You are on page 1of 77

TC

POLİS AKADEMİSİ BAŞKANLIĞI


Güvenlik Bilimleri Fakültesi

YAZAR AHMET ALTAN’IN YAZILARINDA

DEVLET VE DEMOKRASİ

Lisans Tezi

Ahmet ÖZGÜR

Tez Danışmanı

Önder AYTAÇ

Ankara–2001
ÖNSÖZ

Tez çalışmasına başlamak için yaptığımız konu taramasından önce

mesleğimizle direk alakalı bir konuyu çalışmayı düşündük ancak hangi konuya

elimizi atsak ya daha önce birkaç kere tez çalışması olarak hazırlanmış ya da bu sene

hazırlanıyor. Durumun böyle olması bizi hem kolaycılığa iteceğinden hem de

Amerika’yı yeniden keşfetmek olacağından farklı bir konu seçmek için kolları

sıvadık ve kendimizi Altan’ın yazılarının karşısında bulduk.

Neden Ahmet Altan?

Ahmet Altan, yazdığı ve söyledikleriyle üniformalıların, savcıların ve

birçok insanın dikkatini çektiği gibi bizim de dikkatimizi çekti. Türkiye’de eline

kalemi alan herkes bir şeyler karalıyor ancak ortada tartışmadan ve kavram

kargaşasından başka hiçbir şey yok. Aktüel dergisi Türk Aydın sınıfını ortaya

çıkarma çabaları da ne kadar başarıya ulaşıyor tartışılır ancak Aktüel okurunun

gözünde Ahmet Altan Türkiye’nin kırk aydını içersinde. Bizde bu nedenle Aktüel

Dergisi Okurunun Aydın olarak gördüğü Altan’ın yazılarında devlete, demokrasiye

ve birkaç önemli kavrama bakış açısını inceledik.

Altan’ın yazılarına ulaşmak için gazete arşivlerini taramamız gerekiyordu

ve internet üzerindeki arşivler ne yazık ki yeterli değildi. Daha sonra bir şekilde

yazıların sadece bir kısmına ulaşabildik ancak bu seferde ikinci bir zorluk karşımıza

çıktı; yazdığı yazılarda ve yapılan röportajlar da ki söylemleri çok sert ve eleştireldi.

Bu nedenle bu söylemlerin arasından kibarca sıyrılmak biraz zor oldu.


İÇİNDEKİLER

ÖNSÖZ........................................................................................................................ 2

İÇİNDEKİLER .......................................................................................................... 3

GİRİŞ YERİNE; AHMET ALTAN KİMDİR KİM DEĞİLDİR ? ....................... 4

BÖLÜM-1 ................................................................................................................... 7

SAMAN ALTINDAN YAZAN ALTAN .................................................................. 7

EDEBİYAT ALANINDA İKTİDAR MI? ............................................................. 18

BÖLÜM-2 ................................................................................................................. 21

ALTAN’IN KAVRAMLARI ................................................................................. 21


Hangisi Sol? ........................................................................................................ 22
Globalleşen Dünyada Bağımsızlığın Yeri? ......................................................... 24
Nasıl Bir Demokrasi? .......................................................................................... 27
Altanın Yazılarında Devlet .................................................................................. 33
Ve Medya ............................................................................................................. 36
MESLEĞİNİZİ NE KADAR SEVİYORSUNUZ?................................................. 38
NE KADAR HUKUK O KADAR DEMOKRASİ.................................................. 41

BÖLÜM 3.................................................................................................................. 53

KÜRT SORUNU .................................................................................................... 53

BÖLÜM 4.................................................................................................................. 70

NE OLACAK TÜRKİYE’NİN HALİ .................................................................... 70

SONUÇ OLARAK ................................................................................................... 76


GİRİŞ YERİNE; 1 AHMET ALTAN KİMDİR KİM DEĞİLDİR ?

"Sen doğru bildiğini herkes karşı çıksa ve başına

çeşitli belalar gelse bile söylemeye devam edersen,

doğrunu paylaşmasa bile toplum dönüp bakar. Ben

yazdığım süre içinde daima doğru bildiğimi yazdım.

Hiçbir şey bunu değiştirmedi. Ne solun ne de sağın

tepkisi.” 2 Ahmet ALTAN

Tehlikeli masallar yazan kılıç yarası gibi derinden etkileyen 3 ve bazen de

sudaki iz gibi ince ve görünmez , gece yarısı şarkılarının güzelliğinde dört mevsim

sonbahar yaşayan karanlıkta sabah kuşlarıdır onun yalnızlığının özel tarihi.

Aşk yazılarının satır aralarına siyaset sıkıştırabilecek kadar becerikli

düşüncesini çekinmeden 4 yazabilecek kadar cesur. Yazdığı yazılarla ses getirmeyi

başarmış liberal gözüken sol kimlikli özgürlük demokrasi deyip duran 5 yazar-

gazeteci Ahmet Altan 1950'de Ankara'da doğdu. Robert Koleji ve Ankara Koleji

dahil birçok okuldan atılan Altan Orta Doğu Teknik Üniversitesi’ne de biraz

devam ettikten sonra İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi'nden mezun olabildi 6 ☺

Nokta dergisinde başladığı köşe yazarlık serüveni bir çok kesinti ve gezintilerle halen

Aktüel dergisinde devam etmektedir 7 . Yazar “kum saati” başlıklı köşesinde insanı

derinden etkileyen iki tema üzerine yazı yazar. Birisi birilerinin yaşadığı aşk(lar)

1
Makalenin oluşmasında maddi manevi desteğini esirgemeyen hocam Önder Aytaç'a
teşekkürü bir borç bilir burada da ödemek isterim:)
2
Açan N. “Edebiyatın Kızıl Erosu” Aktüel 21.05.1998
3
Örnek N. Sabah 6.7.1999
4
Açan N. “Edebiyatın Kızıl Erosu” Aktüel 21.05.1998
5
Ahmet Altan 1995 yılında Milliyette yazmaya başladığı zaman okurunun gözünde
kendisini bu şekilde tanımlar. Açan N. “Edebiyatın Kızıl Erosu” Aktüel 21 05 1998
6
Altan A, “Karanlıkta Sabah Kuşları “İstanbul Can Yayınları 2000 sh. 1
7
Makalenin yazıldığı tarihte yazmakta idi.
diğeri ise herkesin yaşayacağı ölüm 8 . Altan ilk olarak hürriyet ve güneş gazetelerinde

günlük yazılar yazdı. 1995 yılında da Milliyet gazetesinde yazmaya başladı ancak

göreve başladığından dört ay kadar sonra Neşe Düzel ile birlikte hazırladığı “Kırmızı

koltuk” adlı programında ki işine son vermesi ile aynı nedenden dolayı yani Kürt

sorunu hakkında ki sivri ve sert söylemleri yüzünden işine son verildi. Ve hatta

mahkemelik oldu. Mahkeme sonunda ise bir buçuk yıl hapis cezasına çarptırıldı.

Altan Milliyet gazetesindeki dört ay kadar süren köşe yazarlığına Yeni

Yüzyıl gazetesinde devam etti. Bir müddet sonra haftada bir güne indirilen

köşesinde tam bir provokatör 9 rolü oynadı. Yazdığı yazılarla devleti kurtardı 10

batırdı ve hatta böldü parçaladı ve hiçbir şey onu yazmaktan alıkoyamadı çünkü

yaşamdan daha değerli olarak görür yazı yazmayı. Altan, insanların hayatlarında

hayatlarından daha değerli bir şeylerin olması gerektiğine inanıyor ve Altan’ın

hayatından daha değerli gördüğü şey ise yazı yazmaktır. 11 Yazmadığı zaman

huzursuzluk bulutları dolaşır üstünde 12 . Yazdıklarıyla vardır o. Tepkilere aldırmaz.

Her seferinde biraz daha hırçın her seferinde daha sivridir cümleleri. Cesurca ,

korkmadan doğru bildiğini yazarak bir entelektüel , bir aydın rolü oynar kendi hayat

romanında. Yazılarındaki sade ve etkileyici üslup, okurunu kendine adeta

kelepçelemektedir. İnsanın, adını koyamadığı duygularına hitap eden yazıları bireye

kendini keşfetmesinin ip uçlarını verir.

Aşkı anlatır, ölümü anlatır ve arada sırada politik gündemi hırçın

kelimelerle yorumlar. Aslında neredeyse tüm yazılarında cümlelerin aralarına

8
Açan N. “Edebiyatın Kızıl Erosu” Aktüel 21.05.1998
9
Açan N. “Edebiyatın Kızıl Erosu” Aktüel 21.05.1998
10
Pekşen Y. Akşam 17 araık 2000
11
Altan A. Siyaset Meydanı 23-24 mart 2001
12
www.matbuat.com/konular/soylesiler/ahmetaltan1.htm
sıkışmış aşk kokan ölüm kokan politik mesajlar vardır. Sonra isyanlar vardır. Kötü

olan her şeye isyan eder ve davet eder bütün okurlarını. Özellikle de “kadınları”. 13

Altana göre kadınlar isterse toplumu değiştirebilir; çünkü kadınların

erkekler üzerindeki etkisinin büyük olduğuna inanıyor. 14

13
Suda P. Hürriyet /Kelebek 7 Aralık 2000
14
Superonline chat 21 mayıs 1998 tarihinde sanal ortamda yapılan sohbet.
BÖLÜM-1

SAMAN ALTINDAN YAZAN ALTAN

İlk edebi eserini yirmi yedi yaşında kaleme alan Altan, kendisine göre

çok da iyi olmayan, İki kişilik bir piyes yazar; 'Paltolu Donkişot'. 1982 yılında da

"Dört Mevsim Sonbahar" adlı romanını yazmaya başlar. O sıralarda yeni bir yayınevi

sahibi Müjdat Gezen ile tanışıklığı olan babası Çetin Altan bir sohbetlerinde Müjdat

Gezen'e "Bizim oğlan da bir kitap yazdı" der. Altan’ın ilk kitabı bu konuşma

sonrasında basılır. Altan bu sırada tuzlaya askere gider. Zor günler geçiren Altan’ın

Tek umudu, yazdığı romanın okunması, beğenilmesidir. kardeşi Prof. Dr. Mehmet

Altan Burdur da askerdir. Bir mektup gönderir ağabey Altan’a; en çok satan kitaplar

listesinde birinci "Dört Mevsim Sonbahar"ın olduğunu yazar Sonra “Akademi

Kitabevi Roman Büyük Ödülü”ne lâyık görülür kitap. “Dört Mevsim Sonbahar” 15

Dört Mevsim Sonbahar, baba, oğul, sevgili üçgeni içinde geçen olay

örgüsüyle, roman kurgusu içinde yeni bir gerçeklik yaratma amacını taşımaktadır.

Mitinglerin, gösterilerin, çatışmaların, ölümlerin oluşturduğu bir fon üzerinde gelişen

kuşaklar arası çatışmaları işleyen roman adeta, aşkla, ölümle, yaşamla, edebiyatla,

yazarla ve okurla hesaplaşmaktadır. 16 Kısacası herkese ve her şeye ve hatta kendi

kendine bile bir hesaplaşma pusulası şeklindedir kitap.

İlk eserinden altı ay sonra da büyük bir eleştiri yağmuruna tutulacak ve

hatta müstehcen olduğu gerekçesiyle yakılacak olan “sudaki iz” romanını yazar.

Altan’a göre yakılmasının nedeni aslında kitabın müstehcen olması değildir. Hem

solun hem de sağın tepkisini çekmesidir. Bütün herkesin tepki göstermesinin nedeni,

15
Açan N. “Edebiyatın Kızıl Erosu” Aktüel 21.05.1998
16
www.süperonline.com/superchat/ahmetaltan/index.htm
romanda solcuların zaaflarından bahsetmesi ve güvenlik kuvvetlerinin işkence

yaptığı iddialarıdır. İlk haftasında iki baskı yapan kitap listelerde ilk sıraya oturur. üç

ay içinde 9 baskı ( 45 bin satış )yapar. Ancak Sudaki İz”in yarattığı iz yayımlandığı

tarihten dokuz ay sonra toplatılarak silinmeye çalışılır. Yargılama iki yıl sürer.

'Müstehcen' bulunan bu kitabın 'zoralım ve imhasına karar verilir mahkeme

tarafından. Roman, kesinleşmiş mahkeme kararının da içinde yer aldığı sansürlü bir

basımla yeniden yayımlanır. 17

Bakın Ahmet Altan o dönemi nasıl anlatıyor...

Müthiş bir eleştiri bombardımanı başladı, özellikle sol

kesimden. Özetle şu: Kitap kötü, yazar rezil.

Aynı dönemde Latife Tekin ve Mehmet Eroğlu var ve onlar da

eleştiri alıyor. Özellikle Latife ve bana karşı. O zaman Latife

hepimizin önünde gidiyor "Sevgili Arsız Ölüm"le. Sonra "Sudaki

İz" patladı ve inanılmaz bir eleştiri başladı. Eleştiri değil küfür

yiyorum. İnsan boyuna yakın bir kupür birikti, edebiyat dünyasıyla

ilgili her yerde, sol dergilerde bana küfrediyorlar. Fethi Naci o

zaman önemli bir eleştirmen, onun yazısı çıktı. Kitabı okuduktan

sonra hissettiği tek şeyin "tiksinti" olduğunu yazdı. 18 Nasıl solun

içinden biri solu eleştirir? O güne kadar böyle bir şey olmamıştı.

Şimdi biz cuntacılara kızıyoruz ya eleştiriye tahammülsüzler diye,


17
Açan N. “Edebiyatın Kızıl Erosu” Aktüel 21.05.1998
18
Eleştirmen Fethi Naci, Ahmet Altan'ın 1985'te yayımlanan "Sudaki İz" romanı
için, "Kötü zamanlarında sola ve solculara vuruyor" gerekçesiyle çok ağır bir eleştiri
yazdı ve o günden bugüne Altan'ın bir tek romanını okumadı. Altan ise Fethi
Naci'nin bu yazısını "eleştiri değil küfür" sayageldi. Ama 98 yılında, Ahmet Altan
"Kılıç Yarası Gibi" ile Yunus Nadi Roman Ödülleri'nin 53'üncüsünü kazanırken, bir
jüri üyesi onu tek aday gösterdi; Fethi Naci...
o sırada solun bana karşı tavrı "Solu eleştirdiğine göre demek ki

solcu değil" şeklinde.

Sağcı hükümet müstehcenlikle ilgili bir yasa çıkardı. Kitabı

topladılar, bana da ceza verdiler. Kitabımı yaktılar. Kimse sahip

çıkmadı, hiçbir entelektüel, edebi kuruluş, sol yapı kitabın

yakılmasına ses çıkarmadı. Zaten yakılması gerekirdi diye

düşündüler. Sol ve sağ birleşti. 19

“12 Eylül sonrası koşullarında solun eleştirilmesi kolaycılık olarak görüldü”

düşüncesine ise şöyle yaklaşıyor

Buna karar verecek olan eleştirmen değil yazar. İkincisi benim

hayatımda övülmesi yasak olan şeyleri övdüğüm çoktur. Ben neyi

övüp neyi yereceğimi başkalarına sormam, zamana da sormam. Bir

yazarın görevi düşündüğünü ve gördüğünü yazmaktır. Sol

dürüstlük, entelektüel cesaret gerçeği gerçek yaşanırken yazmaktır.

Zamana, zemine göre konuşmak entelektüelin yapacağı şey

değildir; bugünkü çürümede bunun rolü var.20

Ahmet Altan durmayıp 1991'dede üçüncü romanı olan “Yalnızlığın Özel

Tarihi”ni yayınlandı. Kitap özellikle mutsuz insanların arayışlarıyla doluydu.

Romanın kahramanları, tam anlamıyla bir sevgisizlik yaşayan kişilerdir. İttihat ve

Terakki kökenli Hüsrev Bey, deli dolu yaşamı içinde, sevginin yerine cinayeti

koymaktadır. Ona bakılırsa, birini öldürmek, onu sevmekten daha kolaydır. Son

19
Açan N. “Edebiyatın Kızıl Erosu” Aktüel 21.05.1998
20
Açan N. “Edebiyatın Kızıl Erosu” Aktüel 21.05.1998
günlerinde şaşkınlıkla, korkarak da olsa yakalar aşkı, ama geç kalmıştır. Çarpıcı,

şaşırtıcı ve 'özel' bir roman 21

Altan dört yıl sonra bu defa denemelerden oluşan bir kitapla okuyucunun

karşısına çıkar. “Gece Yarısı Şarkıları” adını verdiği kitabındaki denemeler, bireyin

iç çatışmalarını, çelişkilerini, zayıflığını ve gücünü, tutkularını, çılgınlıklarını ortaya

koyarak adeta insanın ruhunu çırılçıplak soymaktadır, kişiyi kendi kendisiyle yüz

yüze bırakan Altan, aşkları, acıları, geçmiş özlemleri anlatırken kadınları anlatıyor;

sevdiği, taptığı ama korktuğu kadınları. Köşe yazısı tanımını aşan ve edebi

manzumeler tadı veren deneme 22 kitabı 15 baskı (30 bin satış) yapar 23 .

Altan yazmaya devam eder. Artık çıkan her kitabını büyük ilgi ile

karşılayan bir okur kitlesine sahiptir. En çokta kadınların ilgisini çekmektedir 24 .

Yazdıkları ile abartısız bir anlatımla kadınların aşk gûrusu olur 25 . Lakabı da

“kadınları anlayan yazar” olmuştur 26 .

Altan 96 yılında “Tehlikeli Masallar”ı yazar. Bu romanında da

vazgeçilemeyen bir eski sevgiliyle, yeni bir sevgili arasında gidip gelen bir 'yalnızın

öyküsünü anlatır. Çarpıcı bir gözlem, ustaca bir kurgu, açık, anlaşılır bir anlatımla,

sevginin ve aşkın en güzel örneklerinden birini verir 27 . 1996 Ekiminde ki ilk

21
www.süperonline.com/superchat/ahmetaltan/index.htm
22
www.süperonline.com/superchat/ahmetaltan/index.htm
23
Açan N. “Edebiyatın Kızıl Erosu” Aktüel 21.05.1998
24
Suda P. Hürriyet /Kelebek 7 Aralık 2000 Ayşe Arman ve Pakize Suda gibi
Hürriyetin önde gelen kadın yazarları sık sık köşelerinde Ahmet Altan’ın kadınlar
konusundaki yorumlarını konu etmiş ve taktir etmişlerdir.
25
Aktüel 7. 1 .1998
26
Kırca A. Siyaset Meydanı 23-24 mart 2001 ATV
27
www.süperonline.com/superchat/ahmetaltan/index.htm
basımından bu yana okurların büyük ilgisiyle karşılanan roman 100 binin üstünde

de bir satış yaptı 28 .

Altan çok geçmeden ikinci deneme kitabı olan “Karanlıkta Sabah

Kuşlarını” okuruna sunar. “Geceyarısı Şarkıları” tarzındaki denemelerin yer aldığı bu

kitaptaki yazılar, aşkı ve tutkuları incelemenin yanında, toplumsal yaraları,

haksızlıkları, çarpıklıkları da öne çıkartıyor. İnsanı, içinde yaşadığı toplumun

sorunlarına uzak kalmamaya zorlar yazar eserinde Altan bu kitabında toplumun

acılarını, içimizdeki öfkeleri, tutkuları bizim adımıza sözcüklere döküp, dile getirir.

Karşıdan okunmayan, tarafsız kalınamayan, satırların içinden okunan ve paylaşılan

duygular, düşünceler eserin her yerinde göze çarpar 29 . Kitap 6 ayda 7 baskı (14 bin

satış ) yapar 30 .

Yazar bir neo-klasik olarak nitelendirdiği 'Kılıç Yarası Gibi' romanını 98

yılında okurlara sundu. Yazarının romancılığında yepyeni bir aşama olarak nitelenen

'Kılıç Yarası Gibi' insanı, insan ilişkilerini, duyguları ve aşkı derinlemesine işleyen

yoğun içerikli bir romandır. On dokuzuncu yüzyıl sonlarında Ermenilerin Osmanlı

Bankasını basmaları ve romanın baş kişilerinden Şeyh Efendinin düğünüyle başlayan

roman örgüsü, yirminci yüzyıl başındaki Osmanlı döneminin tarihini, tarihsel

kişilerini, siyasal ve askeri gelişmelerini fon alarak, bir yandan Şeyh Efendinin, öte

yandan saray erkanından Reşit Paşanın ailesinin alabildiğine renkli ve gizemli bir

biçimde birbirine bağlı yaşamlarını gözler önüne sermeye çalışır 31

28
Açan N. “Edebiyatın Kızıl Erosu” Aktüel 21.05.1998
29
www.süperonline.com/superchat/ahmetaltan/index.htm
30
Açan N. “Edebiyatın Kızıl Erosu” Aktüel 21.05.1998
31
www.süperonline.com/superchat/ahmetaltan/index.htm
Altan bu romanını neo-klasik olarak nitelendirmektedir. Kitabında

olanlar ile günümüz olaylarının da aynen birbirine benzer Altan’a göre. 32

“Bu toprakların tarihi mafya tarihi gibi. O zaman da

çeteler var, her paşanın kendi çetesi, bölgesi var. Kitapta,

benim yarattığım kahramanlar dışında toplumsal olayların

büyük bölümü gerçek. Okuduğun zaman açıkça görüyorsun ki

hiçbir şey değişmemiş. Bugün Kürt meselesi varsa o gün

Bulgar meselesi var. Aynı davranış, aynı zorla bastırma (........)

O dönemde İttihatçılar bugün Türkiye'de hissettiğimiz gibi bir

şeyin değişmesi gerektiğini hissediyor. Bunun adına hürriyet

diyor ama, tam tarifini bilmiyorlar. Abdülhamid'in yerine gelip

Abdülhamid gibi oluyorlar. Çünkü çözüm hep adamda

zannediliyor. Sistemin değişmesi gerektiği, bunun bir üretim

meselesi olduğu bilinmiyor. Bunu bu topraklarda yönetenler

hiç bilemedi. Yönetenleri devirenler de bilemedi. Toplumun

eğer biraz zekâsı varsa dehşete düşmesi gerekir: Yüz seneden

beri nasıl aynı sorunlarla iç içeyim ve nasıl oluyor da bu

sorunlardan kendimi kurtaramıyorum? Abdülhamid'e

söylemediğimizi bırakmıyoruz, Osmanlı çok yasakçıydı diye

alay ediyoruz, ama kendi halimizi bilmiyoruz. Burada

anlatılan şu: Osmanlı'ya gülmeyin! Çünkü oradakilerin hepsini

aynen yaşıyorsunuz.” 33

32
“Edebi Rönesans Gerekiyor” Aktüel 24nisan 1998
33
“Edebi Rönesans Gerekiyor” Aktüel 24nisan 1998
Yazar kitabını yazmaya basılmasından yedi sene önce başlar. Dört

senede 100 sayfa yazar ve sonra ara verip "Tehlikeli Masallar"ı yayınlar. Kitabın

250 sayfasını da son 35 günde bitirip okurlarına sunar 34 . Yani kitapta geçen

olaylarda 98 yılının gündemi pek etkili değildir. 35

Kitapta Abdülhamid gayet olumlu özelliklere sahip bir karakter olarak

dikkatimizi çekmektedir. Altan, Abdülhamid’in bir insan olduğunu ve tarihteki

insanlarınsa bir figür olarak değerlendirmesini eleştirmekte ve şöyle devam

etmektedir;

tarihteki insanlar ya bir süpermendir, kahramandır Mustafa

Kemal'de olduğu gibi ya da Vahdettin ve Abdülhamid'de olduğu

gibi rezil bir vatan hainidir. Hiçbir insan tümüyle kötü ya da

tümüyle muhteşem bir figür değil bu kitapta. Bu, sadece bir dönemi

değil, insanı anlamaya çalışan bir roman...

Evet, Abdülhamid insanları öldürtüyor, sürgüne gönderiyor

ama çok eğlenceli, çok komik, hatta çok iyi olduğu zamanlar da

var. Abdulhamid bence o dönemin en zeki adamı. İttihatçılar ve

Enver Paşa'yla kıyaslanmayacak kadar zeki. Borsanın olmadığı o

dönemde sahaflarda hisse senetleriyle oynuyor. Marangozluk

seviyor. Üstelik 33 sene boyunca hiç toprak kaybetmiyor. Çok okul

açıyor. Şunu kabul etmek lazım, krallar ve padişahlar ellerine kan

bulaşmış insanlar. Bunların içinde iyi adam yoktur, temizi yoktur.

34
“Edebi Rönesans Gerekiyor” Aktüel 24nisan 1998
35
98 yılında çeteler problemi ülke gündemini uzun bir süre işgal etmişti.
Ama bu adamlar yaşadıkları ülkenin kötülüğünü istemez. İyiliği

kendi bildikleri gibi yapmak istedikleri için kötüdürler. (. . . )

Bugün de böyle dindarlar var. Benim kafamda bir gerçek

dindar kavramı var. Gerçek dindar kendi inancını yeryüzünde

hiçbir şekilde bir çıkara çevirmez. Zaten onlar çok hoşgörülü

insanlar. Bir dinsizle karşılaştıkları zaman üzülür, acırlar ona.

Bugünkü tarikatlar şunu anlatmaya çalışıyor: Ben daha dindarım.

Dindarlık bir yarış haline geldiği zaman bozuluyor tabii. Benim

şeyhim benim aklımdaki dindar. Ben Türkiye'nin diniyle barışması

gerektiğini düşünüyorum. Türkiye din konusunda da yalan

söyleyen bir ülke. Hem dindarlar yalan söylüyor hem dindarları

bahane edenler. Ayrıca bu toplum dinini bilmiyor. 36

Kılıç Yarası Gibi 4 haftada 12 baskı yaparak 24 bin adet satmıştır 37 .

Altan'ın en son romanı 'İsyan Günlerinde Aşk' elli bin baskı yaparak

piyasaya çıktı. Roman 'Kılıç Yarası Gibi' romanının devamı niteliğinde olsa da

müstakil bir eser sayılabilir. Atlan bu son romanında cumhuriyet tarihinin en önemli

olaylarından biri olan ve tarihe '31 Mart Vakası' olarak geçen bir ayaklanmadan

bahsetmektedir. Atlana göre 31 Mart Vakası iktidarda bir boşluk yaratmıştır ve bu

boşluk günümüzde de halen devam etmektedir. 38

36
Altan A. “Edebi Rönesans Gerekiyor” Aktüel 24.04.2001
37
Açan N. “Edebiyatın Kızıl Erosu” Aktüel 1998 05 21
38
Kriz günlerinde aşk Aktüel 513.sayı 2001
Atlan romanı yazmaya başladığında 6-7 yıllık bir süreyi anlatmayı

düşünür ancak 31 Mart vakasına geldiğinde bir sürprizle karşılaşır; Altan'a göre

öğretilen tarih ile gerçek olan farklıdır ve bu farklılığın sebebi;

Bütün bir yüzyıl boyunca, Cumhuriyet tarihinde,

özellikle askerin ve devletin dinden korkusunun bir nedeni

var. İktidarın muhaliflerini ezmek için kullandığı bir söylem

var; dinci, gerici, mürteci. Sen ister demokrat ol,ister liberal

hangi açıdan iktidarı eleştirirsen eleştir, onun sana

karşılığı;sen aslında dincilere yardım için söylüyorsun’

suçlaması. Bütün bunların kaynağı 31 Mart ayaklanma

aslında dincilerin değil, askerlerin yaptığı bir ayaklanma.

Belki dinciler bunu kışkırtıyorlar. Bir din motifi var ama

ayaklanan dindarlar değil. Sokağa çıkıp bağırmıyorlar.

Zaten Osmanlıda böyle bir şeyin olması mümkün değil 39 (…)

(…)Tüm coğrafyada tarih biraz yalandır. Ama bizdeki

yalan ölçüsü neredeyse bütününü kapsar hale geldiği için

tuhaflaşıyor. 31 Mart olayının gerçeği ile bize anlatılan hali

arasında büyük fark var. Sokaktaki insanları çevirin kaç kişi

bunun askeri bir ayaklanma olduğunu o zamanki din

alimlerinden çoğunu bu ayaklanmaya karşı çıktığını bilir.

39
Kriz günlerinde aşk Aktüel 513.sayı 2001
Bize bir yalan olarak öğretildi. Biz sanıyoruz ki toplumdaki

dincilerin hepsi bir anda 31 mart’ta ayaklandı. Hayır öyle

değil sadece İstanbul’da birkaç tabur asker ayaklandı.

Bunları kışkırtan mollalar vardı ama onların kim olduğu hala

bilinmiyor. Ayrıca askerin kendi içinde bir ayaklanma

çözülme yaşanıyordu. Subaylar alaylılar ve ‘mektepliler’

olarak ikiye bölünmüştü ve birbirlerinden nefret ediyorlardı.

Bütün bir yüzyıl boyunca Cumhuriyet tarihi boyunca din

tehlikesine referans olarak gösterilen 31Mart ayaklanmasın

aslında ne olduğunu günümüzün okumuş yazarları bile

bilmiyorsa o zaman biraz bu tarihin yalan olduğundan söz

etme hakkına sahip olmuyor muyuz? Ve şunu sorma

hakkına; niye bize bunun dorusunu anlatamadınız? Bu

yüzden tarihe her baktığımızda dehşete uğruyoruz. Çünkü

baştan aşağı yalan. Zucker isimli bir Hollandalı bir tarihçi

Mustafa kemal hakkında Mustafa Kemalden hiçbir kaynak

yok diyor. Her meydana heykelini diktiğimiz bir kişi ve

hakkındaki tek bilgi kaynağı kendisi. Tarihi bütün çarpıklığı

ile gördüğümüzde bugünkü iktidarıda bütün çarpıklığıyla

görürsünüz. Çünkü bugünkü ilişkiler tarihteki ilişkilerin

aynı. Onun içindir ki tarih bu ülkede olduğundan çok daha

tehlikeli bir iştir. 40 (…)

40
F. ANDAÇ 'ahmet Atlan…' Gösteri 9-2001 sayı 231 sh42..
Altan'ın en son eseri deneme yazılarını topladığı 'Kristal Denizaltı' dır.

Diğer deneme kitaplarındaki usluptan farklı olmayan kitap okuyucuyu derinden

etkileyen hayata bakış açısını değerlendirmeye iten denemelerle dolu.

Aşkların ve ölümlerin gözükmeyen, bilinmeyen, dikkatten kaçmış birçok

özelliğini büyük bir ilgi ile okuyabileceğiniz eser akıllarda yer edecek ve aşka ,

ölüme dair düşüncelerinizi gözden geçirmenizi sağlayacaktır.

Altan Türkiye’de en çok kitabı satılan yazarlar arasında olmasının

yanında korsan yayıncılığında gözde isimlerindendir. Şu an “korsan kitap a.ş 41 ”

piyasasında pek adı geçmese de pek yakında yeni çıkacak 42 kitabıyla yollarda onun

adını da okuyacaksınız.(öyle deoldu) Altan korsan kitap baskı yapılmasına isyan

ediyor ve bakın ne diyor;

Kitabımın korsanının satıldığını her gördüğümde kendimi

aşağılanmış hissediyorum. Çünkü beni iki şekilde kazıklıyorlar:

Hem paramı vermiyor hem de belki 'gelmiş geçmiş kitabı en çok

okunan yazar'ı olmanın tadını çıkarmamı engelliyorlar... 43

Sevenlerine duyurulur

41
Aslı Ulusoy’un korsan kitap konusu ile ilgili yazısının başlığıdır. Aktüel 1998
42
Altan A. Siyaset Meydanı 23-24 mart 2001 kitabın konusu yine aşk tabi ki ancak
olayların geçtiği dönem itibariyle tarihe 31 mart ayaklanması olarak geçen isyan var.
Altan bu romanında 31 Mart ayaklanmasının Perde arkasını anlatacağını söylüyor.
Kanımızca ses getirecek bir roman olacak.
43
Ulusoy A. Aktüel-1998
EDEBİYAT ALANINDA İKTİDAR MI?

Ahmet Altan’ın edebiyatçı daha doğru bir anlatımla yazar kimliği çoğu

zaman gazeteci kimliğinin gölgesinde kalmaktadır. Böyle olmasına en büyük neden

ise mahkemelik olan politik söylemleridir. Türkiye de edebiyata verilen önem kitap

satışlarına aksetmekte ve dünya kitap satış listelerinde hiçbir millete yakışmayacak

bir konumda durmaktadır 44 . Belki de edebiyatçıların gazete köşelerinde köşe

kapmaca oynamasına neden de budur, yani para kazanamama. Gerçi Altan

edebiyatçıların acı ve kedere, yolunda gitmeyen şeylere daha duyarlı olduklarını ve

bu yüzden ilk olarak edebiyatçıların seslerinin yükseldiğini söylüyor 45 .

Altan yazdığı kitaplarla edebiyat dünyasının sayılı isimlerinden oldu.

Korece’ye dahi çevrilen romanları oralarda da geniş bir okuyucu kitlesi buldu 46 .

Fransa da “La Monde” gazetesinde haber olan Altan’ın kitapları büyük övgüler

almıştı 47 .

Altan’ın en son yazdığı “Kılıç Yarası Gibi” romanı ve edebiyatın geldiği

konumu için bakın ne düşünmektedir;

Ben edebiyatın parlak ama sığ bir hale geldiğini düşünüyorum.

İnsanı kaybetti dünya edebiyatı. İnsanın derinliğini kaybetti. Ve bir

şekilde edebi bir Rönesans’a ihtiyaç olduğunu düşünüyorum. Nasıl

Rönesans eski Yunan'ı keşfetti, kabul etti ve ondan yararlanarak

yeni şeyler yarattı, edebiyatın da insanı ve insan derinliğini temel

alan o 19. yüzyıl klasiklerini bir daha keşfederek ama çok yeni ve

44
Altan Ç. Siyaset Meydanı 23-24 mart 2001
45
Yeni Şafak 13aralik 2000
46
Aktüel 10 ağustos 1998
47
Radikal 5 Aralık 2000
daha zekice kurgularla bir araya getirmesi, bir nevi Rönesans

yaşaması gerekiyor. Benim neo klasik dediğim yeni anlayış bu. Bu

kitabın iddiası da bu. Bunu becerdim mi, bilmiyorum. Ama insanı

bu kadar derinlikli anlatan bir kitap son dönemde pek

hatırlamıyorum. Bu, edebi iddiaları olan bir kitap. Yazım biçimini,

dili, anlatımı değiştirmeye çalışan. Bir nehir romanı olarak

düşündüm bunu. Bu kahramanlarla günümüze kadar devam eden

Türkiye'nin yüz yıllık tarihini yazacağım. 48

Altan edebiyat konusunda ve yazdığı son romanı kılıç yarası gibi ile

oldukça iddialıdır. Kendisinin edebiyatta yeni bir ekol daha doğrusu, eski fakat

olması gereken\ hatta olmaması kaçınılmaz olan bir yere çektiğine inanıyor. Tevazu

yapması gerektiğini bildiği için edebiyatın iktidarı olduğunu söylemiyor ama

kendinden oldukça da emin. 49

(yazarların) Peşimden geleceklerini biliyorum. Ben edebiyatın ne

olduğunu biliyorum. Edebiyatı insanlar yarattı. İnsanlar edebiyatta

insanı görmek ister. Edebiyatın omurgasını insan oluşturur.

Dadaizm diye de bir akım vardı. O akımların hepsi bu omurgaya

eklenir. Bu omurga kaybolursa ortadan, insan kaybolursa edebiyat

da kaybolur. Bu omurgaya yeniden ihtiyaç var. Ben bunu yapmaya

çalışıyorum. Edebiyatın insanın aynası olduğunu düşünüyorum. 50

48
Aktüel “Edebi Rönesans Gerekiyor” 24 nisan 1998
49
“Edebi Rönesans Gerekiyor” Aktüel 24 nisan 1998
50
“Edebi Rönesans Gerekiyor” Aktüel 24 nisan 1998
Atlan göre iyi bir yazar olmanın kıstaslarının belirgin değil ve

edebiyatta iktidar olmak iyi yazmak anlamına gelmiyor. Kitapların best seller olması

da iyi yazar olmak anlamına gelmiyor Altan'a göre.

Etkilenilmenin, yani akılda kalmanın belki bir ölçü olabileceğini

düşünüyor. Bu belirginsizliğinde sanatın bir zaafı olarak düşünüyor 51

51
“Edebi Rönesans Gerekiyor” Aktüel 24 nisan 1998
BÖLÜM-2

ALTAN’IN KAVRAMLARI

“Kelimeleri tarif etmeden girişilecek her

tartışma kısır kalmaya mahkumdur 52 ”

Cemil Meriç

Bu bölümde “Türkiye deki sol”, “devletin bağımsızlığı”, “vatan

sevgisi”, “Türk medyası”, “hukuk” ve “Marksizm” kavramlarının Altan tarafından

nasıl yorumlandığını devlet ve demokrasi kavramları ekseninde inceleyeceğiz.

Türkiye şuan adeta bir kavram kargaşası yaşamakta ve bu durumdan da

herkes rahatsız olmakta ve zarar görmekte. Herkesin ayrı bir tanımlaması var bütün

kavramlara. Öyle ki bazı kavramlar bazı kesimlerce içleri boşaltılmış ve adeta bir

silah bir kalkan gibi kullanılmakta.

Kanımızca Türkiye en kısa sürede kavramların evrensel bir anlayış ile

anlamlarını belirlemeli ve olması gerekenden başka anlamlara çekilmeden olması

gerektiği gibi uygulamalıdır. Çok sık duyduğumuz ve hatta söylediğimiz bir söz

vardır “burası Türkiye” buranın Türkiye olması burada bütün kavramların

anlamlarının dışına çıkılmasını gerektirmez. Aslında bu toplumsal bir problemin

gizlenmeye çalışılması ve savunma mekanizması oluşturulmasıdır. Nedir bu

problem? Bu problem; ne yazık ki halk arasında da yaygın olan; “sana dokunmayan

yılan bin yıl yaşasın” anlayışıdır. Bu yılanın bize dokunmayan bir tarafı kalmadı

52
MERİÇ,C “Bir Facianın Hikayesi”, Varan Yayınları, Ankara 1981,s36
açıkçası. Karşıdaki bir insanı bile anlamakta güçlük çekildiği bir zamanda toplumları

anlamadan ve toplumsal problemlere çözüm bulmaktan nasıl bahsedebiliriz.

Ahmet Altan da Türkiye’de kullanılan kavramların anlamlarını

karşılamadığı düşünüyor. Ona göre Türkiye de bir çok sahtekarlık var ve bu

sahtekarlıklar kavramların tanımlamalarıyla veya uygulamalarıyla başlıyor.

Hangisi Sol?

Marksist bir babanın 53 oğlu olan Ahmet Altan “sol” kavramının Türkiye

de yanlış kullanıldığını hatta Türkiye de “sol” un hiçbir zaman da olmadığını

söylüyor. Ve kendini “solcu” olarak nitelendiren siyasi oluşumları da sahtekarlıkla

suçluyor. Altan’a göre solcu olmak için “Marksist” olmak şart. Fakat Marksizm

sadece bir siyaset değil bir felsefe ona göre. Marksizmi sadece bir siyaset olarak yani

iktidara gelmek için kullanmak ve savunmakta bir sahtekarlık Altan’a göre. Altan

dünyanın değiştiğini ve Marksizm’in de bu değişimi ve hayatı insanın anlaması için

anahtar verdiğini söylüyor. “Marksizm” ve “sol” kavramlarının Altan için ne ifade

ettiğini daha açık anlamak için Altan’ın şu söylemleri yeterli olacaktır herhalde;

Dünya değişiyor. Birden değişmek mi istedi dünya. Hayır.

Aletler değişti. Kullandığınız ve ürettiğiniz aletler değişirse hayat

değişir. Komünist partiler de bunu söyler ve böyle bakar. Ama

Türkiye’ye geldiğimizde burada komünist partinin olmadığını ama

devletçilerin kendilerine solcu dediğini görüyoruz. Tek partili

rejimi kuran partinin insanları kendilerinin solcu olduğunu

söylüyor. Peki solculuğun işareti ne?Solculuğun tek bir işareti var

53
Altan A. Siyaset Meydanı 23-24 mart 2001 ATV
“laiklik” karşıt olarak neyi görüyorlar “dincilik” . peki Marksist

literatürde bu gerçekten böyle midir? Solculuk, ilericilik çelişki

burada mıdır ? yani laiklik ve şeriat ikileminden mi Marksizm ve

sol çıkmıştır? Hayır bunla alakası yok. Marksizm’in siyasi boyutu;

üretim araçlarına kim sahip olacak kavgasıdır. Felsefi boyutu ise

hayatın nasıl değiştiğine bakar ama Türkiye Marksizm’i

yasakladığı için bizler zihinsel olarak sakatlandık. Bütün ülke

sakatlandı. Hayata bakış açımızdan birini kaybettik. Batılı çocuklar

Marksizm’i bilerek büyüdüler. Marksizm’i beğenirsiniz yada

beğenmezsiniz ama neyi beğendiğinizi neyi beğenmediğinizi, neyin

size uygun gelmediğini bilerek ret edersiniz. Buradaki insanlar

Marksizm’i bilmeden, Marksizm’i kötü olarak hiç ne olduğunun

farkına bile varmadan hayatlarından çıkardılar 54 .

Altan Türkiye’deki bu sürecin ülkedeki eleştiri yeteneğinin yok olmasına

neden olduğunu ve en önemlisi kavramların birbirine karışmasına yol açtığını

düşünüyor. Altan’a göre sol parti olabilmenin birinci şartı Marksist olmak Marksist

düşüncenin ülkede olmasını muhalefet kanadının hükümeti eleştirerek daha az hata

yapmasına teşvik ettiği gibi bir konumda olacağını düşünüyor ancak ortaya enteresan

bir tablo çıkıyor. Belki de İngiltere’nin eski başbakanının eskimeyen sözünde 55

demokrasi için mükemmel dememesine sebep olan bir çıkmaz.

54
Altan A. Siyaset Meydanı 23-24 mart 2001 ATV
55
AYTAÇ,Ö “Polisin Askerlik Dosyası” Akademik Bakış, Ankara ocak 1998
Demokrasi Marksist düşüncedeki bir partiyi bünyesinde barındırabilir

mi?

Demokrasi birçok güzelliği içinde barındırabilecek bir yapıya sahip.

Çünkü demokraside her şey insan için 56 devlet için değil. Demokrasi insanlık için

bile insanlık dışı bir eylemi kabul etmiyor. Demokrasiden daha iyi bir rejimin ortaya

konulabileceğine inanmıyoruz. Halkların bağımsızlığa kavuşmasının tek şartı

demokratik liderler ve demokratik yönetim şekli. Demokrasi kavramını incelemeden

önce bağımsızlık kavramının Altan için ne ifade ettiğini bilmede yarar vardır.

Globalleşen Dünyada Bağımsızlığın Yeri?

Bağımsızlık kavramına Altan alışa geldiğimiz bir açıdan değil de

globalleşen ve bireyin kutsal olduğu bilincinin yerleştiği dünya vatandaşlığı gözü ile

bakıyor. Altan halkların devletleri kontrol edebildiği bir birliktelikten yana. Altan

için Avrupa birliği bu birlikteliğe örnek olabilir. Altan’a göre Avrupa birliğine üye

olmak Türkiye’nin demokratikleşmesine, halkın bağımsız olmasına, daha özgür ve

daha rahat yaşamasına katkısı olacaktır. Ancak bu devletin bir kontrol mekanizması

içersinde bağımsızlığını bir nevi bir denetime tabi tutulmasına da neden olacaktır.

Zaten Altan’ın da istediği budur 57 çünkü ona göre devletlerin bağımsız olması

halkların bağımsızlığı anlamına gelmiyor. Altan’a göre devlet bağımsız olunca keyfi

hareket ediyor ve bağımsızlığı halktan alıp hukuk adalet gibi kavramları unutup

halka zulmedip halkı soyuyor. Devlet ancak başka bir yapı içersinde bağımsızlığını

halkın kontrolüne devrederse yani bir denetim altına girerse halk bağımsız oluyor.

Daha öz bir ifade ile Altan devletlerin ve liderlerin bağımsız olduklarını ama nedense

56
T.M.D.B. Kom. Yrd Emrullah Uslu’nun odasının duvarında yazılı olan bir söz.
57
Altan, A, “Peki o Kim” Aktüel 445. sayı
halkın bağımsız olamadığını düşünüyor 58 . Ona göre devletleri halkı tarafından ve

devletlerce denetlenebilmesi halkın bağımsızlığı anlamına gelmektedir 59 . İnsan

Hakları Mahkemesi’nin çalışmaları da bu denetim mekanizmasına örnek olabilir.

Ahmet Altan yıllar önce bir gezisinde bağımsız bir ülke olan “Gine”ye

gider ve bu bağımsız ülkeden bakın nasıl bahseder,

Ben çok yıllar önce Afrika’ya gitmiştim ve Gine’ye

gitmiştim. Gine bağımsız bir ülke idi. Ve üstelik lideri “Afrika

Aslanı” diye tanınan özgürlük savaşçısı bir adamdı. Ve Fransızlara

söylediği bir cümle çok ünlüdür; “devletlere biz zengin köleler

olmaktansa fakir ve özgür insanlar olmak istiyoruz.” Bütün Afrika

bu sözle çınlamıştı ve kahraman oldu. Sonra ben Gine ye gittim

aradan epeyce yıllar geçtikten sonra. İki katlı bir bina yoktu, liderin

sarayı dışında birde Rusların yaptığı taştan bir otel. Sokakları

topraktı ve fare ölüleri gördüm ve bir köprü üzerinde iki direk vardı

ne olduğunu anlamadığım. Adı özgürlük köprüsü olan bir köprü.

Burada niye direkler var diye sordum. Orada insanları kurşuna

dizerlermiş. Ve sonra o bağımsızlık kahramanın İsviçre de ki

hesabından benim gördüğüm sefil ülkenin liderinin İsviçre

hesabından büyük paralar çıktı. Şimdi gelişmeyen bir ülke

bağımsız olduğunu söylediği zaman kimin bağımsız olduğunu çok

merak ederim. Bağımsız olan kim. O ülkeyi yöneten adam mı?

Yoksa o ülkede yaşayan insanlar mı? Benim gördüğüm oradaki

halk bağımsız değildi. O ülkede bir tek bağımsız insan vardı, oda
58
Altan, A, “Bir Macera” Aktüel 398.sayı
59
Altan, A, Siyaset Meydanı 23-24 mart 2001 ATV
baştaki adamdı ve bağımsızlık anlayışı da şuydu; o ülke içersinde

istediği kişiyi öldürtebiliyor yada çeteleşiyordu ve istediği yerden

para çekebiliyordu ve kimse bunun hesabını sormuyordu. 60

Kanımızca bir ülkede hukuk işlemezse ve kamu kuruluşları görevlerini

yapmazlarsa gereken hizmetleri yerine getirmezlerse yani bağımsız olan devlet

kendini halka karşı, halkın sosyolojik yapısından farklı bir yapılanmaya girerse bu

tür devletlerin halkı da devletlerini denetleyebilmek ve kendisini devlete karşı

korumak isteyecektir.

Altan’ın bağımsızlık kavramına bakış açısını özetleyebilecek bir başka

cümlesi bakın nasıl.

"Adaleti ve insanlığı" reddederek hiçbir halk bağımsız olamıyor,

köle oluyor. Yalnızca köle başı başka bir ülkeden değil de kendi

ülkenden çıkıyor. Sizi bilmem ama, ben ne kendi ırkımdan ne de

başka bir ırktan birinin kölesi olma fikrinden hoşlanıyorum. Kendi

ülkemde başka diyarlarda yaşayan insanların sahip olduklarına

sahip olarak yaşamak istiyorum. Adalet ve özgürlükle çatışan bir

halk ne onurlu olabiliyor, ne de bağımsız. Ben bu gerçeği Afrika'da

gördüm. Ama artık bunu görmek için Afrika'ya gitmeye gerek

yok. 61

Altan dünyanın devletlerin birbirlerini denetlediği bir yapılanmaya

girdiğini ve Türkiye’nin de dünyadan farklı davranamayacağını düşünüyor ve ümit

ediyor . Altan’a göre kimse buna engel olamaz. Altan bu durumdan oldukça memnun

60
Altan A. Siyaset Meydanı 23-24 mart 2001 ATV
61
Altan A, “bir Macera” Aktuel 397. Sayı
ve yazılarında da globalleşmeye yeşil ışık yakar. Peki bu globalleşme süreci

içersinde Türkiye de ve dünyada nasıl bir demokrasi olmalı?

Nasıl Bir Demokrasi?

Nasıl bir demokrasi? Herkesin ayrı bir tanım yaptığı demokrasi kimisi

için imkansız kimisi için de mükemmel. Demokrasiyi kadına benzetenler bile var.

“Alnında asma yapraklarından bir taç, sırtında kaba saba giysiler;bir elinde nar

ötekinde yılan 62 ”. Voltaire “katıksız demokrasi ayak takımının despotizmidir” diye

tanımlarken “demokrasinin temeli fazilettir” diyor Montesquieu... Demaistre ise

“demokrasi hırstır” ,diyor. Vacherot’ya göre de “demokrasi adaletin temeli”peki

Ahmet Altan’a göre nedir demokrasi?

Altan direk olarak demokrasiyi tanımlamıyor ancak demokrasiye doğru

atılması gereken adımları anlatan yazılarını incelediğimizde karşımıza çıkan tanımı

sınırları tam belli olmayan özgürlük ve kişisel haklara saygı ve adalet kelimeleri ile

özetliyebiliriz. Altan’a göre devlet artık kutsallığını yitiriyor ve kişisel hakların,

özgürlüklerin ön planda olduğu devlet anlayışı ortaya çıkıyor. Altan bu değişimin

orta doğuda kilit bir konumda olan Türkiye’den başlayacağını ve buna da kimsenin

engel olamayacağını düşünüyor 63 ve bakın Altan, Türkiye’yi Nabokov’un devlet

yönetim şekilleri ile ilgili sınıflandırmasında nereye koyuyor.

Çok zengin bir Rus aristokratının oğlu olan Nabokov bir

yandan romanlarını yazarken bir yandan da hafif Rus aksanlı

İngilizce'siyle seçkin üniversitelerde dersler vermişti. Her yıl

öğrencilerine devlet yönetimleriyle ilgili aynı cümleyi ısrarla

62
Meriç,C, “Bu Ülke” İletişim Yayınları İstanbul 7. Baskı 1996 sh.169
63
Açan N. “Edebi Rönesans Gerekiyor” Aktüel 24 nisan 1998
söylerdi. - Demokrasi krallıktan iyidir, krallık hiçbir şeyden, hiçbir

şey diktatörlükten. Görülebildiği kadarıyla Türkiye, Nabokov'un

biraz alaycı sıralamasının "hiçbir şey" basamağına yerleşmiş

bulunuyor bugün. Aynen Nabokov'un anavatanı Rusya'da olduğu

gibi Türkiye'de de devlet, kendisine yüklenen aşırı bir "kutsallığın"

altında ezilip dağılarak "hiçbir şey"e dönüştü; böyle akıldışı bir

kutsallığı herhangi bir müessesenin taşıması mümkün değildi zaten.

Her türlü insani ölçüyü reddeden bir kutsallık, devletin üstünde

durduğu mantıklı bir temele ağır geliyordu. Devlet, kendine

yüklenen kutsallıkla şişiyor, insandan da, adaletten de, özgürlükten

de daha önemli oluyordu. 64

Atlan'a göre Türkiye'de demokrasi hiçbir zaman olmadı ve cumhuriyet

tarihinden beri bu ülkede insanlar demokratik yönetilmedi. 65 .

Altan bu ülkede demokrasinin olmazsa olmaz kurallarından olan

“hukukun üstünlüğü”nün olmadığına ve siyasetin etki altında kalmadan demokratik

bir şekilde işlemediğine sürekli bir baskı altında kaldığına inanıyor. Prof. dr. Remzi

Fındıklı’nın bir cümlelik kısa öz demokrasi tanımı konuya açıklık getirmesi

açısından önemlidir; “demokrasi; iktidarın seçimle gelmesi değil gitmesidir.” 66 Bu

tanım ile Türkiye gerçeğine baktığımızda seçimle iktidardan gitmeyen ve seçimle

iktidara gelmeyen yöneticiler olduğunu görürüz. Demokrasi dersinden Türkiye ne

yazık ki sınıfta kaldı. Peki Türkiye neden sınıfta kaldı? Bu sorunun cevabını Altan

bakın nasıl değerlendiriyor

64
Altan A. “Entelektüel” Aktüel 412.sayı
65
Altan A. “Türkiye’nin Bütün Generalleri,Kışlanıza Dönün” Aktüel 14.12.2000
66
2000-2001 eğitim öğretim yılı Polis Halkla ilişkileri ders notları.
Bence Türkiye'nin temel sorunu, acıların asıl nedeni,

Türkiye'nin tarihinde generallerin, bir siyasi iktidarın sahibi olma

arzularıdır. Bu öyle bir arzudur ki, kendisiyle hiç ilgisi olmayan

alanları bile etkiler. Nasıl etkileyebilir ? Bir insanı düşünün. En

büyük damarında bir tıkanıklık varsa, oradan geçen kanın azlığı,

orasıyla hiç ilgisi olmayan başka yerlerdeki kılcal damarlardaki

kanı bile azaltır. Generaller siyasetin içinde güç sahibi olmak

istedikleri zaman, hukuk kaçınılmaz olarak çarpılıyor. Çünkü

hukuk, oraya seçtiğimiz insanların gelmesini ister. Bunu tersine

çevirdiğiniz zaman, hukuku yok edersiniz. Hukuku yok ettiğiniz

zaman da, bir toplumun güvencesini yok edersiniz. Ayrıca iktidarın

içinde olan generallerin bu davranışlarını meşru kılmak ve halka

karşı kendilerini haklı göstermek için nedenlere ihtiyacı vardır.

Burada müthiş bir itiş olduğunu görüyorum. Çünkü Türkiye'nin

daima bir iç tehlikeye ihtiyacı var?

Eğer ülkenin içinde bir iç tehlike yoksa, generallerin

iktidarda durmasının nedenini açıklayacak bir neden de yok

demektir. O zaman, demek ki sürekli bir iç tehlikeye ihtiyaç var.

Önce "Komünizm tehlikesi" dediler. Sovyetler yıkıldı ve

Türkiye'de hiç Komünizm tehlikesinin olmadığı ortaya çıktı.

Türkiye'de işçi sınıfı yok ki, komünizm tehlikesi olsun. Ama

yıllarca bu ülke binlerce insanını ölüme kaptırdı, zamanını geçirdi,

oyalandı, kontrgerilla vasıtasıyla örgütler kuruldu, insanlar

birbirine vurduruldu. Ve birdenbire gördük ki Türkiye'de


komünizm tehlikesi falan yok. Bugün de aslında Kürt meselesi diye

bir meselemiz yok. Arkasından yıllarca şeriat tehlikesi

söylemleriyle yaşadık. Ben, on yıldan beri defalarca, Türkiye'de

şeriat tehlikesi olmadığını yazdım. Türkiye'de şeriat tehlikesi

olamaz. Yoktur. Bugün MİT müsteşarı da Türkiye'de şeriat

tehlikesinin olmadığını açıkladı. Ama genelkurmay buna karşı,

"Hayır, var" diyor. 67

Altan’a göre Türkiye deki problemlerin kaynağı generallerin bir siyasi

iktidarın sahibi olma arzuları. bu arzu ona göre Türkiye de her şeyi olumsuz

etkiliyor. Hukuk bunların başında geliyor tabi, çünkü hukuk iktidar sahiplerinin

yerlerinde kalmalarını istiyor ve bunun tersi olduğu zamanda hukuk saf dışı kalıyor 68

hukukun saf dışı kalması durumunda halkın devlete karşı güveni/güvencesi kalmıyor

ve kargaşa ve korku ortamı oluşuyor..

Yavuz Gökmen’in yaptığı demokrasi tanımı da Altan’ın demokrasi

anlayışına yakındır ;“demokrasi askerin sivil otoriteye bağlı olduğu

rejimdir(...)Türkiye’nin en büyük açmazı da budur. Asker mutlaka sivil otoriteye

bağlanmalıdır”, der. Gökmenin değerlendirmesine yakın bir değerlendirmeyi de

Cengiz Çandar yapar; “demokrasi, askeri gücün kayıtsız şartsız sivil otoriteye bağlı

rejimin adıdır. Tamam mı?... demokrasinin “ olmazsa olmaz” niteliğinde ki en

kestirme tarifi askeri gücün sivil otoriteye bağlı olmasıdır. Gelin bu tarif özerinde

67
http://www.yenisafak.com/arsiv/2000/aralik/13/g4.html
68
Altan A. “Devlet, Gemi ve Şeytan” Aktüel 474.sayı
anlaşalım. Yok anlaşamıyorsanız , demokrasi ve demokratlıktan bahsetmeyin olsun

bitsin” şeklinde düşüncelerini açıklar 69 .

Altan askerlerin sivil idareyi idare ettiklerini ve iktidar olduklarını ve

bunu yaparken de komplolar kurduğunu düşünüyor 70 . Altana göre askerler siyasete

karışmamalıdır çünkü siyasete karışan ordu askeri yeteneklerini kaybediyor ve bu

yeteneksizliklerinin ve acemiliklerinin hesabı da sorulmuyor/sorulamıyor. Siyaseti

etkileyen bir orduyu kimsenin eleştiremeyeceğini ve bunun sonucunda hata

yapmaktan korkmayan bir ordunun ve üstü örtülü tabu sayılan hataların tarihin tozlu

sayfalarında kalacağını düşünüyor 71 . Altan askerlik mesleğinin entellektüel bir

meslek olduğunu ve profosyonelce yapılması gerektiğine inanıyor 72 .

Tarihte her zaman olduğu gibi siyasete bulasan ordu, askeri

yeteneklerini kaybetmiş, kendi gemisini batıracak durumlara

düşmüs. Hiçbir askeri asarisizligin hesabi sorulmadigi için de, bir

basarisizliktan korkan kimse kalmamis. Bugün bile bu konular hâlâ

tartisilmaz, konusulmaz. Siyasi iktidarla asker süngüsü birbirinden

koparılıp ayrılamadığından bu konular tabu sayilir, o yüzden de

hatalar devam eder.

Ben Atatürkçü değilim, hiçbir zaman da olmadım, Mustafa

Kemal'in ülkeyi yönetme biçimine ciddi itirazlarım olduğu gibi, bu

ülkenin geleceğini belirlemek için, aramızdan altmış yıl önce

ayrılan birinin fikirlerini hiç tartışmasız kabullenmek de bana ciddi

69
Aytaç,Ö. “Polisin Askerlik Dosyası” Akademik Bakış Ankara ocak 1998
70
http://www.yenisafak.com/arsiv/2000/aralik/13/g4.html
71
Altan A, “Sarıkamış’tan Akdeniz’e”Gescriben von am 222. Juli 1999
72
Altan A. Siyaset Meydanı 23-24 mart 2001 ATV
bir zihinsel tembellik olarak gözükür. Ama Mustafa Kemal'in o

zamanlar rakibi olan Enver Paşa'yı saf dışı etmek için de olsa,

savunduğu bir görüşe bugün de katılırım. Mustafa Kemal İsmet

Paşayla birlikte yıllarca ayni görüsü savunmuştu: - Askeri

siyasetten çekin. Bence söylediği en doğru sözlerden biriydi bu. Ne

yazık ki Atatürkçülerin tekrarlamaktan en çok korktuğu söz de

budur.(...) 73

Altan 95 yılı nisanında işine son verilmesine sebep olan yazısında da yine

demokrasiden bahsetmektedir. Ancak demokrasiyi bu yazısında biraz dar açıdan ele

almış ve kürt hakları açısından değerlendirmiş

...........bir kürdiye cumhuriyetin de yasasaydık ne isteyeceksek, bu

isteklerin bu gün kurtlar tarafından dile getirilmesidir demokrasi.

kendimiz için isteyeceğimizi, bizimle eşit olduğunu kabul ettiğimiz

insanlara vermemek için bu kadar kan dökmeye, ülkeyi çıkmaza

sürüklemeye değer mi? Değmez diyenler demokrasi istiyor işte. 74

Altan bu sözlerinden ve bir önceki ülkemizde demokrasinin olmaması

söylemlerini bir araya getirdiğimiz zaman ortaya ilginç bir tablo çıkıyor. Kürtler’in

hakları çiğneniyor ve buda demokratikleşmemizin önünde önemli bir sorun teşkil

ediyor. (Konunun bu yönüne Kürt Sorunu başlıklı bölümde inceleyeceğiz.)

Ahmet Altan’ın demokrasiye bakış açısını daha iyi ortaya koymak için

devlet hakkındaki görüşlerine de yer vermek kanımızca konunun bütünlüğü

yönünden önem arz etmektedir.

73
Altan A. “Sarıkamış’tan Akdeniz’e”Gescriben von am 222. Juli 1999
74
Altan A. “Ata(…)” Milliyet 17 nisan 1995
Altanın Yazılarında Devlet

Altan, kutsal devlet anlayışına karşı, birey merkezli, demokratik

özgürlükçü ve bireyin doğal haklarına saygılı bir bakış açısıyla devlete bakmakta.

Terör suçundan mahkum olan çocuk yaşta bir suçlunun gözlerindeki bir rahatsızlığı

anlatırken o çocuğu kastederek “Bir insanın gözleri cumhurbaşkanlığı makamından

da, genelkurmay başkanlığı koltuğundan da, devletin bizzat kendisinden de daha

kutsaldır. 75 ” söylemlerinde de devletin kutsallığına bakışını görebiliriz. “Bir çocuk

ölüme nasıl bakar” başlıklı yazısında bir başka çocuğun 76 ölümle mücadele ettiğini

ve bu konuda devletin o çocuğun bir terör örgütüne üye olmasından dolayı gerçi

Altan’a göre Kürt olmasından dolayı ölüme terk edildiğini 77 yazarak bir terörist dahi

olsa bir çocuğun hayatı ile değer yargılarını çarpıştırmakta.

Altan’ın yazılarında devletin olmaması yada gereksizliği noktasında bir

görüşe rastlanmamasına karşın ütopya olmayacak ideal bir devlet şekli ve anlayışı

ortaya koymakta. Bireyin ön planda olduğu, kişisel özgürlüklerin ve hakların

çiğnenmediği hukukun her şeyden üstün olduğu bir devlet anlayışı.

Devletin tarihi bir süreç içinde oluştuğunu ve tarihi bir süreç ile tekrar

yok olacağını 78 yazar. Kanımızca altan’ın “devletin yok olması” ından kastı; şuan ki

devlet anlayışımızın/anlayışının değişeceğinden ve devletin değil de insanın kutsal

olacağı bir devlet anlayışına dönüşeceği. Altan bu süreç sonunda ortaya çıkacak olan
75
Altan A. “Pekii Ya Leyla’nın gözleri”Yeni Yüzyıl 20.03 1998
76
Sevgi İnce Adlı bu mahkumun haksızlığa uğradığını düşünerek Altan Aktüel
dergisinin 461.sayısında “Bir Çocuk Ölüme Nasıl Bakar”başlıklı yazısında yer verir
ve akabinde “Bir Teşekkür ve Bir Açıklama” başlıklı yazısında da T.C. Ceza Ve
Tevkifevleri Genel Müdürlüğünden Gelen bir resmi yazı gönderilmiş yazıyı aynen
köşesinde yayınlar. Yazı Sevgi İncenin hukuksal Bütün haklardan yararlandığını
resmi kayıtlarla konu etmiştir. Kanımızca düşünceli ve yerinde bir davranış
77
Altan A. “Pekii Ya Leyla’nın gözleri” Yeni Yüzyıl 20.03 1998
78
Altan A. “Entelektüel” Aktüel 412.sayı
devlet anlayışında baskı ve haksızlıklara yani hukuksuzluğa göz yuman diktatör ve

askerlerin kalmayacağını ve toprak , devlet gibi değerler uğrunda kimsenin

ölmeyeceğini düşünüyor. 79

Altan devleti demir ökçeye 80 benzetir.

Üstelik artık sadece demir ökçe değil, bazen demir bir bilek, bazen

demir bir kulak; dinliyor, vuruyor, çiğniyor. Söylenmesine izin

verilenden fazlasını söylersen, yapılmasına izin verilenden fazlasını

yaparsan, giyilmesine izin verilenden fazlasını giyersen bir anda bir

kurban oluveriyorsun. Üstelik kimin kurban olacağı hiç belli değil,

o demir ökçenin sahiplerinden olduğunu sanan biri bile ezilebilir. 81

Ahmet Altan devleti “demir ökçeye” benzetmekle kalmayıp devletin

çetelerle işbirliği yaptığını iddia ediyor ve Türkiye öyle bir konuma geldi ki artık bu

sistemi değiştirmek zorunda diyor 82 . Değişmek durumunda olmasının sebebinin de

artık paylaşılacak bir pastanın ve çalınacak paranın kalmaması olarak görüyor.

Altan bu durumda çıkar kavgalarının çete kavgalarına rant kavgalarının

olacağını/olduğunu düşünüyor. Hukukun sıfatlarını kaybettiğini hatta hukukun

üstünlüğü anlayışı yok ve hukuk sadece güçsüzler için uygulanıyor ona göre.

Özellikle ülkelerin silahlı kuvvetlerine çifte standart uyguladıklarını düşünüyor.

Susurlukla gündeme gelen/gelmeyen askerlere için birçok eleştiriler getirmişti.

79
Altan A. “Terkediş” Aktüel 403.sayı
80
“Demir Ökçe” jack london ın bir kitabının adıdır.Ahmet Altan “Hep O Koku”
başlıklı bir yazısında Mehmet Ali adında bir yayıncının kitabı basması ve
mahkemede ölmesi üzerine yazdığı yazıda kullanır.
81
Altan A. “Hep O Koku” Aktüel 409. Sayı
82
Altan A. “Edebi Rönesans Gerekiyor” Aktüel 24 nisan 1998
Altana göre bu sorunlar çözülmeden yeni çağa sağlıklı bir şekilde

girilmesi mümkün değil. Eğer bu sorunlara çare bulunmazsa, tarihten Abdülhamit

dönemini örnek vererek sonumuzun Osmanlı’nın ki gibi olacağını düşünüyor. 83 Evet

bu sistemde yolunda gitmeyen şeyler var. Yolsuzluk almış başını gidiyor. Artık

Cuma hutbelerinde imamlar “cemaat kimseyi hortumlamayın günahtır” diyor 84 . Bu

durumdan herkes rahatsız herkes yolsuzluktan mağdur olmasına rağmen neden bir

değişme olmuyor?

Askerler bu işi beceremez. Hiçbir zaman yapamadılar zaten. Abdülaziz'i,

Abdülhamid'i devirdiklerinde de denediler, 1960 ve 71'de de. Asker toplumu

anlayamaz, çünkü ast ve üst diye bakıyor. Hayatını emre göre belirleyen bir insan

toplumun da emir dinleyeceğini zannediyor. Toplum emirle düzelmez. Mekanik bir

şey değil bu; bir organizma. Askerler zannediyor ki burada bir hasta var ve iyi emir

veren biri olmadığı için hasta olarak duruyor. Bu değişimi 60 milyon insan beraberce

isteyecek, değiştirelim diyecek. Ya da dünya Türkiye'nin başını çok ciddi belalara

sokacak ve dünya değiştirecek. Dünyayı bütün olarak düşün; kan dolaşımını tıkayan

bir unsur olarak duruyoruz Ortadoğu'da. Ortadoğu'nun bu haline tahammül etmez

dünya. Türkiye'nin değişmeme lüksü yok. Türkiye'nin yapacağı seçim, kendi

iradesiyle mi, başkasının iradesiyle mi değişeceği. Kendimiz yaparsak daha onurlu

ve hayırlı 85

Altan askerlerin siyaset ile olan ilişkilerinde siyasi liderleri suçluyor ve

generallerin de iktidarın cazibesine kapıldığını, “emredin paşam” diyen olduğunda da

emrettiklerini ve bunun alışkanlık yaptığını düşünüyor. Tabi sadece siyasileri

83
Altan A. “Alnına Vuracaksın” Yeni Yüzyıl 29 05 1998
84
TV. Ana Haber Bülteni, 2000 yılı içersinde ancak tam tarihini bulamadık.
85
Açan N. “Edebiyatın Kızıl Erosu” Aktüel 1998 05 21
suçlamıyor, medyanın ve zenginlerinde bunda etkisi olduğuna inanıyor. Altan’a göre

Türkiye’nin zenginleri ve medyası askerlere bu konuda destek veriyor çünkü;

Bu toplumun zenginleri, zenginliklerini hak ederek elde etmediler,

devletten paralar alarak zengin oldular. Bu ülkenin medyası kendi

gücüyle medya-basın olmadı, devletten paralar alarak gazete kurdu,

televizyon kurdu. Ve boynu bükük duruyor. Türkiye'de

generallerin iktidarının bitmesi zorlandığında generaller, "İç

tehlikeler var" diye bağırmaya başlıyorlar. Hatta öyle bağırıyorlar

ki, Türkiye'nin bir iç tehlikesi olmadığını bütün dünya biliyor. 86

Ülke gündeminin oluşmasında medyanın rolü, hatta görevi çok büyüktür

ayrıca medyaya alternatif olabilecek bir kurumun olmaması ile bu görev fazla

sorumluluk istemekte. Medyanın bu konudaki önemini anlatan bir sinema izlemiştim.

Hollywood yapımı olan filimde hem medyanın hem de Hollywood’un gündemin

oluşmasındaki önemi ve sahtekarlığını anlatıyor.” Başkanın Adamları” adlı filmde

A.B.D. nin başkanının adamları başkanın karıştığı bir sıkandalın gündemden atarak

yeni bir gündem oluşturmasındaki profesyonel çalışmaları anlatılıyor. İşin ilginç

tarafı filmde gerçek bazı olaylarında bu şekilde ortaya çıkarıldığını iddia ediyor.

Ve Medya

Medya deyince ilk aklımıza gelenler haberciler tabi ki. Habercilerin

haber seçimleri konusunda nasıl bir yol izleyip haberleri nasıl seçtiklerini Reha

Muhtar’ın “iyi haber nedir?” sorusuna verdiği cevap kısmen de olsa ortaya

koyacaktır. Cevap oldukça net, emin, tereddüt etmeden verilmişti; ”kötü olan her şey

86
http://www.yenisafak.com/arsiv/2000/aralik/13/g4.html
iyi haberdir” Sadece Muhtar’ın bu cevabıyla değerlendirme yapmak doğru değildir

ancak haberciler haber seçimi konusunda devletin bekası ve Türkiye Milleti’nin

kültür değerleri göz önünde bulundurmadan yaptığı haberlere ve özellikle

programlarla bu konudaki tutumunu ortaya koymakta. Tayfun Talipoğlu polis

akademisinde yaptığı bir söyleşi de medyayı çok ağır eleştirir. “Gazinoların bile bir

raconu var. Medyada kural kalmadı. Medya kerhaneye döndü.” 87 Diyerek sitem eder.

Medyanın içersindeki insanlardan dahi böylesi ağır eleştiriler alıyorsa, medya

kendini yenilemeli ve profesyonelce onurluca hizmet vermelidir. Bakın Ahmet Altan

medya için neler söylüyor.

Basının Türkiye' nin bu günkü durumunda çok sorumluluğu

ve günahı var. Genellikle egemenlerle işbirliği yapmayı tercih

etmiş bir basın bu. İçinden gerçekten yetenekli ve yiğit çok insan

çıktı ama müessese olarak çok övünebileceğimiz bir müessese

değil. 88

(...)Generallerin karşısında eğdikleri başlarını kaldırıp bir an

bile bir sabah vaktine bakamayan, mesleğinin saldırmak değil,

öncelikle savunmak olduğunu bilmeyen, güçlülerin peşine takılıp

güçsüz gördüklerine hücum eden, oturdukları yerde yağ izi bırakan

"başarılı" gazetecilere mi?(.....) 89

Ahmet Altan gazetecilerin mesleklerine ihanet ettiklerini ve bir

gazetecinin sahip olması gereken meslek felsefesine sahip olmadıklarını düşünüyor.

87
Tayfun Talipoğlu’nun Polis Akademisinde 2000 Yılı içersinde yaptığı bir
söyleşiden.
88
Superonline chat 21 mayıs 1998 tarihinde sanal ortamda yapılan sohbet
89
Altan A. “Bir Gün O Haritayı Bulacaklar” Yeni Yüzyıl 12.06.1998
Bir gazeteci mesleğine neden ve nasıl ihanet eder? Altan’a göre mesleğini sevmezse

bir gazeteci mesleğine ihanet eder.

MESLEĞİNİZİ NE KADAR SEVİYORSUNUZ?

Altan Türkiye’deki en önemli sorunlar arasında insanların yaptıkları

mesleklerini sevmemesi olduğunu düşünüyor. Mesleklerini sevmemeyi mesleklerine

olan bir ihanet olarak nitelendiriyor. Atatürk’ün “ vatanını en çok seven görevini en

iyi şekilde yerine getirendir 90 ” sözü de Altan’ın söylemleriyle paralel olma açısından

önemlidir. Altan insanları mesleklerini sevmelerini istiyor. Öyle ki kendisinin

mesleğini hayatından daha çok sevdiğini ve insanlarında böyle olması gerektiğini

düşünüyor. Ve şu soruyu soruyor “hayatınızda hayatınızdan daha önemli bir şey var

mı?”

Altan’a göre tarihçiler mesleklerine ihanet etmişlerdir ve bu yüzden

Türkiye kendi tarihini tam olarak bilmez. Hukukçularda mesleklerine ihanet etmiştir

ve Türkiye hukuku da bilmez Türkiye gündelik gerçekleri de bilmez çünkü

gazetecilerde mesleklerine ihanet etmiştir. Bu üç mesleğin ihaneti Türkiye’yi

olumsuz yönde çok etkiler ve yirminci yüzyılı kaybetmemize neden olur diyor ve

bakın nasıl devam ediyor;

Tarih konusunda yalan söylüyorlar. Hukuk derseniz,

Türkiye’de hukuk yok ama hukukçular ayağa kalkmıyor. Burada

vatanını sevmek, dinini sevmek yeterli kimse mesleğini

sevmiyor.(...)

90
Jandarma Okulunun önündeki Otobüs durağında yazıyor 1999-Batıkent kavşağı,
Ankara
Askerlerde buna dahil. Ben generallerin de mesleklerini

sevdiğini zannetmiyorum. Ben askerlikten pek hoşlanmam ama

müessese olarak bir entelektüel yapı olarak yapı olarak askerliği

severim.(...)

Askerlik bizde bir cesaret işi olarak algılanır, nefer için

geçerlidir evet nefer için askerlik bir cesaret meselesidir ama

generaller için askerlik entelektüel bir meseledir. Dünyanın bütün

büyük generallerine baktığınız zaman şunu görürsünüz. Bu adamlar

bir şeyi yeni kullanmıştır. Ya filleri devreye sokmuştur, ya tankları

ve piyadeyi bir arada sürmek akıllarına gelmiştir, yani aletleri ve

kendi birliklerini kullanma biçiminde zihinsel bir yenilik

yapmışlardır. Bütün askerlik tarihinde büyük generaller bu tür

yenilik yapan generallerdir. Askerliğin entelektüel bir boyutu

vardır. Kendi yenilikleri vardır. Bu konuda yazdıkları kitapları

vardır. (...) 91

Ahmet Altan Türkiye’nin, insanların mesleklerini sevmemelerinin

kurbanı olduğunu düşünüyor. Askerlerde mesleklerini sevmiyor Altan’a göre. Çünkü

mesleklerini sevseler siyasete karışmaz kendi sahalarında uzman olurlar ve Türkiye

için küçük sağlam bir ordu yaratırlar.

Altan Askerlerin bu tutumunu bakın nasıl eleştiriyor ve askerlere nasıl

bir davette bulunuyor.

91
Altan A. Siyaset Meydanı 23-24 mart 2001 ATV
(...)Türkiye, bütün cumhuriyet tarihi boyunca, generallerin

gizli ya da açık iktidarında yönetildi.

Geldiğimiz yer belli. Yaşam standardı sıralamasında

Yunanistan'dan altmış üç basamak aşağıdayız.

Avrupa'nın en fakir ülkesinden beş kez daha fakiriz. Ve, bu

fakirliğin içindeki gelir dağılımının bozukluğu açısından

Tanzanya'nın bile altına düşmüş durumdayız.(...)

Şimdi, bu ülkenin halkı yaralarını sarmak, Avrupa'yla

bütünleşerek yeni bir hayata başlamak istiyor. (...)

Başbakan Avrupa'da ülkenin Avrupa üyeliğini görüşürken,

bir açıklama yayınlayarak, "Avrupa'nın bizi böleceğini,

Avrupalılar'ın ölçülerini kabul etmediklerini" söylediler.

Avrupa'ya karşı çıkmak için de "Kürtçe televizyonu" bir sembol

olarak kullanıyorlardı. "Herkes anadilinde yayın yapabilir" diyen

Avrupa'nın kriterlerine "Biz Kürtçe televizyona izin vermeyiz" diye

karşı çıkıyorlardı. Orada da durmuyorlar, Kürtçe televizyonun

gerçekleşmesinden yana olanları PKK yanlısı olmakla

suçluyorlardı. Kurdukları düz mantıktan şu sonuç çıkıyordu:

Avrupa'nın kriterlerini kabul eden, bunların uygulanmasını

isteyenler PKK yanlısıdır.(...)

Generallere şunu söylemek istiyorum, bakın bu ülkenin bir

geleneği var, bu halk "paşa"larını sevip saymaktan hoşlanır, niye

bilmem ama gelenekleri böyledir. Bırakın böyle kalsın. Çok


zorladınız, çok zorluyorsunuz. Gereksiz hırçınlıklara kapılıyor,

dozu ayarlayamıyor, kaybedeceğiniz bir mücadeleye giriyor, hem

halkı hem de devletin sizden başka bütün öğelerini yok saymak

istiyorsunuz. Bunların doğru seçilmiş tavırlar olduğunu

sanmıyorum.(...)

Artık kışlalarınıza, gerçek mesleğinize dönün. Bize etkin, güçlü,

hareketli, küçük ama sağlam bir ordu yaratın, bu fakir halkın belini

daha da büken savunma giderlerini azaltmanın yolunu arayın,

kurmaylık yeteneklerinizi, dünyayı ve zamanın akışını iyi

anladığınızı göstererek kanıtlayın. Sokaklara, insanlara, onların

isteklerine kulak verin.(…) İnsanlar sevgiyle "paşam" demek

istiyorsa, onların bu sevgisine olanak tanıyın.(…) 92

Altan’a göre askerler sadece siyasete karışmıyor, hukuka da karışıyor.

Türk Silahlı Kuvvetleri ülkenin en önemli ve etkili bir kurumu durumunda olması

ister istemez en hassas kurumu olmasına neden oluyor. Bu nedenle bu kurumda

olabilecek bir aksaklık bütün kurumları etkileyecektir. Altan’a göre hukuk bu

kurumların başında geliyor.

NE KADAR HUKUK O KADAR DEMOKRASİ

Altan’a göre hukuksuz ne demokrasi olur ne halkın

bağımsızlığı/özgürlüğü nede insan hakları. Sayın cumhurbaşkanı Necdet Sezer’i

“hukuk peygamberi”şeklinde nitelendirir ve hukukun üstünlüğünden taviz

vermemesini adeta büyük bir coşku ile ayakta alkışlar. Çünkü Ahmet Altan’ın

92
Altan A, “Türkiye’nin Bütün Generalleri Kışlanıza Dönün” Aktüel 14.12.2000
mahkemelerin sanık kürsülerinde aradığını devletin en üst makamını işgal eden

insandan yani sayın Necdet Sezer’in sözlerinde buluyordu. Cumhurbaşkanımız “ben

hak ettiğimden fazlasını almam, kimsede hak ettiğinden fazlasını alamaz” diyordu .

Altan’a göre hak ettiğini bile almıyordu sayın cumhurbaşkanımız. Altan’ın

cumhurbaşkanımızın görev anlayışını değerlendirmesi hukuka verdiği önemin

anlaşılması açısından önemlidir. Bakın Altan ne düşünüyor sayın sezer hakkında;

Herkesin hak ettiğinden fazlasını istemenin mubah olması ve

hukukun yok sayılması öylesine olağanlaşmıştı ki bu tuhaf

cumhurbaşkanının da bu çarka er geç gireceğine inanılmıştı.

Milyonlarca insanın gözü önünde kendisine “sen artık

cumhurbaşkanısın hukuk diye tutturmaktan vazgeç, devleti düşün”

dendi.

Hukukçu bir cumhurbaşkanının önüne “devlet ve hukuk”

birbirine düşman iki kavram gibi kondu ve “şimdi hukuku unutup

devleti düşün” dendi.

Bu devlet hukuka uyarsa çöker” demek, karada duran bir

gemiyi gösterip “bu gemi suya inerse batar” demek kadar

manasızdı ama kimse bu manasızlığı sorgulamıyordu. 93

Ahmet Altan’a göre cumhurbaşkanımızın hukuka bu şekilde önem

vermesi Türk siyasetinde baskın olan haki renkli bir yapıyı sarstı. Çünkü Altan’a

göre askerler siyasete girince devlet hukukun dışına çıkıyordu. Hukukun dışına

çıkılmamak istenince de oturmuş olan düzende değişmelerin olması kaçınılmaz

93
Altan A. “Devlet. Gemi ve Şeytan” Aktüel 474. Sayı
oluyordu. Peki hukuk olmadan olamaz mıydı? Ahmet Altan’ın bir başka yazısı hem

bu soruya cevap olabilir hem de Sayın cumhurbaşkanımıza neden bu kadar yürekten

desteklediği biraz daha açık anlaşılabilir.

Şimdi, dünyadaki bütün insanların paylaştığı adalet

kavramını reddedenleri, başkalarının sahip olduğu hakları burada

yaşayanlara vermemekte direnenleri ve ancak "adaleti ve insanlığı"

reddederek "devletin bekası"nı sağlayacağını söyleyenleri kendi

ülkemde gördüğümde; kırmızı toprakları, cangılları, denizleri,

nehirleri, güzel kadınlarıyla bir cennet olabilecekken insanın iki

günde kaçmak istediği, aynalı gözlüklü gizli polislerle dolu bir

cehenneme dönüşen o ülkeyi hatırlıyorum. köşe başlarındaki

karaborsacılar, yakıcı pahalılık, korku dolu insanlar, idam sırıkları,

sokaklardaki pislik, şehirlerin fakirliği ve öfkeli polisler geliyor

gözümün önüne. Ben kendi ülkemde dolaşırken de, Afrika'daki o

pejmürde şehirlere benzeyen yerler gördüm çünkü. "Adaleti ve

insanlığı" reddederek hiçbir halk bağımsız olamıyor, köle oluyor.

Yalnızca köle başı başka bir ülkeden değil de kendi ülkenden

çıkıyor. Sizi bilmem ama, ben ne kendi ırkımdan ne de başka bir

ırktan birinin kölesi olma fikrinden hoşlanıyorum. Kendi ülkemde

başka diyarlarda yaşayan insanların sahip olduklarına sahip olarak

yaşamak istiyorum. Adalet ve özgürlükle çatışan bir halk ne onurlu

olabiliyor, ne de bağımsız. Ben bu gerçeği Afrika'da gördüm. Ama

artık bunu görmek için Afrika'ya gitmeye gerek yok. 94

94
Altan,A. “Bir Macera” Aktüel 398.sayı”
Ahmet Altan 20 nisanda Aktüel dergisinde silahlı kuvvetleri eleştiren bir

yazı yazdı. Yazıda askerlerin cumhurbaşkanlığı seçimini etkilediğini iddia ediyordu

ve mahkemelik oldu ancak Altan mahkemede yaptığı savunma ve daha sonraki

yazılarına baktığımızda hukuk kavramı üzerinde ısrarla durduğunu görürüz. Altan’ın

mahkemede verdiği ve hakimin suçsuzdur kararına varmasına neden olan savunma

gerçekten ilginçtir. Bakın Altan savunmasını nasıl yapıyor;

Sayın yargıç, Ben buraya yargılanmaya değil, bu ülkede

eksikliği çok hissedilen bir şeyi, adaleti aramaya geldim. Ben

generalleri eleştirdiğim için buradayım. Eleştirdiğim insanlar ise

hukukun dışına çıksalar bile dokunulmaz olarak kalıyorlar.

İnanıyorum ki, bir mahkeme o ülkenin bir yazarını

yargılayabiliyorsa, o ülkenin suç işlemiş bir generalini de

yargılayabilir. Ama ben mahkemelerde ve hapishanelerde yalnızca

yazarları görüyorum. 28 Şubat dahil dört darbe yapmış, Lockheed

rüşvet skandalına bulaşmış, Susurluk sanıklarıyla ilişkileri devlet

belgeleriyle saptanmış, yazarlara, milletvekillerine, insan hakları

savunucularına iftiralar atmak için raporlar hazırlayıp kampanyalar

başlatmış olan, isimleri bilinen generallerden hiç birinin yargı

önüne çıkmamış olması biraz garip değil mi? Bunları yapanların

değil de, bu yapılanlara karşı çıkan yazarların yargılanması adalete

ve hukuka uygun mu sizce? Yirminci yüzyılı, kendi ülkesini, kendi

insanlarını, kendi devletinin hazinesini soyan siyasetçilerin, asker

ve sivil bürokratların egemenliğinde tam bir fiyaskoya

dönüştürmüş, devletinin içinde çeteler üretmiş, kendi ekonomisini


bile yönetmekten aciz olduğu için başkalarının denetimine muhtaç

kalmış, dünya sıralamasında doksanıncı sıraya düşürülerek

paryalaştırılmış bu ülkede, sanık sandalyesine yalnızca yazarlarla

aydınların oturtulması; bilmiyorum, bu ülkenin vicdani olmasını

beklediğimiz hukukçuların ruhunda nasıl yankılanıyor. İkide bir de

çalışmalarımdan, yazılarımdan, kitaplarımdan kopartılıp, bazen

bizzat Genelkurmay'ın talebiyle bazen de savcının isteğiyle

mahkeme salonlarına getirtilip yargılanıyorum. Kendi görev

alanlarının dışına çıkan, demokrasinin gelişmesine müdahale eden,

parlamentoyu küçümseyen hatta zaman zaman yok sayan

generallerle ilgili eleştirilerimi, savcılar orduya hakaret olarak

değerlendiriyorlar. Hukukun bakış açısını bozarak, bireyle kurumu

özdeşleştiriyorlar. Eleştiriyi ise hakaret telakki ediyorlar. Böylece,

hukukun izin verdiği eleştirilmez birer padişah konumuna

sokuyorlar. Benim yasalara uygun eleştirilerimi suç kabul eden

savcıların, suç işledikleri belirlenen bazı generallerle ilgili hiçbir

dava açmamasını bu ülkenin hukuk sistemi hiç mi yadırgamıyor?

Suçlu oldukları resmi belgelerle ortaya konmuş generallere

dokunulmazken yalnızca yazarların yargılanması, o ülkenin

adaletine ve hukuk sistemine olan inancı zedelemez mi? Şu

kaçınılmaz soru aklımıza gelmez mi: Savcılar gerçek suçluları mı

yoksa yalnızca güçlerinin yettiği insanları mı sanık sandalyesine

oturtuyorlar? Ben bu mahkemeden sadece beni yargılanmasını

değil , bu soruya da hukuk ve adalet adına cevap aramasını

bekliyorum. Bakın, sayın savcı benim hangi satırlarımda suç


unsuru bulduğu için hakkımda dava açmış: "Askerlerin Çankaya'ya

çıkacak zatı tarif etmeleri, başbakanın bunu çok doğal bulması

gazete köşelerinde istihbarat ajanlarının yerleştirilmiş olması, bu

ajanların kimliklerinin açıklanmasına rağmen basının hiç ses

çıkarmaması, medyanın çirkin bir suç ortaklığını sırtlanması,

Ankara'dakilerin iktidarı ve parayı paylaşmak için birbirlerine ayak

oyunları yapması. . .

"Hayatımıza her an her istediğinizde karışabileceğiniz inancı,

eğer belinizdeki o silahtan kaynaklanmıyorsa nereden

kaynaklanıyor? Neden bu ülkede yaşayan hiç kimsenin, kendi

yaşadıkları topraklarda olacakları belirleme hakkı ve gücü

olmadığını, bu güce yalnızca sizin sahip olduğunuzu yüzümüze

vurmaktan böyle zevk alıyorsunuz? Hangi yasada yazıyor sizin

Çankaya'ya çıkacak zati tarif etme yetkisine sahip olduğunuz?

Böyle bir yasa yok. Bunu biliyorsunuz. Bizim korkumuza

güveniyorsunuz. Ve bizi korkutuyorsunuz. Korkuyor ve

susuyorsunuz. Bizi aşağılıyorsunuz. Bizi yönetmek istiyor, hiçbir

konuda karar vermemize olanak tanımıyor, iplerimizi elinizde

tutmak istiyorsunuz. Nereden alıyorsunuz bu hakkı? Burnuma bir

silah dayanmasından ve 'sizin konuşmaya hakkınız yok'

denmesinden bıktım. " Evet, bu satırları ben yazdım. Ve bugün de

aynen böyle düşünüyorum. Bu satırlarda hakaret olmadığını

savunmayacağım bile. Hakaret olmadığı çok açık. Benim hiçbir

yazımda hakaret yoktur, sayın yargıç. Ülkemizde hakareti hak


eden insanlar olmadığından değil, hakaret yazının güzelliğini

bozacağından. Bu yazı yazıldığı sırada, generallerden bazıları,

parlamentoyu ve toplumu korkutucu açıklamalar yaparak kendi

cumhurbaşkanı adaylarını tarif etmişlerdi. Evet, ben buna

karşıyım. O gün de karşıydım, bugün de karşıyım, yarın da karşı

olacağım. Generallerin siyasetten çekilmesi gerektiğini

söylüyorum. Generallerin siyasetin tam göbeğinde oturduğu bir

ülkede ne huzur olur, ne mutluluk olur, ne hukuk olur, ne adalet

olur.

Şimdi bana sayın savcı, bunu söylememin neden ve nasıl suç

olduğunu açıklasın. Generallerin siyasetten çekilmesini isteme

hakkımı kısıtlayan bir yasa maddesi göstersin bana. Böyle bir

madde yok. Ben suç işlediğim için burada değilim. Beni buraya,

"generaller siyasetten çıksın" diyenlerin başına neler geleceğini

topluma göstermek ve insanları korkutmak için getirdiler. Yazarlar

yargılandığı sürece, generaller yargılanmayacağı için getirildim ben

buraya. Sayın yargıç, vereceğiniz karar, benimle ilgili olmayacak.

Vereceğiniz karar, siyaseti, ekonomisi, hukuku, eğitimi çökertilmiş

bir ülkede artık hukukun ve adaletin varolmasını sağlayıp

sağlayamayacağımız yolunda bir gösterge olacak. Sizden, adalete

ve hukuka sahip çıkmanızı talep ediyorum.

Ahmet Altan savunmasının ilk cümlesinde söylediği gibi kendisini

savunmaya değil olmadığına inandığı hukuku aramaya ve hakimin de bu konuda


duyarlı olması gerektiğini hatırlatmaya gitmiş. Altan mahkeme sonunda beraat etti.

Zaten böyle bir savunmaya da ceza vermek gerçekten özel bir beceri gerektirir.

Altan mahkemelerde nasıl bir tavır içinde bulunması gerektiğini

biliyordu. Hem babasından kalan tecrübeler hem de kendi tecrübeleri oldukça

çoktu 95 . Altan tepkilere ve mahkemelere aldırmadan doğru bildiğini yazmaya ve

söylemeye devam ediyor. Bir röportajında Altan generallerimizi neye davet ediyor

daha doğru bir anlatımla bakın nasıl eleştiriyor. Aslında Altan’ın bu eleştirileri

generallere değil de hukukçulara.

Eğer Susurluk'la ilgisi olduğu, Abdullah Çatlı ile telefon

görüşmeleri yaptığı belirlenen bir general yargılanamıyorsa, her

zaman varlığı reddedilen ama varolduğu herkes tarafından bilinen

Jitem'in yöneticisi olan bir general, parlamento kendisine soru

sormak istediği zaman gitmiyor ve parlamentoyu küçümsüyor ve

yargılanmıyorsa; eğer bir general insanlara iftira atmak için

belgeler düzenleyip, andıçlar yazıp daha sonra o andıçlar

doğrultusunda insanlar karalanıyor ve bu andıçları yazan generaller

yargılanmıyorsa, savcıların gerçekten suçluları yargılayıp

yargılayamadığını ben sorarım.

Bu ülkede hiçbir generalin yargılandığını görmedim.

Muğlalı'dan beri böyle bir şey olmadı. Askeri uçak alımında bir

Lockheed rüşvet skandalı vardı, bütün dünyada aydınlatıldı,

Türkiye ayağı neden aydınlatılmadı? Neden Susurluk'un içindeki

general isimleri mahkemeye gitmiyor? Neden adı suçla birlikte


95
www.arafiyan.net/arafiyan/bilkent/04/0464.html
anılan hiçbir general yargılanmıyor da, ben yargılanıyorum? Ve

ben neden genelkurmayın talebiyle yargılanıyorum? Ve nasıl

oluyor da genelkurmaydaki bazı generaller canları her istediğinde

bu ülkenin bir yazarını mahkemenin karşısına çıkartıyorlar. Canları

istediğinde beni kitaplarımdan kopartıp bir mahkemenin karşısına

geçiriyor ve on-onbeş seneye mahkum etmek istiyorlar. Türkiye'de

bunu bir general istediği zaman yapabiliyor. Askerler neden bunları

yapıyor ? Çok basit. Ben "Generaller siyasetten çıksın" diyorum.

Bunu söylediğim anda beni mahkemenin önüne götürüyorlar ve bir

örnek olarak göstermek istiyorlar. "Generaller siyasetten çıksın"

dersen yargılanırsın, belki hapse girersin, hatta daha beter şeyler

olur. Andıçlar var, hakkında iftiralar atılır. Medyaya da

güvenemezsin ki. Ben diyorum ki, eğer bir ülkenin yazarı

yargılanabiliyorsa, o ülkenin generali de yargılanabilmeli. Ayrıca

ben, suç işlemedim. Ama generallerin suç işlediğine dair çok

önemli karineler var. Ortada bir andıç duruyor. Bu andıçın bir

sorumlusu yok mu? Var. Ben mahkemede bir tek aydınları ve

yazarları görüyorum. Mahkemelerde hiç generalleri görmüyorum.

Hukuk ikiye mi ayrılıyor? Üniforma giyenler için başka bir hukuk,

sivil olanlar için başka bir hukuk mu var? Bu ülkenin yazarları,

generallerinden daha mı değersiz? Hukuk tektir, ayıramazsınız. Siz

"Bir ülkenin yazarları yargılanabilir ama generalleri yargılanamaz"

diye ayırırsanız, o ülkede hukuk olmaz. Artık, "Generaller neden

yargılanmıyor?" diye sormanın zamanı geldi. Ve ben mahkemede

bunu sordum ve bunu sormaya devam edeceğim. Generaller beni


yargılatabiliyorsa, ben de generallerin neden yargılanmadığını

sorma hakkına sahibim. Bir generalin yargılanması, bütün ordunun

yargılanması demek değildir ki. Benim yargılanmam, bütün

edebiyatın ve edebiyatçıların yargılanması demek midir? (...)

Adaleti olmayan bir ülkeyi savunmanın anlamı kalmaz ki. Bu

ülkede adaleti yok etmek, bu ülkeyi sevmekle açıklanabilir mi ? 96

Ülkeyi sevmek ve vatan hainliği konusunda da Altanın alışagelmişten

daha farklı bir bakış açısı var. Altan tv de çıktığı bir programda 97 Lenin ve

Trocki’nin aralarında ki bir diyalogdan bahseder.” Leninl ile Trocki Marks’ın mezarı

başındadırlar. Trocki Lenin’e “tarih, senin haksız olduğunu yazacak” der Lenin’in

cevabı oldukça zekice, enteresandır. “bu tarihin kimin tarafından yazıldığına bağlı.”

Altan da vatanı sevmenin veya vatan haini olmanın kim tarafından

söylendiği önemli diyor. Altan’ a göre Türkiye’nin özgürlüğe, zenginliğe ve

demokrasiye doğru ilerlemesine köstek olanlar vatan haini. Gerçi Altan ille de bir

hain arama taraftarı değil ve hatta aramıyor da, Altan’ göre bu topraklarda yaşayıp ta

vatanını sevmeyen yok 98 . P.K.K. yı desteklediği için herkez tarafından vatan haini

ilan edilen şarkıcı Ahmet Kaya’nın televizyondaki bir konuşmasında “ölürsem

vatanını sevmedi demesinler ben memleketimi Ardahan’dan Edirne’ye kadar

severim” 99 dediğini yine Altan kaleme almıştı. Bakın Altan sevmeyi nasıl anlatıyor.

İnsan sevdi mi sevilmek ister. Bu, çok basit, çok açık, çok

bilinen, tekrarlanması, söylenmesi, yazılması bile ayıp

96
http://www.yenisafak.com/arsiv/2000/aralik/13/g4.html
97
Altan, A, Siyaset Meydanı 23-24 mart 2001 ATV
98
Altan, A. “İnsan Sevdimi Sevilmek İster” Yeni Yüzyıl 28.08.1998
99
Altan, A. “Bir Şarkı Söylerdim” Aktüel 488. Sayı 23-29 kasım 2000
sayılabilecek kadar sıradan bir cümle. Ama, çok bildik ve çok kesin

gözüken cümlelerin arkasında, belki de çok açık olduğu için kimse

bu cümleleri kurcalamaya yanaşmadığından, derin karanlıkların

birikebileceğinden kuşkulanıyorum. "İnsan sevdi mi sevilmek

ister" sözünü böylesine rahatlıkla kabul etmemize karşın,

çevremizde "sevilmek" talebinde bulunmadan seven insanların

bolluğuna şaşırmamamıza şaşırıyorum çünkü. Çevrenize bir bakın.

Ne kadar çok seven insan göreceksiniz. Bütün politikacılar, bütün

generaller, bütün istihbaratçılar, bütün polisler, devletin içinde

kümelenmiş çeteciler, cuntacılar, darbeciler memleketlerini

seviyorlar. Bunu, ucuz bir ironi olsun diye söylemiyorum.

Sevdiklerine gerçekten inanıyorum. Beni şaşırtan, bu insanların çok

sevdikleri memleketleri tarafından sevilmeyi talep etmemeleri, "sen

de beni benim seni sevdiğim kadar sev" dememeleri, sevgilerini,

sevdiklerinin göremeyeceği bir karanlıkta yaptıkları işlerle,

sevdiklerine değil de kendilerine kanıtlamaları. Bizim gibi insanlar,

yazdıklarıyla çizdikleriyle kalabalıkların önüne çıkıp "sevilmeyi"

talep ederken, onlar önemli işlerini gölgeliklerde yapıp, yaptıklarını

saklıyorlar. Sevgilerinin karşılığını sevgi olarak istemiyorlar. Gerçi

sevgilerinin karşılığını para ve iktidar olarak alıyorlar ama, sanırım,

yola ilk çıktıklarındaki amaçları bu değil. Yola başlarken gerçekten

vatanları, milletleri, memleketleri için iyi bir şeyler yapacaklarını

düşünüyorlar. Bu "sevgi" yolunun neresinde cuntalara,

kontrgerillara, çetelere bulaşıp, sevgilerini karanlığın arkasına

saklıyorlar peki? Onları bizden ayıran kavşak nerede çıkıyor


ortaya? Parayı ve iktidarı gördükleri yerde diyebilirsiniz. Ama ben

onların daha önce, çok daha tehlikeli bir yerde saptıklarını

sanıyorum. Onları bizim gibilerden ayıran sapak, memleketi

"herkesten daha fazla sevdiklerine" inandıkları durak, orada

güzergâhlarımız ayrılıyor. 100

100
Altan, A. “İnsan Sevdimi Sevilmek İster” Yeni Yüzyıl 28.08.1998
BÖLÜM 3

Bu bölümde Ahmet Altan’ın üzerinde çok hassas olduğu bir konuya

bakış açısını inceleyeceğiz;”Kürt sorunu”. Aslında bu konu müstakil bir çalışma

yapılacak kadar geniştir ancak biz bu makale içersinde Ahmet Altan’ın bakış açısına

oldukça kısa olarak değineceğiz.

KÜRT SORUNU

Ahmet Altan’ın bu konudaki sergilediği tutum oldukça serttir. Daha

öncede belirttiğimiz üzere bir kaç kez işinden atılmasına da neden olmuştur. Ahmet

Altan Kürt sorununun komplo teorileri üretilerek ve sert önlemlerl alarak

çözülebileceğine inanmıyor 101 . Altan’a göre devletin Kürt sorunu konusunda ki

siyasetinde ciddi hataları var. Altan yazılarında hem Kürtlerin hem de Türklerin

yanlışları olduğuna inanıyor. Birçok yazısında bu konunun üzerinde dikkatleri

toplamaya çalışıyor ki bunda da oldukça başarılı oluyor. Eleştirmekten ve inandığını

yazmaktan hiç vazgeçmiyor. Altan Türkiye’nin çözüm politikasını bir yazısında nasıl

değerlendiriyor/eleştiriyor bir bakalım;

Bu ülkenin bir Kürt sorunu var, bu sorun Abdullah Öcalan ya

da PKK sorunu değil, bir adamı asmak ya da bir örgütü dağıtmak

sorunu çözmeyecek.(…); eğer katiller cezalandırılacaksa

cezalandırılacak tek insan da Öcalan değil, cezalandırılacak diğer

insanlar devletin içinde saklanıyor. Bazen bir sorunun şiddetle

101
Aynı doğrultudaki söylemleri Yrd.Doç.Dr.İhsan BAL Polis Akademisinde
verdiği “Devlet Güvenliği”dersinde öğrencilerine ısrarla anlatmaktadır.
çözüldüğü tarihte görülmüştür ama Türkiye bugün herhangi bir

sorunu şiddetle çözecek bir güce sahip bulunmuyor, ayrıca dünya

da ülkelerin iç sorunlarının şiddetle çözülmesine izin

vermiyor.(...) 102

Kürt sorunu Türkiye’nin geleceği açısından göz ardı edilmeyecek bir

sorundur. Yıllardır bu sorun kanayan bir yaramızdır. Bu sorunun büyüklüğünü

anlamak için birkaç rakam yeterli olacaktır. Otuz bin insan, dört yüz milyon dolar, ve

15 senenin üzerinde bir zaman. Ve kaç yıl daha bu sorun devam edecek belli değil.

Ahmet Altan’a göre Türk halkı bu sorunu tartışamadı ve profesyonelce bir çözüm

getiremedi. Sonuç ortada. Bakın Altan geçmişi nasıl sorguluyor;

Acaba oradaki problem savaş 103 çıkmadan halledilebilir

miydi? Bu toplum bunu tartışabildi mi?biz bu savaşın bir

zorunluluk olduğunu kabule itildik ve sonunda otuz bin insan öldü

ve dört yüz milyon dolar para gitti. Bugün Türkiye kırk milyon

dolar bulsa kurtulacak. Dört yüz milyar dolar harcandı, otuz bin

can, insan, genç çocuk ve onun toplumdaki travması, acısı.

Peki bu savaş mecburi miydi?1980 de 12 eylülde orada ki

bütün çocuklara Kürtçe isim koymak yasaklandı, sizce bu yasak

toplumdaki bunca kışının... altmış milyon insanın mutluluğuna,

102
Altan, A. “Aktüel” 412.sayı
103
Terör örgütlerine karşı yapılan mücadeleyi savaş olarak nitelendiremeyiz ancak
Altan’ın söylemlerini değiştirmemek için aynen kullandığı gibi yazdık. Ayrıca 17-19
aralık 1998 tarihinde Elazığ Doğuanadolu'da güvenlik sempozyumunda Hukuk
Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Mehmet KOCAOĞLU da PKK ile yapılan mücadeleyi
savaş olarak tanımlar.
özgürlüğüne, zenginliğine hizmet edecek bir karar mıydı?(...)biz bu

yasağı tartışamadık.

Sonra bu yasak ortadan kalktı ama aradan yıllar geçti. Belki

de o savaşın nedenleri arasında bir tanesi de bu yasaktı.(...)

Bu kararı veren kim?

Biz neden bu kararı tartışmadık? Eğer bunları tartışabilseydik

belki de savaş çıkmazdı 104 .

Ahmet Altan devlet içersindeki suçlu insanların hiçbir zaman

yargılanmadığını bununda tarihimizde de daha önce olduğunu iddia ediyor. Altan’a

göre geçmişte suç işlemiş daha doğru bir anlatımla görevinde başarısızlığa uğramış,

görevini kötüye kullanmış bu insanlar yargılanmadığı için şuan günümüzde de

yargılanmıyor ve kimseye yanlışlarından dolayı hesap sorulmuyor. Buda yanlışların

çoğalmasına ve devletin üst düzey makamlarını işgal eden insanları olumsuz yönde

etkiliyor. Hatalarında ısrar etmelerini ve hata yapma konusundaki cesaretlerini de

artıyor. 105 Bir başka yazısında Altan Türkiye’nin tarihi süreç içindeki doğu ile

alakalı siyasetini bakın nasıl değerlendiriyor.

(...)Türkçe bile bilmeyen insanların anadillerini konuşmasını

yıllarca biz yasaklamadık çünkü, çocuklarına istedikleri isimleri

koymalarına bile izin vermeyen biz değiliz, asırlardır yaşadıkları

köylerinin adlarını biz değiştirmedik, onlara hep kuşkuyla biz

bakmadık. Biz bir şey yapmadık. Bir adam çıktı ve otuz bin kişiyi

104
Altan, A, Siyaset Meydanı 23-24 mart 2001 ATV
105
Altan A. “Sarıkamış’tan Akdeniz’e”Gescriben von am 222. Juli 1999
öldürdü. Şimdi o adamı yakaladık ve cadı masalı bitti. Artık,

gittikçe pespayeleşen şoven bir övünmeyle bu ülkenin insanlarını

uyuşturabilir, yakın tarihin bütün gerçeklerini kaba bir

böbürlenmenin ardına saklayabiliriz. Güneydoğu'da öldürülen o

gencecik askerlerin içleri yanan annelerini ekranlara çıkartıp acılar

içinde taşınması en zor olanı taşıyabilmek için bir intikam

duygusuna sığınmak zorunda kalan insanların duygularını yeni

acılar yaratacağımızı bile bile istismar edebiliriz. Aynı durumda

olan Kürt annelerinin de bulunduğunu, onların da içinin yandığını,

onların da kaçınılmaz bir intikam duygusuyla beslenebileceğini hiç

düşünmeyeceğiz. Bütün bu annelerin acılarının ortak bir acı

olduğunu kabullenmeyeceğiz; hepimizin bu annelere birer evlat

borçlu olduğunu, bu acıları hep birlikte ortaklaşa yarattığımızı

kabul etmeyeceğiz. Çocuklarımızın ölülerini bile ırklarına göre

ayıracağız. Annelerin acılarını bile ırklarına göre

derecelendireceğiz. Bir işe yaramayan şefkatimizi ve çaresiz

merhametimizi bile insanlara ırklarına göre dağıtacağız(...)

Ahmet Altan Kürt sorunu ile PKK terörünün aynı olmadığını dile

getiriyor ancak arka arka kullandığı cümleler sonucunda akılda gayri ihtiyari kalan

tek şey Kürt problemi ve PKK’nın aynı şey olduğu. Altan oysaki bunu

eleştirmektedir ancak Altan’ın bu alıntı yaptığımız yazısında (örneklerini

çoğaltabiliriz ki ileride yine değineceğiz) bilinç altına yollanan bir mesaj var oda

bütün PKK’lılar Kürt’tür veya tam tersi. Oysaki Altan bunu eleştirmektedir ve bu

eleştirisinde haklıdır.
Kanımızca olaya daha rasyonel ve çözümcü yaklaşmak Türkiye için yani

bu topraklar üzerinde yaşayan bütün insanlar için daha yararlı olacaktır.

Ahmet Altan’a göre Kürtler Türklerle yasa önünde eşitler fakat gerçek

yaşamda bunun böyle olmadığını ve Türklerin Kürtleri dolaylı yolla da olsa

aşağıladıklarını iddia ediyor 106 . Ve bunun sebebinin de bakın ne olduğunu

düşünüyor.

Atalarınızın kurduğu bir imparatorluğun altı yüz yıllık bir

dönemden sonra yıkılmış olmasını hiç unutamıyorsunuz belki de.

Bütün geleceğinizi, geçmişten kalan korkularla zehirleyecek

misiniz? Hep bunun dehşetiyle yaşayıp tüm dünyanın size düşman

olduğuna inanmak gibi kibir dolu bir korkuyla kendinizi perişan

etmek yerine, imparatorlukların niye yıkıldığını araştırmak,

gerçekleri görmek daha iyi olmaz mı? Yıkılmış bir imparatorluğun

mirasçısı olmanın ruhsal depreminden kurtulmadan sağlam bir yapı

oluşturmanın imkânsızlığını anlamak kabil olmayacak mı bu

topraklarda? Osmanlı'yı yıkanın da size tevarüs eden bu korkunç

korku olduğunu anlayamıyor musunuz bir türlü? Korkmayın bu

kadar. Korkuyla çirkinleşiyorsunuz. Ucuz böbürlenmelerle, acıları

bile adilce paylaştırmaya yanaşmamanızla, bu ülkenin çocuklarını

"onların çocukları" ve "bizim çocuklarımız" diye ayırmanızla

çirkinleşiyorsunuz. Daha yakalandığı anda iki cümleyle kendi

geçmişini yok eden birini suçlamalarınızla yüceltip 107 belki de hiç

sahip olmadığı bir gücün sahibi olduğu vehimlerine kapılarak cadı


106
Altan, A.“Yanıyorlar” Aktüel 397
107
Kanımızca bu cümlede Apo’yu kastediyor.
masalları anlatacağınıza, bir insan kendini niye yakar diye sorun

kendinize. Nasıl bir acı, bir insanı ateşlerin arasında kaybolmaya

salar, bunu merak edin. O acıyı anladığınızda sorunların çoğu,

yalanlara, kibirlenmelere, öfkelenmelere ihtiyaç göstermeden

çözülecek. Ancak o zaman, çocuklarını kaybeden annelerin her

dilde aynı hüzünlü ahenkle ağladığını anlayacak ve "Ne olur artık

ağlamasınlar" diye yalvaranlara katılacaksınız. . 108

Ahmet Altan Türklerle Kürtlerin ayrı ırklar olmasına karşın ortak bir

noktaları olduğunu ve bunun da birbirlerini öldürmeleri olduğunu söyleyerek sitem

ediyor. İki etnik gurubunda faşizimden etkilendiğini ve tarihteki faşistlerin “yaşasın

ölüm” sloganını adeta hayata geçirdiklerini düşünüyor.

faşizmin iki ucu da pençesine aldığı bu kanlı kargaşada yeni

bir ses, insanca bir çığlık arıyor insan. "Yaşasın hayat" diye

bağıracak birilerini duymak istiyor. Ölümü ve savaşı yücelten,

adaletten, ezilenden yana olanlara düşmanca saldıran Türkler'e

karşı çıkacak Türkler yok mu? "Yaşasın hayat"ın Kürtçe’sini bize

öğretecek, bu vahşi haykırışa hayata sahip çıkarak cevap verecek

Kürtler yok mu? Irklarınızın ve dillerinizin farklılığına rağmen

büründüğünüz o kara gömleklerin rengi birbirine bu kadar

benziyor(...)." 109

108
Altan, A.“Yanıyorlar” Aktüel 397
109
Altan, A, “Yaşasın Ölüm” Aktüel 18-24 mart 1999
Ahmet Altan Türklerinde Kürtler kadar suçlu olduğuna inanıyor. O bütün

ırkların bütün ideolojilerin vs altında yatan insan 110 kimliğinin unutulduğunu ve

falanjist filanjist diye insanların birbirlerini öldürdüğünü ve en önemli olan şeyi yani

“insan” olduklarını unuttuklarına ve farkına varmalarının gerektiğine inanıyor. Bakın

bir başka yazısında ölmek ve öldürmek için ne diyor Altan;

(...)hâlâ, kalemin hayattan çok ölüme dokunmak zorunda

kaldığı bir çağda ve ölümün yüceltildiği bir diyarda yaşayıp yazı

yazıyoruz; hayatımıza ölümü sokan, ölümü kutsayan, ölüm emri

veren herkesten, kaybolan hayatlarımız ve gölgelerini ömür boyu

taşıyacağımız ölüler adına bir yiğitlik, vakur bir duruş bekleme

hakkına sahibiz. Bunca genç insan öldü. Ölüm emri verenlerin

aksine, onların hiçbirini diğerinden ayırmam, onları bu ülkenin

yaşlılarının akılsızlıkları öldürdü. Onlara hayatı değil de ölümü

sunanlar, babaları yaşındaki insanlardı. O çocukları yaşatamamanın

ortak utancını hepimiz taşıyoruz. Bu utanca, korkaklığın

zavallılığıyla intikamcılığın insafsızlığını görmenin utancı da

ekleniyor. Bizim akılsızlığımız çocuklarımızı cesur olmak zorunda

bıraktı. 111

Ahmet Altan Türkiye’nin doğu politikasını diğer dünya ülkelerinin bakış

açısı karşısında bakın nasıl eleştiriyor.

Lenin, "küçük bir hatayi büyütmenin en iyi yolu onu savunmaktir,"

diyor.

110
Altan A. “Hayat Sinemasında Bir Film” Yeni Yüzyıl !9 haziran 1999
111
Altan, A. “Pautus” Aktüel 411.sayı
Biz ise hatalarimizi savunmaktan geçtim, sanki hatalarimiza

asigiz, hatalarimizi çok seviyor asla onlarin hata olmadigini

savunuyoruz.

Bundan on bes yil önce, Kürtlerin çocuklarina Kürtçe isimler

koymasini yasaklamasaydik, onlarin Kürtçe konusabileceklerini

kabul etseydik, bu ülkede Kürt vatandaşlarımız olduğu gerçeğini

içimize sindirseydik, onları inanılmaz bir baskıyla ezmeseydik,

bugün gene Suriye ile savaşmanın eşiğine gelir miydik?

Kürt sorunundan dolayı, en yakin müttefikimiz oldugunu

söyledigimiz Amerika da dahil, dünyanın neredeyse bütün

ülkeleriyle yollarımız böylesine ayrilir miydi?

Kürt ve Kibris politikalarimizin, baska konularda

anlasamayan bütün devletleri karsimiza yekvücut yapmasi,

Amerikalisinin, Avrupalisinin, Rusunun, Arabinin, Japonunun,

Çinlisinin karsimiza dikilmesi ve bizim "hatali oldugumuzu"

söylemesi hiç mi kusku uyandirmiyor içimizde?

Gerçekten de yeryüzünün en akilli ve en hakli tek ülkesi biz

miyiz? 112

Biz milletçe eleştirilmeyi sevmeyen ama bir o kadar da eleştirmeyi seven

bir özelliğe sahibiz. Fakat ne yazık ki bunun böyle olması kendimizi övmemiz ve

yersiz bir kibir içerisine girmemizden başka hiçbir şeye yaramıyor. Ahmet Altan bu

kibri değişik bir açıdan değerlendiriyor ve bu düşünce yapısının bize bütün dünyanın

112
Altan, A. “Savaş” Yeni Yüzyıl 9 Ekim 1998
düşman olduğunu yani “Türk’ün Türk ten başka dostu yok”şeklinde düşündürmesine

ve bu anlayışında altında gizliden gizliye bir kibir yattığını düşünüyor 113

Altan Kürt sorununu yazılarında dile getirmenin yanında başka şekillerde

de konuyu gündemden düşürmüyor ve Kürtlerin çiğnendiğine inandığı haklarını

aramaya devam ediyor.

Birçok katılımcının 114 arasında Ahmet Altan’ın da imzası bulunan barış

deklarasyonunu adı altında demokrasiye davet gibi gözüken bir deklarasyon

113
Altan, A. “Tanrı Geri mi Geliyor?”Aktüel 462.sayı
114
GİRİŞİMCİLER;Yaşar Kemal / Yazar, Zülfü Livaneli / Yazar, Sanatçı, Orhan
Pamuk / Yazar, Ahmet Altan / Yazar, Mehmed Uzun / Yazar
İMZALAYANLAR;Günter Grass / Yazar, Nobel Edb. Ödüllü (Almanya), Ingmar
Bergman / Yönetmen, Yazar (İsveç), Jose Saramago / Yazar, Nobel Edb. Ödüllü
(Portekiz), Elie Wiesel / Yazar, Nobel Barış Ödüllü (ABD), Nadine Gordimer /
Yazar, Nobel Edb. Ödüllü (G.Afrika), Costa Gavras / Yönetmen (Fransa), Arthur
Miller / Yazar (ABD), Jack Lang / Yazar, Kültür Esk. Bk. (Fransa), Harold Pinter /
Yazar (İngiltere), Maurice Bejart / Koreograf (Fransa), Adonis / Şair (Lübnan), Bibi
Anderson / Oyuncu (İsveç), Margaret Atwood / Yazar (Kanada), John Berger / Yazar
(İngiltere), Suzanne Brögger / Yazar (Danimarka), Adriaan van Dis / Yazar,
Yönetmen (Hollanda), Mahmud Doulatabadi / Yazar (İran), Margaret Drabble /
Yazar (İngiltere), Kerstin Ekman / Yazar (İsveç), Richard Falk / Yazar (ABD), Lady
Antonia Fraser / Yazar (İngiltere), Juan Goytisolo / Yazar (İspanya), Sir David Hare /
Yazar (İngiltere), Ronald Harwood / Yazar, Yönetmen (İngiltere), Michael Higgins /
Yazar (Danimarka), Michael Holroyd / Yazar, Yönetmen (İngiltere), Erland
Josephson / Yazar, Oyuncu (İsveç), Yoram Kanluk / Yazar (İsrail), Jaan Kaplinski /
Yazar (Estonya), Nikos Kasdaglis / Yazar (Yunanistan), György Konrad / Yazar
(Macaristan), Alberto Manguel / Yazar (Arjantin), Adam Michnik / Yazar, Gazeteci
(Polonya) Kai Nieminen / Yazar (Finlandiya), William Nygaard / Yayıncı (Norveç),
Monika van Paemel / Yazar (Belçika), Herbert Pundik / Yayıncı, Gazeteci
(Danimarka), Claude Regy / Yazar (Fransa), Klaus Rifbjerg / Yazar (Danimarka),
Bernice Rubens / Yazar (İngiltere), Arne Ruth / Gazeteci, Akademisyen (İsveç),
Johannes Salminen / Yazar, Yayıncı (Finlandiya), Antonis Samarakis / Yazar
(Yunanistan), Kirsti Simonsuuri / Yazar (Finlandiya), Thorvald Steen / Yazar,
Yazarlar Birliği Bşk. (Norveç), Sigmund Strömme / Yayıncı (Norveç), Brigitta
Trotzig / Yazar, İsv. Akademisi Üyesi (İsveç), Liv Ullman / Yönetmen, Oyuncu
(Norveç), Andre Velter / Şair (Fransa), Günter Wallraff / Gazeteci, Yazar (Almanya),
Georg Henrik von Wright / Filozof, Yazar (Finlandiya), Per Wastberg / Yazar, İsv
Akademisi Üyesi (İsveç), Moris Farhi / Yazar, Uluslararası Pen Kulubü Gen. Sek.
(İngiltere), Homero Aridjis / Yazar, Uluslararası Pen Kulubü Bşk. (Meksika),
Elisabeth Nordgren / Gazeteci, Pen Kulubü aktuel/9806/25
sundular. Deklarasyonda özellikle özerinde durulan konu Kürt halkının hakları idi.

Barış deklarasyonunda aydınlarımız bakın neleri dile getirdiler;

İnsanlık tarihinin en kanlı dönemlerinden biri olan 20. yüzyıl

bitiyor. Yüzyılın bu son aylarında herkes soruyor; kapıdaki yüzyıl

da böyle kanlı mı olacak? Silah, savaş ve şiddet egemenliğini

sürdürecek mi? Irkçılık, milliyetçilik, "öteki"ne duyulan kin ve

nefret dünyayı yine kasıp kavuracak mı? Zulüm, etnik ve toplumsal

sorunların çözümünde yine etkin olacak mı? Bizim sorulara

cevabımız kesin "hayır"dır. Yeni yüzyıl ve insanı her türlü ayrımı

reddetmek, baskı ve zulme karşı çıkmak zorundadır. Biz, aşağıda

imzaları bulunan yazar ve sanatçılar, yeni yüzyılda Türkiye'yi insan

hakları ve demokrasi konusunda örnek alınması gereken bir ülke

olarak görmek istiyoruz. Uygar dünyanın bir parçası olarak

gördüğümüz Türkiye, sözünü ettiğimiz konularda önemli adımlar

atabilir. Türkiye'nin insan hakları ve çağdaş demokrasi konusunda

ciddi sorunları olduğunu herkes biliyor. Bu durumu devlet

yöneticileri de ifade ediyor. Sorunların en önemlisi hatta anası,

Kürt sorunudur. Türkiye, Kürt sorununu uygun biçimde

çözemediği için ne düşünce özgürlüğü ve insan hakları konusunda

arzulanan adımları atabiliyor ne de çağdaş demokrasiyi tam

gerçekleştirebiliyor. Biz, Türkiye'nin Kürt Sorunu'nu uygar

biçimde çözecek güçte olduğuna inanıyoruz. 1923'lerde Osmanlı

İmparatorluğunun kalıntıları üzerine kurulan genç cumhuriyetin

duyduğu kaygıların hiçbiri bugün geçerli değildir. 15 milyon


civarında oldukları söylenen Türkiye Kürtleri, Türkiye

Cumhuriyeti'nin asli vatandaşlarıdır. Kürtlerin bir tek isteği vardır;

Türkiye Cumhuriyeti'nin birliği içinde kendi dili ve kültürel

kimliğiyle yaşayan özgür birer vatandaşı olabilmek. Kendi dili

Kürtçe'yle okuyup, yazıp eğitim görebilmek. Özgün kültürel

kimliğiyle yaşamak, çalışmak ve hizmet etmek. 1923'lerden bu

yana ciddi bir Türkleştirme politikasının uygulandığı, Kürtçe'nin

eğitim, öğretim ve iletişim dili olarak yasaklandığı; Kürt kimliğinin

baskı altında tutulduğu, dili ve kimliğinden dolayı sayısız insanın

tutuklanıp cezalandırıldığı; binlerce, on binlerce şehir, kasaba, köy,

dağ, ova, tepe isminin değiştirilerek Türkçeleştirildiği; hatta kimi

dönemler Kürtlere "Dağlı Türkler" dendiği; bu yasaklara ilişkin

anayasa ve öteki yasalarda sayısız maddenin bulunduğu biliniyor.

Bunların etkileyici olmadığı, Kürtlerin Türkleşmediği, Kürt

Sorununun çözülmediği de biliniyor. Ayrıca Türk Kürt herkese çok

pahalıya mal olan son 15 yılın kanlı olayları da bir gerçeği yine

gösterdi; şiddet çare değil. Şiddetle ne devletin Kürtleri

Türkleştirmesi mümkündür, ne de Kürtlerin haklarına kavuşmaları.

Türkiye artık bütün dünyaya ve yeni yüzyıla örnek olabilecek

demokratik bir adımla Kürt Sorunu'nu çözmeli ve Kürt kökenli

vatandaşlarını kucaklamalı. Böyle demokratik ve uygar bir adımın

Türkiye'yi ekonomik, sosyal ve kültürel olarak çok

güçlendireceğine, zenginleştireceğine inanıyoruz. Kürtçe,

Mezopotamya uygarlığının günümüzde hâlâ yaşayan zengin

dillerinden biridir. Kürt dilinin zengin bir yazılı, klasik edebiyatı


olmuştur. Sözlü edebiyatı hâlâ çok canlı ve zengindir. Çeşitleri bol

canlı bir müzik yaşamı, her türde eser veren bir modern edebiyatı

vardır. Kürtlerin çok eski bir tarihleri, hepimize ait insani bir

zenginlik olan bir kültür mirasları vardır. Bu zenginlikler

Türkiye'ye dahil edilmeli, inkâr etmek ya da aşağılamak yerine,

bütün bunlar Türkiye'nin dinamik zenginliği haline getirilmelidir.

Tarih boyunca kavimler mozaiği Anadolu nüfusunun üçte birini

oluşturan Kürtlere artık ayrımcılık yapılmamalı, hakları verilerek

yeniden Anadolu'nun ve Türkiye'nin dinamik gücü haline

getirilmelidir. Kürt dili eğitim, öğretim dili haline getirilmelidir,

Kürtçe radyo ve televizyonların açılmasına olanak tanınmalıdır,

Kürt dili, kültürü ve kimliği yasal güvencelere kavuşturulmalıdır.

Kürt dili, kültürü, müziği ve kimliği önündeki yasal, idari engeller

kaldırılmalıdır. Uygar ve demokratik dünyanın bugün Türkiye'den

beklediği budur. Biz de cumhurbaşkanı, başbakan, parlamento ve

hükümet başta olmak üzere bütün yetkililere sesleniyoruz; lütfen

Türkiye'yi bu ayıptan kurtarın. Hepimizi derin üzüntüye boğan yeni

deprem felaketinin yaralarını sararken, 70 yıldan fazla bir süredir

kanayan toplumsal yarayı da sarın. Türkiye 21. yüzyılın ışık gibi

parlayan, insan haklarına ve kültürel kimliklere saygılı, uygar ve

demokratik ülkesi haline gelmelidir 115 .

Barış deklarasyonun yayınlanmasının hemen akabinde Türkiye Gazetesi

yazarlarından Altemur Kılıç “demokrasi Kürt hakları mı” başlıklı yazısında

115
Aktüel 14.10.1999
deklarasyonu ve imzalayan yazarları eleştiren ağır bir yazı yazdı. Yazısında da Kılıç

bakın deklarasyonu nasıl değerlendirdi.

(...)Yazanlara ve imzalayanlara göre, "Türkiye'nin demokrasi

konusunda ciddi sorunları varmış da, bu sorunların en önemlisi,

anası Kürt sorunu imiş!" Hakikatte ise bu sorunların çözümünü asıl

tıkayan Kürtçülük ve bölücülük!

(...)Öcalan, İmralı'daki savunmasında, kellesini kurtarmak

için, hayasızca iddia ettiği gibi, Türkiye cumhuriyetine karşı

başkaldırısını, Kürtlerin "Kültürel kimlikleri" inkar edildiği için mi

başlatmıştı? Hakikatte, tarihimizdeki bütün Kürt başkaldırıları, en

az 19. yüzyılının sonlarından beri, yabancı ajanlar ve Osmanlı

Devletine ihanet eden, bu devlette en yüksek mevkilere gelmiş Kürt

seçkinleri tarafından tahrik edilmiştir. Oysa, Osmanlı döneminde

Kürtlere, ne kadar kültürleri varsa o kadarı, en geniş şekilde

tanınmış ve "kimlikleri"de, hatta, bölgesel özerklik derecesinde

tanınmıştı. Ama gene de isyan etmekten geri durmadılar.

Cumhuriyetten sonraki başkaldırıların sebebi de "aşağıda imzaları

olan dilekçecilerin" iddia ettikleri gibi Kürtçenin, Kürt kimliğinin

inkar edilmesi değildi.

"Türkiye'nin birliği içinde kendi dil ve kültürel kimlikleri ile

yaşayan özgür birer vatandaş olabilmek ve kendi dili Kürtçeyle

okuyup yazıp eğitim görebilmek, özgün kültürel kimliği ile

yaşamak ve çalışmak ve hizmet etmek" gibi masum ve ulvi

gerekçeler değildi!
Bu "imzaları aşağıda olanların" bir kısmı gafil ve romantik

aydınlarımız... Bazıları ise açıkça hainler. Yabancı imzacılara

gelince, onların da sicilleri malum! Yerli imzacılardan biri, geçen

akşam, 7. Kanal'da Ahmet Hakan'ın PKK terörü konusundaki

sorusuna "Terörün anlamı yerine ve yapana göre değişir!"

gibisinden PKK terörünü adeta mazur gören bir cevap verdi. (...)

Ama bu imza sahiplerinin tümü, bizleri asıl maksatlarını

anlamayacak ve Kürtçülüğün tarihini bilmeyecek kadar cahil ve

budala mı sanırlar?.. "Kültürel kimlik" numarasının altında siyasi

kimlik ve onun ötesinde de siyasi özerklik taleplerinin yattığını

sanki anlamıyor muyuz?

Acaba Öcalan, İmralı'ya tıkılana kadar, daha doğrusu ondan

önce PKK, TSK'nın başarılı mücadelesi sonucu, yenilene kadar,

mesela İtalya'da iken, niçin bu "Kültürel kimlik" kılıfını ileri

sürmemiş ve aslında üniter cumhuriyetin anti tezi olan "Kürt-Türk

Demokratik Cumhuriyeti" aldatmacasını yapmamıştı? Öcalan,

İmralı'ya sokulana kadar hep TC'ye kan kusuyor ve Bağımsız Kürt

Devleti'nden söz ediyordu; birden bire mi hidayete erdi? (...)

"Demokrasi" daha doğrusu, "Kürtçülük" deklarasyonunun bu

sözde masum gerekçelerinin Demokrasi ve İnsan Hakları kisvesi

altında, şu bağlamda organize edilmesi ve kamuoyuna sunulmuş

olması ilginçtir. Türkiye şu sırada bir kıskaca alınmaktadır; Avrupa

Birliği'ne aday adayı yapılmak "havucu" gösterilerek bir yerlere

getirilmeye çalışılıyor. Kıbrıs gibi milli davalarımızda ve


Güneydoğu konusunda, elimize tutuşturulan yol haritaları ve "ev

ödevleri ile" tavizler vermeye itiliyoruz. Öcalan hakkındaki idam

hükmünün Yargıtay'da 21 Ekimde ya tasdiki ya da, bozulması söz

konusu. Ankara'da yabancı çevrelerde dolaşan ve fakat benim

inanmak istemediğim bir rivayete göre, bu karar, en aşağı Helsinki

AB toplantısına kadar savsaklanacakmış... Tavizler vermeye hazır

ve hatta taraftar gafiller de var aramızda. En azından "esneklik

göstermeliyiz" diyorlar... Kürt kültürel kimliği artık tanınmalıdır

diyorlar... Bakınız bu "Kürtçülük dilekçesi" bile hakkettiği

tepkilerle karşılanmadı. (...)

"Dilekçede" Türkiye'nin Kürtlere karşı "ayıbından" söz

ediliyor... Asıl büyük ayıp, bu konuda Türkiye'ye karşı yapılan

ayıptır: Türkiye'de bugün demokrasi ve insan haklarında bazı

tıkanıklıklar varsa ve bu konuda atılımlar yapılmıyorsa, "aşağıda

imzası olanlar" güruhunun, yerli ve yabancı mensuplarının, bunun

başlıca sebebinin, özellikle son yirmi yıldır, Türkiye'nin birliğine

ve bütünlüğüne kastetmiş ve otuz binden fazla vatandaşımızın

katledilmesine sebep olan bölücüler ve yabancı destekçileri

olduğunu görmemeleri ve görmek istememeleridir. 116

Kılıç, bu uzun yazısında barış deklarasyonuna oldukça ağır bir eleştiri

getirmiş. Söylemleriyle bütün Kürtleri ve deklarasyonu imzalayan bütün aydınları

olmasa da bir kısmını hain ilan etmiş. Diğer geri kalanları da şapşallıkla suçlamış.

Kanımızca bu gibi ağır eleştiriler ve bu deklarasyon gibi söylemlerin altında başka

116
Kılıç, A. “Demokrasi.....” Türkiye 2.2. 2001
manalar çıkacak cümle ve tezlerin öne sürülmesi ne Türkiye de yaşayan insanların

demokratikleşmesine katkı sağlayacak ne de devletin bölünmez parçalanmaz

bütünlüğünü zedeleyecektir. Altemur Kılıç’a karşın deklarasyonun girişimcileri

arasında olan Mehmet Uzun’un 117 yaklaşımı bakın nasıl.

(...)Amacımız sorunun çözümüne katkıda bulunmak, sivil bir

ses çıkarabilmek ve bunu demokratik bir çerçeveye oturtabilmek.

Sanıyorum yüzyılın en son önemli deklarasyonu bu olacak. Yeni

bin yılda barış için çok çaba sarf etmek durumundayız, özellikle

aydınlar, yazarlar olarak. Bu bildirgeyle hem Türkiye'de durmadan

kanayan bir soruna parmak basmak, hem de gelecek yüzyıla bu

yüzyılın vicdanı durumundaki insanların mesajını iletmek istiyoruz.

Siyasetçi olmadığımız için sorunun teknik olarak nasıl çözüleceğini

bilmiyoruz. Ama önümüzdeki yüzyılın kesinlikle özgürlük, eşitlik

ve demokrasi yüzyılı olmasını istiyoruz.(...)

Kürt Sorunu dünyadaki etnik sorunların en önemlilerinden

biri. Geniş bir nüfusu, bütün Ortadoğu'yu ilgilendiriyor.

Ortadoğu'nun demokratikleşememesinde Kürt Sorunu'nun

demokratik bir biçimde çözülmemesinin çok önemli bir payı var.

Türkiye Batı dünyasının bir parçası; bu sorunu çözebilirse çok iyi

bir örnek olacaktır dünya için.(...) 118

117
kürt yazar olarak tanınan ve hatta Ahmet Altan’ın anlatımlarıyla kürt olduğu için
kitapları yakılan ve şu an yurt dışında yaşayan bir yazarımız. Altemur kılıç’ın
eleştirilerinde yurt dışındaki diye bahsettiği kişide kanımızca mehmet uzundan
başkası değil.
118
Saraçoğlu, A. “Bu Yarına Borcumuzdu” Aktüel 14.10.1999
Kanımızca yapılan eleştiriler hiçbir zaman duygusal olmamalı ve

çözümde rol almalıdır. Çünkü çözümde rol almayanlar problemlerin bir parçası

olurlar 119 . Problemlerin belirlenmesi çözümde atılan ilk adımdır ancak doğru

tanımlamalar yapılmadığı taktirde çözümün yoluna dahi girilmesi mümkün değildir.

Problemi çözmenin ilk devresi problemi tanımaktır. Bu nedenle Kürt sorununda

çözüme ulaşmak için sorunlar anlaşılmalı ve belirli bir felsefe geliştirerek çözüme

gidilmelidir.

Bu sorun en kısa sürede halledilmeli yoksa Türkiye’nin her yerde

karşısına çıkartılacaktır. Kopeng Kırterleri ile Avrupa Birliğine giriş sürecinde

gündeme geldiği gibi birçok yerde Türkiye’ye karşı sanki bir koz olarak

kullanılacaktır. Polis Akademisi öğretim üyelerinden Yrd.Doç.Dr Mehmet

ÖZCAN’a göre A.B’nin bu isteğinin hukuki bir temeli yok ve sadece siyasal gündem

gereği bu şekilde baskı yapılıyor. Türkiye'nin Bu tür baskılara maruz kalmaması için

ülkedeki insan hakları ihlallerinin önüne geçmesi gerekmektedir şeklinde bir çözüm

yolu çiziyor. Ayrıca Özcan’a göre Kürtler'i Azınlık hakkı gibi ayrı bir statüde

değerlendirmenin Kürtleri ikinci sınıf bir toplum konumuna getirecektir. Güneydoğu

dahil ülkemizde insan hakları temel hak ve özgürlüklere saygı hukukun

üstünlüğünün temini ve demokratikleşme konusunda bir an önce iyileştirme

yapılmalı(...) 120 diye devam eder.

Kanımızca Yard.Doç.Dr Mehmet ÖZCAN’ın görüşleri bu konuda

çözümcüdür ve en kısa sürede harekete geçirilmelidir.

Peki ne olacak Türkiye’nin hali

119
1997 polis koleji mezuniyet yıllığı sh/74
120
Özcan M.”avrupa birliği.....” Polis Dergisi 155. Özel Sayı sh.499
BÖLÜM 4

NE OLACAK TÜRKİYE’NİN HALİ

Ahmet Altan gelecekten oldukça ümitli. insanlığın sürekli bir ilerleme

içersinde olduğunu ve ilerleme kaydetmek içinde hangi konumda olduğumuzun

bilincinde olmamız gerektiğine inanıyor. Yazılarında sürekli karamsar bir tablo

çizmesinin ve sürekli eleştirmesinin nedeninin de bu olduğunu söylüyor. 121

Ahmet Altan Türkiye için bakın ne diyor.

Bir zamanlar kimsenin Süleyman Demirel'e "sağcılar adam

öldürüyor" dedirtemediği gibi simdi de bize kimse "Türkler hata

yapıyor" dedirtemez mi?

Bütün dünya bir yanda biz bir yandayiz, binde bir de olsa,

bizim hata yapma ihtimalimiz bulunmuyor mu, gerçekten

hatasizligimiza ve aklimiza bu kadar güveniyor musunuz?

Bu kadar hakli ve hatasızsak, bu devlet nasıl çöktü, nasıl

çeteler bakan atayıp, banka pazarliklarina girebildi, nasıl

uyuşturucu kaçakçiligi devlet birimleri tarafından gerçekleştirildi?

Bunlar da mi yalan, bunlarda mi baskalarinin uydurması, bunlarda

mi Türk düsmanliginin yarattigi hayali suçlamalar.(...)

Ülkücü katilleri düşman ülkelerin istihbarat birimleri mi

devletin başına bela etti?

121
Superonline chat 21 mayıs 1998 tarihinde sanal ortamda yapılan sohbet
Fikri Saglar'in hep söyledigi ama kimsenin aldirmadigi o

korkunç gerçek, "olaganüstü hal bölgesinde hiç uyusturucu

yakalanamamasi" emperyalizmin bir oyunu mu?

Türkiye'yi, Suriye'nin, Irak’ın, Amerika’nın, Rusya’nın,

Avrupa’nın çökertip, parçalayabileceğine inanmıyorum.

Türkiye'yi çökertebilecek tek bir güç var yeryüzünde.

“Türkler”. Ve Türklerin, "hata yaptigini kabul etmeme"

konusundaki inanilmaz kararliligi.

Dünyanin en zengin bölgelerinden birinde yasiyoruz ve bu

bölge dünyanin en büyük budalalari tarafindan idare ediliyor

Dünyadaki gelismeleri reddeden böyle bir bölgede bela

önlenemez, bir kaza kaçinilmazdir.

Türkiye, kendi hatalarini kabul etmek ve onlari düzeltmek

cesaretini gösteremezse, gelmesi kaçinilmaz gözüken bu kanli olma

ihtimali yüksek kazanin parçasi olur.

Hizla da oraya dogru sürükleniyor zaten.

Bundan kurtulabiliriz.

Hatalarimiza asik olmaktan vazgeçmek, özgürce tartismaya

izin vermek, hukukun ve adaletin önemine inanmak yeter buna. 122

122
Altan, A. “Savaş” Yeni Yüzyıl 9 Ekim 1998
Ahmet Altan Türkiye’nin jeopolitik konumu ile alakalı olarak

Türkiye’nin değişimin eşiğinde olduğunu ve bu değişimin Türkiye istese de istemese

de gerçekleşeceğine inanıyor. Bu değişim orta doğunun bütün ülkelerinde yaşanacak

ancak Türkiye değişmeden orta doğuda bir değişim olması biraz zor Altan’a göre.

Ahmet Altan bu değişimin sebebini globalleşme bir diğer ifade ile enternasyonalizm

ile açıklar bu globalleşme sonucu Türkiye kendisi istese de istemese de gelişmek ve

zenginleşmek zorunda 123 . Türkiye şu anki durumunda acaba böyle bir gelişme

gösterebilir mi? Sorusuna bakın Altan nasıl cevap veriyor.

Köylüden asker, generalden yönetici, ideolojiden devlet

yapan toplumlar, ellerindeki parayı silahlara ve mafyaya

kaptırıyorlar, halklarının zenginleşmesini ve gelişmesini

önlüyorlar; bu tür ülkeler, halklarına uyguladıkları baskılar

nedeniyle, insanlarının zihinsel gelişmesini de engelliyorlar,

onların bilgi tüketicisi olmasına izin vermiyorlar. Bu tür ülkelerin

en yoğun biçimde toplandığı bölge ise Ortadoğu. Petrolü, parası,

büyük bir insan potansiyeli var ama diktatörleri, akıldışı

yönetimleri, silahlara yaptıkları yatırımları, yarattıkları

gerginlikleri, çıkardıkları savaşlarıyla hem paralarını hem

insanlarını bir yokluğa savurup, geçmiş bir yüzyılda kalmak için

direniyorlar. Altın madeninin üzerindeki bir çöplük gibi

duruyorlar. Dünyanın ise böyle bir zenginliğin, diktatörlerin keyfi

için hovardaca harcanmasına tahammülü yok. Burayı kendileri için

zengin bir pazar yapmak zorundalar. Ortadoğu'nun kilidi de, bu

bölgenin en büyük imparatorluğunun mirasçısı olan, geçmişi,


123
“Edebi Rönesans Gerekiyor Aktüel” 24 nisan 1998
birikimi, coğrafyasıyla hâlâ bu bölgenin en önemli ülkesi

konumunda gözüken Türkiye. Türkiye'nin sorunlarını çözüp,

burayı aydınlık ve zengin bir ülke yapmadan Ortadoğu'nun

Müslüman ülkelerinin sorunlarını çözmek pek kolay değil. Türkiye

ise, aynı diğer Ortadoğu ülkeleri gibi kendini değiştirmemek için

inanılmaz bir çaba harcıyor. Eğer, sarsılmaz bir kale gibi duran

Saddam'ın Irak'ına, istihbarat örgütüyle ülkesindeki neredeyse tüm

vatandaşları izleten Esad Suriye'sine, mollaların kesin bir iktidara

sahip olduğu İran'a, milliyetçiliğin süratle yükseldiği, generallerin

hükmetmekten çok hoşlandığı, medyasının sürekli yalan söylediği

Türkiye'ye "içerden" bakıp, bu ülkelerin geleceğini buralarda olup

bitenlere bakarak değerlendirmeye kalkarsanız, Ortadoğu'nun

sonsuza dek hiç değişmeyeceğini sanabilirsiniz. Ama biraz geri

çekilip şöyle bir yukardan bakın. Dünyanın bir ucunda

bilgisayarlar, lazer diskler, internet programları, teknolojik bilgiler

hızla üretilip bir dağ gibi yükseliyor, dünyanın diğer ucunda ise

para ve büyük bir nüfus var ama üretilen malları alıp kullanacak bir

gelişmişlik bulunmuyor. Para bir yanda, mallar diğer yanda;

ikisinin ortasında ise bunların birbirine ulaşmasına engel olan

diktatörler, mollalar duruyor. Ne Türkiye'deki seçimlerin sonuçları,

ne sahip olduğumuz askeri anayasa, ne siyasallaşan hukuk yapısı,

ne yükselen milliyetçilik, ne Saddam'ın muhafızları, ne Esad'ın

ajanları, ne mollaların sarıkları, ne Suudiler'in her cuma kafalar ve

eller uçuran cellatları, bu mallarla paraların birbirine kavuşmasını

engelleyebilir. Türkiye ve Ortadoğu gelişmeye mahkum. Tarih, bu


ülkelere gelişmekle gelişmemek arasında bir seçim yapma şansı

vermiyor. Değişim çok büyük bir ihtimalle Türkiye'den

başlayacak. 124

Ahmet altan türkiyenin geleceği açısından oldukça ümitli. Altan

Türkiye‘yi bir yönden şanslı bir yönden de şanssız buluyor. Şans; Sanayi devrimini

kaçırmamızın bize zenginlik getirmemesinin yanında bizim makineleşmemizede

neden oldu. Avrupa bu sanayileşme sonucunda makineleşti ve insanlar artık zamanı

dakikalarla ve parayıda kuruşla hesaplıyor ancak türkiye sanayi devrimini

yakalayamadığı için zaman olgusu paraolgusu makineleşmiş mataryalizimden

etkilenmemiş ve önemde kazanmamıştır. Kültürümüzde de yeri olan bazı olguların

ölmemesinide buna borçluyuz. Halen insanlar birbirlerine birşeyler ısmarlar ve

insani ilişkiler içersinde yaşar. Bu nedenle avrupadan gelen insanlar türkiyedeki bu

insana özel duyguları gördüklerinde adeta çıldırırlar. Makineleşen hayat avrupada

aile müessesini yok etmiştir. Türkiyede ise aile herşeye rağmen kutsal ve önemli bir

müessesedir. Muasır medeniyet seviyesini yakayacağız diye böylesine önemli

değerleri yıkıp avrupanın makineleşmiş yapısını istemeyi bırakıp teknolojisini,

özgürlük, refah, zenginlik gibi özelliklerini istemeyi akıllarına getiremeyen

insanlarla dolu ülkemiz.

Dünya şimdi yepyeni bir çağa girdi ve bu çağda artık makineler

başında çalışan bir işçi sınıfına ihtiyaç yok. Işte türkiye‘nin şansı burada ortaya

çıkıyor. Eğer türkiye bu çağı yakalar ise avrupa için, bütün batı dünyası için

yeryüzünün cennetlerinden biri olur. Çünkü hem yeni çağın üretim biçimini

124
Altan, A.”Başka Yere Bakın” Aktüel 405.sayı
yakalamıştır, zenginleşiyordur, mutludur, özgürdür hemde aynı zamanda o alaturka

hayat tarzını sürdürüyor olacaktır.

Altan türkiyenin böylesi bir konumda olmasından dolayı Türkiye‘nin

geleceği açısından ümitli ancak bu çağı yakalamamızı bir mucize olarak görüyor 125 .

Ahmet Altan İnsanın kültüründen vazgeçmek gibi bir durumunun olmadığını

düşünüyor ve çok ilginç bir örnekle bunu açıklıyor. Altan müslüman bir ülkenin

ateisti ile hristiyan bir toplumun ateistinin farklı olduğunu çünkü inkar ettikleri şeyin

aynı olmadığını söylüyor. Bir başka anlatımla müslüman ateist ve hristiyan ateist

olur diyor. Yani kimse kültüründen vazgeçemez. Belki de Altanın da dediği gibi

sürgün cezası bu kuraldan ortaya çıkmıştır. Kültüründen uzaklaştırarak ceza

verme 126 .

125
Altan, A, Siyaset Meydanı 23-24 mart 2001 ATV
126
www.matbuat.com/konular/soylesiler/ahmetaltan1.htm
SONUÇ OLARAK

“Hakikati bulan, başkaları farklı düşünüyorlar diye, onu

haykırmaktan çekiniyorsa hem budala hem de alçaktır. Bir adamın

“benden başka herkes aldanıyor” demesi güç şüphesiz; ama sahiden

herkes aldanıyorsa o ne yapsın.” 127 Daniel de Foe

Dünya Einstein’in bize kazandırdığı izafiyet teorisiyle yeni bir döneme

girdi. Modern çağ ise yerini post-modern bir çağa, doğrunun birden çok olabileceği

bir döneme bıraktı. Artık bir şey ya doğrudur yada yanlıştır diyemiyoruz. Çünkü

artık okullarda kuantum fiziği öğretiliyor ve kuantum fiziği derki bir madde hem

burada hem şurada olabilir. Hem var hem de yok. Sosyal bilimlerde de durum

böyledir. Doğrunun hangisi olduğunu çoğu kez zaman gösterir. Deney yapamazsın.

Klasik çağdaki gibi her dedikleri tabu sayılan kurumlarda yoktu. Ki bu çağda dünya

bile dönmüyordu çünkü kilise dönmüyor demişti dünya nasıl dönebilirdi ki. Bunun

aksini söyleyen pek az kişi çıkmış ve yaşadıkları çağın birer üvey evladı olmuşlardır.

Artık dünya değişti değil klasik çağ ve klasik mantık modern çağda geride kaldı

ancak ülkemizde halen klasik çağda yaşadığını zanneden insanlar var. İşte bu

nedenle aydınlara ve aydınlığa yüzünü dönmüş bilgi toplumunun bilge polislerine

büyük rol düşüyor. “Aydının görevi karanlığı aydınlatmaktır 128 ” diyor Cemil Meriç.

Bugün Türkiye ne yazık ki Aydın ve entelektüel açısından oldukça sığ bir

durumda. Kimi aydın belki toplumun üvey evladı olmaktan çekinmiş kimi aydında

para ve şöhret uğruna hakikati gizlemiştir. “Tanzimat’tan bu yana Türk aydınının

127
MERİÇ,Cemil Bu Ülke İletişim Yayınları7. Baskı 1996 İstanbul sh.73
128
MERİÇ,C a.g.e.sh.52
alınyazısı iki kelimede düğümleniyordu ‘aldanmak ve aldatmak’” 129 Türkiye’nin

şuanki sıkıntılarının altında bu sebep yatmaktadır. Biz bu nedenle yirmi birinci

yüzyıla ayak uyduramadık. Yıllarca insanlar bağırdılar ama konuşmadı ve

tartışmadılar. Anlamlarını dahi bilmiyorlardı bilemezlerdi çünkü anlamları yoktu

çünkü kavramların ideolojilerin içleri boştu. Ve kimse tartışmıyordu kimse

konuşamıyordu sadece bağırıyordu. Bağırmakla yetinmeyenler ise bir köşe başında

bir patikada pusuda bekliyordu. Türkiye kardeş kavgasını yaşadı ama bunu neden

yaşadığını halen kimse bilmiyor. Ve uzun bir süre de bilmeyecek. Daha kötüsü eğer

insanlar hakikatlerin üstünü örtmeye devam ederlerse bu kavgalar tekrar ortaya

çıkacaktır.Türk aydınına işte burada büyük rol düşüyor. Aydın sıradan bir insan gibi

konuşamaz, yazamaz/yazmamalıdır. Toplumu düşünmek zorundadır. Salt doğruları

halkın gözleri önüne sürmek ne kadar faydalı ne kadar akılcı olabilir ki. Aydın

toplumun nabzını tutmalı ve söylediği her sözde ve yazdığı her cümlede tek amacı

hedeflemelidir “insanların mutluluğu”.

Ve Atatürk diyor ki;

“biz daima hakikati arayan ve onu buldukça ve bulduğumuza kani

oldukça ifadeye cüret gösteren adamlar olmalıyız. 130 ”

Ve bizde diyoruz ki;

Biz daima hakikati arayacak ve bulduğumuza kani oldukça her fırsatta

ifadeye cüret göstereceğiz. @

129
MERİÇ,C a.g.e. sh.52
130
Cerrah, İ. Semiz E. “ Yirmi birinci Yüzyılda Polis” Ankara 2000
@
Makalemiz Hakkındaki paylaşımlarınız beni ve sizi mutlu edecektir.
ozgurumben@yahoo.com

You might also like