You are on page 1of 45

1

BU ÜLKENİN GELECEĞİNİ ETKİLEYEN YÖK’ÜN ÖYKÜSÜ

Prof. Dr. Ali Demirsoy, Hacettepe Üniversitesi

Bu ülkede YÖK gibi bir kurum olmalı mıdır?

Bu sorunun yanıtı kesinlikle evettir. Çünkü gelişmişlik düzeyi çok


farklı olan bölgelerden oluşmuş bu kadar büyük bir ülkede, eğitimin ve
eğiticilerin gerektiği gibi dağılımının ve eğitim kurumları arasında
eşgüdümün sağlanması için bir üst düzenleyici kuruma gerek
görülmektedir. Bu kurum, Üniversitelerarası Kurul olabilir. Ancak
sekretaryası hariç, bu kurulun üyelerinin hemen tümü üniversite
temsilcilerinden oluştuğu için, devletin ilgili kurumları bu kurullarda temsil
edilememektedir. Dolayısıyla gerçekçi bir planlama yapılamamaktadır.
Devletin kurumlarının da temsil edileceği bu üst kuruluş YÖK olmalıdır.
Bugün, YÖK’ün keyfi uygulamalarından nemalanmış (çoğu yönetici)
öğretim elemanları hariç, uygulamalarını hiç kimsenin onaylamadığı 28
yıllık bir YÖK’ümüz var. Daha önce de Milli Eğitim Bakanlığı içinde, 1973
yılında yayınlanan 1750 nolu Üniversite Yasası’na göre, benzer işleri
yapmak için kurulmuş, yetkileri abartılmamış bir YÖK vardı. Bu YÖK’ün
amacı özellikle üniversiteler arasında akademik personel dağılımının
dengeli bir şekilde gerçekleşmesini sağlamak ve o günlerde 1416 nolu
yasayla yurtdışında eğitilerek yurda dönen çoğu doktor unvanını almış
öğrencileri olabildiğince yeni kurulmuş ve kurulmakta olan üniversitelere
yöneltmekti.

Bir önceki YÖK neden başarılı olamadı?


2

Bu kurumun yani eski YÖK’ün en önemli görevini baltalayan ne


gariptir ki bir sonraki YÖK’ün kurucusu Prof. Dr. İhsan Doğramacı
olmuştur. Çünkü Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı bu YÖK kurulduğunda
Hacettepe Üniversitesinde, özellikle Hastanesinde, Türkiye tarihinde ilk
defa bir döner sermaye kurulmuştu ve üniversite bu yolla vatandaşlardan
ya da devlet kurumlarından önemli miktarlarda gelir elde ediyordu ve
önemli bir kısmını da bütçe fasıllarına –hatta gerçek bir denetime- bağlı
olmadan kullanabiliyordu. Prof. Dr. İhsan Doğramacı, üniversitede
“İhsaniye” olarak bilinen bir uygulama ile üç ayda bir sarı zarf içinde her
öğretim elamanına farklı miktarlarda olmak üzere, maaşının 2-3 katı ya
da daha fazla miktarda bir parayı, maaşının dışında ödemeye başlamıştı.
İşte bu sarı zarflarla ülkenin yeni kurumlarını oluşturmak amacıyla
yurtdışına yüksek lisans ve doktora yapmak için gönderilen öğrenciler,
balıkların oltaya takılması gibi, Ankara’da kancaya takılarak Hacettepe’ye
yığıldı. Sadece 2000 yılındaki Fizik Mühendisliği Bölümünde bulunan 20
profesörün 18’i bu kanallarla gelenlerden oluşmaktaydı. Hacettepe bu
nedenle eşdeğerlerine göre çok hızlı bir yükseliş gösterdi ve ülkenin
diğer üniversiteleri ya da eğitim kurulları da battı.

Bu insanları bu üniversiteye aldılar da yeterince kullandılar mı diye


düşünebilirsiniz. Küçük bir örnek ile bunun yanıtını da verebiliriz. Birçok
diğer fakültede benzeri uygulandığı gibi, Hacettepe Üniversitesinin
önemli fakültelerine, yabancı ülkede eğitilmiş bunca insan bulunmasına
karşın, 12 Eylül Cuntasının YÖK’ü, başka üniversitelerden profesörleri
dekan atamaya başladı; hatta henüz profesörlük süresi bile dolmamış,
profesörlük unvanını almamış birini paraşütle dekan indirdi. En garibi de
bu kişi dekan atandıktan sonra, bu saygıdeğer yeni dekanın atandığı
fakültenin profesörlerine – daha ağır bir ifade kullanmamak için sadece
gözlerinin içine baka baka demeyle yetineceğim- dekan olacak kişinin
3

profesörlük atama raporunu yazdırdılar. Kelimenin tam anlamıyla onur


kırıcı… Benzer örnekler onlarca fakültede tekrarlandı. Göz ardı edilen ve
değer verilmeyen bu öğretim üyeleri ya gerçekten YÖK açısından
yeteneksizlerdi, bu nedenle atanmadılar ya da tepeden inme atananlar
belirli bir amaca hizmet için özellikle seçilmişlerdi. Bunu bilemeyiz.
Bildiğimiz tek şey, tanımış olduğum bu dıştan atanan yöneticilerin ve
keza Türkiye’de o dönemde atanan dekanların önemli bir kısmının aşırı
bir yorumlama ile hemen hepsinin Amerika ya da batı hayranı
olmalarıydı.

YÖK, 12 Eylül Cuntasının gizli hançeri oldu

Ancak 1750 nolu üniversite yasasının yürürlükte olduğu dönemdeki


–önceki- YÖK’ün, öğretim elemanlarının burnunu kıracak ve öğrencileri
silikleştirecek yetkileri yoktu. Dolayısıyla bir cunta idaresinin
gereksinmelerini karşılamaktan uzaktı. Bu nedenle 1980/12 Eylül
Cuntasının şemsiyesi altında, Türkiye için çizilmiş planın uygulanabilmesi
için düşünürlerini silikleştiren bir yapılanmaya ya da kuruma ihtiyaç
doğdu ve böylece 1981 yılında 2547 nolu yasayla YÖK kuruldu. YÖK
kurulduğunda Türkiye’de 27 üniversite bulunuyordu.

Saygınlığını yitiren unvanlar ve makamlar

YÖK kurulduğunda bu sayfaların yazarı, Hacettepe Üniversitesi


Fen Fakültesi dekanıydı ve YÖK’ten önce, üçlü kararname (Milli Eğitim
Bakanı, Başbakan ve Cumhurbaşkanının imzaları) ile en son atanan (yıl
1978) profesörlerden biriydi; profesör olarak atanması resmi gazetede
yayınlanmış; dekan atanması da televizyonların ana haberinde tekrar
4

tekrar halka duyurulmuştu. Yani hem profesör olarak hem de dekan


olarak “sokak tanımıyla” adam yerine konmuştu…

YÖK –planlanmış eylemleri- yürürlüğe sokmada gecikmedi

Sayın Suay Karaman bu tezgâhın nasıl kurulduğunu 8 Mart 2010


tarihinde Ulus Gazetesi'nde “Doğramacının Ardından” adlı yazısında şöyle
anlatıyor: “12 Eylül 1980 darbesini yapan kuvvet komutanlarına ABD’li yetkililer şu
sözleri söylemişti: “Darbeyi yaparsanız yeni rejimi tanımakta gecikmeyiz. Ancak
darbeden sonra sizden bazı kişileri değerlendirmenizi istiyoruz. Bunlar; Başbakanlık
müsteşarı Turgut Özal ile Hacettepe Üniversitesi rektörü İhsan Doğramacı’dır.” 12
Eylül 1980 günü CIA Türkiye masası şefi Paul Henze’nin, ABD Başkanı Jimmy
Carter’ın kulağına eğilip: “Bizim çocuklar işi başardı” (Our boys have done it) dediği
bilinmektedir”.

Esasında o dönemdeki cunta da (kendiliğinden mi yoksa bu


darbeyi yaptıranların isteğiyle mi bilemiyoruz) Yüksek Öğretim Kurumunu
yeniden düzenleme niyetindeydi. Bu nedenle dönemin Milli Eğitim
Bakanı Hasan Sağlam Paşa bir komisyon kuruyor ve yasayı
hazırlattırmaya çalışıyor. Ancak yasanın hazırlandığını duyan ya da uzun
yıllar fırsat kollayan İhsan Doğramacı da çevresiyle bir yasa hazırlamaya
girişiyor. Sonunda Hasan Sağlam Paşa’nın yasası hazırlanıyor. Hasan
Paşa o günlerde bakanın danışman olarak bulunan Öğretmen Albay
Erdoğan Turhan’ı çağırarak bu yasanın komiteye sunulma zamanının
geldiğini söylüyor. Bu işlemi yürütme görevini Albay Erdoğan Turhan’a
veriyor. Ancak nereden haber aldıysa İhsan Doğramacı çıkageliyor ve
kendilerinin de bir hazırlıkta bulunduklarını; bu yasanın oluşturulmasında
katkılarının olabileceğini söyleyerek hazırlanmış yasayı koltuğunun altına
alıp gidiyor.
5

Albay Erdoğan Turhan, Milli Eğitim Bakanı Hasan Sağlam’a bir


şeyler döndüğünü söylüyor. Bakan: Biz yönetimin kendisiyiz,
komutanların bunu kesinlikle dikkate alacağını ve hazırladıkları YÖK
yasasının en fazla birkaç değişikle çıkacağını söyleyerek albayı
rahatlatmaya çalışıyor.

Yasa yayınlanıyor. Albay, bakanın huzuruna çıkarak yasanın


yayınlandığını bildiriyor. Hasan Sağlam Paşa: Sevindim! Çabalarımız
sonuç verdi diyor. Değiştirilen maddeler olmuş mu; hangi maddeler
aynen kalmış, hangileri değiştirilmiş deyince. Albay Erdoğan Turhan:
Sayın Bakanım bizim hazırladığımız yasa taslağından sadece iki
maddeyi almışlar. Bakan: Hangileri? Deyince. Albay: Bu yasa
yayınlandıktan sonra yürürlüğe girer ile bu yasayı YÖK yürütür maddeleri
aynı, diğerlerinin tümü değiştirilmiş (Albay Erdoğan Turhan’la 11.06.2010
tarihinde yapılan sözlü görüşmeden alınmıştır).

YÖK’ün ilk yaptığı eylemlerin başında, Cunta’nın 1402 gibi insanlık


dışı bir kararnameye (güya yasaya) dayanarak, Türkiye’ye yapılacak
ihanetleri daha önceden sezinleyip, halkı uyaracak kesimi
üniversitelerden uzaklaştırmak oldu. Bu uzaklaştırılanların kamunun
herhangi bir yerinde herhangi bir sıfatla bile (işçi olarak bile) çalışması
yasaklandı. Bir kısmı işkence gördü. En insanlık dışı yanı ise, bu yasayla
işinden uzaklaştırılanlara, muhbiri öğrenme, ne için uzaklaştırıldığını
öğrenme ya da kanuni yollara başvurma hakkı da yasaklanmıştı. Bu
atılanların hemen hepsi Cuntadan sonra yasal haklarını mahkemelerden
alarak geri döndüler ya da gerekli hakları elde ettiler. O günkü
1402’liklerinin hemen hemen hiçbirinin daha sonra, bu vatana ihanet
etmek için oluşturulan yapılanmaların içinde yer almadığı görülüyor.
Türkiye “bu tavsiyelerle ve tasviyelerle” ne yapılmak istendiğini ancak
2010 yıllarına geldiğinde öğrenmeye başlayacaktı…
6

Öğretim üyelerinin ülke sorunlarına ilgisinin kopuşu böylece


başladı.

Yandaşlarının, belirli kesimlerin adamlarının ve Cunta yalakalarının


haricinde, üniversitede bir kişinin unvanının hak ettiği-gerektiği yere
atanabilmesi için (yardımcı doçent, doçent, profesör olarak) büyük
üniversitelerin dışında olmak kaydıyla, bulunduğu şehrin dışına gitmesi
daha çok da doğudaki üniversitelere gitmesi kaydıyla, rotasyon getirildi.
Bir sürü insan evini barkını, düzenini bozdu, perişan oldu.

Rotasyon yeni üniversitelerin desteklenmesi bakımından belki


gerekliydi, daha önceki YÖK’ün de en önemli görevleri arasındaydı.
Ancak, sadece arkası olmayanların rotasyona gönderilmesi, belirli
kesimin yakınlarını, belirli ideolojik görüşte olanların dekan ya da rektör
atanarak bu rotasyondan kurtulmalarının sağlanması, öğretim üyeleri
arasında büyük hayal kırıklıkları ve bezginlik yarattı. Ülke sorunlarına
ilginin ikinci kopuşu rotasyonla başladı.

Ancak yine de üniversitelerde kişilikli insanlar vardı (kalmıştı) ve bu


düzene, özellikle de YÖK ve üniversite yöneticilerine karşı koymalar
istenildiği şekilde sonlanmamıştı. Hatta o dönemde İstanbul
Üniversitesinin simgesi olan Beyazıt Meydanındaki üniversite giriş
kapısının gösterildiği bir lazımlığa oturmuş abdestini eden İhsan
Doğramacı karikatürü çok konuşulmuştu. Sürüden sapmalar hala vardı.
İşte bu aşamada YÖK dâhiyane bir uygulamayı daha devreye soktu.
Denenmek üzere istenmeyen öğretim üyelerini çoğunlukla doğuda ya da
olanakları olmayan başka kurumlara sürülmesi. Onlarca yıl unvanlı
olarak çalışmış öğretim üyeleri –rektörün önerisi (çoğu rektörün kulağına
fısıldayan da YÖK başkanı oluyordu), YÖK’ün oluru ile- başka bir
üniversiteye yoklamalı olarak sürülebiliyordu. O günün rektörleri, YÖK’ün
7

tartışmasız bağımlı memurları olduğu için, gidecek öğretim üyelerinin


hakkını koruma gibi erdemli bir davranışı gösteremiyorlardı; gidecek
üniversitenin rektörleri de –biz sürgün yeri miyiz diyecek durumda
olmadıkları için- böyle bir iznin geri döndürülmesi de söz konusu
olamıyordu. Eğer sırması ya da yıldızı olan biri telefonla aksi bir görüş
bildirmemişse. Örneğin 20 yıllık bir profesöre gittiği yerde, ne için geldiği
sorulduğunda, becerilerim ve yeteneklerim denenmek üzere buraya
sürüldüm, diyecekti. Bir kişi bir defa sürülmeyle kurtulamıyordu, istek
üzerine dönüşünden birkaç gün sonra başka bir kurumda ya da
sürüldüğü yerde yeniden denenmek üzere –çilesi- uzatılabiliyordu.
Öğretim üyelerinin bu becerilerini kim denetleyecekti? Yalaka rektörler.
Bu satırları yazanın kulağı, kokteyllerde ve toplantılarda kaç defa, YÖK
başkanına ve rektörlere çevresindeki avenesinin “öl de ölelim” diye
bağımlılık ifadelerinin iletilmesini duyma bedbahtlığını yaşamıştır.
Üniversitelerde korku cumhuriyeti kurulmuştu. Öğretim üyelerinin sesi
kesildi ve bugüne kadar bir daha da açılamadı. Ek dersler için sesleri
çıkmasa dillerini yutmuş diyeceğiz…

Cuntanın önerisi ve YÖK’ün de hiçbir tepkisi ya da direnmesi


olmadan Türk Dili ile ilgili bir tamim YÖK aracılığıyla bize iletildi. Bundan
böyle hangi konuda olursa olsun, yazılacak kitap ve eserler, yeni
anayasa dili ile yazılacaktır. Bu dil düzeltmesi özünde geriye dönüştü:
Evren, kâinat; doğa, tabiat; olasılık, ihtimaliyet; koşul, şart olacaktı.
Tamimde kesinlikle değiştirilmesi önerilen 220 kelime de örnek olarak
eklenmişti. Bunlara uymayanlar hakkında yasal işlem yapılacaktı.
Sonunda üniversiteler papağan kılığına da sokulmuştu.

Disiplin suçları da sıralanmıştı; örneğin bir salonda protokol


sıralarında bir yere kısa süre de olsa oturan sıradan bir öğretim üyesi ya
8

da öğrenci cezalandırılacaktı. Sonunda üniversitelere kapıkulu


muamelesi de yapılmıştı.

Darbeyi izleyen birkaç ay içerisinde, bir gecede çıkarılan bir


tamimle öğretim üyelerinin sakallarının kesilmesi emri verilmişti. Devlet
memurlarının ve üniversitede çalışanların istifa etmesi ve ayrılması da
aynı zamanda başka bir tamimle yasaklanmıştı. Hem dövüyor hem de
ağlamaya izin vermiyorlardı. Öğretim üyeleri sustalı maymuna
döndürüldü.

Cuntanın ilk yıllarında, her dönemde boy gösteren çıkarcı


Atatürkçüler yine sahnedeydi ve bu kesim haftada bir, tanımı ve içeriği
değişen kılıf kıyafet yönetmeliklerini üniversitelere göndermeye
başlamıştı. Saçın, başın, pantolonun, favorilerin, bıyıkların, gelmesi
gereken yerlerini ve şeklini tarif ederek. Üniversitenin neresinde hangi
kılıf kıyafetle gezileceği tarif ediliyordu. Binanın dışında başka, koridorda
başka, dersliklerde başka, üniversite dışında başka kıyafetler
tanımlanıyordu. Öğrencisi ve hocası palyaçoya döndürülmüştü. Buna
uymayanlar üniversitelerin kapısından içeri alınmadığı gibi, içeri girenleri
görüp de müdahale etmeyen öğretim üyelerine ceza getirilmişti. Sadece
üniversite öğrencileri değil öğretim üyeleri de sakallarını sıyırıp-kazıtıp,
saçlarını belirli bir kalıba göre kesmek ve belirli bir kıyafetle işe gelmek
zorundaydılar Sonunda üniversite hocaları YÖK’ün ve dolaylı olarak
cuntanın zaptiyesi sıfatına da sokulmuştu. Bu satırların yazarı, bu
müdahaleyi yapmayan ya da yapan öğretim üyelerinin mahkemede
tanıklığını yapmıştır…

Üniversitelerin yönetiminden (rektöründen) izin almadan açıklama


yapan, bir yerde konuşma yapan; mesleki dernekler de dâhil herhangi bir
derneğe üye olanlar cezalandırılacaktı. Örneğin ben bir biyolog olarak
9

(Türkiye) biyologlar derneğine izinsiz üye olamıyordum. Susturulan biz


öğretim üyeleri gibi görünse de, susturulan ve geleceği karartılan
Türkiye’nin geleceğiydi. Bütün bunların sonunda öğretim üyeleri bir ölüm
suskunluğuna büründü; hala da devam ediyor.

İzninizle o gün YÖK’ün ikinci adamı olarak bilinen, Hacettepeli,


benim de dostum sayılan Prof. Dr. Gürol Ataman ile aramızda geçen
ilginç bir konuşmayı iletmek isterim.

Biz Hacettepeli 15-20 öğretim üyesi ve üniversite yönetiminin kilit


noktalarında bulunan idari kadrodan bazı kişiler bir iki ayda bir araya
toplanır bir şeyler yer içerdik ve dostça konuşmalar yapardık. YÖK’ün
öğretim üyelerine tam çullandığı günlerde yaptığımız bir toplantıda, Prof.
Dr. Gürol Ataman bana, hocalar hiç sesiniz çıkmıyor; neden? Diye
sorunca

Bak Gürol Kardeşim ben sana bir Denizli Horozu fıkrası anlatayım,
anlayan anlar dedim.

Denizli horozunun gak-guku

Denizli’de jeotermal araştırmalar için kamp kuran Maden Tetkik Araştırma


Kurumu elemanları, sabahları bir Denizli horozunun kampın yüksek bir yerine
tüneyip, erken saatlerde yüksek sesle ötmesinden dolayı rahatsız olmuşlar ve
sonunda sabırları tükenerek, başını koparmak için horozun peşine düşmüşler.
Horozu kovalarken, horoz önde, kamp mensupları arkada, mahalle arasına dalmışlar.
Bu kovalamaca sırasında bir evin önünden geçerken, evin önünde oturmakta olan
yaşlı bir dede (diyelim ki Doğramacı):

– Evlatlar, niye bu zavallı horozu ürkütüyorsunuz?

– Dede, sabahın köründe ötmeye başlayarak, kampı ayağa kaldırıyor; onun


başını koparacağız.
– Evlatlar, hayvana yazıktır; bırakın ben onun sesini hiç kimsenin farkına
varmayacağı şekilde keserim.
10

Kamp mensupları, bunun üzerine kovalamacıyı bırakırlar.

İkinci gün sabah, hafifçe gak guk sesi gelirse de, horozdan kayda değer hiç bir
ses çıkmadığını gözlerler; horoz bir direğin başına tünemiş, zaman zaman kabarıp,
horozlanıp gibi yapıyorsa da, ağzından sadece gak-guk diye belirli belirsiz sesten
başka bir şey çıkmadığını görünce şaşırırılar ve merak ederek dedeyi bulurlar ve
ona:

– Yahu dede, ne yaptın da bu horozun sesini kestin?

– Kıçına zeytinyağı sürdüm; horoz kabararak ötmeye yeltense dahi, artık gerisi
tutmaz ki kuvvet alsın, ancak gak-guk edebilir.

YÖK bu yağı sürmüş; sonunda bizi Denizli Horozuna döndürmüştü.

Bu kadar yetkiyle donatılmış bir insan –eğer geçmişi buna uygun


ise- sonunda “Keşanlı Ali Destanı”ndaki tipe dönüşür. Keşanlı Ali -daha
ağır bir ifade kullanmamak için sadece sessiz sedasız diyeceğim bir
karakterde olmasına karşın- bildiğiniz gibi çevresinin şak şaklaması ile
coştukça coşar. Sonunda günümüzde de geçerli olan rektör tiplemesi
ortaya çıktı. Böylece rektörlerimiz de çevresindeki şakşakçı takımın
koltuklaması ile her konuda –inşaata, iç mimaride, sanatta, sporda,
eğitimde ve akla gelebilecek her dalda-, uzman olduğuna inandırılarak
üniversiteyi tek başına yönetmeye kalkışıyorlar. Eğer rektörün estetik
anlayışı yüksek ise üniversitede dikkati çekecek güzellikte yapılanmalar
görülebiliyor; eğer tersi ise çok yerde rastladığımız gecekondu bozması
yapılanmalar ortaya çıkıyor. YÖK’ün ilk kuruluşundaki Hacettepe
Rektörümüz, koltuk ya da sandalyelerin kumaşını seçmek için sitelerde
dolaşmaya başlıyor; bir yerde tuvalet dahi boyanacak olsa o birimin
dekanı rektörden renk sormaya başlıyor. Sonuç ne olursa olsun –uysun
ya da uymasın- çevresindeki yönetici kadrosu: Aman efendim ne kadar
güzel renkleri seçtiniz, şu uyuma bak; içimiz açıldı gibi her yeri
tıraşlayacak sözlerle rektörü (rektörleri) azdırdıkça azdırdılar…
11

Bunlar telafisi kolay olanlar. Ancak bir rektör mühendisliğe,


jeologluğa, iç mimarlığa, istatistikçiliğe, statikçiliğe soyunursa neler
olabilir? Çok uzağa gitmeye gerek yok. Kurucu rektörler, yer seçimi,
konumlanma, tasarım velhasıl bir üniversitenin başlangıç noktalarını
oluşturan en önemli kararlarda belirleyici makamdır. Rektör ne isterse o
olur. Özellikle üniversitenin kurulacağı şehirde, benzer bir yerel yönetici
de varsa, her şey oldubittiye getirilir. Üniversite binaları hızla yükselir;
binalar bitmeden dertleri de bir kâbus gibi devletin omuzlarına binmeye
başlar. Çünkü sorunlar bitmemiş yeni başlamıştır.

Zonguldak Karaelmas Üniversitesini kurarsınız (bunların hepsi ünlü


YÖK döneminde olmuştur), altından kömür ocaklarının galerileri geçtiği
için, her gün bir binanın çatladığını görürsünüz; yıkanmamış deniz
kumuyla beton döküldüğü için, duvarların un ufak olduğunu görürsünüz.
Kim karar vermiştir; o yörenin belediye başkanı ya da şehrin vakfı bir
arazi vermiştir; rektör de şöyle bir bakmış evet demiştir.

Çanakkale 18 Mart Üniversitesi kurulmuştur. Tabanında kil


olduğunu belediye başkanı ve rektör bilmediği için, üniversite her sene
20-30 santim denize kaymaya başlamıştır; bir gün toptan kayıncaya
kadar.

Aydın’da Adnan Menderes Üniversitesi kurulmuştur, aynı


nedenlerle üniversite şehre doğru dört bir taraftan kaymaktadır. Kaç
üniversite bu durumda; öğrenmeseniz daha iyi; en azından geceleri rahat
uyursunuz…

Şanlıurfa’da Harran Üniversitesi, sanki Şanlıurfa’da yer yokmuş


gibi, şehirden 27 km uzakta, ağır araçların Azrail gibi seyrettiği düz ve tek
şeritli bir yolla şehre bağlanmış bir yerde kuruldu. Her gün öğrencilerin ve
hocaların tümü bu yolda seyahat ediyor. Kurucu rektör yatağında mışıl
12

mışıl uyuyor olsa da, doğrusunu isterseniz, biraz duyarlılığı olan ve bu


kararda herhangi bir katkısı olmayan bugünkü rektörlerin geceleri rahat
uyuyabileceğini düşünemiyorum.

Van 100. Yıl Üniversitesi Van Gölü’nün bataklığı üzerine


kurulmuştur. En küçük bir depremde neler olacağını kimse bilmez;
vazgeçtik depremden tümüyle sodalı bir arazi üzerine kurulduğu için,
kurulalı birkaç 10 seneyi geçmemesine karşın, inşat demirleri ve temeller
sodadan dolayı kemirilmiştir. Bunca yıldır, Ziraat Fakültesi de yerleşkenin
içinde olmasına karşın, sodalı araziden dolayı kendi bahçesinde bile
birkaç metre yükseklikte bir ağacı yetiştirememiştir; yetiştiremez de.

Kocaeli Üniversitesi, İstanbul Teknik Üniversitesinin değerli


jeologlarından Prof. Dr. İhsan Ketin’in burası çok oynak bir fay
üzerindedir; bırakın üniversite yapılmasını kümes yapılması bile
sakıncalıdır diye rapor yazmasına karşın; işte bu çokbilmiş yöneticilerin
onaylaması ile buraya üniversite kurulmuş ve Adapazarı depreminde
yerle bir olmuştur. Üniversite şimdilerde tümüyle başka bir yere
taşınmıştır. Yitirilen canlara mı, oluşan maddi zararlara mı acırsınız; en
iyisi halimize acıyalım…

YÖNETİM YENİDEN BİÇİMLENİYOR

“İngiliz kaşığıyla Türk boku yeme denemesi“


13

Batının yüzyılları aşan yerleşmiş demokrasi ve üniversite kültürü


içinde belirli idari sistemlerin başarılı olması doğaldır. Çünkü siyasi etki
en aza indirilmiştir ve en önemlisi akademik yükseltme ve atamalar
gerçek liyakate göre yapılmaktadır. Batının idari modellerini alıp,
geleneği ve göreneğiyle çok farklı olan bu ülkeye tıpa tıp uygulamaya
kalkış, halk arasında İngiliz kaşığıyla Türk boku yeme olarak bilinir.
Çünkü her türlü baskının gündemde olduğu toplumlarda benzer (batı tipi)
idari sistemlerin uygulanmasının umulan sonucu vermesi beklenemez.
Sonuçta Cunta-YÖK işbirliği ile acuze bir üniversite modeli çıktı.

YÖK’ün başı ve yetkili kurulundaki insanların önemli bir kısmı


malum çevrelerce atandı. Rektörler, YÖK’ün özel olarak oluşturulmuş
kurulları tarafından atanmaya başladı. Profesörlük, doçentlik, yardımcı
doçentlik yükseltme ve atamaları on yıl içinde en az 15 kere değiştirildi.
Keza rektörlük atamaları da renkten renge sokuldu. Bunların hiç birine
üniversitelerin yetkili makamlarından itiraz gelmedi; çünkü o günkü
rektörler, yeniden atanmayı umuyorlardı; bu nedenle alttan gelen
düşünceleri bir yukarıya ulaştırmaktan çekindiler. Üniversite atama
tartışmaları sırasında böyle (atanma gibi) bir umudu taşıyan bir rektörün
televizyonlarda “harba darba karar veren bir hükümet rektörleri mi
atayamayacak” sözü rektör atama terminolojisinin maskara simgesi oldu
(hoş bu yalaka rektör bir daha atanamadı) ve birçok rektör kısa vadeli
çıkarları için, daha doğrusu kendi çıkarları için YÖK uygulamalarının
yanında yer almayı uygun gördü.

Sonuçta daha ağır bir ifade kullanmamak için “maskara”


sözcüğüyle yetineceğim bir yönetim şekli günümüzde de geçerli olacak
biçimde üniversitelere yerleştirildi ve yeni yetişen gençler de bu sisteme
alıştırıldı. Maskaralık bugün bu sistemin neresinde diye sorabilirsiniz?
Bakalım:
14

Üniversite üyeleri belirlenen zamanda rektör adaylarını seçtiklerini


zannediyorlar. En az altı adayın seçime girmesi zorunlu koşul. Ancak
seçimden birkaç yıl önce rektör adayları kişi kişi markaja başlıyor. Kişinin
karakterine göre değişik taktikler uygulanıyor. Bazılarına bilgi ve
becerilerinden yararlanma sözü veriliyor; kimilerine belirli makamlar vaat
ediliyor; kimilerine bir türlü çıkmayan kadrosunu hemen çıkarma sözü
veriliyor; böyle devam ediyor. Dışarıdan bakan biri için Paris’te tango…

O andaki rektör ikinci dönem için yine aday ise eli çok güçlü
demektir. Bir taraftan mevcut öğretim elemanlarını aba altından sopa
göstererek tehdit ederken (kadro ve mali olanak sağlamama tehdidiyle),
bir yandan da yalakalarını dört bir tarafa salarak, olur olmaz yerlere
yardımcı doçent ataması için kesenin ağzını açıyor, atanmak için tek bir
koşul aranıyor: Seçimlerde mevcut rektörü destekleme sözü. Bu nedenle
bir yerde rektör olan bir şahıs (en yeteneksiz idareci olsa da) ikinci defa
en çok oyu alıyor.

Eğer iki dönem rektörlük yapmış ise ve yeniden rektör atanma


olanağı yoksa bir kenara çekilip, demokratik ve tarafsız bir seçimin
hazırlığını yapmıyor. Çünkü bu ülkede iş yapan herkes gibi rektörlerin de
yasal sınırları zorladığı ya da aştığı birçok durum yaşanmıştır. Çok iyi
niyetli olsalar da (eminim ki büyük bir kısmı öyledir) yaptıkları işlemlerde
her zaman -yasal olarak didiklendiğinde- açık verebilecekleri bir delik
bulunmaktadır. Bu deliğin, geçmişte bu rektörden eziyet çekmiş biri
tarafından kurcalanmasını hiçbir rektör istemez (birçok rektörün
rektörlüğü bıraktıktan sonra kanun kapılarında sürünmesinin nedeni
budur). Bir de bu makamdan ayrıldıktan sonra abartılmış saygınlığının
devamını ister. İşte bu iki nedenle, rektörler, yeni seçimde ortaya
düşerler. Öncelikle yardımcılarından birini, olmaz ise, geçmişte aynı
kaptan yemek yedikleri birini aday göstererek, elindeki tüm imkânları (ve
15

bu arada tehditleri) adayına oy sağlamak için kullanmaya başlarlar.


Geceleri evlere telefon eder, bir zamanlar hak etsin ya da etmesin kadro
verdikleri akademisyenleri arayarak, karşılığını talep ederler. Rektör
adayları yemekler düzenlerler; karşılıksız bilgisayar dağıtacaklarını
söylerler, yurt dışı gezilerini daha çok destekleyeceklerini açıklarlar. İki
sözün başında da bilimsel ahlak ve düzenden hiç ayrılmayacaklarını
söylerler. Son zamanlarda aldığımız duyumlarda (eğer doğruysa çivi
tümüyle yerinden çıkmış demektir), yöneticilerin ya da üniversiteyi ele
geçirmek isteyenlerin, oy kullanacaklara, oy kullanma odasında, kime oy
verdiğini 3G dediğimiz cep telefonu ile anında görüntüleyerek verilen
telefon numarasına iletmesi istenmiş ve böyle olmaz ise başlarına
gelecekler hatırlatılmıştır. Sonuçta şöyle ya da böyle yapılır ve en fazla
oy alan 6 kişi YÖK’e gönderilir.

Orta oyunu burada bitmez. Bugün (2010 tarihi itibariyle) 154


üniversitemiz var (102 devlet, 52 vakıf üniversitesi); her birinin en az 6
adayı YÖK’e bildirilir. YÖK, kendi koyduğu kurallarına göre üniversitede
atanmış olan öğretim elemanlarının ahlaki yapısına, seçicilik niteliğine,
doğru karar verme erdemine inanmadığı için, onların seçtikleri adaylara
itibar etmez; ben bu adayları mülakata alacağım der. Rektör adayları
herhangi bir hicap duymadan, en iyi elbiselerini giyerek, birkaç kişiden
oluşan YÖK değerlendirme jürisinin –herhalde el pençe- önüne çıkar.
YÖK üyelerinin bu kişilere ayıracağı zamanları yoktur (çünkü çok daha
önemli işleri olmalı!); bu nedenle her adayı 2-3 dakika mülakata tabii
tutarlar ve üniversiteden gelen listeye bağlı olma zorunluluğu duymadan,
öğretim üyelerinin oylarını bir anlamda dikkate almadan, kendilerine göre
yeni bir sıralama yaparlar. Bakarsınız ki üniversiteden altıncı olarak
gelen bir aday olağan üstü sezgileri olan YÖK üyeleri tarafından birinci
sıraya yerleştirilmiş. Demokrasi ve akademisyene saygı hak getire… Hiç
16

kimse kalkıp da, insaf edin bir insanın röntgenini bile en erken yarım
saatte çekebiliyorlar; siz nasıl oluyor da bu kadar karmaşık işlemlerin
yapıldığı bir kurumun olağan üstü yetkilerle donatılacak yöneticisini 2-3
dakikada anlıyorsunuz diye sormuyor.

Komedi burada bitse iyi. Her üniversite için 3 aday, sıraya konarak
Cumhurbaşkanlığına gönderiliyor. Cumhurbaşkanlığı da bu adayları
belirli bir süre inceliyor (bilimsel bir merci olmadığı için her halde başka
şeylerini – örneğin cemaate bağlılığını- inceliyor olmalılar) ve sonuçta
kendilerine göre yeniden bir sıralama yaparak bazen en sondaki adayı
birinci sıraya getirerek bilmem ne üniversitesine rektör atıyorlar.

Bu zincirin hangi halkası demokratik ve insana saygılı dersiniz?


Öğretim üyelerinin demokrasi erdemine inanmayan bir idare, ülkesine
demokrasiyi yerleştireceğini savunuyor. Bunca okumuş, dünyada olup
bitenden oransal olarak daha çok haberi olan, bir sorunu kural olarak
analitik bir yaklaşımla çözmesi gereken bir kesimin demokratik
değerlendirmesini geçersiz ve sanal görüyorsunuz; oyunu bir kilo
patatese satan kişilerden oluşan bir güruhu da demokrasinin bekçileri
olarak görüyorsunuz. İşte maskaralık burada yatıyor…

Böyle bir seçim uygulamasının seçebileceği rektör tipi –bazı


istisnalarını dışarıda tutarsak- olsa olsa yukarıdakilere karşı kuzu,
aşağıdakilere karşı aslan kesilen bir tip olabilir. YÖK’ün Türkiye için
yarattığı rektör tipi bu olmuştur.

Bu demokratik açılım (!) burada bitmiyor. Rektör, dekanları,


çoğunluk doğrudan, bazen de fakültelerinin öğretim üyelerinin oylarına
göre (bazen açık oylama, kapalı tasnif usulüne göre, bazen kapalı
oylama kapalı tasnife göre) atıyor ya da oylama yapıp “bu bir görüş
almadır” deyip kendi adayını atıyorlar. Dekan da anabilim dallarının
17

başkanlarına sorar gibi yapıp kendi bölüm başkanlarını atıyor. En çirkini


de bu makamlara gelmeden önce bu atanma mekanizmasını en çok
tenkit edenlerin, bu makamlara geldikten sonra bu uygulamanın bu
ülkenin çıkarlarına en uygun sistem olduğunu savunmalarıdır. Bu
nedenle de dekanların kural olarak –geçmişteki dekanlıklarla
karşılaştırıldığında- şimdilerde il olan geçmişteki bir kasabamızın
kaymakamı kadar saygınlığı ve yetkisi yoktur. Yine de yukarıya kuzu,
aşağıya aslan rolünü oynamayı –olanak buldukça- ihmal etmezler.

Daha önceki üniversite yasalarında durum neydi diye gençler


merak edebilir. Rektörü tek bir oylamayla o üniversitenin öğretim üyeleri
seçerlerdi. En yüksek oy alan rektör olurdu. Her fakültenin öğretim
üyeleri senatörlerini seçerdi ve üniversitenin senatosu, dekanlarla birlikte
bu üyelerden oluşurdu. Üniversitenin en yetkili kuruluydu. Rektörün
senato kararlarına karşı koyma gibi bir yasal hakkı yoktu. Günlük işler ve
bazı kararlar dekanlardan ve birkaç üyeden oluşan üniversite yönetim
kurulu tarafından konuşulur tartışılır ve bu kararların çoğu üniversite
senatosuna gelerek orada onaylandıktan sonra uygulamaya sokulabilirdi.

Yeni uygulamada rektöre bu kurullara –kural olarak- uymadan


karar verme yetkisi tanımaktadır. Rektör uygun gördüğü hususları
danışmak ve görüş almak üzere bu kurullara getirir ya da getirmez. Eğer
beklediği görüşü alamaz ise, danıştım, görüş aldım; tasarıyı geri
çekiyorum diyebilir. Benzerini dekanlar da yapmaktadır. Bir kişiye bağlı
bir işletim sistemi. Böyle bir sistemde bu kurumların ve akademisyenlerin
demokratik düşünen ya da demokratik haklara saygılı olan kuşaklar mı
yetiştireceğini düşünüyorsunuz? Bilim hayali kaldırmaz…

Öğretim üyeleri kendi aralarında rektörlerin yetkilerini veciz bir dille


anlatabilmek için, sık sık şu fıkrayı anlatırlar:
18

Ben dünyaya rektör olarak inmek istiyorum

Adam öbür dünyaya göç eder; ancak Azrail’in canı olması gerekenden daha
erken zamanda aldığı anlaşılır. Bunun üzerine adamı dünyaya geri göndermek
isterler.

Adam: Ben bunca eziyetten sonra gitmem, gidersem de eski konumumda


gitmem. Örneğin beni imparator olarak geri gönderin der.

Melekler: Dünyada imparatorluk kalmadı; kalanlar da sadece törenlerde boy


göstermek için tutuluyorlar; tüm yetkileri ellerinden alanmış durumda.

Adam: O zaman beni kral ya da padişah ya da şah olarak gönderin.

Melekler: Krallar var; ama sadece adları var, herhangi bir yetkileri yok, süs
olarak saklanıyorlar.

Adam: O zaman beni Türkiye’de bir yere rektör olarak gönderin, der.

Ancak durumun vahamete daha ortaya çıkmadı. Çünkü 1980


darbesinden önceki demokratik ortamda yetişmiş olan öğretim üyelerinin
bir kısmı bugün hala bazı makamlarda bulunmaktadır ve bir üniversitenin
demokratik bir görüşle idare edilmesinin yarar ve erdemlerinin
farkındadırlar. Bu kişiler yüzünden üniversitelerde hala kısmen de olsa
demokratik bir görünüm ve az da olsa kişilikli davranışlar hüküm
sürmektedir. Bu kadro ayrıldıktan sonra, baskıcı bir sistem içinde
yetişmiş olan yeni YÖK kuşağı tüm etkinliğiyle sahaya çıkacaktır. En çok
ezenlerin, ezilmişlerden çıktığı gerçeğini hiç unutmayın…
Yaşayacaksınız…

YÖK demokrasi anlayışına ve demokrasinin yerleşmesine de


büyük darbe vurmuştur
19

Yöneticisini seçmek için bu kadar iyi eğitildiği ve dünyadan haberi


olduğu varsayılan insanın oyuna başvuruyor, onların dediğinin tam
tersini, kendi istediğinizi yapıyorsunuz. Yüksek Öğretim Yasası, eğitmek
zorunda olduğu gençliğe (her türlü meslek edinecek çocuklarımıza) bu
uygulamasıyla göstermelik bir demokrasi modeli sunmuştur. Sürekli
demokrasiden dem vuracaksınız; ancak öyle bir model geliştireceksiniz
ki, sonunda sadece sizin dediğiniz olacak. Bu anlayış ve uygulama
partilerimize de meclisimize de ve devletin her türlü kurumuna da
yayılmıştır. Yaklaşık 30 yıllık uygulama insanlara şunu öğretmiştir:
Demokrasi sözcüğünü dilinizden hiç düşürmeden onu kendi
dayatmalarınıza kılıf olarak kullanacaksınız.

Böyle olunca da daha aşiret ve cemaat düzeninden kurtulamamış;


hala prehistorik (tarih öncesi) dönemin ilkelerine, daha doğrusu
dayatmalarına göre yaşayan birçok kesimimizin akşam sabah demokrasi
demokrasi diye bağırmalarının ciddiyetine inanmıyor; bu sözcükleri hangi
gizli emellerine kılıf yapılmaya çalıştıklarını anlamaya çalışıyoruz. YÖK
uygulamaları bir ülkede demokrasinin erdemli bir toplum yapısına
ulaşmanın kaçınılmaz yolu olduğunu değil, yerine göre dayatmalar yerine
göre gizli amaçlar için bir araç olarak nasıl kullanılabileceğini öğretmiştir.

YÖK türban tartışmasını da kronikleştirerek başımıza bela


etmiştir

YÖK kurulduğu günden itibaren türban tartışması Türkiye’nin


gündemine girmiş ve bugüne kadar da çıkmamıştır. Türbanın
yasaklandığı ilk günlerde, simgedir, bu kıyafet gericiliği özendiriyor, ilkel
bir giyim şeklidir, ilkelliktir, bilmem ne tapınaklarındaki kadınların giydiği
giysidir ve daha niceleri, kızların üniversiteye girmemesi için neden
20

olarak gösterildi. Doğal olarak karşısında olanlar da bu sözde bahaneleri


alarak kendi amaçları doğrultusunda –çok defa da çarpıtarak- işledikleri
kadar işlediler.

Türbanla üniversiteye girilmesine sert tepki gösteren rektörler oldu


mu oldu; ama karşı koymalar genellikle olması gereken gerekçeler ile
değil, yukarıda değindiğimiz eften püften nedenlerle oldu; yinede bu
tepkiyi gösteren rektörlerin bir kısmı ya Ergenekon zanlısı olarak
tutuklandı ya da takibata uğradı. YÖK ya da hiçbir rektör çıkarak şunları
söylemedi, söyleyemedi (o sözleri söyleyecek derinlikte olanlar ya
1402’lik oldular ya üzerlerinde yoğun baskı kuruldu; hiçbir zaman rektör
olamadılar):

Üniversite insanların A iken, girip eğitildiklerinde B olarak çıkacağı


kurumlardır. Eğitilmeye, dönüştürülmeye, şekillendirilmeye, yeni bilgilerin
ışığı altında yeni yaşam tarzı ve dünya görüşü edinebilecek insanların
eğitileceği kurumlardır diyemedi. Bu nedenle, benim katı bir dünya
görüşüm vardır, benim hiçbir zaman üzerinde tartışamayacağı hatta
tartışılmasına dahi hoşgörüyle bakamayacağım katı ilkelerim vardır diyen
insanların gireceği kapı değildir. Bu nedenle dini simgeleri ve kuralları
tartışmasız şekilde benimsemiş, hatta belirli dünya görüşlerini tartışmasız
savunan parti, dernek ya da buna benzer kuruluşların resmi üyesi
olanları –kusura bakmasınlar ben üniversitelerime alamam- demeliydiler.
Mezun olduktan sonra istedikleri yere üye de olabilirler; istedikleri gibi
giyinebilirler, istedikleri ekonomik modeli ya da devlet modelini aktif
olarak savunabilirler. Bu onların demokratik haklarıdır. Ancak başında
değişmeyeceklerin beyan ederek, amacı ve görevi iyi yönde insanları
değiştirmek olan kurumlara girmelerine asla izin veremeyiz diyemediler.
Komünizmi, liberalizmi, kapitalizmi ya da bir ırk grubunun üstünlüğünü
savunan ya da dini dogmaları olduğunu söyleyerek –asla- bunları
21

değiştirmeyeceğini söyleyen insanların değişimin ve dönüşümün beşiği


olan üniversitelerde ne işi var diyemediler. Kusura bakmayın biz
katılaşmış fikirleri olan insanları üniversiteye alarak boşuna yer işgal
ettiremeyiz diyemediler.

Türban da bir dini simgedir. Bu simgeyi kullananların –Tanrı


tarafından tebliğ edilmiş- değişmez kuralları ve yaşam tarzları vardır.
Normal yaşamlarında demokrasinin bir gereği olarak istediklerini
yapabilirler; bizim de karışma hakkımız olamaz. Ancak üniversitelerde
değil… Çünkü bir insanın kutsal kitabında mal bölümü ile ilgili kurallar
varsa üniversitelerde miras hukuku anlatamazsınız; 40 miskal altın ya da
gümüş karşılığı geliriniz olduğunda bir miskal zekât vermeyi kesin
benimsemiş iseniz, size okutulacak vergi yasalarını, faiz ve KDV
oranlarını sadece dinlemeyle yetinirsiniz. Kutsal kitapta evlenme ve
boşanma ile ilgili hükümler verilmiş ise İsviçre Medeni Hukukunu
okutamazsınız; okutsanız da bu kesim sadece sınıf geçmek için bu
bilgileri öğrenmeye kalkışacaktır. Eğer insanın Adem ve Hava’dan
türediğine inanıyorsanız, antropoloji bölümlerini kapatmanız; uygar
dünyanın her üniversitesinde olmaz ise olmaz ders olarak nitelendirilen
evrim dersini ya da her konunun evrimsel gelişimini anlatmanızı
yasaklamanız gerekir. Dualarla şifa dağıtılabileceğine inanıyorsanız, tıp
fakültelerine böyle bir bölüm açmanız ya da ilgili dersleri koymanız
gerekir. Bütün bunlara inanmış bir insanın üniversiteden öğreneceği bir
şey kalmamıştır diyemediler. Onların üniversitede bulunma nedeni
sadece diplomanın verdiği haklardan yararlanma ve bir yerlere gelme
olacaktır diyemediler.

Ne yazık ki Türkiye üniversiteleri son 30 yıldır yönetimiyle


hocasıyla; dışarıda da yazarıyla, çizeriyle, kışkırtıcısıyla ve en önemlisi
de bu meseleyi istismar ederek oy toplamaya çalışan partileriyle zaman
22

yitirdi. Bence başı örtülü öğrenciler de, YÖK de, üniversite yönetimleri
de, hocalar da, halk da bu anlamsız tartışmadan dolayı çok şey yitirdiler.
Ancak pusuya yatmış türban tartışmasından nemalanmayı bekleyen bir
kesim hariç… O kesim de beklediğini fazlasıyla aldı… Zaman zaman
düşünmekten kendimi alamıyorum: Amerikan elçisinin darbe sırasında
birilerini önemli yerlere getirilmesi için cuntaya dayatması, türbanın
simgeleştirilerek bir partinin yolunun açılmasını sağlamak için uzun
soluklu bir planın parçası mıydı?

Öyle olduğu da anlaşıldı. Şu anda hükümetin gündemindeki en


yoğun –halledilmesi gereken- sorun öncelikle laikliğe aykırıdır diye
mahkemelerde, Danıştay’da ve Anayasa Mahkemesi’nde, daha sonra
uygarlığa aykırıdır diye en üst mahkeme olarak kabul ettiğimiz Avrupa
insan Hakları Mahkemesinin kararlarına göre yasaklanmış olan Türbanla
ilgili kararların delinerek, üniversitelere, daha sonra diğer okullara (belki
anaokullarına kadar) girmelerini ve sonunda da –başka bir ülkede
çalışamayacaklarına göre- her yerde Türbanla çalışabilmelerini yasal
güvenceye alarak, bu arada da teşvik ederek sayılarını olabildiğince
çoğaltmanın yolunu bulmadır (çünkü bir türbanlı kural olarak bir AKP ya
da tutucu bir parti oyu demektir); yasal kısıtlamaları hepten ortadan
kaldırmadır. Bunu zaten açık açık söylüyorlar da. Uygulamaya Laikliğin
temelinin atıldığı Çankaya Köşkünde başlandı (29.10.2010) bile.

Doğacak sonuçları tahmin edenler, yetkilerine bakmadan, “başı


açık gezenlere yapılacak saldırıların karşısındaki teminatı benim” gibi,
akla hayale, uygar bir ülkede bir eğitim kurumunun başındaki bir insana
yakışmayacak açıklamalar da bomba gibi gündeme düştü. Açıklama bir
şeyi vurguluyordu: Bunca yıldır durmadan çabalayan ve cahiliye
döneminin yaşam tarzına dönmek isteyenlerin zaferini. Terazi o yöne
eğildiği için, hükümetimizin YÖK başkanı şimdilik –doğacak tepkileri
23

azaltırım amacıyla- dengeyi sağlayabilmek için, ağırlığı varmış izlenimi


vererek, bu açıklamayı yapma gereğini duymuş olabilir.

Ancak bir gerçeği ya görmüyorlar ya da görmemezlikten geliyorlar.


Başbakan da dahil herkes “türbanı yasaklayan bir yasa yok” diyerek
kendilerine göre bir yorum yapıyorlar. Türban ile ilgili yasa meclisten
geçti, CHP Anayasa nezdinde itirazda bulundu. Anayasa Mahkemesi,
Avrupa İnsan Hakları mahkemesinin aldığı karara da atıfta bulunarak,
“türbanla kamusal alana girilmesini” Anayasamızın değiştirilemez,
değiştirilmesi bile teklif edilemez ikinci maddesine atıf yaparak “türbanla
kamusal alana girmenin laiklik ilkesine aykırı olduğuna” ilişkin karar verdi.
Eğer hukuk devletiysek ve hukuka saygılı isek, Anayasanın ikinci
maddesi kaldırılmadığı sürece alınacak hiçbir karar –meclisten
geçse bile- geçerli olmayacaktır. Aksi uygulama ve söylemlerde
bulunanlar da anayasal suç işlemiş olacaktır (Anayasamızın 136.
maddesi: "Yasama ve yürütme -yani Meclis ve Hükümet- mahkeme kararlarına
uymak zorundadır" anlamında bir emir koymuştur). AKP tarihsel misyonu gereği

böyle bir riski göğüsleyebilir; ancak CHP’yi anlamak mümkün değildir.

Kurulduğu günden bu yana YÖK idaresinde görev almışlar ve bu


kurumu Türkiye’nin başına bela edenler artık kınalarını yakabilirler…
İstenilen sonuca ulaşılmaya az kaldı… Yeni YÖK başkanı kınayı koyan
değil, vücuda nüfuz etmiş boyanın üzerindeki örtüyü açan kişi olmuştur.

Başına ilgili üniversitenin adı konarak kurulmuş üniversite vakıf ve


derneklerinin rektör başkanları

Fakir öğrencilere yardım, eğitim kalitesini yükseltme, üniversiteye


ek olanak sağlama gibi ulvi yaklaşımlarla, yönetiminin başında çok defa
rektörün bulunduğu, o üniversitenin adını alan vakıflar ya da dernekler
24

kuruldu. Türkiye’nin en önemli üniversitelerinin rektörleri bu dönemlerde


bu vakıfları ya da dernekleri kurduktan sonra, üniversitenin olanaklarını
buralara yönlendirmeye başladılar. Üniversitenin bir salonunda bilimsel
bir toplantı yapacaksınız, vakfa ve derneğe para ödeyeceksiniz, öğrenci
kayıt yapacaksa, katkı payı adı altında belirli bir para ödeyecek; en
önemlisi üniversitedeki büfelerin tümü, bu derneklere ya da vakıflara
devredildi, satış yapılan yerler bu vakıflar ve dernekler tarafından kiraya
verildi. Birçok sosyal hizmet yerinde çalışanların ücretleri devlet
tarafından ödenmesine ve ısınma, gaz, elektrik gibi giderler üniversite
bütçesinden ödenmesine karşın, gelirler, rektörün ya da onun uygun
gördüğü birinin yönetim kurulu başkanı olduğu, yönetimindeki kişilerin de
rektör tarafından bizzat seçildiği bu vakıf ve derneklere verildi. Rektörler
bu vakıf ve dernekleri zaman zaman çevresindekilere ve yandaşlarına –
içinde eğitim sözcüğü geçen tanımlamalara dayanarak- kaynak aktaran
ya da yurtdışı gezilere destek sağlanan kuruluşlara da döndürdüler.
Rektörlerden bazıları o kadar ileri gittiler ki, “bu vakfın başkanlığı, vakfın
ilk başkanı olan rektör tarafından ömür boyu yürütülecek, ondan sonra
da bu kurucu rektörün uygun göreceği –çoğunluk ailesinden- biri başkan
olacaktır” gibi akla izana uymayan tüzük maddeleri kondu. Yeni rektör
atandığında, üniversitenin gelir getirebilecek birçok yeri eski rektörün
kurmuş olduğu vakıf ve derneklere ait olması nedeniyle, yeni rektörün eli
kolu bağlanmış oldu. Davul yeni rektörün boynunda, tokmak eski rektör
ve yalakalarının elinde kaldı. Hemen hemen hepsi mahkemelik oldu
(zamanınız olursa İstanbul Üniversitesi, Gazi Üniversitesi ve Hacettepe
Üniversitesindeki vakıfların mahkeme süreçlerini öğrenmeye çalışınız).
Bunların bir kısmı mahkeme kararıyla üniversitelere geri kazandırıldı ise
de, bir kısmı öylece vakıfların bünyesinde kaldı. Bu arada bir yasa çıktı,
bazı vakıflar ve özellikle dernekler devlet kurumu adını taşıyamaz ve
merkezi o kurumun içinde olamaz diye. Birden bire üniversitelerin
25

imkânları ile elde edilmiş bu vakıfların ve derneklerin kasasında birikmiş


olan kaynaklar –vakıf ve derneklerin üniversiteler ile resmi ilişkileri
kesildiği için- o andaki vakıf ve dernek yöneticilerinin denetimine geçti.
Örneğin, benim ve arkadaşlarımın kurmuş olduğu “Hacettepe
Üniversitesi Fen Fakültesi Kalkındırma ve Dayanışma Derneği” bu
yasayla değişikliğe uğrayarak, üniversiteyle hiç ilişkisi kalmamış bir
derneğe dönüştü ve fakir öğrenciler için kullanacağımız, bilimsel
araştırma ve eğitime destek sağlayacağımız hesabımızda bulunan bir
miktar para da benim ve arkadaşlarımın arzusuna göre kullanılacak bir
duruma dönüştü. Böylece –yasal açığı olmamasına karşın-
yöneticilerimiz bir anlamda görevlerini kendi çıkarları için kullanmış
duruma düştüler.

YÖK, akademisyenleri nasıl etkisizleştirdi?

Üniversitelerin en önemli görevlerinden biri bilimsel araştırma ve


yayın yapmadır. Bu açıdan bakıldığında, 12 Eylül YÖK’ünden sonra
yayın sayısı bakımından Türkiye büyük bir aşama yapmıştır. Yayın sayısı
daha öncesine göre karşılaştırılamayacak kadar artmıştır. Bunun önemli
üç nedeni vardır:

1. TÜBİTAK yurtdışı yayınlara (doğal olarak yabancı dilde


yazılmış), yayın başına, öğretim üyelerinin maaşıyla karşılaştırıldığında
hatırı sayılır miktarlarda parasal ödül vermektedir.

2. Üniversiteler, öğrenci çekebilmek, propagandalarını yapabilmek


ve diğer üniversitelerle yarışabilmek için doğal olarak yayınları (ancak
26

yabancı dilde yazılmış olanları) parasal olarak desteklemektedir. Ayrıca


yayın yapanlara yurtdışı seyahat desteği sağlamaktadır.

3. YÖK ve üniversiteler tarafından yükseltilme ve atanma için


yabancı dilden yapılan yayınlara çok büyük ağırlık verilmek kaydıyla bir
puan sistemi getirilmiştir. Kişi, unvan alabilmek, yükselebilmek ve
atanabilmek için her yolu deneyerek yayın yapmaya çalışmaktadır. Zorda
kalanların daha önce yapılmış çalışmalardan esinlenmenin ötesinde,
referans vermeden önemli bilgiler aktarması nedeniyle çok sayıda
soruşturma yapılmaktadır.

Yukarıda anlatılanlar evrensel ve gerçekçi uygulamalar gibi


görünüyor. Ancak bilim dilini yeni yeni geliştiren bir ülkede, yayınları
yabancı dilden yapmaya zorlama (ana dilinde yapılanları
ödüllendirmeyerek ve puan vermeyerek aşağılama) ülkenin kültürel ve
bilimsel bağımlılığını artıracaktır; artırmıştır da. Ancak böyle bir
uygulamanın katı kurallarla ödünsüz uygulanmasının altında çok sinsi bir
amaç olduğunu da düşünmeden geçemiyoruz. Batı dünyası kendi temel
araştırmalarını geliştirmek için belirli dergileri ön plana almıştır. Burada
yapılan yayınların çoğunun kaliteli araştırmaların sonucu olduğundan
kuşku yoktur. Ancak sorun bu tip araştırmaların bizim ülkemizdeki acil
sorunlara merhem olup olmadığıdır. Yüksek Öğretim Kurumları böyle bir
uygulama ile sınırlı sayıdaki araştırıcının emeğini, batının ilgileneceği ve
kullanacağı alanlara yöneltmiştir. Türkiye’nin acil çözüm bekleyen
sorunları (ki bunlar bilinen basit araştırma yöntemleri ile çözülebilecek
durumdadır) beklemeye alınmıştır. Bilimsel makalelerin sayısı böylece
arttı; ancak yaraya merhem olacaklar azaldı.

Bu satırların yazarı onlarca projeyi başarıyla tamamlamıştır. Yaptığı


projedeki araştırıcıları özenle seçmiş ve onların vatansever birer insan
27

olduklarından hiçbir zaman kuşkulanmamış olsa bile, araştırıcıların


ayrıcasız hepsinin en önemli hedeflerinin, yaptıkları işin uygulamaya
yönelik bir sonucunun tadını almaktan çok, önemli bir dergide yabancı bir
dilde yayın yapıp yapamayacak sonuçlarla daha çok ilgilendiklerini
kaygıyla izlemiştir. İşte bu nedenle istenen atılım bir türlü
gerçekleşemiyor...

Bütün bunlardan neyi kast ettiğimizi tipik bir örnekle açıklayalım.


Çok büyük sorunları barındıran Fırat ve Dicle Nehirleri boyunca en az 12
üniversite kurulmuş olmasına, hatta bu nehirlerin bazıları üniversitelerin
yerleşkesi içerisinde akmasına karşın, bu nehirlerin fiziksel, kimyasal,
biyoloji yapısı da dâhil olmak üzere derli toplu ve düzenli olarak ne
araştırılmıştır ne de bu nehirlerin kullanımları ile derli toplu bir öneride
bulunulmuştur. Niye? Çünkü buralarda yapılacak yayınlar birinci sınıf
(atıflı) yabancı dergilerde basılmayacaktır; akademisyenler de bu
yayınları ile puan toplayamayacak, para kazanamayacaklardır. Bu
nedenle Türkiye’nin neresine el atarsanız atın, bilimsel olarak karşınıza
büyük açıklıklar, gedikler çıkmaktadır.

İlk bakışta böyle bir uygulama üniversitede çalışanlarımızı uluslar


arası bilim dünyasında yarışmaya sokuyormuş ve aynı kulvarda
koşmalarını sağlıyormuş gibi görünmekle birlikte, işin aslına indiğinizde
sonuçlarının hiç de öyle olmadığını göreceksiniz. Örneğin İngiltere ya da
Amerika’daki bir bilim adamı ne konusunda çalışma yaparsa yapsın,
yaptığı her çalışma ülkesinin ilgisini çekecek ve çok defa ekonomisine
katkıda bulunacak nitelikte oluyor; yani yapılan çalışma ülkesini katkıda
bulunuyor. Örneğin Amerika’da ya da İngiltere’de Jojiba bitkisi ya da
Hindistan cevizi yetişmez. Jojiba ya da Hindistan cevizi yağı üzerinde bir
çalışma yaparsanız, Türkiye’de bu çalışmaların -uluslararası toplantılarda
ya da üniversitelerimizin yayınladıkları yıllık raporlardaki övünmeyi bir
28

tarafa bırakırsak- ülkeye bir katkısı olmaz. Ancak Amerika’ya ya da


İngiltere’ye önemli katkısı olur. Çünkü bu ülkelerin sömürgecilikten de
gelen bir yaklaşımla ticaretleri de yatırımları da sınırlar ötesidir,
dünyadaki plantasyonların önemli bir kısmı doğrudan ya da dolaylı olarak
kendilerine aittir ve eğer Hint cevizi yağından ya da jojiba yağından yeni
bir ürün elde edilecekse bunun kaymağını ilk olarak bu ülkeler yiyecektir.
Vakıf üniversitelerimizin birinde çok değerli bir bilim adamımızın –büyük
bir olasılıkla önemli yatırımlar sonucu- enerjiyi neredeyse yüzde doksan
küsur randımanla ışığa çeviren bir lamba geliştirdiği yazıldı çizildi; yayın
organları günlerce bu başarıyı halka duyurdu. Haklı olarak bulan kişi ve
üniversite için gerçekten gurur verici bir süreç yaşandı. Bu lamba bu
ülkede kullanıma sokulacak mı? Hayal görenler kimseye yol gösteremez.

Ankara keçisi ve Ankara tavşanı yapağısı bakımından dünyanın


aranan değerli ürünleri arasındadır. Her ikisini de birileri götürdü ve biraz
daha ıslah ederek dünya yapağı pazarına egemen oldu. Ankara’da
yaşayan insanların hiç biri Ankara doğasında böyle bir tavşanı göremedi.
Ankara keçisi ve tavşanı ile –ürüne yönelik- yapacağınız çalışmayı,
TÜBİTAK bile yayınlamaktan kaçınır hale geldi; bu çalışmalarla zaman
harcamış olanların da YÖK ölçütlerine göre kadroya atanması hayal
oldu. Bor, krom, toryum gibi söz sahibi olacağımız madenlerimizden kaçı
üzerinde yoğun bilimsel araştırma yapıldı, yapılıyor? Düşünmeye değer.
YÖK’ün vurduğu en acımasız darbelerden biri de bu uygulamalara yol
açmasıdır.

Öğretim üyelerinin profili değişti

1960-1981 arası öğretim üyesi profiline göre 1981 sonrası öğretim


üyesi profili inanılmaz biçimde değişmiştir. Eğer mümkün olsa öğretim
29

üyelerinin rüyalarına girebilseydik, eskilerin rüyalarını eğitimdeki sorunlar,


erozyon, toprak reformu, tarım reformu, sanayileşme, şehirleşme, ülkenin
dış ilişkilerindeki gelişmeler ve buna benzer toplumun esenliğini
ilgilendiren; 12 Eylül 1980 sonrasındaki öğretim üyelerinin ise SCI
indekste (söyleniş şekliyle sayteyşın indekste) yayın, yayınlardan
toplanmış puan ve ek derslerin süslediği rüyaları görecektik.

Bu ilgisizliği anlamak için, 28.02.2010’da devlet ricalinin eksiksiz


katıldığı Prof. Dr. İhsan Doğramacı’nın devlet merasimi ile yapılan
cenaze törenine bakmak gerekir. Tören olarak her şey mükemmeldi;
ancak bir şey eksikti: Bu merasimde hemen hemen hiçbir genç
akademisyen, akademisyen adayı, öğrenci ya da eğitimin herhangi bir
dalında çalışan bir genç yoktu. Katılanların yaş ortalaması 60’ın çok
üzerinde görünüyordu. Hükümet erkânını ve merasimi yürütmekle görevli
askerleri bir yana bırakırsak, kalabalığın önemli bir kısmını, rahmetlinin
himmetinden –doğrudan- şu ya da bu şekilde yararlanmışlar
oluşturuyordu.

Hâlbuki Türkiye’nin özellikle biri sağlık konusunda olmak üzere iki


önemli üniversitesini kurmuş, bu üniversitelerde yeni birçok alanın
ülkemize gelmesini sağlamış, özellikle Hacettepe Üniversitesi sağlık
kesiminden çok sayıda kişiyi yurtdışında en önemli yerlere göndererek
onların eğitilmesini sağlamış, birçok yeniliğin altında imzası olan,
uluslararası birçok çevrenin takdirini kazanmış, kurduğu onlarca şirket ile
yurtiçi ve yurtdışı önemli işlere imza atmış, YÖK’ü kurmuş ve kurduğu bu
kurumu en az 11 (1981-1992) yıl fiili olarak, muhtemelen daha sonra da
dolaylı olarak yönetmiş ve yönlendirmiş, yetenekli, becerikli,
organizasyon yeteneği yüksek bu kişinin cenazesinde tören salonunu
gençler ve genç akademisyenler doldurmalıydı. Tören alayına bakıyoruz,
sanki “tavşan kaç tazı tut” projesinin mimarları ve oyuncuları bir araya
30

toplanmış gibi. Bu alayda kimleri görebildik? Üniversite öğretim üyelerini


ve gençliğini milli davalara duyarsızlaştırmış bir kadro ile Prof. Dr.
Doğramacı’nın yönetimi boyunca türbanlı kızların üniversiteye girmesine
izin verilmemesini siyasi söyleminin simgesi yapmış ve o yolla oy
toplamış ve sonunda hükümet olmuş partinin mensuplarını.

Bu tören alayında belki bir kesim daha vardı ki onların orada neden
olduğunu hiç kimse açıkça bilemeyebilir. Bunun nedenini öğrenmek
istersek, YÖK’ün ali kıran baş kesen olduğu yıllarda günübirlik çıkarılan
yönetmelik ve yönergelerine bakmak gerekir. Örneğin, senato
toplantılarından birkaçında yatay ve dikey geçiş ile ilgili yönergeler
tartışılırken, YÖK’ten gelen bir faksla o güne kadar yapılagelen
uygulamanın yürürlükten kaldırıldığını, şöyle bir yolun uygulanması
gerektiği yönünde talimat geldiğine; bu yeni uygulamanın akşama doğru
tekrar bir faksla ortadan kaldırıldığına, eskisinin devamına yönelik buyruk
verildiğine birkaç kere şahit oldum. Sabahtan böyle bir faks alındığında
benden önce yöneticilik yapmışların yüzündeki alaylı (müstehzi)
gülümsemeyi doğrusu hemen anlayamıyordum. Ancak daha sonra bu
deneyimli kişilerin neden gülümsediklerini anladım. Bu faks sadece iş
olsun, usul yerini bulsun diye sadece birkaç üniversiteye gönderilmiş; bu
arada YÖK’ün önde gelen kişilerinin tanıdıklarının ya da o dönemin etkili
kişilerinin çocuklarının ya da yakınlarının bilmem ne üniversitesine yatay
ya da dikey geçişi yapıldıktan sonra; aynı gün içinde uygulama
yürürlükten kaldırılmış. İşte böyle bir YÖK’te geçti ömrümüz; tünelden
çıkmayı beklerken bir anda daha karanlık bir tünele girdiğimizin farkına
vardık…

Yıllarca kendi görüşlerindeki kızlarına eziyet çektirdiğini bıkmadan


usanmadan söyleyen ve sürekli şikâyet eden bir parti, türbanlıları
üniversiteye sokmayan Prof. Dr. İhsan Doğramacı’nın devlet töreniyle ve
31

özel bir mekâna gömülmesi ile ilişkin iki bakanlar kurulu kararını acele
çıkarmasını ve hükümet olarak tam kadro törene katılmasını doğrusu
anlamak mümkün değil. İnsanın içine şeytan girmeye görsün. YÖK’ü de,
türban sorununu da, darbelerin ve muhtıraların da, belirli partilerin
yolunun açılmasını da düzenleyen acaba belirli bir merkez mi diye
düşünmekten alamıyor insan kendini. Çünkü bize hep şöyle dendi: YÖK
özerk bir kuruluştur ve kimseye de hesap vermek zorunda değildir. Bu
durumda türban zorlatmasına birileri değil, Prof. Dr. İhsan Doğramacı’nın
karar verdiği gibi bir sonuç ortaya çıkıyor (aksi durumda Doğramacı’nın
ve ekibinin ileri sürdüğünün aksine YÖK özerk değildi ve biz öğretim
üyeleri sürekli kandırıldık). Ancak kurmuş olduğu vakıf üniversitesi
Bilkent’te böyle bir kararı uygulamadı. Unutmamak gerekiyor ki, bugün
hükümette olan partinin en çok üzerinde durarak oy topladığı
propaganda aracı türbandı ve türbanın yasaklanmasının ve yasağın
uygulanmasının baş aktörü de Prof. Dr. İhsan Doğramacı’ydı. Bugünkü
hükümetin Prof. Dr. İhsan Doğramacı’yı minnetle anması doğrusu işin
aslını bilmeyenleri şaşırtabilir. İşin aslı Prof. Dr. İhsan Doğramacı’nın
ardında sessiz bir üniversite camiası bırakmış olmasıdır…

Kurumuna duygusal olarak bağlı olmayan, akademik şeması


bozulmuş, ülkenin bir sorununu çözemeden kurumundan ayrılmak
zorunda bırakılan akademisyenler topluluğu nasıl yaratıldı?

Daha önceki yasalarda üniversiteye asistan olarak giren kişiye


ülkenin bir sorununu ya da bilimin o anda karşılaştığı bir sorunu çözmek
üzere bir çalışma konusu verilirdi ve bunu çözünceye kadar çalışmasına
izin verilirdi; kural olarak yıl kısıtlaması yoktu. Çalışmanın sorununda
sorunu çözüp çözmediğine bakılırdı.
32

Yeni YÖK uygulamalarında asistanın adı araştırma görevlisi olarak


değiştirildi. Çoğu yerde ciddi olarak verilmediği ve veren hocanın da o
konuda yeterince bilgisi olmadığı için hocalara ek ders sağlama
mekanizması olarak bilinen yüksek lisans ve doktora derslerini aldığı
süre hariç araştırmaya 2, uzatması ile 3 yıl verilmekte ve çalışmanın
başarısı yabancı dilde ve yabancı bir ülkede yaptığı yayın sayısına göre
değerlendirilmektedir. Çalışmanın değerlendirilmesinde ülke sorununu
çözüp çözemediği ölçütü rafa kaldırılmıştır.

Doktora tezini başarıyla bitirenler ve yüksek lisansını


tamamlayanlar (eğer doktora sınavını kazanamamışsa), özellikle büyük
üniversitelerde en geç bir ay içerisinde çalıştığı kurumu terk etmek
zorundadırlar. YÖK, bunlara yol göstermek ya da yardımda bulunmak
zorunda değildir. Böyle bir uygulama hızlı akademisyen yetiştirme
açısından uygun bir yöntemdir; üniversite dışında akademisyenlere
gerek duyan ülkelerde kullanışlı bir uygulama da olabilir. Ancak bizim gibi
araştırma kurumları sınırlı olan ülkelerde bu uygulama tam bir sokağa
atma şekline dönüşüyor. YÖK, unvanını alan bu genç araştırıcıları,
mantar gibi açılmakta oylan yeni üniversitelere bir program dâhilinde
yönlendirse, yerleştirse mantığını anlarız; böyle bir şey de yok. Bunun
üzerine eş dost aracılığıyla, rica minnet, bu çocuklara kadro verecek
rektör ve dekan aranmaya başlanılıyor. Böyle bir süreçten geçen hiçbir
genç araştırıcı unvanını aldığı üniversiteye uzun vadeli iz bırakacak
çabaların içine giremiyor; haklı olarak tek derdi yaptığı tezden birkaç
yayın çıkarabilmek ve bu arada bir yerlerden kadro bulabilmek oluyor.
Özellikle kamuda çalışma olanağı kısıtlı olan birçok bölümün mezunu, iş
bulamama nedeniyle, belki unvanlı çalışırım umuduyla, yüksek lisans ve
doktora programlarına başvurduğu için, bu alanlarda hızlı bir şekilde
unvanlı boşta gezen akademisyenler topluluğu türemeye başladı.
33

Eskiden en başarılı öğrenciler bilim adamı olmak için başvururlardı; şimdi


bazı çalışma alanlarında (özellikle iş bulma olanağı daha kolay
olanlarda) başarılı öğrenci bulmak için hocalar bin bir takla atar oldular…

Önceki yasalarda asistanların üniversitede çalışma süreleri


kısıtlanmamış; ancak doktora üstü unvanları almak için belirli süre
bekleme zorunlulukları getirilmişti (doçentlik için en az 4, profesörlük için
en az 5 yıl). Böylece üniversitelerin unvanlı atıl bir mezarlığa
dönüşmemesi öngörülmüştü. Yeni YÖK, tam tersine araştırma
görevlilerinin üniversitede kalma sürelerini kısıtladı; doçentlik unvanını
alma için zaman koşulunu kaldırdı.

Tersine döndürülen piramit

YÖK, akademisyenlerin atanması ya da kadro tahsisine yönelik,


başlangıçta öğrenci sayısı ve benzer ölçütlerle üniversitedeki bölümler ve
anabilim dalları ile ilgili bir şablon yapmıştı. Sürekli kadroda kaç tane
profesör (en az), kaç tane doçent (biraz daha fazla) ya da yardımcı
doçent (çok daha fazla) çalışacağı bilinecekti. Böyle bir uygulama yeterli
olmasa ya da bazı hallerde iyi sonuç vermese bile düzen düzendir diye
saygıyla karşılanabilir. Ancak böyle bir uygulamanın yürürlüğe konduğu
ilk günde bile delinmeye başladı. Eş/dost ilişkisi nedeniyle bir de baktık
ki, bu piramit tersine dönmüş, bazı bölümlere onlarca profesör
çöreklenmiş, doçent ve yardımcı doçent mumla aranacak kadar azalmış.
Yardımcı personel (temizlik görevlisi, sekreter, teknisyen, uzman) alma
da kısıtlandığı için, bölümlerin en değerli kadrosu olan sekreterlik, bu
hocaların ek ders çizelgelerini düzenlemek, izine gidiş gelişlerini izlemek
ve yazmak için bile yetersiz kalmaya başladı.
34

Ne yazık ki, üzülerek şunu söyleyebilirim, üniversitelerde profesör


dediğimizde, çalışanları tenzih ederim, ununu elemiş eleğini çiviye
takmış insanı çağrıştırıyor. Böylece ahkâm kesen, tenkit eden ve iş
yapmayan atıl bir kitle oluştu.

Üniversitelerin ölümcül sessizliği

Özellikle 1750 nolu üniversite yasasının ve daha önceki üniversite


yasasının uygulandığı dönemlerde Türkiye üzerine oynanan (tabii
bilinen) oyunlar öğretim üyelerinin önderliğinde coşkulu bir öğrenci
kitlesiyle şiddetle kınanır ve telin edilirdi. Dosta, düşmana birlik mesajları
verilirdi. Bu gençlik ülke sorunlarını kendi meselesi olarak benimsemişti.
Doğru ya da yanlış sorunlara sahip çıkardı.

Korkutulan öğretim üyeleri, bin bir kurala bağlanan üniversite


öğrencileri, sinsi sinsi ülke sorunlarından uzaklaştırıldı. Tüketime,
eğlenceye ve sekse odaklanmış bir gençlik yaratıldı. Bilgi yarışmalarında
ekranlara çıkan önemli üniversitelerin gençleri, bırakın ülke sorunlarını,
Türkiye’nin komşularını saymada bile zorlanıyorlar. Bu tanım doğal
olarak tüm gençler için geçerli değildir. Bir zamanların ateşli ve ülke
sever gençleri doğal olarak bugün de var. Ancak toplam sayıya göre
idealistlerin oranlarında büyük düşüşler var. YÖK, işte bu ateşi söndürdü.

Türkiye parçalanma tehditleri altında, her gün yeni bir harita


yayınlanmasına, cumhuriyetin temellerini sarsan girişimlerin sokaklarda
cirit atmasına, ülkenin 85 yıldır tırnakları ile biriktirdiği –birikimlerin
özelleştirme adı altında apar topar satılmasına seyirci kalmaktadır.

Bir ülke için en tehlikeli şey, o ülkenin gerçek bilim adamlarının,


gerçek aydınlarının duyarsızlığı, tepkisizliği, suskunluğudur. 1980
35

darbesi ve YÖK bunu başardı; suskun üniversite yarattılar. Belleğinizi bir


yoklayın, 1980 yılından bu yana ekranlarda ve yazılı basında suya
sabuna dokunan konuşmalar yapan kaç öğretim üyesi tanıyorsunuz?
İstenen gerçekleşti: Türkiye’nin kaptan köşkünde olması gerekenler
susturuldu; malum yandaş basın ve aydın yaftası yapıştırılmış
işbirlikçiler, toplumu yönlendirmeye başladı. İstenen de buydu…

YÖK üniversitelerinin başarısı nasıl ölçülüyor?

Üniversitelerin başarısı daha çok vahşi kapitalizmin üretimine alt


yapı oluşturacak yayınların sayısına, okuttuğu öğrencilerin sayısına göre
değerlendirilir olmuştur.

Her 10 üniversite mezunundan 9’nun kendi mezun olduğu alanda


çalışmadığı; hatta mesleği ile ilgili olmayan başka bir iş bile bulmadığı
gerçeği bir satır gibi başımızın üzerinde dururken, son 10 yılda devlet
kurumlarında sabit kadroya tek bir mezunu atanmamış bölümlerin yeni
üniversitelerde eğitime açılması, bence bu gençliği açlığa mahkûm etme
projesidir. Eğer öğretmen atamaları da olmasa (çoğu sınıf öğretmeni)
üniversite öğrencilerinin büyük bir kısmı tamamen işsiz kalacaktır.

Okuduğu alanda dünya ölçeğinde iyi bir şekilde öğrencilerini


yetiştiremeyen üniversiteler, öğrencilerine dış dünyada ekmek
yiyebilecekleri diğer becerileri kazandırmakta da son derece
yetersizlerdir.
36

Üniversiteler ve YÖK, 1000 gecekondu yapma yerine bir Selimiye


yapmanın bugün daha geçerli olduğunu anlamak istemiyor; çünkü
gelirleri düşecektir.

İyi eğitilenler var mı?

Var. Çoğu yabancı dille eğitim yapan üniversitelerde ve vakıf


üniversitelerinde.

YÖK’ün efsanevi başkanı Prof. Dr. İhsan Doğramacı’nın girişimiyle


başlatılan vakıf üniversitelerini kurma projesi mantar gibi çoğaldı. Bu
üniversiteler devlet üniversitelerini ayakta tutan kişileri oldukça yüksek
ücretlerle çekip, devlet üniversitelerini bir taraftan çökertirken, bir taraftan
da burs ve çeşitli vaatlerle Türkiye’nin en zeki ve başarılı öğrencilerini de
bu vakıf üniversitelerine topladılar. Vakıf üniversitelerinin gözde
bölümlerinden mezun olanlar, yüksek lisans yapma, doktora yapma ve
bilgi-görgüsünü artırma düşüncesiyle yabancı ülkelere transfer edildi-
ediliyor. Gidiş, o gidiş; bin emekle yetiştirdiğimiz bu değerler sonunda
kapitalist ülkelerin emrine sunulmuş oluyor. YÖK bunu da başardı.

Dünyada vakıf üniversiteleri birilerinin yardımları ile kurulan ve


yaşatılan kurumlar olmalarına karşın, Türkiye’de tam anlamıyla birer
ticari kurum haline dönüşmüş bulunmaktadır. Devlet araziyi verir (ek-2),
galiba önemli muafiyetler getirir (ek-3); öğrenciden de katkı payı adı
altında hatırı sayılır ücretler alınır. İlk vakıf üniversiteleri kurulduğu
zaman, şöyle bir madde kondu: Vakıf üniversitelerinin öğrenci eğitim
giderlerinin %60’ı devlet tarafından karşılanır. Bu vakıflar giderlerini o
günkü kurda örneğin öğrenci başına 100 milyon gösterdi 60 milyon
aldılar; biz devlet üniversiteleri bunu gösteremediğimiz için öğrenci
başına sadece 17 milyon aldık. Yani bir vakıf üniversitesi öğrencisi
37

devlete bir devlet öğrencisinin yaklaşık dört katına mal oluyordu. Tüm bu
tezgâhların altında YÖK’ün baskıcı yasası yatar. Sonunda anaokulundan
üniversitenin sonuna kadar her şeyi ticarete döktük. Çocuklarını ticari
mala döndürmüş bir ülkenin geleceğini aydınlık görenler varsa, bunlar
olsa olsa baykuş cinsiden türemiş olanlardır.

YÖK değişir mi?

Başlangıçta güç kullanımını –çoğu insan gibi- seven, organizasyon


yeteneği çok yüksek biri tarafından, o günkü cuntanın da talimatları
doğrultusunda Yüksek Öğretim Kurumu kuruldu ve yasaları tezgâhlandı.
Bu yasadan şikâyet etmeyen kimse kalmadı. Muhalefet de iktidar da,
öğrenci de, üniversite mensubu da, toplumun her kesimi YÖK’ü
kurulduğu günden bu yana bu kurumu yerden yere vurdu. Türkiye’de
hiçbir yasa bu kadar tenkit edilmemiştir. Halkın oyuna başvurulmadan
mecliste çoğunluğu sağlamış (geçmişte YÖK’ten en çok nefret eden ve
tenkit eden) bir parti tarafından bile yasası hemen değiştirilebilecek
durumda olunmasına karşın, YÖK’ün hiç kimse kılına bile dokunmadı;
dokunmayacak da. Çünkü düşünen insanları denetim altına alan ve –her
siyasi rejim için sıkıntı oluşturan- aydın kesimin sesini kesen böyle bir
altın anahtar hiç kimsenin elinin içine hazır konmamıştır. Milletvekili iken
rektör atanmalarını sürekli ağır bir dille tenkit eden bugünkü sayın
cumhurbaşkanımızın tenkit ettiği yöntemlerle kendisinin rektör ataması –
sürekli demokrasiden bahseden; ancak gereğini yerine getirmeyen
siyasiler için- bu anahtarın değerini önünüze sermektedir. Değiştirmeye
yeltenseniz de kolay kolay başaramayacaksınız. Çünkü askerinin
konumlanmasına, ilişki kuracağı ülkelerin listesinin hazırlanmasına,
ticaretine, istihbaratına, hatta bankalarının hangi ülkelerle (komşusu olsa
38

bile) ilişkiye geçip geçemeyeceğine karışan, diğer ülkelerle olabilecek


her türlü girişimine, hatta ülkesine döşenecek boruların güzergâhına bile
karışan –bizim için de niyetleri her fırsatta çarşaf çarşaf önümüze serilen-
dünyanın egemen ülkesi, yöneticilerimizin deyimiyle stratejik ortağımız,
böyle bir değişime onay vermeyecektir. Batı hayranlarınca kurulmuş ve
kuruluşundan bu yana aynı kalıptan çıkmış batı hayranlarınca yönetilen
böyle bir kurumu hiç kimse bırakmak istemez; bir anlamda
millileştirilmesine izin vermez. Eğitimi Amerikancı, yayın dili İngilizce
olan, en değerli araştırıcılarını, kendisinin (batının) büyük kaynak ayırıp
yapmak zorunda kalacağı temel ya da altyapı araştırmalara yöneltmiş,
suskun ve itaatkâr öğretim elemanlarından oluşmuş bir üniversiteyi, yani
yolunacak kazı ya da kendisi için altın yumurtlayan bir tavuğu kim
kesmek ister. Ülkeyi ayağa kaldıracak yeni bir yüksek öğretim
yapılanmasına girişildiğinde, batının emperyalist amacını saklayarak
yıllarca eğittiği ve beslediği yandaş bilim adamlarının ve yandaş medya
mensuplarının ve onların tezgahından geçmiş kesimin etkisi ile batı
hayranı olmuş bir kesimin salvo atışına tanık olacaksınız.

Bunların dışında kalmış, bu ülkenin esenliğini düşünen öğretim


üyeleri ve belirli bir kesimin çıkmazı nedir? Bunu bir sonraki başlıkta
görelim.

Çıkmaz sokağa girmiş öğretim üyeleri

“altı sakal üstü bıyık”

YÖK kaldırılsın diye bağıranlar, sokaklara dökülenler, Yüksek


Öğretim Yasası’nın değiştirilmesi gündeme gelince, çok garip bir şekilde
istemeye istemeye YÖK’ü en çok savunanlar oldular. Bugün YÖK
değiştirilecektir diye bir girişim olsa, en çok tepki gösterecekler geçmişte
39

yine YÖK’ten çok çekmişler olacaktır. Bu çelişkinin temelinde ne yattığını


birçok kişiyle yapmış olduğum fikir alış verişinden çıkardığımı
söyleyebilirim.

Konuştuğum kesim akademik kesimdi ve üniversitelerin, yüksek


öğretim kurumlarının ve bu cümleden YÖK’ün bir ülkenin geleceği için ne
kadar önemli ve etkili olduğunu en iyi bilen kesimdi. Bir ülkeyi
kalkındıracak da yıkacak da en etkili kurumların başında YÖK’ün
geldiğinin herkes bilincindeydi.

YÖK kurulduğundan bu yana bugünkü hükümeti kurmuş siyasi


partinin ve bu partinin köken aldığı siyasi partilerin en büyük hedefi
YÖK’tü. Her fırsatta –insan hakları ve demokrasi sakızı çiğnenerek-
değişmesi ya da kaldırılması konusunda ısrarla fikir beyan ediyorlardı.
Bugünkü Cumhurbaşkanının ve Başbakanının YÖK ile ilgili onlarca
olumsuz açıklaması olmuştur. Ancak hükümete gelince “tısss”
çıkmamaya başladı. Hatta tarihimizin en büyük demokratik açılımını
yaptıklarını söyleyerek yeni bir anayasa taslağını meclise sunmalarına
karşın ne gariptir ki YÖK ile ilgili hiçbir madde koymadılar. Çünkü bu
sefer yuları hükümet ele geçirmiştir. Bırakır mı? Bırakırsa delilik yapar.
Sorumlusu: Bir zamanlar YÖK yasasını hazırlayan açıkgöz, dar görüşlü,
kısa vadeli çıkarlarını düşünen ve her zaman direksiyonda olacağını
düşünen basiretsiz kesimdir. Muhalefet partilerinin anayasanın en temel
maddelerinin değiştirilmeye çalışıldığı bu günlerde YÖK ile ilgili tek bir
kelime etmemeleri de başka bir garabettir.

Çünkü YÖK her zaman siyasilerin arka bahçesi olacak şekilde


tasarlanmıştı… Politika ile ilgileniyorsanız ve hükümeti ele geçirmişseniz,
YÖK’ü değiştirmeniz aptallık olur… Geçmişteki hükümetler de öyle
düşündükleri için YÖK’e el vurmadılar…
40

Pekâlâ, durum böyle ise, akademisyenlerin büyük bir kısmının ve


uygar dünya eğitiminden haberdar olanların, 28 yıldır beğenmedikleri
Yüksek Öğretim Yasasının değiştirilmesine neden bu kadar tepki
gösteriyorlar. Bunun, geldiğimiz noktadaki egemen siyasi iradenin
niyetine güvensizlikten kaynaklandığı söylenebilir. Kaş yaparken gözün
çıkmasından çekiniliyor. Çünkü geçmişte cuntanın kullandığını, bugün
başka biri neden kullanmasın…

Böylece bugünkü hükümetle gerçek akademisyenlerin, yaklaşımları


ve düşündükleri tamamen birbirinin tersi olmasına karşın birleştikleri tek
ortak nokta: YÖK’ün değiştirilmemesidir. Hükümet yuları bırakmak
istemiyor; cunta döneminin YÖK’ünü yaşayanlar da yulara ek olarak bir
de başlarına kıl torba geçirilmesinden çekiniyorlar.

Bu son durumu Ali Demirsoy’un “Anılarla, Öykülerle ve Fıkralarla


Anadolu” adlı kitabından yaşanmış bir öyküyle bitirmek isterim.

Ne olur sen oturmaya devam et!


Bir zamanlar, İstanbul’un en azından bazı semtlerinde çok kibar, görmüş
geçirmiş insanların yaşadığı bilinmektedir. Göç hareketleri ile birlikte doğulu
vatandaşlar İstanbul’a akın edince, Eğin’den de Kel Kâtip adıyla, kıllı, post bıyıklı,
poturlu; ama özünde kibar olan bir hemşerim de bu kervana katılarak İstanbul’a
geliyor. O yanda bu yanda gezerken, kapısında yine doğulu vatandaşların yığıldığı ve
aval aval içeriye baktığı Cihangir’deki nezih bir çay bahçesine haldur huldur girip,
şapkalı, eldivenli bir hatunun oturduğu bir masaya sormadan çörekleniyor. Kabalık bir
yana, adam leş gibi de kokuyor; kadın ise çehre burun, fışır fışır, durumdan rahatsız.
Kel Katip farkına varıyor:
– Hanım! Galiba Siz’i rahatsız ettim, en iyisi, çayımı içer içmez ben hemen
kalkayım!
Kadın, parmakçılıkların dışında, ağzından salyalar akarak içeriyi gözetleyen,
poturlu insanlara bir göz atarak:
– Yok yok, otur! Ne olur ne olmaz, Sen kalkarsan, daha kötüsü gelir.
41

YÖK sonunda bizi kel kâtibe bile razı etti…

Prof. Dr. Ali Demirsoy

Hacettepe Üniversitesi

Ek-1

Üniversiteleri düzenleme girişimlerinin geçmişine kısa bir bakış

1933 fakülteler birliği anlamında “üniversite ” sözcüğünün Türkiye’de


resmi mevzuata ilk defa girdiği ve köklü değişmelerin yapıldığı yıldır.

1946 yılındaki 4936 sayılı “Üniversiteler Kanunu” Türkiye’de üniversitenin


gelişiminde ve düzenlenmesinde ikinci büyük aşamadır.

1961 Anayasasına üniversitelerle ilgili ilk defa hükümler girmiş (120.


Madde) ve bu madde çok tartışılmıştır. 12 Mart 1971 hareketinden
sonra değiştirilmiştir.

1961 Anayasasının 120. maddesi:

•Üniversiteler; ancak devlet eliyle ve kanunla kurulur.

•Üniversiteler, bilimsel ve idari özerkliğe sahip kamu tüzel kişileridir.

•Üniversiteler, kendileri tarafından seçilen yetkili öğretim üyelerinden kurulu organları eliyle yönetilir ve
denetlenir; kanuna göre kurulmuş devlet üniversiteleri hakkındaki hükümler saklıdır.

•Üniversite organları, öğretim üyeleri ve yardımcıları, üniversite dışındaki makamlarca her ne suretle
olursa olsun görevlerinden uzaklaştırılamazlar.

•Üniversite öğretim üyeleri ve yardımcıları serbestçe araştırma ve yayında bulunabilirler.

•Üniversitelerin kuruluş ve işleyişleri, organları ve bunların seçimleri, görev ve yetkileri, öğretim ve


araştırma görevlerinin üniversite organlarınca denetlenmesi bu esaslara göre kanunla düzenlenir.
42

•Siyasi partilere üye olma yasağı, üniversite öğretim üyeleri ve yardımcıları hakkında uygulanmaz.
Ancak bunlar partilerin genel merkezleri dışında yönetim görevi alamazlar.”

1965’de 625 sayılı çıkan Özel Okullar Kanunu ile özel yüksek okullar
açılmaya başlamıştı. Ancak Ocak 1971 ‘de Anayasa Mahkemesi
bunu anayasaya aykırı bularak iptal etmiştir.

1971 Anayasanın 120. Maddesine yukarıdakilerden (1961


Anayasasındakinden) farklı olarak şunlar eklenmiştir

• Bu özerklik, Üniversite binalarında ve eklerinde suçların ve suçluların kovuşturulmasına


engel olmaz.

•Üniversite organları, öğretim üyeleri ve yardımcıları, üniversite dışındaki makamlarca, her ne


suretle olursa olsun, görevlerinden uzaklaştırılamazlar. Son fıkra hükümleri saklıdır.

•Üniversitelerin kuruluş ve işleyişleri, organları ve bunların seçimleri, görev ve yetkileri,


Üniversiteler üzerinde Devletin denetim ve gözetim hakkını kullanma usulleri ve Üniversite
organlarının sorumluluğu, öğrenim ve öğretim hürriyetlerini engelleyici eylemleri önleme
tedbirleri, Üniversiteler arasında ihtiyaca göre öğretim üyeleri ve yardımcılarının
görevlendirilmesinin sağlanması, öğrenim ve öğretimin hürriyet ve teminat içinde ve çağdaş
bilim ve teknoloji gereklerine ve kalkınma planı ilkelerine göre yürütülmesi esasları kanunla
düzenlenir.

•Üniversitelerin bütçeleri, genel ve katma bütçelerin bağlı olduğu esaslara uygun olarak
yürürlüğe konulur ve denetlenir.

•Üniversitelerle onlara bağlı Fakülte, kurum ve kuruluşlarda öğrenim ve öğretim


hürriyetlerinin tehlikeye düşmesi ve bu tehlikenin Üniversite organlarınca giderilmemesi
halinde Bakanlar Kurulu ilgili Üniversitelerin veya bu Üniversiteye bağlı Fakülte, kurum ve
kuruluşların idaresine el koyar ve bu kararını hemen Türkiye Büyük Millet Meclisi birleşik
toplantısının onamasına sunar.Hangi hallerin el koymayı gerektireceği , el koyma kararının
ilan ve uygulanma usulleri ile süresi ve devamınca Bakanlar Kurulunun yetkilerinin nitelik ve
kapsamı kanunla düzenlenir.”

Temmuz 1973 yılında çıkarılan 1750 nolu yasa ve ek yasalarla reform


çabaları sürdürülmüştür. Bu yasanın yukarıda yazılmış olan yazıya bilgi
sağlayacak önemli maddeleri aşağıdaki gibidir.
43

a) Çeşitli kademelerde bilimsel yönetim yapmak,


b) Öğrencilerini, bilim anlayışı kuvvetli, milli tarih şuuruna sahip, vatanına, örf ve adetlerine
bağlı, milliyetçi ve sağlam düşünceli aydınlar ve yüksek öğrenime dayanan mesleklerde türlü
bilim ve uzmanlık kolları için iyi hazırlanmış, bilgi ve tecrübe sahibi, sağlam karakterli
vatandaşlar olarak yetiştirmek,
c) Çağdaş bilim ve teknoloji gerekleri ve Devlet Kalkınma Planının hedefleri doğrultusunda
kendi insan gücü ve maddi kaynaklarını en rasyonel, etkili, verimli ve ekonomik şekilde
kullanmak,
d) Memleketi ilgilendirenler başta olmak üzere, bütün bilimsel ve teknik sorunları
çözmek için bilimleri genişletip derinleştirecek inceleme ve araştırmalarda bulunmak, bu
çalışmalarda ilgili milli bilim ve araştırma kurumları ile yabancı veya uluslararası benzer
kurumlarla işbirliği yapmak,
e) Araştırma ve inceleme sonuçlarını yayınlamak,
f) Toplumun genel düzeyini yükseltici bilimsel verileri yaymak.
Yüksek öğretim bir bütün olarak görülmüş, fakat “yalnızca Üniversiteler bu kanuna tabidir”
hükmü getirilmiştir.
Yüksek öğretime yön vermek amacı ile bir Yüksek Öğretim Kurulu kurulmuş, fakat Anayasa
Mahkemesi 1975’te bunun kuruluş, işleyiş, görev ve yetkileriyle ilgili maddeleri iptal ettiğinden
bu kurum çalışamamıştır.
Üniversiteler üzerinde Devletin gözetim ve denetimini sağlamak için Üniversite Denetleme
Kurulu kurulmuştur.
Üniversiteler arasında akademik koordinasyonu sağlamak için Üniversitelerarası Kurul
kurulmuştur.
1) Asistanlığa girişte doktora şartı getirilmiş, bu 1975’te Anayasa Mahkemesince iptal
edilmiştir.
2) Öğrenim süresi, her Fakültenin genellikle 4, Tıp Fakültelerinin 6 yıl olan normal öğretim
süresinin yarısı kadar fazla bir süre ile sınırlandırılmıştır.
3) Öğretim için öğrencilerden ücret ve harç alınacağı hükmü getirilmiş, fakat hüküm
Anayasa Mahkemesince iptal edilmiştir.
4) Ders kitaplarının basım işi Fakültelere verilmiştir.
5) Üniversite organları olarak Senato, Üniversite Yönetim Kurulu, Rektör gösterilmiştir.
Senato ve Rektör öğretim üyelerinin katıldığı seçimlerle belirlenir. Fakülte organları da
Fakülte Kurulu, Yönetim Kurulu ve Dekan’dır. Fakülte Kurulunu, profesör ve doçentlerden
doğal olarak oluşur, öteki organlar Fakülte Kurulunca seçilir.

1981 yılında çıkarılan 2547 nolu Yüksek Öğretim Yasası en köklü değişiklikleri
yapmıştır. Bir türlü içimize sindiremediğimiz, bugün sürekli tartışılan yasa da
bu yasadır.
44

Ek-2. İhsan Doğramacı, YÖK başkanlığı döneminde Hacettepe Üniversitesi’nin Beytepe


yerleşkesindeki araziler ile ODTÜ arazilerini başta Bilkent Üniversitesi olmak üzere
arazileri kendi şirketlerine tahsis etti ve İstanbul Üniversitesi Orman Fakültesi’ne ait
Bilezikçi Çiftliği’ni Bilkent’e aldı. Ancak bu arazi, orman fakültesi öğretim
elemanlarından bir grubun idari mahkemeye dava açmaları üzerine geri alındı (Suay
Karaman 8 Mart 2010 tarihinde Ulus Gazetesi “Doğramacının Ardından”).

Ek-3. Nisan 2006 tarihinde, İhsan Doğramacı, Ankara’daki köşkünde hükümet başkanı ile
üyelerinden bazılarına yemek vermiş ve görüş alış verişinde bulunmuştur. Bu
görüşmeden sonra 22 Haziran 2006 tarihinde TBMM’de bir yasa kabul edildi ve bu
yasa 4 Temmuz 2006 tarihinde Resmi Gazete’de sessiz sedasız yayınlandı. Bu yasaya
göre Bilkent Üniversitesi yerleşkesi ile Erzurum, Malatya, Şanlıurfa ve Van illerindeki
yerleşkelerinde bulunan okulların tüm personelinin ücretlerinden 1 Mart 2006 tarihinden
itibaren yirmi beş yıl süreyle kesilecek gelir vergisi tutarı devlete ödemeyecektir. Bu
paranın, Bilkent Üniversitesi’nin sözü edilen illerdeki tesisleriyle ilgili her türlü
giderler ile bir kısım öğrencilerinin burslarının finansmanında kullanılması
kararlaştırılmıştır. Bu yasa ile devleti devlet yapan temel ilkelerden önemli bir bölümü
daha aşındırılmıştır; vergi toplama erkinin devlete ait olması, bütçenin birliği ilkesi ve
eşitlik ilkesi açıkça çiğnenmiştir (Suay Karaman 8 Mart 2010 tarihinde Ulus Gazetesi
“Doğramacının Ardından”).

Sunuş Yazısı

Sevgili Kardeşim

Türkiye’nin en çok tartışılan kurumu, kuşkusuz 12 Eylül Cuntasının


şemsiyesi altında 2547 sayılı yasayla kurulmuş olan Yüksek Öğretim
Kurumu’dur (YÖK). Özellikle ilk yıllarında aldığı her karar değişik
çevrelerce değişik şekilde yorumlanmış ve ilgiyle izlenmiştir. Bir kesime
göre YÖK misyonunu tamamlamış, yapacağını yapmış, ülkenin en etkili
kesimini ölü sessizliğine gömmeyi başarmıştır. Geldiğimiz noktada,
ülkenin sorunlarına ve tartışılanlara bakılırsa bu kesimin çok da haksız
olmadığı anlaşılmaktadır. Perşembeyi hazırlayanlar, çarşambada cirit
atanlar olmuştur.

Aradan 28 yıl geçmiş olmasına karşın, varlığı hala protesto edilen,


öğretim üyelerinin büyük bir kısmı ve öğrenciler tarafından bir türlü
benimsenemeyen bu kuruluşun yapmış olduğu uygulamaları ve bugüne
45

bırakmış olduğu tortuların neler olduğunu –o günleri yaşayan birinin


penceresinden öğrenmek isterseniz- bu yazıyı okuyunuz. 1982 yılından
sonra akademisyenliğe başlayanlar bu yazıyı mutlaka okuyunuz.

Bundan böyle bu tip yazı almak istemiyorsanız, lütfen bu


adrese bilgi veriniz.

You might also like