You are on page 1of 198

ŞEKiL
v • •

DEGIŞTIRME
Küresel ve Bireysel Dönüşüm için Teknikler

John Perkins

Türkçesi: Özcan Bayrak

9Kuraldışı
© KURALDIŞI YAYINCILIK

John Perkins
Şekil Değiştirme
Shapeshifting
Türkçesi: Özcan Bayrak

Yayın Yönetmeni: Nil Gün

ISBN 978-975-275-142-2
Ekim 2009, İstanbul

Akçalı Telif Hakları Ajansı aracılığıyla


© 1997, John Perkins
Yayıncının yazılı izni olmadan herhangi bir alıntı yapılamaz

Yayın Koordinatörü: Gülşen Ülker


Kapak Tasarımı ve Sayfa Düzeni: Ebru Öner

Kitap Matbaası 'nda basılmıştır

Kuraldışı Yayıncılık
Fener Kalamış Cad. No: 93n 34726 Kadıköy-İstanbul
Tel: 0216 449 98 05 0216 348 00 69
pbx Faks:
yayin@kuraldisi.com www .kuraldisi.com

Dağıtım
Alemdar Mah. Çatal Çeşme Sok.
No:JO Kaı:2 Fırat Han Cağaloğlu-İstanbul
Tel: 0212 513 81 57 Faks: 0212 51l62 52
İnternet Satış: www.kuraldisi.net
İÇİNDEKİLER

Giriş .................... .................................................... . . ........... . . . . . . . 9

1 . KISIM
YUKARIDAN BAKIŞ

1 Mayaların Bakışı . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .......... . . . . . . . . . .. . . . . . . . . . . . . . 1 5


2 Amazon'da B ir Şirket Yöneticis i . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .. . . . . . .... 21
3 Enerjinin Maddesi . . . . . . . . . . .................................... . .
.. ............ 29
4 Bedevi Çölü ve Kumların Verdiği Ders ............ . ...... . . . . 39
. .. .. .

5 Kurumsal ve Bireysel Şekil Değiştirme ............................ .4 8


6 Bugimanlarla Şekil Değiştirme .......................................... 58
7 Esrimenin Doğası v e Hayallere Karşı Fanteziler . ........ ...... 65
8 Bir Kelle Avcısından ve Andlı B ir Şifacıdan
Alınan Dersler . . . . . . . . ........................................... ......... . . . . . . . . 76
9 Kamu Hizmetleri Endüstrisini Dönüştürmek . . . . . . . . . . . . ......... 86
10 Geçiş ............................. .............. ................ . .. ............ . ...... 96
2. KISIM
İÇERİDEN BAKIŞ

1 1 Bir Amazon Şamanı Kayboluyor.. . . ... . .


............... ............. 1 09
12 "Öteki" Olmak ...................... .. ............. . . . . . . . . . . .................. 1 17
1 3 Ölümcül Bir Virüsü Dönüştürmek ....... ........................ . 1 37
...

14 Enerji Küreleri ..................... ... . . .


........ ....... ........... ........ . . . 145
.

15 Yerli Büyükleri Konuşuyor ............... . .......................... . 158


...

1 6 Zaman ve Mekanda Şekil Değiştirme ............................. . 1 70

Sonsöz . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .............................................................. 181


Teşekkür ...... . . . . . . . .......... . . . . . . . . . . . . . . .......................... . . . . . . . . . . . . ..... . 1 93
Hayal Değişimi Koalisyonu Hakkında Not . . . . ...... . ..... . . . .. . . . . . . 1 95
Muazzam bir güç hissettim. İnsanın savaştan usanmasına,
teslim olmak istemesine neden olan bir güç illüzyonu değil­
di artık bu. Astrain tekrar fısıldadı bana... Dünyayla karşı
karşıya kaldığımda daima bana karşı kullanılanlarla aynı
silahları kullanmam gerektiğini söyledi. B ir köpekle ancak
köpeğe dönüşerek yüzleşebileceğimi.
Paulo Coelho
Hac
·İnsan kurallara sığmaz!
Son kırk beş gününde, en büyük coşkunun
birliğimizi hissetmeyle ilgili bir şey olduğunu bize öğreten ve
tüm acrlarına rağmen bana hu kitabın hazırlanmasında
rehberlik eden anneme ...
İnsan kurallara sığmaz!
GiRiŞ

ÜÇÜNCÜ KİTABIMIN YAYINLANMASINDAN kısa bir süre sonra Mia­


mi'deki 1 995 Uluslararası Kadınlar Konferansı ' nda konuşmam
istendi. Davet edilen beş yazardan dördü erkekti. Benim konu
başlığım, yerli kadın şamanların dünyanın geleceğine olan muh­
temel etkileriydi . Uluslararası Kadınlar Konferansı 'ndaki beş
konuşmacının dördünün erkek olmasında bir dengesizlik var gi­
biydi. Kürsüdeki zamanımın bir kısmını bir kadına vermeye ka­
rar verdim.
Henüz on iki yaşında olmasına rağmen kızım Jessica'nın bu
zamanı gayet iyi kullanacağına inanıyordum. Yerlileri ilk kez sekiz
aylıkken ziyaret etmişti. Nakış işlemeli eteklerini kuşaklarına sı­
kıştırıp dizlerine kadar girdikleri gölde elbise yıkayan bir grup Ma­
ya kadını Jessica'yı elden ele gezdirirken, henüz bir yaşını
doldurmamış bir bebeğin nasıl bu kadar büyük olabildiğine hayret
etmişlerdi. Şaşkınlıklarını izleyişimizi karım Winifred hala anlatır.
Jessica daha sonra And dağlarında Quechua şamanlarıyla eğitim
yaptı, Guatemala'nın dağlık arazilerinde bir ateş seremonisinde ini­
siye edildi ve Amazon'un derinliklerinde yaşayan bir kelle avcıla­
rı klanını ziyaret eden ilk yabancı grubun üyelerinden biriydi.
"Söylemek istediğim üç şey var" dedi Jessica Miami'deki din­
leyicilerine. "Birincisi, dünyamızı yıkımın eşiğine getirecek dere­
cede bir kirlenmenin neticesinde benim kuşağımın tarihteki diğer
tüm insanlardan daha ağır bir yükün altına girdiğini hissediyorum.
İkincisi, bu durumu değiştirmek için geri dönüşüm ve diğer geçici
9
çevresel önemlerden çok daha fazlası gerekiyor. Ve üçüncü olarak
da, biz kadınların bunda büyük bir rol oynaması gerekiyor. Biz bes­
leyenleriz. Her şeyin ötesinde, dünyayı onurlandınnak ve hep bir­
likte sürdürülebilir yaşam biçimlerine yönelmek için kendimizi
dönüştünnemiz gerekiyor."
Tüm dinleyiciler gibi ben de çok etkilenmiştim. Fakat diğer­
lerinden farklı olarak ben, Jessica 'nın samimi bakış açısının ve
tutkulu isteğinin kaynağının, onun genç hayatını çok etkilemiş
olan "şekil değiştiriciler" olduğunu biliyordum.
Biz insanlar tarih boyunca hem bireysel hem de kitlesel olarak
şekil değiştinneyi, kendimizi dönüştünnenin en etkili yollarından
biri olarak gördük. Bir Lakota Sioux savaşçısı, daha iyi bir avcı ola­
bilmek, ailesine yiyecek, giysi, yakacak ve yay kirişi sağlayan hay­
vanın ruhunu onurlandırmak için bufalo şekline girerdi. Büyük
kabileler algılarını ve yaşam biçimlerini köklü bir şekilde değişti­
rerek kendilerini buzullara, sellere ve diğer çevresel değişikliklere
uyarlamışlardır.
Modern kültürler bunları bırakıp insanın çevresini kontrol ede­
bileceği düşüncesini benimsemiştir. Avın yerini sanayileşmiş çift­
likler, mezbahalar ve entegre et tesisleri almıştır. Taşan nehre göre
kendimizi ayarlamaya çalışmak yerine su setleri kuruyoruz. Hem
bireyler hem de topluluklar, genellikle "çevre" veya "doğa" dedi­
ğimiz şeyden ayrıymış gibi yaşıyor.
Ama şimdi, yeni bir milenyumun başında türlü krizlerle kar­
şılaşıyoruz. Kirlenmiş hava ve suyumuzun, fakirlikle mücadele­
deki yetersizliğimizin, şiddete, intihara, uyuşturuculara ve diğer
yıkıcı davranışlara artan eğilimimizin acı bir şekilde farkında ola­
rak, şimdi bizi neyin beklediğini merak ediyoruz ...
Ama durun! Geçmiş için yas tutup gelecek için endişelenme
zamanı değil. Son yıllarda artan farkındalıkların ve geliştirilen
teknolojilerin sunduğu tüm olağanüstü olasılıklara kapılarımızı
açma zamanı. İyimserlik zamanı.
Tarihte fiziğin mucizelerini kullanan, merkezi ısıtmalı ve hava­
landırmalı evlerde yaşayan, Ay 'a seyahat eden ve televizyondan
her şeyi izleyen ilk insanlarız. Neye sahip olduğumuzu ve neyin
eksik olduğunu biliyoruz. Doğrudan deneyimlerimize dayalı ola-
10
rak, gelişimin getirdikleri ve götürdükleriyle ilgili bilinçli tercihler
yapabilecek ilk insanlarız. Ekonomik genişlemenin meyvelerinin
buna her zaman değmediğini öğrendik. Daha önce bu gezegenin
hiçbir vatandaşı, elektrik (ve sera gazı) üreten santrallerin, bizleri
birleştiren (ve bir zamanlar kutsal olan toprağımızı yok eden) oto­
yolların, süpermarket ve alışveriş merkezlerinin raflarında inanıl­
maz bir çeşitlilik sağlayan (ve nehirlerimizi ve bedenlerimizi
zehirleyen) kimyasalların faydalarını (ve maliyetlerini) değerlen­
direbilecek bir konumda olmamıştı.
Bizim için bu günler umut ve iyimserlik zamanı çünkü kendimiz
ve evimizle ilişkimiz hakkında çok şey öğrendik. Neil Arms­
trong'un Ay'daki ayak izi "insanlık için büyük bir adım"ın sembo­
lü olabilir ama oraya ulaşmamız binlerce yıl aldı ve bu süreçte
evrenin efendileri olmadığımızı anladık. O ayak izi unutulmaz bir
sembol olmakla birlikte, asıl adım ruhumuzun derinliklerinde atıl­
dı. O adımı attığımızda kendimizi değiştirmemiz için de bize ola­
ğanüstü fırsat sunan yeni bir boyuta girdik.

Bu kitap tüm biçimleriyle değişim -şekil değiştirme- üzerinedir.


l . Kısım' da farklı şekil değiştirme türlerini, her birini gerçek­
leştirmenin tekniklerini ve bu değişimlerin nasıl meydana geldi­
ğiyle ilgili teorileri öğreneceksiniz. Hepimizin hücresel bir
seviyede şekil değiştirme, kendimizi jaguarlara, çalılara veya
ilişkide bulunduğumuz başka bir forma dönüştürme yeteneğimi­
zin olduğunu keşfedeceksiniz. Aynca hepimiz varlığımızın en çok
saygı gösterdiğimiz ve ön plana çıkarmak istediğimiz haline doğ­
ru ilerleyebilir, böylece davranışlarımızda, algılarımızda, refahı­
mızda, sağlığımızda, görünüşümüzde ve kişisel ilişkilerimizde
köklü değişimler gerçekleştirebiliriz.
2. Kısım, benimle birlikte Amazon yağmur ormanlarında se­
yahat eden grupların başından geçen önemli olaylan, 1 . Kısım'da
anlatılan çeşitli şekil değiştirme türlerinin her birini kapsayan de­
neyimleri anlatmaktadır. Köklü bedensel ve zihinsel değişimler
geçiren ABD' li saygın tıp doktorları ve bilimcilerle tanışacaksı­
nız. Ve Jessica'nın Miami konuşmasında ifade ettiği türde derin
bir dönüşüm meydana getiren bir kurumu tanıyacaksınız.
11
1 . ve 2. Kısım' da, şekil değiştirici haline gelmenizi sağlayacak
teknikleri göreceksiniz; tek yapmanız gereken Viejo Itza ve di­
ğer şekil değiştiricilerin önerilerine kulak vermek.
Bu kitapta bir dizi hikaye anlatılmaktadır ve hepsi gerçektir.
Benim için hikaye anlatıcılığı yazmanın en kolay yoludur. Ve hi­
kaye anlatımı, şekil değiştirici geleneğinin bir parçasıdır.

12
1. KISIM

YUKARIDAN
BAKIŞ
İnsan kurallara sığmaz!
1 . B ÖLÜM

MAYALARIN BAKIŞI

BüYÜK TAŞ PİRAMİT tıpkı bir volkanın sabah göğünde yükselme­


si gibi orman örtüsünden yukarı tırmanıyordu. Çok uzun bir süre
varlığını koruyacak şekilde yapılmış bir anıt olarak, onu yok et­
mek için Meksika Körfezi 'nden kasırgalar gönderen tanrılara,
yüzyıllardır ondan bir şeyler koparan, tüm yeşim taşlarını, altın­
larını çalıp sadece kayaları bırakan hırsızlara, yüksek duvarların­
da ve tepesindeki oyma figürde kök salan bitkilere yenilmemişti.
Piramit manzaranın doğal bir parçası, ormanın akrabası gibiy­
di ama insanlar tarafından planlanmış, her taşı insan elleri tarafın­
dan yerleştirilmişti. Daha önce tamamen bakir bir orman
durumunda olan Yukatan'ı bereketli tanın arazileriyle, muhteşem
şehirlerle ve mimari başyapıtlarla dolu bir bölgeye dönüştüren bir
sihirbazlar medeniyetinin yaratımıydı .
Mayalar bataklıkları kuruttular. Bataklıklarda bir zamanlar
timsahların hüküm sürdüğü yerlerde insan kültürünün yayılması­
nı sağlayan devasa ada platformlar inşa ettiler. B ugün bizim kul­
lanmakta olduğumuzdan daha doğru olan bir takvim geliştirdiler,
kendi yazı dillerini yarattılar, Akropolis 'te bulunabilecek benzer­
leri kadar zarif tapınaklar, güzellik ve görkemde Mısır'ın en iyi­
lerini aratmayacak piramitler inşa ettiler.
15
Bu sihirbazlar daha sonra arkeologları, filozofları, antropolog­
ları ve şairleri daima şaşkınlığa sürüklemiş olan en gizemli şeyi
yaptılar.
Bu inanılmaz bir dönüşüm başarısıydı. Sihirli değneğini salla­
yarak annesinin rahmindeki yuvaya dönen yaşlı bir büyücü gibi,
bu kültür, bataklıklardan yükselmek için çağlar boyunca uğraşan
bu insan medeniyeti, kendini atalarının zamanına geri götürmüş­
tür. Mayalar şehirlerinden ayrılmış, anıtsal piramitlerini, muhte­
şem resimlerle dolu kitaplarını, sofistike takvimlerini ve mimari
sırlarını cangılın insafına terk edip ormanlarına dönmüşlerdir.

"İnsanlar bu dünya üzerinde ne kadar zamandır yürüyor?" diye


sordu Viejo Itza bana. Arkamızdaki ağaçların karanlık duvarı ile
önümüzdeki piramidin gölgesi arasında bir köprü kuran güneşlik
alanda, tanrıların, insanların ve zamanın testlerinden geçmiş bu
büyük taş anıtın zirvesindeki sabah ışığındaydı gözlerimiz.
Viejo İspanyolca'da "yaşlı" anlamına geliyor. Itza ise Mayaca
bir isim. İlk kez yirmi yıl önce hayatıma giren rehberimin adıydı
bu. Şimdi farkına varıyorum da ilk tanıştığımızda o kadar yaşlı
değildi ve ona takılan ad aslında bir şifacı-filozof, öğretmen ve
Şaman 'a verilen bir saygı unvanıydı. Belki aynı zamanda Maya
mizahını yansıtıyordu; Viejo yürüyebilmek için eğri büğrü bir
bastondan yardım alıyordu.
Yıllar içinde görünüşü fazla değişmemişti. Ağarma işaretleri
veren saçları halil arkadan küçük bir atkuyruğuyla bağlıydı. Çiko­
lata gözlerinin yanlarındaki tebessüm çizgileri hariç, yüzünde hiç
kırışıklık yoktu. Gözlerinin hep hayat tutkusuyla parladığını çok
iyi hatırlıyorum; sevgiye, hikaye anlatımına, hayvanlara, orman­
lara ve insanlara duyulan bir tutku. Aynı sandaletleri giyiyordu
veya en azından stili aynıydı. Tıpkı yerel bir bitkinin beyazımsı
liflerinden yapılmış, ona bol gelen pantolonu ve gömleği gibi.
Omzundan sarkan örme çantayı o yirmi yıl boyunca taşımış oldu­
ğuna yemin edebilirdim.
Sorusunu düşünmem gerekiyordu. Yanıtı okumuş olduğumu
biliyordum ama iş sayılara geldiğinde unutkanlaşma gibi kötü bir
özelliğim var. Boğumlu bastonunun ucunu önümüze çıkan bir
yaprağa sürdü. "Bir milyon yıl mı?" diye tahminimi söyledim.
16
"Fena değil" diyerek gülümsedi, kolları ve bastonu yukarı ve
ileriyi gösterene kadar doğruldu. Bulunduğum yerden bakınca,
kolları piramidi içine alıyordu. Birkaç adım atarak piramidin göl­
gesine geçti, ben de onu izledim. Gölgenin serinliğine şükran du­
yuyordum. "Aslında rakamların bir önemi yok" diye devam etti.
"Pek çok felaket atlattık. Efsanelere göre biz insanlar beşinci ya­
ratımdayız, daha önce dört yıkım gördük." Durdu. Hava durgun­
du, sanki doğa da dinlemek için durmuştu. "Her defasında bizi
çukurdan çıkaran, senin ' kahin' olarak da düşünebileceğin şekil
değiştiriciydi."
Viejo Itza basamağın dibine kadar yürüdü ve tırmanmaya baş­
ladı. Bacağıyla ilgili hikayeyi hatırladım.
Gençliğinde arkeolojik bir araştırmada bir kazıcı ekiple birlik­
te çalışmak üzere işe alınmış. Bir akşam bir iş arkadaşının piramit­
lerden birinin tepesine kadar yarışma teklifini kabul etmiş.
Çılgınca koşarlarken kayıp düşmüş. Onu bulduklarında öldüğünü
düşünmüşler. Mayalı bir şifacı onu hayata döndürmüş. O olaydan
sonra Viejo Itza artık farklı biri haline gelmiş. Okumayı öğrenmiş,
o şifacının çırağı olmuş ve ruhlarla sohbet etmeye başlamışlar.
Ona "bilge kişi" anlamında "Sabio" diye hitap etmişler ama adı­
nın önüne Viejo'yu koymuşlar.
Güvenilmez kayalar üzerinde tırmanarak onu izliyordum. Bazıla­
rı bıçak gibi sivri ve keskindi, bazıları ise dokunur dokunmaz parça­

lanıp dökülüyordu. Piramidin beni kendinden uzak tutmak için


bunları bilinçli olarak yaptığını düşünüyordum. Başta bu fikri gü­
lünç, basit bir paranoya olarak gördüm. Ama daha önce kolaylıkla
çıktığım zamanlan hatırlayınca merak etmeye başladım. Bir şey fark­
lıydı. Bazen yeni seviyelere ulaşabilmemiz için kaderimizin önümü­
ze çıkardığı zorluklara dayanmamız gerektiğini düşünerek kendimi
teselli etmeye çalıştım. Viejo ltza'nın düşüşü onun hayatını dönüştür­
memiş miydi? Bu beni ürpertti ve o katmanlı duvarları daha dikkat­
li bir şekilde tırmanabilmek için kendimi yavaşlamaya zorladım.
Bir kuş-insan gibi olan bu adama yetişmeye çalışmaktan vaz­
geçtim. Yaşına ve yaralı bacağına rağmen zahmetsizce tırmanı­
yordu. Bir ara onu incelemek için durdum. Yılan gibi sürünüyordu
sanki ve tüm vücudu kayayla birleşmişti. Bu eski piramitte evin-
17
"Burada otur" dedi yanımdaki düz çıkıntıya elini koyarak.
"Yaklaştık sayılır. Biraz dinlenelim."
Oturdum. Gözlerimi onun, kayanın ve bana nerede olduğumu
hatırlatmayacak şeylerin üzerinde tutmaya dikkat ediyordum.
"Tekniğin harika" dedim.
Kendi kendine güldü. "Teknik hiçbir şey" dedi yavaşça. "İşin
sırrı ruh. Ne zaman bir şey varlığımızı tehdit etse kahinin insan­
lanmızı kurtardığından bahsetmiştim az önce, hatırlıyor musun?"
"Şekil değiştirici. Hatırlıyorum."
"Bu piramit mükemmel bir sembol." Etrafına baktı beni de ay­
nı şeyi yapmaya davet ederek. Baktım ama yalnızca yakındaki
şeylere odaklandım. "Atalarım kendi kendini yok eden bir mede­
niyet yaratmıştı. Muhteşem piramitler. Muhteşem sanat eserleri.
Hayatı hiç olmadığı kadar uzatan ilaçlar. Zavallı arazinin kapasi­
tesi zorlandı. Nüfus kendi kendini sona getirmek üzereydi. Tüm
o zenginliğin insanlann ruhuna yaptıklanndan bahsetmiyorum bi­
le. Maddi her şeyleri vardı ama dünyanın kendisiyle bağlantıları­
nı yitirmişlerdi; Ruhla. Bilgeler bunu gördü. İnsanlara daha tatmin
edici ve derin bir yaşama yönelmeyi öğrettiler."
Ayağa kalktı, bastonunun ucunu taşa bastırarak etrafımda bir
daire çizdi. "Tırmanmaya devam ederken ruhunun piramidin ru­
huyla birleştiğini hisset."
Sonra gitti. Kelimeleri bilincime sızarken bir an yalnız kaldım.
Ayağa kalkarken yukarıdan tekrar sesi geldi. Şahinle ilgili bir şey
söylüyordu. Göğe baktım. Mavi bir deniz gibiydi, bulutlar gözden
kaybolmuştu. Bir kuş aradım ama herhangi bir yerde herhangi bir
hareket yoktu.
"Şahin ol" kelimelerini duydum. Azmimi arttırarak gözlerimi
sonsuzluk gibi görünen göğün muhteşem enginliğinde tutmaya
zorladım. B ir ayağımı kaldırıp bir yere dayadım. Kayanın sağ­
lamlığını hissettim. Aynı şeyi diğer ayağımla da yaptım. Kolları­
mı göğe kaldırdım. Önümdeki kaya tabakasına baktım. "Bir
kerede bir adım" dedim kendi kendime. Şahini düşündüm. Dün­
yanın üzerinde uçarken piramide, ona tırmanan iki adama baktı­
ğımı hayal ettim. Başımdaki güneş ışınını hissettim. Hedefime
yakın olduğumu biliyordum.
19
Sonunda tepeye ulaştığımda terden sırılsıklamdım. Kendimi son
çıkıntıdan yukarı çekip zirvedeki dar tabakanın üzerine serildim.
Güneş henüz yükselmemişti ama sıcaklığı yoğun bir şekilde hisse­
diliyordu. Gözlerimi kıstım ve direnip durduğum şeyi yapmalarına
izin verdim; aşağı bakmak. Çok aşağıda, geniş yeşil cangıl bir pa­
pağanın kanatları gibi yayılıyordu. Görüntü dönmeye başladı. Göz­
lerimi tekrar Viejo Itza'nın taştan bir jaguar heykeli üzerine tünediği
yere çevirene kadar fena şekilde başım dönmüştü.
"Atalarımızın zamanındaki görünümünü koruyor" dedi gü­
lümseyerek. Viejo'da tek bir damla ter yoktu.
Onun ayaklarının olduğu yere doğru kaydım ve vücudumu bir
gölge şeridine sıkıştırarak oyma heykele yaslandım. Viejo'nun
ellerinin omuzlarıma dokunduğunu hissettim. Elleri sırtıma doğ­
ru kaydı. Kaslarıma masaj yapan parmakları genç bir savaşçının­
kiler gibi güçlüydü.
"Ama dünya o zamankiyle aynı değil." Ufukta güneşin altın­
daki bir noktayı işaret etti. "Şehir. Binlerce insan. Arabalar ve
fabrikalar. Zehirli hava." Parmağı, dünyanın sının gibi görünen
ince yeşil çizgi üzerinde hareket etti. "Ve orada, zehirli nehir. Bir
felaket zamanına girdik. Diğer dört zamanda olduğu gibi türümüz
tekrar yok olma tehlikesiyle karşı karşıya."
Aklıma başka bir cangıl, başka bir adam, yıllar önce hayatımı
değiştiren bir an geldi.
"Eğer hayatta kalmaya devam etmek istiyorsak bizi çukurdan
çıkarabilecek olanları dinlememiz gerekiyor."
"Şekil değiştiriciler" demişti yıllar önce cangılda hiç bekle­
mediğim bir şekilde karşılaştığım o adam. İlk kez duyduğumda
bir şirket yöneticisinin ve dünyevi bir adamın ağzından çıkan bu
kelime beni şok etmişti.

20
2 . B ÖLÜM

AMAZON'DA BİR ŞİRKET


YÖNETİCİSİ

KNUT THORSEN' le ilk kez 1 968 'de Amazon cangılında karşılaş­


tım. O sırada ikimizin de orada olması şaşırtıcı bir tesadüf gibi
görünüyordu. Yemyeşil yağmur ormanı içinde olmasına rağmen
Sucua'da çamurun yavan kahverengiliği hakimdi.
Sucua 'nın iki meşhur caddesi vardı ve ikisi de Katolik kilisesi­
ne çıkıyordu. Bu caddeler evlerle ve sabun, şeker ve şişeli içecek­
ler satan tiendalarla çevriliydi. Elle yontulmuş dikey levhalardan
yapılma tiendalar boyasızdı. Üzerlerinde yalnızca benek benek yo­
sunlar ve her yerde rastlanan kahverengi çamur vardı. Caddelerin
kenarlannda ayak sürüyerek yürüyen insanlar mestizolardı; Kuzey
Amerika keşif efsanelerinin ilham verdiği bir gelecek peşinde And
dağlarından göç etmiş Kızılderili ve İspanyolların fakir torunları.
Tüm hayallerine rağmen buldukları şey daha da fazla fakirlikti.
Ağaçlan kestikten sonra tanın toprağının erozyona uğradığını ve
çamurdan dolayı hiçbir ekin ekemediklerini gördüler. Misyon için
çalışarak veya petrol, maun ağaçlan ve altını yağmalamak için ge­
len yabancılara hizmet ederek hayatta kalmaya çalışıyorlardı. Ye­
terince para biriktirebildiklerinde bir tienda açıyorlardı.
21
Bazen ziyaretçilerin gözüne ormanda yaşayan, savaştaki vah­
şilikleriyle ve kelle avcılıklarıyla tanınan Shuar kabilesine men­
sup bir kadın veya adam çarpardı. Mestizolardan hemen ayırt
edilebiliyorlardı. Sadece kaslı bedenleri, Asyatik kökenli olabile­
cek yuvarlak yüzleri, burunlarına yakılmış kabile dövmeleri, alın
üzerinde düz kesimli siyah saçları, tüylü kolye ve kollukları, or­
man kedileri gibi yumuşak, gururlu yürüyüşleri yüzünden değil.
Sadece ziyaretçileri tatmin edecek kadar giysi giyme gelenekle­
rinden de değil. Shuarları Sucua'daki diğer tüm insanlardan ayı­
ran asıl özellik temizlikleriydi. Çamurlu lastik çizmeler ve kirli
pantolonlar giymiyorlardı. Çıplak ayaklan ve bacakları, erkekle­
rin peştamalları ve kadınların etekleri lekesizdi.
O günlerde Sucua kolay ulaşılabilen bir yer değildi. Cuen­
ca ·dan kalkan bir uçakta yer ayırtmanız gerekiyordu. İspanyol ko­
lonisi olan bu şehir And dağlarında, yaklaşık iki bin beş yüz metre
yükseklikte bir vadide bulunuyordu. Son İnka Kralı Atahual­
pa'nın doğduğu eski bir kale üzerinde kurulmuştu. Sucua ve Cu­
enca birbirinden yüksek bir dağ dizisiyle ayrılıyordu. İkinci
Dünya Savaşı 'nda kullanılmış olan DC3 ' ün bu zirveler üzerin­
den uçabileceğine güvenilmiyordu. Uçak bunun yerine dağlarda­
ki bir vadi boyunca kıvrımlar yaparak ilerleyen bir nehri izliyordu.
Pilotlar "kronometreli jokeyler" olarak biliniyordu çünkü radar­
ları olmadığı için gösterge paneline yapıştırılmış bir kronometre­
ye güveniyorlardı. Havalandıktan yirmi saniye sonra on derece
sağa, elli iki saniye sonra da yedi derece sola dönmeleri gerekiyor­
du. Pilotlardan biri bana, "En açık günlerde bile daima saati kul­
lanman gerekiyor. Buranın havası aynı Shuarların ruh halleri gibi
değişken!" demişti.
Knut Thorsen'le karşılaştığım gün Sucua'da yalnızca bir ziya­
retçiydim. Cangılın içlerinde yerleşmiş olduğumuz yerden izinle
gelen bir Barış Gücü gönüllüsüydüm. Görev yerimle karşılaştırıl­
dığında bir metropolis gibi görünen yerde bir Cumartesi gecesi ge­
çimıek için gelmiştim.
Sucua'nın tiendalarından bazıları bira satıyordu. Biranızı alıp
papazın haftadan haftaya eski bir mazotlu jeneratörü çalıştırarak
Hollywood filmleri oynattığı kilise okuluna götürebiliyordunuz.
22
Jeneratörün gürültüsü oyuncuların seslerini bastınyordu. Doğumum­
dan önceki zamanlarda müttefik kuvvetlerin Normandiya çıkarma­
sı öncesinde İngiltere sahillerinde beklerken vakit geçirmek için
izlediği, yüzlerce yerinden kopmuş ve tekrar yapıştınlmış siyah-be­
yaz filmler de vardı izlediklerimiz arasında. Ama bunların hiçbir
önemi yoktu. Önemli olan o paçavra ekrandaki görüntülerin sizi ça­
murdan uzaklaştırmasıydı. Nerede olduğunuzu unutabiliyordunuz.
Sonra papaz kararan ekranın önüne geçip hepimize bir sonra­
ki sabah ayinine katılmamızı tembihliyordu.
Neyse ki bu fırsatı kaçırdım. Pazar sabahı uçak pistine gittim.
Orada çok ilginç bir manzarayla karşılaştım: Sundurmanın göl­
gesinde dolmakalem gibi dik bir şekilde durmakta olan, uçağın
inmesinin beklendiği çamurlu zemini izleyen, gri takım elbiseli
bir gringo. Ona yaklaşırken bu görüntünün Sucua için bir ilk ol­
duğunu düşündüm. Sonra bu kişinin filmi izlemeye neden gelme­
diğini merak ettim.
Geride durup onu izledim. Siyah ayakkabıları çamurla kaplan­
mış, pantolonunda da çamur lekeleri vardı. Temiz bir sakal tıra­
şı, kısa kesimli bir saçı vardı. Duruş şeklini de göz önünde
bulundurarak bir ordu mensubu olduğunu düşündüm. Kollan göğ­
sü üzerinde sıkıca kenetliydi. Hava pistinin öbür yanındaki yağ­
mur ormanına dosdoğru bir şekilde baktı. Belki de mestizoları
izliyordu; üç tanesi çamurda öküzleri götürüyordu. Hayvanları
inen uçakların meydana getirdiği izlerin yanındaki kazıklara bağ­
ladılar. Onların ötesinde, cangılın kenarında dolanan bir Shuar ai­
lesi vardı; bir adam, karısı ve en küçükleri kadının göğsüne
yaslanmış üç küçük çocuk.
Yaklaşırken gringo hareket etmedi. "Günaydın" dedim İngiliz­
ce olarak.
Vurulmuş gibi arkasını döndü. Sonra beni görünce yüzü bir
gülümsemeyle ışıldadı. "Günaydın gerçekten !" Elini uzattı. Göz­
leri parlak maviydi. "İngilizce konuşuyorsun. Ne kadar harika!
Adım Knut Thorsen." Konuşmasındaki hafif aksandan bir İskan­
dinav olduğunu düşündüm.
Kendimi tanıttım. Benimle karşılaşmaktan duyduğu ferahla­
mayı gizlemek için hiçbir şey yapmadı. "Tanrım, kayboldum. Bil-
23
diğim birazcık İspanyolcayla yolumu bulurum sanıyordum. Ama
pek işe yaramış görünmüyor." Etrafa baktı. "Burada... " Durdu,
doğrudan gözlerime baktı. "Bir B arış Gücü gönüllüsü. Ne kadar
güzel ! Karşılaşmış olmamız benim için ne büyük, ne iyi bir şans.
Uzun zamandır mı buradasın?"
Dört aydır Ekvator'da görevli olduğumu anlattım. "Ama bu­
rada değil. B iraz daha içeride."
"Cangılın içinde mi?" İnanmamış gibi kafasını salladı. "Shu-
arlarla mı?"
·'Evet. Shuarlar var."
"Peki, doğru mu? Gerçekten kelle avcıları mı?"
Geleneksel olarak Shuarların hala zaman zaman bazı ritüeller
için düşmanlarının kafalarını kopardığını ama geleneklerinin hız­
la değişmekte olduğunu anlattım. Kendi merakıma dayanamaya­
rak soruverdim: "Takım elbiseli bir adamın Sucua'da ne işi var?"
Sıkılgan bir şekilde ceketine ve pantolonuna baktı. Kravat tak­
madığını fark ettim. Açık mavi gömleğinin yakası açıktı. Hemen
yanında siyah derili, küçük, zarif ve sade bir valiz vardı. "Ah, bu
elbise! Kendimi aptal gibi hissediyorum." Elini birkaç kez ceke­
tinin üzerinde fırça gibi salladı. "Ama açıkçası tek elbisem bu.
Çantamda ceket için yer de yok, o yüzden giymem gerekiyor."
Bunu söylerken ceketi yavaşça çıkardı. "Bu sıcakta sanırım taşı­
sam daha iyi olur. Karımın buna karşı çıkmasına, bir yerde unu­
tacağım diye uyarmasına rağmen hem de." Ceketini kolunda
dikkatle katlarken durdu. "Neden mi buradayım? Dünya Banka­
sı için fizibilite çalışmaları yapan bir danışmanlık firmasında ça­
lışıyorum. Paute Nehri 'nde potansiyel bir hidroelektrik santrali
alanına bakıyordum."
"Paute mi?"
'·Evet. Biliyorum, buraya pek yakın değil ama aynı su toplama
havzası. Masraflarım için makul bir yolculuk. Ayrıca ... " diye gü­
lümsedi, " . . . bir Amazon kasabasını ziyaret etmek istiyordum.
Shuarlan görmek istediğim için." Cangılın kenarındaki ailenin ol­
duğu yere doğru salladı başını.
Sıcak beni iyice etkilemeye başlamıştı ve dün gece bol miktar­
da bira içtiğimden beri daha tek fincan kahve içmemiştim. Sundur-
24
manın arkasındaki birkaç bakımsız masaya doğru ilerledim. "Adam
şimdi bize oradan birer kahve getirir. Bir fincan iyi gelir."
Endişeli bir yüzle uçak pistine baktı. "Uçak her an gelebile­
cek durumda değil mi?"
Ona kronometreden ve değişken hava koşullarından bahset­
tim. "Bir keresinde bir hafta beklemek zorunda kalmıştım."
Yüzü şimdi bir mahkumunki gibiydi. "Cuenca'da bu uçuşun
her gün yapıldığını söylemişlerdi."
"Havanın müsaade etmesine bağlı."
Gözleri göğe döndü. "Elbette. Geç olsun güç olmasın." Sonra
döndü ve masalardan birine gittik.
Sonraki iki saat boyunca kendimizden, geçmişimizden ve mes­
leğimizden bahsettik. Norveçliydi. Mühendislik ve işletme dere­
celeri aldığı Massachussetts Teknoloji Enstitüsü 'ne gidebilmek
için İkinci Dünya Savaşı 'ndan hemen sonra ABD'ye taşınmıştı.
Boston merkezli prestijli bir danışmanlık firmasına girmiş, şirket
ortağı olmuş ve şimdi de başkan yardımcısıydı.
"Hayatımdaki tüm iyi şeylere rağmen . . . " diye itiraf etti, "hiç
düşünmeden seninle yer değiştirmeyi isterdim."
"Neden?"
"Gençsin, hızlı bir değişimin meydana geleceği büyüleyici bir
dünyada olgunlaşıyorsun. Türümüzün hayatta kalması senin ve
çağdaşlarının vereceği kararlara bağlı olabilir." Gözleri sundurma,
hava pisti ve benim aramda dolaşıp duruyordu. "Shuarlar gibi kül­
türlerden doğrudan bir şeyler öğrenmek gibi az bulunur bir fırsat
yakalamışsın."
Bu bana garip geldi. Barış Gücü 'ndeki öğretmenlerim hep bi­
zim Shuarlara bir şeyler öğretebileceğimizden bahsediyorlardı,
asla tersi değil. Ondan bunu açıklamasını isteyemeden başka bir
şey haykırdım.
"Uçak geliyor."
Yüzü neşeyle doldu . Sandalyeden fırlayıp keyifle bağırabi­
leceğini düşündüm. Sonra, sundurmadaki diğer herkes gibi din­
lemeye konsantre oldu. Hemen sonra bana doğru eğildi, ağzı
neredeyse kulağıma değecekti. "Hiçbir şey duymuyorum" diye
fısıldadı.
25
"Shuarlar her zaman uçağın sesini hepimizden önce duyar."
"İlginç" dedi. "Doktorlar bunun hakkında ne derdi acaba, me­
rak ediyorum." İçeceklerimizi ödedi ve aceleyle sundurmadan ay­
rıldık. Parlak güneş ışığına çıkmamızla birlikte korkunç bir böğürtü
yükseldi. Öküzlerden biri yere yığıldı. Öküzün üzerine çullanan
mestizonun kolu kalkıp inerken elindeki bıçak parlıyordu.
"Neler oluyor böyle?" diye sordu Knut.
"Hayvanları öldürüyorlar." Prosedürü anlattım. Önce uçağın
ineceğinden emin olana kadar bekliyorlardı. Sucua'da soğutma
diye bir şey olmadığı için, hayvanları erken kesen çiftçi epeyce
para kaybediyordu; belki de bir yıl içinde göreceği tek nakit pa­
rayı. Adamlar ağırlığı azaltmak için şimdi öküzlerin kafalarını ve
toynaklarını kesmek için çılgınca uğraşıyordu.
"Aman tanrım... " Dikkatle izliyordu. "Uçağı beklediklerini an-
lamıştım ama bu . . . " Omuzlarını silkti. "Barbarca görünüyor ama
sanırım bu sadece benim bakış açım. Peki, gökyüzünü bulutlar
kaplarsa ne olur?"
"İndikten sonra uçağın tekrar ayrılması gerekiyor. Pilot kendi
kazancı açısından bu çiftçileri hayal kırıklığına uğratmaktansa fır­
tınalar ve dağlar karşısında şansını denemeyi tercih ediyor."
"Peki ya biz?"
"Eğer havayı sevmediysen burada kalabilirsin."
Göğe baktı. Durduğumuz yerin batısındaki dağların üzerinden
siyah bir bulut geçiyordu. Bulutun sağ tarafında gümüş bir nokta
göründü ve bize yöneldi. "İşlerimizi hızlandırmak için elimizden
geleni yapalım."
Çamurda ilerledik. İniş alanındaki izlere yaklaşırken hayvanla­
rın kanlarından dolayı nemli toprağın koyu kırmızıya büründüğü
bir bölgeye girdik. Mestizolar birbirlerine bağırıyorlardı. Hava kan
ve dışkı kokuyordu. Geçmiş deneyimlerimden biliyordu !fl ki can­
gıl üzeıinden yaklaşmakta olan uçağa odaklanmam en iyisiydi. Fa­
kat Knut'un hala mestizoları izlemekte olduğunun farkındaydım.
Eski DC3 uçağı sarsıntıyla sert zemine temas etti. Bizim oldu­
ğumuz yere ulaştığında tekrar hava pistine yönelecek şekilde ya­
vaşça döndü. Pervanelerin yarattığı hava akımı bizi neredeyse
yere yıkacaktı. Uçak durur durmaz adamlar uçağa koşuşturdular.
26
Kapılar açıldı. Şişkin çuval bezinden torbalar dışarı fırlatıldı. Ah­
şap sandıklar aşağı indirildi ve hızla oluşan bir insan kuyruğuyla
sundurmaya taşındı.
B izim yapabileceğimiz fazla bir şey yoktu. Sadece bekledik
ve izledik. Sonra Knut'un söylediklerini hatırladım. Ona döndüm.
"Az önce Shuarlardan bir şeyler öğrenmekten söz etmiştin; az bu­
lunur bir fırsata sahip olduğumdan. Bundan neyi kastettin?"
Derin mavi gözlerini gözlerime çevirerek bir an düşündü.
"Dünyamız daha önce hiç görülmemiş şekilde değişiyor." Dört
adamın iki ağır demir sandalyeyi hızla uçağa taşıyışını izlemek
için durdu.
"Sandalyeler bizim için" diye açıklama yaptım. Diğer adam­
lar öküzlerin kanlı parçalarını kapıdan geçirmeye çalışıyorlardı.
Siyah bir böcek gibi pantolonuna yapışmış olan bir çamur par­
çasını eğilip bir fiskeyle temizledi. "Bizim kültürümüzde, biz en­
düstriyel insanlar çok garip bazı şeyler yapıyoruz." Dönüp bana
baktı. "Ben bir mühendisim ve bir hidroelektrik santrali kurmak
için buradayım. Ama ben bile görebiliyorum ki dünyanın geri ka­
lanı bizim izlediğimiz yolu izleyemez. Kaç tane nehre bent çeke­
biliriz? Kaç tane araba üretebiliriz? Kaç ormanı kesip otoyol
yapabiliriz? Kaç insan benimki gibi evlerde yaşayabilir? Bunun
sonsuza kadar gidebileceğini düşünmek aptalca. B izim yaşama
biçimimiz mantıksız ve sürdürülemez. Ümit senin gibi genç in­
sanlarda. Ama okuduğunuz üniversitelerden öğrenemezsiniz bu­
nu. Hepsi geçmişin fikirlerine bağlı. Başka bir yere bakmanız
gerekiyor. Shuarlar gibi halklara."
Söyledikleri beni gafil avlamıştı. Bu sözler benim gibi işletme fa­
kültesinden yeni mezun olmuş biri için radikaldi. Kongre'nin bana
kelle avcılarından ders alayım diye para vermediğinden emindim.
"Kolay olmayacak" diye devam etti. "Hiç şekil değiştiren, gi­
zemli teknikler kullanarak kendilerini ağaçlara veya hayvanlara
dönüştüren adamları duymuş muydun? Şekil değiştiriciler. Shu­
ar arkadaşlarına sor, anlatsınlar. Tüm o teknikler kültürünüzü, kül­
türümüzü değiştirmek için tek çözüm yolunu sunuyor olabilir."
Bir adam bize doğru koştu. "Sinyorlar, çantalarınızı alın. Ay­
rılma zamanı! Hemen kalkıyoruz."
27
Hızla uçağa yöneldik. Uçağa çıkmamıza yardımcı olmak için
kapının altına bir tabure konmuştu. İçeride kokpitin arkasına bı­
rakılan iki demir sandalyeyi bulmamıza yetecek kadar ışık vardı
yalnızca. Zemin tamamen kanla kaplıydı. Yerleştikten sonra
Thorsen elini sandalyelerimiz arasındaki boşluktan uzatıp koluma
dokundu; "Şirketler dünyası değiştirilmesi kolay bir dünya değil.
Onunla doğrudan savaşmanın anlamı yok. En iyisi ona sızmak."
Motorlar çalıştı. Pencerelerden ormanın geçişini izledim. Ha­
valandık ve dağlara yöneldik.

28
3 . BÖLÜM

ENERJİNİN MADDESİ

BACAGIMDAN BİR SİNEGİ UZAKLAŞTIRDIM. Piramitten uzaklaşıp


cangılın üzerinde büyük bir daire çizdi ve döndü. Tekrar uzak­
laştırdım.
"Gölgeyi seviyor" diyerek düşünceye daldı Viejo Itza. "Gü­
neşe geçebilirsin."
Üzerimdeki taş jaguarın üstünde oturuyordu. Oraya tünemiş
altındaki dünyayı izleyen bir şahini düşündürüyordu bana. Yaşa­
dığı o korkunç düşme olayından sonra o piramide o kadar kolay
bir şekilde tırmanıp zirvesinde o kadar rahat bir şekilde oturması
çok şaşırtıcı görünüyordu. Çoğu insan duygusal olarak hayat bo­
yunca yaralı kalır, yükseklikten sonsuza kadar korkardı.
"Şekil değiştirici tam olarak ne demek?" diye sordum.
Yalnızca gülümsedi.
"Biliyorum" diyerek ben de gülümsedim. "Şamanlarla yaşa­
dım ve eğitim aldım. Ama bunu senden duymak istiyorum. Daha
önce şekil değiştiricinin şamanla veya kahinle aynı olduğunu söy­
lemiştin ...
"

Derin bir iç geçirdi. "Tam olarak söylediğim gibi değil. Şekil


değiştiriciye bu isimleri verebilirsin. Ama tüm şamanlar ya da ka­
hinler şekil değiştirici değildir."
29
Sinek dizime kondu. Onu görmezden gelmeye çalıştım. "Şekil
değiştiriciler şamandır. Ama bazı şamanlar şekil değiştirici değil­
dir. O halde şekil değiştirici şamanın veya kahinin bir altkümesi."
Eğri büğrü bastonunu hızlı hareketlerle kayaya sürttü. "Kelime­
ler. Tanımlanamayacak bir şeyi tanımlamaya çalışan kelimeler."
Sessizlik içinde oturduk. Sorularımı manasız bulduğunu bili­
yordum. Keşke sormamış olsaydım. "Sonuçta ben bir yazarım" de­
dim kendimi savunmak için. "Benim kullandığım araç kelimedir."
Kendi kendine güldü. "Şuraya bak" dedi sonunda ormanı işa­
ret ederek. "Bana ne gördüğünü söyle."
Parmağını izleyerek ağaç tepelerine baktım. "Cangıl . Ağaç
yaprakları ."
"Daha yakından bak. Orada. Şu kahverengi nokta."
Bakmamı istediği yere baktığımdan emin olmak için dizleri­
min üstünde yükseldim. Bu zor bir hareketti. Kafamı kaldırır kal­
dırmaz güneş gözlerime çarptı. Aşağıdaki ormanın yeşil genişliği
kayboldu, ışıkla birleşti, güneşe akan büyük bir ırmağa dönüştü.
"Şimdi." Sesi beni teskin etti. "Tam şuraya bak."
Ona doğru eğildim ve kolundan aşağı baktım. Aşağıdaki ara­
ziyi istediğim herhangi bir şeye çevirebileceğim bir güce sahipmi­
şim gibi çok garip bir his duydum. "Cangıl" diye yanıt verdim
yüksek sesle.
"Evet. Şimdi odaklan." İşaret parmağının ucunda ufuktan uf­
ka uzanan yağmur ormanının yeşil örtüsü vardı. Sonra başka bir
şeyi fark ettim. Tam işaret ettiği yerde çok küçük, kahverengi, be­
lirsiz bir nokta. Gözlerimi kıstım ve dikkatlice inceledim.
"Ölü bir ağaç. Veya dal."
"Peki şuradaki?" Parmağı bir ağacın tepesine yakın parlak kır­
mızı bir daireye yöneldi.
"Bir çiçek, muhtemelen bir bromeliad."
"Şu?" Parmak, sineğin konduğu dizimden bir metre yukarıda­
ki ince bir dal parçasının üzerindeydi.
"Bir dal parçası."
"Aha" dedi. "Benim tanımlayamadığım şeyi deneyimlemiş
oldun. Üç şekil deği_ştirici; bir Maya evinin çatısı, bir papağan
ve bir böcek. "
30
O bu isimleri söylerken ben yeniden baktım. Kahverengi bu­
lanıklık bana aynen daha önce göründüğü gibi, ölü yapraklar gi­
bi görünmeye devam ediyordu. Kırmızı nokta kaybolmuştu. Dal
parçası ise kanatlarını açıp uçtu.
"Şekil değiştiriciler... " diye devam etti, " ... pek çok şekle gi­
rer. Çevreleriyle harmanlanırlar. Zaman içinde değişime neden
olabilirler."
Brezilyalı filozof Paulo Coelho'nun bir kitabı olan Hac 'dan
bir bölüm geldi aklıma. "Bir keresinde şeytanı yenmesi gereken
bir adamla ilgili bir hikaye okumuştum" dedim Viejo ltza'ya.
"Rakibi vahşi bir köpek şekline girmiş."
"Evet, evet!" Sesi heyecanla çınladı. "Şeytan şekil değiştirme­
de uzmandır."
"Bu adam, kahraman, hikayenin yazarı, Astrain adlı bir ruh
rehberinin onun da kendisini bir köpeğe dönüştürmesi gerektiği­
ni söylediğini duymuş. Rakiplerimize, bize karşı kullanılanla ay­
nı silahlarla yanıt vermemiz gerektiğini söylemiş."
"Aynen öyle! Peki, o ne yapmış?"
Durup düşünmem gerekti. "Sanırım söyleneni yapmış. Evet,
şimdi hatırladım. Köpeğe dişleri ve tırnaklarıyla saldırmış. Kö­
peğin yapmasından korktuğu şeyi yapıp boğazına saldırmış. O ka­
dar saldırganlaşmış ki, oradan geçen bir çobanı korkutmuş. Ama
köpeği yenmiş."
"Elbette, şekil değiştirme sanatını öğrendiğin zaman. Köpek
olmuş, şeytan olmuş ve onu onun oyunuyla yenmiş." Dönüp ağaç­
ların üzerine baktı. "Orada her zaman oluyor. Değişimin araçla­
rından biri. En güçlü, kesinlikle en etkili araçlarından biri. Şekil
değiştirme yoluyla meydana gelen değişim güçlüdür."
Tekrar ayaklarının dibine oturarak omuzlarımı taş jaguara yas­
ladım. Gölge uzamıştı. Tüm bedenimi gölgede tutmakta biraz zor­
lanı yordum. Taş bile sıcaktı. Kendimi taşın ısısını alan bir
kertenkele gibi hissettim. Hac'daki o bölümün beni ne kadar et­
kilemiş olduğunu hatırladım. Bu yaklaşımları kendi hayatımda
uyguladığım, ateşe ateşle karşılık verdiğim zamanları düşündüm.
Ama bunun şekil değiştirme olduğunu düşünmemiştim.
31
"Biz insanların beşinci yaratımda bulunduğumuzu söylemiş­
tim." Viejo Itza'nın öncekinden daha kısık gelen sesi beni ür­
küttü. Ama ona baktığımda hiçbir değişiklik görmedim . "Bir
keresinde suyla mahvolduk. Kutsal Kitap'ta anlatıldığı gibi. Ma­
ya efsanelerinin siz Hıristiyanların inandığı şeylerle pek çok ben­
zerliği vardır. Ama şekil değiştiriciler bizi o felaketten kurtardı.
Kutsal Kitap'ta anlatıldığı şekliyle Nuh yüzen bir ada yaptı ve ha­
yatta kalmaları için her türün bir çiftini kurtardı."
Ona Buzul Çağı 'nda insanlığın büyük bir donmuş su seli fela­
ketinden kurtulmayı başardığının bilim tarafından doğrulandığı­
nı anlattım.
"Bir de atalarımızın buzla savaşmaya çalıştığını düşün! Sopa­
larla ve taş baltalarla saldırdığını. Veya Nuh'un bir gemi yerine
suyolları yaptığını düşün!"
O zamanın sopalarının, baltalarının ve suyollarının, günümüz­
de bilimin iklim değişikliklerine yanıt verme şekliyle eşdeğer ol­
duğunu düşündüm. Bunu ona söyledim.
"Evet" diye onayladı başını üzgünce sallayarak. "Günümüzde
liderleriniz gerçek güçle olan temaslarını yitirdiler. Sadece fizik­
sel dünya bakımından düşünüyorlar."
B ilim ve ticaretin odağı olan fiziksel veya materyal gerçekli­
ğe paralel olarak mevcut olduğu şamanlar tarafından tanımlanan
gerçeklikleri kastettiğini anladım. "Dünya onu nasıl hayal ediyor­
san öyledir" dedim, son kitabımın adını söyleyerek.
"Gerçekten öyle. Öyle çünkü şekil değiştirme hayalden do­
ğar" dedi . "Seni bambaşka bir aleme götürebilir."
Beni And dağlarında ve Amazon' da aldığım derslerin ötesine gö­
türmeyi önermekte olduğunu hissettim. Daha açık olmasını istedim.
"Hayalin öneminden bahsettiğin zaman mutlak bir şekilde
haklısın. Hayal her şeydir. Hem hayal, hem de rüya. Kim olduğu­
muz ve nereye gitmek istediğimizle ilgili vizyonlarımız. İster ka­
bul edelim ister etmeyelim, bu hayatımızın her yönünü etkiliyor.
Bunu bir kez anladığında, etrafa enerji yaymaya başlayacak bir
konuma gelirsin. Şekil değiştirme işte o zaman olmaya başlar."
Hayalin hayatlarımızın çeşitli yönlerini etkileme gücü konu­
sunda neyi kastettiğini biliyordum: Sağlık, kariyer, refah, diğer-
32
leriyle ilişkiler. Kitabımın konusu buydu. Ama şekil değiştirme
kısmını bilmiyordum. "Viejo Itza, şekil değiştiriciler gerçekten
fiziksel şekillerini değiştirebiliyor mu?"
"Elbette."
"Bir hayvan veya bitki şeklini alabiliyorlar mı gerçekten?"
"Bunu her zaman yapıyorlar." Sessizce güldü. "Buna kendin
de şahit oldun."
Elbette, haklıydı. Amazon avcılarının ağaçlara dönüştüğünü,
görünmez olduklarını, ormana karıştıklarını görmüştüm. And şa­
manlarının kayalıklarda gözden kaybolup birkaç saniye sonra otuz
metre aşağıda ortaya çıkmalarını izlemiştim. B irlikte bir ateşin ba­
şında oturduğum yaşlı bir Shuar kalkıp gölgeliklere doğru yürü­
müş, birden bir jaguar haline gelerek ormana fırlamıştı. Ama tüm
bu deneyimlere her zaman mantıksal bir açıklama getirmiştim. Bel­
ki hipnoz ve bazen de özellikle Shuarlarda yaygın olan ayahuska
bitkisi gibi bilinci etkileyen maddelerin tesiriyle yapılan etkileyici
numaralar, muhteşem aldatmacalar, olağanüstü disiplin ve yetenek
şovları gibi görerek bunları Houdini 'nin başarılarına benzetmiştim.
"İşte yanıldığın yer de o" dedi Viejo Itza düşüncelerimi oku­
muş gibi. "Ve eğer onların sadece bir şeyin görüntüsüne girdik­
lerini sanıyorsan yine yanılıyorsun."
"Öyleyse nedir peki?"
"O şey oluyorlar."
Babacan bir şekilde gülümsedi bana. "Bunu nasıl yaptıklarını
çok iyi biliyorsun. Aslında o diğer şeyler de olmuyorlar çünkü
baştan beri o diğer şeyler. Onlar ve o şeyler aynı."
Beni biraz utandıran bu tartışmanın aynı zamanda canımı sık­
maya başladığını hissettim. Birkaç yıldır diğer her şeyle empatik
birliğimizi kabul etmenin önemini vurgulayan dersler ve semi­
nerler veriyordum. Tam "new age" türü bir kavramdı. Entelektü­
el olarak bana anlamlı geliyordu ama şimdi bu kavramı bir
bitkinin veya hayvanın fiziksel özelliklerini alma bağlamında dü­
şününce, kendimi şüpheciyi oynarken bulmuştum. Tanık oldu­
ğum onca şeye rağmen kendimi aynı evi paylaştığım kedi veya
evin önündeki meşe ağacı olurken hayal edemiyordum. Ona bu­
nu açıkladım. Yalnızca güldü.
33
"O zaman olmaz. Yapabilmek için hayal edebilmen gerekir."
Bana uzunca baktı. "Bunun bir tür hile olduğunu sanıyorsun. Ama
seni temin ederim ki bunu hayal edebileceksin. Ve o zaman bunu
yapabilecek duruma geleceksin."
Ben söylediği şeyin anlamını düşünürken ikimiz de sessizdik.
Bu konular hakkında pek çok kez düşünmüştüm. Vardığım sonuç,
kendimiz, sosyal ve kültürel kurumlarımız hakkındaki algılarımızı
değiştirme yoluyla hayat tarzımızı da değiştirebileceğimiz yönün­
deydi. Başkalarında en çok onurlandırdığımız ve kendi yaşamla­
rımızda vurgulamak istediğimiz yönleri ortaya çıkarmak veya
"paradigma değişimi" denen şeyi yaratmak için kullanıldığında,
şekil değiştirmenin çok somut uygulamaları vardı. Bu sadece be­
nim için değil, aynı zamanda seminerlerime katılanlar için de ta­
mamen anlamlıydı. Birlikte seminer verdiğim çeşitli yazarlar,
modem insanların fiziksel olarak şekil değiştirme ihtiyacının öte­
sinde bir gelişim gösterdiğini, eski ve "ilkel" halkların bu tür ye­
tenekleri olabileceğini ama teknolojik insanların artık bunlara
ihtiyaç duymadığını ileri sürüyor. Bu tür yetenekleri hayat tarzımı­
za ve kurumlarımıza uygulamamız gerektiğini söylüyorlar. "Dün­
ya hayal ettiğin gibidir" tanımı, biz insanların yaşama şeklimiz
üzerinde kontrole sahip olduğumuz anlamına geliyordu. Buna gö­
re, bireysel arzularımızı ve toplumsal önyargılanmızı değiştirerek
kişisel yaşamlarımızı ve topluluklarımızı da değiştirebilirdik. Fa­
kat Viejo Itza'dan duymakta olduğum şey daha da devrimseldi.
"Sonuçta tamamen bir enerji meselesi" dedi, düşüncelerimi
keserek. "Görüyorsun ya, modem insanlar genellikle kurumlar
bazında düşünüyor. Enerjinizi okullarınızın, şirketlerinizin veya
siyasi partilerinizin yönetimini değiştirmeye harcıyorsunuz. Ve
iş ırmakları, dağları, bitkileri ve hayvanları değiştirmeye geldi­
ğinde, dünyanın parçalarını yakıta çeviren makineler kullanarak
ve ortaya çıkan enerjiyi teknolojik bir sopa gibi kullanarak o can­
lıları bastırıyorsunuz. Ama eski insanlar ve şekil değiştiriciler
enerjiye daha basit bir perspektiften bakar. Bilirler ki ateş yak­
mak için bir kibrit fabrikası kurmana gerek yoktur. Ateş om1anın
içindedir ve tüm yapman gereken, iki çubuğu şekil değiştirerek
ateşe dönüşene kadar birbirine sürtmektir."
34
Ayalarını birleştirip nazikçe birbirine sürttü. "Enerji. Enerji
her şeydir. Biz enerjiyiz. Dünya, şuradaki ağaçlar, bu piramit."
Ellerini ayırdı ve kafasından yukarı kaldırdı. "Evren. Enerji. Ev­
rendeki her şey. Eski insanlar fiziksel çevrelerine çok daha ya­
kındı. Bir ABD vatandaşı kendisiyle sosyal bir bağlantı arasında,
sevgilisiyle, ailesiyle, kulübüyle arasında yoğun bir ilişki oldu­
ğunun farkında olmasına rağmen, aynı şeyin kendisiyle fiziksel
çevre arasındaki bağlantı için de geçerli olduğunu anlayamıyor.
Eski insanlar bu ilişkinin çok iyi farkındaydı." Durdu. Ben sessiz
kalınca devam etti. "Karınla, kızınla olan ilişkine veya sahip ol­
duğun bir şirketin gidişatına etki edebileceğini düşünüyorsun. Bu
sayede edebiliyorsun. Şekil değiştirici fiziksel dünyayla arasın­
daki ilişkiye etki edebileceğine inanır. O sayede etki eder. Her iki
durumda da esas olan enerjidir."
"Ve inanç."
"Ve inanç. Ve bir şey daha. Niyet. Karınla ilişkini etkileme ni­
yetin olmalı. Şekil değiştirici de öyle." Boğazını temizledi. "Terimi
genel anlamda kullanıyorum çünkü gerçekten ikisi de şekil değiştir­
medir. Her şeyin enerji olduğunu anlarsak, niyetin önemini de ko­
layca anlarız. Niyetin olmazsa enerjiyi nasıl etkileyebilirsin?"
Bunu biraz düşünmem gerekiyordu. "Bana öyle geliyor ki et­
kileyebilirim de."
"Evet. Ama felaketimsi sonuçlar ihtimaliyle birlikte."
Fikirleri bana anlamlı geliyordu ama gerçekten bir meşe ağa­
cına dönüşme yeteneğim konusunda şüphelerim devam ediyor­
du. Düşünmek için daha fazla vaktim olana kadar bu konuyu bir
kenara koymaya karar verdim. Buz çağlarından, sellerden, balta­
lardan ve su yollarından bahsetmiş olduğumuzu hatırlatarak gele­
cek bağlamında bunun ne gibi bir anlamı olduğunu sordum.
"Evet..." dedi yavaşça. "Şimdi sana bir soru. Şu anda türümü-
zün varlığını koruması karşısındaki en büyük tehdit nedir?"
"Biz kendimiz."
"Buzul Çağı değil yani?"
"Yeni bir buzul çağına neden olabiliriz."
"Kim?"
"Biz insanlar."
35
"Biz Mayalar mı? Amazon'daki arkadaşların mı?"
Güldüm. "Hayır, elbette değil."
"Kim öyleyse?"
"Benim insanlarım. Biz Batılılar." Ama bunun doğru olmadı­
ğını biliyordum. "Kuzeydekiler. ABD, Avrupa, Asya'nın bazı
parçaları."
"Anlıyorum. Peki, Brezilya, Arjantin ve Venezüella'daki tüm
fabrikalar da buna dahil değil mi?"
"Onlar da."
"İnsanlığın varlığını sürdürmesi karşısındaki en büyük tehdit
'biz kendimiziz' derken tam olarak neyi kastediyorsun?"
Daha önce bunu epeyce düşünmüştüm. Düşüncelerimi düzen­
lemeye, ona ifade etmek istediğim şeyi aktarabilecek kelimeleri
seçmeye çalıştım. "Komşularımızdan daha fazla üretip daha faz­
la tüketerek kendimizi mutlu edebileceğimiz kavramı, doğayı
kontrol etme, her yerden yollar ve kaldırımlar geçirme . . . Tüm
bunlar kendi kendinin sonunu getiriyor. Söylemek istediğimi bi­
liyorsun, maddi zenginlik, ticari anlayış, ekonomimizin temeli
haline gelen kapitalizm."
"Peki, bu kimin kavramı?"
"Çok eskilere gidiyor. Yunanlılara ve Romalılara. Hatta sanı­
rım daha da öncesine: Persler, Çinliler, Mısırlılar. Yüzyıllar son­
ra Aydınlanma Çağı dediğimiz dönemin filozofları geldi. Ve
Adam Smith, Keynes gibi ekonomiciler..."
"Peki, bugün? Türümüzün varlığını kim tehdit ediyor?"
Durdum ve derin bir nefes aldım. Cangılın karşısında daha önce
işaret ettiği yere baktım; arabaları, fabrikaları ve zehirli nehriyle şe­
hir. Knut Thorsen 'in söylediklerini hatırladım. Soluk mavi göğe
baktığımda takım elbiseli hayalet adamların ağaçlardan yukarı yük­
selen görüntülerini görebiliyordum. "Yatırımcılar. Politikacılar. Şir­
ket yöneticileri. Reklfım ajansları. Televizyonlar. Firmalar."
"Aha! O halde bunlara dönüşmelisin! "
Güçlü bir hayal kırıklığı duydum. "Bu kurumsal bir şey, fizik­
sel değil."
"Jaguar olmamayı mı kastediyorsun?"
"Evet.'"
36
Güldü. "Eğer istediğin şey oysa kendini bir jaguara dönüştür­
meni sağlayabiliriz. Ama toplulukların, kültürlerin, türümüzün
varlığını sürdürmesinde şekil değiştiricinin rolünden bahsediyo­
ruz. Tehdidi kendin tanımladın."
Haklı olduğunu kabul ettiğimde bir kez daha hayal kırıklığımı
yansıtmış olmalıyım.
"Üzülme" dedi güvenle, "ikisini de yapabiliriz." Sonra du­
rup yavaşça etrafa baktı, dikkati ayaklarımızın yakınlarına
odaklanmıştı.
Gözlerim piramidin tepesini, Viejo'nun tünediği Jaguarın bu­
lunduğu tabakada onun gözlerini izledi. Kendimi dev bir kedi gibi
düşünmeye çalıştım ama zihnimde modem bir şehrin merkezinde­
ki cam bir gökdeleni gördüm. Gökdelenden çıkan büyük bir buz
tabakası tüm şehri ve yolları kaplayıp bir çöle kadar uzanıyordu.
Zihnimde gördüğüm şehri tamdım ve Viejo'ya döndüm. "Her şeyin
başladığı o eski yerlerde çalışmıştım."
Eğilip bir taş aldı. Taşı elinde çevirip büyük bir ilgiyle inceli­
yor gibi göründü ve sonra da onu bana verdi.
Güneşten dolayı sıcaktı ama başka dikkatimi çeken bir özelliği
yoktu. Bir kızılgerdan yumurtası büyüklüğünde, kabaca dikdörtgen
şeklinde ve hafif kırmızımsı renkteydi. Bir ucu yuvarlak, diğer tara­
fı ise sanki daha büyük bir kayadan koparılmış gibi çentikliydi.
"Bunu karnına daya" dedi.
Gömleğimi kaldırdım ve taşı kamıma bastırdım. Sıcaklığı iyi
bir his verdi.
"Göbek deliğine."
Yuvarlak ucu göbek deliğime oturuncaya kadar taşı karnımda
yuvarladım. Hemen annemin görüntüsü geldi aklıma.
"Gözlerini kapat. Kalbinle hisset."
Annemin genç yüzü bana gülümsedi. Altı ay önce ben Yuka­
tan 'a gitmek üzere ayrılmadan, hastanede felçli halde yaklaşık iki
ay geçirdikten sonra seksen beş yaşında ölmüştü. Daha önce de­
nemiştim ama benim heyecanlı öğretmenim olduğu günlerdeki
bir görüntüsünü ilk kez yeniden gözümde canlandırabiliyordum.
Çok mutlu görünüyordu. Dikkatim annemin ellerine yöneldi. Tıp­
kı benim gibi o da bir taş tutuyordu.
37
Yıllar boyunca birlikte çalıştığım ve bana sık sık her insanın ve
her şeyin birbirine bağlı olduğunu, taşın ruhuyla dağın ruhunun
benim ruhumla ayrılmaz bir şekilde birleşik halde olduğunu söy­
leyen pek çok yerli insanın seslerini duydum.
"O taş. . . " dedi Viejo, " ... senin şekil değiştirmedeki anahtarın
olacak."
Gözlerimi açtım. Ağzımdan pek çok söz döküldü. Yakın za­
manda New York City'de verdiğim bir konferansın bir kısmını tek­
rarladım. O konferansta, vücudumuzdaki atomların geçmişinin
Büyük Patlama'ya, dünyanın yaratıldığı yaklaşık on beş milyar yıl
öncesine kadar uzandığı ve hiçbir atomun tek bir vücutta bir yıldan
fazla kalmadığı bilgisini aktarmıştım. Sözlerimi, "Hepimiz gerçek­
ten biriz" diyerek bitirdim. "Ve pek çok hayata katılıyoruz."
Bana delici bir bakış attı. '"Eski yerlerde' , 'her şeyin başladı­
ğı yerlerde' çalıştığını söylemiştin. Anlat lütfen."

38
4 . B ÖLÜM

BEDEVİ ÇÖLÜ VE
K UMLARIN VERDİGİ DERS

KNUT THORSEN Ekvator'a gittikten sonra onunla iletişimim de­


vam etti. Barış Gücü 'ndeki görevim sona erdiğinde beni bir iş gö­
rüşmesi için Boston' a davet etti. Amazon'dan ayrıldım ve idari
müşavir oldum.
İlk görevim gereği İran'a gittim. Tahran, kalkınma uzmanları
ve şehir planlayıcılarının merkezi haline gelmişti. l 970'lerin baş­
larıydı. Ülke Şah tarafından yönetiliyordu. Şah ve danışmanları
İran ' ı İsa'dan üç yüz yıl önce Darius ve Büyük İskender'in za­
manlarındaki gibi tekrar bir dünya gücü haline getirmeye karar­
lıydı. Geniş petrol rezervleri bu mucizeyi finanse edebilecek gibi
görünüyordu.
Dünyanın her yerinden çeşitli bilimlerin parlak zekaları ve ün­
lü isimleri Tahran 'a akın etti. Ağaçlarla çevrili caddelerdeki ka­
felerden çöl sınırındaki açık pazarlara kadar Paris ' tekilerle
yarışacak şehir heyecanla titriyordu. Gökdelenler, müzeler ve sa­
raylar arasında, hayatları ortaçağ serflerininkine benzeyen kor­
kunç yoksunluk bölgeleri de vardı ama bir kuşak sonra bu tür tüm
kötü görüntülerin sona ereceği hissi, umudu hakimdi.
39
yazılmış notta bir restoranda Yamin ' le buluşmaya davet ediliyor­
dum. Bu gizemli kişilikle buluşma fikrinin cazibesine direneme­
dim ama bundan kimseye söz etmedim. B indiğim taksi beni
şatafatlı Kuzey Tepesi semtinde özel bir malikane gibi görünü­
mündeki binayı çevreleyen yüksek bir duvarın kapısına getirdi.
Kapı açıldığında, altın şekillerle süslenmiş uzun, siyah, güzel bir
elbise giyen göz alıcı bir İranlı kadın beni selamladı. "Amerikalı
konuğumuz" dedi eğilerek, "Hoş geldiniz. Lütfen beni izleyin."
İçeri girdiğimde dış duvarın tahmin ettiğim gibi olmadığını
büyük bir şaşkınlıkla fark ettim. Bir avlu yerine, alçak bir tavan­
dan sarkıtılmış birkaç gaz lambasıyla aydınlatılan karanlık bir ko­
ridordan geçtik. Koridorun sonunda ağır, ahşap bir kapı vardı.
Eliyle işaret ederek kapıya yaklaşmamı istedi ve kapıyı açtı. İçe­
rideki görüntü nefesimi kesti. Bir elmasın içi gibi göz kamaştırı­
cı bir odaydı. Parlaklık gözümü aldı. Gözlerim alıştığında, bu
parlaklığı meydana getiren şeyin sedeflerle ve yer yer mavi, ye­
şil veya kırmızı taşlarla bezenmiş duvarlar olduğunu anladım.
Oda süslü bronz şamdanlara yerleştirilmiş beyaz mumlarla aydın­
latılıyordu. Sekiz veya on kadar masa vardı. Tıpkı duvarlar gibi
her biri mücevherlerle, sedeflerle ve kristallerle bezenmişti. Ve
masaların yarısı doluydu.
Özel tasarımlı lacivert bir elbise giyen, uzun boylu, koyu renk
saçlı bir adamla el sıkıştığımı fark ettiğim sırada şaşkınlığımı henüz
kontrol altına alamamıştım. Bıyığı ve gülümseyişi, çocukluğumda
popüler olan, ismini hatırlayamadığım neşeli bir aktörü hatırlattı
bana. "Ben Yamin. Sizinle tanışmak harika Bay Perkins" dedi, çok
hoş bir şekilde. "Teşekkür ederim. Yoğun programınızı yanda ke­
serek davetimi kabul ettiğiniz için teşekkür ederim. Hakkınızda çok
şey duydum." Aksanı, İngiltere İngilizcesi ile Farsça'nın bir karı­
şımıydı. Oturduktan sonra beni nereden tanıdığını sordum ve "Tüm
bu işlerde çok küçük bir oyuncuyum" diye ekledim.
Başını salladı. "Ah, hayır Bay Perkins. Çok mütevazısınız.
Gençsiniz ve Şah'ın Ağustos'ta oluşturduğu danışmanlar grubun­
da yer alan az sayıda kişiden birisiniz. Sanırım henüz tam olarak
işadamlığına soyunmuş biri değilsiniz. Belki de konumunuzun ve
ülkenizin gücünü küçümsüyorsunuz."
42
Kendimi tuhaf ve tedirgin hissettim. Neticede Barış Gücü'ne
Vietnam'a gitmemek için katılmıştım ve "Ağustos grubu" içinde
bulunmam ise Sucua - Ekvator'daki tesadüfi bir tanışmaya dayalıy­
dı. Mütevazı olmamın nedenleri vardı ve zekam veya etki gücüm
konusunda hayal görmüyordum. Konumumun "gücü" konusunda
neyi kastettiğini sormayı başardım.
"Tahminime göre çok iyi biliyorsunuz ki devletlerimiz (sizin­
ki ve benimki) bu ülkeyi geri dönüşsüz bir şekilde değiştirmeye
çalışıyor. Sizin devletiniz hem incelikli, hem de hiç incelikli ol­
mayan şekillerde inanılmaz bir güç kullanıyor.
Tereddüt etti. "Kumun renginin, bakanın nerede durduğuna bağ­
lı olduğuna dair bir deyişimiz vardır. Ülkenizin, benim kültürümü
sizinkine benzer bir kültüre dönüştürmek istemesi için kendince ne­
denleri olduğundan eminim." Uzun bir iç çekti. "Çöl bir sembol.
Çölün yeşile çevrilmesinin tarımdan çok daha fazla anlamı var."
"Yani itiraz ettiğiniz şey Çiçeklenen ÇölProjesi mi?"
Nazikçe ve biraz da istihzalı bir şekilde gülümsedi. "Dediğim
gibi çöl bir sembol. Sözünüzü kestiğim için bağışlayın ama neti­
cede bir yemek için buluştuk." Kafasını eğerek ünüyle çelişir gö­
rünen çok nazik bir saygı ifadesinde bulundu. "İzninizle her
ikimiz adına bir seçimde bulunacağım. Size gerçek Pers mutfağı­
nı sunmaktan onur duyarım." Garsona işaret etti. Siparişi verdik­
ten sonra bana döndü. "Affınıza sığınarak size bir soru sormak
istiyorum Bay Perkins. Kendi ülkenizin yerlilerini, Kızılderilile­
ri yok eden şey neydi?"
"Pek çok şey: Beyaz adamın hırsı, coğrafi olarak genişleme
kararlılığımız, üstün silahlar... "
"Evet. Doğru. Hepsi. Ama hepsi sonuçta doğanın yok edil­
mesine gelmiyor mu? Ormanlar yok olduğunda, Bufalolar öldü­
rüldüğünde, kabileler kendi topraklarından çıkarılıp belirli
noktalara yerleştirildiklerinde Kızılderililerin kültürlerinin te­
meli de çökmüş olmadı mı? Görüyorsunuz ya, aynı şey burası
için de geçerli. Çöl bizim doğamız. Çiçeklenen Çöl Projesi bi­
zim tüm hayatımızın dokusunu tehdit ediyor. Bunun olmasına
nasıl izin verebiliriz?"
"Ama bu fikir sizin insanlarınızdan geldi."
43
Dişleri bembeyaz parladı. "Ah, evet. Kralımız Darius'un ve İs­
kender'in soyundan geldiğini iddia ediyor. Bu bir saçmalık elbet­
te. Gerçek şu ki ataları Bedevi 'ydi. Tören çadırı güzel bir örnek.
Çok açıklayıcı. Şah'ın farkına vardığından çok daha fazla şey a�­
latıyor. Bedevi '}erden gelen bir adam neden çölü yok etmek istesin
ki? Tahta çıkan, Şah'ların Şah 'ı, kralların kralı olduğunu iddia eden
bir adam?" Durdu ve garsonun masada doldurduğu şarap kadehine
dokundu. "Benim insanlarım çölün bir parçası. Şah 'ın baskıyla yö­
netmeye çalıştığı bu insanlar çölün sadece bir parçası da değil, ken­
disi." Şarap kadehini kaldırarak devam etti. "Sizi selamlıyorum Bay
Perkins. Benim hakkımda bir şeyler duymuş olduğunuzdan emi­
nim; cesur olmayan birini uzak tutabilecek şeyler. Burada bulunma­
nızdan onur duyuyorum. Cesaretinize içiyorum." Bardağı yavaşça
dudaklarına götürdü ve büyük bir lezzet duyduğu belli olan uzun bir
yudum aldı. "Gerçek Pers şarabı. Bence muhteşem ! Şimdi size kü­
çük bir hikaye anlatmak istiyorum. Bu bencilce düşkünlüğümü ba­
ğışlamanızı dilerim."
"Buraya gelme nedenim bu. İran' ın diğer yüzünü görmek, no­
tunuzda belirttiğiniz gibi."
"Çok doğru." Gözleri tüm odayı dolanır gibi oldu, sonra du­
varların birinin ortasındaki belirli bir noktaya odaklandı ama dö­
nüp orayı incelediğimde, bu olağanüstü odanın her santiminden
daha dikkat çekici olan bir şey göremedim.
"Daha on yaşında bile değildim. Doğumumdan beri her yıl ol­
duğu gibi, bir haftalığına çöle giden aileme eşlik ediyordum. Ama
bu sefer babam bana çok özel bir şey göstermeye söz verdi. Çölün
bir sımnı öğrenmek için yeterince büyümüş olduğumu söyledi.
"Bir sabah erkenden, güneş doğmadan önce babamla birlikte
çadırdan uzaklaştık. Çölde saatlerce yürüdük. Sıcaklığın dayanıl­
maz hale geldiği ve yorgunluktan öleceğimi düşündüğüm bir an­
da küçük bir vahaya vardık. Kumdan çıkıyor gibiydi. Bir cennet
hayali şaşkın gözlerimin önünde gerçek oluyordu. Çöldeki küçük
bir hurma ağacı kümesi arasında bir Bedevi ailesi yaşıyordu. Ça­
dırları bizimkinden farklıydı. Daha basitti ve üstü siyah bir gölge­
likle kaplıydı. Babamı tanıyorlardı, bizi sevinçle karşıladılar.
Öğleden sonrasının büyük bölümü boyunca çadırlarında uyudum.
45
durumdaydım. Sonra aklıma bir şey geldi: Allah ' a yalvardım. Ce­
vap vermeyince solucan gibi kumun içine girdim. Sıcaklığı garip
bir şekilde rahatlatıcıydı. Sonunda ayağa kalktım ve orada öyle­
ce durdum. Tek başıma. İçimi bir sakinlik kapladı. Çöl sessizleş­
ti, rüzgar durdu. Belki de Allah sonunda beni duymuştu. İlk
uyandığımda keçi derisi su kaplarından biri yanımdaydı sanki di­
ye hatırladım. Ayak izlerimi geri doğru takip ettim. Sabırsızlığa
kapılıp koşmaya başladım. Rüzgar izlerimi silmişti. Yatakları gör­
me ümidiyle ufku taradım ... ama kumdan başka hiçbir şey yoktu.
"Ümitsiz bir şekilde koşuşturmaya devam ettim. Boğazım ya­
nıyordu. Sersemlemeye başladım. Daha fazla dayanamadım. Ye­
re yığıldım. Gözlerimi yeniden açana kadar orada ne kadar
kaldığımı bilmiyorum. O anda izlerimi gördüm. Kendi izlerim!
Ayak izlerimi bulmuştum. Yeniden enerji dolduğumu hissettim.
İzlerin beni bir dairede dolandırdığını anlayıncaya kadar devam
ettim. Çılgına dönmüştüm. Çığlık sesleri duydum ama kendi se­
sim olduğunu de hemen anladım. Oturdum.
"Kumlar etrafımda uçuşuyordu. Kumları düşündüm, hücrele­
rime, aklıma, hayallerime girmelerine izin verdim. Uyku bastırdı.
Gözlerimi kapattım, korkuyu bıraktım, kendimi çöle açtım.
"O anda bir ses duydum. 'Çöl onu bir kez kabul ettiğinde müş­
fiktir' dedi ses. 'Onun bir parçası olduğunu öğrendiğinde . ' Bu se­
si Allah 'ın sesi olarak kabul ettim. 'Asla acımasız değildir ama
ona direndiğin zaman öyle görünebilir. '
"Gözlerimi açtım. Bedevi adam tepemde duruyordu." Yamin
kadehini tokuşturmak için kaldırdı. Ben de kaldırdım. Kadehler
masanın ortasında çınladı. "Beni babama geri götürdü." Gülüm­
sedi. "Vaha bir saatten az bir mesafedeydi."
"Tüm o süre boyunca Bedevi neredeymiş?"
"Yatağının içinde. Kumlarla kaplanmış olarak. Aslında ora­
daymış. Yanımdan hiç ayrılmamış."
"Tam bir inisiyasyon."
"Evet. Hiçbir zaman unutmayacağım bir deneyim. Hayatımı
değiştiren bir ders."
"Öyle bir öğretmenin olduğu için şanslısın."
Konuşmadan önce uzunca durdu. "Bu kum dersini alsaydı Şah
nasıl olurdu hep merak ederim."
47
5 . B ÖLÜM

K UR U MSAL V E BİREYSEL
ŞEKİL DEGİŞTİR ME

" Ş AH ' A N E owu?" diye sordu Viejo Itza hikayemi anlatmayı bi­
tirdiğimde.
"Devrildi. ABD'de bize söylendiğine göre, Ayetullah Humey­
ni isimli bir fanatiğin yönettiği bir köktenci İslam hareketi tarafın­
dan tahttan indirilmiş. Ama aslında bundan çok daha büyük bir
şey. Yamin'in tahmin ettiği gibi. Dev bir dip akıntısı. Bedeviler.
Sıradan İranlılar. Şah kısa bir süre sonra öldü, ülkesi olmayan yal­
nız, acılı bir adam olarak."
"Şah Yamin ' in aldığı eğitimden geçseydi her şey ne kadar
farklı olurdu." Viejo ltza'nm sesi düşünceli, neredeyse üzgün ge­
liyordu. "Kumların verdiği ders! " Ayaklarına bakıyordu, yüzü
gölgeler içindeydi, o yüzden ifadesini okuyamadım. "Çok öğre­
tici bir ders . . . " Altındaki taş jaguara dokundu. "Burada, Maya'da
olan şeyler de çok farklı değildi."
Açıklamasını istedim.
Güneşin giderek yükseldiği cangıla baktı. Üzerimizde birkaç
bulut vardı, bir bebek arabasının üzerindeki güneşlik gibi. "Hika­
yeyi biliyorsun. İspanyollar gelmeden önce bu arazi ışıl ışıl renk-
48
lere bezenmiş muhteşem yapılarla kaplıydı. Bu kalıntılar o gün­
lerdeki zenginliğin yalnızca iskeleti. Ama o yapılar o zaman bile
insanları içten kemiren bir çöküşün dışsal simgeleriydi. İspanyol­
lar geldiğinde muhteşem şehirler çoktan terk edilmiş, tekrar can­
gılın bir parçası olmuşlardı. Maya insanları hala buradaydılar,
tıpkı bugün olduğu gibi ama ormanın derinliklerinde yaşıyorlar­
dı." Bir yeri işaret etti. "Tıpkı şuradaki, ölü bir dala benzettiğin ev
gibi. Şehirler terk edilmişti."
Kalktı ve ellerini yanlara açıp altındaki ve etrafındaki araziyi
kapsayacak şekilde bir dairede yavaşça dönmeye başladı. "Şekil
değiştiriciler rahatsızlığı anladı, insanların doğaya hakim olma
çabasını sürdürmeleri ve maddi hırslara teslim olmaları durumun­
da meydana gelecek felaketi önceden gördüler. Bu yüzden insan­
ları şehirlerden çıkarıp tekrar cangıla yönlendirdiler." Gözleri
benim gözlerimle birleşti. "Antropologların ve tarihçilerin pek
çok teorileri var; yıkıcı savaşlar, kıtlık, sel, kuraklık ... ama tüm
bunlar yalnızca semptomlardı."
"Ozon tabakasındaki delik, eriyen buzullar gibi günümüzün
iklimsel değişimlerine benzer şeyler... "
"Aynen öyle. Semptomlar. Mayalar için asıl sorun, rahatsızlı­
ğın nedeni kültüreldi. Veya belki felsefi demek daha doğru olur."
Tekrar oturdu. "Liderler insanların dünyanın kendisi olduğu ger­
çeğini göremiyorlardı. Doğadan ayn değiliz. Biz ve o biriz. Ma­
ya rahipleri ve krallar bunu unutmuştu. Egoları büyümüştü.
B üyük piramitlerin tepesinde oturan, aşağıya yıldırımlar göndere­
bilen, arazileri kurutabilen, kendilerine devasa anıtlar yapabilen,
doğaya hak.im olabilen tanrılar olduklarına inandılar. Hırsları sap­
lantı haline gelmişti."
"Şah 'ınki gibi."
"Çiçeklenen Çöl Projesi. Kaç insan aynı hatayı yapacak?"
A vuçlannı açtı. Bir yakarış hareketi. "Bilim insanlarınıza bak...
Hiç öğrenmeyecekler mi? Endüstriyelleşmeyle ilişkili kirlilik.
Ozon azalması ve diğer sorunların teknolojiyle çözülebileceğini
iddia ederken, tarihin mesajını anlamıyorlar mı? Binlerce yıldır
çölde yaşayan ama onu hiç 'fethetmeye' çalışmamış olan Bede­
vileri dinlemeyi neden reddediyorlar? Bu bilim insanları, Maya-
49
!ar şekil değiştiricileri izleyip ormana döner dönmez sorunlarının
bittiğini görmüyorlar mı? Artık savaşlar bitmişti. Sellerin ve ku­
raklıkların devam edip etmediğini bilmiyoruz. Bildiğimiz şey,
tekrar çevrelerinin bir parçası olmaya adandıklarında rahatsızlık­
larının sona erdiğidir."
Aklıma bir fikir geldi. "Amerikan Devrimi, demokrasi, bir şe­
kil değiştirmeydi."
Bana baktı. "Bunu biraz açıklayabilir misin?"
Ona bir özet sundum. Önce Avrupa' da gelişen politik sistem­
leri tanımladım; feodalizm, aristokrasiler, monarşiler. Bunları di­
ğer herkesi yöneten bir avuç insana dayalı sistemler olarak
tanımladım. Çoğunluğun çok az hakkı vardı; kötü muamele görü­
yor, kullanılıyor, hizmete zorlanıyorlardı. Sonunda usandılar. Fe­
laket işaretleri ve kehanetleri vardı. Sürekli sorunlar meydana
geldi ama bu askerlerin halledebileceği bir şey değildi. Çoğunluk
her zaman kaybediyor, itaate mecbur bırakılıyor, aristokrasinin
istediği şeyi yapmaya devam ediyorlardı. Şehirler büyüdü ve in­
sanlar doğaya giderek yabancılaştı. Salgın hastalıklar, vebalar, yı­
kımlar, açlık vardı. Bu arada yönetici elit zenginliğini giderek
arttırıyordu. Onlar ve rahipleri "seçilmiş" olduklarını iddia edi­
yor, yalnızca kendilerinin Tanrı'yla doğrudan temasları olduğunu
söylüyorlardı. Sonra istisnai bir şey oldu. Viejo' nun gözlerine
dosdoğru baktım. "Kolomb."
"Sizin için istisnai belki."
"Her hikayenin iki yönü vardır. Her zorlu durumda bir kaçış
kapısı açılır. Bizim hikayemizdeki kaçış kapısı, atalarımın 'Yeni
Dünya' dediği şeydi." Viejo kendi kendine güldü. Eski Dünya'nın
Amerika'ya göç edenlere sistemlerini nasıl dayattığını anlatarak
devam ettim. Ama okyanusa meydan okuyan bu insanlar ebe­
veynlerinden farklıydı . Farklı bir hayal görüyorlardı. Ve yeni bir
soyla karşılaştılar; onlara doğada nasıl yaşanacağını gösteren or­
man insanları. Böylece eski efendilerine direnç gösterdiler. İsyan
ettiler. Savaşlar yoluyla Kızılderililer'den doğayla nasıl uyum ka­
zanılacağını öğrendiler. İngiliz birlikleri parlak kırmızı ceketle­
riyle askeri düzende ve güpegündüz düzgün sıralar halinde
yürürken koloni askerleri sade ve çevrelerinin rengindeki güderi
50
giysiler içinde, ağaçların ve taş çitlerin arkasında saklanıyordu.
Doğadan ayırt edilmez hale gelip kendilerini gizliyorlardı.
Viejo beni hevesli bir şekilde dinliyordu. Devam ettim. "Ko­
loniciler alternatif bir devlet türü geliştirdi. Model olarak ise Kı­
zılderililer' den, özellikle beş ve daha sonra altı kabileyi kapsayan
bir halk olan lroquoislerden esinlendiler. ABD 'nin Benjamin
Franklin, Thomas Jefferson, George Washington, Thomas Paine
gibi Kurucu Babalar'ının pek çoğu, yerli topluluklarının yaşam
şekillerini daha iyi anlamak için onları ziyaret etti. Çalışmalarına
dayalı olarak, tüm dünya tarafından kopyalanan bir devlet türüne
ulaştılar."
"Iroquouislerle ilgili kısmı hiç duymamıştım."
"Evet ama Kurucu Babalar bir şeyi ihmal etti. Iroquoisler ara­
sında kabile şeflerini seçen bir kadınlar konseyi vardı. Yani temel
olarak gemiyi yönetecek olan kaptan kadınlar tarafından seçiliyor­
du. Eğer geminin gidişini, rotasını beğenmezlerse kaptanı değişti­
riyorlardı. Bizim Kurucu Babalarımız kadınlan yönetime dahil
etmedi. Bu yüzyıla kadar, yani Anayasa'nın yazılmasından yüz yıl­
dan uzun bir süre sonrasına kadar kadınların oy kullanmasına bile
izin vermediler."
"İnsanlık tarihindeki en önemli -en yıkıcı- şekil değiştirme."
"Oy kullanma mı?"
Güldü. "Elbette hayır. Dişiden uzaklaşma. B iliyorsun, bu dün­
ya temelde dişil. Hayatta kalmamızı sağlayan şey bu. 'En uygun
olanın hayatta kalması' değil; bu bir erkek kavramı. Hayatta kalış,
besleme, sevme, destekleme ile yani dişil özelliklerle ilgilidir. Bun­
lar olmasaydı ne olurduk? Erken tarihimiz baskın olarak bu özellik­
leri destekleyen özellikteydi. Tıpkı Iroquoislerinizde olduğu gibi,
tüm önemli meselelerde kadınlar karar verirdi. Benim kültürüm
tanrıçaya tapardı, tıpkı birkaç bin yıl öncesine kadar dünya üzerin­
deki, Dünya Ana üzerindeki tüm kültürlerin yaptığı gibi. Sonra bü­
yük ve korkunç bir şekil değiştirme meydana geldi."
"Bunu daha önce hiç böyle görmemiştim."
"Başka nasıl görebilirsin ki? Bu tipik bir reaksiyondu sanının.
Tipik insan, tipik erkek reaksiyonu. Ego bilgeliğin önüne geçti.
Beni her zaman çok şaşırtmış olan şey ise bunun pek çok yerde
51
eşzamanlı olarak gerçekleşmiş olması. Ben bir Maya ve Katolik
olarak yetiştirildim. O günlerde burada, Yukatan'da Katolik olma­
mak,-bu doktrinin eğitimini almamak imkansızdı. Çok küçük bir
yaşta, çok uzun bir zaman önce başlamış olan o korkunç dönüşü­
mün etkisinin büyüklüğü ve bu buradaki, Avrupa'daki, Ortado­
ğu'daki ve Andlar'daki gelişim benzerliği çok dikkatimi çekti.
Daima ruhsal olarak sağlıklı insan grupları vardı. Çoğu zaman can­
gılların ve ormanların derinliklerinde yaşıyorlardı. Bu kültürlerde
yönetim kadınlardaydı ama erkek kültürler gelip egemen oldu."
"Buna şekil değiştirme mi diyorsun?"
"Çok büyük bir şekil değiştirme, neredeyse evrensel. Ve daha
önce meydana gelenlerle karşılaştırıldığında, nihai olarak kendi
kendini yok edici bir şekil değiştirme. Sezonluk olarak kurulan
ve çocukların kahkahalarıyla çınlayan muhteşem yerel pazarlar,
günümüzün erkek egemen ekonomilerine yol açan büyük ticari
firmalar haline geldi. Bu, eğitimde, siyasette, dinde ve neredeyse
tüm kurumlarda meydana geldi. Kirlenme erkekliğin, gelişmenin
bir erdemi, simgesi haline geldi. Para ve bir şeyler biriktirme sap­
lantısı kutsallaştı. Tüm bunların geçmişi o şekil değiştirmeye ka­
dar uzanıyor."
"Peki İsa?"
"Büyük bir şaman, bir şekil değiştirici."
"Peki, nasıl başarısız oldu?"
"Başarısız mı!" Kafasını geri atıp güldü. "Başarısız olmadı. Der­
simizi almamız gerektiğini ve bunun ancak deneyim yoluyla müm­
kün olduğunu görebiliyordu. Gerçekte neyi istediğimizi anlamak
için tüm bu lüks, tüm bu materyalizm, bu ekonomik gelişimin acı­
sını çekmemiz gerekiyordu. Ve İsa kalplerimizde hala yanmakta
olan ateşi yaktı. Ne engizisyonlar, savaşlar, kıtlıklar, ne de papala­
rın fermanları bu ateşi söndürebildi." Göğsüne dokundu. "O ateş
burada, içimde. Ve orada, içinde. Hepimiz zaman zaman onu his­
sederiz. Orada olduğunu biliyoruz. Bizi ayakta tutan şey bu. Tek­
rar şekil değiştireceğiz. Hatta bana öyle görünüyor ki, senin ülken
geçmişinizdeki devriminiz sırasında buna benzer bir şey yaptı."
"Benim ülkem o eski erkek egemen şekli değiştirme konusun­
da nadir bir fırsat yakalamıştı." B u düşünce beni heyecanlandır-
52
dı, sonra da sıkıntıya soktu. "Eğer o koloniciler Iroquoisleri ger­
çekten dinlemiş olsalardı bugün dünyaya çok daha farklı bir örnek
sunuyor olurduk."
Bir süre sessizce oturduk. Sonunda Viejo Itza boğazını temiz­
leyerek devam etti. "Şimdi ülkenle ilgili çok daha iyi bir kavrayı­
şa sahibim. Sizin sisteminizin çerçevesi, doğayla birliklerini
hissetmiş olan yerli insanlardan geldi. Temeller araziye yakın ol­
ma, Güneş'e, Ay'a, Dünya'ya ve tüm çevreye tapmaya dayalıy­
dı. Ama artık her gün doğadan biraz daha uzaklaşıyorsunuz. İki
yüzyıldır böyle bir eğilim var. İsa'dan önce başlayan o eski kalı­
bı devam ettiren bir eğilim. B unu tersine çevirme şansınız vardı.
Ama çevirmediniz."
"Belki bunu şimdi yapabiliriz."
"Elbette. Eğer doğru koşullar sağlanırsa. Ama biraz Yamin'e
geri dönelim."
"Tabii."
"Ona eşlik eden Bedevi adam hakkındaki hislerin nedir? Ger­
çek bir şekil değiştirici miydi acaba?"
Hemen "Evet" demek istedim çünkü bunun her şeyi basitleş­
tireceğini biliyordum. Ama gerçek şuydu ki, Yamin'den hikaye­
yi dinlediğimde, çölde Yamin'e eşlik eden adamın iyi bir
kamuflaj ustası olduğunu düşünmüştüm. Kumlarla kaplanan bir
battaniyenin altında gizlenerek tamamen görünmez olmuştu. B u­
nu : iejo Itza'ya söyledim.
"Yamin sana öyle mi söyledi?"
"Kullandığı kelimeleri tam olarak hatırladığımdan emin değilim."
"Ona atfettiğin kelimeleri aynen hatırlıyorum. 'Adam çölün
kendisiydi . ' Yamin'in böyle dediğini söylemiştin."
"Sanırım söylediği şey aşağı yukarı buydu."
"Ve bunun birebir doğru olabileceğini düşünüyorum."
"Yani o adamın gerçek bir şekil değiştirici olduğunu, yaptığı
şeyin yalnızca bir battaniyenin altında saklanmaktan ibaret olma­
dığını mı düşünüyorsun?"
"Yatağını kullandığından veya yatağının kumla kaplandığın­
dan şüphe duymuyorum. Peki, ne kadar süre boyunca orada kal­
dı sence?"
53
Hafızamı taradım. "Emin olamıyorum. En azından bütün sabah.
Belki daha uzun." Yamin yere çöktükten sonra gözlerini açınca gü­
neşin doğrudan tepesinde olduğuna dair bir şey söylememiş miydi?
"Bilmiyorum" dedim sonunda. "Kesinlikle uzun bir süre."
"Boğucu çöl sıcağında, bir battaniyenin altında yarım gün ve­
ya daha uzun, hatta birkaç saat bile durmak ister miydin?"
"Pek istemezdim. Neredeyse imkansız gibi görünüyor. Ama
bir Bedevi için ... "
"Onlar farkl ı mı?"
"Çölde nasıl yaşanacağını biliyorlar sanırım."
"'Nasıl mesela?"
"Nasıl hayatta kalınacağını, nasıl uyum sağlanacağını ... " Bu
beni durdurdu. "Ne söylemek istediğini anladım. Yani onun ger­
çekten şekil değiştirdiğini, çöl olduğunu mu söylüyorsun?"
"Bunu söyleyen Yamin."
"Belki de öyledir." Sonra başka bir düşünce geldi aklıma.
"Eğer gerçekten bunu yaptıysa, ne zaman tekrar insan haline dö­
neceğini nasıl biliyordu? Hatta dönebileceğini nasıl biliyordu?"
"Ah . . . kritik soru. Sizin gibi insanların şekil değiştirmesini en­
gelleyen soru, dostum."
"Nasıl yani? Daha önce bunu yapmayı öğreneceğime söz
vermiştin."
"Afedersin. 'Şimdiye kadar' demeliydim."
"Teşekkür ederim. Ama bunun bir inanç ve niyet meselesi ol­
duğunu söylemiştin sanırım."
"Doğru." Durdu. "Şekil değiştirmeyi düşünürken herhangi bir
korku duyuyor musun?"
"Evet. Bunu yapamayacağım korkusu."
"Ondan başka?"
"Eğer bunu yaparsam, bu halime dönemeyeceğim veya dön-
mek istemeyeceğim korkusu."
"Dehşete düşürücü bir korku."
"Kesinlikle."
"O korku, insanların bunu yapmasını engelleyen en büyük
faktör."
"Bunu nasıl yenebilirim?"
54
Derin bir iç çekti. "Bir şekilde dönüşüp o korkuyu bırakman
gerekiyor. Ama bu dönüşüm, kültürel, kurumsal dönüşümlerden
biri. O yüzden de o kadar zor veya korkutucu olmayabilir. Şekil
değiştireceğin şeyle zaten aynı olduğunu, ayrılığın yalnızca bir il­
lüzyon olduğunu kabul etmen gerekir. Aynca bir hiyerarşi olma­
dığını, bir insan olarak varlığının evrim tablosunda bir ağaç veya
jaguar olarak varlığından daha üstte olmadığına inanmalısın."
"Bizim toplumumuz için zor bir düşünce."
"Lise biyolojisi kesinlikle insanları şekil değiştirmeye hazırla­
mıyor. Ama buna şu şekilde bak: Eğer bir ağacın daha düşük se­
viyeli olduğuna inanırsan, bir ağaç olarak kalma korkunu nasıl
yenebilirsin? Ve ... " Eğildi, yüzü benimkine yaklaştı. "Şekil de­
ğiştiricilerin değiştikleri bir şey olarak kalmaları az rastlanan bir
şey değildir." Gözlerime dikkatle, gözlerini kırpmadan baktı. "Pek
çoğu hiç dönmez. Dönmemeyi seçerler."
"Aman tanrım! "
"Bu seni korkutuyor mu?" Doğruldu. "Ama neden? Eğer bir
ağaç olmanın bir insan olmak kadar, hatta ondan daha iyi olduğu­
nu kabul edemiyorsan, şekil değiştirme hakkında bir daha hiç dü­
şünmesen belki de daha iyi olur. Kişisel özellikler ve kurumsal
şekil değiştirme hariç. Bunlar hücresel şekil değiştirme değil ."
"Bazılarına çekici gelen de bu sanırım. Artık fiziksel olarak
şekil değiştirmediğimizi çünkü artık bunun ötesine geçtiğimizi
söyleyenlerin bunu tersten düşünmesi gerekiyor. .. Bu bir kaçış."
"Buna şu şekilde de bakılabilir: Eğer ona inanıyorlarsa, o za­
man herhangi hücresel, fiziksel şekil değiştirme yapmamaları ge­
rekir ki muhtemelen yapamazlar da ama eğer yapabil selerdi,
başlarını gerçekten büyük bir derde sokarlardı ! Kurumsal şeyle­
re yapışmaları daha iyi. Knut Thorsen'in onlarla ilgili tespiti çok
doğru. Anahtar, toplumların hayallerini şekillendirenleri dönüş­
türmek."
"Şirketler."
Elimi işaret etti. "Taşa bak."
Taşı güneşe tuttum. Kırmızımsı rengi daha parlaklaşmış gö­
rünüyordu. Kaldırıp yüzüme yaklaştırdım ve yanağıma değdirdi­
ğimde sıcaklığını hissettim.
55
"Onun hakkında düşün" dedi sessizce. "Onun içine gir. Aynı
zamanda onu kalbinde hisset. Neyin şekil değiştirmesini istiyor­
sun? Unutma, şekil değiştirme enerjiyle, ruhla ilgilidir. Sorular
sor. Her zaman sorular sor."
Gözlerimi kapattım. Taşın görüntüsü hala zihnimdeydi. Bilinci­
min odaklandığını, sanki taşa doğru akmakta olduğunu hissettim.
Huzurlu bir histi ve aynı zamanda bir dönüşümün gerçekleşmekte
olduğunun farkındaydım. Yaptığım şeyin tamamen benim için, ta­
mamen kendime doğru bir an olduğu, en kutsal ve gizli benliğimin
derinliklerini araştırabileceğim bir an olduğu düşüncesi belirdi.
"Kristal bir mağarayı andıran parıltılar." Bu kelimelerin Vie­
jo Itza'nın kelimeleri mi olduğu yoksa benim hayal gücümden mi
geldiğinden emin değildim. Önemi yoktu. Taş sanki açılmıştı. İçi
çok parlak, olağanüstü, kristal bir mağaraydı.
"Neyin şekil değiştirmesi gerekiyor?" diye sordum.
İnsanlardan oluşan uzun bir çizgi gördüm, her boydan ve her
ırktan insanların oluşturduğu sonsuz bir yılan. Giderek büyüdü ve
beni yiyecekmiş gibi hissettim. Onun üzerinde ise su, erimiş metal­
ler. yiyecek ve havadan oluşan başka bir çizgi vardı. Bu çizgi gide­
rek küçülüyordu. "Artan nüfus ve azalan kaynaklar felaket demek"
dedi bir ses veya bir düşünce. "Bu hayat şekli değişmeli."
Birden bir grup adam çıktı ortaya. Takım elbiseli ve kravatlı bu
adamlar uzun, maundan bir toplantı masasında oturuyordu. Arka
planda beyaz cüppeli Bilim insanları test tüpleriyle uğraşıyordu. Ma­
un masanın başındaki adam ayağa kalktı. "Baylar, insanlık için dev
bir adım ... " Sesi tüm odada gürledi. "Bu şirket, bilimi kullanmada
dünya lideri. Ve yılın son çeyreğinde karların rekor bir düzeye çık­
tığını bildirmekten mutluluk duyuyorum. Parlak bilim adamları­
mız ... " arkasındaki beyaz cüppeli adanılan işaret etti, " ...bir mucize
gerçekleştirdi. Böylece şirketin değeri de tavan yaptı! "
Gözlerimi açtığımda Viejo Itza bana bakıyordu.
Deneyimlediğim şeyin beni Knut Thorsen' le yaşadığım başka
bir olaya götürdüğünü söyledim. Ujung Pandang'a ikinci ziyare­
tim sırasında olmuştu. Bu liman kenti, Bomeo ile Yeni Gine ara­
sındaki Baharat Adalan 'ndan biri olan, korsanlar ve hazinelerle
ilgili renkli bir geçmişe sahip Sulawesi Adası 'ndaydı. Kolomb' un
56
tesadüf eseri Amerika'yı keşfettiği sırada aradığı, hazine efsane­
lerine konu olmuş Sulawesi, modem ABD firmalarının kalelerin­
den çok uzakta, tam anlamıyla dünyanın öbür tarafındadır. Oraya
yaptığım ikinci yolculuk sırasında hala dünyanın en gizemli yer­
lerinden biriydi. Okyanus uskunalanna sahip, genellikle de bun­
ları ticaret gemilerine yanaşıp yağmalamak için kullanan Bugi
kabilesine mensup insanların kaldığı adaydı. Benim varmamdan
sadece bir ay önce, bir Çin şilebi ve yirmi kişilik tayfası Bomeo
sahili açıklarında kaybolmuştu. Endonezya'daki kimsenin o şile­
bin kaderiyle ilgili bir şüphesi yoktu!
O ziyaret sırasında dikkatimi çeken şey, Ujung Pandang' a giz­
li bir toplantı için gelmiş şirket yöneticilerinin görüntüsüydü. O
özel iş liderleri grubuna danışmanlık yapmak üzere tutulmuş yük­
sek kazançlı bir yönetici olan Knut, sohbetlerimizin birinde bana
hiç aklımdan çıkmayan bir soru sormuştu. "B.urada gerçek korsan­
lar kim?" Bu soru o zaman beni çok şaşırtmış, hatta şoka uğrat­
mıştı ama zaman içinde soruyu da ve anlamlarını da unutmuştum.
Şu ana kadar.

57
6 . B ÖLÜM

BU GİMANLARLA
ŞEKİL D E GİŞTİRME

y AZILI TARİHİN ÖNCESİNDEN BERİ Sulawesi sahillerinde yaşayan


Bugiler dünyadaki en kana susamış korsanlar olarak bilinir. İlk
baharat tüccarlarını o kadar korkutmuşlardı ki, Avrupahlann söz­
lüğüne "Bugiman" diye yeni bir kelime eklenmişti.
Bugiler hala çok büyük siyah yelkenleri olan büyük ahşap us­
kunalar kullanır. Prahus denen bu gemiler, ağaç, asma ve reçine
gibi tamamen doğal maddelerden yapılır; Toraja Taglia ve diğer
vahşi ve bağımsız kabilelerin yaşadığı, adanın reniş ve gizemli
iç kesimlerindeki dağlara uzanan ormanlardan elde edilen madde­
ler. Prahulann motoru, navigasyon ekipmanlan veya herhangi tür­
de modern bir teknolojisi yoktur ama büyük mesafeleri aşar, hatta
bazen denizcilerin dünyadaki en tehlikeli sulardan biri olarak bil­
diği Hint Okyanusu'nu kat ederler. Bugi denizcileri hala Sir Fran­
cis Drake ' in onlardan kaçtığı zamanki gibi görünüyor. Batik
sarongları. parlak renkli sarıkları, süslü küpeleri vardır. Bellerin­
deki kırmızı kuşaklarından uzun, kavisli palaları sarkar.
Sulawesi 'ye ilk ziyaretimde Buli adlı saygın, yaşlı bir prahu
ustası Bugi 'yle arkadaş olmuştum. Uzun, düz, beyaz saçlı Buli
58
kamburlaşmış ve dişsizdi. Yaşını bana hiç söylemedi. Ustalığını
ona geleneksel becerileri öğreten ünlü bir gemi yapımcısı olan
dedesinden almıştı. "Her prahunun bir hayali vardır" diye anlattı
Buli. "Bu hayal gemi inşa edilmeden önce mevcuttur. Dedem ba­
na işime başlamadan önce prahunun hayaline nasıl gireceğimi
gösterdi. Prahunun nereleri dolaşacağını, hangi fırtınalarla karşı­
laşacağını görürüm. Bu bana işime nasıl odaklanmam gerektiği­
ni, prahunun hangi parçalarının özel dikkat gerektirdiğini gösterir.
Gemilerimizdeki her şey doğrudan doğadan gelir. Hiçbir metal
veya plastik kullanmayız. Prahunun hayalini, gelecekteki yolcu­
luklarını anladığım zaman doğayı ziyaret ederim, ihtiyaç duydu­
ğum bitkilerin hayallerine girerim ve özel olarak bu gemi için en
uygun olanları seçerim."
Buli'nin dedesi İkinci Dünya Savaşı sırasında Endonezya'yı
işgal eden Japonlar tarafından öldürülmüştü ama ailenin yaptığı
işler o kadar ünlüymüş ki, Buli 1 960'larda okyanuslarda seyahat
edecek yatlar üretmede bir gemi şirketine yardım etmek üzere
Tayvan'a davet edilmiş. Ondan fiberglas kullanmasını ve kalıplar­
dan dökülecek standart bir gemi tasarlamasını istemişler. O da
öyle bir gemi yapmayı "şeytana tapma" olarak tanımlayıp reddet­
miş. "Benim prahularımdaki her şey doğadan gelir" dedi.
Buli bana prahularıyla yapılan, bazıları Madagaskar ve Doğu
Afrika'ya kadar uzanan yolculuklara dair hikayeler anlattı. Dü­
mencinin bir kuşun ruhuna girdiğini, sonra geminin üstüne çıkıp
hedefine kadar olan yolu uçtuğunu, yıldızların konumuna, deniz­
deki akıma ve rüzgarlara baktığını anlattı. Dümenci sonunda dö­
nünce de bu bilgiler geminin rotasını belirlemede kullanılmış.
Ujung Pandang'a bu ikinci seyahatimde patronum bana eşlik
etti. İlkinden çok daha önemli, bir şirket yöneticisinin de bulun­
masını gerektiren bir yolculuktu.
Knut Thorsen' le birlikte onun otel odasının penceresindeydik
ve limanın canlanışını seyrediyorduk. Aşağıda, Felemenkler,
Portekizliler, İngilizler ve Bugiler arasındaki büyük savaşlara
sahne olmuş eski taş istihkamlarının kalıntıları vardı. Paslanmış
toplar, dökülen duvarlara kök salmış palmiye ağaçları altında
sessizce duruyordu. Geçmiş savaşların hayaletleri olan bu ka-
59
lıntılar, bugünün çocuklarının oyun alanıydı. Hareketsiz topla­
rın ötesinde, demir atmış bir prahunun direklerindeki siyah yel­
kenler yukarı çekiliyordu.
"Amerikan şirketlerinin, oradaki adamların güçlerini asla kü­
çümseme." Knut kafasını Sulawesi'deki vaktimizin çoğunu ge­
çirdiğimiz konferans odasının yönüne çevirmişti. Endonezya'nın
çokuluslu şirketleri çekmesine yardımcı olmak için yardımımıza
başvurulmuştu. Hassas bir işti çünkü İkinci Dünya Savaşı 'ndan
sonra bu ülke kanlı savaştan büyük zarar görmüş bir yer olarak
ünlenmişti. Felemenklerin ülkeden kovulmuş olması bir yana,
Endonezyalılar korkunç bir iç savaş geçirmişti. Doğru düzgün
bir araştırma yoktu ama üç yüz bin ile bir m ilyon arasında insan
öldürülmüştü. Diğer taraftan Endonezya'nın emek gücü havuzu
geniş ve ucuzdu. Uzaklığı nedeniyle Sulawesi, uluslararası şir­
ketlerle toplantılarımız için seçilen yerdi. Endonezyalılar için
bile sapa olan bu adada, yöneticiler dünya basınının avcı gözle­
rinden korunduklarını düşünüyordu.
"Toplantıda petrol şirketi başkanının söylediklerini duydun
mu?" diye sordu Knut. "Öyle bir adamı sakın küçümseme." Pen­
cereden prahuda yelkenleri kaldıran adamlara bakarak derin bir iç
çekti. "O denizcilerle bizim dinlediğimiz şu insanlar arasındaki
farka bak! Ujung Pandang'da Wall Street'ten alabildiğine uzak­
tayız ama bir ABD petrol şirketi başkanının tüm Endonezyalıla­
rın geleceğini nasıl yönettiğini anlatmasını dinledik!"
Toplantıda hiçbir Endonezyalı olmamasına rağmen yönetici­
nin konuşması bana göre de son derece yakışıksızdı.
"Ben de sütten çıkmış ak kaşık değilim" diye devam etti Knut.
"Anlaşmada benim de payım var. Ama burada gördüğümüz şey
hırs, kibir ve bencillik! Gelecek nesillere saygısızlık! Kişisel ve
kurumsal açgözlülüklerini haklı göstermek için Uluslararası Pa­
ra Fonu istatistiklerini nasıl kullandıklarına bakar mısın?" Prahu­
yu işaret etti. "Şu adamlara korsan diyoruz! Peki, asıl korsanlar
kim? Bu şirket yöneticilerinin bazılarının yanında Cengiz Han
amatör kalır! "
Prahunun yelkenleri birden rüzgarla şişti. Üzerinden yosun
parçaları dökülen bir çapa sudan yükseldi ve güverteye alındı. Bü-
60
yük uskuna harekete geçirildi, rüzgara döndü ve açık okyanusa
doğru manevralarına başladı.
Knut bana döndü. "Sembolizma." Bir elini omzuma koydu.
Çok savunmazsız görünüyordu, kendisi gibi değildi. "O prahu
çevreye hiçbir zarar vermiyor." Kelimeleri yavaş yavaş çıkıyor­
du. Eli omzumda, tekrar uskunayı izlemeye döndü. "Ne denize
petrol sızdırır, ne duman çıkarır, ne de gürültü yapar." Durdu. Par­
maklarını saçlarından geçirdi. "Dev bir tankerle karşılaştır."
"Dikkatli ol" diyerek güldüm. "Neredeyse bir radikal gibi ko­
nuşuyorsun."
B akışı ciddiydi. "Biliyorsun ben Cumhuriyetçi, muhafazakar
bir işadamıyım. Ama konu bu değil. Çocuklarım var. Torunlarım
olmasını umuyorum. İlerleme adına dünyayı parçalamaya devam
edemeyiz. Özellikle de bunun bize hiçbir şey kazandırmadığını
görürken." Ellerini bir araya getirdi, ileri doğru uzattı, sonra yan­
lara açarak Ujung Pandang limanının panoramasını içine aldı .
"Dünya B ankası'nın kişi başına düşen gelir istatistiklerine göre
bunlar fakir insanlar. Ama sence bizim insanlarımızdan daha az
mı mutlular? Çocuklarının uyuşturucu bağımlısı, alkolik olma,
intihar etme ihtimali o petrol şirketi başkanınınkiler kadar yük­
sek mi sence? Veya benim veya senin çocuklarınınki kadar?"
B üyük prahu rüzgara göre yönünü ayarlıyordu. Devasa siyah
yelkenleri bir an için gevşedi, sallandı ve sonra tekrar şişti. Sa­
rıklı adamlar güvertede koşturuyor, ipleri çekiyordu.
"Hayır" diyerek kabul ettim. "Onların çocukları muhtemelen
dünyayı bizim çocuklarımızın çoğundan daha parlak bir ışık için­
de görüyor."
"Bazen düşünüyorum da keşke yöneticilerimiz Bugiler gibi
insanlarla vakit geçirmeyi de kapsayan bir eğitim programına gir­
mek zorunda olsa. Belki o zaman kazan dairesindeki petrolle de­
ğil de, yelkenlerdeki rüzgarla uğraşırlardı." Knut gözlerini
l imandan ayırmıyordu. "Petrolün Endonezya'ya kardan ziyade
zarar getireceğini biliyor muydun?"
Şok olmuştum.
"Bunun böyle olduğunu defalarca gördüm" diyerek sımnı pay­
laştı. "Sadece petrol değil, ihraç edilmek için üretilen tüm doğal
61
kaynaklar: Altın, gümüş, fildişi, maun, elmas, petrol... Ah, ulusal is­
tatistiklere baktığında belki kişi başına düşen gelirde bir artış göre­
bilirsin. 'Belki' diyorum çünkü bunun tersinin olduğunu, dış borcun
arttığını da görebilirsin. Devlet gerekli altyapıyı oluşturmak için dı­
şarıdan büyük bir borç alabilir. Muhtemelen şirketlerden vergi adı­
na fazla bir şey alamaz. Şirketlerin genellikle belirli bir karlılık
seviyesine ulaşana kadar vergi muafiyeti sağlayan imtiyazlı ortak­
ları vardır. O ortakların hesap uzmanları ise o karlılık seviyesine
hiç ulaşılamamasını sağlar, en azından devletin gördüğü kayıtlarda.
Her durumda, ulusal gelir artsa bile, tüm para bir avuç dolusu zen­
gin aileye gider. Onlar da parayı kendi ülkelerinden çıkararak ABD
veya İsveç bankalarına yatını. Ortalama Endonezyalı (veya Liber­
yalı veya Nijeryalı veya herhangi biri) battıkça batar. Enflasyon re­
el ücretleri sürekli aşağı çeker. Geleneksel kültürler yıkılır. Aile
değerleri ... her şey düşüşe geçer." Silkinir gibi oldu. Gözlerini pra­
hudan ayırdı. Bana baktı. İçe dönük bir şekilde gülümsedi.
"Kültürler arasındaki bu farklılıklar beni çok şaşırtıyor" dedi.
"Bugiler, seninle karşılaşmamıza vesile olan Shuarlar ve bizim
kültürümüz. Tarihte ilk defa dünyaya gerçekten hükmeden tek bir
kültür var. Bizim Batı dediğimiz şey sadece batıda değil. Her yer­
de. Sadece New York'ta, Londra'da, Roma'da değil. Tüm dünya­
yı kapladı: Sidney, Tokyo, Beijing, Katmandu. Hatta burada.
Endonezya'nın nüfusunun büyük bir bölümü ve Cakarta gibi bü­
yük şehirler bunun bir parçası. Çok uzak olmasına ve pek büyük
bir şehir olmamasına rağmen burası bile kaçınılmaz bir şekilde
Batı'ya bağlı. Burada, Ujung Pandang - Sulawesi 'deyiz ve dün­
yanın en güçlü şirket liderlerinden bazılarıyla toplantı yapıyoruz."
Sesini alçalttı. "Soyguncu baronlar demek daha doğru olur." Tek­
rar pencereye döndü. Ufukta başka bir prahu göründü. Rüzgarı
arkasına almış, yelkenleri her iki tarafta bir kuzgunun kanatları
gibi açılmış doğrudan bize doğru geliyordu. "Ve bunun yanında
bir de Bugiler, Shuarlar ve diğer tüm o küçük gruplar, gerçekten
değerli olana değer veren kültürler var. Onlar anlıyorlar... " Sesi
giderek azaldı.
Pencereden bakarak orada öylece durduk. Söyleyecek bir şey
düşünemiyordum.
62
"Dünyaya tek başına hükmeden bir kültürümüz var" diye
devam etti iç içerek. "Peki, bu kültürü kim yönetiyor? Gelecek
nesiller tarafından hatırlanmak için büyük anıtlar bırakmaya ka­
rarlı bir firavun mu? Yoksa büyük büyük torunlarını demokra­
siye götürecek bir felsefe yaratan bir Thomas Jefferson mı? Ya
da hatta imparatorluğu uzun vadede ayakta tutmaya adanmış
Atahualpa gibi bir savaşçı rahip mi? Hayır. Bu kültür, yani se­
ninki ve benimki, burunlarından ötesini, üç ay sonrasını göre­
meyen, her kararları güçlerini arttırma saplantısıyla verilen
şirket yöneticilerinden oluşan küçük bir çevre tarafından yöne­
tiliyor. Onların yüksek rahipleri hesap uzmanlarıdır, bakanları
avukatlardır. Tanrıları yatırım bankalarıdır. Onların mitleri üç
ayda bir çıkarılan raporlardır. Onların geride bıraktığı miras bü­
yük piramitler, parlak fikirler veya gelecek nesiller için refah
değildir. Harabeye çevrilmiş bir dünyadır: çöplükler, yanan ır­
maklar ve nükleer atıklar ! "
Söyleyecek söz bulamıyordum, afallamıştım. B u adam dün­
yaca tanınmış bir danışmandı. Eleştirdiği insanlardan bolluk için­
de yaşayacak paralar kazanmıştı. Yine de onu her zaman bir parça
başına buyruk biri olarak tanımıştım. Onun konumundaki başka
kaç kişi birkaç Shuar görmek için kanlı hayvan parçalarıyla dolu
bir DC3 'te uçardı? Ama şimdi duyduğum şeyler başına buyruk
birinin sözlerinin de ötesinde görünüyordu.
"Böyle bir grup için çalışmaya nasıl devam edebilirsin?"
Düşünceler içinde kaybolmuş görünüyordu. Az önce ufukta gö­
rünen ikinci prahu hızla yaklaşıyordu. Rüzgara karşı açık okyanu­
sa doğru ilerlemeye devam eden ilk prahuya nerdeyse ulaşmıştı.
"Ümidim var" dedi Knut, parmağıyla pencerenin camındaki
görünmeyen bir şeklin üzerinden geçerek. "İyimserim. Her ey­
lem bir düşünceyle başlar. Her toplumsal hareket bir fikir birliğiy­
le başlar. Bugün olduğumuz yere insanlarla birlikte geldik. Sahip
olduğumuz bu algı, bu mevcut paradigma, senin ve benim gibi
insanlardan geldi. Doğal bir miras değil. Geri alınmaz değil."
Baktığımız yerden, siyah kanatlı iki uskuna bir hizadaymış gi­
bi görünüyor, çarpışacakları izlenimi veriyordu.
63
"Bu yöneticiler bu fikirlerle doğmadı. Analarının karnından
böyle tamahkar, gözlerinde dolar işaretiyle çıkmadılar. Hırsın do­
ğal bir içgüdü olduğunu düşünmüyorum. Bunu öğrendiler."
Prahulardan biri diğerinin arkasında kayboldu.
"Öğrenilen bir şey bırakılabilir de. En azından sonraki nesil ta­
rafından. Ve şirketlerin doğası gereği kötü olduklarını düşünmeme
neden olacak bir şey göremiyorum. Çok zarif bir şekilde tasarlan­
mış bir kurum gibi görünüyor. Bazen son derece etkili ve zarif."
Gözden kaybolan gemi tekrar ortaya çıktığında, ikisi de adeta
birbirlerini selamlar gibi dümen kırdı.
"Şirketler bir araç" dedi. "Çok güçlü bir araç. Bizi yok da ede­
bilir, kurtuluşumuz da olabilir."
Yollarına devam ettiler; biri limana girdi, diğeri daha uzak bir
limana yol almaya devam etti.
"İyimser olmamın nedeni bu."

64
7. BÖLÜM

ESRİMENİN DOGASI VE

HAYALLERE KARŞI
FANTEZİLER

"Kuş OLUP UÇAN DÜMENCİLER, kullandıkları maddeyle bir olan ge­


mi yapımcıları ... Tüm hayatın boyunca şekil değiştiricilerle flört
etmişsin gibi görünüyor." Viejo Itza'nın elleri taş jaguarın kena­
rındaydı. "Knut şaşırtıcı biri. ' Şirketler bizi yok da edebilir, kur­
tuluşumuz da olabilir."
Ayağa kalktı. Gerindi. "Güneş yakıcı hale gelmeye başladı."
Jaguara nazikçe dokundu, ona uzunca bir baktı, sonra da dönüp
piramidin basamaklarından inmeye başladı. Daha önce olduğu gi­
bi bana yine bir yılanı hatırlattı. Taşlardan kayarak iniş şeklinin,
dikey ve dökülen bir duvardan aşağı iniş için en güvenli ve etki­
li yol olduğunu şaşkınlıkla fark ettim. "Shuarlardan kendini ağaç­
lara ve hayvanlara dönüştürme tekniklerini öğrenmeni söyleyen
adam değil miydi o?"
"Evet. Onunla ilk kez Amazon 'da, Sucua uçak pistinde karşı­
laşmıştım." Üstten üçüncü basamakta, piramidin gölgesinde otur­
du. Bu manalı bir duruştu.
65
Bir şey düşündüğünü çok iyi biliyordum. "Ve hayır, öğrenme­
dim. Shuarlardan o teknikleri öğrenmedim. İşletme fakültesinden
yeni mezun olmuş biri olarak, Barış Gücü günlerimde bunu yapa­
bilecek durumda değildim."
Anladığını işaret etti başını sallayarak. "Şekil değiştirme gibi
şeyler insanda zaman içinde gelişir. Ama söylesene, patronun
Knut sence ne yapmak istiyordu? O sabah Endonezya'da neye
varmaya çalışıyordu?"
Ancak biraz süre geçtikten sonra aklıma bir yanıt geldi. "O gün­
den sonra sık sık şirketlerin gücünden bahsetti. Bir keresinde, itiraz
edebilecek olsak da kapitalizmin daha epeyce süre hakim olacağını
söyledi. Bunu 'kullanmamı' önerdi. Şirketler dünyasından mümkün
olduğunca çok şey öğrenmeye teşvik etti beni. Bu sistemde mutlak
manada bir kötülük olmadığını, her şirketin kendi hayali olduğunu
ve bir tür kolektif hayalin ortaya çıktığını söyledi."
"Hayal mi? O kelimeyi mi kullandı? Ne kadar ilginç ! Peki, o
kolektif hayali tanımladı mı?"
Knut Thorsen'in "rekabetçi tüketim" dediği bir şeyden sıkça
bahsettiğini anlattım. Bununla ilgili bir kitap önermişti ama aradan
geçen sürede kitabın adını unuttum. Hepimizi tüketim için daha sı­
kı rekabet etmeye kışkırtan bir amigo grubu olarak tanımlardı şir­
ket yöneticilerini. Gözümde, bir futbol sahasında seyircilere el
sallayan ponponlu, takım elbiseli bir adamlar grubu canlanıyordu.
Oyuncular ise abiyeli ve smokinliydi. Ne zaman birlikte bir alışve­
riş merkezine gitsek, oraya "oyun" derdi. Alışveriş yapan birini işa­
ret eder, "İşte başarılı bir oyuncu; iyi bir oyun çıkarır. Şirket
amigoları hepimizi bu oyun sahasına sürerek elimizden geldiğince
çok ıvır zıvır toplamaya teşvik ediyor. Kale direğinden en dolu alış­
veriş arabasını geçiren şampiyon oluyor" derdi.
"Senin Knut tam bir şekil değiştiriciymiş anladığım kadarıy­
la" dedi Viejo Itza sözümü bitirince. "Veya en azından süreci çok
iyi anlıyor." Ellerini gölgeden güneşe uzattı. "Hayale yaptığı atıf­
tan çok etkilendim. O ana kadar onu keskin bir gözlemci veya
belki derin sezgili bir filozof olarak görüyordum. Ama hayalle il­
gili söylediği şey, onunla ilgili algımı değiştirdi. Kastettiğim şe­
yi anlıyorsun, değil mi?"
66
Başımla onayladım. Ondan bununla ilgili daha fazla şey duy­
mak istiyordum. "Hayaller ile şekil değiştirme arasındaki ilişki
hakkında biraz daha konuşabilir miyiz?"
Ellerini tekrar gölgeye çekti ve sinen güneşi koklar gibi görün­
dü. "Bariz olan bir şey var. Şekil değiştirmedeki ilk adım, hayalin
önemini anlamaktır. Şekil değiştirici hayallerini ve fantezilerini ta­
nımalı ve bunları birbirinden ayırabilmelidir. Bu, niyetin bir parça­
sı. Bu ikisini ayırana kadar niyetimizin ne olduğunu anlayamayız."
Bana dikkatli bir şekilde baktı. "Anlayabiliyor musun?"
"Evet. Niyeti tespit etmek için ikisini birbirinden ayırabil­
mek. Sonra da hayali gerçeğe çevirmek. Seminerlerimde öğret­
tiğim şey bu."
"Fanteziler hakkında ne düşünüyorsun?"
Ona son kitabımı yazarken Quechua, Shuar, Cavalı ve Tibet­
li öğretmenlerden öğrendiğim en önemli şeylerden birini söyle­
dim: Fantezilerden keyif alınmalıdır çünkü fantezilerin gördüğü
temel bazı işlevler vardır. Onları onurlandırmanın ama onlara so­
mutlaşacak enerjiyi vermemenin önemini kavramıştım. "Fark bu"
diye ekledim. "Hayaller gerçeğe dönüştürmek istediğimiz şeyler­
dir. Fanteziler ise değildir. Sorun şu ki, çoğu zaman bunları bir­
birinden ayırmada zorluk yaşıyoruz."
"Niyet karışıyor. Böylece fanteziler gerçekleşiyor."
"Ve kendimizi bir belanın içinde buluyoruz."
"Tüm olanların niye olduğunu merak ederek."
"Basit gerçek şu ki, ona meydana gelme enerjisini biz vermi­
şizdir çünkü o fantezilerin hayallerimiz olduğunu düşünmüşüz­
dür." Bu, aklıma merak ettiğim bir soruyu getirdi. "Viejo Itza,
şekil değiştirmenin tamamen enerjiyle ilgili bir şey olduğunu söy­
lemiştin. Peki ya ruh? Ruhun bunuııla ilgisi nedir?"
"Ruh enerjidir."
"Öyle mi?"
"Enerji her şeydir."
"Yani insanlar ruhları gördüklerini söylediklerinde, gördükle­
ri şey enerji."
"Doğal olarak."
Bu da başka bir soruyu gündeme getirdi. "Peki ya auralar?"
67
"Onlar da." Gözlerime baktı. "Bu da bizi tekrar şekil değiştir­
meye getiriyor. Bir auranın, yani enerji bedeninin bir başka aura­
ya doğru kayarak onunla birleşmesine izin verme olayı."
Bu çok heyecan vericiydi. "Şekil değiştirme bu mu?" Baş ha­
reketiyle doğruladı. Anlayışımda büyük bir ilerleme kaydettiğimi
hissettim. "Bu kadar basit yani! " Hemen sonuca atlamamam ge­
rektiğini ima eder şekilde gülümsedi. "Eğer bir ağaca dönüşmek
istiyorsam, tüm yapmam gereken auramın bir ağacın aurasına git­
mesine izin vermek ... "
''Buna ' aura' demeyelim çünkü o sadece bir tezahür. Burada
enerjiden bahsediyoruz. Isı dalgalan gördüğün zaman aslında
enerjinin kendisine bakmıyorsun; çünkü iki enerji bedeni birleş­
memiştir. Ama birleştikleri zaman auralar bir olur."
"Tamam. Tüm yapmam gereken, enerji bedenimin ağacın
enerji bedenine girmesine izin vermek."
"Eğer yapmak istediğin şey buysa, önce bir ağacın enerji be­
denini derinlemesine biliyor olman gerekir elbette. Şekil değişti­
riciler öncelikle üstün birer gözlemcidir."
"Modern insanlar için bu biraz zor, değil mi?"
"Günümüzde dünya genelindeki insanların çoğuna gözlem hak­
kında pek bir şey öğretilmediği doğru, özellikle de insanın şekil de­
ğiştirmek isteyeceği türde şeyler hakkında. İlginç değil mi? Neye
şekil değiştirmek isteyeceğini düşün. Bunun modem teknolojiyle,
değer vermemiz gerektiği söylenen şeylerle ilişkisi nedir?" Durdu.
"Her durumda, gözlem sadece bir eğitim meselesidir." Derinden
bir kahkaha attı.
Şimdi düşünceler ve sorular çok hızlı geliyordu. "Eğer yap­
mak istediğin şey buysa, dedin. Başka nasıl olabilir ki?"
"Reenkamasyon dediğiniz şey."
"Evet, geçmiş hayatlar. Ama öbür şekilde yapmak istediğimi
düşün. Görmediğim halde bir jaguara dönüşebilir miyim? Dönüş­
mek istediğim şeye fiziksel olarak yakın olmam mı gerekir?"
"Eğer jaguarın enerji yapısını iyi biliyorsan gerekli değil. Bu,
enerjinin birebir anlamda başka bir varlığın içine girmesi gibi de­
ğildir. Enerji alanının, dönüşmek istediği varlığın özelliklerini al­
ması gerekir. Ama unutma, ' başka' kavramı aldatıcıdır çünkü
68
daha önce de konuştuğumuz gibi, her şeyle aynı şeysin. Her şey
enerji. Enerjinin akışkan bazı özellikleri vardır."
"Titreşimler."
"Dilediğin gibi tanımlayabilirsin. Kelimeler önemli değil."
Galaksiler arası yolculukların füze tipi araçlarla veya Yıldız Sa-
vaşları gemileriyle değil, enerji transferleri yoluyla gerçekleştiril­
mesi gerekeceğini okuduğumu hatırladım bir yerlerde. Hollywood
bir yana dursun, herhangi mekanik veya fiziksel bir şey fazla yavaş
kalırdı. Ona bu teoriden bahsettim. Başını sallayıp gülümseyerek
onayladı. "UFO'lar... " dedim, " ... enerji tezahürleri."
"Sence Maya piramitleri nasıl yapıldı?"
Dönüp bu yerin ihtişamına baktım. Bu piramitlerin, Mısır'da­
ki piramitlerin, büyük İnka kalelerinin, Pers tapınaklarının, Pas­
kalya Adası 'nın, Nazca çizgilerinin ve diğer eski yapıların
gizemlerini çözmek için parlak zekalar tarafından harcanan eme­
ği düşündüm ve eğer enerji transferinin, şekil değiştirmenin sırla­
rı gerçekten anlaşılırsa, tüm bu yapıların sırlarının da kolayca
çözülebileceğini anladım. Bu akla durgunluk veren bir düşüncey­
di. Ama kendi enerji bedenimi nasıl dönüştüreceğimi anlamaktan
çok uzak olduğuma dair içimi kemiren bir his duyuyordum.
"Niyet meselesi" dedi ben sormadan. "Ve inanç."
"Sadece bunlar mı?"
"Gözlem. Ve korkuyu bırakmak. Daha önce konuştuğumuz
şeyler."
B aşka bir düşünce geldi aklıma. "Peki ya erkekler ve kadın­
lar? Yani, cinsiyetimizi değiştirebilir miyiz? Bir kadına dönü­
şebilir miyim?"
"Daha önce kadın oldun."
"Başka bir hayatta mı? Buna inanırım. Ama bu hayatta? Ka­
dın olabilir miyim?"
"Doğal olarak. Erkek-lik ve dişi-lik birer enerj i özelliğidir.
Hafif bir fark, hepsi bu. Şekil değiştiriciler ikisi arasında gidip
gelebilirler."
"Travestiler." Durdurma şansım olmadan kelime ağzımdan fır­
layıvermişti.
69
Bana ciddi bir şekilde baktı. "Bunu belirtmiş olman ilginç. Ger­
çekten de, şekil değiştirmeyle ilgili korkularımızın bir semptomu,
eski bir kalıntısıdır. Travestiler eğer cesaret edebilirlerse ve bunu
yapabileceklerine kalpten inanırlarsa gerçekten değişebilirler."
"Ve teknikleri biliyorlarsa."
"Sanırım bazıları biliyor."
Travestilere kutsal insanlar, büyük şamanlar olarak tapıldığı,
Endonezya'daki kabilelerden bahsettim ona.
"O kabilelerin misyonerlerle teması olmuş mu?"
"Pek çoğunun olmuş. Müslümanlarla, Hıristiyanlarla, Hindu-
larla, Evangelistlerle ... "
"İşte" dedi vurgulu bir şekilde.
"Yani cesaretlerini kaybetmişler, öyle mi?"
"Eski durumlarına dönemeyecekleri şüphesi veya bu sürecin
kötü olduğu fikrinin neden olduğu bir şey. Btinun yerine sulandı­
rılmış bir biçime dönüyor, karşı cinsin görünüşünü, onlara özgü
davranışları benimsiyorlar. Yarım kalmış değişim. Çok uzun ol­
mayan bir süre önce gerçek bir şey yapmışlar. Şimdi ise bir za­
manlar atalarının sahip olduğu güçlerin toplumsal hafızası
nedeniyle onlara saygı duyuluyor."
"Biraz önce şekil değiştirmenin bir enerji bedeninden bir diğe­
rine geçilmesi, ikisinin birleştirilmesi meselesi olduğunu söyle­
miştin. Akla hemen seks geliyor."
"En saf şekliyle seks şekil değiştirici için kapılan açar. Bize es­
rimeyle ilgili şeyler öğretir. Esrime, evrenle birliğimizi deneyim­
lediğimizde ve tüm bencilce hislerimizi bıraktığımızda gelir."
Bu bana bir çiftin yatmak için ormandaki bir kulübeye girdiği
ve kameranın da okyanusun üzerindeki gün batımına veya plaja
vuran dalgalara çevrildiği eski film sahnelerini hatırlattı. O sahne­
den bahsettim. "O eski film yapımcıları bunu sanki esrimenin bi­
reysel tatminden daha fazla bir şey olduğunu bilerek yapmış."
"Şekil değiştirici orgazmın coşkusunun bir giriş kapısı olduğu­
nu bilir. Pek çok geleneksel kültürün seksi törenselleştirmesinin
ve orgazmı teşvik etmesinin nedeni budur. Ama dikkat ·et, cinsel
ilişki ile orgazm arasında bir aynın yaparlar. Seks bebek yapmak
içindir. Seksin coşkusunun paylaşılması için cinsel ilişkide bu­
lunman gerekmez."
70
Pek çok And ve Amazon kültürlerinde insanların topluca seks
yapmak üzere belirli geceleri olduğunu belirttim. O gecelerde ko­
calar ve kadınlar yeni eşler seçmekte özgürdür. Sabah olunca hep­
si ailelerine geri döner. Ona aynca benim kendi Avrupalı atalarımın
benzer gelenekleri olduğunu anlattım. Bahar bayramında çiçek di­
reği etrafında yapılan masum bir dans haline gelen Beltane, ayrıca
Sadie Hawkins, her ikisi de bu tür geleneklerden geliyor.
"Bu hepimizin geçmişinde var sanırım. Birliğimizin bir onay­
lanması."
Bir gece Amazon'un derinliklerinde gerçekleşen bir konuşma­
dan bahsederek devam ettim. ABD'den sağlık alanında çalışan bir
grup uzmanı, Shuar Şamanlarından ders almaları için Amazon'a
getirmiştim. Grupta tıp doktorları, psikiyatristler. psikologlar, ma­
sörler ve masaj terapistleri vardı. O gece ateşin başında bir şamanın
yanında oturmuş grup için tercümanlık yapıyordum. Şaman onlar­
dan ne yaptıklarını tanımlamalarını istedi. Sohbetler sırasında psi­
kologların terapi sırasında hastalarına dokunmadıklarını, masaj
terapistlerinin ise danışmanlık yapma yetkilerinin olmadığını öğ­
rendi. Çok şaşırtmıştı. "Peki, işinizi nasıl yapıyorsunuz?" diye sor­
du. Birazdan da masaj terapistlerinin, hastalarının bedenlerinin
belirli bölümlerine dokunma izinlerinin olmadığını öğrendi. "Han­
gi bölümlerine?" diye sordu ve bilgi verildikten sonra "Aman tan­
rım! " diyerek gösterdi tepkisini. "Ama o bölümler dokunulması
gereken en önemli kısımlar, en güçlü ruhları gevşeten, esrimeye
yolculuk yapmamızı sağlayan bölümler."
"Benzer reaksiyonları Maya şamanlarından da görebilirsin . . . "
dedi Viejo ltza, " ... eğer böyle bir sohbete katılırlarsa. Sizinki ger­
çekten çok tuhaf bir kültür. Şifaya, genel olarak insan bedenine ve
özellikle de duyusal hazlara çok ilginç bir yaklaşımınız var."
"Belki de bu kadar çok sorunumuz olmasının nedeni de bu­
dur: Tecavüz, ensest, cinsel suiistimal ve benzer şeyler. . . " Bunun
hakkında biraz düşündüm. "Benim kültürümün, çok sayıda mo­
dem kültürün, eski yöntemlerden bu kadar sapmasına, berbat bir
hale gelmesine neden olan şey nedir?"
Bir an derin düşüncelere dalmış göründü, sonra da bana ciddi bir
şekilde baktı. "Din. Ticaret. Politika." Aşağımızdaki ormanlara göz
71
gezdirdi. "İnsanlar aradıkları şeyin piramit, yani tepede belirli bir
adam veya adamlar grubunun oturduğu sosyal bir piramit olduğu­
na karar verdiklerinde, esriklikten ve şekil değiştirmeden kurtul­
maları gerektiğini biliyorlardı. Çünkü amaçlarına uymuyordu. Dişi
prensip, yani besleyici, coşkun tanrıça da öyle. Yaptıkları ilk şey­
lerden biri, özellikle bebek yapmaya yönelik olarak gerçekleştiril­
mediği sürece seksi yasaklamaktı. Bu birkaç şeyi sağladı. Orgazmı
seksle ilişkilendirdi ve bu kapıyı şekil değiştiricinin yüzüne çarptı.
Aynı zamanda kadınların yaşamlarının çoğunu hamile geçirmele­
rine neden oldu. Gebelik zaman ve enerji gerektirir. Kadınların
sürekli çocuk doğurduğu ve bebek büyüttüğü kültürlerde, bu ka­
dınların toplumsal liderler haline gelmeleri için fazla fırsat olmaz.
Cinsel ilişkisiz orgazma yönelik yasakların uygulanması zor oldu­
ğu için, erkek liderlerin aklına yeni bir şey geldi. Seksten önce ev­
lenmeyi şart koşan yasalar koydular. Ve monogami.
"Bu, kendilerinin de genellikle uymadıkları bir yasaydı."
"Liderler ne zaman kendi koydukları yasalara uymayı gerekli
gördüler ki?"
"Demek kadınlar yönetimden tamamen uzak tutuldu ve evli­
lik dışı seks bir günah haline geldi."
"Doğru anladın. Bu yetmezmiş gibi, kadınları kilisedeki, işte­
ki, devletteki, hatta okullardaki tüm otorite konumlarından uzak
cutacak yasalar kondu. Tarihsel olarak kadınlar tüm bu alanlarda
yönetici olmuşlardır. Birden devre dışı bırakıldılar."
"Tüm bunları nasıl biliyorsun?"
"Çok iyi öğretmenlerim var."
"Ruh rehberleri."
Sessizce güldü. "Her tür öğretmen. Sana yıllar önce anlattığım
şeyi hatırlarsın belki." Yamuk bastonunun ucuyla topal bacağına
dokundu. "O düşme olayından sonra okula gittim. Sizinki gibi
okullara. Tarih okudum." Bastonu yukarı kaldırdı. "Bu yaşlı Ma­
ya kahini çok bilgili bir adamdır!"
Kendini bu sıfatla tanımladığını ilk kez duyuyordum.
"Söylediğim şey seni şaşırtmış görünüyor."
"Evet, şaşırdım" dedim kekeleyerek. Ama söyleyecek başka
bir şey düşünemiyordum.
72
"Şimdi de şekil değiştirerek sessiz bir yılana dönüştün gali­
ba?" Güldü. Gözündeki parıltıdan düşüncelerimi bildiğini çok iyi
anlayabiliyordum. "Bir şey daha: O yönetici erkekler, üreme
amaçlı olmayan seks dışında, kadınlar için ve esrime için çok de­
ğerli olan başka bir şeyi daha yasakladı. Bitkiler. Kadınların bah­
çelerinde yetiştirdikleri bitkiler. Esrikliğe, birleştirici deneyimine
giden kapılan açmada kullanılan tüm bitkiler birden yasaklandı.
Onlar da günah haline geldi."
Shuarlan düşündüm. "Ayahuska. Peyote."
"Doğru. B irlik hissinin oluşmasına yardımcı olan, korku ve
belirsizlik duvarlarını delen tüm bitkiler. Kendi dünya görüşleri­
ni empoze eden bir inanç sistemi kurmaları gerekiyordu. Bu da
hislere veya sezgi diyebileceğimiz şeye dayalı olamazdı. Özellik­
le amaçlarına uyacak şekilde yaratılmış tamamen yeni bir bakış,
düzenlenmiş bir algı olması gerekiyordu."
"Bilim. Akıl çağı."
Gözleri gözlerime kilitlendi. Sakin görünüyorlardı ama bir
duygu titreşimi algıladım.
Kısa, sert bir ses çıkardım. Kendimi birden özgürleşmiş hisset­
tim. Çok uzun bir zamandır içimde bastırdığımı hissettiğim bir şe­
yi dışarı çıkarma ihtiyacını duyumsadım. Viejo'ya baktım. "Şimdi
hayal değişimi gibi tekniklere ihtiyaç duymamızın nedeni de bu."
Elimi işaret etti. "Taş."
Avucumu açtım ve taşa baktım.
"Değişimin hayalini kurmadan önce, bunun bir fantezi değil
hayal olduğundan emin olman gerekir. Hayalleri gerçeklere çe­
viren teknikler öğrettiğini biliyorum. Bu önemli. Peki ya niyet?
Hayalin, gerçekleştirmek istediğin bir şey olduğundan nasıl emin
olabilirsin?"
"İnsanlara mutlak bir şekilde emin olmaları gerektiğini, kalp­
lerinden gelmesi gerektiğini söylüyorum."
"Çok iyi. Ama şimdi başka bir yaklaşım sunayım; küçük bir
şekil değiştirici numarası. Eğer benimle kısa bir yolculuk yapar­
san göstereceğim. Basamağa iyice yaslan. Gözlerini kapat. Gev­
şe. Evet, güzel. Yerin içine doğru battığını düşün ve hisset. Ayak
parmaklarınla başla. Yukarı doğru devam et; bileklerin, baldırla-
73
rın, dizlerin. Kaslarını serbest bırak, kemiklerinin ve etinin bu pi­
ramidin içine, oradan da yere inişini hisset. Tamamen gevşiyor­
sun. Yüzün ve başın yere giriyor. Güzel. Güzel. Şimdi önünde bir
şey gör. Bu bir hayal olabilir."
Sesi yatıştırıcıydı. Hemen aklıma bir jaguara dönüşmek geldi.
Bunu görmeye çalıştım.
"Üç boyutlu bir deneyim olarak bak. Ne diyordunuz buna?
Hologram."
"Olmuyor."
''Ne olmuyor?" Soruya rağmen sesi hala sakindi.
"Hayalim jaguara dönüşmek. Ama göremiyorum."
"Belki de jaguarın enerji alanını yeterince bilmiyorsundur.
Şimdilik daha basit bir şeye odaklan. Jaguar daha sonra gelebilir.
Ama şekil değiştirme iyi. Şimdi yapman gereken bunu basitleştir­
mek. Saf bir enerji küresi gibi."
O bunları söylerken, tanımladığı şey göründü : Yumuşak,
altın renkli bir küre. Hemen hemen bir greyfurt büyüklüğünde.
"Görüyorum."
"Ona her açıdan bak. Etrafında hareket et." Anlayamadığım bir
şekilde kürenin rengi altın sarısından maviye döndü ve çapı benim
boyuma ulaşana kadar büyüdü. "Tüm deneyimi gör, hisset."
Kendimi bu enerji küresine girerken görebiliyordum. Tüm gün
boyunca giydiğim elbiselerim üzerimdeydi. Ne yürüyor ne de sıçrı­
yordum. Yavaşça, huzurlu bir şekilde kürenin içine doğru kayıyor­
dum. Ama kendimin başka bir yönünün piramidin üzerinde hiila
oturmakta olduğunun da farkındaydım. İkisi de bendim. Enerji küre­
sine yaklaşırken görüntüm bulanıklaştı. Sanki onun içinde eriyordum.
"Şimdi." Viejo Itza'nın sesi monoton bir şekilde geliyordu.
"Taşı gör. Evet. Taş, hayalin olabileceğini düşündüğün vizyon et­
rafında hareket etsin, ona nazikçe dokunsun, ona sürtünsün; hiç
acele etmeden."
Taşın Viejo'nun söylediklerini yapışını izledim. Ben de mavi
enerji küresinin içindeydim. Görünmüyordum, onunla birleşmiştim.
Mavi enerji küresi taşın ona dokunmasından keyif alıyor gibiydi.
Bu somut bir ifade şeklinde değildi, bunu hissediyordum. Coşkuyu
hissettim ve bunu kürenin hissettiği duygu olarak algıladım.
74
"Taş izleme noktasına döndüğü zaman ona bunun bir hayal mi
yoksa bir fantezi mi olduğunu sor."
B unu yaptığımda hiçbir tereddüt duymadım. Yanıtı biliyor­
dum. "Hayal" dedim.
"Tekrar burada, piramide yaslanmış olan kendini hisset. Hazır
olduğunda gözlerini aç."
Şimdi güneşin altında oturmuş, gözlerimi kırpıyordum. Elim
kucağımda açıktı ve taş da avucumda küçük bir kedi yavrusu gi­
bi duruyordu. "Sihir" dediğimi duydum. Sonra başımı kaldırıp
Viejo Itza'ya baktım.
Başıyla salladı. "Öyle tanımlayabilirsin. Ama buna devam et­
meden önce, kullandığın hayal-değişimi tekniklerine dönelim.
Bunları Shuarlardan, Quechualardan, Cavalılardan ve Tibetliler­
den öğrendiğini söylemiştin. Özellikle bir işadamı için ne kombi­
nasyon ama! Bu teknikleri nasıl öğrendin?
"İlk ders berbattı." Bunu hatırlayınca kendi kendime güldüm
ama o zaman fazlasıyla ciddiydi. "Tam bir ıstırap. İşletme fakül­
tesinden yeni mezun olmuştum. Hayata atılmaya hazır genç bir
adamdım. Ve birden kendimi ölümle burun buruna buldum."

75
8 . B ÖLÜM

BiR K ELLE AVCISINDAN V E


ANDLI BiR Şi FACIDAN
ALINAN D ERSLER

ÖLÜYORDUM. Komşu bir klanla savaşan Shuarlarla birlikte yaşa­


dığım dünyanın en büyük yağmur ormanının derinliklerinde ken­
dimi tamamen yalnız, terk edilmiş hissediyordum. Kramplardan
mahvolmuş, beş günde 1 6 kilo kaybetmiştim. Elbiselerim paçav­
raya dönmüştü. Barakamdan birkaç adım ötedeki orman tuvaleti­
ne zorlukla yürüyebiliyordum. En yakın tıp doktoruna iki günlük
yürüyüş ve uzun bir otobüs yolculuğu mesafesindeydim. Sağlık­
lı bir insan için iki gün olan yürüme mesafesi benim için tabiiki
bu imkansızdı.
Önce kendimi bunun yakında geçecek bir sindirim bozukluğu
vakası olduğuna ikna etmiştim. Sonra grip olduğumu düşündüm.
Ama şimdi, altıncı günümde, bunun başka bir şey olduğunu bili­
yordum. En kötü korkularımın gerçekleştiğini biliyordum. Haya­
tım boyunca sağlığıma dikkat etmem gerektiği konusunda
uyarılmıştım. Ailem ve gittiğim okullar, iyi hijyen ve diyetin öne­
mini beynime kazımıştı. Ama ben Shuarlar gibi yaşamayı seçmiş-
76
O gece oğlunun ve karısının da yardımıyla beni evlerine taşı­
dılar. 9 metreye 1 5 metre, oval şekilli tipik bir Shuar eviydi. Du­
varları içerdekilerin etraflarını görmelerini sağlayan ama
dışarıdakilerin içeriyi görmelerini önleyen (savaşçı yapılarının bir
yansıması), dik yerleştirilmiş odunlardan yapılmıştı ve çatısı da
incelikli şekilde örülmüş palmiye yapraklanndandı. Sertleştiril­
miş toprak olan zemin her gün birkaç kez süpürülerek temizleni­
yordu. Beni evin ortasında ateşin yanındaki ahşap bir oturma
sırasının üzerine yatırdılar. Yaşlı kadın, oğlu, gelini ve bebekleri
birlikte evin bir köşesine çekildiler.
Yaşlı adam yanımdaki bir tabureye oturdu. Peştamal giyiyordu.
Sarı ve kızıl tukan tüylerinden yapılmış bir kafa bandı vardı. Yüzü
yılana benzeyen parlak kırmızı çizgilerle boyalıydı. Bana çok uzun
gelen bir süre boyunca çok sessiz durdu. Sonra kansı başka bir ta­
bure getirip onun yanında oturdu. Nazik, fısıltılı seslerle konuştu­
lar. Kadın ateşe doğru eğildi ve su kabağından yapılmış bir kasedeki
sıvıyı, ceviz kabuğundan oyulmuş gibi görünen minik bir bardağa
boşaltmasını izledim. Adam bardağı aldı, ona doğru melodik bir
şekilde birkaç söz söyledi ve sıvıyı bir yudumda içti.
Bunun ardından ikisi de bir süre sessiz kaldı ve sonra adam şar­
kı söylemeye başladı. Yaşlı adamın sesi şimdiye kadar duyduğum
hiçbir insanın sesine benzemiyordu. Sadece gücü değil, melodisi
de çok farklıydı. Çok yüksek, kulak delici notalarla başlıyordu. Ses
yavaşça bizimkinden farklı bir nota dizisiyle alçalıyor, derin uğul­
tularla sona eriyordu. Sonra baştan başlıyordu. Zayıf durumuma
rağmen bunu heyecan verici buluyordum. Korkutucu ama bir şekil­
de ilham vericiydi. Günlüğümde bunu tanımlamak için kullanabi­
leceğim kelimeleri düşünüyordum. Ardıç kuşunun sesiyle başlayan,
alçalarak bir ırmağın uğultusuna dönüşen ve güçlü bir hayvanın ho­
murtusuyla sonlanan bir ses diyebilirim.
Adam birden durdu. İkisi birden ateşe doğru eğildiler. Bu se­
fer kadın su kabağındaki sıvıyı dökerken minik bardağı yaşlı
adam tuttu. Bardağa tekrar, bu kez daha yumuşak bir şekilde me­
lodik sözler söyledi. Doğruldu ve bana doğru eğildi.
"İç bunu" dedi bardağı uzatarak. Baktım. Titreşen ışıkta minik
bardağın turuncu renkli, koyu kıvamlı bir sıvıyla dolu olduğunu
gördüm. "Şimdi. Bir kerede."
78
Tadı kötüydü. Çocukken verdikleri öksürük şurubundan daha
kötü. Neredeyse öğürecektim.
Reaksiyonum ikisinin de kahkahalarla gülmesine neden oldu.
"Güzel" dedi adam. "Şimdi anakondayla birlikte yolculuğa çık. Has­
talığına neden olan hayale git ve onu değiştir. Yanında olacağım."
Oda sessizdi. Biri ateşteki kütükleri çekerek ateşi donuk bir
kor haline getirdi. Gece karanlıktı. Dışarıda cangıl kıpırdanmaya
başladı. Cangılın seslerinin farkına vardım; böcekler, ağaç kur­
bağaları ve uzaktaki bir jaguarın sesi.
Yaşlı adam şarkısına yeniden başladı. Sesinin içime girdiğini
hissettim. Beni doldurdu. Bunu bedenimde büyüyen ve gözenek­
lerimden odaya yayılan dev bir turuncu asma olarak gördüm. Yaş­
lı kadını kapladı. Kabuklu dokunaçlarıyla kadını kavradı, onu
çatıdan geçirip altın renkli aya götürdü. Kadının uzaktan gelen
sesini duydum. "Tsanki - ha asta!" gibi bir şey söylüyordu.
60'ların sonlarında Boston'da yaşamış bir işletme mezunu
olan ve hayatında hiç esrarlı sigara bile içmemiş olan ben, o an­
da halüsinasyon gördüğümün farkındalığıyla güldüm. Shuarlar
tarafından en büyük öğretmenleri olarak kabul edilen, onlara Et­
saa, yani Güneş tarafından gönderilmiş bir hediye olduğuna inan­
dıkları ayahuska iksirini içtiğimi artık biliyordum. Kahkahamın
ormanda yankılanışını duydum ve günlerdir ilk kez gülmüş oldu­
ğumu fark etmenin keyfiyle doldum.
Yaşlı adamın ağzını karnımda hissettim. Biri gömleğimi kaldır­
mıştı. Çıplak karnımı emiyor ve emdiğini sesli bir şekilde tükürü­
yordu. İzlemek için doğruldum. Ağzından kurtçuklar boşalıyordu.
Ağzındakileri boşalttığı yere baktım. Kurtlarla doluydu.
Kusma hissi bastırınca kendimi zorlayıp ayağa kalktım ve yal­
palayarak kapıya gittim. Feci şekilde terliyordum ve mide bulantı­
sıyla harap olmuştum. Dizlerimin üzerine düşüp kustum. Ağzımdan
nehirler dolusu turuncu sıvı aktı. Miktar beni şaşkınlığa uğratmış­
tı. Günlerdir hiçbir şey yememiş olduğumu hatırladım. Hiçbir şe­
yin olmadığı yerden nasıl bu kadar şey boşalabilirdi? Sonra ne
kustuğumu gördüm.
Turuncu birikintide binlerce, milyonlarca kurtçuk hareket edi­
yordu. Bu görüntü beni büyülemişti. Bir yerlerden gelen ses beni
79
"Hayır" diye bağırdım ve anakondadan kaçmaya çalıştım. Ta­
kılıp düştüm.
B ir kol yerde doğrulmama yardım etti. Yaşlı adamdı. "Haya­
li değiştir" dedi.
Hemen orman zemini açıldı ve yerden bir nehir fışkırdı. Neh­
re sırtüstü uzandım. Onun temizleyici gücünü hissettim. Amiple­
ri, parazitleri alıp götürdüğünden, iyileşmeye başladığımdan
hiçbir şüphem yoktu. Nehir etrafımdan, üzerimden ve içimden
geçerken şırıltılar çıkarıyordu. Şırıldama bir şarkı haline geldi.
Şarkı kelimelere, büyükannemin sesine dönüştü.
"Hepimizin biraz toz yutması lazım" dedi. "Bu kadar titiz ol­
ma Johnny. Mikroplar öldürmez, algılar öldürür." Onun bana ver­
diği dersi unutmuştum. "Bilimin yanlış gerçekleri" dediği şeyle
dalga geçen tek kişi oydu.
Sesi ırmağın sesinde soldu. "Dünya iyileştirir" dedi nehir ba­
na. "Ondan korkma. Ona dön."
Yaşlı adam tekrar eve girmeme yardım etti. Derin bir şekilde
uyudum.
Ertesi sabah tamamen iyileşmiştim.

Birkaç ay sonra Maria Quischpe adlı eski bir arkadaşımı ziyaret


etmek için And dağlarındaydım. Maria, güney Kolombiya'dan
Ekvator, Peru, Bolivya ve kuzey Şili'ye uzanan Quechua dil gru­
bunda bulunan yerli halkların birine mensuptu. Bir zamanlar çok
sayıda bağımsız kabileler halindeyken, İnka İmparatorluğu yöne­
timi altında birleşmişlerdi. Günümüzde dil ortaklığına ek olarak.
pek çok ortak ruhsal inançları da vardır.
Kristal berraklığında bir gölün yanındaki büyük kayalar üze­
rinde oturduk. Ekvatorun birkaç yüz kilometre güneyinde, tepesi
karla kaplı bir volkanlar dizisi üzerinde yer alan bu suyun pürüz­
süz yüzeyini izliyorduk. Maria Quischpe her zaman olduğu gibi
zarif çiçek nakışlarıyla süslenmiş beyaz bir bluz, ayak bilekleri­
ne uzanan, lacivert renkli düz bir etek ve açık topuklu bir sandalet
giyiyordu. Saçı arkadan topuzluydu. Yüzü oldukça bronzlaşmış ve
kırış kırıştı. Pek çok And yerlisi gibi onun da muhteşem bir mi­
zah duygusu vardı. Onun için çoğu şey kutsaldı ama hemen hiç-
81
bir şey çok ciddi değildi. Dışarı yaydığı belirli bir his vardı, en
iyi şekilde tek kelimeyle tanımlanabilecek bir tür enerji: Neşe.
Uçarı bir kadın değildi. Aksine onu oldukça derin ve bilge biri
olarak görüyordum. Ama bilgeliğini gözlerinin parıltısında, se­
sinde ve vücudunun hareketlerinde ifade bulan bir hafiflikle den­
geliyordu. Maria Shuarlar içindeki hastalanma ve iyileşme
hikayemden pek etkilenmedi. "Elbette iyileştin. Şamanın tüm
yapması gereken, hayalini değiştirmeni sağlamaktı. Shuarlar bu
süreci kolaylaştırmak için çeşitli güçlü bitkiler kullanır. Bu ko­
nuda ünlüdürler. Ama bitkiler mutlaka gerekli değildir. Ben seni
hiçbir bitki kullanmadan da iyileştirebilirdim."
"Bunu nasıl yapardın?"
''Tıpkı Shuarlar gibi biz de biliriz ki hayal her şeydir. Nasıl
yaşadığımız, nasıl hayal kurduğumuza bağlıdır. Refah, sağlık, iş
ve aşkta başarı . . . hepsini kontrol eden şey hayallerimizdir. Senin
hayalin hastalıkla ilgiliydi. Shuarlann hayatını yaşamanın, onla­
rın yemeklerini yemenin, ıslanmanın, ebeveynlerinin kullanmayı
öğrettiği sabunlan kullanmamanın, tüm bu şeylerin seni hasta ede­
ceğine inanıyordun. Her chicha içişinde o kurtçukların, yani pa­
razitlerin ve amiplerin midene girdiğini gördün."
Haklı olduğunu kabul ettim. "O şekilde düşünmeye koşullan­
dırılmıştım. Ve gerçekten öyle düşünüyordum."
"Hastalığı hayal ettin. Böylece hastalık geldi. BU!JU herkes tah­
min edebilirdi. Ama ... " Bir elini kaldırdı. "Bu tür hastalıkları teda­
vi etmek kolaydır. Tüm yapman gereken o hayali değiştirmektir.
Benim insanlarım davul kullanır. Seni içsel bir rehbere götürürdük
ve o da seni anakondayla yaptığına benzer bir yolculuğa çıkarırdı.
Kurtçukları görür ve onlardan arınırdın. Tıpkı Shuarlannki gibi.
Ama sana bitki vermezdik."
"Bu tür bitkilere karşı mısınız?"
"Hayır. Faydalan var. Ama dezavantajları da var."
"Ne gibi?"
"Dezavantajları mı? Mesela ya bitki mevcut değilse? Ayahus­
ka burada, Andların yüksek bölgelerinde yetişmez. Eğer o bitki­
leri kullanmak istersek onları ta cangıldan bulup getirmemiz
gerekir. Ve mesele şu ki, o bitkiler gerekli değil. Bitki enerjisi,
82
bitki ruhu harikadır ama ayahuska gibi bitkiler genellikle kolay
bulunmaz. O yüzden neden onlara güvenelim ki?"
"Sen de beni iyileştirebilir miydin?"
"Elbette." Güldü. "Ama aslında iyileştiren ben olmazdım. Tıp­
kı senin tedavindeki mutlak iyileştiricinin o yaşlı Shuar olmadığı
gibi. Tüm şifalar B üyük Yaratıcı 'dan ve Pachamama'nın, yani
Tabiat Ana'nın güçlerinden gelir." Elini tekrar kaldırdı. "Tek ih­
tiyaç duyacağım şey senin buna izin vermen ve hayalinin ne ol­
duğunu görünce onu bırakmaya söz vermen olurdu." Başını
kaldırdı ve sanki auramı okurmuş gibi beni inceledi. "Şu anda iyi­
sin. Ama hepimiz içsel rehberleri kullanabiliriz. Bir içsel rehberi
tanımak ister misin? Her zaman seninle olacak bir tanesini?"
Hemen kabul ettim ama biraz beklemem gerektiğini söyledi. Gü­
neş karla kaplı dorukların ardında batarken, birlikte sırtüstü uzandık.
Bedenimin sağ tarafı onun bedeninin sol tarafına değdi. "Rehberle­
rimin biriyle küçük bir yolculuk yapacağım. Senin rehberlerinden bi­
riyle buluşacağız. Bu bir hayvan, bir bitki veya bir insan olabilir. Ve
rehberini seninle bu dünyada temas kurmaya davet edeceğiz. Onu
buraya getireceğim ve kalbine üfleyeceğim. Bunu yapışımı hissede­
ceksin. Sonra da rehberinin kendini evinde hissetmesine yardımcı ol­
mak için başının üstüne dengeleyici enerji üfleyeceğim."
Söylediği şeyleri aynen yaptı. Kalbime üflediği zaman güçlü
bir dişi varlığı hissettim. Yaşlı bir kadının görüntüsü belirdi. Ma­
ria doğrulmama yardımcı oldu ve nazikçe kafamın tepesine de üf­
ledi. Sonra da benim için getirdiği kadın şamanı betimledi.
Rehberimi tanımak için her gün biraz zaman harcamam gerekti­
ğini söyledi. "Sana hayalin gücü hakkında bir şeyler öğretecek"
dedi göz kırparak.

O rehberle ve daha sonraki yıllar içinde gelen diğer rehberlerle


çalıştım. Ekvator'da Barış Gücü'nde yaklaşık üç yıl geçirdim,
sonra Boston'a taşındım ve Knut Thorsen için çalışmaya gittim.
Maria Quischpe'nin ve Shuarlann öğretmiş olduğu şeyleri uygu­
lamaya devam ettim. Bu, gizli hayatım olarak düşündüğüm şeyin
bir parçasıydı; eğer patronlarım veya müşterilerim bunu öğrenir­
se, kariyerimin mahvolacağından emindim. Aynca kariyer tarafı-
83
mın egemenliğine girdiğim ve teknikleri uygulayamadığını za­
manlarda büyük şüphe anlan deneyimledim.
B üyüleyici yıllardı. Tüm dünyada, tüm kıtalarda seyahatlerde
bulundum. İyi para kazanıyor, iyi yaşıyordum. Güzel kadınlar,
hızlı arabalar, iyi şarap ... Hepsinin keyfini çıkarıyordum. İşim ge­
reği gittiğim ülkelerdeki Şamani kültürler arasında tatiller yap­
mayı bile başarıyordum ve böylece Şamanizm ilgim ve bilgim de
artıyordu, en azından entelektüel olarak.
Sonra bir şey oldu. Knut için çalışmaya başlamamdan beş yıl
sonra yavaş yavaş gelişen bir şey sanırım. Ruh hallerimin giderek
daha sık bir şekilde değişmeye başladığının farkına vardım. Ba­
zen derin depresyonlar geçiriyordum. Tanımlayamayacağım bir
kızgınlık ve bir hayal kırıklığı duygusu düzenli ziyaretçilerim ha­
line gelmişti. Rehberlerime yolculuk yaptığımda, benim ve perso­
nelimin tavsiye ettiği veya geliştirilmesine yardım ettiği pek çok
projenin uzun vadeli sonuçları hakkında giderek endişe duymaya
başladığımı gördüm. Hidroelektrik güç santralleri, yağmur orman­
larından geçen otoyollar ve çöllerden geçen petrol boru hatları ül­
kelerin gayrisafi milli hasılalarını arttırıyor olabilirdi ama aynı
zamanda çevreye ve geleneksel kültürlere çok zarar veriyordu.
Rehberlerim karanlık ruh hallerimin kaynağıyla yüzleşmeme yar­
dım edene kadar, rasyonel tarafım bu sezginin bilinçaltıma fısıl­
dadığı mesaja direnç gösterdi.
Birlikte çalışmamızın altıncı yılında Knut emekli olarak Nor­
veç'teki bir çiftliğe çekildi. Şirketimize kar getiren projeleri her za­
man desteklemiş olmasına rağmen, daima ruhsal sağlığın sesi
olmuştu. Çok çeşitli deneyimleri ve karmaşık duyarlılıkları vardı.
Bir taraftan Büyük Bunalım yıllarında büyümüş ve İkinci Dünya
Savaşı'nda savaşmış biri olarak ekonomik gelişme ve maddi refa­
hın savunucusuyken, diğer taraftan da yerli insanların koşullarına
duyarlı biri olarak, şirketlerin aşın güçlenmesine ve hassas doğal or­
tamların kontrolsüz bir şekilde yok edilmesine karşıydı. Onun iki­
lemlerini paylaşmadığımın, onun geçmişinin sunduğu mazeretlere
sahip olmadığımın farkına vardım. Knut'un ilerleme ve refah ola­
rak gördüğü şeyi ben şirketlerin ve onların açgözlü yöneticilerinin
insanlığı ve tüm doğayı yağmalamak için kullandıkları bir mazeret
84
olarak görüyordum. Bana göre yağmur ormanlarının, Andların, çöl­
lerin ve de rehberlerimin duymazdan gelinmeye devam edilmesi
vicdanıma karşı yapılan bir saldın, ruhuma karşı işlenen bir suçtu.
Bir gece Batı Cava'nın dağlarındaki küçük bir kasabada, eski
efsanelere ait karakterleri, özellikle Mahabbarata ve Ramayana'yı
temsil eden kuklalarla yapılan geleneksel gölge oyunu olan sokak
wayangını seyrediyordum. Hava menekşe sigaralarının aromasıy­
la doluydu. Kalabalık seyirciler arasındaki en uzun kişi ve tek ya­
bancıydım. Yerel Cavalı insanlar bana çok nazik davranıyor, fıstık
soslu ızgara et dilimleri ve çay sunuyorlardı. Kukla ustalarının ye­
teneğinden çok gurur duyuyor gibiydiler. Bazıları bozuk bir İngi�
Iizce konuşabiliyordu. Etrafımda duruyor, giriş seviyesindeki
Endonezya dili pratiğimi geliştirmemi teşvik ediyor ve kuklalarının
şovunu anlamama yardımcı oluyorlardı. Biri bu oyunun özellikle
son derece metafizik olduğunu, evreni ve evrenin içindeki bireyler
olarak rollerimizi anlamaya yönelik bir çaba olduğunu anlattı.
Bir ara genç bir adam omzuma dokundu. Utangaç tavırlı olma­
sına rağmen, Felemenk aksanlı bir İngilizceyle ve bir wayang hay­
ranının güveniyle konuştu: "Ya kuklayı seyredersin ya da gölgesini.
Eğer kukladan gölgeye veya tersine geçersen, sağ sol olur ve sol
da sağ olur. Dünya kendini ters çevirir. Her şey seyircinin bakışın­
dadır. Her şey bir bakış açısı, bir algı meselesidir; tıpkı hayat gibi."
Bu sözlerden çok etkilendim. Sanki kuklalardan biri sahneyle
aramdaki insanların kafaları üzerinden sıçrayarak gelip bana bir
tokat atmıştı. Algı... Bakış açısı... İşte buydu ! Tüm farkı yaratan
şey algıydı! Bana ekonomiyi kavrayışta belirli bir bakış açısı, iş­
letme fakültesi bakış açısı öğretilmişti. O gece geçmiş eğitimim­
le ilgili derin bir farkındalık edindim. O eğitimin bana hırslı,
bencil bir perspektif verdiğini ve işletme fakültesi algısının çok az
sayıda insanı çok sayıda insanın sırtından zengin eden bir algı ol­
duğunu anladım. Ayrıca kalbimin derinliklerinde bunun karanlık,
sürdürülemez ve haksız bir algı olduğunu ve insanlığın böylesine
sahte bir rüyayı sürdürenlere artık boyun eğemeyeceğini anladım.
Yatağıma bir rahatlamışlık hissiyle uzandım. Uykuya dalmadan
önce wayanga ve bu yeni bakış açısının kapılarını açan genç ada­
ma sessizce teşekkür ettim.
85
9 . B ÖLÜM

KAMU HİZMETLERİ
ENDÜSTRİSİNİ
DÖNÜŞTÜRMEK

"PEKİ, NE YAPTIN?" diye sordu Viejo Itza.


"Zor bir durumdu. Işığı görmüştüm ama o hayattan çıkmak
kolay olmayacaktı. Tüm o para, göz kamaştırıcı kadınlar... Okya­
nus aşırı seyahatler için bir yatım bile vardı. İşler! Önümde ina­
nılmaz bir gelecek vardı."
"Mutlu muydun?"
"En kritik noktaya temas ettin. Gizli hayatımı sürdüğüm za­
manların dışında aslında berbat durumdaydım."
"Ah . . . " Döndü ve orman örtüsünün hemen üzerinde, ufukta
ortaya çıkan bir bulutu işaret etti. "Enerji yapılarını öğrendiğin
gizli hayatın şuradaki o küçük bulut gibi."
Bulutu seyrettim ve şamanı kültürlerde geçirdiğim zamanların
hayatımdaki en faydalı zamanlar olduğunu onayladım.
"Peki ya rehberlerinle yaptığın çalışmalar?" diye sordu.
"Onları ve şamanı kültürleri hemen hemen aynı şey olarak gö­
rüyorum."
"Öyle mi?"
Yaptığım psiko-navigasyonel çalışma ile şamanların "gerçek
dünyasında" geçirdiğim zamanı bazen birbirinden ayırt edemedi­
ğimi anlattım. Sanının onun kastettiği şey de buydu. Her şey ener­
jiydi. Belirli bir seviyede hiçbir fark kalmıyordu. Bir kültür olarak
biz bir fark tanımlamıştık ama Cava 'daki o genç adamın dediği gi­
bi, bu yalnızca bir algı, bir perspektif meselesiydi. Başını sallaya­
rak düşüncemi onaylaması beni şaşırtmadı.
"Peki, işin?"
"Bıraktım. Onuncu yılımda."
"Rehberlerinin tavsiyelerini mi izledin? İşini bıraktıktan sonra?"
"Birden gelirimin kesildiğini fark ettim. Korkmuştum."
İçimi kemiren bir endişe bu konuya devam etmemi engelliyor-
du. Bu konuda yeterince dürüst olmadığımı fark ettim. Aylar bo­
yunca hayatımı değiştirme hakkında düşünüyordum zaten. İstifa
etmeden önce kendime özel bir danışmanlık işi kurarak bir hazır­
lık yapmış olduğumu ona itiraf ettim.
Sessizlik oldu. Gözlerimi buluttan alıp cangılda gezdirdim. Bu
yeni işin ne olduğunu soracağının sıkıntılı bir şekilde farkınday­
dım ve bunu ona söyleme konusunda çok isteksizdim.
"Başka bir gizli hayat mı?" diye sordu sonunda.
"Hayır, gizli değil... Biraz utanç verici."
"Tamam. Bana söylemen gerekmiyor."
"Ama bir yanım da söylemek istiyor." B üyük bir kuş tepemiz­
de daireler çizdi. "Bu bir tür şahin mi?"
"Evet" dedi gözlerini benden ayırmadan.
"Seabrook nükleer güç santraline onay almak için Kamu Hiz­
metleri Komisyonu'yla görüşmeler yapan bir New Hampshire şir­
ketinde bilirkişi oldum."
"Öyle mi?"
"Yaptığım iş, genel olarak nükleer enerjinin ve özel olarak da
Seabrook'daki nükleer enerji potansiyelinin, rüzgar, güneş ve ko­
jenerasyon gibi alternatif teknolojilerden daha üstün olduğunu ka­
nıtlamaktı."
"Ko- ne?"
87
"Jenerasyon. Kojenerasyon." Kojenerasyonun enerjiden iki
kez, en azından iki amaçla yararlanma yollarından biri olduğunu
söyleyerek açıkladım. Örneğin, bir endüstri kendi enerji ihtiyacı­
nı karşılamak için küçük bir enerji santrali kurabilir ama o santra­
lin ürettiği enerjinin tümüne ihtiyacı olmayabilir. O yüzden fazla
enerjiyi yerel bir kamu hizmeti şirketine satabilir. "O günlerde
büyük enerji firmaları o tür şeyler yapmıyordu."
"Eminim bu onlara tehdit edici gelmiştir."
''Var güçleriyle buna karşı savaştılar. Benim gibi danışmanla­
rı kendi yanlarına almak için iyi paralar verdiler."
Alternatif teknolojilerin lehindeki savları çürütmek için mev­
cut tüm bilgi kaynaklarını okumuştum. Yemin edip bilirkişi san­
dalyesine oturarak nükleer enerjinin faydalarından bahsedip
durdum. Rakiplerim Duyarlı Bilim Adamları Birliği ve şirketin
New Hampshire sahiline kurmak istediği dev tesise karşı çıkan
tüm çevre gruplarıydı. Bu konudaki büyük tartışmaların, nükleer
enerjinin ve nükleer atıkların olumsuzluklarıyla ilgili kanıtların
farkındaydım. Kalbimde ben de bu tesisin yapılmasının korkunç
bir şekilde yıkıcı olacağını ve işlemeye başlar başlamaz yüzlerce
kilometre dahilindeki tüm canlıları tehdit edeceğini biliyordum.
"Bu işe neden devam ettin?"
"Para ve güvenlik sunuyordu." Durdum ve derin bir nefes ala­
rak büyük bir rahatlık hissettim. "Bir şekilde kimliğimi işimle öz­
deşleştirmiştim. Danışmanlık şirketinden ayrılır ayrılmaz kendimi
yeniden tanımlamam gerekiyordu. İş olmazsa, profesyonel bir ko­
numum olmazsa kimliğimi kaybedecektim."
"Buna inanıyor musun?"
Bunu düşünmem gerekiyordu. "O zaman buna kesinlikle ina-
nıyordum. Şu anda inandığımı sanmıyorum."
"Enerji" dedi. "İnançlar enerjidir. Algılar da öyle."
"Bir saniye! Bunu anladığımdan emin değilim."
"Ya ne? Düşünceler nedir?"
Sorduğu sorular bana psiko-navigasyon seminerlerimde so­
rulan soruları hatırlattı . Maria Quischpe'nin bana yaşlı kadın reh­
ber-ruhu üflediğinde yaptığı şeyle ilgili teknikler öğretiyordum.
Katılımcılar bunu birbirlerine yapıyorlardı. Sonra biri bu deneyi-
88
min gerçek olup olmadığını merak ediyordu. "Bunun sadece bir
hayal olmadığını nasıl bilebilirim?" Ben de yanıt olarak kendi
sorumu soruyordum. "Hayal nedir? İçeriden, bir ruhtan, Tan­
rı 'dan gelen ses değil mi?"
"Söylemek istediğini anlıyorum" diye kabul ettim. "Her şey
enerji."
"Ve yapmaya çalıştığın şey, kim olduğunla ilgili yeni bir algı­
ya, yeni bir enerji alanına dönüşmekti."
"Sanırım ... "
Bunun şekil değiştirmek olarak, bir bitkiye veya hayvana dö­
nüşmekle gerçekten aynı şey olup olmadığından emin değildim.
"Elbette öyle" diye yanıtladı sorumu kelimelere dökmeden.
"En temel seviyede her ikisi de enerji bedenindeki bir dönüşüm­
dür. Biri düşünce seviyesinde ortaya çıkar. Sonra tavırlara yansır
ve sonunda kişinin karakterini, eylemlerini ve görünüşü dahil her
şeyini değiştirir. Diğeri ise hemen hemen anlık bir şekilde fizik­
sel seviyede ortaya çıkar, kişinin görünüşünü, alışkanlıklarını, hat­
ta cinsiyetini ve türünü tamamen değiştirir. Fakat her iki durumda
da değişim bir düşünce, hayal, niyet ile başlamak zorundadır. Bi­
liyorsun, önce yapabileceğimizi algılamadan hiçbir şeyi yapama­
yız." Eğilip sağ eliyle bir taşa dokundu.
"Önce gözümde canlandırmadan bu taşa dokunamazdım. Ey­
lemin olabilmesi için düşüncenin zihnime girmesi gerekir. Ön­
ce hayalimin, niyetimin olması gerekir. Bunu yapabileceğime
inanmalıyım. Bu dünyada, sırf diğerlerinden farklı şeyler algı­
ladıkları için ' deli ' diye tanımlanan insanlar var. Bazı insanlar
sırf bazı şeyleri yapabileceklerine inanmadıkları için fiziksel
olarak engellidir."
Elini kaldırdı. "Eğer ben bu taşa dokunabileceğime inanmaz­
sam, o zaman bu fiziksel olarak imkansız hale gelir."
Tüm spor örneklerini, yapabileceklerini bildikleri için rekorlar
kıran atletleri düşündüm. Koreli dövüş sanatları eğitmenim Lee
Usta, kalın bir beton tabakası önünde, eline o betonu kırma gücü­
nü veren şeyin kaslarının gücü değil, zihni olduğunu anlatırken
geldi aklıma. Fiziksel görünen ama aslında algılarımızla, neyin
89
mümkün olduğuyla ilgili düşüncelerimizle meydana gelen engel­
leri aşan başarılı yöneticiler, politikacılar, müzisyenler ve diğer­
leri için de aynı şeyin geçerli olduğunu düşündüm.
"Ama tekrar sana dönelim dostum. Nükleer güç santrali hika­
yeni anlatmaya devam et lütfen."
Viejo Itza'ya nasıl günler boyunca Kamu Hizmetleri Komisyonu
önünde bilirkişi sandalyesinde oturup çeşitli çevre örgütlerini temsil
eden avukatların sorularını yanıtladığımı anlattım. Oturumların oda­
ğındaki şey Seabrook ya da o kamu hizmeti şirketi değil de benmi­
şim gibi hissediyordum. Akşam oteldeki odama çekiliyor, duvarın
önündeki klasörlere sıkıştırılmış teknik raporların iilemine giriyor­
dum. Kuşatma altındaydım. Az yiyor, çok az uyuyordum. İfade ver­
mediğim zamanlarda ya bir sonraki ifadem için sıkı bir şekilde
hazırlanıyor ya şirket yetkilileri ve avukatlarıyla strateji görüşmeleri
yapıyor ya da oturumların yapıldığı salonda oturup rakiplerimden bi­
rini dinliyordum. Rakip bilirkişi bizim avukatlarımızdan biri tarafın­
dan saldın altında olduğu zaman, karşı tarafı suçlamak üzere yeni
sorular üretmem isteniyordu. Saptırıcı veya rakibimin yanıtlayama­
yacağını bildiğim sorular oluşturmaktan belirli bir haz alıyordum.
Bazen rakibin zayıf noktasını keşfetmeyi başarıyordum ve bunu kul­
lanarak yaptığım saldın rakibin ego merkezinin o kadar derinlerine
işliyordu ki, rakibim tanık sandalyesinde, siyah cüppeli yetkililer
önünde çılgına dönüyordu. Bilirkişilerin yaptığı en önemli şeylerden
biri karakter suikastıdır. Eğer bir tanığı daha sinir çöküntüsüne uğrat­
mayı başarabilirseniz, rakibin teknik savını çürütmekten çok daha
fazlasını başarabiliyordunuz. Kamu Hizmetleri Komisyonu yetkili­
leri ne mühendis, ne de ekonomisttir. Ya insanlar tarafından seçilir­
ler ya da vali tarafından atanırlar. Bu kişiler her durumda siyasetçidir.
Savunma konumundaki kişinin uzman olduğu ve uzmanlığına gü­
vendiği algısı, bilimsel gerçeklerden daha etkili oluyordu.
"Kendine inanması."
"Kesinlikle."
"Şekil değiştirici, enerjiyi hareket ettirici."
Haklı olduğunu kabul ettim ama o zamanlar bu şekilde düşün­
memiştim. "Sanırım şu anda çok daha iyi bir bilirkişi olurdum."
"Lütfen hikayene devam et John. Çok ilgimi çekti."
90
"Ne yazık ki daha fazla okudukça, argümanlarımm geçerlili­
ği konusunda daha fazla şüpheye kapılmaya başladım." Literatü­
rün değişmeye başlamış olduğunu anlattım. Pek çok alternatif
enerji türlerinin teknolojik olarak nükleer enerjiden daha üstün ve
daha ekonomik olduğunu gösteren kanıtlar artıyordu. Aynca den­
ge, nükleer enerjinin güvenli olduğu yönündeki eski teoriden gide­
rek uzaklaşıyordu. Güvenlik sistemlerinin geçerliliği, operatörlerin
eğitimi, yüksek insan hatası ihtimalleri, donanımın yıpranmışlığı,
nükleer atıklardan zararsızca kurtulmadaki yetersizlikler hakkında
ciddi sorular soruluyordu. "Savunduğum, yemin ederek savunmak
için para kazandığım şeyden giderek kendim de çok rahatsız olma­
ya başladım."
Soluğumu düzenlemek için durdum. Göz göze geldik. Hiçbir
şey söylemedi. "Zor bir durumdu. Çok zor." Bana hissettiği sem­
pati gözlerinden okunuyordu. "Bir gün son noktaya geldim."
Şubat'ın son günlerinden biriydi. Yerler daha yeni yağmış kar­
larla kaplıydı. Uykusuz geçirilmiş bir gecenin sabahıydı ama ön­
ceki gecelerden farklı olarak hiçbir kitap veya rapor okumadığım
bir gece. Bunun yerine bütün geceyi pencerede, sokak lambasının
etrafından süzülen karlan izleyerek geçirmiştim. New Hampshi­
re ormanlarındaki çocukluğumu düşündüm. Adaletsiz yetkililer
tarafından yapılan baskılara karşı mücadele etmiş iki uzak akra­
bamız olan Ethan Allen ve Tam Paine ile ilgili olarak annemin
bana anlattığı hikayeleri hatırladım. Amazon' daki, Andlar' daki
arkadaşlarımı, Knut'u, yüklü bir teklife rağmen fiberglas yatlar
tasarlamayı reddeden Bugi gemi yapımcısı arkadaşım Buli 'yi ha­
tırladım. Penceremin önünde durarak hayal kurdum.
Gün doğmadan önce bir kafeye gittim ve gerçek New Hamp­
shire akça ağaç şerbetli, buharı üzerinde bir tabak krep sipariş et­
tim. Bu her zaman sevmiş olduğum bir kahvaltı, aylardır
tatmadığım bir zevkti. Bilirkişi olarak çevreyi gözden çıkarmış
olmam sanki akça ağaçlardan biri üzerime düşmüş gibi beni sü­
rekli eziyordu. Kafeden çıkıp kendimi kiralık aracımın koltuğu­
na bıraktığımda bir tür baş dönmesi yaşadım. Gözlerimi
kapattım. Maria Quischpe'nin bana üflediği yaşlı kadın görün­
dü. B irden her şey berraklaştı.
91
Dava başlamadan önce enerji şirketinin genel müdür yardımcı­
sını ve baş avukatını karşıma alıp artık onlar için çalışamayacağı­
mı söyledim. Tabii şok oldular. Tüm iyi niyetimle, artık Seabrook
nükleer santralini savunamayacağımı söyledim. Yemin altında ya­
lan söylememi bekleyip beklemediklerini sordum. Bir bilirkişi ola­
rak "ortadan kaybolma" isteğimi kabul etmelerini takdir ettim.
"Şimdi ne yapacaksın?" diye sordular. Hiç düşünmeden yanıt ver­
dim: "Kojenerasyon geliştirmek için bir şirket kuracağım."
Viejo Itza'ya döndüm. "Bu fikir o kadar çabuk geldi. Yaşlı ka­
dından."
"Sonra ne oldu?"
"Şirketi kurdum. Beklediğimden çok daha zor bir iş olduğunu
anladım. Sonraki dokuz yıl boyunca çektiğim baş ağrısını önce­
den tahmin edebilseydim, o işe asla başlamazdım. O endüstri da­
ha başlangıç aşamasındaydı. İşin yapılabilmesini mümkün kılan
yasalar ancak o yıl, 1 982 'de çıktı. Aslında o yasa da, kendileri
için tehdit oluşturduğu için kamu hizmetleri endüstrisi tarafından
karşı çıkılan 1 978 tarihli bir yasaydı. 1 982 'de yasa Anayasa Mah­
kemesi tarafından tekrar yürürlüğe kondu."
"Ne şekil değiştirmeymiş ama! "
"Öyleydi sanırım. Kurumsal şekil değiştirme."
"Ve kişisel. Eminim sen de değişmişsindir. Görünüş olarak bile."
Haklıydı. Farklı bir insan olmuştum. Yönetici olarak her za-
man yetkin ve güvenliydim. Ama şimdi muhafazakar mühendis­
lik mesleğine ve Wall Street 'e dayalı olan bir işe aktif bir şekilde
Şamanizm' i katıyordum. Tüm planlamalarımızda, tüm çalışma­
mızda psiko-navigasyon vardı. Tüm önemli kararlar öncesinde
ruh rehberlerine danışıldı. Lacivert takım elbisemle, etrafımdaki
iki düzine avukat ve yatının bankacısıyla birlikte toplantı masa­
sına otururken rehberlerime kısa bir yolculuk yapardım. Yerli öğ­
retmenlerim gibi ustalaşmıştım. Toplantı odasından başka bir
yerde bulunduğuma dair hiçbir belirti göstermeksizin bunu yapa­
biliyordum. Ama bana yakın olan insanlar bunu biliyordu ve bu
kulaktan kulağa yayıldı.
İş dünyasına Şamanizm' i getirmeye ek olarak, başka şekiller­
de de değiştim. Kişisel yaşamımda büyük bir dönüşüm oldu. Wi-
92
nifred ile tanıştım ve ona çok derinden aşık oldum. Evlendik ve
ben, çocuk sahibi olmaya ne vakti, ne de isteği olacağına yemin
etmiş olan ben, kendimi bir kocaya, sonra da bir babaya dönüşmüş
olarak buldum. Aile hay.ıtı, hayatımın en heyecan verici ve ödül­
lendirici maceralarından biri oldu.
Şirketim güçlendi. ABD'de bizimle aynı projeler üzerinde ça­
lışan seksen dört bağımsız enerji şirketinden yalnızca yedi tanesi
başarılı oldu. Diğerleri iflas etti. O yedi şirketten diğer altısı, bü­
yük mühendislik ve inşaat şirketlerine satıldı. Yalnızca benim şir­
ketim bu işi bağımsız olarak gerçekleştirdi. Aynı zamanda yeni,
ekolojik olarak faydalı teknolojilerin mümkün ve finanse edilebi­
lir olduğunu kanıtlayarak model görevi gören enerji projeleri ge­
liştirme politikasına sahip tek şirketti. Şirketimin para kazandığını
görmek istiyordum ama bu birincil hedefim değildi.
Şirket kendini kanıtlar kanıtlamaz daha fazla ilerlemek için bir
şeyler yapma karan aldım. Kamu Hizmetleri Komisyonu oturum
salonundan yürüyerek çıktığım o karlı sabahtan beri neredeyse on
yıl geçmişti. Kasım 1 990'da sattığımda, şirket çok etkileyici bir
grafiğe sahipti ve nükleer rakiplerin her zaman bildiği şeyi, yani
kojenerasyonun nükleer güçten daha üstün, daha güvenli ve daha
ekonomik olduğunu kanıtlamış bir şirketti. Yenilikçi, çevreyle dost
enerji projeleri geliştirmede lider konumdaydık. Projelerimizden
biri endüstriyi endişeye sokmuştu. Bu proje, atık kömür yakan ve
hidroponik bir serayı ısıtmada soğutma sisteminden yararlanan
( l 986'da) 55 dolarlık bir enerji santraliydi. En önemlisi de, "kul­
lanılmaz" denen tonlarca tehlikeli kömür tozunu herhangi bir asit
yağmuru üretmeden elektriğe çeviren, yani o uzun New Harnpshi­
re geceleri boyunca okuduğum tüm kitapların imkansız dediği şe­
yi başaran devrimsel bir kazan etrafında tasarlanmıştı. Bu proje
ABD Temsilciler Meclisi tarafından, Amerikan dehası ve girişim­
ciliğinin bir örneği olarak Kongre Kayıtlan 'na geçirilmişti.
"Bana radikal gözüyle bakıyorlardı. Eski arkadaşlarım tara­
fından tehdit ediliyor, eski müşterilerim olan kamu hizmeti fir­
maları tarafından mahkemeye veriliyordum. Sonunda bütün
savaşları kazandık. Artık kojenerasyon tüm dünyada fırtına gi­
bi yayılıyor. Ve o devrimci kazan da artık ' standart' olarak ve
93
asit yağmuru kirlenmesini ortadan kaldırmaya yönelik dev bir
adım olarak kabul ediliyor."
"Çok etkileyici" dedi. "Peki, kendini bir şekil değiştirici ola­
rak görmedin mi?"
"Bunu hiç bu şekilde düşünmemiştim sanırım."
"Çok miktarda enerjiyi hareket ettirdiğin kesin." Güldü. "Pek
çok şekilde."
"Galiba ben şekil değiştiricileri hep kendilerini jaguara dönüş­
türen insanlar olarak düşündüm."
"Dönüşülebilecek formlardan biri."
"Bunu şimdi anlıyorum." Aklımdaki şeyi söylemem gerektiği­
ni biliyordum. "Hala o formu, jaguar olmayı denemek istiyorum."
"Dönüşmek istediğin şeyin bir enerji küresi olduğunu sanı­
yordum ."
"Başlangıç için iyi olur. Ama gerçekten jaguar olmayı dene­
yimlemek istiyorum."
"Deneyimleyeceksin. Bu arada, şirketinde ve kendinde başar­
dığın şeyin bir şekil değiştirme olduğunu anlaman önemli. Büyük
bir şekil değiştirme."
Bana uzunca bir süre baktı, sonra sanki paylaşmaya pek istek­
li olmadığı bir sırrı varmış gibi gülümsedi. Gözleri yavaşça göz­
lerimden başımın üzerine doğru yükseldi. "İnanabiliyor musun,
öğleni geride bırakalı epeyce olmuş."
"Bugün burada pek çok önemli şey konuştuk. Pek çok şeyi an-
lamama yardım ettin. Teşekkür ederim."
"Bir şey değil . İsteğini güçlendirdim."
"Doğru."
Ağır bir şekilde doğruldu ve gerindi. "Bu kayalar çok sertleşebi­
liyor." Tekrar taş jaguarın olduğu üst basamaklara çıktı. Jaguarın pen­
çesinin yanında bıraktığı örme omuz çantasını alıp yanıma döndü.
"Aç mısın dostum?" diye sorup oturdu. Çantayı karıştırdı, bir
su kabağı ve ince bir sarmaşıkla bağlanmış, muz yapraklarından
yapılma bir paket çıkardı. Kabağı tuttu. Güzel, koyu kahverengi
bir kabaklı ve cilalanmış bir heykel gibi duruyordu. Tepesini çı­
kardı. "Seksle ilgili sohbetimizi hatırlıyor musun? Seksin şekil
değiştirici için kapıları nasıl açtığını, bencilce hislerimizi bırakıp
94
evrenle birliğimizi hissettiğimizde duyduğumuz esrik birliği na­
sıl öğrettiğini? Bu kabak iyi bir simge. İnsanlar kabak gibidir;
içerdeki iyi taraflara ulaşmak için tepemizi açmamız gerekir. Seks
(ve ayahuska gibi öğretmen bitkiler) kendimizi açmamıza yardım
edebilir. Bazen."
Kabağı bana verdi. Kaldırıp dudaklarıma götürdüm. İçindeki
sıvı bana biraz Shuarların chichasını hatırlattı. Kesinlikle sertti.
Sonra muz yaprağından yapılma paketi açtı. İçinde üst üste kon­
muş tortillalar vardı. Sessizlik içinde yedik.
"Shuarlar ve Quechualardaki hayal deneyimlerini anlattın. Bir
de Cava ve Tibet'ten bahsettin. Orada neler yaşadın?"

95
1 0. B ÖLÜM

GEÇİŞ

ENDONEZYA ' DA ARABAYLA Batı Cava dağlarına doğru ilerliyor­


duk. Şoför-tercümanım Enerji Bakanlığı'nda çalışıyordu. Halkın­
dan ve memleketinden duyduğu gurur belli oluyordu. Dağlarda
yükseklere çıktıkça heyecanı da artıyordu. "Burayı tanrılar yarat­
tı. . . " dedi, " . . . yani biz ölümlüler burada cennetin nasıl olduğunu
görebiliyoruz."
Çıplak ayaklı oğlanların meydan okuyarak cipimizi oyunları­
na davet eder gibi top oynadığı küçük bir köye vardık. Fotoğraf
çekmek için pencereden dışarı eğildiğimde çocuklardan biri topu
eline aldı, diğer elini de beline koyarak ağır aksanlı bir İngilizce
ile bağırdı: "Benim adım John Wayne."
Onların yanından ayrıldıktan sonra şoföre, çocukların zayıf ve
fakir göründüklerini söyledim.
"Ben Cavalıyım" dedi göğsünü kabartarak. "Buraya yakın bir
yerde büyüdüm, tıpkı onlar gibi. O çocukların parası olmayabilir
ama fakir değiller. Bunu biliyorum." Bir an sessiz kaldı ve sürme­
ye devam etti. "Zenginlik algımızla ilgili bir şey." Eliyle ön camı
sildi. "Tüm bunlara sahip olan biri nasıl fakir olabilir?" Bana doğ­
ru baktı. "Biz Cavalılar, algıların oynayabileceği oyunların çok
iyi farkındayız."
96
kültürlerde bile sonuçta her birimizin şekil değiştirdiği düşüncesi
çok ilgimi çekmişti. Buna inanmasan bile, reenkamasyon yanlış bir
inanç dahi olsa, her insan şekil değiştiriyordu. İnsanın ölünce ta­
mamen dönüştüğünü hangi rasyonel insan inkar edebilirdi? Bede­
nin başka bir şeye dönüştüğünü kabul etmek, ruhsallığa inanmayı
gerektirmiyordu. Shakespeare' in oyununda, Hamlet'in Yorick' in
kafatasına bakıp bir insanın ölmesi, gömülmesi, toprağa ve kurt­
çuklara dönüşmesi hakkında felsefe yaptığı sahne, bir materyalis­
tin (veya bir bilim insanının) bakış açısını oldukça doğru bir şekilde
özetliyordu. Bu inkar edilmez bir şekil değiştirmeyi de tanımlıyor­
du. İnanalım ya da inanmayalım, her birimizin şekil değiştirdiği
kavramının gücü ile bir kez daha sarsıldım.
B unu şoförümle tartıştım. Gömleğinin cebinden bir kalem
çıkardı ve yanımdaki koltuğa bıraktı. "Ne oldu?" diye sordu .
Yanıtımı beklemeden kendisi cevapladı: "Yerçekimi kalemin
düşmesine neden oldu. Doğru mu? Elbette doğru. B unu hepi­
miz biliyoruz. Dünyadaki tüm eğitimli, mantıklı insanlar bunu
kabul eder, değil mi? Peki ya biri bu düşünceye katılmazsa? Ya
yer çekimini hiç duymamış insanlar varsa? Ya mağara adamla­
rı zamanında yaşıyor olsaydık? Veya hiç insan olmasaydı, sade­
ce hayvanlar olsaydı? Kalemim veya bir ağaç dalı aynı şekilde
düşecekti . Bu kavram biri tarafından anlaşılsın veya anlaşılma­
sın, çekim onun düşmesine neden olacaktı. Aynı şey şekil değiş­
tirme için de geçerlidir. Bu oluyor. B unu hepimiz yapıyoruz.
Çok, pek çok kez. Eğer reenkamasyona inanıyorsan, bunu her
yaşamda en az bir kere yapıyoruz."
Kısa bir süre sonra Bandung şehrine vardık. Şoförüm bizi
doğruca önümüzdeki üç ayı geçireceğim resmi konuk evine gö­
türdü. Hollanda kolonisi döneminde inşa edilen konuk evinin ge­
niş sundurması çay tarlalarına bakıyordu. Bu tarlalar tepelere ve
biz vardığımızda yavaşça akşamın mor gölgelerine bezenen dağ
eteklerine uzanıyordu.
Yaşlı bir adam hızlıca merdivenlerden indi. Bol pantolonu­
nun paçaları sandaletleri üzerinde sallanıyordu. Eski Cava mi­
tolojisinin kahraman-tanrılarıyla bezenmiş batik gömleği canlı
renklere sahipti.
99
Yaşlı adam yaklaşırken şoförüm "Tam bir şekil değiştirici"
dedi düşünceli bir şekilde.
Cipten indim, kotumdaki yolculuk tozlarını silkeledim ve eli­
mi uzattım. Sıkılgan bir şekilde sırıttı. İki elinin parmaklarını kal­
bi üzerinde birbirlerine dokundurarak eğildi. "Ben Toyup" dedi
gürültülü sesiyle.
Toyup ve ben birlikte çok vakit geçirdik. Bana çok şey öğretti
ve bunların bir kısmını The Stress-Free Hahit (Stressiz Alışkanlık)
adlı ilk kitabımda anlattım. Gerçekten bir şekil değiştiriciydi ama
bunu biraz farklı bir şekilde söylüyordu. "Ol" derdi dişsiz bir sırı­
tışla. "Her zaman ol. Asla olmak için çalışma. İstediğin her şey ola­
hilirsin ama olmak için çalışmaktan uzak dur. Sadece olmak
istediğini olmayı hatırla."
Bunu başta oldukça kafa karıştırıcı buldum ama bunu söyleme­
ye ısrarla ve sabırla devam etti. Birkaç kez bana aynı hikayenin
farklı versiyonlarını anlattı. The Stress-Free Hahit adlı kitabımda
mevcut olan O-Nami (Büyük Dalgalar) isimli bu hikaye, pek çok
insana bana yazma ilhamı verdi. Hikayeyi burada tekrarlıyorum.

O-Nami çok üstün bir güce ve dövüş bilgisine sahip tanınmış bir
güreşçiydi. Baş başa dövliştüğünde herkesi, hatta eğitmenini bi­
le yenebiliyordu. Ama halk önündeki dövüşlerde durum farkl ıy­
d ı . Kendinin farkına varıyordu ve şüphe duymaya başlıyordu.
Aptalca hatalar yapıyordu ve çoğu zaman kendinden daha az ye­
tenekli güreşçi lere yen i l iyordu.
Bir gece usta bir eğitmen onu ziyaret etti. Bu usta en zeki us­
tal ardan biri olarak b i l iniyordu. "O-Nami . . . " dedi, " . . . sen ' B üyük
Dalgalar' sın. Buna inanmal ısın. Bu ol. Odana giı. Gece boyunca
uyanık kal ve büyük dalgaları düşün. Olduğun şeye inan . Sen
önüne gelen her şeyi yıkan dev dalgalarsın."
O-Nami odasına çek i l d i . Gece boyunca medi tasyon yaptı.
Önce yalnızca dalgaları düşündü. Başka v izyonlar araya girdi
ama O-Nami onları düşünmeyi bıraktı. Gece ilerlerken yavaş ya­
vaş dalgalar hakim olmaya başladı. Odayı doldurdu, onun etra­
fını sardı. O-Nami 'nin odasına doğan güneş gürleyen bir dalgalar
seliydi.
O günden sonra kimse 0-Nam i ' y i yenemed i .

1 00
"O halde sen bir dansçısın." Kızdan bir gösteri yapmasını iste­
miş. Sonra da ona bunun hayatı boyunca gördüğü en güzel dans
pe�ormansı olduğunu söylemiş. Tekrarlamış: "Sen bir dansçısın."
"Ama hiç dans yapmak için tutulmadım."
"Ne olmuş? Aptal bir işverenin henüz sana iş vermemiş olma­
sı bunu değiştirmez. Eğer yarın sana iş verilecek olsaydı, bugün
olduğundan daha iyi bir dansçı mı olacaktın?" Kız başını yanlara
sallamış. "Evet. Aynı olacaktın: Muhteşem bir dansçı. Sen dans­
çısın. Dansçı ol."
Bir hafta içinde kız Cakarta'daki en önemli dans şirketi tara­
fından işe alınmış.

B ir öğleden sonranın ilerleyen saatlerinde Toyup onunla konuk


evinden uzak olmayan bir ağaçlıkta buluşmamı istedi. "Bana ya­
rım saat ver" dedi. "Sonra da kütükten yapılma oturağın olduğu
yere gel. Sana bir şey göstereceğim."
Yarım saatin geçmesini hevesle bekledim. Bu sırada Hermann
Hesse'nin Siddharta' sını okuyordum. Kitaba konsantre olmakta
çok zorlanıyordum. Önemli bir şeyin olmak üzere olduğunu his­
sediyordum.
Sonunda vakit geldi. Kendimi tutamıyordum. Ağaçlığa nere­
deyse koşarak gittim. Oraya vardığımda sabırsızlığımı anlama­
ması için ağır bir yürüyüşe geçip Toyup' un olağan tarzını taklit
etmeye çalıştım. Kütük oturağın üzerine çıkıp etrafa baktım ama
Toyup ortalıkta görünmüyordu. Hayal kırıklığına uğramıştım ama
birkaç dakika beklemeye karar verdim. Oturağa oturdum.
Bir süre sonra uyku bastırdı. Oturağa uzandım ve gözlerimi ka­
pattım. Rüzgann hışırdattığı yapraklar beni iyice gevşetiyordu. Uy­
kuya dalmış olmalıyım. Sonra bir şey yanağıma dokundu.
Doğruldum ve baktım. Oturağımın arkasında neredeyse ölmüş gö­
rünen, kısa, yapraksız bir çalı vardı. Çalının dallarından birinin ba­
na sürtünmüş olabileceğini düşündüm. Tekrar uzandım ve uykuya
dalmak üzereydim ki dalın başımın tepesine dokunduğunu hisset­
tim. Onu tuttum. Bir el ! Doğruldum ve Toyup'u gördüm. Oturağın
arkasında çömeldiği yerde kendini o çalıdan yaşlı bir Cavalı adama,
kendisine dönüştürdü. Gözlerime inanamadım. Çırılçıplaktı.
1 02
Ayağa sıçrayıp yanında durdum. "Bunu nasıl yaptın?"
Ağır bir şekilde diğer bir ağaca yürüdü ve ağacın köklerinin al­
tındaki bir oyuktan küçük bir çanta çıkardı. Gömleğini, pantolo­
nunu ve sandaletlerini çıkarıp giydi. Sonra yanıma döndü. "Neyi
nasıl yaptım?"
"Biliyorsun. Çalıya dönüştün."
Bana çok yakın durdu, doğrudan gözlerimin içine baktı. Bu
daha önce çok nadir yaptığı bir şeydi. "Hiçbir şey öğrenmedin
mi?" diye sordu ve sesinde gerçek bir hayal kırıklığı algıladım. "O
çalıya dönüşmedim. Tıpkı şimdi de bu yaşlı Cavalı adama dönüş­
mediğim gibi.
Bu beni durdurdu. "Sen sensin. Az önce ise çalıydın."
Gülümsedi. "Doğru."
"Ama nasıl?"
"Tıpkı senin burada, önümde gördüğüm sen olman gibi."
Şimdi başka bir soru içimi kemiriyordu. Ona sormaya isteksiz-
dim ama sormam gerektiğini biliyordum. "Neden elbiselerini çı­
kardın?"
"Renklerin kendi başlarına titreşen enerjileri var gibi görünü­
yor" dedi yavaşça. "Belirli bir rengi olan şeyler giyerken başka
renkte bir şey olmakta zorlanıyorum."
Birlikte oturağa oturduk. "Sanının O-Nami bu renk şeyini yen-
di. Ben henüz o kapıyı açmadım."
Olma konusunda aptalca sorular sorduğum ve söylediği şeyi
anlamadığım için özür diledim.
"Bu şeyler zaman alıyor" dedi yumuşak bir şekilde. "Sabırlı ol.
Yaptığım şeyi senin de yapmak istediğini biliyorum ve yapacağı­
nı da biliyorum·. Ama henüz hazır değilsin." Gözleri derin bir şef­
kat yayıyordu. "Deneyimlediğin şey için şükran duy."
Döndüm ve ona sarıldım. Kendimi tutamıyordum. "Ben algı­
ladığım şeyim" dedim. Kontrol edilemez bir şekilde hıçkıra hıç­
kıra ağladım.

"Toyup beni Marina Bellazzi isimli genç, güzel bir İtalyan bayan­
la tanıştırdı" dedim Viejo Itza'ya. "Asya' da seyahat ediyordu."
Viejo Itza bir tortillayı çiğneyip mayalı içecekle midesine in­
dirirken ona Marina'yla nasıl arkadaş olduğumuzu, sonunda bir
1 03
grup İtalyan ve Kuzey Amerikalıyı Shuarlara nasıl götürdüğümü­
zü anlattım. Marina, Tibet'teki deneyimleri tablolarını derinden
etkilemiş yetenekli bir ressamdı. Himalayalar'da yaşamış, haya­
tının büyük bir bölümünü Tibet geleneklerini, törenlerini ve şifa
tekniklerini öğrenmeye adamıştı. Ustaları Tibetli şamanlardı. Ba­
na onlardan öğrendiği bir hayal değiştirme tekniğini öğretmişti.
Sekiz aşamalı bu yöntemi Viejo Itza'yla paylaştım:
"Önce bir hayal seçiyorsun. Ruhunun derinliklerinden geldiği­
ni bildiğin, gerçekleşmesini istediğin bir hayal . Bunu yaparken
bana öğrettiğin yolculuktan, yani hayalleri fantezilerden ayırmak
için taşı kullanma tekniğinden yararlanılabilir. ..
"İkinci adımda kapalı gözlerle çok karanlık bir yer, bir boşluk
görüyorsun. Bir siyahlıkla çevrili gümüş bir yıldız görünüyor. Ha­
yalini o yıldıza gönderiyorsun. Yıldızın hayali özümsemesini iz­
liyorsun . . .
"Üçüncü adımda hayal gücünle yıldızı alnına getiriyorsun,
üçüncü gözüne, yani iki gözünün arasının hafifçe yukarısından
geçmesine izin veriyorsun . . .
"Dördüncü adımda kafanın içini kristal veya aynalardan olu­
şan bir küre olarak görüyorsun. Hayal ve yıldız bu muhteşem yer­
de yansıyor ve güçleniyor...
"Beşinci adımda hayalin ve yıldızın üç kez patlamasını izli­
yorsun. Her defasında yok olmak yerine iyice enerji kazanıyor.
Zihninle iyice bütünleşiyorlar...
"Altıncı adımda kalbine düşmelerine izin veriyorsun. Kalbini
de hayalinin ve yıldızın güçlendiği, kristalle kaplı bir yer olarak
görüyorsun . . .
"Yedinci adımda hayalinin v e yıldızın ü ç kez patlamasını iz­
liyorsun. Her patlamayla bu hayali gerçekleştirmeye adanmışlığı­
nı onaylıyorsun. Kalbinin enerjisini, kalp, hayal ve yıldız arasında
meydana gelen birleşmenin enerjisini hissediyorsun ...
"Sekizinci adımda tekrar başına yükselmelerine, üçüncü gö­
zünden çıkarak tekrar siyahlığa gitmelerine izin veriyorsun."
Yukarı baktığımda Viejo Itza'yı gözleri kapalı yakaladım. Ya­
vaşça gözlerini açtı. "Güçlü bir imgelemeymiş" dedi.
1 04
Marina bu egzersizi haftada en az üç kere, istenirse daha faz­
la tekrarlamanın önemini vurgulamıştı.
Bu tekniği seminerlerimde kullanmak üzere hangi şekillerde
adapte ettiğimi anlattım. "Katılımcılara, ' Hayalinizin bu olağan
realitede gerçekleşmesini istediğiniz için süreci bir adım ileriye
götürmeniz gerekiyor. Hayalinizin somutlaşmasına doğrudan yar­
dımcı olan bir şey yaparak her gün hayalinize enerji kazandırın.
Mektuplar yazın, politikacıları arayın. Bir şey yapın. Hayalinize
ses verin. Onunla konuşun. Onu dile getirin' diyorum"
"Kelimeler" dedi sesi dilinde yuvarlayarak. "Her kültür, ha­
yali, sözlü olarak ifade etmenin veya onu sembolik bir şekilde or­
taya koymanın önemini kabul eder."
Katıldım. "Hayalini diğerlerine ifade etmenin büyük bir gücü
olduğu evrensel olarak kabul edilen bir şey. Benimki gibi modem
endüstriyel-teknolojik toplumlar hariç belki."
Uzunca bir süre konuşmadan bana baktı. Gözleri sanki beni sa­
dece incelemiyor, aynı zamanda tutuyor, kaplıyordu. Sonsuzluk gi­
bi görünen bir süreden sonra gözlerini kırptı. "Sıra sende" dedi.
"Sıra bende mi?"
"Ormanın derinlerindeki Shuar arkadaşlarına dön." Gülümse-
di. "Diğerlerini yanına al. Hayalin ve sözün gücünü paylaş. Ener­
ji oluştur. Çok önemli bir ana girdin: geçiş. Bunu harcama. İnançlı
ol. Tüm biçimleriyle şekil değiştirmeyi öğren."

1 05
İnsan kurallara sığmaz!
2 . KISIM

i Ç E R İ DEN
BAKIŞ
İnsan kurallara sığmaz!
1 1 . B ÖLÜM

BiR AMAZON Ş AMANI


KAYB OLUYOR

AMAZON YAÖMUR ORMANININ derinliklerinde geceye yıldızlar ha­


kimdi. Şamanın evinin kapısından dışarı çıktığımda, minik ışık
küreleri etrafımı kapladı. Her yerdeydiler. Sadece yukarıda, gök­
lerde değil, aynı zamanda ayağımın altında. Hareketsiz bir şekil­
de durup cangıldaki sesleri dinledim, ışıldayan baleyi izledim.
Şamanın evinin etrafındaki küçük açık alanın ötesinde, ağaç­
ların arasında dans eden milyonlarca minik meleği andıran parlak
ışıklar ağaçların siluetlerini ortaya çıkarıyordu. Şekil değiştirme
için mükemmel bir gece gibi görünüyordu . Yıldızların ve ateş bö­
ceklerinin birleştiği, insanların, bitkilerin, hayvanların, taşların,
hayallerin ve kabusların bir olduğu, atom altı parçacıkların evre­
ni içine aldığı bir gece. Şamanlarla çalışma yapabilmeleri için Ek­
vator'a getirmiş olduğum bir grup Kuzey Amerikalı bilim insanı,
psikolog ve doktorla birlikte paylaştığım bir geceydi.
Tohumu Viejo Itza ekmişti. Onun önerilerini izlemeye, tohu­
mun etrafında küçük toprak kümeleri oluşturmaya ve tohumu su­
lamaya kendimi adadıktan sonra, gerisi şaşırtıcı bir kolaylıkla
geldi. Kitaplarım ve seminerlerim nedeniyle pek çok insan şaman
109
kültürleriyle olan çalışmalarıma ilgi göstermişti. Raul ve Jaime ad­
lı Ekvatorlu iki arkadaşımla bir işbirliği oluşturdum ve "hayalini
değiştirmek" isteyen insanların Shuarları ziyaret edebileceğini du­
yurdum. B irlikte küçük Kuzey Amerikalı ve Avrupalı grupları
Andlar'ın tepelerine ve cangılların derinliklerine götürdük. Bu işe
"Hayal Değişimi Maceraları: Öz-Farkındalık Yoluyla Dünyaya
Hizmet" adını verdik. Tohum filizlendi.
İlk birkaç geziden sonra Jaime, ortak bir dil ve kozmolojiye
sahip olmalarına rağmen Shuarların geleneksel düşmanları olan
komşu kabile Achuarlara yardımcı olmaya adadı kendini. Achu­
arların misyonerler tarafından ziyaret edilmesi çok yakın bir geç­
mişte başlamıştı ve Jaime'nin onlarla çalışmasının faydalı
olacağını hepimiz kabul ettik. Jaime Achuarların kuzeylilere sür­
dürülebilir, dünyayı onurlandıran yaşam biçimlerini öğretebile­
cekleri ekoloj ik bir konuk evi yapmada onlara yardım etme
olasılığını değerlendirecekti. Shuar bölgesine yapılan gezileri gi­
derek Raul ve bana bıraktı .
O gece ikimiz on dört kişilik bir grubu, yıllardır tanıdığım
Kitiar isimli yaşlı bir Shuar şamanım ziyarete götürmüştük. Biz
"medenilerin" okuma yazma bilmeyen, küçük bir cangıl kabile­
si diliyle konuşan ve çok derin fikirler aktaran bir adamın etra­
fına dizilip daha önce hiç hayal etmediği şeyler yaşadığı bir
geceydi.
"İnsanlarınızın değişmesi gerekiyor" dedi bize. "Sizin dünya­
ya bakış şekliniz devam edemez. Ama liderler sizsiniz. Bütün
dünya sizin yolunuzu izliyor. Sizin, hepinizin, insanlarınızı her
şeyi yiyip bitiren açgözlü bir canavardan, saygıyı, sevgiyi öğrenen
bir varlığa dönüştürmek için çalışmanız gerekiyor." Beni süzdü.
"Şekil değiştirme hakkında sorular sordun. Sana bir şekil değiş­
tirmeyi bizzat göstereceğim. Yarasa olup uçup gitme vaktim gel­
di." O kadar güçlü bir şekilde gülmeye başladı ki, boğulacağından
korktum. Durduğu zaman gruptaki herkesi içine alacak şekilde
kollarını açtı. "Ben, yarasa, uçup gideceğim. Ama sizin insanla­
rınızı değiştirmeniz gerekiyor. Gelip insanlarımdan bir şeyler öğ­
renmeleri için daha fazla insanınızı getirin. Sonra onların gidip
bunu diğerlerine öğretmelerine yardım edin."
1 ıo
lar benim kendimi ateş püskürten büyük bir volkana dönüştürdü­
ğümü görecek. Dağın tepesi patlayacak. Ateşli bir ırmak çıkıp
volkanın yamaçlarından aşağı inecek, iyileştirilen kişiye akacak.
Bu ırmağın oluşturacağı girdaplar hastalığa neden olan kötü ruh­
ları çekip çıkaracak. O kötü ruhlar tsentsak şeklini alacak; ok atan
borularımızda kullandığımıza benzer görünmez oklar. Benim, bu
taburede oturan yaşlı adamın bu zehirli okları ağzımla çıkardığı­
mı göreceksiniz ve nehrin hastayı temizlediğini bileceksiniz."
Pek çok kişi şifa istedi. Kitiar tek tek her birinin, oturduğu tabu­
renin önündeki bir oturağa uzanmalarını istedi. Şarkısının ritimleriy­
le uyumlu bir şekilde onları dallarla nazik bir şekilde fırçalamaya
ve Üzerlerine alkol serpmeye başladı. Sonra fırçalama biraz daha
sertleşti, şarkının sesi yükseldi. Ateşteki közlerin hafif parıltısı dışın­
da oda karanlıktı. Söylediklerini tercüme edebilmek ve zaman za­
man herhangi bir şekilde herhangi bir şeyde ona yardımcı olabilmek
için mümkün olduğu kadar yakınına oturdum. Çok yakın durmama
rağmen onu göremiyordum. Duyabiliyor ve varlığını hissedebili­
yordum ama hatlarını ayırt edemiyordum. Çoğu durumda hastanın
sorun yaşadığı beden bölgesini emip bir şeyler çıkarıyor ve bunları
ağzından boşaltıyordu. Şifaların çoğunun çok güçlü olduğunu algı­
ladım ve bu hissim hastaların reaksiyonlarıyla da doğrulandı. Çok
sayıda kişi epeyce yoğun duygular yaşadı. Yıllardır migren sıkıntı­
sı yaşayan bir kadın Kitiar onun başını emerken başında inanılmaz
bir rahatlama hissettiğini söyledi. "Sanki biri oyuncak sürpriz kutu­
sunun kapağını açtı ve içerideki o korkunç şeytan fırlayıp gitti! "
Şifa isteyen herkesin işi bittiğinde, bu sefer ahşap sıraya ben
uzandım. Kitiar bedenimi taradı. "Ne istediğini biliyorum" dedi ve
güldü. "Ama hatırla, bu tehlikeli. Eğer ölüme inanıyorsan, eğer teh­
likeye inanıyorsan!" Sonra etrafıma bir alkol buharı üfledi ve dallar­
la çalışmaya başladı. Şarkı söyleyişi beni kendimden uzaklaştırdı.
Başka görüntülere dönüşen geometrik imgeler, birleşerek çiçekle­
re ve hayvanlara dönüşen kalıplar görmeye başladım. Üşüdüğümü
hissettim ve rutubetli ve soğuk bir mağaraya götürüldüğümü algı­
ladım. Birden tiz bir çığlık, sonra da bir kanat çırpış sesi duydum
ve üzerime doğru bir rüzgar estiğini hissettim. Gözlerimin kapalı ol­
duğunun farkına vardım. Açtığımda, üzerimde uçan dev bir yarasa
1 12
gördüm. Gözleri beni izliyordu ve çırptığı kanatlan bana doğru rüz­
gar estiriyordu. Çığlık attım. Yarasa uçup gitti.
Sonra Kitiar doğrulmama yardımcı oldu. "Ben sadece yaşlı bir
şamanım" dedi. "Ama sana korkman gereken bir şey olmadığını
söyleyebilirim. Eğer şekil değiştirmek istiyorsan cesur olmalısın.
Kendine sor: Korktuğum şey nedir?"
"Tehlikeli olduğunu söylemiştin."
"Eğer tehlikeye inanıyorsan ... O inancı bırakmalısın."
"Tehlike yok mu?"
"Buna nasıl baktığına bağlı, değil mi? Bu her durumda siz
gringolann en büyük sorunu. Risklerden sakınmayı bir saplantı
haline getiriyorsunuz. İnsanlarını buraya her getirişinde bunu gö­
rüyorum. Hep tehlikeleri soruyorlar; yılanlan, timsahlan, örüm­
cekleri, jaguarları. Biz Shuarlar ölümü başka bir dünyaya
doğumumuz olarak saygıyla karşılarız."
"Katılıyorum, prensip olarak. Sıkıntı çektiğim şey bu aslında."
"Şekil değiştirmekte korktuğun şey nedir?"
"Dönemeyeceğim korkusu" deyiverdim.
"Peki, bunun nesi kötü?" Bir yudum trago aldı ve şişeyi bana
verdi. "Sana göstereceğim" dedi. "Benim vaktim geldi, biliyor­
sun. Tüm bu çalışmayı sana ve diğerlerine bırakmam gerekiyor."
"Ne söylüyorsun?" Aynlmaktan bahsedişi beni endişeye dü­
şürdü. Bir yarasa olacağını söylemişti. Söylediklerinden şüphe
duymayacağım kadar çok şeye şahit olmuştum. Peki, ama ayrıl­
maktan kastettiği şey neydi?
"Göreceksin. Hatta gördün bile. Sana son dersim cesaretle il­
gili. Korkmamalısın. Risk almaktan korkma."

Üç ay sonra yağmur ormanına başka bir Kuzey Amerikalı grubu


getirdim. Kitiar gecelerimizi geçirdiğimiz ve özel bir seremoni
düzenlediğimiz yere geleceğini söylemişti. Raul ve ben grubu ha­
zırladık. Herkes son büyük geleneksel Shuar şamanlarından bi­
riyle çalışma fırsatından dolayı çok heyecanlıydı. Ben de çok
heyecanlıydım. Kitiar'la paylaşacağım ve sormayı umduğum çok
şey vardı. Ateşi yaktık, bazı insanlann getirdiği mumları ve hedi­
yeleri çıkardık. Bekledik.
1 13
"Mafiana*" diyerek espri yaptı biri hep birlikte alevleri izler­
ken. "Kelime yeni bir anlam kazanıyor, değil mi?"
Bir diğerinden yeni bir espri geldi: "Belki de şamanlar 'para­
lel' dünyalardan ve 'olağandışı' gerçekliklerden bahsederken as­
lında kastettikleri şey budur."
Birlikte yaşadığımız Shuar ailesi bizim için şarkılar söyledi ve
manyok bitkisinden yapılan chichanın nasıl hazırlandığını göster­
di. Shuar diyetinin ve ritüellerinin çok önemli bir parçası olan bu
bitki kutsal kabul edilir. Bu birayı yalnızca kadınların hazırlama­
sına izin veriliyor.
Büyük toprak bir fıçı önünde oturdular, patates püresi kıvamı­
na gelene kadar kaynatılmış olan parçalanmış kökleri parmaklarıy­
la alıp ağızlarında çiğnediler ve sıvının gece boyunca mayalanacağı
fıçının içine tükürdüler.
"Shuarlar için . . . " dedim, " ... chicha patates, ekmek ve pirinç
gibidir. Onların temel nişasta ve karbonhidrat kaynağı."
Bunu karşılıklı kısa espriler izledi. Mizahtan memnun olmuş­
tum. Daha önce gruba şamanların yaptıkları işi kutsal olarak gör­
melerine rağmen kendilerini ve hayatlarını asla fazla ciddiye
almadıklarını söylemiştim. Oyuncu taraf, neşeli çocuk ve ciddi
yetişkini dengede tutuyor.
Gece geç saatlere kadar sabırla bekledik. Aşçımız Lucho bir
gitar getirip bizim için çaldı. Onun müziğini daha önce çok duy­
muştum ama bu sefer farklıydı: Hüzünlü şarkılar seçti; ihanet ve
ölüm şarkıları. havayı iyice ağırlaştıran melankolik bir müzik.
Birden ince bir çığlık duydum. Yukarı bakar bakmaz büyük
bir yarasının kapıdan girdiğini, Lucho'nun başının üzerinden ça­
tı kirişine uçtuğunu gördüm. Etrafa baktım. Gruptaki diğerleri
heyecanlı bir şekilde parmaklarıyla yarasayı gösteriyordu. Her­
kes yarasayı görmüştü. Shuar ailesi bir panik yaşadı. Çocuklar
tencerelerin üstüne vurmaya, kadınlar bağırmaya başladı. Yara­
sı aşağı indi, selamlar gibi üzerimizde bir kez daire çizdi ve gir­
diği kapıdan çıktı.

* İspanyolcada "yarın" anlamında, aynı zamanda argo olarak "ne acelesi var"
gibi bir anlamda kullanılan kelime-ç.n.

1 14
Shuarlar kendi aralarında bir şeyler konuşmaya başladı. Endi­
şelenmiş görünüyorlardı. Grubumuz Shuar ailesinin gelen yara­
sayla ilgili ne düşündüklerini öğrenmek istiyordu.
"Biri öldü" dedi ailenin başı Tantar. "Ruhu yarasaya geçti.
Hoşça kalın demeye geldi."
İçime bir şey oturdu. Ama bunu söylemedim.

Sonraki sabahın erken saatlerinde kahvaltıyı hazırlarken Kitiar'ın


oğlu Kutsa çıkageldi. Yorulmuştu, bir tabureye çöktü. "Kitiar git­
ti" dedi. Grup onun etrafına toplandı.
"Nereye gitti?" diye sordu Raul.
"Kayboldu. Yok oldu." Shuar ailesi ona bir kase chicha getir-
di. Kutsa chichayı hızla bitirdi. Sonra bize inanılmaz bir hikaye
anlattı.
Yaklaşık bir ay önce üç Shuar şamanı ve Kutsa'nın "gringo
misyoner" dediği biri Kitiar ' ı kara büyü yapmakla suçlamış.
B u Shuar kültüründe korkunç bir suçlamadır. "Sanıyorum . . . "
dedi Kutsa, " . . . bu Şirket'in işi. Ondan nefret ediyorlardı." Ter­
cüme ederken "Şirket"in ağaç kesen ve petrol arayan yabancı
girişimcileri tanımlayan bir kelime olduğunu açıkladım. Yerli
topluluklarının bazıları onları büyük bir düşman, bazıları ise
müttefik olarak görüyordu. Kutsa'ya göre Kitiar ' ın itibarını
sarsmak için haince bir kampanya düzenlemişler. Sonunda üç
şaman, yargılanması için Kitiar ' ın karşılarına çıkmasını i ste­
miş. Söylentiye göre niyetleri onu topluluktan aforoz edip evi­
ni yakmakmış.
Kutsa Kitiar ' ın bundan hiçbir korku duymadığını vurguladı.
B u bana Kitiar ' ın son şifamda bana verdiği mesajı anımsattı.
Ama Kitiar bu girişimlerin neticeleri konusunda derin bir dü­
şünceye dalmış. Oğluna şöyle demiş: "Ben dürüst bir insanım.
Benim güçlerim şifa içindir, kötülük için deği l. Şirket'le müca­
dele ettiğim ve ormanları koruduğum için beni yok etmek iste­
yen insanlar var. Bu insanlar kötü. Onlara boyun eğemem.
Benim için gitme vakti."
Kutsa geceyi babasının evinde geçirmiş. Ertesi gün romatizma
sıkıntısı olan yaşlı bir kadına bitkisel ilaç hazırlamak için birlik-
1 15
te çalışmışlar. Öğleden sonra Kitiar su kabağını chichayla doldur­
muş, ok üfleme borusunu ve okluğunu omzug.a asmış. Oğluna
dönmüş. "John'a bu gece Şaman Kitiar'ı görerfıeyeceği için üzgün
olduğumu söyle. Ama beni görecek." Evinden uzaklaşmış. Kut­
sa onun, "Cesur ol" dediğini duymuş.
"Sanki birden eriyip ormana karıştı." Kutsa etrafında ona ba­
kan yüzlere baktı. Gülümsedi. "Ağaçlarına."

1 16
1 2. BÖLÜM

" ÖTEKİ" OLMAK

KiTiAR 'IN KAYBOLMASI beni derinden üzdü. Onu sık sık düşün­
düm. Bir keresinde rüyamda bana seyahatlerimize katılan kişile­
rin sorumluluklarını ciddiye alıp almadıklarından emin olmamı
söyledi. Seyahatlerimize "Hayal Değişimi Maceraları: Öz-Far­
kındalık Yol uy la Dünyaya Hizmet" adını verdiğimizi hatırlattı .
"İnsanları buralara getiren şeyin sadece öz-farkındalık olmadı­
ğından emin olmalısın. Dünyaya hizmet etmeye adanmaları ge­
rekiyor. Hayallerini bitkilerin tanrıçası Nunqui 'yi ve suların ruhu
Tsunqui 'yi onurlandıran hayallere dönüştürmeye adanmaları ge­
rekiyor."
Ondan sonra insanlara yolculuklardan bahsederken bu gezile­
rin yıkıcı yönlerini vurgulamaya dikkat ettim. Konferanslarda ve
seminerlerde yağmur ormanı ekolojisinin hassasiyetini anlattım.
"Yağmur ormanına giren herkes onu incitiyor" dedim. "Shuarla­
rın aklının karışmasına neden oluyoruz. Varlığımız onların aile­
lerinin, özellikle gençlerinin yaşamı üzerinde baskı yapıyor ve
geleneksel yaşam biçimlerinin devamlılığıyla ilgili sorunlar ya­
ratıyor." Yerli insanlara okumayı öğrendikleri zaman sözlü gele­
neklerini ezberlemeleri gerekmeyeceğini, kitapların uzun vadeli
bir kayıt imkanı sunduğunu, bitkilerle ilgili birincil elden bilgile-
ı 17
ri önemsemelerinin de gerekli olmadığını öğretmeye çalışan mis­
yonerlerin olumsuz etkilerinden bahsettim.
Ama her zaman şunu da ekledim; yaşlıların sahip olduğu bil­
giye ve şamanların şifa yeteneklerine samimi bir saygı gösterdi­
ğimizde, onların güçlerinin artmasına yardımcı oluyoruz. "Genç
Shuarlar bizim şamanların dizleri dibinde oturduğumuzu, hika­
yelerini dinlediğimizi ve tıp doktorlarımızın gelip onlardan şifa
hakkında yeni şeyler öğrendiğini gördüklerinde, bu onlara çok
şey anlatıyor."
Bu konuşmalarımı ekonomist geçmişime kadar uzanan kişisel
felsefemi özetleyerek bitiriyordum: "Bu bir fayda-maliyet mese­
lesi. Eğer ABD'ye dönerken insanlarımızın hayalini değiştirme­
ye, yağmur ormanlarını mahveden materyalizmi, özellikle de
petrol, kereste ve et tüketimini azaltmaya adanmış olursak, o za­
man bundan sağlayacağımız fayda, ziyaretimizin maliyetinden
çok daha büyük olacaktır."
Seminerlerimde şekil değiştirme kavramını da ele almaya baş­
ladım. Katılımcılara Toyup 'un yaptığı gibi çalıya dönüşmeyi öğ­
retemeyeceğimi biliyordum. Bunu kendim de yapamamıştım.
Ayrıca bunu yapabilmek, pek çok kişinin hazır olduğundan şüp­
he duyduğum felsefi bir değişiklik gerektiriyordu; bir çalının bir
insanla aynı olduğunun, türler arasında bir hiyerarşinin olmadığı­
nın, dolayısıyla da geri dönme korkusu duymaya da gerek olma­
dığının kabul edilmesi . . . En azından katılımcıları bu ihtimalleri
düşünmeye teşvik edebiliyordum. Fiziksel, hücresel dönüşüm fik­
rinden ve algılarımızın, hayat tarzımızın ve kurumlarımızın şekil
değiştirmesinin faydalarından bahsedebiliyordum. Konuşmalara
ek olarak, pek çok katılımcının şekil değiştirmeye odaklanması­
na yardımcı olan yedi egzersiz -psiko-navigasyonel yolculuk­
başlatmıştım.
Bunlardan ilkini Raul'la birlikte Ekvator'da bir gruba eşlik
ederken öğrenmiştim. Geceyi Andlar'da, üç bin metrenin üzerin­
de bir yükseklikte, İyarina adlı bir Quechua kadın şamanın yanın­
da geçirmiştik. Sabah erkenden, daha hava karanlıkken, bizi
soğuk dağ havasında insanlarının kutsal pınarına götürdü. Gün
ağarmaya, volkan tepelerinde parlak turuncu ve sarı renkli bir çi-
l 18
çek gibi açmaya başladığında, Pachamama'dan fışkırıp bir akın­
tıya dönüşen, Amazon' un yamaçlarından inip sonunda Atlantik
Okyanusu'na ulaşan nehri izledik.
"Birazdan ... " dedi İyarina, yumuşaklığına rağmen dağlardan
yankılanır gibi gelen sesiyle, " .. .İnti 'yi, güneşi selamlayacağız.
Bu pınarın adı Pocvio Juanita. Onun dişi ruhu, güneşin erkek ru­
huyla birleşecek. Birleşmelerini ve size dönüşmelerini hissedin.
İçinizde birlikte akan kuvvetli erkek ve dişi güçlerin, ateşle su
arasında meydana gelen dengelenmenin farkına varın." Gülümse­
di. "Ayaklarınızın altındaki toprağı ve Pachamama'nın üzerinize
ve etrafınıza üflediği nefes olan havayı hissedin. Bu, dört elemen­
tin bir şekil değiştirmesidir. Hepsi içinizde birleşiyor." Döndü,
gözleri hepimizi gezdi. "İçimizde. Hepimiz biriz."
Pınardan doğuya dönüp kollarını güneşe doğru yükselttiğinde
biz de onun yaptığını yaptık. Güneş, su altında tutulup birden bı­
rakılmış bir top gibi, buzla kaplı zirvenin tepesinde ortaya çıkıp
gözlerimizi kamaştırdı.
İyarina bir adımını ileri atıp diğer bacağının dizini hemen hemen
yere değecek kadar indirdi. Eşzamanlı olarak ellerini başına, gövde­
sine ve yere doğru indirdi. Güneşin enerjisini içine çeker gibi görü­
nen zarif bir hareketti. Güneşin Quechua dilindeki adını ellerini
güneşe doğru uzatmaya başladığı andan, geri çekip başına, gövde­
sine ve yere indirene kadar uzatarak söyleyen sesi, Andlann hava­
sında berrak bir şekilde yankılandı: "İiiiinnnnnnn-ti." Süssüz, sade
ama güçlü bu dans ve şarkıya bizi de davet etti. Sert zemin üzerin­
de bu hareketi yaparken dengemizi korumaya çalışarak izledik onu.
Bu duayı üç kez tekrarladık. Sonra onu takip ederek doğrulduk ve
yavaşça dönerek güneşin arkamızı da yıkamasına izin verdik.
Pınara odaklanmamızı istedi ve bu sefer suyun gücünü getir­
mek üzere süreci tekrarladık. Suyun ardından toprak ve havayla
devam etti.
Saatin erken oluşuna, rakımın yüksekliğine ve gece çok geç
uyumuş olmamıza rağmen, bu deneyim kendimi (ve eminim di­
ğerlerini) enerjik ve dengelenmiş hissettirdi. Dört elementin far­
kındaydım. Sanki içimde son derece yüksek ama rahatlatıcı bir
güce dönüşmüşlerdi; tüm gün boyunca süren bir his.
1 19
İyarina daha sonra bunu kendi evlerimizde de yapabileceği­
mizi anlattı. Şehirde bir apartman dairesinde oturuyor olsanız bi­
le, dedi, pınar yerine bir bardak su kullanabilir, güneşi göremiyor
olsanız bile doğuya dönebilirsiniz. "Zeminde de olsanız, onuncu
katta da olsanız, hava her zaman etrafınızda, toprak da ayakları­
nızın altındadır. Eğer daha kolay geliyorsa İngilizce isimler kul­
lanın. Önemli olan ruh ve niyetinizdir. Siz hava, su, toprak ve
ateş, erkek ve dişiniz. Hepsinin gücü olun yani dengelenmiş ruh."
Seminerlerimde bunu anlatırken Viejo Itza'nın bana öğretti­
ği taşa yolculuğu hatırladım. Bu da ikinci şekil değiştirme egzer­
sizini oluşturdu. Katılımcıları öğle molaları sırasında bir taş
bulmaya teşvik ediyordum. Onlara Viejo Itza'nın bana göster­
diği tekniği, nasıl taşın içine bir psiko-yolculuk yapacaklarını,
bireysel veya toplumsal hayatlarında değiştirmeye ihtiyaç duy­
dukları bir şeyi onda nasıl göreceklerini anlatıyordum. Öğret­
menimin sözlerini tekrarlıyordum. "Taşın içine girin ve taşın
kalbinize girdiğini hissedin. Şekil değiştirme enerjiyle, ruhla il­
gilidir. Eğer anlamadığınız bir şey varsa soru sorun. Değiştiril­
meye ihtiyaç duyan şeyi bulun."
Quechua dilinde "kutsal nesne" anlamında huaca denen bu
taşlar aynı zamanda psiko-navigasyonel bir araç, bir tür ruh reh­
beri haline geldi. Katılımcılar, bu taşların güçlerini kullanabilmek
için bunları fiziksel anlamda yanlarında taşımak zorunda olma­
dıklarını öğrendiler. Huacalar içselleştirildi ve yardım için her za­
man çağrılabilir hale geldi.
Üçüncü egzersiz Paulo Coelho'nun Hac' ındaki bir hikayeden
esinlenildi. Coelho'nun şeytanla mücadele edebilmek için bir kö­
peğe dönüştüğü hikayeden. Ama bu egzersiz, aslında biz olan bit­
ki ruhuna bir yolculuktu. Katılımcılara genellikle pek çoğumuzun
geçmiş hayatlarımızda bitki olduğumuzu söylüyordum. Toyup bu
inanca sahipti ve bu egzersiz onun yaptığı bir egzersize benziyor­
du. İçteki bitki olmayla ilgiliydi. Herhangi bir yerde, iç mekanlar­
da bile yapılabilirdi ama dışarıda, bir orman veya parkta
yapıldığında daha güçlü olabilirdi.
"Gözleriniz kapalı bir şekilde diz çökerek başlayın" diyordum
katılımcılara. "Dizleriniz ve bacağınızın dizden aşağıdaki kısmı
1 20
yerde. Bedeniniz aşağıya eğilerek bir top haline geliyor. Alnınız
dizlerinizde, kollarınız bacaklarınızın yanında, parmaklarınız ka­
palı. Tohumun gücünü, açılıp bitki olma arzusunu hissedin. B ir
aura gibi etrafınızı saran enerjiyi gözünüzde canlandırın. Tohum­
ların betonda bile filizlerini açma güçlerini hatırlayın. B u enerj �­
yi nasıl kullanmak istediğinizi, kendinizde en çok güçlendirmek,
olgun bir bitki olarak büyütmek, çiçek açtırmak istediğiniz yön­
lerinizi görmek için derinliklerinize bakın. Yavaşça parmaklarını­
zı açın, başınızı kaldırın. B itkinin canlanmaya başlamasını,
tohumdan filizlenmesini hissedin. Eğilimlerinizin gerektirdiği gi­
bi hareket edin, bitkinin ruhunu hissetmeye devam edip sonunda
doğrulun ve kollarınızı açın. Gözleriniz hala kapalı olarak etrafı­
nızda ne olduğuna bakın; diğer bitkiler, belki hayvanlar. Sesleri
dinleyin, bir bitki olmanın duyumlarını deneyimleyin, o dünyanın
bilgeliğini kazanın. Yükselin ve en çok onurlandırdığınız, varlı­
ğın deneyimlemek istediniz, ortaya çıkmasını istediğiniz yönleri­
ni kendinize çekin."
Önceki iki egzersizde başladıkları çalışmayı tamamlamalarına
yardımcı olması için dördüncü bir egzersizden yararlanmalarını
tavsiye ediyordum. Marina'nın öğrettiği Tibet yıldızı tekniğini an­
lattım. Sekiz aşamayı, her gün eylemde bulunmanın, niyeti ve
adanmışlığı sözlü olarak ifade etmenin önemini vurguladım. 2. 3 .
v e 4 . yolculuklar bir arada, dönüştürülmeye ihtiyaç duyan şeyleri
tanımlamak ve dönüşümü başlatmak için bir sistem sağlıyordu.
Beşinci egzersiz insanların kendilerinde artık ihtiyaç veya ar­
zu duymadıkları yönlerini bırakmalarına yardımcı olmayı hedef­
liyordu. Diğerleri "bir şeylere girmenin" önemi üzerinde
odaklanırken, bu egzersiz "bir şeylerden çıkma" ile ilgiliydi. Gu­
atemala dağlarında yaşayan Mayaların geleneksel ateş seremoni­
lerinden modellenmişti.
Her katılımcıya dallardan, çiçeklerden, yapraklardan, otlardan
ve doğadaki diğer yanabilen maddelerden bir bebek yapması söy­
leniyordu. Bu bebek onu yapan kişiyi temsil ediyordu ama mut­
laka bir insan veya geleneksel bir oyuncak bebek görünümünde
olması gerekmiyordu. Bebek haline getirilmeden önce, kullanı­
lan maddelerden izin isteniyordu. Yapan kişi, bebeği yaparken
121
ona kurtulmak istediği bir şeyin ruhunu üflüyordu. Yani hayatı­
nın, kişiliğinin ve davranışlarının değiştirmek istediği bir yönünü
bebeğe dönüştürüyordu. Bu korku gibi bir duyguyla, aşk ilişki­
siyle, bağımlılıkla, işle veya fiziksel bir rahatsızlıkla, kısacası ken­
dimizi rahatsız hissettiğimiz herhangi bir şeyle ilgili olabilirdi.
Katılımcı daha sonra bir süre bebekle birlikte meditasyon yapıyor,
salıverilecek özelliğin ruhunu veya enerjisini ona göndermeye de­
vam ediyordu. Sonra şarkıların söylendiği ve İyarina'nın egzersi­
zinde olduğu gibi kendimizi elementlerle yıkama etkinliklerinin
olduğu bir ateş seremonisi düzenliyorduk. Sonunda her katılımcı
bebeğini ateşe sunuyordu. Ateş bebeği tutuşturuyor, rahatsızlığı
alıp Pachamama yoluyla onu dönüştürüyordu. Bu egzersiz birey­
ler ve küçük gruplar tarafından, mumlar veya metal bir tavadaki
alkol ateşi kullanılarak da yapılabilirdi.
Bu seminerleri yaparken kendimin hiçbir zaman fiziksel an­
lamda, hücresel bir seviyede şekil değiştirmediğimin oldukça far­
kındaydım. Viejo Itza ve Kitiar ' ın beni buna ellerinden geldiği
kadar iyi bir şekilde hazırladıklarını, şimdi bu konuda kendi ba­
şıma bir girişimde bulunup bulunmamanın bana bağlı olduğunu
hissediyordum. Bunun yapılabildiğine inanıyordum ve gördükle­
rimden şüphem yoktu. Temel teoriyi ve bunun bir teknikten de
ziyade bir davranış olduğunu anlamıştım. İşin sırrı beyinde değil
kalpteydi. Gereken şey algısal bir sıçrama, çok basit bir hayal de­
ğişimiydi. Bunun için önemli bir engeli aşmam, korkularımı bı­
rakmam gerektiğini biliyordum.
Güney Amerika yolculukları şekil değiştirmenin inanılmaz
güçlerini sürekli doğrulayarak faydasını gösteriyordu. Benimle
Ekvator'a yolculuk yapan insanların çoğunun çeşitli sorunları, ra­
hatsızlıkları giderilmişti. Bir açıklama için baskı yapıldığında şa­
manlar rahatsızlıkları yok etmekten ziyade, rahatsızlığın enerjisini
hastaya faydalı olacak bir forma dönüştürmekten bahsediyordu.
Aslında enerjiden de ziyade titreşim veya hava gibi kelimeler kul­
lanıyorlardı.
İnsanların kanserleri, migrenleri, ciddi sırt sorunları, kronik
yorgunluk sendromları, kolitleri, diz ve bilek yaralan, kısırlıkla­
rı, görme sorunları iyileştirilmiş, sigara, alkol, yemek ve seks gi-
1 22
bi çeşitli bağımlılıkları, ebeveynler, sevgililer, eşler ve çocuklar­
la olan ilişkilere dayalı çeşitli duygusal sorunları, özgüven, kari­
yer ve refahla ilgili sorunları çözülmüştü. Tıp doktorları ve
psikiyatristler dahil diğer grup üyeleri tarafından bu iyileşmelere
şahitlik edilmişti. Bu şifalar ABD ' de yayınlanan çeşitli televiz­
yon programlarına konu olmuştu. Paramount Pictures tarafından
üretilen Shaman Healers (Şaman Şifacılar) adlı bir programda,
Seattle'daki evinden ayrılmadan önce yumurtalığında tümör teş­
his edilmiş olan, bir Quechua şamanı tarafından iyileştirilen ve
evine döndüğünde doktoru tarafından "açıklanamaz bir şekilde
tedavi edildiği" açıklanan bir kadının hikayesi yer alıyordu.
Şaman şifalarından sonra çeşitli insanlar dikkate değer hücre­
sel değişiklikler geçirdi. Bunun örneklerinden biri, başvurduğu
çok sayıda tıp doktorundan ve diğer tıp uzmanlarından hiçbir çö­
züm bulamadan on yıl boyunca kronik yorgunluk sendromu ya­
şamış bir kadındır. Bir Shuar şamanı tarafından tedavi
edilmesinden hemen sonra yolculuk sırasında kadının görünü­
münde önemli bir değişiklik fark ettik. Çok daha "hafif' ve mut­
lu görünüyordu. Üzerinden büyük bir yük kaldırılmış gibi,
"yüzlerce kat daha iyi" hissettiğini söylüyordu. Birkaç gün sonra
evine uçtu. Uçaktan indiği zaman kocası ve oğlu onu beklemek­
teydi. Kadın onlara doğru yürümesine rağmen onu tanıyamadı­
lar. Doğrudan önlerinde durdu ama konuşmaya başlayana kadar
onu çıkan yolcular arasında aramaya devam ettiler. Deneyimledi­
ği bu derin şifa, onu kocası ve oğluyla birlikte Ekvator'a birkaç
yolculuk daha yapmaya sevk etti.
Diğer bir örnek Joyce adlı psikoterapisttir. Joyce bana, "Bu
yolculuğa katılmamın nedeni alternatif tedavilere olan ilgim ama
Şamanizm hakkında çok az şey biliyorum. Ruhsal bir danışman
bana bir şamandan bir enerji transferi alacağımı ve bunun haya­
tımı değiştireceğini söyledi." Sürekli yüksek kilolu olmaktan ve
yorgunluktan sıkıntı çeken Joyce pek çok farklı diyeti denemiş
ama sonuç alamamıştı. Bir Quechua şamanım Andlardaki evinde
ziyaret ettiğimizde, Joyce o şamanın hayatını değiştirecek kişi ol­
duğunu bildiğini söyledi. Onun tedavisi sırasında şaman bir mum
üzerinden alkol püskürterek onu bir ateş topu ile çevreledi.
1 23
Ertesi sabah kahvaltıya gittiğimde grubun onun etrafında top­
lanmış olduğunu gördüm. Hem daha mutlu görünüyordu, hem de
duygusal anlamda hafiflemişti. Joyce ' u yıllardır tanıyan bir dok­
tor "Buna inanabiliyor musun! " diyerek ifade etti hayretini. "Ne
kadar neşe saçtığına bak. Yeni bir insan gibi görünüyor! Bunu iş
arkadaşlarıma anlatmak için sabırsızlanıyorum."
Duygu ve davranışlarındaki çok belirgin değişime rağmen Joy­
ce 'un bedeni hala aşın kiloluydu. B ir gün sonra yağmur ormanı­
na vardığımızda, bu onun için ciddi sorunlar yarattı. Termal
şelalelere giden uzun ve zorlu yol atletler için bile kolay değildir.
Zorunlu değil de tercihe bağlı olmasına rağmen denemek için ka­
rarlıydı. Bu tür bir faaliyet için kondisyonu yoktu ama kahraman­
sı iradesi ve yeni ulaştığı güven duygusu ona ihtiyaç duyduğu
desteği sağladı. Bunlar ve ayrıca arkadaşlarının teşviki dayanma­
sını ve mesafeyi tamamlamasını sağladı.
Volkan şelalelerinin buhar yayan sularında yıkanan Joyce ba­
na döndü. "Kendimi mutlak bir şekilde dönüşmüş hissediyorum"
dedi gözleri parlayarak. Bunun ardından söylediği şey ise beni
şoke etti. "Bundan sonraki yolculuklarda liderlik yapmak için be­
ni bir aday olarak düşünür müsün?"
ABD'ye dönmemizden birkaç ay sonra Joyce diyet yapmadan
ve herhangi bilinçli bir çaba göstermeden otuz kilo verdi. Enerji se­
viyesi üssel olarak artmıştı. Bitmek bilmez şevkiyle diğerlerine il­
ham veren, Ekvator'a yaptığı ilk yolculuğunun birinci yılı içinde
biri benimle, biri de kendi başına olmak üzere iki gruba liderlik ya­
pan harika bir gezi lideri oldu. Seminerlerimizin pek çoğunda, Joy­
ce' un katıldığı o ilk geziyle ilgili bir saatlik özel bir televizyon
programı izlettiriyoruz. Ekrandaki görüntüsünün hemen yanında
Joyce'un kendisine bakan bazı izleyiciler, onun ekrandakiyle aynı
kişi olduğuna inanmakta zorluk çekiyor. Bir gün, o ilk geziden yak­
laşık bir yıl sonra bana şu e-maili gönderdi:

Sana hücresel değişimimden bahsetmeyi unuttum. Ekvator'dan


döndükten iki ay sonra sırıımda kurdeşen ol uşmaya başlam ıştı .
Bu tuhaftı çünkü derinin altındaydı. Derim dökülmüyordu ama
kızarıp kaşınıyordu. Hiçbir merhem fayda sağlamadı. Sonunda

1 24
doktor kan analizi yaptı ve kurdeşeni geçiren bir reçete çıkardı.
Hatırladığım kadarıyla kan analizi, bedenimin hücre ve kan mik­
tarına tepki gösterdiğine işaret ediyordu. Kan hücreleri iltihap­
lanmıştı. Hücreler sanki bir enfeksiyon varmış gibi tepki
gösteriyordu ama doktor çok şaşkındı çünkü enfeksiyon yoktu.
Bunu vaskiiler bir reaksiyon olarak tanımladı. Hücrelerin bir şe­
ye reaksiyon gösterdiğinden emindi ama bunun ne olduğu konu­
sunda hiçbir fikri yoktu. Bense kurdeşenin bedenimde meydana
gelen değişime bir reaksiyon olduğunu biliyordum. B undan hiç
şüphem olmamıştı. Doktor daha önce böyle bir duruma hiç rast­
lamadığını, bunun çok tuhaf olduğunu söyledi.

Ekvator'daki bu deneyimler beni iki psiko-navigasyonel egzer­


size daha başlamaya sevk etti. İkisi de gücü neredeyse tüm Şaman
kültürlerinde kabul edilen ama bizim kültürümüzde genellikle kor­
kutucu, hatta şeytani çağrışımları olan bir hayvan olan yılanla iliş­
kili. Bu yolculukları kişisel olarak o kadar güçlendirici buldum ki,
bunları seminerlerime dahil etmeye karar verdim.
Bunların ilkinde insanlardan yılana bir yolculuk yapmasını isti­
yordum. Bu aşamaya gelene kadar katılımcılar Maria Quischpe ta­
rafından bana üflenen yaşlı kadın gibi bir ruh rehberi veya Viejo
Itza'nın taşına benzer bir huaca edinmiş oluyorlardı. Bunlardan bi­
rini veya her ikisini yanlarına almaları isteniyordu. Katılımcılara
verilen tek talimat yılanı tanımaları, onu mümkün olduğu kadar çok
duyu ile deneyimlemeleriydi. Her bireyin yolculuğu kendine öz­
güydü. Bazıları yılanın görünüşünü ve alışkanlıklarını inceliyordu;
bazıları onun doğumunu izliyor (bir yumurtadan veya doğrudan an­
nesinden), gelişimini takip ediyor ve kabuğunu çıkarmasına tanık­
lık ediyordu; bazıları yılanın enerji alanlarına odaklanıyordu;
bazıları yılana karşı tutumlarının nasıl geliştiğini ve bunun yaşam­
larını nasıl etkilediğini anlamaya çalışıyordu.
Sonraki egzersiz doğrudan fiziksel bir şekil değiştirmenin önü­
nü açabilecek türdendi. Katılımcılara yılan olmalarını söylüyor­
dum. Pek çok Amazon kültürü tarafından kutsal kabul edilen
anakonda hakkında hikayeler paylaşıyorduk. Mısır, Kelt, Tantra
ve diğer geleneklerdeki yılan sembolizmasını tartışıyorduk. Şe­
kil değiştirme öğrencisinin buna genellikle yılan olarak ve eski
1 25
derilerini çıkararak başladıklarını belirtiyordum. Bu teknik yazı­
lı insanlık tarihi boyunca uygulanmıştır. Katılımcıları bu eski ge­
lenekle bağlantılarını hissetmeye teşvik ediyordum. Korkuları
geride bırakma, okulların beynimize kazıdığı hiyerarşik kavram­
ları unutma vaktiydi. Birincil öğretmenlerden biri olan yılan o ka­
dar güçlüydü ki, esrimeye kapalı olan belli başlı tüm dinler onu
tehdit edici olarak algılamıştı. Bu yolculuğun tüm bu zayıflatıcı
önyargılardan kurtulma fırsatı sağladığını söylüyordum. "Bırakın
yılan yönetimi ele geçirsin! Kendinizi onun gizemine açın ! Yer­
de usulca sürünün, kıvrılın, tıslayın ... "
Sayısız seminer katılımcısı bu yedi yolculuğun, şekil değiştir­
me kavramına ilham verici ve aydınlatıcı bir giriş sağladığını söy­
ledi. Yılanın gücünü vurgulayan son iki egzersiz, hücresel şekil
değiştirmeye giriş için bir format sunmaktadır. Yılanlardan hep
korkmuş olan bir kadın, "Artık yılanın en eski mağara resimleri
zamanından beri ruhumuzun derinliklerinde neden böylesine
önemli bir rol aldığını anlıyorum. Yılana, yani kendime sonsuza
kadar şükran borçluyum" diyerek ifade etti itirafını.
Bir adam hislerini şu soruyla özetledi : "Herhangi bir tarihçi
yılanın Kelt Şamanlarının -druidlerin- simgesi olduğunu ve Pis­
kopos Patrick ' in (daha sonraki adıyla Aziz Patrick) ancak onları
uzaklaştırdıktan sonra İrlanda' da Katolik Kilisesi'nin otoritesini
sağlayabildiğini öğrense şaşırır mı acaba?"

Winifred'e yakın bir zamanda büyük annesinden kalmış olan eski,


kanatlı bir koltuk vardı. Epeyce dolgun olan kolçaklannın her biri­
nin üzerinde kalkana benzer büyük bir yanın daire bulunan cinsten.
Bu koltukların bu şekilde tasarlanmasının amacının, koltukta otu­
ran kişiyi kış cereyanından korumak olduğunu öğrenmiştim. Tama­
men beyaz ve son derece konforluydu. Bu koltuğu çok seviyordum
ve evde olduğum her akşam onda oturuyordum. Winifred bir iş yol­
culuğunun verdiği yorgunlukla bir gece yatağa erken gitti. Koltuğa
oturup biramı yudumlamaya ve Kitiar şarkılarından hazırladığım
kaseti dinlemeye başladım. Bu koltuk ile aramda geçmiş bir hayat­
tan kalma bir ilişki olduğuna, bu koltuğun o yaşamda benim mütte­
fikim olduğuna, beni koruduğuna dair garip bir his duydum.
1 26
Bu olaydan sonra günde en az iki kez o koltuğa oturup meditas­
yon yaptım. Koltukla ilişkili görünenler dışında tüm duygu ve dü­
şünceleri bırakmaya çalıştım. Aynca, bu koltuğa dönüşme arzumun
bir hayal mi yoksa bir fantezi mi olduğuna karar vermek için hayal
değişimi tekniğini uyguladım. Yanıt netti: Bu bir hayaldi. Bu beni
ikinci adıma götürdü. Marina'nın öğrettiği Tibet yıldızı tekniğini
uyguladım. Koltuk olma hayalimi yıldıza gönderdim ve her ikisini
başımın ve kalbimin içine getirdim.
Jessica beni saklambaç oyununa çağırdığında bu uygulamala­
rı yaklaşık iki aydır sürdürüyordum. Babamın bir yılbaşında bize
komiklik olsun diye hediye ettiği oyuncak ok tabancalarıyla do­
nanarak oyuna biraz drama havası katmaya karar verdik. Oyunda
yaklaşık yanın saat geçmişti ve fena şekilde yeniliyordum. Ken­
dimi rezil olmuş gibi hissediyordum ve bir kez olsun kazanmayı
çok istiyordum. Jessica saymak için yatak odasına gitti. Ben otur­
ma odasına koştum ve panik içinde saklanacak bir yer aradım.
Koltuk oradaydı. Beni çekti. Bunu yapabileceğimden emindim.
Elbiselerime bakınca Toyup'un renklerle ilgili gözlemini hatırla­
dım; haki bir şort ve kırmızı bir tişört giyiyordum. Hemen elbise
dolabımı açıp beyaz bornozumu aldım. Ok tabancamı dolabın raf­
larından birine koydum. Koltuğa geçtim, bornozu üzerime örttüm
ve enerjimin koltuğun enerjisiyle birleştiğini, onun benim varlığı­
mın başka bir yönü olduğunu hissetmeye odaklandım. Derisini
çıkaran yılana hızlı bir yolculuk yaparak korkularımı bıraktım.
Çok kısa bir süre sonra Jessica'nın adımlarını duydum. Mut­
faktan dikkatli bir şekilde yaklaşıyordu. Oturma odasına girdiği­
ni gördüm. Gözlerimi kapattım ve koltuk olmama izin verdim.
Uzaktan gelen bir yankı gibi Jessica'nın bana doğru yürüdüğünü
duydum. Nefesimi tuttum. Sanki hemen önümdeymiş gibi onun
nefesini duyabiliyordum. Benden yalnızca birkaç adım uzaklıkta
olduğunu, muhtemelen bana, yani koltuğa baktığını biliyordum.
Sonra gitti. Gittiğini biliyordum ve gözlerimi açtığımda holden
sinsice yatak odamıza girmek üzere olduğunu gördüm. Babası
olup onunla birlikte gülmeyi çok istedim.
Yaklaşık bir iki dakika sonra geri döndü. B eni görünce sıç­
radı, okunu koyup beni vurdu. "Yakaladım" dedi bir zafer eda-
1 27
sıyla. Kafasını yana eğdi . "Neden orada oturuyorsun? Biraz ön­
ce neredeydin?"
"Tam buradaydım, koltukta."
"Hayır!" Silahını tekrar doldurup ayaklarıma nişan aldı. "Ba­
na doğruyu söyle."
"Yemin ederim, buradaydım, koltukta."
"Yalancı! Az önce tam şu anda durduğum yerdeydim ve kol­
tuğun altına ve arkasına baktım. Koltuğun yakınında değildin."
"Yakınında değil, buradaydım. Koltukta."
"Bunu yutacağımı mı sanıyorsun? O aptal bornozla mı kamuf­
le oldun? Öyleyse şimdi seni nasıl buldum?"
Ona olanı anlattım. Elbette şekil değiştirme Jessica için yeni
bir kavram değildi. Ağzı açık kaldı. Bana baktı. "Ciddi misin?
Ciddisin değil mi?"

O deneyim hepimiz için bir şoktu. B unu bir de Winifred'le tekrar­


lamaya çalıştım ama kendimin bilincinde ve endişeliydim. İşe ya­
ramadı. Açıklayamadığımız diğer pek çok şey gibi bu da sohbet
konularımızdan, hatta neredeyse zihnimizden tamamen çıktı.
Ama kesinlikle bir kapıyı açmıştı.
Saklambaç macerasından kısa bir süre sonra üçümüz birlikte
Raul, karısı Elsa ve kızları Lourdes ile birlikte Ekvator'a seyahat
ettik. Ziyaretimizin sondan bir önceki gününde Winifred, benim
ilk öğretmenlerimden biri olan Manco adlı bir Quechua şamanın­
dan şifa aldı. Şifa çalışmasından sonra Manco ertesi gün havaala­
nına giderken pazara uğramamızı ve eve götürmek üzere Winifred
için bazı bitkiler satın almamızı önerdi. B u bitkiler Manco'nun
Winifred için şifaya yardımcı olacağına güvence verdiği bir çayın
hazırlanmasında kullanılacaktı. B itki listesi uzundu ve bu listeyi
pazardaki tanınmış bir bitki uzmanı olan belirli bir kadına verme­
mizi söylemişti.
Kadının bizim için bir araya getirip bir gazeteye sardığı bitki­
lerin hacmine şaşırdık. Üç veya dört düzine uzun saplı gül deme­
ti kadardı.
"Bunları havaalanı güvenliğinden nasıl geçireceğiz?" diye sor­
du Winifred arabayla havaalanına doğru giderken. "Bunlar canlı
1 28
bitkiler." O zaman Ekvator'da, Quito'daki biniş kapısında tüm
bagajların ABD'de eğitilmiş güvenlik görevlileri tarafından aran­
dığı bir gümrük programı uygulanıyordu. Kontrol edilecek bagaj­
lar hassas makinelerden geçiriliyordu. ABD 'ye canlı bitki
getirilmesine karşı kesin yasaklar uygulanıyordu. Bu sistemin bir­
kaç avantajı vardı. Öncelikle Miami 'de vakit kazandırıyordu.
İkinci olarak ise, eğer bitkiler Ekvator yasalarına göre yasalsa ve
bunları gizlemeye yönelik herhangi bir çaba gösterilmemişse, o
zaman bu bitkilere yalnızca el konuyordu ve yasa ihlal edilme­
miş oluyordu. Bitkilerin ABD'ye getirilmesi ise yasaların ihlal
edilmiş olması anlamına geliyordu.
Cezai yaptırıma maruz kalma olasılığından sakınmak için bit­
kileri saklamamaya, Winifred ' in çantasında bırakmaya karar ver­
dik. Güvenlikten geçmeye hazırlanırken Jessica çantanın içine
elini uzattı, demete dokundu ve "Gazete ol" dedi.
American Airlines kapısına girişi engelleyen uzun bir masanın
arkasında duran iki üniformalı asker, bagajlardaki her şeyi titiz
bir şekilde araştırıyordu.
Önce Jessica geçti. Askerlerden biri Jessica'nın fotoğraf ma­
kinesini çıkardı ve açmasını işaret etti. Neyse ki makineyi X-ray
cihazına göndermeden önce içindeki filmi çıkarmıştı. Asker ma­
kinenin içine baktı, düğmesine birkaç kez bastı ve sonra ciddi bir
tavırla başını sallayıp makineyi iade etti. Bu arada öbürü Jessi­
ca'nın çantasındaki diğer şeyleri çıkarıyordu: Bir kazak, arkadaş­
ları için satın aldığı dört küçük Otavalo duvar kilimi, bir saç
fırçası, günlük, kalem, hesap makinesi, cüzdan ve kozmetik çan­
tası. Son ikisi askeri durdurdu. Önce birini, sonra diğerini açma­
sını söyledi. Cüzdanındaki her resmi inceledi, tüm krem ve
rujların kapağını açtırdı. Pudra kutusunun kapağını açan asker
pudra pedini parmağıyla kaldırıp minik talk tozu kümelerinin ha­
valanmasına neden oldu. Aynanın arkasını tırnaklayarak açılıp
açılmadığına baktı.
Bu basit bir kontrol veya sıradan bir arama değildi. Bu adamlar
ya çok önemli bir şeyle birlikte Ekvator' dan kaçmaya çalışan biri
konusunda uyarılmışlardı ya da görünmeyen bir üstlerini etkileme­
ye çalışıyorlardı. Daha önce hiç böyle bir şey görmemiştim.
1 29
Jessica kontrol noktasından geçti.
Winifred'i ileri doğru dürttüm. Kendim geçip onu orada yal­
nız bırakmak istemiyordum. Masaya ilerlerken içimi bir endişe
kapladı. Askerlerin onu bitki demeti dolayısıyla sorgulayacağın­
dan şüphem yoktu. Yaptığımız şeyin yasallığı hakkındaki tüm gü­
venimi birden yitirdim. O şaman "ilaçlan" çeşitlemesine kim bilir
nasıl tepki göstereceklerdi.
Askerlerden ilki elini kumaş çantanın içine daldırdı. Açık ma­
vi bir kazak çıkardı, içine baktı, tatmin olup kazağı Winifred'e
uzattı. Sonra diğer nesneleri masaya yaymaya başladı. Yavaşça
ve bana acı veren bir şekilde geliyorlardı. Jessica'nın taşıdıklan­
nın hemen hemen aynısıydı: Bir kitap, cüzdan, kozmetik çantası,
saç fırçası, kalemler, hesap makinesi . Çantayı iyice aralayıp içi­
ne baktı. Yüzünü kötü bir gülümseme kapladı. Bu, iki askerin her­
hangi birinde tanık olduğum ilk duygu ifadesiydi. Elini çantaya
soktu. Nefesimi tuttum ve biniş kapısında durmuş bizi izleyen
Jessica'ya baktım. O da tüm bedeniyle gerilim içindeydi. Asker
arkadaşına bir şey mırıldandı ve çantadan bir şey çıkardı: Bir Cos­
mopolitan dergisi ! İkisi birden kapaktaki seyrek giyimli manke­
ne alık alık baktı. Asker sonra masanın üzerindeki her şeyi
çantaya geri tıkmaya başladı. Çantayı Winifred'e verip ilerleme­
sini işaret etti. Kontrolden geçmişti. Güvendeydik.
Arama formalitelerinden kendim geçerken başım dönüyordu.
Aklım o bitki demetindeydi. Nereye gitmişlerdi?
Sonunda güvenlik araması bitti. Kontrol noktasından geçtim.
Jessica ve Winifred' in içeride oturduklarını ve yaşadıkları rahat­
lamayı zorlukla kontrol edebildiklerini gördüm. "İşte burada" de­
di Winifred sorduğum soru üzerine çantasını işaret ederek. "Hep
göz önündeydi . İçerideki en büyük şeydi. Nasıl görmediklerini
anlayamıyorum . Sanki o sırada oıtadan kayboldu."
"Şekil değiştirip dergi oldu" diye düzeltti Jessica.

Birkaç ay sonra, beniml.e ve şamanlarla birlikte on gün geçirmiş


olan on altı insanla birlikte ülkeden aynlırken, aynı Quito hava­
alanında buldum kendimi. Bazıları Shuarlardan satın aldı.klan nıız­
raklar taşıyordu.
1 30
Shuarlar mızraklarını son derece sert olan chonta ağacından yap­
tıkları için, uçlarına taş veya metal başlıklar takmazlar. Bunun ye­
rine, mızrağın ucunu bir hayvanın veya düşmanın en sert derisini
bile delebilecek güçte bir uç olarak yontarlar. Bu ucun şekli ve sa­
pın uzunluğu, mızrağın kullanım amacını da büyük ölçüde ifade
eder. Uzun, dar kafalı mızraklar balık avı için tasarlanır. Kalın olan­
lar ise karasal hayvan avları içindir. Küçük kafalı ve yılan desenle­
riyle kaplı olanlar törensel amaçlıdır. İnsan öldürme amaçlı savaş
mızrakları ise elmas şekilli, sivri uçlu kafalara sahiptir.
O gün ben de bir mızrak taşıyordum. Şamanların biri bunu
(özel bir hediye olarak) benim için yapmıştı ve bu mızrağın ama­
cının "ormanları mahveden şeytani savaşçıları yok etmek" ol­
duğunu söylemişti. Bu niyet açık bir şekilde simgeseldi. Petrol
şirketlerinin ve dünyayı onurlandırmayan diğer kuruluşların yö­
neticilerin ruhlarına yönelik bir referanstı; onları fiziksel olarak
öldürmeye yönelik değildi. Yine de gerçek bir savaş silahıydı.
Diğer tüm savaş mızrakları gibi yaklaşık bir buçuk metre uzun­
luğundaki bu sağlam ve basit mızrak fırlatmak için değil, doğ­
rudan batırmaya yönelik olarak tasarlanmıştı. Kan-kırmızı tukan
tüyleriyle süslenmişti ve elmas şekilli başlığı ölümcül bir şekil­
de sivriltilmişti. Bu taşıdığım şeyin bir silah olduğuna ve binmek
üzere olduğumuz Boeing 757 'nin kabinde bir yeri olmadığına
şüphe yoktu.
Önceki gece grup üyelerinden bazıları, mızraklarını uçağa so­
kup sokamayacakları konusunda bahse girmişti. Bunları gizleme­
nin yollarını bulmak için çok uğraşmışlardı. B ir adam mızrağının
kafasını ıslak kağıt mendillerle kaplayıp onun da üzerine kırmızı
bir bandana taktı ve "baston gibi" dedi. Bir kadın kendi mızrağı­
na bir örme kilim taktı ve sarılmış bir bayrak görüntüsü verdi. Bi­
ri dün geceyi geçirdiğimiz yerin dışındaki bir çöp yığınında
plastik bir hortum parçası buldu ve ince balık mızrağını onun içi­
ne geçirmeyi başardı.
Havaalanına giden otobüste mikrofonu aldım. Mızrağımı kal­
dırıp onu bir bastona dönüştürerek uçağa sokacağımı söyledim.
Bana bunu yaptıran şey neydi bilmiyorum. Winifred 'in bitkile­
riyle yaşadığımız diğer başarının anısı belki ama bunu yapabile-
1 31
ceğim konusunda büyük bir güven hissettim. Anonsum art arda
kahkahalara neden oldu. Sorulan çeşitli sorulara yanıt olarak açık
bir şekilde bunun bir şaka olmadığını, mızrağı gizleyecek hiçbir
şeyim olmadığını söyledim. "Şekil değiştirici için gerçek bir test"
diye böbürlendim belki biraz aşın bir gösterişle.
Şimdi bir kez daha Quito havaalanında, masanın arkasında ay­
nı veya aynı gibi görünen iki askerle karşı karşıyaydım. Alışkan­
lığım olduğu üzere tüm grubu kendimden önce geçirdim.
Sahiplerine Miami 'de teslim alabilecekleri yönünde güvence ve­
rilerek mızraklara tek tek el kondu.
Masaya geçtim. Askerler sırt çantamı iyice eşeledi, içindekileri
darmadağın etti. Sonra da geçmeme izin verdiler. Elimde mızrakla
biniş bölümüne girerken arkadaşlarım bana hayretler içinde baktı.
"Uçuş görevlileri seni yakalar" dedi dalga geçerek, "bayrağı­
na" el konan kadın.
Otuz dakika sonra uçağa binenleri ve yanlarında taşıdıkları
şeylerin büyüklüğünü kontrol eden kadının ve sonra üç uçuş gö­
revlisinin yanından daha sorunsuz olarak geçerken hiç şaşkın de­
ğildim. Görevlilerden biri doğrudan mızrağıma baktı. Sonra
gözlerini kaldırıp genişçe gülümsedi. "Chimborazo Dağı 'na mı
tırmandınız?"
Sıradan bir tavırla başımı sallayarak hızla koridorda yoluma
devam ettim.

Yıllarca en iyi bazı Quechua şamanlarına öğretmenlik yapmış olan


Manco, Andlar'ın yükseklerindeki ruhları terk etmeye hiç isteği ol­
madığını söyleyerek ABD'ye gelme davetlerimizi hep reddetmiş­
ti. Manco'nun yanında yıllarca çalışmıştım. Yakın bir zamanda
Jessica'ya dersler vermeye başlamıştı. Jessica'yla çalışmak onun
üzerinde güçlü bir etki yapmıştı. Hatta ABD'ye gelme konusunda­
ki fikrini değiştirmişe benziyordu. Önce Şamanizm 'in dünyayı
onurlandıran felsefesinin Kuzey Amerika'nın genç insanlarına gö­
türülmesinin öneminden bahsetmişti. Bu sorumluluğu bana vermiş­
ti. Sonra Güney-Kuzey arasında kurulabilecek güçlü köprü
hakkında düşünmeye başladı. Jessica'ya Beşinci Pachacuti'de Kon­
dor ile Kartal ' ın birleşmesiyle ilgili efsaneler anlattı.
1 32
Bir gün dünyanın en yüksek aktif volkanı Cotopaxi 'nin karla
kaplı zirvesinin eteklerinde otururken, Manco bir gülümsemeyle
bana döndü. "Deneyim her şeydir" dedi. "Kartal'ın diyarını dene­
yimlemeye ihtiyacım var."
Jessica onun ziyareti için pek çok hazırlık yaptı . Huacaları,
çiçekleri yerleştirdi, Mancho 'ya vermek üzere odanın etrafına
saksılar içinde bitkiler ekti ve onu evinde hissettirmek için du­
varlara Quechua kilimleri astı. Winifred evimizin zaten And­
lar' dan ve Amazon 'dan bol miktarda hatıra ile (Quechua
halıları ve çömlekleri, Mama Kil ya ve İnti 'nin gümüş ve altın
resimleri, Shuar dans kemerleri, kolyeleri ve mızrakları, Achu­
ar ok üfleme boruları) ve ayrıca tüm dünyadaki çeşitli Şaman
kültürlerine ait çok sayıda sanat eserleriyle dolu olduğunu ha­
tırlattı. Fakat bu Jessica'yı hiç durdurmadı. "Odasının özel ol­
ması gerekiyor" dedi. Onun için evimizin yanındaki yaşlı meşe
ağacının yapraklarından çay bile hazırladı. Bu beni şaşırttı çün­
kü enerji ve şifa gücü almak için o ağaçla sıkça çalışıyor olma­
ma rağmen, ondan çay yapıldığını daha önce hiç görmemiştim.
Jessica'ya bunu nereden öğrendiğini sorduğumda, bunun bir
"sezgi" olduğunu söyledi.
Bu Manco'nun ABD 'ye ilk ziyaretiydi ama Miami 'nin as­
faltları, trafiği, kirliliği ve gürültülü karmaşası onu etkilemiş gi­
bi görünmüyordu. B ir gökdelene doğru yürüdü, ona nazikçe
dokundu ve "Güzel bir ruh, çok dişil, Cotopaxi gibi" dedi. Tüm
yapıyı özümsedi ve onunla birlik duygusu kurdu. Coşkusunun
sadece Ekvator'da bulunmaya bağlı olmadığını gördüğümüze
çok sevindik.
Manco'nun evimizde geçirdiği ilk tam gün şifalara adandı .
Onun geleceğini birkaç yakın arkadaşa haber vermiştim. Haber
hızla yayılmıştı. O gün, çok iyi bildiği teknikleri kullanarak yir­
mi yedi şifa uygulaması yaptı. Andlar'da Winifred için yaptığı
gibi, çok sayıda kişiye aynca bitki çaylan ve banyoları önerdi. Şi­
fa uygulamaları tamamlandığı zaman, ona insanlara tavsiye etti­
ği bitkilerin çoğunun Andlar'a özgü olduğunu ve Florida'da
bulunmadığını söyledim. Şifa çalışmalarına bir gün ara verme­
miz gerektiğini söyledi.
1 33
Sabah erken, Jessica okula gitmeden önce Manca onunla bir­
likte bahçemizde küçük bir tur attı. Winifred, Jessica ve ben bit­
kilere çok düşkünüzdür. Florida bahçelerinde yaygın olan
portakal, greyfurt, incir, begonvil, mango ve avokadoya ek olarak,
komşularımız tarafından oldukça egzotik bulunan pek çok başka
bitkilerimiz de vardır. B unlar arasında tatula, ayahuska, saat çiçe­
ği, frangipani, maun, gardenya, San Pedro, hurma ağacı ve nadir
bir gyger ağacı bulunuyor.
Manca benim hiç fark etmemiş olduğum çeşitleri de keşfetti.
Çoğu Florida 'lının aksine biz hiç suni gübre, böcek ilacı veya su
(yağmur haricinde) kullanmayız. Evimizi satın aldığımızda, kar­
maşık bir yeraltı sulama sistemimiz olduğunu da öğrendik ama hiç
açmadık. Sonuç olarak golf sahasına özgü çimler öldü ve yerini sı­
radan bir çim örtüsü kapladı. Manca bu "düşük seviyeli" çimler
arasında, aşina olduğu muhteşem bazı bitkiler buldu. Fakat o sa­
bah rastladığı bitkilerin çoğunu daha önce hiç görmemişti.
"Şimdi . . . " dedi Jessica'ya, " ... bitkilerle nasıl konuşacağını öğ­
reneceksin. İlk adım: Onlar olmalısın."
Manca günün kalanını farklı bitkilere psiko-yolculuklar yapa­
rak geçirdi. Jessica okula gittikten sona ona eşlik ettim. Onun ve­
ya Jessica'nın herhangi önemli bir şey öğrenip öğrenmediğini
sordum.
"Çok şey" dedi. Jessica'nın hazırladığı meşe yaprağı çayının
çay olarak değil, özellikle diğer bitkilerin meydana getirdiği deri
kızarıklıklarına karşı iyi bir merhem olarak kullanılabileceğini an­
lattı. "Jessica ve ben bunu birlikte bulduk."
Bunu nasıl başardıklarını sordum.
"Bu küçük çiçeğin önünde otur" dedi, mavi gündüzsefasını
işaret ederek. "Ruhun onun ruhuyla birleşsin. Enerji alanlarınızı
birleştirin."
"Bu bir çeşit şekil değiştirme değil mi?"
"Evet, eğer giydiğimiz insan zırhını çıkarabilirsek. Tüm yap­
man gereken bitkiye bir yolculuk yapmak, o olmak ve onun sır­
larını öğrenmek."
Söylediklerini yapmaya çalıştım ama zorlandım. Zihnim ara­
ya giriyordu. Bu küçük çiçeğin, öğrencilik yıllarımda çok popü-
1 34
lerleşen güçlü bir halüsinojen olan LSD yapımında kullanılanla­
ra benzer bazı içeriklere sahip olduğunu biliyordum. Bu kadarcık
kitap bilgisi, Manco'nun o anda yaptığı yolculuğu yapmamı en­
gelledi. Sürekli olarak Manco'nun bu bitkiyle ilgili ne keşfede­
ceğini merak eder halde buldum kendimi.
"Vau ! " dedi sonunda. "Bu kadar küçük bir çiçek için çok
güçlü. Hayal kurmak için uygun bir bitki." Onu şefkatle okşa­
dı. "Sizin nasıl kullanabileceğinizden henüz emin değilim" de­
di bana bakarak. "Harika bir bitki, saygıyı hak eden bir bitki.
Bunu birisine tavsiye etmeden önce onunla biraz daha vakit ge­
çirmem gerekiyor."
Öğlen yemeğinden sonra bazı telefon görüşmeleri yapmak ve
çeşitli iş konularını halletmek için ofisime dönmem gerekiyordu.
Manco bitkilerle olan çalışmasına devam etti. Öğleden sonranın
ortalarında bir mola vermeye karar verdim.
Evin etrafında dolaşarak onu aradım ama yoktu. İçeri girdim,
adını haykırdım, tuvaleti kontrol ettim, evin etrafını tekrar dolaş­
tım, mütevazı evimizin her tarafını tekrar gözden geçirdim. Man­
co yoktu. Sokakta yürümeye karar vermiş olduğunu düşünerek
ofisime döndüm ve çalışmaya devam ettim.
Ama beni rahatsız eden bir şey vardı. Küçük bir sokakta yaşı­
yorduk. Yürüme yeri olarak Manco'nun çok fazla seçeneği yoktu.
Onu daha iyi bir şekilde aramaya karar verdim. Garaj çıkışından
başladım. Bir hareket dikkatimi çekti. Onu solumda yakaladım.
Evimizin bir köşesinde bulunan uzun hurma ağacının arka tarafın­
dan yere iniyordu. Oraya koştum, onu orada bulduğum için rahat­
ladım ve nereye kaybolduğunu sordum.
"Buradaydım" dedi gülümseyerek.
"İmkansız!" Son on beş dakikada o ağacın etrafından üç kez
geçmiştim.
"Tam buradaydım" diye ısrar etti. "Hep bu ağacın civarın­
daydım."
Kahkahamı tutamadım. "Zırhını çıkarmışsın demek ki."
Ellerini dizlerine vurarak çocuksu bir şekilde gülmeye başla­
dı. Sonunda tekrar kontrolünü sağladı, gözündeki yaşlan sildi ve
gözlerime baktı. "Zırhımı çıkardım."
1 35
O gün akşam yemeğinde Winifred Jessica'nın bitkilerle ilgili
hikayelerini ve Manco'nun altı yeni çay ve beş banyo bitkisi keş­
fetmiş olduğuna dair haberlerini dinledi. Sonra kendisinin de bir
hikayesi olduğunu söyledi. Onunla çalışan bir mühendisin, İngil­
tere'de organik ilaçlar geliştiren küçük bir firmaya yatırımda bu­
lunduğunu anlattı. "Bugün iyi haberler içeren bir faks aldı. Şirket
zehirli sarmaşığa karşı etkisi kanıtlanmış yeni bir organik mer­
hem pazarlıyormuş." Sandalyesinde pencereye doğru döndü.
"Merhemin temel maddesi ise şuradaki ağacın kabuğu: Meşe."

1 36
1 3 . B ÖL Ü M

. .

ÜLÜ MCÜL BiR VİR ÜSÜ


DÖNÜŞTÜR MEK

ŞAMAN KiTİAR KAYBOLMADAN ÖNCE insanlarımızı değiştirmemi­


zi söylemişti. Shuarlardan bir şeyler öğrenmeleri için daha fazla
insanı oraya getirmemiz gerektiğini ve gidip öğrendiklerini Ku­
zeydekilere öğretmeleri için onlara yardım etmemiz gerektiğini
anlatmıştı. Aynca, o zaman söylediği şeyin tam anlamını kavra­
yamamış olsak da, bu dünyadan ayrılışını da öngörmüştü. Tam
kehanetindeki gibi ayrıldı; kendini bir yarasaya dönüştürdü ve
uçup gitti.
Kitiar gitmiş olduğu için Raul ve ben onun isteklerini onurlan­
dırma konusunda derin bir sorumluluk hissediyorduk. İkimiz için
de büyük bir öğretmen, bir usta olmuştu. Aynı zamanda bir baba ve
bir kardeş gibiydi. Son talimatlarını yerine getirmeyi ona karşı bir
borcumuz olarak bilmek yanında, onun her şeyi bizim kavrayışı­
mızın çok ötesinde bir şekilde anladığını da biliyorduk. Bizi moti­
ve eden başka bir şey daha vardı ve aramızda hiç konuşmamış
olmamıza rağmen Raul 'un bunu en az benim kadar güçlü bir şe­
kilde hissettiğinden eminim. İsteklerini yerine getirmememiz duru­
munda onun lanetine maruz kalabileceğimizden korkuyorduk. B u
1 37
rasyonel bir bakış açısı değildi ama deneyimlediğimiz şeyler, onun
bir şaman ve bir şekil değiştirici olarak sahip olduğu güçler konu­
sunda zihinlerimizde hiçbir kuşku bırakmamıştı.
Üç yıllık bir süreç boyunca, toplam 230 kişi olmak üzere, on
altı farklı grubu Andlara ve Amazon'a getirdik. Bunlar yalnızca
önderlik ettiğimiz insanlar için değil, bizim için de çok aydınla­
tıcı deneyimlerdi. (Bu deneyimlerin pek çoğu, The World Is As
You Dream it (Dünya Onu Hayal Ettiğin Gibidir) adlı kitabımda
anlatılmaktadır. Bu süre boyunca Andlardaki ve Amazon'daki şa­
manlarla bireysel olarak da çalıştım. Şekil değiştirmenin giderek
hayatımın bir parçası haline geldiğini hissediyordum. Bazen aca­
ba fazla mı ileri gittim diye düşünüyordum. Akıl sağlığımı ve ger­
çekliğin farklı seviyelerini birbirinden ayırt edebilme yeteneğimi
yitiriyor olabileceğimden korktuğum zamanlar olmuştu.
Kolejdeki oda arkadaşımın kansı ve aynı zamanda yakın bir
arkadaşım olan Saralı 1 994 yılında birden gizemli ve ölümcül bir
virüse yakalanmıştı. Bu onun için de, bizim için de tam bir şok ol­
muştu. Kocası William bir öğleden sonra Palın Beach'teki hukuk
bürosunda masasının başında otururken, tanımadığı bir kalp uz­
manından bir telefon aldı. Bu kardiyolog Sarah 'nın, onu rutin bir
_
şekilde fiziksel olarak muayene eden aile doktoru tarafından acil
bir şekilde hastaneye getirildiğini bildirmişti. Acil müdahale oda­
sında Saralı 'nın göğüs kafesinin enfeksiyöz bir sıvı ile dolu oldu­
ğu tespit edilmişti. Radyologlar röntgende onun kalbini ve
ciğerlerini dahi göremiyordu.
Saralı yoğun ve zorlu muayenelere tabii tutuldu. Testler o sı­
vıya neden olan şeyin, bilinen bir tedavisi olmayan nadir bir vi­
rüs olduğunu gösterdi. Hastane on gün sonra ellerinden başka
hiçbir şey gelmeyeceğini söyleyerek Sarah'yı hiçbir iyileşme ümi­
di olmadan eve gönderdi. Tıp bilimi hiçbir çözüm sunamamıştı.
Şükran gününün hemen öncesinde doktorlar William' ı onun ve
on yaşındaki kızının (Jessica'nın en iyi arkadaşı) yılbaşını muh­
temelen yalnız geçirecekleri konusunda uyardılar.
Bir mühendislik şirketinde otuz altı yaşında bir yönetici olan
Saralı kocasının Şamanizm'e olan ilgisini hiçbir zaman paylaş­
mamıştı. Genellikle kadınları bu alanda erkeklerden daha heves-
138
li bulmuşumdur. Seminer ve seyahat katılımcılarımın yüzde 60-
70' i kadınlardan oluşur. Ama William gruplarımdan birine katı­
lıp Ekvator'a yolculuk ederken, Sarah kariyeriyle ve kızıyla
ilgilenmek için evde kalmıştı. Şimdi ise o virüsün William tara­
fından oralardan taşınıp taşınmadığını merak ediyordu. Doktorlar
bunun ihtimalinin çok düşük olduğunu, yetişkinlerin hemen hiç­
bir zaman bu tür virüsleri kendilerinde ortaya çıkmadan taşıma­
dıklarını söylediler. Aynca William ' ın dönüşü ile onun hastalığı
arasında bir yıl geçmişti. Bu hastalığın hiçbir açıklaması yoktu.
Bir gece Winifred ile Jessica uyurken dışarı çıktım. Hava açık­
tı ve yıldızlar parlaktı. Havada akşam yağan yağmurun nemi ve
bana Amazon'u hatırlatan ıslak yaprak kokusu vardı. Kitiar'la ge­
çirdiğim o geceyi düşündüm. Ateşin önünde taburesine oturmuş
beni inançlı ve cesur olmaya teşvik edişini görebiliyordum sanki.
Şimdi burada benimle birlikte olmasını istiyordum. Yukarı bak­
tığımda bir yıldız dikkatimi çekti. Diğerlerinden daha büyük gö­
rünüyordu. Ona bakarken renginin mavimsileştiğini şaşkınlık
içinde gördüm. Birden göz kırpar gibi yanıp söndü sanki. Önce
kendim göz kırptığımı düşündüm; yıldız tekrar göz kırpana ka­
dar. Gözlerimi kısarak baktım, konumumu değiştirdim. Yıldızın
hiç göz kırpmadığını, önünden bir şeyin geçtiğini anladım. Hare­
kete odaklandım. Tekrar geldi. Yıldız sanki kanatların arkasında
kalıyordu. İnanılmazdı. Bu bir yarasaydı! Üç yıl önce taşındığı­
mızdan beri evimizin olduğu yerden gördüğüm ilk yarasa!
Gözlerime inanamıyordum, işte oradaydı. Gözlerimi ayarladı­
ğımda, yarasanın arka bahçemizdeki yaşlı bir ağaca doğru gidip
etrafında daireler çizişini izledim. Bundan çok etkilenmiş, hay­
retler içinde kalmış ve biraz da korkmuştum. Ellerimi kalbimin
üzerine getirdim ve eğilerek yarasaya selam verdim. Bunu düşün­
meden yaptım. "Kitiar" dedim.
Ertesi sabah Sarah aradı ve konuşmak için evine gelip gele­
meyeceğimi sordu. Gittiğimde yatağında yaslanmış oturuyordu.
Solgun ve narin görünüyordu, neredeyse çocuk gibi. Bir huzur
aurası yayıyor gibi görünüyordu. Onu bu şekilde görünce aklıma
Viejo Itza'yla enerji bedenleri ve auralar hakkında yaptığımız ko­
nuşmalar geldi. Yanına oturdum, William 'ın hazırladığı kahveyi
1 39
yudumlamaya başladım. Sarah onu iyileştirmek için Şamanizm 'i
kullanıp kullanamayacağımı sordu. Bu isteği beni çok şaşırttı. Bu­
nu denemeyi kesinlikle reddedemezdim. Kitiar ve diğer Shuar şa­
manlarından öğrendiğim tekniklerle Andlar'ın yükseklerindeki
Quechua şamanlarından öğrendiklerimi birleştirerek bir şifa uy­
gulaması yapmayı kabul ettim.
Yıllar boyunca tüm öğretmenlerim, şifa verenin biz insanlar
olmadığım vurgulamıştı. Kendi kelimeleriyle hepsinin bana söy­
lediği şey şuydu: "Tüm şifa Pachamama'dan, Tabiat Ana'dan,
Evren Ana'dan gelir. Ben yalnızca bir kanalım. Eğer Pachama­
ma'mn hayaline ulaşırsak hepimiz bu yeteneğe sahip oluruz. Has­
tanın gerçek arzularına açık ol ve bırak gerisini evren halletsin."
Endonezya, Mısır, İran, İtalya, Tayland, Meksika, Panama, Bre­
zilya, Guatemala, Peru, Bolivya, Ekvator ve Kuzey Amerika'da­
ki şamanlardan farklı dillerde ve çeşitli ritüeller yoluyla aynı şeyi
duymuş, aynı mesajı almıştım. Aynca hasta ile doğanın güçleri
arasındaki bağlantı kurulduğu sürece, seremonilerin, tekniklerin
ayrıntılarının bir önemi olmadığı da söylenmişti.
Sarah yatağına uzandığında ona ne istediğini sordum.
"Yaşamak" dedi. "Ailemle ve bu güzel dünyayla daha fazla
vakit geçirmek."
Elimden geldiği kadar dikkatli ve nazik bir şekilde, belki de
gitme vaktinin gelmiş olabileceğini söyledim. Yumuşak bir şe­
kilde gülümsedi ama ciddi bir şekilde konuştu. "Buna inanmıyo­
rum. Yapmam gereken şeyler olduğunu biliyorum."
Duymam gereken şey buydu. Sırtüstü uzanmasını, tüm bede­
nini gevşetmesini, Viejo ltza'nın bana gösterdiği gibi toprağa doğ­
ru battığını hissetmesini söyledim. Dışarı çıktım ve üç ağaçtan
küçük dallar kopardım: Maun, meşe ve boru çiçeği ağacı.
İçeri dönünce Sarah 'nın yatağının yanına bir mum, bir kase su
ve suyun içine de Viejo Itza'nın bana verdiği küçük taşı koydum
ve yaprakları bedeni üzerinde sallayarak dört elementi onun be­
denine yaklaştırdım. Yapraklan Kitiar ' ın şarkısındaki ritimle ha­
reket ettirdim. Sanki yanımda oturuyormuş gibi şarkısını net bir
şekilde duyabiliyordum. Sarah 'ya derin bir şefkat, kocasına ve kı­
zına da sevgi duydum. Kitiar, Viejo ltza ve diğer birkaç şamanı
140
yardıma çağırdım. Pachamama' dan Sarah için ne gerekiyorsa
yapmasını istedim. Aramızda bir birleşme hissettim.
Tüm düşünceleri ve duyguları bıraktım, kendimi gelecek şeye
açtım.
Küçük bir küre göründü. Misket büyüklüğündeki bu küre, Sa­
rah 'nın kalbinin yakınında bir tür ışık hologramı olarak ortaya
çıktı. Düşüncelerim araya girerek bunun yalnızca benim hayalim
olduğunu söyledi. Hemen bu düşünceyi uzaklaştırdım ve gözlem­
ci konumuma geri döndüm. Küre büyüyerek bir pinpon topu bü­
yüklüğüne ulaştı ve rengi mavileşti. Somut bir cisim gibi değildi,
daha akışkan görünüyordu ve titreşiyor gibiydi. Sarah 'nın göğüs
kafesi etrafında yavaşça hareket etti. Kürenin bir şey aradığını
hissettim. Ayrıca o küreye girmeye çalışmam gerektiğini hisset­
tim ama bir şey bana dikkatli olmamı, bu arzuya direrunem gerek­
tiğini söylüyordu. Yaprakları vücudu üzerinde daha güçlü bir
şekilde sallamaya başladım. Bunu yapar yapmaz kürenin rengi si­
yaha yakın koyu mavi haline geldi ve küreden benim ritimlerim­
le uyumlu şekilde dalgalanan iki dal çıktı.
Dalları uzadı, düzleşti ve kanat haline geldi. Kürenin kendisi
de yarasa şeklini aldı. Kanatlarının hareketi, daha önce yıldızın
önüne geçeninki gibiydi. Harekete geçti, Sarah 'nın gövdesinde
dolaştı. Onun hayatını tehdit eden sıvıyı emdiğini anladım. Bu da
yine bana sezgisel bir biliş, doğru olduğunu bildiğimiz ama nasıl
bildiğimizi anlamadığımız bir düşünce şeklinde geldi. Sonra ya­
rasa vücuttan yükseldi, hemen yanımdan geçerek arkamdaki açık
pencereye yöneldi. Pencerenin dış eşiğine kondu, silkinme hare­
ketleri yaptı. Sarah 'nın vücudundan emdiği sıvıları boşalttığını
hemen anladım.
Yarasa bu süreci altı kez tekrarladı. Bir noktada kendimi aptal
gibi hissetmeye başladım. Tüm bunları hayal ettiğimden, fante­
zimde canlandırdığımdan şüphelend�m. Sarah'nın ne düşündüğü­
nü merak ediyordum. Sonra kendi kendime bunun olmasına izin
vermemem, inancımı kaybetmemem gerektiğini, bunun bir şifa
olasılığını yok edeceğini söyledim. Ama buna engel olamadım,
rasyonel benliğim araya sıçradı. Durdum, Sarah 'ya yakından bak­
tım. Gözleri kapalıydı. Uyuyor gibi görünüyordu. Yere oturdum ve
141
değişen tutumumun, hatta eylemlerimin yarasayı hiç etkilemediği­
ni görerek şok oldum. İyileştirme devam etti. Bu bana büyük bir
ilham verdi ve inanılmaz derecede rahatlattı.
Sonra hiçbir uyarı vermeksizin yarasa tekrar küre haline gel-
di. Rengi açıldı, giderek küçüldü ve sonunda kayboldu.
"Vau ! " dedi Sarah hayretler içinde. Yatakta doğruldu. Adeta
ışık saçıyordu. "Kendimi daha hafif hissediyorum! Ne yaptın?"
"Hiçbir şey" diye itiraf ettim. Ona yarasaya dönüşen küreyi
anlattım. Hatırlayabildiğim kadar çok ayrıntıyı söyleyerek Kitiar
ve yarasayla ilgili hikayeyi anlattım. "Tüm yaptığım izlemekti."
Aklını kaçırmanın sınırına dayanmış olabileceğimi düşündüğü­
mü itiraf ederek bitirdim sözlerimi.
"Bir ay önce olsa ben de aynı şeyi düşünürdüm" dedi. "Ama
şimdi daha iyi olduğumu biliyorum."
Ertesi gün radyolog durumu doğruladı. Sıvının belirgin bir bö­
lümü yok olmuştu. Çok şaşırmıştı. O ve kardiyolog omuzlarını
kaldırdı. "Bazen böyle şeyler oluyor" dedi kardiyolog William 'a.
"Bedenin enfeksiyonlarla savaşma yetenekleri bizi çok şaşırtıyor.
Bir hafta içinde nasıl olacağına bakalım."
Bir günlük dinlenme payı bırakarak süreci üç kez daha tekrar­
ladık. Hepsi ilk şifa çalışmasının bir kopyasıydı. Sarah ertesi haf­
taya kadar başka bir röntgen çektirmemesine rağmen, iyileşmesinin
tamamlandığından emindi. William belki de ümidini çok arttırma­
ya cesaret edemediği için daha şüpheciydi.
Karar gününde güneş tüm parıltısını gösteriyordu. Sabah kah­
vesinde onlara eşlik ettim, sonra William onu hastaneye götürdü.
Sonuçlar şok ediciydi. Sıvı tamamen yok olmuştu. Doktorlar
şaşkınlık içindeydi. Sarah iki hafta içinde tamamen iyileşti. Dok­
torların kafası o kadar karışıktı ve kendilerinden o kadar şüpheye
düşmüşlerdi ki, ünlü Mayo Clinic ' in onu muayene edebilmesi için
Palın Beach -Aorida'dan Rochester- Minnesota'ya gitmesini tav­
siye ettiler.
Yılbaşından beş gün önce Mayo Clinic 'teki yetkililer Sa­
rah'nın eski röntgen ve diğer test kayıtlarını incelediler, kendi in­
celemelerini yaptılar ve açıklanamayan bir iyileşmenin meydana
gelmiş olduğunu, yani bir "mucizenin" gerçekleşmiş olduğunu
1 42
doğruladılar. Bu bilgi, Palın Beach Gardens Hastanesi ve Mayo
Clinic'in resmi defterlerine kaydedildi.

Yılbaşından yaklaşık bir ay sonra yayıncı arkadaşım Ehud Sperling


beni aradı. Şirketi The Stress-Free Habit adlı ilk kitabımı yayınla­
dıktan sonra birlikte Shuarların bölgesine kısa bir ziyarette bulun­
muştuk. Oraya tekrar gidip gidemeyeceğimizi soruyordu. "Bu
sefer..." dedi, " ...bana anlattığın o yaşlı kelle avcısını ziyaret edelim."
"Yaşayan tüm Shuarlar arasında en çok düşman öldüren mi?"
"Aynen öyle. Otuz üç demiştin sanırım."
"Tampur. Evet, bana söyledikleri buydu. Onunla şahsen hiç
tanışmadım."
"Artık tanışma vakti." Bir bekleyiş oldu. "Peki, Achuarlar?
Onlara da gidebilir miyiz?"
"Gidebileceğimizden eminim. Jaime orada. Ama zor olur. Ve
tehlikeli."
"Ne kadar tehlikeli?"
Ona Kitiar'ın kaybolma hikliyesini özetledim. "Kafa avcıları­
nın en ünlüsüyle mi tanışmak istiyorsun?" Tüm benzerliklerine
ve ortak geleneklerine rağmen, Achuarlann Shuarlann baş düş­
manı olduğunu hatırlattım. "Yaşayan herhangi başka bir insan­
dan daha fazla sayıda Achuar' ı öldürmüş bir adamı ziyaret etmek,
onunla birkaç gece geçirmek ve sonra da onun yeminli düşman­
larının bölgesine girmek mi istiyorsun?"
"Kelle avcılığının bitmiş olduğunu sanıyordum."
"Tamamen değil." Bundan yalnızca üç ay önce cangıldaki bir
patikada iki başsız Shuar cesedinin bulunduğunu anlattım. Bu
olay iki klan arasındaki eski bir kan davasının yaralarını tekrar
deşmişti.
"Ama Tampur bu olaya karışmış olmak için fazla yaşlı değil mi?"
"Doksanına yaklaştığını söylüyorlar. Ve bir büyücü olarak
güçlerinin bir fenomen olduğunu! "
"Kara büyü mü?"
"Öyle duydum... "
"Senin gibi bir yazar böyle bir fırsatı nasıl kaçırır? Onunla şim­
di tanışmazsan bir daha böyle bir şansı yakalayamayabilirsin! "
1 43
Arkadaşım belki daha çok yayıncı rolüyle beni bu işe ikna et­
mek için epeyce çaba harcadı. Ertesi sabah Ekvator'a telefon açtım.
B ir hafta içinde yolculuk için gerekli hazırlıklar yapıldı. Raul, Ehud
ve ben Tampur'u ziyaret etmek için cangılın derinliklerine uçacak­
tık. Tayu isimli genç bir Shuar kadını bizimle birlikte gelecek, bir
rehber, tercüman ve en önemlisi de bir pasaport olarak işlev görecek­
ti. Yanımızda bir Shuar'ın bulunmasına ihtiyacımız vardı ve bir ka­
dın Shuar, bir erkek Shuar kadar düşmanlık uyandırmazdı. Tayu'yu
iyi tanıyordum. Annesi tarafından bir bitki şifacısı olarak eğitilmiş,
aynı zamanda Quito'da Katolik Üniversitesi'ne gitmiş genç, güzel
bir kadındı. Bu seçimden memnundum ve onun da bize eşlik etme­
yi kabul etmesinden dolayı şükran duymuştum. Raul, Tampur'u zi­
yaret etme fırsatının Tayu 'yu son derece heyecanlandırdığını çünkü
Tampur'un onun yıllardır görmediği bir "dedesi" olduğunu söyledi.
Onun hikayelerini ve şarkılarını kaydetmek için yanımızda bir kayıt
cihazı götürmemizi istedi.
Haberleri vermek için Ehud'u aradığımda "Senden çok önde­
yim ... " dedi, " ... sadece bu yolculuk için bir dijital kayıt cihazı al­
dım; çok küçük ve kaliteli. Güzel bir şifacı Shuar kadını ve
Tampur... Tam bir macera olacak sanırım!"

1 44
1 4. B ÖLÜM

ENERJİ K ÜRELERİ

TEK MOTORLU CESSNA 'MIZ kesintisiz yağmur ormanı üzerinde, ha­


fif bir yağmur altında yaklaşık yanın saat uçtu. Ben önde pilotun
yanına oturdum. Ehud ile Tayu arkamdaydı. Raul ise sırt çantala­
rımız ve uyku tulumlanmızla birlikte en arka koltuğa sıkışmıştı .
Etrafımızda ilerleyen bulutlar bazen bizi tamamen sarıyordu.
B ulutların arasından aşağıyı görebildiğimde farklı bir şey dikka­
timi çekti. Bunun hayal gücümün bir oyunu olmuş olabileceğini
söyledim kendime. Bu durum tanışmaya gittiğimiz adamın ünüy­
le veya buranın yabancılar tarafından nadiren ulaşılmış bir yer ol­
masının, tarih öncesi çağlardan kalma ormanın ruhuna girmiş
olmamızın farkındalığıyla ilgili olabilirdi. Bu algıların kaynağını
tespit etmek zordu ama benim gördüğüm kadarıyla orman örtüsü­
nün tepesi yapraklardan ziyade eterik, sisli, hatta dumanlı görünü­
yordu. Gerçek değilmiş, titreşiyormuş gibi görünüyordu. Saçları
birbirine karışmış eski kahinleri düşündüren, diğerlerinden daha
yükseğe tırmanan bazı ağaçlar netleşip bulanıklaşıyor, kurumuş
kollan uzanıp narin uçağımızı tutacakmış gibi görünüyordu.
Ama kendimi tehlike altında hissetmiyordum. Odysseus ile Si­
renler arasında olduğu gibi kendimi ayartılıyor gibi hissediyor-
1 45
dum: Uçaktan atlamak istiyordum sanki. Bu düşüncemin farkına
vannca bu bana tuhaf geldi. Odysseus' un kendini geminin ana di­
reğine bağlatması gibi ben de bu cazibeye direnmek için kendimi
koltuğa mı bağlamalıydım acaba? Sonra emniyet kemeriyle bunu
zaten yapmış olduğumu fark ettim.
Birkaç kez arkaya döndüm. Tayu ile Ehud'un sohbet ediyor­
du. Tayu İngilizce konuşamadığını iddia etse de, oldukça iyi an­
lıyordu.
Bulutlardan güneş ışığına çıktık. Bildiğim bir sonraki şey, Tam­
pur'un olduğu Shuar bölgesindeki bir uçuş pistine indiğimizdi.
Uçaktan inerken güneşin sıcaklığını hissettim. Sıcaklık beni
neredeyse yere yığacak gibi oldu. Açık alandan etrafa baktım. Pis­
tin kenanndaki ağaçlar çok büyüktü ve daha önce gördüğüm tüm
ağaçlardan uzundu. Bir büyücünün mağarasını koruyan yaratıklar
gibi, çamurlu pistte devasa gölgeler meydana getiriyorlardı.
Tayu bizi pistin yanındaki bir sundurmaya götürdü. Birkaç kabak
dolusu chicha taşıyan üç Shuar kadını geldi. Ne olduğunu anlayama­
dan bir kaseyi kabul etmiştim ve içindekini içmek zorunda hissettim.
Üç kadın ürünlerinin popülerliğini göstermeye kararlıydı. B i­
zi sürekli olarak biraz daha içmeye zorluyorlardı. Tampur'un kız­
ları veya gelinleri olduklarını bildiğimiz için hiçbirimiz itiraz
edecek durumda değildik. Chichaların hepsi olağandışı derecede
sertti. Bir kaseyi indirip geri verdiğim sırada ormana bakıyordum.
Ağaçların arasında bir hareket fark ettim, tamamen gölgeden iba­
retti. B unun chichanın etkisi olabileceğini düşündüm ama aynı
şeyi Tayu'nun da gördüğünü fark ettim.
"Tampur" dedi dingin bir sesle. Kalktı ve bir adama dönüşen
gölgeye doğru yürümeye başladı. Tarnpur'un bir asırdır yaşadığı
söyleniyordu. Yaklaştığını gördüğüm kişiden ziyade buruş buruş
olmuş, çökmüş birini bekliyordum. Bodur ve koca göbekli bu Ama­
zon yerlisi, yaralı bir eski savaşçıdan ziyade Buda'ya benziyordu.
Tampur Tayu'yu gördüğüne çok sevindi. Onu kendi kızı gibi
selamladı. Hikayelerini dinleyeceğimiz bir gece geçirmek için
tüm bu yolu gelmiş olmamızdan duyduğu büyük mutluluğu ifade
etti. Bizi piste yaklaşık yarım saat mesafedeki evine davet etti.
Sadece fiziği değil, diğer özellikleri de beni çok etkiledi. Cangıl-
1 46
da yürürken bana bir jaguarı hatırlatıyordu. İhtiyaç duyulmayan
hiçbir kas oynatılmıyordu. Herhangi belirli bir şeye dikkat yönelt­
meksizin her şeyin farkında gibiydi. Gördüğü her şeyi değerlen­
diren ve bir bakışta anlayan bir adamın gözlerine sahipti. Ne kadar
yaşlı olursa olsun, bir kavgada benim tarafımda olmasını isteye­
ceğimden şüphe etmediğim biriydi.

O gece Tampur'un evinde ateşin etrafına oturduk. Ehud dijital ka­


yıt cihazını getirmişti ve Tampur ona hikayelerini kaydetme izni
verdi. Biri kaydetmeyecek olursa, Shuar tarihinin önemli bir kıs­
mının onunla birlikte yok olacağını söyledi. Ehud yaşlı savaşçı­
nın torunlarının oğullarından birinin yardımıyla Tampur'un önüne
bir çubuk çakarak mikrofonu o çubuğa astı. Mikrofona şüpheli
bir şekilde bakan Tampur sanki vuracakmış gibi palasını kaldır­
dı, sonra da katıla katıla güldü.
Tampur mikrofona net bir şekilde konuşurken Tayu İspanyol­
ca'ya çevirdi, Raul ve ben de Ehud ve kaset için bunu İngilizce
olarak özetledik. Tampur yaşını bilmediğini itiraf etti ama Tayu
onun deneyimlerine dayalı olarak seksen ile doksan yaş arasında
olduğunu tahmin etti. Bize Shuar ailelerini birbirine düşüren iç sa­
vaşları ve Shuarlann baş düşmanları Achuarlara karşı birleştiği
büyük savaşları anlattı. Sadece kendisi otuzdan fazla savaşçıyı öl­
dürmüştü. Ona bu müstesna cesareti neye bağladığını sordum.
"Kesinlikle gücüme değil! " dedi gülerek. Ayağa kalktı ve ya­
vaşça döndü. "Her zaman benden çok daha akıllı ve güçlü olan­
lar vardı. Benim sahip olduğum şey ise inançtı."
Tampur'un karısı bana bir chicha kabağı verdi. "Kazanacağı­
nıza mı?" diye sordum, soğuk içeceği yudumlarken.
"Hayır. Yaptığım şeyin yapmak için doğduğum şey olduğuna."
Gözleri bizi tek tek gezdi, her birimizde bir anlığına durarak. "Kay­
betmek kazanmak kadar iyidir. Tek önemli soru şudur: Niyet ettiğim
yolda ilerleme gösteriyor muyum? Bugün hayatta olmamın nedeni
diğerlerinden daha fazla yaşamayı istemem veya mızrak kullanma­
da benden önce ölmüş olanlardan daha iyi olmam değil, burada si­
zinle birlikte şu küçük makineye konuşmamın benim kaderim
olmasıdır." Palasını kaldırdı ve herhangi birimiz bir tepki göstereme-
1 47
"Dinlerim" dedi Tampur, çukurlaştırdığı avucunu kulağına gö­
türerek. "Kalbin evrenin parçasıdır. Eğer kalbini dinlersen, Evre­
nin Sesi 'ni duyarsın. Buna Evrenin Sesi veya Ruhun Sesi diyoruz.
B izimle her zaman konuşur. Tek yapmamız gereken dinlemek­
tir." Bana döndü. "Ne duyuyorsun?"
Herkes sessizdi. Raul chicha kabağını dudaklarının hemen al­
tında dengeli bir şekilde tutuyordu. Yalnızca ateşi ve etrafımızı
saran ormandaki hayatın seslerini duyabiliyordum. Sonra, bize
"düşünce" olduğu öğretilen ama aslında bir tür ses olan bir şey
duydum. "Bana bunu yeterince yapmadığım, yani dinlemediğim
söylendi. Ve bu gece burada büyük bir bilgeliğin anlatıldığı."
"Gördün mü?" dedi Tampur dizini tokatlayarak. "Evrenin Se­
si büyük bilgeliği her an anlatır. Tek yapman gereken dinlemek­
tir. Kalbin her zaman dinliyor. Ellerini kalbinin üzerinde üst üste
koymak hatırlamana yardımcı olabilir." Ellerini yavaşça kaldırdı
ve kalbinin üzerinde çapraz bir şekilde üst üste koydu. "Bunu za­
man zaman yap." Durup dinlemeye başlarken her birimiz de ay­
nı şeyi yaptık. "Görüyor musun?" dedi Tampur ateşe doğru
eğilerek. Dişsiz sırıtışı geceyi aydınlattı.
Bize Ruhun Sesi hakkında bir şarkı söyledi. Tahu şarkının söz­
lerini tercüme etmekte zorlandı ama bize şarkının, insanların bit­
kilerle ve evrenle birleşmesine yardım eden, Ruhun Şarabı olan
ayahuskayı onurlandırdığını söyledi. "Ayahuska ... " diye çevirdi,
..... ölmemizi ve yeniden doğmamızı sağlıyor. Bu süreçte Evrenin
Sesi 'ni açık bir şekilde duyuyoruz ama bundan da önemlisi, aya­
huska kullanalım ya da kullanmayalım, Ses' i her zaman duyabil­
memiz için kulaklarımızı açıyor."
Piramide çıktığımız o gün Viejo Itza'yla olan sohbetlerimizi
hatırladım (aradan sanki bir ömür geçmiş gibi geldi) ve bitkilerin
bizi açması, korku gibi engelleri kaldırması hakkındaki sözlerini.
Doğrudan şekil değiştirme konusuna girmemeye, Tampur'un
inançları üzerinde odaklanmaya, inançlarının Viejo Itza'nın
inançlarıyla benzerliğini veya farklılığını keşfetmeye karar ver­
dim. "İyileştirme güçleri, ev, kayık ve alet yapımındaki faydala­
rı dışında ağaçlara bir önem veriyor musunuz?"

1 50
Gözlerimin sürekli Tayu'ya kaydığını fark ettim. Tampur'un
yanında sessiz bir şekilde oturmuştu. Ateşin ışığında kibar, hu­
zurlu, ışıl ışıl görünüyordu. Ona karşı hislerimin, ormana, bir gün­
batımına veya bir şelaleye karşı duyduğum hislerden farklı
olmadığını düşündüm. B ir seviyede ruhlarımız birleşmişti. Bu ca­
zibenin aynı zamanda cinsel olduğunu fark eder etmez aniden bir
suçluluk saplandı içime.
Tampur birden konuşmayı kesti. Bana baktı. Sonra da Ta­
yu 'ya. Ona döndü. "Savaş hakkında bu kadarı yeterli. Sevgiden
bahsedelim." Tayu onun sözlerini tercüme ederken bana baktı.
Yoksa bana baktığını hayal mi etmiştim? Yılda birkaç kez düzen­
lenen bir Shuar töreninden bahsederken Tampur'un kadim sesi
heyecanlı bir keyifle inceliyordu. Törende erkekler ve kadınlar
evin zıt yönlerinde sıraya diziliyordu. Erkekler davul çalarken ka­
dınlar da kalçalarına asılı olan, boncuklar ve kabuklar bağlanmış
dans kemerlerini sallayarak ritim tutuyorlardı. Sıralar birbirine
doğru ve sonra da uzağa doğru hareket ediyordu. İnsanlar konum
değiştiriyordu. Gece ilerlerken aralarında başkalarıyla evli kişi­
lerin de olabildiği çiftler oluşuyor ve birlikte olmak için ormanda
kayboluyorlardı. Sabahleyin karılar ve kocalar tekrar birleşiyordu.
Gece kabul ediliyor, her şey affediliyordu.
"Harika bir gelenek" diye yorumladı Tampur sözlerini bitir­
diğinde. "Pek çok sorunu oluşmadan önce çözüyor."
Sonunda, gece yarısından epeyce sonra hepimiz yatağa gittik.
Tulumumu Ehud 'unki ile Raul'unki arasına koymaya dikkat et­
tim. Tayu ateşin diğer tarafına uzandı.
Çok yorgun olmama rağmen uyuyamadım. Tayu 'nun Tam­
pur'un yanında, ateşin ışığındaki görüntüsü aklımdaydı. Kalkıp
önümde dans etti. Geleneksel dans kemerini giyiyordu. Boncuk­
lar ve kabuklar kalçalarıyla birlikte sallanıyordu. Sonra solmaya
başladı. Sert ve erkeksi bir ses duydum. Tayu'nun görüntüsü, te­
levizyon kameraları önünde duran siyah giysili bir adamın görün­
tüsüne dönüştü. "Şehvetten sakınmak için ... " dedi, " . . . başka biri
de orada bulunmadan asla bir kadınla birlikte bir arabaya binmem.
Asla. Sekreterimle bile. Bir kadınla asla baş başa yemek yemem."
Sesi hatırladım ama kimin sesi olduğunu çıkaramadım.
1 52
Doğruldum. Ateş parlak bir şekilde yanıyordu. Etrafa baktım.
Herkes uyuyor gibiydi. Tayu 'nun kalkmasını, bana dönüp konuş­
masını diledim. Sesini duymayı çok istiyordum. Sonra hatırladım.
O erkek sesini tekrar duydum ama bu sefer yüzüyle birlikte. Billy
Graham. Ulusal bir televizyonda onunla Jim Bakker hakkında ko­
nuşuluyordu. Muhabir Peder Graham'a kendisini şehvete karşı
nasıl koruduğunu sormuştu.
Görüntüyü tanımış olmanın rahatlığıyla uzandım. Ateşin parıl­
tısı üstteki saman örtüsünden yansıyordu. Belki de Billy Graham
haklıydı; belki de bunu doğrudan bana söylüyordu. Şehvet uyan­
dıran durumlardan sakın. Tayu 'nun karşı tarafında uyuyor olmak­
tan dolayı kendimi kutladım. Gözlerimi kapattım.
Sonra Tayu'nun yüzünün üzerimde havada durduğunu gör­
düm. Nazik ifadesi durumu yeniden düşünmeme neden oldu. On­
dan sakınıyor olmaktan dolayı kendimi neden kutlayacaktım ki?
Muhteşem bir insan, güçlü bir öğretmen, bir kardeşti. Gösterdiğim
reaksiyonun sebebi başka bir his, sinsi bir his, yani suçluluktu.
Graham'ın sözleri, insanları kontrol etmek için suçluluğu kullanan
manipülatif bir kültürün aracı olarak vurmuştu beni. Bir kadınla
asla yalnız kalmam ! Böyle bir şeyi nasıl söyleyebiliyordu? Bu
tıpkı bilimin türleri ayırması, iş dünyasının doğayı hayatımızdan
ayırması gibi insanları, cinsiyetleri birbirinden ayıran bir tutum­
du. Kendimizi bu şekilde birbirimizden ayırmaya daha ne kadar
devam edebilirdik? Bu şekilde hayatta kalmaya daha ne kadar de­
vam edebilirdik?
Sonra Havva ile yılanın hikayesi geldi aklıma. Kötü kadın, kö­
tü doğa. Bu fikirler nereden geliyor? Kültürümüzün içinde bu en­
gelleri diken, doğayı bastıran ve en besleyici özelliklerimizi
onurlandırmamızı yasaklayan şey nedir?
Uyumaya ihtiyacım olduğunu, bu soruların o gece yanıtlan­
mayacağını fark ederek düşüncelerimi değişmeye, yavaşlamaya,
sorgulamayı bırakmaya zorladım. Uyumayı kolaylaştırıcı bir gö­
rüntü aradım ve Tampur' un sevgi, kutlama, bir paylaşım gecesi
için bir araya gelen erkekler ve kadınlarla ilgili hikayesine dön­
düm. Gözümün önünden pek çok görüntü geçti. Fantomlar gibi
ormanda ortaya çıkıyorlardı; esrik bir ritüel için sıraya dizilmiş
153
tüm yaşlardan Shuar insanları. Kendi yüzümü hem erkek hem ka­
dın, her iki taraftaki dansçılar arasında gördüğüme pek şaşırma­
dım. Kendimi huzurlu ve hoşnut hissettim.
Uykuya daldım. Ateşin sesinin, etrafımı saran ormanların,
Tampur'un ve ailesinin, Tayu 'nun, gecenin farkındaydım ... ama
tamamen uykudaydım. Sanki uyanıklıkla uyku arasındaki sınırlar
kalkmıştı.
Bir noktada kendimi tamamen uyanık, doğrulmuş olarak bul­
dum. Bir çekim hissettim. Sanki cangıl beni çağırıyordu. Ateşin
közlerine bakınca birkaç saat uyumuş olduğumu anladım. Ta­
yu 'ya baktım. Hiçbir hareket yoktu. Uzandım, uyku tulumuma
derin bir şekilde yerleştim ve kendime bunun yalnızca kendi ha­
yal gücüm olduğunu söyledim. Sonra Ruhun Sesi'ni, Evrenin Se­
si 'ni hatırladım. Aklıma şu soru geldi: Hayal gücü nedir? Ses
anlamında kullandığımız bir kelime mi?
Uyku tulumumdan zorlukla sıyrılarak ayağa kalktım. Ateşte­
ki közler dışında oda karanlıktı. Bir köpek başını kaldırıp bana
doğru inledi. Sonra uykusuna döndü. Diğer her şey sessizdi.
Dışarı çıktım. Gökyüzü yıldızlarla parlıyordu. Ağaçlar arasın­
da bir ateş böceğinin ışığı göz kırpıyordu. El fenerimi almayı
unutmuş olduğumu fark ettim. El feneri için geri dönüp köpeğin
diğerlerini uyandırmasına neden olma riskine girmek istemiyor­
dum. Yolun nasıl uzandığını bildiğimi düşündüm ve zaten yıldız­
lar cangıl örtüsünün siluetini görmemi sağlıyordu. Yavaşça
gecenin içine yürüdüm. Tanımlayamadığım bir güç tarafından çe­
kildiğimi hissediyordum. Ellerimi kalbimin üzerinde üst üste koy­
dum. Doğru yolda olduğumu biliyordum.
Cangıl gecesinin sesleri hatırladığımdan daha yüksek gibiydi.
Sanki Ses ' in korosuydu. Her bir sesi çıkaran bedenleri hayal et­
meye çalıştım. Zihnimde kurbağalar, çeşitli boy ve şekillerde bö­
cekler, çobanaldatanlar ve baykuşlar, küçük bir oselo ve büyük
bir kedinin parlayan gözlerini gördüm. Biraz yavaşladım ama or­
manın içine doğru ilerlemeye devam ettim.
Birden ağaçlar ayrıldı, kendimi bir açıklıkta buldum. Çok üşü­
düm. Orman örtüsünün üzerinde mavi bir ışık parladı. Sonra tekrar.
Sonra ormandan yükseldi. Maya piramidinde Viejo Itza'yla birlik-
1 54
te yaptığım o yolculukta gördüğüme benzeyen, titreşen mavi bir
ışık küresiydi. Ağaç tepelerinin hemen üzerindeydi. Sonra başka
bir ışık göründü. Bu tamamen havanın içinden çıkmış gibiydi. İki­
si yan yana geldi. Dev enerji küreleri olarak yaklaştılar bana ve son­
ra birden kalın ağaç duvarlarının arkasında kayboldular.
Döneceklerini umarak orada uzun bir süre bekledim. Aynı za­
manda endişeyle titriyordum. Bedenim birden enerjiyle dolmuş
sonra birden tüm enerjisini yitirmişti. Viejo ltza'yla birlikte Maya
piramidine çıktığımız günkü deneyimlerimi canlı bir şekilde hatır­
ladım. Altın renginden maviye dönen, greyfurt büyüklüğünden be­
nim boyuma ulaşan küreyle birleşmiştim. Viejo Itza bir tür araç
olarak bana verdiği taşı nasıl kullanacağımı anlatmıştı. Taşın ener­
ji küresi etrafında dolaşmasına ve ona dokunmasına izin vermemi
söylemişti ve sonunda, şimdi Ruhumun Sesi olduğunu bildiğim şey,
enerji küresine dönüşme arzumla ilgili soruma bunun bir fantezi
değil, bir hayal olduğu yanıtını vermişti. Bu deneyim o hayalin ger­
çekleşmesi gibiydi. Zihnim bana ışıklara doğru koşmamı söyledi
ama bir şey beni tuttu. Gitmiş olduklarını biliyordum. Aynca onla­
rı tekrar deneyimleyeceğimden emindim. Sonunda dönüp hızlı bir
şekilde Tampur'un evine yönelmeye başladım. Mavi kürelerin yö­
nüne son bir kez daha baktım. Hiçbir iz yoktu.
Hiçbir şey değişmemişti. İçeri girerken köpek başını kaldırdı,
arkadaşça bir tanıma işareti olarak kuyruğunu salladı. Tekrar tu­
lumuma gidip bir süre parlayan közleri izledim.
O gece daha sonra bir rüya gördüm. Ya da rüya olduğunu sa­
nıyordum çünkü ertesi gün Raul' a anlattığımda bunun rüyadan
fazlası olabileceğini söyledi. Gökte yavaşça kayıyordum. Parıl­
dayan mavi bir ışıkla çevriliydim ve aşağıdaki bir çöle bakıyor­
dum. Kumda hayvanlarla birlikte ilerleyen adamlar vardı. Zaman
zaman aralarından biri yukarı bakıp beni işaret ediyordu. Beni iz­
liyorlardı. Kendimi sıcak, coşkulu hissediyordum. Bunun günler­
dir devam ettiğinin farkındaydım. Aşağıda bir kasaba gördüm.
Hemen dışında bir yerde küçük bir mağara vardı. Onun üzerinde
durdum. Mağaranın içindeki bir ışık, bir grup insanı, hayvanı ve
yeni doğmuş bir çocuğu aydınlatıyordu. Beni takip eden adamlar
mağaraya girdi. Gökte yükselerek geniş araziyi, kasabayı ve ma-
155
ğarayı görebileceğim bir konuma çıktım. Çocuğun uyuduğu yer­
den altın bir ışık çemberi yayılıyordu.

Kahkaha sesleriyle uyandım. Her yer karanlıktı. Gözlerimi alıştı­


rınca ateşin közleri yakınında ağır ağır ilerleyen şekiller gördüm.
B iri kütükleri karıştırdı, hava üfledi ve ateş canlandı. Bir kuşlar
korosu şarkı söyledi ve gece puslu bir ışıkla sabaha dönüştü. Kah­
kaha sesi giderek güçlendi. Kalktım. Tüm Shuar ailesi oradaydı:
Bebekler, çocuklar, yetişkinler ve hatta Tampur. Çocuklar birbir­
leriyle itişiyor ve maymun olabileceğini düşündüğüm küçü� bir
hayvanla oynuyorlardı.
Raul yanımda doğruldu. "Çocuk olmayı hiç bırakmıyorlar"
dedi. "Bir keresinde yaşlı bir Shuar bana akşamın yaşlı insanların
tarih ve gelenekleri öğretme vakti olduğunu, sabahın ise çocukla­
rın oyunlar öğretme vakti olduğunu söylemişti."
Uyku tulumlarımızı sardık ve Jaime'nin bizi beklediği Kapa­
wi 'ye doğru yola çıkmak üzere hazırlandık. Raul ve Tayu kah­
valtıyı hazırlarken ben kendimi Tampur'la ve onun bir torununun
Shuar dili yanında İspanyolca da bilen yeni yetme çocuğuyla bir­
likte buldum. Birlikte evin dışına çıktık. Tampur'a gökteki mavi
kürelerden bahsetme fırsatı buldum.
Dinlerken başını öne arkaya sallıyor, keyifle sırıtıyordu. Söz­
lerimi bitirdiğimde, tercüme gerektirmeyen tek bir kelime söyle­
di: Kitiar.
"Kitiar mı?" diye sordum şaşırmış bir şekilde. "O Kitiar mıydı?"
Başını heyecanlı bir şekilde salladı. "Kitiar."
"Onlar dünya dışı varlıklar değil miydi yani? Başka bir geze­
genden veya başka bir yıldızdan?"
"Evet. evet" dedi. "Kitiar." Ellerini başının üzerinde salladı.
"Başka gezegenler. Cangıl ruhları. Kitiar." Eliyle sırtıma hafifçe
vurdu.
Sonra aklıma bir şey geldi. Bir soru. "Kitiar'ın arkadaşım ol­
duğunu biliyor muydun?" Başını sallayarak onayladı. "Nasıl?"
Önceki gece mavi kürelerin gökte bulunduğu yönü işaret etti.
"Hepimiz biriz" dedi. Ona yarasayla ilgili deneyimi anlattım. Ki­
tiar'ın bunu nasıl öngördüğünü, bana şifa verirken o yarasayı gör-
1 56
düğümü ve Kitiar'ın kaybolduğu gece de o yarasanın göründüğü­
nü anlattım. "Evet" dedi bilinçli bir şekilde. "Kitiar yarasa oldu.
Şimdi de mavi küreler. Ne olursa o." Durup tekrar sırtıma dokun­
du. "Bu kadar çok düşünme." Elleri kalbime gitti.
Orada bir süre durduk. Uyanan cangılın sesleri havayı doldur­
du. Ağaç tepelerine bakarak sükunetle konuştu. "Biz yaşlı Shuar­
lar ağaç ve hayvan olabiliriz. Ne zaman şiddetli bir fırtına çıksa,
katılaşmış yaşlı bir ağaç gibi dimdik durmak yerine, palmiye gi­
bi eğilmemiz gerekir. Şamanlar şekil değiştirir ve bunu düşman­
larına karşı kullanır." Bana döndü. "Enerji küresi olmayı öğren.
Öğretmenin Kitiar gibi."

1 57
1 5 . B ÖLÜM

YERLİ BÜYÜKLERİ
KONUŞ UYOR

KAHVALTI SIRASINDA Raul ve Ehud'a mavi küreleri anlattım. Ra­


ul çok heyecanlandı. "Jaime birkaç hafta önce onları Kapawi 'de
görmüş. Yani bu gece olacağımız yerde."
İnanamıyordum. "Aynısını mı? Emin misin?"
"Öyle sanırım. Ama birkaç saat sonra onunla birlikte olaca­
ğız. Sana kendisi anlatabilir." Sanki Jaime'nin gördüğü şey, be­
nim gördüklerimin sadece hayal gücümün ürünü olmadığının bir
kanıtıymış gibi kendimi rahatlamış, aklanmış hissettim.
Ev sahiplerimize teşekkür ettik ve çantalarımızı uçak pistine
taşıdık. Nefes almakta zorlanıyorduk. Hava anormal derecede
ısınmıştı bile. Tüm malzemelerimizi önceki gün chicha içtiğimiz
sundurmanın altına yığdık.
Gölgede oturdum. Zihnim dün gecenin anılarıyla doluydu. Or­
mandan bir grup çocuk fırladı ve bize doğru koşmaya başladı.
"Uçağı duydular" dedi Raul, şaşkınlığını ifade eder şekilde ba­
şını yanlara sallayarak. "Kulaklarımı ne kadar zorlarsam zorlaya­
yım uçağı hep benden önce duyuyorlar."
1 58
Uçak burada olduğumuzdan emin olmak için önce bir daire
çizdi, teker izleriyle dolu piste doğru alçaldı ve gövdesindeki her
bir perçini parçalayacakmış gibi görünen bir temasla piste girdi.
Çantalarımızı sıcaktan kurumuş pistte sürükleyerek uçağa yükle­
dik. Ama pilot motoru çalıştırma düğmesine bastığında motor ça­
lışmadı. Tekrar tekrar denedi ama hiçbir şey olmadı.
"Akü ! " dedi koltuğunun yan tarafına bir yumruk indirerek.
Sonra kapısını iterek açtı, koltuğunun altındaki bir kutuyu karış­
tırdı ve derin bir şekilde gülümsedi. "Şükürler olsun Yüce Tan­
nın" dedi gözleri parlayarak. "Yüce Bakire bizimle birlikte. Halat

burada! " Bir yatı rıhtıma bağlamada kullanılan türde, kalın, uzun
bir halat çıkardı. "Herkes dışarı. Onu sıçratarak çalıştıracağız."
Halatı pervane miline dolamaya başlayana kadar şaka yapıyor
olduğunu düşündüm. Ehud kamerasını çıkarıp bunu filme aldı.
Pilot hepimizi uçağa dik bir açıyla sıraya koydu; çekimine de­
vam etmek için pilottan sözsüz bir izin alan Ehud hariç herkes.
Halatı sıkı bir şekilde tuttuk. Tıpkı küçük bir çocukken bir New
Hampshire gölünde eski bir takma motoru çalıştırır gibi, şimdi
hep birlikte bir uçak motorunu çalıştırmak üzereydik: Motor vo­
lanını bir halatla çevirerek! Akıl almaz görünüyordu.
Halata asıldık. Tüm ağırlığımızı verince milin dönmeye baş­
ladığını hayretle gördük. Başlangıçta çok yavaş olsa da, sonunda
milin ataletini kırdık. Sonra halat omuzlarımızda uçaktan hızla
uzaklaştık ve motor çalışmaya başlarkenki patlamayı duyduk. Bir
yandan nefes almaya çalışırken, bir yandan da pervaneden gözü­
müze yansıyan güneş ışığını izledik.
Sonunda havalandığımızda kendimi akıl sağlığımı sorgular­
ken buldum. Neden bu kötürüm uçakla havalanmıştım? Ya şim­
di motor durmaya karar verseydi?
Sonra birden bir sakinleşme hissettim. Ağaç tepelerine bakar­
ken ormanın kadim ihtişamıyla büyülendim. Ağaçların en eski­
leri yüzlerce yıldır oradaydı. Çocukken büyükannemin bana The
Ta/es ofKing Arthur and His Court (Kral Arthur ve Sarayının Hi­
kayeleri) adlı kitaptan okuduğu hikayeler geldi aklıma. Baba ta­
rafımda birkaç nesil boyunca okunmuş olduğu için sayfaları
aşınmış bu büyük, eski kitapta muhteşem renkli resimler de var-
1 59
dı. Sanki kitap kucağımda açıkmış gibi, Sir Galahad ' ın olağanüs­
tü bir savaş atı üzerinde büyülü bir ormandan geçiş sahnelerin­
den birini hatırladım. Güneş ışığı ağaçların arasından iniyordu. O
da atı da kırmızı örtüler içindeydi. Etrafını çevreleyen puslu ma­
vi ışığın şiddetiyle parlıyor gibi görünen bir görüntüye bakıyordu.
Bu Kutsal Kase'ydi. Bu resim bende tam bir huşu uyandırıyordu
ve görmek için tekrar tekrar kitabı açıp inceliyordum. Ağaçların
üzerinde havada olan Kase'de beni çağıran bir şey vardı. Sanki o
ve ben ilişkiliydik. Muhtemelen çocukluğuma uzanan, belki de
büyükannemin sesine eşlik etmiş olan bir düşünceye döndüm. Dü­
şünceden de ziyade bir histi. Zihnin değil kalbin bir yaratımıydı
ve tüm hayatın kutsal bir arayış olduğunu söylüyordu. Tıpkı ço­
cukluğumda tanıdığım Yuvarlak Masa şövalyeleri gibi, kutsal bir
şeyi aradığım büyük bir maceranın içindeydim.

"O mavi küreleri sen de mi gördün?" diye sordu Jaime, Kapa­


wi 'ye vardıktan sonra. Onları bir başkasının daha gördüğünü
öğrenmekten dolayı en az benim kadar rahatlamış olduğunu his­
settim.
Deneyimi benimkine benziyordu. Küreler ona havadan olduk­
ça yaklaşmış, sonra da birden kaybolmuşlardı. Deneyiminin ar­
dından çok güçlü rüyalar görmüş ama uyanınca bunların hiçbir
ayrıntısını hatırlayamamıştı.
Konuşmamız bazı bağırmalarla kesildi. Bir grup Achuar erke­
ği ve kadını Tayu 'nun etrafını sardı. B ir kovanı savunan kızgın
arılar gibiydiler.
Çemberin kenarına koştuk. İki adam Tayu'ya çok yakın duru­
yordu. Biri onu itti. Jaime müdahale etti. Bir kolunu onun omuz­
larına doladı ve elini havaya kaldırıp bağırarak bir şey söyledi.
Sonra aniden Tayu 'yu iten adama döndü ve onunla konuştu.
Achuarlar geri çekildi. Diğer adam kalabalığa küçük bir ko­
nuşma yaptı. Jaime onlara kollarını salladı. Onlar gelene kadar
sessiz kalmış olan daha yaşlı bir adam konuştu. Erkekler ve kadın­
lar ayrıştı ama çok uzağa gitmediler.
Yaşlı adam katı bir sesle Jaime'ye bir şey söyledi. Achuar di­
liyle konuşuyordu. Jaime Tayu'yu iten adama döndü. Uzakta du-
1 60
ruyordu ve pişman bir hali vardı. Jaime'nin sesi yatıştırıcıydı. Ta­
yu'yu itmiş olan birden gülümsedi ve Jaime'nin yanına gelerek
yaşlının söylediklerini İspanyolca'ya çevirdi. "O kız bir Shuar,
düşmanımız. Eğer o uçağa binip insanlarının yanına dönmezse
onu öldürürüz."
Raul Tayu 'ya yaklaştı. Onun tercümanımız olduğunu belirte­
rek kalması gerektiğini söyledi.
"Ben İspanyolca biliyorum. Sizin için tercümanlık yaparım"
diye ısrar etti Achuarlardan olan adam. "O kız Tampur'un yanın­
dan geldi. Babamı öldüren adamın yanından." Adam göğsünü
yumrukladı. "Burada canlı bir şekilde kalamaz."
Jaime Tayu 'yu, Raul ' u ve beni yanına aldı. "Sen benim karde­
şimsin" dedi Tayu 'ya. "Ama ne yazık ki gitmen gerektiğini düşü­
nüyorum. Eğer kalırsan hayatın tehlikeye girecek. Buralarda tuhaf
şeyler oluyor. Bu insanlar çok korkmuş durumda."

Tayu'nun ayrılması beni boş, üzüntülü bir his içinde bıraktı. Uça­
ğın ağaçların üzerinden kayboluşunu izledim ve Tayu'nun ne dü­
şündüğünü merak ettim. Dengeyi düşündüm. Kadınsız erkeklerdik.
İlişki içinde olduğumuz kadınlar yoktu. Etrafımız Achuar kadınla­
rıyla dolu olmasına rağmen kendimi onlara yakın hissetmiyordum.
Bana düşman gibi görünüyorlardı, Neticede Tampur'un yanından
daha yeni gelmiştim! Kadınsız erkekler, der şamanlar ya savaştadır­
lar ya da dengesizdirler.
Jaime'yle birlikte uçak pistinden uzaklaşıp cangıla girdik. He­
pimiz karamsar bir ruh hali içindeydik. Raul ve Ehud Latin Ame­
rika tarihi ve kilisenin oynadığı rolle ilgili bir sohbete başladı.
Hem Tayu'yu düşünmeyi bırakabilmek adına, hem de merak et­
tiğim için Jaime'ye Achuarların neden korktuklarını sordum.
"Ekvator ile Peru arasında petrolle ilgili bir savaş olduğuna
dair sürekli bir söylenti var John. İnsanlar sınır boyunca sürekli
olarak silah sesleri duyuyor. Bir de ... " Durdu ve gözlerime baktı.
"Uzun zamandır arkadaşız. Bunu seni incitmek için değil sadece
görüşümü bilmen için söylüyorum. Senin insanların Achuarlar
üzerinde korkunç baskı yapıyor."
161
"Benim insanlarım" dediklerinin kim olduğunu ve ne tür bas­
kılardan bahsettiğini sordum.
Elini geniş bir şekilde omzuma koydu. "Senin insanların, grin­
golar. Achuarlara ormanlarını kesip yok etmeleri için baskı yapı­
yorlar. Buranın kuzeyindeki petrol şirketleri Waorani, Cofan ve
Secoya'yı yok etti. Ormanlara onarılmaz zararlar verdiler, binler­
ce hektar alanı napalmlarla bombaladılar, nehirleri kirlettiler ve
daha önce bilinmeyen salgın hastalıklara neden oldular. Achuar­
lar tüm bunların olduğunu gördü." Dönüp bana sarıldı. Ayrıldığı­
mız zaman gözlerime baktı. "Elbette senin onlardan biri
olmadığını biliyorum. Bunu biliyorum."
"Teşekkür ederim" dedim gülümsemeye çalışarak.
Yürümeye devam ettik. Bir süre sonra konuşmaya devam etti.
"Achuarlar topraktan geçimini sağlamakta büyük zorluk çekiyor.
Shuarlar gibi onların nüfusları da çok arttı. Her taraflarında orman­
lar kesiliyor. Çok ciddi bir sorunla karşı karşıyalar. Bir hayat biçimi
olarak avcılık ve toplayıcılık bitmiş durumda. Petrol ve altın şirket­
leri için, maun ve diğer değerli ağaçlar için yollar açmaya zorlana­
caklarını ve şantaja maruz kalacaklaruu biliyorlar. Paraya ihtiyaçları
var. Gelmeni istememin nedenlerinden biri onların sorunlarını din­
lemendir. Belki onlara yardım edecek bir yol bulursun."
Bir açıklığa vardık. "Achuarlar. . . " diye devam etti Jaime,
" . . . sadaka istemiyorlar. Kendi paylarına düşeni yapmak istiyor­
lar. Diğer insanlara öğretecek pek çok şeyleri olduğunu düşünü­
yorlar."
Güneş ışığında yürürken küçük bir göle vardık. Achuar erkek­
lerinden oluşan gruplar kıyıda delikler kazıyor ve bu deliklere bü­
yük direkler yerleştiriyorlardı. "Buna ben de inanıyorum" dedi
Jaime. "Bitkiler, ruhsallık, dünyayı ve birbirini sevmek hakkında
çok bilgililer. Tüm bunlar yeni bir tür okul için birer temel belki de.
Bizim insanlarımıza bizim hakkımızda bir şeyler öğretecekleri
okullar." Delikleri işaret etti. "Bu loca tamamlandığı zaman Kuzey
Amerikalılar ve Avrupalılar için çok konforlu olacak. İyi yiyecek,
güvenli içme suyu. Ama aynı zamanda Achuarlara ait olacak. Ya­
bancıların kendilerini güvende hissedecekleri, aynı zamanda yağ­
mur ormanıyla birlik içinde yaşayacakları bir yer olacak."
1 62
Jaime Ekvatorlu işadamlannın bu bina için bir milyon dolar
yatırımda bulunduğunu söyledi. "Bunu iyi niyetle ve sadece on­
lara söylenenlere dayalı olarak yaptılar. Çoğu hiç burada bulun­
madı." İç çekti. "Belki de hiç gelmeyecekler." Ellerini bir daire
içinde sallayarak adamların çalıştığı alanı gösterdi. "Mimari ve
materyaller tamamen Achuarlara özgü. Tek bir çivi bile kullanıl­
madı. Ben sadece gringolann buraya gelmesi durumunda isteye­
cekleri bazı şeyleri anlamalarına yardımcı oluyorum. Tüm işçiler
Achuar. Loca onlara ait. Yatırımcılar yalnızca kiralıyor ve on beş
yıl boyunca kullanma hakkı elde ediyor."
"Ama beklentileri var."
"Yatırımcıların mı? Aa ... elbette. İyi bir gelir bekliyorlar. Ama
aynı zamanda bunun sağladığı ümit için girdiler bu işe. Sonuçta
gelir elde etmenin daha güvenli yolları var." Durdu. "Ben inanç­
lıyım" dedi biraz durduktan sonra. "Dünyayı değiştirmek için ha­
yali değiştirmemiz gerekiyor. İnançlı olmamız gerekiyor."
"Jaime" dedim sonunda. "Benden beklediğin şey nedir? B u
insanlara nasıl yardımcı olabilirim?"
Gülümsedi. "Yalnızca dinle. Ve izle. Gözlerini, kulaklarını,
tüm duyularını aç. Ve öğrendiğin şeyleri hatırla. Bileceksin."
"Bu kadar mı?" diye sordum gülerek.
Bana baktı. "Tüm isteyebileceğim bu."
Sessizlik içinde yürüdük. Bir sebeple Bhagavad Gita'dan bir
bölüm geldi aklıma. Kendini her şeyde ve her şeyi kendinde gö­
ren kişi bilgelik içinde yaşar. Ben' in ve benim' in ego kafesinden
çıkabilen kişi sonsuza dek özgürdür. Bunu Jaime 'ye tekrarladım.
Saygıyla başını salladı. "Bilgelik dolu bir kitap."
Tampur'un Dört Kutsal Kardeş ile ilgili konuşmasını özetle­
dim. "Bhagavad Gita hepimizin içinde bulunan ve hepimize ay­
nı şeyi söyleyen bir sesten bahseder: İstediğimiz şey para, şöhret
veya mal değil, huzurlu bir dünya, sevgiyle dolu kalpler, hava­
nın ve suyun temiz, çevrenin sağlıklı olduğu bir dünyadır. Ken­
dimizdeki istenmeyen alışkanlıkları ve kendimizle, çevreyle ve
komşularımızla huzur içinde yaşamamızı engelleyen negatif dü­
şüncelerimizden arınmak isteriz."
1 63
Öğleden sonrasını civarda ve cangılda gezinerek geçirdik. Son­
ra, günbatımından hemen önce, Pastaza Nehri 'nin kollarından bi­
rinde bir kayığa binip Amazon'uiı tatlı su yunuslarının avlanmak ve
oynamak için sıkça geldiği bir yere gittik. Yunusları arayarak ve
bekleyerek belki yanın saat gezindik. O gün hiç biri ortaya çıkma­
dı. "Oluyor" diyerek açıkladı Jaime, "Doğanın bir parçası. Bazen
geliyorlar, bazen de gelmiyorlar. Kafes veya çit koymayacağız. Zi­
yaretçilerimizin yabani yaşamı görebilmesi için, bunun turistler ka­
dar hayvanların da hayalinin bir parçası olması gerekir."

İki gün sonra, toplumları ile ilgili kararlar alan bir grup Achuar
büyüğü ile akşam yemeği yemeye davet edildik. Bizim varma­
mızdan itibaren toplanmaya başladıkları, birkaçının bizimle bu­
luşmak için uzun mesafeleri kat ettiği söylendi.
Öğleden sonranın ilerleyen saatlerinde dördümüze topluluk
toplantı odasına kadar refakat edildi. Duvarların önünde tümü yaş­
lı belki iki düzine adam oturuyordu. Tercümanımız bizi gezdire­
rek her birine tanıttı. Sonra bize de tabure verildi.
Yaşlılardan bazıları ayakta ve bize doğru dönerek selamlama
konuşması yaptı. Tanışma ve kullanılan dil resmiydi. Jaime söz
aldı ve bizi tanıttı. Raul ' un, inşa ettikleri locanın finansmanı için
düzenlenmiş olan ekoturizm işinde onun partneri olduğunu, be­
nim, mesajı pek çok dilde pek çok ülkeye yayılan bir yazar oldu­
ğumu ve Ehud'un da kitapları pek çok kıtada milyonlarca insan
üzerinde etki yapan bir yayımcı olduğunu anlattı.
Her birimizin başının tepesine dokundu. "Yardımlarını sun­
mak ve bilgeliğinize başvurmak için geliyorlar."
Sonra toplantı genel konuşmaya açıldı. Chicha kaseleriyle ka­
dınlar girdi. Atmosfer daha az resmi hale geldi.
Yaşlılardan pek çoğu doğrudan bize yönelik olarak konuştu.
Önceki formalitelere rağmen, kalplerini bize açmadaki isteklilik­
lerinden çok etkilendim. Hemen hepsi insanlarının karşılaştığı iki­
lemi ifade etmek istiyordu. Hikayeleri Jaime'nin anlattığı gibiydi.
Son on yıl boyunca daha öncekilere hiç benzemeyen değişimler
yaşıyorlardı. Dini ve tıbbi misyonlar önce pek çok hizmet getiri­
yor gibi görünmesine rağmen, şimdi bunların herhangi bir yara­
rının olup olmadığından şüphe ediliyordu.
1 64
"Daha fazla bebeğimiz yaşıyor" dedi yaşlı bir savaşçı. "Daha
çoğumuz daha uzun yaşıyor. Ama şimdi açlıktan ölme tehlikesiy­
le karşı karşıyayız. Ailelerimizi avlanarak besleyemiyoruz. Çok
fazla insan, çok az av hayvanı var. Dizlerimizin üstüne çöküp di­
lenmemiz gerekiyor." Meydan okurcasına etrafa baktı. "Achuar­
lar böyle yaşamaz. Beyaz adam bizi kölesi yaptı. Bizi silahlarla
değil, kitaplarla ve ilaçlarla vurdu."
B ir diğeri, bir grup Achuar'ın Andlar'dan gelen kolonicilere
verilen topraklardaki haklarını devletten talep etmek üzere yürü­
yerek cangılı kat edip Andlara, oradan da Quito'ya kadar gittik­
lerini anlattı. Kendilerine eşlik eden diğer yerli insanlar, üniversite
öğrencileri ve yandaşlarla birlikte, Başkan onların durumunu öğ­
renene kadar şehir meydanına kamp kurmuşlardı. Devlet yaklaşık
dört bin kilometre karelik bir alanı Achuarlara tahsis edince azim­
lerinin ödüllendirildiğini düşünmüşlerdi. "Gönderdiklerimiz süs­
lü kağıtlarla dönünce kutlamalar yaptık. Aylar sonra ise eğer
büyük şirketler arazimizde petrol veya altın bulursa, hakkımızın
geçersiz olduğu söylendi. Eğer isterlerse burayı yok edebilirler.
Tıpkı Kuzey 'de Waorani ve Cofan'da olduğu gibi."
Beyaz adamların hem kültür genelinde, hem de bireylerde ya­
rattığı sorunlar anlatıldıkça onlar için büyük üzüntü duydum. "Si­
lahlar ve radyolar sunulan gençlerimize ne söyleyelim?" diye
sordu biri. "Sizlerin sahip olduğu şeylere sahip olmamaları ge­
rektiğini mi? Peki tüm bunlar ne için veriliyor? Hediye gibi görü­
nüyorlar ama kalbimizde biliyoruz ki yabancılar bir karşılık
beklemeden bu tür hediyeler vermez."
O oturunca bir diğeri kalktı. Ayakta durabilmek için uzun bir
sopa kullanan, zayıf düşmüş bir yaşlı. "Hediye verenler kısa bir
süre sonra dönüp şuradaki yaşlı bir ağacı, sonra da şuradakini kes­
mek için izin istiyor. Gençlerimiz daha fazla hediye istiyor ve
alınca da onların isteklerini kabul ediyor. 'Eski bir ağaç nedir ki?'
diye soruyorlar. ' Modernleşmemiz gerek' diyorlar. 'Bebekleri­
mizin aşılanmaya ihtiyacı var. Cangılın artık sunmadığı besine
ihtiyaçları var. ' Bu gençlere ne cevap verelim?"
Tüm yapabildiğimiz dinlemek ve sözleri bitince acılarını duy­
duğumuzu, kalbimizin kan ağladığını söylemekti. "Yalnızca Ac-
1 65
huarlar için değil" diye ekledim. "Aynı zamanda Waorani, Cofan
ve Shuarlar için. Hem dostlarınız hem de düşmanlarınız için ay­
nı hisleri duyuyoruz. Ve benim kendi insanlarım, beyaz adam, ba­
na göre dünyadaki en mutsuz kültürlerden biri. Uçuruma doğru
giden bir yolda ilerliyoruz ve diğer herkesi de yanımızda götürü­
yoruz. Sadece insanlar da değil, aynı zamanda pek çok diğer tür.
Bu tam bir trajedi."
Ehud tüm dünyadaki insanların benzer sorunlarla mücadele et­
tiğini vurguladı. Avustralya Aborjinlerinin, Bomeo 'daki Dyakla­
rın ve Tibetlilerin durumunu anlattı. Ve onlara Achuarlann sesinin
duyulacağı güvencesini verdi.
Onların bizim yardımımıza ihtiyacı olduğu kadar bizim de onla­
rın yardımına ihtiyacımız olduğunu söyledim. "İnsanlarımın kutsal
şeyleri sevmeyi öğrenmesi gerekiyor." Partnerlik fikrinden bahset­
tim, bunu yardım, bilgi, şefkat ve enerjinin çift yönlü olarak taşın­
dığı bir köprü olarak tanımladım. Bir düşünce aklıma çakıldı. "Bu
kadar çok yıkıma neden olanların, yani benim insanlarımın kolektif
hayalini değiştirmenin bir yolunu bulmamız gerekiyor." ABD'ye
dönünce onlarla birlikte çalışmak üzere yeni bir partnerlik organizas­
yonu oluşturmaya çalışacağıma söz verdim. "Başarılı olacağıma söz
veremem. Yalnızca bunu deneyeceğime söz veriyorum."
Sonra aklıma bir düşünce daha geldi. Doğrudan o uzun sopa­
lı yaşlı adama baktım. "Yaşlı ağaçları kesmeme kararı aldıkları
zaman gençlerinize hediyeler veya para vermenin bir yolunu bul­
mada bana yardımcı olun."
Yavaşça, ağır bir şekilde bastonuna yaslanarak bir kez daha aya­
ğa kalktı. Gözlerime baktı. "Bu ormanlar bize ait değil. Hiç kimse­
ye değil, tüm insanlığa aitler. Başını eğip bastonuna baktı. "Onları
pek çok şey için kullanıyoruz." Bastonu iki eliyle kavradı. "Her za­
man izinlerini isteyerek. Her ağacı onurlandırıyor, onlara saygımı­
zı sunuyoruz. Ormanların bizden çok daha yaşlı olduğunu ve
hepimizden daha fazla yaşayacaklarını biliyoruz. İnsanlarınız ben­
cilce ve saygısız bir biçimde onları keserek tüm insanların bu muh­
teşem Dünya Ana'dan ayrılmalarına neden olabilir. Ama ormanlar
yaşayacaktır. Onları tamamen yok edemeyeceksiniz." Durup etra­
fa baktı. "İnsanlarımıza ağaçlan kesmemeleri için bir şeyler ver-
1 66
menin yollarını bulmada size yardımcı olmamızı istiyorsunuz. Bu­
nun söz konusu bile olamayacağını söylememiz gerekiyor. Ku­
zey'de de bu ağaçlar olmadan yaşayamayacağınızı biliyorsunuz.
Soluyacak havanız, içecek suyunuz, hayatınız olmaz. Ama gelip
ağaçlan kesebilmek için insanlanmıza tomarlarla para sunanlar si­
zin insanlannız. Ne için? Bilmiyoruz. Bazen insanlannız ağaçları
nehirlerden taşıyor. Bazen ağaçlan yakıp göklere ulaşan devasa bi­
nalar yapıyorsunuz ve bunlann uzun iğnelerini toprağın derinlikle­
rine batırarak Dünya Ana'nın kara kanını döküyorsunuz. Neden?
Kim bilir? Biz yaşlılar bu insanlannızın kötü, kara büyücüler oldu­
ğunu biliyoruz. Şimdi sen buradasın. Arkadaşımız Jaime senin bir
dost olduğunu söylüyor. Ona inanıyoruz. Ama kendilerinin de sa­
hibi olmadığı ağaçlan kara büyücülerinize satmamaları için genç­
lerimize para vermede size nasıl yardımcı olabileceğimizi mi
soruyorsunuz?" Tekrar taburesine oturdu.

Sonraki birkaç gün boyunca ormanlarda dolaştık, nehirlerde kı­


sa kano yolculukları yaptık, Achuarlar, onların bitkiler ve hay­
vanlar hakkındaki bilgileri ve dünyayı algılama biçimleriyle
i lgili olarak elimizden geldiği kadar çok şey öğrendik. B üyüle­
yici bir deneyimdi ama kayıtlı tüm tarihin öncesine uzanan bir
geleneğin son anını paylaşıyor olabileceğimiz şüphesi içindey­
dim. Bu insanların hayatlarına girmiş olmaktan onur duyuyor­
dum ama yakında, kendi kültürümde öylesine kendini mahvedici
etkiler yaratan materyalizme maruz kalacakları düşüncesi beni
çok üzüyordu.
Derken bir sabah Kapawi ' den ayrılma vakti geldi. Çantaları­
mızı nehre taşıyıp on beş metreden uzun, büyük bir oyma kano­
ya yükledik. Evi nehir yoluyla birkaç saat mesafede olan,
yabancılar tarafından nadiren ziyaret edilen bir topluluğun üyesi
bir Achuar şamanım ziyaret etmek için yola çıktık. Karşılaşaca­
ğımız insanların pek çoğunun hayatlarında hiç beyaz bir insan
görmemiş oldukları konusunda uyarıldık. B ize nasıl reaksiyon
gösterecekleri bilinmiyordu.
Nehirdeki yolculuğumuza başladığımızda kanoda belki otuz
yolcu ve sepetler dolusu eşya vardı. İlerledikçe, ormana giren kü-
1 67
çük suyollarında inen kişiler oldu. Hepsi Jaime 'nin bölgesinde
çalışıyordu. Gerekli malzemeleri getirmek ve ailelerinin işlerine
yardım etmek için periyodik olarak evlerine dönüyorlardı. Sonun­
da çoğu Kapawi 'ye geri dönecekti.
Nehirde ilerledikçe etrafımızdaki insanların giderek daha faz­
la sıkıntı işaretleri gösterdiklerini fark ettim. Başlangıçta Jaime,
Ehud, Raul ve beni görür görmez kaçmaya başlayanlar yalnızca
çocuklardı. Sonra yaşlı insanlar da aynı tepkiyi göstermeye baş­
ladı. Belirli bir noktayı geçtikten sonra ise herkes bizden saklan­
maya başladı. Jaime'ye bunu sorduğumda, görüntümüzün daha
önce hiç beyaz insan görmemiş olanları korkuttuğunu söyledi.
"Achuarları yiyen dev beyaz yamyamlarla, yani 'Evialar' la ilgili
bir efsaneleri vardır. En cesur savaşçıları bile onlar karşısında
güçsüz kalmış. Evialar sonunda güneş tanrısı Etsaa tarafından yok
edilmiş. Ama şimdi insanlar bizi görünce bazı Eviaların haia ya­
şıyor olabileceğini düşünmüş olmalı."
Dördümüzün de Achuarlardan epeyce uzun olduğumuzu fark
ettim. Achuar erkeklerinin boy ortalaması yaklaşık 1 .65- 1 .70'di
sanırım. Yanıtı belli soruyu sormak istememe rağmen sessizliği­
mi sürdürdüm: Efsanelerinde tarif edilen, yalnızca ormanlarını ve
kültürlerini değil, bütün bir tür olarak varlıklarını da tehlikeye so­
kan yamyamlar gerçekten de biz değil miydik?
Gördüğüm en olağanüstü yağmur ormanlarından birinin için­
de yaptığımız inanılmaz bir yolculuktu. Çoğunlukla kuş olmak
üzere, tehlike altındaki türler listesinde bulunan pek çok canlıya
rastladık. Hava genellikle kelebeklerle doluydu. Güneş ve yağ­
mur birbirini izledikçe, çok sayıda gökkuşağının oluşup kaybol­
masına tanık olduk. Sudan ve cangıldan bize bakan gözler vardı.
Şamanın evine günbatımından hemen önce vardık. Kıyıda,
nehre yukarıdan bakan bir yere kurulmuştu. Geleneksel oval şe­
killi ev büyük ve heybetliydi. Gördüğüm en görkemli yerli eviy­
di. Otuz metre uzunluğunda olduğunu tahmin ettiğimiz bu evin
incelikli bir şekilde örülmüş çatısı, orta kısmında yaklaşık üç-dört
kat yükseliyordu. Biz yaklaştıkça çocuklar dağılıp ormana kaçtı.
Şaman Tsunkanka beklediğimden gençti; kırklı yaşların başların­
da olmalıydı. Otoritesi şüpheye yer bırakmıyordu. Elimizi sıkmaya
1 68
gelirken insanlann çoğunluğu ondan uzaklaşıyordu. Gücünü, aruta­
mını, yani savaşçılaıı diğerlerinden ayıran ruhu hissedebiliyorduk.
Karşımızda ne insan ne de ruhsal düşmanlarla savaşmaktan korkan
biri vardı. Gözleri deliciydi. İspanyolca bilmiyordu ama iletişim kur­
makta zorluk çekmeyeceğimizi biliyordum.
Akşam seremonisi için evine birkaç düzine insan davet edildi.
Sanırım bizim korkunç Evialar olmadığımız kulaktan kulağa ya­
yılmıştı. Ya da belki Tsunkanka'nın dev beyaz yamyamları yok
edişini izlemeye gelmişlerdi. Dışanda güneş ufukta oyalanıyordu
ama içerisi karanlıktı. Konuk alanı olarak ayrılan bir duvarın
önünde uyku tulumlanmızı serdik. Achuarların, özellikle de ço­
cukların bizi dikkatli bir şekilde incelediklerini hissedebiliyor­
dum. Bazıları bize dokunmak için sokulup hızla kaçıyordu.
Şaman büyük evinin ortasında bir taburenin üzerine oturdu.
Cayır cayır yanan ateşin önünde, görünmez bir rüzgar tarafından
dokunuluyormuş gibi bir o yana, bir bu yana sallanıyordu. Sonra
bu hareketi birden durdu. Her şey sessizleşti. Çocuklar bile dur­
du. Tuhaftı. Hiçbir işarette bulunulmamıştı ama her şey durmuş­
tu. Kimsenin ağzından tek bir kelime çıkmıyordu.
Tsunkanka bizi çağırdı. Beni işareti etti, sonra da ateşin ya­
nındaki bir tabureyi. Oturdum. Alevlerin ışığında, elinde Viejo It­
za'nın bana verdiği taşı hatırlatan küçük bir taşı görebiliyordum.
Ona nefesini üfledi ve yumuşak bir şekilde şarkı söylemeye baş­
ladı. Sonra taşı bana verdi. İngilizce olarak taştan, Yukatan'daki
piramitte gözümde canlandırdığım ve Tampur'un yanında kaldı­
ğım gece gördüklerime benzer bir enerji küresine dönüşmeme
yardımcı olmasını istedim. Taşı ona geri verdim. Anlamış gibi
ağır bir şekilde başını salladı.
Taşı küçük bir kabak kasesinin içine bıraktı ve tekrar hafif bir
şekilde şarkı söyledi. Sesler derin ve gırtlaksıydı. Yarı homurtu
yan mırıltı şeklindeki bu sesler bana bir jaguarın çiftleşmesini ha­
tırlattı. Kaseyi her iki eliyle tutup kalbine kaldırdı. Şarkı bir an
daha yüksek bir sese çıkıp sonra durdu. Kaseyi bana verdi.
Koyu renkli sıvıyı içtim. Taş dişlerime çarptı. Taşı ağzımda
tuttum ve pürüzsüz yüzeyine dilimle dokundum.

1 69
1 6. B ÖLÜM

ZAMAN V E MEKANDA
ŞEKİL DEÖ İŞ T İRME

DIŞARIDA GEZİNDİM . Gece olağandışı derecede karanlıktı. Gökte


tek bir yıldız bile görünmüyordu.
Hafif bir ayahuska içmiş olduğumu biliyordum. Tadı Shuarlar­
la birlikte birkaç kez içtiğim ayahuskanın tadından farklıydı. O
kadar acı veya güçlü değildi. Güçlü dozlarda genelde olduğu gi­
bi bir kusma olmayacağından emindim.
Raul yanıma geldi. "Farklı" dedi.
Cangılın önündeki karanlık ağaç kitlesinin kenarında sessizce
duruyorduk. Evin içinde Tsunkanka şarkı söylemeye başladı. Son­
ra bir yılan tıslaması duydum. Geri sıçradım ama o sesin Raul 'un
nefes çekişinden kaynaklandığını fark ettim. Göğü işaret etti.
Parmağını takip edince bir yıldız gördüm. Çok büyüktü ve gö­
rünen tek yıldızdı. Çok etkileyiciydi. Raul' un kolunu omuzlarım­
da hissettim. Yıldızın ışığı değişiyordu: Yeşil, mavi, kırmızı.
"İnanılmaz!" dedi Raul omuzlanmı sıkarak. Yıldız bize doğ­
ru hareket ediyor gibiydi.
Orada onu uzun süre izledik. "Sanki konuşuyor" dedi Raul so­
nunda. "Onu bir yüz gibi görüyorum." Biraz sonra yıldızın gördü-
1 70
ğüm o mavi kürelere benzeyip benzemediğini sordu. Görünüşü­
nün benzemediğini söyledim. Zamanın ve her şeyin dışındaydım.
Parıldamaya devam eden yıldızı gözlüyordum sadece. Yıldız tek­
rar bize yaklaşmış gibi göründü, sonra yine uzaklaşarak tüm sih­
rini kaybetti ve geceyi aydınlatan milyonlarca parlak noktadan
biri haline geldi.
Ehud evden çıkarak yanımıza geldi. Üçümüz gecenin içinde
ayakta duruyorduk. "Muhteşem bir şarkıydı" dedi Ehud. Tsun­
kanka'nın o anda sessiz olması dikkatimi çekti.
"Sanırım şaman mola verdi" diyerek gözlemini paylaştı. Ne­
hir kıyısında yürümeyi teklif etti. Jaime'nin uyuduğunu söyledi.
İçimden eve dönmek geldi. Ehud 'un nehir kenarında yürüme
teklifini geri çevirdim ama bensiz de olsa gitmelerinde ısrar ettim.
"Hiçbirimizin bakıma ihtiyaç duyduğunu sanmıyorum. O ayahus­
ka yalnızca yanın kase chicha kadar güçlüydü." Hepimiz güldük.
Onlar gittikten sonra evin dışındaki küçük açık alanda yalnız
kaldım. Ağaçların tepesine baktım. Y ıldızlann aydınlattığı gökte­
ki siluetleri, saçları kabarık dev kafaların görünümünü aldı. Bel­
ki de yüzyıllar önce mavi küreler içinde gelmişlerdir buraya diye
düşündüm hafif bir gülüşle. Tsunkanka şarkısına tekrar başlayın­
ca ağaçlar sanki onun adına benimle konuşuyor gibiydi. Sana yar­
dım etmek için buradayız diyorlardı sanki. Enerjiye veya öğüde
ihtiyacın olduğunda bize gel.
Kitiar'ın ağaç ruhlarından bahsedişini hatırladım. Pleiades'ten
geldiklerine dair bir şey söylememiş miydi? Tampur'un Kitiar'ı an­
latışını düşündüm: "Diğer gezegenler. Cangıl ruhları. Kitiar" demiş­
ti. Deneyimlemekte olduğum hisler bana bir ayahuska yolculuğunu
düşündürdü ama ayahuska aldığım diğer zamanlardakine hiç benze­
meyen bir şekilde fiziksel varlığımın hayli farkındaydım.
Dönüp eve girdim. Ateş sönüp bir köz yığınına dönmüştü. Ka­
pıda durdum, gözümü alıştırdım. B ana yöneldiğini algıladığım
bir hareket hissetmeye başladım. Közlerin yanmakta olduğu yer­
den birkaç metre uzaktaki ağır bir dalga, yükselip alçalan bir kol
gibiydi.
Tsunkanka hala taburesinde oturuyordu. Yüzü gölgede olma­
sına rağmen gülümsemekte olduğunu biliyordum. "Uzan" der gi­
biydi, sesini kullanmadan.
171
Birkaç adım atınca Tsunkanka'nın önünde serili hasırı gör­
düm. Sert toprağın üzerindeki hasıra sırt üstü uzandım. Toprağın
enerjisinin içime aktığını hissedebiliyor gibiydim. Tsunkanka tek­
rar hafif bir şekilde şarkı söylemeye başladı.
Sıcak bir esinti geçti üzerimden. İyice gevşemiştim. Bir huzur
duygusu ile kaplandım. Bir elini gözlerimin üzerine koydu. Söyle­
diği şarkıdan bazı sözler duyuyordum. "Ataların şamandı. Herkes
bir Şaman kültüründen gelir" diyordu sözler, bunları duyduğumda
durumun anlamsızlığının farkında olmama rağmen. Sözler İngi­
lizceydi çünkü. Ama ister Tsunkanka'dan ister başka bir yerden
geliyor olsunlar, bunları duyduğumu inkar edemiyordum. Bu söz­
leri düşündüm. Tarihimizde yeteri kadar eskiye gidersek hepimizin
Şaman kültürlerinden geldiği kesinlikle doğruydu. Kökenlerimizin
nereye vardığının bir önemi yok. Afrika, Asya, Avrupa, Orta Do­
ğu . . . Hepimizin soyunda şamanlar mevcut. Şamanlar genlerimi­
zin, DNA'mızın, hücresel yapımızın bir parçası.
Bu durum kafamda bazı sorular uyandırdı. Bunu sormam ge­
rektiğini biliyordum ama tereddütteydim çünkü bu adamla İngi­
lizce veya İspanyolca konuşma düşüncesi bana sıkıntı veriyordu.
Sonra Kitiar'la geçirdiğim bir geceyi hatırladım. Tek başıma yap­
tığımı sandığım inanılmaz bir psiko-navigasyonel yolculuktu ama
sabah onun tüm o süreç boyunca benimle birlikte olduğunu öğren­
miştim. Tuhaf, hatta inanılmazdı. Ama Kitiar'ın birlikte yaptığı­
mız yolculukla ilgili anlattıkları aklımda hiçbir şüphe
bırakmamıştı. The World Is As You Dream it adlı kitabımda bu
olaydan bahsettikten sonra Tibet ve Endonezya'daki şamanlarla
çalışmış olan başka insanların da buna benzer ortak yolculuklar
deneyimlediklerine dair mektuplar aldım. Eğer o olduysa, her şey
mümkündü. Tsunkanka'nın ellerini göz kapaklarımda hissettim
ve sormaya karar verdim.
"Hepimiz Şaman kültürlerinden geldik. Peki, ne oldu? O ha­
yalden neden vazgeçtik? Bu dünyayı onurlandırıcı yaşam tarzını
neden şu anda türümüzü yok etmekte olan ticari anlayış ve mater­
yalizmle değiştirdik?"
Dudaklarının kulağıma dokunduğunu hissettim. Şarkısını doğ­
rudan bana söylüyordu. Ses yapraklardaki rüzgar gibiydi. Elleri-
1 72
ni gözlerime bastırdığında mavi kürelerden birini gördüm. Üze­
rimde duruyordu.
Kürenin varlığı beni şoke etmişti. Ama sanki onu bekliyormu­
şum, bu anın geleceğini biliyormuşum, bir parçam buna niyet et­
miş gibi, bir şekilde beklenen bir şeydi aynı zamanda. Hayretler
içindeydim ama deneyimlemekte olduğum şeyi kabul ediyordum.
Tanımlanamaz dalgalar halinde üzerimden geçen bir duygu seli
içindeydim. Tüm bunların, özellikle de hislerimin tanımların öte­
sinde olduğunu düşündüğümü hatırlıyorum. Neyin mümkün oldu­
ğuyla ilgili olarak bana şimdiye kadar öğretilenler yanında bu o
kadar olağandışı bir olaydı ki, hala bunu kelimelerle ifade etmek­
te zorluk çekiyorum.
Bu boyutta zekamın çok berrak olduğu, hissettiğim tüm yoğun
duygulara rağmen ne olduğumu ve rolümün ne olduğunu kesin bir
şekilde bildiğim bir seviyeye ulaştım. Kürenin içine girmem gerek­
tiğini anladım. Kürenin enerjisinin beni davet edercesine titreşmek­
te olduğunu görebiliyordum. Büyük bir huzur içindeydim. Güçle
dolu olduğumu, enerjimin izlemekte olduğum enerji alanıyla tama­
men aynı şey olduğunu da biliyordum. Derin bir nefes verdiğimi,
kendimi o gerçekliğe bıraktığımı hatırlıyorum.
B unun ardından ben de havadaydım. Havada çaba harcamak­
sızın hareket ediyordum. Evin içinde dolaştım, kapıya yöneldim
ve karanlık orman örtüsünün üzerine çıktım.
Bu anı hiçbir zaman açıklayamayacak olmakla birlikte, bunun
kesinlikle gerçek olduğunu düşündüm. O gün daha önce yaptığı­
mız kano yolculuğu kadar canlıydı. Bu, bir rüyada olmanın ve rü­
ya olduğunun farkında olmanın zıddıydı. Bu bana fiziksel bir
şekilde, hücresel bir düzeyde oluyordu. Rüya veya halüsinasyon
görmediğimin, hayal kurmadığımın mutlaka bir şekilde farkın­
daydım ve bunu bilmeme rağmen kimseyi bunun olduğuna ikna
edemeyebileceğimin de farkındaydım. Şekil değiştirmiş, bir ener­
ji küresine dönüşmüştüm. En basit şekilde dönüşmüştüm. Bede­
nim bir başka şeyin bedeniyle birleşmişti. İnanılmaz bir şekilde bu
duyum tamamen doğal görünüyordu.
Küre (yani ben) etrafa güçlü bir ışık yayıyordu. Aşağıdaki or­
man aydınlandı. Bunu dikkatli bir şekilde inceledim. Ağaçları tek
1 73
tek seçebiliyordum. Çalıların altında hızla ilerleyen bir gece ke­
mirgenini takip ettim. Sonra bir an için her şey sanki bir videonun
ileri sarılması gibi bir anda bulanıklaştı. Yine ani bir şekilde nor­
male döndü. Aşağı baktım, bir ırmağa yaklaştım ve bir hareketi
tespit ettim. Kıyıda bir grup asker vardı. Zırhlı olduklarını görün­
ce şaşırdım. Eski tip miğferleri, göğüslükleri ve kalkanları vardı.
Yüzleri Asyatik tipteydi. Koyu renkle boyalı metalleri ve tüylü
miğferleri içinde tamamen uyumsuz görünüyorlardı. Birden kan
dondurucu çığlıklar attılar, kılıçlarını savurdular, nehir kıyısında­
ki bir mağaraya saldırdılar. Daha iyi bir bakış açısına geçmek için
alçaldım. Kısa bir aradan sonra tekrar ortaya çıktılar. Korku için­
deki kadınları ve çocukları mağaranın karanlık ağzından çekerek
çıkardılar. Zırhlarında kan vardı. Liderleri şahlanmış, ateş püs­
kürten bir ejderha amblemli bir sancak açtı. Ellerini ağzının hiza­
sında büküp bağırdı : "İmparator adına sizi medenileştiriyoruz."
Sonra çok garip bir şey oldu. Kafasını kaldırıp bana baktı. Ağ­
zı açılıverdi. Yalpalayıp dizleri üzerine düştü. Ama hızla toparlan­
dı ve adamlarını tutsaklarıyla birlikte hızla tekrar mağaraya soktu.
Onları içeri yönlendirirken gizlice bana bakışlar atıyordu.
Anladım ki insanlar tarafından görülebilen bir tür tanımlana­
mayan uçan cisme dönüşmekle kalmamış, aynı zamanda kendimi
başka bir zamana götürmüştüm.
Görüşüm tekrar bulandı. Görüşümü tekrar kazandığımda deva­
sa, dairesel bir taş yapının üzerindeydim. Açık olan tepesinden içe­
ri baktım ve neşeli seyircilerle dolu bir tribün gördüm. Ortada bir
saha vardı. Futbol stadyumuna benziyordu. Bir grup kadın ve ço­
cuk oıtaya getirildi. Üç adam onlardan uzaklaşarak açık alanın bir
ucundaki büyük bir ahşap kapıya gitti. Gözleri kapıya sabitlenmiş
olan üç adam savaşmaya hazırlanan birer savaşçı gibi çömelmişti.
Niyetlerinin kadınlan ve çocukları kapının arkasındaki korkunç bir
tehlikeye karşı korumak olduğunu anladım. O küçük gruptaki in­
sanların korkusunu hissedebiliyordum. Hem bu savaşçılar hem de
seyirciler o kadar yoğun bir şekilde bu olanlara odaklanmıştı ki
kimse beni görmüyordu. Birden seyirciler ayağa fırladı. Kapılar
açıldı. Dört aslan arenaya girdi ve üç adama saldırdı. "Barbarları
medenileştirin! " diye bağırıyordu kalabalık hep birlikte.
1 74
Olacağını bildiğim vahşeti görmek istemediğim için hızlı bir
şekilde yukarı doğru uzaklaştım. Arena iyice aşağıda kaldı ve so­
nunda sadece bir nokta haline geldi.
B unun ardından olaylar birbirini izledi. Hızlı bir şekilde geli­
yorlardı ama her biri mutlak bir şekilde gerçekti. Bunları sözler­
le tam olarak anlatabilmem imkansız olduğu için, son sahneye,
yani asıl sorumu yanıtlayan on üç kadının bulunduğu sahneye bir
çerçeve sağlayacak biçimde bunlardan yalnızca birkaçını özetle­
mekle yetineceğim. Şunu söylemeliyim ki, tüm yolculuğum bo­
yunca zihnimde gerçek hayatın içindeki canlı, fiziksel varlıkları
gözlemekte olduğumdan asla bir şüphem yoktu.
Kendimi kalabalık bir pazara tepeden bakarken buldum. Paza­
ra develer ve atlardan oluşan uzun bir kervan girdi. Çok uzaklar­
daki kültürlerden satın alınmış veya el koyulmuş egzotik mallara
bakabilmek için her taraftan insanlar koşarak pazara geldi. İlerle­
dim. Yakındaki bir limanda bazı gemiler insanlardan oluşan kar­
golarını boşaltıyordu. Daha iyi görebilmek için alçaldım. Paçavralar
içindeki erkekler, kadınlar ve çocuklardan oluşan bir dizi insan
ahşap bir rıhtıma çıkıyordu. Periyodik olarak çıplak sırtlarını kam­
çılayan deri önlüklü adamlar tarafından dürtülüyorlardı. Birbirleri­
ne zincirlerle bağlanmış bu insanlar işkence görmüş, aşağılanmış,
umutsuz, yaşama iradelerini yitirmiş insanlardı. Havaya ümitsiz­
lik sesleri ve dışkı kokusu yayılıyordu.
Eski dünyada yolculuğuma devam ederken, erkeklerin diğer
erkekleri, kadınlan ve çocukları egemenlikleri altına aldıkları pek
çok manzara izledim. Her durumda kontrolü elinde tutanlar tarih
kitaplarında en gelişmiş olarak tanımlanan kültürlerdendi. Tanık­
lık ettiğim her şey büyüleyiciydi ama bir süre sonra kan pıhtıla­
rından midem bulanmaya başladı. B ir noktada artık kusacağımdan
emin olmuştum.
Kendimi hemen modern zamanlarda, farklı türde korku sahne­
lerini gözlemlerken buldum: Toprağa açılmış deliklerde cılızlaş­
mış insanlar değerli taş ve mineraller arıyor, devasa fabrikalar
atmosfere kir saçıyor, çocuklar ağır işlerde, kadınlar montaj hat­
larında çalışıyor, bazıları da gettoların sokak köşelerinde beden­
lerini satıyordu. Katedraller kadar büyük mağazaları dolduran
175
müşteriler alışveriş yapmaktan keyif almıyordu. Kabalık şehirler­
de tepelerde oluşmuş fakir mahaller vardı. Açık lağımların yanın­
da karton kutular içinde yaşayan aileler ve okyanus kıyısında çok
yükseklere inşa edilmiş göz kamaştırıcı evler vardı. Bazen izledi­
ğim insanlar da beni görüyordu. Fakat genelde fazlasıyla meşgul­
lerdi. Beni fark edenler, onları tehdit edecek hiçbir şey yapmamama
rağmen, şok ve korkuyla tepki veriyorlardı.
Sonra yeşil tepelerden geçtim. Güneş parlıyor, çimler rüzgar­
da salınıyordu. Havadaki tazeliği koklayabiliyordum. Burada, de­
neyimlediğim diğer yerlerden tamamen farklı hisler içindeydim.
Bir tepenin üzerine geldim ve aşağıda bir grup insanın toplandı­
ğı küçük bir vadi gördüm. Grubun tümü siyah giysili kadınlardan
oluşuyordu. 1 800'Ierin sonlarında bir fotoğraf için poz veren res­
mi bir grup gibi duruyorlardı.
Daha yakından bakmak için alçaldım. Bütün kadınların elin­
de uzun, sivri uçlu tohum ekim çubukları vardı. Ölü bitkiler ve
grotesk köklerle dolu bir bahçedeydiler. Yeşilliklerin bol olduğu
bir yerde bu görüntü çok dikkat çekiciydi.
Kadınlardan biri yukarı baktı ve beni işaret etti. Hepsi beni
gördü ve sanki gelişimi bekliyorlarmış gibi gülümsediler. Diğer­
lerinin aksine korkmuş görünmüyorlardı. Beni ilk gören onlara
katılmam için çağırdı. Bir daire oluşturdular ve yavaşça dairenin
ortasına indim. Tatlı bitkilerinki gibi bir kokuları vardı.
"Sorun neydi?" diye sordu ilki. "Kültürünüzün, Şamani, dün­
yayı onurlandıran yaşayışı neden terk ettiğiyle ilgiliydi sorun...
Hatırlıyor musun?" Başını yukarı aşağı salladı. "Elbette hatırlı­
yorsun. Yanıt hakimiyet fikriyle ilgili. Ama kullanılan kelime
hakimiyet değildi. Bunun yerine kullandıkları kelimeler. . . "
On iki kadın da ona katılıp tiz bir koro halinde: "İlerleme, ge­
lişim, medeniyet."
"Görüyorsun ya, zenginler hep daha fazla zengin olmak, güç-
lerini arttırmak istedi."
Yine koro: "Kontrolü ele geçirmek."
"İnsanlık tarihi ... Merkezileşmeye doğru büyük hamleler."
Koro: "Gelişmiş devletler, kültür, yüksek yaşam standartları."
"Teknoloji."
1 76
"Kontrol."
Tek başına konuşan yavaş bir şekilde bir dairede döndü. "Sen sor­
dun, biz de açıklamak için buradayız. Ama zaten gördün. En azından
yeteri kadarını gördün. 'Gelişmiş, medenileşmiş toplumların' yük­
selişi ile doğaya yakınlığı ve bağımlılığı vurgulayan, esrimeyi teşvik
eden Şamani kültürlerin yıkılışı arasında doğrudan bir ilişki var."
"Esrime !" Kadınlar tahrik edici bakışlar attı, vücutlarıyla şeh­
vani hareketler yaptı, dört beş tanesi göğüslerini tuttu.
"Esrime hepimizin arzuladığı şey. Tüm her şeyle birliğimizi his­
settiğimiz zamanki yüksek tutkuların doğal hali. Ama diğerlerine
egemen olanlar esrimeden nefret eder. Tutkuda kızgınlık ve isyan
da vardır. Bu onların uyguladığı kontrolü tehdit eder. Bunları be­
nimseyen şamanları gözden düşürürler. Sonra dinden tanrıçayı, ka­
dınlardan rahibeyi uzaklaştırmaya çalışırlar. Kadın esriktir. Bunun
yerine koyunlarına bir şeylere sahip olmayla gelen mutluluğu öğ­
retirler ve cennetin kocaman bir mağaza olduğunu. 'İlkellik iste­
miyoruz! ' diye bağırırlar. 'Doğayı kontrol altına al !"
"Doğayı kontrol altına al, doğayı kontrol altına al" diye hay­
kırdı kadınlar alaycı şarkılarında. "Şamanları öldür. Oooo . . . Kut­
sal ormanları çitlerin arkasına hapset ve esrik kadınları da bekaret
kemerlerine." Kahkahalara boğuldular.
"Sorunun yanıtı için insanları iki temel kültür tipinden geliyor
olarak düşün: İnançsız egemenlikçiler ve inançlı şekil değiştirici­
ler. İlki, dünyaya bakması için daha yüksek bir güce güvenileme­
yeceğini düşünür. Eylemlerine korku, güvensizlik ve kaderlerini
kendilerinin kalıba dökmesi gerektiği inancı rehberlik eder. İn­
sanları, her şeye hükmeden bir insanla noktalanan bir evrim süre­
cinin zirvesinde görürler. Erkek ve insan olmayan hiçbir şeye
güvenilmez. Mutluluğa maddesel tüketimle ulaşılır. Onlar, yani
tepedekiler, koyunlarının iştahlarını kabartırlar. Onların dünya
görüşüne uymayan herkesin ' ikna edilmesi ' , 'medenileştirilme­
si' ya da yok edilmesi gerekir. İnançlı şekil değiştiriciler ise her
şeyin, insanların anlamayabileceği ama bütünün hayrına olarak
kabul edebileceği biçimlerde meydana gelmesine neden olan da­
ha yüksek bir güce inanır. Eylemlerine rehberlik eden şey güven­
dir. Onların düşünce tarzına göre insanlar birliğin bir parçasıdır;
1 77
taşlardan, bitkilerden, hayvanlardan, yıldızlardan ne daha iyi, ne
daha kötü, ne daha yüksek, ne de daha alçaktır. Evrim piramidi di­
ye bir şey yoktur. Onlar Yaratıcı 'yla iletişim kurmanın bir yolu
olarak hayalin gücüne inanır. Değişiklik meydana getirmek için
tek yapmamız gerekenin hayallerimizi değiştinnek olduğunu söy­
lerler. Yaratıcı maddi ihtiyaçları karşıladığı için, mutluluk bağlı­
lığımızı, coşkumuzu hissetme meselesidir. Onlar yaşar ve yaşatır,
kendi değerlerini başka her şeye dayatmaz."
"Yaşamak ve yaşatmak."
"Ticari düşünüş inançsız kontrolcülerin bir yaşayış şekli hali­
ne geldi. Hatta tek yaşayış şekli oldu ve diğer tüm dinlerin yerini
aldı. Onlara daha fazla kontrol sağladı."
"Doğru!"
Bana sevecen bir şekilde gülümsedi. "Anlıyorsun. İyi bir so­
ruydu. Artık sorun yanıtlandığına göre çalışman gereken diğer
dünyana dönebilirsin."
Onların oluşturduğu daireden yükselmeye başlamıştım ki eli­
ni kaldırarak beni durdurdu.
"Bir şey daha. Bunu da öğrenmiş olduğunu umuyorum. Sorun
veya durum ne kadar gülünç görünürse görünsün soru sormaktan
asla korkma." El salladı.
Yavaşça yükseldim. On üç kadın beni izledi. Bir tapınağın
önündeymişler gibi sessizce duruyorlardı. Bahçelerindeki bitki­
lerden bazılarının yaprak ve çiçek açmış olduğunu gördüm. Ge­
ce yasemininin güçlü kokusu geldi.
Sonra her şey karardı.
Yanağımda bir esinti ve boynumda tüylü bir dokunuş hisset­
tim. Elimi kaldırıp ona dokundum. Parmaklarım kadifemsi bir da­
lı kavradı. Dalı önüme çekerken yaseminin kokusunu duydum.
Gece öncekinden daha karanlıktı. Parıldayan yıldızın olduğu
yerde yalnızca siyahlık vardı. Sol tarafımda titreşen bir ışık vardı ve
bunun, Tsukanka'nın evindeki ateşin, evin duvarlarını oluşturan di­
rekler arasındaki boşluktan sızan ışığı olduğunu biliyordum. Yere
indim ama bacaklarım vücudumu taşımadı, çöktüm. Dikkatli bir
şekilde dizlerimin üzerinde doğruldum, yasemini kokladım ve aya­
ğa kalktım.
1 78
Yavaşça eve doğru yürümeye başladım.
Tsukanka ateşin yanında durmuş bana gülümsüyordu. Dönü­
şümü beklediği izlenimini edindim. Birkaç adam ve kadın ateşin
etrafındaki taburelerde oturuyordu. Tsukanka'nın yanına gittim.
Başıyla selamladı. Genelde ciddi olan yüzünde bir gülümseme
vardı. Kollarını ileri uzattı, havada büyük bir daire, bir küre çiz­
di ve sonra da beni işaret etti. Yakınında oturanlar onunla birlik­
te katıla katıla güldüler.
Tsukanka birkaç adım ileri çıktı ve kollarıma dokundu. Kısa
bir an birbirimizin gözlerinin içine baktık. Sonra onun gözleri uy­
ku tulumumu serdiğim yere döndü. Eğilerek onu selamladım ve
tulumuma gittim. Yatağıma girerken Ehud' un bir tarafımda, Ra-
. ul 'un ise diğer tarafımda mışıl mışıl uyumakta olduklarını şaşıra­
rak gördüm.

1 79
İnsan kurallara sığmaz!
S ONSÖZ

UREV-EV-WAV-WAV "yıldızlardan gelen insanlar" anlamına geliyor.


Uzak bir Amazon kabilesinin dilinde bana verdikleri isim. Köken­
leri kayıp kültürlerin çanak çömlek parçalan gibi yok olmuş eski ef­
sanelere göre, Ureu-eu-wau-waular Pleiades'in altı yıldızından bir
tanesinin yörüngesinde dönen bir gezegende yaşıyormuş. Araların­
daki bir prensesin olağanüstü kehanet yetenekleri varmış. Rüyasın­
da, Dünya isimli uzak bir gezegenin sakinlerinin çok kötü durumda
olduklarını görmüş. "Kendi kendilerini yok oluşa sürüklüyorlar"
diye anlatmış diğerlerine durumu. Müşfik karakterlerinden dolayı
Ureu-eu-wau-waular o yolundan sapanlara bir kurtuluş mesajı gö­
türmek için bir merhamet heyeti oluşturmuş. Seçilen elçiler, pren­
ses dahil, saf enerji kürelerine çevrilmiş, uzayın karanlığındaki
yolculuklarına başlamışlar.
Gezegenimize yaklaşırken bitkilerin, hayvanların ve oksijenin
çok bol olduğu yer onları çekmiş: Amazon ormanı. Kehanet vak­
tine, yani mesajlarına kulak verileceği zamana kadar beklemek
üzere orada insan formuna dönüşmüşler.
Esrime sanatları icra eden nazik bir halk olan Ureu-eu-wau­
waular inanca ve sevgiye dayalı bir kültür geliştirmiş. Dillerinde­
ki en çok kullanılan kelimelerden biri olan aba-a-bare onların
değerlerini simgeler. Bu kelimenin çeşitli anlamları var: "Seni se­
viyorum", "Ormanın ruhları seni kutsasın", "Seni gördüğüme se­
vindim" ve "İyi ruhlar sonsuza kadar sana rehberlik etsin."
Endüstriyel kültürler Ureu-eu-wau-wauları ve ormanlarını yir­
minci yüzyılda keşfetti. Madenciler, keresteciler, büyük baş hay-
181
van yetiştiricileri ve makineli tüfekli askerler topraklarına üşüştü.
Ureu-eu-wau-waular bu adamların kehanette söylendiği gibi yıkı­
cı insanlar olduklarını biliyorlardı. Mesajı dinlemeyeceklerdi ama
belki de dinleyecek olanlara sahneyi hazırlamaya gelmişlerdi.
Bunlar arasında siyah cübbeli ve farklı olan bazıları vardı. Ple­
iades' in dilini öğrendiler ve bir kitabı incelemeye başladılar. O ki­
tapta anlatılan hikayelerin pek çoğu Ureu-eu-wau-waulara kendi
tarihlerini hatırlatıyordu. Özellikle de Dünya'yı ziyaret edip büyük
bir elçinin, İsa Mesih adlı bir şamanın gelişini bildiren yıldızla il­
gili olan hikaye.
Mesih'in mesajı kendi zamanının insanları tarafından reddedil-
di. Mesih aşağılandı ve öldürüldü. Tıpkı onun gibi, Ureu-eu-wa­
u-waular da şehadetin gerekliliğini anlamıştı. Bir saplantı halinde
ağaçları kesen, toprağı delen, "kendi kendilerini yok oluşa sürük­
leyen" insanların ellerinde sessizce acı çektiler. Ureu-eu-wau­
waular da tıpkı İsa'nın taraftarları gibi işkence gördü ve
katledildiler. Nüfuslarının büyük bölümü yok edildi. 1 997'de yal­
nızca kırk üç Ureu-eu-wau-wau yaşıyordu.
"Bir mesaj vermeye geldik" diye seslendi o kırk üç kişiden bi­
ri olan İpupiara, Washington D.C. 'de yakın zamanda gerçekleş­
tirilen, üç yüz psikoterapistin katıldığı bir konferansta
dinleyicilere. "Yeni bir milenyumun başlangıcındayız. Şimdi me­
sajımızı dinlemeniz gerekiyor!"
İpupiara "tatlı su yunusu" anlamına gelir. Tatlı su yunusu, Yu­
nus Takımyıldızı 'ndan Dünya'ya, ateşli kometlerin kuyrukların­
dan yapılan ışık lifleri içinde gelmiştir. İstediklerinde insan
şekline girme yeteneğine sahip olan yunuslar birer güç hayvanı,
Şamani rehberler ve şekil değiştirme öğretmenleridir.
İpupiara on sekiz yaşına geldiğinde, bir kabile yaşlısı ona be­
yaz adamların okuluna gitmesini söylemiştir. "Onlar hakkında
bilgi edin ki hayallerini değiştirmelerine yardım edebilesin. Or­
manlarımızı (ve insanlar dahil olmak üzere) sevdiğimiz türleri an­
cak bu şekilde kurtarabiliriz. Ancak o zaman buraya gelme
nedenimiz olan şeyleri gerçekleştirebiliriz." O zamanlarda Bre­
zilya hukukunda yerli insanlar çok az haklara sahip olduğu için,
Portekizce Bemardo Peixoto adını alan İpupiara, İngilizce, İspan-
1 82
yolca ve Portekizceyi çok iyi bir şekilde öğrenip antropoloji ve
biyolojide doktora yaptı.
İpupiara Peru Andlar'ından bir Quechua'yla evlendi. Çalışma­
ları onları Washington D.C . ' ye götürdü. "Burası. .. " dedi karısı
Jenny'ye, " .. . insanlarımın mesajını vermeye başlamam gereken
yer." Sonunda Beyaz Saray'da Clintonlara ve Smithsonian Ens­
titüsü'ne danışman olarak hizmet vermeye çağrıldı.
1 993 'te, ilk iki kitabımı okumuş olan ve Bemardo Peixoto'yu
da tanıyan bir kadın beni telefonla aradı. "Kendini kaybetmiş du­
rumda" dedi. "Lütfen ona yardım etmeye çalışın." Peixoto'yu ara­
dığımda sesindeki üzüntüyü hissedebiliyordum. Smithsonian
Enstitüsü 'nde kullandığı dile uygulanan yasaklar nedeniyle çok si­
nirlenmişti. "Konuşmalarımda ağaç ruhlarından, şamanlardan ve­
ya uluslararası şirketlerin neden olduğu tahribatlardan bahsetmemi
istemiyorlar." Aynca Beyaz Saray'ın Ureu-eu-wau-wauların mesa­
jını dinleme sözünü yerine getirmediğinden şikayet etti. "Hatta... "
dedi, " ... yerli insanlara ve çevreye olan ilgilerini yitirdiler."
Washington' a uçtum. Ellili yaşlarının ortalarında olan bir adam­
la buluştum. Uzun, düz, siyah saçlı, bir Amazon yerlisi olmaktan
gurur duyan, kıyafetleri ve gözlüğüyle bir antropoloji doktorunu
iyi yansıtan biri. İlk kez göz göze geldiğimizde eski bağların gücü­
nü hissettik. O bağı onurlandırmak için kutsal bir Ureu-eu-wau-wa­
u töreniyle kan kardeş olduk. İpupiara'nın sözleriyle, "Artık Kondor
ile Kartal yan yana uçup birlik içinde öğretebilir"di.
Ona mesajını vermesinde yardımcı oldum, Washington'la sı­
nırlı çevresini genişletmesini ve daha istekli olan dinleyici kitle­
lerine ulaşmasını teşvik ettim. Bazen ülkede birlikte seyahatlerde
bulunduk, seminerler ve konferanslar verdik, radyo ve televizyon
programlarında konuştuk. Birbirimize karşı sevgimiz yıllar için­
de giderek arttı.
Shuarlar ve Achuarlara yaptığım geziden sonra bir tavsiye için
İpupiara'ya döndüm. Tampur ve Tsukanka'ya yaptığım ziyaretle­
ri ve enerj i küreleri içinde zamanda geriye doğru yaptığım yol­
culukları anlattım.
"Atalarım tarafından onurlandırılmışsın" dedi sözlerimi biti­
rince. "Onların şekil değiştiren ışık kanoları içinde yolculuk yap-
1 83
mışsın." Smithsonian 'ın yanındaki alışveriş merkezinde yürüyor­
duk. Durdu ve bana delici bir şekilde baktı. "Gördüğün şey ger­
çek. Şimdi harekete geçmen gerekiyor."
Washington Anıtı'nı işaret etti. "Eğer 'yıldızlardan gelen in­
sanlar' için yapılmış bir anıt varsa, o da budur! " Sesi ciddileşti.
"Bunun Achuarların yanında olmuş olmasının bir nedeni var."
Tekrar durdu. "Onları onurlandır." Ellerini omuzlanma koydu.
"Onların isteklerini yerine getirmelisin." Söyledikleri gibi yap.
Onlara ve Shuarlara, ağaçları sizin insanlarınızdan koruyabilme­
leri için onlara para vermenin bir yolunu bul. Bu sorumluluk bu
omuzlara düşüyor." Omuzlarımı biraz daha sıkı tuttu. "Sizin in­
sanlarınızın ürettiği arabaların ve fabrikaların karbondioksitini
emecek ve gelecek nesiller için oksijen sağlayacak olan ormanla­
rın varlığını korumak sana bağlı." Ellerini omuzlarımdan aşağı
bıraktı ve nihayet gülümsedi. "Hava, su, toprak ve ateş. Buna dik­
kat et. Sürdürülebilir bir gelecek hayalini gerçekleştirecek yollar
bul. Tampur'un Dört Kutsal Kardeş hakkında söylediklerine ku­
lak ver. Bunun doğru olduğunu biliyorsun. Dört Kutsal Kardeş
olmadan hayat devam edemez ve ormanlar olmadan Dört Kutsal
Kardeş de olmaz. Yaşlılar konseyinin emrine uy. Harekete geç.
Yanında olacağım."
Takip eden aylarda Andlar'da ve Amazon'da, Avrupa'da ve
Kuzey Amerika'da toplantılar düzenlendi. Tüm kıtalardan insan­
lar davet edildi. Amaç yeni bir algılama biçimi, yeni bir paradigma,
bir şekil değiştirme için bir organizasyon kurmaktı. Katılımcılar
arasında yerli insanlara ek olarak, seminer ve gezilerin katılımcıla­
rı, İtalyan ressam ve Tibet Şamanizm' i öğrencisi Marina Bellazi 'nin

arkadaşları ve taraftarları, doktorlar, girişimciler, avukatlar, müzis­


yenler, zanaatkarlar ve hayalimizi değiştirmeye adanmış diğer pek
çok insan bulunuyordu.
Bunun resmi bir organizasyon olmaması gerektiğine karar ver­
dik. İdeal olarak, ne kar amacı güden, ne de gütmeyen bir kurum
olması gerekiyordu çünkü o durumda bir şekilde bazı ülkelerin
hukukuna göre bazı sınırlamalarla karşı karşıya kalacaktı. Karak­
ter olarak gerçekten evrensel, tabana yönelik, dünya çapında, her­
hangi siyasi, ekonomik ve dini kalıplarla sınırlanmayan, basit bir
1 84
şekilde ifade edilecek olursa sadece insanlar değil kayalar, nehir­
ler ve dağlar dahil Pachamama'nın tüm çocukları için gelecek ne­
sillere hizmet edecek, ortak olarak paylaşılan değerleri yansıtan
bir dizi amaçla hareket edecek bir kurum olmalıydı.
Bu genel prensipler oluşturulduktan sonra amaçlan belirleme, bir
isim üzerinde anlaşma ve işler bir mekanizma oluşturmaya yöneldik.
Önce amaçlar geliyordu. Şekil değiştirmeye gerçekten yardım­
cı olacak üç amaç üzerinde fikir birliğine ulaştık: Dünyayı onur­
landırıcı değişimlerin daha çok ve daha bilinçli algılanmasına
uğraşmak, ormanları korumak ve çevresel ve sosyal dengeyi, sür­
dürülebilir bir geleceği destekleyecek tarzda yerli kültürlerin bil­
geliklerini uygulamak.
Sonra isim belirleme aşamasına geldik. Çeşitli önerileri ince­
ledik ve Hayal Değişimi Koalisyonu (Dream Change Coalition;
DCC) isminde karar kıldık.
Son olarak işlevsel yapı üzerinde beyin fırtınası yaptık. Hayal
Değişimi Koalisyonu, tıpkı herhangi birinin bir demokrat, sosya­
list, Hıristiyan veya Budist olabildiği gibi ait olabileceği bir fel­
sefe veya din gibi olacaktı. "Ben Hayal Değişimi Koalisyonu'nun
bir üyesiyim" demek, sadece daha önce belirtilen üç amaca olan
inancı ifade edecekti.
Bir Shuar büyüğü Hayal Değişimi Koalisyonu 'nu "ormanın
rüzgarıyla taşınan ve yaratıcılığını toprağa yayan tohum" olarak
tanımlamıştı. Bir Quechua şamanı ise şöyle dedi: "Her şeyi dö­
nüştürmek için tüm gereken inanç ve bir hayaldir." Onların söz­
leri bana seminerlerimde sıkça sorulan şu soruyu hatırlattı: "Biz
burada, yani New York City'de atalarımızın yaşam tarzına döne­
bilir, Achuarlar gibi yaşayabilir miyiz?"
Elbette bu sorunun yanıtı, bunun gerçekçi olmadığı ama daha
sürdürülebilir maddeciliği değil esrikliği ön plana çıkaran yaşam
biçimlerine dönebileceğimizdir. Şimdi ilk kez bunun ötesindeki
olasılıkları da görebiliyordum. Şamani kültürlerin dayandığı pren­
siplere gerçekten dönebileceğimizi anlamaya başladım. İnançlı
şekil değiştiricilerin temel inançlarını paylaşabiliriz; her şeyin an­
lamayabileceğimiz ama bütünün hayrına olarak kabul edebilece­
ğimiz nedenlerle olduğunu, evrimsel bir piramidin var olmadığını,
1 85
"diğerleriyle" gerçekten ayrılmaz şekilde bağlı olduğumuzu, tüm
yönleriyle hayalin ve rüyanın kendimizden daha yüksek bir güç­
le doğrudan bir iletişim olduğunu, mutluluğun üretim ve tüketim­
le değil, yalnızca birbirimize bağlılığımızı hissetme, var olmanın
coşkusunu deneyimlemeyle ilişkili olduğunu kabul edebiliriz. Ba­
na göre bu farkındalık, modem, endüstriyel kültürleri uzun süre­
dir baskı altında tutan engeli aşmamızı, asırlardır süren; bizi
korku, belirsizlik ve kontrolü ele alma ihtiyacı gibi kelepçelerine
mahkum eden sınırlamalardan arınmamızı, böylece bir şekilde
kendimizi ve ilişkilerimizi yeniden tanımlamamızı sağlıyor.
Ayrıca şunun farkına vardım ki, tıpkı hayal değişiminin iki
aşamada meydana gelmesinin gerekmesi gibi (Tibet yıldız yolcu­
luğunda olduğu gibi değişimi hayal etme ve o değişimi bu ger­
çeklikte meydana getirme), Hayal Değişimi Koalisyonu 'nun da
sadece ortak değerler ve amaçlara sahip bir insanlar topluluğun­
dan fazlası olması gerekiyordu. Üç amacı pratik kullanıma döke­
cek şekillerde kendimizi organize etmemiz gerekiyordu. Ama bu
farkındalık, şirket tarzında olmayan bir yapıya yönelişimizle de
çelişiyor görünüyordu.
Bir gece uykuya dalarken Knut Thorsen'in görüntüsü geldi
gözlerimin önüne. Otel odasındaki pencerenin önünde durmuş
Ujung Padang limanına bakıyorduk. İki Bugi prahusu denizde bir­
birlerinin yanından geçerken gövdeleri dalgalarda birbirlerini se­
lamlar gibi sallandı. "Şirketler bir araç" dedi Knut. "Çok güçlü
bir araç. Bizi yok da edebilir, kurtuluşumuz da olabilir."
Ertesi sabah Yukatan' a gitmek üzere bir uçakta yer ayırttım.

Tıpkı bir volkanın sabah göğünde yükselişi gibi, büyük taş pira­
mit cangıldan yukarı tırmanıyordu. Manzaranın doğal bir parça­
sı, ormanın akrabası gibiydi. Arkamızdaki ağaçların karanlık
duvarı ile önümüzdeki devasa piramidin arasındaki bir gölgede
oturuyorduk Viejo Itza'yla birlikte. Ben son karşılaşmamızdan
bu yana geçen yılların olaylarını, şekil değiştirmeyle ilgili mace­
ralarımı anlatırken, Viejo Itza çok iy� bildiği, tanrıların, insanla­
rın ve zamanın testlerine dayanmış muhteşem anıtın zirvesine
sabitlemişti gözlerini.
1 86
Hikayemi bitirince sessizce oturarak yorumlarını bekledim.
Güneş piramidin diğer tarafında hafif soldan yükseliyordu. Gü­
neş yavaşça ilerlerken, parçalı ve dağınık düzlüklerin kenarların­
da büyüleyici ışık ve gölge şekilleri oluşturuyordu. Arada sırada
bir huzmesi parlak bir taş parçasından yansıyıp bize geliyor, bir
an için başka hiçbir şey göremiyordum.
"Yaptın işte" dedi sonunda.
Ona baktım.
"Hücresel bir seviyede şekil değiştirdin."
"Evet."
"İstediğin şey buydu." Kendi kendine güldü. "Daha önce bura­
dayken bununla çok ciddi bir şekilde ilgileniyordun. İyi hatırlıyo­
rum. Şekil değiştiricinin insan türünün varlığını sürdürmesindeki
rolünden bahsetmiştik. Hayatımızı tehdit eden asıl şeyin iş dünya­
sı olduğunu söylemiştin. Yani yöneticilerden, politikacılardan, rek­
lam kurumlarından, televizyonlardan ve benzer şeylerden oluşan
bir bütün. Kısacası kurumlar."
Bunu onayladım ve hala aynı şeyi düşündüğümü ekledim.
"O şeyleri dönüştürmen gerektiğini söylediğimde moralin bo­
zulmuştu. Bana gayet net bir şekilde, kurumsaldan ziyade fiziksel,
hücresel şekil değiştirmeyle ilgilendiğini söylemiştin. Jaguar olmak
istiyordun. Ama sonra bir enerji küresine razı oldun." Durdu.
"Ve bunu yaptım."
"Gerçekten de yaptın. Hala bir jaguar olmak istiyor musun?"
Kendi kendine gülme sırası bendeydi. "Hayır. Enerj i küresi,
koltuk, mızrak ve bitki demeti gayet yeterliydi. Sanırım artık asıl
işe, yani türümüzün ve yanımızda götürdüklerimizin hayatta kal­
ması için çalışmaya dönme vakti. Bana her ikisini de yapabilece­
ğimi söylemiştin. Fiziksel ve kurumsal. Kurumsal için hazırım."
Güldü. "Hafızan iyi." Bir süre düşünceler içinde kaybolmuş
gibi göründü. "Koltuk olma deneyiminden herhangi bir şey öğ­
rendin mi?"
Zaten sıkça hatırlayıp üzerinde kafa yormuş olduğum için şim­
di bu soru hakkında çok düşünmem gerekmiyordu ve yanıtı bil­
diğimden emindim. "O deneyim en temel ve en derin seviyelerde
hepimizin gerçekten bir olduğunu doğruladı. Tüm insanlara bunu
1 87
nasıl yapabilecekleri öğretilse, insanların hiyerarşiler hakkındaki
tutumları çabucak değişirdi. Şekil değiştiriciler inançsız birer ege­
men olamazlar."
Gülümsedi ve başıyla onayladı. Sonra dikkati bir kez daha pi­
ramide yöneldi. Ben de onunla birlikte piramidi izledim. Taşlar­
da birbirine geçen, yükselip alçalan ışık ve gölgeleri gözledim.
İzlemeye devam ettikçe ışıkla gölge arasında ayrım yapamaz ha­
le geldim. Daha önce ışığın olduğu yerde şimdi gölge vardı. Bir­
kaç saniye önce gölge olan yer şimdi aydınlıktı.
"O zirveye çıkıp aşağı baktığında. . . " dedi, " ...ormanın nerede
sonlanıp açıklığın nerede başladığını anlamak zorlaşır bazen.
Ama burada olduğun zaman bunu anlamak çok kolaydır." Bunun
üzerinde düşündüm ama herhangi bir yorumda bulunma şansı bu­
lamadan Viejo sözüne devam etti. "Ormanları koruma amaçlı bir
Hayal Değişimi Koalisyonu programından bahsettin. Bunu biraz
daha anlatabilir misin?"
"Elbette. Buna POLE• adını da veriyoruz. Pollution Offset
Lease far Earth (Dünya İçin Kirliliği Dengeleme Dayanışması)
kelimelerinin baş harflerinden oluşuyor. Shuar büyükleriyle,
Tampur'la, Achuar büyükleriyle olan konuşmalarımızdan doğdu.
Yerinde duran bir ağacın kesilmiş bir ağaçtan çok daha değerli
olduğu çünkü Dört Kutsal Kardeş için ağaçların zorunlu olduğu,
hayatta kalabilmek için herkesin Dört Kutsal Kardeş'e ihtiyacı ol­
duğu fikrine dayalı. O toplantıda Achuarlar bizden ağaçları ke­
senleri durdurmanın yollarını bulmamızı istedi. POLE bunun
neticesinde ortaya çıktı. Şahsen bunu sadece bir başlangıç, doğru
yönde bir adım olarak görüyorum. Şu şekilde işliyor. .. " Karbon­
dioksitin, iklimimizi değiştirme ve bizi kendi kirliliğimiz içinde
boğma tehdidi oluşturan son derece tehlikeli bir sera gazı oluşu­
nu açıkladım. Araba sürdüğümüzde, otobüse bindiğimizde, hatta

* Dream Change Coalition organizasyonunun POLE programında katılımcı­


lardan bireysel bazda yıllık olarak ürettikleri karbondioksiti dengelemek üze­
re aylık 25 dolarlık bir ödeme alınıyor ve bu şekilde oluşturulan fon,
dünyanın en büyük oksijen kaynağı olan Amazon yağmur ormanlarının ko­
runması projelerinde kullanıl ıyor-ç.n.

1 88
fabrikalarda yapılan giysiler ve besinler satın aldığımızda karbon­
dioksit üretiyoruz. Ortalama olarak dünyadaki her insan yılda dört
ton karbondioksit yaratıyor. Daha endüstrileşmiş ülkelerde bu ra­
kam çok daha yüksek. Sonra ağaçların fotosentez sürecinde kar­
bondioksiti nasıl emdiğini anlattım ve bu iki faktörün, yerli
insanlara para vererek ormanlarını korumalarını sağlamada nasıl
bir imkan sunduğunu açıkladım. "Bir dönüm tropik ormanın em­
diği karbondioksit miktarını hesaplayabiliriz. B ir enerji santrali
sahibi veya araba üreticisi, tesislerinin neden olduğu kirliliği den­
gelemek için POLE satın alabilir. Aynı şey bireyler için de geçer­
li. Shuarlara, Achuarlara ve Ureu-eu-wau-waulara ödenen bu
para, ağaçlarını korumalarını, ağaçlarını kereste şirketlerine, pet­
rol sondajcılarına ya da büyük baş hayvan yetiştiricilerine satma­
nın cazibesine direnmelerini sağlıyor. Maliyet oldukça düşük, kar
ise ölçülemeyecek kadar büyük: Temiz hava. Hayat ! "
" B u bana büyük bir şekil değiştirme gibi geldi!"
"Beğendin mi?"
"Elbette beğendim." B ir an düşündü. "Sadece sağladığı şey
için değil, aynı zamanda temsil ettiği şey için. Şirketlerin ancak
yıkım yaratan üretim ve satışlarla var olabilecekleri düşüncesine
meydan okuyor. Yerinde duran ağaçları satmak, hava satmak çok
anlamlı."
"Kesinlikle." Hayvan habitatlarının, potansiyel tıbbi faydası
olan bitkilerin, tohum bankalarının, erozyona açık bölgelerin, ne­
hir havzalarının korunmasının da aynı kavrama dahil edilebilece­
ğini belirttim. "Liste hayal gücümüzle sınırlı." Sonra durdum.
"Ama bir sorun var."
"Nedir?"
"Tüm bunları yapabilmemiz için tüzel bir yapı oluşturmaya,
yani Hayal Değişimi Koalisyonu 'nun kuruluş ilkelerine zıt bir şey
yapmaya ihtiyacımız var. Burada olmamın nedenlerinden biri de
bu. Tavsiyeni almak."
Bu gürültülü bir kahkahaya neden oldu. "Benim tavsiyem! Tü­
zel yapılar hakkında! Benim gibi yaşlı bir Maya köylüsünden mi?"
"Özüne indiğinde bu da bir şekil değiştirme meselesi aslında."
"Her şey öyle, değil mi?"
1 89
"Kesinlikle."
Belki on beş dakika boyunca konuşmadan durduk. Kendimi
eğlendirmek için güneş ışığının ve gölgenin piramitteki oyunları­
nı gözledim. Güneş zirvenin yanındaki bir düzlüğün köşesinden
kendini göstermişti. Dikkatim tekrar oturduğumuz yerin yakınına
çevrildi çünkü büyük bir kertenkele sürünerek bir yerlerden çık­
mış, piramidin gölgesi ile ağaçların karanlık duvarı arasında oluş­
maya başlayan ışık köprüsünde uzanmaya gelmişti. Hareket
etmeden bize baktı. Viejo Itza'nın sözlerini bekliyordu sanki.
Sonra birden gözlerini kırptı, kafasını yukarı aşağı hareket ettir­
di, kuyruğunu salladı ve kaçtı.
"Tuhaf... " dedi, " . . . hayatımızı ne kadar da karmaşık hale geti­
rebiliyoruz."
Neyi kastettiğini sordum.
Sorumu duymazdan gelip kendi sorusunu sordu. "İnsanları Ek­
vator'a geziye getirdiğinde hangi tüzel yapıyı kullanıyorsun? Ne
ödüyorlar?"
Adını Keltik bilgi gemisinden alan Prydwen isimli kendi şir­
ketim olduğunu anlattım. "Eğitime, hayali değiştirmeye adanmış
bir şirket."
"Kar amaçlı bir şirket mi?"
"Yasal olarak evet çünkü bu işleri basitleştiriyor. Bağış istemi­
yoruz. Yolculuk ve seminerler gibi hizmetler ve ayrıca tütsü ve
Shuar kolyeleri gibi birkaç ürün satıyoruz. Kar amacı gütmeyen
organizasyonlar için bu durum daha karmaşık hale geliyor. Ama
aslına bakarsan biz hiç kar yapmıyoruz. Tüm ' karlar', başka bir
organizasyona yatırım olarak aktarılıyor. Kar amacı gütmeyen bir
şirket olan Dream Change ine. 'e. O para, bilinçte dünyayı onur­
landırıcı değişimlerin, dünyayı onurlandıran yaşam biçimlerinin
ve çevre korumanın geliştirilmesine adanıyor."
"Bana iyi bir sistem gibi göründü. POLE' leri satmak için ne­
den Prydwen'i kullanmıyorsun?"
"Çünkü Hayal Değişimi Koalisyonu'nun herhangi bir ülkenin
parçası veya herhangi bir ülkenin yasalarının sınırlaması altında
olmaması gerekiyor."
1 90
Bunun üzerinde düşündü. "Ben bir sorun görmüyorum" dedi
derin bir düşünce içinde. "Hayal Değişimi Koalisyonu 'nun öyle ol­
ması gerekiyor. Prydwen ise tüzel bir kurum. Para Hayal Değişimi
Koalisyonu'nun üç amacının gerçekleştirilmesi için Dream Chan­
ge Jnc 'e gidiyor." Durdu, yüzü aydınlandı. "Bu ideal bir yapı! Shu­
.

ar büyüklerinin anlattığı tohum gibi dünyaya yayılabilecek bir


model! Arkadaşın Marina İtalya' da bir şirket kurabilir. Başka biri
Endonezya'da. Ve Mısır. Hepiniz kendi ülkenizde tüzel bir kurum­
sunuz, vergi ödüyorsunuz, dolayısıyla sosyal hizmetlere katkıda
bulunuyorsunuz ama hepiniz ortak bir hayalde birleşiyorsunuz."
"Bu dahiyane! " dedim onun şevkini yakalayarak. "POLE ve
yerli sanat ürünlerini satan çok sayıda insan, nehir havzalarının
ve ilaç yapımında kullanılan bitki alanlarının korunması ve
henüz hayal edilmemiş sayısız fikir... İnsanların bireysel ve ku­
rumsal olarak şekil değiştirerek geçimlerini sağlaması. Bazıları
kar amacı güden, bazıları da gütmeyen şirketler olabilir. Hayal
Değişimi Koalisyonu tüm bunları kapsayan büyük bir şemsiye,
bir tür rehber ışık olur."
"Bir enerji küresi ."
"Bir enerji küresi." Birden durdum. Bu beni Amazon yağmur
ormanının derinlerindeki o geceye geri götürdü. Sanki yeniden ora­
daydım. Mavi küreye dönüştüğümü, havalandığımı, altımdaki ay­
dınlanmış ormanı ve bir grup askerin mağaralarına doluşmuş küçük
klana saldırışını izlediğimi bütün canlılığıyla hatırladım. Ama bu
kez Knut, Yamin, Toyup, Buli, Barış Gücü günlerimde hayatımı
kurtarmış olan yaşlı Shuar adam ve kadın, Maria Quischpe, Kitiar
ve Tayu 'nun yüzlerini görebiliyordum. Hepsi bir rüyadaki birer yü­
zücü gibi önümde bir araya geldi, birleşti, tekrar ayrıldı, tekrar bir­
leşti ve sonunda yüzleri kaybolup bir enerji küresine dönüştüler.
O anda güneş piramidin zirvesinden yükseldi. Bir an için yal­
nız jaguarın etrafında bir hale göründü. Sonra büyük bir ışık pat­
lamasının gelmesiyle kamaşan gözlerimi kapatmak zorunda
kaldım. Gözlerimi açtığımda Viejo Itza ayaktaydı. Bana arkası
dönük, kollarını yanlara açmış piramide bakıyordu. Açık kolla­
rından güneşi, piramidi ve jaguarı görebiliyordum. Vücudumda­
ki her hücre onların sıcaklığı, gücü ve enerjisiyle doldu.
191
İnsan kurallara sığmaz!
TEŞEKKÜR

B u KİTAPTA ANLATILAN olaylar gerçekten yaşanmıştır. İsimlerde


ve bazı ayrıntılarda (insanlar, yerler ve kronolojiyle ilgili ayrın­
tılar) değişiklikler yapılmıştır. Bunun nedeni, önemli olduğunu
düşündüğüm yerlerde mahremiyetin korunması ya da ilgili kişi­
lerden gelen taleptir.
Pek çok insana çok şey borçluyum. Onlar olmadan bu kitap
asla yazılamazdı. Özellikle de, öğretmenim olan, bana ve pek çok
insana ilham vermiş olan şamanlara ve şekil değ; �tiricilere teşek­
kür etmek istiyorum. Hepsini burada sıralamak çılgınlık olur ama
öğretileri bu kitabın konusunun ortaya çıkmasında özellikle belir­
leyici olan (ve metinde gerçek isimleri verilmemiş olan) birkaçı­
nı söylemek istiyorum: Maria Arcos, Juan Arcos, Charapa,
Chumpi, Daniel Guachapa, Atun Juank, Jose Joaquin Pineda, Ro­
berto Poz, Maria Juana Yamverla, Manuel Yamverla, Esteban Ta­
mayaro, Jorge Tamayo ve Jose Tamayo, Rafael Taish, Alberto
Tatzo, Amalia Tuitsa, Bosco Tuitsa, Tukupi, Tuntuam ve Abu
Xerxes. Metinde isimleri verilen tüm öğretmenlere de teşekkür
ediyorum. Çocuklarının geleceğini size borçlu olan bizler, sizi na­
sıl yeterince onurlandırabiliriz ki?
Karım ve kızım hep benimle birlikteydi ve pek çok sıkıntıyı ve
coşkuyu paylaştık. Teşekkür ederim Winifred ve Jessica.
B üyük annem Nana beni bu yola, yani hem kendi içime hem
de başka bölgelere yaptığım yolculuklara yönelten kişiydi. Ruhu
hep yanımdaydı.
1 93
Ve sen baba, cesareti bu son yıl boyunca rehber ışık olan ki­
şiydin. Annemin bu hayatındaki zorlu şekil değiştirişini izleme
ıstırabına dayandın ve bu süreçte kendi sihirli dönüşümünü ger­
çekleştirdin. Tüm ömrünü öğretmenlik mesleğine adadıktan son­
ra, bu son yılda kendi içindeki Şaman ' ı ortaya çıkardın, en
azından benim için. Teşekkür ederim.
K wan Sung ve Chu Young Lee bana zihnin madde üzerinde­
ki egemenliğini öğretti. Hayatlarınızın tüm bu nesillere sağladığı
ilham için size teşekkür ederim.
bıner Traditions yayınevindeki tüm iş arkadaşlarıma minnet­
tarım. Şekil değiştirmeye kelimelerinizle olan adanmışlığınız ba­
na büyük bir ilham oldu. Özellikle, bu sayfalarda anlatılan pek
çok macerada bana arkadaşlık eden, danışmanlık yapan, ayrıca
dört kitabımın yayıncısı olan Ehud Sperling'e teşekkür ediyorum.
Ehud olmasaydı Hayal Değişimi Koalisyonu da olmazdı. Susan
Davidson'a da özel bir teşekkür borçluyum. Hayatı kitabın konu­
sunu örneklendiren bir editör bulmak her yazara nasip olmaz.
Hem kelimelerle hem de dansla insanlara hayatlarını dönüştür­
meyi öğreten Susan da bir tür şamanlık yapıyor.

1 94
HAYAL DEÖİŞ İMİ
KOALİSYONU HAKKINDA
NOT

Bu KİTAPTA ANLATILAN kurumsal şekil değiştirmenin canlı örne­


ği olan Hayal Değişimi Koalisyonu (DCC), şamanların ilham ver­
diği, tabana yönelik bir harekettir. Hayal Değişimi Koalisyonu
tüm dünyada pek çok kültürden insanı kapsamaktadır. Üç temel
amacı şudur:

1 . Dünyayı onurlandırıcı değişimlerin daha çok ve daha


bilinçli algılanmasına uğraşmak,
2. Ormanları korumak,
3. Çevresel ve sosyal dengeyi, sürdürülebilir bir geleceği des­
tekleyecek tarzda yerli kültürlerin bilgeliklerini uygulamak.

Hayal Değişimi Koalisyonu şirketler ve kurumlar için bir mo­


del görevi görmektedir. Örneğin, yeni algılama ve sürdürülebilir
çalışma şekilleri sunmakta ve insanları dünyayı onurlandırıcı yol­
larla hayatlarını kazanmaya teşvik etmektedir. Programları ara­
sında konferanslar, seminerler, eğitim materyalleri, bu kitapta
bahsedilen bazı şamanlara yapılan yolculuklar, POLE (Dünya İçin
Kirliliği Dengeleme Dayanışması), sürdürülebilir şekillerde üre-
1 95
tilen ürünler, kabile törenleri ve bu kitap basılırken henüz hayal
edilmemiş olan pek çok başka faaliyet bulunmaktadır.
Hayal Değişimi Koalisyonu hakkında daha fazla bilgi almak
veya John Perkins ' le iletişim kurmak için adres:

Dream Change Coalition


P.O. Box 705
Whateley, MA O 1 093 USA
(4 1 3) 665-0 1 0 1
www .dreamchange.org

1 96

You might also like