You are on page 1of 10

OĞUZLAR

OĞUZLAR Dilleri, Tarihleri ve Kültürleri


Dilleri, Tarihleri ve Kültürleri
5. Uluslararası Türkiyat Araştırmaları Sempozyumu Bildirileri

5. Uluslararası Türkiyat Araştırmaları Sempozyumu Bildirileri


İLETİŞİM
Hacettepe Üniversitesi
Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü
E-posta: turkiyat@hacettepe.edu.tr
Tel: +90 (312) 297 67 71 Editörler
Tufan GÜNDÜZ
Mikail CENGİZ
ISBN: 978-975-491-405-4
HACETTEPE ÜNİVERSİTESİ
TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI ENSTİTÜSÜ YAYINLARI

O ĞUZLAR: D İLLERİ, T ARİHLERİ VE K ÜLTÜRLERİ

5. U LUSLARARASI T ÜRKİYAT A RAŞTIRMALARI


S EMPOZYUMU B İLDİRİLERİ

EDİTÖRLER
TUFAN GÜNDÜZ
MİKAİL CENGİZ

ANKARA / 2015
5. ULUSLARARASI TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI SEMPOZYUMU
OĞUZLAR: DİLLERİ, TARİHLERİ VE KÜLTÜRLERİ

KAYILAR VE OSMANLILAR:
SAHTE BİR KİMLİK İNŞASI MI?

F ER İDUN M. EMECEN

Osmanlı devletinin kurucu hanedanının bir Oğuz boyuna mensup olup olmadığı,
eğer mensupsa bu boyun tarihî geleneğe göre Kayılar’la ilgisinin bulunup
bulunmadığı, ilk dönem Osmanlı tarihi üzerinde çalışan araştırmacıların başta gelen
tartışma mevzularından biri gibi görünür. Esasen Osmanlı hanedanının Kayı boyuna
mensubiyeti, ilk Osmanlı kroniklerinden bu yana Osmanlı tarihçileri için hemen
hemen hiç tartışılmaksızın genel bir kabul görmüş durumdadır. Fakat zamanla XX.
yüzyıl başlarından itibaren ortaya çıkan yeni tarihçilik bakışları, Osmanlı
imparatorluğunun menşeini özellikle Avrupa’da XVIII. yüzyıldan itibaren pek
meşhur olan 400 çadırlık bir aşiretten muhteşem bir imparatorluğa dönüşme
hikâyesini ciddi bir şekilde yeniden ele almayı gerektirdi. Bunda biraz da o sıralarda
Osmanlı imparatorluğunun yıkılışın eşiğinde olmasından hareketle, kendisine yeni
bir kimlik bulmak telaşına ve bu kimlikle küçülen imparatorluklarını ideolojik açıdan
millî bir devlet gibi gösterme gayretine düşen, kadim toprakları üzerinde hayat-
memat savaşına girişen yeni rejimin izlemekte olduğu siyasete karşı çıkışın rolü
vardı. Batılı emperyal güçler, tabii kaynaklarıyla iştah kabartan kadim Osmanlı
imparatorluğunu küçültmeye ve parçalamaya yönelirken onun tarihen de nasıl bir
kimliği olduğu konusuna revizyonist bir bakış yöneltmekten geri durmadılar. Bir
taraftan Osmanlıların çok önem verdiği ve neredeyse bütün İslam dünyasında son
asırda kabul gören “Osmanlı hilafetine” yönelik sarsıcı yazıların1, öte yandan
Osmanlıların gerçek kimliğinin “Türk/Oğuz” geleneğine dayalı olmadığı yolundaki

1
T. W. Arnold, The Caliphate, Oxford 1924; W. Barthold, “Khalif i Sultan”, Mir İslama, I/1-2,
Petersburg 1912 (trc. İ. Kamalov, Halife ve Sultan, İstanbul 2006). Ayrıca hilafet konusuyla
ilgili literatür için bk. T. Buzpınar, “Osmanlı Hilâfet Meselesi: Bir Literatür
Değerlendirmesi”, Türkiye Araştırmaları Literatür Dergisi, II/1 (2004), ss. 113-131.

237
FERİDUN M. EMECEN

etkili neşriyatın2 hemen hemen aynı döneme denk düşmesi, bir tesadüften öte
muhtemelen bilinçli bir “siyasi” tercih gibiydi. Bununla beraber bu iki tezin, zaman
içerisinde Osmanlı tarihçiliği açısından hayli verimli bir tartışma zeminine yol
açarak, yeni araştırmalara ve yaklaşımlara temel olduğu da inkâr edilemez. Bu
tebliğde özellikle konumuz itibarıyla bu ikinci durum, ileride üzerinde yoğun bir
tartışmayı da beraberinde getiren Osmanlı hanedanının Oğuz/Kayı boyuna bağlı
olup olmadığı konusu üzerindeki iddiaları yeniden “sesli olarak düşünmek”
istemekteyim.

Küçük bir aşiretten doğan büyük bir imparatorluk fikri, ideolojik boyutta romantik
tarihçilik akımının en sevdiği kuruluş hikâyelerinden biridir3, üstelik bu sadece
Osmanlılar için değil başka imparatorluklar/devletler için de geçerlidir. Osmanlı
hanedanının menşeine içeriden bakan kronik yazarları Osmanlıların Oğuz boylarına
mensubiyeti konusunda genel bir ittifak halindeyken4, bu bilgiyi onlardan alan ve
kendilerini hayli zorlayan büyük bir tehdit ve tehlike altında bırakan bir
imparatorluğu tanımaya ve tanıtmaya hevesle sarılan batılı meslektaşları daha farklı
mitolojik hikâyelerin de peşinde koştular5. Ancak zaman içerisinde tarihçiliğin
modern bir safhaya ilerlediği dönemlerde Osmanlı kaynaklarının bilgileri esas kabul
edildi ve Osmanlı hanedanının menşei ile ilgili açıklamalardan başvurulan mitolojik
hikâyeler giderek temizlenmeye başlandı. Bunda Türk kaynaklarının XVI. yüzyıldan
itibaren başlayan tercümelerinin6 ve D. Kantemir’in eserinin7 ve Hammer’in XIX.
yüzyılın ilk çeyreğinde kaleme aldığı Osmanlı tarihinin büyük etkisi oldu. Fakat XX.

2
H. A. Gibbons, The Foundation of the Ottoman Empire, Oxford 1916.
3
İlk Osmanlı kroniklerinden yayılan bu anlayış, Batıda da yankı bulmuştu: A. Lamartine,
Histoire de la Turquie, Paris 1854. Keza Namık Kemal’in Osmanlı Tarihi’ndeki (İstanbul
1326) yaklaşımı: “cihangirane bir devlet çıkardık bir aşiretten” söylemine bugün bile
romantik edebi çevreler veya entelektüel düzeyde bazı amatör tarihçilerin yanı sıra daha
acısı meslekten gelenlerin de iştiraki, modası geçmiş hamasetten kurtulunamadığının
ilginç bir göstergesidir.
4
Özellikle XV. yüzyıl ilk Osmanlı kroniklerindeki vurgular için Neşri’nin derleme olduğu
anlaşılan Tarihi önemli bir örnektir: Cihannüma, nşr. N. Öztürk, İstanbul 2008, ss. 3-37.
Ayrıca geniş bilgi için bk. F. M. Emecen, “Eski Bir İmajın Yeniden Keşfi: İlk Osmanlı
Kroniklerinde Oğuz Geleneği ve Orta Asya Bilgisi”, İlk Osmanlılar ve Batı Anadolu
Beylikler Dünyası, İstanbul 2012, ss. 249-259.
5
Truva kökenleriyle ilgili Rönesans döneminde hızlanan tartışmalar için bk. R.
Schwoebel, The Shadow of the Crescent: The Rönesans Image of Türk, Nieuwkoop 1967.
Ayrıca A. Pertusi’nin yayımladığı İstanbul’un fethi ile ilgili çağdaş kaynaklardaki
değinmeler: İstanbul’un Fethi, I-III, trc. M. Şakiroğlu, İstanbul 2004-2008.
6
Bazı anonim Osmanlı tarihlerinin tercümeleri ve derlemeleri: J. Leunclavius, Annales
Sultanorum Othomanidarum a Turcis sua Lingua scripti, Frankfurt Main 1588; Ayrıca Hoca
Sadeddin Efendi’nin eserinin XVII. yüzyıl başlarındaki tercümeleri bu meyanda
zikredilebilir: Bk. Babinger, Osmanlı Tarih Yazarları ve Eserleri, trc. C. Üçok, Ankara 1992,
s. 140.
7
Osmanlı İmparatorluğunun Yükseliş ve Çöküş Tarihi, trc. Ö. Çobanoğlu, I (İstanbul 1998),
s.36-54. Burada XV. yüzyıl Bizans tarihçilerinden Chalkokondyles’in Osmanlıların atası
Kayı Alp’ten söz ettiğine bile değinilir.

238
KAYILAR VE OSMANLILAR: SAHTE BİR KİMLİK İNŞASI MI?

yüzyıl başlarından itibaren bazı batılı tarihçiler, biraz da o dönemdeki siyasi


konjunktürün etkisinde kalarak Osmanlı hanedanının menşei meselesinde Oğuz
geleneğini dışlayıcı bir tavır sergilediler. Menşe tartışmaları Osmanlıların Oğuz
boylarından biri olan Kayılara mensup olup olmadığı konusunda düğümlendi ve
giderek modern tarihçiler için hayli verimli bir kalem oynatma alanını teşkil etti.

Özellikle Amerikalı bir gazeteci olan Gibbons’un Osmanlı İmparatorluğu’nun


Kuruluşu ile ilgili kitabında ileri sürdüğü görüşler bu tartışmaların alevlendiren
kıvılcımı oluşturdu8. İçeriden ona karşı verilen cılız cevaplar yanında asıl güçlü
itiraz, o dönemde yaptığı modern tarzda araştırmalarla sosyolojik/tarihî alana yeni
bir soluk getiren F. Köprülü’den geldi. Fakat Köprülü de başlangıçta Kayı tezine
muhtemelen Wittek’in de etkisiyle serin bakıyordu9. 1930’lu yıllarda P. Wittek,
Osmanlı imparatorluğunun kuruluşunu “gaza ruhuna” bağlarken, Osmanlı
hanedanının Oğuz/Kayı kökeni hakkında ilk ciddi itirazı yapmakta gecikmedi:
“Kayı’nın Oğuz’un en büyük oğlunun en büyük oğlu olması ve dolayısıyla Oğuz’un
meşru varisi olan Kayı aşiretinin bütün Oğuz aşiretlerini arasında en önde gelen
sayılması daha başından şüphemizi çekmektedir” dedikten sonra Yazıcıoğlu Ali’nin
Türkçeye uyarladığı Selçukname’den itibaren Kayı geleneğinin yerleştiğini, ilk
kroniklerdeki bir taraftan Oğuz’un büyük oğlu Gökhan’a diğer taraftan Günhan’a
(Günhan’ın oğlu Kayı idi) bağlanan iki şecerenin birbiriyle çeliştiğini, II. Murad
döneminin edebi geleneği çerçevesinde ilk romantik hareketin doğduğunu ve milli
karakterli Türk geçmişi konusunda bir ilgi uyandırıldığını ifade etti. Ona göre daha
II. Murad zamanında Kayı geleneği Osmanlı sarayı tarafından benimsenmişti ve bu
sultanın kestirdiği sikkede Kayı damgası bulunmakta, topların üzerinde de bu
damgalara rastlanmaktaydı. Wittek, Gök Oğuz ve Çavuldur/Çavdar meselesinin
irdeledikten sonra Kayı geleneğinin Osmanlıların tarihine sonradan eklendiği fikrini
açık şekilde savundu10. Onun görüşlerine karşı F. Köprülü’nün ve Z.V. Togan’ın Kayı
ile ilgili ileri sürdükleri fikirler, Osmanlıların Kayı boyuna mensup olup
olmadıklarından çok bu boyun Oğuzlar içindeki durumuna ve Anadolu’ya ne zaman
nasıl gelebilmiş olacaklarına odaklandı. F. Köprülü’nün 1934’ten itibaren kaleme
aldığı ve 1943’te Belleten’de çıkan Kayılar ile ilgili makaleleri sonradan Türk
tarihçiliğinde âdeta tartışılmaksızın genel bir kabul gördü11.

Belki de bu yüzden Kayılar ile ilgili tartışmalar muhafazakâr Osmanlı tarihçileri için
çok büyük bir anlam ifade etmeksizin ya eski geleneğin tekrarlanmasıyla ya da F.
Köprülü ile mutabık hâlde bir ölçüde görmezden gelinirken batı tarihçiliği ve ondan
etkilenen diğerlerinde, Osmanlıların Kayı kökenleri baştan göz ardı edilen bir olguya
dönüştürüldü. Bu hava, Wittek ekolünü esas olarak takip eden ancak onu biraz daha

8
The Foundation of the Ottoman Empire, Oxford 1916: trc. R. Hulusi, haz. M. Everdi, Osmanlı
İmparatorluğunun Kuruluşu, İstanbul 1998. İlk tepkiler için bk. F. Giese, “Das Problem der
Entstehung des osmanischen Reich”, Zeitschrift für Semitistik und verwandte Gebite, 2
(Leipzig 1924), ss. 246-271.
9
“Oğuz Etnolojisine Ait Tarihi Notlar”, Türkiyat Mecmuası, I (1925), s. 5.
10
Osmanlı İmparatorluğunun Doğuşu, trc. F. Berktay, İstanbul 1995, ss. 15-25.
11
“Osmanlı İmparatorluğunun Etnik Menşei Meseleleri”, Belleten, VII/28 (1943), ss. 219-
313.

239
FERİDUN M. EMECEN

geliştirip F. Köprülü’nün açıklamalarıyla imtizaç ettirici bir tarzda konuyu ele alan
H. İnalcık ile devam etti. H. İnalcık da tıpkı Wittek gibi Kayı meselesini II. Murad
döneminin siyasi şartlarının bir ürünü gibi değerlendiriyordu12. İlginç olan bir başka
taraf muhafazakâr kanadın “Osmanlıcı” olmayan “Türkçü” temsilcilerinin konuya
ayrı zaviyelerden bakışı oldu. F. Sümer, Osmanlılara karşı olumsuz bakışını
sürdürerek onların Kayılarla olan irtibatının hayli zayıf olduğunu ima etti13.
(Osmanlı tarihine “Türklük” zaviyesinden bakan kesimlerin “beynelmilel kimlikli”
bir imparatorluk olarak gayri Türk Müslüman unsurların işbaşında olduğu bir devlet
türünden hoşlanmadıkları açıktır. Bunda yeni Türkiye Cumhuriyetinin Osmanlı
tarihine karşı oluşturduğu alternatif millî tarih kavramının da rolünü de unutmamak
lazımdır). Kayı boyu ve Osmanlılarla irtibatı meselesi bu tartışmalardan sonra âdeta
unutuldu, bir kesim için bu durum açıklamalarda neredeyse hiç yer almaz yahut
uydurma olarak nitelenirken, diğer kesim ise oluşan Osmanlıcı/yeni Osmanlılık
kavramlarıyla Kayı boyu konusunu neredeyse mitolojik bir mahiyette romantizm
üstü bir yaklaşımla abartmayı sürdürdü. 1980’lerden itibaren başlayan gaza tezi
konusundaki yoğun tartışmalar içerisinde bile Kayı boyu meselesi tarafların açık bir
ilgisine mazhar olmadı.

***

Şu hâlde bütün bu heyecanlı tartışma noktalarının ışığında acaba Osmanlıların Kayı


boyuna mensubiyetleri konusunda söylenecek başka bir yaklaşım veya yeni
bulgulara ulaşılabilir mi? Bu suali yukarıda beyan edilen tartışmalardan azade
şekilde yeniden ilgili kaynaklara dönerek cevaplamak sanırım daha uygun olacaktır.
Üstelik XV. yüzyıl tarihçilerinin bilgilerini en azından maddi temelde ölçebilecek
Tahrir Defterleri gibi önemli bir kaynak serisini daha iyi inceleme imkânına da
sahibiz. İmdi ilk Osmanlı kroniklerinden başlarsak, öncelikle XV. yüzyılın başında
eserini kaleme alan Ahmedî, konuyu ideolojik boyutta yeniden tasarlayan ve bir
gelenek icat ettiği ileri sürülen Yazıcızade Ali’den hayli zaman önce, Yıldırım
Bayezid döneminin şartları dâhilinde, Osmanlıların kökeni hususunda bildiğimiz
şecerelere hiç değinmeksizin doğrudan Osmanlıları “Oğuz” menşeine bağlamakta
bir beis görmez14. Asıl derdi İslami bir devlet olarak Osmanlıları göstermek ve bu
yolda “gaziliği” öne çıkarıp idealleştirmek olan Ahmedî’nin Oğuz geleneğini de
bilmesi ve nakletmesi hayli önemli bir husus olarak dikkat çeker. Ahmedî eserinde
Kayı adını vermemektedir, fakat bunu çağrıştırır şekilde Osman’ın ataları arasında
Gök Alp’i işaret etmektedir. Gerçi Gök Alp geleneği Kayı’nın bağlı bulunduğu Gün
Han ile çelişir gözükür, fakat benim kanaatim bu inceliğe/geleneğe ilk Osmanlı

12
Kuruluş Dönemi Osmanlı Sultanları (1302-1481), Ankara 2010, ss. 18-21.
13
“Kayı”, İA, VI, 461. Burada tereddüt izhar eden bir dil ve Wittek’in görüşlerini
benimseme, ima yollu olsa da görülebilir. Yine de Kayı boyuna mensubiyet
konusunun imkânsız olmadığı da söylenir. F. Sümer, Oğuzlar adlı kitabında da Kayı
ile münasebeti “oldukça şüpheli” görür, fakat yine de küçük bir açık kapı bırakır
(İstanbul 1999, s. 240).
14
İskendernâme, faksimile nşr. İ. Ünver, Ankara 1982, vr. 65b.

240
KAYILAR VE OSMANLILAR: SAHTE BİR KİMLİK İNŞASI MI?

tarihçilerince pek dikkat edilmemiş olduğu yönündedir15. Wittek’in ısrarla üzerinde


durduğu Gök Han ve Gün Han meselesinin Kayı ile irtibatlandırma noktasında bir
çelişki olduğunun o dönemin yazarlarının farkında bulunduğu çok şüphelidir.
Burada esas olan nokta gaziliği öne çıkaran Ahmedî’nin bile Osmanlı hanedanın
kökeni konusunda Oğuz vurgusunu ima etmiş olmasıdır. Fatih dönemi
tarihçilerinden Enverî de manzum tarihinde benzeri bir açıklamayı tercih eder;
100.000 çadırlık Oğuz obaları içinde Osmanlıların ataları da vardır16.

Hiç şüphe yok ki Yazıcızade Ali, II. Murad döneminde Kayı boyunun Oğuz boyları
içindeki yeri ve Osman Bey’in atalarının bu boya mensubiyeti konusunda ilk ve tek
bilgi kaynağıdır17. Böyle olunca onun Kayı’ya bütün Oğuz boyları içinde devlet
kurma yetkisini haiz bir boy gibi formüle etmesi ve Osmanlılarla bağlantılı olarak
bunu açıklamakta olması ciddi şekilde şüpheyi celp etmiş gözükür. Bunun sebebi
Wittek’ten beri kuruluş dönemiyle ilgili çalışan araştırmacıların benimsedikleri gibi,
Anadolu beylikleri ve Karamanlıların iddialarına karşılık II. Murad’ın siyasi bir
gelenek icat ederek üstünlük sağlama veya Fetret dönemi sonrasında menşe
meselesinde keskin bir dönüşle artık anlamı kalmayan Moğol bağlılığından
Türkmen/Oğuz geleneğine yönelme amacı olabilir; hele Şükrullah’ın sözünü ettiği
Karakoyunlu Cihanşah’ın Osmanlılarla akrabalık bağları vurgusu yapmış olması da
buna mümasil bir örnek gibi gözükür18. Bu durumda akla şu sorular geliyor: Acaba
ilk Osmanlı kroniklerindeki Oğuz/Kayı bağlılığı yönündeki bilgiler, âdeta
zamanımızdaki algı yerleştirmesine benzer şekilde, bu kadar bilinçli bir menşe
uydurma gayretinin bir yansıması olabilir mi? O tarihte bu insanlar için böyle bir
gereklilik ne ölçüde elzemdi? Daha doğrusu bugününü insanın ideolojik değerleri
gibi millî veya dini bir vahdet oluşturma yolunda sahte bir kimlik arayışı peşinde
koşacak kadar kristalize bir algı ve bilinç sahibi miydiler? Bunu kime karşı
kullanacaklardı? Böyle dahi olsa buna kim inanacak ve inansa da nasıl bir etkilenme
mümkün olacaktı? Zamanımızın haberleşme ağlarıyla modernleşen algı dünyasının
oluşumunun kökenleri en fazla XIX. yüzyıla veya bir önceki yüzyıla kadar indiği
açık olduğuna göre XIII ve XIV. yüzyıl dünyası düşünüldüğünde, bütün bu soruların
bir anda anlamsızlaşacağı aşikârdır.

***

Bu noktada kaynaklardaki vurgularla öne çıkan Kayıların izlerini Anadolu


coğrafyasında ararsak bize en iyi manzarayı hiç şüphe yok ki XV. ve XVI. yüzyıla ait
tahrir kayıtları sağlayacaktır. Osmanlı tarihî kaynakları müttefiken Oğuz kökenine

15
Mesela ilginç şekilde Yazıcızade, ucun Hüsameddin oğlanlarına, Kayı’dan Ertuğrul’a,
Gündüz Alp’e ve Gök Alp’e ısmarlandığını söyler ki bu da Kayılar ile Gök Alp
geleneğinin nasıl bağdaştırıldığına, bir ölçüde sözünü ettiğimiz inceliklere dikkat
edilmediğine işaret eder (Tevârih-i Âl-i Selçuk, nşr. A. Bakır, İstanbul 2009, s. 353).
16
Fatih Devri Kaynaklarından Düsturnâme-i Enveri, nşr. N. Öztürk, İstanbul 2003, ss. 5, 21.
17
Tarih-i Âl-i Selçuk, TSMK, Revan, nr. 1391. İlgili bahisler, vr. 431a, 444a (Keza krş. A.
Bakır neşri, s. 353, 872-873).
18
Behçetü’t-tevârih, trc. Atsız, Osmanlı Tarihleri, İstanbul 1949, içinde, s. 51.

241
FERİDUN M. EMECEN

vurgu yaptığına göre Osmanlı hanedanının Oğuzların Kayı boyuna mensubiyetleri


bilgisini bütünüyle reddetmeden önce onlara biraz kulak verip başka kaynaklarla
mukayese ederek bir kanaate ulaşmak mümkün olabilir mi? Tahrir kayıtları
temelinde Osmanlı beyliğinin ortaya çıktığı ana coğrafyadaki demografik çeşitlilik
incelendiğinde, karşımıza Batı Anadolu bölgesi için yoğun bir konargöçer
Türkmen/Oğuz boyları yayılışı çıkar. Mesela Bursa kazasında XVI. yüzyıl başlarında
yerleşik hayatın daha çok hâkim olduğu ve az sayıda Yörük cemaatinin kaydedilmiş
bulunduğu görülür. Bunda ilk Osmanlı hâkimiyeti dönemindeki süreklileşen iskânın
ve Rumeli yakasına yönelen göç hareketinin etkisiyle olduğu açıktır. Ancak Söğüt
mercek altına alındığında bu bölgede Sultan Murad vakfı oldukları belirtilen 556
hanelik büyük bir Yörük topluluğuna rastlanır19. Bu topluluğun hangi boylara
mensup oldukları defterde kaydedilmiş değildir. Bunun sebebi Osmanlı tahrir
sistemi bünyesinde bu gibi büyük grupların vergi amaçlı olarak parçalanmış bir yapı
dâhilinde kaydedilmekte olmasındandır. Bunların Söğüt perakendesi şeklinde
zikredilmekte bulunmaları dikkat çekicidir. Yani bunlar muhtelif Yörük
gruplarından oluşan bir karma grup özelliği taşır. Onlarla ilgili tanımlayıcı yegâne
kaydı, hemen sonraki yüzyıllarda bulmaktayız. Burada Söğüt perakendesi olarak
Karakeçililer’in20 adının zikredilmesi tam bir sürprizdir. Karakeçililerin ve Kayıların
izleri Manisa merkezli olarak bölgede önemli bir idari konumu bulunan şehzadelerin
divan kararlarını ihtiva eden kayıtlarda bile zikredilir.21

Bununla ilgili mütalaaları bir tarafa bırakıp Kayılarla devam edecek olursak, 1466
tarihli bir defterde Mihaliç’e bağlı nahiyelerden birinin Kayı adını taşıdığı tespit
edilebilir. 19 köyden ibaret bu nahiye yerleşik bir düzen takdim etmektedir. Bu da
bize Söğüt örneğiyle birlikte Kayı boyunun izlerinin Osmanlı çekirdek
coğrafyasındaki mevcudiyetine şüpheye mahal bırakmayacak ölçüde açık biçimde
işaret eder22. Kayılarla ilgili kayıtlara ayrıca Balıkesir/Karasi, Saruhan, Aydın ve
Kastamonu bölgelerinde de rastlanır. Bu durum Batı Anadolu bölgesindeki Oğuz
boylarının yayılma alanları itibarıyla birbirleriyle de irtibatlı olabileceklerine delil
teşkil eder. Kısaca coğrafi anlamda Kayı geleneği bağlantısını masadan kaldıracak bir
bilinmezlik ihtimali tamamıyla ortadan kalkmaktadır. Hatta Karakeçililerin Söğüt
bölgesindeki varlıkları da bunun II. Abdülhamid’in sonradan icat ettiği bir gelenek
olmadığını, en azından Söğüt ihtifallerindeki ananevi törenlere tarihî bir derinlik
kazandırdığını söyleyebiliriz. Üstelik Kayılarla Çobanlı aşireti arasında bir

19
BA, Tahrir Defteri, nr. 166, s. 57.
20
Ü. Bulduk, “İdari ve Sosyal Açıdan Karakeçili Aşiretleri ve Yerleşmeleri”, A.Ü.Tarih
Araştırmaları Dergisi, sy. 30 (1997), ss. 37-52.
21
Şehzade Selim’in (II.) divan defteri olan ve BA, A.DVN, nr. 792’de bulunan bu
kayıtlarda Muğla yöresinde kadar gelen Karakeçililer ve Denizli/Lazkiye’de Kayıların
(Beylerbeyi Yörükleri) izleri ile ilgili 954 Zilhicce/1548 Ocak tarihli dikkat çekici
kararlara rastlanır ( s. 188, 218).
22
Bk. İ. Şahin, “Anadolu’da Oğuzlar”, Osmanlı Döneminde Konar-Göçerler, İstanbul 2006, s.
81 (BA, MAD, nr.8, 15b-16a ve 23b-27b’den naklen).

242
KAYILAR VE OSMANLILAR: SAHTE BİR KİMLİK İNŞASI MI?

birlikteliğin23 izlerini yine Saruhan yöresinde tespit etmek mümkün bulunmaktadır24.


Bütün bunların tarihî olaylar dizisi içinde bir yere oturuyor olmaması için bir sebep
yoktur. Osman Bey’in Bafeus savaşı sırasında yanında toplanan Türkmenler arasında
Menderes yöresinden gelenlerin bile bulunduğunu belirten çağdaş Bizans
kaynağının beyanları da düşünüldüğünde vaziyet hayli ilginç bir şekle bürünür25.

Öte yandan hanedanın Kayı geleneğine sahip çıkması ayrıca düşündürücü olmalıdır.
Bu bilgi II. Murad döneminde icat edilmiş olsa bile hanedanın kendisini Türk/Oğuz
geleneğine bağlaması ve bunu yıkıldığı döneme kadar da devam ettirmesi belirli bir
sahiplenme bilincinin yansımasından başka bir şey değildir. Diğer boylar varken
Osmanlıların pek de şöhret-âmiz olmayan Kayı’yı seçmeleri, bazı tarihçilerin
belirttikleri diğer beylere karşı üstünlük konusunu belirli bir temele oturtmaz.
Yazıcızade Ali belki de aslen Kayı boyuna olan mensubiyeti Oğuz töresi içine
yerleştirirken bir manipülasyon ve yeni bir kurgu yapmış olabilir. Bu ondaki
bilgilerin bütünüyle reddini ve göz ardı edilmesini gerektirmez. Ayrıca onun zaten
bilinen bir durumu, yeniden “keşfederek” aktarmış olma ve ideolojik/siyasi bir
zeminde izah etme ihtimalini de gözden uzak tutmamak gerekir. Yani bir bakıma
Yazıcızade siyasi ihtiyaçlar tahtında II. Murad döneminde hanedanın kökenini -
uydurma bir kurgu yapmaktan ziyade- yeniden esaslı şekilde ortaya çıkararak
vurgulamayı hedeflemiş olabilir.

Sonuç itibarıyla kanaatime göre Osmanlı hanedanın veya onların mensup


bulunduğu aşiretin Kayılarla ilgisi noktasında açık bir belirlilik var gözükür.
Bunların Batı Anadolu’ya gelen Harezmli topluluklarla yakın bağları olduğu, en
azından dönemin Selçuklu kaynaklarının delaletiyle anlaşılmaktadır. Bu noktada
Selçuklu Sultanı Alaeddin Keykubad’a sığınan Harezmli emirleri içinde önde gelen
bir şahsiyet olarak Kayır Han’ın menşe itibarıyla tam da Osmanlı kaynaklarında
Osmanlıların ana yurtları olarak gösterilen Azerbaycan’daki Mahan bölgesiyle
irtibatlı olması, karşımıza biraz spekülatif olmakla birlikte Kayı ve Osmanlı
hanedanının menşe hikâyesine cılız bir mum ışığı tutacak vasat sağlar26.

Kısaca toparlamam lazım gelirse, Köprülü’nün Kayı tezine yakın durmakla birlikte,
ondan Kayıların ilk göç dalgasıyla Anadolu’ya gelen zümreler oldukları yolundaki
iddiası noktasında ayrılmaktayım. Z. Velidi Togan’ın 1230’larda Osmanlıların
atalarının Anadolu’ya gelmiş olabilecekleri tezini benimsemekle birlikte Osmanlılar
için kullandığı “Türkleşmiş Moğol” tezine ihtiyatla yaklaşıyorum27. Bu sonuncu

23
Tarihî geleneğe göre Hüsameddin Çoban Kayılar’ın ulu beylerinden idi (Yazıcızade Ali,
Tarih-i Âl-i Selçuk, nşr. A. Bakır, ss. 344, 443.
24
Bk. F. M. Emecen, “Batı Anadolu’da Yörükler”, İlk Osmanlılar, s. 291.
25
Bk. F.M. Emecen, “Bafeus Savaşı ve Önemi Üzerine Bir Mütalaa”, Osmanlı
İmparatorluğu’nun Kuruluş Meseleleri Sempozyumu, Bilecik 2011, s. 55 vd.
26
Geniş bilgi için bk. F.M. Emecen, “Kökenler ve Kimlik Tartışmaları”, İlk Osmanlılar, ss.
19-35.
27
Son zamanlarda Togan’ın görüşlerinin yeniden revaç bulmakta olması dikkat çekicidir.
Lindner’in ardından (Osmanlı Tarih Öncesi, trc. A. Arel, İstanbul 2008), B. Tezcan da
özellikle Âşıkpaşazade’nin metninden yola çıkarak bu bağların kuvvetli olabileceğine,

243
FERİDUN M. EMECEN

noktada XVI. yüzyıla ait tahrir kayıtlarının da gösterdiği veçhile, Kayılar’ın Menteşe
yöresinde Horzumlu/Harezmli gruplarıyla birlikteyken Manisa yöresinde Çobanlı,
Bursa bölgesinde ise Karakeçililer ile beraber zikredilmiş bulunmalarının tarihî bir
anlamı ve zemini olduğunu, bunun temellendirmesinin yapılması gerektiğini
düşünüyorum.

“Osmanlıların Türk-Moğol menşei” konusuna temas etti, ihtiyatlı bir dil kullanmakla
beraber bu hususa temayül ettiğini gösteren bir yaklaşım sergiledi (“Erken Osmanlı
Tarih Yazımında Moğol Hatıraları”, Journal of Turkish Studies, vol 40 (Defterology:
Fetstschrift in Honor of Heath Lowry. Harvard 2013, ss. 385-399. Aslında ilk Osmanlı
kroniklerinin anlattıkları olayları süslemek için naklettikleri hikâyelerden yola çıkmak
ve belirli bir iddiayı temellendirmek yahut güçlendirmek amaçlı bu hikâyeleri tarihî
olaylarla bağdaştırmaya çalışmak boş bir çaba olmamakla birlikte, bir ölçüde bu kronik
yazarlarının safiyane kurgularına olduğundan büyük değer vermek gibi bir tehlikeyi
de beraberinde taşıdığına inanıyorum. Kısaca ilk Osmanlılar hakkında Aşıkpaşazade
veya onun çağdaşı tarihçilerin verdikleri bilgilerle oynamak tarihçiler için hayli cazib
bir mahiyet arz eder, fakat Tezcan’ın da dediği gibi “menşe anlatımları söz konusu
olduğunda tarihî metinler edebi bir kurgu kadar yaratıcı olabilir”. Ancak “yaratıcı
kurgu” hayli yanıltıcı bir yönelime yol açabilir, edebi veya sanat gösterme, okuyucuyu
hoş üslupla oyalama ve ona cazip bir metin sunma endişesinin (bu durum en çok
Âşıkpaşazade’de görülür, onun yazılı /edebi değil değil okunmak için hazırlanmış bir
metin inşa ettiği açıktır) tarihî olayların anlatımındaki ana örgüleri değiştirebileceğini
unutmamak lazımdır. Önemli olan hususun, menşe meselesi bağlamında, bu hikâye
veya kurgulardan tarihî gerçek çıkarma peşinden koşmak gibi bir çaba yerine,
öncelikle bunların nereden kaynaklandığını ve hangi mehazlarla irtibatlı bulunduğunu
tespit etmek olduğunu düşünüyorum.

244

You might also like