You are on page 1of 4

Psikanaliz ve Kadın

Olmak
v

Psikanaliz ve Kadın Olmak

PSİKANALİZİN İKİNCİ YÜZYILINDA KADIN KONUSU

Psikanalizin çalışma odağının özünde cinsiyet ve cinsellik olguları yer alır. Psikanaliz ruhsallığın
temeli olan bilinçdışının içeriğinde “kadın oluş”, “erkek oluş” ve bu olguların cinsellikte bir araya
gelişleri ile ilgili düşlemler (fanteziler) olduğunu ileri sürer. Yenidoğan dünyayı bilgi açlığı ile emmeye
çalışırken, kendisini bu dünyaya getiren sırrın peşinden koşar ve gizemi çocuk cinselliği kuramlarıyla
aydınlatmaya çalışır.

Yenidoğanın bu uğraşı, onu kendi üstleneceği ve deneyimleyeceği cinsiyet ve cinsellik menziline


taşır. Psiko-cinsel gelişimin amacı bir cinsiyet kimliğine erişmek ve doyumlu bir cinsellik yaşamına
sahip olup, kendinden sonraki kuşağı yaratmaktır.

Büyük oranda Sigmund Freud’un eserleriyle tamamlanmış olan bu kuramsal bakış çeşitli eleştiriler
görmüş, alternatifler ve revizyon önerileri almıştır. Psikanalizin evrimleşmesiyle ilgili bütün detaylara
burada değinmek olanaksız olduğu için sadece konumuzla ilgili olanlara bakmaya çalışalım.Freud’un
kuramında kadın hastanın kliniği önemli bir yer tutar.

Klasik ikili genellikle “erkek analist ve histerik kadın analizan”dır. Histerik kadının çözümlenmesi ise
onu, bu kadının iç dünyasındaki “penissiz erkek çocuk olma” iddiası ve dramına götürür. Sonraları
“cinsel monizm” veya “fallosantrizm” adları verilen bu bakışa göre, kadının cinsel organı ve cinsel
kimliği kendisi için birincil bir anlama sahip olmaktan ziyade, penisin ve erkek cinsel kimliğinin
negasyonu yani olumsuzlanması olarak ikincil bir anlama sahiptir.

FREUD’UN CİNSEL MONİZM KURAMI (Chasseguet Smirgel, 1988)

Erkek çocuk annesinin vajinası olduğunu bilmez. Onun da penisi olduğunu sanır. Kız çocuk kendinde
vajina olduğunu bilmez. Kız çocuk budanmış bir penis olan klitorisine, her şeyi dışlar şekilde
yatırımda bulunur. Kızın ergenlik döneminde bu yatırımdan vazgeçme gereği ortaya çıkar. Kız
çocuk , erkek organına engelleyemediği bir haset duyar ve bu haset tüm psiko-cinselliğe egemen
olur. Kız çocuk, babasının penisinin kendi içine girip ona bir çocuk vermesini arzu eder. Annelik
ulaşılması olanaksız bir erkekliğin “taklidi”nden başka bir şey değildir (çocuk=penis). Bazı kadınlar
asla Olumlu Oidipus’a ulaşamazlar.

Kadının Olumlu Oidipus’unda anneyle kurulan bağ yalnızca yer değiştirip babaya yönelir.Bu görüşler
psikanalitik düşüncenin evrimleştiği bugünden baktığımız zaman eleştirisiz kalmış değildirler.
Eleştirilerin de bir tarihselliği vardır. Kısaca onlara bakalım ve bugüne gelmeye çalışalım.Siyasi ve
sosyal haklara dayalı kökleri eskiye dayanan ancak 1960’lardan itibaren sesini daha fazla duyuran
ve bu sefer sosyal bilimler ve marksizm bağlantılı bir söyleme oturan feminist akım, psikanalizin
kadına ve onun cinsiyetine, cinselliğine bakışına radikal eleştiriler getirmiştir. Bu eleştirilerin
hedefindeki psikanalizin o yıllarda özellikle ABD’de kurgulanan ve uygulanan ve “Freudianizm”
adıyla neredeyse bir din olarak görülen psikanaliz olduğunu belirtmekte yarar var. Feministlerin ve o
yıllarda onlarla hemfikir olan sosyal bilimcilerin psikanalize olan itirazları kuramda revizyon veya
ekler-çıkarmalar yönünde bir girişim olmaktan ziyade, psikanalizin bütününü reddeden bir tavra
dönüşmüştür. Bu hareket ilk çıkış noktasında fevri ve tepkisel bir karaktere bürünmüştür. Bu karşı
çıkış genel olarak şu noktalarda yoğunlaşır (Donovan, 1997): Psikanaliz kız çocuğun gelişimi ile ilgili
olarak biyolojik olduğunu iddia ettiği bazı normlar belirlemiş ve bu normlar üzerinden ruhsal sağlığı
tanımlamıştır. Kadın eksiktir ve yaşam boyu bu eksikliğin acısını yaşayacaktır. Ya bu eksikliği
kabullenip, olabileceği kadar sağlıklı olacaktır; ya da bu eksikliği reddedecek veya karşı cinsi iğdiş
etmeye çalışarak mücadele edecek ve sağlıksız olacaktır. “Cinsel Politika” adlı eserinde bu biyolojik
determinizmi eleştiren Kate Millett (1970), kültürel belirleyicilerin göz ardı edilmesini hayret verici
bulur. Millett’a göre, psikanaliz kuramı kadını ve kadınlığı okurken bu kültürel belirleyicilerin etkisi
dışına çıkamamış ve hatta bu belirleyicilere onaylama sağlamıştır. “Cinselliğin Diyalektiği” adlı
eserinde Firestone (1970) psişik sorunların sosyal ve kültürel köklerini ciddiye almamasını
psikanalizin büyük bir hatası olarak değerlendirir. Ona göre bir feminist “...baskının geliştiği
toplumsal çerçevenin...değişmez olduğunu kabul edemez”. Feminist eleştiriye göre, psikanaliz kadın
ve erkek libidoları arasında niceliksel bir fark görmektedir ve bu da erkeğin saldırgan özelliklerinin
kabulü anlamına gelir. Erkek cinselliği sadist, kadın cinselliği mazoşist karakterde görülür. Millett’a
göre bu erkeğin tecavüzkarlığını onaylamaktan başka bir şey değildir. Aynı eleştirel yön psikanalizin,
tacizi düşündüren olguları, gerçeklikten ziyade fantezi ürünleri olarak değerlendirmesini de, kadının
olup bitenlerden sorumlu tutulması anlamında ciddi bir taraflılık olarak görüp, aile içindeki taciz
olgusu hakkında bilinçlenme ile ilgili olarak onlarca yıl geç kalınmasına sebep olduğunu ileri sürer.
Feminist eleştiriye göre, psikanaliz kadının temel cinsiyet özelliklerini penissiz olma gerçeğinden
anlamaya çalışmaktadır. Bu olguya göre, kız çocuk penissiz bir erkek çocuk gibidir. Kendi cinselliği
ve cinsiyetini erkekliğin negasyonundan yani olumsuzlanmasından kurmaya mahkumdur. Feminist
söylem ise karşı atağa kalkarak, yaşamın başlangıcında anneyle kurulan kuvvetli bağ ve
özdeşleşmeye gönderme yaparak, her iki cinsteki çocukta da dişil özdeşleşmeyi vurgular.

Feministler psikanalizin söylemini tamamen altüst ederek, erkek çocuğun ve ilerideki yetişkin
erkeğin ruhsallığının temelinde kadınlık olduğunu ileri sürerler. Bu bakış o yıllarda psikanalist
Stoller’ın (1968) “birincil dişilik” (primary femininity) kavramı ile de bağlantılandırılır. Erkek söylemi
ve onun kadınlık üstündeki baskı araçları, bünyenin kendi dişiliği ile çatışmasının ve onu kontrol
etme çabasının yansımalarıdır (misogyny-kadın düşmanlığı). Bu söylem, kadının bedeni ile ilişkisini
bile kontrol altına almaya çalışıp, klitorisi lanetlemiş, vajinal orgazm efsanesini uydurmuştur. Erkek
kadına, “sen bilmiyorsun, ben biliyorum; senin asıl orgazmın klitoral değil, vajinaldir” demektedir.
Feministlerle çeşitli noktalarda görüş birliği içinde olan Marksist düşünür Marcuse (1974), gerçeklik
ilkesinin, Oidipal çatışmanın vazgeçme ve kabul lehine çözülmesinin ve bunlarla bağlantılı olarak
toplumsal yapıyı koruyan, yeniden üretimi sağlayan “sağlıklı” sıfatı ile taçlandırılmış heteroseksüel
yetişkin cinselliğinin değerinin aşırılaştırıldığını iddia eder. Bunlar erkek kapitalist toplumun
değerleridir: “Karlı üretkenlik, iddialılık, verimlilik, rekabetçilik”. Marcuse’ye göre, feministler “verili
gereksinimler hiyerarşisini altüst eden yeni bir toplumun ortaya çıkışının yolunu açacak” kadınsı
değerlerin özgürlük çağrısını yapmalıdırlar.

O yıllarda radikal feminizm Marcuse’nin önerisinde olduğu gibi, devrimci bir niteliğe bürünmekte
veya büründürülmekte ve toplumsal dönüşümün hatta devrimin gücü olarak ortaya çıkmaktadır. Bu
güç sadece erkek egemen toplumu değil, onun çatısı altında kurumsallaşmış her şeyi yıkacaktır.
Feministler tarafından erkek egemenliğinin “normalleştirme makinesi” olarak görülen psikanaliz de
göçük altında kalacaktır. Bu ilk kuvvetli dalga yatışırken, farklı sesler duyulmaya başlar. Gayle
Rubin’e ( ) göre psikanaliz kadının ezilmesinin rasyonalizasyonu olduğu takdirde feminist eleştiri
haklıdır.

Ancak kadınları ezen bir sürecin tanımlanması olduğu takdirde bu eleştiri bir hatadır. İçinde feminist
eleştiriyi dikkate alan görüşler sunduğu “Psikanaliz ve Feminizm” adlı eseriyle dikkat çeken Juliett
Mitchell (1974) Freud’un olanı tanımladığını, olması gerekeni savunmadığını ileri sürer. Olanı
tanımlamak, tanımlanan olgudan sorumlu tutulmak anlamına gelmemelidir. Kim binlerce yıllık
insanlık tarihi boyunca, kadının baskı altına alınıp zulme uğradığını, ikinci sınıf insan haline
getirildiğini ve bu durumun kadınlarda karşı cinse ve birbirlerine karşı çeşitli olumsuzluklara
büründüğünü inkar edebilir ki ? Tüm bunlar Freud’dan sonra mı olmuştur ? Mitchell’a göre, kültürel
olanla, biyolojik olanın karmaşık bir şekilde etkileşime girdiği bu binlerce yıllık tarihin içselleştirilmiş
etkilerini çözümleme umudu gene psikanalizdedir.Psikanaliz bir taraftan feminist söyleme itiraz
ederken, diğer yandan feminist söylemden dersler almış ve kendine yönelik eleştirel ve geliştirici bir
çalışmayı başlatmış görünmektedir.

Amaç psikanalizi yıkmak değil, psikanalizin içinde kalarak, kadınlık olgusuna yönelik revizyonu
yapmaktır. 1980’lerden bu yana, önemli bir kuramsal ve pratik çalışma etkinliği kendini
göstermektedir [1] Bu revizyon girişiminde psikanalitik çalışmalar şu noktalar üzerinde
yoğunlaşırlar:Cinsel monizm (Smirgel, 1988) veya fallosantrizm (Balsam, 2001) diye adlandırılan
olguya eleştiri. Kadının ve kadınlığın, sadece erkek ve erkeklik dolayımında değil, öncelikle anne-kız
ilişkisinin karmaşık dinamiğinde ve/veya kadınlığa özel biyolojik yaşam içinde anlaşılması
[2]=Woman qua woman (Kadın sıfatıyla kadın)(Quinodoz, 1993; Guignard, 1999; Balsam, 2001;
Welldon,2001). Oidipal üçgen kuramında revizyon (Smirgel, 1970; Torok, 1970; Person, 1985;
Ogden, 1987; Elise, 1991; Holtzman ve Kulish, 2000&2003). Daha önce de söz ettiğimiz gibi
Stoller’ın (1968) “birincil dişilik” (primary femininity) kavramını ortaya a tışı psikanalitik çalışmalarda
bir milad teşkil eder. Stoller, kendinden önce Klein, Horney, Jones, Smirgel, MacDougall, Cournut ve
nice diğerleri tarafından parça parça ifade edilenleri bir araya getirmeyi hedeflemiştir. Sonraki
çalışmaların önemli bir kısmı Stoller referansını kullanırlar. “Birincil dişilik” tanımı belirsizlikler
barındıran geniş bir şemsiye kavramdır. O yıllarda ortaya atılan “çekirdek cinsiyet kimliği” (core
gender identity) olgusuna dayanır. İçine biyolojik yapı taşlarının derin duyumsal okumaları, erken
nesne ilişkisel özdeşleşmeler, kendiliğin dişil özellikleri, kadınlığa özel kaygılar (genital kaygı veya
dişil genital kaygı), vs. girer. Bu kavramlaştırmaya göre, kız çocuk en baştan bir dişil çekirdek
cinsiyete sahiptir. Sonraki yıllarda bu kavramın yerine Elise (1997) tarafından “dişi olma duyumu”
(sense of femaleness) önerilmiştir. Bunun temel sebeplerinden biri psikanalitik kuramda “dişilik”
(femininity) kelimesinin epey ön yargı içeren bir kavram olmasıdır. “Birincil dişilik” kavramının
psikanalitik kuramda kullanılması ile “kadın sıfatıyla kadın” (woman qua woman) çalışmaları başlar.
Hemen hemen tamamı kadın olan psikanalistler cinsel monizmin ve fallosantrizmin belirleyiciliği
dışında bir dil ve dinamik formülasyon arayışı içindedirler. Cinsel monizm veya fallosantrizm yani
kadın ve erkeğin cinsel gelişiminin temeline yalnızca ve sadece penisi oturtan görüşe itirazlar çok
yeni değildir. Bu itirazların tarihi Josine Müller, Karen Horney, Melanie Klein ve Ernest Jones gibi
kuramcıların elli sene öncesine yazdıklarına kadar götürülebilir. Bu katkılar bugün tekrar ele
alınmakta ve daha işlevsel olarak kullanılmaktadır çünkü bugün zeitgeist (çağın ruhu) buna daha
uygundur. Temel soru şudur : Vajen sadece ve sadece penisin sökülmesiyle ortaya çıkan bir oyuk
mudur ? Vajen bir yokluğa yani penisin yokluğuna verilen isim midir ? Erken psikanalizin oldukça
kompleks bir konu olan “kadın” ve “kadınlığı” bir kolaycılıkla ele aldığını ve tüm gizemiyle büyük bir
meydan okuma içerisinde olan ve derin bir merak uyandıran bu olguları hak ettikleri oranda
incelemediğini söylemek mümkündür.Konuyu değişik zamanlarda oldukça ayrıntılı bir şekilde ele
alan ve psikanaliz literatüründe (özellikle Freud’un yazdıkları üzerine) izler süren Chasseguet
Smirgel (1988), kadında vajene dair bir farkındalığın ergenlikte gelişmediğini, en baştan itibaren bir
derin duyum olarak varolduğunu iddia eder ve böylece Stoller’un (1968) “birincillik dişilik”
kavramına destek verir. Dahası Smirgel erkek çocuğun da vajenin varlığını bildiğini iddia eder.

Çocuk en temel düzeyde annenin penisli olduğuna inanmamaktadır. Ona göre, küçük kızlarla
oğlanlar cinsellik ve cinsel organlar hakkında her şeyi bilirler ancak peş peşe gelen katlanılamayacak
uyarılmalar ve çatışmalar karşısında savunma amaçlı bastırmalar kullanabilirler ve bildiklerini
unuturlar. “Küçük Hans” vakasını ayrıntılarıyla inceleyen ve Freud’a bazı eleştiriler getiren Smirgel,
görüşlerine dayanak olarak şu soruyu sorar: Peki ama Hans annesinin “kendi küçük sevimli aleti”yle
doldurup doyuramayacağı kadar büyük bir organı (vajen) olduğunu bilmediği halde, neden annesinin
hoşuna gitmek için babasınınki kadar büyük penis sahibi olmayı istesin ki ?Psikanalist Quinodoz
(1993) kastrasyon karmaşasının kadına, kastrasyon kaygısının erkeğe özgü olduğuna dair bir
kesinlik sunan klasik psikanalitik kurama itiraz eder. Ona göre her iki cins te bedensel bir bütünlük
duyusuna sahiptir ve bedensel dağılma ve parçalanmadan korkarlar. Kadın da genital kaygılara
sahiptir. Kız çocuklarla yapılan analiz süreçlerinde bu kaygılara sıkça rastlanmaktadır.

Kız çocukta dişil organın zarar görmesi kaygısı vardır. Bu kaygı ileriki gelişimdeki etkenler olan adet
kanaması, zarla ilgili duygu ve düşünceler, penisin duhulü korkusu, hamilelik, doğum, kadın
hastalıkları ile ilgili olgularla birleşip, erkekteki genital kaygıyla karşılaştırılabilecek bir karaktere
bürünür. Vajen, klitoris, rahim,adet, hamilelik, doğum, lohusalık, menapoz, kadın hastalıkları, kısırlık,
ve bugün yeni ortaya çıkan yeni olgular, in vitro döllenme, taşıyıcı annelik, vs. Tüm bunlar bir “penis
yokluğu” parantezine nasıl alınabilir ? Belki de tüm bu olgular erkek kuramcılarda bir kaygı yaratmış
ve tüm bunların alanı karanlık ve keşfedilmemiş bir kıta olarak bırakılmıştır.

Öte yandan hatırlamamız gerekir ki, psikanaliz yüz sene boyunca bize “kaygı”nın sebebinin nesneye
duyulan “haset” olduğunu öğretmeye çalıştı. Quinodoz (1993) bu tek yönlü kuramsal çalışmayı
erkeklerin kadınlığa duyduğu hasetle açıklar. Her şeyin bir penis yokluğu ile açıklanmak istenmesi,
Amerika’ya hiç gitmeyip, onun içine hiç girmeyip, tüm kıtayı, “Avrupa olmayan” diye tanımlayıp,
bunun yeterli olduğunu savunmaya benzetilebilir. Yeni psikanaliz ve özellikle yeni psikanalizin kadın
analistleri geniş bakış açılarıyla bu konulara daha cesur yaklaşmaktadırlar. Şimdilerde temel mesele
yeni katkıların kuramın bütününe nasıl katılacağı ve dengenin ne şekilde kurulacağıdır.Kadın Oidip’i
bir başka tartışmalı noktadır.

Konuyla ilgili çalışmalarıyla dikkat çeken Holtzman ve Kulish (2003) kadının Oidipal çatışmasına
klasik olana göre farklı bir şekilde yaklaşırlar ve “Persephone Kompleksi” kavramını teklif ederler.
Persephone bahsi mitolojiden alınmıştır. Zeus ve Demeter’in kızı Kore, bir gün diğer kızlarla birlikte
çiçek toplarken, bir nergisi koparmak için annesinden epey uzaklaşır. O sırada yer birdenbire açılır
ve yeraltındaki ölüm tanrısı Pluto Kore’yi Hades’e yani Ölümün Dünyasına kaçırır. Bu hikaye bazı
versiyonlarda neredeyse bir tecavüz olarak anlatılır. Kore artık yeraltında Pluto ile birliktedir ve
Persephone adını almıştır. Hemen ekleyelim ki, Pluto Zeus’un kardeşi yani Persephone’un amcasıdır.
Bu arada Demeter Olimpos’tan inmiş ve acısı ve öfkesiyle yeryüzünü kıtlığa ve kuraklığa uğratmıştır.
Bu durum karşısında Zeus Pluto’yu Persephone’yi bırakmaya ikna etmeye çalışır. Pluto buna
yanaşmaz ve Zeus’la tartışmaya başlar. Zeus Pluto’ya eğer ikna olmazsa tüm dünyanın kuraklıkla
mahvolacağını anlatmaya çalışır. O sırada Ascalaphus Pluto’nun kulağına bir şey fısıldar. Pluto bu
duyduğu ile bir ara çözüme razı olur. Pluto Persephone’yi bırakacaktır ancak Persephone yeraltında
bir şey yememe kuralını bozmuş ve bir nar tohumu yemiştir. Artık bir tarafı ile Pluto’ya ve yeraltı
dünyasına bağlıdır. Tanrıların yaptığı anlaşma şöyle bir sonuca varır.

Persephone yılın bir bölümünü yeraltında Pluto ile, diğer bölümünü annesi ile geçirecektir. Mevsimler
bu şekilde oluşur. Persephone yeraltındayken kış, yeryüzündeyken bahar ve yaz gelir. Holtzman ve
Kulish’e (2003) göre, küçük kızın Oidipal üçgenleşmeye girişindeki temel tema anneden ayrılıktır.
Küçük kız bu ayrılıkla birlikte yoğun bir ambivalansla karşılaşır. Bir tarafta yoğunlaşan cinsel ve
saldırgan dürtüler, diğer yanda anneyle yaşanmış ve kaybedilmek istenmeyen temel güvenlik vardır.
Küçük kız hem annesiyle özdeşleşmek, hem de ondan uzaklaşmak zorundadır.
Holtzman ve Kulish’e göre küçük kız libidinal nesneliğini annesinden babasına kaydırmaktan ziyade,
annesine olan libidinal yatırımına ek olarak babaya libidinal yatırım yapar. Otto Kernberg’ün (1995)
kadın cinselliği ile ilgili görüşleri de buna paraleldir. “Aşk İlişkileri” adlı kitabında kadının ilk aşk
nesnesinin “anne” olduğunu bir kez daha vurgulayan Kernberg, Oidipal’e geçişle birlikte, bu aşk
nesnesinin “baba” olmaya başladığını, ancak tabanında hala “anne”yi barındırdığını söyler.
“Anne”den “baba”ya geçişte, hala anne-kız ilişkisinin önceliğini barındıran bir durum vardır. Kız, ilk
aşk nesnesinde yani “anne”de, “annelik”ten sonra, bir ikinci özelliği yani “kadınlığı, eşliği” fark eder
ve dikkati annenin arzusuna yani “baba”ya (annenin eşine) yönelir (Guignard, 1999).

Kadının erken Oidip’i annenin babadan kıskanıldığı bir dönemdir. Bu sonradan babanın anneden
kıskanıldığı bir duruma dönüşür. Ancak Kernberg’ün işaret ettiği gibi, anne aşkı hala tabandadır. Bu
yüzden kadınlar cinsellikte partnerlerinden şefkat ve erotizmi birlikte beklerler. Sevgiliden beklenen
onun bir “anne-baba” yoğunlaşması olmasıdır. Bu yüzden koite geçmeden önce tensellik,
duyumsallık, ön sevişme önemli ve işlevsel bir yer tutar. Her bir doyumlu sevişme kadın için, psiko-
cinsel gelişim yolunun kronolojik dizisini barındırır. Homofobik erkek, partnerinin annesel erotizm
yansıtmasından rahatsız olup, acele bir şekilde koite dayalı bir performans gösterisine girişirse,
kadın ve erkek arasındaki uyum bozulabilir ve kadın –tabii dolayısıyla erkek- doyuma ulaşamayabilir.
Holtzman ve Kulish ayrıca, Oidipal karmaşanın çözülmesi ve olgun üst-benin oluşumu için
kastrasyon kaygısı ve dolayısıyla penisin varlığının gerekli olduğu ve böylece kız çocuğun üst-ben
gelişiminde eksik kalacağı görüşüne itiraz ederler. Onlara göre, kastrasyon korkusu önemli bir etken
olmakla birlikte, sevgi nesnesini ve sevgiyi kaybetme olguları hem kız çocuklar, hem de erkek
çocuklar için üst-ben oluşumunda eşit seviyede kuvvetli etkenler olarak görülür. Scheaffer (1999)
Freud’a gönderme yaparak, kadınların aşklarını kaybetmekten, cinsel organlarını kaybetmeye göre
daha fazla korktuklarını söyler. Tabii bu konuyla bağlantılı olarak, yukarıda Quinodoz’un ortaya
attıkları ile ilgili söylediklerimizi hatırlamakta yarar var.

Klasik kuram vajeni bir yokluğa dayandırırken, kadın cinselliğini de bir edilgenliğe indirgiyordu.
Yukarıda değindiğimiz, psikanalizin “olanı mı betimlediği yoksa olması gerekeni mi buyurduğu”
tartışmasını aklımızda tutarak, sormamız gerekir: Etkenliği sadece penise yüklemek erkeklerin
inanmak istediği ve kadınları da inandırdığı bir mit olabilir mi ? Etkenliği sadece hareketin ve
eylemin kaba ve görünür özellikleriyle özdeş zannetme yanlışına düşersek klinikte sıklıkla
rastladığımız vajenin ve rahmin yutması, emmesi, vaginae dentae (dişli vajen), doğurma (fırlatma)
gibi olguları görmezden gelmiş oluruz. Kadının ve kadınlığın etkenliği daha gizli ve ince düzeyde
olabilir ama bu olmadığı anlamına gelmez. Rahim “yaşam veren, yaratan”ken, bu hangi etkenlik
eksikliğidir ?Kadınlarla gerçekleştirilen psikanaliz süreçleri, kadınların cinsler arasındaki etkenlik-
edilgenlik ilişkisini tek yönlü değerlendirdiği ve buna yönelik bilinçdışı tavırlar aldığı durumları
sergiler: Nedir bunlar ?: Hasetli eylemler, kastrasyon, misillemeler, mazohist teslimiyet ve
bağımlılıklar, aseksüelliğe kaçışlar, vs. Kadınlar kendi etkenliklerini de keşfettikleri ve iki cins
arasındaki birbirini tamamlayıcı “etkenlik-edilgenlik” dansını kavradıkları oranda tedavi süreçleri
olumlu sonuçlara ulaşmakta ve kadınlar bu bilinçdışı tavırlardan uzaklaşmaktadırlar (Quinodoz,
1993).

Kaynaklar
kaynak: http://www.duygusalzeka.net

[1]Psikanalizin geniş revizyonunu gerektiren “kadın”lık depreminden sonra, ikinci büyük deprem
kapıdadır. O da “eşcinsellik” olgusu ile ilgili görünmektedir. Bu depremin psikanaliz içindeki sonuçları
ve ardıl etkilerini merakla beklemekteyim.

[2] Freud aynı noktadan hareketle bir benzetme yapmış ve ataerkil Yunan uygarlığının temelinde
anaerkil Minos-Miken uygarlığı olduğunu ve bunun ataerkil olanın arkasında görünmez kaldığını ifade

You might also like