You are on page 1of 25

İsm-i Adil Risalesi 1 / 25

ÜÇÜNCÜ HAKİKAT

Bâb-ı Hikmet ve Adalet olup


ism-i Hakîm ve Âdilin cilvesidir.

Hiç mümkün müdür ki, HAŞİYE zerrelerden güneşlere kadar cereyan


eden hikmet ve intizam, adalet ve mizanla Rububiyetin saltanatını gösteren
Zât-ı Zülcelâl, Rububiyetin cenah-ı himayesine iltica eden ve hikmet ve
adalete iman ve ubudiyetle tevfik-i hareket eden mü'minleri taltif etmesin?
Ve o hikmet ve adalete küfür ve tuğyan ile isyan eden edepsizleri tedip
etmesin? Halbuki bu muvakkat dünyada o hikmet, o adalete lâyık binden
biri, insanda icra edilmiyor, tehir ediliyor. Ehl-i dalâletin çoğu ceza almadan,
ehl-i hidayetin de çoğu mükâfat görmeden buradan göçüp gidiyorlar. Demek
bir Mahkeme-i Kübrâya, bir saadet-i uzmâya bırakılıyor.

HAŞİYE
Evet, "Hiç mümkün müdür ki..." Şu cümle çok tekrar ediliyor. Çünkü
mühim bir sırrı ifade eder. Şöyle ki:

Ekser küfür ve dalâlet, istib'addan ileri gelir. Yani, akıldan uzak ve


muhal görür, inkâr eder. İşte, Haşir Sözünde kat'iyen gösterilmiştir ki, hakikî
istib'ad, hakikî muhaliyet ve akıldan uzaklık ve hakikî suûbet, hattâ imtina
derecesinde müşkülât, küfür yolundadır ve dalâletin mesleğindedir. Ve
İsm-i Adil Risalesi 2 / 25

hakikî imkân ve hakikî makuliyet, hattâ vücub derecesinde suhulet, iman


yolundadır ve İslâmiyet caddesindedir.

Elhasıl, ehl-i felsefe istib'ad ile inkâra gider. Onuncu Söz, istib'ad hangi
tarafta olduğunu o tabirle gösterir, onların ağızlarına bir şamar vurur.

Evet, görünüyor ki, şu âlemde tasarruf eden Zat, nihayetsiz bir hikmetle iş
görüyor. Ona burhan mı istersin? Herşeyde maslahat ve faydalara riayet
etmesidir. Görmüyor musun ki, insanda bütün âzâ, kemikler ve damarlarda,
hattâ bedenin hüceyrâtında, her yerinde, her cüz'ünde faydalar ve
hikmetlerin gözetilmesi; hattâ bazı âzası, bir ağacın ne kadar meyveleri
varsa, o derece o uzva hikmetler ve faydalar takması gösteriyor ki,
nihayetsiz bir hikmet eliyle iş görülüyor.

Hem herşeyin san'atında nihayet derecede intizam bulunması


gösterir ki, nihayetsiz bir hikmetle iş görülüyor. Evet, güzel bir çiçeğin
dakik programını küçücük bir tohumunda derc etmek, büyük bir ağacın
sahife-i a'mâlini, tarihçe-i hayatını, fihriste-i cihâzâtını küçücük bir
çekirdekte mânevî kader kalemiyle yazmak, nihayetsiz bir hikmet kalemi
işlediğini gösterir.

Hem herşeyin hilkatinde gayet derecede hüsn-ü san'at bulunması,


nihayet derecede Hakîm bir Sâniin nakşı olduğunu gösterir. Evet, şu
küçücük insan bedeni içinde bütün kâinatın fihristesini, bütün hazâin-i
rahmetin anahtarlarını, bütün esmâlarının aynalarını derc etmek, nihayet
derecede bir hüsn-ü san'at içinde bir hikmeti gösterir.

Şimdi, hiç mümkün müdür ki, şöyle icraat-ı Rububiyette hâkim bir
hikmet, o Rububiyetin kanadına iltica eden ve iman ile itaat edenlerin
taltifini istemesin ve ebedî taltif etmesin?

Hem adalet ve mizanla iş görüldüğüne burhan mı istersin? Herşeye


hassas mizanlarla, mahsus ölçülerle vücut vermek, suret giydirmek, yerli
yerine koymak, nihayetsiz bir adalet ve mizan ile iş görüldüğünü gösterir.

Hem her hak sahibine istidadı nisbetinde hakkını vermek, yani


vücudunun bütün levâzımâtını, bekasının bütün cihâzâtını en münasip bir
tarzda vermek, nihayetsiz bir adalet elini gösterir.
İsm-i Adil Risalesi 3 / 25

Hem istidat lisanıyla, ihtiyac-ı fıtrî lisanıyla, ıztırar lisanıyla sual


edilen ve istenilen herşeye daimî cevap vermek, nihayet derecede bir adl ve
hikmeti gösteriyor.

Şimdi, hiç mümkün müdür ki, böyle en küçük bir mahlûkun en


küçük bir hâcâtının imdadına koşan bir adalet ve hikmet, insan gibi en
büyük bir mahlûkun beka gibi en büyük bir hacetini mühmel bıraksın? En
büyük istimdadını ve en büyük sualini cevapsız bıraksın? Rububiyetin
haşmetini, ibâdının hukukunu muhafaza etmekle, muhafaza etmesin?

Halbuki, şu fâni dünyada kısa bir hayat geçiren insan, öyle bir
adaletin hakikatine mazhar olamaz ve olamıyor. Belki, bir Mahkeme-i
Kübrâya bırakılıyor. Zira, hakikî adalet ister ki, şu küçücük insan, şu
küçüklüğü nisbetinde değil, belki cinayetinin büyüklüğü, mahiyetinin
ehemmiyeti ve vazifesinin azameti nisbetinde mükâfat ve mücazat görsün.
Madem şu fâni, geçici dünya, ebed için halk olunan insan
hususunda öyle bir adalet ve hikmete mazhariyetten çok uzaktır. Elbette,
Âdil olan o Zât-ı Celîl-i Zülcemâlin ve Hakîm olan o Zât-ı Cemîl-i
Zülcelâlin daimî bir Cehennemi ve ebedî bir Cenneti bulunacaktır.

ONUNCU HAKİKAT

Bâb-ı Hikmet, İnayet, Rahmet, Adalettir.


İsm-i Hakîm, Kerîm, Âdil, Rahîmin cilvesidir.

Hiç mümkün müdür ki, şu bekasız misafirhane-i dünyada ve şu


devamsız meydan-ı imtihanda ve şu sebatsız teşhirgâh-ı arzda bu derece
bâhir bir hikmet, bu derece zahir bir inayet ve bu derece kahir bir adalet ve
bu derece vâsi bir merhametin âsârını gösteren Mâlikü'l-Mülk-i Zülcelâlin
daire-i memleketinde ve âlem-i mülk ve melekûtunda daimî meskenler,
ebedî sakinler, bâki makamlar, mukim mahlûklar bulunmayıp, şu görünen
hikmet, inayet, adalet, merhametin hakikatleri hiçe insin?

Hem hiç kabil midir ki, o Zât-ı Hakîm, şu insanı bütün mahlûkat
içinde kendine küllî muhatap ve cami bir ayna yapıp bütün hazâin-i
rahmetinin müştemilâtını ona tattırsın, hem tarttırsın, hem tanıttırsın, kendini
bütün esmâsıyla ona bildirsin, onu sevsin ve sevdirsin; sonra, o biçare insanı
o ebedî memleketine göndermesin, o daimî saadetgâha davet edip mes'ut
etmesin?
İsm-i Adil Risalesi 4 / 25

Hem hiç makul müdür ki, hattâ çekirdek kadar herbir mevcuda bir
ağaç kadar vazife yükü yüklesin, çiçekleri kadar hikmetleri bindirsin,
semereleri kadar maslahatları taksın da, bütün o vazifeye, o hikmetlere, o
maslahatlara, dünyaya müteveccih yalnız bir çekirdek kadar gaye versin?
Bir hardal kadar ehemmiyeti olmayan dünyevî bekasını gaye yapsın? Ve
bunları âlem-i mânâya çekirdekler ve âlem-i âhirete bir mezraa yapmasın, ta
hakikî ve lâyık gayelerini versinler? Ve bu kadar mühim ihtifâlât-ı
mühimmeyi gayesiz, boş, abes bıraksın; onların yüzünü âlem-i mânâya,
âlem-i âhirete çevirmesin, ta asıl gayeleri ve lâyık meyvelerini göstersin?

Evet, hiç mümkün müdür ki, bu şeyleri böyle hilâf-ı hakikat


yapmakla, kendi evsaf-ı hakikiyesi olan Hakîm, Kerîm, Âdil, Rahîmin
zıtlarıyla-hâşâ, sümme hâşâ-muttasıf gösterip hikmet ve keremine, adl ve
rahmetine delâlet eden bütün kâinatın hakaikını tekzip etsin, bütün
mevcudatın şehadetlerini reddetsin, bütün masnuatın delâletlerini iptal etsin?

Hem hiç akıl kabul eder mi ki, insanın başına ve içindeki havassına
saçları adedince vazifeler yükletsin de, yalnız bir saç hükmünde ona bir
ücret-i dünyeviye versin? Adalet-i hakikiyesine zıt olarak ve hikmet-i
hakikiyesine münafi, mânâsız iş yapsın?

Hem hiç mümkün müdür ki, bir ağaca taktığı neticeler, meyveler
miktarınca herbir zîhayata, belki lisan gibi herbir uzvuna, belki herbir
masnua o derece hikmetleri, maslahatları takmakla kendisinin bir Hakîm-i
Mutlak olduğunu ispat edip göstersin; sonra bütün hikmetlerin en büyüğü ve
bütün maslahatların en mühimmi ve bütün neticelerin en elzemi ve hikmeti
hikmet, nimeti nimet, rahmeti rahmet eden ve bütün hikmetlerin, nimetlerin,
rahmetlerin, maslahatların menbaı ve gayesi olan beka ve likayı ve saadet-i
ebediyeyi vermeyip terk ederek bütün işlerini abesiyet-i mutlaka derekesine
düşürsün; ve kendini o zata benzetsin ki, öyle bir saray yapar, herbir taşında
binlerce nakışlar, herbir tarafında binler ziynetler ve herbir menzilinde
-binler kıymettar âlât ve levâzımât-ı beytiye bulundursun da, sonra ona dam
yapmasın, herşey çürüsün, beyhude bozulsun? Hâşâ ve kellâ!

Hayr-ı mutlaktan hayır gelir. Cemîl-i Mutlaktan güzellik gelir.


Hakîm-i Mutlaktan abes birşey gelmez. Evet, her kim fikren tarihe binip
mazi cihetine gitse, şu zaman-ı hazırda gördüğümüz menzil-i dünya,
meydan-ı iptilâ, meşher-i eşya gibi, seneler adedince vefat etmiş menziller,
meydanlar, meşherler, âlemler görecek. Suretçe, keyfiyetçe birbirinden ayrı
İsm-i Adil Risalesi 5 / 25

oldukları halde intizamca, acaipçe, Sâniin kudret ve hikmetini göstermekçe


birbirine benzer.

Hem görecek ki, o sebatsız menzillerde, o devamsız meydanlarda,


o bekasız meşherlerde o kadar bâhir bir hikmetin intizâmâtını, o derece zahir
bir inayetin işârâtını, o mertebe kahir bir adaletin emârâtını, o derece vâsi bir
merhametin semerâtını görecek. Basiretsiz olmamak şartıyla yakinen
bilecek ki, o hikmetten daha ekmel bir hikmet olamaz; ve o âsârı görünen
inayetten daha ecmel bir inayet kabil değil; ve o emârâtı görünen adaletten
daha ecell bir adalet yoktur; ve o semerâtı görünen merhametten daha eşmel
bir merhamet tasavvur edilmez.

Eğer, farz-ı muhal olarak, şu işleri çeviren, şu misafirleri ve


misafirhaneleri değiştiren Sultan-ı Sermedînin daire-i memleketinde daimî
menziller, âli mekânlar, sabit makamlar, bâki meskenler, mukim ahali,
mes'ut ibâdı bulunmazsa; ziya, hava, su, toprak gibi kuvvetli ve şümullü dört
anâsır-ı mâneviye olan hikmet, adalet, inayet, merhametin hakikatlerini
nefyetmek ve o anâsır-ı zahiriye gibi görünen vücutlarını inkâr etmek lâzım
gelir. Çünkü, şu bekasız dünya ve mâfîhâ, onların tam hakikatlerine mazhar
olmadığı malûmdur. Eğer başka yerde dahi onlara tam mazhar olacak mekân
bulunmazsa, o vakit, gündüzü dolduran ziyayı gördüğü halde güneşin
vücudunu inkâr etmek derecesinde bir divanelikle, şu herşeyde bulunan
gözümüz önündeki hikmeti inkâr etmek, şu nefsimizde ve ekser eşyada her
vakit müşahede ettiğimiz inayeti inkâr etmek ve şu pek kuvvetli emârâtı
görünen adaleti inkâr etmek HAŞİYE ve şu her yerde gördüğümüz merhameti
inkâr etmek lâzım geldiği gibi; şu kâinatta gördüğümüz icraat-ı hakîmâne ve
ef'âl-i kerîmâne ve ihsânât-ı rahîmânenin sahibini-hâşâ, sümme hâşâ-sefih
bir oyuncu, gaddar bir zalim olduğunu kabul etmek lâzım gelir ki, nihayetsiz
muhal bir inkılâb-ı hakaiktir. Hattâ, herşeyin vücudunu ve kendi nefsinin
vücudunu inkâr eden ahmak Sofestâîler dahi bunun tasavvuruna kolay kolay
yanaşamazlar.

HAŞİYE
Evet, adalet iki şıktır. Biri müsbet, diğeri menfidir

Müsbet ise, hak sahibine hakkını vermektir. Şu kısım adalet, bu


dünyada bedahet derecesinde ihatası vardır. Çünkü, Üçüncü Hakikatte ispat
edildiği gibi, herşeyin istidat lisanıyla ve ihtiyac-ı fıtrî lisanıyla ve ıztırar
lisanıyla Fâtır-ı Zülcelâlden istediği bütün matlubatını ve vücut ve hayatına
lâzım olan bütün hukukunu mahsus mizanlarla, muayyen ölçülerle
İsm-i Adil Risalesi 6 / 25

bilmüşahede veriyor. Demek adaletin şu kısmı, vücut ve hayat derecesinde


kat'î vardır.

İkinci kısım menfidir ki, haksızları terbiye etmektir. Yani,


haksızların hakkını, tazip ve tecziye ile veriyor. Şu şık ise, çendan
tamamıyla şu dünyada tezahür etmiyor. Fakat o hakikatin vücudunu ihsas
edecek bir surette, hadsiz işarat ve emarat vardır. Ezcümle, kavm-i Âd ve
Semûd'dan tut, ta şu zamanın mütemerrid kavimlerine kadar gelen sille-i
tedip ve te'ziyâne-i tâzip, gayet âli bir adaletin hükümran olduğunu hads-i
kat'î ile gösteriyor.

Elhasıl: Şu görünen şuûnat, dünyadaki vüs'atli içtimaat-ı hayatiye ve sür'atli


iftirakat-ı mevtiye ve haşmetli toplanmalar ve çabuk dağılmalar ve azametli
ihtifâlât ve büyük tecelliyat ile ve onların bu âleme ait, bu dünya-yı fânide,
kısa bir zamanda, malûmumuz olan semerât-ı cüz'iyeleri, ehemmiyetsiz ve
muvakkat gayeleri mabeyninde hiç münasebet olmadığından, adeta küçük
bir taşa bir büyük dağ kadar hikmetler, gayeler takmak, bir büyük dağa bir
küçük taş gibi muvakkat bir gaye-i cüz'iye vermeye benzer ki, hiçbir akıl ve
hikmete uygun gelemez.

Demek, şu mevcudat ve şuûnat ile ve dünyaya ait gayeleri ortasında


bu derece nisbetsizlik, kat'iyen şehadet eder ki, bu mevcudatın yüzleri
âlem-i mânâya müteveccihtir; münasip meyveleri orada veriyor. Ve gözleri
Esmâ-i Kudsiyeye dikkat ediyorlar. Gayeleri o âleme bakıyor. Ve özleri
dünya toprağı altında, sünbülleri âlem-i misalde inkişaf ediyor. İnsan,
istidadı nisbetinde burada ekiyor ve ekiliyor, âhirette mahsul alıyor.

Hem sakın zannetme ki, haşri iktiza eden esmâ-i İlâhiye,


bahsettiğimiz gibi yalnız Hakîm, Kerîm, Rahîm, Âdil, Hafîz isimlerine
münhasırdır. Hayır, belki kâinatın tedbirinde tecellî eden bütün esmâ-i
İlâhiye âhireti iktiza eder, belki istilzam eder.

Hem zannetme ki, haşre delâlet eden kâinatın âyât-ı tekviniyesi şu


geçen bahsettiğimize münhasırdır. Hayır, belki ekser mevcudatta sağa sola
açılır perdeler gibi vecih ve keyfiyetleri vardır ki, bir vechi Sânie şehadet
ettiği gibi, diğer vechi de haşre işaret eder. Meselâ, insanın ahsen-i
takvimdeki hüsn-ü masnuiyeti Sânii gösterdiği gibi, o ahsen-i takvimdeki
kabiliyet-i camiasıyla kısa bir zamanda zeval bulması, haşri gösterir. Bazı
kere bir vecihle iki nazarla bakılsa, hem Sânii, hem haşri gösterir. Meselâ,
İsm-i Adil Risalesi 7 / 25

ekser eşyada görünen hikmetin tanzimi, inayetin tezyini, adaletin tevzini ve


rahmetin taltifi, nasıl ki mahiyetlerine bakılsa bir Sâni-i Hakîm, Kerîm,
Âdil, Rahîmin dest-i kudretinden çıktığını gösterirler. Onun gibi, bunların
kuvveti ve hadsizlikleriyle beraber şunların mazharları olan şu fâni
mevcudatın ehemmiyetsiz ve az yaşamasına bakılsa, âhiret görünür.

Demek ki, herşey lisan-ı hal ile "Âmentü billâhi ve bi'l-yevmi'l-


âhir" okuyor ve okutturuyor.(10. Sözden İktibasen)

Dördüncü sual: Madem bu zelzele musibeti hataların neticesi ve keffâretü'z-


zünubdur. Masumların ve hatasızların o musibet içinde yanması nedendir?
Âdaletullah nasıl müsaade eder?

Yine mânevî canipten elcevap: Bu mesele sırr-ı kadere taallûk ettiği için,
Risale-i Kadere havale edip, yalnız burada bu kadar denildi:

Yani, "Bir belâ, bir musibetten çekininiz ki, geldiği vakit yalnız zalimlere
mahsus kalmayıp masumları da yakar."

Şu âyetin sırrı şudur ki: Bu dünya bir meydan-ı tecrübe ve


imtihandır ve dar-ı teklif ve mücahededir. İmtihan ve teklif, iktiza ederler ki,
hakikatler perdeli kalıp, ta müsabaka ve mücahede ile Ebu Bekir'ler âlâ-yı
illiyyîne çıksınlar ve Ebu Cehil'ler esfel-i sâfilîne girsinler. Eğer masumlar
böyle musibetlerde sağlam kalsaydılar, Ebu Cehil'ler, aynen Ebu Bekir'ler
gibi teslim olup, mücahede ile mânevî terakki kapısı kapanacaktı ve sırr-ı
teklif bozulacaktı.

Madem mazlum zalim ile beraber musibete düşmek hikmet-i


İlâhîce lâzım geliyor. Acaba o biçare mazlumların rahmet ve adaletten
hisseleri nedir?

Bu suale karşı, cevaben denildi ki: O musibetteki gazap ve hiddet


içinde, onlara bir rahmet cilvesi var. Çünkü o masumların fâni malları,
onların hakkında sadaka olup bâki bir mal hükmüne geçtiği gibi, fâni
hayatları dahi bir bâki hayatı kazandıracak derecede bir nevi şehadet
İsm-i Adil Risalesi 8 / 25

hükmünde olarak, nisbeten az ve muvakkat bir meşakkat ve azaptan büyük


ve daimî bir kazancı kazandıran bu zelzele, onlar hakkında ayn-ı gazap
içinde bir rahmettir.

Beşinci sual: Âdil ve Rahîm, Kadîr ve Hakîm, neden hususî hatalara hususî
ceza vermeyip koca bir unsuru musallat eder? Bu hal cemâl-i rahmetine ve
şümul-u kudretine nasıl muvafık düşer?

Elcevap: Kadîr-i Zülcelâl herbir unsura çok vazifeler vermiş ve herbir


vazifede çok neticeler verdiriyor. Bir unsurun birtek vazifesinde bir tek
neticesi çirkin ve şer ve musibet olsa da, sair güzel neticeler, bu neticeyi de
güzel hükmüne getirir. Eğer bu tek çirkin netice vücuda gelmemek için,
insana karşı hiddete gelmiş o unsur o vazifeden men edilse, o vakit o güzel
neticeler adedince hayırlar terk edilir; ve lüzumlu bir hayrı yapmamak şer
olması haysiyetiyle, o hayırlar adedince şerler yapılır-ta birtek şer gelmesin
gibi, gayet çirkin ve hilâf-ı hikmet ve hilâf-ı hakikat ve kusurdur. Kudret ve
hikmet ve hakikat, kusurdan münezzehtirler. Madem bir kısım hatalar,
unsurları ve arzı hiddete getirecek derecede bir şümullü isyandır ve çok
mahlûkatın hukukuna bir tahkirli tecavüzdür. Elbette, o cinayetin fevkalâde
çirkinliğini göstermek için, koca bir unsura, küllî vazifesi içinde, "Onları
terbiye et" diye emir verilmesi ayn-ı hikmettir ve adalettir ve mazlumlara
ayn-ı rahmettir.(14.sözden iktibasen)

İKİNCİ MEBHAS

Ehl-i ilme mahsus,HAŞİYE ince bir tetkik-i ilmîdir.

HAŞİYE
Bu İkinci Mebhas, en derin ve en müşkül bir sırr-ı kader meselesidir.
Bütün ulema-i muhakkikînce en ehemmiyetli ve münazaralı bir mesele-i
akaid-i kelâmiyedir. Risale-i Nur tam halletmiş.(26.Sözden İktibasen)

Eğer desen: Kader ile cüz-ü ihtiyarî nasıl tevfik edilebilir?

Elcevap: Yedi vecihle.

BİRİNCİSİ: Elbette kâinatın intizam ve mizan lisanıyla hikmet ve adaletine


şehadet ettiği bir Âdil-i Hakîm, insan için medar-ı sevap ve ikab olacak,
mahiyeti meçhul bir cüz-ü ihtiyarî vermiştir. O Âdil-i Hakîmin pek çok
İsm-i Adil Risalesi 9 / 25

hikmetini bilmediğimiz gibi, şu cüz-ü ihtiyarînin kaderle nasıl tevfik


edildiğini bilmediğimiz, olmamasına delâlet etmez.

İKİNCİSİ: Bizzarure, herkes kendisinde bir ihtiyar hisseder, o ihtiyarın


vücudunu vicdanen bilir. Mevcudatın mahiyetini bilmek ayrıdır, vücudunu
bilmek ayrıdır. Çok şeyler var, vücudu bizce bedihî olduğu halde, mahiyeti
bizce meçhul... İşte, şu cüz-ü ihtiyarî, öyleler sırasına girebilir.

Herşey malûmatımıza münhasır değildir. Adem-i ilmimiz, onun ademine


delâlet etmez.

Hem ekser esmâ-i İlâhiyenin tecelliyâtını hissedip bilmek, zevk


edip tanımak cihâzâtı yine cismaniyettedir. Hem gayet mütenevvi ve nihayet
derecede ayrı ayrı lezzetleri hissedecek istidatlar yine cismaniyettedir.

Madem şu kâinatın Sânii, şu kâinatla bütün hazâin-i rahmetini


tanıttırmak ve bütün tecelliyât-ı esmâsını bildirmek ve bütün envâ-ı
ihsânâtını tattırmak istediğini, kâinatın gidişatından ve insanın
câmiiyetinden, On Birinci Sözde ispat edildiği gibi, kat'î anlaşılıyor. Elbette,
şu seyl-i kâinatın bir havz-ı ekberi ve bu kâinat tezgâhının işlediği
mahsulâtın bir meşher-i âzamı ve şu mezraa-i dünyanın bir mahzen-i ebedîsi
olan dâr-ı saadet, şu kâinata bir derece benzeyecektir. Hem cismanî, hem
ruhanî bütün esâsâtını muhafaza edecektir. Ve o Sâni-i Hakîm ve o Âdil-i
Rahîm, elbette cismanî âletlerin vezâifine ücret olarak ve hidemâtına
mükâfat olarak ve ibâdât-ı mahsusalarına sevap olarak, onlara lâyık lezâizi
verecektir. Yoksa hikmet ve adalet ve rahmetine zıt bir hâlet olur ki, hiçbir
cihetle Onun cemâl-i rahmetine ve kemâl-i adaletine uygun değildir, kabil-i
tevfik olamaz.(28.Sözden İktibasen)

Üçüncü âyet olan gibi âyetlerin işaret


ettikleri kıyas-ı adlînin hülâsası şudur ki:

Âlemde çok görüyoruz ki, zalim, fâcir, gaddar insanlar gayet refah
ve rahatla; ve mazlum ve mütedeyyin adamlar gayet zahmet ve zilletle ömür
geçiriyorlar. Sonra ölüm gelir, ikisini müsavi kılar. Eğer şu müsavat
nihayetsiz ise, bir nihayeti yoksa, zulüm görünür. Halbuki, zulümden
tenezzühü, kâinatın şehadetiyle sabit olan adalet ve hikmet-i İlâhiye, bu
İsm-i Adil Risalesi 10 / 25

zulmü hiçbir cihetle kabul etmediğinden, bilbedâhe, bir mecma-i âhari iktiza
ederler ki, birinci cezasını, ikinci mükâfâtını görsün. Tâ, şu intizamsız,
perişan beşer, istidadına münasip tecziye ve mükâfat görüp, adalet-i
mahzâya medar ve hikmet-i Rabbâniyeye mazhar ve hikmetli mevcudat-ı
âlemin bir büyük kardeşi olabilsin.

Evet, şu dâr-ı dünya, beşerin ruhunda mündemiç olan hadsiz


istidatların sünbüllenmesine müsait değildir. Demek başka âleme
gönderilecektir. Evet, insanın cevheri büyüktür, öyleyse ebede namzettir.
Mahiyeti âliyedir. Öyleyse cinayeti dahi azîmdir, sair mevcudata benzemez.
İntizamı da mühimdir. İntizamsız olamaz, mühmel kalamaz, abes edilmez,
fenâ-yı mutlakla mahkûm olamaz, adem-i sırfa kaçamaz. Ona, Cehennem
ağzını açmış, bekliyor. Cennet ise, âguş-u nazdârânesini açmış, gözlüyor.
Onuncu Sözün Üçüncü Hakikati bu ikinci misalimizi gayet güzel
gösterdiğinden, burada kısa kesiyoruz.

İşte, misal için şu iki âyet-i kerime gibi pek çok berâhin-i lâtife-i
akliyeyi tazammun eden sair ayetleri dahi kıyas eyle, tetebbu et. İşte,
Menâbi-i Aşere ve On Medar, bir hads-i kat'î, bir burhan-ı kat'îyi intaç
ediyorlar. Ve o pek esaslı hads ve o pek kuvvetli burhan, haşir ve kıyamete
dâi ve muktazinin vücuduna kat'iyen delâlet ettikleri gibi, Sâni-i Zülcelâlin
dahi-Onuncu Sözde ispat edildiği üzere-Hakîm, Rahîm, Hafîz, Âdil gibi
ekser Esmâ-i Hüsnâsı, haşir ve kıyametin gelmesini ve saadet-i ebediyenin
vücudunu iktiza ederler ve saadet-i ebediyenin tahakkukuna kat'î delâlet
ederler. Demek haşir ve kıyamete muktazi o derece kuvvetlidir ki, hiçbir şek
ve şüpheye medar olamaz.(29.Söz den İktibasen)

Madem Onuncu ve Yirmi Dokuzuncu Sözler bu hakikati kemâliyle


ispat etmişler. Sözü onlara havale edip, yalnız deriz ki:

Sabık beyanatta kat'î ispat edildiği üzere, nihayetsiz bir ilm-i muhit
ve hadsiz bir irade-i külliye ve nihayetsiz bir kudret-i mutlaka sahibi olan şu
kâinatın Sâni-i Hakîmi ve şu insanların Hâlık-ı Rahîmi, bütün semâvî
kitapları ve fermanlarıyla Cenneti ve saadet-i ebediyeyi nev-i beşerin ehl-i
imanına vaad etmiştir. Madem vaad etmiştir, elbette yapacaktır. Çünkü
vaadinde hulf etmek Ona muhaldir. Çünkü vaadini ifa etmemek, gayet çirkin
bir noksandır. Kâmil-i Mutlak, noksandan münezzeh ve mukaddestir. Vaad
ettiğini yapmamak, ya cehlinden veya aczinden yapamaz. Halbuki, o Kadîr-i
Mutlak ve Alîm-i Külli Şey hakkında cehil ve acz muhal olduğundan, hulf-ü
vaad dahi muhaldir.
İsm-i Adil Risalesi 11 / 25

Hem başta Fahr-i Âlem Aleyhissalâtü Vesselâm olarak bütün


enbiya ve evliya ve asfiya ve ehl-i iman, mütemâdiyen o Rahîm-i Kerîmden,
vaad ettiği saadet-i ebediyeyi rica edip yalvarıyorlar ve niyaz edip istiyorlar.

Hem bütün Esmâ-i Hüsnâ ile beraber istiyorlar. Çünkü, başta


şefkati ve rahmeti, adaleti ve hikmeti ve Rahmân ve Rahîm, Âdil ve Hakîm
isimleri ve rububiyeti ve saltanatı ve Rab ve Allah isimleri gibi ekser Esmâ-i
Hüsnâsı, daire-i âhireti ve saadet-i ebediyeyi iktiza ve istilzam ederler ve
tahakkukuna şehadet ve delâlet ediyorlar. Belki, Onuncu Sözde ispat edildiği
gibi, bütün mevcudat bütün hakaikiyle dâr-ı âhirete işaret
ediyorlar.(Mektubat 20.mektup dan İktibasen)

İşte bu âlemi bu zulümat içinde gördüğüm anda, kalb ve ruh ve


aklımla beraber bütün letâif-i insaniyem, belki bütün zerrât-ı vücudum
feryatla ağlamaya hazırken, birden Cenâb-ı Hakkın Âdil ismi Hakîm
burcunda, Rahmân ismi Kerîm burcunda, Rahîm ismi Gafûr burcunda (yani
mânâsında), Bâis ismi Vâris burcunda, Muhyî ismi Muhsin burcunda, Rab
ismi Mâlik burcunda tulû ettiler. O âlem-i insanî içindeki çok âlemleri tenvir
ettiler, ışıklandırdılar ve nuranî âhiret âleminden pencereler açıp o karanlıklı
insan dünyasına nurlar serptiler.(Mektubat 29.mektub dan iktibasen)

DÖRDÜNCÜ MERTEBE

Celâli yüce olan Allah, herşeyden nihayet derecede büyüktür. Zira O öyle bir
Adl-i Âdil ve Hakem-i Hâkim-i Hakîm-i Ezelîdir ki, şu kâinat şeceresinin
binasını, meşiet ve hikmetinin asılları üzerinde altı günde tesis etmiş; ve onu
kazâ ve kaderinin düsturlarıyla tafsil etmiş; ve âdet ve sünnetinin
kanunlarıyla tanzim etmiş; ve inâyet ve rahmetinin namuslarıyla tezyin
etmiş; ve, masnuatındaki intizamatın, mevcudatındaki tezyinatın, kâinatın
eczasındaki teşabüh, tenasüb, tecavüb, teâvün ve teânukun, ve herşeyde o
şeyin kamet-i kabiliyetine göre kader tarafından şuurlu bir şekilde takdir
edilmiş itkan-ı san'atın şehadetiyle sabit olduğu üzere, esmâ ve sıfâtının
cilveleriyle tenvir etmiştir.

• Kâinatın tanzimâtındaki hikmet-i âmme,


• tezyinâtındaki inâyet-i tâmme,
• taltifâtındaki rahmet-i vâsia,
• terbiyesindeki erzak ve iâşe-i şâmile,
İsm-i Adil Risalesi 12 / 25

• Fâtırının şuûnât-ı zâtiyesine mazhariyetiyle acip bir san'at izhar


eden hayatı,
• tahsinâtındaki mehâsin-i kasdiye,
• mevcudatının zevâliyle beraber onlarda in'ikâs eden tecelliyât-ı
cemâliyenin devam etmesi,
• kâinatın kalbinde, Mâbuduna karşı sadık aşk,
• cezbelerinde zâhir olan incizap,
• kâinattaki bütün kâmillerin, onun Fâtırının vahdetine dair
ittifakları,
• eczâsında fayda ve maslahatları gözeten tasarrufat,
• nebâtâtındaki hakîmâne tedbir,
• hayvânâtındaki kerîmâne terbiye,
• erkânının tagayyürâtındaki mükemmel intizam,
• külliyetinin intizamında gözetilen cesîm gayeler,
• maddeye ve zamana muhtaç olmayarak ve gayet kemaldeki bir
hüsn-ü san'atla def'aten icad edilmesi,
• sınırsız imkânat içinde mütereddit mevcudatına verilen hakîmâne
teşahhusat,
• gayet kesretli ve mütenevvi hâcetlerinin, ellerinin yetişmediği en
küçük matlaplarına kadar, umulmadık tarzda ve hesapsız bir
şekilde, lâyık ve münasip vakitte kaza edilmesi,
• zaafında tecellî eden kuvvet-i mutlaka,
• aczinde tecellî eden kudret-i mutlaka,
• cumudunda tezahür eden hayat; cehline rağmen herşeyi her şe'niyle
ihata eden küllî şuur,
• tagayyürden münezzeh bir tağyir edicinin vücudunu istilzam eden
tagayyüratındaki intizam-ı mükemmel,
• bir merkez etrafındaki mütedahil daireler gibi müttefik tesbihatları,
• istidat lisanıyla, ihtiyac-ı fıtrî lisanıyla ve ıztırar lisanıyla edilen üç
nevi duaların makbuliyeti.
• mevcudatın münacatları ve ibadetleriyle mazhar oldukları şuhudat
ve füyuzatları,
• mukadderatındaki intizam,
• Fâtırını zikretmekle mutmain oluşları,
• mevcudatın mebde ile müntehâlarını birleştiren hayt-ı vuslatın
ibadet oluşu ve ibadet vasıtasıyla kemâlâtlarının zuhur edişi ve
Sâniinin o mevcudu halk etmekteki makasıdının tahakkuk etmesi,
İsm-i Adil Risalesi 13 / 25

• Ve hâkezâ, kâinatın sair şuûnat ve ahval ve keyfiyâtı şehadet eder


ki, bütün bunlar birtek Müdebbir-i Hakîmin tedbirinde ve Ehad-i
Samed olan bir Mürebbî-i Kerîmin terbiyesi altındadır. Ve bunların
hepsi, birtek Seyyidin hizmetinde ve birtek Mutasarrıfın
tasarrufundadırlar. Ve hepsinin de masdarı öyle bir Vâhidin
kudretidir ki, mektubatından herbir mektup üzerinde ve sahâif-i
mevcudatından herbir sayfa üzerinde vahdet hâtemleri kesretle
tezahür etmiştir.

Evet, herbir vâdi ve dağdaki ve herbir sahrâ ve ovadaki herbir çiçek ve


meyve, herbir nebat ve ağaç, belki herbir hayvan ve taş, belki herbir zerre ve
toprak, nakışla eser mâbeyninde bir hâtemdir ve dikkatle nazar edenlere
gösterir ki, o eserin sahibi kim ise, o nâmeyi ihtivâ eden şu mekânın kâtibi
de odur; ve yeryüzünün ve denizaltının kâtibi de odur; ve böyle nâmelerle
dolu semâvat sayfasına şems ve kameri nakşeden de odur. O Nakkaşın celâli
herşeyden nihayet derecede yücedir. Allahu ekber!

Âlem bütün eczâsıyla hep birlikte Lâilâhe İllallah hakikatini terennüm


ederler.(29.Lem’a Tercumeden İktibasen)

ALTINCI MERTEBEHAŞİYE

Onun celâli pek yüce, şânı pek büyüktür. Allah ilim ve kudretiyle
herşeyden büyüktür. Zira O öyle bir Âdil-i Hakîm ve Kadir-i Alîm ve Vâhid-
i Ehad ve Sultan-ı Ezelîdir ki, bütün bu âlemler Onun nizam ve mizanının,
tanzim ve tevzininin, adl ve hikmetinin ve ilim ve kudretinin kabza-i
tasarrufundadır ve, şuhud derecesinde bir hads ile, belki bilmüşahede, Onun
Vâhidiyet ve Ehadiyet sırrına mazhardır. Çünkü mükevvenatta nizam ve
mizan ile tanzim ve tevzin dairesinden hariç hiçbir şey yoktur. Bunlar ise,
İmam-ı Mübin ve Kitab-ı Mübinden iki babdır. Ve şunlar dahi, biri o Alîm-i
Hakîmin ilim ve emrine, diğeri de o Azîz-i Rahîmin kudret ve iradesine iki
ünvandır. Ve şu imam ile beraber şu kitaptaki şu mizanlı nizam, başında
iz'an ve yüzünde gözü bulunan kimse için iki parlak burhandır ki, kâinatta
hiçbir şeyin hiçbir zaman o Rahmân'ın kabza-i tasarrufundan ve o Hannânın
tanziminden ve o Mennânın tezyininden ve o Deyyânın tevzininden hariç
kalmadığını gösterir.

HAŞİYE
Bu Mertebe-i Sâdise sair mertebeler gibi yazılsaydı, pek çok uzun
olacaktı. Çünkü İmam-ı Mübin, Kitab-ı Mübin, kısa ifade ile beyan
İsm-i Adil Risalesi 14 / 25

edilemez. Otuzuncu Sözde bir nebze zikredildiğinden, burada kitabeten kısa


kesip, derste izahat verdik.

Elhasıl: Mevcudatın hilkatinde ism-i Evvel ve Âhirin tecellîsi mebde ile


müntehâya, asıl ile nesle, mazi ile müstakbele,emir ile ilme bakar ve İmam-ı
Mübine işaret eder. Eşyanın hilkati zımnında tecellî eden ism-i Zâhir ve
Bâtın ise, Kitab-ı Mübine işaret ederler.

Zira kâinat büyük bir ağaç gibidir. Kâinatın herbir âlemi dahi bir
ağaca benzer. Binaenaleyh, cüz'î bir ağacı, bütün envâ ve âlemleriyle
beraber kâinatın hilkatine kıyas edebiliriz. İşte şu cüz'î ağacın bir aslı ve
mebdei vardır ki, ağaç o çekirdekten neş'et eder. Ve kezâ, ağacın ölümünden
sonra onun vazifesini idame ettiren bir de nesli vardır ki, o dahi ağacın
semeresindeki çekirdektir.

İşte, mebde ile müntehâ, ism-i Evvel ve Âhirin tecellîsine


mazhardır. Ağacın mebde ve çekirdek-i aslîsi, intizam ve hikmetle, ağacın
teşekkülâtına dair bütün düsturları ihtiva eden bir fihriste ve tarife
hükmündedir. Ağacın nihayetinde bulunan meyvenin çekirdeği ise, ism-i
Âhirin tecellîsine mazhardır. Kemâl-i hikmetle halk edilen meyvedeki
çekirdek, kendisine o ağacın benzerinin teşekkülü için bir fihriste ve tarife
tevdi edilmiş bir sandukça hükmündedir. Onda, kalem-i kaderle, gelecek
ağacın teşekkülâtına dair düsturlar yazılmıştır.

Ağacın dış yüzü ise, ism-i Zâhirin tecellîsine mazhardır. Kemâl-i


intizam ve tezyin ve hikmetle tanzim edilen o ağacın zâhiri, sanki o ağacın
kametine uygun şekilde kemâl-i hikmet ve inayetle biçilmiş muntazam,
müzeyyen ve murassâ bir elbisedir.

O ağacın bâtını ise, ism-i Bâtının tecellîsine mazhardır. İntizam ve


tedbirindeki kemal ile akılları hayrette bırakan ve hayat için lüzumlu
maddeleri muhtelif âzâlara kemâl-i intizamla tevzi eden o ağacın bâtını,
gayet intizam ve ittizanla tanzim edilmiş harika bir makine gibidir.

Nasıl ağacın acip bir tarifesi olan evveli ile harika bir fihristesi olan
âhiri İmam-ı Mübine işaret ediyorsa, pek acip bir san'at eseri olan zâhiri ile
nihayet derecede muntazam bir makine olan bâtını da Kitab-i Mübine işaret
eder.
İsm-i Adil Risalesi 15 / 25

Bunun gibi, insandaki kuvve-i hafızalar dahi Levh-i Mahfuza işaret


eder ve onun vücuduna delil teşkil eder. Yine bunun gibi, herbir ağacın
çekirdek-i aslîsi ve meyveleri İmam-ı Mübine işaret eder, zâhir ve bâtını ise
Kitab-ı Mübini gösterir. İşte bu cüz'î ağaca, mazi ve müstakbeliyle şecere-i
arzı, evveli ve âtisiyle şecere-i kâinatı, ecdadı ve nesliyle şecere-i insanı
kıyas et. Ve hâkezâ...

O şecerenin Hâlıkının şanı pek yücedir ve Ondan başka ibadete lâyık hiçbir
ilâh yoktur.

Ey Kebîr! Sen öyle bir Zât-ı Zülcelâlsin ki, azametini tavsif etmekte akıllar
âciz, ceberûtunun künhüne erişmekte fikirler çaresiz kalır.(29.Lem’a nın
tercumesi İktibasen)

Evet, nasıl ki, Risale-i Nur'un çok cüzlerinde kat'î burhanlarla ispat
edilmiş ki, ism-i Hakem ve ism-i Hakîmin bir cilvesi olan fiil-i tanzim ve
nizam; ve ism-i Adl ve Âdilin bir cilvesi olan fiil-i tevzin ve mizan; ve ism-i
Cemîl ve Kerîmin bir cilvesi olan fiil-i tezyin ve ihsan; ve ism-i Rab ve
Rahîmin bir cilvesi olan fiil-i terbiye ve in'âm, bu daire-i âzam-ı âlemde,
herbiri birtek hakikat ve birtek fiil olduklarından, birtek Zâtın vücub-u
vücudunu ve vahdetini gösteriyorlar. Aynen öyle de, ism-i Kuddûsün bir
mazharı ve bir cilvesi olan fiil-i tanzif ve tathir dahi, o Zât-ı Vâcibü'l-
Vücudun hem güneş gibi mevcudiyetini, hem gündüz gibi vahdâniyetini
gösteriyorlar.

DÖRDÜNCÜ NOKTA : Onuncu Sözde işaret edildiği gibi, bir Sâni-i


Hakîm ve gayet hikmetli bir usta, bir sarayın herbir taşında yüzer hikmeti
hassasiyetle takip etse, sonra o saraya dam yapmayıp, boşu boşuna harap
olmasıyla, takip ettiği hadsiz hikmetleri zayi etmesini hiçbir zîşuur kabul
etmediği ve bir Hakîm-i Mutlak, kemâl-i hikmetinden, bir dirhem kadar bir
çekirdekten yüzer batman faydaları, gayeleri, hikmetleri dikkatle takip ettiği
halde, dağ gibi koca ağaca bir dirhem kadar birtek fayda, birtek küçük gaye,
birtek meyve vermek için o koca ağacın pek çok masarıfını yapmakla, kendi
hikmetine bütün bütün zıt ve muhalif olarak, müsrifâne bir sefahet irtikâp
etmesi hiçbir cihetle imkânı olmadığı gibi; aynen öyle de, bu kâinat
sarayının herbir mevcudatına yüzer hikmet takan ve yüzer vazife ile teçhiz
eden, hattâ herbir ağaca meyveleri adedince hikmetler ve çiçekleri adedince
vazifeler veren bir Sâni-i Hakîm, kıyameti getirmemekle ve haşri
yapmamakla, bütün had ve hesaba gelmeyen hikmetleri ve nihayetsiz
vazifeleri mânâsız, abes, boş, faydasız zayi etmesi, o Kadîr-i Mutlakın
İsm-i Adil Risalesi 16 / 25

kemâl-i kudretine acz-i mutlak verdiği gibi, o Hakîm-i Mutlakın kemâl-i


hikmetine hadsiz abesiyet ve faydasızlığı ve o Rahîm-i Mutlakın cemâl-i
rahmetine nihayetsiz çirkinliği ve o Âdil-i Mutlakın kemâl-i adaletine
nihayetsiz zulmü vermek demektir. Adeta, kâinatta herkese görünen hikmet,
rahmet, adaleti inkâr etmektir. Bu ise en acip bir muhaldir ki, hadsiz bâtıl
şeyler, içinde bulunur.

Ehl-i dalâlet gelsin, baksın: Gideceği ve düşündüğü kendi kabri


gibi, kendi dalâletinde ne derece dehşetli bir zulmet, bir karanlık ve
yılanların, akreplerin yuvası bir kuyu olduğunu görsün. Ve âhirete iman ise,
Cennet gibi güzel ve nuranî bir yol olduğunu bilsin, imana girsin.

DÖRDÜNCÜ ŞUA

Kâinattaki hayretnümâ faaliyet-i daimenin hikmetinin üçüncü


şubesi şudur ki: Herbir merhamet sahibi, başkasını memnun etmekten
mesrur olur. Herbir şefkat sahibi, başkasını mesrur etmekten memnun olur.
Herbir muhabbet sahibi, sevindirmeye lâyık mahlûkları sevindirmekle
sevinir. Herbir âlicenap zat, başkasını mes'ut etmekle lezzet alır. Herbir âdil
zat, ihkak-ı hak etmek ve müstehaklara ceza vermekte hukuk sahiplerini
minnettar etmekle keyiflenir. Hüner sahibi herbir san'atkâr, san'atını teşhir
etmekle ve san'atının tasavvur ettiği tarzda işlemesiyle ve istediği neticeleri
vermesiyle iftihar eder.

Hem meselâ, bir hükümdar-ı âdil, ihkak-ı hak için mazlumların


hakkını zalimlerden almakla ve fakirleri kavîlerin şerrinden muhafaza
etmekle ve herkese müstehak olduğu hakkı vermekle lezzet alması, iftihar
etmesi, memnun olması,hükümdarlığın ve adaletin bir kaide-i esasiyesi
olduğundan, elbette Hâkim-i Hakîm, Adl-i Âdil olan Zât-ı Hayy-ı
Kayyûmun bütün mahlûkatına, hususan zîhayatlara "hukuk-u hayat" tabir
edilen şerâit-i hayatiyeyi vermekle; ve hayatlarını muhafaza için onlara
cihazat ihsan etmekle; ve zayıfları kavîlerin şerrinden rahîmâne himaye
etmekle; ve umum zîhayatlarda, bu dünyada ihkak-ı hak etmek nev'i
tamamen ve haksızlara ceza vermek nev'i ise kısmen sırr-ı adaletin
icrasından olmakla; ve bilhassa Mahkeme-i Kübrâ-yı Haşirde adalet-i
ekberin tecellîsinden hâsıl olan ve tabirinde âciz olduğumuz şuûnât-ı
Rabbâniye ve maânî-i kudsiyedir ki, kâinatta bu faaliyet-i daimeyi iktiza
ediyor. .(30.Lem’a İktibasen)
İsm-i Adil Risalesi 17 / 25

Hem madem biz gözümüzle görüyoruz ki, umum mahlûklarda ve


zemin yüzünde öyle bir hikmet eli işliyor ve öyle bir adalet ölçüleriyle işler
dönüyor ki, akl-ı beşer onun fevkinde düşünemiyor. Meselâ, insanın bin
cihazatına takılan hikmetlerinden yalnız bir küçük çekirdek kadar kuvve-i
hafızasında bütün tarihçe-i hayatını ve ona temas eden hadsiz hadisâtı o
kuvvecikte yazıp, onu bir kütüphane hükmüne getirip ve insanın haşirde
muhakemesi için neşir olacak olan defter-i a'mâlinin bir küçük senedi olarak
her vakit hatırlatmak sırrıyla her insanın eline vererek dimağının cebine
koyan bir ezelî hikmet; ve bütün masnuatta gayet hassas mizanlarla âzâlarını
yerleştiren, mikroptan gergedana, sinekten simurga kuşuna, bir çiçekli
nebattan milyarlar, trilyonlarla çiçekler açan bahar çiçeğine kadar, israfsız
ölçülerle bir tenasüp, bir muvazene, bir intizam ve bir cemal içinde masnuatı
bir hüsn-ü san'at yapan ve her zîhayatın hukuk-u hayatını kemâl-i mizanla
veren, iyiliklere güzel neticeler ve fenalıklara fena neticeler verdiren ve
Âdem zamanından beri tâği ve zâlim kavimlere vurduğu tokatlarla kendini
pek kuvvetli ihsas ettiren bir adalet-i sermediye, elbette ve hiç şüphe
getirmez ki, güneş gündüzsüz olmadığı gibi,o hikmet-i ezeliye, o adalet-i
sermediye âhiretsiz olmazlar ve ölümde en zâlimlerin ve en mazlumların bir
tarzda gitmelerindeki âkıbetsiz bir dehşetli haksızlığa, adaletsizliğe ve
hikmetsizliğe hiçbir vechile müsaade etmezler diye, Hakîm ve Hakem ve
Adl ve Âdil isimleri bizim sualimize kat'î cevap veriyorlar.

Hem madem, gözümüzle gündüz gibi, hem nefsimizde, hem


etrafımızda bir rahmet-i âmme ve bir hikmet-i şâmile ve bir inayet-i daime
müşahede ediyoruz ve dehşetli bir saltanat-ı rububiyet ve dikkatli bir adalet-
i âliye ve izzetli icraat-ı celâliyenin âsârını ve cilvelerini görüyoruz. Hattâ
bir ağacın meyveleri ve çiçekleri sayısınca o ağaca hikmetler takan bir
hikmet ve herbir insanın cihazatı ve hissiyâtı ve kuvveleri adedince
ihsanları, in'âmları ona bağlamış bir rahmet ve Kavm-i Nuh ve Hûd ve Salih
Aleyhimüsselâm ve Kavm-i Âd ve Semûd ve Fir'avun gibi âsi milletlere
tokat vuran ve en küçük bir zîhayatın hakkını muhafaza eden izzetli ve
inayetli bir adalet ve

âyeti,
azametli bir îcâz ile der:
İsm-i Adil Risalesi 18 / 25

Nasıl ki iki kışlada yatan ve duran mutî askerler, bir kumandanın


çağırmasıyla silâh başına ve vazife başına boru sesiyle gelmeleri gibi, aynen
öyle de, bu iki kışlanın misalinde ve emre itaatınde koca semavat ve küre-i
arz Sultan-ı Ezelînin askerlerine iki mutî kışla gibi, ne vakit Hazret-i İsrafil
Aleyhisselâmın borusuyla o kışlalarda ölümle yatanlar çağrılsa, derhal ceset
libaslarını giyip dışarı fırlamalarını ispat edip gösteren, her baharda arz
kışlası içindekiler, melek-i ra'dın borusuyla aynı vaziyeti göstermesiyle
nihayetsiz azameti anlaşılan bir saltanat-ı rububiyet; elbette ve elbette ve
herhalde ve hiç şüphe getirmez ki, Onuncu Sözde ispatına binaen o rahmet
ve hikmet ve inayet ve adalet ve saltanat-ı sermediyenin gayet kat'î
istedikleri dâr-ı âhiret ve daire-i haşir ve neşrin açılmamasıyla o nihayetsiz
cemal-i rahmet nihayetsiz bir çirkin merhametsizliğe inkılâp etmesi ve o
hadsiz kemâl-i hikmet, hadsiz kusurlu abesiyete ve faydasız israfata
dönmesi ve o gayet şirin inayet, gayet acı ihanetlere değişmesi ve o gayet
mizanlı ve hakkaniyetli adalet, gayet şiddetli zulümlere kalb olması ve o
gayet derecede haşmetli ve kuvvetli saltanat-ı sermediye sukut etmesi ve
haşrin gelmemesiyle bütün haşmeti kaybolması ve kemâlât-ı rububiyeti acz
ve kusur ile lekedar olması, hiçbir cihet-i imkânı yok, hiçbir akıl ihtimal
vermez, yüz muhal içinde birden bulunur, dâire-i imkân haricinde bâtıl ve
mümtenidir.

Çünkü nâzenin ve nazdar beslediği ve akıl ve kalb gibi cihazatla


saadet-i ebediyeye ve âhirette beka-i daimîye iştiyak hissini verdiği halde
onu ebedî idam etmek, ne kadar gadirli bir merhametsizlik; ve onun yalnız
dimağına yüzer hikmetler ve faydalar taktığı halde onu dirilmemek üzere
bütün cihazatını ve binler faydaları bulunan istidadâtını âkıbetsiz bir ölümle
faydasız, neticesiz, hikmetsiz bütün bütün israf etmek, ne derece hilâf-ı
hikmet ve binler vaid ve ahidlerini yerine getirmemekle-hâşâ-aczini ve
cehlini göstermek, ne kadar o haşmet-i saltanata ve o kemâl-i rububiyete
zıttır, her zîşuur anlar. Bunlara kıyasen, inayet ve adâleti tatbik eyle...

İşte, Hâlıkımızdan sorduğumuz âhirete dair sualimize Rahmân ve


Hakîm ve Âdil ve Kerîm ve Hâkim isimleri mezkûr hakikatle cevap
veriyorlar; şeksiz, şüphesiz, güneş gibi âhireti ispat ediyorlar.(11.Şua
İktibasen)

İşte, bu insan âlemini bu zulümat içinde gördüğüm anda, kalb ve


ruh ve aklımla beraber bütün letâif-i insaniyem, belki bütün zerrât-ı
vücudum feryatla ağlamaya hazırken, birden Kur'ân'dan gelen Nur ve
kuvvet-i iman o dalâlet gözlüğünü kırdı, kafama bir göz verdi. Gördüm ki,
İsm-i Adil Risalesi 19 / 25

Cenâb-ı Hakkın Âdil ismi Hakîm burcunda, Rahmân ismi Kerîm burcunda,
Rahîm ismi Gafûr burcunda, yani mânâsında, Bâis ismi Vâris burcunda,
Muhyî ismi Muhsin burcunda, Rab ismi Mâlik burcunda birer güneş gibi tulû
ettiler. O karanlıklı ve içinde çok âlemler bulunan insan âleminin umumunu
birden ışıklandırdılar, şenlendirdiler. Cehennemî hâletleri dağıtıp, nuranî
âhiret âleminden pencereler açıp, o perişan insan dünyasına nurlar serptiler.
Zerrât-ı kâinat adedince, "Elhamdü lillâh, eşşükrü lillâh" dedim. Ve
aynelyakîn gördüm ki, imanda mânevî bir cennet ve dalâlette mânevî bir
cehennem bu dünyada da vardır, yakînen bildim.(15.Şu’a İktibasen)

Ve keza, görünüyor ki, herşey lâyık mevkiine vaz ediliyor. Ve her


hak, hak sahibine veriliyor. Ve her ihtiyaç sahibinin hâceti, istediği gibi
yapılır. Ve her sual edenlerin matlupları-bilhassa istidat lisanıyla veya
ihtiyac-ı fıtrî lisanıyla veya ıztırar ve zaruret lisanıyla olsun-
cevaplandırılıyor. Böyle eserleri görünen bir adalete bir mahkeme-i kübrâ
lâzımdır ki, rububiyetin hâkimiyetiyle hukuk-u ibad muhafaza edilsin.
Çünkü, fâni olan şu dünya menzili, o büyük adalet-i hakikiyeye mazhar
olamaz. Öyleyse, o büyük Sultan-ı Âdil için bir Cennet-i bâkiye, bir
cehennem-i dâime lâzımdır.(Mesneviye-i Nuriye Lasiyyemalar İktibasen)

BİRİNCİ LEM'A:

Ey gafil esbabperest insan! Esbab bir perdedir. Çünkü izzet ve


azamet öyle ister. Fakat iş gören, kudret-i Samedaniyedir. Çünkü tevhid ve
celâl öyle ister. Sultan-ı Ezelînin memurları, saltanat-ı rububiyetinin
icraatçıları değildirler, belki dellâlları ve nâzırlarıdırlar. Çünkü, memurlar ve
vesaitler, izzet-i kudretini ve haşmet-i rububiyetini izhar içindirler. Yoksa,
sultan-ı insanî gibi acz ve ihtiyacı için, memurlarını saltanatına şerik etmiş
değildir. Esbab, haksız şekvâlar Âdil-i Mutlaka tevcih edilmemek için vaz
edilmiştir.

Evet, izzet ve azamet ister ki, esbab, perdedar-ı dest-i kudret olsun
aklın nazarında. Tevhid ve celâl ister ki, esbab-ı dâmenkeş, ellerini çeksin
tesir-i hakikîden.(Nurun İlk Kapısı İktibasen)

Endişeli sual: Bu âhirzaman fitnesinde açlık ehemmiyetli bir rol oynayacak.


Onunla ehl-i dalâlet, biçare aç ehl-i imanı, derd-i maişet içinde boğdurup,
hissiyat-ı diniyeyi ya unutturup ya ikinci, üçüncü derecede bırakmaya
çalışacak diye, rivayetlerden anlaşılıyor. Acaba, herşeyde hattâ kahr
İsm-i Adil Risalesi 20 / 25

azâbında ehl-i iman ve mâsumlar için bir veçh-i rahmet ve kader-i İlâhî
cihetinde adalet olduğu, bunda ne tarzda olur? Ve ehl-i iman, hususan
Risale-i Nur talebeleri bu musibete karşı iman ve âhiret hesabına ne cihetle
istifade edip nasıl davranacaklar ve mukavemet edecekler?

Elcevap: Şu musibetin en ehemmiyetli sebebi, küfran-ı nimet ve


şükürsüzlük ve nimet-i ilâhiyenin kıymetini takdir etmemeklikten gelen bir
isyan olduğundan, Âdil-i Hakîm, nimetinin, hususan gıda kısmının, hususan
hayat noktasında en büyük nimet olan ekmeğin hakikî lezzetini ve çok
ehemmiyetli kıymetini ve nimetiyet noktasında fevkalâde derecesini
göstermekle, hakikî şükre sevk etmek hikmetiyle, Ramazan gibi riyazet-i
diniyeye riayet etmeyen şükürsüz insanlara bu musibeti verip, aynı hikmet
için adalet etmiş.

Ehl-i iman, ehl-i hakikat, hususan Risale-i Nur talebelerinin


vazifesi, bu musibetli açlığı, Ramazan riyazet-i diniyesinin tarzındaki açlık
gibi vesile-i iltica ve nedamet ve teslimat yapmaya çalışmaktır. Ve zaruret
bahanesiyle dilenciliğe ve hırsızlığa ve anarşiliğe yol açmasına meydan
vermemektir. Ve aç fakirlere acımayan bir kısım zengin ve bazı ehl-i maaş
dahi Risale-i Nur'u dinleyip, bu mecburî açlık hissiyle açlara merhamete
gelip, zekâtla yardımlarına koşmaktır. Ve nefsini güzel yemeklerle şımartan,
serkeş eden ve hevesat-ı rezile ve tuğyanlara sevk edip sarhoş eden gençler
dahi, Risale-i Nur'un irşadıyla, bu hadiseden merdane istifade ederek,
fuhşiyat ve günahlardan ellerini bir derece çektiği ve nefislerinin zevklerini
ve pisliklere karşı galeyanlarını kırdığı vesilesiyle taate ve hayrata girip, o
hadiseyi kendi aleyhlerinden çıkarıp lehlerinde istimal etmektir.

Ve ehl-i ibadet ve salâhat dahi, ekser insanların aç kaldığı bu


zamanda ve çok karışmış ve haram ve helâl fark edilmeyecek bir tarzda
gelmiş ve şüpheli mal hükmünde ve mânen müşterek olan erzak-ı
umumiyeden helâl olmak için miktar-ı zaruret derecesine kanaat ediyorum-
diye bu mecburî belâya bir riyazet-i şer'iye nazarıyla bakmaktır. Kader-i
İlâhiyeye karşı şekvayla değil, rızayla karşılamaktır.(Kastamonu L.
İktibasen)

Hem de sabittir ki: Ekmel-i küll, Muhammed'dir (aleyhissalâtü


vesselâm). Mucizatı ve ahlâk-ı kâmilesi şehadet ettiği gibi, muhakkikîn-i
nev-i beşer de tasdik ederler. Hattâ a'dâsı da teslim ediyorlar ve etmeye
mecburdurlar.
İsm-i Adil Risalesi 21 / 25

Vakta ki bu böyle, şu şöyle ve o öyledir. Acaba nev-i beşer


şekavetiyle o fünunların şehadetini cerh ve istikra-i tâmmı nakz ve iptal ve
meşiet-i İlâhiyesinin karşısında temerrüd, taannüde muktedir olacak mıdır?
Kellâ, muktedir olmaz ve olamaz. Âdil ve Hakîm-i Mutlakın Rahmân ve
Rahîm ismine kasem ederim: Nev-i beşer, şer ve kubh ve batılı, zahmetsiz,
yani "biselâmeti'l-emr" ile hazmedemeyecektir. Hem de hikmet-i İlâhiye
müsaade etmeyecektir.(Muhakemat dan İktibasen)

İşte, Hakîm-i Mutlak ve Âdil-i Bilhak ve Kahhâr-ı Zülcelâl, değil


yalnız cin ve inste, belki bütün mevcudatta ihkak-ı haktan, yani herşeye
hakk-ı vücudu ve hakk-ı hayatı vermekten ve vücut ve hayatını
mütecavizlerden muhafaza etmekten ve dehşetli mevcutları tecavüzlerden
tevkif ve durdurmaktan, hususan mahşerde ve dâr-ı âhirette cin ve insin
muhakemesinden başka bütün zîhayata karşı tecellî-i kübrâ-yı adl ve
hikmetten gelen maânî-i mukaddeseyi kıyas edebilirsin.(32.Söz den
İktibasen)

Bir nükte-i mühimme ve bir sırr-ı ehem

Şu âyet-i acîbe, insanın câmiiyet-i istidadı cihetiyle mazhar olduğu


bütün kemâlât-ı ilmiye ve terakkiyât-ı fenniye ve havârık-ı sun'iyeyi "tâlim-i
esmâ" ünvanıyla ifade ve tabir etmekte şöyle lâtif bir remz-i ulvî var ki:

Herbir kemâlin, herbir ilmin, herbir terakkiyâtın, herbir fennin bir


hakikat-i âliyesi var ki, o hakikat bir ism-i İlâhîye dayanıyor. Pek çok
perdeleri ve mütenevvi tecelliyâtı ve muhtelif daireleri bulunan o isme
dayanmakla, o fen, o kemâlât, o san'at kemâlini bulur, hakikat olur. Yoksa,
yarım yamalak bir surette, nâkıs bir gölgedir.

Meselâ, hendese bir fendir. Onun hakikati ve nokta-i müntehâsı,


Cenâb-ı Hakkın ism-i Adl ve Mukaddir'ine yetişip, hendese aynasında o
ismin hakîmâne cilvelerini haşmetiyle müşahede etmektir.

Meselâ, tıp bir fendir, hem bir san'attır. Onun da nihayeti ve


hakikati, Hakîm-i Mutlakın Şâfî ismine dayanıp, eczahane-i kübrâsı olan rû-
yi zeminde Rahîmâne cilvelerini edviyelerde görmekle, tıp kemâlâtını bulur,
hakikat olur.
İsm-i Adil Risalesi 22 / 25

Meselâ, hakikat-i mevcudattan bahseden hikmetü'l-eşya, Cenâb-ı


Hakkın (celle celâlühü) ism-i Hakîm'inin tecelliyât-ı kübrâsını müdebbirâne,
mürebbiyâne eşyada, menfaatlerinde ve maslahatlarında görmekle ve o isme
yetişmekle ve ona dayanmakla şu hikmet hikmet olabilir. Yoksa, ya hurafâta
inkılâb eder ve mâlâyâniyât olur veya felsefe-i tabiiye misilli dalâlete yol
açar.

İşte sana üç misal. Sair kemâlât ve fünunu bu üç misale kıyas


et.(20.Sözden İktibasen)

İnsanın mahiyeti ulviye, fıtratı câmia olduğundan, binler envâ-ı


hâcât ile binbir esmâ-i İlâhiyeye, herbir ismin çok mertebelerine fıtraten
muhtaçtır. Muzaaf ihtiyaç, iştiyaktır. Muzaaf iştiyak, muhabbettir. Muzaaf
muhabbet dahi aşktır. Ruhun tekemmülâtına göre, merâtib-i muhabbet,
merâtib-i esmâya göre inkişaf eder. Bütün esmâya muhabbet dahi, çünkü o
esmâ Zât-ı Zülcelâlin ünvanları ve cilveleri olduğundan, muhabbet-i
zâtiyeye döner. Şimdi, yalnız nümune olarak, bin bir esmâdan yalnız Adl ve
Hakem ve Hak ve Rahîm isimlerinin bin bir mertebelerinden bir mertebeyi
beyan edeceğiz. Şöyle ki:

Hikmet ve adl içindeki Rahmânü'r-Rahîm ve Hak ismini âzamî bir


dairede görmek istersen, şu temsile bak: Nasıl ki, bir orduda dört yüz
muhtelif taifeler bulunduğunu farz ediyoruz ki, herbir taife beğendiği
-elbiseleri ayrı, hoşuna gittiği erzakı ayrı, rahatla istimal edeceği silâhları
ayrı ve mizacına deva olacak ilâçları ayrı oldukları halde, bütün o dört yüz
taife, ayrı ayrı, takım bölük tefrik edilmeyerek, belki birbirine karışık olduğu
halde, onları kemâl-i şefkat ve merhametinden ve harikulâde iktidarından ve
mucizâne ilim ve ihatasından ve fevkalâde adalet ve hikmetinden, misilsiz
birtek padişah, onların hiçbirini şaşırmayarak, hiçbirini unutmayarak, bütün
ayrı ayrı onlara lâyık elbise, erzak, ilâç ve silâhlarını, muinsiz olarak, bizzat
kendisi verse, o zat acaba ne kadar muktedir, müşfik, âdil, kerîm bir padişah
olduğunu anlarsın. Çünkü, bir taburda on milletten efrad bulunsa, onları ayrı
ayrı giydirmek ve teçhiz etmek çok müşkül olduğundan, bilmecburiye, ne
cinsten olursa olsun bir tarzda teçhiz edilir.

İşte, öyle de, Cenâb-ı Hakkın adl ve hikmet içindeki ism-i Hak ve
Rahmânü'r-Rahîm'in cilvesini görmek istersen, bahar mevsiminde, zeminin
yüzünde çadırları kurulmuş, muhteşem, dört yüz bin milletten mürekkep
nebâtat ve hayvânat ordusuna bak ki, bütün o milletler, o taifeler birbiri
içinde oldukları halde, herbirinin libası ayrı, erzakı ayrı, silâhı ayrı, tarz-ı
İsm-i Adil Risalesi 23 / 25

hayatı ayrı, talimatı ayrı, terhisatı ayrı oldukları halde ve o hâcatlarını


tedarik edecek iktidarları ve o metâlibi isteyecek dilleri olmadığı halde,
daire-i hikmet ve adl içinde, mizan ve intizam ile Hak ve Rahmân, Rezzak
ve Rahîm, Kerîm ünvanlarını seyret, gör. Nasıl hiçbirini şaşırmayarak,
unutmayarak, iltibas etmeyerek terbiye ve tedbir ve idare eder.

İşte, böyle hayret verici muhit bir intizam ve mizan ile yapılan bir
işe başkalarının parmakları karışabilir mi? Vâhid-i Ehad, Hakîm-i Mutlak,
Kadîr-i Külli Şeyden başka, bu san'ata, bu tedbire, bu rububiyete, bu tedvire
hangi şey elini uzatabilir? Hangi sebep müdahale edebilir?(32.Söz den
İktibasen)

İsm-i Adlin cilve-i âzamından gelen kâinattaki adalet-i tâmme,


umum eşyanın muvazenelerini idare ediyor. Ve beşere de adaleti emrediyor.
Sûre-i Rahmân'da,

âyetindeki, dört mertebe, dört nevi mizana işaret eden, dört defa mizan
zikretmesi, kâinatta mizanın derece-i azametini ve fevkalâde, pek büyük
ehemmiyetini gösteriyor. Evet, hiçbir şeyde israf olmadığı gibi, hiçbir şeyde
de hakikî zulüm ve mizansızlık yoktur.(30.Lem’a dan İltibasen)

İsm-i Âzam herkes için bir olmaz; belki ayrı ayrı oluyor. Meselâ,
İmam-ı Ali Radıyallahu Anhın hakkında Ferd, Hayy, Kayyûm, Hakem, Adl,
Kuddûs, altı isimdir. Ve İmam-ı Âzamın İsm-i Âzamı Hakem, Adl, iki
isimdir. Ve Gavs-ı Âzamın İsm-i Âzamı yâ Hayydır. Ve İmam-ı Rabbânînin
İsm-i Âzamı Kayyûm, ve hâkezâ, pek çok zatlar daha başka isimleri İsm-i
Âzam görmüşlerdir. (30.Lem’a dan İltibasen)

Ve lillâhi'l-meselü'l-a'lâ, Sâni-i Zülcelâl, Hâkim-i Hakîm, Adl-i


Hakem gibi bin bir esmâ-i kudsiye ile müsemmâ Fâtır-ı Bîmisal, şu âlem-i
ekber olan kâinat sarayının ve hilkat şeceresinin icadını irade etti. Altı
günde, o sarayın, o şecerenin esâsâtını desâtir-i hikmet ve kavânin-i ilm-i
İsm-i Adil Risalesi 24 / 25

ezelîsi ile vaz etti. Sonra ulvî ve süflî tabakata ve dallara ayırıp, kaza ve
kader desâtiriyle tafsil ve tasvir etti. Sonra, her mahlûkatın her taifesini ve
her tabakasını, sun' ve inâyet düsturuyla tanzim etti. Sonra, herşeyi herbir
âlemi, ona lâyık bir tarzda, meselâ semâyı yıldızlarla, zemini çiçeklerle
tezyin ettiği gibi, süslendirip tezyin etti. Sonra, o kavânin-i külliye ve
desâtir-i umumiye meydanlarında esmâlarını tecellî ettirip tenvir etti. Sonra,
bu kanun-u küllînin tazyikinden feryad eden fertlere, Rahmânü'r-Rahîm
isimlerini hususî bir surette imdada yetiştirdi. Demek, o küllî ve umumî
desâtiri içinde hususî ihsânâtı, hususî imdatları, hususî cilveleri var ki,
herşey, her vakit, her hâceti için Ondan istimdat eder, Ona bakabilir.(33.Söz
den İltibasen)

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Evvelâ: Seksen küsur sene bir ömr-ü mânevîyi sizlere kazandıracak


olan şuhur-u selâse-i mübarekeyi ve bilhassa bu geceki leyle-i Regaibi tebrik
ediyoruz. Sizin beraatiniz ve mânen galebeniz zâlimleri şaşırttı. Cepheyi
burada değiştirdiler. Düşmanâne taarruzdan vazgeçip, dostâne hulûl edip,
has talebeleri Risale-i Nur'un hizmetinden geri bırakmak için memuriyet
gibi bir meşgale buluyorlar, veya terfian işi çok diğer bir memuriyete veya
diğer bir meşgaleyi buluyorlar. Burada, o neviden çok vakıalar var. Bu
taarruz, bir cihette daha zararlı görünüyor.

Saniyen: Burada, Lise mektebine tesirli bir nur girdi. O da Otuz


İkinci Söz'ün Birinci Mevkıfı, Otuzuncu Lem'a'nın ism-i Adl ve Hakem
Nükteleri, Tabiat Lem'ası hâtimesine kadar, Âyetü'l-Kübrâ'nın, "Evet, bu
dünya memleketine ve misafirhanesine giren herbir misafir..." diye başlayan
Birinci Makamın başından ilham, vahiy mertebeleri hariç kalıp, tâ On
Sekizinci Mertebe olan kâinatın hudus hakikatı, tâ imkâna kadar, yeni
hurufla, bir ihtar-ı mânevîyle izin verdik. Daktilo (el makinası) ile
kendilerine yazdılar. Siz de bu dört parçayı birden cilt yapıp yeni hurufla
ehl-i inkâra on ikilik top güllesi gibi atabilirsiniz.

Ben, bu sene çok zayıf ve ihtiyar ve âciz bir halde bulunduğumdan,


genç kardeşlerimden mânevî muavenetlerini bu mübarek şuhur-u selâsede
rica ediyorum. Herbirisine birer birer selâm ve dâreynde selâmetlerine dua
ediyoruz.(Kastomonu L.dan İltibasen)

Said Nursî(R.H)
İsm-i Adil Risalesi 25 / 25

You might also like