Professional Documents
Culture Documents
ÜÇÜNCÜ HAKİKAT
HAŞİYE
Evet, "Hiç mümkün müdür ki..." Şu cümle çok tekrar ediliyor. Çünkü
mühim bir sırrı ifade eder. Şöyle ki:
Elhasıl, ehl-i felsefe istib'ad ile inkâra gider. Onuncu Söz, istib'ad hangi
tarafta olduğunu o tabirle gösterir, onların ağızlarına bir şamar vurur.
Evet, görünüyor ki, şu âlemde tasarruf eden Zat, nihayetsiz bir hikmetle iş
görüyor. Ona burhan mı istersin? Herşeyde maslahat ve faydalara riayet
etmesidir. Görmüyor musun ki, insanda bütün âzâ, kemikler ve damarlarda,
hattâ bedenin hüceyrâtında, her yerinde, her cüz'ünde faydalar ve
hikmetlerin gözetilmesi; hattâ bazı âzası, bir ağacın ne kadar meyveleri
varsa, o derece o uzva hikmetler ve faydalar takması gösteriyor ki,
nihayetsiz bir hikmet eliyle iş görülüyor.
Şimdi, hiç mümkün müdür ki, şöyle icraat-ı Rububiyette hâkim bir
hikmet, o Rububiyetin kanadına iltica eden ve iman ile itaat edenlerin
taltifini istemesin ve ebedî taltif etmesin?
Halbuki, şu fâni dünyada kısa bir hayat geçiren insan, öyle bir
adaletin hakikatine mazhar olamaz ve olamıyor. Belki, bir Mahkeme-i
Kübrâya bırakılıyor. Zira, hakikî adalet ister ki, şu küçücük insan, şu
küçüklüğü nisbetinde değil, belki cinayetinin büyüklüğü, mahiyetinin
ehemmiyeti ve vazifesinin azameti nisbetinde mükâfat ve mücazat görsün.
Madem şu fâni, geçici dünya, ebed için halk olunan insan
hususunda öyle bir adalet ve hikmete mazhariyetten çok uzaktır. Elbette,
Âdil olan o Zât-ı Celîl-i Zülcemâlin ve Hakîm olan o Zât-ı Cemîl-i
Zülcelâlin daimî bir Cehennemi ve ebedî bir Cenneti bulunacaktır.
ONUNCU HAKİKAT
Hem hiç kabil midir ki, o Zât-ı Hakîm, şu insanı bütün mahlûkat
içinde kendine küllî muhatap ve cami bir ayna yapıp bütün hazâin-i
rahmetinin müştemilâtını ona tattırsın, hem tarttırsın, hem tanıttırsın, kendini
bütün esmâsıyla ona bildirsin, onu sevsin ve sevdirsin; sonra, o biçare insanı
o ebedî memleketine göndermesin, o daimî saadetgâha davet edip mes'ut
etmesin?
İsm-i Adil Risalesi 4 / 25
Hem hiç makul müdür ki, hattâ çekirdek kadar herbir mevcuda bir
ağaç kadar vazife yükü yüklesin, çiçekleri kadar hikmetleri bindirsin,
semereleri kadar maslahatları taksın da, bütün o vazifeye, o hikmetlere, o
maslahatlara, dünyaya müteveccih yalnız bir çekirdek kadar gaye versin?
Bir hardal kadar ehemmiyeti olmayan dünyevî bekasını gaye yapsın? Ve
bunları âlem-i mânâya çekirdekler ve âlem-i âhirete bir mezraa yapmasın, ta
hakikî ve lâyık gayelerini versinler? Ve bu kadar mühim ihtifâlât-ı
mühimmeyi gayesiz, boş, abes bıraksın; onların yüzünü âlem-i mânâya,
âlem-i âhirete çevirmesin, ta asıl gayeleri ve lâyık meyvelerini göstersin?
Hem hiç akıl kabul eder mi ki, insanın başına ve içindeki havassına
saçları adedince vazifeler yükletsin de, yalnız bir saç hükmünde ona bir
ücret-i dünyeviye versin? Adalet-i hakikiyesine zıt olarak ve hikmet-i
hakikiyesine münafi, mânâsız iş yapsın?
Hem hiç mümkün müdür ki, bir ağaca taktığı neticeler, meyveler
miktarınca herbir zîhayata, belki lisan gibi herbir uzvuna, belki herbir
masnua o derece hikmetleri, maslahatları takmakla kendisinin bir Hakîm-i
Mutlak olduğunu ispat edip göstersin; sonra bütün hikmetlerin en büyüğü ve
bütün maslahatların en mühimmi ve bütün neticelerin en elzemi ve hikmeti
hikmet, nimeti nimet, rahmeti rahmet eden ve bütün hikmetlerin, nimetlerin,
rahmetlerin, maslahatların menbaı ve gayesi olan beka ve likayı ve saadet-i
ebediyeyi vermeyip terk ederek bütün işlerini abesiyet-i mutlaka derekesine
düşürsün; ve kendini o zata benzetsin ki, öyle bir saray yapar, herbir taşında
binlerce nakışlar, herbir tarafında binler ziynetler ve herbir menzilinde
-binler kıymettar âlât ve levâzımât-ı beytiye bulundursun da, sonra ona dam
yapmasın, herşey çürüsün, beyhude bozulsun? Hâşâ ve kellâ!
HAŞİYE
Evet, adalet iki şıktır. Biri müsbet, diğeri menfidir
Yine mânevî canipten elcevap: Bu mesele sırr-ı kadere taallûk ettiği için,
Risale-i Kadere havale edip, yalnız burada bu kadar denildi:
Yani, "Bir belâ, bir musibetten çekininiz ki, geldiği vakit yalnız zalimlere
mahsus kalmayıp masumları da yakar."
Beşinci sual: Âdil ve Rahîm, Kadîr ve Hakîm, neden hususî hatalara hususî
ceza vermeyip koca bir unsuru musallat eder? Bu hal cemâl-i rahmetine ve
şümul-u kudretine nasıl muvafık düşer?
İKİNCİ MEBHAS
HAŞİYE
Bu İkinci Mebhas, en derin ve en müşkül bir sırr-ı kader meselesidir.
Bütün ulema-i muhakkikînce en ehemmiyetli ve münazaralı bir mesele-i
akaid-i kelâmiyedir. Risale-i Nur tam halletmiş.(26.Sözden İktibasen)
Âlemde çok görüyoruz ki, zalim, fâcir, gaddar insanlar gayet refah
ve rahatla; ve mazlum ve mütedeyyin adamlar gayet zahmet ve zilletle ömür
geçiriyorlar. Sonra ölüm gelir, ikisini müsavi kılar. Eğer şu müsavat
nihayetsiz ise, bir nihayeti yoksa, zulüm görünür. Halbuki, zulümden
tenezzühü, kâinatın şehadetiyle sabit olan adalet ve hikmet-i İlâhiye, bu
İsm-i Adil Risalesi 10 / 25
zulmü hiçbir cihetle kabul etmediğinden, bilbedâhe, bir mecma-i âhari iktiza
ederler ki, birinci cezasını, ikinci mükâfâtını görsün. Tâ, şu intizamsız,
perişan beşer, istidadına münasip tecziye ve mükâfat görüp, adalet-i
mahzâya medar ve hikmet-i Rabbâniyeye mazhar ve hikmetli mevcudat-ı
âlemin bir büyük kardeşi olabilsin.
İşte, misal için şu iki âyet-i kerime gibi pek çok berâhin-i lâtife-i
akliyeyi tazammun eden sair ayetleri dahi kıyas eyle, tetebbu et. İşte,
Menâbi-i Aşere ve On Medar, bir hads-i kat'î, bir burhan-ı kat'îyi intaç
ediyorlar. Ve o pek esaslı hads ve o pek kuvvetli burhan, haşir ve kıyamete
dâi ve muktazinin vücuduna kat'iyen delâlet ettikleri gibi, Sâni-i Zülcelâlin
dahi-Onuncu Sözde ispat edildiği üzere-Hakîm, Rahîm, Hafîz, Âdil gibi
ekser Esmâ-i Hüsnâsı, haşir ve kıyametin gelmesini ve saadet-i ebediyenin
vücudunu iktiza ederler ve saadet-i ebediyenin tahakkukuna kat'î delâlet
ederler. Demek haşir ve kıyamete muktazi o derece kuvvetlidir ki, hiçbir şek
ve şüpheye medar olamaz.(29.Söz den İktibasen)
Sabık beyanatta kat'î ispat edildiği üzere, nihayetsiz bir ilm-i muhit
ve hadsiz bir irade-i külliye ve nihayetsiz bir kudret-i mutlaka sahibi olan şu
kâinatın Sâni-i Hakîmi ve şu insanların Hâlık-ı Rahîmi, bütün semâvî
kitapları ve fermanlarıyla Cenneti ve saadet-i ebediyeyi nev-i beşerin ehl-i
imanına vaad etmiştir. Madem vaad etmiştir, elbette yapacaktır. Çünkü
vaadinde hulf etmek Ona muhaldir. Çünkü vaadini ifa etmemek, gayet çirkin
bir noksandır. Kâmil-i Mutlak, noksandan münezzeh ve mukaddestir. Vaad
ettiğini yapmamak, ya cehlinden veya aczinden yapamaz. Halbuki, o Kadîr-i
Mutlak ve Alîm-i Külli Şey hakkında cehil ve acz muhal olduğundan, hulf-ü
vaad dahi muhaldir.
İsm-i Adil Risalesi 11 / 25
DÖRDÜNCÜ MERTEBE
Celâli yüce olan Allah, herşeyden nihayet derecede büyüktür. Zira O öyle bir
Adl-i Âdil ve Hakem-i Hâkim-i Hakîm-i Ezelîdir ki, şu kâinat şeceresinin
binasını, meşiet ve hikmetinin asılları üzerinde altı günde tesis etmiş; ve onu
kazâ ve kaderinin düsturlarıyla tafsil etmiş; ve âdet ve sünnetinin
kanunlarıyla tanzim etmiş; ve inâyet ve rahmetinin namuslarıyla tezyin
etmiş; ve, masnuatındaki intizamatın, mevcudatındaki tezyinatın, kâinatın
eczasındaki teşabüh, tenasüb, tecavüb, teâvün ve teânukun, ve herşeyde o
şeyin kamet-i kabiliyetine göre kader tarafından şuurlu bir şekilde takdir
edilmiş itkan-ı san'atın şehadetiyle sabit olduğu üzere, esmâ ve sıfâtının
cilveleriyle tenvir etmiştir.
ALTINCI MERTEBEHAŞİYE
Onun celâli pek yüce, şânı pek büyüktür. Allah ilim ve kudretiyle
herşeyden büyüktür. Zira O öyle bir Âdil-i Hakîm ve Kadir-i Alîm ve Vâhid-
i Ehad ve Sultan-ı Ezelîdir ki, bütün bu âlemler Onun nizam ve mizanının,
tanzim ve tevzininin, adl ve hikmetinin ve ilim ve kudretinin kabza-i
tasarrufundadır ve, şuhud derecesinde bir hads ile, belki bilmüşahede, Onun
Vâhidiyet ve Ehadiyet sırrına mazhardır. Çünkü mükevvenatta nizam ve
mizan ile tanzim ve tevzin dairesinden hariç hiçbir şey yoktur. Bunlar ise,
İmam-ı Mübin ve Kitab-ı Mübinden iki babdır. Ve şunlar dahi, biri o Alîm-i
Hakîmin ilim ve emrine, diğeri de o Azîz-i Rahîmin kudret ve iradesine iki
ünvandır. Ve şu imam ile beraber şu kitaptaki şu mizanlı nizam, başında
iz'an ve yüzünde gözü bulunan kimse için iki parlak burhandır ki, kâinatta
hiçbir şeyin hiçbir zaman o Rahmân'ın kabza-i tasarrufundan ve o Hannânın
tanziminden ve o Mennânın tezyininden ve o Deyyânın tevzininden hariç
kalmadığını gösterir.
HAŞİYE
Bu Mertebe-i Sâdise sair mertebeler gibi yazılsaydı, pek çok uzun
olacaktı. Çünkü İmam-ı Mübin, Kitab-ı Mübin, kısa ifade ile beyan
İsm-i Adil Risalesi 14 / 25
Zira kâinat büyük bir ağaç gibidir. Kâinatın herbir âlemi dahi bir
ağaca benzer. Binaenaleyh, cüz'î bir ağacı, bütün envâ ve âlemleriyle
beraber kâinatın hilkatine kıyas edebiliriz. İşte şu cüz'î ağacın bir aslı ve
mebdei vardır ki, ağaç o çekirdekten neş'et eder. Ve kezâ, ağacın ölümünden
sonra onun vazifesini idame ettiren bir de nesli vardır ki, o dahi ağacın
semeresindeki çekirdektir.
Nasıl ağacın acip bir tarifesi olan evveli ile harika bir fihristesi olan
âhiri İmam-ı Mübine işaret ediyorsa, pek acip bir san'at eseri olan zâhiri ile
nihayet derecede muntazam bir makine olan bâtını da Kitab-i Mübine işaret
eder.
İsm-i Adil Risalesi 15 / 25
O şecerenin Hâlıkının şanı pek yücedir ve Ondan başka ibadete lâyık hiçbir
ilâh yoktur.
Ey Kebîr! Sen öyle bir Zât-ı Zülcelâlsin ki, azametini tavsif etmekte akıllar
âciz, ceberûtunun künhüne erişmekte fikirler çaresiz kalır.(29.Lem’a nın
tercumesi İktibasen)
Evet, nasıl ki, Risale-i Nur'un çok cüzlerinde kat'î burhanlarla ispat
edilmiş ki, ism-i Hakem ve ism-i Hakîmin bir cilvesi olan fiil-i tanzim ve
nizam; ve ism-i Adl ve Âdilin bir cilvesi olan fiil-i tevzin ve mizan; ve ism-i
Cemîl ve Kerîmin bir cilvesi olan fiil-i tezyin ve ihsan; ve ism-i Rab ve
Rahîmin bir cilvesi olan fiil-i terbiye ve in'âm, bu daire-i âzam-ı âlemde,
herbiri birtek hakikat ve birtek fiil olduklarından, birtek Zâtın vücub-u
vücudunu ve vahdetini gösteriyorlar. Aynen öyle de, ism-i Kuddûsün bir
mazharı ve bir cilvesi olan fiil-i tanzif ve tathir dahi, o Zât-ı Vâcibü'l-
Vücudun hem güneş gibi mevcudiyetini, hem gündüz gibi vahdâniyetini
gösteriyorlar.
DÖRDÜNCÜ ŞUA
âyeti,
azametli bir îcâz ile der:
İsm-i Adil Risalesi 18 / 25
Cenâb-ı Hakkın Âdil ismi Hakîm burcunda, Rahmân ismi Kerîm burcunda,
Rahîm ismi Gafûr burcunda, yani mânâsında, Bâis ismi Vâris burcunda,
Muhyî ismi Muhsin burcunda, Rab ismi Mâlik burcunda birer güneş gibi tulû
ettiler. O karanlıklı ve içinde çok âlemler bulunan insan âleminin umumunu
birden ışıklandırdılar, şenlendirdiler. Cehennemî hâletleri dağıtıp, nuranî
âhiret âleminden pencereler açıp, o perişan insan dünyasına nurlar serptiler.
Zerrât-ı kâinat adedince, "Elhamdü lillâh, eşşükrü lillâh" dedim. Ve
aynelyakîn gördüm ki, imanda mânevî bir cennet ve dalâlette mânevî bir
cehennem bu dünyada da vardır, yakînen bildim.(15.Şu’a İktibasen)
BİRİNCİ LEM'A:
Evet, izzet ve azamet ister ki, esbab, perdedar-ı dest-i kudret olsun
aklın nazarında. Tevhid ve celâl ister ki, esbab-ı dâmenkeş, ellerini çeksin
tesir-i hakikîden.(Nurun İlk Kapısı İktibasen)
azâbında ehl-i iman ve mâsumlar için bir veçh-i rahmet ve kader-i İlâhî
cihetinde adalet olduğu, bunda ne tarzda olur? Ve ehl-i iman, hususan
Risale-i Nur talebeleri bu musibete karşı iman ve âhiret hesabına ne cihetle
istifade edip nasıl davranacaklar ve mukavemet edecekler?
İşte, öyle de, Cenâb-ı Hakkın adl ve hikmet içindeki ism-i Hak ve
Rahmânü'r-Rahîm'in cilvesini görmek istersen, bahar mevsiminde, zeminin
yüzünde çadırları kurulmuş, muhteşem, dört yüz bin milletten mürekkep
nebâtat ve hayvânat ordusuna bak ki, bütün o milletler, o taifeler birbiri
içinde oldukları halde, herbirinin libası ayrı, erzakı ayrı, silâhı ayrı, tarz-ı
İsm-i Adil Risalesi 23 / 25
İşte, böyle hayret verici muhit bir intizam ve mizan ile yapılan bir
işe başkalarının parmakları karışabilir mi? Vâhid-i Ehad, Hakîm-i Mutlak,
Kadîr-i Külli Şeyden başka, bu san'ata, bu tedbire, bu rububiyete, bu tedvire
hangi şey elini uzatabilir? Hangi sebep müdahale edebilir?(32.Söz den
İktibasen)
âyetindeki, dört mertebe, dört nevi mizana işaret eden, dört defa mizan
zikretmesi, kâinatta mizanın derece-i azametini ve fevkalâde, pek büyük
ehemmiyetini gösteriyor. Evet, hiçbir şeyde israf olmadığı gibi, hiçbir şeyde
de hakikî zulüm ve mizansızlık yoktur.(30.Lem’a dan İltibasen)
İsm-i Âzam herkes için bir olmaz; belki ayrı ayrı oluyor. Meselâ,
İmam-ı Ali Radıyallahu Anhın hakkında Ferd, Hayy, Kayyûm, Hakem, Adl,
Kuddûs, altı isimdir. Ve İmam-ı Âzamın İsm-i Âzamı Hakem, Adl, iki
isimdir. Ve Gavs-ı Âzamın İsm-i Âzamı yâ Hayydır. Ve İmam-ı Rabbânînin
İsm-i Âzamı Kayyûm, ve hâkezâ, pek çok zatlar daha başka isimleri İsm-i
Âzam görmüşlerdir. (30.Lem’a dan İltibasen)
ezelîsi ile vaz etti. Sonra ulvî ve süflî tabakata ve dallara ayırıp, kaza ve
kader desâtiriyle tafsil ve tasvir etti. Sonra, her mahlûkatın her taifesini ve
her tabakasını, sun' ve inâyet düsturuyla tanzim etti. Sonra, herşeyi herbir
âlemi, ona lâyık bir tarzda, meselâ semâyı yıldızlarla, zemini çiçeklerle
tezyin ettiği gibi, süslendirip tezyin etti. Sonra, o kavânin-i külliye ve
desâtir-i umumiye meydanlarında esmâlarını tecellî ettirip tenvir etti. Sonra,
bu kanun-u küllînin tazyikinden feryad eden fertlere, Rahmânü'r-Rahîm
isimlerini hususî bir surette imdada yetiştirdi. Demek, o küllî ve umumî
desâtiri içinde hususî ihsânâtı, hususî imdatları, hususî cilveleri var ki,
herşey, her vakit, her hâceti için Ondan istimdat eder, Ona bakabilir.(33.Söz
den İltibasen)
Said Nursî(R.H)
İsm-i Adil Risalesi 25 / 25