You are on page 1of 20

II.

MEŞRUTİYET DÖNEMİ ORDU SİYASET İLİŞKİSİ

GİRİŞ

Demokrasi litaretörü nasıl tanımlanırsa tanımlansın, eğer bu tanımlarda


parametrelerimizden en az biri devlet karşısında, devlete rağmen; toplumdan, bireye kadar
uzanan bireylerin haklarını kuşatmıyorsa, bu tanımlar bize demokrasiyi yeterince
anlatmayacaktır. Devlet ve toplum karşıtlığının, siyasal bilinç düzeyinde algılanmadığı
toplumlarda demokrasi ciddi bir sorun olarak yaşıyor demektir. Bu karşıtlığın bilinç
düzeyinde algılanması demokratik zihniyetin varoluş şartını teşkil eder, eğer böyle bir
karşıtlığın varolup olmadığı tartışılıyor ise, böyle bir toplumda demokrasinin kurallarını,
demokrasinin şekli unsurlarını hatta demokratik suretlerini tartışmak çok anlamlı
olmayacaktır.

Türkiye’de demokrasiyi tartışanların bizim üzerinde durduğumuz en önemli eksikliği


bu yönüdür. Bu eksikliğin tesadüfî bir eksiklik değil, bir toplumsal zihniyet biçiminden
kaynaklandığının altını tekrar çizmek gerekiyor. Bu problematik içerisinde ordu nerede
durmaktadır veya ordunun yapısal sorun içindeki yeri neresidir diye sorulduğunda, daha
üretken bir noktaya ulaşılabilir. Şüphesiz unutmamak gerekir ki askerler devletten önce
vardılar, hatta devletin basit şekli, savaşçı göçebe topluluklardaki askerî hiyerarşinin
kurumlaşmasıyla oluşmuştur denebilir.

Burada konuya tarihsel gelişmeden öteye devlet ve asker arasındaki ilişkilerin


demokrasi bağlamındaki konumunu tanımlayabilmek açısından bakınca, ilk tesbit etmemiz
gereken nokta şudur. Modern devletlerde askerlik veya bir kurum olarak ordu, devletin
uzmanlaşmış ve görev alanı sınırlandırılmış bir kurumudur. Genel olarak bir siyasal yapıda
ordunun iki fonksiyonundan bahsedilebilir. Bunlardan birincisi devletin hükümranlık hakkının
fiziki garantisi veya teminatı, ikincisi ise devletin siyasal karakterinin, verdiği meşruiyet
anlayışla, devletin yapısının fizikî garantörlüğünü temin etmektir. Dikkat edilirse burada
üzerinde durulan iki noktadan birincisi dışarıya karşı, yani devletlerarası ilişkiler düzeyinde
hükümranlık alanını söz konusunu kapsarken, ikinci nokta toplumla devlet arasındaki
ilişkilerde varolan meşruiyet anlayışla devlete karşı toplumdan gelen, devletin biçimini
değiştirmeye yönelik hareketlere karşı bir fizikî güç kullanma hakkını ihtiva etmektedir.

Bütün sorun burada meşruiyet anlayışı veya siyaset yapmanın meşruiyetinde


toplanmaktadır. Bu sorundan iki çıkış yolu bulunmaktadır. Birincisi, otoriter devletlerde
başlayıp totaliter devletlere kadar uzanan anti demokratik devlet biçimlerinin bulduğu çıkış
yolu veya siyaset anlayışıdır. İkinci yol ise, demokratik devletin bulduğu çıkış yoludur.
Birinci tipteki devletlerde devlet kendi ideolojik yapısını ve otoritesini elinde bulunduran veya
siyaset yapma hakkını tekelinde tutanları, değişme isteyen, toplumsal muhalefete karşı orduyu
bir baskı aracı olarak kullanmayı meşru görürken demokratik yaklaşımda durum tamamen
farklıdır. Siyaset etme hakkı bir siyasal hak olarak bütün topluma ait olduğu için, böyle bir
toplumsal talebin, yani muhalefetin bastırılması zaten düşünülemez. Çünkü muhalefet etme
hakkı bizzatihi demokrasinin yapısal bir öğesidir. Diğer taraftan modern demokratik devlet
ideolojik bir dogmayı esas almayan aksine toplumsal çoğulculuk temelinde bir meşruiyet
anlayışına sahip olduğu için ordu bu anlamda baskı aracı olarak herhangi bir fonksiyona sahip
değildir.

Demokratik devletlerde ordunun ancak demokrasi dışı, yani temel hak ve özgürlükleri
yok etmeye yönelik hareketlere, militer hareketlere karşı veya siyasi iktidarın demokrasi dışı
bir yöntemle değiştirmeye kalkan militar güçlere karşı bir savunma aracı olarak hareket etme
görevi vardır. Dolayısıyla ordunun siyasal bir işlevi değil, demokratik otoritenin siyasal
işlevlerini veya bütünlüğüyle siyaset kurumunun işleyişi için demokratik otoritenin yani
“seçilmişlerin denetiminde” fiziki bir güvenlik unsurudur.

Kısaca ordunun siyaset yapma, siyasete katılma yada siyasal süreci etkileme gibi
siyasetin belirlenmesine yönelik bir fonksiyonu olmadığı gibi demokratik meşruiyet
anlayışında orduya siyasal bir alan tayin edilmemiştir.

Buraya kadar söylediklerimizden şu neticeleri çıkarmak mümkün görünmektedir.

1- Ordu kurum olarak devlet içinde fiziki güç sahibi olan bir kurum olmasına rağmen
bu fiziki gücün kime karşı hangi şekillerde kullanılacağı siyasal rejimin karakteri tarafından
belirlenecek bir sorundur.

2- Ordunun siyasete katılması veya siyaset dışı tutulması veya zaman zaman siyaseti
belirleyecek düzeyde siyasete katılması, devlet-toplum ilişkilerinin, devletten topluma doğru
belinlendiği bir siyasal gelenekle ilgili bir olgudur. Bu tarz toplumlarda devlet-toplum
karşıtlığı bir siyasal bilinç haline dönüşüp, toplum tarafından belinlenen “devlet” yapısı
şekillendirilemedikçe, toplumun siyaset etme hakkına, devlet içindeki kurum ve gruplar el
koyacak veya tasarruf edeceklerdir.
3-Devlet ve toplum arasındaki ilişkilerin belirlendiği bir önemli boyut da ideolojik
alandır. Siyasal meşruiyet anlayışı devlet ve toplum bilinci, siyasal kültür gibi çeşitli
faktörlerin etkileşiminden oluşan bir alandır. Eğer siyasetin meşruiyeti bir devlet ideolojisi
tarafından belirleniyorsa, burada devletin içindeki kurumlar bu ideolojinin işlevsel olması
açısından siyasete katılmaktan geri kalmazlar. Bu durumda siyasal meşruiyet bir demokratik
meşruiyet krizi içinde bulunuyor demektir.
II. MEŞRUTİYET DÖNEMİ GELİŞMELERİ

Türkiye’de anayasal bir devrime yol açan Temmuz 1908 ve Nisan 1909 hareketlerinin
patlak vermesinin karmaşık ve çeşitli nedenleri vardır.1 Bu nedenleri oluşturan paradigmalar
dünyayla beraber gelişmeler sürecini oluşturdu. İkinci meşrutiyetin ilan edildiği tarih, İran’da,
Japonya’da ve Rusya’da mutlak monarşilere karşı yapılan nedenleri anlamamıza yardımcı
olacaktır. II. Meşrutiyet rejimi, demokrasi ve özgürlükler pratiğindeki olumsuzluklarına
karşın, ulusal toplum, ulusal devlet, ulusal egemenlik tezlerinin ilk mayalandığı ortam olması
bakımından önemli bir hizmet görmüş sayılabilir.2
Genel olarak bakıldığı vakit II. Meşrutiyet dönemi olumlu düşünce özgürlüğünü
ortaya çıkardığı gibi devlet otoritesinin sarsıldığı, iktidarların uzun süre görev yapamadığı ve
Balkanlarda toprak kayıplarıyla hız kazandığı bir dönem olarak tanımlanır.
Nitekim Küçük Sait Paşa’dan sonra göreve gelen Kamil Paşa yukarıda ifade edilen
gelişmeleri açığa çıkarması açısından önemlidir. Zira Kamil Paşa 13 Ocak 1909’da
oybirliğiyle güvenoyu aldıktan sonra özellikle orduyu siyasetten ayırmaya çalışan
davranışlarından ötürü Şubat 1909’da İttihatçıların baskıları sonucu istifasını vermek zorunda
kalmıştır. II. Meşrutiyetin ilan edilmesine zemin hazırlayan İTC taraftarları bu süreci
hazmedemedikleri gibi muhalefet güçlerini göstermeleri açısından mühimdir. Bu muhalefetin
sertleşmesinde az önce de belirtildiği gibi Kamil Paşa’nın girişmiş olduğu askeri tasfiyelerin
de etkisi olduğu öne sürülebilir. Bu kargaşa içerisinde İttihad-ı Muhammedi Cemiyetin
faaliyetleri, Serbesti gazetesi yazarı Hasan Fehmi’nin İTC tarafından öldürüldüğü haberleri II.
Meşrutiyetin rövanşını almak için uygun ortamı Kamil Paşa’ya veriyordu. 3 Bu rövanşın
alınmasında ilmiyelilerin askere alınmaları gibi kanunların varlığına karşı gösterilerin de
büyük etkisi olmuştur.
Kamil Paşa’dan sonra göreve gelen Hilmi Paşa göreve gelirken durumun nazikliğinin
farkındaydı. Zira iktidarı İttihatçılarla paylaşmak zorunda kalmıştı. Fakt Hilmi Paşa
İttihatçılarla iyi ilişkilerde bulunurken diğer taraftan muhaliflere de alttan destek vermeyi
sürdürüyordu. Bu destek muhalefetin isyan etmesine neden oldu.
Nitekim 13 Nisan 1909’da bazı askerî birliklerin ve medrese öğrencilerinin katıldığı
bir ayaklanma başladı; bazı subaylar ve bazı milletvekilleri linç edildi ve İttihatçı olarak
bilinen gazeteler yağmalandı. Eski takvimle yeni takvim arasındaki 13 günlük farktan dolayı

1
Feroz Ahmad, İttihatçılıktan Kemalizme, Kaynak Yayınları, İstanbul, 1985, s. 7.
2
Sevda Mutlu, İsmet İnönü ve İttihat Terakki Fırkası, Sosyal Bilimler Dergisi, Celal Bayr Üniversitesi, Manisa,
2006, Aralık, s. 127. Ss124-147.
3
Mete Tunçay, Siyasal Tarih, edi: Sina Akşin, Çağdaş Türkiye 1908-1980, C. IV, Cem Yayınevi, İstabul, 1995, s.31.
31 Mart Olayı olarak anılan bu ayaklanma, Selanik’ten gelen Hareket Ordusu tarafından 24
Nisan’da bastırıldı. 27 Nisan’da yeniden toplanan meclis, II. Abdülhamit’i bu ayaklanmadan
sorumlu tutarak tahttan indirilmesine ve yaşlı şehzade Mehmed Reşad Efendi’nin adıyla
yerine geçirilmesine karar verdi. 8 Ağustos 1909’da Kanûn-î Esasî üzerinde yapılan bir dizi
radikal değişiklikle padişahın yetkileri sembolik bir düzeye indirildi. Artık vekiller heyeti
(bakanlar kurulu) meclise karşı sorumluydu. Meclisten güvenoyu alamayan vekillerin ve
hükümetin görevi sona eriyordu. Meclis başkanını padişah değil, meclis kendisi seçiyordu. 31
Mart Vakıası Mümtazer Türköne’nin deyimiyle:
“31 Mart Vakası üzerine İttihatçılar, işte Mahmut Paşa’ya sığınmışlar ve onun
komutasındaki Hareket Ordusu'nun İstanbul’a girişiyle ayaklanma bastırılmıştır. Mahmut
Şevket Paşa ise, “Ordunun hiçbir siyasî partiye bağlı olmayarak hareket ettiği ilan edildiği
halde”, buna uyulmadığını, uyulması gerektiğini yeniden belirtmiştir. İttihat ve Terakki
liderlerinden Seyit Bey'in şu sözü, çözümsüz olan sorunu da göstermektedir: “İttihat ve
Terakki Fırkası doğrudan doğruya ordudan doğmuştur. Ordu baştan başa İttihat ve Terakki
Fırkası’dır.”4
Padişaha meclisi kapatma yetkisi tanınmakla birlikte, bu yetki koşullara bağlamış ve
üç ay içinde yeni seçimlerin yapılması zorunlu hale getirilmişti. Bu değişikliklerle ilk defa
parlamenter sistem uygulanamaya başlanmıştır. Ayrıca toplantı özgürlüğü gibi temel hak ve
özgürlüklerden bazıları anayasaya eklendi. Ancak gerek Meşrutiyeti sahiplenen halk kitleleri
ve gerekse ordu içindeki subaylar tarafından Abdülhamit tahttan indirilmiştir. Bundan sonraki
süreçte Osmanlı devletinde padişahlık sadece sembolik düzeyde kalmıştır.
İstanbul’a giren Hareket Ordusu( 3.Ordu) böylece sisteme ilk doğrudan müdahalesini
yaparken, bildirilerinde bir cemiyet veya partinin değil, tüm Osmanlıların ordusu olduğu
vurgusunu yapıyordu. Bülent Tanör’ün belirttiği gibi ordu, cumhuriyet yıllarında sürdüreceği
partilerüstü konum çizgisini ortaya koyuyordu.5
İttihat ve Terakki, gerçekleştirdiği askeri darbeyle gücünü ihtilalci ve yarı askeri
yapısından aldığı doğrulanmış oluyordu. İdeolojik üstünlüğünü ise meşrutiyetin arkasındaki
güç oluşundan ve 31 Mart Ayaklanması’nın bastırılmasında oynadığı rolden kaynaklandığı
ortaya çıktı. İttihat ve Terakki'nin dayandığı kurumlar olan ordu ve meclis; dokuz yıl süren
sıkıyönetim ve askeri yargı İttihat ve Terakki'nin baskı araçları haline geldi. Bu nedenle söz
konusu dönem yarı askeri bir rejime yol açtı, muhalefet silindi.6

4
Mümtazer Türköne, 31 Mart Vak'ası: Bir Siyasî Parti Olarak Ordu, Zaman, 13 Nisan 2009, s. 24.
5
Bülent Tanör, Osmanlı-Türk Anayasal Gelişmeleri, YKY, İstanbul, 2010, s. 34.
6
Tarık Zafer Tunaya, Türkiye’de Siyasal Partiler, İkinci Meşrutiyet Dönemi, C. I, Hürriyet Vakfı Yayınları,
İstanbul, 1984, s. 24
II. Meşrutiyet döneminin açılmasında önemli rol oynayan ordunun İttihat ve Terakki
üzerinden siyasetle ilgilenmesi devletin siyasi varlığı bakımından olumsuz sonuçlar doğurdu.
En büyük hata olarak nitelendirilen ordunun siyasi işlere iştirak etmesi veya ettirilmesi
durumu sonunda siyasi ihtirasların tatmininde askeri gücün amaç olarak kullanılmasına yol
açtı. Gerek İttihat ve Terakki gerekse muhalefet, iktidarı elde etmenin ve iktidarda kalmanın
yolunu ordunun yardımında ve onun siyasi işlere müdahale etmesinde aradılar.
Bu geleneğin imparatorluktan günümüze miras kaldığı görülüyor. İttihatçıların orduyu
siyasete sokmaları kendi karşıtlarının da ordu içinde örgütlenmeleri
sonucuna yol açtı.31 Mart ertesi günü hükümeti kurma görevi yeniden Hüseyin Hilmi Paşa’ya
verildi. Yeni kurulan hükümette İttihatçı Cavit Bey ile İbrahim Hakkı Paşalar da yer aldı.
1909’da, yapılan münazarayla 1876 Kanun-i Esasisi’nde önemli değişiklikler yapıldı. Bu
değişikliklerle ilk kez gerçek anlamda meşruti bir monarşi kuruldu ancak uygulanamadı.
Bunun dışında çok partili hayatın özneleri olan muhalefet partileri olan Osmanlı Demokrat,
Mutedil Hürriyetperveran, Ahali fırkaları ise baskı altına alınmaya çalışılıyordu.7
İttihatçılar içeride bu olaylarla karşı karşıyayken dışta da imparatorluk sınırlarını zor
duruma düşürecek milliyetçi fikirlerle donatılmış ayrılıkçı isyanlarla meşgul oldular. 28 Eylül
1911’de İtalya Libya’yı işğal etti. Bunun üzerine İttihatçıların baskısı üzerine Hakkı Paşa
istifa etmek zorunda kaldı. Yerine Sait Paşa geçmişti. Bu arada sopalı demokrasi örneğini
sergileyen 1912 yılında yapılan seçimlerde Hürriyet ve İtilafların lider Damad Ferid Paşa’ya
karşı İttihatçılar orduyu da arkasına alarak ezici çoğunluk sağladılar. Bu zafer ordunun
siyasetteki etkisini göstermesi açısından önemlidir. Ordunun bu seçimlerdeki etkisi orduyu
içten içe dalgalandırırken İttihatçı gruba karşı Halaskar Zabitan adı verilen bir kümeleşme de
kendisini gösteriyordu.

Halaskar Zabitan Grubu ve Siyasete Müdahale


Meşrutiyetin ilânından sonra, ordu-siyaset ilişkisi açısından oluşan sosyal hareketler
incelenecek olursa, günümüze kadar etkilerinin devam ettiği görülmektedir. Bunun sebebi,
yeni ve modern bir siyasî anlayışın ortaya çıkması ve gelenek haline dönüşmesidir. Bu siyasî
akımın, oluşum esnasında antidemokratik bir yapı kazandığı da bir gerçektir. Bu dönemde
hemen hemen bütün siyasî organizasyonlarda darbeci bir anlayış hakimdir ve ordunun gücü
alet edilerek muhalifini tasfiye etme düşüncesi canlılığını korumuştur.

7
Tunçay, Siyasal Tarih, s. 33.
Yukarıda da ifade edildiği gibi Sopalı Seçimlerden sonra İttihat ve Terakki Hükümeti,
adaylarını kazandırmak için ordunun nüfuzunu kullanmış, meydana gelen baskılar neticesinde
bazı bölgelerde halkın tepkileriyle karşı karşıya gelinmiştir. Ayrıca, bu hususları bahane
edenler Arnavutluk'ta isyana sebebiyet vermişlerdir. Böylece Arnavutluk’ta meydana gelen ve
isyana dönüşen olaylar, siyasî muhalefetle ordu arasındaki ilişkileri ortaya çıkarmıştır.

Esasında, Meşrutiyet’in ilânından sonra İttihatçıların etkisindeki hükümetler


Arnavutlara şüphe ile yaklaşmışlardı. Fırsat buldukça bu düşüncelerini göstermişler ve
herhangi bir mesele bahane edilerek bölgede askerî harekât yapmışlardı. Örneğin Malisör
İsyanı ve silah toplama vesilesiyle Şevket Turgut Paşa’nın komutasındaki bir askeri kuvvet
Arnavutluk’ta faaliyet yapmıştır. 1912 seçimlerinde de aynı şekilde İsmail Fazıl Paşa
kumandası altındaki askerler kendi aslî görevlerinin uymayan bir tarzda hareket etmişlerdir.
Hatta, yapılanlar Meclis içinde de tenkit edilmiştir.

Yeni seçimlerle birlikte İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne bağlı mebusların dışında kalan
adaylar seçilme imkânı bulamamış, böylece muhalifler tasfiye ederek Meclis tamamen ele
geçirilmiştir. Bu arada Arnavut mebuslarının dışarıda kalması, siyasî-sosyal patlamanın en
önemli sebeplerinden biri olarak ortaya çıkmıştır. 8 Halbuki, daha önceden meydana gelen
Arnavutluk olaylarının akabinde hatasını anlayan hükümet, husumetin giderilmesine gayret
göstermişti. Bunun için çeşitli teşebbüslere girişilmiş, hatta padişahın da Manastır ve
Kosova’yı ziyareti gerçekleştirilmişti. Kısacası halkın gönlü kazanılmaya çalışılmıştı. Ancak
seçimlerde ortaya çıkan mücadeleler durumu tersine çevirmişti.9

Gelinen aşamada siyaset alanının büyük ölçüde daraltıldığı görülüyordu. Ayrıca,


iktidarı eline geçirenlerin oyunu kurallarına göre oynamak gibi bir kaygı taşımadığı yönünde
kuvvetli bir kanaat hasıl olduğundan, İttihatçılara karşı muhalefetin şekli ve zemini
değişmişti. Bu gelişmeler esnasında Hürriyet ve İtilâf Fırkası muhalif grupların toplandığı bir
yerdi. Bu partinin, Arnavutluk olaylarıyla doğrudan bir bağlantısı yoktu; ancak, önemli bir
elemanı sayılan Dr. Rıza Nur’un olaylarda kışkırtıcılık yaptığı bilinmektedir. Hatta isyanın
çıkması için çalışmalar yaptığı kendisi tarafından iftihar vesilesi sayılmıştır. Ona göre, başta
zalim bir hükümet bulunmaktaydı ve buna isyan etmek en önemli insanî görevdi. Rıza Nur,

8
Ahmet Turan Alkan, İkinci Meşrutiyet Devrinde Ordu ve Siyaset, Da Yayınları, İstanbul, 2001, s. 153-154.
9
Yusuf Hikmet Bayur, Türk İnkılâbı Tarihi, C. II, TTK, Ankara 1991, s. 257.
isyanın liderlerinden olan ve Sinop’ta sürgünde bulunan Yakovalı Rıza ile Arnavutluk’ta
çıkaracakları isyan için anlaştıklarını kaydetmektedir.10

Diğer taraftan, aktif mensuplarından birinin faaliyetlerine rağmen Hürriyet ve İtilâf


Fırkası mensuplarının isyanla ilişkileri konusunda muhtelif görüşler bulunmaktadır. Bazıları
isyanla irtibatlı olduklarını belirtse de, bazıları isyana karşı oldukları hususunda görüşler
ileriye sürmektedir.9

Arnavutluk İsyanı devam ettiği bir zamanda yüzbaşı rütbesinde olan Tayyar ve
Mümtaz; teğmen rütbesinde olan Tahsin, Celâl, Kasım, Melek Fraşeri, Nafiz ve Hamza
beyler; Meşrutiyet'in ilânından önceki olayları hatırlatırcasına (Resneli Niyazi’yi taklîden)
Manastır'da, dağa çıkması (22 Haziran 1912) hükümeti telaşa düşürmüştü.10

İsyancı Arnavutları Priştineli Hasan, Necip Dıraga, Yakovalı Rıza ve İsa Bolatin idare
etmekteydi ve İstanbul ile irtibatı Rıza Nur sağlıyordu. Ancak subayların Arnavutluk’un
bağımsızlığı gibi bir niyetle hareket etmedikleri bilinmektedir. Bunların niyetleri iç politikaya
yönelik bazı taleplerden ibaretti. A. Bedevi Kuran’ın ifadesine göre, yapılan davet üzerine
kendisi de Paris'ten Manastıra gitmiş ve olaylara katılmış, hatta Manastır'da yayınlanan
muhalif bir gazetenin yönetimini üstlenmiştir. Selanik’te Galip Paşa ve İzmir’de tabur
kumandanı Hüseyin Avni Bey'in öncülüklerinde toplanan subaylardan da müracaat gelmişti. 11
Böylece, Arnavutluk’ta ve İtalya’ya karşı İzmir’de yığılmış olan kıtaların subayları,
İttihatçıların iktidardan gitmeleri için baskı yapmışlardır.12

Priştineli Hasan ve diğer bir iki adayın mebus çıkarılmaması için yapılan
müdahalelerin sebep olduğu bu olaylar, Arnavutluk’ta hükümetin otoritesini sarsmıştı. Bu
arada diğer muhalifler olayları yakından takip ediyorlar ve hükümetin düşmesini, memlekette
asayişin teminini istiyorlardı. Bu gelişmeler esnasında, Avrupa’dan dönen Prens Sabahattin
Bey de Halâskâran Grubu’ndan haberdar edilmişti. Satvet Lütfi Bey’in bu Grup ile işbirliği
yapması birçok arkadaşlarının da katılımını sağlayarak hareketi güçlendirmişti.13

Manastırdan dağa çıkan subayların isteklerine Selanik ve İzmir’den katılım için


talepler gelince Bostancı’da toplanan Halâskâran Grubu bir beyanname neşretmiş ve

10
Halil Menteşe, Osmanlı Mebusan Meclisi Reisi Halil Menteşe'nin Anıları, Hürriyet Vakfı Yayınları, İstanbul,
1986, s. 146
11
Alkan, İkinci Meşrutiyet Devrinde Ordu ve Siyaset, s. 67.
12
Alkan, İkinci Meşrutiyet Devrinde Ordu ve Siyaset, s. 69.
13
Menteşe, Osmanlı Mebusan Meclisi Reisi Halil Menteşe'nin Anıları, s. 154.
hükümeti düşürmek üzere Meclis Başkanı Halil Bey’in evine tehditkâr bir mektup
bırakmışlardı. Bostancı'daki toplantıda Ferid, Suphi ve Zeki Paşalar da bulunmuş ve
mutavassıt rolü oynamışlardı. Hürriyet ve İtilaf’a bağlı elemanlardan bazıları da olayda dahli
olmuştu (Melamiler Şeyhi Terlikçi Salih Efendi ve taraftarları gibi).14

Muhalefetin dozunu artıranların istekleri özetle şunlardı: Kabinenin düşürülmesi,


Meclis’in feshi ve seçimlerin yeniden yapılması, askeri hizmetlerin mahalli olması,
memurların Arnavutçayı bilmeleri veya Arnavutlardan tayini.

İsyancı Arnavut liderlerinin imzasını taşıyan bir beyannamede; “Osmanlı Devleti’ne


ve Hilafete bağlı oldukları, asıl gayelerinin Osmanlılığın haklarını korumak ve hakiki
Meşrutiyet’i kurmak olduğu” yönünde görüşler yer almaktaydı. Ancak isyancıların asıl
gayelerini gizledikleri yönünde görüşler bulunmaktadır. Dolayısıyla hükümetin bazı yanlış
politikalarını bahane ettikleri görüşü ileriye sürülmektedir. Gayelerini açığa vurmamak için,
seçimlere hile karıştırıldığı öne sürülerek yeniden seçim yapılması ve Hacı Adil Bey’in
dışındaki tüm bakanların kabineden ihraç edilmelerini istemekteydiler. 15 İsyanın asker
önderlerinden Tayyar Bey, hareketin gayesini, ülkeyi iç ve dış politikada zor durumda bırakan
bir despot idareden kurtarmak olarak tarif eder.

Hükümet olayların yatıştırılması ve bastırılması için tedbirler almaya çalışır.


Cemiyet'in umumî kâtibi Eyüp Sabri ve Ömer Naci olay yerine gitmiş ve bu arada tedbir
olarak da Şehabettin Bey kumandasında bir askeri birlik gönderilmiştir. 16 Hasılı,
Arnavutluk’ta isyana teşebbüs edilmesi yanında bir grup subayın dağa çıkarak bazı siyasi
taleplerde bulunması, hükümet açısından ürkütücü bir durum meydana getirdi. Zira Resneli
Niyazi ve Enver’in dağa çıkarak Abdülhamid’i Meşrutiyet'in ilânına mecbur bırakmaları
olayının hatıraları tazeliğini korumakta idi. Ayrıca bazı askerlerin de isyancılarla uyum içinde
olduğu görülmekteydi. Bunun sonucunda, Harbiye Nazırı Mahmut Şevket Paşa’nın olayları
zecri tedbirlerle bastırma isteği olmadığı anlaşıldığından, düşürülmesi gündeme gelmiştir.

Halâskâran Hareketi’ne Etki Eden Sebepler

14
Ali Birinci, Hürriyet ve İtilaf Fırkası, Dergah Yayınları, İstanbul, 1990, s. 171.
15
Birinci, Hürriyet ve İtilaf Fırkası, s. 173.
16
Alkan, İkinci Meşrutiyet Devrinde Ordu ve Siyaset, s.70.
Arnavutluk İsyanı’yla Halâskâran Hareketi’ni birbirinden ayırarak analiz etmek
zordur. Zira olayların birbiriyle bağlantılı olarak iç içe girdiği bilinmektedir; hatta, Halâskâran
Hareketi’ni isyanın bir sonucu olarak görmek de mümkündür.17 Bu hareketin ortaya çıkışı ve
örgütlenmesinin en önemli sebebi, ordu içinde, Cemiyetle bağlantıları olan subayların daha
imtiyazlı bir hale gelmesidir. Dolayısıyla liyakatin yegane kıstas olarak alınmaması yerine, bu
ilişkilerin etkisiyle, tayinlerin ve terfilerin yapıldığı görülmüştür. Cemiyetle ilişkisi olan
subaylar, ilişkisi olmayan subaylardan daha fazla itibar görmekteydi. Bu subayların
sorunlarına öncelik tanınmakta ve kendilerine uygun olduğunu düşündükleri görevlere gelmek
için diğerlerinden daha şanslı durumda idiler. Bir orduda imtiyazlı subayların ve zümrelerin
varlığının, askerler arasında kırgınlıklara ve tepkilere sebep olacağı şüphesizdir. Dolayısıyla
önünün açık olmadığını görenlerin durumu hazmetmeleri zordu. İttihatçıların ordunun
nüfuzunu rakiplerinin aleyhinde kullanması da haksız bir rekabet meydana getirmekteydi ve
askerin politikadan ayrılması politikasının yapılması gerekiyordu. Böylece, İttihat ve Terakki
Merkez-i Umumisi’nin bu tutumuna karşı orduda bir muhalefet grubunun doğması kaçınılmaz
hale gelmişti ve bu grup Halâskâran adı altında isyan etti.18

Diğer bir husus, yaşlı ve genç subayların görüşlerinde de farklılık mevcuttu. Yaşlı
olanlar muhalefete daha yakın durmakta idiler. Bu durum emir ve komutada sıkıntılar
meydana getirmekte idi. Tecrübeli olan paşaların ve subayların, daha dikkatli ve geleneklere
bağlı tutumları yanında, dinamik ve düzeni değiştirmeyi kafasına koymuş inkılâpçı genç
subayların arasında bir uçurum meydana gelmekte idi.19 1912 seçimlerinde İttihatçıların
orduyu siyasete alet ederek, bazı seçim bölgelerinde, kendi menfaatleri doğrultusunda seçimi
maniple etmeleri, muhalefetin Meclis’te ağırlığını tamamen yitirmesine sebep olmuştu. Bu
durum, seçilemeyen muhalif milletvekili adaylarını Halâskâr Zabitân Grubu’na meylettirdi.

Halâskâr Zabitân Grubu’nun Örgütlenmesi ve Siyasî Gelişmeler

Halâskâr Zabitân Grubu 1912’nin Mayıs ve Haziran aylarında teşekkül etmeye


başlamış ve faaliyetlerini Temmuz ayında su yüzüne çıkarmıştır. Erkân-ı Harp Binbaşısı
Gelibolulu Kemal (Şenkıl) Bey, Erkân-ı Harp Kolağası Kastamonulu Hilmi Bey, Süvari
Kaymakamı Recep Bey ve Yüzbaşı Kudret Bey’den oluşan gruba Rosinyol Hüsnü, Teğmen
17
Feroz Ahmad, İttihat ve Terakki, 1908-1919, Çeviren: Nuran Ülken, Sander Yayınları, İstanbul, 1971, s. 166.
18
Alkan, İkinci Meşrutiyet Devrinde Ordu ve Siyaset, s. 162.
19
Rıza Nur, Hürriyet ve Îtilâf Fırkası Nasıl Doğdu, Nasıl Öldü, Kitabevi, İstanbul, 1996, s. 63.
Hasan Ali ve Tevfik Bey de dahildi. Rıza Nur, Mahir Said ve Kemal Mithat beyler, Bahriye
subaylarından İbrahim Aşkî Bey de bu harekete katılmışlardı. Bunların dışında birçok sivil ve
asker kökenli şahısların da harekete iştirak ettiği bilinmektedir.

Halâskâr Zabitân’ın siyasette etkili olmasının en önemli sebebi, birbirinden habersiz


bir şekilde hükümetin aleyhinde faaliyette bulunanların aynı çatı altında toplandıklarının
zannedilmesiydi.20 Bu zannın oluşmasında önemli bir etken, aynı zaman diliminde ortaya
çıkan Arnavutluk İsyanı ve Halâskâr Zabitân Hareketi’ne, muhalefetin destek vermesiydi. Bu
Grup, bir organik bağı olmasa da, Hürriyet ve İtilaf Fırkası'nın bir uzantısı gibi
görülmekteydi.21 Ancak, bu fırkanın Grup namına hareket etmediğini, işin içinde bulunanlar
belirtmektedirler.22

Binbaşı Kemal Bey (Şankıl), işin başında Sabahattin Bey’le görüşmüştür. Ayrıca, Rıza
Nur, Kemal Mithat ve Mahir Said’le de görüşen Sabahattin Bey, onlara hareketin başarı şansı
hakkında sorular sorarak kendine yol çizmeye çalışmıştır. Olumlu cevap alınca, Grubun
programı konusunda yardım etmiştir. Ayrıca, Prens’in yakınında yer alan Mütekait Yüzbaşı
Hamdi Bey vasıtasıyla, Merkez Taburuna bağlı subayları ve Sarıyer’deki üç piyade taburu
elde edilmiştir. Buna bağlı olarak üç torpidonun da harekete katılması temin edilmiştir. Bunun
yanında, birçok sivil ve müteferrik zabit ve Askeri Tıbbîye talebesi silahlandırılmış, ayrıca
Melami Şeyhi Terlikçi Salih Efendi’nin sayesinde bir takım subay ve sivil de harekete
katılmıştır. Rıza Nur’un ifadesine göre, bu faaliyetler için Sabahattin Bey beş bin lira
harcamıştır.

Bu süreç içerisinde, bir grup Arnavut subayın dağa çıkması (21-22 Haziran) ve
Arnavutluk İsyan’na destek vermesini müteakiben, Said Paşa Hükümeti, Harbiye Nazırı
Mahmud Şevket Paşa’nın tavsiyesiyle Mensubin-i askeriyenin siyaset ile men'i işgali
zımnında Askeri Ceza Kanunnamesine zeyl-i kanun lâyihasının irsal kılındığına dair Sadaret
tezkiresini Meclis’e sevk etmişti (29 Haziran 1912). Türkiye siyaseti açısından önemli bir
dönüşümü sağlayabilecek olan bu kanun tasarısını milletvekilleri kabul etmişti (1 Temmuz
1912). Ancak Mahmut Şevket Paşa, Arnavutluk isyanının genişlemesinde gevşeklik
gösterdiği yönünde suçlanmış, bunun yanında, İttihatçıların değişik siyasî mülahazaları
sebebiyle istifa etmek zorunda bırakılmıştır (9 Temmuz 1912).23 Neticede, bu kanunun

20
Nur, Hürriyet ve Îtilâf Fırkası Nasıl Doğdu, Nasıl Öldü, s. 165.
21
Alkan, İkinci Meşrutiyet Devrinde Ordu ve Siyaset, s. 163.
22
Nur, Hürriyet ve Îtilâf Fırkası Nasıl Doğdu, Nasıl Öldü, s. 63-64.
23
Ahmet Bedevi Kuran, İnkılap Tarihimiz İttihat ve Terakki, Tan Matbaası, İstanbul, 1988, s. 261-262.
yayınlanması için gerekli formaliteler tamamlanmadan, meselede birinci derecede rol alan bir
bakanın görevini bırakması iyi olmamıştır.

Bunun akabinde, Harbiye Nezareti, İbrahim ve Mahmut Muhtar Paşalara teklif


edilmişse de kabul görmemiştir. Talat Paşa son çare olarak Nazım Paşa’ya teklif götürmüş,
ancak, o da bu teklifi kabul etmemiş ve Nezaret ihtiyar ve gevşek bir kişiliğe sahip olan
Bahriye Nazırı Hurşit Paşa’nın elinde kalmıştı. Bu durum da olayların gelişmesine katkıda
bulunmuştur. Zira, orduda nüfuzlu bir halefini bırakmadan mevkiinden çekilen M. Şevket
Paşa önemli bir boşluk meydana getirmiştir. Daha sonra Sadrazam Said Paşa Meclis’ten
güvenoyu istemiş ve güvenoyunu almasına rağmen (15 Temmuz) ertesi gün istifa etmek
durumunda kalmıştır. 18 Temmuz 1912’de toplanan Şura-yı Askeri’ye Harita Komisyonu
Reisi Zeki Paşa aracılığıyla, Halâskâr Zabitân Grubu nâmına bir mektup verilmiştir. 24 Bu
arada, Bahriye Nazırı olan Hurşit Paşa, Harbiye Nazırlığı’nı vekaleten yürütmekte ve bu
vesileyle de Şura'ya başkanlık etmekteydi. Toplantı sonunda Saray’a iletilen bu mektupta,
Anayasa'ya uygun bir şekilde seçimlerin yapılması ve Kâmil Paşa’nın öncülüğünde yeni bir
kabinenin işbaşına getirilmesi, tehditkâr bir üslûpla istenmekteydi.

Nazım Paşa, mektup olayında sergilediği tutumdan, bu işten daha önceden haberli
olduğu anlaşılmaktadır. Celâl Bayar'a göre, cuntacılarla hareket etmesi ikbal peşinde
olmasından kaynaklanıyordu ve cuntacılar da yüksek rütbeli birisinin başlarına geçmesinden
menfaat bekliyorlardı. Olayı meşruiyet açısından değerlendiren Alkan’ın ifadelerinde haklılık
payı büyüktür: Usule aykırı biçimde kendine iletilen ve yazanlarını mesuliyet altına sokan
mektubu geri çevirmesi veya tahkikat açtırması gerekirken, müzakereye koyması ve Merkez
Taburu Kumandanı Rosinyol Hüsnü’yü çağırtarak görüş sorması, Nazım Paşa'nın
gelişmelerden haberdar olduğunu ve işe karıştığını açıkça belirtmektedir. Halâskârandan yana
tavır alan Rosinyol Hüsnü’nün olumlu görüş belirtmesi üzerine Nazım ve Hurşid Paşalar,
meseleyi Padişaha açma kararı verirler. Ancak, Hurşid Paşa’nın meseleden haberi olmadığı
anlaşılmaktadır.25

Olayı haber alan Padişah orduya hitaben bir beyanname yayınlamıştır (19 Temmuz).
Buna göre Kanun-ı Esasi ve Saltanat hukukuna aykırı olduğu ileri sürülen bazı isteklerin
yanlış olduğu belirtilmektedir. Ayrıca, yakın tehlikenin yaşandığı şu günlerde subayların
siyasete karışmak yerine, kendi asli görevleriyle meşgul olmaları gerektiği belirtilmiştir.

24
Kuran, İnkılap Tarihimiz İttihat ve Terakki, s. 67.
25
Alkan, İkinci Meşrutiyet Devrinde Ordu ve Siyaset, s. 163.
İstanbul dâhilindeki bütün askeri birliklerde de okunması emredilen beyannamenin bir etkisi
olmadığı anlaşılmaktadır.

İttihatçıların destek verdiği Said Paşa Hükümeti’nin beklenmeyen bir tarzda istifa
etmesiyle yönetimde Cemiyet'in ağırlığı sona ermiş; bunun yanında, siyasî ve askerî desteğin
de kaybedildiği anlaşılıyordu. Bundan sonra muhalefetin de sıcak bakabileceği Ahmet Muhtar
Paşa Sadrazamlık makamına getirilerek hükümet kurduruldu.26 Bu hükümet, 27 Temmuz
1912 günü programını okudu ve itimat reyi aldı. Bu gelişme, İttihat ve Terakki'nin hükümete
karşı olduğu düşüncesini de bir noktada çürütmekteydi.27

İttihatçılar çok zayıf bir kuvvete boyun eğdiklerini anladıktan sonra, harekete geçmeye
başladılar. İşin başında Halaskar Zabıtan Grubu’yla ilişkisi olduğu görülen Harbiye Nazırı
Nazım Paşa’nın, daha sonraki safhada (nazır olduktan sonra) ilişkilerini askıya aldığı
anlaşılmaktadır. Harbiye Nazırı’nın bu tutumundan dolayı ve İttihatçıların tekrar iktidara
gelmesi halinde Gruba mensup olanların zor durumda kalacağı korkusu hakim olmaya
başlamıştı.

Faaliyetlerinin semeresini aldığını düşünen Halâskâr Zabitân Grubu siyasî


değişikliklerden sonra da faaliyetlerini sürdürmeye devam etmiştir. Meclis toplandıktan sonra
başkanlığa Halil Bey seçilmiştir. Tarafsız olduğu ve askerleri yola getirebileceği düşünülen
Ahmet Muhtar Paşa’nın Sadrazamlığı zamanında, Halaskar Zabitân’dan tehdit mektubu alan
Halil Bey, Talat Bey’le istişare ederek meseleyi Meclis’e götürmüştür (25 Temmuz 1912). 28
Vekillerin huzurunda okunan mektup infiale sebep olmuştur. Bunun üzerine Harbiye Nazırı
meseleye açıklık getirmek üzere Meclis’e davet edilmiştir. Nazır, vekilleri yatıştırmak için,
meselenin fazla büyütülecek bir tarafı olmadığı üzerinde durmuş ve bu konunun takipçisi
olacağını söylemiştir. Bu arada Halâskâr Zabitân Grubu 25 Temmuz 1912’de bir beyanname
ve program yayınlamıştır. Grubun düşüncelerini ve isteklerini kapsamlı bir şekilde ortaya
koyan bu metne göre:

1- Meşrutiyet yönetimi bu memleket için son bir adım olduğu halde, Abdülhamid devrinde
olduğu gibi memleket buhran geçirmekte ve inkıraz tehlikesiyle karşı karşıya gelinmektedir.

26
Alkan, İkinci Meşrutiyet Devrinde Ordu ve Siyaset, s. 168.
27
Hazırlayan: Cemal Kutay, Şehit Sadrazam Talat Paşa'nın Hatıraları, C. II, İstanbul: Kültür Matbaası, 1983, s.
736.
28
Alkan, İkinci Meşrutiyet Devrinde Ordu ve Siyaset, s. 169.
2- Osmanlı ordusunun yardımıyla kazanılan Meşrutiyet rejimi sayesinde, Avrupa devletlerinin
Osmanlıyı parçalama planları geçici olarak durdurulmuştu. Ancak meşrutiyet perdesi altında
eski alışkanlıklar su yüzüne çıkmaya başladıktan sonra Avrupa bu geçici tavrını değiştirmeye
başlamıştır.

3- Bu şartlar içinde olan vatanın kurtarılması yine en çok zabitâna düşmektedir.

4- Borçlanmalarla elde edilen ve orduya tahsis edilen paralar, orduyu dışa karşı güçlü kılmak
maksadı taşımaktadır. Ancak ordu ne kadar güçlü olursa olsun; eğitimi, sanayii, ticareti,
ziraati gelişmeyen bir milletin ordusu da gelişmez. Ordu, Meşrutiyet’i zulmün kalkması,
milletin refahının gelişmesi ve iktisadî kalkınmasını temin etmek için istemişti. Bunun için,
hükümetin yönetimi Meşrutiyet’in esaslarına uygun olmalı; ayrıca, ordunun yönetiminde de
adaletle işlerin yürütülmesi; kanunlara ve nizamlara kesinlikle uyulması gereklidir. Bunlar,
vatanı çöküşten kurtarmak için en önemli iki meseledir. Ancak, bir süre işlerin
düzelmesi/düzeltilmesi beklendi. Fakat bu mümkün olmadığı için, vatanı düşünen
subaylardan bir Grup meydana getirmek mecburiyetinde kalınmıştır (Halâskâran Zabitân
Grubu).

5- Hangi kesime mensup olursa olsun, ülkede yaşayan yurttaşların hepsi saygıdeğerdir.
“Fırkaları teşkil edenler, efradı muhtereme-i millet, babalarımız, kardeşlerimizdir.”
Dolayısıyla, meşrutiyet idaresinde herkes davranışlarında ve fikirlerini açıklamakta serbest
kalsın. Ordu, meşrutiyet tehlikeye girmediği sürece herhangi bir müdahalede bulunmadan
tarafsız kalsın ve aslî göreviyle ilgilensin.

6- Çöküşün sebebi meşrutiyetin esaslarına riayat edilmemesinden, ordu içinde adaletle


hükmedilmemesinden ve disiplin sorunlarından kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla bu arızaların
giderilmesi gerekmektedir. Bunun için;

a) İşbaşında olan kabinenin yerine Avrupa’nın güvenini kazanabilecek girişimci, namuslu ve


muktedir şahıslardan meydana gelen bir kabinenin iktidara gelmesi.

b) Hükümetin işine sorumluluk taşımayan hiçbir gücün müdahale ettirilmemesi.

c) Kabine değişikliğinden sonra seçimlerin tarafsız bir şekilde yapılması.

7- Ordunun esasını tahrip eden problemlerin ortadan kaldırılması için;


a) Ordu mensuplarından hiç kimsenin siyasetle uğraşmaması, ordunun tamamen ve fiilen
siyasetten çekilmesi, meşrutiyet fiilen tehlikeye düşmedikçe subayların fırkalara karşı tarafsız
kalması ve bu tarafsızlığın halka ilanı.

b) Fırka murahhaslıklarında veya mülkiye memuriyetlerinde bulunanların askerlikle


ilişkilerinin kesilmesi veya tamamen aslî görevlerine dönmeleri.

c) Orduda kaide-i adil ve müsâvâta, ahkam-ı kavânin ve nizamâta, terbiye-i askeriye


mukteziyatına tamamiyle riâyet edilmesi icap etmektedir.

Bunun için;

ca) Sorumluluk korkusunun sadece alt rütbeliler için değil, üst rütbeliler için de geçerliliği
sağlanmalıdır.

cb) Divan-ı harpler, kararlarını özgürce vermesi için buralara ehil insanların tayini ve
kanunlara riayet edilmediği taktirde bunun sorumluları cezalandırılmalıdır.

cc) Askeri birimlerde görev yapan subayların tayinlerinde torpil yapılmamalıdır. Subaylar,
gerekli bütün birimlerde görev yapmaları temin edilmeli, hava şartlarının ağır geçtiği ve
medenî imkânların kısıtlı olduğu beldelerde uzun süre bekletilmemelidir.

cd) Ordu içindeki terfilerde liyakatın esas alınarak uygulanması gerekmektedir.

Diğer taraftan, Grubun yönetimi ve kendi içindeki yapılanmasıyla ilgili olarak şu hususlara
yer verilmektedir:

1- Grubun merkezi şimdilik gizli tutulacaktır. Bu harekete dahil olanlar düşüncelerinde


kararlıdır. Bu düşünceler, ordunun ve vatanın layık olduğu mertebeye yükseltilmesi için
gayret göstermek amacını taşımaktadır. Bundan dolayı, Gruba mensup olanlar, ihtiras, gurur,
kibir gibi kötü ahlakla sivrilmek isteyenlerin davranışlarını tasvip etmez. Gruba mensup
olsun-olmasın bütün ordu mensupları saygıdeğerdir, kendileri hakkında ayrımcılık
yapılmamalıdır.

2- Siyaset ve orduyla ilgili talepler bir layiha şeklinde yazılarak resmen takdim edilecek ve
hemen icrası istenecektir. Bu talepler kabul edilmeyecek ve Gruba mensup olan fertlere karşı
menfi bir tutum sergilenecek olursa, bu tutumu ortadan kaldırmak için mücadele edilecektir.
Ayrıca, Grup metalibâtının kabul edildiği ve icraat-ı siyasiye ve askeriyeye girişildiğini fiilen
görüp, kanaat hasıl ettikten sonra kendiliğinden mefsuh addolunacaktır.

3- Grubun fertlerine kura çekilerek görev verilecektir. Gelecekte Grubun mensuplarının ve


yakınlarının başına gelecek bir sorunun çözülmesine diğerleri yardımcı olacaktır. Bunun için
ayrıca bir yardımlaşma sandığı kurulacaktır.

Beyannamenin yayınlanmasından sonra, İstanbul Mebusu Bedros Hallaçyan Efendi ve


arkadaşları, Halâskâr Zabıtan Grubu adına yayınlanan beyanname ve nizamnameler hususunu
Meclis'in gündemine getirmiş ve Harbiye Nezareti’nden açıklama istemiştir.

Arnavutluk İsyanı ve Halâskâr Hareketi’nin Sonuçları

Arnavutluk İsyanı’nın ve Manastır’da bir grup subayın öncülüğünde dağa çıkan


askerlerin meydana getirdiği hadiselerin hükümet üzerinde etkili olması, iktidarda siyasî zaafa
yol açmıştı. Böylece, İttihat ve Terakki’nin 31 Mart olaylarından sonra ilk defa nüfuzu
kırılıyordu.

Halâskâr Zabitân Grubu’nun faaliyetlerinden sonra, İttihatçıların desteklediği Sait Paşa


Hükümeti görevinden çekilmek zorunda kalmıştır. İttihatçıların sayısal üstünlüğe rağmen
hükümetten çekilmeleri, dengelerin oturmadığını göstermektedir.29 Belki de, bir cuntanın
hükümete karşı düzenlediği darbenin ve bunun meydana getirdiği otorite boşluğunun
neticesinde çoğunluğun kendisini muktedir görememesi açısından ilk örneklerden biri
yaşanmıştır. Küçük bir subay grubuna dayanarak ve bir bölgede isyan çıkarılarak hükümetin
dağıtılabilmesi, bir noktada rejimin yerleşmediğini gösteriyordu. Talat Paşa’ya göre bu krizin
en önemli sebebi, Halâskâr Zabitân Hareketi’nin ordu disiplini üzerinde meydana getirdiği
olumsuzluklar ve Arnavutların yeniden silaha sarılmaları neticesinde asayişin bozulmasıydı.
Zira asayişi temin etmek üzere gönderilen kuvvetlere mensup bazı subaylar, birlikleriyle
isyancılara katılmışlardı. Bu şekilde gelişen siyasî olayların ordu içinde tahrip edici özelliği
olduğu açıktır.30

29
Alkan, İkinci Meşrutiyet Devrinde Ordu ve Siyaset, s. 177.
30
Tunaya, Türkiye’de Siyasal Partiler, İkinci Meşrutiyet Dönemi, s. 337-344.
Hürriyet ve İtilaf yanlısı matbuatta, olayların iktidarın aleyhinde gelişmesinden dolayı
memnuniyet sezilmektedir. Ordu içinde tayinlere ve terfilere kadar bu yanlılığın etki etmesi,
orduyu zaafa uğratmıştır. Bu anlayış içinde yoğrulan tarafların birbirlerini tasfiye etmeye
çalışmaları, kötü bir geleneğin devamı anlamına gelmektedir.

Diğer taraftan, Arnavutluk İsyanı esnasında askerin siyasetle ilgisinin kesilmesi için
Harbiye Nazırı Mahmut Şevket Paşa tarafından hazırlanan tasarı Meclis’e sevk edilmiş (29
Haziran 1912) ve 1 Temmuz 1912’de görüşmelere geçilmişti. İlgili bakan tarafından kanunun
gerekçeleri vekillerin huzurunda dile getirilmişti. Bu konuda askeri cezaların, meydana gelen
olaylarda ihtiyaçları karşılayamayacağı gerekçesiyle iki madde eklenerek mevcut durum
giderilebilecekti. Bu maddeler şu şekilde ortaya kondu:

1- Siyasetle uğraşan askerî personel, işledikleri suça ve durumlarına göre bir cezaya
çarptırılacaktır.

2- Siyasî partilere giren askeri personel, askerlikten ilişkisi kesilerek iki aydan altı aya kadar
hapsedilecektir.

Bu tasarı, basında ve siyasî arenada, olumlu-olumsuz birçok değerlendirmeye tabi


tutulmuştur. Tasarı bazı değişikliklere uğrayarak yeniden Meclis’e sevk edilmiş, ancak Said
ve Mahmut Şevket Paşalar görevlerinden çekilmişlerdi. Ahmet Muhtar Paşa Kabinesi ise
tasarı için mehil istemiş, ancak bu sırada Meclis feshedilmişti (4 Ağustos 1912). Bundan
sonra, irade ve geçici kanunlarla askerlerin ve memurların siyasetle uğraşmaları
yasaklanmıştı.

Arnavutluk İsyanı ve Halâskâran Hareketi’nin en önemli sonucu sayılabilecek


hadiselerden biri de, Harbiye Nazırlığı gibi önemli bir mevkide olan kudretli bir paşanın
istifası olmuştur. Mahmut Şevket Paşa, İttihatçılara yakınlığıyla bilinen etkili bir kumandandı
ve onların hükümetinde görevini sürdürmekteydi. Paşa, Arnavutluk İsyanında yeterli tedbirler
alamadığı gerekçesiyle ve bütçe görüşmelerinde bazı ihtilaflar yüzünden istifa etmek zorunda
kaldı. Ancak, Paşayı evinde ziyaret eden İttihatçıların, başka gerekçeler göstererek kendisini
ikna ettiği bilinmektedir (19 Temmuz 1912).

Balkan Savaşı ve Bab-ı Ali Baskını


1912-1914 yıllarında süren sorunlardan biri ordunun yanı subayların siyasetteki rolu
ve diğeri halen gizli olan Cemiyet ile onun egemen olduğu meclis arasındaki ilişki idi. 31 Bu
dönemde Balkanlarda meydana gelen gelişmeler ordunun direk siyasete müdahalesi anlamına
gelen Askeri Darbeyi akla getiriyordu.

2 Ekim 1912’de müttefik Balkan devletleri (Sırbistan, Karadağ, Yunanistan ve


Bulgaristan) Babıâli’ye, Makedonya’da yabancı denetimi altında geniş çaplı ıslahat isteğinde
bulunan müşterek bir ültimatom gönderdiler. Aynı zamanda da savaş için seferberliğe
girişliler. Osmanlı hükümeti daha önce onaylamış olduğu bütün ıslahatları uygulamaya hazır
olduğunu bildirdi, ama ültimatomun ima etmiş olduğu egemenliğinden bir biçimde feragat
etmeyi reddetti. Bunun üzerine Karadağ 8 Ekim’de savaş ilan etti, onu öteki ülkeler izledi.
Büyük güçlerin hiçbiri savaşı desteklemiyordu ama savaşı durdurmada fazla etkide
bulunamayacak derecede anlaşmazlık içerisindeydiler.32

Osmanlı harekât planı şimdi olduğu gibi (sayıca çok üstün) bir ordunun saldırısıyla
karşı karşıya geldiğinde, Asya eyaletlcrindeki birlikler cepheye getirilinceye kadar batıda
Arnavutluk'a doğuda doğu Rumeli'ye çekilerek yapılacak bir savunma savaşı idi. Ancak yeni
Harbiye Nazırı Nazım Paşa bu planların yabancısıydt, bu planları hazırlamış olan eski
genelkurmay başkanı Ahmet İzzet Paşa ise şimdi Yemen'cle vazileliydı. Bundan ötürü,
Osmanlı ordusu geri çekilmeyip Sırp ve Bulgarlarla aynı anda savaştı ve bozguna uğradı. Bul-
garlar karşısında Kırkkilise ile Lüleburgaz ve Sırplar karşısında Komanova muharebelerini
kaybettikten sonra, ordu İstanbul’un hemen dışındaki Çatalca hatlarına doğru geri çekilmek
zorunda kaldı. Batıda sadece birkaç müstahkem mevki, Yanya, Işkodra ve Edirne hâlâ
direnmekleydi.

Kasım ayında durum umutsuzdu ve sonuçla 3 Aralıkla Osmanlı hükümeti ateşkesi


kabul etti. On gün sonra, biri savaşan devletler diğeri büyük devletlerarasında olmak üzere
Londra'da iki diplomatik konferans toplandı. İkinci konferansla iki hususta anlaşmaya varıldı:
İstanbul ve Boğazlar (bu bağlamda, hem İstanbul hem Çanakkale Boğazları) Osmanlılarda
kalacaktı ve bağımsız yeni bir Arnavutluk devleti oluşturulacaktı. Bunda esas olarak
Avusturya ısrar etmişti, çünkü bu devletin en önemli siyasal hedefi Sırbistan'ın Adriyatik
denizine bir çıkış yolu edinmesini önlemekti. Ancak bu konferanslarda pek bir anlaşma
olmamış, hele Avrupa'daki toprak kazançlarının paylaşımı ve Makedonya ile Trakya'daki yeni

31
Erick Jan Zürcher, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, İletişim Yayınları, İstanbul, 1995, s. 150.
32
Zürcher, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, s. 141.
sınırlar üzerinde ise hiç anlaşmaya varılamamıştı. Bu nedenle görüşmeler, İstanbul’da 23
Ocak 1913’te silahlı bir darbe yapıldığı haberi Londra’ya ulaştığı sırada, hemen hemen
çıkmaza girmiş bulunuyordu.33

İTC’nin Enver ve Talat yönetimindeki kilit kadrosu hükümeti tamamıyla iç


sebeplerden ölürü devirmeye muhtemelen daha 1912 yılı sonlarında karar vermişti. Kasım
ayında İTC’nin eski düşmanı Kamil Paşa sadrazam olarak yönetime geçince, hükümetin
İttihatçılar üzerindeki baskısı arttı ve komitenin varlığını sürdürmesi tehlikeye girdi. Londra
Konferansı Cemiyet’e parti çıkarları değil yurt sevgisi adına eyleme geçme fırsatını vermişli.
Büyük güçlerin Babıâli'ye 17 Ocak’la bildirdikleri öneriler içerisinde Edirne’nin Bulgarlara
teslimi de bulunuyordu.
Bu aşırı hassas bir meseleydi, çünkü Edirne bir Müslüman şehriydi ve Osmanlı
İmparatorluğunun eski başkentiydi. Üstelik şehir Ekim'den beri Bulgarlar tarafından
kuşatılmış bulunuyor buna rağmen halen direniyordu. Hükümetin büyük güçlere boyun
eğeceği 22 Ocak’ta anlaşılınca, İttihatçılar kendilerine bir gerekçe bulmuş oldular ve ertesi
gün darbeye giriştiler. Bir ittihatçı subay topluluğu Babıâli’ye atla gelip kabinenin toplantı
yapmakla olduğu odaya aniden girerek Harbiye Nazırı’nı vurdu ve kabine üyelerini esir alıp
Kâmil Paşa’yı istifaya zorladı. Yeni bir kabine kuruldu ve Mahmut Şevket Paşa Sadrazam ve
Harbiye Nazırı oldu.34
Ordunun siyasete bulaşmasının belgesi olan bu darbe ikinci meşrutiyet döneminin
askeri siyaset ilişkisinin kavramsallaşmasına yardımcı olduğu gibi bundan sonra yapılan
darbelere meşrutiyet sağlaması açısından önemlidir.

SONUÇ

33
Zürcher, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, s. 142.
34
Zürcher, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, s.143.

You might also like