic.
8
Bu nedenle ki, örneğin, bilimsel dilde, hırsıza ve sahtekara, hırsız ve sahtekar
diyemezsin, çünkü bu kavramları bilimde kullanamazsın; bu kavramlar “bilimsel dil
değil” denerek kullanılmaz, kullanan da yerilir. “Değer yargısızlık” diye getirilen bir
bilimsel yapının bir kısmına “aşağılık, sahtekar, geri-zekalı” diyemezsin, dersen
bilimsel olmazsın. Bilimin “nesnel dilini” kullanmalısın. Bilim bu tür değer yargılı
kavramları kullanmaz, çünkü kullanırsa, bilim yapanların bir kısmının “ne mal
olduğu” da ortaya çıkabilir. Bilimin en önde gelen amacı belirsizlikleri ortadan
kaldırmaktır. Belirsizliği ortadan kaldırmak, aynı zamanda, dil denen “ortak şifreler
sistemini” kullanmaktır. Bilimin dili ile toplumun dili ayrı, farklı iki şey değildir.
Bilimin kullandığı kavramlar ve sunduğu anlatılar, belirsizliği ortadan kaldırma
yerine, daha çok belirsizlik yaratırsa, bilim amacına ulaşmaz. Elbette bilimin
kullandığı kodların bazılarını, bu kodlar “sınırlı kodlar” olduğu için herkesin
anlayacağı beklenmez. Bu normaldir. Fakat bunun anlamı, sosyal bilimin dili ile
halkın dilinin veya gündelik dilin ayrı iki dil olduğu, dolayısıyla, bilim adamının
gündelik dili kullanamayacağı, kullanmaması gerektiği anlamına değildir. Örneğin,
geri-zekalılık bir biyolojik “durumu anlatır ve buna kibar olarak “zihinsel özürlü”
olma denir. Her iki kod da kullanılabilir. Geri-zekalılık, aynı zamanda, işlenmiş
bilişlerle ve bu bilişlere insanın aktif olarak katılmasıyla yaratılan bir “bilişsel
durumu” anlatır. Dolayısıyla, moda, soda, içecek, reklam ve medya endüstrileriyle ve
“özel dersane eğitimiyle” bilişleri ergenlık çağında dondurulmuşlardan bazılarının
“izleyici araştırmaları yapmayı, izleyicinin ne istediğini bilme” sanmaları normaldir.
Bu “normal” duruma “gerizekalılık” ve bu “normal” durumu “izleyiciye istediğini
veriyoruz, bir programın kalmasını ve gitmesini, reyting yoluyla sağlayan
izleyicilerdir” diyerek bilgiçlik taslayana da “geri zekalı” demek, hakaret değildir, bir
“bilişsel durumu” herkesin anlayacağı bir ortak şifreyle açıklamak demektir. Ama,
kendinin olmayan duyarlılıklarla doldurulmuş ve bu duyarlılıkları kendinin
duyarlılıkları sananlar, “geri-zkealı” kavramını duyduklarında, bu duyarlılıkları
harekete geçer ve “geri-zekalıllık” kavramını “hakaret” olarak nitelerler. Bir gerçeği
ortadan kaldırmanın bir yolu da, onu “önyargı” veya “bilimsel dil” değil” diye
niteleyerek, yanlış saymaktır. Yanlışın doğrunun yerini aldığı yerde, doğrunun yanlış
olarak nitelenmesi kaçınılmazdır. (Elbette, “gerizekalı” kavramı “hakaret amaçlı”
olarak da kullanılabilr. “Akıllı” kavramının da hakaret olarak kullanılabildiği gibi).
RTÜK: izleryici değerlendirme 293

toplumsal statükonun sınırları içinde iş görürler.” Gouldner’ın tanımladığı bu


“nesnellik taslayan insan” günümüzde post-modernleşmiş ve küreselleşmiştir:
Artık neo-liberal egemenlik altında materyal çıkar peşinde koşan ve küresel
pazarla bütünleşmiştir. Kaygısı, yabancılaşma veya sistemle barışık olmama
değil, tam aksine sistemle bütünleşme yarışında maksimum öznel çıkar
sağlamadır. Bu gruba, muhtemelen, İstanbul akademisyenlerinin önemli bir
kısmı, ve Ankara, Eskişehir ve İzmir’deki akademisyenlerin de “becerikli bir
azınlığı” ve bazı “umutla” çabalayanları dahildir. Taşra diye küçümsenen
üniversitelerdeki durumun nasıl olduğunun ise, ciddi ve dürüst bir şekilde
araştırılması gerekir.
Düşündüklerimizi neden öyle düşündüğümüzü ve yaptıklarımızı neden
öyle yaptığımızı hiç düşündük mü ciddi bir şekilde? Düşünelim biraz, çünkü
bulduklarımız bizi şaşırtacaktır büyük olasılıkla.

You might also like