You are on page 1of 16

1

Bertaraf olacağım…
Prof. Dr. Ali Demirsoy, Hacettepe Üniversitesi

Tarihten ders almayanlar

17.08.2010 tarihinde Başbakanımız Tayyip Erdoğan, Çorum’da


yaptığı konuşmada “Ey hayırcılar, ey evet demek için girişim
yapmayanlar; yarın tarafsızlığınızın ya da karşı koymanızın bedelini
ödeyeceksiniz; biz de o zaman sizin yanınızda olmayacağız; bitaraf
olan bertaraf olur” diyerek TUSİAD, sendikalar ve Türkiye’nin önemli
kuruluşlarını tartışmanın içine çektiği gibi, bir devlet adamı kimliğiyle, bir
referandumda oyların rengini belirtmede devlet gücünü tehdit olarak
kullanmaya başlamıştır.

Adnan Menderes’i ipe götüren en önemli nedenlerden biri kurmuş


olduğu “Vatan Cephesi” olarak bilinen zırvadır. Radyolarda her
haberden sonra Vatan Cephesine girenler isim isim sayılıyor; sadece
Vatan Cephesine kayıt olanlara zor bulunan gazyağı, pil ya da araba
lastiği veriliyordu. Türk vatandaşlarının siyasi görüşü nedeniyle ciddi
şekilde bölünmesi ve siyasi görüşlerin kan davasına dönüştürülmesi
“Vatan Cephesi” ile başlamıştır. Ne yazık ki bugün bu mantık Evet-Hayır
cephesine dönüşmüş görünmektedir. Ne çabuk unuttuk… Geçmişi
sadece sonuçlarıyla değil, nedenleriyle anımsamak ve anlatmak bu
ülkeye hizmet olacaktır… “Bitaraf olan bertaraf olur. Yarın geldiğinizde
bizi yanınızda bulamayacaksınız” tehditleri ne anlama geliyor? Vatan
Cephesine girmez isen o devrin en zor bulunan gazyağını alamazsın
tehdidinden çok daha ağır bir tehdit olarak görülüyor.
2

Rahibe tartışması – utanç verici bir tablo

2010 Anayasa Referandumu için yapılan konuşmaların içeriği yeni


kurulmuş ilkel bir ülke için bile utanç vericidir. Bunlardan en ilgi çekici
olanı, doğru ya da yanlış yapılmış olmasını bir tarafa bırakırsak,
İstanbul’da Avcılar Belediyesi tarafından asılmış olan bir afişteki şu yazı
olmuştur: Eğer evet oyu verirseniz, kadınlarımız rahibeler gibi
giyinecektir. Bu sözcük üzerine kızılca kıyamet koptu. İktidar, nasıl bu
örtünmeyi rahibelerinkine benzetirsiniz diye ağzına geleni meydanlarda
savurmaya başladı. CHP, süklüm püklüm, çok büyük bir gaf yapmış
gibi, özür dilemeye kalkıştı ve belediye başkanı hakkında soruşturma
açacağını belirtti. Hiç kimse kalkıp da şu soruyu sormaya yeltenmedi.

1. Bu örtü rahibelerinkine benzemiyor da kimlerin örtüsüne benziyor;


söyler misiniz?
Bakınız:

http://www.richardpettinger.com/blog/archive/2007/01/25/nuns_story_dvd

http://ekonomistler.blogcu.com/turban-ve-esarp-baglama-sekilleri/8634037

2. Dini nedenlerle örtünmenin simgesi rahibelerdir.1 Şu anda İslam


dünyasında ya da diğer dinlerin birçok kesiminde kadınların –aynı
makastan çıkmış gibi- örtünmesi de bu nedene dayanmaktadır.
Yüzlerce belge ve şekil bunun böyle olduğunu gösteriyor. Geçmiş
kültürlerin sergilendiği çok sayıdaki müzelerimizin birine bir defa
uğramış olsaydılar böyle bir yanılgıya düşmezdiler. Tarih bize bu tip
örtünmenin semavi dinlerden bile çok eskilere dayanan simgesel bir
biçimi olduğunu söylüyor.

1
Şehvet nazarı ile kadınlara bakmanın aynen zina olduğunu Îsâ Aleyhisselâm bildirmiş iken,
Hıristiyanlar kadınlarını örtmemişlerdir. Bugün ellerde dolaşan İnciller Hıristiyan kadınların
örtünmelerini emretmektedir. Bunun içindir ki, bütün kiliselerde, manastırlarda vazifeli olan kızlar,
rahibeler, Müslüman kadınları gibi örtünmektedirler. (Harputlu İshak Efendi): Dini terimler:
http://sozluk.ihya.org/dini-terimler/rahibe.html
3

3. Kaldı ki bizim de kutsal saydığımız semavi dinlerin –saygın dini


görevlisi olarak bilinen- örtülü kadınlarına rahibe denir ve kutsal
sayılır. Giyimini örnek aldığımız bu kadınlara benzetilmeyi neden
hakaret olarak algıladığımızı anlayan varsa öne gelsin. Tanrının
buyruklarını harfiyen yerine getiren kadınlara rahibe denir. Biz de
kadınlarımızdan zaten bunu istiyoruz. Bu nedenle örtünmelerini
öneriyoruz. Kaldı ki, rahibelerin giyimini –aşağılayarak-
yadırgayanların, güya girmeye çalıştığımız Avrupa birliğindeki halkın
çoğunun türbanlıları yadırgamasına göstereceği tepkiye kim
inanacaktır? Kaldı ki rahibeler ortalıkta dolaşmaz; siyasi girişimlerin
kuklaları olmazlar; kendilerini kutsal işlere adamışlardır.

2010.09.08 tarihinde AKP başkan yardımcısı ve meclisin kıdemli


milletvekili Bülent Arınç, anayasa referandum propaganda
konuşmasında, “CHP kadınlarımızı rahibelere benzetmekle onlara
tecavüz etmişlerdir” diyerek, her dinde kutsal sayılan rahibelere
tarihin en iğrenç hakaretini yapmış bulunmaktadır; sanki rahibeleri
tecavüz edilmiş kadınlarmış gibi göstererek (galiba başbakan
yardımcımız, rahibelerin çoğunun bakire olma gibi bir yükümlülüğünü
görmemezlikten gelerek).

Bu zevat, “batıdaki her erkek yasal eşine ek olarak doğudan bir


kadın almalıdır” diyen yandaşını ise suskunlukla belki de hayranlıkla
izlemiştir. Doğudaki kadınlar, satılık, yedek parça olarak kullanılacak,
pazardan alınabilecek adi bir mal mıdır sorusunu ne yazık ki kimse
sormadı. Korkarım ki, bu hakaretin objesi kadınlar, kendilerine bu
kadar ağır hakaretlerde bulunmuş –ve bu kadar zaman geçmesine
karşın bu fikri ileri sürene karşı hiçbir ceza uygulamamış- bir partinin
4

suyundan giderek “Evet” oyu kullanacaklar… Bu nedenle demokrasi


erdemli, bilgili, bilinçli insanların rejimidir diyoruz…

Referandum ile gündeme gelen Dersim Hareketi – Bilgisizliğin


tescili-

Hırs bitmiyor, 16.08 2010 tarihinde, yine Tayyip Erdoğan, vergi


vermediler diye CHP (başka parti olmadığı için o günün Türkiye
Cumhuriyeti’ni kast ederek) ve onun başkanı İsmet İnönü (sayını
olmadan), Dersimde masum insanları bombalatarak katletmiştir gibi ağır
bir açıklamada da bulundu. Neresinden bakarsanız bakın bir hükümet
için utanç verici bir durum… Çünkü:

Dersimin bombalandığı 1937 tarihinde Cumhurbaşkanı Türkiye


Cumhuriyeti’nin kurucusu Gazi Mustafa Kemal, başbakanı da bugünkü
sağ-gerici akımları kuluçkaya koyan hükümetlerin cumhurbaşkanı Celal
Bayar’dır. Yani bir anlamda AKP’nin de dedesidir, hamisidir…

Vergi vermediler onun için bombaladılar demesi de bir devlet


adamı için utanç vericidir; çünkü cehaletin en karasını sergilemektedir.
İngiliz ve Fransız arşivleri açıldı; durum aydınlandı. Devletimizin yetkili
yerlerindeki görevliler, rektörlerin, generallerin, yargıçların, yazarların,
bilim adamlarının telefonlarını dinleteceğine, tarihindeki temellerine
dinamit koyanları tanıması beklenilmez mi?

İngiliz, Fransa ve Türk arşivleri tarafsız ve bilimsel olarak


incelendiğinde Dersim Olayının nedenini anlamak mümkün olacaktır:
İngilizler Nusaybin, Siirt ve Hakkâri yöresinde bulunan Nasturi (bazen
Asuriler, Doğu Kilisesi, Doğu Süryanileri olarak da bilinir) ve daha sonra
Papanın zorlaması ile yine Hıristiyan olan Keldanileri (Nasturiler ve
5

Keldaniler bugün Katolik mezhebine bağlıdır) bahane ederek nüfusunun


neredeyse yarısı Nasturi ve Keladeni olan Hakkâri’yi Irak’a bağlama
üzere (o zaman Irak, İngilizlerin sömürgesiydi) talepte bulununca,
Kerkük’ü ve Musul’u Misak-i Milli sınırlarımız içinde sayan Atatürk’ün bu
bölgeye askeri hareket yapma kararlılığını anladı ve böylece bugün
terörizm altında hortlatıldığı gibi, geçmişte de Şeyh Sait İsyanını
başlattılar. Böylece gücünü Dersim İsyanına yoğunlaştıran Türkiye,
Musul ve Kerkük hareketini rafa kaldırmak durumunda kaldı; öyle de
kaldı. Bu gelişmenin sonunda Keldanilerin merkezi Diyarbakırken, önce
Musul’a daha sonra da Bağdat’a taşındı.

Daha sonra Hatay’ın Suriye’ye mi yoksa Türkiye’ye mi bağlanma


oylaması gündeme gelince, Fransa ve Suriye başta olmak üzere
batılıların onlarca isyanı kışkırttıkları gibi, o gün de yerli işbirlikçileri
kışkırtarak Dersim İsyanını çıkarttılar. Türkiye Musul ve Kerkük’teki gibi
bir daha böyle bir çıkmaza düşmeyi göze alamadı. Atatürk ve Celal
Bayar Fransa ve İngilizlerin bu oyununu yutmadılar; gerekli önlemleri
zamanında aldılar.

Diyelim ki yabancılar kışkırtmadı; isyancı Seyit Rıza’nın talimatıyla


askeri birliklere saldırılarak çok sayıda insan öldürüldü ve vergi
vermeyeceklerini, askerlik yapmayacaklarını ilan ettiler. Böyle bir
hareketin tanımı her dilde isyandır. O zamanın yöneticileri, daha sonraki
gafiller gibi (1984’den bu yana olduğu gibi), birkaç çapulcu diyerek
hafife almadılar ya da sınır kapılarında bu işbirlikçileri davul zurnayla
karşılamadılar. Böylece neredeyse 50.000 yaklaşan insanın ölümüne
neden olmadılar. Ne yazık ki bu sefer İngiliz-Fransa Oyununun değil, bu
olayı çarpıtarak faturayı başkalarının üzerine yıkmaya çalışan Neo-
işbirlikçilerin tuzağına düşmek üzereyiz…
6

Kişi bilgisiz ve bilinçsiz olabilir. Ancak devlet, bu bağlamda devlet


adamları, tarihimizin geçmişindeki eylemler için bilgisiz ve bilinçsiz
olamaz; çünkü bir devletin yıllarca birikmiş istihbaratı, arşivi; olayları
günü gününe izleyen ilgili kurumları, gizli ve açık anlaşmalara ulaşma
yetkisi, yetkili danışmanları vardır. Buna karşın bir devlet adamı çıkıp da
doğru olmayan açıklamalarda bulunuyorsa ya kendine söylenenleri
anlamamıştır ya çevresine aptalları seçmiştir ya da seçtiği insanların
gizli bir amacı vardır ya da bu açıklamayı yapanların kısa vadeli
çıkarları vardır ya da bu düzeni yıkmak için ve elde edilenleri silip
süpürmek için gizli bir hedefleri vardır. Çünkü neresinden bakarsanız
bakınız yabancıların kışkırtmasını görmezden gelerek devletimizin önde
gelenlerinin suçlanması yenilir yutulur bir açıklama değildir…

Böyle bir açıklamaya tepkinin uygar bir ülkede olağan üstü


sertlikte olması beklenirken, bu ülkede birkaç politikacının –şeflerini
koruma güdüsüyle- haricinde cılız bir ses bile çıkmamıştır. En azından
üniversitelerimizin Tarihçi kadrosundan ya da İnkılâp Tarihçisi
kadrosundan maaş alan, güya unvanlı bilim adamlarınca açıklama
yapılması beklenirdi. Onlar da yaz aylarında kış uykusundalar....

Halkın önemli bir kısmı da tepki göstermemiştir. Çünkü üniversite


bitirenler bile bu gün Dersim’in yerini harita üzerinde gösteremediği gibi,
Dersim ile Tunceli (Hozat) arasındaki ilişki konusunda tek bir kelime bile
söyleyecek durumda değillerdir. Dersim olayları ile küresel sömürgecilik
arasındaki derin ilişkiyi ve bağlantıyı ise, bugün dolaylı bir şekilde
devamını acı bir şekilde yaşadığımız, her gün bir ya da birçok vatan
evladını toprağa verdiğimiz Hakkâri İlindeki olayların bir terör olayı mı,
yoksa bu isyanların rövanşı ile ilgili olup olmadığını, Hatay’ın Türkiye’ye
7

bağlanması ile ilgili olup olmadığını, devletin en başındaki yetkililerin


bile bilemediği bir ülkede bulunmanın utancını yaşıyoruz.

Bir ülkenin yöneticileri tarihinin önemli olayları yerine, karşı


partinin sülalesindeki kişilerin dinlerini, mezheplerini, ırklarını, hatta
boylarını postlarını araştırmaya daha çok zaman ayırmaya ve onu
uluorta konuşmaya başlamışsa o ülkenin başında karabulutlar
toplanmaya başlamış demektir.

Ekonomik bazı rakamları gündeme getirerek kalkınıyoruz


görüntüsü verme, yine tarihi birçok olayı bilmiyoruz demektir. Tarihte,
zenginleşen; ancak ahlak değerlerini ve adalet duygusunu yitiren birçok
toplumun ve devletin, zenginliğinin altından kaldığını biliyoruz. Ticareti
ve adaleti, kendi güdümüne göre yönlendiren ve yandaşlarına peşkeş
çeken tarihteki her ülkenin (Roma’nın, Bizans’ın Osmanlı’nın…) çöküşü
gibi bir çöküşü görmek istemiyoruz…

Akıllı olma, birçok olayın iç içe yaşandığı durumlarda doğru ile


yanlış birbirinden ayırma yetisidir.

Hiçbir zaman benimsemediğim 1982 Anayasası halkın oylarının


%92’ü ile kabul edildi (Aziz Nesin bunu farklı bir şekilde yorumlamıştı).
Kaldı ki o günlerde bugünkü gibi her düzeyde insanın ve makamın
dinlenmesi için teknolojik bir olanak olmadığı için, anayasanın kabulü
için gizli bir tehdit de söz konusu değildi. Eğer halkın kararına saygı
duyuluyorsa, 2010 tarihinde değiştirilecek anayasa maddelerinin
oylamasında evet oylarının toplamının %92’nin üzerine çıkması
durumunda halkın iradesi tecelli edecek demektir. Aksi takdirde 1982
anayasasına oy kullananlara saygısızlık yapılmış olacaktır –Eğer çıkan
oylar iradeyi temsil ediyorsa-.
8

Daha da komik olanı, şu anda 1982 anayasasına sahip çıkan hiç


kimsenin olmamasıdır. AKP yöneticileri sürekli halkın en az %48’nin
oylarını almakla övünüyor. CHP ve MHP 1982 anayasasına sıcak
bakmıyor. Adama sormazlar mı, pekâlâ, 1982 anayasası %92 oy ile
kabul edilmiş ise, bu oylar nereden gelmiş diye? Uzaylılar oy kullandı da
bizim haberimiz olmadı mı? Senin %48 oya sahibim diye övündüğün
insanlar, o gün de o faşist-gerici unsurları içinde barındıran anayasanın
destekleyicisiydiler. Hangi halkın iradesinden bahsediyoruz? 1982
anayasası çıktığında –göstermelik ve yanlı olsa da- gericilik ve
bölücülük cezalandırılıyordu. Acaba henüz 30 yıl geçmeden değiştirilen
anayasanın yeni versiyonu, gerici ve bölücü kesime yeni olanaklar
sağlayacağı umudunu doğurduğu için mi kabul görecektir. Hamasi
söylemlerle yönlendirilen kamuoyunun kararı, ulusal iradeyi değil, olsa
olsa kısa vadeli çıkarları ve dogmanın sırtının sıvazlanmasını getirir…

Temel bilimlerde birçok kavram vardır; bir kuram beklenilen her


şeyi karşılar; ancak bir şeyi karşılamaz; o karşılamadığı şey de doğanın
işleyişine ya da fiziki kurallara ters olan bir şey ise, kuramın tümünün
çöpe atılmasına neden olur. Örneğin dünyanın güneşten kopması ile
oluşması yaklaşımı, şu andaki her sorumuza yanıt verebilecek
niteliktedir; ancak fiziğin bir kuralına “açısal momentum”un korunma
yasasına ters düştüğü için, aklı başında hiçbir bilim adamı tarafından
kabul edilemez.

12 Eylülde oylanacak anayasa değişikliğinin belli ki çoğu maddesi


bu ülkede yaşayan her insanın, istisnasız, isteklerine cevap verecek
nitelikte görünmektedir. Ancak bu beğenilen maddelerin arasına
“sinsice” iki madde sokuşturulmuştur ki, belirli bir vadede elde edilen
9

tüm getirileri bir kalemde götürecek niteliktedir. Açısal Momentumun


korunması gibi…

Bu nedenle anayasa değişikliğine oy verirken, size önerilen bir


hap olsun, bu hap midenize böbreğinize, karaciğerinize, kalbinize,
akciğerinize ve biri hariç belki tüm organlarınıza güç veren ve sağlıklı
olmasını sağlayan maddeleri içersin; ancak içindeki iki farklı madde
düşünme yeteneğiniz ortadan kaldıracak nitelikte olsun. Yeni anayasa
değişikliği oylaması sizi böyle zorlu bir tercihe itmiş bulunmaktadır. Hapı
yutup yutmama size kalmış…

Birçok partinin ve kesimin varlık nedeni (palazlanması) 1980


darbesidir

Amerikalıların bizim çocuklar dediği generaller, 12 Eylül 1980’de


darbe yaparak tüm siyasi parti ve dernekleri kapattılar. Gerçek
demokratlara karşı yoğun bir baskı uyguladılar. Zulüm ve işkence
doruğa çıktı. Ülkenin aydınlık birikimi üzerinden silindir gibi geçildi.

Konuşmalarında ümmet anlayışını ön plana çıkaran, günlük


konuşmalarını ayetlerle güçlendirdiğini zanneden gerici 12 Eylül’ün
darbesinin başı Kenan Evren, 10 Ağustos 1981 tarihinde Çanakkale’de
yaptığı konuşmada: “Muhterem din adamlarının elini öpeceğiz” diyerek
günümüze uzanan yolları açıyordu.

Cunta, 2842 sayılı yasayı 16.06.1983 tarihinde yürürlüğe koyarak


bu yasanın 10. maddesiyle İmam Hatip Lisesi mezunlarının
yükseköğretim kurumlarına girmelerini sağladı. Bununla da
yetinmeyerek, 1983 yılında 1739 sayılı yasanın 31. maddesinde yaptığı
değişiklikle, cami imamı olarak yetişenlerin okullarda öğretmen
10

olmalarına yasal dayanak hazırlandı. Bugünkü siyasilerin arka


bahçesini düzenliyorlardı…

Bugünkü ve bundan önceki tutucu söylemli partilerin siyasi


kadroları da bu dönemde yetiştirildi. Bugünkü AKP’nin kadrosunda bile
çok sayıda aktif politikacı, cuntanın ve cunta başkanı Kenan Evren’in
Cumhurbaşkanı olarak egemen olduğu dönemlerdeki hükümetlerin aktif
üyeleriydi.

12 Eylül’de gerçekleştirilen Amerikancı darbeden sonra


başbakanımızın sık sık hakaret ettiği İsmet İnönü’nün oğlu veto edilerek
seçimlere katılması önlenirken, Nakşibendi tarikatının mensubu olan
Turgut Özal’ın Çankaya’ya kadar tırmanmasının yolu açıldı. Bu yol
bugünkülerin de yürüdüğü yoldur…

Özal’ın 14.08.1987 tarihinde basına yansıyan şu açıklaması 12


Eylül 1980 darbesini bahane ederek demokrasi karşıtlarını güya
lanetleyenlerin soyunu ortaya koyuyor: “12 Eylül olmasaydı iktidara
gelemezdik”. Hiçbir dinde nankörlük kutsanmamıştır. Dini ön plana
çıkaranların varlık nedenini hazırlayan 12 Eylül darbesini en az
yukarıdaki nedenlerle lanetlemesini –eğer takiye yapmıyorlarsa- bu
nedenle anlamak mümkün değildir.

1980 darbesi sonuçları itibariyle özünde sol görüşlülere ve


Atatürkçülere karşı yapılmış bir darbedir. Türkiye’de kim ne derse desin,
bugün sol silinmiştir; kitle partisi olmaktan çıkmıştır. CHP’nin varlığını
sürdürmesi, bu arada partinin başına geçen yöneticilerin ya da parti
yönetiminin başarılı yönetimlerinden değil, Atatürk ruhu taşıyan, laik,
belirli ölçüde devletçi ve üniter devlet yapısını savunan bir avuç gerçek
milliyetçi-Atatürkçü insanın CHP’ye ve birkaç küçük partiye sığınmak
zorundan kalmasındandır.
11

Başka bir çelişki de 1980 darbesinde en çok işkence gören solcu


diye nitelendirilen kesim ile bugün MHP içinde yer alan ülkücü kesim,
bu anayasa referandumuna canhıraş bir şekilde hayır derken, kural
olarak o dönemde işkence görmeyen hatta sırtı sıvazlanan tutucu
kesimin 1980 anayasasına bu kadar karşı çıkmasıdır. Acaba, MHP ve
CHP, yağmurdan kaçayım derken, doluya tutulacaklarını gördükleri için
mi hayır diyorlar? Bu partiler anayasa değişikliğinin, bu millet için o
dönemde gördükleri işkenceden daha ağır sonuçlar doğuracağına mı
inanıyorlar?

Yeni darbeci bulmanıza gerek yok; gerçek darbeciler


kucağınızda…

1980 darbesini yapan cuntanın üyeleri en iyi şekilde korunan,


daha sonra bir çeşit darbe gibi muhtıra veren genelkurmay başkanına
hemen zırhlı araba verilerek baş tacı edilen bir ülkede, silahı ve gücü
olmayan, sadece yaptıkları telefon konuşmalarında –bir çeşit geyik
muhabbeti de olabilir- darbe içerikli sözlerin geçtiği söylenerek, –toplum
tarafından saygınlıkları tescil edilmiş- birçok insanın iki yıldan fazla bir
süredir gözaltında tutulması hangi adalet ve demokrasi aşkıyla izah
edilebilir. Her kesimin her partinin (nemasından yararlanan yöneticiler
hariç) şikâyet ettiği YÖK’ün yeni anayasa paketinde yer almaması bile
bu anayasa değişikliğinin arkasındaki niyeti açıklamaya yeterlidir…
Eğer görmek isterseniz…

Bugünkü sistem içinde ve kompozisyonda köklü anayasa


değişikliği girişimleri ahlaki mi?
12

Temsil kusuru: Ancak bugünkü meclis bileşimiyle ve anayasanın


halen geçerli olan iki hükmü kaldıkça, yapılacak anayasa değişikliğine
olumlu bakmamız mümkün değildir. Çünkü bir girişimin iyi niyetli olup
olmadığını anlamak için amaç ile öncelikler arasındaki tutarlılığa
bakmamız gerekir. Kürsüye çıkan herkes halkın iradesinin
kutsallığından dem vuruyor. Evrensel açıdan doğrudur. Anti demokratik
unsurları bulundurduğu için hiç kimsenin onaylamadığı 1982
anayasasındaki seçim sistemine bu anayasa değişikliğinde hiç yer
verilmemiş. Egemen parti, toplam oyların yaklaşık %40’nı almasına
karşın, mecliste milletvekili olarak toplamın %60’nı temsil ediyor.
Anayasa değişikliği de bu %40’ın oylarıyla gündeme geliyor. Hâlbuki
anayasa hepimizin anayasası olmalıdır ve olabildiğince halkın iradesi
anayasalara yansıtılmalıdır. Bu düzen içinde yapılacak anayasalar,
sayısal olarak yeterliliği sağlamış görünmesine karşın, etik olarak
kusurlu olacaktır. 2010.09.08 tarihinde başbakan yardımcısı Mehmet Ali
Şahin, evet oyları tek bir oyla bile fazla çıksa, bu anayasa, anayasa
olacaktır, diyerek çoğulcu demokrasiden ve uyuşma kültüründen ne
anlamış olduğunu açık açık ifade etmiştir. Yarın oyların %30-40’nı alıp
da meclisteki çoğunluğu eline geçiren başka bir parti geldiğinde o
partinin anlayışına göre yeni bir anayasa için yine sandıklara mı
üşüşeceğiz? Bu nasıl demokrasi anlayışıdır; bu nasıl halkın iradesine
saygıdır? Eğer gerçekten halkın iradesine saygı duyuyorsanız, öncelikle
farklı düşüncelerin mecliste temsil edilmesini sağlayacak seçim yasanızı
değiştirmeniz gerekecekti. Hâlbuki sürekli didiklediğiniz anti demokratik
1982 anayasasının arkasına sığınarak tüm bunları gerçekleştirmeye
kalkmanız demokratik de değildir, ahlaki de değildir. Sürekli 1982
anayasasına çatmanız inandırıcı da değildir. Bu nedenle iyi niyete
inanmak mümkün değildir.
13

Aklanma sorunu: Yeni anayasal düzenlemede, yüksek yargı


organları üyelerinin bir kısmının seçimi milletvekillerine veriliyor. Batı
demokrasilerinde de böyle olduğu sık sık vurgulanıyor. Adaletli bir
seçim sisteminde böyle bir hakkın milletvekillerine verilmesinde bir
sakınca olmamalıdır. Ancak, bir koşulla; o meclisi oluşturan kişilerin
mahkemelerle bir alıp vereceği bulunmamak kaydıyla. Çünkü hiçbir
suçlu kendi yargıcını tayin etme yetkisine sahip olamaz. Dönüp, yüksek
mahkemelere ya da kurullara atama yapacak milletvekillerimizin adli
siciline bakıyoruz, -basından edindiğimiz bilgilere göre- çoğu yüz
kızartıcı suçlardan olmak üzere 600 küsur izlenmesi gereken dosya
çekmecelerde duruyor (neredeyse milletvekili başına 1,5 dosya). Niye?
Ahlaksızlığa, yolsuzluğa, vurguna, talana, bölücülüğü, irticaya zemin
hazırlayan dokunulmazlık zırhından dolayı. Öncelikle yüksek yargı
organlarına ya da kurullarına atanacak kişileri seçecek kişilerin adli
sicillerinin aklanmış olması gerekir. Suçluların kendilerini yargılayacak
yargıçları seçtiği hiçbir ahlaki düzen yoktur. Bu nedenle yeni anayasa
değişikliğindeki bu düzenlemeler de samimi gözükmemektedir. Eğer
kimsenin itiraz edemeyeceği bir düzen kurma peşinde iseniz, eğer
samimi iseniz, eğer ahlaki değerlere önem veriyorsanız, kürsü
dokunulmazlığı hariç (bu sizin hakkınız olabilir), meclisi halkın gözünde
yolsuzluklar yumağı olarak gösteren dokunulmazlık zırhınızı kaldırın.

Yargıcını seçen zanlı: Çeşitli isimler altında defalarca sahneye


çıkan köktenci-tutucu bir partimizin genel başkanı, sahtecilikten,
zimmete para geçirmeden ve benzeri suçlardan galiba 2,5 yıl hapis ve
trilyonlarca lira da para cezasına çarptırıldı. Yandaşları tarafından
çıkarılan bir anlamda özel bir yasa ile hapse girmesi önlendi. Ancak suç
hala baki… Ancak bu parti başkanının yardımcısı ve ikinci adam olan
kişi de aynı suçlamayla mahkemelere sevk edilmiş olmasına karşın,
14

dokunulmazlık zırhı nedeniyle dosyası bir türlü açılmadı; böylece bir


türlü aklanma fırsatını bulamadı (kişisel olarak başvurarak bu ayıptan
kurtulmaya engel bir durum görülmemesine karşın).
Cumhurbaşkanlığına oturtulan bu kişiye, yeni anayasa düzenlemesinde,
kendini aklamak için gideceği mahkemenin, yani anayasa
mahkemesinin üyelerini seçme ve başkaları tarafından seçilenleri de
onaylama hakkı veriliyor. Şimdi size soruyorum: Bunun neresi hukuk,
adalet, etik ve demokratik?

Gerçekte neyi oyluyoruz? Geleceğimiz olmasın!!!

Şimdilerde okyanus ötesinde, Amerika’nın himayesinde oturan bir


cemaat liderinin “hedefinize varıncaya kadar kendinizi saklayın; zamanı
gelince de gerekeni yapın” mealindeki talimat yerine geliyor gibi
görünüyor. 10 Kasım 1938 tarihinden bu yana Atatürk ilkeleri ile temeli
atılmış Türkiye Cumhuriyetine karşı direniş, şu ya da bu şekilde 1980
yılına kadar su altında sinsice seyretti; 1980 darbesinde gerici ve
Amerikancı Suudilerin parasal desteği ile “Rabıta Projesinde” yeterince
yetkin elaman yetiştirildi; önemli yerlere getirildi ve sinsi hareket devletin
ayrıcalıklı destekleri ile palazlandırıldı (bir emniyet müdürümüzün yakın
zamanda yazmış olduğu kitapta ayrıntılar veriliyor). Denizin altında
sinsice seyreden bu denizaltının burnunu gösterme zamanı gelmişti;
belli ki seçilen tarih 13 Eylül oldu. Su üzerine çıkan geminin rotasını hep
birlikte göreceğiz; direğine asılan bayrağı (ya da bayrakları) da.
Amerikan ve Avrupa rotasında seyreden Gürcistan, kargaşalığa düştü
ve bayrağına bir haç koydu; İran 3.000 yıllık bayrağını değiştirerek dini
motiflerle süsledi; Irak bayrağı en az üç parça oldu. Batının bir türlü
hazmedemediği laik, üniter ve devletçi Atatürk Türkiye’sini – Amerikan
15

ve Avrupa destekli- 1960 darbesi ve anayasası da, 12 Mart muhtırası


da, 1980 darbesi ve anayasası da ve de daha sonra yapılan bazı
değişiklikler de istenen düzeyde ortadan kaldıramamıştı. Çok daha
köklü bir değişikliğe gereksinme vardı; işte bizim oyladığımız birkaç
maddelik bir değişiklik değil, gelecekte (iç ya da güç güçler tarafından
tasarlanmış) anayasanın yolu üzerindeki olası taşları temizleme
operasyonudur. Türkiye’de etnik kimliklerin ve dini örgütlerin
güçlendirilmesini, Atatürk fotoğraflarının kaldırılmasını, askerin
burnunun kırılmasını öneren bir zamanların Avrupa Birliğinin
genişlemesinden sorumlu olan şahsın, oylamadan birkaç gün önce
gelerek, bu oylamaya tam destek verdiğini beyan etmesi kuşkularımızın
yersiz olmadığını göstermektedir. Bütün bunları nereden çıkarıyorsun
diye düşünebilirsiniz: Dikkatle izlediğim denizaltının seyrüsefer
defterinden…

Aydınlar! Sorumluluktan kaçmayınız!

Burada, bu yazıyı okuyanlar, bu yazıyı yazanın fikrini öğrenmek


isteyebilirler. Bence bu yazıyı yazan kişinin, bunca laftan sonra
düşüncesini açıklamaktan kaçınması kişiliksizliğe örnek olabilir. Bu
nedenle ben de fikrimi söylemeliyim: Eğer bir toplum midesine girenlerle
düşünmeye alıştırılmış ise, örneğin patates ve unla oyunu veriyorsa,
ondan akıllı ve erdemli bir yargıyı bekleyemezsiniz (anketlere göre
neredeyse toplumun %48’ı neyi oylayacağını bilmiyormuş; bu nedenle
anayasa değişikliğine ve doğacak sonuçlarına alışın derim…);
demokrasi sözcüğü de politikacılar tarafından istismar için kullanılmaya
başlamış ve sadece kirli emellerini örten bir kılıf olmaktan öte anlam
taşımamaya başlamış ise, ülke sevgisini taşıyan ve mesuliyet
16

duygusunu taşıyan birilerinin açık açık fikrini söylemesi kaçınılmaz hale


gelmiş demektir.

Ben böyle bir geri evrimleşmeye hazırlıklı değilim. Bu nedenle bir


ülkenin siyasi iradesinin de üstünde olması gerektiğine inandığım
yargıyı denetim altına alan maddeleri kabul etmenin tamir edilemez
sonuçlar doğuracağına inandığım için ve bu iki maddenin geçmesi için
uzatılan havuç niteliğindeki diğer maddelere kanmayarak –eğer seçim
sandığı listesinde adım çıkarsa- “Anayasa Referandumunda” hayır
diyeceğim.

Sevgilerimle

Prof. Dr. Ali Demirsoy

Sevgili kardeşim

Herkesin fikrini açıklamaya zorlandığı bir süreçte, suskun kalmam


beklenemezdi. Bertaraf olmayı göze alamayanlar, çocuklarının
geleceğini bertaraf edebilirler.

Bu vesile ile bayramınızı kutluyorum.

Saygılarımla

You might also like